Print Friendly and PDF

BEKTÂŞÎ SIRRI I-II

 
AHMED RIFKI

Editör

Dr. Serhat Küçük

Yayın Yönetmeni

Sadettin Bayrak

Redaksiyon

Suat Ak

Kapak Tasarımı

Hüseyin Özkan

İç Tasarım özlem Özkan

Baskı ve Cilt

Çalış Ofset

Davutpaşa Caddesi Yılanlı Ayazma Sokak No: 8 Örme tşhanı Topkapı/İstanbul Tel: 0212493 1106

Birinci Baskı Aralık 2013

 

Bektâşî Sırrı I-II

Ahmed Rıfkı


Hazırlayan: Mahmut Yücer

İÇİNDEKİLER

Önsöz 7

Giriş 11

A. Ahmed Rıfkı’nın Hayatı 11

B. Edebî Yönü 13

C. Eserleri 16

D. XIX. Asırda Bektâşîlik Tartışmaları 19

E. Yazılı Tartışmalar-Polemikler 25

BEKTÂŞÎ SIRRI 35

II. Mukaddime 37

A. Hurûfîlik ve Bektâşîlik Arasındaki Fark  40

B. Turuk-ı Aliyye ve Tarîkat-ı Bektâşiyye 45

C. Hacı Bektâş-ı Velî (ks.) 49

D. Makâlât’tan Bir Pasaj 53

E. Hacı Bektâş-ı Velînin Tarikat Silsilesi 55

F. îstitrâd: Silsilelerin Değerlendirmesi 56

G. Enfâs 60

H. Zâhir ve Bâtın 60

I. Makâmlar ve Mertebeler 62

J. Ehl-i mektep, ehl-i medrese, ehl-i tekke 65

III. Mebhas: Hoca îshâk Efendi’ye Cevap 67

1- Bektâşîler Ölüleri Diriltebilirler İddiası!  88

2- Bektâşîler öldükten Sonra Dirilmeyi

(Haşrı) İnkâr Ederler mi? 89

3- Melâmîliğe İtiraz 96

4- Nâilî Efendinin Mektubu  115

5- Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendinin Mektubu 115

6- Noktavîliğin Doğuşu   117

BEKTÂŞÎ SIRRI 135

Dersaadet 1328 135

İkinci Cild 135

A. Tarikatın Tarihi: Bizdeki Tarih Yazımı 137

B. Tarikatın Târihi 139

IV. Hazret-i Pîr’den Sonra 141

A. Balım Sultan’ın Tarikat silsilesi 142

B. Mürsel Baba 143

C. Der Beyân-ı Silsile-i Tarîkat-ı Aliye-i Bektâşiye 150

D. Çelebiler 152

V. Bazı Meşâhir-i Bektâşiye 157

A. Ahi Evran Baba 157

B. Abdal Mûsâ Sultan 159

C. Seyyid İmâdüddîn Nesîmî 160

D. Kemâl-ı Ümmî 163

E. Kaygusuz Sultan 164

E Safi-i Hatâyî 166

G. Şah Kulu Sultan 169

H. 1241/1826 Vakâ-yı Azîmesi: Sürgünler 169

VI. Eslâf: Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi 181

A. Hatt-ı Hümâyûn Sûreti 187

B. tş bu Hatt-ı Hümâyûnda Hikâye Edilen Diğer Hatt-ı Hümâyûn ..187

C. Mütâlaa 190

D. Sûret-i Emr-i Hümâyûn  191

E. îcraât-ı Şâire 199

F. Fetvâların Sûretleri 200

G. Hatt-ı Hümâyûn Sûretî 201

H. Bu Vakaya Dâir Mühim Bir Mütalaa 201

î. Bazı Vakâyi-i Meşhûre  202

J. Hacı Bektâş Âsitânesinde Postnişînlik Yapan Mücerred Babalar ....203

K. Malûmât-ı Müteferrika 212

L. Şerh-i Hâl-i Kaygusuz Sultan 215

M. Bazı îzâhât 217

VII. Esere ve Bana Yapılan İtirazlar 221

A. Sirâceddîn İsimli Birinin İtirazı 221

B. Hüseyin Hüsnü Efendi’nin Mektubu  222

C. Ahmed Nûreddîn Efendinin İtirazı 224

VIII. Irak Bektâşî Dergâhları 229

A. Şâhin Baba Dergâhı ve Gürgür Baba Dergâhı 232

B. Kâzımiye Dergâhı 233

C. Kerbelâ Dergâhı 235

IX. EK 237

A. Mehmed Ârif Efendi'ye Göre Anadolu Bektâşîliği 237

Önsöz

B

ektâşiyye, başlangıçtan itibaren Osmanlı’nm temel toplumsal unsurlarından biridir. Bu unsuriyet, seyfıyye (as- keriyye), istisna edilecek olursa kendisini en alttaki halk katmanlarından kalemiyye (bürokrasi) ve ilmiyye (medrese) katmanlarına doğru yükseldikçe azalan oranlarda kendisini göstermişti. Toplumun epey bir yekünü Türkmen (göçebe) kabilelerinden oluşuyordu. Hatta bir kısım araştırmaların gösterdiği gibi Bektaşiler, bazı gayri İslâmî unsurların tolera edilerek Türkleştirilmesi ve İslamlaştı- rılması sürecinde (devşirme) önemli roller oynamışlardı. Özellikle idârenin yönlendirmesiyle Yeniçeriler içerisinde (askeriye) önemli bir yer edinmişti. Devşirmeler içerisinde iken Bektâşî kültürüyle yetişen ve sonradan sadrazamlık rütbesine kadar çıkan bürokratların bu anlayışı kendileriyle birlikte üst katmanlarda temsil eetmişlerdi. Hatta ilmiye içerisinde Şeyhülislâmlık makâmına kadar çıkan Bektâşîler bulunmaktaydı. Ancak yine de onlar için, eğitim-öğretime (tedrise) yeterli seviyede önem verip, yöneldiklerinden, sonuçta ilmiye sınıfında yeterli seviyede temsil edildiklerinden bahsetmek zordur. Biraz da yaşam şekilleri nedeniyle olsa gerek, sözlü kültürden kitâbî kültüre geçemedikleri, diğer tarikatlara ait yazılı ürün miktarıyla kıyaslanınca yeterli ürün veremedikleri gözlenmektedir.

XIX. asrın ikinci yarısında Bektâşîlik, Yeniçeriliğin kaldırılması ile askeri kökenini kaybetmişti. Buna bağlı olarak bürokrasi içerisindeki Bektâşîler varlıklarını her ne kadar devam ettirselerde kendilerini ön plana çıkarmıyorlardı. Yazılı ürün konusunda ise ikilem yaşandığı söylenilebilir. Bektâşîlik savunuları artmış, tarikat ritüel ve erkânını açıklayan risâleler sökün etmişti. Ancak bu yayınların genelde bir tepki hareketi niteliğinde olduğu için çerçevesi belli açıklama ve anlama çabalarından öteye gitmediği görülmektedir. Yayınlar esasta tarikatın Hurûfîlik, Kalenderîlik gibi diğer düşünce ekollerinden farklarını, onlardan ayrı orijinal yönlerini açıklarken, kendi inanç, düşünsel veya felsefî arkaplanlarına yeterince yoğunlaştığı veya izah ettiği söylenemez. Bu nedenle olsa gerek toplum içerisinde Bektâşîligin bir gizem veya sır olarak kaldığı veya bilinçli olarak gizlendiği anlayışı yaygınlaşmıştır.

Bektaşî Sırrı isimli bu eser, işte halk tarafından varlığı vehmedi- len/zannedilen gizeme bir atıf olarak Ahmed Rıfkı tarafından kaleme alınmıştır. Eser XIX. asırdaki tartışmalara tepki olarak yazıldığı için gerek sünni kesimlerle gerekse Bektaşilik-Alevilik içerisindeki farklı tartışma konularına değindiği görülmektedir. Tartışmanın gelişmesi ve birçok konuyu kapsar hale gelmesi ile diğer yazılardaki gibi Bektaşî Sırrının peş peşe gelen ciltlerinde seviyenin yükselmesi, kapsamın gelişmesine sebep olmuştur. Meselâ tarihsel bilgi olarak 1826 olayları esnasında sudûr eden fermanların neşri ve bunları yazarın değerlendirmesi orijinal bir katkıdır. Diğer taraftan Bektâşî Sırrı’mn, tarikat târihine ilişkin ayrıntıları değerlendirmesi, harf inkılâbı nedeniyle okuyamadığımız ve bilemediğimiz yakın tarihimize güçlü bir katkı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu katkı şunun için önemlidir. Bektâşiyye mensupları Osmanlı döneminde önce ilmi geleneklerini kaybettiler. Sonra tasavvufî ar- kaplanları zayıfladı ve yasaklı hâle geldi. Osmanlı’nın son dönemlerine gelindiğinde, tarikat erkânını dînî, felsefî, düşünsel arkaplanla- rıyla bilen A.Rıfkı’nın isim ve resimlerini verdiği çok az sayıda Baba, Dede veya Dedebaba kaldı. Cumhuriyetle birlikte vatandaş kimliğiyle varlığını sürdüren bu zümre, diğer tarîkatlerin uğradığı âkıbete uğradı. Diğerleri zayıflayan sözlü geleneklerini, yazılı kaynaklarıyla sürekli tamir ve inşa sürecini canlı tutabildi. Bektâşîler ise gerek yazılı literatürlerinin az olması, olanlarının ise alfabe engeline takılması bu tamiratı geciktirdi. Bu durum kısmî hâfıza kaybına sebep oldu. Hâfıza kaybıyla kastımız, artık toplumda şeyhülislâm mertebesine çıkacak kadar olmasa da, müderris (akademisyen), hâfız, hoca (imam) mertebesinde din bilgini Bektâşîlerin pek görünmemesidir. Dahası bu hafıza kaybına vurgunun da pek az olması veya hiç olmamasıdır. İşte bu neşir bu ihtiyacı bir defa daha gündeme getirecektir.

Şimdilik ilk iki cildini Latin harflerine çevirdiğimiz bu eserin, iki şanssızlığı bir de şansı vardır. Birincisi, eserde günümüzde baskın bir karakter olan Çelebilik (babagân; bel evladı) ekolüne karşılık dedegân (mücerredlik) erkânının savunulmasıdır. Bu nedenle birçok Bektâşî bu esere tepki gösterecektir. İkincisi, eser içerisinde yer yer Sultan Abdulhamîd'e olumsuz tenkitlere yer verildiği, o dönemi ‘devr-i sitibdât’ olarak nitelendirdiği için bir başka toplum kesimi tarafından olumsuz karşılanacaktır. Eserin yeniden neşredilmesinin tek olumlu tarafı ise herhalde Bektâşîliği belli bir temel etrâfında (bazı dînî naslar) kendi gelenek ve görenekleri içerisinde açıklıyor olmasıdır. Dolayısıyla artan Bektâşîlik çalışmalarında, temel bir kaynak olarak araştırmacılara yeni imkânlar sağlayacaktır.

Diğer yandan Bektâşîliği ilk defa İlmî ölçülerde ele alan Ahmed Rif’at Efendi’nin Mirâtü'l-Mekâsıd fî Def’il-Mefâsid adlı çalışması Salih Çift tarafından yeni harflerle neşredilmişti. Yine Bektâşi Sırrının üçüncü cildi kabul edilen Çelebi Cemâleddîn Efendinin Müdafaası Nejat Birdoğan tarafından sadeleştirilerek ve notlandırılarak neşredilmişti. (Berfın Yay. 1994). Ancak notlandırmada eseri hazırlayan Bektaşilik olgusunu, Cumhuriyet rejiminin refleksleri ve genel Alevilik kabulleri çerçevesinde ele almıştı. Daha sonraki dönemde yazılan Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın Kâşiful-esrâr reddiyesi de Müfıd Yüksel tarafından Bektâşîlik ve Mehmed Ali Hilmi Dedebaba isimli çalışmasında geniş ölçüde özetlenmişti.

Ancak bütün bu eserlerin kaleme almış nedeni olan Bektâşîlik tenkit ve eleştirileri henüz yeni harflere aktarılmamıştı. Bu sebeple biz ilk defa, bir hadis bağlamında Doğu Anadolu’da Bektâşîlik kisvesiyle görünen ama pek Bektaşîlikle ilgisi olmayan bid’ad, hurafe, şirk ve cehalet kokan toplumsal eğilim ve yönelimleri Mehmed Ârif Bey’in yorumlarını BektâşîSırrının sonuna aldık. Zira Ahmet Rıfkı, Mehmet Arif Bey’in iddialarına cevap vermeyi düşünmüştü.

10 / Bektâşî Sırrı I-II

Uzun bir süredir bilgisayarımda bekleyen bu eserin yeni harflerle neşri esnasında mümkün olduğunca metinde geçen âyet ve hadislerin kaynakları ve Türkçe karşılıkları dipnotlarda verilmeye çalışıldı. Müellifin başlıkları olduğu gibi bırakıldı, ancak bazen uzayan bölümlerin rahat takip edilebilmesi ve okuyucuyu rahatlatmak için takip eden konunun içeriğine göre yeni başlıklarla metnin okunuşunu akıcı hale getirmeye çalıştık. Eserin diline dokunmadık, sadece bazı kelimelerin bugünkü söyleniş tarzını (ittük değil ettik gibi) yazdık. Açıklama yapılması gereken yerlerde, müellifin dipnotlarından farklı olarak köşeli parantezler kullandık. Son olarak, neşri gözden geçiren ve tashihlerde bulunan Nûreddin Cerrahî ve Cerrâhîlik adlı eserin müellifi dostum Cemal Öztürk’e şükranlarımı arz ediyorum.

M.Yücer

Giriş

A. Ahmed Rıfkı’nın Hayatı

B

ektâşî Sırrının yazarı Ahmed Rıfkı, Rıfkı Baba, Derviş Rû- hullâh, Sakallı Rıfkı adlarıyla tanınmaktadır. 1884 yılında İstanbul Aksarayda doğdu1. Babası Keçecizâde Ahmed Rıfat Efendi eski defterdarlardan olup bürokrat ve varlıklı bir aileye mensuptur. İlk eğitimini Fatih medreselerinde, Şemsu'l-Maarif ve Saint Benoit Lisesinde almıştır. Mekteb-i Hukûk ve Tıbbiyeye devam etmişse de tamamlayamamıştır. Tıbbiye-i Şâhâne’nin son sınıfında iken arkadaşına ait Abdulhamîd aleyhtarı yazılmış bir makâleyle yakalanmış, müebbed hapse mahkum olmuş, ancak II. Meşrutiyetin ilânıyla kurtulmuştur. Devlet memuriyetinde bulunmamış gazetecilik ve edebiyatla iştigal etmiştir. 1909-1912 arası Musavver Eşref, Yeni Geveze, Kibar, Züğürt, Curcuna, Falaka, Perde, Eşek, Karagöz dergilerinde yazar ve yönetici olarak çalışmıştır.

1 II. Meşrutiyetten sonra ilgi alanları Hürriyet ve itilaf Fırkası ve Milli Mücâdele aleyhtarlığında kesiştiği için birbirlerine kolaylıkla kanştınlabilen iki Ahmed Rıfkı vardır. İkisi de A. Rıfkı imzasını atar, ikisi de isimlerinden çok lâkaplarıyla tanınır. Biri Bektaşilik çalışmalarıyla San Rıfkı, Derviş Rûhul- lâh, Deli Rıfkı namlarıyla tanınan şâir ve yazar Rıfkı Babadır. Diğeri Türk karikatür tarihinde başarısıyla tanınan ancak Milli Mücâdele aleyhtarlığını fiiliyata döktüğü için “Hain” sıfatıyla tanınan Karikatürist Ahmed Rıfkıdır. Rıfkı Baha’nın hayatı için bkz. Hayriye Topçuoğlu, “Bektâşî Ahmed Rıfkı, Hayatı ve Eserleri I”, Hacı Bektâş Araştırmaları Dergisi, Güz 2001, sy. 19, ss. 87-142; a.g.d., “Bektâşî Ahmed Rıfkı, Hayatı ve Eserleri I”, sy. 20, ss. 135-221.

İttihâd ve Terakki Fırkası yönetime geldikten sonra beklentilerine karşılık bulamaması nedeniyle muhalifler safına katılmıştır. Bundan sonra Ahmed Rıfkı’nın ismini 1910 tarihinde kurulan Osmanlı Demokrat Fırkası ile Osmanlı Sosyalist Fırkasının üyeleri arasında görmekteyiz. Ahmed Rıfkı’nın Sosyalizme ilgi duymasında çeşitli mizah dergilerinde beraber çalıştığı Baha Tevfık etkisi olsa gerektir. Ancak bu macerası da uzun sürmemiş, Hürriyet ve îtilaf Fırkasına katılmış, 1913 tarihinde altı arkadaşıyla beraber fırka mensupları içerisinde Sinop’a sürgüne gönderilmiştir. Sürgün hayatı Çorum ve Bilecikle birlikte tam yedi yıl sürmüştür.2

Gurbet dönüşü onu yine îtilafçılar içerisinde kâh Bâyezid kah- vehânelerinde sohbet ederken kâh 1922 Dârulfünûn olayları içerisinde görmekteyiz. Hattâ bir ara amacı “Osmanlı ülkesinden taşarak İslâm Dünyası içine alan bir kalkındırma ve kurtarma politikası" güden Tarîkat-ı Salâhiyye örgütünün kurul üyeleri arasında görünür.

O herhalükârda önce İttihâd Terakki ve Müdâfaa-i Hukûk cemiyetine sonunda da Türkiye Cumhuriyeti hükümetine muhalif olmuştur. Muhaliflerin başına gelen onunda gelmiş, bir rivâyete göre Vahdettin ile beraber diğer bir rivâyete göre arkadaşı Ali Kemal’in linç edilme olayından etkilenerek yurt dışına çıkmak için İngilizlere sığınmak zorunda kalmıştır. Yüzellilikler listesinde adı bulunmamasına rağmen Kasım 1922’de İngilizler tarafından Mısır bandıralı bir gemi ile İskenderiye’ye gönderilmiştir. Kahire’de kaldığı bir buçuk yıl içerisinde ticaret yaparak geçimini temin etmiştir. 1924 yılında Yunanistan’ın İskeçe şehrine geçmiş, 1927 yılında evlenmiş, 1929 yılında tek çocuğu burada dünyaya gelmiştir. Eski Şeyhülislâmlardan Mustafa Sabri Efendi’nin çıkarttığı ‘Yarın Gazetesinde, Cumhuriyet aleyhinde hilâfeti savunan yazılar kaleme almıştır, ilkokul öğretmenliği ile geçimini sağlarken desteklediği partinin seçimleri kaybetmesi nedeniyle görevine son verilmiştir. İskeçe’de mizahla ilgili “Şeytan” dergisinde yazıları çıkmıştır.

2 Bu sürgün için bk. Refii Cevat Ulunay, Sürgün Hatıraları: Menfalar ve Menfîler, İstanbul 1999.

1935 yılında yurda dönüş hazırlıkları içerisinde iken 52 yaşında esrarengiz bir şekilde hayatını kaybetmiştir. Ölümünden bir yıl önce eşine “15 Ağustos’da doğdum 15 Ağustos’da öleceğim” diyen Rıfkı’nın kendi ölümüne düştüğü tarih beyti de;

“Ölmeden fevtime târih-i tamam

Rıfkı azmetti belâ semtine canan”

aynı yılı göstermektedir. Vefatından sonra Türkiye’ye gelen ailesi önce Edirne’ye daha sonra İzmir’e yerleşmiş ve Özgürel soyadını almışlardır. Dğlu Rağıp Rıfkı Özgürel ise 1983 yılında 9O’lı yaşlarda İstanbul’da vefat etmiştir.3

Tam olarak kimden Bektaşi icâzeti aldığı bilinmeyen Rıfkı’nın Necef Bektâşî Dergâhı şeyhi Cemâli Baba ile görüştüğü, Bektâşî babalarına verilen “teslîm taşı” sahibi olduğu onun bir dönem tekke muhitinde kaldığını göstermektedir. Bedri Noyan onun, zeki ve ateşli bir insan olduğunu Meşrûtiyetin ilânından sonra milli folklö- rümüz olan Karagöz’ü sahnede canlandırmak için çalıştığını hatta sahneye çıkıp Karagöz rolünü oynadığını belirtir.4

B. Edebî Yönü

Birçok dergi ve gazetede sosyal, kültürel ve siyâsî konularda yazan Rıfkı Babanın nefes ve gazellerinde güçlü bir edebî cephesinin olduğu görülmektedir. Onun bazı nefeslerini Bedri Noyan kaydetmiştir.

3 Müfid Yüksel, Bektaşilik ve Mehmed Ali Hilmi Dedebaba, İstanbul 2002, s. 104-5.

Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Alevilik Bektaşilik, c. I, 101 ,.IV, s.407.

Nefes

Çıkılmaz benlikle arş-ı dîdâra Varını, yoğunu yak da gel, derviş!

Ene’l-Hâk uğruna çekilip dara

Mansûr’un câmına çak da gel, derviş

Erenler bağında koku al, koku Ârif ol kitâb-ı elest-i oku Mânâ tezgâhında dîbâlar doku Hülleyi sırtına tak da gel, derviş!

Mürşide teslim ol mevtâlar gibi

Sukut eyle, görme, âmâlar gibi.

Lâkin zamanında deryalar gibi

Coşup çağlayarak ak da gel, derviş!

Çıkmasın “Sekâhüm.” remzi dilinden Mürşidini Hak bilip çıkma yolundan Koku alacaksan mânâ gülünden Rûhî'nin kalbine bak da gel, derviş]5

5 Bedri Noyan, a.g.e., c. IV, s.407.

Nefes

Namaz ehlindeniz zannetme zâhid

Meşhûr-ı cihandır nâzımız bizim

Sözümüz mutlaka Cânâna ait

Ene’l-Hak çağırır sazımız bizim

Erenler bezmidir, meydân-ı irfân Zulmeti nûr eder, inkârı imân.

Sâfi ise olur tilkisi arslan

Kaplandan müthiştir tazımız bizim

Kapıdan girmeden düşün derince Pek dardır yolumuz Sırat'tan ince Mânâ ustasından okuduk hece

Benzer muammaya yazımız bizim

“Lâ’yı unutmuşuz hep deriz “illâ” Bu yolda çekmişiz dehre “esselâ” Açılmaz münkire râzımız bizim

Bulmuşuz mevlâyı vicdanımızda

Edeb müncelîidir erkânımızda

Birdir her bir millet meydanımızda

Türkümüz, Kürdümüz, Lazımız bizim

Rûhullâh bulmuşuz bu demde Zât’ı Bir zâtta zeyrettik ism u sıfatı.

Bir elden içtik ki âb-ı hayatı

Kılmadı kışımız, yazımız bizim. (Derviş Rûhullâh) !6

6 Bedri Noyan, Bütün Yönleriyle Alevilik Bektaşilik, c. IV, s.407.

Resim: Müellif-i kitapA. Rıfkı Bey


C. Eserleri

l-Bektâşî Sırrı I, (1325/1909) II, (1328/1910), III, IV: 1912 yılında iki cilt olarak planladığı Bektaşî Sırrı adlı eserini yayınlamıştır. Ahmet Rıfkı eserini yazarken büyük ölçüde Ahmed Rifat Efendinin Mir’âtu’l-mekâsıd fi def’i’l-mefâsid (İstanbul 1293/1876)7 adlı eserinde istifade etmiştir. Birinci cilt Harputlu İshak Hocanın Kâşifü’l-Es- râr ve Dâfîu’l-Eşrâr adlı eserine reddiye mahiyetindedir. Zira o Bektâşîlik hakkında yazdıklarıyla tarikatı anlatmaktan ziyâde ilişkisi olamayan kişileri mevzuuya katarak daha da karmaşık hale getirmiştir. Hoca İshak eserinde Bektâşîliğin hurûfîlikten neşet ettiğini

7 Ahmed Rif’at Efendi, Gerçek Bektâşîlik, (Haz. Salih Çift) İz Yayıncılık 2008.

ve Fazlullâh Hurûfî’nin görüşlerinin bu tarikatın temelini oluşturduğunu söylemektedir. Ahmet Rıfkı’ya göre ise, Fazlullâh Hurûfî’nin Bektâşîliğin teşekkülüne bir katkısı olmamıştır.

Birinci ciltte genelde tarikatlar ve tekkeler, özelde Bektâşiyye üzerine değerlendirmeler bulunmakta, Başta Hacı Bektâş-ı Velî olmak üzere tarikat büyüklerinin hayatları üzerinde durulmaktadır. Ahmet Rıfkı’ya göre göre devr-i Hamîdî de istibdât yüzünden İlmî ve fikrî hayat karışmış, zahir ulemâsı mutasavvıflara karşı tavır almıştır. Padişah Abdülhamîd de yersiz endişe ve kuşkularla tarikatlara ve tekkelere karşı şüpheci yaklaşmıştır.

Bektâşî Sırrının ikinci cildi ise tamamen Bektâşîlik tarihî mahiyetindedir. Rıfkı Baba eserinde, Hacı Bektâş-ı Velî nin evlenip evlenmediğinden bahisle Çelebilerin onun neslinden gelme iddialarının kanıtsız olduğunu “belden gelme”nin değil “yoldan gelme” nin önemli olduğunu söyler. Tarih içerisinde Hacı Bektâş Âsitânesi postunda oturan Dedebabaların biyografilerini verir. Bektâşîliğin geçirdiği safhaları, 1826 Bektâşî nefyinde Çelebi Hamdullâh ve Velîyyüddîn Efendilerin sürgüne gönderilmesi, buna rağmen mücerred postunda oturan Mehmed Nebî Dedebaba’ya ve hankâhta ikâmet eden dervişlere dokunamadığından bahseder. Âsitâneye atanan Kayserili Nakşibendi şeyhi Hacı Mehmed Said Efendi ile Mehmed Nebî Dede- baba’nın olumlu ilişkilerinden söz eder. Bir müddet sonra Çelebiler yine hankâha dönerek dergâh akarı üzerindeki haklarını korumaya kalkınca, bir takım anlaşmazlıklar çıkmıştır. Ancak son Çelebi Mehmed Feyzullâh Efendi (Ö.1879)’den uzun bir müddet sonra oğlu Cemâleddîn Efendi’nin posta oturduğunu iddia etmesi, nüfuz temin etmek amacıyla Pâyitahta gelerek devlet yetkilileriyle görüşmesi, gazetelerde haberlerinin çıkması bu anlaşmazlığı yeniden alevlendirmiştir.

1327/1915 tarihinde Cemâleddîn Efendi Bektâşî Sırrına karşılık olarak Müdafaayı kaleme almış ve Ahmed Rıfkı’ya cevap vermiştir. Çelebi Cemâleddîn özet olarak Çelebilerin Hacı Bektâş-ı Velînin neslinden geldiğini ve bütün Bektâşîlerin maddi/manevî temsilcisinin kendisi olduğunu söylemiştir. Bu defa Ahmed Rıfkı, Çelebi Cemâleddîne karşılık olarak Mukabeleyi yayınlamıştır. (İstanbul 1327). Dördüncü cild olarak basılan bu kitapta iki hususa cevap verildiği görülür. Birincisi, Hoca İshak Efendi nin iddialarına inananlara, İkincisi Bektâşîliği kendi inhisarına alıp diğerlerini Bektâşî saymayanlara cevap verilmektedir. İkinci bölümde şu üç soru sorulmuş ve açıklaması verilmiştir. Hacı Bektâş-ı Velî evli midir, bekar mıdır; erkân-ı tarikatın, mîrâs-ı pirin, sırr-ı hakikatin taşayıcısı kimdir, der- gâh-ı pîre kim/kimler lâyıktır. Akabinde de beşinci cildi yazmış ancak basılmamıştır.

Bektâşî Sırrında Bektâşîlik hakkında verilen bilgileri düzeltmek ve bu kitabın uyandırdığı önyargıları izâle etmek amacıyla yine bir Bektâşî olan Ali Ulvî Baba (Ö.1950) Bektâşîlik Makâlâtı (İstanbul 1342) adlı eserini kaleme almıştır.8

2- Bektâşî Nefesleri (Orhaniye Matbaası İstanbul 1340) Rıfkı’nın Bektâşî şâirlerinin nefeslerinden oluşan derleme türündeki küçük eseridir.9

3- Nâkûs-ı Adem (1329/1913): Şiirlerinden oluşmaktadır.10

4- Hizmetçi Belâsı (1327/1911): Rıfkı’nın tek romanıdır.

Ahmed Rıfkı, Bektâşî Sırrının ilk cildinde Din ve Felsefe başlıklı bir çalışması ile Konyah Şakir Dede ile ilgili yazısında beş yüz sayfalık Melâmîliğin Tarih ve Felsefesi ismiyle hazırladığı iki eserinden bahsetmektedir. Ancak bunlar basılmamıştır. Yazma nüshasının da nerede olduğu bilinmemektedir. Fakat bu çalışmalar onun sadece bir tarikata ait değil diğerlerine de âşinâ olduğunu göstermektedir.

8 Ali Ulvî Baba, Bektâşîlik Makâlâtı (haz. İsmail Kasap-Yusuf Turan Günaydın) İstanbul 2006, s. 13 eser hakkında ayrıca bk. a.mlf. “Ali Ulvî Baba ve Bektâşîlik Makâlâtı Adlı Eseri”, Uluslar arası Bektaşilik-Alevilik Sempozyumu I. Bildiriler, Müzakereler, İsparta 2005,s.249-256.

9 Yazan Yok, Bektaşi Nefesleri, İstanbul: Orhaniye Matbaası, [t.y.] 87 s. Hacı Selimağa, Hüdayi, nr:1495.

10 A. Rıfkı, Nakus-u Adem, İstanbul Manzume-i Efkar Matbaası, [t.y.] 1 c. (96 s.).

D. XIX. Asırda Bektaşîlik Tartışmaları

Ahmet Refik, Osmanlı devrinde Rafızîlik ve Bektaşîlik isimli makalesinde Osmanlı’da biri Rafızîlik diğeri Bektaşilik olmak üzere iki zümrenin varlığından bahseder. O’na göre Bektaşilik daha çok Rumeli’de yaygınlaşmış, Türk kültürü, dergah ve ocak zihniyetinin sahibi olarak Rum, Sırp, Hırvat benzeri milletleri bir ocak etrafında toplamıştır. Şeyh Bedreddin isyanı müstesna genelde devlete bağlı bir yapı oluşturmuşlardır. Rafıziler ise Anadolu’da bulunmaktadırlar ve Acem tesirinden kurtulamamış, İran şahlarının elinde siyasi bir silah olarak kalmışlardır. Anadolu Fatih dönemine kadar fethedilmemiş, iktisadi olarak gelişmemiş, Şah İsmail’in Azarbeycanlı müntesiple- rinin kültürel etkisi altında kalmıştı. Bu sebepten Osmanlı uleması tarafından dini ve siyasi bir düşman olarak telakki edilmişlerdir.11 Sonuçta Anadolu’da muhtelif dönemlerde bazen iktisadi bazen siyasi nedenlerle celâli isyanları ortaya çıkmış, bunlara devletin verdiği cevap iktisadi, siyasi sebepleri göz ardı edilerek din ve mezhep üzerinden bir değerlendirme ile önceleri Rafızi/sonraki dönemlerde alevi düşmanlığı veya Alevi katliamı olarak tanımlanmıştır. Bu isyanların bastırıldığı, devletin iyice güçlenip hakimiyeti sağladığı XVI. yüzyılda genel bir rehabilitasyon sağlandığı söylenebilir.

XVIII. asrın ikinci yarısından itibaren kimi kaynaklara ve araştırmacılara göre Bektâşî tarikatı halîfe, baba, müntesip veya muhiple- rinde genel bir değişiklik gözlenmeye başlamıştır. Devletin resmî kayıtlarında bu değişim bazı Bektâşîlerin oruç yemek, namazı terketmek gibi kötülüklerden başka, sebb-i şeyhayn ettikleri, tevatür derecesinde vâki ve ma’lum olduğu şeklinde geçerken12, Ahmed Sâfî Bey “Nehâ- rı-Ramazan’da alenen şürb-i hamr ve ekl-i savm ve işleri terk-i salât-ı mefrûza ilâ envâ-i fücur vefezâhât-ı bi’l-istihlâl mürtekib-i mukib bir

11 Ahmet Refik [Altmay], Osmanlı devrinde Rafızîlik ve Bektaşîlik (1558- 1591) İstanbul, 1932. Dârülfunûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası cilt: IX [VIII], sayı: 2, sayfa: 25.

12 BOA, Cevdet, Adliye, nr. 1734.

kavm13 haline geldiklerini, fısku fücur mekânı olan tekkelerine halkın ma'sûm pak sagîr ve sagire evlâdını gizlice kapattıklarını14 söyler.

Kuşadalı İbrahim Halvetinin Bektâşîler hakkındaki görüşleri de devlet ricâliyle paralellik arz etmektedir. O’nun din adına en çok korktuğu şey, laübâlîlik, lâkaytlık, râfizîlik ve ibâhiyeciliktir. Bunların giderek Bektâşîliğe çıktığını söyleyen Kuşadalı, müteşerrî olmayı Bektâşî olmamakla bir tutan görüş sergilemektedir15.

Rivâyetlere göre önceki asırlarda cami inşa ettiren babalara rastlanırken16, artık şefi ibadetlere ve tarikat ritüellerine ehemmiyet verilmemeye başlanmıştır. Bu ise diğer tarikatlarla ortak payda olan evrâd ve ezkâr zemininden kayışı ifade etmektedir17. Ortak değerler-

13 A. Safî, Sefine, 111,312.

14 Safi Bey, îznikte oturan ve Tarîk-ı Kâdiriyye müntesibi bir zatın bazı ihtiyaçlarını tedarik etmek için hanımı, iki oğlu ve iki kızıyla birlikte Bursa’ya gittiğini, kızlarından birinin misâfir kaldığı evin kapışma çıktığını fakat kaybolduğunu, Bursa’da birkaç ay araştırdıklarını ama bulamayıp üzüntü, sıkıntı içerisinde memleketlerine dönmek zorunda kaldıklarım anlatır. Bir kaç yıl sonra evlerine misâfir olan bir siyah derviş, oğlunu görünce bunun bir benzerini Hacı Bektaş Dergâhı’nda gördüğünü, bunun üzerine evlâdından bir haber almanın sevinciyle hemen kalkıp Kırşehir’e gittiklerini, binbir güçlükle çocuğu kurtardığım kendisine anlattığım yazmaktadır. A. Sâfi, Sefine, III, 314- 315.

15 Öztürk, Kuşadalı, s. 5. Ahmed Sâfi Bey de Dârulmesnevî banisi Mehmed Murad Efendi’nin II. Mahmud’un Bektâşîliği kaldırmasını haklı bulduğunu tevâtüren nakletmektedir . A. Sâfî, a.g.e., III, 324.

16 Ayvansarâyî, Beşiktaş’da Kânûnî Sultan Süleyman'ın ikinci camisini inşâ sebebini anlatırken, Caminin vezâif-i lâzımesinin kendi vakfı üzerinde olduğunu, binasına mahall-i mezburda sakin tarîk-i Bektâşiye ’den Kara Abalı Mehmed Baba sebep olduğunu nakleder. Pâdişâh bir gün o tarafa teferrüc edince Mehmed Baba bir cami binasını ricâ etmiş böylece cami yaptırılmıştır. (Ayvansarâyî, Hadîka, II, s. 100-101.) Bektâşî Tarîkatı’na mensup Karaabalı Mehmed Baha’nın Hadîka tarafından tarif edilen kabri Sultan Abdulmecid’in vâlidesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan tarafından Dolmabahçe Camii şerifi bina kılınırken etrafına bir parmaklık çevrilerek korunmuştur. Mehmed Raif, Mir’ât-ı İstanbul, II, İstanbul 1314, 87-88.

17 Bektâşi öğretisi hakkında modem çalışmaların geniş bir bibliyografyası için bkz.Suraiye Faraqhi, DerBektaschi Orden inAnatolien (Wom spaten fünfzeh- den kopuş diğer tarikat erbabının bulunduğu genel çevreden uzaklaşma anlamına gelmektedir. Artık Bektâşîlik tarikat olarak diğer meşâyih arasında itibar yitirmeye başlamıştır18. Değişim hakîki Bek- tâşî Babaları tarafından da önceden görülmüş, hayra alamet olmadığı, samimiyetle dile getirilmiştir. Meselâ İstanbul Bektâşîleri’nin önde gelenlerinden Morali Ahmed Baba Beşiktaş’ta bir medresede oturup sık sık görüştüğü Kethüdâzade Mehmed Ârif Efendiye bir gün: “Erenler bizim içimizde avam çoğaldı, bize bir şey olacak ama ben görmeyeceğim” demiş. Fil hakika 1239/1823 de vefat etmiş olan Ahmed Baba, yeniçeri ocağının ilgası sırasında Bektâşîlerin başına geleni görememiştir19.

Bu arada kimi tekkelerde mütevellileri tarafından gönüllü olarak Bektâşîyeye devredilmiştir20.

Kaynaklarda anlatılanlara göre tarikat ritüelleri farklılaşan Bektâşiye arasında dînî vecibelerini yerine getiren, Bektâşi geleneğine sâdık, diğer medrese ve tarikat erbâbıyla görüşen, yetişkin babalar

nten jahrundert bis 1826) Wiener Zeitschriftfiir die Kunde des Morgenlandes, Sonderband 2, (Vienna: Verlag des Institutes für Orientalistik der Universitat Wien 1981). Suraiya Faraqhi, Anadolu’da Bektâşî Tarikatı (Onbeşinci yüzyılın geç dönemlerinden 1826’ya kadar) Viyana Şarkiyat Çalışmaları Dergisi, Özel Sayı 2, Viyana: Viyana Üniversitesi Şarkiyat Ens. Yay. 1981.

18 Ergun, Antoloji, c. D, s. 409; Ayrıca bkz. Gündüz, OsmanlIlarda Devlet Tekke Münasebetleri, 172-178.

19 Bkz. Menâkıb-ı Kethüdâzade, s. 86-87. Kethüdâzade, avam'dan maksadın Bektâşî şeyhlerinin rastgele, ehli olmayanlara ikrar verdikleri, hatta bunu bazen para için yaptıkları şeklinde yorumlarken "Ahmed Baba gelse de Bektâşiyye içerisindeki avamı şimdi görse, yazık! Yazık! O Tarîk-ı Nâzenîne” diyerek devrindeki bozulmanın daha da çoğaldığına işâret etmiştir, bkz. A. g. e., s. 87

20 Şeyhülislam Dâmatzâde Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi (Ö.1154/1741)’nin oğlu Şeyhülislâm Feyzullâh Efendi (ö. 1175/1762) tarafından Nakşî-Müceddidî koluna bağlı olarak kurulan Sütlüce Bademli (Münir Baba) Tekkesi, sonradan torunu ulemâdan (Anadolu payeli-kadı) Ârif Efendi eliyle Bektâşî tarikatından Mustafa Baba diye birine devredilmiştir. 1826 olayından sonra tekke yıktırılmış, Mustafa Baba ve tekkeyi ona veren Şeyhülislâm torunu suistimal nedeniyle Güzelhisar’a sürülmüştür. Ayvansâyî, Hadîka, I, 305. da az değildir. Emin Efendi, Südlüce’deki Karaağaç Tekkesi şeyhi İbrahim Baha’yı anlatırken onun Fatih Camiine gittiğini, Hoca Ab- durrahim Efendi’nin ikindi dersine hazır olduğunu, ikindi namazını kılıp ders okuduktan sonra tekrar tekkesine döndüğünü söylemektedir. Herkes Baba Efendiyi başındaki fahriyesiyle görüp (çünki Bektâşîler o dönemde camide görülmemektedirler) halkın hayret ettiğini nakletmektedir. Ancak onlar da yeniçeri hadisesinden fazlasıyla nasipdâr olmuştur.

Menâkıb-Kethüdâzâde deki kayda göre Yeniçeriler kati ve sürgün edildikleri sırada İbrahim Baba da yakalanıp, saraya getirilmiştir. Şeyhülislâm’m huzûruyla teşkil edilen mecliste kendisine müteaddid sualler sorulmuş, hepsine uygun cevap vermiştir. Bu cevaplardan hayrete düşen Şeyhülislâm; “bu suallerin cevaplarını biliyorsun da bu Bektâşîlik nedir?” demiş. Kendisini Hâdim Kasabası na nefyetmişler. Hâdim ulemâsı, Baba Efendi ile görüşüp konuştuktan sonra i’tikâ- dının sağlam olduğuna dâir pây-i tahta bir mektup yazmışlarsa da o esnada muvaffak olamamışlardır. İbrahim Baba daha sonra affolmuş ise de İstanbul’a gelmeyerek Hadimde kalmış ve orada vefat etmiştir21.

Beşiktaş’ta bulunan bu misüllü erenlerden Sâlih Baba22, Sultan Baba, Haşan Baba, İbrahim Baba, Moravî Ahmed Baba isimlerini Menâkıb-ı Kethüdâzâde’den takip edebilmekteyiz23. Mehmed Sü- reyyâ da Bursa’da mazenneden Çorumlu Sâlim Mehmed Efendi

21 Bkz. Menâkıb-ı Kethüdâzâde, s. 71 -72.

22 1235/1824 tarihlerinde Beşiktaş’ta oturan olan Sâlih Baba "Ey oğul! Bize namaz kılmaz demeyin, biz her vakit namazdayız" derken her halinin huzurda olduğunu kasdetmektedir. Rivayete göre Sâdık Baba yolda giderken rast gelip te “baba nereye gidiyorsun?” sorusuna “ey artık olmaz” der gitmez, geri döner ve “öyle sormamalı uğurlar olsun demeli” karşılığını verirmiş. Kethüdâzâde Baha'nın böyle bir soruyu bâtıl görmesinin nedeni olarak niyetinin açığa çıkması, zira bir yere gitmeyi niyet etmiş ama oraya ulaşabilecek mi, gidebilecekmi mi? daha bilmiyor ki söylesin! Şeklinde yorumlamaktadır. Menâkıb-ı Kethüdâzâde, s. 157.

23 Menâkıb-ı Kethüdâzâde, s. 27.

(ö.l216/1801)’den bahsetmekte, Bektâşi-i hakîki olduğunu kaydetmektedir24. Divriği Angaza Köyünde dergâhtan önce cami yaptıran ve Divriği Ulu Camiinde Cuma günleri halka vaaz eden Muhammed Gani Baba (Ö.1305/1889), Bursa Ramazan Baba Dergâhında Cuma namazını yürüyerek gittiği Emir Sultan Camii’nde kılan yaşlandığında da tuttuğu özel imâma dergâhta terâvih namazı kıldıran Süleyman Baba (ö. 1313/1895), Merdivenköyü’nde Mehmed Ali Dedebaba, Gümüşsuyu’nda Mahalle İmamı Hâfız Baba, Edirnekapı haricinde Abdullâh Baba gibi kimseler bu guruba örnek olarak verilebilir.

Hacı Bektâş Âsitânesi yanında sürgünden önce de küçük bir mescit bulunduğunu daha önceden görmüştük. Manisa-Yatağan Baba Zâviyesi yanında 1736’da bölge halkının bir cami yaptırdığı, 1818 Eylülünde bu camiye bir imâm tayin edildiğine dâir belgelerin olduğu bilinmektedir25.

Yine Bursa Ramazan Baba Dergâhı’nı yeniden 1309/1892’da yaptığı zengin arazî vâkıfları ve bayındır faaliyetleriyle canlandıran Şeyh Süleyman Baba (Ö.1313/1895), vakfiye şartları arasında saydığı esaslar bir sünnî tekke vakfiyesinden farksızdır26.

1826’da Bektâşî tekkelerinin bazılarında ele geçen eserler tamamen sünnî niteliklidir. Bunlar arasında Şiî veya Alevîliği hatırlatacak

24 M. Süreyyâ, a.g.e, III, s. 5.

25 Belge ve bilgi için bkz. Yatağanoğlu Âlim Can, s. 185. Ancak belgenin numara ve yeri verilmemiştir.

26 Bu şartlardan bazdan şöyledir: 1-Dergâhın dervişleri beş vakit namazın dışında her gün seher vakti kırk bir istiğfar, kırk bir salavat ve 1001 İsm-i Celâl okuyacak; mütevelli tarafından duâ edilecektir. 2-Kalenderhâne’nin bağ ve bahçeleri dervişlerce ihya ve tımar edilecek, mahsûlâtı da dergâhta yiyilip içilecektir. Bu işte tembellik gösterenler üç defa mütevelli tarafından ikaz edilecek, uslanmayanlar dergâhtan tard edilecektir.3-Her Cuma ve Pazartesi geceleri birer Yasîn-i Şerif okunacaktır. 4-Her sene Muharrem ayında menkîbe-i ciğer sûz-ı şehîd-i Kerbelâ yani Hadîkatü’s-Siiadâ okunmalıdır. 5-10 Muharrem’de hatim kıraat edilecektir. Vakfiyenin tamamı ve bir değerlendirmesi için bkz. Kara, Mustafa, Bursa 'da Tarîkatler ve Tekkeler, c. II, s.67-70. başka eser de yoktur. Osmanlı arşivlerinde bulunan ve kamulaştırılan bektâşî tekkelerinin mal varlıklarını içeren defterde, onlarca tekkeden üçünde kütüphane27 bulunduğu görülmektedir. Yine de matbaanın Osmanlı ülkesine yeni geldiği düşünülürse bunun kayda değer olduğu görülür. En geniş kütüphâne Elmalı Abdal Mûsa Tekkesine aittir. Abdal Mûsâ Zâviyesi’nde çıkan eserlerin listesinde on üç adet Kur an-ı Kerîm, üç adet En’âm-ı Şerif, Nahiv ve Sarf cümleleri, Arapça ve Farsça lugatlar, Tecvit kitapları gibi alet ilimlerine dayalı eserlerin yanında Mültekâ ve Kudûrî gibi fıkıh kitapları, Mesnevi, Tezkire- tul-Evliyâ, Gülistan ve Bostan, Muhammediye, Miftâhu’l-Kulûb gibi tasavvufî eserler ve bol miktarda divân bulunmaktadır28.

Selânikde bulunan “Karababa Tekkesi” kütüphânesinde üç adet Kur an-ı Kerîm, bir adet Mesnevi Şerîf, iki adet Fıkıh kitabı, bir adet Haydar-ı Şerîf, bir adet Fıkhıye Şerhi, bir adet Na’t-ı Rasül, bir adet Atîk-i Avâmil, beş adet evrâk-ı perişan29 bulunmuştur.

Silistre Sancağı, Hazergrat Kazasında bulunan “Demir Baba/Tey- mur Baba Zâviyesi"30 kütüphânesinde ele geçen eserler ise şunlardır. Bir adet Tefsîr-i Sûre-i Vakıa, bir Sîret, bir Kıssa-i İbrahim Edhem, bir Tezkiretul-Evliyâ, bir Gazavât-ı İmam Ali (ra) ve bir adet Gazavât-ı İmam Haşan31.

27 Hacı Bektaş Âsitanesi kütüphânesinin, sürgüne gönderilen Hamdullâh ve Ve- liyyüddin Efendi tarafından kaçırıldığına dâir bkz. Alim Can, Oğuzlardan Yatağan Mahmûd Sultan, s.200.

28 BOA., MAD, 9771; Yılmaz Soyyer, Sosyolojik Açıdan Alevî Bektâşî Geleneği, İstanbul 1996, s.117-119; a.mlf, XVI1I-XIX. “Yüzyıllarda Bektâşîlik-Dev- let İlişkileri”, Arayışlar, İnsan Bilimleri Dergisi, Yıl 1, s.l, 1999, s.83-84.

29 BOA., MAD, “Bektâşi Tekkeleri ve Zâviyeleri Mevkûfâtıyla Hâsılâtmm Zabt Defteri”, nr. 9771, la. Zâviyede bulunan diğer birimler ve kaydedilen diğer eşyalar ise şöyledir. bir matbah, beş oda, on dokuz şamdan, on demir teber, bir taktuka, bir demir kolçak, bir cam fener, altı fincan, bir bakır tepsi, bir et tahtası, bir adet gümüş sini, bir adet kenarlı tepsi, kırk üç adet bakır eşya, bir demir iskemle, bir gümüş tas, bir demir mangal, beş adet köhne seccade.

30 Deliorman, Hazargrad/Razgrad Tekkesi’nin 1826 sonrası tarihi için bkz. Ahmet Hezarfen, “Reşid Paşa’nın Deliorman Köylülerine Zulmü”, Cem, sy. 85, Aralık 1998, s.56-57.

31 BOA., MAD, “Bektâşi Tekkeleri ve Zâviyeleri Mevkûfâtıyla Hâsılâtının Zabt

Bu tip eserlerin Bektâşi tekkelerinde bulunması, devlet korkusu, halkın baskısı sonuçta takiyye gayesine bağlansa da Bektâşiye içerisinde dînin emirlerini öğrenip uygulayan, hâfız olan, hacca giden “Baba", “Dede" ve “Dedebaba”\zrdan oluşan güçlü bir damarın XIX. asırda var olmaya devam etmesinin büyük etkisi olmalıdır.

1288/1871’de Âlî Paşanın vefatıyla Bektâşîliğe mensup oldu^ ğu yine Bektâşîlerce rivâyet edilen Cağaloğlu’nda medfûn Bahriye Nâzırı Mahmud Necib Paşa 125 bin kuruş maaşla Sadârete getirilmişti. Ahmed Sâfî Bey’in rivâyetine göre on aylık vezareti sırasında devletin izmihlâline neden olan Necib Paşa, vükelâ-yı devletten bazı zatları sürgün ettirmişti. Sürgüne gönderilen zatlar arasında Vidinli Hocanın öğrencilerinden Şirvânî Mehmed Rüşdî Paşa da vardı32.

E. Yazılı Tartışmalar-Polemikler

1826’da Yeniçeri ordusunun kaldırılması ile Bektâşîler üzerindeki yasaklama kararı, 1839’da II. Mahmud’un ölümü ve Tanzimat Fer- mânı’nın ilânıyla kalkmıştı. Sultan Abdülmecîd( 1839-1861), Abdu- laziz (1861-1876) ve V.Murad (1876)’ın Bektâşîliğe olumlu yöndeki yaklaşımları bürokrasi içerisinde sempatizan grubunun çoğalmasına sebep olmuştu. İdareciler adeta menkul ve gayr-i menkulleri kamulaştırılan, askeri dayanağı söndürülen dinî-sosyal yapının kurumsal olarak varlığından rahatsızlık duymuyordu. Hatta kültürel olarak desteklemekten çekinmiyordu.

Kendi ürettiği kurumların ve sosyal yapının dağılması tarikat müntesipleri için büyük bir sorun olmalıydı. Onca miras yeni nesillere nasıl aktarılacaktı. Tarikat düşüncesi, âdap ve erkânı nasıl yaşatılacak, kuruluş dönemindeki Osmanlılaştırma ve İslâmlaştırma çalışmaları ne kadar sürdürülebilecekti. Artık böyle bir talep var

Defteri”, nr. 9771, 2a-2b. Zâviyede bulunan diğer eşyalar ise şöyledir. iki ok, on iki balta, kırk sekiz demir şamdan, bir keser, altı kayış, kırk altı kovan, iki çuval, dört kilim, bir kıl kilim, iki şilte.

32 A. Sâfî, Sefine, III, 322 mıydı, tarikat müntesipleri bunu istiyor muydu. Yoksa sadece geçmişin kuru bir övüncü olarak tarih kitaplarında mı kalmıştı.!

Yeni dönemde Bektâşî fikriyatına yakın eserlerin basımında bir artış olduğu dikkatleri çekmektedir. Bektâşîlerin büyük değer verdikleri Nesîmî’ye ait Divân 1844’te iki 1869 ve 1881’de birer defa olmak üzere dört defa bastırıldı. Azbî Babanın (0.1149/1736) Niyâzî Mıs- rî’nin Divânina yazdığı Tahmis 1284/1867’de İstanbulda basılmıştı. Karakaşzâde Ömer, bâtmî zümrelerin giyim kuşam ve inançlarından bahseden Nûru’l-Hüdâ’yı yeniden kaleme alarak 1282/1870de bastırmıştı. Hacı Bektâş-ı Velînin Makâlâfı 1871’de, Virânî Babanın Nazım ve Nesr'i 1290/1873’de, Türâbî Babanın Divânı 1294/1878’te, Kaygusuz Abdal’ın Risâle’si (Budalânâme)l272/1856 ve 1288/1871’deTevfik Babanın Menkıbesi 1287/1870’de basılmıştı.33 Karyağdı Tekkesi postnişîni Müneccim Necîb Baba, Ferişteoğlu (864/1459-50)’nun Türkçe Câvidân3i adındaki eserini 1871 tarihinde bastırmış onar kuruş fıata mürîdlerine, Ramazanda ise cüz-î bir bedelle Bâyezid ve Fâtih Camileri civarında halka satmaya başlamıştı35.

Şirvânî Mehmed Rüşdî Paşanın sadâreti sırasında (1873-74) bu sefer Harputlu Hoca îshak, matbu Câvidândan hareketle Kâşiful-es- râr ve dâfiul-eşrâr adıyla Bektâşîlere bir reddiye yazmıştır36. Ahmed Sâfî, Fazlullâh Hurûfi tarafından Bektâşiye içersine Hurûfîlik karıştırıldığını ve zındıklaştıklarını söyleyen Harputlu Hocanın Câvidân’ı

33 Bu yayınlar için bk. A.Rifat, Gerçek Bektâşîlik, (hz.Salih Çift), İstanbul 2008, s.32-36.

34 Işknâme adıyla bilinir. Fazlullâh Hurufî’nin Câvidannâme-i Sagîr’inin muhtasar tercümesidir. Çeşitli nüshaları bulunan (meselâ bkz. Millet Ktp. Ali Emîri, Şer’iyye,nr. 1238,1368) 1288/1871’de basılmıştır. Bu eserDîvân-ıNesîmf den sonra (İstanbul 1260) sonra Hurûfîliğe dâir Türkiye’de basılan ilk kitaptır. Ferişteoğlu için bkz. H. Aksu, “Firişteoğlu, Abdul latif”, DİA, XIII, 134-35.

35 A. Sâfî, Sefine, III, 322.

36 Bu hususta Sunguroğlu, İshak Hoca’mn eseri Bektâşîlere reddiye amacıyla değil, bizzat huzur hocası olarak Sultan Abdulmecid’in Bektâşîlik hakkındaki mütaalasını sorması üzerine kaleme aldığını ve Sultana takdim ettiğini ancak, sonradan birinci açıklamasını yeterli görmeyerek daha mufassal reddiyesini yazıp bastırdığım kaydetmektedir. Sunguroğlu, Harput Yollarında, II, s. 125. okumadan bu reddiyeyi yazdığı kanatindedir37. Rüşdî Paşanın Sadaretten ayrılmasından sonra Harputlu îshak Efendiye karşılık Mehmed Ali Hilmi Dedebaba Kâşifü l-Esrâra Reddiye adlı risalesiyle bu kervâna katılmıştır38.

Bunun üzerine Ahmed Rıf at Efendi Bektâşiye’yi sünnî bir tarikat olarak ele alıp tanıttığı Miratu’l-mekâsıd fi def’i’l-mefâsid39 (İstanbul 1293/1876) adlı eserini kaleme almıştır.40 Miratul-mekâsid Bektâşiye tarihi, öğretisi, âyin şekilleri, duâları, gelenek ve görenekleriyle tanıtılan ve kendisinden sonra başlayan yazılı Bektâşiye tarihinin ilk özgün örneğidir.41 Bektaşiyan Aleyhinde Hoca İshak Efendi’nin Kaşi- fül-Esrar Risalesine Reddiye42,

37 A. Sâfî, aynı yer.

38 A. Sâfî, yer.

39 Eser yayınlanmıştır. Ahmed Rif at Efendi, Gerçek Bektâşîlik (Hzl. Salih Çift) İstanbul 2008.

40 Birge Mir ’âtii ‘l-MekâsıcTm Kâşifti ’l-Esrâr’a. reddiye olarak yazıldığını söylemektedir. (bkz. a-g.e., 95).

41 Mir’ât’ın giriş kısmında bütün tarikatların asıllarının bir olduğu, tek farkın zikir usûllerinden kaynaklandığı nakledilmekte, eserin üstünlük kıyaslaması yapmak için yazılmadığı kaydedilmektedir. Bundan sonra varlıkların yaratılışı, nûr-ı Muhammedi, fıtrat-ı Adem ve âlem gibi konular hakkında bilgi verilmektedir. Daha sonra sırasıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hakkında bilgi verilir. Burada müellifin bir Bektâşî olarak Hz. Ömer için ‘adil’ sıfatını kullanması oldukça dikkat çekicidir. Eserde Kadi- riyye, Rifâiyye, Dessûkiyye, Bedeviye, Sa’diyye, Şâziliyye, Mevleviyye, Sünbüliyye, Şa’bâniyye, Cerrahiye, Bayrâmiyye, Celvetiyye, Gülşeniyye, Mısriyye, Zeyniyye gibi tarikatlara ait silsileleri zikreder. Bu silsileleri mü- takiben zikir, ehl-i ebrâr, ahyâr, şuttâr, fakr-ı sûri ve hakîkî, derviş-i hakîkî ve sûri, cezbe, aşk, ahd ü mîsâk, hediye ve emânetlerin muhafazası, niyet, amel, riyâ, takvâ, ilm-i mükâşefe, tevbe-i hakîkî, tafsîlî imân, rûh, hurûf-ı hecâ.beş vakit namaz, oruç, haç, zekat gibi konular işlenir. Müellifin verdiği bu bilgiler Bektâşîlik ile ilgili konulara geçmeden eserin neredeyse yarısını teşkil eder. Kitabın geri kalan kısmı Bektâşiye’ye tahsis edilmiştir. Bu konulardan bazıları şöyledir: Tevellâ Teberrâ, Bektâşî evrâdı, tarikat erkânı,kırk kap, kırk makam, tâc-ı şerîf, hırka, ehl-i beyt hakkındaki hadisler, 12 imâmın doğum ve ölüm tarihleri, Kerbelâ’da bulunanlar hakkında bilgiler. Ahmed Rif’at Efendi, Gerçek Bektâşîlik, s.62-63.

42 Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli İ.Hakkı, No: 1228

1871-1875 arasında Harun Reşid’in huzûrunda Câfer-i Sâdık’tan ders görmüş köle bir kızla sünnî bir âlimin tartışmasını konu alan Hüsniye isimle kitap bastırılmış43, îshâk Efendi’de buna karşılık Tez- kiye-i Ehli Beyfi kaleme almıştır44. Bu dönemde yine Kaygusuz Sultan Risâlesi ile TürâbîBaba Divânı da basılmıştır.

Aslen Gelibolulu olan ve Gelibolu ile Mısır Mevlevîhâneleri şeyhliği yapan Azmi Hüseyin Dede (1311/1893), Râfi’ eş-Şikâk adlı eserini45 Hüsniye adlı kitapta yazılanları reddetmek amacıyla kaleme almıştır. Dâfi’ en-Nifâk adlı risâlesini ise mezhepleri te’lif maksadıyla yazarken, Mühimmetü’l-Beyân risâlesini Farmasonluğun ve Bektâşî- liğin zararlarından bahsetmek amacıyla kaleme almıştır.

Dâire-i Meşihat, Bâb-ı Fetvâ kaleminin 4 Ramazan 1308/13 Nisan 1891 târihli ve Şeyhülislâm Ömer Lütfi imzalı yazısında Suad Efendi ismindeki bir şahsın Bektâşîlik konusunda bir kitap yazdığından söz edilmektedir. Ama Şeyhülislâm, Bektâşîlerin infialine sebep olup, ilhâdlarını artıracak bu kitabın basılmasına muhalif bir tutum takınmıştır46.

II. Abdulhamid’in tahta çıkmasıyla Bektâşî yayınlarının ardı kesilmiş, ancak basılmasa da telifler devam etmiştir. Belediye Kütüp-

43 Harun Reşîd’in mahkemesi önünde Câfer-i Sâdık’tan eğitim görmüş köle bir kızla günün ortadoks dînî önderi (İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe) arasında geçen ve köle kızın galibiyetiyle biten dînî bir tartışmayı konu almaktadır.

44 J. K. Birge, Bektâşîlik Tarihi (Çev. R. Çamuroğlu), s. 95.

45 Hilâfet meselesini bahis konusu yaptığı Türkçe risâlesinde, gerek Hz Ali’nin gerekse Hz. Hüseyin’in hilâfet mevzuunda yanıldıklarım, Fedek hurmalığı mevzuunda ise Hz. Ebubekir ve Ömer tarafından yapılan uygulamaların doğru olduğunu savunur, bkz. Gölpınarlı, Mevlânâdan Sonra, s. 240.

46 “Bektâşî Tarikatı Osmanlı Devleti ’nin memurları ve ileri gelenlerinden pek çok şahsın hevâ-i nefsâniyelerine hoş gelen bir tarikattır. Bu kişilerden pek çoğu bu tarikata intisâb etmişlerdir. Bunlar Sultan I], Mahmud zamanında te ’dîb edilmiş ve tekkeleri yıktırılmıştır. Ancak bu gün böyle bir kitabın neşri ancak onların ilhâdlarını artıracaktır. Kitab neşretmektense, Bektâşî tekkelerinin şeyhleri vefat ettikçe yerlerine Nakşibendi şeyhi tayin etmek daha etkili olacaktır.” BOA, Y. MTV. D nr. 49, G nr. 91’dan naklen A. Y. Soyyer, “Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Bektâşilik”, Arayışlar, sy. 2 1992/2 s. 63-64. hanesinde bulunan iki yazma risâle bu döneme ait olup Bektâşîliğin âdâb ve erkânından bahsetmektedir. Bunlardan birincisi el-Hâc Mehmed Ali Dede îbn Kuzuzâde el-Hâc Haşan Efendi47 tarafından kaleme alınmıştır48. İkinci risâle ise Hüve Sûretü Erkânnâme-i Tarikat-1 Aliye-i Bektâşiye49 ismini taşımakta olup risâle üzerindeki mühürde Hüseyin Zührî Hasenî Baba (1308/1890) ismi okunmaktadır. Ancak bu Hasenî Baba risâlenin sahibi mi yoksa müellifi mi belli olmamaktadır.

Bu dönemde yazılan ve Hoca İshak Efendinin tenkid uslûbünü sürdüren diğer bir eser de îzâhü’l-esrâr'dır50. Îzâhü’l-Esrâr’m ana

47 Mehmed Ali Dede risâlenin başında kendisini şöyle takdim etmektedir; “Benim dedem Şahkulu Sultan postnişîni Seyyid İsmail Dede, dedesi Mustafa, dedesi Mustafa, dedemin dedesi Sultan Ulu Ali Baba. Benim rehberim Şahkulu Sultan postnişîni Seyyid Ali Sultan Halîfesi Mehmed Dede, Mehmed Dede ’nin dedesi Nûrî Baba ve Nûrî Baba ’nın dedesi Ömer Dede ve onun dedesi Topal Aşçı Baba ve onun dedesi Aka Baba dede ‘de Hz. İmâm Hüseyin Uludur.

Dedemin rehberi Defa Sultan, oda Ali Baba ki İmâm-ı Hâfiz-ı Kur ‘andır. Rehberimizin rehberi el-Hâc Said Ağadır, Merdîmânlılı elhamdülillâh. Dedem Hacı Mehmed Ali Baba 1255 senesi mâh-ı Şâbân-ı Şerifin 9. Perşembe günü seher vaktinde perdeye dolandılar. Seyyid Nizam Hazretleri’nin türbe-i Şerîfe- leri karşısındaki makberede ol gün ikindi vakti defti olundu himmetleri hâzır ola”.

48 Risâle yazarının kimliği bizce şüphelidir. Çünki müellif kendisini “el-Hâc MehmedAli Hilmi Dede ibn Kuzuzâde el-Hâc Haşan ve ümmühû Fâtıma" şeklinde tanıtmaktadır. Merdivenköy Şahkulu Sultan Dergâhı postnişîni Mehmed Ali Hilmi Dedebaba’nın ise babası Nûrî Efendi annesi de Emine Bacıdır, bkz. Beklâşîliğe Dâir Bir Risâle, BBA. Ktp. OE., 1019, sh. 49. “Bismillâhirrah- mânirrahîm, Estağfirullâh üç kere diye cemi günahlarıma tevbe ve istiğfara geldim” denilerek başlanan risâlede hâzâ ikramâme-i ahd-i rnîsâk (4a-6b), Der beyân-ı Silsile-i Seyyid İsmail Dede (9a), Telkîn-i Rahimiz, Hâzâ Salavatnâ- me, Der Beyân-ı Şehâdet-i Düvâzdeh İmâmân aleyhimüsselâm, Hâzâ-Nâd-i Aliyyü’l-Kebîr (vr.17), Tekbîr-i Hırka, Tekbîr-i Teslîm, Tekbîr-i Kanberî, Tek- bîr-i Fenâyî, Tercümân-ı Fenâyî, Aşk-ı Menkûş, Tercümân-ı Menkûş, Tekbîr-i Çerâğ, Tercümân-ı Keşkül, Tekbîr-i Kurbân, Kurbân-ı İsmâîl, Fermân-ı Celîl, Delîl-ü Cebrâîl, Tercümân-ı Kadem, Tercümân-ı Günâh, Bâbü’s-Süâl ve’l- Cevâb gibi ara başlıklar bulunmaktadır.

49 BBA. Ktp., OE, nr. 1056 14 yk. Besmeleyle başlayan risâle Cuma ve Pazar ve mübarek gecelerde icrâ olunan âyinin şeklini açıklamaktadır.

50 BBA. Ktp., OE, nr. K. 174. Müllelifi belli olmayan eser 36 varaktan oluşmakta- teması Kâşifül-Esrâr'da. olduğu gibi Bektâşiliğin Hurûfîlikten neşet ettiği, evrâd ve ezkârımn bulunmadığı, Bektâşî tekkelerinin fısk-ı fü- cûr yuvası haline geldiği, Dedebabalar’ın ibâdât-ı mejrûzayı münkir olduğu, Babalar’ın etrafındakiler! her şahsın mizâctna göre bir nev’ kizb ile aldattığı şeklindedir. Eserde yer yer Bektâşîlik karşısında Nakşîliğin tavsiye edildiği de görülmektedir.

Bu arada Mısır Fevkalâde Komiserliği Başkâtipliğinde bulunan Mehmed Ârif Bey (1845-1898), hayatının son yıllarında toplum problemlerini hadisler ışığında açıklamaya ve çözüm yolları önermeye çalışan Binbir Hadîs-i Şerîf Şerhi adlı bir eser kaleme alır. Müellif çalışmasını Celâleddîn es-Suyûtî’nin el-Câmiu's-sağîr adlı alfabetik olarak düzenlenen hadis kitabından derler ve açıklamalarda bulunur. Eserin 'Müminler birbirlerini tutan bir binanın yapıtaşları gibidir” meâlindeki 892. hadîsin şerhinde gerek kaynaklardaki verilerden hareketle gerekse Anadolunun muhtelif bölgelerindeki gözlemlerine dayanarak Bektâşîleri tenkit eder. Bektâşîlerin düşünceleri ile Câferî mezhebini takip ettiklerini uygulamaları ile bazen Hris- tiyanların ortadoks mezhebine, bazen yapılanmaları ve inançlarını gizlemekteki katılıklarından dolayı mason ve farmasonlara benzediklerini söyler.51

1909’da Rıfkı Babanın Bektâşî Sırrı (II Cilt) yayınlanmıştır. Rıfkı Baba birinci ciltte, Bektâşiliğin Hurûfîlikten mülhem olmadığı, Fazlullâh Hurufî’ninde Bektâşîler arasında etkisinin bulunmadığından hareketle Harputlu îshak Hocanın yanıldığı, eserinde bir tarikatı tanıtmaktan ziyade konulara alakasız kişileri katarak daha karmaşık hale getirdiğini söylemektedir. II. Ciltte ise Bektâşîlik tarihi, yukarıda bahsi geçen Mehmed Ârif Bey’in iddiaları ve Keçecizâde Fuat Paşanın bir sözü ile 1241/1826 Bektâşî nefyi ve Miratül-mekâsıd’a cevap mahiyetindedir. Hacı Bektâş-ı Velînin çocuğu olmadığını,

dır. Risâle’nin tanıtımı için bkz. Cahit Telci, “XIX. Yüzyıl Bektâşiliği Hakkında Bir Eser: Îzâhü’l-Esrâr”, s.192-199.

51 Mehmed Arif Bey’in bu tenkitleri için bk., Binbir Hadis-i Şerîf Şerhi, (Kahire Matba’atüT-Ma'ârif 1319/1901) ss. 401-415.

Çelebilerin ona nisbetinin uydurma ve menfaat amacı taşıdığını, mücerred babaların hüsn-i hâl sahibi olduğunu, tarikat mensuplarına bir takım iftiraların atıldığını ifade eder. 1911’de Cemâleddîn Efendi Müdafaa ile Rıfkı Babaya cevap vermiştir. Cemâleddîn Efendiye göre Hacı Bektâş-ı Velî nin nesli devam etmekte ve bu kol bey- nel-avâm Çelebiler Kolu olarak bilinmekte pâyitaht tarafından da yıllardır böyle kabul edilmekte, vakfiyeden hisse ayrılmaktadır. Müdafaa, Bektâşî Sırrının üçüncü cildi olarak kabul edilir. Rıfkı Baba bu serinin IV. Cildi olarak yazdığı eseri Bektâşî Sırrı’nın Müdafaasına Mukâbele’dir. A. Rıfkı Baba V. cildi yazmışsa da yayınlanmamıştır.

Bu defa Ahmed Sâfî Bey Sefıne-i Sâfî'nin IV. Cildinde “Bektâşîler Hakkında Mülahaza-i Munsıfâne” başlığıyla açtığı bölümün dipnotunda “Bektâşî Sırrı Nâmıyla Yazılan Risâleye Cevap” ismini vermiştir. A. Rıfkı’nın Bektâşî âyinlerinin gizliliğini “Hâlidîlerin Hatm-i Hâcegânları da gizlidir, izinsiz kimse katılamaz” şeklindeki savunmasının yanlış olduğunu Hâlidîlerin zikir meclislerinin herkese açık olduğunu ifade eder, müellifin eserinde sadece bir fermânı yayınladığını, Tarîk-ı Bektâşiye’de namaz, oruç, gusül olmadığı, namaz kılan bir Bektâşî görüldüğünde buna inanmayarak “Şeriata büründük, Yezîdilere göründük’şeklinde yorumladıklarını, sonuç olarak Bektâşiyenin bir tarîk-ı ilhâd ve zındıka olduğunu söyler52. Birçok tarikattan icâzetli Balabânî Ziyâeddîn Hüsnü Efendi (Ö.1928) de Peyâm-ı Sabah’ta seri yazılarla Bektâşî Sırrına cevap vermiştir53.

Bu dönemde çeşitli gazete ve memua sayfalarında Bektâşîlik tarihi menşei ve gelişimiyle ilgili çeşitli makalelere rastlamak mümkündür. Filibeli Ahmed Hilmi (Ö.1914) sahibi olduğu Hikmet Gazetesinde “Bektâşîler ve Heyet-i letimâiyye-i Osmâniyye’ye Te’sîrât-ı Târihiyyesi” başlığı altında dört sayılık bir seri54 yayınlamıştır. Şeyh

52 A. Sâfî, Sefine, IV, 360-361.

53 Bkz. Peyâm-ı Sabah, llâve-i Edebiyye, nr. 25-35, 8 Mayıs 1330-31 Mayıs 1330.

54 bkz. Hikmet Gazetesi, sy. 74, s. 6-7; sy. 75, s. 6-7; sy. 76, s. 8; sy. 77, s. 7-8; sy.

78, s. 6-7.

Mehmed Süreyya (Müncî) Baba (Ö.1942), Tarîkat-t Aliyye-i Bektâşiye (İstanbul 1330/1911) isimli eserinde55 hakîki Bektâşîliğin tarz ve âdâbını, itaat ve ibâdetlerini ve tarikat esaslarını, art niyet gütmeden, taraf tutmadan göstermeye çalışmıştır. Bektâşîlik ve Bektâşîler (İstanbul 1330/1913) adlı kitabında ise kısa bir tarih gezintisi yaparken, Bektâşi Hikayeleri (1922)’nde onların düşünce yapılarını espiritüel bir dille kaleme almıştır.

Uzun bir süredir alttan alta devam eden bu tartışma 1340/1924 yılında Mehmed Ali Aynî ile Besim Atalay arasında tekrar gün yüzüne çıkmıştır.56. Taraflar aralarına hakem olarak Veled Çelebi (îzbudak)’yi seçmiştir. Besim Bey’in Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinde çıkan Bektâşîlikle ilgili makalelerine karşılık Mehmed Ali Aynî Bey’in Çelebi Efendiye yönelttiği sorulardan bir kısmı şöyledir;

Mevleviyye ve Bektâşiye tarikatlarının kurucuları kimlerdir?

Besim Bey’in dediği gibi Bektâşîlikte namaz yoksa, tarikata giriş anında kılınan iki rekatlık namaz hangi anlama gelmektedir?,

Âyin-i Cem ne demektir? “Bâde (içki)”nin mûcidi olan Cem mi? Yoksa Aynu'l-cem’den bozma cem midir?.

Bir tâlibin tarikata kabul merâsimi sonunda mürşid, çırakcıya “ kalk erenler, seyyiduş-şühedâ için sebil-eyle” deyince çırak “eyvallah” diyerek kalkar. Meydana, mürşide ve meydan taşma niyâz ederek kalkar, mey’in taşından tası alır ve “Bismillâhirrahmânirrahîrn’diye

55 Eser Ahmed Gürtaş tarafından yeni harflerle yayınlanmıştır (Ankara 1995).

56 Bu tartışma için bkz. Ali Kemâli Aksüt, M. Ali Aynî, Hayatı ve Eserleri, s. 379-396; Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, s. 541-550. Aynı yıl Veled Çelebi İleri Gazetesi’nde yer alan Mevlevi ve Bektaşî Tarîkatı’nın Menşeleri adlı makalesinde (İleri Gazetesi, nr. 2243, 18 Mayıs 1340/14 Şevval 1342, s. 3) de Şah Hatâyî’nin deyişlerini söyleye söyleye Şah İsmail’in İran’ı üzerine yürüyen yeniçerilerin anlamsız hareketlerinden bahsetmektedir. Birkaç nâd-ı Ali gibi ezkâr ve salavât ve beş on gülbank ve nefesten maada "Hacı Bektâş-ı Velî yolunda ârif, kâmil bir derviş yetiştirmek" gâyesine vâsıl bir şeyleri kalmamış gibidir, bunda ise kabahat değil, belki takımıyla inhitât ve indirâsa gitmek.şek- linde yazısını bitirmektedir, bkz. Aynı yer.

başlayan ve “ber cemâl-i Muhammed, Kemâl-i İmâm Haşan ve İmâm Hüseyin râ bülend-i salavât” deyip evvela mürşide giderek tası verir ve verirken “Sehîkim Ya Hüseyin” der. Mürşid ile bil-cümle canlar da o yolla cevap verirler. Ondan sonra bu minval üzere orada bulunanların hepsine içirir. Fakat bu tasta ki şerbet nedir? Hakîkaten şarap, yani rakı mıdır? Yoksa su mudur? Acaba böyle besmeleli bir rakı nasıl olabilir?

Bu merâsimin bitimine doğru mürşidin çektiği gülbank-ı kebîr de: “Horasan pirlerinden, Rum abdallarından, Türkistan kalenderlerinden, Arabistan meşâyihinden, Hindistan Hâksarlarından, ebrâr tâifesinden, mürşid-i kâmil Hâce Ahmed Yesevî’den Ma’rûf-t Kerhî’den, Cüneyd-i Bağdâdî’den Şiblî’den Hallâc-ı Mansûr’dan, Muhyiddîn-i Arabi’den, Şehâbüddîn-i Sühreverdî’den, Evhadüddîn-i Kirmânî’den, Fahreddîn-i Irakî’den, Şems-i Tebrîzî’den, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’den, Seyyid Nesîmî’den Şah Nimet Velî’den, Fazl-ı Naîmî’den.” himmet ister. Bu zâtlardan hangisi rakıya müsaade edebilir?

Dem ne demektir?, Bektâşî nefeslerinde sürekli tekrarlanan dem şâyet “içki” ise yaradılış anında Âdem Aleyhisselâma nefh olunan, Nefes-i Rahmânî’ye ne demeli?,

Bektâşîlikte evrâd ve ezkâr yok denilmektedir. O halde “Naat-ı Aliyyen” duâlanna, gülbank, münâcât ve salavatlara ne isim verilecektir?.

Gençliğinde Bursa’da Süleyman Beybaba, Merdivenköyünde Mehmed Ali Dedebaba, Eyüp Gümüşsuyu’nda mahalle imâmı Hâ- fız Baba, Edirnekapı haricinde Abdullâh Baba gibi kâmillerle sohbet ettiğini söyleyen Veled Çelebi bu ve benzerî soruları ayrıntılı olarak cevapladıktan sonra “Gerek tarikat içinde kallaş ve kızılbaşlar, gerek başka ayyaşlar, tekkede rakılı, kadınlı meclisler kurup, içine biraz âyin ve erkân, menâkıb-ı hânedân, gülbank-ı dem ü devrân karıştırmakla maazallah müslümanca bir iş yapmış olmazlar. Onların yaptıkları genç müslümanların istediği gibi eğlenip, günahını bilerek, ağzını silerek, Cenâb-ı Hakkın afv-ü merhametine iltica eylemesine nisbetle çok nâmerdâne bir harekettir. Turûk-ı âliyeye ve îslâmiyete karşı kancıkça ihanettir. Er olan Türk, günahı sevabı birbirine karıştırmaz. Evliyâul- lâh evlerinin, emaneti siyânetine sığınıp, hükümet-i siyâsetinden kaçıp, İslamtn ve târikin pâk nâsiyesini telvis eylemez. Hz. Muhammed’in hânedân-ı nübüvvetin mukaddes yoluna düşmanlar tarafından söz getirmez” diyerek o günkü durumu özetlemektedir.

Bu sorular sadece M. Ali Aynînin değil, son iki asrın sorularıdır. Cevapları da Veled Çelebinin verdiği gibi açıktır. Ancak devrân dönmüş, bilenler azalmış, cehalet artmıştır. Aynı dönemde Rûhullâh’ın (Rıfkı Baba) Bektâşî Nefesleri (îst. 1340/1921)57, Besim Atalay’ın Bek- tâşîlik ve Edebiyâtı (1340/1921)58, Ali Ulvî Babanın Bektâşî Makâlâtı (1341/1921)59, Mehmed Seyfeddîn b. Zülfıkâr’ın Bektâşî ilmihâli (1343/1924)60 basılmıştır.

Aleyhteki tefrikalardan birisi de haftalık olarak neşredilen Büyük Gazete’nin 18 Eylül 1926 tarihinden itibaren yaklaşık yirmi sayı devam eden “Bir Bektâşî Babasının Hâtırâtı: Bektâşî Tekkelerinde Senelerce Neler Gördüm” başlıklı, H. A. rumuzlu kişi tarafından kaleme alman yazı dizisidir. Yazı dizisinin birçok yerinde, Bektâşîler eleştirilmiş, kahraman Türklerin sırtına birer sülük gibi yapışmış, tenbellik, fuhş ve rezâlet yuvalarından sayılmıştır61.

Tekkelerin kapanmasından altı yıl sonra Ziver Bey adlı Bektâşî birisi Yeni Gün gazetesinde kırk tefrika hâlinde (26 Ocak-8 Mart 1931) görüşlerini yayınlamıştır. Ona göre Cumhuriyetle birlikte Bektâşîliğin bütün hedefleri, amaçları gerçekleşmiş, artık Bektâşîliğe ihtiyaç kalmamıştır.

57 özeğe, Katalog, I, nr. 1791.

58 özeğe, Katalog, I, nr. 1797.

59 özeğe, a-g.e., I, nr. 1790.

60 özeğe, a.g.e., I, nr. 1789.

61 Büyük Gazete, nr. 10-30 Kânûn-ı Sânî 1926.

BEKTÂŞÎ SIRRI

Birinci formanın ikinci tab’ı

Tarîkat-ı Bektâşiye’nin tarihi ve erkân ve âdâbı hakkında te- dkîkât ve malûmât-ı mükemmeleyi hâvidir.

Müellifi: A.Rif at

Her hafta muntazaman neşr edilecektir.

İdarehanesi Bâb-ı âli caddesinde Asır Kütüphânesi

Dersaadet

Bekir Efendi matbaası-Vezirhân
1325

II. Mukaddime

B

azı meseleler vardır ki; ezhân-ı umûmîyede en derin noktalara hükm eder. Tereddüt ateşleri orayı kemirir, tahrip eder. İnsan bütün kuwet-i mücâhedesiyle onu anlamak, o tereddüt ateşini söndürmek için uğraşır, fakat muvaffak olamaz. Çünkü mûcib-i tereddüt olan mesele hakkında efkâr-ı umûmîyeyi tatmin edecek hakîkî bir malûmât, doğru bir bilgi yoktur. Herkes onun hakkında aklının erebildiği kadar beyân-ı rey eder. Ve bu reyler enfâs-ı halâyık kadar, çünkü bir mesele hakkında herkesin fikri ve nazarı başka başkadır.

Nitekim bu gün esrârengiz bir cemiyet-i ahlâkiye olan “Farmasonluk” el-ân anlaşılamamış, esasına âdâp ve erkânına dâir kimse bir haber-i müfîd verememiş ve bu tarîkat-ı hafiye muammâ-yı ebediyet gibi meçhul, müphem kalmıştır. Yine Farmasonluğun ihtilâli, inkılâbı bir şekl-i siyâsîsi olan (Karbonari)62 yani kömürcüler cemiyet-i

62 Karbonârilerin mühim icraatlarından başlıcalan (Mazzini) denilen reisinin tahrikiyle (Ursînî) tarafından üçüncü Napolyon’a (1858)’de icrâ edilen suikasttır ki yüz elli kişinin mahvıyla neticelenmiştir. İtalya krallığını ve ittihâ- dını tesis etmiştir. [Karbonari (Carbonari) cemiyeti geçen yüzyıl kendisinden çok bahsettirmiştir. Muhtelif romanlar konularında onu sahneye koymuşlardır. Tertip ve komploları iyi bilinmekle beraber menşeleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Karbonarizm’in atalarının oduncu, kömürcü gibi tamamiyle zararsız bir cemiyet olduğu zannedilmektedir. Bu orman masonlarının toplantı yeri tercihan açık hava olup, giriş merasimleri yapılır, işaret ve tanışma parolaları kullanılırdı. Napolyona karşı kurulan, Filadelfiyahlar veya Olempliler gizli cemiyetinin kurucusu meşhûr general Mallet’in arkadaşı olan Albay Oudet’in bu cemiyette bir rolü olduğu tesbit edilmekle beraber cemiyetin teşkilâtı bir esrar perdesine bürünmektedir. Oudet doktrinlerini yaymak için İtalyan karbonari cemiyetinin menşei olduğu tahmin edilen Kafiyesi İtalya’da o zaman hareket-i hafıye-i siyâsîyede bulunduğu halde esası ve teşkilâtına dâir hiçbir fıkr-i hakîkî hâsıl edilememiştir. Demek ki bazı şeyler insan için gizlidir. Beşerin nüfuz-u nazarı onların âmâkma işlemek halinden uzaktır. Ne mantık ne içtihad onu o ukdeyi halledebilir. Onun için tabiat esasına, ne de fevkalâdelik olan her hangi bir şey hakkında halkın fikri ve nazarı taaddüt eder. Herkes aklının genişliği, idrakinin kuvvetince söyler, içtihad eder, öyleyse bunların hiçbirisi doğru olamaz. Çünkü hükümler taaddüt etmiştir. Hükümlerin taaddüdünde ise esasa dâir nazariyât çoğalır. “Kutb"a dâir söylenilen sözler gibi hiç birisi vicdân-ı umûmîyi tatmin edemez.

Her memlekette yukarıda beyân ettiğimiz turuk-ı hafıyye gibi birçok gizli meslekler vardır. Avrupa’da hemen umûmen farmasonluk, Hint’te (Sivâ evlatları) Rusya’da (Hîçyûn) meslek-i siyâsîyesi meydan almış ve erbâb-ı zekâ ve irfânı tamamıyla teshir etmiştir63. Bunlara her ne sûretle olursa olsun dâhil olamayan, teşkîlât-ı dâhi-

Jura kömürcülerine dayanmakta idi. Frankmasonlukla karbonari arasındaki münasebetler de esrarengizdir. İtalyan Karbonari’leri cemiyeti güney İtalya’ya Napoli krallığı zamanında Fransızlar tarafından sokulmuştur. Fransız Karbonari’leri Napoliden gelen iki Fransız genci aralarına beş Fransız arkadaşlarını da alarak yedi kişilik bir Karbonari locası kurmuşlar ve bütün Fran- saya yayılmışlardı. Toplantılar ıssız yerlerde gece yapılıyordu. Bütün emirler fiilen yerine getiriliyordu. Cemiyet mensupları umumi yerlerde ihtiyaç hasıl olursa işaretlerle muhabere ediyorlardı. Cemiyete giren aday bütün monarşilere kin güdeceğine yumruğu ile yemin ediyordu. Yeni bir loca kurulacağı zaman kurucu büyük locanın iki üyesi yeni locanın ilk üyesini cemiyete kabul ederek o locanın reisi yapıyorlardı. 1822 de Fransa’da askerler, işçiler ve öğrencilerden müteşekkil takriben 60.000 Karbonari üyesi vardı. Teşkilâtın başlıca gayesi monarşiyi kuvvetle yıkmaktı. Cemiyetin her mensubu bir tabanca ve 20 kurşun taşıyabilirdi. Cemiyetin reisi La Fâyette idi. Diğer şefleri Manuel d’Ar-genson’da harekâta nezaret ediyorlardı.]

63 Farmasonluk memleketimizin sunûf-ı âdiyesi arasında lâ-ubâlî mezhep olanlara izâfe edilen kelimât-ı tahkîriyedendir. Halbuki (Fran-masonuna rey) dahil olanların hürriyet-i mezhebiyesini kâfil bir tarîk-ı uhuvvet ve teâvünden başka bir şey değildir. Manuel de Frene Maçonnerie ismindeki kitapta etrafıyla beyân olunan teşkilât ve usûl u âdâbı bu tarîki ahlâkiyenin nasıl bir meslek olduğunu gösterir.

liye esası bağlılarını öğrenemeyen adamlar kendi içtihadlarına göre bir kaziyye tertip ederek halkı inandırmak istemişler ve bu şâyiât-ı bî esâsiyeyi (müşâhedât ve tedkîkât-ı arnikayı) süsleriyle tezyin ederek güft ü gûlara, mücâdelât ve münâzarâta sebep olmuşlardır.

Bu gün memleketimizin hemen her şehrinde bir tekkesi ve binlerce müntesibi bulunan bir Tarîkat-ı Bektâşiyye var. Bunun hakkın- daki tedkîkât-ı tarihiyye gösteriyor ki; Bektaşîlik, Osmanlı hükümetinin zuhûruyla başlamış, zamanımıza kadar teselsül ede gelmiştir. Esasında meknûz olan fevkalâdelik bir mecbûriyet-i asliyesi olan gizlilik herkesin nazarında büyümüş, dedikodulara, mücâdelelere sebep olmuş, fikirleri işgâl etmiş, esrârengiz olarak kalmıştır.

Meçhûl olanı araştırmak insan unsuruna tesir ettiğinden bazı er- bâb-ı tetkik ve tenkîd tarafından bir gizli tarîk hakkında esasa, âdâp ve erkâna dâir itirâzlar ve tahkikatları içeren bir takım eserler meydana konulmuştur ki, bunlar insanların kalplerinde derin ve müstesna noktaların hâkimi bulunan tereddütleri izâle etmekten ziyâde, bir harîki teşviş husûle getirmiş, velhâsıl bu mücâhedelere bu tedkîkât, vicdân-ı umûmîyi tatmin etmekten uzak kalmış, hiçbir semere hâsıl olamamıştır.

Nitekim pek eski bir risâle olup, turuk-u muhtelife-i sûfiyenin (Kalenderi, Mevlevi, Gülşenî, Halveti, Bektâşî) gibi akşamını o zamanın ıstılahıyla tenkîd eden Nûru'l-hüdâ nâmındaki risâlenin64 (Zikr u niyâzda başlar umûmen sertâşîler, Keç külâh Bektâşîler felâşîler) tarzındaki müzîfâne sözleri âdâb-ı münâzaradan tamamıyla uzak kalmıştır. Bizde kalem münâzaralarının en sonu insan mücâdelelerine hattâ çatışmaya kadar vardığı da ciddiyetten ayrılıp,

64 Ömer Efendi Karakaşzade (ö. 1047/1637), Nuru ’l-hüda li-men ihteda, [y.y. : y.y.], 1286/1870, (İstanbul: Tasvir-i Efkar Matbaası) 271 sh. Bu kitap aslında, Vâhidî’nin (XVI.yy) Menâkıb-ı hâce-i cihân ve netîce-i cân adında ve Rum Abdalları, Kalenderîler, Hayderîler, Câmiler, Bektâşîler, Şemsîler, Melâmîler gibi Bâtınî zümrelerin giyim-kuşamlannı, inanç ve geleneklerini anlatan eseridir. Karakaşzâde Ömer (6.1637) bu eseri, müellifini zikretmeden yeniden kaleme almıştır. [Hazl]


münâzaramızın asabiyet ve ahvâl-i vicdâniyesini tahrik edecek tarzda münâzarayı ihtiyar etmemizdir.

1290/1873 tarihinde ulemâyı asrdan olup 1309/1891 da vefat eden Harputlu Hoca İshak Efendi, Kâşiful-Esrâr Dâfiul-Eşrâr nâmında bir kitap neşr eder. Nâmının büyüklüğü, eser sahibinin o zamanlar Matbûât-ı Osmâniye erkânından bazıları hakkındaki itirazât ve muvaffakiyeti, eserin az zaman içinde intişârını temin eder. Herkes merak içinde bu kitaptan birer tane edinir. Fakat, matlup olan Bektâşîlik sırrı hallolunamadıktan başka ortaya bir de Câvidân ve Hurûfîlik meselesi karışır. Herkesin fikri yanlışlar girdabına düşer. Eskiden araştırmanın gâyesi sadece Bektâşîlik iken şimdi mesele çatal kazık olur, çorbaya döner, Hoca Efendi merhûm, herkesin fikrini işgal eden bu meselenin hallini arzu etmiş, halka faydalı olur mülâhazasıyla bu kitabı yazmış, fakat yanılmış.

Çünkü tenkit yönünü Bektâşîlikten ziyâde Bektâşîlikle hiçbir münasebeti bulunmayan Hurûfiliğe atfetmiş, iki yüz sayfalık kitabı yalnız Hurûfîlerle Hurûfîlerin eserlerine bilhassa Câvidân ve emsâli telifâta hasrederek itirâzât ve tenkidâtı onun üzerine yürütmüştür.

A. Hurûfîlik ve Bektaşilik Arasındaki Fark

Bu gün gerek tarihî gerek tasavvufî araştırmalar gösteriyor ki Bektâşîlik ile Hurûfîlik birbirinden ayrı ayrı meslektir. Biri “Hâdî” diğeri “Mudili” ismine mazhardır.

Bektâşîliğin esası Hacı Bektâş-ı Velî, Lokman Horasanî, Hoca Ahmed Yesevî vasıtalarıyla Bâyezîd-i Bestâmî’ye ondan da (tarîk-ı hafi) menbaı muhteremi olan Ebû Bekir Sıddık hazretlerine müntehi olur. Bektâşîlikle tarîk-ı Nakşibendîliğin bir asıldan neş’et ettiği, Hoca Ahmed Yesevî’den ayrılan iki şubenin birinden tarîk-ı Bektâşiyye’nin, diğerinden -ki Hâcegân nâmıyla anılır- Tarîk-ı Nakşibendî’nin zuhûr ettiği tebeyyün eder.

Hurûfîlik ise Acemistanın Esterâbâd şehrinden zuhûr eden (Fazlullâh Naîm)65 ismindeki adamın neşrettiği bir meslektir. Esası itibariyle ne şerîat-ı mutahharaya ne de şerîat-ı mutahharanın kalbi olan ilm-i tevhide, ilm-i tasavvufa münasebeti vardır. Fazlullâh Hurûfi’nin bu sapık akidesi iyice tedkîk olunursa (fırak-ı dâlle) den İsmâiliyye, müşebbihe mezhepleriyle râbıta-i kavîyyesi bulunduğu anlaşılır.

Esas inancı Kur an-ı azîmüşşânı keyfe, mezhebe göre tevil ederek muhkemât, müteşâbihât hakkında akla, fikre gelmeyecek derecede şahsî teviller ve keyfî hükümler bulmaktır.

Bunlar zamanımızda yok olmuşlar, sâliklerine tesadüf edilmiyor. Yalnız eski eser kâbilinden ellerimizde birkaç kitapları kalmıştır. Onlarda Câvidân-ı Kebîr66, Firişteoğlu Abdulmecid’in Işknâme’si67, Zer- renâme, İskendernâme68, Fazîletnâme, Hakîkatnâme, Risâle-i tstivâ ve emsâli eserlerdir.

65 Fazlullâh Hurûfî hakkındaki tarihî araştırmalar gösteriyor ki; merkûm Es- terâbâd’da akîde-i dalâletini neşrederken Timurlenk’in mahdumu olan Mîrân Şah onu katlettirerek lâşesini sokaklarda köpeklere yedirmiş, Hurûfîler Timurlenk’in oğluna bunun için Mârân Şah yani yılanlar şahı derler. Fazl-ı Hurûfi’nin 896/1490 de vefat ettiği şu tarihten bellidir.

Refte ez tarih-ı hicret bûd zâl ve sâd u vâd Kul kefâ billahi yani fazl-u yezdân şod şehîd

66 Câvidân-ı Kebîr, Fazl-i Hurûfî’ye aid bir kitaptır ki miftahsız anlaşılamaz. Lisân-ı Fârisî üzerine muharrer ve nüshası nâdirdir.

67 Işknâme 1288’de İstanbul’da basılmıştır. Türkçedir.

68 Zerrenâme, İskendernâme, Fazîletnâme adh üç eser Ulûm-ı Şarkiyye Mektebi profesörlerinden Kalamen Hour tarafından 1909 senesi müsterkib külliyâtı meyanında, Leiden’de “Reletifs â lâ sec te des Houroufis” nâm eserde basılmıştır. Bu eserde Hurûfîlere dâir birçok malûmât var. Yalnız bu esere Edime mebusu Rızâ Tevfik Bey tarafından Fransızca bir zeyl yazılmış, 452. Sayfasında, Olan Şeyh İbrahim Efendi hakkında yanlış bir mütâlaada bulunulmuş, deniyor ki: Olan Şeyh, Hurûfîlerin en büyüklerindendir. Eserleri vardır. Zâhir-i Şeriata muhalif görünen bazı söz ve fiilleri beş dervişiyle beraber kendisinin idamına sebep olmuş ve meşhûr İbn Kemal fetvasıyla katledilmiştir. Rızâ Tevfik Beyefendi burada hata ediyorlar. Çünkü, îbn Kemal fetvasıyla ve beş dervişiyle katledilen Olan Şeyh İbrahim Efendi değil, İsmâil Maşukî Hazretleridir, tsmâil Maşukî on sekiz yaşında idam olundu.

Asya’da tavâif-i mülûkün birbirine tahakküm ve tağallüp sevdasıyla icrâsından çekindikleri muhârebât arasında hükümetlerin çoğalması kadar mezhepler de arttı. Karâmita enkâzı, Ravâfız eclâfı, îsmâiliyye ahlâfı arasından bir de Hurûfîlik çıkıverdi. Sekizinci hicri asırda zâten sapıtmaya müsait olan Esterâbât ve civarı ahalisi üzerine mühim tesirler icrâ etmiş, mühim roller oynâmış, Şiîliğin nüfuzu altında bulunan memâlik ahalisini de yavaş yavaş istila etmiştir. Hoca İshak Efendi’nin beyânına göre -güya-Fazlullâh Esterâbâd’m (Aliyyi -Alâ) ismindeki halîfesi Anadolu da bulunan Hacı Bektâş babalarıyla dervişlerine esrâr-ı hurûfu ve Câvidân’ı talîm etmiştir.

Burada büyük bir hata var. Yukarıda demiştik ki: Bektâşîlik başka, Hurûfîlik te başka bir mezheptir. Bektâşîlik, “et-turuku ilallâh bi adedi enfâsi’l-halâık” (Allaha ulaştıran tarikatlar mahlûkâtm sayı- sıncadır) hadîs-i nebevisi gereğince Envâr-ı Muhammediye’den feyz alan erbâb-ı tasavvufun bir tarîk-ı irfânîfsi] dir. Bektâşîlik diğer tarikatlar gibi vusûl-i ilallâh’a hâdim bir meslek-i tasavvufldir. Bektâşîler de erkânlarını, irfânlarını menbaı mukaddes-i Nebeviden, o melce-i vahdet u irfândan almışlardır. Onların fırka-i dâlle ve mudille olan Hurûfilerle münâsebetleri yoktur. Bu hükmümüz Bektâşî erkân ve âdâbı araştırılırsa meydana çıkar. Yani âdâb ve erkân-ı Bektâşiyye ile Hurûfî mesleğinin hiç bir râbıtası yoktur.

Her mesleğin âdâp ve erkânı, esas inançları o mesleğin erbâbının eserlerinden anlaşılacağından Tarîkat-ı Bektâşiyye’nin ne gibi esaslar üzerine müesses olduğunu, ne gibi inançlar içerdiğini anlamak için ona dâir yazılan eserleri okumak elzemdir. Bu gün Tarîkat-ı Bektâşiyye müntesiplerinin en önemli eserleri hicrî sekizinci asırda yazıl-

Kendisi Tarîk-ı Bayrâmiye-i Melâmiye’dendi. 960/1552 tarihlerindedir. Olan şeyh dahi 1066/1655 tarihlerine doğru vefat etmiş, mükemmel divân sahibi, Sohbetnâme ismindeki eserin yazan, Dil-i Dânâ nâmındaki uzun kasidenin nâzımıdır. Aksaray’da Olanlar Tekkesi’nde özel mezan vardır. Böyle tarihî hatalanmız ehemmiyetsizdir ama tashih olunursa daha iyi olur zehâbındayız. [Tekke Menderes zamanındaki yol genişletme zalışmalanndan nasibini alarak ortadan kalkmış, türbe ise nasılsa, Muradpaşa camii bahçesine nakledil- miştir.Haz.] dığı zannolunan ve Hz. Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velînin menâkıb ve ikrâmâtından bahs olunan Velâyetnâme nâm cesîm telif ile, tarikatın en büyük erkânından ve ehl-i tasavvufun büyüklerinden Kaygusuz Velî hazretlerinin Abdâlnâme'si, Hz. Şâh-ı Velâyet efendimizin ke- limât ve hutbelerini içeren Hutbetul-Beyân ve şehîd-i saîd Seyyid Nesîmi'nin Divân-ı ârifânesi, Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin enfâs-ı tayyibelerini muhtevi olan Küçük Velâyetnâme ve yakın zamanlarda irtihâl eden Saatçi Ali Dedebaba’nın Risâle’si, Türâbî Ali Dedeba- ba’nm Dîvânı vesâiredir. Bu kitaplar okunduktan sonra Bektâşîliğin sûret-i zâhiriyesi hakkında bir parça bilgi edinmek kâbildir. Bu eserlerden her biri hikmet-i İslâmiyye, hikmet-i Nebeviyye, demek olan Vahdet-i Vücûd meslek-i mukaddesinin birer şâhı, birer müfessiri- dir.

Bu eserler tedkîk olunursa görülür ki: Bektâşîlik ehl-i tasavvufun takip ettiği yoldan ayrı bir şey değildir. Zâten taassuba göre Vahdet-i Vücûdun ifrâtı nasıl ki, zendeka ve ilhâd sayılıyorsa, yani Hallâc-ı Mansûrlar, Muhyiddîn Arabîler, Seyyid Nesîmîler, Şeyh Bedreddîn Simâvîler nasıl ki muhâlif-i şer-i mübîn addolunup, her biri bir sû- rette tazîb olunduysa Tarîkat-ı Bektâşiyye’ye olan hücûmlar da onlara olan hücûmlarm aynıdır.

Mansûr, menba-ı kalbinde hurûşân olan cezbe ile Ene’l- Hak dedi. Libâs-ı beşerden soyundu.

Seyyid İmâdüddîn Nesîmî:

“Mansûr ene’l- Hak söyledi

Haktır sözü Hak söyledi”

Diyerek Halep’te enfâs-ı mâdûdesine son vererek şehîd oldu69.

Anka-i Muğrib’i, hatmü’l-evliyâ elkâb-ı mukaddesesini bi hakkın ihrâz eden Şeyh Muhyiddîn Arabî hazretleri, vâris-i ekmel-i irfân-ı

69 Hallâc-ı Mansûr ile Seyyid Nesîmi’nin menâkıb ve kerâmâtını kibâr-ı ehlul- lâhtan San Abdullah Efendi Hazretlerinin Semerât-ı Fuâd fi Mebde-i ve’l- Meâd ismindeki eserinden mütâlaa etmeli.

Muhammedi, câmi-i cemî-i kemâlât-ı Ahmedî olduğu halde zâhir beyninde hâşâ küfür ile itham olunarak Şeyhül-Ekfer lakâbıyla tezlîl edilmek istenildi70. Vâridât-ı İlâhiyye ismindeki mecelle-i nefîsesiy- le hikmet-i âliyenin nûr manasını ifhâm eden Simavna kadısı oğlu Şeyh Bedreddîn, Siroz dârında âric-i semevât-ı bekâ oldu71.

Tarîk-ı Halvetiyye-i Mısriyye piri, Şeyh Mısrî Niyâzî hazretleri, Vânî Efendi gibi erbâb-ı ağrâzın iğvâsıyla sürgün edildi. Hemen bütün ömrünü dâru’l-azaplarda geçirmeğe mahkum edildi72. [14]

Vahdet-i Vücûd aşkıyla, cezbe-i Rahmâniye ile sâlikân-ı irfânı ir- şâd eden Hamzavîler73 birer sûretle perişan olarak kimi cellat satırı

70 Muhyiddin Arabî Hazretleri hakkında malûmât almak isteyenler Şeyh İs- mâil Hakkı Bursevî Hazretlerinin Kitâbü ’l-Hitâb nâmındaki telifinin şüyûh-ı selâse babına müracaat etsinler. Şeyhin Türkçe’ye naklolunan eserlerinden Füsûsü’l-Hikem ve şerhi, Tuhfetü's-Sefere’si, Vasâyâ’sı matbudur. Bin cilde yakın telifâtı vardır. [İbnü’l-Arabî’nin eserleri ile ilgili Ahmet Rıfkı’nın verdiği bu rakam oldukça abartılıdır. Eser sayısı tahminen 550 civarındadır. Bunlann da yaklaşık olarak 245’i günümüze ulaşabilmiştir. Haz.]

71 Şeyh Bedreddin Simâvî’nin, Vâridât-ı llâhiyye’si Kütübhâne-i Umûmî’de mevcut olup Arabiyyü’l-ibâre ve Şeyh Îlâhî’nin şerhiyle mevcuttur. Muharrir-i fakir Türkçe tercümesini dest-i res olmuş isem de mütercimin kim olduğu bilinmemektedir. Ulemâ-yı asrımızdan bir zât-ı muhteremin Vâridât’ı tercüme ve şerh eylediği rivâyet olunduysa da kisve-i tab’a girmediğinden görülemedi.

72 Niyâz-ı Mısri’nin başlıca eserleri: Mevâidü ’l- En ’âm [İrfân], Devr-i Arşiyye, Vahdet-i Vücûd, Es 'ile ve Ecvibe risâleleri ile Divân-ı eş’ân ve Yunus emre gazellerine şerhiyyâtı vesâire.

73 Tarîkat-ı Hamzaviyye, Bayrâmîler’den teselsül etmiş bir fırka-i hafiyye-i Melâmiyyedir ki; İsmail Mâşûki-i şehîd, Ahmed Sarbân, Hamza Bâlî, Şârih-i Mesnevi San Abdullâh Efendi, Şârih-i Füsûs-ı Bosnavî Abdullâh Efendi, İdris-i Muhtefî, Olanlar şeyhi İbrahim Efendi, Şeyh Keyvân, Keşfü’l-Ğıtâ kasidesi sahibi Sun’ullâh Gaybî gibi birçok eâzım-ı mutasavvıfa bu tarikatın önde gelenlerindendir. Zuhûru, hicri üçüncü asırdadır. Piri Hamza Bâlî denilen zattır ki akvâl, ahvâl-i mutasavvıfânesi hilâf-ı şeriat sayılarak bâ fetvâ-yı şer’î Duyoğlu yokuşunda şehid edilmiştir. Türbeleri Sur haricinde Silivri- kapı ile Mevlevîhâne kapısı arasındaki kabristanda olup ashâb-ı hayrâttan Mehmed Paşa nâmında bir zat tarafından yaptırılmıştır. Hamzavîliğe dâir mâlûmât isteyenler Lâlizâde Abdulbâki Efendi’nin Menâkıb-ı Melâmiyye-i Bayrâmiyye risâlesine müracaat etsinler. altında teslîm-i rûh etti, kimi menfâlara, mahbeslere doğru kelepçelerle yollandı.

işte 'Eşeddul-belâ.. fehvâ-yı şerîfınce bu zevât-ı mukaddese nasıl ki sû-i tefehhümât neticesi olarak her biri bir türlü kazalara, belalara, su-izanlara uğradılarsa Tarîkat-ı Bektâşiyye ricâli de sergüzeş- ten sergüzeşte, mihnetten mihnete dûçâr olarak âlemin her kahrına, her çevrine bir hedef, bir siper, (atalar taşı elbette dıraht-ı meyvedâr üzere) mantûkunca en ziyâde taarruza uğrayan bir fırka-i melâmet cevr u cefâ-yı devrin en müdhişlerine uğramışlar, mukadderât-ı ilâ- hiyyenin cilvelerine siper olmuşlardır. Şu mukaddimeden maksadımız okuyucuların Bektâşîlikle Hurûfîliği tefrik etmeleri lüzûmunu ihtar için olup bundan sonra pîr-i tarîkin tercüme-i hâliyle “Sır” nâmıyla umumun aklını işgal eden meselelere vesâire-i âdâb u erkân-ı tarikata dâir mâlûmât-ı mücmeleyi beyân etmek isteriz. [15]

Yazık ümmul-kitâb aşk için yoktur yok

Teselli bahş ehl-i hâl olur tabir yoktur yok

B. Turuk-ı Aliyye ve Tarîkat-ı Bektâşiyye

Dinlerin sebeb-i te’sîsi, beşerin mâbûda karşı olan vezâif-i ubû- diyyet ve derece-i tâati tayîn ve bir gâye-i ahlâkı takip ederek fenalıklardan kaçıp iyiliklere tevessül eylemek, hayat nâmı altında geçirilen şu üç dört günlük rüyayı hasenât ile doldurmaktır. Başlangıçta hilkat-ı beşerde çıblak ve sefil olarak mağara köşelerinde vahşi bir ömür ile müfteres bir hayat ile çırpınan insanlar, bir peygamber ile mülâki olmadıkları, bir yerden talîm ve telkin edilmedikleri halde bile kendilerinden yüksek cihâna hâkim bir kuvvetin varlığını idrak ve teferrüs etmişler, acılarına bir melce, ızdıraplanna bir penâh-ı sükûn olmak, duâlarını niyâzlarını ona ref’ etmek, kalplerinden taşan ihtiyâc-ı taabbüdü onunla izâle etmek için bir taşı, bir tahta parçasını mabûd ittihâz etmişlerdir. Demek ki fıkru 1-vehiyye (efkâru

74 [‘Belaların en şiddetlisi önce nebilere sonra velilere gelir’ hadisine atıf]

40 / neKtaşt ötrrt ı-ıı

cibilliye) dendir. Yani insan aklına sonradan ânz olan, telkin olunan fikirlerden değildir.

Dinler iki kısma taksim olunur. Bir kısmı Cenâb-ı Hak tarafından vahiy ve irfân mazharı olan nebilerin taraf-ı İlâhîden ahz ederek ümmetlerine tebliğ ettiği dinlerdir ki, bunlar birbirini nâsih, men- suh olarak gelmiş, dîn-i Musa eski şeriatları, dîn-i îsa, Musa şeriatını, dîn-i celîl-i Muhammedi ise bütün şeriatları nesh ederek pâyidâr olmuştur.

Dinlerin ikinci mısmı; Buda, Zerdüşt, Mâni, Konfüçyüs gibi felsefecilerin kendi içtihâtlarına göre tertip ettikleri akidenin hey’et-i mecmûası olan dinlerdir ki esas tabiatlarında bir hayır gayesi, ahlâk gâyesi, varsa da mutlak hakikati telkin eden bir esastan ayrıldıkları için merkezden ayrılmış sayılırlar.

Şerîat-ı ilâhiyeyi ashâb ve etbâına telkin ederek Rahmânî emirleri tebliğ eden Nebiyy-i muhterem Efendimiz hazretleri zâhirî şeriatın kalbi ve manası olan esrâr-ı Kurâniye ve envâr-ı Rahmâniyeyi kümmelîn ashâbına telkin eylediler. Şurada bir istidrat yapmak lâzım değildi; “Kellimü’n-nâse alâ kaderi ukûlihitn/İnsanlarla anlayabileceği şekilde konuşun” hikmet-i nebeviyesi nazar-ı dikkate alınırsa umûma mahsûs olan şeriat ile havâssa ait olan ilm-i hakikat, ilm-i tevhîd meydana çıkar. Nebiyy-i muhterem efendimizin neşr ve talîm eyledikleri şerîat-ı Muhammediyye umûma ait idi. Halbuki lübb-i Kuran, ser-i diyânet, rumûz-ı hakikat cümleye talîm olunmayıp, ahass ashâba, ecille-i âlihe tefhim olundu.

Havâssa mahsûs olması lâzım gelen ve uzun mücâhedelere, riyâzâtlara muhtaç bulunan bu tasavvuf yoluna gerçi birçok ashâb-ı güzîn intisâb etmişler ve hulefâ-yı râşidîn hazerâtı Hakîkat-ı Mu- hammediye’den feyz almışlarsa da zamanımıza kadar teselsül eden iki tarikattır ki birincisi halîfe-i evvel Ebû Bekir Sıddık efendimizden teşe’ub eden (Tarîk-ı hafi), İkincisi vâris-i ulûm-u Nebevi cenâb-ı Aliyyul-Murtazâ hazretlerinden gelen (Tarîk-ı celi) dir. Tarîk-ı Celi ise Seyyidü’t-tâife Cüneyd Bağdâdî hazretlerinden ayrılarak Kâdiriy- ye, Rifâiyye, Bedeviyye, Dessûkiyye, Şâziliyye, Sa’diyye, Mevleviyye75, Bayrâmiyye, Celvetiyye, Halvetiyye76, Nurbahşiyye gibi birçok şûbe- lere ayrılmıştır. Her tarikatın piri kendi mükâşefe ve sûret-i içtihâdı- na göre bir tarîk-ı zikir ve tâat kabul edip o sûretle sâliklerini irşâda ve tarîk-ı hak ve hakikati göz önüne sermişlerdir. Meselâ Kâdirîler devrân ile, Rifâîler ve Sa’dîler zikr-i Kıyâm ile, Mevlevîler ise Semâ ile, Halvetîler darb-ı esmâ ile âyin-i tarikatı ifâ eylerler. Tarîk-ı celi ricâ- lince kat-ı menâzil ve merâtib mürşid tarafından talîm olunan esmâ- mn mütemadiyen zikriyle teslim ve tevvekkül-i kalb, şeyhe râbıtaya mütevakkıftır. Sâlik esmâ-yı seb’anın ahvâl ve envârını müşâhede ve şeyhe bu müşâhedeleri hakkında kalbine gelen ve doğanı açıklamaya mecburdur. Esmâ-yı seba; Kelime-i tevhîd, Allah, Hû, Hak, Hay, Kayyûm, Kahhâr esmâyı ilâhiyesidir ki nefsi emmâreden başlayarak son isimde nefs-i sâfıyeye ulaşmada mertebe-i kemâle erer. Artık sâlik bundan sonra ahlâk-ı İlâhiye ile tahalluk eder. Sıfât-ı rahmâniye ile ittisâf eyler. Seyr u sülük herkesin kârı değildir. Onun için Tarî- kat-ı aliyye-i Bektâşiyye’nin önde gelenlerinden bir zât:

Güzel âşık çevrimizi çekemezsin demedim mi?

Bu bir rızâ lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?

nutkuyla tarîk-ı irfânın tasavvuf yolunun herkesin kârı olmayıp er kişi kârı olduğunu imâ eylemiştir. [18]

Tarîk-ı hafi ise tarîk-ı celî gibi alenî zikri kabul etmeyerek kalbî zikri ve râbıtayı esas âyin ve tarîk-ı seyr u sülük olarak kabul eylemiştir77.

75 Tarîk-ı aliyye-i Mevleviyye bir cihetten Ebu Bekir Sıddîk Hazretlerine müntehi olduğundan tarîk-ı hafi ile de kesb-i râbıta eylemiştir.

76 Halvetiyye’nin şûbeleri: Rûşeniyye, Gülşeniyye, Şâbâniyye, Sünbüliyye, Ahmediyye, Mısriyye, Uşşâkiyye, Sinâniyye, Raûfiyye, Cerrâhiyye, Ra- mazâniyye, Cihangiriyye, Bekriyye, Hayâtiyye, Nasûhiyye ve gayrihim.

77 Tarîk-ı aliyyenin böyle hafi ve celî nâmlanyla iki kısma aynlması Hz. Sıddîk (ra.)’a Nebiyyi zîşân tarafından gizlice Hira dağındaki mağarada talim olunması ve Hz. Aliyyü’l-Murtazâ efendimize cehren öğretilmesidir.

Tarîk-ı hafi iki kısma ayrılır. Birisi Tarîkat-ı Nakşibendiyye, diğeri Tarîkat-ı Bektâşiye’dir. Tarîkat-ı aliyye-i Sıddîkiye Hz. Ebû Bekir Sıd- dîk (ra.)’dan Selmân-ı Fârisî’ye, ondan Kasım ibn Ebû Bekir, ondan İmam Cafer-i Sâdık hazretlerine, ondan Şeyh Bâyezîd Bistâmî’ye, ondan Şeyh Ebû’l-Hasan Harakânî’ye, ondan Şeyh Ebû Ali Fâreme- dî’ye, ondan Hoca Yusuf Hemedânî’ye gelerek ikiye ayrılır. Bir kısmı Hoca Hâcegân Abdulhâlik Gücdüvânî vasıtasıyla altı silsilede Hoca Ahmed Bahâeddîn Nakşibendî’ye gelerek tarîkat-ı Nakşibendiye’yi te’sîs eder. Diğeri Hoca Ahmed Yesevî, Şeyh Lokman Horasânî vasıtasıyla pîr-i tarikat Hacı Mehmed Bektâşî Velî el-Horasânî’ye müntehi olarak Tarîkat-ı Bektâşiye’yi meydana getirir78.

Tarîkat-ı hafinin silsile-i mukaddesesinde İmam Cafer Sâdık hazretleri gibi on iki imâmdan bir zât-ı muhteremin bulunması silsilenin Hz. Aliyyü’LMurtazâ efendimizle muvâsalatı bulunduğunu gösterir. Birde tarîkat-ı Sıddîkiyede Selmân-ı Fârisî (ra.) hazretleri gibi (Selmânü minnâ...)79 hadîs-i nebevisiyle kadri tescil olunmuş, ehl-i beyt-i Mustafâ ta’dadine dâhil olunmuş, sahabenin ileri gelenlerinden bir zât-ı şerîf bulunduğu da silsile-i şerife ile müsbet ve mü- berhendir.

îşte tarîk-ı aliyye-i Bektâşiyye îzah olunduğu şekilde Hz. Sıddîk-ı âzama (ra.) hem şâh-ı velâyete müntehi olarak iki cihetle menba-ı ulûm-ı kâinât Efendimiz hazretlerine iltisâk eder. [20]

78 Sonradan aldığım bir varakada silsile-i tarîkat-ı Bektâşiyye’nin Cenâb-ı Ali Efendimize müntehi olduğu beyân olunuyor. Ve bu beyanât kendilerine pek ziyâde teveccüh-i umûmî olan bir zâtın şehâdetiyle tespit ediliyor. Bu konudaki mütâlaa ve araştırmamı istidrat kabilinden olarak ayrıca yazacağım.

79 “Selman Bendendir, ehl-i beytimdendir”. İbnu Hişam, Siretun-Nebeviyye, Daru Îhyait-Türasil-Arabi, Beyrut, 1971, III, 224; Hakim, Ebu Abdullâh ( Nisaburi) Miistedrek, Matbaatul-İslamiye, Beyrut, II, 416.

C. Hacı Bektâş-ı Velî (ks.)

(Silsile-i nesebi, Mücâhedeleri, Menâkıbı, Kerametleri vefatı)

İsmi Mehmed, mahlası Bektaş’tır. Horasan’ın meşhûr vilâyetlerinden Nişabur şehrinde sülâle-i tâhire-i Nebeviye’den Seyyid İbrahim es-Sânî nâm zât-ı şerifin sulbünden ve yine Nişabur ulemâsından Şeyh Ahmed adıyla meşhûr bir kâmil “Hâtem” ismindeki kerîmesi rahminden 645/1247 hicri senesinde tevellüt etmiştir. Çocukluk zamanında zühd ü takvâ ile muttasıf olup, akranları arasında bir mertebe-i bülend ve muhterem ihtirâz eylemişlerdi.

Pederleri kendilerini talîm ve terbiye etmek muradında bulunup o zamanlar vilâyet-i Türkistan’ın şeyhülmeşâyihi Kutbü’l-aktâb Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin halîfe-i mümtâzı Şeyh Lokman Horasânî hazretlerine teslim edilir. Şeyh-i muhterem genç şâkirdini ilim talîmi kastıyla irşâd halkasına alarak herhangi ilmin başlangıcından soracak olsalar, sonundan haber verirler ve bu sûrede hakîkaten nasıl bir irfân-ı vâsia mazhar olduklarını gösterirlerdi. Rüşt yaşma erdiği sırada kendisinden harikulade müşâhede olunmağa ve halk meydanında kerâmet ve menkıbeleri devrân etmeye başladı.

O sırada Hz. Pir bir savmea da uzleti tercih ederek zikr u ibâdâta durmuş, vaktini buna hasretmişti ki tamam kırk yıl bu savmeadan dışarıya çıkmayıp, bu mücâhedât ve riyâzât ile, ilm-i hakîkatla meş- gûl oldular.

Hatta menâkıb-ı mufassalasında yazar ki: riyâzâttan, efrâd-ı mü- câhededen rükû ve sücûda varırken mübarek başındaki dimâğ-ı âlîleri hareket eder ve bu cünbüşü herkes duyardı. Bu halde vaktini geçirirken pîr-i muhterem Hoca Ahmed Yesevî hazretleriyle karşılaşıp, feyz almış sonra mürşidinin işâretiyle Bedehşan civarında fi sebîlillâh cihad ve gazâ etmişlerdir. Cihad dönüşü yine şeyhinin işâretiyle Rum cânibine azimetle emr olunmuş ve “Sulucakarahöyüğü sana yurt verdik” kelâm-ı mürşidâneleriyle Horasan’dan hareketle seyahati tercih etmişlerdir. Hz .Pîr önce Necef şehrini ziyâret etti. Orada vâris-i ulûm-ı Nebevi İmam Ali (kv.) hazretlerinin âstân-ı mübareklerine yüz sürerek bir erbain çıkarmışlardır. Oradan Mek- ke-i Mükerreme’ye azimetle Beytullâh-ı Mukaddese’de üç sene mü- câveret ve zikr u ibadetle vaktini geçirdiler.

Sonra Medine-i Tahire’ye gelerek merkad-i Rasûlüllah’ı (as.) ziyâret şerefiyle müşerref oldular. Ve orada da bir erbain çıkararak en- vâr-ı Muhammediye’den kesb-i feyz eylediler. Daha sonra Kudüs-i Şerifte enbiyâ-ı yı izâm hazeratının mezarlarını ve makâm-ı Halî- lürrahmânı sonra Şam’daki makâmât-ı mukaddeseyi ziyâretle birer erbain dahi çıkardılar80. Daha sonraları Halep’teki Camî-i Kebîrde, makâm-ı Hz. Davut (as.)ve Elbistan nahiyesindeki Ashâb-ı Kehf mağarasında birer erbain çıkararak bu sûretle riyâzet ve mücâhede-i tarîk hakkında isbât-ı ehliyet ve liyâkat eyleyerek şeyh-i muhterem Hoca Ahmed Yesevî’nin emir buyurdukları Suluca Karahöyük Nahi- yesi’ne81 seccadesini sererek ikâmet ve irşadla meşgül olmuştur. [23]

Hz. Pir, Suluca Karahöyük’te irfânlı sâliklerini irşâd ve tarikat nurlarını neşretmekle meşgül iken Saltanat-1 Osmâniye’nin ikinci padişahı Sultan Orhan hazretleri kendilerini ziyâret ve hayırlı duâla- rını almaya gayret etmişler ve teşkil ettikleri Yeniçeri Ocağının kuruluş gününde kendisini davet etmişti. Hatta yeniçeri ismini bile Hz. Pir koymuş ve makâm-ı teberrükte hırkasının kolunu huzûruna getirilen Yeniçeri neferinin başı üzerine uzatmakla, yeniçerilerin baş-

80 Halvet tarikatın usûlündendir. Hemen her tarikatta vardır. Erbain tabiriyle yâd olunan kırk gün bir mahalde uzlet ederek zikre devamla ve hayvanâttan hiçbir şey yemeyerek ancak arpa ekmeği ve pekmez şerbetiyle oruç bozarak çile çıkarmaktır. Ekser tekkeler ve zâviyelerde bu misilli halvethâneler varsa da halvete girerek erbain çıkaranlar, riyâzat ve mücâhede edenler nâdirdir. Anadohmun ekser tekkelerinde el-ân bu usûl muhâfaza edilerek Çerkeş, Mudurnu, Kastamonu, Gerede civarındaki Halveti müntesipleri mutlaka halvet çıkarmağa mecburdur. .

81 Suluca Karahöyük el-ân Hacı Bektâş Nahiyesi nâmıyla malûmdur. Kırşehir sancak merkezine altı saat mesafede bulunan gâyet güzel bir nâhiyedir. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerinin bir dergâhtan burada olup türbeleri ve Pîr-i Sânî Balım Sultan Hazretlerinin merkadleri dahi buradadır. Dergâhın içinde âyin-i tarikat icrâ olunan mahalden başka ekmek evi, mihmân evi, aş evi, nâmlany- la birçok mebâni vardır. Dergâhın hücrelerinde birçok dervişân ikâmet eder. larındaki kalpakların arkasına kol şeklinde bir abâ parçası takmak -teberrüken- adet olmuştu.

Karaca Ahmed Sultan nâmındaki velînin aslana binip eline yılanı kamçı alarak Hz. Piri ziyârete gittiği ve Hz. Pîr’in bir duvar üzerine binip yürüterek karşıladığı kerâmât-ı aliyelerinden biridir.

Bâhusus civar ahalisi o civarda orman ve ağacın bulunmadığından şikâyet ederek Hz. Pîr’den istiâne eylediklerinde arkalarındaki hırkayı Yakup kulunu savurduğunu ve o civarda az bir müddet içinde ağaçlar peydâ olarak halkın istifade ettiği ve dağa hâlâ “Hırka Dağı” dendiği de makâmât u velâyetinin en celî bürhânlarındandır. Yine bir çobana kat’ı merâtib ettirerek zaman içinde zaman, mekân içinde mekân göstermeleri ve “Sarı” ismindeki iddiacıya kuru ağaçtan meyve yetiştirmeleri, kendilerine suikast için yuvarlanan büyük bir kayayı işâret-i aliyeleriyle ikiye ayırdığı tevatüren sabittir ki, bu şekildeki kerâmetler ve hârikaların böyle ilm-i zâhir ve bâtıniyle, irfân-ı İlâhî ile nûr-ı Muhammedi ile rûhları aydınlatmış, mücâhedât-ı hak- perestâne de nice yıllar isbât-ı âsâr-ı ehliyet ederek vücûdunu vakf-ı ibâdet eylemiş bir zât-ı âli-i kadirden istîâd olunamayacağı ayandır82.

Menkıbe ve kerâmetlerinin ayrıntıları Menâkıb-t Hact Bektâş nâmındaki kitapta etrafıyla beyân olunduğundan burada tafsilinden sarf-ı nazar olundu. Mezkur kitap yazma ve pek kadîm bir telîf olup [25] nedreti ve fiyatı birçok fukarâ-yı dervîşânm mütâlâasına, istifâ-

82 Asnmızda görünen ki, teb’an tebdîl-i diyânet eden ve Avrupa’da günden güne çoğalan maddiyyûn güruhuna takliden dinsiz olan zamanımızın bazı câhil gençleri bu satırlan okurken kerâmet ve hârikulâde her şey gibi inkâr edecekleri istihfaf eyleyeceklerdir. Yirmi beş asır evvelki “Demokritos” nazariyesinin tebettül etmiş bir şekli olan son asırlar materyalistliği safsata mesleğinden başka bir şey değildir. Tecrübe ile ispat olunamayan şeylere inanmayan maddîlerimize sorarız ki: acaba bu son asırda, bâ-husûs bu günlerde Türkiye’de intişâra başlayan celb-i ervâh (Spiritizm) hâdisâtı nedir? Ve niçin Avrupa'nın Amerika'nın en büyük ve mütefennîn ulemâsı bu rûhî tecrübelere inanıyorlar? Masaları oynatan, temessül eden, kemanları çalan kuvvet nedir?, bunlara cevap isterim. Eğer hakîm-i maddî tecrübede bulunmak isterse gelsin, kendilerini iknâ edecek bir tecrübe-i rûhiyede bulunur, hakikati anlar.

desine mâni olduğundan yakında muharrir-i fakirin âcizâne bir gayretiyle bir sûret-i nefîsede neşr olunacaktır83.

Hz. Pîr-i destgîr (ks.) bu sûretle izhâr-ı kerâmet ve irşâd-ı der- vişân ile meşgül iken hicri 738 (1337) tekkegâh-ı dünyadan uzlet - gâh-ı bekâya rihlet eylediler ki “Bektâşiyye” lafzı, harf-i ebcedle hesap olunursa irtihâl tarihleri çıkmış olur. Kabri şerifleri Suluca Karahöyük, el-ân Hacı Bektaş nahiyesinde olup türbesi ziyâretgâh-ı enâm ve avâm ve havâssın makamdır.

Şakâyık-ı Nûmâniyye’de Hz. Pir hakkında şu sözler yazılıdır: “As- hâb-ı kerâmât ve erbâb-ı velâyât ortasında vufûr-ı kerâmetle meşhûr ve mezkûr olup, havârik-ı âdâtı nâ-mâhsûr ve gayr-ı maksûrdur.

Mezar-ı şerifi bilâd-ı Türkmân’da, belki cümle-i cihânda siyâzla meşhûr olup merci-i sığâr u kibârdır.[27]

“Şes Behme-i Âlem u Âfâk Resîdest”

“Kabr-i şerifin üstünde bir kubbe-i vâlâ ve onun yanında bir zâvi- ye-i semâ-sîmâ bina olunmuştur ki, mimârı akl dûr-endîş onun be- dâyi-i sanatını derk eylemekten âciz ve kâsırdır” (Cilt: I, s. 44)

Şakâyık-ı Nûmâniye müellifi, tarikatın esas inançları hakkında mütâlaada bulunmuşsa da bunlara verilecek cevaplar, kısm-ı mahsûsunda yazılacağından burada yazılmaktan kaçınıldı. Hz. Pîr-i destgirin Velâyetnâme isminde bir telifi bulunduğu mâlumdur.84 Bu

83 İdrâkine muvaffak olduğumuz devr-i meşrûtiyette gasp olunan haklarımızı alarak ederek pençe-i zulümden kurtulduk.[!] Her şeyde gösterdiğimiz teceddüdü, terakkiyi yalnız ihyâ-yı âsâr için kıskanıyoruz. Avrupa’da âsâr-ı kadî- me-i garbiyye ve şarkiyye tab olunurken, kütüphânelerimizde bile bulunması mümkün olmayan birçok telifâtı eslâfımız onların lisanlarına tercüme olunurken biz hala uzaktan seyirci gibi bakıyoruz. Muharrir-i âciz, ahiren Maârif Nâzır-ı Fâzılı, Emrullâh Efendi Hazretleri tarafından ihyâ-yı âsâr-ı eslâf için olan mühim teşebbüsü hayırların başlangıcı addediyorum.

84 [Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi, XX. yüzyılın başından beri Bektaşîlik araştırmalarına paralel olarak en başta dikkati çeken kaynak olmuş ve Georg Ja- kob’dan itibaren pek çok araştırmacı eser üzerinde çalışmıştır. Eserin mensur, manzum veya karışık olmak üzere üç tip nüshası vardır. Türkiye Diyânet telifin Kütüphâne-i Umûmî’de kütübü’t-tasavvufun 646 numarasında mevcut bir aslı pek eski ve gayet büyük bir yazı ile muharrer olup, en başında bir dava şehadeti için verilen şerhiyattan 750 (1349) tarihinde yazıldığı anlaşılır. Hz. Pîr’in mübarek nefeslerinden birer parça okuyucularımıza nakledelim.

D. Makâlât’tan Bir Pasaj

el-Bâbu’s-sâlis fi Beyâni’t-Tarîka85

Azîz-i men, on makam dahî tarîkattedir. Ol makam el tutup, tev- be kılmaktır. Kavlühû teâlâ (Ve’tasımû...)86 ve kavlühû teâlâ (yâ eyyü- hellezîne âmenû tûbû..)87 pes kul yaramaz halden dönse, tövbe veren

Vakfı İslâm Ansiklopedisinde Velâyetnâme ile ilgili maddede, hangi tipin ilk yazılışın ürünü olduğu veya her birinin değişik yazılışları mı temsil ettiği, ayrıca yazarı ve telif tarihi gibi konular henüz aydınlığa kavuşmadığı belirtilir. Eric Gross’tan Bedri Noyan’a kadar eserin bütün naşirleri ve Bektaşîlik üzerine çalışan araştırmacılar, mensur ve manzum nüshaların yazan olarak ayn ayn Süflî Derviş mahlası ile bilinen Mûsâ b. Ali’yi ve XV. yüzyılın sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında yaşamış olan Firdevsî-i Tavîl’i (Uzun Firdevsî) kabul etmişlerdir. Bazı araştırmacılar da her iki tip vilâyetnâmenin yazarının Uzun Firdevsî olduğu üzerinde birleşmiştir. Nitekim nüshaların karşılaştırılması da bu görüşü teyit etmektedir. Hacı Bektâş Vılâyetnâmesi’nin yazılış tarihi konusunda çeşitli tahminler yürütülmekle birlikte eserin muhtevasına bakıldığı zaman Abdülbaki Gölpınarh’nın 1481-1501 arasında yazılmış olabileceği şeklindeki tahmini büyük ölçüde geçerlilik kazanmaktadır. Nitekim bazı parçaların muhtevası, bahsedilen veya atıfla bulunulan birtakım olaylar, çeşitli yer isimleri ve ayrıca birçok nüshada II. Bayezid’den yaşayan bir hükümdar olarak söz edilmesi Gölpınarh’nın haklılığını ortaya koymaktadır. Öte yandan Bu eserde Ahmed Yesevî’ye ait kısımlar Hacı Bektâş Viiâyetnâ- mesi’ndekinden daha geniştir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın halifelerinden söz eden metinde Hacım Sultanla ilgili bölümün Hacım Sultan Vilâyetnâ-mesi’nden özetlendiği anlaşılmaktadır.] Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Veli: Vilâyet-nâme (haz. Abdülbaki Gölpmarh), İstanbul 1958.

85 Telifin imlâsını aynen muhafaza ediyorum şimdiki imlâ ulemâsı o zamanın tarz-ı imlâsını görsünler.

86 “Allah’ın ipine sımsıkı sanlınız” Maide 3/103.

87 “Çok samimi bir dönüşle Allah’a tövbe ediniz” Tahrim 66/8.

Allah’tır. Kavlühû teâlâ (sümme tâbe)88 Ey mu minler tevbe şöyle kılın, kim menfâat gele, zirâ tövbe pişmanlıktır. Pişmanlığın aslı budur kim yetmiş (yıllık) günah bir özre satılır. Tevekkülle özüre pişe dutun ki, hatalarınızı af ede. Yüzünüz taze (ak) ola, özür dilemek sizden, kabul kılmak Allah’tan.

Aziz-i men, akıl dört türlüdür. Evvelâ Ay nûrundan, İkincisi Gün nûrundan, üçüncüsü Sidretü’ 1-müntehâ nûrundan, dördüncüsü Arş nûrundan. Pes anınçün sûret içinde akl sultandır. Ve gönül içinde rahattır. Ve dahî Adem’e (as.) bunca nûr ve bunca kerâmet ve bunca hil’ati kim verdi?. Mecmûusu akl-ı berekâtındandı. Pes imdi her kimin gönlünde akıl olsa fe febihâ ve illâ yoksa kendiye dahî hayr yok. Haberde şöyle gelmiştir kim, Tanrı Teâlâ üç karanlığı üç nesneyle aydın kıldı.

Pes imdi akıl aya benzer ve ilim ayyıldıza benzer ve maarifet güneşe benzer. Ammâ ay ve gün doğar, dolanır ve ilim okunur, her zaman hatırda kalmaz. İllâ maarifet her kimin gönlünde olsa tâhaddî olup, sine gerince hatırdan gitmez. Belki hem sende dahi fâidesi ola:

Yeryüzü ettim tenim, akar sular kanım benim

Tahkik burcunda doğar, uyanmaz benim gönlüm

Sultân Sâdeddîn buyurdu.

Güneş günde bin bir defa doğar ve kalan burçlar mahrum kalır. Ve akıllı gönüllerde üç yüz atmış altı burç vardır. Maarifet cümlesinin üzerine müvekkeldir. Erer yeter herkes bir burca mahrum kalmaz, her çend günde gökte doğar dolanır ve yere dokunur.

Amma maarifet kim gönüldedir. Nûru arştan yukardadır89. Velâ- yetnâme’nin intihâsı şöyledir:

88 “Onların bu pişmanlılan üzerine) tövbe etmeleri için Allâh onlara teveccüh buyurdu”. Tevbe 9/118.

89 Güneş günde bin bir defa doğar. Ve kalan burçlar mahrum kalır. Ve akıllı gönüllerde üç yüz atmış altı burç vardır. Maarifet cümlesinin üzerine müvekkeldir. Erişir, yetişir her vakit bir burcu mahrum bırakmaz. Her hangi

Bâkî mübârek kelâm ve hayırlı sözlere Kuran tefsirinde ve Hadîs-i Nebevi de ve Tezkiretü’l-Evliyada bilip okuyasız.

E. Hacı Bektâş-ı Velî’nin Tarikat Silsilesi

Hz. Pir (ks.) Efendimiz sülâle-i nesepleri aşağıda beyân olunur.

Hz. Aliy) 1-Murtazâ (kerremellâhu veçheh)

Hz. İmam Hüseyin (ra.)

Hz. İmam Zeynelâbidîn (ra.)

Hz. İmam Muhammed Bâkır (ra.)

Hz. İmam Cafer Sâdık (ra.)

Hz. Mûsâ Kâzım (ra.)

Seyyid İbrahim el-Mükerreme’l- Mücâb İbn İmam Mûsâ Kâzım

Seyyid Haşan İbn İbrahim Mükerrem Mücâb

Seyyid Muhammed İbn Seyyid Haşan

Seyyid İbrahim İbn Seyyid İmam Mehdî

Seyyid Haşan İbn Seyyid İbrahim

Seyyid İbrahim İbn Seyyid Haşan [31]

Seyyid Muhammed İbn Seyyid İbrahim

Seyyid İshâk İbn Seyyid Muhammed

Seyyid Mûsâ İbn Seyyid İshâk

Seyyid İbrahim Sânî İbn Seyyid Mûsâ

Seyyid Muhammed şehîr Hacı Bektâş-ı Velî İbn Seyyid İbrahim

gün gökte doğar dolaşır ve yere dokunur anıma maarifet ki gönüldedir. Nûru Arştan yukarıdır.

İşte Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri beyân olunan silsilede gösterildiği üzere on yedi vasıta ile Hz. Fahru 1-kâinât Efendimize müntehi olur.

Ceddi ekberleri Seyyid İbrahim Mükerrem Mücâb İmâm Mûsâ Kâzım hazretlerinin mahdumları ve İmam Ali Rızâ efendimizin biraderleri olup, otuz yediye bâliğ olan kardeşi arasında irfân-ı sûrî ve mâneviye ile mümtâz ve meşhûr idi. Seyyid İbrahim Mücâb ziyâret maksadıyla türbe-i cenâb-ı İmam Hüseyin’e giderek ziyâret esnasında “Ya Ebetâ” diye vâki olan nidâlarına mukâbil Cenâb-ı Şâh-ı Şehîd-i Kerbelâ merkadinden “Yâ Veledi” diye nidâ geldiği meşhûr ve mütevâtirdir.[32]

E îstitrâd: Silsilelerin Değerlendirmesi90

Hz. Pîrin silsilesi bast u beyân olunurken kendilerinin Tarîkat-ı Hafıyye-i Sıddîkiye’ye mensûb olduğu, fakat bu silsilenin bir yönünün de İmam Ali (kv.) hazretlerine ulaştığı yazılmıştı.

Sonradan bazı zevât-ı kirâmdan bu meselenin tashihi için birçok mektuplar aldım. Kendilerine pek ziyâde hürmet-i gıyabiyyem bulunan bir seyyid-i fâzılın bu husustaki telkînâtı meselenin rengini büsbütün değiştirmeye sebep oldu.

Meşâyih-i Nakşibendiye’den, Üsküdarlı Hüseyin Hüsnü Efendi hazretleri lütf ettikleri tahrîrâtta Hacı Bektâş-ı Velînin silsile-i nesebi beyân ederek EbuH-Hasan Harakânî hazretlerine gelince; (müşârun- ileyh de min ciheti’z-zâhir yed-i sahîh ile Mevlânâ Muhammed Muzafferüddîn et-Tûsî hazretlerinden ahz-ı nisbet-i tarikat etmişlerdir ki (Muhammed Arabî) Seyyid Muhammed Mağribî vasıtasıyla sultânu’l-Ârifın Ebî Yezîd Tayfûr İsa Bistâmî (ks.) hazretlerine muttasıl olur ki, Cenâb-ı İmam ı hümâm Cafer Sâdık (ra.) efendimize, ondan dahî Muhammed Bâkır Ali Zeyne’l-Âbidîn hazretleri vasıta-

90 İstitradı, Silsile-i Tarîkat-ı Bektâşiyye hakkında bazı zevâtın gönderdikleri mütâlaa-i vesâik-i târihiyyeye binâen ilaveye mecbur oldum. sıyla Silsile-i Zeheb-i Tarikat91 nâmıyla hazreti Hüseyni’l-Müctebâ, Aliyyu’l-Murtazâ vasıtasıyla seyyid-i âlem efendimize müntehi olur) diyorlar. Ve bizi tarikat erbâbı arasındaki pek ziyâde makbûl ve mûteber sayılan Behcet-i Sülük nâmındaki kitabı bastırarak tatmin ediyorlar. Ve Hz. Pîr-i Hacı Bektâş-ı Velîhin, Şeyh Ali Erdebilî ile sohbet buyurduklarını da yazıyorlar ki, şeyh-i müşârun-ileyh, Süh- reverdiyye Tarikatı ricâlinden olup Hacı Bayram Velî hazretlerinin silsilesi Şeyh Ali Erdebilî’ye ulaşır. Bu malûmât gösteriyor ki; Hz. Pirin silsilesi Hz. Aliyyü 1-Murtazâ Efendimize ulaştığı gibi tarikat cihetiyle de yine bâb-ı ulûm-ı Nebeviye merbûttur.

Yine muhibbân-ı tarîkat-ı aliyeden Nâilî Efendi Hazretlerinin Bursa’dan gönderdikleri mektupta bu silsile-i tarikat bahsi açıklanırken: “Hoca Yusuf Hemedânî, Şeyh Ebû Ali Fârmedî’nin halîfesi olup, Yusuf Hemedânî’nin dahî iki halîfe-i nâmdârının biri Hoca Ahmed Yesevî diğeri Abdulhâlık Gücdüvânî idi.[34] Hoca Ahmed Yesevî’nin halîfeleri de Lokman Horasânî ve Hacı Bektâş-ı Velî. Ve Abdulhâlik Gücdüvânî dahî Nakşibendiye’nin reis-i rüesâsı olduğu gibi müşârun-ileyh Ali Fârmedî, Ebul-Hasan Harakânî ve Bâyezîd Bistâmî vasıtasından başka özel nisbeti olan Ebû’l-Kâsım Gürgânî’den Cüneyd Bağdâdî ye vâsıl olduğuna nazaran Tarîk-ı Nakşibendiye’nin de yine Cenâb-ı Haydar Kerrâr Efendimize müntehi olduğu vâreste-i irtiyâb bulunmuş ve her halde umûmen tarîkatin imâm-ı müşârun-ileyhe merbût olduğunu ulemâ-yı hakîkattan ve Bayrâmiyye ricâlinden Sarı Abdullâh Efendi Semeratü’l-Fuâd’mda beyân buyurmuştur” diyerek yukarıda yazılan mektubunu teyit ediyorlar ki, Semeratül-Fuâd gibi ehl-i tarikat yanında kesin delillerden sayılan mükemmel bir esere bu şekilde dayandırmaları teşekkürü gerektirir.

Nâil Efendi mektuplarının sonuna doğru:

91 Silsile-i zeheb Hz. Aliyyü’l-murtazâ (kv.) Efendimizden itibaren imâm Muhammed Mehdî’ye kadar gelen silsiledir ki eimme-i isnâ aşer nâmıyla yâd olunurlar, ashâb-ı siyâdetin mercii, menbaı bu silsile olduğu gibi erbâb-ı tarikatın dahî melâz-ı hakikati bunlardır.

“Ahmed Yesevî’nin vefat tarihî çeşitli şekillerde yazılmıştır. 590’dan 650 (1252) tarihine kadar gösterilmiştir. Hz. Pirin doğum tarihî de sayılamayacak kadar ihtilafa uğrayarak nihayet 640 (1242) tarihlerinde ittifak hâsıl olmuş olduğuna bakılınca, bu halde Hz. Pîr on yedi yaşında Ahmed Yesevî’yi görmüş ve karşılaşmış demek olur”.

Bu ise maksadı temin edemeyeceği halbuki mülakat ve bey atin emr-i muhakkak olduğu cihetle tarihteki isabetsizlik ve uyuşmazlık Ahmed Yesevî’nin vefat tarihinin esas bir temel üzerine zabt olunmamasından münbais olacağı derkâr ise de rihlet tarihine dâir sûret-i âhirle şâir malûmâtı elde edemedim. Bu takdirde Ahmed Yesevî’nin vefatı 660 (1261) tarihine yakın bir zamanda olması lâzım gelir” diyerek bizi hakîkaten ikaz etmişlerdir ki, bu meseleye dâir mütâlaatı- mızı beyân etmekten çekinmedik.

Tarikat erbâbının görüşüne göre nisbetin sahîh olması şart ve sâ- likin bir yed-i sahîh tutması elzemdir. Nisbetin sahîh olması da mürşidin silsile-i nisbetin bilâ ârızâ ve kemâl-i pîrân-ı tarikat hazerâtına müntehi olmasına vâbestedir.

Fakat yine erbâb-ı tarîkçe kabul olunmuştur ki; rûhâniyet-i evliyâ sayesinde nokta-i kemâle vusûl-i müyesserdir. Ve bazı evliyâ, bazı kümmelinin rûhâniyyet-i aliyelerinden ahz-i füyûzât eylemişlerdir. Nitekim Hz. Veysel Karanî (ra.) Efendimiz rûhâniyet-i mukaddese-i Nebeviye’den feyz almış ve kemâl ederek mertebe-i kümmeliyete o sayede [36] ve o vasıta ile nâil olmuşlardır ki; böyle rûhâniyetten ahz-i tarikat edip seyr-i sülük etvârını ikmâl eden zevâtın mensup olduğu tarikata “Üveysiyye” dendiği manzûr ve mesmû oldu. Hatta Mir’âtul-MekâsıcT da;

“Bunların ekserisi bâtın cihetinden mürebbidirler. Nitekim Kâ- sım ibn Muhammed îbn Ebû Bekri’s-Sıddîk hazretlerinin âlem-i vücûda gelmeleri Selmân-ı Fârisî (ra.) hazretlerinin âlem-i ukbâya taşınmalarından ve Cafer-i Sâdık (ra.) hazretlerinin âlem-i vücûda gelmeleri müşârun-ileyh Kasım îbn Muhammed îbn Ebî Bek- ri’s-Sıddık hazretlerinin âlem-i ukbâya irtihâllerinden ve Bâyezîd Bistâmî (ks.) eş-Şâmî hazretlerinin âlem-i vücûda gelmesi Cafer-i Sâdık hazretlerinin intikâllerinden sonra iken cümlesinin yekdiğerine olan nisbet-i irâdetleri bâtın cihetindendir. Hatta Bâyezîd-i Bistâmî (ks.) hazretleri çok meşâyih-i kirâma yetişmiş ve hizmet edip feyz-i yâb olmuşlardır. Böyle uluvvü kadr-i ızâm hali varken ve tarikatta rütbe-i intihâya varmışken, Cafer-i Sâdık hazretlerinin irtihâlinden sonra imâm müşârun-ileyh hazretlerinin evinde saka olup, çok zaman su getirmek hizmetinde bulunmakla imâm hazretlerinin rûhâniyetlerinden çok feyze nâil olmuşlardır. Silsile-i Nakşiye ve Bektâşiye vasıta-bend-i tarîk Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri olmakla tomarlarda (an rûhâniyet-i İmam Cafer Sâdık) diyerek yazılmıştır.” diye mestûr olduğuna göre rûhâniyet cihetinden daha galip olduğu anlaşılır. Yalnız bunda düşünülecek nokta silsile-i tarikatta esası oluşturan Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin irtihâl tarihleri doğru yazılmamıştır. Yoksa Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri Hoca Ahmed Yesevî hazretlerinin rûhâniyetinden feyz almıştır.

Miratu l-Mekâsıd vefat tarihini iyice kayd olunması cihetine kuvvet vererek Tomar ve Menâkıb’da Hz. Pîrin Hoca Ahmed Yesevî ile mülâki olup ahz-ı bey at ve hilâfet ettiklerini ve tarih-i rihletinin 650 (1252) tarihinden sonra olması lâzım geleceğini mamafih zümre-i hâcegânı irâdât-ı bâtın cihetinden mürebbî olduklarından hangi cihetten olursa Hacı Bektâş hazretlerinin Ahmed Yesevî hazretlerine olan insabları derece-i sübûta vâsıl olur sözleriyle meseleyi mühimce bırakırlar. Elde mükemmel tarihî vesikalar olmadığı ve tomâr-ı hilafette bu cihet pek şüpheli bir halde yazıldığından her iki cihette muvâfık-ı akl olduğu cihetle burası erbâb-ı kemâlin muhâkeme-i muhteremelerine terk olundu.

Şu istitradımızdan çıkan netice tarihî vesikalar bilcümle turukun Hz. Haydar-ı Kerrâr ile râbıtası olduğunu gösteriyor. Şu kadar var ki tarîk-i hafi zâhir yönden ilk halîfe Ebû Bekir Sıddîk hazretlerine merbûttur. Altın silsile ile de Hz. Haydar-ı Kerrâr’a ulaşır.

G. Enfâs

Tarîkat-ı aliyye-i Bektâşiyye ricâlinden birçok zevâtın Şiîr ve edebiyatta olan iktidar ve maharetlerini anlamak için mutasavvıfâne ve dervişâne gazellerini okumak lâzımdır. Çoğu ricâl-i Bektâşiyenin divânları gayr-ı müretteb bulunduğundan ve kisve-i taba girmemiş risâlemizin her formasında birer gazel bulunduracağız.

Nefes-i Pîr Sultan (ks.)

Uyur idik uyardılar, diriye saydılar bizi

Koyun olduk ses anladık, sürüye saydılar bizi Sürülüp kasaba gittik, kınarayı mesken tuttuk. Dizar defterine, yittik şükür hoş gördüler bizi, Hâlimizi hâl eyledik, yolumuzu yol eyledik Her çiçekten bâl eyledik, arıya saydılar bizi, Hak defterine yazıldık, pîr divânına dizildik, Bal olduk şerbet-i ezelden, doluya saydılar bizi Pîr sultanım Haydar şunda, çok kerâmet var insanda O cihânda, bu cihânda, Aliye saydılar bizi [39]

H. Zâhir ve Bâtın

(Şeriat ve Tarikat: tarikat, esas-ı tasavvuf -Vahdet-i vücûd mesleği)

Tarîkat-ı aliyeye mensup olan zevât-ı kirâm bilirler ki; sülûkün başında bulunan en küçük bir dervişten tutunuz da sonuna yaklaşmış sayılan asrımız dervişleri lisânında zâhir ve bâtın sözleri dolanıyor.

Hatta birtakımları bu hususta pek ileriye vararak kendi fikirlerine göre muhaliflerini techîl ve tahkire kadar varıyor, “adam bırak şu âdemi! O zâhir ehlidir" sözleriyle zâhire müntesip olmayı hoş görmüyor92.

Şimdi biz de şu zâhir ve bâtın sözlerinin hakîkî manasını öğrenmeye çalışalım.

Yukarıda demiştik ki: Şeriat umûma mahsûstur. Umum için indirilmiştir. Ondan bir fert ayrılamaz.

Şeriat kim sarây-ı kibriyâdır,

Muhakkak yapıdır, muhkem binâdir

Onun bir taşını her kim koparsa

Yerine başını koymak revadır.

İslâm nâmı altında yaşayan fert, ahkâm-ı şeriata itaat ve inkıyâda, emirlerini hakkıyla icrâya ve nehiylerden kaçınmaya mecbûrdur ve mecbûriyet bir mecbûriyet-i katiyedir.

Şeriatın emirlerine inkıyâd etmeyenler, hangi sınıfa mensup olursa olsun-merdûdtur. Hak divânında bir pâyeye mazhar olamaz.

Fakat Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretleri ilm-i İlâhiye ki - ser Kur an-ı azîmüşşandır- ancak ahass ashâbından bir cüz’üne talîm ve tefhim eylemişlerdir. Fahri âlem Efendimiz hazretlerinin ilm-i le- dünü böyle az bir kimseye talîm etmelerinin sebepleri, bu âlem-i tevhîd gâyet ince bir yoldur. O yolda yürümek riyâzet ve mücâhede yolunda menzilleri geçerek dîdâr-ı hakîkîye vâsıl olmak, hakîkat-ı mutlakayı bilmek her yiğidin kârı değildir. Bu ilim, ilm-i ledün kalb-i pâk, nazar-ı hakîkî, akl u meâd ehline mahsûstur. Gıll-ı gıştan âzâde olamayan erbâb-ı kesret güzellerinden perde-i höd-perestîyi kaldıramayan, şirk ve cehâlet çapaklarını silemeyen, gaflet uykusun-

92 Zâhir u bâtın davası güdenler hala görüldükte, gaflette kalan fırkadandır. Ehl-i kemâl her şeyi mezâhir-i İlâhiye den bilip dava-yı enâniyet ve izhâr hodperesti eylemez. Sizlerin ve bizlerin bâhusus iğrâza müstenid şahsiyyet-i menfüre, gafiller ve hodperestler işitir. Tasavvufun “terk-i ağrâz” olması ve tarîk-ı hak ve hakîkatta itiraz ve inat mangırının kalp akça gibi kabul olması mâİûm olduğundan uzun söze hâcet kalmadı. dakiler ilm-i ledünden bir şem’eye bile nail olamaz. Hatta ekâbir-i tarîkten Kaygusuz Abdal (ks.) Hazretleri meşhûr olan risâlelerinde diyorlar ki:

“Pes imdi bu ilmi gönlü gözü açıklar bilir ki, ne demektir. Zira akl-ı meâş yalnız zâhir mimarlığın bilir. Bâtın ilminden haberi yoktur. Eğer maarifetullâhtan bin söz işitirse gönlüne bir zerre nesne eser etmez. Ta mekr kendiyi kâmiller ve ehl-i diller sohbetine lâyık ede. Tâki bu âlemden haberdâr olup, bilmediği ve işitmediği mertebeyi bile ve anlaya. Pes imdi bir saat, dânâ ve ârif sohbetine girip mest olmak, bin yıl kendi başına ibadet ve riyâzet kılmaktan yeğdir. Kavlühû teâlâ “ve inne yevmen inde rabbike...”” mümkün değildir. Bir kimse dânâ ve ârif sohbetine girmeden murad ve maksuda varamaz, amma çoklar dahi girdiler bir nesne fâide edemediler. Ya can, ya gönülden tâlib değil, yahut mukallitliği ziyâde ede. Tâ ona taklîd-i azîm hicaptır. Mertler geçer, nâ-murâdlar geçemez ve bu ilmi nâdan- lar bilmez, zira akl-ı meâdı yok kim anlaya. Böyle haber-hod işittiği yok sergerdân kalır. Ve ârif gibi bir üstadı yok, kim anlata, bu kez gönlü buğz ve melâl ile doldu. Nâçâr kalıp, eder ki bunların sözü küfürdür. Az iken bunları kırmak gerek diye çalışıyor. Amma ol halkın ebteri öyle sanır kim kırmak ile hak leşkeri tükenir. Anlara kim hak muayyen ola mahlûk ne çare edebilir”. Kaygusuz Velî Hazretleri akl-ı meâd, akl-ı rahmânî ile vüsûl-i maarifet mümkün olduğunu bu sûretle beyân ediyorlar ki zâhir u bâtın farkı burada da nazara çarpar.

I. Makamlar ve Mertebeler

Erbâb-ı irfânın malûmudur ki: seyr-u sülükte, tarîk-ı tevhîdde makamlar, mertebeler vardır. Bu mertebeler birçoktur. Fakat icmâl-i merâtib iki kelime ile izah edilebilir.

93 Hac, 22/47 “Rabbinin indinde bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.”

Tarikat mertebelerinden biri fark diğeri cem dir. Fark makamı, şerîatte sâbit kadem olarak ve zühd, takvâ ile ittisâf ederek hakkı hak, bâtılı bâtıl, küfrü küfür, îmânı îmân olarak kabul etmek, riyâzet ve mücâhede ile emirlere uymak, nehiylerden kaçınmaktır. Bu makam mertebe-i şeriattır. Bu mertebede bulunanlar yalnız hakîkatlardan zevâhir ahvâlini görürler. 'Nahnü nahkümü bi’z-zevâhir/Biz zâhire göre hükmederiz’ diyerek, her şeyin kitâb-ı şerîatte muayyen olan hu- dûdundan dışarı çıkmazlar. Mertebe-i fark, mertebe-i kesrettir. Orada hak ile halk ayrı ayrıdır. Hâlık ile mahlûk başka başkadır. Nazar halkadır. Bütün görünenler onlarca mahlûk sayılır. [43]

Mertebe-i cem, mertebe-i aşk ve cezbedir. Bu mertebede bulunan yalnız hakkı görür, Hak’tan başka bir mevcût yoktur.

Mezâhir, mezâhir-i İlâhiyedir. Bu mertebede halk ve mahlûk, hakkında varlığında yok olmuştur. Fa'âl, mevcûd, muhît, mürid, her şey Hak’tır. Bu mertebede Hak’tan başka hiçbir mevcut yoktur. Bu mertebeye erişen kendi vücûduyla fâni, Allah ile bâkîdir. Görende görülen de her şey ondan âyândır.

Lâ tünkirul-bâtıle fi tavrihî

Fe innehû bade zuhûrâtihP*

Bu mertebe, mertebe-i istiğraktır. Âbid mâbud, sâcid mescûd her şey ondan ibarettir.

Evvelki mertebe yani mertebe-i fark, zâhirdir. Mertebe-i cem bâtındır. Ehl-i kemâl, vâsıl-ı Hak, kümmelîn-i evliyâ bu mertebelerin ikisini de cem edenlerdir ki bu mertebeye makâm-t cem mea’l-fark derler.

Şimdi bir mukayese yapalım. Şerîatsiz tarikat, libastan tecrit edilip, çıplak bir halde bırakılmış bir dilbere benzer ki, bu çıblaklık

94 Şeyhü’l-ârifîn, gavsü’l-mutasavvifm, hatmü’l-evliyâ Muhyiddin Arabî (ks.) Efendimizin şeyhi olan Şeyh Ebû Medyen Mağribî (ks.) yukarıdaki beyitleriyle diyorlar ki: “Bâtılı sen tavrı mertebesinde inkâr etme, tahkik [ehline göre] o zuhurât-ı Hâk’dan bir mazhardır. nazarda hoş görülmez. Ona mutlaka bir libas giydirmek lâzımdır. Yani mertebe-i cem, libâsı çıkarılmış bir dilberdir. Libassız insan, seyredenlerin kalplerinde nasıl ki bir girdbân-ı şehvet, nazarlarında sıkle-i ihtirâs uyandırırsa, tarikatı, hakikati libâs-ı şeriattan üryan olarak ortaya koymakta öyle bir fenalığa sebebiyet verir. Kezâ tarî- katsız şeriat de olmamalıdır. Çünkü yalnız zâhire kışra nazar edip, lübden, asıl manadan âgâh olmamak ta körlüktür. Bunlara tevcih edilecek hitap, söylenecek nasihat:

Ey dilâ mana yüzünden defter-i esrârı bil

Kıl tefekkür âlem içre yâri bil, ağyârt bil.

dir. Zâhirde kalıp yalnız zevâhir ile uğraşmak şu kimseye benzer ki bir şişe gül yağma mâliktir. Fakat açmaz, yalnız şişeyi seyreder; koklamaz yalnız mâlikiyetiyle iftihar eder. Yine şu âdeme benzer ki meyveli ağaca sahiptir. Fakat gidip, meyveden almaz, yalnız karşıdan seyr ile iktifâ eder.

Yaratılış amacı (küntü kenzen....) hadîs-i kudsîsinin ifhâm ettiği üzere Hakka ârif olmak, (taalluk, tahalluk, tahakkuk) tır’5. [45] Bu ise iki şeye muhtaçtır. Biri evâmir-i İlâhîyi icrâ, nehiylerden ictinab, ubûdiyet ve ubûdiyeti bilerek ahlâk-ı hamide ile ittisâf etmek ciheti olan şeriat, diğeri de şerîatin, lübb-ü Kuranın, kelâm-ı İlâhinin maâni-i batmasını’6 ârif olmak, ahlâk-ı İlâhiye ile ittisâf etmek “Mûtû

95 Taalluk bilmektir. Tahalluk bulmaktır. Tahakkuk olmaktır.

96 Kur’an zahiren ve bâtınen yetmiş bâtındır, mealindeki Hadîs-i Nebevî gösteriyor ki Meâni-i Kur’âniyeyi herkes kendi ilmine göre, kendi zekâsına göre anlar. Hamîdüddin Aksarâyî Hazretlerinin sergüzeşti bu Hadis-i Nebevî’nin meâlini açıkça gösterir. Velî Hazretleri Yıldırım Bâyezid tarafından Cami-i Kebir’in resmî açılış günü davet olunur. Somuncu Baba nâmıyla bilinen Velî müşarun ileyh o gün kürsüye çıkıp Fâtiha-yı şerîfeyi bir defa tefsir eder. Bunu herkes bilir buyururlar. İkinci tefsirinde bunu yüzde üç kişi anlar derler. Üçüncü tefsirinde yalnız Molla Fenârî anlar ve bundan sonrakilere Allah vakıftır, diyerek bu ince mânâyı izâh buyurmuşlardır. Hatta Molla Fenârî ra- himehullâhın yazdıkları Tefsîr-i Fâtiha Hamîdüddin Aksarayî Hazretlerinin enfâs-ı mübarekeleri neticesi olarak meydana çıkmıştır ki Ruhu ’l-Beyân sahibi İsmail Hakkı Hazretlerinin Silsilenâme’sıade yazılıdır.

kable en temûtû/ölmeden önce ölünüz” emr-i peygamberîsine ittibâ ile ölmeden evvel ölmek, libâs-ı beşerden soyunmak evvela nefsine, sonra hakîkat-ı mutlakaya ârif olmak tarîki olan tarikattır.

Bu iki mertebe ikmâl olunursa yani cem’ ile fark, şeriatla tarikat, takvâ ile aşk tevhîd edilirse o zât insan-ı kâmildir. Bu mertebeyi idrak edenler de hayât-ı ebediye ile diri, sıfât-ı İlâhiye ile mütehallık ve hakîkat-ı mutlakayı âriftir.

J. Ehl-i mektep, ehl-i medrese, ehl-i tekke

Memleketimizde esas itibariyle mütefekkir, ehl-i ilim, münevver olmak üzere üç sınıf var. Birincisi ehl-i mektep, İkincisi ehl-i medrese, üçüncüsü ehl-i tekke.

Zaman her şeyi birbirinden tefrik edip, istibdât zulmünü tahkim için muhtelif cemaatler arasına tefrika bıraktığı gibi zulmeti teşdîd etmek, hayât-ı fıkriyeyi öldürmek için bu üç sınıf mütefekkir arasında tefrika bıraktı.

İstibdât ehl-i mektepten korktu. Mekteplerde tahsil olunan ilim ve fenleri sıkıştırdı. Çünkü ilim dâimâ zulmün tahakkümün düşmanıdır. Memlekette cehâlet pâyidâr olursa istibdât hüküm sürebilir, ehl-i medreseden korktu. Tahsîl-i ulûm-ı şer’iyeyi bir dâire-i mahdûde dâhiline koydu. Eski tarz talîmi bile men etmek [47] sevdalarıyla türlü entrikalar, türlü hileler tertip etti. Tahsili- ulûm ile meşgül olan medrese talebelerini her sûretle susturmak çarelerine tevessül etti. Çünkü şer-i mübîn-i dîn-i Ahmedî, zulmü men ediyor. Adli, hürriyeti, uhuvveti telkin eyliyor. Halbuki istibdat, zulüm ile, küfür ile mürâdiftir.

Tekke ehlini sıkıştırdı. Tekkeleri kapattı, evrâd u ezkârı men etti. Ve tekkelere toplanan zevât yekdil bir ittihâd ile merbûtturlar. İttihâd ise istibdâdın bir maani-i kavisidir. Orada evrâd u ezkâr ile meşgül olan zevât beynlerinde caygîr olan ittihat sebebiyle iyileri de istibdâ- da karşı bir kıyâm hazırlayabilirlerdi. Onun için istibdât, ehl-i tarîk beyninde tefrika bıraktı. Elinden geldiği kadar tekkelerdeki toplantıları yasaklamaya uğraştı. Bu tefrikalar, müheynâne entrikalar ne gibi fenalıklar tevlîd etti. Evvelâ mektep ehli kuşatıcı bir tahsil görmediği için, bâhusûs esbâb-ı zamâniye ile hakîkat-ı diyanete vâkıf olamadılar. Ne Kelâmı ne Fıkhı, ne de tasavvufu öğrenebildiler. Ve bu ulûm-ı âliye ile iştigal edenlerle aralarında bir açıklık peydâ oldu. Ehl-i medrese ise fünûn-ı cedide tahsili görmediğinden ve hikmet-i tabîiyye, mevâliye-i selâse gibi asr-ı hâzırda tahsil i meşrut olan ilimleri öğrenemediklerinden, ehl-i mektebi tekfire kadar vardı. Meşru- tiyet-i hâzıranm en büyük kavanînden, en âli bürhânlardan biri de ahiren talebe-i ulûma fünûn-u cedide tahsili meselesidir ki, Devr-i Hamîdîmn ehl-i medrese hakkında revâ gördüğü, zulmün seyyie-i meş ûmesi olan kötü düşünce meselesi hal olunacak ve İslâmiyetin kâide ve felsefeleriyle mutâbık olan fünûn-u hâzıra tamamıyla anlaşılacaktır.

Tekke ehli ise yalnız zevâhirde kaldılar. Esas tarikata bâhusus Şerîat-ı mutahharayı bilmeyen adamların girmesiyle bir vâkitler irfân medresesi, fazilet menbaı olan tekkelerimiz de tahsili elzem olan tefsir, hadis gibi ulûm-u âliyenin okutulmamasından, dervişlerin lâubaliliklerinden mahall-i tarb (eğlence yeri) haline geldi. Ve ehl-i medresenin birçok itirazları bu kısım üzerine yoğunlaştı. Günümüzde meşrutiyet bu kötü düşünceyi izâle ediyor, bunun fiiliyatta mekteplerde dînî ilimlerin tahsil inin takviyesi, talebe-i ulûm efendilere yeni fenler talîmi meseleleriyle müncelîdir. Yakın zamanda bütün bu tefrikalara mahal kalmayacak, herkes her sınıf, yekdil ve yekdest ittihâd olarak hak ve hakîkata ilim ve maarifete hizmet edecektir. [49]

III. Mebhas: Hoca İshak Efendi’ye Cevap

I

slâm nûrunun zuhûrundan bir müddet sonra İslâm mütefekkirleri arasında akâidî görüşler çoğalmaya, herkes kendi ictihâd-ı fikriyesine, mâlik olduğu efkârın derecesine göre düşünmeğe başlamış, bir taraftan Haşan Basrî hazretlerinin hal- ka-i tedrisinden ayrılan Vâsıl İbn Atanın tarîk-ı i’tizâli. Müşebbihe gürûhu, Kaderiyye, Mürcie, Bâtmiyye tâifeleri memâlik-i İslâmiyede her tarafa yayılmış ve ulemâmızdan bir kısmı beyân olunan mezheplerin esaslarını red ve cerh etmek üzere delâil-i akliye ve nakliyeyi toplayarak ilm-i kelâm nâmıyla bir ilm-i cesîm vücûda getirdiler ki bu meslek sâliklerine mütekellimîn nâmı verdiler. Mütekellimin en ziyâde o zamanlar efkâr-ı umûmîye de büyük bir rol oynayan felâ- sife-i Arab ve mûtezileyle uğraşmışlar ve iki kısma ayrılmışlardır ki biri İmam Muhammed Mâturîdî’ye tabi olan Maturîdîler, diğeri İmam Eş’arîye tabî olan Eşarîlerdir. İlm-i kelâm, şerîat-ı mûtekıdâtın kavâid-i mantıkıyye ve akliyye ile tahkim edilmiş, berâhîn ile isbat olunmuş heyet mecmuasıdır. Aynı zamanda da,Fahri Kâinât (sav.) Efendimiz Hazretlerinin bâb-ı ulûm-u Nebeviye talîm ve telkin ettikleri ilm-i ilâhî-sırr-ı Muhammedî-batnan mine’l-batn teselsül ve temâdî ediyor. Sulehâ ve asfıyâdan ibaret olan erbâb-ı tasavvuf hâlâ nasıl ki, tasavvufun âdâbını talîm ve telkîn-i sırr-ı Muhammedi ile meşgûl oluyorlarsa tasavvufa, tarikata dâir eserler de telif olunuyor. Bu şekilde İslâm memleketlerinde iki büyük fırka olanca kuvvetiyle intişâr ediyor. Medreseler küşâd olunduğu kadar tekkeler, hankâhlar, dâru’l-ulûmlar kadar da uzlethâneler tesîs olunuyordu.

Mütekellimîn kavâid-i felsefe ile hakîkata vâsıl olmak iddiâsmda idiler. Aynı Meşşâiyyûn hukemâ gibi tarîk-ı fıkr u nazarı mesleklerinin esası ittihâz etmişler, Mantık, Cedel ve iknâ edici kaidelerle fikirlerini neşrediyorlardı.

Mutasavvıflar ise hakîkata vüsûl için pîr tarafından talîm olunan tarikat usûlüne uyarak tahliye-i zâhir, bâtınlarını nurlandırma yolunu tutuyor ve dâimâ istiğrak ve cezbe yahut huşû ve tefekkürle zikr u niyâz ile irfân ve îmân-ı hakîkî ile mutlak hakîkata ulaşmak tara- fındadırlar.

Bundan evvelki bölümde beyân olunduğu üzere mütekellimîn ulemâmız kesret-i vücûda, mutasavvıf âlimlerimiz ise vahdet-i vücûda inanırlar. Fakat mutasavvıfların kabul ettikleri akîde-i tevhîd, merâtib ve etvâr ile muayyen olup, bir sülûke tabi tutmuşlardır. “Merâtibsiz tevhide çingene tevhidi derler” diye Olan Şeyh İbrahim Efendi Hazretlerinin bir kelâm-ı âlîleri var. Merâtibi gözetmeyenler zendeka yoluna düşüp berzahta kalırlar. Seyyid Nesîmî, Câmi-i Cemî-i kemâlât olan Divân-ı hakikat beyânında diyor ki97:

Kim ki aldandı cihanın ağulu lezzâtına

Düştü şol mansûbesi çok dünyanın şehemâtına

Deyyus ve melundur yakîn-i emmâre-i nefsin merkebi

Minime gir, azgun değilsen nefs-i şûmun atına

Dava eylersin ki, Hakk’ı bilmişim sâdık değil

Çûn delilin yoktur ey münkir onun isbâtına98

Zülfü kaşın kirpiğindir, “tilke âyâtü’l-kitâb”

97 Seyyid İmâdüddin Nesîmî’nin divânı evvelce basılmış ise de birçok hataları, birçok noksanlan vardır. Kütüphâne-i Umûmî’nin [Bâyezîd Devlet Ktüphâ- nesi/kütübü’t-tasavvuf kısmının mükerrer 87 numarasındaki divânı matbu olan divânın misli kadardır.

98 İmlâ tarz-ı atik üzre olduğundan deniye dünyadan muhaffef olarak istîmâl olunmuş, (Minime) (beynime) mahallinde kullanılmıştır.

İşte Hakk’ın mushafı, gel bak onun âyâtına

Tâat-ı zikr u namazı, mekr u fendir zahidin

Arif ol, aldanma billahi zâhidin tâmâhına

Nefha-i sûrun sadâsı tuttu âfâkı, işit

Ey olan-t âşık hamîrin engür asvâtına

Kâfirin büthânesidir, dîninin kâşânesi

Yoktur îmânı onun kim secde kıldı Lât’ına

Zâtının aynıdır Allah’ın sıfatı, ey beşer

Lîk oldu bildi bu remzi kim erişti zâtına

Câm-ı cemşîd oldu her şey sûretinden görünür.

Ey güneş feyzin erişti âlemin zerrâtına

Süretin Yâ Rab ne muğlaktır onun mânisi kim

Kimsenin aklı erişmez gine vardır katına

Çün cemâlinden Nesimi ebcedi kıldı tamam

Ayn u mîmin ammesinden çıktı ve elsâfâtına

Nesîmi’nin bu gazeli muğlaktır. Hiçbir şey ile meşgül olmayanlar bundan bir şey anlayamazlar. Zâhir beyyin olup ta itirazı sevenler, bu sözlerin hakîkî manasını mecâzî lügatlarla tercüme ederler. Ortaya müthiş bir itiraz meselesi çıkarırlar. Mutasavvıf hazerâtının kudsî Şiirlerindeki tavsîfât ve teşbîhât birçok zâhir-bînân nezdinde hilâf-ı şer sayıldığından bunlara cevap olmak için Niyâzî Mısrî diyor ki:

“Bu sûfiyyûn tâifesi taklidi îmândan, hakîkî îmâna sefer ettikleri gibi bütün eşyanın da zâhirinden bâtınına, sûretinden manasına sefer etmişlerdir. Cevâhir-i eşyayı kemâ hiye görüp demişlerdir. Onun için ekser sözleri âlem-i mânâdandır. Meselâ şaraptan murâdları maarifetullâhtır ki neticesi muhabbetullâhtır. Ve şarabın neticesi aşktır. Aşkla muhabbetullâh hâzinesidir. Ve kadehten murâd, tâlibe talîm ettiği ismullâhtır. Yahut duhânından maârif-i İlâhiye ile sudûr eden kelimâttır ki sâlik dinledikçe o kelimelerin zevkiyle mest u lâ ye’kıl olur. Ve mahbuptan murâd mürşid-i kâmildir. Zira mahbûbu gördüğünde gönül muhabbet ettiği tenasüb azası olup her bir nakşı bir yüzden bulduğu için gönül muhabbet eder. Şimdi sâlike mürşid-i kâmilin derûnundaki maârif-i ilâhiyeye yüz gösterip, ol maarifetiy- le eşyayı görmeye başlayıp, mürşidin her sözünü ve her işini ve her sıfat-ı bâtınasini ve maârif-i ilâhiyesini bilip anlamaya başladığı gibi gözüne ol mürşid ol mahbub sûretinde bin mertebe sevgili görünür. Zira ol mahbup tendir. Bu mahbup candır. Zülften murâd mürşidin talebinden yana tenezzül buyurup kelimât-ı câzibe söylediğidir. Ha/”’den murâd mürşidin istiğnâ âleminde kâhî müteferrik zât-ı visâl olduğudur ki; ol vâkitte gönlü irşaddan müstağni olur. Ve Yunak’tan murâd gâhî tâlibe göründüğü zaman tâlibin gönlünden iki cihânın fikrini selb edip belki talibe kendi vücudu yâvî100 kıldırdığı haldir. Ve yüzünde olan hatları Kur ana teşbih etmekten murâd odur ki, yüzünden murâd bi ahlâkillâh hâsıl etmiş demek ister101.

İşte anlamayanlar, anlayamayanlar yahut kasten anlamak istemeyenler kibâr-ı ehlullâhın âsâr u işârına, akvâl u efâline itirazlar ederek ve neleri tezlîl etmek istemişler ise de böyle bedhâhâne hücûmlar yalnız kendi nâmlarının sebeb-i tefrika [55] olan icrââtlarıyla ilelebed teessüflerle yâdolunmalarma sebep olmuştur. Meselâ tâ zamân-ı sâbıktan beri bedhahların icrâ edegeldikleri hücûmların en meşhûrlarmdandır ki Hatmü’l-Evliyâ, Ankâ-i Muğrib, Şeyhülekber Muhyiddîn İbn Arabi (ks.)102 zamanında erbâb-ı taassub ve cahiller

99 Hâl: ben, benklik

100 Yâvî: unutturmak, nisyan ettirmek.

101 Bu makâle Niyâzî Mısrî’nin Kitâbu Es’ile ve Ecvibes i’nden alınmıştır. Kitâbü Es ’ile ve Ecvibe matbudur. Kütüphâne-i Umûmî de Kütübü’t-Tasav- vufun 108 numarasında Sultan Ahmed’e yazdıkları mektupları gâyet nefis bir kitapta cem olunmuştur.

102 Muhyiddin Arabî (ks.) Hazretleri Endülüs’ün yetiştirdiği bir ateşpâre-i irfan ve kemaldir ki silsile-i nesebi kerem ve sehâ ile meşhûr-ı in’âm olan Hâtem Tâi’ye müntehi olur. İlm-i İlâhinin bir rükn-ü reğini, kemâlât-ı Muhammedi- ye’nin heykel-i bî misâlidir. Bin cilde yakın [!]âsânndan Fütuhût-ı Mekkiye, tarafından töhmet-i küfür ile lekelenmek istenmiştir. Bu bâtılın hakka, cehlin irfana olan hücûmu[nun] en büyüğü, en müthişidir.

Mukaddimemizde bahsettiğimiz üzere hakikat taraftarları dâimâ asrın gözü perdeli garaz erbâbmın hedefi olmuştur. Bizde bu bahsimizi sırf Bektâşiye tarikatına, Kâşifü’l-Esrâr nâmındaki garaz-â- lud kitabıyla hücûm eden ve münâzara âdâbına uymayan bir tarzda ihtilaf ve tefrika tohumları eken mütevaffâ Hoca îshak Efendi’nin iddialarını redde hasrettik. Zâten bu kitabın yazılmasından maksat şimdiye kadar genel şüphe altında, dedikoduya maruz kalan hakikat erbâbını müdafaadır.

En fazla birliğe muhtaç olduğumuz, birliğin kuvvet olduğunu idrâk ettiğimiz şu zamanda îslâm ehli arasında tefrika bulunması Müslümanı perişan eden meselelerdendir. Ehl-i İslâm, kelime-i vâ- hide altında toplanan bir fırka-i muvahhidîn olduğu, muhtelif İslâmî fırkalar arasında var gibi görünen ihtilafların katiyyen esas îmâna taallûk etmeyen basit işlerden ibaret olduğu göz önüne alınırsa ihtilafların şîme-i İslâmiyete uygun olmayacağı anlaşılır.

Düşünelim bir şeyi red ve ibtâl etmek [o] şeyin esas ve mebnâsı- nı bilmeye bağlıdır. Halbuki yukarıda dediğimiz gibi tabîat-ı esâsi- yesinde fevkalâdelik bulunan, gizliliği kendine has olan bir meslek hakkında herkesin fikir ve nazarı bulunduğundan ve bu fikirler ve düşünceler katiyyen hakîkata muvâfık olamayacağından Bektâşiliğe dâir hâriçten verilecek beyânlar belli bir alanda kalacak, katiyyen ilerleyemeyecektir.

Füsûs-ı Hikem, Nakşi'l-füsûs, Rûhu’l-Kudüs, Şeceretü’l-Kevn, Ahadiyye,- Tuhjetüs-sejere gibi muazzam eserleri ilm-i tasavvufun inceliklerini içerir. Nimet kelimesinin gösterdiği 560 tarihi zaman-ı velâdeti ve rihlet kelimesi 638 tarih-i irtihalidir. Şam’da Cebel-i Kâsiyyun’da Salihiyye nâm mahalde medfundur. Üvey mahdumları olan Sadreddin Konevî (ks.) Hazretleri dahi kendilerinden feyz almış, tarikat erbâbınca nâmdâr olmuştur. Fükûk, Mefâti- hu’l-Gayb ismindeki telifleri meşhûr ve Konya’da medfundur. Hz. Şeyhin mahdumları Sadeddin Hazretlerinin bazı ârifâne Şiirleri vardır.

Bu mesele büyük bir konağın dışından bakıp “salonu gayet süslü, odaları çok güzel döşenmiş, duvarlarındaki levhalar çok sanatkârane” demeğe benzer. Yine balın rengini, şeklini ve tadını bilemeden “bal şu renkte, şu tattadır” demeye benzer. Konağın dışındaki adam, konağın iç tertip ve düzenini nasıl bilemezse, balı yiyemeyen zât, balın tadını nasıl tarif edemezse Bektâşiye Tarikatı hakkında verilecek bilgi de aynı şekildedir, yani hiçtir.

Hoca İshak Efendi’nin kitabı okununca evvela birkaç hata göze çarpar. Bunda Bektâşîlik esasına dâir hiçbir bilgi yoktur. 1288/1871’ de Câvidânm İstanbul’da basılmasından kuşkulanan Hoca Efendi, Hurûfîleri Bektaşîlikle aynı zannederek eskiden beri zihninde derin bir noktaya hükmetmekte olan zanlarım bunun üzerine bina etmiş, yalnız Câvidânı okumuş, tarikatın esas inançlarına dâir hiçbir şey okumayarak [58], halk lisanında dönen dedikodulara dayanarak kocakarı masalları, binbir gece efsaneleri gibi türrehatta bulunmuş, esas akâide darbe vurmuş, çünkü ehl-i kıbleyi tekfir etmiş, iftiralara dayanarak yazdığı bu eserde mantığı hiç gözetmeyerek Bektâşîlik gibi bir hak tarikat ile Hurûfîlik gibi sapık bir mesleği birbirine karıştırmış, mahalle kahvelerinde bile söylemesi iftira ve çirkinliği gerektiren kötü hikâyelerle güya maksadını kuvveden fiile çıkarmış, mış, mış, mış...

İnadın mantığa, taassubun hakîkata olan kini burada, bu kitapta o kadar açıktır ki insan cahil olmadığını yakînen bildiği bu zâtın, böyle bir inat çukuruna düştüğüne, böyle gâfılâne bir hücûmda bulunduğuna hayret eder.

İshak Efendi böyle bir eser meydana getireceğine, meydana getirip te İslâmiyet arasında bir kısmı hakir ve zelil göstermek isteyeceğine, gayet îtilaf-perverâne, hakîmâne bir kalemle hatanın menini, menşeini beyân etseydi hem hakîkata daha ziyâde hizmet etmiş, hem de nâmını dâimi bir hürmetle yâd ettirmiş olurdu.

Ne çare ki bir hatadır oldu, bir cürümdür ki işlendi, bundan kendisi mesûldür. Ve o cürmün hakîkaten o adam tarafından işlendiği, bunun bir hata olduğu aşağıdaki karşılaştırma ile anlaşılacaktır.

İtiraz, güçlü bir esas üzerine kurulmalıdır. Kuru sözlerle isbat, iddialara kalkışmak, boş misallerle garazkârca, edepsizce hikâyelerle, hânedân-ı ehl-i beyte vâsıl ve hak, hakikat sâliklerine mâlik bir tarikatı tezlîl etmeye çalışmak ne münâzara âdâbının, ne mantık kanununun kabul ettiği bir iştir. Bu safsatadır, mugâlatadır, zâten bir şey ki, garaza istinâd eder, bir şey ki, hak ve hakîkata darbe vurmak için tertip edilmiştir, bir şey ki, mantıkla delillendirilmemiştir, hikmetle isbat edilmemiştir, akıl ve nakille tatbik kabul etmez; O şey red olunur, ehl-i hakikat katında, erbâb-ı insaf nazarında bir ehemmiyeti hâiz değildir, hiçtir.

Unutulmayacak bir nokta daha var. Her yerde, her mezhep, her meslek sâliklerinin içinde, her tarikat müntesipleri arasında fena adamlar bulunabilir, bu bir meseledir ki zarurîdir. Bu bir meseledir ki bedîhîdir, bir tarikatta, bir mezhepte, bir dinde fena adamlar bulunmakla, birkaç kötü adam o tarîkin o mezhebin, o dinin emirlerini ifâ etmemekle onlara, yani o tarikatlar ve mesleklere bir noksanlık gelmez, mâhiyet-i asliyelerine zarar vermez, çünkü din, tarikat ve mezhep kendi emir ve nehiylerini tebliğ eder. [61] Sâliklerine anlatır. İşleyip işlememek sâlikin kendi elindedir. Eğer hakîkaten o mesleğin pir ve kemâlâtı olmak istiyorsa ittibâ eder. Sınırları dışına çıkamaz. Tamamıyla bir piri olmuş olur.

Yok o adam yalnız görünüşte o mesleğe girmiş, bâtınen her türlü fenalığı yaparsa o zaman merdûd olur. Görünüşte ne kadar riyâkâr- hk ederse etsin, kendisini ne kadar muhik ve yüksek makam sahibi gösterirse göstersin hakikatte, mânâda alçaktır.

Ve bu adamın o meslek aleyhine hareketiyle, o mesleğe bir fenalık olamaz. Bu gün İslâmiyet içinde bir kâtil, bir hayırsız, bir cânî çıkmakla dîn-i celîl-i İslâm’ın yüceliğine eksiklik gelemeyeceği gibi Bektâşî Tarîkatı’ndanım deyip te her türlü fenalığı mübah sayan, her türlü dînî kayıttan ayrı bir yol tutan bazı utanmazların söz ve yaptıklarından dolayı da Bektâşî Tarikatının yücelik ve kıymetine bir şey dokunamaz.

Hatta Ahmed Rıfat Efendi merhûm, Mir’ât-t Mekâsıd,03\n yüz elli birinci sayfasında:

“İşte bu risâleyi tertip etmekten murâd-ı hakîrânem Tarîkat-ı Aliye-i Bektâşiye pîr-i destgîri Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî (ks.) Hazretlerine bir tarîk-ı nâzenîn iken her nasılsa mel un nefsinin zebûnu olmuş, bir alay başıbozuk ve serserinin karışmasından nâşî bu misilli berrânîlerin melun nefislerinin muktezasına muvâfık olan mahalde şerîat ile muhalif olacak bâtıl ve âtıl teviller ile amel eyledikleri kayıtlı ve bunlar ise Bektâşi olmayıp bu misilli Noktavîler ve Hurûfiler vesâir kirve-i melâhideden oldukları aşikâr olup hâşa Hz. Pîre mün- tesip olmadıklarını gizli ve açık delillerle beyânla, liyâkatsiz ihvân-ı bâ-safânın akıllılar yanında cihâna rüsvây, şeytanı güldürecek hale gelirler. Bu şekildeki melâhide sözlerine kulak vermayip, lâ cerem tarîk-ı hak ve tarîk-ı şerîatte ayakları sağlam basmayanları ricadan ibarettir ki, Pîrân-ı izâm ve hak tarikat ehli, lâyık olmayan itirazlardan vâreste ve berî ola”.

Bir parça daha aşağıda:

“Akıl ve dinden habersiz bir alay melâhide nasıl Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerine mütâbaat davası ederler ki; onlar zamanlarında it- tifâk-ı sulehâ ve ulemâ ile yazılan menâkıb-ı şerîfelerinde meşhûr ve yazılıdır ki: Nice defa hac edip çoğu vâkitlerinde oruçlu ve gece gündüz nâmaz, niyâz, ibâdet u taat-ı hüdâ ile kâim olup, şer-i şerife kemâl mertebe muvafakat ve mütâbaat üzere imişler. Bunların eserine ittibâ etmeyenler kayıtsız nefs-i emmârede mütehayyir ve serseri ve millet-i enbiyâ ve tarîkat-ı evliyâya uymaktan berî, utanmaz nefsin fitnesiyle şaşkınlık ve bocalama içinde mahz-ı şeytan olmuş, din

103 Ahmed Rıfat Efendi tarîkat-ı aliye-i Bektâşiyye müntesibi ve kaldırılan Dîvân-ı Muhâkemât-ı Mâliye eski azâsı olup tarîkat-ı aliyeye pek ziyâde hizmet etmiş ve Sultan Murad Han cennetmekân zamanında Tarîkat-ı Bektâ- şiye’nin esas erkân ve âdâbı hakkında mükemmel bilgileri ve tasavvuf hakkında birçok meseleyi içeren Mir'âtu'l-Mekâsıdfi Def'il-Mefâsid ismindeki kitabı neşretmiştir. 1309/1891 tarihinde vefat edip Edimekapı haricinde me- dfundur. [Hayatı hakkında geniş bilgi için bk. Salip Çift, Gerçek Bektaşîlik, İstanbul 2007, ss. 11-19.] ve milletten soyutlanmış mülhid ve gâfıllerdir. Eğer bütün tarikatlar hakkında olan sahih açıklamaları ki evliyanın büyüklerinin işaret ve tayini ile olmuştur, mamûlün bih ve mamûlün aleyh olmasıyla buna yoksa da hâl-i melâhide miras tecelli-i İlâhîden hazz-ı kâmil ihrâz ve megânim-i esrâr-ı nâ mütenâhîden nasîb-i şâmili tahsil ve ifrâz eden erbâb-ı hâl ve ashâb-ı kemâlin meslek-i aliyelerine min külli’l-vücûd mügâyirdir. Filhakika mazhar-ı esrâr, kenz-i tarikat ve seyrâb-ı zülâl, feyz-i hakikat olmak min tarafıllâh bu ümmet-i merhûme-i nâciyeye mahsûs olup Rasûl-i ekrem ve Nebiyy-i muhterem (sav.) hazretlerinden yüce silsileler vasıtasıyla tarikat şeyhlerine ulaşan bir mânevi nimet ise de erbâb-ı irfânın kalb-i mücellâ ve tab-ı âyine âsâlarında zâhir ve hüveydâ olduğu üzre bundan cevher-i hakikat âdemden gâfil amel ve itikatta lâ kayd u kâhil olan o makûle müddeî ve bî hassaları sahîfe-i emeli nakş-i mâsivâ ile mülevven ehl-i dünyâ ve sâhib-i hırs ve tam’ ve bed fiilleri olanların behresi olmadığından bu misilli derviş-i mürşid olup ta, pirler âşinâ olamaz denildi”, denilerek bir tarîk-ı aşk u hakikat olan Bektâşi tarikatının yüce kıymetini nefsinin tuzağına düşmüş böyle birkaç kötü kişinin fiillerinin ihlal edemeyeceğini beyân ettikten sonra yüz seksen dokuzuncu sahifede;

“İşte bu tarîkat-ı aliyyede dahî sâhib-i bürhân nice ehl-i hakikat zuhûra gelmiştir ki sayılamaz. Velâkin her nasılsa icrâ-yı küfür ve melânetlerine bu tarîk-ı aliyeyi seyr eden bir takım mülhid ve münâ- fıkların zuhûruyla meydana koydukları bidatler tevil kabul etmediğinden bâis-i levm ve bâde-i kadh ve tan-ı tarîk oldular. Neuzü billâh mine’z-zeyğı u zi’lel ve sûi’l-itikâd ve fesâdül-amel” sözleriyle bu misilli nefs ve şehvet esirlerinin tarîkat-ı Bektâşiyye ile hiçbir münasebetleri olamayacağını ve tarîk-ı Bektâşiye’nin ilim kapısına bağlı bir meslek-i kaviyy-i hakikat olduğunu izah etmişlerdir.”

Kâşiful-Esrâfda. tarîkat-ı Bektâşiye’nin redd-i müddeîler ve ibtâl-ı mutekedâtına dâir edille ve berâhin olmayıp yalnız Hurûfîlerle, Hurûfîlerin mecelle-i yegânesi olan Câvidân ve emsâli telifâtın [64] reddiyeleri bulunduğunu ve halbuki tarîk-ı nâzenîn ile Hurûfîliğin ayrı ayrı birer meslek olduklarını mukaddememizde beyân etmiştik.

Kâşiful-Esrâr104 yalnız bu ciheti bir nokta-i tenkid olarak kabul etmiş, itirazlarım Bektâşî eserlerine ve icrââtına tevcih edecek yerde, yalnız Hurûfîliği reddetmiş -ihtimal ki- Bektâşiye tarikatı içine girmiş olan birkaç ehl-i dalâleti görebilmiş ve bu gördüklerine de garazkârlar lisanında dûnen erâcifi, müstekreh hikâyeleri meze etmiş -güyâ bir reddiye meydana getirmiştir.

Eğer hakîkaten bu meselelere vâkıf olmuş olsaydı, yani Hurûfilik- le Bektâşîlik arasında bir münasebet bulunmadığını iyice bilseydi bu gibi bir hata vukû bulmazdı.

Nasrâniyetin Nastûrî105 mezhebinden birisiyle görüşüp [65] o adamdan (Ben îsâ’nın beşerden ayrı mevcut olduğuna inanmam. O yalnız Allah’ın bir peygamberidir) gibi bir kelam işitsen bütün Hris- tiyanların bu fikirde bulunacağına inanmamız lâzım gelmez. Çünkü Hristiyanlıkta Nastûrîler nasıl ki İsâ (as.)’ın beşeriyet ve nübüvvetine kâil iseler ona mukâbil olmak üzere (Ortodoks, Katolik vs.) mezheplerde ulûhiyet ve rûhâniyetine kâfidirler. Bir Nastûrî ile görüşüpte Hristiyanlığı Nastûrî mezhebinin inançlarına merbût zannetmek nasıl büyük hata ise Bektâşî kisvesi altında efkâr-ı dalâlet yaymağa çalışan, sûret-i Hak’tan görünüp bâtında her türlü fışkı, fitneyi, tezvîr-i zendekayı kendine sermaye ve kâr ittihâz eden bir âdemle sohbet ederek bütün Bektâşîleri, altı yüz seneden beri bu mülkün bu vatanın terakkî-perver, fikri münevver fertlerini teşkil eden Bektâşîleri o serseri mülhidlerle kıyas etmek o kadar büyük ve gayr-ı kâbil-i af bir hatadır ki, tahkikatta bulunamamasını, işi derinlemesine incelemeyerek zâhirde dolaşmasını sebep gösterir ve bundan dolayı müteessif oluruz.

104 Müellif-i müteveffanın isminden bahsetmiyorum. Çünkü tarihe karışmış bir âdemden bahsetmek (üzkürû mevtâküm bi’l-hayr/ölülerinizi hayırla yâd edi- niz)e darbe vurmaktır.

105 Nastûrîlik Hristiyanlığın bir şubesidir ki bunlar Îsâ’nın oğul olduğuna, teslise inanmazlar. Nastûriyûs isminde eski bir eskaf tarafmdan Hristiyanlığın ilk zamanlarında tesis olunmuştur.

Zâten bizim mübâhese ve münâzarâtta seçtiğimiz meslek pek acibtir. Gâyet sathî ve esassız bilgilere istinaden mübâheseye atılırız. Âdâba hiç rağbet etmeyerek işi dâimâ safsata [66] ve mügâlata tarafına çeviririz.

Bahsedilen mesele gibi, klasik meselesi gibi yakın zamanlarda bütün matbuâtımızı işgal eden meseleler hep vukûfıyetsizliğimizin, inatlaşma, büyüklenme tarafını iltizâm etmenin neticeleri olduğu da bedîhîdir. İşte Kâşifü’l-Esrâr bu hususa hiç riâyet etmeyerek yalnız hakikati örtmek, bir mesleği, bir tarikatı esassız şeylerle tezlîl etmek istemiştir. Bektâşîlikle Hurûfîliğin birbirinden ayrı, başka esaslar üzerine müstenit olduğunu gösteren birçok delil var. Bektâşîlik sahih bir nisbet ile teselsülen menba-ı hakîkata ittisâl peydâ ediyor. Pîr-i destgîri kerâmât ve irfân-ı Muhammedi ile meşhûr-ı âfâk olup, kendisinden sonra gelen tarîkat-ı Bektâşiye ricâlinden dahi kerâmetler ve harikulâdeler, tasavvufâne eser ve telifatlar dahi herkesçe malûm ve müsellemdir.

Hurûfîlik ise hiçbir yere, hiçbir menbaa mensup olmadan Ace- mistanda bir köşesinde zuhûr etmiş bir tarîk-ı dalâlettir. Fazlullâh Hurûfî’nin kötü akıbeti, Câvidân ismindeki müphem eseri, Câvi- dânîlerin ortada mevcut olan kitapları, bu kitaplardan istinbât olunan bâtıl akâidleri, ibadet tarzları, tevîl sûretleri gösteriyor ki, bu meslek bir meslek-i bâtıldır. Ne akıla, ne mantıka, ne diyanete, ne şeriata münasebeti vardır. [67]

Bu mesleğin pek çok olan inananları arasında bütün fırak-ı dâlle- nin akâidinden bir nebze vardır. Mânâ-yı zâhire-i Kur anîyi değiştirmelerinden dolayı “Bâtıniyye” tâifesiyle, Cenâb-ı Hakka bir sûret-i cesîme isnad ettiklerinden dolayı “Mücessime”106 fırkasıyla, haramı mübah saymaları yönünden “İbâhiyye” mezhepleriyle râbıtası vardır.

106 Mücessime taifesi Cenâb-ı Hakk’a bir sûret-i cesîme isnat eden bir fırkadır ki Kur’ân’da (er-Rahmânü ale’l-arş) ve (yedullâhi fevka eydîhim) gibi âyetlerin zahirî mânâsını alıp, o şekilde inanmaktır. Bu gibi yanlış anlayışlardan dolayı Amerikalı Profesör Draper bile Nizâ-u İlm-i Dîn ismindeki kitabında “Müslünıanlar Cenâb-ı Hakk’ın el ve ayaklı olduğuna inanırlar” tarzında bir

Bir de Bektâşîlikle Hurûfîlerin çıkış yerleri ayrı ayrıdır. Birisi Anadolu’nun merkezinde, diğeri Acemistan da doğmuştur. Diğer cihetten Hz. Bektâşi Velî (ks.) efendimizden sonra hankâh-ı nâzenîn, vâkıf-ı ilm-i İlâhî, kâmil ve mükemmil zevâta intikâl etmiş ve Hz. Pîr zamanında te’sîs olunan erkân ve âdâp, Bahm Sultan hazretlerine kadar teselsül etmiş ve pîr-i sânî-i tarikat Balım Sultan (ks.) hazretleri zamanında şu anda câri olan erkân ve âyin, müşârun-ileyh tarafından konulmuştur ki bu husus ilerde özel olarak işlenecektir107. Kâşiful-Esrâr;

“Hacı Bektâş-ı Velî (ks.) Hazretleri mürşid-i kâmil u mükemmil ve mesleği diğer büyük pirler gibi şerîat-ı mutahhara ve sünen-i se- niyye-i Rasûl-i kibriyâya mutâbık olup ancak hulefâsından sülük üzere hareket edenler az müddet içinde Dâr-ı Bekâya rihlet etmiş ve bir takım zulmet-i cehl u nâdânîden ve itikâdât-ı küfr ü dalâle- den tarîk-ı hak arayanlar ve meyl-i nefs-i emmârelerini icrâ-yı tarîki vesile ittihâz ederler.”

Sözleriyle 23 ve 24. sahîfesinde bir hatada daha bulunuyor ki o da Hz. Pîr’den sonra hulefâsından seyr-i sülük üzere bulunmayanlar meselesidir.

Halbuki Hz. Pîr’in irtihâlinden sonra üç yüz altmış kadar halîfesi bulunduğu ve bunlarm arasında Hz. Pîr’in has nedimi Seyyid Cemâl Sultan ve Hz. Pîrin amcazâdesi Koluaçık Hacım Sultan ve ibrikdâr-ı Hz. Hünkâr olan San İsmâil Hazretleri ve hizmet-i pîrde bulunan Rasül Baba hazretleri gibi zevât vardır ki, bunlar her vecihle kâmil u mükemmil ve Hz. Pîr’den âdâb-ı tarikat ve üsûl-i maarifeti almış zevâttan olduğu ve silsile-i tarîkat-ı Bektâşiye’de bütün bu zevât-ı aliye bulunduğu pîranın eser ve fiilleriyle sabit olduğundan İshak Efendi’nin bu iddiaları da emsâli gibi mecrûh olur.

hatâ-yı azîmede bulunmuştur ki, geniş irfanh bir mütefekkirin böyle bir şey yazması pek gariptir.

107 Şimdi ehlinin bildiği üzere Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiye’de Pîr-i sânî olan Balım Sultan (ks.) el-Mennân Hazretleri ki hâne-i tecridin bânisidir. Mir'âtü'l-Mekâsid, s. 185.

Yine Kâşiful-Esrâr diyor ki:

“Mürşid-i müşârun-ileyh hazretleri kendi asırlarında birkaç zâta hilâfet-i sahîha vermişlerse de, onlardan sonra karışıp, tarîkat-ı ali- yeleri bütün bütün ferâmuş olmuştur.

Ve bunun gibi zuhûr etmişken unutulmuş çok turuk-u aliyye vardır ki, ferâmuş olundukları cihetle taklit olunamazlar.”

îshak Efendi, gâyet basit olan tetkiklerine daha doğrusu zanlarına müsteniden böyle bir hüküm vermekte tereddüt etmiyor. Halbuki sahih hilâfetin Hz. Pîr’den kaynaklandığını ikrâr ediyor. Sonra bu zâttan tarikatın teselsül etmediğini iddia ediyor.

Sorarız ki bu hüküm hangi vesikaya, hangi tarihî delillere, hangi eserdeki bilgilere dayanarak verilmiştir. Tabi muârızın [70] buna vereceği cevap hiçbir fayda intâc edemediğinden başka pek zırva bir şey olur.

Elde bulunana silsilenâme, tomâr ve hilâfetnâmeler gösteriyor ki tarîkat-ı Bektâşiye elden ele teselsül etmiş ve dört vasıta ile Pîr-i sânî Balım Sultan (ks.) Hazretlerine kadar gelerek oradan Sersem Ali Baba hazretleri vasıtasıyla silsile-i Babagânı tesîs ederek teselsül ede- gelmiştir.

Demek hilâfetin teselsül ettiği muhakkak ve kat’îdir. îshak Efendi’nin bu husustaki iddiaları da merdûdtur.

Yirmi altıncı sayfada “vel hâsıl bu zikr olunan zevâta müntesip olan tarîkat-ı Bektâşiye müntesiplerinin tamamını Câvidâna mûte- kıd olmakla” ittiham ediyor.

Yukardan beri söylediğimiz vecihle Câvidânîlerle Bektâşîler arasında gerek kaynak olarak, gerek îtikâden gâyet büyük açıklıklar vardır.

Harfler hakkında mutasavvıfa-! kirâm hazerâtının ez cümle Şeyh Muhyiddîn Arabî, Sarı Abdullâh Efendi, Niyâzî Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin birçok görüşü vardır. Rıfat Efendi merhûm;

“İmdi tasavvuf kitaplarında şerh ve tafsil olunduğu vecihle Furkân-ı Kur andan bihasebi’l-murâd, emr-i vâhid olmakla önceden beyân edilen yüz kitabın esrârı dört kitapta, dört kitabın usûlü dahî Kuranda, Kur anın hakikati da Fatiha Sûresinde, onun mânâsı da besmelede, besmelenin letâifı dahî “bâ” da, bâ’nın incelikleri de noktada ibdâ ve dere olunmuştur. Nokta cümle nüshaların metni ve cümle noktalar sözlü veya fiilî onun şerhidir denilmiştir. Hz. Ali Efendimiz: “ene noktatün tahte’l-bâ” buyurmuştur. Yani, varlık bâ ile zuhûra gelmiştir. Benim ilmim ve aynımda ondan başlamış ve ona dönecektir.

Varlıkların bütün sûretlerinin başlangıcı ve sonu “bâ” harfi olup ayân, cevâhir ve ârâzdan hayta-i vücûd ve hatta feyz-i vücutta münderic olan toplu ve ayrıntılı eserler besmelenin hükmü olmakla, pîşvâ-yı evliyâ İmam Aliyyü'l-Murtazâ (kv.): “Küllü mâ kâne fi Fâtihati’l-kitâb, fehüve fi bismillâhirrahmânirrahîm ve küllü mâ kâne fi Bismillah fehüve fi’l-bâ ve küllü mâ kâne fi’l-bâ fi noktati’l-bâ ve ene noktatün tahte’l-bâ/Fatiha sûresinde olan herşey besmele içerisinde vardır. Besmele içinde olan her şey bâ harfinde, bâ harfinde olan her şey de altındaki noktada bulunmaktadır. Ben ise banın altındaki noktayım.” diyerek bâ harfinin insan nevi şeklinde olduğunu beyân buyurdu, harflerin aslını beyân etmişlerdir. Fütuhât-ı Mekkiyede Hz. Şeyh Muhyiddîn Arabî uzun uzun mübâhaseye girmiş ve Füsû- su’l-Hikem’in çoğu yerinde buna işaret etmiştir.

Bütün evliyâullâh hazerâtınm eser ve şiirlerinde harflere dâir remizler olup Niyâzî Mısrî (ks.) hazretlerinin:

“Esmâ-i ilâhiyede bî-had hünerim var.

Her demde semâvât-ı hurûfa seferim var”

Matla-ı gazeliyle İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin:

“Bu hurûfile biçilmiştir kıbâ-yı maarifet

Bu hurûfile açılmıştır sarây-ı maarifet”

Diye başlayan manzumesi ve ismini hatırlayamadığım bir velî-i kâmilin:

“Elif okuduk ötürü, Pazar ettik götürü

Yaradılmışı hoş gördük, yaradandan ötürü"

Beyt-i ârifanesi ve Nizâmeddîn Hazretlerinin mahdûm-ı âlîleri vâkıf-ı esrâr-ı İlâhi, Seyyid Seyfullâh Efendi (ks.) Hazretlerinin:

“Yüzünde bîset heşt harfü’l-ehem

Acep nakş eylemiş ey padişahım

Değil mi şüphesiz seb’u’l-mesânî

Kaşınla kirpiğin, zülf-ü siyahım

Cemâlin üstlüsün göstereyim

îki şık ola derdim gökte mâhım

Vücûdun fazl-ı hak,feyz-i haydar [73]

Anınçün zâtın oldu secdegâhım

Hakk'ın emrini tuttum secde ettim

Bu kez ben âdeme, budur günahım

Niçin zâhid kaçarsın secdeden sen

Değilmi âyet-i Kuran gevâhim

Kelâmullâh-ı nâtık oldu seyzâ

Bana benden bulundu Hakka râhım”

Tarzındaki meşhûr gazeli ve Merdivenköy’ünde postnişîn-i irşâd iken, âzim-i dâr-ı bekâ olan Mehmed Ali Dedebaba108 hazretleri;

108 Mehmed Ali Hilmi Dedebaba Hazretlerinin büyük ve mükemmel divânı müşârun-ileyhin bendelerinden Ahmed Mehdi Baba Efendinin himmetiyle kisve-i tab’a girmiş ve satışa çıkarılmıştır. Müellif-i âciz dahî tashîhâtına nezaret ettiğimden iftihar eylerim.

OZ. / DCIUUŞl ÖITTI i-il

“Âdem, libâs-ı harf ile imlâya bir gelir

Esmâ-yı rumûz ser-mesmâye bir gelir

Her bir tamâm-ı âlem eşyâyt devr ile

Tekmil edip mirâteyn-i alaya bir gelir

Gâhi basit, gâhi mürekkep olur vücûd

Âhir havâssı hamse-i ri’nâya bir gelir.” [74]

Beyitlerini içeren gazeliyle Olan Şeyh İbrahim Aksarâyî (ks.) Hazretlerinin Kasîde-i Dîl-i Danası bu hususta mükemmel bir vesikadır ki; Evliyâullâh-ı kirâm hazeratı hurûf ve esrâr-ı hurûf hakkında geniş incelemelerde bulunmuş ve bu yolda birçok eserler meydana getirmişlerdir.

Yine Ahmed Rıfat Efendi Miratul-Makâsıd'ın yüz otuz birinci sayfasında: “İmdi bu hurûf bahsinde biraz tatvîl-i kelâm etmek iktizâ etmiştir ki, tarikat erbâbına göre mâhiyetini anlayıp Hakk’ın rızâsının hangi tarafta ise ol tarafa gitmek lâzım ve vaciptir. Zira Hakkın rızâsı olmayan işlerde hakikat görünmez. Bu şekildekilerin kalbi şeytan elindedir.”

“Fazlullâh Hurûfî ki, harflerin esrânna vâkıf olan evliyâ-ı güzî- nin mezheplerini anlamayıp başka bir yola saparak meylini izhâr ve ilhâd etmekle ser menzil-i hakîkata yetmedi. Onların hurûf itibâr ettikleri nûrânî sınıfları zâhirine hami edip, her harfin benzerini levha-i beşer-i insanda bulmuşuz zannıyla ahkâm-ı şer’iyeye medar olan mushaf-ı şerifi o yüzden tabir ve temsil etmekle dalâlete düşmüşlerdir denildi.”

Firişteoğlu, Abdulmecîd’in Aşknâme (Câvidân-ı Sagîr)’de altıncı bâbda bu bahse dâir şu fıkralar göze çarpar.

“Mecmû-u eşyâ u semâvât ve melâike-i tâir ve şâir cümlesi mer- kez-i hâkta dâimâ secdededirler. Ve secdelerine bâis-i vecih Âdemdir. “Halakallahü teâlâ alâ sûretihî ve alâ sûretir-Rahman"109 ki, Hak Teâlâ Ademi kendi sûreti üzere yarattı ve sûret-i Rahman da yarattı. Ve Miraç gecesinde Hz. Rasül (as.) dahi Bâri-i teâlâ Hazretlerini Âdem suretinde, emred sûretinde gördü. “Hüve raeytü Rabbî leylete’l-Mi’râc fî sureti emred kıtata" ki emredin veçhinde yedi satır mestûrdur.

Bunların, yani Hurûfîlerin bu müphem ve muğlak sözlerinden istinbat olunabilen netice, bunlar mânâyı Kur anı zâhiren değiştirmekle akla, fikre gelmeyecek tevillerle Fazlullâh’ın ulûhiyetini tamim etmek ve bu akideyi birçok müphemât-ı sahife ile örtmek ve bütün din ve mezheplerin akide ve amellerinden birer nebze alarak bütün dinlerden mürekkeb “Dîn-i umûmi" tesis etmektir. Tarîk-ı Nakşi- bendiye meşâyihinden Hüseyin Hüsnü Efendi Hazretleri müellif-i âcize irsâl eyledikleri bir mektuplarında diyorlarki;

“Hurûfî gürûhu maksatlarını hidâyette mahz-ı hakikat gösterip, hatta bazı mazanna-i kirâmı bile meyi ettirmişler ise de bunların muahharan firak-1 dâlleden bir gürûh-ı mekruh oldukları tahakkuk etmişlerdir. Ne çareki fesat tohumlarını memâlik-i Osmâniye’ye saçmışlardır. Ve bir takım sâde-dil kimseleri dâm-ı tezvirlerine düşürmüşlerdir. Çünkü Câvidanları sanatlı yazılmış bir dalâletnâmedir.”

Hakîkaten birçok zevâtın, zevât-ı âliyenin bu mesleğe dâhil oldukları rivâyet olunuyor. Nitekim şâir-i kudsî beyân-ı vâkıf-ı sırr-ı yezdân Seyyid Nesîmî (ks.) hakkında da böyle bir rivâyet varsa da Kastamonulu Lütfı [Lâtifi]Çelebi Tezkire-i ^narasında110 bu hususa dâir:

109 Hadisin birinci kısmı Buhari (İsti’zan, 1) ve Müslim (Cennet, 28) nakledilmiştir. Ayrıca bk. Ayni, Umdetü’l-Kaarifi şerhi’l-Buhari, İstanbul 1313, Darü’t-tıba’at el-Amire, c. 10. s. 472; Münâvî, Feyzü’l-Kadir şerhi Ca- miu's-Sağir, Kahire 1938, c. 3, s. 445.

110 Kastamonulu Latifi Çelebi’nin Tezkire-i Şuarası, Kütüphâne-i Akdâm meyâ- nında neşr olunmuştur. İyi bir tarih ve edebiyata mâlik olmadığımızdan böyle büyüklerimizin eserlerinin basılmasını alkışlayarak güzel telakki eder ve kütüphanelerimizde uyuyan basılmamış birçok eserin de tab edilmesini gönül istiyor.

“Evvelâ Şeyh Şiblî sâniyen Fazl-ı Hurûfî dervişi oldu. Fakat Menâkıbü 7- Vasilinde Seyyid Nesimi Hurûfî olmayıp lâkin hurûf ilmine vâkıf olduğuna ve ketmi lâzım gelen şeyleri izhar eylediğine binâen Haleb ulemâsı kendisini ikâme edip kati olunduğunu beyân eder”, diye bir söz yazmış ise de Nesimi gibi uşşâk-ı İlâhiden vâkıf-ı esrâr-ı İlâhî bir Velîy-yi kâmilin Fazlullâh Hurûfî gibi dâl ve mudil bir zâta [77] mensup olması uzaktır. Özetle gerek Câvidanların bâtıl içeriğinden, gerek Hûrûfılik akâidi tarafından, Bektâşi tarikatına hiçbir şey girmemiştir. Bektâşiye nasıl bir hak tarikat ve hakikat ise, Hurûfîlik dahi onun tamamıyla zıddı bir meslek-i sakîm-i dalâlettir.

Kâşifü’l-Esrâr malûm olan mükâberesini 105’inci sayfasında da ayân ederek;

“Ve bir dahî buna ittibâ eden Bektâşi mübtedîlerin kemâl-i cehline nazar olunsun ki bunlar kendilerini Hz. Ali’ye Ehl-i Beyte muhip zannederek halbuki kitâb-ı nâ-savablarından ehl-i beyte müteallik birisinin ism-i şerifi mezkûr olmadığından mâadâ Cenâb-ı Ali (ra.) cümlesinin ve kendinin hâliki ve mâbûdu bilmeyip bu acemin baldırı çıplak köpeğini tanrı bilip istimdat edermiş.” yolunda bir herzede daha bulunmuştur. Evvelâ gûyâ Bektâşi mübtedîlerine Câvidân telkin olunmazmış. Yavaş yavaş telkin olunmaya başlarmış. Bektâşîlerin muhabbet-i hanedân-ı ehl-i beyte değilmiş te hanedân-ı ehl-i beyt kisvesi altında Fazl-ı Hurûfî’yi severlermiş. Akıl ve mantık bunları nasıl kabul eder anlayamam, tarîkat-ı Bektâşiye gibi ibtidâdan beri hürriyet-i fikriye ile şöhret [78] bulan, irfân ve hakikat tarîki sayılan bir mesleğin sâliklerinin böyle hurafe ve esâtire itikâd edeceğine inanmak en büyük büdelâlıktır.

Sûfi-i ahmak ne bibin küntü kenz esrarını

Kendini âkil kıyâs eyler bizi sersem bilir

Biz harâbâtız deyu zâhid ne bilsin taan eder,

Terk-i dünyâ lezzâtın İbrahim Edhem bilir.

Kâşiful-Esrâr nâmıyla muharrer olan garazkar kitabın 157. sayfasında gayet müheynâne, hâinâne bir lisan ile yazılı ki:

“İmdi aşağıda yazılan kitap ve risâlelerin cümlesi altmış cüzden mürekkep olup harf harf mütâlaa eylediğimde yekdiğere muvâfık ve cümlesinin meâli Cenâb-ı Hakkı ve ahkâm-ı şer’iyeyi inkâra mebnî olarak ulûhiyet ve ibâdeti Fazl-ı Hurûfi’ye münhasır kıldıklarında zerre miktarı bir kimsenin şüphesi kaldı mı?”

Biz bu garip soruya cevap olarak deriz ki: “Bu Fazl-ı Hurûfî’nin ulûhiyetine, rûhâniyetine inananlar hurûfilerdir. Bektâşîler değildir. Bektâşîlerin ellerinde kendi tarikatlarının ricâli tarafından yazılmış birçok eser var. Bizde sorarız ki; Acaba niçin Kâşifül-Esrâfm müellifi mûterizi bu kitapları okumamış? Niçin Bektâşîlik itikâdını, hike- miyât-ı tasavvufu anlamak için Velâyetnâme'yi Kaygusuz Risâle sini, Karakaşzâde Şeyh Ömer Efendi’nin telifini [Nûru’l-Hüda Limen îh- teda, Tasvir-Î Efkar Matbaası, İstanbul, 1286.], Saatçi Ali Babanın Risâle’smi, Türâbî Dedebaba Divânını mütâlaa etmemiş de yalnız Hurûfîlerin Câvidân ve emsâli eserlerini okuyup, onları reddetmiş. Niçin Bektâşîlikle Hurufîliği birbirine karıştırmış? İşte bunlara cevap lâzımdır111. Yoksa hiçbir delile, hiç birbirine müstenid olmayarak hakkı bâtıl göstermek insan vicdanının, İslâm şiânnın kabul edemeyeceği bir faraziyedir. Yine bir yerde diyor ki:

“Acaba Hacı Bektâş-ı Velî'yi tasdîk etmek umûr-ı dînîyeden midir?” Biz deriz ki umûr-ı dîniyeden değilse bile “kerâmât-ı evliyâ hak” kâide-i îtikâdiyesine ittibâdır. Çünkü kerâmet ve harikü’l-âdât icmâ-ı ümmetle sâbit ve müberhen olan bir zât-ı âli-i kadre inanmak mûcib-i saâdet, inanmamak ise bâis-i sefalet olur.

Yine bir mahalde hata-ender-hata olmak üzere diyor ki:

111 Sonradan fazıl bir zattan aldığım yazıda şöyle bir fıkra var: Hoca Îshak Efendi merhûm, Kâştfu ’l-Esrâr’ı bazı zevatın ısrarıyla yazdığı, güyâ Bektâşîlerin nüfuzunu kırarız zannıyla yazdınldığı ve böyle bir eserin neşri o zaman için adeta bir plan olup, bu da Bektâşîlik ile şöhret-şiâr olan bazı ricâlin halkın nefretini kazansın için olduğu ve bunda Hoca Efendi merhûmun bir dereceye kadar mazur bulunduğu...”

Müellif-i hakîr bu ihtimali dahi düşünmüşsem de birkaç kişinin nüfuzunu kırmak için büyük bir tarikatı tahkîr etmek bilmem hangi mantığın, hangi fikrin eseridir.

“Amma nefsü’l-emre müracaat olunsa Hacı Bektâş ne itikâdda olduğu mâlumumuz değildir”

Kitabın yirmi üçüncü sahifesinde Hacı Bektâş-ı Velî hakkında “Kâmil ve mükemmil” tabirini kullanan Hoca Efendinin kitabının 108’inci sayfasının böyle bir hükm-ü mütenâkız vermesi o kadar gariptir ki, kendisinin ateh getirdiğine hükm etmek lâzımdır.

Yine o sayfada:

“Zira elde mütedâvil bir kitabı yokki, telifatı ile hâline istidlal edelim”

Halbuki İshak Efendi burada dahi büyük bir hata ediyorlar. Çünkü Hz. Pîr tarafından yazıldığına şüphe olunmayan ve evvelce bir kısmını okuyucularımıza ibrâz ettiğimiz “Velâyetnâme” ismindeki eser Hz. Hünkârın nasıl bir mertebe-i âliye sahibi, [81] şeriatın ve tarikatın sırlarına vâkıf bir zât olduğunu gösterir. Hz. Pîr’in kemâlât-ı irfâniye merâtib-i ledünniyesini anlamak için bu telifi okumak lâzımdır. 159. sayfada ise yine bir tarîz-i garazkarâne olmak üzere:

“Ve ammâ tarîk-ı Bektâşiye’de gerek aşırımızda gerek eski asırlarda bir ferd-i mürşid-i hak ve açık kerâmet sahibi işitmiş var mı?” diyor ki, bu da hata üstüne hatadır.

İrfan erbâbının mâlumu olduğu üzere kerâmet münkirleri ilzâm ve iknâ için sâhibu t-tasarrufât olan evliyâ-ı kirâm hazerâtı tarafından ibrâz olunan hariku’l-âdât ve umûr-ı mâ fevkı’t-tabiiyyedir. Bu da evliyânın münkirlere karşı bir bürhânıdır ki velî bununla makâm-ı velâyetini ve derece-i ulyâsını gösterir.

Bektâşiye’nin ilk kuruluşunda yani altı yüz seneden bu zamana kadar güzerân eden ricâl-i Bektâşiyye arasında Hz. Pîrden başlayarak Rasül Baba, Mürsel Baba, Balım Sultan, Kaygusuz Velî, Seyyid Ali Sultan, Ervek Baba, Türâbi Ali Baba, Halil Revnâkî Baba gibi zevât-ı kirâmın ibrâz ettikleri kerâmât ve harkü’l-âdât tarikat erbâbı arasında meşhûr ve mütevâtir olup, tarikata ait bir tarih-i husûsi yazılmadığından bu yüce kerâmetler yalnız tarikat müntesipleri arasında devrân etmekle kalmıştır. Eğer Bektâşiye’ye ait bir tarikat tarihî tertip olunarak basılmış olsaydı o zaman Hoca îshak Efendi değil, bütün cihan anlardı ki: Tarîkat-ı Bektâşiye’ye mensup evliyâ-ı kirâmın, sair turuk-ı aliyeden gelen ricâlullâh gibi kerâmât-ı acibesi vardır. Ve bu kerametler katiyen bir tahrife, bir desiseye uğramadan teselsül edegelmiştir.

Birçok söz ve görüş sahibi Kâşifü’l-Esrâr yazarı lâyıkıyla tedkîk edemeden, sırf bir itiraz olsun, olsun da Bektâşîlik halk nazarında alçalsın diye bu garaza müstenid sözleri yazmaktan acaba haya etmemiş mi?

Yine işaret edilen kitabın ilk sayfalarında nazar-ı dikkate bir heykel-! garaz ve taarruz gibi sırıtan:

“Bunların usûl-i dinleri kizb üzerine binâ olunup, kendileri ihtira eylediği yalanlardan ibarettir. İnsanları sapıtmaya çağıran yalanlarından biri de tevcîhât-ı menâsıb ve ölüleri diriltme babaların elinde olduğunu hatta büyüklerden bir kimse vefat eyleyip veyahut bir musibete dûçâr olsa derhal cümlesi yalanda ittifak ederek felan baba yahut Bektâşi fukarasından bir fakir bu günde gücenip (yuf) dedikte derhal o âdem mübtelâ olduğu o belaya giriftar olmuştur. Yahut bir kimse mansıp oldukta filan baba geçen gün himmet eyledi diyerek yalanlarını yayıp şunu bunu dâimâ sapıtmaktan geri kalmazlar.”

Bu fıkra okununca göze çarpan büdelâca fikirler insanı o kadar güldürüyor ki hayret etmemek elde değildir.

Burada Bektâşîlerin usûl-i dinleri deniliyor. Hoca Efendiye sorarız ki, Bektâşîlerin usûl-i dinleri, dîn-i celîl-i İslâm’dan ayrı mıdır?. İnat ve büyüklenme yolunu tutarak hala inadında sebat ederse o zaman bu adamla tartışmaya tenezzül etmek büyük bir âdilik olur. Biz şahsı bir tarafa atalım. Düşünmeliyizki turuk-u aliyyenin cümlesi sahih silsile ile Hz. Fahr-ı âlem sallallahü aleyhi vesellem efendimize ulaşıyor. Tarikat silsilesini yukarıda beyân ettiğimiz vâkit Bektâşi tarikatının hem zâhir hem bâtın cihetiyle Hz. Muhammed (sav.) efendimize vâsıl olduğunu ve tarîkat-ı aliyyenin esas ve erkânının tamamıyla şerîat-ı mutahharaya muvâfık ve mûtekıdâtınm mesâlik-i Kur aniye’ye kâbil-i tevfik bulunduğunu etrafıyla beyân ve isbat etmiştik.

Tarikatın şerîatten ayrı olamayacağı ve birbirinin lâzım-ı gayr-ı müfârıkı bulunduğu nazar-ı dikkate alınırsa Bektâşîlerin usûl-i dîni diye bir şey kabul etmek yokluğa inanmak gibi bir şey olur. [84]

Turuk-u aliyyenin başı ve sonu Hz. Fahr-i âlem efendimizdir. Şeriat nasılki o hakîkî kaynaktan, o maarifet kâbesinden intişâr ettiyse tarikat dahî oradan sudûr eylemiştir.

Bektâşî tarikatı dahi doğrudan doğruya ve muhtelif vasıtalarla menba-ı hakîkat-ı Muhammediye’ye kesb-i ittisal ettiğinden, Bektâşîlerin başka bir usûl-i dînî vardır gibi bir türrehatta bulunmak pek büyük bir garazkârlık olur.

1- Bektâşîler Ölüleri Diriltebilirler İddiası!

Birde güyâ Bektâşîler tevcîh-i menâsıb ve ölülerin diriltilmesine muktedirlermiş. Gerçi evliyâ-yı kirâm hazeratmm enfâs-ı tayyibele- rinden meded ummak, hayır duâlarını almak, her ihlâs sahibi için bir vazife, bir vazife-i müterettibe ise de, İlâhi levh-i takdirde mukadder ve yazılı işleri tağyir ve tebdil hiç kimsenin elinde olmadığı da mâlûm-ı avâm ve havâs bulunduğundan akıl ve izan sâhibi olanların böyle mukadderatı tebdil için başkalarından duâ ve nefes talebi pek ziyâde ahmaklığına delâlet etmiş olur.

Evliyâdan sudûr edip, harikulâde olduğu görülen bazı işler ez-cümle hayırlı duâlarının tesiriyle meydana gelmesi meşiyyet-i ilâhiyeye bir darbe gibi telakki olunmamahdır. Cenâb-ı müdebbi- ru 1-ekvân hazretleri zaten o günün, o saatin levh-i mukadderatına olacak işlerin cümlesini yazmış ve bu kanun “ve len tecide li sünnetil- lâhi tahvila.”112 âyet-i kerîmesinden istinbat olunduğu üzere katiyen değiştirilmeyerek icrâ olunmaktadır.

112 “ Allah’ın kanununda aslâ bir değişiklik bulamazsın.” Ahzâb 33/62.

Akl-ı kâmil değil akl-ı zayıf bile kabul etmez ki, mukadderat hiç kimsenin reyiyle, nüfuzuyla, duâsıyla, tasarrufuyla, tebdil olunamaz. Yoksa böyle filan adama baba (yuf) dedi de öldü, filan mansıba nâil oldu gibi türrehât hiçbir zaman Bektâşî babalarıyla Bektâşî müntesip- leri nezdinde inanılmaz. Yalnız mürşide teveccüh ve hüsn-ü zann-ı sâlik için elzem olduğundan mürşidin o emrine itaat edip hayır duâsı kazanmak, hüsn-i nazarını muhafaza etmek tarikat icabındandır.

2- Bektâşîler Öldükten Sonra Dirilmeyi (Haşrı) İnkâr Ederler mi?

Yine Kâşifü’l-Esrâr’m bir yerinde yazılmış ki: (bkz. H. îshak, a.g.e., s. 61) “mâlûm olaki tâife-i Bektâşiyân haşrı inkâr eyleyip tenâsuha kâil oldukları insanlar arasında meşhûr ve mütavatirdir.” İnsaf edelim insanlar arasında meşhûr ve mütevâtir demekle birşe- yin sıhhatine kâil olmak lâzım gelir mi? Bu gün birçok hurafeler var ki insanların zihninde pek büyük noktaları işgal etmektedir. Meselâ yüzde elli-atmış kişi Çarşamba karısı nâmıyla esatiri bir hayale inanır. Şimdi böyle ekseriyete yakın, bâ-husûs kadınların îmân ettikleri bir meseleye [86] meşhur ve mütevâtirdir diye inanmak lazım gelirse artık her şeye her söylenilen söze iman etmemiz îcâb eder.

Tenâsuh bir mezheb-i bâtıldır ki “se tefteriku ümmetî/ürnmetim 73 fırkaya ayrılacak ” hadîs-i nebevisine mazhar olan fırkalardan

birisidir. Esas mu’tekıdâtı bu gün vefat eden bir vücudun ruhunun başka bir vücuda- mesela hayavân, nebâta, madene- intikal etmesini kabul eder. Ve bu kâinât vücudda daimî bir inkılâb bulunduğuna inanır.

Şimdi mülâhaza edelim:

Bütün mu’tekıdâtı, elde bulunan âsâr ve te’lîfât-ı tarik ile ehl-i tasavvufun ta’kîb ettiği meslekten ayrı gayri olmayan, tarik-ı hak ve hakikati güzerân eden bir çok meşâyih-i kiramın âsâr ve kerametiyle isbât eden tarikat-ı Bektâşiye müntesibi arasında böyle efkâr-ı bâtı- laya mu’tekıd, mesâlik-i sahifeye sâlik âdemlerin bulunması müs- tabaddır.

Kâşifü’1-esrâr’ın müellif-i mu’terizi buraları idrâk etmeyerek yahut idrâk etmek istemeyerek hiçbir bürhana, hiçbir kadıyyeye, esere, te’lîfe müstenid olmayarak- yalnız Cavidân denilen kitabın mu- harrerâtın atfen- tarik-ı nâzenîn ricâlini mütenâsihâne addetmek, şerîate, mantıka, akla ve nakle harbe vurmak demektir. Çünkü âsâr ve te’lifât-ı Bektâşiye ile, mu’tekıdât-ı tarikat tedkîk olunacak [87] olursa görülür ki: bunları arasında kat’iyyen tenasuha delâlet eden bir akîde yoktur.

Erbâb-ı tarîkatten, kümmelîn-i erbâb-ı vahdetten bazı zevatın âsâr ve eşarında tenasüh efkârını okşar birtakım telmîhât varsa da bunlar kat’iyyen mütenâsihânın mu’tekıdâtıyla mütvâfık değildir. Bunlar vahdetin, merâtib-i tevhidin seyr u sülûkün tarikâtın îcâba- tındandır. Meselâ sâhib-i dîvân, vâkıf-ı esrâr-ı Kuran Hazret-i Mıs- ri-i Niyâzî’nin:

Âdetim budur ezelden günde birşân olurum

Dirilip ki cem olup gâhî perişan olurum

Matlaı olan gazel-i ârifânesiyle ser-levha-i erbâb melâmet, bül- bül-i hoş âdâ-yı ma’rifet Olan Şeyh İbrahim Aksarâyî hazretlerinin:

Hakk der ki: Kenz-i mahfîyem âlemde pinhân olmuşam

Zâtım münezzehdir, velî ismimle inşân olmuşam

Zâtım ile zatımdayım, vasfımla isbâtımdayım

Sunumda îcâdımdayım, hem cism u hem cân olmuşum.

Mebde-i muhtevi olan meşhur ve tavîl kasidesi ve bâ-husûs bazı mahallerinde meselâ:

Sadrın dilinde Fatiha tefsirini te’lîf edip [88]

Molla Fenârî’de dahî pür nutk irfan olmuşam

Dîn fütûhâtı yakîn, bir âdemdir rây-ı emin

Ol dâr idi şerh eyleyen ma’nâ-yı Yezdan olmuşum.

Beyitleri zâhirde gerçi bu efkâr-ı mütenâsihayı okşar gibi görünür ise de hakikatte iş böyle değildir.

Âşık-ı cemâl sermedi, Seyyid İmâdüddin Nesimi:

Âyet inni ene allahümme, bu târik-i Nûrîyem

Ves-semanın tûriyem, vet-tûri’nin mestûriyem

diye başlayan gazel-i ârifânesinde bu merâtib-i tebeddülâtı o kadar güzel ve şuh bir lisan ile izah etmiştir ki: ehl-i zâhir bile baksa bunun meâni-i amîkasında-ihtimâl- bir şemme, bir şemme-i hakikat duyabilir.

Pîşvâyân-ı tarik-ı nâzenînden Kaygusuz Velî hazretleri (âbid-nâ- me) ismideki teliflerinde:

Zâhid-i tersâ benim Mescid-i Aksa benim

Muhyi-i İsa benim yahşi yaman bendedir

Maksad-ı insan benim, girdiş -i devran benim

Mekteb-i irfan benim işte nişân bendedir

Zerre benim, güneş benim, gizli benim, faş benim

Her ne ki var ûş benim can-ü canan bendedir. [89]

beyitleriyle yine bütün evliyâullah-ı ızâm hazerâtı gibi merâtib-i tevhîdden haber veriyorlar. Yine eser-i mezkûrun matbu’ olan bir nüshasının lö.sahifesinde:

“el-kıssa hâlikin emri beni Kûzekâr balçığı gibi devranın çerhi üzerine koyup dolap gibi döndürdü. Gâh beni kûze düzdü. Gâh bozdu. Gâh kâse düzdi gah saraylarda kerpiç eyledi. Gah ayaklar altında hiç eyledi. Gâh kül eyledi hâke düştüm. Gah halk içinde aziz gah zelil eyledi. Gah hayvân gah insan eyledi. Gah nebat gah ma’den eyledi. Gah yaprak gah toprak eyledi. Gah pir gah civân eyledi. Gah şah gah gedâ eyledi. Gah beliş gah yâd eyledi. Gah kûnde yandım, gah hâzineye yattım. Gah kul olup satıldım. Gah dellal olup sattım. Gah uyanup avuttum gâh bilmeyüp ütüldüm.113 Gâh mahkûm, gâh hâkimi eyledi. Gâh bezzâr, gâh kazzar, gâh attâr, gâh penbe attâr hallâc eyledi. Gâh temurcu, gâh kömürcü eyledi. Gâh beni şarka gah garbe iletti. Gâh deryaya mâhî, gâh dağlarda âhû eyledi. [90] Av avladım, gâh beni av eyleyip avlattı. Gâh âlim oldum okuttum, gâh ümmî eyledi okuttu. El-kıssa, dünyada bir sanat kalmadı bana ettirmedi.

“Gah şakird oldum öğrendim, gah üstâd eyledi öğrettim. Gâh beni ataya oğul eyledi, gâh atayı bana oğul eyledi. Gâh anaya beni kız eyledi, gâh kızı bana ana eyledi. Gâh beni ataya ata eyledi, gâh beni tıfl edip analara besletti. Gâh anaları tıfl edip bana besletti. Velhâsıl ne baş göz ağrıdayım, nice bin kere ata belinden ana rahmine, ana rahminden cihâna geldim. Nice bin kere tıfl oldum, pir oldum. Yine ecel gelip beni atam ve anam izince gönderirdi. Nice bin kere bulut gibi havaya ağdım ve yine nice bin kere yağmur gibi yere yağdım. Nice bin kere gâh çerende, gah perende oldum, Nice bin kere küfr ü îmâna karıştım, nice bin kere gâh zulumata gâh aydınlığa düştüm. Nice bin kere türlü cennetlere karıştım nice bin kere türlü hil'atler giydim. Nice bin türlü yakadan baş gösterdim. Nice bin türlü iller ve âşinâlar gezdim. Nice bin türlü isimler ve lâkaplar öğrendim, nice bin kere saflardan göründüm, hâsılı kelam bu nefs askeri beni göç- den göçe sardı. Kabdan kaba boşalttı. Şehir be şehir, karye be karye gezdirdi. Ve şu kadar gezdirdiğim dil ile lyân ve kalem ile beyân olunmaz.”

Yine bunun gibi Nakşibendî şeyhlerinin büyüklerinden Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin Maarifetnâme ismindeki eserinin mebâdisindeki dâire-i vücûd gösterir ki bu gibi mesâil-i devriy- ye bütün ehlullâh-ı ızâm tarafından bahs olunmuştur. Meselâ Niyâzî Mısrî hazretlerinin:

“Devr-i arşiyeden her kim haberdâr olduysa

Ol bilir ancak Niyâzî ilm u irfanım benim”

113 Avuttum, eski ta'birce uyanup kazanmak, ütülmek, gâib etmek, yutulmak.

maktaıyla kadrini ilâ ettikleri “Devriye-i Arşiyye” ismindeki nefis risâlesi ve Üsküdarlı Seyyid Haşim Baba hazretlerinin “Devriye-i Ferşiyye” adlı mecelleleri114 ve dîvânı hakîkat-ı beyân-ı âlilerinde sırf bu devir meselesine dâir yazılmış olan mutasavvıfâne Şiirleri böyle pîrân-ı tarîkatten olduğuna cümlece kanaat edilmiş olan zevât-ı âli- yenin mütenasihadan olmasını icab etmez.

Yukarıda defalarca şerh ve tafsil ettiğimiz vecihle Hurûfîlerin itikâd ve eserlerinden Bektâşîler mes’ûl olamaz. Bütün bâtıl mezhepler ve felsefî yolların inançlarından birer parça iktibas olunarak âdeta mahlût (eklektik) bir din şeklini almış olan Hurûfîlik tenasühün [92] usûllerini dahi kendine mâl ederek yegâne mecellesi olan Câvidânz bunu da idhâl etmiş 

Bundan Bektâşîlere ne? Niçin Bektâşîler Hurûfîlerin bu gibi mer- dûd akidelerinden mesul olsun?

Zâten Bektâşîliği anlamadan, yalnız Bektâşîlere dâir garazkar- lar lisanında dönen erâcif ve hikâyeler bir de bîrunâneye müsteniden Bektâşîliği redde kalkan Kâşifü’l-Esrâr müellif ve mûterizi esaslı bir itiraz noktası- avâm tabiriyle söyleyelim-bir tutamlık yeri bulamayınca Bektâşîlerle Hurûfîleri birbirine meze etmiş. Bütün Hurûfî inançlarını Bektâşîlerin dahi inandığına - gâfilane- inanarak bu telif-i garaz-âludu ortaya koymuştur ki yukarıdan beri bahs ettiğimiz nukât-ı nazariye ve reddiyât-ı mantıkiyye bu telifin nasıl bir garazın, nasıl bir mantıksızlığın heykeli olduğunu isbat eder.

Esasen müellif-i mûteriz; “Bektâşîler haşri münkir ve mütenasi- hadandır” demekle bu sözünü esaslı bir bürhân mantığı, bir vâkıa, bir hadise ile isbat etmiyor. Ancak lâ edrî veyahut indî tâifesinde mevcut olması gereken bir hüküm istibdâdı ile hükmü veriyor. Fakat

114 ismi geçen devriyeler için bk. Abdurrahman Güzel, “Niyâzî-i Mısrî’nin Gözden Kaçan Bir Eseri (Risâle-i Devriye), TKA, XVII-XXI/1-2 (1979-83), s.121-139. Mısrî’nin Arşıye’sine zeyl mahiyetindeki 94 beyitlik Devriye-i Ferşiye 1288/1871 ’de İstanbul’da basılmıştır. isbata gelince (latife olmak üzere) kaydıyla bir hikâye, bir masal okuyor. Güyâ bunu isbat etmiş oluyor.

Bu masalları terennüm ettikten sonra “İmdi Fazl-ı Hurûfî şu ibaresinde Bektâşîlere tenasühü talîm ettiğine şüphe kalmadı” diyerek öneriyi isbat etmeden delilsiz, bürhânsız bir söz, hem de adi bir söz sarf ediyor.

İnsaf edelim Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri âyin ve erkân-ı tarikatı koyduktan sonra 737/1336 tarihinde irtihâl-ı dâr-ı bekâ buyurdular.

Fazlullâh Hurûfî denilen adam ise 796/1393 tarihinde Acemis- tan’da vefat etti. Zaman ve mekân itibariyle arada olan açıklıklar Bektâşîlerin âyin ve erkânı arasına Hurûfî inançları karışmasına güçlü bir mâni teşkil eder. Miratu l-MakâsuTta:

“Meahâzâ Bektâşiye dahi esasen bu gürûhtan olmadığı gibi tâife-i mezbûre yani Hurûfîyyûn dahî Bektâşî değildir. Bektâşîlerin tomâr, icâzet ve hilâfetleri pîr-i tarikat Hacı Bektâş-ı Velî (ks.) hazretlerinden şu vakte gelinceye değin yalnız esami-i hulefâ-yı Bektâşiye üzerine cereyân eylediği gibi Hurûfîlik te, kendilerine mahsûs tomâr-ı hilâfetleri vardır ki, evvel hilâfetnâmelerde yazılı isimlerde Bektâşî halîfelerinden birisi zikredilmemiştir” cümleleriyle mûterizlerine meydan okuyor.

Demekki Kâşiful-Esrâfm bu iddiasının da mahz-ı kizb olduğu anlaşılır. Çünkü Bektâşîlikle, Hurûfîlik - birçok yerde tekrar ettiğimiz gibi- tarihen, mekânen, itikâden, zâhiren, bâtınen birbirinden ayrılır.

Garaz, ivaz niteceleri dâimâ alâka sevk eder. Bu telif ise efkâr-ı umûmîye üzerinde büyük bir zan uyandırmıştır. Bu zan sû-i te- fehhümatı çoğaltmış, muhtelif akâidin muhtelif unsurların ceryanı içinde bulunan memleketimizde ahaliyi ehl-i sünnet ve’l-cemaat ve Bektâşîlik gibi iki kısma ayırmıştır. Tefrikanın izmihlâli doğuracağı ve mûcib-i tedenni olacağı bütün ehl-i tefekkürce malûm olduğundan dâimâ itilâf ve ittihat cihetine hasr-ı mesâi eylemek ve mümkün olduğu kadar ihtilaf ve tefrika esbabını ortadan kaldırmak İslâmiyet ve insaniyatm gereğidir

Hakkıyla düşünülecek olursa hiçbir bürhân-ı mantıkiye müste- nid olmayarak sırf bir kısım ehl-i tarîki tezlîl etmek için yazılan bu eser ile, avâm ve cühelâ-i nâsın ve bazı erbâb-ı itirazın lisanında devrân eden Bektâşîler aleyhindeki dedikodular, [95] edebsiz tarizler hep bu tefrikanın eser-i yegânesidir.

Ruyet-i tevhîd altında yarın birleşmek ve bu ittihâdiyle cihân-ı medeniyetin, cihân-ı siyâsetin, cihân-ı idrak ve tefekkürün bütün mukadderatını tedvir edecek olan âlem-i İslâm içinde bu misilli tefrikalar bulunmaması, hatta Şiî ve Sünnî fırkaları bile muayyibâttandır. Bunlar şu umûr-ı vicdâniyedendir ki; yalnız şahsiyyet-i beşeriyeye, rûhâniyete âid oldukları için umumileştirmemelidir.

Zâten doğru bir nazar, doğru bir idrak anlar ve îmân eder ki, bir dinden teşe’ub eden o dinin aslî kâidelerine muhalefetle başka bir vaziyyet alan mezâhib birer birer maksad-ı siyasiyeye birer gizli emele binâen te'sîs olunmuştur. Meselâ Şah İsmâil Safevî’nin bütün bir hatadan ibaret olan icraât-ı diyânete, rûhâniyete istinâden değil, bir politika hudâsı ve Osmanlı memleketini acemleştirmek fikrine ibtinâendir. Sonra ötede beride zuhûru kemâl-i taaccüple görülen mehdî taslakları dahi birer emelin erzel-i siyasiyenin esiri olarak kendilerini fevkalbeşer ilan etmektedirler.

Biz, üç yüz altmış milyonluk kudret-i vahdâniyemizi bir yere cem ederek âtî için başka bir parlak ve muazzam hayat-ı vahdet hazırlamaya gayret etmeliyiz. Bu hazırlığımızın ilk kademesini de [96] kendi aramızda mevcûd olan fer’iyat hatalarını, ictihâdım açıklıkları örtmek, tashih etmek teşkil etmelidir.

Herhangi iki muârız meslek, iki muhalif fırka arasında en ziyâde ayıp görülen mesele birbirlerine karşı ufak bir mübâhaseyi bir itirazı müteakip düşman gibi bir vaziyet almaları ve mûcib-i bahs ve cidâl olan meseleyi sükun ve teenni ile mantık ve akliyât ile hall-ü fasl etmeyerek dâimâ birbirinden uzak bir halde bulunmaları, anlaşmamaları keyfiyetleridir.

Bin üç yüz bu kadar senelik hayât-ı vüsatte bir faaliyet-i mütemadiye ilerleye ilerleye arzın bütün noktalarında hâkimiyet-i mane- viyesini -velevki mezâhib-i muhtelifeye ayrılmış olsun- temin eden, üçyüz altmış milyon nüfusu mûtekıdâtına rabt eyleyen dîn-i celîl-i Muhammedi sâliklerini yalnız bir noktada birleştirir, bir noktada içtima davet eder ki; o da tevhîddir.

Gerçi mezâhib-i erbaadan başka birçok mezâhib varsa da ihtilafât yalnız fürûda olduğu için asılda esasta hiçbir ihtilaf mevcut değildir. Nokta-i tevhîdiye bütün ehl-i İslâm müttehid ve müttefiktir.

Biz bu itilâf ve ittihâd politikasını takip etmekle âtinin hayât-ı müttehide-i îslâmiyesini takviye etmek taraftarıyız. Mademki bir ismin [97] hâliyiz, mademki hepimiz aynı ruyet-i mâneviyenin sâ- ye-i muazzamında birleşecek bir fırkayız öyle ise bu ihtilâfâtı mehmâ emken aradan kaldırıp âtide vâsi bir ittihâd fikri, bir ittihâd-ı kavî-i ictimâ-ı te’sîs edebilmek çarelerini düşünmeliyiz.

“Yek-dil olsak ta hakîmâne çekinsek ne olur

Bizde ol hissi hüdâ etmemiş tcâd henüz

Ukalâ nâle eder, halk ise hep böyle gider

Galiba Halika aks etmedi feryâd henüz”

3- Melâmîliğe İtiraz

Kâşifü’l-Esrâr müellif-i mu’terizi Bektâşîler hakkında ibzal ettiği lâyıksız ve haksız îtirazât bir takım akla fikre, mantığa temas etmeyen herzelerle îrâd ederken hiç lüzûmu olmadan Tarîkat-ı Melâmi- ye’ye dahî itiraz etmeye başlıyor. Ve eserinin 160. sahifesinde:

“Ve beyne’l-cühelâ şüyû bulmuş bir yılan da var ki, hangi fâsık ve fâcire sual etsek, Melâmiyeden diyerek o şahsı muazzez ve mükerrem ve işlediği fışkında mazur tutarak fakat zühd-ü takva sahibi olursa, bir sûfî mutaassıb âdemdir diye belki tahkîr etmeden hâli olmazlar.”

Hoca Efendinin tevâlî eden hataları arasında zuhûr ediveren Melâmîler hakkındaki itirazâtı da hoş görelim. Çünkü Hoca Efendi, o zamanlar yani Abdülaziz Han’ın saltanatı sırasında bazı zevatın elinde bir âlet-i itiraz olup Ahmed Midhat Efendi hazretleri tarafından neşr edilen “Dağarcık” mecmuasında münderiç bir makâle-i fenni- yeyi red ve ibtâl zımnında Ahmed Midhad Efendi hazretlerine “Ey Kâfir-i bî din” hitabıyla hücûm etmiş ve -ihtimalki-1290/1873’de Beşinci Sultan Murad a intisâb töhmetiyle Abdülaziz Han tarafından Rodos’a sürgün edilen Ahmed Midhad Efendi’nin felaketine yalnız bu sebep olmuştur.115

Demek oluyor ki, Hoca îshak Efendi eskiden beri mûterizlikle, hücumla şöhret bulmuş, öteden beri efkâr-ı münevvereyi mugâlata- larla söndürmek tarafını tutmuştur.

Bektâşîliği redde dâir yazılmış bir risale arasından böyle Melâmî- lere dahi bir arslan payı ayrılmasını pek tuhaf olduğundan ve erbâb-ı tarikat birbiriyle müttehid ve hem-efkâr olduklarından Melâmîlere uzâtılmak istenen bu tariz okunu red etmeye mecbur olduk.

Melâmet, Eşrefzâde Rûmî Hazretlerinin;

“Etme bir derviş-i fakire sen hakaretle nazar

Bu melâmet hırkasında sırr-ı sultân gizlidir’’

Beytiyle kudretini tebcil ettikleri bir tarîk-ı aşk ve cezbedir ki bütün turuk-ı aliyyeden erbâb-ı melâmet yetişmiş ve bu zevât-ı aliyye hakkında maarifette râsihûn olmuşlar, silk-i cezbe ve tevhîdde cümleden ileriye varmışlardır.

Bir zamanlar Bayramîler’den teşe’ub eden Hamzavî İdrisî Melâmîlerinin nasıl bir tarîk-ı Hak’ta bulundukları tarihin, eserlerin vesikalarıyla sabit olduğundan ve serimizin on dördüncü sahifesin-

115 Ahmed Midhad Efendi Hazretlerinin 1293’de ancak dört nüshasını bastırarak bilâhere yasaklanan Menfi nâmındaki tarih felaketleri unutulursa Nâmık Kemâl merhûm ile Ebu’z-Ziyâ Tevfik Bey ve Ahmed Midhad Efendi’nin ve diğer iki refikin nasıl nefy olundukları anlaşılır. de Hamzavîliğe dâir mâlumât-ı mücmele verdiğimizden tafsilatını anlamak isteyenlere, Sarı Abdullâh Efendi Hazretlerinin Semera- tü’l-Fuâd ismindeki matbu eseriyle Ahvâl-i Melâmiyyeti’l-Ahfiyâ nâmındaki eser-i nâdirini ve Lâlizâde Abdulbâki Efendi’nin meşhûr Risalesini tavsiye ederiz.[100]

Melâmîlik bu asırdan yani 1300/1882 den evvel başka bir şekil almış, ulûm-ı tasavvufıyede tevhîdde râsih ve o zamanın en meşhûr erbâb-ı tasavvufundan sayılan ve Arap Hoca nâmıyla şöhret bulan Muhammed Nûru’l-Arabî Hazretlerinin gayretiyle bir tarîk, ayrıca bir meslek-i tasavvuf haline girmiş, tasavvufâne eserler, tarikat tarihine ait müellefatıyla ibkâ-yı nâm eden meşhûr Kemâleddîn Harîrî merhûm, Muhammed Nûru’l-Arabî’nin tilmîz-i hâssı idi. Kemâleddîn Harîrî’nin o kadar mücâhede ve sayiyle bu kadar âsâr-ı nâfia vücûda getirmesiyle genç yaşında irtihâl-ı dâr-ı bekâ etmesi büyük bir ziyândır.

Müşârun-ileyhin neşr u tamîm eyledikleri usûl-i tarikat, tarîk-ı sohbet ve irfân, tarîk-ı müsemmâdır. Melâmiyye esmâdan hakîkata vüsûl-ı tarîkini ihtiyâr etmeyerek müsemmâ cihetini ve irfân-ı Muhammedi silkini ihtiyâr ederler. Sâliki dâimâ sohbete, dâimâ irfâna tergîb ederler. îttikâ üzere sâhib-i kadem ve tarîk-ı hakîkata sâliktir.

Biz, fâsık ve fâcir semâda uçsa bile istidraçtır diye hükm edenlerdeniz. Envâ-ı kebâiri işleyip Bektâşîlik, ferâizi terk ederek yalnız laklaka ile Melâmîlik taslayanlar nazarımızda merdudtur. Tarikat arasından zuhûr eden iki üç fâsık için Bektâşîliği teklîfât-ı şer’iyeyi “makâm-ı cemdeyim" diye terk eden üç beş laklakacı için Melâmîliği tahkir eden Hoca Efendi’nin bu yeni garabeti, bu yeni safsata-i bî mânası yığınlarla teessüfe şayandır. Kâşifü’l-Esrâr'da muharrer arz olunan cümlenin dersinde; [101] terk ederek yalnız laklakiyyat ile Melâmîlik taslayanlar nazarımızda merdudtur. Tarikat arasından zuhur eden iki üç fâsık için bektâşîliği, teklîfât-ı şer’iyyeyi ‘makâm-ı cem’deyim diye terk eden üç beş laklakacı için melâmîliği tahkir eden Hoca Efendi’nin bu yeni gazâbatı bu yeni safsata-i bî-mana- sıyığınlarla teessüfe şâyândır. Kâşifü’l-esrârda muharrir, sâlifü’l-arz cümlenin ilerisinde:

“İş bu melamiyye sohbeti fi zamâninâ zuhur eden fesâdâtın en ziyâde cüz u azami olduğunu arz ederiz.’

Bir vakitler efkâr-ı cedide-i fenniye neşr etmek isteyenleri küfr ile itham eden, tarikat-ı Bektâşiye gibi ona bir ricâl-i mutasavvifin yetiş- diren bir tarik-i âliyi tezlil etmek isteyen Hoca îshak Efendi’nin Me- lamilerin müctemian oturup da mebâhis-i dîniyye ve tasavvufıyye üzerine olan sohbetini (fesâdâtın cüz’ü azami) tabiriyle yâd etmesi cehlin, garazın en büyük bürhânıdır.

Müellif-i fakîr, melâmiyye ricâlinden el-hâletü hâzihî ber hayât olan zevâtın en ziyâde meşhurlarıyla en zâhib-i iktidâr olanlarıyla görüştüm. Halaka-i sohbetlerinde bulundum. Kat’iyyen şeriat-i Mu- hammediye ahkâmına muhalif bir hareket görmedikten başka daimî bir hulûs ve ittihâd, daimî bir irfân sûrî ve manevî hissettim. Meclislerinde [102] nükât-ı tasavvufıyye ile etvâr-ı ârifâne ile ceryân eden sohbetleri sâlikân-ı tasavvuf içino kadar şâyân-ı istifadedir ki: İshak Efendi gibi taassub ve gaflet deryalarında ma’rûk olan ashâb-ı inâd bu nukât-ı mühimmeyi derk idememekde mazurdurlar.

Bu hücumdansonra suret-i kelâm değişiyor: ‘Her olur olmaz, bî- nemâz melâmiyye olmuş olsa İslambul melamiyye hazeratı ile dop dolu olup cami-i cemaate müdahim ve menâhiden muhteriz âdî mü- sülman pek az kalur.’

Her olur olmaz her bir namazın melâmî olması bir defa akla, silki münafıdir. Çünkü melâmet kendi saliklerini âdâb-ı şerîate mütemes- sik, hakikat-i irfâne mâlik zevât-ı âkıleden intihâb eder. Ve ibnlerce erbâb-ı tarikat arasında melamet kisvesine bürünenler yani irfân-ı hakîkî ile ittisâf, ahlâk-ı İlâhiye ile tahallük edenler pek enderdir. Melamet hakikat-i mutlakayadaha ziyade kesb-i vukuf etmek demektir. Yoksa âdî ârif taslaklığı her zehi-kuyâne tasavvuf füruşluk, melamet değildir.

Müellif-i fakir bütün tefrikalar, nizalara, tedenniye esbâb olmak üzre taassubu gösterebilirim. Taassub ki şimdiye kadar vuku bulan ifsâdâtı, ihtilâlâtı tevlid etmiştir. Taassub ki iki hem din milleti birbirine düşürmüş, cenk ve cidaller [103] açmıştır. Taassub ki ona bir evliyâullahdan bir çoğunu bir çok felaketlere uğratmışdır. Taassub ki daima terakkiye sedler çekmiş, daima hakikate doğru atılan adımları kısaltmağa say etmiştir. Taassub ki; ilme düşman, tekâmüle hâil, terakkiye cellâd olmuştur. Taassub ki; muhtelif mesalik arasında ekilen tohm-u teferrukayı tenmiye etmiştir. Taassub ki: istikbâle bir sedd-i sedîd hayât-ı fıkriyeye bir mâhi-i şedîd olmuştur.


Resim: Tarikat-ı aliyye-i Bektâşiyye ricalinden Kazak Abdal nâmıyla
marûfolan zâtın ele geçmiş tasviridir. [104]

Eğer terakki etmek, müttehid bulunmak, daimî bir uhuvvet içinde yaşamak, âtîyi tenvir, istikbâli te’mîn eylemek arzu edersek yalnız bu unsuru, bu unsur-ı rneş’ûm taassubu yıkmalı, ortadan kaldırmalıyız. Çünkü onun, taassubun sîne-i beşeriyyete açtığı yaralar, kalb-i insaniyete akıttığı zehirler, sahife-i idrake nakş ettiği elvâh-ı hûnîn hâlâ pâyidâr, hâlâ ber-karardır. Hulasa şunu söyleyebilirim ki; bir din daire-i intişarını tevsi’ etmek bir tarik-ı müntesibînini çoğaltmak bir meslek-i felsefesine herkesi inandırmak için ibtidâ taassubu kaldırmalıdır. Eğer o unsur-1 rneş’ûm bâkî kalırsa tedenni teferruka, niza ebediyyen, ebediyyendevam edecektir. [105]

Sadra rucu’ edelim: Kâşifü’l-esrâr müellif-i mu’terizi câvidân-ı sa- gîrin on ikinci bâbını ve secde-i âdem meselesini beyan ve red ederken: ‘ve hafi olmaya ki bâlâda tasrih olunan veçhe üzere Fazl hâşâ kendisi Allah olup âdemden de murad, yine Fazlu Hurûfi olduğundan daima hayatta kendisine secde ve kendisi mürde olduktan sonra zumu bâtıllarını halîfetullah olan Bektâşî babalarına secde etmek demek olup cemi’ talimâtı bunlardan ibarettir’ diyerek yeni bir herze-i garazkârâne daha yer.

Adem aleyhisselama, kütüb-i aidesinde tafsilen münderiç olduğu üzre melâike-i kirâm bâ emr-i İlâhî secde ettiler. Ve kader Ademi tebcil ve takdis eylediler. Azâzîl ise emr-i İlâhiyi infâz etmeyerek ve ene hayrun minhu/ben ondan daha hayırlıyım’ diyerek secdeden is- tinkâf ile kâfir ve matrûd dergâh-ı rabbi’l-âlemîn oldu.

Meclis-i irfâne gidüp âyet-i Kur’ân okuruz

İlm-u ledün vâkıfıyız, nüsha-i irfan okuruz

Söylemeyiz nâ-halka böylece irdik şerefe [106]

“Vâkıf olup men arefe dersinipinhân okuruz

Birbirini sevmeyenin, kendi özün bilmeyenin

Âdeme baş eğmeyenin, ismini şeytan okuruz”

Ahmed Rıfat Efendi merhûm Mir’âtü l-Mekâsıd’ın 220. sahifesin- de:

“Pes Allah Teâlâ Âdem’den eşref ve a’lem kimse yaratmadı, zirâ Âdem aslifl-âlemdir. Cihâmn şûlesi insan ve fânusu cemi-i müm- künâttır.”

“Ey Niyazi! Âdem oldu çün cihânın şu leşi

Bahş olur Âdem deminden âleme rûhu'l-hayât”

“İmdi âdemin şeref ve fazileti malum oldu. Şu tafsilden murâd olan mânâ erkân-ı tarîki Bektâşiyeden denilen Niyâzî hakkında müddeilerin iddialarını ibtâldır. Zira Niyâz nûnun kesriyle recâ ve yalvarmak manasınadır. Ve sücûdu hakîkatta Âdeme idiyse de mânen Allah teâlaya ibadeti mutazammın idi. Emrine imtisâl sebebiyle ve ol sücudla murâd inhinâ idi. Yoksa alnını yere koymak değildi. İslâm gelince selamla ol inhina dahi ibtâl olundu. Vâkıan derviş-i fakire göre huzûr-ı mürşide vardıkta, mürşidini hak bilerek hayr-ı himmet talebi için yüzü gözünü yerlere sürerek [107] niyâz etmek âdâb-ı tarikattandır. Velâkin bu âdâb, bade’s-selâm yalnız bir inhina ile şeyhinin el ve diz ve damenin öpmek ve tutmaktır. Yoksa secde eder gibice alm, yüzü taş ve topraklara sürmek değildir. İnsan bütün isim ve sıfatların mazharıdır. Cümle mevcûdât insan için vücûda geldi. Hak teâlâ insanda zâhir olduğu gibi bir şeyde zâhir olmadı. Onun için insan cemi mevcûdâtdan mümtâz oldu. Velâkin “Lâ ilâhe illalah” ibadete lâyık Allah’tan gayri yoktur. Ve her gönülde Hak’tan gayri maksut olmaz. Her ne kadar o gönül maksudunu gayri itibar etse bile cümle gönüllerin maksudu Allah’tır. Ondan gayri mevcûd yoktur. Her vücûdun hakikati odur. İsimlerin itibariyle gayri vehm olunursa da ârife lâzım olan hakkın gayri mevcûd vardır tevehhümünü nefy edip, her vücûdu zâhiren ve bâtınan hakkın birliğini isbat eder tâki tevhîd tamam olup Âdem-i hakîkîden ola. Yoksa şeytan gibi kendi halinden nefsine vücûd verip yokluk yüzünden varlıkta görüne. Ve dervîş-i fakîr dermendi nice yıllar esîr-i dâm-ı tezvir edip, ilkâ eylediği kelâm-ı semm-i katiden helâke erdiren mü- btedîlerin âyin-i tarîktir diye ifrâd üzere vad-ı meydân eyledikleri bu misüllü nâ-meşrû şeylerin bâb-ı tarikatta ash faslı olmayıp, sûret-i niyâz-ı bâlâda beyân kılındığı vecihledir ki, bu da âdâb-ı dervişten

olan yirmi edebten birisidir. [109] Kavlühû Teâlâ: “yevme yekşifü an sâk ,”116 ol günde perde keşf olunup, hali düşvâr olur. Yani, hesap

ve cezâ için emr-i müşted olur. Onlar ki sücûd için davet olundukta vücutları demir gibi olmakla secdeye kâdir olmaya. Huşû ve nedâ- metten gözleri kapanıp, onları zel veya hakâret kaplaya, bunlarda dünyada sıhhatte sâlimler iken secde-i hüdâya davet olunup icabet etmezlerdi. Ol secdeden murad nedir? İkrâr-ı imân demek dinül- lâha mülâzım olup ona mütâvaat etmektir. Ve imân-ı şer'iyedir ki insan memurun bihtir. İrâde ve fiil ile müktesibtir. “Lâ tebdile li hal- kıllah”117 Allah teâlânın dinine lâyık olmaz ki onu tağyir ede. Yani Allahı tebdil etmeniz belki dinullâha mülâzım olup ona mütâbaat etmek demektir. “Zâliked-dînül-kayyim...’’"* İşbu dîn-i Ahmedî bir dîn-i müstevîdir. Yani düz ve doğru olup asla eğri ve çarpık değildir. Onda eğrilik yoktur. Binâenaleyh, şerîatte olmayan şeyler tarikatta dahi yoktur. Çünkü tarikat şeriatın aynıdır. Secde Kur an-ı Kerîm’in on dört yerinde bulunmaktadır. Secde Allah teâlaya yakınlaşmak içindir. Peygamberimiz sallallâhü aleyhi vesellem, abdin Rab teâlâya ziyâde karîb olması, a’mâl-i sâliha ile sâcid olmaklık iledir, diye buyurmuşlardır.”

Diyorlar ki, hakikati bizde vuzûhuyla isbât etmektedir. Vâkıan tarîkat-ı Bektâşiye’de niyâzın ifratına gidildiği vâkıaysa da bu da hadd-i mârûf ve meşrûunu tecâvüz etmemiştir. Hoca İshak Efendi, hatta Rifâî, Sa’dî, Kâdirî tekkelerinde bile icrâ olunan niyâzı, tarîkat-ı Bektâşiye’nin niyâzından ayırıyor ve büyük bir bühtan olmak üzere, güyâ Fazl-ı Hurûfî’ye secde edildiğini yazıyor. Sorarız: Bektâşîlik, Hacı Bektaş-ı Velîye mensup bir fırkadır. Eğer Fazlullâh Hurûfî’ye mensup olsaydı, Fazlullâh’a nisbet edilir ve Bektâşîler de secdelerini Fazlullâh’ın nâmına icrâ ederlerdi. Eğer şu anda secde etmek lâzım gelse Hacı Bektaş-ı Velîye karşı edilir, çünkü bütün Bektâşîlik onun nâmına, âdâbma, erkânına merbûttur.

116 Kalem 68/42

117 Rûm 30/30.

118 Rûm 30/30.

Yine Kâşifü'l-Esrâr bir hata-i azîm üzere:

“Ve yine mâlum ola ki, zîrde yazacak ki âdemin veçhine secde olduğu gibi bacaklarına da secde etmek lâzımdır, emrine imtisâlen halâ Bektâşîler bu kâideye riâyet ederler” diyor ki, burada akıl ağlıyor, mantık ağlıyor, nakil ağlıyor, el-hâsıl her şey bu herzeye, herze-i câhilâneye bütün mâtemiyle ağlıyor. [110] İnsafın ne olduğunu bilmeyen, muaraza zamanlarında mantığı, safsataya değişen Hoca İshak Efendi burada dahi bir bühtan fırlatıyor. Yalnız ifrât-ı niyâzdan başka bir şeyi olmayan Bektâşîleri bacaklara secde ile ithâm etmek gibi bir halt ediyor. Bundan sonra (letâiften olmak üzere) kaydıyla ağza alınmaz bir hikâye daha nakl ederek, edebin, terbiyenin dışına çıkıyor, müstehcen cümlelerle güya Bektâşîliği ezmek çürütmek hususunda ki maksadını ortaya koyuyor.

“Sûfiyâ zulmette kaldın yok mu idrâkin senin

Cehl ile gaflette dolmuş çû eflâkin senin

Rinde, en bâlâ merâtib kûşe-i fakr u fenâ

Tâc ile seccâde olmuş hâr u hâşânın senin”

Yine Kâşiful-Esrâr ın 74. sahifesinde:

“Hafi olmaya ki, Bektâşî babaların müridlerine teklîfat-ı şer’iyye- den hiçbirini teklif etmeyip yalnız teklifleri “parayı pul eyleme, getir bize ver yiyelim sen dahi ihvanların ile yiyip iç" diye tenbih eylediklerinden Bektâşî olan kesân mâ mülkün dâimâ me’külât ve meşru- bâta harf ile “efles mine’l-Yehûd" olarak ekserisi zümre-i muattıliye- den olarak” diye bir târiz-i nâ becâda daha bulunur. [111] Evvelâ teklîfât-ı şer’iyeyi teklif etmedikleri bir iftirâ-ı şenidir. Çünkü tarikat kat’iyyen şerîatten ayrı olamaz. Li tariz bulaştırılmak istenen lekeler hep böyle müfteriyât-ı şenîaden ibaret kalınca müfteriyât dahî doğrudan doğruya onu icad edene aid olur.

“Parayı pul eyleme, getir biz yiyelim” teklifi pek âmiyâne, binâen aleyh pek fena bir iftiradır. Gerçi her tarikatta sâlik şeyhine, dergâhına elinden geldiği kadar muavenet ederse de böyle hâl iflâsa kadar gelmiş dervişlere katiyyen tesadüf olunamaz. Ekser müntesibînin zümre-i muattıliyeden olarak müflis bir halde bulunması bahsine gelince gerçi hırka-i tecridi giyerek âlem-i fenâya gönül bağlamış mücerred dervişler hiç bir işe rabt-ı kalb ve amel etmeyerek inzivâ-köşe- sinde sülük ile meşgül olurlar. Lâkin bütün müntesibîn-i nâzenînden iş yaparlar. Âlimlerinden ziyâde olduğu ve kibâr-ı ricâl-i hükümetle, ağniyâ-ı memleketten birçoğunun tarîkat-ı aliyyeye sâlik bulunması Hoca îshak Efendi’nin, bu kulunun dahî bâtıl olduğunu ortaya kor.

“Sûretin esrarını zâhid ne bilsin, yâfakîh

Kul kefâ billahi mahrem kande her hayvan olur”

Şimdi malûm olmalıdır ki, bu misüllü ekâzib-i muhterianın işâasına ve bunun böyle sûret-i Hak’tan görünür bir risâle ile ortaya konmasına asıl sebebi sırf ehl-i tarîktan bir kısım mühim olan tarî- kat-ı aliyye-i Bektâşiyye ricâlini tezlîl ve hak u hakikati böyle bâtıl, meselâ nazariyât u şenî hikâyelerle örterek mutaassıb emellerle ortaya yaymak ve ihtirâs-ı garazkârâne ile dolu olan Kâşifü’l-Esrâr adlı mecelle-i kizb u garazı muhaliflerin belagatinden istifade ederek herkese inandıracaktır.

O zamanlar bu kitaba tarîkat-ı Bektâşiye müntesiplerin- den Ahmed Rıfat Efendi cennetmekân tarafından sâlifüTarz Miratu l-mekâsıd fi def’i’l-mefâsid ismindeki kitap yazılmış ve 1293/1876 da basılmış ise de istibdâd-ı Hamîdî kitabın intişârını men etmiş ve bilhassa Merdivenköyü dergâhı postnişîn-i sâbıkı Mehmed Ali Dedebaba merhûm tarafından yazıldığı rivâyet olunan reddiye kisve-i taba girmedikten başka birçok ihvân-ı safânın dahî manzûru olamamıştır.

İshak Efendi kitabının 136.sahifesinde diyor ki:

“Bu fakirin garazı, beş yüz seneden beri sır diyerek mektûm tutarak ehl-i İslâmî idlâl ettikleri kütüb-i akâidlerini [113] millet-i İs- lâma ilan için âcizâne bir metin kaleme aldım. İş bu metinin şerh ve tafsili ihvanımız olan ulemâ-yı âleme terk olundu.”

Evvela bu fakirin garazı deyince, hakîkaten garazının nereye ve kimlere aid olduğu anlaşıldı. Çünkü Bektâşîlerin kitapları, tomâr-ı hilâfetleri meydandadır. Hurûfılerin kitapları ve inançları ehline âyândır. Bir defa Bektâşîlikle Hurûfîliği karıştırmak ve Hurûfı :rin inançlarıyla Bektâşîlerin inançlarını karıştırmak en büyük iftiradır. Ve bu iftira da sırf garaza müsteniddir. Hoca îshak Efendi, burada garazını kendi lisanıyla itiraf ederek zerâfet gösterecek iken gaflet ediyor. Zâten gafletinin en büyük bürhânı da ehl-i hakka vurmak istediği darbedir. Fakat adâlet-i İlâhiye mûteriz hoca efendiyi sonra Bursa menfâlarına kadar sevk etmiştir.

“Beş yüz seneden beri mektum tutulan sır” dan bahs olunuyor. Beş yüz senedir sır böyle perde-i ihfâ altında iken eğer Hoca îshak Efendi bunu keşf edip ortaya koyduysa ! Amerika’nın keşfinden

daha büyük hizmet etmiş demektir.

Halbuki risâlenin kapağında olan “Esrâr-ı Bektâşiyânı hâvi bey- ne’l-müslimîn gayet müfîdtir” tabiri de o kadar yalan, o kadar sarîh bir bühtandır ki kitabı okuyanlar bunun Bektâşi esrârına aid bir risâ- le mi, yoksa Hurûfîleri redde dâir bir telif mi? Olduğunda mütehay- yir kalmışlardır.

“Ehl-i îmânı idlâl” diyor. Sorarız ki ehl-i îmânı idlâl eden kirve-i Bektâşîler midir? Yoksa Hurûfîler midir? Tabii Câvidân ve emsâli telifât kimlere aid ise ehl-i îmânı idlâl edenler de onlardır. Yoksa kitapları, Şiirleri, müntesipleri ortada bulunan tarîkat-ı Bektâşiye’den mudili ismine mazhar-belki birkaç müstesnadan başka- kimse yetişmemiştir. Altı yüz seneden beri Bektâşîlerin bu vatan-ı muazzezde yaptığı hizmetler gayr-ı kâbil-i inkârdır. Eğer “Tarih-i înkılâb-ı Osman?’ karıştırılacak olursa meşrûtiyet-i muazzeze-i Osmaniye’nin te’sîsinde ta evvelden beri müdafı-i hürriyet ve fıkr-i sermestî sahibi Bektâşîlerin hizmetleri bulunduğu görülür.

“Kütüb-i akâidlerini millet-i islâma îlân” deniyor. Bu Hurûfîler- le Bektâşiliği meze ederek yapılan garazkârâne îlân Hoca Efendi’nin istediği gibi bir maksadı temin etmiş, yani ehl-i İslâm arasında bir tefrika, bir ikilik salmış olduğundan böyle işlenilen cinâyeti-ki sırf tefrika ve nifak politikasıdır. Müftehirâne yazmak da taaccübe, hem de kantarlarla hayrete şâyân bir meseledir. [115]

“Bu metnin şerh ve tafsilini ulemâ-yı âlâma terk eden” Kâşi- fü’l-Esrâr müellif-i mûterizi mea’t-teessüf maksadına nâil olamamış.

Çünkü eserin basılma tarihî olan 1291/1874 tarihinden bu zamana kadar hiçbir âlim, hiçbir sahib-i kalem Hoca Efendi’nin eserine iktizâ ederek vasiyyetini yerine getirerek bu kitaba bir şerh yazmamış.

Halbuki müellif-i fakir, Kâşifü’l-Esrâfı şerh ve tafsil değil, belki muhtevi olduğu ictihâdî hataları red ve ibtâl için bu eserin başka bir sûretle reddine muvaffak olduğumdan dolayı müftehirim.

Kitabın en sonlarına doğru diyor ki:

“İş bu dâl ve mudillin ibaresini aynen tahrîr ettim ki erbâb-ı garaz tabir olundu diye telif yoluna gitmesinler”

îbâreyi aynen nakilden Tarikat ı Bektâşiye’ye ne zarar, aynen nakl olunan ibareleri Hurûfilerin Câvidanlarıyla diğer âsâr Hurûfıye’den alınmış bulunan Bektâşîlere bir şîn terettüb edip edemeyeceğini erbâb-ı akl ve izan biraz düşünsünler. Bir de “erbâb-ı garaz” tabiri kullanıyor ki, “el-kelâm stfatul-mütekellim” darb-ı mesel meşhûrunu tatbik edince erbâb-ı garaz tabirinin kime lâyık ve kime aid olduğunu tebeyyün eder. Yine Kâşiful-Esrâr da;

“Bu tâife şimdiye kadar cehele-i nâsı idlâllerine bais bizler mu- hibb-i Ali ve hanedân-ı ehl-i beyti ve Hz. Ali (ra.)’ye muhabbet ettikten sonra başka amel lâzım değildir derler.”

Evet Bektâşîler muhibb-i hanedân-ı ehl-i beyttir. Bu muhabbetlerinin esbâbı da ileride arz olunacak birçok ehâdis-i nebeviyyenin âmir olduğu muhabbettir.

Halbuki muhabbet-i Ali ve muhabbet-i hanedân-ı Muhammedîyi hiçbir zaman sû-i istîmâl etmemişler ve mûterizin dediği gibi mu- habbet-i ehl-i beyte sülük eden âdemden teklîfât-ı şer’iyenin sâkıt olacağını iddia eylememişlerdir.

Teklîfât-ı şer’iye hakkında binlerce âyât-ı kerîme, te’kîden binlerce ehâdis-i Nebeviyye varken böyle “Bekâşîler, muhabbet-i hanedan olanlardan teklîf-i şer’î sakıt olur diye iddia ediyorlar” demek altı yüz bu kadar seneden beri serbesti-i efkâr ile, irfân ile temâyüz etmiş olan Bektâşîleri tahkir etmek tezlîl etmektir. Hoca İshak Efendi emin olmalıdır ki; teklîfât-ı şer’iyeyi münkir diye ittiham ettiği Bektâşîler umûr-ı diniye ve mesâil-i îtikâdiyeyi kendisinden daha iyi bilir ve takdir ederler.

Kâşiful-Esrâr’m bir yerinde Hoca Efendi diyor ki;

“Cenâb-ı Ali dâimâ gaza ile meşgül idi. Hangi gazada Bektâşîler fedâ-yı can edip, hiçbir gazâda içtimâ ettiler mi?”

Kâşifü’l-Esrâr müellif-i mûterizinin tarihî hatası burada daha acayip bir şekilde tecellî ediyor. Tarihte katiyyen bir tetebbuu olmadığı, bu sözleriyle o kadar isbat eyliyor ki bir zamanlar allâme-i devrân, yegâne-i devrân geçinen böyle bir zât-ı âli-i kadrin târihi, bu husûs tarih-i Osmâni’nin ilk devirlerine âid vukûatı bilemeyecek kadar câhil olması insanı hayrette bırakır.

Nazarımızı tarih-i Osmâni’nin evâiline, yani Orhan Gâzî cennet- mekân zamanına ircâ edersek görürüz ki: devşirme çocuklarından mürekkep olarak teşkil olunacak Osmanlı ordusuna “Yeniçeri” ismini veren, duâ-i hayriyeyle o orduyu takdis eden Hacı Bektâş-ı Velî hazretleridir. Bundan sonraki tâ 124171826a kadar imtidâd eden yeniçerilik, tamamıyla Bektâşi âyin ve erkânına merbût olarak kalmış ve tarikatın gülbankları, âyin ve erkânından birçok âdâb, yeniçeriler tarafından muhafaza olunmuştur.

Hatta ulûfe aldıkları gün okunan gülbankm119, [118] sofra gül- bankı vesâir gülbanklar tamamıyla son zamana kadar muhafaza

119 Ulûfe alan Bektâşîler bu gülbankı okurlar: “Allâh, Allâh, eyvallâh! Baş uryân, sîne püryân, kılıç kalkan, bu meydanda nice başlar kesilir, olmaz hiç soran. Eyvallâh, eyvallâh kahnmız, kılıcımız düşmana, yan kulluğumuz padişaha âyân, üçler, yediler, kırklar, Nûr-ı nebî, kerem-i Ali, gülbank-ı Muhammedi, pirimiz Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî, gerçek erenler demine, hû, eyvallah. olunmuşsa da Bektâşîlik nâmını telvis eden ve âdetâ bir bağ çetesi, bir eşkıya komitesi haline girerek âsâyiş-i dahiliyi ihlâle başlayan bazı erbâb-ı fısk u fitnenin harekât-ı nâ-becâsı bin ikiyüz kırk birde icrâ edilen kıtâl-i azîmi intâc etmiştir. Bu mesele yani Yeniçerilerle beraber Bektâşîlere revâ görülen bu hareket nâ-revâ ki fetret nâmıyla tesmiyesi lâzım gelir-Bahs-i mahsûsunda etrafıyla beyân ve tenkid edileceğinden bunu Bektâşîliğin tarihine aid olan kısma terk etmeyi münasip görerek sadede rücûa mecbur olduk.

Acaba Kâşifü’l-Esrâr sahibi tamamıyla Bektâşîliğe merbût olan Yeniçerilerin icrâ ettikleri muharebâtı bilmiyor mu? Acaba hudûd-ı Osmânîyi Hindistandan ta mağrib-i aksâya, Mısır’dan Rusya içerilerine, Kafkasya’dan Viyana surlarına kadar tevsi eden kuvvet hangi ordunun, hangi tarîka mensup askerlerin kuwet-i pazularıdır.[119]


Resim 5: Merdivenköyünde Şahkulu Sultan Dergâhı postnişini iken
vefat eden şuarâ-yı nâmdârdan Mehmed Ali Hilmi Baba

ııu i tseKtafi iırrt i-ıı

Satvet-i Osmâniyeyi ilan eden, Avrupa’yı karşımızda titremeye, Fransuvaları ilticâya mecbur eden kuvvet hangi askerlerle hâsıl olmuştur? Düşünelim, muhakemâtımızı bir yere cem edelim. Bu kuvvet sırf yeniçerilerin kuvvetidir. Yeniçeriler ise Hazret-i Pîr’in duasına mazhar olmuş bir fırka-i tarikattır.

Fakat sonradan zuhür eden bazı nifaklar ve tarikat icrâsına giren bir takım münâfık ve fâsık âdemler yeniçerileri dahi iğfâl ederek bağy ve fesada sevk etmişlerdir. Zuhûr edecek fenalıkların def’i çaresine evvelden teşebbüs olunsaydı ve tarikat kisvesinden görünerek ibadullâhı idlâl eden fikirler söndürülseydi, teşebbüslerine bir sedd-i hâil çekilseydi 1241/1826 vakası gibi bir kıtal tevlîd etmez ve bir takım ifsâdât ve münaferât olmazdı.

İşte Hoca İshak Efendi’nin burada olan hatası hata-yı tarihiyyesi, gaflet-i muannidânesi dahi erbâb-ı îkâna, muhibbân-ı tarikata ibrâz olundu. Muhakemât-ı medîde fikrimizin doğru mu, yanlış mı olduğunu tabi gösterir.

Hoca İshak Efendi eserinin sonunda (s. 172);

“Malûm ola ki, bazı ehibbâ bu fakire ihtâr eyledi ki bu kaleme aldığımız risâle için tâife-i Bektâşiyân size buğz ederler. Fakir cevap eyledim ki, me’mûlum oldur ki, buğz ve adâvet değil belki teşekkür ve duâları mûcip olur.”

Evvela beyân edelim ki; buğz İslâm için değildir. Bâ husûs erbâb-ı tarikattan olanlar için buğz, küfr ile müsâvîdir. Gerçi bu risâlenin neşri üzerine yalnız tarîkat-i Bektâşiye ricâli ve dervişânından değil, turuk-ı şâire erbâbından, hattâ ulemâdan ve bî-taraf ricâl-i mütefek- kireden birçok zevât gücendiler. Mübahasâttan akl u nakl âdâbın- dan, mantık kavâidinden mücerred olan bu garaz-âlûd, yalanlarla dolu, şeni ve müstekreh hikâyelerle mülevves olan bu Kâşifü’l-Esrâr ismindeki kitap, Hoca İshak Efendi’nin iddiâsı gibi teşekkür ve duâ- ları mûcip olmadı. Belki nâmının ebedî bir nefretle yâd olunmasına sebep oldu.

Çünkü teşekkür ve duâ bir iyilik ve fiil-i hayr mukâbilinde olup, teşekkür ve duâ menfâat-i âmmeye hizmet eden, dîn u millete faydalı eserler meydana getiren, terakkiye, maarife yardım eyleyen zevâta karşı yapılır. Halbuki Hoca tshak Efendi’nin yazdığı bu eser menfeat-ı umûmîyeye hizmet etmekten başka, beyne’l-müslimîn to- hm-i fesad ekmiş, ehl-i tarikat ile, hakikati idrak etmekten âciz olan cühele-i nâs arasında bir açıklık peydâ eylemiştir.

Yâ Rab! Bu ne büyük bir humk ve gaflettir ki yaptığı cürm-i azî- me mukâbil tefrika ektiği insanlardan kendine karşı teşekkür ve duâ bekliyor.

Yâ Rab! Bu ne büyük körlükdür ki, yaptığı cürm-i meşrû ve muvâfık-ı hakikat göstermek istiyor. Bu meşrûiyet perdesi altında oyunu- ki o hakîkaten acıklı bir faciadır-mudhike ve fazilet oyunu gibi göstererek riyâ-yı kizb, muânide ve safsatadan ibaret bir mecelle ortaya koyuyor.

Sonra bu kitabı okuyan ve müellifinin ulemâdan olduğunu bilen avâm-u nâs (Allah, Allah bak şu Bektâşi denilen gürûha) diyerek Hoca Efendi’nin sözleriyle, zehirli haplarıyla hızlıca zehirleniyor. Ve bir tarîki Hak ve hakikat ile, sâliklerini, müntesiplerini tekfir ediyor. İttihat etmesi lâzım gelen efrâd-ı ümmet arasında böyle bir eser-i i’râz-ı âlûdun serptiği fesat tohumları o kadar büyük fenalıklar doğurmuştur ki, sayılacak olsa bu kitap kadar ayrıca bir kitap yazmak iktiza eder.

Fenalıkların en büyüğü, en şayân-ı ehemmiyeti adem-i ittihâd meselesidir ki [123] fenalıkların bütün menbaı bu olduğu erbâb-ı insâf nazarında bütün husûsuyla taayyün eder.

Yine ileride diyor ki:

“Birçok mümin biraderlerimizin ekserisinin âbâ u ecdâdı ehıb- bamızdan olduğu halde âbâ u ecdâdının dînini terk eyleyip müebbe- den cehennemde kalacak bir tarîk-ı dalâlate sâlik olduklarını gördüğümüz vakitte nasıl sabr u sükût olunabilir. Bu sükût müslümanlığın şanına düşer mi?”

Hakîkaten riyâ ve sûret-i Hak’tan görünmek buna derler. Ehib- bâsının evlatlarının Bektâşî olmasını çekemeyen Hoca Efendi nin bu gayreti, vazifesi olmayan işe müdahele demektir ki vaziîfesi olmayan adların yaptıkları bu misüllü işlerin en sonu böyle mahcûbiyet ve böyle utanmadır.

İşte yukarıdan beri söylenilen, yazılan sözler, yazılar gösterir ki hoca efendinin maksadı erbâb-ı hakikat ve tarîkatten bir kısmını techîl ve tekfir ederek gizli maksatlara hizmet etmek ve ehl-i İslâm arasına tefrika bırakarak yalanları hakikat, hakikatleri yalan gibi göstermektir.

Gerçi Hurûfîlik ve Câvidanlar hakkında birçok tenkîdât-ı şer’i- yede bulunulmuş ve bu tenkitlerin bazıları pek bayağı olarak icrâ edilmiş ise de, latife sûretiyle naklolunan hikâyât-ı şenîa ve emsâl-i müstekrehe ve Bektâşîlere karşı kullanılan lisân-ı bî edeb nihâyet derecede mütearrizâne olduğundan ulemâdan bir zâtın edeb kalemini bu kadar gayb ederek ağza alınmayacak kelimât-ı müstehcene ile bir takım kadhiyyâtta bulunması âdâb-ı mantığa, âdâb-ı şeriata yakışmayacak meselelerdir.

Şimdi Kâşifü’l-Esrâr’ı baştan aşağıya kadar süzdük. Birçok pıhtılar, tortular bulduk. Saf olan akşamı pek az kaldığı anlaşıldı. Bunları icmâlen anlatalîm ki en esaslı noktalar burada:

Hatâ-yı evvel; Bektâşîlikle Hurûfîlik birbirine karıştırılmış, gerek tarihan, gerek mekânen, gerek itikâden tamamıyla birbirinin zıddı olan bu iki mesleğin birbiriyle karıştırılması efkâr-ı umûmîyeyi tağlîz etmiştir.

Câvidanlarm mütâlâasından anlaşıldığı üzere bu mezhep; Meâ- ni-i Kur’ân’ı, muhkemât ve müteşâbihâtı akla sığmayan tarzda tevil ile maksadı ne olduğu anlaşılmadan bir takım meçhul inançlarla, bir takım muğlak vicdanlar telkin eden bir mezheptir ki, eğer lâyıkıy- la tedkîk ve tetebbu’ olunursa bir kıymet-i felsefiyesi olmayıp, [125] bütün mezâhib ve mesâlik-i felsefiyeden biraz ve işe yarayan inançlar ve prensiplerin karıştırılmasıyla aslî şeklini almıştır.

Zaman-ı tabiat bazen pek ednâ kâbiliyetli, hâssa-i tenmiyesi pek az olan cürsümlere bir kabiliyet müstesna, bir feyz-i bî-bedel bahş ettiği gibi, bu pek esassız bir temel üzerine bina olunan Hurûfîlik dahî Acemistan'ı istilâ etmiş ve ulemâdan sayılan bazı zevât-ı meşhû- re bile bu mesleği kabul ederek çeşitli eserler vücûda getirmişlerdir.

Bunlardan en meşhûrları Acemistanda zuhûr edenlerden Fazlul- lâh Hurûfî’nin en meşhûr hulefâsından Aliyyu 1-Alâ, Şeyh Ebû’l-Ha- san Kemâl Senâî, Seyyid Şerif Amûlî, Emir Gıyâseddîn, Şeyh Haşan İbn Haydar, Seyyid Şemseddîn. Memâlik-i Osmâmde yetişenlerden: Ferişteoğlu Abdülmecîd Tebrizî120, Temennâyî121, Vîrân Abdal nâmıyla yâd olunan Vîrânî122 Zemînî vesâitedir. Hurûfîlik bu sûretle yavaş yavaş ortalığı istilaya başlayınca intişârını nazar-ı hayretle görmeyenler derhal kati ve imhası çaresine tevessül etmişler ve hatta Bâyezîd Velî zamanında icrâ olunan tedâbir-i tedîbiyye sayesinde neşr-i efkâr etmelerinin önü alınmış ve ortada yalnız kitapları kalmıştır. Kalan kitapların mefâdından müstebân olan meânî pek müşevveştir. Nazar-ı hakîkî bile bu muammaya benzeyen, kitaplardan bir şey anlayamaz. Câvidan ve şâir kitaplar hiçbir şeye benzemeyen inançlarıyla eğer Bektâşîler gibi efrâd-ı irfân ile, efrâd-ı zekâ ile şöhret bulan bir fırkayı kendine rabt edebildiyse iyi.

Halbuki Bektâşîler efrâd-ı zekâsıyla, efrâd-ı irfânıyla böyle acayip kitaplara, böyle gülünç inançlara inanacak bir seviye-i irfânda değil-

120 Abdülmecid Tebrizî, Tebriz civarında tahsîl-i ilimle meşgul olup biraderi dahî ulemâdan iken Abdülmecid Bâyezid denilen zattan Hurûfîlik hilafetini ahz etmiştir. Hurûfiliğe dâir Işknâme ile Âhiretnâme’yi telîf etmiştir. Vefatı 864/1459 tedir.

121 Temennâî, Bâyezid Hân-ı Velî zamanında yetişip biraz tabîat-ı şiîriyeye mâlik hurûfîlerden iken o zamanlar icrâ edilen tedâbir üzerine kati olunmuştur. Sûfî Kalender ol, gel kazıt saçı sakalı,

Sana bu bir tuzaktır, gider bu lâl u kâlı kendi şiîrlerindendir.

122 Vîrân Abdâl, aslen Nusayri ise de Hurufîliğe dahi meyi etmiş ve birçok eşâr ve nesir ile dolu olan meşhûr risâlesini ortaya koymuştur. Risâlesi tamamıyla Câvidanlarm hülâsasıdır.

dirler. Bunlara inanmak, bâ husus bu zamân-ı idrak ve tefekkürde böyle acibelere îmân etmek hiçbir akıl sahibinin işi değildir. [127]

Miratü'l-Mekâsıd, Fazlullâh Hurûfî’nin silsilesi bahsinde;

“Fazlullâh Hurûfi’nin nisbeti Allahu âlem bundan bin iki yüz sene evvel zuhûra gelen İsmâiliyye fırkasından Hemdân Kırmîtî nâmında bir şahıstır ki Kara-i Vasıt’tan Kırmit nâm karyedendir.

Fazlullâh Hurûfî’nin sâdattan olduğunu beyân için silsile-i nisbeti bir risâlede münderic olup manzûr-ı nazar-ı âcizî olduğundan ayniyle iş bu mahalde tahrîr olundu:

Fazlullâh ibn es-Seyyid Bahâeddîn ibn Seyyid Haşan b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Taceddîn b. Seyyid Ali b. Seyyid Haşim, Seyyid Şerefşâh b. Seyyid Muhammedü’l- Yemânî, b. Seyyid Ali b. Seyyid Hüseyin, b. Seyyid Muhammed, b. Seyyid Haşim İbn Seyyid Haşan, b. Seyyid Ali, b. Seyyid Haşim, b. Seyyid Muhammed, b. Seyyid Cafer, b. Seyyid İmam Musâ Kâzım hazretlerine peyvestedir. Amma Hakkın yolundan uzak olanlar için haseb ve nesebin ne faydası olabilir ki bi’l-iltizâm bunu yazmışlardır. (el-Mânâ fi’l-batni’ş- şâir) medlülünce mânâsı yine kendileri bilir.

“Işknâme müellifi Tebrizli Firişteoğlu Abdülmecid, Fazl-ı Hurûfi’nin hulefâsından Şemseddîn nâm Hurûfî’nin müstahlefi Bâ- yezîd’den müstahleftir. Mûmâ-ileyhin kardeşi Abdüllatif ibn Feriş- teh rahmetullâhm âlem-i tasavvufta telif eylediği kitap kendisinin irfân-ı Rabbânî’den haz ve sehm-i cesîmi olduğuna şahittir. Kardeşi Abdülmecidin tâife-i Hurûfiyenin bu şekildeki bâtıl sözlerine ferîfte olup, ol gürûhun reisini Fazlullâh Tebrizî ashâbından olduğuna yakın hâsıl ederek kalben memnun olmayıp eğer hiçbir maddede onlara mütâbaat ve mütâveat etmediyse de uhuvvet muktezasınca kardeşine itiraza dahi mübâderet eylemediği Zeyl-i Şakayık’ta mestûrdur.

“Mûmâ ileyh Ferişteoğlu’nun Hurûfî yolunda olan telifatı yalnız Işknâme olmayıp kendisi ulemâ ve ulemâzâde olduğu cihetle tercüme ve takrirde yed-i tûlâsı olup, hatta Saadetnâmeyi Câvidân ve Iş- knâme, Muhabbetnâme'den tercüme ve istihraç edip sekiz yüz yirmi

rırırrıcu i i

altı Saferinde hitama reside olduğunu muarız tefehhurda arz u beyân ve fakîr Abdülmecid b Ferişte tzzeddîn ünvânıyla tezyîn-i dibace-i makâl etmiştir. Bunlardan biri dahi Bâyezîd ve Şemseddîn, Şiîr ve inşada mahâret-i kâmilesi olan (Refi, Bedreddîn, Mukîmi, Mağribî) ve bunlar gibi daha nice üstâd-ı kâmil bu yola zâhib olarak kavi ve zuumlarınca meydân-ı muhabbette post u pâ ile hakâyik ve şerâyi-i hurûfla bilip, anladıklarına müftehirdirler.”

4- Nailî Efendi’nin Mektubu

İşte bu vesâik-i mühimmeden ve Hurûfîlerin elde bulunan kitaplarından anlaşılır ki bu fırka, muhibbân-ı tarîkat-ı aliyyeden Nâilî Efendi Hazretleri müellif-i fakire irsâl ettikleri bir mektuplarında diyorlar ki:

“Bektâşîlikle Hurûfîliğin yek-diğerine ve Bektâşîler’den Hurûfî- lere meyi edenler görülmüş ve işitilmiş, olduğu emr-i gayr-i mün- kerdir. Fakat meyi edenler de sâlik oldukları tarikattan çıkmış olmayıp, ancak Hurûfîlikten dem vurmak ve bu hali makrûn-ı hakikat itikâd etmek gibi tavr ve hareketlerde bulunmaktan ve bir nevi mâ- lumat-fürûşluktan ibâret idiyse de hayf ki tarikata bir kat daha dühûl ve taarruza sebebiyet verdiler. Ve bunca dedi koduyu dâvet eylediler”.

5- Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi’nin Mektubu

Tarîkat-ı Nakşibendiye ricâlinden Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendi Hazretleri dahi gönderdikleri tarafsız bir mektupta:

“Bazı kesânın, Bektâşî nâmı altında bazı dervîşân-ı dil-rişân-ı melâhideyi görüpte, Hazret-i Pîr-i Hacı Bektâş-ı Velîye nisbet-i sahî- ha ile mensup olan tarîkat-ı aliyyesini inkâr ve feyz u nisbetin mes- dûd ve silsile-i tarikatın münkariz olduğuna kâil olmak pek büyük insafsızlıktır.”

“Urefâ-yı turuk-ı aliyyenin malûmudur ki; Cemi pîrân-ı azîzânın melce-i feyz ve ahz-ı feyz u nisbetleri rûhâniyet-i celîle-i Nebeviyedir. [130] Pîrâmn bazıları büyük ve feyizli, bazıları küçük ve feyiz- siz gibi zanlara mail olmakta sâlikân için hatır-ı azîm vardır. Çünkü (kerâmât-ı evliyâi hakkun) mesel-i kelâmiyesini zaman ve mekân ile takyide çalışmak füyûzât-ı nâ-mütenâhiye-i ilahiyenin ve meded-i rûhâniyet-i nebeviyenin inkıtâma zâhib gibi bir ibhâm-ı nâ savâbı intâc eder ki bu bâtıl neticenin afvi ve gayr-ı kâbil bir hatâ-yı mahz olduğuna ukûl-ı selime müttefiktir. Zira Cenâb-ı kâdir u kayyû- mun tecelliyâtı, ubbâd-ı muvahhiddîn için her an tecelli ve kulûb-ı mü’minîn, misbâh-ı nebeviyetten iktibâs, envâr-ı kemâle her zaman müstaiddir. Ancak sâlike lâzım olan, eslâfa hüsn-i zan ile, kendini nisbet-i rûhâniyet-i cenâb-ı risâlet-penâhiye intisâb-ı kâmil hâsıl etmiş bir yed-i sahîha teslim edip şerîat-ı garrâ-yı Ahmediye’ye tamamıyla temessük ve ekâbir-i İslâmın meydana koyacağı usûl-i tarikat ve âdâb-ı sohbete tevessüldür. Yoksa bir iki muhalif dervişi görüpte, esas tarîka itiraz aklen ve naklen mezmûm ve merdûdtur. Hazret-i pîr-i Hacı Bektâş-ı Velî, pîrân-ı turuk-ı aliyye gibi bir Velî-yi kâmil ve me’haz-ı mesleği eimme-i isnâ aşere[ye] vâsıl, ictihâd-ı tarîkte delili kitap ve sünnettir. Turuk-ı şâire gibi şâh-ı râh ehl-i sünnet olmakla hak ve savabtır.” sözleriyle bizi hakîkaten bî-taraflıklarına hayran etmişlerdir. İstidrâd kâbilinden olmak üzere burada okuyucularımıza Hurûfîlik’ten doğan Noktavîyyûn nâmını alan fırka hakkında bir parça malûmât vermeye lüzum gördük.123

123 Noktaviyye, Hurûfîliğin Mahmud-ı Pesîhânî’ye (ö.831/1428) nisbet edilen koludur. Mahmûd-ı Pesîhânî, Gilan’a bağlı Fümen yakınlarındaki Pesîhan köyünde doğdu. Kendisini 800/1397’de mehdi ve yeni İlâhî tecellilerin taşıyıcısı ilan etti. Görüşlerini yaymak için on altı kitap kaleme aldı. Noktaviyye ismi kaynağını anâsır-ı erbaadan biri olan toprağın her şeyin aslı ve başlangıç noktası olduğu görüşünden almaktadır. Adının bir diğer dayanağı ise fırka metinlerinde iki üç veya dört noktanın çeşikli şekillerde gizli kısalkmalar biçiminde kullanılmasıdır. Hiç evlenmeyen ve müridlerine de evlenmemelerini tavsiye eden Mahmûd-ı Pesîhânî tenâsühe benzer görüşlere sahiptir. Hamit Algar, “Noktaviyye”, DİA, XXXIII, s.204.

6- Noktavîliğin Doğuşu

Rivâyete nazaran Fazl-ı Hurûfî’nin en büyük hulefâsından olan Mahmud Sincânî, âlem-i hâbda kendini sûretinde noktalı bir gömlek olduğu halde görür. Vâkıayı tabir etttirmek için mürşidi Fazl-ı Hurûfî’ye müracaat eder. Fazl-ı Hurûfî rüyayı iyice dinledikten sonra derki:

“Gördüğün gömlek mezhebe işarettir. Üzerinde olan noktalarda ilm-i noktaya dâirdir. Bana evvelden beri malûmdu ki Mahmud isminde biri benim icad ettiğim ilm-i hurûfu ibtâl ederek muhalif bir ilmi, yani ilm-i nokta nâmında bir mezhep peydâ edecektir. Ben o Mahmud denilen şahsın sen olduğundan gâfıl idim. Vâkıanın tabirinden anladım ki o Mahmud sensin. Fakat ricam budur ki bana muhalefet etmeyerek o ilm-i noktayı benim hayatımda izhar etmeye. Zira ben senin pirin, sen de benim halîfemsin.”

Bu söz üzerine Mahmud Sincânî:

Evet vâkıam böyledir. Ve sen hakikat söyledin. Fakat ne çare ki, işte ben sana muhalefet ediyorum.

Diyerek hemen kalemi eline alıp, ilm-i noktaya başlar. Fazl-ı Hurûfî [132] bu halden fevkalâde muğber olarak onu meclisten tard ile adını Mahmud-u merdûd koyar.

Mahmud Noktavî bunun üzerine icâd ettiği ilm-i noktaya dâir bir telif vücûda getirerek ismini Câvidân-ı Sağır tesmiye eder. Ve Câvi- dân’ına ve mezhebine inanmalarını tenbîh ve telkin eder.

Hurûfîlerle Noktavîler arasında ihtilaflar vâki olduğundan ve Hurûfîler Noktavîleri, Noktavîler Hurûfîleri techîl ve tahkir ettikten sonra Acemistan ve havalisinde birçok zamanlar hükümrân olmuşlar ise de, sonraları ikisi de mahiyet-i asliyelerini muhafaza edemeyerek başka sûretlere istihale etmişlerdir. Hatta Nûru’l-Hüdâ ismindeki kitapta yanlış bir hüküm olmak üzere (turuk-ı aliyeden bazıları arasında Hurûfîler ve Noktavîler’den girmiş ve tarikatın esasını karıştırmışlardır) diyerek Halvetiyye, Gülşeniyye, Mevleviyye, Edhe- miyye tarikatlarına Hurûfî ve Noktavî inançları karıştığını söylüyor.

Bu mesele aynı Bektâşîler aleyhinde söylenilen sözler gibi bir esas-ı kaviye müstenid sözlerden olmayıp, ceffe’l-kalem söylenilen türrehâttan olduğu için cevap vermeye bile lüzum görmedik. İşte yukardan beri beyân olunan ve beyân olunagelen meseleler gösteriyor ki Hoca İshak Efendinin telif ve neşr ettiği Kâşiful-Esrâr Dâfiu'l-Eş- râr ismindeki kitab ümmet-i İslâmiye arasında tefrika ve muhalefet tohumu ektiği için bir mahiyet-i fesâdiyeyi hâvidir. Çünkü sûret-i Hak’tan görünerek ve Hurûfılikle Bektâşîlik-müthiş bir entrika ile- birbirine meze ederek bu sûretle ittihâd-ı millete, âdâb-ı insaniyet ve İslâmiyete darbe vurmak öyle bir fesattır ki, ednâ bir mülâhaza bu fesadın nasıl ve ne gibi fenalıklar tevlîd ettiğini takdir eder.

Nazar-ı hakikat, bu kitapta bulunan türrehat, safsata güya neyi pek vâzıh bir sûrette görür o riyâkârane, gâfılâne sözlerin âmâkm- da gizlenen sahtekârlıkları pek çabuk fark eder. Kalb-i selim inanır ki; bu kitabın her cümlesi bir neşîde-i iğfâl, her kelimesi bir hutbe-i şeytandır.

Gaflet-i umûmîyeden istifade ederek hakîkat-perest bir fırkayı techîl ve tahkir için böyle bir hile-i siyâsîye ile, bir kalem-i riyâkâr ile neşr-i efkâr etmek ve ortaya attığı eserde akla, mantığa uymaz tarih ile, tasavvufla, tarih-i turukla, hiç münasebeti olmayan bir takım bâtıl fikirler söylemek, sonra Hurûfîlikten tamamıyla ayrı olan Bek- tâşîliği Hurûfilerin inançlarıyla ve fasl etmeyerek yalnız birkaç indî hüküm ve bir sürü letâif-i müstekrehe [134] ile mugâlataya boğmak, bu garazın, bu müretteb hücûmun en esaslı, en canlı noktalarıdır.

Selâmet-i umûmîyeyi menfeat-i şahsiyeye tercih edenlerin netâ- yic-i âsârı bu gibi âsâr-ı tefrikadır. Zâten yukarıdan beri söylediğimiz üzere garaza, fikr u fesada müstenid olan teşebbüsatın neticeleri böy- lece ümmet-i merhûme arasında gayr-ı kâbil tamir hatalara sebebiyet verir. Ve fâil yaptığı cürümden dolayı ilel-ebed mes’ül tutulur.

Bakınız, şimdiye kadar efkâr-ı ahaliyi yaldızlı cümlelerle tağlîz eden Hoca Efendi kitabının sonunda neler diyor.

“Ve ale’l-husûs devlet ü heyet ve debdebe-i saltanatdan amaç, dîn u mülk ve vatan toprağını muhafazadan ibarettir”.

Bizde bu hükmü, doğru ve kat’î bir hüküm olduğundan dolayı bilâ perva tasdik ederiz. Lâkin bakınız sonraları ne diyor:

“Fesâd-ı dînî def için âcizleri gibi birkaç hoca efendilerin sây eylemesini istiksâr eden hamiyyetsiz bulunur mu?”

Bizde fesâd-ı dîni men için vâki olacak taarruzâta mukâbele etmek isteyen, beyne’l-müslimin zuhûr edecek fitne ve ifsâdâtı kaldıracak zevâtın çalışmasını istiksâr değil belki alkışlarız. [135]


Resim: Tarîkat-ı aliyye-i Bektâşiye babagânından merhum Hafız
Nûrî Baba

Ve böyle hademât-ı mühimmeyi, vezâif-i mukaddeseyi dûş tahammülüne yüklenen ulemâ-yı âlâm hazerâtının isimlerini ilel-ebed hâtıra-i ümmete nakş etmek, yaptığı hizmetten dolayı kendilerini takdis etmek arzu ederiz.

Fakat tamir kisvesi altında tahrip, hizmet kisvesi altında fetret ve safsata politikası güdenlere de bu takdis ettiğimiz fırkadan büsbütün ayrı tutârız.

Şimdiye kadar, ifsâdâtı mucip ve müslümanlar arasında, tefrikayı câlip mesâlik hakkında, ulemâ-i mütehassisin tarafından birçok eserler, reddiyeler yazıldı. Bunların başlıcaları Hıristiyanlığa karşı yazılan Hoca Rahmetullâh Hindi Hazretlerinin “Beyân-ı Hakkı’ ve Ahmed Midhat Efendi’nin “Müdafaa”\an, Sırrı Paşa Hazretlerinin “Nûru’l-hüdâ li men ihtedâ” nâmındaki telifi, Draper’den “Nizâ-ı ilm u dîn” ismindeki kitabına Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı reddiye ve daha birçok kitaplardır.124

Bunların cümlesinde âdâb-ı mantıkıyye ve kavâid-i mübâhase gözetilerek şahsa katiyyen taarruz olunmamış, her şey tamamıyla âdâb ve erkân-ı münâzara dâiresinde ceryan etmiştir. Eğer bu eserlerde mantıkî hatalar bulunsaydı mutlaka diğer bir taraftan ta’rîze uğrayacaktı. Eğer bu eserlerde şahsiyet mevzuu mübâhase olsaydı mutlaka feryatlar yükselir, itirazlar yağmaya başlardı. [137]

Halbuki Hoca Efendinin neşrettiği bu mecelle-i iğrâz sırf şahsiyetten, sırf mantıksızlıktan ibaret olduğu için ilk önce feryat “Mir’âtü l-Mekâsıd” la yükseldi. Ondan sonra Dedebaba merhûmun yazdığı rivâyet edilen reddiyesi çıktı. Nihâyet müellif-i fakirin bu kitabı yazıldı. Maksad tarîkat-ı Bektâşiye hakkında halkın lisânında dönen erâcif-i şayiayı red, tarikatın esas ve erkânına dâir bilgisi olmayanlara Bektâşîliğin nasıl bir tarikat olduğunu, ne gibi esaslar

124 [Ahmed Midhat Efendi, Draper’in History of the Conflict between Religion and Science adlı eserini kısmen ve uyarlayacak tercüme etmiş, dört ciltlik Nizâ-ı ilm u dîn (İstanbul 1315) adlı eserini meydana getirmiştir. Tercümenin yanında Draper’in yazdıklarına cevap vererek din ile ilmin çatışmayacağını vurgulamıştır.]

finmcu AijKi / ı^ı

üzerine müesses olduğunu bildirmek ve halkın fikrinde yer tutmuş olan kötü düşüncelerin izâlesine gayret eylemektir.

Maksadımın ne kadar saf bir emel üzerine olduğu ve tahrîr ettiğim ve edeceğim meselelerin tarihi ile tasavvuf ile olan râbıtası ve bâ-husus edeb-i kelâmı muhafaza ederek kavâid-i nakliye ve akli- yeye olan mutâbakat-ı Muhibbân ve okuyucuların elbette mâlumu olmuştur.

Hoca îshak Efendi nihâyete doğru:

“Halbuki şevket-i İslâm sayesinde şimdiye kadar fırak-ı dâlleden birinin İslâm aleyhine kütüp neşreylemesi muhal iken, tâife-i Bektâşiye bir şer zümre-i kalîle oldukları halde, Işknâme’yi böyle bî pervâ ve alenen neşr eylemişler iken fakirin akâid-i müslimîni muhafaza için kaleme aldığımız reddiyeyi cerh eder gayretsiz var mı?”

Diyorki, buradaki hataların dahi ne kadar vazıh olduğu âşikârdır.

İbtidâ, fırak-ı dâlleden biri İslâm aleyhinde kitap neşr edemez sözü hatadır. Gerçi dinimize olan taarruzları çekemesek de kimsenin hürriyet-i şahsiyesine taarruz etmek istemediğimizden Hoca Efen- di'nin bu sözü de merdûd olur.

Sâniyen, Işknâtne; Bektâşîler tarafından neşr olunmamıştır. Bunun delili ise kitabı bastıran adamın kim olduğunu tahkikle meydana çıkar, araştırması çok kolaydır. Kitabın matbaa nüshası üzerinde bastıranın ismi elbette yazılıdır. O isim sahibinin kim olduğu anlaşılınca Işknâme nin Bektâşîler tarafından mı, yoksa Hurûfîler tarafından mı? Neşr olunduğu meydana çıkar.

Reddiyeyi cerh eden gayretsiz bulunur mu diyorlar. Halbuki her bâtılı reddetmek, her kof şeye itiraz etmek mutlaka caizdir. Onun için İshak Efendi’nin bu sualine kemâl-i cesaretle cevap vermeye:

İşte ben sizin yazdığınız bu garaza müstenid kitaba cevap yazıyorum. Bektâşîlere dâir yazdığınız sözlerin hepsi kizb, hepsi hatadır. Siz Bektâşîliği indî sözlerinizle güyâ ezdim zannediyorsunuz. Halbuki siz Bektâşîlikle Hurûfîliğin ayrı ayrı birer meslek olduğunu fark edemeyecek derecede gaflettesiniz.

Bilmem Hoca Efendi hayatta olsaydı buna ne cevap verirlerdi? Bir de (tâife-i Bektâşîyân, bir şer zümre-i kalîle oldukları halde) deniyor. Tahminen Rumelide bir buçuk ve Anadolu’da üç milyon kadar sâliki olan ve hemen her yerde bir tekkesi bulunan tarîkat-ı Bektâşiye müntesibînine böyle şer zümre-i kalîle demekte ayrıca bir eser-i gaflettir. Akâid-i müslimîni muhafaza için kaleme alınan reddiye) sözü dahî bir neşîde-i mütefahırâne ifhâm ediyor.

Eğer akâid-i müslimîni muhafaza, böyle müslümanlar arasında nifak ve şikâk tohumu ekmek ve bâtılları hakikat, hakîkatları bâtıl göstermek ise başka. Belki müellif-i mütearriz, burada başka bir ictihâd ederek akâid-i müslimîni muhafaza etmeyi bu nokta-i nazardan- görüyorsa mea’t-teessüf ictihâdında pek büyük hata ettiğini ve bu hatayı ictihâdının kendisine sevap değil belki büyük bir günah getireceğini herkes inanır.

Bazı hatalar vardır ki, mahiyeti evvela hata şeklinde değil, bir fiili savâb gibi görünür. Efkâr-ı umûmîye o fiilin bir fiil-i galat olduğunu, idrak edemeyerek şaşırır. Onu doğru [140] telakki eder. Çünkü fiilin mürettibi onu o sûrede tertip etmiştir ki: mahiyetteki butlân mümkün olduğu kadar bir perde-i hile ile örtülü olduğu halde gayet kat’î ve muhakkak görünsün ve fiilin bir emr-i hayr olduğuna bütün fikirler inansın.

Yalancının mumu, yatsıya kadar yanar derler. İşte o hak süratinde bâtılın dahi biraz zaman sonra mahiyeti meydana çıkar. Galata düşen efkâr-ı umûmîye inanmaya başlarki dünkü hüküm yanlış, bu günkü doğrudur.

Meselâ, dünyanın müstevî olduğuna efkâr-ı kadîme kâil idiler. Sonra ilm-i heyetin berâhini onun kürevî şekil olduğunu gösterdi. Herkes onun müstevî olduğuna inanırken, bürhânlar ortaya çıkınca kürevî arza inanılmaya başlandı.

Yine bundan evvel hikmet-i kadîmenin bir hatâ-yı azîmi olmak üzere efkâr-ı umûmîye inanmıştı ki anâsır-ı mücerrede ve basîta; su, hava, toprak, ateş olmak üzere dörtten ibarettir.

Bu fikir yakın zamanlara kadar, efkâr-ı umûmîyeyi işgal etmişti. Halbuki kimyâ-yı cedîd bütün bu şeylerin mürekkep olduğunu isbat edince efkâr-ı umûmîyede bir teşevvüş hâsıl oldu. Fünûn-ı kadîme zîr u zeber olarak fen, başka unsur, başka mücerred unsurlar keşf etti. İşte bu gün fıkr-i kadîm-i fennînin tamamen aleyhinde olarak “anasır-ı erbaa” yerine doksan bu kadar unsur kabul olunmuştur ki bu fikirler tamamen dünkinin aksidir.

Yine dün efkâr-ı kadîme-i fennînin telkîn ettiği üzere kürre-i arz merkez -i âlem olmak üzere kabul olunmuştu. O zaman deniyordu ki “Arz merkez-i kâinattır, bütün seyyârât, şems de dâhil olduğu halde arzın etrafında devr eder.”

Sonra hey’et-i cedîde bütün bu nazariyâtı red ve ibtâl etti. Arzın merkez i âlem değil, şemsin merkez-i âlem olduğunu isbat eyledi, arz yalnız şemsin etrafında dönen seyyârelerden bir cüz olmak üzere kabul olundu.

Demekki efkâr-ı umûmî dün inandığı şeylerin bugün isbât olunursa bâtıl olduğuna itikâd eder. Çünkü dâimâ tebeddülât efkârı vardır. Hakikatler bir nisbet-i muayyene ile sâbit olarak kabul olamaz. Dün inandığınız şeyleri, bu gün başka şeyler red edince mademki tebdîl-i efkâra mecbur oluyoruz, öyle ise hakâik-i müstemirre yoktur. Hakikatler değişken olunca iş burada başkalaşır125.

İşte Hoca Efendinin dün bazı zevât belki avâm ve cühele-i nâs tarafından mecelle-i hakîkat-ı mutlaka gibi telakki edilen kitabı bu gün efkârı umûmîye önünde tezelzül etmiş ve nasıl bir mahiyet-i meçhûleye hâiz olduğu meydana çıkmıştır.

125 Bu meseleleri müellifin der-dest tab’ olunan “Din ve Felsefe" ismindeki eserinde okumalı.

Meydân-ı mübâhasede “menim diğer nîset” diyerek o zamanın gaflet ve cehaletten bâ-husûs istibdât-ı fevkalâdesinde-istifade eden Hoca Efendinin bu zayıf eseri işte bu gün efkârı umûmîye ve ukûl-i hak-perestân karşısında hiç menzilesine tenezzül etmiştir. Artık zaman eski zaman değildir.

Meşrutiyet hak ve adaleti emrediyor. Böyle öldürülmek istenen hak, bu zamanda meydana çıkacaktır. Adle vurulan darbeler bu za- man-ı feyz ve serbestîde red olunacaktır.

Şimdiye kadar sükût ile geçiştirilen zamanlara artık bir fasıla lâzımdır. Hakkından mahrum edilenler bu zaman-ı meşrutiyette, nasıl ki iddia-yı hak ediyorsa, hakikatler nasıl ki birer birer meydana çıkıyorsa büyük ve mütefekkir bir fırka olduğu halde devr-i sâbıkın bütün zulümlerine bir hedef olan ve bazı denî garazkârlar tarafından tezlîl edilmek istenilen tarîk-ı nâzenînin hakkı da ortaya çıkmalı ve masum eteklere sürülmek istenen lekeleri sürmek isteyen eller seyf-i hak ve hakikatle kat’ olunmalıdır. Hakkın, adlin, [143] müdafii olduğuna altı yüz senelik hayât-ı mesâisi şahid olan Bektâşiye tarafından bu zaman-ı meşrûtiyet ve adalette mazhar-ı hak ve adi olması, onların öldürülmek istenen hukukun tekrar yaşaması, efkâr-ı umûmîye- nin tashîh-i zihâb etmesi şarttır.

Zâten tefrîka-ı yegâne bu Kâşifti l-Esrâr ismindeki mecelle-i garazın saçtığı tohumlardan neşvü nemâ bulmuştur. Efkâr-ı umûmîye serpilen sû-i tefehhümât hastalıkları hep bu kalemin saçtığı ga- raz-âlûd zehirlerden neş’et etmiştir. El-hâletü hâzihi mevcut olan bazı mesâil-i vakfiye-i mühimme bile hep bu kitabın netâyic-i mu- zırrasından çıkmıştır.

Öyle pekçok mütefâhirâne bir vad ile “bu reddiyeyi cerh eder gayretsiz bulunur mu?” gibi müdâfaa-i hak için ortaya çıkması muhtemel olanları gayretsizlikle ittiham etmek meydân-ı münâzara- da kendisinden başka bir münâzırın bulunmamasına, binâenaleyh mağlub olmak ihtimalini böyle gayretsiz sözüyle kaldırmak istemek iyi bir hile ise de, hileyi tertib eden zâtın karşısında hak ile bâtılı fark edici bir göz bulunursa “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” sözündeki hikmet-i avâmî pek çabuk ortaya çıkar.

Hoca İshak Efendi: [144]

“Bizim üzerimize lâzım olan farz-ı kifâyeyi meal-acz ve’l-kusûr bi inâyetillâhi teâlâ iskât eyledik.”

Dine vukû bulan tarizleri reddetmek gerçi her Müslim üzerine farz-ı kifâyedir. Bu mesâil öteden beri bütün ulemâ-yı âlâm ve fuzelâ-yı benâm hazerâtım işgâl ettiğinden Hikmet-i maddiyyûn, Hiristiyanlığa karşı birçok reddiyeler tahrîr olunmuştur ki, bunları tahrîr edenler işte asıl üzerlerine müteveccih olan farz-ı kifâyeyi fazla fazla îfâ eylemişlerdir. Fakat bu zevât, telifât-ı müfîdesiyle Hoca İshak Efendi nin telîf-i fâsidi arasında milyonlarca kilometrelik açıklık vardır. O zevât-ı fâzılanın telîfâtı hakîkaten dîn-i celîle vâki olan tarizleri müdâfaaten kaleme alınmış ve bu hademât bütün ümmet tarafından mahzar-ı takdir ve tebcil olunmuştur.

Halbuki Hoca Efendi’nin telîfı dîne vukû bulan bir taarruzu red ve ibtâl için olmayıp, ümmet-i merhûme arasında bir âteş-i nifâk ve fitne ihdâs etmek fikrine mebnî kaleme alınmıştır. Onun için âsâr-ı mezkûre-i kıymetdârm mahzar-ı tebcil ve takdir olduğu kadar Kâşi- ful-Esrâr risâlesi de, inde muhibbânda, nazar-ı hak beyninde, lâyık-ı tahkir ve nefret olmuştur.

Meal-acz ve’l-kusûr tâbirini istîmâl o kadar hak-gûyâne ki İshak Efendi bir parça daha insaf edipte (acz ile kusûr) [145] birine (mea'l-garaz ve’t-taassub) lügatim istîmâl etseydi daha büyüklük göstermiş olurdu.

Bazı zamanlarda Cenâb-ı Hak izhâr-ı adâlet için mücrimi kendi kendine söyletir. Ve bazı insanlar kendi kendi kendine herkesçe gizli olan hakıkatlar ortaya kor. Bu Cenâb-ı Hakk’ın bir cilvesidir ki hakâik-i mestûre kendiliğinden inkişâf ederek merak içinde bulunanların def-i merakını mûcip olur.

Yine bu yukarıdaki cümleden sonra:

izo / neıçıaşı öirrı ı-ıı

“tş bu husûsun infâz ve icrâsı evliyâ-ı umûr hazerâtının üzerine farz-ı kifâye olup,"diyorlar. Biz bu sözlerden birçok mânalar çıkardık.

Evvelâ; Fikrimize hutûr eden mesele 1288’de tab’ edilen Ferişte- oğlu Câvidân’ın men-i intişârını ve hükümetçe tâbi ve nâşiri hakkında lâzım gelen muamelenin ifâsını ihtardır.

Sâniyen; Ishak Efendi’nin fıkrince dâl ve mudil bir fırka olan Bek- tâşî tarîkinin men’i ve Bektâşîler hakkında tedâbir tedibine vesâire icrâsı tavsiyedir.

Sâlisen; evliyâ-ı umûr hazerâtını tâbîr-i tâzimkârenesiyle yükselttiği o zamanın bazı ricâl-i hükümetince -ki bunlar ile tarîk-ı nâzenînden bazı ekâbir memurlar ile muarız idi- hoş görünmek ve tarîkat-ı bektâşiyeye mensup hükümet ricâlinden bazılarının kesr-i nüfûzuna sebep olmaktır.

Râbian; senelerden beri lisân-ı halkta dönen dedi koduları bir kitap sûretinde tasnif ederek o zamanın ekâbir-i ricâl-i hükümetine, dindarâne bir nümayiş yapmak ve bu suretle iyi bir nâm ve memuriyetle müstesna bir pâye-i ikbâle nâil olmaktır.

Evliyâ-ı umûr hazerâtının nazar-ı dikkatine havâle ettiği ve hakkında infâz olunacağına intizâr ettiği icraat esasen 124171826da icrâ olunan katliamda pek müthiş bir sûrette göründü. O zaman yeniçerilerle kesilen tarîk-ı Bektâşî ricali, yıkılan Bektâşi dergâhları, hatta mezarlıklarda Bektâşi tacı hâmil mezar taşlarının kırılması, bütün tekkeler âidâtınm Nakşî tekkelerine meşrût kılınması, muha- faza-i hayat için firâra muvafık olabilen Bektâşi dervişlerinin ötede beride ihtifâsı gösteriyor ki Hoca efendi’nin infâzım emr veyahut ihtâr eylediği icraat o zaman kat kat fazla olarak icrâ olunmuştur. 1241/1826’dan 1255/1839’a kadar Bektâşi nâmı hiç ortada kalmayıp 1255/1839’da yani AbdülmecîdHan Cennetmekânın ibtidâ cülûsun- da tarîkat-ı Bektâşiye yavaş yavaş mevcûdiyetini izhâra başlamış ve Seyyid Nizâmeddîn Hazretlerinin civâr-ı feyz-i iktinahlarında [147] medfûn olup 1267/1851 tarihlerinde dâr-ı bekâya göçen Halil Rev- nâkî Baba Efendi’nin himmetiyle evvelâ Merdivenköyü Şahkulu Sultan dergâhı uyandırılmış ve sonra bütün tekâyâ ve zevâyâ-ı Bektâşiye küşâd olunmuştur.

Böyle ikinci bir kıtali yahut ikinci icraat-ı evliyâ-yı umûr ha- zerâtına ihtâr etmek nasıl bir fikir üzerine müstenidtir? Memlekette bir cemm-i gafîr üzerine, birçok müntesibîn tarîk üzerine tedâbir-i şedîd ve icraat-ı te’dîbiyye ifâsını ihtâr-hemde nâhak yere- nasıl bir maksada mebnîdir?

Buraları meselenin esrâr-âlûd cihetleri olduğundan hakîkaten kesb-i vükûf etmek, yani bu maksatlardan mânâlar çıkarmak bütün zanniyâttan ibaret kalır. Fakat bu zanniyâtın elbette bir hakikati, hakîkata istinâd eder bir ciheti vardır. Zaten kitabın ilk sahifesin- den başlayıp ta son satırına kadar devam eden riyâ ve hud’a ile süslü, mağfel sözler gösteriyor ki bu kitap bir maksad-ı târik ve mübheme müsteniden kaleme alınmıştır. Fakat bu zulâm-ı ibhâmın içinde ne gibi hakâik bulunduğunu kimse idrâk edemez. Bunu anlamak Hoca Efendi’nin bundaki, maksad-ı mahsûsunu keşf etmek için insanın ehl-i keşfden bulunması iktiza eder.

Kitabın ilk sahifesinde hiçbir girizgâha, hiçbir mukaddimeye lüzum görmeyen müellif-i mûteriz:

“Ehl-i İslâmî idlâl ile meşgül olan tavâifın en başlıcası tâife-i Bektâşiyân olup, halbuki ef al ve akvallerinden ehl-i islâmdan olmadıkları mâlûm ise de...” cümleleriyle başlayan ifadesinden tâ “tem- meti’r-risâle” kelimelerine kadar olan bütün ifâdât ilk kelimenin bir tefsir-i tevsîisidir.

Ehl-i İslâmî birçok tâife varmış ki, idlâl ile meşgül imiş. Hoca Efendi bu tâifelerin hepsini îzâh etmiyor da, yalnız bunların en baş- lıcası olan Bektâşîleri söylüyor. Yine Hoca efendinin fikrine göre bu tâife-i Bektâşînin gerek halleri ve gerek kavilleri kendilerinin ehl-i islâmdan olmadığını gösteriyormuş.

Ehl-i kıbleyi, kelime-i tevhîd altında yaşayan erbâb-ı îmânı tekfir etmenin ne kadar büyük bir cürm olduğunu bilmeyecek kadar gafil olmayan Hoca Efendinin daha mebâdîde böyle bir hata, böyle bir cürm-ü ekberle işe girişmesi hakîkaten taaccüp olunacak mesâidendir. [149]

Âh Hoca Efendiciğim! Sen hiç Bektâşîlerin ser-tâc-ı ibtihâcı olan pîr Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velînin kendi telif güzidesi olan Velâyetnâme ismindeki telifi okumadı mı? Bektâşî Tarikatından gelen ekâbir-i ricâlin âsâr u telifâtını görmedi mi? Eğer görseydin okusaydın ikrâr ve tasdik ederdin ki; bunların hakkında dünden şayiaların hepsi erâcif makûlesi şeylerdir.

Zaten hilkat-i âdemden bu âna gelinceye kadar bütün erâcif bu iftiralar, bütün bedhâhâne hücûmlar asfıyâya, evliyâya vukû bulmuştur.

Tarih-i mukaddes karıştırılacak olursa Ebu’l-beşer Âdem aleyhis- selâmın çektiği ezâ ve belalar, Nûh neciyyullâhın gördüğü felaketler, İbrahim halîlullâhın uğradığı musibetler, Yakup aleyhisselâmm başına gelen mihnetler, Hazret-i Yusuf’un çektiği meşakkatler, Musa, Yahya, Zekeriyyâ, aleyhisselâmm tattığı nikbetler, Hazret-i İsa ru- hullâhın kavm-i Yahûddan gördüğü ezâ ve şiddetler.....eşeddü’l-belâ!

Kelâm-ı şerifin en büyük bürhanlarıdır.

Hele Nebiyyi muhterem efendimize karşı müşrikin vukû bulan taarruzât, hanedân-ı risâlet hakkında revâ görülen zulm-u îtisaflar, Hasaneyn Hazretlerine karşı yapılan vahşiyâne muameleler, Kerbelâ vâkıasını müteâkip Şama götürülen muhadderât-ı ehl-i beyte edilen hakaretler gösteriyor ki belâ, felâket, su-i zan, hile hep zevât-ı muhtereme hakkında icrâ olunuyor.

İşte itirazcı müellifte bu ceryana, yani asfıyâ hakkında buğz, su-i zan besleyenlerin eserlerine tabi olarak ehl-i kıbleden olduğuna âsâr ve telifât-ı mahsûsıyla o yoldan gelen birçok eâzım-ı evliyâullâhın efâl ve akvâli şehadet eden tarîkat-ı aliyye-i Bektâşiye müntesiplerini küfr ile itham ediyor. Fakat düşünmüyor ki bu tekfir meselesi muarızların pâyesini tenzil etmeyip ilâ ediyor. Ve kendisi habl-i şeriata sarılmış bir tarîk-ı hak ve hakikati, bir fırka-i mutasavvifeyi tekfir ettiği için pâyesini alçaltmış kendi kendini tezlîl eylemiş oluyor.

sırırncu i 12.7

Tarîkat-ı aliyye-i Bektâşiye altı yüz seneden beri bu vatan-ı muazzezde âyin ve erkânını tağmîm ve icrâ ile meşgül olup 1296 senesine yani Hoca îshak Efendi’nin Kâşifü’l-Esrâr Dâfiu’l-Eşrâr ismindeki telif-i reddiyesinin neşrine kadar hiçbir taraftan bir itiraza , bir redde uğramamışken ve Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin zamanından 1296 senesine kadar belki Hoca Efendiden daha ziyâde âlim, tarikat hakkında daha ziyâde sâhib-i tetebbu ve tedkîk [151] ulemâ-yı kirâm ve fuzalâ-yı benâm varken, öteye beriye itirazla, hücûm ile şöhret bulan Hoca merhûmun böyle nâ-hak, bî-pervâ bir hareketle reddiye yazması pek ziyâde şâyân-ı taacüptür.


Resim: Tarikat-ı aliyye-i Bektâşiye babagântndan ve şuarâ-yı
benâmdan Mustafa Yesârî Baba merhum. [152]

İtirazın her türlüsü, her nevî vardır. Herkes kendi ictihâd-ı fikriyesine taban mesleğine, prensibine mugayir görünen mekâsıdı, mesleği red ve ibtal edebilmek hakkına hâizdir. Mesleğe nâhoş görünen mû’tekıdât, kavâid-i mantıkiye ve âdâb-ı mübâhese ve münâza- ra dâiresinde red ve cerh edilir. Kazâyânm fesâdı, kıyâsâtm butlânı, berâhînin safsatası yoksa reddiyeyi tahrir eden zât gâlib, red olunan müellif ise mağlub addolunur. Fakat bu itirazatta asi olan şey edeb kelâmı, kavâid-i mübâheseyi muhafazadır.

Fakat namus ve vicdâniyâta taarruz ve istinâdât-ı şenîa ve şahsiye ile muarızın kesr-i nâmusunu mûcip olacak tarz-ı münâzara ihtiyâr olunursa iş edebi tecâvüz etmiş, hudûd-ı mantıki geçmiş olur. Ve meydân-ı münâzara bir tulumba talîmathânesine dönmüş, küfretmek mütearrızın adi bir sözünden farkı kalmamış olur.

İşte îshak Efendi âdâb-ı kelâma, kavâid-i cedel ve mantıka riâyet etmeyerek neşr u tahrîrine cüret ettiği bu kitap ile vicdâniyât-ı nâ- musa tecâvüz etmeyen ve isnâdât-ı şahsiye ve hikâyât-ı şenîa ile [153] tecâvüz ettiği hudûd-ı edebten, bu fiil kendini büsbütün teb’îde sebebiyet vermiştir. Burada munsıfâne bir mütâlaada bulunmamız icab ediyor.

îzahdan müstağnidir ki, edyân ve mezâhib pek çok ve her din birçok şubelere ayrılmıştır. Meselâ dîn-i Musâ, Kârâî ve İsrâîl nâmıyla iki kısma dîn-i İsâ Katolik, Ortadoks, Mârûnî, Keldânî, Süryânî, Kıbtî, Ermeni-Gregoryan, Protestan gibi iki kısma ayrıldığı gibi her mezhep birçok şubelere inkısam etmiş ve yalnız Protestanlık, Kalve- nizm, Angilikan, Arâmizm vesâir kısımlara ayrılmıştır.

Bu mezheplerin cümlesi kendi iddialarını tervîc için müdâfaada ve muhaliflerini ibtal edecek neşriyât ve iddiada bulunuyorlar. Hepsi kendi mesleğini hakikat tarftarı olmak üzere gösteriyor, hepsi kendini haklı, karşısındaki haksız göstermeye gayret ediyor.

Görüşler çoğalıp ihtilaf artınca fikirler teşevvüşe düşer. Bu teşevvüş bir zaman devam eder. Fakat dimâğ faaliyete girişip muhakeme ve mukâyese dikkatle yapılacak olursa hak ve hakikatin ne tarafta olduğu tayyün ve teybin etmiş olur. Dîn-i celîl-i İslâm mûtekıdât cihetinden nasılki ihtilâfa [154] uğrayıp da mesâil-i kelâmiyede mezheplerin görüşleri taaddüt ettiyse ameliyâta müteallik olan mesâilde dahî eimmenin nokta-i nazarı taddüt etti. İbtidâ İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, Kitap ve sünnet-i Rasûlüllâhı mükemmelen tedkîk ile mezheb-i Hanefîyi te’sîs etti. Sonra İmam Şâfii, İmam Mâlik, İmam Ahmed Hanbel Hazerâtı da nâmlarına mensup olan mezâ- hib-i ictihâd ederek neşr ve tâmîm eylediler.

Ameliyatta olan fırkalar tedkîk olunursa görülür ki bazı noktalar pek esaslı sûrette farklıdır. Fakat müessisîn-i mezâhip tarafından ictihâd edilerek vaz olunan bu fırkalar esâsen kitap ve sünnet-i Ne- beviyeye muhalif değildir. Yalnız zaman ve mekân düşünülerek mü- essirât-ı muhîtaya nazar-ı itibâra alınarak te’sîs olunmuştur. Amma maksatları birdir. Gâye-i aksa mezâhib-i erbaada birdir.

îtikâd ve amelde mezâhib-i erbaadan birçok noktalarda ayrılmış birçok mezhep vardır. Fakat şu halde şu anda en ziyâde ehemmiyetli olanları mezheb-i Câferiyye yahut İmâmiyye126 ile Yemen ve Asir cihetlerini istilâ etmiş olan Mezheb-i Zeydiyye’dir.[155]

Mezâhib-i erbaada gâye-i aksâ ahkâm-ı kitab ve sünnete riâyet, evvelce diğer mezheplerde gâye acabâ bunlardan başka mı olabilir? Eğer munsıfâne cevap vermekliğimiz lâzım gelirse -onlarda velevki muhtî olusunlar- kendi içtihatlarınca kitâb-ı İlâhî ve sünnet-i peygamberi ahkâmına mütabaat ediyoruz diyorlar.

“Kadd-i yâri kimi serv okur dediler kimi elif

Herkesin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif

İşte ihtilâfât-ı mezâhipte gözetilecek nokta herkesin kendi sâlik olduğu mesleği tarîk-ı hak ve hakikat diye iddia etmesidir. Bu müd- deiyât dakîk bir muhakeme, iyi bir mukayese neticesinde nasıl ve ne gibi mahiyete hâiz ise inkişâf eder. O zaman her mesleğin hakikati ortaya çıkmış olur. Lâkin muhakemede gözetilecek bir usûl, bir edep vardır ki, o da vicdânı hiçbir garaza saplanmayarak yalnız bî taraf- hk nokta-i nazarını muhafaza etmelidir. O zaman hakîkatlar yahut

126 Mezheb-i Câferiyye hakkında tedkîkâtımız ileride uzun uzadıya beyân olunacak ve menâbi-i asliyesi hakkındaki tenkîdât yazılacaktır. hakikat azhar mine'ş-şems âyân olur. Tedkîkât-ı mükemmele ve bî tarafâne her şeyin mâhiyet-i asliyesini ortaya koyar.

Nitekim hiçbir garaza tabi olmayarak müellif-i fakirin telif ettiği bu kitabın bî taraf bir kalem, bî taraf bir fikirden sudûr ettiği ve maksadında yalnız tahkir edilmek istenilen bir fırka-i tarîki [156] bir cemm-i gafîr-i mutasavvife müdafaa olduğu inzâr-ı kariîne ayandır.

Garaz ile meşbû, çarh-i kin ile âlûde olan Kâşiful-Esrâr ismindeki kitap gayet basit ve ibtidâî fikirlere, halkın lisanına düşmüş perde-i bîrûnâne hikayelere istinâden altı yüz seneden beri memâlik-i Os- mânî’nin bütün nukâtına intişâr etmiş olan tarîkat-ı Bektâşiyeyi red ve ibtâl daha doğru bir tâbir ile söyleyelim-tahkîr ve taarruz için yazılmış ve bunun neşrinden, tâmîminden efkâr-ı nâsa bir tohm-ı zan ve tereddüt saçılmış, fikirler tamamıyla bu mâsûm zümre-i dervîşâ- nın aleyhine çevrilmiştir.

İttihâd-ı ümmete bir darbe, bir mâni-i kavi olan bu telifin efkâr-ı umûmiyeye serptiği sû-i tefehhümât zehirlerini güzel bir panzehirle tesirinden alıkoymak, Bektâşiliğin herkesin anladığından başka bir tarîk olduğunu bildirmek için böyle bir eser vücûda getirmek lâzım geldi. Bi inâyetillâhi teâlâ Kâşifü’l-Esrâr’ın Bektâşiliği redde dâir ibrâz ettiği bir âhının, en esaslı noktalarının nasıl bir esâs-ı bâtıl ve sahîf üzerine mübtenî olduğunu Hoca Efendinin Hurûfîlikle Bektâşiliği birbirine meze etmek gibi bir hatası, Bektâşilik hakkında neşr edilmiş olan erâcif-i bed-hâhânenin ne gibi maksatlara binâen neşr olunduğunu ve bunların butlânını tahrîr [157] ettik. Öyle zannederiz ki efkâr-ı umûmiye bu neşriyât neticesinde tashîh-i zihâb eder ve en derin noktalara hükmetmekte bulunan tereddüt ve teşevvüş ateşlerini söndürür.

Herkesin fikrine göre telakki edilen “Hakikat” ihtiraz edilmeyerek beyan olunmalı ve zamanın îcâbâtından olan serbesti-i vicdân, serbesti-i matbûât, serbesti-i sây u amel esasları bütün âmâl u efâli- mize tatbik olunmalı, fikirler serbest ve kuyûd-ı ihtirâziyeden mu- arrâ olduğu halde beyan edilmeli, mantıktan, âdâb-ı mübâhaseden inhirâf etmeden, mümkün olduğu kadar îtidâli muhufaza ederek mübâheseye devam etmeli, şahsî taarruzlardan, şahsiyat mesâilin- den katiyen kaçınılmalı.

Bizim bu kitaba karşı beslediğimiz nefret, şahsa âdaba taalük eden mesâilden dolayıdır. Çünkü mûteriz muhalifinin ahvâl-i vicdâ- niyesini tahrik edecek yolda âdâb-ı mübâheseden hâriç garaz-âlûd neşriyatta bulunmuştur.

Bu gibilere karşı söylenecek sözler tatvîl olundukça tatvîl olunabilir. Amma kâriîn-i kirâma mûcib-i sadâ olur mülahazasıyla bu meseleye şimdilik hitam vermek lâzımdır127. Mehmed Ali Hilmi Dedebaba merhûmun gazelleridir.

“Ehl-i şevkiz, meşreb-i rindâneyiz, Bektâşiyiz Zâhid-i bedhâhlara bigâneyiz, Bektâşiyiz Merd-i tecridiz, alâikten geçip olduk beri Bî tekellüf sâkin-i meyhâneyiz Bektâşiyiz Bî garaz bu bizim işrethâne-i âlemdeyiz Câm-ı aşk ve şevk ile mestâneyiz Bektâşiyiz Mâlik-i genç rumûzuz bizdedir der Necef Gerçi zâhir beyyine biz bigâneyiz Bektâşiyiz.

Mürg-t şehbâz-t kadîmiz âsmân-t kayttta

127 Birinci cild burada hitam bulur. Bundan sonra tarikatın tarihiyle âyîn ve erkânı hakkındaki mübâhese tahrîr olunacak ve Mısır’da tab olunan ‘Binbir Hadis’ nâm kitapta Bektâşilik aleyhinde söylenilen sözlerle resimli kitapta Keçecizâde İzzet Fuat Paşa’nm birkaç sözü tenkit edilecektir. [Erzurumlu Mehmed Ârif Bey (1845-1898), Binbir Hadis adlı eserinin 'Müminler birbirlerini tutan bir binanın yapıtaşları gibidir. " meâlindeki 892. hadîsin şerhinde gerek kaynaklardaki verilerden hareketle gerekse Anadolunun muhtelif bölgelerindeki gözlemlerine dayanarak Bektâşîleri tenkit eder. Inlann uygu- lamalan ile bazen Hristiyanlann ortadoks mezhebine, bazen yapılanmaları ve inançlarını giçlemekteki katılıklarıyla mason ve farmossonlara benzediklerini söyler. Bk.Mehmed Arif, Binbir Hadis, (Kahire Matba'atü’l-Ma'ârif 1319/1901) ss. 401-415.

/ UHIl 1~1L

Tâir-i takdis ile hem ianeyiz Bektâşiyiz Sabitiz ikrarımızda şekkimiz yoktur bizim Ahd-i yâre ser verir merdâneyiz, Bektâşiyiz Cânımız kıldık fedâ Hilmi cemâlullâha biz Şem-i aşka yanmağa pervâneyiz, Bektâşiyiz?

Birinci Cildin Sonu

BEKTAŞİ SIRRI

Dersaadet 1328

Müellifi, Rıfkı

Sahibi ve Nâşiri, Asır matbaası ve kütüphanesi sahibi K. Fâik

İkinci Cild

Karabet Matbaasında tab’ olunmuştur

A. Tarikatın Tarihi: Bizdeki Tarih Yazımı

Bizde eslâfımızın tarih tahrîri husûsunda takip ettikleri meslek, hiçbir fayda temin etmeyen bir takım müsecca’, murassa’ sözlerle yalnız mevzu-u bahs olan meselenin kaba taslağını çizmek ve vekâyiin rûhuna, esâsına, müessirâtına dâir bir şey beyân etmemektir.

Şimdiye kadar yazılan tarihlerimiz- bir kaçı müstesna olmak şartıyla- hep böyle inşâ kitabı gibi bir meslek-i edebî-i muğlakla hakâyık ve vekâyii örtmüş, okuyucu için bir hakîkat-ı mâddiye ve mâneviyye te’mîn edememiş, hatta daha doğrusu söylemek lâzım gelirse tercüme-i hâli tahrîr olunan zevâtın ne tarih-i vefâtı, ne de tarih-i velâdeti tahrîr olunmuştur.

Müverrih, meselâ bir “Tezkire-i Şuarada -bir şâirin, bir münşinin tercüme-i hâlini yazarken “Nâm-ı ser âmedleri Mehmed’dir. Behûdlart dâru’n-nasr ve’l- meymene şehr-i Edirne’de revnâk-t ârâ-yı âlem şühûd olmuştur.’’ diyerek yalnız şeci ve kâfiyeye ve kavâid-i bedi u beyâna rağbet ederek katiyyen tarih-i velâdet ve vefatına yahut de- rece-i tahsil ve iktidarına ehemmiyet vermemiştir.

Onun için tarihimizin birçok vekâyi-i mühimmesi, tarihte büyük yerler tutan birçok zevâtın terâcim-i ahvâli zulâm-ı meçhûliyet içersinde kalmıştır.

Bâ husus turuk-ı aliye husûsundaki tevârihte, vukûâta, serdar-ı tarikat addolunan zevâtı âliyenin menâkıb ve kerâmâtına katiyen ciddî ehemmiyetler verilmemiş, bazılarının vefatından sonra sâlikle- ri tarafından menâkıb ve kerâmâtı tahrîr olunmuşsa da birçok ekler ve ilaveler yapılmıştır.

Bu gibi mesâil-i tarihin kadrini, kıymetini takdir edemediğimizin - daha doğrusu- o zamanın âdemleri tarihe ehemmiyet vermediklerinin ahlâfı düşünmediklerinin en büyük bürhânıdır.

Her tarîk erbabı, kendi pirinden başlayarak, zamân-ı hâzıra kadar mesleğinden güzerân eden kümmelîn-i evliyâullâhın, meşâyih-i muhteremenin hayatlarındaki ahvâli tahrîr etseler, hem o tarikatın ortada bir tarihî olmuş olur, hem de ahlâfı o tarikatın ahvâlinden güzerân eden meşâyihin kemâlât-ı irfâniyesinden, kerâmât-ı ilmiye ve kevniyesinden hissedâr olmuş olur.

Bu hatanın başlıcasım biz yalnız Tarîkat-ı Bektâşiye’ye isnad edemeyiz. Bütün erbâb-ı turuk bu hususta mühim tembellik ve ihmalde bulunmuşlar, ortada hakîkî ve tarihî birkaç eserden başka hiçbir telif-i mükemmel bırakmamışlar da bu hususta yazılan en mühim eserler îmam Şa’rânî Hazretleri’nin, Şeyh-i Ekber (rh.a)’a dâir telif ettiği el- Yevâktt ve’l Cevâhir min beyân-t akâidi’l- ekâbiri ve îsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Tarîkat-ı Celvetiye’ye dâir yazdığı “Sil- sile"12* ismindeki telif ve Kitâbu’l Hitâb'ı Sarı Abdullâh Efendi Hazretleri’nin Semerâtü’l-Fuâd’t, Lalîzâde Risâlesi ve Ömerü’l Fuâdî Hazretlerinin Menâktb-t Şeyh Şâbân kitabı129, Moravî Şeyh Mustafa Efendinin Tuhfetü’l-Asrîfî Menâkıb-ı Şeyh Mısrî130, Kâim-i makâm Tâhir Bey’in131 kütüphâne-i İslâm külliyâtı meyâmnda neşrettiği

128 Yevâkıt ve’l-Cevâhir matbu değildir. [el-Yevakit ve’l-cevâhir fi beyâni akaidbl-ekabir; el-Kibritü>l-ahmer fi beyâni ulumbş-şeyhbl-ekber/Ebû Abdurrahman Abdülvehhab b. Ahmed b. Ali el-Mısri Şa’rani, 973/1565. Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1959.1 c.’de 2 c.; Kibrit-iAhmer (Fötuhat-ı Mekkiye’den seçmeler); çev. M. Sabit Ünal, Haşan Felmi Kumanlıoğlu; (İzmir İlahiyat Vakfı yayınlan; 28)] Silsile-i İsmail Hakkı litoğrafla, Kitâbu’l- Hıtâb hurûfâtla tab’ olunmuştur.

129 Menâkıb-ı Şeyh Şa’bân Velî, Kastamonu’da otuz sene evvel tab’ olunmuştur.

130 Tuhfetü’l-Asrî, Bursa’da kâin, Morali Dergâhı postnişîni merhûm Şeyh Mustafa Efendi’nin telifi olup Bursa’da basılmıştır.

131 Müşârun-ileyh el-yevm Bursa mebusudur.

Şeyhü’l-Ekber ve şâir Meşâyih-i kirâma dâir olan risâleleri ve bazı zevâtın menâkıb-ı ekâbire dâir yazdıkları eserlerdir.

Bunlardan başka Şeyh Kemâleddîn Harîrî merhûmun Fatih Kü- tüphânesi’nde mevcut olan bir eseri târîh-i turuk-ı aliyenin en mü- dekkikâne, en vâkıfâne yazılmış bir mecellesidir.132 Ve bu eserin kis- ve-i taba girmemesi hakîkaten teessüfe sezâdır.

B.. Tarikatın Târihi

Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiye’ye gelince, Hazret-i Pîr zamanından sonra tahrîr olunduğu zan olunan Velâyetnâme ismindeki telif Haz- ret-i Pîr-i destgîrin menâkıb ve kerâmâtım bast u beyân etmiş [6] ise de bununda bazı isnâdât ve mübâlağata boğulduğu şedîden zan olunmaktadır. Hazret-i Pîre dâir el-ân mevcut olan malûmat bu kitap ile Şakâyık’ın birkaç muğlak sözünden, Âlî Tarihinden alınmış ve şâir malûmat ise ağızdan ağza intikâl eden rivâyât ve hikayâtdan alınmıştır.

Hazreti Ali (kv.) Hazretlerine isnad olunan birçok vekayi-i garibe Kan Kalesi, Hayber Kalesi, Billûr-ı A’zarn gibi birçok esâtirî hikâyeler tevlîd ettiyse, - Hz. Ali seyyidinaya o meşhûr ve kendi nâmıyla maruf kitapta, birçok harkulâde olay isnad olunduysa Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerine de bu gibi vekâyi fevkalâde isnad olunması istibâd olunamaz.

Velî müşârun-ileyh Hazretleri, gerçi kerâmât-ı ilmiye ve kevniyeye mâlik, kâmil ve mükemmil bir zât ise de Hz. Ali (kv.) ve Ebâ Müslim Horasânî ve seyyidü’ş-şühedâ Hz. Hamza Hazretleri’ne isnâd olunan birçok vekâyi, birçok kitaplar gösteriyor ki Hz. Pîrden sûdûr ettiği rivâyet olunan olaylara da bu misilli mübalağalar karışmıştır. Şim-

132 Muhammed b. Abdurrahman Haririzade Kemâleddin Efendi, 1299/1882, Tibyanu vesaiti ’l-hakaik fî beyâni setasili't-leraik, [y.y.] : Yazma, [t.y.J c:III, Süleymaniye Kütp. İbrahim Efendi blm. no 430.

ı^u / Duuuy ozrrı ı~ıı

di bize elde bulunan vesâik -i muhakkıkaya istinaden tarikatın Pîr-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî [6]

cfuJI ujUi j» W «jj/


Resim: Çamltcada kâin Bektaşî dergâhı şerifi postnişini Nuri
BabazâdeAli Nutki Baba Efendi. [7]

Hazretlerinden sonra aldığı şekli ve Hz. Pîr’in Pirinden sonra gü- zerân eden meşâyih-i kirâm ve Babagân’ın ahvâlinden kısaca bahs etmeyi muvâfık gördük.

IV. Hazret-i Pîr’den Sonra

H

z. Pîr-i destgîr, Şeyh ve’l-eş'ârî Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî Hazretlerinin emri ve işâretleriyle birinci cildin kısmı mahsûsunda beyân olunan makâmât-ı mü- bârekeyi ziyâretle Kırşehir civarında Suluca Karahöyük karyesine gelip seccadelerini serdiler. El-ân Hacı Bektâş Nahiyesi nâmıyla bilinen Suluca Karahöyük Sultan Alâeddîn Selçûkî tarafından -Yunus Mukarramî- nâmındaki zât-ı fâzıla yurtluk olarak tevcîh olunmuş ve Yunus Mukarramî dahi orada temekkün ile ailesini teksîr eylemişti. Yûnus Mukarremî irtihâl ettikten sonra îdris, İbrahim, Süleyman ve Sarı nâmıyla dört erkek evladı kalmış ve bunları orada iskân etmişler, bilâhere diğer bir mahalden hicret eden üç aile dahi mesken tutarak yedi hane kadar olmuşlardı.

Hz. Pîr Suluca Karahöyüke teşrif ettikleri zaman Yunus Mukar- ramî’nin büyük oğlu İdris Hoca ile zevcesi Kutlu Melek yahut Kadıncık Ana Hz. Pîr e fevkalâde ikram ve i’tibâr ederek nazar-ı himmet ve kerâmetlerini celbe gayret eyliyorlardı.

İdris Hoca ile Kadıncık Ananın servet ve şâir cihetten hiçbir ihtiyaçları yoksa da yalnız evlatları olmadığından dolayı mükedder ve mahzun idiler. Kerâmet-i evliyâya hadd-ü pâyân tasavvur olunmayacağı üzere Velâyetnâmeler de muharrerdir.

Hz. Pîr’in hayır duâsına enfâs-ı âlilerini talep eden İdris Hoca ile zevcesi dâimâ Hz. Pîre ed’iye-i hayriyelerine müterakkıb olurlar ve evlatsız kaldıklarından dolayı hüzn-ü kalblerini gizleyemezlerdi.

/ £>exıaşı öirrı ı-ıı

Hz. Pîr-i Hünkâr muttali olunca “Yurdum bekçisi senden gelecek ve senden olacak” yolunda nefes buyururlar. Hz. Pîr’in berekât-ı en- fâsıyla Kadıncık Ana İdris Hoca’dan hamile kalarak sırasıyla üç erkek evladı tevlîd eder. Fakat Mahmud ile Habib isminde olan ikisi, Hz.Pîr-i Hünkârın eyyâm-ı hayatında irtihâl-i dâr-ı bekâ ederler. Yalnız Hızır Bâlî ismindeki üçüncü oğlu yurdun bekçisi bunlardan olsun yolundaki nutk u vasiyyet-i pire imtisâlen dergâhın kâim-i makamı olur.

İşte Hânkâh-ı Pir’de bulunan Çelebiler’in silsile-i vücudu bu Hızır Bâlî’ye ittisâl eder. Malûm-ı erbâb-ı tarikattır ki, Hz. Pîr-i Hünkâr Efendimiz mücerret olarak dâr-ı bekâya rihlet buyurdular. Bu da tasdik kerde-i ashâb-ı hakikattir ki Hz. Pîr-i destgir’in kurduğu hankâh-ı tecridin bi’l fiil mensup ve muhafızı, âyin ve erkân-ı tarikatın koyucusu Balım Sultan Hazretleridir.

A. Balım Sultan’m Tarikat silsilesi

Bazı tarikat kitaplarında Balım Sultan Hazretlerinin silsile-i nis- bet-i vücûd-ı tarikatı aşağıda gösterilmiştir.

Pîr-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî el-Horasânî ks.

Eş-Şeyh Hızır Bâlî Sultan ibn İdris Hoca,

Eş-Şeyh Rasül Bâlî Sultan ibn Hızır Bâlî,

Eş-Şeyh Yusuf Bâlî ibn Rasül Bâlî,

Eş-Şeyh Mürsel Baba Sultan ibn Yusuf Bâlî,

Pîr-i Sânî Tarîkatü’ş-Şeyh Balım Sultan ibn Mürsel Baba,

Balım Sultan Hazretlerinin pederleri Mürsel Baba, Pîr-i Tarikat Hazretlerinin sulb-ü mâneviyesinden gelen Yusuf Bâlî Sultanın oğludur.

B. Mürsel Baba

Horasan erenlerinden Seyyid Haşan Atanın oğlu olan Seyyid Ali Sultan133 ile birlikte Rumeli’ye seyahat etmişler ve Dimetoka’daki dergâh-ı şerifi inşa ederek neşr-i âyîn-i tarîkatle evkât-güzâr iken Mürsel Baba dahi kendi nâmına mensûb zâviyede tarikat seccadesini sermişlerdi. Bir zaman sonra Seyyid Ali Sultan tarafından vukû bulan işâret-i aliyye üzerine sinni doksan yaşlarında bulunduğu halde, tecerrüt bağını kırarak teehhül ettiklerinde Balım Sultan ks. Hazretleri o izdivaçtan husûle gelirler.

Balım Sultan Hazretleri sabâveti ikmâlden sonra, kendilerinde cezbe-i rahmânî zuhûr ederek aşkı İlâhî ile müstağrak, derya-yı irfân olmuşlar ve Seyyid Ali Sultan tarafından mânen vâki olan işâret-i ir- şâd üzerine İstanbul’a gelerek Padişah tarafından i’zâz u ikrâmı fevkalâde görmüşler ve südûr eden irâde-i pâdişâhî üzerine Hankâh-ı Hz. Pire azimetle (922/1516) tarihine kadar orada irşâd-ı sâlikân ile meşgül olmuşlar ve tarih-i mezkûrede âlem-i fenâya veda eylemişlerdir.

Velî müşârun-ileyh Hazretleri, Tarîkat-ı Bektâşiye’de el-ân câri olan erkân ve kavâidin koyucusu olduklarından kendilerine Pîr-i Sânî ünvânı verilir ve dergâh-ı Hz. Pîr-i Hünkâr için taraf-ı hükû- met-i seniyye tarafından tahsis olunan vâridât ve vakfiye Balım Sultan Hazretleri zamanında verilmiştir. Hâne-i Tecrîd’in bânisi ve mücerred erkânının kurucusu Balım Sultan Hazretleri olduğundan mücerred erkânını kabul-i dervîşânın bey’at âyini ve kulaklarının delinmesi merasimi pîr-i müşârun-ileyhin tevbesinde olunur.

Mir’âtü’l-Mekâstd, Bahm Sultan Hazretleri’nden bahsettiği sırada:

“Hızır Lâle (ks.) vasiyet-i âlîleri üzere, kendilerinden sonra der- gâh-ı şerîfelerinde kâim-i makâm olmakla o vâkitten beri dergâh-ı

133 Seyyid Ali Sultan Hazretleri Tarîkat-ı Bektâşiye’nin ekâbirindendir. Edirne civarında Dimetoka’da medfundur.

şerifte şeyh olan zevât-ı kirâm hazerâtı bu silsileden yayılmıştır” diyor.

Hakîkaten Hızır Lâle Sultandan sonra yukarıda gösterilen silsile mucebince Balım Sultan Hazretlerine kadar gelir. Ve Pîr-i Sânî Balım Sultan Hazretleri, Hz. Pîr-i Hünkâr Efendimizin eserme iktifâ ederek Hankâh-ı Tecerrüdü muhafaza ve bina ettiler. Binâenaleyh, Balım Sultan Hazretleri evlenmedikleri için silsileleri yürümemiş, kesilmiştir.

Halbuki Mir’âtü’l-Mekâsıd’ın 182. sayfasında “Hz. Pîr-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî Efendimizden başlayarak, Balım Sultana kadar teselsül eden silsile-i tarikat, yine teselsül ederek zamanımıza kadar imtidâd etmiştir” deniliyor. Hz. Pîr-i Balım Sultanın evlenmediği tarikat erbâbı tarafından bilinirken silsilenin bu sûretle teselsül eder gösterilmesi hakîkaten birçok erbâbı irfânca dedi kodu olarak değerlendirilip meselenin halli için tedkîkatta bulunmamız lâzım geldi.

Muhibbân-ı tarîkat-ı aliyeden Nâilî Efendi Hazretleri bu meseleye dâir müellif-i fakire irsâl ettikleri bir makâlelerinde silsile-i nisbetin mânevi mi, yoksa sulbî mi olduğunu? “Nezdi erbâb-ı irfânda bilinen işlerden olduğu üzere Dersaadet’te Sünbül Sinan Hazretlerinin türbesinde evladı olmayanlara bir gül ve Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdâyi Efendi Türbesinden bir miktar pamuk ipliği verilir. Hazret-i Pîr’in türbesinden d.ahi buğday ve mercimek alınır. Bunların berekâtıyla çocuk husûle gelir. Bu ise bir duâdan ve him- met-i rûhâniyeden ibaret olduğuna nazaran, artık bu veçhe ile husûle gelen çocuklar zevât-ı müşârun-ileyhimin evlâd-ı sulbüye veyahut evlâd-ı maneviyesi olurlar. Elbette evlâd-ı maneviyesi olacakları güneşten daha açıktır”.

Demekki İdris Hocanın zevcesi Kadıncık Anaya edilen duâ u himmet-i Hz. Pîr’i Hünkâr’ın berekâtıyla zuhûr eden evlâd, Hz.Pîr’in evlâd-ı mâneviyesidir. Ve bu silsile dahi ancak Balım Sultan hazretlerine kadar teselsül etmiştir. Balım Sultan Hazretlerinin mücerred bir merd-i âlî—i himmet olduğu mâlum-ı erbâb-ı hakikat bulunduğundan silsilenin yani Hz. Pîr’in duâ ettiği neslin burada kesildiği muhakkaktır.

Mir’âtü’l-Mekâsıd, Balım Sultan Hazretleri’nden sonra silsileyi yazarak Şehîd Genç Kalender Efendi ve ondan sonra Şeyh İskender Efendi isimlerini gösteriyor.

Halbuki bu silsile, Pîr-i sânî Balım Sultan Hazretleri’nden teselsül etmiştir. Belki Balım Sultan Hazretleri’nin dedesi olan Yusuf Bâlî’den teselsül etmiştir. Hatta Âlî Tarihi’nde İskender Çelebi’nin Rasül Bâ- li’ye olan nisbeti vesikalarla gösterilmiş, yani İskender Çelebi’nin pederi Abdullah, onun pederi Hüdâdât, onun pederi Mahmud, onun [pederi] Carullâh, onun pederi Rasül Bâlî olduğu beyân olmuştur.

Demek ki ne Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin, ne de Bahm Sultan Hazretleri’nin silsileleri teselsül etmemiştir. Ve bu hükmümüz elde bulunan vesâik ile mükemmelen sabittir. Hacı Bektâş-ı Velî ve Balım Sultan Hazretleri’nin tecerrüdü ihtiyâr ederek evlatları olmadığı ve Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin nefes ettikleri silsilenin bir cihetinin Bahm Sultanda munkatı olması gösterir ki el-ân Dergâh-ı Hz. Pîr’de Çelebi nâmıyla seccadenişîn bulunan ve kendisini Hacı Bek- tâş-ı Velî sulbünden iddiaları nefsi’l-emre muvâfık değildir.

Yani Ahmed Cemâleddîn Efendi, gösterdikleri silsile mûcebince evlâd-ı mâneviyeden olabilirler. Fakat Hünkâr Hacı Bektâş’ın sulbü olamazlar. Çünkü elde vesâik var. Çünkü elde tarikatın mevsûk ve muhakkik zabıtları vardır. Bu babda vâki olan tahkîkâtımızı okuyucularımıza beyân edelim. Çünkü bu mesele bu günlerde yalnız muhibbân-ı tarikatla erbâb-ı turuku işgal etmekle kalmıyor, belki Ahmed Cemâleddîn Efendi’nin İstanbul’a gelerek kendini gazeteler vasıtasıyla Hz. Hacı Bektâş ahfâdından diye ilân etmesi üzerine, tarikatla münasebeti olmayan zevât bile bu meseleyi merak etmeye başladılar. Bu iddiayı kanıtlamanın evkâfa müstenid bazı umûra ait olduğu ve işin içine menfâat-ı şahsiyye meselesi karıştığı yakînen mâlûmumuz olduğundan Hacı Bektâş Hankâhı’na ait evkâfın müstesna sınıfına idhâline ve tevliyetin Çelebilik ve evlâd-ı pirlik iddiasında bulunan Ahmed Cemâleddîn Efendi ye tevcihine karar verecek olan hükümetimiz ve ba-husus Evkâf Nezaretinin bu hususta nazar-ı dikkatini celp eder ve âtideki hakâyık-ı târihiyeyi mütâlâayı tavsiye ederiz.

Tarîkat-ı Aliye-i Bektâşiye’de pîr-i sânî addolunan Balım Sultan (922/1516) tarihinde tebdîl-câme-i nâsût eylemişler ve irtihâlinden sonra orada birçok hulefâ ve dervîşân kalmış ise de Rasûl Balî nin oğlu Mahmud Çelebinin mahdumu olan Hudâdâd Çelebi ile Kalender Çelebi arasında post nizâı vukû bularak Hudâdâd Çelebi, Kalender Çelebiyi kati ettirdiği gibi Kalender Çelebi taraftarları da Hudâdâd Çelebiyi öldürerek Hankâh-ı Hz. Pir otuz dört veyahut otuz altı sene postnişînden hâli kalmış ve bu defa Hz. Pîr-i Sânî’nin ecille-i ashâbından bulunan Sersem Ali Baba Hazretleri (958/1551) tarihinde mücerred postuna oturmuştur.

Bazı tarihler de ise (933/1526) tarihlerinde postnişîn olan Kalender Çelebi nin ihdâs eylediği Şûreş, Kanuni Sultan Süleyman Hazret- leri’nin devr-i saltanatında sadrazam olan İbrahim Paşa tarafından teskin olunmuştur diye yazılmıştır ki bu da rivayât-ı vâkıayı müey- yed vesâiktendir.

Muhibbân-ı tarikattan bir zât-ı fâzıl tarafından gönderilip elimizde bulunan mühim bir vesikaya müsteniden anlaşılıyor ki Balım Sultan Hazretleri postta oturduğu müddetçe, bu Çelebilere el çektirmiş, hankâha ayak bastırmamıştır. Halbuki 900/1495 tarihlerinde Anadolu’nun bazı mahallerine efkâr-ı bâtılasmı serpen Şâh İsmâil-i Safevî”4 Şiîlerin nâmına tesis ettiği Erkân-ı Safevî’yi yaymağa çalıştığı hengâmda Çelebiler buna girerek, Safevîliği kabul ederler.

Balım Sultan Hazretleri’nin irtihâlinden sonra Fezleke-i Târîh-i Osmânî’de mücmelen beyân olunduğu üzere (932/1525) senesinde mezkur Kalender Çelebi, izhâr-ı şekâvetle Anadolu’yu Abdâl ve

134 Şah İsmâil Safevî, Şiîlerin Azarbeycan’da zuhûr etmiş olan Şeyh Haydar Safevî’nin oğludur. Sülalesi meşâhîr-i evliyâullâhtan Safiyyüddin Erde- bîli’ye ulaştığı halde kendinin siyaseten îcad ettiği mezhebi, ehl-i Hak’tan ayrıldığını gösterir.

derviş sıfatıyla vilâyet vilâyet dolaşarak Celâli gürûhu perakendesini başına toplayarak Amasya ve Karaman Beylerini bir bir perişan ederler. Nihâyet Padişahın emriyle üzerlerine gönderilen İbrahim Paşa bu eşkıyayı külliyen helâk eder. Bu meseleden sonra bunlar biraz sâkinleşmişler ve daha sonra baş göstererek, o zümredeniz diye iddia etmişler. 1100/1688 tarihlerinde Hânkâh-ı Hz. Pîr’in postnişîn- liğinden başka bir de seccadenişîn ünvanı takmışlar. Ve (1142/1729) senesinde seccadenişîn bulunan Çelebi Murtaza Ali Efendi İstanbul’da bulunan müntesiplerinin (Safevîler) gayret ve himmetleriyle bu ünvânı evkâfa da kayd etmişlerdir.

1826’da Kırşehir Âsitanesine Yapılan Atama

1243/1827 tarihinde Çelebi olan Hamdullâh Efendi 1241/1826 vakâ-yı malûmesinden kurtulduğuna şükür etmeyerek yine bir takım ifsâdât u tahrikâta kıyâm etmekle hükümet tarafından icrâ edilen tahkîkâtı müteakip Amasya’ya sürülüp orada vefat eder. Bu seccadenişînlik ünvânı ortadan kalkar ve Hankâh-ı Pir’de her hafta usûl-ü Nakşibendî icrâ edilmek üzere Hamdullâh Efendi’nin biraderi Velîyyüddîn Efendiye meşihat tevcih edilir. Aynı zamanda Hankâh-ı Pîr’in mücerred postunda Sivaslı Hacı Muhammed Nebi Dedebaba postnişîn olup bu gibi meselelere karışmayarak tevekkül köşesine çekilir, sabreder. O sırada Velîyyüddîn Efendi’nin uhdesinden meşihat kaldırılarak daha sonra Çelebi familyasının hankâh-ı mezkûre ayak basmaması hakkında irâde-i seniyye şeref-südûr eder.

Bunu hankâha, mezkûr meşâyih-i tarîkat-ı Nakşibendiye’den el- Hac Muhammed Said Efendi uhdesine tevcih edilir. Bu Hacı Said Efendi Beşiktaş’da âsûde Yahya Efendi Dergâhının postnişîni olan Şeyh Hacı Muhammed Nûri Efendi’nin pederleri idi. [20]

Müşârun-ileyh Şeyh Said Efendi, fermânı hâmilen terfik edilen me’mûr-ı mahsûs ile beraber Kırşehir’e doğru tahrîk-i pây-ı azimet edip Hankâh-ı Hz. Pîre ulaşacağı günün gecesinde mânâda Hz. Pir görünerek, bir zât-ı nûrânî’nin elinden tutup “işte benim dervîş-i şefi- kim!, hâdim-i tarîkim budur. Gasba çalışan kâziplerden hankâhımı ve türbemi temizleyecek!... muinin olsun0 yolunda emir ve telkînâtta bulunur. Müşârun-ileyh Şeyh Said Efendi sabahleyin bu mânâyı yanında bulunan rüfekâsına beyân ederek o gün dergâh-ı pire vâsıl olup ta karşılarına kendilerini karşılamaya gelen Hacı Mehmed Nebi De- debaba’yı görünce rüyanın hakikatim anlayarak baba-yı müşârun-ileyh hakkında fevkalâde saygı alâmetleri gösterir. Hacı Said Efendi Cuma günleri öğle namazından sonra âyin-i Nakşibendî icrâsıyla ve Dedebaba-yı müşârunileyh dahi evrâd u ezkâr-ı mahsûsasını ve duâ- yı dîn u devleti tekrâr u tezekkür ile iştigâl üzere iken Mehmed Nebi Dedebaba 1250/1834 tarihinde rahmet-i rahmâna kavuşur. Yerine Merzifonlu İbrâhim Baba (Dedebaba) olarak seçilir.

Şeyh Hacı Said Efendi dahî tahkîkât-ı vâkıaya göre 1258/1842 tarihinde irtihâl-i dâr-ı bekâ ederek Dergâh-ı Hazret-i Pîr’in civarına defnolunur.

Çelebi Velîyyüddîn Efendi Sivas’ta fevt olduktan sonra bu kadar irâdât-ı seniyye ve memnûiyye üzerine oğlu Ali Celâleddîn Efendinin nasıl tekrar bu Çelebilik şûlesini uyandırdığı meçhûlemizdir. Şu kadar var ki bu çelebi nâmı altında yaşayan ve Miratu 1-Mekâ- sıd’ın 182. sahifesinde silsileleri birer birer beyân olunan zevât-ı pîr-i tarîkat-ı hünkâr-ı Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz Hazretlerinin sulbünde kalan evlatları olmadığı gibi, pîr-i sânî Bahm Sultan Hazretlerinin evlatları da değildir.

Bu hakâyık, beyânât-ı sâbıkadan müstebân olurken elde böyle bin türlü vesâik-i târihiyye varken, el-ân Hacı Bektâş-ı Velî evlâdıyım diyen Çelebi nâmıyla bir zâtın bulunması ve İstanbul’a gelerek oranın pek eskiden beri münazaun fîh bir halde kalan vâkıf meseleleri ve sâiresini hal etmek üzere nüfûzunu kullanması ve Rumeli’nin bütün tekâyâ-yı Bektâşiyesi’nden Çelebi hakkında şikâyâtı ve oradan sürülmesi talebini içeren telgraflar ve dilekçeler gelmişken hala hükümetimizin onun hakkında ibrâz-ı tevcîh eylemiş bilmem hangi fikre müsteniden?. Hatta geçenlerde Ergiri’den ve şâir mahallerden gelip de Tanin ve şâir gazeteler de muharrer olan şikâyâtta deniliyor ki; “Hacı Bektâş-ı Velî Efendimiz’in hânkâhı devr-i sabıkta bir Nakşî şeyhine -malûm olmayan sebeplerle- verilmiş bu hususta Bektâşîler müsâvâttan mahrum ediliyor”.

Yalnız buna benzer bu mealde birçok telgraflar dilekçeler hükümete verilmişken, hükümet hâla görmezlikten geliyor.

Tarîkat-ı Bektâşiye’de silsileye, yani silsile-i vücûdiyeye rağbet olmayıp silsile-i tarikata rağbet vardır. Yani belden gelen evlâda yoktur. Yoldan gelen evlad, erbâb-ı tarîkatce makbul ve mûteberdir.

Daha izah edelim, Hz. Pir hankâhmda (Dedebaba) nâmıyla bir baba bulunur ki bu zât Bahm Sultan Hazretlerinden sonra mücer- red postuna intihâb olunan zâttan teselsül ederek zamanımıza kadar gelmiştir. Bu zevât tabi mücerred oldukları için vefatlarında yerine ya Hz. Hankâh-ı Pîr’den, eğer orada münasip bir zât yoksa taşradaki Bektâşî Dergâhı Babalarından bir zât intihâb [23] olunur. Bu tarikatın mücerred olan kısmına göredir.

J1L. jCJ


Resim: Çamlıcada kâin dergâh-ı şerifin posnişîn-i sabıkı merhum
Nûrî Baba [24]

Çünkü Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiye bu meselede iki kısma bölünerek mücerred (bekâr) ve müteehhil (evli) olmak üzere ayrılmıştır. Mücerred olanlar vefatmda dergâha tarikatın ehli diğer bir zâta kaldığı gibi, müteehhil Babagândan birinin vefatına dahi mahdumlarından ehil olanı post-u meşihata geçer. Eğer vefat eden babanın münasip bir evladı yoksa dergâha başka bir zâtın getirilmesi usûldendir. Hatta Rumelihisarı’nda Şehidlik Dergâhının postnişîni bulunan Mahmûd Baba merhûm irtihâl-i dâr-ı bekâ eyleyince tarikat ehlince küçük mahdumları olan Nâfi Baba Hazretleri post-u reşâdete lâyık görülerek büyük oğulları Ahmed Baba posttan mahrum bırakılmıştır.

Bu hakîkatlar bize gösteriyor ki; Tarîkat-ı Bektâşiye’de aslolan silsile-i vücûdiye ve sulbüye değil, silsile-i mâneviye yani silsile-i tarikattır. Esasen el-ân Hz. Pir evlatlığı iddiasında bulunan Ahmed Camâleddîn Efendi dahi doğru ve munsıfâne düşünecek olursa ikrâr eder ki; Kendisinin Hacı Bektâş-ı Velî ye nisbeti -olsa bile- iddiadan ibarettir. Yani İdris Hocanın zevcesi Kadıncık Anaya Hz. Pîr’i gösterdiği bürhân üzerine zuhûr eden silsilenin Balım Sultan Haz- retleri’nin başka bir yola ayrılan bir silsilesidir. Mir’âtul-Mekâsıd aşağıdaki silsileyi göstermektedir.

C. Der Beyân-ı Silsile-i Tarîkat-ı Aliye-i Bektâşiye

Hz. Pîr-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî (ks.) (v.638)

Hz. Lâle Sultan ibn İdris

Rasül Bâli Sultan ibn Hızır Lâle,

Yusuf Bâli Sultan ibn Rasül Bâli,

Mürsel Baba Sultan,

Pîr-i sânî Hz. Bâlım Sultan (ks.) (v.922)

Şehîd Genç Kalender Efendi135

İskender Efendi136,

Mahmud Efendi,

Zühre Nûş Yusuf B âlî Efendi,

Bektâş Efendi,

Rasül Efendi,

Mürsel Bâlî Efendi,

Bektâş Efendi,

Haşan Efendi,

Kasım Efendi,

Yusuf Efendi,

El-Hâc Zülfıkâr Efendi,

Hüseyin Efendi,

Şehîd Abdulkâdir Efendi,

Elvan Efendi (v.l 142/1729)

Murtaza Âlî Efendi (v.l 143/1730)

Hacı Feyzullâh Efendi (Merdiven Köyündeki dergâhta medfun- dur.)

Bektâş Efendi (v.l 175/1761)

Abdullatif Efendi (v.1177/1763)

Şehid Feyzullâh Efendi (v. 1218/1803)

135 Kalender Efendi’nin, Balım Sultan Hazretleri’nden sonra silsileye katılması hangi vesikaya dayandırılmaktadır?, anlaşılmıyor. Her halde kendisi Balım Sultan Hazretleri’nin ne oğlu ve ne de halîfesidir!.

136 İskender Efendi’nin silsile-i nisbeti; İskender Çelebi ibn Abdullâh ibn Hudâ- dâd ibn Mahmud ibn Carullâh, ibn Rasul Bâlî (Âlî Tarihi)

Mehmed Hamdullah Efendi (dergâhtan ayrılışı 1240/1824)

Velîyyüddîn Efendi (dergâhtan ayrılışı 1243/1827)

Ali Celâleddîn Efendi

Mehmed Feyzullâh Efendi (v.1288/1871)

D. Çelebiler

Mir’âtü’l-Mekâstd’ın gösterdiği bu silsile lâyıkıyla tedkîk olunursa, Kalender Çelebi nin Balım Sultana ittisâl sebebi anlaşılamaz. Ondan sonra Çelebilik makâmım işgal eden İskender Efendi dahi Hz. Pîr-i Sânî Bahm Sultan ks.’nin ne sulb-ü evlâdı ne de halîfesidir. Ve ondan sonra böyle bilinen şekliyle teselsül eden Çelebiler silsilesinin ta zamanımıza kadar gelen efrâdının ne gibi akâide, hangi tarîka sâlik olduğu meçhûlümüz [28] değildir.

Mir’âtü’l-Mekâstd’ın 189. sahifesinde bu masal hakkında gâyet kapalı bir takım sözler var ki okuyucularımıza arz etmek faydadan hâli olmasa gerektir:

“İmdi Bahm Sultan Hazretlerinin âlem-i âhirete intikâllerinden sonra Çelebiler arasında zuhûr eden rekabet ve dışardan vukû bulan müdahele ve şamatalar dergâhı şerifte sâkin fukarâ u dervîşânın emniyetini tehdit ederek, tamam otuz altı sene mücerred postu Ba- bagân’dan hâli kalmıştı. Rivâyet olunduğu üzere ismi geçen Sersem Ali Baba ki, o zamanda mîr-i mîrândan, ilim sahibi, güçlü otorite ve iktidar sahibi iken zâten muhibbân-ı Bektâşiye’den olmasına binâen terk-i dağdağa-i vezâret (üzerindeki sadrazamlık görevini bırakarak) ve kat-ı rişte-i tealluk u mâ sivâ ile (dünyevî meşgâlelerden ilgisini keserek) dergâh-ı şerifte uzleti seçmişti. Ba’de zaman izhâr-ı bürhân ile işâret-i aliye-i pîr ile 958/ tarihinde baba postuna oturarak tekkenin idâre ve fukarasının terbiyesinde zâhiran ve bâtınan himmet etmişlerdir ki, onlardan sonra bu usul silsile boyunca devam etmiştir”.

Mir’âtü’l-Mekâstd’ın bu ifadesinden anlaşılacağı üzere İskender Çelebi ile Kalender Çelebi zamanında vukû bulan fitne ve fesat dergâhın işlerinde dehşetli buhranlar uyandırmış ve nihâyet Sersem Ali Babanın himmeti ile dergâhın umûru bir parça intizama girmiş ise de Bektâşî Tarikatıyla hiçbir münasebeti olmayan Çelebilerin dergâhı temlik edercesine vukû bulan hareketleri hâl-i hâzırda ki münâfe- reti meydana getirmiştir.

Zâten Çelebilerin öteden beri vukû bulan fitne ve fesatları tarih ile müsbet-i hakâyıktan bulunduğundan bir parça açıklamak lâzım geliyor.

Kalender Çelebinin Anadolu’ya fesat saçan hareketleri ve Çelebi ile vukû bulan münaferât u fesadı meydana geldikten sonra hükümetin hakkında icrâ ettiği ceza, kendisinin ne gibi fikirler taşıdığı gözlerimiz önüne seriliyor.

Sonra Çelebi Murtaza Ali ve Hamdullâh Efendiler in hareketleri dahi erbâbınca mâlûm olan keyfiyetlerdendir. 1175/1761 tarihinde İstanbul’a gelerek “Bâtın-1 Pâdişâhı İstanbul’a geldi’’ diye toplar attıran Çelebi Feyzullâh Efendi dahi “huruç ale’s-sultan” (Sultana baş kaldırmak) fetvasıyla idam olunmuştur. Mir’âtü’l-Mekâsıdm gerek Kalender Çelebi ve gerekse Feyzullâh Çelebi hakkında “Şehîd” tabirini kullanmak istemesi de hangi sebeplere müstenittir bilinemez.

1288/1871 senesinde Çelebi olan diğer Feyzullâh Efendiden sonra Çelebilik ortadan kalkmış iken Cemâleddîn Efendinin hüdâ-yı nâbit bir tarzda Çelebilik iddiasına kalkışması ve dergâh-ı şerife ait olan evkâfın tamamen kendisine râci olduğunu ısrarla iddia eylemesi garaz ve menfeat-i şahsiyesinin en büyük delili sayılsa gerektir.

Ahmed Cemâleddîn Efendi, İstanbul’a geldiği zaman gâyet mükemmel bir politika kullandı. Başta efkâr-ı umûmîyeyi lehine çevirmek ve Hacı Bektâş-ı Velî evlâtlarından olduğuna cihânı inandırmak için gazetelerle nâmını ilan ettirmeye başladı. Meselâ Sadrazamla yaptığı görüşmenin ertesi günü ‘Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerinin ahfâd-ı kirâmından Çelebi Ahmed Cemâleddîn Efendi Hazretleri dün ki gün Bâb-ı Âli’ye gelerek sadrazam paşa ile mülakât etmiştir’ tarzın-

i LHffl 1~11

daki havadisler gazetelerde yazıldı. Halk da yavaş yavaş Hacı Bek- tâş-ı Velî ahfadından bir çelebinin mevcûdiyetini tevehhüm etmeye başladı.

Gerçi Mevlâna Celâleddîn Rûmî Hazretlerinin ahfadından olan çelebiler senelerden beri Konya’da sâkin ve bunların varlığı hü- kümet-i seniyye ile bütün Millet-i Osmaniye indinde musaddak ve mûteber idiyse de şimdiye kadar Hacı Bektâş-ı Velî Hazretlerinin ahfâdmdan bir çelebinin mevcûdiyetini kimse bilmiyordu.

Cemâleddîn Efendi’nin İstanbul’a gelmekteki maksadı, Hacı Bektâş Hankâhına ait olan evkâftan kendisine -muhtâcîn tertibinden olarak-verilen aidâtı çoğaltmak, daha doğrusu vakfın cümlesini kendi uhdesine geçirerek dergâhın fukara-yı dervîşânmın aidâtını kesmek ve oradaki Dedebaba’nın nüfûzunu kırmaktır. Halbuki bu tartışılan meselenin hükümet tarafından lâyıkıyla tedkîk olunursa çelebi nâmıyla şimdiye kadar bu şekilde iddiada bulunan zevâtın ekserisinin meselâ Kalender ve İskender Çelebilerin ifsâdâtı Murtezâ Ali Çelebinin İstanbul’da çevirdiği dolaplarla seccadenişîn ünvânım evkâfa kayd ettirmesi, 1243 de Hamdullâh Çelebi’nin icrâsına teşebbüs ettiği tahrîkâtı müteakip hükümet tarafından Amasya’ya nef- yolması ve Velîyyiiddîn Efendi’nin uhdesinden meşihatın ref’iyle çelebi familyasının dergâhı şerife ayak basmamaları hakkında irâ- de-i seniyye şeref sudûr buyurulması, özellikle 1175/1760 tarihinde İstanbul’a gelerek ‘pâdişâh-ı bâtınım’ iddiasıyla toplar attırarak bilâhere huruç ale’s-sultan fetvasıyla kati olması gösteriyor ki, çelebi familyasından gelen zevât arasında âdâb-ı tarikatı muhafaza eden adamlar olmadığı gibi bu şekilde ara sıra ihtilâl ve fesat tertip eden zevât çıktığı kuyûdât-ı resmiye ile müsbit ve muhakkaktır.

Demek ki Ahmed Cemâleddîn Efendi’nin bu yoldaki iddiası, takınmak istediği sahte ve kendinden evvel güzeran eden (çelebi nâmındaki) zevâtm icrââtı ve harekâtı tarih ile malûm vesâik ile sâbit olduğundan hükûmet-i seniyyenin bu konuda da nazar-ı dikkatini celb etmek lâzımdır.

AhmedRtfkı /155

Zâten Ahmed Cemâleddîn Efendi ile dergâh arasında bir münasebet olmayıp kendisi dergâh-ı şerifin hâricinde sâkin olup, hiçbir taraftan bir inâbeye, bir hilâfete mâlik değildir. Dergâh-ı şerifte sâkin postnişînden maada orada -nasılsa- yerleşmiş bir Nakşı şeyhi vardır ki o da şeyhûhatından dolayı dergâha gelemeycek ve âyinini icrâ edemeyecek bir halde bulunduğundan bunun hakkında dahi bir tedbir icrâsı yani bir an evvel kaldırılması esbâbına tevessül buyrul- ması şarttır.

V. Bazı Meşâhir-i Bektâşiye

A. Âhi Evran Baba

Bunlar dahi evliyâ-yı kibâr ve mazhar-ı esrâr olan etkıyâ-yı bü- zürk-vârândır.137 Hacı Bektâş-ı Velî ks. Velâyetnâmesi’nden mestûr ve hakire manzurdur ki mezbûr bir zaman Konyada ikâmet etmişler, Şeyh Sadreddîn Konevî Hazretleri138 nin hademâtı sâmiyelerine intisap etmişler. Lâkin halleri mestûr imiş. Hoş ve bigâneden bir kişi kendilerini bilmezmiş. Bâdehu Denizli139 nâm kasabaya göçüp orada bağ-ı bânlığa geçmişler. O zamandan Hz. Mevlâna Şems-i Tebrizî’den bîat ve örf-i ulemâyı çıkarıp câme-i dervîşâna tab’iyyet eyler. Lâkin fuzelâ-yı dehr, bu hususta incinip ittifakla Sultan Alâeddîn'e varırlar. Elbette, Mevlânâ’yı Şems-i Tebrizîden ayırmaya akdâmınız gerektir diye cevap verir. Pes ulemâ-yı belde rencide olup bir Cuma günü seher vakti terk-i diyar niyetiyle şehirden dışarı azimet kılarlar. Zira Sultan Alâeddîn’e vardıklarında şehriyâr bu babda istifa ederek mülûk-ı zâhir karışacak yer değildir diye cevap vermesine incinip, dışarı azimet etmişler idi. Felâ cereme o padişah-ı muhterem bu işe ziyâde pür-gam olur. Bu gün Cuma nâmazı kılınması şâmmıza nakz-ı külli veriyor diye Şeyh Sadreddîn Konevî cenâbına haber veriyor. Yani ulemâyı döndürseler, onları şehre döndürmeye kâdir bir müceddid-i sâ’î adam göndersinler buyurur.

137 Buraları merhûm Ali Efendi’nin meşhûr “Kiinhü ’l-AhbâA' isminde ki tarihinden alınmıştır. C.II.

138 Şeyh Sadreddin Konevî, Muhyiddîn-i Arabi’nin üvey mahdumları olup, vâ- ris-i kemâlâtı cami'-i cemâlâtı olmuşlardı.

139 İzmir civarındaki Denizli kasabası.

Şeyh-i büzürkvârân kendisi hazırlanıp sûfisi ile Denizli’ye varırlar. Orada bir bağ-ı bân vardır. Bu fitnenin def‘ine ancak o sezadır diye irsal kılar. Meğer ki o bağ-ı bân Âhi Evrân Sultan imiş.

Hasebi ve nesebi nâ-mâlûm olduğu gibi Şeyh Sadreddîn’den gayra pinhân idi. Emr-i şeyhle ki, Evran katre suvvâr oldu. Çarşamba suyu kenarında kafıle-i ulemâya vâsıl oldu. Evvela rıfk-ı âdapla selam verip, Şeyh Sadreddîn Konevî’nin selâmını îsâl eyledi. Sonra elbette dönün vakt-i salât-ı Cuma fevt olmadan şehre vusûl bulun. Ta ki bu gün Cami-i makfel kalmaya zıllullâh olan Alâeddîn’in şîşe-i hâtırı inkisâr olmaya, buyurdu. Lâkin müstaiddîn zümresi huşûnet eyleyip (biz min badi ol şehre girmeyiz) diye söylediler.

Hemen Velî büzürkvârân nevan gazabını aşikâr eder. Ve yeryüzüne işâret edip muânnidîn, kendilerini ve davarlarını dizlerine kadar yer yutar gördüler. Dönmedikleri takdirde gazab-ı ilâhiyeye mazhar olmaları mukarrar oldu.

Felâ-cerem, emre imtisâl edip döndüler. Ahinin kerâmeti ve Şeyh Sadreddîn’in velâyeti ile tayy-i mekân edip Cuma nâmazından önce şehirde bulundular. Ondan sonra Âhi Evrân’ın gizli genç olduğunu bilip, izdihamla ziyâretine hevçs kıldılar. Bunun üzerine Konya’dan göçüp Kayseri şehrine vardı. Sanatı debbağlık olmakla zâhiren ol cihetten kesb u kâre iştigal eyledi. Lâkin yedi renk de yedi sahtiyanı var, yedi müşteri ne renk isterse bismillâh ile ele vurup istediği renkli sahtiyânı sayar verirdi. Mezbûre bu yüzden kimyâgerlik na- sib olmuştu. Bilâ renç ve teab veçh-i maâşına bu yüzden dest-i res bulmuştu. Ittifâk-ı bir nâmert ve nifâk-ı pîşe, Kayseri beyine varıp, debbağhânede bir misâfır rûz-ı merre bu denli kesb eder diye bildirdi. Mîr-i mezbûr dahî ihzâr-ı velî-i mezbûr için havâleler gönderdi. Vakta ki debbağhâneye vardılar, Ahi’nin meskeninde bir evran gördüler gözleri alev ateşle nemûdâr, zebânî zebâne-i nâr gibi şerâre bâr, havâlelere sehm-kîn hamle ile havâle oldu. Havâle kaçarak her biri güçlükle kurtuldu. Ondan sonra Veli-i büzürkvârın lakâbını, Ahi Evrân koydular. Artık Kayseri’de mütemekkin olmayıp azm-u karar edip Kırşehri’nde tavattunları tahakkuk buldu. Bi’l-fiil mezâr-ı şerifi oradadır. Umûman ebnâ-yı sebîl ve züvvâra Sultan icâbet-i duâ ettiği ayandır.

Li Menşeihî

“Nesebi gerçi oldu nâ malûm

Acem olmak gerek o heftıar-i Rûm

Lakabı Evrân oldu kendisi genç

Zâtıdır,nakd-ı pâk-i melik-i sepneç

Sırrı kenz-i velayet oldu o merd

Kutb-u sırr-ı halka gibi rütbede ferd

Hacı Bektâşa olmuştu karin

Yani hem asrı idi ona bu Güzin"

-întihâ Makâle-i Âlî Efendi

li. Abdal Mûsâ Sultan

Hazret-i Orhan Gâzî ile Bursa fethinde bulunan ekâbir-i ev- liyâullâhtan olup, keramât ve hâriku’l-âdâtı meşhûr-ı cihan olmuştu. Kerâmât-ı aliyelerinden başhcası:

Bir defasında kırmızı ateş korunu pamuğun içine koyup mürîda- nından bir zâta vererek meşhûr Geyikli Baha’ya140 gönderir. Geyikli Baba dahi Abdal Mûsâ Sultana bir bakraç süt gönderirler. Sultanın meclisinde bulunup süt bakracının geldiğini gören zevât (acaba bunda ne sır vardır) diye izhâr-1 taacüp eyleyince Mûsâ Sultan buyurdular ki:

140 Meşâhir-i evliyadan olup, Acemistan’ın Hoy Kasabası’nda zuhûr etmiş, daha sonra Bursa civarına gelerek kendine mûtî ve musahhar ettiği bir geyiğe binerek Sultan Orhan ile birlikte muharebelerde bulunduğu mervîdir.

“Süt göndermekten maksat gazali (geyiği) teshir etmeğe işarettir ki hayavânâtı teshir etmek nebatatı teshir etmekten güçtür. Bu takdirce onların kuvve-i kerâmetleri ziyâdedir”.

“Pembe ve nârı bir yere getiren,

Anı yaktırmayıp işin bitiren,

Şüphesiz bir velî-yi kâmildir

Pembeden bû-yı meşk hâsıldır'41.

Âlî Efendi Künhü’l-Ahbâr'ında ‘Abdal Mûsâ türbesi Bursa’da ziyâ- regâh-ı müslimîndir’ diye yazmış ise de müşârun-ileyhin türbesi ve tekkesi Konya’ya tabi Antalya civarında Elmalı Kazasında olduğu tashîhan beyân olunur. Abdal Mûsâ, Bektâş-ı Velî'nin hulefâsından- dır.

Evvelce dergâh-ı mezkurda Topkapı Dergâhı postnişîni Abdullâh Baba Efendi, Baba olarak bulunmuşlar ise de sonradan bir takım erbâb-ı nifâkın iğvâsı üzerine mezâlim-i istibdâda uğramışlardır. El- ân mezkur dergâhta Süleyman Baba Efendi postnişîn bulunmaktadır. Anadolu’nun en büyük dergâhlarından birisi Abdal Mûsâ Dergâhı şerifidir.

C. Seyyid İmâdüddîn Nesîmî

Şuarâ-yı mutasavvıfenin en büyüklerinden, evliyâullâh-ı kirâmın hararetlilerinden bir cevher-i kimya-yı fıtrattır ki Halep civarında, Nesîm Âdili Nâhiyesi’nden zuhûr etmiş ve idâresinde bulunan kâbi- lenin imâretini birâderi Şâh-ı Hanedân’a bırakarak hırka-ı tasavvufu giymiş ve diyar diyar seyahat ile uşşâk-ı zamanı, mutasawıfın-i devrânı ziyâret etmiştir.

Müşârun-ileyh ıstılahât-ı tasavvuftan kurb-ı ferâiz denilen berzaha uğramış ve dâimâ cezbe ve istiğrak ile imrâr-ı zaman ederek,

141 Bu beyitler Âlî Efendi’nindir.

Atımea kijki i ıt>ı

birçok eş’ar-ı ber güzide meydana getirmiştir ki, bu gün taklidi, tan- zîri gayri kabil bir mertebededir. Nesimi, bu suretle [39] diyar diyar gezerek Haleb’e gelir. Birâderi Şah-ı Handana gönderdiği mektupta kullandığı lisanı ve bil-hassa dîvânında bulunan eşar-ı vahdet-gû- yesi, ulemâ-yı zâhirece mûcib-i töhmet addolunarak katline fetva verilir. Ve siyasetgâha götürülürken müftü der ki: 'Bu adamın kanı murdardır...her kimin bir uzvuna dokunursa o uzvu kesmek lâzımdır.’ siyasetgah’ta müftü bu sözü yine takrir ederken uzâttığı eline derisi yüzülen Nesîmî’nin kanı sıçrar. Müftünün eli, hûn-i şehîd ile mihnâ olur. Bu sırada erbâb-ı dilden biri müftüye der ki:


Resim: Merdivenköyünde Şahkulu Sultan Dergâh-ı şerifinin
posnişîn-i hâzırı Ahmed Burhânullah Baba Efendinin tasviridir. f40]

“Müftü Efendi fetvanız gereğince parmağınızı kesmek lâzım gelir. Hükm-ü şefi yerini bulmalı”

Müftü mutasavvıf ârifın bu sözü üzerine:

“Ben ala tarîki’t-temsil söylüyordum. Şer’an bir şey lâzım gelmez” der. Bu hâl-i mahal siyasette kanlar içinde seyreden Nesimi bil-be- dâhe bu beyti okur;

“Zahidin bir parmağın kessen döner Hak’tan kaçar

Gör bu miskin âşığın postun yüzeler ağrımaz”

Birâderi Şah-ı Handâna gönderdiği mektup manzum baştan başa mutasavvıfâne ve vahdet-perestâne olup:

“Derya-yı muhîd cûşa geldi

Kevn ile mekân hurûşa geldi

Sırrı ezel oldu âşikârâ

Ârif nice eylesin mudârâ

Nakkaş bilendi nakş içinde

Lal oldu ayân bed-hîş içinde

Her zehr nebât u sekr oldu

Acı su şarâb-ı kevser oldu

Yer, gök arası hak oldu mutlak

Söyler def ü çenk u ney “ene’l-hak”

Gibi ulvî sözleri hakîkaten biraz lâübâliyâne ise de bunlar bütün mutasawıfe-i kiram hazerâtının mecâmi-i eş’ârmda bulunduğundan kâiline bu misilli icraât-ı müdhişede bulunmak, fikr-i taasubun bir eseri olsa gerektir. Nesîmî’nin divânında öyle sözler vardır ki insan Şiirin o zamanki ibtidâî hâliyle Nesîmî’nin kudret-i Şiîriyesine, o zamanın şivesine, büsbütün muhalif olan yeni tarz tebliğine hayran olur. Meselâ:

“Gül ne çiçektir ben ânı benzedem rûhsâra ki

Hangi gülzârın gülü bir tek gül-ü handan olur

Sûret-i Rahmanı inkâr eyler îmânsız fakîh

Ahsen-i takvimi inkâr eyleyen şeytân olur”.

Gibi fiske taşlarıyla:

“Kaşınla kirpiğin zülfün karadır

Taâlallah ne sûretler yaratır”.

Beyti bâ husus gazeliyâtının en güzellerinden olan:

“Yüzün mushaftır ey hûrîyanağın kâf-u Kuran

Budur Hak’tan gelen Tâhâ, budur Yâsin ver- Rahmân”

“Ay ile günü Gök’ten getirdi secdeye hüsnün

Zehî kuvvet, zehî kudret, zehî mûciz, zehî bürhân”

beyitleri iktidârının en güzel şahitleridir.

Nesîmî’nin dîvânı matbudur. Fakat kütüphâne-i umûmîde bulunan eski bir dîvânında olan gazelleri, kıtaları katiyyen matbûunda yoktur. Bâ husus Arapça ve Farsça Şiirleri Şiirin her kısmındaki ikti- dârına bürhân olabilir.

“Yüzün mushaftır ey rûh-ı musavver,

Taâlâ şânühü Allahü Ekber”.

D. Kemâl-ıÜmmî

Konya civarında Lârende Kasabası (Karaman)’nda vücûda gelmiştir. Diyâr-ı Rum ve Acem’i devrederek birçok eızze-i kirâma mülâki olmuş, nihâyet Hz. Pîr’in hulefâsından Abdal Mûsâ Sultandan tarikat aldığı rivâyet olunur.

Bir rivâyete göre Kemâl-i Ümmî, Nesimi ile birlikte Sultan Şucâ Hazretlerinin dergâhına giderler. Baba Sultandan icazet almadan hod be höd bir koçunu boğazlarlar. Koçun derisini yüzerken Baba Sultan teşrif edip onları bu halde görünce gazap eder. Cemâl-i celâle gelerek Seyyid Nesimî’nin önüne bir ustura, Kemal Ümmî’nin önüne dahi bir ip koyar. Fi’l-hakîka Nesîmi’nin akıbeti dâr üstünde derisi yüzülmekle, Kemâl Ümmî’nin dahî darda asılmakla zâhir olur.

Şiirlerinin pek çok olduğu mervî ise de müdevven dîvânı olmadığından Şiirlerini ancak Tezâkir-i şuarâ’da görüyoruz. Bu beyitler cümle eş’ârındandır.

“Bu hân içre nice can kondu göçtü.

Bu tahta nice sultan kondu göçtü.

Bu dünya tekkesinde bir konuksun

Bu şehre nice Lokman kondu göçdü.

Bulunmadı ecel-i zehrine tiryak

Ki bunda nice mihmân kondu göçdü

Kamusu ağlayarak geldi geçti.

Acep kanğtsı handân kondu göçtü”.

E. Kaygusuz Sultan

Müşârun-ileyh hakkında malûmât-ı târihiyye pek nâkıs olup Seyyid Ali Sultan’ın, yahut Ahî Evran’ın halîfesi olduğu hakkında rivâyetler varsa da asıl rivâyetin Abdal Mûsâ Sultan’ın halîfesi olduğu mevsûk ve erbâb-ı tarîkatçe mu’teberdir. Müşârun-ileyh Tarîkat-ı Bektâşiye’nin pîşvâlarından ve erbâb-ı hakikatin muktedâlarından olup Ma’rûf ve mu teber olan te’lîf-i aliyeleriyle, bâhusûs:

“Allah, Allah yaradan gül içe gör cüradan

Dost ola, dost ola gör düşman kalkar aradan”.

beytiyle başlayan gazel-i ârifâneleriyle şöhret kazanmışlardır. Merkad-i âlîleri Mısır-Kahirede olup oranın ahalisi kendilerini (Muğâverî) nâmıyla yâd eder. Türbelerinin bitişiğinde bir Bektâşî dergâhı dahî olup meşihatında el-yevm Hacı Mehmed Baba bulunmaktadır.

Abdalnâtne nâmıyla meşhûr risâlelerinden bazı cihetleri teberrüken nakil ve derç olundu.

“Pes şimdi işideni ko, korken haber al, elbette bir gün sende göresin, geçen hallerine ha gülesin, hele söz çok bir nefes-i askerîne kim duş oldum, nâlân ve giryân olup her çend tazarru ve zarîlik ederdim. Hiç bana kimse rahm etmezdi. Nice zamanlar geçti ve nice devrân lar döndü, neyleyip ne edeceğimi bilemezdim, hayran olup kalmıştım. Anamı at, atamı don itmiştim. Hemen kulağıma bir sadâ geldi: (yeter gel imdi kon) sanki yok idim var oldum, nâgâh anadan doğup şîr-u hor oldum, tıfl oldum, bâliğ oldum, yiğit oldum, pîr oldum, nâgâh bir gün rûh-ı âşinâlarına dûş oldum, hâlimden haber sordular (derviş eğri otur, doğru söyle , az söyle, öz söyle çok söz baş ağrıtır) dediler”. Ben eyittim:

“îhvân yani efendi! Benim sergüzeştim tûl u tırâzdır. Çendân sefer gördüm. Yani çok haberler getirdim. Amma neyleyim rakiplerin korkusu vardır. Nihâyet muhtasar budur ki yirmi beş bin âşiyân gezdim. Seyrettim bilirsin iyidir, bundan yusun yukarı sen bilirsen a’lâdır. Bilmezsen hiç bilmediğin olmaz, her ne görürsen ona bak, amma dahi etme ve söyleme ve gam dahî çekme ey yâr, yahu âşikâr geçti” deyip sükût eyledim.

Risâle-i mezkûrenin diğer bir noktasından me’huzdur. “Efendi haberdâr ol, başında olan şarhoşluğu gör. Bu meseldir; kime Tâvus gerekse Hindistan seferi meşakkatin çeksin. Pes sen dahi Hak talep ederim dersen (mûtû kable en temûtû) mazmûnuna mâ sadak olup “ölmezden evvel öl” ki dirilesin, dünyada harâb ol ki ma’mûr olasın, cefâya sabret ki vefâya eresin. Yoksa iş bilmez fâil gibi öz bildiğin işledin. Cefâ ve mihnet çekmişsin. Mukâbelesinde ivaz ümidinde iken nâgâh bir gün işin sâhibi, işlediğin işe pesend etmeye bu kere mezet- siz yani sevapsız fâil gibi elin boş kala, hâlin dişvâr ola, çok pişman olursun, amma faide etmez zira yokuş dibinde merkebe alaf vermek gibidir. Âkil isen tava ne geçti”.

Müşârun-ileyh hazretlerinin tecüme-i hâl-i mufassalı bundan hayli evvel dergâh-ı âlilerinde postnişîn olan Hacı Mehmed Baba Efendi’den talep olunmuş ise henüz vürûd etmemiş olduğundan eğer elimize geçerse zeyl kâbilinden olarak okuyucularımıza arz ederiz.

Bir de velî müşârun-ileyhin Kahire’den bir mağara küşâd ederek Bahr-i Ahmer’e kadar yol açacağı yolunda bir rivâyet dahi varsa da elde güvenilir vesikalar olmadığından aslına dest-i res olamadım.

F. Safî-i Hatâyî

Bektâşi tekkelerinde okunan nefeslerde tesadüf bu ismin sahibi Şia mezhebinin muktezâ-yı yegânesi olan şah İsmâil Safevî’nin oğludur. Ehl-i beyt ve Rasûlüllah hakkında birçok beyit ve gazelleri olup, Farisî’de olduğu kadar Türkçe Şiirde de kudreti vardı. Kendisinin Tarikat- Aliye-i Bektâşiye ricâlinden olduğu ve Balım Sultan ks. Hazretleriyle mülâki olarak ahz-ı biat ettiği mâlûm ise de Ali Envâr Efendi tarafından telif ve tâb olunan Semâhâne-i Edep nâm kitapta müşârun-ileyhin Tarîkat-ı Aliye-i Mevleviye ricâlinden olduğu muharrerdir. Hatta aynı kitapta Sefine-i Sakıp'tan naklen şöyle mâlûmât veriliyor:

“Menâkıb-ı celîleleri geçen Sultan Dîvânî (ks.) es-Sâmî hazretleri maiyyet-i evtânelerinde birçok dervîşân-ı hâlis-i min şân bulunduğu halde Pîr-i Âzam Mevlânâ ks. Hazretlerinin dîvân-ı hakâyık-ı ün- vânlarını Şâh Safevînin elinden almak üzere İran’a teşriflerinde izhar buyurdukları kerâmât ve bürhânlarına şehzâde-i müşârun-ileyh dil-beste olmakla terk-i câh-ı dünya ile huzûr-ı hazret-i dîvânîde teslim olarak beraberlerinde diyar-ı Rum’a gelmiştir. Müşârun-ileyh mürşid-i âlîleri Sultan Dîvânî Hazretleri nin 936/1529 senesi irtihâl-i akabinde intikâl edip cânib-i kadem-i kerâmet teve’ümlerine defin olunmuştur. Şu:

“Bende-i hünkâr ekber geşteîm

Fariğ ez şâhî ve efser geşteîm”

Beyti bir mesnevisinden alınmıştır.

Mütalaamıza gelince: Eğer Sefine sahibi Sakıp Dede’nin yazdığı bu tercüme-i hal doğru ise, niçin Bektâşîlerin elinde bulunan Hatâyî Hazretlerinin eş'ârından tamamıyla Bektaşîlik râyihası iştimâm olunuyor. Biz ehl-i tarikat ve hakîkatta Bektâşîlik, Mevlevîlik gibi farklar gözeten, senlik ve benlik şaibeleri arayan takımdan olmadığımız için sâhib-i tercüme Şah İsmâil Hatâyî Hazretlerinin Mevleviye’den olması ihtimalini nazar-ı dikkatten uzak tutmayız. Erbâb-ı tarîkatten hepsi aynı hakîkata vusûl için sırf mücâhede ettiklerinden hepsinin sözlerini aynı hakikat olmak üzere kabul eder ve aralarında fark gözetmemek tarîkim iltizâm ederiz.

Şah Safi-i Hatâya Hazretlerinin eski tarz üzre ve parmak hesabıyla tertip olunmuş birçok Türkçe gazelleri ele geçmiş ise de içlerinden pek ziyâde meşhûr olan ikisini karilerimizin nazarına arz ediyoruz ki, bunlarda hanedân-ı ehl-i beyt ve eimme-i isnâ aşar hakkında fevkalâde ibrâz-ı muhabbet ve samimiyet eylemiştir.

Gazel

“İhtidadan yol sorarsan, yol Muhammed, Ali’nindir. Yetmiş iki din sorarsan, din Muhammed, Ali’nindir. Gece olur, gündüz olur, cümle âlem düm düz olur, Gökte kaç bin yıldız olur, Ay Muhammed Ali’nindir Alîm Yezid’den seçilir, âleme rahmet saçılır.

Evvel baharda açılır, gül Muhammed Ali’nindir. Varma Yezidin yanına, kokusu senin tenine Lanet Yezidin canına, can Muhammed Ali’nindir.

Varma Yezidin meclisine, meclisinin ortasına Satır Yezid ensesine, seyf Muhammed Ali’nindir. Hatâî hasta inlerler, âşıkları gönlünü dinlerler Top olmuş ortada döner, nur Muhammed Ali’nindir'.’

Nefes-i Diğer

"Muhammed, Ali’yi candan sevenler Yorulup yollarda kalmaz inşallah İmam Haşanın yüzün görenler Hüseyin’den mahrum olmaz inşallah İmam Zeynel’den bir dolu içtim142 İmam Bâkır’dan kaynayıp coştum İzinle İmam Cafer’e ulaştım Bundan özge yola sapmam inşallah İmam Kâzımdan gelen erenler Can, baş feda edip cümle görenler İmam Rızaya zehir verenler Dîvanda şefaât bulmaz inşallah Bir gün olur okuturlar defteri Şah oğlunun belindedir teri Uyanırsa Takı, Nakî, Askerî Açılan gülmez, solmaz inşallah Hatâyî bu iş bir gün bizi bitire

142 Burada beyân olunan dolunun bâde-i zâhir olduğu hakkında sû-i tefsir olunursa hakîkaten büyük bir garazkârlık gösterilmiş olur.

özünü kata gör ulu katara

Mehdi Şevki bu cihan tutara Şah oğluna sitem olmaz inşallah”

G. Şah Kulu Sultan

Merdiven Köyünde ki dergâhın bânisi olan zât-ı şeriftir ki Hz. Pîr’in ecille-i ashâbından olup Horasan’dan gelmiş, evvela Erenköy’ü ve badehü Merdiven Köyünde iskân ederek dergâh Mansûr Baba Hazretleri tarafından müştereken bina olunmuştur.

Celbiyelerle beraber tevhîd-i mesâ-ı ederek fitne ve ihtilal tevlîd eden ve 917/1511 tarihinde seyf-i şerîatle kati olunan Şah Kulu nâmındaki bâğî başkadır.

H. 1241/1826 Vakâ-yı Azîmesi: Sürgünler

Sultan Orhan Gâzi zamanında teşkil edip Osmanlılığın kuvvet ve satvetini ilâ ve şarktan garbe kadar hudûd-ı Osmânînin genişlemesine cehd ve ikdâm eden Yeniçeri fırka-ı muazzamesi, 1000 senesinden sonra bazı uygunsuz ahvâle cüret etmeye başlamış ve ocağın ibtidâ-yı tesisinden 1000 tarihine kadar devam eden itaat ve intizam sonradan bozulmağa yüz tutmuş idi.

Çaldıran seferine azimet esnasında gösterdikleri etvâr-ı bâğıyâ- ne Yavuz Sultan Selim gibi ateşin bir padişahın tarrakaya benzeyen sözleriyle teskin olunmuş ve Genç Osman-ı Sânî’nin başına gelen felaketlere yine Yeniçeri Ocağının bir takım erâzili sebep olmuş ve bundan sonra zuhûr eden birçok vekâyi-i fecîa hep Yeniçerilik nâmını, Yeniçerilik şân-ı âlîsini telvis eden o başın altından çıkmıştır.

Hatta târîh-i Osmânî sathî bir nazarla tedkîk olunsa, eski intizâmını tamamen kayıp ederek üç beş mütegallibenin dest-i tahakkümünde esir olan Yeniçeri, dört padişahın telefine, dört padişahın da hafine sebep olmuşlardır.

ı/u / neıaaşı sırrı ı-ıı

Sultan Selim-i Sâlis, icrâ edeceği ıslâhât-ı esâsiye için başta Yeniçerilerin ıslâhını yahut imhâsını tasavvur etmiş ise de o sırada patlayan sâika-yı ihtilâl bu ıslâhât ve icrââtın husûle gelmesini mâni olmuş ve bil-âhire kendi katliyle neticelenmiştir.

Sultan Mahmud tahta geçince en ziyâde bu meseleyi nazar-ı dikkate aldı. Mesâil-i siyâsîye-i hâriciyeyi hal ve fasl ettikten sonra ilk iş bu Yeniçeri fesadını kaldırmak istedi.

1241/1826’da zuhûr eden i’tişâş, tamamıyla Yeniçeriler tarafından tertip olunduğu Sultan Mahmud’un meczûmu oldukta, artık bu gaileye bir nihâyet vermek için o zamanın ulemâsıyla istişâre etti. Ve eşkıyayı külliyen sahne-i âlemden def u ref etmek için teşebbüsâta başladı.

Sultan Ahmed Meydanına toplanan Yeniçeri bâğilerinin üzerine asker gönderilerek gerek orada gerekse Et Meydanı ndaki kışlalara tahassun eyleyen erbâb-ı şekâvet temizlendi. Bir iki gün zarfında İstanbul’da birkaç bin yeniçeri kati ve itlâf olunarak birçok serseri dahî hârice sürülmeye başlandı. Yeniçeri Ağalarının kapısı olan şimdiki dâire-i meşihat o vâkit dâire-i meşihat ittihâz olundu143.

Yeniçerilik ilk defa teşkilinde ocağa hayır duâ eden Pîr-i tarikat Hacı Bektâş-i Velî nin nâmı son zamanlara kadar bile yeniçeriler tarafından kemâl-i hürmetle yâd edilir ve tarikatın âyin ve erkânından birçokları gülbankların bazıları yeniçeriler tarafından tamamıyla muhafaza olunurdu.

143 1241/1826 vakâsına dâir tafsilat almak isteyenler Cevdet Tarihî ile Târih-i Lütfî’vi tetebbu etmelidirler.

AnmeaKtjKt / ı/ı


Resim: Südlüce’de Bademli nâm mevki’dekâin Bektâşî dergâh-ı şerifi
postnişini Münir Baba Efendi [56]

Lütfi Tarihi'nde deniliyor ki: “Saltanat-ı Seniyye-i Osmâniye’de en evvel tertîb olunan Yeniçeri askeri olup Sultan Orhan zamanında tahrîr ve tertibine şurû ve o esnada o vaktin eızze-i kirâmından es-Seyyid Mehmed el-Hâc Bektâş-ı Velî (ks.) Hazretlerine ümeradan bazılarının irsaliyle tanzim olacak asker için duâları talep olunmuştu. Aziz müşârun-ileyhe varan memurları hüsn-ü kabul ile te- lebbüs ettikleri âdâlarından züvvâra abâ pâreler i’tâ eylediler. Mûmâ ileyhin kemâl-i hürmet ve teslimiyetlerinden nâşî iş bu abâ pâreleri zîver-i fırak-ı meymenet eyledikleri hikâye-i meşhûresine mebni yeniçeri tâifesi ta o zamandan beri aziz müşârun-ileyhe nisbet iddia edegelir.

Ve başlarındaki keçeler bundan kalma iddia âdet olduğu söylenirdi. Giderek bazı tavırları dahi tarîkat-ı Bektâşiye erkânına taklit edildiğinden bunlara tâife-i Bektâşiye nâmı verilmişti144.”

“Sonraları şîrâze-i nizâm ve intizâmları akâid-i ehl-i dalâl gibi hi- lal-pezîr olup hususuyla Tarîkat-ı Bektâşiye müntesip geçinen bazı kimseler de şeriat ve hakîkata muğayir bazı ef al ve etvâr-ı mezmû- meyi âdet ettiklerinden emr-i bi’l-ma’rûf ile memur halîfe-yi rûy-ı zemîn hazretlerine bu gürûhun dahi ıslâhı vücûb-ı şer’î iktizasından görünmüştü145.”

Yeniçeriler âsâr-ı fesâdiyeleri nâmıyla beraber mahv ve izâle olunduğu sırada hâlet-i ibtidâ ve tahlîl-i muharremâta ihtisarları sâbit olan erbâb-ı dalâletin men’-i ef ’âl-i gayr-i meşrûaları zımnında devlete teşebbühât-ı lâzımeye ibtidâ olundu146”.

“Bektâşîlik nâmının meydandan kalkması cihetine gidilmenin sebeb-i mânevisi yeniçerilere tâife-i bektâşiye denilmesidir. O nam ortada durdukça yeniçerilik kalkmamış gibi görüneceğinden ve şerîat-i şerîfeye muğayir halleri ise mahv ve izâlelerine tamam vesî- le-i müstekılle olduğundan bunların dahi yeniçeri gibi içlerinden bazıları kati u ifnâ ve bir takımı bilâd-ı baîdeye nefy ve iclâ kılındı”.

Mülâhaza; Lütfi Efendi merhûmun bu sözünde dehşetli mantıksızlık var. Birincisi; Bektâşîlerin ortadan kaldırılmasının sebebi yeniçerilere “tâife-i bektâşîyan” nâmı verilmesidir deniliyor. Pekâlâ bektâşîlerle münasebeti olan yeniçerilerin kati ve perişan edilmesi kâfi gelmiyormuş gibi, hankâhlarının inzivâ köşelerinde vahdet-per-

144 Buradaki hata müverrihlerimize aid bir hatadır. Her nasıl ise Yeniçerilerle Bektâşîleri karıştırmışlardır.

145 Şîrâze-i intizamları hilâl-pezîr olan hangi fırkadır?. Bektâşîler mi? Yeniçeriler mi? Burası tasrih olunmamış. Halbuki Lütfi Efendi burayı izah edemiyor.

146 Hâlet-i ihtida’ dahi îzah olunmamış. Tabiki, kanunlarda olduğu gibi gâyet lastikli kelimeler kullanılmış. Tahlîl-i muharremât, istihlâl-i haram manasına isti’mâl olunmuş. Pekala Bektâşîlerin bu misüllü ahvâl-i mübtediâneye ihtisarlarım kim görmüş!, Sultan Mahmud mu!, Malûmdur ki ibâdet te mahfi, kabahat te mahfîdir.

ver bir ömür ile yaşayan bektâşî tarîki fukarâsını dahi perişan etmek hangi mantığa, hangi hikmet-i hükümete sığar? Bektâşî nâmı ortada kalırsa yeniçerilik kalkmamış gibi görünecekmiş! Buradaki “gibi görünmek" tabirini “ zan etmekle”^ anlamlı addettiğimizden “zan" ile verilen hükmün ne dereceye kadar isabetli olacağını erbâb-ı îkân elbette iz an ederler.

‘Şerîat-i şerîfeye muğayir bir hâl’ deniliyor. Bunu da ileride tasrîh ediyorum. Eğer bıyık uzâtmak gibi âdî mesele ise bunların mûcib-i kati ve iclâ olacak bir mahiyeti yoktur.

Yine Lütfi Tarihi’nin 150. sahifesinde:

“Akîb-ı vakada meşhûr bektâşîlerden Kmcı Baba ile kuzâttan İstanbul Ağazâdesi Ahmed Efendi ve Hâcegândan Salih Efendi Darbhâne’de mahbus ittihâz olunan mahbese konuldular. Bunlar ve şâirleri haklarında düşünülen tedbir gereğince Bâbu’s-Saade Camii şerifinde meşrût-ı umûmîyede hâzır bulunan turuk-ı aliye meşâyi- hina Şeyhülislâm tarafından; bu tâife hakkında mâlûmâtınız nedir? diye soruldu. Bazıları sükût ve birazı “onlarla ülfetimiz olmadığından hallerine muttali değiliz147 dediler. Bunların hey’et-i mecmuaları hakkında hilâf-ı şer-i şerif hareketleri iştihâr bulup, bir şahsa hükmün adem-i sübûtu takdirinde, umûmu hakkında hükm-ü şer’i is- tifsâr olundukta mahbusta bulunanların terk-i salât u sıyâm misüllü şenâatlerinden başka çihâr yâr-ı güzîn hazerâtma itâle-i lisân ettikleri haddi tevatürde148 olduğunu beyân ile vâcibü’l- kati olduklarını huzzârdan bazısı der-meyân ettiğinin Yasincizâde Efendi, bunların siyaseten icrâ-yı cezaları hâiz olup, ef al ve akvâli habîseleri149 beş

147 Ya hakikat ya da yalan söylemişlerdir, Allâhü âlem.

148 Tevatürün haddi, şühûd-ı âdilenin şehâdetiyle sâbit olduysa fe bihâ; yoksa garazkârâne şâyialarla hükm olunduysa, cezalan hükmü veren ve emri verenlere aiddir.

149 Bu hükmü veren Yasinci Molla; âdeta idâre-i örfiye ilan etmiş, akvâl u ef’âlin biş hassa üzerlerine sâbit olması lazım değildir, diye hüküm veren bir zat âdeta “zâlim" “müstebit" demektir. Erbâb-ı hakikat ve insâf, nazar-ı ibretle baksınlar.

hassa üzerine sabit olmak lâzım değildir, diye cevap verdikten sonra Üsküdar, Eyüb, Rumelihisarı vesâir yerlerdeki Bektâşi Tekkelerine ehl-i sünnetten münâsip zevât iskân olunmak manasına terkle, elli altmış senesinden beri muhdes olanların hedmine ve Kinci Baha’nın Üsküdar’da, İstanbul Ağazâdesi’nin Tophâne’de ve Sâlih Efendinin Bâb-ı Hümâyun önünde alenen tertîb-i ceza olunarak üzerlerine konulacak yaftaların dâr-ı fetvadan tesviye olunmasına dâir karar-ı mübîn takriri huzûr-ı şâhâneye arz eylediler.

Bu takrire yazılan hatt-ı hümâyunda tekkelerden kıdem ve hu- dûs cihetine bakılmayıp, türbelerden mâada cümlesinin hedmine ve içlerindeki kesânın tahkîk-i ahvâlleriyle îcâb-ı şer’îsinin icrâsı zımnında mü’temen ve dindar memurlar tayinine ve takdirde isimleri muharrer kesânın idamlarına irâde kılındı”

Bu vekâyî hakkında biraz mütâlaatta bulunmamız lâzım geldi. Yeniçeriler, icrâ edilen fütuhât-ı şâna rağmen akla, fikre sığmaz bir takım azgınlıklarla hükümeti işgal edip duruyorlar ve ara sıra bir takım harekât-ı ihtilâliye tevlîd ederek envâ-ı şenâat ve fezâheti irtikâb ediyorlardı. Şer’an, siyaseten bunların izâle-i vücûdu lâzımdı. Çünkü mülkün asayişini muhafaza, milletin refahını, hükümetin esbâb-ı maslahatını halelden vikâye mutlaka bu bâğîlerin izâle-i vücûduna mütevekkıfdı. Nihâyet son hareket kendi katillerinin fermânım imzalamıştı. Sultan Mahmud-ı Adlî’nin bir emriyle toplanan sâdıkân-ı devlet bu son hareketi bastırdı ve yeniçeri nâmı sahîfe-i âlemden silindi.

Bektâşîlerin kaldırılmasına ve en büyüklerinin katliyle bazılarının nefy u idâsına ve tekkelerinin hedmine dâir verilen kararın, yeniçeri tâifesine “gürûh-ı Bektâşiyân” denilmesinden dolayıdır. [63]

Hacı Bektâş-ı Velî fks.) Hazretleri ocağın teşkilinde hayır duâ ettiği için yeniçeri tâifesi dahi tarîkat-ı bektâşiyenin âyin ve erkânından birçoklarını külliyen kendi (ortalarının') usûlü olarak kabul etmişlerdi. Sonradan ocağın içine giren fesat tohumu bir uygunsuz ahvâlin, ihtilallerin, kıtallerin vücuduna sebep olduğundan tabi Bektâşîlik iddiasında bulunan bu bâğilerin tarîkatle bir münasebeti kal-

s\nmea kijki t i/?

maz ve münâfı-i şer’i tarikat harekâta ictisâr eden erbâb-ı dalâlet, sâlikîn-i tarîkatten sayılamaz. Tarikatın içine giren bir takım fâsid ve fâsıkların öteden beri icrâsından çekinmedikleri fitne ve fesâd, bâ husus Kalender Çelebi’den başlayıp Çelebi nâmı altında yaşayan ve Hacı Bektâş-ı Velî evladıyım iddiasında bulunan bazı zevâtm- Hu- dâdâd-Kalender, Feyzullâh Efendilerin, yaptıkları ihtilâlât, bütün tarîkat-ı bektâşiye ricâline karşı bazı sui zannı mûcip olduğundan yeniçeriliğin ref u ilgâsından sonra bektâşiye fukarası hakkında tatbik olunan icrâât-ı şedide ve hakâretler hep bu erâzil-i eşhâsın saçtığı fesatlardan neşet etmiştir. Teemmül olunsun, insaf olunsun: Birkaç fesatçı, birkaç mülhid ve zındık için bir tarîk ehlini tezlîl ve tekkelerini hedm etmek ve haklarında müdhiş sûrette tedbirler, nefıyler tertip eylemek siyâset-i müstebiddeye bile muğayirdir.

Bundan sonra ehl-i tarikat hakkında icrâ edilen icrâat-ı şedîde- den bahs edelim:

Lütfi Tarihinde deniliyor ki:

“Zilhiccenin dördüncü günü mûmâ ileyhim o vecihle kati u idam ve Rumeli Hisarıyla öküz Lîmânı, Karaağaç, Yedikule, Südlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdiven Köy, Çamlıca tekkelerine memurlar irsâli- ne türbelerden maada binaları hedm ve ifnâ ve sekenesiyle kitapları Darphâne mahbesine takım takım ihdâr olundu. Oradan birer ikişer huzûr-ı fetvâpenâhiye çıkarılarak akideleri süal olundukta rıfz u ilhâda dâir sır-rişte olunamayıp, cümlesi ehl-i sünnet sûretinde ridâ-yı takiyeye bürünmüşler de zevâhir-i hâliyeleri kavillerini tekzip ediyor denilerek zarar-ı âmmeye riâyeten tefrika ve izâleleri hükm-ü siyâsîye müterettip olmasına tatbîkan Rumelihisân şeyhi Mahmûd Baba Kayseri’ye, öküz Lîmânı’nda ki Ahmed Baba Hadime, Yedikule’de ki Hüseyin Baba ile Karaağaç’taki vekil İbrahim Baba, Südlüce’de Mustafa Baba, Karyağdı da diğer Mustafa Baba Birgi’ye, Karaağaç Tekkesinde misafir Yusuf ve Ayintâbî Babalar Güzelhisar’a ve Çam- hca ile Merdivenköy’deki Mehmed Babalar150 ve Üsküdar’da Kasım Ağa Mahallesinde Mustafa Baba Tire’ye nefy u iclâ vesâir bektâşîler tebdîl-i heyetle ağyün-i nastan gizlendi.

Bu tekkeler hedm ve tahliye kılındıktan sonra Rumeli canibine Mirahor Ezel Hacı Bey ile mevâlîden Pirlepeli Ahmed Efendi ve Anadolu cihetine Cebecibaşı sabık Ali Ağa151 ile müderrisinden Çerkeşî Mehmed Efendi bâ fermân-ı âlî, Bektâşî Tekkelerinin imhâsına memur oldular. [65]

Bu münasebetle Hacı Ali Bey’in yerine Kapıcılar Kethüdâsı Şehsüvarzâde Derviş Bey onun yerine Mîrahor-ı Sâni Mûsa Ağa ve bunun yerine Davut Paşa Kışlası Bina Emîni Mehmed Ağa152 Mîrahor-ı Sânî nasb olundu.

Bu icrâât ve tedâbîr-i şedide dikkatle araştırılırsa görülür ki o vâkit hükümetin Bektâşîler hakkında revâ gördüğü tedâbir fevkalâde müstebiddânedir.

Evvelâ: Tekkelerin altmış seneden beri hâdis olanlarının hedmine karar veriliyor. Sultan Mahmud-ı Adlî her ne sebepten ise kıdem ve hudûsuna bakılmaksızın cümlesinin yıkılmasını emr etmişler. Halbuki rivâyât-ı mevsûka ve mütevatireye inanmak lâzım gelirse meza- ristanlarda ki Bektâşî tâcını hâmil taşların kafaları bile kırılmış. [66]

O zaman südur eden bir fermân 'umum Bektâşî tekâyâ ve zevâyâ- sının hedmini ve emvâl-i menkûle vegayr-i menkûlesininfürûht edilerek esmânının beytül-mâle müselliminde hıfzım ve bu paranın küffâr ile bir cihâd vukuunda sarfını) emrediyordu. Yine irâde de (tekkelerin içlerindeki kesânın tahkîk-i ahvâlleriyle îcâb-ı şertsinin icrâsı denilmiş.

150 Çamlıca Dergâhı’ndaki Mehmed Baha’nın nefiy olunmayıp kati olunduğu tahkikatımızdan anlaşılmıştır.

151 Hacı Ali Bey, Rıfat Paşa merhumun pederidir. Lütfi Tarihi, c.ll. s. 15.

152 Bu Mehmed Ağa Kudemâ-yı vüzerâdan zaptiye müşirliğinde vefat eden Mehmed Paşa’dır.

Halbuki hükümetin resmi bir vakânüvîsinin yazdığı tarihten dahi anlaşılacağı üzere der- dest edilerek huzûr-ı penâhiye çıkarılan bektâşiye ricalinin akideleri süâl olunuyor. Rıfz ve ilhâda dâir bir sırr-ı rişte elde edilemiyor. Cümlesinin ehl-i sünnet mesleğinde ridâ-yı ta- kiyye ye büründükleri tebeyyün ediyor. Hal bu merkezde iken ‘zevahir-/ hâliyeleri kavillerini tekzip ediyor’ fikriyle zarar-ı âmmeye riâye- ten tefrika ve izâlelerine hükm-ü siyâsî müterettep oluyor.

Bu mesele hakku’l-insâf düşünülecek olursa Şeyhülislâmın huzû- runda hiç birinden rıfz u ilhâda dâir sırr-rişte alınamayarak cümlesinin ehl-i sünnet ve cemaatten oldukları meczûm olduğu halde hangi mantığa, hangi hikmet-i hükümete dayanılarak Bektâşîlerin tekkeleri yıkılıyor. [68]

Hangi edilleye, hangi kanuna istinâden tekkelerde bulunan birçok fukaraya ait emvâl zabt ve müsâdere olunuyor153?

Mademki cümlesinin ehl-i sünnet sûretinde olduğu taraf-ı meşî- hatten anlaşılmış, zâhir halleri kavillerini tekzip ediyor diye böyle icrâat-ı müstebiddâneye tevessül akıl ve mantık eseri değildir.

♦♦♦

Ocağın erbâb-ı bağy ve şekâveti def ve tenkil olunduktan sonra yeniçerilerin uğruna Bektâşîler dahi belaya uğrayarak Bektâşî meşâ- yihi ile fukara-yı tarikat birer mahalle nefy olunmaya başladı ve en ziyâde Kayseri gibi ulemâsı bol mahalle sürüldüler154.

153 Bütün ePâl u icrââtı istibdâd ile, zulüm ile idâre olunan, o zamân-ı zulmetin işlerinde kanun ve mantık aramak boştur. Lâkin hükm-ü şer’iye lâhik olan mesâilde hak hakîkat var. Sırf kendi keyfi uğruna birçok adam öldüren, Topkapı Sarayı’nın içindeki cellad çeşmesini insan kellesiyle donatan, eski ekâbirin mahkeme-i rûz-ı cezâdaki hallerine Allah acısın.

154 Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı Postnişîni Mahmûd Baba merhûm müddet-i medîde Kayseri’de kalmıştı.

O zamanlarda bektâşîlikle şöhret kazananlardan Kapan Veznedarı Aziz Efendi, Zahire Veznedarı Ârif Efendi ve sâireni nefıy ve tağrîbi için huzûr-ı Sultan Mahmud-ı Adlî’ye bir takrir verilmiş ve tarîr-i mezkûre yazılan zeyl-i Hatt-ı Hümâyunda bunlardan başka meşâhir-i tarîk-ı nazeninden vakânüvîs Şânizâde Atâullâh Efendinin Tire’ye ve Hâcegândan Cağâlezâde Tâhir Bey’in Hadime sürülmeleri için irâde-i müstakille çıktı. Ve mûmâ ileyhimâ mübâşirle- re teslim edilerek menfâlarına sevk taundu.

Lütfı Efendi Tdrih’inde diyor ki:

“Takrirde Şânizâde ile Tâhir Bey’in isimleri olmadığı halde karî- ha-i şâhâneden zuhûruna sebep Şânizâde o vaktin İbn Sînâ’sı makâ- mında ma’mûru’l-cevânib ve tarîk-ı İlmiyede bulunmasıyla berâber elsine-i ecnebiyeyi ârif, hakîm-i meşrep olduğu halde, bektâşîlik nâmıyla azl u nefyi ve tardı Hekimbaşılık mesnedine olan liyâkatini istirkâb edenlerin eser-i siyâseti olduğu vâreste-i kaydı irtiyâbtır. Kaldıki, Şânizâde’nin münferiden nefyinden açığa çıkacek illet-i rekâbetin setri Tâhir Beye bâis müşâreket olmuştur denilebiliyor”.

Mefharu’l-İslâm Faik Reşad Beyefendinin Eslâf nâmındaki te’lîfâtının ikinci cildinin 106. sahifesinde ber-vechi âti mâlûmât-ı mufassala veriliyor.

“Müşârun-ileyhin mahlası Muhammed Ataullâh’dır. Mevâlîden Medîne-i Münevvere kadısı Şânizâde Sâdık Efendinin sulbünden tevellüd etmiştir. 1200/1785’de müderris, 1231/1816’deHavâss-ırefîa (Kasaba-i Eyyüb Ensârî) kadısı, 35’de Mütercim Âsim Efendinin mat’ûnan (yani tâun illetinden) irtihâli vukuunda yerine vakânüvîs, 37’de Mekke-i Mükerreme Mollası olmuştur. 1242/1826’de Aydın Vilâyeti dâhilinde Tire Kazasına sürülmüştür. Bir gün itlâkı haberini tebliğ için hânesine gelerek münasebetsiz koşuşmalarından ziyâde korkmakla, bu korku ile o senenin sonlarında terk-i hayât eylemiştir. Edebiyatta, mûsikîde, fenn-i hey’et ve nücûmda asrının yegânesi ale’l-husûs ilm-i tıbta o zamanın sahîhan reîsü’l-etıbbâsı idi. Fakat Hekimbaşılık mesnedine -ki mühim makâmlardan idi- nâil olamamış ve vakânüvîslik memûriyeti dahî şöhret-i şayiâsına mebnî mah- zâ karîha-i hümâyundan olarak tevcîh buyrulmuştur

/inmea tujKi / ı/y

Târth-i Âsttn’a. zeyl olmak üzere yazdığı tarihî meşhûrdur. îbtidâ bir mukaddime yazıp Sultan Mahmûd Han-ı Adlî ye takdim ettikte makbûl-i hümâyûn olarak istidâsı veçhe ile cülûs-ı hümâyunlarından yani 1223/1808 senesi vekâyiinden başlamasına müsaade buy- rulmuştur.

Ilm-i Tıb’tan te’lîf eylediği Mi’yâru’l-etıbbâ yı arz etmek istediği halde - çünki o zamanlar müellefât-ı cedîde, huzûr-ı hümâyûn-ı pa- dişâhiye arz ile irâde-i seniyyesini istihsâl olunmadıkça neşr olunmadığından, kendisi ise ulemâdan bulunduğundan Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah Efendi’ye takdim etmiş ise de - birçok zaman husûl-i emele muvaffik olamamış ve nihâyet bu kitabın mevkûf-ı aleyhi olan Mir'âtul- ebdân min teşrîhi’l âzâi’l-insân’ı bi’t-te’lîf Sadrazam Rauf Paşa mârifetiyle arz ettiği gibi mukaddimesine dahi Mi’yâru’l-etıbbâdan bahs etmiş olmasıyla her ikisinin tab’ ve neşri için müsâade-i seniyye istihsâl eylemiştir.


Resim: Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiye babagânından Hacı es-Seyyid
Haşan Tahsin Baba nın resmidir. [72]

Cevdet Paşa Hazretleri tarihlerimize bunu yazdıkları sırada mahz-ı sevâb ve ayn-ı hikmet olmak üzere buyuruyorlar ki:

“Şimdi o zaman ile bu zamanı mukâyese edelim. O zaman Şânizâde gibi mâlûmât-ı sahîha ashâbından bir zât henüz lisanımızda ıstılahâtı mevzu olmayan ilm-i tıbtan bir güzel kitap yapar idi de onu huzûr-ı hümâyuna arz için yol bulamazdı. Asrımızda ise arz ve takdim de müşkilat şöyle dursun, taraf-ı eşref-i pâdişâhiden bu babda her türlü teshîlât gösterilmekte ve envâ-ı teşvîkât icrâ buyurulmak- tadır. [74]

Şu hâle nazaran Şânizâde’nin o kadar müşkilat içinde hasbî olarak çalışıp çabalaması ne kadar câlib-i sitâyiş olursa bizim neşr-i ulûm ve maârif hakkındaki tembelliğimiz o kadar mûcib-i serzeniş olur”.

Zikrolunan te’lîfâtından başka Müfredat, Mürekkebât, Istılâh-t Etıbbâ, nâmında taba müteallik âsâr-ı mûteberesi ve riyâziyâta dâir birçok risâleleri vardır.

Şânizâde’nin fenn-i inşâdaki iktidarına tarih şâhid-i nâtıktır. İnşâda da bidâası olduğu bazı tezâkir-i şuarâda görülerek buraya nakl olunan bir kaç beyt gösterir.

Mahbûb-u kulûb olduğu için olma enûr

Avâze-i hüsnü gibi dilden dile düştü

Sâik-i kudrete teslîm-i anân ile yürü

Olma pâ beste-i zencîr-i melal, ol serbest

Bâdeyi şevkle, zâhid-i kalbe seyelân etmede

Zannım ânı koymak ister mâ-i câri üstüne

Bulunmayanlar o rûh-ı mücesseme hemdem

Sezâ değil midir? Âdemden olmasa ma’dûd

Hele bu bâbda senden suâle geldi Ata

Efendi yok mu kerem ben kirâya birpâre

VI. Eslâf: Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi

L

ütfi Târihi Bektâşîlerin sürülmesine dâir diyor ki: El-hâsıl Bektâşîlerin başlarına gelen felaket yeniçerilere münasebetten neşet ederek bunların dahi o sırada efvâh-i nâsta yâd olunmaması maksadıyla artık o kargaşalıkta bir takım a’râz dahi karışarak etvâr-ı lâubaliyâne ile maruf olan bazı zevât Bektâşîlik nâmıyla Dersaadet’ten teb’îd kılındılar. Bunlardan bir takım zevât ki Ortaköy’de yalıları olup dâimâ birleşirler ve meclislerine bilmedikleri kimseyi kabul etmezler ve zâhirde ehibbâ tarzında görüşürlerse de manada meclisleri adeta bir cem’iyyet-i ilmiye denmeye sezâ idi. Bu cemiyetin merkezi, kudemâ-yı ricâlden Tefsîr-i Mevâkib mütercimi tsmâil Ferrûh Efendi’nin yalısı olup Ferrûh Efendi birkaç defa sefaretle Avrupa’da bulunmuş, hakim meşreb ve âşinâ-yı ilim ve edep olduğundan cemiyetin riyâseti makâmmda bulunur. Ve o vaktin meşâhîr-i üdebâsmdan Beşiktaşlı Kethüdâzâde Efendi155 dahi o cemiyete dâhil olarak haftada bir iki defa tecemmülerinde felsefıyâta ve Şiir, inşâ ve fünûn-ı şitâbe müteallik mübâheseye muktedir zevât hâzır ve şuarâdan Fârisîhân meşhûr Fehim Efendi dahi cemiyetin mülâzımlarından idi.

Meclisin idâresi ise dâhil bulunanların iânesiyle hâsıl olduğundan a’zâdan bulunup ta, taşrada olan bazı zevât, bulundukları mahallerden hâssa-i musîbelerini yetiştirdikleri mervîdir. Ber-veçhi muharrer, içlerinde yabancı bulunmadığından ve o vâkitlerde halkın muâ- melât ve malûmât-ı ecnebiyye vükûfu olmadığı cihetle aralarında o

155 Bu Kethüdâzâde, meşhûr risâle sâhibi Ârif Efendi merhûmdur ki, her ilme vâkıf, ulemâ-yı zamandan idi.

yolda cereyan eden müsâhabât ve müzâkerât, sûret-i mahremiyette tutulageldiğinden hâriçten bunlara mezhepsizlik ve Bektâşîlik nâmı gibi yaraştırılan uzviyyât-ı yeniçeri kaldırıldığı vâkitte tefrikalarına vesile ittihâzıyla bâlâda beyân olunduğu üzere Şânizâde ile beraber îsmâil Ferrûh Efendi ve Melek Paşazade Abdulkâdir Bey ve lahir Bey bir günde yalılarından kaldırılarak Üsküdar tarafma geçirilip, oradan mübâşirlere terfîkan birer mahalle nefy ve teb’îd kılındılar”.

Hükümetin resmi vakânüvîsi Lütfi Efendi merhûm burada gâyet mükemmel bir lisan kullanmış ve bî-taraflığını göstermiş.

Lütfi Efendi, itiraf ediyor ki, bektâşîlerin başlarına gelen felâketler yeniçerilere olan münasebetten neş’et etmiştir. Bu münkir değildir. Ocağa duâ eden Hz. Pîr-i Hünkârın âyin ve erkânını yeniçerilere muhafaza etmişlerdir. Fakat bu kadar fütûhât icrâ eden, şân-ı milleti i’lâ eden dilâver gürûhu sonrada yavaş, yavaş bozulmağa başladı.

Ocağa giren bu kargaşalığın sebepleri ise askerin zâbıtasızlıktan, talîmsizlikten ğayr-i muntazam bir hâle gelmesi, efkâr-ı höd-serâne ve bâğıyâne ile o zamanın umûr ve muamelatına müdâhele eylemesi ve istemezük nidâlarıyla istediklerini yaptırmaları keyfiyetidir.

Binlerce halkın tabi olduğu ocağın içinde, tabii iyi adamlar da vardı. Belki bütün ocağın hayat-ı mâneviyesinde umûr ve husûsâtm- da, mühim roller oynayanlar bir kaç şahs-ı rezîl idi. Fakat bir kötünün yedi mahalleye zararı var hikmet-i avâmiyesi burada tesirini gösterdi. Üç beş şakinin uğruna birçok nüfûs-ı ümmet mahvoldu. Bir alay ahali taşraya nefy olundu.

Bu kâfi gelmiyormuş gibi bu kötü adamların fenalığı Bektâşîlere dahi sirâyet etti. O tarîk-ı ricâlin hankâhları hedm ve tahrîb olundu. İçlerinde en ziyâde şöhret kazananlar kati ve idama müstehak görüldü.

Birçok dergâhların postnişînleri nefy ve iclâ olunarak gülzâr-ı nâzenîne esen serseri tahrîb o gülşenin başlıca gülbenlerini perişân etti. Artık bu sû i tefehhümün-yahud suikastın- neticesinde meclis-i irfân-ı bektâşiyenin şem’ı fürûzânı sönmeye yüz tuttu. Katliamdan tahlîs-i giryân edebilen fukara-yı tarikat başlarına ridâ-yı uzleti çekerek köşe-i vahdete gizlendiler.

“Terk edip tâc u ktbâ-yı bürünüp bir kebeye

Hılat-i ariyeti giymeye âr eylediler

Yine Lütfı Efendinin ifadesinden bir hakikat daha anlaşılıyor:

O kargaşalık esnasında garazkârlara müsteniden bazı icrâât olmuş ve bu garaz-ı şahsiyenin oynadığı roller neticesinde laubali tavırlarıyla ile meşhûr olan bazı zevât, Bektâşîlik töhmetiyle ittiham olundular ki; bunlar milletin, seviyye-i efkârı yüksek, irfân-ı sûrî ve mânevisi şâir ulemâdan mümtaz olan kısımları idi. Meselâ ulûm, fünûn ve şettâda yed-i tûlâ sâhibi olan Şânizâde gibi şanlı bir zâtın, Kethüdâzâde Ârif Efendi misilli Osmanlı tıp ıstılahâtım kuran gayretli bir zâtın ve îsmâil Ferrûh Efendi gibi Tefsir ve Hadis ilimlerine vâkıf bir âlim-i fâzılın bu fırkadan olmuş, bu zevât-ı fâzılanın o zamanlar mahzûn-ı ekâbir ve efâzıl bulunmuştu. Hasetciler bu zevâtın varlığından korkuyor -meselâ Şânizâde’nin o zamanın en mûtenâ menâsıbtan bulunan hekimbaşılığa tayin olunacağını bilenler anlayanlar o makamı kendilerine tevcih ettirmek için sarf-ı mesâi ediyorlar ve ellerinden gelen gayreti geri koymuyorlardı. Vaktâki yeniçeri vakası çıktı ve yeniçerilerin uğruna birçok Bektâşîler tîğ-i siyasetten nâhak yere geçirilerek bir alay erbâb-ı tarikat vatanlarından cüdâ ve hânümânları harab edildi. İşte o sırada fırsatın tam zamanı olduğunu anlayan garazkârlar, kancaları çevirerek tezvîrâta kıyâm ettiler. Ve bu zevât-ı âliyeyi bu sûretle dûçâr-ı felâket ettiler.

Cevdet Paşa merhûmun meşhûr Tarihinde bu zevât-ı fâzılanın sürgünlerini nazar-ı dikkate alarak diyor ki: “Gariptir ki bu sırada Anadolu pâyelilerinden Melekpaşazâde Abdulkâdir Bey ve Mekke-i Mükerreme Pâyelilerinden vakânüvîs Şânizâde Mehmed Ataullâh Efendi ve Şıkk-ı Sâlis Defterdârı İsmâil Ferrûh Efendi dahi Bektâşî- likle ithâm olunarak Abdulkâdir Bey Manisa’ya, Şânizâde Menemen’e, Ferrûh Efendi Bursa’ya nefy olundular. Fakat Ferrûh Efendi o zaman Tefsîr-i Mevâkib-i te’lîf ile meşgül olduğundan bâ irâde-i seniyye onu itmâm eylemek üzere menfâsı Kadıköyü'ne tahvil bu- yurulmuştur”.

“Bunların Bektaşîlikle hiç münasebetleri yoktu. Hatta Bektâşîlere dâir Bâlâ Sarayı Hümâyûn Camiinde gerçekleştirilen istişâre meclisinde Abdulkâdir Bey Bektâşîler aleyhinde o kadar ileri gitmiş idi ki, bayağı kerâmât-ı evliyayı inkâr mertebesine varmıştı. Hatta Karaca Ahmed’in kerâmâtına söz söylendikte kötü tabirle onu da inkâr etmekle Sudurdan Rahmi Bey ona hitaben ‘Abdulkâdir Bey! ehlullâ- ha ta'an olunur muV diye düşmanca mukâbele ve mücâdele etmişti”. (Cevdet, Tarih, II)

Bu Abdulkâdir Bey, ashâb-ı ilim ve fazldan değilse de, Rahmi Bey kadar da sırf câhil değildi. Ona nisbetle ashâb-ı mâlûmâttan ve muhibb-i ulûm u maârif olan zevâttan idi. Fakat mezhebi ve meşrebi geniş bir adamdı. Binâenaleyh tabi “dehrî” denilse yakışık alırdı. Vaktinin çoğunu Ferrûh İsmail Efendi ve Şânizâde ile görüşüp, birlikte düşüp kalkarlardı.

Çünki o zaman Beşiktaş tarafında bir cemiyet-i ilmiye olup her sekkâr-ı ulûm ve maarif olanlardan her kim tedrise talip olursa onu ta’lîm etmeyi, yahut ettirmeyi müteahhid imiş. Ta’lîm olunacak ders, fenne ait ise Ferrûh Efendi derûhte eder; Abdulkâdir Bey ders vermeyip ancak bu cemiyetin işlerine yardımcı olurmuş. Bunlar çoğunlukla Ferrûh Efendi’nin Ortaköy’deki sâhilhânesinde toplanırlarmış. Cemiyetin mesârif-i ârifânesi, ârifâne156 usûlünde olup hatta âzâ-yı cemiyetten birisi bir görevle taşraya gitse yine hissesine ait olan parayı gönderirmiş. Farisî hocamız olan Fehim Efendi küçüklüğünden beri Ferrûh Efendi’nin dâire-i terbiyesinde büyümüş, tabiatıyla bu mecliste bulunmuş, asrımızda İstanbul’un en meşhûr şâirlerinden olan merhûm Safvet Efendi, Farisî okumak üzere cemiyete müracaat eylediğinde, onu ta’lîme Ferrûh Efendi tarafından Fehim Efendi

156 Ârifâne; bizim avâm ıstılahında irfâne haline girmiş bir kelimedir ki, bir cemiyetin her azası tarafından verilen mebâliğla tedviri... meselâ bir kır ziyafetine giden sekiz kişinin mütesâviyen birer lira vermesi gibi. görevlendirilmiş, Safvet Efendi de bu vasıta ile edebiyat tahsili etmiştir.

O zaman tslâm felsefesi alanında meşhûr olan Kethüdâzâde Efendi dahi haftada iki gün o meclise devam ile gerek felsefıyâta ve gerek edebiyata dâir olan meselelerde bulunurmuş. Haftada bir defa cemiyet azalan toplanarak edebiyat konuşmaları ve Şiir yarışmaları düzenlenirmiş.

Hatta bir hafta başında mısra-ı berceste toplanmak üzere karar verilip her kes bulduğu mısrâ-yı bercesteleri toplayarak cemiyete takdim ettiğinde o tartışma ‘bu gün şâdım ki yâr ağlar benim için mısrası diğer mısralara takdim ve tercih olunmuştu. îşte o cemiyette böyle vâkit vâkit okunan Şiirler daha sonradan bir araya getirilerek Nevâdirü’l-Âsâr adıyla tab’ ve temsil olunmuştur.

Ferrûh Efendi, Londra’da elçilik etmiş, yabancılar nezdinde gayet makbul ve mûteber bir zât-ı nâdirdir. Böyle ma’mûru’l-cevânib bir adamı Bektâşîlikle itham etmek ne kadar insafsızlıktır.

Şânizâde ise ulûm-ı riyâziyeye ve tabîiyede mâhir, ilm-i tıb’da emsâli nâdir, zâtıyla iftihar olunur bir zât-ı memdûh olup, Bektâşî efkârından pek uzaktı. [84]

Lâkin Hekimbaşı Behçet Efendi onu istirkâb edip, ara yerde bazı sühan-ı çînân dahi ifsâd-ı zevât arasında hâli olmazdı. Hatta Şânizâde güya ki “Behçet Efendi hekimbaşı ise ben de baş hekimim der imiş”,şeklinde sözler yayılmıştı157.

Bir de Behçet Efendi, başlarda Fransızların Mısır’ı istilası hakkında yazılmış olan Târih-i Cebertî’yi Arapça’dan Türkçe’ye tercüme eylemiş olması münasebetiyle kendisine bir müverrihlik şiârı vardı. Binâenaleyh Behçet Efendi, hekimbaşı ve Şânizâde vakânüvîs olduklarında İzzet Molla, “erkân-ı devletin hâline bak bir müverrihi

157 Hekimbaşı Behçet Efendi, Abdulhak Hâmid Bey’in pederi olan Hekimbaşı Hayrullâh Efendi’nin pederidir. Behçet Efendi dahi Hekimbaşı meşhûr Abdulhak Molla’nın mahdûmudur. Böyle fâzıl bir zâtın bu misilli iğvâ ve tezvîrâta nasıl cür’et eder.? Hayret olunur!.

hekimbaşı ve başhekimi vakânüvîs ettiler” demiş. Lâkin bu sözü güyâ Şânizâde söylemiş Behçet Efendiye ulaştırılmış. Bunun üzerine Behçet Efendi, Şânizâde’nin bütün, bütün aleyhine düşmüş ve onu evvelce vakânüvîslikten azl ettirilmişti. Bu cihetle Şânizâde, Tarihinin sonunda “Hazihî gâyetü târihuna’l-muğâb, bi sebebi Behçet kâlînâ” ibaresiyle tamamlamıştır.

İzzet Molla buna sebep olduğundan müteessir olarak “o sözü ben söyledim” diye söylermiş ama faydalı olamayıp, Behçet Efendi Şânizâde’nin azliyle iktifa etmeyerek sürülmesini gerekli görmüş, bu defa Bektâşîlik maddesini vesile edinerek ve Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesine, Bektâşîlik rengi vererek bu defa onu ve onun sebebiyle Kadri Bey’i, Ferrûh Efendi’yi dahi nefy ettirmiş olduğu o vakte yetişmiş olan zevâttan işitilmiştir”. [85]

Cevdet Paşa merhûmun bu uzun ifâdelerinden anlaşılacağı üzere bu fâzıl zevâtın sürgün sebepleri ancak şahsî garazlar ve hâin şikâyetler sebebiyledir. Ve bu garaz uğruna bu kadar muhterem vücutlar sürgün köşelerinde sürünmeye mecbûr oldu. Artık erbâb-ı basiret bu haksızlıkların günâhını, seyyiesini, muhbirler ve musannîlerle hükmü verenler arasında taksim etsinler.

Lütfİ Tarihinde bu meseleden sonra bir mesele daha var. Bektâşî tarîki ricâli ve dervîşânı hakkında icrâ olunan bu şiddetli muamele ve garazda güya Şeyhülislâm Kadızâde Tâhir Efendinin derûnu reyi yokmuş. Lâkin bu mesele hakkında idâre-i maslahat etmek yolunu iltizâm ettikten sonra ve cezada dehşet tarafına yaklaşmıyormuş. Bu mesele târihi evrakta açıklanmıştır. Şeyhülislâm Efendinin, Bektâşî- leri -nev’u mâ- himâye edercesine olan müsamahasını Sadrazam Selim Paşa görünce Sultan Mahmud’a müracaat eder. Ve karîha-i şâhâneden Şeyhülislâma ihtâr-ı hâl olmasına dâir bir takrir verir. Bunun üzerine iş bu hatt-ı Hümâyun şeref-südûr buyurulur.

rifirricu ixijm i io/

A. Hatt-ı Hümâyûn Sûreti

“İş bu takririnde; beyân eylediğin ibârede, beyaz özüne ol- vecihle irâdemi ederek tarafına gönderdim. Hemen Efendi dâimize gösterip şu Bektâşî fesâdmm külliyen ardı alınmasına gayret olunsun. Ve Efendi dâimizin bu kere dahî gevşek tutacağını anlar isen ne vecihle sıkıştırılması lâzım geleceğini yine takrir güle işar edesin”

B. İş bu Hatt-ı Hümâyûnda Hikâye Edilen Diğer Hatt-ı Hümâyûn

Benim Vezirim;

“Bu defa ki fesâdın menşei, Bektâşîler olmak hasebiyle gerek İstanbul ve gerek vesâir mahallerde olan Bektâşîlerin meşâyih-i turuku ve ders hocaları ve me’mûr-ı şer’î vasıtasıyla mahallât imândan tarafından vesâir bî-garaz erbâb-ı vükûftan kirki gibi taharri ve tahkikiyle yegân, yegân ahvâl ve keyfiyetleri gadr-ı himâyeden ârî vecihle hârice çıkarılarak ve haklarında ne vecihle ahkâm-ı şer’iye terettüp ederse öylece icrâ olunmak ve bu hususta bây-u gedâ müsâvî olmağ- la kangı sınıfından olursa olsun siyân üzre tutulmak lâzımedan olduğundan şu Bektâşî fesadı mâddesinin ehl-i sünnet arasında külliyen tathîrine Efendi dâimiz bizzât nasb-ı nefs ihtimâm etmek üzre, iş bu hatt-ı hümâyûnumuzu müşârun-ileyh dâimize erâehü ve bu Bek- tâşîlik mefâsidinin ümmet-i Muhammed arasından kaldırılmasına bi’l-ittifak, gayret u ihtimâm eyleyesiz”.


Resim: Kala-i sultaniye civarında Aktaş karyesinde vâki’Fazlı Baba
Dergâhı postnişini Hacı Abdullah Baba [88]

Sultan Mahınud tarafından tahrîr olunan bu hatt-ı hümâyûn, Şeyhülislâm Efendiye verilip, irâde-i seniyyenin infazına başlanıldı. Ve mevkuf bulunan Bektâşî lüleci ile on dört nefer diğer tarîkat-ı Bektâşiye müntesibi, berâ-yı tahkîk Bâb-ı Âlî’den bâb-ı fetvâpenâhiye gönderildi. Taraf-ı meşihattan cümlesi hakkında tahkîkât icrâ olunarak sekiz neferin muhtelif mahallerin nefyi ve iclâsına ve diğerlerinin tahliyesine karar verilerek bu babda verilen hükm-ü şerî, Huzûr-ı Sultan Mahmud-ı Adlîye arz olundu. Şeyhülislâm Efendinin bunu huzûra arz etmekten maksadı pâdişâhın göndermiş olduğu hatt-ı hümâyûnu kemâl-i tazimle ahz ve telakki ettim. Ve bundan sonra itina edeceğim demek idi.

Bunun üzerine diğer bir hatt-ı hümâyûn dahî sâdır oldu. [89] Bunun bir fıkrasında; ‘Bu mekûlelerin Şeyhülislâm Efendi ile muhaberesiyle ne vecihle te’dîbât-t şef iye tcâb eylediğini ihbar ve işar ederlerse sen dahî derhal icra edesin yollu bir irâde daha vardı. Lütfİ Efendi Tarihinde diyor ki:

Dersaâdet ahalisiyle Asâkir-i Mansûre içlerinde mazanna-i sû-i olanların tard ve teb’îdleri tedâbiri hakkında sâdır olan hatt-ı hümâyûnun bir fıkrasında ‘Bir de tarîk-i Bektâşiye’den Dersaâ- dette pek çok nüfus olduğu mâlûm iken şimdiye kadar tard ve def olunanlar pek cüz’iyâne makûlesidir. Hatta baş muhasebe ketebele- rinde dahî olduğu mesmû-ı hümâyunum olmuştur. Ma’hûd takımları idlâl eden bütün bu kavm-i dâlle olmakla bunların dahî tathîrine bakılmak ve bir güne ihmal ve müsâmaha olunmayarak dâimâ iş- güç edebilmek muktedâ-yı vakt u halden olmakla ona göre zinhâr gevşetmeyip peyder-pey taharri ve tahkik birle icrâsına sa’y-ü mâlâ kelâm eyleyesin’ buyurulmuştu. Selim Paşa iş bu Bektâşî mücazâtını başından atmayı kurmuş olduğu sâlifü’1-beyân ta lîm ve tarif ettiği hatt-ı hümâyûn ahzinden fehm olunmuş ise de taraf-ı şâhâneden yine kendisi mes ul ve muâteb olmuştur.

Hatta, hatt-ı ahîr zuhûr edince besbelli keyfiyeti meydâna koymak yani bektâşîlik dedikleri şey turuk-ı aliyenin birisidir. Erbâb-ı sûistimal ile haklarında celb-i mücâzâtı mûcib olmuştur. Bu misilli turuk-ı aliyye meşâyih ve zenâdıka hususlarının hüsn u kıymeti fark ve temyizde aczini bi’l-beyân bunların ötedenberi me’mûr-ı makâm-ı fetvâ bulunduğundan taraf-ı fetvâpenâhiden me’mûrîn-ı şer’iye tayiniyle icâbına bakılması lüzûmunu vükelâ lisânıyla huzûr-ı şâhâneye arz eder. Buna cevap olarak lâ ve neam [evet-hayır] bir şey buyurulmayıp, fakat bâlâda muharrer hatt-ı ahîr mûcebince haraket olunması irâde buyuruluyor.

ıyu / DCKtaşı ötrrı ı-ıı

C. Mütalaa

Hâriçten mesmû-ı fakîr olunduğu vecihle Selim Paşa tarîkat-ı Bektâşiye ikrâr-bendelerinden imiş hasbe’l-me’mûriyet karındaşlarının muavenetine muktedir olamadığından yükü Şeyhülislâm Efendiye yüklemek istemiş olduğu his olunur. Zât-ı şâhâne bu sırra âğâh olmak gerek ki sonraki tedbîrin cevabını Hatt-ı ahire atıfla taraf-ı meşihata tekrar havaleden müsamaha buyurmuşlardır. [91]

Şimdi gerek Cevdet Paşa merhûmun, gerekse Lütfi Efendi nin ifadelerinden anlaşılıyor ki Tarîkat-ı Bektâşiye’ye mensup zevâtın bir çoğu- Ferrûh Efendi ye Şânizâde’ye olduğu gibi- garaz ve tezvir ile nefıy ve iclâ olanların yek-diğerine ‘Jönlük fıkr-i cedîdi sahipliği’ isnâd ettikleri ve böyle birçok efrâd-ı milletin felaketine sebep oldukları gibi o zamanlar dahi menfûr-ı hükümet olan Bektâşîlik elde vesîle-i tehdit ittihâz olunarak eski garazlar böyle tehdîdât ve tezvîrât ile neticelenmeye ve bu sebepten birçok fukara-yı tarikat hapislerde, menfâlarda ömür geçirmeye mecbur olmuşlardır.

Bir de tarihe nazar olunursa birçok me’mûrîn-i hükümetin ve ez cümle Şeyhülislâm Kadızâde Tâhir Efendi ile Sadrazam Selim Paşanın ve daha bir alay me mûrînin Bektâşîler meselesinde Tarîkat-ı Bektâşiye ricâline edilen mezalimin en büyüğü doğrudan doğruya Sultan Mahmud-ı Adlînin bir fikriyle , bir inadıyla vücûda gelmiş ve bu kadar erbâb-ı tarikat, hep bu uğurda mahv u tebâh edilmiştir.

Bir de ardı ardına şeref-sâdır olan hutût-ı pâdişâhî ve irâdât-ı se- niyye müşfıkâne sûrette didiklenirse ‘Bektaşi fesadı maddesinin ehl-i sünnet arasından kaldırılması' sözlerine gâyet müthiş bir sû-i tefehhüm sebep olmuş ve ağlab ihtimâlâta göre nihâyet derece-i taassub ve cehl ashâbından olan birkaç mabeyinci yahud nedim, pâdişâhı iğfâl ve Bektâşîlere karşı olan buğz-ı vahdetini tahrik eylemişlerdir ki: Sultan Mahmûd zeki ve âkil, müdebbir ve fikr i cedîd sahibi bir pâdişâhın böyle tezvîrât-ı garazkârâne, iğfâlât-ı hâinâneye dûçâr olması şâyân-ı teessüf ve telehhüftür.

Es’ad Efendinin 1241/1826 vakasını mufassalan beyân eden Üss-i Zafer ismindeki tarihinde, Bektâşi Dergâhlarının yıkılması ve tahribi hakkında isdâr olunan fermân-ı hümâyûnu okuyucularımıza faydalı olur mülâhazasıyla naklolundu. Bu misüllü vesâik-ı tarihiyye ve mühimme için eski tarihlerimizden başka müracaatımız olmadığından bu tarihler ise o zamanın efkârına-yani hükümete zahir olarak yazıldığından- hakikati anlamak bir parça zorlaşmış olur.

Fikrimizce tarihî hakîkatları lâyıkıyla anlamak için yalnız bizim kendi yazdığımız târih ile iktifâ etmeyerek Avrupahların bizim için yazdığı tarihleri de tetebbu etmek iktizâ eder.

İşte o zaman bizim kendimize olan tarafgirliğimizle AvrupalIların bize olan aleyhdarlığı birleşir ve bu mütenâkıs haberlerin birleşmesinden hakikat meydâna çıkar.

Sadede gelelim; Bektâşîliğin ilgasına dâir olan emr-i pâdişâhiyi okuyucularımıza sunalım:

D. Sûret-i Emr-i Hümâyûn

“Memâlik-i Rumeli’nde zikr-i âti tekke ve zâviyelerin bulundukları mahallerde kâin vüzerâ-yı ızâm (edâme iclâlihim ve mîr-i mîrân-ı kiram, zade ibtilâlihim ve mevâli-i fihâm, zîdetfedâilihim) ve rükkâb-ı kamertâb-ı mülûkânemde sâbıkan mîrahor-ı evvelim olup bu def a husûsât-ı beyâne taraf-ı eşref-i pâdişâhânemden me’mûr ve ta yîn kılman el-Hâc Ali Bey, dâme mecdihi ve maiyyetihî bâ işâret-i Şeyhülislâm müvellî tayin olunan müderrisinden Ali Remzi ve kuz- zât u nüvvâb ve müftüleri ve şâir ulemâ-yı sulehâ, zîdet ilmihim ve âyân u zabitân ve vücûh-ı ahâlî ve bil-cümle iş erleri {zîde kadrihim) tevki’ refı’-i hümâyûn vâsıl olacak mâlûm ola ki: Bir müddetten beri bazı erbâb-ı rıfz ve’l-ilhâd Hacı Bektâş-ı Velî (ks. el-âlî) hazretlerine mensûbiyet davasıyla iftirâ-yı mahz olmak üzere bir takım nesneler isnâd ederek şer-i şerife münâfî ve maazallah teâlâ küfrü müeddî istihlâl-i muharremât ve terk-i salât ve hulefâ-yı râşidîn rıdvânul- lâhi teâlâ aleyhim ecmaîn hazerâtına zebandazhk misillü harekâta ictisâr etmekte ve bunlar gittikçe memâlik-i islâmiyede teksir ederek sâde dil olan bir takım ehl-i îmân dahî cehâletleri sebebiyle o makû- le-i zındık ve mülhidlerin türrehât ve hezeyanlarına ferîfte olarak cadde-i şerîat-ı mutahharadan udûl ile râh-ı dalâlete sapmakta olduklarına binâen millet-i simhâ-yı islâmiye derûnunda bu vecihle hilâf-ı şer-i şerif zuhûra gelen hâlât-ı redîenin men ve ref’iyle kâffe-i mü'minini o makûlellerin mekr u dalâletlerinden tahsil de çaresini istihsâl-i umûr-ı mefrûzadan olmaktan nâşî mukaddemce âsitâne-i saâdetimde lâhik ve sâbık ve esbak şüyûh-ı İslâm ve sudûr-ı kirâm ve bi’l-cümle ulemâ-yı a’lâm (kesserehümüllahü teâlâ ilâ yevmi’l-kıyâ- me) ve tekkenişîn olan Mevlevi ve Nakşibendî ve Halveti ve Sa’dî ve Kâdirî vesâir ehl-i sünnet ve’l-cemâatten olan turuk-ı aliye meşâyi- hi hâzır oldukları halde akt olunan encümen-i şûrâda bu gürûh-ı mekrûhanın hal ve keyfiyetleri îzâh u beyân ve haklarında muk- tezâ-yı şer’i şerif ne vecihle idi ki istiknâh u dermeyân olundukta tâife-i merkûmun erbâb-ı rıfz u ilhaddan hem dâl ve hem mudil olduklarına binâen içlerinde pek uygunsuz oldukları mütevatir olanlar şer’an ve siyaseten kati u idâm, ehven-i şer bulunanların dahi ma- karr-ı ulemâ olan birer mahalle nefy u iclâsıyla tashîh-i i’tikâd eylemelerine, nefy oldukları mahallerin müfti ve ulemâsı taraflarından akdem ve mecma-ı rıfz u ilhâd olan tekkelerin hedm ve imhâsıyla ümmet-i Muhammedi şerr-u mekîdetlerinden tahlîsa, taraf-ı eşref-i mülûkânemden himmet ve ihtimâm olunmak hususları içtima-yı ulemâ ile karar-gîr olarak ol bâbda şeref efzâ-yı südûr olan hatt-ı hümâyûn-u pâdişâhânem mûcebince Dersaadetimde bulunan Bek- tâşîlerin küfür ve dalâletleri rütbe-i tevâtürde olanlar ber muktezâ-yı şer’i şerîf birer mahalde siyaset ile cezâ-yı sezâları icrâ ve kusûr şü- yûh ve derviş nâmında olan bir takım melâhide dahi ba’de ez-în o makûle a'mâl-ı bâtıladan rücu ve isti’fâr ile tashîh-i îtikâd etmek üzere makarr-ı ulemâ olan bazı mahallere nefy u iclâ ve âsitâne-i şevket âşiyânem ve etrâf ve civarında kâin bil-cümle muhdes Bektâşi tekyeleri dahî hedm u imhâ ile felillâhü’ 1-hamd âsitâne-i saadetim ve civarı encâs-ı levs, vücudlarmdan tasfiye ve tathîr olunmuş olduğu misillü şâir memâlik-i mahrûse-i şâhânemde bulunan bu makûle-i

nrırrıcu ı\ıjr^ı / ljj

Bektâşî gürûhu ve tekyelerinin dahî icrâ-yı muktezalarına bakılmak îcâb edip şöyle ki:

Ecdâd-ı ızâm (nevverellahü teâlâ merâkıdihim) hazerâtı zamanlarında mazanna-i kiramdan ve fütuhât-ı vâkıalarda bulunanlardan bazı zevâta ve husûsuyla müşârun-ileyh Hâcı Bektâş-ı Velî (ks.el- âlî) Hazretlerine temlîk ve ihsân buyurmuş oldukları kara ve araziyi mücerred ashâb zikr ve taat için yaptıkları tekye ve zâviyelere vakf etmişler iken bir müddetten beri Bektâşî gürûhu yeniçeri tâifesine istinâd ile o misillü tekye ve zevâyânm isimlerini tahrif ve kendilerine nisbet ile zabt ve hâsılât-ı vakfı nefislerine hasr ve fısk u fücûr ile eki ve bazı mahallerde dahi halkı idlâl için mücedded tekyeler ihdâs ve birer fâsid vakfiye tertibiyle ihtira’ evkâf ederek sırran ve aleniyen envâ-ı şenâata cesâret etmekte oldukları, tahkîk-kerde mülûkânem olan hâletten ve bi tevfîk-ı teâlâ devlet-i aliyye ebed rehinim esas şerîat-ı mutahhara ile müesses ve meşîd olduğuna binâen zât-ı me- liki’s-sıfât mülûkânem her halde habl-i metîn şer’i şerife tevessül ve temessük ederek bu defa avn u inâyet-i Hazret-i müntekım Kahhâr u imdâd-ı rûhâniyyet Cenâb-ı Seyyid-u 1-Ebrâr ile hayli müddetden beri dîn u devlete türlü türlü ihânet ve envâ-ı fitne ve fesâda cesâret eden Yeniçeri eşkıyası nâm ve nişanlarının rûy-ı arzdan ref u ilgâsıy- la kavâim-ü dîn u devletin tecdîd ve ihyâsına muvaffak olduğu misillü bundan böyle dahi kâffe-i hususta kitâbullâh ve sünnet-i seniyye-i hazret-i nebeviyyeye kemâliyle dikkat ve riâyet ve hilâfında bulunanların haklarında ber-muktezâ-yı şerîat-ı mutahhara lâzım gelen mücâzâtın icrâsına mübâderet ve tahsîs-i millet semhâ-yı islâmiye meyânında o makûle-i sû-i i’tikâd ve rıfz u ilhâda sapıp hilâf-ı şer-i şerîf harekâtı i’tiyâd eyledikleri mütevâtir olan tâife-i merdûdenin ref ve tenkilleriyle cümleyi cadde-i müstakime şer-i şerîf diyânete sevk ve da vet etmek emîru’l-mü’minîn ve hâmi-i dîn-i mübîn olan Cenâb-ı hilâfetmâyeme zimmet-i himmet olduğu vâzıhâttan olduğuna binâen o makûle erbâb-ı rıfz u ilhâd haklarında ve bunların zâ- viye ve tekyelerine gerek selâtîn mâzıye taraflarından vakf ve temlîk olunan ve gerek ve gerek sonradan kendileri birer takrîb-i vakf edip hâsılâtı eki ve beliğ olunmakta olan kara ve mezari ve arazi hususlarında dahi icâbı şerî ne vecihle ettiği canib-i şerîat-ı garrâdan istiftâ olundukta bu makûlelerin âmme-i nastan fitne ve fesatlarını ref’ ve kat’ için beldeden nefy ve iclâ olunmaları ve kezalik bu gürûh-ı alevî ve revâfız birer takrîb-i arazi-yi mîriyeyi zabt ve birer zâviye ittihâz ve vakfiyeler tertîb ile menâfıini kendilerine hasr ile ıbâdullâhı id- lâl etmekliği i’tiyâd etmişler ise de, ibtida arazi-i mîriyenin temlîk-i sahih ile temlik olunmadıkça vakfıyeti sahih olmayıp temlîk-i sahih olunsa dahi ehl-i bid’a vakf-ı sahih olmadığı ve vakf-ı sahih olanda dahi meşrût lehm-i mün’adim veyahut melâhıda ve revâfız olsa onda tıükm-ü şer’i, hükm-ü hümâyunuma müfevviz ve kezâlik cihât-ı vakf gâlib halde kara ve mezari olduğu vâkitte aslı beytül- maldan olmak hasebiyle bu makûlelerde şart-ı vâkıfa muhalif olsa dahi her ne vecihle emr-i hümâyunum olur ise, öylece amel olunmak ve’l-hâsıl melâhide-i ibâhiyyûn gürûhuna vâkıflar bir vecihle sahih olmayarak yedlerinden alınıp keyfemâ-yeşâ ve yehtâr tasarruf kılınmak mücaz ve meşru’ olduğu mu’teberât-ı kütüb-ü fıkhıyede (ve amma’l-arâzî elletî tevakkafü li zâtihim evi’l-eşhâsihim, feşşartu li ehli’l-bidai’l-bâtıh ve’l-vakfü alâ vahidin minhüm kezâlike bâtılün li enne’ş-şarta lâ yehlû an kerâheti şer’an ve kezâlike fe izâ lem yesıh- hu’l-vakfü. Ve’l-vâkıfü meyyitün. Fe kûdü’1-arâdî ilâ beyti’l-mâli. Ve yecûzü tasarrufus-sultâni fîhâ velehû en yüayyinnü gılletihâ limen yestehikku) diye muharrer ve mestûr olan kavl-i sahih ile sâbit ve müstedil olduğundan başka, bi’l-fıil Şeyhülislâm ve müftiyu’l-enâm olan Kadızâde Mevlânâ Mehmed Tâhir (edâmellahü teâlâ) imzasıyla mümzâ, iki kıta fetvâyı şerîfelerde:

‘Selâtîn-i mâziyeden Zeyd bazı kara ve mezâri-i temellük ve vakf ve güllesini bir zâviyede şeyh olanlar ile zâviye hucurâtmda sâkin olanlara şart u tayin buyurup bir müddet mezbûrlar gulle-i vakf-ı merkûmeye mutasarrıflar [100] iken fevt olup ol zâviyede şeyh ve hucurâtmda sâkin olanlar ehl-i bid at ve medhen-i hamr u fişkadan olup gulle-i merkûmeye müstehak olmasalar hâlâ Pâdişâh-ı İslâm (edâmehullâhi ila yevmi’l-ktyâme) hazretleri gulle-i merkûmeyi ci- het-i uhrâya sarfa kâdir olur mu?’

El cevap: Olur.

Ve yine selâtîn-i mâzıyeden Zeyd bazı kara ve mezâri’î kat’ ve ta’yîn ile umrûh-ı temlik. Amr dahi ba’de’t-temellük vakf ve güllesini bir zaviyede şeyh olanlar ile zâviyenin hucurâtında sâkin olanlara şart ve tayin edip bir müddet mezbûrlar gulle-yi merkûmeye mutasarrıflık iken fevt olup hâlâ ol zâviyede şeyh ve hucurâtında sâkin olanlar füsekâdan olup, ehl-i bidatten olmalarıyla gulle-yi merkûmeye müstehak olmasalar hâlâ Padişah-ı İslâm (edamehullâhi Teâlâ bi’n-nasr ilâ yevmi’l-ktyâme) hazretlerinin gulle-yi merkûmeye ci- het-i uhrâya sarfı câiz olur mu?

El-Cevâb: Olur

Deyu iftâ ve beyân olunmaktan nâşî bu sûrette husûb-ı mezbûre taraf-ı devlet-i aliyemden mevsûk ve mu’teber diyânet ve hamiyye- ti bedîhî ve azhar memurlar ve maiyyetlerine cânib-i şerîat-ı garrâ- dan ilm u fazl ile ma’rûf zühd ve salahla mevsûf mollalar tayiniyle memâlik-i mahrûsemde bulunan o makûle zamane Bektâşîlerinin halleri ve yedlerini geçmiş olan kadîm ve hâdis bi’l-cümle tekyeler ve zevâyânın ve merbût olan kara ve mezâri’ u arâzi ve müsekkafât-ı sâirenin keyfiyeti etrâfıyla taharri ve tedkîk olunarak içlerinde bulunan o makûle erbâb-ı rıfz ve ilhâdın haklarında şer’an nefy ve tağrîb ve şâir ne türlü mücazât hükm olunur ise icrâsı ve hâli kalacak, kadîm ve hâdis tekkeler bulunduğu memlekette bundan böyle ibâd-ı müslimîn için cami ve mescit veyahut mektep ve medrese ittihâz olunmak veyahut şâir hırâk meşayıhından ehl-i sünnetten cümlenin hüsn-ü zan ettiği bir zât, ik’âd ve ikâme kılınmak husûsunu o memleketin bil-cümle ulemâ ve sülehâsı müstahsen ve müstasvib görüp memleketçe istidâ iderler ise o sûrete tahvile seniyye-i şâhânemerzân kılınmak üzre isim ve resmiyle Dersaâdet’ime arz ve inha olunması ve bu vecihle ibâd-ı müslimîne lüzûm olmayıp mecmaı rıfz ve ilhâd olmuş, şâir muhdes tekyelerin bi’l-îcâb hedm ve imha kılınmasını, fakat kadîm olanların ebniyesine dokunmayarak bunlar için ecdâd-ı ızâm zamanlarında ne miktâr kara ve mezari’ ve arazi ve şâir nesneler vakf ve temlik olunmuş ise cümlesini ve gerek muhdes olup ta bi’l-îcâb hedm olunacakların arâzi-i mevkûfe ve şâir müsakkafâtları bi’t-taharrî tahkik ve tedkîk olunarak ol emirde defterlerinin dersaâdetime takdimiyle keyfiyetleri anlaşıldıktan sonra iktizâsına bakılması ve bunların derûnunda medfûn olanlardan, mazanna-i kirâmdan olmaları muhtemil olanlara ol memleketin hâkim ve müftü ve uleması maarifetiyle türbedâr nasb ve tayin olunarak iktizâ-yı keyfiyet Dersaâdef ime bildirilmesi husûsuna irâde-i seniyyem taalluk etmiş ve sen ki mîr-i mûmâ ileyhsin senin evsâf-ı mezkûre ile ittisâf ve şu husûsun hubbullâh-ı teâlâ garaz ve ivazdan beri ve gadr ve himâyeden ârî olarak pevruzsuzca ru yet u temşîtine dikkat ve iktidarın nezd-i mekârim u dîvânemde mâlûm olmaktan nâşî karîha-i sabîha-i mülûkânemden sen bu maddeye me’mûr kılınarak mûmâ ileyh dahî bâ işâret-i Şeyhülislâmı ınüvellî tayin ve maiyyetine baş muhasebeden bir nefer-i kâtip dahî terfik kılınmış ve Rumeli câni- binden olan bazı zevâyâ ve tekyelerin defter-i hâne-i âmiresinden ve aklâm-ı şâire ve askerî ruznâmçesinden mahreç kuyûd defterleri dahî yedine î’tâ olunmuş olmakla muktezâ-yı memûriyetin üzre müvellî ve kâtip mûmâ ileyhimâyı bi’l-istishâb bu taraftan hareket ve ol emirde Edirne’ye varıp Çirmen Mutasarrıfı destûr-ı mükerrem vezirim Mehmed Es’ad Paşa (edâmehullâhu teâlâ iclâlehYnm mukaddemce Dersaâdefime [103]158 bâ-tahrîrât inhâ eylediği Kızıldeli Tekyelerinin derûnlarında bulunan Bektâşî gürûhunu müşârun-i- leyhin maarifetiyle def’ u ihrâc ve bunlara vakf ve merbût kara u arâzî ve âsiyâb u hayavânât ve zehâyir, her ne varsa keyfiyet ve kemiyetleri bilinip, badehû iktizasına bakılmak ve ebniyelerinin vüsat ve cesametine nazaran el- hâletü hâzihi ol tarafta tahrîr ve tertibi irâde-i seniyyem muktezasmdan olan Asâkir-i Mansûre-i Muham- mediye’den bir miktar iktizâ ederse badehu iskân ve ikâme olunmak ve derûnlarında olan meydan odaları Cami-i şerif ittihâz ve tebdil kılınmak üzere hedm ve imhâından sarf-ı nazar ve hâlî üzere ibkâ ederek ol emirde zikrolunan kara ve arazî ve âsiyâb u hayavânât ve sâireyi yığın yığın tahrîr-i birle defterini dersaâdetime irsâl ve tağyir eyledikten sonra gerek Çirmen mutasarrıfı müşârun-ileyh tarafından inhâ olunan Edirne civarında kâin şâir on altı adet Bektâşî tek-

158 Üss-ü Zafer, 213-221.yelerini ve gerek bunlardan başka verilen defterlerde muharrer olan ve muhdes olup vakf u aklâmda kayıtları bulunmayan Rumeli civarında kâin şâir bil-cümle Bektâşî Tekyeleri şeyh ve dervîşanlarınm halleri ve kadîm ve hâdislerinin keyfiyetleri ve merbût olan kara ve mezâri u arazi ve evkât-ı sâireleri maarifeti ve mevlâ-yı mûmâ iley- he [105] ve ol mahallerin vâli ve mutasarrıfı ve hukkâm u zâbitânı maarifetleriyle ferden fert taharri ve tahkik ve civarlarında kimseye gadr vukûa gelmeyecek sûrette sırran ve alenen tashih u tedkîk ve bulunan evrak u kitapları mütâlaa ve kendileri lisân-ı şer’î ile istintâk ve tezkiye olunarak erbâb-ı rıfz u ilhâddan oldukları tahakkuk eden ibâhiyyûn ve melâhide takımının külliyen tard ve ihrâcıyla şer’an haklarında ol beldeden nefy ve tağrîb ve şâir türlü lâzım gelen mü- câzâtm icrasını ve bu vecihle hâli kalacak tekyeler bulunduğu memlekette bundan böyle ıbâd-ı müslimîn için cami u mescit ve mekteb u medrese ittihâzı ve şâir turuk-ı aliye meşâyihindan ve ehl-i sünnetten cümlenin hüsn-ü zan ettiği bir zâtı ikad ve ikamesi ol memleketin bil-cümle sulehâ ve ulemâsı tarafından tasvîb ve istihsan olunup memleketçe niyâz ve istidâ ederlerse isim ve resmiyle Dersaâdef ime tahrîran istizân olunmasını ve maadâ şunun bunun yaptırmış oldukları muhdes ve bî-lüzûm durmuş muzır tekye ve zevâyâmn hedm u imhâsı ve kadîm olup ta bî-lüzûm olanlarının ol emirde hedminden sarf-u nazar ile kadîm de onlara mevkûf el-hâletü hâzihî melâhide yedine geçmesi cihetle ber- mûcib-i fetevâ vakfıyeti sıhhatten sâlim olan kara ve mezari’ ve arazi vesâireleri ne vecihle emr-i hümâyûn-u şâhânem sudûr ederse ona göre iktizalarına bakılmak üzere defterlerinin dersaâdetime takdimi ve bunların bazen içlerinde medfûn olanlar mazanna-i kirâmdan olmak muhtemel olanlara ol mahallin hâkim ve müftü ve ulemâsı maarifetiyle birer sâlih ve mütedeyyin türbedarlar tâyini ile iktizâ eden senedinin tanzimi, zımnında îcâb ve iktizasının işar-ı husûsîlerine mübâderet ve’l-hâsıl bu babda güzelce davranarak ve taharri-i tahassünde katiyyen tecvîz-i kusûr etmeyerek her hâl mukteza-yı şer-i şerif ve hakkâniyet icrâsıyla rıfz u ilhâd misillü harakette bulunmayanların kendilerine ve kara ve evkâf ve arazilerine kable’t-tahkîk hiç kimseye muğayir şerîat-ı garrâ birıy» / aeKtaşı dırn ı u

muamele olunmaması husûsuna hırf u sây ve mukadderat eylemek bâbında fermân-ı âlişân-ı sâdır olmuştur. [107]

(jj-1

li, j./-1 JU»


Resim: Teselyada Dürbalı Dergâhı postnişini
Filibeli Ahmed Mehdi Baba [104]

Şu uzun fermân nazar-ı tedkîk ile tetebbu’ olunursa cümlelerin arasına gizlenmiş olan bir alay mantıksız hükümler vesâir şeyler göze çarpar. Bu fermân işte o zaman birçok hânümânın yıkılmasına, birçok fukaranın perişân edilmesine dâir olan fermândır ki, erbâb-ı basiret bunu uzun uzadıya tedkîkten geçirirse ahkâm-ı mütenâkızası insanı hem ağlatır, hem de güldürür.

Muharrir-i fakîr, Bektâşîlerin sebeb-i izmihlâli olan bu fermân-ı adlî hakkında daha ziyâde fikir beyân etmek iktidarına hâiz olmadığımdan sûret-i telakki ve kabulî-yahut red ve ibtâlî- insaf sahibi olduğuna kani bulunduğum kariilerime terk ettim. [108]

E. îcraât-ı Saire

Sultan Mahmud-ı Adlînin emr u irâdesiyle Bektâşî Tekkeleri hedm ve tahrîb ve erbâb-ı tarikat uzak diyarlara nefy ve tağrîb ve birçok ârifân hakikat ta zîb olunduktan sonra Rumeli cihetlerinde bir Es’ad Baba meselesi çıktı.

Bu Es’ad Baba evvelce Edîb Paşanın mühürdarlığında bulunmuş küttâbtan iken tarîk-i nâzenîne rabt-ı kalb u vücûd ederek hala- ka-ı bekûş tecerrüd olduğu halde, Rumeli ve Anadolu taraflarını geşt ü güzâr ve birçok mazlum kalplere, mazlum yüreklere neşr u envâr ve ilkâ-yı esrâr eyledikten sonra Rumeli’nin Ustrumca ve Radoviç’te kibâr u ayanları yanına gelmiş ve bast-ı post mihmânî eylemişti. Meselenin İstanbul’da zuhûrundan sonra Es’ad Baba Radoviç’ten firar ederek Manastır’a girmiş ve yukarıda fermân verilen Bektâşî tekkelerini tahribe memur Hacı Bey tarafından Manastırda yakalanmış ve gûyâ üzerinde çıkan bir kitabın159 muhteviyatı âyet-i Kur aniye’yi yanlış tefsir ediyor denilerek istintâka ibtidar olunmuş ise de rıfz ve ilhâdına dâir kat’iyyen bir ser -rişte elde edilmediği ve Rumeli taraflarında vücûdu muzır olduğu beyânıyla İstanbul’a tahte’l-hıfz sevk olunmuştur.

Mûmâ-ileyhin üzerinde çıkan kitapların içinde bir mektup dahi zuhur ederek bunun dahi tahkîkâtına teşebbüsle bu tavsiye mektubunu Elbesan’da Müderriszâde’ye yazan zâtın Selanik Mutasarrıfı Ömer Paşanın mühürdârının biraderi Mahmûd Bey olduğu anlaşılmıştır.

159 Kitabın hanki eser olduğu tasrih olunmamıştır.

Es ad Baba, Bâb-ı Âlî’de uzun uzadıya istintâk olunarak kitaptaki şeylerin muhteviyatından ârif olmadığını ve kendisinde rıfz u ilhâdın bulunmayacağını iddia etmiş ise de, mahbese ilka ile te’dîbi şer’îsinin ne olduğu da istifsar olunmak üzre evvela meşihata gönderilmiş ve meşihat dahî sûreti âtide münderiç fetevâyı imza ile huzûr-ı Sultan Mahmud-ı Adlîye takdim etmiş ve emre muntazır bulunmuştur.

E Fetvaların Sûretleri

Müslim nâmına olan Zeyd meşihat iddiasında olup, ilhâd u zm- dıka i’tikâdında olduğunu izhâr ve bu vecihle dâî bi’l-fesâd olduğu şer’an sabit olsa Zeydin emr-u ulu’l-emr ile siyâseten katli meşru mudur?

El-Cevâb: Allâhu a'lem, vaciptir,

Bu sûrette Zeyd veçh-i muharrer üzre ilhâd u zındıka ile ahz olunduktan sonra tevbesi makbul olur mu?

El-Cevâb: Allahu a’lem olmaz, belki kati olunur.

Sâhir ve sa’yi bi’l-fesad olan Zeyd kable’t-tevbe ahz olunsa, Zeyde ne lâzım gelir?

El-Cevâb: Allahu a’lem kati olunur.

(Ketebehu 1-Fakîr Kadızâde Mehmed Tâhir160 Afâ anhâ)

Şeyhülislâm tarafından tasdik ve imzâ edilen bu fetvâlar nazar- gâh-ı Mahmud Adlîye arz olunur. Es ad Baba meselesine sâlifu 1-arz, Mahmud Bey’in dahi li-ecli’t-te’dîb u nefyi lüzumunu içeren bir takrir merbût idi. Fetevâlarla takrir, tedkîk olunduktan sonra âtide hattı hümâyûn şeref -sâdır olmuştur.

160 [Mehmed Tâhir Efendi’nin hayatı ve tasavvufî anlayışı için bk.Hür Mahmut Yücer, “Osmanh Şeyhülislâmlarından Kadızâde Mehmed Tâhir Efendi ve Tasavvufî Eseri: Risâletü’n-nûriye min tarîkati’l-aliyye”, Araşan Sosyal Bilimler Enstitüsü İlmî Dergisi, Bişkek 2007, ss.75-89.]

G. Hatt-ı Hümâyûn Sûretî

“Mîr-i mûmâ-ileyhin iş bu kaimesiyle fetevâyi şerife ve evrâk-t şâire manzûr-u mâlûm-u hümâyûnum olmuştur. Bu makûle mülhid u zenâdtka i’tikâdında çok âdem vardır. Henüz lâyıkıyla tathîr oluna- madı. Merkûmun katli lâzım geldiği fetevâ-yı şerîfeden müstebân olmakla beyân eylediğin vecihle icrâ ve merkûm Mahmûd Bey'in dahî nefyi ve iclâsı için Selânik mutasarrıfına tarafından tenkitlice mektup yazılıp, anın dahî icrâsına mübaderet olunsun. Bir de bu makûle ile ele geçen muharref kitaplar toplanıp ihrâk olunsun. Bazen sahaflarda bulunduğu mesmu-u hümâyunum olmuştur. Bir erbâbına havale olunup, zâhire ihrâcına gayret oluna”

Bunun üzerine Es’ad Baba merhûm Aksaray’da şimdiki Jandarma Karakolu önünde asılarak idam ve Mahmûd Bey dahi sürgün edildi.

H. Bu Vak’aya Dâir Mühim Bir Mütala’a

Es’ad Babanın kati ve imhası pek büyük bir meseledir. İdama dâir verilen fetevâ-yı şerîfeyi müverrih Lütfi Efendi merhûm nakl ettikten sonra eserinin 179. sahifesinde diyor ki:

‘Eğer muktezâ-yı şer’i üzere haraket olunacak ise Es’ad’ın istintaklarında dahi ilhâd u zındıkayı dâir ser-rişte olunamadığı tasdik olunmasıyla beraber fetevâ-yı şerife ne sûrette tatbik olundu? Eğer Şer’i şerif ve fetevâ-yı münîfe ile amel olunacak ise bunun hakkında dahi sübût aranılmak ve ihtâr edilmek lâzım gelmez miydi? İhbâr-ı mücerred ile bir nefs-i nâtıkanın itlâfı tecviz olunur mu? Şer’i şerifin muktezasını tetkik etmeyerek hakkında fetva verildi deyip te fe- tevâ-yı şerîfeyi âlet ittihâzıyla telef-i nefse cüret ne büyük bir hatadır. Da’vâya ve nefsü’l-emre tatbik ise erbâb-ı hükümetin birinci vazifesidir.’

Es’ad Babanın katli meselesine dâir olan fetvalarla hatt-ı hümâyunu ve bâ husûs vak’anüvîs Lütfi Efendi merhûmun bu mütalaâ-i hakperestânesini görünce zeka ve irfânma raste-i vicdânına değil, yalnız memleketimizde, Avrupa’da bile yüz binlerce nüfusun şehâdet ettiği bir tabîb-i hekimimize müracat ederek fikirlerini istifsâr ettim. Dediler ki:

“Es’ad Babanın katlinde büyük hatâ-i içtihâdî var. Birinci fetvadan anlaşıldığı üzere kati sırf (siyaseten) icrâ olunmuştur. Hele ikinci fetvânın tevbenin makbul olamayacağına dâir ifâde-i sarîhası pek yanlıştır, ‘lekad taayyene'r-rüşdu'61 âyet-i kerîmesiyle tebeyyün ve ‘lâ ikrâhe fi’d-dtn’162 nâsıyla te’yîd edilen emr-i İlâhi, dîn-i celîl-i İs- lâmda cebr ve ikrâh olmadığını sarahaten beyân etmiştir. İslâmiyette bir kimsenin tarz-ı îmân ve i’tikâdından dolayı değil katli, ta’zîbi bile caiz değildir.

Fransızların ‘tolerans’ dedikleri ve bizim ‘mesâil-i dîniyye ve vic- dâniyyede hürriyet ve istiklâl bi’r-rey’ dediğimiz müsâafe [müsâ- maha] sırf dînimizin açtığı bir şehrâh-ı terakki ve temeddündür.

İşte Lütfî Efendi merhûmun mütak ısıyla hakîm-i şehîrimizin ifâdât-ı hukûkiyânesi Es’ad Babanın katli mes’elesinin ne gibi esaslara müstenid olduğunu sarâhaten beyân ediyor. Fa’tebirû yâ ulu’I-eb- sâr. [113]

İ. Bazı Vakâyi-i Meşhûre

Yeniçerilerin mahv-u perîşân ve Bektâşî müntesibîni kati ve iclâ, tekkeleri hedm olunarak bir çoğu Nakşî ismi altına girdikten sonra memleketin hiçbir tarafında Bektâşî ve Bektâşîlik ismi işitilmemeye başladı. Nûr-u hakikatin söndürülemeyeceği ve Hakk’ın her nerede olsa yine Hak olduğu itiraz kabûl etmez bir keyfiyet olduğundan başlarını ridâ-yı vahdete çekerek kûşe-i uzleti ihtiyâr eden erbâb-ı tarikat bir gün gelip de yine şem’i nâzenînin uyanacağını meydân-ı

161 Artık doğrulukla eğrilik birbirinden aynlmıştır. Bakara 2/256.

162 Dinde zorlama yoktur. Bakara 2/256. merdâmn yine eski haşmet ve i’tibârının iade olunacağını his etmekte idiler.

Yıkılmayan tekkelerin yegânesi olan pîr evinde bulunup yavaş, yavaş ilm-i ihtilâli ref’ etmeye ve evlâd-ı pîr’den olduğu iddiasında bulunan Mehmed Hamdullah Efendi (23 Cemâzilevvel 1243) tarihli fermân-ı âlî ile ve dergâh-ı şerifin umûr-ı dâhiliye ve hâriciyesini ihlâl etmek töhmetiyle uhdesinden meşihatın refı ve Merzifon’a nefy-u tağrîb edilmiştir. Tarikatın asıl hâdimleri bulunan mücerred ricâl-i kirâm o sırada bir takrîb dergâha nüfûz ederek zâhirde tür- bedâr ve hakikatte Dedebaba nâmıyla ta’mim-i erkânı tarikata hasr-ı mesaî ediyorlardı. Hamdullâh Efendinin nefyinden sonra Velîyyüddîn Efendi Çelebilik pâyesini ahz etmişti. Yedi sene sonra yani 1250 senesinin 12 Rebîulevvel tarihinde sâdır olan fermân-ı âlî bunun dahî uhdesinden cihetin ref’ini ve min ba’di evlâd u ahfâdının zevâyâya ayak basmamaları emrini hâvi idi. Bundan sonra seccâde- nişinlik hizmetini evvelce de beyân olunan Mehmed Said Efendi nâmında bir Nakşî şeyhine tevcih olundu. O sırada Dedebabalık mevkiinde Sivaslı Mehmed Nebi Dedebaba vardı.

1255/1839 tarihinde -yani Sultan Mahmud-ı Adlînin vefatına kadar-İstanbul ve şâir memâlik-i Osmâniyede Bektâşî dergâhı küşâd edilememiş, fakat Sultan Mahmûd’un vefatında o zamanlar Samatya’da Sancaktarda sâkin bulunan ve el-ân Silivrikapısı haricinde Seyyid Nizâmeddîn (ks.)Hazretlerinin türbesinin karşısında medfûn bulunan Halil Revnâkî Babanın himmeti ve Ahmed Baba nâm zâtın gayretiyle Merdivenköyü ve şâir tekkeler küşâd olunmaya başlamıştır. [115]

J. Hacı Bektâş Âsitânesinde

Postnişînlik Yapan Mücerred Babalar

Balım Sultanin irtihâlinden sonra dergâh-ı Hazret-i Pirde mücerred postuna intihâb ve umûmî arzu üzerine ehl-i tecerrüdden bir zâtın nasb ve tayini taamül ve usûl u tarîk halini almış olduğundan zamanımıza kadar güzerân eden meşâyihtan muhtasaran bahsetmek lâzım geldi.

1. Sersem Ali Baba: Kendisi mîr-i mîrândan ilim sahibi ve as- hâb-ı servetten iken muhabbet-i tarîkatle terk-i mâ sivâullâh eyleyerek Balım Sultan ın vefatından pek çok sonra yani 958/1551 tarihinde mücerred postuna kuud ve on dokuz sene sonra yani 977/1569 tarihinde terk-i âlem-i fâni eylemiştir.

2. Ak Abdullâh Baba: Sersem Ali Baha’dan sonra 977/1569 tarihinde mücerred postuna kuud ile 27 sene irşâd u sâlikîn ile meşgul olmuş ve 1005/1596 tarihinde irtihâl eylemiştir.

3. Kara Halil Baba: 1005/1596 tarihinden 1038/1628 tarihine kadar yani yirmi iki sene postnişînlik mesnedini muhafaza etmiştir.

4. Dimetokalı Vahdeti Baba: 1037/1627 tarihinden 1060/1650 tarihine kadar yani yirmi iki sene postnişînlik mesnedini muhafaza etmiştir. Tabîat-ı şi’riyesi gayet mükemmel olup perakende sûretinde manzûrum olan bazı manzûmelerini kariine arz etmek lâzım geldi.

Biz hâk-i reh, râh her-i Mustafavîyiz

Biz mu'tekifâ strr-t dem-i Murtazavîyiz

Nûr-t Haşan, sırr-ı Hüseynin talebinde

Gerdûn-t safvet sâcid-kûy-ı nebeviyiz

Şem’i dû cihan zîn-i Aba, Bakır u Cafer

Can vermeye bir mutlak merd-i Hamevîyiz

Biz Askerî nin askeriyiz bende-i mehdi

Fazl’ın kereminden dem uman Murtazavîyiz

Sâd pare edip, Vahdeti yi evde yakarsan

Şahım ulvîyiz, ulvîyiz, ulvîyiz

Hz. Hünkâr-ı Hacı Bektâş-ı Velî hakkındaki bir medhiyesinde şu parçalar mûmâ ileyhin kudret-i vâsia-i şi’riyesine bürhân olabilir.

Baş çekip burc-u felekten yine rûz-ı ezelî

Doğdu Hurşîd-i Kemâl-i ezelî, lem yezelî

Menzil edendi mekr hâne-i burç-u hamli

Hak çerâğın uyarup eyledi izhâr-ı celî

Gün gibi şûle salıp âleme Um u amelî

Bir nazarda edip irşâd nice gürşenî

Mazhar-ı nûr-ı Nebî, mahzen-i esrâr-ı Alî

Pîr-i erkân-ı tarikat Hacı Bektâş-ı Velî.

5- Dimetokah es-Seyyid Mustafa Baba: 1060/1650’ tan 1076/1665’ ya kadar yirmi yedi sene post-u irşâdda bulunmuştur.

6- Birecikli es-Seyyid İbrahim Âgâh Baba: 1076/1665 tarihinde Mustafa Babanın rıhleti üzerine post-u reşâdete mâlik olmuş ve on beş sene meşgûl-i âyîn-i tarikat olduktan sonra 1101/1689 tarihinde libâs-ı cismânîyi değiştirmiştir.

7- Urfalı es-Seyyid Halil İbrahim Baba: îbrâhim Âgâh Babanın irtihâli üzerine 1101/1689 tarihinde mücerred postuna geçmiş yirmi altı sene irşâd-ı sâlikâne gayret ettikten sonra 1127/1715 senesinde âric-i semâ-yı bekâ olmuştur.

8- Sirozlu Seyyid Haşan Baba: îbrâhim Halil Baha’dan sonra 1127/1715 tarihinde mücerred postuna nâil olarak 22 sene bulunmuş 1149/1736 tarihinde rihlet eylemiştir.

9- Kırımlı Hânzâde Mehmed Külhân Baba:Kırım Hânzâde- lerinden iken terk-i câh-ı vedâret ile cebe-i tecerrüdü lâbis olmuş, 1149/1736 tarihinde Seyyid Haşan Babanın irtihâli üzerine möhr-i irşâdı dest-i Süleymânisine alarak yirmi beş yıl irşâd-ı sâlikân-ı tarikata vakf-ı vücûd eylemiş ve 1173/1759 tarihinde irtihâl etmiştir. Kendisinin perakende bazı eş arı olduğu mervîdir.

10- Dimetokalı Seyyid Kara Ali Baba: Külhan Babanın bekâ- ya irtihâlinden sonra 1173/1759 tarihinde postnişîn-i irşad olmuş ve yirmi beş sene dergâh-ı pîr’de ta’lîm-i âyîn-i tarîkattenederek 1198/1783 tarihinde vefat eylemiştir.

11- Sinophı Seyyid Haşan Baba: Kara Ali Baha’dan sonra post-u tecerrüde geçerek yedi sene hizmet-i Hz. Pîr’de bulunup 1205/1790 tarihinde terk-i hânkâh-ı dünya eylemiştir.

12- Horasanh Mehmed Nûrî Baba: 1205/1790 tarihinde lâbis-i hırka-i reşâdet olarak 9 sene hizmet-i fukara ve irşâd-ı muhibbân-ı âl-i ubbâdda bulunmuş 1224/1809 tarihinde rıhlet eylemiştir.

13- Kalecikli Seyyid Halil Hâki Baba: Horasanlı Mehmed Nûrî Babanın irtihâlinden sonra câlis-i post-u reşâdet olarak 15 sene meşgûl-i hizmet-i dervîşân olmuş 1229/1813 senesinde kat-ı taal- luk-ı mâsivâ ile semâvât-ı bekaya urûç eylemiştir.

14- Sivash Mehmed Nebi Baba: Halil Hâkî Babanın rıhletinden sonra post-u irşâda geçmiş ve kıtâl vâkıasında bile dergâh-ı şerifte dedebabahk hizmetinde bulunarak kat’iyyen fütur getirmemiş bir zât-ı âli-i kadr ki kerâmât-ı bî nihâyesi meşhûd-ı hâs ve avâmdır. Yirmi bir sene posnîşîn-i irşâd olrak kûşe-i uzlet ve vahdette meşgûl-i hizmet-i fukara olduğu halde 1250/1834 tarihinde tebdîl-i libâs-ı nâsût eylemiştir.

15- Merzifonlu İbrahim Baba: Mehmed Nebî Dedebaba’nın irtihâlinden sonra câlis-i post-u tecerrüd olmuş ve bir sene müddet hizmette bulunduktan sonra 1251/1835’de vefat etmiştir.

16- Vidinli Seyyid Mahmûd Baba: Merzifonlu İbrahim Baha’dan sonra postnişîn-i irşâd olumuş ve 12 sene müddet hizmet-i tarikatta ibrâz-ı ehliyetle 1263/1846 tarihinde libâs-ı fânî-yi çıkarıp semâvât-ı lâhûta urûç eylemiştir.

17- Sofyalı Saatçi Ali Baba: Vidinli Mahmûd Baha’dan sonra post-u reşâdete geçerek 2 sene hizmet-i tarîkatte bulunmuş 1265/1848 tarihinde irtihâl etmiştir. Tasavvuf ve esrâr-ı tarikata dâir gâyet mükemmel ve açık bir lisanla yazılmış bir risâlesi vardır ki matbu bulunmadığından tab’ olunacaktır. [120]


Resim: Merdivenköyü'nde kâin Şahkulu dergâhı şerifipostnişini
sâhib-i dîvân Mehmed Ali Hilmi Dedebaba merhumun
28 yaşındaki tasviridir. [121]

18- Çorumlu Seyyid Haşan Baba: Saatçi Ali Babadan sonra post-u reşâdete geçmiş bir sene sonra yani 1266/1849’da irtihâl-i dâr-ı bekâ etmiştir.

19- Yanbolulu Türâbî Ali Baba: Tarîkat-ı Aliye-yi Bektâşiye’nin en büyük urefâ ve kümmelîninden olup 1266/1849da Dedebaba- lık mesnedini ihrâz etmiş, 19 sene meşgûl-i irşâd olarak 1285/1868 tarihinde irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiştir. Kuwe-i şi’riyesine matbu’ dîvânı bir delîl olup mutasavvıfâne, dervîşâne gazellerinden başka âşıkâne eş’ârı dahî meşhûr-ı âlemdir. Hele:

zuö / Demaşı öirrı ı-ıı

‘O mehk-i gamze oku sineme mızrak değil â'

Matlaıyla başlayan gazeli o kadar latiftir ki müteahhirîn şuarâ içinde böyle kavîyyü’l-efkâr, selîsü’l-beyân bir şâire tesadüf mümkün değildir. Türâbî Baba bir gazelinde:

‘'Tahammül kuşesin tutsam, 'bu bir şaşkın gedâ derler Kemâl-i rütbe kesb etsem, ‘aceb tarz u eda derler

Alâyıktan beri uzlet makamı ihtiyâr etsem, "Tekebbür kendisini almış derûnu pür-riyâ" derler. Otursam arifane söylesem mir kelâm olsam, Kamu halkı usandırdı ‘yalancı dâima derler.

Türâbî kendini halka beğendirmek ne müşkildir

Alâikten beri ol sen, buna ‘âlem-i fenâ’derler.”

Türâbî Babanın irtihâlinden üç-beş gün evvel söylediği gazelinin son mısraı târîh-i fevti çıkmıştır.

Şerbet-i mevt-i içirdi âkıbet devrân bana, Bir semâ-yı vahdet açtı, hazret-i Rahmân bana Matlaıyla başlayan bu tarih;

Pirim, hünkârım medet kıl bir dermân bana

beytiyle hitam bulur. Türâbî Ali Baba Hazretlerinin birçok dervişleri vardır. İçlerinde ashâb-ı kemâlâttan Mehmed Ali Dedebaba, Hazretleri gibi kümmelîn yetişmiştir. Müşârun-ileyhin Balım Sultandan sonra 19. Dedebaba olduğu ve 19 sene post-u meşihatta kalması garip tesadüftür.

20-Selanikli Hacı Haşan Baba: Türâbî Babanın irtihâlinden sonra 1285/1868 tarihinde post-u reşâdete geçmiş ve 6 sene irşâd-ı dervîşân ile meşgûl olarak 1291/1874’ de irtihâl etmiştir.

21- Konyalı Perişan Hâfız Ali Baba: Hacı Haşan Babadan sonra post-u mücerrede nâil olmuş ve bir müddet sonra irtihâl-i dâr-ı beka eylemiştir. El-ân Yedikule civarında, Kazhçeşmedeki dergâhta medfun ve dergâh-ı mezkûr, Perişan Baba yahut Eryek Baba Dergâhı nâmıyla bilinmektedir.

22- Mehmed Ali Hilmi Dedebaba: îstanbulda tevellüd etmiş ve küçük yaşta halaka-i bekûş-ı tecerrüd olarak Türâbî Ali Baba Hazretlerinden vâkıf-ı sırr-ı vahdet olmuşlar ve birçok zamanlar âsitân-i evliyâda hıdemât-ı ber güzidede bulunarak nihâyet dedebabalık pâ- yesine mazhar olmuş ise de kendi isteğiyle bu görevden feragat ederek Merdivenköy, Şahkulu Sultan Dergâhına Şeyh olmuştur. Onun rütbesine ulaşmış bir mürşide son zamanlarda tesadüf etmek imkânsızdır. Şiirdeki kâbiliyetine elde bulunan dîvânı şâhid-i âdildir. Yesârî Baba, Mustafa Mahfî Baba ve şâir birçok zevât-ı kirâm yetiştirmiştir.

“Bir kişi kim zât-ı Hak’tır, hakka zâtı yâr olur

Âşık, sâdık, muhib ve tâlib dîdâr olur

Çün elest bezminden Lâ’yı ref’ edip illâ diyen

Ahdine sâbit kademdir, sâdıku'l-ikrâr olur

Mâl u mülk devlet-i dünyâya vermez gönlünü

Bende-i âl-u âbâ gençîne-i esrâr olur

Cân u dilden râh-ı Hakka kim vücûdun bezi eder

Rûz-ı mahşerde şefî-i haydar-ı kerrâr olur

Vâsıl-ı dîdâr-ı Hak ol kişidir kim (Hilmiyâ)

Her nefeste câm-ı cem tevhîd ile hûşyâr olur.”

Dedebaba merhûm gazeller ve Şiirlerinde Hilmi mahlasını kullanırdı. 1325/1907 senesi Zilhiccesinin 8.günü irtihâl-i dâr-ı bekâ eylemiş ve dergâh-ı şerifin meydan odasına defn olunmuştur.

24-Mehmed Ali Dedebaba’nın mücerred postundan feragatinden sonra Hacı Mehmed Baba, Dedebaba olarak nasb edilmiş ve bir

zıu / neıaaşt öirrı ı-ıı

müddet sonra irtihâl-i dâr-ı beka eylemekle yerine el-ân türbedâr ve dedebaba bulunan Hacı Feyzullah Baba Efendi mücerred postuna kuud etmiştir.

El-ân dergâh-ı Hazret-i Pîr’de müşârun-ileyh bulunmaktadır. Aş Evi Babası dahi Hüseyin Baha’dır. Bunlardan başka İstanbul’da Şehidlik’te kâin Tekkede kudemâ-yı tarîkat-ı bektâşiyeden Nâfi Baba Efendi ve Südlüce’de Bâdemli Dergâhı’nda Münîr Baba Efendi, Çamlıca’daki Dergâh-ı şerîf’te urefâ-yı erbâb-ı tarîkatten Ali Nut- kî Baba Efendi, Karyağdı’da Hâfız Baba Efendi, Karaağaç’ta Hasib Baba Dergâhında Hüseyin Baba Efendi, Kazlıçeşme’de Perişan Baba Dergâhı nda Abdullâh Baba Efendi, Topkapı Hârici ndeki Dergâh’ta Alasonyalı Abdullâh Baba efendi postnîşîn-i irşâddırlar. Cümlesi de asrımızın urefâ ve kümmelîni sırasındadırlar. Eğrikapı haricinde Emin Baba Dergâhı nâmıyla vaktiyle bir Bektâşî dergâhı varmış, fakat sonraları Tarîk-ı Nakşibendiye-i Hâlidiye’den bir zâta verilmiş olduğundan şimdiki halde bir Nakşî Dergâhıdır.

Seyyid Gazî Nahiyesindeki Battal Gazi şeyhi Şükrü Baba Efendi Mısır’da Kaygusuz Sultan Postnişîni Mehmed Lütfi Baba Efendi dahi urefâ-yı tarîkattendir.

Mahmûd Baba: Sultan Mahmud-ı Adlînin icrâ ettiği kıtal esnasında emr-i şâhâne ile sürgün olunanlar arasında Şehidlik’te bulunan dergâhın postnişîni ve Nafî Baba hazretlerinin pederleri Mahmûd Baba Efendi de bulunmaktadır.; AbdülmecîdCennetmekânın tarîkat-ı bektâşiyeye nisbeti bulunduğundan dergâh-ı şerife birçok hediyeler verdiği ve hatta dergâha gelerek kudûm-u hümâyunlarıyla dervîşânı müşerref eylediği kavîyyen mütevâtirdir.

Mahmûd Baba o zamanın zürefâsından olup, birçok meşâhîr-i ricâli halaka-i sohbetine almış ve dergâh-ı şerîf âdetâ bir encümen-i hamiyyet ve irfân haline gelmiştir. Hatta vakânüvîs merhûm Lütfi Efendi dahi Baba merhûmun ikrârbendelerinden olmakla vefatında bir tarih mersiyesi yazmıştır ki bazı beyitleri aşağıdadır:

Ahmed Rıfkı /211

“Âferîdelere bir vecih ile yüz vermez ecel

İşte Mahmûd Babada geçmiş iken yüzünü hep

Sırrını sırda tutup âlem-i bâlâda idi,

Ağzı karalara açılmadı, hem açmadı leb

Hacı Bektâş-ı Velînin kademinde er idi,

Mahrem olmazdı anın meclisine bint-ü ıneb

Kıdem-i önde de Mahmûd Baba yaktt çerağ

G' rçek er idi Mahmûd Baba sır oldu acep”

Kayseri’ye sürülmüştü. Sultan Mahmûd vefat ederek makâm-ı saltanata Abdülmecîd Hân cülus edince, Mahmûd Baba İstanbul’a gelerek dergâh-ı şerifi küşâd ve icrâ ve âyîn-i tarikat etmeye başladı.

Mahmûd Baba merhûmun ele geçen bir resmi kitabımıza alınacaktır. 1277 senesinde vefat etmiştir.

Merhûmun birçok zarîfâne nükteleri cem’iyet-i zürefâda anlatılmaktadır. Hatta bunların birçoğu muhibbânın hatırındadır. Bir yere toplanılsa mükemmel bir mecmua-i nükât olacağı vâreste-i îzâhtır.

Salih Baba: Bektâşî Tarikatının ekâbirinden olup, Edirnekapı- sı civarında iskân ederdi. Pek Çok sâliklere mâlik olup vefatından sonra dervîşanmdan bir çoğunun yanma defin olunmuştur. Mezarı Edirnekapısı haricinde bir türbe şeklindedir.

Hasîb Baba: Karaağaç Dergâhı’nın şeyhi olan bu zât da ekâbir-i tarîkattandandır. Mutasavvıfâne ve âşıkâne eş’ân bulunduğu bilinmekteyse de hiç biri görülememiştir.

Ramazan Baba (Bursa): Mazanna-i kirâmdan olup Bursa’da te- ferrûh yahut Işıklar nâm mahalde bir dergâh bina ve neşr-i âyîn-i tarîkatle meşgul iken vefat etmiştir. Dergâhında yakın zamanlarda Süleyman Baba adında bir zât-ı kâmil icrâ-yı âyîn ile meşgul iken tahminen 15 sene evvel vefat etmiştir. Şu anda adı geçen dergâhta

/ Dtxutyi öirrı ı-n

Tarîkat-ı Mısriye-i Halvetiye’den Şeyh Sâbit Efendi adında bir zât Halveti âyini icrâ etmektedir.

Mehmed Ali Hilmi Dedebaba merhûm, dergâhın tamirinde şu tarihî söylemiştir.

“Birçok zaman harabe hâlinde idi ama

Şeyh Sâbit etti ihyâ geldi bu hankâhı

Feyz isteyen Hûda’dan bâb-ı rızâda dursun

Olmuş bu cây-t âlem âşıkların penâhı

Ervâh-ı evliyâdan himmet taleb edenler

Gelsin ziyâret etsin dâim bu bârgâhı

Hilmi dede tarihin cevher kalemle yazdı

Tamir edildi zîbâ Ramazan Baba Dergâhı!’ 1313

İzmir’de Rûhî Baba adında bir zâtın gayret ve çalışmalarıyla Bek- tâşi müntesipleri çoğaldısa da adı geçen şahsın vefatıyla geride birçok sâlikân bıraktığı kemâl-i şükür ile görülmektedir.

Kerbelâ’da bulunan dergâh da tarikatın en mu’teber ve en geniş dergâhlarındandır.

Bunlardan başka Dimetoka’da Seyyid Ali Sultan dergâhıyla Kal- kandelen civarındaki Kızıl Deli Tekkeleri tarikatın en mu’teber der- gâhlarmdandır.

Erkgirî civârında birçok seneler âyin icrâ eden ve sâlikân yetiştiren Ali Babanın menâkıb ve kemâlât-ı künye ve İlmiyesi birçok zevât tarafından kemâl-i şükrân ile rivâyet olunmaktadır. [129)

K. Malûmât-ı Müteferrika

Ihvânımızdan bazı zevât eserimizin noksan kalan yönlerini verdikleri mâlûmat ile tamamlamışlardır ki ayrı ayrı naklediyoruz:

Üsküdarlı Hüseyin Hüsnü Efendi diyorlar ki:

“Bektâşî Tekkeleri hedm ve iskân eden bâbagân ve dervîşân kati ve sürgün olunduğu sırada hanedân-ı ehl-i beyt-i rasûlü Hüdâya fart-ı muhabbetleri görülen diğer tarikatların meşâyih ve müntesi- bânından bir haylisi dahi sürgün edilmiştir. Ez-cümle Üsküdar’dan uzaklaştırılan zevât-ı kiramın isimlerini yazıyorum. Şöyle ki:

Üsküdar’da Toptaşı civarında Tarîkat-ı Aliye-i Nakşibendiye’den ve Enderûn-u Hümâyûn-ı Buhâri-i Şerif Hocalarından Şeyh Hasîb Efendi, merhumun bina ve te’sîs eylediği dergâhın kubbesinde eim- me-i isnâ aşere efendilerimizin esâmi-i siyâdetpenâhilerinin yazılı olmasını bektâşîliğe bağlamışlardır.

Bedevi Tarikatının güzide şeyhlerinden fâzıl-ı şehir Mustafa Efendi (Manisa’ya) ve Nuhkuyusu civarında Bayrâmiye Tarikatının âsitânesi bulunan Hz. Himmet Hankâh-ı Şerifi Şeyhi Ali Efendi (Hâdim’e),

Fazl ve kemâliyle ma’rûf, zühd ve salâh ile meşhûr olan meşâyih-i Celvetiyeden Şeyh Gâlib Efendi (Konya civarına),

Ve kibâr-ı meşâyih-i kâdiriyeden şâir-i şehir Vecdi Efendi (Kayser i’ye),

ve meşâyih-i Nakşibendiye’den Karaca Ahmed Zâviyesi’nde mukîm Abalı Ahmed Dede, Sivas’a,

Ve kutbu’l-muhakkikin Ali Behçet Konevî halîfelerinden olup Lehçetü’l-Butûn (Cedîkatul-Ebdâr) ve Tezkiratul-Evliyâ müellifi Nakşibendî Halil Sâhib Efendi, Sinopa,

Ve fahru’l-üdebâ Kandizâde Ahmed Erib ve Fodlâcizâde Rasim Efendiler’in eserlerinde neş’e-i bektâşiye görülmesine mebnî Kastamonu’ya nefy edilmişlerdir. Müşârun-ileyh bir hayli müddet menfâ- lerde ikâmet ettikten sonra Şeyhülmeşâyih Nasûhizâde Şemseddîn Efendinin hüsn-ü şehâdet ve inhâsı üzerine mazhar-ı afv-ı âlî olup, avdet etmişlerdir.

Fâzıl-ı adîmü’l-emsâl Kethüdâzâde Arif Efendinin manzum eserinde bektâşîlik kokusu hissedilse de müşârun-ileyh Beşiktaş’ta bulunan Buhârizâde (Neccarzâde) dergâhı şeyhi İsmâil Hakkı Efendi merhûma müntesiptir163. Dersaâdet ve Vilâyât-ı Osmâniye’de mevcut Bektâşî dergâhları yıkıldığı sırada Hz. Pîr-i Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî Dergâhı kâmilen bırakılmış, Merzifon’da bulunan Pîrî Baba Dergâhı’da yıkılmayıp, Tarîk-ı Bedeviye Meşâyihi’ndan Bekir Vahdeti Efendi atanmış, Merdivenköy Dergâhı’da kısmen yıkılıp Meşâ- yih-i Mısriye’den dîvan sâhibi Şeyh Azbî Efendi ve iki halîfesinin Mısriye tarikatı âyini icrâ ettikleri mahal dahi yıkılmayıp olduğu gibi bırakılmış ve el-yevm meclis makamında olup bu kere Mehmed Ali Hilmi Dedebaba merhûm dahi oraya defin edilmiştir. Ve binası eski tarz üzeredir”.

Muhibb-i muhterem Nâilî Efendi diyorlar ki:

“On üçüncü cüz de terceme-i hâli yazılan Abdal Mûsa Elmalıda medfun Abdal Mûsa olmayıp, bu Abdal Musa başkasıdır. Çünkü bu hususta fâkirâne pek çok araştırmalarda bulundum. Bir hayli Baba- gân ile münâkaşada ve âdeta hatırlarını kırma derecesine geldim. Bu konuda elde eylediğim bilgileri açıklamaya mecbur oldum. Şöyle ki:

Elmalıda medfun olan Abdal Mûsa Sultan, Hazret-i Pîr Efendimize amcası Haydar Atanın oğlu Haşan Gazinin sulbünden zuhû- ra geldiği Kitâbu’l-Ensâb es-Sâdât adlı risâlede yazılı olduğu bir mecmua-i atîkada görüldü. Mersiyesi dergâhlarımızda okunmakta olan Safî Dîvânı nın nesir kısmında da müşârun-ileyhin taûn hastalığının definde tasarrufu ziyâde olarak, zât-ı hatt-ı Azarbeycan’da Kal’e-i Hoy’dan kad keşîde vermeden kalır. İran’da kesr-i efşânî ve seyahatten sonra Rûm’a gelip Âsitâne-i Hz. Pîrde bir müddet ikâmetten sonra Elmalı nâm mahalde câykîr-i ârâm ve Tarîk-ı Nakşibendî pîrî ile muâsır olup Kaygusuz Sultan Elmalı’da ba’de’t-terbiye, Mı-

163 Bizim tahkikatımıza göre Kethüdâzâde Arif Efendi merhûm tarîkat-ı aliye-i nâzenînin ikrâr-bendelerindendir. [Kethüdâzâde’nin hayatı ve fikrî dünyası için bk. Osmanlı Hayatından Kesitler, (Menâkıb-ı Kethüdâzâde Mehmed Ârif Efendi), (Haz. H. M. Yücer - H.Gürkan) İstanbul 2007.] sır- Kahire’de âlem-i istiklâl gösterdi. Pîr-i Tarîkat-ı Nakşibendî’nin 792/1389 tarihinde irtihâli eylediğine nazaran bu halde Abdal Mûsa Sultânın o tarihte mevcûdiyeti ve Kaygusuz Sultanın mürşidi olduğu muhakkaktır. Ve ism-i âliyelerinin yazılı olduğu bir levha hânenin kapısına asılırsa o hane, taûndan korunur. Tarikatımızın ecille-i ri- câlinden ve erkân sâhibindendir.

Hayf ki: Müşârun-ileyhin mürşidi hakkında birçok araştırmalar ettim ve hayli babalardan soruşturduğum halde cevap almaya muvaffak olamadım.”

L. Şerh-i Hâl-i Kaygusuz Sultan

Abdal Mûsa Hazretlerinin zamân-ı saâdetlerinde Teke’de yani Antalya’da derebeylerinden birinin mahdûmu olup isimleri Gaybî yahut Gaygi nâmıyla bilinirdi.

Bir gün Gaybî Bey’in canı sıkılıp, şikâr için yanına asker alıp dağa çıkar. Dağda hiçbir av bulunmayıp önünden bir doğan uçar. Koğa, koğa bir askerden ayrılıp bir ok atar. Ok yere düşünce peşini takiben dergâh-ı pire vâsıl olup, orada bulunan dervişlere sorar. Benim “Benim avım girdi, görmediniz mi?” der. Onlarda “görmedik” cevabını verirler. Pîr’de halîfelerinden birine işâretle Gayğî’yi huzûr-u pîre getirirler. Yine avını sual eder. Pîr’de cevaben " attığın oku tanırmı- sın?” O’da belî der. Hz. Pîr-i mübarek postunu kaldırıp oku görünce “aman ya pir” deyip tazarruda bulunur. Halbuki o sırada Abdal Mûsa Sultan Hazretleri Horasan’dan doğan sûretinde geçirmiş, uykusunda hitaben 'oğlum her ava tama' eyleme, her doğana ok atma' diye tenbih eyler. Gayğî Bey ise bu kerâmeti görünce terk-i dünya edip kisve-i dervîşânı kabul eyler. Hz. Pîr de Gayğî, şimdi kaygulardan kurtuldun, Kaygusuz oldun der, ismin de Kaygusuz olması nefes-i pirdir.

Bedrî Teke Beyi olan askeri toplayarak üzerine hücûm eder. Hz. Pîre malûm olup, Kaygusuz’a haber verir. Kaygusuz’da pederinin mahvını tazarru eder. Dergâha gelemeden pîrin duâsıyla askeri pe- rişân, kendisi de kurd şekline girip dağa firar eder. Pîr’in hizmetinde Kaygusuz Sultan ilm-i zâhir ve ilm-u bâtını öğrenip çeşm-i bâtını açılır. Kendisinden birçok kerâmetler zuhûr eyler. Burada zikretsek söz uzayacağından meşhûr kerâmetlerinden yalnız birini sunacağız.

Bir gün dergâh-ı pire bal ve yağ lâzım olup, Çelebi için Pîr’in izni ile kırk derviş Finike’de Kâfi Baba Dergâhının mevkiinden hareketle Mısır’a giderler . Kâfi Baha’yı da o mevkide bırakırlar. Mısır Sutanını bir gözü bir illetten nâşî a’mâ olup, dervişlere de bir gözünü kapamalarını söyler. Bu halde iken Sultanın hâdimlerinden biri haber verir. Sultan’da huzûruna getirtir. Sultan bunları bu halde görünce sorar:

“Benim gözüm a’mâ, sizin gözünüze ne oldu"

Bunlar da “âmâdır" cevabını verirler. Ne olur derviş bir duâ ey- lesen de cümlemizin gözü açılsa diye Kaygusuz’a söyler. Cevaben, duâ bizden, şifâ Hak’tan der. Orada bir duâ edip cümlesi amîn derler. Kerâmet-i evliyâ ile dervişler gözlerini açarlar. Sultanın da gözü şifâyâb olup açılır. Sultan:

‘Benden ne istersen iste’ der. Cevaben;

‘Keşkülümün dolusu yağ, bal isterim’ der.

'Derviş sen deli misin bu ne kadar bal, yağ alır? Başka nesne dile,

‘Hayır başka nesne dilemezeml

Keşkülünü açar, koydukları yağ, bal Kâfi Babanın olduğu mevkiinden çıkar. Mısır’ın bütün yağ, balını korlar. Dolmaz, nihâyet bir dul kadının yüz dirhem yağı kalmış, cebren onu da almışlar götürüyor- larmış. Kaygusuz Sultana ve Kâfi Babaya malûm olup, ‘kâfi’ deyip âsâyı vurunca keşkül dolmuş o yağı geriye iâde ederler. Hâlâ balın yağın aktığı çeşmeden su akıp ‘bal, yağ çeşmesi’ nâmıyla Marûftur.

Bu kerâmetin zuhûrundan sonra ‘iki arslan bir postta’ çıkmaz lafzıyla destur verdi. Pîr’in işaretiyle Mısır’a gidip orada birçok kerâmetler gösterip orada dergâh-ı âliyelerinde medfun ise de Abdal Mûsa Sultanın türbe-i şerîfelerinde Kaygusuz nâmında bir zât med- fundur. [135]

M. Bazı îzâhât

Şu muhtasar tarih-i tarîkatten anlaşılacağı üzere elde bulunan tarihî vesikalardan kayıp ve noksan, özellikle erbâb-ı tarikatın bir (Bir târih-i husûsî) vücûda getirmek hususundaki ihmali ve tembellikleri üç eserimizin böyle noksan bir halde kalmasına sebep olmuştur.

Tarikatın tarihî ve gelişmesi hakkında daha esaslı bir takım bilgiler vermekliğimiz lâzım geldi ki, bunların felsefe-i târihe tatbiken olduğu mütâlâasından anlaşılır.

Her tarikat, her meslek ibtidâ-yı tesisinde birçok müşkilata uğrar. Birçok mânialar, hâiller ceryanı önüne sedd-i hâil olur. İlerlemesine mâni olan birçok saikler baş gösterir. Cidâl-ı hayât kanunu her şeyde, cemâdâta hayvânâtta, beşeriyette tesirini gösterdiği gibi ed’iye-i mezâhib, mesâlik-i felsefeye, turuk-ı dîniyeye dahi icrâ tesir eder. Nitekim dîn-i cehlimiz ibtidâ-yı tesisinde pek gizli bir halde kalmış, tabi’leri kırk kişiyi geçmemiş, Kureyşlerden, Yahudilerden birçok düşmanlığa uğramış olduğu halde zincîr-i tekâmülü takip ede, ede nihâyet şimdi ki hale almıştır ki: Bu gün 400-450 milyon nüfusun maneviyatında sahib i’tikâdına hâkimdir.

Turuk-ı aliyeden her birisi ibtidâ zuhûrunda cereyanlara kapılarak muhtelif mahallerden darbeler yemiş, muhalifler tarafından dûçâr-ı hücûm olmuşlardır ki, bazıları mevcûdiyetlerini zamanımıza kadar muhafaza edebilmişler ve bir takımı da meselâ tarîkat-ı Ekbe- riye, tarikat ı Medyeniye, Tarîkat-ı Rûşeniye muhafaza-i mevcûdiyet edemeyerek mahv-i munkârız olmuşlardır.

Tarîkat-ı Bektâşiye dahi ibtida tesisinde birçok mâniaya dûçâr olmuş. Mehd-i zuhûrunda yani Suluca Karahöyük’de muhaliflerin, mutaassıpların hücûmlarına uğramış, Molla Sa’deddîn gibi, Sâri gibi bazı erbâb-ı muhalefetin iğrâzı ve itirazına hedef olmuş ise de iyice teessüs ederek Anadolu’nun nükat-ı muhtelifesine istilâ, hatta hükû- met-i Osmâniye’nin o zaman ki ordusu olan Yeniçeri Ocağı’nı bile dâire-i ihâtası dâhiline almıştır.

Tarikatın ibtidâ-yı tesisinde pir tarafından koyulan erkân ve âdâb-ı basîta bir buçuk asır kadar muhafaza-ı mevcûdiyet etmiş, fakat değil yalnız erkân ve âdâb her şeyi değişmiye mecbur olduğundan ve esas muamelatı hâdisât tahavvülâta ve inkılâbâta müstenid bulunduğundan tarikatın erkân ve âdâbma bir inkılab icrâsı lâzım gelmiş ve pîr-i sânî Balım Sultan (ks.) Hazretleri tarafından erkân ve âdâbı tecdide ve ikmâl olmuştur. Zâten her tarîkte bâ-husûs tarîkat-ı Nakşibendiye de her yüz sene de bir müceddid yani yenileştiren-ye- niletici nâmıyla bir zât zuhûr eder ki: Tarikatın muhtac-ı ıslâh olan cihetlerin ikmâl ve ıslâh ve ceryânına daha bir intizam-ı tâm bahşeder. İmam Rabbânî -ki tarîkat-ı aliyye-i Nakşibendiye’nin ekâbir ricâlinden ve Mektûbât isimli eserin sahibidir- müceddid-i elf-i sânî nâmıyla bilinir. Hatta kendilerinden Müceddidiye nâmıyla bir tarikat şubesi ile ayrılmıştır ki, Hâlidiye tarikatının piri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdi-î Müceddidî nâmını taşır.

Balım Sultan Hazretleri bu cihetle hem pîr-i sânî, hem de müceddid ünvânı celîline bi-hakkın elyaktır.

Tarikatın bu suretle tecdidi ve erkânında âdâbında bazı tebdîlât-ı esâsiye icrâsı tekâmülü dahâ ilerlemesine daha ziyâde hizmet eylemiştir.

Bâ-husûs o zamanlar halk nazarında büsbütün başka bir mâhiyetle tecellî eden tarikatın gizlilik meselesi genişleyerek tarikata daha ziyâde yardım etmeye başlamış ve sevk-i tecessüsle dâhil-i tarikat olanlardan başka dervîş-i hakîkî olarak onuncu Asr-ı hicride sâ- likân-ı tarikat altı milyona ulaşmıştır.

Fakat bu asırda yalnız Bektâşîlik terakki etmiyordu. Bütün tu- uk-u aliye dahî ilerliyor, bâ husûs onuncu hicri asırda büsbütün başka bir şekil ve mahuyet alan Hamzavî Tarîkat-ı Melâmîsi o zamanlar erbâb-ı taasubun nazarında büyümüş, âdetâ müthiş ve korkutucu tarîk-i ihtilâl-i âmîz gibi azası perişan edilmeye başlanılmıştır.

Hamzavîliğin diğer tarikatlardan bir farkı yoktur. Safiyyüddîn Er- debîlî’den teselsül eden Bayrâmiye Tarikatının bir şubesidir. Yalnız esas itibarıyla bir gizliliği, fevkalâdeliği vardı ki, bu da tarikat halkasına giren irfan erbâbının tarikata pek samîmi bir sûrette bağlanması, taassubtan uzak, hakâyık-ı edyânı, esrâr-ı hakikati ârif bir şekilde olması idi.

Taassubun izâlesine ve şeriatın esaslarına muhalif zannedilerek fıkr-i vahdet-i vücûdun neşv ü nemâ bulmasına yardım eden Ham- zavî pîşvâları fetevâ-yı şer’iye ile mahv u imha ve birçok dervişleri perişan edildi ki, malûmdur Şehîd İsmâil Ma’şûkî, Hamza Bâlî ve şâir ricâl-i Hamzâviye hep bu zümredendir.

Bektâşîliğin yayılması da böyle bir mahzur ile telakki olundu. Çünkü: Bu da tipti Hamzavîler gibi taassub denilen muktezâ-yı cehli imhâya, yerine serbesti-i vicdânı ve serbesti-i kelâm üzerine müesses bir tarîk-ı âzâdî tesis etmek fikrini besliyordu. İslâmiyetin cehâlete karşı olduğu ve insanların selâmetini sağlayacak bilgileri koruyup gelişmesine yardım eylediği malûm olduğundan, Bektâşîlikte yalnız serbest bir tefekkür özgür bir uygulama ve çalışma ile meşrûtiyet ifade eden çareler düşünülüyor, tassubun imhası çareleri aranılıyordu.

Taassub her yerde ilme hücûm eder. Cehâlet her yerde zekânın gelişmesine engel olur, ona bir tuzak kurar. İşte yavaş, yavaş ilerleyen, ilerlediği kadar rağbet gören Bektâşîlik bazı yönlerden hoş görülmedi. İmha çareleri düşünüldü. Bir takım tedbirler alında, nihâ- yet muvaffakta olundu, olundu fakat;

Hûn-u mazlum ile sönmez bu nûr-u Hak-nümâ

sönmedi. Bir ateş közü gibi kül altında bekledi. Nihâyet yine senelerden sonra nûrunu ortaya koydu. Şunu bilmelidir ki: Her tarîk birlik için gayret gösterir, gelişmenin yardımcısıdır. Çünkü İslâmiyetin özü, Kur anın esrârı, dînin hakikati tarikattadır.

Hazret-i Rasûl-i Hüdâ (sav.) demiştir ki:

"Şeriat kâlimdir, tarikat halimdir, marifet re’s ü malimdir”. Şeriat basamağından daha yukarı çıkanlar ârif-i esrâr-ı İlâhî olanlardır ki: onlar ölümsüzdür ve evvela ölümlüler terakkiyi bilirler, ona daha ziyâde hizmet ederler.

Tuhaftır ki, bazı mutaassıblarca terakki, teceddüd ve irfan zındı- ka, küfür ve ilhâd sayılır. Onlar zeka güneşini önlerinde secde ettirmek isteyen beyinsiz başlar bilmiyorlarmı ki dînimiz, dîn u mukaddes mübeccelimiz, gelişmenin hizmetçisidir, teceddüd gayret çişidir.

Onun teceddüde, terakkiye hizmet etmediğini iddia etmek, tarikatları bir uyuşukluk yolu saymak, körlük hem de en fena bir körlük ki tedavisi Lokman ın bile eline kısmet olmamış, olmayacaktır.

Bektâşîlik yine eskisi gibi tarîk-i tasawuf-ı hafidir. Vicdan serbestliği, fikir özgürlüğü ve ibadet esaslarını kendi âyin ve erkânı dâiresinde muhafaza eden bir tarîk-i celîl -emin olmalıdır ki- istikbâlin pek büyük bir mesleği olacaktır.

Malûm olduğu üzere her şeye, her mesleğe bâtıl hurâfeler karışır. Bunlar o mesleğin mukaddesten bir takım menfeatperestleri tarafından katılmıştır, yahut avâmın anlayış seviyesi düşük, tembellerin tarikata sokuşturulması için kötü emelliler tarafından uydurulmuş, usûl-i erkânı safsata yığınıdır ki: Bu gün az çok her meslekte, her mezhepte bulunduğu gibi tarîkat-ı Bektâşiyede dahî mevcuttur. Bunlar ıslâh olunur, tarikatın usûl ve erkânı zamana göre bazı ıslâhât ile daha emîn ve mükemmel bir esasa rabt edilirse o zaman şimdikinden daha ziyâde, daha mükemmel manevî faydalar elde edilmiş olur.

Bizde bir tarikata intisâb etmek ahalimizce sanki bir âdet hâline gelmiştir. Her kime tesadüf etseniz, sorsanız: Mevlevîyim, Şa bânîyim Bedeviyim gibi cevaplar alırsınız. Bunların arasında tarîk-ı nâzenîne de rastlarsınız. Demek ki herkes şeriata, habl-i şerîat-ı mutahharaya temessüke, tevessüle mecbur olduğu halde bir tarikat intisâb etmekte de uyanık davranır. Çünki şeriat, yalnız bir şeyin kabuğunda dolaşmak olup içine nüfûz edememektir. Şeriat, tarikattan daha evvel lâzımdır. Şeriatsız tarikat olmaz diye daha evvel birçok mütâlaatta bulunmuş idik. Biz filan tarik iyi veya filan tarîk fena diye bir kayıt koymuyoruz, “et-turuku ilallah bi aded-i enfâsi’l-halâik” mukaddes hakikatim bilenler turuk-u aliyye arasında hiçbir fark gözetemezler, fark gözetmek, tarîkatleri birbirinden ayırt etmek, tasavvuf ve tevhide mugayirdir. Bir’i iki görenler şaşırırlar.

VII. Esere ve Bana Yapılan İtirazlar

F

akir bu eseri yazmaya başlayınca, birçok taraflardan tarizlere uğradım. Halkın dimağına yerleşmiş eski bir takım bâtıl zanlann tesiriyle hâl-i hakîkata karşı kıyam etmekten kendini alamıyor. Hâlâ bir’i iki görmek, güneşi balçıkla sıvamak için cehd ediyor. Ben bu zavallılara karşı Allah doğru yolu göstersin demekten başka söz bulamam. Bunlardan başlıcalarım reddetmek isterim.

A. Sirâceddîn İsimli Birinin İtirazı

Sirâceddîn imzasıyla bir mektup aldım. Bunda deniyordu ki: “ Hacı Bektâş-ı Velî irşâd ile memur değildi, âlem-i istiğrakta göçtü ve kendisi mücerred yani bekar olduğu halde irtihâl buyurdu. Şu halde nasıl olurda zamanında bir takım usûl ve âdâb konulup tesis edildi?”

Biz deriz ki: Hacı Bektâş-ı Velî nin silsile-i nesebi meydandadır. Halîfe, irşada memurdur. Hilâfet lâzım-ı irşaddır. Hoca Ahmed Ye- sevî’nin Lokman Perendî Horasânî’ye olan telkini doğrudan doğruya Hacı Bektâş-ı Velîye intikâl etmiştir. Bektâşiye tarikatı da bu silsileden teselsül etmiş ve Hacı Bektâş-ı Velî’nin çeşitli halifeleri tarafından neşredilip yayılmıştır. Seyyid Cemâl Sultan, Sarı İsmâil, Kolu Açık Hacım Sultan ve şâir zevât-ı kirâmın Hacı Bektâş-ı Velî Efendimizin hulefâsı olduğu elimizdeki tarihî vesikalara karşı göz yummak demektir.

B. Hüseyin Hüsnü Efendi’nin Mektubu

Hüseyin Hüsnü Efendi de bu meseleye dâir gönderdiği bir mektubunda demişti ki:

“Balım Sultan’ın Bektâşiye tarikatının şu an uygulanan erkân ve kâidelerinin kurucusu olduğu ve bu cihetten kendisine pîr-i sânî ün- vâm verildiği hak ve hakikattir. Bunu tarikatla ufak bir alakası olan herkes bilir. Zira Hacı Bektâş-ı Velînin Yeseviye Tarikatı erkânından gayri bir şey ihdâs ve ilâvesi olmadığı muhakkaktır. Rum’a teşriflerinden müstağrak-ı cezbe-i rahmânî olarak tekmîl-i enfâs-ı hayât buyurdukları ve meslek-i celîl-i melâmet delîl-i âşıkâneleri müsam- ma ile sülûk-u tarikatta adem-i takayyüd mâsivâyı ihtiyâr buyurdukları birçok dostunca bilinir. Hatta senin ve sohbetlerinde bulunduğum Yedikule Dergâhı şeyhi Hâfız Baba merhûmdan, mevcut hırka ve tâcın ve âyin u erkânın Hz. Hünkâr Efendimizin içtihatlarıyla olmayıp, daha sonradan ortaya çıktığını işitmişimdir. Kelâm-ı hakikati Mehmed Ali Hilmi Dedebaba da tasdik etmiştir”.

Hüseyin Hüsnü Efendi muhibb-i muhteremimiz Hz. Pîr’in (Pir) olduğunu inkâr etmiyorlar. Yalnız erkân ve âdâbın Pîr-i sânî Balım Sultan Hazretleri konulduğunu söylüyorlar ki bu da bizim eski açıklamalarımızı destekliyor. Demek: Sirâceddîn imzasıyla gönderilen mektubun eski beyânımız ve Hüseyin Hüsnü Efendi’nin açıklamalarıyla red ve ibtâl edilmiş olur. Şu kadar varki, Hz. Pîr’in mücerred olduğu hakkındaki ifadeleri pek mükemmel, pek ziyâde hakîkî bi-gû- nedir. Bunu biz ilerde Cemâleddîn Efendi’nin bize karşı yazmakta bulunduğu “Müdafaa” ismindeki vasıta-i tedâfıiyelerine yazdığımız ve yazmakta bulunduğumuz Mukabelemizde beyân edeceğiz.

Sirâceddîn Efendi diyorlar ki:

“Tarîkat-ı Bektâşiye Tarîkat-ı Bektâşiye ricâlinden kerâmetler ve harkulâde haller ne ile müsbettir? [ 145] Malûmu edîbâneleridir ki: Kerâmet iki kısma ayrılır, Kerâmet-i kevniyye, Kerâmet-i aliyye;

Ahmed Rtfkı i 223

Ortada Velâletnâme ve Menâkıplar varken ne ile müsbettir? Demek gaflettir. Mu’terîzimiz, bu yazılı kayıtları fikirlerinin boş olduğunu anlarlar.

Yine diyorlar ki:

Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri İran’dan gelmemiş midir? Hz. Pîr’in İran’dan geldiği bizce ve mu’terîzlerce bir itiraz noktası olamaz.

Yine deniyor ki:

“Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiye Tekkeleri niçin herkese kapalıdır? Meselâ Rifâilerin haftada bir veya gecede mukâbeleleri, Kadirîle- rin, Mevlevîlerin yine muayyen günlerde âyinleri görülüyor Herkes gidip ibret nazarıyla bakıyor, buna ne buyurursunuz?

Bizde sorarız ki, Tarîkat-ı Hâlidiye Tekkelerine niçin yabancıları sokmazlar? Tarîkat-ı aliye-i Bektâşiyenin hafi bir tarikat olduğu bilinirken, âyin ve erkânı herkese, yani her müntesibe ayân iken bu soruyu sormak abestir, safsatadır.

Bir de Bektâşiye’deki tecerrüd meselesi soruluyor. Biz, bu tecer- rüd meselesindeki açıklamalarımızı uzun uzadıya ilerde beyân edeceğiz. Bu mesele hakîkaten en mühim meselelerdendir.

Bazı önemli meseleler var ki ilerde âyîn ve erkân bahsinde açıklanacak hakîkî tasavvuf ve insaf erbâbı nazarında taayyün edecektir. Bununla birlikte mütâlâamızın esasını teşkîl edecek olan deliller elbette bu meselenin halline yardım eyleyecektir.

Muharrir-i âciz Ahmed Nûreddîn imzasıyla uzun bir mektup daha aldım ki; içersinde sırf Sirâceddîn Efendi ismindeki itirazcının mektubunun aynıdır.

C. Ahmed Nûreddîn Efendi’nin İtirazı

Ahmed Nûreddîn Efendi diyor ki;

“Bektâşi Babalarının nefyi ve dergâhlarının kapatılıp, yıktırılması hakkında o vakit ulemâ, meşâyih ve fukaha arasında tartışılan şer’î ve aklî konular sonuçta verilen i’lâm, fetvâ, bâb-u vâlâ-yı meşihat- penâhîde hazîne-i evrak hümâyûnda mevcûd ve mahfuzdur. Zahmet edip de yahut bir tarafını bulup ta okuyabilirseniz, o zamanın Bektâşîlerini savunma amacıyla yazdığınız satırların ne kadar zayıf sened ve delile dayanmadığını siz de tasdik ve itiraf edersiniz.”

Biz tarikata o zamanlar meydana gelen tecâvüzden dolayı kimseyi itham etmedik. Bu bir ceryân idi ki evvelden beri hazırlanmış idi. Mansûr Hallaç, Seyyid Nesimi, Hamza Bâlî, Şeyh Bedreddin Simâvî gibi eâzım-ı tasavvufun şeriat fetvasıyla kati ve idam olundukları ve bu zümreden Şeyh Niyâz-ı Mısrî’ye, İbrahim Melâmî’ye, Şeyh İsmâil Hakkî’ye, İdris Muhtefî’ye, Kuşadah İbrahim Efendiye ve daha birçok ekâbîr-i evliyâullâha olan ezâ ve cefâlar, işkenceler dahi hep bu şekilde oldu.

Şeriat dâimâ zâhirle hüküm eder. Şeriatın zâhirine muhalif gibi görünen bazı mutasavvıf sözleri, şeriatın gereğince cezalandırılır. Makâm-ı cem, makâm-ı farka göre pek ifrât bir derecededir. Onun için itirazcının bu sözü işitilmiş olamaz. Ispanya’da düşmanlığa, zulme giriftâr olan müslüman ahali tabii hiçbir aklî sebep olmadan eza ve cefâ gördüler. Bazı düşmanlıklar vardır ki, her iki tarafa göre haklı sebepleri vardır.

“Bir de bazı Bektâşî Babaları mutlaka “sultan” olur. Sultan kelimesinin lügat ve şer’î manası meydanda duruyorken, nasıl oluyorda ömrünü inziva ile geçiren binâenaleyh maddî varlığından bile zevât sultan oluyorlar?”

Tartışmacımızın galiba Sultan Abdulkâdir Geylânî, Sultan Sâded- dîn Cebâvî dendiğini bilmiyor. Buradaki sultanlık saltanat-ı mâneviyedir. Maddî Saltanat değildir. Manevî saltanat bu sultanların, bu büyük sultanların pâye-i müstesnasıdır. Her tarîkatte pirlere sultan

denilir. Bunun başka bir manası, kendisine has bir ehemmiyeti yoktur. Mesele yalnız mânevi saltanat yönünden olan bir tevcihten ibarettir.

Yine mektubun en sonunda diyor ki:

“Hulâsa-i kelâm Anadolu’nun safvet-i ahlâkiyesini, bozmuş bu sultanların siyaseten mazarratları budur.”

İtirazcımız burada yalan söylemiyorlar, yalnız yanlış düşünüyorlar. Anadolunun ahlâkını bozanlar Bektâşî sultan ve babaları değil sürekleri tabir olunan Safevîler’dir. Bunlar Bektâşîliği’de severler. Fakat esas itikatları karıştırılırsa Şah İsmail Safevî’nin ektiği tohumlar bunların dimağında neşv-ü nemâ bulmuş, bunları kandırmıştır. Bektâşîlerin bunlar yanında bir ehemmiyeti olmadığı gibi, bunlar da Bektâşîleri saymazlar. Yalnız bunların prestij ettikleri, mürşid tanıdıkları bir kişi vardır ki ona da “dede” tesmiye ederler. Bu dedenin de Bektâşiye Tarikatıyla hiçbir münasebeti, bağlantısı olmayıp, takip ettiği yol bir dalâlet yolu ahaliye olan durumu vaziyet-i mefsedettir. Şimdi mu’terizimiz buradaki hatasını düzeltirse pek iyi etmiş olur.

Nûreddîn Efendi daha büyük bir hata olmak üzere mektubunun bir yerinde yalnız şahsıma olmak üzere diyor ki:

“Vâkıâ bu kitabı yazmak için kaleminizde tam bir serbestiyet olamadığını tahkik ettik. Ve işte ilerisine gitmemenizi ihtâr eylediklerini anladık”.

Bu öyle bir söz ki: Şimdiye kadar kalemini vicdanın emirlerinden başka bir tesir altında kullanmayan bir adam için hakarettir. Ben bu eseri yazmakla insanların zihinlerine eski zamanlardan beri tesir etmekte bulunan mühim bir meseleyi halletmiş oldum. Herkes tarikat hakkında aklına geleni söylüyordu. Yalnız bir takım safsatalar hakî- kata hizmet etmekten başka bir zararı olmayan Bektâşîliğin nâmına bir hakaret perdesi çekiyordu. Ben bu eserle Bektaşîliği müdafâ edince bazı taraflardan uzanan garaz kancaları doğrudan doğruya bana yöneldi. Arz olunan mektuplar gibi belki yüz mektup hep aleyhimde, şahsım aleyhinde bir takım tefevvühâta cilvegâh olmuştu. Ben istiyordum ki: benim şahsıma hücûm etmesinler de, yazdığım hatalarımı ortaya koysunlar. [149]

“Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz

Çeşm-i insâf gibi âkıla mîzân olmaz.”

Hikmetini herkesten iyi bilenlerden ve vicdânının emrettiği şeyleri bütün engellere rağmen icra edenlerden bulunduğum için, meydana gelecek itirazların kirli şahsiyetlerden ârî olmasını isterdim. Yoksa Nûreddîn Efendinin dediği gibi “kaleminizde serbesti-i tam yok” sözlerini işitmek istemezdim. Bir kalemde tam bir serbestlik olması için o zâtın bir esir olması lâzımdır. Eğer esir olmazsa bir insan elbette serbesttir, yahut ecirdir. Çünkü ecirde esir gibi hareket serbestiyetine mâlik değildir. Âmirinin emrini icrâya memurdur. Halbuki ecir ve esir olmadığım beni bilenlerin tanıyanların bilgisi dâhilindedir. Bana bu eser için “işin ilerisine gitmemekliğim" emr olunmuş ! Emir, kendinden daha kuvvetli bir zât tarafından ve

rilir. Bir de ileriye gidilecek bir mesele yoktur. Muharrir-i âciz yine derim ki:

Nâmus ve vicdânından başka hareket kaynağı olmayanlar, kimsenin emirlerine uyamazlar. Bu bir kâidedir ki: kendini bilenler bunu bilirler. Yoksa mesleğini paraya, vicdânım makam sevgisi ve ikbâle satanlar bunun oluş şeklinden âcizdirler.

Ahmed Nûreddîn Efendinin başka bir yönden buna olan itirazı bir mektupta geçti. Eseri kendim yazmayıp, yazdırıldığı söylendi. Meseleyi şahsa intikâl ettirmek gibi bir hata yapmak eskiden beri zayıf akıllıların işi olduğu gibi kalb akçe bile etmeyen itirazlarına hak olmadığı halde uzun bir tebessüm gülüşüyle mukâbele eder ve ihlâs ile hareket edenlerin dâimâ nâil-i muvaffakiyet olduğunu ihtâr etmekten kendimi alamam.

Bu Nûreddîn Efendi ismindeki itirazcı daha önceden bir mektup daha yazmıştı. Cevap vermeye tenezzül edilmemişti. Çünkü o da, bunun gibi bir takım manasız türrehattan ibaretti. Halbuki bu ikinci mektubunda “ilk mektubuma cevap vermediniz veyahut verdirilme-

Ahmed Rtfkt / 227

di” diyerek şahsıma karşı bir hücûm-ı tecâvüzde bulunduğundan cevap vermeye mecbur oldum. Tartışmamızı mantık ve âdâb-ı akliye çerçevesinde yürütürsek hem hakîkata hizmet etmiş oluruz, hem de umumî nefreti kazanmış bir duruma düşmeyiz. Maateessüf hakikati idrakten âciz olanlar hâlâ şahsiyetin pençe-i iğfâlatında zebûn, hâlâ gafletin kötü karanlığı içersinde çırpınıyor.

Bir zât-ı muhterem tarafından gönderilmiştir:




















VIII. Irak Bektaşî Dergâhları

B

ağdat’da Gürgür Baba Dergâhı164 postnişîni iken 1302/1884 tarihinde vefat eden Hacı Hüseyin Mazlum Baba merhûmun resmi takdim olundu.

Baba merhûmun kendi lisanından işittiğim bazı konuşmalarıyla, bu fakirin yirmi sene kadar Bağdat havalisinde bulunduğum müddet zarfında Babanın ahvâline dâir bellediğim ve müşâhede eylediğim bilgileri icmâlen olsun terceme-i hâli demek olacağından arzediyorum.

Merhûm Babanın kendi ifadesi Türâbî Dedebaba’nın Hz. Pir postnişînliği zamanında atebât-ı saâdeti ziyâret etmek üzere Türâbî Dedeye vedâ etmek için niyâz eylediğimde “Hüseyin oraya ateş almaya gider gibi gitme” buyurduklarını ve bu sözün ilerde keremli meyvelerinin zuhûrunu gördüğünü söylediydi. Hakikat Hüseyin Baba şâir dervişler gibi ziyâretten sonra dönmeyip, Necefü’l-eşrefi ziyâretlerinde o vâkit Necef Dergâhı posnîşini merhûm Sukûtî Baba zamanında dergâhta yedi sene kahvecilik hizmetinde bulunduktan sonra Bağdat’a gelerek 1241/1826 vak’a-yı mâlûmesinde harap ve evkâfı zabt edilen Gürgür Baba Dergâh-ı Şerifini yeniden inşa ve dergâhın idâresi içinde aylık 35-40 lira raddesinde bir demirbaş gelir teminine olmuş ve Hakka göçene kadar dergâh-ı mezkûrun post- nişînlik hizmet-i fâhiresinde kalmıştır. [151]

164 [Hasluck, düzenli bir tekke olmaktan ziyâde Bektâşi hacıların konakladığı, Bağdat’da içersinde Gulgul Baba türbesinin bulunduğu yer, Bağdat’ın dışında İmam Mûsa Kâzım ve Cafer Sâdık'ın türbelerini içeren Kazımain (Kâzi- miye), Kerbela, Necef ve Samarra gibi Şiîlerce kutsal sayılan yerlerden bahsetmektedir. Bkz.Hasluck, Chnstıanıtıy and İslâm under The Sultan, Oxford 1973,11,515]

Babanın ilm-i ahcâr hakkındaki maharetlerini izâh için ber vech-i zîr bir müşahedemi buraya alıyorum. Tasdi’ addolunamayacağını ümid ederim. 1301/1883 tarihinde bir Cuma günü Babanın ziyâretine gitmiştim. Salahiye hanedânından Rüşdü Bey, Rusûmât müdîr-i sâbıkı Rıfat Bey ve daha birçok zevât oradaydı. Fakir de vardım oturdum. O sırada şapkasının üzerine şems-i sipervârî bir beyaz bez geçirmiş sarı bıyıklı matrûş bir ecnebi geldi. Türkçe olarak Baba yı sordu, gösterdiler. Baba ile görüştükten sonra bir sandalyeye oturdu. Boynundaki çantayı açtı, içinden rengi sarıya mail parlakça bir taş çıkardı, babaya verdi. Ve cebinden bir muhtıra defteri çıkardı, defterde kendi lisanlarınca yazılmış olan şu soruları babaya sordu. Bu taşın cinsi ve nereden çıktığı, şu andaki hakîkî kıymeti nedir?. Baba taşın nev’ini ve hakîkî kıymetinin yetmiş lira raddesinde bulunduğunu söyledikten sonra bu taşm yüz seneyi mütecaviz eski madenden çıkmaz olduğunu ve henüz de yeni bir maddenin keşf olunmadığı, bundan dolayı antikalaşmış olduğu için yüz lira kıymet getireceğini, meraklısı yanında daha fazla değerinin olduğunu izah eyledi. Ecnebî de Babanın verdiği cevapları dikkatle muhtırasına yazdı.


Resim: Bağdad’da Gürgür Baba dergahı postnişîni merhum Hüseyin
Mazlum Baba ve iki muhibbi [152]

Bu taşı Babaya göstermekten m radı ne olduğunu ecnebiye sorduğumuzda şu cevabı verdi. Kendisi Alman olup Şark Mektebi mezunlarında bulunduğunu ve şarkı seyahata çıkacağı esnada akrabasından ve eski mücevherat tüccarlarından Mösyö Behnâr ile görüştüklerinde kendine bu taşı tevdi ederek Bağdat’a vardığında Bağdat Gürgür Baba Tekkesi şeyhi Hüseyin Babaya göstererek bu taş hakkında yukarıda geçen soruların Hüseyin Baha’dan sorulmasıyla alacağı cevapların muhtırasında kayıt edilerek dönüşünde taş ile birlikte kendine verilmesini tenbih eylediğini söyledi. Ecnebi taşı çantasına yerleştirdi, beyân-ı memnûniyetle gitti.

Babanın ilm-i ahcâr hakkındaki bilgi ve maharetini Bağdat ahalisi bilmedikleri gibi Babayı ziyaret eden beyler, efendiler de bu halden haberdar olmadıklarından hayrette kaldılar, fakîr vâkıf olduğum için şaşırdım.

Hacı Hüseyin Mazlûm Babanın mezarları Bağdat’ın karşı yakasında İmam Musa Kâzım Efendimizin sahn-ı şerifleri içersindedir. Nâm-ı kudsiyet-i benamları mezar taşma kazınmıştır. Hakka göçtüklerinde bu fakîr orada idim.

Bağdat’ta bulunan mevcût dergâhlar ve bunların şimdiki durumu, Bağdat havalisinde bulunan Bektâşî dergâhları hakkındaki bilgi ve müşahedelerimi arz eder ve bu konuda nazar-ı dikkat-i âlînizi celp eylerim.

Bu gün Irak sınırları içersinde dört bâb Bektâşî dergâhı vardır. Bunun biri Kerbelâ içersinde Hz. Hüseyin Efendimizin sahn-ı şerifleri içinde mükemmel bir âsitânedir ki bânîsi Kânûnî Sultan Süley- mandır. [155]

Diğeri Necefü’l-Eşrefte İmam Ali Efendimizin sahn-ı ulyâları derûnunda gâyet mühim bir dergah-ı âlîdir ki, kurucusu Yavuz Sultan Selim merhûmdur. Bu iki dergâh 1241/1826 vâkıasında hedm ve tahrip edilememiş ise de evkâflarının büyük bir kısmı zabt olunarak cüz’î bir şey kalmıştır. Necef ve Kerbelâ Dergâhlarının yıktırılama- masının sebebi ise bu iki dergâh sahn-ı şerifi derûnunda türbe-i saâ- detlerin hemen müştemilâtı hükmünde bina edilmiş ve banilerinin hilâfet-i kudsiyetleri bütün halkça müsellem bulunmuş, bir mesele olduğundan bu dergâhların hedm ve tahribi ve türbelerin de bir nevî tahribini gerektireceğinden ve bu da Yezidîliğin açıkça katmerlisi sayılacağından cesaret olunamayıp bırakılmıştır.

Diğer iki dergâh ise yukarıda tafsilâtı geçen Hüseyin Mazlum Babanın yeniden inşâ ve imâr eylediği Gürgür Baba Dergâhı ile yine Hüseyin Mazlûm Baba nâmına İran hükümdârlarından mer- hûm Nasıruddîn Şâh’ın amcası merhûm Mirza Ferhad tarafından 1299/1881 tarihinde İmam Musa Kâzım Efendilerimizin sahn-ı şerifleri derûnunda yaptırmış oldukları Kâzımiye Dergâhı’dır.

A. Şâhin Baba Dergâhı ve Gürgür Baba Dergâhı

El-yevm yeri yurdu belirsiz bir halde olup, Bağdat’ın karşı yakasında Dicle Nehri kenarında gayet dilkuşâ bir mahalde vaktiyle bulunmuş olan Şâhin Baba dergâhıyla Gürgür Baba dergâhı öyle atebât-ı saadetten sahn-ı şerif içersinde olmadıklarından 1241/1826 tarihinde tahrip edilmişlerse de Gürgür Baba Dergâhı sonra Hüseyin Baba tarafından yeniden inşâ olunduğu malûmdur.

Mevkilerinden, babalarından bahsettiğim mevcut dergâhların el- yevm ahvâl-i esef iştimâlinden izahat vereceğim ve Hüseyin Babanın dâr-ı bekâya intikâl etmesinden sonra yine, Gürgür Baba dergâhından başlayıp şâirleri hakkında ki malûmât ve müşahedelerimi açıklayacağım. Şöyleki, Hüseyin Babanın son postnişînliği zamanlarında vâlilikle Bağdat’a gelen Takıyyüddîn Paşa, Bağdat’a geldikten sonra Hüseyin Baba aleyhinde var kuvvetiyle uğraştıysa da babayı yerinden kıpırdadamamış, ümidi kesilince Baba ile zâhiren dost oldu.

1302/1884 tarihinde Babanın vefatının ikinci günü Takıyyüd- dîn Paşa dergâhta bulunan dervişleri bir müfreze-i zabtiye ile zorla tekkeden çıkarttı. Babanın o nefis kitaplarını dervişlerin almalarına müsaade etmeyerek Süleymaniye’ye mülhak Karadağ nâhiyesinden güyâ Nakşibendi-i Hâlidî Tarikatından Abdurrahman nâmında bir Kürt mollaya dergâhı bağışladı. Abdurrahman Molla ise hemen ailesini Bağdat’a getirterek o mücerred postnişînliğine mahsûs olan dergâha haremiyle beraber yan geldi oturdu. [156]

Hüseyin Babanın şahsi gayretleriyle fukarâ-yı Bektâşiye için meydana getirdiği yukarıda yazılan vakfiye, şartlarının aksine eki edip, karîbiyle birlikte zevkine bakıyordu. Bu fakirin Bağdat ve havâ- lisinden ayrıldığım 1314/1896 senesine kadar Molla Abdurrahman dergâhta idi. Ölmüş ise tabi oğluna verilmiş olmalıdır.

B. Kâzımiye Dergâhı

Kâzımiye Dergâhına gelince bu dergâha merhûm Hüseyin Baba sağlığında, Seyyid Velî nâmında kemalli mücerred bir Bektâşî dervişi bıraktı idi. Seyyid Velî 1313/1895 tarihinde vefat eylediğinde Kâzımiye’de bulunan acemlerle türbedâr araplar bu dergâhı zabt eylediler. Halbuki bu dergâhın Tarîkat-ı Aliye-i Bektâşiye dervişlerine mahsûs olduğunu mübeyyen dergâhın bânisi olan merhûm Mirza Ferhad tarafından İranda güzel bir mermer taş üzerinde beliğ bir ibare ile hâk ettirilmiş ve dergâhın kapısının üstüne vaz olunmuş olan tarih taşını da kaldırmak ve tekke olduğunu belirsiz etmek fikrinde bulunduklarını Kâzımiye ahalisinden müteaddid ve mevsuk zevâttan işitmişdim. Şimdiye kadar belki de öyle etmişlerdir. Bu tekkenin odalarının ölçüsüne göre merhûm Mirzâ Ferhâd’ın İran’da sûret-i mahsûsada dokutturmuş olduğu pek kılmetli halıları türbe- darlar aralarında paylaştıklarına fakîr vâkıf oldum. Gürgür Baba ve Kâzımiye Dergâhlarının şimdi halleri bu merkezde ve ehliyetsiz ellerdedir.

Sultan Mecîd zamanında Kerbelâ Dergâhı’na Takî Baba ve Necef Dergâhına Sükûti Baba postnişîn olarak gelmiş ve her ikiside hayatlarında dergâhları hakkıyla idâre ve fukarâ-yı züvvârın ihtiyaç ve istirahatlarını temin etmişlerse de merhûm Sultan Abdulaziz devrinde vâlilikle Bağdad’a gelen Nâmık Paşanın Bağdat’da bulunduğu esnada Sükûtî Babanın vukû bulan vefatı üzerine Necefü’l-Eşref

/ DeKiafi Mm i-h

dergâhını Hind asıllı, garip ahvâlli bir teşbih satıcısına vermiştir. Bu adam ailesiyle beraber dergâha girmiş, vefat edene kadar uzun müddet Necef Dergâhında kalmış olduğu halde bayramlarda bile İmam Ali Efendimiz’i ziyâret ettiği görülmemiştir. Fakat bazı defa dergâhın kapısına kadar çıkarak Şâh-ı Velâyet Efendimizin türbe-i saâdetle- rine bakarak “İlâhî bu Ali çok adam kati etti. Bunun günahlarını şu âk sakâlım hürmetine affet” diye bir takım mecnûnâne, daha doğrusu melûnâne sözler söylediğini zamanında bulunan gayet namuskâr ihtiyâr Davut Ağa’dan ve daha emsâli ihtiyârlardan işitmiştim. Bu adamların yalan söylemediklerine vicdânım kanaât getirmiştir.

Bu mecnun adam fevt olduktan sonra yerine oğlu geçmiştir. 1314/1896 tarihine kadar o da babası gibi Necef Dergâhını harem dâiresi ettiğini bütün Necef halkı ile züvvar bildikleri gibi bizzât bu fakır de gördüm. Sükûtî Babadan sonra Necef İmam Ali Efendimizi ziyârete giden Bektâşî dervişleri orada kendi keselerinden yer içer, orada barınacak yerleri olmadığından bir iki gün Necefii’l-Eşrefte kaldıktan sonra avdet ederler. Necef Dergâhının kapısının üstündeki bir taşta binanın Bektâşî Dergâhı olduğuna ve bektâşîlerin medh u senâlarına dâir Farsça bir takım manzumeler mahkûk kalmıştır. Bu taş binanın inşa sırasında mazbut bir sûrette yerleştirilmiş olduğundan çıkarılamamıştır. Karantine memurlarından Mehmed Efendi nâmında bir zâttan işittiğime göre fırsat bulsalar bu taştaki yazıları görülmek fikri yok değildir. Fakat dergâhın içinde Mehmed Şerîf bulunduğundan züvvârın kesretine binâen fırsat buldukları yoktur” demişti. Belki de şimdiye kadar fırsat bulmuşlardır.

İşte Necef Dergâhının hâli bu merkezdedir. Dergâhlar bânîleri- nin meşrûtun lehinin aksine olarak nâ ehillerin harem dâiresi ettiklerini gören ve az yüzü ve vicdan sahibi olan her müslümanı açındırıyor.

Ey Koca Yavuz Sultan Selim! Sen bu azametli dergâh-ı pâk-i dâ- mın mücerridîn-i Bektâşiye meşâyihi ve dervişlerine tahsîs etmiştin. O dergâhta her gün okunan gülbanklarda nâm-ı âli-i selimin dâhil idi. Ve râhat-ı rûhun için dâimâ duâlar edilirdi. Şimdi o dergâh bir takım türredâmenlerin harem dâiresi oldu, şimdi orada senin nârn-ı âlin zikr olunmak şöyle dursun, içinde oturup karılarıyla zevk eden o herifler dergâhın bakıyye-i evkâfından yedikleri nânın ve o binâ-yı âlînin bânîsinin kim olduğunu bildikleri bile yoktur.

C. Kerbelâ Dergâhı

Kerbelâ Dergâhına gelince yukarıda bahsi geçen Tâki Baba dergâhına kalmış olan senelik cüz’î gelirinden başka kendisi dahî hayli mülk edinmiş ve kendi mülkü gelirinden tekkenin hâsılât-ı hâzırası- na ekleyerek Kerbelâ’ya gelen dervişlerin rahat ve huzûrlarım temîn etmişti.

Tâki Babanın vefatından sonra oğlu Abbas Baba postnişin idi. Bu fakîr 1312/1895 tarihinden başlayarak iki sene memuriyetle Ker- belâ’da bulunduğum zaman ara sıra dergâha gider, Abbas Baba ile görüşürdüm. Abbas Baba pederleri gibi fevkalâde zekî değilse de gâyet halîm, ahlâkı güzel, âlim bir zât olup, dervişlere pek hürmet-i râhat ettirirdi. Bu dergâhın vâkıfnâmesini gördüm, Bânisi olan Sultan Süleyman Kânûnî tarafından vakfedilmiş olduğu vâkıfnâmede münderictir.

Kerbelâ Dergâhının Rum Abdallarına yani Bektâşîlere mahsûs olduğu zikr olunmuştu. Benim Kerbelâ’da bulunuduğum tarihlerde Bağdat ahâlisinden ismi fikrimde kalmayan gâyet şeytan ve molla kıyafetli bir adam Kerbelâ Dergâhı nı zabt etmek fikriyle Abbas Baba aleyhinde Kerbelâ Mutasarrıfına, Bağdat Valisine sokulur dururdu. O sırada altıncı ordu müşîri merhûm Receb Paşa Bağdat’da bulunduğu cihetle emel ü gayr-ı meşrûına nâil olamazdı. Çünkü Receb Paşa merhûm gerçekten ehl-i hak ve hakkâniyeti iltizâm eden bir zât-ı âlî olduğundan onun zamanında Valiler, mutasarrıflar merhûm müşârun-ileyhden çekinirler öyle âb u âşikâr emirvâne bir muameleye cesaret edemezlerdi. Sonra merhûm Receb Paşa, şâtır-ı iblis gar- be tahvîl-i memuriyet eylediklerinden sonra bu fakîr de o havaliden ayrıldığım cihetle, bilmem Kerbelâ Dergâhı nın hâli ne oldu.

Receb Paşa merhûmdan sonra ihtimaldir dergâh da emsâl-i sâi- resine dönmüştür. Doğrudan doğruya hakkı ve hakkaniyeti söylemek ve iltizâm etmekte hürriyet-i tâmmeye sâlik olunmasada hakkaniyeti ifade ve iddiaya da evvelki gibi müdhiş sûrette bir mâni’ kalmadığına nazar-ı mevzu u bahs olan dergâhların hak sahiplerine iadesine gayret etmek lâzımdır.

îşta hatt-ı Irakiye’deki gibi Bektâşî Dergâhları hakkında icmâlen olsun müşâhedâtımı ve muvâfık-ı hakikat olan malûmatımı arz eyledim. Gerek aynen ve gerek mâlen eser-i âlîniz dere etmek veyahut bir tarafa atıvermek size aittir efendim.

IX. EK

A. Mehmed Ârif Efendi’ye Göre Anadolu Bektaşîliği265

A

. Rıfkı, Bektaşî Sırrının birinci cildinin en son dipnotuna, bundan sonraki çalışmasında “Mısır’da tab olunan 'Bin- bir Hadis' nâm kitapta Bektâşilik aleyhinde söylenilen

165 Mehmed Ârif Bey, 20 Rebîülevvel 1261 (29 Mart 1845) tarihinde Erzu- nım’da doğdu. 1861 yılına kadar Erzurum’da medrese tahsiline devam etti. 17 yaşında IV. Ordu Meclisi tahrirat odasında stajyer olarak ilk resmi görevine başladı. 1865 yılında, Erzurum Vilayeti Temyiz Meclisi Hukuk Başkâtip- liği’ne, 1866’da Deavi Meclisi Başkâtipliği'ne, 1867’de aynı meclisin sorgu hakimliğine, 1869’da Erzurum Temyiz Divanı Başkâtipliğine, 1293/1877 meşhur Rus harbinde Anadolu orduları Başkumandanlığı’na getirilen Müşir Ahmet Muhtar Paşa’nın özel kâtipliğine tayin olundu. Harbin sonuna değin Paşa ile birlikte, cereyan eden savaşlarda bulundu. Meydan meydan gezdi, savaşları bizzat yaşadı ve teneffüs etti. 1877 yılının Aralık ayı sonlarına doğru İstanbul’a çağrılan Ahmet Muhtar Paşa’ya refakat etti. Ve yine onunla birlikte 1878 yılı başlannda Trakya’da, Çatalca ordusunda bulundu. Savaş sona erip, barış antlaşması imzalanınca, hem uhdesinde bulunan Erzurum Temyiz Divanı Başkâtipliği’nden, hem de Ahmet Muhtar Paşa’nın özel kâtipliğinden çekildi. Bir müddet sonra, Girit isyanını bastırmakla görevlendirilen Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın yanında Girit Tahrir Heyeti Başkâtipliği’ne tayin olunarak gitti. Aynı yıl, Girit isyanına son veren Halpa Antlaşması’nın imzası ile tekrar İstanbul’a, Adliye bakanlığındaki asli vazifesine döndü. 1880 yılında Adliye Encümeni Başkâtipliği’ne, 1881 ’de İstanbul Bidâyet Mahkemesi Müdde-i Umumiliği’ne, 1885’de Kastamonu Adliye Müfettişliği’ne getirildiyse de, aynı yıl, Osmanlı devleti Fevkalade Komiserliği ile Mısır’a tayin olunan Gazi Ahmet Muhtar Paşa’mn maiyetinde, başkâtiplik görevi ile Kahi- re’ye gitti. Daha Erzurum’da iken İslami ilimleri tahsil ile icâzet almış, 1895 senesinde Avrupa’ya da seyahet ederek, Batı milletlerini' yakından görüp tetkik ve tanıma fırsatı bulmuştu. Mısır’da bulunduğu sırada hastalanarak, sözlerle resimli kitapta Keçecizâde îzzet Fuat Paşanın birkaç sözü tenkit edilecektir” kaydını düşmüştür. Ancak daha sonra bu tenkide vakit bulamamış olmalıdır.

Biz buraya A. Rıfkı’nın cevap verme ihtiyacı hissettiği Mehmed Arif Bey (1845-1898)’in iddialarını içeren yazısını alacağız. Bu yazı aslında onun sadece Bektâşîliği hedef alan bir çalışması değildir. Bilakis başta sünnî Müslümanlar olmak üzere 19. Asırda Avrupa’dan İslâm coğrafyasına gelen fikri akımlar ve bunları takip eden farklı toplum kesimleri üzerinden genel bir uyarıdır. Yazar bu uyarısını, toplum problemlerini hadisler üzerinden açıklamalarda ve çözüm yolları önermekle yapar. Binbir Hadîs-i Şerif Şerhi adıyla kaleme aldığı eserini, Celâleddîn es-Suyûtî’nin el-Câmiu's-sağîr adlı alfabetik hadis kitabından seçkilerle derler ve açıklamalarda bulunur. Eserin ‘Müminler birbirlerini tutan bir binanın yapıtaşları gibidir” meâ- lindeki 892. hadîsin şerhinde, gerek kaynaklardaki verilerden hareketle gerekse Anadolunun muhtelif bölgelerindeki gözlemlerine dayanarak Bektâşîleri tenkit eder. Bektâşîlerin düşünceleri ile Câferî mezhebini takip ettiklerini, uygulamaları ile Hristiyanların orta- doks mezhebine, yapılanmaları ve inançlarını gizlemekteki katılıklarından dolayı bazen mason ve farmasonlara benzediklerini söyler.166 892. Hadis: J— * ’ Çh

“Mümin mümine karşı, bir binai metin halindedir ki, birbirini teş- yîd eder.”167

tedavi için İstanbul’a dönmüş ve 14 Haziran 1898’de vefat ederek Topka- pı dışındaki Merkezefendi mezarlığına defnedilmiştir. Eserleri: 1 -Başımıza Gelenler (Kahire 1321/1903) 2- Binbir Hadîs-i Şerif Şerhi (Kahire Matba’a- tü’l-Ma’ârif 1319/1901)

166 Mehmed Arif Bey’in bu tenkitleri için bk., Binbir Hadis-i Şerif Şerhi, ss. 401-415.

167 Sahihtir. Buhârî, el-Câmiu ’s-Sahîh, 1,182, 863, V, 2242; Müslim, el-Câmiu s- Sahîh, IV, 1999; Tirmizî, Sünen, IV, 325; Taberânî, el-Mu‘cemü'l-evsat, VI, 36; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, II, 41; Beyhakî, Şu'abü’l-îmân, VI, 103; Ahmed, Müsned, IV, 404, 405, 409.

Nasıl bir duvarım teşkil eden taşlar, birbirini takviye ederlerse, müminler de birbirlerini destekleyip güçlendirmeleri de öyledir. Duvarın bir tarafından, birkaç taş sökülerek çıkarılıp oracığa bir açıklık bırakıldığı hâlde, dışardan başka bir saldırı ve tahrîb elinin şerrinden emin kalsa bile, tamir edilmedikçe, o açıklık sebebiyle, duvar kendiliğinden, harâb hâlini arttırır ve mahvolur gider.


Tarîki Bektâşîye gelince: Bunun ıslâhı, özellikle devletimizin makul tedbir ve icrââtlarına, eli kalem tutan dîn kardeşlerimizin himmet ve gayretine bağlıdır. Bakınız bunların [s. 402] vücûdundan, ne gibi zararlar doğuyor. Bildiğim derecesini kısaca açıklayıp ve tarif edeyim de, ötesini ve tafsilini daha bilgili ve vâkıf kimselere bırakayım.

Bektâşiye’nin cahilleri, Bektâşî olmayan bir müslümanı ve ikrârı olmayan bir ehli imânı, Yezidî ve Hârici addediyorlar. Ehli sünnetten mürekkep olan cemiyeti îslâmiye’ye bir zarar gelse, memnun ve sünneti seniyyei Muhammediye kuvvet bulacak olsa, Bektâşîliğin tecviz ettiği mübâhâtın önüne geçildiği için mahzûn oluyorlar.

Bu yol, o kadar şubeye ayrılmış ve o rütbe teşettüt etmiş ki, Anadolu ve Kürdistan’ın ekser-i köylerinde, akâid ve amelleri esâtîr derecesini geçmiş olan “kızılbaş”, “sofular” veya “sofu süreği”, “çarapof”, “vazalak”, “Türk”, “Türkmen” gibi her yerde, her memlekette farklı farklı isimlerle yâd olunan bu kadar cemaati cahillerin hepsi, o yolun fürûundan ve güyâ mezhebi Caferi mukallitlerinden ve Şî'îliğe uyanlardandır. Lâkin bunların uymak istedikleri Bektâşî- lik, eski usulde kalmadığı için, mensûb ile mensûbun ileyh arasındaki nispet yalnız lafızdan ibarettir. Vakıa Bektâşîler de Caferi mezhebini taklit eder olduklarını dava ve Şiiyyete intimâ ederler ise de, esasen öyle olsalar bile, hâlen ve fer'an ve münhasıran, Şi‘î değillerdir. Zira Caferi ve Şiîlerde ilim var, ezkiyâdan ulemâ var, İlâhî hikmet ehli, ehli kelâm var, kılı kırk yaran, titiz, araştırıcı, fenden anlayan faziletliler var. Onlar Ehli sünnete muhalif bulunurlar ise, bari bir içtihat neticesi olmak üzere muhalif bulunuyorlar. Beriki cemaatin ise, hiç bir şeyden haberleri olmamakla beraber, hakikati aranırsa, hı- ristiyanlıktan, farmasonluktan, Şialıktan, İmâmîlikten, Îbâhîlikten, Müslümanlıktan birleşmiş, özel bir mesleğin savunucuları oldukları görülür.

Bektâşîler ile, nasârânın Ortodoks kısmı arasında tam bir benzerlik vardır. Çünkü, bir yönden, bektâşîler de üçlemeye (uknûm) kaildirler. Taifei nasârâ, nasıl Baba ve oğul ve Rûhü’1-kuds gibi, Hazreti İsa’yı, üç esasın insâniyet kazanmasından ibaret bilirler ise, Bektâşîler dahi, Allah, Muhammed, Ali’yi hakîkaten bir vücûd addederek ulûhiyeti hasrederler. Üçünü bir ve birini üç itikat ederler. Eimmei isnâ aşerin, Hazreti İsâ’nın “büyük apostoli’si, yani havariyyûnu ile, rûhî münasebetlerine ve bazı cahilleri de, on iki imam ruhlarının, sırf havariyyûn ruhlarından ibaret ve bu eimmei kirâm idi ki, o asırda [s. 403] havârî ve ba'si Muhammedi’den sonra, on iki imam oldu, itikadını savunurlar. Tâifei Bektâşiye dergâhlarında, Ortodoksların, bir mevkii mahsûs ve imtiyâzı hâiz olduklarını bilir isem de bu münasebet, yalnız bunların uknûmunun, ötekilerin uknûmuna benzediğinden dolayı mıdır? Yoksa, daha başka ilgi ve bağlantı var mıdır, orasını pek de bilemem. Şu kadar var ki, Hacı Bektâşî Velî ve ondan sonra “dedebabalık” makâmına ulaşan bütün mürşidlerin Allah, Muhammed, Ali’den ibaret olduğunu ve Rumların "Haralambidis” dedikleri azizin dahi Hacı Bektâşî Veli’den başka olmadığı itikadına zâhip olanlar da, yolunda terakki etmiş ve tarîkatin anlayışına vâkıf olmuş canlardandır.

Bunların masonlukla münasebetleri dahi tarîkatin usul ve fiırûu çoğunlukla masonluğa benzediği gibi, hele ilk ikrâr verecek canın, rehber tarafından boynuna üç düğümlü bir kemend (kemend düğümünün üç adet olmasına dikkat buyuruluyor yâ) takılıp, başı açılıp, yalın ayak, mürşide götürülüp ikrâr verilmesi ve tarikatın sırlarının gizli bulundurulması iki usûl arasındaki, benzerliğin en büyüğüdür.

“Asrın bu tür terakkisinde matbuâtın böyle bir zamanı revâcında hiç mestûr bir meslek, bir mezhep kalmak ihtimali var mıdır? Gerek masonların ve gerek bizim Bektâşi erenlerinin hâlâ' “Ser vermek olur, sırrı lyân eylemek olmaz” itikadında bulunmaları ve sırrımızı tarikatimize dâhil olmayanların gayrisi bile bilemez davasmda olmaları sahih ise, akıllarına ve idraklerine şaşılmak lâzımdır. Erenler onu ustalar çoktan yokladılar, çini kırığı, çakmak taşı ufantısı olduğunu anladılar da sustular.”

Üç yıldız, üç nokta ise zaten farmasonlarca oldukça önemi bulunan bir şeydir ya. Tarîki nâzenîne girecek bir cânın giriş merâ- simi hükmünde olan, tezkiye, tavsiye ve maâmele kefâletlerinin bitiminden ve kurbanı dağlandıktan sonra, mürşidin huzuruna ulaş- tırılıncaya kadar, hakkında daha birçok merâsim icrâ olunuyor ya, orası lâzım değil.

Mürşidin huzuruna girdiği zaman ilk vereceği ikrâr, mezhebi Caferi’yi kabul ettim; o mezheb, hak erenler mezhebidir, ehli beyt yoludur, diğerleri bâtıldır, ikrârıdır. Sonra son teklif olarak bu yeni mezheb hakkında müridimiz bir abdest alarak (çıplak ayağa mesh etmek şartıyla) iki rekât namaz kılar, arkasından [s. 404] mürid ve rehber, ikisi birden mürşidin önüne oturur. Üçünün de sağ ellerinin baş parmakları, birbirine ittikâ’ ederek bir yerde bulunduğu hâlde, mürşidin sol elinin altında içtimâ' eder, yani mürşid sol eliyle o üç parmağı birleşmiş olarak kavrar. Mürid olacak cânın bir eli de, altından mürşidin eteğine yapışmış olduğu hâlde tevellâ ve teberrâ üzerine ikrâr verilir ve bununla manevî sözleşme gerçekleşmiş olur. Artık her şey hoş görülür, Alm ûüj”168 âyeti kerî

mesi hükmünce ikrâr veren zât, tevellâ ve teberrâsı üzerinde dâim oldukça her türlü büyük ve küçük günah kirlerinden kurtulduğu anlatılır, Şüpheli îmandan kurtulur. Abdest almak, bâtınî temizlikten ve ehli beyte muhabbetten, namaz kılmak, mürşidin cemâlini (yani kıllı yüzünü) mütâla'adan ibaret olur. Mürşidin nutku Kur andır, mürşid

168 “Şüphesiz Allah sizden ayıp ve çirkinliği uzaklaştırmak ister” [el-Ahzâb 33/33],

Ali’dir, rehber Nebidir. Bu kadar seyri sülûktan maksat mürşide vâsıl olmaktır. Bir bilmeli, bir tanımalı, bir görmeli dersleri verilir.

Pek iyi ama bu düsturu esâsî ile tevallâ ve teberrânın münasebeti yok. Ehli beyt sayılırken, bir de, ara yerden on iki imam, on dört ma'sûm çıkıyor. Bunlarla da irtibatı manevî muhafaza olunacaktır, deniyor.

Ya, hani ya bir görüp, bir tanıyacak idik? Şimdi, bu kadar kalabalığı, bîçâre mürit zihninin hangi köşesine sığdırsın, önden gelen ruhların izdihama sebep olduğu öyle bir zihinde Hazreti Allah'a, nasıl bir mevkii vahîd ve mukaddesi hazırlasın! Bir de yine bir görmek dersi esnasında, ehli tevellâya hürmet, ehli teberrâdan olan Mervanî- lere lânet edilmek telkin edilir. Hele burası, hiç mantıka tatbîk otanamıyor ya, her ne ise!

Yahudiden, nasârâdan, müslümandan masonlaşmış bir adamla, can ciğer kardeş gibi birleşip koklaşırlar, yekdiğerine yardımlarda bulunurlar. Alâmet ve işaret ile bilişirler. Lâkin, bir Ehli sünnete karşı, masonlarla Bektâşîlerin ikisi de, ihtifâ ve ittikâ ve bir Ehli sünnet müslümanı, cahil bir münâfık addederek cidden ikrâh ederler. Halbuki, masonluğun kuruluş gayesi 566’mcı hadîsi şerîf sebebiyle, bir dereceye kadar izah eylemiş idik ki sırf İslâmiyet, Nasrâniyet velhâsıl, diyanetler aleyhine olarak teşekkül etmiş bir cemiyettir. Şimdi bizim erenlerin, cehâlet belâsı ile, onlarla kardeşlik kurmasına ne buyuruluyor? Düşmanın dostu, düşman demek değil midir? Şu hâlde, tevellâ ve teberrâ nerede kalıyor, [s. 405] ikrâr ne oluyor? Burası da bir türlü mantığa uymuyor!

İşte, erenlerimizin masonlukla olan taallûkları böyledir. Şî'iyye, Mufaddaliye, İmamiye mezâhibiyle olan münasebetleri hakkında ise izaha gerek yoktur.

İbâhiye mezhebiyle ittihadları dahî, nassı Kunanla, haram olan şarabı, dergâhlarda ve cem ayini esnâlarmda helâl görerek, babanın takdis ettiği kadehlere niyâz otanarak yürütülüvermesidir. Hatta, nerede kaldı içmek, şarabın hürmetine kâil olan bir adamı, câhil bir Hârici, zayıf akıllı bir Berrânî saymak, itikatlarınca mültezemdir.

Ara yerde Müslümanlığa benzeyen yerleri dahî, isimlerinin Ahmed, Mehmed, Ali, Veli olması ve Hazreti Muhammed’i velev kendi itikadlarına mahsus bir tarz ile olsun tanımaları ve cenâzelerinin müslüman mezarlığına gitmesi kazâyâsıdır.

Yahu, imanım ne oluyoruz! Hangi tevellâ ve teberrâ cihetine gidiyoruz, kimin kulu, kurbânı olmak üzere ikrâr veriyoruz; orta yerde maddî olarak kim var? Bin iki yüz bu kadar sene evvel, geçmiş olan bir takım cemaate sayıp sövmenin akıl ile münasebeti nedir? Acaba o asırlarda bulunmuş olsa idik hangi tarafı ihtiyâr edeceğimiz meçhul bulunan bir Vâkıanın şu zamanda iyi ve haklı tarafını iltizâm edip de, aksi cihetin aleyhinde, kahramâne yürüyüvermek, işi düşünmek ve mütalâa etmeksizin, mücerred kalabalığa uyarak gitmek değil midir!

Asrımız ne hâle geldi, bu asrın icapı olan tevellâ ve teberrâdan gaflet edip de, on üç asır geriye giderek, orada tarihî ve hayâli surette kurduğumuz muharebe pazarının, hakikat ve isabeti uğrunda, pala sallamakla meşgul olup kalan ve onu mezhebi mahsûs ittihâz eden ihvânımıza asrımızın akıllıları gülüyorlar. Tasavvur ve hayal içinde vücûdu zihnî ile sûret buldurulmuş olan şahıslar ve fikirlerin hayâlî davranışlarını hesaba çekmekten kendi kendine söylenip duran as- hâbı evhâm ile bu canların farkı nedir? Bu babta kendileriyle beraber hayalci olmayan Muhammedîleri, müfsit ve münâfık addedenlerin tersi dönmüş olduğuna hükmedelim.

Kur'ani Kerimde [akrabâya dostluk/yakınlık em-

rolunmuş; amennâ ve saddeknâ, şu asırda, ehli beyte adâvet edebilecek, Muhammed, Ahmed isminde bir fert bulamazsınız.

[s. 406] edeceğiz diye, asrımızda bulunan Ehli sünnet Muhammedîleri, Yezidî, Berrânî, ehli zâhir addedip de ayrılığa düşmek, ehli beytini ta'zim ve şanının yüceliğini anlatmak istediğimiz Nebîy- yi Zişân’ın dinine ihânet olmaz mı?

Hazreti Peygamberin vaz* ettiği dîni mübînin levâzimi, ferâizi, süneni ayaklar altında kalsın, dinin kendisi dahi düşmanların saldırılarıyla yüz yüze gelsin de biz yine, eyvallah imanım, “tevellâ teber- ra’mız vardır, biz ehli ikrarız, ikrarımıza ser veririz, ehli beytin dostunun dostu, düşmanının düşmanıyız davasında bulunalım. (Uydu ise mubârek olsun)!

Artık bunun kadar yanlış bir itikad, mantık dışı bir meşreb hatır ve hayale gelmez

Bu mesele ve muhabbet-i ehli beyt davası, şayanı hürmet ve tekrim bir pâdişâhı esir ve haps, mülkünü yağma ile, mücerred makamına hürmeten ve zâtını ta'zimen boynuna gümüş zincir, ayağına altın pranga, kollarına mücevherli bilekçe vurup da taltifte bulunup, hürmet etmeye benzer.

îşte efendim, tefrika ve kalplerin uzaklaşmasına sebep olan, işbu hususî mezheb erbâbı, ulemâmızın dikkatsizliği ve hikmetsizliği ile bu hâle geldiler. Anadolu ve Rumeli’de, hatta kadınlarımız arasında bile, fesad dairesini genişletiyorlar. Melâhidei Fatımiyînin bırakıp gittikleri akıl dışı bir siyasî itikadın bir kısmını ihyâ ve tenvirden hâlî olmayan bu zâtların himmeti ve vaktiyle Devleti Irâniye’nin Safeviye zamanında sırf politika icâbı olarak Şi'iyyeti mezhebi resmî hükmüne koydukları sırada, Memâliki Osmâniye’ye salıverdikleri Celâli, Şî‘î misyonerlerinin gayreti, eseri olmak üzere köylerimizde, kasabalarımızda idlâl ve iğfâl olunan şahısların verâseten gelen garip inanç davranışları, ciltlerle kitaplar dolduracak derecede farklı ve değişiktir. Hiçbir fırkanın itikadının diğerine benzemediğini ve nerelerinde ne türlü farklar bulunduğunu tahkik etmek, Anadolu ve Rumeli’nin her tarafına gönderilecek muhakkikinin icrâ edecekleri tahkîkâtı hafiyede derinleşmekle anlaşılır.

Fakir, hicri bin iki yüz doksan bir senesinde, geçici bir memuriyetle Erzincan’ın civarında bulunan ve bir aralık Dersim vilâyeti namıyle bir vilâyet teşkil olunan mahallin bazı nahiye ve kazalarına gitmiştim. Oraların ahâlisi Kürttür. Lisanları “Kormanç” değil, “Zaza” dilidir. Kendileri gayet vahşîdirler, onlar o vahşet hâlinde kalanlar, şahsî menfaatlerini korumak için yine o kavmin, aşiretlerinin, rüesası [s. 407] ve ağalarıdır. “Mazgirt”, “Koziçan”, “Ovacık” nâmı ile marûf bulunan altı yedi bin hâneden ibaret olan, bu üç kaza ahâlisi, fürûâtta ihtilâf ederler ise de, esasında kâmilen bir itikadi mahsûs ile Ehli sünnetten ve daha doğrusu, İslâmiyet’ten ayrılırlar. Genel surette Allah, Muammed, Ali ve on iki imamı yüceltenler, tevellâ ve teberrâ yolunda bulunurlar. Lâkin, iç tarafının tetkikâtına girişildi mi ne saçmalıklar, ne cehâlet, ne masallar, ne maskaralıklar meydana çıkar ki, aklı başında bulunan bir adam, Asya’nın en medenî bir kıtasının tam orta yerinde sâkin bulunan insanlarm, şu asırda, bu derece hayalci, bu kadar câhil ve sâdedîl, bu derece budala kaldıklarına şaşar kalır. Bunlarda mürşid ve rehber usûlü carîdir. Bektâşîler gibi, bunlar da, Hazreti Ali’yi mürşid, Havâcei Âlem Sallallâhü Aleyhi ve Sellem Efendimiz hazretlerini rehber tanırlar. Fazla olarak bunların bir de Hızır’ı vardır. Sultanı Serdeste tabir ettikleri Hızır’ın dengi ise aziz hazretlerinin serdestesidir. Sultânı serdeste, alaca bir değnektir ve doğru yolu gösterir. Ümmetin koyunlarını kurt gibi olan şeytanın şerrinden hıfz eden o değnektir. Her rehberin evinde mevkii izâz ve ihtirâmda, cem âyinleri esnâsında yeşil türbesinden çıkarılarak bir mevkii tekrîmde bulundurulur, tesîm ve tazim edilir. Rehberlerdeki değnek Sultânı Serdeste’nin vekili ve kâmii makâmıdır. Asıl Sultânı Serdeste Diyârıbekir civârında vaki bir köyde ve zannedersem şeriflerden Azîz oğullarının hânesinde imiş. Her kim tarikat kanununa aykırı bir hâlde bulunur ve bir Berrânî’ye, Yezîdî’ye keşfi esrâr eder ise, o değnek kılıfından sıyrılarak çıkar ve kendi başına havadan uçaraktan gidip o haddi aşan, tarikat hukukunu çiğneyenin kafasına, gözüne vurarak, vurulanın ağzını, gözünü çarpık bir hâle kor imiş, o adam bir daha kurtuluş ve selâmet yüzü göremez olur imiş.

Bir seyyidin yanında pek büyük kadri vardır. Efendilik davasında bulunan veya efendiliği kendilerince sabit olup da fakat elifin manasını bilen bir zâttan hiçbir şey esirgemezler, bir seyyid, dayakla en büyüğünün ve muteberinin kafasını gözünü yarsa ve hayâtına kas- tetse eseri mukâvemet göstermezler, müdâfaasında bulunmazlar, aralıkta seyâhate çıkan seyyidlerin uğradığı köylerde kadm ve erkek ziyâretine koşarlar. Bütün köyün kız ve kadınları seyyidin hizmeti ile meşgul olarak vücûduyla teberrük ederler. Seyyidin bir köye veya mahalleye teşrifinde [s. 408] geceleyin huzûrunda cem âyini icra olunmasını emreder. Karı, kız, erkekler bir araya toplanıp, içkilerden seyyidin takdis ettiği içeceklerin konduğu kadehlere niyazlar ederek ve iki elleriyle tutarak yürütürler. İçlerindeki fakılar saz çalar. Meclis pek umûmî ise Âşık Ömer’in ve ona benzer şâir şâirlerin nutukları, yok meclis oldukça hâizi husûsiyyet ise Niyâzî’nin veyâhut Seyyid Nizâmeddîn’in bazı gazelleri okunur. Ara sıra seyyidin dizleri öpülür, postuna niyazlar edilir. İşte bu hâl seyyidin imâmetiyle cuma ve belki de bayram namazı makâmına kâimdir. Bu adamlar karışık olan köylere veyahut başka kasabalara gittiklerinde özel işâretlerle biri- birlerini tanırlar. Ondan sonra külfet ara yerden kalkar, hiçbir türlü takiyyeye (takiyye mezâhibi Hâriciyye ashâbının Ehli sünnete karşı yapmacık olarak gösterdikleri ittifâk ve uyum hâline ıstılah olmuştur) lüzum kalmaz olur. Dağlardaki büyük ağaçlar ziyâretgâhları olduğu gibi, yine dağlarda Hızır’ın ikâmetgâhı olmak üzere tahayyül eyledikleri bazı büyük kayalar da tapınma mahalleridir. Değişik yerlerde türlü türlü makamların bulunduğunu farz ederler bu yoldaki mukaddes mahalden birisi de Mazgirt ile Koziçan kazâsı arasında vaki Munzur dağı denilen cesîm ve yüksek bir dağdır. İsmine Sultan Munzur derler. Her ne vakit devletin kendilerini ıslah etmek için asker ile aleyhlerine bir teveccühünü anlasalar, derhal o cebelin zirvesine bir kara çadır kuruyorlar, üç gün kimsesiz olarak bırakıyorlar imiş, üç gün sonra çadırı yere yıkılmış bulurlar ise, devletin hücumunu Sultan Munzur kabul etmiyor diyerek silahla mukâve- teme hazırlanırlar. Eğer çadır yıkılmamış bulur ise sükût ile bunu günahlarının çokluğuna ve Sultan Munzur’un dargınlığına ve kendilerini terbiye edeceğine yorarak itaat eder gibi görünür imiş (Tepesinde şiddetli hava eksik olmayan öyle âlî bir cebelde hiç çadır dayanır mı). Sultan Munzur kimdir, tercümei hâli nedir, orası aranmasın. Sultan lafzından bir insan kabrine veya makâmma mülâkî olacağız zan olunmasın ki bulunamaz. Öyle âlî bir dağın, azîm bir kayanın tabii ve heybetli bir korku salmasından büyük sultanlık olur mu?

Bu adamların içinde Mekke’ye gitmiş ve hacı ismini takınmış bir fert göremedim ise de hacca bedel, Kerbelâ’yı ziyâret etmişlerine tesâdüf ettim. Ahlâk ve adetlerini anlamak [s. 409] görevli olduğum işlerimi aksatmamak için, kendilerine gayet mülayim bulunduğum ve evvelden beri mevcut olan kulak dolgunluğu ile, meşrep ve mizaçlarına sureti âşinâyı gösterdiğimden, bazı ağalar birbirlerine takdim ederken, elifin manasını bilir ve zülâli bulmuştur gibi sözler söylerler idi. Elifin manası nedir, zülâli bulmak ne demektir? Biz dersimizi buraları bilecek kadar ileriye götürememiş olduğumuzdan, evet filân diyerek geçiverir idim. Ekini belli etmemek için, sorup öğrenmeğe de cesaret edemedim. Maamâfîh bu da, hurûfîlerin hezeyânâtından, arta kalmış gayri makûl bir densizliklerinden başka bir şey değildir.

O tarihte Koziçan kazasında Şah Hüseyinzâde bir Hüseyin Bey var idi ki, kazanın kâimü makâmı ve cümlesinin beyi ve en zengini idi. Tarîkate göre de rehber idi. Elhâsıl, rûhânî ve cismânî o kazâ- da reis olan bu Hüseyin Beyin “Ağanın Şenliği” ismiyle yâd olunan köyündeki konağında bir direk vardır. İsmi “Kalisipi’îdir. Zaza lisâ- nınca ‘beyaz ihtiyâr’, demektir, Kalisipi Hızır’dan kinâye ve Hızır’ın direği olmuş oluyor. Guyâ Hızır’ın o direğe muhabbeti olduğundan, ahyânen beyaz elbisesi ve sarığı ve beyaz pamuk yığını gibi sakalı ile o direğin dibinde temessül eder.

Direğin ziyaretine mülâzim olan bazı amâli sâliha ashâbına ve hazreti rehberin sâdıklarına gözükür imiş (Bizim bazı cühelâmız da Hızır’ı o kıyafette tasavvur ederler yâ). Binaenaleyh bu direk, genel bir ziyaret yeridir. Her taraftan nezirler, kurbanlar gelir. O direk beyin on adet çiftliğinden daha kârlı ve fâidelidir.

Bakındı hazreti mudillin tecelliyâtı acibe ve garibesine ki, bin iki yüz yetmiş bir tarihinde, devlet Kırım muharebesiyle meşgul iken, bu Hüseyin Beyin babası Ali Bey, Kars kalesi Rusya eline düştükten sonra, Osmanlıların son günü ve demidir diyerek isyan eder. Civarında bulunan Tercan kazâsının ahalisi Kızılbaş olmayan köylerini yakar yıkar, birçok mal ve hayvanları alır. Devlet, Rusya gibi amansız bir düşmanın müdafaasıyla meşgul olduğundan, onların terbiyesini, geniş bir vakte bırakır. Sulhun ardından Miri Livâ Mustafa Paşa bir kaç tabur asker ile Koziçan kazasındaki müfsidinin Ali Beyle beraber tenkiline memur olur, Koziçan’a ulaşır, Ali beyi ev halkıyla, Dersim’in içerisine doğru kaçmış bulur. Hanesini yaktırır, oradan kalkar kazâ- mn başka cihetlerine [s. 410] gider, konak da tekmil yanar. Etraftan toplanmış olan ahâlinin aceze takımı konakla beraber Kalisipi’nin yandığına kederler edip durur iken, bir de gider görürler ki, bütün konak yanmış da bu direk yanmamış. Acaba konağın tekmil yandığı zannıyla asker çekildikten sonra dağlara kaçmış olan köylülerin bir kısmı yetişip direği kurtardılar mı, yâhut bulunduğu mevkiin yıkılıp altında kalması cihetiyle hava alamayarak ateşten salim mi kaldı! “Ahiren Hâlil Beyin İlmi Me'âdin ve Tabakâtü’l-'Arz169 kitabında gördüğüme göre bu direk “serpantin” veya “hacerü’l-hayye” denilen elyâfı ateşe dayanıklı bir taştan mamûl olsa gerektir. Zira o havâlide bu nev madenin mevcut olduğu, adı geçen kitapta gösteriliyor. Bir defada Kiğı kazası ahâlisinden bazılarından, ateşte yanmaz bir nev yonga parçasının dağlarda bulunmakta olduğunu işitmiş, ufacık bir numûnesini de görmüş idim, anlaşılan bu direk o madendendir, direğin işittiğim evsâfı da, madenin kitapta gördüğüm evsâfına muvâ- fik geliyor).

Elhasıl, direğin yanmaması sebebiyle, kudsiyeti hakkındaki itimat katmerleşmiş ve direkle beraber hâne sahibinin, şeref, itibar ve nüfûzu bir kat daha artmıştır. Bu Hüseyin Bey bu fakire, ikrar etmişti ki, ben rehberim ve en büyüğünden en küçüğüne bütün ailem de, güçleri nisbetinde rehberdirler. Bu ahâlî beni, bu ailemi beslemeye ve emir ve irşâdım dairesinde hareket etmeye mecburdurlar.

İşte Devlet-i Âliye’nin ve genel olarak müslümanların Rusya gibi, mevcut düşmanı olan güçlü bir devletin muharebesiyle meşgul olduğu sırada rehber cenapları civar kazalardan muharebeye gitmiş ve evlerinde erkek nâmına pek az muhâfız kalmış olan guzâtın mal ve ırzına tasallut etti. Sebebi, ihtilafı mezhepten ve cümle Ehli sünneti,

169 Halil Edhem, İlmi Me'âdin ve Tabakâtü'l-Arz, Mihran Matbaası, İstanbul 1307, 307 s.

Berrânî ve Yezidî addetmelerinden dolayıdır. Bunların köylerine Ehli sünnetten bir veya iki kişi, mahvederler korkusu ile, gidip misafir olamazlar. Beş on kişi olmalı ki korkusuz olarak gitsinler de kalsınlar. Bu cemaat içinde gusül yok, abdest, namaz yok, Ramazan orucu yok, yalnız muharremde bir oruç vardır ki o da, vakai Kerbelâ’yı tezkiren tutulur. Tevellâ, teberrâsı olmayanların Yezidî olacakları cihetle, malları, canları, ırzları helâldir, itikadında bulunurlar. Bir Ehli sünnet bir köyde bir gece misafir kalıp da, bir leğende abdest alsa, ya bir ibriği [s. 411] abdestte istimâl eylese, o leğeni ibrik pisletmiş sayarak tekrar kalaylatmayınca kullanmazlar imiş.

Bir kaç gün içlerinde ve köylerinde gezdim, bir hâtunun yüzünü görmedim. Yolda tesadüf edip de görülenler dahi ol kadar istitâr ederler idi ki istitârın bu derecesine şaşmamak mümkün olamaz idi. Halbuki, Kürdistan’da hayli yerler gezdim, pek çok köylerde bulundum, genelde Kürt köylülerinin karıları kemâli iffet ve edep dairesinde açık gezerler. Bunlar da Kürt değil mi, niçin yaygın adete uymuyorlar diye o tarihte Koziçan kadısı bulunan Ardahanlı Hayâli efendiden sormuş idim. Ellerini, yüzlerini yıkamak, külfetine düşmemek için dedi. Meğer bir sünninin nazarı, onlardan bir kadının yüzüne taalluk etse, köpekten daha kötü ve hakir olan bir Yezidî nazarı dokunmakla yüzünün tahâreti zail olacağını itikat ederler imiş. Bakındı cehalete!!

Hüseyin Beyin köyü, kazanın merkezi hükümeti olan Pülümür karyesinden bir kaç saat uzakçadır. Hüseyin Bey, on beş yirmi günde bir kere merkezi hükümete uğrar, edilecek, bir emir veya nehiy var ise, her nasıl olursa olsun yaptıktan sonra, yine o gün köyüne avdet eder. (Hükümet yerinde kalmamasının veya kalamamasının sebebi de, uzundur ya, orası lâzım değil). Her ne ise, fakir hükümet merkezi olan, o köyde bulunduğum sırada, hapishaneyi görelim diye, kadı efendi ile birlikte kaymakam vekili, yerlilerden ve Hüseyin Beyin amcazâdelerinden Aziz Ağa dahi hazır olduğu hâlde aşağıya indik. Hapishanede dört kişi mevcut olmak lâzım gelirken, Hâkim efendi, üç bulup, birisinin nereye gittiğini Aziz Ağadan sordu. Aziz Ağa da “Beyefendi emretti, salıverdim” cevabını verdi. “Beş on gündür Beyefendinin, buralara geldiği yok, tezkere filân bir şey mi yazdı” diye suâl edince, Azız Ağa, ne cevap verse beğenilir!? “Ben geçen gece Beyefendiyi rüyamda gördüm. Filân adam haksız yere mahpustur, onu salıveriniz” diye emretti, ben de salıverdim diyerek işi maneviyata binâ etmesin mi? Allah Allah! Rehberin rüyada bile verdiği emir, ettiği tedbir, maddiyâtta ve resmî işlerde geçerli oluyor. Sebebi, çünkü rehber mukaddestir; papa gibi, yanılmazdır, onun için! Ay, rüya ile hülyâ ile idare olunan bir memleketteki ahâlinin, hâl-i asayiş ve emniyetin makul ve âdil olup olmadığını [s. 412] aramak, abestir.

Şevki kazâ ve kaderle, o kazaya memur olmuş ve başka terbiye vesair yolda idareye alışmış olan çaresiz memurlarm çektikleri iç huzursuzluğu hiç sormamalı. Zira, söylettirilirse tezyidi elem ederler. Kadı efendi, işsiz güçsüz, yalnız kazânın kadılığı makâmında bir adamın oturması vazifesini icrâya memur olup, yoksa, şeri şerifin bir yöntemi, hakkını sağlamak için değil! Çünkü, ağalar var iken, ahâlînin şeriat ile ve kadı ile münasebetleri yok! Her hüküm, ağaların keyfî idarelerinden gelir, memleketçe bütün davranışlar onlara ve ağaların birbiriyle olan münazaalarının çözümü ve davaların görülmesi de, Hüseyin Beye aittir. Orada gördüğüm, işittiğim acayipliklerin pek çoğunu unutmuşum, daha neler neler!

Erzurum, Muş, Mamuratü’l-Azîz, Erzincan, Diyârıbekr, Sivas, Ankara, Yozgat, Karahisar, Kütahya cihetlerinde bulunan ve Ahmed, Mehmed ismiyle çağırılan cemaatin bir yarısına yakın miktarı hemen bunlardan gibidir. Mahalleri birbirlerine uzaklaştıkça, itikad ve fürûatta dahi bazı ihtilafları zuhûr ediyor.

Çankırı sancağına bağlı Çerkeş kazâsına mülhak Bayındır nâhiyesinde ve Bayındır’ın içinde Süleyman Ağa nâmında birisinin evine bin üç yüz tarihinde bir gece misafir olmuş idim. Odadaki ocağın yanındaki açık dolap içinde bir kitap gördüm, bakayım nedir diye ele aldığımda, meğer bizim sahibi hâne, tariki nâzenînin (Bek- tâşîlik) bir kolunun müntesiplerinden imiş. Tercümanlar adındaki bu kitabta o kadar saçmalıklar gördüm ki açıklamaktan âcizim. Çırak tercümânı, eşik tercümânı, sabah tercümânı, lokma tercümânı, akşam tercümanı, divan tercümânı elhâsıl, tercümân tercümân adı ile, Türkçe olarak birçok hezeyanla dolu ve meselâ “Sabahlar hayr ola, hayırlar feth ola, inkârcı münâfık öle, sofra Ali’nin, nimet velînin” gibi, bir takım müselsel ve kafiyeli sözler yazılmış ki, bu sözlerin irtibat ve insicâmı nerede kaldı, ekserisinde mana bile yok. Her hareketin, her hâlin bir tercümânı var. O işe başlandığı vakit, söylenecek ve gülbank çekilecek. Lâkin, her tercümân evvelâ “Bismillâh” yerine “Bismi Şâh” ile başlıyor. Hâne sahibinden işin hakikatini ve hele “Bis- mi Şâh” ne demektir onu sormak istedim. Adamcağızı suâlimdeki [s. 413] maksadı anlamayacak derecede saf gördüğüm için sustum. Sonra, kendi kendime dedim ki, bu “Bismi şah” tabirindeki şahtan maksat Hazreti Ali radıyallâhü anh Efendimiz olsa gerektir. Çünkü kendilerine, Hazreti Şâh efendimiz ve Şâhi Velâyet efendimiz, dendiğini işitiyorum. Bismillâh’ın Allah’ı hazf olunarak, yerine şâh kâim edilmiş ve söze başlarken kullanıldığı için, bizim Bismillâh’larımız makâmında kullanılmakta bulunmuş olduğuna hükmettim.

Bu şah lafzı nereden çıktı? Çünkü Arapça değildir ki, eshâb ve tâbiîn ve tebei tabiîn velhâsıl, selefi sâlihîn kullandılar da, biz de, onun için kullanıyoruz, denilsin. Şah lafzının Fârisî olmasına nazaran, bazı câhil acem dervişlerinin, Hazreti Şâhı velâyeti tazîmen ve hazrete mensub olan, bazı kelâmı müevvele binâen, kendisini rütbei ûlûhiyyete çıkardıkları ve tâifei nasârânın Hazreti İsa baklandaki itikadları gibi, lâhûtun Hazreti Ali şahsında ceset hâline gelmiş olduğuna kâil oldukları anlaşılmıyor mu? Bu zannın, itikaden, şeklen, hâlen, hakîkaten çarpıklığı açık iken, görenek belâsı ve yahut cehalet icabı olarak, bir takım ümmeti Muhammed’in, hayâlâtı fâhişe içine daldırılmış olduğunu görüp te acımamak mümkün müdür? Lâkin ne çare, madem ki, ıslahına muktedir değiliz, bizzarûre, “ jjUJ VI li* jl ıjjlj51V’170 yahud “. . <>• Aİjjl L« pLuıl VI jl

171“. denilerek, teselli bulmalıdır.

170 “Bunlar ancak geçmiş ümmetlerin hikâyeleridir^’ [el-Enfâl 8/31; el- Mü’minûn 23/83; en-Neml 27/68].

171 “Taptığınız bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu boş isimlerden başka

Tuhafı şurası ki dünyasını, dinini anlamaya gücü yeten, bazı akıllı dostlarımızın dahi, bismi şâh’ı, sabah ve akşam devam ettikleri mutad duaları içinde okumakta olduklarını sonradan işittim de şaştım kaldım. 383 üncü hadîsi şerifte, <j-“" “^a>” [Bir şeyi aşırı sevmen gözü

nü kör, kulağını sağır eder] in tabii bir kural hükmünde olduğu ferman buyrulmuş olmasına nazaran, onlarda gördüğüm bu düşüncesizlik ve dikkatsizlik, Hazreti Şâhı Velâyet’in sevilmesinde benimsenen aşırıl lıktan ve adı geçen hadîsin içerdiği hikmetten neşet etmiştir, manası hatıra geldi ise de, genellikle insanlar kendiliklerinden, fıtraten hayâli ve vehmî bir put ihdâsmı arzuladıklarından, bu fıtratın ve menfaat arzusunun şevkinden pek az kimsenin sâlim kaldığını ve “görenek” denilen fıtrati taklîdiyyenin dahi bundan veya bunun ondan ayrı olduğunu düşünüp, hiçbirisine kesin olarak hükmedemeyerek, “ »Lîu [415 .(_>-»] ğs'A; Ch”172 nassı celîlinin manasında karar kıldım.

Her neyse, sadedden çıkmış olmayalım, Anadolu içinde gördüğümüz cemaatin tâbi oldukları, değişik fikir ve inanışlara sığınmasıyla komşuları bulunan ehli sünnete, eğri baktıkça, onlar da tabiatları gereği aynı şekilde mukâbele etmeye mecbur olduklarından, aralarında iletişim ve tanışma yok gibidir. Hani ya, müminler, dînen ve itikaden, binâyı metîn eczâsı gibi, birbirilerini takviye ve tahkim etmek ve cümlesi, bir vücûdun azası olmak lâzım gelecek idi. Nerede bu din, nerede bu ittifak ve itikadü

Mevsûkan bildiğime göre Bağdat vilâyetinin, neredeyse yarısı Şiî ve Caferîdir. Hele, Yemen Urbân ahâlisi içinde, mezhebi sahîh ashabı pek azdır. Havâlii sâiredeki çöl kabileleri de öyledir. Bunların hepsini, mezheb ve itikadlarında hür bırakalım ve hiçbirisine kâlen ve kâlemen ilişmeyelim de hâlleri ile bırakalım der isek, bu mümkün değildir. Zira her cemaat diğerine yan bakmakta ve birbirinin

bir şey değildir Allah onların hak olduğu hususunda hiçbir delil indirmemiş- tir” [en-Necm 53/23],

172 “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir” [en-Nahl 16/93], düşmanı hayatı hükmündedirler. Bu hâl dinî veya millî bir asabiyet teşkiline mânidir. Asabiyetsiz kavmin yaşaması imkânsızdır.

Bunların çoğu ve husûsiyle hâlleri yukarıda beyân olunan sûfî- ler gürûhu, Devlet-i Âliye’nin, hizmeti askeriyyesini bir angarya, bir sühre hükmünde tutuyorlar. Bir mükellefiyet tanımıyorlar. Askerde durmaları ceza korkusu iledir, yoksa diyanetin şevkiyle değildir. Bu cihetle her gün, her saat, biz Yezîdlerin yere geçmesi ve Devleti Os- mâniyye (Ebbedehallâhü Teâlâ ilâ yevmi’l-kıyâme) binâsının göçmesi saatine müntazırdırlar. Nazarlarında bir Moskof neferi, dindar bir Ehli sünnet’ten bin kat hayırlıdır. Onun için, Ehli sünnet’in ettiği bir muharebede ölmek, onlarca kendi kendilerine intihâr etmek kadar kötü bir fecîattır. Gözlerini hergün ordunun bozulmasına dikmişler, selâmetle evlerine kaçıp gitmeyi en büyük sevap addetmekte bulunmuşlardır. Hiç köpek zor ile ava gider mi, ya götürülürse bir işe yarar mı?

Saffı harbde bulunan, asâkiri müslimîne muharebeden yüz çevirip kaçmak, cinayeti kebîresi fikri, en evvel bu tür itikad ehlinden, sirâyet sahihlerinden geçiyor. Onlardan birkaç neferi saffı harbden geriye fırladı mı, artık alt tarafı çorap söküğü gibi işleyip duruyor. Ahlâk ve tabiatın bulaşıcı olduğuna, insanın dostunun tabiatından etkileneceğine, bütün ahlâk ve felsefe kitapları müttefik değil midir! [s. 415]

Şimdi şehirlerimizde yeni düşünce ile terbiye edilenlerin hâli açıklandığı üzere, ekser köylülerimizin tavırları da, yazdığım tafsilât dairesinde bulundukça, Müslümanlık adı altında toplanan cemaate, kurtuluş ve saadet nereden gelecektir?

İttifak yok, asabiyet yok, anlayış ve idrak yok, Rabbim ırkına zevâl vermesin, Cenâb-ı Hak dünyanın sonuna kadar her türlü âfetlerinden korusun. Şimdi Küçük Asya’daki müslümanların izhar ettikleri siyasî varlık, büyük hanedân Osmânlı’nın himâyesi sâyesinde ve kuvveti saltanatında pâyidâr olmuştur. Bu kuvvet ve şevkete zayıflık gelince mahvolacak şey Devleti Osmâniyye değil, genel İslâm ümmetidir.

Avrupa’daki mutaassıblar gürûhu, şimdiye kadar, İslâmiyet’in mahvı uğrunda, dolayısıyla yahut doğrudan doğruya, bin türlü tedbirlere müracaat ediyor. Şu bir seneden beridir, Belçika’da, Kardinal Lavijery isminde bir zât türedi. Konuşarak, yazarak medeniyet ve İslâm dini aleyhine harb ilân etti. Afrika kıtasına, hıristiyanlığı ve frenk medeniyetini zorla sokmak için, hizbini, taraftarlarını günden güne arttırıyor. İngiltere ise, Rusya’nın şahsî düşmanlığı sebebiyle Devlet-i Âliye’nin en güçlü düşmanı bulunan ve Serbestlik Partisinin reisi olan başvekil Gladston, kalbgâhımıza, hayatımıza kasdet- mek azminde bulunuyor. Ve müessir sözler ve hutbeler ile cemaatını, aleyhimize davet ediyor. Bizler ise, gaflet uykusunda dâimiz!

Yahu bu ne gaflet, nereye kadar bu cehâlet, bu ne kadar tefrika! Asır nereye ermiş! Fesübhânellah! Genel İslâm ahlâkı, o rütbe fesâda varmış ki, Mısırlılar Devlet-i Âliye’nin Mısır’dan zevâli himâyesine muntazır, Şamlılar da başka bir hevâ ile ecânibe iltihâk etmek hayâllerini mütezekkir, Araplar, Türklere Nasrânî nazarıyla bakar Türkle- rin de gaflet ve tefrikaları ciğerler yakar!!

İşte tasvir eylediğim, aynada kendi kendimizi görelim, âkıbetimizin varacağı neticeyi de yine kendi kendimize sessiz, sözsüz, kalemsizce tayin ve hesap edelim!

Lekad esma'te iz nâdeyte hayyen,

Velâkin lâ hayâte limen tenâdâ!

[Şüphesiz sen diri olan kimselere hitap edersen duyurabilirsin

Feket senin hitap ettiğin kimseler diri diğil ki]

İNDEKS

15 Ağustos’da öleceğim 13

1241 Vakâ-yı Azîmesi\

Sürgünler 169

1826’da Kırşehir Âsitanesine

Yapılan Atama 147

A

Abbas Baba 235

Abdal Mûsa 24,214,215,216

Abdal Mûsâ Sultan 159,163, 164

Abdalnâme 165

Abdâlnâme 43

Abdülaziz Han 97

Abdullah Baba 23, 33,160, 204,

210

Afrika 254

ÂhiEvranBaba 157

Ahmed Baba 21,150,175, 203

Ahmed Midhad Efendi 97

Ahmed Nûreddin Efendinin İtirazı 224

Ahmed Yesevî 33,40,48, 49, 50, 57, 58, 59, 141,221

Ahvâl-i Melâmiyyeti’l-Ahfiyâ 98

Aksaray 11,42,201

Ali 240, 242, 247, 251

Ali Behçet 213

Ali Kemal 12

Ali Nutkî Baba 210

Âlî Paşa 25

Ali Remzi 191

Âlî Tarihi 139,145,151

Aliyyü’l-Alâ 42,113

Amasya 147, 154

Anadolu 239, 244, 252

Anadolu Bektaşîliği 237

Anka-iMuğrib 43

Antalya 160, 215

Arapça 251

A. Safî 20,25,26,27,31

Asâkir-i Mansûre 189,196

Ashâb-ı Kehf 50

Âşık Ömer 246

Aslana binip eline yılanı kamçı alarak 51

Asya 245

Azarbeycan 146,214

Azbî 26,214

AzîzAğa 249

Azmi Hüseyin Dede 28

B

Bağdat 229,231,232,233,235,252 BahaTevfık 12

Bahr-i Ahmer 166

Bahriye Nâzın 25

Balabânî Ziyâeddin Hüsnü Efendi 31

Balım Sultan 50, 78, 79, 86, 142,

143,144, 145, 146,148, 149, 150,151,152, 166, 203,204, 208, 218, 222

Battal Gazi şeyhi 210

Bâyezid 12,26,64,113

Bâyezîd-i Bestâmî 40

Bâyezîd-i Bistâmî 59

Bayındır 250

Bayrâmiye Tarikatı 213,218 Bayrâmiyye 27, 44,47, 57 Bazı Vakâyi-i Meşhûre 202 B edevî Tarikatı 213

Behçet Efendi hekimbaşı ise ben de baş hekimim 185

Behcet-i Sülük 57

Bektâşî 239, 240, 241, 242, 245

Bektâşî İlmihâli 34

Bektâşîler Hakkında Mülahaza-i Munsıfâne 31

Bektâşîler Öldükten Sonra Dirilmeyi (Haşrı) İnkâr Ederler 89

Bektâşîler ölüleri Diriltebilirler 88

Bektâşîlik 239, 240,250

Bektâşî Makâlâtı 34

Bektâşî Nefesleri 18,34

Bektâşî Sırrı Nâmıyla Yazılan

Risâleye Cevap 31

Belçika 254

Berrânî 243, 249

Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi 181

Besim Atalay 32, 34

Besim Bey 32

Beşinci Sultan Murad 97

Billûr-ı Azam 139

Bin Bir Hadîs-i Şerîf Şerhi 30,238

Birecikli 205

bir müverrihi hekimbaşı ve başhekimi vakânüvîs ettiler 186

Bizdeki Tarih Yazımı 137

Buda 46

Budalânâme 26

buğday ve mercimek 144

Bu hân içre nice can kondu göçtü 164

c

Ca'ferî 239,252

Cafer-i Sâdık 48, 58

Çaldıran 169

Çankırı 250

Câvidân 26, 40, 41, 42,72, 75, 77, 82, 84, 85,106,114,117,126

Çelebi Feyzullah Efendi 153

Çelebi Hamdullah 17

Çelebiler 17,142,146,152

Çelebiler Kolu 31

Çelebilik 145, 148,152,153, 203 Çelebi Mehmed Feyzullah 17 Çelebi Murtaza Ali 147,153 Celvetiyye 27,47

Cemâleddin Efendi 17,31,145, 153, 154,155, 222

Cemâli Baba 13

Çerkeş 250

Çerkeş! Mehmed Efendi 176

Çirmen Mutasarrıfı 196

Çorum 12

Çorumlu 22,207

Çorumlu Sâlim Mehmed 22

Cüneyd-i Bağdâdi 33 Curcuna 11

D

Dâfı’en-Nifâk 28 Deliorman 24 demedim mi? 47 Denizli 157,158 Dersim 244, 248

Derviş Rûhullah 11

Derya-yı muhid cûşa geldi 162

Devleti ‘Aliyye 248, 253, 254

Devleti Osmâniyye 253 Devr-iHamîdî 66

Devriye-i Ferşiyye 93 Dimetoka 143, 212 Dimetokalı 204, 205

Dimetokah es-Seyyid Mustafa Baba 205

Dimetokalı Vahdeti Baba 204 dîn-i celîl-i Muhammedi 46,96 din-ilsa 46 din-iMusa 46

Divriği 23

Divriği Ulu Camii 23

Diyarbakır 245

Draper 77,120 Dürrizâde Abdullah Efendi 179

E

Ebû Medyen Mağribî 63

Edebî Yönü 13

Edîb Paşa 199

efles mine’l-Yehûd 104

ehl-i medrese 65,66 ehl-i mektep 65 ehl-i tekke 65

Elbistan 50

el-HâcAliBey 191 el-kelâm sıfatu 1-mütekellim 107 Elmah 24, 160, 214 el-Yevakit ve’l-cevâhir 138 Emrullah Efendi 52 ene noktatün tahte’l-bâ 80 Erbain 50

Erdebilî 57

Erkân-ı Safevî 146

Erkerî 212

Erzincan 244

Erzurum 237

Es’ad Baba 199, 200, 201, 202

Eserleri 11,16,32,41,238

Eslâf 178, 181

Eşrefzâde Rûmî 97 es-Suyûtî 30,238 Esterâbâd 41,42 Etme bir derviş-i fakire sen hakaretle nazar 97

Et Meydanı 170

Ey dilâ mana yüzünden defter-i esrârıbil 64

Ey Niyâzi adem oldu çün cihanın şulesi 102

F

FaikReşad 178

Farmasonluk 37, 38

Fazlullah Hurûfı 77,94,103,113, 114

Fehim Efendi 181,184

Feriştehoğlu 26

Fetvâların Sûretleri 200

Filibeli Ahmed Hilmi 31

Finike 216

Firişteoğlu 26,41,82,114 firak-1 dâlle 41

Fodlacızâde Rasim 213

Fütuhât-ı Mekkiye 80

G

Gaybî Bey 215

Genç Osman 169

Geyikli Baba 159

görenek 251, 252

Gül ne çiçektir ben ânı benzedem rûhsâraki 163

Gümüşsüyü 23, 33

Gürgür Baba Dergâhı 229, 232

gürûh-ı bektâşiyân 174

H

Hâcegân 40,48

Hâcegândan Sâlih Efendi 173

Hacı Bektâşı Velî 240

Hacı Bektâş-ı Velî (ks.) 49,78, 94,

150, 174

Hacı Bektâş-ı Velfnin Tarikat Silsilesi 55

Hacı Haşan Baba 208,209

Hacı Mehmed Nebî Dedebaba 148

Hacı Mehmed Said Efendi 17

Hacı Said Efendi 147,148

Hâdim 22,175,178,213

Hâfız Baba 23, 33,210,222

Hâkimiyet-i Milliye 32

Haleb 84,161

Halep 43,50,160

Halil Bey 248

Halil Revnâkî Baba 86,126,203

Halil Sâhib Efendi 213

Halvetiyye 44,47,118

Hamdullah Efendi 147,152, 203

Hamidüddin Aksarayî 64

Hamîdüddin Aksarâyî 64

Hamzavî 97,218,219

Haralambidis 240

Hârici 239

Hâricîlik 246

Harputlu Hoca tshak 26,40

Haşan Basrî 67

HasenîBaba 29

HasîbBaba 211 haşrı inkâr 89 Hâtem 49, 70

Hatmü’l-Evliyâ 70

Hayber Kalesi 139

Hazargrad 24

Hazergrat Kazası 24

HazretiAli 245,251

Hazreti îsâ 240

Hazret-i Pîr’den Sonra 141

Hekimbaşı Behçet Efendi 185

Hemdân Kırmîtî 114

Hîçyûn 38

Hikmet Gazetesi 31

History of the Conflict 120

Hizmetçi Belâsı 18

Hıristiyan 254

Hıristiyanlık 242

Hırka Dağı 51

Hızır 245,246, 247

Hızır Bâlî 142

Hızır Lâle Sultan 144

Hoca Abdurrahim Efendi 22

Hoca İshâk Efendi ye Cevap 67

Hoca Rahmetullah Hindi 120

Horasanlı 206

Hürriyet ve itilaf Fırkası 11,12 hurûç ales-sultan 153

Hurûfiler 41, 74,106, 117,121

Hurufilik 40,41,42, 72,77, 84, 93,

94,112, 113,116

Hurûfılik ve Bektâşilik Arasındaki Fark 40

Hüseyin Bey 247, 248, 249

Hüseyin Hüsnü Efendi 83,115,222

Hüseyin Hüsnü Efendinin

Mektubu 222

Hüseyin Mazlum Baba 229,231, 232

Hüseyin (Şah Hüseyinzâde) 247

Hüsniye 28

Hutbetü'l-Beyân 43

Hüve Sûretü Erkânnâme-i Tarîkat-ı

Aliye-i Bektâşiye 29

Hz. Hamza 139

I

İbâhilik 240

îbâhiyye 77

İbrahim Baba 22,175, 205, 206

tbtidâdan yol sorarsan, yol

Muhammed, Ali’nindir 167

lcraât-ı Saire 199

iğfâl 244

İlbesan 199

İlmi Me adin ve Tabakâtü’l-‘Arz

248

İmam Ali Rızâ 56

İmamiyye 242

İmâmiyye 240

İmam Mûsâ Kâzım 55,56

Ingiltere 254

Irak Bektâşî Dergâhları 229

İrân 244

İskeçe 12

İskenderiye 12

Işknâme 26,41,113,114,121

İsmâil Ferrûh Efendi 181, 182, 183

İsmail Hakkı 64,79,80

İsmail Hakkı Bursevî 79, 80

İsmâiliyye 41,42,114

İstanbul Ağazâdesi Ahmed Efendi 173

İtirazlar 221

İttihad ve Terakki 12 îzâhü'l-esrâr 29 İzmir 157,212

J

Jandarma Karakolu 201

Jönlük 190

K

Kâdiriyye 20

kadı 249, 250

Kadıköyü 184

Kadıncık Ana 141,142,144,150

Kadızâde Tâhir Efendi 186

Kâfi Baba 216

Kahire 30,133, 238

Kalecikli 206

kalemiyye 7

Kalender Çelebi 146,152, 153,175

Kalisipi Hızır 247

Kalkandelen 212

Kandizâde Ahmed Erîb 213

Kan Kalesi 139

Kânûnî Sultan Süleyman 231

Karaağaç 22,175,210,211

Karababa Tekkesi 24

Karaca Ahmed Sultan 51

Karagöz 11,13

Kara Halil Baba 204

Karbonari 37

Kardinal 254

Kars 247

Karyağdı Tekkesi 26

Kâşifti 1-Esrâr Dâfiu’l-Eşrâr 40,118

Kastamonulu Lütfı 83

Kaygusuz Abdal 62

Kaygusuz Sultan 28,164, 210, 214, 215,216

Kaygusuz Sultan Risâlesi 28

Kaygusuz Velî 43, 62, 86

Kayseri 158,175,177,211,213

Kâzımiye Dergâhı 232, 233

Keçecizâde 11, 30, 133, 238

Kellimü'n-nâse alâ 46

Kemâleddîn Harîrî 98,139

Kemâl-ı Ümmî 163

Kerâmet iki kısma ayrılır 222

Kerbelâ 23, 56,212, 231, 233, 235, 247, 249

Kethüdâzâde 21, 22,181,183,185, 214

Kibâr 11

Kim ki aldandı cihanın ağulu lezzâtına 68

Kitâbü Esile ve Ecvibe 70

Kinci Baba 173

Kırım 247

Kırımlı Hânzâde Mehmed Külhân Baba 205

Kırşehir 20, 50,141,147

Kırşehri 158

Kızılbaş 247

Kızıldeli 196

Kızıl Deli Tekkeleri 212

Koluaçık Hacım Sultan 78

Kolu Açık Hacım Sultan 221

Konfüçyüs 46

Konyalı 18, 209

Koziçan 246,247,248,249

Küçük Velâyetnâme 43

Kudüs-i Şerif 50

KülhânBaba 205

küntükenzen 64

Kürdistan 239,249

Kuşadalı İbrahim Halveti 20

Kütahya 250

Kutlu Melek 141

L

hârende 163

Lavijery 254

Lehçetü’l-Butûn 213

Lokman Perendî 221

Londra 185

M

Mahmud Sencânî 117

Makamlar ve Mertebeler 62

Manastır 199

Manisa 23,183,213

MansurBaba 169

Mansûr ene’l- Hak söyledi 43

Mart 237

Ma’ruf-ı Kerhî 33

Matba'atü’l-Maârif 30,133, 238

Mâturîdî 67

Mazgirt 246

Mehmed Ali Aynî 32

Mehmed Ali Dedebaba 23, 33,105, 208, 209

Mehmed Ali Hilmi Dedebaba 27, 29,81,133,209,212,214, 222

Mehmed Arif 9,21,30,133,214, 237, 238

Mehmed Nebi Dedebaba 17

Mekke 247

Melâmîliğe İtiraz 96

Melâmîliğin Tarih ve Felsefesi 18

Melâmiyye 44,98

Melek Paşazâde 182

Melekpaşazâde Abdulkâdir Bey 183

Menâkıb-ı Hacı Bektaş 51

Menâkıbü’l-Vâsilîn 84

Menemen 183

Merâtibsiz tevhide Çingene tevhidi derler 68

Merdivenköyü 23,105,126,203

Mertebe-i cem 63

Merzifon 203, 214

Merzifonlu 148, 206

Merzifonlu İbrâhim Baba 148

meşâyih-i Celvetiyeden Şeyh Gâlib

Efendi 213

Meşâyih-i Mısriye 214

Meşşâiyyûn 68

Mevlâna Celâleddîn Rûmî 154

Mezheb-i Zeydiyye 131

Mirahor-ı Sâni Mûsa Ağa 176

Miratu’l-mekâsıd 16,27

Mirza Ferhad 232

Mirzâ Ferhad 233

Mi’yâru’l-etıbbâ 179

Mısır 254

Mısırlı 254

Molla Fenâri 64

Morali Ahmed Baba 21

Moravî Ahmed Baba 22

Moskof 253

Mösyö Behnâr 231

Mücerred Babalar 203

Mücessime 77

Müdafaâ 17

Müdâfaa-i Hukuk 12

Mufaddaliyye 242

Müfid Yüksel 9,13

Muhammed, Ali’yi candan sevenler 168

Muhammedi 240

Muhammed Nûru’l-Arabi 98

Mühimmetü’l-Beyân 28

Muhyiddin Arabi 43,44, 63, 70, 79, 80

Muhyiddîn-i Arabi 33,157

Mukabele 18

Mukâbele 31

Müminler birbirlerini tutan bir binanın yapıtaşları gibidir 30,133, 238

Müneccim Necib Baba 26

Mürsel Baba 86,142,143,150

Musavver 11

Mustafa Paşa 248

N

Nâfi Baba 210

Nahnü nahkümü bi’z-zevâhir 63

Nâilî Efendi 57,115,144, 214

Naili Efendinin Mektubu 115

Nâkûs-ı Adem 18

Nâmık Paşa 233

Nasıruddin Şâh 232

Nastûrî 76

Nastûrîlik 76

Nasûhizâde Şemseddin Efendi 213

Necef Bektaşî Dergâhı 13

Nefes-i Pir Sultan 60

Nevâdirü’l-Âsâr 185

Niyâzî 44, 92,102, 246

Niyazi Mısrî 79, 80

Niyâzi Mısrî 69, 70, 92

Nizâ-ı ilm u dîn 120

Noktavîler 74,117

Noktavîliğin Doğuşu 117

Nuhkuyusu 213

Nûru’l-hüdâ 39,120

Nûru’l-Hüdâ 26,117

O

Oğlan Şeyh 68,82

on altı adet Bektâşi tekyelerini 197

Orhan Gâzî 159

Ortodoks 240

Osmanlı 247

Osmanlı Demokrat Fırkası 12

Osmanlı Sosyalist Fırkası 12 o sözü ben söyledim 186

Ovacık 245

P

pâdişâh-ı bâtınım 154

pamuk ipliği 144

Perişan Hâfız Ali Baba 209

Perlipelı Ahmed Efendi 176

Peyâm-ı Sabah 31 pîr-i sânî 78,146,148, 218,222

Pülümür 249

R

Radoviç 199

Râfi* eş-Şikâk 28

Ramazan 249

Ramazan Baba 23,211,212

Ramazan Baba Dergâhı 23,212

Rasül Baba 78,86

Rebîülevvel 237

Receb Paşa 235, 236 reddiye 16, 26, 27,76,105,120, 122,129

reddiyesi 120

Rıfkı Baba 11,17, 30, 34

Rodos’a sürgün 97

Rûhî Baba 212

Rûhu’l-Beyân 64

Rumeli 244

Rüşdî Paşa 25, 26, 27

Rusya 247, 248, 254

S

Saadetnâme 114

Saatçi Ali Baba 85,206, 207

Saatçi Ali Dedebaba 43

Sadrazam Selim Paşa 186,190

Safevîler 147, 225

Safeviyye 244

Safi-i Hatâyı 166, 167

Safiyyüddin Erdebîlî 218

Şah Hüseyinzâde 247

Şâhin Baba Dergâhı 232

Şah Ismâil Hatâyî 167

Şâh Ismâil-i Safevî 146

Şah İsmail Safevî 95, 225

Şah Kulu Sultan 169

Şâh Safevî 166

şâir-i şehîr Vecdî Efendi 213

Sâkıp Dede 167

Sâlih Baba 22,211

Salih Çift 9,16,26,27

Samatya 203

Şamlılar 254

Sancaktar 203

Şânizâde 178, 180, 182, 183,184,

185,186, 190

Şânizâde Atâullah 178

Sarı Abdullah Efendi 43, 44, 57, 79, 98, 138

seccadenişîn ünvanı 147

Şehâbüddîn-i Sühreverdî 33

Şehîd 56, 145, 151, 153,219

Şehîd Genç Kalender Efendi 145, 151

Şehsüvarzâde Derviş Bey 176

Selânik 24, 201

Selanikli 208

Selanik Mutasarrıfı Ömer Paşa 199 Selmân-ı Fârisî 48, 58 Semâhâne-i Edep 166 Semeratü’l-Fuâd 57, 98

Şerîat-i şerîfeye muğayir bir hâl 173

Şeriat kim sarây-ı kibriyâdır 61 Sersem Ali Baba 79, 146,152, 153, 204

seyfıyye 7

Şeyh Ahmed 49

Şeyh Hacı Muhammed Nûri Efendi 147

Şeyh Hasîb Efendi 213

Şeyh Hüseyin Hüsnü Efendinin Mektubu 115

Şeyh İskender Efendi 145

Şeyh Lokman Horasânî 48,49

Şeyh Sâbit Efendi 212

Şeyh Sadreddin Konevî 157

Şeyh Şiblî 84

Şeyhül-Ekfer 44

Şeyhülislâm Ömer Lütfî 28 Seyyid Cemâl Sultan 78,221 Seyyid Gazî Nahiyesi 210 Seyyid Haşan Baba 205,207 Seyyid Haşim Baba 93

Seyyid İmâdüddin Nesîmî 43, 68, 160

Seyyid Nesîmî 33, 43, 68, 83, 164, 224

Seyyid Nizâmeddin 126,203

Seyyid Nizâmeddîn 246

Seyyid Şerif Amûlî 113

Seyyid Seyfullah Efendi 81

Seyyid Velî 233

Şia 239,240

Şî‘a 252

Silistre 24

Silivrikapısı 203

Silsile-i Tarîkat-ı Aliye 150

Silsilelerin Değerlendirmesi 56

Sinoplu Seyyid Haşan Baba 206 Sirâceddin İsimli Birinin İtirazı 221

Sirozlu Seyyid Haşan Baba 205

Sivâ evlatları 38

Sivas 148, 213

SivaslI 147,203,206

Sivaslı Hacı Muhammed Nebi Dedebaba 147

Sivaslı Mehmed Nebi Dedebaba 203

Sofyalı 206

Suad Efendi 28

Sudurdan Rahmi Bey 184

Sukûti Baba 229

Süleyman Ağa 250

Süleyman Baba Efendi 160

Sultan Munzur 246

Sultan Orhan 50,159, 169,171

Sultan Selim-i Sâlis 170

Sultan Şucâ 163

Sulucakarahöyüğü sana yurt verdik 49

Sulucakarahöyük 50, 52

Suluca Karahöyük 52,141, 217

Sünbül Sinan 144

Şu uzun ferman nazar-ı tedkîk ile 198

T

Taalluk bilmektir. Tahalluk bulmaktır. Tahakkuk olmaktır. 64

Tâki Baba 235

Takıyyüddin Paşa 232

Tanin 148

Tarih-i Cebertî 185

Tarîkat-ı Aliyye-i Bektâşiyc 32, 78,

139

Tarikatın Târihi 139

Tarîkat-ı Salâhiyye 12

Tarîk-ı Bedeviye 214

Tarîk-ı hafi iki kısma ayrılır 48

Tefsîr-i Mevâkib 181,183

Teke 215

teklîf-i şer’î sâkıt olur 108

Temennâyî 113

Tercan 247

teslim taşı 13

Tezkire-i Şuarâ 83,137

Tire 176,178

Tolerans 202

Tophâne 174

Tuhfetü’l-Asrî 138

Türâbî Ali Baba 207, 208, 209

Türâbî Baba Divân 28

Türâbî Dedebaba 85, 229

Türk 254

Türkçe 251

Türkistan 33,49,141

Türkmen 239

Turuk-ı Aliyye ve Tarîkat-ı

Bektâşiyye 45

U

Urfalı 205

Üsküdarlı Hüseyin 56,213

Üss-ü Zafer 191,196

Ustrumca 199

Üveysiyye 58

Uyur idik uyardılar 60

V

Vâkıf olup men arefe dersini pinhân okuruz 101

Vânî Efendi 44

Vâridât-ı llâhiyye 44

Vâsıl tbn Atâ 67

Velâyetnâme 43,52,54,85,86, 128,139

Veled Çelebi 32,33,34

Velîyyüddin Efendi 147,148,152, 154, 203

Veysel Karanî 58

VîrânîV 113

X

XIX. Asırda Bektaşîlik Tartışmaları 19

Y

YâEbetâ 56

Yahya Efendi Dergâhı 147

Yanbolulu 207

Yasincizâde Efendi 173

Yatağan Baba Zâviyesi 23

Yâ Veledi 56

Yavuz Sultan 169,231,234

Yazılı Tartışmalar-Polemikler 25

Yemen 252

yeniçeri ismini bile Hz. Pir koymuş 50

Yeni Geveze 11

Yesevî 40, 57, 58, 59

Yeseviye Tarikatı 222

Yezidî 239, 245,249

Yozgat 250

Yunus Mukarramî 141

Yüzün mushaftır ey hûrî yanağın kâf-uKur’ân 163

z

Zâhidin bir parmağın kessen döner haktan kaçar 162

Zahire Veznedârı Arif Efendi 178

Zâhir ve Bâtın 60

Zemini 113

Zerdüşt 46

AHMED RIFKI

bektâŞî SIRRI

Hazırlayan: Mahmut Yücer I “ I

XIX. asrın ikinci yarısından itibaren Hurûfıliğe ait eserler yayınlanmaya başlamış, buna bir tepki olarak Sünnî kesimden Hurûfîlik ve Bektaşilik ayrımı yapılmadan genel fakat sert cevaplar verilmiştir. Bunun üzerine Bektâşiliğin Osmanlının en eski ve yerli bir tarikatı olarak tarikat silsilesinin, usûl ve esasının bulunduğu, ‘nâzenîn yapısı ile dinin özünü taşımaya çalıştığı, Hurufîlikle bir ilgisinin olmadığına dair eserler kaleme alınmıştır.

Bu tartışmalardan hareketle Ahmet Rıfkı (1884-1935), Bektaşi Sırrı adıyla iki ciltlik eserini yayımlamıştır. Eserin birinci cildinde, tarikatın tarihi, dedebabaların ve önemli şahsiyetlerin biyografileri yazılmış, konuyla ilgili Sünni kesimden gelen tenkitlere cevap verilmiştir, ikinci cildde ise Bektaşî gelenekleri tanıtılmış, özellikle Çelebiler kolu muhatap alınarak tarikat içerisinde olan ihtilaflı ve tartışmalı konulara cevap verilmiştir. Bu eser, kendisinden önceki ve sonrakilerle bir asra yaklaşan Bektaşilik tartışmalarının zaman ve düşünce olarak tam merkezinde yer almakta, konuyla ilgilenen her araştırmacının görmesi gereken bir kaynaktır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar