AYTUNÇ ALTINDAL İlklerinden Külliyat
AYTUNÇ ALTINDAL’ın hazırlamış olduğu “TÜRKİYE’DE KADIN”(Marksist
Bir Yaklaşım) İsimli Eserinden kadın haklarının serüvenini takip edelim.
İLKSÖZ
5
Aralık 1947’de Türkiye’de “Kadın Haklarının Kazanılması”nın 40. yıldönümü
kutlandı. 1975 ise, Batı Kapitalizmi tarafından Dünya Kadın Yılı ilan edildi.
Dünyada
Kadının Bağımsızlığı, ilk kez, 18. yüzyılın ikinci yarısında Fransız
Komünistleri tarafından politika platformuna getirilmiştir. Ne var ki, o
günlerden bu yana tutucu çevreler, Kadın Hakları başlığı ve kapsamı altına
aldıkları Kadının Bağımsızlığı Hareketi’ni, sürekli biçimde, olması gerekenden
başka yönlere —feminizm, libertizm gibi— çekmeyi başarmışlardır. Bu durumda,
Kadının Bağımsızlığı, Sosyalist öğreti içinde yer alan bir
toplumsal-değişim-isteği olmasına karşın, özün- de tutucu çevreler yararına
büyük ölçüde tahrifler yapıldığı için, Batı’nın Kapitalist düzen anlayışı
tarafından kullanılır olmuştur. Ardı kesilmeyen manipuiation’ larla
(manipülasyon : şaşırtmaca, aldatmaca, yönünden saptırmaca) gerçekleştirilmiş
olan bu “kullanılış”ın yansımaları 40 Yıllık Türk Kadın Hakları’nda da bolca
görülmektedir.
Çalışmamızla
ilgili olarak, altını çizmeden geçemeyeceğimiz ilginç bir durum var. Türkiyeli
Marksistler, nedense, Osmanlı-Düzeni ile, bilemediniz Selçuklular’ la
ilgilenmişler de, Anadolu’dan akıp geçmiş, yüzyıllarca bu topraklarda yaşamış
ve kültürler devralıp, geliştirerek iletmiş diğer ulusları derinlemesine
incelememişlerdir. Örneğin, Hititler, Osmanlı’ya şaşılacak biçimde benzer düşen
Devlet, Toplum, Aile, Ordu ve Hukuk yapılarına sahip olmalarına karşın,
Marksist açıdan bir yorumlamaya sokulmuş değillerdir. Bilindiği gibi, Hititler,
ancak, 20. Yüzyıl’ın başlarında varlıkları belgelenebilmiş bir Devlet ve ilk
Anadolu İmparatorluğu’dur. Bu nedenle, tabiidir ki, ne Marks ne de Engels,
Hititler’i tanıyamamışlardır. Belki de, Anadolu’nun geçmişine dair ellerinde
hiç bir belge bulunmayışındandır ki, Engels, (daha önce Marks) Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, Yunan ve Roma uygarlıklarına ve Morgan’ın,
“Eski Toplum”una ağırlık vermişlerdir. İşte, 1891’de geliştirilmiş 4. Basımı
yapılan Marksizm’in bu temel kitabında, Engels, ölümünden (1895) onlarca yıl
sonra Tarih Sahnesi’ne çıkarılacak (keşfedilecek) bir toplumun —örnek aldığımız
Hititler’in— Aile ve Devlet yapısına ışık tutabilmektedir. Başka bir deyişle
Marksist Tarihî Maddeci görüşün bilimsel çözümlemeleri, şaşmaz bir doğrulukla
“üzerinde düşünme yapabilme olanağı bulunamamış” bir Düzen-anlayışını da
çözümler mahiyettedir.
Özetlersek:
Türkiye’de Kadın, bilebildiğimiz kadarıyla Marksist açıdan 1950’den bu yana
yapılmış en geniş kapsamlı ilk kitaptır. Bu nedenle bazı yanılgılara düşülmüş
olabilir. Bunların sorumluluğu bize aittir. Ancak, bu sorumlulukta, Türkiyeli
kadının sosyo-ekonomik-politik ve kültürel durumunu Marksist değerlendirmeye
sokmamış olan ağabey kuşakların da payı vardır sanıyoruz.
A.
ALTINDAL
İstanbul - 1975
İstanbul - 1975
İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Birleşmiş
Milletler Örgütü, bilindiği üzere, 1915’i Dünya Kadın Yılı olarak kabul ve ilân
etmişti. «Türkiye’de Kadın »ın ilk baskısı bu ilânın yapılışından kısa bir süre
sonra, Ocak 1975’de yayınlandı. Kitabın «İlksöz» bölümünde «1975’in Batı
kapitalizmi tarafından dünya kadın yılı ilân edildiği» belirtilmekteydi.
«Türkiye’de Kadın »a karşı ilk sözlü eleştiriler bu yargının «yanlışlığı»
varsayımına dayandırıldı. Bu «yanlış-avcılarına» göre durum tam tersiydi!
Birleşmiş Milletler Örgütü'nde alınan bu karar sosyalist ülkelerin bir
zaferiydi, şu ünlü deyimle, bir «demokratik kazanım»dı. (!)
Bu
«Doğru »yu bir eleştiri olarak öne sürenler, ilginçtir ki, Türkiyeli kadının
durumuyla ilgili olarak düzenlenen ve konuşmacı olarak katıldığımız
seminerlerde (İstanbul’daki üç toplantıda) söz alıp, bu «Doğru»yu açıklamadılar
bize ve dinleyicilere — nedense, rastlantı bu ya, hep hazır bulunmadığımız
yerlerde ortaya getirmeyi anlaşılan kendi «Toplumsal-İlerlemecilik » (!)
görüşlerine uygun buldular. Bu nedenledir ki, 1975 Dünya Kadın Yılı’nın Batı'da
(kapitalist-emperyalist blokta) ve Türkiye’de ne gibi «Demokratik-Kazanımlar»
(!) getirdiğine kısaca değinmek nesnel
bir zorunluluk olarak ortadadır.
«Türkiye’de
Kadın»a yöneltilen ikinci eleştiri, «Eşit İşe Eşit Ücret» belgisine yer
verilmemiş olmasıydı. Eğer bu belgi işlenmiş ve önerilmiş olsaydı, kitap
görevini yerine getirmiş sayılabilir — ve sendikal çalışmalarda «bir yere
kadar» kendisinden yararlanılması düşünülebilirdi! Bu eleştiriye ilk elde ve
kesin yanıtımız şudur: bu kitapta «Eşit işe Eşit Ücret» belgisine «kasten ve
bilerek» yer verilmedi. Açıkça anti-marksist niteliği olan bir bilgiyi,
tabiidir ki, genel olarak okurlara özel olarak da Türkiye’deki Marksist
harekete ilgi ve yakınlık duyan genç insanlara aktaramazdık. Ne içeriğini ne
özünü de Türkiye'deki kısa tarihçesini bilmedikleri bir belgiyi, kulaktan dolma
«buyruklara» kapılıp öne çıkaramazdık, nitekim çıkarmadık da. Bu belgiyle
ilgili kısa bir dökümü az sonra yapacağız-
Bir de «Bay ve Bayan İlericiler» den kurulu, «Özgür Kadın -
özgür İnsancı» demokratik solcuların tutumu, daha gerçeği tutumsuzluk’u(?) var.
Hemen
belirtelim ki, bu çevreden açıkça ve direkt hiç bir tepki ya da yergi bize
ulaşmadı. Ulaşamazdı da. Çünkü «bu» CHP'dir! CHP’li aydınlar, bir kitap için
elli yıllık parti siyasetine ters düşecek değillerdi elbette. CHP'li
«erıtellektüeller» atalarından (!) yadigar olan bu siyaseti, doğal olarak,
«Türkiye’de Kadın» için de uyguladılar. Bay ve Bayan İlericiler, Türkiye’de
böyle bir kitabın yayınlandığını ne gördüler, ne duydular, ne de konuştular!
Fakat sonuçlarından yararlanmamazlık da etmediler. CHP’nin «yönetimcilik
zihniyeti/egemen sınıf anlayışı» ile «plagiarism» [aşırma, aşırmacılık.]birbirlerinden ayrı
düşünülemeyecek, birbirlerine dönüşmüş iki olgudur.
Bu
durumda, sonuncusu hariç, diğer iki nokta üzerinde durmamız gerekiyor. CHP
entellektüellerini, kesin görüşlerini bir türlü öğrenemediğimiz için, muhatap
alamıyoruz. Ancak soru ortadadır. Acaba «İlerici» CHP, 1975 Dünya Kadın
Yılı’nda kendi içinde ve dışında ne gibi faaliyetlerde bulundu? Bu soruyu CHP
Gençlik ve Kadın Kolları bir araştırsalar, herhalde, iki dosya kâğıdının
önyüzünü bile zor dolduracak «umut, barış, kardeşlik, özgürlük» edebiyatından
öte somut hiç bir girişime rastlamayacaklardır.
İlkin
bu iki konu üzerinde duralım.
Birleşmiş
Milletler’de 1975’i Dünya Kadın Yılı olarak ilân eden komisyonun kısa bir
tarihçesiyle başlayalım. Kapitalist blokta kadınların anayasalar ve yasalar
önündeki eşitsiz durumlarını ele alan ilk örgüt Pan American Union’dır. Bu
örgütün 1923’te toplanan 5. Uluslararası Konferansı'nda gelecekte kadınların
durumunun da ele alınması gerektiğine dikkat çekilmiş ve bu karara
bağlanmıştır. [NOT: Rusya Kadın İşçileri 1. Kongresi, Rusya (Bolşevik) Komünist
Partisi Merkez Komitesi’nin çağrısı üzerine 16-21 Kasım 1918’de toplanmıştır.
1.147 kadın delege katılmıştır.] 1937’de «The League of Nations» kadınların
durumunun incelenmesini öngörmüş ve bir komite oluşturmuştur. Bu komite 2.
Dünya Savaşı'nın başlaması nedeniyle hiç bir faaliyette bulamamadan ilga
edilmiştir. Bugünkü Kadın Komisyonu ise, Birleşmiş Milletler’in kurulmasından
sonra 1946’da, BM'deki «Economic and Social Council»e bağlı olarak tesis
edilmiş bir alt kuruluştur. 1975'i Uluslararası Kadın Yılı ilân eden gerçek örgüt
de, sanıldığı gibi kadınların durumunu araştıran (Commission on tlıe Status of
Woman) değil, işte bu (ESC) üst örgüttür. Bu üst kuruluşun 1851 (LVI) sayılı
kararı, kadınların ne durumda olduklarının uluslararası düzeyde «araştırılması»
amacıyla alınmış olan bu çağrıyı açıklamaktadır. Gerek BM, gerekse Kadın
Komisyonu, çalışmalarının temelini, alınan kararların kâğıt üzerinde
bırakılmayıp hayata aktarılabilmesi doğrultusunda uğraşmak olduğunu her
fırsatta belirtmektedirler. Bütün çaba, İnsan Hakları Beyannamesi’ne uygun bir
anlayışla, dünyanın çeşitli ülkelerinde kadınların durumunun saptanması ve
ilgili ülkelerin yasalarında kadınların durumunu düzeltici değişiklikler
yaptırılmasına matuftur.
BM'nin
ilgili komisyonu, bir alt kuruluş olarak yürüttüğü faaliyetlerini sadece bir
temenni olarak önerebilir. Çünkü BM’de alt komisyonların aldıkları kararların,
ilgili ülkeler nezdinde hiç bir yasal bağlayıcılığı yoktur, olmaz. Bu bir.
Hiç bir Devlet, tabiidir ki Türkiye de, bu kararlara uymak ve bunları uygulamak
zorunluluğu (imperative) altında değildir. Bu kararların uygulanıp
uygulanmadıklarını «Yasal» yollardan soruşturma konusu yapabilecek hiç bir
devlet kurumu da yoktur. Bu iki. Bu nedenledir ki, Türkiye’de hiç bir
kadın ya da tüzel kuruluş, BM’den çıkan «bu» kararları uygulamıyor diye T.C.
Devletini ve/ile Hükümetini uygulamalara zorlayamaz, suçlayamaz, dava konusu
yapamaz — fakat sadece «kınayabilir». Bu üç. Kaldı ki, ilgili komisyon
dahi, bütün gayretlerinin bu kararların kâğıt üzerinde kalmaktan kurtarılmasına
yönelik olduğunu defalarca belirtmekte, yinelemektedir, (a.b.k. ss. 4/5/6). Bu
komisyonun kararlarının ne denli ciddî uygulamalara konu olduğuna somut bir
örnek, İsviçre'dir. Komisyon otuz yıldır çalıştığı (!) halde dünyanın en ileri
ve uygar ülkelerinden biri diye gösterilen İsviçre’de kadınların oy
kullanabilme hakkı ancak 1974’de, o da sol eğilimli temsilcilerin gayretiyle,
yasalara geçirilebilmiştir.
Gerek
BM’deki Kadın Komisyonu’nun gerekse bu komisyonun aldığı kararların
belirttiğimiz nitelikleri nedeniyledir ki, kadınların en bağnaz baskılar
altında tutuldukları Katolik dünyasında, ruhanî temsilci Papa VI. Paul «bile»
BM’de alınan kararı sevinçle karşıladığını Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya
Konferansı Sekreteri Helvi Sipila’ya (Finlandiya) açıklamaktan kaçınmamıştır.
19
Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında Meksika’da bir dünya konferansı
toplanmıştır. 1915 -1985 yıllan için bir eylem planı benimsenmiştir.(s) Sonuç
olarak tesbit edilen ilk hedef, temsilci kadınların ülkelerinde öncelikle bu
kararların yasalaştırılması için çalışmalar yapmaları olmuştur. Şöyle
söylenirse, bu kararlar öncelikle ilgili Devlet ve/ile Hükümetler'in
yöneticilerine benimsetilmeliydi, yoksa, alınan kararların uygulanabilmesi hiç
bir şekilde olası değildi! (Öte yandan bunların yasalaşması da tam bir güvence
değildir. Hele Türkiye'de! Hele Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını dahi kasten,
isteyerek ve bilerek uygulamayan MC döneminde.)
Bu
durumda sonuç, bir kez daha, önceden düşünülmüş olanları doğrulayarak ortaya
çıkmıştır. Batı'nın kapitalist-emperyalist blok’u, yıllardır oyaladığı,
savsakladığı, yönünden saptırdığı bir komuta göstermelik bir girişim yapmak
zorunda kalmıştı. Çünkü kapitalizm’in «olmazsa olmaz»! bunalımlar
sayesinde/aracılığıyla kadınların durumu da, eskisine oranla daha keskin bir
«Sorun» haline gelmişti. Bu nedenle sorunlar uluslararası düzeyde tesbit
edilmeliydi, sonra bunlara palyatif,[ Tedavi
etmeden yatıştırıcı ve rahatlatıcı ilaç veya tedavi.] gözboyayıcı çözümleri (!) önerilir; BM’deki
komisyon da görevini yerine getirmiş olurdu. Kaldı ki, her sorun gibi, bu da,
kurnaz davranalabilirse «Para» ve «Pozisyonsa tahvil edilebilirdi. ABD’deki
inanılmayacak kadar çok olan kadın derneklerinin büyük gelirleri olduğunu
geçerken hatırlatmış olalım. Bu dernekler seçimler sırasında, dolaylı ya da
dolaysız yollardan, ellerindeki fonları ve üyelerini kadınlara «İlerici»(!)
haklar sağlayacaklarım öne süren siyasî kuruluşlara kanalize edebilmektedirler.
ABD’nin bu güzel deneyi niçin tüm «Hür Ülkeler»e yaygınlaştırılmasın? Her zaman
olduğu gibi işte «Hür Dünya»(!) sorunların üstüne üstüne yürümüyor mu? İşte,
«kreşler açılmalı, kadınlar eğitilmeli, eşit işe eşit ücret,» demiyor mu? İşte
koskoca bir yıl kadınlara ayrılmadı mı? İşte kadınlar özgürleştirilecek,
eşitleştirilecek denmiyor mu?
Sonuç
ortada. En azından Türkiye için ortada. BM’nin aldığı kararların «teki» dahi
uygulamaya sokulabilmiş değil. Çünkü Burjuva (ki, yurdumuzdaki Batı Avrupa ve
ABD emperyalizmine bağımlı işbirlikçi sermayenin güdümündedir) demokrasilerinin
egemen olduğu memleketlerde, demokratik kazanımlar onun de jure ve de facto
işgalinde olan Devlet tarafından «Verilecek Haklarla» değil, örgütlü
işçi-köylü-emekçi sınıfların fiilî önderliğindeki mücadele içinde, söke söke
koparılarak «Alınan Haklarla» gerçekleştirilebilir. «Demokratik – Kazanım» dan
bizim anladığımız budur.
Gelelim
«Eşit İşe, Eşit Ücret» belgisine. Burada hemen belirtilmesi gereken bir nokta
var. İngilizce «Equal Pay» terimi, Türkçe’ye «Eşit Ücret» olarak çevrilmiş,
böylelikle de «Equal Pay» ve/ile «Equal Wage» bir ve aynı olaymış gibi
açıklanmıştır. İngilizce'de «Pay» kavramı, daha çok «Maaş» karşılığı olarak
kullanılır; «Wage» ise tam anlamıyla «Ücret»i karşılar. Bunların arasında,
diyalektik anlamda «Çelişki ve Fark» vardır. Biz burada, sadece Türkiye’de
—daha gerçeği Türkçe’ye çevrilmiş şekliyle— yaygınlaştırılmış olan «Eşit İşe
Eşit Ücret» belgisini ele alıyoruz.
Önce
kısa bir tarihçe. OIT (Uluslararası Çalışma Örgütü)'nün eşit değerde bir iş
için kadın ve erkek işçilerin eşit ücret almasına ilişkin antlaşma 1951’de
Birleşmiş Milletler’de kabul edilmiştir. Türkiye bu anlaşmaya imza koymuş otan
78 devletten biridir. Burada sözü edilen «ücret» gerçekte «maaş» anlamındadır.
Uluslararası
Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu 1 ile 15 Temmuz 1965 tarihleri arasında
Amsterdam Dünya Kongresi’nde kadın işçilere «Eşit İşe Eşit Ücret» uygulamasını
bir anlaşma metni olarak kabul etmiştir.
[NOT: Türk-İş bu konfederasyona bağlıdır. Ayrıca DİSK içinde yer alan
fakat yine bu üst kuruluşa bağlı sendikalar vardır. Kapitalist-emperyalist
düzenin Batı Avrupa’daki en güçlü sendikal üst örgütü budur.]
Bu
metnin giriş kısmında, özetle kadının toplumsal hayattaki ve kalkınma
hamlesindeki yeri belirtildikten sonra «Eşit İşe Eşit Ücret» konusuna
gelinmekte ve ezcümle; «Ekonomik ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirmiş ülkelerde
bile kadın işçilerin, vaadedilmiş olan bütün ilerlemelere rağmen, zaman zaman
çeşitli ayırım hareketlerine hedef tutuldukları görülmektedir. ‘Eşit İşe, Eşit
Ücret’ ilkesi birçok ülkede henüz tam anlamıyla uygulanmamaktadır ilh...»(s) Bu
öneri, tabiidir ki, Türk-lş tarafından da benimsenmiş, «Eşit İşe, Eşit Ücret»
belgisi ilk kez bu kanal tarafından Türkiye’de yaygınlaştırılmıştır.
Şimdi de
Marx, Engels ve Lenin’in «Eşitlik» ve «Ücret» kavramlarından ne anladıklarına
kısaca değinelim.
(A) «Proletaryanın eşitlik isteminin gerçek
muhtevası, sınıfların ilgasını (altı çizili) istemektir. Bunun dışına taşan
eşitlik istemleri zorunlu olarak saçmalığa (anlamsızlığa) açılır (geçer). Çünkü
ister burjuvaca bir eşitlik olsun, isterse proleterce bir eşitlik olsun, bu iki
eşitlik fikri de tarihsel ürünlerdir...»
(B) «Ücret eşitliği (altı çizili) yakarmaları
(cry) bu nedenledir ki bir yanlışın üzerine temellendirilmiştir, budalaca
(insane) —altı çizili— bir istektir ki hiç bir zaman karşılanamaz. (Sözü edilen
kapitalist toplumdur. A.A.) Öncüller kabullenip, (bunlarla) sonuçları
temizlemeye uğraşan şu sahte ve yüzeysel (superficial) radikalizmin dölüdür.
Marx,
ayrıca, ücret sisteminin yürürlükte olduğu yerde, eşitlik için şamata
koparmanın, kölecilik’in yürürlükte olduğu sistemlerde «özgürlük» şamatası
koparmaya benzediğini belirtir, ditto.
(C) «Biçimsel eşitlikte bile (yasa önünde
eşitlik, tokla açın, varlıklı ile yoksulun ‘eşitliği’) kapitalizm tutarlı
«olamaz» (altı çizili) (...) Hiç bir Burjuva devleti, ne kadar ilerici,
cumhuriyetçi, demokratik olursa olsun, kadının ve erkeğin tam eşitliğini
tanımamıştır.»
Marx,
Engels ve Lenin’in «Eşitlik» ve «Ücret» ten ne anladıkları açıkça (ve özetin
özetiyle) budur.
«Eşit
İşe, Eşit Ücret» ilkesi 1970’de İngiltere’de kabul edilmiş, ancak bu maddenin
(Equal Pay Act) yürürlüğe giriş tarihi için 29 Aralık 1975 kararlaştırılmıştı.
«Demokrasi»nin beşiği denilen bu ülkede, «Eşit İşe, Eşit Ücret» ilkesinin kadın
emekçilere ne gibi haksızlıklar (evet, eşitlik adı altında eskisinden daha
rafine haksızlıklar) yükleyeceği Komünistler tarafından olduğu gibi,
Komünist-olmayan yazar ve bilim adamlarınca dahi enine boyuna işlenmiştir.
Komünist olmayan araştırmacılar bile patronların bu yasayı uygularmış gibi
yapıp gayet rahatlıkla uygulamayabileceklerini göstermişlerdir. Bu madde
aracılığıyla patronlar, kadın işçilerin özellikle emeklilik haklarında gayet
kurnazca (ve de kârlı) çalıntılar yapabilmektedirler.
«Eşit
İşe, Eşit Ücret» egemen sınıfın/sınıfların öylesine «işine» gelen bir ilkeydi
ki, İran Şahı bile, İngiltere, Yeni Zelanda ve Hollanda’dan önce kendisinin
İran'da uygulamış olduğunu, tam sayfalık renkli ilânlarla koydurduğu haberler
aracılığıyla bütün dünyaya açıklamaktan gurur duyuyordu.
İran’da
olduğu gibi, Türkiye'de de böylesi bir sahte (pseudo) ücret eşitliği vardır.
Bazı «işler»de kadınlara erkeklerle eşit düzeyde ücret verilmektedir — ki, bu
daha çok devlet dairelerinde izlenebilmektedir. Bu dahi, «Eşit İşe, Eşit Ücret»
belgisinin ne denli tutarsız olduğunu kanıtlayan bir örnektir. Çünkü burada söz
konusu olan gerçekte «Maaş»tır, «Ücret» değil. Yani «Eşit İşe, Eşit Maaş».
Son
söz olarak şunu söyleyebiliriz. Kapitalist üretim tarzında, proleter, «Ücret»i
sattığı «İşgücü»ne karşı alır; yaptığı «İş»e karşı değil. Bu üretim tarzında
«Ücret» satılan işgücünün «Fiyatı»dır. Proleter'in sattığı «İşgücü»dür ve bu
da, kapitalist üretim tarzında asla ve hiç bir zaman tam karşılığını bulamaz —
bulabilseydi bu üretim tarzında «artık-değer»in, bir sınıf oluşturan
kapitalistler tarafından sömürüsü olmazdı. Marx’ın, insanlık tarihine yaptığı
katkılardan biri de, zaten «İş» ve /ile «İşgücü» arasındaki çelişki ve farkı
ortaya koymasıdır.
Sınıflar
arası mücadele ve çelişkilerin giderek billûrlaştığı 1970'ler Türkiyesi’nde
«Eşit İşe, Eşit Ücret» kelimeleriyle formüle edilen bir belginin, devrimci
içeriğinin olamayacağı ve ancak vulger iktisatta izlenebilen rafine bir «zam»
isteğinden (talebinden) öte değer ve anlam taşımayacağı kanısındayız. Bu nedenledir
ki, sözü daha fazla uzatmayı yersiz buluyoruz.
Gelenek
itibariyle anlamı büyük olan 8 Mart Dünya Kadınlar Günü, geçtiğimiz yıllarda,
özellikle İKD (İlerici Kadınlar Derneği; Kuruluşu: 1975)’nin girişimleriyle
kutlanılmaya başlandı. 1910’dan bu yana, tüm dünya ülkelerindeki kadınların
örgütlerince kutlanılmakta olan bu gün'ü, sıradan bir kutlama-günü olmaktan
kurtarmak gerektiği inancındayız, — hiç değilse sınıflar arası mücadelenin
giderek keskinleşmekte olduğu yurdumuzda. Yoksa Türkiye burjuvazisi, bu anlamlı
günü de tıpkı «Anneler Günü», gibi bir soytarılık haline çevirmekte
gecikmeyecektir,
«Türkiye’de
Kadın» yurdumuzun genç insanlarına, belirli bir konuda yol-gösterici, uyarıcı,
eğitici bir kitap olabildi mi? Kanımızca soru budur. Bu sorunun karşılığını
halen açık kabul ediyoruz. Yurdumuzda süren devrimci mücadele içinde, bu
mücadeleye fiilen katılan kadınlar, bu kitabın tutarlı ya da tutarsız olduğunu,
geçirdikleri ve geçirecekleri deneylerden çıkarak bize göstereceklerdir. Çünkü,
kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumlarda bir değil iki kez baskı ve
sömürüyü yaşayan tüm üretimci emek sahibi kadınlar bazı «özel» deneyler
edineceklerdir. Yakın geleceğin demokratik ve bağımsız Tiirkiyesi'nde, «nasıl
bir Türkiyeli kadın doğacağını» son tahlilde, belirleyecek olan da onların bu
özel deneyidir. Ve işte ancak o zaman kitabın gerçek eleştirmenlerine
kavuşacağına inanıyoruz-
A.
ALTINDAL
4 Nisan, 1977 Zürich
4 Nisan, 1977 Zürich
ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ
«Türkiye’de
Kadın»ın ikinci baskısı yaklaşık bir yıl önce tükendi. Bu üçüncüsü. Ve
gerçekten de oldukça ağır koşullar altında yayınlanabildi. Çünkü emperyalist
mihraklarca düzenlenen devalüasyonlar ve enflasyon sonucunda ortaya çıkan
alışık-olunmayan maliyet artışlarının, bir yandan yayıncıları bir yandan da
okurları zorladığı şu dönemde değil yeni basım yapmak, broşür çıkarabilmek bile
bir meseleydi. Buna rağmen, okurlardan ve kitab evlerinden gelen isteklerin
yüreklendirmesiyle bu yeni baskıyı gerçekleştirebildik. Dost okur ve
kitabevlerinin gösterdikleri dayanışma ve desteğe, burada içtenlikle teşekkür
ederim.
Bu,
teşekkürün bir yanı. Bir de diğer yanı var. «Türkiye’de Kadın»a ve yazarına
belirli bir «Sol» çevre ilk yayınından sonra kasıtlı ve sekterce saldırılarda
bulunmuştu. Kitabın yaygınlaşmasını çeşitli yollarla engellemişler, olmadık
tezviratı yapmaktan çekinmemişlerdi. Hatta bazı kitapçılara giderek bu kitabı
satmamalarını, vitrinlere koymamalarını buyuracak kadar gemi azıya almışlardı
(Ör. İstanbul Orta- köy’de). «Komünist» olmak iddiasıyla fevkalade «illegal»
olarak ortada dolaşanlar bunları yaparlarken, ilginçtir ki, İstanbul
Üniversitesi’nin çevresindeki kitapçılara uğrayan bazı Reaksiyoner-Gerici
çevrelerin temsilcileri de benzer komutları vererek kitapçılara baskı
yapıyorlardı. Anlaşılan bu fevkalade «illegaller» ile fevkalade «Hitler
özentileri» kitaptan hoşlanmamışlardı, ve hınçlarını zorbalıkla yansıtmayı
uygun bulmuşlardı. İşte teşekkürün diğer yanı da bu zorbalığın göğüslenmesiyle
ilgilidir. Kaba kuvvet gösterilerine aldırmayan dost okur ve kitabevlerini ortaya
koydukları medeni cesaretten dolayı kutlarım.
Tabiidir
ki, bu tür üzücü olayların yanısıra, yazarı yüreklendiren, gönendiren, çalışma
azim ve hevesini bileyen olaylar da yaşandı. «Türkiye’de Kadın» birçok
araştırmacıya kaynak oldu. En ters görünen MSP ve «Milli Görüş» taraftarları
arasında bile yankı yaptı, tartışıldı. Sövgü ve kaba kuvvet olmaksızın.
Üniversiteli genç bir kız öğrencinin kitaptan etkilenerek yapıp ilettiği
«Türkiye’de Kadın» adlı tablo ise anlamlı bir armağan olarak duruyor köşesinde.
Güdümlü jürilerden «En İyi Kitap» ödülü almaktansa, hiç tanımadığımız bir
okurumuzdan, belki de bütçesinden fedakârlık yaparak hazırlayıp sunduğu böylesi
bir armağanı almak, tabiidir ki, karşılaştırılamayacak kadar değerlidir.
Kitabın
bu yeni baskısında hiçbir değişiklik yapılmadı. Bazı eklemeler var ki, onlardan
da, burada söz edeceğim. Bunlardan biri, «Özgür Kadın» olmakla ilgili.
Özellikle emperyalizmin «Kültür Politikası»nın beyin yıkamasıyla Türkiye’de de
bazı entellektüel kadınlar «Sütyen takmamak» ya da dilediğinle (erkek ya da
dişi) «Gönül Eğlendirmekle» özgür kadın olunabileceğini sanmaktadırlar.
Burjuvazi’nin bu «Özgür Kadın» tipolojisiyle Sosyalist ve Komünistler’in
anladığı «Özgürlük» ayrı olgulardır. Kısacası, biri diğerinin diyalektik zıttı
ya da devrimci inkarı değildir. Sütyen Takmamak’da «Simgelenen» anlayışla
«Özgür» olunacağı, Batı (Hıristiyan) kapitalizminin her zamanki görüntüyü
gerçek sanma alışkanlığının bir tezahürüdür. Bakire'den «Çocuk» doğurtup(l)
bunu tartışılmaz, kutsal ve tek «Gerçek» kabul edebilen bir anlayış, elbette
ki, «Sütyen Takmamakla» özgür olunabileceğini de rahatlıkla vazeder. Öte
yandan, belirtmeye gerek var mı bilmem ama, «Sütyen takarak» da özgür olunmaz! Cinsel özgürlük, tarihsel, toplumsal, siyasal ve iktisadi
bir olgudur. Sınıfsal niteliktedir, teşhircilik’le (exhibitionism) bir ilgisi
yoktur. Toplamlarda kadınlar ve erkekler cinsel özgürlüklerine ancak
sınıfsal mücadele içinde ulaşabilirler, sınıfsal - olmayan mücadelelerle buna
varılamaz, hatta uzaklaşılır. «Türkiye’de Kadın» da Batı'lı Feminist ve
Libertistler’in (Women’s Lib) bu tür ve diğer sapkın görüş ve önerilerine
başından beri karşı çıkıldı. Burjuvazinin «İlerici» (?) geçinen temsilcilerinin
bu kitabı «Modern» bulmayışları bu yüzdendir. Çünkü «Modern» olabilmenin şartı,
ABD ve Fransa'daki anti-komünist feministlerin söylediklerini, katıksız
tekrardır, onların gözünde.
Diğer
önemli husus ise şıı «Eşit İşe Eşit Ücret»tir. «Türkiye'de Kadın» bu belgiyi
eleştiren ve onun anti-marksist kimliğini sergileyen ilk kitap ve çalışmadır.
Bunun tartışmasını yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da yapmışızdır.
Bildiğimiz kadarıyla birçok «Sosyalist» kuruluşta bile amentü gibi tekrarlanan
bu belgiye ilk kez karşı çıkan biz olduk. Karşı çıktık, çünkü haklıydık. Bunu
kanıtlamasını da bildik. Bugün artık işbirlikçiler «Eşit İşe Eşit Ücret»
reformizmini «Sosyalistçe» bir talepmiş gibi sızdıramıyorlar Türkiye Sosyalist
İşçi ve Komünist hareketine.
ABD
Senatosu’nda, Senatör Mc Namara başkanlığında yürütülen çalışmalarla
oluşturulan ve 10 Haziran 1963’de Başkan Kennedy tarafından imzalanarak ABD’de
yürürlüğe giren «Eşit İşe Eşit Ücret», o günlerin Senato tutanaklarında,
«ABD’nin (yani ABD’nin emperyalist mihraklarının A.A.) çıkarlarına en uygun
yasa tasarısı» olarak sunulmuştu
Dünya
Bankası, Treasure Board, IMF vb. gibi uluslararası sömürü merkezlerinin bilgi
ve onaylarıyla yürürlüğe girmiş olan bir talebi Türkiye’de kimler, hangi
amaçlarla savunmuşlardı acaba? Biz bu eleştiriyi kamuoyuna getirdiğimiz zaman
bazı aklı-evveller «Efendim, kelimelerle oynamayı bırakın» diyerek
bilgisizliklerini örtmeye kalkışmışlardı. Oysa ABD Senatosu’ndaki ilgili
komisyon bile sadece «Eşit İş» nedir bunu tanımlayabilmek ve «Eşit» dersek ne
kazanırız, demezsek ne, diye tam bir yıl tartışmışlardı. Bizdeki aklı- evveller ise, «Ha ücret denmiş
ha maaş; ha eşit iş denmiş, ha aynı iş, bundan ne çıkar,» diyebildiler... Oysa
«Eşitlik» sandıkları gibi, basit bir kelime değildir. Öte yandan, madem ki
kelimeler önemsizdirler, öyleyse, kendileri ne demeye «Eşit İş» demekte ısrar
ettiler? «İş»i başka türlü nitelendirselerdi ya...
«Eşitlik»
düşüncesi, son iki yüzyıl içinde, özellikle de Mason(ik) ya da quasi-masonic
gizli örgütlerce (ör. Martinist, Carbonarist vd.) belirli bir anlam yüklenerek
yaygınlaştırılmıştır. Bu «Deist» kuruluşların «Eşitlik» anlayışlarıyla Bilimsel
Komünizm’in ele aldığı «Eşitlik» bir ve aynı «Eşitlik» değildir. Komünistler
«Birlik ve Özdeşlik» ilkesini savunagelmişlerdir. Onlar için aslolan «Herkesin
yeteneğinden, herkesin ihtiyacına göre (lik)» ilkesidir. Ve böylesi bir
toplumsal örgütlenişte de, «Ücret»in yeri yoktur, ya da olmayacağı
varsayımlanmaktadır. [ “Eşit İşe Eşit Ücret” in Sibel Özbudun tarafından
hazırlanmış ayrıntılı bir eleştirisi SÜREÇ Dergisi’nin 1980/1 sayısında
yeralmıştır. Bu çalışma, yazarının da izniyle kitabın sonuna eklenmiştir.
İlgilenenler ayrıntıları bu yazıdan okuyabilirler]
Söylenebilecekler
şimdilik bu kadardır. Türkiye'de, Bilimsel Sosyalizm’i araştıran, öğrenen ve
öğrendiklerini gündelik hayatında uygular hale gelebilmiş kadınlar
yetişmektedir. Türkiye'nin geleceği, onların bilinçli ve kararlı katkılarıyla
şekillenecektir.
Bu
kitabın yapımında emekleri geçen tüm arkadaşları ve eleştirilerini esirgemeyen
tüm dostları saygıyla selamlıyorum.
A.
ALTINDAL
25 Nisan 1980 İstanbul
25 Nisan 1980 İstanbul
5
Aralık 1974’de Kadın Hakları’nın kazanılmasının 40. Yıldönümünün kutlandığı
Türkiye Cumhuriyeti’nde, gerçekte“kazanılmış” değil, sağlayacağı belirli yarar
ve çıkarlar önceden düşünülerek “verilmiş” göstermelik ve saptırıcı
(manipülative) nitelikte birtakım haklar vardır. Bu nedenledir ki, Türkiye’deki
kadın nüfusun gerçek anlamda demokratik haklarından ve iktisadî-siyasal
bağımsızlığından söz edilemez. Örneğin T.C. Medenî Kanunu’nun 159. Maddesine
göre kadın, ancak kocasının izniyle çalışma hayatına atılabilir. Kocasından
izin almaksızın, hiç bir kadın evinin dışında bir başka iş’te (işyerinde)
çalışamaz. 191. Madde ise, kadının kazancının kocasının mülkiyetinde olduğunu
açıkça belirlemiştir. Buna göre kadın kazancını ya da tahvil ve senetlerini
kocasının açık izni olmaksızın (noter kanalından sağlanır bu izin) dilediği
gibi harcayamaz!
Egemen
sınıf (burjuvazi) adına dolaylı ya da dolaysız yollardan “Özgür Kadın”
savunuculuğunu yüklenmiş görünenler, toplumlarda kadınların ikinci sınıf yurttaşlar
olduklarını durmaksızın tekrarlarlar. Bu gibiler, ikinci sınıf yurttaşlığı
sadece CİNSLER arasındaki doğal farklılığı dile getirmek için
kullanmaktadırlar. Yoksa, “sınıf” kategorisine gerçek anlamını (tarihsel/
toplumsal) veriyor değillerdir. Bunlara göre erkekler bir sınıf, kadınlar da
diğer sınıftır!
Öte
yandan, kadınlar “genel olarak” ikinci sınıf yurttaşlar’dır. Fakat “Dişi”
cinsinden oldukları için değil, belirli sınıfların (burjuvazinin ve
proletaryanın) üyeleri oldukları için. Engels'in belirttiği gibi, modern
karı-koca ailesinde kadın açık ya da gizli biçimde evdeki köle durumundadır.
Onları ikinci sınıf yurttaş yapan cinsleri değil, toplumun uzlaşmaz sınıflara
bölünmüşlüğüdür. İster Egemen-sınıftan (Burjuvazi)
isterse Ezilen- sınıftan (Proletarya) olsun her kadın ve erkek arasında özel
olarak cinslerine özgü bir sınıfsallık değil, genel olarak, üyesi bulundukları
sınıflara özgü antagonizmalar vardır — ki, bunlar da üretim araçları
üzerindeki özel mülkiyetin yoğunlaşmasıyla oluşan Patriyarkalizm ve
Egemen-sınıf zihniyetinin beraberinde getirdiği tarihsel-toplumsal sonuçlardır.
Patriyarkalizm, kadınların güçsüz ve zayıf “yaratıklar” (çünkü buna göre
kadınların insan olup olmadıkları bile tartışmalıdır; özellikle klerikalist
kesimlerde olduklarını a priori kabul etmeyi öngörür. Bunun kaçınılmaz sonucu
olarak da kadınlar genel değerlendirilişleri itibariyle ikinci-sınıftır, yani
“güçsüz ve zayıflar”dan biridir. Patriyarkalizm’den (pederşahî/ataerkil)
kaynaklanan anlayışın kesin yürürlükte olduğu Köleci, Feodal ve Kapitalist
üretim tarzlarında a priori olarak “güçsüz ve zayıf” (dolayısıyla cahil sürü;
Türk-Osmanlı toplumunda Reaya) kabul edilenlerin üzerinde kimler daha çok
denetim ve baskı uygulayabilmişlerse işte onlar, bir azınlık oldukları halde, kendi
sınıflarını (ya da kastlarını, elite’lerini) güçlü ve bilgili kabul edip
“birinci sınıf” olarak vurgularlar. Diğer bir anlatımla, tanrının zavallı
kuzuları olan bu yaratıkları yöneten, güçlü ve bilgili “Çobanlar”dır bunlar!
Patriyarkalizm nedeniyledir ki, Anadolu’da kurulmuş olan devletlerin tüm
“Çobanları” (yöneticileri) hep bu birinci sınıftan olabilenlerdir.
Patriyarkalizm’de “buyuruculuk” (imperative) erksk’in doğal-sayılmış
hususiyeti/mülkiyeti (property) dir. Öte yandan kadın olduğu halde, doğal kabul
ederek Patriyarkalizm’i uygulamış birçok da kraliçe vardır — Doğu’ da ve
Batı’da. Hititli kraliçe Pudu-Hepa bunlardan biri olarak değerlendirilebilir.
Burada önemli olan Erkek’in doğal hususiyeti/mülkiyeti sayılan “buyuruculuk”u
onu (erkeği) aratmayacak tarzda (yani tıpkı erkek gibi) uygulayabilmektir —
uygulayıcının kadın olması “sorun” değildir. Önemli olan Patriyarkalizm’in
sürdürülmüş olmasıdır.
Başbakanlık
Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından hazırlanan, “Türkiye’de Toplumsal ve
Ekonomik Gelişimin 50. Yılı” başlığını taşıyan kitapta şu sözler yer
almaktadır: “Sosyal bunalımların ortaya çıkıp büyümesi, çok çocuklu dar gelirli
ailelerin sayıca artması, aile içerisinde dengenin bozulması, çeşitli
mutsuzlukların ortaya çıkması sonucunu vermektedir. Aile içerisinde sorunların
yoğunluğu KADIN ve çocukların üzerinde toplanmaktadır. Çok çocuklu ve sınırlı
gelire sahip ailelerde çocukların tümü eşit gelişme ve yetişme olanaklarına
sahip değildirler. Bu hem beslenme ve hem de eğitim yönünden kendini belli eden
bir bunalımdır. Çocuk sayısı arttıkça annenin, yani kadının yitikliği de büyür.
Kendini geliştirebilecek boş zaman bulamaz olur. Aile içerisindeki statüsü
bozulur.”
Görüldüğü
gibi, Devlet’in resmî kuruluşları bile, istense de istenmese de, Türkiye’de kadının
işinin çok zor olduğunu deneyimsel verilerden yola çıkarak belirtmek
zorunluluğunu duymaktadırlar. “Dert” sözcüğünü günlük konuşma dilinde en çok
kullananlar kadınlarımızda-. Bu dertlilik, hangi sınıftan olursa olsun
Türkiye’de her kadın için geçerliktedir. Dert, alt-yapının kadınları için
somut, kristalize olmuş, içe-işlemiş kaskatı bir gerçektir. Geçim derdi,
geleceğin güvencesiz oluşu, bozuk sağlık ve beslenme, tedavi olanaklarından
yoksun bırakılmış olmak derdi, çocuklarını okutamama derdi v.b. gibi Türkiye
toplumunun tepesinde yaşayanlar için “dertlilik” çoğunlukla soyut, hayalci,
şımarıkça ve toz pembe yaşantıya “is” değmiş türdendir. Gardrop dolusu giysiye
karşın giyecek hiç bir şeyin olmaması derdi (!); çok sevdiği halde muz suyu
içemiyor oluşun derdi (şişmanlattığı için içememenin derdi); “Eyvah
İsviçre’lerde okuttuğum biricik oğlum, uygunsuz bir kadına âşık oldu, ailemizin
şerefi (ki bu aslında ‘asaleti’ anlamında söylenir, ama bu soyluluk kendilerine
nasıl verilmiştir orası bilinmez) iki paralık olacak” derdi v.b. gibi. Türkiye
toplumunda, açıkça tartışılamıyor ama kadınların cinsel-uyumsuzluklarla ilgili
dertleri de çok fazladır. Bu yakıştırmalar, elbette ki, genelleyiştir.
Türkiye’de kadınların toplumsal-iktisadî koşulları, kökenleri, ve YERLEŞİK’teki
durumları ve ilişkileri incelendiğinde ayrıntılarına gidilebilir.
Emperyalizme
bağımlı, güdük ve çarpık bir kapitalist üretim tarzının yürürlükte olduğu
Türkiye’de Egemen-sınıf Kadın Haklarını başlıca şu dört akım çerçevesinde ele
aldırtmaya çalışmaktadır :
1) Feminizm,
2) Libertizm,
3) İslâmcılık,
4) Entellektüelizm.
Bilindiği
gibi, bu dört akım da son çözümlemede birbirinden ayrı değillerdir. Ve
kesinlikle, kapitalizm/ emperyalizmin hizmetine sunulacak yeni kadın güçlerini
oluşturmaktan başka işlevleri (başka bir deyişle anlam ve önemleri) yoktur.
Sosyalist
Kadın ise bu dördünün dışındadır. Sosyalist ve Komünist Kadın, Burjuva
ideolojisinin ürünleri olan şu üç temel saptırmacaya karşı çıkar:
a)
Kadın, Yaradılış itibariyle erkekten
zayıftır, bu nedenle de, erkek tarafından ezilmektedir. Fakat “uygar/medenî”
toplumlarda, erkeğin kadın üzerinde baskı kurmaması gerekil'. Kaldı ki, dinimiz
de (İslâmiyet) kadını erkekten aşağı görmemektedir... Zayıf cins olan Kadın,
güçlü cins olan Erkek’in baskısından kurtarılmalıdır. (Feminizm ve Türkiye için
İslamcı görüş taraftarları) .
b) Kadın, Yaradılış itibariyle erkekten
zayıf değil, tersine, ondan daha dayanıklı ve güçlüdür. Örneğin, cinsel
bakımdan kadının erkekten daha dayanıklı ve güçlü olduğu bilimsel bir
gerçektir. Bu nedenledir ki, kadın, ilkin, cinsel bağımsızlığını kazanmalı ve
“özgür Kadın” olmalıdır. (Libertistlerin görüşü; bunlara “burjuva
sosyalistleri” de denebilir, terim Engels’indir. bkz. Not 248.)
c) Uygar ülkelerin Anayasaları’nda
Kadın-Erkek ayırımı diye bir gözetim yoktur. Yasalar önünde herkes eşittir.
Bundan da anlaşılacağı üzere, Batı demokrasilerinde Kadın Erkek’ten aşağıda
değil, onunla eşit bir düzeydedir. Eğer kadın sömürülüyorsa bu durum, birtakım
reformlar yapılarak ve bazı yeni yasalar konarak önlenebilir.
(Entellektüelistlerin görüşü — çoğunluğu meslek sahibi ve/veya bürokrat olan
“entellektüel” savunucuların görüşü.)
Sosyalist
ve Komünist Kadın ise;
1) Toplumunda Kadın’ı Erkek’ten, Erkek’i
Kadından yalıtlamaz, koparmaz, soyutlamaz.
2) İki cinsi, sosyal varlıkları itibariyle,
birbirleri arasında ayrımcılık yapılamayacak bir BÜTÜN olarak, yani insanlığın
birbirlerinden yalıtlanamayacak, soyutlanamayacak unsurları olarak, kabul eder.
3) Kapitalist/emperyalist toplumlardaki
kadınların sömürülüşünü bir erkek hegemonyası olarak değil, iktisadî-siyasal
bir SİSTEM’in, bir avuç varlıklının dışında kalan tüm yurttaşların sömürülen
emeklerinin üzerinde kurduğu ve yükselttiği bir baskının hegemonyası olarak
kabul eder.
4) Toplumda üreticidir. Emeğinin karşılığını
değerlendirebilmek bağımsızlığına sahiptir,
5) Kendini erkeğe benzetmeye, erkek gibi
olmaya ya da onun gibi davranmaya özenmez, kalkışmaz,
6) Ya da tersini, erkeklerin kadınca bir
düzen içindeki yaşantıya uymalarını istemez. Kadınlığının bilincindedir. Bu nedenle de cinsel bağımsızlığını hiç bir
dinsel, kişisel, yasal ve toplumsal denetimin baskısı altına sokmaz,
7) Hiç bir şekilde dil, din, ırk, cins
ayrımcılığı yapmaz. Enternasyonalizme yürekten bağlıdır. Her türlü solipsist
(tekbenci) tutuma karşı çıkar.
8) Bir mücadelenin, bir kavganın üyesidir.
Devrimci ve Karşı-Devrimci güçler arasında sürmekte olan mücadelede üzerine
düşen görevi, her ne pahasına olursa olsun, yerine getirmeye adamıştır kendini,
9) Bilimsel Sosyalizmin gösterdiği, İnsanın
İnsanlığına Kavuşacağı Düzene giden yolu tıkayan tüm engellerin, ayakbağlarının
ve barikatların kırılmasına yürekten katılan,
10) Her türlü Burjuva ve Küçük Burjuva
pisliklerinden kendisini arındırmayı başarmış, işçi sınıfının ideolojisini
bellemiş, onun fiilî öncülüğüne inanmış İNSAN-KADIN’dır.
Türkiyeli
kadının bağımsızlığı, sömürülmekte olan Türkiyeli tüm emekçilerin
bağımsızlığından ayrı ve kopuk olmadığı için, Türkiyeli Kadının gerçek
demokratik haklarına, İktisadî, siyasal, toplumsal ve kültürel bağımsızlığına
kavuşabilmesi, ancak ve ancak DİALEKTİK DÜŞÜNMEYİ öğrenmesi ve bunu aklına ve
yüreğine sindirmesinden vs kendisini bu mücadeleye adamasından geçer. Çünkü,
Lenin’in de dediği gibi; sosyalizmi kurmaya başlamak için istekli ve yetenekli insanları
yaratacak olan kapitalizmin kendisi değil; kapitalizmin inkârını sağlayabilmek
için verilen devrimci mücadeledir. Sosyalist ve Komünist Kadınlar bu mücadele
içinde yetişirler. Kurulacak olan yeni düzende ne gibi görevler
üstlenebileceklerini bu mücadele sırasında saptar ve öğrenirler.
Avrupalı
kapitalist/emperyalist ülkelerde ve ABD’ de en azından yarım yüzyıldır
denendiği için artık “bilinenlik”
kazanmış olan Feministçe, Libertistce ve entellektüelce “saptırmacaları”
önlemek Türkiyeli Marksistlerin birincil görevleri arasındadır. Kaldı ki,
Türkiye’nin ilk sosyalistleri daha 1920’lerde Burjuva Femi- nizmi’nin içyüzünü
açığa vurabilmişlerdi. 1919’da(?) kurulan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist
Fırkası’nın Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü, 2 Ağustos 1921 tarihli Aydınlık
dergisinde “Sosyal Devrim ve Kadınlarımız” başlığı altında yayınlanan
makalesinde şöyle diyordu: “(...) Yalnız işin bir yanı gereğince anlaşılamıyor
ya da bilerek örtbas ediliyordu. Bu cins hukukundaki eşitsizlik ile İktisadî
kuruluşlar arasındaki ilişkiler... Bu ilişkiler sorunun özünü ve kaynağım
teşkil ettiğinden bütün çabalar, emekler — bir hastalığın arazım tedavi
kabilinden — geçici ve etkisiz tedbirler önerileriyle ve bazı yüzeyde
düzeltmeler elde etmeyle sınırlanmış kalıyordu ve bunlar bir her derdin devası
gibi, bütün kötülükleri kökünden yok edecekti... Kadınlar seçme hakkına sahip
olacakları, yasama meclislerine girecekler ve kendileri de işlere karışarak
yasaları kendi çıkarlarına çevireceklerdi... Bu serap gönüllerde büyülü etki
yapıyordu... Meşrutiyetle beraber 1908’de Türkiye’ye de sıçrayan bu biçimdeki
Feminizm’dir. Ve buna taraftar olmak bir ara bizde zariflik ve kibarlık gereği
sayılır olmuştu.”
Türkiyeli
kadınlar, gerçek demokratik hak ve özgürlüklerine, toplumsal, iktisadî-siyasal
ve kültürel bağımsızlıklarına kavuşabilmek için yaptıkları mücadelede,
Türkiye’nin devrimci geleneğini de tanımak, öğrenmek ve yorumlamış olmak
zorundadırlar. Türkiyeli kadınların bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri Türkiyeli
tüm emekçilerin sınıfsal mücadelesinden ayrık ve kopuk değildir. Bu gerçeği göz
önünde tutabilen her kadının, ancak ve sadece kendi sınıfının öncü partisini
vargücüyle destekleyeceği de açıktır. Bu nesnel gerçeklerin bilincinde olabilen
Türkiyeli kadınların, demokratik ve bağımsız yeni Türkiye’nin kurulmasında
kendi paylarına düşen katkıları gerçekleştirebileceklerine güvenimiz tamdır.
Sh:197-204
Kaynak: Aytunç Altındal “Türkiye’de Kadın” (Marksist Bir
Yaklaşım) Havass, 3. Baskı, 1980, İstanbul
Ahmaklık
edeceğimize görmesini öğrenebilseydik,
Güldürünün
özündeki vahşeti anlardık.
Çene
çalacağımıza koyabilseydik eylemimizi ortaya,
Kıçüstü
oturmazdık daima.
Görüp,
öğrenebildiğimiz tek şey belki de bu olmuştur;
Yine de
hemen sevinme arkadaş!
Bozguna
uğradı diye,
Gerçi
dünya ayaklandı ve deyyusu durdurdu ama.
Onu
doğuran kancık kızışmış bekliyor yine.
BRECHT, Arturo Ul’den
****
Vicdanlarının
sesini dinleyen kimseler büyük olaylar için elverişli değillerdir.
TURGOT
Doğu’da
siyasetin işleyişi bir tek sözcükle tanımlanabilir: İkiyüzlülük
BENJAMİN DİSRAELİ
Her
şeyi değiştirdik; bütün her şeyi.
MOLİERE
Kaynak: Morris West, The Salamander, Kertenkele, Türkçesi :
Aytunç ALTINDAL, 1983 İstanbul
Bakkala
gidip, “şuradan bir kilo kültür, üç metre edebiyat, bir çuval felsefe ver”
denmez. Kültürün, felsefenin, sanatın, şiirin endazesi yoktur. (Gerçi
günümüzde, “veresiye vere vere kalmadı kalmadı” diyen, güleç yüzlü o güzelim
mahalle bakkalları da göçüp gittiler ya, neyse!) Kültürü hiç kimse arşınla,
kiloyla alamaz, isterse dünyanın en zengin adamı olsun. Kültür sabırla, ağır ve
yorucu fikir ve beden işçiliği yapılarak ve kesinlikle karşılık beklenmeksizin
edinilir. İlginçtir ki kültürün “patronluğu” da olmaz. Patron olmak için (daha
doğru bir deyişle, adam olmak isteyen patron olmak için) kültür gereklidir ama
kültürün patronu olmamıştır ve olamaz.
Kültürlenme
sürecinde çok kahır çekilir, çok sancılı, çok ağrılı dönemler, hatta bunalımlar
yaşanır. O süreçte yerleşik değerler yıkılabilir, mutlak bilgiler göreceli
değerlere dönüşebilir. Kesin diye inanılan bilgiler yıkılıp yerlerine yenileri
gelebilir. Beyin-yıkama yöntemleriyle, yazılı, sözlü ve görüntülü Basın-Yayın
ve eğitim-öğretim araçları kullanılarak hafızalara kazınmış olan “Junk-Info”,
kültürlenme süreci doğru işliyorsa, atılır, yerine sağlıklı, besleyici,
geliştirici bilgiler konulur. (Junk Food, McDonald’s köftesi benzeri
şişirme yiyeceklere verilen addır. Junk Bond ise gerçekte hiçbir değeri
olmayan ama spekülatörler tarafından acemi borsa oyuncularına satılan sanal
tahvillerdir. Junk-Info kavramını da bunlardan yola çıkarak ürettim.) Kültür
bir “Tabula Rasa”dır.
* Tabula rasa veya tabula rosa John Locke'un ortaya attığı "boş
levha" önermesine işaret eder. Bir empirist olan
Hume'a göre, zihnimizde doğuştan gelen bir fikir yoktur. Bununla birlikte,
Hume, nedenselliğe de karşı çıkar. Şeyler
arasında kurduğumuz zamansal ve uzamsal ilişkiler, onların kendilerinde
özellikleri değil, bizim deneyimsel alışkanlıklarımızla ilgilidir. (Buradaki
"deneyimsel" kavramı bilinçli yürütülmüş bir aşama değil, salt
tanıklıktır.) Olgular arasındaki bağıntıları, kendi yöntemlerimizle bilemez,
sadece onlara atıflarda bulunuruz. Doğa kurallarla işlemez, formülizasyon sahibi
değildir. İnsanlar, doğayı ya da olguları algılayabilmek için, sistemler,
formüller, öncelik-sonralık ilişkileri kurarlar.
Kırk
iki yıllık yazarlık hayatımda daima Junk-Info’dan uzak durdum,
çevremdekilere de uzak durmalarını öğütledim ve sanıyorum hem kendim hem onlar
hem de yurdum için hayırlı bir iş yaptım. (Dilerim düşündüğüm ve yazdığım
gibidir.)
Kültür
Kiloyla Satılmaz, benim
kırk yıllık yazılarımın bir bölümünü toplayan Kültür Savaşları dizisinin
dördüncü ve son kitabıdır. Tabii daha çok yazı var ama şimdilik bu kadar olsun.
Gerekirse beşincisi, altıncısı vd. yayınlanır. Kitapta ağırlıklı olarak yıllar
önce Sanat, Edebiyat ve Felsefe konularında yazdığım yazılar yer alıyor.
Örneğin Afrika Sanatı başlıklı bölümde yer alan yazılar o günler için “ilk” olarak
görülmüştü. Benzer şekilde, 1970’li yılların başlarında çeşitli Sanat-Edebiyat
dergilerinde yayınlanmış yazılarım ve çeşitli Kültür soruşturmalarına verdiğim
yanıtlar ve röportajlar da var. Amaç, Türkiye’nin yerleşik kültürü ile diğer
kültürler arasındaki benzerlik ve farklılıkları göstermektir.
Benzerlik
ve farklılıkları ele almak, “Kültürel Emperyalizm’^ karşı kullanılabilecek en
güçlü yöntemlerden biridir. Tek taraflı değil, Nesnel gerçekliği ele
alan bir bakış açısıdır. Benzerlikler (eşitlik değil) ve farklılıklar, bireyi
ve toplumları tanımlayan öğelerdir. Farklılıkları abartarak öne çıkarmak
Kimlik Değerlerimizin (Identity Stracture) dengesini (Equilibrium) bozar. Aynı
şekilde sadece benzerlikleri öne çıkartmak, onlara bağlanmak da kişiliği (personality)
ortadan kaldırır. Tıpkı AB’ye gireceğiz hülyasıyla durmaksızın yalakalık
yapanların tavırlarında olduğu gibi. Onların söyledikleri şudur: “Farklılıklarımızı görmeyin, bakın biz
sizlere benzemek için yırtınıyoruz. ” Kimliksizleşme ve kişiliksizleşme işte
budur.
Kimlik
konusu son yıllarda çok tartışıldı. Ben de bu tartışmalarda çok kez taraf
olarak yer aldım. Bu kitapta yer alan yazılar da -1970’lerden bu yana- kimlik
ve kişilik konusuyla bağlantılıdır. Türkiye’de, Başbakan’ın 2007 yılında durup
dururken alt kimlik ve üst kimlik diye ayrımlar yapması bu
konunun önemini bir kez daha artırmıştır. 2007 yılında Türkiye’nin Başbakanı,
deyim yerindeyse “Kültürü Kiloyla Almış” olduğu için ne dediğinin de
farkında değildir.
Türkiye’de,
Başbakan’ın hangi akla hizmetten söylediğini bilmediği Alt-Üst Kimlik diye bir
olay yoktur. Bu kavramların kullanım alanları farklıdır. Kitapta bu konuda yazılar
bulacaksınız. Ancak kestirmeden söyleyeyim ki Türkiye’nin Nesnel Gerçekliğinde
Milli (Ulusal) Kimlik (T.C. Vatandaşlığı) ve Kültürel Kimlik (Etnik Köken)
vardır. Kitapta, 1970’lerden bu yana işte bu bakış açısıyla kaleme alınmış
yazılar bulacaksınız. Umarım ilginizi çeker.
Kadirşinas
okurlarımın diğer kitaplarıma gösterdikleri ilgiyi bu kitabıma da göstereceklerine
inanıyorum. Kitabın yayıncısı Destek Yayınları’na ve yöneticilerine teşekkür
ediyorum. Başka kitaplarda buluşmak dileğiyle.
Aytunç
Altındal
2 Kasım 2007
İspilandit
2 Kasım 2007
İspilandit
Milliyet Sanat Dergisi
30 Kasım 1973
30 Kasım 1973
20.
yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de 1960 sonrasında “Underground-Yeraltı”
sözcüğü Türkiye’deki iletişim araçlarında (basın, yayın, her türlü yazılı,
görüntülü ve sesli propaganda ve duyuru araçları) sıkça yer almaya başladı.
Underground sineması -ki ilk duyulanlardan biri budur- underground müziği,
underground modası; derken, underground politikası gibi Türk toplumuna yabancı
duran kavramlar giderek bu sözcüğe olan ilgiyi arttırdı. Underground sözcüğü,
Batı kökenliydi ve görüş, duygu, düşünüş ve davranış olarak bir bütün halinde
Batı felsefesi tarafından oluşturulmuştu. Batılaştırılma çabaları içinde olan
Türk toplumunun da bu sözcükten etkilenmesi olağandı. Bunun kaçınılmaz sonucu
olarak da Türk toplumunda, underground besteler yaptıklarını söyleyen
müzisyenler, modacılar, hatta -belki garipseyeceksiniz ama- sinemacılar bile
türedi. Sanki underground’un tek simgesi saç uzatmak ve uyuşturucu madde
kullanmakmış gibi, birtakım gençler bu tür özentilere kapıldılar. Yarım
yamalak, çoğu da abartılmış ve kasıtlı olarak yanlış verilmiş bilgilerle,
günümüzün Batı dünyasında var olan gerçek underground’un çizgisini, “dilediğin
gibi sanat yap” şekline sokarak ortaya bir hilkat garibesi çıkardılar. Bu ters
yönlü oluşumu hazırlayan en önemli etken Türk toplumuna underground sözcüğünün
gerçek anlamının açıklanmamış, dolayısıyla da eleştirisinin yapılmamış oluşudur.
Underground Nedir?
İlkin
underground sözcüğünün anlamı üzerinde biraz duralım. Örneğin, American College
Dictionary’yi açtınız mı, underground sözcüğünün karşısında şunlar yazmaktadır:
Gizlilikle yapılan, açık olmayan; yerleşik devlet/hükümet düzenlerine karşı
çıkan ya da işgal kuvvetlerince istilâ edilen ülkelerde vatanseverler
tarafından oluşturulan direnme örgütleri; özellikle Avrupa’da II. Dünya Savaşı
sırasında faşist istilasına karşı kurulmuş olan gizli örgütler (Sayfa 1320).
Aynı sözcük İngiltere’de halk dilinde “metro” anlamına gelirken, Amerika’da
tarihi bir sözcük olarak, (köleliğin kaldırılması döneminden önce) köleliğe
karşı olanların kendi aralarında yaptıkları ve kölelikten kaçabilmeyi başaran
zencilerin Kanada’ya ya da diğer ülkelere sığınabilmelerini sağlayan
anlaşmalar anlamına gelmektedir.
Aynı
sözcük, II. Dünya Savaşı’nda Hitler ordularının istilâsına uğrayan Fransa’da
“Recistance-Direniş” olarak ortaya çıkmış ve sayısız yeraltı örgütü
kurulmuştur. İç Savaş sırasında İspanya’da ve devrim öncesi Rusya’da da yeraltı
örgütleri olmuştur.
Bunlar
underground sözcüğünün II. Dünya Savaşı öncesindeki anlamlarıdır. Bu arada
şunu da belirtelim ki underground sözcüğünün bir de yeraltı dünyası -yani gangsterlik-
ile özdeşliği vardır. Uyuşturucu maddeler, kadın ticareti, kumar, kiralık katil
vb. gibi kirli işleri yönetenler tarafından oluşturulan bu underground türü
konumuzun dışında kalmaktadır.
Sözcüğün
günümüzde kazandığı anlam ise geçmişteki anlamından daha geniş kapsamlıdır.
Günümüzde Amerika ve İngiltere’de yayınlanan yeraltı gazete ve dergilerine
bakılırsa, bugünkü
anlamına en yakın ilk underground İsa Peygamber tarafından kurulmuştur.
Çünkü bu ilk underground’da “yerleşik düzen tarafından yasaklanmış olan fikir
ve davranışlar gizlice ortaya konulmuş, düzenin eleştirisi ve belli bir
felsefenin öğrenim ve eğitmenliği yapılmıştır.” Buna göre underground, ilk
hedef olarak kendisine düzenin eleştirisini ve buna çözümler getirecek belli
bir öğretiyi seçmiş olmaktadır.
Özetlersek:
Eğer, içinde yaşanılan toplumda bazı bireylerce beğenilmeyen fakat baskı
rejimleri nedeniyle toplumsal eleştiriye sokulamayan sosyal, politik, ekonomik
ve kültürel sorunlar var da bunlara toplumun yararına (özgürleştirilmesine)
yönelik çözümler getirecek bir öğretiyi yayan belli örgütler yoksa ortada
underground da yoktur denebilir.
Örnekler
Bu
tanımla ne demek istenildiğini birkaç örnekle görelim. Günümüzde Amerika,
İngiltere, Kanada, Fransa, Hollanda, İtalya başta olmak üzere bazı ülkelerde
underground, yürüttüğü sosyo-politik protesto biçimleriyle son derece etkili
durumdadır. Bu ülkelerde underground adına sayısız gazete, dergi, roman,
inceleme, TV, plak, tiyatro, afiş, resim, heykel, fotoğraf, rozet üretilmekte
ve satışları yapılmaktadır. Beatnik, Hippy, Yippy, Peacenic, Vietnic, Freak
gibi gençlik akımlarıyla Kitch, Pop-Art, Psychedelic, Soul gibi müzik-sanat
akımlan underground tarafından üretilmişlerdir. Bunların başlatıcıları ilkin
underground’da sonra da toplumda tanınmışlardır. Örneğin, Kitch ve Pop-Art’ın
kurucularından sayılan Andy Warhol bugünkü ününe underground aracılığıyla
erişmiştir. Aynı durum 1948 sonrasının bazı yazarları, örneğin, Norman Mailer,
Jack Kerouac, Ailen Ginsberg, Lawrence Ferlingetti, Gregory Corso, Ken Kesey,
Tom Wolfe için de böyledir. Bu yazarların tümü, kendi inançlarına uygun
underground deneylerinden geçmişlerdir. Daha yakın zamanların ünlüleri arasında
Abbie Hoffman, Jerry Rubin, Jim Buckley, Mary-Alice Waters, Kate Millett,
Germaine Greer, Valerie Solanas, Ti-Grace Atkinson, Marilyn Webb, Dr. Timothy
Leary, Eldridge Cleaver ve daha niceleri sayılabilir. Sinemacı Lany Pierce,
Şarkıcı Micheal Chapman, Ressam Daniel Glyne, Avukat Jerry Lefcourt da diğer
bazı underground kökenli ünlülerdir.
Saydığımız
bunca isimden birkaçı hakkında, çalışmalarını örnekleme bakımından, biraz
bilgi verelim.
Abbie
Hoffman, günümüz Amerikan gençliğince en çok okunan underground yazarlarından
biridir. Kendisini devrimci olarak ilan etmiş bulunan YIPPIE örgütünün
kurucularındandır. Yayınlanmış dört kitabı vardır ve dördü hakkında da dava
açılmıştır. Kitaplarında cinsellikten Tanrı kavramına değin her kavramı
eleştirir. Şu günlerde gene tutuklu olarak hapishanede bulunmaktadır.
Mary-Alice
Waters, kadın hakları savunucularından biridir. Amerika’da, özellikle de
devrimci genç kadınlar arasında çok tutulan bir derginin, The Militant'ın.
yayımcısıdır. Dergisi birçok eyalette underground kabul edilmiş ve sokulup
satılması yasaklanmıştır. The Militant' ta işlenen başlıca konu kadının
her ne pahasına olursa olsun erkeğin elinden özgürlüğünü almasıdır.
Ti-Grace
Atkinson, The Feminist adlı, kadın haklarını aşırı biçimde savunan bir örgütün
kurucusudur. Üniversitede estetik öğrenimi görmüştür. Daha sonra (1971’de)
aşırı düşünceleri nedeniyle kendi kurduğu örgütten ayrılmış ve kendi deyişiyle,
devrim uğruna yakalanmadan suç işleyebilmenin gizli yöntemlerini öğrenebilmek
için Mafıa liderlerinden, geçen yıl öldürülen Joseph Colombo ile ilişki kurmuştur.
Şimdi
biraz da Batı dünyası tarafından yaygınlaştırılan underground’un yayınlarına
ilişkin bazı rakamlara göz atalım. Salt Amerika’da yeraltı yayını olarak bilinen
tam 132 sürekli yayın organı vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Amazing Grace, Angry City Press,
Augur, Both Sides Now, Come Out, Fusion, Kudzu, Los Angeles Free Press, Oracle
of San Francisco, Rat, Roosevelt Torch, Seed, Worker’s Power. Kanada’da bilinen 11,
İngiltere’de 29, Hollanda’da 6, Fransa’da 10’dan fazla, İsviçre’de 3,
Danimarka’da 2, Arjantin’de 2, yeraltı basın organı
vardır. Yeraltı televizyonu sayısı ise bir hayli şaşırtıcıdır. Amerika’da salt
Kaliforniya’da yeraltı adına yayın yapan 12 istasyon vardır. Amerika’da
toplam olarak 50’den fazla TV istasyonu olduğu tahmin edilmektedir. Yeraltı
TV’si İngiltere, Hollanda ve Kanada’da da vardır.
Günümüzdeki
Batılı underground olayını bu şekilde kısaca betimledikten sonra underground’da
işlenilen başlıca konuları sıralayalım.
Underground’daki
temel ilke çeşitli çıkarları düşünerek tüccarlaşmamaktır. Yani, yerleşikteki
eleştirilen aşırı tüccarlaşmış sanat, politika, kültür düzenine katılmamak ve
bunun dışında kalarak sanatı da politikayı da çıkar gözetmeksizin toplum için
yapmaktır. Ne var ki underground’da yetişen birçok sanatçı bir süre sonra,
yerleşik düzenin göz alıcı önerilerine kapılmakta ve yerüstü sanatçısı
olmaktadırlar.
Underground’un
diğer teması, sanatta ve politikada ilerici olmaktır. Düşüncenin hiçbir baskı
rejimiyle denetlenemeyeceği, engellenemeyeceği tezine inanmış olmaktır. İnsanların
özgür doğup özgür yaşamaları gerekirliğine, sömürüye, aldatmacalara,
yanıltmalara karşı olmak ve çıkmaktır. Bu görüntüsüyle Batı underground’u “Yeni
Sol” diye tanımlanmış olan politik akımın içindedir. Aynı underground içinde
“Yeni Sol”u Hıristiyanlıkla birlikte ele alan ve yukarıda sayılan ilkelere
inanan başka gruplar da vardır: Örneğin Jesus Freaks, Hell’s Angels (İsa
Taraftarları/Acubeleri ve Cehennem Melekleri).
Şu
birkaç yıldır underground’da yaygınlaşan iki temadan biri, bir zamanlar gerekli
olduğu savunulan uyuşturucu maddeleri kullanma yönteminin devrime zararlı
olduğu gerekçesiyle terk edilmesi, İkincisi de kadın hakları savunuculuğudur.
Toplum
içinde bireye tam bağımsızlığının tanınmasına taraftar olan underground,
insanın en yüce ürünü olan sanata da aynı açıdan bakmaktadır. Ancak, bu sanatın
“keyfi” değil, “toplumsal değerde” olmasını şart koştuğunu da belirtelim.
Underground
üzerine sonuç olarak şöyle diyebiliriz: Amerikan ve Avrupa kültürlerinin
ortaklaşa ürettikleri underground olayı, içinde bulunduğumuz döneminde, yepyeni
bir bilinç kazanmak üzeredir. Bu bilinç, toplumlarda ekonomik etkenlerin
oynadığı önemli rolün anlaşılmasıdır. Underground bu bilince yönelmiştir çünkü
kendi içinde bir hayli manipülasyon ve ihanete uğramıştır. Bu nedenle günümüzde
underground o geleneksel insancıl tavrında çağımız insanının üstündeki
ekonomik baskılara da bilimsel anlamda yer vermeye başlamıştır.
Yeni Ortam
8 Ağustos 1973
8 Ağustos 1973
Zen
Yöntemi’nin bu bölümünde, tarihi gelişim içinde binlerce yıllık düşünsel
ağırlığıyla Batıyı her yüzyılda az ya da çok etkilemiş olan Taoist/Budist
kökenli Çin halk düşüncesinin salt 20. yüzyılın ikinci yarısındaki, yani
günümüzdeki etki ve katkılarını işleyeceğiz.
Zen’in
başta Amerika’ya ve bu kaynağın koşutunda olan diğer ileri Batılı ülkelerdeki
yaygınlığı, ‘kayıp nesirden[1]
sonra yetişen genç Amerikalı yazar ve aydın adaylarının 2. Dünya Savaşı
sırasında Uzakdoğu’da askeri hizmette bulunarak anavatana dönmeleriyle hız
kazanmıştır. Özellikle 1952’den sonra, Mahayanist Einzai Zen Okulu’nun [2]
öğretileri, Amerika’da gençlik, aydın, sanat ve edebiyat çevrelerinde akıl
almaz taraftar kazanmıştır.
Beat Kuşağı
Amerikan
malı dünyaca tanınmış bir ansiklopedide BEAT GENARATION -Nesil- için şöyle
yazılmış:
“Çağdaş
toplumsal gerilime karşı çıkmak amacıyla, kendi yarattıkları bir öznel dünyaya
sığınarak, toplumsal sorumluluklardan ellerini çeken bir grup 2. Dünya Savaşı
sonrası yazarı ve bunların izleyicileri. San Francisco ile New York arasında
dağılmışlardır. (Topluma getirdikleri) bu heyecanlı kaçış olayını Zen
Budizm’in öğretilerine bağlamak istemişler fakat Zen öğretilerini sadece mistik
kavramlarıyla anlayabilmişlerdir. Bu kuşağın önde giden yazarlarından, Jack
Kerouac’ın ON THE ROAD -Yolda- (1957) adlı romanı ile Ailen Ginsberg’in HOWL
-Ulumak- (1956) adlı garipsi şiirleri en parlak ve önemli yapıtlarındandır.
Diğer yazarları arasında Clellon Holmes, Lawrence Ferlingetti, Gregory Corso ve
Norman Mailer vardır.”[3]
Şimdi,
Zen etkisinde kalan bu yazarların bazı yapıtlarından örnekler verelim.
Yolda...
Hippylerin
Homeros’u diye tanınan Jack Kerouac (1922- 69) Amerika’da, Varoluşculuk’un
-Egzistansiyalizm- aşamalı koşutundaki Beat-Zen kuşağı diye saptanan gençliğin
kurucularındandır. Yapıtlarında genellikle, Amerikan toplumundaki teknolojik
gelişime karşılık, bireyin doğasal ve en güçlü özelliği olan düşünü/tefekkürü
yitirdiğini anlatır. “Daha sonra Herbert Marcuse de aynı durumu bilimsel açıdan
işlemiştir. Marcuse, Beat kuşağını yadsımadan birtakım tanımlara oturtmak
ister: Mevcut kuruluş biçimiyle bireylerin ihtiyaçlarını karşılar gibi görülen
bir toplumda, düşünce bağımsızlığı, özerklik ve siyasî karşıtlık hakkı, temel
eleştirici fonksiyonlarından uzaklaşmaktadır.”[4]
Kerouac’ın, ON THE ROAD -Yolda- adlı bu ilk kitabı 1955’de yayınlanmış ve iki
yıl içinde tam on altı kez basılarak rekor bir satış yapmıştır. ‘Bir Milletin
Gençliğini Sarsan Kitap’ unvanını alan On The Road’a, Hippy Odisesi de denir.
Şimdi bu kitaptan aktardığımız çok kısa bir bölümü, az buçuk da olsa yazarı
hakkında bir izlem vermesi amacıyla okuyalım:
“Bu
herifler, PLASTİK’i icat ettiler, sonsuza dek dayanabilecek evler kurarlar
isteseler. Ve dayanıklı otomobil lastikleri yapabilirler. Her yıl milyonlarca
Amerikan vatandaşı, asfaltta kızışarak patlayan otomobil lastikleri yüzünden hayatlarını
yitiriyorlar. İsteseler hiç patlamayacak lastikler yapabilirler. Diş macunu
için de öyle. Kendi bildikleri fakat kimseciklere söylemedikleri bir macun var
ki çocukluğunuz döneminde kullanırsanız, ömrünüz boyunca diş derdiniz kalmaz.
Giyim için de aynı. İsteseler hiç yıpranmayacak giysiler yapabilirler. Washington
ve Moskova, vurgunlar sürdürülsün diye, geçersiz mallar üreterek insanları
birtakım âdi birlikler içinde yaşatmaya ve zaman makinelerinin sınırlarını
zorlatmayı yeğ tutarlar...”[5]
Ulumak ve Diğerleri
Amerika’nın
en şaşırtıcı yazar/şairlerinden biri, hatta birincisi Ailen Ginsberg’dir. Kırk
yedi yaşındaki Ginsberg’in son derece çarpıcı ve gerçekçi bir dili vardır.
Zen’i en iyi şekilde yorumlayabilmiş olanlardan biridir. Aşağıda, Ginsberg’in
ilk kez 1961 ’de yayınlanan ve 1969’a dek on baskısı yapılan şiir kitabı
KADDISH’ten iki dizi veriyoruz. (A. Ginsberg, Kaddish adlı 36 sayfalık serbest
nazımlı bu uzun şiirini annesi Naomi için yazmıştır.)
“Ben
yüce bir kadınım -gerçekten güzel bir can taşıyorum- ve bu yüzden onlar,
Hitler, Büyükanne, Hearst, Kapitalistler, Franco, Daily News, 20’ler,
Mussolini, yaşayan ölüm, beni kapamak istiyorlar -Buba’da bu örümcek şebekesinin
başında-”[6]
Ve
Ginsberg’in bir başka şiirinden:
“Woody
Woodpecker’in manyak gülücükleri kafatasımda. Kimse yaralanmıyor: Yitip gidiyor
hepsi. Orada hiç olamayan onlar için, mükemmel bir BAŞLANGIÇSIZLIK.
Bu
nedenle ŞATORİ, (Zen’de aydınlanış) gülüşlere dostluk oldu ve de Zen üstatları
kutsal sözcükleri fırlattılar öfkeyle...”[7]
Ve
Zen’i yorumlanabilmiş, diğer bazı ünlü yazarlar arasında, Norman Mailer ,
Amerika’da yeni solun ileri ucunda olan zenci lider Eldridge Cleaver[8]
1966 Amerikan edebiyatının en iyi beş hikâyecisinden biri seçilen George
Dickerson, Şair Gregory Corso[9],
Şair Lawrence Ferlingetti[10],
halen Nepal’de yaşayan Romancı Ken Kessey , çağımızın ünlü
düşünürlerinden Aldous Huxley[11],
Şair Ezra Pound[12],
Yazar Max Frich[13]
ve yazılamayacak kadar çok yazar, şair, düşünür ve bilim adamı vardır.
Zen Sanatı
Zen’in,
Batı sanatına olan etki/katkılarına, yer darlığı nedeniyle tek örnek vererek
değinelim. Aşağıda, dünyanın en ciddî ekonomi politik yayınlarından biri
sayılan, NEWSWEEK’te yer alan, Douglas Davis imzalı, “ZEN’İN GÖRÜNTÜSÜ”
başlıklı yazıdan bir bölüm okuyacaksınız:
“Zen
apaçıktır diyor, Zen’in tanıtıcılarından Prof. Suzuki; öbür dinler ‘Kömür
Siyahtır’ derlerken, Zen ‘Kömür Siyah Değildir’ der diyor. Zen sözcüsünün dünya
ile alay ettiği sanılsa da Doğu kökenli Zen’in, son yirmi yılda, büyük
taraftarı kesilen Batılı öğrencileri arasında, Amerikalı aydınlar ve gençler
çoğunluğu teşkil ediyorlar. Yıllardır tam anlamıyla bilinemeyen Zen görüntü
-resim- sanatının bazı yapıtları nihayet Japon hükümetinin özel izniyle Boston
Güzel
Sanatlar Müzesi’nde sergilenecek........
81 nadide yapıtın yer alacağı sergide, bir Zen düşünürünü gösteren, ‘Tek Çizgide
Bodhidharma’, 14. yüzyılın Zen anlatımını belirtmesi yönünden bir hayli ilginç............... Zen’in anti-entelektüel
olduğunu söylüyor Fontein, oysa Boston’daki bu yaygın merak, Zen’in açıkça en
çok düşünen kesime ve felsefeye etki ettiğini göstermez mi?”[14]
Gerçekten
de Zen düşünme yöntemi, en çok Amerikalıyı etkilemiştir. Zen’i iyi
yorumlayabilmiş yazarlar, düşünürler, son yirmi yılda Amerikan aydınına ve
gençliğine yepyeni ruh, duyuş ve davranış biçimleri getirmişlerdir. Doğu düşüncesini
Amerikalıya öğreten, genç kuşakları en çok etkileyen düşünürlerden biri (Te
KAHLIL GIBRAN (1883-91) adlı Lübnanlı düşünürdür. Gibran’ın, On The Road gibi
elden ele gezen THE PROPHET -Peygamber- adlı düşünsel kitabı sadece Amerika’da
3.000.000 adet basılmış ve 1970’de kitabın 86. baskısı yapılmıştır. Yirmi
yabancı dile çevrilen Gibran’ın 1923’de yazdığı bu kitaptan bir öneriyi
aktarıyoruz:
“Sonra
Almitra yeniden söz aldı, ‘Ya evlilik için neler diyeceksiniz efendim?’
Ve
cevapladı efendisi:
Birbirinizi
sevin/âşık olun, fakat aşkın tutsağı olmayın. Bırakın ruhunuzun kıyıları
arasında gidip gelen bir deniz olsun AŞK... Kalplerinizi birbirinize verin
fakat birbirinizin üstünlüğünün, diğerini baskı altına almasına karşı koyun.
Bir
diğer ünlü düşünürden, Trappist kesiş Thomas Merton’un ise sadece yapıtlarından
isimler vererek[16]
Zen ve Sanat’ı bitirelim.
Sanat Edebiyat ‘81
1 Nisan 1982
1 Nisan 1982
Dergimiz yayınına bir soruşturma
ile başlamıştı: Ülkemizin İçinde Yaşadığı Şu
Süreçte Sanatın Temel Görevi Nedir? Sanat Edebiyat ‘81 bu kez, Türkiye’de Büyük Sermaye Gruplarının Kültür ve Sanat
Alanlarına Yatırımlar Yapmasını Nasıl Yorumluyorsunuz? sorusu ile birinci cildini tamamlıyor.
Soruşturmanın yanıtlarını bu sayı
vermeye başladık, gelecek sayımızda da sürdüreceğiz. Ne var ki bu kez soruları
kimlere ulaştırdık ve kimlerden cevap aldık bunu da okurlarımıza duyuracağız.
Bu soruşturma bir saptamadır. Yarına uzayan bir belgedir. Kim neyi nasıl
algılıyor ve nasıl yönlendiriyor. “Büyük Sermaye
gruplarının kültür ve sanat alanlarına yaptığı yatırımlar karşısında dergimizin
tavrı açık seçik bellidir. Sanatçıların tavırlarının ne olduğunun belirlenmesi
gereği sanırız kaçınılmazdır. ”
İlkin
şunu vurgulamak gerekir ki, büyük sermaye grupları sadece ve yalnızca
Türkiye’de değil, tüm kapitalist Batı’da “Kültür ve Sanat”a yatırımlar
yapmaktadırlar. Bu vurgulamayı şunun için yapıyorum. Türkiye’deki işbirlikçi
sermaye, “Kültür ve Sanat”a yatırım yapmayı kendisi “keşfetmedi”. Diğer bir
deyişle, yine kapitalist-emperyalist mihraklardan “kopya” çekti, apardı. Yoksa
bizimkilerde nerede
o akıl! Baktılar ki Amerika’da, İngiltere’de,
Fransa’da vb.lerde “köşeyi dönenler” bu tür yatırımlar yapıyorlar, eh,
burjuvalaşma çabasındaki “milli” sermaye de “milli” sanatçısına sahip çıkmaya
başladı. Ancak, bilinen sözdür: “Görmemişin canını al, parasını alma.” Bunlar
da önceleri -yani şu son on yıla kadar- böyle “yatırım” alanlarına para yatıracaklarını
düşlerinde görseler hayra yormazlardı. Yormazlardı da nasıl oldu? Kanımca bu
oluşumda dört etken rol oynadı.
1)
Kültür ve Sanat alanına
yatırım yapılması zenginliğin ve iktidarın bir kanıtıydı. Tarih boyunca
“güçlüler” daima kendi çıkarlarını savunacak bazı kişileri -sanatçı olsunlar
olmasınlar- himaye etmişlerdi. Bizdeki “görmemişler” 1970’lerde DÇMTer, vergi
iadeleri, hayali ihracatlar vs. ile köşeyi dönünce az buçuk etraflarına,
bakınmaya başladılar. İşte o sırada karşılarına, kaşarlanmış piyasa
bezirganları çıktı. Tarihsel “teamülü” bu yeni zenginlere öğretenler, işte
bunlar oldu. Bu kadro bir de umacı yarattı, çanağı yalayabilmek için: “Sanatçı denilen şu herifleri -maalesef
kelime buydu- beslemezseniz, bunlar aptallıklarından komünistlerin ağına
düşerler, o zaman da ne siz kalırsınız ne de paracıklarınız, bilesiniz.” İşte
yeni zenginin parasının Kültür ve Sanat alanlarına kanalize olmasındaki
etkenlerden biri budur.
2)
Her toplumda olduğu gibi
Türkiye’de de gerçek “yardımseverler/hayırseverler” vardır. Ama Anadolu
geleneğine yüzyıllardır var olan bu olgu, yeni zengin için tatmin edici
olamazdı. Şöyle ki, gerçek hayırsever (philantropist) yaptığı yardımı
açıklamayan insandı. Oysa yeni zenginin “reklam”a ihtiyacı vardı. Bu gelenek
ona göre değildi. Akıldaneler bu açmazı da çözdüler. Yeni zengin “çağdaştı”,
durup dururken parasını sokağa atacak değildi ya! Öyleyse, yeni zengin Türkiye’de
Kültür ve Sanatı denetim altına almaya kalkışmıyordu -zinhar- ya ne yapıyordu?
“Uyanık adam, bu alana para yatırıyor;
buna karşılık BİZ de sanatın Anadolu’ya yayılmasına katkıda bulunuyoruz.” (Hele
hele.) Dolayısıyladır ki Türkiye toplumunda yeni tip philantropism’in
başlatıcısı olmak payesi yeni zengini mest etti.
3)
Daha önemlisi: Yeni zengin,
ABD ve diğer kapitalist- emperyalist mihrakların, para babalarının,
servetlerini bir süre sonra “Vakıf’a çevirdiklerini görmüş ve öğrenmişti.
Hayatı “kopya çekmekle” geçmiş olan yeni zengin, bu numarayı da Türkiye’ye
aktarıverdi, bir çırpıda Satın alınan her tablo, vakıfın adına kayıtlanacak ama
“Malikane”de duracaktı. Dolayısıyla, dilediğin parayı ver, al. “Paranın ne önemi var, mühim olan
masraftan düşmek.”
4)
Sözün kısası: Yeni zengin,
anasının karnından sanatsever/hayırsever olarak doğmamıştı (para-sever olarak
doğduğu tartışma dışıdır). Cebinden çıkan her liranın bilincindeydi. Bazıları
yeni zenginin ne denli “saf’ olduğunu söyleseler de inanmayın. Uyanık yeni
zengin, üç yıl öncesine kadar 1000-2000 lira zor eden bir tabloya bugün 300-
400 bin ödüyorsa, bunu “sanatı korumak” için yapmıyor. Ödediği 400 binin
“Vergi” matrahlarında nasıl bir yer tuttuğuna bakın siz! Öte yandan,
Türkiye’deki sermaye çevreleri, dışa bağımlılığın ürünleridir; Batı’da bir
yüzyıl önce yapılmış olan girişimleri Türkiye’de yeni yeni tezgâhlayabiliyorlar.
Üstelik oldukça da çekingenler. Henüz evlerinin salonlarında “soyut” ya
da “sürrealist” ressamların tabloları bile yok. (Özellikle de karılarına
anlatamıyorlar, soyut tabloları asmaları gerektiğini; kadınlar direniyorlar
“denizli, gollü, mehtaplı” peyzajlarda.) Türkiye’yi “kapitalizm”le kalkındıracaklarına
inanmış ve inandırılmış olanlar, bunları yapmak zorundadırlar. Yadırganacak bir
taraf yok. Ancak unutulmasın ki içinde yaşadığımız günler ayrışma günleridir.
Kimler nerelerde nasıl “köşe kapmaca” oynuyorlar ve oynayacaklar beni sadece bu
ilgilendiriyor.
Sanat Edebiyat ‘81
1 Ekim 1982
1 Ekim 1982
Yeni
yayın mevsimi, adet üzere, hep eylül-ekim aylarında başlar. Ya da en azından
yıllardır böyle gelmiş böyle gidiyor. Gerçi yayının mevsimi yoktur ama öteden
beri yayıncılar, belki de okurun alım gücünü ve isteklerini göz önünde tutarak
her yıl bu aylarda yeni kitaplar, dergiler vb.ni yayınlamayı uygun görüyorlar.
Bu durumda da her eylül- ekimde bazı soruşturmalar düzenleniyor, yayıncıların
sorunları, kısmen de olsa gündeme getiriliyor. Bu da artık adet oldu.
“Bu
yıl yayıncıların sorunları nelerdir? Önümüzdeki yayın mevsiminde neler
olacaktır? Hangi kitaplar yayınlanacaktır?” gibi sorulardan oluşur bu
soruşturmalar. Açık belirtmek gerekir ki bu tür soruşturmalar çok etkili
olmasalar da hiç değilse sorunları su yüzüne çıkartmaları bakımından yararlı
olurlar.
Evet,
bu yıl yayıncılıkta neler olabilir? İlkin şu soru sorulabilir. Yayıncılıkta
neler olabileceği okurun -hele içinde bulunduğumuz özel dönem dikkate alınırsa-
umurunda mıdır? Sanırım, “fazlasıyla” umurunda olan, bilinçli bir okur kitlesi
vardır. Vardır da bu kitlenin eti ve budu nedir? Eti ne, budu ne derken
kastettiğimiz, “mali durumu”. Kısaca kitap, dergi satın almaya yetebilecek
kadar mali gücü var mı? Bu kitle, 24 Ocak 1980 önlemleriyle, (!) artık eline
geçen ücretle çoluğuna çocuğuna bakabiliyorsa ne ala! Nerede kaldı kitap ve
dergi için ayrıca “para” ayırabilmek. Eğer bir para ayırabilirse işte “özveri”
buna denir. Ve bu, önümüzdeki “yayın mevsiminin bizce en önemli
göstergelerinden biri olacaktır. Bu yıl, içinde bulunduğu mali güçlüklere
rağmen, söz konusu bilinçli kitle, kendisine yakın hissettiği/bulduğu
“yayınevlerini” her şeye rağmen “desteklerse” bu, gelecek yıllara umutla ve
güvenle bakılmasını -bakılabileceğini- sağlayacaktır. Çünkü okur desteğini, şu
ya da bu nedenle yitiren bir yayınevinin ayakta kalabilmesi, belirli bir fikri
yayın yoluyla savunabilmesi imkânsızdır.
Bugüne
değin, örneğin kağıda yapılan inanılmaz zamlardan (l’e 10) yakınan sadece
yayıncı oldu. Bugüne değin, okurların topluca kağıt zamlarından yakındıkları
görülmedi, ne yazık ki! Bu da bir kopukluğu gösteriyor. Okur ile yayıncı
birlikte karşı çıkabilseler bu tür zamlara, belki bir etkisi olur. Çünkü
önünde sonunda zamlardan zarar görenler onlardır. Yani bilinçli okur ile bu
okurun fikren gelişimini ön planda tutarak, bu amaçla yayın yapan yayıncı... Şu
anda zamlar (ve diğer değişiklikler) karşısında yayıncı tek başına kalmış
durumdadır. Bunu örgütlü olarak yapabilmesi de mümkün değildir. Ne
olacaktır? Olacağı şu, eğer okur desteği olmazsa, bu yıl, birkaç değil pek çok
yayınevi kapanacaktır. Okurlar belki üzülecekler, belki üzülmeyecekler ama
olacağı budur.
Seks
kitabı ya da best-seller basmayan, bilimsel belgesel eserler yayınlayan
yayınevlerinin kapanmalarının Türkiye’deki Kültür’e etkisi ne olur? Tek
kelimeyle söyleyelim, yıkım olur. Zaten belirli çevreler her gün yeni “holding
sanatçıları” türetiyorlar, bankerler “Kültür ve Eğitim Vakıfları” kuruyorlar.
Böylesi bir ortamda, Kültür’ü gerçek niteliğine kavuşturabilme çabasında olan
aydınlar -intelligentsia anlamında- bir de okur tarafından yalnız ve desteksiz
bırakılırlarsa, Türkiye’de işte o zaman bir Vehbi Koç, bir Kastelli “gerçek
Kültür adamları” saydırılıverirler. Tamamen vergi kaçırmak ve muafiyetler temin
etmek için “Vakıf’ kuran birtakım şahıslar, ister misiniz, bir de “Türk
Kültürünün
Mimarları”
(bu Mimar lafını pek severler, malum çoğu masondur) yaftasıyla donatılıp,
Hürriyet’te, Milliyet’te, Cumhuriyet’te punduna getirip herkese “Kültür”
satmaya kalksınlar? (Öğretsinler demeye elim varmadı, çünkü akıllarında sadece
satmak var bu adamların.)
Bu,
Türkiye’de Kültür’ü bekleyen ilk ve en yakın tehlikedir. Ve acıdır ki bu kış
aylarında söz konusu “kamuoyu oluşturucu” gazetelerde, denk getirilip (!)
Sabancı’ların, Koç’ların, Çavuşoğlu’nun Kültür hakkındaki parlak ve faizi bol
görüşlerini bizlere cebren ve hile ile okutacaklardır.
Bu
durumda, sanırım aydınlara toplumsal bir “Hak” doğmaktadır. O da okurdan bir
istekte bulunabilme hakkıdır. Nedir bu istek? Kanımca şöyle özetlenebilir:
Okur,
öncelikle, hangi yayın organının kimi, niçin desteklemekte olduğuna
bakmalıdır. Türkiye’de yayıncılık alanında, kimlerin kimleri HANGİ AMAÇLA
desteklemekte olduklarım sormak -bıkmadan usanmadan sormak- okurlara düşen bir
görevdir. HANGİ AMAÇ gerçekten çok önemlidir. Ve okur, bunun açıklamasını
yuvarlak sözlerle, örneğin “Efendim demokrasi için, Uygarlaşma için,
Çağdaşlaşma için, Özgürlük için vs. vs., ile geçiştirilmemeli, sonuna kadar
açıklamaya zorlamalıdır. Ve işte o zaman takkeler düşecek ve keller
görülecektir. Bugün “şöhret” yapılmış birçok yazar ve çizerin, gerçekte,
belirli çevrelerce, belirli amaçlarla desteklendikleri ve bu sahte
“şöhret”lerin tümünün bir ortak noktada kesiştikleri anlaşılacaktır.
Birbirleriyle
dalaşıyor gibi görünseler de sahte şöhretlerin -yani holding sanatçılarının- bu
ortak özelliğini tanıyabilen okurlar, Türkiye’de Kültür’ün, içine iteklenmiş
olduğu şu darboğazdan kurtarılmasında ilk ve en etkili güç olacaklardır.
Yayıncılar ise onların varlığından alacakları destekle “geleceğin kurulması”
çabalarına kendi güçleri çerçevesinde katılabileceklerdir. Bu darboğaz,
özveriyle aşılamazsa, Türkiye’de Kültür, egemen burjuvazinin kesin denetim ve
yönlendiriciliğinde var olandan daha etkili bir “Yabancılaştırma” silahına
dönüşür ve ilk vurulanlar da yine bilinçli okurlar ve onların bağlaşığı
aydınlar olurlar.
Kısacası,
belirli çevreler bu dönemde, ağababalarına özenerek kendi çaplarında birer
“Kültür Nötronu” imal etme çabalan içindedirler. Amaçlan intelligentsiayı,
temiz (!) bombayla silip, yerine kendi meşreplerine uyan tatlısu
“showman”lerini koymaktır. Önümüzdeki yayın yılı bir dönüm noktasıdır. Yüz
akıyla çıkılması dileğiyle...
Yönelişler
Ağustos 1981
Ağustos 1981
I.
Soruyu
okur okumaz şaşırmadım desem yalan olur. Yazarlığa heveslendiğim ilk günlerde
(18 yıl önce) birisi çıkıp da bana bir gün gelecek İslami eğilimliler de
“Faaliyet” yerine “Etkinlik” diyecekler deseydi, inanın ki gülerdim. Bugün
karşıma çıkana bakıp şaşırıyorum. TDK, Faaliyet yerine Etkinlik diyor diye, siz
de mecbur musunuz onlara uymaya? Faaliyet (Activity) olmadan Etkinlik
(Effectiveness) nasıl olur acaba? Bunu ne TDK ne de ona gözleri kapalı uyanlar
açıklayamazlar. İster kültür, ister sanat, ister felsefe vd. olsun,
insan(lar)ın “duyumsal ve bilinçli pratik faaliyeti” olmadan bunların hiçbir
“Etkinlik”i de olmaz. Sanat ya da edebiyat, insan “Faaliyefidir; bu
“Faaliyettin ortaya çıkaracağı muhtemel sonuçlardan biri de onun -Sanat veya
Edebiyat- “Etkinliği”dir. Çünkü her sonuç mutlaka “Etkin” olacaktır diye bir
kural konulamaz. Diğer bir anlatımla; insanın “duyumsal ve bilinçli pratik
faaliyetini” yok sayıp, doğrudan doğruya “Etkinlik” kavramını temel kabul etmek
ve bunu mutlaklaştırmak, apriorizm’e saplanmak olur. Zaten “Etkinlik” kendi
kendine var olabilse, ister istemez insandan önce de bazı insana-özgü (sanat,
kültür, edebiyat vd. türden) “Etkinlikler” var olurdu -gibi absürd bir
önermeyle karşılaşılır. Kısacası, sanatı, edebiyatı, bilimi, kültürü vd.
insan, duyumsal ve bilinçli pratik faaliyetiyle üretti, bunlar kendi
kendilerine “Etkin” olmadılar. Neden ile Sonuç birbirlerine
indirgenmemelidirler kanısındayım. Doğrudan doğruya “Sanat etkinlikleri”
denildiğinde, insan(lar)ın, zihinsel ve bedensel “üretme faaliyeti” ortadan
kaldırılmakta, giderek yok sayılmaktadır.
Konuya
bu anlatım tarzıyla girmekten muradım, öncelikle, “Dil”e dikkatinizi çekmek
içindi. Eğer “geçmişteki kültür verilerini” olabildiğince tutarlı
değerlendirmek istiyorsak, sanırım, önce dil cambazlıklarından uzak durmamız
gerekiyor. Belirli çevrelerin, belirli amaçlarla (burada açıklanması çok uzun
sürer) tahrif ettikleri kavramları, onların yükledikleri anlamlarla alırsak
geçmişimizi biraz “zor” değerlendiririz gibi geliyor bana. Ama seçim sizlerin
tabii. İster “Etkinlik” deyin, ister “içerik” (Öz yerine) ister “Tanrı” (Allah
yerine) ister “Anamal” (Sermaye verine)... Dil ve Terminoloji’ye dikkat
edilmesi kanımca, “kaynaklanma” konusunda üzerinde durulması gereken ilk
husustur. Öte yandan “Kültümden ne anlaşılması gerektiğini de saptamak
gerekir. Batı kapitalist-emperyalist sisteminin ürettiği “Kültür” tanımlarından
birini ya da birkaçını benimseyerek kendi “Özel” geçmişimize bakabilir miyiz?
Bu soruya bir cevap getirmeden, “geçmişteki kültür verilerini” irdelemeye
(bakın bu kelime TDK’dan) kalkışmak araştırmacıları nereye vardırır?
Sorunuzu,
ister istemez soruyla yanıtlamak zorunda kaldım. Çünkü, kanımca, önce,
yukarıdaki soruların cevaplarının aranması gerekiyor. Bu soruların
cevaplarının “nasıl” araştırılması gerektiği ise bizi “Yöntem” tartışmasına
vardırır. Bu konuda, bizim görüşümüz öteden beri bellidir.
Bizce
bu yöntem, tarihsel ve diyalektik materyalizmdir.
II.
“İslami
eğilim” diye tanımladığınız akımın, kişisel görüşüm odur ki günümüz Türkiye
edebiyatına tabiidir ki bir katkısı olacaktır. Ama önce bu “eğilim” kendini
bulmalıdır. Henüz böyle bir olgunlaşmadan söz edilemez sanıyorum. Eğer böyle
bir olgunlaşma aşamasına varılmış olsaydı, bugün geçmişte üretilmiş edebi,
felsefi ve/veya ilmi eserler hakkında bu eğilimin kendine özgü mantığına
uygun, ortak dil ve terminoloji kullanan yorumları yayınlanmış olurdu. Bilebildiğim
kadarıyla henüz, “İslami eğilim” içinde kendilerine güvenenler pek çıkamıyor.
Ya da var da henüz biz muttali değiliz! “İslami eğilim”den kimileri, hâlâ “tağuti,
müşrik, münafık düzen” derken,
kimileri de bilimsel sosyalizmi Siyonizm ve masonlukla, “kasten”
karıştırmaktan medet umuyor. Örneğin, SSCB’de de büyük bir ilgiyle
(Akademi’de) araştırılan, Abdülkerim el-Ceyri (ya da Ciyli) ve eserleri
hakkında “günümüz” Türkiye’sindeki İslami eğilimin temsilcilerinden hiçbirinin
tutarlı bir araştırması yok.[17]
Buna bağlı olarak, kanımca önemi tartışılmayacak “İnsan-ı Kamil” düşüncesi,
acaba kaç genç “İslami eğilimciyi” ilgilendiriyor bugün? Oysa, bu çevre veya
eğilim mensupları münhasıran bu tür konularda, derinlemesine bilgi verebilen
eserler üretebilseler, (Hıristiyan) kapitalist-emperyalist Batı kültürüne karşı
yurdumuz Türkiye’de oluşturulmaya çalışılan “özel kimliğimize” uygun “kültür”e
bu çalışmalarıyla katkıda bulunmuş olurlar.
Sanat Edebiyat ‘81
1 Ağustos 1981
“Haşhaş ve Emperyalizm” adlı
kitabınız kendi alanındaki en ilginç çalışmalardan biri olduğu halde nedense
yeterince yankı yapmadı. Sizce bunun nedeni nedir? Bu kitabınızla neyi
amaçlamıştınız? Amacınıza ulaşabildiniz mi?
“Haşhaş
ve Emperyalizm” gerçekte “yeterince yankı yapmadı” değil, tek kelimeyle
söyleyeyim, “ilgi görmedi”. Bunda utanılacak bir taraf yok. Durumu diplomatik
kelimelerle açıklamaya hiç gerek görmüyorum. Bu kitabım, evet, ilgi görmedi.
Neden? Bunu ben de araştırdım. İşte bazı izlenimler:
a)
Kitabı zor anlaşılır
bulanlar var.
b)
“Emperyalizm” kelimesinden
korkanlar var. Evimizde “Emperyalizm” başlıklı bir kitap bulunursa, ne olur
korkusu bu. Yani “yasak kitap” korkusu. Kitap yasak değil ama işte bu korkuyu
duyanlar var.
c)
Konuyu kendileriyle doğrudan
ilgili bulmayanlar var.
d)
“Canım bunlar bildiğimiz
şeyler” bahanesiyle küçümseyenler var; oysa durum hiç de onların kulaktan
dolma bilgileriyle bildikleri gibi değil ama biliyoruz sanıyorlar.
e)
“Cumhuriyet yazmadı, bunda
bir bityeniği var galiba”cılar. Oysa Cumhuriyet’in bu kitap ya da başka
çalışmalarım hakkında yazı yayınlaması mümkün değil, çünkü burada
açıklanmaması gereken nedenlerle Cumhuriyet özellikle 12 Eylül’den sonra
bırakın hakkımızda yazı yayınlamayı, parası önceden ödenmiş kitap ve dergi
(SÜREÇ) ilanlarımızı bile basmayı reddetti. Başka nedenler de var tabii. Ama
tümünü sıralamak yararsızdır.
Kısacası,
“zor günler”de yayınlandığı için kitaptan okurun haberi olmadı/olamadı.
Dolayısıyla da az okundu.
Neyi
amaçlamıştım? Şöyle açıklayabilirim. “Emperyalizm deyip duruyoruz, bunu somut
bir olayda (Haşhaş) ayrıntılarıyla gösterebilmek istemiştim. Bu bir.
Gençlerimizi uyuştu rucu maddeler sorunu karşısında elimden geldiğince -bol bol
örnekleyerek- uyarabilmek istemiştim. Bu iki. Yakın bir gelecekte bize de
bulaştırılmak istenilen bu belaya karşı nasıl önlemler alınması gerektiği
konusunda öneriler getirmeye uğraşmıştım. Bu üç. Ne ekip biçeceğimize “bizim”
karar verebileceğimizi, kimsenin bize dayatmalarda bulunamayacağını -12
Mart’ta olduğu gibi- göstermiştim. Zaten 1971 ’de ilk “Haşhaş ekimi” yasağına
karşı çıkanlardan biri de bendim. Bu da dört. Kitaptaki amaçlanma ulaştığımı,
bu durumda söyleyebilmek zor.
Yukarıda “Uyuşturucu Maddeler Sorunu
” dediniz. Önce şunu sorayım. Sizce Türkiye için böyle bir sorun var mı? Buna
bağlı olarak: eğer bu bir sorunsa, niteliğini nasıl açıklıyorsunuz?
“Uyuşturucu
maddeler”in bir “sorun” olduğu gerçektir. Ama yurdumuz Türkiye için “henüz”
sorun değillerdir. Türkiye’de dışa bağımlı kapitalizm hızlandıkça Batı’nın bu
sorunu, acıdır ki bizde de yaygınlaşacaktır. Bu kaçınılmaz değilse de
kuvvetle muhtemeldir. Dışa bağımlı ekonomilerin, toplumsal sağlığı işte
böylesine tehdit eden sonuçlan da vardır, ne yazık ki.
Öte
yandan, sentetik uyuşturucular ABD’deki emperyalist ilaç tekelleri için,
pazarlanmaları gereken birer metadan başka anlam taşımamaktadırlar. Sömürmekte
oldukları ülkelerin, hatta kendi ülkelerinin gençlerinin bu nesnelerle
zehirlenmeleri hiç umurlarında değildir. Onlar için önemli olan “kâr”dır, daha
fazla “kâr”dır. Bu sorunun niteliği nasıl açıklanabilir? Sorunun niteliğini iki
ayrı değerlendirmeye sokmak gerekir sanıyorum. Tabiî bunlar benim kişisel görüşlerim
ve sadece önerilerimdir. Yani şimdilik sadece birer öneri durumundadırlar. Bunu
belirtmem gerekir.
1)
Kanımca “Uyuşturucu
Maddelere Bağımlılık” meselesini alışılageldiği gibi sadece “tıbbi” bir olay
olarak ele almamak gerekiyor. Söz konusu bağımlılığın, tarihsel, toplumsal,
siyasal ve ekonomik bir temeli vardır. Çünkü “bağımlılık” hali neden değil, bir
“sonuç”tur. Dolayısıyladır ki “bağımlılık” olayının “nedeninin” araştırılması
gerektiği kanısındayım. Bu da hekimlerden önce sosyal-bilimcilerin görevidir.
Tabiidir ki hekimlerle bağlaşıklık halinde. Sosyal-bilimlerin ilgili
disiplinleri ve diğer araştırmacılar bir an önce bu konuyla ilgilenmeye
çağırılmalıdırlar, görüşündeyim.
2)
Söz konusu bağımlılığı
tıbbın tanımladığı “Hasta” konseptiyle algılamamak gerekiyor, sanıyorum. Çünkü
bu insanlar, bilinen anlamda -örneğin kanserli, veremli vd.- birer “Hasta”
değiller. Öte yandan, Akıl ve Sinir hastalıkları kapsamına da girmezler. Ama
Türkiye’de bu tipler halkın “Tımarhane” dediği yerlere kapatılırlar. Bunlar
için sanıyorum en uygun tanımlar İngilizce Addict ve Toksikoman oluyor.
Bunlar da “düşkün, keş, tutkun, müptela vd.” anlamlarına gelirler. Kesinlikle
klasik ve yerleşik (established) “Hasta” anlamına gelmezler. Dolayısıyla ayrı
ve özel bir inceleme ve tedavi gerekir. Tedavide hem hekimlere hem de sosyal
bilimcilere görev düşer. Türkiye’de henüz konu bu şekilde kesin ayırıma tabi
tutulmuş değil. Hatta tıbben ve hukuken “Uyuşturucu Madde Nedir?” sorusunun
cevabı bile yoktur. Yani Türk hukuku ve tıbbı bunu tanımlayabilmiş bile
değillerdir. Gerisini bir düşünün. Bir de şunu ekleyeyim. Uyuşturucu nitelikli
ilaçlara bağımlılık (Addiction) ile esrar, eroin, afyon, kokain gibi diğer
maddelerin karışımlarıyla elde edilen nesnelere düşkünlük (toksikomani) ayrı
ayrı ele alınmalıdırlar. Birinci gruptakilere hekimler kolay çare bulabilirler
ama ikinci gruptakiler öncelikle sosyal bilimcilerin konusu olmalıdırlar ve
bunlara tıbbî müdahale daha sonra yapılmalıdır, kanısındayım.
Kitabınızda, “Uyuşturucu Maddeler
Kültürü”nden söz ediyorsunuz. Böyle bir “Kültür” var mıdır? Ya da bu uyuşturucuların
Kültür olgusuyla bağlantısı nedir?
Kitabımda
birçok örnek var bu konuda. Uyuşturucu Maddeler aracılığıyla “Kültür” üretmek
fikri, bugün özellikle ABD’de çok yaygındır. Bunlara “Kültür” ürünleri
denebilir mi? Bence denemez ama adamlar “denir” diyorlar. Örneğin bir Ailen
Ginsberg had safhada bir Addict ve Toksikoman’dır. Amerikalılara bakarsanız,
Yahudi asıllı bu homoseksüel, Amerika’nın en büyük şairlerinden biridir,
“kendini aşmıştır”. Zaten bu “aşmak aşkıncılık” (transcendentalism) nedense çok
önemsenen bir olgudur. Bunun meraklıları bizde de türedi. Kendilerini ve
toplumsal sorunları “aşmaya heveslenenlerin” birçoğu sığ sularda boğulur ya,
neyse, konu bu değil. Ama bu tiplere -Ginsberg, Ferlinghetti, Kesey vd. gibi-
özenenler Batı’da olduğu gibi, istesek de istemesek de bizde de olacaklardır.
Çünkü bu Batılılaşma olgusuna bağlı bir gelişimdir. Hedef Batıyı körü körüne
kopya etmek olunca, alaturka Ginsberg’ler, Kesey’ler Ferlinghetti’ler
türeyecektir. Burada ilginç bir paralellikten örnek vereyim. 1960’ın ilk
yıllarında ABD’de Şair Ferlinghetti, “Arabesque”i lanse etmekle meşguldü[18].
Yakın ve Uzakdoğu’ya yaptığı gezilerde bunu (Arabesque) tanıyan şair, Doğu
Mistisizmi ile İslam Tasavvufu karışımı eklektik bir anlatım kurmuştu. Buna
bir de egzotik “şiir okuma” sesi ekledi ve “chant” adıyla plaklar, kasetler
doldurdu. Aynı yıllarda ABD’ye gidip gelen Suat Sayın adlı bir müzisyen de Türkiye’de
“Arabesk” adlı ne idüğü belirsiz bir musikiyi icraya başlamıştı. Türkiye’de
“Arabesk” denen pasifize edici musiki (buna müzik denebilir mi?) ile
“Uyuşturucu Maddeler” arasındaki muhtemel bağlantı sanıyorum bugüne değin ele
alınmış ve irdelenmiş değildir. Kısacası, bir zamanlar alaturka Kafka’lar
vardı -hala da var- yeni zamanların bu Batılı şişirme idollerine özenen
tatlısular da çıkacaktır. Onlarınkine benzeyen “garip/grotesque” şiirler,
romanlar (!) vs. vs. yazmaya çabalayacaklardır. Hem sonra, Baudelaire,
Apoleinaire, Nerval de geçen yüzyılın “keşleri” değiller miydi? Onların
ürettikleri “şiirler” başyapıt sayılıyor da bizimkilerinin neden sayılmasın?
Burada vurgulanması gereken bir konu var. Gerçekten tarihsel bir durumdur bu.
Başta Baudelaire olmak üzere birçok sanatçı (?) en azından “esrar”
kullanmıştır. Bu bir gerçektir.
Huxley bile ölümünden önce “mescalin” almış, peyote ve LSD deneyleri yapmıştır.
Burada bir soru çıkıyor ortaya. “Uyuşturucu madde alınmış haldeyken
üretilmiş olan yazılar nasıl değerlendirilmelidir? Bunlar sanat ve kültür
ürünleri midirler?” Bu
soruya uyuşturucu kullananlar “Tabii ki sanat ve kültür
ürünleridirler” diye yanıt veriyorlar. Buna katılmak, kendi adıma konuşuyorum,
çok zordur. Çünkü bu maddeler birer “Yabancılaştırcı” durumundadırlar. Kişiyi
kendine, toplumuna ve tarihine “Yabancılaştırıcı” maddeler alınmışken (ki bilinç
olağandışı yüklemelerle malûl durumdadır) bir sanat eseri ya da kültür ürünü
üretilebilir mi? Böylesi bir çaba, kültür faaliyeti olarak değerlendirilebilir
mi? Bence
değerlendirilemez. Çünkü bilinç, belirli katalizörlerle bulandırılmış
durumdadır. Böylesi çalışmalardan olsa olsa, art niyetli birtakım şahıslar,
zümreler, gruplar ve egemenler yararlanırlar. Bunları şişirenler de sanki
sanatın olmazsa olmazları gibi gösterirler. Amaçları ise insanların berrak ve
duru düşünceler üretmesini önlemektir. Hani nasıl “homoseksüel”
olmadan “sanatçı vs.” olunmaz diyorlarsa, bu da onun gibi bir palavradır. “Esrar” çekmeyen “şair, romancı, vs.
olamaz...” Aynı palavranın bir diğer yüzü de işte budur. İnsanları
uyutabilmek, maniple edebilmek için uydurulmuş bir yalan. İnsanlar kafayı
bulmadan ya da esrar, eroin vs. çekmeden üretirler sanatı da kültürü de.
Bunları üretebilmek için homoseksüel ya da keş olmaya gerek yoktur. Gerisi,
bilin ki palavradır, kaçış edebiyatıdır ve kesinlikle kasıtlıdır.
Bu durumda başta Baudelaire olmak
üzere Apoleinaire, Ginsberg gibi şairlerin ya da William Burroughs gibi romancıların
eserlerini “eser” saymıyor musunuz? Bu tartışma yaratacak bir görüş değil mi?
Doğru.
Çok iddialı bir görüş. Ama bence öyle. Yani bir esrarkeşin ya da eroinmanın
yazdıklarını “başyapıt” diye şişirenlere katılamam; bu Baudelaire ya da
Burroughs olsa bile. Meğer ki o şahıs, içine sürüklendiği durumu tasvir ediyor
olsun. Ve bunun imrenilecek bir şey olmadığını anlatsın.
Özellikle gençlere ne gibi
önerileriniz var?
Gençlere
özellikle her türlü “uyuşturucu”dan uzak durmalarını öğütlemek, kanımca, fazla
önemli değil. Çünkü birileri bunları lanse ederken, bizim çıkıp gençlere “onlar
lanse ediyorlar ama siz uymayın” dememiz safdillik olur. Önce bunları, şu ya da
bu şekilde birer “kâr” aracı olarak görüp piyasalayan kişi ve kuruluşlarla
mücadele edilmelidir. Bu da devletin yapabileceği bir girişimdir. Ama hangi
“Devlet”in? Bu ayrı bir soru ve cevabı bu yazının kapsamına giremiyor. Şu
günlerde yapılabilecek olanlar ise öncelikle “müttefik” diye bilinen ülkelerde,
özellikle de ABD’de bunların (uyuşturucuların) nasıl birer sahte “Kültür” aracı
haline getirildiklerini bizzat yerli araştırmacı ve toplumbilimcilere
göstermektir/öğretmektir. Örneğin, TIME dergisinin belirttiğine göre (6 Temmuz
1981, no. 27) kokain artık Amerikan orta sınıfınca bile yaygın bir şekilde
kullanılır olmuş; adlan sanatçıya, yazara, düşünüre çıkmış birçok ünlü ve ünsüz
bunu kullanıyormuş... Zaten 1978’de yapılan araştırmalarda ABD’nin, Avrupa’daki
askerlerinin yüzde 43’ünün uyuşturucu kullanmakta olduğu anlaşılmıştı. Buna
artık orta sınıf ya da ara katmanlar da böylelikle ekleniyor. Öte yandan,
ABD’de bunların piyasalanması büyük kârlar bırakıyor. Bunları lanse eden ve
500.000 basan dergiler bile serbestçe yayınlanıyorlar. Örnek High Times
dergisi. Yeryüzü jandarmalığına ve sözde İnsan Hakları Savunuculuğuna
sıvanmış olan ABD’li emperyalist mihrakların bu tür girişimlerinden yurdumuzun
gençliğini kurtarabilmek için öncelikle “anti-emperyalist” bir “siyasal
kültür”le donatmak gerekir kanısındayım.
Eklemek istediğiniz başka bir husus
var mı?
Evet.
Değinmeden geçemeyeceğim. Türkiye Solu’nun gayet
iyi tanıdığı bir “zat” var: Sulhi Dönmezer. Üstelik Prof, bu “zat”. İşte
bu zat, yıllardır olduğu gibi, yine “kin ve nefretini” bilimsel ahlakın önüne
koydu. 8
Nisan 1981 ’de düzenlenen bir kolokyumda bu Profesör, “Eroinin Türkiye’de faaliyet gösteren komünistlere gelir kaynağı olduğunu”
hiç sıkılmadan söyledi. Hemen hatırlatalım. Fransa’da o günlerin (1970’lerde)
değeriyle 300 milyon liralık “eroinle” yakalanan Kudret Bayhan hangi partidendi acaba? Askeri savcının 200
yöneticisi hakkında “idam talebinde” bulunduğu partiden senatördü bu adam.
Türkiye’de 12 Eylül’den sonra “Eroin” kaçakçısı olarak yakalanmış özellikle
partili “Komünist” var mı acaba? İster istemez “maceracılığa” iteklenmiş bazı
delikanlılara (henüz ispatlanmış da değil) böylesi suçlar isnat ediliyor diye,
Bilimsel Sosyalizmi savunan herkesi “yıkıcı” kabul ederek çamur atmaya kalkışmak,
bilimsel ve hukuksal ahlakla nereye kadar bağdaşır? Dönmezer bu soruyu
cevaplamalıdır.
Edebiyat
‘81’e bana bu imkânı verdiği için teşekkür ederim.
Milliyet Sanat Dergisi
13 Eylül 1974
13 Eylül 1974
İkinci
Dünya Savaşı’ndan en kazançlı çıkan ülkenin Amerika Birleşik Devletleri olduğu
anlaşılmıştı. Böylelikle daha 1930’un başlarından beri “Batı Bloğu”nun lideri
olmak için çabalayan ABD, savaş sonrasının yorgun Avrupa ülkelerini kendi
başkanlığı altında toplamış oldu.
Savaş
sonrasının bazı iktisatçılarına göre ABD, dünyanın en iyi ülkesiyken, yine aynı
dönemin bazı genç yazarlarına göre de dünyanın “bireyi en bunaltan ve en
hastalıklı” toplu- muydu. Bu genç yazarlar, Amerikanvari düzen anlayışının
Amerikan insanını insanlığına yabancılaştırdığını, soysuzlaştırdığını,
makineleştirdiğini, robot-beyinli yaratıklar haline getirdiğini ileri sürmekte
ve bunu değiştirmek gerektiğini belirtmekteydiler. Ama Amerikanvari düzen
anlayışı nasıl değiştirilecekti? İşte burada takılıp kaldılar. Her biri bir öneride
bulundu. Kimisi uyuşturucu maddeli kültürü, kimisi cinsel serbestliği (devrimi
değil), kimisi de Amerikanvari solculuğu yazılarında ve konuşmalarında işler
oldular. Savaş sonrası yıllarında, özellikle de 1946-1955 arasında Greemvich
Village’de bir araya gelen bu genç yazarların Amerikan düzen anlayışını
eleştirmek ve değiştirmek için zırh gibi kuşandıkları bir öğreti vardı:
“Zen-Budizm”.
Uzakdoğu’nun
bu “aklı disipline etme” yöntemine büyütenmişçesine sarılmış olan genç
yazarlara, bu nedenle Amerikan edebiyatındaki “Beat-Zen
Kuşağı” adı
verildi.
Zen-Budizm
nedir ve genç yazarlar niçin kapitalizmin gerçek eleştirisi olan Marksizm’i
değil de bu Uzakdoğu yöntemini benimsemiş, bu öğretiye sığınmışlardır? Sorunun
karşılığına geçmeden önce, artık epeyce ünlenmiş ve orta yaşlarını geçmek üzere
olan bu yazarları tanımak daha yerinde olur.
Kimdir Bu Yazarlar?
Amerikalı
edebiyat tarihçileri, “Encyclopedia International”da “Beat Generation”ı
(Beat-Kuşağı’nı) şöyle tanımlıyorlar:
“Çağdaş
toplumsal gerilime karşı çıkmak amacıyla, kendi yarattıkları bir öznel dünyaya
sığınarak, toplumsal sorumluluklardan ellerini çeken bir grup 2. Dünya Savaşı
sonrası yazarı ve bunların izleyicileri. San Francisco ve New York arasında yerleşmişlerdir.
Topluma getirdikleri bu heyecanlı kaçış olayını Zen-Budizm’in öğretilerine
bağlamak istemişler, fakat Zen öğretilerini salt mistik kavramlarıyla
anlayabilmişlerdir. Bu kuşağın önde gelen yazarlarından Jack Kerouac’ın ‘On The
Road-Yolda’ (1957) adlı romanı ile Ailen Ginsberg’in ‘Howl-Ulumak’ (1956) adlı
garipsi şiirleri en parlak ve önemli yapıtlarındandır. Diğer yazarları arasında
Clellon Holmes, Lawrence Ferlinghetti, Gregory Corso ve Norman Mailer vardır.”
Bu yazarlar aynı zamanda Beatnik ve Hippy akımlarının kurucuları olarak da
kabul edilmektedirler.
Robot Beyinli
Yaratık Olmamak İçin
Beat
kuşağım oluşturan genç yazarların benimsedikleri Zen, bir din ya da felsefe
değildir. Bazı bilim adamlarına göre, Lao-Tze’nin kurucusu olduğu Tao mistisizmine,
bazılarına göre de Buddha’mn öğretisine dayalı bir “aklı disiplin- lendirme”
yöntemidir. Bu nedenle, örneğin Hindistan’daki Zen okulları aşırı gizemciyken,
Çin ve Japonya’daki Zen okulları mistisizmi ikinci plânda tutarak, ilkin
bireyin kendi yaşantısıyla ve toplumuyla olan ilişkilerine eğilirler. Zen
öğretisine göre, birey öncelikle kendi benliğiyle barışmış, onu anlamış ve onun
yüceliğine kesin inanç duymuş olmalıdır. Zen, insan aklına yapılacak herhangi
bir dürtüye, şartlandırmaya karşıdır. Aklın, dolayısıyla da bireyin tam
anlamıyla bağımsız olmasından yanadır. Maddenin bireyi yozlaştırdığını,
insanlık değerini aşağılattığını, sahtekârlaştırdığını, başkalarını ezmeye ya
da yüceltmeye ittiğini ileri sürer.
Savaş
sonrasının genç aydınlarına ilginç ve çekici gelen bu yöntem, son derece ilkel
görünmesine karşın, aşın entelek- tüelisttir. Amerika ve Avrupa’da, Zen’i
yorumlayabilen aydınlara bir elit gözüyle bakılmakta ve bunlara “Top
Intellectuals- Birinci dereceden aydınlar” denilmektedir.
îşte
bu ayrıcalık, bu her şeyi herkesten fazla ve iyi bilme özlemi, yıllarca
Avrupalı aydınların (örneğin egzistansiyalistlerin) etkisinde kalmış olan
Amerikalı genç aydınlara çekici gelmiştir. Sıradan aydınların anlayamadıktan
bir dille konuşmaya ve yazmaya başlamışlar, kendi toplumlarına sırt
çevirmişlerdir. Örneğin “Satori” (aydınlanış), “Dharma” (doğruluk) gibi
sözcükleri dillerinden hiç düşürmemişlerdir.
Bu
yazarlar için Zen yönteminin barışçı, uysal ve mistik el-etek çekiciliği,
Marksizm’in diyalektik materyalizmle belirlenen ödünsüz çözümcülüğünden ağır
basmıştır. Bu yeğlemenin yapılışında 1950’lerin Amerika’sını kasıp kavuran
McCarthy faşizminin de etkisi büyük olmuştur. Sol’un şiddetle kovuşturmaya
uğratıldığı o günlerde, Beat-Kuşağı yıldırımlardan uzak kalmış, daha doğrusu
pek önemsenmemiştir. Öyle ki aynı dönemde Norman Mailer, sosyalizmi konu
edindiği tek kitabı “Barbarlar Kıyısı”nı yayınlayabilmiş ve hiçbir şekilde
‘komünistlikle’ suçlandırılmamıştır.
Amerikan
edebiyatındaki Beat-Kuşağı’nın en önemli yazan, hiç kuşkusuz Jack Kerouac’tır
(1922-1969). Kanadalı- Fransız bir ailenin çocuğu olan Kerouac, 1950’de yayımlanan
ilk kitabında (The Town and the City-Kent ve Kasaba) başarılı olamamış, ancak
bundan yedi yıl sonra yayımlanan
“On
the Road-Yolda” adlı kitabıyla genç kuşağın bir numaralı yazarı olmuştur. İki
kitabı arasındaki yedi yıllık süreyi tüm Amerika’yı otostopla dolaşarak,
çeşitli “underground” sanat ve edebiyat topluluklarında tartışmalara katılarak
geçirmiştir. “On the Road”da, bunaltılı toplumundan kurtulmak amacıyla
durmaksızın dolaşan bir genci, kendini anlatmaktadır. Hippilerin Homeros’u diye
tanınan Kerouac’m kitapları arasında Lonesome Traveller, Desolated Angel,
Satori in Paris, Dharma Bums, The Subterraneans ve Pic’de zenci beyaz
ilişkilerini, öteki eserlerinde ise Zen-Budizm’i ve bunalan aydın temalarını
işlemiştir.
Beat
Kuşağı’nın ikinci önemli adamı Şair Ailen Ginsberg’dir (d. 1926). Rusya’dan
Amerika’ya göç etmiş bir Yahudi ailesinin çocuğudur. Babası şair ve öğretmendi.
Babasının zayıf kişiliğine karşın annesi Naomi, Amerikan İşçi Partisi’nin
aktif bir üyesiydi. Ginsberg’in ilk kitabı “Howl- Ulumak”, 1956’da yayımlanmış
ve on üç yılda 21 baskı yaparak 186.000 satmıştır. Kitap, şairin, “Amerika’nın
Yeni Buddha’sı” dediği Jack Kerouac’a adanmıştır. Ginsberg’in en ünlü kitabı
ise annesi için yazdığı “Kaddish” adlı uzun ağıttır. Amerikan klasikleri
arasına giren bu kitap 1961’de yayımlanmış ve sekiz yılda on baskı yapmıştır.
Aynı akımın öteki şairi Gregory Corso’ya adanmış olan bu kitap da 1970’e dek
onuncu baskısını tamamlamıştır. Ginsberg, ayrıca Zen’i, uyuşturucu maddeleri,
cinsel sapıklığı savunan sayısız makale ve deneme yazmıştır.
Lawrence
Ferlinghetti de Beat Kuşağı’nın ünlü şairlerindendir. Fcrlinghetti, yaşayanlar
arasında kitaplarının baskısı toplam 2.500.000’i geçmiş tek şairdir. Eserleri
Küba, Çekoslovakya, Şili ve Rusya dahil birçok ülkede yayımlanmıştır. 1958’de
basılan “Coney Island of the Mind”, on dokuz baskı yapmış ve 500. 000
satmıştır. Zen yöntemini en iyi yorumlamış yazarlardan biri olan Ferlinghetti,
Sufizm’e ilgi duymuş ve Amerika’da bu agnostik akımın temsilciliğini de
yapmıştır. 1966’da yayımlanan “The Secret Meaning of Things-Nesnelerin Gizli
Anlamları” adlı şiir kitabında yer
alan Raca’tun Katli başlıklı uzun şiirinde bir
yandan “Zen” bir yandan da “la ilahe illallah” nakaratları yer alır. Şiir,
Kennedy için yazılmıştır. Ginsberg, meskalin ve ayahuasca şiirine katkıda
bulunduğunu söylerken, Ferlinghetti, LSD’den söz etmektedir.
45
|
Gregory
Corso ise Beat Kuşağı’nın en az ünlenmiş fakat belki de en yetenekli şairi ve
yazandır. İtalyan asıllıdır. Şiirlerinde Amerikan toplumunu daha bilinçli bir
düzeyde eleştirmiş ve yermiştir. Corso’nun önemli kitabı “Gasoline”dir.
Buradan,
“Ama
Ben Şefkat İstemiyorum” adlı uzun şiirinden birkaç mısra aktaralım:
“Ama
şefkat dediğiniz ne? Şefkati öldürdüm ben / ama ne? / Siz şefkatlisiniz çünkü
şefkatli bir yaşayışı sürdürüyorsunuz / St. Francis de şefkatliydi. / Toprak
ağası da şefkatlidir. / Şekerkamışı da şefkatli. / Parkta oturan insanlar
onlardan daha şefkatlidirler diyebilir miyim acaba?”
Amerikan
edebiyatının özellikle günümüz gençliğini en çok etkileyen Beat Kuşağı
yazarları yalnız bu sayılanlar değildir. Örneğin, William Seward Burroughs,
Neal Cassady, Ken Kesey, Tom Wolfe, George Dickerson, Kenneth Rexroth, Richard
Brautigan gibi birçok temsilcisi daha vardır. Beat Kuşağı, politik bakımdan
Amerika’da çok etkili olmuş bir gruptur. Özellikle Vietnam Savaşı sırasında,
sayısız savaş aleyhtarı gösteri yürüyüşü düzenlemişlerdir. Başkan Nixon’a karşı
en ağır eleştiriler ilkin bu grupların denetimindeki yayın organlarından
yükselmiştir. Ne var ki Beat Kuşağı yazarları, beğenmedikleri Amerikan
emperyalizmini eleştirirken bilimsel öğretiden değil de birtakım çağdışı düşüncelerden
medet ummaktadırlar. Örneğin bireyin toplumuyla yabancılaşmasındaki tek etkenin
emeğin metalaşması olduğunu kabul etmemişler; yabancılaşmayı Hegel’ci görüşe
uygun bir anlayışla yorumlayarak gerçekdışına düşmüşlerdir. Ve bunun
kaçınılmaz sonucu olarak da Amerika’nın düzenini eleştiriyoruz derken,
Amerikan kapitalizmi tarafından kullanılır olmuşlardır.
Milliyet Sanat
23 Ağustos 1974
23 Ağustos 1974
Lübnan ’ın uluslararası üne sahip
şair, düşünür ve ressamı Halil Cibran ’ın başyapıtı “The Prophet-Ermiş ” adıyla
yeniden Türkçeye çevrildi. İlk çevirisi 1946’da Ömer Rıza Doğrul tarafından, Hâk Erenler (Nebi) adıyla yapılan bu
eser, Cibran’ı, Batı dünyasında en çok okunan düşünürler arasına katmıştır.
Aşağıda, kitabı Türkçeye çeviren Aytunç Altındal’ın, Halil Cibran’ın kişiliği
ve sanat anlayışı üzerine hazırladığı tanıtma yazısını sunuyoruz.
20.
yüzyılın ikinci yansında Lübnanlı Halil Cibran, Batı dünyasının en çok sözünü
ettiği Yakındoğulu şair ve düşünür olmuştur. İngilizce ve Arapça yazdığı
eserleri, Japonca ve Sanskritçe de içlerinde olmak üzere birçok dile çevrilmiş;
Avrupa’da, Arap ülkelerinde, ABD’de her sınıftan milyonlarca kişi tarafından sevilerek
okunmuştur. Çağının sosyal çalkantılarla dolu günlerinde düşünceleri
Lübnan’daki işçi, öğrenci ve aydın kesimlerince benimsenmiş, bunun kaçınılmaz
sonucu olarak da eserlerinin okunması yasaklanmış, kitaplan meydanlara
yığılarak yakılmıştır. Aynı zamanda ressam da olan Cibran, Fransa’da ve ABD’de
çeşitli sergiler açmıştır. Ünlü Fleykeltıraş Auguste Rodin, Cibran’ın
resimlerini 19. yüzyılda ölen İngiliz Şair ve Ressam William Blake’in
yapıtlanyla kıyaslamıştır.
Yaşam Öyküsü
Halil
Cibran, 1883 yılında Bechari’de doğdu. On iki yaşındayken ailesiyle birlikte
Amerika’ya göç etti. İlk, orta ve lise öğrenimini Boston’da tamamladı, Daha
sonra, ısrarı üzerine ailesince Beyrut’taki EI-Hikmet Medresesi’ne gönderildi.
Yüksek öğrenimini burada bitiren Cibran, 1902’de bir daha dönmemecesine
ayrıldı anayurdundan. 1902/1908 yıllan arasında resim yaparak geçimini sağladı.
1908’de Paris’e gitti; Güzel Sanatlar Akademisi’ne yazıldı. Üç yıl süreyle
çağının en büyük heykeltıraşı Auguste Rodin’den ders aldı. 1911 ’de yeniden
Amerika’ya döndü. 1918’de ilk kitabı “The Madman-Deli” yayımlandı. 1923’de
“The Prophet-Ermiş” basıldı. Bu kitabıyla adı bütün dünyaya yayıldı. “Jesus,
The Son of Man-İnsanın Oğlu İsa” ve “The Earth Gods-Yeryüzü Tanrıları” adlı
kitaplarıyla bu başarısını pekiştirdi. 1931 yılında New York’taki küçük bir
çatı katında yoksulluktan ver birbiri ardı sıra gelen hastalıklardan
kurtulamayarak öldüğünde 48 yaşındaydı.
Cibran’ın
tüm yaşamı acı ve kederle örülüdür. Gençliğinde Lübnanlı bir kıza âşık olmuş,
fakat evlenme isteği gerek kendisinin gerekse ailesinin yoksul oldukları
gerekçesiyle kızın ailesince geri çevrilmişti. Ölümünden birkaç yıl önce,
sürekli olarak özlemini çektiği anayurdundan bir kadınla mektuplaşmaya
başlamış, yeni bir duygu bağı kurmuştur. Ama bu sevgisi de yalnızca mektuplarda
kalmış, parasızlık ve sağlığının bozukluğu yüzünden Lübnan’a dönememiştir.
Ancak, çektiği acılar Cibran’ı romantizmin koyu derinliklerine ya da
mistisizmin içinden çıkılmaz bataklıklarına sürüklememiştir. Sevgiyi “tüm
insanları ve doğayı sevme” olarak almış, bireysel acı ve kederlerin gerçekte
toplumsal nitelikte olduğunu göstermiştir.
Dünya Görüşü ve Eserleri
Cibran,
Yakın, Orta ve Uzakdoğu’nun geleneksel öğretileriyle Batı düşüncesini
karşılaştırmış, bireysel ve toplumsal olgulara çeşitli sentezler getirmiştir.
Yapıtlarında şiirsel bir anlatım kullanmış, Doğu düşüncesini Batı diliyle
yazmıştır. Bu nedenle, Cibran’ın eserlerini okuyanlar, bir bakıma peygamberlerin
kitaplarını okuyormuş izlenimine kapılırlar. Tıpkı kutsal kitaplardaki gibi,
yazım büyük önem taşır. Aforizmalarını sanki meydanlarda yüksek sesle
okunsunlar diye yazmış gibidir. Her kitapta kurgu aşağı yukarı aynıdır. Bir
“öğreten”, bir de ondan “öğrenenler” vardır. Konu da az çok aynıdır:
Doğa-Toplum ve İnsanoğlu. Bu üçlü, her zaman bir bütün içinde ele alınır ve “Öğreten”,
doğanın, toplumun ve insanlığın yasalarını anlatır.
Halil
Cibran, gerek şiirlerinde, gerekse resimlerinde “İnsanoğlu”nu ve onun
“İnsan”lığını en yüce doğa olayı olarak ele alır. Evrimlere yürekten inanır.
“Sizler Doğa’nın çocuklarısınız” der. İnsanlara eziyet edenleri, sömürenleri,
aldatanları şiddetle kınar. Ama sömürülenlere de yalnız acıma duygusuyla
yanaşmaz: “Eğer başınıza
bir despot geçmişse bunun sorumlusu sizlersiniz; Yüce Yaratan, alnınıza
diktatörleri yazmamıştı, bunu sizler kendi kendinize yazıyorsunuz” der.
İnsanların, insanlıklarına kavuşmak istiyorlarsa, diktatörlere başkaldırmaları
gerektiğini savunur.
Cibran’a
göre “Doğa”da “Doğa”nın kendinden başka giz yoktur. Pragmatizmin doğurduğu
madde-tapımcılığına şiddetle karşıdır. Doğa’yı diyalektik yöntemle çözümler. Ne
“evet” tek başına evet, ne de “hayır” tek başına “hayır”dır. İkisi bir bütündür,
biri olmasa öteki de var olamaz. Cibran için insanoğlu bir bütün olarak yüce
bir yaratıktır. Duygu, düşünce ve davranışlarıyla “Doğa”nın sunacağı
nimetlerin en iyisine lâyıktır. Doğa, nesi var nesi yoksa en âdil biçimde
insanlığa sunmaktadır; öyleyse insanlar da bu “nimetlerden” eşit paylar
almalıdırlar. Başkalarının zararına, kendi çıkarlarına ticaret yapanlar, hiçbir
üretimde bulunmadan onun bunun ürününü alıp birbirlerinden habersizce satarak
oturdukları yerde kazanç sağlayanlar, insanlığın yüz karasıdırlar... Mademki
“Doğa”da “İlahi bir Adalet” var, Tanrının bir parçası olan insanda ve onun
toplumunda da aynı adalet bulunmalıdır.
Kadın-erkek
ilişkilerinde ne kadına ne erkeğe üstünlük tanır. “İkiniz de üstünsünüz,
birbirinize gereksinmektesiniz, bu nedenle de “eşitsizin” der. “Sevgi’nin tutsağı olmayın, sevginizi kullanarak birbirinizin üstünde
baskı kurmayın. Çünkü, şunu aklınızdan çıkarmayın ki sevginin tek hedefi
vardır; kendi kendine yetmek. Sevgi, ne kendinden bir şeyler verir ne de
bütünlüğüne dışardan bir şeyler katılmasına göz yumar...”
Resimleri
Sanat,
Cibran’a göre, sanatçının imgelemi ile yapıtını seyreden kimse arasında dolaysız
biçimde kurulacak bir haberleşme aracı olmalıdır. Bu nedenle resimlerinde,
seyredenin aklım karıştıracak, onu eserin gerçekliğinden uzaklaştıracak
ayrıntılara girmediğini belirtir. Tablolarında sembolizm natüralizm ve realizm,
içice girerek bir determinizmi oluştururlar. Anatomik yapıya büyük önem
verilmiştir. Deformasyonlardan kaçınılmış, figürlerin yüzlerine sindirilmiş
olan dünyasal acı ve elemler sanki bedenlerine de işletilmek istenmiş gibidir.
Cibran’ın bir başka özelliği de insanoğlunu hep doğadaki olağan şekliyle,
çıplak olarak işlemiş olmasıdır. Kadınlar, erkekler ve çocuklar hep maddeden
arınmıştır. İster gökyüzünde, ister yeryüzünde; olsunlar, çevreleri “Yaşam”ın
canlıyı canlı yapan “buhur”uyla sanlıdırlar. Resimlerinin çoğunda eşit sayıda kadın-erkek
figürü kullanması da dikkati çeken bir noktadır. Çoğunlukla karakalem
çalışmalar yapmıştır. Yağlıboya ve suluboya tabloları da vardır.
Etkisi Sürüyor
Halil
Cibran’ın en büyük başarısı, hiç kuşkusuz, kendini kapitalist Batı toplumuna
kabul ettirebilmiş olmasındadır. Kendi düzenini en uygar ve üstün düzen sayan
Batı’ya “akıl hocalığı” yapmak hiç de kolay değildir. Akıl öğretmeye kalkışacak
kimse kendi içinden gelmiş olursa pek ses çıkarmaz Batı, ama Doğulu, hele Yakın
doğuluysa, hiç dayanamaz. “Kim oluyor bu Şarklı?” der. Cibran, Batı’nın işte bu
insafsız önyargıcılığını kırmıştır. Üstelik kırmakla da kalmamış, Batı’nın
gözlerini Doğu’ya çevirtmiştir. Özellikle Batı’nın 1960 sonrası “çiçekli
devrimcileri” Cibran’ı bayrak edinmişlerdir. Etkinliği her geçen gün biraz
daha artmış, düşünceleri biraz daha yayılmıştır. Öyle ki ABD Devlet Başkanı
John F. Kennedy bile ünlü söylevinde onun düşüncelerinden yararlanmıştır: “Vatan benim için ne yapabilir diye
değil, ben vatanım için ne yapabilirim diye sorun.”
Sanat Edebiyat ‘81
1 Eylül 1982
1 Eylül 1982
Türk Dil Kurumu, tartışma
gündemindeki yerini koruyor. TDK’nın bugünkü durumu ile ilgili düşüncelerinizi
belirtir misiniz?
Türk
Dil Kurumu konusuna “Sonun Başlangıcı mı?” sorusuyla yaklaşabiliriz. Günümüzde
Türk Dil Kurumu adıyla tanınan ve bilinen örgüt, 12 Temmuz 1932’de bizzat Mustafa
Kemal’in girişimiyle ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti adıyla kurulmuştu. Aradan tam
elli yıl geçmiştir. Bu elli yıllık dönemde söz konusu kuruluş Türkiye’de en çok
tartışılan, (belirli çevrelerce yüceltilen, belirli çevrelerce de yerilen)
örgütlerden biri, belki de birincisi olmuştur. TDK’ya yönelik eleştiriler,
başlıca iki başlık altında toplanmaktadır.
A)
TDK, Osmanlıcayı yıkarak
yerine uyduruk -tâbir onların- bir Türkçe koymuş, böylelikle de “mîllî ve mukaddesi”
değerlerimizin genç kuşaklara aktarılmasını engelleyerek, insanlarımızı
geçmişinden kopartmıştır;
B)
TDK, sadece (A)’daki
davranışta bulunmamış, üstüne üstlük Türk Dili’ni bilgisizce tahrif etmiş, akıl
almaz dilbilgisi hataları yapmış ve en önemlisi yabancı bir ideolojiye esir
olarak zararlı, millî birlik ve beraberliği bozucu ve bölücü nitelikte
kavramlar -örneğin devrim gibi- ve kelimeler türetmiştir.
Bu
görüşlere karşı TDK ve onu savunanlar da Türk “Dil Devrimi”ni bizzat Atatürk’ün
gerçekleştirdiğini ve bu devrimin Batılılaşmak ve Çağdaş Uygarlığa ulaşmak için
mutlaka desteklenmesi gerektiği görüşünü vurgulamışlardır. Yapılan ve
yapılabilecek hataları telâfi amacıyla da TDK’nın ürettiği kelimeleri -onlara
göre sözcükleri- zorla kullanmak mecburiyeti bulunmadığını, kelimeler tutarsa
benimseneceğini vurgulamışlardır. Biz bu konuyu yıllardır pek çok kez tartıştık.
Nedir ki özellikle 12 Eylül’den bu yana TDK’nın durumu Devlet nezdinde bir kez
daha ele alındı. Son zamanlarda da kapatılması ya da Akademi’ye dönüştürülmesi
şeklinde -henüz belirginleşmemiş de olsa- bazı girişimler yapılıyor. Her nasıl
olursa olsun, TDK için karar günleri yaşanıyor. TDK için belki de sonun
başlangıcına gelindi. Öte yandan giderek artan eleştiriler TDK tarafından -geleneksel
tavra uygun olarak- hâlâ, ya görmezlikten geliniyor ya da üstü kapalı, beylik
sözlerle yanıtlanıyor.
Testi
kırıldıktan sonra akıl vermek kolaydır. Onun için önceden görüş bildirmeyi
“aydın sorumluluğu” sayıyoruz. Hemen belirtelim ki -bizi ihbar etmiş oldukları
halde- TDK’daki kadroya karşı önyargılı değiliz. Bu öznel etmeni açıkça
vurgulamayı da -onlar açısından- gerekli görüyoruz.
TDK’nın, “Dil Devrimi ”nin
savunucusu olduğu görüşünü nasıl yorumluyorsunuz?
İlkin
şunu saptayalım. TDK kendisinin “Dil Devrimi”nin tek ve biricik savunucusu
olduğunu daima vurgulamıştır. Ve ilginçtir, özellikle 27 Mayıs 1960’dan bu yana
TDK, usta bir manipülasyonla “Dil Devrimi” ile kendisini özdeşleştirivermiştir.
Kemalist devrimleri korumak ve kollamakla kendilerini görevli bilen çevreler
de -ki bunlara kim ne derse desin solcular da dahildirler- bu durumu olağan ve
olması gereken diye değerlendirmişlerdir. Oysa, şu önemle ve özenle belirtilmelidir
ki “Dil Devrimi” AYRI, TDK AYRI olgulardır. Mustafa Kemal, “dil” konusunda
gerçekten bir “devrim” yapmıştır. Ama -dikkat- TDK’yı kurarak DEĞİL,
Osmanlıca- Arapça-Farsça alfabeyi KALDIRIP yerine LATİN alfabesini koyarak. Ve
bu da -HARF DEVRİMİ- 1928’de olmuştur. Bu gerçek bir “Devrim”dir. TDK’nın
kurulması ise bu “Devrim”in ta kendisi değil, onun itici gücünün ortaya
çıkardığı siyasal “Kurumsallaşması”dır. Çünkü, “Dil Devrimi” bir bütünün
parçasıdır. Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet radikalizmine uygun bir girişimdir.
Dolayısıyladır ki TDK, “Dil Devrimi’ni değil, ülkedeki İktisadî, siyasal,
toplumsal, tarihsel, yöntemsel ve kültürel devrimler -bu meyanda Dil Devrimi-
TDK’yı belirlemelidir. Ama durum tam tersi yönde gelişmiş ve TDK, diğer
devrimleri ve başta Dil Devrimi’ni yönlendiren ve belirleyen bir merkez
kuruluş haline gelmiş ya da bu role bazen dolaylı bazen dolaysız yollardan
talip olmuştur. Bizce böylesi bir tavır, TDK’nın boyunu aşan bir hevestir ve
sakıncalı sonuçlar doğurmuştur.
Bu sakıncalı sonuçlan örnekler
misiniz?
Şunu
vurgulayalım ki “Dil Devrimi”, Türkiye toplumunun malıdır. TDK’nın tekelinde
değildir ve olamaz. TDK, öncelikle babasının malı gibi tepe tepe kullandığı,
tekelinde tuttuğu “Dil Devrimi”nin KENDİSİNİN DEĞİL, tüm Türkiye’nin olduğunu
kabullenmelidir. Devrimler, Türkiye toplumuna aittirler, belirli kişi, kuruluş
ya da gruplara değil. Bu bir.
İkincisi,
Devrimler toplum tarafından benimsenirlerse gerçeklik kazanırlar, siyasal
girişimler ise sadece siyasal kadroların kararlan ve sorumluluklarındadır,
toplumu bağlamayabilirler. Bu nedenledir ki Türkiye’de insanlar gerçekten zor
ve karmaşık olan eski Türkçe yerine yeni Lâtince harflerle okuyup yazmayı
benimsemişler ve karşı çıkmamışlardır. Ama bu benimseyiş, hiç kimseye ve
kuruluşa Lâtince harflerle, kendi geçmişine ait kelime, kavram, deyim ve
terimleri YAZDIRMAMAK ve KULLANDIRMAMAK hak ve yetkisini vermez/vermemiştir.
Kaldı ki Türkiye’de hemen hiç kimse Lâtince HARF’lere karşı değildir. Ama
Türkiye’de -biz dahil- büyük çoğunluk, TDK’nın “Dil Devrimi” ile Öz Türkçeciliği
kendi şahsında özdeşleştirmesine karşıdır. Bizce, bir dilin alfabesi
değiştirilebilir. Bunun için İktisadî, siyasal, toplumsal, tarihsel koşullar ve
durumlar oluşmuştur; “Devrim” yapılır. Ama “HARF Devrimi”nden yola çıkıp var
olan “Dirin, nerdeyse tamamının değiştirilmesi düşünülemez. TDK ise, “Dil
Devrimi”ni bahane edip, var olan dilin nerdeyse tümünü değiştirmek gayretlerine
girmiştir. Hemen belirtelim ki bu sakat tavır, tabiidir ki TDK’yı değil, onu
yöneten kadroları bağlar. Şunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir ki kurumlar
kalıcı, kadrolar geçicidirler. Bizler, bu nedenledir ki anti-emperyalist
nitelikte siyasal bir girişim olarak değerlendirdiğimiz TDK’yı kalıcı
olmasından ve savunulmasından yanayız. Ama TDK’yı yöneten -bugünkü- kadroya
kesinlikle karşıyız. Bu kadro gitmeli ama TDK ve onun kuruluş amacı korunmalı
ve savunulmalıdır.
TDK'ya yöneltilen eleştiriler
konusundaki görüşleriniz nedir?
TDK’ya
yöneltilen (A) başlıklı eleştirinin gerçekte hiçbir bilimsel ve rasyonel değeri
yoktur. Bu tamamen reaksiyoner/gerici bir tavırdır. TDK, Osmanlıcayı yıkmıştır
demek, esasta, “Harf Devrimi”ne karşı olunduğunu söyleyememek demektir. Ne var
ki bunu söylemek hem kolay değildir hem de söyleyenlerin de çıkarlarına uymaz.
Osmanlıcayı savunanlar, bunu eski Türkçeyle yapsalar -örneğin şu namlı
Tercüman’ı eski Türkçeyle yayınlayabilseler- ne etki yapabilirler? Tek
kelimeyle hiç. Bugün yarım milyon tirajı olan bu gazete iki günde birkaç bine
düşer. (Kaldı ki, Nazlı patroniçeye de yol gözükür.) Bu eleştiriyi yöneltenlerin
gerçekteki amacı üzüm yemek değil, bağcı dövmektir. TDK kendi ellerine geçse
yapabilecekleri hiçbir şey yoktur. TDK “Ulusallaşmak” için zorunlu ve gerekli
bir önkoşuldur. Kapitalizm-emperyalizme göbekten bağlı bu kadronun “Ulusallaşma”
için zorunlu olan bu önkoşula karşı çıkışı, tamamen kişisel çıkar
hesaplarından kaynaklanmaktadır. Nitekim TDK, kapatılsın aynı görevi bizim
kuracağımız Akademi yüklensin diyerek, gerçekte neyi amaçladıklarını ortaya
koymaktadırlar. Bu kadro, TDK’da iktidarı ele geçirmek istemektedir. Yoksa Türk
Dili’ne bir katkıları olacak değildir. Söz konusu kadroda böyle bir katkıyı
yapabilecek ne bilgi ne de yetenek vardır. Bu kadro Osmanlıcayı savunur ama
aralarında şeriatı ve İslâmî “Dil”i bilen hemen hiç kimse yoktur. Bu
nedenledir ki söz konusu kişiler, TDK’ya iktidar olmayı, sadece ve sadece bağlı
oldukları siyasî örgütleri iktidara getirmek ya da orada tutmakta bir araç
olarak -yani siyasî bir silah olarak- kullanmak kastıyla istemektedirler. Bu
nedenledir ki TDK kadronun, göz boyayıcı lafazanlığına bakılarak
kapatılmamalıdır. TDK’nın bu kadronun eline geçmesi halinde, iyi kötü 50 yıldır
alınan mesafe olduğu yerde kalır. Söz konusu, TDK’nın yaptıklarını bozar. Ama
bunu Atatürkçü olmadığı için değil, “Devrimci” olmadığı için yapar. Nasıl ki
“Kemalist kafayla, Sosyalist örgütlenme yapılamazsa”, “Liberal kafayla da
Radikal değişimler yapılamaz.” TDK ise yukarıda da belirtildiği üzere, M. Kemal’in
Cumhuriyetçi Radikalizminin eseridir.
Yukarıda
(B) başlığıyla özetlediğimiz eleştiriyi yöneltenler bir bütünün başka bir
parçasıdırlar. Bunlara göre TDK, en azından komünist ideolojinin “cirit attığı”
bir fesat yuvasıdır. Her girişiminde gizliden gizliye “ihtilalcilik ve
komünizm” vardır. Bu amaçla da kelimeleri tahrif etmekte, kavramları
çarpıtmakta ve dilimizi bozarak, bölücülük yapmaktadır.
Bu
görüş öncekinden daha mesnetsiz, nerdeyse şizofrenik bir sayıklamadır. TDK’nın
belirli terim ve kavramları baş aşağı ettiği, içerikliklerini boşalttığı
gerçektir. Ancak söz konusu kavramlar, modem materyalist görüşün terminolojisinde
yer alan kavramlardır. (Örneğin sermayeyi, anamal; patronu, işveren yapmaları
gibi.) TDK, bugüne dek, bırakınız “komünist ihtilâl”e bilerek bilmeyerek
hizmet etmeyi, bizce tam tersine, bilerek ve isteyerek “Bilimsel Sosyalizm”in
terminolojisini darmadağın etmektedir. Ne var ki bu iddiayı ortaya atanlar
gerçek amaçlarını gizlemektedirler. Böylelikle, bir kontr-balans oluşturmaya
çalışmaktadırlar. Hedefleri, TDK’yı komünistlikle suçlayıp, Türkiye’nin dışa
bağımlılığını -her alanda- pekiştirmektir. TDK, kurum olarak, kişisel görüşümüz
odur ki bu gruba karşı da savunulmalıdır.
Dışa
bağımlı olmayı şiar edinmiş kafalar, TDK’yı ve Türkiye’yi emperyalizmin
kuyruğundan başka hiçbir yere taşıyamazlar.
Peki, ya TDK’yı bugünkü konumu
içinde savunanlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Övgülere
gelince, başta Cumhuriyet gazetesi yazarları olmak üzere adları solcuya çıkmış
bir aydın kadro, TDK’yı övmekte ve savunmaktadırlar. Biz bu savunmacılığa katılmıyoruz.
Çünkü savunmak eleştirmekle olur. Söz konusu kişiler, TDK’daki kadroyu öznel
nedenlerle savunuyor ve destekliyorlar. Bir eleştiri yöneltildiği zaman, derhal
“şimdi sırası mı?” cümlesiyle susturmaya kalkışıyorlar. (Bize yapmayı
denedikleri gibi.) Oysa, TDK adına hareket eden kadro akıl almaz hatalar
yapıyor.
Burada hemen bir parantez açmak
istiyoruz. Örneğin, kültür yerine ekin denilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Kesinlikle
böyle bir şey denilemez. Kültürün ekip biçmekle ilgisi yoktur. Oysa Türk Dil
Kurumu, 1920’lerde söz konusu edilen ve agrikültürden kaynaklanan tanımı kullanmakta
direniyor. Ne var ki yine TDK’nın ileri gelen üyelerinden Prof. Bedia Akarsu,
kitabında kültür kelimesinin agrikültürden kaynaklanmadığını, “colere”
kelimesinden geldiğini ve “colere” kelimesinin de Latincede “bakım” kelimesinden
türediğini belirtmektedir. Oysa Özer Ozankaya hazırladığı “Toplumbilim
Terimleri Sözlüğü”nde kültür karşılığı olarak “ekin” kelimesini kullanmış ve
bu kelimeden türetilen 33 madde yazmış. Ama aynı Özer Ozankaya’nın kitabı
“Köyde Siyasal Kültür Araştırmaları” adını taşıyor. Şimdi bu durumda “Köyde
Siyasal Ekin” mi diyeceğiz? Bir başka örnek de “civil kültür” deyimi. “Civil”,
yurttaş, yurttaşlık anlamına geldiğine göre, civil kültür de yurttaş ekini ya
da yurttaşlık ekini demek mi oluyor acaba?
Uygulamadaki bu hataların yanı sıra,
temel yaklaşımda da hatalar oluyor kuşkusuz.
TDK’daki
kadro bir “çağ değiştirme”[19]
efsanesi üretmiş gidiyor. Bilimsel olarak hiçbir toplum “çağ değiştirmez.” Bir
“çağdan çıkıp, diğerine girmez.” Ama toplumlar belirli üretim tarzlarından
çıkıp, başka ve daha üst üretim tarzlarına girerler/geçerler. “Çağ
değiştirme”yi alegorik anlamından koparıp, “Nesnel-Gerçeklik” sanmak ve bunu
var edebilmeye uğraşmak, ya safdilliktir ya bilgisizliktir. Çünkü bu durumda
“Dil’de Çağ Değiştirme” nasıl olabilir? diye bir soru doğar ki bu da düpedüz
saçmalamak olur. Böylesi temel bir yanılgıyı sürdüren kadroyu desteklemek
mümkün değildir. Bugünkü TDK kadrosu, var olan Dil’e çağ değiştirtmeye
kalkıyor. Bu bir “sanrı” (halüsinasyon)dır. Ve buna gülmek değil, üzülmek; övgü
değil eleştiri gerekir.
Sizce “Harf Devrimi ”nin önemi
nedir?
M.
Kemal’in “Harf Devrimi”, gerçekte Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde çok büyük
önemi haiz başka bir “Devrim”le iç içedir. Bu devrim “Laikleşme”dir. M. Kemal,
eski alfabeyi sırf “kolay okuyup, öğrenmek” için değiştirmedi. Bu değişikliğin
ardında “Batılıca” normları tam alabilmek çabası yatar. Bunların başında da
“Laikleşme” gelir. Eğer eski alfabe kolaydı, Cumhuriyet döneminde “Laikleşme”
yerleştirilemezdi. Arapçanın Kur’an yazısı olduğu anımsanırsa, toplumsal
bilinçten bunun silinmesinin ne denli önemli rolü olduğu anlaşılır. Yeni
harflerin kabulü işte bu bağlamda anlam ve önem taşır. Uhrevî bir “yazıdan”
cismanî (corporal) bir yazıya geçiştir bu. Allah’a ve onun Halifesi’ne “kul”
olmaktan Cumhuriyet “birey”i olmaya geçişi hazırlayan önkoşullardan biridir. M.
Kemal, bunu aklında tutarak yaptı “Harf Devrimi”ni. Halifeliğin kaldırılması (3
Mart 1924); Şeriye ve Evkaf Vekilliklerinin kaldırılması; Öğrenimin
birleştirilmesi (aynı gün); Şeriye mahkemelerinin kaldırılması (8 Nisan 1924);
Anayasa’nın kabulü (20 Nisan 1924); Tekkelerin, Zaviyelerin, Türbelerin
kaldırılması (30 Kasım 1925); Türk Medeni Kanunu’nun kabulü (17 Şubat 1926);
Anayasadan Laikliğe aykırı maddelerin çıkarılması (10 Nisan 1928); Harf Devrimi
(1 Kasım 1928) ve liselerden Arapça ve Farsça derslerin kaldırılışı (1 Eylül
1929) hep bir sırayla ve “BU” amaçla yürütülmüş faaliyetlerdir.
Sözü bağlarken bu konuda
ne gibi önerileriniz var?
A)
Biz ne TDK’nın Öz
Türkçeciliğini savunuyoruz ne de SİSAV kısa adı altında toplananların “Yaşayan
Türkçe” dedikleri görüşü. Bizce, dil “toplumsal”dır. Dolayısıyladır ki
Türkiye’nin “Kültür Dili”ni savunuyoruz. Kültürel birikimle uygarlaşma olgusu
arasındaki doğrudan ilişki dikkate alınırsa, niçin bunu savunduğumuz daha kolay
anlaşılır. Uygarlık derken de “İktisadî şartların siyasallaştırdığı
insan(lar)ın, tarihi toplumsallaştırma faaliyet(ler)ini” anlıyoruz. Bu
nedenledir ki “Tarihsiz” bir dil olamayacağı görüşündeyiz.
B)
Kurum olarak TDK’ya karşı
değiliz; bulunmasında yarar olan bu Kurum’u her nasılsa eline geçirmiş olan kadroya
ve bu kadronun, kısırlaştırıcılık zihniyetine karşıyız.
C)
50 yıllık deney, dil
konusunda yapılması gerekenlerin, çeşitli nedenlerle yapılmamış olduğunu
göstermiştir. Bu bakımdan, Osmanlıca mı Öz Türkçe mi tartışmasına bir an önce
son verilmesinden ve bunların tarihsel gelişimlerinin “özerkçe” incelenmesi
için gerekli ortamların sağlanmasından yanayız.
D)
Buna göre TDK gibi, Osmanlı
(Selçuklu dahil) Dili İnceleme ve Araştırma Kurulu kurulmalıdır, diyoruz. Bu
kuruluş, öte yandan, kesinlikle SİSAV’cılara değil, günümüzde “İslamcı” diye
bilinen “Müslüman aydınlara” teslim edilmelidir. Onların geçmişten Cumhuriyet
dönemine taşıyacakları “Dil” çalışmalarım, Türk Dil Kurumu, “geleceğe”
taşımalıdır.
“Dil”,
Türkiye’nin -ve her ülkenin- uygarlaşabilmesinde, anlatılamayacak kadar önemli
bir araçtır. Öznel nedenlerle “Dil” kişilerin, zümrelerin ve/veyâ kadroların
tekeline terk edilirse, Türkiye, dünyadaki teknik, bilimsel kültürel,
sanatsal felsefî gelişmeleri izleyemez. En kısa deyişle, ne Tarihsiz Dil olur;
ne de Dilsizleştirilmiş Toplum. Bunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sanat Edebiyat ’81
1 Aralık 1982
1 Aralık 1982
Genel çerçevesi yeni
anayasa ile çizilen siyasal örgütlenmeye geçildiği şu dönemde, sanat ve
kültürün yükümlülüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belki
pek dikkat çekmemiştir ama Anayasa’ya dayalı Siyaset ile Siyasi olmak iki
farklı olgudur. Kanımca sanatçı ve kültür adamlarının yükümlülükleri, birtakım
“Siyasi”lerle bütünleşmekten ayrı olarak mevcut/verili “Anayasal Siyaset”i
yorumlamak ve değerlendirmekte odaklanır. Diğer bir deyişle, kanımca, sanatçı
ve kültür adamları birtakım “Siyasilerin yol göstericiliğinde “Siyasi” olmaya
çalışmak- tansa, mevcut “Anayasal Siyaset”in niteliğini irdeleyerek tarihsel
toplumsal yükümlülüklerini yerine getirebilirler. Bu, içinde bulunduğumuz şu
olağanüstü dönemde, belirli bir dünya görüşünü savunan sanatçı ve kültür
adamları için dikkate alınması gereken ilk olgudur. Bunun bir de savunulmakta
olan dünya görüşü karşısındaki yükümlülük safhası vardır. Bu da bence
ÖZELEŞTİRİ’de odaklanır. Kısacası, bugün kendini ilerici kabul edenler kuramda
ve pratikte öncelikle ÖZELEŞTİRİ’nin yol göstericiliğine ihtiyaç duymalıdırlar.
Bu dönemin yükümlülüklerinden İkincisi de kanımca budur.
Nokta Dergisi
10-16 Aralık 1982
10-16 Aralık 1982
Hazırlayan: Arda Uskan.
Aytunç Altındal,
"Siyasal-Kiiltür ve Yöntem ” isimli kitabının fazla satış yapacağını
ummuyor... “Buna rağmen kültürel sorunlarla ilgili bir kitabın üç beş bin
okuyucu bile bulması sevinilecek bir olgudur” diyor...
Dilimizden
düşürmediğimiz bazı sözcükler vardır... Örneğin toplum deriz, tarih deriz,
iktisat deriz... Acaba bu kelimelerin ve kavramların toplumbilim açısından ne
anlama geldiklerinin üzerinde hiç durduk mu? Ya da bunlarla ilgili bilimsel
araştırmaların yapılıp yapılmadığını düşündük mü hiç?
Örneğin
çoğu zaman hiç düşünmeden “biz” deriz...
Gerçekte
toplumbilim açısından “biz”in ne anlama geldiğini ve bu “bizciliğin”
sonuçlarının topluma etkilerini pek düşünmemişizdir...
Yazar-Araştırmacı
Aytunç Altındal’ın “Siyasi Kültür ve Yöntem” isimli kitabı bu konuda ilk kez
ciddi bir araştırmanın ürünü olarak göze çarpıyor. Aynı zamanda yayınevinin de
sahibi olan Altındal’a böyle bilimsel bir kitabın ülkemizdeki alıcısının ne
kadar olduğunu sorduk ilkin...
Bu
kitabın üç veya beş bin arasında satacağını umuyorum ki bu da içinde
bulunduğumuz dönemde fazla önemsenecek bir rakam değildir. Herhangi bir
yayınevi benim bu kitabımı basacağına cinsel duygular gıdıklayan bir kitap
bassa hiçbir rizikoya girmeden tatlı kârlar sağlar ve Bodrum’da ilericilik
türküleri söyleyerek gününü gün eder... Buna rağmen kültürel sorunlarla ilgili
bir kitabın üç beş bin okuyucu bile bulması sevinilecek bir olgudur...
Kitabın amacım kısaca
özetler misiniz?
Bir
ülkede öncelikle dikkate alınması gereken bazı kültürel oluşumlar vardır...
Ülkemizde, kültür üzerine yapıla- gelmiş araştırmalar sayıca çok azdır...
Üstelik bunların bir kısmı Batı aktarmacılığından öteye geçmez... Gerek Batı
Avrupa’da gerekse Türkiye’de bugüne dek kültür ile insanın emeği ve toplumsal
çalışma verimi arasındaki bağlantıya pek dikkat edilmemiştir. Çalışma veriminin
düşmesi ile kültürel formasyonların durağanlaşması arasında kanımca doğrudan
orantı vardır. Yani toplumda çalışma verimi düştüğü anda kültürel
formasyonların her alanında bir durağanlaşma oluyor diyoruz... Bunun kanıtını
tarihten verebiliriz... İnsanoğlu yerleşik topluma geçinceye kadar milyonlarca
yıl göçebelik halinde ve doğayı yağmalayarak yaşamıştır.. Oysa yerleşik düzene
geçildiğinde son on bin yıllık gelişme göz kamaştırıcıdır.
Bunun
nedeni de son on bin yılda büyük ölçüde artmış olan çalışma verimidir... Ne
zaman ki insanın çalışma verimi yükseliyor, o zaman kültürel gelişme hız
kazanıyor... İşte kitapta işlenen konular bu bakış açısı ile değerlendirildi...
Bu araştırma yöntemi ile
varılan sonuçlardan somut bir örnek verebilir misiniz?
Türkiye’de
olduğu gibi hemen her toplumda rastlanan ve kesinlikle kültürel gelişme ile
bağlantılı olan bir olgu var. Bütün dünyada bir inceleme alanı olan bu olguya
Batı, “Sosyo-Santrizm” diyor. Bu deyimin tam tercümesini yapmak çok güç... Çok
geniş anlamda “Bizcilik” diyebiliriz belki... Malûm, “Ego-Santrizm”de, şahıs
kendini dünyanın merkezi kabul eder... Her şeyin kendisi ile başladığı ve bittiği
inancındadır...
“Sosyo-Santrizm”de
ise belirli bir grubun üyesi olduğunu kabul eden şahıs bu kez de dünyanın
merkezi olarak kendi “bizi”ni görür...
Gruptan kastettiğiniz
nedir?
Herhangi
bir şekilde toplumda, kendi değerlerinin en üst değerler olduğunu düşünen
kişilerin oluşturdukları gruplan kastediyorum...
Daha somut bir örnek
verebilir misiniz?
Örneğin
“biz kolejliler”den başlayarak, “biz doktorlar”, “biz Fenerbahçeliler”e kadar
uzanan bir yelpaze olabilir... “Bizlerin sahip bulunduğumuz değerler bütün
toplum için en geçerli değerlerdir” inancı burada belirtmek istediğim... “Biz
kolejden yetişmişiz, bizim edindiğimiz değerler en çağdaş değerlerdir, dolayısı
ile toplumda bu değerler esasa kabul edilmeleridir” inancı...
Bu gruplar yelpazesini
nereye kadar çoğaltıyorsunuz... Örneğin “Biz kapitalistler”, “Biz sosyalistler”
kavramlarını da içine alıyor mu?
Batı’nın
bilimsel literatüründe söz konusu bu iki toplumsal katman sosyo-santrizm’e
girmez... Ancak bazı araştırmacılar özellikle üçüncü dünya ülkelerinde,
kendilerini belirli bir toplumsal kategoriyi savunur kabul eden kişi ve
yazarları bu grubun içinde mütalaa ederler. Bana göre Türkiye’de
sosyo-santrizm, ağızlarından halk ve halkımız sözcüklerini düşürmeyenlere kadar
gelişmiş durumdadır. “Halkımız istiyor”, “Halkımız der ki”, “Halkımız her şeyi
daha iyi bilir...” İşte “BU” görüş...
Ülkemizde de bu tip
yazarlar var mı?
Hiç
kuşkusuz var...
Kimlerdir?
Örneğin
“biz halkız, halkımız her şeyi en iyi bilir” diyen ve bunu bilimsel olarak
değil bir inanç sorunu olarak görüp savunan hemen herkes bu kategoriye girer..
İsim yok mu?
İsim
vermeyelim.. Çünkü henüz çok yeni bir konu... Üzerinde daha tartışmak
gerekir...
O zaman sosyo-santrizm ’e
karşısınız...
Evet,
bunu kültürel bir hastalığın sonucu olarak görmek mümkün...
Araştırmalarınıza göre
kendini merkeze koymak olayının benzer başka şekilleri de var mı?
Benzer
nitelikli iki ayrı olay daha var... Birincisi “Antropo-santrizm...” Soyut
insanı, dünyanın merkezine koymak... Buna en belirgin örnek bir dönem
Almanyası’nda görülmüştür.. “Tarihten önce vardık, tarihten sonra da var
olacağız” düşüncesidir...
Diğer
örnek ise “Genital Santrizm” adını
taşır... Genital bilindiği gibi üreme organı demektir. Bunu da cinsiyetlerden
birinin iki bacak arasını merkeze koymak diye kabaca tarif edebiliriz. Toplumu
ve insanlığı değerlendirirken odak cinsiyetlerden birinin üstünlüğünün kabulü
ve tüm değerlerin buna bağlanması halidir...
“Biz kadınlar”, “Biz
erkekler’’ grupları diyebilir miyiz buna?
Kolay
anlaşılması acısından böyle denilebilir...
Son günlerde en ciddi
gazete ve dergilerde bile işlenen cinsiyet konusunun sizce Genital Santrizm ile
ilişkisi var mı?
Türkiye’de
özellikle belirli çevrelerde seks bilgileri adı altında belki de farkında
olunmadan Genital Santrizm lanse edilmektedir... Örneğin Yankı dergisinde yer
alan seks ile ilgili yazıların birçoğu bu akım içinde değerlendirilebilir.
Topluma seks ile ilgili bilgiler vermek başka (ki bunun Türk toplumu için
gerekli ve zorunlu olduğu bir gerçektir) seks bilgileri adı altında, gerçekte
üreme organlarına dayalı bir erotizmi bilim kabul ederek yutturmaya kalkmak başkadır...
Aradaki nüans sanıldığından çok daha önemlidir...
Zararlı mıdır demek
istiyorsunuz?
Zararlıdır...
Çünkü giderek özellikle gençler arasında bunlara dayandırılmış bir değerler
sistemi oluşur ki bu da ülkenin cinsel sağlığı açısından yarar değil, zarar
getirir...
Hürriyet-Show Dergisi
25 Nisan 1993
25 Nisan 1993
Geçtiğimiz yıl
yayınlanan “İsa ’nın Üç Yüzü ” adlı kitap Hıristiyan dünyasında bomba gibi
patladı [20].
Yazarı, yıllar önce İsviçre’ye yerleşmiş bir Türk, Aytunç Altındal. Avrupa’nın
pek çok ülkesinde kitapları basılan, demeçleri radyo ve televizyonlardan
verilen Altındal, şu sıralar, kendi tabiriyle “Hıristiyan mahallesinde kandil
simidi satmaya” çalışıyor.
Aytuııç
Altındal, 1945 Bakırköy doğumlu bir Türk. Yayınevi ve sanat galerisi sahibi
olduğu İsviçre başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde fırtınalar estiriyor
şu sıralar. Hıristiyanlık ve İsa’yla ilgili görüşleri nedeniyle sert eleştirilere
hedef olan Türk yazarın çarpıcı iddiaları, Hıristiyanlık âleminde geniş şekilde
tartışılıyor. Kısa süre önce İngiltere’de yayınlanan “İsa’nın Üç Yüzü” adlı
kitabında, gerçekten çarpıcı iddialara yer vermiş Altındal. Söz konusu kitap,
yakın bir tarihte Türkçeye çevrilecek. İşte “İsa’ya
Özgürlük” sloganını benimseyen Altındal’dan inciler:
· İsa, Vatikan’da
hapistir. Vatikan’ın tekelleştirdiği İsa, bir devlet tanrısı haline
getirilmiştir. Gerçek İsa’yla hiç ilgisi yoktur. Ben Hıristiyan olsam İsa’ya
özgürlük kampanyası başlatırdım.
· Hıristiyanlık, özellikle de Katoliklik bir din değil, külttür. İsa da
dünyevi hale gelmiş bir Musevi’dir. Annesi de Musevi’ydi.
· Musevilik din olmaktan çok bir varoluş tarzıdır. Ancak kendi içine
kapalı bir sistemdir. O kadar kapalıdır ki günümüzde kullanılan kültür kelimesi
bile İbrancada yoktur. 19. yüzyılın sonunda dile girmiştir bu kavram. Musevilik
kendi sistematiği olan bir dindir. Tanrı, Musevi’nin hayatını ikiye bölmüştür.
Bir tarafta helal, diğer tarafta haram vardır. Bu şeriat, daha sonra
İslamiyet’in esasını teşkil eden şeriat halini almıştır. Bu şeriat dışında, ilk
defa İsa, insanı ve onun haklarını Musevilik sistematiğinin içine koymuştur.
Musevilikte yasak olan pek çok şeyi serbest bırakmıştır. Domuz eti yemeyen
Musevilere bütün hayvanların etlerinin yenebileceğini söylemiş, tüm Musevilerin
tatil yaptığı cumartesi günleri (şebat günü) için de “İnsan şebat için
değil, şebat insan içindir” demiştir.
· Hıristiyan-Yahudi çatışmasının temelini İsa’nın bir cümlesi
oluşturuyor. O, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Kayzer’in hakkı Kayzer’e, Tanrı’nın hakkı
Tanrı”ya demiştir. İlk bakışta bu sözler masumane gelebilir. Ancak büyük tepki
almıştır. Çünkü Sezar bir insan, hem de tanrı tanımayan bir insandır.
Haklarının Tanrınınkilerle eşit olması düşünülemez bile. İsa, bir insan olan
Sezar’ın hakkıyla Tanrınınkini eşit düzeye getirdiği için büyük bir suç
işlemiştir. Musevilikte, Tanrının hakkının olduğu yerde insan hakkından söz
edilemez. İnsanın, Tanrının gücünden korkmak ve ona kölelik etme hakkından
başka hakkı yoktur. Musevi tanrısı insanlara on emir vermiştir, on hak
değil.
· İstatistik olarak ilginç bir rakam var ortada: “Hıristiyan” kelimesi,
İsa’nın ölümünden 70 yıl sonra kullanıldı. Hem de Antakya’da, İsa bile bu
kelimeyi duymuş değildi. Taraftarlarına ‘Nazariler’ deniyordu.
· İsa’nın ölümünden bir asır sonra, 325 yılına kadar süren dönem içinde,
tam 122 değişik Hıristiyan adlı cemiyet türemiştir. Hiçbiri ötekiyle uyuşmaz.
· Meryem’in bakireliği de dördüncü yüzyıldan itibaren konuşulmaya
başlanmıştır. Daha önce hiç kimse Meryem’in bakireliğini bu şekilde görmemiştir.
Kilise’nin kabul ettiği Meryem kültü ise 16. yüzyıldan itibaren oluştu. İlk
defa 1870’te bu tartışmalara son vermek için Roma Katolik Kilisesi, Meryem’in
annesinin de kısır olduğunu, Meryem’i günahsız olarak dünyaya getirdiğini
söylemiştir.
· İsa’nın, Musevilikte yaptığı en önemli değişikliklerden biri de Tanrıyı
mülkiyetine geçirmek olmuştur. O güne kadar Museviler, “Tanrımız” derken, İsa
kalkıp “O benim babam. Benim tanrım” demiştir. Otoriteyi kendinde
toplamıştır yani.
AFRİKA’DA RESİM VE HEYKEL: HALKLARİN
İNANÇLARIYLA BÜTÜNLEŞEN DOĞAÜSTÜ GÜÇLERİ YANSITAN ETKİLİ ANLATIM
Milliyet Sanat Dergisi
1 Kasım 1974
1 Kasım 1974
Yirminci
yüzyılın ilk yirmi yılında Avrupa’nın istilâcı ulusları Afrika’yı da iyiden
iyiye ellerine geçirmiş ve tüm doğal kaynaklarını sömürme yarışına
girişmişlerdi. Emperyalizm, girdiği ülkelerde salt doğal kaynaklan sömürmekle
kalmaz; işgal edilen ülkenin sanatı, edebiyatı ve bütün olarak kültürel
yaşantısı da istilâcıların yağmasına uğrar. Böylece birkaç bin yıllık kültürler
büyük bir el çabukluğuyla el değiştirir. İstilacılar, kendi tasarımlarının
ürünleri olmayan değerlere bir anda konup, onlara kendi sanat anlayışlarına
uygun -ki bu anlayış genellikle ticari, entelektüel ve bireyci nitelikleri
içerir- yakıştırmalar yaparak, ama yapılmış olanın özsuyunu sonuna dek emmeyi
ihmal etmeden, kendi ürünleriymiş gibi dünya sanat platformuna sunarlar.
Afrika,
işte yirminci yüzyılın bu ilk yirmi yılında ekonomik-politik işgalin yanı sıra
bir de kültür sömürüsüne uğramıştır. Afrika heykelciliği 1905-1920 yıllan
arasında Avrupa’da görülmemiş bir aydın ilgisiyle karşılaştı. Daha gerçeği,
kendilerini, kendilerinden öncekilere kabul ettirebilme çabasına girişmiş olan
genç aydın gruplarınca kullanılabilecek bir koz, bir esin kaynağı, bir hazır
sermaye olduğu için ilgiyi çekti denebilir.[21]
Afrika
heykelciliği, sanatçılar arasında ilk kez ressam Maurice de Vlaminck tarafından
1905’de Parisli aydınlara tanıtıldı. O ve ressam arkadaşı Andre Derain, Dahomey
ve Fildişi Sahili’nden gelme heykellerden esinlenerek resim çalışmalarına yeni
bir boyut kazandırmanın hazırlıklarına girişmişlerdi. Aynı yıl içinde Derain’e
bir ziyaret yapan Matisse ve Picasso, Afrika heykellerini görür görmez “yollarını
bulduklarını açıklamışlardı”. Afrika heykellerindeki primitif veya barbarsı
fetişizm bu iki ressamı bir hayli etkilemişti.
Nitekim Picasso ve arkadaşları, Afrika sanatından geliştirdikleri ve Avrupa’da,
“resim sanatındaki ihtilal” diye nitelendirilen kübizmi kurdular. Oysa kübizm,
tam anlamıyla bir kültür sömürüsünün ürünüydü ve sömürülenler de Afrika’nın
yapıtlarına adlarını koymayan ve ne yapmışlarsa kendi toplumları için yapmış
olan klân-üyesi sanatçılarıydı.
“Picasso’nun,
Derain’e yaptığı o ziyaretten sonra akıl almaz bir Afrika Sanatı avı
başlamıştı” diye yazıyor Vlaminck, anılarına da yer verdiği kitabında.
Gerçekten de Parisli ressam ve heykeltıraşlar birbirleriyle yarışırcasına
Afrika yağmasına girişmişlerdi. îşte Amadeo Modigliani, işte Alman
ekspresyonistleri Die Brücke grubundan Emst Ludwig Kirchner ve Kari
Schmidt-Rottluff, işte Wassily Kandinsky ve işte Paul Klee. Afrika heykel ve
masklarını inceleyip, yapıtlarına esin, biçim ve nitelik kaynağı yapıyorlar.
Picasso
ise daha 1906-1907’de Les Demoiselles d’Avignon (Avignonlu Kadınlar) tablosuyla
kübizmi başlatmış ve yine Vlaminck’in anlattığına göre, “Afrika Sanatı’ndan ne
denli yararlanılabileceğini sezen ve derhal uygulamaya sokan ilk sanatçı
olmuştur”.[22]
Afrika’da Sanatın İşlevi...
Afrika’da
her sanat dalı öncelikle -hatta tek amaç olarak- toplumsal bir işlevi yerine
getirmek ereğine yöneliktir. Afrikalı sanatçı için, yaptığı eserin, içinde
yaşadığı toplumda bir fonksiyonu olmayacaksa anlamı da olmaz. Bu bakımdan
Afrika’daki heykelciliğe bakarken akıldan çıkarılmaması gereken ilk özellik
heykellerin, doğaüstü güçlerin, bir anlamda vekilliklerini yüklenmiş oldukları
ve topluma bu üstün güçlerin bildirilerini sunmakta olduklarıdır. Yani salt
“sanat için sanat” anlayışıyla yapılmış değillerdir. Burada bir noktaya da
dikkati çekelim. Yunanlı düşünür Plato için sanat, ne kendisinden özellikle
yararlanılabilecek ne de gerçek sayılabilecek bir olaydır. Örneğin içinde
yatılamayacak olduktan sonra yatak resminin hiçbir anlamı yoktur. Plâto’nun,
sanatı bu bakımdan gereksiz görüşüne karşılık Afrika’da sanata toplumsal bir
işlev yükletilmiş olması ilginçtir. Bu nedenle Afrika’da heykelde resim
(süsleme) de ilkin birer “toplumsal içeriğin” ürünleridir.
Afrika’daki
resim ve heykel örneklemelerine girmeden önce ne gibi materyallerin
kullanıldığını görelim:
Nijerya’nın
Nok kültüründe yapılan kazılardan anlaşıldığına göre demir en az 25-30
yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Demiri işleyen kimsenin Afrika inançları
içinde kendine özgü (zanaatkâr olarak ) bir yeri olmuş ve çeşitli tabu ve bâtıl
inançlarla özdeşleştirilmiştir. Gine’de yaşayan çeşitli kabilelerde (örneğin
Bağa, Dan, Toma) bronz ve pirinç işlenmeye başlamıştır. En iyi biçim ve
nitelikte kullanıldığı bölge ise Nijerya’daki Benin, İfe ve Gana’daki Ashanti
krallıkları olmuştur. Bütün Afrika’da çanak-çömlek yapımında kil
kullanılmıştır. Yine Nok’ta yapılan kazılarda 2000 yıllık çanaklara
rastlanmıştır. Kabaca fırınlanmış olan bu çömlekler İfe’deki kazılardan da
çıkmıştır. Diğer maddeler arasında sabuntaşı, altın (Güney Afrika’da 15.
yüzyıldan önce başlayarak), balmumu, hayvan derileri, hasır, su kamışı,
palmiye lifleri, boynuz, fildişi ve kabuklu deniz hayvanları sayılabilir.
Resim
konusunda Afrika son derece ilgi çekici bir anlayışa sahiptir. Şöyle ki resim,
bir maddenin üzerine (örneğin rafya dokuma bir duvar halısı üzerine)
yapılabildiği gibi, insanın çeşitli yerlerine de -sırtına, göğüs ve karnına-
yapılabilmektedir. Kök boyalar kullanılarak yapılan bu resimler özellikle
kamıştan veya ağaç kabuklarından yapılmış olan kalkanların üstüne motif veya
figürler halinde işlenmiştir. İnsan vücuduna işlenen resimde ise -ki bunların
bazıları dövmecilik olarak da nitelendirilebilir- klân üyesinin ne gibi bir
olayın içinde olduğu gösterilir. Örneğin hastalık ya da kızların ergenlik
günlerinde yüz ve vücutlara çeşitli şekiller çizilir. Ayrıca tapınakların iç
duvarlarına ataların durumlarım belirleyici -özellikle de av sahneleri-
olaylar resmedilir. Klân şeflerinin hasır evlerinin üstüne, şefin güçlülüğünü
belirleyici av ve tarım sahnelerinin yapıldığı da görülmüştür.
Afrika
resminde yalın bir anlatım hakimdir. Batı’nın sofistike ressamlığına karşılık
Afrika resmindeki çarpıcı basitlik (seyredende baktığı olayı bir çırpıda
anlama; dolayısıyla korkma, sevinme, heyecanlanma gibi belirtileri oluşturması)
dikkat çekicidir. Renkler genellikle kırmızı, siyah, san ve mavidir. Ne var ki
Batı dünyasında resim çok önemli ve birincil bir yer tutarken Afrika’da önde
gelen sanat dalı olmamıştır.
Heykele
gelince; Afrika bu konuda, yazımızın başında da değindiğimiz gibi, bir
kaynak-ülke durumundadır. Materyal olarak başta ağaç ve killi toprak olmak
üzere, fildişi, bronz, sabuntaşı ve pirinçten heykeller yapılmıştır. Bu maddelerin
kullanımıyla kabilelerin sosyo-ekonomik-politik yapıları ve koşullan arasında
bir koşutluk söz konusudur. Örneğin Nijerya’daki Benin Krallığı’nın güçlendiği
15-16. yüzyıllarda İfe Krallığı’nın sanat ve kültür düzeninde değişmeler olmuş
ve bronz işlemecilik güçlenen monarşiye uygun biçimde toplumsal içeriğinden
soyutlanıp (özellikle 18. yüzyılda) bir tür resmiyet ve “kibir” edinmiştir. Ama
politik denge bozulup da krallık çökmeye başlayınca heykel sanatı da yine o
geleneksel Afrikanizm havasına bürünmüş ve klanın her üyesince anlaşılan ürün
haline gelmiştir. Afrika heykelinde kadın yine baş konudur diyebiliriz. Genç
kız, Ana, Kadın ve Çocuk, Kral -ki Fon kültüründeki Kral Glele ve Kral Behanzin
heykelleri yarı insan yarı hayvandır- Davulcu, Büyücü, Hasat, Savaş gibi
temalar çoğunluktadır. Tıbbi amaçlarla kullanılan heykellerle, fallik anlayışla
yapılmış boyları iki buçuk metreyi bulan dikili taş heykeller de vardır.
(Güney Etiyopya’da Gaita kabilesi sınırları içinde.) Aynı şekilde özgün
boyutları göz önünde tutularak yapılmış kadın cinsel organları da vardır.
Heykel’de dikkati çeken bir diğer özellik de İyon ve Girit uygarlıklarında
görülen karyatid sütun başlarının Afrika’da da yapılmış olmasıdır. Dahomey ve
Kongo (Baluba kabilesinde) çokça rastlanılan karyatid başlıklara karşılık
atlant pek yoktur.
185
büyük kabilenin yaşadığı Afrika’da resim ve heykelin bir Afrika bütünlüğünü
içermesi ilginçtir. Gerçi Portekiz ve Belçika uygarlıklarının “yapay ya da
yapıştırma” etkileri de görülmemiş değildir. Afrikalı sanatçı Portekizliye de
yapıtlarında yer vermiş ve bu yabancının kendi toplumu içindeki yerini
belirleyen niteliğini öne çıkarmıştır. Örneğin Portekizli, başında miğferi,
elinde (veya belinde) kocaman kılıcı olan boyca Afrikalınından biraz daha
yüksek duran, asık suratlı bir adamdır. Afrikalının doğal (soyunuk-çıplak) haline
karşılık Portekizli boğazından ayak bileğine dek sıkıca giyimlidir.
Haftalık 20-26 Ocak 2006
Röportaj: Sedat Sertoğlu
Vatikan konusunda
Türkiye’nin en yetkin ismi olan Aytunç Altındal, İpekçi cinayetinin şifrelerini
çözüyor .
“Şimdi
size bildiklerimin sadece bir bölümünü anlatabilirim. Her şeyi anlatamam” diye
başladı konuşmaya Aytunç Altındal. “Abdi İpekçi olayını Türkiye aydınlatmak
istiyorsa, projektörleri doğru yere tutmalı. Ağca hiçbir şey bilmeyen bir
tetikçi katil. Zaten bilseydi, şimdiye kadar 30 kere öldürürlerdi onu. Kimleri
öldürmediler ki bu işin arkasındakiler. Papa’nın onu affetmesinin nedeni de
hiçbir şey bilmemesi. Zavallının biri Ağca.”
Türkiye’nin
en ünlü komplo teorisyenlerinden biri olan Aytunç Altındal, Vatikan’la ilgili
ülkemizin belki de en yetkin ismi. Abdi İpekçi-Papa-Ağca üçgeniyle ilgili
anlattığı şeyler de bu yüzden çok önemli. Altındal’a göre Papa suikastını
çözmek için önce Abdi İpekçi cinayetini aydınlatmak gerek. Sonrası çorap söküğü
gibi gelecek.
Peki nasıl çözülecek
Abdi İpekçi olayı?
Türkiye’deki
ilgili makamlar Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk İkilisinin o yıllarda
Türkiye’deki ilişkilerini ortaya çıkartırlarsa Abdi İpekçi olayı hemen çözülür.
Yani kilit isimler
Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk diyorsunuz...
Abuzer
Uğurlu ve Bekir Çelenk o yıllar en büyük mafya babaları idi. Sigara, silah ve
Sirkeci’de yedek parça kaçakçılığı yaparlar, kara para aktarlardı. Ağca o
dönem “Kent var, Marlboro var” diye kaçak sigara satan bir ayakçı idi. Hiçbir
siyasi parti veya örgüt ile de bir ilişkisi yoktu.
Peki bunların Vatikan
ile ilişkisi neydi?
Bu
ikilinin kaçakçılıktan muazzam paraları vardı. Ve bu paralar Vatikan’ın bankası
olan ve “Tanrının Bankası” olarak bilinen Banco Ambrosino’nun hesaplarındaydı
sanırım. Vatikan’ın
içindeki bu mafya ve cuntanın Türk mafyası ile ilişkisi böyle başladı. Sonra bu
Vatikan cuntası Türk mafyasından Papa operasyonu için bir adam bulmasını
istedi. Onlar da Mehmet Ali Ağca’yı buldular. Üstelik Ağca cezaevinden
kaçırıldıktan sonra Milliyet’e mektup gönderip Papa’yı vuracağını dünyaya ilan
etmişti. Kimi vuracağını önceden
söyleyen bir katil yani.
Abdi İpekçi ’nin
vurulması ile Papa ’nın vurulması bağlantısına gelirsek...
Aynı
isimler çıkıyor karşımıza. Abuzer Uğurlu ve Bekir Çelenk’in, Türkiye’deki
ilişkileri ortaya çıktığı zaman Abdi İpekçi cinayeti çözülür. Şimdi bir şeye
daha dikkatini çekmek istiyorum: Ağca hapisten kaçırıldığı dönemde Vatikan’da
neler oluyordu? Vatikan iki büyük skandal ile sarsılıyordu. Biri P2 Mason
Locası, İkincisi Banco Ambrosino... Bu sırada seçilen Papa 1. Jean Paul tam bu
skandallar hakkında açıklamalar yapacakken birden öldü. Daha 33 günlük
Papa’ydı. Otopsi bile yaptırmadı Vatikan’ın içindeki cunta. Çünkü bu cunta
skandallar patlayana kadar çok önemli bir plan uyguluyordu.
Neydi bu gizli plan?
Bu
plan, Sicilya’nın, İtalya’dan kopartılıp bağımsız bir devlet olması ve ABD’nin,
Akdeniz’deki adası haline getirilmesiydi. Skandal patlayınca her şey durdu. 33
gün sonra birdenbire ölen Papa işte bunları açıklayacaktı.
Türkiye bu hikâyeye
neresinden dahil oluyor peki?
O yıllar
Türk istihbaratının eline önemli bir bilgi ulaştı. Bu bilgide, o yıllar
Ankara’da bürokrat olan bir Türk vatandaşının ileride Türkiye’de çok önemli
görevlere getirileceği ve bu kişinin Abdi İpekçi’nin öldürüleceğini bildiği
yazıyordu.
Kimdi bu?
Söylemem.
Türkiye çok ilginç bir ülke. Turgut Özal Cumhurbaşkanı iken Mesut Yılmaz’ın
Avrupa’da yaşayan bir yakın arkadaşına, Özal’ın bir hafta içinde öleceği ve
bunu Mesut Yılmaz’a anlatıp ANAP’ı, Özal sonrasına hazırlaması gerektiği
söylenen bir telefon geldi. Ama arkadaşı bunu ciddiye almadığı için Yılmaz’a
söylemedi. Mesut Yılmaz mesela bunu bilmez. Türkiye, Ağca’yı filan bir kenara
koyup kendisi ile gerçeklerle yüzleşmek zorunda.
Tekrar en başa dönelim.
Abuzer Uğurlu için kilit adam diyordunuz...
Onun
ve Bekir Çelenk’in devletle bağlantıları açıklanmalı. Rahmetli Uğur Mumcu
dışında kimse bu ikili ile ilgilenmedi. Bekir Çelenk, Türkiye’ye iade edildi.
Hapisten tam çıkacaktı ki birden ölüverdi. Kıbrıs Savaşı’ndan sonra Türkiye’ye
silah ambargosu kondu. 1980 darbesinden sonra halktan silahları teslim etmeleri
istendi. Biliyor musun kaç tane silah teslim edildi? Tam 800 bin. Gökten
zembille mi geldi bu silahlar? Ordudan çok...
İpekçi’nin
öldürüleceğini yurtdışından bilen yok muydu?
Abdi
İpekçi cinayetini bilen ikinci kişi bir Kardinal. Türkiye, bu Kardinali
sorguya çekebilirse çok ilginç şeyler ortaya çıkar. Adı Stanislav Dsiwz. Papa
vurulduğu sırada onun yanında olan kişi. Hadi bir şey daha söyleyeyim; o
dönemde Vatikan’da patlayan skandalları kim soruşturdu biliyor musunuz?
Şimdiki Papa Ratzinger.
Mehmet Ali Ağca
cezaevinden kaçırıldıktan sonra bir süre gezdirildi. Bunun sebebi neydi?
Onun
gibi köyden gelmiş birine Avrupalı yaşamını öğretmekti. Kısa bir süre İran’da
kaldı. Oradan Bulgaristan, ardından İspanya, sonra İsviçre... Ve de nihayetinde
İtalya... Papa suikastında kullanılan silah da ona İsviçre’de verildi. Olten
kentinde... Bir adam yanına gelip, “Bu tabancayı kullanacaksın” dedi ve silahı
verip dönüp gitti. Ağca onu bile tanımıyor. Bu adam Avusturya vatandaşı idi.
Resmi görebiliyor musunuz?
Peki bu karmaşık
ilişkiler bugün hâlâ devam ediyor mu?
Devam
etmez mi! Tabii ki devam ediyor. Bakın Ağca’yı hapisten çıkartabiliyorlar. Onu
dezenformasyon için kullanıyorlar. Herkes “Ha şimdi söyleyecek, ha yarın
söyleyecek” diye beklenti içine sokuluyor.
Oysa
bildiği hiçbir şey yok. Piramidin tepesi hakkında sıfır bilgisi var. Zaten
dedim ya, bilseydi çoktan öbür tarafa gitmişti. Adamlar, Papa öldürecek kadar
tehlikeli.
Size göre 11 Eylül olayı
nedir? Arkasında hangi güç veya güçler vardır? Amaçları nedir?
11
Eylül 2001’de Amerika’nın New York ve Washington eyaletlerinde yaşanan olayları
bir “Sebep/Sonuç” ilişkisi çerçevesinde ele almak gerekir. Bu bakış açısıyla
değerlendirildiğinde 11 Eylül bir “Sonuç”tur, “Sebep” değil. Öyleyse sadece bu
“Sonuç”a bakarak bunu yorumlamak yanlış yönlendirmelere açık olmayı da
beraberinde getirir.
11
Eylül’ün doğru, bilimsel ve toplumsal tanımını yapabilmek için de öncelikle,
“sebep”(ler)in tanımlanması gerekir. Bu tanımlama sürecinde ele alınması
gereken dört unsur vardır. Bunlar sırasıyla a) ekonomi b) siyaset c) toplum d)
tarih kategorileridir, Metodolojik olarak şu bakış açısının çözümleyici bir
formül olduğunu düşünüyorum. “Ekonomi- Politiğin ortaya çıkardığı
Farklılıklardan, Toplumsal- Tarihsel bir ÇELİŞKİ doğmuştur.” Formül bu.
Olaya böyle bakıyorum.
“Sebep”(ler)
nedir? Olayı tamamen anlatabilmek için “Axiomatic” veriler henüz tam olarak
incelenmiş değil. Ancak bazı ipuçları var. Bunlardan birkaç tanesini
söyleyeyim:
11
Eylül, “ASİMETRİK SAVAŞ TARZI” (Warfare) diye tanımlanan türün şimdilik ilk
“GLOBAL” örneğidir. Ve ben iddia ediyorum ki bu “Tedhiş” eylemi ABD içinden
“Lojistik, stratejik, aksiomatik ve taktik” destek alınarak gerçekleştirilmiştir.
ABD böylesine büyük bir eylemi BEKLİYORDU. Askeri ve Diplomatik terminolojide
“Prolifcration/Çoğalma” tehdidi diye bilinen bu tedhiş türüyle ilgili ABD
yönetimi Demokrat Senatör Sam Nunn başkanlığındaki PSI komitesi tarafından ve
John F. Sopko’nun imzasıyla hazırlanmış olan bir raporu okumuştu. Bu raporun
ilk hazırlanışı ise ünlü Aspen Enstitüsü’nde 1996’da gerçekleşmişti. Atlayarak
ekliyorum: ABD Savunma Bakanı William Cohen 1998’de (Aralık) “ABD’nin çok büyük
bir terör eylemiyle muhatap olacağı şeklinde gizli bilgiler aldık” demişti. (25
Ocak 1999)
Kısacası
11 Eylül Olayı, ABD halkı için “Sürpriz” ama en üst yönetimi için “Beklenen”
bir olaydı, diyebilirim.
Eğer olayın arkasında
Usame Bin Ladin ve El-Kaide yoksa bu bir ‘“komplo” mudur? (Gerçi siz Tempo
’daki yanıtlarınızda “Ladin bu işin tetikçisidir” diyorsunuz. O zaman bu eylem
“Ladin ’e ihale edildi ama arkasında başka güçler var’’ anlamına mı geliyor?)
Komplo ise tertipçiler nasıl gündeme getirdiler, nasıl bir teknik hazırlık ve
uygulama süreci planlamış olabilirler? Bir senaryonuz var mı?
Arkasında
kimler vardı? Ben bu soruyu 11 Eylül günü olaydan hemen sonra radyo, gazete ve
iki TV kanalına yaptığım açıklamayla cevap verdim. Usame Bin Ladin, bu olayın
tetikçisi olabilir. Ama planlayıcısı olamaz. Gerçi uçakla saldırı modeli yeni
değildir II. Dünya Savaşı’nda hem Hitler hem de Japonlar tarafından
kullanılmıştır. İlk olarak da 1920’li yıllarda şimdiki Suudilerin, Irak’la
savaşında kullanılmıştı. Ama olayın gerçekleştiği ve bundan kimin yararlandığı
(Cui bono) açısından bakıldığında bunun Usame’nin kendi başına yapamayacağı
kadar iyi planlanmış bir eylem olduğu görülür. Ladin ve El-Kaide’nin WASP’ın en
üst temsilcileri tarafından, kendi çıkarlarını sürdürebilmek ve pekiştirmek
için, “Günah Tekesi” olarak kullanıldığını düşünüyorum. Nitekim 11 Eylül’de
ABD, “Usama’yi bize verin” dediği zaman gerçekte İSTEMEDİĞİNİ belirttim.
Aynı şekilde söz
konusu mülakatınızda “Ladin’in, İsrail’e karşı tek bir saldırısı yok” diyorsunuz.
Ve bunu ilginç buluyorsunuz. Buradan Ladin 'i, İsrail yönlendirdi sonucu
çıkarabilir miyiz?
Hayır,
çıkmaz. Çünkü İsrail’in böylesine bir planı yapabilecek gücü yok. İsrail ve
Siyonizm abartılıyor. Bunlar bu kadar becerikli olsalar, Arafat’ı temizlerlerdi.
Usame’nin, İsrail’e saldırısı yok, çünkü İsrail’e saldırmak “işine” gelmez.
Siz “Saldırıların
arkasında silah tröstleri, petrol şirketleri ve ilaç tekelleri var” diyorsunuz.
Açar mısınız?
Evet,
bence bu olayın planlayıcıları, çoğu birtakım karanlık (ARCANE) gizli
tarikatların üyeleri olan WASP’ın temsilcileridir. Bunlar II. Dünya Savaşı’nda,
Japonya’nın Pearl Harbour’a saldıracağını da önceden haber almışlar ama
“önlememişlerdi.” Amaçları
ABD’yi topyekûn savaşa sokmaktı ve soktular. Kennedy cinayeti de öyledir. O
öldü, Vietnam Savaşı başladı. Dikkat ederseniz son beş yıldır Clinton’un
imzalamadığı gelmiş geçmiş en büyük “Silah/Savaş Uçağı İhalesi”ni -ki 200
milyar dolar tutarında- bu olaydan sonra Başkan Bush hemen imzalayıverdi.
Petrol tröstleri ise hemen Avrasya coğrafyasındaki faaliyetlerini artırdılar.
Usame de bu büyük şirketlerden birinde Suudi Prens Faysal El Türki ile ORTAK,
İlaç tröstleri ise ABD yasalarına aykırı olmasına rağmen hemen ilaç fiyatlarını
kendi aralarında anlaşarak artırdılar. Son üç yılda yaklaşık yüzde 28-30 düşüş
göstermiş olan silah sanayinin borsalardaki hisse senetleri ve bonoları tavan
yapmaya başladı. Saymakla bitmez!
ABD istihbaratı bu
eylemi neden haber alamadı? Bir istihbarat zaafı mı söz konusu? (Aldı da başka
şeyler mi oldu?)
Sadece
ABD istihbaratı değil en az 50 istihbarat örgütü ATLADI. Böyle palavra olur mu?
Size 15 tanesini sayayım. Bu kadar gizli
istihbarat örgütünü atlatabilmek olası mıdır? ATF, BWAT, CBIRF, CBRRT, DOE, Europol,
FBI, CIA, FEMA, HU A, TREVI, CIO, DİN, FSB. HAZMAT, LEHİ, MOD, RAIDS, SİS, vd. Bu
örgütler ancak bir şekilde atlatılabilirlerdi o da eğer “Bilgi Akışında
Interception” olduysa. Yani “Akan İstihbarat” bir süre için kesintiye
uğradıysa. Bunu da ancak Silah Tröstleri yapabilirdi, çünkü “Interception
Cihazlarını” da onlar ÜRETİYORLAR.
Yanı sıra arkasındaki
güçlere dair başka iddialar da var. Bunlar arasında Rusya-Çin Avrasya Bloğu,
Almanya önderlikli Avrupa, İsrail gibi devletler sayılıyor. Bu iddiaların
gerçeklik payı olabilir mi?
Hayır,
hiç sanmıyorum.
Ayrıca daha ezoterik
çağrışımlar yapan “derin dünya devleti’’, “Bielderberg” gibi yorumlar da
mevcut. Bunlara ne diyorsunuz? Siz dünya gizli örgütler tarihi üzerine çalışmalarınızla
da tanınıyorsunuz. Bu eylemi gerçekleştirenlerin bir “ideolojileri” var mı?
Eğer öyleyse bu güçlerin nihai amacı nedir? (Daha ezoterik bakarsak) Arkasında
böylesi tarikatvari bir güç olabilir mi?
Evet,
bu eylemi gerçekleştirenlerin bir ideolojisi vardır. Bunu da bir ABD Doları’nın
üzerindeki “Mason Mühürü’nde bulursunuz. Bir Dolarlık ABD parasının üzerinde
“Novos Ordo Seaclaruni” yazıyor. Bir piramit ve onun üzerinde de küçük bir
piramit var.
Bunun
içinde bir göz, altında da “Yeni Dünya Düzeni” (NOS) yazıyor. Doların sağ
tarafında Kartallı motifte ise GEMERA sistemiyle düşürülmüş bir tarih var: 13
Ekim Cuma 1307. Yeni Tapınak Şövalyelerinin başı Şövalye Molloy’un yakılarak
öldürüldüğü gün! Eğer bu bir rastlantıysa, o zaman bu kişilerin bir ideolojisi
yoktur diyebiliriz!
Siz dünya literatürünü
de takip eden bir insansınız. Olay sonrası ve şimdi ABD halkının girdiği
psikoloji nedir?
Ben
de ABD’de uzun süre yaşadım. Sanıyorum Amerikalılar bir süre sonra kendilerini
sorgulamaya başlayacaklar. ABD’de yönetime düşman olan ve yıllardır bunu
söyleyen o kadar çok gizli örgüt var ki... FBI dosyalarına geçmiş olan
birkaçını.
ABD’de farklı
düşünen/'teröristler” açıklamasına karşı çıkan güçler var mı? (Yönetim
kademesinde olsun aydınlar arasında olsun) Ne diyorlar?
Tabiidir
ki var. Bunların dünyada belirli dostları var. Türkiye’de de var.
Şarbonlu mektuplar olayı
size göre nedir? 11 Eylül’le bağı ve amacı nedir?
Antrax
ve diğer maddeler “Proliferation” kavramı içindedir. Dünyada elde edilmesi en
kolay saldırı silahıdır. Şarbon (Antrax) eylemlerinin ABD içinden ve bizzat
ABD’liler tarafından yapıldığı resmen açıklanmadı ama bence kesindir. Son 30
yılda FBI belgelerine göre ABD’de (1969-99) 81 biyolojik silahlı saldırı var.
Aynı dönemde 102 kez de kimyasal silahlı saldırı yapılmış. 1997-99 arasında iki
yılda 24 kez de nükleer silahlı saldırı eylemi önlenmiş! Şaka değil, ABD kendi
ektiği terör tohumlarının şimdi kendi topraklarında yeşerdiğini görüyor.
İddia edildiği gibi bir
“medeniyetler çatışması ” mı hedeflenmiştir? İslam ’a karşı bir “Haçlı Seferi
” mi başlatılmak istenmiştir?
Şu
Huntington’dan da onun tezlerinden de bana gına geldi. Bu tezler zaten
“Bilimsel” değil, propaganda amaçlı. Dolayısıyla Huntington haklı mı değil mi
tartışması abesle iştigaldir. Haçlı fikri hep vardı ve var olacaktır. Bunu
Huntington keşfetmedi!
11 Eylül'den sonra
dünyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz? Nasıl bir sürece girecek? Örneğin
demokrasi, terör bahanesiyle askıya mı alınacak?
Evet
demokrasi askıya alınacak. İnsan hakları palavrası da askıya alınacak, zaten
alınmaya başlandı bile. ABD’de, İngiltere’de ve Avrupa’da artık hiçbir yönetim
İnsan Hakları, Eşitlik, Kardeşlik, Demokrasi, Feminizm gibi mason
palavralarını kendisi için kullandırtmıyor. Bu “Çifte Standartları” BİZİM gibi
“Westoxieation” hastalığına tutulmuş ülkelere kazıklıyorlar. 21. yüzyıl karizmatik
çağın bittiği, enigmatik çağın başladığı dönemdir. Ben böyle yorumluyorum.
Türkiye bu süreçten
nasıl etkilenecektir? Ne yapmalıdır?
Sadece
Türkiye değil, İslamiyet de işte bu yeni “Çağın” dinamiklerinin neler olacağını
göremezse “Yok olma” sürecine girecektir. Bundan
15 yıl önce Moskova’da “Komünist Partisi yasaklanacaktır” denilseydi herkes
söyleyene deli gözüyle bakardı ama YASAKLANDI. İslamiyet için de aynı durum söz
konusudur. Türkiye acilen toparlanmak zorundadır. İş işten geçmek üzere.
Eklemek istedikleriniz?
“Proliferation”
konusunda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler 9-10 Haziran 1999’da Eastern
Mediterranean Security and Cooperation başlıklı Uluslararası Konferans’ta
verdiğim “Proliferants and Terrorists” başlıklı (İngilizce) tebliğe bakabilirler.
(Insight, F. Naumann Foundation, 1999) ISBN 975-7218-16-2.
Enigmatik
Çağ konusunda ise benim, “Laiklik/Enigmaya Dönüşen Paradigma-1995” ile
“Bilinmeyen Hitler” (2000) ve “Tapınak Şövalyeleri” (2001) adlı kitaplarıma
bakabilirler.
Nüfus
sayımları ve tahminleri hakkında doğru ve tam bilgiler edinebilmek tarihçiler
açısından daima büyük bir sorun olmuştur. Batılı kaynaklar özellikle
de Fransızlar işlerine geldiği ve çıkarlarına uyduğu şekilde sayım sonuçları
ve tahminleri yayınlamışlardır. Buna rağmen günümüzde de dikkate alman bazı
kaynaklar vardır. Bunlardan biri de A. De La Jonquıere tarafından yazılmış ve
ilk baskısı 1881’de yayınlanmış olan “Histoire de l’Empire Ottoman” adlı kitaptır.
(Paris, Librairie Hachette). A. De La Jonquıere, İstanbul’da askeri okullarda ders vermiş bir tarih profesörüdür.
Jonquiere’nin
aktardığı bilgilere göre Sultan Abdülhamid Han’ın saltanatının ilk yıllarında
Osmanlı İmparatorluğu’nda takribi nüfus dağılımı şöyledir. (NOT: Yazar bu
sayılara Mısır, Bosna-Hersek ve Bulgaristan’ı özellikle almadığım çünkü bu
bölgelerde yaşanan iç ve ters göçler nedeniyle elinde kesin sayılabilecek
rakamlar olmadığını belirtmiştir.)
Jonquiere,
Osmanlı etnik yapısını 7 ana grupta ele almıştır. Bunlar şöyledir:
Osmanlılar 9.700.000
Türkmenler 300.000
Rumlar 2.100.000
2. Grup: Yunan-Latin
Asıllılar
Tzintzares
(Valak) 900.000
Arnavut 1.300.000
3. Grup: Slavlar
Bulgarlar 1.500.000
Sırplar 150.000
Kazaklar
32.000
4. Grup: Gürcüler
Çerkezler 700.000
Laz 5.000
5. Grup: Hint Asıllılar
Çingeneler 212.000
6. Grup: Fars/İran
Asıllılar
Ermeni 2.300.000
Kürt 1.000.000
7. Grup: Semitler
Arap 4.000.000
Dürzi 310.000
Maronit 482.000
Süryani 73.000
Keldani 233.000
Yahudi 150.000
Yahudi-Dönme 8.000
Jonquiere,
dinlere göre de bir tahmini dağılım vermiştir. Buna göre Osmanlı
İmparatorluğu’nda 1881 yılı itibariyle16.730.000 Müslüman vardır. Bunlardan
9.700.000’ü Sünni, 1.500.000 Vehhabi ve sadece 30.000’i Şii’dir. Hıristiyan
sayısı ise şöyledir. Toplam: 8.030.000. Bunun 3.167.000’i Ortodoks ve yaklaşık
3 milyon kadarı da çeşitli kiliselere bağlı Katolik’tir.
İstanbul ’daki Anadolu
Aytunç Altındal, teoloji
üzerine, özellikle Hıristiyanlık üzerine çalışmaları, yazdıkları ve
söyledikleriyle dikkatleri çekiyor. Niye böyle bir dalda çalışmaya karar
verdiniz, bu konuya neden ve nasıl ilgi duydunuz?
İlkin
Türkiye’de az bilinen bir olayı anlatarak başlayayım. Türkiye’de Batılı bir
kavram olan TEOLOJİ, İlahiyat olarak tercüme edilmiştir. Oysa Batı’da
İlahiyat’ın karşılığı DIVINITY’dir ve bunun da gerçekte TEOLOJİ’yle birebir kan
bağı yoktur. TEOLOJİ doğrudan doğruya TANRI-BİLİM’dir. Diğer bir deyişle
TEOLOG denilen şahıs TANRI ile ilgilidir. Din onun için birincil değil üçüncül
değerde bir araçtır. Hiç kuşkusuz hiçbir TEOLOG DİNSİZ (Din olmadan) yola
çıkmaz ama Batı Hıristiyan anlayışında TEOLOG daha çok Filozofla uğraşır veya
kendisi “DİN FELSEFESİ” yapar veya üretir. Dolayısıyladır ki kısa kesmek için
söylüyorum, TEOLOJİ Türkiye’de anlaşıldığı ve kullanıldığı anlamda İlahiyat
değildir.
Laiklik
denilen uygulama ilk kez Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından RESMEN bir
devlet ideolojisi olarak benimsenmiştir. “Laiklik”in ne olduğunu bilebilmek
için ilkin Hıristiyanlığa bir bütün olarak bakmak gereklidir. Çünkü Laiklik,
Hıristiyan Batı kültürünün bir yansımasıdır. Ben de Laiklik konusunu yerli
yerine oturtabilmek için ilkin Hıristiyanlığın öğrenilmesi gerektiğini
düşündüm ve 1965’den bu yana çalışmalarımda bu anlayışa ağırlık verdim. Nitekim
bu çalışmalarımın sonucunda LAİKLİK konusunda kitaplar yayınladım, makaleler
yazdım ve yurtiçinde ve dışında birçok konferans verdim. Böylelikledir ki
örneğin Türkiye’de insanlar Laiklik ile Sekülerleşme=Dünyevileşme olguları arasındaki
farkı öğrendiler. Simdi birçok yazar, özellikle de “Çok keskin” İslamcı geçinen
birtakım kişiler Laikliği eleştirirken benim getirdiğim anlayışı
kullanıyorlar. Ve kendilerinden bekleneceği üzere de bu anlayışı “kendileri”
keşfetmiş gibi davranıyorlar. Tabii ki olay kendi çalışmalarıyla ortaya
gelmediği için de zaman zaman MALAPROPİZM’e düşüyorlar. Yani kulaktan duyma
kitaptan aşırma kavramlarla bilgiçlik taslamaya başladıkları için yanlış
kavramları yanlış bağlamlarda kullanarak gülünç oluyorlar. Bunlar, Laiklere
kendilerini beğendirmek için “Entel” olmaya kalkışmış “İslamcı Palyaçolar” olarak tanınıyorlar.
Fener Rum Patrikhanesi
ile ilgili uyarıcı sözler söylüyorsunuz. Patrikhane ’nin, Vatikan benzeri bir
devlet haline gelerek, Türkiye için PKK’dan daha tehlikeli olacağını
söylüyorsunuz? Bunu neye dayanarak iddia ediyorsunuz? Size göre Patrikhane
neyin peşinde, bunun için nasıl bir yöntem izliyor?
Fener
Patrikhanesi konusu eskidir. Ama 1990’da bu konuyu Türkiye’nin gündemime ben
soktum, doğru söylüyorsunuz. Benim bir kitabımda da yazdığım gibi Patrikhane,
“Bizimdir ama Bizden Değildir”. Günümüzde Türkiye’de eski solcu yeni götürücü
kesimde Hıristiyanlığa özenme numarası çıktı. Öyle ki bu tipler açıkça
Hıristiyanlığa çağrı yapıp “Diyalog ve Hoşgörü” numarasıyla Misyonerlik çalışmalarına
destek oluyorlar. Buna karşı çıkanları da artık cılkı çıkmış olan “Komplo
Teorisi Üreticileri” ve “Gerici” gibi kavramlarla yaftalamaya çalışıyorlar. Bu
numaraları artık kimsenin yemediğinin ise farkında değiller. Bunlar eskiden
PKK’yı savunuyorlardı. PKK’nın lideri Marksist-Leninist iken şimdi ZERDÜŞTCÜ
oldu ya bunlar da anında “Azınlık Hakları Savunucusu” kesildiler. Bu
üçkâğıtçılar MİLLİ MÜCALELE döneminde de vardılar bugün de varlar. Patrikhane
işte bu paralı askerleri kullanmaktadır. Evet Patrikhane, PKK’dan çok daha
tehlikeli bir sorundur. Dikkat
bu sözlerimle “Türkiye’de yaşayan RUMLAR
tehlikelidirler” demek istemiyorum. Bugün İstanbul’da ya da Türkiye’de
300-400 000 Rum olsa İstanbul bu kadar batmazdı. Yaşanılabilecek bir kent
olurdu. Ama Patrikhane “Devlet İÇİNDE DEVLET” olmak hevesindedir. Arkasında da
iki güç vardır. İçerde MASONLAR dışarıda AMERİKA.
r
|
Vatikan, İsrail’i 1993'te devlet olarak tanıdı. 93'te ne değişti de bu tanıma gerçekleşti? Papa ’nın, İsrail ’i de kapsayan "Kutsal Toprakları’’ ziyareti, ne anlama geliyor? Bu ziyaret sırasında Papa, Filistinlilerin acısını paylaşırken, 'Yahudi soykırımına karşı bir tepki vermediği için Vatikan adına özür dilemesi ’ yönündeki Yahudi isteğini de yerine getirmedi. Bunlar size göre neyi ifade ediyor?
Papa,
gezisini çok önceden 1985’de planlamıştı ve yaptı. Amacı Hıristiyanlığı yeni
bin yılda başta Türkiye ve Avrasya’da yaymaktır. Bunun için üç kavram
seçilmişti. Ve bu kavramları yaygınlaştırmak için de üç büyük örgüt kurulmuştu.
Bunlar 1) Diyalog, 2) Hoşgörü 3)
Karizma kavramlarıdır. Papalık ve onların yerli işbirlikçileri
uzun yıllardır bu kavramları Müslümanların gündelik hayatlarına sokmuş
bulunuyorlar.
Geçtiğimiz mart ayında Trabzon Belediye Başkanlığı’nın daveti üzerine bu güzel
kentimize gittim ve orada verdiğim konferansta bunları uzun uzadıya anlattım.
Kısaca bir kez daha tekrarlayayım. Diyalog ve Hoşgörü bir vasıtadır. Papalığın
gerçek anlamda Müslümanlarla ne diyalogu ne de hoşgörüsü vardır. Bu yolla
Müslümanları pasifıze etmeyi planlamışlardır. Papalığın
bu misyonunu Müslüman topraklarda hayata geçirmesi için kurulmuş üç örgüt
şunlardır: 1) Focolare
2) Neo- Katakumenata 3) Kommunion and Liberty. Bu
örgütlerden birincisi tüm İslam âleminde tam 4400 tırnak içinde Müslüman ile
çalışmaktadır. Bu Müslüman geçinen FOCOLARE muhiplerinden 130 kadarının
Türkiye’de olma ihtimali yüksektir.
Dünya sistemi içinde
Hıristiyanlığın gücü nedir?
Dünya
sistemi içinde Hıristiyanlığın yeri ve rolü çok büyüktür. Şöyle ki Avrupa
Birliği Parlamentosu’nda bile Hıristiyan Birliği grubu bulunmaktadır.
Türkiye'nin içinde
bulunduğu coğrafya açısından düşünürsek, siyasal olayları doğrudan etkileme
veya belirleme bakımından Ortodoks Hıristiyanlar büyük bir tehlike taşıyor mu?
Katoliklik için, bu bağlamda, neler söyleyebilirsiniz? Ortodoks Hıristiyanlar
ile Katolik Hıristiyanlığı ayıran en temel özellikler neleredir? Bunların
siyasal ilişkilere yansıması ne ölçüdedir?
Katolik
ve Ortodoks inançlarını birbirlerinden ayıran ilk büyük kavga günümüzde de
tartışılan EKÜMENİK PATRİKLİK konusundan kaynaklanmıştır. 6. yüzyılda başlayan
bu kavga daha sonraki yüzyıllarda derinleşmiş ve II. yüzyılda taraflar
birbirlerini aforoz etmişlerdir. Bu aforoz 1960’lı yıllarda Fener Patriği
Athenagoras ile Papa’nın Kudüs’te bir araya gelmeleri sonucunda büyük ölçüde
yumuşamıştır. Yüzyıllar sonra gerçekleşen bu buluşma nedeniyle iki taraf
birbirine daha yumuşak davranmaya başlamıştır. Aralarındaki uzlaşmazlık
Hıristiyan akaidi ile ilgilidir ve FİLİOG Sorunu diye bilinir.
Dileyenler bu konuda benim “Türkiye ve Ortodokslar” adlı kitabımı
okusunlar (Anahtar Yay).
Türkler, tarihsel olarak
(sizin İstanbul’un Fethi ’nde Ortodokslara karşı, Katoliklerin Fatih Sultan
Mehmed’e yardım ettiği görüşünüzü de dikkate alarak) Katoliklere daha yakın
işbirliğine mi giriyorlar? Neden?
1919’da
İstanbul işgal edilince Fener Patriği fırsattan istifade edip dünyadaki bütün
büyük kiliselere bir mektup yollayarak Hıristiyanlığın “Yeni ROMA”
dediği İstanbul’un bir daha “KAFİR” Türklerin ve Müslümanların eline geçmemesi
için tüm kiliselerin birleşmesini istemişti. Bu çağrı üzerine Dünya Kiliseler
Birliği kuruldu. Günümüzde en etkili kurum budur. Katolikler o dönemde bu
birliğe girmediler. Şimdilerde ise bir kardinal aracılığıyla temsil ediliyorlar
o kadar. Türkiye ve Anadolu toprakları Katolikler için değil Ortodokslar için
“Kutsal TOPRAK” konumundadır. AYASOFYA’nın yeniden Ortodoks ayinlerine
açılmasını ve Kilise’ye devredilmesini Lozan öncesinde Vatikan önlemişti.
Türkiye ’de son yıllarda
bir misyonerlik atağı var. Türkiye için bir Hıristiyanlık (Hıristiyanlığı
seçenlerin artması) tehlikesi var mı?
Evet
var ve bu tehlike sanıldığından çok büyük. Türkiye hızla Hıristiyanlaştırılmak
isteniyor. Bu alan da çok mesafe kat edilmiştir. Önlem alınmazsa daha da
artacaktır. Nitekim Yunanistan ESKİ PONTUS’UN KUTSAL MERKEZİ olarak
kabul ettiği Trabzon’da Konsolosluk açmak için başvurmuş ve bu isteği DÖNME
bir aileden gelen Dışişleri Bakanı İsmail Cem tarafından uygun görülmüştür.
Hıristiyan dünyasının
İslam âlemine bakış açısında bir değişme mi var? Dinler arası diyalog gibi kimi
söylemler bunun bir işareti mi? Gelecek yıllar bu bağlamda nelere gebe?
Bu
sorunuzu üçüncü sorunuzda kısmen yanıtladım. Gelecek yıllarda Türkiye’deki DİYALOG
VE HOŞGÖRÜCÜLER arkalarına masonları ve Amerika’yı (Siz CIA diye okuyun)
alarak çalışmalarına hız verecekler.
“Ayasofya ibadete
açılabilir mi?.. Açılmalıdır... Ama bunun yollarını iyi bilmek gerekir” diyorsunuz.
Ayasofya neyi ifade ediyor ve niçin ibadete açılmalı, bunun yolları nedir?
Bu
konuyu bir televizyon programında (Star/Objektif) o zaman İsparta milletvekili
olan Sn. Ertekin Durutürk’le tartışırken gündeme getirdim. Evet Ayasofya’nın TAMAMI
ibadete açılabilir. Ama bunun yollarını iyi bilmek gerekir. Yanlış bir adım
atılırsa kaş yapalım derken göz çıkartılmış olur. Onun için burada nasıl
yapılabileceğini açıklamayayım. Ama bir çözüm vardır.
Türkiye 28 Şubat’ı
yaşadı, yaşamaya devam ediyor. Müslümanlar üzerinde ağır baskılar hüküm
sürüyor. Bu, Türkiye’de laiklik, din, sekülarizm gibi kavramların (daha
açıkçası din-devlet ilişkisinin) yanlış tanımlamasından mı kaynaklanıyor? 28
Şubat’ı bu bağlamda nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu kesimin önde gelen liderlerinin
siyasi yasaklı kılınmasıyla ne amaçlanıyor?
28 Şubat
kaçınılmazdı. Böyle değerlendiriyorum. Erbakan bu olayın kan dökülmeden
çözümlenmesi konusunda başarılı olmuştur. Evet, tartışmalarda Din-Devlet ilişkileri
Laiklik ve Sekülarizm arasındaki farklılıklar rol oynamıştır.
Ancak Türkiye’nin üzerindeki dış baskıları ve içerden de MASON mahfillerinin
bozguncu faaliyetlerini görmemezlikten gelmeyin. Bunlar da önemli rol
oynadılar. Hatta o günlerde ben Refah Partili bir bakana olaydan yaklaşık altı
ay kadar önce hükümetin nasıl ve ne zaman mason baskılarından bunaltılarak
çözüleceğine ilişkin bir takvim vermiştim. Tam dediğim tarihte olaylar
gerçekleşti.
Sizinle yaptığı bir
mülakatta “Ordu bize karşı darbe yapmaz" diyen Necmettin Erbakan’ın
yanıldığı nokta neresiydi?
Erbakan nitekim darbeyi önledi. Olay, Muhtıra düzeyinde kaldı.
Ama unutmayın ki aynı Erbakan bana daha iktidara gelmeden iki yıl önce “Aytunç
Bey korkarım bu adamlar bizi yakında iktidara getirecekler ama ondan sonra
bizi iktidarda boğmayı deneyecekler” de demişti. Ben de bunları o zaman
yazmıştım. İsteyenler benim “LAİKLİK / Enigmaya Dönüşen Paradigma” adlı
kitabıma bakabilirler.
Bir meslektaşınız
Necmettin Erbakan için ‘“Erbakan köktendinci değil, kökten devletçidir” diyor.
Siz de bir yazınızda, Erbakan ile ilgili bir anınızı anlattıktan sonra, ‘“Erbakan’ın
emperyalizm, kapitalizm, sömürü gibi sol literatürü kullandığını; bu
kavramların bolca kullanıldığı Adil Düzen’i kabul ettiğini ” söylüyorsunuz.
Sizce, son yaşanan tecrübeler ışığında, hangisi doğru?
Erbakan
doğrusu devletten yana bir siyasetçidir. Ancak onun devlet anlayışı Cumhuriyet
Halk Partisi’nin devlet anlayışının tam zıddıdır. CHP ne denli DEVLETÇİ ise
Hoca o denli “HÜR Teşebbüsçü”dür. Kısacası Erbakan her Müslüman gibi
devletten yanadır. Ama asla DEVLETÇİ değildir. Hoca, askere toz kondurmaz ama
asla MİLİTARİST değildir.
Türkiye’de,
Müslümanların siyasi arenadaki geleceğini nasıl görüyorsunuz? Dikte edilen bir
çıkış yolu mu bulacaklar, yoksa geçmişten de dersler çıkararak kendilerine
özgü bir çıkış yolu mu? Bu konuda hangi lider adaylarına şans tanıyorsunuz?
Ne yazık ki iyi görmüyorum. Bunun pek
çok nedeni var. Ama hani o ünlü fıkrada olduğu gibi tek nedenini söyleyeyim
okurlarınız anlarlar. Müslümanlar PARA, ŞÖHRET VE KADIN konularında iyi
bir sınav VEREMEZLERSE yine oturup ağlayacaklardır. Dost acı söyler. Ben
de söylüyorum.
Nokta
21 Mayıs 1984
21 Mayıs 1984
Ankara’da
Selanik Caddesi’ndeki Sanatevi’nde Ankara Emniyet Müdürlüğü’nden gelen üç polis
memuru ile uzun boylu sakallı genç arasındaki görüşme bir türlü sonuçlanmıyordu.
Polisler “oyun bu gece oynarsa, işlem yaparız” diye diretiyorlardı. Uzun boylu
ve sakallı genç adam, oyun için gereken başvuruları yaptıklarını ve biletleri
satışa çıkardıklarını anlatmaya çalışıyordu ama durum pek iç açıcı görünmüyordu.
Olay,
10 Mayıs günü saat 14 sularında yaşanmaktaydı. Uğur Mumcu’nun bir ay
İstanbul’da sergilenen “Sakıncasız” adlı oyunu için Ankara’da gereken
başvurular yapılmış, biletler satışa çıkarılmıştı. Ancak, başvuruda bir-iki
günlük bir gecikme olduğu için Emniyet Müdürlüğü’nden Sıkıyönetim
Komutanlığı’na konu ile ilgili yazı ulaşmamıştı. Bu yüzden oyunun 10 Mayıs günü
başlamasına olanak yoktu. Polisler, durumu, Sakıncasız oyununu düzenleyen Süreç
Yayıncılık A.Ş.’nin Ankara Temsilcisi Mehmet Açıktan’a bildiriyorlardı. Bir
başka sürpriz daha vardı. Oyunculardan biri, askerlik yoklaması yaptırmadığı
için yakalanmış ve “adamlı” olarak Çankaya Askerlik Şubesi’ne gönderilmişti.
Oyuncu, daha sonra gözaltına alınacak ve yerine İstanbul’dan yeni bir oyuncu
getirtilerek rolü ezberletilecekti. 10 Mayıs günü saat 17’ye yaklaştığında
seyirciler birer ikişer, Sanatevi’ne doğru gelmeye başlamışlardı. Ancak henüz
gereken izin gelmemişti. Emniyet Müdürlüğü’nün yazısı o günün sabah ve öğlen
postası ile sıkıyönetime henüz gönderilmemişti. Bu yüzden akşama kadar işlemler
tamamlanmamıştı. Sanatevi yetkilileri ile Mehmet Açıktan, durumu gerek Emniyet
Müdürlüğü Basın Bürosu’na gerekse Sıkıyönetim Komutanlığı’na bildirmişlerdi.
İzin 17’yi çeyrek geçe telefon ile iletildi. Ankara Sıkıyönetim Komutanı
Korgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, oyunun başlatılması için gereken emri vermişti.
Gerçi henüz emniyet yazısı sıkıyönetim komutanlığına ulaşmamıştı, ancak
Yirmibeşoğlu anlayışlı davranmış ve gereken emri hemen vermişti. İzin
Sanatevi’ne ulaştığında gişeden gelen seyircilere özür dileniyordu. Ancak kimse
bilet parasını geri almak istemiyordu. Ertesi gün gelinmez miydi? Ertesi gün
oyun başladığında Mehmet Açıktan’ın yüreği yeniden atmaya başlamıştı.
Genelkurmay Başkanlığından bir görevli oyun ile ilgili bir yetkiliyi arıyordu.
Açıktan, heyecanla telefona doğru gitti. Karşıdaki ses, Genelkurmay Başkanı
Necdet Üruğ’un, Sakıncasız oyununun galası için gönderilen davetiyeye teşekkür
ettiğini, ancak yoğun meşguliyetleri nedeniyle galaya gelemeyeceğini
bildirmekteydi.
Oyunun
galası 13 Mayıs Pazar günü yapıldı. 24 Ocak kararlarının eleştirildiği oyuna
Özal hükümetinden bir de bakan gelmişti. Devlet Bakanı Mesut Yılmaz, Yargıtay
Birinci Başkanı Derviş Turhan, Askeri Yargıtay, Sıkıyönetim ve Yargıtay
yargıçlarının bir kısmı da galadaydılar. Emekli Orgeneral İrfan Özaydınlı,
SODEP listesinden Ankara Belediye Meclisi’ne seçilen Emekli Tümgeneral Celil
Gürkan, SODEP Genel Sekreteri Atilla Sav, HP Grup Başkan Vekili Cahit Tutum,
TBMM Başkan Vekili Halil İbrahim Karal, SODEP İl Başkanı Suphi Karaman, eski
MBK üyelerinden Suphi Gürsoytrak, eski Milli Savunma Bakanlarından Haşan Esat
Işık, Prof. Atalay Yörükoğlu, Prof. İlhan Günalp, Prof. Erdem Aksoy, Prof.
Hicri Fişek, Prof. Yakup Kepenek ve çok sayıda gazeteci galadaydılar.
Uğur
Mumcu’nun 1978 yılında AST tarafından sergilenen Sakıncalı Piyade oyunu büyük
ilgi görmüştü. Sakıncasız oyunu özellikle basının bir kesiminden yoğun tepki
almaktaydı. Oyunun bitiminde sahneye çağrılan Uğur Mumcu ve Yapımcı Aytunç
Altındal, salonu dolduran kalabalıkça uzun uzun alkışlanmışlardı. Oyundan
sonra düzenlenen kokteylde Sakıncasız oyununa gösterilen ilgi ve tepki
tartışılmaktaydı. Uğur Mumcu “Eleştirileri ikiye ayırıyorum. Sanat kaygısıyla
yapılan eleştirilerden sanatçı arkadaşlarım ve ben yararlanıyoruz. Ancak
holding basınından gelen eleştirileri pek ciddiye almıyorum. Çünkü oyunun
amacı, holding basınını eleştirmektir, bu yüzden onların beğenisini değil
öfkesini kazanmamız doğal” diyordu. Mumcu’ya göre sanat, anlaşılır olmalıydı,
hem anlaşılır olmalı hem de çözüm yolları göstermeliydi.
Mumcu,
“sanat için sanat yaparken, fildişi kulelere çekilmek ve kuşdili konuşmak”
diye tanımladığı sanat anlayışına karşı “herkesin anlayacağı, açık kesin ve
yalın bir anlatım” seçtiğini, holding basınının yapısal özelliklerini
işlediğini belirtiyordu
Türkiye 'de Sanat Eylül/Ekim 2003
Röportaj: Bilge Evrim.
Burhan Uygur’un gençlik arkadaşı
Aytunç Altındal anlatıyor... Avrupa’nın ilk Türk sanat galerisi sahibi olan
Altındal’ın galericilik macerası arkadaşı Burhan Uygur ’un gizli özelliklerini
de içeriyor. İstanbul’daki ilginç evinde ziyaret ettiğimiz Altındal’la,
macerasını ve arkadaşı Burhan Uygur’u konuştuk...
Bildiğim kadarıyla
yurtdışında galericilik yapıyordunuz?
Galerist
başka, tablo satıcısı başka bir olay. Galerist olmak çok mühim bir hadise ama
ben galerist değil, galeri sahibiydim. O zamanlar (80’li yıllar) yurtdışında “Türk”
denildiğinde, eroin satıcısı, silah kaçakçısı, ırz düşmanı, pislik Müslüman
anlaşılması gerekiyordu. O zamanlar; “Bizi tanımıyorlar, kendimizi bir
tanıtabilsek Avrupalı bizi başucuna koyar” diye bir palavra vardı. Ben buna
hiçbir zaman inanmadığım için tam tersini söylüyordum. “Asıl bizi çok iyi
tanıdıktan için böyle bir iş yapıyorlar” diyordum. Zürich’te, Avrupa
Protestanlığının merkezinde, en ünlü galerilerin olduğu yerde, Modus Vivendi
adında galeri ve yayınevi kurdum. Hiç unutmuyorum, polisten izin alınması
lazımdı. İsviçre polisi “nasıl bir iş bu” dedi. “Sen Türksün, silah kaçakçılığı
yapman gerekiyor.” Neyse sonra yanımıza bir milletvekili alıp gittik, izni zor
aldım. Türklerin bu tür işler kurmasına izin vermiyorlardı.
Yunanlılara
yaptırıyorlardı. Ben onu kırdım.
Galeride ne gibi
sergiler yaptınız?
Yabancı
ressamlarla çalıştım. Galeriye bir çizgi verilmesi lazımdı. Bizdeki gibi değil,
her köşeye galeri açamıyorsun oralarda. Evvela diğer galericilerin senin bu
konuyu bildiğine ikna olması lazım. Ben, resim sanatının felsefesini bilirim
ama tekniğini bilmem. Bilmediğim için de sadece galeri sahibi olarak vardım.
İsviçreli küratörler vardı. Onların tavsiyesi galerinin çizgisinin minimalizm
olması gerektiği yönündeydi. Bu benim keşfim değil.
Moda olduğu için mi
minimalizm?
Hayır,
eksiği duyulan bir şey olduğu için. Avrupa’da minimalist sanat alanında çok
fazla galeri yoktu. Olmadığı gibi, olan galerilerin de kalitesi çok düşüktü.
Dolayısıyla “siz minimalist çizgiyi
izleyin, sizinki kübist ve minimalist çizgide olsun” denildi. Çünkü sanat
ortamı bölünmüş durumda, kimisi ekspresyonist, kimisi başka modem bir dalda.
Kimse kimsenin alanına girsin istenmiyor. Bir çizginiz olması lazım. Ben de
minimalist tarzın ünlü ressamlarını getirttim. Arada başka şeyler de
yapılıyordu tabii. Senede on sergi açıyordum, on serginin en az üçünün
minimalist sanatla ilgili olması gerekiyordu.
*
Minimalizm, modern sanat ve müzikte, kökeni 1960'lara giden, sadelik ve
nesnelliği ön plana çıkaran bir akımdır. ABC sanatı, minimal sanat gibi
tabirlerle de anılır.
Dolayısıyla
toplam olarak Avrupa’dan ve dünyadan yaklaşık 200 ressamla çalıştım. Onların
resimlerini tanıttık. 1989
senesinde Sovyetler beni davet etti. Onların kültür danışmanı oldum. Sovyetler
Birliği’ne ilk defa Amerikalı ressamlar getirdim. Bana çok büyük bir kilise
verdiler. Orayı büyük bir müze haline getirdim. Ve Moskova’da, dünyada ilk
defa kapitalizmin en büyük sembolünü isim olarak alan “pools” (havuzlar) diye
bir sergi açtım. Açılışını Gorbaçov yaptı, bütün dünya basını yer verdi.
Türkiye’de ise yayınlanmadı, duyurulmadı. Bir
Türk yaparsa olmaz; bir gavur yapsaydı olurdu. Ya da mason olmanız lazım.
Galeriniz ne zaman ve
niye kapandı?
Onun
sebebi özel. On yıl sonra galeriyi eşime devrettim. O da yürütmek istemedi.
Örneğin bak, bu bir Gonnet, Fransız, Sartre’ın en yakın arkadaşı. Gel bakalım
(ayağa kalkıp başka bir tablonun önünde duruyoruz), bu Fransızların en ünlü
minimalisti Louise Palmero. Bu da (başka bir tablo) Çek asıllı bir sanatçının
çalışması... Şu ise Nadine Fievet. Belçika Güzel Sanatlar Akademisi’nin
başındaydı. Çok mühim bir sanatçıdır.
Dolayısıyla
galeride üç de Türk ressamı tanıtalım istedik. Ben bir Türk olduğum için,
küratörleri de ikna ederek, üç Türk ressama sergi yapmaya karar verdik. Bunlardan
biri Erol Akyavaş’tı. Erol Akyavaş zaten İsviçre’de kendine göre isim yapmış
bir ressamdı. Erol’un sergisini açtık ve çok başarılı oldu. Ondan sonra seramik
ve seramik resim tabir edilen tarzda Jale Yılmabaşar’a sergi düzenledik. O da
Almanya’da, 50 yaşından sonra profesör oldu. Jale’yi de eskiden tanırım. O da
çok başarılı oldu. Onun üzerine bir de kafamda Burhan vardı. Ancak Burhan’ın
resimlerini Türkiye’den kim getirecek? Erol Simavi, o zaman Hürriyet’in
sahibiydi. “Ben getiririm Burhan’ın resimlerini” dedi. O zaman bu tür işler çok
büyük para, resmi ülkeden çıkarmak falan oldukça zor, bir sürü problem var.
Erol, “ben hallederim” dedi. Ama Burhan, sağ olsun, bir yerde sızıp kalmış.
Burhan’a sergi açılması için ayırdığımız bir aylık süreyi son gün fark etmiş.
Beni aradı “yav benim sergim olacaktı, oluyor mu” dedi. “Bir aydır arıyoruz
bulamıyoruz, neredeydin” diye sordum. “Valla ben Bodrum’da bir yerde takıldım,
kaldım. Kusura bakma, etme, yapalım bu sergiyi” dedi. “Yapalım ama takvim
geçti, gelecek seneye kalıyorsun” dedim. Ondan sonra da öldü zaten.
Burhan
70’li yıllarda akademik çevrede daha yeni adını duyururken, ben resmini çok
sevdim. Resim felsefesi açısından çok sevdim. Türkiye’de iki kişi var bana göre; biri Neşe Erdok ki büyük bir ressam Neşe.
Diğeri de Burhan Uygur. Burhan, hiç yapmaz, bir yağlıboya tablo yaptı. Eşimin
portresi. Eşim İsviçreliydi, yabancıydı ve sanatla iç içe olan bir hanımdı. Burhan
kendi garip üslubuyla onun portresini yaptı. Ben de o resmi satın aldım.
Kendine göre büyük boy tek portresi odur. 1973 senesiydi, resmi aldım ve
İsviçre’ye gönderdim. Orada küratörler ve sanat eleştirmenleri Burhan’ın
resmini, tekniğini ve anlayışım çok beğendiler ve İsviçre’de sergi açtırmak
istediler. Aradan yıllar geçtikten sonra biz yapmak istedik ama o da dediğim
gibi Burhan’ın sırtında çantasıyla bir yerde sızıp kalması sonucunda
gerçekleşemedi. Hatta Erol Simavi çiçekleri önceden sipariş etmiş. Galeriye
çiçekleri geldi, Burhan’ın resimleri gelmedi. Burhan benim gençlik arkadaşımdı.
Burhan ve şimdilerde adı duyulmuyor (şehir mafyası onu şair saymadığı için)
Ayhan Kırdar diye birisi vardı. Burhan, Ayhan, ben, bir-iki arkadaş daha
akademi günlerinde (onlar akademiden, ben değilim. Yani Güzel Sanatlarla ilgim
yok, ben ilahiyat okudum) çok güzel zamanlar geçirdik. Tabii bir de Burhan’ın
geçmişi konuşulduğu zaman, 85’den sonra sanırım, bir Kör Ahmet’ten söz edilir.
Ahmet Aksaç denilse kimse tanımaz, Kör Ahmet deyince herkes bilir. Burhan
Uygur’un, Kör Ahmet’le maceraları vardı. O ikisinin olayları efsanedir. Kör
Ahmet Kadıköy, Caddebostan ve Erenköy’ün gelmiş geçmiş en eksantrik adamıdır.
Nev-i şahsına münhasır tiplerden biridir. Bodrum’da bir yerlerde, ne yapıyor
bilemiyorum ama birileri onu bulsa, Burhan’la yaşadıkları sanat dışı olayları
konuşsalar çok güzel olur. Şimdilerde 60-65 yaşında olması lazım. Ahmet’i
bulmakta fayda var. Birbirleriyle sürekli, her dakika kavga edip, her dakika
birbirlerine kırılıp, 15 dakika sonra birlikte içki içmeye, dolaşmaya
başlarlardı. Kedi köpek gibi didişirler, birbirlerinden vazgeçemezlerdi. Burhan
çok değişik bir ressamdı. Türkiye onu çok değişik yerlere koymak zorunda. O
gerçek sanatçıdır.
İlginç davranışları
olduğu da söyleniyor... Hatırladığınız bir anı var mı?
Bir
gün oturduk konuşuyoruz. Ayhan, Burhan, birkaç da akademiden güzel kız...
Burhan güzel kızların yanında daha da havaya girmiş... Şimdi adını vermem doğru
olmaz, o gün akademiden bir hocanın sergi açılışı vardı. Laf
arasında Burhan, “işerim ben onun resminin üstüne” dedi. Arkadaşlar da “yaparsın,
yapamazsın” diye doldurdular. Burhan’ı.
Sergi açılışına gidildi. Ve Burhan dediğini yaptı. Değişik bir insandı Burhan
Uygur. Kimseye bir kötülük yaptığını sanmıyorum. Yapmışsa da insanlık hali.
Kendisi gibi olmaya çalışıyordu. Hani adam gibi adamdı, derler ya; işte Burhan
öyleydi. İnsan gibi insan, sanatçı gibi sanatçıydı.
Resimlerinden,
yazdıklarından ve çizdiklerinden Burhan Uygur ’u hep içli, hüzünlü ve hep kendi
dünyasında yaşayan bir sanatçı olarak tanıdık.
Bizim
kuşak öyledir. Varoluşçuluk vardı o zamanlar. Burhan da öyleydi.
Kafasındakiler olmasa böyle resimler yapamazdı. Öğretmenlik yaptığı zaman, bir
gün evine gittim. O zamanlar para kazanmak için öğretmenlik yapıyordu. Evliydi,
çoluk çocuk falan... Son hanımı sanattan pek anlamıyordu. Hanımı onun üzerinde
baskı oluşturuyordu. Baskı da onu resim yapmaya itiyordu. Çocuğu ve karısı
vardı ve para kazanmak zorundaydı. Evine gittiğimde, bir köşede yeni
yıkanmış ve asılmış çamaşırların altında resim yapıyordu. “Ne yapıyorsun
burada” diye sordum. “İçimi boşaltıyorum” dedi. Bu şekilde rahatlıyordu. Bana
mektuplar yazardı.
Mektuplaşır mıydınız?
Ben
mektup yazmayı sevmem. Eskiden bir iki aşk mektubu yazmışımdır, ama kalemi
elime alıp da mektup yazmam. O yazardı. Bildiğiniz gibi mektuplar değil bunlar.
Onları okuduğunuzda anlardınız Burhan iyi mi yoksa yine daralmış mı...
(Başucumuzda duvarda asılı deseni göstererek) Bak bu bir mektubu mesela.
(Tekrar ayağa kalkıyoruz ve yaklaşıyoruz resme.) Bir kadın resmi. Burhan’ın
sembolizmi vardır. Buradaki kadın yabancı bir kadın. Bunu ellerinden ve
saçlarından anlıyoruz. Bu kadının Burhan üzerinde çok etkisi var. Onu zorlayan
bir kadın. Bu kadın, Batı medeniyetini sembolize ediyor. Ağzı büzüşmüş, emir
veren bir kadın bu. Bir de bizim resimlerimizde eksik olan zaman ve mekan. (Çek
asıllı ressam Jiri Zeman’ın resmini gösteriyor.) Bak şu resme ve söyle bakalım,
bu resmin zamanını ve mekanını. Ayağa kalk ve yakından bak, hatta dokun.
(Aytunç Bey’in dediklerini yapıp yerime oturuyorum).
Mekan açık havuzlu bir
yer... (geveliyorum)
Zamanı
ve mekânı renk oluşturur. Burada zaman san, mekan ise mavi ve kahverengi.
Burhan’ın resimlerinde de mühim olan bu. Daha önce de söylediğim gibi, resmin
tekniğinden pek anlamam. Ben resim felsefesiyle ilgilenirim. Burhan’ın resimlerinde
beni çeken de bu oldu. O arada kalmışlık yaşıyordu. Resimlerinde kendine ait
bir şeyler vardı. Türk olmaya ait şeyler vardı. Türk derken Selçukludan veya
milliyetçilikten ya da oryantalizmden bahsetmiyorum. İçinde yaşadığı toplumdan,
buradan aldıklarından bahsediyorum.
Sanırım Burhan Uygur ’a
kendimizi yakın hissetmemizin sebebi de bu. Toplum olarak bir kimlik arayışı
içindeyiz. Tıpkı Ahmet Haindi Tanpınar’da olduğu gibi bir şey yaşıyordu Burhan
Uygur’da.
Çok
fazla taklitçi var. Genelde sanatçılar başka sanatçılar gibi olmaya
çalışıyorlar. “Matisse gibi ressam” deniliyor mesela. Yurtdışında da ve
genelde Türk sanatçılarda böyle bir anlayış görülebiliyor. Burhan kendi gibi
olmaya çalışan bir sanatçıydı. Piyasayı düşünmezdi.
Resimlerini
etrafa dağıtırdı. “Alın cebinizde bir resmim olsun” derdi. Çok beğendiği bir
resmi hediye eder, bazen istemiyorsa resmini satmazdı. Bir gün Erol Simavi
ondan resim satın almak istemiş, o satmamış. Burhan’ın son hanımı daha sonradan
bu işlerle ilgilenmeye başladı.
Peki ya kadınlar...
Kadınlara
karşı, karşı koyamadığı bir zaafı vardı. Onlarla ilgileniyordu. Bu ilgi kadın
imgesinin estetik özelliğinden kaynaklanıyordu. Güzel ya da çirkin fark
etmezdi onun için. Bir gün bir kadın görür, onun yüzündeki bir çizgiye kafası
takılır ve günlerce içerdi. Hele bir de zeka ile estetik bir arada olursa,
“niye bende birleşmemişler” diye düşünürdü günlerce. Burhan zamanlı öldü.
Kendisine yakışır biçimde ve tam zamanında. Daha sonra ölmesi uygun olmazdı.
Milliyet Sanat Dergisi
1 Kasım 1990
1 Kasım 1990
Şu sıralarda İstanbul’da
birbiri ardına açılan “Sovyet resmi” sergileri ilgiyle izleniyor. Bu
sergilerden ilki Yapı Kredi Kâzım Taşkent ve Beyoğlu Sanat Galerilerinde 9-29
Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilen “Şehir, Doğa, insan” konulu Çağdaş
Rus Ressamları Karma Sergisi’ydi. Ardından Ramko Sanat Merkezi ’nde 23 Ekim
’de 1. Sovyet Resim Sergisi açıldı. Üçüncü sergi ise Zürich’teki Modus
Vivendi, Moskova ’daki Ast Modern Gallery ve Urart Sanat Galerisi ’nin
işbirliğiyle 27 Ekim 'de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda açılan “Sovyet
Sanatçıları Sergisi”. 27Kasım ’a değin sürecek olan bu sergiyle ilgili
olarak basılan broşürde yer alan ve sanat eleştirmeni William Meiland’ın
yazdığı önsözü bu sayımızda, sergiden örneklerle yayınlıyoruz, öteki iki
sergiyle ilgili değerlendirmeler önümüzdeki sayıda yer alacak.
80’li
yılların sonlarının ve 90’lı yılların başlarının sanatsal yaşamının
atmosferinde Art Modeme Cultural Centre (Modem Sanatlar Kültür Merkezi)’nin
resim, grafik, heykel ve uygulamalı sanat koleksiyonu, 20. yüzyıl kültürünün
geleneksel plastik sanatları açısından adeta bir vahayı andırmaktadır. Politik
etkili sosyal sanatın ve “Çağdaş Sovyet Avangardı” olarak bilinen günümüzün
diğer bir eğiliminin aşın uçlan yoktur. Art Modeme, geçici akımlarla
ilgilenmemektedir. Organizatörleri ve bünyesindeki sanatçılar, sanatın sadece
avangard ile yaşamadığına inanmaktadırlar.
Koleksiyon,
çokuluslu kadrosu ile göze çarpmaktadır. Art Modeme, Orta Rusya’dan ve
Sibirya’dan, Ukrayna ve Orta Asya’dan, Kafkas Dağları’nın ötesinden ve Kuzey
Kafkasya’dan değişik nesillerin sanatçılarını temsil etmektedir. Ulusal resim
okullarının çokluğu ve farklılığı Sovyetler Birliği’nin geniş alanları üzerine
yayılmış bugünkü prosesin canlı bir tablosunu ortaya koymaktadır. Seçimdeki tek
ortak yön, eserlerin plastikliği ve bu çalışmaların modem iç tasarımın bir
parçası olarak kendi yaşamlarını sürdürebilme ve izleyicilere sanatçıların
enerjisini, düşüncelerini ve hislerini aktarabilmektedir.
Koleksiyonun
en belirgin özelliği, hem kendini kanıtlamış sanatçılara, hem de sanat
dünyasındaki kısa kariyerlerine rağmen potansiyellerini ikna edici bir tarzda
ortaya koyan sanatçılara da imkân verilmesidir.
Moskovalı
sanatçıların (Natalia Nesterova, Yury Kononen- ko, Larissa Naumova, Trina
Starzhenetskaya, Klimanty Sapeguin, Jüri Zlotnikov, Dmitri Lion, Garif Basyrov,
Eric Bulatov, Sergei Hesnikov ve diğerleri) resimleri ve grafikleri sergide tam
olarak temsil edilmektedirler. Sanatsal tercihlerinin genişliği primitif
resimlerden ve akademik çizimlerden abstre (soyut ekspresyonizme kadar her şeyi
kapsamaktadır ve bu eserleri seyredenler, sergi salonundaki eserlerine
konsantre olarak, her sanatçıya değer biçebilirler çünkü, her sanatçı kendi
konusunda bir bireydir.
Hazar
bölgesi sanatçılarının ulusal gelenekleri en iyi şekilde Bakülü ressamların
(Rasim Babaev, Geiyur Yunusov, Fazil Natzhafov, JuriSalnikov, Valeri Yashiguin
Ashkhabatlı), Mommak Kuliev, Tokar Tugurov, Allamurad Mukhammedov, Dzhumadurdy
Amandurdyev, Sapar Neredov (Makhach Kala’lı), İbraguim Khalil Supianov, Eduard
Puterbrot, Janna Kolesnikova, Jüri Avgustovich) çalışmalarında ortaya konmaktadır.
Hazar bölgesi ressamlarına özgü en çekici özellik, eserlerindeki mitolojik
karakterler ve sanatsal plastikliğin çokluğu ve ritmik çizgilerin, şekillerin
ve renklerin zenginliği ile ifade edilen de koratif ve kuvvetli epik kalitedir.
Rusya,
Moskova’nın haricinde Leningrad, Saratov, Orenburg ve Krasnoyarsklı
sanatçılarla da temsil edilmektedir. Son zamanlarda “Sosyalist realizm” denen
akademik dogmalardan bağımsız birçok yetenekli sanatçı ortaya çıkmıştır.
Birçok
sanatçı, Ortega y
Gasset’nin
“İnsan
kendi topraklarında iki ayağı üzerine sıkıca basmalıdır, ancak gözleri tüm
dünyayı görmelidir” sözüyle
özdeşleştirilebilir. Bizler ulusal ve uluslararası sanatın özet bir derlemesini
sunmuyoruz. Kendi ulusal köklerinin farkında olan her gerçek sanatçı,
kendisini ve dünya görüşünü, sadece diğer ulusal kültürlerle ilişki kurarak tam
olarak ifade edebileceğinin de farkındadır. Berlin Duvarı ve Çin Seddi’nin ve
birçok görünen ve görünmeyen duvarın yıkıldığı 20. yüzyılın sonunda, “bizim”
olanlarla “onların” olanların karşılıklı etkileşim ve zenginleştirme
diyalektiği en önemli konuyu oluşturmaktadır.
Yankı Haber
18 Kasım 1985
18 Kasım 1985
Araştırmacı-Yazar
Aytunç Altındal’ın Zürich’te kurduğu sanat galerisi ve yayınevi Mondus Vivendi,
Avrupalı ve Türk sanatçıların sergilerinin yanı sıra, yayıncılık alanında da
faaliyet gösterecek, ilk olarak Sir Isaac Newton’un “Observations Upon the
Prophecies of Daniel and the Apocalypse of St. John” (Londra, 1773) adlı, dünya
kütüphanelerinde mevcudu son derece sınırlı kitabının tıpkıbasımı
yayınlanacak.
Modus
Vivendi’nin yayın programında Newton’un eserinden sonra Chalcondyles
Tarihi’nin (1640) Osmanh’nın yıkılışı üzerine kehanetleri içeren bölümü yer
alıyor. Yine günümüze pek az nüshası kalmış olan bu eserin, özellikle Doğu ve
Osmanlı tarihiyle ilgili araştırmacıların ilgisini toplayacağı sanılıyor.
Milliyet,
1 Şubat 1992
Haber: Mustafa YOKER.
1 Şubat 1992
Haber: Mustafa YOKER.
Modus Vivendi Yayınevi,
yayınladığı bilimsel kitaplarla büyük takdir topluyor.
ZÜRİCH’TE
yazar ve yayıncı Aytunç Altındal tarafından kurulan Modus Vivendi Yayınevi ve
galerisi, 6 yıl gibi kısa bir sürede, ülkenin en saygıdeğer ve başarılı
yayınevleri arasına girdi.
Şimdiye
dek belgesel niteliğinde pek çok kitap yayımlayan Modus Vivendi, son basılan
“Strasbourg und die Judenverfolgung 1348/49” adlı belgesel eserle, Avrupa
tarihinin karanlıkta kalmış bir sayfasının daha ortaya çıkmasına katkıda
bulundu. O
yıllarda Strasbourg’da yaşanan Yahudi soykırımını belgelerle sergileyen
kitapta, Hıristiyan ülkelerinin Yahudilerin evlenmesini sınırladıkları,
gettolarda yaşamaya zorladıkları, veba salgını çıkarttıktan gerekçesi ile iki
bin Yahudi’nin çırılçıplak soyularak meydan ateşinde diri diri yakıldıktan
anlatılıyor.
Kitap
hakkında bilgi veren yayınevinin sahibi Aytunç Altındal, şöyle konuştu:
“Bu
belgeseli yayımlamamızın üç nedeni vardı. Birincisi, Türkiye, Strasbourg’da
insan haklarını çiğnediği gerekçesi ile defalarca yargılandı. Bu kitapla, bugün
insan hakları savunucusu olan bu kentte, yıllar önce yaşanmış bir vahşeti
gözler önüne sergilemek istedik. İkinci nedeni, aydınlanınız Türkiye ‘tarihini
hep Avrupalı tarihçilerden öğrendiler. Ben bunun tersinin de olabileceğini
göstermek istedim. Yani, Avrupalılar da kendi tarihleri ile ilgili pek
bilmedikleri bazı olayları, bizlerden öğrenebilirler diye düşündüm. Üçüncüsü,
bu çalışma, Avrupa tarihiyle ilgili olarak bir Türk yazan ve yayıncısı tarafından
gerçekleştirilmiş ilk belgeseldir. Konu seçimi, projelendirme ve tüm
masrafları biz karşıladık. Dileğim, bundan sonra böylesi belgesellerde daha çok
Türk imzasının yer alması.”
Resim
sergileri ve yayınladığı 17. ve 18. yüzyıllara ait belgeselleri ile takdir
toplayan Türk yayınevi, şimdiye dek 150 ressamı galerisinde konuk etti.
Bu
ressamlardan bazıları şunlar: İngiliz David Hockney, Amerikalı Jennifer
Bartlett, Sovyet V. Shapiro, Y. Konenko, Eric Bulatow, Natalia Nestorova, Macar
Adam Wurtz, Çekoslovak Jiri Zeman ve Tyler Turkle. Modus Vivendi Yayınevi,
ayrıca belgesel kısa ve uzun metrajlı film yapımcılığı ile özellikle
Avrupa’daki Türk ve yabancılara duyulan düşmanlığı eleştiren programlann
yapımcılığına da katıldı.
Milliyet
1 Haziran 1990
Almanya baskısı.
1 Haziran 1990
Almanya baskısı.
ABD’li
ressamlar, Sovyetler Birliği’nde ilk kez bir sergi açtılar. Aytunç Altındal
adında bir Türk’ün organize ettiği sergi, kiliseden galeriye dönüştürülmüş bir
salonda sanatseverlerin beğenisine sunuldu.
Altındal,
sergiyle ilgili olarak A.A. muhabirine yaptığı açıklamada, hiçbir yerden
destek görmeden nasıl başarabildiğini kendisinin de anlamadığını söylediği bu
organizasyonun, Türkiye’nin tanıtımı açısından büyük bir önem taşıdığım
bildirdi. Moskova’daki sergide, tabloları gösterime sunulan 22 tablonun ressamı
arasında dünyaca ünlü sanatçı David Hockney de bulunuyor. Yalnızca havuz resmi
yaparak üne kavuşmuş bulunan Hockney’in, Moskova’daki sergide tablosunun aslı
değil, kopyası sergileniyor. Altındal, aslı bir milyon dolar olan tabloyu
Moskova’ya getirtmesi olanaksız olduğu için, kopyayla yetinmek zorunda
kaldıklarını söyledi.
Aytunç
Altındal, Amerikalı ressamları ilk kez SSCB’de sergileyebilen bir Türk
organizatör olarak bundan sonraki hedefinin ekim ayında dev bir Sovyet resim
sergisi açmak olduğunu belirtti. Altındal’ın verdiği bilgiye göre, Sovyet
ressamlarının ve plastik sanatçılarının yapıtlarından oluşan 300 parçalık bir
sergi 26 Ekim’de İstanbul’da, belediyeyle bu konuda varılan anlaşma uyarınca,
Cemal Reşit Rey Salonu’nda açılacak.
Kaynak: Aytunç ALTINDAL, KÜLTÜR KİLOYLA
SATILMAZ, 1. Baskı Destek Yay. Şubat 2008, Ankara
Söze Mücella yapıcı ile
başlamak istiyorum
“Yaşam... Aslında benim
öğrendiğim çok izafi bir şey... Haziran'da hissettiğim ve aktarmak istediğim
şey, korkmamak gerektiği hayattan ve yaşamaktan. Aslında korkuyu da bilmiyorum
zaten. Sonra düşündüm, 'ben niye korkmuyorum' diye... Çünkü küçükken ben anneme
korkuyu sorduğum zaman annem bana; 'korkmak
çikolata yemektir çocuğum' derdi. Hiç öcü masalı anlatmadı. Ben de
çocuklarıma anlatmadım. Çünkü korkmak,
çok tesadüfen geldiğiniz bu hayatı yaşamanıza engel olan bir durum.
Bence burada doğru bildiğini yapmak ki, -hakikaten yanlış olabilir sizin doğru
bildikleriniz, o iddiada değilim-karşısındakini doğru anlamak da önemli. Sevgi, sevmek çok önemli. Yaşadığınız yeri, çevrenizi, insanları, ağacı, doğayı, kuşu,
balığı sevmek... Belki de başka bir
yerden baktığınızda tasavvuf da bu aynı zamanda... Ben materyalist bir insanım. Ama yaşamın
sonsuz olmadığını biliyorum. Çok
yalandan deneyimledim. Çok erken kaybettim herkesi. Ama şuna inanıyorum, siz sizi hatırlayan son kişi öldüğünde
ancak ölürsünüz. Onun için yaşamak bize verilmiş çok büyük bir armağan. Ona uygun yaşamak lazım. Onun için
ben herkese şunu söylemek istiyorum;
-hani ölmek hiç önemli değil de-, ama şunu hissederek ölmek istemem doğrusu; 'hay Allah şu haksızlığa sesimi çıkaramadım, şunlar oluyordu, bak ben geldim geçtim, çünkü hani bizim Müslümanlarımız diyor ya, kul hakkıyla gitmemek lazım, evet
gitmemek lazım. Ama farkında olduğunuzda
ses çıkarmamak da bir hak yemedir. Evet
biz öyle büyüdük, 'hak bilinci' ile büyüdük. Onun için hak; çikolata yemektir deyip,
hayattan korkmadan onurlu yaşamak, -ama
bu onur neyse, namustan asla söz etmiyorum, ahlakçı hiç değilim-en güzeli. Ben yaşamayı
çok seviyorum. Yaşam arsızı oldum demek ki...
(Kaynak. 1-31 Mart 2014
Bağımsız Dergi sh: 29)
Aytunç ALTINDAL
Beyefendiyi kitapları ile TV programları ile tanıyabildik. Kendini farklı
denilecek bir şekilde yetiştirmiş biri olması yanında, çileye talip biri
olduğunu bilmeyen yok gibidir. Komplo teorilerin ne olduğunu birçoğumuz bilmez
iken, sunduğu bilgileriyle, birçok uzmanların yetişmesine sebep olmuştur. Fakat
bu millet onu zamansız kaybetti. [18 Kasım 2013] Beşeri varlığı dünyamızı terk
edip gidince komplo uzmanı kesilenler birden (komple uzmanı olup) kaybolup buhar
oldular. Çünkü kaynak suları kurudu. Neyi söyleyebilecekler; birde işin korku
tarafı vardır. Korkmadan bir konu hakkında ilk defa biri olarak konuşmak. Sonra
nasıl olsa “şöyleydi-böyleydiler” peşinden gelebilirdi.
Benim açımdan dünya
olaylarına bakmayı öğrendiğim Aytunç ALTINDAL’ı unutmak hiç istemiyorum. Elime
fırsat geçtikçe buldukça eserlerine bakacağım ve dersler çıkarıp
faydalanacağım. Şiirlerini bulunca
sizinle paylaşmak istedim.
“Şuna
inanıyorum, siz sizi hatırlayan son kişi öldüğünde ancak ölürsünüz”
İhramcızâde İsmail Hakkı
“Ve
şiirlerimle anımsayın beni.”
Emine adına
söylüyorum
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
ozanların yüreklerine
eğer düzelecekse memleketin şu hali
eğer düzelecekse şu başıbozuk iktisat
— destur
verin ozanlar,
en azından ben hazırım vurulmaya
yeter ki parmaklarınız titremesin
tabancanın hakarete tahammülü yoktur.
**
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
yazarların yüreklerine
eğer kalkacaksa şu içli-dışlı sömürü
şu insanın insana kulluğu
— destur
verin yazarlar,
en azından ben hazırım vurulmaya
yeter ki kara çıkmasın yüzünüz
yeter ki, hata etmişiz, demeyin sonra
emeğe karşı işlenen suçlarda af yoktur.
**
haydi durmayın boşaltın mermilerinizi
devrimcilerin yüreklerine
söylemekse, işte söylüyorum
bu kafayla değil vatanı
kendinizi bile kurtaramazsınız, çünkü
bir polis-devletiyle
bir yurtsever arasındaki
uzlaşmaz çelişkidir özgürlük
günü gelince vatan hainlerine
darağacından başka özel mülkiyet yoktur
**
memleketimden meral’in manzarasıdır, yıl 1975
bir kızı olmuş kadının
adını meral koymuşlar.
— geç evlenmiş anam, güzel değilmiş, bu
bir.
çolakmış,
bu iki. çulsuzun tekiymiş, bu üç.
ben
hayal-meyal hatırlarım, geç evlenmiş
ama
erken ölmüş anam, hastalıklı bir kolun
kesilmesinden
sonra,
hemen,
oracıkta.
ilkokulun en çalışkan kızıymış meral
aklını başından alan bir tutkuymuş,
okumak.
**
—
piyes bilem yazdıydım, babam yırttı, ne güzel
anlatacaktım,
bıraksaydı, yoksul küçük kızı ebegümeci toplamaya çıkan.
o zamanlar kağıt kıymetliydi.
onbir yaşında erkence bir sabah
nereye diye sor amadan,
anlamış meral
babasının mesleğini seçtiğini.
— çocukluğumu bilmedim ben hiç. başımı
örttüler, patron kızmasın diye, günde on saat çalıştırdılar. az mı kumaş
dokudum, az mı alınteri döktüm, yevmiyemi babama verirlerdi, ben küçüktüm.
sahi o yıl yeniden evlendiydi babam.
**
bir odada üç kişi yatmaya başlamışlar,
bu ülkede otuzmilyon insan,
bir odada üç kişi yatar.
— Rabbim, ne kötü şeydir yoksulluk, sen
duy da inanma, gecekondu dediğim, bir göz oda bir de hela, elde yok, avuçta
yoksa, suç bizim değil, ben işçi kızıyım, işçilikten gelmeyim, halden anlarız
biz, utanacak ne var. erkek kısmı kadınsız yapamaz, babam da yapamadı, bir gece
analığıma binmişti, gördüm,
aklım
erdi.
yüreğim
duracak sandım.
**
herkesi kendi gibi bilirmiş meral, o
zamanlar
bir Almanya dalgası çıkmış, babası gitmiş,
haberi gelmiş : göçükte öldü,
onbeş yaşındaymış.
— kara gözlü, kara kaşlı bir çocuktu,
artist gibi.
ne
bileyim, işte, babam da yok ki sorayım, gel
deyince,
peşine takılıverdim, gönül bu. bir elimde
bohçam,
diğerinde cahillik.
‘iyi
bak, burası İstanbul’dur’
dedi,
yüzüm kızardı, inanır mısın,
herkesi
kendim gibi bilirdim o zamanlar
meğer
kız satarmış benim kara gözlüm.
önce adını değiştirmişler, sonra
saçlarının rengini
karadan sarıya;
ve bir kaç ay besiye çekmişler.
kendi gösterdi:
FUHUŞ YUVASI BASILDI SEKİZ KADIN
UYGUNSUZ VAZİYETTE YAKALANDI.
(resimli üç sütuna)
**
—en köşedeki benim, hani şu eli gözünde,
bugünler
için mi doğurmuş çolak anam beni, bilmem,
işçi
oldum, sermaye oldum, böyle geçiyor bu
gençlik.
ben dokuyorum, dokuyorlar beni, sonunda
hep
başkaları kazanıyor. Ey, karıncaya can
veren Rabbim, bu mudur senin adaletin.
kimi kime şikayet edeceksin ağam.
Polis’ten başka Devlet mi var.
**
ağzıbozuk bir Devlet’tir bakar ha bakar
sırtlamış sınıflı toplumun ipoteğini
yoksul bir meral’dir
yatar ha yatar.
yatar ha yatar.
yatar ha yatar
**
çağların sorumluluğudur bu
unutulmasın,
her oğul
hesap
soracaktır
babasından
er
geç,
sürdükçe insanın insana kulluğu.
**
bir sorusu var çözüm bekleyen
kaç bin yıl oluyor, bu böyledir
bir harfi bir harfin üstüne taşıyan Adam,
ağızlarında kargaşa başladı yine
yürekleri susturmak, silahlarında.
--
bilmem, aklınla aran iyi midir
bir kalemi bir kağıda aşılayan Adam.
yoksa gül yetiştirmeyi mi düşlüyorsun
hâlâ,
birinin boynunu vuruyorlar, birinin
sırtında kurşun.
**
kapındaki bu işaret de ne
bir beklenmeyeni bir beklenenden çıkaran Adam.
kalmak mı, en iyi kaçak sensin
daracık bir yoldan, yeni bir kimlikle.
ölmek ustalık işidir, ölmesini bilenler için.
**
görevli değilse, gitmeyecektir
biteceği belli mi
yolların, çıkmaya gör.
sence bir özür değilse
nedir, hudutlara sırtını dönmek
döğüşün başladığı yerde.
kaçması, kalmasından yeğdir korkakların.
**
bilirsiniz, anlayanlar vardır sizi
anlıyorum,
dünyaya kök salmak istemişsin :
bir çocuk, bir çocuk daha.
anlıyorum,
yüreklerinden silinmek istemişsin :
bir kadın, bir kadın daha.
anlıyorum,
acılarda direnmek istemişsin :
bir yalan,
bir yalan,
bir yalan,
daha.
**
tutanak
bu bir sanık mı ki
şimdi
geçmişiyle
hesaplaşıyor.
bu bir sessizlik mi ki
bir geceyi
büyük acılara
gebe
bırakıyor.
bu bir ölmekse
geç kalınmıştır, derim.
**
yalnızlığın
adı
belki bir sîzdiniz, belki ben hiçkimseydim
yüreğimi kapatırken,
yoluma çıkan.
belki bir dostlarımdı, belki ben
hiçkimseydim
acılara hazırlanırken,
bana destek.
belki sizdiniz, belki dostlarım
beni hiçkimseden
kurtaran.
**
dinmeyen
aklımda birisi mi var, uzaktayım
soğuk bir geceyarısı
karanlığa bulutlar çizen
ellerini
hudutlarda
bıraktığım.
seslerini mi duyuyorum, uzaktayım
kızıl kuşaklı bir kızın
gözlerine
mil
çekerken
polisler.
**
zaman mı geçmek bilmiyor, ben mi;
uzaktayım
içerde doğuma hazırlanırken
ihtilâlin kızıl kuşaklı kızları
hep böyle bir sızı,
hep böyle bir umuttur
yüreklerinden yüreğime akan.
Finlandiya,
Kasım 1975.
**
denizciler, siya siya
firarda mısın, Kaptan
gemiyi bozup
jilet
mi
yaptılar
sanıyorsun.
dönsene, dönsene Kaptan
suların çekilme saati geldi
nerdeyse
güneş
doğacak.
**
böyle geçmede pasifistin günleri
ben
sırtımı
dayarım
bana
bu bir soluk süresidir
—geçti mi,
çeker
hançerlerim
sırtımı
dayalı
bana.
**
haiku
(i.) Japonlara has üç mısralık kıtalardan meydana gelen kısa şiir.
bir haiku denemesi
hiç
bir
zaman
var-
olmadı
doğa
da
sessizlik.
**
kalan
kadınsa, bu kadındır
bize sevmeyi
öğreten.
sevmekse, bu sevmektir
giderayak bir çocuğun
gözlerinde
alakoyduğu.
gitmekse, bu gitmektir
üstesinden gelinememiş
bir
korku.
bıçaksa, işte bu bıçaktır
yüreğimden
sökemediğim.
**
bilerek yaşayalım
hayat mı önde gidiyor,
biz mi, önünde hayatın
hayat bizim içimizde,
biz hayatın içinde
sürdürüyoruz
varlığımızı.
**
bakıyoruz, çocuklar, ben ve anneler
pencerem
bir çocuk bahçesine bakıyor
çocuklar toplanmışlar
bir inşaata bakıyorlar,
inşaat, boyundan yüksek
bir vinçe bakıyor,
vinç, öne eğilmiş
toprağa bakıyor,
toprak, gürültüyü kesmiş,
işçilere bakıyor,
işçiler, kararlı ellerine bakıyorlar
eller, Doğa’yı kucaklayıp
çocukların önüne koyuyor.
çocuklar, Doğa’mn değiştirilişine
bakıyorlar
ben çocukların hayretine bakıyorum
anneler çocuklardan geleceğe bakıyorlar,
bir yanda pencere, inşaat ve vinç
bir yanda toprak, işçiler ve çocuklar
ve çocukların gözlerinde sorular
hayatın bildirisini yaşıyoruz.
**
göreceksin, yanlış hesapları washington’dan dönecek
ölü bir et mi bu,
demokrasi diye önümüze sürdükleri,
yoksa, zulümlerden zulüm beğen
tekerlemesi mi, katil iktidarların.
şurası kesin: yalan söylüyor bu adamlar
bu pentagon papağanları,
bu rockefeller uşakları,
sanmayın ki gün onlarındır
harman da onların olacak
hasat’a az kaldı
şimdilik orakların bilenme safhasıdır.
**
saymayı bırak : işte ortada ölüler,
kaldırımlara bakılmaz oldu,
her taraf kan, kan ve kan.
bayrağın rengi değişti kızıl’dan yeşile —
cinayetlerin adı,
apolet yerine dolar takındıkça paşalar,
ölü bir et mi bu,
demokrasi diye önümüze sürdükleri,
yoksa, zulümlerden zulüm beğen
tekerlemesi mi, katil iktidarların.
**
sabrına bilinç kat yoldaş, bilincine bilim
ve inan ki göreceksin
yanlış hesapları washington’dan dönecek.
**
koy elini yüreğimin üstüne
bir de, avuçlarından bileyim yaşadığımı.
dinle,
duyacaksın verilen baskınları,
niçin hep geceleri gelir, bu adamlar
anlatayım : görülsün istemezler korkuları,
bilirler,
emir kuluydum demekle
kurtulamayacağını insanın,
bilirler,
tetiği çekenin de çektiren kadar
suçlu sayılacağını.
ne demek bilirler,
bilseler hiç vururlar mı ?
**
dinle,
duyacaksın bu gece kan, bu gece kan, bu
gece kan
sızıyor toprağa her yanda
öpülesi gözlerde aydınlık vuruluyor, bu
gece.
kadınım, tut gözyaşlarını
tek çıkar yol hüzün değildir.
vuruldu vurulalı devrimciler
şendedir umut, şendedir geleceğin tohumu,
şendedir barış,
şendedir özgürlüğü kuracak eller, artık.
gerisin geri akmadığına göre hayat,
her
tohum gelecekte açacaktır, ancak.
**
dinle,
duyacaksın her kurşun
boğulsa da namluda, kurşundur,
her ölüm,
sessizliğin yeniden bozuluşudur,
her sessizlik,
bir çığlıktır duymasını bilene.
dursa da yürek, kan vazgeçmez akmaktan,
varsın darağaçları pusuya,
mermisi, mitralyözü, bazukası sipere
yatsın.
biliyorum, ölmekten beter senin için
bir acına bir acı daha katılırken, beklemek.
**
dinle,
duyacaksın soluğumu, güneşi muştulayan,
dinle,
duyacaksın, varoşlara tıkılmış işçi
mahallelerindeki kıpırdanışı,
elle tutulur, gözle görülür bir uyanıştır,
bu
son döğüşün son hazırlığıdır bu.
dinle kadınım :
boş yere ölmedik biz,
yaşanacaksa, insanca yaşanmalıdır dedik,
bırakmadık, onurdan başka ziynet
çocuklarımıza,
bırakmadık, alçaklık, kalleşlik,
namussuzluk.
**
dinle kadınım :
hiç değilse bunu bilerek öldük biz
hiç değilse, bunu bilerek vurdular bizi,
öyleyse, durma kadınım durma,
haydi koy elini yüreğimin üstüne,
bir de avuçlarından bileyim yaşadığımı.
tut gözyaşlarını,
tek çıkar yol hüzün değildir.
**
siverekli mustafa
geceyi karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
türkülerini
ağacın dibine
yığıyor.
çakalları karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
dört dörtlük bir
uykuya asılmış
gidiyor.
güneşi karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
önde,
suya değerken
ellerimiz.
mermileri karşılıyoruz,
ben, hıdır ve mustafa
yerde.
**
sancılı olmak
bir tetikse, düşürülen
bir yiğitse, vurulan
acım büyüktür
sığmaz toprağa
sığsa da
yüreğime,
şimdilik.
yaklaşıyor çocuklarımıza özgürlük
belirtileridir, işte seziyorum
gözlerimizden kahredici bir
yalnızlık dağılırken
verilmiş sözlerin,
ölüme bir omuzbaşı mesafede
yıllar önce.
ve silahlı.
***************
Bu
kitap ilkin 1976 yılında Fransa'da Türkçe olarak yayınlanmış, yurd içinde ve
dışında dağıtımı yapılmıştır.
Kaynak:
Dinmeyen/Şiirler/Aytunç ALTINDAL
,Birinci Baskı, Ocak 1978. Havass/Siyasal - Kültür Dizisi Teşvikiye İstanbul.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar