Print Friendly and PDF

İNSANLARI DEĞİŞTİRME SANATI



Çağımızın en büyük problemlerinden biri, belki en büyüğü, kanaatımızca, insanlığın geçirmekte olduğu ruhi bunalımdır. Dünyanın her köşesinde, hemen her gün, bu ruhi bunalımın çeşitli şekillerdeki belirtilerini görüyor, okuyor veya işitiyoruz. Bu olaylardan kulağımıza gelmeyenlerin ise, gelenlerden daha fazla olduğu da bir gerçektir.
Sosyologlar, sayıları her gün biraz daha artan bu idealsiz, gayesiz, hedefsiz ve bencil insan tiplerini, dünyamızın geleceği için bir tehlike saymaktadırlar. Devlet adamları ve idareciler, aile ocaklarından başlayarak yaşantımızın bütün bölümlerine yayılan ve beraberlerinde çeşitli problemler getiren, bu anlaşılması ve bağdaşılması güç insanlarla nasıl başa çıkılabileceği üzerinde durmaktadırlar.
Modern savaşlarda kullanılan korkunç silâh ve vasıtalar, insanlar üzerinde büyük ruhi depresyonlar meydana getirmiştir. Savaş sonrasındaki açlık, işsizlik ve sefalet, fertlerin ve toplumların yaşantıları ve değer ölçüleri üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır ve hâlâ da yapmaktadır.
Diğer taraftan insanlar, çağımızın teknolojik ilerlemelerine ve hızla değişen sosyal şartlarına ayak uyduramamaktadırlar. Gelişmiş ülkelerin tüketim hattâ israf esasına dayanan ekonomik sistemi, gelir dağılımı dengesizliğinin, gelişmemiş ülkeler aleyhine bir kat daha artmasına sebep olmaktadır. Dünya nüfusunun %70'inin yaşadığı topraklardaki halkın birçoğunun ellerine, bugün bile, yeteri kadar yiyecek geçmediği, hattâ açlıktan ölenlerin bulunduğu herkesçe bilinen gerçeklerdendir. Bu yerlerdeki nüfus patlamaları ise, yakın bir gelecekte, durumun daha da ağırlaşmasına yol açacaktır.
Sayılan bu sebeplere, daha birçok diğer faktörler de eklenince, insanların karakterlerinde bir katılık meydana gelmekte ve onları, yalnız kendi çıkarlarının arkasından koşmağa ve bencil olmağa doğru itmektedir. Bu suretle de insan yaradılışının esasında, doğal olarak mevcut bulunan "Egosantrizm" elle tutulacak bir yoğunluğa varmaktadır.
Ancak, insanlığın geçirdiği ruhi bunalımın doğurduğu moral çöküntüsünün, fertler ve toplumlar üzerinde yaptığı korkunç yıkıntılar, çözümlenmesi gereken bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Gerçi, tarihin her devrinde, insanlık çeşitli bunalımlar geçirmiştir. Fakat, haberleşme ve ulaştırmanın günümüzde son derece gelişmiş olması, bu tür olayların gününde hattâ saatında, dünyanın dört bir köşesine yayılmasını sağlamakta, bu da insanlar üzerindeki etkinin artmasına yol açmaktadır.
Yüzyıllar boyu sömürge idareleri altında, bir esir hayatı yaşadıktan sonra özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına yeni kavuşan ülkelere bir göz atalım: Politik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda geri kalmış durumda bırakılan bu ülkeler halkının, aralarında bir birlik ve beraberlik kurulmasına fırsat verilmeden, yurtları iki ayrı ideoloji blokunun savaş alanı haline sokulmakta ve sel gibi kardeşkanı akıtılmaktadır.
Diktatörlüklerde, insanlar hâlâ kitle halinde sürülmekte ve toplama kamplarına gönderilmektedirler. Bu yerlerde ilkokul çocukları, analarını babalarını polise ihbar edecek derecede şartlandırılır. Vatandaşlar, hayatlarını devam ettirebilmek için, yalan söylemeyi, bir sanat haline getirmeğe mecbur edilirler. Komşu, rejime sadakatini isbat etmek için, komşusunu jurnal eder. "İşçi Cennetinde grev hakkı tanınmaz ve "Demokratik Cumhuriyet"lerinde düşünce, söz ve basın özgürlüğü bulunmaz. "Şef'in ölümünden hemen sonra, başlayan, iktidar mücadelesi sırasında "Tasfiye" adı altında sahneye konulan kanlı olaylar, bu DEMOKRASİ'lerin niteliği hakkında kesin fikir vermeğe yeterlidir. Her an korku içinde yaşayan insanlarda, şahsiyetin gelişmesi, insanlık şeref ve haysiyetinin teşekkül etmesi mümkün olamayacağına göre, polis rejimi altındaki ülkelerde, dürüstlük, ruh temizliği, diğergâmlık ve insan sevgisi gibi manevi değerlerden söz etmek gerçeklerle alay olur.
Refahın doruğuna varmış ülkelerde ise; şantaj, silâhlı soygun, kaçakçılık, adam kaçırmalar, ırza tecavüz ve daha akla gelen ve gelmeyen her türlü şiddet olayları yaşantılarının bölümleri halinde akıp gitmektedir. Ayrı kıtalardan iki uygar ülkeden iki örnek verelim: Birleşik [Amerika'nın büyük bir şehrinde, gündüz gözüyle ve sokak ortasında, yaşları 16 ile 18 arasında üç kolej öğrencisinin tanımadıkları yaşlıca bir adamı, elle karate vuruşuyla boyun kemiğini kırmak suretiyle öldürdüklerini gazeteler yazdı. Almanya'da yaşları 14 ile 16 olan iki öğrencinin, aynı şekilde, gebe bir kadını zincirle döğerek, çocuğunun kaybına sebep olduklarını gazetelerde okuduk. (Yıl 1977) Şimdiki zamanda her gün bir yerde bu olaylar oluyor.]
Hiçbir ideale dayanmayan, hiçbir gaye ve hedefi bulunmayan, sakat hattâ sapık bir karakter Taşıyan bu tür suçların, gençlik arasında hızla yayılması, insanlığın geleceği için bir tehlike teşkil edecek boyutlara varmıştır. Çoğunluğunu üniversite, yüksekokul hattâ lise öğrencilerinin teşkil ettiği bu gençler, kendilerine yakıştırdıkları çeşitli adlar altında, örgütler kurmakta ve etrafa saldırmaktadırlar. Ancak, silâhlı soygundan, adam öldürmekten sabotaja kadar varan, her türlü şiddet olaylarını kapsayan bu ağır suçlar, gençlikte bulunması lâzım gelen RUH ASALETİ'ni gölgeleyecek hattâ lekeleyecek sınırlara ulaşmıştır. Birinci ve ikinci dünya savaşlarının acısını tatmayan bu gençler, darboğazlardan geçmedikleri için, özellikle demokrat ülkelerde teneffüs ettikleri hürriyet havasının değerini takdir edememektedirler. Kendilerini, gayesinden saptırılmış EPİKÜRİZM [ ehlikeyif; hazlara düşkün (adam)] felsefesine kaptıran bu gençler, "Benden sonra tufan" diyen bir ruh hâleti içinde, ne kendi nefislerine ne de içinde yaşadıkları topluma karşı bir mesuliyet yüklenmek istemektedirler.
Bir zamanlar, dünyanın hemen her tarafını sarmış olan öğrenici olayları sona erdiği halde, yurdumuzda, fikir münakaşası sınırlarını da aşarak, şuursuz bir tempo ile sürüp gitmektedir. Çalışıp hak etmediği notu alamadığı için öğretmenini öldürecek, kendisi gibi düşünmeyen arkadaşlarını şişleyecek veya dördüncü kat penceresinden aşağı atacak, feyiz aldıkları irfan yuvalarına karşı sabotaj düzenleyecek kadar ağır suçlara yönelmiş bulunmaktadır. Gençlerin bu davranışları, iki kuşak arasında açılmış olan uçurumun gittikçe derinleşmesine yol açmakta ve doldurulmasını da güçleştirmektedir.
Sonuç olarak; dinbirliği'nin, inançbirliği'nin,. dilbirliği'nin, güzel sanatlar'ın ve binlerce yıllık geleneklerin mahsulü "milli kültür" tehlikeye girmektedir. Milli birliğe ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğumuz bir devirde yaşadığımızı, gençlerimizin iş işten geçmeden biran önce idrâk etmeleri, milletçe en büyük ümit ve temennimiz olmalıdır.
Gerçi, durumun önemini ve ciddiyetini kavrayan dünya milletleri, karşılarında bulunan bu problemlerin çözümlenmesi için, örgütler kurmak ve aralarında konferanslar düzenlemek yoluna gitmektedirler. Ancak, insanların bir de manevi cephelerinin bulunduğu ve bunun gerek fertlerin gerek toplumların davranışları üzerinde son derece etkili olduğu göz önünde tutulmamaktadır, Bu yüzden de, bu örgütlere bağlanan ümitleri gerçekleştirdiklerini söylemek mümkün değildir.
Mânevi Cihazlanma Derneği üyelerinden Dr. Paul Campbell ile Peter Howard İsviçre'nin Bern şehrinde "İnsanları Değiştirme Sanatı" adında bir kitap yayınlamışlar ve bu konuları ele alarak, derinlemesine incelemişlerdir. Çağımızın bilmecesi, Şahsiyetin Anatomisi, Çözüm Yolları ve Kudretin Kaynağı bölümlerini ihtiva eden bu eser, dünyanın belli başlı dillerine çevrilmiştir.
Bu kıymetli eserin yurdumuza yararlı olacağına inandığım için dilimize çevirmeyi uygun gördüm.
Saygılarımla...
Ankara 1977 Mithat SAN
Dünyamız, anlaşılması ve bağdaşılması güç insanlarla doludur. En önemli problem, bu insanlarla nasıl başa çıkılabileceğidir... Bu tip iş arkadaşı, politikacı, çocuk, karıkoca, sınıf, ırk veya ulus!.. Bu durum her gün binlerce dilde konuşulan ana temalardan biridir.
Bu problemin çözümlenmesi için, çeşitli metodlar uygulandı. Bugün, milletler arasındaki görüşmelerde, veto’ya sık sık başvurmak bir gelenek haline geldi. Yaşantımızın bir parçası olan veto’lar, bütün dünyada konferans ve konuşma masaları sınırlarını aşarak, kahvealtı masalarına kadar yayılmıştır. Bütün bu haller ise, insanlar arasında bir görüş birliği ve beraberliği yerine, karakterlerde bir katılık ve acılığın meydana gelmesine sebep olmuştur.
Yüze gülüp arkadan hançerlemek, özel ve toplumsal yaşantımızda, günlük olaylar halinde akıp gitmektedir. Uygulanan diğer metodlara gelince; bunlar da: Diktatörlük, insanların manen veya maddeten ölüme sürüklenmesi, zorbalık, toplama kampları, topyekûn tasfiye ve nihayet savaş!..
İşte bütün bu metodların ortaya koyduğu durumlar ve bunlara eklenen sosyal güçlükler, gelecekte çözümlenmesi gereken birer problem olarak karşımızda durmaktadır. Gerçi, bu dünyada hiçbirimizin, herkesi memnun edemeyeceği de sabit olmuş bir realitedir.
Bugün Sovyet Rusya’da, ağızdan ağıza dolaşan en önemli soru şudur: “Acaba nasıl bir insan tipi yaratılmalıdır ki, yeni toplum düzeni işler bir hale gelsin?..” Komünizmin bunu başaramadığı bugün artık günşığına çıkmıştır.
Norveç Komünist Partisi kurucularından Oestfold Sendikalar Birliği Genel Sekreteri Hans Bjerkholt şöyle diyor: ‘‘Yeni insan tipi problemi Sovyet Rusya’nın programında çözümlenmemiş bir düğüm olarak kalacaktır. Rusya’da bütün konferanslarda, yeni bir insan tipinin nasıl yaratılacağı teması üzerinde sık sık ve ısrarla durulmaktadır. Ancak insanları bir kalıptan geçirmek suretiyle, bunu başaracağımız hakkında boş bir kuruntuya kapılmamalıyız. Yeni bir insan tipi yaratılmadıkça da, ne kadar mükemmel olursa olsun, hiçbir sistemin topluma, gerçek barış ve özgürlüğü getiremeyeceği, su götürmez bir realite olarak karşımızda duracaktır.”
Hepimiz kapitalist değiliz. Hepimiz Komünist de değiliz. Fakat bizlerden hemen herbirimiz, herkesin ve her şeyin olduğundan başka türlü olmasını isteyen bir kişiyi tanırız. Eğer bizde, herhangi bir şahsın olduğundan başka türlü olmasını istersek, bu takdirde şu soruya dürüst ve namuslu bir şekilde cevap vermeliyiz: “Acaba, ben niçin onun başka türlü olmasını yani değişmesini istiyorum?..” Her şey bir tarafa, başkalarının değişmesini istemekle, aslında hiçbir şeyin değişmesini sağlamış olmayız.
Aileler, problemli çocuklarının veya akrabalarının, olduklarından başka türlü olmasını isterler. Burada ana motif, bu ailelerin sakin bir hayat sürmek istemeleri veya komşularının, kendi haklarında, daha elverişli duygu beslemeleri arzusuna dayanır.
İşveren, bilânçosunun daha kabarık bir kârla kapanmasını sağlamak için, karşısında daha uysal bir işçi topluluğu görmek ister.
Halkın bir sınıfı, elinde olanı korumak veya elinde olmayanı ele geçirmek için, diğer sınıfların değişmesini yani başka türlü olmalarını isterler.
Demokratlar, alışılmış olan kolay ve rahat yaşantılarını sürdürmek için, diktatörlerin başka türlü olmalarını isterler.
Sömürge halkı, haklı olarak, kendilerini sömüren emperyalistlerden nefret ederler ve özgürlük isterler. Fakat özgürlüğe kavuştuktan sonra da çoğunlukla, yüreklerinde biriken intikam duygusunu bir tarafa atamazlar.
Konferans masasında, bizim partimiz, rahatsız edilmeden şimdiye kadar yapageldiği şeyleri, bundan sonra da işine elverdiği şekilde, yapmak için, muhalefetin değişmesini ister.
Görüldüğü gibi, bütün bu hallerde, ana motif, şuur altında yatan bencilliğin su yüzüne çıkmasıdır. Bu fikirlerimizi, istediğimiz kadar barış, eşitlik, insan hakları, vatanseverlik, milliyetçilik, özgürlük, adalet gibi yaldızlı sözcüklerin arkasına saklamağa çalışalım, fakat yine de gerçek şudur: “Bizim toplumumuza ve bizlere kolaylık sağlanması için, diğer toplumlar değişmelidir.”
Karşı taraftakiler, bizim düşüncelerimize aykırı düşecek davranışlarda bulunmadıkları sürece, yaptıkları bizim için hata sayılmaz ve değişmelerini istemek aklımıza gelmez. Ancak, fikirlerimizin hattâ niyetlerimizin tehlikede olduğunu sezdiğimiz anda, aykırı fikir besleyenleri, gerekiyorsa, zor kullanarak susturmaya hazar oluruz. Bir şahsın veya bir toplumun gidişini zorla değiştirmek belki mümkündür. Ancak, bu yoldan onların karakterlerini değiştirmek kabil değildir. İşte bu nedenlerledir ki, uluslararasında, kuvvet dengeleri değiştiği halde, bir çağın ana akımları kolay kolay değişmez. Zamanımızın değişen ana akımları ise, bizleri hızla felâkete doğru sürüklemektedir.
Atom çağı, maddenin en küçük birimini, yani atomu meydana koydu, ideoloji çağı ise, toplumun en küçük birimini, yani insanın kişiliğini gözler önüne serdi. Bilgide, teknolojide ileri olan ve ham madde kaynaklarına sahip bulunan uluslar, silâhlanma yarışını kazanacaklardır. Aynı şekilde, insanların tabiat ve mizacını değiştirecek sırları öğrenenler ve bu sanatı bilen milletler de, yeni bir dünyanın kurulması için gerekli ideolojik yarışı kazanacaklardır.
Bir ideolojinin gücü, atom enerjisinin gücünden çok daha etkilidir. Çünkü; atomu parçalayan insan akıl ve şuuruna irade kumanda eder. Atomun zorbalığına nerede, ne zaman ve nasıl son verilmesi gerektiğine dair kararı da irade verir. Kaldı ki; atomun patlama gücü varsa, fikirlerin de ayakları vardır. Bundan başka, bir milletin gücü yalnız ekonomisi, teknolojisi, potansiyeli, kaynakları ve sahip olduğu insan yığını ile de ölçülemez. Ortak bir fikir ve ülkü birliğinin vurucu gücü her şeyden daha üstündür. Eğer yaşadığımız zamanı anlamak istiyorsak, bu gerçekleri daima göz önünde tutmak mecburiyetinde olduğumuzu asla unutmamalıyız.
Bir sınıfa, bir ırka veya bir ulusa inhisar eden fikirler, dünyayı değiştirmek için yetersizdir ve erimeye mahkûmdur. Böyle güçsüz fikirler ise, hedeflerine varmak için, zor kullanmaya mecbur olurlar. İnsanların tabiatını ve mizacını değiştirecek kadar güçlü olan bir ülkü, ancak, sınıfları, ırkları ve ulusları birleştirecek kadar güçlü olabilir. Bir ideoloji insanları parçalanmaya, kaosa, diktatörlüğe veya savaşa sürüklerken bir diğer ülkü, insanlara sosyal, politik ve ekonomik rönesansı getirir.
Mânevi cihazlanmanın kurucusu Frank Buchman, bütün ömrünü, yeni bir toplum düzeni kuracak güçte ve karakterde, insanların çoğalmasını sağlamak için harcamıştır. Buchman, insanları değiştirebilmenin, ancak, devlet adamlarının, idarecilerin, toplumun ve şahısların mânen cihazlanması suretiyle mümkün olacağı kanısındadır. Her şahsın kendisini bu esaslara göre vazifeli saymasını istiyor ve herkesin, insanların derin acılarını dindirmek sanatını öğrenebileceğine inanıyor. Buchman’a göre, insanların değişmesine yardım etmek, her şahıs için hem bir görev ve hem de bir hak olmalıdır.

Frank Ruchman şöyle diyor: “insanların tabiatını ve mizacını değiştirmek mümkündür. Bu temelde yatan bir cevaptır. Ulusların ekonomisi değiştirilebilir. Bu ise cevabın meyvasıdır. Tarihin akışını da değiştirmek kabildir. Bu da çağımızın kaderi olacaktır." Ve ilâve ediyor: “Bizlerin yepyeni ülkü ve nitelikte devlet adamlarına ihtiyacımız vardır. Toplumun iyi idare edilebilmesi için, insanları yönetecek sanatı bilen ve üstün iktidar sahibi olan bakanlara ve idare adamlarına ihtiyaç vardır. Fakat, çoğunlukla, bu hususlar bakanlar ve idareciler tarafından akla bile getirilmez.”
Frank Buchman’m, bu alandaki çabalarının başarı derecesini, iki ayrı kıtanın iki ayrı devlet adamının ağzından dinleyelim: Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman şöyle diyor: “Eğer Buchman’ın fikirleri yalnızca bir teori olsaydı, kuşkuya düşerdim. Fakat o fikirler, gerçek olaylar üzerindeki etkileriyle, ruhumuzun tâ derinliklerine işlemektedirler. O fikirler, yaşadığımız bu zamanlardan başlayarak, çok daha uzaklara ulaşacak sosyal bir devrimin habercisidirler. ’'
İkinci devlet adamı ise, Seylan’ın İngiltere’deki Yüksek Komiseri Sir Chlaude Corea’dır. Bu zat, Washington’da Seylan Büyükelçisi bulunduğu 1953 yılında, seçkin bir diplomat ve devlet adamları topluluğu önünde şunları söylemiştir: “İki büyük olay, son beş yıl içinde, Asya’nın çehresinde silinmez izler bırakmıştır. Bunlardan birisi, 500 milyon insanın özgürlüğüne kavuşmuş olması, diğeri ise Frank Buchman’ın 25 ayrı ulustan oluşan 200 ülkü arkadaşıyla birlikte Asya’yı ziyaret etmesidir.”
Uzak Doğu’nun politikacıları, sanayicileri ve sendikacıları tarafından davet edilen Frank Buchman, manevi cihazlanmada görev alan fikir arkadaşlarıyla Asya’yı dolaşmıştı. Gerek Doğu’nun gerek Batı’nın münevverleri ve devlet adamlarıyla halk arasındaki ilişkilerin, hak ve adalete dayanan bir temele oturtulması lâzım geldiğini ve bunun da, ancak derin bir aşk ve insancıl bir felsefe ile mümkün olacağını, bugünden anlamağa başlamışlardır. Bu ise, fertlerde ve toplumlarda, yepyeni bir düşünüş şekli yaratacak bir ülkünün insanların kafalarına yerleştirilmesiyle gerçekleşebilir. Aslında, insanların tabiat ve mizacının dokusunu, dünya tarihi oluşturur. İşte bu insan tabiat ve mizacı da, ilerlemelerin, başarıların, fakirliğin, konferanslarda uğranılan başarısızlığın ve nihayet savaşın bütün sorumluluklarını omuzlarında taşır, insan tabiat ve mizacı dediğimiz o sihirli kudret, bugünkü dünyanın dokusunun atkı ve çözgüsü olduğu gibi, gelecekteki yenidünyanın da ilk maddesi olacaktır.
Çağımıza, materyalist ideolojinin damgasını vurmuş olanlar, bu gerçekleri bilmektedirler. Karmakarışık ırk ve sınıf teorilerinin örtüsü altında, insan mizacının yaralı duygularını, nefretini, korkusunu, haysiyet telâkkisini ve hırsını sömürmesini bildikleri için, bir avuç militanla, uluslara hattâ kıtalara hâkim olmayı başarmışlardır.
Demokrasilerde ise zorlayıcı bir ideolojik hedef olamayacağı için, insanların tabiat ve mizacıyla uğraşılmağa lüzum görülmez. Daha doğrusu buna güçleri yetmez. Bu durumun sonucu, demokrasi rejiminin cılızlığında, kararsızlığında ve fikir ayrılıklarında kendini gösterir. “izm”lerin —komünizm, faşizm ve ilh.— ihtilâllerine ve ulusların üzerlerinden bir silindir gibi, onları ezerek geçmelerine, demokrasiler sadece, özgürlük, beraberlik ve kardeşlik teraneleriyle karşı koymak isterler. Halbuki bugün artık bu idealler, halkın günlük yaşantısında kendisini hissettirmediği için, inandırıcı güçlerini kaybetmişlerdir. İşte bu nedenlerle de, demokrasiler, bütün “İzm”lerden daha etkili ve çekici bir güce sahip oluncaya kadar ve insan tabiat ve mizacını değiştirecek kabiliyete erişinceye değin, insanların düşünüşleri üzerinde sürdürdükleri umutsuz savaşı kaybedeceklerdir.
Yalnız, insan tabiat ve mizacının değişmesiyle, insanlık bir birliğe, beraberliğe ve gerçek özgürlüğe kavuşabilir. Bu değişiklikler ise, ancak devlet adamlarının, bu ülküleri yürekten benimsemeleriyle gerçekleştirilebilir, bizlere de hasretini çektiğimiz sürekli barışı sağlar. Bu değişiklik, aynı zamanda, diğer sistemlerin topyekûn tasfiye ettiği insan tabiat ve mizacına, baskı altında tuttuğu insan iradesine karşı, özgür insanlığın bir cevabı olacaktır. Diğer taraftan, demokrasinin yozlaşmış durumuna, fikir ayrılıklarına ve geçirmekte olduğu uyku nöbetine bir son verecektir.
Geçmiş çağlarda, bizler, karakterin meydana gelmesini ve gelişmesini aile ocaklarına, okullara ve din kurumlarına bırakmıştık. Fakat bugün için artık bu uygulama yeterli değildir. Bir çocuğun hayata nasıl hazırlanması lâzım geldiğini pek az aile bilmektedir. Zamanımızın okulları, öğrencilerine sadece genel ve teknik bilgi vermekle yetinmekte ve onların mânevi cepheleriyle ilgilenmemektedirler. Milyonlarca insan ise, ibadet yerlerini, yalnızca dış duvarlarından tanımaktadırlar.
Şayet demokrasiyi, ikiyüzlü, sahte ideolojilere boğdurmak istemiyorsak, bu takdirde, her vatandaş mânen cihazlanmak suretiyle buna karşı koymak sanatını öğrenmelidir.
Devlet adamları, analar, babalar, öğretmenler, insanları idare eden sanayi ve işçi teşekkülleri, ordu camiası bu sanatı bilmelidir.
Eğer bizler, fert olarak ve toplum olarak, mânevi cihazlanmamızı tamamlayıp insan tabiat ve mizacını değiştirmeyi öğrenmek zahmetine katlanmazsak, dünyanın bir çöküntü ile karşılaşacağını bilmeliyiz.
Şayet yaşadığımız yüzyılın, dünyamızın kendi kendisini yok edeceği yüzyıl olmasını istemiyorsak, o zaman herkesin bu sanatı öğrenmek mecburiyetinde olduğunu, hiçbir vakit aklımızdan çıkarmamalıyız.
18. ve 19. yüzyıl insanlarının tutkusu, dünyayı araştırmak ve gördüklerini açıklamak oldu. Bu da akılcı bir çağ yarattı. 20. yüzyılın insanları, dünyaya hükmetmek sevdasına kapıldılar. Bu ise, insanların iradesine ağır darbeler vuran, bir terör çağı meydana getirdi. Karl Marks’ın hemen herkesçe bilinen bir sözü vardır ki o da: “Filozoflar dünyayı anlattılar. Bizim görevimiz o dünyayı değiştirmektir.” Bunu söylemekle Marks, yeniçağın geleceğini önceden açıklamış oldu.
Bugün dünyanın her tarafında, insan iradesine hâkim olmak için, sürdürülen dev bir savaşın yaygarası işitilmektedir. Bu savaş, insan iradesine gem vurarak, onu dünya ihtilâlini gerçekleştirmek uğruna, disiplinli bir şekilde ve bir robot uysallığıyla, savaş cephelerine sıralamak için sürdürülmektedir.
Gerçi, bir insan topluluğunun diğer bir insan topluluğunu köle derekesine indirmesi, demokrasinin ruhuna aykırıdır. Ancak, demokrasilerin cılız yürütme güçleri, totaliter iktidarlara karşı koyacak durumda değildirler. Her ne kadar, demokrasiler bu gibi hallerde direnmek isterlerse de, çağımızın gerçeklerini görmezden geldikleri için, bu alandaki atılımları gözü kapalı ve cılız bir mırıltıdan ileri gidememektedir.
Bugün karşısında bulunduğumuz can alacak problem şudur:
“İnsan iradesinin müsbet hedeflere yöneltilmesi suretiyle, toplumları birliğe, beraberliğe ve özgürlüğe kavuşturarak, insanlığı bir kişimin, bir grubun veya bir sınıfın diktatörlüğü altına girmek tehlikesinden kurtarmak mümkün olacak mıdır?..”
İrade, topyekûn bir sonuç elde etmek ister. İrade, açık bir hedefe tek taraflı olarak, yoğun bir şekilde yöneltildiği zaman, kendini rahat hisseder. İnsan iradesi, büyük ve önemli problemler için, kendisini adamaya karar verir. İşte o zaman, ruh yükseldiği yaratıcılık mertebesini durmadan sürdürür. Beden de, disiplinli bir şekilde formunu korumak mecburiyetini duyarak, İradenin emirlerine boyun eğer. Kararın büyüklüğü insanın kişiliğine bağlıdır. İnsanın; kararlı, olgun ve dengeli bir şahsiyet kazanması ise, ancak, hayatını zamanın problemlerine cevap verecek şekilde, büyük hedeflere adamasıyla mümkündür.
Bir zamanlar, bu hedefler sanatta, ilimde, politikada ve ekonomide kendini göstermişti. Fakat bugün, bu tür hedefler, artık gayeye varmak için cılız kalmaktadır. Dünyamız, büzülerek ve küçülerek bir yumak haline geldikçe, insanlar birbirlerinden ayrılmakta ve parçalanmaktalar. Eğer insanlar arasında, bir birlik ve beraberlik sağlanamazsa, dünyamızın bir çöküntü ile kargı karşıya geleceğini, akıl ve mantık bizlere haykırmaktadır. İnsan iradesini, ancak, dünya çapında büyüklüğü olan ve engin bir manevi niteliğe sahip bulunan bir gaye tatmin edebilir.
Komünizm, sınıf şuurunun baskısı altında bulunduğu için, böyle ulvi bir gayeyi temsil edecek güçte değildir. İşin esasına bakılacak olursa, kıyasıya sürüp giden bu sınıf kavgalarının sonucunda, iki kuvvet blokunun günün birinde, bir atom savaşıyla karşı karşıya gelmeleri ihtimali ortaya çıkmaktadır. Sayılan bu sebeplerden dolayı, komünizm, çağımızın modern ve münevver insanlarının, ideolojik ve mânevi ihtiyaçlarına cevap verecek vasıflardan yoksundur.
Bugün yaşadığımız demokrasi dahi, politik, ekonomik ve sosyal yönleri ile insanları bu hedefe ulaştıracak durumda değildir. Demokrasimizin, bu alandaki çabaları, dağınık ve sisli olduğu kadar, fertlerden istediği şeyler de ufak ve değersizdir. O, ferdiyetçiliği ve bencilliği hoş görmekle kalmaz, aynı zamanda onları teşvik eder. Demokrasimizin, su yüzüne çıkmış olan politikasının ana temeli, menfaat duygusuna ve yaşama içgüdüsüne dayanmaktadır.
Bu sebepler yüzünden, çağımızın münevver insanlarında, huzursuzluk ve endişe, yaşantılarının bir simgesi halinde kendini belli eder. İnsanların dünyada kendilerine ayrılan yerleri alabilmeleri için, manevi yönden değiştirilmeleri ve ülkülerinin temelden yenilenmesi lâzımdır. Eğer şahsiyetin anatomisini incelemeğe devam edersek, yukarıdaki sözlerin gerçeğe ne kadar yakın olduğunu görürüz.
Geçmiş çağların ekolüne ve geleneklerine göre, insan hayatı üç alanda mütalâa edilirdi. Bunlar da: Ruh, beden ve irade. Her biri başlı başına birer güç olan bu varlıklar, şahsiyette o derece birbirlerine girmişlerdir ki, bunlara bir sınır çizmek çetin olduğu kadar, insanların davranışları üzerinde, hangisinin daha tesirli olduğunu tesbit etmek de o derece zordur. Bununla beraber, insan tabiat ve mizacının anatomisi, içiçe girmiş olan bu zincirin halkaları hakkında, bize bilgi verebilir. Biz burada, insanların davranışları üzerinde etkili olan güçleri ele alacak ve bu güçlerin nasıl değiştirilebileceği problemi üzerinde duracağız.
Birçoğumuz, düşünüşümüzün yaşantımızdan çok daha günahkâr olduğuna inanırız. Her ne kadar daima yapmıyorsak da, yine de genellikle gideceğimiz doğru yolu seçmek kabiliyetine sahip olduğumuz kanısında bulunuruz. Gerçekte ise, düşünüşümüz de yaşantımız kadar karmakarışık ve şaşkın bir haldedir. Ruhumuz, harikulâde sihirli bir mekanizmadır. Fakat, o, beden ve irade güçlerinin baskısı altındadır, insan eğri yaşayıp doğru düşünemez. Günlük yaşantıda, “saf ve akılcı düşünce” bir istisnadır. Bu vasıflar ise, bir tabiat vergisi olarak, ancak, insan şahsiyetinin cevherinde bulunur.
Bir örnek verelim: Kendimizi, olduğumuzdan daha üstün görmeye ve akıllı hayal etmeye ne kadar kolaylıkla meyil ederiz. Büyük lâf eder fakat küçük bir hayat süreriz. Bu haller ise, herbirimizde sanki üç ayrı insanın gizlenmiş olduğu görüntüsünü verir. Söz gelimi; içimizde, kendimiz sandığımız bir şahsiyet vardır. Fakat o şahsiyet, sadece fantazimizde yaşayan bir kişiliktir. Bütün ideallerimiz ve azimli çabalarımız, bu kişilikle içiçe olduğu halde, yine de, davranışlarımıza uymayabilir. Bundan başka bir de, arkadaşlarımızın gördüğü bir kişiliğimiz vardır. Bu dahi, gerçekte, bizim kişiliğimize aykırı olabilir, fakat bizim ikinci şahsiyetimizdir. En son olarak, bütün gururumuzla, nefsimize karşı hoşgörümüzle, huysuzluğumuzla, türlü ruh hâletimizle, duygusal yönlerimizle, acı ve tatlı tecrübelerimizle asıl karakterimizi kapsayan gerçek bir şahsiyetimiz vardır.
Bu suretle kendimizi yanlış tanımamız, bizleri, etrafımızdaki dünyayı da yanlış tanımaya itmektedir. Anaların ve babaların gururu, çocuklarını gerçekçi bir gözle görmelerine engel olur. Aynı menfaatları paylaşan ve aynı ekonomik örgüte bağlı bulunan, işverenle işçiler çoğu zaman, birbirlerine karşı aykırı görüşlere saparlar. Bizler mensup olduğumuz toplum hakkında, dağınık ve sisli görüşler taşırız. Duygularımızı ve kalblerimizi harekete getiren kuvvetleri, dürüst olarak tanımağa ve tanıtmağa hazır olmadığımız için, ulusumuzun fertlerini harekete getiren güçlere de kör gözlerle bakarız. Başka milletlerin, halkımız hakkındaki kanaatlarını duyunca, önce şaşırırız sonra gururumuz yaralanır ve nihayet kızarız. Sorgusuz sualsiz, bunu söyleyenlerin yanıldıklarına hattâ kasıtlı davrandıklarına karar verir ve bizdeki eksiklikleri de onlara yüklemeye çalışarak, durumu daha çapraşık bir hale sokarız.
Eğer komşularımız, bizim bencil ve menfaatçı niyetlerimizi önceden sezerek, onları boşa çıkarmayı başarırlarsa, o zaman komşularımızı derhal menfaatçi ve bencil olarak damgalar ve hemen etrafa yayarız. Artık, şiddeti gittikçe artan bir kuruntu altında, yığdığımız barikatların arkasına geçip, kendimizi saldırılara karşı emniyete aldığımızı sandığımız hayal dünyamızda, yok edici peşin hükümlerimizden, hiçbir kimse yakasım kurtaramaz. Daha sonra da, iç âlemimizin bu fantazi denizinde, “herkes bizim gibi erdemli davranmak basiretini gösterse" dünyada her şeyin düzeleceğine kendimizi inandırmağa çalışırız. Hal böyle iken, fertlerin arasında olduğu gibi, partilerin, sınıfların, ırkların ve ulusların aralarında, hem de ana temalardaki meydana çıkan görüş aykırılıklarına şaşarız. İnsanlık da, gayesinden saptırılmış felsefeden yaka silker ve yaygın bir hal alan şarlatanlık bataklığında boğulacak derecelere gelir. Bizler de, ciddi emek harcadığımız plânların, niçin bir türlü gerçekleşmediğine hayret ederiz.
Her şey bir tarafa, bir defa kendi vücut sağlığımıza karşı, nasıl davrandığımızı düşünelim!.. Tıp dünyası, korkunç bir oranda artan akciğer kanseri ile savaşmaktadır. Klinik araştırmalarının sonuçlan, artan tütün tüketimiyle akciğer kanseri arasında bir münasebet bulunduğu yolundaki şüpheleri kuvvetlendirmektedir. Sigaranın kan dolaşımı üzerinde olumsuz etki yaptığı ispatlanmış bir gerçektir. Hal böyle iken, insanların birçoğu “neden sigarayı bırakayım?..” derler. Halbuki insanların “Niçin sigara içmeye devam edeyim?..” demeleri daha akıllıca bir söz olurdu.
Bir adım daha atarak, alkol problemi üzerinde duralım: Kronik bir dert hattâ bazı yerlerde bir âfet haline gelen alkolizmin, insan sağlığı üzerinde yaptığı tahribatı ve ulusların ekonomisine getirdiği zararları, çok iyi bilmekteyiz. Fransa’da ulusal bir problem haline gelen, ruh ve karaciğer hastalıklarının yaygın bir şekil alması, aşın derecede şarap ve diğer ispirtolu içkilerin kullanılmasına bağlanmaktadır. Alışkanlık haline getirilen içkinin, miktarı az dahi olsa, ara sıra şişenin dibi gözükecek kadar içilenden, daha zararlı olduğu tıpça tesbit edilerek ortaya konmuştur.
İnsanların birçoğu, bulundukları toplantıda, oyunbozanlık etmemek için içki içerler. Bazıları da “korkak” damgasını yememek için “hayır” diyemez. Birçokları, zor bir durumu geçiştirmek veya bir kederi avutmak için içerler. Bu insanlar, istedikleri zaman, derhal bırakabilecekleri inancında oldukları için, sigara ve içki içtiklerini söylerler. Fakat, bir defa yakasını bunlara kaptıranlardan, milyonlarca insanın, bu belâlardan kurtulmayı başaramadıkları gerçeğini unutmuş görünürler. Bu insanlardan birisine, “Neden doktorunun tavsiyesine uyarak sigarayı bırakamıyorsun?..” diyecek olursak alacağımız • cevap, “Bırakamıyorum!..” olmaktadır.
Eğer bizler, fert olarak, mânevi cihazlanmamızı tamamlamamış isek, moralimizde eksikler ve gedikler varsa, bu durumda, başka şahıslara, toplumlara veya uluslara, bu alanda yardım etmekliğimizin mümkün olamayacağını açıkça bilmeliyiz. Herhangi bir meselede, haksız olduğumuzu bildiğimiz halde, bir uzlaşmaya gideceğimiz yerde, hudutsuz bir menfaat hırsıyla, başkalarının mecalsizliğinden yararlanmağa çalışırız. Halbuki; ufak tefek feragatlerle, gönül tokluğu göstermekle, başkalarına yardım etmek için, ne derece büyük moral gücü kazanabileceğimizi aklımıza bile getirmeyiz.
Haklı oldukları halde, güçsüz olan tarafın, devlet adamlarının ve diğer ilgililerin, bu gibi durumlarda yapacakları fedakârlığın bedelini, milyonlarca masum halk ödemek zorunda kalır. Ulusların kaderleri üzerinde karar vermek mevkiinde bulunan idareciler ise, gerek kendi devlet adamlarının zebunluğu gerekse karşı tarafın adamlarının moral eksikliği ve zalimce davranışları yüzünden meydana gelen bu ağır durum karşısında bir şey yapamazlar. En sonda, âdet olduğu üzere, yeniden, tomarlarca iç ve dış politika programları düzenlenir.
Anaların ve babaların, dinmek bilmeyen, çeşitli arzu ve heveslerine karşı koyamamaları yüzünden, meydana gelen şefkat eksikliğinin cezasını çocukları çeker. Bu kırattaki ana ve babalar, çocuklarına, hayatlarını değerlendirecek bir ülkü aşılayamazlar. Gençlik de, bu boşluğu doldurmak için, kendisini umutsuzca dedikoduya kaptırır, beyaz zehire saldırır ve şuursuzca cinsiyet duygularını kamçılatmaya koşar.
Gerçi, aklımız bize, neler yapmaklığımız gerektiğini kesin olarak bildirir. Fakat, istek ve arzuların esiri olan beden, irade ile birlikte akla karşı çıkar, bazı hallerde de hem aklı hem de mantığı alteder. Şayet, iradeyi akılcı yola yönelecek bir değişikliğe tabi tutarsak, o zaman, şehvete, sigaraya, alkole ve beyaz zehire karşı bedenin aşın derecedeki isteğine gem vurulabilir. Bu alışkanlıklar bırakılırsa, hayatlarının ıssız bir çöle döneceği kuruntusu, birçok insanın kafasında yer etmiştir. Halbuki, irade değiştirilerek müsbet bir yöne doğrultulursa, bütün bu kötü alışkanlıklar, yavaş yavaş çekiciliğini kaybeder ve o andan itibaren kurtuluş başlar.
Bize kumanda eden içgüdülerimizin, köklü bir devrimle değiştirilmesi halinde, ruh ve beden sağlığımızın normal ve dengeli bir düzene girmesini sağlayabiliriz. Bir insanın, hayatının çekirdeği olan gerçek benliğine, biz o adamın “iradesi” diyoruz. İrade dediğimizi bu kavram, bütün davranışların kaynağıdır. Sevgi, nefret, cesaret, korku, hırs duygulan bir hâle şeklinde iradenin etrafım sarar ve iç evrenimizin en kudretli yıldız kümesini meydana getirir. Etrafında dönen gezegenler üzerinde güneşin yaptığı etkiyi, irade de bizim iç âlemimizde, düşünce ve davranışlarımız üzerinde yapar. Dünyanın gidişini değiştirmek üzere verilecek zorlu savaşın hedefine ulaşabilmesi ancak, insan iradesinin değiştirilmesi için harcanacak süresiz ve insan üstü bir çaba ile mümkündür.
İrade gücü, akıl almayacak derecede büyüktür. “Zayıf irade” diye bir şey yoktur. Bazıları, “Benim iradem çekici şeylere karşı koyacak güçte değil” derler. Gerçekte ise, bunu söyleyen şahsın iradesi, hiçbir yargıya değer vermeden, kişisel eğilimini sürdürecek kadar, kuvvetlidir. Başladıkları işleri bir türlü sona erdirmeyen insanları, “iradesizlik” ile suçlarız. Aksine, o şahıs, doğacak bütün sonuçlara aldırış etmeden, 'kendi istediğim yapacak kadar güçlüdür.
İnsan iradesi, kendisini, daima istekleriyle belli eder. Her istekte, bizler, gerçekten irademizi hissederiz. İnsan olarak isteklerimiz ise, kendisini üç ana temelde gösterir. Bunlar da: Seks, emniyet ve başarıdır. Bu üç itici güç, birbirlerine karşı şaha kalkmış durumda oldukları gibi, birbirlerini de kontrol ederler. İnsanın güvenini ve başarısını tehlikeye atacağı için, bedenin başıboş ve sınırsız cinsi yaşam isteğine, diğer iki güç karşı çıkar. Başarıya ulaşmak için de, insanın, toplum kurallarını hiçe sayarak, cesetlerin üzerinden geçmesi mümkün değildir. Buna da diğer iki güç karşı koyar. Bu sebeplerden dolayı da, irade, bedenin açgözlülük derecesine varan, bu aşırı isteklere engel olmak için, ustaca birçok manevralara başvurmak zorunda kalır.
İrade, insan hayatında bâzı şekil ve biçimlerde, cinsiyet yoluyla kendini meydana atar ve kabul ettirir. Bir misâl olarak flört’ü ele alalım: Karşı tarafın, gerçekten bir katılma isteği olup olmadığına bakılmadan, bir tarafın davranması, flört’ün karakteristik vasfıdır. Bir taraf, gözlerin karşılıklı bakışlarından ve yakında olmanın verdiği duygusal avantajlardan yararlanarak, öteki tarafı elde etmeye çalışır. Hiçbir kimse, bu davranışının karşısındakini ne hallere soktuğunu, düşünmek gereğini bile duymaz. Bir flört’ün devam ettiği sürece de aile bağlantısı kavramı silinir ve sorumluluk duygusu işlemez hale gelir. Bir toplantıda, bütün erkeklerin, oradaki en güzel kızın, etrafında nasıl çöreklendiklerini her sefer görmek mümkündür. Bu davranışların, orada hazır bulunanlar üzerinde yapacağı etkiler akla bile getirilmediği gibi, genç kızın da düşeceği durumlara aldırış edilmez, işin bu derece ileri götürülmesine cüret edilmesinin sebeplerini de, erkeklerin kuruntularında aramak gerektiğine bu arada işaret edelim.
Seks, ekonomik hayatta, sermaye olarak ortaya konulur ve bu hal, otomobil satışlarından sigara reklâmlarına kadar, her alanda görülür. Film prodüktörleri, cinsi arzuları kamçılayacak, açık saçık sahnelere bol bol yer vermek suretiyle, insanların bilinen bu tutkularından faydalanmak yoluna giderler. Resimli mecmualar, gazeteler ve romanlar da aynı metoda başvururlar.
Klik veya asıl Türkçe adıyla Bölek, (İngilizce: Clique) sosyal bilimlerde; bir grup içerisinde, gruptaki diğer kişilere göre daha düzenli ve sık şekilde çıkarları doğrultusunda birbirleriyle iletişim halinde olan gruplara verilen isimdir. Kliklerde bulunan kişiler arasında cinsiyet, etnik köken, popülerlik gibi paylaşımlar bulunur ve klikler kuralcı sosyal gelişimin bir parçasıdır. Klikler sıklıkla ergenlik veya orta çocukluk aşamalarında görülse de, tüm yaş gruplarında bulunabilirler.
Şöhretli politikacıların, sanayicilerin ve sendikacıların evlilik dışı ilişkilerini doğal sayan görüşü ele alalım: Meşru olmayan ilişkilere karşı duracak gücü kendisinde bulamayan bu insanlardan, kendilerine emanet edilen vazifeleri yerine getirmeleri ve gerektiği zaman fedakârlık yapmaları beklenemez. Moral çöküntüsünün, insanların kişiliği üzerinde yaptığı etkinin, o şahsm toplum hayatındaki durumunu zedelemeyeceğini düşünmek bile, büyük bir çelişkiye düşmek olur. Nitekim, gizli tutulmasına özel çaba harcanan bu tür ilişkiler sırasında meydana gelen olaylar, aksini savunanların suratlarına keskin bir tokat gibi inmektedir.
Ayrı cinse mensup iki insan arasındaki “gizli” veya “özel” ilişki alışkanlıkları yaygın bir hal almıştır. Bu ilişkilerin doğal, zararsız, hattâ lüzumlu olduğu yolunda, gençliğe yıllarca telkin yapılmıştır. Bir kere bu alışkanlıkların esiri olanlar, önüne geçilmez bir ezikliğe, zaman zaman içe kapanıklığa, toplumdan kaçan hallere, suçluluk psikozuna, yersiz utangaçlığa, ürkekliğe, çekingenliğe ve aşağılık duygusuna yakalarını kaptırırlar. Bu davranışların normal ve zararsız olduğuna, en ateşli savunucuları bile, kimseyi inandıramazlar. Nitekim; bu alışkanlıktan kurtulan kadın ve erkeklerin, nefislerine karşı güvenlik duygulan artmakta, rahata, sevince, bir kelimeyle iç sükûna kavuşmaktadırlar. Toplumdan saygı görmeye başlayan bu insanlar, açık yürekli ve başkalarını düşünen nitelikleriyle, diğerlerine oranla, dikkati çekecek derecede bir ayrılık ve üstünlük gösterirler.
İnsan iradesi, ikinci açlığını, güvencede arar. Bu tutku, insanların paraya, taşınır ve taşınmaz mallara sahip olmak için gösterdikleri çabalarla belli olur. İnsanlar bunu sağlamak amacıyla, sermayeye, kâra, gelire ve ücrete sıkı sıkıya sarılırlar ve bu maddi nesnelerin kendilerine güvenlik getireceğine inanırlar. Halbuki, insanların serveti arttıkça, güvenlik duyguları azalır. Çünkü, varlık arttıkça, daha fazlasına sahip olmak hırsı da artar. Eğer varlıkla, insanda güven duygusu sağlanmış olsaydı, servete karşı duyuları açlığın nihayet bir yerde durması lâzım gelirdi. Halbuki, durum tamamıyla tersinedir ve irade bu konuda pek az ahvalde akılcı ve mantıklı davranır. İrade, kör bir hırsla, asla doymak bilmeyen bir iştihanın peşinden koşar. Artık para, bir vasıta değil, bir gaye olarak insanların ve toplumun yaşantıları üzerinde, bağlayıcı ve paralize edici bir etki yapmağa başlamıştır. İş bu dereceye geldikten sonra da, önemli ve nüfuzlu mevkilerde rüşvet olayları alır yürür, insanlar, güvenliklerini sağlamak için, aşın derecelerde servet edinmek lâzım geldiği duygusundan yakalarını kurtaramadığı sürece, politik, ekonomik ve kanuni tedbirlerin bu problemi çözümlemeye yetmeyeceği bir gerçektir.
İrade, aynı zamanda, parlak bir ışık altında görünmeyi de, bir güvenlik faktörü olarak ister. Bu hırs, yalnızca etrafına etki yapabilmek için, öğrencileri sınavlarda hile yapmaya, yetişkinleri de güçlerinin üstünde lüks yaşamaya zorlar. Bu yüzden, analar babalar, yaşantılarının karanlık köşeleri hakkında çocuklarına açıklama yapamazlar ve bu yüzden çocuklar da altında ezildikleri düşünceleri ana ve babalarına anlatamazlar. Ve yine bu yüzden sağlığa kavuşturulması gereken marazlar, asla günışığına çıkamaz.
İnsanların nefislerini kandırmak için, güvence diye besledikleri bu aşın hırs, demokrasinin yozlaşmasına da yol açmaktadır. Politikacılar, dürüst olarak seçmenlerine, gerçekleri söyleyecekleri yerde, çoğunlukla, seçmenlerinin işitmek istediklerini söylemek yoluna sapmaktadırlar. Bu suretle, memleketin yararları göz önünde tutulmayarak, seçmenlerin duygularıyla oynanmakta ve gelecek seçimler için, oy hesaplarına dayanan bir politika güdülmektedir. Gerçi, dürüst davranan politikacılar da vardır. Ancak, bunlar azınlıkta kalmaktadırlar. Halbuki, demokrasi çoğunluk rejimidir.
İrade, güvenliği bir de plânlamada arar. Plân ve program, gerçi insan ve toplum hayatının düzenli geçmesi için gereklidir. Plân, aynı zamanda, organizasyon yoluyla, insanları güvensizlikten kurtarmak için, verilen kararın, gözle görülen maddi belgesi de sayılabilir. Plânları, hangi ölçüde güvenlik için yaptığımız, ancak, onları değiştirmemiz, haklı olarak bizden istenildiği zaman açıklığa kavuşur. Bir plânın değiştirilmesi istenilirse, işte o zaman, değerine bakmadan, en hoşumuza giden, resmi veya özel projelerimize, bir katıra şeref verecek bir inatla, sımsıkı sarılırız.
Haklı olduğumuza inandığımız zamanlarda da, bir güvenlik duygusu içinde bulunuruz. Ancak bu hali, birçoğumuz kendimize, bir sanem, bir put yaparız. Daima haklı olmak sevdasında bulunan bir insanın, toplumun en sevimsiz mahlûku ve en yalnız canlısı durumuna düşeceği gerçeğini görmeyecek kadar kör oluruz. Bu gibi hallerde, hiçbirimiz, yanıldığımızı söyleyerek, eleştiricilerin ellerinden silâhlarını alıp, nefsimizi gerçek bir sevince kavuşturmak yoluna gitmeyiz. Şayet, çağımızda yazılan biyografilere ve hâtıralara bakılacak olursa, bu sürede yüksek makamlarda bulunanlardan hiçbir kimsenin, hata işlemediğine inanmak icabetmektedir.
Halbuki; daima haklı olmak veya haklı olduğunu sanmak tutkusu, haksız olmak korkusuyla elele yürür. Bu ruh hâle ti, benliğimizin derinliklerine işleyerek birçok reaksiyonlara sebep olur. Bunun sonucu olarak da, herhangi bir iş eğri giderse, derhal ve otomatik bir surette, suçu diğerlerine yükleriz. Ancak, insanların ve ulusların karşılıklı olarak suçları birbirlerinin üzerlerine atmaları, ne problemlerin çözümlenmesine ne de bu yanlış düşüncelerin ortadan kalkmasına yarar.
İradenin üçüncü büyük tutkusu başarıya ulaşmaktır. İnsanların çoğunluğu, toplum içindeki değerlerini, komşularına oranla elde ettiklerini sandıkları başarı derecesiyle ölçerler. Buradaki başarı derecesinin ölçüsü ise, şık giyimli bir eşe, büyücek bir otomobile, gösterişli bir eve, parlak bir mevkiye veya kârlı bir işe sahip olmaktır. Özellikle, rakip saydığımız insanların durumlarını, güçlerini ve halk tarafından sevilme derecelerini adım adım izleyerek, onları eleştirmek fırsatım kollamamız, bizim başarı hırsımızın bir belirtisidir. Başarıya ulaşmak, hiç olmazsa ulaşmış görünmek için, başkalarının başarısını küçültmenin yeteceğini sanırız. Bizler, rakiplerimizin başarılarını, bir taraftan mübalâğalı bir dille ve şeytanca bir ustalıkla, önce göklere çıkarır sonra da en ufak ve doğal bir başarısızlığı etrafa yayarak, onları yere vurmak sanatını çok iyi biliriz. Bu arada, rakibin zayıf yönlerinin meydana çıkması karşısında takındığımız sevinçli durum, en azından bizim, ne kadar kıskanç ve hırslı olduğumuzu göstermeye yeter ve artar.
İnsanları, başarıya ulaşmak için, çaba harcamağa iten gücün de, irade olduğunu söyleyelim. Hayatı boyunca dürüst davranmağa karar vermiş olan büyük bir bankanın direktörü, müşterilerinin borsa oyunlarındaki kayıplarını, birçok defalar, kendi cebinden ödediğini itiraf etmiştir. Direktör, müşterilerinin mali müşaviri sıfatıyla, adına gölge düşürmemek için bunu yaptığım sözlerine eklemiştir. Başarılarımızı herkese kabul ettirmek hırsı, spor alanlarından başlayarak devlet dairelerine kadar her yerde, yaptığımız işleri ve davranışlarımızı iğrenç bir hale sokar. Bu tutku, aynı zamanda, gerçek çehrelerinin görülebileceği endişesiyle, insanları daima korku ve baskı altında tutar. işte bu sebeplerle de, insanların, evlerinde, ekonomik hayatlarında ve politikada nerede ve ne durumda olduklarını kestirmek imkânı gerçekten zorlaşmaktadır.
İnsanlar, mutlaka başarıya ulaşmanın hırsıyla, yalnız anladıklarını sandıkları alanlarda, mesuliyet almak eğilimini gösterirler. Bunun sonucu olarak da, zahmete katlanmadan, ciddi çaba harcamadan ve toplum üzerinde yapacağı olumsuz etkiye aldırmadan, bencil bir düşünce ve davranışla, kendilerini başarıya ulaştıracağına inandıkları, projelere ve işlere karşı ilgi gösterirler. İnsanların, içinde yaşadıkları toplumun yararlarını umursamadan, kolay başarı peşinde koşmaları, çoğunluk rejimi olan demokrasi için bir handikaptır. Kendileri tarafından, sınırlı bir alanda, ölçülüp biçilip seçilen, sanayi, ticaret, bilim, güzel sanatlarda veya başka bir dalda, elde ettikleri önemsiz bir haşandan ötürü gururlanmaları, işin en acıklı yönünü ortaya koyar. Evlerinde, işyerlerinde diktatörce davranan bu insanlar, toplum tarafından birer demokrat olarak değerlendirilirler. Vergilerini ödeyip seçime katılmakla, topluma karşı görevlerini yerine getirdiklerine inanan bu insanlar, artık şahsi çıkarlarının arkasından koşmağa ve bunu elde etmek için de her vasıtayı kullanmağa hak kazandıklarını sanırlar. Bunun sonucu olarak da, inançsız ve prensipsiz bir azınlık iktidarı ele geçirir ve vicdansız insanlar kilit noktalarını tutarlar ve demokrasi de, diktatörlerin eliyle boğulmadan önce, demokratların kalbinde ölür.
Toplum düzenini yaralayan zararlı bir inanç daha vardır ki o da; insanların, aynı zamanda paralel olarak sürdürdükleri ekonomik ve politik yaşantıları sırasında, namuslu ve dürüst kalamayacaklarıdır. Bu peşin yargının insanların şuurları altına yerleştirdiği sakat inanış, onları, çevrenin bu görüşüne inanmaya zorlamakta, sosyal, politik ve moral bakımından haksız olan davranışları hoş görmeye hattâ onlardan faydalanmağa itmektedir. Bunun acısını duyan milyonlarca insanın, meşru olmayan bu haksız durumlara son verecek bir sistemi bulmak için, büyük çabalar harcadıklarına şaşmamalıdır.
Yakasını, başarı hırsının pençesine kaptıran bir insan, her davranışıyla kendini belli eder. Böyle bir insan, bütün şerefleri tek başına kendine mal etmek ister. Arkadaşlarının düşüncelerine kulak vermeyi güçsüzlük sayar. Onlar için kollektif çalışma, bir beceriksizlik belirtisidir. Bu gibi insanlar, dua etmek için diz çöktükleri mihrabın önüne, kendi iradelerinin büyüklüğüne secde etmek durumuna düşerler.
Beynin ve sinir sisteminin, vücut üzerinde yaptığı etkiyi, irade de insanların kişiliği üzerinde yapar. Kollarımız, bacaklarımız ve vücudumuzun diğer azaları nasıl beynin emirlerine boyun eğerlerse, irademiz de mânevi ve ideolojik bir hedefe yöneltilmediği sürece, cinsi istek, güven ve başarı tutkularının arkasından öylece koşar.
İnsan şahsiyetinin bu karmakarışık mekanizması, acaba nasıl değiştirilebilir?.. Bu problemin çekirdeğini, insan iradesinin hangi metotlarla esaslı bir devrime tabi tutulması lâzım geldiği düğümünde aramak lâzımdır, iradesiz insan kişiliği, bir et ve kemik külçesinden başka bir şey değildir ve erimeye mahkûmdur. Bu itibarla, insanlarda iradenin bulunması mutlaka lâzımdır, iradeye hâkim olmak suretiyle, mânevi ve ruhi bir çöküntünün elde edilebileceğini bilen zalimler, modern metotlar uygulamak suretiyle, fiziki ve ruhi işkencelerle irade gücünü yok ederler. Kurbanları ise, birer robot uysallığıyla, efendilerinin emirleri altına girmiş olurlar. Ancak bu metotların müsbet bir sonuç vermesi için, uzun bir zaman ve şiddetli bir baskı altında bu uygulamanın sürdürülmesi gerekir. Bu da bize, iradenin değiştirilmeye karşı ne kadar büyük bir direnme gösterdiğini anlatır.
İstediğimiz şekilde davranmaya bizleri iten güçleri normal buluruz. Bunu anlamamız da mümkün olur. Ancak, bu güçlerin başka bir tarafa yöneltilmesi bahse konu olunca, mesele kökünden değişir. Problemin iyi anlaşılmış olması veya yapılacak şeylerin bilinmesi, yalnız başına, insan şahsiyetine şekil vermeye yeterli değildir. Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir nokta vardır: Eğer, marazın bir kısmı kendi kişiliğimizde yerleşmiş ise, başkalarına şifa getireceğimizi düşünemeyiz.
İrade belki zorlanmak suretiyle, boyun eğmeye mecbur edilebilir. Fakat iradenin şekillenmesi, ancak, mânevi bir inanışla ve varılacak kati bir kararla mümkündür. İnsanlar, yaradılışları bakımından, işin kolayına kaçmak eğilimini gösterirler. Ancak, bu konuda yumuşak ve rölatif ölçüler insanlara sevimli ve sempatik görünse dahi, yine mutlak ve kesin kıstaslara ihtiyaç vardır. Çünkü, iradenin gücü, yumuşak ölçülerle girişilen davranışları geriye iter. İradenin gücünü kırmak için ve onu değişmeye zorlamak için, kesin mânevi ölçülerin ve kıstasların uygulanmasına lüzum vardır.
Bilindiği gibi, hemen her değişim teşebbüsü, direnim ile karşılaşır. Her değişme isteğine karşı, insan iradesi; gurur, korku, haysiyet ve hırs gibi duygulardan oluşan barikatların arkasına sığınarak, kendim korumaya çalışır. Bu duygular, âdeta soğan zan gibi, iradenin çevresini kat kat sararlar. Davranışlarımızı değiştirmekliğimiz için bizlere yapılacak bir teklif, birçoğumuzda derhal bir karşı koyma duygusu yaratır. Hattâ buna dair bir imada bulunursa bile, hemen bir itiraz ile karşılık veririz. Bu alanda gösterilen tepkinin derecesi, vicdanımız üzerinde meydana gelen etkinin şiddeti ile orantılıdır. Bu haller yaşantımız üzerinde yoğun bir alışkanlık derekesine varır. Bir gün önce, bu tür bir olayla karşılaşıp etkisinin tortusunu daha atamamış bir koca, kahvaltı masasında, her gün içtiği kahvenin, bugün berbat olduğunu mırıldanarak karısına söyler. Politikacılar, yanlış tutumları ve kendi hataları yüzünden, meydana gelen durumları örtmek amacıyla, halkın dikkatini başka yerlere çevirmek için, diğer ülkelerin idarecilerine ve politikacılarına ağız savaşı açarlar. İşte bütün bu haller; aslında kendi yıkılışımızın, perde üzerindeki bir görüntüsü ve projeksiyonudur.
İrade, eleştiri karşısında, çok alıngandır ve bu gibi durumlarda, irade, kendisini saldırıya uğramış sayar, iradenin arkasına gizlenen gurur, korkunç bir güce sahip bir dev olup niteliği icabı çok da alıngandır. Gurur denilen bu kavram, şahısların başarısızlıklarını asla itiraf etmelerine izin vermeyecek surette ve mübalâğalı bir şekilde, nefislerine güvenmeyi, insanlara telkin eder. Gurur, şahsiyetin yüreğini, bir kale duvarı gibi çepeçevre sarar.
Eğer bizler, boş ve yersiz gururumuzun, bazı hallerde, insanlığa nelere mal olduğunu önceden kestirebilseydik, gururumuz kendiliğinden un ufak olurdu. Hele kendimizin ne durumda olduğunu takdir edecek duyguya erişseydik, o zaman başkalarını uluorta eleştirmekten derhal vazgeçerdik.
Çatışmaya varan anlaşmazlıklarda, suçu başkalarına yüklemek kolaydır. Kore, Çinhindi ve Malaya olaylarında suçu Rusya’ya yüklemiştik. Fakat, gerçekleri göz önünde tutarak, tarafsız bir inceleme yapacak olursak, içinde bulunduğumuz toplum düzeninin, haksız ve beceriksiz davranışlarının terörizmi yarattığını itiraf etmek mecburiyetinde kalırız. Komünizm/Kaitalizm/Empeyalizm ise, bugün bizlere, vaktiyle işlediğimiz ve hâlâ da işlemekte olduğumuz bu hataların faturasını ödetmek yolundadır.
Almanya’nın iki dünya savaşı arasındaki durumunu ele alalım: Eğer savaşı kazanmış olan Batı devletleri, demokrasi rejimlerinin icabı olarak, iyi niyetle ve gönül alacak bir surette, yardım ellerini uzatmak erdemliğini ve basiretini, bir nebzecik olsun gösterebilmiş olsalardı, Hitler gibi bir adamı “kurtarıcı” olarak Almanya’da sahnede görmelerine hacet kalmazdı. İtalya’da bir Mussolini de yaratılmazdı.
Aynı şekilde, geçen yüzyıllar boyunca, Asya milletlerine reva görülen ekonomik, politik ve sosyal davranışlarda da, Batı milletlerinin suçlulukları daha az değildir. Batının, bu suçluluklarını itiraf ederek günahını bağışlatmaya yönelmesi zamanı çoktan gelmiş ve geçmiştir bile. Sömürgecilerden miras kalan, rüşvet ve iltimas gibi âfetler, Asya uluslarını bölünmeye hattâ parçalanmaya doğru itmektedir. Gelecek kuşakların idarecileri, bu problemlerle başa çıkmak zorundadırlar. Asya milletlerinin sayılan bu sosyal problemleri bir çözüme bağlanırsa, ancak o zaman halkının geniş nefes alması mümkün olur. Bir insanı veya bir toplumu değiştirmek, onlara açık bir yürekle derin bir sevgi göstermek ve yardım elini uzatmakla mümkündür. İşte bu gerçekler karşısında, diğer sınıflara, ırklara ve uluslara kayıtsız davranmaktan, soğuk karşılamaktan ve onlara acı yüz göstermekten vazgeçmeliyiz.
Ancak, kendi nefsini olgunluğa eriştirebilen ve bencil duygularına gem vurabilen insanlar, başkalarını değiştirmek gücüne sahip olabilirler ve toplumların ihtiyaçlarına cevap verebilirler. Bu, vaaz vermekten ve nasihat etmekten bambaşka olduğu gibi, bir operatörün hayat kurtaran anatomi derslerinden de apayrı bir şeydir ve bir sanattır. Hayatlarında bu sırra erenler, ancak, diğer insanlara ve topluma yön vermek gücünü kendilerinde bulabilirler. İşte o zaman, artık her şey yeni bir görünüşe bürünmüştür. Bütün sahtelikler, haksızlıklar ve ahlâksızlıklar insanları umutsuzluğa, acı duygu beslemeye sürükleyecek yerde, onları olgunluğa götürür. Bizler de, bugüne kadar olan yaşantımızı sürdürerek teröristleri suçlayacağımız yerde, daha inandırıcı ülkülere sarılıp onları gerçekleştirmek suretiyle, ancak, terörizme etkili cevabı verebileceğimiz gerçeğini kavramak yolunu tutabiliriz.
Nelerin âdil olduğunu bilmeleri ve büyük ahlâki bir mirasa sahip bulundukları için duydukları ateşli gurur dahi, sayılan bu kavramları, âdil bir davranışın yerine ikame etmek hakkım insanlara vermez.
Hayal ettiğimiz, hayat hayatımızda hiç uygulamadığımız bir ideal, bizi ve uluslarımızı pençesinde kıvrandıran, hırsın, acılığın ve parçalanmaların katı gerçeklerine karşı koyacak güce ulaştıramaz. Kafamızda yaşayan ideal, bizleri kolaylıkla kendimizi olduğumuzdan daha akıllı ve üstün görmeye iter. Nitekim insanlar, kendileri hakkında, hayallerinde yaşayan ideale göre, komşuları hakkında ise onların davranışlarına göre hüküm verirler. Sıkı sıkıya bağlı olmaklığımız gereken, mânevi esasları bildiğimiz halde, onları uygulamayız. Bu ruh hâleti ise, üzerimizde, duygu hâzinelerimizi uyuşturan bir afyon etkisi yapar. Bizler de haklı olduğumuz kuruntusunun altında, düştüğümüz bataklığa derinlemesine saplanırız.
Eğer bizler; dürüstlüğü, yürek temizliğini, diğerkâmlığı ve sevgiyi samimi bir surette ve mutlak ölçü ve kıstaslarla ele alarak imanlı bir inanışla uygulayacak olursak, o zaman nerede bulunduğumuzu ve neleri değiştirmekliğimiz Iâzım geldiğini, bütün açıklığıyla görmek imkânına kavuşuruz.
Diğerkâmlık
Diğerkâmlık,“başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” ya da “diğer insanlara maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı olmaya çalışma ve ‘bencillik karşıtı hareketler’de bulunma” olarak tanımlanır.
Bencilliğin (egoism) karşıtanlamlısı olan ve “özgecilik, elcilik” olarak da bilinen diğerkâmlık (altruism),tanımlarından da anlaşılabileceği gibi, “kendi gelişim gereksinimlerini bir kenara itip yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya çalışma” anlamında değil, başkalarını da kendisi kadar düşünme, başkalarını da kendisi kadar sevme ya da başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme anlamında kullanılır.
İnsanlar çoğunlukla, kendi dürüstlüklerini, üçüncü şahısları örnek alarak tesbit etmek yolunu tutarlar. Bu metotla varılan sonuçlar, aldatıcıdır. Çünkü, içtenlikle ve mutlak manevi ölçüleri uygulayarak varacağımız sonuç ile, diğer insanlara kıyas ederek çıkaracağımız sonuç, birbirlerinden tamamıyla ayrı şeylerdir. Nitekim; elimize kâğıt ve kalem alarak, mutlak bir dürüstlükle, bütün hayatımızı gözden geçirirsek, on dakika içinde, yanlışlıkları düzeltmek için nereden ve nasıl başlamaklığımız gerektiğini, açık olarak kâğıda dökebiliriz. Gerçi, kendi gücümüzle düzeltemeyeceğimiz birçok şeyler olacaktır. Fakat bugün başlarsak, dünkü yanlışların bir kısmım, yarın düzeltmek imkânına sahip olabiliriz. O halde hemen başlamalıyız!.. İnsanlar; yapamayacakları şeyler için üzülürler, fakat yapabileceklerini de yapmazlar. Bu da, insan yaradılış ve tabiatının, ezelden beri bilinen bir gözboyacılığıdır.
İnsan olarak birçoğumuzun hayatı, her çeşit ruh kirliliğinin etkisi altında, telâş ve karamsarlık arasında, bir saat rakkası gibi sallanıp durmaktadır. Eğer ruh temizliğini, mutlak mânevi kıstaslara uygun olarak değerlendirecek olursak, işte o zaman, birçoğumuz içgüdülerimizin meydana getirdiği barikatların arkasındaki sükûnetimizin sarsıldığım ve sinirlerimizin gittikçe artan bir şekilde gerildiğini duyacağız. Erkeklerde ve kadınlarda, ruh kirliliği, bu şahısların varlıklarını kötüye kullanmaları, karşı cinsle meşru olmayan ilişki kurmaları, homoseksüellik, cinsi sapıklık veya sadizm şeklinde kendini belli eder. Bu da insanların, nasıl bencil, nefislerinin esiri ve çiğ yaratıklar olduğunu gösterir.
Heveslerine ve duygularına, sınırsız serbest bir akım veren evli çiftler, başkalarına kıyas yoluyla, bu davranışlarını zamanın gidişine uygun görebilirler. Fakat, her şeye rağmen bu aşın kaprislerin asıl sebeplerini, ana ve babaların, çocuklarının gerçek ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kendilerini adamak feragatini gösterememelerinde aramak lâzımdır. Evlilik içinde bu yollara sapan ana ve babaların, çocuklarına birer örnek olacaklarını gözden uzak tutmamaları ve çocuklarının böyle davranışlarına şaşmamaları icabeder.
Toplumun çekirdeğini meydana getiren, halkın güç kaynağı olması gereken mukaddes bir aile ocağı, bu derekeye düşerse, o zaman evlilik yavan ve ruhsuz bir bağlılık haline gelir. Herkesçe bilinen bir atalar sözü var: “Olgun ve dolgun bir sevgi, korkuyu uzaklaştırır.” Fakat, gerçek sevgi yalnız korkuyu değil, aynı zamanda bencilliği ve ruh kirliliğini de uzaklaştırır. Başkalarına yardım etmek gayesini güden, dünyayı yenilemek amacına kendilerini adayan insanların, yüreklerini yepyeni bir sevgi kaplar. İşte böyle bir tutku ancak, diğer tutkuların yerini alabilir.
Modern dünyamızda, bilinerek ve istenilerek, durmadan cinsi cazibeden söz edilir. Kadınların ve erkeklerin, kendilerini içgüdülerinin bu esaretinden kurtarabilmeleri için, bazı kolay ve basit çareler vardır: Başı çabuk dönen insanların, mutlaka uçurum kenarlarında gezintiye çıkmalarına hiç de lüzum yoktur. Hayâllerinde, bir çağrışım yapacağım bildikleri resimlerden ve kitaplardan, insanlar uzak durmalıdırlar. Bunu yapmakla, güzel sanatlar yönünden büyük kayıplara uğramış olmazlar ve fakat büyük içgücü kazanmış olurlar. Bir baraj seddinin zayıf bir noktası, koca bir toprak parçasını sular altında bırakabilir. İnsanlarda da çöküntü, birtakım merhalelerden geçerek gelişir ve su yüzüne çıkar. Bunlar sırasıyla, bakış, üzerinde düşünüş, aşırı istek ve sonuçta tuzağa düşüş!.. Bu gelişme zincirinde, insanın nefsine hâkim olabileceği en uygun zaman, ilk bakış anıdır. Eğer bizler, her şeye kötü tarafından bakmazsak, doğru yolu daha çabuk buluruz.
Bir düşünce ekersek, bir olay biçeriz.
Bir olay ekersek, bir alışkanlık biçeriz.
Bir alışkanlık ekersek, bir karakter biçeriz.
Bir karakter ekersek, bir kader biçeriz.
Yaradılışımızda, doğal olarak, bencilliğin bulunduğu bir gerçek olsa bile, bunun mutlaka gerekli olduğu bu suretle ispat edilmiş olmaz. Egoizmin meydana getirdiği sonuçlar bile, yalnız başına, onun ne şahısların ve ne de toplumun yararına olduğunu göstermeye yeterlidir. Yalnız kendi nefsini ve menfaatim düşünen çıkarcılar, insanlığın yararına kurulmuş müesseselerden uzaklaştırılmalıdırlar. Ne yazık ki; bugüne kadar bencil insanlara ve çıkarcı toplumlara karşı, kullanılacak etkin bir çare bulunamamıştır.
Acaba gerçekten, diğer şahısları, kendi nefsi derecesinde sevgi ve saygıya lâyık gören insanlar var mıdır?..
Diğer insanların mutlu olduğunu görmek, acaba bizleri, elde edeceğimiz maddi menfaatlardan daha fazla sevindirir mi?..
Acaba insanlar; diğer sınıfların, ırkların ve ulusların ihtiyaçlarını ciddi ve akılcı bir şekilde, kendi ihtiyaçları gibi karşılarlar ve duygularını paylaşırlar mı?..
Bir adım daha ileri giderek, acaba birbirlerinden farklı ve çeşitli partilerin, sınıfların, ırkların ve ulusların apayrı düşüncelerinin ve ulusal çıkarlarının hüküm sürdüğü bir düzeyde, birlikte ve ahenk içinde yaşayabilirler mi?..
Eğer bu sorulara, samimi olarak “evet” cevabı verilebilirse o zaman insanları birleştirecek yeni bir düşünce gerçekleştirilebileceği gibi dünyayı kapsayacak yeni bir toplum nizamı da ortaya konulabilir. Yok eğer bu sorulara “hayır” cevabı verilirse, bu takdirde, insanlık şiddeti gittikçe artacak bir kaos’un, parçalanmaların, zorbalığın, diktatörlüğün pençesine düşecek ve yıkılacaktır. Kâğıt üzerinde çok mükemmel görünen metod ve sistemlerin bile, insanların bencü duygularını dindiremediğini ve hırslarını tatmin edemediğini, tarih bize göstermektedir. Aksine insanoğlunun hırsı, o mükemmel sistemleri dejenere etmiştir.
Nasıl olup da, başka insanların yakasına yapışan korku ve endişenin kendisinde bulunmadığı, aynı zamanda diğer insanların mutluluklarıyla sevindiği, Frank Buchman’a sorulduğu vakit, şu cevabı vermişti: “Ben asla, yalnız kendi nefsimi düşünmeyeceğime dair, bir kez kati karara vardım.” insanın, böyle bir kararı, hayatı boyunca uygulayabilmesi için, onu dürüst ve ciddi bir şekilde kafasına ve kalbine yerleştirmesi lâzımdır. Şayet nefsimiz, kendisini bencil bir şekilde, aşın cinsi arzuya, başarı ve emniyet hırsına kaptırmak isterse, irademiz sarsılmaz bir azim ve kararla, ona karşı koymaya hazır olmalıdır.
İçimizden bazıları, kendilerini düzeltmek ve değiştirmek isterlerse, buna sevinmeliyiz. Bir kısmı da, diğer insanları düzeltmek ve değiştirmek yolunu öğrenmek isterlerse, onları selâmlamak gerektir.
En son olarak da, uygarlığımızın yozlaşmasına karşı, insanlığı uyarmalıyız. Bunu başarabilmek için de, milyonlarca insanın saflarımıza katılması lâzımdır. İnsanların, kalblerinin ve kafalarının birbirlerine kenetlenmesi suretiyle, ancak bencilliği baskı altında tutarak, diğer insanlara karşı samimi ve gerçek bir sevginin gösterilmesine imkân hâsıl olur.
Birçoğumuz, az sayıda insana karşı, belli bir dereceye kadar varabilen bir sevgi besleriz. Buna karşı, birçok insana antipati, soğukluk, acılık hattâ açık bir nefret duygusu besleriz. İşin en acıklı yönü de, hiç görmediğimiz insanlara ve toplumlara karşı bu duyguları beslememizdir. Yalnızca propagandanın, bütün bir sınıfı, ırkı ve ulusu yoketmek için, başka bir sınıfı, ırkı veya ulusu harekete getirdiğinin örneğini tarih bizlere bol bol vermektedir. Sevginin aksinin daima nefret olması gerekmez. Bu hal, daha ziyade, başkalarına karşı ilgi duymamakla ve onları umursamamakla kendini gösterir. Tanıdığım bir mistik kadını bir defa bana şunları söylemişti: “Kimseden nefret ettiğimi sanmıyorum, ama kimse ile de ilgilenmiyor ve kimseyi umursamıyorum.”
Katıksız ve mutlak bir sevgi, herkese karşı iyi niyet beslemeyi ve müsbet davranmayı gerektirir. Ancak bu davranışı, haksızlık yapan zorbalara karşı, yüreksiz insanların, müraice boyun eğmeleri haliyle karıştırmamalıyız. Zira, bu gibi durumlarda, zorbalığa boyun eğmek, halkın kayıtsızlığını artırarak, onları bezgin ve yılgın bir hale getirir. Böyle kısa görüşlü bir davranışın sonucu da, kilit noktalarının insafsız ve vicdansızların eline geçmesini sağlamaktan başka bir şeye yaramaz.
Mutlak sevgi, kötülüklerin hoşgörü ile karşılanması demek olmayıp, gerektiği zaman, insanların haklı dâvaları için, mücadeleye girişmelerini telkin eden bir ülküdür. Mutlak sevgi, bir insanı, bir sınıfı, bir ırkı, bir ulusu düzeltmek ve değiştirmek için gerekli bütün güçleri seferber edecek nitelikte olmalıdır. Mutlak sevgi, insanları birleştirmek ve dünyayı yenileştirmek için, açık ve gerekiyorsa katı bir mücadelenin bütün güç kaynağını teşkil etmelidir. Bu tür sevgilerle kalbi dolu olan bir kadın, kocasına şöyle diyordu: “Seni olduğun gibi seviyorum! Fakat seni ulaşman icabeden yüksekliğe çıkarıncaya kadar mücadele edeceğim.”
Dünyayı, yıkıntıya götüren güçlerden biri de, insanların yüreklerinde çöreklenen, acılık ve katılık duygularıdır. Fakat çoğunlukla, bu etkenler adaletli göründükleri için, insanlar bunlara katlanırlar. Ancak, insanların bu acı ve keskin yanlarının, adaletli olmayan yönleri kadar, kötü olduğu da bir gerçektir. Büyük zenci lideri Booker T. Washington şöyle diyor: “Beni, hiçbir kimse, kendisinden nefret ettirecek kadar alçaltmaya yeltenmemelidir.”
Washington’da yüksek mevki sahibi bir memur, bakanlıktaki bütün çabalarının, şefi tarafından boşa çıkarıldığı sanısına kapılmıştı. Bu ruh hâleti altında şöyle diyordu: “Şefim ile aramdaki ilişkiler, hayatımın en büyük kırıklığını ve acılığını teşkil etmektedir.” Fakat aynı memur, kısa bir zaman sonra, peşin hükümle verilmiş bu haksız kararı ve yaralanmış duyguların arkasına gizlenen yersiz gururu farkedince şefinden özür diledi. Daha önceleri, bakanlıkta esen ayırıcı ve zehirleyici havanın o anda dağıldığım ve yerine ılık bir barış havasının yayıldığını görerek kendisi de gönül rahatlığına kavuşmuş oldu. Karamsar ve yıkıcı davranışlarının, bütün kötülüklerini kaldıran bu gücü, memura, sağlam, insancıl ve akılcı bir düşünüş sağlamıştı. Karamsarlığa yakasım kaptıran bir insan, umutsuzluğa sürüklenir ve hiçbir kimseyi düzeltemeyeceği gibi, kendi karamsarlığını da ortadan kaldıracak gücü bulamaz.
Mutlak sevgi; insanların renklerine, sınıflarına, politik inançlarına ve milliyetlerine bakmadan, onların hayat standardını doğal ve normal bir duruma getirmek için, durmadan çaba harcamayı gerektiren gerçek sevgidir. Ancak, böyle bir inanış ve davranış, dünya çapında düşünen ve dünya için yaşayabilen, insan tipini yaratabilir. Bir önyargı ile politik ve ideolojik görüşler yüzünden yüzlerce seneden beri çeşitli kamplara ayrılan ve halkı da birbirlerine düşman olan dünyamız, birleştirici bir faktör olarak, böyle bir insana şiddetle muhtaçtır. Ancak bu suretle, bir beraberlik ve kardeşlik sağlanabilir ve düşmanlarımız da gerçek dostlarımız olmak yolunu tutarlar.
İnsan iradesiyle başa çıkabilmenin ve ona şekil verebilmenin tek yolu; mutlak mânevi kıstasları, samimi bir surette ve peşin olarak kabul etmek ve onu hayat boyunca, içtenlikle uygulamaktır.
İradeye istenilen şekli verebilmek için, mutlak mânevi ölçülerin uygulanmasından başka, bir de insanüstü çaba harcamak gerekmektedir. Modern savaşların korkunçluğu, açlığın, işsizliğin ve sefaletin acılan iradeye, istenilen şekli vermeye muvaffak olamadığı gibi, dikta devletlerin disiplini ve diktatörlerin zorbalıkları da, irade karşısında âciz kalmaktadır, İyi niyet, moral eğitimi, vaaz ve nasihatlar da uzun boylu bir başarı sağlayamamaktadır. Bizler de, meşhur terbiye metodlarımızla ve hayret verecek derecede artan bilgi hâzinelerimizle, yeni bir insan tipi yaratmayı başaramadık.
Fakat, bencillikle gözleri kamaşan ve nefislerinin kölesi olan insanları, bu tutkularından, radikal bir surette azad ederek, onlara doğru yolu gösterecek bir kudret vardır. Böyle bir kudretten nasibini alan kadın ve erkeklerin, uluslarına büyük hizmetler ettiklerini, üzerlerinde derin etkiler yaptıklarını ve yaşantılarını büyük ölçüde değiştirdiklerini tarih bize anlatmaktadır.
Burada, insanın aklına ister istemez bazı sorular gelir. Şöyle ki: Acaba bu insanların yaradılışlarında, diğer insanlardan farklı fevkalâde bir hal mi vardır?..
Acaba bu şahıslar, diğer insanlarda bulunmayan bazı nurlar ve kudretlerle mi cihazlandırılmışlardır?..
Hayır!.. Tarih bizlere, bu insanların da, dünyadaki her fâni erkek ve kadın gibi normal olarak yaşayıp hayatlarını tamamladıklarını nakletmektedir. Kaldı ki mânevi cihazlanma derneği tecrübeleriyle, bizlere, dünyanın herhangi bir köşesinde, lâyık olan her şahsın, murat ettiği mertebeye vararak, halka iyilik ve yenilik getirebileceğini isbat etmiştir.
Bir insan düşünmekle, kendi boyuna ve endamına bir şeyler ekleyemez. Herhangi bir düşünceyi, bir tek defa kafasından geçirmekle de, kendi karakterini değiştiremez. İnsanların vücutça gelişmesi ve büyümesi, dışarıdan alınan besin maddeleriyle kabil olmaktadır. İnsan tabiat ve mizacının değişmesi de, dışarıdan tesir edecek mânevi bir kuvvetin, şahsiyete enjekte edilmesiyle mümkündür. Bir insanın hayatındaki en önemli dönüm noktası, o şahsın dışarıdan gelecek telkin ve ilhamları kabul etmeye hazır bir mertebeye eriştiği andan itibaren başlar.
Bir insan nasıl ki, kendi perçeminden yakalayarak, kendi kendini düştüğü bataklıktan çıkaramazsa, yalnız kendi gayretiyle de kendini yenileyemez. Bunun için, belli bir zaman, yalnızlık içerisinde ve sükûnetle kalbini, kafasını ve ruhunu buna hazırlaması lâzımdır. Bu oluş, aslında çok basittir ve bunun açıklanması da kolaydır. Elektrik konusunda olduğu gibi!.. Bazılarımız, elektrikten çok anlarız, bir kısmımız ise az. Fakat hiçbirimiz bunun ne olduğu gerçeğini bilmeyiz. Ancak elektrik düğmesini çevirdiğimiz zaman, ampulün ışık verdiğini görürüz. Karanlık bir yerde, elektriğin nasıl ışık verdiğini bilmediğini ileri sürerek, elektriğin düğmesini çevirmekten kaçınması için, bir insanın aptal olması lâzımdır.
Karanlık bir yerin aydınlatılması için, elektrik düğmesinin çevrilmesi pratik bir işlemdir. Yalnızlık ve sükûnet içerisinde, kendim dinlemek de, bir insanın karakterine şekil verebilmesi için, yapacağı pratik bir işlemdir. İnsanlar, mutlak bir yalnızlık ve sükûnet içerisinde, düşünmek ve dinlemek durumuna geçtikleri zaman, benliklerinde bir ışık parlar ve bir güç akımı meydana gelir .
Bu mertebeye varan insanlar, ilk önce uyanan vicdanlarının yükselen sesini duymağa başlarlar. İnsanların, dürüstlük,. diğerkâmlık, ruh temizliği ve derin bir sevgi ile cihazlanmasını sağlayacak olan bu mertebe, onların olaylara doğru açılardan da bakmasını sağlar. Bu suretle, insan olarak kendi şahsi hatalarımızı görmeyip başkalarının kusurlarını mübalâğalı bir şekilde büyültmek hastalığından da kurtulmuş oluruz. Yeni kazanacağımız bu manevi kavram, başaşağı duran tersine dönmüş kişiliğimizin de düzelmesini sağlar, artık bencil olan benliğimiz de idealimiz olmaktan çıkar. Bu kişiliğin perçinlenmesi için, uzunca bir zaman, mutlak bir yalnızlık ve sükûnet süresi geçirilmesi lâzımdır. O zaman, ancak, varacağımız mertebeye ulaşmak için, tırmanmaklığımız gereken merdivenin ilk basamağına ayak atmış oluruz.
Vicdanımızın sesinin yükselmesine fırsat verdiğimiz anda, irademiz, yapmış olduğumuz yanlış bir davranışı düzeltip düzeltmeyeceğimiz hakkında, karar vermek durumuna gelir. Bu, bizim hakkımız olmadan aldığımız bir paranın geri verilmesi gerektiği şeklinde ortaya çıkabilir. Bir iş adamının akima birdenbire, ödemediği bir vergi gelir. Derin bir nefes aldıktan sonra, beyannameyi doldurur ve vergi dairesine gönderir. Yersiz bir hırs veya kıskançlık yüzünden, haksız olarak, tenkit ettiğimiz bir şahıstan özür dilemekliğimiz gerekebilir. Ailemize karşı, yepyeni bir ruh hâleti ile, dürüst ve namuslu davranmamız lâzım gelebilir. Takatimiz ölçüsünde, her şeyi iyiye götürmek için çaba harcadığımız zaman, yüreğimizi mengene içine almış olan bencil duygulardan ve boş gururlardan kurtulduğumuzu ve hafiflediğimizi hissederiz.
Her gün kendimizi dinlemek üzere, sükûnete ayırdığımız anlarda, düşüncelerimizi yazmak, bir çoklarımız için en iyi ve sağlam bir yoldur. Aksi halde gururumuz, tutmak istedi
Kimiz doğru yoldan bizleri saptırmak için, şeytanca usullere başvurarak, düşüncelerimizi yok edebilir. Korku ve kuruntu dahi, yapmak istediğimiz iyiliklerden bizleri alıkoyabilir. İşte bu nedenlerle, yersiz gurur, korku ve kuruntu yüzünden, yapmayı tasarladığımız, hafızalarımızdaki fikirlerin silinip süpürülmesine karşı bir çare olarak, düşüncelerimizi yazmak en güvenilir bir yoldur. İnsanlar, sükûnet halinde iken düşündüklerini yazıya dökmezlerse, ruhlarının zincirleme bir şekildeki olgunlaşma mertebelerini izleyemezler; istenilen hedefe varmanın çok güç olduğu tecrübeyle ispatlanmış bir gerçektir.
Her gün belli bir zaman, sükûnet haline geçerek düşünmeyi bir âdet haline getirirsek, kısa bir zaman sonra, her zamankinden daha açık ve doğru düşünmeye başladığımızı görürüz. Hırs, korku ve kuruntu kapakçıkları, emniyet altına alınmış bir ruhun sahibi, başka insanları düşünecek ve bu arada kendi problemleriyle beraber onların da problemlerini, daha kolay çözecek özgürlüğe ve güce kavuşur. Ancak böyle bir ruhun sahibi, dost ve düşman bütün insanları, toplumları ve ulusları değiştirmek için bir plân yapacak gücün ve açık düşüncenin sahibi olabilir.
Vicdanının ve kalbinin sesini duyacak mertebeye varmış olan insanlar için, bir ilham kaynağı daha vardır ki, bunu tadanlar sıradan bir insan iken, fevkalâde bir duruma gelirler. Bu ilâve kudretin sırrına eren şahsiyetler, diğer insanların ve milletlerin, gerçek ihtiyaçlarına nüfuz ederek onların uğradıkları zorlukları ortadan kaldırırlar. Bizlere de, bu mertebeye varmak için, kişiliğimizin ve karakterimizin teşekkül etmesini sağlayacak yolu ve yönü gösterirler. Bu kudret, insan akıl ve mantığından çok daha üstündür. Peygamberler ve onlara inanan ümmetleri, bu kudretin ilhamı ve ışığı altında yaşamışlardır. Bu kudret insanlara, yaşantıları boyunca nasıl davranmaları gerektiğini gösterir. Bu sırra ermiş olan şahısların, insanlığa, sayısız ve paha biçilmez hizmetler ettiklerini, tarih bizlere nakletmektedir.
Bu sırra eren, Özgür toplumun mimarlarından “Lincoln” şöyle diyor: “Külli iradenin var olduğuna ve bunun Allah’tan geldiğine dair, asla şüphe edilmeyecek birçok kesin delillere sahip bulunuyorum. Yapılması veya yapılmaması icabeden hususların, şu veya bu şekilde ve fakat açık bir surette, bana ilham edildiğine birçok defalar şahit oldum.” Bu İlâhi kudrete lâyık olan ve onu isteyen her şahıs, dünyanın her yerinde onu bulabilir. Bir mistik bana şunları söylemişti: “Cenâbı Hakk’ın, ne zamandan beri, kullarına seslenmediğini ve onlardan vazgeçtiğini, daima kendi kendime sorardım. En sonunda, Allah’ın kullarından vazgeçmediğine ve fakat kulların, Allah’ın sesine kulak tıkadıklarına inandım.”
Her sınıftan, her ırktan ve her ulustan, yüzbinlerce insanın, kendilerini günün gürültüsüne kaptırmadan, sabahın erken saatlerinde, gerçek bir sükûn içinde dürüst ve riyâdan uzak bir ruh haleti altında, düşüncelerini kâğıt üzerine döktüklerini düşünelim: Disiplinli bir tarzda kâğıt üzerine yazıları bu düşüncelerin sahibi, onları hayatı boyunca uygularsa, olgun bir benliğe ve sağlam bir karaktere erişir. Diğer insanlara karşı duygularında ve davranışlarında büyük değişiklikler meydana gelir ve bu suretle de toplumlara giden, mânevi devrim yolu hazırlanmış olur.
Burada, unutulmaması icabeden önemli bir nokta vardır, o da: Düşüncelerimizin doğruluğunu ve geçerliliğini tesbit etmek üzere, onları esaslı bir incelemeden geçirmekliğimizin ve güvenilir mihenk taşlarına vurmaklığımızın lâzımgeldiğidir. Zira, bencil arzularımız, akıl ve mantığımız üzerinde etki yaparak onu yolundan saptırabilir.
Allah tarafından gönderildiklerini iddia eden ve her yaptıkları işte ilhamın Cenâbı Hak’tan geldiğini ileri süren, birtakım insanlar ortaya çıkmıştır. İsteklerine karşı konmasına tahammül edemeyen bu diktatör yaradılışlı şahısların, milyonlarca insanı, nasıl büyük felâketlere sürüklediklerini, dünyamız acı tecrübelerle öğrenmiş ve bunun bedelini de masum insanlar ödemişlerdir. Bu gibi hallerde, uygulanmak üzere ortaya atılan düşünceler derinden derine incelenmeli ve bunların mutlak bir dürüstlüğe, diğerkâmlığa, ruh temizliğine ve engin bir sevgiye dayanıp dayanmadığı araştırılmalıdır. Şayet bu düşünceler veya bu düşüncelere dayanan plânlar üzerinde, en ufak bir kuşku belirirse, bu takdirde bunların olgunlaştırılması yoluna gidilmesi için çaba harcamak lâzımdır. Bununla da yetinmeyerek, bu düşüncelerin güvenilir şahısların etüdüne tâbi tutulması ve fikirlerinin alınması çok faydalı olur. Bilindiği gibi, bir odanın pencere sayısı ne kadar fazla olursa, o odaya o kadar fazla ışık girmesi sağlanmış olur. Ortaya atılan bir düşünce ve buna dayanan plânlar üzerinde inceleme yapan, bilgili ve olgun insanların tavsiyelerine uyularak meydana konan yanlışlıkların düzeltilmesi cihetine gidilmezse, bu davranışın bir inat mahsulü olduğu kendiliğinden belli olur, inat mahsulü bir düşünceye dayanan bir plân, eksik ve hattâ sakat olacağından insanlığa bir yarar sağlaması mümkün değildir.
İlhamın sırrına eren bir şahsın, tek başına, insanların ve ulusların problemlerini açıklaması hattâ çözümlemesi belki kabil olabilir. Ancak, bu mertebeye eren toplulukların, insanlığa, bir şahıstan çok daha fazla hizmet edeceği, yararlı işler yapacağı şüphe götürmez bir gerçektir. Bu durumda olan ve birlik, beraberlik içinde bulunan bir insan topluluğunda ise, fertlerin birbirlerine ne kadar muhtaç olduklarını, kendileri açıkça görürler. Meydana gelen bu durumun insanlar üzerinde yapacağı etkiler, bir devrimin (rönesans) etkisinden az değildir.
Aile ocağı, mânevi devrimle karşılaşmıştır. Ana, baba ve çocuklar, aile içindeki diktatörlüklerine, gönül rızasıyla, kendileri son verirler, bunun yerini ahenkli bir beraberlik alır. Baba oğula, oğul babaya karşı dürüst davranmağa başlar. Korkudan, kuruntudan ve yersiz utangaçlıktan doğan gizliliğe lüzum kalmaz. Ailenin bütün fertleri arasında, karşılıklı içten gelen saygı ve sevgiye dayanan bir arkadaşlık ruhu doğar ve bir birlik meydana gelir. Artık komplekslerin ve moral çöküntüsünün yerini, gelecek kuşakların mimarları olacak olan gençliğin zaferi almış ve aileler de topluma güç ve neş’e aşılayacak birer ocak haline gelmişlerdir.
İş adamları, birinci derecedeki görevlerinin, dünyanın yemlenmesi için çaba harcamak olduğuna inanırlar. Bu da yurt ekonomisine büyük bir canlılık getirir. İşçiler de, adaletli ve emniyetli bir dünyanın yaratılması için verilecek savaşta, işverenlerin kendilerinin müttefikleri olduğunu keşfederler. İşverenlerle işçiler, karşılıklı olarak, birbirlerine muhtaç oldukları sonucuna varırlar. Burada, en önemli olan nokta, ekonomik hayatta “kimin haklı olduğu” değil “neyin adaletli olduğu” hususunun ortaya konulmasıdır. Bu espri altındaki davranışın, dünyanın sayısız ve çeşitli işletmelerindeki insanlar üzerinde, sınıf kavgalarından çok daha büyük ve güçlü bir etki yaptığı görülür.
Devlet adamlarının, idarecilerin, işverenlerin, işçilerin, hülâsa bütün insanların, kafalarında ve kalblerinde yeşeren bu ülkü, adaletli ve emniyetli bir dünyanın yaratılması için, elele vermelerini sağlar. İlâhi hitâba kulak veren, ayrı partililerin politikacıları, yurt hizmetinde yürünecek ortak bir yolu bulurlar. İnsanlar, sınıf kavgalarının, bütün ırk kuruntularının ve şovenizmin peşin hükümlerinden sıyrılarak, kendi problemleriyle birlikte, diğer ulusların da problemlerini çözümlemek için çaba harcarlar. Basın, bu sorunun cevabını sabırsızlıkla bekleyen, milyonlarca insan bulunduğunun, birdenbire farkına varır.
İlâhi adalete inanan ve onu en üstün otorite olarak kabul eden, bütün ırkların, sınıfların ve ulusların insanları elele vererek, yeni bir dünyanın temellerinin atılmasına çalışırlar. Bunun sonucu olarak da, işletmelerde, köylerde, aile ocaklarında, parlâmentolarda, okullarda, bürolarda, hülâsa bütün dünya yüzünde, hücreleri daima artan ve genişleyen bir şebeke kurulmuş olur. Bu hücreler ise, yeni çağdaş toplumun üreme merkezlerini meydana getirirler.
İlâhi hitaba kulak veren, yaratıcı kudretten ilham alarak mutlak kıstaslara göre, dürüstlüğü, ruh temizliğini, diğerkâmlığı ve derin sevgiyi hayatlarında kendilerine rehber eden, şahıslar ve toplumlar, diğer insanların ve ulusların iradeleri üzerinde etki yapacak bir mertebeye ulaşabilirler.
Bir şahsın yemlenmesi işlemi, doğal olarak beş etapta meydana gelir. Bunlar da sırasıyla: örnek, durum, bağlarından kurtulmak, netice ve karardır.
Diğer herhangi bir şahsı değiştirmeyi başarabilmek için, buna teşebbüs eden insanın, her şeyden evvel, gerçekten yürekten inandığı doyurucu bir ideolojiye sahip olması icabetMektedir. Bundan başka da, bu yeni insan tipini, nefsinde temsil etmesi lâzımdır.
Norveç Parlâmento Başkam Dr. C. J. Hambro vaktiyle Buchman’ı ülkü arkadaşlarıyla birlikte memleketine davet ettiği zaman, yeni insan tipi hakkında şunları söylemiştir: “Yeni insan tipini nefislerinde yaşayan bu kadınlar ve erkekler, bizlerde eksik olan, yüksek bir yaşantı düzeyine varmışlardır. Onlar, bencilliklerini unutmayı başarmışlar ve yardıma muhtaç olan diğer insanlara her an yardım ve hizmete hazır bir duruma erişmişlerdir. Bizler gerçekte, şahsiyetimizi olgunlaştıran cevherlerin bulunduğu hâzinenin anahtarlarını kaybetmiş durumdayız. Kalbimizin gizli bir köşesine gömdüğümüz ve sonra da orada unuttuğumuz ve lâzım olduğu zaman da arayıp bulamadığımız değerler üzerinde, onlar açık doğal bir şekilde konuşmaktadırlar. Kusurlarını ve eksikliklerini açık yüreklilikle itiraf edip af dilemesini bilmektedirler. Bir kimseye haksızlık ettikleri zaman, bunu tamir etmek yoluna gidecek kadar, bencillikten ve boş gururdan yakalarını kurtarmışlardır. Yepyeni bir ruha sahip olan bu insanların, toplum içerisinde hiçbir kimseden gizli bir şeyleri bulunmadığı için, korkudan ve kuruntudan uzak yaşadıkları ve mutlu oldukları açıkça görülmektedir.” Toplum içerisindeki insanların mânevi ihtiyaçlarına cevap verecek mertebeye erişen yeni insan tipinin, üç özelliğe sahip olması lâzımdır.
Birçok manevi değer ve nitelik isteyen bu görevin b aşariyle yerine getirilebilmesi için, onu üzerine alacak insanın herşeyden önce, dürüst, tabii ve gerçekçi olması lâzımdır. Birçok insan yaşantısını dile getiremez ve konuştuğunu da yaşayamaz. Bu sebepten de sözleri inandırıcı ve etkili olamaz. Yalnız nefse karşı dürüst olmak da yeterli değildir. Başarıya ulaşabilmek için bir insanın nefsine karşı dürüst olması ile beraber, bu alanda vaktiyle karşılaştığı başarısızlıklar sonucunda kendisinin dahi gayesinden vazgeçecek derecelere geldiğini ve arasıra bu yoldan sapmak üzere bazı adımlar bile attığım ortaya dökecek kadar açık yürekli olması lâzımdır. Böyle bir insanı, ne rol yapan bir şahıs ne de mürai bir tip olarak damgalamağa hakkımız olmamalıdır. Ancak bu tipte ve karakterde olan insanları diğer şahıslar da anladıkları için onlara yüreklerini açarlar.
Dr. Buchman bu alanda şu sözleri söylemektedir: “Bizler kendi nefsimize olduğu kadar toplum içindeki varlığımıza karşı da dürüst olmalıyız. Bu, hepimizin öğrenmesi lâzım gelen bir fazilettir. Eğer onu öğrenmek lüzumunu duymazsak, Allah yardımcımız olsun. Çünkü bizler bu erdemliği yalnız kendi nefsimiz için değil, çocuklarımızın geleceği ve mutluluğu için öğrenmek mecburiyetindeyiz. Ancak bu suretle, çocuklarımız kendiliklerinden kalblerini bize açarlar ve yaşantılarının bütün bölümlerini, bu arada uğradıkları güçlükleri açık yürekle önümüze sererler. Bunun sonucu olarak da gençliğin güveni ve sevgisi kazanılmış olur. Etrafımızda daimi surette kalabalık bir gençlik topluluğunun bulunmasının sırrı da budur. Çünkü gençlik kendisini iyilik meleği olarak ortaya atan ve bilgiçlik taslayan insanlardan kaçar.
Ancak vaktiyle kendisinin de, aynı yollara saptığını açıkça söyleyecek kadar, nefsine karşı dürüst olan şahısların ve gençliğin bazı davranışlarını anlayacak kadar hoşgörü sahibi insanların yanına koşar.”
(*) Büyük Türk düşünürü Mevlânâ Celâleddini Rumi, bunu 700 yıl önce şu veciz sözlerle ifade etmiştir: “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.”M. San
Şahıslarla teker teker uğraşmayı güç buldukları için, hayatlarının kalan kısmını topluma armağan eden filozofların, bu davranışlarını anlayışla karşılarız. Şahsi ilişkilerinde aşırı derecede içe kapanıklık gösteren ve bir cehennem kadar karanlık olan bazı insanları tanırız. Bu insanlar, hayır cemiyetlerine yardım konusunda, inanılmaz cömertlikler gösterirler. Demek onlar da insanlarla teker teker uğraşmayı göze alamadıkları için bu yolu tercih etmektedirler. Hâlbuki insanlara gerçekten yardım etmek isteyen her şahıs, her şeyden önce insanları teker teker tanımak için ciddi çaba harcamalı, göze batacak sivri davranışlarda bulunmaktan ve karşısındakini minnet altında bırakacak hareketlerden kesin surette kaçınmalıdır. Hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir güçlük karşısında yılmadan, sabrını yitirmeden, çileden çıkmadan ve hattâ homurdanmadan, içten gelen gerçek bir sevgi ve şefkatle bu yardım yapılırsa, hedefine ancak o zaman varabilir. İnsanların kalbini kazanmak için, şahsiyetin anatomisini bilmek ve insan tabiat ve mizacının derinliklerine nüfuz etmek lâzımdır. Kendisini ön plâna sürmeden, insan haysiyetini ve vakarını incitmeden, büyük bir incelikle hitap etmesini bilenler, ancak, insanların tabiat ve mizacım iyiye doğru yöneltmeyi başarabilirler. Bir toplantıda, herkesin kendisini evinde hissedecek bir atmosferin yaratılmasını sağlamak için çaba harcayanlar ve bunda da başarılı olanlar, ancak insanlara yardım edebilirler. Böyle bir ortamın yaratılabilmesi için çok dikkat sarf etmek, titizlikle hareket etmek ve her şeyi en ince ayrıntılarına kadar yerli yerinde uygulamak lâzımdır. Bir odanın döşenmesinde, misafire yapılan ikramın şeklinde veya bir mektubun yazılışında bu sevgi ve incelik kendini gösterir. Karşısındaki insanların ilgilerini çekecek surette, onların huylarını ve zevklerini öğrenmek zahmetine katlanacak kadar onlara önem vermeliyiz. Eğer bizler, ayakkabısında delik bulunan bir kimseyi gördüğümüz vakit, kendi ayağımızın üşüdüğünü hissedersek, ancak o takdirde, dostluğun inceliğini kavramış ve diğer insanlara yardım edebilmek sanatının basamaklarına ayak atmış oluruz.
Bizler, çoğunlukla fazla konuştuğumuz için, insanlara yardım etmek fırsatını elimizden kaçırırız. Bir görev yüklendiğimiz zaman, bunun yerine getirilmesi sırasında, kendi yaşantımızın söylediklerimizden çok daha inandırıcı olduğunu unuturuz. Halbuki, insanların kalblerini ve güvenlerini kazanabilmenin bütün sırrı, onları sabırla dinlemek sanatında gizlidir. Yüreğimiz ne kadar rahatsız olursa, o derece fazla konuşuruz. Toplantıda bulunan diğer insanları unutarak, yalnız kendi nefsimizi düşündüğümüz için, konuşmalarımızda devamlı surette şahsımızı ortaya atar ve bu suretle de her toplantının odak noktasını teşkil etmek sevdasına düşeriz. Bizim söyleyeceklerimizin, toplantıda bulunan herhangi bir şahsın söyleyeceğinden daha önemli olduğunu sanarak çok konuşmaya başladığımız zaman, mantık silsilesini kaybeder ve çoğunlukla gülünç durumlara düşeriz. Eğer bizler; insanlara, gerçekten muhtaç oldukları şeyleri vermek istiyorsak, bu takdirde, bizim onlara söyleyeceklerimizin değil onların bize söyleyeceklerinin çok daha önemli olduğunu, öncelikle bilmeliyiz. Geveze bir adamın, insanlığın ciddi bir problemini çözümlemek hususunda, bir işe yaramayacağını asla hatırdan çıkarmamalıyız. Çünkü, aklı başında olan bir insan, kendisine ait bir problemin çözümlenmesi için, dilini tutamayan bir boşboğaza asla bel bağlayamaz.
Dr. Buchman bir seminerde şunları söylüyordu: “Bazılarımız, çok konuşmakla, durup dururken kendimizi suçlu duruma düşürmekteyiz. Bu şekilde davranarak, uluorta konuşmakla, hiçbir kimsenin kalbini kazanamayacağımızı ve hiçbir kimseye mânevi destek sağlayamayacağımızı bilmeliyiz. Yerinde ve sırasında susmasını bilen insan en güzel konuşmayı yapmış olur. Herhangi bir konuyu çok iyi bildiğimiz halde, karşınızdaki bu mevzuda bir şey söylemeden, sizler de ağzınızı açmayınız. İnsanların kalplerini, sevgilerini ve güvenlerini kazanmanın bütün sırrı budur. Aksi halde, kan beyninize hücum edinceye ve yüzünüz morarıncaya kadar mânevi cihazlanma hakkında konuşsanız ve büyük meseleler üzerinde fikir yürütseniz dahi, yine de bir fayda sağlamadığım göreceksiniz. İhsanların nutuk çekerek değil, sükût içinde dünyaya geldiğini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız. Bu konuda eğer sizlere bir fikir verebildimse kendimi mutlu sayarım.”
Her şeyden önce, yeni insan tipini, içtenlikle duyarak bunu kendi nefsimizde yaşamamız lâzımdır. Bu birinci adım olacaktır. Tatmin edici bir ülküyü kendi nefsinde yaşayan bir şahsın, bunun diğer insanları nasıl mutlu edeceğini göstermesi için çaba harcaması lâzımdır. Bu da atılacak ikinci adım olmalıdır.
Lenin, 1909 yılında şunları söylüyordu: “Bir sınıfa dayanmayan hiçbir ideoloji olamaz."
Lenin bunu söylemekle komünizm ideolojisinin tek bir sınıfa inhisar ettiğini ortaya koymuştur. Halbuki mânevi Cihazlanma, bütün sınıflar, ırklar, uluslar ve bütün insanlar için bir ideoloji bulunduğunun en kesin ve inandırıcı örneğini vermektedir. Hiçbir kimseyi dışarda bırakmayacak surette, herkese kapılarını açmakta ve ideolojisinin temelini insanların değişmesi esasına dayamaktadır. Çünkü değişmek iyiye doğru gitmek için ve aralarındaki farklara bakmaksızın insanlara birleşmek için güç verir.
Bu atom çağında ise, dünyayı birleştirecek bir devrimi yaratacak güçte olan bir ideoloji, ancak insanları tatmin edebilir.
Bombay’da yayınlanan Bharat Jyoti, 16 Kasım 1952 sayılı nüshasında şunları yazıyordu: “Komünizm, dünyayı birleştirecek kadar, büyük ve güçlü bir ideolojiye sahip değildir. Kapitalizm de öyledir. Gerçi mânevi cihazlanma bunlara karşı değildir. Fakat her ikisinden de büyük ve güçlüdür. Çünkü o, diğer iki ideolojinin hiçbirisinde bulunmayan, insanların tabiat ve mizacını değiştirmek gibi, inkılâpçı bir ülküye sahiptir.
İnsanların tabiat ve mizacım değiştirebilecek olan bir ideoloji toplumların karakterlerinin şekillenmesini sağlayacak ve bu suretle de ulusların ekonomik, sosyal ve politik hayatlarını da değiştirecek güçte olmalıdır. İnsanların yüreğindeki katılığı, korkuyu ve endişeyi uzaklaştıramayan, zorbalık ve tahakküm arzusunu söndüremeyen bir ideoloji, insanlığa gerçek barışı ve güvenliği getiremeyecek kadar güçsüzdür. Halbuki; insanların tabiat ve mizacını, bütün dünyada değiştirmeyi başaramadığımız sürece, insanlığı savaşa ve kaosa götüren bugünkü yolda yürümeye devam edileceğini bilmeliyiz. Böyle bir ideolojinin gerçekleşebilmesi için, bütün güçler ve imkânlar ortaya konulmalıdır. Bizler; bütün dünyayı değiştirmeyi hedef alarak dünyanın dört bir köşesine yayılan ve kararından asla dönmeyecek olan idealist bir savaş takımı kurmak mecburiyetindeyiz. Bu kesinlikte bir karara varılmazsa, şu veya bu fırsatta, birkaç kişiyi belki iyi bir yola sevkeder ve onları mutlu kılarız. Fakat ancak, bu şekilde kesin bir kararla ve kendimizi taahhüt altına sokmak suretiyle ve hayatın bütün alanlarını kapsayan bir ideal ile dâvasına inanmış kapitalistleri ve Komünist militanları kazanabiliriz. Toplumun yeniden inşası için, dürüst bir şekilde etkili yol arayan şahıslar, işte o zaman doğru yolu bulduklarına inanırlar.
Dünyanın geleceğini yakından ilgilendiren bu ideolojik savaş sırasında, gözönünde tutulması gereken en önemli nokta Rusya ile Çin’i bu hususa inandırıp inandıramayacağımız meselesidir. Gerçi bu ideoloji, her iki Komünist devletin bugün sahip oldukları ideolojiden daha sağlam ve büyüktür. Ancak, onlara bu inanışı, vermek için, her şeyden önce, bizim endüstri, politik, sosyal, ulusal ve şahsi yaşantımızda bu ülkü üstünlüğünün kendisini göstermesi lâzımdır. Barış ve emniyet için yaptığımız plân ve programlar eğer bu hususları kapsamıyorsa, bu takdirde bu alandaki çabalarınız hiçbir işe yaramayacaktır. İşte o zaman, bizler, askeri alanda bir meydan okumaya kendimizi hazırlamalıyız. Belki bununla da yetinmeyerek aynı zamanda ekonomik ve politik bir meydan okumayı da göze almalıyız. Her şeyin sonuçta buna bağlı olmasına rağmen; karşı tarafın ideolojik bir meydan okumasıyla asla karşılaşmayacağını bilmeliyiz. Çünkü onlar, ideolojilerinin güçsüzlüğünü idrâk etmektedirler. Mutlak bir sorumluluk yüklenmek ve bunu içtenlikle ve bütün irademizle kabul ederek meydana koyacağımız bir programı ciddi şekilde uygulamak suretiyle, başarıya ulaşacağımızı bilmeliyiz. Ancak büyük devrimleri başarabilecek bu çapta bir program, inkılâpçı ruhları kendisine çekebilir.
Vücutça hastalandığımız zaman, bizi muayene eden doktor, hastalığın belirtilerine göre, bir teşhise vararak ilâç verir ve doktorun verdiği ilâç, bizi şifaya kavuşturabilir. Mânevi marazlarda ise, kati bir teşhise varılmadan uygulanan bu usûl hiçbir sonuç vermez. Mesele iradeye dayanıyorsa, o zaman bu tedavi şekli, birinci katın penceresinde duran bir adamın gözüne, bir üst katın penceresinden aşağıya damlatılan göz ilâcının etkisinden öteye geçemez.
Moral çöküntüsünün karakter üzerindeki etkileri tıpkı maddi hastalıkların vücudumuzda yaptığı yıkıntıya benzer. Her ikisi de doğru bir teşhisin yapılabilmesi için gerekli belirtileri gösterirler. Nasıl ki bir doktorun, hastanın şifa bulacağı ilâcı vermek için hastalığın belirtilerini görmesi icabediyorsa, bir inşam yenilemek için de, her şeyden önce o şahsın moral eksikliklerini tesbit etmek ve ideolojik kanaatlarını bilmek lâzımdır. Bir insanın ideolojisi, o şahsın uyguladığı moral kıstaslarına göre şekil alır. Esasen bu iki kavramdan her birisi, diğerinin aynasıdır. Mutlak mânevi ölçüleri uygulamayan bir şahıs, ister terörist/anarşist olsun isterse kapitalist, eninde sonunda bu dünyada bir bencillik ve katılık hüviyetini iktisap eder. İşte bu sebepler yüzünden de, dünyamızda bugün için ne bölünmelere ve ne de sömürüye bir çare bulunabilmektedir. Yine bu nedenlerle antiteröristler, teröristliğin katılığına karşı çare bulamamakta ve diktatörlüğün zorbalığına karşı duramamaktadırlar. Yalnız mutlak mânevi kıstaslar göz önünde tutularak düzenlenen bir plân, hayat boyu uygulanırsa, ancak insanlığa musallat olan materyalizme deva bulunur ve toplumların parçalanmasının ve sömürülmesinin önüne geçilebilir. Mutlak mânevi kıstasları samimiyetle kabul edip onu nefsinde yaşamayanlar, bayılıncaya kadar terörizme karşı mücadele etseler bile, hiçbir sonuca varamazlar. En sonunda, nefret ettikleri materyalizme karşı üstelik kendi kişiliklerinde, bir uzlaşma eyleminin kuvvetlenmekte olduğunu görürler. Bir Marksist de, kan tepesine çıkıncaya kadar kapitalizm ile mücadele edebilir. Ancak mânevi değerlerden yoksun olan kişiliğinde birikmiş katılık ve bencillik onun bütün çabalarını boşa çıkarır. Marksistlerin; kendi saflarında bile, barışçı ve adaletli bir toplum düzeni kuramamalarının en önemli sebeplerinden birisi de, şuur altına yerleşen, mânevi değerlerden yoksun ve insan sevgisinden mahrum katılıktır. Yarım yamalak uygulanan manevi değerler ile ideolojik şaşkınlık, birbirinden ayrılmayan iki yoldaştır. İnsanların çözümlenmemiş moral ve ideolojik problemleri, kişilikleri ve yaşantıları üzerinde, birtakım belli izler bırakır. Bu izler üç esas noktada kendilerini açığa vururlar: Seks, emniyet duygusu, başarı çabası. Gerçi her insanda bunların belirtilerini görmek mümkündür. Ancak, şahıslara göre, bunlardan birisi diğerlerinden daha etkili bir şekilde kendisini hissettirir. Bir misal ile aydınlatalım: Kapitalistlerde, genellikle emniyet faktörü ön plânda yer alır. Buna karşı teröristlerde başarı çabası ön plânda gelir. Esas mesele, doğru bir netice elde etmek için teşhisin doğru yapılmasıdır. Nasıl ki bir operatör doğru bir teşhis yapmadan operasyona kalkarsa, neşterini illetin odak noktasına vuramayacağı için, başarı ümidi o oranda az olur. Şahıslar, yaptıkları ve yapmadıkları hareketlerle kendilerini ele verirler. İnsanların karakterlerine yeni şekil vermek isteyenlerin ise, şahısların davranışlarının ifade ettiği mânayı iyice bilmeleri lâzımdır.
Hayatlarında, aşın derecede utangaçlık gösteren ve anormal ürkek olan insanların, moral çöküntüsünün etkisi altında ezildikleri sonucuna varmak hiç de hatalı sayılmamalıdır. Bu gibi şahısların en özledikleri şey yalnızlıktır. Birşeylere bağlı oldukları hissini uyandıran bu davranışları ve sessizlikleri, hiç de doğal değildir. Hareket hatları, köşeli, sert, dağınık ve perişandır. Karakterleri; erdemlik ve iyilikle ilgisi bulunmayan ve net bir nitelik göstermeyen sahte bir yumuşaklık taşır. Bu hal ise, hak ve adalet hakkında, net bir kavrama sahip olmayan şahısların çehrelerinde görülen silik ve mânâsız bir yumuşaklıktır.
Bir insanın giyinişi; hangi renkleri tercih ettiği, nasıl bir ayakkabı giydiği, saçının kestirilme şekli, konuşma tarzı, erkeklere ve kadınlara karşı davranışı, o insanın moral problemlerini açığa vuran bir aynadır. Bu belirtiler bir erkeğin homoseksüel olup olmadığını gösterir. Gerçi, podösüet [Yumuşak, yüzü ince havlı bir tür deri, süet: ] ayakkabı giyen bütün erkekler homoseksüel değildir. Fakat Avrupa ve Amerika’da, bu cins ayakkabılar, çoğunlukla homoseksüeller tarafından giyilir, bu erkekler, genellikle yeşil rengi tercih ederler. Mendillerini göze batacak şekilde dışarıda bırakırlar, saçlarını uzatmak eğilimini gösterirler, parfüm sürünürler, kelimelerin üzerine basarak konuşurlar. Hareketleri ve davranışları kadınlara benzer. Çoğunlukla güzel sanatlara karşı kabiliyetlidirler. Kendilerini teşhir etmeğe meraklıdırlar. Çok zalim ve intikamcı olabilirler. Esasen sadizmin kökünü, cinsi sapıklıkta aramak hiç de yanlış olmaz. Bu gibi insanlar genellikle, cilveli, şımarık ve kaprisli haller gösterirler.
Karşı cinse aşırı ilgi gösteren, hayatlarını bu yolda tüketecek derecede şehvetin esiri olanlar, çoğunlukla mütecaviz, öfkeli olurlar ve en ufak bir nedenle hindi gibi kabarırlar. Karısını aldatan erkekler, çok konuşurlar ve daima mübalâğalı hareketler yaparlar. Ve artan neşeli davranışlar göstermeye meylederler. Nefislerinde bir çöküntü yaratacak kadar seksüel tutkuya yakasım kaptıranlar, özellikle ham ve sahte bir sofuluk taslarlar. Herkesi kendisine açındıracak surette konuşan insanlar ruh kirliliğinin etkisi altındadırlar. Bir kadının giyinişi, makyajı onun kişiliği hakkında teşhise yarayan en önemli faktörlerdir. Dudak boyasının rengi, elbisesinin biçimi, dikkati çekmek isteğinin birer belirtisidir. Macera peşinde koşan erkekler için bunlar birer sinyaldir. Hangi cinse mensup olursa olsun, aşırı şehvetin esiri olanlar, sigaraya, alkole, beyaz zehire kolaylıkla yakalarını kaptırırlar. Bu gibi şahıslar gerek kendi cinslerine, gerekse karşı cinse, sebepsiz ve lüzumsuz el, kol ve omuz hareketleriyle sürünürler, işte bu teklifsiz ve laubali davranışları ile de kendilerini ele verirler. Esasen cinsi sapıklar arasında dirsek teması hemen herkesçe bilinen bir işarettir. Cinsiyet problemleriyle başedemiyen insanlar, topluma ve fertlere karşı hiçbir ilgi duymazlar. Konfora düşkündürler. Diğer insanların ihtiyaçları, hattâ felâketli durumları onlar üzerinde en ufak bir etki yapmaz. Sonuçları çok ciddi olan meselelere karşı bile, dikkati çekecek bir hafiflik ile çabucacık karar verirler. Ekonomide, politikada, sosyal meselelerde, hulâsa hayatın her alanında, prensipten fedakârlık etmek suretiyle sonuca varmayı, normal bir başarı sayarlar.
Aşırı derecede güvenlik tutkusuna yakasını kaptıran insanlar, daimi surette korku içindedirler. Olduklarından daha fena duruma düşmek korkusu ve kuruntusu her an yüreklerini kaplar. Gururları ise, bu korkularını belli etmemeğe onları zorlar. Bu gibi şahıslar vücutlarını dik tutmak ve çehre hatlarına keskin ve sert bir görünüş vermekle, korkularını saklamağa çalışırlar. Bu suretle davranmakla da, diğer insanlara karşı, kendi nefislerine olan itimatlarının, bir belirtisini verdiklerine inanırlar. Hâlbuki böyle bir görüntü, korkunun doğurduğu ölçüsüz bir sertlik demektir. Bu sertlik marazi bir korkunun izlerini taşır. Aslında, sert tavırlı bir insan iliklerine kadar korku duyan bir insandır.
Güvenlik tutkusunun esiri olanlar; ister ailede, ister ekonomide ve isterse politikada olsun, her problemin para kuvvetiyle çözüleceğine inanırlar. “Para her kapıyı açar” sözü bu şahısların ve daha birçok insanların, yaşantılarında ve davranışlarındaki temel felsefeyi temsil eder. Hayatta hemen her şeyi, güvenlikte ariyan fertlerin ve toplumların en cılız tarafları, insanların yalnız para ile tatmin edilebileceklerini düşünmeleridir. Onların inançlarının ağırlığını, her şahsa yiyecek, giyecek, oturacak, okuyacak ve çalışacak imkânlar sağlanırsa Komünizmin ortadan kalkacağı merkezindedir. Bu insanlar, dünyanın en yüksek hayat standardına sahip ve kültürün doruğuna varmış ülkelerde, anarşizmin yayılmasının sebeplerini anlamaktan âciz olduklarını, bu sakat inançları ile isbat etmektedirler. Güvenlik hırsına yakasını kaptırıp, korkunun pençesinde yalnız maddi varlığa bel bağlayan bu şahıslar, insanların midelerine yiyecek, sırtlarına giyecek sağlamakla onların mutlu olamayacakları, bu insanların yürekleri için bir inanca muhtaç bulundukları gerçeğini göremeyecek kadar kördürler.
Güvenceyi ana motif olarak kabul eden insanlar, çevrelerine hırslarının ve korkularının projeksiyonunu yansıtırlar. Bu duruma düşen şahıslar, karşımdakilerin cömertçe davranışını ve sehavetini anlayamazlar. Bazı zaman, mânevi değeri maddi değerinden üstün olan bir hediyeyi, nezakete yakışmayacak bir tarzda, geri çevirirler. Halbuki, bu gibi korkulardan ve kuruntulardan uzak olan insanlar, akılcı ve samimi ölçülerde, hediye vermek suretiyle cömertliklerini belirtirler ve başkalarının gösterdikleri cömertlikleri de hoşgörü ve sevinçle karşılarlar. Bu insanlar, yerinde ve zamanında verilen bir hediyenin, dostlar üzerinde yaratacağı sevincin derecesini bildikleri için, onları bu sevinçten mahrum etmek istemezler.
Bütün varlığını emniyet faktörünün üstüne bina edenlerin korkularının bir belirtisi de, eğri giden her şeyin suçunu başkalarına yüklemek çabasıdır. Bu gibi şahıslar güvensizliğe katlanamazlar, haksız görünmeye asla dayanamazlar ve bunun sonucu olarak da kendi suçlarının bile sorumluluğunu üzerlerine almaya yanaşmazlar. Ellerinde bulunan bir plân, ister işe yarasın isterse hiçbir işe yaramasın, onlar için, yine de fırtınalı denizde bir cankurtaran simidi niteliğindedir ve ona sıkı sıkıya sarılırlar. Hele bu plân bir de kendileri tarafından yapılmış ise ve bunun değiştirilmesi istenilirse, işte o zaman büyük bir inatla bu isteğe karşı korlar. Bu plânın, toplumun ihtiyacıysa cevap verip vermediğine bakmazlar, hattâ onların duygularını yaraladığına bile aldırış etmezler. Şayet, bu plânın mutlaka değiştirilmesi lüzumu ortaya çıkarsa, işte o zaman, hiçbir akılcı sebeple açıklanamayacak şekilde bir hiddet fırtınasına tutulurlar.
Başarı tutkusunun esiri olan insanlar, aşırı derecede mevki ve şöhret düşkünü olurlar. Bu şahıslar rahat bir nefes bile alamazlar. Hayatları boyunca, kendileri koştukları gibi, başkalarını da koşturmaya uğraşırlar. Dinlemeye hakları olmadığını, bir önyargı ile kabul ettikleri için, daha genç yaşlarında tıknefes olurlar. Bunlar için, dinlenmek boşuna vakit kaybetmek, rahat bir nefes almak için durmak ise ölümdür. Çünkü insanları hedefe ulaştıracak yolun, durmadan çabalamak olduğu inancındadırlar. Fakat tabiat kanunlarına aykırı olan bu davranışları sonunda, ruhi ve bedeni yorgunluk kendisini göstermekte gecikmez ve bunu gidermek için de, dozu gittikçe artan miktarlarda, tenbih edici ilâç almaya mecbur olurlar. Bu gibi şahıslar, çoğunlukla sigaralarını birbirinden yakarak söndürmeyen ve üstelik kendilerini alkole veren insanlardır. Bütün başarıları ve şöhretleri, yalnız başlarına, kendi nefislerine mal etmek sevdasındadırlar. Kendilerine lâyık görülecek, sıra ve mevki hususunda çok alıngandırlar. Sıra ve mevkilerini kıskandıkları insanlara yaltaklanırlar ve şirin görünmek için her çareye başvururlar. Maksatları, bir fırsat elverdiği zaman onları yere vurmaktır.
Bu gibi şahıslar, sırf kendilerini yükseltmek için, diğer insanları durmadan tenkit ederler. Başkalarının kabiliyetlerini ve işlerindeki başarılarını görmezden gelirler, hele onları takdir etmeyi akıllarından bile geçirmezler. Kendilerini başarıya ulaştıramayacağına inandıkları hiçbir yola gitmezler. Bu husustaki kararlarından asla dönmezler ve kafalarına koyduklarını yaparlar. Başkalarının refahına çok az ilgi gösterdikleri için, diğer insanlarla çalışmanın, kendilerine güç geleceğini bilirler ve yalnız başlarına çalışmayı tercih ederler.
Başarı hırsına yakasını kaptıran insanların, kuvvete ve otoriteye dayanan, bir tek ideolojisi vardır. Bu şahıslar; tek taraflı, saygısız ve vicdansız olurlar ve kararlarından dönmezler. Onların tek ölçüsü, hedefe varmak için, gerekli olan kuvvettir. Kullandıkları vasıtaların, haklı veya haksız olması hattâ gayrimeşru olması, onları ilgilendirmez bile... Çağımızda; bir insanın manevi değerlere verdiği kıymet, o şahsın mânevi ve ideolojik inançlarını gösteren kesin bir delildir. Yakalarını aşırı derecelerde bir tutkuya kaptıranları, ancak yaşantılarında mutlak mânevi ölçüleri uygulayanlar teşhis edebilirler. Bir ideolojiyi tanımak ve teşhis etmek için, insanın kendisinin bir ideolojiye sahip olması lâzımdır. Biraz makul olan dürüst bir insan, gerçekte var olan mânevi cihazlanmaya karşı bir itirazda bulunmamalıdır. Çünkü var olan bir şeye saldırmak hiçbir sonuç vermez. Mânevi cihazlanmaya karşı çıkanlar, kendi yaşantılarında manevi değer ölçülerini tatbik edemeyen şahıslardır. Bu gibi insanlar, fırsatçı olurlar. Hayatları boyunca sosyal, ekonomik ve politik hedeflerine varmak için, dürüst ve namuskâr yolları seçemezler ve diğerkâm olamazlar.
Halbuki mutlak manevi ölçüleri kabul ederek hayatlarında uygulayanların ise, dürüst olmayan yolları, ruh kirliliğini ve bencilliği bir tarafa itmeleri lâzımdır. Mânevi değerlere kıymet vermeyerek, materyalist ideolojinin çukuruna saplananlar, yaşantılarında, niçin dürüstlüğe, ruh temizliğine, diğerkâmlığa ve insan sevgisine yer vermediklerinin sebeplerini ortaya dökmeli ve münakaşasını yapmalıdırlar. Yoksa bütün bunların, bir safsatadan ibaret olduğunu söylemek, hiçbir kıymet taşımayan bir demagojiden öteye geçemez.
Bir de görevleri icabı ve meslekleri bakılmadan, mânevi ölçülere değer vermeleri ve hayatlarını bu prensiplere göre sürdürmeleri lâzımgelen şahıslar vardır. Başkalarını yola getirmek görevini yüklenmiş olan bu insanlar, kendileri mânevi prensiplere dayanmayan bir yol tuttukları için başarıya ulaşamazlar. Mânevi ölçülere değer veren, onları gerçekten uygulayan ve erdemli bir hayat süren insanlarla karşılaştıkları zaman, gûya bu başarısızlıklarını örtmek için, kıskançlık ve hasetle, hattâ bir suçluluk psikozu altında, azametli bir eda ile ve fakat isterik bir tarzda, bu insanlara saldırırlar. Bu saldırılar, istisnasız olarak, enine boyuna düşünülüp ustalıkla yanlış bir temele oturtulduktan sonra, mânevi cihazlanmaya yöneltilir. Mânevi kıymetlerin değerini ve esprisini kavrayamayan insanlar, suçu daima mânevi cihazlanmanın umdelerine yüklemeye çalışırlar. İşin acıklı tarafı, bu bâtıl fikirlerine kapılan insanları da bulabilirler. Bu şahıslar daha da ileri giderek, materyalizmin birer savunucusu kesilirler ve sözde (?) delillerini bu materyalist ideolojiye dayandırırlar. Halbuki; Moskova radyosu, 21 Kasım 1953 günkü yayınında şunları söylüyordu: “Mânevi cihazlanma, şimdi hemen bütün ülkelerde köprü başlan kurmuş bulunmaktadır. Buralarda teşkil ettiği kadroları yetiştirmektedir. Bu kadrolarda bulunan inançlı insanlar ise, büyük bir kararlılık içinde, yüklendikleri görevleri yerine getirecek ve ideolojilerini bütün dünyaya yayacak güce sahiptirler. Buna da başarıyla devam etmektedirler.” Bu yayının, dünyayı hükmü altına almak için türlü plânlar yapan materyalist ideolojinin baş-mimarı Komünist Rusya’nın radyosundan gelmesi dikkate değer. Demek ki: Komünistler, mânevi cihazlanmanın mânevi ideolojisinin, kendi materyalist ideolojilerini iptal edeceği gerçeğini görmüşlerdir.
Nasyonal sosyalistlerin, mânevi Cihazlanma hakkındaki düşünceleri ise, bir gestapo yetkilisinin raporunda şu şekilde anlatılmaktadır: “Mânevi cihazlanmanın, nasyonal sosyalizme karşı müsamahasız bir savaş durumunda bulunduğu kabul edilmelidir. Onlar, Reich’ın sınırları içerisinde yeni bir politikanın ve yeni bir dünya görüşünün meydana gelmesinin şartları üzerinde çalışmaktadırlar.”
Materyalistler, ister sağcı isterse solcu olsunlar, bunlar çocukça hattâ gülünç yakıştırmalarla, mânevi cihazlanmayı, işlerine geldiği şekilde, bâzan Komünizmin destekçisi, bâzan kapitalizmin bir âleti olarak tanıtmaya çalışırlar. Gerçekte ise, dört umdeyi uygulayarak erdemli bir yaşantı sürdüren ve hakkı kendilerine rehber eden bu insanlar, ne sağa, ne sola, ne işçilere, ne işverenlere, ne Amerika’ya ve ne de Rusya’ya karşıdırlar. Onlar yalnız, her şeyi değiştirmek ve iyiye yöneltmek çabasındadırlar.
Bir şahsın mânevi değerlere karşı telâkkisi ve tutumu, onun saplandığı güçlük bataklığını teşhis etmekliğimizi ve kişiliği hakkında doğru bilgi elde etmemizi sağlar. Herkesin bilmesinde yarar olan bir gerçek vardır ki o da: ‘‘Kendi nefsine karşı dürüst davranan insanların yüreklerinde, başkalarına hükmetmek hevesi yer edemez ve bu insanlar kendilerini herkesten üstün görmek kuruntusuna kapılanmazlar.”
Atılacak üçüncü adımla, nefsin bağlarından kurtularak âzat olmak sağlanır. Bir insanın kendi nefsine karşı, açık yürekle ve köklü şekilde, dürüst davranarak yaptığı haksızlıkları düzeltmeye yönelmesiyle, ilk adım atılmış olur. Eğer bir insan, başkalarının kendisini gördüğü gibi, kendi kusurlarını görür ve bunu da bütün çıplaklığıyla söyleyebilirse, işte ancak o zaman bütün bağlarından kurtulmak ve âzat olmak yolunu tutmuş demektir. İnsanlar, yalnız gerçekleri görürlerse kendi bağlarından kurtulabilirler. İnsanların, gururlarının cerahat bağlamış çıbanına neşter atmak cesaretim kendilerinde görebilmeleri, yüreklerinde bir ümit ışığının parlamasına bağlıdır. Aksi halde, dün yapılan ve fakat bugün açıklamaktan utanılan haller için, gurur, sahibini sükûta zorlar.
En karışık ruhi problemlerin dahi, çözümlenebileceği ümidini insanlara aşılamak suretiyle onlara mânevi destek sağlanmalıdır. Senelerce moral çöküntüsünün altında ezilmiş olan insanlara dahi, bir kurtuluş yolunun bulunduğu gerçeğine onları inandırmalıdır. Ruhi bunalım içinde bulunan arkadaşlarınıza, başkalarının aile hayatında, ekonomide ve politikada karşılaştıkları problemleri nasıl çözdüklerini açıklayarak, onlara yardımcı olunuz. Bu gerçekler, ne kadar açık ve iyi anlatılırsa, o derece büyük başarı elde edilir. Bunalım içinde bulunan arkadaşlarınızı, sorunlarını çözümlemiş olan insanlarla tanıştırınız. O zaman, aynı yükün altında ezilip de buna çare bulmuş bir insanın, söyleyeceği içten gelen basit birkaç cümlenin, saatlerce süren parlak bir nutuktan, çok daha etkili olduğunu göreceksiniz.
Moral çöküntüsünün pençesinde kıvranan bir arkadaşınıza rastladığımız vakit, zamanı iyi seçerek, dürüst bir şekilde, sizin de vaktiyle aynı durumlara düştüğünüzü anlatınız. Kendi hayatınızı açıkça önüne serdiğiniz arkadaşınızın kalbine açılan kapının anahtarını elde etmiş olursunuz. Arkadaşınız da, içinde bulunduğu sorunlar da yalnız başına olmadığını, başkalarının da vaktiyle aynı duruma düştüğü halde, bir çözüm yolu bulduklarını görecektir.
Bir insanı yeniden halketmeğe, ancak Allah muktedir olur. İnsanların, bu gerçeği akıldan çıkarmayarak, bu husustaki yüksek konuşma sanatının ve gösterecekleri bürhan ve belgelerin hiçbir fayda sağlamayacağını bilmeleri lâzımdır. Eğer bir şahıs, kendi nefsinde “İlâhi kudreti’' vehmeder de başkalarından değişmelerini isterse ve onların nasıl olmaları icabettiğini dikte etmeye kalkarsa, o zaman ümit ettiği sonucun tamamıyla tersini elde eder. Bir insanın, eksikliklerini sıralayarak, bunları kafasına vururcasına söylemekle hiçbir şey elde edilmiş olmaz. Böyle bir davranış, o insanın kendi nefsine karşı saygısını yitirmesine yol açar ve dürüst duygu beslemene engel teşkil eder. Bu gibi hallerde, başarı sağlamanın sırrı, atılacak adımın zamanım iyi seçmeğe ve söylenecek her sözün, karşı tarafın üzerinde yapacağı etkiyi hesap etmeğe bağlıdır. Bazen sizin, şahsen dürüst davranmanız suretiyle, başkalarına yardım edeceğiniz durumlar olur. Bazen de arkadaşlarınızın davranışlarının, başkalarının hayatları üzerinde, ne büyük çöküntüler meydana getirdiğini, onlara söylemeniz doğru olur. İşlenen günahlar, işleyenleri kör eder. Eğer zamanında, içten gelen duygu ve şefkatle, manevi bir destek sağlanırsa, bu kör gözlerin açılmasına yardım edilmiş olur. Bu günahkâr insanlar da, belki kendilerini oldukları gibi görürler.
Çağımızda, insan iradesinde bir devrim yapmak için, dünyanın hemen her köşesinde sürdürülen amansız savaş, çeşitli ideolojilerin gayelerinin çekirdeğini teşkil etmektedir. Fakat insan iradesinde, köklü ve kalıcı bir devrimin meydana getirilmesi, birçok etapların birbiri arkasından aşılmasıyla mümkündür. Özellikle, seks, güvence ve başarı tutkusuna aşırı derecede yakasını kaptırmış olan insanların, her şeyden önce kendi iradelerinin karşısına, dürüstlük, ruh temizliği, diğerkâmlık ve insan sevgisinden ibaret moral umdelerini mutlak ölçülerle koymaları lâzımdır. Ancak, bu moral umdelerinin kesin olarak uygulanması suretiyle, irade’nin olduğu gibi bütün çıplaklığıyla ortaya konulması mümkün olabilir.
İtina ile seçeceğiniz bir dostunuza, Hak yolundan ayrılmayarak, ahlâk kurallarına bağlı erdemli ve dürüst bir hayat sürmesini teklif ediniz. Arkadaşınız, bu denemeyi belki sizinle birlikte, belki de yalnız basma yapmak isteyecektir. Kendisine bu dört umdeyi yazdırınız. Bu kıstasları tatbik ederek yaşantısını devam ettirdiği sürece, kendi şahsı hakkındaki düşüncelerini, açık yüreklilikle ve dürüst olarak not etmesini söyleyiniz. İlk denemede, arkadaşınızın gururu, onun ancak bir veya iki düşüncesini yazmasına müsaade edecektir. Buna rağmen, bu bir iki düşünce bile, bazı hallerde net bir sonuç elde etmeye yarayabilir. Ancak, bu deneylerin doğru bir netice vermesi için, mutlak bir dürüstlükle hareket edilmesi lâzımdır.
İkinci etapta, ilk tecrübeyi geçiren bu arkadaşınızın, şimdi kendi şahsı hakkında ne düşündüğünü size söylemesini isteyiniz. Eğer bu arkadaşınız, kendi hakkında düşündüklerini açık yürekle size anlatacak olursa, o zaman mutlak bir dürüstlükle hareket etmiş demektir. Arkadaşınız, gururunu yendiğini ve nefsinin tahakkümünden kurtulduğunu, kendisi de hissederek bir hafiflik duyacaktır. Dürüst davranmaya yanaşmak istemeyenler ise, gururlarını yenememeleri yüzünden, mevki, debdebe ve şöhretlerini feda edemeyen şahıslardır. Yahut bunlar, şimdiye kadar yaptıklarını bundan sonra da yapmağa peşinen karar vererek bu yolu başından seçmiş olanlardır.
Nefsin bağından kurtulmak isteyen insanların, geçmişteki hallerinden ve gelecekteki düşüncelerinden, hiçbir hususu gizli tutmağa yeltenmemeleri lâzımdır. Bütün kartlar, açık olarak, masanın üzerine serilmelidir.
Üçüncü etapta, elimize kâğıt ve kalem alarak, geçmiş zamanlarımızda dürüst davranmayarak ruh kirliliğinin etkisi altında, bencillik duygulan ile ve nefretle hareketimiz yüzünden, bazı şahıslara yaptığımız fenalıkları not etmemiz lâzımdır, işte o zaman, kimlerden af dilemekliğimiz gerektiğini ve hangi hatalarımızı düzeltmemiz icabettiğini açıkça görürüz. Bütün davranışlarında, mutlak namuslu ve dürüst olan insanlar, kendilerinin affedilmeğe muhtaç olduklarını idrâk ederek, başkalarını affetmek durumunda olduklarını hissederler. Esasen; katıksız, saf ve hâlis bir pişmanlık duygusu, sahibinin vaktiyle yaptığı bir haksızlıktan dolayı af dilemeğe sevk eder. Bunu yapmayanların ise, Allah’tan af dilemeleri beyhudedir. Ancak haksızlık yaptıkları şahıslardan af dileyenler, Allah’tan af dilemeye hak kazanırlar.
Sayılan bu merhaleleri aşan insanlar, bütün hareket tarzlarını sükûnet içerisinde daima yeniden gözden geçirmeli ve kıstaslara uymayan davranışlarını düzeltmek çarelerini aramalıdırlar. Bir kimsenin, herhangi bir olayda, yüzde on kabahatin kendisinde, yüzde doksanın ise karşısında olduğu kanaatına vardığım farzedelim... Şayet bu şahıs, hatasını düzeltmek yoluna gidecek olursa, bu takdirde yalnız kendi kabahatından söz etmeli ve bu düzeltmeyi, hiçbir karşılık beklemeden yapmalıdır. Böyle bir durumla karşı karşıya gelen şahıs; “fakat bu söylenilenler, benim bütün hayatım boyunca sürecek bir fedakârlığı göze almaklığımı gerektirir..” diyecek olursa, verilecek cevap şu olmalıdır: “Hayatınızın kalan kısmını, daha hayırlı ve faziletli bir şekilde geçirmeniz mümkün değildir.” Allah bizlerden, gücümüzün yettiği kadar iyilik yapmamızı ve iyi davranışlarda bulunmamızı ister.
Hoyrat ve inatçı bir şahsın yüzüne karşı, “bu inatçı huyundan vazgeç” demek hiçbir şey sağlamaz. Fakat aynı şahsa, yumuşak bir tarzda, herhangi bir meselede, dürüst ve insaflı davranması söylenirse, o şahıs çoğunlukla, bunu kabul eder. Samimi bir şekilde yapılacak bu telkinler sonunda hoyratlığın ve inatçılığın, hayatında hiçbir şey ifade etmediğinin farkına kendisi varacaktır. Eğer bizler gücümüzün yettiği iyilikleri yaparsak, gücümüzün yetmediklerini de Cenâb-ı Hakk bizlere bahşeder.
Bilerek veya bilmeyerek yapılan hataların düzeltilmesi ve elden gelen iyiliklerin yapılması suretiyle, diğer insanların da aynı yola gitmelerini ve kendilerini düzeltmelerini sağlamış oluruz. Zamanla, şahıslarda birçok değişiklikler meydana gelir. Fertlerin ve toplumların yaşantılarında iyilikleri ve kötülükleri birbirinden ayırdedecek bir durum hâsıl olur ve nefislerin ıslahı yolu açılır. Bu mertebelere varan insanlar, tecrübelerini değerlendirerek, diğerlerini de istifade ettirirler. Şahsen kendisinin, toplumunun, ırkının veya ulusunun haksız davranışlarını görecek duruma gelir. Yepyeni bir ruh ve davranışla, dürüst bir kararla, yapılan yanlışlıkların düzeltilmesi yoluna gidilir. Samimi bir af dileğiyle, geçmişte peşin hüküm sonucu, diğer şahıslar, toplumlar, ırklar ve milletler hakkında verilen kararlar ortadan kalkar ve nefret duyguları kendiliğinden yok olur. Bu başlangıç, ideoloik hislerle parça parça edilen dünyamız insanlarının, aralarındaki nifak yerini dostluğa terk eder.
Son merhalede ise, eğer insanlar iradelerini samimi olarak, bir devrime tabi tutmak isterlerse, o takdirde, hayatlarını tanzim eden, yüksek bir iradenin varlığına inanmaları lâzımdır. Bu kanaat ve inanç bu alandaki başarının kaynağını teşkil eder. İradenin devrimi, yürekten gelen bir istekle gerçekleştirilmezse, başlangıçta bazı ilerlemeler görülse bile, bunlar geçici bir hevesten öteye gidemez. Bu duruma düşen şahıslar ve toplumlar, yavaş yavaş ümitsizlik bataklığına saplanırlar ve her türlü çabanın faydasız olduğuna inanmağa başlarlar. Umudunu kaybeden bir kimsenin ise, bu alanda başkalarına yardım etmesi beklenemez. İrade çelik bir yay gibidir, kuvvet tatbik edilerek bir tarafa eğilebilir. Ancak bu kuvvet kalkınca yay eski durumunu alır. Eğer iradeye tatbik ettiğimiz mânevi baskıyı gevşetecek olursak, irade derhal önceki durumuna döner. İnsanlarda bir iradenin mutlaka bulunması lâzımdır. Bu kendi iradesi olacağı gibi ulvi bir irade de olabilir. Bunlardan birini tercih etmemiz icab eder.
İrade, nefsin tâ kendisidir. Eğer, samimi olarak irademizi daha ulvi bir kudretin emrine verecek olursak, nefsin heveslerinden vazgeçmek lâzım geleceğini, kesin olarak bilmekliğimiz lâzımdır. Çünkü bu hal, yaşantımızdan bir kısım fedakârlık yapmaklığımızı kabul mânasına gelir ve bir çeşit nefsin ölümü demektir. Büyük bir devrimci, “Ben her gün ölüyorum” diyor. [*] Bizler insan olarak, irademizi, ulvi bir kudretin emrine verip veremeyeceğimiz hakkında kesin bir karara varmalıyız. Bir kere verilecek bu karar, her gün yenilenmeli ve dürüstlükle tatbik edilmelidir. Burada esas olan, hayatını kendi nefsinin heveslerine değil ulvi bir iradeye adamaktır. Bu da bir atalar sözüyle ifade edildiği gibi, “Bağrına taş basmak”la mümkündür. Bu akide, hiçbir dinin ve inancın inhisarında değildir ve her şahıs için her yerde uyulması lâzım gelen bir hükümdür, insanların, din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir yaşayış şeklini benimsemeleri, insanlığın geçirmekte olduğu mânevi marazın ve ruhi bunalımın en kati devası olacaktır. Bu akide ve felsefe ancak, fertlerin ve milletlerin değişmesini sağlayacak ve onlara iyiye gidecek yolu gösterecektir. Mahatma Gandhi bu gerçeği anlamış ve bu sırra ermiştir.
(*) Yazarların anlatmak istediği bu ruh haletini bir Türk mutasavvıfı şu beyitle veciz bir şekilde ifade eder:
“Hayati cavidanı şeyhu kâmilden sual ettim
Ölmeden ölmektir deyince intikal ettim.”
M. San
Şimdiye kadar, dürüst davranılarak yapılan hataların ve elden gelen iyiliklerin yapılması lüzumundan söz ettik. Bir adım daha ileri giderek, insanın hayatı boyunca, ihtiyaç ve zaruret içinde bulunan diğer şahısların ve toplumların yardımına koşması gerektiği sonucuna varmalıyız. Böyle bir kabul, bir mukavele veya bir akit ciddiyetinde ve niteliğinde olmalıdır. Şöyle ki:
Bu kabulün sahibi; yaşantısını, dürüstlük, ruh temizliği, diğerkâmlık ve insan sevgisi esasına göre tanzim etmelidir. Bu prensibini gerçekleştirmek için, her gün sabahın erken saatlerinde, yalnız başına sükûnet içerisinde vicdaniyle başbaşa, bir nefis muhasebesi yapmalıdır. Bu suretle, bir gün evvelki yaşantısı sırasında, düşüncede, sözde veya fiilde işlediği hataları not ederek bunlardan mümkün olanlarını düzeltmek yoluna gitmelidir. [*]
(*) İslâmiyet, sabah namazını dini bir fariza haline getirmekle, bundan 1400 yıl önce, tanyeri ağarmadan ve dünya gürültüsü başlamadan, her gün ALLAH huzurunda nefis muhasebesi yapmak fırsatını müslümanlara bahsetmiştir. M. San
Bütün münasebetlerinde, vereceği kararlarda ve yapacağı plânlarda dürüstlükle hareket etmeli ve nefsine hâkim olmalıdır. Ailesi hakkındaki son sözünde, işine ve servetine ait huhuslarda, hattâ kullanılmasında hulâsa bütün davranışlarında insaftan, adaletten ve hak mefhumundan ayrılmamalıdır. Bunları gerçekleştirmek için de, aynı gayeleri güden idealistlerle fikir alışverişi yaparak, ana noktalar üzerinde anlaşmaya varmalıdır. Bu yolda bir ömür harcamış olan mücahitlerin hayatını incelemelidir.
Yeni bir dünyanın kurulması için, mânevi bir mücadeleyi yürütmek üzere kurulmuş idealistler topluluğuna katılmalı ve geriye dönmeyecek şekilde nefsini bu yola adam alıdır. Bunu ciddi bir vazife saymayanlar ve hafife alanlar, kendilerini aldatmış olurlar. Yürekten gelen bir aşkla buna sarılanlar ancak kendilerini, dünyayı yenileyecek bir savaşın içinde bulurlar ve ihtiyaç içinde bulunan, ıstırap çeken insanların ve milletlerin acılarını dindirmek gücünü kendilerinde bulurlar.
Herkes tarafından paylaşılacak idealin, bir araya getirdiği bir topluluk, ancak manevi değerleri yok ederek, insanlığı parçalayan materyalist ideolojinin saçtığı zehirleri temizleyerek, dünyayı yenileyebilir.
Bu umdeler ve prensipler ise, manevi cihazlanmanın tâ kendisidir. Gerçek demokrasi ideolojisinin esprisidir. Bu umdeler bir organizasyonu değil bir organizmayı temsil eder. Buraya ne girilir ve ne de çıkılır. Bu bir uzviyette olduğu gibi, ancak, yaşanır. Derin bir ıstırap ve ihtiyaç içinde bulunan insanlara yardım etmek için duyulan his, şahısları herhangi bir organizasyondan çok daha etkili bir şekilde birbirine yaklaştırır. İşte bu mânevi kuvvet sayesinde, insanlar birbirlerine kenetlenerek tarihe kargı olan vazifelerini yerine getirirler. Bu organizma aynı zamanda yaratılacak modern dünyanın, hücrelerinin çekirdeğidir.
Bu mertebeye varmış olan insanlar bile, henüz idealist bir inkılâpçı pâyesine erişmiş sayılamaz. Fakat ne de olsa, çile devresinin yansım tamamlamış olur. Nefis disiplin altına alınmış ve sağlam bir idealle, ulvi bir gâyeye doğru yönelinmiştir, bu suretle yeni bir toplum ve yeni bir arkadaşlık doğmuş ve dünya ailesinin zincirine bir halka ilâve olunmuş demektir.
Sıralanan bu merhalelerin aşılması, insanların doğru kararlara ulaşmasını sağlar. Fakat verilecek bu yoldaki bir kararın tatbik edilebilmesi her şeyden önce nefsini adayacak şahsiyetin yüksek bir mertebeye ulaşmış olmasına bağlıdır. İnsanlar, nefislerini, ruh temizliği, dürüstlük, diğerkâmlık ve sevgi ile bezedikten ve bunları hayatlarının düsturu olarak kabul ederek tatbik ettikten sonra ancak, başka insanları iyi yola sevk edebilirler. Din ve ahlâk kurallarına uymayan ve erdemli bir hayat sürmek istemeyen fertlerin ve toplumların, dünyanın her köşesinde, ruhi buhranlar içerisinde çırpındıklarını görüyoruz. Mânevi değerlere ve ahlâk kaidelerine karşı müraice davranışlar, insanları ve milletleri yanlış yollara sürükler, aralarındaki sevgi ve saygının yok olmasını doğurur ve ayrılıklara yol açar.
Hemen hepimiz, mânevi değerlere kıymet vermeden, nefsimizin hava ve heveslerine kapılarak, doğru yoldan saptığımla pekâlâ biliriz. Vaktiyle birisi şöyle söyleniyordu: “Bu dünyada hoşuma giden her şey, ya gayrimeşru veya ahlâka aykırı sayılmaktadır ve bu da benim canımı sıkmaktadır.”
İnsan olarak, başımızdan birçok olay geçebilir. İrili ufaklı bir sürü hata yaparız. Hattâ doğru yoldan bile sapabiliriz. Fakat birçoğumuz bu tecrübelerden ders almayız. Daha sonra, bu nâhoş olayları te’vil yoluna giderek, onları kalbimizin gizli bir köşesine gömmeyi tercih ederiz. İşte o zaman, bizler gün ışığına çıkamadıkları için, mağaraların karanlık ve kuytu yerlerine saklanan, yarasaların durumuna düşeriz.
İnsanlar, işledikleri günahları kabul ederek pişmanlık duyarlarsa, yüreklerini bir mengene gibi sıkan duygulardan kurtulurlar. Hatalarını olduğu gibi görmek cesaretini gösterenlerin, nefislerine karşı saygıları artar. Bizler, gerçi kargaların başımızın üzerinden uçup gitmelerine engel olamayız. Fakat, baykuşların tepemizde yuva yapmalarına mâni olabiliriz. Bunun içinde, işlediğimiz hataları bütün ağırlıklarıyla kabul etmeli ve neşter atılması gereken cerahat dolu yaralara, acı dindirici merhem sürmeğe kalkışmamalıyız. Fakat, ne yazık ki, hemen hepimiz çirkinliklerin üzerini yaldızlı boyayla örteriz.
Birkaç örnek verelim: Bizlerin flört dediğimiz şey, aslında şehvetperest’liğin tâ kendisidir. Tenkitlerimizin altında yatan gerçek ise, kendini beğenmenin ve kıskançlığın su yüzüne çıkan belirtileridir. Eğer, istisnasız olarak, hiçbir şeyi takdir ve tasvip etmek istemiyorsak, o zaman, tatmin edilmemiş bir gururun ve yaralanmış bir haysiyet kuruntusunun zebunu olduğumuzu anlamalıyız. Kendilerini kâh diğer insanlardan üstün görmelerin, kâh aşağılık duygusunun pençesinde kıvranmaların gerçek sebeplerini, bu şahısların yakalandıkları “Megalo Mani” hastalığında aramalıyız. Yapılan haksızlıkların insanların yüreklerine kin tohumları saçacağını aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bizler, duygularımızın sebeplerini ve karakterini, dürüst bir şekilde tanımak için çaba harcayacak olursak, ancak zafere ulaşabiliriz. Halbuki, doğru yoldan saptığımız zaman, gururumuz bize ağzımızı sıkı tutmayı telkin eder. Bizler de, işlediğimiz günahları tevil yoluna gider ve insanlığın beklediği feragati gösterecek yerde, boş hayâllerle kendimizi avutmağa uğraşırız. Gerçi, böyle bir hayatı ömür boyunca sürdürmek kolay değildir. Nefislerim ruh temizliği, dürüstlük, diğerkâmlık ve insan sevgisiyle bezeyenler ve kendilerini hak yoluna adayanlar böyle bir hayatı yaşamak için gerekli kuvvet ve kudreti ancak kendilerinde bulabilirler. Böyle ulvi nihai bir karar vererek bunu devam ettirmek isteyen şahısların, nefislerini insanlığın yükselmesine adamış olan idealistlerle fikir alışverişinde bulunmaları gereklidir. Bu yola bas koyan şahısların, insanlığa karşı olan manevi vazifelerim, daima mevkilerinden üstün tutmaları lâzımdır. Bazı insanlar, “Benim işim başımdan aşkın, daha fazlasını yüklenemem” derler. Halbuki, mânevi cihazlanma için harcanacak çaba, hiç de fazladan bir iş değildir, hayatta yerine getirilmesi gereken kudsi bir vazifedir. Ancak bu vazifeleri yapacak idealistler çoğaldığı takdirde, yeryüzündeki milyonlarca insan fikir esaretinden kurtarılarak özgür düşünceye kavuşturulabilir.
Materyalist ideolojilerin hüküm sürdüğü yerlerdeki ilerlemeler, orada yaşayanların inancından değil, başlarındaki idarelerin zalimce baskılarından ileri gelmektedir. Oralardaki insanlara, hayat mücadelelerinde, başka yolları seçmek imkânı verilmez. Akidesi bozuk olan vicdansız insanlar, bütün dünyayı hükümleri altına almak için işbirliği halindedirler. Milletlerinin ve içinde yaşadıkları toplumların, birliğe ve beraberliğe kavuşturulması için, hayatlarını adayacak idealist insanların çoğalması, ancak bu kötü niyetleri boşa çıkarabilir.
Zarlar atılmış ve hüküm günü belli olmuştur. Önümüzde seçilecek iki yol vardır ki bunlar da; ya organize bir materyalist ideolojinin pençesine düşmek veya mânevi cihazlanmamızı gerçekleştirmektir.
Verilecek bu karar, insanlığın geleceğini tâyin edecektir.
Bugünün dünyasında, her teröristin, neler yapması lâzım geldiği ve meydana konacak toplum şekli, ayrıntılarıyla tesbit edilerek kendisine bildirilir. Hayatını sürdürebilmesi için bunları yerine getirmek zorunda olan anarşist/terörist, bazı hususlarda, diğer insanlardan daha kararlı davranmak mecburiyetindedir.
Terörizmin karşısında yer almış olan milyonlarca insan ise, kendi kabuğuna çekilmiş bir durumdadır. Bu insanlar, sözde kendi dürüstlüklerinin kuruntusu içinde ve hayal âleminde yaşarlar ve fakat hiçbir etkili davranışta bulunmazlar. İşte bu yüzden de, hedefe varmakta teröristlerden geride kalırlar.
Geçen yüzyılların insanlarının, dünyayı araştırmak ve gördüklerini yazmak merakında olduklarını, bunun da akılcı bir çağ yarattığını, yaşadığımız yüzyılın insanlarının ise, dünyayı hükümleri altına almak hevesine kapıldıklarını, bunun da bir terör çağı meydana getirdiğini söylemiştik. Eğer zamanımız insanlarında, bir rönesans devri açıp dünyayı yenilemek ideali yaratılabilirse, işte o zaman insanlık tarihi, yeni bir çağın başladığım yazacaktır.
Fakat bu ümidin gerçekleşmesi, milyonlarca insanın, şahıs iradesinin nasıl değiştirileceğini bilmelerine bağlıdır. Aksi halde zora dayanan anarşizmin/terörizmin stratejisi başarı kazanmaya devam edecek ve fakat buna kargı koymak isteyenlerin harcayacağı çabalar boşa gidecektir.
Hepimizin gördüğümüz gibi, anarşistler/teröristler birbirlerine kenetlenmiş şekilde ve büyük bir iştiha ile, dünyaya hâkim olmak için cephe kurmuşlardır. Terörist olmayanlar ise, isteksiz bir halde, birlik olmadan sağa sola yalpa vurmaktalar. Yaptıkları teşebbüsler, barış isteğinden, nutuk atmaktan ve protesto çekmekten öteye gidemez.
Terörizm ile mutabık olmayanların en zayıf taraflarından birisi de, teröristlerin fert olarak, sınıf olarak, millet olarak, hangi kuvvetlerin etkisi altında hareket ettiklerini, dürüst bir şekilde, tesbit etmekten kaçınmalarıdır. Daha da ileri giderek, teröristlerin genelde materyalist ideolojinin militanları vasıtasıyla, bütün dünyayı ele geçirmek amacında olduklarını görmezden gelirler. Bu insanlar, çoğunlukla miskin bir hedefin peşinden koşarlar ve icat ettikleri birtakım yanlış kavramlara ve değerlere dayanarak kendilerini tatmine uğraşırlar.
Bütün şahısların, toplumların ve milletlerin, şu iki ana fikirden birisi tarafından sevk ve idare edildiği bir gerçektir. Bunlar da: “Ben ne istiyorum?..”, “Hangisi doğrudur?..” Gerçi her insanın vicdanında, bu iki kavram arasındaki farkın, duruma göre, nerede olduğunu tartacak bir terazi vardır. Ancak yüzlerce yıldan beri insan zekâsı, vicdanının sesini boğmak için delil aramakla meşguldür. O derecede ki, “Hangisi doğrudur?..” mefhumu yerine, “Ben ne istiyorsam o doğrudur” hükmü ikame olunmuştur» 20. yüzyıl insanlarının bugün içinde bulunduğu ruh haleti bizlere, kafanın kalbe üstün geldiğini, hakkın yerini çıkarın aldığını açıkça göstermektedir.
Bu dünyada, her şahsın üzerinde en fazla etki yapan bir şey vardır. Bu korku olabilir. Başkalarının hakkımızda ne düşüneceği korkusu!..
Başarıya ulaşamamak korkusu!..
Gülünç olmak korkusu!..
Gözler önüne serilmek korkusu!.. işini kaybetmek korkusu!..
Azınlıkta kalmak korkusu!..
Seçimi kaybetmek korkusu!..
Diğerlerinin gözünde büyüklük hissini kaybetmek korkusu!...
Elinde olanı kaybetmek korkusu!..
Elinde olmayanı ele geçirememek korkusu!..
işte bunlar, bugünün sınıf kavgalarının ve milletler arasındaki anlaşamamaların asıl sebepleridir.
Diğer taraftan para, topluluk hayatı sürenler üzerinde, büyük rol oynar. Gerçi para, mücerret olarak hiçbir kıymet ifade etmez. Para yenilemez ve banknotlarla bir ev de yapılamaz. Fakat paraya verdiğimiz değer ve mâna, çoğunlukla paranın insanları nasıl sevk ve idare ettiğini gösterir. İnsanlar ve milletler, bütün ömürlerini, varlıklarını ve servetlerini çoğaltmaya harcarlar. Her şahıs, mümkün olanın da fazlasını elde etmek için uğraşır. Bu da insanların, paraya karşı durumunu açıklamış olur. Para artık, vasıta olmaktan çıkmış, gaye olmuştur.
Ağır sanayii misal olarak ele alalım: Dünyanın en değerli kafaları, burada yalnız ortakların servetini artırmak ve hisse senetlerinin fiyatını yükseltmek çabasındadırlar. Buna karşı, sendika yöneticileri, yıl boyunca her defasında ve her fırsattan istifade ederek, işçi ücretlerinin artırılması için uğraşırlar. Gerek iş verenler gerek işçiler, birbirlerine karşı sınırsız bir menfaat hırsıyla, sürdürdükleri bu savaşın, dengeyi bozacağını düşünmezler. Grevlerin, lokavtların yurt ekonomisini sarsarak, materyalist ideolojiye kapıları ardına kadar açacağını ve sonuç olarak da ülkede diktatörlük idaresinin yerleşeceğini akıllarına bile getirmezler.
Gerçi, haksız olduğu bilinen kötü bir idare şekline normal olarak insan yüreği tahammül edemez. Bu sebepten ötürü, birtakım yaldızlı sözler söylenmekte, sloganlar imal edilmekte, teoriler icat olunmakta, bu suretle de milyonlarca insanın kafasına yanlış kavramların yerleştirilmesine gayret sarfedilmektedir.
Küçük yaşlardan başlayarak çocuklarımıza, saygıdeğer bir insan olmak için, ailelerini lüks içinde yaşatmak için, çok para kazanmak lâzım geldiğini sanki mukaddes bir vazife imiş gibi telkin ederiz. Bencil bir felsefeyi ve sınırsız bir hırsı temsil eden bu hedef, insanları fasit bir daireye sokar. Belki bu davranış, geçici bir zaman için şahsına, sınıfına ve milletine bir yarar sağlar. Fakat buna karşılık, sonunda, dünyayı tahrip eden bir âfet olarak insanlığın karşısına dikilir. Ne yazık ki, okullarda ve üniversitelerde bu yanlış telkinlere dair tek söz söylenmez. Öğrencilere, hayatlarını daha değerli kılacak hedefler verilmez, daha yüksek idealler aşılanmaz. Sonuç olarak, milyonlarca gencin taze kafası materyalist ideolojiye saplanır ve terörizme müsamaha ile bakmaya meyleder.
Bugünün toplumunda bencilliği bile, husus! hayatta, bir fazilet örneği olarak göstermek marifeti “sağduyu” diye vasıflandırılmaktadır.
Yine bu sakat görüşten hareket edilerek: Sendikasına bağlı işçilerin az çalışıp eksik randıman vermelerine rağmen, onlara, en yüksek ücreti koparan sendika yöneticisi “becerikli” sayılmaktadır. Değersiz mallara karşı, halktan en çok para çeken adam, “iyi sanayici” olarak adlandırılmaktadır. “Partimize yarar sağlayan her şey haktır” sözlerini diline pelesenk eden ve ahlâka uymayan yaşantısıyla ve müraice lâflarıyla, halkın en kötü taraflarına alkış tutan politikacı “vatansever” olarak itibar görmektedir. Bu tip politikacılar ise bu tür davranışlarıyla, gerçekte halklarının mahvına sebep olmaktadırlar.
Kasıtlı olarak ortaya atılan bu yanıltıcı ölçüler, ne yazık ki halkın kafasında, bir gerçekmiş gibi yer etmektedir. Bu durum insanlık arasında, çok yaygın bir hal almıştır. O derecede ki; memleketine gerçekten hizmet etmek isteyen idealist insanlara küfürler yağdırılmakta, hakaretler savurulmakta ve bu idealistler alaya alınmaktadırlar. Bu yanlış değerlendirmeler, “Ben ne istersem yaparım” veya “Yararım olan her şeyi, gayrimeşru olsa da yaparım” diyebilen insanların, toplumdan saygı görmelerini hattâ idarenin kilit noktalarına yerleşmelerini mümkün kılmaktadır.
Halbuki 20. yüzyılın başlarında, uygar ülkelerin birçoğunda, aile babası olmak niteliğinden yoksun, sözüne güvenilemeyen ve dürüst olmayan insanların, toplum hayatında saygı görmeleri şöyle dursun, onların hoşgörü ile karşılanmaları bile bahse konu olamazdı. Bugün ise, dürüst ve medeni cesaret sahibi birisi çıkar da, ahlâkı mazbut olmayanların işbaşına getirilmelerinin, milletçe en zayıf tarafımız olduğunu söylemeğe kalkarsa, derhal başkalarının özel hayatına karışmakla suçlanır ve faşistlikle damgalanır.
Zamanımızın insanlarının çoğunluğu, eğer ahlâk zayıflığını ve haksızlığı hoşgörü ile karlarlarsa, modern bir insan olacakları kuruntusundadırlar. Hâlbuki yaşadığımız bu ideoloji çağında, şahısların hayatlarının milletlerin gidişini etkilediği ve ahlâk düşkünlerinin bulundukları topluluklarda, daima bir beşinci kol meydana getirdikleri ya bilinmemekte veya bilinmezden gelinmektedir. İki kuşak arasında, mânevi kıymet ölçülerinin bu derece büyük bir aykırılık göstermesinin sebeplerinin, ahlâktan yoksun insanların, yalnız menfaat esasına dayanan ortak bir organizasyona gitmelerinde aramak lâzımdır.
“Bir insanın özel hayatı kimseyi ilgilendirmez” sözünü bir kalkan gibi kullanırlar ve gerçekleri örtmeğe çalışırlar. Halbuki: “Ben şahıs olarak nasıl, yaşadığım toplumun bir modeli isem, toplumum da dünyanın bir örneğidir”’
Manevi Cihazlanma bugün, insan iradesine yeni bir istikamet verecek güçte organizasyon kurmuş ve dünya çapında manevi savaş trupları meydana getirmiştir. Bu suretle bir moral kalkınması sağlayarak, son yüzyılın materyalist ihtilâline cevap verecek bir inkılâbı gerçekleştirecek güce sahiptir.
William Penn şöyle diyor: “İnsanların, ya din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir hayat sürmeye veya ahlâksızlığın lânetlenmiş bataklığında yüzmeye karar vermeleri lâzımdır.” Dünyamız insanları, bugün bu alanda bir karar vermek durumuyla karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.
(*) Namık Kemâl bunu Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) için söylediği şu beyitle, veciz şekilde ifade etmiştir:
“Eder tedviri âlem bir mekkinin kuvvei azmi
Cihan titrer sebatı payı erbabı metanetten.”
Mânevi cihazlanma mensupları, bugünün dünyasında yaşayan diğer insanlardan iki hususta daha ileri bir durumda bulunmaktadırlar. Birincisi; onlar şahıs olarak, ilk önce kendilerinin neler yapması lâzım geldiğini ve sonra da toplum düzeninin nasıl olması icabettiğini kesin olarak bilirler. İkincisi ve önemlisi de, bu bilgilerinin bir zora veya bir teoriye değil bir tecrübeye ve inanca dayanmasıdır.
Frank Buchman, kendisine yön veren ilk hayat tecrübesini, genç yaşında geçirmişti. O zamanlar, büyük bir endüstri şehrinin işçi mahallesindeki ıslahevinde bulunan çocukların terbiyesini üzerine almıştı. Günün birinde, ıslâhevinin parasının azaldığı vakit, mütevelli heyetinin öteki altı üyesi, Frank Buchman’a iktisat yapmasını ve çocuklara daha az yiyecek vermesini söylediler. Frank Buchman bu teklifi kabul etmeyerek istifa etti.
Frank Buchman, altı mütevelli heyeti üyesinin bu davranışlarının bencil olduğu ve kendisinin ideale dayanan çabalarına yıkıcı bir darbe vurduğu duygusuna kapıldı. Kendisine çok acı gelen bu olay, onu yalnız hayal kırıklığına uğratmakla kalmamış, ümitsizliğe sürükleyerek yatağa düşürmüştü. Zamanın şöhretli mütehassıs doktorlarına başvurdu. Kendisine her sabah bir sıcak ve arkasından bir de soğuk duş yapmasını tavsiye ettiler. Bu tavsiyeleri aylarca yerine getiren Buchman'da hiçbir iyilik belirtisi görülmüyordu.
Buchman, bu olayda kendisinin haklı olduğuna inandığı için, uzun bir zaman, yenemediği bir öfkenin pençesinde kıvrandı durdu. Birçok büyük devrimci, geçirdiği bu gibi acı tecrübeler sonucunda, bugünkünden başka vasıflara sahip olan insanların, toplumların ve milletlerin daha adaletli bir dünya yaratabilecekleri kanaatına varmışlardı. Buchman da, bu çeşit bir ruh hâletine yakalanmıştı. Buchman, uzun zamandan beri, pençesinde kıvrandığı bu acı duyguların sebebini araştırıyordu. Nihayet günün birinde, bu olayda dünyanın rahatsızlığından ve altı mütevelli heyetinin davranışlarından gayri kendisinin de suçlu olduğu inancına vardı. Kendi kendisine şöyle diyordu: “Eğer o altı kişi haksız karar vermişlerse, ben de yedinci olarak onlara kin beslediğim için haksızım.”
Buchman, dünyayı değiştirmek isteyip de, kendisini değiştirmeye hazır olmayan bir şahıs kadar, lüzumsuz ve reaksiyoner bir insan bulunamayacağını anlamıştı. Derhal mütevelli heyeti üyelerine altı mektup yazdı. Kendilerine uzun zamandan beri kin beslediğini belirterek af diledi. Aynı gün ikindi vakti, kendisiyle birlikte deniz kenarında gezintiye çıkan arkadaşı, Buchman'daki değişikliğin farkına vardı. Arkadaşı, Buchman’ın bütün bağlarından kurtuldu sebebini öğrenen arkadaşı, bu olaydan payının olduğunu ve hafiflediğini görüyordu. Bu değişikliğin düşen dersi aldı.
Frank Buchman, Birinci Dünya Savaşı sonrası silâhsızlanma konferansına katılmıştı. Bu sırada bir İngiliz generali, kendisine bir kart göndermişti. Bu kartın yukarı köşesinde bir kafa resmi vardı ve altında şu sözler yazılıydı: ‘'Allah, insanlara iki kulak bir ağız vermiştir. Acaba insanlar, neden bir söyleyip iki dinlemezler?..” Buchman, üzerinde büyük etki yapan ve onu derin düşüncelere sevkeden bu sözlerden şu sonuçları çıkardı:
Bu hasta dünyada, ilâhı adalete inanan ve bunu yaşantısında kendilerine rehber edenler, sağlıklı insanlardır.
Samimi ve dürüst insanlara, Cenâbı Hak doğru yolu ilham eder.
Din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir hayat tarzı, insanlar ve milletler için en normal bir yaşantıdır.
Frank Buchman 1921 yılında, bir gece trenle seyahat ederken, bir düşünce açık olarak bütün benliğini sardı. İçinden bir ses kendisine, “Vazifeni bırak!.. Vazifeni bırak!.. Vazifeni bırak!..” diyordu. Buchman için bunun mânası; kendisine iyi bir aylık gelir sağlayan, üniversitedeki öğretim görevini bırakması ve ömrünü yeni bir dünyanın kurulması uğruna adaması demekti. Buchman görevini bıraktı ve o tarihten itibaren bir santim bile aylık ücret almadı. Diğer birçok mânevi cihazlanma üyeleri de aynı durumda bulunmaktadırlar.
1838 yılında mânevi cihazlanma hareketi, dünya çapında bir önem kazandı ve o tarihten itibaren de, mukaddes bir düşüncenin öncüsü olarak, zaferden zafere koştu. Frank Buchman, seyahatlerinden birisinde, Karaorman bölgesine geldiği vakit şöyle diyordu: “Bütün dünya milletlerinde meydana gelecek ilk büyük hareket, manevi ve ruhi cihazlanma alanında olacaktır.”
İkinci Dünya Harbinden soma, Caux’daki mânevi cihazlanma konferansına 120 ülkeden 125.000 delege katılmıştı. Frank Buchman, bu konferans sırasında mânevi cihazlanma hakkında şunları söyledi:
“Mânevi cihazlanma, peşin bir hükmün ve şahsi çıkarın esiri olmayan her insanın hayatına karışır.
Mânevi cihazlanma, her sınıftan, her ırktan ve her milletten olan insanların —politik temayülleri ve dini inançları ne olursa olsun— bir fikir birliği etrafında toplanmalarını mümkün kılar.
Manevi cihazlanma, Allah'ın kullarına bahşettiği, ahlâklı ve inançlı bir hayatı şahıslara ve milletlere mal ederek, dünyayı içinde bulunduğu ruhi marazdan kurtarmak amacındadır.
Mânevi cihazlanma, gerek şahıslar ve gerek milletler için; dürüstlüğün, ruh temizliğinin, diğerkâmlığın ve sevginin sembolüdür.
Mânevi cihazlanma, insanları değiştirmek için lâzım olan kuvveti temsil eder. Bu insanlar, dostlarımız, düşmanlarımız, komşularımız olacağı gibi komşu ülkeler de olabilir.
Mânevi cihazlanma, herkes için yararlıdır. Fakat bizler için lüzumludur.
Mânevi cihazlanma vasıtasıyla, insanlar ve milletler bencilliğe ve bölünmelere karşı cihazlandırılmış olurlar.
Mânevi cihazlanma’nın ikili bir hedefi vardır. Birincisi ilk önce, insanların ve milletlerin din ve ahlâk kurallarına bağlı erdemli bir hayata erişmelerini sağlamaktır. İkinci olarak da, mânevi cephelerini müsbet bir hedefe yönelterek, moral çöküntülerinin ortadan kalkmasını temin etmektir.
Mânevi cihazlanma, dünyadaki bütün insanların kalblerine ve evlerine nüfuz etmelidir.
Manevi cihazlanma, zamanla, bütün nişanları ve dünyayı değiştirmeyi amaç edinen bir mukavemet yansıdır.”
Frank Buchman, çağımızda sürdürülen ideolojik savaş için şöyle diyor: “İdeolojik savaşlar, mukaddes kitaplarda, İlâhi emirlerin granit temellerini teşkil ediyordu. Bugün ise, birçok insana granit yerine şeker verilmektedir. Fakat bu usulle materyalizmin yenilmesi mümkün değildir. Mânevi cihazlanma, problemlerin esasına el atar ve günahları göz önüne serer. Ancak günahtan kurtulmak için insanların, günahtan nefret etmeleri onu tekrar işlememeleri, dürüst davranmaları ve işlenen günahlardan mümkün olanlarının düzeltilmesi için çaba harcamaları lâzımdır.”
Belki siz de, “Günah sözünü işitmek istemiyorum!..” diyebilirsiniz. Çok yazık!.. Hatasız insan olamayacağına göre, günahı saklamakla bir şey kazanılamaz. Günah işlendiği zaman, söylenmeli ve onu işleyenler pişmanlık duymalı ve nefsini ıslah etmek için gayret sarfedilmelidir.
Gerçi, bugün için bunlar bir mucize sayılabilir. Fakat bugün de, büyükbabalarınızın zamanında olduğu gibi, ibadet yerlerine gidip, ahlâk dersleri veren ve iyilik telkin eden âlim din adamlarını dinlemek ihtiyacım duymalıyız ve buna vakit ayırmalıyız. İşlenen günahlar ve suçlar üzerine, mümkün olduğu kadar çok şeyler işitmeliyiz, bunlardan da ders alarak, nefsimizi ıslah etmeğe ve birlik olmağa yönelmeliyiz.
Bu söylediklerimiz, dünün temel gerçekleri idi. Bugünün ise, en lüzumlu prensipleri olmalıdır. Bencillik, insanlar ve milletler arasında son sınırlara ulaşmış ve şahsi kazanç hırsıyla gözler kararmıştır. İşte, bu hallerin günlük yaşantının ayrılmaz bir parçası imiş gibi akıp gittiği bu zamanda, mânevi cihazlanma, sade ve basit dört umdesiyle bu akışa karşı çıkmaktadır.
Dürüstlüğü, ruh temizliğini, diğergâmlığı ve sevgiyi düşünelim!.. İçinizden birçokları, belki, bu kavramlardan bir şeyler beklemeyebilir. Fakat yine de, fertleri ve toplumları manen cihazlandırmak için, onlara sade ve basit dört temel kıstası vermeliyiz.
Dürüstlük ile başlayalım!.. Bunun yurdumuzdaki görünümüne bir göz atalım: Dürüst olmayan iş adamlarının ve esnafın durumları nasıldır?.. Hilekârlık, karaborsacılık, korsanlık ve kaçakçılık almış yürümüştür. Bu durumu sürdürmek ve piyasaya hâkim olmak için, fedailer beslenmekte ve halkın sırtından bunlara milyonlara varan paralar ödenmektedir. Eskiden namussuzlar için, hiçbir kinişe iyi tek bir söz sarf edilmezdi. Bugün ise, azılı haydutlar itibar görmektedir.
Ya ruh temizliği!.. Belki siz dahi, “Bu husus herkesin kendi şahsını ilgilendirir” diyeceksiniz. Peki!.. Fakat bu hallerin toplumlar üzerindeki yıkıcı etkisine ne diyeceksiniz?..
Ruh kirliliğinin birçok işletmelerde yaygın bir hal aldığı halk arasında ısrarla söylenmektedir. O derecede ki, buralarda vasıtalar gaye gibi gösterilmekte ve işçilerin özvarlıklarını kötüye kullanmaları, yıkıcı unsurlar tarafından sistemli bir şekilde organize edilmektedir*.
(*) 13. yüzyılın ortalarına doğru, Âhi Evran tarafından Kırşehir’de kurulan Ahilik kısa zamanda Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayıldı. Üyelerinin; milli birlik ve beraberliği, karşılıklı sevgi ve saygıyı, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilke saydığı bu kuruluş elbirliği, gönülbirliği ve kardaşlık havası içinde din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı sağlam yürekli düzenli bir toplum meydana getirmişti. Meslek sahibi sanatkârlardan ve esnaf kişilerden oluşan bu kuruluş, 19. yüzyılın başlarına kadar sapasağlam ayakta kalmış ve her mesleke özgü lonca’larda çalışma ve iş ahlâkı âdeta ibâdet mertebesine yükseltilmiştir. M. San
İnsanlar, moral çöküntüsünün pençesine düşmeden önce, sağduyularını kaybederler ve düşünceleri şaşkınlığa uğrar. Halk ise bu haller için, “çok fena” demekle yetinir fakat kimse, bu yaygın ruh kirliliğinin Önüne geçmek için çaba harcamaz. Hemen hiçbir kimsenin şifa aramadığı bu toplumun hali ne olacaktır?..
Parçalanmış aileler, ortada kalmış çocuklar, dejenere olmuş bir kültür ve çürümüş bir topluluk.
Diğerkâmlık ve sevginin ise, artık lâfı bile edilmemektedir. Bugünün insanları, ruh temizliğini, dürüstlüğü, diğerkâmlığı ve sevgiyi, modası geçmiş birer mefhum saymaktadırlar. İnsanlar, her şeyden önce, içinde yaşadıkları toplumun gidişine bakıp ona göre, kendilerine yön vermektedirler. Bu yüzden de, bütün dünya bugünkü hale düşmüş bulunmaktadır. Eğer ahlâk kurallarına bağlı ve erdemli hayat süren insanlara rastlarsanız ve size kucak açarlarsa, onlara sarılınız. İşte o zaman, şehrinizde bir kuvvet merkezi doğmuş olur ve bu yaratıcı gücü kimse görmezlikten gelemez.
İçinizden idealist olan birçoklarının, ümitlerinin gerçekleşememesi hattâ aile içinde bile karşılık görmemesi, çok acıdır. Bir vatandaş olarak yurt içinde, üstümüze düşen hizmetleri yerine getirmek zahmetine katlanmayız. Bütün bunları politikacıların yapmasını bekleriz ve sonra da bu rejimin adına “demokrasi” deriz.
Batmaya yüz tutan bir toplumun ilk önce sağduyusu yok olur ve düşünceleri iflâs eder.
Zamanımız insanları, sağa mı yoksa sola mı yönelmek icabettiği hususunda, karmakarışık düşünlere sapmaktadırlar. Fakat gerçekte, gideceğimiz yolun hak ve adalet yolu olduğunu idrâk etmeliyiz. Bu kavramlar, samimi olarak kafamıza yerleştiği zaman şaşkınlıktan kurtuluruz.
Eğer, içinde yüzdüğümüz moral çöküntüsüne bir deva bulamazsak, demokrasimizin düşeceği acıklı hali akıldan çıkarmamalıyız. İçimizden birçoklarının, şahsi işlerinden vakit ayıramadıklarını bahane ederek, halka karşı vazifelerini yapmamaları, bir mazeret sayılamayacağı gibi, onları mânevi mesuliyetten de kurtaramaz.
Dr. Frank Buchman’ın, 81. yaş günü münasebetiyle, Haziran 1959 tarihinde, Manevi Cihazlanma Derneğinin zirve toplantısının açılışında yaptığı konuşma.
Bizler, içinde bulunduğumuz bu dünyada yaşamaya henüz hazır değiliz.”
Bu sözleri Sputnık’e karşı Atlas’ı uzaya gönderen dâhi söylüyordu. 400 bilim adamı ile 3500 yardımcısının başında bulunan bu dâhi, Ulusal Bilim Akademisi tatbikat yöneticisi Dr. Douglas Cornell’dir. Sözlerine şöyle devam etmektedir:
“Bugün teknoloji, öğle yemeği ile kokteyil zamanı arasındaki kısa sürede, yaşadığımız dünyanın yok edilmesi imkânlarını yaratmıştır. Ancak, bu korkunç realitenin suçunu, bilime ve teknolojiye yüklemek doğru değildir. Bu sorun, bugünün insanının bünyesinde yatmaktadır. Bunun için de, çağımıza lâyık insan tipinin yeniden yaratılması lâzımdır.”
Terörizme karşı koymanın, hattâ meydan okumanın bir eğri yolu bir de doğru yolu vardır. Asya milletlerinden birisinin ordusunu yetiştirmiş Amerikalı bir general şöyle diyor: “Ben, iyi yetiştirilmiş bir ordu ve düzgün bir ekonomi ile, terörizme karşı savaşmaya çalıştım. İyi asker yetiştirdim. Fakat onlara, terörizme üstün gelecek bir ideal aşılamayı başaramadım. Manevi Cihazlanma, bu ideali bünyesinde taşımakta ve doğru yolu göstermektedir.”
Biz insanlar, uzun yıllar hayatımızı geçirdiğimiz bu eğri yollan, artık normal yol olarak kabul edecek bir duruma gelmiş bulunmaktayız. Halbuki; dağılmış yuvalar, çökmüş tesisler, bölünmüş milletler ve bir türlü neticeye varamayan konferanslar hiç de normal sayılacak belirtiler değildir. Bunlar ancak, yanlış hareketlerin ve davranışların kaçınılmaz sonuçlarıdır. Birçoğumuz terörizmi lânetlemekteyiz. Fakat, bugün toplumumuzun içinde yüzdüğü bölünmelerin, kargaşalığın doğurduğu nefretin, açgözlülüğün, korkunun ve bencilliğin suçunu terörizme yüklemekle hiçbir şey kazanamayız. Terörist partisine asla girmeyecek olan milyonlarca insanın tuttuğu yol ve sürdüğü hayat tarzı ise, terörizme yeşil ışık tutmaktadır.
Moskova’da büyükelçi olarak bulunmuş Amerikan Deniz Harekâtı Başkam Amiral William H. Stanley bu gerçeği anlamış ve bütün dünyaya şu sözlerle duyurmuştur: “Amerika için, bugün artık seçilecek iki yol vardır ki o da ya mânevi cihazlanma yahut komünizmdir.”
Amerikan Stratejik Hava Kumandanlığına bağlı olan ve iki yıllık bir süre için 8000 kişilik bir kuvveti her onbeş dakikada bir alârma hazır durumda tutmakla yükümlü bulunan bir hava generali şöyle diyor: “Bana gönderilen gençler, demokrasinin ne olduğunu bilmezler. Onlar, diledikleri gibi yaşarlar. Terörizmin de ne olduğunu bilmezler. Anlamak için de hiçbir çaba harcamazlar. Bu konu onları ilgilendirmez bile. Ancak; atomik bir saldırıya karşı koymak için silâhlı hazırlık yaparken, hep birlikte, ruhumuzu da bu saldırıya karşı hazırlarız. Bu da hiç şüphesiz, mânevi cihazlanma yoluyla olmaktadır.”
Benim tuttuğum “doğru yol” değildir. Hattâ sizinki de “doğru yol” değildir. Doğru yol “Hak yolu”dur. Birçok insan, hürriyet ve demokrasi’yi “herkesin istediğini yapması” mânasına alır. Bu sakat düşünce ile de, herkes kararını kendisi verir ve kendi çizdiği yolu izler.
Analar ve babalar, diledikleri gibi yaşarlar. Çocuklarının kendilerini taklit ettiklerini görünce şaşarlar ve dehşete kapılırlar. Amerika’da 1959 yılında, bir milyondan fazla gencin çocuk mahkemeleri karşısına çıkacağı tahmin edilmektedir. Dağılmış yuvalar, ortada kalmış çocuklar bütün millete umutsuzluk saçmaktadır.
Bir grup genç Amerikalı, kendi hayat tecrübelerine dayanarak, “Yeni Amerikalı” adını taşıyan bir tiyatro eseri meydana koymuşlardır. Bu eserde; şahıslar arasındaki suçluluk, toplumlardaki yıkıcılık, ayrılmalar ve boşanmalar ele alınarak işlenilmekte ve Amerikan halkına bazı çözüm yolları gösterilmektedir. Genelkurmayın isteği üzerine, bu eser, bütün dünyadaki Amerikan deniz ve hava üslerinde ve tesislerinde ve yüksek okullarında sahneye konulmuştur. O sıralarda ünlü bir gazete şunları yazdı: “Bu tiyatro eseri, yürekleri sevinçle dolduracak, büyük ve itici bir kuvveti temsil etmektedir.” Bir şehrin belediye başkanı, bu temsili gördükten sonra şöyle diyordu: “Bu tiyatro eseri, şehrimizde yaşayan insanlara, şimdiye kadar, yeryüzüne gelen en sağlam sesi getirmiştir.” Bu tiyatronun gösterildiği başka bir şehrin belediye başkanı ise; “Bu eser, mutlaka, bütün Amerika’nın okullarında ve kolejlerinde gösterilmelidir.” demiştir.
Devlet adamları için dahi, doğru ve eğri yollar vardır. Halen Alman Dışişleri Bakanlığının yüksek dereceli memuru olan, daha önceleri Kanada Büyükelçiliğini yapmış bir zat, basına bir demeç vermişti. Bu demecinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa politikasındaki en şaşırtıcı olayın, Almanya ile Fransa arasında barışın ve daha da ileri gidilerek işbirliğinin kurulması olduğunu söylemiştir. Bu iki eski düşman arasında, böylece sürekli bir dostluğun kurulmasını sağlayan başlıca faktörün ise, manevi cihazlanmanın esprisi olduğunu belirtmiştir. Almanya Şansölyesi Dr. Adenhauer bana yazdığı mektuplardan birinde şu sözler vardı: “Mânevi cihazlanma hareketi genişleyip yayıldıkça, dünya barışını korumak için, başka çabalara lüzum kalmayacaktır. Çetin meselelerdeki uluslararası anlaşamamazlıkların giderilmesinde, şimdiden, manevi cihazlanmanın gözle görülemeyen etkili bir gücü vardır.”
Son onbeş yıl içinde, hemen bütün milletlerarası konferanslarda bulunmuş olan bir diplomat şöyle diyor: “Son aylarda meydana gelen üç olay diplomatları hayretlere düşürmüştür. Her üç olayda dahi, manevi cihazlanmanın umdelerini benimseyen şahıslar, bu çetin ve karmaşık problemleri çözümlemişlerdir.”
İlk olay Lübnan krizi idi. Dünyayı iki cepheye bölmek tehlikesini gösteren bu meseleyi, on Arap ulusundan meydana gelen birlik çözdü. Arap Birliği Genel Sekreteri, o sırada Mısır’da bulunuyordu. Genel Sekreter, kendisine Allah’tan geldiğine inandığı bir ilham ile derhal New York’a uçtu. Bu meselede en fazla mesuliyet yükünü omuzlarında taşıyan Genel Sekreter, orada bütün Arap devletlerinin birbirlerine karşı ihtilâf halinde bulunduklarını gördü. Diğer milletler de, Arap ülkelerine karşı, kendi aralarında bölünmüşlerdi. Arap ülkelerinin bir savaş alanı değil, barışa ulaşacak bir köprü olması lâzım geldiği kanaati, bir sabah Genel Sekreterde doğdu. Bütün temsilcileri bir araya topladı ve hepsinin kabul edebileceği bir çözüme varıncaya kadar birarada kaldılar. Varılan karar Birleşmiş Milletler’de oybirliğiyle kabul edildi. The Times, London, “Bir gece içerisinde, neredeyse mucizevi bir değişiklik sahneye kondu” diye yazdı.
İkinci olay, Asya’da yeni doğmakta olan birliktir. Bu birliğin söz götürmez işaretlerinden birini, Filipinler Başkanının Japonya ziyareti ve Japon Diyet Meclisinin kabul resmi teşkil etmektedir. Daha bir yıl öncesine kadar, böyle bir davranışın, iki ülke arasındaki nefret duygusu dolayısıyla, teşebbüs edenler için politik bir intihar sayılacağı düşünülmekte idi. Filipinler Başkanını kabul eden Japon Diyet Meclisi Başkanı, daha önce Filipinler’le barış anlaşmasını imzalamıştı. Bu zat şunları söylemiştir: “Son iki yıl içinde manevi cihazlanmanın esprisi, Japonlarla Filipinler arasındaki uzlaşmayı sağlamakla kalmamış, aynı zamanda Japonya’nın iktidardaki tek güçlü siyasi partisini de teröristlerin pençesine düşmekten kurtarmıştır. Bunun bir sonucu olarak da; Endonezya ve Vietnam ile yeni ilişkilerin kurulması ve Çin ile de anlaşmazlığın giderilmesi mümkün olmuştur. Şimdi de, Güney Kore ile Kuzey Kore’nin birleşmesini gerçekleştirecek teşebbüslere girişilmiştir.” Filipinler Devlet Başkanı, bu açıklamalara karşı; “Geçmiş yıların acı hâtıraları, şefkat ve müsamaha duygularıyla ortadan silinmiştir.” cevabını vermiştir.
New York World Telegram gazetesi şu yorumu yapmıştır: “Filipin Devlet Başkanı'nın Japonya ziyareti, İkinci Dünya Savaşı sonrasının, tarihi bir dönüm noktasını meydana getirmiştir.”
En sonuncusu Kıbrıs olayıdır. Birleşmiş Milletler’de Kıbrıs olayına, uzun süre boş yere bir çözüm yolu aramış olan komitenin başkam Asyalı büyükelçi beni ziyarete gelmişti. “Kıbrıs problemi çözülmeden kalırsa, Avrupa birliği gölgelenecektir. Bundan başka bu mesele, Avrupa’da bir savaşın bile çıkmasına bir sebep teşkil edebilir.” diyordu. Fakat bu çözüm; İngilizler, Yunanlılar ve Türkler tarafından getirildi. Bütün taraflar, işleri yürütmekte yanlış yol seçtiklerini dürüst bir şekilde kabul ettiler. Bu da mânevi cihazlanma’nın bir zaferi oldu. Bir İngiliz parlementeri, bir kısım Kıbrıslı liderleri görmeye gitti, iyi niyetle, kendisinin ve ülkesinin hangi noktalarda yanlışlık yaptığını tesbit ederek bunları kabul etti. Bir Yunanlı lider Londra’ya gelerek, yetkililere, Kıbrıs’ta geçen acı olaylardan ve dökülen kanlardan dolayı duyduğu üzüntüyü belirtti. Bir Türk gazetecisi Atina’ya giderek, bütün Yunan gazetelerinde çıkan makalesinde, Türklerin ve Yunanlıların birbirlerine düşman olarak değil dost olarak yaşamaları lâzım geldiğini yazdı. New York Times gazetesi bu sonucu; “Bütün münevver devlet adamlarına örnek teşkil edecek bir olay” diye yorumladı. Bu olay, aynı zamanda, bizim fazla çalışmaktan yorulmuş ve espritüel güçlerini kaybetmiş devlet adamlarımıza bir ibret levhası olmalıdır.
Çok tecrübeli bir diplomat, bana şunları söyledi: “Afrika’nın her yerinde, gördükleri beyazlara —buradan ne zaman gideceksiniz?..— diye sorarlar. Halbuki aynı Afrika'nın her yerinde, manevi cihazlanma üyelerinden beyaz kadın ve erkekleri gördükleri zaman —ne vakit tekrar geleceksiniz?..— diye sorarlar.” Gana Başbakanı Nkrumah, Doğu Nijerya’yı resmen ziyaret etmişti. Doğu Nijerya Başkanı dostum Dr. Azikiwe bu fırsattan istifade ederek, misafirine özgürlük filmini göstermişti. Bütün dünyaya seslenen bu filim, Afrikalılar tarafından yazılmış ve filme alınmıştır. Filmin mevzuunu; özgürlüğüne yeni kavuşmuş genç bir ulusun, terörizmin pençesine düşerek, yok olmaya doğru sürüklenirken, doğru yolu nasıl bulup da birleşerek kurtulduğu teşkil etmektedir. Daha sonra, Başbakan Dr. Azikiwe, 36 milyonluk Nijerya halkına şunları söylemişti: “Biz Afrikalılar, özgür kadın ve erkeklerden meydana gelen, nefretten, korkudan ve açgözlülükten uzak bir Afrika kurmalıyız.”
Batı Afrika’nın en büyük üniversitelerinin bulunduğu Ibadan şehir gazetesinde şu başlık okunuyordu: “Manevi Cihazlanma tek ümidimizdir.” Adı geçen bu film, Güney Afrika'nın büyük şehirlerinde halka gösterildi. Capetownda film halka §u sözlerle takdim edildi: Bizler, özgür ülkelerde, hedefe varmak için en etkili silâhın, halka doğru yolu göstermek olduğuna inanıyoruz.” Güney Afrika’daki Afrikalı öğretmenlerin eski başkanı olan zat, bu filmde başrolü almıştı. Filmin sonunda, ekranın önünde durarak, film çevrilirken rol icabı giydiği muhteşem elbiselerle halka hitab etmektedir. Salonda bulunan beyazlar, bir Afrikalıyı, bir Afrikalı hatibi, muhtemelen ömürlerinde ilk defa dinlemektedirler. Filmin gösterildiği sürece, hemen her gece, dinleyiciler konuşmacının etrafım sararak, gelecek yaşantıları boyunca ve Afrika’nın geleceğinde, doğru yolu bulmak için neler yapmaları ve nasıl davranmaları lâzım geldiği hakkında, onu sual yağmuruna tutmaktadırlar.
Colwell adında üç genç Amerikalı kardeş, her gösteride şarkı söylerler. Hollywood ile yaptıkları mukaveleyi bozan bu üç kardeş, pek az Güney Afrikalının başarabildiği bir şeyi yapmışlardır. Güney Afrika dilinde söyledikleri şarkılarla, yalnız Güney Afrika'nın uyanışında ve başkaldırmasında etkili olmakla kalmamışlar, aynı zamanda bütün Afrika ve Asya’nın özgürlüğü için çaba harcayan liderlerinin üzerinde de etkili olmuşlardır. Güney Afrika’nın özgürlüğe kavuşması için, hayatlarını feda edeceklerini söyleyen bu gençler, halkın dertlerine çözüm yolu bulunmasına Hollywood'ın yardım etmesini istemektedirler. Kaliforniya’da yaşadıkları şehrin belediye başkam, bu üç kardeş için şunları söylemektedir: “Bu üç genç Amerikalı şarkıcı, Amerika’nın savunmasına katkıda bulunmaktadırlar.”
Aslında bu üç genç, bütün dünya için yapılması lâzımgelen kavga’nın mesuliyetini yüklenmiş bulunmaktadırlar. Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da ve Amerika’daki anneleri düşünelim!.. Bu anneler; batıda çevrilen birtakım değersiz filmlerin etkileri altında, yanlış yollara sapan çocuklarının akıbeti için ağlamaktadırlar. Walt Disney’in sihirli kameramanı Richard Tegström özgürlük filmini çekmek üzere Afrika’ya gitmişti. Oralarda gördüğü filmleri anlatırken; “Mai-Siyah Afrika gecelerinde beyaz perdede, Batı uygarlığının film üretiminin kokmuş tortularının ve posalarının her gece savunmasız masum ve genç Afrikalılara nasıl sunulduğunu gördüm.” diyordu.
The Crowning Experience filminin çekimini sürdüren Tegström, bu film için, zenci bir köle ana ve babadan doğan Mary McLeod Bethune’nin hayatından ilham almıştır. Bu kadın, Beyaz Saray’da Cumhurbaşkanlığı Müşavirliğine kadar yükselmiştir. Mary, mânevi Cihazlanma için şunları söylemektedir: “Çağımızın bu büyük ve birleştirici gücünün bir parçasını teşkil etmek şerefine nail olmak, benim için hayatın en yüksek zirvesine tekabül etmektedir.” Crowning Experience, Güneyde, tiyatro oyunu olarak aralıksız dört ay oynamıştır. Washington’da National Tiyatroda, 123 seneden beri beklenen rekoru kıracak şekilde uzun bir zaman gösterilmiştir. Atlantalı bir gazeteci bu piyes için, “Güneyde, şimdiye kadar yaşanmış en büyük olay” demiştir. Tegström şöyle diyor: “Bu nitelikte filmlerin çekilmesi, insanlığın ve dünyanın, bugün için muhtaç olduğu ve gelecek için ihtiyaç duyacağı şeyleri bilenlerin ve anlayanların, eli ile olmalıdır.”
Burma’nın büyük devlet adamı U. Nu beni görmeye gelmişti. Sohbetimiz sırasında, devlet adamlarının, insanları, tıpkı matbu bir kitap gibi okuyabilmeleri icabettiği üzerinde durduk. Maraza teşhis koyabilecek ve tedavi edebilecek kabiliyetteki devlet adamlarının, her türlü yozluğa ve yıkıcılığa karşı koymaları gerektiğini belirttik. Ancak bu suretle, milletlerin yanlış yollara sapmaktan alıkonacakları sonucuna vardık. Etraflarında, temiz ellerle saf kalplerin sahipleri kadın ve erkekleri yaratacak ve onlara yozlaşmamayı öğretecek liderler üzerinde durduk. İdeolojik çabalara ışık tutacak ve doğru yolu gösterecek idealistlerden söz ettik.
Japonya’yı ziyaret ettiği zaman U. Nu’yu, .Japon, Filipinler ve Vietnam başbakanları ile mânevi cihazlanma üyeleri karşılamışlardı. Mânevi cihazlanma derneğinin gayesi, milletleri, moral yönünden, tepeden tırnağa kadar cihazlandırmaktır. Bu derneğin Japonya’da kullandığı vasıtalardan birisi de endüstrileşmiş çağdaş Japonya’nın kurucularından bir zatın torununun oğlu tarafından yazılan bir tiyatrodur. Bu eser özellikle, hükümet adamlarını, her partiden politikacıları, endüstri ve işçi liderlerini de almaktadır. Bu zevatın; para ile satın alınabilecekleri gibi, mevki hırsı veya birtakım iptilâları yüzünden, terörist stratejisinin ağına düşebilecekleri veya yara alacakları temalını işlemektedir. İçten gelen samimi üslûp ile kaleme alman, esasa korkusuzca dokunan ve doğru yolu gösteren bu eser, bütün halk tarafından alkışlanmaktadır.
Yeni kurulacak bir dünya için, lider mevkiinde ve durumunda bulunanlar gönül rızasıyla, içten gelen bir istek ve inançla Hak Yolu’nu seçerlerse, ancak o zaman insanlık birliğe kavuşabilir. Bu birliğin kadınları ve erkekleri, nefreti ve korkusu bulunmayan ve açgözlü olmayan devlet adamlarını ve idarecileri yetiştirirler. Bu liderler, devlet adamları ve idareciler ortak bir fikir etrafında toplanarak, kendilerini bu ideale vakfederler. Ve dünyanın kurtuluşu da ancak bu şekilde gerçekleşebilir.
Devlet adamları için de bir yanlış ve bir de doğru yol vardır. İnsanlardaki korku, nefret ve açgözlülük yok edildiği zaman, ulusların ve uluslararası en karmaşık problemlerin bile çözümlendiğini manevi cihazlanma defalarla ispat etmiştir.
Gözlerimizin önündeki panorama budur! Bu kadar basit olmasına rağmen birçoğumuzun göremediği gerçek budur! Bunları görmesek veya görmezden gelsek bile yine de onsuz yapamayız. İşte bilmekliğimiz lâzım gelen esas gerçek budur.
Kaynak: DR. PAUL KAMPBELL — PETER HOWARD, İnsanları Değiştirme Sanatı, Çeviren: Mithat SAN(Eski Ulaştırma Bakanı) Mânevi Cihazlanma Derneği Yayınları: 9, Ankara — 1977
************

Neo-Naziler Türkiye'de!
Aytunç Altındal, 'derneğin Türkiye kanadında, Nazizmin babası gizli Thule örgütüyle ilişkili Almanlar ve Avusturyalılar vardı. Dernek, 60'larda ordu içinde etkiliydi' diyor. 1995 yılında Aktüel dergisinin 229. sayısında yayınlanan dosyada ilginç iddialar yer alıyor:
İsviçre'de, Montrö yakınlarındaki Caux kentinde tarihi bir şato... Umberto Eco'nun romanından çekilen "Gülün Adi" filminin sahnelerini andıran bir Ortaçağ dekoru. 1500 kişilik dev salonlar, antikalarla dolu uzun koridorlar. Ve ortalıkta dolaşan siyah cübbelerinin arasında kollarını kavuşturmuş; yaşlı papazlar... Burası bir kilise değil, Hiristiyanlık üzerine ulaslararası çalışmalarıyla tanınan, araştırmacı-yazar Aytunç Altındal'a göre "Moral Re-Armament"in, yani "Manevi Cihazlanma Derneği"nin karargâhı.
SON TOPLANTI 1994'TE
Altındal'a göre, bu karargâhta uzun yıllar çeşitli Türkler eğitim gördü. Son olarak da, l994'te ünlü bir kadın reklamcının organizasyonuyla, 20 başarılı Türk gazetecisi bir hafta ağırlandılar. Papazlar, Türk gazetecilerinin ayaklarını bile yıkadı...
"Tüm bunlarda ne var?" denebilir. Altındal'a göre ise, "Çok şey var":
AB'NİN FİKİR BABALARI
"1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler, derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi bir araya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hiristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde katolikleri, protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..."
Aytunç Altındal, derneğin bugün de çok etkin olduğunu ileri sürüyor:
"Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkilidir. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü şahsiyetler de derneği övüyor ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle temas halinde olmasını istiyorlar. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!"
ÖNEMLİ TÜRKLER DE 'CİHAZLANMIŞ'
Aytunç Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde, "Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı. "1950'lerde Neo-Nazi hareketler yeni isimler aldılar. 54-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı. Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Altındal. Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği'nin de kurulduğunu açıkladı:
'27 MAYIS'TA ETKİLİ OLDULAR'
"Dernek, Caux'daki şatoda eğitilmiş Türkler tarafından 1958'de Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı. Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için uğraştı, Menderes'e tavsiyede bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi..."
Aktüel, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndan derneğin kayıtlarını araştırdı. Aldığımız cevap, "Dernek 1967'de feshedilmiş. Evrakları da SEKA'ya gönderilmiş" oldu...
Manevi Cihazlanma Derneği'nin kurucu listesine ulaşmak mümkün olamadı. Kurucuların çoğunun yaşamadığını da öğrendik. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri vardı: 27 Mayıs döneminin devrimci gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlattı:
CELİL PAŞA VE İKİ YAHUDİ AİLE
"Dönemin ihtilalci subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber İsviçre'deki derneğin şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına gidiyorlar..."
NAZİ LİDERİ TÜRKİYE'DE Mİ SAKLANDI?
Altındal'ın Sabah'taki dizisinde ortaya attığı bir çarpıcı iddia da, Hitler'e ve Nazi partisine kaynaklık eden gizli Thule örgütünün liderinin, 2. Dünya Savaşı'nda Nazi yenilgisinin ardından, "ölü" gösterilerek yıllarca Türkiye'de saklandığı... Peki Manevi Cihazlanma Derneği ile bu liderin gizlenmesi arasında bir bağlantı var mı? "İki olay paralellik arzeder" diyor Altındal. "Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, 1945-1957 arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı" diye de ekliyor. Peki saklayanlar kim? "Beni fazla zorlamayın. Ben de hir kitap yazıyorum. Önümüzdeki günlerde ABD'de çıkacak kitabımda bazi şeyleri açıklayacağım" diyerek bu soruyu yanıtlamıyor.
Aytunç Altındal'a, "Hem 'Dernek Nazi sempatizani' diyorsunuz, hem de üyeler arasinda Masonların da bulunduğunu söylüyorsunuz. Bu çelişkili değil mi? Yahudilikle masonluk arasında bir ilişki yok mu?" diye soruyoruz. Buna cevabı da şöyle:
"Dernek Yahudi aleyhtarıdır. Bünyesine hiç Yahudi almamıştı. Türkiye'deki şubesinde de Yahudi yoktu. Ayrica sanıldığınin aksine Yahudiler Masonları değil. Masonlar Yahudileri kullanır. Almanya'daki 24 bin masondan, sadece 400'ü Yahudidir..."
Dünyayı yönetenler arasında gerçekten insanlığın bilmediği gizli örgütler de mi var? Bunların kolları Türkiye'ye de mi uzanıyor? Aytunç Altındal'ın bu sorulara cevabı "Evet!". Bu cevabın daha somut kanıtlarını öğrenmek için ise, ABD'de çıkacak kitabı beklemek gerekecek anlaşılan...
MİT ESKİ DAİRE BAŞKANI MAHİR KAYNAK:
"Neo Nazizm'in arkasında ABD var!"
Aytunç Altındal'ın ortaya attığı, son yılların bu en çarpıcı komplo teorisi hakkında, bir başka komplo teorileri uzmanı olan Prof. Mahir Kaynak'ın da görüşünü aldık. Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekledi:
"2. Dünya Savaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. ABD'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilirler!
Neo-Nazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Alman gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdir."
Osman Aytun Altındal Kimdir?
Lise yıllarında, okuduğu Kabataş Lisesi'ni kundaklama teşebbüsünden, bugünün uluslararası din uzmanlığına uzanan ilginç bir hayat çizgisi var Aytunç Altındal'ın. 1970'lerde TKP'nin "Bizim Radyo"su onu "Atatürk'ün kurdurduğu sahte TKP'nin üyesi" olmakla suçlarken, Marksist dergiler çıkartıyordu. Son yıllarda ise Refah Partisi'ne ve askerlere yakınlığıyla göze çarpıyor. Altındal, yılın yarısını ABD'de geçiriyor, Hiristiyanlıkla ilgili çalışmalar yapıyor.
HİTLER'İN ARKASINDAKİ ADAM SEBOTTENDORF'UN TÜRKİYE GÜNLERİ
Nazizmin kurucusu, Türkiye'de saklanmış 1912'de kurulan gizli Thule örgütü, Aytunç Altındal'a göre Hitler'in ve Nazizmin babasıydı. Hitler'i siyasete sokan, yükselten ve ona mali destek bulan da Thule'ydi. Gamalı haçlı Nazi bayrağını bile Thule hazırlamıştı. Bu örgütün lideri Baron Rudolf von Sebottendorftu. 1875'te dogan "Baron", aslında bir isçinin oğluydu. Ama 1910'larda bir soylu Alman ailesi tarafından evlat edinilerek "Baron" sıfatını kazanmıştı. Nazi Partisi'nin ilk hali olan Alman İşçi Partisi'ni de Baron ve örgütü kurmuştu.
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı. Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu.
İngilizler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balikesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korunduğu sanılıyor..."
Ya Manevi Cihazlanma Derneği? Onun burada rolü var mı? Altındal, "Detayları kitabımda yazacağım" diyor Ama "Dernekle Sebottendorf arasında paralellik var' demekten de kendini alamıyor...
Erişim: http://kaleburc.blogcu.com/manevi-cihazlanma-dernegi/1358999
Ömer Fevzi Mardin, bahriye teğmenliği sırasında İttihatçılara katıldı.
Trablusgarp Savaşı’nda gönüllü olarak yer aldı.
Harbiye Mektebi’nde öğretmenlik yaparken komutanı Rauf Orbay’ın aracılığıyla Nakşibendi şeyhi (Üzeyir Garih’in mezarını ziyaret ettiği) Küçük Hüseyin Efendi ile tanıştı.
Ve ondan icazet alıp askerliği bıraktı, "halifesi" oldu.
Zamanla kendi dergâhını kurdu. "Şeyh" oldu.
1942’de "İlahiyat Kültür Derneği"ni kurdu.
Amacı "dinlerarası diyalog" idi.
Şeyh Ömer Fevzi Mardin’e dinlerarası diyalog konusunda en büyük desteği Rahip Dr. Frank Buchman verdi.
Şeyh Ömer Fevzi Mardin ile Rahip Buchman’ı yan yana getiren, bir gazeteciydi: Ahmet Emin Yalman!
Detaya girmeyelim...
Şeyh Ömer Fevzi Mardin 1949 yılında Rahip Buchman’ın davetiyle İsviçre’ye gitti.
Bir şatoda dünyanın çeşitli yerlerinden gelen din adamlarıyla bir hafta süren toplantılar yaptı.
Yaptığı konuşmayı "İslamiyet ve Ehl-i Kitap Ailesi" kitabına aldı:
İsviçre’deki toplantının nedeni "diyalog" idi ama sonuç farklı çıktı:
Şeyh Ömer Fevzi Mardin, İsviçre’den döner dönmez ne yaptı dersiniz; Mehmetçiğin Kore’ye gönderilmesini savunan kitap yazdı.
Başta müritleri olmak üzere herkese ve basına, ABD Başkanı Franklin Roosevelt’in Şeyh Küçük Hüseyin Efendi dervişanından Münir Ertegün vasıtasıyla gizlice Müslüman olduğunu söyledi!
Uzatmayayım...
Görüldüğü gibi "cemaatlerin" dış bağlantıları olabiliyor ve bunlar etkisiyle ülkenin siyasetini belirlemede hayli aktif görevler üstleniyor, "soğuk savaşın piyonu" haline geliveriyorlardı.
Demem o ki:
Dünyadaki siyasal gelişmeleri analiz etmeden "cemaat" olgusunu tek mistik boyutuyla kavrayamayız.
Erişim: http://www.gazetevatanemek.com/index.php/analizler/item/7598-manevi-cihazlanma-cemiyeti.html

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar