Print Friendly and PDF

FAZLULLAH-I HURÛFÎ’NİN HAYATI VE ESERLERİ

 


Hazırlayan: Hasan Hüseyin BALLI

FAZLULLAH’IN YAŞADIĞI DÖNEMDEKİ SİYASÎ-DİNÎ ORTAM

Moğolların 656/1258 tarihinde Bağdat’a girip Abbasî hilafetine son vermeleri, bir taraftan beş asırlık mevcut müesses nizamı yıkarken diğer taraftan daha önce muhalefette kalmış ya da tard edilmiş dinî/millî hareketlerin daha rahatça hareket edebildikleri yeni bir ortamın oluşmasına zemin hazırlamıştı. Bu yeni hükümranların herhangi bir kavme ya da mezhebe/dine özel bir nefreti veya sevgisi bulunmaması ve asıl olarak kendilerine itaat edilmesini beklemeleri, söz konusu çoğulcu ortamın daha da gelişip serpilmesine katkıda bulunmuştur. Siyasî himayeden mahrum kalmış olan halkın, tarikatlar vasıtasıyla kendine dinî/sosyal koruma ve yardım sağlamaya çalışmasını da bu dönemin genel bir temayülü olarak kaydetmek gerekir.[1]

İlhanlılar adını alan İran Moğol hükümdarlarının dinî tercihlerinin de yukarıda ifade etmeye çalıştığımız dinî çeşitliliğe uygun olduğu görülür. İlk İlhanlı kağanları Şamanizm’e ya da Budizm’e, saray erkânının bir kısmı da Hıristiyanlığa mensup iken, bilhassa Gazan’ın İslâmiyet’i, mezhep olarak da Hanefiliği kabulüyle birlikte ülkede ve Moğollar arasında Müslümanların etkisi artmaya başlamıştır. Başta Hıristiyan, sonra Budist olan Gazan’ın kardeşi ve halefi Olcaytu da müslüman olduğunda danışmanlarının ve değer verdiği kimselerin etkisiyle Şiîliği tercih etmiş; Sünnî eğitimci ve danışmanların elinde büyüyen oğlu Ebu Said ise Sünnî bir müslüman olmuştu. Sultan Ebu Said 736/1335 senesinde ardında bir erkek çocuk bırakmadan dünyadan göçünce, İlhanlılar devleti de varlığını devam ettirememiş;

İran’ın her mıntıkasında farklı fikir, düşünce ve kökene mensup mahalli otoriteler vücut bulmaya başlamıştır.[2]

Bunlardan biri olan Muzafferîler hanedanı, aileye ismini veren Şerefüddin Muzaffer (ö. 713/1314) zamanında İlhanlıların hizmetine girmişlerdi. Oğul Mubârizüddin Muhammed ise, 718/1318’de Yezd atabeyi Hacı Şah’ı yerinden çıkarıp şehri hâkimiyeti altına almış ve Sünnî Araplardan oluşan kabile üyeleriyle birlikte Yezd’e yerleşmişti. Ebu Said’in ölümünden sonra Fars bölgesindeki şehirlerin hâkimiyeti için yerel beylerle mücadeleye girişen Mubârizüddin Muhammed, 748/1347 yılı civarında Kirman’ı, 754/1353’te Şiraz’ı ve 758/1357’de de İsfahan’ı aldı. Bir ara, Altınordu hâkimiyetine geçmiş bulunan Tebriz’i de ele geçirmeye muvaffak olduysa da, bu şehirdeki hâkimiyeti kalıcı olamadı. 755/1354 senesinde Mısır’da bulunan Abbasî halifesine sadakat yemini eden Muhammed, 759/1358’de kendi oğlu Şah Şuca‘ın aleyhindeki faaliyetleri üzerine tahtı terk etmek zorunda kaldı. Hanedan üyeleri arasındaki mücadeleler, 789/1387’de İmadüddin Ahmed’in Timur’dan Fars, Irak ve Kirman’ın hâkimi olduğunu tasdik eden bir ferman almasına rağmen son bulmamıştır. 793/1391’de diğer hanedan üyelerini bertaraf edip bütün Irak’ı ele geçiren Şiraz hakimi Şah Mansur’un Timur’a karşı ittifak vücuda getirmeye çalışması ise, 795/1393’te kendisiyle birlikte bütün Muzafferî hanedanının ortadan kaldırılmasıyla neticelenmiştir. Hacû-yi Kirmanî, Mefâtihu’l-Kulûb ve Gevhernâme’sini hanedanın kurucusu Mubârizüddin Muhammed’e ithaf etmiş; Şah Şuca‘ da, hayatının son yıllarında Hâfız Şirazî’yi divanında görevlendirmiştir.[3]

İsmi büyük bir Moğol kabilesinden gelen Celayirliler ise, Cengizhan’ın seferlerine katılıp onun ve komutanlarının refakatinde muhtelif yerlere gitmişler; bir kısmı da İlhanlıların maiyetinde İran’a ve Irak’a gelmişlerdi. Hülâgu ile Bağdat’a giren ve Suriye seferinde bulunan İlkan Noyan, Geyhatu zamanında beylerbeylik yapan Akboğa ve Gazan Han ve Olcaytu zamanında valilik yapan Emir Hüseyin, hanedanın önemli isimleriydiler. İlhan Ebu Said’in vefatından sonra başlayan taht kavgaları sırasında evvela şehzade Muhammed’i destekleyen Emir Hüseyin’in oğlu Şeyh Hasan-ı Bozorg, daha sonra bağımsız olmaya karar vermiş ve 740/1340 yılında Celayirliler devletini kurmuştur. Hasan’ın 757/1356 yılında ölmesinden sonra yerine oğlu Şeyh Üveys geçmiş ve 759/1358’de Altınordu devletinden Azerbaycan ile Tebriz’i, 766/1364’te de Musul ve Diyarbekir’i toprakları arasına katmıştır. Üveys’in oğlu Şeyh Hüseyin, İran’ın doğusundaki Muzafferîler ve güney-batısındaki Karakoyunlular ile mücadeleye girişmiş; 784/1382’de vefat ettiğinde ise ülkesi kardeşleri Ahmed ile Bayezid arasında paylaşılmıştır. 786/1384’te, Ahmed Celayir’in kardeşi Bayezid’i esir etmesiyle ülke tekrar bir elden yönetilmeye başlamışsa da, Timur’un 795/1393’te Irak’a doğru ilerlemesi üzerine adı geçen hükümdar, Memlüklere sığınmak zorunda kalmıştır. Timur’un Semerkant’a geri dönmesiyle Bağdat’ı tekrar ele geçiren Ahmed Celayir, Karakoyunlu Kara Yusuf ile ittifak yaparak Timur’a karşı mücadeleye girişmiş, ancak başarısız kalarak bu sefer Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’in yanına gitmek durumunda kalmıştır. 804/1402’deki Ankara savaşının sebepleri arasında gösterilen bu iltica girişiminden sonra Bağdat’ı tekrar ele geçirmeyi başaran Cezayirliler, 835/1431 yılına kadar varlıklarını muhafaza etmeyi bilmişlerdir.[4]

Bir başka Moğol sülalesi olan Toğatimurîler, Baba Bahadır önderliğinde 705/1305’te Horasan’a gelerek İlhan Olcaytu’nun hizmetine girmişlerdi. Ebu Said’in ölümünden sonra Celayirli Hasan-ı Bozorg’un şehzade Muhammed’i han ilan etmesine rağmen, çıkan tartışmalar neticesi bazı emirler 737/1337’de Toğatimur’a gidip onu han olarak tanıdıklarını bildirdiler. Toğatimur, bu emirlerin refakatinde Azerbaycan üzerine yürüdüyse de yenilerek Bistam’a çekildi ve Mazenderan ile Horasan’da hüküm sürmeye başladı. Bu sırada vuku bulan Serbedarî isyanı başarıya ulaşınca, Toğatimur’un hâkimiyet alanı iyice daraldı. Herat’taki Kert hanedanıyla akrabalık kurarak dostane ilişkiler geliştiren Toğatimur, birkaç kez Irak üzerine yürümeye kalktıysa da her defasında başarısız oldu. Zamanla Horasan’a da hükmetmeye başlayan Serbedarîler ise zâhiren Toğatimur’a bağlı gözüküyorlardı. Ancak Toğatimur, 754/1353’te bağlılığını yenilemek üzere katına gelen Serbedarî liderlerinden Yahya Kerrabî tarafından öldürüldü.[5]

Serbedarîlerin Esterabad’a kendi valilerini tayin etmesi ve hakimiyet alanlarını genişletmelerinden sonra, 761/1360 yılı civarında Toğatimur’un kumandanlarından Şeyh Ali’nin oğlu Emir Veli, Nesa beyinin de yardımıyla Serbedarîleri mağlup ederek Esterabad, Bistam, Damgan, Simnan ve Firuzkuh’u içine alan bir devlet kurdu. Emir Veli, 772/1370’de Rey’i zabt etmeye kalktı ise de Celayirlilerden Şeyh Üveys’e mağlup oldu, ancak iki yıl sonra Muzafferîlerden Şah Şuca‘ın da teşvikiyle bu isteğini gerçekleştirdi ve Sâve’yi de ülkesine kattı. 783/1381’den itibaren Timurlular ile mücadele etmek zorunda kalan Emir Veli, bizzat Timur’un kumanda ettiği bir sefer sonucunda, 786/1384’te ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Toktamış’a karşı Tebriz müdafaasına katıldıktan sonra, 788/1386’da yanında misafir kaldığı Mahmud Halhalî tarafından öldürüldü.[6]

786/1384’te Emir Veli’nin kaçmasından sonra Timur, ondan boşalan yerleri Toğatimur’un oğlu olan Lokman Padşah’a ikta etmişti. Lokman Padşah’ın vefatından sonra da bu yerler oğlu Pir Paşa’ya verildi. Şahruh’un hükümetinin başlangıcında, Sebzevarlı Sultan Ali, etrafına Serbedarîlerden bir kuvvet toplayıp Horasan’da isyan edince, Pir Paşa da bunlara katıldı. Ancak isyan Şahruh’un gönderdiği Seyyid Hoca tarafından bastırılınca, müttefikler Azerbaycan’dan gelmiş olan Miranşah’a sığındılar. Şahruh’un 809/1406 yılındaki Mazenderan seferinde de yine Sultan Ali ile Pir Paşa hedefte idi. 812/1410 yılında Pir Paşa’nın vefatı ve müttefikinin ismini taşıyan oğlu Sultan Ali’nin bir varlık gösterememesiyle de bu hanedan tarihe karıştı.[7]

Bir başka Moğol sülalesi olan Canîkurbanîler de, Sultan Ebu Said’in vefatından sonra Horasan’ın kuzeyindeki bölgelerde Emir Nevruz’un oğlu Argunşah tarafından kurulmuş ve kısa zamanda Tus, Nişabur, Ebiverd, Nesa ve Merv şehirlerini ele geçirmiştiler. Müteaddit defalar Serbedarîlerle savaşmak durumunda kalan Argunşah, nihayet reisleri Şeyh Hasan Curî’yi yakalayıp hapsettirmişti. Argunşah’ın oğlu Ali Bey, Timur’un harekete geçmesi üzerine ona teslim olmuş, ancak nihayetinde diğer hanedan üyeleriyle birlikte ortadan kaldırılmaktan kurtulamamıştır.[8]

“Âl-i Kert” diye tanınan hanedanın kurucusu Tacik kökenli Şemseddin Muhammed Kert’in dedesi, Gur sultanı Gıyâseddin Muhammed’in veziri idi. Şemseddin, Moğol istilası sırasında Horasan’dan uzaklaşmamıştı. Cengiz ordularının tahribinden sonra Herat havalisinde toparlanmaya çalışmış, 643/1245 senesinde melik unvanı ile hükümdarlığını ilan etmişti. 649/1251’de de Mengü Kaan kendisinin Herat, Sistan ve Belh valiliğini tanımıştı. Moğollarla ilişkilerini hiç gerginleştirmeyen, hatta onların Müslümanlar aleyhine verdikleri emirlere dahi uymakta tereddüt göstermeyen Şemseddin, bu tutumuyla 684/1285’teki ölümüne kadar yönetici olarak kalmayı bilmiştir. 727/1327’de Kert meliki Gıyâsüddin, İlhan Ebu Said’le arası açılan Melikü’l-Ümerâ, Emir Çoban’ı ve oğlunu bir müddet misafir etmiş, ancak İlhan’ın emri üzerine onları öldürmekten çekinmemiştir. 731/1331’de idareyi ele alan Melik Muizzuddin ve 771/1370’te yerine geçen oğlu Gıyâseddin Pir Ali, Serbedarîler ile mücadele etmişlerdir. Son Kert hükümdarı olan Gıyâseddin, Timur’a karşı koyamayarak 783/1381’de Herat’ı teslim etmek zorunda kalmıştır. O, bir müddet sonra Timur tarafından affedilerek tâbi sıfatı ile Herat’a gönderilmiş ve hanedanın ortadan kalktığı 791/1389’a kadar bu görevi elinde tutmuştur. Sadeddin Taftazanî’nin Mutavvel isimli eserini Kert hükümdarı Melik Muizzuddin adına yazdığı bilinmektedir.[9]

Şiî dervişlerin siyasî-askerî faaliyetleri olarak gelişen Serbedarî hareketinin ilk önderi olan Abdurrezzak, İlhan Ebu Said’in Kirman’daki vergi tahsildarı idi. O, İlhan’ın ölümünden sonra Beyhak civarına gelmiş ve buradaki gayr-ı memnunları örgütleyerek 738/1338’de Sebzevar’ı ele geçirmişti. Ancak Abdurrezzak, birkaç ay sonra kardeşi Vecihüddin Mesud tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra Serbedarî reisliğini üstlenen Vecihüddin Mesud, evvela Canîkurbanîlerden Nişabur emiri Argunşah tarafından hapse atılan Derviş Hasan Curî’yi kendisine bağlamış; ardından Argunşah ile yaptığı savaşı kazanarak Nişabur İle Cam’ı ele geçirmiştir. Argunşah’ın Cürcan emiri Toğatimur’a sığınması üzerine, istikametini Herat hükümdarı Hüseyin Kert’e çeviren Mesud, 743/1343’te Zâve dolaylarında gerçekleşen savaşı kaybettiği gibi Şeyh Hasan Curî’yi de savaş meydanında bırakarak Sebzevar’a çekilmek zorunda kalmıştır. Mesud, 745/1344’te Mazenderan üzerine yaptığı seferde öldürülünce, yerine kardeşi Abdurrezzak’ın ailesinin memurlarından olan Muhammed Aytimur geçmiştir. 749/1349’da idareyi ele alan Ali Şemseddin ise, Toğatimur ile geçmişte Mesud’un idaresi altında bulunan bütün yerlerin mülkiyetini kendisine veren bir antlaşma imzalamaya muvaffak olmuştur.[10]

Serbedarî önderleri arasında çıkan çekişme, Haydar Kassab ile Yahya Kerrâbî’nin birleşerek 753/1352’de Ali Şemseddin’i ortadan kaldırmasıyla neticelenmiştir. Bundan sonra Serbedarî reisi haline gelen Yahya Kerrâbî, Toğatimur’un hükümranlığını dikkate almama eğiliminde olmuş, 754/1353’te de onun katlini sağlamıştır. Toğatimur’un ölümüyle başsız kalan ülkesi de Serbedarîler, Canîkurbanîler ve Herat Kertleri arasında taksim edilmiştir. Serbedarî önderleri arasındaki çekişmeler 762/1361’de Hasan Damğanî’nin idareyi ele almasıyla nisbeten durulmuşsa da, Toğatimur’un mirasını talep eden Emir Veli’nin ortaya çıkması Esterabad’ın kaybıyla neticelenmiştir. Ayrıca Hasan Curî’nin müridi olan Derviş Aziz ile Vecihüddin Mesud’un eski memurlarından Necmeddin Ali Müeyyed’in Damğanî’ye karşı ittifak yapması da onun sonunu hazırlamıştır. 766/1365’te Damğanî’nin yerine geçen Ali Müeyyed, gerek Curî tarikatı dervişleri ile arasının bozulması, gerekse Heratlı Melik Gıyaseddin ve Toğatimurîlerden Emir Veli ile mücadele etmek zorunda kalması neticesinde, 783/1381’de Timur’un yardımını istemek zorunda kalmıştır. Böylece Serbedarî ülkesi Timur imparatorluğunun bir parçası haline geldi. 807/1405 yılında Mesud’un oğlu Sultan Ali, Timur’un oğlu Şahruh’a karşı ayaklandıysa da herhangi bir başarı elde edemedi. Pehlivan Abdurrezzak, Haydar Kassab, Hâce Ali Müeyyed gibi Şiî İsna Aşeri olan Serbedarî önderlerinin lakap ve isimlerine bakıldığında, bu hareketin meslekî/içtimaî bir mahiyet taşıdığını çıkarmak mümkündür. Şehid-i Evvel diye tanınan Muhammed b. Mekkî el-Âmulî’nin İmamiye fıkhına dair el-Lüm‘ati’d-Dımaşkıye adlı eserini, Hâce Ali Müeyyed’in isteği üzerine yazdığı bilinmektedir.[11]

Aslen Maraşlı oldukları için Mar‘aşîler diye anılan hanedanın kurucusu Seyyid Kıvameddin Mar‘aşî’nin soyunun İmam Ali Zeynelabidin’e dayandığı söylenir. İmam Ali er-Rıza’nın Meşhed’deki türbesini ziyareti sırasında bir müddet Serbedarî liderlerinden Şeyh Hasan Curî’nin halifesi Seyyid İzzeddin’e misafir olan Seyyid Kıvameddin, Mazenderan’a döndüğünde onun isyankâr yapıda şekillenmiş olan Şia görüşlerini Horasan’da yaymaya başlamıştı. Onun bu şekilde güçlenip kendisi için tehlike oluşturmasından çekinen bölgenin mahalli hâkimi Kiyâ Efrasiyab’ın tazyikleri neticesi vuku bulan savaşta Seyyid Kıvameddin, 300 dervişiyle zafer kazanmış ve Amül’e girerek siyasi hâkimiyetini ilan etmiştir. Bu başarıdan çekinen bir başka mahalli güç Kiyâ Celalîler hanedanı reisi Fahreddin’in, Kıvameddin’in üzerine varması da hâkimiyet alanlarının Mar‘aşîlerin eline geçmesiyle neticelenmiştir. Bundan sonra Kıvameddin’in oğulları Kemâleddin ve Fahreddin’in eliyle yürütülen askerî faaliyetler Mazendaran’ın tamamını, Firuzkuh, Kuçar ve Larican gibi şehirleri Mar‘aşîlerin hâkimiyeti altına sokmuştur. 781/1379 yılında Horasan’ın bir kısmında hüküm süren Toğatimurîlerden Emir Veli ile yaptıkları savaşı da kazanan Mar‘aşîler, Esterabad’ı almışlarsa da, beliren Timur tehlikesi üzerine burayı tekrar Emir Veli’ye iade edip Mazenderan’a dönmüşlerdir. Timur’un Esterabad’ı kolaylıkla ele geçirmesi üzerine Seyyid Kemâleddin, 787/1385’te Timur’un huzuruna vararak itaatini arz etmiştir. Ancak Irak-ı Acem dönüşünde Mazenderan’ı almayı düşünen Timur’un, 794/1392’deki seferi Mar‘aşîleri teslim olmak zorunda bırakmıştır. Kendilerini Râfızîlik’le suçlayan Timur’un Seyyid Kemâleddin’e Ehl-i Sünnet’e girmeleri için na­sihat etmesi, onun siyasî hâkimiyetin yanı sıra Mar‘aşîler’in Şiî hareketini bastırmak için Mazenderan’a girdiğine delil teşkil edebilir. Büyük bir kısmı kılıçtan geçirilen, bir kısmı da Maveraünnehir’e sürülen Mar‘aşîler’den bazıları Timur’un ölümünden (807/1405) sonra oğlu Şâhruh’un izniyle Mazenderan’a geri dönmüşlerse de bir daha burada güçlü bir hâkimiyet kuramamışlardır.[12]

Böylece İran, İlhanlı idaresinin çökmesinden sonra, merkezi Herat olmak üzere Horasan’da Kertler, merkezi Sebzevar olmak üzere Horasan’ın batı taraflarında Serbedârîler, merkezi Cürcan olmak üzere Bistam, Damgan ve Simnan havalisinde Togatimurîler, merkezi Âmül olmak üzere Mazenderan’da Maraşîler, merkezi Şiraz olmak üzere Fars ve Kirman taraflarında Muzafferîler ve merkezi Bağdat olmak üzere Irak-ı Arab, Irak-ı Acem ve Azerbaycan’da Cezayirliler gibi yerel emirler tarafından yönetilmekte; kısa tarihçelerini verdiğimiz bu hanedanların birbirleri arasındaki mücadelelere sahne olmaktaydı.[13] Bu durum, 772/1370 yılında Maveraünnehir’e hâkim olarak Semerkand’da tahta çıkan Timur’un bölgeye yönelmesini kolaylaştırmış olmalıdır. Nitekim 782/1380 yılından itibaren Horasan’a, 788/1386 yılından itibaren de İran içlerine oğlu Miranşah’la koordineli olarak yapmış olduğu iki sefer ona Kuzey İran ve Azerbaycan’ı ele geçirme imkanı vermişti.

Ancak Timur’un Azerbaycan’ı ele geçirmesi ve Harizm üzerinde hak iddia etmesi, vaktiyle rakiplerine karşı destek vererek Altınordu tahtına oturttuğu (779/1377) Toktamış’la mücadelenin kapılarını aralamıştı. Zira ne Timur’un, ne de Toktamış’ın bu yerlere sahip olmaktan vazgeçmeye niyetleri yoktu. Timur’un İran’da kuvvetlenmesinin Memlük sultanlığı için de bir tehdit oluşturduğunu bilen Toktamış, Memlük sultanına ittifak teklifinde bulunmuş ve Timur’un Şiraz’da Muzafferîlerle uğraştığı bir sırada da Savran şehri önünde Timur’un oğullarından Ömer Şeyh’i yenmişti. Böylece bir taraftan bütün Maveraünnehir Toktamış’a karşı savunmasız duruma düşerken, diğer taraftan da Toktamış, Timur’un düşmanlarını ve Harizm ile Sir Derya ötesindeki Moğolları isyana teşvik ediyordu. Bunun üzerine 793/1391 yılı başında oğulları Ömer Şeyh ve Miranşah ile birlikte harekete geçen Timur, Yesi, Karaçuk ve Sayram üzerinden bozkıra girmiş, Kunduzca mevkiinde karşılaştığı Toktamış’ı ağır bir yenilgiye uğratmasına rağmen onu etkisiz hâle getirememişti.[14]

Timur, bu sefer esnasında tabiiyetine aldığı bazı mahalli hâkimlerin yokluğundan faydalanarak itaatten çıkmaya çalışmaları üzerine, 794/1392 yılında “Beş Yıllık Sefer” denilen yeni bir seferler silsilesine girişti. Mazenderan’da Mar‘aşîlere son verip oğlu Miranşah’ı ve torunları Muhammed Sultan ile Pir Muhammed’i Kazvin ve Sultaniye’ye gönderirken kendisi de Şiraz’a varıp Muzafferî hanedanını ortadan kaldırdı ve Celayirlilerin elindeki Bağdat’a dayandı. Bu esnada Orta Anadolu’da henüz hâkimiyetini sağlamlaştıramamış Osmanlılar; Sivas-Kayseri bölgesinde Kadı Burhaneddin beyliği; uzun mücadeleler sonunda Osmanlı hâkimiyetini tanımak zorunda kalan Karamanoğulları; Doğu Anadolu’da Erzincan emirliği ve Karakoyunlular; Maraş dolaylarında Dulkadirliler ve henüz kuruluş halinde olan Akkoyunlular hüküm sürüyor, tıpkı İran gibi Anadolu da siyasî birlikten yoksun bulunuyordu. Timur karşısında durabilecek dikkate değer tek siyasî varlık ise, Malatya’ya kadar hâkimiyetini genişletmiş bulunan Memlükler gözüküyordu.[15]

Timur’un ilerleyişinden huzursuz olan Osmanlılar, Memluklar, Altın Ordu ve Kadı Burhaneddin beyliği bir ittifak içine girip bu ortak düşmana karşı birlikte hareket etmeye çalışırken, başta Karamanoğulları olmak üzere topraklarını kaybetmiş olan Anadolu beylikleri ise onun gelişini hararetle bekliyorlardı. Bir ara Sivas’a varmak için Erzurum’a kadar inmiş olan Timur, ani bir kararla oradan Toktamış üzerine yöneldi ve 796/1394 yılı sonbaharında Kuzey Azerbaycan’da, Şeki’de bulunduğu sırada Altın Ordu kuvvetlerinin Derbend’i geçerek Şirvan çevresini yağmaladıkları haberini aldı. Bunun üzerine hareketine devam eden Timur, 797/1395 ilkbaharında, Terek ırmağı kıyısında Toktamış’la karşılaştı. Onu bu sefer de ele geçiremedi, fakat Moskova’ya kadar ilerleyerek Altınordu devletinin tüm şehirlerini yağmalayıp yaktı. Timur, dönüş yolunda, 798//1396 kışında, Şirvan’dan Yıldırım Bayezid’e gönderdiği mektupta Anadolu ile ilgili niyetlerini açıkça izhar etse de, Hint seferinin âciliyyet kesbetmesi üzerine Hindistan tarafına yöneldi.[16]

Timur’un yokluğunda müttefikler, Timur’u Anadolu ve Suriye üzerine yürümeye teşvik eden ve onunla iş birliği yapanlarla mücadeleye başladılar. Bu arada Karakoyunlular ve Cezayirliler de eski topraklarına tekrar sahip olabilmek için Timurlulara karşı harekete geçmişlerdi. Fakat Kadı Burhaneddin’in 800/1398’de Akkoyunlu Beyi Kara Yülük Osman Bey tarafından öldürülmesi, tesis edilmiş olan ittifakı kökünden sarsmıştır. Zira Kadı Burhaneddin’in yerini doldurmak isteyen Bayezid, 799/1397’de hâkimiyeti altına aldığı Karaman oğlu topraklarını geçerek Amasya ve Sivas’ı iltihak etmiştir. 801/1399’da Memluk hükümdarı Berkuk’un ölümü üzerine de Malatya, Darende ve Divriği’yi işgal etti. Böylece Anadolu’da siyasi birliği sağlamak yolunda büyük adımlar attı, fakat Timur’a karşı savunmada yalnız kaldı.[17]

Bu durumun farkında olan Timur, Hindistan seferinden sonra, 801/1399’da batıya doğru Yedi Yıllık Sefer adı verilen harekata girişti. O, daha önce Bayezid’e gönderdiği mektupta da tekrar geleceğini bildiriyor; Kafkasların güneyindeki Gürcü ve Ermenilerin etrafa yaptıkları saldırılar ve Tebriz’deki oğlu Miranşah’ın uygunsuz hareketleri de onu batıya çekiyordu. Ayrıca Kadı Burhaneddin ile Berkuk’un birbiri ardına ölmeleri ve Bayezid’in silah zoruyla yaptığı iltihakların meydana getirdiği hoşnutsuzluk da kolayca ilerlemek için uygun bir ortam oluşturuyordu. 802/1399 Sonbaharında evvela oğlu Miranşah’ın bulunduğu Tebriz’e yöneldi. Burada bir tahkikat komisyonu kurup defterleri inceletti ve oğlu Miranşah’ı israfa ve eğlenceye sevk edip memleket işlerinin bozulmasına sebep olanları idam ettirdi. 803/1400 yılı yazında Azerbaycan, Gürcistan ve Irak-ı Arab’da sindirme faaliyetlerinde bulundu.

803/1401 yılı kışında Suriye’ye inerek Memlüklülere ağır bir darbe indirdi. Ardından Bağdat üzerine varıp burasını tekrar ele geçirdi. 804/1402’de de konaklamakta bulunduğu Karabağ’dan Anadolu’ya doğru harekete geçti. Neticede Ankara’da yapılan savaşta Osmanlı ordusu ağır bir yenilgi aldı. Timur, bir müddet Anadolu’da kalıp beyliklere eski topraklarını iade ettikten sonra Semerkand’a döndü ve 807/1405’te Çin’e doğru çıktığı bir sefer sırasında vefat etti.[18]

Böylece İlhan Ebu Said’in 736/1335’te vefatı ile merkezi idareden yoksun kalan ve muhtelif yerlerdeki mahalli idarelerce yönetilen İran, Timur’un 783/1381’den itibaren düzenlediği seferlerle tekrar bir bütün haline gelmiştir. Ancak Timur’un büyük bir cihan devleti kurmak yolundaki faaliyetleri ve bu uğurda önüne çıkan rakipleri ve hükümdarları ortadan kaldırmaktan çekinmemesi, Timurlu devleti için bir kazanç teşkil etmişse de, Anadolu’da olduğu gibi yöresel ve bölgesel parçalanmalara, güç kayıplarına ve istikrarsızlığa sebebiyet vermiştir. Yine ilk Moğol hanları, siyasî bir yönü bulunmadığı müddetçe, genellikle herhangi bir din ya da mezhebe karşı bir tavır almazlarken, zamanla Müslümanlığın tesiri arttıkça, İlhanlılardan Gazan’ın, Altın Ordu’dan Özbek’in ve Timur’un uygulamalarında görüldüğü üzere, mensup oldukları din ve mezhebi öne çıkarttıkları görülür. Mesela Özbek Han, 713/1313’te tahta çıkınca Şaman ve Budist rahipleri kovarak İslamiyet’in yayılması için gayret göstermiş[19]; Timur, Mazenderan’da Şiî İsna Aşerî olan Mar‘aşîleri itaat altına alınca, onları Ehl-i Sünnet’e davet etmiştir.[20] Moğol hanları, müslüman olduklarında, genel olarak Ehl-i Sünnet’i, özel olarak da Hanefîliği tercih etmişlerse de, çok nadir de olsa İlhan Olcaytu gibi Şiîliği benimseyenler de olmuştur.[21] Yine söz konusu zaman aralığı, İsna Aşariye Şiîliğinin Mar‘aşîler ve Serbedarîler gibi meslekî-içtimaî hareketlerle İran coğrafyasında mesafe almaya başladığı bir dönem olmuştur.

FAZLULLAH’IN HAYATININ İLK DÖNEMLERİ

Fazlullah hakkında, devrine en yakın tarih kitaplarıyla onları kaynak olarak kullanan sonraki eserlerin verdikleri bilgiler, bizzat Fazlullah ile çağdaş olup ona tabi olanların verdikleri bilgilere mutabık değildir.

Fazlullah ile ilgili bilgi veren en eski eser Makrizî’nin (ö. 845/1442) Dürru’l- ‘Ukûd fi Terâcimi’l-A’yâni’l-Müfîde isimli kitabıdır. Sehâvî (ö. 902/1497), Makrizî’nin verdiği bilgileri ed-Dav’u’l-Lâmi’ isimli eserinde tekrar etmek ve onun Esterâbâd ahalisinden olduğunu söyleyerek şöyle yazmaktadır:

Fazlullah Ebu’l-Fazl el-Esterâbâdî el-Acemî: İsmi Abdurrahman’dır. Fakat es-Seyyid Fazlullah Helal-horî (helal yiyen) olarak tanınır. Bu ismin ona verilmesinin sebebi, onun hiç haram lokma yememesindendir. O derece dikkatli idi ki, bütün hayatı boyunca hiç kimsenin yemeğinden tatmamış ve hiç kimseden bir şey kabul etmemiştir. İranlıların giydiği takkeden diker ve onu satarak geçinirdi. İlim sahibi olup, edib ve şair bir kişi idi. Fikirleri nedeniyle Geylan halkı, ulemâ ve fukuhâ arasında tepki çekmeye başladı. Sonunda Semerkand’da bir toplantıda katline hüküm verildi ve onu Tebriz’e bağlı Alanca’da 804 hicride öldürdüler. Kendisinin her yerde sayısız takipçileri vardır. Bunların belirgin özelliği, başlarına taktıkları beyaz keçe (nemed) ve beyaz keçeden yapılmış elbiseler giymeleridir. Bunlar Allah’ın sıfatlarını inkâr eder, haramı mübah sayar ve dinin emirlerini terk ederler. Bu görüşleriyle Çağatay ve İranlılardan bir kısım halkı ifsad ettiler. Bu fesat, Herat ve civarında artınca Timurleng’in oğlu Muinu’d-Din Şahruh, onları kendi şehirlerinden çıkarttı. Bunun sebebi Şahruh’u Cuma namazında iki Hurûfî’nin yaralaması ve onun uzun zaman hasta yatmasıdır. Bu iki saldırgan daha sonra feci şekilde cezalandırılmışlardır.[22]

Aynı müellif başka bir yerde onu “Tebrizî” olarak isimlendirmekte ve şunu söylemektedir: “Bid’at ehli zahidlerden Fazlullah b. Ebî Muhammed et-Tebrizî ...”[23]

Bu durum Sehâvî’nin, Fazlullah Esterâbâdî hakkındaki bilgi kaynaklarının çeşitli ve farklı olduğunu göstermektedir. Ona, Tebrizî olarak nisbet verdiği yeri yazarken muhtemelen İbn Hacer Askalanî’nin eserinden faydalanmış olmalıdır. O, el-Enba’u’l-Gumr fi Ebnai’l-‘Umr isimli kitabında da şöyle yazıyor: “Fazlullah b. Ebî Muhammed Tebrizî bid’at yolunda giden zahidlerden biri idi...”[24]

Sonraki kaynaklar Fazlullah’ı kâh Esterâbâdî, kâh Tebrizî olarak isimlendirmekte, hatta aslının Meşhedli olduğunu bile yazmaktadırlar. Katib Çelebi onun “Esterâbâd” ahalisinden olduğunu söylemektedir.[25]

Hâlbuki Fazlullah'ın Nevmnâme'sinden nakilde bulunan Abdülbâki Gölpınarlı, kendisinin Esterâbâdlı olduğunu açıkça bildirdiğini ve asıl adının da Şehabeddin olduğunu kaydetmektedir.[26] Yazma bir nüshada Fazlullah’ın soyu, İmam Musa Kazım’a kadar geri götürülmekte ve kendisinin Cafer b. Musa Kazım’ın oğullarından olduğu kabul edilerek şöyle bir şecere verilmektedir:

“Fazlullah b. Seyyid Bahauddin Hasan b. Seyyid Muhammed el-Yemanî b. Seyyid Hüseyin b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Hâşim b. Seyyid Hasan b. Seyyid Ali b. Seyyid Hâşim b. Seyyid Muhammed b. Seyyid Cafer b. İmam Musa Kazım b. Cafer b. Muhammed Bâkır b. Zeyne’l-Âbidin b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib.”[27]

Bazı araştırmacılar, dedesi Muhammed el-Yemanî'nin nisbesinden hareketle, Yemen'in III./IX. yüzyılın sonlarından itibaren Bâtınîlik’in önemli merkezlerinden biri olduğuna ve dolayısıyla ailenin Bâtınîlik'le ilgisi olabileceğini düşünmüşlerdir. Ancak babasının, tarih boyunca Sünni olma niteliğini koruyan ve bunun için "Dar’ül- mü'minîn" diye anılan Esterâbâd'da kâdılkudatlık görevinde bulunması bu ihtimali mümkün kılmamaktadır.[28]

Fazlullah’ın gençliği ve fikri hayatı hakkında en iyi bilgileri, isimleri aynı olan fakat iki ayrı kişi tarafından kaleme alınan Hâbnâme isimli eserlerden öğreniyoruz. Bunlardan birincisi halen Vatikan Kütüphanesi Farsça Yazmalar No:17’de kayıtlı olup, Nasrullah b. Hasan Ali b. Mecdu’d-Din Hasan Nâfecî’ye aittir. Nasrullah gençliğini mütalaa ile geçirmiş, meşhurlardan Attar’ın Mantık’ut-Tayr ve Muhammed Gazzâli'nin Kimya-ı Saadetini okumuş ve kopya etmiştir. Sonra tahsilini ilerletebilmek için İsfahan’a gitmiş ve Arapça öğrendikten sonra Suhreverdî'nin Avarif’ul-Maarifini ve Gazzâli'nin risalelerini ve diğer tasavvufî eserleri okumuştur. Yirmi yaşında iken Fazlullah ile karşılaşan Nasrullah ona intisap etti. Uzun müddet Fazlullah’ın yanında kalan ve günlerini onunla geçiren Nasrullah böylelikle onun zahidâne yaşayışını ve yakınlarını bizzat tetkik etmek imkânına sahip oldu ve sonra Fazlullah'ın dervişleri arasına katıldı.[29] Nasrullah, Fazlullah’ın hayatını bizzat onun ağzından dinlemiştir. Bu yakınlık dolayısıyla Nasrullah bilhassa Fazlullah’ın helâl lokma yemesine ve rüyalarına büyük ehemmiyet vermiş ve bu hususlara büyük bir alaka göstermiştir.[30]

İkinci Hâbnâme ise Seyyid İshak Esterâbâdî (d. 771/1369-ö. ?) tarafından yazılmış ve Türkiye kütüphanelerinde nüshası[31] bulunan bir eserdir. Bu eser, Ferişteoğlu Abdülmecid b. İzzeddin et-Tirevî tarafından Terceme-i Hâbnâme[32] ismiyle Türkçe’ye çevrilmiş ve sonuna bazı eklemeler yapılmıştır. Biz, Fazlullah’ın hayatını yazarken tercümenin, aslıyla olan birebir mutabakatı ve sonuna yapılan eklemelerden dolayı Ferişteoğlunun Terceme-i Hâbnâme’sini esas aldık. Bu eser Fazlullah’ın hayatını adım adım takip etmekte ve onun çeşitli zamanlarda yaptığı rüya tabirlerinden bahsetmektedir. Kitap aslında çeşitli kişilerden alınan rivayetlerin toplanmasıyla meydana gelmiştir. Rivayet eden kişiler çoğunlukla Fazlullah’ın ilk takipçileridir. En önemli râvi Şeyh Ebu’l-Hasan İsfahanî ismiyle zikredilen daha sonra üzerinde duracağımız Ali el-'Âlâ’dır. Bu kitaptan, Fazlullah’ın evlenmesini, hangi şehirlerde bulunduğunu, yaptığı yolculukları, karşılaştığı kişileri, kurduğu tekkede yaşanılan hayatı, yaptığı rüya yorumlarını öğrendiğimiz gibi kurduğu Hurûfîlik hareketinin hangi evrelerden geçtiğini de görmekteyiz.

FAZLULLAH’IN TASAVVUFA YÖNELMESİ VE HURÛFÎ TEZAHÜRLER

Hurûfî kaynaklarına göre Fazlullah, 7. İmam Musa Kazım’ın soyundan gelen bir ailede 740/1339-1340 yılında dünyaya geldi.[33] Fazlullah, Esterâbâd Kâdılkudatı’nın oğludur. Genç yaşta babasını kaybetmiştir.[34] Babasının ölümünden sonra bu görev ona miras kalmıştı. Fakat babasının yardımcıları, Fazlullah bu görev için yetişinceye kadar mahkeme işlerini üstlenmişlerdi.[35] Sıkı bir medrese eğitimi aldığı anlaşılan Fazlullah, rüştüne kavuştuğu sırada tâata, ibadete ve iyi amellere yönelmiş ve oruç tutmaya başlamıştır.[36]

757/1357 yılında Fazlullah 17-18 yaş civarında iken, çarşıda[37] veya medresede[38] Mevlana Celâleddin-i Rumi’nin şu beytini duydu:

“Ez merg çi endîşî çûn cân-i bakâ dârî

Der gûr kocâ goncî çûn nûr-ı Hudâ dârî[39]

Sende sonsuzluğun özü varken neden ölümden korkarsın

Sende Allah’ın nuru varken hangi mezara sığarsın”

Bundan çok etkilenen Fazlullah, beytin anlamını hocası Mevlana Kemaleddin’e sordu. O da bunun anlamının ancak riyazet ve ibadetle anlaşılabileceğini söyledi. Bunun üzerine Fazlullah, riyazete başladı ve günden güne riyazetini artırarak farklı bir dünyaya yelken açtı. Zaman zaman şehrin dışında inzivaya çekiliyor ve ibadetle meşgul oluyordu. Bu halde medresede bir yılını geçirdi.[40] Buna rağmen etrafındakilerin ona olan ilgisi kendisini sıkmaya başlayınca, manevi yolculuğuna paralel ilerleyecek olan maddi yolculuğuna çıkmaya karar verdi. Yolda karşılaştığı birinden aldığı yün elbiseleri giyerek hac için Mekke’ye yalnız olarak yöneldi. Çok sıkıntılı bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı ve hac farizasını yerine getirdi. Yolculuklarını devamlı yalnız yaptı, hiç kimseyle konuşmadan, hiç kimseden herhangi bir şey kabul etmeden kendi geçimini kendi eliyle sağladı. Bu alışkanlığını daha sonraları kendisi ve müridleri için bir düstur haline getirdi.[41] Bu nedenle “helal-hor” (helal yiyen) lakabıyla ün kazandı.[42] Nerede dursa, insanların kendisiyle yakınlaşmasından çekinerek tekrar yolculuğa başlıyordu.[43]

Fazlullah, 1358’de hacdan sonra Harizm’e gitti.[44] Buradan tekrar hac için Mekke’ye gitmeye karar verdi ve yola koyuldu. Fakat yolda gördüğü rüyada İmam Ali er-Rıza onu Mekke yerine kendi mezarının bulunduğu Meşhed şehrine yöneltti. İmam’ın türbesinde bir süre kalan Fazlullah, hac için başladığı yolculuğa kalan yerden devam edip Mekke’ye gitti. Hacdan sonra Harizm’e geri döndü.[45]

Fazlullah’ın, hayatı boyunca devam edecek olan yolculukları Harizm, Tebriz, İsfahan, Sebzevar, Yezd, Damgan ve Bakü şehirleri arasında gerçekleşti. Buralarda çeşitli süreler kalarak, yaptığı rüya tabileri ile ün kazanan Fazlullah, kendi hayatının ve kurmuş olduğu hareketin önemli köşe taşlarını bu şehirlerde gördüğü ve kendince yorumladığı rüyalarla oluşturdu. Gördüğü rüyaları, yorumlarını ve bunların hayatında yaptığı değişikleri şöyle sıralayabiliriz.

Harizm’de Gördüğü Rüyalar

Fazlullah, Harizm’de kendi varlığının anlam ve önemini fark edeceği bir biri ardına üç rüya gördü. Bu rüyalar Fazlullah’ın yüklendiği misyonu adeta bir süreç halinde açıklıyordu.

Teheccüd namazından sonra gördüğü birinci rüyada Fazlullah kendini bir hamam da gördü. Hamamın kapısını açan Hz. İsa, ona der ki: “İslam şeyhlerinden hangisi doğru yolda gitti ve Allah’tan başka bir şey aramadı ve hangisi bunun aksini yaptı biliyor musun?” Fazlullah hayır cevabını verince Hz. İsa, şeyhlerin isimlerini birer birer vererek ona muhlis ve murâîyi tanıtır.

İbrahim b. Edhem (ö. 161/778), Bâyezid-i Bistamî (ö. 234/848 [?]), Sehl b. Abdullah et-Tusterî (ö. 283/896-897) ve Behlül (ö. 183/799 [?])’ü muhlisler arasında zikreder.

Fazlullah uyanınca ancak bu dört ismi hatırlar.[46] Bu rüya sayesinde Fazlullah, Tasavvuf yoluna gidenlerden kimlerin doğru yolda olduğunu bilerek bu yolda önemli bir seviyede olduğu kanaatine ulaşmıştır.

Fazlullah, sülûk ettiği tasavvuf yolundan umudunu kesip, derd-i maişete dönmeyi düşündüğü bir gecede ikinci rüyasını gördü.

Rüyasında kendisi Esterâbâd’daki bahçesindedir. Mevlana Nizameddin Harizmî gelip onu bahçesinden zorla çıkarır ve ona bu bahçenin onun olmadığını, burada duramayacağını söyler. Bu arada Fazlullah yüksek bir yer görür ve orasının makam-ı sıdk[47] olduğunu bilir. Hz. Süleyman bu yerde oturmuştur, onun yakınında bir yer daha varmış ve orası da makam-ı âraf[48] imiş. Hz. Süleyman, Fazlullah’ı görünce Hüdhüd nerde diye sorar. Derken Hüdhüd gelir. Hz. Süleyman Hüdhüd’e git bunun müddeisini (Mevlana Nizameddin Harizmî) getir ki bunların arasındaki anlaşmazlığı çözeyim der. Hüdhüd bir karakarga getirir. Hz. Süleyman'ın emriyle, Hüdhüd onun tüylerini yolup bahçe duvarından dışarıya atar. Hz. Süleyman, bahçenin Fazlullah’a teslim edilmesini emreder. Fazlullah uyanınca, Hz. Süleyman’ın Allah; Hüdhüd’ün ruh; karakarganın nefs-i emmâre-i bi’s-su’ (kötülüğü emreden nefis); bahçenin de ten olduğu hükmüne varır ve sevinir.[49] Böylece Fazlullah başlamış olduğu manevi yolculuğun semeresini almış ve doğru yolda olduğu kanısına varmıştır.

Fazlullah, ikinci rüyadan bir gece ve bir gündüz sonra (760/1359 yılında[50]) üçüncü bir rüya daha gördü. Bu rüya, kendinin manevi âlemdeki yeri ve önemini göstermesi bakımından çok önemlidir.

Bu rüyada, Fazlullah kendini Esterâbâd’da bir çınar ağacının dibinde görür. Orada bir pîr kişi’nin oturmuş, gelecekten haber vererek rüya ve olayları te’vil etmektedir. Bu sırada Hz. Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) belirerek o kişiye : “ey pîr yapmaya çalıştığın rüya te’vili zor bir iştir. Bunun tahkiki de müşkildir. Mesela bir kişi kendini rüyada lezzette veya elemde görse bunun te’vili başka birisi içindir. Veyahut yaşayan birini ahirette zorluk içinde görürsen, bunun te’vili kabir ehli veya ahiret ehlidir” der.[51]

Daha sonra da Fazlullah’a dönerek: “rüya te’vili bir yıldızdır ki otuz bin yılda bir kez ortaya çıkar ve o yıldız on sekiz bin âleme muhittir. Şimdi onun tek başına tulu’ vaktidir. Belki tulu’ etmiştir. Eğer istersen o yıldızı görebilirsin. Benim bahçeme gir. Orada bir narenciye ağacı var. Onun dibinde bekle. Semâda yedi yıldız göreceksin onlardan birisi en büyük ve en parlaktır. Rüya te’vili onun katındadır” der. Fazlullah bunları duyunca o bahçeye gider ve narenciye ağacının yanına varır ve semâya bakar. Semâda yıldızlar arasında bir yıldız ortaya çıkar ve parlamaya başlar. Bu yıldızdan gelen ışık hüzmesi onun sağ gözüne girer.[52] Bu ışık, bütün yıldızlar onun etrafında toplanana kadar gözüne girmeye devam eder. Fazlullah uyanınca fark eder ki, Hz. Süleyman gibi, kuşların dilini anlayabilmektedir ve rüya te’vil ilmine sahiptir.[53]

Bu rüyadan sonra Fazlullah, gayb âleminin kapılarının kendisine açıldığı kanısına varmıştır. Böylece daha sonra takipçileri tarafından sıkça kullanılacak olan sahib-i te’vil ünvanıyla anılmaya başlanmıştır.

İlk iki rüya, Fazlullah’ın takip ettiği manevi yolculuğunu doğrulayarak, ona çok özel bilgiler vermekte; üçüncü rüya ise çıktığı bu yolculukta üstleneceği görevlerin ve taraftarları nezdinde alacağı makamların ilkini ona sunmaktadır. Üçüncü rüya ile yüklendiği misyon sebebiyle artık Fazlullah, etrafındaki sembolleri yorumlayarak onların arkasındaki gerçekleri ortaya çıkarma çabası içine girmiştir.

* * *

Üçüncü rüya sonunda elde ettiği rüya te’vili yeteneği, ona Harizm’de birçok taraftar kazandırdı. Buradan Tebriz’e giden Fazlullah daha sonra gittiği Yezd ve Tokçi (İsfahan’ın kenar mahallesi)’de de taraftar kazanmaya devam etti. Çok sayıda soylu kişi ve kumandan artık onun meclisinin müdavimi olmuştu.[54] Fakat Fazlullah gelenlerden hiçbir zaman yararlanma gibi bir girişimde bulunmadı. Hatta onlardan hediye bile kabul etmiyordu.[55] İsfahan ve civarında şöhrete kavuştuktan sonra tekrar Tebriz’e gitmeye karar verdi. Burada yaptığı rüya yorumlarıyla Celayir saltanatı nezdinde de kısa sürede üne kavuştu. Çünkü Celayir sultanı Şah Üveys (ö. 1374), ve onun veziri Emir Zekeriya, Fazlullah’ın Vali Dûlek zaviyesindeki meclisinin müdavimi idi.[56]

Fazlullah’ın takipçilerinin yaşam tarzı, onun Tebriz’in soylu bir ailesinden bir kızla evlenmesinin anlatıldığı hikâyede açıkça ortaya çıkmaktadır. Hâce Bâyezid, Sultan Üveys’in veziri ve Fazlullah’ın da mürididir. Vezirin karısı Fazlullah’ın zühd hayatı yaşadığını bile bile Kemaleddin Hâşimî aracılığıyla, cinsiyetini belirtmeden bir çocuğu olduğunu ve onu Fazlullah’a mürid olarak vermek istediğini iletir. Hâşimî zühd hayatının zorluklarından bahsedip onu vazgeçirmeye çalışır. Kadın ısrar edince Hâşimî, Fazlullah’a bu özel isteği iletir. Fazlullah da çocuğun yerine getireceği şartları sıralar: dervişlik hayatı boyunca ulaşamayacağı elbise ve yiyecekleri istemeyi terk etmeli; zaviyeye girdikten sonra dışarıya tek bir adım dahi atmamalı; çuvaldan yapılmış bir yatağa, keçeden bir yastığa ve pamuktan elbiselere alışmalı; dervişlerin münzevi hayatına saygı göstermeli; belirli zamanlarda evrad okumaya adapte olmalıdır. Anne 14 yaşındaki kızına bu şartları bildirir ve onun kabul etmesinden büyük mutluluk duyar. Fazlullah’a dervişler arasına bir kadının katılmak istediği söylenince, Fazlullah ona önce bu kısıtlamaları denemesini tavsiye eder. Kız dört ay boyunca bu şartlarda başka bir yerde yaşadıktan sonra Fazlullah onunla evlenmeye karar verir. Kız zaviyeye girmesinden sonra dervişlerin giydiği elbiselerin yeşilini giyer ve onlar gibi takke dikmeyi öğrenir.[57]

Tebriz’de Gördüğü Rüya

Fazlullah, Tebriz’de iken h. 775 yılının Ramazan ayında (Şubat-Mart 1374) gördüğü bir rüya ile huruf-ı mukattaa’nın ve günlük yapılan ibadetlerin sırrına ulaştığına inandı.[58] Böylece kırk yaşında iken Hak kendisine âşikar olarak tecelli etmiş, kâinattaki bütün sırlar ile peygamberlerin makamı kendisine açıklanmıştı.[59] Bu rüyaya göre; Hz. Âdem, Hz. İsa ve Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellem Allah'ın halifeleri, kendisi ise Mehdi ve Mesih’tir; peygamberlerin ve velilerin sonuncusudur. Böylece nübüvvetle velayet kendisinde zuhur etmiş ve -daha sonra açıklayacağımız- ulûhiyyet devri başlamıştır. Bu rüyayı açıkladıktan sonra Tebriz ulemâsı tarafından tekfir edilen Fazlullah, bunun üzerine İsfahan’a giderek bir mağarada inzivaya çekildi (778/ 1376).[60] Vefat etmek üzere olan ‘musafir’ lakablı bir dervişi ziyarete gittiği bir gün,[61] derviş ona artık zuhur-ı kibraya’nın yakın olduğunu, zuhur etme zamanının geldiğini, Tebriz'de iken gördüğü rüyanın buna delil olduğunu söyledi.[62] Kendisini Mehdi olarak tanıyan ve tanıtan Fazlullah'ın çevresinde, yaşlı bir zat olan Fahreddin, Celal-i Burücirdî, Fazlullah-ı Horasanî, Abdullah-ı İsfahanî, Nayinli ve Reştli iki kişi ve Hurufi müelliflerinden Mir Şerif'ten ibaret yedi kişi toplandı.[63]

Bu evreden sonra Fazlullah, artık yeni bir dini hareketin başındadır. Baştan beri yapageldiği rüya yorumlamalarına artık dini hükümleri de eklemiştir. Dinin hükümlerini harfler ve sayılarla ilişkilendirerek, takipçilerine yeni yorumlar sunmakta ve yeni taraftarlar kazanmaya çalışmaktadır. Ona ilk inanan sekiz kişilik kapalı bir toplum Hurûfîlik’in ilk yapı taşını oluşturdu. İzleyen yıllarda onun takipçileri daha da çoğaldı. Fakat topluluk daima iki kısımlı olarak kaldı. Birinci kısım küçük ve ilişkileri çok sağlam bir grup; ikincisi kısım ise daha geniş ve daha az sağlam ilişkili gruptu.[64]

Fazlullah’ın kendisini bir peygamber ve ilahi zuhurun bir yansıması şeklinde görmesi, Mehdi veya Mesih kavramlarıyla tutarlı bir duruştur. Yani açıkça söylemese de kendini Mehdi/Mesih olarak görüyordu. Nevmnâme adlı eseri bu bakış açısını açıkça içerir. 786’da gördüğü rüyasını söyle anlatır: “kendi elbiselerimi beyaz, saf ve temiz gördüm. Bu elbiseler de Mehdi’nindi. Bunun anlamını bildim ki ben o idim”.[65] Yine gördüğü bir rüyada Hz. Ali ona biat etmiş ve gayb ilminin vârisi olduğunu kabul etmiştir.[66] Takipçilerinin eserleri de onun Mehdi olduğu imasında bulunur. Mesela Ferişteoğlu, Mehdi’nin Hz. İsa olduğunu; h. 800 yılında Hz. İsa’nın tekrar geldiğini ve onun Fazlullah olduğunu; Kur'an’ın 28 harf ve 22 noktasının toplamı olan 50 işareti insan vücudunda ve kâinatta göstererek ispat edenin Mehdi olduğunu bunun da Fazlullah olduğunu iddia etmektedir.[67] Onun idamından sonra bu ima yaygın geçerlilik kazanır ve kıyametten önce tekrar geri döneceği beklentisi ortaya çıkar.[68]

Damgan’da Gördüğü Rüya

Fazlullah’ın hayatının üçüncü evresi onun siyasi hayata adım atmasıyla başlar. Daha önceleri herhangi bir siyasi eylem içinde bulunmayan Fazlullah, birçok kez devlet erkânı ile bir araya gelmiş, hatta yaptığı rüya yorumlarıyla Celayir saltanatı nezdinde de kısa sürede üne kavuşmuştu. Celayir sultanı Şah Üveys (ö. 1374), Fazlullah’ın Vali Dülek zaviyesindeki meclisinin müdavimi idi. Ayrıca Fazlullah ona teberrüken bir takke bile hediye etmişti.[69]

Fazlullah ile siyasiler arasındaki bütün bu karşılaşmalar siyasal içerikten tamamen uzaktır. Ne var ki hayatının belli bir döneminden sonra gerek kendi gördüğü gerekse takipçilerinin gördüğü çeşitli rüyalardan sonra Fazlullah, kendisine siyasi bir misyon yüklemiş görünmektedir. Bunlardan ilki kendi gördüğü bir rüyadır. Bu rüyada Altın Ordu devletinin yöneticisi Toktamış Han’dan (ö. 1395) kızını evlenmek için ister.[70] Böylece niyeti, dinî ve politik bir uzlaşmayla hareketini daha kolay yaymak gibi gözükmektedir.[71] Fazlullah’ın takipçilerinden birinin gördüğü rüyada, Fazlullah’ın eli kılıçlı 101 tane oğlu vardır. Kendi gördüğü bir rüyada elinde gökyüzünü aydınlatan büyük bir kılıç vardır. Başka bir rüyada ise elinde bulunan altın yazmalı bir kılıcın önünde astrolojik bir çizelge şeklinde sıralanmış yıldızlar ve kılıcında sapında da Fazlullah’ın ortaya çıkmasından sonra dünyada korkunç olayların meydana geleceği, yazdığını görür.[72]

Nevmnâme ismi verilen risaleden[73] alınmış yukarıdaki rüyalar, onun beklenen Mehdi olduğu yönünde kendinde bir kanaat oluştuğunu göstermektedir. Hz. Ali’nin soyundan gelmesi, rüyalarında gördüğü kılıcı ilahi bir silah olarak tanımlaması ve daha önce yaptığı isabetli rüya yorumları, kendince, onun bu kanaatini desteklemektedir. Fazlullah, önemli bir takım şeylere yöneltildiğini hissetmektedir. Fakat bu yöneltme evrensel bir yönetici olmaya doğru olabileceği gibi acıklı bir son da olabilirdi. Nitekim o, kendisini, dini sebeplerden dolayı acıklı bir sona sahip olan Hz. İsa ve Hz. Hüseyin olarak da rüyasında görmüştü. Başka bir rüyasında sakat bir adam (Timur) tarafından hapsettirileceğini de görmüştü. İkinci ihtimal gerçekleşti. Fazlullah, görüşleri yüzünden hapsedildi ve hemen sonra idam edildi.[74]

FAZLULLAH’IN TUTUKLANMASI VE ÖLDÜRÜLMESİ

Fazlullah’ın, düşünce ve inançlarında çok ileri gidince Azerbaycan'da davetini yayamayacağını fark ettiği anlaşılıyor. Zira takipçilerinden Derviş Kemaleddin’i bir gece rüyasında görmüştür. Derviş ona, nasihat yollu Irak’a gitmesini zira orada mukavemetle karşılaşmayacağını bildirir. Başka iki rüyasında da Mısır’a veya Anadolu'ya gitmesinin daha iyi olacağını görmüştür.[75] Burûcerd’de gördüğü bir rüyaya göre kendisini öldürmeğe geldikleri sırada o hiçbir tereddüt göstermeksizin gelen kişiye, neyin karşılığında kendini öldürmek istediğini sorar. O kişi yine de Fazlullah’ı öldürür. Buna rağmen Fazlullah kendini canlı görür.[76] Öldürülmesinden çok daha önce gördüğü bu rüyadan dolayı takipçileri onun, Hz. İsa gibi tekrar dirileceği inancına ulaşmış gözükmektedirler.[77] Hurûfî kaynaklarda bahsedilen bütün bu rüyalara rağmen Fazlullah’ın İran dışında bir yere gitmek için herhangi bir çabasına rastlamıyoruz.

Damgan'da gördüğü bir rüya üzerine Timur'u "ayin-i cedid" dediği görüşlerine davet eden Fazlullah’ın fikirleri şeriata aykırı görüldüğünden Timur tarafından tutuklanması emredildi. Semerkant'ta ulemâ ve fukahâ ile görüşen Timur verilen fetva gereğince onun idamına hükmetti.[78] Hakkında verilen fetva, ondan önce mesihlik iddia eden ve 595/1198 tarihinde idam edilen Farslı birisi örnek alınarak verildi.[79] Timur'un oğlu Miran Şah (ö. 810/1408) tarafından yakalanan Fazlullah Alıncak Kalesi'nde hapsedildi; yapılan muhakemesi sonunda Şirvan Emiri Şeyh İbrahim[80]'in (ö. 819-820/1417) fetvası ile 6 Zilkâde796/ 2 Eylül1394’te elli altı yaşında iken Alıncak Kalesi[81]'nde boynu vurularak idam edildi.[82] Ayaklarına ip bağlanarak cesedi çarşı ve pazarda dolaştırıldıktan sonra mensupları tarafından defnedildi.82 [83]

Hurûfî kaynaklar Fazlullah’ın tutuklanması ve öldürülmesini daha dramatik anlatır. Fazlullah, Şamahı’da Kâdı Bayezid’e hasta ziyaretine gitmiştir. Kâdı kendi rüyasını üzüntülü bir şekilde anlatır. Fazlullah bu rüyadan Kâdı’nın ölümünün değil kendinin kurban edileceğinin anlaşıldığını söyler. Nitekim oradan ayrılıp kendi evine giderken, Ali Simaî Esterâbâdî’nin getirdiği hükümle yolda tutuklanır. Bu hükme göre Alıncak Kalesine götürülür ve orada idam edilir.[84] Fazlullah'ın cezası bizzat Miran Şah'ın eliyle uygulanır. Kullanılan kılıç daha sonraları Fazlullah'ın müridleri tarafından altınla kaplanır, tazimle öpülür.[85] Yine bundan dolayı aynı kaynaklarda Miran Şah'ın ismi "Mar Şah" (yılan şah) veya "Maran Şah-ı Pelid" (yılanların murdar şahı) diye yazılır.[86]

Fazlullah hakkında gerek Hurûfî gerekse diğer kaynaklar, onun tutuklandıktan sonra idam edildiği konusunda hemfikirdir. Fakat kesin olmayan ise onun ne zaman, neden dolayı ve tam olarak nasıl tutuklandığıdır. Hurûfî olmayan kaynaklar onu siyasi hesapları olan sapkın dini fikirli birisi olarak tarif eder ve bu fikirlerinden dolayı 804/1401-2’de idam edildiğini belirtir.[87] Hurûfî kaynaklar ise onun 796/1394’de idam edildiğinde hemfikirdir.[88] Bu çelişkili ifadeler arasında, biz Hurûfî kaynaklarının verdiği bilgilerin doğru olduğu kanaatindeyiz. Çünkü Hurûfîlerin bu tarihi kasten değiştirmelerini gerektirecek herhangi bir durum olmadığı gibi onların Fazlullah’ın hayatını takip etmekteki incelikleri de bu kanaatimizi desteklemektedir. Tarihi kaynaklar Fazlullah’ın idamını gerçekleştiren Miran Şah’ın Azerbaycan’da 795/1393 - 801/1399 tarihleri arasında yönetimde bulunduğunu bildirmektedir.[89] Buradan hareketle Fazlullah’ın 801/1399’dan önce öldürülmüş olması gerekir. Bu da 796/1394 tarihini daha mantıklı kılmaktadır.

FAZLULLAH’IN ESERLERİ

Hurûfî kaynaklarda Fazlullah’ın üç tane eserinin ismi geçmektedir. Bunlar Cavidannâme-i İlahî, Arşnâme-i İlahî ve Muhabbetnâme-i İlahî’dir.[90] Gölpınarlı ve daha sonraki araştırmacılar, Divan, Nevmnâme (Nevnâme) ve Vasiyyetnâme isimli eserleri de ekleyerek bu sayıyı altıya çıkarmışlardır.[91] İncelemelerimiz sonucunda biz de, sayının altı olması konusunda diğer araştırmacılarla hemfikiriz. Fakat kanaatimize göre, ilk üç eser bizzat Fazlullah tarafından kaleme alınmış iken diğer üçü takipçileri tarafından onun ölümünden sonra, onun görüşlerinden hareketle yazılmış olmalıdır.

Cavidannâme

Hurûfîlik’in ana kaynağıdır. Hurûfîlik’e dair telif edilen diğer bütün eserler Cavidannâme'yi esas almış olup Hurûfîlik’in bütün prensipleri bu esere da­yanmaktadır. Hurûfî kaynaklarınca Cavidannâme-i İlahî olarak adlandırılan eserin iki ayrı versiyonu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Cavidannâme-i Kebir, diğeri de Cavidannâme-i Sağir olarak isimlendirilir. Gölpınarlı, Cavidannâme-i Sağir’e rastlayamadığını belirtir. Ferişteoğlu’nun Işknâmesi veya Fazlullah’ın diğer eseri olan Arşnâme’nin Cavidannâme-i Sağir olabileceği üzerinde durur. Gölpınarlı diğer bir ihtimalden daha bahseder. Buna göre altı tane "Us^" (ibtida) ile başlayan ve

Esterâbâd (Gürgan) lehçesiyle yazılmış olanın Cavidannâme-i Kebir;

"diile başlayan ve klasik Farsça ile yazılmış olanın da Cavidannâme-i Sağir olduğunu söyler.[92] Usluer’in Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Farsça Yazmalar bölümünde bulduğu delille[93], bu ihtimal kesinlik kazanmıştır.

Cavidannâme-i Kebir, hacimce daha geniş ve konu sıralaması açısından daha karmaşıktır. Üstelik Esterâbâd (Gürgan) lehçesiyle yazılmasından dolayı anlaşılması çok daha güçtür. Cavidannâme-i Sağir ise daha az hacimli ve klasik farsça ile yazılmıştır. Anadolu’da yaygın olan da bu eserdir. Yapılan tercümeler Cavidan-ı Sağir’den yapılmıştır.[94]

Her iki Cavidannâme versiyonun da konuları arasında bir paralellik görmek mümkündür. Genellikle soru cevap seklinde ilerleyen kitaplar, öğretici ve öğüt verici bir üslupla yazılmıştır.

Cavidannâme-i Kebir

İncelendiğinde çeşitli zamanlarda bölüm bölüm yazıldığı izlenimi veren kitap[95], Fazlullah hayatta iken müsveddeler halinde bulunuyordu. Fazlullah’ın kendi el yazısıyla olan bu müsveddeler onun ölümünden üç yıl sonra halifesi Ebu’l-Hasan el-İsfahanî tarafından toplandı ve bundan sonra şöhret buldu.[96] Esterâbâd (Gürgan) lehçesiyle yazıldığından dolayı anlaşılması oldukça güç bir eserdir. Esterâbâd lehçesine ait mahallî ifadelerin yanı sıra çeşitli sembol ve kısaltmaların kullanıldığı eserde Fazlullah Kur'ân-ı Kerim’i kendi Bâtınî görüşleri doğrultusunda te'vil ve tefsir etmiş, bazı sürelerin başında bulunan hurûf-ı mukattaanın sırlarını çözdüğünü söyleyerek Cavidannâme'nin Kur'ân'ın bir tefsiri olduğunu ileri sürmüştür. [97]

Hurûfîler, Cavidannâme-i Kebir Esterâbâd lehçesiyle yazıldığından dolayı anlaşılmasını kolaylaştırmak için çeşitli sözlükler hazırlamışlardır. Bu sözlükler müstakil olabildiği gibi[98] Cavidannâme-i Kebir’in sonuna da ekli halde de olabilmektedir.[99] Sözlüklerde alfabetik sıraya göre yazılan Esterâbâd lehçesindeki kelimelerin altlarına, klasik Farsçadaki karşılıkları yazılmıştır.

Düzensiz bir şekilde yazılmış olan Cavidannâme’nin muhtevasını yedi başlık altında gruplandırmak mümkündür: 1- Fazlullah’ın itikadî görüş ve düşünceleri; 2- Kâinatın yaratılışı, sema, arz, ay, güneş ve burçlarla ilgili bilgiler; 3- Hz. Âdem ile Hz. Havva'nın ve diğer varlıkların yaratılışı; 4- Ahiret, kıyamet ve haşr; 5- Başta Hz. İsa ve Hz. Musa olmak üzere peygamberlerle ilgili bahisler; 6- İbadetlerin yapılması sırasında ortaya çıkan sayıların te’villeri; 7- Allah’ın sıfatları ve te’villeri.[100] Ayrıca bu konularla ilgili te'viller çok sayıda tekrarlanmış ve her tekrarda yeni sayı kombinasyonlarıyla bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.

Tespit edebildiğimiz Cavidannâme-i Kebir nüshaları ve bulunduğu yerler şöyledir.

1.    Cavidannâme, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Farsça, no: 920.[101]

2.     Cavidannâme, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Farsça, no: 1046.[102]

3.     Cavidan-ı Kebir, Cambridge Üniversite Kütüphanesi Ee. 1. 27.[103]

4.    Cavidannâme, Milli Kütüphane, Ankara, Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 502.

5.     Cavidan, Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye - Laleli, 297.1/001356.

6.     Cavidan-ı Kebir, Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye - Fatih, 297.1/003728.[104]

7.   Cavidan-ı Kebir, Süleymaniye Kütüphanesi, Süleymaniye - Nafiz Paşa, 297.7/001510.

Cavidannâme-i Sağir ve Tercümeleri

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Esterâbâd lehçesiyle yazılan Cavidannâme, daha sonra klasik Farsçaya kısaltılarak çevrilmiş ve “Cavidan-ı Sağir” ismi verilmiştir. Gölpınarlı çevirme işini yapanın Fazlullah’ın kendisi veya takipçilerinden biri tarafından yapıldığı ihtimallerinden bahseder.[105] Bize göre çevirme işini yapan Fazlullah’ın kendisi değil takipçilerinden biri olması daha doğrudur. Bunu da iki delile dayandırıyoruz.

Birincisi, Hurûfî kaynaklarda Fazlullah’a atfedilen eserlerinin tümünün Esterâbâd lehçesiyle yazılmış olmasıdır.

İkincisi ise, Ferişteoğlu’nun Terceme-i Habnâme’de verdiği bilgidir. Buna göre Fazlullah’ın takipçilerinden Ebu’l-Hasan gizli ilimlerle ile ilgili bir eser yazmaya karar verir. Bunun üzerine bir rüya görür ve Fazlullah’a bu rüyasını anlatır. Fazlullah da onun bu niyetini açık eder ve bundan vazgeçmesini, belki ileriki bir zamanda llm-i Te’vil ‘in ona açık olacağını söyler. Bu tavsiyeye uyan Ebu’l-Hasan, bu olaydan üç yıl sonra Fazlullah’ın öldürülmesiyle bu şerefe nâil olur. Ebu’l-Hasan, Fazlullah’ın kendi el yazısıyla yazılmış olan Cavidannâme’yi mütalaa eder. Cavidannâme de bundan sonra şöhret bulur. Fazlullah’dan birçok meseleleri dinlediği için kendisi de Cavidannâme’den aldığı feyz ile Farsça ve Arapça eserler yazar.[106] Görüldüğü üzere Cavidannâme, Fazlullah hayatta iken çeşitli zamanlarda alınan notlar halindedir ve pek bilinmeyen bir eserdir. 771 yılında 19 yaşında İsfahan’da Fazlullah’a ulaşan Ebu’l-Hasan tarafından 802 tarihinde nazma çekilmiştir.[107] Cavidannâme’nin şöhret bulmasının bu olaydan sonraya tesadüf etmesinin sebebi de bize göre; anlaşılması daha zor olan Esterâbâd lehçesinden klasik Farsçaya çevrilmiş olmasına bağlanmalıdır.

Tespit edebildiğimiz Cavidannâme-i Sağir nüshaları şunlardır:

1.    Cavidannâme-i Sağir, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Farsça, no: 1000.[108]

2.    Cavidannâme-i Sağir, İstanbul Üniversitesi, Farsça Yazmalar, no:869.[109]

Cavidannâme-i Sağir, anlaşılmasının verdiği kolaylıkla daha yaygın hale gelmiştir. Muhteva açısından Cavidannâme-i Kebir’den farklı olmayan Sağir, Anadolu’da Türkçe’ye çevrilerek daha da meşhur hale gelmiştir. Özellikle Bektaşi edebiyatı üzerine Hurûfîlik’in etkisi bu çeviriler sayesinde oluşmuştur. Cavidannâme- i Sağir’in, tam tercümesi Derviş Murtaza Bektaşi tarafından Dürr-i Yetim ismiyle yapılmıştır. Ferişteoğlu’nun yaptığı ve Işknâme ismini verdiği tercüme ise tam çeviri olmayıp bazı bölümlerin muhtasar olarak çevrilmesinden oluşmuştur.

Dürr-i Yetim

Derviş Murtaza Bektaşî, Cavidannâme-i Sağir’i 1048/1639’de Dürr-i Yetim ismiyle tercüme ettikten sonra, Cavidannâme’nin aslını 1049/1640’da istinsah etmiştir.[110] Yukarıda bahsettiğimiz Cavidannâme-i Sağir’in ikinci nüshası, bu nüshadır. Bu nüsha ile Dürr-i Yetim’in Konya Mevlana Müzesi, Abdülbâki Gölpınarlı Kitapları no: 203‘de bulunan nüsha karşılaştırıldığında yazının Derviş Murtaza Bektaşi’ye ait olduğu hemen anlaşılmaktadır.[111]

Cavidannâme-i Sağir ile Dürr-i Yetim’in muhtevasını karşılaştırdığımızda tercümenin aslına mutabık olduğu gördük. Bununla birlikte mütercim, Cavidannâme- i Sağir’de bazı kapalı yerleri şerh etmek suretiyle Dürr-i Yetim’i hacimce daha geniş hale getirmiştir. Dürr-i Yetim’in tespit edebildiğimiz nüshaları şunlardır:

1.    Terceme-i Cavidan-ı Sağir/Dürr-i Yetim, Konya Mevlana Müzesi, Abdülbâki Gölpınarlı Kitapları no: 203.[112]

2.   Dürr-i Yetim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Türkçe Yazmaları, no: 559.

3.   Dürr-i Yetim, Milli Kütüphane, Ankara, Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, no: 06 Mil Yz A 9597.

4.   Dürr-i Yetim, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Türkçe Yazmaları, no: o.32.

5.   Dürr-i Yetim, Almanya Milli Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, no: Ms.or.quart 1414.

6.    Dürr-i Yetim, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar, no: 2477.

b. Ferişteoğlu- Işknâme

Abdülmecid b. Ferişte İzzeddin et-Tirevî (ö. 864/1459-60) tarafından Şevvâl- 833 / Haziran 1429 yılında kaleme alınan[113] Işknâme, Fazlullah’a ait Cavidannâme-i Sağir’in ve Muhabbetnâme’nin bazı bölümlerinin tercümesidir. Çok sayıda yazma nüshası bulunan Işknâme 1288/1871’de İstanbul’da basılmıştır. Bu eser Dîvân-ı Nesîmî’den sonra Hurûfîlik’e dair basılmış ilk kitaptır. Eser daha sonra Raşit Tanrıkulu tarafından da latin harflerine aktarılmıştır. Tanrıkulu eseri hangi nüshadan aktardığını belirtmemektedir.[114] Eser üzerine çalışan ikinci kişi Nejat Birdoğan’dır. Birdoğan, İstanbul Üniversitesi Türkçe yazmalar 310’da kayıtlı nüshayı Türkiye Türkçesine aktarmıştır.[115] Burada belirtmeliyiz ki hem Tanrıkulu’nun hem de Birdoğan’ın yapmış olduğu çalışmalar ilmi yeterlilikten uzaktır. Tanrıkulu, eserinde ayet ve hadisleri latin harflerine aktarmış, Birdoğan ise kimi ayet ve hadisleri eserden tamamen çıkarmıştır.[116]

Nihayet Işknâme, değerli araştırmacı İsmail Arıkoğlu tarafından doktora tezi olarak tahkik edilmiştir.[117]

Muhabbetnâme ve Tercümeleri

Muhabbetnâme mensur bir esedir ve Gürgan lehçesiyle yazılmıştır. Bu mensur eserde, suret-i rahman üzerine yaratılan insanların seçkinleri sayılan ulemânın, zahidlerin, hukemâ ve şühedânın son menzillerinin kıyamet olduğu, bunların bu aşk âleminde gezindikleri esnadaki görüş ve düşünceleri anlatılır.[118] Eserin baş taraflarında aşk ve muhabbet konularından bahsedilir. Hz. Yusuf kıssası ile bağlantı kurularak, aşk-ı mecazi ve aşk-ı hakiki anlatılır.

Muhabbetnâme'nin eksiksiz bir nüshası Millet Kütüphanesi, Ali Emiri, Farsça, no: 824’de kayıtlıdır. Aksu, bu eserin Ferişteoğlu tarafından Hidayetnâme[119] adıyla Türkçe'ye çevrildiğini[120] söylese de buna tamamen katılmak mümkün değildir. Zira en azından iki eserin varak sayısı arasındaki fark hemen göze çarpmaktadır. Ferişteoğlu Hidayetnâme’nin dibâcesinde eseri yazmasının sebebine açıklarken, yakın arkadaşlarından bazılarının kendisinden Allah’ın zâtı, sıfatı ve marifeti hakkında bir risale cem etmesini istediklerini söyler.[121] Bu istek üzerine Ferişteoğlu da ortalama 20 varaklık bu risaleyi cem eder. Elimizde bulunan Muhabbetnâme nüshası ise 125 varak kadardır. Ferişteoğlu bu eseri çeşitli konulardaki Hurûfî görüşleri toplayarak oluşturmuştur. Özellikle ibadetleri eserin sonlarına doğru Hurûfî anlayışına göre te'vil etmiştir. Bununla birlikte Ferişteoğlu, yukarıda bahsettiğimiz Işknâme’nin birinci, altıncı ve dokuzuncu bablarını Muhabbetnâme’den aynen tercüme etmiştir.[122]

Vasiyetnâme

Fazlullah'ın, ileri sürdüğü inanç ve görüşlerin muhafaza edilerek dostlarına ulaştırılması hususundaki arzusu ve vasiyetinden ibarettir.[123] Bilinen en iyi yazma nüshaları İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Farsça, no: 993[124] ve no: 1009[125]’da, bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Farsça Yazmalar no: 1291 bulunmaktadır.[126] Ali Emirî no: 1009’daki ve İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki metinler birbirinin aynıdır ve Gölpınarlı tarafından yayınlanmıştır.[127]

Nevnâme veya Nevmnâme

Daha önce de bahsettiğimiz gibi Fazlullah’ın kurduğu sistematik içinde rüya çok önemli bir yer tutmaktadır. Böyle olunca gerek Fazlullah’ın gerekse takipçilerinin gördüğü rüyalar, Hurûfîler için çok önem taşımakta idi. Bundan dolayı Hurûfî kaynakların bazılarında görülen rüyalar ve Fazlullah tarafından yapılan yorumları sık sık geçmektedir. Bu eserlerden en önemlisi diyebileceğimiz birisi de Nevmnâme (uyku kitabı) olarak isimlendirilen eserdir.[128]

Gölpınarlı, Hurûfî Metinleri Kataloğu’nda Nevmnâme’nin, görülen rüyalar ve yorumları, zaman zaman, hatta tarih sırası gözetilmeksizin kaydedilmek suretiyle Fazlullah’ın ölümüne kadar yazıldığını, belki kendisi, belki de sonradan halifelerinden biri tarafından tedvin edildiğini söylemektedir.[129] Ayrıca kataloğun daha sonraki sayfalarında birisi, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Farsça, no:1011 (mecmua içinde vr. 82b-120b)[130]’de; diğeri de aynı kütüphanenin no:1030

(mecmua içinde vr.1b-38a)[131]’da kayıtlı olmak üzere Nevmnâme’nin iki nüshasından bahseder.

Değerli araştırmacı Usluer de Gölpınarlı’nın bahsetmiş olduğu bu iki nüsha hakkında oldukça geniş açıklamalar yapmaktadır. Usluer, Gölpınarlı’nın belirttiğinin tersine, bu kitabın Fazlullah’ın hiçbir rüyasından bahsetmediği gibi onun hayatı hakkında da herhangi bir bilgi vermediğini, eserin soru-cevap şeklinde Hurûfî görüşlerini açıkladığını söylemektedir. Ayrıca no:1030’daki nüshanın başında açıkça Kitab-ı Nevnâme isminin geçtiğini kaydetmektedir[132] ki bu da bizim tespitimizi doğrular mahiyettedir. Fakat bu şekliyle aslında problem hallolmuş değildir. Çünkü gerek Gölpınarlı’nın gerekse Kiya’nın bahsettiği[133] ve daha sonraki araştırmacıların da kaynak olarak kullandıkları Nevmnâme isimli, Fazlullah’ın rüyalarından ve hayatından bahseden eseri nerededir?

Browne’nin bildirdiği ve elimizde olan, Cambridge Üniversite Kütüphanesi Ee.

1.    27 ‘ye kayıtlı Farsça bir yazma eser vardır.[134] Fazlullah’ın Cavidannâme-i Kebir’i olduğu kesin olan bu eser toplamda 412 varaktan oluşmaktadır. Ancak Cavidannâme-i Kebir 402. varakta sona ermektedir. Kiya’nın söylediği gibi 402.-405. varaklar arasında başlığı ve yazarı belli olmayan birkaç sayfalık bir metin vardır. Gürgan lehçesiyle yazılmasından dolayı bu metnin de Fazlullah’a ait olabileceğini söyleyen Kiya, 405. varaktan itibaren Nevmnâme-i İlahî’nin başladığını belirtir. Bu kanaate de, 405. varakta bulunan “^^i^l t! jJ” yazının karşısına düşülen

hâşiyedeki Farsça olarak “Nevnâme-i llâhî’nin başı şu hadis-i kudsî ile başlamaktadır” notuyla ulaşmaktadır. Notta da görüleceği üzere eserin ismi Nevnâme olarak geçmesine rağmen, Kiya düştüğü dipnotta, Cambridge Üniversite Kütüphanesi Kataloğundan başka bir yerde bu isme rastlamadığını, bundan dolayı da doğrusunun Nevnâme değil Nevmnâme olması gerektiğini söylemektedir.[135]

Kiya burada birbiri ardına bir kaç hata yapmıştır. Zira yukarıda belirttiğimiz üzere, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Farsça, no:1030’da Nevnâme ismi açıkça geçmektedir ve söz konusu hadis-i kudsî ile başlamaktadır. Bize göre Kiya bu nüshadan haberdar olmadığı için kendince bir hatayı düzelttiğini zannederek aslında yeni bir hata yapmıştır. Onun yaptığı diğer bir hata da Nevmnâme’nin 405. varakta yani haşiyenin düşüldüğü yerden itibaren başladığını söylemesidir. Oysa elimizde bulunan nüshaya baktığımızda Nevmnâme’nin söz konusu haşiyenin düşüldüğü varakta değil, ondan sonraki 406a. varakta başlamakta olduğunu görmekteyiz. Görebildiğimiz kadarıyla Hurûfî kaynaklarda adından bahsedilmeyen Nevmnâme ismi Kiya’nın yaptığı bu yanlış tespitten ortaya çıkmıştır.

Kanaatimize göre Cambridge Üniversitesi Kütüphanesindeki nüshanın 404b. varağındaki haşiye, aslında orada bulunan metnin Nevnâme olduğunu belirtmek için değil sadece Nevnâme’nin o hadis-i kudsî ile başladığını belirtmek için düşülmüştür. Burada bulunan 7 varaklık metnin büyük bölümünü Browne katalogda vermektedir.[136] Ayrıca elimizde bulunan, Cavidannâme’nin Ankara Milli Kütüphane, Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi bölümü 06 Hk 502’deki nüshasında da rüyalardan bahseden risale mevcut olup, burada da Nevmnâme ismi geçmemektedir.[137] Bu iki nüshadan (Cambridge ve Milli Kütüphane’deki nüshalar) yaptığımız incelemeler sonucunda söz konusu metnin uzunluğu ve sonu ile Nevnâme’nin uzunluğu ve sonu birbirini tutmamaktadır. Ayrıca içlerinde bahsedilen konular arasındaki farklılık da kanaatimizi desteklemektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Fazlullah’ın aslında Nevmnâme ismi verilmiş eseri yoktur. Onun yerine Nevnâme isimli ve Hurûfî görüşlerini anlatan soru cevap şeklinde yazılmış bir eseri vardır. Hata ile Nevmnâme olarak isimlendirilen ve Cambridge Üniversitesi Kütüphanesindeki Cavidannâme’nin sonunda bulunan yaklaşık 10 varaklık risale, Fazlullah’ın hayatından ve çeşitli zamanlarda gördüğü rüyalardan bahsetmektedir. Sonraki araştırmacıların hatalarından dolayı Nevmnâme ismini alan bu risalenin kim tarafından kaleme alındığını söyleyebilmek oldukça zordur. Fakat kullanılan üslup ve lehçe bakımından Cavidannâme ile benzeşmektedir.

Arşnâme

Onun diğer bir eseri Arşnâme isimli mesnevisidir. Bunda yaklaşık 1120 tane Farsça beyit vardır.[138] Fazlullah’ın, Cavidannâme’den sonraki en önemli eseridir. Sonraki Hurûfîler bu mesneviden oldukça fazla alıntı yapmışlardır. Eser Cavidannâme’de geçen belli başlı konuları manzum olarak tekrar eder.[139]

Hurûfîlik üzerine yapılan çalışmalarda bu eserin herhangi bir tercümesinden bahsedilmemektedir. Yaptığımız araştırmalar sonucu bu eserin Türkçe manzum tercümesine ulaştık. Metinler arasında yaptığımız karşılaştırmada Arşnâme’nin metnine mutabık olduğunu gördük. Amiloğlan isimli biri tarafından yazılan ve 889/1484 yılında istinsah edilen eserin ismini metinde göremedik.[140] Ancak kapağın iç kısmına, kitabın metninin yazısından farklı bir yazıyla “Risale-i Medh-i Âdem” ismi yazılmış. Bizim tahminimize göre aslında müellif tarafından verilmeyen bu isim, daha sonra kitabı okuyan biri tarafından, kitabın baş tarafındaki Hz. Âdem’in Hurûfî anlayışındaki yerini açıklayan görüşlerden dolayı takdir edilmiştir.

Arşnâme’nin tespit edebildiğimiz nüshaları şunlardır:

1.    Arşnâme, İstanbul  Millet Kütüphanesi,   Ali     Emirî, Farsça, no:    992.[141]

2.     Arşnâme, İstanbul   Millet Kütüphanesi,  Ali     Emirî, Farsça, no:    1003.[142]

3.     Arşnâme, İstanbul  Millet Kütüphanesi,   Ali     Emirî, Farsça, no:    1011.[143]

Divan

Onun bir diğer eseri şiirlerinin toplandığı divanıdır. Naimî mahlasıyla yazılmış bu divanda, Fazlullah’ın ruhsal yapısını, şahsiyetini ve fikirlerini tanımak açısından kıymetli şiirler mevcuttur.[144] Alfabetik tertibe tâbi tutulmadan yazılan bu divançede 31 gazel, 5 kıt’a, 25 rubai, 7 müfred ve beyit ve 2 tercî’ olmak üzere toplam 70 beyit bulunmaktadır.[145]

Yakub Ajand, Hurûfiyye der Tarih isimli eserinin sonunda bu divanı yayınlamıştır.[146] Ne var ki Ajand’ın yayınlamış olduğu metin ile ulaşabildiğimiz tek nüshanın[147] metni arasında farklar olduğunu belirtmek isteriz. Her iki metinde de bir diğerinde bulunmayan şiirler mevcuttur.

 



[1] Hiyavî, Rûşen, Hurûfiye: Tarih, Akâid ve Ârâ, Tahran 1379, Neşr-i Âtiye, s. 156; Spuler, Bertold, İran Moğolları -Siyaset, İdare ve Kültür İlhanlılar Devri-, (çev. Cemal Köprülü), Ankara, 1987, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 220-221, 258-268.

[2] Spuler, İran Moğolları, s. 199-213; Devlet, Nadir, “İlhanlılar”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm

Tarihi, c. IX, İstanbul 1992, Çağ Yayınları, s. 77-78.

[3] Zettersteen, K.V., “Muzafferîler”, İA, c. VIII, s. 774-775; Kurtuluş, Rıza, “Muzafferîler”, DİA, c. XXXI, s.

419-420.

[4] Yınanç, Mükrimin Halil, “Celâyir”, İA, c. III, s. 64-65; Ürekli, Muzaffer, “Celâyirliler”, DİA, c. VII,

İstanbul 1993, s. 264-265.

[5] Minorsky, V., “Tuga Timur”, İA, c. XII/1, s. 480-481.

[6] Minorsky, “Tuga Timur”, İA, c. XII/1, s. 481-482.

[7] Minorsky, “Tuga Timur”, İA, c. XII/1, s. 482.

[8] Hiyavî, Hurûfiye, s. 165.

Haig, T.W., “Kert”, İA, c. VI, s. 596-597; Siddiqui, Iqdidar Husain, “Kert”, DİA, c. XXV, s. 297; Hiyavî, Hurûfiye, s. 164.

[10] Merçil, Erdoğan, “Serbedârîler”, DİA, c. XXXVI, s. 549-550;

[11] Büchner, V.F., “Serbedârîler”, İA, c. X, s. 509-512; Hiyavî, Hurûfiye, s. 165-166.

[12] Özgüdenli, Osman Gazi, “Maraşîler”, DİA, c. XXVIII, s. 37-38.

[13] Bkz. Aka, “Timurlular Devleti”, c. IX, s. 193-194.

[14]  Devlet, Nadir, “Altın Ordu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul, 1992, Çağ Yayınları, c. IX, s. 116-118; Aka, İsmail, “Timurlular Devleti”, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yayınları, c. IX, s. 195-198.

[15] Aka, “Timurlular Devleti”, c. IX, s. 198-199.

[16] Aka, “Timurlular Devleti”, c. IX, s. 200-202.

[17] Aka, “Timurlular Devleti”, c. IX, s. 203.

[18] Aka, “Timurlular Devleti”, c. IX, s. 204-211; Aka, İsmail, “Timurlular”, Genel Türk Tarihi, Ankara 2002, Yeni Türkiye Yayınları, s. 201-204;

[19] Bkz. Devlet, “Altın Ordu”, c. IX, s. 142.

[20] Özgüdenli, “Maraşîler”, DİA, c. XXVIII, s. 38.

[21] Spuler, İran Moğolları, s. 211-212.

[22] Sehavî, Şemsüddin Ebu'l-Hayr Muhammed b. Abdirrahman, ed-Davü'l-Lâmi’ li-Ehli'l-Karni't-Tasi’, Beyrut, trs., c. VI, s. 173-174.

[23] Sehavî, ed-Davü'l-Lâmi’ li-Ehli'l-Karni't-Tasi’, trs., c. VI, s. 174.

[24] el-Askalanî, Ebü'l-Fazl Şehabeddin Ahmed İbn Hacer, el-Enbâu’l-Gumr fi Ebnâi’l-Umr, (thk. Dr. Hasan Habeşî), Kahire 1998, c. II, s. 219.

[25] Katip Çelebi, Keşf’el-Zunun, thk. Şerefettin Yaltkaya, Rıfat Bilge, İstanbul 1971, c. II, s. 1132.

[26] Gölpınarlı, Abdülbâkî, Hurufîlik Metinleri Kataloğu, Ankara 1973, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s. 4

[27] Gölpınarlı, “Fadl Allah Hurufî”, EI2, c. II, s. 733.

[28] Aksu, Hüsamettin, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c.12, s. 277.

[29] Alparslan, Ali, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri (basılmamış doçentlik tezi), 1967, s. 16.

[30] Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, s. 17.

[31] İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Farsça Yazmalar Bölümü, no: 1042.

[32]  İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar Bölümü No: 9685 (mecmua içinde); Konya Mevlana Müzesi Türkçe Yazmaları, No: 2916; İstanbul Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Türkçe Yazmaları, No: 207; İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin Türkçe Yazmaları, No: 1821/2.

[33] Bashir, Shahzad, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, Imagining the End : Visions of Apocalypse from the Ancient Middle East to Modern America (Ed: Abbas Amanat), 2002, s. 171.

[34] Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, 17.

[35]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 172.

[36] Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, 17.

[37]  Nâfecî, Nasrullah b. Hasan Ali b. Mecdu’d-Din Hasan, Hâbnâme (yazma),Vatikan Kütüphanesi Farsça Yazmalar No:17, vr. 4b.

[38] Ferişteoğlu Abdülmecid b. İzzeddin et-Tirevî, Terceme-i Hâbnâme (yazma), Konya Mevlana Müzesi Türkçe Yazmaları, No: 2916, vr. 2a.

[39]  Mevlâna, Celaleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr -Seçmeler-, (haz. Şefik Can) İstanbul, 2000, Ötüken Neşriyat, c. III, s. 446.

[40] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 2a-b.

[41] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 2a.

[42] Aksu, Hüsamettin, Amir Gıyas al-Din Muhammed Al-Astarâbâdî ve İstivanâmesi (basılmamış doktora tezi), İstanbul 1981, s. 29.

[43] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 2a.

[44]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 172.

[45] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c.12, s. 276.

6 Nâfecî, Hâbnâme, vr. 12b.

[47] Kur'an’da “mak’ad-ı sıdk” olarak geçer bk. 54;55

[48] Bkz. A’raf, 7:46.

[49] Ferişteoğlu Abdülmecid b. İzzeddin et-Tirevî, Terceme-i Hâbnâme (yazma), İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı/ Osman Ergin Türkçe Yazmaları, No:1821/2, vr. 38b-39a.

[50] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 40a.

[51] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 39a.

[52] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. vr. 39b.

[53]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 172.

[54] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 40a.

[55]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 173.

[56] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 40a-b.

[57] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 40a-42b.

[58] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 40b.

[59] Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, s. 22.

[60] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c. XXII, s. 278.

[61] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, s.7.

[62] Kiya, Sadık, Vejanâme-i Gürganî, İntişarât-ı Danişgâh-ı Tahran, Tahran 1330, s. 286-7.

[63] Gölpınarlı, Hurufîlik Metinleri Kataloğu, s. 7.

[64]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 174.

[65] Kiya, Vejanâme-i Gürganî, s. 243; Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, 175.

[66] Bashir, Shahzad, Fazlullah Astarabadî and Hurufis, Oneworld, Oxfort, 2005, s.30.

[67] bkz. Arıkoğlu, İsmail, Ferişteoğlu’nun Cavidân-Nâme Tercümesi: ‘Işk-Nâme (İnceleme-Metin),
(Basılmamış Doktora Tezi), Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Van 2006, s. 79-83.

[68]  Bashir, “Deciphering the Cosmos from Creation to Apocalypse: The Hurufiyya Movement and Medieval Islamic Esotericism”, s. 174.

[69] bkz. Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 70a.

[70] Ritter, Helmut, “Studien zur Geschichte der Islamischen Frömmigkeit, II. Die Anfange der Hurûfî Sekte", Oriens, 1954, vol. 7, No. 1, s. 23; Bausani, A., “Hurufiyya”, EI2, c. III. S. 600.

[71] bkz. Bashir, Fazlullah Astarabadî and Hurufis, s. 30.

[72] Bashir, Fazlullah Astarabadî , s. 31.

[73] Fazlullah- Hurûfî, Cavidannâme, Milli Kütüphane, Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 502, vr. 462a-471a.

[74] Bashir, Fazlullah Astarabadî, s. 32.

[75] Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, s. 26

[76] Kiya, Vejanâme-i Gürganî, s. 246.

[77] bkz. Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, s. 26.

[78] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c. XXII, s. 278.

[79] eş-Şeybî, Kamil Mustafa, es-Sılatü beyne’t-Tasavvuf ve’t-Teşeyyu’, Dar’ü’l-Endülüs, Beyrut, 1982, c. II, s. 159.

[80] Şirvanşahlar’dan olan Şeyh İbrahim, Timur ile Toktamış Han arasındaki çekişme ve savaşta Timur tarafını tutarak 788/1386-7’de Timur’a tabi oldu. Ona sunduğu hediyelerle bağlılığını ispatladı. Timur da onu Şirvan hâkimi olarak tanıyıp Kafkasya dağlarına kadar olan Şemahi ve Şirvan eyaletinin valiliğine atadı. bkz. İbn Arabşah, Acaibü'l-Makdur fii Ahbar Teymur, Farsça Terc. Muhammed Ali Necati, Tahran 1339, s. 77, 211; Handmir, Gıyasüddin b. Hümamüddin el-Hüseynî, Habibü's-Siyer fi Ahbari Efradi Beşer, yay. Celaleddin Humayi, Tahran 1380, c. III, s. 438, 439, 440.

[81]  Alıncak Kalesi: Azerbaycan’da Nahcivan-Culfa yolu üzerinde, yüksek bir tepede kurulmuş ve özellikle XIV-XV. Yüzyıllarda birçok olaya sahne olmuş önemli bir kaledir. bkz. Köprülü, Fuat, “Alıncak”, İA, c. I, s. 302-304.

[82] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 8; Gölpınarlı, Abdülbâki, “Bektaşîlik-Hurûfîlik ve Fadl Allah’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih”, Şarkiyat Mecmuası - V (1963)’den Ayrıbasım, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1963, s. 8.

[83] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c. XXII, s. 278.

[84] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 67b-68a.

[85] bkz. Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c. XXII, s. 278.

[86] Aksu, Amir Gıyas al-Din Muhammed Al-Astarâbâdî ve İstivanâmesi, s. 218.

[87] bkz. Sehavî, ed-Davü'l-Lâmi’ li-Ehli'l-Karni't-Tasi’, c. VI, s. 174.

[88] bkz. Gölpınarlı, Abdülbaki, “Bektaşîlik-Hurûfîlik ve Fadl Allah’ın Öldürülmesine Düşürülen Üç Tarih”, s. 6-8.

[89] bkz. Mirhand, Muhammed b. Havendşah, Tarih-i Ravzatu’s-Safâ fi Sîreti’l-Enbiya ve’l-Müluk ve’l- Hulefa, (tashih. Cemşid Kiyanfer), İntişarat-ı Esatir, Tahran, 1380, c. IX, s. 4931-4938; Manz. Beatrice Forbes, “Miranshah b. Timur”, EI2, c. VII, s. 105.

[90] Ferişteoğlu, Terceme-i Habnâme, vr. 40b; Aksu, Amir Gıyas al-Din Muhammed Al-Astarâbâdî ve İstivanâmesi (metin), s. 10-11.

[91]  bkz. Gölpınarlı, Hurufîlik Metinleri Kataloğu, s.12; Alparslan, Câvidân-nâme’nin Nesîmî’ye Tesiri, s. 28-29; Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c.XXII, s. 279.

[92] bkz. Gölpınarlı, Hurufîlik Metinleri Kataloğu, s.12-13.

[93] bkz. Usluer, Fatih "Hurûfî Metinleri ile İlgili Bazı Notlar", Ege Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Ocak 2007, s. 215.

[94] Gölpınarlı, Hurufîlik Metinleri Kataloğu, s. 59.

[95] Ajand, Yakub, Hurufiyye der Tarih, Neşr-i Ney, Tahran, 1369, s. 40.

[96] Ferişteoğlu, Terceme-i Hâbnâme, vr. 59b.

[97] Aksu, Hüsamettin, “Cavidannâme”, DİA, c. VII, s. 178.

[98] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 91-92.

[99] bkz. Fazlullah- Hurûfî, Cavidannâme, Milli Kütüphane, Ankara Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 502, vr. 476b-483a.

[100] krş. Aksu, “Cavidannâme”, DİA, c. VII, s. 178.

[101] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 56-59.

[102] bkz. Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 100-102.

[103] bkz. Browne, Edward G., A Catalogue of the Persian Manuscripts in the Library of the Uniıversity of Cambridge, Cambridge at the University Press, London, 1896, s. 69-86.

[104] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 59.

[105] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 59.

[106] Ferişteoğlu, Terceme-i Habnâme, vr. 59a-60a.

[107] Nefîsî, Sa’id, Tarih-i Nazm ve Nesr der İran ve der Zebani Farisî ta Payan-ı Karn-ı Dahum-ı Hicrî, Tahran, 1344, c. II, s. 771.

8 bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 71-72.

[109] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 59

[110] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 145-146.

[111] ayr. bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 144-147.

[112] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 144-147

[113] Ferişteoğlu, Abdülmecid b. İzzeddin et-Tirevî, Işknâme (yazma), İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Şer’iyye, no: 1368, vr. 2b-3a.

[114] Arıkoğlu, Ferişteoğlu’nun Cavidân-Nâme Tercümesi: ‘Işk-Nâme, s. 61.

[115] Birdoğan, Nejat, Alevi Kaynakları-1, İstanbul, 1996, Kaynak Yayınları, s. 220. (Işk-nâme metni 225-281 sayfalar.)

[116] bkz. Arıkoğlu, Ferişteoğlu’nun Cavidân-Nâme Tercümesi: ‘Işk-Nâme, s. 62.

[117] bkz. Arıkoğlu, Ferişteoğlu’nun Cavidân-Nâme Tercümesi: ‘Işk-Nâme (İnceleme-Metin), (Basılmamış Doktora Tezi) Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Van 2006.

[118] Aksu, “Fazlullah-ı Hurûfî”, DİA, c. XII, s. 279.

[119] Bizde bulunan nüsha: Ferişteoğlu, Abdülmecid b. İzzeddin et-Tirevî, Hidayetnâme (yazma), İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Şer’iyye, no:1350. Ayrıca Gölpınarlı’nın bahsettiği diğer bir nüsha daha vardır. bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 139-140.

[120] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c.XXII, s. 279.

[121] Ferişteoğlu, Hidayetnâme, İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Şer’iyye, no:1350, vr. 1b.

[122] bkz. Usluer, "Hurûfî Metinleri ile İlgili Bazı Notlar", s. 220.

[123] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c.XXII, s. 279.

[124] Bu Vasiyetnâme diğer nüshalara göre oldukça kısadır. bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 69-71.

[125] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 74-75.

[126] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s.75.

[127] Gölpınarlı, Abdülbaki “Fazlullah-i Hurûfî’nin Wasiyyat-nama'si veya wasaya'sı", Şarkiyat Mecmuası, ll, İstanbul 1957, s. 53-62.

[128] bkz. Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 13; Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, XXII, s. 278.

[129] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 13.

[130] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 76.

[131] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 82-83.

[132] Usluer, Fatih, Hurûfîlik, İlk Elden Kaynaklarla Doğuşundan İtibaren, İstanbul, 2009, Kabalcı Yayınevi, s. 53, 55.

[133] bkz. Kiya, Vejanâme-i Gürganî, s. 34, 35, 36, 43.

[134] Browne, A Catalogue of the Persian Manuscripts in the Library of the Uniıversity of Cambridge, s. 69.

[135] Kiya, Vejanâme-i Gürganî, s. 42-43.

[136] Browne, A Catalogue of the Persian Manuscripts in the Library of the Uniıversity of Cambridge, s. 83-86.

[137] Bkz. Fazlullah, Cavidannâme, Milli Kütüphane, Ankara, Adnan Ötüken İl Halk Kütüphanesi, 06 Hk 502, vr. 462b-473b.

[138] Kiya, Vejanâme-i Gürganî, s. 28; Ajand, Hurufiyye der Tarih, s. 39.

[139] Aksu, “Fazlullah-ı Hurufî”, DİA, c. XII, s. 279.

[140] Milli Kütüphane-Ankara, Mili Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu, no: 06 Mil Yz A 4854.

[141] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 62-63.

[142] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 72.

[143] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Katoloğu, s. 75-76.

[144] Ajand, Hurufiyye der Tarih, s. 40.

[145] Gölpınarlı, Hurûfîlik Metinleri Kataloğu, s. 60.

[146] bkz. Ajand, Hurufiyye der Tarih, s.125-145.

[147] Na’imî, Divan (yazma), İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî, Farşça, no: 989.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar