ERMİŞİN BAHÇESİ - (Nebi’nin Cenneti) The Garden of the Prophet -Halil CİBRAN
HAKKINDA
Şaşıracak bir şey yok,
her şey çok açık: Eğer öğünçle içinde dolaştıklarının gerçekte kendi
yıkıntıları olduğunu uyarıyorsanız, çekip almaya çalışıyorsanız dilsiz
boyunları kütükle kılıç arasından, kahraman sayılanların yüzlerine
haykırdığınız zorbalığı elbet hesap soracaktır, elbet meydanlara yığılıp ateşe
verilecektir sözleriniz.
Dünya'lı (1883’de
Lübnan'da doğup ABD’de öldüyse de Dünya'lı) Halil CİBRAN yakılan kitaplarında
hep insanın peşine düşmüştü. "İnsan" deyince: insanın bireysel özünün
kendi içinde değil, dışıyla kurduğu nesnel ilişkilerde olduğunu, sevgi, acı,
neşe, bütün duygu ve düşüncelerin somut toplumsallığını değerlendirmiştir.
Zincirin, en zayıf
halkası kadar zayıf olduğu gibi, aynı zamanda en güçlü halkası kadarda güçlü
olduğunu; insanları küçük çabalarının boyutlarına bakarak ölçmenin, okyanusun
gücünü dalgalarının köpüklerine bakarak tahmin etmek olacağını söyler.
Haksızlığa boyun eğmeyi reddeder; bu doğrultuda en küçük çabayı değerli sayar.
İnsanı okyanusa
benzetir; onun bir ve tek ulus ve ulusların kendini ulus sanan bölünmüş
parçalar olduğunu görür. Maddeye tapma hastalığına savaş açar.
Kitaplarında hiçbir
zaman ucuz Amerikan filmlerindeki mutlak iyi ile mutlak kötünün portreleri
çizilmez, ikisi birdir ve birlikte vardırlar. Kategorileri karşıtlarıyla
birlikte ele alır.
Bunlar herkesin
hoşlanacağı görüşler olmamıştır. Çünkü taş, dalganın düzenini bozar. Şaşacak ne
var.
Acılı yaşamından hiç
yakınmamıştır. "The Voice of The Master“da 'Ben kimim ve ne için varım?"
diye sorarak şunları söylüyor:
“Bunlar
ve diğer öğretilerden söz edişim nedeniyledir ki cezaya çarptırılıp, sürgüne
gönderildim ve Kilise tarafından afaroz edildim...geçirdiğim yıllarda hiçbir
pişmanlığa kapılmış değilim. Gerçek’i arayıp da onu insanlara açıklayan herkes
acı çekmeye mahkumdur.”
Bu söylediklerinin
hepsini yaşadı; ancak ermiş de olsa insanın adam olmak için kırk yıl sırtında
tekkeye odun taşıması gerektiğini görüyordu; anlatmayıp ne yapsındı. Bu
sentezin ürünü, 48 yaşında yoksulluk içinde yakalanılan ölümden yarınlara
taşabilen sözleri oldu.
Keşke
bunları çoktan gerilerde bırakmış, keşke başına gelenlere şaşırıyor
olabilseydik. Yazık ki bugün de öğreneceklerimiz vardı ondan. "Ermişin
Bahçesi" (The Garden of the Prophet) ölümünden sonra basılmıştır ve
"Ermiş"in (The Prophet) devamı sayılıyor. Bilge "Ermiş le
Orphalese kentinden bindiği gemiden bu kitapta iner.
(Ek Not: Her ne kadar
(The Prophet) ‘in devamı gibi lansedilsede, bu eserin muhtevasında bir sıkıntı
var. Yayına hazırlayanlar içeriği ile oynamışlar. Birinci kitaptaki aheng konu
düzenindeki mesajlar burada eritilmiş (Eğer bu şekilde değilse olgunlaşmamış
bir eser görünümü var). Halil Cibran hakkında uzman olanların bu görüşü
dillendirebileceklerini düşünüyorum.
Bir insanın dünyadan göçtükten sonra çıkarılan eserlerinde,
hazırlayanların sansürüne uğradığını biliyoruz.
Fakat yaralı/kemâli noksan bu eseri de sizlere aktarıp aradaki farkı
görmenizi istedim. İhramcızâde)
"Düşünce uzayın bir kuşudur, sözcüklerden yapılmış bir
kafese konduğunda belki kanatlarını açabilir, ama uçamaz." Üstelik
ötüşünü duvarlar ötesinden dinliyorsanız, bölük-pörçük kalır melodisi
kulağınızda. Dil farkının ördüğü duvarlar ardından dinlediğimiz melodiyi,
şiirsel lezzetini koruyarak taklit etmeye çalıştık. Ama hele Cibran gibi
sözcüklere kendi değişik anlamlarını yükleyen birini aynı lezzette sunmak,
olamaz bir uğraş. Bu uğraşta, ülkemizin titiz ve değerli araştırmacılarından
Aytunç ALTINDAL’ın önceki iki Cibran çevirisinden yararlandığımızı da belirtmek
gerekir.
Sonuçta, o kendi dilinde
söyledi, biz kendi dilimizce anladık. Halil CİBRAN'ın söyledikleri günümüz
Türkiye’sinde kaç kişinin eline, yüreğine ve aklına ulaşabilecek; neyi, ne
kadar değiştirmeye gücü yetecek? "Ermiş"te diyor ki:
"Eğer
bunlar belirsiz sözlerse, onları daha açık kılmaya kalkışmayın.
Her şeyin başlangıcı belirsiz ve sislidir...ama sonu öyle değildir.
Sizlerin, beni bir başlangıç olarak anımsayacağınızı umarım."
Her şeyin başlangıcı belirsiz ve sislidir...ama sonu öyle değildir.
Sizlerin, beni bir başlangıç olarak anımsayacağınızı umarım."
Başlangıç olsun.
R. Tanju SİRMEN
El Mustafa, o seçkin ve sevilen, o kendi gününe bir öğle vakti, anma ayı
Ticrin’de kendi doğumunun adacığına dönüyordu.
Ve gemisi limana yaklaştığında pruvada ayağa kalktı ve gemicileri
çevresindeydiler. Ve kalbinde bir eve dönüş vardı.
Ve konuştu ve deniz onun sesindeydi ve dedi: "Doğduğumuz adacığa
bakın. Burada da yeryüzü bize bir şarkı ve bir bilmece sunuyor; gökyüzüne doğru
bir şarkı, yeryüzüne doğru bir bilmece; ve yeryüzüyle gökyüzü arasında bizim
kendi tutkumuzdan gayri neyimiz vardır ki bu şarkıyı taşıyacak ve bu bilmeceyi
çözecek.
"Deniz bu sahillerde bize bir kez daha teslim olmakta, oysa biz onun
dalgalarından bir dalgayız. O bizi ileriye, onun konuşmasına ses olmaya
gönderdi, fakat bunu nasıl yapacağız kalbimizin simetrisini kayalarda ve
kumlarda parçalamadıkça.
"Bu yüzden gemicilerin ve denizin yasası şudur: Özgür olmak
istiyorsan, sise dönmeye ihtiyaç duyacaksın. Şekilsizlik daima bir şekil
arayışıdır, sayısız nebulaların güneşler ve aylar haline geleceği an ki gibi;
ve biz çoktandır aramakta olanlar, dönmekteyiz şimdi bu adacığa, katı
kalıplara, buhura dönüşmeli ve bir kez daha başlamayı öğrenmeliyiz. Ve başka
ne vardır ki yaşayacak ve doruklara yükselecek, parçalanıp tutku ve özgürlüğe
dönüşmek dışında?
"Daima şarkı söyleyebileceğimiz ve bizi duyabilecekleri kıyıların
arayışında olacak mıyız. Ancak neyin dalgası duyacak bir kulak olmayan yerde
kırılır? O, daha derindeki acılarımızı emziren içimizdeki duyulmamıştır. O,
bir duyulmamıştır ki aynı zamanda, ruhumuzu oyup biçim verir ve geleceğimizi
şekillendirir."
Sonra gemicilerinden biri öne çıktı ve dedi: "Bilge, bu limana kadar
özlemimize kaptanlık ettin ve bak işte geldik. Yine de acıdan ve kırılacak
kalplerden söz edersin."
Ve o yanıtladı ve dedi: "özgürlükten söz etmedim mi, ve bizim daha da
büyük özgürlüğümüz olan buhardan? Yine de sancılıdır, doğduğum adacığa hac
eylerim, katledilmiş birinin hayaletinin onu katledenlerden önce diz üstü
çökmesi gibi."
Ve bir başka denizci konuştu, ve dedi: "Mendirek üzerindeki kalabalığa
bak. Onlar sessizlikleri içinde senin gelişinin gününü hatta saatini önceden
bildiler ve seni beklemek için tarlalarını ve bağlarını bırakıp sevgili
yoksullukları içinde bir araya toplandılar
Ve El Mustafa uzaktaki yığınlara baktı ve yüreği onların özlemiyle doluydu
ve sessiz kaldı.
Sonra bir haykırış geldi halktan ve bu bir anımsatış ve yakarış feryadıydı.
Ve o gemicilerine bakarak dedi: "Ve ben onlara ne getirdim? Uzak bir
diyarda bir avcıydım ben. Bana verdikleri altın okları amacına uygun harcamış
olabilirim, fakat hiç bir düzenbazlığı alaşağı edemedim. İzlemedim okları.
Umudum odur ki şimdi onlar yeryüzüne inmeyecek yaralı kartalların gagalarıyla
güneşe saçılıyorlardı. Ve umuyorum ki ok başları onlara ekmek ve şarap için
gereksinenlerin ellerine düşmüştür.
"Uçuşlarını nerede geçirdiler bilemem, ama şunu biliyorum:
kavislerini gökyüzünde yaptılar.
"öyle olsa da, aşkın eli hala üzerimdedir benim, ve siz benim
gemicilerim, madem ki hala benim görüntümü gezdirirsiniz denizlerde, ve ben
dilsiz olmayacağım. Mevsimlerin eli boğazıma sarıldığı zaman haykıracağım ve
sözlerimi şakıyacağım dudaklarım alevlerle yandığı zaman."
Ve o bunları söylediği için yüreklerinde sıkıntı duydular. Ve biri dedi:
"öğret bize hepsini bilge, mademki damarlarımızda senin kanın akmaktadır
ve soluğumuz senin güzel kokundur, anlayacağımızı umuyoruz."
Sonra o yanıtladı onları ve rüzgar onun sesindeydi, ve dedi: "Siz beni
doğduğum adacığıma öğretmen olmam için mi getirdiniz? Henüz (bilgelik
tarafından esir edilmedim ben. Derinden derine daima seslenen kendimden başka
bir şey bilmediğim bilgisinden söz etmek için daha çok genç ve çok tazeyim.
"Bırakın bilgeliğe sahip olacak olan, bir küçük sarı yaban çiçeğinde
ya da bir parçacık kırmızı kilde araştırsın onu. Ben hala bir şarkıcıyım. Hala
dünyanın şarkısını ve sizin iki uyku arasında dolaşan kaybolmuş düşünüzü
şakıyacağım. Ancak gözlerimi denizin üstüne dikeceğim."
Ve şimdi gemi limana girdi ve mendireğe ulaştı, ve o doğumunun adacığına
gelmişti ve bir kez daha kendi insanlarının arasında ayaktaydı. Ve içindeki
eve dönüş yalnızlığı öylesine sarsıldı ki, yüreğinden büyük bir çığlık
yükseldi.
Ve herkes sessizce onun sözlerini bekliyordu, fakat o yanıtlamadı onları,
anıların üzüncü açıldı içinde ve yüreğinden şunları geçirdi: "Şarkı
söyleyeceğim dedim mi? Ancak dudaklarımı açabilirim, şu yaşamın sesi ileri
çıkabilir ve kendini sevinç ve destek için rüzgara bırakabilir."
Sonra Kerime, annesinin bahçesinde onunla oynayan çocuk, konuştu ve dedi:
"On iki yıldır yüzünü bizden gizledin, on iki yıldır sesine acıktık ve
susadık."
Ve o gitgide çoğalan bir şefkatle ona, ölümün beyaz kanatlarıyla
bütünleştiğinde annesinin gözlerini kapatana baktı.
Ve yanıtladı ve dedi: "On iki yıl? On iki yıl mı dedin Kerime? Ben
özlemimi o yaldızlı asayla ölçmemiştim, ne de seslenmemiştim onun
derinliklerine. Aşk sıla aşkı olduğunda zamanın ölçülerini ve seslenişlerini
tüketir.
"Dakikalar vardır, ayrılığın ölçülemeyecek kadar uzun sürelerini
tutar. Ayrılmak aklın tüketilmesinden başka bir şey değildir. Belki de biz
ayrılmadık."
Ve El Mustafa insanlara baktı, ve genç ve yaşlı, ve yapılı ve sıska,
güneşin ve rüzgarın yalamasından al al olanlar ve soluk çehreler, yüzlerinde
özlemin ve sorgulamanın ışığı, hepsini gördü.
Ve biri konuştu, ve dedi: "Bilge, yaşam bizim umutlarımıza ve
arzularımıza acımasız davrandı. Yüreklerimiz acı çeker ve biz anlamayız. Sana
yalvarıyorum, dinle bizi ve bize acılarımızın anlamını aç."
Ve kalbi sevecenlikle kımıldadı ve dedi: "Yaşam yaşayan şeylerin
hepsinden daha eskidir; güzelliğin dünyada güzel doğmazdan önce kanatlanmış
olduğu gibi ve gerçekliğin gerçek söylenmezden önce de var olduğu gibi.
"Yaşam bizim sessizliğimizde şarkı söyler ve uykularımızda rüyalar
görür. Yenik ve düşkün olduğumuzda bile, Yaşam tahtta ve yücelerdedir. Ve
ağladığımız zaman, Yaşam gülümser bize günden ve biz zincirlerimizi sürürken
bile özgürdür.
"Çoğu zaman Yaşamı acımasız isimlerle çağırırız, oysa yalnız biz
kendimiz acımasız ve karanlıkken yaparız bunu. Ve boş ve yararsız sayarız onu,
ancak ruhumuz harap yerlerin kaygusuna düştüğü ve yüreğimiz aşırı derecede
kendini düşünmekle sarhoş olduğu zaman.
"Yaşam derin ve yüce ve ıraktır; oysa sizin engin görüşünüz yalnızca
ayaklarına ulaşabilir onun, yakındaysa da, ve yine de yalnızca sizin
soluğunuzun fısıltısı yüreğine ulaşır, gölgenizin karaltısı düşer yüzüne ve en
belirsiz ağlayışlarınızın yansısı onun göğsünde bir ilkbahara ve bir güze dönüşür.
"Ve Yaşam örtülü ve gizlenmiştir, daha büyük benliğinizin örtünmesi
ve gizlenmesi gibi. Ancak Yaşam konuştuğu zaman, tüm rüzgarlar sözlere dönüşür;
ve konuştuğunda yeniden, dudaklarınızda gülümsemeler ve gözlerinizde damlacıklar
sözlere dönüşür. Şarkı söylediği zaman, sağırlar duyar ve duyulur ve yürümeye
başladığında, görmeyenler görür onu ve hayran olur ve hayret ve şaşkınlık
içinde onu izler."
Ve koptu konuşmadan ve halkı
engin bir sessizlik kuşattı, bu sessizliğin içinde duyulmayan bir şarkı vardı
ve yalnızlıkları ve sızıları yatışmıştı.
Ve onları birdenbire bırakıp Bahçe’sine, anasının ve babasının Bahçe’sine, onların ve onların atalarının uykuya yattığı yere giden patikayı izlemeye başladı.
Ve bunun bir eve dönüş
olduğunu ve onun yalnızlığını anlayanlar, halkının bu davranışından sonra, bu
hoşgeldin şenliğini çoğaltacak hiç bir hışmı kalmadığı için onu izleyecek
olanlar vardı.
Fakat gemisinin kaptanı
onlara şunu öğütledi: 'Kendi yoluna gitmesine göz yumun. Ekmeği yalnızlığın
ekmeği olduğu ve kadehinde yalnız başına içebileceği anıların şarabı durduğu
için."
Ve gemicileri
kaptanlarının söylediklerinin doğruluğunu bildiklerinden adımlarını tuttular.
Ve mendirekte toplaşanların tümü ayaklarının arzusunu dizginlediler.
Yalnızca Kerime, onun
yalnızlığına ve anılarına sevgi duyarak, kısa bir süre ardından gitti. Ve fakat
konuşmadı, döndü ve kendi evine doğru yürüdü ve bahçede badem ağacının altında,
nedenini bilmeden ağladı.
*
Ve El Mustafa geldi ve
anasının ve babasının Bahçe’sini buldu, girdi içeri, peşinden kimsenin
gelememesi için girişi kapadı.
Ve o evde ve o Bahçe’de
kırk gün kırk gece yalnız kaldı, bütün halk onun yalnız kalacağını bildiğinden
ve kapalı olduğundan hiç kimse kapıya bile yaklaşmadı.
Ve kırk gün ve gece sona
erdiğinde, onlar gelebilsinler diye El Mustafa kapıyı açtı.
Ve onunla Bahçe’de
birlikte olabilmeye dokuz adam geldiler; kendi gemisinden üç gemici; Tapınak’ta
çalışanlardan üç kişi; ve çocukluğunda ona oyun arkadaşı olmuşlardan üçü. Ve
bunlar onun müridleriydiler.
Ve bir sabah vakti
müridleri onun çevresine oturdular, onun gözlerinde uzaklıklar ve anılar vardı.
Ve Hafız adlı müridi dedi: "Bilge, bize Orphalese şehrini anlat, şu on iki
yılını geçirdiğin yeri."
Ve El Mustafa suskundu,
uzak tepelere ve engin gökyüzüne bakıyordu, suskunluğunda bir çarpışma vardı.
Sonra dedi: "Dostlarım ve yol arkadaşlarım, inanışlarla dopdolu ve fakat dini bomboş olan ulusa ne yazık.
"Ne yazık o ulusa ki bir urba giyer kendi dokumaz, bir ekmek yer kendi
hasat etmez ve bir şarap içer ki kendi testisinden akmaz.
"Ne yazık o ulusa ki zorbayı kahraman diye alkışlar ve gösterişi fatih
cömertliği sayar.
"Bir ulusa ve ne yazık ki rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken
boyun eğer.
"Ne yazık o ulusa ki bir cenaze töreninde yürürken sesini yükseltmez,
kendi yıkıntılar; içindeyken bile öğünür ve ensesi kılıçla kütük arasında
uzanmışken ayaklanmaktan geri duracaktır.
"Devlet adamı bir tilki, düşünürü bir hokkabaz ve sanatı yamama ve
taklit olan o ulusa ne yazıktır.
"Ne yazık o ulusa ki yeni yöneticisini borazanlarla karşılar ve
yalnızca bir diğerini yine borazanlarla karşılamak için, yuhalarla uğurlar.
"Ne yazık o ulusa ki bilgeleri yıllardır dilsizdir ve güçlüleri
beşiktedir henüz.
"Ne yazık ki o ulusa
parçalara bölünmüştür, her parçası kendini bir ulus sanır."
*
Ve biri dedi: "Bize
şimdi kalbinden ne geçiyorsa onu anlat." '
Ve bunu söyleyene baktı,
sesinde bir yıldızın şarkı söyleyen sesi vardı ve dedi: "Gözü açık
rüyanızda, sustuğunuz ve derindeki kendinizi dinlediğiniz zaman,
düşünceleriniz, kar tanecikleri gibi, düşer ve telaşla kanat çırpar ve
boşluğunuzun bütün seslerini beyaz sessizlikle örter.
"Ve gözü açık
rüyalar kalbinizin gökağacında goncalanıp çiçek açan bulutlardan başka nedir?
Ve yürek rüzgarlarınızın tepelere ve tarlalara saçtığı taç yapraklardan başka
nedir düşünceleriniz?
"Ve sizin
içinizdeki biçimsizlik biçim alana kadar barışı beklemeniz gibi, bulut da
birleşip Kutsal Parmaklar onun gri arzusuna küçük kristal güneşler ve aylar ve
yıldızlar şeklini verene kadar rüzgarla sürüklenecek."
Sonra Sarkis, yarı
şüphede, konuştu ve dedi: "Fakat
bahar gelecektir ve rüyalarımızın ve düşüncelerimizin bütün karları eriyecek ve
öylece kalacaktır."
Ve o şunları söyleyerek
yanıtladı onu: "Bahar uyuklayan korulukların ve bağların arasında O’na
inananı aramaya geldiğinde, karlar gerçekten eriyecektir ve nehri bulmak için
derecikler halinde koşacaktır vadide, mersin ağaçlarına ve defnelere saki
olmaya.
"Yani kalbinizin
karları eriyecektir. Baharınız geldiği zaman, böylece vadide derecikler halinde
hayatın nehrini araştırmaya koşturacaktır giziniz. Ve nehir gizinizi
kucaklayacak ve büyük denize taşıyacaktır.
"Her şey eriyecek
ve şarkılara dönüşecektir Bahar geldiği zaman. Yıldızlar, geniş tarlalara düşen
o iri kar taneleri bile, şarkı söyleyen derelere dönüşeceklerdir. Ve O’nun
yüzünün güneşi geniş ufukta yükseldiğinde, hangi donuk simetri saydam ezgiye
dönüşmez? Ve aranızdan kim saki olup mersin ağaçları ve defnelere içki
dağıtmaz?
"Fakat daha dün
kımıldanan denizle birlikte kımıldanıyordunuz, ve sahilsizdiniz ve bir
kendiliğiniz yoktu. Derken rüzgâr, Yaşam’ın soluğu, yüzünde ışıktan bir peçe,
dokudu sizi; ve eli birleştirdi ve biçim verdi size 've başınız yukarıda
yücelikleri araştırdınız. Fakat deniz düştü ardınıza, şarkısı hâlâ sizinledir.
Ve soyunuzu unuttuğunuzu düşünerek, daima analığını gösterecek ve sizi daima
kendine çağıracak.
"Dağlar ve çöller
arasında dolaşmalarınızda her zaman onun serin kalbinin derinliklerini
anımsayacaksınız. Ve çoğu kez neyi özlediğinizi bile bilmeden, onun engin ve
düzenli barışının özlemini çekeceksiniz.
"Ve başka nasıl
olabilir ki? Koruda ve çardakta, tepede yağmur yapraklar arasında dans ederken,
kar yağdığında, bir kutsama ve bir antlaşma; sürülerinizi nehre götürürken
vadide; gümüş akıntılar gibi derelerin, yeşil örtüye katıldıkları
tarlalarınızda; ilk şebnemlerin cennetleri yansıttığı zaman bahçelerinizde;
otlaklarınızda akşamın pusu yolunuzu yarı yarıya örttüğünde; bütün buralarda
deniz sizinledir, kalıtınıza bir tanık ve sevginize bir istem.
"O içinizde denize
doğru koşan bir kar tanesidir."
Ve Bahçe’de yürüdükleri bir sabah, kapının önünde bir kadın belirdi, bu El Mustafa'nın delikanlılığında kardeşi gibi sevdiği Kerime’ydi. Ve hiç bir şey sormadan ve kapıyı vurmadan, fakat gözlerini özlem ve hüzünle Bahçe’ye dikmiş, öylece duruyordu.
Ve El Mustafa onun göz
kapaklarındaki arzuyu gördü ve çevik adımlarla duvara geldi kapıyı açtı ona, ve
girdi içeri ve karşılama yapıldı.
Ve konuştu ve dedi:
"Sen kendini hepimizden çektin diye biz senin yüzünün ışığında yaşayamaz
mıydık? Göresin ki, bu uzun yıllar boyunca bizler seni sevdik ve sağ salim
dönüşünü özlemle bekledik. Ve şimdi halk senin için ve seninle konuşmak için
ağlaşıyor; ve ben onlar adına, onlara görünmen, bilgeliğinden anlatman ve
kalplerin kırıklarını yatıştırman ve aptallığımızı eğitmen için sana yakarmaya
gönderilmiş ulağım."
Ve ona bakarak dedi:
"Bütün insanlara bilge demedikçe bana da bilge deme. Genç bir meyvayım
ben, hâlâ dalına sarılan, ve bir çiçek oluşum daha dündü.
"Ve aranızdan hiç
kimseye aptal deme, çünkü gerçekte bizler ne akıllıyız ne de aptal. Bizler
yaşam ağacının üzerinde yeşil yapraklarız ve yaşamın kendisi bilgeliğin ve
şüphesiz aptallığın ötesindedir.
"Ve ben gerçekten
kendimi sizden çektim mi? Bilmiyor musun ki ruhun hayallerde aşamayacağı
uzaklık yoktur? Ve kişi ne zaman o uzaklığı aşacak olsa, o ruhun içinde bir
ahenk haline gelir.
"Seninle en yakın
kimsesiz komşun arasındaki uzaklık gerçekte seninle yedi kıta yedi deniz
ötelerde yaşayan sevdiğinle aranızdakinden daha büyüktür.
"Anımsamalarda
uzaklıklar yoktur; ve yalnızca unut(ul)mada bir büyük girdap vardır ki ne sesin
ne de gözün aşamaz.
"Okyanusların
kıyılarıyla en yüksek dağın doruğu arasında bir gizli yol vardır ki toprağın
evlatları ile bir olmazdan önce geçmek zorundasındır.
"Ve bilginle
anlayışın arasında bir gizli patika vardır ki insanoğlu ile, dolayısıyla
kendinle bir olabilmek için keşfetmen gereklidir.
"Veren sağ elin ile
alan sol elin arasında bir büyük boşluk vardır. Ancak onların ikisini de hem
veren hem de alan olarak görmekle aralarındaki boşluğu yok edebilirsin, çünkü
boşluğun üstesinden gelmek ancak ne verecek ne de alacak hiç bir şeyin
olmadığını bilmektedir.
"Gerçekte en engin
uzaklık uykuda gördüğün düşle uyanıklığın arasında uzanandır; ve bir eylem
olanla bir istek olarak kalan arasındakidir.
"Ve Yaşamla bir
olmazdan önce geçmen gereken bir başka yol vardır hâlâ. Fakat o yoldan söz
etmeyeceğim şimdilik, görüyorum ki yolculuk etmekten daha şimdiden
bitkinsin."
Sonra o ve kadın ve dokuz adam, pazar yerine kadar gittiler, o halkıyla, arkadaşları ve komşularıyla konuştu ve kalplerinde ve göz kapaklarında neşe vardı.
Ve dedi: Uykuda büyür ve
düşlerinizde yaşarsınız dopdolu hayatınızı. Bütün günleriniz gecenin
dinginliğinde edindiklerinize şükranla geçer.
"Çoğu zaman geceyi
dinlenmenin mevsimi olarak düşünür ve anarsınız, oysa gerçekte gece aramanın ve
bulmanın mevsimidir.
"Gün size bilginin
gücünü verir ve parmaklarınıza alma sanatında ustalaşmayı öğretir; fakat sizi
Yaşamın hazine dairesine götüren gecedir.
"Güneş büyüyen her
şeye ışığa özlemlerini öğretir. Fakat onları yıldızlara ulaştıran gecedir.
"Ormandaki
ağaçların ve bahçedeki çiçeklerin üzerine bir duvak dokuyan ve sonra zengin
şöleni dağıtıp zifaf odasını hazırlayan bilfiil gecenin dinginliğidir; ve bu
kutsal sessizlik içinde yarın, Zamanın rahminde gebe kalır.
"Dolayısıyla o
sizinledir ve dolayısıyla, aranırken, yiyecek ve başarıyı bulursunuz. Ve her ne
kadar şafakla beraber uyanışınız belleği silerse de, düşler sofrası sonsuzca
uzanır ve zifaf odası hep bekler."
Ve bir ara suskun kaldı
ve onlar da, onun sözlerini bekleyerek sustular. Sonra yeniden konuştu:
"Bedenler içinde dolaşıyor olsanız da sizler birer ruhsunuz; ve,
karanlıkta yanan gazyağı gibi, lambanın içinde duruyor olsanız da alevlersiniz.
"Eğer yalnızca
kupkuru bedenler olsaydınız, o zaman önünüzde duruşum ve size söylediklerim
boşluktan başka bir şey olmazdı, tıpkı bir ölünün bir ölüye seslenişi gibi.
Oysa hiç de öyle değil. İçinizdeki olanca ölümsüzlük güne ve geceye salınmıştır
ve ne tutulabilir ne de prangaya vurulabilir, çünkü o En Yüce’nin dileği budur.
Sizler O’nun soluğusunuz tıpkı ne tutulan ne de kafese konulan rüzgar gibi. Ve
ben de O’nun soluğunun soluğuyum."
Ve çabucak ortalarından
yürüdü ve yeniden Bahçeye girdi.
Ve Sarkis, yarı şüphede
olan, konuştu ve dedi: "Ve ya çirkinlik, Bilge? Hiç çirkinlikten söz
etmiyorsun."
Ve El Mustafa yanıtladı
onu, sözlerinde bir kamçı vardı ve dedi: "Dostum, evinin önünden geçtiği
halde, kapını çalmıyorsa hangi adam senin konuksever olmadığını söyleyebilir?
"Ve sana hiçbir şey
anlamadığın garip bir dilden konuşup da kim seni sağır ve akılsız sayabilir?
"Hiçbir zaman
girmek istemediğin birinin yüreğine, hiçbir zaman ulaşmaya çabalamayışın değil
midir senin çirkinlik dediğin?
"Eğer çirkinlik
diye bir şey varsa, o da, gözlerimizdeki önyargılı ölçekler ve kulaklarımızı
tıkayan balmumunun ta kendisidir.
"Hiçbir şeye çirkin
deme, dostum, kişinin kendi anılarının huzurunda duyduğu korkudan başka."
*
Ve bir gün beyaz
kavakların uzun gölgelerinde otururlarken, biri konuştu ve dedi: "Bilge,
zamandan korkuyorum, yanımızdan geçip gidiyor ve gençliğimizi soyup alıyor, ne
veriyor karşılığında?"
Ve o yanıtladı ve dedi:
"Bir avuç toprak al şimdi. İçinde bir tohum, ya da bir solucan bulabildin
mi? Eğer elin yeterince verimli ve sabırlı olabilseydi, tohum bir ormana ve
solucan bir melek sürüsüne dönüşebilirdi. Ve unutma ki tohumları ormanlara ve
solucanları meleklere dönüştüren o yıllar, Bu An’a aittir, bütün yıllar, Bu
An’da içkindir.
"Ve yılların
mevsimleri senin değişen düşüncelerinden başka nedir? Bahar bir uyanıştır
göğsünde, fakat yaz bir farkına varıştır kendi bereketliliğinin. Varlığında o
hâlâ çocuk kalana söylediğin ninnideki eski zamanlardan kalmalık değil midir
güz? Ve sorarım, nedir kış, bütün diğer mevsimlerin düşleriyle yatılan bir
büyük uykudan başka."
Ve sonra Mannus,
merakla, ona doğru baktı ve incir ağacının üzerinden fışkırmış çiçekli
bitkileri gördü. Ve dedi: "Asalaklara bak, Bilge. Onlar için ne diyorsun?
Güneşin sebatkâr çocuğundan ışığı çalan yorgun gözlü hırsızlar onlar, dallarına
ve yapraklarına seğirten özsuyun keyfini çıkarıyorlar."
Ve onu şunları
söyleyerek yanıtladı: Dostum, biz hepimiz asalağız. Biz bir parça yeşilliği
nabzı atan hayata dönüştürmeye çabalayanlar, hayatı yeşilliği bile bilmeden
dosdoğru yeşillikten alan onlardan daha üstün değiliz.
"Bir ana çocuğuna:
‘Beni, kalbimi ve ellerimi yıprattığın için seni, asıl anan olan ormana geri
veriyorum’ der mi?
"Ya da bir şarkıcı
kendi şarkısını: ‘Hemen geldiğin yankılar mağarasına geri dön, çünkü seslerin
soluğumu harcıyor’ diyerek azarlar mı?
"Ve bir çoban:
‘Sizi götürüp yayabileceğim hiçbir otlağım yok; bu yüzden kesilip ölün ve bu
nedene kurban olun’ der mi hiç bir yaşındaki hayvanlarına?
"Hayır, dostum,
bütün bunlar daha sorulmadan yanıtlanmıştır, ve düşleriniz gibi, daha siz
uyumadan görülmüştür.
"Birbirimizle
birlikte yaşarız yasaya göre, eskiden beri ve sonsuza dek. Bari öyleyse sevgi
ve şefkat içinde yaşayalım. Yalnızlığımızda bir diğerimizi ararız ve yanına
oturacağımız bir ocakbaşımız olmadığında yollara düşeriz.
"Dostlarım ve
kardeşlerim, o yoldan daha geniş olanı yoldaşınızdır.
Ağacın üzerinde yaşayan
bu bitkiler gecenin tatlı dinginliğinde dünyanın sütünü içerler ve dünya asude
düşünde güneşin memesini emer.
"Ve güneş de, siz
ve ben ve var olan her şey gibi kapısı her zaman açık ve sofrası her zaman
serili Prensin davet sofrasında eşit onurla oturur.
"Mannus, dostum,
var olan her şey bütün diğer var olanlarla birlikte yaşar; ve bütün var
olanlar, o En Yüce’nin cömertliğinde, güven içinde, sonsuzca yaşarlar."
*
Ve bir sabah şafakta
gökyüzü henüz solgunken, Bahçede hep birlikte yürüdüler ve yükselen güneşin huzurunda
sessizce Doğuya baktılar.
Ve bir süre sonra El
Mustafa eliyle işaret etti ve dedi: "Sabah güneşinin bir çiğ damlasındaki
görüntüsü, güneşin kendisinden daha az değildir. Yaşamın sizin ruhlarınızdaki
yansısı yaşamın kendisinden daha az değildir.
' Çiğdem ışığı yansıtır
çünkü ışıkla birdir ve siz yaşamı yansıtırsınız çünkü siz ve yaşam birsiniz.
'Karanlık içindeyken,
deyin ki: ‘Bu karanlık henüz doğmamış şafaktır; ve her ne kadar karanlığın
doğum sancısı içime dolarsa da, şafak tepelere doğduğu gibi nasılsa bana da
doğacaktır.'
"Bir zambağın
alacakaranlığında yuvarlaklığının çerçevesini biçimleyen çiğdem Tanrı’nın
yüreğinde ruhunu bütünleyen sizlerden farklı değildir.
"Bir çiğdem konuşsa
ve dese: ‘Bin yılda ancak bir çiğdem olurum’, onu şöyle yanıtlayın: ‘Bilmez
misin ki bütün o yılların ışığı senin çemberinde parlıyor?’"
*
Ve bir akşam bir büyük
fırtına ziyaret etti oraları, El Mustafa ve dokuz müridi, gidip ateşin
çevresine oturdular, dingin ve sessizdiler.
Derken müridlerden biri
dedi: "Yalnızım, Bilge, saatlerin nalları bütün ağırlığıyla göğsümü
dövüyor."
Ve El Mustafa ayağa
kalktı ve ortalarında durdu, büyük bir rüzgârın sesine benzer bir sesle dedi:
"Yalnız! Ne var bunda? Yalnız geldin ve yalnız döneceksin sise.
"öyleyse içkini
yalnız ve sessizlik içinde iç. Sonbahar günleri başka dudaklara başka kadehler
verdi ve acı ve tatlı şarapla doldurdu, tıpkı senin kadehini doldurduğu gibi.
"Tadı kendi kanın
ve terin gibi olsa da kadehini yalnız başına iç ve yaşamı susuzluğu armağan
ettiği için takdir et. Çünkü susuzluk olmasa yüreğin ancak kurumuş bir denizin
kıyısıdır, şırıltısız ve gelgitsiz.
"Kadehini yalnız
iç, umut ve neşe ile iç.
"Başından
yukarılara kaldır ve sonuna kadar yalnız içenlere iç.
"Bir keresinde
insanların eşliğini aramış ve sofralarında onlarla oturup sonuna kadar birlikte
içmiştim; fakat onların şarabı bana kalkmadı, ne de bağrıma akmadı. Yalnızca
ayaklarıma döküldü. Kuru kaldı fikrim, kalbim kilitlendi ve mühürlendi.
Yalnızca ayaklarım onların bulanıklığında onlarlaydı.
"Ve ne insanların
eşliğini aramadım bir daha, ne de sofralarında onlarla şarap içtim.
"Dolayısıyla derim
ki sana, saatlerin nalları bütün ağırlığıyla göğsünü dövse ne çıkar? Acı
kadehini yalnız içmen senin için iyidir, neşe kadehini de yalnız
içeceksin."
*
Ve bir gün, Yunanlı
Phardrous, Bahçeye girdiğinde, ayağını bir taşa çarptı ve kızdı. Dönüp taşı
aldı, alçak bir sesle: "Hay yoluma çıkan cansız şey!" diyerek
fırlatıp attı.
Ve El Mustafa, o seçkin
ve sevilen, dedi: "Neden ‘Hay ölü şey' diyorsun? Bu kadar uzun zamandır bu
Bahçedesin ve burada hiç bir şeyin cansız olmadığını bilmiyor musun? Her şey
günün ve saygıdeğer gecenin bilincinde yaşar ve parlar. Sen ve taş birsiniz.
Yalnızca kalp atışlarında bir fark var. Senin kalbin birazcık daha hızlı
çarpar, değil mi, dostum? Fakat, o da o kadar durgun değildir.
"Onun ritmi başka
bir ritim olabilir, fakat derim ki sana eğer ruhunun derinliklerini dinler ve
boşluğun yüksekliklerini ölçersen, yalnızca bir tek melodi duyacaksın, bu
melodide taş ve yıldız şarkı söyler, mükemmel bir uyum içinde, yekdiğeri ile
beraber.
"Sözlerim eğer
senin anlayışına ulaşamıyorsa, bırak bir başka şafak daha söksün. Eğer kendi
görmezliğin içinde takıldığın için bu taşa lanet okuduysan, gökyüzünde başının
üzerine rastlayan bir yıldıza da lanet etmelisin. Fakat taşları ve yıldızları
bir çocuğun vadideki rengarenk çiçekleri toplayışı gibi toplayacağın gün
gelecektir, o zaman bütün bu şeylerin canlı ve mis kokulu olduğunu
öğreneceksin."
*
Ve tapınak çanlarının
onların kulaklarını aradığı haftanın ilk gününde, biri konuştu ve dedi:
"Bilge, buralarda Tanrı’dan çok söz edildiğini duyuyoruz. Tanrı için ne
diyorsun, kimdir O gerçekte?"
Ve o karşılarında, ne
rüzgardan ne fırtınadan korkmayan genç bir ağaç gibi durdu ve şöyle yanıtladı:
"Düşünün şimdi, yoldaşlarım ve sevgililerim, hepinizin kalplerini içeren
bir kalp, hepinizin sevgilerini kapsayan bir sevgi, hepinizin ruhlarını
sarmalayan bir ruh, hepinizin sesini taşıyan bir ses ve hepinizin
sessizliğinden daha derin ve sonsuz bir sessizlik.
"Bireyselliğinizin
içinde kavramaya çalışın şimdi, bütün güzel şeylerden daha çekici bir güzellik,
denizin ve ormanın şarkılarından daha engin bir şarkı, bir majeste ki bir tahta
oturmuş Orion ayak uzatılan bir puftur yanında, bir asa tutmakta ki Süreyya bir
hiç çiğdemlerin pırıltısından başka.
"Daima yiyecek ve
barınak, bir urba ve bir dayanak aradınız yalnızca; şimdi de öyle Birisini
arayın ki ne oklarınızı doğrultacağınız bir hedef ne de sizi parçacıklardan
koruyacak bir taş kovuktur.
"Ve eğer sözlerim
havanda su dövmekse, yine arayın, ancak biliyorum ki; kalpleriniz kırılabilir
ve sorularınız sizi, insanların Tanrı dediği o En Yücenin sevgisine ve
hikmetine götürebilir."
Ve her biri sessizdi, ve
yürekleri karmakarışık olmuştu; ve El Mustafa bir merhamet duygusuyla
kıpırdandı, sevecenlikle onlara baktı ve dedi: "Haydi şimdilik daha fazla
Tanrı Baba’dan söz etmeyelim. Bunun yerine o hayranlık uyandıran yüce
insanlardan, komşularınız ve kardeşlerinizden, evleriniz ve tarlalarınız
civarında dolanan o parçacıklardan konuşalım.
İmgenizde bulutların
üstüne yükselir, onu yükseklik sayarsınız; ve engin denizi aşar bunun uzaklık
olduğunu ileri sürersiniz. Oysa size derim ki yeryüzünde bir tohum
gördüğünüzde, daha büyük bir yüksekliğe erişirsiniz; ve komşunuzu sabahın
güzelliğiyle selamladığınızda, daha büyük bir denizi geçersiniz.
'Tanrıyı, o Sonsuzu, çok
fazla şakıyorsunuz, oysa gerçekte şarkıyı duyduğunuz yok. Şarkıcı bülbülleri ve
rüzgar estiğinde dalı terkeden yaprakları dinleyiniz ve unutmayınız ki,
dostlarım, bunlar yalnızca daldan ayrıldıklarında şakırlar!
"Yine önerim odur
ki öyle özgürce söz etmeyin Hepiniz olan Tanrı’dan, bunun yerine birbirinizden
konuşun ve anlayın, komşu komşudan, o hayran olunası O hayran olunasıdan.
"Ana kuş gökyüzüne
doğru uçup gidince yuvadaki yavru kuşu kim besleyecek? Ve bir arı döllemezse
başka bir çiçekten tarladaki yıldız başlı küçük çiçeği kim bütünleyecek?
"Senin Tanrı
dediğin sadece kendi küçük benliğinde kaybolduğunda aradığın gökyüzüdür. Kendi
engin benliğine çıkış yolları bulabilirdin; daha az avarelik edip yollarda
sürtmeseydin!
"Gemicilerim ve
arkadaşlarım, daha akıllıcası, anlayamadığımız Tanrı’dan daha az ve
birbirimizden, anlayabilecek olduklarımızdan daha çok söz etmek olurdu. Ancak
yine de bilesiniz ki bizler Tanrı’nın soluğu ve hoş kokuşuyuz. Biz Tanrıyız,
yaprakta, çiçekte ve çoğu zaman meyvede."
Ve bir sabah güneş yükselmişken, müridlerden biri, çocukluğunda onunla oynamış olan üç kişiden biri, yanına gelerek dedi: "Bilge, urbam eskidi ve başka yok. İzin ver pazara gideyim, belki yeni bir giysi yapabileceğim bir şeyler alırım."
Ve El Mustafa genç adama
baktı ve dedi: "Urbanı ver bana." Ve o söyleneni yaptı ve öğle vakti
ayakta çırılçıplak kaldı.
Ve El Mustafa yolda
koşan geç bir tay gibi bir sesle konuştu: "Yalnızca çıplak yaşar güneşte. Yalnızca
masum rüzgarın sırtına biner. Ve bin kez yolunu yitirmiş yalnız adam bir eve
dönüş tadacaktır.
"Melekler
kurnazlardan usanmıştır. Ve daha dün bir melek dedi ki bana: ‘Biz cehennemi
parıldayıp gösteriş yapanlar için yarattık. Ateşten başka parlayan yüzeyi
silebilecek ve bir şeyi özüne kadar eritebilecek ne vardır?’
"Ve ben dedim ki:
‘Fakat cehennemi yaratırken cehennemi yönetecek şeytanları da yarattınız.’
Ancak melek yanıtladı: ‘Hayır, cehennem ateşe boyun eğmeyenler tarafından
yönetilir.’
"Akıllı melek! İnsanların ve yarı-insanların numaralarını biliyor. O kurnazlar tarafından kandırıldıklarında peygamberleri denetlemeye gelen en üst meleklerden biriydi. Ve hiç şüphesiz peygamberler gülümsediğinde gülümser, ağladıklarında ağlardı.
"Arkadaşlarım ve
denizcilerim, yalnız çıplak yaşar güneşte. Yalnızca dümeni olmayan daha büyük
denizde dolaşır. Yalnızca geceyle beraber karanlıkta kalan şafakla beraber
uyanacaktır ve yalnızca karlar altında köklerle birlikte uykuya dalan
ulaşacaktır bahara.
"Sizler kökler gibi
ve kökler kadar basitsiniz, ancak dünyanın hikmeti sizdedir. Ve sessizsiniz,
ancak henüz doğmamış dallarınızın arasında dört rüzgârın korosu var.
"Zayıf ve
biçimsizsiniz, ancak sizler başlangıcısınız dev meşelerin ve gökyüzüne vuran
karakalem şekli söğütlerin.
"Bir kez daha
söylüyorum, sizler kara çimlerle kımıldanan göklerin arasında köklersiniz. Ve
çok kereler sizi ışıkla birlikte dansa kalkarken gördüm, fakat yine sizi
utanırken de gördüm. Bütün kökler utangaçtır. Yüreklerini öyle uzun süre saklamışlardır
ki artık yürekleriyle ne yapacaklarını bilmezler.
"Fakat Mayıs
gelecektir ve Mayıs yorulmak bilmez bir bakiredir, tepeleri ve ovaları
doğuracaktır."
*
Ve Tapınakta
çalışmışlardan biri yakardı: "Eğit bizi, Bilge, ki sözlerimiz senin
sözlerin gibi, halka bir ilahi ve bir tütsü olsun."
Ve El Mustafa şöyle
yanıtladı: "Sözlerinizin ötesine yükseleceksiniz, ama yolunuz, bir ahenk
ve bir güzel koku olarak kalacak; sevenler ve bütün sevilenler için bir ahenk,
hayatı bir bahçede yaşayacaklar için hoş bir koku.
"Ama siz
sözlerinizin ötesine samanyolunun döküldüğü bir zirveye yükseleceksiniz ve
ellerinizi dolana kadar açacaksınız; sonra uzanacak ve beyaz bir yuvada beyaz
bir yavru kuş gibi uyuyacaksınız ve beyaz bir menekşenin baharı düşlemesi gibi
yarınınızı düşleyeceksiniz.
"Evet,
sözlerinizden daha derinlere ineceksiniz. Kayıp kaynak başlarını arayacaksınız
derelerin ve derinliklerin şimdi duyamadığınız bellibelirsiz seslerini
yankılayan gizli bir mağara olacaksınız.
"Sözlerinizden daha
derinlere gideceksiniz, evet, bütün seslerden daha derinlere, yeryüzünün ta
kalbine ve orada Samanyolu’nda da dolaşan O’nunla başbaşa kalacaksınız."
Ve bir aradan sonra
müridlerden biri sordu: "Bilge, bize oluş'tan sözet. Nedir var
olmak?"
Ve El Mustafa uzun uzun
baktı ve sevgi duydu ona. Ve ayağa kalktı ve onlardan biraz uzaklaştı; sonra
geri dönerek, dedi: "Bu Bahçede babam ve anam yatar, yaşamanın elleriyle
gömülmüş; ve bu Bahçede dünün tohumları gömülmüş yatar, rüzgarın kanatları
üzerinde buralara taşınmış. Annem ve babam bin defa gömüleceklerdir buraya ve
bin defa rüzgar tohumu gömecektir; ve öyleyse bin yıl siz ve ben ve bu çiçekler
bu Bahçede şimdiki gibi bir araya geleceğiz ve var olacağız, seven yaşamı ve
biz olacağız, düşleyen uzayı ve biz olacağız, yükselen güneşe doğru.
"Fakat şimdi bugün
olmak akıllı olmaktır, ancak aptala yabancı değil; güçlü olmaktır, fakat
zayıfın yıkım nedeni değil; küçük çocuklarla oyun oynamaktır, babaları gibi
değil, fakat oyun arkadaşları gibi oyunlarını öğrenen;
"Yaşlı erkekler ve
kadınlara sade ve dürüst olmaktır, ve yaşlı meşe ağaçlarının gölgesinde onlarla
oturmaktır, henüz Baharla birlikte yürüyor olan olsan da;
"Yedi nehir ötede
yaşıyor da olsa bir ozanı aramaktır ve huzurunda barış içinde, sakin olmaktır,
hiçbir şey istemeden hiçbir şeyden kuşkulanmadan ve dudaklarında hiçbir soru
olmadan;
"Aziz ile
günahkarın ikiz kardeşler olduğunu bilmektir, babaları bizim Bağışlayıcı
Kralımız olan ve birini diğerinden yalnızca bir dakika önce doğdu diye, Taçlı
Prens saydığımız;
"Güzelliğin sizi bir
uçurum kenarına götürdüğünde bile peşinden gitmektir; ve o kanatlı siz kanatsız
olsanız da, uçurumu geçecek de olsa, izleyin onu, çünkü Güzelliğin olmadığı
yerde hiçbir şey yoktur;
"Duvarları olmayan
bir bahçe, bağ-bancısı olmayan bir bağ, gelip geçenlere her zaman açık bir
hazine dairesi olmaktır;
*
"Soyulmuş,
dolandırılmış, kandırılmış, evet, yanlış yola yöneltilmiş ve tuzağa düşürülmüş
ve sonra alay konusu edilmiş olmak, bütün bunlarla birlikte yine de daha geniş
benliğinizin yüceliklerinden aşağılara bakmak ve gülümsemektir, sizin bahçenize
yapraklarınız arasında dans etmeye gelecek bir dere, ve üzümlerinizi
olgunlaştırmaya gelecek bir sonbahar olduğunu bilerek; pencerelerinizden biri
bile Doğuya açıksa, asla boş kalmayacağınızı bilerek; bütün o suçlu ve soyguncu
sayılanların, dolandırıcı ve yalancıların muhtaç kardeşleriniz olduğunu, ve
bütün bu başınıza gelenlerin, bu şehrin üzerindeki o Görünmez Şehrin kutsal
sakinlerinin gözlerince tesadüfen görülebileceğini bilerek.
"Ve şimdi de,
sizlere elleri günlerimizin ve gecelerimizin rahatlığı için gereken her şeyi
yapan ve bulanlar—
"Olmak, gören
parmaklarıyla bir dokumacı, ışık ve alan düşüncesiyle dopdolu bir yapıcı
olmaktır; bir çiftçi olmak ve ektiğin her tohumla bir define sakladığını
hissetmektir; balığa ve hayvana merhametli bir balıkçı ve bir avcı olup, yine
de açlığa ve insanın ihtiyacına daha büyük merhamet duymaktır.
"Ve hepsinden öte
derim ki: Tek tek her birinizin her insanın amacına ortak olmanızı isterim,
ancak yalnızca kendi iyi amacınıza ulaşmayı umduğunuzda.
"Yoldaşlarım ve
sevgililerim, kendinizden emin olun alçak gönüllü değil; ferah olun
sınırlandırılmış değil; ve benim ve kendinizin son saatinize kadar imdi içre
benliğiniz olun."
Ve konuşmayı kesti ve
derin bir hüzün çöktü dokuz kişinin üzerine, ve sözlerini anlamadıkları için,
yürekleri ondan uzaklaşmıştı.
Ve gel gör ki, gemici
olan üç adam denizin özlemini duydular; ve Tapınakta çalışanlar o kutsal yerde
teselli bulmanın hasretini çektiler; ve onun oyun arkadaşı olanlar pazaryerini
arzuladılar. Hepsi de Onun sözlerine öylesine sağır olmuşlardı ki, sesleri ona
sığınacak yer arayan yorgun ve yuvasız kuşlar gibi geldi.
Ve El Mustafa onlardan,
hiçbir şey söylemeden, ne de arkasına bakmadan yürüyerek uzaklaştı Bahçede.
Ve kendi aralarında özlemlerinin
geçmesi için neden aramaya ve özür araştırmaya başladılar.
Ve görün ki, döndüler ve
her adam kendi yoluna gitti, böylece El Mustafa, o seçilmiş ve sevilen, yalnız
kaldı.
Ve gece tamamen çöktüğünde, annesinin mezarının olduğu tarafa doğru yürüdü ve mezarın üzerinde uzanan sedir ağacının altına oturdu. Ve gökyüzünden görkemli bir ışığın gölgesi geldi ve Bahçe dünyanın göğsünde lekesiz bir mücevher gibi parladı.
Ve El Mustafa ruhunun
yalnızlığında haykırdı ve dedi:
"Yüklü canım kendi
olgun meyvasıyla. Gelip alacak ve doyacak kim var? Acıkmış ve yürekten sevecen
ve cömert kimse yok mu, gelecek ve güneşe sunulmuş ilk ürünüm ile orucunu
bozacak, böylece beni de kendi bereketimin altında ezilmekten kurtaracak?
"Canım çağların
şarabını taşıyor. Susamış hiç kimse yok mu gelip içecek?
"Şu işe bak ki,
kavşakta ellerini öne gelip geçenlere uzatmış duran bir adam vardı ve elleri
mücevherlerle doluydu. Ve gelen geçene sesleniyordu: ‘Acıyın bana, alın benden.
Tanrı adına, alın ellerimdekilerden ve teselli edin beni.’
"Fakat gelip
geçenler sadece baktı ona ve hiçbiri elindekilerden almadı.
"Yoksa elini almak
için uzatan-evet, titreyen elini, ve göğsüne öylece bomboş geri çeken—bir
dilenci olaydı zengin armağanlarla dolu uzatıp alacak kimseyi bulamamaktan daha
mı iyiydi.
"Ve hale bak ki,
bir de lütufkar bir prens vardı ipekten çadırlarını dağ ile çöl arasına kurmuş
ve hizmetkarlarına, yabancılara ve başıboş gezginlere bir işaret olsun diye
ateş yakmalarını buyurmuştu; ve bir konuk bulup getirsinler diye kölelerini
yolları gözlemeye göndermişti. Fakat çölün yolları ve patikaları inatçıydı,
kimseleri bulamadılar.
“Yoksa o prens ne zaman
ve nerede olduğu belli olmayan, yiyecek ve barınak peşinde biri mi olaydı.
Elinde sopası ve toprak çanağından başka bir şeyi olmayan başıboş bir gezgin mi
olaydı. Çünkü böylelikle gece çöktüğünde kendi gibi biriyle karşılaşır, ve
zamanı ve yeri belirsizliğin ozanlarıyla beraber, düşkünlüklerini ve anılarını
ve hülyalarını bölüşürlerdi.
"Ve şuraya bak ki,
yüce kralın kızı uykudan kalkmıştı ve ipek giysilerine bürünmüş, incilerini ve
yakutlarını takıştırmış, saçlarına mis kokular sürünmüş ve parmaklarını
amberlerde yıkamıştı. Sonra da kulesinden, gecenin çiğinin ayağındaki
sandallara değdiği bahçesine inmişti.
"Gecenin
dinginliğinde büyük kralın kızı bahçede sevgiyi arıyordu, fakat babasının bütün
o uçsuz bucaksız krallığında onun sevgilisi olacak kimseler yoktu.
"Acaba bir
çiftçinin kızı mı olmalıydı, bir tarlada babasının koyunlarını güden ve akşam
vakti baba evine ayaklarında dönemeçli yolların tozu ve urbasının kıvrımlarında
üzüm bağlarının kokusuyla dönen. Ve gece olduğunda, gecenin meieği dünyanın
üzerindeyken, hırsız adımlarla sevgilisinin beklediği nehir yatağına inen.
"Bir manastırda
yüreği tütsüden yanmış bir rahibe olsaydı, yüreği rüzgara yükselebilir ve yüce
ışığa doğru bir ışık ulaştırsın diye, bir mum gibi ruhunu, bütün ibadet edenler
ve seven ve sevilenlerle birlikte tüketebilirdi.
"Yoksa yıllardan
artakalan bir kadın mı olaydı, güneşin altında oturan ve gençliğini paylaşanları
anımsayan."
Ve gece gitgide
derinleşerek büyüdü, El Mustafa geceyle birlikte karanlıktı ve ruhu yağmamış
bir bulut gibiydi. Ve yeniden haykırdı:
"Yüklü
canım kendi olgun meyvesiyle;
Yüklü
canım meyvesiyle.
Kim
şimdi gelecek ve yiyecek ve doyacak?
Canım
kendi şarabıyla taşıyor.
Kim
şimdi döküp içecek ve çöl ateşini serinletecek?
"Bir
ağaç olaydım çiçeksiz ve meyvasız,
Çünkü
bereketin ağrısı daha keskin çoraklıktan,
Ve
hiç kimsenin almayacağı zenginin acısı
Büyük
kimsenin vermediği dilencinin kederinden.
"Bir
kuyu olaydım, kuru ve kavruk insanların içini taşladığı
Çünkü
böylesine dayanmak daha iyi ve kolay
yaşayan
bir su kaynağı olmaktan
Gelip
geçecek ve içmeyecekse insanlar.
"Ayaklar
altında çiğnenmiş bir saz olaydım keşke,
Çünkü
bu daha iyidir gümüş telli bir lir olmaktan
Ev
sahibi parmaksız Ve çocukları sağır bir evde."
Şimdi, yedi gün ve yedi
gece hiç kimse uğramadı Bahçe’den yana, ve anıları ve acısıyla yalnız kaldı o;
sözlerini aşk ve sabırla dinleyenler bile başka günlerin peşine düşüp
uzaklaştılar.
Yalnızca Kerime geldi,
yüzünde bir peçe gibi sessizliğiyle ve elinde bir bardak ve bir tabak,
yalnızlığı ve açlığı için içecek ve yiyecekle. Ve bunları onun önüne koyup,
kendi yoluna yürüdü gitti.
Ve El Mustafa gelip
girişin ağzındaki beyaz kavakların dostluğuna sığındı ve gözleri yolda oturdu.
Ve bir süre sonra yol üzerinde bir toz bulutunun yükseldiğini ve kendine doğru
geldiğini gördü. Ve bulutun içinden o dokuzu, ve önlerinde rehberlik eden
Kerime çıktı.
Ve El Mustafa ilerledi
yol üzerinde karşıladı onları, giriş kapısından geçtiler ve hepsi iyi
görünüyorlardı, daha bir saat önce kendi yollarına gitmiş gibiydiler.
İçeri girdiler ve
Kerime'nin koyduğu ekmek ve balık ve bardaklarına doldurduğu şarabın sonuyla,
sade sofrasında onunla yemek yediler. Ve bardakları doldururken Kerime
Bilge’den rica etti: "İzin ver kente gidip bardaklarınızı yeniden
doldurmak için şarap getireyim, bu bitti."
Ve baktı, gözlerinde bir
yolculuk ve uzak bir ülke vardı ve dedi: "Hayır, çünkü bu saat İçin bu
kadar yeter."
Ve yediler ve içtiler ve
doydular. Ve bitirdikleri zaman, El Mustafa engin bir sesle, deniz kadar derin
ve dolunay altındaki gelgitler kadar dolu bir sesle konuştu, ve dedi:
“Yoldaşlarım ve yol arkadaşlarım, bugün ayrılmamız gerekiyor. Zorlu denizlerde
seyrettik, en sarp dağlara tırmanıp fırtınalarla güreştik. Açlığı biliriz, ama
düğün şölenlerinde de bulunduk. Çırılçıplak kaldık çoğu kez, ama kral
giysilerine büründüğümüz de oldu. Çok uzak yolculuklar yaptık açıkçası
birlikte, fakat şimdi ayrılıyoruz. Siz hep beraber kendi yolunuza gideceksiniz,
ve ben tek başıma kendiminkine.
"Ve denizler ve
büyük kıtalar ayırsa da bizi, Kutsal Dağa seyahatimizde ahbaplık edeceğiz yine
de.
"Ancak ayrılmış
yollarımıza düşmeden önce, size yüreğimin hasadını ve biçilmiş başaklarını vermek
isterim:
'Yolunuzda şarkılar
söyleyerek ilerleyin, fakat söylediğiniz her şarkı kısa ve öz olsun, çünkü
yalnızca dudaklarınızda gencecik ölen şarkılar yaşayacaktır insanların
kalplerinde.
"Hoş bir gerçeği
küçük sözlerle dile getirin, fakat çirkin bir gerçeği asla hiçbir sözle
anlatmayın. Saçları güneşte parlayan bakirenin sabahın kızı olduğunu anlatın.
Fakat görmeyeni gördüğünüzde, ona geceden farksız olduğunu söylemeyin.
"Nisanı dinliyor
gibi dinleyin Flüt çalanı, fakat eleştiren ve hata-bulucu bir konuşma
duyduğunuzda, kendi kemikleriniz kadar sağır ve hayaliniz kadar uzak olun.
"Yoldaşlarım ve
sevgililerim, yolunuzun üstünde toynaklı adamlara rastlayacaksınız; onlara
kanatlarınızı verin. Ve boynuzlu adamlara; onlara defneden çelenkler sunun. Ve
pençeleri olan adamlara; parmak olsun diye taçyaprakları verin onlara. Ve çatal
dilli adamlara; onlara da bal, söz olsun diye.
"Evet bütün bunlara
rastlayacaksınız ve hatta fazlasına; koltuk değneği satan topallarla
karşılaşacaksınız; ve körlerle, ayna satan. Ve Tapınağın kapısında dilenen
zenginleri göreceksiniz.
"Çevikliğinizden
verin topala, köre görüşünüzden; ve zengin dilencilere kendinizden verin; ki
büyük serveti de olsa, aralarında en düşkünleri onlardır, çünkü gerçekten
yoksul olmadıkça sadaka için el açmaz şüphesiz hiç kimse.
"Yoldaşlarım ve
arkadaşlarım, sizi aşkımız adına yükümlü tutuyorum ki çölde birbiriyle kesişen
sayısız yollar olacaksınız, üzerinde aslanların ve tavşanların, ve de kurtların
ve kuzuların yürüdüğü.
"Ve benden şunu
hatırlayın: Ben size vermeyi değil, almayı öğrettim; reddetmeyi değil, yerine
getirmeyi ve uysal boyun eymeyi değil, fakat dudaklarınızda gülümsemeyle,
anlayışı.
"Ben size
sessizliği değil, fakat aşırı gürültülü olmayan bir şarkıyı öğrettim.
"O bütün insanları
içine alan, içre kendinizi öğrettim size."
Ve sofradan kalktı ve
Bahçeden dosdoğru dışarı çıktı ve selvi ağaçlarının gölgesi altında gün batımı
gibi yürüdü. Ve az bir mesafeyle, peşinden gittiler, çünkü yürekleri ağır, ve
dilleri damaklarına yapışmıştı.
Yalnızca Kerime,
parçaları bir araya koyup, geldi ve dedi: "Bilge, yolculuğun ve yarın için
yiyecek hazırlamama katlanabilir misin?"
Ve o bizimkinden başka
dünyaları görmüş gözlerle baktı, ve dedi: "Kardeşim ve sevgilim, tamamdır
o, ta zamanın başlangıcından beri. Yiyecek ve içecek hazırdır yarın için, tıpkı
dünümüzde ve bugünümüzde olduğu gibi.
"Gidiyorum, fakat
eğer henüz söylenmemiş bir gerçekle gidiyorsam, o gerçek beni yine arayıp
bulacak ve birleştirecektir, parçalarım sonsuzluğun sessizliklerine saçılmış
olsa bile, ve yine karşınıza gelip o sınırsız sessizliğin yüreğinden yeniden
doğmuş bir sesle konuşacağım.
"Ve eğer size
açıklamadığım herhangi bir güzellik varsa, bir kez daha yeniden çağrılacağım,
evet, hatta kendi adımla, El Mustafa, ve bütün eksik kalanlardan söz etmeye
geri geldiğimi anlayacağınız bir işaret vereceğim, çünkü Tanrı kendisinin
insanlardan gizli kalmasına, ne de Sözlerinin insanın yüreğindeki cehennemde
üstü örtülü yatmasına dayanamaz.
"Ölümden sonra da
yaşayacağım,
ve kulaklarınızda şarkı
söyleyeceğim
Koca dalgalar beni geri
çektikten sonra bile
Denizin engin
derinliklerine.
Sofranızda oturacağım
bir beden taşımasam da,
Ve tarlaya gideceğim
sizinle,
görünmez bir ruh olarak.
Ocak başınıza geleceğim,
göze gizli bir konuk
olarak.
Ölüm yüzümüzü örten
maskelerden başka
hiçbir şeyi değiştirmez.
Ormancı hâlâ bir
ormancıdır,
Çiftçi, hâlâ bir çiftçi,
Ve şarkısını rüzgara
söylemiş biri
dolaşan kutsal ruhlara
da söyleyecektir."
Ve müridleri taşlar
kadar suskundular ve "Gidiyorum" dediği için kederliydi yürekleri.
Fakat hiçbiri ne Bilge’y* durdurmak için elini uzattı, ne de izledi adımlarını.
Ve E! Mustafa anasının
Bahçesinden çıktı, ve ayakları çabuk ve sessizdi; bir dakika içinde, sert bir
rüzgarın savurduğu bir yaprak gibi, uzaklaştı onlardan, ve solgun bir ışığın
yukarılara doğru yükseldiğini gördüler.
Ve dokuzu aşağıya kendi
yollarına yürüdüler. Fakat yalnızca kadın bütünleyen gecede kalakaldı, ve
ışıkla alacakaranlığın nasıl bir olduğunu gördü; ve ıssızlığını ve yalnızlığını
onun sözleriyle yatıştırdı: "Gidiyorum, fakat eğer henüz söylenmemiş bir
gerçekle gidiyorsam, o gerçek beni yine arayıp bulacak ve birleştirecektir, ve
yine geleceğim."
*
Ve şimdi günbatımıydı.
Ve tepelere ulaşmıştı.
Adımları onu sise götürdü, bütün şeylerden gizlenmiş beyaz selvi ağaçları ve
kayalar arasında durdu ve dedi:
"Oh Sis,
kızkardeşim,
kalıba dökülmemiş beyaz
nefes,
Sana dönüyorum, beyaz ve
sessiz bir nefes,
Henüz ağza alınmamış bir
söz.
"Oh Sis, benim
kanatlı kardeşim, birlikteyiz şimdi,
Ve ikinci yaşama kadar
birlikte kalacağız,
Ki onun şafağı, bir
bahçeye çiğdemler halinde bırakacaktır seni,
Ve beni bir kadının
göğsüne bir bebek,
Ve anımsayacağız.
"Oh Sis,
kızkardeşim, geri dönüyorum,
derinliklerini dinleyen
bir yürek
Tıpkı senin yüreğin,
Zonklayan ve amaçsız bir
arzu, tıpkı senin arzun,
Bütünleşmemiş bir
düşünce, tıpkı senin düşüncen.
"Oh Sis, kardeşim,
anamın ilk çocuğu,
Serpmemi buyurduğun
yeşil tohumlar daha avcumda duruyor,
Ve dudaklarım mühürlü
söylememi buyurduğun şarkıya;
Ve sana ne bir meyva
getirdim, ne de yankılar,
Çünkü kördü ellerim, ve
boyun eğmedi dudaklar.
"Oh Sis, kardeşim,
çok sevdim dünyayı, ve dünya sevdi beni,
Onun dudaklarındaydı
çünkü bütün gülümsemelerim, ve onun yaşları benim gözlerimdeydi, Yine de
aramızda bir sessizlik uçurumu vardı onun aşmadığı
Ve benim geçemediğim.
"Oh Sis, kardeşim,
benim ölümsüz kardeşim Sis,
Küçük çocuklarıma kadim
şarkılar söyledim,
Ve dinlediler, ve merak
vardı yüzlerinde;
Fakat yarın olur ya
unuturlar şarkıyı,
Ve rüzgar şarkıyı kime
taşır bilmiyorum.
Ve benim olmasa da,
yüreğime düşmüştü
Ve yerleşmişti bir
dakika için dudaklanmda.
"Oh Sis,
kızkardeşim, bütün bu olanlara karşın,
Huzur içindeyim.
Yeterdi zaten doğmuşlara
şarkı söylemek.
Ve şarkı söylemek
değilse de besbelli benim işim,
Yüreğimin en derin
arzusudur yine de.
"Oh Sis, benim
kardeşim, kızkardeşim Sis,
Seninle birim şimdi.
Artık bir kişi değilim.
Duvarlar yıkıldı,
Ve kırıldı zincirler;
Yükseliyorum sana, bir
sis,
Ve ikinci yaşama kadar
denizde birlikte yüzeceğiz,
Şafağın seni, bir
bahçeye çiğdemler,
Ve beni bir kadının
göğsüne
bir bebek halinde
bırakmasına kadar."
Kaynak:
The Garden of the Prophet ERMİŞİN BAHÇESİ- Halil CİBRAN, Çeviren: R. Tanju
Sirmen, E Yayınları A. Ş. Mayıs 1989
Deli de senin benim gibi
bir bestekâr. Ancak çaldığı saz doğru nağmeler çıkarmıyor.
•
Anne kalbinin
suskunluğunda saklı olan şarkı çocuğunun dudaklarından dökülür.
•
Kâinatta
gerçekleşmeyecek arzu yoktur.
•
Hiç bir zaman ikinci
yarımla bütünüyle uyumlu olmadım.
Bana öyle geliyor ki bu
meselenin sırrı onunla benim aramda.
•
İkinci kişiliğin senden
dolayı daima mahzun.
Onun yaşayıp gelişmesi
hüzne dayanır.
Bu yüzden bu hüznü
sevinç olarak yorumlanır.
•
Ruh ile beden arasında
savaş yoktur; ruhları hımbıl, bedenleri teslimiyetçi olanların düşünceleri
hariç.
•
Hayatın kalbine
ulaştığında her şeyde bir güzellik bulursun. Güzelliğe kör olan gözlerde bile.
•
Güzellik bütün bir
hayatımız boyu aradığımız yitiğimizdir. Bunun dışındaki herşey bir bekleyiş.
•
Bir tohum ek toprak sana
çiçek versin. Düşlerini semaya anlat sana sevdiğini bahşetsin.
•
Şeytan doğduğun gün
öldü.
Öyleyse bir melek bulmak
amacıyla cehennemi katetmek zorunda değilsin.
•
Erkeğin kalbini ödünç
alan kadınlar ne kadar çok! Oysa onu koruyabilenler ne kadar az!
•
Bir şeyi elde etmek
istiyorsan onu kendin için isteme!
•
Bana
'Beni anlamıyorsun'
demen benim haketmediğim bir övgü, senin de müstehak olmadığın bir hakarettir.
•
Hayat bana altın verip
ben sana gümüş verdiğimde kendimi cömert saymam benim için ne alçaltıcı!
•
Nefsimi müdafaa çoğu
zaman beni öfkeye sevkeder. Ancak daha fazla güçlü olsaydım böyle bir yola
başvurmazdım.
•
Hayatın kalbine
vardığında günahkarlardan daha yüce, peygamberlerden daha aşağı olmadığını
göreceksin.
•
Ne tuhaf!
Aklı hantal olanı
bırakıp ayağı hantal olana, kalbi körolana değil de gözü kör olana acıyorsun
•
Topalın, bastonunu
düşmanının kafasında kırmaması bilgelik gereğidir.
•
Senin kalbinden almak
için kendi cebinden sana veren ne de kör!
•
Hayat muazzam bir şölen
alayı. Adımları yavaş olan ona bakıp gerçekten onun hızlı olduğunu sanır ve
ondan kaçar.
Hızlı olan ise onu yavaş
sanır ve ondan kaçar.
•
Günah diye bir şey varsa
eğer bir kısmımız onu, atalarımızın adımlarını takip ederken geriye doğru
bakarak işler; bir kısmımız da çocuklarımız üzerinde baskıcı bir hakimiyet
kurarken ileriye göz dikerek.
'Onunla kavşakta
karşılaştım. Mahrum bir adamdı: Hiç bir şeyi yoktu esvabından ve asasından
gayrı. Çehresini derin bir elem havası bürümüştü. Birbirimizi selamladık. Ve
ona dedim: 'Gel evime ve misafirim ol.'
Ve daveti kabul etti.
Çocuklarımla karım bizi
eşikte karşıladı. Onlara gülümsedi ve onlar da gelişine sevinmişlerdi.
Sonra hep birlikte
sofraya oturduk. Ve bizler, gizemin sarmalayıp kuşattığı, kendi bağrında
sessizliğin koruduğu bu adamla karşılaşmaktan dolayı müthiş mutluyduk.
Akşam yemeğinden sonra
ateşin etrafında toplandık. Ve ben seyahatlerini sormaya koyuldum.
Ve o gece ve onu takip
eden gece bize bir çok hikâye anlattı. Ancak şu var ki şimdi anlatacaklarım
yaşadığı günlerde katlandığı acının sadece köpüğüdür. Her ne kadar kendisi
bunları anlatırken cana yakın ve sevecen olsa da... Bu hikâyeler, yolunun
tozunun emaresi ve tahammül ettiği meşakkatin semeresidirler.
Ve üç gün sonra bizi terk
ettiğinde bir misafirin bizden ayrılıp yola koyulduğu gibi bir hisse
kapılmadık. Sadece içimizden biri hala evin dışında, bahçede durmaktaydı; henüz
içeri girmemişti
Şevakis şehrinde bir
şehzade yaşardı. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, herkes onu severdi, tarla hayvanları
bile ondan hoşnuttu. Onu selamlarlar ve gelişinden memnuniyet duyarlardı.
Ancak bütün insanlar,
karısı melikenin onu sevmediğini söylemekteydiler. Bazıları aşırıya kaçıp ondan
nefret ettiğini bile sanıyordu.
Bir gün, civar şehirlerden
birinin melikesi Şevakis melikesini ziyarete geldi. Oturup konuştular; laf
gelip kocalardan bahsetmeye dayandı.
Şevakis melikesi arzu ve
tutkuyla dedi: 'Evliliğiniz üzerinden
bunca yıl gelip geçmiş olduğu halde şehzade kocanızla olan mutluğunuza gıpta ediyorum.
Bense kocamdan nefret ediyorum. O yalnızca bana ait değil. Ben gerçekten çok
mutsuz bir kadınım.'
Konuk melike ona uzun
uzun baktı ve dedi: 'Gerçek şu ki dostum, sen kocanı seviyorsun. Evet! Ona
karşı içinde henüz azad eylemediğin yılmaz bir tutku var. Bu, bahçedeki pınar
gibi, bir kadında hayat demektir. Ancak vah bana ve kocama ki biz herhangi bir
tutku üzerinde birbirimizi sarmalayamıyoruz. Yalnızca sessiz bir sabırla
birbirimize tahammül ediyoruz. Sen ve diğer insanlar da bunu mutluluk sanıyorsunuz.'
Bir gün peygamber Şariya
bir bahçede bir çocuğa rastladı. Çocuk onu görür görmez koştu ve dedi: 'Hayırlı
sabahlar, efendim.' Ve peygamber onun selamına karşılık verdi: 'Hayırlı
sabahlar efendim.' Biraz aradan sonra konuşmayı sürdürdü: 'Görüyorum ki
yalnızsın.' Çocuk neşeyle gülerek cevapladı: 'Uzun süre geçti. Dadımın gözünden
kayboldum. O beni şu çalıların arkasında sanıyor. Ancak görüyorsun ki
buradayım.' Sonra peygamberin yüzüne bakıp dedi: 'Sen de yalnızsın. Dadına sen
ne yaptın? "
Peygamber ona cevap
verdi ve dedi: 'İşte bu hususta birbirimizden farklıyız. Karşı konulamaz
hakikat şu ki ben onu çoğu zaman yitiremem. Ancak bu bahçeye girdiğim şu anda
çalıların ardında o beni arıyor.'
Çocuk ellerini çırpıp
haykırdı: 'O zaman sen de benim gibi kayboldun. İnsanın kaybolmuş olması güzel,
değil mi?' Sonra sordu: 'Sen kimsin?'
Adam ona cevap verdi:
'Beni peygamber Şariya diye çağırırlar. Ya sen? Söyle bana sen kimsin?'
Çoçuk dedi: 'Ben
yalnızca kendimim. Ve dadım beni arıyor. Benim nerede olduğumu bilmiyor.'
Peygamber gözlerini
semaya çevirdi: 'Ben de bir süreliğine dadımdan kaçtım. Ama benim dışarda
olduğumu farkedecek.'
Ve çocuk dedi: 'Ben de
dadımın beni dışarıda bulacağını biliyorum.'
O esnada çocuğu ismiyle
çağıran bir kadın sesi duyuldu. Çocuk dedi: 'Bak ! Sana beni bulacağını
söylemiştim.'
Aynı esnada başka bir
ses duyuldu: 'Neredesin ey Şariya?' Peygamber dedi: 'Bak evladım ! Beni de
buldular."
Ve Şariya yüzünü yukarı
çevirip cevapladı: 'Buradayım.'
Bir istiridye komşu istiridyeye
dedi: 'İçimde cidden büyük bir sancı var. Ağır ve yuvarlak. Ondan dolayı eza ve
cefa içindeyim.
Diğer istiridye
böbürlenmeyle karışık bir hoşnutlukla cevap verdi: 'Göklere ve denizlere hamd
olsun ki içimde bir sancı hissetmiyorum. İçerde de dışarda da sıhhat ve
afiyetteyim.'
O sırada bir yengeç
oradan geçiyordu. Her iki istiridyeyi de konuşurlarken duymuştu. İçerde ve
dışarda sıhhat ve afiyette olan istiridyeye dedi: 'Tamam! Sen sıhhat ve
afiyettesin. Ancak komşunun, içinde hissettiği sancı, gerçekte sınırsız bir
güzelliği sahip bir inci. '
Bir erkek ile bir kadın
bahara açılan bir pencerenin önünde birbirlerinine oldukça yakın oturuyorlardı.
Kadın dedi: 'Seni seviyorum, sen yakışıklısın, zenginsin ve her zaman büyük bir
cazibeye sahipsin. '
Adam dedi: 'Ben de seni
seviyorum. Sen güzel bir düşüncesin. Hatta herhangi bir elin ulaşamayacağı
kadar yüce bir şeysin. Sen düşüncedeki bir şarkısın.'
Ancak kadın yüzünü ondan
çevirdi ve öfkeyle uzaklaşarak dedi: 'Senden rica ederim efendim, şu andan
itibaren benden ayrı dur. Ben ne bir düşünceyim, ne de senin düşlerinde dolaşan
bir şeyim. Ben bir kadınım ve beni arzulamanı, hatta tutku beslemeni isterim.
Ben bir eş ve henüz doğmamış çocukların annesiyim.'
Ve ayrıldılar.
Ve adam içinden dedi:
'İşte bir düş şu andan itibaren dağıldı. Ve sise dönüştü.'
Ve kadın bir başına
derin derin düşünerek dedi: 'Beni bir sis ve düşe dönüştüren bir adamla benim
ne işim olabilir?'
Bir keresinde Birkaşa
şehzadesinin sarayına sazendeleriyle birlikte bir rakkase geldi. Muhafız onu
çok güzel karşıladı. Şehzadenin huzurunda ud, kaval ve kanun eşliğinde
raksetti.
Ateş dansını oynadı,
kılıçlar ve mızraklar dansını, yıldızlar ve feza dansını, en son olarak da
rüzgardaki çiçeklerin dansını oynadı.
Daha sonra tahtın önünde
durdu. Eğilerek şehzadeyi vücuduyla selamladı. Şehzade ona yaklaşmasını
emretti. Ve ona dedi: 'Ey güzel kadın, ey neşe ve mutluluğun kızı! Sanatını
nereden getirdin? Ve tabiatın unsurlarını yönetme ve onları senin ritim ve
kafiyelerinle yönlendirme kabiliyeti sana nasıl bahşedildi?
Rakkase, şehzadenin
huzurunda ikinci kez eğildi ve cevap verdi: 'Ey yücelik ve lütuf sahibi! Sorularınızın cevabını ben bilmiyorum.
Bütün bildiğim şudur ki filozofun ruhu kafasında, şairin ruhu kalbinde,
şarkıcının ruhu ise hançeresinde yaşar. Ama rakkaseninki bütün bir bedeninde
gizlidir.'
Bir akşamüstü şehrin
kapısında iki melek karşılaştı ve birbirlerini selamlayıp konuşmaya koyuldular.
Birisi dedi: 'Bu
günlerde ne yapıyorsun? Sana ne görev verildi?'
Diğeri cevapladı:
'Vadide yaşayan bayağı bir adamı koruma görevi verildi bana. Büyük bir
günahkar. Son derece aşağılık. Seni temin etmem için bana izin ver ki bu
gerçekten zorlu bir görev. Tehlikeli. Bundan dolayı çok sıkıntı çekiyorum.'
Birinci melek dedi: 'Bu
kolay bir görev. Ben pek çok günahkar tanıdım ve bir çok kez onların
koruyuculuğunu yaptım. Oysa en son olarak bana temiz kalpli kutlu bir kişinin
koruyuculuğu görevi verildi. Ağaç dallarından bir çadırda yaşıyan, insanlardan
uzakta, münzevi. Ve ben de seni temin ederim ki bu son derece zor ve hassas bir
görev.'
ikinci melek dedi: 'Bu
bir iddiadan başka bir şey değil. Kutlu bir kişiyi korumak günahkar birini
korumaktan nasıl daha zor olabilir?'
Bu, tımarhanenin
bahçesinde oldu: Solgun benizli, harika görünümlü, hayranlık uyandıran bir
delikanlıya rastladım.
Ve oturduğu sıraya,
yanma oturdum ve dedim: 'Niçin buradasın?'
Bana şaşkınlıkla baktı
ve dedi: 'Bu yakışıksız bir soru. Ve
fakat buna rağmen cevap vereceğim. Babam, kendisinin bir kopyası olmamı istedi.
Amcam da öyle. Annem ise ünlü babasının bir sureti olmamı istedi. Ve
kızkardeşim de denizci kocasından izlemem gereken en mükemmel model çıkarmak
istiyordu benim için. Erkek kardeşim de kendisi gibi dikkate değer kahraman bir
sporcu olmam gerektiğini düşündü.
Ve
hocalarımın durumu da aynı: Felsefe doktorundan, mûsiki üstadına ve mantıkçıya
kadar. Hepsi kararlıydılar. Her biri kendisinin aynadaki yansıması olmamı
istedi.
Ve bu yüzden bu yere
geldim. Ve burayı daha huzurlu ve sıhhatli buluyorum. En azından başkası değil
kendim olabiliyorum burada.
Sonra birden bana döndü
ve dedi: 'Fakat söyle bana; seni de buraya başkalarının nasihatlari ve seni
eğitme istekleri mi sürükledi?'
Ona cevap verdim: 'Hayır
ben ziyaretçiyim.'
Dedi:
'Öyleyse sen de duvarın öte tarafında bulunan tımarhanede yaşayanlardan
birisin.'
Bir zamanlar bir
kunduracı dükkanına yırtık ayakkabıyla bir filozof geldi ve ona dedi:
'Ayakkabımı onarır mısın?'
Kunduracı dedi: 'Şu anda
başka birinin ayakkabısını onarıyorum. Sıra senin ayakkabına gelinceye kadar
yamanması gereken başka ayakkabılar daha var. Ayakkabını burada bırakabilir ve
şimdilik şu ayakkabıyı giyebilirsin. Yarın da gelip onardıktan sonra kendi
ayakkabını alırsın.'
Filozof dedi: 'Ben benim
olmayan ayakkabıyı giymem.'
Kunduracı dedi: 'Peki öyleyse! Ayaklarını başka birinin
ayakkabısına koyamadığın sen gerçekten bir filozof musun? Aynı caddenin başında
başka bir kunduracı daha var. Filozofları benden daha iyi anlar. Onarım için
sen ona git."
Asi ırmağının denize
döküldüğü Antakya'da şehrin bir yakasını diğerine kavuşturan bir köprü inşa
edildi. Köprü Antakya katırlarının sırtında tepelerden taşman kocaman taşlarla
bina edilmişti.
Köprü tamamlandığında
sütunlarından birinin üzerine Grekçe ve Aramice şu yazıldı: 'Bu köprüyü II.
Antiochus inşa etmiştir.'
İnsanlar öbek öbek
şehrin iki yakasını birleştiren köprünün üzerinden geçip gidiyorlardı.
Ve bir akşamüstü
kimilerinin yarı divane kabul ettiği bir genç aşağıya indi. Bu sözcüklerin
nakşedildiği sütuna ulaşıncaya kadar inmeyi sürdürdü. Onları kömürle kapattı.
Ve üzerine şunu yazdı: 'Bu köprünün taşları tepelerden katırların sırtında
getirilmiştir. Sizler de onun üzerinden gelip geçerken bu köprünün yapıcısı
olan Antakya katırlarının sırtında taşınmaktasınız.'
İnsanlar gencin
yazdıklarını okuduklarında kimi güldü, kimi şaşırdı, kimileri dedi: 'Ha! Evet!
Bunu yapanı tanıyoruz. O şu küçük divane!"
Ama bir katır gülerek
bir başka katıra dedi: 'Bu taşları bizim taşıdığımızı hatırlamıyor musun?
Halbuki şimdiye dek bu köprüyü inşa eden Kral Antiochus'tur denilmekteydi.'
Bir zamanlar kendini
çileye ve inzivaya vermiş bir peygamber vardı. Bir ay içinde üç gün dışında
inzivahanesini hiç terketmezdi. Bu süre içinde şehre gider, pazarlarda
insanlara vaaz eder, onları yardımlaşmaya ve paylaşmaya çağırırdı. Oldukça
akıcı ve etkili bir konuşması vardı. İkna gücü yüksekti. Öyle ki şöhreti
ülkenin dört bir yanına yayılmıştı.
Bir gün inzivahanesine
üç adam geldi. Onları selamladı ve hüsnü kabulle karşıladı. Sonra ona dediler:
'İnsanlara, bağış ve paylaşmayı öğütlüyorsun. Çoğa sahip olanların, aza sahip
olanlara vermelerini öğretmeyi arzuluyorsun. Senin sahip olduğun şöhretin sana
bolca servet getirdiğine hiç şüphe duymuyoruz. Şimdi gel de bize servetinden
biraz ver. Zira biz ihtiyaç ve yoksunluk halindeyiz'
Münzevi cevap verdi ve
dedi: 'Ey dostlarım, yanımda şu yatak ve şu örtü ve şu ibrikten başka bir şey
yok. Eğer istiyorsanız onları alın. Benim ne altınım var ne de gümüşüm."
O zaman ona küçümseyerek
baktılar. Ve ondan yüz çe-virdiler. En sonuncuları kapıda bir an durdu ve dedi:
'Yuh! Seni hilekar! Seni sahtekar! Kendinde uygulamadığın şeyleri öğretiyor ve
öğütlüyorsun, sen.'
Bir zamanlar mahzeniyle
ve içindeki eski şaraplarla çokça övünen bir zengin vardı. Ve orada kendisinden
başka kimsenin bilmediği bir sebepten ötürü sakladığı bir testi vardı.
Ve onu ülkenin
yöneticisi ziyarete geldi. Ve kendi kendine dedi: 'Bu testi sırf ziyarette
bulundu diye bir hükümdar için açılmayacak.'
Ve onu başpiskopos
ziyaret etti. Kendi kendine dedi: 'Hayır! Bu testiyi açmayacağım. Çünkü o ne
bunun kıymetini bilebilir ne de onun kokusu onun burnuna ulaşabilir.'
Ve ülkenin şehzadesi
gelip onunla birlikte akşam yemeği yedi. Zengin adam kendi kendine dedi: 'Bu,
hükümdarlara layık bir şarap! Bir şehzade uğruna dökülmesi yakışık almaz.'
Kendi yeğeninin
düğününde bile kendi kendine dedi: 'Hayır! Böylesi misafirler için böylesi bir
testi açılmamalı! "
Seneler seneleri izledi
ve adam yaşlı ve çökmüş biri olarak öldü. Ve herhangi bir tohum veya çekirdek
gibi gömüldü.
Bir
zamanlar bahçesinde pek çok nar ağacı bulunan bir adam vardı. Güzün büyük bir
kısmında narları evinin önüne gümüş siniler içine koyar ve sinilerin üzerine
kendi eliyle yazdığı levhalar koyardı:
'Bir tane al; karşılıksızdır. Afiyet olsun."
Ancak
insanlar sinilerin yanından geçip gider; hiç kimse narlardan almazdı.
O zaman
adam kendi kendine uzun uzun düşündü. Sonunda ertesi güz narları evinin önüne
gümüş siniler içinde koymadı. Fakat büyük harflerle yazdığı şu levhayı kapısına
astı: 'Bu ülkenin ürettiği en iyi narlar burada. Fakat onları diğer narlardan
daha fazla bir ücret karşılığında satıyoruz.'
Ondan
sonra mahallenin bütün erkek ve kadınları satın almak için akın akın gelmeye
başladılar.
Kilafis şehrinde bir
sofist tapınağın merdivenlerine oturdu ve insanları çok tanrılara çağırıyordu,
insanlar da kalplerinden diyorlardı: 'Bütün bunları biliyoruz. Bu tanrıların
bizimle birlikte yaşamaları ve nereye gidersek bizi izlemeleri gerekmez mi?'
Uzun bir zaman
geçmemişti ki başka bir adam şehrin meydanında insanlara hitab etmek üzere
durdu ve onlara dedi: 'Tanrı yoktur.' Onu duyanların birçoğu verdiği müjdeden
dolayı sevindi. Zira tanrılardan korkuyorlardı.
Bir gün, güzel ve akıcı
konuşan bir adam geldi ve dedi: 'Tek bir tanrıdan başka bir şey yok.' İnsanlar
yüreklerinde müthiş bir endişe duydular ve çok tanrının yargısından daha fazla
tek bir tanrının yargısından korktular.
Aynı mevsimde başka bir
adam geldi ve dedi: 'Üç tanrı var; tek bir tanrıymışçasına rüzgarın üstünde
otururlar. Onların, gönlü geniş şefkatli bir anneleri vardır. Onlar için hem eş
hem de kardeş hükmündedir.
Hükümdar karısına dedi:
'Hanımefendi! Siz gerçekten bir melike değilsiniz. Hayat yoldaşım olamayacak
kadar bayağı, müptezel ve yakışıksızsınız. "
Karısı dedi: 'Sen
kendini hünkar sanıyorsun. Oysa gerçekte senden öncekilerin zavallı bir
yankısısın!'
Bu ifadeler hükümdarı
kızdırdı. Hemen asasını eline aldı ve altın kabzasını karısının alnına vurdu.
O anda içeri başmabeyinci
girdi ve haykırdı: 'Olamaz! Olamaz haşmetmaap! Bu asayı ülkenin en büyük
sanatkarı yaptı. Yazık! Bir gün gelecek siz de hanımefendi de unutulacaksınız.
Bu asa ise kuşaktan kuşağa bir sanat şaheseri olarak korunacaktır. Şimdi ise
hanım sultanın başını onunla kanattınız. Böylece bu asa daha çok itibar
kazanacak ve daha çok yadedilecek.'
Genç şair, melikeye
dedi: 'Seni seviyorum.'
Melike cevap verdi: 'Ben
de seni seviyorum, yavrum.'
Genç tekrarladı: 'Fakat
ben senin çocuğun değilim. Ben bir erkeğim ve seni seviyorum.'
Ve o dedi: 'Ben
kendilerinin de kızları ve erkek çocukları olan kız ve erkek çocukların
anasıyım. Çocuklarımın çocuklarından biri yaşça senden daha büyük.'
Genç şair dedi: 'Fakat
ben seni seviyorum.'
Bu konuşmanın üzerinden
uzun bir zaman geçmemişti ki melike öldü. Fakat son nefesinde toprakla
karşılaşacağı an kendi kendine dedi: 'Ey sevgilim! Ey sevimli oğlum! Ey genç
şairim! Umarım birgün tekrar karşılaşırız. Ve ben yetmişimde olmam.'
Bir zamanlar iki adam
vadide yürüyorlardı. Birisi parmağıyla dağın yamacını gösterdi ve dedi: 'Şu
manastırı görüyor musun? Orada üzün zaman önce dünyayı boşlamış bir adam var.
Şu yeryüzünde Allah'tan başka ne bir şey arıyor ne de istiyor.'
Diğer adam dedi:
'Manastırını, inzivasını, çilesini bırakıp dünyaya dönmedikçe, sevinçlerimizi
ve çoşkularımızı paylaşmadıkça, düğün şölenlerinde raksedenlerle birlikte
raksetmedikçe, ölülerimizin başında ağlayanlarla birlikte ağlamadıkça Allah'ı
bulamayacaktır o.'
Ve adam bu sözün
doğruluğuna gönülden ikna olmuştu. Fakat buna rağmen cevap verdi:
'Söylediklerinin hepsine katılıyorum. Fakat şu var ki münzevinin iyi bir insan
olduğuna inanıyorum. Bir insanın, inzivaya çekilmesi ve bu inzivası sebebiyle
görünürdeki iyiliklerle pek çok insanın yaptığından daha fazla hizmette
bulunması daha üstün olamaz mı?'
Kaynak:
(KUM VE KÖPÜK-Aforizmalar) (AVARE-Meseller) CİBRAN Halil CİBRAN, Çevirmen:
İlyas ASLAN, 1. Basım Kasım, 2000 İstanbul
Bir
zamanlar, yeşil tepelerin üzerinde bir münzevi yaşardı. Ruhu temiz, yüreği
apaktı. Ve karadaki tüm hayvanlar ve havadaki tüm kuşlar çifter çifter ona
gelirler, o da onlarla konuşurdu. Onu zevkle dinlerler, yanına sokulurlar ve
oradan ayrılmazlardı, ta ki gece olup da o onları Kutsayarak rüzgâr ve ormanlara
emanet edinceye dek.
Bir akşam,
sevgiden söz ederken, bir leopar başını kaldırdı ve münzeviye dedi, "Bize
sevgiden söz ediyorsunuz. Söyleyin Efendim, sizin eşiniz nerede?"
Ve münzevi
dedi, "Benim eşim yok."
Ve
hayvanlar ve kuşlar arasında bir şaşkınlık vaveylasıdır ki koptu ve aralarında
konuşmaya başladılar, "Kendisi bu konuda bir şey bilmezken bize nasıl
sevgiden ve anlaşmadan söz edebilir ki?" Ve sessizce ve küçümsemeyle
yanından ayrılıp gittiler.
O gece
münzevi döşeğine yüzükoyun uzandı ve göğsünü yumruklayarak acı acı ağladı.
Bir adam bir düş gördü
ve uyandığında yorumcuya giderek düşünü kendisi için yorumlamasını istedi.
Ve yorumcu adama dedi, "Bana uyanıklığında gördüğün düşlerle
gel ki anlamlarını sana söyleyebileyim. Ama uykunun düşleri ne benim
bilgeliğime aittir ne de senin imgelemine."
Dolunay görkemle kentin
üzerinde yükselirken kentin köpekleri ona doğru ulumaya koyuldular.
Yalnızca bir köpek
ulumadı ve öbürlerine ciddi bir sesle dedi, "Ulumanızla dinginliği
uykusundan uyandırmayın ve ayı dünyaya getirmeyin."
O zaman bütün köpekler
ulumayı kesti ve dehşetli bir sessizlik kapladı ortalığı. Ama onlarla konuşan
köpek, gece boyunca, sessizlik içinde ulumayı sürdürdü.
Coşkun bir ırmağın
aktığı Kadishe vadisinde iki küçük dere karşılaştılar ve konuşmaya koyuldular.
Derelerden biri dedi,
"Nereden geliyorsun dostum; ve yolun nasıldı?
Ve öbür dere yanıtladı,
"Yolum güçlüklerle doluydu. Değirmenin çarkı kırılmıştı ve beni suyolumdan
ekinine veren çiftçibaşı ölmüştü. Bütün gün oturup tembelliklerini güneşte
pişirmekten başka bir iş yapmayanların pisliğine belenmiş, debelendim durdum.
Ama senin yolun nasıldı, kardeşim?"
Ve öbür dere yanıtladı
ve dedi, "Benim yolum bir hayli farklıydı. Hoş kokulu çiçekler ve utangaç
söğütler arasından geçerek tepelerden aşağı süzüldüm; kadınlar ve erkekler
gümüş kupalarla suyumdan içiyor, küçük çocuklar pembe ayacıklarıyla kıyılarımda
dolaşıyorlardı. Yolum neşe ve tatlı şarkılar içinde geçti. Senin yolunun
böylesine mutlu olmaması ne yazık."
O an ırmak yüksek sesle
seslendi ve dedi, "Gelin, gelin, denize gidiyoruz. Gelin, gelin; daha
fazla oyalanmayın. Benimle olun. Denize gidiyoruz. Gelin, gelin; bana kavuşunca
gezintilerinizi unutacaksınız, mutlu ya da hüzünlü. Gelin, gelin. Ve siz de ben
de anamız denizin yüreğine kavuştuğumuzda geçtiğimiz yollan unutacağız."
Kaynak:
HALİL CIBRAN, GEZGİN-The Wanderer His Parables and His Sayings, İkinci Baskı:
Anahtar Kitaplar 1995,İstanbul
kalbime bir şeytan girdi
ve bir melek gördü orada
göz açıp kapayıncaya dek
bir kavga başladı
aralarında
her ikisi de
burası benim evim diyor
ben olanlara tanıklık
ediyorum
ve kımıldanıyorum
yerimden
sorarak Tanrı’ma
kainatta başka Tanrı var
mı
onun eli mi yarattı
kalbimi
yoksa senin elin mi?
*
bugüne dek kendimi
şüphe ve şaşkınlık
içinde gördüm
kalbimdeki melun mu
yoksa bir melek mi
bilmiyorum
1923
vazgeç beni yönetmekten!
kulağım dediğini
anlamıyor bugün
ve kadehe kadehime
uyuyorum,
asırlardır aradığım taze
şaraba sığınıyorum;
artık mühürleyemeyeceksin
mührünle
susuz dudaklarımı,
kelepçeleyemeyeceksin aç
ellerimi,
bugünden sonra ben de,
açlığın çiğsiz sisinle
yaktığı
bir kalbi
kandıramayacağım!
bu kadehi kadehim diye
adlandırmak günah mı acaba?
o zaman bırak da
günahkâr olarak öleyim
çünkü ben ona dokunur
dokunmaz
sadece sonsuzluklara
engin dünyalara
uçtum;
kokusunu alır almaz,
güzelliğinin içinde
aleviyle yanıp tutuştum
onun şarabıyla ancak
yokluğa karıştıktan
bütünün içine girdikten
sonra
sarhoş oldum
I929
ey yalnızlığım benim,
nasıl oluyor da
güneşleri ayları olmayan
gökyüzünü
dolaşabiliyorsun?
yolları olmayan
çöllerini nasıl adımlayabiliyorsun?
kıyıları olmayan
denizlerine nasıl açılabiliyorsun?
kararsız olan
derinliklerine nasıl dalabiliyorsun?
korkunç kupkuru tepelerine
nasıl tırmanabiliyorsun?
kaygan yosununun
üzerinde
kanatlı ayaklarınla
nasıl dans edebiliyorsun?
onun ballı dudakları güç
bulamıyor
kadehini tatmaya bile;
taze gam dolu kadehini
onun taze kalbi bile
duyamaz senin
karmakarışık düşlerinin
feryatlarını
ey yalnızlığım! ben ve
sen yalnızdık
ve de yalnız kalacağız
sonsuza değin
aman Tanrım! ne kadar da
mutluyuz!
ey yalnızlığım!
ne kadar da zenginiz!
biz onunlayız ondayız ve
onun yanındayız
ezelle tokalaşıyoruz
sağımızla
sonsuzlukla
tokalaşıyoruz solumuzla
1930
gel haydi gel!
selam verelim şu
kabirlere,
oradan yudumlayalım
şarabını zamanın,
olur da gözümüze
çarparsa,
kemiklerden çiçekler
fışkırttığını baharın
işte o zaman, anlarız:
yokluk denilen,
ebediyettir;
hayatsa, dönen kabirler
gel haydi gel!
ama, umutlanma sakın!
bakışını yukarılara dik!
olur da gözüne çarparsa,
güneşin doğup battığını
emriyle kaderin
işte o zaman, anlarsın:
kalıcı olan izlemektir;
umutsa, ebediyet
sıkıntısı
*
yaklaş haydi yaklaş!
bırak kavgayı bırak,
iyinin uğruna kötüye
karşı
söyle, akşamın kulağına
bir selam fısıldadığında
cevabı şu oldu sabahın:
sabah akşamın kardeşi
değil mi
ve değil mi kötülük
iyiliğin ikizi?
*
unut çocukluğu ve
gençliği
sür bulut ordusunu
rüzgârla
sor var mı o bulutta
taze bir damla
ihtiyarlayıp da
gençleşen bir damla?
değil mi ki gençlik,
değil mi ki ihtiyarlık,
birer buluttur
ve bizler de bulutun göz
yaşları
*
yalancılar için vazgeç
doğruluktan,
aşıklar için aşkın
iffetinden;
bırak övünmeyi
zenginlere,
bilgiyle gururlanmayı
cahillere;
yüceleri ve gecelerin
tazeliğini
ve üstünlük sevgisini
kötürümlere
*
gözünde gözlere yansıyan
bir ışık,
ölüm güler o gözlere,
çünkü bütün ölümler
sana dikmiştir zaman
gözünü;
o ki asla ihanet etmez,
gözbebeğinde toprak,
göz kapakların ardında
kurtçuk görür
*
boş ver güzelliği, sen
onu gurura bırak!
dünyanın gözlerinden
uzakta kalsın,
mücadeleyi boş ver
ihtirası da bırak,
sarayları boş ver selam
ver kabirlere
asırlarca dünyayı dolaş
dönen kabirleriyiz ya
biz bu dünyanın!
insanları gördüğümde,
bir ateş tutuşturmuşlar,
yakmak için cehaleti;
bir taht ve heykel
dikmişler,
tapmak için bilgiye;
inancımı koydum avucuma,
ve dedim: işte benim
bilgim
yüceltsenize ya onu!
*
aptal aklımı ateşe
sürdüm
ve dedim: işte benim
cehaletim
yok etsenize ya onu!
*
aklımı tahtlarına
oturttular
inancımı yaktılar, hiç
acımadılar
insanları gördüğümde,
bir çarmıh dikmişler,
germek için yalanı
taçlandırmışlar alnını
hükümdar kılmak için
doğruluğu
*
içimde ne varsa koydum
ortaya
ve dedim: işte benim
yalanım,
çivilesenize ya onu!
*
neşeyle sürdüm kalbimi
onlara
ve dedim: işte benim
doğrum,
taçlandırsanıza onu!
*
kalbimi çivilediler
heyhat!
benliğimi ise
Tanrılaştırdılar!
1922
evimin tavanı demir,
direği taştan;
esin ey rüzgârlar,
feryat edin ağaçlar,
süzülün ey bulutlar,
yağmur indirin;
çakın ey şimşekler,
korkuyor dilim sizden
tavanı demir evimin,
direği ise taştan
*
yardım dilendi gözüm
cılız lâmbadan;
gece uzadıkça, karanlık
yayıldıkça
ve şafak öldüğünde gün
intihar ettiğinde
gizlenin ey yıldızlar,
sön ey hilal!
yardım dilendi gözüm
cılız lâmbadan
*
muhkemdir kalbimin
kapısı kederlere karşı
saldırın ey gamlar,
sabah akşam istediğiniz an!
gelin üstüme ey belalar,
sıkıntıyla musibetle!
inin ey insanlık
trajedileri, binlerce kez!
muhkemdir kalbimin
kapısı kederlere karşı
*
arkadaşım kaderdir,
yoldaşım takdir;
kıvılcımlar saçın ey
kötülükler, kalbime
evimin etrafına hendek
kazın ey eceller,
korkum yok, ne azaptan,
ne de ziyandan
arkadaşım kaderdir,
yoldaşım takdir
ey yoldaşım, bedenimin
ve ruhumun yoldaşı,
mutluluk ve bahtsızlık
ortağım benim,
ey dostum bilgimin ve
cehaletimin dostu,
rahatlık ve sıkıntı
ortağım benim
*
eğer bir gün göklerin
hükümranı,
çağırırsa bizi kendine
hesap için,
riyakârlıktan sakın!
ey dostum, göklerin
hükümranı huzurunda
*
hiçbir şeyde haramı
bilemez olduk
ve her gün değişik bir
yola girdik
istediği her şeyi verdik
nefse,
yanık gönlün susuzluğunu
giderdik
dalgaları köpürmüş ve
azgın görürsen denizi
işitirsen kayaların
ayakları dibinde ağladığını
dur denizi seyret
dalgalar dininceye değin bekle
seslen denize seslen ki
duyabilsin seni
ve de senden gelen
iniltiyi
yoksa sen dalgalardan mı
geldin?
*
bulut kıvrımlarında
yankılandığını işitirsen gök gürlemesinin
görürsen karanlık
ordusuna kılıcını çektiğini şimşeğin
parıltısı sönünceye dek
şimşeği izle
gürleme son bulacak
ancak sedasını bırakacak sende
sen şimşekten mi koptun
yoksa gürlemeyle mi
indin?
*
dağların doruklarından
karları tozuttuğunu görürsen rüzgârın
işitirsen tepeler
arasında karanlığa uğuldadığını
rüzgâr diner ve baş başa
kalır kendi özleminde
ve ben sana seslenirim
ama sen benden uzaksın
meçhul bir yerde
yoksa rüzgardan mı
doğdun sen?
*
yıldızlar arasında
gizlice yürüdüğünü görürsen tanyerini
ve gitmekte olan gecenin
elbisesini resimlerle süslediğini
tanyeri senden ona
yükselen yakarışları duyar
ve yere kapaklanışım
kendisine vahiy gelen
bir peygamber gibi
yoksa sen Tanrı’dan mı
fışkırdın?
*
coşkun suların kucağında
görürsen güneşi
yeryüzünü büyülü bir
gözle süzdüğünü
güneş yatışır ve kalbim
arzular senin de yatışmanı
toprak uyur ancak sen
uyanık izlersin
güneşin uzak yatağını
yoksa sen güneşten mi
düştün?
*
yaseminler arasında
şakıdığını işitirsen bülbülün
aşıkların kalplerine
şarkıları bir kor olarak döktüğünü
hüzün ve şevkle
parıldadığını ve arzu senden ırak
söyle bana bülbülün gece
şakıması
senin geçmişini sana
hatırlatması mıdır
yoksa sen şarkılardan mı
geldin?
*
ey benliğim!
sen içimde sedası
yankılanan bir şarkı
görmediğim gizli bir
sanatkârı elinin çaldığı
sen rüzgâr, sen meltem,
sen dalga, sen deniz,
sen şimşek, sen
gökgürültüsü, sen gece, sen şafak
sen Tanrı’dan bir
tecelli!
1917
Kaynak:
Gözlerin Fısıltısı & kafileler orjinal adı: hemsü’l-cüfûn & el-mevâkib
yazarı: mihail nuayme & cibran halil cibran Çeviren: Hüseyin YAZICI, 1.
basım Kasım, 2000 İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar