Print Friendly and PDF

BLACK MİRROR (Kara Ayna)

 


Yapımı : 2012 - İngiltere

Tür : Dram ,  Komedi ,  Korku

Süre: 22 Dak.

Yönetmen : Brian Welsh,  Euros Lyn,  Otto Bathurst

Oyuncular : Toby Kebbell ,  Hayley Atwell ,  Rupert Everett ,  Domhnall Gleeson ,  Jimi Mistry

Senaryo : Charlie Brooker ,  Konnie Huq ,  Jesse Armstrong

 

Film Özeti

Black Mirror, İngiliz Channel 4 kanalında 4 Aralık'ta yayınlanmaya başladı ve 3 haftada sona erdi, zira 3 adet birbirinden bağımsız kısa film gibi bölümü var. Öyle ki her biri farklı yazar, yönetmen ve oyunculara sahip. Üstelik süreleri bile farklı. Üçlemenin ortak paydası ise hayatımızı kolaylaştırması beklenen teknolojinin, bizi nasıl avucuna aldığı ve sosyal yaşantımızı nasıl da alt üst ettiğini görebilirsiniz. Charlie Brooker, Black Mirror'ın temasını kısaca şu sözlerle açıklamaktadır:

"Teknoloji bir ilaçsa -ki bir ilaca benziyor- yan etkileri tam olarak nelerdir? Black Mirror (Kara Ayna) dizisi, (teknolojiden kaynaklı) keyif ile huzursuzluk arasındaki bu alanda kurgulanıyor. Başlıktaki kara aynayı dizideki her duvarda, her masada, herkesin avucunda göreceksiniz : Televizyon, monitör, akıllı telefonların soğuk, parlak ekranı."

 

Eleştiri

Devin Bahçeci 

Bilimkurgu sever misiniz?

 Peki; distopya izler misiniz?

 Ya ingiliz mizah anlaşını sever misiniz? 

Bunların hepsini seviyorsanız, Black Mirror izleyin! 

Black Mirror, bir İngiliz distopya dizisi. Bence böyle.  Tüketim toplumuna kara ayna tutuyor!  Sanata, mizaha kara ayna tutuyor! 

Sisteme kara ayna tutuyor! 

Giderek, yabancılaşan, teknoloji ile özgürleştiğini zanneden herkese diyeceği var bu dizinin. 

Adalet sistemine diyecekleri var.  Üçer bölümlük sezonları olan mini bir dizi Black Mirror. 2. Sezonu yeni bitti. Bu Şubat’ta yayınlandı. 

Her bölümde ayrı bir hikaye anlatılıyor. Diziden öte, her sezonu üç kısa filmden oluşan bir televizyon programı. 

Ne ararsanız var! 

Devlet eleştiriliyor.

Devleti oluşturan bireyler: toplum eleştiriliyor. 

Katılım tartışması var. Adalet anlayışımıza dair eleştiri var. 

Temsili demokrasi eleştirisi var.  Var da var. 

Şu anda yaşadığımız toplumun, düzenin nereye gittiğini  gösteriyor. 

Ayna tutuyor bize.  Her birimize.  Kara bir ayna bu.  Dizinin her bölümü, kendi başına, birer akademik tez konusu olur. 

Dizinin içeriğinden detay vermemek için, yazı yazarken zorlanıyorum. Ancak izleyince göreceksiniz, ne demek istediğimi anlayacaksınızdır. 

Gittiğimiz yol yol değil diyor Black Mirror. Distopyaya gidiyoruz diyor.

Kötü bir gelecek bizi bekliyor diyor.  Bunun dışında da harekete geçin, birşeyleri değiştirin de demiyor. Sadece karanlık yüzümüzü gösteren ayna tutuyor bize. 

Aynadaki görüntümüz ile ne yapacağımız ise bize kalmış. 

GÜNCEL BİR KARA-ÜTOPYA: BLACK MİRROR

Emre Tansu Keten (Spot dergisinin birinci sayısında yayınlanmıştır.)

“Çağımızın,... tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur... Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar, öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.” (Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü)

Sosyal medya araçlarının “devrimler yaptığı”, iletişim teknolojilerinin küresel bir köy yarattığı, Irak'taki savaşı bile kanlı canlı izleme şansına sahip olduğumuz bir dönemdeyiz, ne kadar şanslıyız değil mi?

 Anlaşılan insanlığın çoğu bu konuda şanslı olduğuna inanıyor. Son yıllarda bu konuda yazan yazarların çoğu bilgi toplumunun nimetlerini anlata anlata bitiremiyor. Akademik çalışmalar sosyal medyanın kitle iletişiminde yarattığı devrimden söz ediyor. Yüzyıllardır aranan gerçek demokrasinin Twitter'la ortaya çıktığı savunuluyor. Kısacası genel kanı “iyi şeyler” olduğu/olacağı yönünde.

Ancak yine de bu iyimser ortamı eleştiryenler yok değil. İngiliz yazar ve senarist Charlie Brooker onlardan biri. Brooker, The Guardian gazetesinde yazdığı yeni medya düzeni eleştirileriyle, BBC için hazırladığı “How TV Ruined Your Life” (Televizyon Hayatınızı Nasıl Bozar”) türü programlarla tanınıyor. Teknoloji bağımlılığı, aygıt (İphone vb.) bağımlılığı, televizyonun manipülasyon etkisi gibi konularda yazan Brooker'ın son projesi Black Mirror (Kara Ayna) isimli bir televizyon dizisi. İngiltere'de Channel 4'da yayınlanan Black Mirror, 45 dakikalık üç ayrı bölümden oluşuyor. Üç bölümün de yönetmeni farklıyken, ilk iki bölümün senaryosunu Brooker, son bölümü ise Jesse Armstrong yazmış. Üç bölüm de, aynı derdi paylaşan ancak bambaşka hikâyeler anlatan bölümler, bu da daha başta genel dizi algısını dağıtan bir yöntem.

Black Mirror S01E01
The National Anthem

Black Mirror'un The National Anthem (Milli Marş) ismini taşıyan ilk bölümü, belki de en sarsıcı bölüm diyebiliriz. Bölümün başında İngiltere Başbakanı, İngiltere Prensesi'nin kaçırıldığı haberiyle uykusundan uyandırılıyor. Başbakan henüz ne olup bittiğini anlamadan, prensesi kaçıran kişinin çektiği videoyu Youtube'a koyduğu, bütün engellemelere rağmen videoyu bir milyondan fazla insanın izlediği anlaşılıyor. Youtube'da yayınlanması engellenen video bu sefer de Twitter ve Facebook'ta yüzbinlerce insan tarafından konuşuluyor. Videoda, prensesi kaçıran kişi, başbakanın bir televizyon kanalında canlı yayında bir domuzla ilişkiye girmesini talep ediyor, aksi halde (yanında duran ve ağlayıp, yalvaran) prensesi öldüreceğini söylüyor.

Bu saçma talep ilk etapta, Twitter ve Facebook ahalisi tarafından yerine getirilmesi mümkün olmayan bir talep olarak görülüyor ve başbakan destekleniyor. Bu kanıyı devam ettirmek için, televizyon kanalları hükümet tarafından kullanılıyor. Sahte videolar hazırlanıyor, manipülatif haberler yayınlanıyor. Bunu haber alan “terörist”, prensesin parmağını kestiği bir videoyu daha yayınlıyor. Televizyonlarda yayınlanan canlı Twitter ve Facebook oylamaları, “toplumun” giderek başbakanın arkasından çekildiğini gösteriyor. “Başbakanın bir kere domuzla ilişkiye girmesi, prensesin ölmesinden daha mı kötü” şeklinde düşünenler, anlamsız, hayatta karşılığı olmayan bir etik tartışmanın tam ortasında buluyorlar kendilerini. Dizinin sonunda başbakan, “teröristin” talebini kabul edip, kamera karşısına geçtiğinde, çoktan serbest kalmış, boş sokaklarda dolaşan (ve parmakları yerinde olan) prensesi, ekranların başında hazır ola geçmiş milyonlarca insan doğal olarak göremiyor. Nihayetinde “terörist”in ise ünlü bir oyuncu olduğu, bu eylemi de bir sanat performansı olarak kurguladığı anlaşılıyor.

Sanat performansı olarak ortaya konulan bu eylem, amacına ulaşıyor. Gerçek hayatta bir karşılığı olmayan etik tartışmalar, hayatı esir alıyor. Sanal bir aksiyon, insanların gerçekle bağını biraz daha kopartıyor. Bu performans, izleyicilerini bir mekâna sığdıran diğer performanslardan ayrılıyor, üstelik izleyicilerinin de bir taraf olduğu bir bağlam yaratıyor. Brooker, bu bölümle bize, ekranlar aracılığıyla yaşamanın, ileride hiç tahmin edemeyeceğimiz ikilemler doğuracağını, sosyal medyayla (sonuçta bilgisayar da, İphone da birer ekran) gelişen ortamın herkese söz söyleme olanağının yanında manipülasyon şansı da tanıdığını anlatmak istiyor. Bu bölümde anlatılan, bağlamlar tam olarak aynı olmasa da, Orson Welles'in “Dünyalar Savaşı” eserinin radyo sunumunun ardından, binlerce insanın Marslıların dünyayı gerçekten istila ettiğine inanıp, sokaklara fırlamasına benziyor. Ancak “kara aynaların” radyodan daha etkili olduğu açık.

Black Mirror S01E02:
15 Million Merits

Black Mirror'un ikinci bölümü bambaşka bir ortamda açılıyor. Zamanı belirsiz bir ortamda başlayan dizi, mekan olarak “Yeni Cesur Dünya”daki betimlemeleri akla getiriyor. Tamamen kapalı bir mekanda geçen bu bölümde, onlarca insan, dört yüzeyi de ekrandan oluşan küçücük odalarda uyuyup, uyanıyorlar. Uyku dışındaki zamanlarını ise, bisiklet pedalı çevirerek geçiriyorlar. Pedal çevirerek enerji üreten bu insanlar, kat ettikleri (sanal) mesafe kadar puan (para) kazanıyorlar. Odalarında ekranlarla çevrelendikleri gibi, pedal çevirirken de önlerindeki ekrana bakmak zorundalar. Kazandıkları puanları da, bu ekranlardan zorla izledikleri erotik şovlara, eğlence programlarına ve oyunlara veriyorlar (burada Brooker, sanal metalara yönelik büyük harcamalara gönderme yapıyor).

Böyle çıkışsız bir hayatın tek kurtuluş yolu ise şarkıcı ya da erotik şovlar için oyuncu olmak. “Yetenek Sizsiniz” tarzı bir yarışmaya (15 milyon puan karşılığında) katılıp, şarkıcı veya oyuncu olma hakkını kazandığınızda, pedal çevirmek zorunda kalmıyorsunuz. Tek kurtuluşları, her gün zorla izledikleri programların nesnesi olmak olan ve bunun için çabalayan bir esirler dünyası anlatılan. Dizideki ana kahraman da bu sistemin bir dişlisi olarak “hayatını yaşarken”, kampa yeni gelen bir kadına (Hot Shots) aşık olmasıyla dünyası değişiyor. Abisinden kalan 15 milyonluk puanı, sesinden etkilendiği kadının yarışmaya katılması için ona veriyor. Yarışma sahnesine çıkan Hot Shots şarkısını söyleyip, söz jüriye kaldığında (jüri üyelerinin tavırları Türkiye'deki yarışma jürilerinden ne eksik ne fazla), jüri üyelerinden birisi sesi güzel birçok insan olduğunu, bu nedenle şarkıcı olmasının gereksiz olduğunu, ama erotik şov yıldızı olmak için uygun olduğunu belirtiyor. Aklında hiçbir zaman böyle bir seçenek olmayan Hot Shots, (sanal) seyircilerin “yap, yap” sesleri eşliğinde teklifi kabul etmek zorunda kalıyor. Yani bir şekilde, insanlar kendi arzuladıkları rollere değil sistemin arzuladığı rollere büründürülüyor.

Âşık olduğu kadının erotik şovlarda oynaması ve bu şovların kendisine zorla izletilmesi, ana kahramanımızı çileden çıkartıyor. İntikam almak için yarışmaya bu kez de kendisi katılıyor. Jüri önünde boğazına kesik cam parçası dayayan kahramanımız, sistemin rezilliğini teşhir ediyor, jüri üyelerine hakaret ediyor, sistem içindeki hiç kimsenin duymak istemediği şeyler söylüyor. Bu esnada, dizi izleyicileri ne olacak diye düşünürken, bir isyan dalgasının sistemi kasıp kavuracağını beklerken, jüri üyeleri birden alkışlamaya başlıyorlar kahramanımızı, yaptığı “şov”dan çok etkilendiklerini söylüyorlar. Bir jüri üyesi bu şovu ayda bir tekrarlamasını, yani bir şov yıldızı olmasını istiyor. Bunun karşılığında pedal çevirmekten kurtulacağını belirtiyor, arkadan yükselen “yap, yap” sesleri eşliğinde kahramanımız teklifi kabul ediyor ve her ay boğazına dayadığı cam parçasıyla hayata, sisteme, insanlara olan nefretini kusuyor.

Bu bölümün, günümüz hakkında çok şey söylediğini vurgulamak gereksiz. Gününün büyük kısmını ekranların karşısında geçiren, en büyük hedefi bir gün o ekranlarda kendisinin görünmesi olan çağımız insanı, bu bölümün esas konusu. Bu bölüm bize, Yetenek Sizsiniz yarışmasına katılıp kendini rezil eden, jüri üyelerinin aşağılamalarına tebessümle cevap veren ya da sosyal medya fenomeni olmak adına saçma sapan videolar çekip, mesajlar yazan insanları ve bu insanların eylemlerinin nedenlerini gösteriyor. İçine doğduğumuz ideolojik iklimin, kendisine karşı gelişen isyanları bile nasıl kendi malzemesi yaptığını anlatıyor. Satılan her lisanslı V maskesinden büyük şirketlerin para kazandığı, çatışmayı sevenler için politik gezi paketlerinin pazarlandığı bir dünya, tam da böyle bir dünya değil mi? (Cüneyt Özdemir'in Black Mirror'ı Radikal'deki köşesinde, son dönem popüler kültürün yarattığı bir klişe olan “Uvvv Çok Sert” başlığıyla tanıtması tam olarak bunu kanıtlamıyor mu?)

Bkz:

God Bless America “TANRI AMERİKA’YI KORUSUN” (2011)

 

Black Mirror S01E03:
 The Entire History of You

Gözlerinizin, bütün gördüğü şeyleri kaydettiğini, istediğiniz zaman, istediğiniz bir geçmişi anında izleyebildiğinizi düşünün. Hayat uzun bir film gibi olurdu muhtemelen. Black Mirror'ın üçüncü bölümü, özellikle son on yılda gelişen teknolojiyle insanlığın kapıldığı görüntü kaydetme hastalığından hareketle böyle bir kurgu yaratmış. Bu bölümdeki insanlar, kulaklarının arkasına yerleştirilen “Grain” denilen cihazla, bütün gördüklerini kaydediyorlar. Bu kaydetme video kameradaki gibi isteğe bağlı bir anla sınırlı değil, grain insanların uyanık olduğu her saniyeyi kaydediyor. Sonrasında ise, istenilen geçmiş bir tarihin, ister gözde, ister televizyon ekranında izlemesini sağlıyor.

Bu bölümün ilk sahnesinde kahramanımız bir iş görüşmesinde gösteriliyor. Karşılıklı yoklamaların yapıldığı bu görüşmenin ardından, kahramanımız toplantı anını tekrar tekrar izleyerek, görüntüyü şirket yöneticilerinin yüzlerine yakınlaştırarak, mimiklerini tek tek değerlendirerek, işe alınıp alınmayacağını anlamaya çalışıyor. Dizinin sonrası ise, kahramanımızın karısıyla yaşadığı sorunlar üzerine kurulmuş. Geçmiş görüntüleri tekrar tekrar izleyerek, karısının, eski sevgilisine kaçamak bakışlarının hesabını soruyor. Geçmiş sevişme görüntüleriyle, geçmiş sevişmeleri tekrarlamaktan sıkıldığını söylüyor (ki herkes böyle yapıyor), son olarak da, karısının grain'inde kayıtlı görüntüleri zorla izleyerek, şüphelerinin haklı olup olmadığını kontrol ediyor.

Dizinin bu bölümü tam bir teknolojik distopya. Görüntü kaydetme furyasının, yaşamı, bütün ilişkilerin saçmalaştığı, her şeyin kanıtlanabilirlik üzerinden tartışıldığı ve insanların sürekli geçmişi yeniden yaşamak zorunda olduğu bir noktaya götürebileceğini gösteriyor. Otantik yaşamın yok olduğu bir ortamda, kara aynaların üzerinden kurulan bir yaşam.

Ekranlar üzerine kurulmuş bir toplum

Black Mirror, farklı kurguları içeren bu üç bölümüyle izleyenleri sarsıyor. Ne gerçekleşmesi çok uzak bir gelecekten bahsediyor, ne de gerçekleşmesi imkansız kabuslardan. Teknolojiyle, özellikle iletişim aygıtlarının gelişimiyle birlikte, insanlığın edindiği kaygılardan, benimsediği reflekslerden ve yaşam tarzından yola çıkarak, bir sonuç kestirmeye çalışıyor. Dizi, teknolojik “atılımların”, birinci bölümde ahlaki, ikinci bölümde ideolojik, üçüncü bölümde ise ontolojik (varoluş) olarak olası etkilerini sergiliyor. Aslında belki de, en önemli sorun epistemolojik alanda. Televizyonun ortaya çıkışıyla, “anlam”ın uğradığı erozyon, internet ve Web 2.0'la daha büyüyor. Baudrillard'ın dediği gibi “Kitleler bu akılcı iletişim zorlamasına insanı aptallaştıracak bir biçimde karşı koymaktadırlar. Onlar anlam yerine gösteri istemektedirler (...), içinde bir gösteri olması koşuluyla tüm içeriklere tapmaktadırlar” (Sessiz Yığınların Gölgesinde ya da Toplumsalın Sonu). Ekranlardan topluma bir saat içinde milyarlarca imaj akıyor, gösterilerin tek sahnesini bugün ekranlar oluşturuyor. İktidar sahiplerinin dışında imaj üreten “bağımsız” kullanıcıların ezici bir çoğunluğu ise egemen akışa ürün üretmekten başka bir şey yapmıyor. Özetle, Black Mirror, ilkeli övmeden yapılan bir modernlik eleştirisi. Yazımızı, özellikle dizinin ikinci bölümünü izleme şansı olsaydı mutlu olacağını düşündüğüm Guy Debord'un sözleriyle bitirelim:

“Gerçek dünyanın basit imajlara dönüştüğü yerde, basit imajlar gerçek varlıklar ve hipnotik bir davranışın etkili motivasyonları haline gelir. Artık doğrudan doğruya algılanamayan dünyayı uzmanlaşmış farklı dolayımlarla gösterme eğilimi olarak gösteri, görmeyi doğal olarak insanın ayrıcalıklı duyusu -ki eski dönemlerde bu ayrıcalık dokunma duyusunundu- kabul eder; en soyut ve en aldanabilir duyu olan görme güncel toplumun genelleştirilmiş soyutlamasına denk düşer. Fakat gösteri, sadece bakışla özdeşleştirilemez; bakış, duymayla birlikte olsa bile. Gösteri, insanların etkinliklerine tabi olmayan, insanların yapıp ettikleri tarafından yeniden ele alınamayan ve düzeltilemeyen şeydir. O, diyaloğun karşıtıdır. Bağımsız temsilin olduğu yerde gösteri kendini yeniden yaratır.” (Gösteri Toplumu)

kaynak:

http://ulmterzisi.blogspot.com/2012/08/guncel-bir-kara-utopya-black-mirror.html

****************************

Black Mirror S02E01
| Yakın Takip

Damla Sertbarut


Be Right Back

Devamı düşünülmediği halde, ilki başarılı olduktan sonra serinin devamını getirmeye karar veren her yapımda bir hayal kırıklığı şüphesi olmaya başladı bende. Ancak iyi ki Black Mirror sahalara böyle dönmedi, hayal kırıklığı şöyle dursun beklentilerimin çok üzerinde olan bir bölümle geri döndü. Her ne kadar bir dizi bölümü demek istemesem de. Önceden de değindiğimiz gibi her bölümün yönetmen ve yazarı farklı; ancak kendi içinde gittikçe gelişen teknolojiye ve sosyal ağlara bir eleştiri, aynı zamanda distopya olmaları bakımından ortak noktalarda buluşuyorlar. Bu anlamda sinemayı aratmayan kalitede bir yapım izleme imkânımız oluyor.

 Sevdiği adamı(Ash) trafik kazasında kaybeden Martha’ya arkadaşı Sarah bir servisten bahsediyor. Bu sistem aracılığıyla ölen kişinin facebook, twitter gibi online profillerindeki bilgiler, maillerindeki özel yazışmalar, ses kayıtları kullanılarak yakınına onunla yazışma ve konuşma imkanı sunuluyor. Bu açılardan tüm sosyal platformlara, teknolojiye eleştirisini yeniden yapıyor dizi. Aynı zamanda devlet veya şirketler bizim kayıtlarımızı, online bilgilerimizi ne yapacak sorusuna farklı bir komplo teorisiyle cevap veriyor. Tabi Person of Interest dizisinde yer aldığı gibi herkesin kaydını tutan bir sistemin var olabilmesi kadar teknolojinin gelişmiş olması lazım bunun için. Dizide verilen küçük ayrıntılardaki aletlerden anladığım kadarıyla bölümde teknoloji o noktayı da aşmış.

 Aslında onun sevdiği adam olmadığının, bunun ahlaki açılardan da yanlış olduğunun farkında olan Martha, hamileliğinin ve kendisini kırsal yaşamda izole etmesinin etkisiyle kendini Ash’le yazışırken, sonrasında telefonda konuşurken buluyor. Klon robotunu isteyecek kadar da ileri gidiyor. İlginç bir ayrıntı olarak, bir Türk filmi olan Kemal Sunal ve Fatma Girik’in oynadığı Japon İşi böyle bir konuyu yıllar öncesinden işlemişti. Tabi robotun Ash’in tepkilerini çok gerçekçi vermesi ve insana daha çok benzemesi bakımından bir ileriye taşımış yapım bunu. Her ne kadar benzese de o kişi değil ve bir robot elbette. Bunun bilincinde olan Martha, Robot Ash’in kayıt altında olmayan olaylarla karşılaştığı vakit falso vermesiyle de bunun sonlanması gerektiğini anlıyor. Sonuçta sevdiği adamdan bir parça olduğundan bunu da yapamayıp yıllar sonra tavan arasına hapsettiğini görüyoruz. Tüm bunlar ne kadar doğru, ne kadar yanlış sorularının kesin bir cevabı yok bence. Bu noktada ben olsaydım ne yapardım sorusunu kendimize sorarsak vereceğimiz cevap da ne kadar dürüst olurdu bilemiyorum. Son olarak yine de ben Robot Ash’i daha çok sevdim, en azından iki muhabbet ediyor. Merhum olansa kafasını telefonundan kaldırmıyordu. Ki bu klonunun ona bu kadar çok benzemesinin baş nedenidir herhalde.

 

Black Mirror S02E02
White Bear

Sonu şaşırtmacalı demek tam olarak bu oluyor. Biz izleyiciler senaryoların ve konuların benzer versiyonlarıyla karşılaştıkça tahminimizden fazla zekileştik. Dolayısıyla ortaya çıkan herhangi bir yapımda ne olacağını kolayca bilebilir hale geldik. Black Mirror’ın bu bölümünde bunun pek kimse için mümkün olabileceğini sanmıyorum.

Dizinin en gerilimli bölümü açık ara buydu bence. İlk başta karşılaştığımız durumlar yeterince korkutucuydu: verilen bir sinyal aracılığıyla tek ilgi alanı ellerine yapışık durumda olan telefonlarıyla her şeyi izlemek, çekmek, paylaşmak haline gelmiş bir insanlık; geriye kalan aklı başında birkaç insanınsa garip kıyafetler içinde korku salması. Herkesin durup sadece izlemesi. Çok tanıdık olmayan bir durum da değil bu gerçi. Sonrasında ortaya çıkan manzara ise daha da korkutucu bence. Tüm bunların aslında insanların eğlencesini sağlamak için bir ceza sistemi olması. Eğlencelik bir park alanında bunun tekrar ve her gün gerçekleşmesi.

 Her ne kadar ortada işlenmiş büyük bir ceza olsa da (bir çocuğu kaçırma ve öldürme) bu cezanın karşılığı tam bir sapkınlık, karşıdaki kişinin suçluluğundan dolayı böyle bir ceza sistemi ne kadar akla yatkın o tartışılabilir ancak bundan insanların zevk alması tartışılmaz. Bu da maalesef günümüzde çok sık karşılaştığımız bir durum. Aradaki farkı göz ardı ediyoruz çoğunlukla, bir canavarın toplumdan uzaklaştırılması mı yoksa sinirlerimize hakim olamayıp bizim de onun gibi olmamız mı? Bu bölümü izleyenler suç işleyen kadına sempati duyarsa bunda bir yanlışlık yok o yüzden. Bizi suç işleyenlere sempati duyacak hale getiren toplumun suçu bu. En azından benim ulaştığım sonuç bu.

 

Aytaç Kara

 İtiraf edeyim, ben başta The Walking Dead’ten hallice bir şey izlediğimizi düşünüyordum. Bence düşünülmemesi mümkün de değil. Ellerinde kamera ve telefon, yüzlerinde insanın bir süre sonra sinirini bozan gülümsemeleriyle zombi gibi dolanan bir grup insan bir kadının peşinden dolanıyor. Üstelik insaları ele geçiren bir salgın gibi bir kurgusu var, ki bana göre ikna olunası olmuş. Ben o kadın olsam ben de yutardım.

 Bölümün son 1/3′lük kısmında öyle bir yere geldiler ki ağız açık bırakırdı. Fikri bulan ve kuran senaristin beynini sipariş edesim geldi. Ama yine de o sona bir şeyler söylemeden olmaz. Geçenkine de sitem etmiştim, buna da edeceğim. Kurgunun insanı ahlaki ikilemde bıraktığı aşikar, tamam. Orijinal, tamam. Zaten kadının yaptığını da savunmuyorum, ama verilen ceza, hele hele bunun bir oyun parkı kurulup “her gün” tekrarlanması, insanların da katılarak eğlenmesi zalimlik. Diğerlerinin o kadından ne farkı kaldı ben anlamadım. İnsanlık ölmüş hakim bey, şikayetçiyim. Yediği halta rağmen kadına acıdım, ki bu bölümü de galiba en çok bu yüzden sevdim. 

Bir de bu dizi teknolojinin verdiği zararlar üzerine kurulu güya ama sanırım dizi tarihinde buna dokunmayan bölüm buydu. Herkesin telefonla deliymiş gibi bir kadının peşinden koşması ya da o şovun temayla alakasını kuramadım. Peki şikayetçi miyim? Tabii ki hayır. Bölüm, izlerken o kısmı düşünmeye zaman bırakmadı zaten. Velhasıl, izleyiniz izlettiriniz adlı 2. bölümden sonra son bölümde ne göreceğiz daha bir merak etmeye başladım.

Ayrıca: Bölümü sevdiyseniz ve Agatha Christie’nin “Doğu Ekspresi Cinayeti” kitabını okumadıysanız, tavsiye ederim. Sonunun benzediğini düşünmeyin ama tahmin edilemezliği bu bölümden kesinlikle aşağı değil. Okuduysanız ya da okursanız bu kadar kitap içinden onu neden seçtiğimi anlarsınız zaten.

Black Mirror S02E03
The Waldo Moment

Damla Sertbarut

Bir çizgi karakter olan Waldo’nun arkasındaki komedyen, Jamie’nin politikacı Liam Monroe’ ya karşı eleştirileri onu baş tacı yapıyor. Ki hiç anormal bir durum değil, insanların söylemek istediklerini çıkıp söyleyebilen biri baş tacı yapılır. Böylece twitterda fenomen olan Waldo’nun seçimlere katılmasına karar veriliyor. (Hatırlarsanız ilk sezonun 1. bölümünde yine politikaya eleştiri ve yine twitter’da yapılan yorumlarla şekillenen bir olay vardı.)  Jamie’nin karakteri, çok derin işlenmediyse de, anladığımız kadarıyla biraz içine kapanık ve sorunlu. Uzun zamandır bir ilişki yaşamamış ve Liam’ın lider olduğu partideki Gwendolyn’e ilgi duyuyor. Ancak onun kendisiyle görüşmemesini yanlış yorumlamasının ve Liam’ın onun “bir çizgi karakterin ardına saklanıp yorum yapabilme” eleştirilerinin ardından bölüme adını veren “The Waldo Moment” patlak veriyor.  (Burada nedense sözlük yazarlarını “bir nickin ardına saklanıp(?) istediği gibi yazan” şeklinde eleştiren ünlüler geldi aklıma. Bu noktada dikkatimi çekense bu insanların o nickin –mesela The Waldo Moment’ta izlenen bir programdaki çizgi karakterin- ardında olmadığı sürece gerçekte dikkate alınmamaları.)

Bundan sonra olaylar ise bambaşka bir şekle bürünüyor. Waldo için amaçları farklı olan hırslı program yapımcısı ipleri eline alıyor ve yozlaşmayı başlatıyor. Ardındaki kişinin yüzü de bilinmediğinden bunu yapmak son derece kolay oluyor. Son sahnede ise Waldo’nun dünya çapında bir diktatörlük kurduğunu görüyoruz.

Bu bölümü eleştirmek istediği noktalar açısından beğendiysem de genel olarak Black Mirror’ın şimdiye kadarki en başarısız bölümü buldum. Son sahneleri dışında etki bırakmaması, çok tahmin edilebilir gelişmesi ve özellikle en vurucu olması gereken yerin bile vurucu olmaması –tabii ki bana göre- bunları söylememde etken. Ancak dediğim gibi, siyasette yozlaşmaya karşı bir uyarı sunduysa da Black Mirror keşke böyle veda etmeseydi diyorum.

Kaynak:

http://www.birdizihaber.com/2013/02/black-mirror-s02e01-yakin-takip/

http://www.birdizihaber.com/2013/02/black-mirror-s02e02-yakin-takip/

http://www.birdizihaber.com/2013/03/black-mirror-s02e03-yakin-takip-2/

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar