Print Friendly and PDF

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ZEMİNİNDE FİLİSTİN MESELESİ

Bunlarada Bakarsınız


Filistin sorunu 64 yıllık geçmişiyle Guinness Rekorlar Kitabı’na rakipsiz şekilde dünyanın en uzun problemi olarak girmeli. Dünyada yaptırım gücü olan tüm devletler­in aktif katılımlarına rağmen 64 yıldır durdurulamayan kan, insanlık tarihi açısından bir yüz karası haline geldi. “Bu konuyu kim çözer, nasıl çözer.” sorusu 64 yıldır karşılığını bulamadı. Belki de uygulanan yöntem veya uygulamacıları değiştirmek çözüme daha çabuk ulaşmayı sağlayabilir.
Yıllardır belirsizlikten beslenen ve büyüyen İsrail’in konuyu çözmesini beklemek safdillik değilse de en azından yakın tarihi iyi okumamak olarak algılanmalı. Filistin tarafından çözümü beklemek ise çok ağır bir yükü, kaldırma kapasitesi düşük olan birinden istemek gibi orantısız bir istek olacaktır.
Güç dengesinin olmadığı yerde barış aramak tarihi gerçeklerle uyuşmuyor. İsrail gibi gerek ülkesi içinde, gerek ülkesi dışında siyasi, ekonomik, militer ve hepsinin ötesinde sosyal dokusu en iyi entegre ve organize olmuş bir ülke ile masaya oturmak için en az onun kadar güçlü olmak gerekecektir. Ortadoğu açısından bakıldığında bu gücü dengeleyecek bir güç henüz görünmemektedir. Bu dengesizlik tek yanlı politikaların uygulanması karşısında katı defansif (savunma) ve reaksiyoner davranış biçimleriyle dengelenm­eye çalışılmaktadır; ama elde edilen sonuç 64 yılda sürekli gelişen bir İsrail karşısında en temel isteklerini dahi sorgulamaya başlayan bir karşı görüşü ifade ediyor.
Öncelikle konunun başlangıcı açısından tarafların oluşumu sıkıntılı olmuştur. İsrail gibi uluslararası güçlerin tam desteğiyle kurulan bir devleti Filistinliler ile veya Arap birliği ile dengelemeye çalışmak çok büyük bir güç dengesizliği oluşturmuştur.
Filistin gibi İslam âlemi açısından Mekke ve Medine’den sonra 3. en kutsal mekânı içeren bir bölge adına İslam âleminin bir kısmının taraf olması eksik katılımdır ve tüm İslam âlemini temsil eden devletlerin tek politika izlemesi gereken en önemli alan olmalıdır. Bu sağlanmadan atılacak adımlar netice getirmekten uzak olacaktır. 64 yıldır kendini arayan İslam medeniyeti bugün gelinen konumda dünden daha yakınlaşmış ve devletler boyutunda olmasa da sosyal yapı olarak haberleşmenin getirdiği olanaklarla ortak değerlerde hızlı yakınlaşan bir yapıya bürünmektedir.
Arap bahan gibi halkların özgürleşme eğilimlerinin ve iktisadi gelişmenin, sivil toplu­mun güçlenmesine, devletlerin de daha yakınlaşmasına vesile olacağı açıktır.
Şu kesin olarak bilinmelidir ki, Filistin meselesinde İsrail’in 64 yıllık tavrı barış sözcüğünü ve savunma sözcüğünü farklı boyutta kullanmaktadır. Buna bir örnek olarak 3. milenyumun başındaki konuşmasında o günkü İsrail başbakanı olan Ehud Barak, dünyanın tüm devlet başkanlarına hitaben şöyle diyor:
“Kudüs İsrail'in ebedi ve ezeli başkentidir, şimdi sizi onurlu barışa davet edi­yoruz. “
Dünyanın gözü önünde bu sözü şöyle anlamak lazım:
“Siz BM olarak her ne kadar Kudüs ile ilgili uluslararası hukuk içinde ka­rarlar alsanız da bunları biz kenara atarız, dinlemeyiz, Kudüs'ü siz kabul etmeseniz de başkent yaparız, onurlu barış davetimizde hukuku unutun, bizim gücümüzü görün, Kudüs'ün statüsünü kabul edin. Bunun adına da onurlu barış diyerek herkesi memnun edelim.”
19 Mayıs 1942’de daha sonra İsrail’in ilk başbakanı olan o günkü pozisyonu ile Hagannah terör örgütünün ilk başkanı Ben-Gurion İngiliz mandasına devlet sınırlarının Nil’den Fırat’a uzandığını ilan ediyor. Eğer sizin genel stratejiniz buysa neden sınırlarınızı belirleyeceksiniz, daha gidecek çok yol var. Doğal sınırlara kavuşuncaya kadar sınır anlaşması yapmamak stratejinin bir parçası olmalı.
1967 savaşını müteakip Kudüs’ün tamamını ele geçiren İsrail’in o günkü savunma bakanı Moşe Dayan yaptığı açıklamayla niyetlerini çok açık ifade etmiştir:
“İsrail savunma güçleri (neyi savundularsa) Kudüs'ü kurtarmıştır, (acaba işgalci kimdir?) Bizler parçalanmış şehri, İsrail'in başkentini, yeniden birleştirdik. Bu mukaddes mekâna ondan bir daha asla ayrılmamak üzere döndük.”
4 Temmuz 1967 BM genel kurulu işgali geçersiz saymıştır; ama 45 senedir bir değişiklik olmamıştır. 1949 tarihli Cenevre konvansiyonu hükmüne göre, bir devlet işgal ettiği topraklan savaş ile mülkiyetine geçiremez. Uluslararası hukuk bunu söylüyor; ama İsrail demografik değişikliklerle fiili durum oluşturmaya devam ediyor.
Barış ise çok kırılgan bir durumdur. Her isteyen taraf açısından her an bozulabilir. Dolayısıyla belirgin fikir ve barış istediği, en azından İsrail açısından elzem değil, tam aksine bağlayıcılığı olan yanlış bir stratejidir.
Yine 10 yıl sonra bugünkü İsrail Dışişleri Başkanı da benzer bir şey söylüyor. 28 Eylül 2010 BM genel kurulu çözüm olarak:
“Demografik gerçeklerden yola çıkarak sınırlan belirleyelim.”
Diyor. Yani:
“Biz yıllarca işgal yaptık siz BM'de bunu kınadınız ve aleyhimize karar­lar aldınız, işgal ettiğimiz yerlere yerleşim yerleri yaptık, siz kınadınız, bu yerleşimler uluslararası hukuka aykırı dediniz ama bütün bunları boş verin biz güçlüyüz hukuku kenara koyun gerçekçi olun siz bizle uğraşamazsınız.”
Demeye getiriyor.
Konunun diğer bir önemli yanı da demografik (Nüfus bilimiyle ilgili) yapısını sürekli geliştiren İsrail’in su ihtiyacıdır. Savaşlar toprak amaçlı görünmekle birlikte SU DURUMU, bölgeyi her an yeni savaşlara gebe bırakmaktadır.
Örneğin GAZZE ŞERİDİNDEN İSRAİL’İN ÇEKİLMESİ İYİ BİR ÖZ­VERİ GİBİ DÜNYA KAMUOYUNA SUNULMUŞTUR. AMA GAZZE SUYU OLMAMASI İTİBARİYLE İSRAİL İÇİN STRATEJİK BİR TOPRAK DEĞİLDİR AMA İSRAİLLİ HİÇBİR YETKİLİ BATI ŞERİA’DAN ÇEKİLMEYİ AĞZINA ALMAMAKTADIR. ÇÜNKÜ BATI ŞERİA İSRAİL’E SU SAĞLAMAKTADIR.
BM raporlarına göre İsrail Lübnan’ın güneyini güvenlik gerekçesiyle işgal etmiştir; ama bu bölgede uluslararası hukuka ve Cenevre sözleşmesine aykırı olarak bölge su­yunu elde etmek için boru hattı döşendiği ve yıllık 500 milyon m3 su aldığı ortaya çıkmıştır. Bölgedeki Litanı ırmağının suyunu kullanmak eski bir Siyonist hayalidir. İSRAİL KURULURKEN HEİM WEİZMANN KUZEY SINIRININ LİTANI OLMASINI İSTEMİŞTİR.
Bu strateji çok öncelerden başlamış 1926 yılında Yahudi mühendis Pinhas Rutenberg’e İngiliz yönetimi, Şeria ve Yermuk’tan hidroelektrik enerjisi sağlamak için 75 yıllık bir ayrıcalık vermiş. Dolayısıyla Araplar bu sularda uzun süre baraj yapamamıştır.
1967 Arap İsrail savaşı da, suyun kıymetini anlayan Arap ülkelerinin Ocak 1964’te yaptıkları ilk zirvede ve Eylül’deki ikinci zirvede ŞERİA NEHRİ ve onu besleyen kaynakların akışını değiştirme karan almış. 1965 Eylül ayında giderlerini Mısır ve Suudi Arabistan ödemeyi taahhüt etmiş ama 1966 yılında toplantı yapılamamıştır. 1967 yılındaki Hartum toplantısında Nehir konusu ağır yenilgiden dolayı gündemden kalkmıştır. 320 km bir nehrin öneminden dolayı İsrail acil müdahale ile can damarlarına dokundurtmamış, diğer işgalleriyle su hırsızlığı dahi yapmıştır.
Bütün buna ek olarak ABD başkanı Obama 23 Eylül 2010 tarihinde İsrail’i şöyle tanımlıyor. “İsrail egemen bir devlettir ve Yahudi toplumunun tarihi ülkesidir”
Böyle bir ifade tüm dünya hukuk normlarının İsrail için nasıl eğilip büküldüğünü görmek için yeterlidir. Egemenlik tarihten gelen bir hak olarak 4000 yıl geriye götürülebiliyorsa bizzat ABD’nin kendisi nereye gidecek. Bu temel varsayımın doğru olduğunu bir an kabul etsek acaba bütün dünya coğrafyası nasıl bir yeni görünüm alır. İsrail’in yıllarca söylediği bir tezi savunanın ABD başkanı olması konuyu kavramak açısından önemli. Hele bunu söyleyen Afro-Amerikan (Siyahi) bir kimlikle bunu söylüyorsa ABD içindeki lo­bilerin gücünü ve İsrail’in pazarlık masasında sadece Filistin’in yer almasının ne kadar orantısız bir güçle konuşulduğunu anlamak bakımından çok önemlidir.
Amerika’nın İsrail’e açık desteğini kuruluşundan bu yana vermesi onun ara bulucu­luk vasfını ortadan kaldırmıştır. Önemli güvenlik konseyi kararlarının sürekli veto­larla uluslararası yaptırımları bloke etmesi de İsrail’i şımartmıştır. Dolayısıyla ABD’nin arabuluculuk pozisyonundan çekilmesi gerekmektedir.
İslam âlemini temsilen İslam işbirliği teşkilatının Filistin tarafı ile birlikte toplantılara girmesi Filistin’in elini güçlendirecektir.
İsrail’in uluslararası yaptırımlarına ABD’nin engel olmasına karşılık İslam ülkeleri toplu ekonomik yaptırımları çok sıkı olarak uygulamalıdır. Buna ek olarak konuya BM’de destek veren tüm ülkelerle birlikte uluslararası Filistin konferansı düzenlenerek bu hukuksuzluğa, ekonomik yaptırımlarla bir cevap verilmelidir.
Konu militer çözümden ziyade uluslararası hukuk platformları ve barışçıl eylem planlan ile desteklenmeli ve uluslararası vicdan harekete geçirilmelidir.
29 Kasım 1947 Güvenlik Konseyi 181 no’lu karar ile Filistin’in ikiye bölünmesine karar verdi.
%54Yahudiler
%46 Araplar
Daha ortada İsrail devleti yoktu. İngiliz mandası devam ediyordu. O günkü nüfu­sun %68’i Arap olmasına rağmen ve toprak mülkiyetinin %93,5’i Arapların olmasına rağmen bu karar alınmıştı; ama bu bile ana stratejiye uymadığı için İsrail devletinin kurulmasından sonra yeterli olmadı. Bugün gelinen noktada 67 sınırları dâhil İsrail çok daha farklı taleplerle “barış istediğini” söyleyebiliyor ve bu karan alan BM’i, İsrail Başbakanı Netanyahu 23 Eylül 2011 konuşmasında:
“Saçmalıklar tiyatrosu... “
olarak nitelemekten çekinmiyor ve genel kurulun 27 kararından 21’ i İsrail’i kınamıştır diyerek kendi hukuksuzluğunu itirafta bulunuyor.
Var olan en önemli gerçek ise İslam âleminin bu konuya tepkisel yaklaşımlar hariç iyi organize olamadığını göstermektedir. Ölümler oldukça akla gelen Filistin meselesi tarihi, hukuki ve siyasi bilginin çok yoğun üretilmesini gerektirmektedir. Uluslararası devlet hukukuna en çok ihtiyacımız olduğu dönemlerde yeterli uzmanların olmayışı, tarihi vesikaların ve belgelerin üretilmemiş olması, sosyal yapıda sivil toplumun derinleşmemesinden kaynaklanan ortak tavır eksikliği ve ülkeler arası ve bilhassa İslam ülkeleri arası koordinasyon eksikliği konuyu uzatmakta ve geçerli bir barışı oluşturacak yegâne taraf olan İslam dünyasının bir bütün olarak ortaya çıkmasını engellemekte­dir. Yeni ortaya konulan stratejide de BM çözüm platformu değildir. Ancak, “Filistin tarafıyla bu işi biz çözebiliriz başkası karışmasın” diyor.
Bütün bu değerlendirmelerden sonra şunu ifade etmek isterim ki belki uluslararası vicdanın temsilcisi olması beklenen yegâne platform BM’dir. Kuruluşundaki ve yapısındaki çarpıklıkların giderilmesi konusu önemli olmakla beraber uluslararası diya­logun yegâne kabul edilmiş kurumudur. Bu platformu İsrail’in dışlama çabası, esasında yapılanların uluslararası vicdan tarafından kabul görmediğini, kınamaların bir gün kendinin tamamen dışlanabileceği korkusunu taşıdığını göstermektedir.
Çalışma bizden Tevfik Allah’tandır.
Erol YARAR
Filistin Platformu Başkanı
İnsanlık tarihinin en önemli ve trajik olaylarından birisi şüphesiz yüzyılı aşkın bir sü­redir yaşanmakta olan Filistin sorunudur. 1948 yılında İsrail Devleti’nin kurulması ile bu sorun daha pekişmiş ve uluslararası politikanın ve hukukun gündemine daha çok girmiş olsa da sorunun temellerinin 19.yy’ın son dönemlerine dayandığını belirtmek gerekmektedir. Yüzyıllar boyunca sıkıntılı dönemler geçiren ve özellikle Avrupa’da uğ­radıkları kötü muamele nedeniyle dünyanın birçok yerine dağılmış olan Yahudileri tek bir çatı altında toplamak üzere bir devletin kurulması yönündeki girişimler 19. yy’ın son çeyreğinde hız kazanmıştır. Özellikle dönemin en önemli aktörü olan İngilizlerin desteğini alan Yahudiler, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Filistin Bölgesi’nden toprak satın alma talebinde bulunmuşlardır. Bu talebin geri çevrilmesi üzerine farklı siyasi girişimler başlatılarak Filistin toprakları öncelikli olmak üzere Yahudiler için bir devlet kurulabilecek yer arayışına girişilmiştir. I. Dünya Savaşı’na doğru giden süreçte İngilizler ve Fransızların Dünya siyasetine yön verme girişimleri ve başlatmış oldukları topraklan paylaşım süreci Filistin sorununun en önemli kırılma noktalarından birisi olmuştur.
1917 yılında İngiliz savaş kabinesinin Dışişleri Bakanı olan Althur Balfour’un girişi­miyle başlatılan ve Yahudilere bir devlet kurulması fikrini taşıyan deklarasyon İsrail- Filistin çatışmasının da en önemli temellerinden birisidir. Bakan Balfour’un ismiyle anılan bu deklarasyon Filistin topraklarında bir Yahudi Devletinin kurulmasına verile­cek desteğe yönelik bir beyan olarak nitelendirilebilir. Nitekim Althur Balfour, ulusla­rarası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek İngiliz Hükümeti’nin Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması için gerekli desteği vereceğini ifade etmiştir. Bunu takip eden süreçte, Osmanlı’nın Orta Doğu’da- ki topraklarının İngiliz ve Fransızlar arasında paylaşıldığı Sykes-Picot Anlaşması da bu durumu pekiştiren bir unsur olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından İngiliz ve Fransızlar arasındaki pay­laşım sonucunda Filistin toprakları İngilizlerin kontrolü altına girmiştir. Daha önceden hazırlıklarına başlanan ve İngiliz yetkililer tarafından Musevi devletinin kurulması için gerekli desteğin verileceği yönündeki taahhüdün bir sonucu olarak bu dönemde Fi­listin topraklarında Yahudi yerleşimi başlamıştır. Ancak Yahudilerin bugünkü Filistin bölgesine yerleşmesinin oldukça uzun bir geçmişi vardır. Milattan önceki dönem­lerden itibaren bölgeye yerleşen Yahudiler sonraki dönemlerde de göçlerini devam ettirmiştir. Osmanlı Devleti 1517’de Filistin’e girdiğinde kayda değer miktarda Yahudi ile karşılaşmıştı. 1880’lere kadar Yahudi göçü azalarak da olsa devam etmiştir. Doksan üç harbinden sonra siyasi bir durum arz eden Yahudilerin Filistin bölgesine göçü me­selesi Theodor Herzl’in çabalarıyla zirveye ulaşmıştır. Osmanlı Devleti Filistin’e Yahudi göçünü engelleme konusunda taviz vermemesine ve çeşitli sınırlamalar getirmesine rağmen Yahudiler belli oranlarda da olsa Filistin’e yerleşmeyi başarmışlardır. Diğer ta­raftan, 1880’lerde Rusya’da çıkan Yahudi aleyhtarlığından (anti-semitizm) kaçan Yahudilerin bir kısmı da Filistin’e yerleşmiştir. Böylelikle 1882’de 6 yerleşim merkezi ve 22.000 dönüm arazisi olan Yahudiler, bunu 1900’de 22 yerleşim yeri ve 220.000 dö­nüm araziye yükseltmişlerdi. Aynı süreçte bölgedeki Yahudi nüfusu da 25.000’i aşmıştı. 1922’de 84.000, 1932’de ise Filistin’deki Yahudi nüfusu 181.000’e ulaşmıştır. Sadece 1933—35 yıllan arasında Filistin’e olan Yahudi göçü 134.540’dır. 20. yüzyılın başından itibaren Arapların tepkisinde rol oynayan en önemli etken işte bu Yahudi göçleri ol­muştur. 1921,1929, 1933 ve 1937—38 yıllarında şiddetli çatışmalar olmuştur. İngiltere bu çatışmalara çözüm bulmak amacıyla 1939’da Filistin’e yapılacak Yahudi göçlerini ciddi oranda sınırladı. Bu durumun sonucu olarak Yahudiler Filistin’e kaçak girmeye başladılar.
Filistin topraklarında Yahudi nüfusunun artması ve II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler’in (BM) İsrail Devleti’nin kurulmasını gündemine almasıyla Filistin Sorunu uluslararası arenada da daha kapsamlı olarak yer tutmaya başlamıştır. II. Dünya savaşı sonrasında İngiltere meseleyi 2 Nisan 1947’de Birleşmiş Milletlere götürdü. B.M. Filistin Komisyonu, yaptığı incelemelerden sonra raporunu yayımladı. Buna göre ko­misyon oy birliği ile Filistin’in bağımsızlığını teklif ediyordu. 27 Kasım 1947’de Filis­tin komisyonu Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksimine karar verdi. Bu karara göre Kudüs şehri milletlerarası bir statüye sahip olacaktı. Türkiye ise Arap ülkeleriyle beraber bu taksimin “aleyhinde” oy vermişti. Netice itibarıyla Filistin’deki kuvvetlerin çekilmesinden bir gün önce, 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Aynı gün Amerika Birleşik Devletleri İsrail’i tanıdığını bildirdi. İsrail devleti kurulur kurulmaz, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak ordulan İsrail’e savaş ilan etti. Böylelikle de Birinci Arap-İsrail savaşları başla­mış oldu. Bu savaşlar bir yıl kadar sürdü ve Arapların mağlubiyetiyle neticelendi. Bu savaşları ilerleyen yıllarda 1956 Süveyş Krizi, 1967 Altı Gün Savaşı ve 1973 Yom Kippur Savaşı takip edecekti. Böylece Filistin Sorunu tüm dünyanın yakından takip ettiği önemli bir çatışma alanı haline gelmiştir. Bu çerçevede bu çalışmada BM bünyesinde devletlerin 2000 yılından itibaren yaptığı konuşmalar üzerinden Filistin sorununa yaklaşımları ve çatışmanın ana unsuru olan İsrail ve Filistinlilerin ise ne tür dayanaklardan hareketle siyaset izledikleri birincil ağızdan açıklama ile ortaya konulmaya çalışılacaktır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurul’u bünyesinde yapılan ve devletlerin üst düzeyde tem­sil edildiği Genel Müzakere oturumları bir devletin genel politikasını ifade etmesi anlamında önem taşımaktadır. Genel Müzakere oturumlarında yapılan konuşmaların doğrudan bir bağlayıcılığı olmamakla beraber bu konuşmalar bir devlet adına tüm dünyaya yapılan resmi açıklama olması nedeniyle devletlerin algılamalarını ve siyaset yapma şekillerini kavrama açısından hayati bir konuma sahiptir. Nitekim BM gibi devletlerin kendilerine meşruiyet zemini sağladıkları bir kurumun çatısı altında yapılan bu konuşmalar dünya siyasetinde tezahür eden gelişmelere yönelik devletlerin yaklaşımlarına dair bizlere önemli ipuçları vermektedir. Aynca her yıl gerçekleştirilen yeni oturumda devletlerin olaylara yaklaşımlan bağlamında da bir süreklilik ya da değişim analizi yapmak mümkün olmaktadır. Bu çerçevede Filistin Sorunu’nun en önemli çözüm noktalarından birisi olarak kabul edilen BM’nin Genel Kurul bünyesindeki Genel Müzakereleri sorunun konuma dair önemli yer edinmektedir. Gerek İsrail ve Filistin gibi bu sorunun doğrudan tarafı olan siyasi yapılan temsil eden konuşmacıların gerekse bu sorunla ilgilenen diğer devletlerin açıklamaları İsrail ve Filistin arasında­ki uzun yıllardır devam eden çatışmaya yönelik nasıl tavır alındığı ya da uygulanan politikalarda ne tür değişimlerin ortaya çıktığını bize göstermektedir. Özellikle başta sorunun doğrudan tarafları ve ardından diğer önemli güçlerin açıklamalarını dikkatle analiz ettiğimizde çatışmanın boyutu ve algılamasına dair oldukça kapsamlı fikirler elde etmek mümkün gözükmektedir.
Filistin Sorunu’nun başlamasının en önemli nedeni şüphesiz İsrail Devleti’nin Filistin topraklarında bağımsızlığını ilan etmesi ve bunun sonucunda uluslararası toplumun ve BM’nin İsrail’in bağımsızlığını tanımasıdır. Bu andan itibaren İsrail ve Filistin çatışması sadece yerel bir sorun olmanın ötesine geçerek uluslararası bir hüviyet kazanmıştır. Bu durum sadece küresel güçlerin ya da farklı devletlerin bu sorunun bir tarafı olmasından ziyade aynı zamanda BM tarafından da tanınmış ve meşruluk iddiasında olan bir dev­letin fiili işgal siyasetini devam ettirmesi ve uluslararası hukuka muhalif uygulamalar gerçekleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Nitekim BM Güvenlik Konseyi tarafından İsrail aleyhine alınmış olan 200’ü aşkın karar bu açıdan önemli bir göstergedir. Bir taraftan meşruluk vurgusunu yapan ve demokratik bir ülke diskurunu yürüten İsrail Devleti bir taraftan da uluslararası hukukun gerekliliklerini yerine getirmeme husu­sunda direnmekte ve siyasi manevralarla kendisine daha fazla alan açmaya çalışmaktadır. Bu bağlamda, İsrail Devleti adına BM Genel Kurulu bünyesindeki Genel Müzakereler de 2000 yılı sonrası yapılan görüşmeler İsrail’in genel tavrını ve siyaset üretme dina­miklerini anlama açısından oldukça önem taşımaktadır.
İsrail’in Genel Müzakerelerde yaptığı konuşmalar mercek altına alındığında sürekli olarak Yahudi inancına vurgunun yapıldığı, Tevrat’tan alıntıların konuşmaya eklendiği ve Yahudi teolojisi çerçevesinde bir siyaset yapma algısına sahip olunduğu açıkça gö­rülmektedir. Konuşmalarda Kudüs’ün -İsrail’in tabiriyle Yeru Şalim’in- İsrail’in ezeli ve ebedi başkenti olduğu sıkça tekrar edilmektedir. 2000 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Shlomo Ben-Ami’in yaptığı konuşmadaki ifadeleri İsrail Devleti’nin Kudüs’e yönelik planlarının kaynağını göstermek hususunda önemli bir örneklik teşkil etmektedir. Bu konuşmada Ben-Ami’nin ifadeleri Kudüs ile ilgili ifadeleri şöyleydi:
“Ancak “Altın Çağın’ın” zirvesinde dahi Müslüman İspanya’nın mucizeleri ve sefası arasında dahi halkımız hiçbir zaman Kudüs’e olan hasretlerini ve hayallerini terk etmediler. Bu durum sekiz yüz yıldan uzun bir süre önce şair Yehuda Halevi’nin mısralarında da vurgulanmıştır:
Kalbim Doğu’da atıyor, ancak ben Batı’nın en uzak köşesindeyim.
Batı’nın derinliklerinden sanadır hasretim.
Soykırım ve dağılmışlık yüzünden bir yana savrulmuş küçük bir ulusuz ancak mirasımız zengindir. Müslüman bir kaynağa göre “İsrail halkının günlerinde Kudüs Kahire ve Bağdat’tan daha büyük bir bölgeydi” ki bu bölge bizim ezeli başkentimiz Kudüs’tür ve Tek tanrılı dinlerin mesajı insanlığa buradan yansıtıl­dı. Kudüs’teki kutsal mekânlar Yahudi inancı, kimliği ve tarihinin tam kalbinde bulunmaktadır. Son iki yüzyıldır Yahudiler günde üç kez ibadetlerinde Harem-i Şerif’e dönmektedirler.
Eğer seni unutursam Yerüşalim, sağ elim kurusun. Eğer seni anmazsam, dilim

damağıma yapışsın.
Bu duayı okudular mutlulukta ve üzüntüde.
En azından biz tüm kutsal mekânlar üzerinde özel hak iddia etmiyoruz. Pey­gamber Ishak’ın müjdelediği gibi: “Benim evim tüm insanlar için İbadet Evi olarak anılsın”. “
Görüldüğü üzere bu ifadeler İsrail’in temel felsefesi ile ilgili önümüze açık bilgiler koymaktadır. Kudüs’ü ezeli ve ebedi başkent olarak kabul eden ve onu unuttuğu tak­dirde sağ elinin kuruması için dua eden bir düşünce biçiminin ürünü olarak siyaset üretilmesi Filistin topraklarının İsrail nezdinde meşru ve hak edilen topraklar oldu­ğunu göstermektedir. Nitekim müzakereler esnasında yapılan bir konuşmada “Vaad edilen topraklar artık umut vaad ediyor” şeklinde ifade, İsrail’in Yahudi inancı temelli bir devlet olduğunu ve bu felsefe ile hareket ettiğini göstermektedir.
İsrail’in konuşmaları incelendiğinde göze çarpan önemli hususlardan birisi de Siyo­nizm düşüncesini meşrulaştırma çabasıdır. İsrail Devleti’nin Siyonist düşünce eksenin­de siyaset ürettiğini BM Genel Kurul’unda açık bir şekilde ifade etmesi İsrail’in devlet yapısına dair soru işaretlerini peşi sıra getirmektedir. Siyonizm’in bir başkaldırı olduğu bizzat İsrail Devlet adamlarınca BM’de ifade edilmektedir:
“Çoğu başkaldırı bir sisteme karşıdır; Siyonizm kadere karşı bir başkaldırıdır. Siyasi gerçeklikler dünyasıyla tekrar karşılaşmamızın bu ifadesi 1948 yılında Yahudi Devletimizin kurulmasına bizi taşımış­tır.”
Bu ibare İsrail’in Siyonist bir devlet tanımlamasını kabul ettiğini göstermektedir. Aynı şekilde başka bir konuşmada “İsrail kurucularının Siyonist vizyonu, dünyayı öyle bir duruma getirmekti ki bu kadim yurdumuz insanlarımızı zulümden koruyacak bir cennet olarak hizmet etsin. Yahudi insanların modern dönemde kendi kaderini belirle­me hakkını yerine getirebildiği bir yer! Demokrasinin bir burcu ve tüm vatandaşlarına fırsat sağlayan bir ülke!” ibaresi Siyonizm üzerinden siyaset üreten bir devlet varlığını açıkça ispat etmektedir. Bununla birlikte Siyonizm ve demokrasinin birlikte zikredil­mesi ve İsrail’in demokratik bir ülke olduğunu ve bunun Siyonist vizyon sayesinde gerçekleştiğinin ifade edilmesi de tartışılması gereken önemli hususlardan birisidir.
Genel Müzakerelerdeki konuşmalara bakıldığında İsrail’in çift devletli bir barıştan yana olduğu görülmektedir. Sürekli olarak geçmişe vurgunun yapılması ve Arapların geç­mişteki teklifleri değerlendirmediğini ifade etmeleri uluslararası toplum nezdinde bir meşruiyet sağlama girişimi olarak da okunmaktadır. Bununla birlikte özellikle Ehud Barak’ın 2000 yılındaki Milenyum Zirvesi nedeniyle gerçekleştirilen özel oturumda yaptığı konuşma esnasında “ARTIK RUBİCON NOKTASINDAYIZ VE HİÇBİRİMİZ ONU TEK BAŞI­MIZA GEÇEMEYİZ.” yönündeki ifadesi İsrail’in barış hususunda istekli bir tavır sergileme­ye çalıştığını göstermektedir. Roma İmparatoru Jül Sezar’ın M.Ö. 49 yılında Lejyonu ile birlikte nehri geçmesine atıfta bulunularak kullanılan Rubicon’u geçmek deyimi geri dönüşü olmayan bir yolda daha ileri gitmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda Barak’ın bu deyimi özellikle kullanması İsrail’in de barışı bir zorunluluk olarak gör­meye başladığının ifadesi.
Banşa dair mesajlann İsrailli yetkililer tarafından verilmesiyle birlikte 11 Eylül saldmla- nnın sonucu olarak terörizm üzerinden bir meşruiyet sağlanmaya çalışıldığı ve Filistin Sorununa yaklaşımda İsrail’in teröre karşı mücadele (!) çerçevesinde kendisine bir saha açmaya çalıştığı görülmektedir. 11 Eylül’de gerçekleşen saldmlann ardından Şimon Peres’in BM’de yaptığı konuşmada ABD’ye yönelik yaklaşımı İsrail nezdinde ABD’nin konumu gösteren önemli bir örnektir. Peres bu konuşmasında şunlan ifade etmiştir:
“Amerika yalnızca yeni bir dünya değildir. O büyük bir kurum ve tepenin üzerindeki parıldayan bir şehirdir. Yalnızca somut bir yapı değil, aynı zamanda sağlam bir düşüncedir. Amerika'ya saldırabilirsiniz, onu incitebilirsiniz ancak onu yok edemezsiniz. Amerika'nın terörizm ile savaşı hepimizin savaşıdır. Biz derken bu Oturum’da bulunan her bir ülkeyi ve bu gezegendeki her bir insanı kastediyorum.”
Bu konuşmanın ardından bir yıl sonra yine Peres BM’de ABD ile ilgili benzer ifade­lerde bulunarak İsrail ve ABD arasındaki dostluğun ne tür bir dereceye sahip olduğunu göstermeye çalışmıştır. Aynı zamanda bu ifadeler ile İsrail, ABD’nin dünya üzerinde nasıl bir misyona sahip olduğu yönünde de tüm devletlere bir mesaj vermeye çalışmak­tadır. Peres bu konuşmasında şunları ifade etmiştir:
Hedef bu sefer Amerika Birleşik Devletleriydi. Daha önce kendi özgürlük ve hürriyetlerini savunan birçok ulusa yardım etmiş olan Amerika Birleşik Dev­letleri. Şimdi, A.B.D’ ye kendi özgürlüğünü korurken bizim özgürlüğümüzü savunma görevi ile meydan okundu. Kendi hayatını korurken bizimkilere siper olması için yapılan bir meydan okuma. Dünya Ticaret Merkezi'ne yapılan sal­dırı zamanımızda yeni bir ayırımı ortaya çıkardı: Ölüme ve acıya neden olan ve bunları telkin eden bir grubun yarattığı ayrım. Bu ayrımın yanlış tarafında duranlar; çeşitliliği ve heterojenliği barındıran, her inancı ve düşünceyi bağrına basan özgür dünyayı ve her bireyin farklı olma ancak yine de huzur ve güvenlik içerisinde yaşama hakkı olduğu prensibini yok etmeye çalışanlardır.
İsrail’in ABD üzerinden terörü ön plana çıkararak tüm insanlığa dair yaptığı çağrı­larının ardında Filistinlileri terörist olarak gösterme amacının yattığı konuşmalarda görülmektedir. İntihar saldırılarından sıkça bahsedilmesi ve hayatını kaybeden sivil İs­raillilerin örnek gösterilmesinin temel nedeni teröre karşı mücadele verme söylemini güçlendirmektedir. Hamas’ın bir terör örgütü olarak adlandırılmasına ek olarak Yaser Arafat’ta tehlikeli bir isim olarak ve İsrail’in banş için verdiği mücadeleyi baltalamaya çalışan bir figür olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. 2003 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Silvan Shalom tarafından gerçekleştirilen konuşmada Arafat aleyhine kullanılan dil ol­dukça farklı ve suçlayıcı bir üsluba sahiptir:
Bu korkunç acıdan Yaser Arafat direkt olarak sorumludur. Otuz yıldan fazla bir süredir, halkını terör yoluna sevk etmiştir; adam kaçırmaktan intihar saldırısına uzanan bir yelpazede. Ve her zaman İsrail'in acısını Filistin'in kazancından üstün tutmuştur.
Halklarımız arasında barışın önündeki en büyük engel olmuştur kendisi ve öyle kalmaya devam etmektedir. Güç kaynaklarını kontrol ettiği sürece de ılımlı bir liderlik ortaya çıkamayacaktır.
Bu Kurul'da daha geçen hafta gördüğümüz gibi, Arafat için oy kullanmak Filis­tinli insanlara karşı oy kullanmaktır. Arafat kazandığı zaman terörizm kazanır ve biz- hepimiz- kaybederiz.
Uluslararası topluluk Arafat'ın yardımına koşmak yerine Filistin halkının ger­çek çıkarlarının yardımına koşmalıdır.
Uluslararası topluluk, Arafat onları yıkım ve terör yoluna daha fazla yöneltme­den, hemen şimdi bunu yapmalıdır.
Daha önceki yıllarda Arafat’ın barış için önemli çabalar sarf ettiği ve bu yoldan gidil­mesi gerektiği ifade edilirken özellikle 11 Eylül sonrası ABD’nin başını çektiği kü­resel teröre karşı mücadele söylemi çerçevesinde İsrail’in buradan kendisine fırsatlar sağlamaya çalıştığı gözükmektedir. BM ve uluslararası toplum nezdinde tanınan ve saygınlığı olan, Filistin davasının en önemli simalarından birisi konumundaki ve Fi­listin halkının temsilcisi olarak defalarca görüşme yaptığı ve masaya oturduğu Arafat için İsrail’in kullandığı bu dil genel diskurda bir değişimin olduğunu göstermektedir. Şüphesiz terör etrafında şekillenen ve yeni güvenlik duvarlarının oluşturulmaya çalışıl­dığı küresel sistemde İsrail’in bunu değerlendirerek Filistinlilere karşı suçlayıcı bir dil üzerinden üstünlük sağlama siyasetini benimsediği görülmektedir.
İsrail’in konuşmalarında göze çarpan en önemli hususlardan birisi de İsrail’in BM’ye yönelik eleştirisidir. Özellikle son yıllarda beklediği desteği alamadığı için İsrail, BM’nin işlevselliğini ve meşruiyetini sorgulamaya başlamıştır. Uluslararası toplum­daki konumunun BM tarafından tanınmasıyla meşrulaştığı gerçeğinden uzaklaşılarak İsrail’in BM’ye karşı oldukça suçlayıcı bir tavır takınmaya başladığı görülmektedir. Benjamin Netenyahu’nun 2011 yılında yaptığı konuşma esnasında kullandığı ifadeler İsrail’in BM’ye yönelik değişen yaklaşımı için güzel bir örnek teşkil etmektedir. Bu konuşmasında Netanyahu şöyle hitap etmiştir:
Evet, bu BM kurumunun talihsiz bir yönüdür. Bu saçmalıklar tiyatrosundan başka bir şey değildir. Bu tiyatro yalnızca İsrail’i zalim olarak göstermekle kal­mamakta; aynı zamanda gerçek zalimlere de başroller vermektedir: Kaddafi’nin Libya'sı BM İnsan Hakları Komisyonu’na başkanlık yaptı, Saddam’ın Irak’ı BM Silahsızlanma Komitesine başkanlık etti. Şöyle diyebilirsiniz: Bu geçmişte kaldı! Evet, işte size şuan, bugün olan bir şey: Hizbullah kontrolündeki Lüb­nan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine başkanlık yapıyor. Bu aslında şu demek: terörist bir kuruluş dünyanın güvenliğini garanti altına alması gereken bir organa başkanlık yapmakta!
Bu hiçbir şekilde mazur gösterilemez.
Yani burada BM’de, otomatik çoğunluk herhangi bir şey için karar alabilir. Gü­neşin batıdan doğduğu ya da doğudan battığı yönünde bir karar alabilirler. An­cak şuna da karar verebilir- zaten verdiler- ki Kudüs’teki Batı Duvarı’nın, Yahudi inancının en kutsal yerinin, İşgal Altındaki Filistin Toprağıdır.
Netenyahu’nun bu sert ifadeleri İsrail’in birkaç sene önce BM’ye biçmiş olduğu rol ve misyona oldukça zıt bir konumdadır. BM ile ilişkilerinin hiç olmadığı kadar iyi ol­duğunun vurgulandığı ve BM’nin sağladığı katkının alkışlandığı bir durumdan İsrailli yöneticilerin böyle bir diskura geçmeleri ve Güvenlik Konseyi kararlarını İran, Suriye gibi devletlere ve Hamas ve Hizbullah gibi siyasi yapılara karşı uygulamaya koymadığı gerekçesi ile eleştirmesi oldukça garip gözükmektedir. Çünkü Güvenlik Konseyi’nin İsrail aleyhine aldığı 200’ü aşkın karara rağmen uluslararası hukuk ve toplumu yok sayan İsrail’in tehdit olarak algıladığı siyasi yapı ve devletlere karşı Güvenlik Konseyi kararlarının işletilmesini istemesi ve bu gerçekleşmediği için BM’yi suçlaması oldukça manidar bir durum olarak ortaya çıkmaktadır.
Israil-Filistin çatışmasının diğer bir önemli tarafı da Filistin otoritesidir. Bu bağlamda Filistin otoritesi adına Yaser Arafat, Mahmut Abbas ya da onlar adına konuşma yapan diğer temsilcilerin beyanatlarının ortak vurgusunun genel olarak sorunun çözülmesi ve çift devlet esaslı bir barış anlaşmasının imzalanması üzerine olduğu görülmektedir. Kudüs başkentli bir Filistin devletinin kurulmasına yönelik bir çabanın içinde olan ve gerek BM’de yapılan konuşmalarda gerekse uluslararası toplum nezdindeki tüm di­ğer girişimlerde bunu öncelik edinen Filistin otoritesi, İsrail’in ezeli ve ebedi başkent olarak nitelendirdiği Kudüs’e yönelik söylemini şiddetle reddetmektedir. Aynı şekilde konuşmalarda ön plana çıkan hususlardan birisi de İsrail’in Filistinlilere yönelik uygu­ladığı şiddet politikalarıdır. Bu çerçevede Filistinlilerin konuşmalarında İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve 1967 öncesi sınırlara dönülmesi arzusu görülmektedir.
İsrail’in konuşmalarında kullandığı daha saldırgan ve aktif üslubun aksine Filistin ta­rafının daha naif bir dil benimsediği görülmektedir. Barışın tesisi için başta ABD ol­mak üzere tüm dünyayı göreve çağırmaktadır. İşgal altında bir devlet olmanın vermiş olduğu psikoloji ile Filistin’in dış dünya eksenli bir yardım beklentisi içinde olduğu ve bu çerçevede özellikle ABD ve BM nezdindeki girişimleri memnuniyetle karşıla­maktadır. Ayrıca Filistin Otoritesi adına konuşmalarını gerçekleştiren konuşmacıların İsrail’e kıyasla daha seküler denebilecek bir söyleme sahip olduğu görülmektedir. İsrail adına yapılan her konuşmada Tevrat’tan alıntıların olduğu ve Yahudi teolojisi üzerinden siyaset üretildiğinin açıkça ortaya konulduğu ifadeler yer almaktadır. Bununla birlikte Filistinlilerin İslamiyet üzerinden değil daha çok barış, demokrasi, insan haklan ve uluslararası hukuk gibi kavramlar üzerinden hareketle bir söylem geliştirdiğini bizlere göstermektedir. Bu bağlamda İsrail bir din devleti refleksi ile hareket ederken Filistin­lilerin dini bu sorunun çözümünde ön plana çıkarmadıkları görülmektedir.
Filistin Sorununu yakından takip eden ülkelerin başında gelen ABD, barış için belirli bir efor sarf etmesine ve iki devletli bir çözüm üzerine yoğunlaşmasına rağmen İsrail’e karşı çözümsüzlüğü körüklemesi nedeniyle yaptırım düşüncesi içinde olmamaktadır. ABD başkanlarının yaptığı konuşmalarda taraflar sürekli olarak barışın tesisi için daha fazla çalışmaya davet edilmekte ve bölgede akan kanın durması için samimi adımların atılması gerektiği belirtilmektedir. Bununla beraber, İsrail’in Filistinlilere ve özellikle de son yıllarda Gazze’ye yönelik uyguladığı ambargo ve gerçekleştiği saldırılara dair İsrail tarafına sert mesajlar vermekten de geri durulmaktadır. Radikal hareketlere karşı önlemler alınması gerektiğinin altını çizen ABD’liler güvenliğin tesisi için özellikle Filistinli İslamcı hareketlere karşı önlemler alınması gerektiğini vurgulamaktadır.
Masum Filistinlilerin saldırılarda hayatlarını kaybetmesinden duyulan üzüntü ABD başkanlarınca konuşmalarında belirtilirken, teröre karşı verilen mücadele ve İsrail’in dış tehditlerce çevrili olduğu ve bu nedenle de kendi güvenliğini sağlamaya çalıştığı yönündeki ibarelerle İsrail’in saldırılarına meşruiyet sağlamaya çalışılmaktadır.
2011 yı­lında ABD Başkanı Barack Obama’nın yaptığı konuşmadaki beyanatı ABD’nin İsrail’e karşı yaklaşımı ve Filistin Sorunu’nda tarafsız bir konumda yer alamayacağını ve bu çerçevede öncelikle İsrail’in güvenliğini ve çıkarını düşüneceğini göstermektedir. Obama’nın ifadeleri şu şekildedir:
Ama şunu da çok iyi anlayınız: Amerika'nın, İsrail'in güvenliğine olan bağlılığı sarsılmazdır. İsrail ile olan dostluğumuz derin ve kalıcıdır. Bu yüzden, kalıcı barışın, İsrail'in her gün karşı karşıya kaldığı güvenlik endişelerini iyi anlaması gerektiğine inanıyoruz.
Gelin kendimize karşı dürüst olalım! İsrail kendisiyle devamlı savaş halinde olan komşularla kuşatılmış durumdadır. İsrailli siviller evlerinde roketlere hedef olmakta ve otobüslerinde intihar saldırılarına maruz kalmaktadır. Israilli ço­cuklar, bölgedeki diğer çocuklara İsrailli çocuklardan nefret edilmesi gerektiğinin öğretildiğini bilerek büyüyorlar. İsrail, 8 milyondan az nüfusu olan küçük bir ülke olarak dış dünyaya baktığında; onları haritadan silmekle tehdit eden liderlerle karşılaşıyor. Yahudi toplumu yüzyıllardır yüklendikleri sürgün ve zulüm yükünü ve 6 milyon insanın sadece kendileri oldukları için öldürülmesinin taze anılarını taşıyorlar. Bunlar gerçeklerdir. İnkâr edilemezler.
Obama’nın bu açıklamaları İsrail’in güvenliği için ABD’nin bir bakıma her şeyi yap­maya hazır olduğunu da göstermektedir. Bu bağlamda İsrail’in güvenliğini tehdit ede­cek unsurlara karşı önemli mesajlar da verilmektedir.
BM Güvenlik Konseyi’nin ABD ile birlikte diğer daimi üyeleri olan İngiltere, Fransa, Rusya ve Çin’in konuşmalarında da İsrail ve Filistin sorununun çözümüne dair genel mesajlar bulunmaktadır. Öncelikle bu devletlerin konuşmalarında her yıl İsrail- Filistin sorununa değinmedikleri görülmektedir. Genel olarak Orta Doğu politikaları çerçeve­sinde şekillenen ve genel mesajlardan oluşan ifadeler konuşmalarda yer almaktadır. Fi­listin sorununun zikredildiği durumlarda ise iki devletli çözüm önerisi ve bölgede akan kanın bir an önce durması ve barışın tesis edilmesi yönünde çağrılar yapılmaktadır. Aynı şekilde BM Güvenlik Konseyinin aldığı 242 ve 338 no’lu kararların uygulamaya konulması yönünde vurgu da konuşmalarda sürekli olarak yer almaktadır.
İsrail ve Filistin sorununu yakından takip eden ve her iki tarafa da sahip olduğu konum ve ilişkiler nedeniyle samimi duran Türkiye’nin açıklamaları da oldukça önem taşımak­tadır. Bilindiği üzere Türkiye, Filistin davasını her daim sahiplenmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne en çok desteği veren ülkelerin başında gelmiştir. Bu bağlamda tarihsel bağ­lara ek olarak son birkaç on yıldaki gelişmelerde de Filistin’e verdiği destek nedeniyle Türkiye İsrail ve Filistin çatışmasının en önemli dış aktörlerinden birisi haline gel­miştir. Aynı şekilde İsrail ve Türkiye’nin müttefikliğe varan yakın ilişkisi Türkiye’nin Filistin politikasında İsrail’i göz ardı etmemesini de beraberinde getirmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin İsrail’in Gazze’ye yönelik 2008 yılının son günlerinde başlatmış olduğu saldırılara ılımlı bir üsluba sahip olduğu konuşmalarda görülmektedir. Genel yaklaşım akan kanın durması, tarafların üzerine düşeni yapması ve barışın bir an önce tesis edilmesi yönündedir. Birçok devlet gibi Türkiye’de Güvenlik Konseyi’nin 242 ve 338 no’lu kararlarının uygulanması yönünde çağrısını konuşmalarda her daim yinele­miştir. Bununla birlikte Gazze saldırıları sonrası meydana gelen gelişmeler, Türkiye ve İsrail arasındaki diplomatik kriz ve son olarak Gazze’ye yönelik insani yardım taşıyan filoya yapılan saldırıda 9 Türk vatandaşının hayatını kaybetmesi Türkiye ve İsrail ara­sındaki ilişkilerinin kopma noktasına gelmesine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak da özellikle 2009 yılında itibaren yapılan konuşmalarda İsrail’e karşı daha sert bir tutum benimsenmiş ve İsrail’in yaptığı hukuk dışı uygulamalar Genel Müzakereler esnasında tüm dünyaya duyurulmaya çalışılmıştır.
Sonuç olarak, BM Genel Kurul bünyesinde senede bir defa gerçekleştirilen ve Devlet Başkanı ya da Başbakan veyahut onları temsil eden bir bakanın katıldığı Genel Müza­kereler devletlerin politikalarını anlama açısından önem arz etmektedir. Herhangi bir bağlayıcılığı olmayan bu müzakerelerde devletler dış politikalarına dair mesajlar ver­mekte ve dünya siyasetinde nasıl bir konumda olmak istediklerini göstermektedirler. Ayrıca küresel hale gelmiş sorunlara yönelik yaklaşımlarını da ifade ederek nasıl bir yol takip edeceklerinin sinyallerini vermektedirler. Son yüzyılın en önemli ve karmaşık sorunlarından birisi olan İsrail-Filistin çatışması da Genel Müzakereler esnasında en fazla temas edilen konuların başında gelmektedir. Bu çerçevede İsrail ve Filistin gibi sorunun doğrudan parçası olan taraflara ek olarak diğer devletlerin açıklamaları da bu soruna dair nasıl bir ajandaya sahip olunduğunu göstermektedirler. Devletlerin dış politika felsefelerini ve belirli hususlarda nasıl bir pratik izleyeceklerini ortaya koyan
Genel Müzakereler devletlerin geçmiş yıllarda izlemiş oldukları politikalarda ne tür değişimler ve süreklilikler gösterdiklerini de anlama noktasında önemli ipuçları ver­mektedir.
Yukarıda belirtilen çerçevede Filistin Sorunu etrafında öncelikle İsrail ve Filistin’in, ardından ise ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Türkiye’nin nasıl bir politikaya sahip oldukları birincil ağızlardan incelenmeye çalışılmıştır. Genel Müzakerelerde devlet adı­na en üst düzey temsilcinin yaptığı konuşma o devletin bir bakıma resmi politikasının izahı şeklinde değerlendirilmelidir. Bu bağlamda bu kitap içinde yer alan metinler vası­tasıyla bu sorunun doğrudan ya da dolaylı tarafı olan devletlerin 2000 yılından bu yana nasıl bir süreç içinde yer aldıkları ve ne tür söylemlerde değişiklikler yaptıkları gerçek­leştirilen konuşmalardan kolaylıkla analiz edilebilmektedir. Aynı şekilde bu sorunun çözümüne ne tür önerilerin olduğunu ve bunların uygulanmasının ne kadar mümkün olduğunu test etmek de bu çalışma sayesinde mümkün olabilecektir. Kitap içinde bi­rincil ağızlardan Filistin sorununa dair yaklaşımları aktarılan devletlerin 2000—2011 yıllan arasındaki beyanatları bu sürecin öncesiyle de ve sonrasıyla da doğrudan ilgilidir. Bu bağlamda bu konuşmalar hem bundan sonraki yıllan anlama ve açıklama hem de daha önceki dönemi anlama ve açıklama da önemli katkılar sağlayacaktır.

Kaynak:
Birleşmiş Milletler Zemininde Filistin Meselesi- BM Genel Kurul Konuşmaları 2000 – 2011, Genel Koordinatör: Muhammed Hüseyin MERCAN Çeviri: Malik YAVUZ, Filistin Platformu Yayınları İstanbul 2012, s.5-17

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar