AKIL CUMHURİYETİ İSRAİL
“Sen skolastik
Doğu kafası!...
Vur fakat dinle!...”
Bediî FAİK
«Bir milletin büyüklüğü, nüfusunun
çokluğu ile değil, akıllı ve fazilet sahibi insanlarının sayısıyla belli olur. VİCTOR HUGO.»
Kudüs'te, Ömer Camii’nin taş
döşeli avlusundan Zeytindağı’na bakıyorum.
Bu, İslâm Peygamberinin
Mirac'a yükseldiği kayadan, Hristiyan Peygamberinin göğe uçtuğu tepeye bakmak
demektir.
Az önce, «Ağlama Duvarı »nı ziyaret ederek Mescid-i Aksa’ya gelmiştik.
Bu da, Hazreti Süleyman’dan
geçip, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşmak demektir.
Artık başınızı nereye
çevirirseniz bir peygamber. Elinizi ne tarafa sallarsanız bir din. Ve bütün
peygamberlerle, tek Allah’a inanan bütün dinler, burada kucak kucağa...
Lût, Hut, İshak, İbrahim,
İsmail, Davut, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssselâm. Sonra peşlerinde azizler,
evliyalar, emirler ve melikler... Daha sonra kavimler, devletler, topluluklar.
Putperest Babil’den bol tanrılı Roma’ya... İslâm Eyyubi'den, Haç’lı Avrupa’ya,
Osmanlı’dan İngiliz'e kadar bir tarih geçididir ki, her taş bunu söyler, her
yapıt bunu haykırır...
Evet, yüzlerce asırdır, bu
bir his ülkesiydi. Dört bin yıldan beri, burası için sadece duygular konuşmuştur,
duygular coşmuştur.
Musa’nın çocukları kadar, İsa’nın kulları ve
Muhammed’in ümmeti de,
Filistin çöllerine ve Kudüs tepelerine yüzlerce yıl, yalnız gönül bağladılar.
Kafa, asırlar boyu hep bu gönülün emrinde kalmıştır.
Aslan Yürekli Rişar’ı İskoç
kırlarından koparıp buralara sürükleyen Haç’lı sıtması elbette kafanın malı
değildi. Ve Lût’tan Zekeriya'ya, İshak’tan Musa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar
bu topraklar için konuşan her Ulu’dan kalan hoş sada, yalnız kalblerde çınladı
durdu.
Akıl burada yüzyıllar boyu,
âdeta bir duygu jeolojisinin üst üste yığılan tabakaları altında kalmıştır.
Musa’nın çocukları ve yalnız
onlar, en sonunda işte bu kazıyı yaptılar ve aklı üste çıkarmayı başardılar.
Tevrat Filistin'e «Süt ve bağ cenneti» der. Karmel dağının adı da «Allah’ın bağı» dır. Yahudi buraya devlet
kurmağa geldiği zaman, ne Zekeriya Peygamberin keçilerini dahi besleyemez olan
kıraç tepeleri, Tevrat böyle buyurmuştur diye o gözle gördü, ne de Karmel’deki
kaktüs dikenlerini Tanrının üzümleri saydı. Akıl, Tevrat’ın bildirdiklerini
ona eskiden var iken sonradan yok olmuş değerler olarak göstermiş ve hepsini
yeniden yapabileceği inancını vermiştir.
Mademki burası dört bin yıl önce bir «Bal ve süt
cenneti» idi, o halde gene de bal ve süt cenneti olabilir. Mademki burada dört bin
yıl önce yeşil bir örtü vardı, o halde gene de bir yeşil cennet kurulabilir. Tevrat'ta üzüm denmişse,
bu, burada üzüm olabilir demektir. Tevrat’ta
balık denmişse, bu, burada su da balık da olabilir demektir!...
Ve aklın bu emri, hiç bir
yılgınlığa yer verilmeden, tutulmuş ve hiç bir alanda bozguna, inkisara, kırılışa
meydan bırakılmadan yürütülerek, çöl yeşile, kıraç tepeler ormana doğru büküle
büküle, kanırtıla kanırtıla çevrilmiştir.
Hiç bir millet, vatanına
yepyeni bir iklim getirmemiştir. Medeniyet, ancak mevcudu zararsız kılmanın
ve yararlı yapmanın yolundadır. İsrailli ise, binlerce yıl önce var olup da,
sonradan silinip gitmiş bir iklimi, aklının çengeliyle yakaladı ve çeke çeke
getirmenin korkunç mücadelesine girişti. Onun kazandığı asıl büyük savaş budur
ve Arabın kör görüşü, onda Mirage uçağı ile Uzi mitralyözünden önce görüp
anlaması farz olan böyle bir savaş gücünü görememiş, kavrıyamamıştır. Ve sadece
bundan önceki üç savaşta kolayca yenilişinin değil, bundan sonrakilerde de ne
olacağının hesabı, ondaki bu anlayışsızlıkta aranmalı!...
Nitekim, son altı gün
savaşlarıyla İsrail'e geçmiş olan bütün Arap kesimlerinde, olmayan bir iklimi
ve tabiatı yaratmış olanla, var olanı dahi kullanamayanın âdeta yan yana
sergilenmiş hâline bakan her göz, eğer doğru bir idrâke bağlıysa geleceği
rahatça görebilir.
Bir yanda yoku var eden
akıl, öte yanda varı yok ettiğini dahi farketmiyen, yalın yapyalın bir his coşkunluğu
ve palavra vardır. Akıl, çölü topraklaştırmanın humması içinde burada orman
yapmış, yol yapmış, şehir yapmış, üniversite yapmış, sanat yaratmış, ilim ve
iklim yaratmış, O yalın his coşkusu ise, ötede sefalet yalelinden bir parmak
öteye gidememiştir!...
Her vatanda, bir tohum veya
fide toprağa ekilir. Yahudi ve yalnız O, bu basit gerçekten dahi yoksundu. O,
toprağa birşey ekmek değil, her şeyden önce vatanına doğruca toprak ekmek
zorundaydı. Bunu yaptı. Bulabildiği, taşıyabildiği her toprak parçasını, ağaç
için kaya diplerine ve mahsûl için de çöle yerleştirmiş ve sonra kayanın ve
kumun o toprak azlığını değil, tam aksine, o toprak azlığının, bu kaya ve kum
çoğunluğunu kendine çevirmesi için, icad üstüne icad yaparak, buluş üstüne
buluş getirerek, yürümeğe koyulmuştur.
Her vatanda, balık varsa
tutulur ve su varsa kullanılır ve her ikisi de nihayet çoğaltılabilir.
Hayır, Yahudi vatanına önce
balığı da ekmek ve suyu da taşımak zorundaydı. Bunu da yapmıştır. Sun’î balık göllerini
galiba duymayan kalmadı artık ve deniz suyunu tatlılaştırmakta, en zengin ve
ileri ülkeleri dahi korkutup caydırmış olan maliyet yüksekliği, onun elinde
birden bire, hesaplı oluvermiştir!
Hızla kalkınan milletler
için mucize deyimini kullanmak klâsikleşti artık. Japon mucizesi. Batı Almanya
mucizesi gibi...
Fakat ne Almanya’nın, ne de
Japonların şartlarıyla İsrail'i bir tutmağa imkân vardır ve böyle olduğu için
de, mucize deyimi burada yalnız eksik durmakla kalmaz, doğruca akılcı olan
İsrailli tarafından da asla benimsenmez.
O, kendi metodlarını
uygulayabilen her topluluğun ve insan gücünün, aynı sonuçları alabileceğine
inanıyor. Ve bu realizmidir ki, hiç bir zaman ayağını yerden kestirmemiş ve
gerçekleri görmesini önleyen bir üstünlük tekelini onun ruhuna uğratmamıştır.
«— Tanrı’nın göndereceği kurtarıcıyı beklerken, bir
demir gibi dövüleceksiniz» diyen
İshak’ın bildirisi doğru çıkmıştır.
Demir dövüle dövüle, Tanrı’nın
gönderdiği asıl kurtarıcının akıl olduğu gerçeğini buldu.
«Entrika bilmez faziletli bir papaz,
köy için Allahın rahmetidir»
TLEURY»
Fransa'da Dreyfus skandalı
patlak verdiği zaman, belki de hiç kimse, bu gürültülü olayın, yeryüzünün
dört bir köşesine dağılmış Yahudi kalblerinde, Tevrat’ta vaadedilen toprağı,
beklemek tevekkülü yerine, onu dişiyle tırnağıyla elde etmek inancının yepyeni
bir meş'alesi olacağını düşünmemişti.
Halbuki böyle olmuştur.
İdealist Theodore Herzl,
Dreyfus'un uğradığı haksızlığı o güne kadar bütün dünya Yahudilerine revâ
görülen zulümlerin, haksızlıkların ve hakaretlerin üzerine bir damla gibi kondurur
kondurmaz ruhu taştı ve artık ne bahasına olursa olsun bir Filistin devleti
kurmak fikri kafasını tutuşturdu!..
Bu müsaadedir ki ilk dünya
savaşı patladığı zaman, Filistin’deki Yahudi sayısının (60.000)e yükselmesini
mümkün kılmıştır. Gerçi o yıllarda dahi, gene Arap sayısı onların çok
üstündeydi ve 105 bin kadardı. Ama olsun, Yahudi dört bin yıllık bir dâvanın
alemdarı idi ve bin yıllarca her duasını «Gelecek yıl Filistin’de» diye bitiren
bir amin’in gerçek olması peşindeydi.
Osmanlı ordusu Birinci Dünya
Savaşında, savunduğu bütün Arap yarımadasının neresinde bir bağa rastlamış ve
hangi dağ yamacında bir salkım üzüm bulmuşsa, hemen hepsinin de bu Yahudi
göçmenlerin eseri olduğunu görmüştür. Arap unsur, Filistin’de; ya bu bağların
ve hepsi masalı, perdeli, koltuklu kanapeli bakımlı köy evlerinin hizmetkârı;
yahut da uzaktan bir yağma yutkunuşu içinde seyircisidir.
İkinci Orduda savaşan her Türk subayı ve eri, «Kavm-i
Necib-i Arab»ın önce bu madde sefaletini gördü ve sonra da mukaddes toprakları
savunmağa gelmiş bir müslüman ordunun, durmaksızın arkadan hançerlenmesi
karşısında da; mâna perişanlığını!... Yahudi
ise bütün savaş boyunca sadece kendi işine bakmış ve Osmanlı izninin kendisine
bahşettiği toprak alıp yerleşme fırsatını kollayıp kullanmaktan başka birşey
düşünmemşitir. Savaşı Osmanlı’ların kaybetmekte olduğunu
görüyorlardı. Osmanlı ordusunda görev almış çocukları da vardı, meselâ Moşe
Dayan’ın babası dahi bunlar arasındadır. Ama savaşı Osmanlılar kaybederken,
kazanmakta olan İngiliz’in kendilerine ne getireceğini kestiremiyorlardı.
Belfour
beyananmesi, İngiliz devletinin resmen bir
Filistin devleti kurulması için verdiği sözün adıdır. Ve Theodore
Herzl’in Osmanlı’dan yerleşme izni koparmasıyla başlattığı yarışın bayrağı,
Weizmann’ın elinde koşturularak bu defa bir «Filistin devleti» anlayışına kadar
getirilmiştir. Gerçi Belfour beyannamesinin. hemen bir Filistin devleti
kuruluşuna yarayacak, ne tam bir kat’îliği vardır, ne de zaman kesiciliği!..
Fakat ne çıkar bundan? Dört bin yıllık rüya yalnız Tevrat’ta yazılı olmaktan
çıkıp, bir devlet belgesinin gövdesine yerleşmiştir ya.. Ve artık devletlerarası
bir plâto’ya doğru yol açmıştır ya..
Ve böylece harp sonunda,
İngiliz manda idaresi Filistine oturur oturmaz; bir Yahudi göçmeni akını hemen
başlamış ve akını gören Araplar da bu defa kazancı ve toprak kapışılmasını
Yahudi’nin elinde bırakmamak aşkıyla kendi akınlarını hızlandırdıkça hızlandırmışlardır.
Böyle ikili bir akışın ve
yığılmanın ergeç bir Yahudi Arap çatışmasıyla sonuçlanacağı açıktı. Hele
İngiliz’ler gibi çatışma kokusunu, zağar’lara taş çıkartırcasına taa devirler
öncesinden alabilen bir idarenin, Filistin’e akan Arap ve Yahudi kafilelerinin
günün birinde birbirlerine gireceklerini kestirememiş olması hiç mümkün
değildir. Ama ne hikmetse.
Filistin’deki manda yönetimi ne böyle bir çatışmayı önleyebilmiş, ne de artık
fiilen başlamış dövüşmelerde haklı ile haksızın hangisi olduğunu kestirebilen
bir hakemlik vekarı takınabilmiştir.
Belfour beyannamesi
ortadadır. Manda yönetimi bundan dönmüş de değildir. Ama Filistin’de bir devlet
kurmasına yardım edileceği vaadedilen Yahudi topluluğuna karşı da, onların
nüfusunu fersah fersah aşan bir Arap muhacereti de serbest ve geçerlidir.
İkinci
Dünya Savaşı, Filistin’i işte böyle bir çatışma içinde bulmuş ve bu defa daha
çok Araplarla münasebetinin nezaketine doğru yönelmiş olan İngiliz idaresi,
Belfour’a rağmen, Filistin’e Yahudi göçünü yasaklamış ve toprak alım satımını
hemen önleme kararı almıştır.
İngilizlerin bu davranışı,
Filistin Yahudiliğine yepyeni bir hırs verdi. Gelmiş her felâketten, geleceğin
bir saadetini yaratma gayretine geçmeyi asırlar boyu denemiş ve varlığını ancak
böylelikle koruyabileceğine inanmış Yahudi toplumu için, İngiliz mandasının
bu davranışı önünde de yılmayıp, yeni mücadele yolları aramak olağandı. Nitekim hemen Haganah'ı
kurmuşlardır. Haganah. Yahudi millî savunma örgütüdür ve derhal silâhlanmayı
ilk çâre olarak kabul etmiştir.
Böylece artık Filistin’de
Yahudi toplumu sadece, kazmalı, çapalı, rendeli, keserli değil, tüfekli
mitralyözlü ve top'lu da olmağa başlamış ve bunun için, satın almaksa satın
alarak, manda yönetiminin silâh depolarını basmaksa onu yaparak, müthiş bir
çaba harcamağa koyulmuştur.
İngiltere, harpten sonra
Yahudi’lerle Arap’lar arasındaki çatışmaları, bir alay aracılık teşebbüsüne
rağmen, halledemiyeceğini görür görmez, ihtilâfı, İskoç etekliğine doldurup
yeni kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilâtının önüne götürdü ve boşaltıverdi.
Birleşmiş Milletler, uzun
tartışmalardan sonra, bir «Bölüşme» kararına varmıştır. Ama ne çâre? kafa
sayısının çokluğuna bakan Araplar, bunun üstüne bir de İkinci Dünya
Savaşı’ndaki durumunun kendisine müthiş bir üstünlük getirdiği kanısını da
koyunca» Birleşmiş Milletlerin bölüşme kararını hemen reddetti. Yahudiler ise
bu kararı kabul etmişlerdi.
Ve işte İngiliz manda
yönetiminin sona erme süresi olan 1948 baharı gelip çattığı zaman. Filistin böyle
fokurdayan bir kazandı.
İngilizler, ne kazanın
fokurtusuna aldırdılar; ne de kendilerinden sonrasının neler getirip neler götüreceğine!..
Ve sanki Savil Row'da diktirdikleri ceketlerinin yakasına bulaşmış kum
tanelerini silkiyorlarmışcasına Filistin’den ayrılıp gittiler.
Ve onlar
çekilir çekilmez de, yedi Arap devleti; savaş naraları atıp gazve yalelleri
tutturarak Filistin’e hücum ettiler.
Sonuç, bütün dünyanın gözünü patlatırcasına açmıştır. İngilizlerden çalma
ve şuradan buradan derleme ve derme çatma bir silâh gücüne ve Arap nüfusu
yanında bir avuçluk bir insan varlığına rağmen Yahudiler 1948 de bu yedi Arap
devletini de yenmişlerdir.
Bu, onların kurtuluş ve
istiklâl savaşıydı. Öyle de oldu. Ve tarihte ikinci defa bir Yahudi devleti, ne
şu beyannameye, ne de bu müsaadeye dayanarak değil, artık doğruca dövüşerek ve
yenerek kuruluyordu. (Acı ama gerçek.)
«Peşin hüküm, cehaletin çocuğudur. W.
HAZLİTT»
Her devlet, kendi başkentini
kendi tâyin eder. Batı Hristiyanlığı ile Doğu Müslümanlığı ise; bu derece
tabiî bir hakkı dahi, İsrail devletine tanımaz.
O, devletinin başkenti
olarak Kudüs’ü kabul etmiştir. Hayır, Amerika’sı da İngiltere’si de, Fransa’sı
da bunu kabul etmemişlerdir. Batı Hristiyanlığı için, Yahudi başkenti Telaviv’dir.
Kudüs,
sadece bir kutsal toprak ve İsa'nın doğup, dinini getirdiği bu mukaddes
topraklar, bir devlet başkenti sayılamayacak kadar insanlık malı, siyaset dışı
olmalıdır!... Ve
hele müslüman toplumlar nazarında da, Kudüs'ün bir «Yarı hac» değeri taşımasıyla,
bu iddia büsbütün yaygınlaşır ve sonuç olarak şimdi, elçiliklerinin çoğu
Telaviv’de yerleşmiş bir devlet temsilciliği gibi garip bir durum ortaya
çıkar.
Lâik Türkiye Cumhuriyeti de
bu iddia kervanında, Telavivci oldu. Bizimkinde Birleşmiş Milletlerdeki Arap
oylarının hesabına saplanmak Batı devletlerinin şüphesiz herşeyden çok gene
siyasî olan hesapçılıklarını, birer mukaddesât kalıbına aktarma samimiyetsizliğinden
hiç değilse daha açıktır. Batılının
hesabını kendisine bırakalım, ama şimdi Araplarla İsrail’in sınırı olan Şeria
ırmağının öbür kesiminde, Türkiye’yi cadı kazanına çevirmek için Türk
sapıklarına gerilla tâlimleri yaptıran bir Arap anlayışı önünde olsun iyi
düşünmeli değil miyiz?.
Binlerce yıllık Yahudi
sabrı, hiç bir devletle bir başkent kavgası ve çekişmesi yapmayacak kadar da
basiretlidir. Kırk asır devlet kurmayı hayâl etmiş bir toplum, «Esası» sımsıkı
yakaladığı bir çağda böyle bir meseleyi elbette kolayca «Teferruat» sayabilir.
Ama bunun hep böyle devam edebileceğini, ne sanmak doğrudur, ne de bir devleti
hem tanıyıp, hem de ona başkentini seçme hakkı tanımaz görünmenin
devletlerarası bütün hukuku tepetaklak eden anlamsızlığını gözlerden kaçırmak
mümkündür.
İstanbul’da Ayasofya vardır,
Kaariye yapıtı vardır, İstanbul Bizans’a yıllar yılı merkez olmuştur ve
nihayet İstanbul'da devirlerden devrolmuş azınlıklar vardır diye, Türkiye’nin
başkent olarak seçtiği bir Ankara’yı kabul etmemek, her Türk yüreğini nasıl bir
volkana çevirirdi, sadece bunu düşünmek yeter!.
Nitekim İsrail devleti gerçi
bir başkent meselesinde çekişmeci ve kavgacı olmayı şimdilik bir kenara
bırakmıştır ama, son altı gün harbleriyle tamamını ele geçirdiği bir Kudüs’ü,
milletlerarası bütün siyasî tartışmaların da, artık dışına çıkardığını ilân etmiştir!.
Yahudi, kendi başkenti
konusunda, Batıya karşı ağzındaki dili tutmuştur ama, artık ruhunun dilini çıkarmaktadır!..
Ve hakçası ortada, gözler
önünde serilmiş yatıyor: Kudüs, Hazreti Süleyman’la Davut’tan beri, bu derece
bakımlı olmamıştır. Her dinin yapıtına, hâtırasına ve eserine orada gösterilen
saygı ve itina kadarı da, bir başka ülkede zor gösterilebilir.
İsrail, 1908 de kazandığı
savaşla birlikte tamamladığı Kudüs fethini, hemen yeni bir temizleme, onarma
ve restorasyon savaşına dönüştürmüş ve hiç bir din farkı gözetmeksizin her
«Eseri» kutsal sayıp değerlendirme hummasına tutulmuştur.
Henüz, bu güne kadar
kendisinde olan kesimin temizliği ve bakımlılığı ile, Ürdün elinde perişan kalmış
bütün eserlerin hâlini karşılaştırmak ziyaretçi için mümkün. Ama üç beş yıl
sonra, hiç bir turistin eski Arap kesimindeki perişanlığı, sanmam ki hayâl
edebilmesi dahi mümkün olsun.
Nitekim daha önce Mescidi
Aksa ile Hz. Ömer Camiini, Ürdün'ün elindeyken ziyaret etmiş olan bir
arkadaşım, bu sefer taş döşeli muazzam meydanın temizliğine baktı baktı da,
sonra bana dönüp:
Buralarda dilenciden
geçemiyorduk baştan aşağı pis ve partal elbiseli çocuktan, ihtiyardan sıyrılıp
da, dolaşmak mümkün değildi,
dedi.
Aradaki farkı daha yakından
ve daha iyi görebilmek için en iyisi Kudüs’te sizlerle birlikte geliniz şöyle
bir dolaşalım.
«Eğer daim, yaprakların yoksa kendi
kendini azarla, güneşi suçlama.
ÇİN ATASÖZÜ»
N asıl Almanya'nın ikiye
bölünmesiyle, Avrupa'nın ortasında iki rejimin, hürriyetçi demokrasiyle despot
komünizmin, bir mukayese sergisi yaratılmışsa, 1948 «ateşkes» iyle birlikte
Arap ve Yahudi kuvvetlerinin bulundukları yerleri hudut çizgileri saymakla
da, Kudüs’te tıpkı buna benzer bir mukayese imkânı yaratılmıştır.
«Ateşkes» çocukların «stop»
oyunu gibi her iki unsuru da oldukları yerde tutunca, tepeler bölünmüş, yollar
bölünmüş, hattâ caddeler ve meydanlar bölünerek, bir taraf İsrail’e, öbür taraf
da Ürdün’e kalmıştı.
Bu, bir caddenin bir
tarafını veya bir tepenin eteklerini aklın ve gece gündüz ayırmayan bir
çalışkanlığın eline bırakırken, öbür tarafı da sadece tembelliğin ve
verimsizliğin kucağına terketmek demekti.
Ve işte Kudüs’te henüz böyle
bir sergileme ortadan kalkmış değildir. Gerçi son altı gün harbleriyle İsrail,
eski ateşkes’in hudut kargaşasını ve komikliğini silip süpürerek Şeria ırmağının
öbür kıyısına atıvermiştir ama, tamamını ele aldığı Kudüs’ün Arap
kesimlerindeki onarımın bitmesine daha çok zaman lâzımdır.
Herşeyden önce Birleşmiş
Milletlerdeki Arap yaygarasına, bir onarımın dahi bahane yapılması gibi bir
siyasî handikap vardır ve bunun için zaman lâzımdır. Sonra, Arap unsuruna
tıpkı kendi vatandaşına tanıdığı her hakkı tanıyan bir hürriyet ülkesinde her
onarımı zorlayarak değil, râzı ederek yapmak icâbettiği için, zaman lâzımdır.
Daha sonra, baştan aşağı tarih olan bir beldede, bir restorasyon san’atının
kılı kırk yaran titizliğini gösterebilmek için zaman lâzımdır. Ve nihayet
Arabın, elinde kalmış yerlerdeki tahribatı öylesine büyük, ihmali ve pisliği
öylesine yaygındır ki, bunların ayıklanıp temizlenmesi için zaman lâzımdır.
Ama bütün bu güçlük yığınına
rağmen, kilometreler boyu, taa Ürdün’ün yeni hududu Allenby köprüsüne kadar
uzanan cam gibi bir beton yol yapılmış ve ilk olarak, bütün tarihî eserlerin
onarılmasına hemen geçilmiştir.
Kudüs, yedi büyük tepe üzerindedir. İstanbul’da
doğma İsraillilerin hemen hepsi, bunu:
«— En güzel şehirler, meselâ İstanbul
da, böyle değil midir?» diye hatırlatmayı ihmal etmezler.
Kudüs’ün bütün tepeleri
kayalık ve bu kayaların en amansızları da, eskidenberi İsrail’de olan kesimdedir...
Ama şehircilik san’atı hemen hâkim kılınmış ve hiç bir siluetin bozulmaması
için gereken her şeyin, mimarînin eliyle gerçekleşmesine itina edilmiştir.
Yerleşme, tepelerin taşlık karakterine uyularak yapılır. Mahallelerde
apartmanlarda ve bütün bloklarda bu dikkati görebilirsiniz. Ve önceden yapılıp
da şimdi sırıttığı görülen bazı yüksek yapılar bugün Yahudi gözlerine daha çok
batmakta ve zamanla bir hizalamanın onlara da uygulanacağı belli olmaktadır.
İsrail devleti, bütün
Hristiyan ve Arap yaygarasının aksine, Kudüs’ün milletlerarası karakterini
tanımış ama yalnız sanatta ve mimaride tanımak gibi de bir hakkı kendinde
tutmuştur. Nitekim dünyanın en büyük mimarlarını geçen yıl Kudüs’te toparlar ve
günlerce süren tartışmalı bir kongre sonucu, Kudüs için en güzel olduğuna karar
verilen bir plânı hemen benimserler.
Şimdi Kudüs, işte bu plânın
harfi harfine emrindedir ve uygulamada, ister Yahudi ister Arap olsun,
vatandaşın rızasına dayanmayan bir istimlâkin kanunen mümkün olmaması gibi bir
engel dışında, hiç bir handikapı da yoktur. Nitekim yeni açılmış bir caddenin, evini yola vermeyen inatçı bir adam
yüzünden evin önünde darlaşıp kıvrılarak geçtiğini, üzüntüyle seyrettik. Devlet
gelmiş ve kanunlar üzerinde oturan vatandaş hürriyetinin kendisini kapıdan çevirmesi
karşısında, kıvrılıp gitmekten başka bir çare görememişti.
Kudüs’ün baştan aşağı taşla
kaplı tepeleri vardır diye, ağacın burada bir rüya olduğunu sanmayınız.
Kayayı, yapı için söküp temizleyen insan gücü burada her yere toprak
taşıyarak, her taş dibine sun’î gübreler yerleştirip sular getirerek;
ağaçlandırmanın da yolunu bulmuştur. Ve her meydanla, her bina blokunun
önlerine mutlaka bir çimen örtü sermeyi başarmıştır.
Kudüs, deniz seviyesinden
aşağı yukarı bizim Ankara kadar yüksektir ve mülayim bir iklim içindedir. Kışı
yumuşak yazı daima esintili..
Hani tepeler toprak olsa, yeşil, hiç şüphe yok kendiliğinden örülüp yayılabilirdi.
Hoş, tabiat yeşilin önüne sadece bu taş engeli koysa gene neyse!... Fakat o,
bunun yanısıra bir de insan azlığı, nüfus yetersizliği katmış ve böylece
devamlı olarak sulama isteyen bir yeşillendirmede, gereği kadar insan
kullanabilme imkânını da vermemiştir. Ve esasen yetersiz olan, insan gücünün
bir de yüz milyonu aşan bir Arap ummanı ile çevrili olmaktan doğan savaşma
görevleri de bunun üzerine binince, burada insanın nasıl pırlanta kadar değer
kazandığı hemen görülür. Ama İsrail akılcılığı, insanı azdır ve bu az insanı
da daima ya savaşta, ya savaş hazırlığındadır diye, ne onarımdan vazgeçmiştir,
ne de yeşillendirmeden.
Sulamak için adam mı yoktur?... O
halde sulama insansız yapılacaktır. Bakım
için, bir çimeni, ağacı, yaşatacak gıda ve rutubet ortamının kontrolü için adam
mı azdır? O halde bu da adamsız yapılacaktır. Ve işte böylece, önce son derece
dayanıklı, toprağın altında kaldığı zaman yıllar ve yıllar boyu çürümeyen bir
boru döşeme usulü bulunmuştur. Ve sonra da yeşillendirilecek alanlara
solucanlar gibi kıvrıla kıvrıla kaplanan bu ince esnek boruların uçları bir
küçük âlet aracılığıyla, ana su borularına bağlanmıştır. Bu âlet,, toprağın
rutubetini ölçen ve az bulursa, bağlı olduğu valfı açıp boruya ancak yeterince
su gönderen bir nevi beyin hidrostat'tır. Toprak getirilir ve alana döşenmiş
boruların üzerine örtülerek çimenler ekilir. İşte bu kadar! Artık ne sulama
emeği, ne bir parçayı fazla bir bölümü az sulayan fıskiye derdi, ne su ziyanı,
ne emek israfı!.
Birlikte gezerken daha sonra da göreceğiz ki bütün İsrail tarlaları da bu
metodla sulanmakta ve insan gücü kadar değerli olan suyun da bir katresi ziyan
edilmemektedir.
«Hayâl gücün var, bilgin yoksa,
kanatların var, ayakların yok demektir.
JOUBERT»
Kur’an-ı Kerimin Sâd
sûresinde (34 39 âyetler) Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :
«Süleyman, Allaha dönüp
ona sığındı :
«— Allahım dedi, beni esirge.
Bana öyle bir saltanat ver ki, benden başka hiç kimse böyle bir saltanata
erişemesin. Şüphe yok ki, her istediğimizi veren sensin». Biz de ona
rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr tatlı tatlı eserek Süleyman’ın emirlerini
dilediği yere iletirdi. Bıı devlet, bu saltanat bizim verdiğimizdir».
Hz. Süleyman’ın bir daha
misli görülmeyecek bu esatîrî saltanatı, Kudüs'teki ünlü Süleyman mâbedinin
bitirilişine kadar da sürmüştür. Ve rivayete göre, saltanatının son demlerinde,
kudretine yakışan bir tapınak yaptırma hevesine kapılan Süleyman, devlerden
kuşlara kadar hükmettiği bütün mahlûklar bu işte çalışırken, âsasına dayanıp
seyrederdi. Ve çalışanların hepsi heybetli ve kudretli hükümdarlarını
başlarında görmenin şevkiyle, muazzam kayaları yontarlar ve binlerce insanın
ancak kaldırabileceği irilikteki bu taşlardan duvarlar örerlerdi. Halbuki
Tanrı, daha tapınağın inşaatı yarıda iken, Süleyman'ın ruhunu teslim almış ama
onun, işin durmaması için kalıbını olduğu gibi tutması dileğini de kabul
ederek, öylece âsasına dayandığı pozda bırakmıştır. Yalnız bu arada bir ağaç
kurduna da görev verilir: Süleyman'ın âsasını yavaş yavaş kemirmeğe
başlayacaktır, öyle ki, tapınağın inşası biter bitmez peygamberin cansız
kalıbı artık duramaz olsun!.. Ve böyle de olur. Tapınağın tam bittiği anda,
tebaası Süleyman’ın öldüğünü farkederler!..
Ünlü «ağlama duvarı» işte bu
mâbetten bugüne kalan tek hâtıradır. Ve bugünkü haliyle dahi, tapınağın
inşasında devlerin çalışmış olduğuna akıl yatıracak kadar büyük taşlardan
örülmüştür.
Milâttan önce Akdeniz’i
çevreleyen bütün ülkeleri hâkimiyeti altına alan Roma İmparatorluğu Filistine
de yumruğunu indirmiş ve Pax Romana (Roma andlaşması) gereğince daha önce Yunan
işgalinden kurtulmasını bilmiş olan Yahudileri insafsızca yönetmeğe
başlamıştı.
Bu insafsızlık İsa’nın
doğumundan yarım asır kadar sonra, İmparator Vespasian yönetimine karşı yapılan
Yahudi ayaklanmasını bastırırken son haddini bulmuş ve nihayet bütün
tapınakların yıkılmasına kadar da varmıştır. İmparator Vespasian'ın oğlu Titus
bu arada o dev Süleyman mâbedini de yıktırdı ve sadece bir tek doğu duvarını
öylece tutarak gûya bir ibret örneği vermek istedi.
Ağlama duvarı işte bu Roma
zulmünden kalan duvardır ve o tarihten beri Yahudilerin dünyanın dört bir
tarafına dağılmak zorunda bırakılmalarının sembolüdür, ifadesidir, rüyasıdır,
hacet kapısıdır hulâsa Yahudiliğin taş olmuş hare olup şekillenmiş bir usaresidir!.
Ağlama duvarı 1967 harbine
kadar çoğu kutsal eser gibi, Ürdün’ün elindeydi. İyi ya.. Senin pek çok Arap
ülkesinin aksine petrolün yoktur, âhım şahım bir toprak gelirin yoktur; Tanrı,
hazır eline böyle bir hazine vermiş, onu değerlendirsen, ona dünyanın dört
bucağından akmak isteyen Yahudi ziyaretçiye kapılarını açarak bu bulunmaz
gelir kaynağını işletsene!.
Hayır, Kral Hüseyin bu
bulunmaz ziyaretgâhı değerlendirebilmek şöyle dursun, teneke barakalar ve
kerpiç yığınlarla civarına yerleşmiş olan Arap sefaletinin eline terketmiş ve
üstelik Yahudi ziyaretine de kapatıvermiştir!.
Horozları dahi acaba
yumurtlatabilir miyim diye beyninin nöronlarını zorlayan aklın yanında, bu,
altın yumurtlayan tavuğu kesen bir his sapıtkanlığıdır ki, ne kadar şaşılsa
yeridir.
Kur’an’ın Neml sûresinde,
Tanrı buyruğu, Hazreti Süleyman’ın şöyle söylediğini bildiriyor :
«— Allahın adını andıktan
sonra bana karşı başınızı dikmeyin, boyun eğip bana gelin.»
Evet ama nasıl gelsinlerdi,
Müslüman Hüseyin bu yolu Süleyman'ın çocuklarına kapatmış ve onların dünyanın
dört köşesinden buraya akmağa hazır imkânlarına sırt çevirip, sadece bir hırsı
körüklemiş, ancak bir husumeti alevlendirmeyi çıkar sanmıştır!.
Ama buna karşılık Yahudi
aklı, Mescidi Aksa'yı sadece gene hepsi Arap olan bekçilerin eline bırakmakla
kalmıyor, bir meczubun sabotajından doğan yangının izlerini temizlediği gibi,
herhangi bir kötü teşebbüsten onu korumak için, tedbirler alıyor. Arap
âlemi, Mescidi Aksa yakıldı diye yaygara koparırken, Mescidi Aksa’nın ana
yapısıyla ilgisi olmayan bir salaş ek’te çıkan bu yangını söndürmeğe koşan
İsrail itfaiyesi bu müslüman âsârında, su olmadığını dehşetle görmüş ve
taşımak zorunda kalmıştır.
Şimdi orada koskocaman
geçici galonlarla su bulundurulmakta ve tarihî görüntüyü bozmamak kaydıyla
devamlı su tesisatının yapımına geçilmektedir.
(Not: İsrailin bu ihtişama
yeniden kavuşacağı kesin görünüyor. Fakat kurdunun onu yiyip yemeyeceğine
kararı kendimi yoksa başkaları verecek. Bu kurt şimdiki/gelecek zamanda nasıl
tecelli edecektir, diye düşünmeleri gerekiyor. Yahudi her sorun için çözüm
ürettiğine göre, buna da bir çözüm bulacaktır. Fakat bu çözüm onların tevhidin
hakikatine ermeleriyle din değişimine razı olacaklarıyla yani İslam’a
dönüşleriyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Bu ilerleme kafasının sonucu ancak
bunu getirir. Onların yıllardır aradıkları “Tabut u Sekine”yi bulmalarıyla
bekledikleri o kurtarıcının hakikatine erecekler diye düşünüyorum. Çünkü
Müslümanlar dinlerine karşı sadakatten ve çalışmaktan uzaklaştılar. Yahudi
dini/felsefesi kıyametin kopmasını hiçbir zaman istemez. Onlar, dünyanın yok
olacağını hissettikleri anda doğru olan kararı vereceklerdir. Çünkü tarzları
hep savunma/korunma üzerinedir. Bu yapı mecburiyetiyle ahir zamanın ulaşacağı
denilen altın çağı zannediyorum ki Yahudiler başlatacaklardır.
Unutmayalım ki, yıllardır Deccalin ölümü ve İsâ’nın nüzülü
hakkında yanlış yorumlamalar ile oluşan koaston nasıl çıkılacağını öğrenmek
için Sir Isaac NEWTON’un KUTSAL KİTABIN
YORUMU kitabındaki Peygamber Diline Dair bölümünde ilâhi vahyin anlaşılmasındaki
metodunu okuyunca ne demek istediğimizi, yani bahsedilen rumuz veya simgelerin
nasıl anlaşılması gerektiğini anlayacağınızı umuyorum. İhramcızâde )
«Tembel her zaman kaybeder ve daima
güçsüzdür.
Hz. ALÎ kerremallâhu veche»
Fakat yalnız ağlama
duvarında ve kendi kutsal yapılarında değil, Arap umursamazlığı ve eser saygısızlığı,
hristiyanlığın bütün kutsal hâzinelerine karşı da böyle davranmıştır. Batı
âlemi, istediği kadar Kudüs’ü insanlık malı sayar görünsün, dilediği kadar
Kudüs’ün başkent sayılmasındaki dinî ve siyasî sakıncaları sayıklar olsun,
gözler görmekte ve yalnız Musa'nın çocuklarına karşı yönelmiş sayılan bir husûmetin,
İsa’nın hâtıraları üzerinde de yıllar yılı rahatça tepindiğini dehşetle
seyredebilmektedir.
Yahudiler, şimdi ağlama
duvarım çerçeveleyen toprak meyli, taşlık bir avluya dönüştürüyorlar. Öyle ki,
duvarın üst tarafındaki yüksekliğe hâkim olan Mescidi Aksa ile Hz. Ömer
Camii’nin eski taşlarla kaplı muazzam avluları, buraya doğru kıvrılmış ve devam
etmiş olacaktır.
Ve sonra aynı taş zeminin
biteceği noktada başlayan eski Arap mahallesi, ki baştan aşağı hristiyanlığın
gözbebekleriyle doludur. Onanla onarıla gerçekten her üç din için de bulunmaz
bir üniteler manzumesi besbelli ortaya çıkarılacak.
İsa’nın çarmıhını sırtında
taşımağa zorlandığı ve düşe kalka bu dehşetli yürüyüşü yaptığı ünlü «Via
delorosa— Istırap yolu» bu Arap mahallesinde.. Aynı
yolu, taş merdivenleri çıkarak geçtik.
İsa’nın acıdan katılmış dal
gibi gövdesini, takatsiz kalıp yere bırakıverdiği her merhâleye Hristiyan
âlemi bir küçük kilise inşa etmişti ve bu kiliseler henüz de ayaktaydı ama,
bütün Via delorosa, dilenciler ve uydurma turistik eşyalarını feryat figan
satmağa çalışan Arap dükkâncılarla doluydu. Ve İsa’nın çarmıhıyla düştüğü her
yere bir kilise inşa ederek gösterilen Hristiyan saygısına karşılık, yürürken
veya dükkânında çalışırken, sıkıştığı her köşeye idrar torbasını rahatça
boşaltan birinin saygısızlığı, gözlere ve genizlere doluyordu.
Kudüs'ün kale duvarları
içinde kıvrıla kıvrıla yayılan, kâh yerin diplerine inip kâh meyillerin
sırtlarına tırmanan bu Arap mahallesinde, etler topraklar üstünde kesilip,
dağıtılır ve idrarla kan birbirine karışarak yollardan akar. Koku, insanı
burnunun varlığından bezdirirken, sefalet ve umursamazlık da, gözlerini sık sık
kapattırır.
İsrail bu sefaleti hiç
şüphe yok silip yokedecek.. Ama onun asıl problemi, sadece Arap liderlerine ait
saydığı bir Yahudi Arap husûmetini, beraber yaşadığı Arap unsuruna hiç
bulaştırmadan, bir işgal kuvveti gibi değil de, birbirlerinin gücüne yardımcı
olan iki kardeş gibi çalışmak isteğinde düğümlenmiştir. Ve işte bundan dolayı
da, hiç acele etmeden ve asla zora başvurmadan, daha iyiyi ve güzeli göstere
göstere, ikna ede ede, bir onarıma yönelmiştir.
Basit gibi görünen, ama
klâsik işgal anlamını tepetaklak eden bir küçük örnek vereyim:
Eskiden Ürdün’ün olan Arap
kesimindeki o biçimsiz bakımsız, taşlı kerpiçli mesken yığınlarının tepelerine
tüy dikercesine birer televizyon anteni kondurulmuştur ve bu garip direk ve tel
ormanı, o tarihî görüntüyü berbat etmektedir. Hoş, aynı dert bu derece
biçimsiz görünüşlü olmamasına rağmen, eski İsrail kesiminde de az çok vardır.
Yahudiler, Arap kesimindeki bu anten ormanını şüphe yok bir emirle kaldırabilirlerdi
ve klâsik işgal anlayışı da bundan bir parmak ötede olamazdı. Ama hayır, iki
anten dahi kaldırtsalar, bunun bir tarihî görüntü saygısına asla bağlanmayıp,
uluslararası plâtoda bir Yahudi baskısı sayılacağını bildikleri için ve
üstelik televizyon imkânını Arap’a da en az Yahudi kadar vermenin şart olduğunu
kabul ettikleri için, şimdi Kudüs’ün tepelerinden birine bir genel anten
kulesi yapmayı ve ancak ondan sonra ister Arap, ister Yahudi olsun, herkesin
cihazını buraya bağlamayı plânlamışlar ve hemen inşasına koyulmuşlardır.
Evet, aklınıza geleni hemen
biz de düşünüp sorduk. Aksiliğe bakınız ki, bu yolla, bütün Arap istasyonlarının
alınması bir kat daha kolaylaşıyordu!.
«Güneş ışığı gibi, hakikatin de temasla
kirletilmesine imkân yoktur.
JOHN MİLTON»
Sabah İsrail Dışişleri
Bakanı Abba Ebsn'la randevumuz var. Arabamız, her köşesi bir şantiye hâlindeki
Kudüs caddelerinden kıvrılarak, tenhaca bir aralığa saptı ve bir sıra temiz
Bungalow’lar dizisini kapsayan bahçeli yolun ortasında durdu, İsrail Dışişleri
Bakanlığı, henüz bu Bungalow’larda çalışıyor ve önünde durduğumuz daha iricesi
de Abba Eban’ın çalışma yeri..
Açıkçası hayli tesirli bir
görüntü bu. Mermerin tavanlara kadar sıçradığı gösteriş yapıları yerine, temizlikten
başka bir yanı olmayan mütevazi barakaların dahi pekâlâ bir Bakanlık
barındırabileceğini görmek, bürokrasinin gayyasında çırpınan ülkelerden gelen
her ziyaretçiye, bir iç sızısı da verse gerek...Belli ki burada yalnız «iş» ler için adam
vardır, adamlar için iş değil!.. Nitekim her odada, ki hepsi küçük mü
küçüktür, bir insan gövdesinin ancak geçebileceği aralıklarla konmuş masalarda
çalışan elemanlar vardır. Lüks burada hayâl dahi edilemez. Ve çalışıp görev
yapma hararetinden başka, bir duyguya yer bulunamaz.
Ünlü Abba
Eban’ın odası mı, Aman efendim. Türkiye’de herhangi bir daire âmirine dahi
böylesine küçük ve basit bir bekleme odasıyla, bu derece sade ve ucuz bir
çalışma köşesini kabul ettirmek acaba mümkün müdür?
Abba Eban, son derece ölçülü
bir samimiyet içinde bize yer gösterdikten sonra, dilediğimiz herşeyi
sorabileceğimizi söylemeseydi dahi, o küçük odadaki sadelik sanırım dillerimizi
çözerdi..
Ve gerçekten de sorduk...
İsrail için, nasıl bir barış garantisi düşünüldüğünden, Sovyet Arap ilişkilerinin
son durumuna kadar her sorumuzun da cevabını aldık. Burada size, genel hatları
ajans haberlerinde pek sık tekrarlanmış meseleleri çerçevelemiş olan bir
mülâkatı uzun uzun nakletmek lüzumsuz. Ama şu kadarım söylemekte sanırım yarar
vardır :
İsrail Birleşmiş Milletlerin
pek belirli bir haksızlık ve anlayışsızlık havası bulduğu kararlarından yılmamıştır.
Ama bu tarz kararlar onun ruhuna çökmüş ve dünya kamuoyunu ciddiye almasını da
hayli güçleştirmiştir.
Bir örnek vereyim: Birleşmiş
Milletler teşkilâtı, Türkiye'nin de imza koyduğu bir kararda, İsrail’in kontrol
altına aldığı Arap kesimlerindeki halkın sağlığını korumak şöyle dursun, aksine
bozmak için çalıştığını iddia etmiştir. Şüphe yok, Arap liderlerin ve Rusların
tesirleriyle alınmış bir karardır bu ve hiş bir görgüye ve maddî delile
dayanmasına da imkân yoktur. Zira kafatasında değil iki göz çukuru taşıyan,
buna mâlik olmayarak sadece bir burnu olup da ancak el yordamı kontrolü
yapabilen bir insan dahi, Arap kesimlerinde İsrail’in götürebildiklerinden
ötede, hiç bir sağlık şartının mevcut olmadığını ve olamayacağını görür ve
anlar. Ve esasen Arap kesimlerinde kendi varlığının mutlaka bir medenî yaşayış
anlamına gelmesini isteyen ve her Arap’a İsrail devletiyle bir arada olmanın
refahını ille de hissettirmeyi plânlamış olan bir İsrail’in aksini yapması
mümkün değildi!. Ama ne olmuştur, İsrail, Arap kesimlerinde giriştiği hummalı
sağlık faaliyetine ve onarım gayretine rağmen, uluslararası siyaset pazarında,
bu çırpınışının ters yorumlandığını görünce, o beynelmilel siyaset pazarına
haklı bir itimatsızlık duymağa başlamıştır.
Politika, eğer ötedenberi
söylendiği gibi, bir imkânları iyi değerlendirme sanatıysa ve bunda gerçekleri
alabora etmenin hiç yararı yoksa, uluslararası politikanın Arap İsrail
kesiminde, bunun mutlaka tersine yer verilmekte olduğu rahatça söylenecektir.
Ve biraz da bu yüzdendir ki,
İsrail bugün bir barış garantisi olarak, bu, tersliklerini rahatlıkla görüp
gösterebildiği siyaset pazarının iddialarını, kararlarını, teminatlarını,
geçerli bulmakta elbette tereddütlüdür!..
Denebilir ki : «Sana
senden gelir ancak, bir işde dâd lâzımsa- Ümmidin kes zaferden gayrıdan imdât
lâzımsa» diye haykıran Türk şairinin
tavsiyesi, şimdi onun başlıca prensibini teşkil ediyor.
Sorsanız : «— Golan Tepeleri
mi? Yoksa Amerika’nın bütün gücüyle vereceği bir garanti mi, sizin için
teminattır?» Hemen cevap verirler: «Golan Tepeleri!..»
Ve gene sorsanız :
«—Şarmelşeyhi bırakıp. Birleşmiş Milletlerin bütün gücüyle vereceği bir garantiye
dayanmak istemez misiniz?.» Hemen cevabı yapıştırırlar; «Aslaa... Şarmelşeyh
bizde kalsın da, garanti nereye isterse gitsin.»
Şüphesiz haklıdırlar da...
Akabe körfezinin yutağı gibi duran bir Şarmelşeyh'i terketmek, İsrail için üç kez
yaşadığı savaş kâbusunu tekrar tadmak için yeni bir uyku ilâcını bile bile
almak demektir. Ve eteklerindeki İsrail köylerinin üzerine canı her istediği
an obüs mermisi yağdırmak için birer kan çanağı gibi Suriye'nin elinde duran
Golan Tepelerini, yeniden düşman hatlarına terketmek ise, elbet aklı terk
etmekle birdir!..
İsrail Arap çatışmasında
bütün dünyanın anlayamadığı asıl mesele, bugüne kadar alışılagelmiş o klâsik
«işgal anlayışından» doğmaktadır. Hemen hemen her biri ya
işgal görmüş veya işgalci olmuş devletler kendi kafalarındaki işgal anlayışının
İsrail Arap mücadelesinde de mutlaka var olabileceği hesabına saplanmışlardır.
Bir işgal gücü ne yapar? Zulüm yapar, hürriyet tahdidi yapar, ayırım yapar
hulâsa işgal ettiği ülke halkına ikinci sınıf vatandaş işlemi yapar! İsrail
nedir? İşgalci!.. Hah... O hâlde demek ki o da zulüm yapmaktadır! Demek ki o da
Arap unsurların sağlığına, yaşayış şartlarına önem vermemektedir!.. Hesap bu.
Ve bundan dolayıdır ki, bu klâsikleşmiş kaidenin üzerine oturarak, olmayanı
olmuş gibi gösterip feryat etmek artık Arap âlemi için kolaylaşmış ve her
yaygarayı gerçeklerin ışığına çıkarmak yerine, kendi anlayışının mehengini
vurmayı daha kestirme sayan devletler camiası da meseleye bu kolay açıdan
bakmayı yol edinmiştir.
Halbuki İsrail burada o
klâsik işgal kaidesini altüst etmiş ve kontrol altında tuttuğu bölgelerin halkına
tıpkı kendi vatandaşı gibi davranmanın, aynı soydan gelme iki kardeş oldukları
gerçeğini duyurmanın peşindedir. Bu bir yarış gibi: Dışardan Rusya ve Arap
liderleri, İsrail’in kontrol altına aldığı bölgelerdeki Arap topluluklara kötü
davrandığı iddiasını sürdürüp bütün dünya devletlerinin yanısıra o toplulukları
da tahrik etme hummasında... İçerde ise, İsrail, birlikte yaşadığı Arap
topluluklarına bir refahı ve saadeti beraberce paylaşmakta oldukları inancını
mutlaka verip, kendisine karşı girişilen her savaşın, Arap milletinin değil,
doğruca Rusya’nın kanadı altındaki Arap liderlerinin malı olduğu anlayışını
bir daha ölmeyecek şekilde onların ruhunda canlı tutmak gayretinde!.
Bu yarışı, bugün kim
kazanmıştır, henüz söylemek mümkün değil. Ama hiç kılavuz istemeden şimdiden
görünen köy odur ki, İsrail öndedir ve sefaletten kurtulup, medeniyetin ve
kendisiyle Yahudi arasında bir fark gözetilmeyişinin tadını alan, çalıştığı
her işte bir Yahudi ne alıyorsa o parayı alan, dininde gene serbest seçmede ve
seçilmede farksız olmanın keyfine varan her Arap, bu yarışta onun başlıca
dayanağı olmaktadır ve daha da olacağa benzer!.
«Kendisini okşayan eli ısıranlar,
tekmeleyen pabucun da yalarlar...
ERİC HOFFER»
Bugün deniz seviyesinden 400
metre aşağıdaki bir denize, Lût denizine doğru yola çıkacağız. Aynı düzeydeki
Eriha vahasına uğrayıp, oradan İsrail’le Ürdün’ün Şeria üzerindeki yeni sınır
geçidini teşkil eden Allenby köprüsüne ulaşacağız. Yol, bütün İsrail’de olduğu
gibi bu sınır kapısına kadar da cam gibi asfalttır. Ve artık tamamen son altı
gün savaşından önce Ürdün’ün elinde olan kesimde ilerliyoruz.
Arabanın camından etrafı
seyrediyorum. Geçtiğimiz tepeler, eski İsrail kesimindekilerden, daha çok
toprak, daha az kayalık. Ama çok daha az da ağaçlı. Ekilmiş kısımlar ise yok
sayılsa yeri.
Dünya'nın en eski mezarlığı
olan ve üzerinde beş bin hattâ altı bin yıllık mezar taşları bulunan Musevî
mezarlığı da bu kesimlerde, tam Zeytindağı'nın yanıbaşındadır. Dünyanın dört
bir yanma dağılmış Yahudiler için, asırlar boyu, buraya gömülmek erişilecek son
saadet mertebesi sayılmış durmuştur. Ve bu gaye için, ölülerinin buraya
taşınmasını vasiyet edip, buralarda her biri birkaç bin dolara satılan bir tek
mezar yeri almayı başarmış Yahudi zenginleri, daima görülmüştür. Tabiî henüz
o büyük husûmet çatışma hâline dönüşmeden bu mümkün oluyordu. Daha sonra,
tahsilini Batı ülkelerinde yapmış Kral Hüseyin, bu gelir kaynağını da kurutmuş
ve yalnız onunla kalmayıp, o tarihî mezar taşlarının sökülüp evlerde kullanılmasına
da hiç aldırış etmemiştir. Ama aynı majeste Hüseyin’in ticaret kafası,
mezarlığın tepesine bir İnter Continental oteli oturtmağa ve bunun en büyük hissesini
şahsen kendine ayırmağa sıra geldi mi ne hikmetse hemen işler. Bir kaç yüz
metre aşağıdaki bir gelir kaynağını kurutup, bir kaç kilometre ötedeki başka
bir gelir kaynağı olan Ağlama Duvarını da kapatıp, yalnız otelde çıkar bulan
bir garip kafadır ki bu, şimdi elden kaçırdığı mezarlıktan veya duvardan çok,
gene de otele yanıyorsa, hiç şaşmam!..
İsrail, altı gün savaşını
kazanır kazanmaz, o tarihî mezarlığı hemen onarmağa başlamış ve bu iş için de
gene kılı kırk yaran bir ilim ve sanat işbirliğini derhal işbaşına sürmüştür.
Bütün Hristiyan kiliseleri için de aynı işlem yapılmış ve çoğu bitmiş bile.
Bin defa tekrarlamaktan
bıkmıyacağım : Hristiyan âleminin ve bilhassa onların, hemen her taşına İsa’nın
tabanları deymiş ve havariyun’un etekleri dokunmuş olan bu kutsal
topraklardaki Hristiyan eserlerinin hâline, bugüne dek hiç aldırmayıp da,
onların Yahudiler elinde onarılıp parlatılması başladığı zaman kuşkulara
düşmeleri kadar büyük anlayışsızlık güç gösterilir!..
Bir Mesih’in geleceğini
Yahudilere daha Milâttan önce 8. yüzyılda İshak peygamber bildirmişti. Ama
İshak’tn bildirdiği Mesih’in evsafı ile, gelmiş olan İsa’nın vasıfları
arasındaki büyük farktan dolayıdır ki, başlangıçta onu bekledikleri kurtarıcı
saymış olan Yahudiler az sonra yanıldıkları inancına geçmişlerdir. İshak'ın
müjdelediği Mesih, intikam alacaktı, mücadeleci olacaktı, kırıp geçirecekti.
Halbuki bu gelen, «yanağına bir tokat vurana öbür yanağını da uzatacaksın»
diyordu. Müthiş bir barışçı idi. Düşmanlığa yer vermiyor yalnız dostluğu ve
sevgiyi haykırıyordu.
Evet, Yahudiler bunun
yepyeni bir din kurucusu olduğunu anlamışlar ve ihtimal o tarihte ülkeye hâkim
olan Romalı istilâcıların İsa’yı yakalayıp işkence etmelerine de belki yardımcı
olmuşlardır ama, tam 1967 yıl boyunca da, İsa’nın doğduğu topraklar, onun bütün
hâtıralarını koruyacak ve onaracak olan devleti de beklemişler ve bu defa bir
devlet Mesih olarak İsrail Cumhuriyetini bulmuşlardır!..
Yolun Lût seviyesine doğru
alçaldıkça, gözler önüne serdiği yozluğun seyri gerçekten güç çirkinliğine
gözlerimi kapayıp tam bunları düşünüyordum ki, Eriha’ya yaklaşmakta olduğumuzu
söylediler. Ve sol yanımıza rastlayan bir sefalet tablosu önünde de bunların
meşhur «Filistin mültecileri» olduğunu öğrenip irkildik.
Ağaçsız, ama bir tek ot dahi
olmayacak kadar yeşile küskün, bir düzlük üzerinde gelişi güzel sıralanmış,
harap, perişan, pislik yuvası bir köy karikatürü düşününüz. Buraya insan giren,
hayvan çıkar. Buraya taş yerleştirseniz mutlaka da feryadı ayyuka çıkar. Ama
burada yüzlerce aile vardır ve bunların hepsi de, 1948 savaşında Arap kesimine
geçip de, sonradan Arap ordularıyla beraber İsrail topraklarım yağma etmeğe
kışkırtılmış zavallı Araplardan ibarettirler!.
1948
harbi başladığı zaman, yedi Arap devletinin liderleri de radyolardan
haykırmışlardı :
İşte bu zavallılardır
kananlar!.. Ve hemen Ürdün topraklarına geçmişlerdir ama, Arabın evdeki hesabı
çarşıya uymayıp, ateşkes anlaşmasıyla da fiilî bir bölüşme olunca, bunların
hepsi yersiz yurtsuz geldikleri o kesimde kalakalmışlardır!... Hiç birinin
«çağırdınız, inandık ve işte geldik, bize bâri hayat hakkı veriniz» demeğe
gücü yetmemesine karşılık. Arap devletleri bunları Birleşmiş Milletlere karşı
daima bir göstermelik yurtsuzlar topluluğu olarak kullandı durdu. Ve daima da
İsrail zulmünün bir örneği gibi haykırmayı elden bırakmadı. Bu feryadın bir
tek hâsılası olmuş ve Birleşmiş Milletler o tarihten bugüne kadar bu sefalet
ocağına sadece yiyecek ve ilâç göndermiştir. Hepsi o kadar. Ama geride ne
Ürdün’ü bu biçarelerin yaşayış şartlarında bir düzeltme yapmağa teşvik veya
zorlama, ne de Arap âleminin bağırtısına karşı, bir tepki!... Hiç biri olmamış
yapılmamıştır.
Tam yirmi yıl bu böyle
sürer. Onlar, o kerpiç yığınında, Birleşmiş Milletlerin gönderdiği yiyecekleri
paylaşıp serilip yatmanın cüzzam uyuşukluğu içinde verimsiz, hareketsiz,
tepkisiz... Beride Arap devletleri kendi hırsları ve hınçları peşinde,
kandırdıkları bu kendi kanlarından insanlara karşı ilgisiz... Ömür tüketip
giderler. Ve ancak son 1967 savaşıyla, İsrail’in bu defa Ürdün’ü Şeria suyunun
öbür yakasına atmasıyladır ki, ünlü mülteci kampı, İsrail’in eline geçmiştir.
Kolunu koparmak için
İsrail’in elinden kaçıp da, bugüne kadar Arap elinde ancak canlarını kurtarabilmiş
olan bu zavallılar şimdi gene düştükleri İsrail'in elinde eğitilecekler,
verimli kılınacaklar ve parça parça ihtiyaç duyulan işlere sürülüp yeniden
insan yapılacaklar.
Kanlarında esasen mevcut
tembelliğe, şu yirmi yıllık yatışı da koyarsanız, canlandırılmalarının ne kadar
güç olduğu meydana çıkar ama, insan gücü deyince, bütün akar suların derhal
durduğu bir İsrail’de, bu bir yılgınlık problemi değildir. Ve nitekim bir
plânlama, okul probleminden, dil öğrenimlerine ve verimli olabilecekleri
alanların ayrılmasından, yerleştirilecekleri meskenlerin seçilmesine kadar,
ince hesaplı bir faaliyete geçmiştir bile!..
«Yalan buzu üzerine yazı yazanlar,
hakikat güneşini bilmeyenlerdir.
THOMAS JEFFERSON»
Eriha
(Frenkçesi Jarico)
deniz seviyesinden dört yüz metre aşağıdadır ama, verimli ve yemyeşil de bir
vaha burası.
İsrail'in ziraat gücü,
öteden beri buraya gelmiş bulunsaydı, o taştan ve kumdan orman fışkırtabilmiş
Yahudi aklıyla kimbilir neler yapılabilirdi?
Ama henüz tam bir Arap
kasabasıdır. Ekim bekleyen verimli toprağıyla... Onarım bekleyen pis kokulu
çarşısıyla ve dikildikleri veya topraktan fışkırdıkları günden beri kendi
hallerine terkedilmiş ağaçları, hurmaları ve portakallarıyla tam bir Arap kasabası!..
Agel, şalvar, yeldirme ve
çarık... Ortada dolaşan insanların kılığı hep bu!.. Ve tek tük görünen her blûz
etek veya ceket pantalon da, mutlaka gelip geçen bir Yahudi’nin varlığına
işaret!..
Birden irkiliyoruz:
Asfalt yolun kenarında,
sarıklı sakallı bir hoca oturuyor. Lata'sının upuzun etekleri dibine, alçacık
bir nargile sehpası, onun üzerine de donuk camlı bir nargile sürahisi oturtmuş,
fokurdatıyor... Sırtını çevirdiği biber ağacının gövdesinde de Arapça bir levha!..
Ne mi yazılı?.. Sıkı
durunuz, onu da söyliyeceğim : «Kadı»...
Evet, Eriha’nın Mecelle üzre
adalet dağıtan nargileli Kadısı idi bu ve asfalt kenarındaki bir ağaç gölgesinde
elindeki marpucu avurtlarını çökerte çökerte çekerek Osmanlı deyimiyle «Kavm-i
Necib-i Arab» m müracaatını bekliyordu!..
Bir arkadaşımız, elindeki
film makinasını, bulduğu hedefe tüfek yönelten bir avcı ustalığı ile hemen
Kadı efendiye yöneltiyor... Ve daha henüz düğmeye basmıştı ki, yanındaki gene
sarıklı zat ile birlikte bizim «Mecelle» gulguleli bir feryat kopardı :
Lâ... Vallaaa... Lâ... Lâ...
Ellerini açmış ve öyle bir
hışımla da ayağa kalkmıştı ki, ister istemez üzerine gittik. Meğer İngilizce
de patırdatırmış, bağırıyor :
I am free... This Country is
free... What are you doing?.. Ben hürüm, bu memleket hürdür. Ne yapıyorsunuz?..
Hemen «Biz de müslümanız, we
are mouslim» diyor arkadaşım. Ve arkasından ekliyor; «Türküz, Türkiye’den
geldik... Niçin kızdınız? resim çekmek günah mı ki?..»
Kadı ve kendisi kadar
asabileşmiş olan yanındaki sarıklı, hemen yelkenleri indirdiler :
Selâmın aleyküm...
Bir ağızdan :
Ve aleyküm selâm diyor ve
kestirememiş gibi ne iş yaptığını soruyoruz. Göğsüne vurarak :
Eriha kadısıyım, diyor...
Ve sonra ekliyor :
Arapça bilmiyor musunuz?.
Bilmediğimizi öğrenince de
ayıpladı bizi. Dilini damağında çatlatarak :
Cık... cık... dedi, nasıl
olur, siz müslüman, ama Kur’an dili bilmez...
Hani Erihalı olup eline düşsek,
belki de Mecelleden bir yolunu bulup sopadan geçirirdi bizleri...
Fakat önemli olan ne bizim
Arapça bilmeyen müslümanlar oluşumuz, ne de bu Arab'ın Allahın her dili
bildiğini bilmeyişi... Asıl önemlisi, bu kadı efendi başta olmak üzere
görebildiğimiz kadarıyla Eriha halkının Ürdün elinden İsrail'in avucuna geçmiş
olmanın, hiç bir belirtisine maruz kalmayışları idi. Kadı aynı kadı, düzen
aynı düzen, ne diline, ne dinine karışan!.. Ne çarşısındaki mala, ne
kapısındaki levhaya ilişen!..
Burası tam bir hudut
kasabasıdır ve az ilerde Şeria suyunun bizim Kurbağalı Dereyi dahi bir billûr
ırmağı saydıracak kadar pis görüntüsü üzerine atılmış kalas tabanlı Allenby
köprüsünden geçer geçmez, Ürdün başlar ama, Eriha sokaklarında ne bir İsrail
askeri görebilirsiniz, ne de bir askerî araç veya gereç!
Ve işte bundan dolayıdır ki,
Eriha kadısı resmini çekmeğe kalkışan yabancıların önüne çıkıp, bunlar İsrailli
midir, değil midir diye hiç aldırmadan, göğsünü gümbür gümbür döverek :
«— Ben hürüm, burası hür bir
memlekettir» diye rahatça bağırabilmekte ve çarşı meydanındaki dükkânlarının
kapısında pinekliyen her Arap da, arada bir Allenby köprüsündeki nöbetlerinden
dönerken, Coca Cola içmek için duran İsrail askerlerine de kayıtsızca
bakabilmektedir!..
Aslında göğsünü gümbürdeten
o kadı da, pinekliyen bu halk da, hiç şüphesiz alışılmışın dışındaki bir
işgalin canlı örnekleri idiler.
Ve yalnız 1971 yılında, yolu
üzerinde durdukları şu hudut geçidinden tam 210 bin Arabın, Ürdün’den Kudüs'e
ve İsrail’in her istedikleri kesimine ellerini kollarını sallayarak geçip sonra
tekrar dönebildiklerini görmüşlerdi. Ve Tanrının her günü İsrail’den yükledikleri
muzları, biberleri, domatesleri Ürdün’e taşıyan, hani o radyolar boyu ilân
edilen ekonomik Arap ablukasına dil çıkarır gibi geçirip götüren, Arap kamyonlarına
da, rahatça el dokundurabiliyorlardı!..
Az sonra, Allenby köprüsüne
vardığımız zaman, hep birlikte biz de göreceğiz ki, bu abluka masalı, gülünç
olmanın da ötesinde bir soytarılıktan ibârettir.. Ve bu sözümona ablukanın
başladığından beri, İsrail'in çoğu Ürdün yoluyla olmak üzere, Arap ülkelerine
yaptığı ihracatın yekûnü 750 milyon doları bulmaktadır!...
«Yahudi ile, değil iş yapan, yüzüne dahi
bakmış olan bizden değildir.
NÂSIR»
Ajans ve radyo bültenlerinde
pek sık rastlanan ve bilhassa Arap radyolarında daima askerî marşlarla birarada
yer bulan klâsik haber şudur :
Ürdünlü vatanperver
gerillalar, İsrail sınırından sızmağa muvaffak olarak, hedefleri olan kesimlerde
sabotajlar yaptıktan sonra...
Veyahut da şöyle :
Dün sabaha karşı, Suriye
ordusuna bağlı küçük bir gerilla gücü, Ürdün İsrail sınırından sızmayı
başararak...
Allenby köprüsünün demir
korkuluklarına dayanıp, önümden geçerek İsrail’e giren Arap kafilelerini
seyrederken bunları düşünüyorum. Arap propagandasının «Sızmak» dediği, bu olsa
gerek!.. Yâni, köprüde nöbet tutan İsrailli bir kaç askerin, şöyle bir bakıp da
geç dedikleri hüviyet belgelerini ellerinde sallayarak o taraftan bu tarafa
duhul!..
Ve birer «Kahraman gerilla»
gibi gösterilmeğe çalışılan o meçhul kuvvetler de, herhalde şu, bavullar,
bohçalar, sepetler, çıkınlar arasında gülüş ahenk, patırtı gürültü köprüden
geçen kafileler olacak!..
Evet, yalnız 1971 yılı
boyunca, buradan tam 210 bin adet Arap geçmiş, İsrail’deki akrabalarını yakınlarını
veya varsa işlerini görmüş ve sonra da gene aynı yoldan ve aynı kolaylıklar
içinde, ülkesi olan Ürdün'e veya bir başka Arap memleketine dönmüştür!..
Arap kafası buna sızma
diyebiliyorsa, mutlaka şu 210 bin rakamım da peşine takmalı ve oldu olacak
«Arap kuvvetleri her diledikleri anda İsrail sınırına yüklendikleri gibi
geçebilmektedirler» yollu daha büyük bir palavraya yapışmalıdır!..
Ne sızması ya Şeydi?. Eline
partal bavulunu alıp, peşine eşini takanınız buradan kafile kafile geçiyor...
Bir yâlel’leri eksik... Hoş onu da yanık yanık tuttursalar kimsenin bir
diyeceği de yok ya...
Ve ne gerillası ya Hulli?..
Altına kamyonunu çeken, hem de on tonluk cinsten o B.M.C.’leri, Fort’ları,
Chevrolet'leri çeken her nakliyeciniz ve komisyoncunuz buradan kervanlar
hâlinde geçiyor. Muz yüklemek, biber, portakal, yaş sebze yüklemek ve İsrail’den
aldıkları bu malları sonra diğer Arap ülkelerine satıp kâr sağlamak için!..
Asıl sızma, hattâ sızma
falan değil de, bal gibi yarıp geçme gerçekte bu!.. Yâni Arap’ın bangır bangır
ilân edip övündüğü ekonomik ablukayı, Arap kamyonlarına muzlar, portakallar ve
sebzeler yükleyerek, o meyvelere ve zerzavata deldirmek!.. Ve irili ufaklı on
dört Arap ülkesi, dümbelek gürültüleri arasında, İsrail’e koydukları ablukanın,
onu mahvedeceği ninnisiyle milletlerini uyuturken bu bir mukavva kadar direnci
olmayan ablukayı havuç ve turpla delmenin karşılığı olarak da kasasına 750
milyon dolarlık bir gelir akıtmak!...
Fakat bu da birşey değil,
Arap âlemi, bütün dünya milletlerine geçerli olmak üzere, başka bir gülünç
kayıt koymuştur. Bir kimsenin pasaportunda İsrail vizesi varsa, bu onun düşman
toprağına ayak bastığını veya basacağını gösterdiği için, böyle bir yolcu Arap
memleketlerine giremez!.. Bu yüzdendir ki, pek çok iş adamı ve gazeteci, yarın
belki Arap ülkelerine de gitmeleri icabeder diye, İsrail vizelerinin bir kâğıt
üzerine yazılarak pasaportlarının sayfalarına geçirilmemelerini temin
etmektedirler.
İyi ama, bana size, yahut
Fransız Jacpue ile İngiliz James’e uygulanan ve hattâ gene sırf bu sebeple
İsrail’de yaşayan Arapların Hac ziyaretlerini imkânsız kılan bu yasaklamayı,
sıra Mısırlı, Ürdünlü, Lübnanlı, Yemenli, Suudî ArabistanlI, Abudabili, Libyalı
Araba geldi mi, ara ki bulasın!.. Hepsi için İsrail hudutlarına varıp,
şöhretlerini işittikleri hastahanelere şifa aramak veya kâr tamahı içinde iş
tekliflerine koşmak serbest!..
Bilir misiniz ki, dünyanın
en namlı tıb merkezlerinden sayılan Jarusalem hastahanelerinde yatan
hastaların yüzde 65’i Araptır ve çoğu da dışarıdan ve bilhassa Mısır'la
Libya'dan gelmiş zengin Araplardır.
Ve gene bilir misiniz ki,
İsrail’e iş çevirmek için gelip giden Arapların ortalama yüzdesi, Avrupa ülkelerinden
gelenlere denktir!..
Evet, bütün dünyaya
palavralar sıkmak, İsrail'e şöyle bir değip geçmeyi dahi kirlenilmiş sayıp
böylelerini sınırlarından sokmama yaygaraları koparmak, ama beri yanda deveyi
hamuduyla yutup hiç kimsenin de bunu farketmediğini sanmak!..
En önemli konular karşısında
dahi ipe sapa gelmez bir iyimserlikle konuşan Arap lalası karşısında; Osmanlı
padişahına bile :
«Allahım şu Arap'ın aklını
bir gecelik olsun bana ver de rahat uyuyayım» dedirten
Arap kafası işte her halde bu olsa gerektir!...
İyi ama, İsrail’de yaşıyan
bunca Arap’ı, Hac ziyaretinden mahrum eden hamakatın hesabını kim yapacak?.
İsrail, Hac konusunda serbest bıraktığı Arap vatandaşlarını hudutlarına
sokmayacağını ilân eden bir Suudî Arabistan'ın bu akılsızlığından, az mı faydalanacaktır
sanırsınız? Ve böyle bir yasağı İsrail’den değil de, kendi kanından gören bu
Araplar, Arap âlemine rahmet mi okumaktadırlar zannedersiniz?
«Huy canın altındadır
TÜRK ATASÖZÜ»
İsrail Devlet Başkanı,
Zalman Shazar, her yıl kurban ayının girmesi dolayısıyla, ülkesindeki Arap liderler,
şeyhler ve kadılar onuruna bir resm-î kabul yapıyor ve bu en büyük İslâm
bayramının hepsine kutlu olmasını diliyor...
Biz de dâvetliyiz.
Zalman Shazar, bildiğiniz
gibi İsrail’in üçüncü Cumhurbaşkanıdır. Birincisi ünlü bilgin Weizman idi.
İkincisi de Türkçeyi bizler kadar bilen hukukçu Ben Zvi.
Zalman Shazar ise
gazetecilikteki şöhreti kadar, hitabetiyle de ünlü.
İsrail’de bütün devlet
hizmetlileri gibi, Cumhurbaşkanları da son derece sâde bir yaşayış içindedirler.
Ülkenin tek resmî Cadillac'ı Cumhurbaşkanının emrindedir ve o da bunu ancak
merasimlerde kullanmaktadır.
Ve Kudüs’ün bütün yolları
ağaçlarla bezenmiş ve yirmi yıllık bir bakımın eseri olduğu besbelli mahallelerinden
birindeki dar bir aralığa oturtulmuş küçük bir villa, Cumhurbaşkanının
ikametgâhıdır!
Tören dolayısıyla kapıda iki
asker duruyor ve bir genç kız da elindeki listeden dâvetlilerin adını işaretleyip,
içeri buyur ediyordu. Bütün resmiyet ve sıkılık da bundan ibâretti.
Bir Pazar sabahı iki arkadaş
Çankaya’da yürüyüş yaparken, taa bahçe kapısının önünde dikilen polislerin «Bu
taraftan değil, karşı kaldırımdan yürüyünüz» diye önümüze çıkışlarını,
ister istemez hatırlayıp acı acı güldüm.
Husûmet dalgalarıyla yüklü
bir Arap okyanusunun ortasında olmasına ve her an Ürdün kesiminden ülkesine
rahatça soktuğu binlerce gezginci Arap’ı da koynunda taşımasına rağmen, İsrail
emniyetinin Cumhurbaşkanını koruma tertibatı işte bu kadarcıktı!.. Ne o dar
aralığı okul çocuklarına kapatmak ne de arada bir dalıp öteye geçmenin kestirmeliğine
tamah eden otomobillere engel olmak!.
Dahası var: İki duvar
boyacısı, upuzun bir merdiveni villanın bahçe duvarlarına dayadıktan sonra,
bir süre aralarında tartıştılar ve sonra takımlarını taklavatlarını merdivenin
dibine bırakarak, kimbilir hangi işin peşinde, çekilip gittiler... Gene
Çankaya'nın bahçe kapısındaki polisi düşünüyorum ve zavallı iki boyacıya
merdivenlerini mi, yoksa o takım taklavatı mı daha önce yedirmeğe kalkışırdı
diye, kendi kendime sormadan geçemiyorum.
İçeri girdik. Duvarları çam
tahtasıyla kaplı büyücek bir salonun tam karşısına bir masa ve bir kaç koltuk
konmuş, masanın üzerinde bir mikrofon, Sonra o masaya oturacağı besbelli olan
Cumhurbaşkanının karşısına gelecek şekilde dizilen iskemlelere de, dâvetliler
dizilmişler. Bir kısmı sarıklı, lâtalı, bir kısmı Agelli maşlahlı, tek tük de
ceketli pantalonlu başı açıkları var.
Az sonra Zalman Shazar
geldi, ayağa kalkmış olan misafirlerini gülerek selâmladı ve hemen nutkuna
başladı.
Tabiî İbranice konuşuyor...
Sesinin tonu, İsrail'in en namlı hatiplerinden biri olarak tanınmasını haklı
çıkaracak kadar gür ve yaşından umulmayacak kadar da enerji dolu...
Arap liderler, kadılar,
şeyhler ve yüksek memurlar, saygıyla dinliyorlar... Hepsini dikkatle incelemeğe
çalışıyorum, gözlerinde bir nefret ışığı veya korku belirtisi yok. Yâni gene
klâsik ölçüler tarümar edilmiş... Aynı devletin iki ayrı dinden olan
unsurları, sanki birinin kanından olanlar bu ülkeye saldırıp yenilmemiş ve
ötekinin kanından olanlar da saldıranları tam üç defa yenip perişan etmemiş de,
hep böyle karşılıklı bayramlaşarak yaşamışlar gibi, rahat rahat nutuk alış
verişi yapıyorlar...
Nitekim Cumhurbaşkanının
hayli de uzun olan konuşması Arapçaya tercüme edilir edilmez, bu defa sarıklı
bir Arap lider kalktı ve aynı uzunlukta bir nutukla karşılık verdi.
Yahudi ve Arap milletlerinin
aynı soydan gelme kardeşler olduğunu söylüyor... Taa İbrahim Peygambere kadar
dayanan bu kardeşliğin, çağımızda da geçerli olmasını diliyor... Ve İsrail
devleti içindeki iki unsurun birbirlerine dayanarak çalışmalarındaki anlamın
dışarda da anlaşılmasını temenni ediyor... Yâni daha kestirmesi, Nasır ne
söylemişse ve Sedat Hüseyin ve diğerleri ne söylüyorlarsa, aksini gözler önüne
seriyor!..
Nutuk biter bitmez, Zalman
Shazar ayağa kalktı ve teker teker misafirlerinin ellerini sıkarak, bu defa
ferdî tebriklere başladı. Ve onun kalkmasıyla birlikte de meyve suları küçük
kanapeler, pastalar, meyveler ve böreklerle donanmış tepsileri gezdiren beyaz
önlüklü kızlar ve garsonlar ikrama geçtiler.
Bu kadar tafsilâta neden mi
lüzum gördün? O koskoca kadıların, şeyhlerin ve mahallî liderlerin, kıtlıktan
çıkmışçasına bir yiyecek saldırısına geçtiklerini, dehşetle seyrettik de onu
belirtmek için.
Ve tam çıkış sırasında da,
bir arkadaşımızın farkedip bizleri dürtmesiyle büsbütün irkildik: Portakalın
ibadullah bol ve ucuz olduğu bu İsrail'de, dipteki masada duran portakal
tepsisine uzanıp aldığı meyveyi cübbesinin cebine indirerek yürüyen zat, zannederim
bir Arap kadısı idi!...
Arap neden mi yenildi ve
gene de her seferinde yenilecektir? İşte bundan!.. Düşmanlığında, İsrail’den
değil mal almak oraya ayak basana dahi selâm vermiyeceğini ilân edip, abluka
palavrası attıktan sonra, İsrail meyvelerini ve sebzelerini kamyon kamyon
ülkesine sokup yutmanın tamahına nasıl dayanamıyorsa; dostluğunda da, bir tek
portakalı dahi cebine indirip yürümeyi kâr saymaktan kendini alamaz. Ve böyle
olduğu için de, Golan Tepelerinin eteklerinde Suriye güllelerine ve
kurşunlarına rağmen ekip biçmekten ayrılmayan ve Arap'ın elindekiyle
kıyaslanmayacak kadar az ve ekime uygunsuz topraklarda Tevratın bal ve süt
cennetini yaratmış olan bir milletle elbet başa çıkamaz!..
Cumhurbaşkanının davetinde
dahi Arap’a portakal çaldıran kişisel tamah, devlet plâtosuna atladığı zaman, işte
o kamyonlar dolusu portakalı hudutlarından rahatça sokan «Mâşerî tamah»
olmakta ve tabiî hep kaybetmektedir!...
«Geleceğin teminatı, geçmişe duyulan
saygıdan başlar.
W. CHURCHLL»
Bugün Kudüs'te son günümüz.
Eski, çok eski bir tarih kitabını kapatır gibi, oradan ayrılacağız.
Ama kitabı kapatmadan önce,
eskinin de çok çok eskisine doğru bir seferimiz var. Bu, tarihin ilk
Tevrat’ınım bulmuş olan İsrail arkeolojisinin, bu eskiliği korumak için
giriştiği akıl durdurucu çabanın abidesi, o nefis müzeyi ziyaretten ibarettir.
Bu tarihî Tevrat, mes’ut bir
tesadüf sonucu bulunmuştur. Bir Arap çocuğu, keçilerini otlatırken, rastladığı
bir mağaradaki derin çukura taş atıyordu. Az sonra taşın tınladığını farkederek
iyilip baktığı zaman, dipte bir kaç küpün yattığını gördü ve hemen koşup
babasına haber verdi. Hemen hepsi birer arkeolog olan İsrail ordusu
subaylarının tarihî eserlere iyi paralar verdiğini bilen Arap peder, derhal
koşar ve çevrede kazılar yapan generale haber verir... Artık ondan sonrası
tamamdır. Ve az sonra arkeologların bilgi gözleri fal taşı gibi açılmıştır.
Küplerin içinde, tarihin ilk Tevratı yatmaktadır ve maalesef çocuğun attığı
taşlar bu küplerden birini kırdığı için de, binlerce yıl havasız kalmış olan
eserin o bölümü hava teması ve hararet farkı dolayısıyla zedelenmeğe
yüztutmuştur. Evet ama, eser de artık ilmin elindedir, bilginin ve ihtisasın
ağuşlarına geçmiştir. Nitekim hemen ilim konuşur ve «Eserin bulunduğu mağaranın harareti, rutubeti velhasıl bütün şartları
ne ise, aynen onları taşıyan bir bina isterim» der. Bitmedi, bu ilk
Tevrat, neler içinde bu devre kadar gelmişti? Tersine oturtulmuş bir çanı
andıran küpler içinde değil mi? «O
halde bu binanın şekli de tıpkı öyle olacaktır» diye de ekler.
Ve işte böylece, o nefis
eser, o gerçekten yalnız insanlığa değil, cennetteki Hazreti Musa’ya dahi,
önünde şapkasını çıkartacak kadar, güzel ve azametli eser ortaya çıkar.
Şimdi orada, bu dörtbin
yıllık Tevrat, itinayı dahi bir ihmal saydıracak kadar müthiş bir dikkatle,
korunuyor, ziyaretçilerin hayretle açılan gözleri önünde teşhir ediliyor.
Binaya, geniş taş
merdivenlerle alttan girebilirsiniz. Ve bütün duvarlar boyunca, yerleştirilmiş
camekânlar içindeki, ipek safihalarla korunan sayfaları seyredersiniz. Her bir
camekânın içi, o mağara rutubetinde, aynen o hararettedir ve otomatik kontrol
cihazları bu şartları daima muhafaza ederler. Ve bir tehlike vukuunda da, bir
düğmeye basılır basılmaz, yapının Tevratı taşıyan göbeği, olduğu gibi yerin altına
hemen giriverecek şekilde ayarlanmıştır.
Yahudiler, ünlü Roma
zulmünden, bilhassa İmparator Vespasian’ın oğlu o gaddar Titus’un hışmından
kaçarak, çil yavrusu gibi dağıldıkları zaman, bir kısmı, Filistin’deki
mağaralara, Kudüs’teki sarp tepelerin kayalıkları sayesinde zor bulunur ve
görülür olan oyuklara saklanmışlardı. Götürebildikleri eşyayı yanlarına alan
bu zavallıların, hayli yüksek seviyeli bir medeniyet içinde oldukları da
sonradan bulunan eşyalarının kalitesinden ve cinslerinden belli olmuştur. Aynı
müzenin taştan oyulmuş duvar raflarında ve önleri camlarla örtülmüş
vitrinlerinde şimdi teşhir edilmekte olan bu eşyalarda, o tükenmez Yahudi ümidini
ve sabrını da hemen görmek mümkün. Zira eşyalar arasında bir gün tekrar
ülkelerine kavuşacaklarını haykıran madeni levhalar ve alışılmış bir medenî
yaşayışın mağaralarda dahi devamım sağlayan, tabaklar, duvar süsleri ve liğme
liğme olmuş ama hepsi bir sanatın varlığını haykıran zenbiller vardır!..
Bütün bu eserler de, tıpkı o
tarihî Tevrat gibi, bulundukları şartlar içinde korunmaktadır. Ve aynı yapının
taş döşeli avlusunun ucunda da, belki de yer yüzündeki arkeoloji müzelerinin en
rahatı ve zarifi olan Jarusalem Müzesi vardır.
Avluya serpiştirilmiş gibi
duran Zeytin ağaçlarının, çevreye büsbütün bir tarih damgası vuran yeşil
dekorunu seyrederken, gözlerimizin önüne bizim Selçuk Müzesi geliyor, sonra
Bergama ve diğerlerinin o fıkara, o küçük mü küçük, o yetersiz mi yetersiz yapıları içinde, üstüste
yığılmış, çoğu yersizlikten tasnif dahi edilemeyerek avlular boyu üstüste
serilip yatan hâzinelerini düşünüyoruz. Çıra gibi yangına kucak açmış biçare
Topkapı’yı düşünüyoruz.
Ağlamaklı olduk.
Ve bizlere, zor zaptedilir bir
heyecan ve helecan içinde Kudüs müzesini gezdirmiş olan Bayan Arkeolog
Hadassah Levin’e, içi titriyerek gösterdiği bir Artermiş heykelinin, bizde
biri penbe mermerden olmak üzere, tam üç tane dev cesametlisinin bulunduğunu
söylediğimiz zaman, gerçekten o da heyecanından ağlamaklı oldu. Allahtan ki
henüz Türkiye'ye gelmemişti ve Allahtan ki, onları hangi şartlar içinde
sergilediğimizi bilmiyordu!..
Bizim gezi programım düzenleyenler,
üç gündür yaptığımız eski tarih cevelânından birden bire çok yeniye geçmemizi
herhalde uygun bulmamış olacaklardı ki, şu son Kudüs gününde, bir de
Martyrsmemorial ziyaretimiz var. Böylece Musa’dan, Süleyman’dan, Davut'tan,
İsa’dan ve Muhammed'den, ikinci Dünya Savaşına geçiyoruz. Ve nazi zulmünün
kurbanı olan altı milyon (?) Yahudinin hâtırası için yapılan anıt ile o
temerküz kamplarında fırınlanmış, gazlanmış Yahudilerden tam üç milyonunun
sicil fişlerini taşıyan yapıyı geziyoruz.
Bu defa da içimiz, insanlık adına
kaskatı kesildi.
Gerçi Yahudiler, ne bu abideyi, ne o
fişleri ve temerküz kamplarından kaçabilmiş tek tük şanslının giydikleri o
kamp partallarına kadar, sergiledikleri her zulüm kalıntısını, ebedî bir Alman
düşmanlığı yaratmak için tutmadıklarını söylemektedirler. Ve onların bu
hâtıraları canlı tutmaktan güttükleri tek gaye «Never again» bir daha asla!..
İnanışını ebediyete kadar sürdürmektir ama ne de olsa insan ürperiyor.
Ne demişti İshak Peygamber: «Bir
demir gibi döğüleceksiniz!» Evet, asırlar boyu peygamberden peygambere
devrolunan müjdeyi o kurtarıcının mutlaka geleceği haberini yüreklerine kor
gibi yerleştirip, oradan oraya göçerken, gerçekten de bir demir gibi
dövülmüşlerdir ama, bu demirin Nazi örsü ile Hitler çekici arasında kalan
parçası, hiç şüphe yok tarihin en acı bölümü ve demire en çok fire verdiren
zulmüdür.
İkinci Dünya Savaşı patladığı zaman,
bu Yahudi demirinin Avrupa'daki sayısı, 14.5 milyon idi. Savaş bittiği gün ise,
bu sayıdan tam altı milyonu erimiş yok olmuştu!..
«Hiç bir peygamber İslâm peygamberi
kadar ağaç sevgisi göstermemiştir.
BERNARD SHAW»
Telavîv’le Hayfa arasındaki yolun
sağ yanındaki iki büyük tepeden birine Atatürk Ormanı, ötekine de Belfour
Ormanı yerleşmiştir. Bizim kurtarıcımızın adını taşıyanı, buradan giden
Yahudiler başlattılar, öteki de, Yahudiliğe devlet olma hakkı tanıyan o ünlü
belgenin hâtırasını yaşatmak için taa 1948 de fidanlandı. Şimdi her ikisi de
gürleşmiş ve çoğu fıstık çamı olmak üzere, yüzbinlerce ağacı bağrında taşıyan
birer yeşil âbide olmuştur.
Atatürk Ormanına üç fidan da bizler
diktik. Ve fidan diken her ziyaretçiye verilen bir ormancılar rozetiyle,
diplomayı uzatırken, katkımızdan dolayı bir de teşekkür ettiler.
Her yıl, keçiye, baltaya ve yangına
kurban verdiğimiz orman yekûnunu düşünüp, gene ağlamaklıyız. Çölü yeşerten ve
taşlık tepeleri ormana dönüştüren aklın yanında, «Biz ağaçların değil, insanların
milletvekiliyiz» diyerek oy’a
orman peşkeşi çeken politika hırsı, burada daha çok yürek yakıyor!..
İsrail'in orman teşkilâtında görevli
bir hanım uzman, arkadaşlarımın ellerindeki fotoğraf makinelerini işaret
ederek, ağaç dikerken resimlerimizi çekebileceğini söyledi. Hepimiz fidanları
yerleştirirken poz verdik... Öyle bir kasılışımız vardı ki, Bolu’yu elli yılda
avuç ayası kadar ormanla kifaf-ı nefs’e zorlıyan Güney ormanlarında her yıl
Telavivle Hayfa boyu bir Orman parçasını alevlere yalatıp yutturan bir milletin
çocukları olduğumuza, dünyada inanılmazdı!..
Arabaya binip ayrılırken, gözümüz
hâlâ ormanda... Tepenin eteklerindeki körpe ağaçlara bakıp, biraz önce
geçtiğimiz bir iki Arap köyünü hatırlıyan arkadaşlar, «Tanrı keçilerden saklasın» diyorlar, mihmandarımız gülüyor ve
merak etmememizi söylüyor : «Zekeriya
Peygamber gelse, keçi besletmeyiz.»
Ve sonra gururlarımızı okşarcasına
ekliyor:
Kaldı ki, yolun karşı tarafından, az
sonra gideceğimiz Moşav hemen hemen hepsi Türkiye’den gelmiş Yahudilerdir ve
tarlalarından başlarını kaldırdıkları her an bu Atatürk Ormanını görürler.
İsrail'de dört çeşit köy olduğunu işitmişsinizdir : Moşav’lar, Moşavşitufi’ler, Kibutz’lar ve bir de
kapitalist olanlar.
Biz şimdi ilk olarak bunlardan
Moşav’ı göreceğiz ve üstelik de Türk Yahudilerinin Moşav'ını gezeceğiz.
Moşav’da devlet yirmi dönümden fazla
olmamak üzere herkese bir toprak ayırmıştır. Bir Moşav kurmayı ve burada
çalışmayı kabul edenlerin sayısına göre bölünmüş olan bu toprakların, ekilmesi,
biçilmesi ve çıkan mahsulün kooperatifler aracılığıyla satılması, Moşav
halkının meşgalesidir. Ve yıl sonunda da herkes, çalışması ölçüsünde
değerlendirebildiği ürününün karşılığı olan parayı almak hakkını haizdir.
Devlet başlangıçta uzmanlara tahlil ettirilmiş, toprağa uygun tohumu verir,
basit meskenleri yapar, suyu da getirir. Ve sonra sâdece ilmin ve fennin yapıcı
öğretici, inkişaf ettirici elini üzerlerinde bırakarak «Haydi artık çalışın ve
ilerleyin» der. İşte bu kadar. Artık herkes kaabiliyeti, çalışma azmi,
yetiştirme ve geliştirme gücü ölçüsünde kazançlıdır ve bu parayla ev yapmak ta,
geziye gitmek te, giyinmek te, yeni makinalar arabalar almak ta serbesttir.
Tabiî Moşav'a ortak bir tesis yapmak lâzımsa, ona katkıda bulunmak da, gene
ortaklaşa alınacak bir kararla mümkün olur.
Bizim Türk Yahudilerinin Moşav’ı
bize söylendiğine göre, İsrail’in en verimli köylerinden biri ve gelir
şampiyonu da, babası Trakyalı, kendisi İstanbul’da doğmuş olan İsrail!... Evet delikanlının adı, memleketinin
adıdır ve yalnız geçen yıl babası ve küçük kardeşiyle birlikte çalıştığı
topraklarından tam 150 bin İsrail lirası (Bizim paramızla 600.000 lira)
kazanmağa muvaffak olmuştur.
Türkiye’de çiftçi miydi bunlar?
Hayır. İsrail’e göçtükleri zaman, bu şampiyonun babası, bizim Karadeniz
vapurlarından birinde tam 27 yıl büfecilik etmiş, toprağı daima geminin
güvertesinden seyretmiş bir gemi adamı idi. Ve tam 45 yaşındaydı. Çocuklarından
büyüğü olan İsrail ise, o tarihte 12, küçük kardeşi de 6 yaşındaydılar. Yâni
toprağı, onlar da ancak oyunda yere düştükleri zaman ellemiş bulunuyorlardı.
İyi ama, Yahudi dünyanın neresinde
çiftçi olmuş tu ki? Yahudi dünyanın hangi köşesinde, toprak işleyici olarak ün
yapmıştı ki...
Ama İsrail’in bir harikası da,
toprağı en fazla saksıda görerek gelen Yahudi’yi almak ve kısa zamanda ondan
dünyanın en başarılı çiftçisini çıkarmaktır.
Nasıl ki, ilimde, fende, sanatta son
derece şöhretli ve başarılı olmasına karşılık, asker olmamış, askerlik
san’atına hiç bir yerde girmemiş aynı Yahudi’den de burada yüz milyonluk Arap
ummanını altı günde darma dağınık eden askerî bir güç yaratılmıştır!...
Nitekim işte, bizim Edirneli babadan
gelme İsrail’in, tertemiz dayalı döşeli, salon takımından, televizyona
telefona ve bulaşık makinesine kadar her türlü konforla lebalep evinde oturup
sohbet ederken, hemen görüyoruz ki, karşımızdakiler iliklerine kadar toprak
adamı olmuşlar, kromozomlarına kadar çiftçi kesilmişlerdir.
Ve o harikulâde maceraları, hani
onları gemi adamlığından toprak adamlığına ve saksı çocukluğundan harika
çiftçiliğe geçiren o filmlik romanlık maceraları ise, doğruca İsrail
ziraatçiliğinin akıllar durduran serüvenidir.
«Ne kadar mı adamsın? Toprağını
değerlendirdiğin kadar.
JOUBERT»
Israil devleti, başlıca iki toprak konusu
ile karşı karşıya idi. Birincisi, yetersiz olan az olan ve çoğu çöl olan
topraklarını, ekime uygun hâle getirmek ve çoğaltmak. Yâni çölü
topraklaştırmak.
İkincisi de ekime uygun olan
topraklarının bütün gücünü, yetiştirmek istediği mahsule yöneltmek! Yâni meselâ
biber yetiştirmekse maksat, toprak tüm besleme gücüyle yalnız bu bibere
yönelsin, bağrında bir tek yabancı otun dahi yeşermesine imkân bırakmayacak
şekilde, hedefi olan mahsule kucak açsın!..
Çölü topraklaştırmak için,
enstitüler, fakülteler ve buralarda gece gündüz ayırmadan çalışan bilginler ve
uzmanlar ne istemişlerse yapılmış, neyi denemek istemişlerse ona mutlaka imkân
verilmiştir.
Başlangıçta yüzbinlerce cam boruyu,
diklemesine kumlara gömüp, tepesinden toprak akıtarak yarattıkları zemine fideler
dikecek ve her birini kimyevî gübrelerle takviye edip bitmek tükenmek bilmez
bir sabırla sulayıp bakacak kadar zorlu bir ziraî işleme girmekten dahi
çekinilmemiştir. Ve daima yaratılan o sun’i zeminin çöl tarafından yutulmayıp,
tam aksine o küçücük toprakların çölü yavaş yavaş kendilerine benzetmelerine
dikkat edilmiştir. Buna yardımcı olan nebatlar ayrılmış, bunu sağlayacak
kimyevî tertipler ayarlanmıştır.
Çöl, iki bin yıl boyunca bağrında
dikenden başka bir bitkinin yeşerip gelişmesine rastlamamış ve alışmamış olan
çöl, bu sabırlı itinayı görünce elbette şaşırır ve serseme döner. Nitekim
göğsüne akıtılan bunca kimya mahsulü ve bağrını kaplayan bunca nebat ve o
küçük küçük topraklar karşısında, bir yetiştirme sarhoşluğudur ki, çölü sarar
ve zamanı gelince her bir cam tüpe vurulan çekiç darbeleri, artık tutmuş olan
fidanları meydana çıkarır.
Bu, çölün, âdeta şuur altına
girerek, onun hâfızasını canlandırmak ve iki bin yıl önce de kendisinde böyle
bir yetiştirme gücü olduğunu ona hatırlatmak gibidir.
İsrail’in ilk ziraat idealistleri : «Çöl bir defa
uyansın, gerisi gelecektir» diyorlardı. Çölün
uyanması işte buydu ve gerçekten de haklı çıktılar, gerisi geldi,
zorluklarla, binbir didişmeyle geldi ama, hemen geldi.
Öyle ki 1948 Aralığında 326 İsrail
köyü varken 1964'de bu sayı 706’ya yükselmiştir. 1948’de İsrail’in sürülmüş
toprak miktarı 1 milyon 600 bin dönüm1 iken, 1964.de bu miktar 4
milyon 350 bin dönüme varmış ve bu yükselme bugüne kadar da her yıl ortalama
800 bin ilâ bir milyon dönümlük bir artış göstererek sürmüştür!..
İkinci probleme, hani o ekilebilir
toprağın bütün gücünü ille de yetiştirilecek mahsule yöneltmesi meselesine
gelince, İsrail ziraatçileri bunun için de artık bütün dünyaca taklide
başlanılan o meşhur «plâstik sistemi »ni bulmuşlar ve hemen uygulamışlardır.
Kaç dönüm ekilecek? Diyelim ki 100.
Ve ne ekilecek? Diyelim ki biber.
Hemen top top siyah plâstik örtüler,
bu yüz dönümü bir halı gibi kaplıyacak şekilde toprağa kaplanır. Bu plâstiğin
üzerinde toprağın yetiştirme gücünün âzamisi kadar delikler vardır ve her bir
delik bir fide içindir. Çiftçi, fideierini bu deliklere teker teker eker. Ve
sonra metrelerce plâstik su borusunu da, bu ekim yerlerinin yanıbaşına gelecek
tarzda döşer. Bu boruların üzerinde de gene delikler vardır ve bunlar da
verilecek suyu yalnız fide diplerine geçirecek şekilde ayarlıdır. İşte bu
kadar. Döşenen su borularını, bir ana su borusuna bağlar ve ağzına da, daha
önce bahsini ettiğim Beyin Hidrostat’ı koyarsın. Ve artık suya karışmazsın.
Toprağın rutubeti azaldı mı, bu otomatik âlet suyu açar ve ancak yeterince rutubeti
toprağa kazandırır.
Üzeri kapkara bir plâstik
tabakasıyla kaplı olan toprak artık ne güneşin bağrından başka ot fışkırtmasına
imkân vermekte ve ne de her tarlada asıl mahsulün dışındaki binbir tufeyli
bitkinin ayıklanıp temizlenmesi gibi insan gücü israfına ve esas mahsulün
zedelenmesine yol açan bir kargaşaya meydan bırakmaktadır.
Geriye ne kalmıştır? Yalnız rüzgâr!.
Ve biraz da zamansız sağnaklarla «dolu» gibi âfetler mi? O da kolay. Bu defa
toprağa serilenin aksine, renksiz pırıl pırıl saydam başka bir plâstik örtü
nebatların boyunu aşacak şekilde çatılmış karkaslar üzerine kaplanır. Daha
fazla boy verenlerde meselâ domateste de, bu örtü çok daha yüksek serler hâlinde
döşenir.
İşte bu sistemdir ki, İsrail’in
ziraî gelir füzesi oldu ve Filistin toprağım California bereketiyle kıyaslamaya
götürecek korkunç bir ziraî hâsılayı, onun bütçesine kondurdu!...
Ama birkaç paragraf yazıyla şöylece
çırpıştırılıp anlatılan bu ziraat hamlesinde, yüzlerce uykusuz gece, tonlarca
alın teri ve iki bin yıllık bir sabırdan doğan misli bulunmaz o Yahudi direnci
vardır.
Hani bizim İstanbul’dan gitme o
toraman İsrail’le ailesini, gemi adamlığından toprak uzmanlığına ve saksı
yeletliğinden (yelet, ibranicede velet, çocuk demektir) ekim şampiyonluğuna
çıkaran bir akıl ve azim ki, baştan aşağıya idealist bir devlet uzmanlarının
lokomotifliği ve motor gücüyle bu noktaya varmıştır.
«Eğer bir adamın toprağı varsa, toprak ona
sahiptir.
RALPH EMERSON,,
Karadeniz vapurlarında büfecilik yaparken,
güverteden seyrettiğim yeşil tepelere bakar bakardım da «Hey Tanrım, buralarda
nasıl çalışıyorlar, şunları nasıl yetiştirebiliyorlar» diye şaşıp kalırdım»
diye anlatıyordu bizim İstanbullu İsrail’in babası.
Tam otuz yıl böyle çalışır...
Edirne’de doğmuştur ama, iki karışlık bahçesi olan bir evde dahi oturmamış ve
çocukluktan delikanlılığa geçiş yıllarından itibaren hep deniz üzerinde
çalkalanmış durmuştur.
1948’de İsrail devleti kurulup da,
bütün dünya Yahudilerinin gerçek göçü başlayınca, pek çokları gibi bu «gemi
adamı» nın kalbini de yarısı merak, yarısı iki oğlunun bir Yahudi devletinin
kanadı altında daha iyi yetişip yetişemeyecekleri kaygısı sarıvermiştir.
Sonunda bu kaygıyı o merak yener ve
bu küçük aile, ellerinde avuçlarında ne varsa satıp, İsrail'e göçerler.
Bu yepyeni devlete çocuk getirmek,
çöle toprak taşımak demektir. Ve yaşı 45’i bulmuş bir orta yaşlıya, hattâ daha
ihtiyar olanlara dahi, burada güler yüzle kucak açtıran ilk ve hattâ tek yol bu
«geleceğin adamı»nı yanında getirmektir.
İsrail devleti, her göçmen gibi,
bunlara da sorar :
Hangi sistemde bir köyü
seçiyorsunuz?
Bu, yâni tam bir kolektif yaşayış
içinde olan, mülkiyetsiz ve kazancı paylaşamayıp, ortaklaşa karar verdikleri
yerlerde kullanan Kibutz’u mu? Yoksa, kazanç kazananın kendi malı olan Moşav’ı
mı? Yoksa ikisi arası olan Moşavşitufi’yi mi tercih ediyorsunuz? demektir.
Bizim 45’lik «gemi adamı» kendisi
gibi Türkiye'den göçmüş, bir grupla birlikte Moşav'ı seçmiş ve arkadaşlarıyla
beraber kendilerine gösterilen köy yerlerinden, hemen bir deniz kokusu aldığı,
bu parçayı istemiştir!..
Bomboş ve her bir köylüye sadece
20'şer dönümlük toprak ayırımı yapılmış ve o güne kadar da hiçbir şey
ekilmemiş bir parçadır burası. Ve sadece de su getirilmiştir.
Ama Devlet, bu toprak tanımaz, ekim
biçim bilmez insanların bu seçmesi karşısında kendi görevlerini öylesine de
plânlamıştır ki, hiç fütur etmez ve bir yandan kendisi ilk ağızda
oturabilecekleri basit barakaların yapımına geçerken, öbür yandan da bunları
boş tutmamak için, bir kısmını bu faaliyette, artanları da ya daha önce
kurulmuş çeşitli köylerde çalıştırır, yahut da verdiği hayvanların bakımında
kullanır. Ve meskenler biter bitmez de, hepsini getirip yerleştirdikten sonra,
bir uzmanlar grubunun eline teslim eder.
«— Ah ne güç günlerdi o ilk
anlarımız» diyor bizim şimdi yetmişine yaklaşmış «gemi adamı.»
Hayatımızda inek de sağmamıştık. Bir
atın başını da hiç okşamış değildik. Ve hele üzeri otlarla kaplı toprağa
baktıkça ağlamaklı oluyorduk. Ama o uzmanlar yok mu, o ziraatçi uzmanlar?.. Hey
Allahım her biri âdeta birer sabır heykeli idi. Ve biz onlara Eyyub
Peygamberin Çocukları adını takmıştık. Aylar boyu bizim o küçücük
barakalarımızda bizlerle beraber yaşadılar. Toprağın nasıl temizleneceğini hiç
bıkmadan ve beceriksizliklerimiz karşısında hiç sinirlenip bozulmadan bize
öğrettiler. Çapalamayı, ekmeyi, toplamayı günler ve geceler boyu bizlerle
gülüp, bizlerle ağlayarak gösterdiler. Bir telefon bağlantımız vardı. Ve her
istenildiği anda, toprak tahlili için, herhangi bir bilgi veya hastalık için
daima devletin başka uzmanlarını seferber etmemiz kaabil olurdu. Durmadan da
denemeler yapıyor ve en fazla verimi hangi mahsulde alacağımızı hep birlikte
araştırıyorduk.
Bir süre sonra gördük ki, aaa...
Birer çiftçi olmağa başlamışız, ekiyor, bakıyor, yetiştiriyoruz. Daha hoşu,
mahsulümüz satılmağa başlamış bile. Ve böylece günün birinde Eyyub’un
Çocukları, o idealist öğretmenlerimiz, biap devletin güçlü elini ve bilgi
hâzinelerini, bir telefon irtibatı hâlinde bırakıp :
Haydi artık dediler, oldunuz, artık
birer yetişmiş çiftçisiniz. Biz bundan sonra sizleri ancak yoklamağa
geleceğiz. Yahut da her yeniliği size yetiştirip yeni bilgiler sunmağa koşacağız!...
Evet, lokomotif, katarı peşine
takmış ve sonra her vagona birer motor gücü vererek, onu bir meyilden aşağı
bırakıvermişti. Allahını seven durmasın artık bu hızın önünde.
Nitekim, o ilk barakalar kısa
zamanda yetmez olmuş ve her aile kazancını daha mükemmel evlere aktaracak bir
seviyeye gelivermiştir. Şimdi bütün Moşav bir yeşil verim cennetidir. Ve
dediğim gibi, gelir şampiyonluğu da bizim bu «gemi adamı»nın büyük oğlu
İsrail’de.
Eee söyle bakalım İsrail, diyorum.
Bu yıl için projelerin ne?
Önce diyor, yaşlanmış olan babama
bıraktığımız tavukçuluğu bu yıl daha otomatik hâle getireceğiz. Öyle ki, tek
başına, hiçbir işçiye ihtiyaç duymadan, ikiyüz bin tavuğa bakabilsin. Sonra da, bu yıl domates
yetiştirmeğe daha çok önem vereceğiz. Çünkü artık yaş domates ihracatını
mümkün kılan bir ilâç keşfedildi ve geçen yıl uzmanlar nezaretinde yaptığımız
denemeler gösterdi ki, belirli bir zamanda domatesler üzerine püskürtülen bu
formül sayesinde, domateslerimiz sekiz ilâ on gün, hiç bozulmadan durabiliyor
ve her türlü deniz nakliyatını mümkün kılıyor. Bu sayede, pekçok memleketin, ancak
kızarmadan kopararak gerçek tadını daha alamadan sevketmek zorunda kaldıkları
domates mahsulüne karşılık, bizim domateslerimiz olgun olarak koparılıp
sevkedilmek şansına kavuşmuşlardır. Ve bundan dolayı da bütün Avrupa bizi
tercih etmeğe başlamıştır.
Bizim Toraman İsrail ile garip bir
bahse tutuştuk. Ben, bu hızla giderse bu yılki kazancının 250 bin İsrail
lirasını kolayca bulacağını iddia ederken, o kızararak önüne bakıp tevazu
gösterdi:
Yok beyim, 245’i biraz aşarız
belki!... Ama. sizin dediğiniz olur olmaz da, ilk size bildireceğim!
«Hayatın görevi daima ileriye gitmektir.
SAMI EL JOHNSON»,
Israil, akılcıdır ama, bu onun din
devleti olmasını da önleyemez. Tevrat’tan, rahmetli Atay’ın deyimiyle bir
«Gid» gibi faydalanmayı ideal edinmiş olan devlet kurucuları, Tevrat
şeriatçılığını, kendi akıl yollarının bir engeli saymamışlardı. Ama böyle bir
engelleme hiç olmamış da değildir ve bugün İsrail’de siyasî parti olabilmiş
bir yobazlık, genel oyun yüzde 14’ünü alabilecek kadar da güçlenmiş haldedir.
Ama yeni yepyeni bir nesil çığ gibi geldikçe ve geliştikçe ve büyük çoğunluğu
elinde tutan akılcılar da, verdikleri her tâvizin, yurt ilerlemesini
ilgilendirip ilgilendiremiyeceğini herşeyden önce ölçüp biçmeyi hedef
edindikçe, bu yobaz kütlelerin daha güçlenmesi elbet mümkün değildir.
Nitekim, hâlâ Tevrat’ın bildirdiği
ve İshak’ın müjdelediği gerçek kurtarıcının gelmediğine inanarak onu bekleyen,
örgülü saçlı her Yahudi yobazına, yollarda bıyık altından gülünerek
bakıldığını görebilirsiniz. Ve
İsrail’de geçerli tek nikâhın belediye dairelerinde değil de sinagoglarda
hahamlar tarafından kılınan nikâh olmasının, sonuna kadar hep böyle
gidebileceğinden emin olmak hayli güçtür.
Fakat bugün için görünen odur ki,
Allah’ın dünyayı yaratırken altı gün çalışıp da bir gün dinlendiğine ve o
günün de Cumartesiye denk geldiğine inanan Yahudi toplumu, Cuma akşamından
itibaren artık ateş dahi yakmaz, evine çekilir ve taa Cumartesi akşamı güneş
batıncaya kadar da sokağa dahi çıkmamacasına bir dinî istirahat vecdine
uyar!...
Ne savaş bozmuştur bunu, ne de
kalkınma ve ilerleme hamlesi!... Ve böylece, hafta tatilini Cuma olarak kabul
etmiş Arap Müslümanlığının ortasında ve pazarı hafta tatili olarak kabullenmiş
Hristiyan âleminin iş ilişkileri örgüsünün göbeğinde durduğu hâlde, o
Tevrat’ın Cumartesisini seçmiştir ve bu hâl yurduna gelen binlerce turisti bir
süre şaşkına çevirmektedir.
Bizim gezi programında, Cuma akşamından
başlıyan bu «İş perhizi»nin ve sokakları bomboş bir Türk sayımı veya
sıkıyönetim araması havasına bürüyen şu eve kapanışın, kırlarda atlatılmasına
akıllıca bir dikkat gösterilmişti. Bu sebepledir ki, Taberiye gölü kıyısındaki
bir Kibutz’a gidecek ve geceyi de köyün motelinde geçirecektik. O geleneksel
Cuma akşamı yemeğini de aynı Kibutz’da yiyeceğiz.
Telaviv'le Yafa arasındaki güzel
kıyıya bahçelerini ve yüzme havuzunu yaslamış ünlü Akadya otelinden sabah
sabah yola çıktığımız zaman, arabada haritaya baktım. Taberiye gölü, yalnız
deniz seviyesinden 200 metre aşağıda oluşuyla değil, İsrail’in 1967 harbine
kadar Suriye ile arasındaki hudut tümseğini teşkil eden ünlü Golan tepelerinin
de eteğinde serilip yatmasıyla da ilgi çekici bir coğrafî parça idi. Buna bir
de İsrail’in en büyük su hâzinesi olduğunu eklersek, gideceğimiz çevrenin önemi
büsbütün belirlenir.
Ama hesapta yol boyunca, kâh Tevrat
şeriatçılığını tenkid ederek, kâh Taberiye’nin çocukluğumuzda dinleyip
okuduğumuz efsanelerdeki yerini birbirlerimize hatırlatarak daldığımız dinî
sohbetten, Yahudi aklının bir muştası ile uyanmak da varmış:
Tam Telaviv'le Hayfa arasındaydık
ki, ev sahiplerimiz:
«— Şurada bir fabrikamız var, pek
kısa bir gezintiyi belki faydalı bulursunuz diye düşündük...» diyerek,
arabayı yoldan saptırdılar ve koskocaman bir yapının önünde bizi indirdiler. Ve
az sonra dinden, o uzun saçlı Yahudi şeriatçısından, hahamdan, sinagogdan
dünyaya ve dünyanın da en ilerisine, bir elektronik âleminin tam gayyasına
atlar gibi olduk!...
Burası, elektronik tıbbî teşhis
cihazları yapan bir fabrika idi. Ve bu alanda İsrail’e beheri 40 bin dolara
satabildiği en ileri elektronik makinelerle yepyeni bir dünya rekoru
kazandırmanın humması içindeydi. İnsan vücuduna bir takım radyoaktif izotoplar
enjekte ettikten sonra, her uzva rahatça girip çıkan kan gibi bir turistten
faydalanarak, araştırılan uzvun fonksiyonunu ifa edip edemediğini, bir
televizyon cihazına aksettirilen renkler ve şekillerle anlamaya yarıyan bir
âlettir bu. Esası Amerika’da bulunmuş, ama İsrail’de ilerletilip, üzerine öyle
yeni buluşlar ve harikalar eklenmiştir ki, aynı Amerika, şimdi fabrikanın iki
yıllık imalâtını kapatmış bulunuyor. Ve İsrail, aynı makinenin sekilerden
ibaret olan dilini, her hangi bir şehir telefonuna bağlayarak sese tahvil edip,
çok uzaklardaki bir doktora dahi teşhis kolaylığı vermenin keşfine sahip!...
Ne midir bunun geliri?... Yalnız şu
cihazın, ayda 21 adeti bulan prodüksiyon hacmiyle İsrail’e getireceği dolar,
yılda 165 milyon Türk lirası karşılığıdır. İki yıllık bir bağlantı olduğuna
göre, 330 milyon lira!..
Bu, bir tek fabrikanın bir tek
âletinden elde edilendir. Bunu, tüm sanayi ürünleri ve elektronik cihazları
hacmi içinde ele alırsanız, gerçekten bir avuç su gibi de kalır!... Zira o hacmin
gelir yekûnu 900 milyon dolar, yâni 12,6 milyar Türk lirasıdır.
Ve işte bundan dolayıdır ki, İsrail
gayri sâfi millî hâsılasının yüzde 2,5 unu araştırmalara ayırabiliyor ve bu
alanda da bir kaç bahtiyar Batılı ülkenin safları arasında boy veriyor. Yalnız
1966-67 döneminde araştırmalar için sarfettiği para 500 milyon T.L. iken, bugün
bu miktar 700 milyon lirayı aşmıştır.
Evet, sabah sabah daldığımız dinî
sohbet, aklın bu atraksiyonu karşısında artık allak bullaktı. Ve Taberiye
gölüne doğru tekrar yola koyulduğumuz zaman, Yahudi yobazının örgülü uzun
saçlariyle, kara başlığı ve cübbesi hayâllerimizde dahi bir siyah nokta olarak
duramayacak kadar silinmişti.
«Basit bir adamın elinden geleni yapmağa
çalışması,
zeki bir adamın tembelliğinden iyidir. G. GRACİAN»
Bu asrın başında, Filistin’deki
«Yahudi millî fonu», ki Osmanlıların verdiği toprak alma izninin yarattığı
bir örgüttür, Taberiye gölü kıyısındaki bir çiftliği
satın aldı ve buraya göçmen dâvet etti. Örgütün şartları vardı; gelecek olanlar
çiftliğin bütün sorumluluğunu kabul edecekler, teşkil edecekleri köyün bütün
işlerini aralarında bölüşecekler, kiralanmış işçi çalıştırmayacaklardı. Teklif,
çabucak ilgi gördü. Bir avuç insan geldi ve hemen çalışmağa koyuldular.
Kurdukları köye Degania adını vermişlerdi. Bu, ayçiçeği anlamına gelir ve
komünal bir köy olmanın sembolü sayılmıştır.
Köyün üyeleri arasında para
kullanmak diye birşey yoktu. Özel ticaret mümkün olmadığı gibi, mahsulü
pazarlama ve fiyatlandırma da, bütün topluluk tarafından yapılacaktı. Eğer
bütün bu faaliyetten bir kâr doğarsa, o da ancak gene toplum için harcanmak
şartına bağlı idi.
İbranice’de grup anlamına gelen
Kibutz, yahut ilk çağlarında söylendiği şekliyle Kivutza, işte budur ve böyle
doğmuştur.
Tarihî Taberiye gölü kıyıları bu
fikrin ana yatağı olmuşsa, şüphesiz ilk alemdarlarını da, Doğu Avrupalı
sosyalist siyonistler teşkil etmiştir.
Bunlar asrın başında Filistin’e
geldikleri zaman, orada gördükleri manzara, küçük şehir ve kasaba toplulukları
hâlinde geleneksel ticarete devam eden, halk birikintilerinden ibaretti. 1876
larda bir takım idealist siyonistlerce kurulmuş olan köyler ise, gerçekten zor
bir yaşayış içinde çırpınmakta ve büyük bir inkişaf göstermeleri imkânı da
ufukta görünmemekteydi.
Yeni öncüler bu manzara önünde,
kafalarındaki sosyalist fırtınayı, nöronları arasında gezdirip dolaştırma
yerine, doğruca toprağa akıtmak ve bambaşka bir köy anlayışı içinde İsrail
kalkınmasının çekirdeğini teşkil etmek yolunu uygun görmüşlerdir.
Gerçekte, ilk yıllar son derece zor
şartlar altında geçer. Toprak verimsiz ve bu öncüler de toprak işlemeden
balık tutmağa kadar girmeğe çabaladıkları her işte de hayli bilgisizdirler.
Üstelik bir âsayiş güvenliği içinde de değillerdi. Ama azim ve irade herşeyi
yenmiş, yetersiz bilgi dışardan alınan takviyelerle yeterli yapılmış, görevler
günden güne liyakatlere göre tasnif edilerek kolaylaştırılmış ve sonuç bütün
Taberiye kıyılarını bir yeşil cennete dönüştürecek kadar da verimli olmuştur.
İlk Kibutzlar, gerçi Rusya’dan gelmiş
sosyalist siyonist ihtilâlciler tarafından başlatılmıştır ama, Yahudi aklı kısa zamanda bu
hareketi modern bir Kibutz hareketine dönüştürmeyi öylesine başarmıştır ki, ilk
dünya savaşı Rusya’dan göç kapılarını kapayıp da, Yahudi hicreti ancak Polonya,
Romanya, Çekoslovakya ve biraz da Avusturya kaynağından yararlanmağa başladığı
hâlde de, Kibutz’a katılma durmamış ve asıl bu unsurlardır ki, gerçek temeli
sağlamlaştırıp, üzerindeki yapıyı yükseltmekte büyük başarı sağlamışlardır.
Bugün İsrail ziraatinin belkemiğini
teşkil etmekte Moşavların yanısıra tam 250 Kibutz boy vermiş ise ve buralarda
da yüzbine yakın bir insan topluluğu saadet içinde yaşıyorlarsa, bu hâsıladaki
asıl pay, modern Kibutz hareketinin esnekliğine aittir. Ve bu esneklik,
marksizmin devlet olarak uygulamasını yaptıkları iddiasında olan bütün kızıl
hegemonyaların canına tükürmektedir.
Evet, gerçi Kibutz’da özel mülkiyet
yoktur ve hâsılat toplum içindir ama, yönetici bir sınıf da yoktur ve kişi
hürriyeti için, Kibutz’da ille de kalma gibi bir zorunluk ise, hiç yoktur.
Köy halkının seçtiği yöneticiler,
bir imtiyazlı sınıf teşkil edemezler, aksine tarlalarda, süthanelerde varsa
fabrika veya imalâthanelerde gene çalışırlar ve ancak istirahat zamanlarındadır
ki, yönetim görevlerinde çalışmakta ve bu yıpratıcı işte devamlı kalmamak
için de elbette her seçimde nöbet devrini bir dinlenme çaresi olarak
görmektedirler.
Ve herhangi bir Kibutz üyesi de,
canının çektiği, yahut da aklının kâra veya şahsî mülk hevesine takıldığı her
an, «Ben çekiliyorum» der demez çekilip gitmek hakkını haizdir.
Rusya ve hempaları, böyle bir
uygulamaya elbette deli olmuşlardır. Ve yönetici bir sınıfı silip süpürerek,
kişi hürriyetini de her Kibutz'un tepesine bir amblem gibi yerleştiren bu
esnekliktir ki, onları, yıllar boyu, İsrail Kibutz’larını bir siyonist
oyunbazlığı olarak görüp gösterme gayretine geçirmiştir.
Ama Kibutz’da bu idealizm temeli
vardır ve Kibutz marksist uygulamanın böyle bir esneklikle burnunu
fiskelemiştir de, kârcı Moşav’dan gene de daha yaygın olabilmiş midir?
Aslaa!... Ve işte asıl komünistlerin üzerine dikkatle eğilmeleri ve özel
mülkiyetsiz ve kârsız bir sistemin, kaabiliyetlere göre kazanç ayırımı
yapamayan bir sistemin, insan ruhuna ve yapısına ne kadar aykırı düştüğünü
görebilmek için yararlanmaları farz olan nokta da tam buradadır:
Bütün esnekliğine, yönetici sınıflı
ve bağlayıcı olmamalarına rağmen, İsrail’deki nüfusun ancak yüzde 4’ü
Kibutzları tercih etmiştir!...
Ey Peki. Ya şimdiki Rusya’dan
gelenler?... Onlar ki sosyalist bir eğitimden başkasını görmemişler ve ana
memelerinden başlıyarak, yalnız mülkiyetsizliği ve toplum çıkarcılığını
öğrenerek yetişmişlerdir; İsrail’e göçtükleri zaman acaba hangisini
seçiyorlar? Kibutz'u mu? Moşav’ı mı? Yâni kolektif yaşamayı ve kâr reddetmeyi
mi?... yoksa, şahsî kaabiliyete göre edinilen kazancı mı?
Hemen söyliyeyim:
Kibutz’a girip de beş aydan fazla
durabilen yok içlerinde!... Ve bütün nazariyeler, iddialar gene altüst burada
da!...
«Hiç bir zafere çiçekli yollardan gidilmez.
LA FONTAİNE
Bizim gezeceğimiz Kibutz, Ginosar
adını taşıyor. O da Taberiye gölü kıyısında... Yâni deniz seviyesinden 200
metre aşağıda.
1934 de bir avuç idealist buraya
gelmişler ve İngiliz baskısıyla, Arap husumetini hatve hatve, adım adım
atlatarak ve yenerek Kibutzlarının temellerini atmışlar...
İki dayanakları vardır: Biri
yılmayan azimleri!... Diğeri de Osmanlıların koydukları bir kanunun o tarihlerde
dahi hâlâ geçerli oluşu!...
Bu kanun, çatısı örtülmüş bir
meskenin asla yıkılamıyacağını âmirdir ve Ginosar Kibutz’un ilk öncüleri,
bundan yararlanarak Yahudi göçünü yasaklamış bulunan İngiliz mandasının yıkım
gücünü tesirsiz bırakmayı plânlamışlardır. Başladıkları bir yapıyı, bir gece
içinde tamamlamak ve hemen çatısını örtmek zorundaydılar...
Taberiye çukurunun tepesinde İlâhî
bir kandil gibi asılı duran ayın, gölün erimiş gümüşü andıran sathından bir kat
daha kuvvetlenerek akseden ışığı, tek yo! göstericileriydi. Ve ay ışığı yerini
güneş huzmelerine terk ettiği zaman, yorgunluktan bitmiş insan gövdeleri, bir
gecede kapatmayı başardıkları bir çatının mutlaka altına sığınmış
bulunuyorlardı.
Tam bir «Gecekondu» yerleşmesidir
bu. Ama yalnız başlangıcıyla böyledir ve aynı ay’la güneş, ondan sonra gelen
her gecede ve gündüzde, böyle bir yerleşmenin hiç bir tevekküle yer vermeyen
hamlelerine şahid olmuşlardır.
Toprak durmadan arınmış, çöl
durmaksızın altüst edilmiş ve göl, yüzlerce yıllık tarihî uykusundan dürtüle
dürtüle uyandırılmıştır.
Bunların da hiç biri, çiftçiliği
bilerek gelmiş değillerdir. İlk günlerin tek gıdasını teşkil eden Taberiye
balıklarını dahi nasıl tutacaklarını bilemiyorlardı. Ama tırnaklarını kan
köpükleriyle tokmaklaştırıncaya kadar didinmişler ve kendilerine balık tutmanın
ilkel şartlarını öğretmesi için bir Arap balıkçının yardımına dahi hemen kucak
açmışlardır. Ve tabiî her dara gelişlerinde yeryüzü Yahudilerinin bilgi
hâzinelerine uzanıp takviye almak için, hayatlarını hiçe sayan bir geliş-gidişi
de durmadan zorlayıp gerçekleştirmişlerdir.
Bugün vardıkları merhale, gerçekten
müthiştir ve insan bütün bu serüvene, bir projeksiyon âletinin aracılığı ile
onu perdeye aksettiren eski fotoğraf hâzineleri olmasa, Kibutz'un bugünkü
hâline bakarak dünyada inanamaz!...
Öylesine bir yeşil cennettir burası.
Ormanıyla, bir Danimarka veya Kaliforniya çiftçisinin dahi ağzım
sulandırabilecek kadar verimli yapılmış tarlalariyle, meyve bahçeleriyle,
süthaneleri, tavukhaneleri, imalâthaneleri, fabrikaları, motor bakım
servisleri ve balıkçılık tesisleriyle...
Bitmedi. Ginosar Kibutz'un göl
kıyısına ustalıkla serpilmiş bir motel zinciri vardır. Ve bahçenin bu zincire
baş teşkil eden noktasında da gene misafirler için yemek salonu, kafeteria ve
bir de sinema, konferans ve tiyatro salonu.
Bitmedi: Her üye için, bahçeli evler,
çocuklar için ayrı yatakhaneler ve okullar... Bir lise... Ayrı bir kütüphane
binası. Ayrı bir lokanta yapısı ki, eskisi yetmez olduğu için yapılmıştır ve
bin kişinin rahatça yemek yiyebileceği bir hacim, modern mimarinin hünerleri
içinde tutularak yükseltilmiştir.
Evet, burada herşey, herkes
içindir ve herkes herşeydir, formül bu ama, bu formül ne marksizmin katı
kalıpları içinde kızıldır, ne bolşevizmin sivri dikenleri üstünde inkârcı ve
ne de hür tefekkürü boğan herhangi bir dogmanın çelik dişlileri arasında
iddiacıdır!...
İngiltere için, «Köpeklerin
cenneti, atların cehennemi ve kadınların ârâfıdır» derler. Amerika için de «Kadınların cenneti»!...
İsrail için söylenecek ilk söz, burasının bir çocuk cenneti olduğu ve bu
cennetin en ileri köşelerini de mutlaka Kibutzların teşkil ettiği olmalı!...
Çocuk, burada gerçekten bir hazine,
bir aziz gibi ele alınır ve korunur. Ve analarla babalar, toplum emrinde
yetiştirilecek körpe fidanlarını, her yaşa göre ayrılmış ve düzenlenmiş
yuvalara verirken, en küçük bir kaygı ve kuşku duymazlar. Tarlalarda, bağlarda,
bahçelerde, imalâthanelerde veya balıkçı teknelerinde, çocuklarının bütün
yetişme ve gelişme şartlarım, gene birlikte hazırlamış olmanın huzuru içinde
çalışırlar ve ancak hafta tatilindedir ki, çocuklar ormanın bir ucundaki veya
ev dizilerinin serpiştirildiği çimli bahçelerin bir kaç adım ötesindeki
yuvalardan çıkarak, analarının babalarının kucaklarına koşarlar...
Kibutz’da tufeyli yoktur. Nasıl
tarlada bir tek yabancı ot yoksa, insan toplumunda da asalak öylesine silinmiş
ve herkese yaşı ve kaabiliyetine göre mutlaka bir iş verilmiştir. Yaşın
ilerledi, bedenin yorulduysa, tarladan veya balıkçı teknesinden bahçeciliğe atlarsın,
daha yaşlanırsan, motel hizmetlerine, çim biçiciliğine, tavuk bakıcılığına
kayarsın. Dizlerin tutmazsa, düğme diker, çamaşır ayırır, puantaj yaparsın!...
Ve böylece, herkesin çalışıp bir katkıda bulunduğu toplum düzeni içinde,
kendini hiçbir zaman tufeyli hissetmemenin moral sağlamlığı içinde kalman
sağlanır.
Bize Kibutz’u gezdiren yönetici,
buranın ilk öncülerinden idi. Yıllar yılı balıkçı teknelerinde ömür törpülemiş,
sonra tarlalara geçmiş ve her işi yaparak öğrene öğrene, nihayet o motel
dizisinin meydana gelmesinden sonradır ki, yaşlı gövdesine, ziyaretçi gezdirmek,
motel yönetimiyle ilgilenmek, konferanslar vermek ve projeksiyon başında
Kibutz’un tarihçesini nlatmak gibi bir dinlendiricilik lâyık görülmüştü. Ama:
«— Yıl sonu gelip de, bütün
hâsılatın hangi alanlarda kullanılacağını kararlaştırırken, iki konuda hiç bir
kısıntı yapamayız, biri eğitim, diğeri de sağlıktır» derken inancını elle tutabilirdiniz.
Ve bir balıkçıdan usta bir çiftçiye nasıl dönüşebilmişse, oradan da kırk yıllık
bir eğitimciye veya hükümet adamına taş çıkarırcasına. bu anlayışa
atlıyabilmenin de rahatlığı içindeydi!...
Şimdi çizmeğe çalıştığım şu çalışma,
şu ilerle me ve çölü yeşil bir cennete çevirme tablosuna, lütfen bir çerçeve
çeviriniz. Bu çerçeve, Taberiye çukuruna ve o çukurun çevresine sıralanmış
Kibutzlara ve Moşavlara kuş bakışı bakan Go'an tepeleridir. Yâni 1967 savaşına
kadar Suriye’nin elinde olup da, bütün bu yeşil cennete her dilediği anda
gülle ve mermi yağdıran Golan tepeleri!...
Ne demek midir bu? Şu demektir:
Bütün bu yeşil cennet ne zaman
yağacağı bilinmez o düşman husumeti altında yaratılmış, nice haftalar ve
günler boyunca, yavrularını yer altında meydana getirdikleri sığınak yuvalara
yerleştirdikten sonra tarlalara, bahçelere koşan ana babaların, her keskin
nişancıya kolayca hedef olmuş gövdeleriyle meydana getirilmiş demektir!...
1967 savaşı patladığı zaman, asrın
başından beri, O Golan heyulasına daima sıkılmış dişleri ve avuçlarına
gömülmüş tırnaklarıyla bakmış olan bu bölge halkıdır ki, bir gün içinde yukarı
tırmanmış ve bir kâbusu yırtarcasına savaşıp, artık hiç bir kâğıt ve söz
garantisiyle değişmez olduğu emniyet kuşağını elde etmiştir!...
«Liyakat göstermeden kazanılan, müstahak
olmadan da kaybedebilir.
SHAKESPEARE»
Taberiye
arazisi «Hamamlar toprağı»dır. İdrisî
coğrafyasında bu çevredeki kaplıcalardan altısının adı yazılıdır. Pek çoğunu
Romalıların kurduğu bilinen bu kaplıcalardan, yalnız bir tanesi, Taberiye'nin
doğusunda bulunan Hüseyniyye bölgesindeki, Hz. Süleyman’a mal edilir.
Ali el Herevi’nin: «Sultan
Süleyman tarafından kurulan bu kaplıcanın suyu yapının ortasından oniki fıskiye
hâlinde fışkırmaktadır ve her biri ayrı bir hastalığa şifa verir» diye methettiği kaplıca da işte budur:
«Suyu berrak, kokusu hoş ve gayet
sıcaktır. Sular bir havuza akar ve hastalar bu havuzda yıkanırlar...»
Evet ama, kaplıcası bu derece bol ve
taa Roma çağından beri bilinen böyle bir bölgenin halkı, oraya İsrail
medeniyeti girinceye kadar acaba ne haldeydi?..
Haydi geliniz onu da gene, İsrail
için yazılan her satırda bir siyonist oyunu aramağa teşne olan Doğu kafasına
iyice çakabilmek için, sadece İslâm kaynaklarından alalım:
Makdisî
diyor ki (sayfa 16):
«— Taberiye, Ürdün ilinin Ken’an
vadisinde kurulmuş bir şehridir. Uzunluğu bir fersah olan gayet dar bir toprak
parçası üzerine kurulmuştur. Havası pek ağırdır. Kabristanlar dağ yamacında
bulunur. Cuma namazını kıldıkları cami pazarın ortasındadır. Bu cami güzeldir
ve harçla pekiştirilmiş taş sütunlar üzerine dayanıyor. Zemini bir tabaka
çakıl taşıyla yükseltilmiştir.
«Taberiye halkı, yılın iki ayını bit
ısırışı yüzünden sıçramakla, iki ayını tahta kurusunun kanlarını emmesi
yüzünden kaşınıp derilerini yırtmakla, iki ayını da arıları ve sinekleri
yemeklerinden uzaklaştırmak için değnek sallamakla geçirirler. İki ayı,
kendilerini takatsiz bırakan sıcaklar yüzünden çıplak, iki aylarını da zurna
çalmakla (O mevsimde sadece şekerkamışı emdiklerine işarettir) geçirirler.
Nihayet son iki ayda da kendilerini şehri kaplamış olan çamurlara bularlar.»
Şimdi bu görüntünün üzerine İslâm
Peygamberinin «El nezafet-ü minel imân» temizlik iman’dan gelir buyruğunu
koyunuz. Bitmedi,
İslâm Peygamberi kendinden önce gelmiş geçmiş bütün peygamberleri de kardeş
saymış ve Tanrı buyruğu olarak, hepsine bir saygı beslenmesini ümmetine de
intikal ettirmiştir. Şu Taberiye toprağı ise, tam bir peygamber meşheridir ve
maalesef dindaşlarımız burada bu yönden de feci şekilde açık vermişlerdir.
Kendini temizle, hayır!... Peygamber
mezarlarına saygı göster ve geçmişi koru, ona da hayır!...
Ama yıllar yılları kovaladıkça,
yalnız nüfus çoğalmış, yalnız Arap kalabalığı büyümüş ama İslâm anlayışı,
buralarda sadece bir ibadet kalıbına hapsedilerek erimiş gitmiştir.
Üstelik Arap müslümanlığı ki,
buralarda yatan sayısız peygamberden pek çoğunun Yahudiler tarafından
katledildiklerini söylemiş durmuş, pek çok kaynak ta bu iddiayı beslemiş
gelmiştir; şimdi ne hazindir ki, hepsinin, ama hepsinin onarılması, aranıp meydana
çıkarılması, ancak Yahudi gayretine ve bilgisine bağlı bulunuyor.
Nâsır-ı Hüsrev’in Sefernâmesinden şu
satırları birlikte okuyalım:
«Berve denen bir köye ulaştık. Orada İyş ve Şem’un Aleyhisselâmın
kabirlerini ziyaret ettim. Oradan Demun denen Magarek’e geldik ve Zül Kifl
Aleyhisselâmın kabrini ziyaret ettik. Oradan Abilin denen bir köye vardım. Hûd Aleyhisselâmın
kabri oradaydı, ziyaret ettim. Avlusunda koca bir dut ağacı vardı ki, Üzeyr
Peygamberin kabri oradaydı, onu ziyaret ettim. Oradan Güneye doğru yürüdüm.
Hazire denen bir köye vardım ki, burada taştan çıkan bir su vardı ve kaynağın karşısındaki
bir mescidin içinde taştan iki odadan birinde Şuayb Aleyhisselâmın kabri,
ötekinde de Şuayb Peygamberin kızı olan Musa Aleyhisselâmın karısı yatmaktaydı.
O köy halkı, o mescidi ve mezarları temiz tutarlardı. Oradan Erbil denen bir
köye gidilir. O köyün kıble tarafında bir dağ ve o dağda bir mezarlık vardır.
Orada Yakub Aleyhisselâmın oğullarından olan Yusuf Peygamberin dört kardeşi
yatarlar. Az ilerde bir tepe vardır ki, altındaki mağarada Musa Aleyhisselâmın
anası yatmaktadır. Orayı da ziyaret ettim...»
Affedersiniz, böylesine bol bir din
hâzinesi bu derece yaygın bir peygamberler sebil’i dünyanın hangi köşesine
nasip olmuştur? Ve bir aziz’in ayak bastığı rivayet olunan her toprak
parçasını dahi kutsallaştırmakta usta Batı kafası, böyle bir hâzineyi
yakalayabilseydi acaba neler yapardı tasavvur ediyor musunuz?..
Halbuki asırlar boyu bütün bu
hazineler Arap'ın elinde, parlatılmak, onarılmak ve tanıtılmak şöyle dursun,
yok edilmeğe yüz tutmuş ve iklimin merhametinden başka hiç bir dayanakları
kalmamıştır!...
Evet, yalnız Yuşa’nın kabri
dibindeki yetmiş peygamberin dahi İsrailoğulları tarafından öldürüldüklerini
söyleyip Yahudi aleyhdarlığı yapmak, birbirlerine girmiş bir din meşherinde,
elbette geçerli bir propaganda yoluydu ve ihtimal gerçeklere de uygundu. Ama
peşinden Yahudinin katlettiğini söylediğine karşı, bir saygı hâlesi
getiremedikten sonra neye yarar bu?...
Halbuki gene İslâm kaynaklarına
göre, Taberiy topraklarından fışkıran bütün o ılıcaların çoğu üzerindeki Roma
kitabeleri dahi XV inci yüzyıla kadar durmaktaydı! Şimdi hepsi okunmaz
haldedir. Ve İsrail’in Kibutz ve Moşavlarda şekillenmiş ziraat hamlesinin boy
vermesinden sonradır ki, herbiri gene ancak onların ellerinde bir medeniyet
onanırımın güler yüzüyle bezenmeğe başlamıştır.
Sen skolastik Doğu kafası!... Vur fakat dinle!... Yılın iki ayını bit ısırışından sıçramakla, iki ayında
tahta kurusundan kaşınıp deri yırtmakla geçirirken, bu kaplıca hâzinelerini
görmeyen haydi madde körlüğün vardır; ya bütün o kutsal yapıları, mezarları
umursamayan mâna körlüğüne ne demeli?...
Aslında, pirinç kırıntısı kadar bir
uyanıklık dahi, buralarda İsa’nın o şifa mucizelerine dahi kolayca bir dayanak
bulabilir. Ve İslâm inanışına göre en büyük hekim olan Lokman’ın bu topraklarda
duran mezarına bakıp, çevrenin şifa kaynaklarına tarihte nasıl el atıldığım
kavrayabilir!...
Nitekim Yahudi aklı, hemen buna
uzanmıştır. Ve savaştan başkaldırabildiği ölçüde, bütün çevre hâzinelerini
birer birer meydana çıkarıp dünyaya tanıtmanın bilgili çalışmasına
koyulmuştur.
Savaşlı, çekişmeli bu hamle bu
tempoda dahi gittikçe, Akdeniz Turizmciliğinin buralara deliler gibi akması,
sanmam ki 1980’in ötesine varsın!..
«Savaşta dövüşenlerden çok, kaçanlar
ölür.
SELMA LAGERLÖF»
Molteke der ki:
«Tepelere hâkim olmak, eğer harb
sanatıyla birleşmemişse ve aksine, cesaretle harb sanatı ovaya yayılmışsa, ova
bu tepeyi yener.»
Ve Bismark bunu şöylece tamamlamış
gibidir:
«Savaşta yalnız coğrafi üstünlük
yetseydi, hiç bir tepe alınamaz, hiç bir nehir geçilemez ve harb sanatı
dağların ve tepelerin koynunda taşlaşır kalırdı.»
Bunlar, 1967’deki Arap-İsrail
savaşının, Golan kesiminde olup bitenlerin tam tarifi sayılabilir.
Suriye ordusu, Taberiye çukuruna kuş
bakışı bakan, şu sarp Golan tepelerinin üstündeydi. Bu çukurdan o geçit
vermez sarplığa bakınca ve hele orada her nişancının dilediği her hedefi
kolayca vurabileceği bir tahkimatın varlığını düşündükçe, ürpermemek mümkün
değildir. Üstelik bu çukurda buna rağmen ziraat harikaları yaratmış olan İsrail
çocukları için, bu ürperiş sadece bir düşüncenin malı da değildi. Görüyorlardı
da... Sık sık rastlıyorlar ve acısını tadıyorlardı da...
Tarlada çalışıp dururken, pat!
vurulmak!... köyden köye giderken, çat! yıkılıp kalmak!... Ve sonra böyle bir
hudut ateşçiliğini diplomasinin protesto lâbirentlerine bırakıp diş sıkmaktan
öteye geçememek!
Yıllar yılı böyle yürünmüş, o balık
tarlaları, o muz bahçeleri böyle bir düşman hâkimiyeti altında yapılıp
yayılmıştır.
Bütün Arap âlemi, Nasır’ın
yalelleriyle coşturularak, 1967 de üçüncü defa olarak İsrail üzerine çullandığı
zaman, kadınıyla, kızıyla, genci ve ihtiyarıyla tüm asker kesilmiş olan İsrail
halkı bu Golan kesiminde üstelik daha da bilenmişti. Yarım asırdır bütün bu
Moşavların, Kibutzların çocukları, o Golan tepelerine kısılmış gözlerle bakıp
durmakta, oradan, yalnız oradan yağan ve ne zaman geleceği bilinmeyen bir
husumet sağanağının, savaşın ilânıyla birlikte hiç değilse, artık kat’i olarak
geleceğini bilmenin hırslı rahatlığına ermiş bulunmaktaydılar.
Hemen silâhlarına sarılmışlardır;
kimi tarlalarından buldozerlerini almış ve önlerine mümkün olduğu kadar
uzatılabilmiş çelik kollu kepçeler taktıkları bu taş toprak kaldıran araçlarla,
yamaçlara döşenmiş Arap mayınlarını patlata patlata karadan; kimi paraşüt
birlikleri olarak, Ruslar tarafından tahkim edilmiş Golan tepelerine gökten
saldırmışlar ve sabah başladıkları savaşı, akşam bitirivermişlerdir.
Golan tepelerinde, Rus desteği vardı
ve bütün Suriye kazamatları ve blokhavzaları bu dışardan taşıma sudan ibâret
harb sanatıyla dopdoluydu ama, güneşin bir ufuktan ötekine geçmesi kadar bir
süre, hepsinin tarümar olmasına yetmiş ve Molteke’nin mütearifesi bir defa
daha gerçekleşmiştir.
Cesaretle, harb sanatının yayıldığı
bu ova, cesaretle harb sanatının besleyemediği o tepe hâkimiyetini yenip
yokediverdi. Ve yarım yüzyıllık bir kâbusu yırtarcasına, Suriye ordusunu Golan
tepelerinden beş kilometre geriye fırlatıp attı.
Golan. Golan... Golan... Savaşın başladığı günden bu âna kadar ajans bültenlerinden
ve hiç bir İsraillinin ağzından düştüğü görülmemiş olan bu tepelere
tırmanırken, gözlerimiz etrafta fıldır fıldır asker arıyor... Yarım asırlık bir
kâbusun yırtılışı, elbette bir askerî gücün bekçiliği altında korunmuş olmalı.
Düşüncemiz bu ve haklı olarak da bu!... Ama hayır... Savaşın bitimiyle
birlikte, yâni daha ilk haftada açılmağa başlanıp bugün bitmiş olan o mükemmel
beton oto yolunda metreleri kilometreleri deviriyor fakat bir tek askere ve
askerî araca rastlamıyoruz. Üstelik altımızdaki otomobil de resmî falan değil,
bir turizm şirketinin damgalı taksisi!... Ne yasak levhası, ne bekçi
kulübesi!... Sadece terkedilmiş Suriye kazamatlarının (KAZAMAT:Bombalara karşı
mukavemeti olan ve sualtı mayın şebekesi kontrol malzemesinin muhafaza edilmesi
için kullanılan yapı. Kazamatlar, karada veya harp gemilerinde silah
amplasmanı, sarf cephaneliği veya barınma yeri olarak kullanılabilir.) ve dövülmekten bir yığın hâline
gelmiş ordu barınaklarının hizalarındaki yol kenarlarında tek tük levhalar: «Patlamamış mayın olabilir, araziye girmeyiniz!»
Arkadaşlarım inip, resimler
çekiyorlar, filmler alıyorlar, hiç kimseler yok ki karışsın. Bir tek «Askeri
bölgedir» «Yasak bölgedir» levhası yok ki, çekinsinler!...
Sadece çok aşağılara itilmiş yeni hudut
yamacından iniyorduk ki, bütün silsileyi tek başına gözlemekte olan bir
İsrail askerini uzaktan gördük ve film makinesini yamaçlardan aşağıdaki Arap
kesimine yöneltmiş olan bir arkadaşımıza «Çekmeyin» yollu bir işaret yaptı.
Kendi kesiminde bir mayın kalıntısına basmadan istersen piknik yap, civarda
sürüler hâlinde kaçışan ceylânlara, karacalara dilersen öpücük yolla, ama Arap
kesiminin filmini alma!... Alma ki, eğer bir gözcü oralardan buraya bakmakta
ise, bunu yeni bir politik yaygara konusu yapmasın!...
Çünkü Arap’ın hüneri de bu!... Bir
günde sürülüp püskürtüldüğü bir tepe hâkimiyetini elden kaçırışındaki bir
kütüphanelik noksanını, kendi kalabalığı içinde ellerini ağzına vurarak glu
glu sesler çıkaran bir zulu yaygarası içinde örtüp üste çıkmak!...
İsrail paraşütçülerinin, Rus desteği
ile güçlenmiş Golan sırtlarına ayak bastıkları an, bütün o kazamatlar,
siperler ve blokhavzaların içinde hâlâ direnmeğe çalışan Suriye askerleri
karşısında önce hayli şaşırdıkları söylenir. Zira bunların subayları
tarafından ayaklarından zincirlerle mevzilerine bağlanmış olduklarını
görmüşlerdir. İhtimal işin burası bir propaganda idi ve düşmanı küçültücü bir
hiciv ağırlığı, gerçeğin çok da üstündeydi. Ama böyle bir tepe üstünlüğünü ve
öylesine bir şartlar avantajını birgünde kaybetmiş bir ordu, bu tarz bir
küçümsemeyi de o kadar hak etmişti ki...
Bir arkadaşım, çoğu olduğu gibi
duran ve sözümona Rus tipi bir tel örgü şaşırtmacasıyla saldıranı bir dikenli
çelik ağı içinde boğacağı hesaplanmış olan tahkimata baktı baktı da, tıpkı
İsmet Paşa gibi:
Haydi canım sen de, deyiverdi,
askeri böyle olana yenilmek alın yazısıdır!...
İstediğin kadar da dövün artık. Ve
dilediğin kadar da harb nârâları savur, şu Golan tepelerindeki karacaları dahi
güldürmekten öteye geçemezsin!...
İsrail, şimdi yırttığı o kâbusu, bir
daha hiç mi hiç uykusuna uğratmamanın azmi içinde görünüyor. Ve kan ve ateş
bahasına çizdiği yeni hududu bir daha hiç bir barış garantisi ve milletlerarası
diplomasi baskısıyla eski yerine geçirmemenin kararını haykırıyor!..
Hiç de haksız değildir. Vermez Golan'ı. Ve Golan verilmez de!
Nitekim, işi tersine çevirseniz de, ovadan buraya can havliye fırlayanı İsrail
değil de, Arap yapsanız, onları da vermemekte kolayca haklı bulursunuz!...
«Daima en iyiyi vermiş olanın elinde, az
iyi dahi kötü durur.
SOPENHAUR»
Akkâ demek, biz Türkler için
herşeyden önce Napoleon’a sopa çeken Cezzar Ahmet Paşa demektir.
Ve gerçekten de ünlü kalesinden,
Cezzar Ahmet Paşa’nın adım taşıyan camiine ve sağa sola serpilmiş gibi duran
şahnişli, cumbalı ev dizilerine kadar, burada hâlâ bir Osmanlılık vardır.
Ve bazı pis sokaklardan, kirli
aralıklara, harap burçlarla bakımsız yapılara kadar da ne de olsa bir
Araplık!...
İsrail’in tarihî eserlere uzanan
onarım eli, henüz burada tam olarak görülmez. O, onbeş bini bulan Arap nüfusunu
hiç bir baskı işareti vermeden kendi kendini düzeltecek, medeniyet açığını
bizzat görüp kapatacak bir uyanış içine sürmeyi tercih ederken, ne hikmetse
burada tarihî eserler onarımını da, şimdilik böyle bir plânın içine almış
görünüyor.
Nâsır-ı Hüsrev, o ünlü
Sefernâmesinde Akkâ'yı da anlatır:
«Akkâ şehrine vardık. Orayı Medinet-ül Akkâ diye yazarlar. Şehir yüksek ve
meyilli bir yere yapılmıştır. Başka yerler düzlüktür. Bütün o kıyıda deniz,
pek coşkun olup, büyük dalgalar, orayı yaladığından denizden korkarlar ve bu
yüzden şehirleri yüksek yerlerden başka yere kurmazlar. Cuma mescidi şehrin
ortasında ve her taraftan daha yüksek bir yerdedir. Bütün direkleri mermerdir.
Kıblenin sağ tarafında, dışarda Salih Peygamber Aleyhisselâm’ın kabri vardır.
Mescidin sahasının bir kısmını taşla döşemişler, bir kısmına yeşillik ekmişler.
Âdem Aleyhisselâm’ın orada ekin ektiğini söylerler. Şehri ölçtüm, uzunluğu iki
bin kulaç, genişliği beşyüz kulaçtı. Kalesi pek sağlamdı. Batı ve Güney tarafı
denize karşıdır. Güneyde minâ vardır. Kıyıdaki şehirlerin çoğunda da minâ bulunur.
Bu, gemileri korumak için yapılmış ağıla benzer bir şeydir, arkası şehirdir.
Duvarları, deniz kıyısında ve denize girmiş bir vaziyettedir. Elli arşın
genişliğinde kapısız bir yeri açık bırakmışlardır ama, arada
bu duvardan öbürüne kadar gerilmiş zincirler vardır. Geminin içeriye girmesini
isterlerse, zincirleri gevşetirler. ..»
Bu, onbirinci asır Akkâ'sı idi. Ama
hakçası odur ki, eğer Osmanlı Türkü buraya gelmiş olmasaydı da, ihtimal gene
gelişecekti. Ama hiç şüphe yok o tarihî varlıklarıyla korunamayacaktı.
Makdisî, ünlü eserinde, Akkâ’yı
anlatırken, Emir İbni Tolun'un Sûr şehrindeki sağlam duvarlarla çevrili limanı
görüp bir benzerini hemen Akkâ’ya yaptırdığını söyler. Ve daha sonra da Ebû
Süfyan oğlu Muaviye’nin şehrin sûrlarını tâmir ettirdiği de doğrudur. Ama
sûrlar yönünden asıl üç esaslı büyüme ve genişleme olmuştur ki, birini
Emevîlerden Hişam, ötekini Abbasî’lerden El Muktedir Billâh yaparken üçüncüsü
ve en önemlisi de yüzde yüz Osmanoğlunundur!...
Cezzar Ahmet Paşa Camiî burada bir
ihtişam örneği değildir. Daha çok bir tevazuun, şehrin öbür yapılarıyla fazla
zıdlaşmamağa bilhassa dikkat etmiş bir uysallığın âbidesi gibi görünür. Ama
bahçesine tırmanan geniş taş merdivenleri, gösterişsiz, taş döşeli avlusuna
serpilmiş yeşillikleri ve bütün yapısıyla da tam bir Osmanlı eseri olduğu
besbelli!...
İsrail topraklarındaki her dinî eser
gibi, Cezzar Ahmet Paşa Camii de, herşeyden önce kendi cemaatinin ilgisine
bırakılmıştır. Camiin vakfiyesi iyi veya kötü kullanılıyorsa, buna ancak Arap
nüfusu karar verebilir. Yahudi yönetiminden bir onarım yardımı istense, her
dinî esere gösterilen itinanın hemen gösterileceğine şüphe yoktur ama,
istenmemiş bir yardımı uzatmak da İsrail devletinin birlikte iyi yaşama
prensibinin ve politikasının dışında. Fakat Akkâ kalesinin, eski Yafa
limanındakine benzer bir restorasyon bekliyen hâli karşısında dahi, Yahudiler
böyle bir hazine önünde şimdilik nedense sadece yutkunmaktadırlar. Ve Yafa’da
gittikçe meydana çıkıp bir san’at şaheseri hâlinde parıldayan o restorasyon hâzinesini
görmüş her turist, burada, şu Akkâ kalesinin bakımsız, pis ve bir onanınla
Yafayı dahi geçebileceği pek de belli olan hâline baktıkça, Yahudi elini âdeta
zorla tutup buralara sokmak ister!..
Kale gerçekten güzeldir. Devir devir
yapılmış ilâvelerini, takviyelerini, bünyesinde hem belli etmekte, hem de
hepsini birden kavramış bir ahenk içinde yayılmaktadır. Ama tarihe ait bu güzellik,
ne yazık ki, Arap halkından yıllar boyu ne bir itina, ne de bir saygı
görmüştür.
Ne demişti Nâsır-ı Hüsrev: «Büyük
dalgalar orayı yaladığından denizden korkarlar ve bu yüzden şehirleri yüksek
yerlerden başka yere kurmazlar.»
Sanki hâlâ öyledirler ve bir şehrin
nasıl savunulacağını Napoleon orduları karşısında dahi kendilerine göstermiş
olan Cezzar’ın ruhu uçar uçmaz, cedlerinin deniz korkusu âdeta kanlarında
uyanmış gibi, o şâhane kaleye uzaktan bakar olmuşlardır!.. Ve onlarla birlikte
Yahudiler de, henüz böyle bir seyir içindedirler.
1948 de İsrail devleti kurulduğu
zaman Akkâ’daki Arapların sayısı 2300 kadardı. Bunların hiç biri de bağımsızlık
savaşma katılmamışlardır. İsrail, şehrin sanayileşmesini plânlayınca, bu
körfeze göç başlayacağı tabiî idi. Nitekim nüfus hemen 40 bine yükselmiş ve
Arap sayısı gene civar köylerden gelen göçmenlerle 15 bini bulmuştur. Bugün
Akkâ Belediye Meclisinde, Arap üyelerin sayısı tam nüfusları oranında, yâni
üçte bir. Belediye başkanlarını da genellikle Araplardan seçip dengelemek gibi
de bir yumuşaklık, öteden beri usûl hâline getirilmiş.
İsrail devleti, Akkâ’da daha çok
sanayileşmenin hamlelerine girişmiş ve ihtimal biraz da bu yüzdendir ki, onun
turistik câzibesini meydana çıkarmayı tam olarak ele alamamıştır. Şimdi orada,
nakliyat istasyonları, boya fabrikaları, dökümhaneler, Batı Galil'in en önemli
pazarlarını teşkil eden antrepolar, mağazalar ve plânlı olduğu besbelli bir
«Çelik şehri» var ve gelişiyor... Ama Akkâ’nın damarlarına durmaksızın kan
veren bu ekonomik güçlenmenin ona besiye çekilerek üstünü başını ihmal eden
bir obur görünüşü vermekte olduğu da açıktır. Ve bir büyük kasabalık kadar
alanı temizleyip, demir çelik tesisleri kuracak ve elektrik santralları
oturtacak kadar güçlü bir devlet nefesinin, o tarihî kalenin onarımına gelince,
kesilmiş gibi durması, gerçekten anlaşılır gibi değildir!..
«Hiçbir mektepte öğretilmeyen,
fakat Filistin’in havasında esen fikirler
İsa’nın ruhuna erkenden nüfuz etmiştir.
E. RENAN.
Bizim ve Arapların Na’sıra dediğimiz şehre frenklerle Yahudiler «Nazareth»
derler ama, adı nasıl anılırsa anılsın, İsa’nın vatanıdır burası!.. Hristiyan âleminin İsa’nın doğum yerini
Beytüllâhim olarak görmek ve göstermekteki İsrarı, onu Na’sıra’daki babası
Yusuf’tan alıp, Allah’ın oğlu yapmak gibi bir dinî «Dolambaçın» malıdır!..
Beytüllâhim iddiasının Hristiyanlığa
müthiş bir tesir rüzgârı verdiği de inkâr edilemez. Nasıl ki, aynı iddia
Kudüs'ü olduğundan da daha kutsal yapmıştır. Ama İsa’nın sevgili Nâ’sıra'sı da
bu arada sadece kaybeder.
Eğer E. Renan’ın dediği gibi,
«İsa'ya atfedilen görevin zarurî bir neticesinden ibâret olan» şu Beytüllâhim
iddiasına hiç ihtiyaç duyulmayabilseydi, hiç şüphe yok Nasıra, asırlar boyu
Kudüs’e denk bir kutsallık hâlesiyle sarılacaktı. Halbuki bugüne kadar O,
Hristiyanlığın gözünde, çok çok bir «anonsiyasyon» kutsallığı, Meryem’e
hâmileliğinin tebşir edildiği bir İlâhî işaret noktası olarak kalmıştır.
Müslüman Araplık da, Osmanlılık da
Na'sıra bahsinde kusursuzdur. Asırlar boyu Nâ’sıra'yı ellerinde tutan
Müslümanlar, orayı İsa’nın gerçek doğum yeri saymayan bir Hristiyanlık adına
elbette davranamazlardı. Ve ancak bir tarihî görüntüyü korumaktan ötede
kendilerinden birşey beklenemezdi. Nitekim hayli korumuşlardır da...
E. Renan, İsa’nın hayatını yazmak
için geldiği Nâ’sıra’yı şöyle anlatır:
«Nâ’sıra şehri İsa'nın zamanında bugünkü hâlinden farksızdı. Çocukluğunda
oynadığı sokakları, şu taşlı keçi yollarında veya evleri birbirinden ayıran şu
küçük dörtyol ağızlarında görüyoruz. Babası Yusuf’un evi, kapısından
aydınlanan, hem tezgâh, hem mutfak, hem de yatak odası vazifesi gören ve ev
eşyası olarak bir hasırı, birkaç yer minderi, bir iki toprak testisi ve boyalı
bir sandığı olan şu fakir dükkânlara şüphesiz çok benzerdi.
«Vaktiyle kasabanın hayat ve neş’esini etrafında toplayan çeşme gerçi
yıkılmış ve çatlak su yollarında bugün bulanık bir su akıyor. Ama akşamları
burada toplanan kadınların daha onaltıncı yüzyılda göze çarpmış olan ve
Meryem’in bir lûtfu sayılan güzellikleri, hayret edilecek derecede muhafaza
olunmuştur. Şüphesiz Meryem de her gün orada bulunmuş ve omuzundaki testi ile
meçhûl kalmış memleketlileri arasında sıra beklemişti.
«Şehrin ufku dardır, fakat yukarıya doğru çıkılıp da en yüksek evlere hâkim
olan ve durmak dinlenmek bilmeyen bir rüzgârla kamçılanan yaylalara varıldığı
zaman manzara ihtişamlı bir hâl alır. Batıda, denize dalar gibi görünen sarp
bir burun hâlinde sona eren Karmel dağının güzel hatları uzanır. Sonra
Mageddo’ya hâkim çifte tepeler, Tevrat’ın kutsal yerlerini barındıran Nablus dağlan
sıralanır.»
Bu manzara 19. Asır Na’sırasının,
hiç şüphe yok fakir, hiç şüphe yok onarımsız, ama en az onlar kadar
muhafazakâr ve İsa devrinden beri süregelmiş bir görüntüye riayetkar olduğunun
isbatıdır.
Nitekim İsrail devleti kurulduğu
zaman da elde böyle yoksul bir Nasıra vardı. Yeni İsrail devleti, Na’sıra’yı
geliştirme hamlesine girişirken, bambaşka bir onarım ve kalkınma yolu
seçmiştir. Eski şehri olduğu gibi korumak ve yepyeni bir Na’sıra’yı Nazareth
tepelerine kurmak!.. Böylece aşağı ve yukarı diye ikiye ayrılan Na'sıra,
yukarıda yepyeni tesisler ve modern yapılarla bir yenileşmeyi, aşağıda daha çok
Arap nüfusunun bulunduğu kesimiyle de bir tarihi görüntüyü bağrında taşımağa
doğru ayarlanmıştır.
E. Renan bugün sağ olsaydı, hiç
şüphe yok bambaşka bir Na’sıra görecekti ama, bu daha çok yukarı Na’sıra’da
böyle idi. Ve aşağıdakinde de gene hiç şüphe yok, bütün o daracık yolları ve
eski yapılarıyla tarihî Na’sıra’yı da onarılmaya yüz tutmuş bulacaktı. Ve
birşey daha görecekti. İsrail’deki Hristiyan cemaatinin sarfettiği müthiş bir
gayret sonunda, bütün dünya Hristiyanlarının katkısını temin ederek yaptırmayı
başardıkları «Kopt» kilisesini!.. Ki bu mabet,
İsrail devleti kurulduktan sonra
yapılan ilk Hristiyan kilisesidir!.. Yâni E.
Renan'ın dileği olan kilise !
«— Orada Hristiyanlığın meydana
çıktığı noktada, kurucusunun faaliyet merkezinde, bütün Hristiyanların ibâdet
edebileceği bir kilise yükselmelidir.»
Renan’ın bu temennisi de işte şimdi
gerçekleşmiştir. Ve modern mimariyi o dinî üslûp içinde dengeleyen bir
zarafet ve ihtişam örneği hâlinde bugün orada bir anonsiyasyon kilisesi
yükselmektedir!..
Ama dediğim gibi, sâdece bir
«anonsiyasyon» kutsallığı. Onun ötesinde İsa dediniz mi, Hristiyan size hemen
Kudüs’ü gösterir. Nitekim kiliseyi bize gezdiren enerjik Rahip’e :
Meryem’in kocası Yusuf’un
dükkânına da gitmek isterdik. Acaba buraya yakın mıdır ? diye sorduğumuz
zaman, «Teslis»in inkâr edildiğini görmüş gibi :
Hiç tavsiye etmem, inanmayınız!...
deyiverdi.
Ne de olsa tam bir Hristiyandı.
Halbuki bize bir öğle yemeği vermiş
olan aynı Na’sıra'nın Arap Belediye Başkanı, ve İsrail devletinde sağlık
müsteşarı olan o zeki Abdülaziz Zuabi, sofrada :
Yusuf’un dükkânını olduğu gibi
korumuşuzdur. Görmenizi tavsiye ederim, demişti.
Ve o da ne olsa, tam Müslümandı.
«Gerçek zengin cebi dolgun olan değil,
sabrı olgun olandır.
ISKOÇ ATASÖZÜ»
Şöyle
bir üçleme yapılabilir: İsrail’in
en sarıcı ve tesirli şehri Kudüs, en hareketli şehri Telaviv ve en güzel şehri
de Hayfa’dır.
Telâviv'deki yenilik ve modernlik,
bir tarihî çevre içinde kendisini o kadar rahat hissetmemiş gibi, hemen
yanıbaşındaki Yafa eskiliğine uzanıp bu noksanını da tamamlamağa koyulmuştur.
Dünya’nın en eski limanlarından biri
olan Yafa, şimdi Telâviv’le birleştirilerek, bu modern şehrin tarihle
irtibatını sağlamak yoluna sürülmüştür. ,
Tabiî, bir restorasyon inceliğinin
bütün belirtileri, bütün sabırlı çabaları ve masrafıyla... Öyle ki, tarihî
Yafa’nın her taşı binbir dikkat ve itina ile korunmakta eski liman şehri bütün
tarihî görünüşüyle meydana çıkarılmakta ve kalenin restore edilen köşeleri, sadece
sanat galerileriyle, gece klüplerine kiralanarak dekor büsbütün
mânalandırılmaktadır.
Eski Yafa ile yeni Telâviv
arasındaki sahil şeridini kaplayan ne kadar değersiz bina yığını varsa hepsini
istimlâk edip yıkmışlardır. Böylece kilometreler boyu uzanan kumsala, bir Nis,
bir Cannes görünüşü vermenin hummalı faaliyetine koyulmuşlardır.
Bittiği zaman otel dizileri ve
çeşitli turizm tesisleriyle dolacak olan bu parçanın, İspanya, İtalya ve
Fransa gibi Akdeniz turizminin şampiyonlarını hayli zorlayacağını şimdiden
söylemekte bir kehanet yoktur sanıyorum.
İsrail'i 1971 yılında tam yediyüzbin
turist ziyaret etmiştir. 1970'e oranla bu sayı, yüzde 40’lık bir artış
demektir. Ve İsrail’in yalnız 1971 yılında elde ettiği turizm geliri 140
milyon doları bulmakta, böylece turizm geliri de 1970’e oranla yüzde 47'yi
bulan bir artış göstermektedir.
Bu ülkenin devamlı savaş hâli
gözönüne alınırsa ve bu yüzden kendisini bir turizm hummasına kaptırmaktan
âdeta zorla alakoyduğu hesaplanırsa, tam olarak buna daldığı zaman ne sonuçlar
alabileceği kolayca kestirilir.
Düşünmeli ki, toprakları,
Trakyamızdan 4 bin kilometrekare noksan ve nüfusu ancak İstanbul’umuz kadar
olan bu ülkenin, savaş bütçesi iki milyar dolardır. Ve bütün bu onarım faaliyeti, turizm
tesisleri, oteller, moteller, yollar, araştırmalar, fabrikalar keşifler,
icadlar ve o korkunç ziraat hamlesi, bu savaş bütçesinden zırnık pay
alamamaktadır.
Ama Yahudi kaderinin binlerce yıllık
yazısı da bu değil mi? Hep baskı altında tutulmak ve gene binlerce yıla
dayanan bir sabırla, her baskıyı, yeni harikalar yaratmanın yolu yapmak! İşte
şimdi kaderleri onları, bir Arap ummanının ortasında yüzyirmi milyonluk bir
husumetin devamlı baskısıyla yüzyüze tutmaktadır. Ve onlar buna karşı da,
binlerce yıl baskılar altında tutulduğu halde yok olmamayı başarmış bir
milletin sabrıyla bir yandan direnmekte, öte yandan da başdöndürücü bir hızla
ilerlemektedirler!..
Bugünkü Telâviv’in bulunduğu alan çeyrek yüzyıl önce kumlarla kaplı idi.
Yahudiler oraya şehir kurmayı kararlaştırdıkları zaman tasını tarağını toplamakta
olan İngiliz manda yönetiminin bir generali gülerek :
Eğer dedi, buraya bir şehir kurulabilirse, deve de uçar!..
Şimdi Telâviv’de bir parkın içinde,
kanatlı bir deve heykeli görürsünüz. O kumlar üzerine tam bir batı şehri
kurmuşlar ve Yahudi gücüne inanmayan İngiliz generalinin iddiasını, kahkahalar
arasında sembolleştirmişlerdir!..
Hayfa ise, Telâviv'in ancak Yafa ile
irtibatlanarak kuşanabildiği «tarihî»liği, asırlar öncesinden esasen taşımaktaydı.
Bu bakımdan elbette çok talihli ve farklıdır. Üstelik tabiat, İzmir’i çok
andıran o körfez harikası ve her tarafı yeşille bezenmiş, yamaçlar ve dağ
silsileleriyle Hayfa’ya karşı lütufkârdır.
Osmanlı devrinde de, Hayfa, bizim
güney kesimimizin Beyrutla birlikte daima iki şehir pırlantasını teşkil
etmişlerdir. Ve İsrail, şehircilik temeli hayli sağlam olan bir Hayfa’yı ele
alıp geliştirmek gibi bir kolaylığa daha başından beri sahip olmuş bulunuyordu.
Nitekim her tarihî köşeyi değerlendirerek, şehri yaymış ve yamaçlara sürdüğü
kesimlerinde de bir oteller ve restoranlar dizisini, Hayfa'nın boynuna geçirilmiş
inci kolyeler gibi sıralamıştır!
Bahailiğin de merkezi ve en nefis kilisesi buradadır. Versay bahçelerini akla getiren geometrik bir düzen
içinde kat kat yayılmış nefis bahçesiyle bu Bahai kilisesi, hangi düzeyden
bakarsanız bakınız, Hayfa’nın güzelliğini altın kubbesi ve kırmızı hâleler yapan
gövdesiyle âdeta noktalar gibidir.
Musevilik, Hristiyanlık ve
Müslümanlık... Şu Filistin toprağında bu üç din asırlar boyu öylesine birarada,
öylesine yanyana ve içiçe oldular ki, bunlardan bir karma yapan yepyeni bir
inanış çıkmış olmasına şaşılmaz. Bahailik işte budur ve Filistin toprağında
boy veren bu üç dinden yapılmış bir elvan'ın adıdır. Sanırım cemaatinin en çoğu
da Amerika’da-..
««Herşeyi kemirip yok eden zaman,
hakikat karşısında kudretsizdir. HUXLEY»
Israil’e ait bu yazı destesini toparlayıp
huzurunuzdan çekilirken, bir son sözle hepsinin etrafını çizmek isterim.
Bu çerçeve, adına İsrail devleti
denilen bir realitenin, dünyamızın Orta Doğu parçasına, dev bir tirbuşon gibi
girdiğini bir daha belirtmekten ibârettir.
Gördüklerimden çıkarabildiğim odur
ki aslında bu realiteyi, hiç bir millet, ne turist, ne diplomat, ne gazeteci,
ne tetkikçi olarak, onunla bir arada yaşayan Arap milleti kadar iyi kavramamış,
onun kadar da inanamamıştır. Ama İsrail’in bu sarıcı kudretidir ki, aynı
zamanda da onun Arap liderler tarafından daima canlı tutulmağa gayret edilen
bir husumet çemberiyle sarılmasına sebep oluyor.
Bugün İsrail’in bütün Arap
kesimlerinde, içlerinden Nâsır'ın ve Hüseyin’in resimleri çıkan çikletlerin
satıldığını görürsünüz. Hepsinin
üzerinde de hahambaşının «Satılmasında
dinî bir mahzur olmadığını» tasdik eden mührü vardır. Yâni bunlar bir Arap
milliyetçiliğinin oyunu değildir; İsrail devletinin resmî müsaadesi altında
yapılmaktadırlar.
Şimdi şöyle bir sahne düşününüz;
Eriha veya Na’sıra'da, yahut Akkâ veya Hayfa'da köşedeki bakkalından böyle bir
çikleti almış bir Arap delikanlısı, Nâsır’ın resmini cebine, sakızı da ağzına
attıktan sonra, evindeki radyoyu veya televizyonu açarak herhangi bir Arap
istasyonunun, İsrail Araplığının baskılar ve işkenceler altında inlediği
yaygarasını duyunca, acaba hangi taraf hesabına sarsılmaktadır? Üstelik aynı
delikanlı, bir fabrikada çalışıyorsa, orada bir Yahudiye verilen gündelik kadar
kendisine de verilmektedir. Bütün sosyal haklardan bir Yahudi kadar yararlanmaktadır.
Dinine karışılmamakta, hele o gerçekten baş çevirilip bakılmaması imkânsız
kılığına dahi, bir ters bakış yönelmemektedir.
İsrail’in 1967 savaşından sonra
kontrol altına aldığı kesimlerin hiç bir köşesinde de bir işgal belirtisi
görmek mümkün değildir. Hiç bir asker, hiç bir yasak, hiç bir askerî güç
gösterisi zırt fırt tank geçişi veya zırhlı araba gürültüsü bulamazsınız. Biz
Kudüs'teki Via delorosa’yı gezerken, beş altı İsrailli hava binbaşısı da bu
tarihî çevreyi dolaşmakta olan turistler arasında, etraflarına bakınıp
duruyorlardı. Çevremizi saran Arap çocuklarının yaygarası karşısında bizler
bağırıp arsız afacanları kovalıyorduk ama, onlar bacaklarına dolanarak
birbirlerinden saklanmak için eteklerine yapışan «çocuk»lara hiç ses dahi çıkarmıyorlardı.
Dükkânları önünde yangelip oturan veya
gelene geçene lâf atan hiç bir Arap’ın da gûya işgal ordusuna ait olan o
üniformalar önünde ne irkildiğini, ne de derlenip toparlandığını gördüm.
Kendi erine dahi, Moşe Dayana bile
küçük adıyla Moşe diye hitabetme hakkını tanımış bir İsrail ordusunun sivil
halka başka türlü davranması esasında mümkün değildir ya, üstelik o, kontrol
altına aldığı bölgedeki Arap halkını, başından beri birlikte olduğu Arap
vatandaşından hiç ayırdetmediğini göstermenin de hesabını yapmış bulunuyor.
Kim ne derse desin bu hesap
tutmuştur ve tutmaktadır. İsrail, yeryüzünün bugüne kadar görmediği bir
kontrol (veya işgal) anlayışını aklıyla bulmuş ve gerçekleştirmenin en esaslı
bölümünü de aşmağa başlamıştır.
Arap liderlerin ve şimdi onların baş
teşvikçisi olan Rusya’nın, sinirliliklerinde ve yaygaralarında, herşeyden önce
bu hesabın büyük payı vardır. İsrail’in hiç bir savaşla ve savaş tehdidiyle
kesilmemiş üstelik daha da artmış olan kalkınma hamleleri bir yandan, hâkim
olduğu bölgelerin Arap halkınca benimsenen «Kardeşçe bir arada yaşama» gayreti
ve tesiri öbür yandan, Orta doğu’dan Afrika’ya kadar bütün Arap âlemine
şimdilik liderlik edenlerin, ruhlarını, bir kıskaç gibi sarmış ve hepsini de
telâşlı bir çırpınışla, İsrail realitesini tekrar tekrar inkâra götürmüştür!..
Beyhudedir bu çırpınış. Ve hele
rakamların ışığına tutulduğu zaman, bir kara böcek bücürlüğünden ötede hiç bir
anlam taşımadığı da hemen görülür.
İsrail bugün, yalnız tarım ürünleri
ihracatında her önceki yılı, ortalama olarak yüzde 20 25 oranında aşan bir
gelişme göstermektedir. 1970 te 110 milyon dolar olan ihracat ürünleri geliri,
1971 döneminin ilk on ayında tam 125 milyon doları bulmuş; taze çiçek ihracatı
ise bir önceki yıla oranla yüzde 47.7 bir artışla 87 milyon liraya (6.2 milyon
dolar) ulaşmıştır.
Sanayi ürünleri ihracatı ise, bir
milyar doları bulmuş, turizm geliri ise 140 milyon dolara varmıştır.
Yalnız deniz suyunu tatlılaştırma
sanayiinde, yâni deniz suyunu tatlılaştıran fabrikaların ihracatında, elde
ettiği gelir, bir yılda 50 milyon, sadece bir Elscint cihazının ihracından elde
ettiği gelir yılda 330 milyon!..
Ya yeni icadlar ve durmaksızın
zincirlenen buluşlar?.. Bugün Dr.
Kohane adında bir Yahudi mühendistir ki, gemicilikte yepyeni bir pervane
bularak, motorların itiş gücünü yüzde 70 oranında bir artışa kavuşturarak,
dünyaya parmak ısırtmaktadır. Ve Ultra Violet ışınlarını cam sanayiinde yepyeni
bir sistemle kullanmayı başaran ilk devlet de gene bu bir avuçluk Yahudi
topluluğununkidir.
İsrail, işlenmemiş elması alarak,
onu işleyip ihraç etmekte de dünyanın üç sayılı ülkesinden biri. 1970 yılında
sadece işlenmiş elmas ihracatından geliri 254 milyon dolar, (3,5 milyar TL.)
iken, bu sayıda yüzde 23 bir artışla 312 milyon dolara varmıştır.
Ve nihâyet İsrail bugün bir Kibutz
üyesinin keşfi olan Uzi makineli tüfeklerini, Alman ordusuna satıyor ve Belçika
gibi silâh yapımında çok ünlü bir ülkeye de bu makineli silâhının üstünlüğünü
kabul ettirerek bir patent anlaşması yapmış haldedir.
Evet, iki bin, üç bin yıllık bir
eskilikle dahi yetinmeyerek beş bin altı bin yıl öncesine uzanıp tarihini ille
de oralara çivileme şuuru ve gayreti... Sonra hiç bir zaman çiftçi olmamış bir
milletten bir Danimarka çiftçisinin de üstününü çıkarma başarısı... Ve nihayet,
gene hiç bir yerde asker olmamış bir milletten, yüzyirmi milyonluk bir alay
Arap devletini tam üç defa yenecek bir askerî kaabiliyet çıkarma hârikası... Hayır
bu kadarla da yetinmemiştir. O kendisine Roma devrinden sonra en büyük zulmü
yapmış olan ve askerliği ile mağrur ve mâruf bulunan bir Almanya’ya silâh
satabilecek kadar, yaptığı silâhın önünde onu hayran bırakacak kadar ötelere
gitmiştir!..
Bütün bunların yalnız akılla ve
aklın bulduğu metodlarla yapıldığı ise ayan beyan ortadadır. Nasıl ki, aynı
akıl dört bin yıllık Tevrat dilini aldı ve hiç işlenmeyen, konuşulmayan, kendi
kendini yenilemesi imkânını hiç bulamamış olan böyle bir dilden sadece resmî
bir dil değil, bugünün her yeniliğini kolayca ifade edebilen canlı, capcanlı
bir konuşma, ilim ve edebiyat dili çıkarmayı da başardı. Ve gene nasıl ki,
Tevratı bir his coşkunluğu plâtosundan daha yükseklere koyarak, Yemen
çöllerinden Polonya sahnelerine kadar kopup geldikleri seviye bir birinden çok
farklı olan bir Yahudi topluluğunun rehberi gibi kullanmak da gene bu
akılcılığın eseridir!..
İsrail’de bugün, tam
İngiltere'deki işçi partisine benzer yâni temelinde Marksizmin yatmadığını ilân
eden bir sosyalist parti iktidardadır. Ama orada devlet ancak bir fabrikayı kurup da verimli
bir hâle sokuncaya kadar devletçi, tam o noktaya gelir gelmez ise, elindeki
bütün tesisleri özel teşebbüse devredip, hemen yeni sahalara adım atan bir
hamlecidir!.. Rusya, Akdeniz’e inip yayılma plânının oyuncağı yapabildiği bir
Arap âlemine, şüphe yok herşeyden önce bu hırsın gözleriyle bakıp yakınlaşmıştır.
Ama onun hemen peşisıra gelen İsrail düşmanlığında bolşevik iddialarının ve
nazariyelerinin burada tepetaklak edilmiş uygulamalarının da mutlaka payı
vardır ve komünizm, İsrail’deki kadar hiç bir ülkede açığa düşmemiş her gün
canevinden vurulduğu böyle bir poligona rastlamamıştır!..
Kaynak: Akıl Cumhuriyeti İsrail, Bediî
FAİK, 1 9 7 2, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar