İNSANLARI DEĞİŞTİRME SANATI
Çağımızın en büyük
problemlerinden biri, belki en büyüğü, kanaatımızca, insanlığın geçirmekte
olduğu ruhi bunalımdır. Dünyanın her köşesinde, hemen her gün, bu ruhi
bunalımın çeşitli şekillerdeki belirtilerini görüyor, okuyor veya işitiyoruz.
Bu olaylardan kulağımıza gelmeyenlerin ise, gelenlerden daha fazla olduğu da
bir gerçektir.
Sosyologlar,
sayıları her gün biraz daha artan bu idealsiz, gayesiz, hedefsiz ve bencil
insan tiplerini, dünyamızın geleceği için bir tehlike saymaktadırlar. Devlet
adamları ve idareciler, aile ocaklarından başlayarak yaşantımızın bütün
bölümlerine yayılan ve beraberlerinde çeşitli problemler getiren, bu
anlaşılması ve bağdaşılması güç insanlarla nasıl başa çıkılabileceği üzerinde
durmaktadırlar.
Modern savaşlarda
kullanılan korkunç silâh ve vasıtalar, insanlar üzerinde büyük ruhi
depresyonlar meydana getirmiştir. Savaş sonrasındaki açlık, işsizlik ve
sefalet, fertlerin ve toplumların yaşantıları ve değer ölçüleri üzerinde
olumsuz etkiler yapmıştır ve hâlâ da yapmaktadır.
Diğer taraftan
insanlar, çağımızın teknolojik ilerlemelerine ve hızla değişen sosyal
şartlarına ayak uyduramamaktadırlar. Gelişmiş ülkelerin tüketim hattâ israf
esasına dayanan ekonomik sistemi, gelir dağılımı dengesizliğinin, gelişmemiş
ülkeler aleyhine bir kat daha artmasına sebep olmaktadır. Dünya nüfusunun
%70'inin yaşadığı topraklardaki halkın birçoğunun ellerine, bugün bile, yeteri
kadar yiyecek geçmediği, hattâ açlıktan ölenlerin bulunduğu herkesçe bilinen
gerçeklerdendir. Bu yerlerdeki nüfus patlamaları ise, yakın bir gelecekte,
durumun daha da ağırlaşmasına yol açacaktır.
Sayılan bu
sebeplere, daha birçok diğer faktörler de eklenince, insanların karakterlerinde
bir katılık meydana gelmekte ve onları, yalnız kendi çıkarlarının arkasından
koşmağa ve bencil olmağa doğru itmektedir. Bu suretle de insan yaradılışının
esasında, doğal olarak mevcut bulunan "Egosantrizm" elle tutulacak
bir yoğunluğa varmaktadır.
Ancak, insanlığın
geçirdiği ruhi bunalımın doğurduğu moral çöküntüsünün, fertler ve toplumlar
üzerinde yaptığı korkunç yıkıntılar, çözümlenmesi gereken bir problem olarak
karşımızda durmaktadır. Gerçi, tarihin her devrinde, insanlık çeşitli
bunalımlar geçirmiştir. Fakat, haberleşme ve ulaştırmanın günümüzde son derece
gelişmiş olması, bu tür olayların gününde hattâ saatında, dünyanın dört bir
köşesine yayılmasını sağlamakta, bu da insanlar üzerindeki etkinin artmasına
yol açmaktadır.
Yüzyıllar boyu
sömürge idareleri altında, bir esir hayatı yaşadıktan sonra özgürlüklerine ve
bağımsızlıklarına yeni kavuşan ülkelere bir göz atalım: Politik, ekonomik,
sosyal ve kültürel alanlarda geri kalmış durumda bırakılan bu ülkeler halkının,
aralarında bir birlik ve beraberlik kurulmasına fırsat verilmeden, yurtları iki
ayrı ideoloji blokunun savaş alanı haline sokulmakta ve sel gibi kardeşkanı
akıtılmaktadır.
Diktatörlüklerde,
insanlar hâlâ kitle halinde sürülmekte ve toplama kamplarına
gönderilmektedirler. Bu yerlerde ilkokul çocukları, analarını babalarını polise
ihbar edecek derecede şartlandırılır. Vatandaşlar, hayatlarını devam
ettirebilmek için, yalan söylemeyi, bir sanat haline getirmeğe mecbur
edilirler. Komşu, rejime sadakatini isbat etmek için, komşusunu jurnal eder.
"İşçi Cennetinde grev hakkı tanınmaz ve "Demokratik
Cumhuriyet"lerinde düşünce, söz ve basın özgürlüğü bulunmaz. "Şef'in ölümünden hemen sonra, başlayan, iktidar mücadelesi sırasında
"Tasfiye" adı altında sahneye konulan kanlı olaylar, bu
DEMOKRASİ'lerin niteliği hakkında kesin fikir vermeğe yeterlidir. Her an korku içinde
yaşayan insanlarda, şahsiyetin gelişmesi, insanlık şeref ve haysiyetinin
teşekkül etmesi mümkün olamayacağına göre, polis rejimi altındaki ülkelerde,
dürüstlük, ruh temizliği, diğergâmlık ve insan sevgisi gibi manevi değerlerden
söz etmek gerçeklerle alay olur.
Refahın doruğuna
varmış ülkelerde ise; şantaj, silâhlı soygun, kaçakçılık, adam kaçırmalar, ırza
tecavüz ve daha akla gelen ve gelmeyen her türlü şiddet olayları yaşantılarının
bölümleri halinde akıp gitmektedir. Ayrı kıtalardan iki uygar ülkeden iki örnek
verelim: Birleşik [Amerika'nın büyük bir şehrinde, gündüz gözüyle ve sokak
ortasında, yaşları 16 ile 18 arasında üç kolej öğrencisinin tanımadıkları
yaşlıca bir adamı, elle karate vuruşuyla boyun kemiğini kırmak suretiyle
öldürdüklerini gazeteler yazdı. Almanya'da yaşları 14 ile 16 olan iki
öğrencinin, aynı şekilde, gebe bir kadını zincirle döğerek, çocuğunun kaybına
sebep olduklarını gazetelerde okuduk. (Yıl 1977) Şimdiki zamanda her gün bir
yerde bu olaylar oluyor.]
Hiçbir ideale
dayanmayan, hiçbir gaye ve hedefi bulunmayan, sakat hattâ sapık bir karakter
Taşıyan bu tür suçların, gençlik arasında hızla yayılması, insanlığın geleceği
için bir tehlike teşkil edecek boyutlara varmıştır. Çoğunluğunu üniversite,
yüksekokul hattâ lise öğrencilerinin teşkil ettiği bu gençler, kendilerine
yakıştırdıkları çeşitli adlar altında, örgütler kurmakta ve etrafa
saldırmaktadırlar. Ancak, silâhlı soygundan, adam öldürmekten sabotaja kadar
varan, her türlü şiddet olaylarını kapsayan bu ağır suçlar, gençlikte bulunması
lâzım gelen RUH ASALETİ'ni gölgeleyecek hattâ lekeleyecek sınırlara ulaşmıştır.
Birinci ve ikinci dünya savaşlarının acısını tatmayan bu gençler,
darboğazlardan geçmedikleri için, özellikle demokrat ülkelerde teneffüs ettikleri
hürriyet havasının değerini takdir edememektedirler. Kendilerini, gayesinden
saptırılmış EPİKÜRİZM [ ehlikeyif; hazlara düşkün (adam)] felsefesine kaptıran
bu gençler, "Benden sonra tufan" diyen bir ruh hâleti içinde,
ne kendi nefislerine ne de içinde yaşadıkları topluma karşı bir mesuliyet
yüklenmek istemektedirler.
Bir zamanlar,
dünyanın hemen her tarafını sarmış olan öğrenici olayları sona erdiği halde,
yurdumuzda, fikir münakaşası sınırlarını da aşarak, şuursuz bir tempo ile sürüp
gitmektedir. Çalışıp hak etmediği notu alamadığı için öğretmenini öldürecek,
kendisi gibi düşünmeyen arkadaşlarını şişleyecek veya dördüncü kat
penceresinden aşağı atacak, feyiz aldıkları irfan yuvalarına karşı sabotaj
düzenleyecek kadar ağır suçlara yönelmiş bulunmaktadır. Gençlerin bu
davranışları, iki kuşak arasında açılmış olan uçurumun gittikçe derinleşmesine
yol açmakta ve doldurulmasını da güçleştirmektedir.
Sonuç olarak;
dinbirliği'nin, inançbirliği'nin,. dilbirliği'nin, güzel sanatlar'ın ve
binlerce yıllık geleneklerin mahsulü "milli kültür" tehlikeye
girmektedir. Milli birliğe ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğumuz bir devirde
yaşadığımızı, gençlerimizin iş işten geçmeden biran önce idrâk etmeleri,
milletçe en büyük ümit ve temennimiz olmalıdır.
Gerçi, durumun önemini
ve ciddiyetini kavrayan dünya milletleri, karşılarında bulunan bu problemlerin
çözümlenmesi için, örgütler kurmak ve aralarında konferanslar düzenlemek yoluna
gitmektedirler. Ancak, insanların bir de manevi cephelerinin bulunduğu ve bunun
gerek fertlerin gerek toplumların davranışları üzerinde son derece etkili
olduğu göz önünde tutulmamaktadır, Bu yüzden de, bu örgütlere bağlanan ümitleri
gerçekleştirdiklerini söylemek mümkün değildir.
Mânevi Cihazlanma
Derneği üyelerinden Dr. Paul Campbell ile Peter Howard İsviçre'nin Bern
şehrinde "İnsanları Değiştirme Sanatı" adında bir kitap yayınlamışlar
ve bu konuları ele alarak, derinlemesine incelemişlerdir. Çağımızın bilmecesi,
Şahsiyetin Anatomisi, Çözüm Yolları ve Kudretin Kaynağı bölümlerini ihtiva eden
bu eser, dünyanın belli başlı dillerine çevrilmiştir.
Bu kıymetli eserin
yurdumuza yararlı olacağına inandığım için dilimize çevirmeyi uygun gördüm.
Saygılarımla...
Ankara 1977 Mithat SAN
Dünyamız,
anlaşılması ve bağdaşılması güç insanlarla doludur. En önemli problem, bu
insanlarla nasıl başa çıkılabileceğidir... Bu tip iş arkadaşı, politikacı,
çocuk, karıkoca, sınıf, ırk veya ulus!.. Bu durum her gün binlerce dilde
konuşulan ana temalardan biridir.
Bu problemin
çözümlenmesi için, çeşitli metodlar uygulandı. Bugün, milletler arasındaki
görüşmelerde, veto’ya sık sık başvurmak bir gelenek haline geldi. Yaşantımızın
bir parçası olan veto’lar, bütün dünyada konferans ve konuşma masaları
sınırlarını aşarak, kahvealtı masalarına kadar yayılmıştır. Bütün bu haller
ise, insanlar arasında bir görüş birliği ve beraberliği yerine, karakterlerde
bir katılık ve acılığın meydana gelmesine sebep olmuştur.
Yüze gülüp arkadan
hançerlemek, özel ve toplumsal yaşantımızda, günlük olaylar halinde akıp
gitmektedir. Uygulanan diğer metodlara gelince; bunlar da: Diktatörlük,
insanların manen veya maddeten ölüme sürüklenmesi, zorbalık, toplama kampları,
topyekûn tasfiye ve nihayet savaş!..
İşte bütün bu
metodların ortaya koyduğu durumlar ve bunlara eklenen sosyal güçlükler,
gelecekte çözümlenmesi gereken birer problem olarak karşımızda durmaktadır.
Gerçi, bu dünyada hiçbirimizin, herkesi memnun edemeyeceği de sabit olmuş bir
realitedir.
Bugün Sovyet
Rusya’da, ağızdan ağıza dolaşan en önemli soru şudur: “Acaba nasıl bir insan
tipi yaratılmalıdır ki, yeni toplum düzeni işler bir hale gelsin?..” Komünizmin
bunu başaramadığı bugün artık günşığına çıkmıştır.
Norveç Komünist
Partisi kurucularından Oestfold Sendikalar Birliği Genel Sekreteri Hans
Bjerkholt şöyle diyor: ‘‘Yeni insan tipi problemi Sovyet Rusya’nın programında
çözümlenmemiş bir düğüm olarak kalacaktır. Rusya’da bütün konferanslarda, yeni
bir insan tipinin nasıl yaratılacağı teması üzerinde sık sık ve ısrarla
durulmaktadır. Ancak insanları bir kalıptan geçirmek suretiyle, bunu
başaracağımız hakkında boş bir kuruntuya kapılmamalıyız. Yeni bir insan tipi
yaratılmadıkça da, ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir sistemin topluma,
gerçek barış ve özgürlüğü getiremeyeceği, su götürmez bir realite olarak
karşımızda duracaktır.”
Hepimiz kapitalist değiliz. Hepimiz Komünist de değiliz. Fakat bizlerden
hemen herbirimiz, herkesin ve her şeyin olduğundan başka türlü olmasını isteyen
bir kişiyi tanırız. Eğer bizde, herhangi bir şahsın
olduğundan başka türlü olmasını istersek, bu takdirde şu soruya dürüst ve
namuslu bir şekilde cevap vermeliyiz: “Acaba, ben niçin onun başka türlü
olmasını yani değişmesini istiyorum?..” Her şey bir tarafa, başkalarının
değişmesini istemekle, aslında hiçbir şeyin değişmesini sağlamış olmayız.
Aileler, problemli
çocuklarının veya akrabalarının, olduklarından başka türlü olmasını isterler.
Burada ana motif, bu ailelerin sakin bir hayat sürmek istemeleri veya
komşularının, kendi haklarında, daha elverişli duygu beslemeleri arzusuna
dayanır.
İşveren, bilânçosunun
daha kabarık bir kârla kapanmasını sağlamak için, karşısında daha uysal bir
işçi topluluğu görmek ister.
Halkın bir sınıfı,
elinde olanı korumak veya elinde olmayanı ele geçirmek için, diğer sınıfların
değişmesini yani başka türlü olmalarını isterler.
Demokratlar,
alışılmış olan kolay ve rahat yaşantılarını sürdürmek için, diktatörlerin başka
türlü olmalarını isterler.
Sömürge halkı,
haklı olarak, kendilerini sömüren emperyalistlerden nefret ederler ve özgürlük
isterler. Fakat özgürlüğe kavuştuktan sonra da çoğunlukla, yüreklerinde biriken
intikam duygusunu bir tarafa atamazlar.
Konferans
masasında, bizim partimiz, rahatsız edilmeden şimdiye kadar yapageldiği
şeyleri, bundan sonra da işine elverdiği şekilde, yapmak için, muhalefetin
değişmesini ister.
Görüldüğü gibi,
bütün bu hallerde, ana motif, şuur altında yatan bencilliğin su yüzüne
çıkmasıdır. Bu fikirlerimizi, istediğimiz kadar barış, eşitlik, insan hakları,
vatanseverlik, milliyetçilik, özgürlük, adalet gibi yaldızlı sözcüklerin
arkasına saklamağa çalışalım, fakat yine de gerçek şudur: “Bizim toplumumuza ve bizlere kolaylık sağlanması için, diğer toplumlar
değişmelidir.”
Karşı taraftakiler,
bizim düşüncelerimize aykırı düşecek davranışlarda bulunmadıkları sürece,
yaptıkları bizim için hata sayılmaz ve değişmelerini istemek aklımıza gelmez.
Ancak, fikirlerimizin hattâ niyetlerimizin tehlikede olduğunu sezdiğimiz anda,
aykırı fikir besleyenleri, gerekiyorsa, zor kullanarak susturmaya hazar oluruz.
Bir şahsın veya bir toplumun gidişini zorla değiştirmek belki mümkündür. Ancak,
bu yoldan onların karakterlerini değiştirmek kabil değildir. İşte bu
nedenlerledir ki, uluslararasında, kuvvet dengeleri değiştiği halde, bir çağın
ana akımları kolay kolay değişmez. Zamanımızın değişen ana akımları ise, bizleri
hızla felâkete doğru sürüklemektedir.
Atom çağı, maddenin
en küçük birimini, yani atomu meydana koydu, ideoloji çağı ise, toplumun en
küçük birimini, yani insanın kişiliğini gözler önüne serdi. Bilgide,
teknolojide ileri olan ve ham madde kaynaklarına sahip bulunan uluslar,
silâhlanma yarışını kazanacaklardır. Aynı şekilde, insanların tabiat ve
mizacını değiştirecek sırları öğrenenler ve bu sanatı bilen milletler de, yeni
bir dünyanın kurulması için gerekli ideolojik yarışı kazanacaklardır.
Bir ideolojinin
gücü, atom enerjisinin gücünden çok daha etkilidir. Çünkü; atomu parçalayan
insan akıl ve şuuruna irade kumanda eder. Atomun zorbalığına nerede, ne zaman
ve nasıl son verilmesi gerektiğine dair kararı da irade verir. Kaldı ki; atomun
patlama gücü varsa, fikirlerin de ayakları vardır. Bundan başka, bir milletin
gücü yalnız ekonomisi, teknolojisi, potansiyeli, kaynakları ve sahip olduğu
insan yığını ile de ölçülemez. Ortak bir fikir ve ülkü birliğinin vurucu gücü
her şeyden daha üstündür. Eğer yaşadığımız zamanı anlamak istiyorsak, bu
gerçekleri daima göz önünde tutmak mecburiyetinde olduğumuzu asla
unutmamalıyız.
Bir sınıfa, bir ırka veya bir ulusa inhisar eden fikirler, dünyayı
değiştirmek için yetersizdir ve erimeye mahkûmdur. Böyle güçsüz
fikirler ise, hedeflerine varmak için, zor kullanmaya mecbur olurlar.
İnsanların tabiatını ve mizacını değiştirecek kadar güçlü olan bir ülkü, ancak,
sınıfları, ırkları ve ulusları birleştirecek kadar güçlü olabilir. Bir ideoloji
insanları parçalanmaya, kaosa, diktatörlüğe veya savaşa sürüklerken bir diğer
ülkü, insanlara sosyal, politik ve ekonomik rönesansı getirir.
Mânevi cihazlanmanın kurucusu Frank Buchman, bütün ömrünü, yeni
bir toplum düzeni kuracak güçte ve karakterde, insanların çoğalmasını sağlamak
için harcamıştır. Buchman, insanları değiştirebilmenin, ancak, devlet
adamlarının, idarecilerin, toplumun ve şahısların mânen cihazlanması suretiyle
mümkün olacağı kanısındadır. Her şahsın kendisini bu esaslara göre vazifeli
saymasını istiyor ve herkesin, insanların derin acılarını dindirmek sanatını
öğrenebileceğine inanıyor. Buchman’a göre, insanların değişmesine yardım etmek,
her şahıs için hem bir görev ve hem de bir hak olmalıdır.
Frank Ruchman şöyle
diyor: “insanların tabiatını ve mizacını değiştirmek mümkündür. Bu temelde
yatan bir cevaptır. Ulusların ekonomisi değiştirilebilir. Bu ise cevabın meyvasıdır.
Tarihin akışını da değiştirmek kabildir. Bu da çağımızın kaderi
olacaktır." Ve ilâve ediyor: “Bizlerin yepyeni ülkü ve nitelikte
devlet adamlarına ihtiyacımız vardır. Toplumun iyi idare edilebilmesi için,
insanları yönetecek sanatı bilen ve üstün iktidar sahibi olan bakanlara ve
idare adamlarına ihtiyaç vardır. Fakat, çoğunlukla, bu hususlar bakanlar ve
idareciler tarafından akla bile getirilmez.”
Frank Buchman’m, bu
alandaki çabalarının başarı derecesini, iki ayrı kıtanın iki ayrı devlet
adamının ağzından dinleyelim: Fransa
Dışişleri Bakanı Robert Schuman şöyle diyor: “Eğer Buchman’ın fikirleri
yalnızca bir teori olsaydı, kuşkuya düşerdim. Fakat o fikirler, gerçek olaylar
üzerindeki etkileriyle, ruhumuzun tâ derinliklerine işlemektedirler. O fikirler,
yaşadığımız bu zamanlardan başlayarak, çok daha uzaklara ulaşacak sosyal bir
devrimin habercisidirler. ’'
İkinci devlet adamı
ise, Seylan’ın İngiltere’deki Yüksek Komiseri
Sir Chlaude Corea’dır. Bu zat, Washington’da Seylan Büyükelçisi bulunduğu 1953 yılında,
seçkin bir diplomat ve devlet adamları topluluğu önünde şunları söylemiştir:
“İki büyük olay, son beş yıl içinde, Asya’nın çehresinde silinmez izler
bırakmıştır. Bunlardan birisi, 500 milyon insanın özgürlüğüne kavuşmuş olması,
diğeri ise Frank Buchman’ın 25 ayrı ulustan oluşan 200 ülkü arkadaşıyla
birlikte Asya’yı ziyaret etmesidir.”
Uzak Doğu’nun
politikacıları, sanayicileri ve sendikacıları tarafından davet edilen Frank
Buchman, manevi cihazlanmada görev alan fikir arkadaşlarıyla Asya’yı dolaşmıştı.
Gerek Doğu’nun gerek Batı’nın münevverleri ve devlet adamlarıyla halk
arasındaki ilişkilerin, hak ve adalete dayanan bir temele oturtulması lâzım
geldiğini ve bunun da, ancak derin bir aşk ve insancıl bir felsefe ile mümkün
olacağını, bugünden anlamağa başlamışlardır. Bu ise, fertlerde ve toplumlarda,
yepyeni bir düşünüş şekli yaratacak bir ülkünün insanların kafalarına
yerleştirilmesiyle gerçekleşebilir. Aslında, insanların tabiat ve mizacının
dokusunu, dünya tarihi oluşturur. İşte bu insan tabiat ve mizacı da,
ilerlemelerin, başarıların, fakirliğin, konferanslarda uğranılan başarısızlığın
ve nihayet savaşın bütün sorumluluklarını omuzlarında taşır, insan tabiat ve
mizacı dediğimiz o sihirli kudret, bugünkü dünyanın dokusunun atkı ve çözgüsü
olduğu gibi, gelecekteki yenidünyanın da ilk maddesi olacaktır.
Çağımıza,
materyalist ideolojinin damgasını vurmuş olanlar, bu gerçekleri bilmektedirler.
Karmakarışık ırk ve sınıf teorilerinin örtüsü altında, insan mizacının yaralı
duygularını, nefretini, korkusunu, haysiyet telâkkisini ve hırsını sömürmesini
bildikleri için, bir avuç militanla, uluslara hattâ kıtalara hâkim olmayı
başarmışlardır.
Demokrasilerde ise
zorlayıcı bir ideolojik hedef olamayacağı için, insanların tabiat ve mizacıyla
uğraşılmağa lüzum görülmez. Daha doğrusu buna güçleri yetmez. Bu durumun
sonucu, demokrasi rejiminin cılızlığında, kararsızlığında ve fikir
ayrılıklarında kendini gösterir. “izm”lerin —komünizm, faşizm ve ilh.—
ihtilâllerine ve ulusların üzerlerinden bir silindir gibi, onları ezerek
geçmelerine, demokrasiler sadece, özgürlük, beraberlik ve kardeşlik
teraneleriyle karşı koymak isterler. Halbuki bugün artık bu idealler, halkın
günlük yaşantısında kendisini hissettirmediği için, inandırıcı güçlerini
kaybetmişlerdir. İşte bu nedenlerle de, demokrasiler, bütün “İzm”lerden daha
etkili ve çekici bir güce sahip oluncaya kadar ve insan tabiat ve mizacını
değiştirecek kabiliyete erişinceye değin, insanların düşünüşleri üzerinde
sürdürdükleri umutsuz savaşı kaybedeceklerdir.
Yalnız, insan tabiat
ve mizacının değişmesiyle, insanlık bir birliğe, beraberliğe ve gerçek
özgürlüğe kavuşabilir. Bu değişiklikler ise, ancak devlet adamlarının, bu
ülküleri yürekten benimsemeleriyle gerçekleştirilebilir, bizlere de hasretini
çektiğimiz sürekli barışı sağlar. Bu değişiklik, aynı zamanda, diğer
sistemlerin topyekûn tasfiye ettiği insan tabiat ve mizacına, baskı altında
tuttuğu insan iradesine karşı, özgür insanlığın bir cevabı olacaktır. Diğer
taraftan, demokrasinin yozlaşmış durumuna, fikir ayrılıklarına ve geçirmekte
olduğu uyku nöbetine bir son verecektir.
Geçmiş çağlarda,
bizler, karakterin meydana gelmesini ve gelişmesini aile ocaklarına, okullara
ve din kurumlarına bırakmıştık. Fakat bugün için artık bu uygulama yeterli
değildir. Bir çocuğun hayata nasıl hazırlanması lâzım geldiğini pek az aile
bilmektedir. Zamanımızın okulları, öğrencilerine sadece genel ve teknik bilgi
vermekle yetinmekte ve onların mânevi cepheleriyle ilgilenmemektedirler.
Milyonlarca insan ise, ibadet yerlerini, yalnızca dış duvarlarından
tanımaktadırlar.
Şayet demokrasiyi,
ikiyüzlü, sahte ideolojilere boğdurmak istemiyorsak, bu takdirde, her vatandaş
mânen cihazlanmak suretiyle buna karşı koymak sanatını öğrenmelidir.
Devlet adamları,
analar, babalar, öğretmenler, insanları idare eden sanayi ve işçi teşekkülleri,
ordu camiası bu sanatı bilmelidir.
Eğer bizler, fert
olarak ve toplum olarak, mânevi cihazlanmamızı tamamlayıp insan tabiat ve
mizacını değiştirmeyi öğrenmek zahmetine katlanmazsak, dünyanın bir çöküntü ile
karşılaşacağını bilmeliyiz.
Şayet yaşadığımız
yüzyılın, dünyamızın kendi kendisini yok edeceği yüzyıl olmasını istemiyorsak,
o zaman herkesin bu sanatı öğrenmek mecburiyetinde olduğunu, hiçbir vakit
aklımızdan çıkarmamalıyız.
18. ve 19. yüzyıl
insanlarının tutkusu, dünyayı araştırmak ve gördüklerini açıklamak oldu. Bu da
akılcı bir çağ yarattı. 20. yüzyılın insanları, dünyaya hükmetmek sevdasına
kapıldılar. Bu ise, insanların iradesine ağır darbeler vuran, bir terör çağı
meydana getirdi. Karl Marks’ın hemen herkesçe bilinen bir sözü vardır ki
o da: “Filozoflar dünyayı anlattılar. Bizim
görevimiz o dünyayı değiştirmektir.” Bunu söylemekle Marks, yeniçağın
geleceğini önceden açıklamış oldu.
Bugün dünyanın her
tarafında, insan iradesine hâkim olmak için, sürdürülen dev bir savaşın
yaygarası işitilmektedir. Bu savaş, insan iradesine gem vurarak, onu dünya
ihtilâlini gerçekleştirmek uğruna, disiplinli bir şekilde ve bir robot
uysallığıyla, savaş cephelerine sıralamak için sürdürülmektedir.
Gerçi, bir insan topluluğunun
diğer bir insan topluluğunu köle derekesine indirmesi, demokrasinin ruhuna
aykırıdır. Ancak, demokrasilerin cılız yürütme güçleri, totaliter iktidarlara
karşı koyacak durumda değildirler. Her ne kadar, demokrasiler bu gibi hallerde
direnmek isterlerse de, çağımızın gerçeklerini görmezden geldikleri için, bu
alandaki atılımları gözü kapalı ve cılız bir mırıltıdan ileri gidememektedir.
Bugün karşısında
bulunduğumuz can alacak problem şudur:
“İnsan iradesinin
müsbet hedeflere yöneltilmesi suretiyle, toplumları birliğe, beraberliğe ve
özgürlüğe kavuşturarak, insanlığı bir kişimin, bir grubun veya bir sınıfın
diktatörlüğü altına girmek tehlikesinden kurtarmak mümkün olacak mıdır?..”
İrade, topyekûn bir
sonuç elde etmek ister. İrade, açık bir hedefe tek taraflı olarak, yoğun bir
şekilde yöneltildiği zaman, kendini rahat hisseder. İnsan iradesi, büyük ve
önemli problemler için, kendisini adamaya karar verir. İşte o zaman, ruh
yükseldiği yaratıcılık mertebesini durmadan sürdürür. Beden de, disiplinli bir şekilde
formunu korumak mecburiyetini duyarak, İradenin emirlerine boyun eğer. Kararın
büyüklüğü insanın kişiliğine bağlıdır. İnsanın; kararlı, olgun ve dengeli bir
şahsiyet kazanması ise, ancak, hayatını zamanın problemlerine cevap verecek
şekilde, büyük hedeflere adamasıyla mümkündür.
Bir zamanlar, bu
hedefler sanatta, ilimde, politikada ve ekonomide kendini göstermişti. Fakat
bugün, bu tür hedefler, artık gayeye varmak için cılız kalmaktadır. Dünyamız,
büzülerek ve küçülerek bir yumak haline geldikçe, insanlar birbirlerinden
ayrılmakta ve parçalanmaktalar. Eğer insanlar arasında, bir birlik ve
beraberlik sağlanamazsa, dünyamızın bir çöküntü ile kargı karşıya geleceğini,
akıl ve mantık bizlere haykırmaktadır. İnsan iradesini, ancak, dünya çapında
büyüklüğü olan ve engin bir manevi niteliğe sahip bulunan bir gaye tatmin
edebilir.
Komünizm, sınıf
şuurunun baskısı altında bulunduğu için, böyle ulvi bir gayeyi temsil edecek
güçte değildir. İşin esasına bakılacak olursa, kıyasıya sürüp giden bu sınıf
kavgalarının sonucunda, iki kuvvet blokunun günün birinde, bir atom savaşıyla
karşı karşıya gelmeleri ihtimali ortaya çıkmaktadır. Sayılan bu sebeplerden
dolayı, komünizm, çağımızın modern ve münevver insanlarının, ideolojik ve
mânevi ihtiyaçlarına cevap verecek vasıflardan yoksundur.
Bugün yaşadığımız
demokrasi dahi, politik, ekonomik ve sosyal yönleri ile insanları bu hedefe
ulaştıracak durumda değildir. Demokrasimizin, bu alandaki çabaları, dağınık ve
sisli olduğu kadar, fertlerden istediği şeyler de ufak ve değersizdir. O,
ferdiyetçiliği ve bencilliği hoş görmekle kalmaz, aynı zamanda onları teşvik
eder. Demokrasimizin, su yüzüne çıkmış olan politikasının ana temeli, menfaat
duygusuna ve yaşama içgüdüsüne dayanmaktadır.
Bu sebepler
yüzünden, çağımızın münevver insanlarında, huzursuzluk ve endişe,
yaşantılarının bir simgesi halinde kendini belli eder. İnsanların dünyada
kendilerine ayrılan yerleri alabilmeleri için, manevi yönden değiştirilmeleri
ve ülkülerinin temelden yenilenmesi lâzımdır. Eğer şahsiyetin anatomisini
incelemeğe devam edersek, yukarıdaki sözlerin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu
görürüz.
Geçmiş çağların
ekolüne ve geleneklerine göre, insan hayatı üç alanda mütalâa edilirdi. Bunlar
da: Ruh, beden ve irade. Her biri başlı başına birer güç olan bu varlıklar,
şahsiyette o derece birbirlerine girmişlerdir ki, bunlara bir sınır çizmek
çetin olduğu kadar, insanların davranışları üzerinde, hangisinin daha tesirli
olduğunu tesbit etmek de o derece zordur. Bununla beraber, insan tabiat ve
mizacının anatomisi, içiçe girmiş olan bu zincirin halkaları hakkında, bize
bilgi verebilir. Biz burada, insanların davranışları üzerinde etkili olan
güçleri ele alacak ve bu güçlerin nasıl değiştirilebileceği problemi üzerinde
duracağız.
Birçoğumuz,
düşünüşümüzün yaşantımızdan çok daha günahkâr olduğuna inanırız. Her ne kadar
daima yapmıyorsak da, yine de genellikle gideceğimiz doğru yolu seçmek
kabiliyetine sahip olduğumuz kanısında bulunuruz. Gerçekte ise, düşünüşümüz de
yaşantımız kadar karmakarışık ve şaşkın bir haldedir. Ruhumuz, harikulâde
sihirli bir mekanizmadır. Fakat, o, beden ve irade güçlerinin baskısı
altındadır, insan eğri yaşayıp doğru düşünemez. Günlük yaşantıda, “saf ve
akılcı düşünce” bir istisnadır. Bu vasıflar ise, bir tabiat vergisi olarak,
ancak, insan şahsiyetinin cevherinde bulunur.
Bir örnek verelim: Kendimizi, olduğumuzdan daha üstün görmeye ve akıllı hayal etmeye ne kadar
kolaylıkla meyil ederiz. Büyük lâf eder fakat küçük bir hayat süreriz. Bu
haller ise, herbirimizde sanki üç ayrı insanın gizlenmiş olduğu görüntüsünü
verir. Söz gelimi; içimizde, kendimiz sandığımız bir şahsiyet vardır. Fakat o
şahsiyet, sadece fantazimizde yaşayan bir kişiliktir. Bütün ideallerimiz ve
azimli çabalarımız, bu kişilikle içiçe olduğu halde, yine de, davranışlarımıza
uymayabilir. Bundan başka bir de, arkadaşlarımızın gördüğü bir kişiliğimiz
vardır. Bu dahi, gerçekte, bizim kişiliğimize aykırı olabilir, fakat bizim
ikinci şahsiyetimizdir. En son olarak, bütün gururumuzla, nefsimize karşı
hoşgörümüzle, huysuzluğumuzla, türlü ruh hâletimizle, duygusal yönlerimizle,
acı ve tatlı tecrübelerimizle asıl karakterimizi kapsayan gerçek bir
şahsiyetimiz vardır.
Bu suretle kendimizi
yanlış tanımamız, bizleri, etrafımızdaki dünyayı da yanlış tanımaya itmektedir.
Anaların ve babaların gururu, çocuklarını gerçekçi bir gözle görmelerine engel
olur. Aynı menfaatları paylaşan ve aynı ekonomik örgüte bağlı bulunan,
işverenle işçiler çoğu zaman, birbirlerine karşı aykırı görüşlere saparlar.
Bizler mensup olduğumuz toplum hakkında, dağınık ve sisli görüşler taşırız.
Duygularımızı ve kalblerimizi harekete getiren kuvvetleri, dürüst olarak
tanımağa ve tanıtmağa hazır olmadığımız için, ulusumuzun fertlerini harekete
getiren güçlere de kör gözlerle bakarız. Başka milletlerin, halkımız hakkındaki
kanaatlarını duyunca, önce şaşırırız sonra gururumuz yaralanır ve nihayet
kızarız. Sorgusuz sualsiz, bunu söyleyenlerin yanıldıklarına hattâ kasıtlı
davrandıklarına karar verir ve bizdeki eksiklikleri de onlara yüklemeye
çalışarak, durumu daha çapraşık bir hale sokarız.
Eğer komşularımız, bizim bencil ve menfaatçı niyetlerimizi önceden sezerek,
onları boşa çıkarmayı başarırlarsa, o zaman komşularımızı derhal menfaatçi ve
bencil olarak damgalar ve hemen etrafa yayarız. Artık, şiddeti gittikçe artan bir kuruntu
altında, yığdığımız barikatların arkasına geçip, kendimizi saldırılara karşı
emniyete aldığımızı sandığımız hayal dünyamızda, yok edici peşin
hükümlerimizden, hiçbir kimse yakasım kurtaramaz. Daha sonra da, iç âlemimizin bu fantazi denizinde, “herkes bizim gibi
erdemli davranmak basiretini gösterse" dünyada her şeyin düzeleceğine
kendimizi inandırmağa çalışırız. Hal böyle iken, fertlerin arasında olduğu
gibi, partilerin, sınıfların, ırkların ve ulusların aralarında, hem de ana
temalardaki meydana çıkan görüş aykırılıklarına şaşarız. İnsanlık da,
gayesinden saptırılmış felsefeden yaka silker ve yaygın bir hal alan
şarlatanlık bataklığında boğulacak derecelere gelir. Bizler de, ciddi emek
harcadığımız plânların, niçin bir türlü gerçekleşmediğine hayret ederiz.
Her şey bir tarafa,
bir defa kendi vücut sağlığımıza karşı, nasıl davrandığımızı düşünelim!.. Tıp
dünyası, korkunç bir oranda artan akciğer kanseri ile savaşmaktadır. Klinik
araştırmalarının sonuçlan, artan tütün tüketimiyle akciğer kanseri arasında bir
münasebet bulunduğu yolundaki şüpheleri kuvvetlendirmektedir. Sigaranın kan
dolaşımı üzerinde olumsuz etki yaptığı ispatlanmış bir gerçektir. Hal böyle
iken, insanların birçoğu “neden sigarayı bırakayım?..” derler. Halbuki
insanların “Niçin sigara içmeye devam edeyim?..” demeleri daha akıllıca bir söz
olurdu.
Bir adım daha
atarak, alkol problemi üzerinde duralım: Kronik bir dert hattâ bazı yerlerde
bir âfet haline gelen alkolizmin, insan sağlığı üzerinde yaptığı tahribatı ve
ulusların ekonomisine getirdiği zararları, çok iyi bilmekteyiz. Fransa’da
ulusal bir problem haline gelen, ruh ve karaciğer hastalıklarının yaygın bir
şekil alması, aşın derecede şarap ve diğer ispirtolu içkilerin kullanılmasına
bağlanmaktadır. Alışkanlık haline getirilen içkinin, miktarı az dahi olsa,
ara sıra şişenin dibi gözükecek kadar içilenden, daha zararlı olduğu tıpça
tesbit edilerek ortaya konmuştur.
İnsanların birçoğu,
bulundukları toplantıda, oyunbozanlık etmemek için içki içerler. Bazıları da
“korkak” damgasını yememek için “hayır” diyemez. Birçokları, zor bir
durumu geçiştirmek veya bir kederi avutmak için içerler. Bu insanlar,
istedikleri zaman, derhal bırakabilecekleri inancında oldukları için, sigara ve
içki içtiklerini söylerler. Fakat, bir defa yakasını bunlara kaptıranlardan,
milyonlarca insanın, bu belâlardan kurtulmayı başaramadıkları gerçeğini unutmuş
görünürler. Bu insanlardan birisine, “Neden doktorunun tavsiyesine uyarak
sigarayı bırakamıyorsun?..” diyecek olursak alacağımız • cevap,
“Bırakamıyorum!..” olmaktadır.
Eğer bizler, fert
olarak, mânevi cihazlanmamızı tamamlamamış isek, moralimizde eksikler ve
gedikler varsa, bu durumda, başka şahıslara, toplumlara veya uluslara, bu
alanda yardım etmekliğimizin mümkün olamayacağını açıkça bilmeliyiz. Herhangi
bir meselede, haksız olduğumuzu bildiğimiz halde, bir uzlaşmaya gideceğimiz
yerde, hudutsuz bir menfaat hırsıyla, başkalarının mecalsizliğinden
yararlanmağa çalışırız. Halbuki; ufak tefek feragatlerle, gönül tokluğu
göstermekle, başkalarına yardım etmek için, ne derece büyük moral gücü
kazanabileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz.
Haklı oldukları
halde, güçsüz olan tarafın, devlet adamlarının ve diğer ilgililerin, bu gibi
durumlarda yapacakları fedakârlığın bedelini, milyonlarca masum halk ödemek
zorunda kalır. Ulusların kaderleri üzerinde karar vermek mevkiinde bulunan
idareciler ise, gerek kendi devlet adamlarının zebunluğu gerekse karşı tarafın
adamlarının moral eksikliği ve zalimce davranışları yüzünden meydana gelen bu
ağır durum karşısında bir şey yapamazlar. En sonda, âdet olduğu üzere,
yeniden, tomarlarca iç ve dış politika programları düzenlenir.
Anaların ve
babaların, dinmek bilmeyen, çeşitli arzu ve heveslerine karşı koyamamaları
yüzünden, meydana gelen şefkat eksikliğinin cezasını çocukları çeker. Bu
kırattaki ana ve babalar, çocuklarına, hayatlarını değerlendirecek bir ülkü
aşılayamazlar. Gençlik de, bu boşluğu doldurmak için, kendisini umutsuzca
dedikoduya kaptırır, beyaz zehire saldırır ve şuursuzca cinsiyet duygularını
kamçılatmaya koşar.
Gerçi, aklımız bize,
neler yapmaklığımız gerektiğini kesin olarak bildirir. Fakat, istek ve
arzuların esiri olan beden, irade ile birlikte akla karşı çıkar, bazı hallerde
de hem aklı hem de mantığı alteder. Şayet, iradeyi akılcı yola yönelecek bir
değişikliğe tabi tutarsak, o zaman, şehvete, sigaraya, alkole ve beyaz zehire
karşı bedenin aşın derecedeki isteğine gem vurulabilir. Bu alışkanlıklar
bırakılırsa, hayatlarının ıssız bir çöle döneceği kuruntusu, birçok insanın
kafasında yer etmiştir. Halbuki, irade değiştirilerek müsbet bir yöne
doğrultulursa, bütün bu kötü alışkanlıklar, yavaş yavaş çekiciliğini kaybeder
ve o andan itibaren kurtuluş başlar.
Bize kumanda eden
içgüdülerimizin, köklü bir devrimle değiştirilmesi halinde, ruh ve beden
sağlığımızın normal ve dengeli bir düzene girmesini sağlayabiliriz. Bir
insanın, hayatının çekirdeği olan gerçek benliğine, biz o adamın “iradesi”
diyoruz. İrade dediğimizi bu kavram, bütün davranışların kaynağıdır. Sevgi,
nefret, cesaret, korku, hırs duygulan bir hâle şeklinde iradenin etrafım sarar
ve iç evrenimizin en kudretli yıldız kümesini meydana getirir. Etrafında dönen
gezegenler üzerinde güneşin yaptığı etkiyi, irade de bizim iç âlemimizde,
düşünce ve davranışlarımız üzerinde yapar. Dünyanın gidişini değiştirmek üzere
verilecek zorlu savaşın hedefine ulaşabilmesi ancak, insan iradesinin
değiştirilmesi için harcanacak süresiz ve insan üstü bir çaba ile mümkündür.
İrade gücü, akıl
almayacak derecede büyüktür. “Zayıf irade” diye bir şey yoktur. Bazıları, “Benim
iradem çekici şeylere karşı koyacak güçte değil” derler. Gerçekte ise,
bunu söyleyen şahsın iradesi, hiçbir yargıya değer vermeden, kişisel eğilimini
sürdürecek kadar, kuvvetlidir. Başladıkları işleri bir türlü sona erdirmeyen
insanları, “iradesizlik” ile suçlarız. Aksine, o şahıs, doğacak bütün
sonuçlara aldırış etmeden, 'kendi istediğim yapacak kadar güçlüdür.
İnsan iradesi, kendisini, daima istekleriyle belli eder. Her istekte,
bizler, gerçekten irademizi hissederiz. İnsan olarak isteklerimiz ise,
kendisini üç ana temelde gösterir. Bunlar da: Seks, emniyet ve başarıdır. Bu üç itici güç,
birbirlerine karşı şaha kalkmış durumda oldukları gibi, birbirlerini de kontrol
ederler. İnsanın güvenini ve başarısını tehlikeye atacağı için, bedenin başıboş
ve sınırsız cinsi yaşam isteğine, diğer iki güç karşı çıkar. Başarıya ulaşmak
için de, insanın, toplum kurallarını hiçe sayarak, cesetlerin üzerinden geçmesi
mümkün değildir. Buna da diğer iki güç karşı koyar. Bu sebeplerden dolayı da,
irade, bedenin açgözlülük derecesine varan, bu aşırı isteklere engel olmak
için, ustaca birçok manevralara başvurmak zorunda kalır.
İrade, insan
hayatında bâzı şekil ve biçimlerde, cinsiyet yoluyla kendini meydana atar ve
kabul ettirir. Bir misâl olarak flört’ü ele alalım: Karşı tarafın, gerçekten
bir katılma isteği olup olmadığına bakılmadan, bir tarafın davranması, flört’ün
karakteristik vasfıdır. Bir taraf, gözlerin karşılıklı bakışlarından ve yakında
olmanın verdiği duygusal avantajlardan yararlanarak, öteki tarafı elde etmeye
çalışır. Hiçbir kimse, bu davranışının karşısındakini ne hallere soktuğunu,
düşünmek gereğini bile duymaz. Bir flört’ün devam ettiği sürece de aile
bağlantısı kavramı silinir ve sorumluluk duygusu işlemez hale gelir. Bir
toplantıda, bütün erkeklerin, oradaki en güzel kızın, etrafında nasıl
çöreklendiklerini her sefer görmek mümkündür. Bu davranışların, orada hazır
bulunanlar üzerinde yapacağı etkiler akla bile getirilmediği gibi, genç kızın
da düşeceği durumlara aldırış edilmez, işin bu derece ileri götürülmesine cüret
edilmesinin sebeplerini de, erkeklerin kuruntularında aramak gerektiğine bu
arada işaret edelim.
Seks, ekonomik
hayatta, sermaye olarak ortaya konulur ve bu hal, otomobil satışlarından sigara
reklâmlarına kadar, her alanda görülür. Film prodüktörleri, cinsi arzuları kamçılayacak,
açık saçık sahnelere bol bol yer vermek suretiyle, insanların bilinen bu
tutkularından faydalanmak yoluna giderler. Resimli mecmualar, gazeteler ve
romanlar da aynı metoda başvururlar.
Klik veya asıl Türkçe adıyla Bölek, (İngilizce: Clique) sosyal bilimlerde;
bir grup içerisinde, gruptaki diğer kişilere göre daha düzenli ve sık şekilde
çıkarları doğrultusunda birbirleriyle iletişim halinde olan gruplara verilen
isimdir. Kliklerde bulunan kişiler arasında cinsiyet, etnik köken, popülerlik
gibi paylaşımlar bulunur ve klikler kuralcı sosyal gelişimin bir parçasıdır.
Klikler sıklıkla ergenlik veya orta çocukluk aşamalarında görülse de, tüm yaş
gruplarında bulunabilirler.
Şöhretli
politikacıların, sanayicilerin ve sendikacıların evlilik dışı ilişkilerini
doğal sayan görüşü ele alalım: Meşru olmayan ilişkilere karşı duracak gücü
kendisinde bulamayan bu insanlardan, kendilerine emanet edilen vazifeleri
yerine getirmeleri ve gerektiği zaman fedakârlık yapmaları beklenemez. Moral
çöküntüsünün, insanların kişiliği üzerinde yaptığı etkinin, o şahsm toplum
hayatındaki durumunu zedelemeyeceğini düşünmek bile, büyük bir çelişkiye düşmek
olur. Nitekim, gizli tutulmasına özel çaba harcanan bu tür ilişkiler sırasında
meydana gelen olaylar, aksini savunanların suratlarına keskin bir tokat gibi
inmektedir.
Ayrı cinse mensup
iki insan arasındaki “gizli” veya “özel” ilişki alışkanlıkları yaygın bir hal
almıştır. Bu ilişkilerin doğal, zararsız, hattâ lüzumlu olduğu yolunda,
gençliğe yıllarca telkin yapılmıştır. Bir kere bu alışkanlıkların esiri
olanlar, önüne geçilmez bir ezikliğe, zaman zaman içe kapanıklığa, toplumdan
kaçan hallere, suçluluk psikozuna, yersiz utangaçlığa, ürkekliğe, çekingenliğe
ve aşağılık duygusuna yakalarını kaptırırlar. Bu davranışların normal ve
zararsız olduğuna, en ateşli savunucuları bile, kimseyi inandıramazlar.
Nitekim; bu alışkanlıktan kurtulan kadın ve erkeklerin, nefislerine karşı
güvenlik duygulan artmakta, rahata, sevince, bir kelimeyle iç sükûna
kavuşmaktadırlar. Toplumdan saygı görmeye başlayan bu insanlar, açık yürekli ve
başkalarını düşünen nitelikleriyle, diğerlerine oranla, dikkati çekecek derecede
bir ayrılık ve üstünlük gösterirler.
İnsan iradesi, ikinci açlığını, güvencede arar. Bu tutku, insanların
paraya, taşınır ve taşınmaz mallara sahip olmak için gösterdikleri çabalarla
belli olur. İnsanlar bunu sağlamak amacıyla, sermayeye, kâra, gelire ve ücrete
sıkı sıkıya sarılırlar ve bu maddi nesnelerin kendilerine güvenlik getireceğine
inanırlar. Halbuki, insanların serveti arttıkça, güvenlik duyguları azalır.
Çünkü, varlık arttıkça, daha fazlasına sahip olmak hırsı da artar. Eğer
varlıkla, insanda güven duygusu sağlanmış olsaydı, servete karşı duyuları
açlığın nihayet bir yerde durması lâzım gelirdi. Halbuki, durum tamamıyla
tersinedir ve irade bu konuda pek az ahvalde akılcı ve mantıklı davranır. İrade, kör bir
hırsla, asla doymak bilmeyen bir iştihanın peşinden koşar. Artık para, bir
vasıta değil, bir gaye olarak insanların ve toplumun yaşantıları üzerinde,
bağlayıcı ve paralize edici bir etki yapmağa başlamıştır. İş bu dereceye
geldikten sonra da, önemli ve nüfuzlu mevkilerde rüşvet olayları alır yürür,
insanlar, güvenliklerini sağlamak için, aşın derecelerde servet edinmek lâzım
geldiği duygusundan yakalarını kurtaramadığı sürece, politik, ekonomik ve
kanuni tedbirlerin bu problemi çözümlemeye yetmeyeceği bir gerçektir.
İrade, aynı zamanda,
parlak bir ışık altında görünmeyi de, bir güvenlik faktörü olarak ister. Bu
hırs, yalnızca etrafına etki yapabilmek için, öğrencileri sınavlarda hile
yapmaya, yetişkinleri de güçlerinin üstünde lüks yaşamaya zorlar. Bu yüzden,
analar babalar, yaşantılarının karanlık köşeleri hakkında çocuklarına açıklama
yapamazlar ve bu yüzden çocuklar da altında ezildikleri düşünceleri ana ve
babalarına anlatamazlar. Ve yine bu yüzden sağlığa kavuşturulması gereken
marazlar, asla günışığına çıkamaz.
İnsanların nefislerini kandırmak için, güvence diye besledikleri bu aşın
hırs, demokrasinin yozlaşmasına da yol açmaktadır. Politikacılar, dürüst olarak
seçmenlerine, gerçekleri söyleyecekleri yerde, çoğunlukla, seçmenlerinin
işitmek istediklerini söylemek yoluna sapmaktadırlar. Bu suretle, memleketin
yararları göz önünde tutulmayarak, seçmenlerin duygularıyla oynanmakta ve
gelecek seçimler için, oy hesaplarına dayanan bir politika güdülmektedir.
Gerçi, dürüst davranan politikacılar da vardır. Ancak, bunlar azınlıkta
kalmaktadırlar. Halbuki, demokrasi çoğunluk rejimidir.
İrade, güvenliği bir
de plânlamada arar. Plân ve program, gerçi insan ve toplum hayatının düzenli geçmesi için
gereklidir. Plân, aynı zamanda, organizasyon yoluyla, insanları güvensizlikten
kurtarmak için, verilen kararın, gözle görülen maddi belgesi de sayılabilir.
Plânları, hangi ölçüde güvenlik için yaptığımız, ancak, onları değiştirmemiz,
haklı olarak bizden istenildiği zaman açıklığa kavuşur. Bir plânın
değiştirilmesi istenilirse, işte o zaman, değerine bakmadan, en hoşumuza giden,
resmi veya özel projelerimize, bir katıra şeref verecek bir inatla, sımsıkı
sarılırız.
Haklı olduğumuza
inandığımız zamanlarda da, bir güvenlik duygusu içinde bulunuruz. Ancak bu
hali, birçoğumuz kendimize, bir sanem, bir put yaparız. Daima haklı olmak
sevdasında bulunan bir insanın, toplumun en sevimsiz mahlûku ve en yalnız
canlısı durumuna düşeceği gerçeğini görmeyecek kadar kör oluruz. Bu gibi
hallerde, hiçbirimiz, yanıldığımızı söyleyerek, eleştiricilerin ellerinden
silâhlarını alıp, nefsimizi gerçek bir sevince kavuşturmak yoluna gitmeyiz.
Şayet, çağımızda yazılan biyografilere ve hâtıralara bakılacak olursa, bu
sürede yüksek makamlarda bulunanlardan hiçbir kimsenin, hata işlemediğine
inanmak icabetmektedir.
Halbuki; daima haklı
olmak veya haklı olduğunu sanmak tutkusu, haksız olmak korkusuyla elele yürür.
Bu ruh hâle ti, benliğimizin derinliklerine işleyerek birçok reaksiyonlara
sebep olur. Bunun sonucu olarak da, herhangi bir iş eğri giderse, derhal ve otomatik
bir surette, suçu diğerlerine yükleriz. Ancak, insanların ve ulusların karşılıklı
olarak suçları birbirlerinin üzerlerine atmaları, ne problemlerin
çözümlenmesine ne de bu yanlış düşüncelerin ortadan kalkmasına yarar.
İradenin üçüncü büyük
tutkusu başarıya ulaşmaktır. İnsanların çoğunluğu, toplum içindeki değerlerini,
komşularına oranla elde ettiklerini sandıkları başarı derecesiyle ölçerler.
Buradaki başarı derecesinin ölçüsü ise, şık giyimli bir eşe, büyücek bir
otomobile, gösterişli bir eve, parlak bir mevkiye veya kârlı bir işe sahip
olmaktır. Özellikle, rakip saydığımız insanların durumlarını, güçlerini ve halk
tarafından sevilme derecelerini adım adım izleyerek, onları eleştirmek fırsatım
kollamamız, bizim başarı hırsımızın bir belirtisidir. Başarıya ulaşmak, hiç
olmazsa ulaşmış görünmek için, başkalarının başarısını küçültmenin yeteceğini
sanırız. Bizler, rakiplerimizin başarılarını, bir taraftan mübalâğalı bir
dille ve şeytanca bir ustalıkla, önce göklere çıkarır sonra da en ufak ve doğal
bir başarısızlığı etrafa yayarak, onları yere vurmak sanatını çok iyi biliriz.
Bu arada, rakibin zayıf yönlerinin meydana çıkması karşısında takındığımız
sevinçli durum, en azından bizim, ne kadar kıskanç ve hırslı olduğumuzu
göstermeye yeter ve artar.
İnsanları, başarıya
ulaşmak için, çaba harcamağa iten gücün de, irade olduğunu söyleyelim. Hayatı
boyunca dürüst davranmağa karar vermiş olan büyük bir bankanın direktörü,
müşterilerinin borsa oyunlarındaki kayıplarını, birçok defalar, kendi cebinden
ödediğini itiraf etmiştir. Direktör, müşterilerinin mali müşaviri sıfatıyla,
adına gölge düşürmemek için bunu yaptığım sözlerine eklemiştir. Başarılarımızı
herkese kabul ettirmek hırsı, spor alanlarından başlayarak devlet dairelerine
kadar her yerde, yaptığımız işleri ve davranışlarımızı iğrenç bir hale sokar.
Bu tutku, aynı zamanda, gerçek çehrelerinin görülebileceği endişesiyle,
insanları daima korku ve baskı altında tutar. işte bu sebeplerle de,
insanların, evlerinde, ekonomik hayatlarında ve politikada nerede ve ne durumda
olduklarını kestirmek imkânı gerçekten zorlaşmaktadır.
İnsanlar, mutlaka
başarıya ulaşmanın hırsıyla, yalnız anladıklarını sandıkları alanlarda,
mesuliyet almak eğilimini gösterirler. Bunun sonucu olarak da, zahmete
katlanmadan, ciddi çaba harcamadan ve toplum üzerinde yapacağı olumsuz etkiye
aldırmadan, bencil bir düşünce ve davranışla, kendilerini başarıya
ulaştıracağına inandıkları, projelere ve işlere karşı ilgi gösterirler.
İnsanların, içinde yaşadıkları toplumun yararlarını umursamadan, kolay başarı
peşinde koşmaları, çoğunluk rejimi olan demokrasi için bir handikaptır.
Kendileri tarafından, sınırlı bir alanda, ölçülüp biçilip seçilen, sanayi,
ticaret, bilim, güzel sanatlarda veya başka bir dalda, elde ettikleri önemsiz
bir haşandan ötürü gururlanmaları, işin en acıklı yönünü ortaya koyar. Evlerinde, işyerlerinde diktatörce davranan bu insanlar, toplum tarafından
birer demokrat olarak değerlendirilirler. Vergilerini ödeyip seçime katılmakla,
topluma karşı görevlerini yerine getirdiklerine inanan bu insanlar, artık şahsi
çıkarlarının arkasından koşmağa ve bunu elde etmek için de her vasıtayı
kullanmağa hak kazandıklarını sanırlar. Bunun sonucu olarak da, inançsız ve
prensipsiz bir azınlık iktidarı ele geçirir ve vicdansız insanlar kilit
noktalarını tutarlar ve demokrasi de, diktatörlerin eliyle boğulmadan önce,
demokratların kalbinde ölür.
Toplum düzenini
yaralayan zararlı bir inanç daha vardır ki o da; insanların, aynı zamanda
paralel olarak sürdürdükleri ekonomik ve politik yaşantıları sırasında, namuslu
ve dürüst kalamayacaklarıdır. Bu peşin yargının insanların şuurları altına
yerleştirdiği sakat inanış, onları, çevrenin bu görüşüne inanmaya zorlamakta,
sosyal, politik ve moral bakımından haksız olan davranışları hoş görmeye hattâ
onlardan faydalanmağa itmektedir. Bunun acısını duyan milyonlarca insanın,
meşru olmayan bu haksız durumlara son verecek bir sistemi bulmak için, büyük
çabalar harcadıklarına şaşmamalıdır.
Yakasını, başarı
hırsının pençesine kaptıran bir insan, her davranışıyla kendini belli eder.
Böyle bir insan, bütün şerefleri tek başına kendine mal etmek ister.
Arkadaşlarının düşüncelerine kulak vermeyi güçsüzlük sayar. Onlar için
kollektif çalışma, bir beceriksizlik belirtisidir. Bu gibi insanlar, dua etmek
için diz çöktükleri mihrabın önüne, kendi iradelerinin büyüklüğüne secde etmek
durumuna düşerler.
Beynin ve sinir
sisteminin, vücut üzerinde yaptığı etkiyi, irade de insanların kişiliği
üzerinde yapar. Kollarımız, bacaklarımız ve vücudumuzun diğer azaları nasıl
beynin emirlerine boyun eğerlerse, irademiz de mânevi ve ideolojik bir hedefe
yöneltilmediği sürece, cinsi istek, güven ve başarı tutkularının arkasından
öylece koşar.
İnsan şahsiyetinin
bu karmakarışık mekanizması, acaba nasıl değiştirilebilir?.. Bu problemin
çekirdeğini, insan iradesinin hangi metotlarla esaslı bir devrime tabi
tutulması lâzım geldiği düğümünde aramak lâzımdır, iradesiz insan kişiliği, bir
et ve kemik külçesinden başka bir şey değildir ve erimeye mahkûmdur. Bu
itibarla, insanlarda iradenin bulunması mutlaka lâzımdır, iradeye hâkim olmak
suretiyle, mânevi ve ruhi bir çöküntünün elde edilebileceğini bilen zalimler,
modern metotlar uygulamak suretiyle, fiziki ve ruhi işkencelerle irade gücünü
yok ederler. Kurbanları ise, birer robot uysallığıyla, efendilerinin emirleri
altına girmiş olurlar. Ancak bu metotların müsbet bir sonuç vermesi için, uzun
bir zaman ve şiddetli bir baskı altında bu uygulamanın sürdürülmesi gerekir. Bu
da bize, iradenin değiştirilmeye karşı ne kadar büyük bir direnme gösterdiğini
anlatır.
İstediğimiz şekilde
davranmaya bizleri iten güçleri normal buluruz. Bunu anlamamız da mümkün olur.
Ancak, bu güçlerin başka bir tarafa yöneltilmesi bahse konu olunca, mesele
kökünden değişir. Problemin iyi anlaşılmış olması veya yapılacak şeylerin
bilinmesi, yalnız başına, insan şahsiyetine şekil vermeye yeterli değildir.
Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır: Eğer, marazın bir
kısmı kendi kişiliğimizde yerleşmiş ise, başkalarına şifa getireceğimizi
düşünemeyiz.
İrade belki
zorlanmak suretiyle, boyun eğmeye mecbur edilebilir. Fakat iradenin
şekillenmesi, ancak, mânevi bir inanışla ve varılacak kati bir kararla
mümkündür. İnsanlar, yaradılışları bakımından, işin kolayına kaçmak eğilimini
gösterirler. Ancak, bu konuda yumuşak ve rölatif ölçüler insanlara sevimli ve
sempatik görünse dahi, yine mutlak ve kesin kıstaslara ihtiyaç vardır. Çünkü,
iradenin gücü, yumuşak ölçülerle girişilen davranışları geriye iter. İradenin
gücünü kırmak için ve onu değişmeye zorlamak için, kesin mânevi ölçülerin ve
kıstasların uygulanmasına lüzum vardır.
Bilindiği gibi,
hemen her değişim teşebbüsü, direnim ile karşılaşır. Her değişme isteğine
karşı, insan iradesi; gurur, korku, haysiyet ve hırs gibi duygulardan oluşan
barikatların arkasına sığınarak, kendim korumaya çalışır. Bu duygular, âdeta
soğan zan gibi, iradenin çevresini kat kat sararlar. Davranışlarımızı
değiştirmekliğimiz için bizlere yapılacak bir teklif, birçoğumuzda derhal bir
karşı koyma duygusu yaratır. Hattâ buna dair bir imada bulunursa bile, hemen
bir itiraz ile karşılık veririz. Bu alanda gösterilen tepkinin derecesi,
vicdanımız üzerinde meydana gelen etkinin şiddeti ile orantılıdır. Bu haller
yaşantımız üzerinde yoğun bir alışkanlık derekesine varır. Bir gün önce, bu tür
bir olayla karşılaşıp etkisinin tortusunu daha atamamış bir koca, kahvaltı
masasında, her gün içtiği kahvenin, bugün berbat olduğunu mırıldanarak karısına
söyler. Politikacılar, yanlış tutumları ve kendi hataları yüzünden, meydana
gelen durumları örtmek amacıyla, halkın dikkatini başka yerlere çevirmek için,
diğer ülkelerin idarecilerine ve politikacılarına ağız savaşı açarlar. İşte
bütün bu haller; aslında kendi yıkılışımızın, perde üzerindeki bir görüntüsü ve
projeksiyonudur.
İrade, eleştiri karşısında, çok alıngandır ve bu gibi durumlarda, irade,
kendisini saldırıya uğramış sayar, iradenin arkasına gizlenen gurur, korkunç
bir güce sahip bir dev olup niteliği icabı çok da alıngandır. Gurur denilen bu
kavram, şahısların başarısızlıklarını asla itiraf etmelerine izin vermeyecek
surette ve mübalâğalı bir şekilde, nefislerine güvenmeyi, insanlara telkin
eder. Gurur, şahsiyetin yüreğini, bir kale duvarı gibi çepeçevre sarar.
Eğer bizler, boş ve
yersiz gururumuzun, bazı hallerde, insanlığa nelere mal olduğunu önceden
kestirebilseydik, gururumuz kendiliğinden un ufak olurdu. Hele kendimizin ne
durumda olduğunu takdir edecek duyguya erişseydik, o zaman başkalarını uluorta
eleştirmekten derhal vazgeçerdik.
Çatışmaya varan
anlaşmazlıklarda, suçu başkalarına yüklemek kolaydır. Kore, Çinhindi ve Malaya
olaylarında suçu Rusya’ya yüklemiştik. Fakat, gerçekleri göz önünde tutarak,
tarafsız bir inceleme yapacak olursak, içinde bulunduğumuz toplum düzeninin,
haksız ve beceriksiz davranışlarının terörizmi yarattığını itiraf etmek
mecburiyetinde kalırız. Komünizm/Kaitalizm/Empeyalizm ise, bugün bizlere,
vaktiyle işlediğimiz ve hâlâ da işlemekte olduğumuz bu hataların faturasını
ödetmek yolundadır.
Almanya’nın iki
dünya savaşı arasındaki durumunu ele alalım: Eğer savaşı kazanmış olan Batı
devletleri, demokrasi rejimlerinin icabı olarak, iyi niyetle ve gönül alacak
bir surette, yardım ellerini uzatmak erdemliğini ve basiretini, bir nebzecik
olsun gösterebilmiş olsalardı, Hitler gibi bir adamı “kurtarıcı” olarak
Almanya’da sahnede görmelerine hacet kalmazdı. İtalya’da bir Mussolini de
yaratılmazdı.
Aynı şekilde, geçen
yüzyıllar boyunca, Asya milletlerine reva görülen ekonomik, politik ve sosyal
davranışlarda da, Batı milletlerinin suçlulukları daha az değildir. Batının, bu
suçluluklarını itiraf ederek günahını bağışlatmaya yönelmesi zamanı çoktan
gelmiş ve geçmiştir bile. Sömürgecilerden miras kalan, rüşvet ve iltimas gibi
âfetler, Asya uluslarını bölünmeye hattâ parçalanmaya doğru itmektedir. Gelecek kuşakların
idarecileri, bu problemlerle başa çıkmak zorundadırlar. Asya milletlerinin
sayılan bu sosyal problemleri bir çözüme bağlanırsa, ancak o zaman halkının
geniş nefes alması mümkün olur. Bir insanı veya bir toplumu değiştirmek, onlara
açık bir yürekle derin bir sevgi göstermek ve yardım elini uzatmakla mümkündür.
İşte bu gerçekler karşısında, diğer sınıflara, ırklara ve uluslara kayıtsız
davranmaktan, soğuk karşılamaktan ve onlara acı yüz göstermekten vazgeçmeliyiz.
Ancak, kendi nefsini
olgunluğa eriştirebilen ve bencil duygularına gem vurabilen insanlar,
başkalarını değiştirmek gücüne sahip olabilirler ve toplumların ihtiyaçlarına
cevap verebilirler. Bu, vaaz vermekten ve nasihat etmekten bambaşka olduğu
gibi, bir operatörün hayat kurtaran anatomi derslerinden de apayrı bir şeydir
ve bir sanattır. Hayatlarında bu sırra erenler, ancak, diğer insanlara ve
topluma yön vermek gücünü kendilerinde bulabilirler. İşte o zaman, artık her
şey yeni bir görünüşe bürünmüştür. Bütün sahtelikler, haksızlıklar ve
ahlâksızlıklar insanları umutsuzluğa, acı duygu beslemeye sürükleyecek yerde,
onları olgunluğa götürür. Bizler de, bugüne kadar olan yaşantımızı sürdürerek
teröristleri suçlayacağımız yerde, daha inandırıcı ülkülere sarılıp onları
gerçekleştirmek suretiyle, ancak, terörizme etkili cevabı verebileceğimiz
gerçeğini kavramak yolunu tutabiliriz.
Nelerin âdil
olduğunu bilmeleri ve büyük ahlâki bir mirasa sahip bulundukları için
duydukları ateşli gurur dahi, sayılan bu kavramları, âdil bir davranışın yerine
ikame etmek hakkım insanlara vermez.
Hayal ettiğimiz,
hayat hayatımızda hiç uygulamadığımız bir ideal, bizi ve uluslarımızı
pençesinde kıvrandıran, hırsın, acılığın ve parçalanmaların katı gerçeklerine
karşı koyacak güce ulaştıramaz. Kafamızda yaşayan ideal, bizleri kolaylıkla
kendimizi olduğumuzdan daha akıllı ve üstün görmeye iter. Nitekim insanlar, kendileri hakkında, hayallerinde yaşayan ideale göre,
komşuları hakkında ise onların davranışlarına göre hüküm verirler. Sıkı sıkıya
bağlı olmaklığımız gereken, mânevi esasları bildiğimiz halde, onları
uygulamayız. Bu ruh hâleti ise, üzerimizde, duygu hâzinelerimizi uyuşturan bir
afyon etkisi yapar. Bizler de haklı olduğumuz kuruntusunun altında, düştüğümüz
bataklığa derinlemesine saplanırız.
Eğer bizler;
dürüstlüğü, yürek temizliğini, diğerkâmlığı ve sevgiyi samimi bir surette ve
mutlak ölçü ve kıstaslarla ele alarak imanlı bir inanışla uygulayacak olursak,
o zaman nerede bulunduğumuzu ve neleri değiştirmekliğimiz Iâzım geldiğini,
bütün açıklığıyla görmek imkânına kavuşuruz.
Diğerkâmlık
Diğerkâmlık,“başkalarının
yararını da kendi yararı kadar gözetme” ya da “diğer insanlara maddi veya
manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma ve ‘bencillik karşıtı
hareketler’de bulunma” olarak tanımlanır.
Bencilliğin (egoism)
karşıtanlamlısı olan ve “özgecilik, elcilik” olarak da bilinen diğerkâmlık
(altruism),tanımlarından da anlaşılabileceği gibi, “kendi gelişim
gereksinimlerini bir kenara itip yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya
çalışma” anlamında değil, başkalarını da kendisi kadar düşünme, başkalarını da
kendisi kadar sevme ya da başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme
anlamında kullanılır.
İnsanlar çoğunlukla,
kendi dürüstlüklerini, üçüncü şahısları örnek alarak tesbit etmek yolunu
tutarlar. Bu metotla varılan sonuçlar, aldatıcıdır. Çünkü, içtenlikle ve mutlak
manevi ölçüleri uygulayarak varacağımız sonuç ile, diğer insanlara kıyas ederek
çıkaracağımız sonuç, birbirlerinden tamamıyla ayrı şeylerdir. Nitekim; elimize
kâğıt ve kalem alarak, mutlak bir dürüstlükle, bütün hayatımızı gözden
geçirirsek, on dakika içinde, yanlışlıkları düzeltmek için nereden ve nasıl
başlamaklığımız gerektiğini, açık olarak kâğıda dökebiliriz. Gerçi, kendi
gücümüzle düzeltemeyeceğimiz birçok şeyler olacaktır. Fakat bugün başlarsak,
dünkü yanlışların bir kısmım, yarın düzeltmek imkânına sahip olabiliriz. O
halde hemen başlamalıyız!.. İnsanlar; yapamayacakları şeyler için üzülürler,
fakat yapabileceklerini de yapmazlar. Bu da, insan yaradılış ve tabiatının,
ezelden beri bilinen bir gözboyacılığıdır.
İnsan olarak
birçoğumuzun hayatı, her çeşit ruh kirliliğinin etkisi altında, telâş ve
karamsarlık arasında, bir saat rakkası gibi sallanıp durmaktadır. Eğer ruh
temizliğini, mutlak mânevi kıstaslara uygun olarak değerlendirecek olursak, işte
o zaman, birçoğumuz içgüdülerimizin meydana getirdiği barikatların arkasındaki
sükûnetimizin sarsıldığım ve sinirlerimizin gittikçe artan bir şekilde
gerildiğini duyacağız. Erkeklerde ve kadınlarda, ruh kirliliği, bu şahısların
varlıklarını kötüye kullanmaları, karşı cinsle meşru olmayan ilişki kurmaları,
homoseksüellik, cinsi sapıklık veya sadizm şeklinde kendini belli eder. Bu da
insanların, nasıl bencil, nefislerinin esiri ve çiğ yaratıklar olduğunu
gösterir.
Heveslerine ve
duygularına, sınırsız serbest bir akım veren evli çiftler, başkalarına kıyas
yoluyla, bu davranışlarını zamanın gidişine uygun görebilirler. Fakat, her şeye
rağmen bu aşın kaprislerin asıl sebeplerini, ana ve babaların, çocuklarının
gerçek ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendilerini adamak feragatini
gösterememelerinde aramak lâzımdır. Evlilik içinde bu yollara sapan ana ve
babaların, çocuklarına birer örnek olacaklarını gözden uzak tutmamaları ve
çocuklarının böyle davranışlarına şaşmamaları icabeder.
Toplumun çekirdeğini
meydana getiren, halkın güç kaynağı olması gereken mukaddes bir aile ocağı, bu
derekeye düşerse, o zaman evlilik yavan ve ruhsuz bir bağlılık haline gelir.
Herkesçe bilinen bir atalar sözü var: “Olgun ve dolgun bir sevgi, korkuyu
uzaklaştırır.” Fakat, gerçek sevgi yalnız korkuyu değil, aynı zamanda
bencilliği ve ruh kirliliğini de uzaklaştırır. Başkalarına yardım etmek
gayesini güden, dünyayı yenilemek amacına kendilerini adayan insanların,
yüreklerini yepyeni bir sevgi kaplar. İşte böyle bir tutku ancak, diğer tutkuların
yerini alabilir.
Modern dünyamızda,
bilinerek ve istenilerek, durmadan cinsi cazibeden söz edilir. Kadınların ve
erkeklerin, kendilerini içgüdülerinin bu esaretinden kurtarabilmeleri için,
bazı kolay ve basit çareler vardır: Başı çabuk dönen insanların, mutlaka
uçurum kenarlarında gezintiye çıkmalarına hiç de lüzum yoktur. Hayâllerinde,
bir çağrışım yapacağım bildikleri resimlerden ve kitaplardan, insanlar uzak
durmalıdırlar. Bunu yapmakla, güzel sanatlar yönünden büyük kayıplara uğramış
olmazlar ve fakat büyük içgücü kazanmış olurlar. Bir baraj seddinin zayıf
bir noktası, koca bir toprak parçasını sular altında bırakabilir.
İnsanlarda da çöküntü, birtakım merhalelerden geçerek gelişir ve su yüzüne
çıkar. Bunlar sırasıyla, bakış, üzerinde düşünüş, aşırı istek ve sonuçta tuzağa
düşüş!.. Bu gelişme zincirinde, insanın nefsine hâkim olabileceği en uygun
zaman, ilk bakış anıdır. Eğer bizler, her şeye kötü tarafından bakmazsak, doğru
yolu daha çabuk buluruz.
Bir düşünce ekersek, bir olay biçeriz.
Bir olay ekersek, bir alışkanlık
biçeriz.
Bir alışkanlık ekersek, bir karakter
biçeriz.
Bir karakter ekersek, bir kader biçeriz.
Yaradılışımızda,
doğal olarak, bencilliğin bulunduğu bir gerçek olsa bile, bunun mutlaka gerekli
olduğu bu suretle ispat edilmiş olmaz. Egoizmin meydana getirdiği sonuçlar
bile, yalnız başına, onun ne şahısların ve ne de toplumun yararına olduğunu
göstermeye yeterlidir. Yalnız kendi nefsini ve menfaatim düşünen çıkarcılar,
insanlığın yararına kurulmuş müesseselerden uzaklaştırılmalıdırlar. Ne yazık
ki; bugüne kadar bencil insanlara ve çıkarcı toplumlara karşı, kullanılacak
etkin bir çare bulunamamıştır.
Acaba gerçekten,
diğer şahısları, kendi nefsi derecesinde sevgi ve saygıya lâyık gören insanlar
var mıdır?..
Diğer insanların
mutlu olduğunu görmek, acaba bizleri, elde edeceğimiz maddi menfaatlardan daha
fazla sevindirir mi?..
Acaba insanlar;
diğer sınıfların, ırkların ve ulusların ihtiyaçlarını ciddi ve akılcı bir
şekilde, kendi ihtiyaçları gibi karşılarlar ve duygularını paylaşırlar mı?..
Bir adım daha ileri
giderek, acaba birbirlerinden farklı ve çeşitli partilerin, sınıfların,
ırkların ve ulusların apayrı düşüncelerinin ve ulusal çıkarlarının hüküm
sürdüğü bir düzeyde, birlikte ve ahenk içinde yaşayabilirler mi?..
Eğer bu sorulara,
samimi olarak “evet” cevabı verilebilirse o zaman insanları birleştirecek yeni
bir düşünce gerçekleştirilebileceği gibi dünyayı kapsayacak yeni bir toplum
nizamı da ortaya konulabilir. Yok eğer bu sorulara “hayır” cevabı verilirse, bu
takdirde, insanlık şiddeti gittikçe artacak bir kaos’un, parçalanmaların,
zorbalığın, diktatörlüğün pençesine düşecek ve yıkılacaktır. Kâğıt üzerinde çok
mükemmel görünen metod ve sistemlerin bile, insanların bencü duygularını
dindiremediğini ve hırslarını tatmin edemediğini, tarih bize göstermektedir.
Aksine insanoğlunun hırsı, o mükemmel sistemleri dejenere etmiştir.
Nasıl olup da, başka
insanların yakasına yapışan korku ve endişenin kendisinde bulunmadığı, aynı
zamanda diğer insanların mutluluklarıyla sevindiği, Frank Buchman’a
sorulduğu vakit, şu cevabı vermişti: “Ben asla, yalnız kendi nefsimi
düşünmeyeceğime dair, bir kez kati karara vardım.” insanın, böyle bir
kararı, hayatı boyunca uygulayabilmesi için, onu dürüst ve ciddi bir şekilde
kafasına ve kalbine yerleştirmesi lâzımdır. Şayet nefsimiz, kendisini bencil
bir şekilde, aşın cinsi arzuya, başarı ve emniyet hırsına kaptırmak isterse,
irademiz sarsılmaz bir azim ve kararla, ona karşı koymaya hazır olmalıdır.
İçimizden bazıları,
kendilerini düzeltmek ve değiştirmek isterlerse, buna sevinmeliyiz. Bir kısmı
da, diğer insanları düzeltmek ve değiştirmek yolunu öğrenmek isterlerse, onları
selâmlamak gerektir.
En son olarak da,
uygarlığımızın yozlaşmasına karşı, insanlığı uyarmalıyız. Bunu başarabilmek
için de, milyonlarca insanın saflarımıza katılması lâzımdır. İnsanların,
kalblerinin ve kafalarının birbirlerine kenetlenmesi suretiyle, ancak
bencilliği baskı altında tutarak, diğer insanlara karşı samimi ve gerçek bir
sevginin gösterilmesine imkân hâsıl olur.
Birçoğumuz, az
sayıda insana karşı, belli bir dereceye kadar varabilen bir sevgi besleriz.
Buna karşı, birçok insana antipati, soğukluk, acılık hattâ açık bir nefret
duygusu besleriz. İşin en acıklı yönü de, hiç görmediğimiz insanlara ve
toplumlara karşı bu duyguları beslememizdir. Yalnızca propagandanın, bütün bir
sınıfı, ırkı ve ulusu yoketmek için, başka bir sınıfı, ırkı veya ulusu harekete
getirdiğinin örneğini tarih bizlere bol bol vermektedir. Sevginin aksinin daima
nefret olması gerekmez. Bu hal, daha ziyade, başkalarına karşı ilgi duymamakla
ve onları umursamamakla kendini gösterir. Tanıdığım bir mistik kadını bir defa
bana şunları söylemişti: “Kimseden nefret ettiğimi sanmıyorum, ama kimse ile
de ilgilenmiyor ve kimseyi umursamıyorum.”
Katıksız ve mutlak
bir sevgi, herkese karşı iyi niyet beslemeyi ve müsbet davranmayı gerektirir.
Ancak bu davranışı, haksızlık yapan zorbalara karşı, yüreksiz insanların,
müraice boyun eğmeleri haliyle karıştırmamalıyız. Zira, bu gibi durumlarda,
zorbalığa boyun eğmek, halkın kayıtsızlığını artırarak, onları bezgin ve yılgın
bir hale getirir. Böyle kısa görüşlü bir davranışın sonucu da, kilit
noktalarının insafsız ve vicdansızların eline geçmesini sağlamaktan başka bir
şeye yaramaz.
Mutlak sevgi,
kötülüklerin hoşgörü ile karşılanması demek olmayıp, gerektiği zaman,
insanların haklı dâvaları için, mücadeleye girişmelerini telkin eden bir
ülküdür. Mutlak sevgi, bir insanı, bir sınıfı, bir ırkı, bir ulusu düzeltmek ve
değiştirmek için gerekli bütün güçleri seferber edecek nitelikte olmalıdır.
Mutlak sevgi, insanları birleştirmek ve dünyayı yenileştirmek için, açık ve
gerekiyorsa katı bir mücadelenin bütün güç kaynağını teşkil etmelidir. Bu tür
sevgilerle kalbi dolu olan bir kadın, kocasına şöyle diyordu: “Seni olduğun
gibi seviyorum! Fakat seni ulaşman icabeden yüksekliğe çıkarıncaya kadar
mücadele edeceğim.”
Dünyayı, yıkıntıya
götüren güçlerden biri de, insanların yüreklerinde çöreklenen, acılık ve
katılık duygularıdır. Fakat çoğunlukla, bu etkenler adaletli göründükleri için,
insanlar bunlara katlanırlar. Ancak, insanların bu acı ve keskin yanlarının,
adaletli olmayan yönleri kadar, kötü olduğu da bir gerçektir. Büyük zenci
lideri Booker T. Washington şöyle diyor: “Beni,
hiçbir kimse, kendisinden nefret ettirecek kadar alçaltmaya yeltenmemelidir.”
Washington’da yüksek
mevki sahibi bir memur, bakanlıktaki bütün çabalarının, şefi tarafından boşa
çıkarıldığı sanısına kapılmıştı. Bu ruh hâleti altında şöyle diyordu: “Şefim
ile aramdaki ilişkiler, hayatımın en büyük kırıklığını ve acılığını teşkil
etmektedir.” Fakat aynı memur, kısa bir zaman sonra, peşin hükümle verilmiş
bu haksız kararı ve yaralanmış duyguların arkasına gizlenen yersiz gururu
farkedince şefinden özür diledi. Daha önceleri, bakanlıkta esen ayırıcı ve
zehirleyici havanın o anda dağıldığım ve yerine ılık bir barış havasının
yayıldığını görerek kendisi de gönül rahatlığına kavuşmuş oldu. Karamsar ve
yıkıcı davranışlarının, bütün kötülüklerini kaldıran bu gücü, memura, sağlam,
insancıl ve akılcı bir düşünüş sağlamıştı. Karamsarlığa yakasım kaptıran bir
insan, umutsuzluğa sürüklenir ve hiçbir kimseyi düzeltemeyeceği gibi, kendi
karamsarlığını da ortadan kaldıracak gücü bulamaz.
Mutlak sevgi;
insanların renklerine, sınıflarına, politik inançlarına ve milliyetlerine
bakmadan, onların hayat standardını doğal ve normal bir duruma getirmek için,
durmadan çaba harcamayı gerektiren gerçek sevgidir. Ancak, böyle bir inanış ve
davranış, dünya çapında düşünen ve dünya için yaşayabilen, insan tipini
yaratabilir. Bir önyargı ile politik ve ideolojik görüşler yüzünden yüzlerce
seneden beri çeşitli kamplara ayrılan ve halkı da birbirlerine düşman olan
dünyamız, birleştirici bir faktör olarak, böyle bir insana şiddetle muhtaçtır.
Ancak bu suretle, bir beraberlik ve kardeşlik sağlanabilir ve düşmanlarımız da
gerçek dostlarımız olmak yolunu tutarlar.
İnsan iradesiyle
başa çıkabilmenin ve ona şekil verebilmenin tek yolu; mutlak mânevi kıstasları,
samimi bir surette ve peşin olarak kabul etmek ve onu hayat boyunca, içtenlikle
uygulamaktır.
İradeye istenilen
şekli verebilmek için, mutlak mânevi ölçülerin uygulanmasından başka, bir de
insanüstü çaba harcamak gerekmektedir. Modern savaşların korkunçluğu, açlığın,
işsizliğin ve sefaletin acılan iradeye, istenilen şekli vermeye muvaffak
olamadığı gibi, dikta devletlerin disiplini ve diktatörlerin zorbalıkları da,
irade karşısında âciz kalmaktadır, İyi niyet, moral eğitimi, vaaz ve nasihatlar
da uzun boylu bir başarı sağlayamamaktadır. Bizler de, meşhur terbiye
metodlarımızla ve hayret verecek derecede artan bilgi hâzinelerimizle, yeni bir
insan tipi yaratmayı başaramadık.
Fakat, bencillikle
gözleri kamaşan ve nefislerinin kölesi olan insanları, bu tutkularından,
radikal bir surette azad ederek, onlara doğru yolu gösterecek bir kudret
vardır. Böyle bir kudretten nasibini alan kadın ve erkeklerin, uluslarına büyük
hizmetler ettiklerini, üzerlerinde derin etkiler yaptıklarını ve yaşantılarını
büyük ölçüde değiştirdiklerini tarih bize anlatmaktadır.
Burada, insanın
aklına ister istemez bazı sorular gelir. Şöyle ki: Acaba bu insanların
yaradılışlarında, diğer insanlardan farklı fevkalâde bir hal mi vardır?..
Acaba bu şahıslar,
diğer insanlarda bulunmayan bazı nurlar ve kudretlerle mi
cihazlandırılmışlardır?..
Hayır!.. Tarih
bizlere, bu insanların da, dünyadaki her fâni erkek ve kadın gibi normal olarak
yaşayıp hayatlarını tamamladıklarını nakletmektedir. Kaldı ki mânevi cihazlanma
derneği tecrübeleriyle, bizlere, dünyanın herhangi bir köşesinde, lâyık olan
her şahsın, murat ettiği mertebeye vararak, halka iyilik ve yenilik
getirebileceğini isbat etmiştir.
Bir insan
düşünmekle, kendi boyuna ve endamına bir şeyler ekleyemez. Herhangi bir
düşünceyi, bir tek defa kafasından geçirmekle de, kendi karakterini
değiştiremez. İnsanların vücutça gelişmesi ve büyümesi, dışarıdan alınan besin
maddeleriyle kabil olmaktadır. İnsan tabiat ve mizacının değişmesi de,
dışarıdan tesir edecek mânevi bir kuvvetin, şahsiyete enjekte edilmesiyle
mümkündür. Bir insanın hayatındaki en önemli dönüm noktası, o şahsın dışarıdan
gelecek telkin ve ilhamları kabul etmeye hazır bir mertebeye eriştiği andan
itibaren başlar.
Bir insan nasıl ki,
kendi perçeminden yakalayarak, kendi kendini düştüğü bataklıktan çıkaramazsa,
yalnız kendi gayretiyle de kendini yenileyemez. Bunun için, belli bir zaman,
yalnızlık içerisinde ve sükûnetle kalbini, kafasını ve ruhunu buna hazırlaması
lâzımdır. Bu oluş, aslında çok basittir ve bunun açıklanması da kolaydır.
Elektrik konusunda olduğu gibi!.. Bazılarımız, elektrikten çok anlarız, bir
kısmımız ise az. Fakat hiçbirimiz bunun ne olduğu gerçeğini bilmeyiz. Ancak
elektrik düğmesini çevirdiğimiz zaman, ampulün ışık verdiğini görürüz. Karanlık
bir yerde, elektriğin nasıl ışık verdiğini bilmediğini ileri sürerek,
elektriğin düğmesini çevirmekten kaçınması için, bir insanın aptal olması
lâzımdır.
Karanlık bir yerin
aydınlatılması için, elektrik düğmesinin çevrilmesi pratik bir işlemdir.
Yalnızlık ve sükûnet içerisinde, kendim dinlemek de, bir insanın karakterine
şekil verebilmesi için, yapacağı pratik bir işlemdir. İnsanlar, mutlak bir
yalnızlık ve sükûnet içerisinde, düşünmek ve dinlemek durumuna geçtikleri
zaman, benliklerinde bir ışık parlar ve bir güç akımı meydana gelir .
Bu mertebeye varan
insanlar, ilk önce uyanan vicdanlarının yükselen sesini duymağa başlarlar.
İnsanların, dürüstlük,. diğerkâmlık, ruh temizliği ve derin bir sevgi ile
cihazlanmasını sağlayacak olan bu mertebe, onların olaylara doğru açılardan da
bakmasını sağlar. Bu suretle, insan olarak kendi şahsi hatalarımızı görmeyip
başkalarının kusurlarını mübalâğalı bir şekilde büyültmek hastalığından da
kurtulmuş oluruz. Yeni kazanacağımız bu manevi kavram, başaşağı duran tersine
dönmüş kişiliğimizin de düzelmesini sağlar, artık bencil olan benliğimiz de
idealimiz olmaktan çıkar. Bu kişiliğin perçinlenmesi için, uzunca bir zaman,
mutlak bir yalnızlık ve sükûnet süresi geçirilmesi lâzımdır. O zaman, ancak,
varacağımız mertebeye ulaşmak için, tırmanmaklığımız gereken merdivenin ilk
basamağına ayak atmış oluruz.
Vicdanımızın sesinin
yükselmesine fırsat verdiğimiz anda, irademiz, yapmış olduğumuz yanlış bir
davranışı düzeltip düzeltmeyeceğimiz hakkında, karar vermek durumuna gelir. Bu,
bizim hakkımız olmadan aldığımız bir paranın geri verilmesi gerektiği şeklinde
ortaya çıkabilir. Bir iş adamının akima birdenbire, ödemediği bir vergi gelir.
Derin bir nefes aldıktan sonra, beyannameyi doldurur ve vergi dairesine
gönderir. Yersiz bir hırs veya kıskançlık yüzünden, haksız olarak, tenkit
ettiğimiz bir şahıstan özür dilemekliğimiz gerekebilir. Ailemize karşı, yepyeni
bir ruh hâleti ile, dürüst ve namuslu davranmamız lâzım gelebilir. Takatimiz
ölçüsünde, her şeyi iyiye götürmek için çaba harcadığımız zaman, yüreğimizi
mengene içine almış olan bencil duygulardan ve boş gururlardan kurtulduğumuzu
ve hafiflediğimizi hissederiz.
Her gün kendimizi
dinlemek üzere, sükûnete ayırdığımız anlarda, düşüncelerimizi yazmak, bir
çoklarımız için en iyi ve sağlam bir yoldur. Aksi halde gururumuz, tutmak
istedi
Kimiz doğru yoldan
bizleri saptırmak için, şeytanca usullere başvurarak, düşüncelerimizi yok
edebilir. Korku ve kuruntu dahi, yapmak istediğimiz iyiliklerden bizleri
alıkoyabilir. İşte bu nedenlerle, yersiz gurur, korku ve kuruntu yüzünden,
yapmayı tasarladığımız, hafızalarımızdaki fikirlerin silinip süpürülmesine karşı
bir çare olarak, düşüncelerimizi yazmak en güvenilir bir yoldur. İnsanlar,
sükûnet halinde iken düşündüklerini yazıya dökmezlerse, ruhlarının zincirleme
bir şekildeki olgunlaşma mertebelerini izleyemezler; istenilen hedefe varmanın
çok güç olduğu tecrübeyle ispatlanmış bir gerçektir.
Her gün belli bir zaman, sükûnet haline geçerek düşünmeyi bir âdet haline
getirirsek, kısa bir zaman sonra, her zamankinden daha açık ve doğru düşünmeye
başladığımızı görürüz. Hırs,
korku ve kuruntu kapakçıkları, emniyet altına alınmış bir ruhun sahibi, başka
insanları düşünecek ve bu arada kendi problemleriyle beraber onların da
problemlerini, daha kolay çözecek özgürlüğe ve güce kavuşur. Ancak böyle bir
ruhun sahibi, dost ve düşman bütün insanları, toplumları ve ulusları
değiştirmek için bir plân yapacak gücün ve açık düşüncenin sahibi olabilir.
Vicdanının ve
kalbinin sesini duyacak mertebeye varmış olan insanlar için, bir ilham kaynağı
daha vardır ki, bunu tadanlar sıradan bir insan iken, fevkalâde bir duruma
gelirler. Bu ilâve kudretin sırrına eren şahsiyetler, diğer insanların ve
milletlerin, gerçek ihtiyaçlarına nüfuz ederek onların uğradıkları zorlukları
ortadan kaldırırlar. Bizlere de, bu mertebeye varmak için, kişiliğimizin ve
karakterimizin teşekkül etmesini sağlayacak yolu ve yönü gösterirler. Bu
kudret, insan akıl ve mantığından çok daha üstündür. Peygamberler ve onlara
inanan ümmetleri, bu kudretin ilhamı ve ışığı altında yaşamışlardır. Bu kudret
insanlara, yaşantıları boyunca nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Bu
sırra ermiş olan şahısların, insanlığa, sayısız ve paha biçilmez hizmetler
ettiklerini, tarih bizlere nakletmektedir.
Bu sırra eren, Özgür
toplumun mimarlarından “Lincoln” şöyle diyor: “Külli iradenin var olduğuna ve bunun Allah’tan geldiğine dair, asla şüphe
edilmeyecek birçok kesin delillere sahip bulunuyorum. Yapılması veya
yapılmaması icabeden hususların, şu veya bu şekilde ve fakat açık bir surette,
bana ilham edildiğine birçok defalar şahit oldum.” Bu İlâhi kudrete
lâyık olan ve onu isteyen her şahıs, dünyanın her yerinde onu bulabilir. Bir
mistik bana şunları söylemişti: “Cenâbı
Hakk’ın, ne zamandan beri, kullarına seslenmediğini ve onlardan vazgeçtiğini,
daima kendi kendime sorardım. En sonunda, Allah’ın kullarından vazgeçmediğine
ve fakat kulların, Allah’ın sesine kulak tıkadıklarına inandım.”
Her sınıftan, her
ırktan ve her ulustan, yüzbinlerce insanın, kendilerini günün gürültüsüne
kaptırmadan, sabahın erken saatlerinde, gerçek bir sükûn içinde dürüst ve
riyâdan uzak bir ruh haleti altında, düşüncelerini kâğıt üzerine döktüklerini
düşünelim: Disiplinli bir tarzda kâğıt üzerine yazıları bu düşüncelerin sahibi,
onları hayatı boyunca uygularsa, olgun bir benliğe ve sağlam bir karaktere
erişir. Diğer insanlara karşı duygularında ve davranışlarında büyük
değişiklikler meydana gelir ve bu suretle de toplumlara giden, mânevi devrim
yolu hazırlanmış olur.
Burada, unutulmaması
icabeden önemli bir nokta vardır, o da: Düşüncelerimizin doğruluğunu ve
geçerliliğini tesbit etmek üzere, onları esaslı bir incelemeden
geçirmekliğimizin ve güvenilir mihenk taşlarına vurmaklığımızın
lâzımgeldiğidir. Zira, bencil arzularımız, akıl ve mantığımız üzerinde etki
yaparak onu yolundan saptırabilir.
Allah tarafından
gönderildiklerini iddia eden ve her yaptıkları işte ilhamın Cenâbı Hak’tan
geldiğini ileri süren, birtakım insanlar ortaya çıkmıştır. İsteklerine karşı konmasına tahammül edemeyen bu diktatör yaradılışlı
şahısların, milyonlarca insanı, nasıl büyük felâketlere sürüklediklerini,
dünyamız acı tecrübelerle öğrenmiş ve bunun bedelini de masum insanlar
ödemişlerdir. Bu gibi hallerde, uygulanmak üzere ortaya atılan düşünceler derinden derine
incelenmeli ve bunların mutlak bir dürüstlüğe, diğerkâmlığa, ruh temizliğine ve
engin bir sevgiye dayanıp dayanmadığı araştırılmalıdır. Şayet bu düşünceler
veya bu düşüncelere dayanan plânlar üzerinde, en ufak bir kuşku belirirse, bu
takdirde bunların olgunlaştırılması yoluna gidilmesi için çaba harcamak
lâzımdır. Bununla da yetinmeyerek, bu düşüncelerin güvenilir şahısların etüdüne
tâbi tutulması ve fikirlerinin alınması çok faydalı olur. Bilindiği gibi, bir odanın pencere sayısı ne kadar fazla olursa, o odaya o
kadar fazla ışık girmesi sağlanmış olur. Ortaya atılan bir düşünce ve buna dayanan
plânlar üzerinde inceleme yapan, bilgili ve olgun insanların tavsiyelerine
uyularak meydana konan yanlışlıkların düzeltilmesi cihetine gidilmezse, bu
davranışın bir inat mahsulü olduğu kendiliğinden belli olur, inat mahsulü bir
düşünceye dayanan bir plân, eksik ve hattâ sakat olacağından insanlığa bir
yarar sağlaması mümkün değildir.
İlhamın sırrına eren
bir şahsın, tek başına, insanların ve ulusların problemlerini açıklaması hattâ
çözümlemesi belki kabil olabilir. Ancak, bu mertebeye eren toplulukların,
insanlığa, bir şahıstan çok daha fazla hizmet edeceği, yararlı işler yapacağı
şüphe götürmez bir gerçektir. Bu durumda olan ve birlik, beraberlik içinde
bulunan bir insan topluluğunda ise, fertlerin birbirlerine ne kadar muhtaç
olduklarını, kendileri açıkça görürler. Meydana gelen bu durumun insanlar
üzerinde yapacağı etkiler, bir devrimin (rönesans) etkisinden az değildir.
Aile ocağı, mânevi
devrimle karşılaşmıştır. Ana, baba ve çocuklar, aile içindeki
diktatörlüklerine, gönül rızasıyla, kendileri son verirler, bunun yerini
ahenkli bir beraberlik alır. Baba oğula, oğul babaya karşı dürüst davranmağa
başlar. Korkudan, kuruntudan ve yersiz utangaçlıktan doğan gizliliğe lüzum
kalmaz. Ailenin bütün fertleri arasında, karşılıklı içten gelen saygı ve
sevgiye dayanan bir arkadaşlık ruhu doğar ve bir birlik meydana gelir. Artık
komplekslerin ve moral çöküntüsünün yerini, gelecek kuşakların mimarları olacak
olan gençliğin zaferi almış ve aileler de topluma güç ve neş’e aşılayacak birer
ocak haline gelmişlerdir.
İş adamları, birinci derecedeki görevlerinin, dünyanın yemlenmesi için çaba
harcamak olduğuna inanırlar. Bu da yurt ekonomisine büyük bir canlılık
getirir. İşçiler de, adaletli ve emniyetli bir dünyanın yaratılması için
verilecek savaşta, işverenlerin kendilerinin müttefikleri olduğunu keşfederler.
İşverenlerle işçiler, karşılıklı olarak, birbirlerine muhtaç oldukları sonucuna
varırlar. Burada, en önemli olan nokta, ekonomik hayatta “kimin haklı olduğu” değil
“neyin adaletli olduğu” hususunun ortaya konulmasıdır. Bu espri altındaki
davranışın, dünyanın sayısız ve çeşitli işletmelerindeki insanlar üzerinde,
sınıf kavgalarından çok daha büyük ve güçlü bir etki yaptığı görülür.
Devlet adamlarının,
idarecilerin, işverenlerin, işçilerin, hülâsa bütün insanların, kafalarında ve
kalblerinde yeşeren bu ülkü, adaletli ve emniyetli bir dünyanın yaratılması
için, elele vermelerini sağlar. İlâhi hitâba kulak veren, ayrı partililerin
politikacıları, yurt hizmetinde yürünecek ortak bir yolu bulurlar. İnsanlar,
sınıf kavgalarının, bütün ırk kuruntularının ve şovenizmin peşin hükümlerinden
sıyrılarak, kendi problemleriyle birlikte, diğer ulusların da problemlerini
çözümlemek için çaba harcarlar. Basın, bu sorunun cevabını sabırsızlıkla
bekleyen, milyonlarca insan bulunduğunun, birdenbire farkına varır.
İlâhi adalete inanan
ve onu en üstün otorite olarak kabul eden, bütün ırkların, sınıfların ve
ulusların insanları elele vererek, yeni bir dünyanın temellerinin atılmasına
çalışırlar. Bunun sonucu olarak da, işletmelerde, köylerde, aile ocaklarında,
parlâmentolarda, okullarda, bürolarda, hülâsa bütün dünya yüzünde, hücreleri
daima artan ve genişleyen bir şebeke kurulmuş olur. Bu hücreler ise, yeni
çağdaş toplumun üreme merkezlerini meydana getirirler.
İlâhi hitaba kulak
veren, yaratıcı kudretten ilham alarak mutlak kıstaslara göre, dürüstlüğü, ruh
temizliğini, diğerkâmlığı ve derin sevgiyi hayatlarında kendilerine rehber
eden, şahıslar ve toplumlar, diğer insanların ve ulusların iradeleri üzerinde
etki yapacak bir mertebeye ulaşabilirler.
Bir şahsın
yemlenmesi işlemi, doğal olarak beş etapta meydana gelir. Bunlar da sırasıyla:
örnek, durum, bağlarından kurtulmak, netice ve karardır.
Diğer herhangi bir
şahsı değiştirmeyi başarabilmek için, buna teşebbüs eden insanın, her şeyden
evvel, gerçekten yürekten inandığı doyurucu bir ideolojiye sahip olması
icabetMektedir. Bundan başka da, bu yeni insan tipini, nefsinde temsil etmesi
lâzımdır.
Norveç Parlâmento
Başkam Dr. C. J. Hambro vaktiyle Buchman’ı ülkü arkadaşlarıyla birlikte
memleketine davet ettiği zaman, yeni insan tipi hakkında şunları söylemiştir: “Yeni
insan tipini nefislerinde yaşayan bu kadınlar ve erkekler, bizlerde eksik olan,
yüksek bir yaşantı düzeyine varmışlardır. Onlar, bencilliklerini unutmayı
başarmışlar ve yardıma muhtaç olan diğer insanlara her an yardım ve hizmete
hazır bir duruma erişmişlerdir. Bizler gerçekte, şahsiyetimizi olgunlaştıran
cevherlerin bulunduğu hâzinenin anahtarlarını kaybetmiş durumdayız. Kalbimizin
gizli bir köşesine gömdüğümüz ve sonra da orada unuttuğumuz ve lâzım olduğu
zaman da arayıp bulamadığımız değerler üzerinde, onlar açık doğal bir şekilde
konuşmaktadırlar. Kusurlarını ve eksikliklerini açık yüreklilikle itiraf edip
af dilemesini bilmektedirler. Bir kimseye haksızlık ettikleri zaman, bunu tamir
etmek yoluna gidecek kadar, bencillikten ve boş gururdan yakalarını
kurtarmışlardır. Yepyeni bir ruha sahip olan bu insanların, toplum içerisinde
hiçbir kimseden gizli bir şeyleri bulunmadığı için, korkudan ve kuruntudan uzak
yaşadıkları ve mutlu oldukları açıkça görülmektedir.” Toplum içerisindeki
insanların mânevi ihtiyaçlarına cevap verecek mertebeye erişen yeni insan
tipinin, üç özelliğe sahip olması lâzımdır.
Birçok manevi değer
ve nitelik isteyen bu görevin b aşariyle yerine getirilebilmesi için, onu
üzerine alacak insanın herşeyden önce, dürüst, tabii ve gerçekçi olması
lâzımdır. Birçok insan yaşantısını dile getiremez ve konuştuğunu da yaşayamaz.
Bu sebepten de sözleri inandırıcı ve etkili olamaz. Yalnız nefse karşı dürüst
olmak da yeterli değildir. Başarıya ulaşabilmek için bir insanın nefsine karşı
dürüst olması ile beraber, bu alanda vaktiyle karşılaştığı başarısızlıklar
sonucunda kendisinin dahi gayesinden vazgeçecek derecelere geldiğini ve arasıra
bu yoldan sapmak üzere bazı adımlar bile attığım ortaya dökecek kadar açık
yürekli olması lâzımdır. Böyle bir insanı, ne rol yapan bir şahıs ne de mürai
bir tip olarak damgalamağa hakkımız olmamalıdır. Ancak bu tipte ve karakterde
olan insanları diğer şahıslar da anladıkları için onlara yüreklerini açarlar.
Dr. Buchman bu
alanda şu sözleri söylemektedir: “Bizler kendi nefsimize olduğu kadar toplum
içindeki varlığımıza karşı da dürüst olmalıyız. Bu, hepimizin öğrenmesi lâzım
gelen bir fazilettir. Eğer onu öğrenmek lüzumunu duymazsak, Allah yardımcımız
olsun. Çünkü bizler bu erdemliği yalnız kendi nefsimiz için değil,
çocuklarımızın geleceği ve mutluluğu için öğrenmek mecburiyetindeyiz. Ancak bu
suretle, çocuklarımız kendiliklerinden kalblerini bize açarlar ve
yaşantılarının bütün bölümlerini, bu arada uğradıkları güçlükleri açık yürekle
önümüze sererler. Bunun sonucu olarak da gençliğin güveni ve sevgisi kazanılmış
olur. Etrafımızda daimi surette kalabalık bir gençlik topluluğunun bulunmasının
sırrı da budur. Çünkü gençlik kendisini iyilik meleği olarak ortaya atan ve
bilgiçlik taslayan insanlardan kaçar.
Ancak vaktiyle
kendisinin de, aynı yollara saptığını açıkça söyleyecek kadar, nefsine karşı
dürüst olan şahısların ve gençliğin bazı davranışlarını anlayacak kadar hoşgörü
sahibi insanların yanına koşar.”
(*) Büyük Türk düşünürü Mevlânâ Celâleddini Rumi, bunu 700 yıl önce şu
veciz sözlerle ifade etmiştir: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi
ol.”M. San
Şahıslarla teker
teker uğraşmayı güç buldukları için, hayatlarının kalan kısmını topluma armağan
eden filozofların, bu davranışlarını anlayışla karşılarız. Şahsi ilişkilerinde
aşırı derecede içe kapanıklık gösteren ve bir cehennem kadar karanlık olan bazı
insanları tanırız. Bu insanlar, hayır cemiyetlerine yardım konusunda, inanılmaz
cömertlikler gösterirler. Demek onlar da insanlarla teker teker uğraşmayı göze
alamadıkları için bu yolu tercih etmektedirler. Hâlbuki insanlara gerçekten
yardım etmek isteyen her şahıs, her şeyden önce insanları teker teker tanımak
için ciddi çaba harcamalı, göze batacak sivri davranışlarda bulunmaktan ve
karşısındakini minnet altında bırakacak hareketlerden kesin surette
kaçınmalıdır. Hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir güçlük karşısında yılmadan,
sabrını yitirmeden, çileden çıkmadan ve hattâ homurdanmadan, içten gelen gerçek
bir sevgi ve şefkatle bu yardım yapılırsa, hedefine ancak o zaman varabilir.
İnsanların kalbini kazanmak için, şahsiyetin anatomisini bilmek ve insan tabiat
ve mizacının derinliklerine nüfuz etmek lâzımdır. Kendisini ön plâna
sürmeden, insan haysiyetini ve vakarını incitmeden, büyük bir incelikle hitap
etmesini bilenler, ancak, insanların tabiat ve mizacım iyiye doğru yöneltmeyi
başarabilirler. Bir toplantıda, herkesin kendisini evinde hissedecek bir
atmosferin yaratılmasını sağlamak için çaba harcayanlar ve bunda da başarılı
olanlar, ancak insanlara yardım edebilirler. Böyle bir ortamın yaratılabilmesi
için çok dikkat sarf etmek, titizlikle hareket etmek ve her şeyi en ince
ayrıntılarına kadar yerli yerinde uygulamak lâzımdır. Bir odanın döşenmesinde,
misafire yapılan ikramın şeklinde veya bir mektubun yazılışında bu sevgi ve
incelik kendini gösterir. Karşısındaki insanların ilgilerini çekecek surette,
onların huylarını ve zevklerini öğrenmek zahmetine katlanacak kadar onlara önem
vermeliyiz. Eğer bizler, ayakkabısında delik bulunan bir kimseyi gördüğümüz
vakit, kendi ayağımızın üşüdüğünü hissedersek, ancak o takdirde, dostluğun
inceliğini kavramış ve diğer insanlara yardım edebilmek sanatının basamaklarına
ayak atmış oluruz.
Bizler, çoğunlukla
fazla konuştuğumuz için, insanlara yardım etmek fırsatını elimizden kaçırırız.
Bir görev yüklendiğimiz zaman, bunun yerine getirilmesi sırasında, kendi
yaşantımızın söylediklerimizden çok daha inandırıcı olduğunu unuturuz. Halbuki, insanların kalblerini ve güvenlerini kazanabilmenin bütün sırrı,
onları sabırla dinlemek sanatında gizlidir. Yüreğimiz
ne kadar rahatsız olursa, o derece fazla konuşuruz. Toplantıda bulunan diğer
insanları unutarak, yalnız kendi nefsimizi düşündüğümüz için, konuşmalarımızda
devamlı surette şahsımızı ortaya atar ve bu suretle de her toplantının odak
noktasını teşkil etmek sevdasına düşeriz. Bizim söyleyeceklerimizin, toplantıda
bulunan herhangi bir şahsın söyleyeceğinden daha önemli olduğunu sanarak çok
konuşmaya başladığımız zaman, mantık silsilesini kaybeder ve çoğunlukla gülünç
durumlara düşeriz. Eğer bizler; insanlara, gerçekten muhtaç
oldukları şeyleri vermek istiyorsak, bu takdirde, bizim onlara
söyleyeceklerimizin değil onların bize söyleyeceklerinin çok daha önemli
olduğunu, öncelikle bilmeliyiz. Geveze bir adamın, insanlığın ciddi
bir problemini çözümlemek hususunda, bir işe yaramayacağını asla hatırdan
çıkarmamalıyız. Çünkü, aklı başında olan bir insan, kendisine ait bir problemin
çözümlenmesi için, dilini tutamayan bir boşboğaza asla bel bağlayamaz.
Dr. Buchman bir
seminerde şunları söylüyordu: “Bazılarımız, çok konuşmakla, durup dururken
kendimizi suçlu duruma düşürmekteyiz. Bu şekilde davranarak, uluorta
konuşmakla, hiçbir kimsenin kalbini kazanamayacağımızı ve hiçbir kimseye mânevi
destek sağlayamayacağımızı bilmeliyiz. Yerinde ve sırasında susmasını bilen
insan en güzel konuşmayı yapmış olur. Herhangi bir konuyu çok iyi bildiğimiz
halde, karşınızdaki bu mevzuda bir şey söylemeden, sizler de ağzınızı
açmayınız. İnsanların kalplerini, sevgilerini ve güvenlerini kazanmanın bütün
sırrı budur. Aksi halde, kan beyninize hücum edinceye ve yüzünüz morarıncaya
kadar mânevi cihazlanma hakkında konuşsanız ve büyük meseleler üzerinde fikir
yürütseniz dahi, yine de bir fayda sağlamadığım göreceksiniz. İhsanların nutuk
çekerek değil, sükût içinde dünyaya geldiğini hiçbir zaman hatırdan
çıkarmamalıyız. Bu konuda eğer sizlere bir fikir verebildimse kendimi mutlu
sayarım.”
Her şeyden önce,
yeni insan tipini, içtenlikle duyarak bunu kendi nefsimizde yaşamamız lâzımdır.
Bu birinci adım olacaktır. Tatmin edici bir ülküyü kendi nefsinde yaşayan bir
şahsın, bunun diğer insanları nasıl mutlu edeceğini göstermesi için çaba
harcaması lâzımdır. Bu da atılacak ikinci adım olmalıdır.
Lenin, 1909 yılında
şunları söylüyordu: “Bir sınıfa dayanmayan hiçbir ideoloji olamaz."
Lenin bunu
söylemekle komünizm ideolojisinin tek bir sınıfa inhisar ettiğini ortaya
koymuştur. Halbuki mânevi Cihazlanma, bütün sınıflar, ırklar, uluslar ve bütün
insanlar için bir ideoloji bulunduğunun en kesin ve inandırıcı örneğini
vermektedir. Hiçbir kimseyi dışarda bırakmayacak surette, herkese kapılarını
açmakta ve ideolojisinin temelini insanların değişmesi esasına dayamaktadır.
Çünkü değişmek iyiye doğru gitmek için ve aralarındaki farklara bakmaksızın
insanlara birleşmek için güç verir.
Bu atom çağında ise,
dünyayı birleştirecek bir devrimi yaratacak güçte olan bir ideoloji, ancak
insanları tatmin edebilir.
Bombay’da yayınlanan
Bharat Jyoti, 16 Kasım 1952 sayılı nüshasında şunları yazıyordu: “Komünizm,
dünyayı birleştirecek kadar, büyük ve güçlü bir ideolojiye sahip değildir.
Kapitalizm de öyledir. Gerçi mânevi cihazlanma bunlara karşı değildir. Fakat
her ikisinden de büyük ve güçlüdür. Çünkü o, diğer iki ideolojinin hiçbirisinde
bulunmayan, insanların tabiat ve mizacını değiştirmek gibi, inkılâpçı bir
ülküye sahiptir.
İnsanların tabiat ve
mizacım değiştirebilecek olan bir ideoloji toplumların karakterlerinin
şekillenmesini sağlayacak ve bu suretle de ulusların ekonomik, sosyal ve
politik hayatlarını da değiştirecek güçte olmalıdır. İnsanların yüreğindeki
katılığı, korkuyu ve endişeyi uzaklaştıramayan, zorbalık ve tahakküm arzusunu
söndüremeyen bir ideoloji, insanlığa gerçek barışı ve güvenliği getiremeyecek
kadar güçsüzdür. Halbuki; insanların tabiat ve mizacını, bütün dünyada
değiştirmeyi başaramadığımız sürece, insanlığı savaşa ve kaosa götüren bugünkü
yolda yürümeye devam edileceğini bilmeliyiz. Böyle bir ideolojinin
gerçekleşebilmesi için, bütün güçler ve imkânlar ortaya konulmalıdır. Bizler;
bütün dünyayı değiştirmeyi hedef alarak dünyanın dört bir köşesine yayılan ve
kararından asla dönmeyecek olan idealist bir savaş takımı kurmak
mecburiyetindeyiz. Bu kesinlikte bir karara varılmazsa, şu veya bu fırsatta,
birkaç kişiyi belki iyi bir yola sevkeder ve onları mutlu kılarız. Fakat
ancak, bu şekilde kesin bir kararla ve kendimizi taahhüt altına sokmak
suretiyle ve hayatın bütün alanlarını kapsayan bir ideal ile dâvasına inanmış
kapitalistleri ve Komünist militanları kazanabiliriz. Toplumun yeniden
inşası için, dürüst bir şekilde etkili yol arayan şahıslar, işte o zaman doğru
yolu bulduklarına inanırlar.
Dünyanın geleceğini
yakından ilgilendiren bu ideolojik savaş sırasında, gözönünde tutulması gereken
en önemli nokta Rusya ile Çin’i bu hususa inandırıp inandıramayacağımız
meselesidir. Gerçi bu ideoloji, her iki Komünist devletin bugün sahip oldukları
ideolojiden daha sağlam ve büyüktür. Ancak, onlara bu inanışı, vermek için, her
şeyden önce, bizim endüstri, politik, sosyal, ulusal ve şahsi yaşantımızda bu
ülkü üstünlüğünün kendisini göstermesi lâzımdır. Barış ve emniyet için
yaptığımız plân ve programlar eğer bu hususları kapsamıyorsa, bu takdirde bu
alandaki çabalarınız hiçbir işe yaramayacaktır. İşte o zaman, bizler, askeri
alanda bir meydan okumaya kendimizi hazırlamalıyız. Belki bununla da
yetinmeyerek aynı zamanda ekonomik ve politik bir meydan okumayı da göze
almalıyız. Her şeyin sonuçta buna bağlı olmasına rağmen; karşı tarafın
ideolojik bir meydan okumasıyla asla karşılaşmayacağını bilmeliyiz. Çünkü
onlar, ideolojilerinin güçsüzlüğünü idrâk etmektedirler. Mutlak bir sorumluluk
yüklenmek ve bunu içtenlikle ve bütün irademizle kabul ederek meydana
koyacağımız bir programı ciddi şekilde uygulamak suretiyle, başarıya
ulaşacağımızı bilmeliyiz. Ancak büyük devrimleri başarabilecek bu çapta bir
program, inkılâpçı ruhları kendisine çekebilir.
Vücutça
hastalandığımız zaman, bizi muayene eden doktor, hastalığın belirtilerine göre,
bir teşhise vararak ilâç verir ve doktorun verdiği ilâç, bizi şifaya
kavuşturabilir. Mânevi marazlarda ise, kati bir teşhise varılmadan uygulanan bu
usûl hiçbir sonuç vermez. Mesele iradeye dayanıyorsa, o zaman bu tedavi şekli,
birinci katın penceresinde duran bir adamın gözüne, bir üst katın penceresinden
aşağıya damlatılan göz ilâcının etkisinden öteye geçemez.
Moral çöküntüsünün
karakter üzerindeki etkileri tıpkı maddi hastalıkların vücudumuzda yaptığı
yıkıntıya benzer. Her ikisi de doğru bir teşhisin yapılabilmesi için gerekli
belirtileri gösterirler. Nasıl ki bir doktorun, hastanın şifa bulacağı ilâcı
vermek için hastalığın belirtilerini görmesi icabediyorsa, bir inşam yenilemek
için de, her şeyden önce o şahsın moral eksikliklerini tesbit etmek ve
ideolojik kanaatlarını bilmek lâzımdır. Bir insanın ideolojisi, o şahsın
uyguladığı moral kıstaslarına göre şekil alır. Esasen bu iki kavramdan her
birisi, diğerinin aynasıdır. Mutlak mânevi ölçüleri uygulamayan bir şahıs,
ister terörist/anarşist olsun isterse kapitalist, eninde sonunda bu dünyada bir
bencillik ve katılık hüviyetini iktisap eder. İşte bu sebepler yüzünden de,
dünyamızda bugün için ne bölünmelere ve ne de sömürüye bir çare
bulunabilmektedir. Yine bu nedenlerle antiteröristler, teröristliğin katılığına
karşı çare bulamamakta ve diktatörlüğün zorbalığına karşı duramamaktadırlar.
Yalnız mutlak mânevi kıstaslar göz önünde tutularak düzenlenen bir plân, hayat
boyu uygulanırsa, ancak insanlığa musallat olan materyalizme deva bulunur ve
toplumların parçalanmasının ve sömürülmesinin önüne geçilebilir. Mutlak
mânevi kıstasları samimiyetle kabul edip onu nefsinde yaşamayanlar, bayılıncaya
kadar terörizme karşı mücadele etseler bile, hiçbir sonuca varamazlar. En
sonunda, nefret ettikleri materyalizme karşı üstelik kendi kişiliklerinde, bir
uzlaşma eyleminin kuvvetlenmekte olduğunu görürler. Bir Marksist de,
kan tepesine çıkıncaya kadar kapitalizm ile mücadele edebilir. Ancak mânevi
değerlerden yoksun olan kişiliğinde birikmiş katılık ve bencillik onun bütün
çabalarını boşa çıkarır. Marksistlerin; kendi saflarında bile,
barışçı ve adaletli bir toplum düzeni kuramamalarının en önemli sebeplerinden
birisi de, şuur altına yerleşen, mânevi değerlerden yoksun ve insan sevgisinden
mahrum katılıktır. Yarım yamalak uygulanan manevi değerler ile ideolojik
şaşkınlık, birbirinden ayrılmayan iki yoldaştır. İnsanların çözümlenmemiş moral
ve ideolojik problemleri, kişilikleri ve yaşantıları üzerinde, birtakım belli
izler bırakır. Bu izler üç esas noktada kendilerini
açığa vururlar: Seks, emniyet duygusu, başarı çabası. Gerçi her insanda
bunların belirtilerini görmek mümkündür. Ancak, şahıslara göre, bunlardan
birisi diğerlerinden daha etkili bir şekilde kendisini hissettirir. Bir misal
ile aydınlatalım: Kapitalistlerde, genellikle emniyet
faktörü ön plânda yer alır. Buna karşı teröristlerde başarı çabası ön plânda
gelir. Esas mesele, doğru bir netice elde etmek için teşhisin doğru yapılmasıdır.
Nasıl ki bir operatör doğru bir teşhis yapmadan operasyona kalkarsa, neşterini
illetin odak noktasına vuramayacağı için, başarı ümidi o oranda az olur.
Şahıslar, yaptıkları ve yapmadıkları hareketlerle kendilerini ele verirler.
İnsanların karakterlerine yeni şekil vermek isteyenlerin ise, şahısların
davranışlarının ifade ettiği mânayı iyice bilmeleri lâzımdır.
Hayatlarında, aşın
derecede utangaçlık gösteren ve anormal ürkek olan insanların, moral
çöküntüsünün etkisi altında ezildikleri sonucuna varmak hiç de hatalı
sayılmamalıdır. Bu gibi şahısların en özledikleri şey yalnızlıktır. Birşeylere
bağlı oldukları hissini uyandıran bu davranışları ve sessizlikleri, hiç de
doğal değildir. Hareket hatları, köşeli, sert, dağınık ve perişandır.
Karakterleri; erdemlik ve iyilikle ilgisi bulunmayan ve net bir nitelik
göstermeyen sahte bir yumuşaklık taşır. Bu hal ise, hak ve adalet hakkında,
net bir kavrama sahip olmayan şahısların çehrelerinde görülen silik ve mânâsız
bir yumuşaklıktır.
Bir insanın giyinişi; hangi renkleri
tercih ettiği, nasıl bir ayakkabı giydiği, saçının kestirilme şekli, konuşma
tarzı, erkeklere ve kadınlara karşı davranışı, o insanın moral problemlerini
açığa vuran bir aynadır. Bu belirtiler bir erkeğin homoseksüel olup olmadığını
gösterir. Gerçi, podösüet [Yumuşak, yüzü ince havlı bir tür deri, süet: ] ayakkabı giyen bütün
erkekler homoseksüel değildir. Fakat Avrupa ve Amerika’da, bu cins ayakkabılar,
çoğunlukla homoseksüeller tarafından giyilir, bu erkekler, genellikle yeşil
rengi tercih ederler. Mendillerini göze batacak şekilde dışarıda bırakırlar,
saçlarını uzatmak eğilimini gösterirler, parfüm sürünürler, kelimelerin üzerine
basarak konuşurlar. Hareketleri ve davranışları kadınlara benzer. Çoğunlukla güzel
sanatlara karşı kabiliyetlidirler. Kendilerini teşhir etmeğe meraklıdırlar. Çok
zalim ve intikamcı olabilirler. Esasen sadizmin kökünü, cinsi sapıklıkta aramak
hiç de yanlış olmaz. Bu gibi insanlar genellikle, cilveli, şımarık ve kaprisli
haller gösterirler.
Karşı cinse aşırı
ilgi gösteren, hayatlarını bu yolda tüketecek derecede şehvetin esiri olanlar,
çoğunlukla mütecaviz, öfkeli olurlar ve en ufak bir nedenle hindi gibi
kabarırlar. Karısını aldatan erkekler, çok konuşurlar ve daima mübalâğalı
hareketler yaparlar. Ve artan neşeli davranışlar göstermeye meylederler.
Nefislerinde bir çöküntü yaratacak kadar seksüel tutkuya yakasım kaptıranlar,
özellikle ham ve sahte bir sofuluk taslarlar. Herkesi kendisine açındıracak
surette konuşan insanlar ruh kirliliğinin etkisi altındadırlar. Bir kadının
giyinişi, makyajı onun kişiliği hakkında teşhise yarayan en önemli
faktörlerdir. Dudak boyasının rengi, elbisesinin biçimi, dikkati çekmek
isteğinin birer belirtisidir. Macera peşinde koşan erkekler için bunlar birer
sinyaldir. Hangi cinse mensup olursa olsun, aşırı şehvetin esiri olanlar,
sigaraya, alkole, beyaz zehire kolaylıkla yakalarını kaptırırlar. Bu gibi
şahıslar gerek kendi cinslerine, gerekse karşı cinse, sebepsiz ve lüzumsuz el,
kol ve omuz hareketleriyle sürünürler, işte bu teklifsiz ve laubali
davranışları ile de kendilerini ele verirler. Esasen cinsi sapıklar arasında
dirsek teması hemen herkesçe bilinen bir işarettir. Cinsiyet problemleriyle
başedemiyen insanlar, topluma ve fertlere karşı hiçbir ilgi duymazlar. Konfora
düşkündürler. Diğer insanların ihtiyaçları, hattâ felâketli durumları onlar
üzerinde en ufak bir etki yapmaz. Sonuçları çok ciddi olan meselelere karşı
bile, dikkati çekecek bir hafiflik ile çabucacık karar verirler. Ekonomide,
politikada, sosyal meselelerde, hulâsa hayatın her alanında, prensipten
fedakârlık etmek suretiyle sonuca varmayı, normal bir başarı sayarlar.
Aşırı derecede
güvenlik tutkusuna yakasını kaptıran insanlar, daimi surette korku içindedirler.
Olduklarından daha fena duruma düşmek korkusu ve kuruntusu her an yüreklerini
kaplar. Gururları ise, bu korkularını belli etmemeğe onları zorlar. Bu gibi
şahıslar vücutlarını dik tutmak ve çehre hatlarına keskin ve sert bir görünüş
vermekle, korkularını saklamağa çalışırlar. Bu suretle davranmakla da, diğer
insanlara karşı, kendi nefislerine olan itimatlarının, bir belirtisini
verdiklerine inanırlar. Hâlbuki böyle bir görüntü, korkunun doğurduğu ölçüsüz
bir sertlik demektir. Bu sertlik marazi bir korkunun izlerini taşır. Aslında,
sert tavırlı bir insan iliklerine kadar korku duyan bir insandır.
Güvenlik
tutkusunun esiri olanlar; ister ailede, ister ekonomide ve isterse politikada
olsun, her problemin para kuvvetiyle çözüleceğine inanırlar. “Para her kapıyı
açar” sözü bu şahısların ve daha birçok insanların, yaşantılarında ve
davranışlarındaki temel felsefeyi temsil eder. Hayatta hemen her
şeyi, güvenlikte ariyan fertlerin ve toplumların en cılız tarafları, insanların
yalnız para ile tatmin edilebileceklerini düşünmeleridir. Onların
inançlarının ağırlığını, her şahsa yiyecek, giyecek, oturacak, okuyacak ve
çalışacak imkânlar sağlanırsa Komünizmin ortadan kalkacağı merkezindedir. Bu
insanlar, dünyanın en yüksek hayat standardına sahip ve kültürün doruğuna varmış
ülkelerde, anarşizmin yayılmasının sebeplerini anlamaktan âciz olduklarını, bu
sakat inançları ile isbat etmektedirler. Güvenlik hırsına yakasını
kaptırıp, korkunun pençesinde yalnız maddi varlığa bel bağlayan bu şahıslar,
insanların midelerine yiyecek, sırtlarına giyecek sağlamakla onların mutlu
olamayacakları, bu insanların yürekleri için bir inanca muhtaç bulundukları
gerçeğini göremeyecek kadar kördürler.
Güvenceyi ana motif
olarak kabul eden insanlar, çevrelerine hırslarının ve korkularının projeksiyonunu
yansıtırlar. Bu duruma düşen şahıslar, karşımdakilerin cömertçe davranışını ve
sehavetini anlayamazlar. Bazı zaman, mânevi değeri maddi değerinden üstün olan
bir hediyeyi, nezakete yakışmayacak bir tarzda, geri çevirirler. Halbuki, bu
gibi korkulardan ve kuruntulardan uzak olan insanlar, akılcı ve samimi
ölçülerde, hediye vermek suretiyle cömertliklerini belirtirler ve başkalarının
gösterdikleri cömertlikleri de hoşgörü ve sevinçle karşılarlar. Bu insanlar,
yerinde ve zamanında verilen bir hediyenin, dostlar üzerinde yaratacağı
sevincin derecesini bildikleri için, onları bu sevinçten mahrum etmek
istemezler.
Bütün varlığını emniyet faktörünün üstüne bina edenlerin korkularının bir
belirtisi de, eğri giden her şeyin suçunu başkalarına yüklemek çabasıdır. Bu
gibi şahıslar güvensizliğe katlanamazlar, haksız görünmeye asla dayanamazlar ve
bunun sonucu olarak da kendi suçlarının bile sorumluluğunu üzerlerine almaya
yanaşmazlar. Ellerinde bulunan bir plân, ister işe yarasın isterse hiçbir işe
yaramasın, onlar için, yine de fırtınalı denizde bir cankurtaran simidi
niteliğindedir ve ona sıkı sıkıya sarılırlar. Hele bu plân bir de kendileri
tarafından yapılmış ise ve bunun değiştirilmesi istenilirse, işte o zaman büyük
bir inatla bu isteğe karşı korlar. Bu plânın, toplumun ihtiyacıysa cevap verip
vermediğine bakmazlar, hattâ onların duygularını yaraladığına bile aldırış
etmezler. Şayet, bu plânın mutlaka değiştirilmesi lüzumu ortaya çıkarsa, işte o
zaman, hiçbir akılcı sebeple açıklanamayacak şekilde bir hiddet fırtınasına
tutulurlar.
Başarı tutkusunun
esiri olan insanlar, aşırı derecede mevki ve şöhret düşkünü olurlar. Bu
şahıslar rahat bir nefes bile alamazlar. Hayatları boyunca, kendileri
koştukları gibi, başkalarını da koşturmaya uğraşırlar. Dinlemeye hakları
olmadığını, bir önyargı ile kabul ettikleri için, daha genç yaşlarında tıknefes
olurlar. Bunlar için, dinlenmek boşuna vakit kaybetmek, rahat bir nefes almak
için durmak ise ölümdür. Çünkü insanları hedefe ulaştıracak yolun, durmadan
çabalamak olduğu inancındadırlar. Fakat tabiat kanunlarına aykırı olan bu
davranışları sonunda, ruhi ve bedeni yorgunluk kendisini göstermekte gecikmez
ve bunu gidermek için de, dozu gittikçe artan miktarlarda, tenbih edici ilâç
almaya mecbur olurlar. Bu gibi şahıslar, çoğunlukla sigaralarını birbirinden
yakarak söndürmeyen ve üstelik kendilerini alkole veren insanlardır. Bütün
başarıları ve şöhretleri, yalnız başlarına, kendi nefislerine mal etmek
sevdasındadırlar. Kendilerine lâyık görülecek, sıra ve mevki hususunda çok
alıngandırlar. Sıra ve mevkilerini kıskandıkları insanlara yaltaklanırlar ve
şirin görünmek için her çareye başvururlar. Maksatları, bir fırsat elverdiği
zaman onları yere vurmaktır.
Bu gibi şahıslar, sırf kendilerini yükseltmek için, diğer insanları
durmadan tenkit ederler. Başkalarının kabiliyetlerini ve işlerindeki
başarılarını görmezden gelirler, hele onları takdir etmeyi akıllarından bile
geçirmezler. Kendilerini başarıya ulaştıramayacağına inandıkları hiçbir yola gitmezler.
Bu husustaki kararlarından asla dönmezler ve kafalarına koyduklarını yaparlar.
Başkalarının refahına çok az ilgi gösterdikleri için, diğer insanlarla
çalışmanın, kendilerine güç geleceğini bilirler ve yalnız başlarına çalışmayı
tercih ederler.
Başarı hırsına
yakasını kaptıran insanların, kuvvete ve otoriteye dayanan, bir tek ideolojisi
vardır. Bu şahıslar; tek taraflı, saygısız ve vicdansız olurlar ve
kararlarından dönmezler. Onların tek ölçüsü, hedefe varmak için, gerekli olan
kuvvettir. Kullandıkları vasıtaların, haklı veya haksız olması hattâ gayrimeşru
olması, onları ilgilendirmez bile... Çağımızda; bir insanın manevi değerlere
verdiği kıymet, o şahsın mânevi ve ideolojik inançlarını gösteren kesin bir
delildir. Yakalarını aşırı derecelerde bir tutkuya kaptıranları, ancak
yaşantılarında mutlak mânevi ölçüleri uygulayanlar teşhis edebilirler. Bir
ideolojiyi tanımak ve teşhis etmek için, insanın kendisinin bir ideolojiye
sahip olması lâzımdır. Biraz makul olan dürüst bir insan, gerçekte var olan mânevi
cihazlanmaya karşı bir itirazda bulunmamalıdır. Çünkü var olan bir şeye
saldırmak hiçbir sonuç vermez. Mânevi cihazlanmaya karşı çıkanlar, kendi
yaşantılarında manevi değer ölçülerini tatbik edemeyen şahıslardır. Bu gibi
insanlar, fırsatçı olurlar. Hayatları boyunca sosyal, ekonomik ve politik
hedeflerine varmak için, dürüst ve namuskâr yolları seçemezler ve diğerkâm
olamazlar.
Halbuki mutlak
manevi ölçüleri kabul ederek hayatlarında uygulayanların ise, dürüst olmayan
yolları, ruh kirliliğini ve bencilliği bir tarafa itmeleri lâzımdır. Mânevi
değerlere kıymet vermeyerek, materyalist ideolojinin çukuruna saplananlar,
yaşantılarında, niçin dürüstlüğe, ruh temizliğine, diğerkâmlığa ve insan
sevgisine yer vermediklerinin sebeplerini ortaya dökmeli ve münakaşasını
yapmalıdırlar. Yoksa bütün bunların, bir safsatadan ibaret olduğunu söylemek,
hiçbir kıymet taşımayan bir demagojiden öteye geçemez.
Bir de görevleri
icabı ve meslekleri bakılmadan, mânevi ölçülere değer vermeleri ve hayatlarını
bu prensiplere göre sürdürmeleri lâzımgelen şahıslar vardır. Başkalarını yola
getirmek görevini yüklenmiş olan bu insanlar, kendileri mânevi prensiplere
dayanmayan bir yol tuttukları için başarıya ulaşamazlar. Mânevi ölçülere değer
veren, onları gerçekten uygulayan ve erdemli bir hayat süren insanlarla
karşılaştıkları zaman, gûya bu başarısızlıklarını örtmek için, kıskançlık ve
hasetle, hattâ bir suçluluk psikozu altında, azametli bir eda ile ve fakat
isterik bir tarzda, bu insanlara saldırırlar. Bu saldırılar, istisnasız olarak,
enine boyuna düşünülüp ustalıkla yanlış bir temele oturtulduktan sonra, mânevi
cihazlanmaya yöneltilir. Mânevi kıymetlerin değerini ve esprisini kavrayamayan
insanlar, suçu daima mânevi cihazlanmanın umdelerine yüklemeye çalışırlar. İşin
acıklı tarafı, bu bâtıl fikirlerine kapılan insanları da bulabilirler. Bu
şahıslar daha da ileri giderek, materyalizmin birer savunucusu kesilirler ve
sözde (?) delillerini bu materyalist ideolojiye dayandırırlar. Halbuki;
Moskova radyosu, 21 Kasım 1953 günkü yayınında şunları söylüyordu: “Mânevi
cihazlanma, şimdi hemen bütün ülkelerde köprü başlan kurmuş bulunmaktadır.
Buralarda teşkil ettiği kadroları yetiştirmektedir. Bu kadrolarda bulunan
inançlı insanlar ise, büyük bir kararlılık içinde, yüklendikleri görevleri
yerine getirecek ve ideolojilerini bütün dünyaya yayacak güce sahiptirler. Buna
da başarıyla devam etmektedirler.” Bu yayının, dünyayı hükmü altına almak için
türlü plânlar yapan materyalist ideolojinin baş-mimarı Komünist Rusya’nın
radyosundan gelmesi dikkate değer. Demek ki: Komünistler, mânevi cihazlanmanın
mânevi ideolojisinin, kendi materyalist ideolojilerini iptal edeceği gerçeğini
görmüşlerdir.
Nasyonal
sosyalistlerin, mânevi Cihazlanma hakkındaki düşünceleri ise, bir gestapo
yetkilisinin raporunda şu şekilde anlatılmaktadır: “Mânevi cihazlanmanın,
nasyonal sosyalizme karşı müsamahasız bir savaş durumunda bulunduğu kabul
edilmelidir. Onlar, Reich’ın sınırları içerisinde yeni bir politikanın ve yeni
bir dünya görüşünün meydana gelmesinin şartları üzerinde çalışmaktadırlar.”
Materyalistler,
ister sağcı isterse solcu olsunlar, bunlar çocukça hattâ gülünç
yakıştırmalarla, mânevi cihazlanmayı, işlerine geldiği şekilde, bâzan
Komünizmin destekçisi, bâzan kapitalizmin bir âleti olarak tanıtmaya
çalışırlar. Gerçekte ise, dört umdeyi uygulayarak erdemli bir yaşantı sürdüren ve
hakkı kendilerine rehber eden bu insanlar, ne sağa, ne sola, ne işçilere, ne
işverenlere, ne Amerika’ya ve ne de Rusya’ya karşıdırlar. Onlar yalnız, her
şeyi değiştirmek ve iyiye yöneltmek çabasındadırlar.
Bir şahsın mânevi
değerlere karşı telâkkisi ve tutumu, onun saplandığı güçlük bataklığını teşhis
etmekliğimizi ve kişiliği hakkında doğru bilgi elde etmemizi sağlar. Herkesin
bilmesinde yarar olan bir gerçek vardır ki o da: ‘‘Kendi nefsine karşı
dürüst davranan insanların yüreklerinde, başkalarına hükmetmek hevesi yer
edemez ve bu insanlar kendilerini herkesten üstün görmek kuruntusuna
kapılanmazlar.”
Atılacak üçüncü
adımla, nefsin bağlarından kurtularak âzat olmak sağlanır. Bir insanın kendi
nefsine karşı, açık yürekle ve köklü şekilde, dürüst davranarak yaptığı
haksızlıkları düzeltmeye yönelmesiyle, ilk adım atılmış olur. Eğer bir insan,
başkalarının kendisini gördüğü gibi, kendi kusurlarını görür ve bunu da bütün
çıplaklığıyla söyleyebilirse, işte ancak o zaman bütün bağlarından kurtulmak ve
âzat olmak yolunu tutmuş demektir. İnsanlar, yalnız gerçekleri görürlerse kendi
bağlarından kurtulabilirler. İnsanların, gururlarının cerahat bağlamış çıbanına
neşter atmak cesaretim kendilerinde görebilmeleri, yüreklerinde bir ümit
ışığının parlamasına bağlıdır. Aksi halde, dün yapılan ve fakat bugün
açıklamaktan utanılan haller için, gurur, sahibini sükûta zorlar.
En karışık ruhi
problemlerin dahi, çözümlenebileceği ümidini insanlara aşılamak suretiyle
onlara mânevi destek sağlanmalıdır. Senelerce moral çöküntüsünün altında
ezilmiş olan insanlara dahi, bir kurtuluş yolunun bulunduğu gerçeğine onları
inandırmalıdır. Ruhi bunalım içinde bulunan arkadaşlarınıza, başkalarının aile
hayatında, ekonomide ve politikada karşılaştıkları problemleri nasıl
çözdüklerini açıklayarak, onlara yardımcı olunuz. Bu gerçekler, ne kadar açık
ve iyi anlatılırsa, o derece büyük başarı elde edilir. Bunalım içinde bulunan
arkadaşlarınızı, sorunlarını çözümlemiş olan insanlarla tanıştırınız. O zaman,
aynı yükün altında ezilip de buna çare bulmuş bir insanın, söyleyeceği içten
gelen basit birkaç cümlenin, saatlerce süren parlak bir nutuktan, çok daha
etkili olduğunu göreceksiniz.
Moral çöküntüsünün pençesinde kıvranan bir arkadaşınıza rastladığımız
vakit, zamanı iyi seçerek, dürüst bir şekilde, sizin de vaktiyle aynı durumlara
düştüğünüzü anlatınız. Kendi hayatınızı açıkça önüne serdiğiniz arkadaşınızın
kalbine açılan kapının anahtarını elde etmiş olursunuz. Arkadaşınız da,
içinde bulunduğu sorunlar da yalnız başına olmadığını, başkalarının da vaktiyle
aynı duruma düştüğü halde, bir çözüm yolu bulduklarını görecektir.
Bir insanı yeniden
halketmeğe, ancak Allah muktedir olur. İnsanların, bu gerçeği akıldan
çıkarmayarak, bu husustaki yüksek konuşma sanatının ve gösterecekleri bürhan ve
belgelerin hiçbir fayda sağlamayacağını bilmeleri lâzımdır. Eğer bir şahıs,
kendi nefsinde “İlâhi kudreti’' vehmeder de başkalarından değişmelerini isterse
ve onların nasıl olmaları icabettiğini dikte etmeye kalkarsa, o zaman ümit
ettiği sonucun tamamıyla tersini elde eder. Bir insanın, eksikliklerini
sıralayarak, bunları kafasına vururcasına söylemekle hiçbir şey elde edilmiş
olmaz. Böyle bir davranış, o insanın kendi nefsine karşı saygısını yitirmesine
yol açar ve dürüst duygu beslemene engel teşkil eder. Bu gibi hallerde, başarı
sağlamanın sırrı, atılacak adımın zamanım iyi seçmeğe ve söylenecek her sözün,
karşı tarafın üzerinde yapacağı etkiyi hesap etmeğe bağlıdır. Bazen sizin,
şahsen dürüst davranmanız suretiyle, başkalarına yardım edeceğiniz durumlar
olur. Bazen de arkadaşlarınızın davranışlarının, başkalarının hayatları
üzerinde, ne büyük çöküntüler meydana getirdiğini, onlara söylemeniz doğru
olur. İşlenen günahlar, işleyenleri kör eder. Eğer zamanında, içten gelen duygu
ve şefkatle, manevi bir destek sağlanırsa, bu kör gözlerin açılmasına yardım
edilmiş olur. Bu günahkâr insanlar da, belki kendilerini oldukları gibi
görürler.
Çağımızda, insan
iradesinde bir devrim yapmak için, dünyanın hemen her köşesinde sürdürülen
amansız savaş, çeşitli ideolojilerin gayelerinin çekirdeğini teşkil etmektedir.
Fakat insan iradesinde, köklü ve kalıcı bir devrimin meydana getirilmesi,
birçok etapların birbiri arkasından aşılmasıyla mümkündür. Özellikle, seks,
güvence ve başarı tutkusuna aşırı derecede yakasını kaptırmış olan insanların,
her şeyden önce kendi iradelerinin karşısına, dürüstlük, ruh temizliği,
diğerkâmlık ve insan sevgisinden ibaret moral umdelerini mutlak ölçülerle
koymaları lâzımdır. Ancak, bu moral umdelerinin kesin olarak uygulanması
suretiyle, irade’nin olduğu gibi bütün çıplaklığıyla ortaya konulması mümkün
olabilir.
İtina ile
seçeceğiniz bir dostunuza, Hak yolundan ayrılmayarak, ahlâk kurallarına bağlı
erdemli ve dürüst bir hayat sürmesini teklif ediniz. Arkadaşınız, bu denemeyi
belki sizinle birlikte, belki de yalnız basma yapmak isteyecektir. Kendisine bu
dört umdeyi yazdırınız. Bu kıstasları tatbik ederek yaşantısını devam
ettirdiği sürece, kendi şahsı hakkındaki düşüncelerini, açık yüreklilikle ve
dürüst olarak not etmesini söyleyiniz. İlk denemede, arkadaşınızın gururu,
onun ancak bir veya iki düşüncesini yazmasına müsaade edecektir. Buna rağmen,
bu bir iki düşünce bile, bazı hallerde net bir sonuç elde etmeye yarayabilir.
Ancak, bu deneylerin doğru bir netice vermesi için, mutlak bir dürüstlükle
hareket edilmesi lâzımdır.
İkinci etapta, ilk tecrübeyi
geçiren bu arkadaşınızın, şimdi kendi şahsı hakkında ne düşündüğünü size
söylemesini isteyiniz. Eğer bu arkadaşınız, kendi hakkında düşündüklerini açık
yürekle size anlatacak olursa, o zaman mutlak bir dürüstlükle hareket etmiş
demektir. Arkadaşınız, gururunu yendiğini ve nefsinin tahakkümünden
kurtulduğunu, kendisi de hissederek bir hafiflik duyacaktır. Dürüst davranmaya
yanaşmak istemeyenler ise, gururlarını yenememeleri yüzünden, mevki, debdebe ve
şöhretlerini feda edemeyen şahıslardır. Yahut bunlar, şimdiye kadar
yaptıklarını bundan sonra da yapmağa peşinen karar vererek bu yolu başından
seçmiş olanlardır.
Nefsin bağından
kurtulmak isteyen insanların, geçmişteki hallerinden ve gelecekteki
düşüncelerinden, hiçbir hususu gizli tutmağa yeltenmemeleri lâzımdır. Bütün
kartlar, açık olarak, masanın üzerine serilmelidir.
Üçüncü etapta, elimize kâğıt ve
kalem alarak, geçmiş zamanlarımızda dürüst davranmayarak ruh kirliliğinin
etkisi altında, bencillik duygulan ile ve nefretle hareketimiz yüzünden, bazı
şahıslara yaptığımız fenalıkları not etmemiz lâzımdır, işte o zaman, kimlerden
af dilemekliğimiz gerektiğini ve hangi hatalarımızı düzeltmemiz icabettiğini
açıkça görürüz. Bütün davranışlarında, mutlak namuslu ve dürüst olan insanlar,
kendilerinin affedilmeğe muhtaç olduklarını idrâk ederek, başkalarını affetmek
durumunda olduklarını hissederler. Esasen; katıksız, saf ve hâlis bir pişmanlık
duygusu, sahibinin vaktiyle yaptığı bir haksızlıktan dolayı af dilemeğe sevk
eder. Bunu yapmayanların ise, Allah’tan af dilemeleri beyhudedir. Ancak
haksızlık yaptıkları şahıslardan af dileyenler, Allah’tan af dilemeye hak
kazanırlar.
Sayılan bu
merhaleleri aşan insanlar, bütün hareket tarzlarını sükûnet içerisinde daima
yeniden gözden geçirmeli ve kıstaslara uymayan davranışlarını düzeltmek
çarelerini aramalıdırlar. Bir kimsenin, herhangi bir olayda, yüzde on kabahatin
kendisinde, yüzde doksanın ise karşısında olduğu kanaatına vardığım
farzedelim... Şayet bu şahıs, hatasını düzeltmek yoluna gidecek olursa, bu
takdirde yalnız kendi kabahatından söz etmeli ve bu düzeltmeyi, hiçbir karşılık
beklemeden yapmalıdır. Böyle bir durumla karşı karşıya gelen şahıs; “fakat bu söylenilenler, benim bütün hayatım boyunca sürecek bir
fedakârlığı göze almaklığımı gerektirir..” diyecek olursa, verilecek cevap şu
olmalıdır: “Hayatınızın kalan kısmını, daha hayırlı ve faziletli bir şekilde
geçirmeniz mümkün değildir.” Allah bizlerden, gücümüzün yettiği kadar
iyilik yapmamızı ve iyi davranışlarda bulunmamızı ister.
Hoyrat ve inatçı bir
şahsın yüzüne karşı, “bu inatçı huyundan vazgeç” demek hiçbir şey
sağlamaz. Fakat aynı şahsa, yumuşak bir tarzda, herhangi bir meselede, dürüst
ve insaflı davranması söylenirse, o şahıs çoğunlukla, bunu kabul eder. Samimi
bir şekilde yapılacak bu telkinler sonunda hoyratlığın ve inatçılığın,
hayatında hiçbir şey ifade etmediğinin farkına kendisi varacaktır. Eğer bizler
gücümüzün yettiği iyilikleri yaparsak, gücümüzün yetmediklerini de Cenâb-ı Hakk
bizlere bahşeder.
Bilerek veya
bilmeyerek yapılan hataların düzeltilmesi ve elden gelen iyiliklerin yapılması
suretiyle, diğer insanların da aynı yola gitmelerini ve kendilerini düzeltmelerini
sağlamış oluruz. Zamanla, şahıslarda birçok değişiklikler meydana gelir.
Fertlerin ve toplumların yaşantılarında iyilikleri ve kötülükleri birbirinden
ayırdedecek bir durum hâsıl olur ve nefislerin ıslahı yolu açılır. Bu
mertebelere varan insanlar, tecrübelerini değerlendirerek, diğerlerini de
istifade ettirirler. Şahsen kendisinin, toplumunun, ırkının veya ulusunun
haksız davranışlarını görecek duruma gelir. Yepyeni bir ruh ve davranışla,
dürüst bir kararla, yapılan yanlışlıkların düzeltilmesi yoluna gidilir. Samimi
bir af dileğiyle, geçmişte peşin hüküm sonucu, diğer şahıslar, toplumlar,
ırklar ve milletler hakkında verilen kararlar ortadan kalkar ve nefret
duyguları kendiliğinden yok olur. Bu başlangıç, ideoloik hislerle parça parça
edilen dünyamız insanlarının, aralarındaki nifak yerini dostluğa terk eder.
Son merhalede ise,
eğer insanlar iradelerini samimi olarak, bir devrime tabi tutmak isterlerse, o
takdirde, hayatlarını tanzim eden, yüksek bir iradenin varlığına inanmaları
lâzımdır. Bu kanaat ve inanç bu alandaki başarının kaynağını teşkil eder.
İradenin devrimi, yürekten gelen bir istekle gerçekleştirilmezse, başlangıçta
bazı ilerlemeler görülse bile, bunlar geçici bir hevesten öteye gidemez. Bu
duruma düşen şahıslar ve toplumlar, yavaş yavaş ümitsizlik bataklığına
saplanırlar ve her türlü çabanın faydasız olduğuna inanmağa başlarlar. Umudunu
kaybeden bir kimsenin ise, bu alanda başkalarına yardım etmesi beklenemez.
İrade çelik bir yay gibidir, kuvvet tatbik edilerek bir tarafa eğilebilir. Ancak
bu kuvvet kalkınca yay eski durumunu alır. Eğer iradeye tatbik ettiğimiz mânevi
baskıyı gevşetecek olursak, irade derhal önceki durumuna döner. İnsanlarda bir
iradenin mutlaka bulunması lâzımdır. Bu kendi iradesi olacağı gibi ulvi bir
irade de olabilir. Bunlardan birini tercih etmemiz icab eder.
İrade, nefsin tâ
kendisidir. Eğer, samimi olarak irademizi daha ulvi bir kudretin emrine verecek
olursak, nefsin heveslerinden vazgeçmek lâzım geleceğini, kesin olarak
bilmekliğimiz lâzımdır. Çünkü bu hal, yaşantımızdan bir kısım fedakârlık
yapmaklığımızı kabul mânasına gelir ve bir çeşit nefsin ölümü demektir. Büyük
bir devrimci, “Ben her gün ölüyorum” diyor. [*] Bizler insan olarak,
irademizi, ulvi bir kudretin emrine verip veremeyeceğimiz hakkında kesin bir
karara varmalıyız. Bir kere verilecek bu karar, her gün yenilenmeli ve
dürüstlükle tatbik edilmelidir. Burada esas olan, hayatını kendi nefsinin
heveslerine değil ulvi bir iradeye adamaktır. Bu da bir atalar sözüyle ifade
edildiği gibi, “Bağrına taş basmak”la mümkündür. Bu akide, hiçbir dinin ve
inancın inhisarında değildir ve her şahıs için her yerde uyulması lâzım gelen
bir hükümdür, insanların, din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir yaşayış
şeklini benimsemeleri, insanlığın geçirmekte olduğu mânevi marazın ve ruhi
bunalımın en kati devası olacaktır. Bu akide ve felsefe ancak, fertlerin ve
milletlerin değişmesini sağlayacak ve onlara iyiye gidecek yolu gösterecektir.
Mahatma Gandhi bu gerçeği anlamış ve bu sırra ermiştir.
(*) Yazarların anlatmak istediği bu ruh haletini bir Türk mutasavvıfı şu
beyitle veciz bir şekilde ifade eder:
“Hayati cavidanı şeyhu kâmilden sual ettim
Ölmeden ölmektir deyince intikal ettim.”
Ölmeden ölmektir deyince intikal ettim.”
M. San
Şimdiye kadar,
dürüst davranılarak yapılan hataların ve elden gelen iyiliklerin yapılması
lüzumundan söz ettik. Bir adım daha ileri giderek, insanın hayatı boyunca,
ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan diğer şahısların ve toplumların yardımına
koşması gerektiği sonucuna varmalıyız. Böyle bir kabul, bir mukavele veya bir akit
ciddiyetinde ve niteliğinde olmalıdır. Şöyle ki:
Bu kabulün sahibi;
yaşantısını, dürüstlük, ruh temizliği, diğerkâmlık ve insan sevgisi esasına
göre tanzim etmelidir. Bu prensibini gerçekleştirmek için, her gün sabahın
erken saatlerinde, yalnız başına sükûnet içerisinde vicdaniyle başbaşa, bir
nefis muhasebesi yapmalıdır. Bu suretle, bir gün evvelki yaşantısı sırasında,
düşüncede, sözde veya fiilde işlediği hataları not ederek bunlardan mümkün
olanlarını düzeltmek yoluna gitmelidir. [*]
(*) İslâmiyet, sabah
namazını dini bir fariza haline getirmekle, bundan 1400 yıl önce, tanyeri
ağarmadan ve dünya gürültüsü başlamadan, her gün ALLAH huzurunda nefis
muhasebesi yapmak fırsatını müslümanlara bahsetmiştir. M. San
Bütün
münasebetlerinde, vereceği kararlarda ve yapacağı plânlarda dürüstlükle hareket
etmeli ve nefsine hâkim olmalıdır. Ailesi hakkındaki son sözünde, işine ve
servetine ait huhuslarda, hattâ kullanılmasında hulâsa bütün davranışlarında
insaftan, adaletten ve hak mefhumundan ayrılmamalıdır. Bunları gerçekleştirmek
için de, aynı gayeleri güden idealistlerle fikir alışverişi yaparak, ana
noktalar üzerinde anlaşmaya varmalıdır. Bu yolda bir ömür harcamış olan
mücahitlerin hayatını incelemelidir.
Yeni bir dünyanın
kurulması için, mânevi bir mücadeleyi yürütmek üzere kurulmuş idealistler
topluluğuna katılmalı ve geriye dönmeyecek şekilde nefsini bu yola adam alıdır.
Bunu ciddi bir vazife saymayanlar ve hafife alanlar, kendilerini aldatmış
olurlar. Yürekten gelen bir aşkla buna sarılanlar ancak kendilerini, dünyayı
yenileyecek bir savaşın içinde bulurlar ve ihtiyaç içinde bulunan, ıstırap
çeken insanların ve milletlerin acılarını dindirmek gücünü kendilerinde
bulurlar.
Herkes tarafından
paylaşılacak idealin, bir araya getirdiği bir topluluk, ancak manevi değerleri
yok ederek, insanlığı parçalayan materyalist ideolojinin saçtığı zehirleri
temizleyerek, dünyayı yenileyebilir.
Bu umdeler ve
prensipler ise, manevi cihazlanmanın tâ kendisidir. Gerçek demokrasi
ideolojisinin esprisidir. Bu umdeler bir organizasyonu değil bir organizmayı
temsil eder. Buraya ne girilir ve ne de çıkılır. Bu bir uzviyette olduğu gibi,
ancak, yaşanır. Derin bir ıstırap ve ihtiyaç içinde bulunan insanlara yardım
etmek için duyulan his, şahısları herhangi bir organizasyondan çok daha etkili
bir şekilde birbirine yaklaştırır. İşte bu mânevi kuvvet sayesinde, insanlar
birbirlerine kenetlenerek tarihe kargı olan vazifelerini yerine getirirler. Bu
organizma aynı zamanda yaratılacak modern dünyanın, hücrelerinin çekirdeğidir.
Bu mertebeye varmış
olan insanlar bile, henüz idealist bir inkılâpçı pâyesine erişmiş sayılamaz.
Fakat ne de olsa, çile devresinin yansım tamamlamış olur. Nefis disiplin altına
alınmış ve sağlam bir idealle, ulvi bir gâyeye doğru yönelinmiştir, bu suretle
yeni bir toplum ve yeni bir arkadaşlık doğmuş ve dünya ailesinin zincirine bir
halka ilâve olunmuş demektir.
Sıralanan bu
merhalelerin aşılması, insanların doğru kararlara ulaşmasını sağlar. Fakat
verilecek bu yoldaki bir kararın tatbik edilebilmesi her şeyden önce nefsini
adayacak şahsiyetin yüksek bir mertebeye ulaşmış olmasına bağlıdır. İnsanlar,
nefislerini, ruh temizliği, dürüstlük, diğerkâmlık ve sevgi ile bezedikten ve
bunları hayatlarının düsturu olarak kabul ederek tatbik ettikten sonra ancak,
başka insanları iyi yola sevk edebilirler. Din ve ahlâk kurallarına uymayan ve
erdemli bir hayat sürmek istemeyen fertlerin ve toplumların, dünyanın her
köşesinde, ruhi buhranlar içerisinde çırpındıklarını görüyoruz. Mânevi
değerlere ve ahlâk kaidelerine karşı müraice davranışlar, insanları ve
milletleri yanlış yollara sürükler, aralarındaki sevgi ve saygının yok olmasını
doğurur ve ayrılıklara yol açar.
Hemen hepimiz,
mânevi değerlere kıymet vermeden, nefsimizin hava ve heveslerine kapılarak,
doğru yoldan saptığımla pekâlâ biliriz. Vaktiyle birisi şöyle söyleniyordu: “Bu
dünyada hoşuma giden her şey, ya gayrimeşru veya ahlâka aykırı sayılmaktadır ve
bu da benim canımı sıkmaktadır.”
İnsan olarak,
başımızdan birçok olay geçebilir. İrili ufaklı bir sürü hata yaparız. Hattâ
doğru yoldan bile sapabiliriz. Fakat birçoğumuz bu tecrübelerden ders almayız.
Daha sonra, bu nâhoş olayları te’vil yoluna giderek, onları kalbimizin gizli
bir köşesine gömmeyi tercih ederiz. İşte o zaman, bizler gün ışığına çıkamadıkları
için, mağaraların karanlık ve kuytu yerlerine saklanan, yarasaların durumuna
düşeriz.
İnsanlar,
işledikleri günahları kabul ederek pişmanlık duyarlarsa, yüreklerini bir
mengene gibi sıkan duygulardan kurtulurlar. Hatalarını olduğu gibi görmek
cesaretini gösterenlerin, nefislerine karşı saygıları artar. Bizler, gerçi
kargaların başımızın üzerinden uçup gitmelerine engel olamayız. Fakat,
baykuşların tepemizde yuva yapmalarına mâni olabiliriz. Bunun içinde,
işlediğimiz hataları bütün ağırlıklarıyla kabul etmeli ve neşter atılması
gereken cerahat dolu yaralara, acı dindirici merhem sürmeğe kalkışmamalıyız.
Fakat, ne yazık ki, hemen hepimiz çirkinliklerin üzerini yaldızlı boyayla
örteriz.
Birkaç örnek
verelim: Bizlerin flört dediğimiz şey, aslında şehvetperest’liğin tâ
kendisidir. Tenkitlerimizin altında yatan gerçek ise, kendini beğenmenin ve
kıskançlığın su yüzüne çıkan belirtileridir. Eğer, istisnasız olarak, hiçbir
şeyi takdir ve tasvip etmek istemiyorsak, o zaman, tatmin edilmemiş bir gururun
ve yaralanmış bir haysiyet kuruntusunun zebunu olduğumuzu anlamalıyız.
Kendilerini kâh diğer insanlardan üstün görmelerin, kâh aşağılık duygusunun
pençesinde kıvranmaların gerçek sebeplerini, bu şahısların yakalandıkları “Megalo
Mani” hastalığında aramalıyız. Yapılan haksızlıkların insanların
yüreklerine kin tohumları saçacağını aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bizler,
duygularımızın sebeplerini ve karakterini, dürüst bir şekilde tanımak için çaba
harcayacak olursak, ancak zafere ulaşabiliriz. Halbuki, doğru yoldan saptığımız
zaman, gururumuz bize ağzımızı sıkı tutmayı telkin eder. Bizler de, işlediğimiz
günahları tevil yoluna gider ve insanlığın beklediği feragati gösterecek yerde,
boş hayâllerle kendimizi avutmağa uğraşırız. Gerçi, böyle bir hayatı ömür
boyunca sürdürmek kolay değildir. Nefislerim ruh temizliği, dürüstlük,
diğerkâmlık ve insan sevgisiyle bezeyenler ve kendilerini hak yoluna adayanlar
böyle bir hayatı yaşamak için gerekli kuvvet ve kudreti ancak kendilerinde
bulabilirler. Böyle ulvi nihai bir karar vererek bunu devam ettirmek isteyen
şahısların, nefislerini insanlığın yükselmesine adamış olan idealistlerle fikir
alışverişinde bulunmaları gereklidir. Bu yola bas koyan şahısların, insanlığa
karşı olan manevi vazifelerim, daima mevkilerinden üstün tutmaları lâzımdır.
Bazı insanlar, “Benim işim başımdan aşkın, daha fazlasını yüklenemem” derler.
Halbuki, mânevi cihazlanma için harcanacak çaba, hiç de fazladan bir iş
değildir, hayatta yerine getirilmesi gereken kudsi bir vazifedir. Ancak bu
vazifeleri yapacak idealistler çoğaldığı takdirde, yeryüzündeki milyonlarca
insan fikir esaretinden kurtarılarak özgür düşünceye kavuşturulabilir.
Materyalist
ideolojilerin hüküm sürdüğü yerlerdeki ilerlemeler, orada yaşayanların
inancından değil, başlarındaki idarelerin zalimce baskılarından ileri
gelmektedir. Oralardaki insanlara, hayat mücadelelerinde, başka yolları seçmek
imkânı verilmez. Akidesi bozuk olan vicdansız insanlar, bütün dünyayı hükümleri
altına almak için işbirliği halindedirler. Milletlerinin ve içinde yaşadıkları
toplumların, birliğe ve beraberliğe kavuşturulması için, hayatlarını adayacak
idealist insanların çoğalması, ancak bu kötü niyetleri boşa çıkarabilir.
Zarlar atılmış ve
hüküm günü belli olmuştur. Önümüzde seçilecek iki yol vardır ki bunlar da; ya
organize bir materyalist ideolojinin pençesine düşmek veya mânevi
cihazlanmamızı gerçekleştirmektir.
Verilecek bu karar,
insanlığın geleceğini tâyin edecektir.
Bugünün dünyasında,
her teröristin, neler yapması lâzım geldiği ve meydana konacak toplum şekli,
ayrıntılarıyla tesbit edilerek kendisine bildirilir. Hayatını sürdürebilmesi
için bunları yerine getirmek zorunda olan anarşist/terörist, bazı hususlarda,
diğer insanlardan daha kararlı davranmak mecburiyetindedir.
Terörizmin
karşısında yer almış olan milyonlarca insan ise, kendi kabuğuna çekilmiş bir
durumdadır. Bu insanlar, sözde kendi dürüstlüklerinin kuruntusu içinde ve hayal
âleminde yaşarlar ve fakat hiçbir etkili davranışta bulunmazlar. İşte bu yüzden
de, hedefe varmakta teröristlerden geride kalırlar.
Geçen yüzyılların
insanlarının, dünyayı araştırmak ve gördüklerini yazmak merakında olduklarını,
bunun da akılcı bir çağ yarattığını, yaşadığımız yüzyılın insanlarının ise,
dünyayı hükümleri altına almak hevesine kapıldıklarını, bunun da bir terör çağı
meydana getirdiğini söylemiştik. Eğer zamanımız insanlarında, bir rönesans
devri açıp dünyayı yenilemek ideali yaratılabilirse, işte o zaman insanlık
tarihi, yeni bir çağın başladığım yazacaktır.
Fakat bu ümidin
gerçekleşmesi, milyonlarca insanın, şahıs iradesinin nasıl değiştirileceğini
bilmelerine bağlıdır. Aksi halde zora dayanan anarşizmin/terörizmin stratejisi
başarı kazanmaya devam edecek ve fakat buna kargı koymak isteyenlerin
harcayacağı çabalar boşa gidecektir.
Hepimizin gördüğümüz
gibi, anarşistler/teröristler birbirlerine kenetlenmiş şekilde ve büyük bir
iştiha ile, dünyaya hâkim olmak için cephe kurmuşlardır. Terörist olmayanlar
ise, isteksiz bir halde, birlik olmadan sağa sola yalpa vurmaktalar. Yaptıkları
teşebbüsler, barış isteğinden, nutuk atmaktan ve protesto çekmekten öteye
gidemez.
Terörizm ile mutabık
olmayanların en zayıf taraflarından birisi de, teröristlerin fert olarak, sınıf
olarak, millet olarak, hangi kuvvetlerin etkisi altında hareket ettiklerini, dürüst
bir şekilde, tesbit etmekten kaçınmalarıdır. Daha da ileri giderek,
teröristlerin genelde materyalist ideolojinin militanları vasıtasıyla, bütün
dünyayı ele geçirmek amacında olduklarını görmezden gelirler. Bu insanlar,
çoğunlukla miskin bir hedefin peşinden koşarlar ve icat ettikleri birtakım
yanlış kavramlara ve değerlere dayanarak kendilerini tatmine uğraşırlar.
Bütün şahısların,
toplumların ve milletlerin, şu iki ana fikirden birisi tarafından sevk ve idare
edildiği bir gerçektir. Bunlar da: “Ben ne istiyorum?..”, “Hangisi doğrudur?..”
Gerçi her insanın vicdanında, bu iki kavram arasındaki farkın, duruma göre,
nerede olduğunu tartacak bir terazi vardır. Ancak yüzlerce yıldan beri insan
zekâsı, vicdanının sesini boğmak için delil aramakla meşguldür. O derecede ki,
“Hangisi doğrudur?..” mefhumu yerine, “Ben ne istiyorsam o doğrudur” hükmü
ikame olunmuştur» 20. yüzyıl insanlarının bugün içinde bulunduğu ruh haleti
bizlere, kafanın kalbe üstün geldiğini, hakkın yerini çıkarın aldığını açıkça
göstermektedir.
Bu dünyada, her
şahsın üzerinde en fazla etki yapan bir şey vardır. Bu korku olabilir.
Başkalarının hakkımızda ne düşüneceği korkusu!..
Başarıya ulaşamamak
korkusu!..
Gülünç olmak
korkusu!..
Gözler önüne
serilmek korkusu!.. işini kaybetmek korkusu!..
Azınlıkta kalmak
korkusu!..
Seçimi kaybetmek
korkusu!..
Diğerlerinin gözünde
büyüklük hissini kaybetmek korkusu!...
Elinde olanı
kaybetmek korkusu!..
Elinde olmayanı ele
geçirememek korkusu!..
işte bunlar, bugünün
sınıf kavgalarının ve milletler arasındaki anlaşamamaların asıl sebepleridir.
Diğer taraftan para,
topluluk hayatı sürenler üzerinde, büyük rol oynar. Gerçi para, mücerret olarak
hiçbir kıymet ifade etmez. Para yenilemez ve banknotlarla bir ev de yapılamaz.
Fakat paraya verdiğimiz değer ve mâna, çoğunlukla paranın insanları nasıl sevk
ve idare ettiğini gösterir. İnsanlar ve milletler, bütün ömürlerini,
varlıklarını ve servetlerini çoğaltmaya harcarlar. Her şahıs, mümkün olanın da
fazlasını elde etmek için uğraşır. Bu da insanların, paraya karşı durumunu
açıklamış olur. Para artık, vasıta olmaktan çıkmış, gaye olmuştur.
Ağır sanayii misal
olarak ele alalım: Dünyanın en değerli kafaları, burada yalnız ortakların
servetini artırmak ve hisse senetlerinin fiyatını yükseltmek çabasındadırlar.
Buna karşı, sendika yöneticileri, yıl boyunca her defasında ve her fırsattan
istifade ederek, işçi ücretlerinin artırılması için uğraşırlar. Gerek iş
verenler gerek işçiler, birbirlerine karşı sınırsız bir menfaat hırsıyla,
sürdürdükleri bu savaşın, dengeyi bozacağını düşünmezler. Grevlerin,
lokavtların yurt ekonomisini sarsarak, materyalist ideolojiye kapıları ardına
kadar açacağını ve sonuç olarak da ülkede diktatörlük idaresinin yerleşeceğini
akıllarına bile getirmezler.
Gerçi, haksız olduğu
bilinen kötü bir idare şekline normal olarak insan yüreği tahammül edemez. Bu
sebepten ötürü, birtakım yaldızlı sözler söylenmekte, sloganlar imal edilmekte,
teoriler icat olunmakta, bu suretle de milyonlarca insanın kafasına yanlış
kavramların yerleştirilmesine gayret sarfedilmektedir.
Küçük yaşlardan
başlayarak çocuklarımıza, saygıdeğer bir insan olmak için, ailelerini lüks
içinde yaşatmak için, çok para kazanmak lâzım geldiğini sanki mukaddes bir
vazife imiş gibi telkin ederiz. Bencil bir felsefeyi ve sınırsız bir hırsı temsil
eden bu hedef, insanları fasit bir daireye sokar. Belki bu davranış, geçici bir
zaman için şahsına, sınıfına ve milletine bir yarar sağlar. Fakat buna
karşılık, sonunda, dünyayı tahrip eden bir âfet olarak insanlığın karşısına
dikilir. Ne yazık ki, okullarda ve üniversitelerde bu yanlış telkinlere dair
tek söz söylenmez. Öğrencilere, hayatlarını daha değerli kılacak hedefler
verilmez, daha yüksek idealler aşılanmaz. Sonuç olarak, milyonlarca gencin taze
kafası materyalist ideolojiye saplanır ve terörizme müsamaha ile bakmaya
meyleder.
Bugünün toplumunda
bencilliği bile, husus! hayatta, bir fazilet örneği olarak göstermek marifeti
“sağduyu” diye vasıflandırılmaktadır.
Yine bu sakat
görüşten hareket edilerek: Sendikasına
bağlı işçilerin az çalışıp eksik randıman vermelerine rağmen, onlara, en yüksek
ücreti koparan sendika yöneticisi “becerikli” sayılmaktadır. Değersiz mallara
karşı, halktan en çok para çeken adam, “iyi sanayici” olarak
adlandırılmaktadır. “Partimize yarar sağlayan her şey haktır” sözlerini
diline pelesenk eden ve ahlâka uymayan yaşantısıyla ve müraice lâflarıyla,
halkın en kötü taraflarına alkış tutan politikacı “vatansever” olarak itibar
görmektedir. Bu tip politikacılar ise bu tür davranışlarıyla, gerçekte
halklarının mahvına sebep olmaktadırlar.
Kasıtlı olarak
ortaya atılan bu yanıltıcı ölçüler, ne yazık ki halkın kafasında, bir gerçekmiş
gibi yer etmektedir. Bu durum insanlık arasında, çok yaygın bir hal almıştır. O
derecede ki; memleketine gerçekten hizmet etmek isteyen idealist insanlara
küfürler yağdırılmakta, hakaretler savurulmakta ve bu idealistler alaya
alınmaktadırlar. Bu yanlış değerlendirmeler, “Ben ne istersem yaparım” veya
“Yararım olan her şeyi, gayrimeşru olsa da yaparım” diyebilen insanların,
toplumdan saygı görmelerini hattâ idarenin kilit noktalarına yerleşmelerini
mümkün kılmaktadır.
Halbuki 20. yüzyılın
başlarında, uygar ülkelerin birçoğunda, aile babası olmak niteliğinden yoksun,
sözüne güvenilemeyen ve dürüst olmayan insanların, toplum hayatında saygı
görmeleri şöyle dursun, onların hoşgörü ile karşılanmaları bile bahse konu
olamazdı. Bugün ise, dürüst ve medeni cesaret sahibi birisi çıkar da, ahlâkı
mazbut olmayanların işbaşına getirilmelerinin, milletçe en zayıf tarafımız
olduğunu söylemeğe kalkarsa, derhal başkalarının özel hayatına karışmakla
suçlanır ve faşistlikle damgalanır.
Zamanımızın
insanlarının çoğunluğu, eğer ahlâk zayıflığını ve haksızlığı hoşgörü ile
karlarlarsa, modern bir insan olacakları kuruntusundadırlar. Hâlbuki
yaşadığımız bu ideoloji çağında, şahısların hayatlarının milletlerin gidişini
etkilediği ve ahlâk düşkünlerinin bulundukları topluluklarda, daima bir beşinci
kol meydana getirdikleri ya bilinmemekte veya bilinmezden gelinmektedir. İki
kuşak arasında, mânevi kıymet ölçülerinin bu derece büyük bir aykırılık
göstermesinin sebeplerinin, ahlâktan yoksun insanların, yalnız menfaat esasına
dayanan ortak bir organizasyona gitmelerinde aramak lâzımdır.
“Bir insanın özel hayatı kimseyi ilgilendirmez” sözünü bir kalkan
gibi kullanırlar ve gerçekleri örtmeğe çalışırlar. Halbuki: “Ben şahıs
olarak nasıl, yaşadığım toplumun bir modeli isem, toplumum da dünyanın bir
örneğidir”’
Manevi Cihazlanma
bugün, insan iradesine yeni bir istikamet verecek güçte organizasyon kurmuş ve
dünya çapında manevi savaş trupları meydana getirmiştir. Bu suretle bir moral
kalkınması sağlayarak, son yüzyılın materyalist ihtilâline cevap verecek bir
inkılâbı gerçekleştirecek güce sahiptir.
William Penn şöyle
diyor: “İnsanların, ya din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir hayat
sürmeye veya ahlâksızlığın lânetlenmiş bataklığında yüzmeye karar vermeleri
lâzımdır.” Dünyamız insanları, bugün bu alanda bir karar vermek durumuyla
karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.
(*) Namık Kemâl bunu Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) için
söylediği şu beyitle, veciz şekilde ifade etmiştir:
“Eder tedviri âlem bir mekkinin kuvvei azmi
Cihan titrer sebatı payı erbabı metanetten.”
Mânevi cihazlanma
mensupları, bugünün dünyasında yaşayan diğer insanlardan iki hususta daha ileri
bir durumda bulunmaktadırlar. Birincisi; onlar şahıs olarak, ilk önce
kendilerinin neler yapması lâzım geldiğini ve sonra da toplum düzeninin nasıl
olması icabettiğini kesin olarak bilirler. İkincisi ve önemlisi de, bu
bilgilerinin bir zora veya bir teoriye değil bir tecrübeye ve inanca
dayanmasıdır.
Frank Buchman,
kendisine yön veren ilk hayat tecrübesini, genç yaşında geçirmişti. O zamanlar,
büyük bir endüstri şehrinin işçi mahallesindeki ıslahevinde bulunan çocukların
terbiyesini üzerine almıştı. Günün birinde, ıslâhevinin parasının azaldığı
vakit, mütevelli heyetinin öteki altı üyesi, Frank Buchman’a iktisat yapmasını
ve çocuklara daha az yiyecek vermesini söylediler. Frank Buchman bu teklifi
kabul etmeyerek istifa etti.
Frank Buchman, altı
mütevelli heyeti üyesinin bu davranışlarının bencil olduğu ve kendisinin ideale
dayanan çabalarına yıkıcı bir darbe vurduğu duygusuna kapıldı. Kendisine çok
acı gelen bu olay, onu yalnız hayal kırıklığına uğratmakla kalmamış,
ümitsizliğe sürükleyerek yatağa düşürmüştü. Zamanın şöhretli mütehassıs
doktorlarına başvurdu. Kendisine her sabah bir sıcak ve arkasından bir de soğuk
duş yapmasını tavsiye ettiler. Bu tavsiyeleri aylarca yerine getiren Buchman'da
hiçbir iyilik belirtisi görülmüyordu.
Buchman, bu olayda kendisinin
haklı olduğuna inandığı için, uzun bir zaman, yenemediği bir öfkenin pençesinde
kıvrandı durdu. Birçok büyük devrimci, geçirdiği bu gibi acı tecrübeler
sonucunda, bugünkünden başka vasıflara sahip olan insanların, toplumların ve
milletlerin daha adaletli bir dünya yaratabilecekleri kanaatına varmışlardı.
Buchman da, bu çeşit bir ruh hâletine yakalanmıştı. Buchman, uzun zamandan
beri, pençesinde kıvrandığı bu acı duyguların sebebini araştırıyordu. Nihayet
günün birinde, bu olayda dünyanın rahatsızlığından ve altı mütevelli heyetinin
davranışlarından gayri kendisinin de suçlu olduğu inancına vardı. Kendi
kendisine şöyle diyordu: “Eğer o
altı kişi haksız karar vermişlerse, ben de yedinci olarak onlara kin beslediğim
için haksızım.”
Buchman, dünyayı değiştirmek
isteyip de, kendisini değiştirmeye hazır olmayan bir şahıs kadar, lüzumsuz ve
reaksiyoner bir insan bulunamayacağını anlamıştı. Derhal mütevelli heyeti
üyelerine altı mektup yazdı. Kendilerine uzun zamandan beri kin beslediğini
belirterek af diledi. Aynı gün ikindi vakti, kendisiyle birlikte deniz
kenarında gezintiye çıkan arkadaşı, Buchman'daki değişikliğin farkına vardı.
Arkadaşı, Buchman’ın bütün bağlarından kurtuldu sebebini öğrenen arkadaşı, bu
olaydan payının olduğunu ve hafiflediğini görüyordu. Bu değişikliğin düşen
dersi aldı.
Frank Buchman,
Birinci Dünya Savaşı sonrası silâhsızlanma konferansına katılmıştı. Bu sırada
bir İngiliz generali, kendisine bir kart göndermişti. Bu kartın yukarı
köşesinde bir kafa resmi vardı ve altında şu sözler yazılıydı: ‘'Allah,
insanlara iki kulak bir ağız vermiştir. Acaba insanlar, neden bir söyleyip iki
dinlemezler?..” Buchman, üzerinde büyük etki yapan ve onu derin düşüncelere
sevkeden bu sözlerden şu sonuçları çıkardı:
Bu hasta dünyada,
ilâhı adalete inanan ve bunu yaşantısında kendilerine rehber edenler, sağlıklı
insanlardır.
Samimi ve dürüst
insanlara, Cenâbı Hak doğru yolu ilham eder.
Din ve ahlâk
kurallarına bağlı erdemli bir hayat tarzı, insanlar ve milletler için en normal
bir yaşantıdır.
Frank Buchman 1921
yılında, bir gece trenle seyahat ederken, bir düşünce açık olarak bütün
benliğini sardı. İçinden bir ses kendisine, “Vazifeni bırak!.. Vazifeni
bırak!.. Vazifeni bırak!..” diyordu. Buchman için bunun mânası; kendisine iyi
bir aylık gelir sağlayan, üniversitedeki öğretim görevini bırakması ve ömrünü
yeni bir dünyanın kurulması uğruna adaması demekti. Buchman görevini bıraktı ve
o tarihten itibaren bir santim bile aylık ücret almadı. Diğer birçok mânevi
cihazlanma üyeleri de aynı durumda bulunmaktadırlar.
1838 yılında mânevi
cihazlanma hareketi, dünya çapında bir önem kazandı ve o tarihten itibaren de,
mukaddes bir düşüncenin öncüsü olarak, zaferden zafere koştu. Frank Buchman,
seyahatlerinden birisinde, Karaorman bölgesine geldiği vakit şöyle diyordu: “Bütün
dünya milletlerinde meydana gelecek ilk büyük hareket, manevi ve ruhi
cihazlanma alanında olacaktır.”
İkinci Dünya
Harbinden soma, Caux’daki mânevi cihazlanma konferansına 120 ülkeden 125.000
delege katılmıştı. Frank Buchman, bu konferans sırasında mânevi cihazlanma
hakkında şunları söyledi:
“Mânevi cihazlanma,
peşin bir hükmün ve şahsi çıkarın esiri olmayan her insanın hayatına karışır.
Mânevi cihazlanma,
her sınıftan, her ırktan ve her milletten olan insanların —politik temayülleri
ve dini inançları ne olursa olsun— bir fikir birliği etrafında toplanmalarını
mümkün kılar.
Manevi cihazlanma,
Allah'ın kullarına bahşettiği, ahlâklı ve inançlı bir hayatı şahıslara ve
milletlere mal ederek, dünyayı içinde bulunduğu ruhi marazdan kurtarmak
amacındadır.
Mânevi cihazlanma,
gerek şahıslar ve gerek milletler için; dürüstlüğün, ruh temizliğinin,
diğerkâmlığın ve sevginin sembolüdür.
Mânevi cihazlanma,
insanları değiştirmek için lâzım olan kuvveti temsil eder. Bu insanlar,
dostlarımız, düşmanlarımız, komşularımız olacağı gibi komşu ülkeler de
olabilir.
Mânevi cihazlanma,
herkes için yararlıdır. Fakat bizler için lüzumludur.
Mânevi cihazlanma
vasıtasıyla, insanlar ve milletler bencilliğe ve bölünmelere karşı
cihazlandırılmış olurlar.
Mânevi
cihazlanma’nın ikili bir hedefi vardır. Birincisi ilk önce, insanların ve
milletlerin din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir hayata erişmelerini
sağlamaktır. İkinci olarak da, mânevi cephelerini müsbet bir hedefe yönelterek,
moral çöküntülerinin ortadan kalkmasını temin etmektir.
Mânevi cihazlanma,
dünyadaki bütün insanların kalblerine ve evlerine nüfuz etmelidir.
Manevi cihazlanma,
zamanla, bütün nişanları ve dünyayı değiştirmeyi amaç edinen bir mukavemet
yansıdır.”
Frank Buchman,
çağımızda sürdürülen ideolojik savaş için şöyle diyor: “İdeolojik savaşlar,
mukaddes kitaplarda, İlâhi emirlerin granit temellerini teşkil ediyordu. Bugün
ise, birçok insana granit yerine şeker verilmektedir. Fakat bu usulle
materyalizmin yenilmesi mümkün değildir. Mânevi cihazlanma, problemlerin esasına
el atar ve günahları göz önüne serer. Ancak günahtan kurtulmak için insanların,
günahtan nefret etmeleri onu tekrar işlememeleri, dürüst davranmaları ve
işlenen günahlardan mümkün olanlarının düzeltilmesi için çaba harcamaları
lâzımdır.”
Belki siz de, “Günah
sözünü işitmek istemiyorum!..” diyebilirsiniz. Çok yazık!.. Hatasız insan
olamayacağına göre, günahı saklamakla bir şey kazanılamaz. Günah işlendiği
zaman, söylenmeli ve onu işleyenler pişmanlık duymalı ve nefsini ıslah etmek
için gayret sarfedilmelidir.
Gerçi, bugün için
bunlar bir mucize sayılabilir. Fakat bugün de, büyükbabalarınızın zamanında
olduğu gibi, ibadet yerlerine gidip, ahlâk dersleri veren ve iyilik telkin eden
âlim din adamlarını dinlemek ihtiyacım duymalıyız ve buna vakit ayırmalıyız.
İşlenen günahlar ve suçlar üzerine, mümkün olduğu kadar çok şeyler işitmeliyiz,
bunlardan da ders alarak, nefsimizi ıslah etmeğe ve birlik olmağa yönelmeliyiz.
Bu söylediklerimiz,
dünün temel gerçekleri idi. Bugünün ise, en lüzumlu prensipleri olmalıdır.
Bencillik, insanlar ve milletler arasında son sınırlara ulaşmış ve şahsi kazanç
hırsıyla gözler kararmıştır. İşte, bu hallerin günlük yaşantının ayrılmaz bir
parçası imiş gibi akıp gittiği bu zamanda, mânevi cihazlanma, sade ve basit
dört umdesiyle bu akışa karşı çıkmaktadır.
Dürüstlüğü, ruh
temizliğini, diğergâmlığı ve sevgiyi düşünelim!.. İçinizden birçokları, belki,
bu kavramlardan bir şeyler beklemeyebilir. Fakat yine de, fertleri ve
toplumları manen cihazlandırmak için, onlara sade ve basit dört temel kıstası
vermeliyiz.
Dürüstlük ile
başlayalım!.. Bunun yurdumuzdaki görünümüne bir göz atalım: Dürüst olmayan iş
adamlarının ve esnafın durumları nasıldır?.. Hilekârlık, karaborsacılık,
korsanlık ve kaçakçılık almış yürümüştür. Bu durumu sürdürmek ve piyasaya hâkim
olmak için, fedailer beslenmekte ve halkın sırtından bunlara milyonlara varan
paralar ödenmektedir. Eskiden namussuzlar için, hiçbir kinişe iyi tek bir söz
sarf edilmezdi. Bugün ise, azılı haydutlar itibar görmektedir.
Ya ruh temizliği!..
Belki siz dahi, “Bu husus herkesin kendi şahsını ilgilendirir” diyeceksiniz.
Peki!.. Fakat bu hallerin toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisine ne
diyeceksiniz?..
Ruh kirliliğinin
birçok işletmelerde yaygın bir hal aldığı halk arasında ısrarla söylenmektedir.
O derecede ki, buralarda vasıtalar gaye gibi gösterilmekte ve işçilerin
özvarlıklarını kötüye kullanmaları, yıkıcı unsurlar tarafından sistemli bir
şekilde organize edilmektedir*.
(*) 13. yüzyılın
ortalarına doğru, Âhi Evran tarafından Kırşehir’de kurulan Ahilik kısa zamanda
Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayıldı. Üyelerinin; milli birlik ve
beraberliği, karşılıklı sevgi ve saygıyı, sosyal dayanışma ve yardımı temel
ilke saydığı bu kuruluş elbirliği, gönülbirliği ve kardaşlık havası içinde din
ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı sağlam yürekli düzenli bir toplum
meydana getirmişti. Meslek sahibi sanatkârlardan ve esnaf kişilerden oluşan bu
kuruluş, 19. yüzyılın başlarına kadar sapasağlam ayakta kalmış ve her mesleke
özgü lonca’larda çalışma ve iş ahlâkı âdeta ibâdet mertebesine yükseltilmiştir.
M. San
İnsanlar, moral
çöküntüsünün pençesine düşmeden önce, sağduyularını kaybederler ve düşünceleri
şaşkınlığa uğrar. Halk ise bu haller için, “çok fena” demekle yetinir fakat
kimse, bu yaygın ruh kirliliğinin Önüne geçmek için çaba harcamaz. Hemen hiçbir
kimsenin şifa aramadığı bu toplumun hali ne olacaktır?..
Parçalanmış aileler,
ortada kalmış çocuklar, dejenere olmuş bir kültür ve çürümüş bir topluluk.
Diğerkâmlık ve
sevginin ise, artık lâfı bile edilmemektedir. Bugünün insanları, ruh
temizliğini, dürüstlüğü, diğerkâmlığı ve sevgiyi, modası geçmiş birer mefhum
saymaktadırlar. İnsanlar, her şeyden önce, içinde yaşadıkları toplumun gidişine
bakıp ona göre, kendilerine yön vermektedirler. Bu yüzden de, bütün dünya
bugünkü hale düşmüş bulunmaktadır. Eğer ahlâk kurallarına bağlı ve erdemli
hayat süren insanlara rastlarsanız ve size kucak açarlarsa, onlara sarılınız.
İşte o zaman, şehrinizde bir kuvvet merkezi doğmuş olur ve bu yaratıcı gücü
kimse görmezlikten gelemez.
İçinizden idealist
olan birçoklarının, ümitlerinin gerçekleşememesi hattâ aile içinde bile
karşılık görmemesi, çok acıdır. Bir vatandaş olarak yurt içinde, üstümüze düşen
hizmetleri yerine getirmek zahmetine katlanmayız. Bütün bunları politikacıların
yapmasını bekleriz ve sonra da bu rejimin adına “demokrasi” deriz.
Batmaya yüz tutan
bir toplumun ilk önce sağduyusu yok olur ve düşünceleri iflâs eder.
Zamanımız insanları,
sağa mı yoksa sola mı yönelmek icabettiği hususunda, karmakarışık düşünlere
sapmaktadırlar. Fakat gerçekte, gideceğimiz yolun hak ve adalet yolu olduğunu
idrâk etmeliyiz. Bu kavramlar, samimi olarak kafamıza yerleştiği zaman
şaşkınlıktan kurtuluruz.
Eğer, içinde
yüzdüğümüz moral çöküntüsüne bir deva bulamazsak, demokrasimizin düşeceği acıklı
hali akıldan çıkarmamalıyız. İçimizden birçoklarının, şahsi işlerinden vakit
ayıramadıklarını bahane ederek, halka karşı vazifelerini yapmamaları, bir
mazeret sayılamayacağı gibi, onları mânevi mesuliyetten de kurtaramaz.
Dr. Frank
Buchman’ın, 81. yaş günü münasebetiyle, Haziran 1959 tarihinde, Manevi
Cihazlanma Derneğinin zirve toplantısının açılışında yaptığı konuşma.
“Bizler, içinde
bulunduğumuz bu dünyada yaşamaya henüz hazır değiliz.”
Bu sözleri Sputnık’e
karşı Atlas’ı uzaya gönderen dâhi söylüyordu. 400 bilim adamı ile 3500
yardımcısının başında bulunan bu dâhi, Ulusal Bilim Akademisi tatbikat
yöneticisi Dr. Douglas Cornell’dir. Sözlerine şöyle devam etmektedir:
“Bugün teknoloji,
öğle yemeği ile kokteyil zamanı arasındaki kısa sürede, yaşadığımız dünyanın
yok edilmesi imkânlarını yaratmıştır. Ancak, bu korkunç realitenin suçunu,
bilime ve teknolojiye yüklemek doğru değildir. Bu sorun, bugünün insanının
bünyesinde yatmaktadır. Bunun için de, çağımıza lâyık insan tipinin yeniden yaratılması
lâzımdır.”
Terörizme karşı
koymanın, hattâ meydan okumanın bir eğri yolu bir de doğru yolu vardır. Asya
milletlerinden birisinin ordusunu yetiştirmiş Amerikalı bir general şöyle
diyor: “Ben, iyi yetiştirilmiş bir ordu ve düzgün bir ekonomi ile, terörizme
karşı savaşmaya çalıştım. İyi asker yetiştirdim. Fakat onlara, terörizme üstün
gelecek bir ideal aşılamayı başaramadım. Manevi Cihazlanma, bu ideali
bünyesinde taşımakta ve doğru yolu göstermektedir.”
Biz insanlar, uzun
yıllar hayatımızı geçirdiğimiz bu eğri yollan, artık normal yol olarak kabul
edecek bir duruma gelmiş bulunmaktayız. Halbuki; dağılmış yuvalar, çökmüş
tesisler, bölünmüş milletler ve bir türlü neticeye varamayan konferanslar hiç
de normal sayılacak belirtiler değildir. Bunlar ancak, yanlış hareketlerin ve
davranışların kaçınılmaz sonuçlarıdır. Birçoğumuz terörizmi lânetlemekteyiz.
Fakat, bugün toplumumuzun içinde yüzdüğü bölünmelerin, kargaşalığın doğurduğu
nefretin, açgözlülüğün, korkunun ve bencilliğin suçunu terörizme yüklemekle hiçbir
şey kazanamayız. Terörist partisine asla girmeyecek olan milyonlarca insanın
tuttuğu yol ve sürdüğü hayat tarzı ise, terörizme yeşil ışık tutmaktadır.
Moskova’da büyükelçi
olarak bulunmuş Amerikan Deniz Harekâtı Başkam Amiral William H. Stanley bu gerçeği
anlamış ve bütün dünyaya şu sözlerle duyurmuştur: “Amerika için, bugün artık
seçilecek iki yol vardır ki o da ya mânevi cihazlanma yahut komünizmdir.”
Amerikan Stratejik
Hava Kumandanlığına bağlı olan ve iki yıllık bir süre için 8000 kişilik bir kuvveti
her onbeş dakikada bir alârma hazır durumda tutmakla yükümlü bulunan bir hava
generali şöyle diyor: “Bana gönderilen gençler, demokrasinin ne olduğunu
bilmezler. Onlar, diledikleri gibi yaşarlar. Terörizmin de ne olduğunu
bilmezler. Anlamak için de hiçbir çaba harcamazlar. Bu konu onları
ilgilendirmez bile. Ancak; atomik bir saldırıya karşı koymak için silâhlı
hazırlık yaparken, hep birlikte, ruhumuzu da bu saldırıya karşı hazırlarız. Bu
da hiç şüphesiz, mânevi cihazlanma yoluyla olmaktadır.”
Benim tuttuğum
“doğru yol” değildir. Hattâ sizinki de “doğru yol” değildir. Doğru yol “Hak
yolu”dur. Birçok insan, hürriyet ve demokrasi’yi “herkesin istediğini yapması”
mânasına alır. Bu sakat düşünce ile de, herkes kararını kendisi verir ve kendi
çizdiği yolu izler.
Analar ve babalar,
diledikleri gibi yaşarlar. Çocuklarının kendilerini taklit ettiklerini görünce
şaşarlar ve dehşete kapılırlar. Amerika’da 1959 yılında, bir milyondan fazla
gencin çocuk mahkemeleri karşısına çıkacağı tahmin edilmektedir. Dağılmış yuvalar,
ortada kalmış çocuklar bütün millete umutsuzluk saçmaktadır.
Bir grup genç
Amerikalı, kendi hayat tecrübelerine dayanarak, “Yeni Amerikalı” adını taşıyan
bir tiyatro eseri meydana koymuşlardır. Bu eserde; şahıslar arasındaki
suçluluk, toplumlardaki yıkıcılık, ayrılmalar ve boşanmalar ele alınarak
işlenilmekte ve Amerikan halkına bazı çözüm yolları gösterilmektedir.
Genelkurmayın isteği üzerine, bu eser, bütün dünyadaki Amerikan deniz ve hava
üslerinde ve tesislerinde ve yüksek okullarında sahneye konulmuştur. O
sıralarda ünlü bir gazete şunları yazdı: “Bu tiyatro eseri, yürekleri
sevinçle dolduracak, büyük ve itici bir kuvveti temsil etmektedir.” Bir
şehrin belediye başkanı, bu temsili gördükten sonra şöyle diyordu: “Bu
tiyatro eseri, şehrimizde yaşayan insanlara, şimdiye kadar, yeryüzüne gelen en
sağlam sesi getirmiştir.” Bu tiyatronun gösterildiği başka bir şehrin
belediye başkanı ise; “Bu eser, mutlaka, bütün Amerika’nın okullarında ve
kolejlerinde gösterilmelidir.” demiştir.
Devlet adamları için
dahi, doğru ve eğri yollar vardır. Halen Alman Dışişleri Bakanlığının yüksek
dereceli memuru olan, daha önceleri Kanada Büyükelçiliğini yapmış bir zat,
basına bir demeç vermişti. Bu demecinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa politikasındaki
en şaşırtıcı olayın, Almanya ile Fransa arasında barışın ve daha da ileri
gidilerek işbirliğinin kurulması olduğunu söylemiştir. Bu iki eski düşman
arasında, böylece sürekli bir dostluğun kurulmasını sağlayan başlıca faktörün
ise, manevi cihazlanmanın esprisi olduğunu belirtmiştir. Almanya Şansölyesi Dr.
Adenhauer bana yazdığı mektuplardan birinde şu sözler vardı: “Mânevi
cihazlanma hareketi genişleyip yayıldıkça, dünya barışını korumak için, başka
çabalara lüzum kalmayacaktır. Çetin meselelerdeki uluslararası
anlaşamamazlıkların giderilmesinde, şimdiden, manevi cihazlanmanın gözle
görülemeyen etkili bir gücü vardır.”
Son onbeş yıl
içinde, hemen bütün milletlerarası konferanslarda bulunmuş olan bir diplomat
şöyle diyor: “Son aylarda meydana gelen üç olay diplomatları hayretlere
düşürmüştür. Her üç olayda dahi, manevi cihazlanmanın umdelerini benimseyen
şahıslar, bu çetin ve karmaşık problemleri çözümlemişlerdir.”
İlk olay Lübnan
krizi idi. Dünyayı iki cepheye bölmek tehlikesini gösteren bu meseleyi, on Arap
ulusundan meydana gelen birlik çözdü. Arap Birliği Genel Sekreteri, o sırada
Mısır’da bulunuyordu. Genel Sekreter, kendisine Allah’tan geldiğine inandığı
bir ilham ile derhal New York’a uçtu. Bu meselede en fazla mesuliyet yükünü
omuzlarında taşıyan Genel Sekreter, orada bütün Arap devletlerinin birbirlerine
karşı ihtilâf halinde bulunduklarını gördü. Diğer milletler de, Arap ülkelerine
karşı, kendi aralarında bölünmüşlerdi. Arap ülkelerinin bir savaş alanı değil,
barışa ulaşacak bir köprü olması lâzım geldiği kanaati, bir sabah Genel
Sekreterde doğdu. Bütün temsilcileri bir araya topladı ve hepsinin kabul
edebileceği bir çözüme varıncaya kadar birarada kaldılar. Varılan karar
Birleşmiş Milletler’de oybirliğiyle kabul edildi. The Times, London, “Bir
gece içerisinde, neredeyse mucizevi bir değişiklik sahneye kondu” diye
yazdı.
İkinci olay, Asya’da
yeni doğmakta olan birliktir. Bu birliğin söz götürmez işaretlerinden birini,
Filipinler Başkanının Japonya ziyareti ve Japon Diyet Meclisinin kabul resmi
teşkil etmektedir. Daha bir yıl öncesine kadar, böyle bir davranışın, iki ülke
arasındaki nefret duygusu dolayısıyla, teşebbüs edenler için politik bir
intihar sayılacağı düşünülmekte idi. Filipinler Başkanını kabul eden Japon Diyet
Meclisi Başkanı, daha önce Filipinler’le barış anlaşmasını imzalamıştı. Bu zat
şunları söylemiştir: “Son iki yıl içinde manevi cihazlanmanın esprisi,
Japonlarla Filipinler arasındaki uzlaşmayı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda
Japonya’nın iktidardaki tek güçlü siyasi partisini de teröristlerin pençesine
düşmekten kurtarmıştır. Bunun bir sonucu olarak da; Endonezya ve Vietnam ile
yeni ilişkilerin kurulması ve Çin ile de anlaşmazlığın giderilmesi mümkün
olmuştur. Şimdi de, Güney Kore ile Kuzey Kore’nin birleşmesini gerçekleştirecek
teşebbüslere girişilmiştir.” Filipinler Devlet Başkanı, bu açıklamalara
karşı; “Geçmiş yıların acı hâtıraları, şefkat ve müsamaha duygularıyla ortadan
silinmiştir.” cevabını vermiştir.
New York World
Telegram gazetesi şu yorumu yapmıştır: “Filipin Devlet Başkanı'nın Japonya
ziyareti, İkinci Dünya Savaşı sonrasının, tarihi bir dönüm noktasını meydana
getirmiştir.”
En sonuncusu Kıbrıs
olayıdır. Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs olayına, uzun süre boş yere bir çözüm
yolu aramış olan komitenin başkam Asyalı büyükelçi beni ziyarete gelmişti. “Kıbrıs
problemi çözülmeden kalırsa, Avrupa birliği gölgelenecektir. Bundan başka bu
mesele, Avrupa’da bir savaşın bile çıkmasına bir sebep teşkil edebilir.”
diyordu. Fakat bu çözüm; İngilizler, Yunanlılar ve Türkler tarafından
getirildi. Bütün taraflar, işleri yürütmekte yanlış yol seçtiklerini dürüst bir
şekilde kabul ettiler. Bu da mânevi cihazlanma’nın bir zaferi oldu. Bir İngiliz
parlementeri, bir kısım Kıbrıslı liderleri görmeye gitti, iyi niyetle,
kendisinin ve ülkesinin hangi noktalarda yanlışlık yaptığını tesbit ederek
bunları kabul etti. Bir Yunanlı lider Londra’ya gelerek, yetkililere, Kıbrıs’ta
geçen acı olaylardan ve dökülen kanlardan dolayı duyduğu üzüntüyü belirtti. Bir
Türk gazetecisi Atina’ya giderek, bütün Yunan gazetelerinde çıkan makalesinde,
Türklerin ve Yunanlıların birbirlerine düşman olarak değil dost olarak
yaşamaları lâzım geldiğini yazdı. New York Times gazetesi bu sonucu; “Bütün
münevver devlet adamlarına örnek teşkil edecek bir olay” diye yorumladı. Bu
olay, aynı zamanda, bizim fazla çalışmaktan yorulmuş ve espritüel güçlerini
kaybetmiş devlet adamlarımıza bir ibret levhası olmalıdır.
Çok tecrübeli bir
diplomat, bana şunları söyledi: “Afrika’nın her yerinde, gördükleri beyazlara
—buradan ne zaman gideceksiniz?..— diye sorarlar. Halbuki aynı Afrika'nın her
yerinde, manevi cihazlanma üyelerinden beyaz kadın ve erkekleri gördükleri
zaman —ne vakit tekrar geleceksiniz?..— diye sorarlar.” Gana Başbakanı Nkrumah,
Doğu Nijerya’yı resmen ziyaret etmişti. Doğu Nijerya Başkanı dostum Dr. Azikiwe
bu fırsattan istifade ederek, misafirine özgürlük filmini göstermişti. Bütün
dünyaya seslenen bu filim, Afrikalılar tarafından yazılmış ve filme alınmıştır.
Filmin mevzuunu; özgürlüğüne yeni kavuşmuş genç bir ulusun, terörizmin
pençesine düşerek, yok olmaya doğru sürüklenirken, doğru yolu nasıl bulup da
birleşerek kurtulduğu teşkil etmektedir. Daha sonra, Başbakan Dr. Azikiwe, 36
milyonluk Nijerya halkına şunları söylemişti: “Biz Afrikalılar, özgür kadın
ve erkeklerden meydana gelen, nefretten, korkudan ve açgözlülükten uzak bir
Afrika kurmalıyız.”
Batı Afrika’nın en
büyük üniversitelerinin bulunduğu Ibadan şehir gazetesinde şu başlık
okunuyordu: “Manevi Cihazlanma tek ümidimizdir.” Adı geçen bu film, Güney
Afrika'nın büyük şehirlerinde halka gösterildi. Capetownda film halka §u
sözlerle takdim edildi: Bizler, özgür ülkelerde, hedefe varmak için en etkili
silâhın, halka doğru yolu göstermek olduğuna inanıyoruz.” Güney Afrika’daki
Afrikalı öğretmenlerin eski başkanı olan zat, bu filmde başrolü almıştı. Filmin
sonunda, ekranın önünde durarak, film çevrilirken rol icabı giydiği muhteşem
elbiselerle halka hitab etmektedir. Salonda bulunan beyazlar, bir Afrikalıyı,
bir Afrikalı hatibi, muhtemelen ömürlerinde ilk defa dinlemektedirler. Filmin
gösterildiği sürece, hemen her gece, dinleyiciler konuşmacının etrafım sararak,
gelecek yaşantıları boyunca ve Afrika’nın geleceğinde, doğru yolu bulmak için
neler yapmaları ve nasıl davranmaları lâzım geldiği hakkında, onu sual
yağmuruna tutmaktadırlar.
Colwell adında üç
genç Amerikalı kardeş, her gösteride şarkı söylerler. Hollywood ile yaptıkları
mukaveleyi bozan bu üç kardeş, pek az Güney Afrikalının başarabildiği bir şeyi
yapmışlardır. Güney Afrika dilinde söyledikleri şarkılarla, yalnız Güney
Afrika'nın uyanışında ve başkaldırmasında etkili olmakla kalmamışlar, aynı
zamanda bütün Afrika ve Asya’nın özgürlüğü için çaba harcayan liderlerinin
üzerinde de etkili olmuşlardır. Güney Afrika’nın özgürlüğe kavuşması için,
hayatlarını feda edeceklerini söyleyen bu gençler, halkın dertlerine çözüm yolu
bulunmasına Hollywood'ın yardım etmesini istemektedirler. Kaliforniya’da
yaşadıkları şehrin belediye başkam, bu üç kardeş için şunları söylemektedir: “Bu
üç genç Amerikalı şarkıcı, Amerika’nın savunmasına katkıda bulunmaktadırlar.”
Aslında bu üç genç,
bütün dünya için yapılması lâzımgelen kavga’nın mesuliyetini yüklenmiş
bulunmaktadırlar. Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da ve Amerika’daki anneleri
düşünelim!.. Bu anneler; batıda çevrilen birtakım değersiz filmlerin etkileri
altında, yanlış yollara sapan çocuklarının akıbeti için ağlamaktadırlar. Walt
Disney’in sihirli kameramanı Richard Tegström özgürlük filmini çekmek üzere Afrika’ya
gitmişti. Oralarda gördüğü filmleri anlatırken; “Mai-Siyah Afrika gecelerinde
beyaz perdede, Batı uygarlığının film üretiminin kokmuş tortularının ve
posalarının her gece savunmasız masum ve genç Afrikalılara nasıl sunulduğunu
gördüm.” diyordu.
The Crowning
Experience filminin çekimini sürdüren Tegström, bu film için, zenci bir köle
ana ve babadan doğan Mary McLeod Bethune’nin hayatından ilham almıştır. Bu
kadın, Beyaz Saray’da Cumhurbaşkanlığı Müşavirliğine kadar yükselmiştir. Mary,
mânevi Cihazlanma için şunları söylemektedir: “Çağımızın bu büyük ve
birleştirici gücünün bir parçasını teşkil etmek şerefine nail olmak, benim için
hayatın en yüksek zirvesine tekabül etmektedir.” Crowning Experience,
Güneyde, tiyatro oyunu olarak aralıksız dört ay oynamıştır. Washington’da
National Tiyatroda, 123 seneden beri beklenen rekoru kıracak şekilde uzun bir
zaman gösterilmiştir. Atlantalı bir gazeteci bu piyes için, “Güneyde, şimdiye
kadar yaşanmış en büyük olay” demiştir. Tegström şöyle diyor: “Bu nitelikte filmlerin
çekilmesi, insanlığın ve dünyanın, bugün için muhtaç olduğu ve gelecek için
ihtiyaç duyacağı şeyleri bilenlerin ve anlayanların, eli ile olmalıdır.”
Burma’nın büyük
devlet adamı U. Nu beni görmeye gelmişti. Sohbetimiz sırasında, devlet
adamlarının, insanları, tıpkı matbu bir kitap gibi okuyabilmeleri icabettiği
üzerinde durduk. Maraza teşhis koyabilecek ve tedavi edebilecek kabiliyetteki
devlet adamlarının, her türlü yozluğa ve yıkıcılığa karşı koymaları gerektiğini
belirttik. Ancak bu suretle, milletlerin yanlış yollara sapmaktan
alıkonacakları sonucuna vardık. Etraflarında, temiz ellerle saf kalplerin
sahipleri kadın ve erkekleri yaratacak ve onlara yozlaşmamayı öğretecek
liderler üzerinde durduk. İdeolojik çabalara ışık tutacak ve doğru yolu gösterecek
idealistlerden söz ettik.
Japonya’yı ziyaret
ettiği zaman U. Nu’yu, .Japon, Filipinler ve Vietnam başbakanları ile mânevi
cihazlanma üyeleri karşılamışlardı. Mânevi cihazlanma derneğinin gayesi,
milletleri, moral yönünden, tepeden tırnağa kadar cihazlandırmaktır. Bu
derneğin Japonya’da kullandığı vasıtalardan birisi de endüstrileşmiş çağdaş
Japonya’nın kurucularından bir zatın torununun oğlu tarafından yazılan bir
tiyatrodur. Bu eser özellikle, hükümet adamlarını, her partiden politikacıları,
endüstri ve işçi liderlerini de almaktadır. Bu zevatın; para ile satın
alınabilecekleri gibi, mevki hırsı veya birtakım iptilâları yüzünden, terörist
stratejisinin ağına düşebilecekleri veya yara alacakları temalını işlemektedir.
İçten gelen samimi üslûp ile kaleme alman, esasa korkusuzca dokunan ve doğru
yolu gösteren bu eser, bütün halk tarafından alkışlanmaktadır.
Yeni kurulacak bir
dünya için, lider mevkiinde ve durumunda bulunanlar gönül rızasıyla, içten
gelen bir istek ve inançla Hak Yolu’nu seçerlerse, ancak o zaman insanlık
birliğe kavuşabilir. Bu birliğin kadınları ve erkekleri, nefreti ve korkusu
bulunmayan ve açgözlü olmayan devlet adamlarını ve idarecileri yetiştirirler.
Bu liderler, devlet adamları ve idareciler ortak bir fikir etrafında
toplanarak, kendilerini bu ideale vakfederler. Ve dünyanın kurtuluşu da ancak
bu şekilde gerçekleşebilir.
Devlet adamları için
de bir yanlış ve bir de doğru yol vardır. İnsanlardaki korku, nefret ve
açgözlülük yok edildiği zaman, ulusların ve uluslararası en karmaşık problemlerin
bile çözümlendiğini manevi cihazlanma defalarla ispat etmiştir.
Gözlerimizin
önündeki panorama budur! Bu kadar basit olmasına rağmen birçoğumuzun göremediği
gerçek budur! Bunları görmesek veya görmezden gelsek bile yine de onsuz
yapamayız. İşte bilmekliğimiz lâzım gelen esas gerçek budur.
Kaynak: DR. PAUL KAMPBELL — PETER
HOWARD, İnsanları Değiştirme Sanatı, Çeviren: Mithat SAN(Eski Ulaştırma Bakanı)
Mânevi Cihazlanma Derneği Yayınları: 9, Ankara — 1977
************
Neo-Naziler
Türkiye'de!
Aytunç Altındal,
'derneğin Türkiye kanadında, Nazizmin babası gizli Thule örgütüyle ilişkili
Almanlar ve Avusturyalılar vardı. Dernek, 60'larda ordu içinde etkiliydi'
diyor. 1995 yılında Aktüel dergisinin 229. sayısında yayınlanan dosyada ilginç
iddialar yer alıyor:
İsviçre'de, Montrö
yakınlarındaki Caux kentinde tarihi bir şato... Umberto Eco'nun romanından
çekilen "Gülün Adi" filminin sahnelerini andıran bir Ortaçağ dekoru.
1500 kişilik dev salonlar, antikalarla dolu uzun koridorlar. Ve ortalıkta
dolaşan siyah cübbelerinin arasında kollarını kavuşturmuş; yaşlı papazlar...
Burası bir kilise değil, Hiristiyanlık üzerine ulaslararası çalışmalarıyla
tanınan, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre "Moral Re-Armament"in,
yani "Manevi Cihazlanma Derneği"nin karargâhı.
SON TOPLANTI
1994'TE
Altındal'a göre, bu
karargâhta uzun yıllar çeşitli Türkler eğitim gördü. Son olarak da, l994'te
ünlü bir kadın reklamcının organizasyonuyla, 20 başarılı Türk gazetecisi bir hafta
ağırlandılar. Papazlar, Türk gazetecilerinin ayaklarını bile yıkadı...
"Tüm bunlarda
ne var?" denebilir. Altındal'a göre ise, "Çok şey var":
AB'NİN FİKİR
BABALARI
"1920'de bir
rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi
sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler,
derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en
başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te
Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi
bir araya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı.
Derneğin ilkesi, Hiristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde katolikleri,
protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..."
Aytunç Altındal,
derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor:
"Manevi
Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde
çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de
derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas
halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan
ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç
şaşırmayın!"
ÖNEMLİ TÜRKLER DE
'CİHAZLANMIŞ'
Aytunç Altındal bu
iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı
dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le
yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu
vardı. "1950'lerde Neo-Nazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde
İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının
Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen
Altındal. Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği'nin de kurulduğunu açıkladı:
'27 MAYIS'TA
ETKİLİ OLDULAR'
"Dernek,
Caux'daki şatoda eğitilmiş Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40
kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin
onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason
Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da
üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan
gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili
oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet'
statüsü verdirmek için uğraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu
içinde de etkiliydi..."
Aktüel, Emniyet
Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndan derneğin kayıtlarını araştırdı.
Aldığımız cevap, "Dernek 1967'de feshedilmiş. Evrakları da SEKA'ya
gönderilmiş" oldu...
Manevi Cihazlanma
Derneği'nin kurucu listesine ulaşmak mümkün olamadı. Kurucuların çoğunun
yaşamadığını da öğrendik. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri vardı: 27 Mayıs
döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta
davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili
duyduklarını şöyle anlattı:
CELİL PAŞA VE İKİ
YAHUDİ AİLE
"Dönemin
ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın
dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini
anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken,
İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte
İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu,
görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının
telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi
ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca,
günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da
"Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına
gidiyorlar..."
NAZİ LİDERİ
TÜRKİYE'DE Mİ SAKLANDI?
Altındal'ın
Sabah'taki dizisinde ortaya attığı bir çarpıcı iddia da, Hitler'e ve Nazi
partisine kaynaklık eden gizli Thule örgütünün liderinin, 2. Dünya Savaşı'nda
Nazi yenilgisinin ardından, "ölü" gösterilerek yıllarca Türkiye'de
saklandığı... Peki Manevi Cihazlanma Derneği ile bu liderin gizlenmesi arasında
bir bağlantı var mı? "İki olay paralellik arzeder" diyor Altındal.
"Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, 1945-1957 arasında Türkiye'de
'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı"
diye de ekliyor. Peki saklayanlar kim? "Beni fazla zorlamayın. Ben de hir
kitap yazıyorum. Önümüzdeki günlerde ABD'de çıkacak kitabımda bazi şeyleri
açıklayacağım" diyerek bu soruyu yanıtlamıyor.
Aytunç Altındal'a,
"Hem 'Dernek Nazi sempatizani' diyorsunuz, hem de üyeler arasinda
Masonların da bulunduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkili değil mi? Yahudilikle
masonluk arasında bir ilişki yok mu?" diye soruyoruz. Buna cevabı da
şöyle:
"Dernek Yahudi
aleyhtarıdır. Bünyesine hiç Yahudi almamıştı. Türkiye'deki şubesinde de Yahudi
yoktu. Ayrica sanıldığınin aksine Yahudiler Masonları değil. Masonlar
Yahudileri kullanır. Almanya'daki 24 bin masondan, sadece 400'ü
Yahudidir..."
Dünyayı yönetenler
arasında gerçekten insanlığın bilmediği gizli örgütler de mi var? Bunların
kolları Türkiye'ye de mi uzanıyor? Aytunç Altındal'ın bu sorulara cevabı
"Evet!". Bu cevabın daha somut kanıtlarını öğrenmek için ise, ABD'de
çıkacak kitabı beklemek gerekecek anlaşılan...
MİT ESKİ DAİRE
BAŞKANI MAHİR KAYNAK:
"Neo Nazizm'in
arkasında ABD var!"
Aytunç Altındal'ın
ortaya attığı, son yılların bu en çarpıcı komplo teorisi hakkında, bir başka
komplo teorileri uzmanı olan Prof. Mahir Kaynak'ın da görüşünü aldık. Kaynak,
teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekledi:
"2. Dünya
Savaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu
kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa
Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar
yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları
istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler!
Neo-Nazizm'i de
Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli
servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdir."
Osman Aytun Altındal
Kimdir?
Lise yıllarında,
okuduğu Kabataş Lisesi'ni kundaklama teşebbüsünden, bugünün uluslararası din
uzmanlığına uzanan ilginç bir hayat çizgisi var Aytunç Altındal'ın. 1970'lerde
TKP'nin "Bizim Radyo"su onu "Atatürk'ün kurdurduğu sahte TKP'nin
üyesi" olmakla suçlarken, Marksist dergiler çıkartıyordu. Son yıllarda ise
Refah Partisi'ne ve askerlere yakınlığıyla göze çarpıyor. Altındal, yılın
yarısını ABD'de geçiriyor, Hiristiyanlıkla ilgili çalışmalar yapıyor.
HİTLER'İN
ARKASINDAKİ ADAM SEBOTTENDORF'UN TÜRKİYE GÜNLERİ
Nazizmin kurucusu,
Türkiye'de saklanmış 1912'de kurulan gizli Thule örgütü, Aytunç Altındal'a göre
Hitler'in ve Nazizmin babasıydı. Hitler'i siyasete sokan, yükselten ve ona mali
destek bulan da Thule'ydi. Gamalı haçlı Nazi bayrağını bile Thule hazırlamıştı.
Bu örgütün lideri Baron Rudolf von Sebottendorftu. 1875'te dogan
"Baron", aslında bir isçinin oğluydu. Ama 1910'larda bir soylu Alman
ailesi tarafından evlat edinilerek "Baron" sıfatını kazanmıştı. Nazi
Partisi'nin ilk hali olan Alman İşçi Partisi'ni de Baron ve örgütü kurmuştu.
Alman tarihçileri
"Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de,
ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı
görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde
gelenleriyle dostluklar kurmuştu.
İngilizler
"1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç
Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun
'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de
Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını,
Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım.
Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce
korunduğu sanılıyor..."
Ya Manevi Cihazlanma
Derneği? Onun burada rolü var mı? Altındal, "Detayları kitabımda
yazacağım" diyor Ama "Dernekle Sebottendorf arasında paralellik var'
demekten de kendini alamıyor...
Erişim:
http://kaleburc.blogcu.com/manevi-cihazlanma-dernegi/1358999
Ömer Fevzi Mardin, bahriye teğmenliği sırasında İttihatçılara
katıldı.
Trablusgarp Savaşı’nda gönüllü olarak yer aldı.
Harbiye Mektebi’nde öğretmenlik yaparken komutanı Rauf
Orbay’ın aracılığıyla Nakşibendi şeyhi (Üzeyir Garih’in mezarını ziyaret
ettiği) Küçük Hüseyin Efendi ile tanıştı.
Ve ondan icazet alıp askerliği bıraktı, "halifesi"
oldu.
Zamanla kendi dergâhını kurdu. "Şeyh"
oldu.
1942’de "İlahiyat Kültür Derneği"ni
kurdu.
Amacı "dinlerarası diyalog"
idi.
Şeyh Ömer Fevzi Mardin’e dinlerarası diyalog konusunda
en büyük desteği Rahip Dr. Frank Buchman verdi.
Şeyh Ömer Fevzi Mardin ile Rahip Buchman’ı yan yana
getiren, bir gazeteciydi: Ahmet Emin Yalman!
Detaya girmeyelim...
Şeyh Ömer Fevzi Mardin 1949 yılında Rahip Buchman’ın
davetiyle İsviçre’ye gitti.
Bir şatoda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din
adamlarıyla bir hafta süren toplantılar yaptı.
Yaptığı konuşmayı "İslamiyet
ve Ehl-i Kitap Ailesi" kitabına aldı:
İsviçre’deki toplantının nedeni "diyalog"
idi ama sonuç farklı çıktı:
Şeyh Ömer Fevzi Mardin, İsviçre’den döner dönmez ne
yaptı dersiniz; Mehmetçiğin Kore’ye gönderilmesini savunan kitap yazdı.
Başta müritleri olmak üzere herkese ve basına, ABD
Başkanı Franklin Roosevelt’in Şeyh Küçük Hüseyin Efendi dervişanından Münir
Ertegün vasıtasıyla gizlice Müslüman olduğunu söyledi!
Uzatmayayım...
Görüldüğü gibi "cemaatlerin" dış
bağlantıları olabiliyor ve bunlar etkisiyle ülkenin siyasetini belirlemede
hayli aktif görevler üstleniyor, "soğuk savaşın piyonu" haline
geliveriyorlardı.
Demem o ki:
Dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeden "cemaat"
olgusunu tek mistik boyutuyla kavrayamayız.
Erişim:
http://www.gazetevatanemek.com/index.php/analizler/item/7598-manevi-cihazlanma-cemiyeti.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar