Müslümanlara Yahudilerin Galip Gelme Nedeni
Allah Teâlâ, göndermiş olduğu Kur’ân-ı
Kerim’de emrettiği farzlar hakkında en geniş izahat buyurduğu hükümlerin
başında miras hükümleri gelir. Günümüz reformistlerinin bile yok sayamacağı
kadar açık ve nettir.
Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu
sınırlar keyfi ve gelişi güzel yorumlanamaz.
Miras/ Ferâiz konusunu ele alalım…
Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü
aleyhi ve sellem Efendim buyurdu ki:
“Ferâizi öğrenin ve
öğretin, çünkü ferâiz ilmin yarısı olup unutulacaktır. Ümmetimden çekilip
alınacak ilk ilim de odur” (İbn Mâce, “Ferâʾiż”, I; Şevkânî, VI, 61; Müttakī el-Hindî, X, 166);
“Kur’an’ı ve ferâizi öğrenin ve
insanlara da öğretin. Ben aranızdan ayrılacağım gibi ilim de bir gün ortadan
kalkacaktır. Öyle bir zaman gelecek ki iki kişi bir farîzada ve dinî bir
meselede anlaşmazlığa düşecek de aralarında hüküm verecek birini
bulamayacaktır” (Tirmizî, “Ferâʾiż”, 2; Şevkânî, VI, 61)
Miras ayetinin sebeb-i nuzülü
hakkında rivayet şöyledir.
Râzî’nin ele aldığı diğer bir
mesele bu ayetin nüzul sebebi olan hadisedir. O, Atâ’dan şu rivayeti nakleder:
Sa’d b. Rebî’ şehit olmuş, geride karısı ve iki kızı kalmıştır. Ayrıca bir de
erkek kardeşi hayattadır. Erkek kardeşi, Cahiliye adetlerine uygun olarak,
gelerek Sa’d’ın terekesinin tamamını almıştır. Bu durum karşısında Sa’d’ın hanımı
iki kızını da yanına alarak Hz. Peygamber salla'llâhü aleyhi ve sellem’e gelmiş
ve halini arz etmiştir. Peygamberimiz ise kadına,
“Şimdilik git, umarım
Yüce Allah bu konuda hükmünü verecektir.” cevabını vermiştir.
Bu konuda henüz İslam’ın bir hükmü olmadığından eski adetler üzere devam eden
uygulamaya doğrudan karşı çıkmamış veya erkek kardeşi çağırarak kadına ve
çocuklara pay vermesini istememiştir. Rivayetin bundan sonraki kısmında kadının
bir daha Peygamberimize gelerek ağladığı bunun üzerine ise sadedinde olduğumuz
miras ayetinin nazil olduğu anlatılmaktadır. Peygamberimiz, inen ayetler
üzerine erkek kardeşi çağırıp, Sa’d’ın kızlarına mirasın üçte ikisini, karısına sekizde birini
vermesini, geri kalanı ise kendisinin almasını söylemiştir. Bu vakıa,
İslam’da taksim edilen ilk miras hadisesidir.[ Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb
(Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1981), 9, 210]
Efendimiz salla'llâhü aleyhi ve
sellem tarafından uyarıldığımız bu konuda insanların davranışları şu şekilde
olabilir.
-Bu ayetler tarihseldir geçerli
değildir.
-Şeriatla yönetilmiyoruz…vb
-Ben kabul etmiyorum.
Bu düşünceleri artırılabiliriz.
Evvela Allah Teâlâ’nın
koyduğu bir farzı Müslüman bilerek inkar ve kabul etmezse hükmü nedir?
Yahya bin Muaz radiyallâhu
anh buyuruyor ki
“Bir anlık iman,
yetmiş yıllık küfrü mahveder, yok eder. Nasıl oluyor ki yetmiş yıllık iman, bir
anlık günahla yok oluyor.”
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ
kendileridir.” (Maide, 5/44)
Tekfir meselesine küfrün
tarifinden başlayalım.
Küfür nedir?..
Lügat mânâsıyla küfür, nimete
karşı nankörlük etmek, nimeti gizlemek, küfran etmek mânâsına geliyor. Şer’î
ıstılahta ise, küfür, “hiçbir
zorlama olmaksızın kendi irade ve isteğiyle iman hakikatlerini inkâr ve
tekzip etmek, yahut tasdik etmemek, iman edilmesi gereken mukaddesatı tahkir
etmek, onlarla alay etmek, haramı helâl, helâli haram kabul etmek” mânâsında.
İman, nasıl kalbin tasdiki ve
lisanın ikrarıyla sabit oluyorsa, küfür de aynı yolla sabit olur.
Bu noktada karşımıza “elfaz-ı
küfür” bahsi çıkıyor, yâni küfür olan sözler. Bu sözleri söylediğini
işittiğimiz bir kimseye hemen kâfir diyebilir miyiz?
Burada âlimlerimiz bize şu soruyu
yöneltiyorlar: onun kalbi hakkında bilgin var mı? O sözü cehaletinden mi
söylüyor, yoksa mukaddesata düşmanlık namına yahut onunla alay etmek
niyetiyle mi? Bu nokta çok mühimdir. Ve bu incelik, fiiller için ameller için
de geçerli...
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır,
“Tekzib-i fiil ile adem-i fiil arasında büyük fark vardır.” diyerek bu noktaya
dikkatimizi çekiyor. Tekzib-i fiil, bir işin, bir hareketin, bir vazifenin inkâr
edilmesi, “öyle bir şey yoktur” denmesi. Adem-i fiil ise, o işin, o
fiilin, varlığı kabul edilmekle birlikte, yapılmaması, yerine getirilmemesi.
Namazı inkâr etmek başka, namaz kılmamak daha başkadır. Birincisi tekzib,
ikincisi ise adem-i fiildir.
Buna göre, bir insan Kur’an-ı
Kerim’in namaz emrini inkâr ederse küfre girer; ama, bu emri kabul ettiği halde
namaz kılmazsa kesinlikle kâfir olmaz. Haramları işlemek de böyledir. Faiz
alıp vermeyi Kur’an’ın yasak ettiğini, bunun ilâhî bir yasak olduğunu kabul
eden bir insanın, nefsine mağlûp olarak bu haramı işlemesi hâlinde kâfir
olmayacağı açıktır.
Sual: Bir kimse, dinin emir ve
yasaklarını öğrenmez, öğrenmeye ve bunlara uymaya ehemmiyet vermezse imanı
gider mi?
Cevap: Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her
sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak
ettiklerine, haramlara uyması lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan
sakınmaya ehemmiyet vermeyenin imanı gider, kâfir olur.
Miras hükümlerini kabul ediyorum
ama uygulanmasını istemiyorum diyende kafir olmaz. Ayrıca Kul hakkına girer.
Şöyle ki:
İslâm’ın üzerinde hassasiyetle
durduğu temel kavramlardan birisi hak kavramıdır. İslâm, bütün canlılara
ait hakları ayrıntılı bir şekilde tespit ve tarif edip sınırlarını
belirledikten sonra her bir hak sahibine hakkının verilmesini emretmiş; hak
ihlali anlamına gelecek her türlü davranışı da yasaklamıştır. Bu hakların
başında kul hakkı gelmektedir.
Nitekim Allah Teâlâ insanoğlunu
en güzel biçimde yaratmış ve mükerrem kılmıştır (el-İsrâ 17/70; et-Tîn 95/4).
Bundan dolayı İslâm’da ırkı,
rengi, cinsiyeti, dili, dini, konumu ne olursa olsun insanların hakları dikkate
alınmış ve gözetilmiştir. Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem veda
hutbesinde; “Ey insanlar! Sizin canlarınız, mallarınız ırz ve namuslarınız,
Rabbinize kavuşuncaya kadar dokunulmazdır.” (Buharî, Hac, 132 [1739, 1741])
buyurmuş; kul haklarını ihlal eden kişinin ahirette hüsrana uğrayacağını
haber vermiştir (bkz. Müslim, Birr, 59 [2581]).
Kul hakkı ihlali durumunda;
haksızlığın gecikmeden giderilmesi, hak sahibi ile helalleşilmesi ve bu
günahtan tövbe istiğfar edilmesi gerekir. Zira Peygamber Efendimiz (salla'llâhü
aleyhi ve sellem.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Kim din kardeşinin
şeref, onur ve haysiyetine veya malına yönelik bir haksızlık yapmışsa altın ve
gümüşün fayda vermeyeceği kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin.
Aksi takdirde yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınarak hak sahibine
verilir. Şâyet sevabı yoksa hakkına girdiği kişinin günahlarından alınarak
kendisine yüklenir” (bkz. Buhârî, Mezâlim, 10 [2449]).
Mallarla ilgili kul hakkı ihlali durumunda;
mevcutsa söz konusu malın kendisi, yoksa
bedeli hak sahibine verilmelidir. Hak sahibinin hayatta olmaması hâlinde ise
mirasçılarına teslim edilmelidir. Malın sahibi bilinmiyor veya kendisine
ulaşmak mümkün olmuyorsa söz konusu mal veya bedeli hak sahibi adına fakirlere
ya da hayır kurumlarına verilmelidir. Ayrıca yapılan bu hatadan dolayı samimi
bir şekilde tövbe edip Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir.
Hak ihlali;
hakaret etme, küfür, yalan,
gıybet, iftira, alay, istihza, rencide etme gibi insanın onur ve haysiyetine
yönelikse bu durumda yapılması gereken, ortaya çıkan zarar ve mağduriyeti
gidermek ve hak sahibiyle helalleşmektir. Buna imkân bulunmadığı durumlarda ise
samimi bir tövbeden sonra hak sahibine hayır dua edilmeli, onun namına hayır
hasenat yapılarak bu vebalden kurtulmaya çalışılmalıdır. Bu şekilde bir yol
izlemenin manevî içerikli kul haklarına keffaret olabileceği bazı âlimler
tarafından dile getirilmiştir (İbn Teymiyye, el-Fetâvâ’l-kübrâ, 1/113).
Yazı başlığındaki ifade neden konuldu derseniz.
Dün bir Yahudi arkadaşımla
konuşuyordum. Siz miras meselesinde ne yapıyorsunuz dedim.
“Yahudiler bugün
olmuş hala Musa aleyhisselâmın şeriatını uyguluyoruz.”
Bu sözün üzerimdeki ağırlığı o
kadar çok oldu ki, İslâm Milletinin neden perişan olduğunu anladım… dedim
Haram yemenin en tehlikeli olduğu
konulardan birisi, duaların kabulüne mâni olmasıdır. En büyük mahrumiyet, kabul
olunan duadan mahrum olmaktır. Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem bu
zararın büyüklüğünden ötürü hadiste dikkat çekici bir üslup ile bu hakikati
vurgulamıştır:
“Yediği haram, içtiği
haram, giydiği haram ve gıdası haramdır. Nasıl duasına icabet edilsin?”
Başka bir hadiste Sa’d ibni Ebi
Vakkâs Allah Resûlü’nden şöyle bir talepte bulunur:
“ ‘Allah’a dua et ki ben duaları
kabul olunan bir kimse olayım.’
Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü
aleyhi ve sellem şöyle cevap verir:
‘Ey Sa’d, yemeğini tayyib (temiz ve helal) kıl
dualarına icabet olunsun. Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin olsun ki kul
haram bir lokmayı karnına gönderdiğinde kırk gün amelleri kabul olunmaz.
Herhangi bir kulun da etleri haramla yetişirse ateş ona daha layıktır.’ ”[
Camiı’l
ulumi ve’l hikem, 1/260]
Dini Emirleri Hafife Almak
Sözlükte “hafif olmak, az,
önemsiz ve kıymetsiz sayılmak” anlamındaki haff (hiffet) kökünden türemiş bir
kelime olup “hafif görmek, önemsememek” demektir. Kelimenin kökünde
bulunan “beden, akıl ve hareket açısından hafif olmak” mânalarından “aklen
hafif olma” anlamı istihfafta ağırlık kazanmaktadır (Lisânü’l-ʿArab,
“ḫff”
md.).
Kur’ân-ı Kerîm’de
hiffet kavramı on yedi âyette geçmekte, bunların üçü istihfaf masdarından
gelmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem,
“ḫff”
md.).
Kur’an’da Firavun’un Hz. Mûsâ’dan
üstün olduğunu ileri sürerek onu aşağıladığı, kavmini sosyal konumlarının
düşüklüğü iddiasıyla hafife aldığı belirtilirken istihfaf kavramı
kullanılmıştır (ez-Zuhruf 43/51-54). Taberî bu durumu, ilmî niteliği bulunmayan
istidlâllerle kavmini kendisine uymaya yönlendirmek, onların idrak ve
anlayışını aşağılayıp küçümsemek şeklinde açıklamıştır.
Yine Kur’an’da Allah Teâlâ
Hz. Peygamber’e müşriklerin inkârına karşı mücadele etmesi, sabretmesi, ilâhî
vaadin mutlaka gerçekleşeceğini göz önünde bulundurarak, inanmayanların
kendisini hafife almalarına fırsat vermemesi şeklindeki uyarı da istihfaf
kavramıyla ifade edilmiştir (er-Rûm 30/60).
Taberî bu âyeti, âhirete
inanmayan müşriklerin Resûl-i Ekrem’in nezaket ve hoşgörüsünü istismar ederek
onu elçilik görevini yerine getirmekten alıkoymaya çalışmak biçiminde
açıklamıştır. Mâtürîdî ise kavramın “acele etmek” mânasına ağırlık vererek,
“Münkirlerin acımasız eziyetleri seni aceleye getirip helâk edilmelerini
istemeye sevketmesin” anlamını öne çıkarmıştır. Hadislerde de hiffet kökünün
türevleri ve istihfaf masdarı Kur’an’daki mânalarıyla yer almaktadır (Wensinck,
el-Muʿcem,
“ḫff”
md.).
İslâm âlimleri, Hz.
Peygamber’in Allah’tan getirdiği vahiyleri ve bunlardan zorunlu olarak çıkan
dinî hükümleri (zarûrât-ı dîniyye) küçümseme niteliği taşıyan söz veya
davranışları istihfaf olarak değerlendirmiştir.
Nitekim İbn Teymiyye küçük görmeyi ve önemsememeyi âdet haline getiren
kişinin kalbinde tam bir teslimiyetin oluşmayacağını, böyle bir tutumun
kibirlenerek ilâhî emre boyun eğmeyen İblîs’in küfrüne benzediğini söylemiş,
Sa‘deddin et-Teftâzânî de Resûl-i Ekrem’in Allah’tan getirdiği dini hafife
almanın tasdiki ortadan kaldıracağını belirtmiştir.
Osmanlı âlimlerinden Bedrürreşîd Muhammed,
insanların küfre düşmesine sebep teşkil eden sözlerin (elfâz-ı küfür) dinin
esaslarından birini alaya almak (istihza) veya inanılması gereken esasları
küçümsemek (istihfaf) yahut haramlığı kesinleşen şeylerin helâl olduğunu
söylemek (istihlâl) şeklindeki üç husustan birine gireceğini bildirmiştir. Öte
yandan Ali el-Kārî, Kur’ân-ı Kerîm ve Kâbe gibi dinde yüce bir konuma sahip
bulunan şeyleri ve ibadetleri hafife almanın, onlar hakkında aşağılayıcı
ifadeler kullanmanın küfür statüsüne girdiğine dair âlimlerin görüşünü aktarmıştır.
Yakın dönem İslâm âlimlerinden
Şehâbeddin Mahmûd el-Âlûsî, Rûm sûresindeki âyetle (30/60) Hz. Peygamber’in
yanı sıra ümmetinin de kendilerini onaylamayan, küçük gören, söylediklerini ve
yaptıklarını yadırgayanlara karşı sabırlı olmaları yönünde uyarıldığına dikkat
çekmektedir.
Netice olarak:
İslam’da cihat farzdır. Yani:
İslâmî literatürde “dinî
emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip
kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı
mücadele vermek” şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi
olarak daha çok müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise nefs-i emmâreyi
yenme çabası için kullanılmıştır
Hz. Peygamber’in, ümmetin içinde
yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emrolundukları şeyleri yapmayan nesiller
ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o
mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad
ederse o mümindir” (Müslim, “Îmân”, 80)
Bir hükmün hafife alındığında
onun için mücadele etmek, dini korumaktır. En büyük cihattır. Eğer ki bir hak
olan konuda zafiyet gösterilirse, küçük günahlar büyük günahlara gebedir.
Her şeyden önce tarafımız her
zaman haklı olan Allah Teâlâ’nın tarafında olmaktır. Eğer bunu yapamıyorsak,
günahkâr olduğumuzu kabullenmek ve sonuçlarına katlanmak gerekecektir.
Bilinmelidir ki dünya için değmez.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, “Mücahid nefsiyle cihad edendir” (Tirmizî, “Feżâʾilü’l-cihâd”, 2)
meâlindeki hadise dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı
gerçekleştirilen cihada nisbetle asıl olduğunu,
Allah’ın emirlerine
uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini
belirtir (Zâdü’l-meʿâd, II, 38).
İhramcızâde İsmail
Hakkı
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar