Print Friendly and PDF

AYTUNÇ ALTINDAL İlklerinden Külliyat



AYTUNÇ ALTINDAL’ın hazırlamış olduğu “TÜRKİYE’DE KADIN”(Marksist Bir Yaklaşım) İsimli Eserinden kadın haklarının serüvenini takip edelim.
İLKSÖZ
5 Aralık 1947’de Türkiye’de “Kadın Haklarının Kazanılması”nın 40. yıldönümü kutlandı. 1975 ise, Batı Kapitalizmi tarafından Dünya Kadın Yılı ilan edildi.
Dünyada Kadının Bağımsızlığı, ilk kez, 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransız Komünistleri tarafından politika platformuna getirilmiştir. Ne var ki, o günlerden bu yana tutucu çevreler, Kadın Hakları başlığı ve kapsamı altına aldıkları Kadının Bağımsızlığı Hareketi’ni, sürekli biçimde, olması gerekenden başka yönlere —feminizm, libertizm gibi— çekmeyi başarmışlardır. Bu durumda, Kadının Bağımsızlığı, Sosyalist öğreti içinde yer alan bir toplumsal-değişim-isteği olmasına karşın, özün- de tutucu çevreler yararına büyük ölçüde tahrifler yapıldığı için, Batı’nın Kapitalist düzen anlayışı tarafından kullanılır olmuştur. Ardı kesilmeyen manipuiation’ larla (manipülasyon : şaşırtmaca, aldatmaca, yönünden saptırmaca) gerçekleştirilmiş olan bu “kullanılış”ın yansımaları 40 Yıllık Türk Kadın Hakları’nda da bolca görülmektedir.
Çalışmamızla ilgili olarak, altını çizmeden geçemeyeceğimiz ilginç bir durum var. Türkiyeli Marksistler, nedense, Osmanlı-Düzeni ile, bilemediniz Selçuklular’ la ilgilenmişler de, Anadolu’dan akıp geçmiş, yüzyıllarca bu topraklarda yaşamış ve kültürler devralıp, geliştirerek iletmiş diğer ulusları derinlemesine incelememişlerdir. Örneğin, Hititler, Osmanlı’ya şaşılacak biçimde benzer düşen Devlet, Toplum, Aile, Ordu ve Hukuk yapılarına sahip olmalarına karşın, Marksist açıdan bir yorumlamaya sokulmuş değillerdir. Bilindiği gibi, Hititler, ancak, 20. Yüzyıl’ın başlarında varlıkları belgelenebilmiş bir Devlet ve ilk Anadolu İmparatorluğu’dur. Bu nedenle, tabiidir ki, ne Marks ne de Engels, Hititler’i tanıyamamışlardır. Belki de, Anadolu’nun geçmişine dair ellerinde hiç bir belge bulunmayışındandır ki, Engels, (daha önce Marks) Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, Yunan ve Roma uygarlıklarına ve Morgan’ın, “Eski Toplum”una ağırlık vermişlerdir. İşte, 1891’de geliştirilmiş 4. Basımı yapılan Marksizm’in bu temel kitabında, Engels, ölümünden (1895) onlarca yıl sonra Tarih Sahnesi’ne çıkarılacak (keşfedilecek) bir toplumun —örnek aldığımız Hititler’in— Aile ve Devlet yapısına ışık tutabilmektedir. Başka bir deyişle Marksist Tarihî Maddeci görüşün bilimsel çözümlemeleri, şaşmaz bir doğrulukla “üzerinde düşünme yapabilme olanağı bulunamamış” bir Düzen-anlayışını da çözümler mahiyettedir.
Özetlersek: Türkiye’de Kadın, bilebildiğimiz kadarıyla Marksist açıdan 1950’den bu yana yapılmış en geniş kapsamlı ilk kitaptır. Bu nedenle bazı yanılgılara düşülmüş olabilir. Bunların sorumluluğu bize aittir. Ancak, bu sorumlulukta, Türkiyeli kadının sosyo-ekonomik-politik ve kültürel durumunu Marksist değerlendirmeye sokmamış olan ağabey kuşakların da payı vardır sanıyoruz.
A. ALTINDAL
İstanbul - 1975
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Birleşmiş Milletler Örgütü, bilindiği üzere, 1915’i Dünya Kadın Yılı olarak kabul ve ilân etmişti. «Türkiye’de Kadın »ın ilk baskısı bu ilânın yapılışından kısa bir süre sonra, Ocak 1975’de yayınlandı. Kitabın «İlksöz» bölümünde «1975’in Batı kapitalizmi tarafından dünya kadın yılı ilân edildiği» belirtilmekteydi. «Türkiye’de Kadın »a karşı ilk sözlü eleştiriler bu yargının «yanlışlığı» varsayımına dayandırıldı. Bu «yanlış-avcılarına» göre durum tam tersiydi! Birleşmiş Milletler Örgütü'nde alınan bu karar sosyalist ülkelerin bir zaferiydi, şu ünlü deyimle, bir «demokratik kazanım»dı. (!)
Bu «Doğru »yu bir eleştiri olarak öne sürenler, ilginçtir ki, Türkiyeli kadının durumuyla ilgili olarak düzenlenen ve konuşmacı olarak katıldığımız seminerlerde (İstanbul’daki üç toplantıda) söz alıp, bu «Doğru»yu açıklamadılar bize ve dinleyicilere — nedense, rastlantı bu ya, hep hazır bulunmadığımız yerlerde ortaya getirmeyi anlaşılan kendi «Toplumsal-İlerlemecilik » (!) görüşlerine uygun buldular. Bu nedenledir ki, 1975 Dünya Kadın Yılı’nın Batı'da (kapitalist-emperyalist blokta) ve Türkiye’de ne gibi «Demokratik-Kazanımlar» (!)  getirdiğine kısaca değinmek nesnel bir zorunluluk olarak ortadadır.
«Türkiye’de Kadın»a yöneltilen ikinci eleştiri, «Eşit İşe Eşit Ücret» belgisine yer verilmemiş olmasıydı. Eğer bu belgi işlenmiş ve önerilmiş olsaydı, kitap görevini yerine getirmiş sayılabilir — ve sendikal çalışmalarda «bir yere kadar» kendisinden yararlanılması düşünülebilirdi! Bu eleştiriye ilk elde ve kesin yanıtımız şudur: bu kitapta «Eşit işe Eşit Ücret» belgisine «kasten ve bilerek» yer verilmedi. Açıkça anti-marksist niteliği olan bir bilgiyi, tabiidir ki, genel olarak okurlara özel olarak da Türkiye’deki Marksist harekete ilgi ve yakınlık duyan genç insanlara aktaramazdık. Ne içeriğini ne özünü de Türkiye'deki kısa tarihçesini bilmedikleri bir belgiyi, kulaktan dolma «buyruklara» kapılıp öne çıkaramazdık, nitekim çıkarmadık da. Bu belgiyle ilgili kısa bir dökümü az sonra yapacağız-
Bir de «Bay ve Bayan İlericiler» den kurulu, «Özgür Kadın - özgür İnsancı» demokratik solcuların tutumu, daha gerçeği tutumsuzluk’u(?) var. Hemen belirtelim ki, bu çevreden açıkça ve direkt hiç bir tepki ya da yergi bize ulaşmadı. Ulaşamazdı da. Çünkü «bu» CHP'dir! CHP’li aydınlar, bir kitap için elli yıllık parti siyasetine ters düşecek değillerdi elbette. CHP'li «erıtellektüeller» atalarından (!) yadigar olan bu siyaseti, doğal olarak, «Türkiye’de Kadın» için de uyguladılar. Bay ve Bayan İlericiler, Türkiye’de böyle bir kitabın yayınlandığını ne gördüler, ne duydular, ne de konuştular! Fakat sonuçlarından yararlanmamazlık da etmediler. CHP’nin «yönetimcilik zihniyeti/egemen sınıf anlayışı» ile «plagiarism»  [aşırma, aşırmacılık.]birbirlerinden ayrı düşünülemeyecek, birbirlerine dönüşmüş iki olgudur.
Bu durumda, sonuncusu hariç, diğer iki nokta üzerinde durmamız gerekiyor. CHP entellektüellerini, kesin görüşlerini bir türlü öğrenemediğimiz için, muhatap alamıyoruz. Ancak soru ortadadır. Acaba «İlerici» CHP, 1975 Dünya Kadın Yılı’nda kendi içinde ve dışında ne gibi faaliyetlerde bulundu? Bu soruyu CHP Gençlik ve Kadın Kolları bir araştırsalar, herhalde, iki dosya kâğıdının önyüzünü bile zor dolduracak «umut, barış, kardeşlik, özgürlük» edebiyatından öte somut hiç bir girişime rastlamayacaklardır.
İlkin bu iki konu üzerinde duralım.
Birleşmiş Milletler’de 1975’i Dünya Kadın Yılı olarak ilân eden komisyonun kısa bir tarihçesiyle başlayalım. Kapitalist blokta kadınların anayasalar ve yasalar önündeki eşitsiz durumlarını ele alan ilk örgüt Pan American Union’dır. Bu örgütün 1923’te toplanan 5. Uluslararası Konferansı'nda gelecekte kadınların durumunun da ele alınması gerektiğine dikkat çekilmiş ve bu karara bağlanmıştır. [NOT: Rusya Kadın İşçileri 1. Kongresi, Rusya (Bolşevik) Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin çağrısı üzerine 16-21 Kasım 1918’de toplanmıştır. 1.147 kadın delege katılmıştır.] 1937’de «The League of Nations» kadınların durumunun incelenmesini öngörmüş ve bir komite oluşturmuştur. Bu komite 2. Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle hiç bir faaliyette bulamamadan ilga edilmiştir. Bugünkü Kadın Komisyonu ise, Birleşmiş Milletler’in kurulmasından sonra 1946’da, BM'deki «Economic and Social Council»e bağlı olarak tesis edilmiş bir alt kuruluştur. 1975'i Uluslararası Kadın Yılı ilân eden gerçek örgüt de, sanıldığı gibi kadınların durumunu araştıran (Commission on tlıe Status of Woman) değil, işte bu (ESC) üst örgüttür. Bu üst kuruluşun 1851 (LVI) sayılı kararı, kadınların ne durumda olduklarının uluslararası düzeyde «araştırılması» amacıyla alınmış olan bu çağrıyı açıklamaktadır. Gerek BM, gerekse Kadın Komisyonu, çalışmalarının temelini, alınan kararların kâğıt üzerinde bırakılmayıp hayata aktarılabilmesi doğrultusunda uğraşmak olduğunu her fırsatta belirtmektedirler. Bütün çaba, İnsan Hakları Beyannamesi’ne uygun bir anlayışla, dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınların durumunun saptanması ve ilgili ülkelerin yasalarında kadınların durumunu düzeltici değişiklikler yaptırılmasına matuftur.
BM'nin ilgili komisyonu, bir alt kuruluş olarak yürüttüğü faaliyetlerini sadece bir temenni olarak önerebilir. Çünkü BM’de alt komisyonların aldıkları kararların, ilgili ülkeler nezdinde hiç bir yasal bağlayıcılığı yoktur, olmaz. Bu bir. Hiç bir Devlet, tabiidir ki Türkiye de, bu kararlara uymak ve bunları uygulamak zorunluluğu (imperative) altında değildir. Bu kararların uygulanıp uygulanmadıklarını «Yasal» yollardan soruşturma konusu yapabilecek hiç bir devlet kurumu da yoktur. Bu iki. Bu nedenledir ki, Türkiye’de hiç bir kadın ya da tüzel kuruluş, BM’den çıkan «bu» kararları uygulamıyor diye T.C. Devletini ve/ile Hükümetini uygulamalara zorlayamaz, suçlayamaz, dava konusu yapamaz — fakat sadece «kınayabilir». Bu üç. Kaldı ki, ilgili komisyon dahi, bütün gayretlerinin bu kararların kâğıt üzerinde kalmaktan kurtarılmasına yönelik olduğunu defalarca belirtmekte, yinelemektedir, (a.b.k. ss. 4/5/6). Bu komisyonun kararlarının ne denli ciddî uygulamalara konu olduğuna somut bir örnek, İsviçre'dir. Komisyon otuz yıldır çalıştığı (!) halde dünyanın en ileri ve uygar ülkelerinden biri diye gösterilen İsviçre’de kadınların oy kullanabilme hakkı ancak 1974’de, o da sol eğilimli temsilcilerin gayretiyle, yasalara geçirilebilmiştir.
Gerek BM’deki Kadın Komisyonu’nun gerekse bu komisyonun aldığı kararların belirttiğimiz nitelikleri nedeniyledir ki, kadınların en bağnaz baskılar altında tutuldukları Katolik dünyasında, ruhanî temsilci Papa VI. Paul «bile» BM’de alınan kararı sevinçle karşıladığını Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı Sekreteri Helvi Sipila’ya (Finlandiya) açıklamaktan kaçınmamıştır.
19 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında Meksika’da bir dünya konferansı toplanmıştır. 1915 -1985 yıllan için bir eylem planı benimsenmiştir.(s) Sonuç olarak tesbit edilen ilk hedef, temsilci kadınların ülkelerinde öncelikle bu kararların yasalaştırılması için çalışmalar yapmaları olmuştur. Şöyle söylenirse, bu kararlar öncelikle ilgili Devlet ve/ile Hükümetler'in yöneticilerine benimsetilmeliydi, yoksa, alınan kararların uygulanabilmesi hiç bir şekilde olası değildi! (Öte yandan bunların yasalaşması da tam bir güvence değildir. Hele Türkiye'de! Hele Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını dahi kasten, isteyerek ve bilerek uygulamayan MC döneminde.)
Bu durumda sonuç, bir kez daha, önceden düşünülmüş olanları doğrulayarak ortaya çıkmıştır. Batı'nın kapitalist-emperyalist blok’u, yıllardır oyaladığı, savsakladığı, yönünden saptırdığı bir komuta göstermelik bir girişim yapmak zorunda kalmıştı. Çünkü kapitalizm’in «olmazsa olmaz»! bunalımlar sayesinde/aracılığıyla kadınların durumu da, eskisine oranla daha keskin bir «Sorun» haline gelmişti. Bu nedenle sorunlar uluslararası düzeyde tesbit edilmeliydi, sonra bunlara palyatif,[ Tedavi etmeden yatıştırıcı ve rahatlatıcı ilaç veya tedavi.]  gözboyayıcı çözümleri (!) önerilir; BM’deki komisyon da görevini yerine getirmiş olurdu. Kaldı ki, her sorun gibi, bu da, kurnaz davranalabilirse «Para» ve «Pozisyonsa tahvil edilebilirdi. ABD’deki inanılmayacak kadar çok olan kadın derneklerinin büyük gelirleri olduğunu geçerken hatırlatmış olalım. Bu dernekler seçimler sırasında, dolaylı ya da dolaysız yollardan, ellerindeki fonları ve üyelerini kadınlara «İlerici»(!) haklar sağlayacaklarım öne süren siyasî kuruluşlara kanalize edebilmektedirler. ABD’nin bu güzel deneyi niçin tüm «Hür Ülkeler»e yaygınlaştırılmasın? Her zaman olduğu gibi işte «Hür Dünya»(!) sorunların üstüne üstüne yürümüyor mu? İşte, «kreşler açılmalı, kadınlar eğitilmeli, eşit işe eşit ücret,» demiyor mu? İşte koskoca bir yıl kadınlara ayrılmadı mı? İşte kadınlar özgürleştirilecek, eşitleştirilecek denmiyor mu?
Sonuç ortada. En azından Türkiye için ortada. BM’nin aldığı kararların «teki» dahi uygulamaya sokulabilmiş değil. Çünkü Burjuva (ki, yurdumuzdaki Batı Avrupa ve ABD emperyalizmine bağımlı işbirlikçi sermayenin güdümündedir) demokrasilerinin egemen olduğu memleketlerde, demokratik kazanımlar onun de jure ve de facto işgalinde olan Devlet tarafından «Verilecek Haklarla» değil, örgütlü işçi-köylü-emekçi sınıfların fiilî önderliğindeki mücadele içinde, söke söke koparılarak «Alınan Haklarla» gerçekleştirilebilir. «Demokratik – Kazanım» dan bizim anladığımız budur.
Gelelim «Eşit İşe, Eşit Ücret» belgisine. Burada hemen belirtilmesi gereken bir nokta var. İngilizce «Equal Pay» terimi, Türkçe’ye «Eşit Ücret» olarak çevrilmiş, böylelikle de «Equal Pay» ve/ile «Equal Wage» bir ve aynı olaymış gibi açıklanmıştır. İngilizce'de «Pay» kavramı, daha çok «Maaş» karşılığı olarak kullanılır; «Wage» ise tam anlamıyla «Ücret»i karşılar. Bunların arasında, diyalektik anlamda «Çelişki ve Fark» vardır. Biz burada, sadece Türkiye’de —daha gerçeği Türkçe’ye çevrilmiş şekliyle— yaygınlaştırılmış olan «Eşit İşe Eşit Ücret» belgisini ele alıyoruz.
Önce kısa bir tarihçe. OIT (Uluslararası Çalışma Örgütü)'nün eşit değerde bir iş için kadın ve erkek işçilerin eşit ücret almasına ilişkin antlaşma 1951’de Birleşmiş Milletler’de kabul edilmiştir. Türkiye bu anlaşmaya imza koymuş otan 78 devletten biridir. Burada sözü edilen «ücret» gerçekte «maaş» anlamındadır.
Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu 1 ile 15 Temmuz 1965 tarihleri arasında Amsterdam Dünya Kongresi’nde kadın işçilere «Eşit İşe Eşit Ücret» uygulamasını bir anlaşma metni olarak kabul etmiştir.  [NOT: Türk-İş bu konfederasyona bağlıdır. Ayrıca DİSK içinde yer alan fakat yine bu üst kuruluşa bağlı sendikalar vardır. Kapitalist-emperyalist düzenin Batı Avrupa’daki en güçlü sendikal üst örgütü budur.]
Bu metnin giriş kısmında, özetle kadının toplumsal hayattaki ve kalkınma hamlesindeki yeri belirtildikten sonra «Eşit İşe Eşit Ücret» konusuna gelinmekte ve ezcümle; «Ekonomik ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirmiş ülkelerde bile kadın işçilerin, vaadedilmiş olan bütün ilerlemelere rağmen, zaman zaman çeşitli ayırım hareketlerine hedef tutuldukları görülmektedir. ‘Eşit İşe, Eşit Ücret’ ilkesi birçok ülkede henüz tam anlamıyla uygulanmamaktadır ilh...»(s) Bu öneri, tabiidir ki, Türk-lş tarafından da benimsenmiş, «Eşit İşe, Eşit Ücret» belgisi ilk kez bu kanal tarafından Türkiye’de yaygınlaştırılmıştır.
Şimdi de Marx, Engels ve Lenin’in «Eşitlik» ve «Ücret» kavramlarından ne anladıklarına kısaca değinelim.
(A)      «Proletaryanın eşitlik isteminin gerçek muhtevası, sınıfların ilgasını (altı çizili) istemektir. Bunun dışına taşan eşitlik istemleri zorunlu olarak saçmalığa (anlamsızlığa) açılır (geçer). Çünkü ister burjuvaca bir eşitlik olsun, isterse proleterce bir eşitlik olsun, bu iki eşitlik fikri de tarihsel ürünlerdir...»
(B)      «Ücret eşitliği (altı çizili) yakarmaları (cry) bu nedenledir ki bir yanlışın üzerine temellendirilmiştir, budalaca (insane) —altı çizili— bir istektir ki hiç bir zaman karşılanamaz. (Sözü edilen kapitalist toplumdur. A.A.) Öncüller kabullenip, (bunlarla) sonuçları temizlemeye uğraşan şu sahte ve yüzeysel (superficial) radikalizmin dölüdür.
Marx, ayrıca, ücret sisteminin yürürlükte olduğu yerde, eşitlik için şamata koparmanın, kölecilik’in yürürlükte olduğu sistemlerde «özgürlük» şamatası koparmaya benzediğini belirtir, ditto.
(C)      «Biçimsel eşitlikte bile (yasa önünde eşitlik, tokla açın, varlıklı ile yoksulun ‘eşitliği’) kapitalizm tutarlı «olamaz» (altı çizili) (...) Hiç bir Burjuva devleti, ne kadar ilerici, cumhuriyetçi, demokratik olursa olsun, kadının ve erkeğin tam eşitliğini tanımamıştır.»
Marx, Engels ve Lenin’in «Eşitlik» ve «Ücret» ten ne anladıkları açıkça (ve özetin özetiyle) budur.
«Eşit İşe, Eşit Ücret» ilkesi 1970’de İngiltere’de kabul edilmiş, ancak bu maddenin (Equal Pay Act) yürürlüğe giriş tarihi için 29 Aralık 1975 kararlaştırılmıştı. «Demokrasi»nin beşiği denilen bu ülkede, «Eşit İşe, Eşit Ücret» ilkesinin kadın emekçilere ne gibi haksızlıklar (evet, eşitlik adı altında eskisinden daha rafine haksızlıklar) yükleyeceği Komünistler tarafından olduğu gibi, Komünist-olmayan yazar ve bilim adamlarınca dahi enine boyuna işlenmiştir. Komünist olmayan araştırmacılar bile patronların bu yasayı uygularmış gibi yapıp gayet rahatlıkla uygulamayabileceklerini göstermişlerdir. Bu madde aracılığıyla patronlar, kadın işçilerin özellikle emeklilik haklarında gayet kurnazca (ve de kârlı) çalıntılar yapabilmektedirler.
«Eşit İşe, Eşit Ücret» egemen sınıfın/sınıfların öylesine «işine» gelen bir ilkeydi ki, İran Şahı bile, İngiltere, Yeni Zelanda ve Hollanda’dan önce kendisinin İran'da uygulamış olduğunu, tam sayfalık renkli ilânlarla koydurduğu haberler aracılığıyla bütün dünyaya açıklamaktan gurur duyuyordu.
İran’da olduğu gibi, Türkiye'de de böylesi bir sahte (pseudo) ücret eşitliği vardır. Bazı «işler»de kadınlara erkeklerle eşit düzeyde ücret verilmektedir — ki, bu daha çok devlet dairelerinde izlenebilmektedir. Bu dahi, «Eşit İşe, Eşit Ücret» belgisinin ne denli tutarsız olduğunu kanıtlayan bir örnektir. Çünkü burada söz konusu olan gerçekte «Maaş»tır, «Ücret» değil. Yani «Eşit İşe, Eşit Maaş».
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz. Kapitalist üretim tarzında, proleter, «Ücret»i sattığı «İşgücü»ne karşı alır; yaptığı «İş»e karşı değil. Bu üretim tarzında «Ücret» satılan işgücünün «Fiyatı»dır. Proleter'in sattığı «İşgücü»dür ve bu da, kapitalist üretim tarzında asla ve hiç bir zaman tam karşılığını bulamaz — bulabilseydi bu üretim tarzında «artık-değer»in, bir sınıf oluşturan kapitalistler tarafından sömürüsü olmazdı. Marx’ın, insanlık tarihine yaptığı katkılardan biri de, zaten «İş» ve /ile «İşgücü» arasındaki çelişki ve farkı ortaya koymasıdır.
Sınıflar arası mücadele ve çelişkilerin giderek billûrlaştığı 1970'ler Türkiyesi’nde «Eşit İşe, Eşit Ücret» kelimeleriyle formüle edilen bir belginin, devrimci içeriğinin olamayacağı ve ancak vulger iktisatta izlenebilen rafine bir «zam» isteğinden (talebinden) öte değer ve anlam taşımayacağı kanısındayız. Bu nedenledir ki, sözü daha fazla uzatmayı yersiz buluyoruz.
Gelenek itibariyle anlamı büyük olan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, geçtiğimiz yıllarda, özellikle İKD (İlerici Kadınlar Derneği; Kuruluşu: 1975)’nin girişimleriyle kutlanılmaya başlandı. 1910’dan bu yana, tüm dünya ülkelerindeki kadınların örgütlerince kutlanılmakta olan bu gün'ü, sıradan bir kutlama-günü olmaktan kurtarmak gerektiği inancındayız, — hiç değilse sınıflar arası mücadelenin giderek keskinleşmekte olduğu yurdumuzda. Yoksa Türkiye burjuvazisi, bu anlamlı günü de tıpkı «Anneler Günü», gibi bir soytarılık haline çevirmekte gecikmeyecektir,
«Türkiye’de Kadın» yurdumuzun genç insanlarına, belirli bir konuda yol-gösterici, uyarıcı, eğitici bir kitap olabildi mi? Kanımızca soru budur. Bu sorunun karşılığını halen açık kabul ediyoruz. Yurdumuzda süren devrimci mücadele içinde, bu mücadeleye fiilen katılan kadınlar, bu kitabın tutarlı ya da tutarsız olduğunu, geçirdikleri ve geçirecekleri deneylerden çıkarak bize göstereceklerdir. Çünkü, kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda bir değil iki kez baskı ve sömürüyü yaşayan tüm üretimci emek sahibi kadınlar bazı «özel» deneyler edineceklerdir. Yakın geleceğin demokratik ve bağımsız Tiirkiyesi'nde, «nasıl bir Türkiyeli kadın doğacağını» son tahlilde, belirleyecek olan da onların bu özel deneyidir. Ve işte ancak o zaman kitabın gerçek eleştirmenlerine kavuşacağına inanıyoruz-
A. ALTINDAL
4 Nisan, 1977 Zürich
ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ
«Türkiye’de Kadın»ın ikinci baskısı yaklaşık bir yıl önce tükendi. Bu üçüncüsü. Ve gerçekten de oldukça ağır koşullar altında yayınlanabildi. Çünkü emperyalist mihraklarca düzenlenen devalüasyonlar ve enflasyon sonucunda ortaya çıkan alışık-olunmayan maliyet artışlarının, bir yandan yayıncıları bir yandan da okurları zorladığı şu dönemde değil yeni basım yapmak, broşür çıkarabilmek bile bir meseleydi. Buna rağmen, okurlardan ve kitab evlerinden gelen isteklerin yüreklendirmesiyle bu yeni baskıyı gerçekleştirebildik. Dost okur ve kitabevlerinin gösterdikleri dayanışma ve desteğe, burada içtenlikle teşekkür ederim.
Bu, teşekkürün bir yanı. Bir de diğer yanı var. «Türkiye’de Kadın»a ve yazarına belirli bir «Sol» çevre ilk yayınından sonra kasıtlı ve sekterce saldırılarda bulunmuştu. Kitabın yaygınlaşmasını çeşitli yollarla engellemişler, olmadık tezviratı yapmaktan çekinmemişlerdi. Hatta bazı kitapçılara giderek bu kitabı satmamalarını, vitrinlere koymamalarını buyuracak kadar gemi azıya almışlardı (Ör. İstanbul Orta- köy’de). «Komünist» olmak iddiasıyla fevkalade «illegal» olarak ortada dolaşanlar bunları yaparlarken, ilginçtir ki, İstanbul Üniversitesi’nin çevresindeki kitapçılara uğrayan bazı Reaksiyoner-Gerici çevrelerin temsilcileri de benzer komutları vererek kitapçılara baskı yapıyorlardı. Anlaşılan bu fevkalade «illegaller» ile fevkalade «Hitler özentileri» kitaptan hoşlanmamışlardı, ve hınçlarını zorbalıkla yansıtmayı uygun bulmuşlardı. İşte teşekkürün diğer yanı da bu zorbalığın göğüslenmesiyle ilgilidir. Kaba kuvvet gösterilerine aldırmayan dost okur ve kitabevlerini ortaya koydukları medeni cesaretten dolayı kutlarım.
Tabiidir ki, bu tür üzücü olayların yanısıra, yazarı yüreklendiren, gönendiren, çalışma azim ve hevesini bileyen olaylar da yaşandı. «Türkiye’de Kadın» birçok araştırmacıya kaynak oldu. En ters görünen MSP ve «Milli Görüş» taraftarları arasında bile yankı yaptı, tartışıldı. Sövgü ve kaba kuvvet olmaksızın. Üniversiteli genç bir kız öğrencinin kitaptan etkilenerek yapıp ilettiği «Türkiye’de Kadın» adlı tablo ise anlamlı bir armağan olarak duruyor köşesinde. Güdümlü jürilerden «En İyi Kitap» ödülü almaktansa, hiç tanımadığımız bir okurumuzdan, belki de bütçesinden fedakârlık yaparak hazırlayıp sunduğu böylesi bir armağanı almak, tabiidir ki, karşılaştırılamayacak kadar değerlidir.
Kitabın bu yeni baskısında hiçbir değişiklik yapılmadı. Bazı eklemeler var ki, onlardan da, burada söz edeceğim. Bunlardan biri, «Özgür Kadın» olmakla ilgili. Özellikle emperyalizmin «Kültür Politikası»nın beyin yıkamasıyla Türkiye’de de bazı entellektüel kadınlar «Sütyen takmamak» ya da dilediğinle (erkek ya da dişi) «Gönül Eğlendirmekle» özgür kadın olunabileceğini sanmaktadırlar. Burjuvazi’nin bu «Özgür Kadın» tipolojisiyle Sosyalist ve Komünistler’in anladığı «Özgürlük» ayrı olgulardır. Kısacası, biri diğerinin diyalektik zıttı ya da devrimci inkarı değildir. Sütyen Takmamak’da «Simgelenen» anlayışla «Özgür» olunacağı, Batı (Hıristiyan) kapitalizminin her zamanki görüntüyü gerçek sanma alışkanlığının bir tezahürüdür. Bakire'den «Çocuk» doğurtup(l) bunu tartışılmaz, kutsal ve tek «Gerçek» kabul edebilen bir anlayış, elbette ki, «Sütyen Takmamakla» özgür olunabileceğini de rahatlıkla vazeder. Öte yandan, belirtmeye gerek var mı bilmem ama, «Sütyen takarak» da özgür olunmaz! Cinsel özgürlük, tarihsel, toplumsal, siyasal ve iktisadi bir olgudur. Sınıfsal niteliktedir, teşhircilik’le (exhibitionism) bir ilgisi yoktur. Toplamlarda kadınlar ve erkekler cinsel özgürlüklerine ancak sınıfsal mücadele içinde ulaşabilirler, sınıfsal - olmayan mücadelelerle buna varılamaz, hatta uzaklaşılır. «Türkiye’de Kadın» da Batı'lı Feminist ve Libertistler’in (Women’s Lib) bu tür ve diğer sapkın görüş ve önerilerine başından beri karşı çıkıldı. Burjuvazinin «İlerici» (?) geçinen temsilcilerinin bu kitabı «Modern» bulmayışları bu yüzdendir. Çünkü «Modern» olabilmenin şartı, ABD ve Fransa'daki anti-komünist feministlerin söylediklerini, katıksız tekrardır, onların gözünde.
Diğer önemli husus ise şıı «Eşit İşe Eşit Ücret»tir. «Türkiye'de Kadın» bu belgiyi eleştiren ve onun anti-marksist kimliğini sergileyen ilk kitap ve çalışmadır. Bunun tartışmasını yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da yapmışızdır. Bildiğimiz kadarıyla birçok «Sosyalist» kuruluşta bile amentü gibi tekrarlanan bu belgiye ilk kez karşı çıkan biz olduk. Karşı çıktık, çünkü haklıydık. Bunu kanıtlamasını da bildik. Bugün artık işbirlikçiler «Eşit İşe Eşit Ücret» reformizmini «Sosyalistçe» bir talepmiş gibi sızdıramıyorlar Türkiye Sosyalist İşçi ve Komünist hareketine.
ABD Senatosu’nda, Senatör Mc Namara başkanlığında yürütülen çalışmalarla oluşturulan ve 10 Haziran 1963’de Başkan Kennedy tarafından imzalanarak ABD’de yürürlüğe giren «Eşit İşe Eşit Ücret», o günlerin Senato tutanaklarında, «ABD’nin (yani ABD’nin emperyalist mihraklarının A.A.) çıkarlarına en uygun yasa tasarısı» olarak sunulmuştu
Dünya Bankası, Treasure Board, IMF vb. gibi uluslararası sömürü merkezlerinin bilgi ve onaylarıyla yürürlüğe girmiş olan bir talebi Türkiye’de kimler, hangi amaçlarla savunmuşlardı acaba? Biz bu eleştiriyi kamuoyuna getirdiğimiz zaman bazı aklı-evveller «Efendim, kelimelerle oynamayı bırakın» diyerek bilgisizliklerini örtmeye kalkışmışlardı. Oysa ABD Senatosu’ndaki ilgili komisyon bile sadece «Eşit İş» nedir bunu tanımlayabilmek ve «Eşit» dersek ne kazanırız, demezsek ne, diye tam bir yıl tartışmışlardı.  Bizdeki aklı- evveller ise, «Ha ücret denmiş ha maaş; ha eşit iş denmiş, ha aynı iş, bundan ne çıkar,» diyebildiler... Oysa «Eşitlik» sandıkları gibi, basit bir kelime değildir. Öte yandan, madem ki kelimeler önemsizdirler, öyleyse, kendileri ne demeye «Eşit İş» demekte ısrar ettiler? «İş»i başka türlü nitelendirselerdi ya...
«Eşitlik» düşüncesi, son iki yüzyıl içinde, özellikle de Mason(ik) ya da quasi-masonic gizli örgütlerce (ör. Martinist, Carbonarist vd.) belirli bir anlam yüklenerek yaygınlaştırılmıştır. Bu «Deist» kuruluşların «Eşitlik» anlayışlarıyla Bilimsel Komünizm’in ele aldığı «Eşitlik» bir ve aynı «Eşitlik» değildir. Komünistler «Birlik ve Özdeşlik» ilkesini savunagelmişlerdir. Onlar için aslolan «Herkesin yeteneğinden, herkesin ihtiyacına göre (lik)» ilkesidir. Ve böylesi bir toplumsal örgütlenişte de, «Ücret»in yeri yoktur, ya da olmayacağı varsayımlanmaktadır. [ “Eşit İşe Eşit Ücret” in Sibel Özbudun tarafından hazırlanmış ayrıntılı bir eleştirisi SÜREÇ Dergisi’nin 1980/1 sayısında yeralmıştır. Bu çalışma, yazarının da izniyle kitabın sonuna eklenmiştir. İlgilenenler ayrıntıları bu yazıdan okuyabilirler]
Söylenebilecekler şimdilik bu kadardır. Türkiye'de, Bilimsel Sosyalizm’i araştıran, öğrenen ve öğrendiklerini gündelik hayatında uygular hale gelebilmiş kadınlar yetişmektedir. Türkiye'nin geleceği, onların bilinçli ve kararlı katkılarıyla şekillenecektir.
Bu kitabın yapımında emekleri geçen tüm arkadaşları ve eleştirilerini esirgemeyen tüm dostları saygıyla selamlıyorum.
A. ALTINDAL
25 Nisan 1980 İstanbul
5 Aralık 1974’de Kadın Hakları’nın kazanılmasının 40. Yıldönümünün kutlandığı Türkiye Cumhuriyeti’nde, gerçekte“kazanılmış” değil, sağlayacağı belirli yarar ve çıkarlar önceden düşünülerek “verilmiş” göstermelik ve saptırıcı (manipülative) nitelikte birtakım haklar vardır. Bu nedenledir ki, Türkiye’deki kadın nüfusun gerçek anlamda demokratik haklarından ve iktisadî-siyasal bağımsızlığından söz edilemez. Örneğin T.C. Medenî Kanunu’nun 159. Maddesine göre kadın, ancak kocasının izniyle çalışma hayatına atılabilir. Kocasından izin almaksızın, hiç bir kadın evinin dışında bir başka iş’te (işyerinde) çalışamaz. 191. Madde ise, kadının kazancının kocasının mülkiyetinde olduğunu açıkça belirlemiştir. Buna göre kadın kazancını ya da tahvil ve senetlerini kocasının açık izni olmaksızın (noter kanalından sağlanır bu izin) dilediği gibi harcayamaz!
Egemen sınıf (burjuvazi) adına dolaylı ya da dolaysız yollardan “Özgür Kadın” savunuculuğunu yüklenmiş görünenler, toplumlarda kadınların ikinci sınıf yurttaşlar olduklarını durmaksızın tekrarlarlar. Bu gibiler, ikinci sınıf yurttaşlığı sadece CİNSLER arasındaki doğal farklılığı dile getirmek için kullanmaktadırlar. Yoksa, “sınıf” kategorisine gerçek anlamını (tarihsel/ toplumsal) veriyor değillerdir. Bunlara göre erkekler bir sınıf, kadınlar da diğer sınıftır!
Öte yandan, kadınlar “genel olarak” ikinci sınıf yurttaşlar’dır. Fakat “Dişi” cinsinden oldukları için değil, belirli sınıfların (burjuvazinin ve proletaryanın) üyeleri oldukları için. Engels'in belirttiği gibi, modern karı-koca ailesinde kadın açık ya da gizli biçimde evdeki köle durumundadır. Onları ikinci sınıf yurttaş yapan cinsleri değil, toplumun uzlaşmaz sınıflara bölünmüşlüğüdür. İster Egemen-sınıftan (Burjuvazi) isterse Ezilen- sınıftan (Proletarya) olsun her kadın ve erkek arasında özel olarak cinslerine özgü bir sınıfsallık değil, genel olarak, üyesi bulundukları sınıflara özgü antagonizmalar vardır — ki, bunlar da üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin yoğunlaşmasıyla oluşan Patriyarkalizm ve Egemen-sınıf zihniyetinin beraberinde getirdiği tarihsel-toplumsal sonuçlardır. Patriyarkalizm, kadınların güçsüz ve zayıf “yaratıklar” (çünkü buna göre kadınların insan olup olmadıkları bile tartışmalıdır; özellikle klerikalist kesimlerde olduklarını a priori kabul etmeyi öngörür. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da kadınlar genel değerlendirilişleri itibariyle ikinci-sınıftır, yani “güçsüz ve zayıflar”dan biridir. Patriyarkalizm’den (pederşahî/ataerkil) kaynaklanan anlayışın kesin yürürlükte olduğu Köleci, Feodal ve Kapitalist üretim tarzlarında a priori olarak “güçsüz ve zayıf” (dolayısıyla cahil sürü; Türk-Osmanlı toplumunda Reaya) kabul edilenlerin üzerinde kimler daha çok denetim ve baskı uygulayabilmişlerse işte onlar, bir azınlık oldukları halde, kendi sınıflarını (ya da kastlarını, elite’lerini) güçlü ve bilgili kabul edip “birinci sınıf” olarak vurgularlar. Diğer bir anlatımla, tanrının zavallı kuzuları olan bu yaratıkları yöneten, güçlü ve bilgili “Çobanlar”dır bunlar! Patriyarkalizm nedeniyledir ki, Anadolu’da kurulmuş olan devletlerin tüm “Çobanları” (yöneticileri) hep bu birinci sınıftan olabilenlerdir. Patriyarkalizm’de “buyuruculuk” (imperative) erksk’in doğal-sayılmış hususiyeti/mülkiyeti (property) dir. Öte yandan kadın olduğu halde, doğal kabul ederek Patriyarkalizm’i uygulamış birçok da kraliçe vardır — Doğu’ da ve Batı’da. Hititli kraliçe Pudu-Hepa bunlardan biri olarak değerlendirilebilir. Burada önemli olan Erkek’in doğal hususiyeti/mülkiyeti sayılan “buyuruculuk”u onu (erkeği) aratmayacak tarzda (yani tıpkı erkek gibi) uygulayabilmektir — uygulayıcının kadın olması “sorun” değildir. Önemli olan Patriyarkalizm’in sürdürülmüş olmasıdır.
Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hazırlanan, “Türkiye’de Toplumsal ve Ekonomik Gelişimin 50. Yılı” başlığını taşıyan kitapta şu sözler yer almaktadır: “Sosyal bunalımların ortaya çıkıp büyümesi, çok çocuklu dar gelirli ailelerin sayıca artması, aile içerisinde dengenin bozulması, çeşitli mutsuzlukların ortaya çıkması sonucunu vermektedir. Aile içerisinde sorunların yoğunluğu KADIN ve çocukların üzerinde toplanmaktadır. Çok çocuklu ve sınırlı gelire sahip ailelerde çocukların tümü eşit gelişme ve yetişme olanaklarına sahip değildirler. Bu hem beslenme ve hem de eğitim yönünden kendini belli eden bir bunalımdır. Çocuk sayısı arttıkça annenin, yani kadının yitikliği de büyür. Kendini geliştirebilecek boş zaman bulamaz olur. Aile içerisindeki statüsü bozulur.”
Görüldüğü gibi, Devlet’in resmî kuruluşları bile, istense de istenmese de, Türkiye’de kadının işinin çok zor olduğunu deneyimsel verilerden yola çıkarak belirtmek zorunluluğunu duymaktadırlar. “Dert” sözcüğünü günlük konuşma dilinde en çok kullananlar kadınlarımızda-. Bu dertlilik, hangi sınıftan olursa olsun Türkiye’de her kadın için geçerliktedir. Dert, alt-yapının kadınları için somut, kristalize olmuş, içe-işlemiş kaskatı bir gerçektir. Geçim derdi, geleceğin güvencesiz oluşu, bozuk sağlık ve beslenme, tedavi olanaklarından yoksun bırakılmış olmak derdi, çocuklarını okutamama derdi v.b. gibi Türkiye toplumunun tepesinde yaşayanlar için “dertlilik” çoğunlukla soyut, hayalci, şımarıkça ve toz pembe yaşantıya “is” değmiş türdendir. Gardrop dolusu giysiye karşın giyecek hiç bir şeyin olmaması derdi (!); çok sevdiği halde muz suyu içemiyor oluşun derdi (şişmanlattığı için içememenin derdi); “Eyvah İsviçre’lerde okuttuğum biricik oğlum, uygunsuz bir kadına âşık oldu, ailemizin şerefi (ki bu aslında ‘asaleti’ anlamında söylenir, ama bu soyluluk kendilerine nasıl verilmiştir orası bilinmez) iki paralık olacak” derdi v.b. gibi. Türkiye toplumunda, açıkça tartışılamıyor ama kadınların cinsel-uyumsuzluklarla ilgili dertleri de çok fazladır. Bu yakıştırmalar, elbette ki, genelleyiştir. Türkiye’de kadınların toplumsal-iktisadî koşulları, kökenleri, ve YERLEŞİK’teki durumları ve ilişkileri incelendiğinde ayrıntılarına gidilebilir.
Emperyalizme bağımlı, güdük ve çarpık bir kapitalist üretim tarzının yürürlükte olduğu Türkiye’de Egemen-sınıf Kadın Haklarını başlıca şu dört akım çerçevesinde ele aldırtmaya çalışmaktadır :
1)       Feminizm,
2)       Libertizm,
3)       İslâmcılık,
4)       Entellektüelizm.
Bilindiği gibi, bu dört akım da son çözümlemede birbirinden ayrı değillerdir. Ve kesinlikle, kapitalizm/ emperyalizmin hizmetine sunulacak yeni kadın güçlerini oluşturmaktan başka işlevleri (başka bir deyişle anlam ve önemleri) yoktur.
Sosyalist Kadın ise bu dördünün dışındadır. Sosyalist ve Komünist Kadın, Burjuva ideolojisinin ürünleri olan şu üç temel saptırmacaya karşı çıkar:
a)       Kadın, Yaradılış itibariyle erkekten zayıftır, bu nedenle de, erkek tarafından ezilmektedir. Fakat “uygar/medenî” toplumlarda, erkeğin kadın üzerinde baskı kurmaması gerekil'. Kaldı ki, dinimiz de (İslâmiyet) kadını erkekten aşağı görmemektedir... Zayıf cins olan Kadın, güçlü cins olan Erkek’in baskısından kurtarılmalıdır. (Feminizm ve Türkiye için İslamcı görüş taraftarları) .
b)       Kadın, Yaradılış itibariyle erkekten zayıf değil, tersine, ondan daha dayanıklı ve güçlüdür. Örneğin, cinsel bakımdan kadının erkekten daha dayanıklı ve güçlü olduğu bilimsel bir gerçektir. Bu nedenledir ki, kadın, ilkin, cinsel bağımsızlığını kazanmalı ve “özgür Kadın” olmalıdır. (Libertistlerin görüşü; bunlara “burjuva sosyalistleri” de denebilir, terim Engels’indir. bkz. Not 248.)
c)       Uygar ülkelerin Anayasaları’nda Kadın-Erkek ayırımı diye bir gözetim yoktur. Yasalar önünde herkes eşittir. Bundan da anlaşılacağı üzere, Batı demokrasilerinde Kadın Erkek’ten aşağıda değil, onunla eşit bir düzeydedir. Eğer kadın sömürülüyorsa bu durum, birtakım reformlar yapılarak ve bazı yeni yasalar konarak önlenebilir. (Entellektüelistlerin görüşü — çoğunluğu meslek sahibi ve/veya bürokrat olan “entellektüel” savunucuların görüşü.)
Sosyalist ve Komünist Kadın ise;
1)       Toplumunda Kadın’ı Erkek’ten, Erkek’i Kadından yalıtlamaz, koparmaz, soyutlamaz.
2)       İki cinsi, sosyal varlıkları itibariyle, birbirleri arasında ayrımcılık yapılamayacak bir BÜTÜN olarak, yani insanlığın birbirlerinden yalıtlanamayacak, soyutlanamayacak unsurları olarak, kabul eder.
3)       Kapitalist/emperyalist toplumlardaki kadınların sömürülüşünü bir erkek hegemonyası olarak değil, iktisadî-siyasal bir SİSTEM’in, bir avuç varlıklının dışında kalan tüm yurttaşların sömürülen emeklerinin üzerinde kurduğu ve yükselttiği bir baskının hegemonyası olarak kabul eder.
4)       Toplumda üreticidir. Emeğinin karşılığını değerlendirebilmek bağımsızlığına sahiptir,
5)       Kendini erkeğe benzetmeye, erkek gibi olmaya ya da onun gibi davranmaya özenmez, kalkışmaz,
6)       Ya da tersini, erkeklerin kadınca bir düzen içindeki yaşantıya uymalarını istemez. Kadınlığının bilincindedir.  Bu nedenle de cinsel bağımsızlığını hiç bir dinsel, kişisel, yasal ve toplumsal denetimin baskısı altına sokmaz,
7)       Hiç bir şekilde dil, din, ırk, cins ayrımcılığı yapmaz. Enternasyonalizme yürekten bağlıdır. Her türlü solipsist (tekbenci) tutuma karşı çıkar.
8)       Bir mücadelenin, bir kavganın üyesidir. Devrimci ve Karşı-Devrimci güçler arasında sürmekte olan mücadelede üzerine düşen görevi, her ne pahasına olursa olsun, yerine getirmeye adamıştır kendini,
9)       Bilimsel Sosyalizmin gösterdiği, İnsanın İnsanlığına Kavuşacağı Düzene giden yolu tıkayan tüm engellerin, ayakbağlarının ve barikatların kırılmasına yürekten katılan,
10)     Her türlü Burjuva ve Küçük Burjuva pisliklerinden kendisini arındırmayı başarmış, işçi sınıfının ideolojisini bellemiş, onun fiilî öncülüğüne inanmış İNSAN-KADIN’dır.
Türkiyeli kadının bağımsızlığı, sömürülmekte olan Türkiyeli tüm emekçilerin bağımsızlığından ayrı ve kopuk olmadığı için, Türkiyeli Kadının gerçek demokratik haklarına, İktisadî, siyasal, toplumsal ve kültürel bağımsızlığına kavuşabilmesi, ancak ve ancak DİALEKTİK DÜŞÜNMEYİ öğrenmesi ve bunu aklına ve yüreğine sindirmesinden vs kendisini bu mücadeleye adamasından geçer. Çünkü, Lenin’in de dediği gibi; sosyalizmi kurmaya başlamak için istekli ve yetenekli insanları yaratacak olan kapitalizmin kendisi değil; kapitalizmin inkârını sağlayabilmek için verilen devrimci mücadeledir. Sosyalist ve Komünist Kadınlar bu mücadele içinde yetişirler. Kurulacak olan yeni düzende ne gibi görevler üstlenebileceklerini bu mücadele sırasında saptar ve öğrenirler.
Avrupalı kapitalist/emperyalist ülkelerde ve ABD’ de en azından yarım yüzyıldır denendiği için artık “bilinenlik” kazanmış olan Feministçe, Libertistce ve entellektüelce “saptırmacaları” önlemek Türkiyeli Marksistlerin birincil görevleri arasındadır. Kaldı ki, Türkiye’nin ilk sosyalistleri daha 1920’lerde Burjuva Femi- nizmi’nin içyüzünü açığa vurabilmişlerdi. 1919’da(?) kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü, 2 Ağustos 1921 tarihli Aydınlık dergisinde “Sosyal Devrim ve Kadınlarımız” başlığı altında yayınlanan makalesinde şöyle diyordu: “(...) Yalnız işin bir yanı gereğince anlaşılamıyor ya da bilerek örtbas ediliyordu. Bu cins hukukundaki eşitsizlik ile İktisadî kuruluşlar arasındaki ilişkiler... Bu ilişkiler sorunun özünü ve kaynağım teşkil ettiğinden bütün çabalar, emekler — bir hastalığın arazım tedavi kabilinden — geçici ve etkisiz tedbirler önerileriyle ve bazı yüzeyde düzeltmeler elde etmeyle sınırlanmış kalıyordu ve bunlar bir her derdin devası gibi, bütün kötülükleri kökünden yok edecekti... Kadınlar seçme hakkına sahip olacakları, yasama meclislerine girecekler ve kendileri de işlere karışarak yasaları kendi çıkarlarına çevireceklerdi... Bu serap gönüllerde büyülü etki yapıyordu... Meşrutiyetle beraber 1908’de Türkiye’ye de sıçrayan bu biçimdeki Feminizm’dir. Ve buna taraftar olmak bir ara bizde zariflik ve kibarlık gereği sayılır olmuştu.”
Türkiyeli kadınlar, gerçek demokratik hak ve özgürlüklerine, toplumsal, iktisadî-siyasal ve kültürel bağımsızlıklarına kavuşabilmek için yaptıkları mücadelede, Türkiye’nin devrimci geleneğini de tanımak, öğrenmek ve yorumlamış olmak zorundadırlar. Türkiyeli kadınların bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri Türkiyeli tüm emekçilerin sınıfsal mücadelesinden ayrık ve kopuk değildir. Bu gerçeği göz önünde tutabilen her kadının, ancak ve sadece kendi sınıfının öncü partisini vargücüyle destekleyeceği de açıktır. Bu nesnel gerçeklerin bilincinde olabilen Türkiyeli kadınların, demokratik ve bağımsız yeni Türkiye’nin kurulmasında kendi paylarına düşen katkıları gerçekleştirebileceklerine güvenimiz tamdır.
Sh:197-204
Kaynak: Aytunç Altındal “Türkiye’de Kadın” (Marksist Bir Yaklaşım) Havass, 3. Baskı, 1980, İstanbul
Ahmaklık edeceğimize görmesini öğrenebilseydik,
Güldürünün özündeki vahşeti anlardık.
Çene çalacağımıza koyabilseydik eylemimizi ortaya,
Kıçüstü oturmazdık daima.
Görüp, öğrenebildiğimiz tek şey belki de bu olmuştur;
Yine de hemen sevinme arkadaş!
Bozguna uğradı diye,
Gerçi dünya ayaklandı ve deyyusu durdurdu ama.
Onu doğuran kancık kızışmış bekliyor yine.
BRECHT, Arturo Ul’den
****
Vicdanlarının sesini dinleyen kimseler büyük olaylar için elverişli değillerdir.
TURGOT
Doğu’da siyasetin işleyişi bir tek sözcükle tanımlanabilir: İkiyüzlülük
BENJAMİN DİSRAELİ
Her şeyi değiştirdik; bütün her şeyi.
MOLİERE
Kaynak: Morris West, The Salamander, Kertenkele, Türkçesi : Aytunç ALTINDAL, 1983 İstanbul



Bakkala gidip, “şuradan bir kilo kültür, üç metre edebi­yat, bir çuval felsefe ver” denmez. Kültürün, felsefenin, sa­natın, şiirin endazesi yoktur. (Gerçi günümüzde, “veresiye vere vere kalmadı kalmadı” diyen, güleç yüzlü o güzelim mahalle bakkalları da göçüp gittiler ya, neyse!) Kültürü hiç kimse arşınla, kiloyla alamaz, isterse dünyanın en zengin adamı olsun. Kültür sabırla, ağır ve yorucu fikir ve beden işçiliği yapılarak ve kesinlikle karşılık beklenmeksizin edi­nilir. İlginçtir ki kültürün “patronluğu” da olmaz. Patron olmak için (daha doğru bir deyişle, adam olmak isteyen pat­ron olmak için) kültür gereklidir ama kültürün patronu ol­mamıştır ve olamaz.
Kültürlenme sürecinde çok kahır çekilir, çok sancılı, çok ağrılı dönemler, hatta bunalımlar yaşanır. O süreçte yerleşik değerler yıkılabilir, mutlak bilgiler göreceli değerlere dönüşe­bilir. Kesin diye inanılan bilgiler yıkılıp yerlerine yenileri gelebilir. Beyin-yıkama yöntemleriyle, yazılı, sözlü ve görün­tülü Basın-Yayın ve eğitim-öğretim araçları kullanılarak hafı­zalara kazınmış olan “Junk-Info”, kültürlenme süreci doğru işliyorsa, atılır, yerine sağlıklı, besleyici, geliştirici bilgiler konulur. (Junk Food, McDonald’s köftesi benzeri şişirme yiyeceklere verilen addır. Junk Bond ise gerçekte hiçbir de­ğeri olmayan ama spekülatörler tarafından acemi borsa oyuncularına satılan sanal tahvillerdir. Junk-Info kavramını da bunlardan yola çıkarak ürettim.) Kültür bir “Tabula Rasa”dır.
* Tabula rasa veya tabula rosa John Locke'un ortaya attığı "boş levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Bununla birlikte, Hume, nedenselliğe de karşı çıkar. Şeyler arasında kurduğumuz zamansal ve uzamsal ilişkiler, onların kendilerinde özellikleri değil, bizim deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir. (Buradaki "deneyimsel" kavramı bilinçli yürütülmüş bir aşama değil, salt tanıklıktır.) Olgular arasındaki bağıntıları, kendi yöntemlerimizle bilemez, sadece onlara atıflarda bulunuruz. Doğa kurallarla işlemez, formülizasyon sahibi değildir. İnsanlar, doğayı ya da olguları algılayabilmek için, sistemler, formüller, öncelik-sonralık ilişkileri kurarlar.
Kırk iki yıllık yazarlık hayatımda daima Junk-Info’dan uzak durdum, çevremdekilere de uzak durmalarını öğütle­dim ve sanıyorum hem kendim hem onlar hem de yurdum için hayırlı bir iş yaptım. (Dilerim düşündüğüm ve yazdığım gibidir.)
Kültür Kiloyla Satılmaz, benim kırk yıllık yazılarımın bir bölümünü toplayan Kültür Savaşları dizisinin dördüncü ve son kitabıdır. Tabii daha çok yazı var ama şimdilik bu kadar olsun. Gerekirse beşincisi, altıncısı vd. yayınlanır. Kitapta ağırlıklı olarak yıllar önce Sanat, Edebiyat ve Fel­sefe konularında yazdığım yazılar yer alıyor. Örneğin Afrika Sanatı başlıklı bölümde yer alan yazılar o günler için “ilk” olarak görülmüştü. Benzer şekilde, 1970’li yılların başla­rında çeşitli Sanat-Edebiyat dergilerinde yayınlanmış yazıla­rım ve çeşitli Kültür soruşturmalarına verdiğim yanıtlar ve röportajlar da var. Amaç, Türkiye’nin yerleşik kültürü ile diğer kültürler arasındaki benzerlik ve farklılıkları göster­mektir.
Benzerlik ve farklılıkları ele almak, “Kültürel Emperya­lizm’^ karşı kullanılabilecek en güçlü yöntemlerden biridir. Tek taraflı değil, Nesnel gerçekliği ele alan bir bakış açısı­dır. Benzerlikler (eşitlik değil) ve farklılıklar, bireyi ve toplumları tanımlayan öğelerdir. Farklılıkları abartarak öne çıkarmak Kimlik Değerlerimizin (Identity Stracture) denge­sini (Equilibrium) bozar. Aynı şekilde sadece benzerlikleri öne çıkartmak, onlara bağlanmak da kişiliği (personality) ortadan kaldırır. Tıpkı AB’ye gireceğiz hülyasıyla durmak­sızın yalakalık yapanların tavırlarında olduğu gibi. Onların söyledikleri şudur: “Farklılıklarımızı görmeyin, bakın biz sizlere benzemek için yırtınıyoruz. ” Kimliksizleşme ve kişi­liksizleşme işte budur.
Kimlik konusu son yıllarda çok tartışıldı. Ben de bu tar­tışmalarda çok kez taraf olarak yer aldım. Bu kitapta yer alan yazılar da -1970’lerden bu yana- kimlik ve kişilik ko­nusuyla bağlantılıdır. Türkiye’de, Başbakan’ın 2007 yılında durup dururken alt kimlik ve üst kimlik diye ayrımlar yap­ması bu konunun önemini bir kez daha artırmıştır. 2007 yı­lında Türkiye’nin Başbakanı, deyim yerindeyse “Kültürü Kiloyla Almış” olduğu için ne dediğinin de farkında değildir.
Türkiye’de, Başbakan’ın hangi akla hizmetten söylediğini bilmediği Alt-Üst Kimlik diye bir olay yoktur. Bu kav­ramların kullanım alanları farklıdır. Kitapta bu konuda ya­zılar bulacaksınız. Ancak kestirmeden söyleyeyim ki Tür­kiye’nin Nesnel Gerçekliğinde Milli (Ulusal) Kimlik (T.C. Vatandaşlığı) ve Kültürel Kimlik (Etnik Köken) vardır. Ki­tapta, 1970’lerden bu yana işte bu bakış açısıyla kaleme alınmış yazılar bulacaksınız. Umarım ilginizi çeker.
Kadirşinas okurlarımın diğer kitaplarıma gösterdikleri il­giyi bu kitabıma da göstereceklerine inanıyorum. Kitabın ya­yıncısı Destek Yayınları’na ve yöneticilerine teşekkür ediyo­rum. Başka kitaplarda buluşmak dileğiyle.
Aytunç Altındal
2 Kasım 2007
İspilandit

Milliyet Sanat Dergisi
30 Kasım 1973
20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960 sonra­sında “Underground-Yeraltı” sözcüğü Türkiye’deki iletişim araçlarında (basın, yayın, her türlü yazılı, görüntülü ve sesli propaganda ve duyuru araçları) sıkça yer almaya başladı. Underground sineması -ki ilk duyulanlardan biri budur- underground müziği, underground modası; derken, under­ground politikası gibi Türk toplumuna yabancı duran kav­ramlar giderek bu sözcüğe olan ilgiyi arttırdı. Underground sözcüğü, Batı kökenliydi ve görüş, duygu, düşünüş ve dav­ranış olarak bir bütün halinde Batı felsefesi tarafından oluş­turulmuştu. Batılaştırılma çabaları içinde olan Türk toplumunun da bu sözcükten etkilenmesi olağandı. Bunun kaçı­nılmaz sonucu olarak da Türk toplumunda, underground besteler yaptıklarını söyleyen müzisyenler, modacılar, hatta -belki garipseyeceksiniz ama- sinemacılar bile türedi. Sanki underground’un tek simgesi saç uzatmak ve uyuşturucu madde kullanmakmış gibi, birtakım gençler bu tür özentilere kapıldılar. Yarım yamalak, çoğu da abartılmış ve kasıtlı ola­rak yanlış verilmiş bilgilerle, günümüzün Batı dünyasında var olan gerçek underground’un çizgisini, “dilediğin gibi sanat yap” şekline sokarak ortaya bir hilkat garibesi çıkar­dılar. Bu ters yönlü oluşumu hazırlayan en önemli etken Türk toplumuna underground sözcüğünün gerçek anlamının açıklanmamış, dolayısıyla da eleştirisinin yapılmamış oluşu­dur.
Underground Nedir?
İlkin underground sözcüğünün anlamı üzerinde biraz du­ralım. Örneğin, American College Dictionary’yi açtınız mı, underground sözcüğünün karşısında şunlar yazmaktadır: Gizlilikle yapılan, açık olmayan; yerleşik devlet/hükümet düzenlerine karşı çıkan ya da işgal kuvvetlerince istilâ edilen ülkelerde vatanseverler tarafından oluşturulan direnme ör­gütleri; özellikle Avrupa’da II. Dünya Savaşı sırasında faşist istilasına karşı kurulmuş olan gizli örgütler (Sayfa 1320). Aynı sözcük İngiltere’de halk dilinde “metro” anlamına ge­lirken, Amerika’da tarihi bir sözcük olarak, (köleliğin kaldı­rılması döneminden önce) köleliğe karşı olanların kendi ara­larında yaptıkları ve kölelikten kaçabilmeyi başaran zencile­rin Kanada’ya ya da diğer ülkelere sığınabilmelerini sağla­yan anlaşmalar anlamına gelmektedir.
Aynı sözcük, II. Dünya Savaşı’nda Hitler ordularının is­tilâsına uğrayan Fransa’da “Recistance-Direniş” olarak or­taya çıkmış ve sayısız yeraltı örgütü kurulmuştur. İç Savaş sırasında İspanya’da ve devrim öncesi Rusya’da da yeraltı örgütleri olmuştur.
Bunlar underground sözcüğünün II. Dünya Savaşı önce­sindeki anlamlarıdır. Bu arada şunu da belirtelim ki underground sözcüğünün bir de yeraltı dünyası -yani gang­sterlik- ile özdeşliği vardır. Uyuşturucu maddeler, kadın ticareti, kumar, kiralık katil vb. gibi kirli işleri yönetenler tarafından oluşturulan bu underground türü konumuzun dı­şında kalmaktadır.
Sözcüğün günümüzde kazandığı anlam ise geçmişteki anla­mından daha geniş kapsamlıdır. Günümüzde Amerika ve İn­giltere’de yayınlanan yeraltı gazete ve dergilerine bakılırsa, bugünkü anlamına en yakın ilk underground İsa Peygamber tarafından kurulmuştur. Çünkü bu ilk underground’da “yerleşik düzen tarafından yasaklanmış olan fikir ve davranışlar giz­lice ortaya konulmuş, düzenin eleştirisi ve belli bir felsefenin öğrenim ve eğitmenliği yapılmıştır.” Buna göre underground, ilk hedef olarak kendisine düzenin eleştirisini ve buna çö­zümler getirecek belli bir öğretiyi seçmiş olmaktadır.
Özetlersek: Eğer, içinde yaşanılan toplumda bazı birey­lerce beğenilmeyen fakat baskı rejimleri nedeniyle toplum­sal eleştiriye sokulamayan sosyal, politik, ekonomik ve kül­türel sorunlar var da bunlara toplumun yararına (özgürleşti­rilmesine) yönelik çözümler getirecek bir öğretiyi yayan belli örgütler yoksa ortada underground da yoktur denebilir.
Örnekler
Bu tanımla ne demek istenildiğini birkaç örnekle göre­lim. Günümüzde Amerika, İngiltere, Kanada, Fransa, Hol­landa, İtalya başta olmak üzere bazı ülkelerde underground, yürüttüğü sosyo-politik protesto biçimleriyle son derece etkili durumdadır. Bu ülkelerde underground adına sayısız gazete, dergi, roman, inceleme, TV, plak, tiyatro, afiş, resim, heykel, fotoğraf, rozet üretilmekte ve satışları yapılmaktadır. Beatnik, Hippy, Yippy, Peacenic, Vietnic, Freak gibi gençlik akımlarıyla Kitch, Pop-Art, Psychedelic, Soul gibi müzik-sanat akımlan underground tarafından üretilmişlerdir. Bunla­rın başlatıcıları ilkin underground’da sonra da toplumda tanınmışlardır. Örneğin, Kitch ve Pop-Art’ın kurucularından sayılan Andy Warhol bugünkü ününe underground aracılı­ğıyla erişmiştir. Aynı durum 1948 sonrasının bazı yazarları, örneğin, Norman Mailer, Jack Kerouac, Ailen Ginsberg, Lawrence Ferlingetti, Gregory Corso, Ken Kesey, Tom Wolfe için de böyledir. Bu yazarların tümü, kendi inançla­rına uygun underground deneylerinden geçmişlerdir. Daha yakın zamanların ünlüleri arasında Abbie Hoffman, Jerry Rubin, Jim Buckley, Mary-Alice Waters, Kate Millett, Germaine Greer, Valerie Solanas, Ti-Grace Atkinson, Marilyn Webb, Dr. Timothy Leary, Eldridge Cleaver ve daha niceleri sayılabilir. Sinemacı Lany Pierce, Şarkıcı Micheal Chapman, Ressam Daniel Glyne, Avukat Jerry Lefcourt da diğer bazı underground kökenli ünlülerdir.
Saydığımız bunca isimden birkaçı hakkında, çalışmala­rını örnekleme bakımından, biraz bilgi verelim.
Abbie Hoffman, günümüz Amerikan gençliğince en çok okunan underground yazarlarından biridir. Kendisini dev­rimci olarak ilan etmiş bulunan YIPPIE örgütünün kurucula­rındandır. Yayınlanmış dört kitabı vardır ve dördü hakkında da dava açılmıştır. Kitaplarında cinsellikten Tanrı kavramına değin her kavramı eleştirir. Şu günlerde gene tutuklu olarak hapishanede bulunmaktadır.
Mary-Alice Waters, kadın hakları savunucularından biri­dir. Amerika’da, özellikle de devrimci genç kadınlar ara­sında çok tutulan bir derginin, The Militant'ın. yayımcısıdır. Dergisi birçok eyalette underground kabul edilmiş ve soku­lup satılması yasaklanmıştır. The Militant' ta işlenen başlıca konu kadının her ne pahasına olursa olsun erkeğin elinden özgürlüğünü almasıdır.
Ti-Grace Atkinson, The Feminist adlı, kadın haklarını aşırı biçimde savunan bir örgütün kurucusudur. Üniversitede estetik öğrenimi görmüştür. Daha sonra (1971’de) aşırı düşünceleri nedeniyle kendi kurduğu örgütten ayrılmış ve kendi deyişiyle, devrim uğruna yakalanmadan suç işleye­bilmenin gizli yöntemlerini öğrenebilmek için Mafıa liderle­rinden, geçen yıl öldürülen Joseph Colombo ile ilişki kur­muştur.
Şimdi biraz da Batı dünyası tarafından yaygınlaştırılan underground’un yayınlarına ilişkin bazı rakamlara göz ata­lım. Salt Amerika’da yeraltı yayını olarak bilinen tam 132 sürekli yayın organı vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Amazing Grace, Angry City Press, Augur, Both Sides Now, Come Out, Fusion, Kudzu, Los Angeles Free Press, Oracle of San Francisco, Rat, Roosevelt Torch, Seed, Worker’s Power. Kanada’da bilinen 11, İngiltere’de 29, Hollanda’da 6, Fransa’da 10’dan fazla, İsviçre’de 3, Danimarka’da 2, Arjantin’de 2, yeraltı basın organı vardır. Yeraltı televizyonu sayısı ise bir hayli şaşırtıcıdır. Amerika’da salt Kaliforni­ya’da yeraltı adına yayın yapan 12 istasyon vardır. Ame­rika’da toplam olarak 50’den fazla TV istasyonu olduğu tahmin edilmektedir. Yeraltı TV’si İngiltere, Hollanda ve Kanada’da da vardır.
Günümüzdeki Batılı underground olayını bu şekilde kı­saca betimledikten sonra underground’da işlenilen başlıca konuları sıralayalım.
Underground’daki temel ilke çeşitli çıkarları düşünerek tüccarlaşmamaktır. Yani, yerleşikteki eleştirilen aşırı tüccarlaşmış sanat, politika, kültür düzenine katılmamak ve bunun dışında kalarak sanatı da politikayı da çıkar gözetmeksizin toplum için yapmaktır. Ne var ki underground’da yetişen bir­çok sanatçı bir süre sonra, yerleşik düzenin göz alıcı önerile­rine kapılmakta ve yerüstü sanatçısı olmaktadırlar.
Underground’un diğer teması, sanatta ve politikada ile­rici olmaktır. Düşüncenin hiçbir baskı rejimiyle denetlene­meyeceği, engellenemeyeceği tezine inanmış olmaktır. İn­sanların özgür doğup özgür yaşamaları gerekirliğine, sömü­rüye, aldatmacalara, yanıltmalara karşı olmak ve çıkmaktır. Bu görüntüsüyle Batı underground’u “Yeni Sol” diye ta­nımlanmış olan politik akımın içindedir. Aynı underground içinde “Yeni Sol”u Hıristiyanlıkla birlikte ele alan ve yukarıda sayılan ilkelere inanan başka gruplar da vardır: Örneğin Jesus Freaks, Hell’s Angels (İsa Taraftarları/Acubeleri ve Cehennem Melekleri).
Şu birkaç yıldır underground’da yaygınlaşan iki temadan biri, bir zamanlar gerekli olduğu savunulan uyuşturucu mad­deleri kullanma yönteminin devrime zararlı olduğu gerekçe­siyle terk edilmesi, İkincisi de kadın hakları savunuculuğudur.
Toplum içinde bireye tam bağımsızlığının tanınmasına taraftar olan underground, insanın en yüce ürünü olan sanata da aynı açıdan bakmaktadır. Ancak, bu sanatın “keyfi” değil, “toplumsal değerde” olmasını şart koştuğunu da belirtelim.
Underground üzerine sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Amerikan ve Avrupa kültürlerinin ortaklaşa ürettikleri underground olayı, içinde bulunduğumuz döneminde, yep­yeni bir bilinç kazanmak üzeredir. Bu bilinç, toplumlarda ekonomik etkenlerin oynadığı önemli rolün anlaşılmasıdır. Underground bu bilince yönelmiştir çünkü kendi içinde bir hayli manipülasyon ve ihanete uğramıştır. Bu nedenle gü­nümüzde underground o geleneksel insancıl tavrında çağı­mız insanının üstündeki ekonomik baskılara da bilimsel an­lamda yer vermeye başlamıştır.



Yeni Ortam
8 Ağustos 1973
Zen Yöntemi’nin bu bölümünde, tarihi gelişim içinde binlerce yıllık düşünsel ağırlığıyla Batıyı her yüzyılda az ya da çok etkilemiş olan Taoist/Budist kökenli Çin halk düşün­cesinin salt 20. yüzyılın ikinci yarısındaki, yani günümüz­deki etki ve katkılarını işleyeceğiz.
Zen’in başta Amerika’ya ve bu kaynağın koşutunda olan diğer ileri Batılı ülkelerdeki yaygınlığı, ‘kayıp nesirden[1] sonra yetişen genç Amerikalı yazar ve aydın adaylarının 2. Dünya Savaşı sırasında Uzakdoğu’da askeri hizmette bulu­narak anavatana dönmeleriyle hız kazanmıştır. Özellikle 1952’den sonra, Mahayanist Einzai Zen Okulu’nun [2] öğreti­leri, Amerika’da gençlik, aydın, sanat ve edebiyat çevrele­rinde akıl almaz taraftar kazanmıştır.
Beat Kuşağı
Amerikan malı dünyaca tanınmış bir ansiklopedide BEAT GENARATION -Nesil- için şöyle yazılmış:
“Çağdaş toplumsal gerilime karşı çıkmak amacıyla, kendi yarattıkları bir öznel dünyaya sığınarak, toplumsal sorumluluklardan ellerini çeken bir grup 2. Dünya Savaşı sonrası yazarı ve bunların izleyicileri. San Francisco ile New York arasında dağılmışlardır. (Topluma getirdikleri) bu he­yecanlı kaçış olayını Zen Budizm’in öğretilerine bağlamak istemişler fakat Zen öğretilerini sadece mistik kavramlarıyla anlayabilmişlerdir. Bu kuşağın önde giden yazarlarından, Jack Kerouac’ın ON THE ROAD -Yolda- (1957) adlı romanı ile Ailen Ginsberg’in HOWL -Ulumak- (1956) adlı garipsi şiirleri en parlak ve önemli yapıtlarındandır. Diğer yazarları arasında Clellon Holmes, Lawrence Ferlingetti, Gregory Corso ve Norman Mailer vardır.”[3]
Şimdi, Zen etkisinde kalan bu yazarların bazı yapıtların­dan örnekler verelim.
Yolda...
Hippylerin Homeros’u diye tanınan Jack Kerouac (1922- 69) Amerika’da, Varoluşculuk’un -Egzistansiyalizm- aşa­malı koşutundaki Beat-Zen kuşağı diye saptanan gençliğin kurucularındandır. Yapıtlarında genellikle, Amerikan toplumundaki teknolojik gelişime karşılık, bireyin doğasal ve en güçlü özelliği olan düşünü/tefekkürü yitirdiğini anlatır. “Daha sonra Herbert Marcuse de aynı durumu bilimsel açı­dan işlemiştir. Marcuse, Beat kuşağını yadsımadan birtakım tanımlara oturtmak ister: Mevcut kuruluş biçimiyle bireyle­rin ihtiyaçlarını karşılar gibi görülen bir toplumda, düşünce bağımsızlığı, özerklik ve siyasî karşıtlık hakkı, temel eleşti­rici fonksiyonlarından uzaklaşmaktadır.”[4] Kerouac’ın, ON THE ROAD -Yolda- adlı bu ilk kitabı 1955’de yayınlanmış ve iki yıl içinde tam on altı kez basılarak rekor bir satış yap­mıştır. ‘Bir Milletin Gençliğini Sarsan Kitap’ unvanını alan On The Road’a, Hippy Odisesi de denir. Şimdi bu kitaptan aktardığımız çok kısa bir bölümü, az buçuk da olsa yazarı hakkında bir izlem vermesi amacıyla okuyalım:
“Bu herifler, PLASTİK’i icat ettiler, sonsuza dek dayana­bilecek evler kurarlar isteseler. Ve dayanıklı otomobil lastik­leri yapabilirler. Her yıl milyonlarca Amerikan vatandaşı, asfaltta kızışarak patlayan otomobil lastikleri yüzünden ha­yatlarını yitiriyorlar. İsteseler hiç patlamayacak lastikler ya­pabilirler. Diş macunu için de öyle. Kendi bildikleri fakat kimseciklere söylemedikleri bir macun var ki çocukluğunuz döneminde kullanırsanız, ömrünüz boyunca diş derdiniz kal­maz. Giyim için de aynı. İsteseler hiç yıpranmayacak giysiler yapabilirler. Washington ve Moskova, vurgunlar sürdürülsün diye, geçersiz mallar üreterek insanları birtakım âdi birlikler içinde yaşatmaya ve zaman makinelerinin sınırlarını zorlat­mayı yeğ tutarlar...”[5]
Ulumak ve Diğerleri
Amerika’nın en şaşırtıcı yazar/şairlerinden biri, hatta birin­cisi Ailen Ginsberg’dir. Kırk yedi yaşındaki Ginsberg’in son derece çarpıcı ve gerçekçi bir dili vardır. Zen’i en iyi şekilde yorumlayabilmiş olanlardan biridir. Aşağıda, Ginsberg’in ilk kez 1961 ’de yayınlanan ve 1969’a dek on baskısı yapılan şiir kitabı KADDISH’ten iki dizi veriyoruz. (A. Ginsberg, Kaddish adlı 36 sayfalık serbest nazımlı bu uzun şiirini annesi Naomi için yazmıştır.)
“Ben yüce bir kadınım -gerçekten güzel bir can taşıyo­rum- ve bu yüzden onlar, Hitler, Büyükanne, Hearst, Ka­pitalistler, Franco, Daily News, 20’ler, Mussolini, yaşayan ölüm, beni kapamak istiyorlar -Buba’da bu örümcek şebe­kesinin başında-”[6]
Ve Ginsberg’in bir başka şiirinden:
“Woody Woodpecker’in manyak gülücükleri kafata­sımda. Kimse yaralanmıyor: Yitip gidiyor hepsi. Orada hiç olamayan onlar için, mükemmel bir BAŞLANGIÇSIZLIK.
Bu nedenle ŞATORİ, (Zen’de aydınlanış) gülüşlere dostluk oldu ve de Zen üstatları kutsal sözcükleri fırlattılar öfkeyle...”[7]
Ve Zen’i yorumlanabilmiş, diğer bazı ünlü yazarlar ara­sında, Norman Mailer , Amerika’da yeni solun ileri ucunda olan zenci lider Eldridge Cleaver[8] 1966 Amerikan edebiyatının en iyi beş hikâyecisinden biri seçilen George Dickerson, Şair Gregory Corso[9], Şair Lawrence Ferlingetti[10], halen Nepal’de yaşayan Romancı Ken Kessey , çağımızın ünlü düşünürlerin­den Aldous Huxley[11], Şair Ezra Pound[12], Yazar Max Frich[13] ve yazılamayacak kadar çok yazar, şair, düşünür ve bilim adamı vardır.
Zen Sanatı
Zen’in, Batı sanatına olan etki/katkılarına, yer darlığı nede­niyle tek örnek vererek değinelim. Aşağıda, dünyanın en ciddî ekonomi politik yayınlarından biri sayılan, NEWSWEEK’te yer alan, Douglas Davis imzalı, “ZEN’İN GÖRÜNTÜSÜ” başlıklı yazıdan bir bölüm okuyacaksınız:
“Zen apaçıktır diyor, Zen’in tanıtıcılarından Prof. Su­zuki; öbür dinler ‘Kömür Siyahtır’ derlerken, Zen ‘Kömür Siyah Değildir’ der diyor. Zen sözcüsünün dünya ile alay ettiği sanılsa da Doğu kökenli Zen’in, son yirmi yılda, büyük taraftarı kesilen Batılı öğrencileri arasında, Amerikalı aydınlar ve gençler çoğunluğu teşkil ediyorlar. Yıllardır tam anlamıyla bilinemeyen Zen görüntü -resim- sanatının bazı yapıtları nihayet Japon hükümetinin özel izniyle Boston
Güzel Sanatlar Müzesi’nde sergilenecek........ 81 nadide yapıtın yer alacağı sergide, bir Zen düşünürünü gösteren, ‘Tek Çizgide Bodhidharma’, 14. yüzyılın Zen anlatımını belirtmesi yönünden bir hayli ilginç............... Zen’in anti-entelektüel olduğunu söylüyor Fontein, oysa Boston’daki bu yaygın merak, Zen’in açıkça en çok düşünen kesime ve felsefeye etki ettiğini göstermez mi?”[14]
Gerçekten de Zen düşünme yöntemi, en çok Amerikalıyı etkilemiştir. Zen’i iyi yorumlayabilmiş yazarlar, düşünürler, son yirmi yılda Amerikan aydınına ve gençliğine yepyeni ruh, duyuş ve davranış biçimleri getirmişlerdir. Doğu düşün­cesini Amerikalıya öğreten, genç kuşakları en çok etkileyen düşünürlerden biri (Te KAHLIL GIBRAN (1883-91) adlı Lübnanlı düşünürdür. Gibran’ın, On The Road gibi elden ele gezen THE PROPHET -Peygamber- adlı düşünsel kitabı sadece Amerika’da 3.000.000 adet basılmış ve 1970’de kita­bın 86. baskısı yapılmıştır. Yirmi yabancı dile çevrilen Gibran’ın 1923’de yazdığı bu kitaptan bir öneriyi aktarıyo­ruz:
“Sonra Almitra yeniden söz aldı, ‘Ya evlilik için neler diyeceksiniz efendim?’
Ve cevapladı efendisi:
Birbirinizi sevin/âşık olun, fakat aşkın tutsağı olmayın. Bırakın ruhunuzun kıyıları arasında gidip gelen bir deniz olsun AŞK... Kalplerinizi birbirinize verin fakat birbirinizin üstünlüğünün, diğerini baskı altına almasına karşı koyun.
Çünkü ancak ve ancak HAYAT’tır sizin kalplerinizi kapsayacak olan...”[15]
Bir diğer ünlü düşünürden, Trappist kesiş Thomas Merton’un ise sadece yapıtlarından isimler vererek[16] Zen ve Sanat’ı bitirelim.

Sanat Edebiyat ‘81
1 Nisan 1982
Dergimiz yayınına bir soruşturma ile başlamıştı: Ülkemi­zin İçinde Yaşadığı Şu Süreçte Sanatın Temel Görevi Ne­dir? Sanat Edebiyat ‘81 bu kez, Türkiye’de Büyük Sermaye Gruplarının Kültür ve Sanat Alanlarına Yatırımlar Yapma­sını Nasıl Yorumluyorsunuz? sorusu ile birinci cildini ta­mamlıyor.
Soruşturmanın yanıtlarını bu sayı vermeye başladık, gelecek sayımızda da sürdüreceğiz. Ne var ki bu kez soruları kimlere ulaştırdık ve kimlerden cevap aldık bunu da okurla­rımıza duyuracağız. Bu soruşturma bir saptamadır. Yarına uzayan bir belgedir. Kim neyi nasıl algılıyor ve nasıl yön­lendiriyor. “Büyük Sermaye gruplarının kültür ve sanat alanlarına yaptığı yatırımlar karşısında dergimizin tavrı açık seçik bellidir. Sanatçıların tavırlarının ne olduğunun belir­lenmesi gereği sanırız kaçınılmazdır. ”
İlkin şunu vurgulamak gerekir ki, büyük sermaye grup­ları sadece ve yalnızca Türkiye’de değil, tüm kapitalist Batı’da “Kültür ve Sanat”a yatırımlar yapmaktadırlar. Bu vurgulamayı şunun için yapıyorum. Türkiye’deki işbirlikçi sermaye, “Kültür ve Sanat”a yatırım yapmayı kendisi “keş­fetmedi”. Diğer bir deyişle, yine kapitalist-emperyalist mih­raklardan “kopya” çekti, apardı. Yoksa bizimkilerde nerede
o   akıl! Baktılar ki Amerika’da, İngiltere’de, Fransa’da vb.lerde “köşeyi dönenler” bu tür yatırımlar yapıyorlar, eh, burjuvalaşma çabasındaki “milli” sermaye de “milli” sanatçı­sına sahip çıkmaya başladı. Ancak, bilinen sözdür: “Görme­mişin canını al, parasını alma.” Bunlar da önceleri -yani şu son on yıla kadar- böyle “yatırım” alanlarına para yatıra­caklarını düşlerinde görseler hayra yormazlardı. Yormazlardı da nasıl oldu? Kanımca bu oluşumda dört etken rol oynadı.
1)             Kültür ve Sanat alanına yatırım yapılması zenginliğin ve iktidarın bir kanıtıydı. Tarih boyunca “güçlüler” daima kendi çıkarlarını savunacak bazı kişileri -sanatçı olsunlar olmasınlar- himaye etmişlerdi. Bizdeki “görmemişler” 1970’lerde DÇMTer, vergi iadeleri, hayali ihracatlar vs. ile köşeyi dönünce az buçuk etraflarına, bakınmaya başladılar. İşte o sırada karşılarına, kaşarlanmış piyasa bezirganları çıktı. Tarihsel “teamülü” bu yeni zenginlere öğretenler, işte bunlar oldu. Bu kadro bir de umacı yarattı, çanağı yalaya­bilmek için: “Sanatçı denilen şu herifleri -maalesef kelime buydu- beslemezseniz, bunlar aptallıklarından komünistlerin ağına düşerler, o zaman da ne siz kalırsınız ne de paracıklarınız, bilesiniz.” İşte yeni zenginin parasının Kültür ve Sanat alanlarına kanalize olmasındaki etkenlerden biri budur.
2)             Her toplumda olduğu gibi Türkiye’de de gerçek “yar­dımseverler/hayırseverler” vardır. Ama Anadolu geleneğine yüzyıllardır var olan bu olgu, yeni zengin için tatmin edici olamazdı. Şöyle ki, gerçek hayırsever (philantropist) yaptığı yardımı açıklamayan insandı. Oysa yeni zenginin “reklam”a ihtiyacı vardı. Bu gelenek ona göre değildi. Akıldaneler bu açmazı da çözdüler. Yeni zengin “çağdaştı”, durup dururken parasını sokağa atacak değildi ya! Öyleyse, yeni zengin Tür­kiye’de Kültür ve Sanatı denetim altına almaya kalkışmı­yordu -zinhar- ya ne yapıyordu? “Uyanık adam, bu alana para yatırıyor; buna karşılık BİZ de sanatın Anadolu’ya ya­yılmasına katkıda bulunuyoruz.” (Hele hele.) Dolayısıyladır ki Türkiye toplumunda yeni tip philantropism’in başlatıcısı olmak payesi yeni zengini mest etti.
3)             Daha önemlisi: Yeni zengin, ABD ve diğer kapitalist- emperyalist mihrakların, para babalarının, servetlerini bir süre sonra “Vakıf’a çevirdiklerini görmüş ve öğrenmişti. Hayatı “kopya çekmekle” geçmiş olan yeni zengin, bu nu­marayı da Türkiye’ye aktarıverdi, bir çırpıda Satın alınan her tablo, vakıfın adına kayıtlanacak ama “Malikane”de duracaktı. Dolayısıyla, dilediğin parayı ver, al. “Paranın ne önemi var, mühim olan masraftan düşmek.”
4)                Sözün kısası: Yeni zengin, anasının karnından sanatsever/hayırsever olarak doğmamıştı (para-sever olarak doğduğu tartışma dışıdır). Cebinden çıkan her liranın bilincindeydi. Bazıları yeni zenginin ne denli “saf’ olduğunu söyleseler de inanmayın. Uyanık yeni zengin, üç yıl önce­sine kadar 1000-2000 lira zor eden bir tabloya bugün 300- 400 bin ödüyorsa, bunu “sanatı korumak” için yapmıyor. Ödediği 400 binin “Vergi” matrahlarında nasıl bir yer tuttu­ğuna bakın siz! Öte yandan, Türkiye’deki sermaye çevreleri, dışa bağımlılığın ürünleridir; Batı’da bir yüzyıl önce yapıl­mış olan girişimleri Türkiye’de yeni yeni tezgâhlayabiliyor­lar. Üstelik oldukça da çekingenler. Henüz evlerinin salonla­rında “soyut” ya da “sürrealist” ressamların tabloları bile yok. (Özellikle de karılarına anlatamıyorlar, soyut tabloları asmaları gerektiğini; kadınlar direniyorlar “denizli, gollü, mehtaplı” peyzajlarda.) Türkiye’yi “kapitalizm”le kalkındı­racaklarına inanmış ve inandırılmış olanlar, bunları yapmak zorundadırlar. Yadırganacak bir taraf yok. Ancak unutulma­sın ki içinde yaşadığımız günler ayrışma günleridir. Kimler nerelerde nasıl “köşe kapmaca” oynuyorlar ve oynayacaklar beni sadece bu ilgilendiriyor.
Sanat Edebiyat ‘81
1 Ekim 1982
Yeni yayın mevsimi, adet üzere, hep eylül-ekim ayla­rında başlar. Ya da en azından yıllardır böyle gelmiş böyle gidiyor. Gerçi yayının mevsimi yoktur ama öteden beri ya­yıncılar, belki de okurun alım gücünü ve isteklerini göz önünde tutarak her yıl bu aylarda yeni kitaplar, dergiler vb.ni yayınlamayı uygun görüyorlar. Bu durumda da her eylül- ekimde bazı soruşturmalar düzenleniyor, yayıncıların so­runları, kısmen de olsa gündeme getiriliyor. Bu da artık adet oldu.
“Bu yıl yayıncıların sorunları nelerdir? Önümüzdeki ya­yın mevsiminde neler olacaktır? Hangi kitaplar yayınlana­caktır?” gibi sorulardan oluşur bu soruşturmalar. Açık be­lirtmek gerekir ki bu tür soruşturmalar çok etkili olmasalar da hiç değilse sorunları su yüzüne çıkartmaları bakımından yararlı olurlar.
Evet, bu yıl yayıncılıkta neler olabilir? İlkin şu soru so­rulabilir. Yayıncılıkta neler olabileceği okurun -hele içinde bulunduğumuz özel dönem dikkate alınırsa- umurunda mı­dır? Sanırım, “fazlasıyla” umurunda olan, bilinçli bir okur kitlesi vardır. Vardır da bu kitlenin eti ve budu nedir? Eti ne, budu ne derken kastettiğimiz, “mali durumu”. Kısaca kitap, dergi satın almaya yetebilecek kadar mali gücü var mı? Bu kitle, 24 Ocak 1980 önlemleriyle, (!) artık eline geçen üc­retle çoluğuna çocuğuna bakabiliyorsa ne ala! Nerede kaldı kitap ve dergi için ayrıca “para” ayırabilmek. Eğer bir para ayırabilirse işte “özveri” buna denir. Ve bu, önümüzdeki “yayın mevsiminin bizce en önemli göstergelerinden biri olacaktır. Bu yıl, içinde bulunduğu mali güçlüklere rağmen, söz konusu bilinçli kitle, kendisine yakın hissettiği/bulduğu “yayınevlerini” her şeye rağmen “desteklerse” bu, gelecek yıllara umutla ve güvenle bakılmasını -bakılabileceğini- sağlayacaktır. Çünkü okur desteğini, şu ya da bu nedenle yitiren bir yayınevinin ayakta kalabilmesi, belirli bir fikri yayın yoluyla savunabilmesi imkânsızdır.
Bugüne değin, örneğin kağıda yapılan inanılmaz zamlar­dan (l’e 10) yakınan sadece yayıncı oldu. Bugüne değin, okurların topluca kağıt zamlarından yakındıkları görülmedi, ne yazık ki! Bu da bir kopukluğu gösteriyor. Okur ile ya­yıncı birlikte karşı çıkabilseler bu tür zamlara, belki bir et­kisi olur. Çünkü önünde sonunda zamlardan zarar görenler onlardır. Yani bilinçli okur ile bu okurun fikren gelişimini ön planda tutarak, bu amaçla yayın yapan yayıncı... Şu anda zamlar (ve diğer değişiklikler) karşısında yayıncı tek başına kalmış durumdadır. Bunu örgütlü olarak yapabilmesi de mümkün değildir. Ne olacaktır? Olacağı şu, eğer okur des­teği olmazsa, bu yıl, birkaç değil pek çok yayınevi kapana­caktır. Okurlar belki üzülecekler, belki üzülmeyecekler ama olacağı budur.
Seks kitabı ya da best-seller basmayan, bilimsel belgesel eserler yayınlayan yayınevlerinin kapanmalarının Tür­kiye’deki Kültür’e etkisi ne olur? Tek kelimeyle söyleyelim, yıkım olur. Zaten belirli çevreler her gün yeni “holding sanatçıları” türetiyorlar, bankerler “Kültür ve Eğitim Vakıf­ları” kuruyorlar. Böylesi bir ortamda, Kültür’ü gerçek niteli­ğine kavuşturabilme çabasında olan aydınlar -intelligentsia anlamında- bir de okur tarafından yalnız ve desteksiz bıra­kılırlarsa, Türkiye’de işte o zaman bir Vehbi Koç, bir Kastelli “gerçek Kültür adamları” saydırılıverirler. Tamamen vergi kaçırmak ve muafiyetler temin etmek için “Vakıf’ kuran birtakım şahıslar, ister misiniz, bir de “Türk Kültürünün


Mimarları” (bu Mimar lafını pek severler, malum çoğu masondur) yaftasıyla donatılıp, Hürriyet’te, Milliyet’te, Cumhuriyet’te punduna getirip herkese “Kültür” satmaya kalksınlar? (Öğretsinler demeye elim varmadı, çünkü akılla­rında sadece satmak var bu adamların.)
Bu, Türkiye’de Kültür’ü bekleyen ilk ve en yakın tehlikedir. Ve acıdır ki bu kış aylarında söz konusu “kamu­oyu oluşturucu” gazetelerde, denk getirilip (!) Sabancı’ların, Koç’ların, Çavuşoğlu’nun Kültür hakkındaki parlak ve faizi bol görüşlerini bizlere cebren ve hile ile okutacaklardır.
Bu durumda, sanırım aydınlara toplumsal bir “Hak” doğ­maktadır. O da okurdan bir istekte bulunabilme hakkıdır. Ne­dir bu istek? Kanımca şöyle özetlenebilir:
Okur, öncelikle, hangi yayın organının kimi, niçin des­teklemekte olduğuna bakmalıdır. Türkiye’de yayıncılık ala­nında, kimlerin kimleri HANGİ AMAÇLA desteklemekte olduklarım sormak -bıkmadan usanmadan sormak- okurlara düşen bir görevdir. HANGİ AMAÇ gerçekten çok önemli­dir. Ve okur, bunun açıklamasını yuvarlak sözlerle, örneğin “Efendim demokrasi için, Uygarlaşma için, Çağdaşlaşma için, Özgürlük için vs. vs., ile geçiştirilmemeli, sonuna kadar açıklamaya zorlamalıdır. Ve işte o zaman takkeler düşecek ve keller görülecektir. Bugün “şöhret” yapılmış birçok yazar ve çizerin, gerçekte, belirli çevrelerce, belirli amaçlarla des­teklendikleri ve bu sahte “şöhret”lerin tümünün bir ortak noktada kesiştikleri anlaşılacaktır.
Birbirleriyle dalaşıyor gibi görünseler de sahte şöhretlerin -yani holding sanatçılarının- bu ortak özelliğini tanıyabilen okurlar, Türkiye’de Kültür’ün, içine iteklenmiş olduğu şu darboğazdan kurtarılmasında ilk ve en etkili güç olacaklardır. Yayıncılar ise onların varlığından alacakları destekle “gelece­ğin kurulması” çabalarına kendi güçleri çerçevesinde katılabileceklerdir. Bu darboğaz, özveriyle aşılamazsa, Türkiye’de Kültür, egemen burjuvazinin kesin denetim ve yönlendiricili­ğinde var olandan daha etkili bir “Yabancılaştırma” silahına dönüşür ve ilk vurulanlar da yine bilinçli okurlar ve onların bağlaşığı aydınlar olurlar.
Kısacası, belirli çevreler bu dönemde, ağababalarına özenerek kendi çaplarında birer “Kültür Nötronu” imal etme çabalan içindedirler. Amaçlan intelligentsiayı, temiz (!) bombayla silip, yerine kendi meşreplerine uyan tatlısu “showman”lerini koymaktır. Önümüzdeki yayın yılı bir dö­nüm noktasıdır. Yüz akıyla çıkılması dileğiyle...

Yönelişler
Ağustos 1981
I.
Soruyu okur okumaz şaşırmadım desem yalan olur. Ya­zarlığa heveslendiğim ilk günlerde (18 yıl önce) birisi çıkıp da bana bir gün gelecek İslami eğilimliler de “Faaliyet” ye­rine “Etkinlik” diyecekler deseydi, inanın ki gülerdim. Bu­gün karşıma çıkana bakıp şaşırıyorum. TDK, Faaliyet yerine Etkinlik diyor diye, siz de mecbur musunuz onlara uymaya? Faaliyet (Activity) olmadan Etkinlik (Effectiveness) nasıl olur acaba? Bunu ne TDK ne de ona gözleri kapalı uyanlar açıklayamazlar. İster kültür, ister sanat, ister felsefe vd. ol­sun, insan(lar)ın “duyumsal ve bilinçli pratik faaliyeti” ol­madan bunların hiçbir “Etkinlik”i de olmaz. Sanat ya da edebiyat, insan “Faaliyefidir; bu “Faaliyettin ortaya çıkara­cağı muhtemel sonuçlardan biri de onun -Sanat veya Ede­biyat- “Etkinliği”dir. Çünkü her sonuç mutlaka “Etkin” olacaktır diye bir kural konulamaz. Diğer bir anlatımla; in­sanın “duyumsal ve bilinçli pratik faaliyetini” yok sayıp, doğrudan doğruya “Etkinlik” kavramını temel kabul etmek ve bunu mutlaklaştırmak, apriorizm’e saplanmak olur. Zaten “Etkinlik” kendi kendine var olabilse, ister istemez insandan önce de bazı insana-özgü (sanat, kültür, edebiyat vd. türden) “Etkinlikler” var olurdu -gibi absürd bir önermeyle karşıla­şılır. Kısacası, sanatı, edebiyatı, bilimi, kültürü vd. insan, duyumsal ve bilinçli pratik faaliyetiyle üretti, bunlar kendi kendilerine “Etkin” olmadılar. Neden ile Sonuç birbirlerine indirgenmemelidirler kanısındayım. Doğrudan doğruya “Sa­nat etkinlikleri” denildiğinde, insan(lar)ın, zihinsel ve be­densel “üretme faaliyeti” ortadan kaldırılmakta, giderek yok sayılmaktadır.
Konuya bu anlatım tarzıyla girmekten muradım, önce­likle, “Dil”e dikkatinizi çekmek içindi. Eğer “geçmişteki kültür verilerini” olabildiğince tutarlı değerlendirmek isti­yorsak, sanırım, önce dil cambazlıklarından uzak durmamız gerekiyor. Belirli çevrelerin, belirli amaçlarla (burada açık­lanması çok uzun sürer) tahrif ettikleri kavramları, onların yükledikleri anlamlarla alırsak geçmişimizi biraz “zor” de­ğerlendiririz gibi geliyor bana. Ama seçim sizlerin tabii. İster “Etkinlik” deyin, ister “içerik” (Öz yerine) ister “Tanrı” (Al­lah yerine) ister “Anamal” (Sermaye verine)... Dil ve Terminoloji’ye dikkat edilmesi kanımca, “kaynaklanma” konusunda üzerinde durulması gereken ilk husustur. Öte yandan “Kül­tümden ne anlaşılması gerektiğini de saptamak gerekir. Batı kapitalist-emperyalist sisteminin ürettiği “Kültür” tanımların­dan birini ya da birkaçını benimseyerek kendi “Özel” geçmi­şimize bakabilir miyiz? Bu soruya bir cevap getirmeden, “geçmişteki kültür verilerini” irdelemeye (bakın bu kelime TDK’dan) kalkışmak araştırmacıları nereye vardırır?
Sorunuzu, ister istemez soruyla yanıtlamak zorunda kal­dım. Çünkü, kanımca, önce, yukarıdaki soruların cevapları­nın aranması gerekiyor. Bu soruların cevaplarının “nasıl” araştırılması gerektiği ise bizi “Yöntem” tartışmasına vardı­rır. Bu konuda, bizim görüşümüz öteden beri bellidir.
Bizce bu yöntem, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir.
II.
“İslami eğilim” diye tanımladığınız akımın, kişisel görü­şüm odur ki günümüz Türkiye edebiyatına tabiidir ki bir kat­kısı olacaktır. Ama önce bu “eğilim” kendini bulmalıdır. He­nüz böyle bir olgunlaşmadan söz edilemez sanıyorum. Eğer böyle bir olgunlaşma aşamasına varılmış olsaydı, bugün geçmişte üretilmiş edebi, felsefi ve/veya ilmi eserler hak­kında bu eğilimin kendine özgü mantığına uygun, ortak dil ve terminoloji kullanan yorumları yayınlanmış olurdu. Bile­bildiğim kadarıyla henüz, “İslami eğilim” içinde kendilerine güvenenler pek çıkamıyor. Ya da var da henüz biz muttali değiliz! “İslami eğilim”den kimileri, hâlâ “tağuti, müşrik, münafık düzen” derken, kimileri de bilimsel sosyalizmi Si­yonizm ve masonlukla, “kasten” karıştırmaktan medet umu­yor. Örneğin, SSCB’de de büyük bir ilgiyle (Akademi’de) araştırılan, Abdülkerim el-Ceyri (ya da Ciyli) ve eserleri hakkında “günümüz” Türkiye’sindeki İslami eğilimin tem­silcilerinden hiçbirinin tutarlı bir araştırması yok.[17] Buna bağlı olarak, kanımca önemi tartışılmayacak “İnsan-ı Kamil” düşüncesi, acaba kaç genç “İslami eğilimciyi” ilgilendiriyor bugün? Oysa, bu çevre veya eğilim mensupları münhasıran bu tür konularda, derinlemesine bilgi verebilen eserler üretebilseler, (Hıristiyan) kapitalist-emperyalist Batı kültürüne karşı yurdumuz Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan “özel kimliğimize” uygun “kültür”e bu çalışmalarıyla katkıda bu­lunmuş olurlar.
Sanat Edebiyat ‘81
1 Ağustos 1981
“Haşhaş ve Emperyalizm” adlı kitabınız kendi alanın­daki en ilginç çalışmalardan biri olduğu halde nedense yete­rince yankı yapmadı. Sizce bunun nedeni nedir? Bu kitabı­nızla neyi amaçlamıştınız? Amacınıza ulaşabildiniz mi?
“Haşhaş ve Emperyalizm” gerçekte “yeterince yankı yapmadı” değil, tek kelimeyle söyleyeyim, “ilgi görmedi”. Bunda utanılacak bir taraf yok. Durumu diplomatik kelime­lerle açıklamaya hiç gerek görmüyorum. Bu kitabım, evet, ilgi görmedi. Neden? Bunu ben de araştırdım. İşte bazı izle­nimler:
a)            Kitabı zor anlaşılır bulanlar var.
b)            “Emperyalizm” kelimesinden korkanlar var. Evimizde “Emperyalizm” başlıklı bir kitap bulunursa, ne olur korkusu bu. Yani “yasak kitap” korkusu. Kitap yasak değil ama işte bu korkuyu duyanlar var.
c)            Konuyu kendileriyle doğrudan ilgili bulmayanlar var.
d)             “Canım bunlar bildiğimiz şeyler” bahanesiyle küçüm­seyenler var; oysa durum hiç de onların kulaktan dolma bil­gileriyle bildikleri gibi değil ama biliyoruz sanıyorlar.
e)               “Cumhuriyet yazmadı, bunda bir bityeniği var galiba”cılar. Oysa Cumhuriyet’in bu kitap ya da başka çalışmala­rım hakkında yazı yayınlaması mümkün değil, çünkü burada açıklanmaması gereken nedenlerle Cumhuriyet özellikle 12 Eylül’den sonra bırakın hakkımızda yazı yayınlamayı, parası önceden ödenmiş kitap ve dergi (SÜREÇ) ilanlarımızı bile basmayı reddetti. Başka nedenler de var tabii. Ama tümünü sıralamak yararsızdır.
Kısacası, “zor günler”de yayınlandığı için kitaptan oku­run haberi olmadı/olamadı. Dolayısıyla da az okundu.
Neyi amaçlamıştım? Şöyle açıklayabilirim. “Emperyalizm deyip duruyoruz, bunu somut bir olayda (Haşhaş) ayrıntıla­rıyla gösterebilmek istemiştim. Bu bir. Gençlerimizi uyuştu rucu maddeler sorunu karşısında elimden geldiğince -bol bol örnekleyerek- uyarabilmek istemiştim. Bu iki. Yakın bir ge­lecekte bize de bulaştırılmak istenilen bu belaya karşı nasıl önlemler alınması gerektiği konusunda öneriler getirmeye uğraşmıştım. Bu üç. Ne ekip biçeceğimize “bizim” karar verebileceğimizi, kimsenin bize dayatmalarda bulunamaya­cağını -12 Mart’ta olduğu gibi- göstermiştim. Zaten 1971 ’de ilk “Haşhaş ekimi” yasağına karşı çıkanlardan biri de bendim. Bu da dört. Kitaptaki amaçlanma ulaştığımı, bu durumda söyleyebilmek zor.
Yukarıda “Uyuşturucu Maddeler Sorunu ” dediniz. Önce şunu sorayım. Sizce Türkiye için böyle bir sorun var mı? Buna bağlı olarak: eğer bu bir sorunsa, niteliğini nasıl açıklıyorsunuz?
“Uyuşturucu maddeler”in bir “sorun” olduğu gerçektir. Ama yurdumuz Türkiye için “henüz” sorun değillerdir. Tür­kiye’de dışa bağımlı kapitalizm hızlandıkça Batı’nın bu so­runu, acıdır ki bizde de yaygınlaşacaktır. Bu kaçınılmaz de­ğilse de kuvvetle muhtemeldir. Dışa bağımlı ekonomilerin, toplumsal sağlığı işte böylesine tehdit eden sonuçlan da var­dır, ne yazık ki.
Öte yandan, sentetik uyuşturucular ABD’deki emperya­list ilaç tekelleri için, pazarlanmaları gereken birer metadan başka anlam taşımamaktadırlar. Sömürmekte oldukları ül­kelerin, hatta kendi ülkelerinin gençlerinin bu nesnelerle zehirlenmeleri hiç umurlarında değildir. Onlar için önemli olan “kâr”dır, daha fazla “kâr”dır. Bu sorunun niteliği nasıl açıklanabilir? Sorunun niteliğini iki ayrı değerlendirmeye sokmak gerekir sanıyorum. Tabiî bunlar benim kişisel gö­rüşlerim ve sadece önerilerimdir. Yani şimdilik sadece birer öneri durumundadırlar. Bunu belirtmem gerekir.
1)            Kanımca “Uyuşturucu Maddelere Bağımlılık” mesele­sini alışılageldiği gibi sadece “tıbbi” bir olay olarak ele alma­mak gerekiyor. Söz konusu bağımlılığın, tarihsel, toplumsal, siyasal ve ekonomik bir temeli vardır. Çünkü “bağımlılık” hali neden değil, bir “sonuç”tur. Dolayısıyladır ki “bağımlı­lık” olayının “nedeninin” araştırılması gerektiği kanısında­yım. Bu da hekimlerden önce sosyal-bilimcilerin görevidir. Tabiidir ki hekimlerle bağlaşıklık halinde. Sosyal-bilimlerin ilgili disiplinleri ve diğer araştırmacılar bir an önce bu ko­nuyla ilgilenmeye çağırılmalıdırlar, görüşündeyim.
2)              Söz konusu bağımlılığı tıbbın tanımladığı “Hasta” konseptiyle algılamamak gerekiyor, sanıyorum. Çünkü bu insanlar, bilinen anlamda -örneğin kanserli, veremli vd.- birer “Hasta” değiller. Öte yandan, Akıl ve Sinir hastalıkları kapsamına da girmezler. Ama Türkiye’de bu tipler halkın “Tımarhane” dediği yerlere kapatılırlar. Bunlar için sanıyo­rum en uygun tanımlar İngilizce Addict ve Toksikoman olu­yor. Bunlar da “düşkün, keş, tutkun, müptela vd.” anlamla­rına gelirler. Kesinlikle klasik ve yerleşik (established) “Hasta” anlamına gelmezler. Dolayısıyla ayrı ve özel bir inceleme ve tedavi gerekir. Tedavide hem hekimlere hem de sosyal bilimcilere görev düşer. Türkiye’de henüz konu bu şekilde kesin ayırıma tabi tutulmuş değil. Hatta tıbben ve hukuken “Uyuşturucu Madde Nedir?” sorusunun cevabı bile yoktur. Yani Türk hukuku ve tıbbı bunu tanımlayabilmiş bile değillerdir. Gerisini bir düşünün. Bir de şunu ekleyeyim. Uyuşturucu nitelikli ilaçlara bağımlılık (Addiction) ile esrar, eroin, afyon, kokain gibi diğer maddelerin karışımlarıyla elde edilen nesnelere düşkünlük (toksikomani) ayrı ayrı ele alınmalıdırlar. Birinci gruptakilere hekimler kolay çare bu­labilirler ama ikinci gruptakiler öncelikle sosyal bilimcilerin konusu olmalıdırlar ve bunlara tıbbî müdahale daha sonra yapılmalıdır, kanısındayım.
Kitabınızda, “Uyuşturucu Maddeler Kültürü”nden söz ediyorsunuz. Böyle bir “Kültür” var mıdır? Ya da bu uyuş­turucuların Kültür olgusuyla bağlantısı nedir?
Kitabımda birçok örnek var bu konuda. Uyuşturucu Mad­deler aracılığıyla “Kültür” üretmek fikri, bugün özellikle ABD’de çok yaygındır. Bunlara “Kültür” ürünleri denebilir mi? Bence denemez ama adamlar “denir” diyorlar. Örneğin bir Ailen Ginsberg had safhada bir Addict ve Toksikoman’dır. Amerikalılara bakarsanız, Yahudi asıllı bu homo­seksüel, Amerika’nın en büyük şairlerinden biridir, “kendini aşmıştır”. Zaten bu “aşmak aşkıncılık” (transcendentalism) nedense çok önemsenen bir olgudur. Bunun meraklıları bizde de türedi. Kendilerini ve toplumsal sorunları “aşmaya heveslenenlerin” birçoğu sığ sularda boğulur ya, neyse, konu bu değil. Ama bu tiplere -Ginsberg, Ferlinghetti, Kesey vd. gibi- özenenler Batı’da olduğu gibi, istesek de istemesek de bizde de olacaklardır. Çünkü bu Batılılaşma olgusuna bağlı bir gelişimdir. Hedef Batıyı körü körüne kopya etmek olunca, alaturka Ginsberg’ler, Kesey’ler Ferlinghetti’ler türeyecektir. Burada ilginç bir paralellikten örnek vereyim. 1960’ın ilk yıllarında ABD’de Şair Ferlinghetti, “Arabesque”i lanse etmekle meşguldü[18]. Yakın ve Uzakdoğu’ya yaptığı gezilerde bunu (Arabesque) tanıyan şair, Doğu Misti­sizmi ile İslam Tasavvufu karışımı eklektik bir anlatım kur­muştu. Buna bir de egzotik “şiir okuma” sesi ekledi ve “chant” adıyla plaklar, kasetler doldurdu. Aynı yıllarda ABD’ye gidip gelen Suat Sayın adlı bir müzisyen de Tür­kiye’de “Arabesk” adlı ne idüğü belirsiz bir musikiyi icraya başlamıştı. Türkiye’de “Arabesk” denen pasifize edici musiki (buna müzik denebilir mi?) ile “Uyuşturucu Maddeler” arasındaki muhtemel bağlantı sanıyorum bugüne değin ele alınmış ve irdelenmiş değildir. Kısacası, bir zamanlar ala­turka Kafka’lar vardı -hala da var- yeni zamanların bu Batılı şişirme idollerine özenen tatlısular da çıkacaktır. Onlarınkine benzeyen “garip/grotesque” şiirler, romanlar (!) vs. vs. yaz­maya çabalayacaklardır. Hem sonra, Baudelaire, Apoleinaire, Nerval de geçen yüzyılın “keşleri” değiller miydi? Onların ürettikleri “şiirler” başyapıt sayılıyor da bizimkilerinin neden sayılmasın? Burada vurgulanması gereken bir konu var. Ger­çekten tarihsel bir durumdur bu. Başta Baudelaire olmak üzere birçok sanatçı (?) en azından “esrar” kullanmıştır. Bu bir gerçektir. Huxley bile ölümünden önce “mescalin” almış, peyote ve LSD deneyleri yapmıştır. Burada bir soru çıkıyor ortaya. “Uyuşturucu madde alınmış haldeyken üretilmiş olan yazılar nasıl değerlendirilmelidir? Bunlar sanat ve kültür ürünleri midirler?” Bu soruya uyuşturucu kullananlar “Tabii ki sanat ve kültür ürünleridirler” diye yanıt veriyorlar. Buna katılmak, kendi adıma konuşuyorum, çok zordur. Çünkü bu maddeler birer “Yabancılaştırcı” durumundadırlar. Kişiyi kendine, toplumuna ve tarihine “Yabancılaştırıcı” maddeler alınmışken (ki bilinç olağandışı yüklemelerle malûl durumda­dır) bir sanat eseri ya da kültür ürünü üretilebilir mi? Böylesi bir çaba, kültür faaliyeti olarak değerlendirilebilir mi? Bence değerlendirilemez. Çünkü bilinç, belirli katalizörlerle bulan­dırılmış durumdadır. Böylesi çalışmalardan olsa olsa, art ni­yetli birtakım şahıslar, zümreler, gruplar ve egemenler yararlanırlar. Bunları şişirenler de sanki sanatın olmazsa ol­mazları gibi gösterirler. Amaçları ise insanların berrak ve duru düşünceler üretmesini önlemektir. Hani nasıl “homo­seksüel” olmadan “sanatçı vs.” olunmaz diyorlarsa, bu da onun gibi bir palavradır. “Esrar” çekmeyen “şair, romancı, vs. olamaz...” Aynı palavranın bir diğer yüzü de işte budur. İnsanları uyutabilmek, maniple edebilmek için uydurulmuş bir yalan. İnsanlar kafayı bulmadan ya da esrar, eroin vs. çekmeden üretirler sanatı da kültürü de. Bunları üretebilmek için homoseksüel ya da keş olmaya gerek yoktur. Gerisi, bilin ki palavradır, kaçış edebiyatıdır ve kesinlikle kasıtlıdır.
Bu durumda başta Baudelaire olmak üzere Apoleinaire, Ginsberg gibi şairlerin ya da William Burroughs gibi ro­mancıların eserlerini “eser” saymıyor musunuz? Bu tar­tışma yaratacak bir görüş değil mi?
Doğru. Çok iddialı bir görüş. Ama bence öyle. Yani bir esrarkeşin ya da eroinmanın yazdıklarını “başyapıt” diye şişirenlere katılamam; bu Baudelaire ya da Burroughs olsa bile. Meğer ki o şahıs, içine sürüklendiği durumu tasvir edi­yor olsun. Ve bunun imrenilecek bir şey olmadığını anlatsın.
Özellikle gençlere ne gibi önerileriniz var?
Gençlere özellikle her türlü “uyuşturucu”dan uzak dur­malarını öğütlemek, kanımca, fazla önemli değil. Çünkü birileri bunları lanse ederken, bizim çıkıp gençlere “onlar lanse ediyorlar ama siz uymayın” dememiz safdillik olur. Önce bunları, şu ya da bu şekilde birer “kâr” aracı olarak görüp piyasalayan kişi ve kuruluşlarla mücadele edilmelidir. Bu da devletin yapabileceği bir girişimdir. Ama hangi “Devlet”in? Bu ayrı bir soru ve cevabı bu yazının kapsamına gire­miyor. Şu günlerde yapılabilecek olanlar ise öncelikle “müttefik” diye bilinen ülkelerde, özellikle de ABD’de bunların (uyuşturucuların) nasıl birer sahte “Kültür” aracı haline getirildiklerini bizzat yerli araştırmacı ve toplumbi­limcilere göstermektir/öğretmektir. Örneğin, TIME dergisi­nin belirttiğine göre (6 Temmuz 1981, no. 27) kokain artık Amerikan orta sınıfınca bile yaygın bir şekilde kullanılır olmuş; adlan sanatçıya, yazara, düşünüre çıkmış birçok ünlü ve ünsüz bunu kullanıyormuş... Zaten 1978’de yapılan araş­tırmalarda ABD’nin, Avrupa’daki askerlerinin yüzde 43’ünün uyuşturucu kullanmakta olduğu anlaşılmıştı. Buna artık orta sınıf ya da ara katmanlar da böylelikle ekleniyor. Öte yandan, ABD’de bunların piyasalanması büyük kârlar bırakıyor. Bunları lanse eden ve 500.000 basan dergiler bile serbestçe yayınlanıyorlar. Örnek High Times dergisi. Yer­yüzü jandarmalığına ve sözde İnsan Hakları Savunuculu­ğuna sıvanmış olan ABD’li emperyalist mihrakların bu tür girişimlerinden yurdumuzun gençliğini kurtarabilmek için öncelikle “anti-emperyalist” bir “siyasal kültür”le donatmak gerekir kanısındayım.
Eklemek istediğiniz başka bir husus var mı?
Evet. Değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye Solu’nun gayet iyi tanıdığı bir “zat” var: Sulhi Dönmezer. Üstelik Prof, bu “zat”. İşte bu zat, yıllardır olduğu gibi, yine “kin ve nefretini” bilimsel ahlakın önüne koydu. 8 Nisan 1981 ’de düzenlenen bir kolokyumda bu Profesör, “Eroinin Tür­kiye’de faaliyet gösteren komünistlere gelir kaynağı oldu­ğunu” hiç sıkılmadan söyledi. Hemen hatırlatalım. Fransa’da o günlerin (1970’lerde) değeriyle 300 milyon liralık “ero­inle” yakalanan Kudret Bayhan hangi partidendi acaba? As­keri savcının 200 yöneticisi hakkında “idam talebinde” bu­lunduğu partiden senatördü bu adam. Türkiye’de 12 Eylül’den sonra “Eroin” kaçakçısı olarak yakalanmış özellikle partili “Komünist” var mı acaba? İster istemez “maceracı­lığa” iteklenmiş bazı delikanlılara (henüz ispatlanmış da değil) böylesi suçlar isnat ediliyor diye, Bilimsel Sosyalizmi savunan herkesi “yıkıcı” kabul ederek çamur atmaya kalkış­mak, bilimsel ve hukuksal ahlakla nereye kadar bağdaşır? Dönmezer bu soruyu cevaplamalıdır.
Edebiyat ‘81’e bana bu imkânı verdiği için teşekkür ede­rim.
Milliyet Sanat Dergisi
13 Eylül 1974
İkinci Dünya Savaşı’ndan en kazançlı çıkan ülkenin Amerika Birleşik Devletleri olduğu anlaşılmıştı. Böylelikle daha 1930’un başlarından beri “Batı Bloğu”nun lideri olmak için çabalayan ABD, savaş sonrasının yorgun Avrupa ülke­lerini kendi başkanlığı altında toplamış oldu.
Savaş sonrasının bazı iktisatçılarına göre ABD, dünyanın en iyi ülkesiyken, yine aynı dönemin bazı genç yazarlarına göre de dünyanın “bireyi en bunaltan ve en hastalıklı” toplu- muydu. Bu genç yazarlar, Amerikanvari düzen anlayışının Amerikan insanını insanlığına yabancılaştırdığını, soysuz­laştırdığını, makineleştirdiğini, robot-beyinli yaratıklar haline getirdiğini ileri sürmekte ve bunu değiştirmek gerektiğini belirtmekteydiler. Ama Amerikanvari düzen anlayışı nasıl değiştirilecekti? İşte burada takılıp kaldılar. Her biri bir öne­ride bulundu. Kimisi uyuşturucu maddeli kültürü, kimisi cin­sel serbestliği (devrimi değil), kimisi de Amerikanvari solcu­luğu yazılarında ve konuşmalarında işler oldular. Savaş son­rası yıllarında, özellikle de 1946-1955 arasında Greemvich Village’de bir araya gelen bu genç yazarların Amerikan düzen anlayışını eleştirmek ve değiştirmek için zırh gibi kuşandık­ları bir öğreti vardı: “Zen-Budizm”.
Uzakdoğu’nun bu “aklı disipline etme” yöntemine büyü­tenmişçesine sarılmış olan genç yazarlara, bu nedenle Ame­rikan edebiyatındaki “Beat-Zen Kuşağı” adı verildi.
Zen-Budizm nedir ve genç yazarlar niçin kapitalizmin gerçek eleştirisi olan Marksizm’i değil de bu Uzakdoğu yöntemini benimsemiş, bu öğretiye sığınmışlardır? Sorunun karşılığına geçmeden önce, artık epeyce ünlenmiş ve orta yaşlarını geçmek üzere olan bu yazarları tanımak daha ye­rinde olur.
Kimdir Bu Yazarlar?
Amerikalı edebiyat tarihçileri, “Encyclopedia International”da “Beat Generation”ı (Beat-Kuşağı’nı) şöyle tanımlıyor­lar:
“Çağdaş toplumsal gerilime karşı çıkmak amacıyla, kendi yarattıkları bir öznel dünyaya sığınarak, toplumsal sorumluluklardan ellerini çeken bir grup 2. Dünya Savaşı sonrası yazarı ve bunların izleyicileri. San Francisco ve New York arasında yerleşmişlerdir. Topluma getirdikleri bu he­yecanlı kaçış olayını Zen-Budizm’in öğretilerine bağlamak istemişler, fakat Zen öğretilerini salt mistik kavramlarıyla anlayabilmişlerdir. Bu kuşağın önde gelen yazarlarından Jack Kerouac’ın ‘On The Road-Yolda’ (1957) adlı romanı ile Ailen Ginsberg’in ‘Howl-Ulumak’ (1956) adlı garipsi şiirleri en parlak ve önemli yapıtlarındandır. Diğer yazarları arasında Clellon Holmes, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso ve Norman Mailer vardır.” Bu yazarlar aynı zamanda Beatnik ve Hippy akımlarının kurucuları olarak da kabul edilmektedirler.
Robot Beyinli Yaratık Olmamak İçin
Beat kuşağım oluşturan genç yazarların benimsedikleri Zen, bir din ya da felsefe değildir. Bazı bilim adamlarına göre, Lao-Tze’nin kurucusu olduğu Tao mistisizmine, bazı­larına göre de Buddha’mn öğretisine dayalı bir “aklı disiplin- lendirme” yöntemidir. Bu nedenle, örneğin Hindistan’daki Zen okulları aşırı gizemciyken, Çin ve Japonya’daki Zen okulları mistisizmi ikinci plânda tutarak, ilkin bireyin kendi yaşantısıyla ve toplumuyla olan ilişkilerine eğilirler. Zen öğretisine göre, birey öncelikle kendi benliğiyle barışmış, onu anlamış ve onun yüceliğine kesin inanç duymuş olmalı­dır. Zen, insan aklına yapılacak herhangi bir dürtüye, şartlan­dırmaya karşıdır. Aklın, dolayısıyla da bireyin tam anlamıyla bağımsız olmasından yanadır. Maddenin bireyi yozlaştırdı­ğını, insanlık değerini aşağılattığını, sahtekârlaştırdığını, baş­kalarını ezmeye ya da yüceltmeye ittiğini ileri sürer.
Savaş sonrasının genç aydınlarına ilginç ve çekici gelen bu yöntem, son derece ilkel görünmesine karşın, aşın entelek- tüelisttir. Amerika ve Avrupa’da, Zen’i yorumlayabilen aydın­lara bir elit gözüyle bakılmakta ve bunlara “Top Intellectuals- Birinci dereceden aydınlar” denilmektedir.
îşte bu ayrıcalık, bu her şeyi herkesten fazla ve iyi bilme özlemi, yıllarca Avrupalı aydınların (örneğin egzistansiya­listlerin) etkisinde kalmış olan Amerikalı genç aydınlara çe­kici gelmiştir. Sıradan aydınların anlayamadıktan bir dille konuşmaya ve yazmaya başlamışlar, kendi toplumlarına sırt çevirmişlerdir. Örneğin “Satori” (aydınlanış), “Dharma” (doğ­ruluk) gibi sözcükleri dillerinden hiç düşürmemişlerdir.
Bu yazarlar için Zen yönteminin barışçı, uysal ve mistik el-etek çekiciliği, Marksizm’in diyalektik materyalizmle belirlenen ödünsüz çözümcülüğünden ağır basmıştır. Bu yeğlemenin yapılışında 1950’lerin Amerika’sını kasıp kavu­ran McCarthy faşizminin de etkisi büyük olmuştur. Sol’un şiddetle kovuşturmaya uğratıldığı o günlerde, Beat-Kuşağı yıldırımlardan uzak kalmış, daha doğrusu pek önemsenme­miştir. Öyle ki aynı dönemde Norman Mailer, sosyalizmi konu edindiği tek kitabı “Barbarlar Kıyısı”nı yayınlayabil­miş ve hiçbir şekilde ‘komünistlikle’ suçlandırılmamıştır.
Amerikan edebiyatındaki Beat-Kuşağı’nın en önemli ya­zan, hiç kuşkusuz Jack Kerouac’tır (1922-1969). Kanadalı- Fransız bir ailenin çocuğu olan Kerouac, 1950’de yayımla­nan ilk kitabında (The Town and the City-Kent ve Kasaba) başarılı olamamış, ancak bundan yedi yıl sonra yayımlanan
“On the Road-Yolda” adlı kitabıyla genç kuşağın bir numa­ralı yazarı olmuştur. İki kitabı arasındaki yedi yıllık süreyi tüm Amerika’yı otostopla dolaşarak, çeşitli “underground” sanat ve edebiyat topluluklarında tartışmalara katılarak geçir­miştir. “On the Road”da, bunaltılı toplumundan kurtulmak amacıyla durmaksızın dolaşan bir genci, kendini anlatmaktadır. Hippilerin Homeros’u diye tanınan Kerouac’m kitapları ara­sında Lonesome Traveller, Desolated Angel, Satori in Paris, Dharma Bums, The Subterraneans ve Pic’de zenci beyaz ilişkilerini, öteki eserlerinde ise Zen-Budizm’i ve bunalan aydın temalarını işlemiştir.
Beat Kuşağı’nın ikinci önemli adamı Şair Ailen Ginsberg’dir (d. 1926). Rusya’dan Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi ailesinin çocuğudur. Babası şair ve öğretmendi. Ba­basının zayıf kişiliğine karşın annesi Naomi, Amerikan İşçi Partisi’nin aktif bir üyesiydi. Ginsberg’in ilk kitabı “Howl- Ulumak”, 1956’da yayımlanmış ve on üç yılda 21 baskı yaparak 186.000 satmıştır. Kitap, şairin, “Amerika’nın Yeni Buddha’sı” dediği Jack Kerouac’a adanmıştır. Ginsberg’in en ünlü kitabı ise annesi için yazdığı “Kaddish” adlı uzun ağıttır. Amerikan klasikleri arasına giren bu kitap 1961’de yayımlanmış ve sekiz yılda on baskı yapmıştır. Aynı akımın öteki şairi Gregory Corso’ya adanmış olan bu kitap da 1970’e dek onuncu baskısını tamamlamıştır. Ginsberg, ay­rıca Zen’i, uyuşturucu maddeleri, cinsel sapıklığı savunan sayısız makale ve deneme yazmıştır.
Lawrence Ferlinghetti de Beat Kuşağı’nın ünlü şairlerin­dendir. Fcrlinghetti, yaşayanlar arasında kitaplarının baskısı toplam 2.500.000’i geçmiş tek şairdir. Eserleri Küba, Çe­koslovakya, Şili ve Rusya dahil birçok ülkede yayımlanmış­tır. 1958’de basılan “Coney Island of the Mind”, on dokuz baskı yapmış ve 500. 000 satmıştır. Zen yöntemini en iyi yorumlamış yazarlardan biri olan Ferlinghetti, Sufizm’e ilgi duymuş ve Amerika’da bu agnostik akımın temsilciliğini de yapmıştır. 1966’da yayımlanan “The Secret Meaning of Things-Nesnelerin Gizli Anlamları” adlı şiir kitabında yer

45
 alan Raca’tun Katli başlıklı uzun şiirinde bir yandan “Zen” bir yandan da “la ilahe illallah” nakaratları yer alır. Şiir, Kennedy için yazılmıştır. Ginsberg, meskalin ve ayahuasca şiirine katkıda bulunduğunu söylerken, Ferlinghetti, LSD’den söz etmektedir.
Gregory Corso ise Beat Kuşağı’nın en az ünlenmiş fakat belki de en yetenekli şairi ve yazandır. İtalyan asıllıdır. Şiirle­rinde Amerikan toplumunu daha bilinçli bir düzeyde eleştirmiş ve yermiştir. Corso’nun önemli kitabı “Gasoline”dir. Buradan,
“Ama Ben Şefkat İstemiyorum” adlı uzun şiirinden birkaç mısra aktaralım:
“Ama şefkat dediğiniz ne? Şefkati öldürdüm ben / ama ne? / Siz şefkatlisiniz çünkü şefkatli bir yaşayışı sürdürü­yorsunuz / St. Francis de şefkatliydi. / Toprak ağası da şefkatlidir. / Şekerkamışı da şefkatli. / Parkta oturan insanlar onlardan daha şefkatlidirler diyebilir miyim acaba?”
Amerikan edebiyatının özellikle günümüz gençliğini en çok etkileyen Beat Kuşağı yazarları yalnız bu sayılanlar değil­dir. Örneğin, William Seward Burroughs, Neal Cassady, Ken Kesey, Tom Wolfe, George Dickerson, Kenneth Rexroth, Richard Brautigan gibi birçok temsilcisi daha vardır. Beat Ku­şağı, politik bakımdan Amerika’da çok etkili olmuş bir gruptur. Özellikle Vietnam Savaşı sırasında, sayısız savaş aleyhtarı gösteri yürüyüşü düzenlemişlerdir. Başkan Nixon’a karşı en ağır eleştiriler ilkin bu grupların denetimindeki yayın organlarından yükselmiştir. Ne var ki Beat Kuşağı yazarları, beğenmedikleri Amerikan emperyalizmini eleştirirken bilimsel öğretiden değil de birtakım çağdışı düşüncelerden medet ummaktadırlar. Örneğin bireyin toplumuyla yabancılaşmasındaki tek etkenin emeğin metalaşması olduğunu kabul etmemişler; yabancılaşmayı Hegel’ci görüşe uygun bir anlayışla yorum­layarak gerçekdışına düşmüşlerdir. Ve bunun kaçınılmaz so­nucu olarak da Amerika’nın düzenini eleştiriyoruz derken, Amerikan kapitalizmi tarafından kullanılır olmuşlardır.
Milliyet Sanat
23 Ağustos 1974
Lübnan ’ın uluslararası üne sahip şair, düşünür ve ressamı Halil Cibran ’ın başyapıtı “The Prophet-Ermiş ” adıyla yeniden Türkçeye çevrildi. İlk çevirisi 1946’da Ömer Rıza Doğrul tarafından, Hâk Erenler (Nebi) adıyla yapılan bu eser, Cibran’ı, Batı dünyasında en çok okunan düşünürler arasına katmıştır. Aşağıda, kitabı Türkçeye çeviren Aytunç Altındal’ın, Halil Cibran’ın kişiliği ve sanat anlayışı üzerine hazırladığı tanıtma yazısını sunuyoruz.
20. yüzyılın ikinci yansında Lübnanlı Halil Cibran, Batı dün­yasının en çok sözünü ettiği Yakındoğulu şair ve düşünür olmuş­tur. İngilizce ve Arapça yazdığı eserleri, Japonca ve Sanskritçe de içlerinde olmak üzere birçok dile çevrilmiş; Avrupa’da, Arap ülkelerinde, ABD’de her sınıftan milyonlarca kişi tarafından se­vilerek okunmuştur. Çağının sosyal çalkantılarla dolu günlerinde düşünceleri Lübnan’daki işçi, öğrenci ve aydın kesimlerince be­nimsenmiş, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da eserlerinin okun­ması yasaklanmış, kitaplan meydanlara yığılarak yakılmıştır. Aynı zamanda ressam da olan Cibran, Fransa’da ve ABD’de çe­şitli sergiler açmıştır. Ünlü Fleykeltıraş Auguste Rodin, Cibran’ın resimlerini 19. yüzyılda ölen İngiliz Şair ve Ressam William Blake’in yapıtlanyla kıyaslamıştır.
Yaşam Öyküsü
Halil Cibran, 1883 yılında Bechari’de doğdu. On iki yaşın­dayken ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. İlk, orta ve lise öğrenimini Boston’da tamamladı, Daha sonra, ısrarı üzerine ailesince Beyrut’taki EI-Hikmet Medresesi’ne gönderildi. Yük­sek öğrenimini burada bitiren Cibran, 1902’de bir daha dönmemecesine ayrıldı anayurdundan. 1902/1908 yıllan arasında resim yaparak geçimini sağladı. 1908’de Paris’e gitti; Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazıldı. Üç yıl süreyle çağının en büyük heykeltıraşı Auguste Rodin’den ders aldı. 1911 ’de yeniden Amerika’ya döndü. 1918’de ilk kitabı “The Madman-Deli” ya­yımlandı. 1923’de “The Prophet-Ermiş” basıldı. Bu kitabıyla adı bütün dünyaya yayıldı. “Jesus, The Son of Man-İnsanın Oğlu İsa” ve “The Earth Gods-Yeryüzü Tanrıları” adlı kitap­larıyla bu başarısını pekiştirdi. 1931 yılında New York’taki küçük bir çatı katında yoksulluktan ver birbiri ardı sıra gelen hastalıklardan kurtulamayarak öldüğünde 48 yaşındaydı.
Cibran’ın tüm yaşamı acı ve kederle örülüdür. Gençliğinde Lübnanlı bir kıza âşık olmuş, fakat evlenme isteği gerek kendi­sinin gerekse ailesinin yoksul oldukları gerekçesiyle kızın aile­since geri çevrilmişti. Ölümünden birkaç yıl önce, sürekli ola­rak özlemini çektiği anayurdundan bir kadınla mektuplaşmaya başlamış, yeni bir duygu bağı kurmuştur. Ama bu sevgisi de yalnızca mektuplarda kalmış, parasızlık ve sağlığının bozuk­luğu yüzünden Lübnan’a dönememiştir. Ancak, çektiği acılar Cibran’ı romantizmin koyu derinliklerine ya da mistisizmin içinden çıkılmaz bataklıklarına sürüklememiştir. Sevgiyi “tüm insanları ve doğayı sevme” olarak almış, bireysel acı ve keder­lerin gerçekte toplumsal nitelikte olduğunu göstermiştir.
Dünya Görüşü ve Eserleri
Cibran, Yakın, Orta ve Uzakdoğu’nun geleneksel öğretile­riyle Batı düşüncesini karşılaştırmış, bireysel ve toplumsal olgulara çeşitli sentezler getirmiştir. Yapıtlarında şiirsel bir anlatım kullanmış, Doğu düşüncesini Batı diliyle yazmıştır. Bu nedenle, Cibran’ın eserlerini okuyanlar, bir bakıma pey­gamberlerin kitaplarını okuyormuş izlenimine kapılırlar. Tıpkı kutsal kitaplardaki gibi, yazım büyük önem taşır. Aforizmalarını sanki meydanlarda yüksek sesle okunsunlar diye yazmış gibidir. Her kitapta kurgu aşağı yukarı aynıdır. Bir “öğreten”, bir de ondan “öğrenenler” vardır. Konu da az çok aynıdır: Doğa-Toplum ve İnsanoğlu. Bu üçlü, her zaman bir bütün içinde ele alınır ve “Öğreten”, doğanın, toplumun ve insanlığın yasalarını anlatır.
Halil Cibran, gerek şiirlerinde, gerekse resimlerinde “İnsanoğlu”nu ve onun “İnsan”lığını en yüce doğa olayı olarak ele alır. Evrimlere yürekten inanır. “Sizler Doğa’nın çocuklarısı­nız” der. İnsanlara eziyet edenleri, sömürenleri, aldatanları şiddetle kınar. Ama sömürülenlere de yalnız acıma duygusuyla yanaşmaz: “Eğer başınıza bir despot geçmişse bunun sorum­lusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, alnınıza diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz” der. İnsanların, in­sanlıklarına kavuşmak istiyorlarsa, diktatörlere başkaldırmaları gerektiğini savunur.
Cibran’a göre “Doğa”da “Doğa”nın kendinden başka giz yoktur. Pragmatizmin doğurduğu madde-tapımcılığına şiddetle karşıdır. Doğa’yı diyalektik yöntemle çözümler. Ne “evet” tek başına evet, ne de “hayır” tek başına “hayır”dır. İkisi bir bütün­dür, biri olmasa öteki de var olamaz. Cibran için insanoğlu bir bütün olarak yüce bir yaratıktır. Duygu, düşünce ve davranışla­rıyla “Doğa”nın sunacağı nimetlerin en iyisine lâyıktır. Doğa, nesi var nesi yoksa en âdil biçimde insanlığa sunmaktadır; öy­leyse insanlar da bu “nimetlerden” eşit paylar almalıdırlar. Başkalarının zararına, kendi çıkarlarına ticaret yapanlar, hiçbir üretimde bulunmadan onun bunun ürününü alıp birbirlerinden habersizce satarak oturdukları yerde kazanç sağlayanlar, insan­lığın yüz karasıdırlar... Mademki “Doğa”da “İlahi bir Adalet” var, Tanrının bir parçası olan insanda ve onun toplumunda da aynı adalet bulunmalıdır.
Kadın-erkek ilişkilerinde ne kadına ne erkeğe üstünlük ta­nır. “İkiniz de üstünsünüz, birbirinize gereksinmektesiniz, bu nedenle de “eşitsizin” der. “Sevgi’nin tutsağı olmayın, sevgi­nizi kullanarak birbirinizin üstünde baskı kurmayın. Çünkü, şunu aklınızdan çıkarmayın ki sevginin tek hedefi vardır; kendi kendine yetmek. Sevgi, ne kendinden bir şeyler verir ne de bütünlüğüne dışardan bir şeyler katılmasına göz yumar...”


Resimleri
Sanat, Cibran’a göre, sanatçının imgelemi ile yapıtını sey­reden kimse arasında dolaysız biçimde kurulacak bir haber­leşme aracı olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde, seyredenin aklım karıştıracak, onu eserin gerçekliğinden uzaklaştıracak ayrıntılara girmediğini belirtir. Tablolarında sembolizm natüralizm ve realizm, içice girerek bir determinizmi oluştururlar. Anatomik yapıya büyük önem verilmiştir. Deformasyonlardan kaçınılmış, figürlerin yüzlerine sindirilmiş olan dünyasal acı ve elemler sanki bedenlerine de işletilmek istenmiş gibidir. Cibran’ın bir başka özelliği de insanoğlunu hep doğadaki ola­ğan şekliyle, çıplak olarak işlemiş olmasıdır. Kadınlar, erkekler ve çocuklar hep maddeden arınmıştır. İster gökyüzünde, ister yeryüzünde; olsunlar, çevreleri “Yaşam”ın canlıyı canlı yapan “buhur”uyla sanlıdırlar. Resimlerinin çoğunda eşit sayıda kadın-erkek figürü kullanması da dikkati çeken bir noktadır. Ço­ğunlukla karakalem çalışmalar yapmıştır. Yağlıboya ve sulu­boya tabloları da vardır.
Etkisi Sürüyor
Halil Cibran’ın en büyük başarısı, hiç kuşkusuz, kendini kapitalist Batı toplumuna kabul ettirebilmiş olmasındadır. Kendi düzenini en uygar ve üstün düzen sayan Batı’ya “akıl hocalığı” yapmak hiç de kolay değildir. Akıl öğretmeye kalkı­şacak kimse kendi içinden gelmiş olursa pek ses çıkarmaz Batı, ama Doğulu, hele Yakın doğuluysa, hiç dayanamaz. “Kim oluyor bu Şarklı?” der. Cibran, Batı’nın işte bu insafsız önyargıcılığını kırmıştır. Üstelik kırmakla da kalmamış, Batı’nın gözlerini Doğu’ya çevirtmiştir. Özellikle Batı’nın 1960 son­rası “çiçekli devrimcileri” Cibran’ı bayrak edinmişlerdir. Et­kinliği her geçen gün biraz daha artmış, düşünceleri biraz daha yayılmıştır. Öyle ki ABD Devlet Başkanı John F. Kennedy bile ünlü söylevinde onun düşüncelerinden yararlan­mıştır: “Vatan benim için ne yapabilir diye değil, ben vatanım için ne yapabilirim diye sorun.”
Sanat Edebiyat ‘81
1  Eylül 1982
Türk Dil Kurumu, tartışma gündemindeki yerini koruyor. TDK’nın bugünkü durumu ile ilgili düşüncelerinizi belirtir misiniz?
Türk Dil Kurumu konusuna “Sonun Başlangıcı mı?” so­rusuyla yaklaşabiliriz. Günümüzde Türk Dil Kurumu adıyla tanınan ve bilinen örgüt, 12 Temmuz 1932’de bizzat Mus­tafa Kemal’in girişimiyle ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulmuştu. Aradan tam elli yıl geçmiştir. Bu elli yıllık dönemde söz konusu kuruluş Türkiye’de en çok tartışılan, (belirli çevrelerce yüceltilen, belirli çevrelerce de yerilen) örgütlerden biri, belki de birincisi olmuştur. TDK’ya yönelik eleştiriler, başlıca iki başlık altında toplan­maktadır.
A)            TDK, Osmanlıcayı yıkarak yerine uyduruk -tâbir on­ların- bir Türkçe koymuş, böylelikle de “mîllî ve mu­kaddesi” değerlerimizin genç kuşaklara aktarılmasını engel­leyerek, insanlarımızı geçmişinden kopartmıştır;
B)            TDK, sadece (A)’daki davranışta bulunmamış, üstüne üstlük Türk Dili’ni bilgisizce tahrif etmiş, akıl almaz dilbil­gisi hataları yapmış ve en önemlisi yabancı bir ideolojiye esir olarak zararlı, millî birlik ve beraberliği bozucu ve bö­lücü nitelikte kavramlar -örneğin devrim gibi- ve kelimeler türetmiştir.
Bu görüşlere karşı TDK ve onu savunanlar da Türk “Dil Devrimi”ni bizzat Atatürk’ün gerçekleştirdiğini ve bu devrimin Batılılaşmak ve Çağdaş Uygarlığa ulaşmak için mutlaka des­teklenmesi gerektiği görüşünü vurgulamışlardır. Yapılan ve yapılabilecek hataları telâfi amacıyla da TDK’nın ürettiği kelimeleri -onlara göre sözcükleri- zorla kullanmak mec­buriyeti bulunmadığını, kelimeler tutarsa benimseneceğini vurgulamışlardır. Biz bu konuyu yıllardır pek çok kez tartış­tık. Nedir ki özellikle 12 Eylül’den bu yana TDK’nın du­rumu Devlet nezdinde bir kez daha ele alındı. Son zaman­larda da kapatılması ya da Akademi’ye dönüştürülmesi şek­linde -henüz belirginleşmemiş de olsa- bazı girişimler yapılıyor. Her nasıl olursa olsun, TDK için karar günleri yaşanıyor. TDK için belki de sonun başlangıcına gelindi. Öte yandan giderek artan eleştiriler TDK tarafından -gele­neksel tavra uygun olarak- hâlâ, ya görmezlikten geliniyor ya da üstü kapalı, beylik sözlerle yanıtlanıyor.
Testi kırıldıktan sonra akıl vermek kolaydır. Onun için önceden görüş bildirmeyi “aydın sorumluluğu” sayıyoruz. Hemen belirtelim ki -bizi ihbar etmiş oldukları halde- TDK’daki kadroya karşı önyargılı değiliz. Bu öznel etmeni açıkça vurgulamayı da -onlar açısından- gerekli görüyoruz.
TDK’nın, “Dil Devrimi ”nin savunucusu olduğu görü­şünü nasıl yorumluyorsunuz?
İlkin şunu saptayalım. TDK kendisinin “Dil Devrimi”nin tek ve biricik savunucusu olduğunu daima vurgulamıştır. Ve ilginçtir, özellikle 27 Mayıs 1960’dan bu yana TDK, usta bir manipülasyonla “Dil Devrimi” ile kendisini özdeşleştirivermiştir. Kemalist devrimleri korumak ve kollamakla kendile­rini görevli bilen çevreler de -ki bunlara kim ne derse desin solcular da dahildirler- bu durumu olağan ve olması gereken diye değerlendirmişlerdir. Oysa, şu önemle ve özenle belir­tilmelidir ki “Dil Devrimi” AYRI, TDK AYRI olgulardır. Mustafa Kemal, “dil” konusunda gerçekten bir “devrim” yap­mıştır. Ama -dikkat- TDK’yı kurarak DEĞİL, Osmanlıca- Arapça-Farsça alfabeyi KALDIRIP yerine LATİN alfabesini koyarak. Ve bu da -HARF DEVRİMİ- 1928’de olmuştur. Bu gerçek bir “Devrim”dir. TDK’nın kurulması ise bu “Devrim”in ta kendisi değil, onun itici gücünün ortaya çıkardığı siyasal “Kurumsallaşması”dır. Çünkü, “Dil Devrimi” bir bütünün parçasıdır. Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet radikalizmine uygun bir girişimdir. Dolayısıyladır ki TDK, “Dil Devrimi’ni değil, ülkedeki İktisadî, siyasal, toplumsal, tarihsel, yöntemsel ve kültürel devrimler -bu meyanda Dil Devrimi- TDK’yı belirlemelidir. Ama durum tam tersi yönde gelişmiş ve TDK, diğer devrimleri ve başta Dil Devrimi’ni yönlendiren ve belir­leyen bir merkez kuruluş haline gelmiş ya da bu role bazen dolaylı bazen dolaysız yollardan talip olmuştur. Bizce böylesi bir tavır, TDK’nın boyunu aşan bir hevestir ve sakıncalı so­nuçlar doğurmuştur.
Bu sakıncalı sonuçlan örnekler misiniz?
Şunu vurgulayalım ki “Dil Devrimi”, Türkiye toplumunun malıdır. TDK’nın tekelinde değildir ve olamaz. TDK, öncelikle babasının malı gibi tepe tepe kullandığı, tekelinde tuttuğu “Dil Devrimi”nin KENDİSİNİN DEĞİL, tüm Tür­kiye’nin olduğunu kabullenmelidir. Devrimler, Türkiye toplumuna aittirler, belirli kişi, kuruluş ya da gruplara değil. Bu bir.
İkincisi, Devrimler toplum tarafından benimsenirlerse gerçeklik kazanırlar, siyasal girişimler ise sadece siyasal kadroların kararlan ve sorumluluklarındadır, toplumu bağ­lamayabilirler. Bu nedenledir ki Türkiye’de insanlar ger­çekten zor ve karmaşık olan eski Türkçe yerine yeni Lâtince harflerle okuyup yazmayı benimsemişler ve karşı çıkma­mışlardır. Ama bu benimseyiş, hiç kimseye ve kuruluşa Lâ­tince harflerle, kendi geçmişine ait kelime, kavram, deyim ve terimleri YAZDIRMAMAK ve KULLANDIRMAMAK hak ve yetkisini vermez/vermemiştir. Kaldı ki Türkiye’de hemen hiç kimse Lâtince HARF’lere karşı değildir. Ama Türkiye’de -biz dahil- büyük çoğunluk, TDK’nın “Dil Devrimi” ile Öz Türkçeciliği kendi şahsında özdeşleştirme­sine karşıdır. Bizce, bir dilin alfabesi değiştirilebilir. Bunun için İktisadî, siyasal, toplumsal, tarihsel koşullar ve durumlar oluşmuştur; “Devrim” yapılır. Ama “HARF Devrimi”nden yola çıkıp var olan “Dirin, nerdeyse tamamının değiştiril­mesi düşünülemez. TDK ise, “Dil Devrimi”ni bahane edip, var olan dilin nerdeyse tümünü değiştirmek gayretlerine girmiştir. Hemen belirtelim ki bu sakat tavır, tabiidir ki TDK’yı değil, onu yöneten kadroları bağlar. Şunu hiç akıl­dan çıkarmamak gerekir ki kurumlar kalıcı, kadrolar geçici­dirler. Bizler, bu nedenledir ki anti-emperyalist nitelikte siyasal bir girişim olarak değerlendirdiğimiz TDK’yı kalıcı olmasından ve savunulmasından yanayız. Ama TDK’yı yö­neten -bugünkü- kadroya kesinlikle karşıyız. Bu kadro gitmeli ama TDK ve onun kuruluş amacı korunmalı ve savunulmalıdır.
TDK'ya yöneltilen eleştiriler konusundaki görüşleriniz nedir?
TDK’ya yöneltilen (A) başlıklı eleştirinin gerçekte hiçbir bilimsel ve rasyonel değeri yoktur. Bu tamamen reaksiyoner/gerici bir tavırdır. TDK, Osmanlıcayı yıkmıştır demek, esasta, “Harf Devrimi”ne karşı olunduğunu söyleyememek demektir. Ne var ki bunu söylemek hem kolay de­ğildir hem de söyleyenlerin de çıkarlarına uymaz. Osmanlıcayı savunanlar, bunu eski Türkçeyle yapsalar -örneğin şu namlı Tercüman’ı eski Türkçeyle yayınlayabilseler- ne etki yapabilirler? Tek kelimeyle hiç. Bugün yarım milyon tirajı olan bu gazete iki günde birkaç bine düşer. (Kaldı ki, Nazlı patroniçeye de yol gözükür.) Bu eleştiriyi yöneltenlerin ger­çekteki amacı üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. TDK kendi ellerine geçse yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. TDK “Ulusallaşmak” için zorunlu ve gerekli bir önkoşuldur. Kapitalizm-emperyalizme göbekten bağlı bu kadronun “Ulu­sallaşma” için zorunlu olan bu önkoşula karşı çıkışı, tama­men kişisel çıkar hesaplarından kaynaklanmaktadır. Nitekim TDK, kapatılsın aynı görevi bizim kuracağımız Akademi yüklensin diyerek, gerçekte neyi amaçladıklarını ortaya koymaktadırlar. Bu kadro, TDK’da iktidarı ele geçirmek istemektedir. Yoksa Türk Dili’ne bir katkıları olacak değil­dir. Söz konusu kadroda böyle bir katkıyı yapabilecek ne bilgi ne de yetenek vardır. Bu kadro Osmanlıcayı savunur ama aralarında şeriatı ve İslâmî “Dil”i bilen hemen hiç kimse yoktur. Bu nedenledir ki söz konusu kişiler, TDK’ya iktidar olmayı, sadece ve sadece bağlı oldukları siyasî ör­gütleri iktidara getirmek ya da orada tutmakta bir araç olarak -yani siyasî bir silah olarak- kullanmak kastıyla istemek­tedirler. Bu nedenledir ki TDK kadronun, göz boyayıcı lafa­zanlığına bakılarak kapatılmamalıdır. TDK’nın bu kadronun eline geçmesi halinde, iyi kötü 50 yıldır alınan mesafe ol­duğu yerde kalır. Söz konusu, TDK’nın yaptıklarını bozar. Ama bunu Atatürkçü olmadığı için değil, “Devrimci” olma­dığı için yapar. Nasıl ki “Kemalist kafayla, Sosyalist örgüt­lenme yapılamazsa”, “Liberal kafayla da Radikal değişimler yapılamaz.” TDK ise yukarıda da belirtildiği üzere, M. Ke­mal’in Cumhuriyetçi Radikalizminin eseridir.
Yukarıda (B) başlığıyla özetlediğimiz eleştiriyi yönel­tenler bir bütünün başka bir parçasıdırlar. Bunlara göre TDK, en azından komünist ideolojinin “cirit attığı” bir fesat yuvasıdır. Her girişiminde gizliden gizliye “ihtilalcilik ve komünizm” vardır. Bu amaçla da kelimeleri tahrif etmekte, kavramları çarpıtmakta ve dilimizi bozarak, bölücülük yap­maktadır.
Bu görüş öncekinden daha mesnetsiz, nerdeyse şizofrenik bir sayıklamadır. TDK’nın belirli terim ve kavramları baş aşağı ettiği, içerikliklerini boşalttığı gerçektir. Ancak söz konusu kavramlar, modem materyalist görüşün terminoloji­sinde yer alan kavramlardır. (Örneğin sermayeyi, anamal; patronu, işveren yapmaları gibi.) TDK, bugüne dek, bırakı­nız “komünist ihtilâl”e bilerek bilmeyerek hizmet etmeyi, bizce tam tersine, bilerek ve isteyerek “Bilimsel Sosyalizm”in terminolojisini darmadağın etmektedir. Ne var ki bu iddiayı ortaya atanlar gerçek amaçlarını gizlemektedirler. Böylelikle, bir kontr-balans oluşturmaya çalışmaktadırlar. Hedefleri, TDK’yı komünistlikle suçlayıp, Türkiye’nin dışa bağımlılığını -her alanda- pekiştirmektir. TDK, kurum olarak, kişisel görüşümüz odur ki bu gruba karşı da savunulmalıdır.
Dışa bağımlı olmayı şiar edinmiş kafalar, TDK’yı ve Türkiye’yi emperyalizmin kuyruğundan başka hiçbir yere taşıyamazlar.
Peki, ya TDK’yı bugünkü konumu içinde savunanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Övgülere gelince, başta Cumhuriyet gazetesi yazarları olmak üzere adları solcuya çıkmış bir aydın kadro, TDK’yı övmekte ve savunmaktadırlar. Biz bu savunmacılığa katıl­mıyoruz. Çünkü savunmak eleştirmekle olur. Söz konusu kişiler, TDK’daki kadroyu öznel nedenlerle savunuyor ve destekliyorlar. Bir eleştiri yöneltildiği zaman, derhal “şimdi sırası mı?” cümlesiyle susturmaya kalkışıyorlar. (Bize yap­mayı denedikleri gibi.) Oysa, TDK adına hareket eden kadro akıl almaz hatalar yapıyor.
Burada hemen bir parantez açmak istiyoruz. Örneğin, kültür yerine ekin denilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Kesinlikle böyle bir şey denilemez. Kültürün ekip biç­mekle ilgisi yoktur. Oysa Türk Dil Kurumu, 1920’lerde söz konusu edilen ve agrikültürden kaynaklanan tanımı kullan­makta direniyor. Ne var ki yine TDK’nın ileri gelen üyele­rinden Prof. Bedia Akarsu, kitabında kültür kelimesinin agrikültürden kaynaklanmadığını, “colere” kelimesinden geldiğini ve “colere” kelimesinin de Latincede “bakım” ke­limesinden türediğini belirtmektedir. Oysa Özer Ozankaya hazırladığı “Toplumbilim Terimleri Sözlüğü”nde kültür kar­şılığı olarak “ekin” kelimesini kullanmış ve bu kelimeden türetilen 33 madde yazmış. Ama aynı Özer Ozankaya’nın kitabı “Köyde Siyasal Kültür Araştırmaları” adını taşıyor. Şimdi bu durumda “Köyde Siyasal Ekin” mi diyeceğiz? Bir başka örnek de “civil kültür” deyimi. “Civil”, yurttaş, yurt­taşlık anlamına geldiğine göre, civil kültür de yurttaş ekini ya da yurttaşlık ekini demek mi oluyor acaba?
Uygulamadaki bu hataların yanı sıra, temel yaklaşımda da hatalar oluyor kuşkusuz.
TDK’daki kadro bir “çağ değiştirme”[19] efsanesi üretmiş gidiyor. Bilimsel olarak hiçbir toplum “çağ değiştirmez.” Bir “çağdan çıkıp, diğerine girmez.” Ama toplumlar belirli üretim tarzlarından çıkıp, başka ve daha üst üretim tarzlarına girer­ler/geçerler. “Çağ değiştirme”yi alegorik anlamından koparıp, “Nesnel-Gerçeklik” sanmak ve bunu var edebilmeye uğraş­mak, ya safdilliktir ya bilgisizliktir. Çünkü bu durumda “Dil’de Çağ Değiştirme” nasıl olabilir? diye bir soru doğar ki bu da düpedüz saçmalamak olur. Böylesi temel bir yanılgıyı sürdüren kadroyu desteklemek mümkün değildir. Bugünkü TDK kadrosu, var olan Dil’e çağ değiştirtmeye kalkıyor. Bu bir “sanrı” (halüsinasyon)dır. Ve buna gülmek değil, üzülmek; övgü değil eleştiri gerekir.
Sizce “Harf Devrimi ”nin önemi nedir?
M. Kemal’in “Harf Devrimi”, gerçekte Cumhuriyet dö­nemi Türkiyesi’nde çok büyük önemi haiz başka bir “Devrim”le iç içedir. Bu devrim “Laikleşme”dir. M. Kemal, eski alfabeyi sırf “kolay okuyup, öğrenmek” için değiştirmedi. Bu değişikliğin ardında “Batılıca” normları tam alabilmek çabası yatar. Bunların başında da “Laikleşme” gelir. Eğer eski alfabe kolaydı, Cumhuriyet döneminde “Laikleşme” yerleştirilemezdi. Arapçanın Kur’an yazısı olduğu anımsanırsa, toplumsal bilinçten bunun silinmesinin ne denli önemli rolü olduğu anlaşılır. Yeni harflerin kabulü işte bu bağlamda anlam ve önem taşır. Uhrevî bir “yazıdan” cismanî (corporal) bir yazıya geçiştir bu. Allah’a ve onun Halifesi’ne “kul” olmaktan Cumhuriyet “birey”i olmaya geçişi hazırlayan önkoşullardan biridir. M. Kemal, bunu aklında tutarak yaptı “Harf Devrimi”ni. Halifeliğin kaldırılması (3 Mart 1924); Şeriye ve Evkaf Vekilliklerinin kaldırılması; Öğrenimin birleştirilmesi (aynı gün); Şeriye mahkemelerinin kaldırılması (8 Nisan 1924); Anayasa’nın kabulü (20 Nisan 1924); Tekkelerin, Zaviyelerin, Türbelerin kaldırılması (30 Kasım 1925); Türk Medeni Kanunu’nun kabulü (17 Şubat 1926); Anayasadan Laikliğe aykırı maddelerin çıkarılması (10 Nisan 1928); Harf Devrimi (1 Kasım 1928) ve liselerden Arapça ve Farsça derslerin kaldırılışı (1 Eylül 1929) hep bir sırayla ve “BU” amaçla yürütülmüş faaliyetlerdir.
Sözü bağlarken bu konuda ne gibi önerileriniz var?
A)             Biz ne TDK’nın Öz Türkçeciliğini savunuyoruz ne de SİSAV kısa adı altında toplananların “Yaşayan Türkçe” de­dikleri görüşü. Bizce, dil “toplumsal”dır. Dolayısıyladır ki Türkiye’nin “Kültür Dili”ni savunuyoruz. Kültürel birikimle uygarlaşma olgusu arasındaki doğrudan ilişki dikkate alınırsa, niçin bunu savunduğumuz daha kolay anlaşılır. Uygarlık der­ken de “İktisadî şartların siyasallaştırdığı insan(lar)ın, tarihi toplumsallaştırma faaliyet(ler)ini” anlıyoruz. Bu nedenledir ki “Tarihsiz” bir dil olamayacağı görüşündeyiz.
B)              Kurum olarak TDK’ya karşı değiliz; bulunmasında yarar olan bu Kurum’u her nasılsa eline geçirmiş olan kad­roya ve bu kadronun, kısırlaştırıcılık zihniyetine karşıyız.
C)              50 yıllık deney, dil konusunda yapılması gerekenle­rin, çeşitli nedenlerle yapılmamış olduğunu göstermiştir. Bu bakımdan, Osmanlıca mı Öz Türkçe mi tartışmasına bir an önce son verilmesinden ve bunların tarihsel gelişimlerinin “özerkçe” incelenmesi için gerekli ortamların sağlanmasın­dan yanayız.
D)             Buna göre TDK gibi, Osmanlı (Selçuklu dahil) Dili İn­celeme ve Araştırma Kurulu kurulmalıdır, diyoruz. Bu kuruluş, öte yandan, kesinlikle SİSAV’cılara değil, günümüzde “İs­lamcı” diye bilinen “Müslüman aydınlara” teslim edilmelidir. Onların geçmişten Cumhuriyet dönemine taşıyacakları “Dil” çalışmalarım, Türk Dil Kurumu, “geleceğe” taşımalıdır.
“Dil”, Türkiye’nin -ve her ülkenin- uygarlaşabilme­sinde, anlatılamayacak kadar önemli bir araçtır. Öznel ne­denlerle “Dil” kişilerin, zümrelerin ve/veyâ kadroların teke­line terk edilirse, Türkiye, dünyadaki teknik, bilimsel kültü­rel, sanatsal felsefî gelişmeleri izleyemez. En kısa deyişle, ne Tarihsiz Dil olur; ne de Dilsizleştirilmiş Toplum. Bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.


Sanat Edebiyat ’81
1 Aralık 1982
Genel çerçevesi yeni anayasa ile çizilen siyasal ör­gütlenmeye geçildiği şu dönemde, sanat ve kültürün yükümlü­lüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belki pek dikkat çekmemiştir ama Anayasa’ya dayalı Siyaset ile Siyasi olmak iki farklı olgudur. Kanımca sanatçı ve kültür adamlarının yükümlülükleri, birtakım “Siyasi”lerle bütünleşmekten ayrı olarak mevcut/verili “Anayasal Siyaset”i yorumlamak ve değerlendirmekte odaklanır. Diğer bir deyişle, kanımca, sanatçı ve kültür adamları birtakım “Si­yasilerin yol göstericiliğinde “Siyasi” olmaya çalışmak- tansa, mevcut “Anayasal Siyaset”in niteliğini irdeleyerek tarihsel toplumsal yükümlülüklerini yerine getirebilirler. Bu, içinde bulunduğumuz şu olağanüstü dönemde, belirli bir dünya görüşünü savunan sanatçı ve kültür adamları için dik­kate alınması gereken ilk olgudur. Bunun bir de savunul­makta olan dünya görüşü karşısındaki yükümlülük safhası vardır. Bu da bence ÖZELEŞTİRİ’de odaklanır. Kısacası, bugün kendini ilerici kabul edenler kuramda ve pratikte ön­celikle ÖZELEŞTİRİ’nin yol göstericiliğine ihtiyaç duyma­lıdırlar. Bu dönemin yükümlülüklerinden İkincisi de ka­nımca budur.
Nokta Dergisi
10-16 Aralık 1982
Hazırlayan: Arda Uskan.
Aytunç Altındal, "Siyasal-Kiiltür ve Yöntem ” isimli kita­bının fazla satış yapacağını ummuyor... “Buna rağmen kül­türel sorunlarla ilgili bir kitabın üç beş bin okuyucu bile bulması sevinilecek bir olgudur” diyor...
Dilimizden düşürmediğimiz bazı sözcükler vardır... Örne­ğin toplum deriz, tarih deriz, iktisat deriz... Acaba bu kelimele­rin ve kavramların toplumbilim açısından ne anlama geldikleri­nin üzerinde hiç durduk mu? Ya da bunlarla ilgili bilimsel araştırmaların yapılıp yapılmadığını düşündük mü hiç?
Örneğin çoğu zaman hiç düşünmeden “biz” deriz...
Gerçekte toplumbilim açısından “biz”in ne anlama geldi­ğini ve bu “bizciliğin” sonuçlarının topluma etkilerini pek düşünmemişizdir...
Yazar-Araştırmacı Aytunç Altındal’ın “Siyasi Kültür ve Yöntem” isimli kitabı bu konuda ilk kez ciddi bir araştırma­nın ürünü olarak göze çarpıyor. Aynı zamanda yayınevinin de sahibi olan Altındal’a böyle bilimsel bir kitabın ülkemiz­deki alıcısının ne kadar olduğunu sorduk ilkin...
Bu kitabın üç veya beş bin arasında satacağını umuyorum ki bu da içinde bulunduğumuz dönemde fazla önemsenecek bir rakam değildir. Herhangi bir yayınevi benim bu kitabımı basa­cağına cinsel duygular gıdıklayan bir kitap bassa hiçbir rizikoya girmeden tatlı kârlar sağlar ve Bodrum’da ilericilik türküleri söyleyerek gününü gün eder... Buna rağmen kültürel sorunlarla ilgili bir kitabın üç beş bin okuyucu bile bulması sevinilecek bir olgudur...
Kitabın amacım kısaca özetler misiniz?
Bir ülkede öncelikle dikkate alınması gereken bazı kültü­rel oluşumlar vardır... Ülkemizde, kültür üzerine yapıla- gelmiş araştırmalar sayıca çok azdır... Üstelik bunların bir kısmı Batı aktarmacılığından öteye geçmez... Gerek Batı Avrupa’da gerekse Türkiye’de bugüne dek kültür ile insanın emeği ve toplumsal çalışma verimi arasındaki bağlantıya pek dikkat edilmemiştir. Çalışma veriminin düşmesi ile kültürel formasyonların durağanlaşması arasında kanımca doğrudan orantı vardır. Yani toplumda çalışma verimi düş­tüğü anda kültürel formasyonların her alanında bir durağan­laşma oluyor diyoruz... Bunun kanıtını tarihten verebiliriz... İnsanoğlu yerleşik topluma geçinceye kadar milyonlarca yıl göçebelik halinde ve doğayı yağmalayarak yaşamıştır.. Oysa yerleşik düzene geçildiğinde son on bin yıllık gelişme göz kamaştırıcıdır.
Bunun nedeni de son on bin yılda büyük ölçüde artmış olan çalışma verimidir... Ne zaman ki insanın çalışma verimi yükseliyor, o zaman kültürel gelişme hız kazanıyor... İşte kitapta işlenen konular bu bakış açısı ile değerlendirildi...
Bu araştırma yöntemi ile varılan sonuçlardan somut bir örnek verebilir misiniz?
Türkiye’de olduğu gibi hemen her toplumda rastlanan ve kesinlikle kültürel gelişme ile bağlantılı olan bir olgu var. Bütün dünyada bir inceleme alanı olan bu olguya Batı, “Sosyo-Santrizm” diyor. Bu deyimin tam tercümesini yap­mak çok güç... Çok geniş anlamda “Bizcilik” diyebiliriz belki... Malûm, “Ego-Santrizm”de, şahıs kendini dünyanın merkezi kabul eder... Her şeyin kendisi ile başladığı ve bit­tiği inancındadır...
“Sosyo-Santrizm”de ise belirli bir grubun üyesi oldu­ğunu kabul eden şahıs bu kez de dünyanın merkezi olarak kendi “bizi”ni görür...
Gruptan kastettiğiniz nedir?
Herhangi bir şekilde toplumda, kendi değerlerinin en üst değerler olduğunu düşünen kişilerin oluşturdukları gruplan kastediyorum...
Daha somut bir örnek verebilir misiniz?
Örneğin “biz kolejliler”den başlayarak, “biz doktorlar”, “biz Fenerbahçeliler”e kadar uzanan bir yelpaze olabilir... “Bizlerin sahip bulunduğumuz değerler bütün toplum için en geçerli değerlerdir” inancı burada belirtmek istediğim... “Biz kolejden yetişmişiz, bizim edindiğimiz değerler en çağdaş değerlerdir, dolayısı ile toplumda bu değerler esasa kabul edilmeleridir” inancı...
Bu gruplar yelpazesini nereye kadar çoğaltıyorsunuz... Örneğin “Biz kapitalistler”, “Biz sosyalistler” kavramlarını da içine alıyor mu?
Batı’nın bilimsel literatüründe söz konusu bu iki toplum­sal katman sosyo-santrizm’e girmez... Ancak bazı araştırma­cılar özellikle üçüncü dünya ülkelerinde, kendilerini belirli bir toplumsal kategoriyi savunur kabul eden kişi ve yazarları bu grubun içinde mütalaa ederler. Bana göre Türkiye’de sosyo-santrizm, ağızlarından halk ve halkımız sözcüklerini düşürmeyenlere kadar gelişmiş durumdadır. “Halkımız isti­yor”, “Halkımız der ki”, “Halkımız her şeyi daha iyi bilir...” İşte “BU” görüş...
Ülkemizde de bu tip yazarlar var mı?
Hiç kuşkusuz var...
Kimlerdir?
Örneğin “biz halkız, halkımız her şeyi en iyi bilir” diyen ve bunu bilimsel olarak değil bir inanç sorunu olarak görüp savunan hemen herkes bu kategoriye girer..
İsim yok mu?
İsim vermeyelim.. Çünkü henüz çok yeni bir konu... Üzerinde daha tartışmak gerekir...
O zaman sosyo-santrizm ’e karşısınız...
Evet, bunu kültürel bir hastalığın sonucu olarak görmek mümkün...
Araştırmalarınıza göre kendini merkeze koymak olayının benzer başka şekilleri de var mı?
Benzer nitelikli iki ayrı olay daha var... Birincisi “Antropo-santrizm...” Soyut insanı, dünyanın merkezine koymak... Buna en belirgin örnek bir dönem Almanyası’nda görülmüştür.. “Tarihten önce vardık, tarihten sonra da var olacağız” düşüncesidir...
Diğer örnek ise “Genital Santrizm” adını taşır... Genital bilindiği gibi üreme organı demektir. Bunu da cinsiyetlerden birinin iki bacak arasını merkeze koymak diye kabaca tarif edebiliriz. Toplumu ve insanlığı değerlendirirken odak cinsi­yetlerden birinin üstünlüğünün kabulü ve tüm değerlerin buna bağlanması halidir...
“Biz kadınlar”, “Biz erkekler’’ grupları diyebilir miyiz buna?
Kolay anlaşılması acısından böyle denilebilir...
Son günlerde en ciddi gazete ve dergilerde bile işlenen cinsiyet konusunun sizce Genital Santrizm ile ilişkisi var mı?
Türkiye’de özellikle belirli çevrelerde seks bilgileri adı altında belki de farkında olunmadan Genital Santrizm lanse edilmektedir... Örneğin Yankı dergisinde yer alan seks ile ilgili yazıların birçoğu bu akım içinde değerlendirilebilir. Topluma seks ile ilgili bilgiler vermek başka (ki bunun Türk toplumu için gerekli ve zorunlu olduğu bir gerçektir) seks bilgileri adı altında, gerçekte üreme organlarına dayalı bir erotizmi bilim kabul ederek yutturmaya kalkmak başkadır... Aradaki nüans sanıldığından çok daha önemlidir...
Zararlı mıdır demek istiyorsunuz?
Zararlıdır... Çünkü giderek özellikle gençler arasında bunlara dayandırılmış bir değerler sistemi oluşur ki bu da ülkenin cinsel sağlığı açısından yarar değil, zarar getirir...


Hürriyet-Show Dergisi
25 Nisan 1993
Geçtiğimiz yıl yayınlanan “İsa ’nın Üç Yüzü ” adlı kitap Hıristiyan dünyasında bomba gibi patladı [20]. Yazarı, yıllar önce İsviçre’ye yerleşmiş bir Türk, Aytunç Altındal. Avrupa’nın pek çok ülkesinde kitapları basılan, demeçleri radyo ve televizyonlardan verilen Altındal, şu sıralar, kendi tabiriyle “Hıristiyan mahallesinde kandil simidi satmaya” çalışıyor.
Aytuııç Altındal, 1945 Bakırköy doğumlu bir Türk. Yayınevi ve sanat galerisi sahibi olduğu İsviçre başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde fırtınalar estiriyor şu sıralar. Hıristiyanlık ve İsa’yla ilgili görüşleri nedeniyle sert eleşti­rilere hedef olan Türk yazarın çarpıcı iddiaları, Hıristiyanlık âleminde geniş şekilde tartışılıyor. Kısa süre önce İngil­tere’de yayınlanan “İsa’nın Üç Yüzü” adlı kitabında, ger­çekten çarpıcı iddialara yer vermiş Altındal. Söz konusu kitap, yakın bir tarihte Türkçeye çevrilecek. İşte “İsa’ya Özgürlük” sloganını benimseyen Altındal’dan inciler:
·       İsa, Vatikan’da hapistir. Vatikan’ın tekelleştirdiği İsa, bir devlet tanrısı haline getirilmiştir. Gerçek İsa’yla hiç ilgisi yoktur. Ben Hıristiyan olsam İsa’ya özgürlük kampanyası başlatırdım.
·       Hıristiyanlık, özellikle de Katoliklik bir din değil, külttür. İsa da dünyevi hale gelmiş bir Musevi’dir. Annesi de Musevi’ydi.
·       Musevilik din olmaktan çok bir varoluş tarzıdır. An­cak kendi içine kapalı bir sistemdir. O kadar kapalıdır ki günümüzde kullanılan kültür kelimesi bile İbrancada yoktur. 19. yüzyılın sonunda dile girmiştir bu kavram. Musevilik kendi sistematiği olan bir dindir. Tanrı, Musevi’nin hayatını ikiye bölmüştür. Bir tarafta helal, diğer tarafta haram vardır. Bu şeriat, daha sonra İslamiyet’in esasını teşkil eden şeriat halini almıştır. Bu şeriat dışında, ilk defa İsa, insanı ve onun haklarını Musevilik sistematiğinin içine koymuştur. Muse­vilikte yasak olan pek çok şeyi serbest bırakmıştır. Domuz eti yemeyen Musevilere bütün hayvanların etlerinin yenebi­leceğini söylemiş, tüm Musevilerin tatil yaptığı cumartesi günleri (şebat günü) için de “İnsan şebat için değil, şebat insan içindir” demiştir.
·       Hıristiyan-Yahudi çatışmasının temelini İsa’nın bir cümlesi oluşturuyor. O, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Kayzer’in hakkı Kayzer’e, Tanrı’nın hakkı Tanrı”ya demiştir. İlk ba­kışta bu sözler masumane gelebilir. Ancak büyük tepki almıştır. Çünkü Sezar bir insan, hem de tanrı tanımayan bir insandır. Haklarının Tanrınınkilerle eşit olması düşünülemez bile. İsa, bir insan olan Sezar’ın hakkıyla Tanrınınkini eşit düzeye getirdiği için büyük bir suç işlemiştir. Musevilikte, Tanrının hakkının olduğu yerde insan hakkından söz edile­mez. İnsanın, Tanrının gücünden korkmak ve ona kölelik etme hakkından başka hakkı yoktur. Musevi tanrısı insanlara on emir vermiştir, on hak değil.
·       İstatistik olarak ilginç bir rakam var ortada: “Hıristi­yan” kelimesi, İsa’nın ölümünden 70 yıl sonra kullanıldı. Hem de Antakya’da, İsa bile bu kelimeyi duymuş değildi. Taraftarlarına ‘Nazariler’ deniyordu.
·       İsa’nın ölümünden bir asır sonra, 325 yılına kadar sü­ren dönem içinde, tam 122 değişik Hıristiyan adlı cemiyet türemiştir. Hiçbiri ötekiyle uyuşmaz.
·       Meryem’in bakireliği de dördüncü yüzyıldan itibaren konuşulmaya başlanmıştır. Daha önce hiç kimse Meryem’in bakireliğini bu şekilde görmemiştir. Kilise’nin kabul ettiği Meryem kültü ise 16. yüzyıldan itibaren oluştu. İlk defa 1870’te bu tartışmalara son vermek için Roma Katolik Kili­sesi, Meryem’in annesinin de kısır olduğunu, Meryem’i günahsız olarak dünyaya getirdiğini söylemiştir.
·       İsa’nın, Musevilikte yaptığı en önemli değişikliklerden biri de Tanrıyı mülkiyetine geçirmek olmuştur. O güne kadar Museviler, “Tanrımız” derken, İsa kalkıp “O benim babam. Benim tanrım” demiştir. Otoriteyi kendinde topla­mıştır yani.


Milliyet Sanat Dergisi
1 Kasım 1974
Yirminci yüzyılın ilk yirmi yılında Avrupa’nın istilâcı ulusları Afrika’yı da iyiden iyiye ellerine geçirmiş ve tüm doğal kaynaklarını sömürme yarışına girişmişlerdi. Emper­yalizm, girdiği ülkelerde salt doğal kaynaklan sömürmekle kalmaz; işgal edilen ülkenin sanatı, edebiyatı ve bütün ola­rak kültürel yaşantısı da istilâcıların yağmasına uğrar. Böylece birkaç bin yıllık kültürler büyük bir el çabukluğuyla el değiştirir. İstilacılar, kendi tasarımlarının ürünleri olmayan değerlere bir anda konup, onlara kendi sanat anlayışlarına uygun -ki bu anlayış genellikle ticari, entelektüel ve bireyci nitelikleri içerir- yakıştırmalar yaparak, ama yapılmış olanın özsuyunu sonuna dek emmeyi ihmal etmeden, kendi ürünle­riymiş gibi dünya sanat platformuna sunarlar.
Afrika, işte yirminci yüzyılın bu ilk yirmi yılında ekonomik-politik işgalin yanı sıra bir de kültür sömürüsüne uğra­mıştır. Afrika heykelciliği 1905-1920 yıllan arasında Av­rupa’da görülmemiş bir aydın ilgisiyle karşılaştı. Daha ger­çeği, kendilerini, kendilerinden öncekilere kabul ettirebilme çabasına girişmiş olan genç aydın gruplarınca kullanılabilecek bir koz, bir esin kaynağı, bir hazır sermaye olduğu için ilgiyi çekti denebilir.[21]
Afrika heykelciliği, sanatçılar arasında ilk kez ressam Maurice de Vlaminck tarafından 1905’de Parisli aydınlara tanıtıldı. O ve ressam arkadaşı Andre Derain, Dahomey ve Fildişi Sahili’nden gelme heykellerden esinlenerek resim çalışmalarına yeni bir boyut kazandırmanın hazırlıklarına girişmişlerdi. Aynı yıl içinde Derain’e bir ziyaret yapan Matisse ve Picasso, Afrika heykellerini görür görmez “yolla­rını bulduklarını açıklamışlardı”. Afrika heykellerindeki primitif veya barbarsı fetişizm bu iki ressamı bir hayli etki­lemişti. Nitekim Picasso ve arkadaşları, Afrika sanatından geliştirdikleri ve Avrupa’da, “resim sanatındaki ihtilal” diye nitelendirilen kübizmi kurdular. Oysa kübizm, tam anla­mıyla bir kültür sömürüsünün ürünüydü ve sömürülenler de Afrika’nın yapıtlarına adlarını koymayan ve ne yapmışlarsa kendi toplumları için yapmış olan klân-üyesi sanatçılarıydı.
“Picasso’nun, Derain’e yaptığı o ziyaretten sonra akıl al­maz bir Afrika Sanatı avı başlamıştı” diye yazıyor Vlaminck, anılarına da yer verdiği kitabında. Gerçekten de Parisli ressam ve heykeltıraşlar birbirleriyle yarışırcasına Afrika yağmasına girişmişlerdi. îşte Amadeo Modigliani, işte Alman ekspresyonistleri Die Brücke grubundan Emst Ludwig Kirchner ve Kari Schmidt-Rottluff, işte Wassily Kandinsky ve işte Paul Klee. Afrika heykel ve masklarını inceleyip, yapıtlarına esin, biçim ve nitelik kaynağı yapı­yorlar.
Picasso ise daha 1906-1907’de Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu Kadınlar) tablosuyla kübizmi başlatmış ve yine Vlaminck’in anlattığına göre, “Afrika Sanatı’ndan ne denli yararlanılabileceğini sezen ve derhal uygulamaya sokan ilk sanatçı olmuştur”.[22]
Afrika’da Sanatın İşlevi...
Afrika’da her sanat dalı öncelikle -hatta tek amaç ola­rak- toplumsal bir işlevi yerine getirmek ereğine yöneliktir. Afrikalı sanatçı için, yaptığı eserin, içinde yaşadığı toplumda bir fonksiyonu olmayacaksa anlamı da olmaz. Bu bakımdan Afrika’daki heykelciliğe bakarken akıldan çıkarılmaması gereken ilk özellik heykellerin, doğaüstü güçlerin, bir an­lamda vekilliklerini yüklenmiş oldukları ve topluma bu üs­tün güçlerin bildirilerini sunmakta olduklarıdır. Yani salt “sanat için sanat” anlayışıyla yapılmış değillerdir. Burada bir noktaya da dikkati çekelim. Yunanlı düşünür Plato için sanat, ne kendisinden özellikle yararlanılabilecek ne de ger­çek sayılabilecek bir olaydır. Örneğin içinde yatılamayacak olduktan sonra yatak resminin hiçbir anlamı yoktur. Plâto’nun, sanatı bu bakımdan gereksiz görüşüne karşılık Afrika’da sanata toplumsal bir işlev yükletilmiş olması il­ginçtir. Bu nedenle Afrika’da heykelde resim (süsleme) de ilkin birer “toplumsal içeriğin” ürünleridir.
Afrika’daki resim ve heykel örneklemelerine girmeden önce ne gibi materyallerin kullanıldığını görelim:
Nijerya’nın Nok kültüründe yapılan kazılardan anlaşıldı­ğına göre demir en az 25-30 yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Demiri işleyen kimsenin Afrika inançları içinde kendine özgü (zanaatkâr olarak ) bir yeri olmuş ve çeşitli tabu ve bâtıl inançlarla özdeşleştirilmiştir. Gine’de yaşayan çeşitli kabilelerde (örneğin Bağa, Dan, Toma) bronz ve pirinç iş­lenmeye başlamıştır. En iyi biçim ve nitelikte kullanıldığı bölge ise Nijerya’daki Benin, İfe ve Gana’daki Ashanti krallıkları olmuştur. Bütün Afrika’da çanak-çömlek yapı­mında kil kullanılmıştır. Yine Nok’ta yapılan kazılarda 2000 yıllık çanaklara rastlanmıştır. Kabaca fırınlanmış olan bu çömlekler İfe’deki kazılardan da çıkmıştır. Diğer maddeler arasında sabuntaşı, altın (Güney Afrika’da 15. yüzyıldan önce başlayarak), balmumu, hayvan derileri, hasır, su ka­mışı, palmiye lifleri, boynuz, fildişi ve kabuklu deniz hay­vanları sayılabilir.
Resim konusunda Afrika son derece ilgi çekici bir anla­yışa sahiptir. Şöyle ki resim, bir maddenin üzerine (örneğin rafya dokuma bir duvar halısı üzerine) yapılabildiği gibi, insanın çeşitli yerlerine de -sırtına, göğüs ve karnına- yapı­labilmektedir. Kök boyalar kullanılarak yapılan bu resimler özellikle kamıştan veya ağaç kabuklarından yapılmış olan kalkanların üstüne motif veya figürler halinde işlenmiştir. İnsan vücuduna işlenen resimde ise -ki bunların bazıları dövmecilik olarak da nitelendirilebilir- klân üyesinin ne gibi bir olayın içinde olduğu gösterilir. Örneğin hastalık ya da kızların ergenlik günlerinde yüz ve vücutlara çeşitli şekiller çizilir. Ayrıca tapınakların iç duvarlarına ataların durumla­rım belirleyici -özellikle de av sahneleri- olaylar resmedilir. Klân şeflerinin hasır evlerinin üstüne, şefin güçlülüğünü belirleyici av ve tarım sahnelerinin yapıldığı da görülmüştür.
Afrika resminde yalın bir anlatım hakimdir. Batı’nın so­fistike ressamlığına karşılık Afrika resmindeki çarpıcı basit­lik (seyredende baktığı olayı bir çırpıda anlama; dolayısıyla korkma, sevinme, heyecanlanma gibi belirtileri oluşturması) dikkat çekicidir. Renkler genellikle kırmızı, siyah, san ve mavidir. Ne var ki Batı dünyasında resim çok önemli ve birincil bir yer tutarken Afrika’da önde gelen sanat dalı ol­mamıştır.
Heykele gelince; Afrika bu konuda, yazımızın başında da değindiğimiz gibi, bir kaynak-ülke durumundadır. Mater­yal olarak başta ağaç ve killi toprak olmak üzere, fildişi, bronz, sabuntaşı ve pirinçten heykeller yapılmıştır. Bu mad­delerin kullanımıyla kabilelerin sosyo-ekonomik-politik yapıları ve koşullan arasında bir koşutluk söz konusudur. Örneğin Nijerya’daki Benin Krallığı’nın güçlendiği 15-16. yüzyıllarda İfe Krallığı’nın sanat ve kültür düzeninde de­ğişmeler olmuş ve bronz işlemecilik güçlenen monarşiye uygun biçimde toplumsal içeriğinden soyutlanıp (özellikle 18. yüzyılda) bir tür resmiyet ve “kibir” edinmiştir. Ama politik denge bozulup da krallık çökmeye başlayınca heykel sanatı da yine o geleneksel Afrikanizm havasına bürünmüş ve klanın her üyesince anlaşılan ürün haline gelmiştir. Af­rika heykelinde kadın yine baş konudur diyebiliriz. Genç kız, Ana, Kadın ve Çocuk, Kral -ki Fon kültüründeki Kral Glele ve Kral Behanzin heykelleri yarı insan yarı hayvandır- Davulcu, Büyücü, Hasat, Savaş gibi temalar çoğunluktadır. Tıbbi amaçlarla kullanılan heykellerle, fallik anlayışla ya­pılmış boyları iki buçuk metreyi bulan dikili taş heykeller de vardır. (Güney Etiyopya’da Gaita kabilesi sınırları içinde.) Aynı şekilde özgün boyutları göz önünde tutularak yapılmış kadın cinsel organları da vardır. Heykel’de dikkati çeken bir diğer özellik de İyon ve Girit uygarlıklarında görülen karyatid sütun başlarının Afrika’da da yapılmış olmasıdır. Dahomey ve Kongo (Baluba kabilesinde) çokça rastlanılan karyatid başlıklara karşılık atlant pek yoktur.
185 büyük kabilenin yaşadığı Afrika’da resim ve heyke­lin bir Afrika bütünlüğünü içermesi ilginçtir. Gerçi Portekiz ve Belçika uygarlıklarının “yapay ya da yapıştırma” etkileri de görülmemiş değildir. Afrikalı sanatçı Portekizliye de ya­pıtlarında yer vermiş ve bu yabancının kendi toplumu için­deki yerini belirleyen niteliğini öne çıkarmıştır. Örneğin Portekizli, başında miğferi, elinde (veya belinde) kocaman kılıcı olan boyca Afrikalınından biraz daha yüksek duran, asık suratlı bir adamdır. Afrikalının doğal (soyunuk-çıplak) ha­line karşılık Portekizli boğazından ayak bileğine dek sıkıca giyimlidir.
Haftalık 20-26 Ocak 2006
Röportaj: Sedat Sertoğlu
Vatikan konusunda Türkiye’nin en yetkin ismi olan Aytunç Altındal, İpekçi cinayetinin şifrelerini çözüyor .
“Şimdi size bildiklerimin sadece bir bölümünü anlatabilirim. Her şeyi anlatamam” diye başladı konuşmaya Aytunç Altındal. “Abdi İpekçi olayını Türkiye aydınlatmak istiyorsa, projektörleri doğru yere tutmalı. Ağca hiçbir şey bilmeyen bir tetikçi katil. Zaten bilseydi, şimdiye kadar 30 kere öldürürlerdi onu. Kimleri öldürmediler ki bu işin arka­sındakiler. Papa’nın onu affetmesinin nedeni de hiçbir şey bilmemesi. Zavallının biri Ağca.”
Türkiye’nin en ünlü komplo teorisyenlerinden biri olan Aytunç Altındal, Vatikan’la ilgili ülkemizin belki de en yet­kin ismi. Abdi İpekçi-Papa-Ağca üçgeniyle ilgili anlattığı şeyler de bu yüzden çok önemli. Altındal’a göre Papa sui­kastını çözmek için önce Abdi İpekçi cinayetini aydınlatmak gerek. Sonrası çorap söküğü gibi gelecek.
Peki nasıl çözülecek Abdi İpekçi olayı?
Türkiye’deki ilgili makamlar Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk İkilisinin o yıllarda Türkiye’deki ilişkilerini ortaya çıkartırlarsa Abdi İpekçi olayı hemen çözülür.
Yani kilit isimler Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk diyorsu­nuz...
Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk o yıllar en büyük mafya babaları idi. Sigara, silah ve Sirkeci’de yedek parça kaçakçı­lığı yaparlar, kara para aktarlardı. Ağca o dönem “Kent var, Marlboro var” diye kaçak sigara satan bir ayakçı idi. Hiçbir siyasi parti veya örgüt ile de bir ilişkisi yoktu.
Peki bunların Vatikan ile ilişkisi neydi?
Bu ikilinin kaçakçılıktan muazzam paraları vardı. Ve bu paralar Vatikan’ın bankası olan ve “Tanrının Bankası” ola­rak bilinen Banco Ambrosino’nun hesaplarındaydı sanırım. Vatikan’ın içindeki bu mafya ve cuntanın Türk mafyası ile ilişkisi böyle başladı. Sonra bu Vatikan cuntası Türk mafya­sından Papa operasyonu için bir adam bulmasını istedi. On­lar da Mehmet Ali Ağca’yı buldular. Üstelik Ağca cezae­vinden kaçırıldıktan sonra Milliyet’e mektup gönderip Papa’yı vuracağını dünyaya ilan etmişti. Kimi vuracağını önceden söyleyen bir katil yani.
Abdi İpekçi ’nin vurulması ile Papa ’nın vurulması bağlan­tısına gelirsek...
Aynı isimler çıkıyor karşımıza. Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk’in, Türkiye’deki ilişkileri ortaya çıktığı zaman Abdi İpekçi cinayeti çözülür. Şimdi bir şeye daha dikkatini çek­mek istiyorum: Ağca hapisten kaçırıldığı dönemde Vati­kan’da neler oluyordu? Vatikan iki büyük skandal ile sarsılı­yordu. Biri P2 Mason Locası, İkincisi Banco Ambrosino... Bu sırada seçilen Papa 1. Jean Paul tam bu skandallar hak­kında açıklamalar yapacakken birden öldü. Daha 33 günlük Papa’ydı. Otopsi bile yaptırmadı Vatikan’ın içindeki cunta. Çünkü bu cunta skandallar patlayana kadar çok önemli bir plan uyguluyordu.
Neydi bu gizli plan?
Bu plan, Sicilya’nın, İtalya’dan kopartılıp bağımsız bir devlet olması ve ABD’nin, Akdeniz’deki adası haline geti­rilmesiydi. Skandal patlayınca her şey durdu. 33 gün sonra birdenbire ölen Papa işte bunları açıklayacaktı.
Türkiye bu hikâyeye neresinden dahil oluyor peki?
O  yıllar Türk istihbaratının eline önemli bir bilgi ulaştı. Bu bilgide, o yıllar Ankara’da bürokrat olan bir Türk vatan­daşının ileride Türkiye’de çok önemli görevlere getirileceği ve bu kişinin Abdi İpekçi’nin öldürüleceğini bildiği yazı­yordu.
Kimdi bu?
Söylemem. Türkiye çok ilginç bir ülke. Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken Mesut Yılmaz’ın Avrupa’da yaşayan bir yakın arkadaşına, Özal’ın bir hafta içinde öleceği ve bunu Mesut Yılmaz’a anlatıp ANAP’ı, Özal sonrasına ha­zırlaması gerektiği söylenen bir telefon geldi. Ama arkadaşı bunu ciddiye almadığı için Yılmaz’a söylemedi. Mesut Yıl­maz mesela bunu bilmez. Türkiye, Ağca’yı filan bir kenara koyup kendisi ile gerçeklerle yüzleşmek zorunda.
Tekrar en başa dönelim. Abuzer Uğurlu için kilit adam diyordunuz...
Onun ve Bekir Çelenk’in devletle bağlantıları açıklan­malı. Rahmetli Uğur Mumcu dışında kimse bu ikili ile ilgi­lenmedi. Bekir Çelenk, Türkiye’ye iade edildi. Hapisten tam çıkacaktı ki birden ölüverdi. Kıbrıs Savaşı’ndan sonra Tür­kiye’ye silah ambargosu kondu. 1980 darbesinden sonra halktan silahları teslim etmeleri istendi. Biliyor musun kaç tane silah teslim edildi? Tam 800 bin. Gökten zembille mi geldi bu silahlar? Ordudan çok...
İpekçi’nin öldürüleceğini yurtdışından bilen yok muydu?
Abdi İpekçi cinayetini bilen ikinci kişi bir Kardinal. Tür­kiye, bu Kardinali sorguya çekebilirse çok ilginç şeyler or­taya çıkar. Adı Stanislav Dsiwz. Papa vurulduğu sırada onun yanında olan kişi. Hadi bir şey daha söyleyeyim; o dönemde Vatikan’da patlayan skandalları kim soruşturdu biliyor mu­sunuz? Şimdiki Papa Ratzinger.
Mehmet Ali Ağca cezaevinden kaçırıldıktan sonra bir süre gezdirildi. Bunun sebebi neydi?
Onun gibi köyden gelmiş birine Avrupalı yaşamını öğretmekti. Kısa bir süre İran’da kaldı. Oradan Bulgaristan, ardından İspanya, sonra İsviçre... Ve de nihayetinde İtalya... Papa suikastında kullanılan silah da ona İsviçre’de verildi. Olten kentinde... Bir adam yanına gelip, “Bu tabancayı kul­lanacaksın” dedi ve silahı verip dönüp gitti. Ağca onu bile tanımıyor. Bu adam Avusturya vatandaşı idi. Resmi görebi­liyor musunuz?
Peki bu karmaşık ilişkiler bugün hâlâ devam ediyor mu?
Devam etmez mi! Tabii ki devam ediyor. Bakın Ağca’yı hapisten çıkartabiliyorlar. Onu dezenformasyon için kullanı­yorlar. Herkes “Ha şimdi söyleyecek, ha yarın söyleyecek” diye beklenti içine sokuluyor.
Oysa bildiği hiçbir şey yok. Piramidin tepesi hakkında sıfır bilgisi var. Zaten dedim ya, bilseydi çoktan öbür tarafa gitmişti. Adamlar, Papa öldürecek kadar tehlikeli.
Size göre 11 Eylül olayı nedir? Arkasında hangi güç veya güçler vardır? Amaçları nedir?
11 Eylül 2001’de Amerika’nın New York ve Washington eyaletlerinde yaşanan olayları bir “Sebep/Sonuç” ilişkisi çerçevesinde ele almak gerekir. Bu bakış açısıyla değerlen­dirildiğinde 11 Eylül bir “Sonuç”tur, “Sebep” değil. Öyleyse sadece bu “Sonuç”a bakarak bunu yorumlamak yanlış yönlendirmelere açık olmayı da beraberinde getirir.
11 Eylül’ün doğru, bilimsel ve toplumsal tanımını yapa­bilmek için de öncelikle, “sebep”(ler)in tanımlanması gere­kir. Bu tanımlama sürecinde ele alınması gereken dört unsur vardır. Bunlar sırasıyla a) ekonomi b) siyaset c) toplum d) tarih kategorileridir, Metodolojik olarak şu bakış açısının çözümleyici bir formül olduğunu düşünüyorum. “Ekonomi- Politiğin ortaya çıkardığı Farklılıklardan, Toplumsal- Tarihsel bir ÇELİŞKİ doğmuştur.” Formül bu. Olaya böyle bakıyorum.
“Sebep”(ler) nedir? Olayı tamamen anlatabilmek için “Axiomatic” veriler henüz tam olarak incelenmiş değil. An­cak bazı ipuçları var. Bunlardan birkaç tanesini söyleyeyim:
11 Eylül, “ASİMETRİK SAVAŞ TARZI” (Warfare) diye tanımlanan türün şimdilik ilk “GLOBAL” örneğidir. Ve ben iddia ediyorum ki bu “Tedhiş” eylemi ABD içinden “Lojistik, stratejik, aksiomatik ve taktik” destek alınarak gerçekleştiril­miştir. ABD böylesine büyük bir eylemi BEKLİYORDU. As­keri ve Diplomatik terminolojide “Prolifcration/Çoğalma” tehdidi diye bilinen bu tedhiş türüyle ilgili ABD yönetimi Demokrat Senatör Sam Nunn başkanlığındaki PSI komitesi tarafından ve John F. Sopko’nun imzasıyla hazırlanmış olan bir raporu okumuştu. Bu raporun ilk hazırlanışı ise ünlü Aspen Enstitüsü’nde 1996’da gerçekleşmişti. Atlayarak ekliyorum: ABD Savunma Bakanı William Cohen 1998’de (Aralık) “ABD’nin çok büyük bir terör eylemiyle muhatap olacağı şeklinde gizli bilgiler aldık” demişti. (25 Ocak 1999)
Kısacası 11 Eylül Olayı, ABD halkı için “Sürpriz” ama en üst yönetimi için “Beklenen” bir olaydı, diyebilirim.
Eğer olayın arkasında Usame Bin Ladin ve El-Kaide yoksa bu bir ‘“komplo” mudur? (Gerçi siz Tempo ’daki yanıtlarınızda “Ladin bu işin tetikçisidir” diyorsunuz. O zaman bu eylem “Ladin ’e ihale edildi ama arkasında başka güçler var’’ anlamına mı geliyor?) Komplo ise tertipçiler nasıl gündeme getirdiler, nasıl bir teknik hazırlık ve uygu­lama süreci planlamış olabilirler? Bir senaryonuz var mı?
Arkasında kimler vardı? Ben bu soruyu 11 Eylül günü olaydan hemen sonra radyo, gazete ve iki TV kanalına yaptı­ğım açıklamayla cevap verdim. Usame Bin Ladin, bu olayın tetikçisi olabilir. Ama planlayıcısı olamaz. Gerçi uçakla sal­dırı modeli yeni değildir II. Dünya Savaşı’nda hem Hitler hem de Japonlar tarafından kullanılmıştır. İlk olarak da 1920’li yıllarda şimdiki Suudilerin, Irak’la savaşında kulla­nılmıştı. Ama olayın gerçekleştiği ve bundan kimin yarar­landığı (Cui bono) açısından bakıldığında bunun Usame’nin kendi başına yapamayacağı kadar iyi planlanmış bir eylem olduğu görülür. Ladin ve El-Kaide’nin WASP’ın en üst temsilcileri tarafından, kendi çıkarlarını sürdürebilmek ve pe­kiştirmek için, “Günah Tekesi” olarak kullanıldığını düşü­nüyorum. Nitekim 11 Eylül’de ABD, “Usama’yi bize verin” dediği zaman gerçekte İSTEMEDİĞİNİ belirttim.
Aynı şekilde söz konusu mülakatınızda “Ladin’in, İsrail’e karşı tek bir saldırısı yok” diyorsunuz. Ve bunu ilginç buluyorsunuz. Buradan Ladin 'i, İsrail yönlendirdi sonucu çıkarabilir miyiz?
Hayır, çıkmaz. Çünkü İsrail’in böylesine bir planı yapa­bilecek gücü yok. İsrail ve Siyonizm abartılıyor. Bunlar bu kadar becerikli olsalar, Arafat’ı temizlerlerdi. Usame’nin, İsrail’e saldırısı yok, çünkü İsrail’e saldırmak “işine” gel­mez.
Siz “Saldırıların arkasında silah tröstleri, petrol şirketleri ve ilaç tekelleri var” diyorsunuz. Açar mısınız?
Evet, bence bu olayın planlayıcıları, çoğu birtakım ka­ranlık (ARCANE) gizli tarikatların üyeleri olan WASP’ın temsilcileridir. Bunlar II. Dünya Savaşı’nda, Japonya’nın Pearl Harbour’a saldıracağını da önceden haber almışlar ama “önlememişlerdi.” Amaçları ABD’yi topyekûn savaşa sok­maktı ve soktular. Kennedy cinayeti de öyledir. O öldü, Vi­etnam Savaşı başladı. Dikkat ederseniz son beş yıldır Clinton’un imzalamadığı gelmiş geçmiş en büyük “Silah/Savaş Uçağı İhalesi”ni -ki 200 milyar dolar tutarında- bu olaydan sonra Başkan Bush hemen imzalayıverdi. Petrol tröstleri ise hemen Avrasya coğrafyasındaki faaliyetlerini artırdılar. Usame de bu büyük şirketlerden birinde Suudi Prens Faysal El Türki ile ORTAK, İlaç tröstleri ise ABD yasalarına aykırı olmasına rağmen hemen ilaç fiyatlarını kendi aralarında anlaşarak artırdılar. Son üç yılda yaklaşık yüzde 28-30 düşüş göstermiş olan silah sanayinin borsalardaki hisse senetleri ve bonoları tavan yapmaya başladı. Saymakla bitmez!
ABD istihbaratı bu eylemi neden haber alamadı? Bir istih­barat zaafı mı söz konusu? (Aldı da başka şeyler mi oldu?)
Sadece ABD istihbaratı değil en az 50 istihbarat örgütü ATLADI. Böyle palavra olur mu? Size 15 tanesini sayayım. Bu kadar gizli istihbarat örgütünü atlatabilmek olası mıdır? ATF, BWAT, CBIRF, CBRRT, DOE, Europol, FBI, CIA, FEMA, HU A, TREVI, CIO, DİN, FSB. HAZMAT, LEHİ, MOD, RAIDS, SİS, vd. Bu örgütler ancak bir şekilde atlatılabilirlerdi o da eğer “Bilgi Akışında Interception” olduysa. Yani “Akan İstihbarat” bir süre için kesintiye uğradıysa. Bunu da ancak Silah Tröstleri yapabilirdi, çünkü “Interception Cihazlarını” da onlar ÜRETİYORLAR.
Yanı sıra arkasındaki güçlere dair başka iddialar da var. Bunlar arasında Rusya-Çin Avrasya Bloğu, Almanya önder­likli Avrupa, İsrail gibi devletler sayılıyor. Bu iddiaların gerçeklik payı olabilir mi?
Hayır, hiç sanmıyorum.
Ayrıca daha ezoterik çağrışımlar yapan “derin dünya devleti’’, “Bielderberg” gibi yorumlar da mevcut. Bunlara ne diyorsunuz? Siz dünya gizli örgütler tarihi üzerine çalış­malarınızla da tanınıyorsunuz. Bu eylemi gerçekleştirenlerin bir “ideolojileri” var mı? Eğer öyleyse bu güçlerin nihai amacı nedir? (Daha ezoterik bakarsak) Arkasında böylesi tarikatvari bir güç olabilir mi?
Evet, bu eylemi gerçekleştirenlerin bir ideolojisi vardır. Bunu da bir ABD Doları’nın üzerindeki “Mason Mühürü’nde bulursunuz. Bir Dolarlık ABD parasının üzerinde “Novos Ordo Seaclaruni” yazıyor. Bir piramit ve onun üzerinde de küçük bir piramit var.
Bunun içinde bir göz, altında da “Yeni Dünya Düzeni” (NOS) yazıyor. Doların sağ tarafında Kartallı motifte ise GEMERA sistemiyle düşürülmüş bir tarih var: 13 Ekim Cuma 1307. Yeni Tapınak Şövalyelerinin başı Şövalye Molloy’un yakılarak öldürüldüğü gün! Eğer bu bir rastlan­tıysa, o zaman bu kişilerin bir ideolojisi yoktur diyebiliriz!
Siz dünya literatürünü de takip eden bir insansınız. Olay sonrası ve şimdi ABD halkının girdiği psikoloji nedir?
Ben de ABD’de uzun süre yaşadım. Sanıyorum Amerika­lılar bir süre sonra kendilerini sorgulamaya başlayacaklar. ABD’de yönetime düşman olan ve yıllardır bunu söyleyen o kadar çok gizli örgüt var ki... FBI dosyalarına geçmiş olan birkaçını.
ABD’de farklı düşünen/'teröristler” açıklamasına karşı çıkan güçler var mı? (Yönetim kademesinde olsun aydınlar arasında olsun) Ne diyorlar?
Tabiidir ki var. Bunların dünyada belirli dostları var. Türkiye’de de var.
Şarbonlu mektuplar olayı size göre nedir? 11 Eylül’le bağı ve amacı nedir?
Antrax ve diğer maddeler “Proliferation” kavramı içindedir. Dünyada elde edilmesi en kolay saldırı silahıdır. Şarbon (Antrax) eylemlerinin ABD içinden ve bizzat ABD’liler tarafından yapıldığı resmen açıklanmadı ama bence kesindir. Son 30 yılda FBI belgelerine göre ABD’de (1969-99) 81 biyolojik silahlı saldırı var. Aynı dönemde 102 kez de kimyasal silahlı saldırı yapılmış. 1997-99 arasında iki yılda 24 kez de nükleer silahlı saldırı eylemi önlenmiş! Şaka değil, ABD kendi ektiği terör tohumlarının şimdi kendi top­raklarında yeşerdiğini görüyor.
İddia edildiği gibi bir “medeniyetler çatışması ” mı he­deflenmiştir? İslam ’a karşı bir “Haçlı Seferi ” mi başlatıl­mak istenmiştir?
Şu Huntington’dan da onun tezlerinden de bana gına geldi. Bu tezler zaten “Bilimsel” değil, propaganda amaçlı. Dolayısıyla Huntington haklı mı değil mi tartışması abesle iştigaldir. Haçlı fikri hep vardı ve var olacaktır. Bunu Huntington keşfetmedi!
11 Eylül'den sonra dünyanın geleceğini nasıl görüyorsu­nuz? Nasıl bir sürece girecek? Örneğin demokrasi, terör bahanesiyle askıya mı alınacak?
Evet demokrasi askıya alınacak. İnsan hakları palavrası da askıya alınacak, zaten alınmaya başlandı bile. ABD’de, İngiltere’de ve Avrupa’da artık hiçbir yönetim İnsan Hak­ları, Eşitlik, Kardeşlik, Demokrasi, Feminizm gibi mason palavralarını kendisi için kullandırtmıyor. Bu “Çifte Stan­dartları” BİZİM gibi “Westoxieation” hastalığına tutulmuş ülkelere kazıklıyorlar. 21. yüzyıl karizmatik çağın bittiği, enigmatik çağın başladığı dönemdir. Ben böyle yorumlu­yorum.
Türkiye bu süreçten nasıl etkilenecektir? Ne yapmalıdır?
Sadece Türkiye değil, İslamiyet de işte bu yeni “Çağın” dinamiklerinin neler olacağını göremezse “Yok olma” süre­cine girecektir. Bundan 15 yıl önce Moskova’da “Komünist Partisi yasaklanacaktır” denilseydi herkes söyleyene deli gözüyle bakardı ama YASAKLANDI. İslamiyet için de aynı durum söz konusudur. Türkiye acilen toparlanmak zorunda­dır. İş işten geçmek üzere.
Eklemek istedikleriniz?
“Proliferation” konusunda ayrıntılı bilgi edinmek iste­yenler 9-10 Haziran 1999’da Eastern Mediterranean Security and Cooperation başlıklı Uluslararası Konferans’ta verdiğim “Proliferants and Terrorists” başlıklı (İngilizce) tebliğe ba­kabilirler. (Insight, F. Naumann Foundation, 1999) ISBN 975-7218-16-2.
Enigmatik Çağ konusunda ise benim, “Laiklik/Enigmaya Dönüşen Paradigma-1995” ile “Bilinmeyen Hitler” (2000) ve “Tapınak Şövalyeleri” (2001) adlı kitaplarıma bakabilirler.

Nüfus sayımları ve tahminleri hakkında doğru ve tam bilgiler edinebilmek tarihçiler açısından daima büyük bir sorun olmuştur. Batılı kaynaklar özellikle de Fransızlar işle­rine geldiği ve çıkarlarına uyduğu şekilde sayım sonuçları ve tahminleri yayınlamışlardır. Buna rağmen günümüzde de dikkate alman bazı kaynaklar vardır. Bunlardan biri de A. De La Jonquıere tarafından yazılmış ve ilk baskısı 1881’de yayınlanmış olan “Histoire de l’Empire Ottoman” adlı ki­taptır. (Paris, Librairie Hachette). A. De La Jonquıere, İstan­bul’da askeri okullarda ders vermiş bir tarih profesörüdür.
Jonquiere’nin aktardığı bilgilere göre Sultan Abdülhamid Han’ın saltanatının ilk yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nda takribi nüfus dağılımı şöyledir. (NOT: Yazar bu sayılara Mısır, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ı özellikle al­madığım çünkü bu bölgelerde yaşanan iç ve ters göçler ne­deniyle elinde kesin sayılabilecek rakamlar olmadığını be­lirtmiştir.)
Jonquiere, Osmanlı etnik yapısını 7 ana grupta ele al­mıştır. Bunlar şöyledir:
Osmanlılar             9.700.000
Türkmenler              300.000
Rumlar                   2.100.000

2.   Grup: Yunan-Latin Asıllılar
Tzintzares (Valak)   900.000
Arnavut                    1.300.000
3.   Grup: Slavlar
Bulgarlar                     1.500.000
Sırplar                         150.000
Kazaklar                     32.000
4.   Grup: Gürcüler
Çerkezler                   700.000
Laz                                 5.000
5.   Grup: Hint Asıllılar
Çingeneler                 212.000
6.   Grup: Fars/İran Asıllılar
Ermeni                        2.300.000
Kürt                            1.000.000
7.  Grup: Semitler
Arap                            4.000.000
Dürzi                          310.000
Maronit                       482.000
Süryani                       73.000
Keldani                       233.000
Yahudi                                    150.000
Yahudi-Dönme          8.000
Jonquiere, dinlere göre de bir tahmini dağılım vermiştir. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu’nda 1881 yılı itibariyle16.730.000 Müslüman vardır. Bunlardan 9.700.000’ü Sünni, 1.500.000 Vehhabi ve sadece 30.000’i Şii’dir. Hıristiyan sayısı ise şöyledir. Toplam: 8.030.000. Bunun 3.167.000’i Ortodoks ve yaklaşık 3 milyon kadarı da çeşitli kiliselere bağlı Katolik’tir.


İstanbul ’daki Anadolu
Aytunç Altındal, teoloji üzerine, özellikle Hıristiyanlık üzerine çalışmaları, yazdıkları ve söyledikleriyle dikkatleri çekiyor. Niye böyle bir dalda çalışmaya karar verdiniz, bu konuya neden ve nasıl ilgi duydunuz?
İlkin Türkiye’de az bilinen bir olayı anlatarak başlayayım. Türkiye’de Batılı bir kavram olan TEOLOJİ, İlahiyat olarak tercüme edilmiştir. Oysa Batı’da İlahiyat’ın karşılığı DIVINITY’dir ve bunun da gerçekte TEOLOJİ’yle birebir kan bağı yoktur. TEOLOJİ doğrudan doğruya TANRI-BİLİM’dir. Di­ğer bir deyişle TEOLOG denilen şahıs TANRI ile ilgilidir. Din onun için birincil değil üçüncül değerde bir araçtır. Hiç kuşkusuz hiçbir TEOLOG DİNSİZ (Din olmadan) yola çıkmaz ama Batı Hıristiyan anlayışında TEOLOG daha çok Filozofla uğraşır veya kendisi “DİN FELSEFESİ” yapar veya üretir. Dolayısıyladır ki kısa kesmek için söylüyorum, TEO­LOJİ Türkiye’de anlaşıldığı ve kullanıldığı anlamda İlahiyat değildir.
Laiklik denilen uygulama ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından RESMEN bir devlet ideolojisi olarak be­nimsenmiştir. “Laiklik”in ne olduğunu bilebilmek için ilkin Hıristiyanlığa bir bütün olarak bakmak gereklidir. Çünkü Laiklik, Hıristiyan Batı kültürünün bir yansımasıdır. Ben de Laiklik konusunu yerli yerine oturtabilmek için ilkin Hıristi­yanlığın öğrenilmesi gerektiğini düşündüm ve 1965’den bu yana çalışmalarımda bu anlayışa ağırlık verdim. Nitekim bu çalışmalarımın sonucunda LAİKLİK konusunda kitaplar ya­yınladım, makaleler yazdım ve yurtiçinde ve dışında birçok konferans verdim. Böylelikledir ki örneğin Türkiye’de in­sanlar Laiklik ile Sekülerleşme=Dünyevileşme olguları ara­sındaki farkı öğrendiler. Simdi birçok yazar, özellikle de “Çok keskin” İslamcı geçinen birtakım kişiler Laikliği eleş­tirirken benim getirdiğim anlayışı kullanıyorlar. Ve kendile­rinden bekleneceği üzere de bu anlayışı “kendileri” keşfetmiş gibi davranıyorlar. Tabii ki olay kendi çalışmalarıyla ortaya gelmediği için de zaman zaman MALAPROPİZM’e düşü­yorlar. Yani kulaktan duyma kitaptan aşırma kavramlarla bilgiçlik taslamaya başladıkları için yanlış kavramları yanlış bağlamlarda kullanarak gülünç oluyorlar. Bunlar, Laiklere kendilerini beğendirmek için “Entel” olmaya kalkışmış “İs­lamcı Palyaçolar” olarak tanınıyorlar.
Fener Rum Patrikhanesi ile ilgili uyarıcı sözler söylüyorsu­nuz. Patrikhane ’nin, Vatikan benzeri bir devlet haline gelerek, Türkiye için PKK’dan daha tehlikeli olacağını söylüyorsunuz? Bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz? Size göre Patrikhane neyin peşinde, bunun için nasıl bir yöntem izliyor?
Fener Patrikhanesi konusu eskidir. Ama 1990’da bu ko­nuyu Türkiye’nin gündemime ben soktum, doğru söylü­yorsunuz. Benim bir kitabımda da yazdığım gibi Patrikhane, “Bizimdir ama Bizden Değildir”. Günümüzde Türkiye’de eski solcu yeni götürücü kesimde Hıristiyanlığa özenme numarası çıktı. Öyle ki bu tipler açıkça Hıristiyanlığa çağrı yapıp “Diyalog ve Hoşgörü” numarasıyla Misyonerlik çalış­malarına destek oluyorlar. Buna karşı çıkanları da artık cılkı çıkmış olan “Komplo Teorisi Üreticileri” ve “Gerici” gibi kavramlarla yaftalamaya çalışıyorlar. Bu numaraları artık kimsenin yemediğinin ise farkında değiller. Bunlar eskiden PKK’yı savunuyorlardı. PKK’nın lideri Marksist-Leninist iken şimdi ZERDÜŞTCÜ oldu ya bunlar da anında “Azınlık Hakları Savunucusu” kesildiler. Bu üçkâğıtçılar MİLLİ MÜCALELE döneminde de vardılar bugün de varlar. Pat­rikhane işte bu paralı askerleri kullanmaktadır. Evet Patrik­hane, PKK’dan çok daha tehlikeli bir sorundur. Dikkat bu sözlerimle “Türkiye’de yaşayan RUMLAR tehlikelidirler” demek istemiyorum. Bugün İstanbul’da ya da Türkiye’de 300-400 000 Rum olsa İstanbul bu kadar batmazdı. Yaşanı­labilecek bir kent olurdu. Ama Patrikhane “Devlet İÇİNDE DEVLET” olmak hevesindedir. Arkasında da iki güç vardır. İçerde MASONLAR dışarıda AMERİKA.

r

Vatikan, İsrail’i 1993'te devlet olarak tanıdı. 93'te ne de­ğişti de bu tanıma gerçekleşti? Papa ’nın, İsrail ’i de kapsayan "Kutsal Toprakları’’ ziyareti, ne anlama geliyor? Bu ziyaret sırasında Papa, Filistinlilerin acısını paylaşırken, 'Yahudi soy­kırımına karşı bir tepki vermediği için Vatikan adına özür di­lemesi ’ yönündeki Yahudi isteğini de yerine getirmedi. Bunlar size göre neyi ifade ediyor?
Papa, gezisini çok önceden 1985’de planlamıştı ve yaptı. Amacı Hıristiyanlığı yeni bin yılda başta Türkiye ve Avras­ya’da yaymaktır. Bunun için üç kavram seçilmişti. Ve bu kavramları yaygınlaştırmak için de üç büyük örgüt kurulmuştu. Bunlar 1) Diyalog, 2) Hoşgörü 3) Karizma kavramlarıdır. Pa­palık ve onların yerli işbirlikçileri uzun yıllardır bu kavramları Müslümanların gündelik hayatlarına sokmuş bulunuyorlar. Geçtiğimiz mart ayında Trabzon Belediye Başkanlığı’nın da­veti üzerine bu güzel kentimize gittim ve orada verdiğim konferansta bunları uzun uzadıya anlattım. Kısaca bir kez daha tekrarlayayım. Diyalog ve Hoşgörü bir vasıtadır. Papalığın ger­çek anlamda Müslümanlarla ne diyalogu ne de hoşgörüsü var­dır. Bu yolla Müslümanları pasifıze etmeyi planlamışlardır. Papalığın bu misyonunu Müslüman topraklarda hayata geçir­mesi için kurulmuş üç örgüt şunlardır: 1) Focolare 2) Neo- Katakumenata 3) Kommunion and Liberty. Bu örgütlerden birincisi tüm İslam âleminde tam 4400 tırnak içinde Müslüman ile çalışmaktadır. Bu Müslüman geçinen FOCOLARE muhiplerinden 130 kadarının Türkiye’de olma ihtimali yüksektir.
Dünya sistemi içinde Hıristiyanlığın gücü nedir?
Dünya sistemi içinde Hıristiyanlığın yeri ve rolü çok bü­yüktür. Şöyle ki Avrupa Birliği Parlamentosu’nda bile Hı­ristiyan Birliği grubu bulunmaktadır.
Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafya açısından düşü­nürsek, siyasal olayları doğrudan etkileme veya belirleme bakımından Ortodoks Hıristiyanlar büyük bir tehlike taşıyor mu? Katoliklik için, bu bağlamda, neler söyleyebilirsiniz? Ortodoks Hıristiyanlar ile Katolik Hıristiyanlığı ayıran en temel özellikler neleredir? Bunların siyasal ilişkilere yansı­ması ne ölçüdedir?
Katolik ve Ortodoks inançlarını birbirlerinden ayıran ilk büyük kavga günümüzde de tartışılan EKÜMENİK PAT­RİKLİK konusundan kaynaklanmıştır. 6. yüzyılda başlayan bu kavga daha sonraki yüzyıllarda derinleşmiş ve II. yüz­yılda taraflar birbirlerini aforoz etmişlerdir. Bu aforoz 1960’lı yıllarda Fener Patriği Athenagoras ile Papa’nın Ku­düs’te bir araya gelmeleri sonucunda büyük ölçüde yumu­şamıştır. Yüzyıllar sonra gerçekleşen bu buluşma nedeniyle iki taraf birbirine daha yumuşak davranmaya başlamıştır. Aralarındaki uzlaşmazlık Hıristiyan akaidi ile ilgilidir ve FİLİOG Sorunu diye bilinir. Dileyenler bu konuda benim “Türkiye ve Ortodokslar” adlı kitabımı okusunlar (Anah­tar Yay).
Türkler, tarihsel olarak (sizin İstanbul’un Fethi ’nde Ortodokslara karşı, Katoliklerin Fatih Sultan Mehmed’e yardım ettiği görüşünüzü de dikkate alarak) Katoliklere daha yakın işbirliğine mi giriyorlar? Neden?
1919’da İstanbul işgal edilince Fener Patriği fırsattan istifade edip dünyadaki bütün büyük kiliselere bir mektup yollayarak Hıristiyanlığın “Yeni ROMA” dediği İstan­bul’un bir daha “KAFİR” Türklerin ve Müslümanların eline geçmemesi için tüm kiliselerin birleşmesini istemişti. Bu çağrı üzerine Dünya Kiliseler Birliği kuruldu. Günümüzde en etkili kurum budur. Katolikler o dönemde bu birliğe gir­mediler. Şimdilerde ise bir kardinal aracılığıyla temsil edili­yorlar o kadar. Türkiye ve Anadolu toprakları Katolikler için değil Ortodokslar için “Kutsal TOPRAK” konumundadır. AYASOFYA’nın yeniden Ortodoks ayinlerine açılmasını ve Kilise’ye devredilmesini Lozan öncesinde Vatikan önle­mişti.
Türkiye ’de son yıllarda bir misyonerlik atağı var. Tür­kiye için bir Hıristiyanlık (Hıristiyanlığı seçenlerin artması) tehlikesi var mı?
Evet var ve bu tehlike sanıldığından çok büyük. Türkiye hızla Hıristiyanlaştırılmak isteniyor. Bu alan da çok mesafe kat edilmiştir. Önlem alınmazsa daha da artacaktır. Nitekim Yunanistan ESKİ PONTUS’UN KUTSAL MERKEZİ olarak kabul ettiği Trabzon’da Konsolosluk açmak için baş­vurmuş ve bu isteği DÖNME bir aileden gelen Dışişleri Bakanı İsmail Cem tarafından uygun görülmüştür.
Hıristiyan dünyasının İslam âlemine bakış açısında bir değişme mi var? Dinler arası diyalog gibi kimi söylemler bunun bir işareti mi? Gelecek yıllar bu bağlamda nelere gebe?
Bu sorunuzu üçüncü sorunuzda kısmen yanıtladım. Gelecek yıllarda Türkiye’deki DİYALOG VE HOŞGÖ­RÜCÜLER arkalarına masonları ve Amerika’yı (Siz CIA diye okuyun) alarak çalışmalarına hız verecekler.
“Ayasofya ibadete açılabilir mi?.. Açılmalıdır... Ama bu­nun yollarını iyi bilmek gerekir” diyorsunuz. Ayasofya neyi ifade ediyor ve niçin ibadete açılmalı, bunun yolları nedir?
Bu konuyu bir televizyon programında (Star/Objektif) o zaman İsparta milletvekili olan Sn. Ertekin Durutürk’le tartı­şırken gündeme getirdim. Evet Ayasofya’nın TAMAMI ibadete açılabilir. Ama bunun yollarını iyi bilmek gerekir. Yanlış bir adım atılırsa kaş yapalım derken göz çıkartılmış olur. Onun için burada nasıl yapılabileceğini açıklamaya­yım. Ama bir çözüm vardır.
Türkiye 28 Şubat’ı yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Müslümanlar üzerinde ağır baskılar hüküm sürüyor. Bu, Türkiye’de laiklik, din, sekülarizm gibi kavramların (daha açıkçası din-devlet ilişkisinin) yanlış tanımlamasından mı kaynaklanıyor? 28 Şubat’ı bu bağlamda nasıl değerlendiri­yorsunuz? Bu kesimin önde gelen liderlerinin siyasi yasaklı kılınmasıyla ne amaçlanıyor?
28 Şubat kaçınılmazdı. Böyle değerlendiriyorum. Erbakan bu olayın kan dökülmeden çözümlenmesi konusunda başarılı olmuştur. Evet, tartışmalarda Din-Devlet ilişkileri Laiklik ve Sekülarizm arasındaki farklılıklar rol oynamış­tır. Ancak Türkiye’nin üzerindeki dış baskıları ve içerden de MASON mahfillerinin bozguncu faaliyetlerini görmemez­likten gelmeyin. Bunlar da önemli rol oynadılar. Hatta o günlerde ben Refah Partili bir bakana olaydan yaklaşık altı ay kadar önce hükümetin nasıl ve ne zaman mason baskıla­rından bunaltılarak çözüleceğine ilişkin bir takvim vermiş­tim. Tam dediğim tarihte olaylar gerçekleşti.
Sizinle yaptığı bir mülakatta “Ordu bize karşı darbe yapmaz" diyen Necmettin Erbakan’ın yanıldığı nokta neresiydi?
Erbakan nitekim darbeyi önledi. Olay, Muhtıra düze­yinde kaldı. Ama unutmayın ki aynı Erbakan bana daha ikti­dara gelmeden iki yıl önce “Aytunç Bey korkarım bu adam­lar bizi yakında iktidara getirecekler ama ondan sonra bizi iktidarda boğmayı deneyecekler” de demişti. Ben de bunları o zaman yazmıştım. İsteyenler benim “LAİKLİK / Enigmaya Dönüşen Paradigma” adlı kitabıma bakabilirler.
Bir meslektaşınız Necmettin Erbakan için ‘“Erbakan köktendinci değil, kökten devletçidir” diyor. Siz de bir yazı­nızda, Erbakan ile ilgili bir anınızı anlattıktan sonra, ‘“Er­bakan’ın emperyalizm, kapitalizm, sömürü gibi sol literatürü kullandığını; bu kavramların bolca kullanıldığı Adil Düzen’i kabul ettiğini ” söylüyorsunuz. Sizce, son yaşanan tecrübeler ışığında, hangisi doğru?
Erbakan doğrusu devletten yana bir siyasetçidir. Ancak onun devlet anlayışı Cumhuriyet Halk Partisi’nin devlet anlayışının tam zıddıdır. CHP ne denli DEVLETÇİ ise Hoca o denli “HÜR Teşebbüsçü”dür. Kısacası Erbakan her Müslüman gibi devletten yanadır. Ama asla DEVLETÇİ değildir. Hoca, askere toz kondurmaz ama asla MİLİTA­RİST değildir.
Türkiye’de, Müslümanların siyasi arenadaki geleceğini nasıl görüyorsunuz? Dikte edilen bir çıkış yolu mu bula­caklar, yoksa geçmişten de dersler çıkararak kendilerine özgü bir çıkış yolu mu? Bu konuda hangi lider adaylarına şans tanıyorsunuz?
Ne yazık ki iyi görmüyorum. Bunun pek çok nedeni var. Ama hani o ünlü fıkrada olduğu gibi tek nedenini söyleye­yim okurlarınız anlarlar. Müslümanlar PARA, ŞÖHRET VE KADIN konularında iyi bir sınav VEREMEZLERSE yine oturup ağlayacaklardır. Dost acı söyler. Ben de söylü­yorum.


Nokta
21 Mayıs 1984
Ankara’da Selanik Caddesi’ndeki Sanatevi’nde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden gelen üç polis memuru ile uzun boylu sakallı genç arasındaki görüşme bir türlü sonuçlanmı­yordu. Polisler “oyun bu gece oynarsa, işlem yaparız” diye diretiyorlardı. Uzun boylu ve sakallı genç adam, oyun için gereken başvuruları yaptıklarını ve biletleri satışa çıkardıkla­rını anlatmaya çalışıyordu ama durum pek iç açıcı görünmü­yordu.
Olay, 10 Mayıs günü saat 14 sularında yaşanmaktaydı. Uğur Mumcu’nun bir ay İstanbul’da sergilenen “Sakıncasız” adlı oyunu için Ankara’da gereken başvurular yapılmış, bi­letler satışa çıkarılmıştı. Ancak, başvuruda bir-iki günlük bir gecikme olduğu için Emniyet Müdürlüğü’nden Sıkıyönetim Komutanlığı’na konu ile ilgili yazı ulaşmamıştı. Bu yüzden oyunun 10 Mayıs günü başlamasına olanak yoktu. Polisler, durumu, Sakıncasız oyununu düzenleyen Süreç Yayıncılık A.Ş.’nin Ankara Temsilcisi Mehmet Açıktan’a bildiriyor­lardı. Bir başka sürpriz daha vardı. Oyunculardan biri, as­kerlik yoklaması yaptırmadığı için yakalanmış ve “adamlı” olarak Çankaya Askerlik Şubesi’ne gönderilmişti. Oyuncu, daha sonra gözaltına alınacak ve yerine İstanbul’dan yeni bir oyuncu getirtilerek rolü ezberletilecekti. 10 Mayıs günü saat 17’ye yaklaştığında seyirciler birer ikişer, Sanatevi’ne doğru gelmeye başlamışlardı. Ancak henüz gereken izin gelmemişti. Emniyet Müdürlüğü’nün yazısı o günün sabah ve öğlen postası ile sıkıyönetime henüz gönderilmemişti. Bu yüzden akşama kadar işlemler tamamlanmamıştı. Sanatevi yet­kilileri ile Mehmet Açıktan, durumu gerek Emniyet Müdür­lüğü Basın Bürosu’na gerekse Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildirmişlerdi. İzin 17’yi çeyrek geçe telefon ile iletildi. An­kara Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, oyunun başlatılması için gereken emri vermişti. Gerçi henüz emniyet yazısı sıkıyönetim komutanlığına ulaşmamıştı, an­cak Yirmibeşoğlu anlayışlı davranmış ve gereken emri he­men vermişti. İzin Sanatevi’ne ulaştığında gişeden gelen seyircilere özür dileniyordu. Ancak kimse bilet parasını geri almak istemiyordu. Ertesi gün gelinmez miydi? Ertesi gün oyun başladığında Mehmet Açıktan’ın yüreği yeniden at­maya başlamıştı. Genelkurmay Başkanlığından bir görevli oyun ile ilgili bir yetkiliyi arıyordu. Açıktan, heyecanla tele­fona doğru gitti. Karşıdaki ses, Genelkurmay Başkanı Nec­det Üruğ’un, Sakıncasız oyununun galası için gönderilen davetiyeye teşekkür ettiğini, ancak yoğun meşguliyetleri nedeniyle galaya gelemeyeceğini bildirmekteydi.
Oyunun galası 13 Mayıs Pazar günü yapıldı. 24 Ocak ka­rarlarının eleştirildiği oyuna Özal hükümetinden bir de ba­kan gelmişti. Devlet Bakanı Mesut Yılmaz, Yargıtay Birinci Başkanı Derviş Turhan, Askeri Yargıtay, Sıkıyönetim ve Yargıtay yargıçlarının bir kısmı da galadaydılar. Emekli Orgeneral İrfan Özaydınlı, SODEP listesinden Ankara Bele­diye Meclisi’ne seçilen Emekli Tümgeneral Celil Gürkan, SODEP Genel Sekreteri Atilla Sav, HP Grup Başkan Vekili Cahit Tutum, TBMM Başkan Vekili Halil İbrahim Karal, SODEP İl Başkanı Suphi Karaman, eski MBK üyelerinden Suphi Gürsoytrak, eski Milli Savunma Bakanlarından Haşan Esat Işık, Prof. Atalay Yörükoğlu, Prof. İlhan Günalp, Prof. Erdem Aksoy, Prof. Hicri Fişek, Prof. Yakup Kepenek ve çok sayıda gazeteci galadaydılar.
Uğur Mumcu’nun 1978 yılında AST tarafından sergile­nen Sakıncalı Piyade oyunu büyük ilgi görmüştü. Sakıncasız oyunu özellikle basının bir kesiminden yoğun tepki almak­taydı. Oyunun bitiminde sahneye çağrılan Uğur Mumcu ve Yapımcı Aytunç Altındal, salonu dolduran kalabalıkça uzun uzun alkışlanmışlardı. Oyundan sonra düzenlenen kokteylde Sakıncasız oyununa gösterilen ilgi ve tepki tartışılmaktaydı. Uğur Mumcu “Eleştirileri ikiye ayırıyorum. Sanat kaygısıyla yapılan eleştirilerden sanatçı arkadaşlarım ve ben yararlanı­yoruz. Ancak holding basınından gelen eleştirileri pek cid­diye almıyorum. Çünkü oyunun amacı, holding basınını eleştirmektir, bu yüzden onların beğenisini değil öfkesini kazanmamız doğal” diyordu. Mumcu’ya göre sanat, anlaşılır olmalıydı, hem anlaşılır olmalı hem de çözüm yolları gös­termeliydi.
Mumcu, “sanat için sanat yaparken, fildişi kulelere çekil­mek ve kuşdili konuşmak” diye tanımladığı sanat anlayışına karşı “herkesin anlayacağı, açık kesin ve yalın bir anlatım” seçtiğini, holding basınının yapısal özelliklerini işlediğini belirtiyordu


Türkiye 'de Sanat Eylül/Ekim 2003
Röportaj: Bilge Evrim.
Burhan Uygur’un gençlik arkadaşı Aytunç Altındal anlatı­yor... Avrupa’nın ilk Türk sanat galerisi sahibi olan Altındal’ın galericilik macerası arkadaşı Burhan Uygur ’un gizli özelliklerini de içeriyor. İstanbul’daki ilginç evinde ziyaret ettiğimiz Altındal’la, macerasını ve arkadaşı Burhan Uygur’u konuş­tuk...
Bildiğim kadarıyla yurtdışında galericilik yapıyordunuz?
Galerist başka, tablo satıcısı başka bir olay. Galerist ol­mak çok mühim bir hadise ama ben galerist değil, galeri sahi­biydim. O zamanlar (80’li yıllar) yurtdışında “Türk” denildi­ğinde, eroin satıcısı, silah kaçakçısı, ırz düşmanı, pislik Müs­lüman anlaşılması gerekiyordu. O zamanlar; “Bizi tanımı­yorlar, kendimizi bir tanıtabilsek Avrupalı bizi başucuna ko­yar” diye bir palavra vardı. Ben buna hiçbir zaman inanmadı­ğım için tam tersini söylüyordum. “Asıl bizi çok iyi tanıdık­tan için böyle bir iş yapıyorlar” diyordum. Zürich’te, Avrupa Protestanlığının merkezinde, en ünlü galerilerin olduğu yerde, Modus Vivendi adında galeri ve yayınevi kurdum. Hiç unutmuyorum, polisten izin alınması lazımdı. İsviçre polisi “nasıl bir iş bu” dedi. “Sen Türksün, silah kaçakçılığı yapman gerekiyor.” Neyse sonra yanımıza bir milletvekili alıp gittik, izni zor aldım. Türklerin bu tür işler kurmasına izin vermiyorlardı.
Yunanlılara yaptırıyorlardı. Ben onu kırdım.
Galeride ne gibi sergiler yaptınız?
Yabancı ressamlarla çalıştım. Galeriye bir çizgi verilmesi lazımdı. Bizdeki gibi değil, her köşeye galeri açamıyorsun oralarda. Evvela diğer galericilerin senin bu konuyu bildiğine ikna olması lazım. Ben, resim sanatının felsefesini bilirim ama tekniğini bilmem. Bilmediğim için de sadece galeri sahibi ola­rak vardım. İsviçreli küratörler vardı. Onların tavsiyesi galeri­nin çizgisinin minimalizm olması gerektiği yönündeydi. Bu benim keşfim değil.
Moda olduğu için mi minimalizm?
Hayır, eksiği duyulan bir şey olduğu için. Avrupa’da minimalist sanat alanında çok fazla galeri yoktu. Olmadığı gibi, olan galerilerin de kalitesi çok düşüktü. Dolayısıyla “siz minimalist çizgiyi izleyin, sizinki kübist ve minimalist çizgide olsun” denildi. Çünkü sanat ortamı bölünmüş durumda, kimisi ekspresyonist, kimisi başka modem bir dalda. Kimse kimsenin alanına girsin istenmiyor. Bir çizginiz olması lazım. Ben de minimalist tarzın ünlü ressamlarını getirttim. Arada başka şey­ler de yapılıyordu tabii. Senede on sergi açıyordum, on serginin en az üçünün minimalist sanatla ilgili olması gerekiyordu.
* Minimalizm, modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara giden, sadelik ve nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır. ABC sanatı, minimal sanat gibi tabirlerle de anılır.
Do­layısıyla toplam olarak Avrupa’dan ve dünyadan yaklaşık 200 ressamla çalıştım. Onların resimlerini tanıttık. 1989 senesinde Sovyetler beni davet etti. Onların kültür danışmanı oldum. Sovyetler Birliği’ne ilk defa Amerikalı ressamlar getirdim. Bana çok büyük bir kilise verdiler. Orayı büyük bir müze ha­line getirdim. Ve Moskova’da, dünyada ilk defa kapitalizmin en büyük sembolünü isim olarak alan “pools” (havuzlar) diye bir sergi açtım. Açılışını Gorbaçov yaptı, bütün dünya basını yer verdi. Türkiye’de ise yayınlanmadı, duyurulmadı. Bir Türk yaparsa olmaz; bir gavur yapsaydı olurdu. Ya da mason olma­nız lazım.
Galeriniz ne zaman ve niye kapandı?
Onun sebebi özel. On yıl sonra galeriyi eşime devrettim. O da yürütmek istemedi. Örneğin bak, bu bir Gonnet, Fransız, Sartre’ın en yakın arkadaşı. Gel bakalım (ayağa kalkıp başka bir tablonun önünde duruyoruz), bu Fransızların en ünlü minimalisti Louise Palmero. Bu da (başka bir tablo) Çek asıllı bir sanatçının çalışması... Şu ise Nadine Fievet. Belçika Güzel Sanatlar Akademisi’nin başındaydı. Çok mühim bir sanatçıdır.
Dolayısıyla galeride üç de Türk ressamı tanıtalım istedik. Ben bir Türk olduğum için, küratörleri de ikna ederek, üç Türk ressama sergi yapmaya karar verdik. Bunlardan biri Erol Akyavaş’tı. Erol Akyavaş zaten İsviçre’de kendine göre isim yapmış bir ressamdı. Erol’un sergisini açtık ve çok başarılı oldu. Ondan sonra seramik ve seramik resim tabir edilen tarzda Jale Yılmabaşar’a sergi düzenledik. O da Almanya’da, 50 ya­şından sonra profesör oldu. Jale’yi de eskiden tanırım. O da çok başarılı oldu. Onun üzerine bir de kafamda Burhan vardı. Ancak Burhan’ın resimlerini Türkiye’den kim getirecek? Erol Simavi, o zaman Hürriyet’in sahibiydi. “Ben getiririm Burhan’ın resimlerini” dedi. O zaman bu tür işler çok büyük para, resmi ülkeden çıkarmak falan oldukça zor, bir sürü problem var. Erol, “ben hallederim” dedi. Ama Burhan, sağ olsun, bir yerde sızıp kalmış. Burhan’a sergi açılması için ayırdığımız bir aylık süreyi son gün fark etmiş. Beni aradı “yav benim sergim olacaktı, oluyor mu” dedi. “Bir aydır arıyoruz bulamıyoruz, neredeydin” diye sordum. “Valla ben Bodrum’da bir yerde takıldım, kaldım. Kusura bakma, etme, yapalım bu sergiyi” dedi. “Yapalım ama takvim geçti, gelecek seneye kalıyorsun” dedim. Ondan sonra da öldü zaten.
Burhan 70’li yıllarda akademik çevrede daha yeni adını du­yururken, ben resmini çok sevdim. Resim felsefesi açısından çok sevdim. Türkiye’de iki kişi var bana göre; biri Neşe Erdok ki büyük bir ressam Neşe. Diğeri de Burhan Uygur. Burhan, hiç yapmaz, bir yağlıboya tablo yaptı. Eşimin portresi. Eşim İsviçreliydi, yabancıydı ve sanatla iç içe olan bir hanımdı. Bur­han kendi garip üslubuyla onun portresini yaptı. Ben de o resmi satın aldım. Kendine göre büyük boy tek portresi odur. 1973 senesiydi, resmi aldım ve İsviçre’ye gönderdim. Orada küratörler ve sanat eleştirmenleri Burhan’ın resmini, tekniğini ve anlayışım çok beğendiler ve İsviçre’de sergi açtırmak istediler. Aradan yıllar geçtikten sonra biz yapmak istedik ama o da de­diğim gibi Burhan’ın sırtında çantasıyla bir yerde sızıp kalması sonucunda gerçekleşemedi. Hatta Erol Simavi çiçekleri önce­den sipariş etmiş. Galeriye çiçekleri geldi, Burhan’ın resimleri gelmedi. Burhan benim gençlik arkadaşımdı. Burhan ve şim­dilerde adı duyulmuyor (şehir mafyası onu şair saymadığı için) Ayhan Kırdar diye birisi vardı. Burhan, Ayhan, ben, bir-iki arkadaş daha akademi günlerinde (onlar akademiden, ben deği­lim. Yani Güzel Sanatlarla ilgim yok, ben ilahiyat okudum) çok güzel zamanlar geçirdik. Tabii bir de Burhan’ın geçmişi konuşulduğu zaman, 85’den sonra sanırım, bir Kör Ahmet’ten söz edilir. Ahmet Aksaç denilse kimse tanımaz, Kör Ahmet de­yince herkes bilir. Burhan Uygur’un, Kör Ahmet’le maceraları vardı. O ikisinin olayları efsanedir. Kör Ahmet Kadıköy, Cad­debostan ve Erenköy’ün gelmiş geçmiş en eksantrik adamıdır. Nev-i şahsına münhasır tiplerden biridir. Bodrum’da bir yer­lerde, ne yapıyor bilemiyorum ama birileri onu bulsa, Burhan’la yaşadıkları sanat dışı olayları konuşsalar çok güzel olur. Şimdilerde 60-65 yaşında olması lazım. Ahmet’i bulmakta fayda var. Birbirleriyle sürekli, her dakika kavga edip, her da­kika birbirlerine kırılıp, 15 dakika sonra birlikte içki içmeye, dolaşmaya başlarlardı. Kedi köpek gibi didişirler, birbirlerinden vazgeçemezlerdi. Burhan çok değişik bir ressamdı. Türkiye onu çok değişik yerlere koymak zorunda. O gerçek sanatçıdır.
İlginç davranışları olduğu da söyleniyor... Hatırladığınız bir anı var mı?
Bir gün oturduk konuşuyoruz. Ayhan, Burhan, birkaç da akademiden güzel kız... Burhan güzel kızların yanında daha da havaya girmiş... Şimdi adını vermem doğru olmaz, o gün akademiden bir hocanın sergi açılışı vardı. Laf arasında Burhan, “işerim ben onun resminin üstüne” dedi. Arkadaşlar da “yapar­sın, yapamazsın” diye doldurdular.  Burhan’ı. Sergi açılışına gidildi. Ve Burhan dediğini yaptı. Değişik bir insandı Burhan Uygur. Kimseye bir kötülük yaptığını sanmıyorum. Yapmışsa da insanlık hali. Kendisi gibi olmaya çalışıyordu. Hani adam gibi adamdı, derler ya; işte Burhan öyleydi. İnsan gibi insan, sanatçı gibi sanatçıydı.
Resimlerinden, yazdıklarından ve çizdiklerinden Burhan Uygur ’u hep içli, hüzünlü ve hep kendi dünyasında yaşayan bir sanatçı olarak tanıdık.
Bizim kuşak öyledir. Varoluşçuluk vardı o zamanlar. Bur­han da öyleydi. Kafasındakiler olmasa böyle resimler yapa­mazdı. Öğretmenlik yaptığı zaman, bir gün evine gittim. O zamanlar para kazanmak için öğretmenlik yapıyordu. Evliydi, çoluk çocuk falan... Son hanımı sanattan pek anlamıyordu. Hanımı onun üzerinde baskı oluşturuyordu. Baskı da onu resim yapmaya itiyordu. Çocuğu ve karısı vardı ve para kazanmak zorundaydı. Evine gittiğimde, bir köşede yeni yıkanmış ve asılmış çamaşırların altında resim yapıyordu. “Ne yapıyorsun burada” diye sordum. “İçimi boşaltıyorum” dedi. Bu şekilde rahatlıyordu. Bana mektuplar yazardı.
Mektuplaşır mıydınız?
Ben mektup yazmayı sevmem. Eskiden bir iki aşk mektubu yazmışımdır, ama kalemi elime alıp da mektup yazmam. O yazardı. Bildiğiniz gibi mektuplar değil bunlar. Onları okudu­ğunuzda anlardınız Burhan iyi mi yoksa yine daralmış mı... (Başucumuzda duvarda asılı deseni göstererek) Bak bu bir mektubu mesela. (Tekrar ayağa kalkıyoruz ve yaklaşıyoruz resme.) Bir kadın resmi. Burhan’ın sembolizmi vardır. Bura­daki kadın yabancı bir kadın. Bunu ellerinden ve saçlarından anlıyoruz. Bu kadının Burhan üzerinde çok etkisi var. Onu zorlayan bir kadın. Bu kadın, Batı medeniyetini sembolize edi­yor. Ağzı büzüşmüş, emir veren bir kadın bu. Bir de bizim resimlerimizde eksik olan zaman ve mekan. (Çek asıllı ressam Jiri Zeman’ın resmini gösteriyor.) Bak şu resme ve söyle ba­kalım, bu resmin zamanını ve mekanını. Ayağa kalk ve yakın­dan bak, hatta dokun. (Aytunç Bey’in dediklerini yapıp yerime oturuyorum).
Mekan açık havuzlu bir yer... (geveliyorum)
Zamanı ve mekânı renk oluşturur. Burada zaman san, mekan ise mavi ve kahverengi. Burhan’ın resimlerinde de mühim olan bu. Daha önce de söylediğim gibi, resmin tekniğinden pek anlamam. Ben resim felsefesiyle ilgilenirim. Burhan’ın resim­lerinde beni çeken de bu oldu. O arada kalmışlık yaşıyordu. Resimlerinde kendine ait bir şeyler vardı. Türk olmaya ait şey­ler vardı. Türk derken Selçukludan veya milliyetçilikten ya da oryantalizmden bahsetmiyorum. İçinde yaşadığı toplumdan, buradan aldıklarından bahsediyorum.
Sanırım Burhan Uygur ’a kendimizi yakın hissetmemizin se­bebi de bu. Toplum olarak bir kimlik arayışı içindeyiz. Tıpkı Ahmet Haindi Tanpınar’da olduğu gibi bir şey yaşıyordu Bur­han Uygur’da.
Çok fazla taklitçi var. Genelde sanatçılar başka sanatçılar gibi olmaya çalışıyorlar. “Matisse gibi ressam” deniliyor me­sela. Yurtdışında da ve genelde Türk sanatçılarda böyle bir anlayış görülebiliyor. Burhan kendi gibi olmaya çalışan bir sanatçıydı. Piyasayı düşünmezdi.
Resimlerini etrafa dağıtırdı. “Alın cebinizde bir resmim ol­sun” derdi. Çok beğendiği bir resmi hediye eder, bazen istemi­yorsa resmini satmazdı. Bir gün Erol Simavi ondan resim satın almak istemiş, o satmamış. Burhan’ın son hanımı daha sonra­dan bu işlerle ilgilenmeye başladı.
Peki ya kadınlar...
Kadınlara karşı, karşı koyamadığı bir zaafı vardı. Onlarla ilgileniyordu. Bu ilgi kadın imgesinin estetik özelliğinden kay­naklanıyordu. Güzel ya da çirkin fark etmezdi onun için. Bir gün bir kadın görür, onun yüzündeki bir çizgiye kafası takılır ve günlerce içerdi. Hele bir de zeka ile estetik bir arada olursa, “niye bende birleşmemişler” diye düşünürdü günlerce. Burhan zamanlı öldü. Kendisine yakışır biçimde ve tam zamanında. Daha sonra ölmesi uygun olmazdı.
Milliyet Sanat Dergisi
1 Kasım 1990
Şu sıralarda İstanbul’da birbiri ardına açılan “Sovyet resmi” sergileri ilgiyle izleniyor. Bu sergilerden ilki Yapı Kredi Kâzım Taşkent ve Beyoğlu Sanat Galerilerinde 9-29 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen “Şehir, Doğa, in­san” konulu Çağdaş Rus Ressamları Karma Sergisi’ydi. Ardından Ramko Sanat Merkezi ’nde 23 Ekim ’de 1. Sovyet Resim Sergisi açıldı. Üçüncü sergi ise Zürich’teki Modus Vivendi, Moskova ’daki Ast Modern Gallery ve Urart Sanat Galerisi ’nin işbirliğiyle 27 Ekim 'de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda açılan “Sovyet Sanatçıları Sergisi”. 27Kasım ’a değin sürecek olan bu sergiyle ilgili olarak basılan broşürde yer alan ve sanat eleştirmeni William Meiland’ın yazdığı önsözü bu sayımızda, sergiden örneklerle yayınlıyoruz, öteki iki sergiyle ilgili değerlendirmeler önümüzdeki sayıda yer alacak.
80’li yılların sonlarının ve 90’lı yılların başlarının sanatsal yaşamının atmosferinde Art Modeme Cultural Centre (Mo­dem Sanatlar Kültür Merkezi)’nin resim, grafik, heykel ve uygulamalı sanat koleksiyonu, 20. yüzyıl kültürünün gelenek­sel plastik sanatları açısından adeta bir vahayı andırmaktadır. Politik etkili sosyal sanatın ve “Çağdaş Sovyet Avangardı” olarak bilinen günümüzün diğer bir eğiliminin aşın uçlan yoktur. Art Modeme, geçici akımlarla ilgilenmemektedir. Organizatörleri ve bünyesindeki sanatçılar, sanatın sadece avangard ile yaşamadığına inanmaktadırlar.
Koleksiyon, çokuluslu kadrosu ile göze çarpmaktadır. Art Modeme, Orta Rusya’dan ve Sibirya’dan, Ukrayna ve Orta Asya’dan, Kafkas Dağları’nın ötesinden ve Kuzey Kaf­kasya’dan değişik nesillerin sanatçılarını temsil etmektedir. Ulusal resim okullarının çokluğu ve farklılığı Sovyetler Birliği’nin geniş alanları üzerine yayılmış bugünkü prosesin canlı bir tablosunu ortaya koymaktadır. Seçimdeki tek ortak yön, eserlerin plastikliği ve bu çalışmaların modem iç tasa­rımın bir parçası olarak kendi yaşamlarını sürdürebilme ve izleyicilere sanatçıların enerjisini, düşüncelerini ve hislerini aktarabilmektedir.
Koleksiyonun en belirgin özelliği, hem kendini kanıtla­mış sanatçılara, hem de sanat dünyasındaki kısa kariyerle­rine rağmen potansiyellerini ikna edici bir tarzda ortaya ko­yan sanatçılara da imkân verilmesidir.
Moskovalı sanatçıların (Natalia Nesterova, Yury Kononen- ko, Larissa Naumova, Trina Starzhenetskaya, Klimanty Sapeguin, Jüri Zlotnikov, Dmitri Lion, Garif Basyrov, Eric Bulatov, Sergei Hesnikov ve diğerleri) resimleri ve grafikleri sergide tam olarak temsil edilmektedirler. Sanatsal tercihlerinin geniş­liği primitif resimlerden ve akademik çizimlerden abstre (soyut ekspresyonizme kadar her şeyi kapsamaktadır ve bu eserleri seyredenler, sergi salonundaki eserlerine konsantre olarak, her sanatçıya değer biçebilirler çünkü, her sanatçı kendi konusunda bir bireydir.
Hazar bölgesi sanatçılarının ulusal gelenekleri en iyi şe­kilde Bakülü ressamların (Rasim Babaev, Geiyur Yunusov, Fazil Natzhafov, JuriSalnikov, Valeri Yashiguin Ashkhabatlı), Mommak Kuliev, Tokar Tugurov, Allamurad Mukhammedov, Dzhumadurdy Amandurdyev, Sapar Neredov (Makhach Kala’lı), İbraguim Khalil Supianov, Eduard Puterbrot, Janna Kolesnikova, Jüri Avgustovich) çalışmalarında ortaya kon­maktadır. Hazar bölgesi ressamlarına özgü en çekici özellik, eserlerindeki mitolojik karakterler ve sanatsal plastikliğin çok­luğu ve ritmik çizgilerin, şekillerin ve renklerin zenginliği ile ifade edilen de koratif ve kuvvetli epik kalitedir.
Rusya, Moskova’nın haricinde Leningrad, Saratov, Orenburg ve Krasnoyarsklı sanatçılarla da temsil edilmekte­dir. Son zamanlarda “Sosyalist realizm” denen akademik dogmalardan bağımsız birçok yetenekli sanatçı ortaya çık­mıştır.
Birçok sanatçı, Ortega y Gasset’nin “İnsan kendi top­raklarında iki ayağı üzerine sıkıca basmalıdır, ancak gözleri tüm dünyayı görmelidir” sözüyle özdeşleştirilebilir. Bizler ulusal ve uluslararası sanatın özet bir derlemesini sunmuyo­ruz. Kendi ulusal köklerinin farkında olan her gerçek sa­natçı, kendisini ve dünya görüşünü, sadece diğer ulusal kültürlerle ilişki kurarak tam olarak ifade edebileceğinin de farkındadır. Berlin Duvarı ve Çin Seddi’nin ve birçok görü­nen ve görünmeyen duvarın yıkıldığı 20. yüzyılın sonunda, “bizim” olanlarla “onların” olanların karşılıklı etkileşim ve zenginleştirme diyalektiği en önemli konuyu oluşturmakta­dır.



Yankı Haber
18 Kasım 1985
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal’ın Zürich’te kurduğu sanat galerisi ve yayınevi Mondus Vivendi, Avrupalı ve Türk sanatçıların sergilerinin yanı sıra, yayıncılık alanında da faaliyet gösterecek, ilk olarak Sir Isaac Newton’un “Observations Upon the Prophecies of Daniel and the Apocalypse of St. John” (Londra, 1773) adlı, dünya kütüp­hanelerinde mevcudu son derece sınırlı kitabının tıpkıbasımı yayınlanacak.
Modus Vivendi’nin yayın programında Newton’un eserin­den sonra Chalcondyles Tarihi’nin (1640) Osmanh’nın yıkı­lışı üzerine kehanetleri içeren bölümü yer alıyor. Yine günü­müze pek az nüshası kalmış olan bu eserin, özellikle Doğu ve Osmanlı tarihiyle ilgili araştırmacıların ilgisini toplayacağı sanılıyor.
Milliyet,
1 Şubat 1992

          Haber: Mustafa YOKER.
Modus Vivendi Yayınevi, yayınladığı bilimsel kitaplarla büyük takdir topluyor.
ZÜRİCH’TE yazar ve yayıncı Aytunç Altındal tarafın­dan kurulan Modus Vivendi Yayınevi ve galerisi, 6 yıl gibi kısa bir sürede, ülkenin en saygıdeğer ve başarılı yayınevleri arasına girdi.
Şimdiye dek belgesel niteliğinde pek çok kitap yayımla­yan Modus Vivendi, son basılan “Strasbourg und die Judenverfolgung 1348/49” adlı belgesel eserle, Avrupa tarihi­nin karanlıkta kalmış bir sayfasının daha ortaya çıkmasına katkıda bulundu. O yıllarda Strasbourg’da yaşanan Yahudi soykırımını belgelerle sergileyen kitapta, Hıristiyan ülkeleri­nin Yahudilerin evlenmesini sınırladıkları, gettolarda yaşa­maya zorladıkları, veba salgını çıkarttıktan gerekçesi ile iki bin Yahudi’nin çırılçıplak soyularak meydan ateşinde diri diri yakıldıktan anlatılıyor.
Kitap hakkında bilgi veren yayınevinin sahibi Aytunç Altındal, şöyle konuştu:
“Bu belgeseli yayımlamamızın üç nedeni vardı. Birincisi, Türkiye, Strasbourg’da insan haklarını çiğnediği gerekçesi ile defalarca yargılandı. Bu kitapla, bugün insan hakları savunucusu olan bu kentte, yıllar önce yaşanmış bir vahşeti gözler önüne sergilemek istedik. İkinci nedeni, aydınlanınız Türkiye ‘tarihini hep Avrupalı tarihçilerden öğrendiler. Ben bunun tersinin de olabileceğini göstermek istedim. Yani, Avrupalılar da kendi tarihleri ile ilgili pek bilmedikleri bazı olayları, bizlerden öğrenebilirler diye düşündüm. Üçüncüsü, bu çalışma, Avrupa tarihiyle ilgili olarak bir Türk yazan ve yayıncısı tara­fından gerçekleştirilmiş ilk belgeseldir. Konu seçimi, proje­lendirme ve tüm masrafları biz karşıladık. Dileğim, bundan sonra böylesi belgesellerde daha çok Türk imzasının yer al­ması.”
Resim sergileri ve yayınladığı 17. ve 18. yüzyıllara ait belgeselleri ile takdir toplayan Türk yayınevi, şimdiye dek 150 ressamı galerisinde konuk etti.
Bu ressamlardan bazıları şunlar: İngiliz David Hockney, Amerikalı Jennifer Bartlett, Sovyet V. Shapiro, Y. Konenko, Eric Bulatow, Natalia Nestorova, Macar Adam Wurtz, Çe­koslovak Jiri Zeman ve Tyler Turkle. Modus Vivendi Yayı­nevi, ayrıca belgesel kısa ve uzun metrajlı film yapımcılığı ile özellikle Avrupa’daki Türk ve yabancılara duyulan düşman­lığı eleştiren programlann yapımcılığına da katıldı.
Milliyet
1 Haziran 1990

Almanya baskısı.
ABD’li ressamlar, Sovyetler Birliği’nde ilk kez bir sergi açtılar. Aytunç Altındal adında bir Türk’ün organize ettiği sergi, kiliseden galeriye dönüştürülmüş bir salonda sanatseverlerin beğenisine sunuldu.
Altındal, sergiyle ilgili olarak A.A. muhabirine yaptığı açık­lamada, hiçbir yerden destek görmeden nasıl başarabildiğini kendisinin de anlamadığını söylediği bu organizasyonun, Tür­kiye’nin tanıtımı açısından büyük bir önem taşıdığım bildirdi. Moskova’daki sergide, tabloları gösterime sunulan 22 tablonun ressamı arasında dünyaca ünlü sanatçı David Hockney de bulunuyor. Yalnızca havuz resmi yaparak üne kavuşmuş bulu­nan Hockney’in, Moskova’daki sergide tablosunun aslı değil, kopyası sergileniyor. Altındal, aslı bir milyon dolar olan tabloyu Moskova’ya getirtmesi olanaksız olduğu için, kopyayla yetin­mek zorunda kaldıklarını söyledi.
Aytunç Altındal, Amerikalı ressamları ilk kez SSCB’de sergileyebilen bir Türk organizatör olarak bundan sonraki he­definin ekim ayında dev bir Sovyet resim sergisi açmak oldu­ğunu belirtti. Altındal’ın verdiği bilgiye göre, Sovyet ressamla­rının ve plastik sanatçılarının yapıtlarından oluşan 300 parçalık bir sergi 26 Ekim’de İstanbul’da, belediyeyle bu konuda varılan anlaşma uyarınca, Cemal Reşit Rey Salonu’nda açılacak.

Kaynak: Aytunç ALTINDAL, KÜLTÜR KİLOYLA SATILMAZ, 1. Baskı Destek Yay. Şubat 2008, Ankara



Söze Mücella yapıcı ile başlamak istiyorum
“Yaşam... Aslında benim öğrendiğim çok izafi bir şey... Haziran'da hissettiğim ve aktarmak istediğim şey, korkmamak gerektiği hayattan ve yaşamaktan. Aslında korkuyu da bilmiyorum zaten. Sonra düşündüm, 'ben niye korkmuyorum' diye... Çünkü küçükken ben anneme korkuyu sorduğum zaman annem bana; 'korkmak çikolata yemektir çocuğum' derdi. Hiç öcü masalı anlatmadı. Ben de çocuklarıma anlatmadım. Çünkü korkmak,  çok tesadüfen geldiğiniz bu hayatı yaşamanıza engel olan bir durum. Bence burada doğru bildiğini yapmak ki, -hakikaten yanlış olabilir sizin doğru bildikleriniz, o iddiada değilim-karşısındakini doğru anlamak da önemli.  Sevgi, sevmek çok önemli. Yaşadığınız yeri,  çevrenizi, insanları, ağacı, doğayı, kuşu, balığı  sevmek... Belki de başka bir yerden baktığınızda tasavvuf da bu aynı zamanda... Ben  materyalist bir insanım. Ama yaşamın sonsuz  olmadığını biliyorum. Çok yalandan deneyimledim. Çok erken kaybettim herkesi.  Ama şuna inanıyorum, siz sizi hatırlayan son kişi öldüğünde ancak ölürsünüz. Onun  için yaşamak bize verilmiş çok büyük bir  armağan. Ona uygun yaşamak lazım. Onun için ben herkese şunu söylemek istiyorum;  -hani ölmek hiç önemli değil de-, ama şunu  hissederek ölmek istemem doğrusu; 'hay  Allah şu haksızlığa sesimi çıkaramadım,  şunlar oluyordu, bak ben geldim geçtim,  çünkü hani bizim Müslümanlarımız diyor  ya, kul hakkıyla gitmemek lazım, evet gitmemek lazım. Ama farkında olduğunuzda  ses çıkarmamak da bir hak yemedir. Evet  biz öyle büyüdük, 'hak bilinci' ile büyüdük.  Onun için hak; çikolata yemektir deyip, hayattan korkmadan onurlu yaşamak, -ama  bu onur neyse, namustan asla söz etmiyorum,  ahlakçı hiç değilim-en güzeli. Ben yaşamayı çok seviyorum. Yaşam arsızı oldum demek ki...
(Kaynak. 1-31 Mart 2014 Bağımsız Dergi sh: 29)

Aytunç ALTINDAL Beyefendiyi kitapları ile TV programları ile tanıyabildik. Kendini farklı denilecek bir şekilde yetiştirmiş biri olması yanında, çileye talip biri olduğunu bilmeyen yok gibidir. Komplo teorilerin ne olduğunu birçoğumuz bilmez iken, sunduğu bilgileriyle, birçok uzmanların yetişmesine sebep olmuştur. Fakat bu millet onu zamansız kaybetti. [18 Kasım 2013] Beşeri varlığı dünyamızı terk edip gidince komplo uzmanı kesilenler birden (komple uzmanı olup) kaybolup buhar oldular. Çünkü kaynak suları kurudu. Neyi söyleyebilecekler; birde işin korku tarafı vardır. Korkmadan bir konu hakkında ilk defa biri olarak konuşmak. Sonra nasıl olsa “şöyleydi-böyleydiler” peşinden gelebilirdi.
Benim açımdan dünya olaylarına bakmayı öğrendiğim Aytunç ALTINDAL’ı unutmak hiç istemiyorum. Elime fırsat geçtikçe buldukça eserlerine bakacağım ve dersler çıkarıp faydalanacağım.  Şiirlerini bulunca sizinle paylaşmak istedim.
“Şuna inanıyorum, siz sizi hatırlayan son kişi öldüğünde ancak ölürsünüz”
İhramcızâde İsmail Hakkı



“Ve şiirlerimle anımsayın beni.”
Emine adına
söylüyorum
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
ozanların yüreklerine
eğer düzelecekse memleketin şu hali
eğer düzelecekse şu başıbozuk iktisat
        destur verin ozanlar,
en azından ben hazırım vurulmaya
yeter ki parmaklarınız titremesin
tabancanın hakarete tahammülü yoktur.
**
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
yazarların yüreklerine
eğer kalkacaksa şu içli-dışlı sömürü
şu insanın insana kulluğu
        destur verin yazarlar,
en azından ben hazırım vurulmaya
yeter ki kara çıkmasın yüzünüz
yeter ki, hata etmişiz, demeyin sonra
emeğe karşı işlenen suçlarda af yoktur.
**
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
devrimcilerin yüreklerine
söylemekse, işte söylüyorum
bu kafayla değil vatanı
kendinizi bile kurtaramazsınız, çünkü
bir polis-devletiyle
bir yurtsever arasındaki
uzlaşmaz çelişkidir özgürlük
günü gelince vatan hainlerine
darağacından başka özel mülkiyet yoktur
**
memleketimden meral’in manzarasıdır, yıl 1975
bir kızı olmuş kadının
adını meral koymuşlar.
        geç evlenmiş anam, güzel değilmiş, bu bir.
çolakmış, bu iki. çulsuzun tekiymiş, bu üç.
ben hayal-meyal hatırlarım, geç evlenmiş
ama erken ölmüş anam, hastalıklı bir kolun
kesilmesinden sonra,
hemen, oracıkta.
ilkokulun en çalışkan kızıymış meral
aklını başından alan bir tutkuymuş,
okumak.
**
— piyes bilem yazdıydım, babam yırttı, ne güzel
anlatacaktım, bıraksaydı, yoksul küçük kızı ebegümeci toplamaya çıkan.
o zamanlar kağıt kıymetliydi.
onbir yaşında erkence bir sabah
nereye diye sor amadan,
anlamış meral
babasının mesleğini seçtiğini.
        çocukluğumu bilmedim ben hiç. başımı örttüler, patron kızmasın diye, günde on saat çalıştırdılar. az mı kumaş dokudum, az mı alınteri döktüm, yevmiyemi babama verirlerdi, ben küçüktüm.
sahi o yıl yeniden evlendiydi babam.
**
bir odada üç kişi yatmaya başlamışlar,
bu ülkede otuzmilyon insan,
bir odada üç kişi yatar.
        Rabbim, ne kötü şeydir yoksulluk, sen duy da inanma, gecekondu dediğim, bir göz oda bir de hela, elde yok, avuçta yoksa, suç bizim değil, ben işçi kızıyım, işçilikten gelmeyim, halden anlarız biz, utanacak ne var. erkek kısmı kadınsız yapamaz, babam da yapamadı, bir gece analığıma binmişti, gördüm,
aklım erdi.
yüreğim duracak sandım.
**
herkesi kendi gibi bilirmiş meral, o zamanlar
bir Almanya dalgası çıkmış, babası gitmiş,
haberi gelmiş : göçükte öldü,
onbeş yaşındaymış.
        kara gözlü, kara kaşlı bir çocuktu, artist gibi.
ne bileyim, işte, babam da yok ki sorayım, gel
deyince, peşine takılıverdim, gönül bu. bir elimde
bohçam, diğerinde cahillik.
‘iyi bak, burası İstanbul’dur’
dedi, yüzüm kızardı, inanır mısın,
herkesi kendim gibi bilirdim o zamanlar
meğer kız satarmış benim kara gözlüm.
önce adını değiştirmişler, sonra saçlarının rengini
karadan sarıya;
ve bir kaç ay besiye çekmişler.
kendi gösterdi:
FUHUŞ YUVASI BASILDI SEKİZ KADIN UYGUNSUZ VAZİYETTE YAKALANDI.
(resimli üç sütuna)
**
—en köşedeki benim, hani şu eli gözünde, bugünler
için mi doğurmuş çolak anam beni, bilmem, işçi
oldum, sermaye oldum, böyle geçiyor bu gençlik.
ben dokuyorum, dokuyorlar beni, sonunda hep
başkaları kazanıyor. Ey, karıncaya can veren Rabbim, bu mudur senin adaletin.
kimi kime şikayet edeceksin ağam.
Polis’ten başka Devlet mi var.
**
ağzıbozuk bir Devlet’tir bakar ha bakar
sırtlamış sınıflı toplumun ipoteğini
yoksul bir meral’dir
yatar ha yatar.
yatar ha yatar.
yatar ha yatar
**
çağların sorumluluğudur bu
unutulmasın,
her oğul
hesap soracaktır
babasından
er
           geç,
sürdükçe insanın insana kulluğu.
**
bir sorusu var çözüm bekleyen

kaç bin yıl oluyor, bu böyledir
bir harfi bir harfin üstüne taşıyan Adam,
ağızlarında kargaşa başladı yine
yürekleri susturmak, silahlarında.
--
bilmem, aklınla aran iyi midir
bir kalemi bir kağıda aşılayan Adam.
yoksa gül yetiştirmeyi mi düşlüyorsun hâlâ,
birinin boynunu vuruyorlar, birinin sırtında kurşun.
**
kapındaki bu işaret de ne
bir beklenmeyeni bir beklenenden çıkaran Adam.
kalmak mı, en iyi kaçak sensin
daracık bir yoldan, yeni bir kimlikle.

ölmek ustalık işidir, ölmesini bilenler için.
**
görevli değilse, gitmeyecektir

biteceği belli mi
yolların, çıkmaya gör.
sence bir özür değilse
nedir, hudutlara sırtını dönmek
döğüşün başladığı yerde.
kaçması, kalmasından yeğdir korkakların.
**
bilirsiniz, anlayanlar vardır sizi

anlıyorum,
dünyaya kök salmak istemişsin :
bir çocuk, bir çocuk daha.
anlıyorum,
yüreklerinden silinmek istemişsin :
bir kadın, bir kadın daha.
anlıyorum,
acılarda direnmek istemişsin :
bir yalan,
bir yalan,
bir yalan,
daha.
**
tutanak

bu bir sanık mı ki
şimdi
geçmişiyle
    hesaplaşıyor.
bu bir sessizlik mi ki
bir geceyi
    büyük acılara
gebe
       bırakıyor.
bu bir ölmekse
geç kalınmıştır, derim.
**
yalnızlığın adı

belki bir sîzdiniz, belki ben hiçkimseydim
yüreğimi kapatırken,
yoluma çıkan.

belki bir dostlarımdı, belki ben hiçkimseydim
acılara hazırlanırken,
bana destek.

belki sizdiniz, belki dostlarım
beni hiçkimseden
kurtaran.
**
dinmeyen

aklımda birisi mi var, uzaktayım
soğuk bir geceyarısı
karanlığa bulutlar çizen
ellerini
hudutlarda
bıraktığım.

seslerini mi duyuyorum, uzaktayım
kızıl kuşaklı bir kızın
gözlerine
mil
çekerken
polisler.
**
zaman mı geçmek bilmiyor, ben mi; uzaktayım
içerde doğuma hazırlanırken
ihtilâlin kızıl kuşaklı kızları
hep böyle bir sızı,
hep böyle bir umuttur
yüreklerinden yüreğime akan.
Finlandiya, Kasım 1975.

**
denizciler, siya siya
firarda mısın, Kaptan
gemiyi bozup
jilet mi
yaptılar
sanıyorsun.
dönsene, dönsene Kaptan
suların çekilme saati geldi
nerdeyse
güneş
doğacak.
**
böyle geçmede pasifistin günleri

ben
sırtımı
dayarım
bana
bu bir soluk süresidir
—geçti mi,
çeker
hançerlerim
sırtımı
dayalı
bana.
**
haiku (i.) Japonlara has üç mısralık kıtalardan meydana gelen kısa şiir.
bir haiku denemesi

hiç
    bir
        zaman
                     var-
                 olmadı
                doğa
                    da
               sessizlik.
**
kalan

kadınsa, bu kadındır
bize sevmeyi
öğreten.

sevmekse, bu sevmektir
giderayak bir çocuğun
gözlerinde
alakoyduğu.

gitmekse, bu gitmektir
üstesinden gelinememiş
bir
korku.
bıçaksa, işte bu bıçaktır
yüreğimden
sökemediğim.
**
bilerek yaşayalım

hayat mı önde gidiyor,
biz mi, önünde hayatın
hayat bizim içimizde,
biz hayatın içinde
sürdürüyoruz
varlığımızı.
**
bakıyoruz, çocuklar, ben ve anneler

pencerem
bir çocuk bahçesine bakıyor
çocuklar toplanmışlar
bir inşaata bakıyorlar,
inşaat, boyundan yüksek
bir vinçe bakıyor,
vinç, öne eğilmiş
toprağa bakıyor,
 toprak, gürültüyü kesmiş,
işçilere bakıyor,
işçiler, kararlı ellerine bakıyorlar
eller, Doğa’yı kucaklayıp
çocukların önüne koyuyor.
çocuklar, Doğa’mn değiştirilişine bakıyorlar
ben çocukların hayretine bakıyorum
anneler çocuklardan geleceğe bakıyorlar,
bir yanda pencere, inşaat ve vinç
bir yanda toprak, işçiler ve çocuklar
ve çocukların gözlerinde sorular
hayatın bildirisini yaşıyoruz.
**
göreceksin, yanlış hesapları washington’dan dönecek

ölü bir et mi bu,
demokrasi diye önümüze sürdükleri,
yoksa, zulümlerden zulüm beğen
tekerlemesi mi, katil iktidarların.

şurası kesin: yalan söylüyor bu adamlar
bu pentagon papağanları,
bu rockefeller uşakları,
sanmayın ki gün onlarındır
harman da onların olacak
hasat’a az kaldı
şimdilik orakların bilenme safhasıdır.
**
saymayı bırak : işte ortada ölüler,
kaldırımlara bakılmaz oldu,
her taraf kan, kan ve kan.
bayrağın rengi değişti kızıl’dan yeşile —
cinayetlerin adı,
apolet yerine dolar takındıkça paşalar,

ölü bir et mi bu,
demokrasi diye önümüze sürdükleri,
yoksa, zulümlerden zulüm beğen
tekerlemesi mi, katil iktidarların.
**
sabrına bilinç kat yoldaş, bilincine bilim
ve inan ki göreceksin
yanlış hesapları washington’dan dönecek.
**
koy elini yüreğimin üstüne
bir de, avuçlarından bileyim yaşadığımı.

dinle,
duyacaksın verilen baskınları,
niçin hep geceleri gelir, bu adamlar
anlatayım : görülsün istemezler korkuları,
bilirler,
emir kuluydum demekle
kurtulamayacağını insanın,
bilirler,
tetiği çekenin de çektiren kadar
suçlu sayılacağını.
ne demek bilirler,
bilseler hiç vururlar mı ?
**
dinle,

duyacaksın bu gece kan, bu gece kan, bu gece kan
sızıyor toprağa her yanda
öpülesi gözlerde aydınlık vuruluyor, bu gece.
kadınım, tut gözyaşlarını
tek çıkar yol hüzün değildir.
vuruldu vurulalı devrimciler
şendedir umut, şendedir geleceğin tohumu,
şendedir barış,
şendedir özgürlüğü kuracak eller, artık.

gerisin geri akmadığına göre hayat,
 her tohum gelecekte açacaktır, ancak.
**
dinle,

duyacaksın her kurşun
boğulsa da namluda, kurşundur,
her ölüm,
sessizliğin yeniden bozuluşudur,
her sessizlik,
bir çığlıktır duymasını bilene.
dursa da yürek, kan vazgeçmez akmaktan,
varsın darağaçları pusuya,
mermisi, mitralyözü, bazukası sipere yatsın.

biliyorum, ölmekten beter senin için
bir acına bir acı daha katılırken, beklemek.
**
dinle,

duyacaksın soluğumu, güneşi muştulayan,
dinle,
duyacaksın, varoşlara tıkılmış işçi mahallelerindeki kıpırdanışı,
elle tutulur, gözle görülür bir uyanıştır, bu
son döğüşün son hazırlığıdır bu.

dinle kadınım :
boş yere ölmedik biz,
yaşanacaksa, insanca yaşanmalıdır dedik,
bırakmadık, onurdan başka ziynet çocuklarımıza,
bırakmadık, alçaklık, kalleşlik, namussuzluk.
**
dinle kadınım :

hiç değilse bunu bilerek öldük biz
hiç değilse, bunu bilerek vurdular bizi,
öyleyse, durma kadınım durma,
haydi koy elini yüreğimin üstüne,
bir de avuçlarından bileyim yaşadığımı.

tut gözyaşlarını,
tek çıkar yol hüzün değildir.
**
siverekli mustafa

geceyi karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
türkülerini
ağacın dibine
yığıyor.
çakalları karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
dört dörtlük bir
uykuya asılmış
gidiyor.
güneşi karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
önde,
suya değerken
ellerimiz.
mermileri karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
yerde.
**
sancılı olmak

bir tetikse, düşürülen
bir yiğitse, vurulan
acım büyüktür
sığmaz toprağa
sığsa da
yüreğime,

şimdilik.

yaklaşıyor çocuklarımıza özgürlük

belirtileridir, işte seziyorum
gözlerimizden kahredici bir
yalnızlık dağılırken
verilmiş sözlerin,
ölüme bir omuzbaşı mesafede
yıllar önce.
ve silahlı.
***************
Bu kitap ilkin 1976 yılında Fransa'da Türkçe olarak yayınlanmış, yurd içinde ve dışında dağıtımı yapılmıştır.
Kaynak: Dinmeyen/Şiirler/Aytunç ALTINDAL ,Birinci Baskı, Ocak 1978. Havass/Siyasal - Kültür Dizisi Teşvikiye İstanbul.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar