Print Friendly and PDF

AKIL CUMHURİYETİ İSRAİL

 


 “Sen skolastik Doğu kafası!...
 Vur fakat dinle!...”

Bediî FAİK

 

EFSANEDEN GERÇEĞE..

«Bir milletin büyüklüğü, nüfusunun çokluğu ile değil, akıllı ve fazilet sahibi insanlarının sayısıyla belli olur.     VİCTOR HUGO.»

Kudüs'te, Ömer Camii’nin taş döşeli avlusun­dan Zeytindağı’na bakıyorum.

Bu, İslâm Peygamberinin Mirac'a yükseldiği ka­yadan, Hristiyan Peygamberinin göğe uçtuğu tepe­ye bakmak demektir.

Az önce, «Ağlama Duvarı »nı ziyaret ederek Mescid-i Aksa’ya gelmiştik.

Bu da, Hazreti Süleyman’dan geçip, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ulaşmak demektir.

Artık başınızı nereye çevirirseniz bir peygamber. Elinizi ne tarafa sallarsanız bir din. Ve bütün peygam­berlerle, tek Allah’a inanan bütün dinler, burada ku­cak kucağa...

Lût, Hut, İshak, İbrahim, İsmail, Davut, Musa, İsa ve Muhammed aleyhimüssselâm. Sonra peşlerinde azizler, evliyalar, emirler ve melikler... Daha sonra kavimler, dev­letler, topluluklar. Putperest Babil’den bol tanrılı Roma’ya... İslâm Eyyubi'den, Haç’lı Avrupa’ya, Osmanlı’dan İngiliz'e kadar bir tarih geçididir ki, her taş bunu söyler, her yapıt bunu haykırır...

Evet, yüzlerce asırdır, bu bir his ülkesiydi. Dört bin yıldan beri, burası için sadece duygular konuş­muştur, duygular coşmuştur.

Musa’nın çocukları kadar, İsa’nın kulları ve Muhammed’in ümmeti de, Filistin çöllerine ve Kudüs tepelerine yüzlerce yıl, yalnız gönül bağladılar. Ka­fa, asırlar boyu hep bu gönülün emrinde kalmıştır.

Aslan Yürekli Rişar’ı İskoç kırlarından koparıp buralara sürükleyen Haç’lı sıtması elbette kafanın malı değildi. Ve Lût’tan Zekeriya'ya, İshak’tan Mu­sa’ya, İsa’ya ve Muhammed’e kadar bu topraklar için konuşan her Ulu’dan kalan hoş sada, yalnız kalblerde çınladı durdu.

Akıl burada yüzyıllar boyu, âdeta bir duygu jeolo­jisinin üst üste yığılan tabakaları altında kalmıştır.

Musa’nın çocukları ve yalnız onlar, en sonunda işte bu kazıyı yaptılar ve aklı üste çıkarmayı başar­dılar.

Tevrat Filistin'e «Süt ve bağ cenneti» der. Karmel dağının adı da «Allah’ın bağı» dır. Yahudi bura­ya devlet kurmağa geldiği zaman, ne Zekeriya Pey­gamberin keçilerini dahi besleyemez olan kıraç tepe­leri, Tevrat böyle buyurmuştur diye o gözle gördü, ne de Karmel’deki kaktüs dikenlerini Tanrının üzümleri saydı. Akıl, Tevrat’ın bildirdiklerini ona eskiden var iken sonradan yok olmuş değerler olarak göstermiş ve hepsini yeniden yapabileceği inancını vermiştir.

Mademki burası dört bin yıl önce bir «Bal ve süt cenneti» idi, o halde gene de bal ve süt cenneti ola­bilir. Mademki burada dört bin yıl önce yeşil bir ör­tü vardı, o halde gene de bir yeşil cennet kurulabi­lir. Tevrat'ta üzüm denmişse, bu, burada üzüm olabi­lir demektir. Tevrat’ta balık denmişse, bu, burada su da balık da olabilir demektir!...

Ve aklın bu emri, hiç bir yılgınlığa yer verilme­den, tutulmuş ve hiç bir alanda bozguna, inkisara, kı­rılışa meydan bırakılmadan yürütülerek, çöl yeşile, kıraç tepeler ormana doğru büküle büküle, kanırtıla kanırtıla çevrilmiştir.

Hiç bir millet, vatanına yepyeni bir iklim getir­memiştir. Medeniyet, ancak mevcudu zararsız kıl­manın ve yararlı yapmanın yolundadır. İsrailli ise, binlerce yıl önce var olup da, sonradan silinip gitmiş bir iklimi, aklının çengeliyle yakaladı ve çeke çeke getirmenin korkunç mücadelesine girişti. Onun ka­zandığı asıl büyük savaş budur ve Arabın kör görüşü, on­da Mirage uçağı ile Uzi mitralyözünden önce görüp anlaması farz olan böyle bir savaş gücünü görememiş, kavrıyamamıştır. Ve sadece bundan önceki üç savaşta kolayca yenilişinin değil, bundan sonrakiler­de de ne olacağının hesabı, ondaki bu anlayışsızlıkta aranmalı!...

Nitekim, son altı gün savaşlarıyla İsrail'e geç­miş olan bütün Arap kesimlerinde, olmayan bir iklimi ve tabiatı yaratmış olanla, var olanı dahi kullanamayanın âdeta yan yana sergilenmiş hâline bakan her göz, eğer doğru bir idrâke bağlıysa geleceği rahatça görebilir.

Bir yanda yoku var eden akıl, öte yanda varı yok ettiğini dahi farketmiyen, yalın yapyalın bir his coş­kunluğu ve palavra vardır. Akıl, çölü topraklaştırma­nın humması içinde burada orman yapmış, yol yap­mış, şehir yapmış, üniversite yapmış, sanat yarat­mış, ilim ve iklim yaratmış, O yalın his coşkusu ise, ötede sefalet yalelinden bir parmak öteye gideme­miştir!...

Her vatanda, bir tohum veya fide toprağa ekilir. Yahudi ve yalnız O, bu basit gerçekten dahi yoksun­du. O, toprağa birşey ekmek değil, her şeyden önce vatanına doğruca toprak ekmek zorundaydı. Bunu yap­tı. Bulabildiği, taşıyabildiği her toprak parçasını, ağaç için kaya diplerine ve mahsûl için de çöle yerleştir­miş ve sonra kayanın ve kumun o toprak azlığını değil, tam aksine, o toprak azlığının, bu kaya ve kum çoğunluğunu kendine çevirmesi için, icad üstüne icad yaparak, buluş üstüne buluş getirerek, yürümeğe ko­yulmuştur.

Her vatanda, balık varsa tutulur ve su varsa kul­lanılır ve her ikisi de nihayet çoğaltılabilir.

Hayır, Yahudi vatanına önce balığı da ekmek ve suyu da taşımak zorundaydı. Bunu da yapmıştır. Sun’î balık göllerini galiba duymayan kalmadı artık ve deniz suyunu tatlılaştırmakta, en zengin ve ileri ülkeleri dahi korkutup caydırmış olan maliyet yük­sekliği, onun elinde birden bire, hesaplı oluvermiş­tir!

Hızla kalkınan milletler için mucize deyimini kullanmak klâsikleşti artık. Japon mucizesi. Batı Al­manya mucizesi gibi...

Fakat ne Almanya’nın, ne de Japonların şartla­rıyla İsrail'i bir tutmağa imkân vardır ve böyle oldu­ğu için de, mucize deyimi burada yalnız eksik dur­makla kalmaz, doğruca akılcı olan İsrailli tarafından da asla benimsenmez.

O, kendi metodlarını uygulayabilen her toplulu­ğun ve insan gücünün, aynı sonuçları alabileceğine inanıyor. Ve bu realizmidir ki, hiç bir zaman ayağını yerden kestirmemiş ve gerçekleri görmesini önle­yen bir üstünlük tekelini onun ruhuna uğratmamış­tır.

«— Tanrı’nın göndereceği kurtarıcıyı beklerken, bir demir gibi dövüleceksiniz» diyen İshak’ın bildiri­si doğru çıkmıştır.

Demir dövüle dövüle, Tanrı’nın gönderdiği asıl kurtarıcının akıl olduğu gerçeğini buldu.

TARİHÇE

«Entrika bilmez faziletli bir papaz,
köy için Allahın rahmetidir»   
TLEURY»

Fransa'da Dreyfus skandalı patlak verdiği za­man, belki de hiç kimse, bu gürültülü olayın, yeryü­zünün dört bir köşesine dağılmış Yahudi kalblerinde, Tevrat’ta vaadedilen toprağı, beklemek tevekkülü ye­rine, onu dişiyle tırnağıyla elde etmek inancının yep­yeni bir meş'alesi olacağını düşünmemişti.

Halbuki böyle olmuştur.

İdealist Theodore Herzl, Dreyfus'un uğradığı hak­sızlığı o güne kadar bütün dünya Yahudilerine revâ görülen zulümlerin, haksızlıkların ve hakaretlerin üze­rine bir damla gibi kondurur kondurmaz ruhu taştı ve artık ne bahasına olursa olsun bir Filistin devleti kurmak fikri kafasını tutuşturdu!..

Herzl, artık yalnız buna yönelmiş ve bu maksatla Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde yaptığı temaslar bir yana, İstanbul'a koşarak, Sultan Hamid’le nâzırlarına da başvurmuştur. Osmanlı Hükümeti Yahudilerin bir devlet kurmaları fikrine sadece gülümser ge­çer. Ama onların Filistin’de toprak satın alıp parça parça yerleşmelerine de izin verir.

Bu müsaadedir ki ilk dünya savaşı patladığı za­man, Filistin’deki Yahudi sayısının (60.000)e yüksel­mesini mümkün kılmıştır. Gerçi o yıllarda dahi, ge­ne Arap sayısı onların çok üstündeydi ve 105 bin ka­dardı. Ama olsun, Yahudi dört bin yıllık bir dâvanın alemdarı idi ve bin yıllarca her duasını «Gelecek yıl Filistin’de» diye bitiren bir amin’in gerçek olması peşindeydi.

Osmanlı ordusu Birinci Dünya Savaşında, savun­duğu bütün Arap yarımadasının neresinde bir bağa rastlamış ve hangi dağ yamacında bir salkım üzüm bulmuşsa, hemen hepsinin de bu Yahudi göçmenle­rin eseri olduğunu görmüştür. Arap unsur, Filistin’­de; ya bu bağların ve hepsi masalı, perdeli, koltuklu kanapeli bakımlı köy evlerinin hizmetkârı; yahut da uzaktan bir yağma yutkunuşu içinde seyircisidir.

İkinci Orduda savaşan her Türk subayı ve eri, «Kavm-i Necib-i Arab»ın önce bu madde sefaletini gördü ve sonra da mukaddes toprakları savunmağa gelmiş bir müslüman ordunun, durmaksızın arkadan hançerlenmesi karşısında da; mâna perişanlığını!... Yahudi ise bütün savaş boyunca sadece kendi işine bakmış ve Osmanlı izninin kendisine bahşettiği top­rak alıp yerleşme fırsatını kollayıp kullanmaktan baş­ka birşey düşünmemşitir. Savaşı Osmanlı’ların kay­betmekte olduğunu görüyorlardı. Osmanlı ordusunda görev almış çocukları da vardı, meselâ Moşe Dayan’ın babası dahi bunlar arasındadır. Ama savaşı Osmanlılar kaybederken, kazanmakta olan İngiliz’in kendilerine ne getireceğini kestiremiyorlardı.

Savaşın sonlarına doğru başka bir idealist niha­yet bunu da belli etmiştir. Bu idealist, bilgin Weizmann’dı. Atkestanesinden aseton istihsal etmeyi başarmış ve harp sanayiinde pek yararlı olan bu keş­fini İngilizlere ünlü Belfour beyannamesini koparma karşılığı vermiştir.

Belfour beyananmesi, İngiliz devletinin resmen bir Filistin devleti kurulması için verdiği sözün adı­dır. Ve Theodore Herzl’in Osmanlı’dan yerleşme izni koparmasıyla başlattığı yarışın bayrağı, Weizmann’ın elinde koşturularak bu defa bir «Filistin devleti» anlayışına kadar getirilmiştir. Gerçi Belfour beyanna­mesinin. hemen bir Filistin devleti kuruluşuna yarayacak, ne tam bir kat’îliği vardır, ne de zaman kesiciliği!.. Fakat ne çıkar bundan? Dört bin yıllık rüya yalnız Tevrat’ta yazılı olmaktan çıkıp, bir devlet bel­gesinin gövdesine yerleşmiştir ya.. Ve artık devlet­lerarası bir plâto’ya doğru yol açmıştır ya..

Ve böylece harp sonunda, İngiliz manda idaresi Filistine oturur oturmaz; bir Yahudi göçmeni akını hemen başlamış ve akını gören Araplar da bu defa kazancı ve toprak kapışılmasını Yahudi’nin elinde bı­rakmamak aşkıyla kendi akınlarını hızlandırdıkça hız­landırmışlardır.

Böyle ikili bir akışın ve yığılmanın ergeç bir Ya­hudi Arap çatışmasıyla sonuçlanacağı açıktı. Hele İngiliz’ler gibi çatışma kokusunu, zağar’lara taş çıkartırcasına taa devirler öncesinden alabilen bir ida­renin, Filistin’e akan Arap ve Yahudi kafilelerinin günün birinde birbirlerine gireceklerini kestirememiş olması hiç mümkün değildir. Ama ne hikmetse. Filistin’deki manda yönetimi ne böyle bir çatışmayı önleyebilmiş, ne de artık fiilen başlamış dövüşmelerde haklı ile haksızın hangisi olduğunu kestirebilen bir hakemlik vekarı takınabilmiştir.

Belfour beyannamesi ortadadır. Manda yönetimi bundan dönmüş de değildir. Ama Filistin’de bir dev­let kurmasına yardım edileceği vaadedilen Yahudi topluluğuna karşı da, onların nüfusunu fersah fersah aşan bir Arap muhacereti de serbest ve geçerlidir.

İkinci Dünya Savaşı, Filistin’i işte böyle bir ça­tışma içinde bulmuş ve bu defa daha çok Araplarla münasebetinin nezaketine doğru yönelmiş olan İngi­liz idaresi, Belfour’a rağmen, Filistin’e Yahudi gö­çünü yasaklamış ve toprak alım satımını hemen ön­leme kararı almıştır.

İngilizlerin bu davranışı, Filistin Yahudiliğine yepyeni bir hırs verdi. Gelmiş her felâketten, gelece­ğin bir saadetini yaratma gayretine geçmeyi asırlar boyu denemiş ve varlığını ancak böylelikle koruya­bileceğine inanmış Yahudi toplumu için, İngiliz man­dasının bu davranışı önünde de yılmayıp, yeni mü­cadele yolları aramak olağandı. Nitekim hemen Haganah'ı kurmuşlardır. Haganah. Yahudi millî savunma örgütüdür ve derhal silâhlanmayı ilk çâre olarak ka­bul etmiştir.

Böylece artık Filistin’de Yahudi toplumu sade­ce, kazmalı, çapalı, rendeli, keserli değil, tüfekli mitralyözlü ve top'lu da olmağa başlamış ve bunun için, satın almaksa satın alarak, manda yönetiminin silâh depolarını basmaksa onu yaparak, müthiş bir çaba harcamağa koyulmuştur.

İngiltere, harpten sonra Yahudi’lerle Arap’lar arasındaki çatışmaları, bir alay aracılık teşebbüsü­ne rağmen, halledemiyeceğini görür görmez, ihtilâ­fı, İskoç etekliğine doldurup yeni kurulan Birleşmiş Milletler Teşkilâtının önüne götürdü ve boşaltıver­di.

Birleşmiş Milletler, uzun tartışmalardan sonra, bir «Bölüşme» kararına varmıştır. Ama ne çâre? ka­fa sayısının çokluğuna bakan Araplar, bunun üstüne bir de İkinci Dünya Savaşı’ndaki durumunun kendisine müthiş bir üstünlük getirdiği kanısını da koyunca» Birleşmiş Milletlerin bölüşme kararını hemen red­detti. Yahudiler ise bu kararı kabul etmişlerdi.

Ve işte İngiliz manda yönetiminin sona erme sü­resi olan 1948 baharı gelip çattığı zaman. Filistin böy­le fokurdayan bir kazandı.

İngilizler, ne kazanın fokurtusuna aldırdılar; ne de kendilerinden sonrasının neler getirip neler götü­receğine!.. Ve sanki Savil Row'da diktirdikleri ceket­lerinin yakasına bulaşmış kum tanelerini silkiyorlarmışcasına Filistin’den ayrılıp gittiler.

Ve onlar çekilir çekilmez de, yedi Arap devleti; savaş naraları atıp gazve yalelleri tutturarak Filistin’e hücum ettiler.

Sonuç, bütün dünyanın gözünü patlatırcasına aç­mıştır. İngilizlerden çalma ve şuradan buradan der­leme ve derme çatma bir silâh gücüne ve Arap nüfu­su yanında bir avuçluk bir insan varlığına rağmen Yahudiler 1948 de bu yedi Arap devletini de yenmiş­lerdir.

Bu, onların kurtuluş ve istiklâl savaşıydı. Öyle de oldu. Ve tarihte ikinci defa bir Yahudi devleti, ne şu beyannameye, ne de bu müsaadeye dayanarak değil, artık doğruca dövüşerek ve yenerek kuruluyor­du. (Acı ama gerçek.)

KUDÜS (I)

«Peşin hüküm, cehaletin çocuğudur. W. HAZLİTT»

Her devlet, kendi başkentini kendi tâyin eder. Batı Hristiyanlığı ile Doğu Müslümanlığı ise; bu dere­ce tabiî bir hakkı dahi, İsrail devletine tanımaz.

O, devletinin başkenti olarak Kudüs’ü kabul etmiştir. Hayır, Amerika’sı da İngiltere’si de, Fran­sa’sı da bunu kabul etmemişlerdir. Batı Hristiyanlığı için, Yahudi başkenti Telaviv’dir. Kudüs, sadece bir kutsal toprak ve İsa'nın doğup, dinini getirdiği bu mukaddes topraklar, bir devlet başkenti sayılamayacak kadar insanlık malı, siyaset dışı olmalıdır!... Ve hele müslüman toplumlar nazarında da, Kudüs'ün bir «Yarı hac» değeri taşımasıyla, bu iddia büsbütün yaygınlaşır ve sonuç olarak şimdi, elçiliklerinin çoğu Telaviv’de yerleşmiş bir devlet temsilciliği gibi ga­rip bir durum ortaya çıkar.

Lâik Türkiye Cumhuriyeti de bu iddia kervanın­da, Telavivci oldu. Bizimkinde Birleşmiş Milletlerdeki Arap oylarının hesabına saplanmak Batı devletlerinin şüphesiz herşeyden çok gene siyasî olan hesapçılıklarını, birer mukaddesât kalıbına aktarma samimiyet­sizliğinden hiç değilse daha açıktır. Batılının hesabı­nı kendisine bırakalım, ama şimdi Araplarla İsrail’in sınırı olan Şeria ırmağının öbür kesiminde, Türkiye’­yi cadı kazanına çevirmek için Türk sapıklarına geril­la tâlimleri yaptıran bir Arap anlayışı önünde olsun iyi düşünmeli değil miyiz?.

Binlerce yıllık Yahudi sabrı, hiç bir devletle bir başkent kavgası ve çekişmesi yapmayacak kadar da basiretlidir. Kırk asır devlet kurmayı hayâl etmiş bir toplum, «Esası» sımsıkı yakaladığı bir çağda böyle bir meseleyi elbette kolayca «Teferruat» sayabilir. Ama bunun hep böyle devam edebileceğini, ne san­mak doğrudur, ne de bir devleti hem tanıyıp, hem de ona başkentini seçme hakkı tanımaz görünmenin devletlerarası bütün hukuku tepetaklak eden anlam­sızlığını gözlerden kaçırmak mümkündür.

İstanbul’da Ayasofya vardır, Kaariye yapıtı var­dır, İstanbul Bizans’a yıllar yılı merkez olmuştur ve nihayet İstanbul'da devirlerden devrolmuş azınlıklar vardır diye, Türkiye’nin başkent olarak seçtiği bir Ankara’yı kabul etmemek, her Türk yüreğini nasıl bir volkana çevirirdi, sadece bunu düşünmek yeter!.

Nitekim İsrail devleti gerçi bir başkent mesele­sinde çekişmeci ve kavgacı olmayı şimdilik bir kena­ra bırakmıştır ama, son altı gün harbleriyle tamamı­nı ele geçirdiği bir Kudüs’ü, milletlerarası bütün si­yasî tartışmaların da, artık dışına çıkardığını ilân et­miştir!.

Yahudi, kendi başkenti konusunda, Batıya karşı ağzındaki dili tutmuştur ama, artık ruhunun dilini çı­karmaktadır!..

Ve hakçası ortada, gözler önünde serilmiş yatı­yor: Kudüs, Hazreti Süleyman’la Davut’tan beri, bu derece bakımlı olmamıştır. Her dinin yapıtına, hâtı­rasına ve eserine orada gösterilen saygı ve itina ka­darı da, bir başka ülkede zor gösterilebilir.

Hristiyan İngiliz, yıllar yılı buradaydı. Hiç birşey yapmadı. Osmanlı Sultanlarının tâmir ettiği kale du­varlarının içi, Arap gecekondularıyla ve ahırdan beter pislik yuvalarıyla doldurulurken, İsa’nın manda yö­netimi kurmuş çocukları sadece uzaktan seyirciydi­ler. Ve bütün o kutsal yapılar, sokaklar kiliseler, me­zarlar, Araplar elinde perişan olurken, Batı’nın «Kutsal emanet» anlayışı, daima politik çıkar hesapçılığının altında kalmıştır.

İsrail, 1908 de kazandığı savaşla birlikte tamam­ladığı Kudüs fethini, hemen yeni bir temizleme, onar­ma ve restorasyon savaşına dönüştürmüş ve hiç bir din farkı gözetmeksizin her «Eseri» kutsal sayıp de­ğerlendirme hummasına tutulmuştur.

Henüz, bu güne kadar kendisinde olan kesimin temizliği ve bakımlılığı ile, Ürdün elinde perişan kal­mış bütün eserlerin hâlini karşılaştırmak ziyaretçi için mümkün. Ama üç beş yıl sonra, hiç bir turistin eski Arap kesimindeki perişanlığı, sanmam ki hayâl edebilmesi dahi mümkün olsun.

Nitekim daha önce Mescidi Aksa ile Hz. Ömer Camiini, Ürdün'ün elindeyken ziyaret etmiş olan bir arkadaşım, bu sefer taş döşeli muazzam meydanın temizliğine baktı baktı da, sonra bana dönüp:

Buralarda dilenciden geçemiyorduk baştan aşağı pis ve partal elbiseli çocuktan, ihtiyardan sıy­rılıp da, dolaşmak mümkün değildi, dedi.

Aradaki farkı daha yakından ve daha iyi görebil­mek için en iyisi Kudüs’te sizlerle birlikte geliniz şöyle bir dolaşalım.

KUDÜS (II)

«Eğer daim, yaprakların yoksa kendi kendini azarla, güneşi suçlama.        
ÇİN ATASÖZÜ»

N asıl Almanya'nın ikiye bölünmesiyle, Avrupa'­nın ortasında iki rejimin, hürriyetçi demokrasiyle despot komünizmin, bir mukayese sergisi yaratılmış­sa, 1948 «ateşkes» iyle birlikte Arap ve Yahudi kuv­vetlerinin bulundukları yerleri hudut çizgileri saymak­la da, Kudüs’te tıpkı buna benzer bir mukayese im­kânı yaratılmıştır.

«Ateşkes» çocukların «stop» oyunu gibi her iki unsuru da oldukları yerde tutunca, tepeler bölün­müş, yollar bölünmüş, hattâ caddeler ve meydanlar bölünerek, bir taraf İsrail’e, öbür taraf da Ürdün’e kalmıştı.

Bu, bir caddenin bir tarafını veya bir tepenin etek­lerini aklın ve gece gündüz ayırmayan bir çalışkanlı­ğın eline bırakırken, öbür tarafı da sadece tembel­liğin ve verimsizliğin kucağına terketmek demekti.

Ve işte Kudüs’te henüz böyle bir sergileme ortadan kalkmış değildir. Gerçi son altı gün harbleriyle İsrail, eski ateşkes’in hudut kargaşasını ve komikli­ğini silip süpürerek Şeria ırmağının öbür kıyısına atıvermiştir ama, tamamını ele aldığı Kudüs’ün Arap kesimlerindeki onarımın bitmesine daha çok zaman lâzımdır.

Herşeyden önce Birleşmiş Milletlerdeki Arap yaygarasına, bir onarımın dahi bahane yapılması gibi bir siyasî handikap vardır ve bunun için zaman lâzım­dır. Sonra, Arap unsuruna tıpkı kendi vatandaşına tanıdığı her hakkı tanıyan bir hürriyet ülkesinde her onarımı zorlayarak değil, râzı ederek yapmak icâbettiği için, zaman lâzımdır. Daha sonra, baştan aşağı ta­rih olan bir beldede, bir restorasyon san’atının kılı kırk yaran titizliğini gösterebilmek için zaman lâzım­dır. Ve nihayet Arabın, elinde kalmış yerlerdeki tah­ribatı öylesine büyük, ihmali ve pisliği öylesine yay­gındır ki, bunların ayıklanıp temizlenmesi için zaman lâzımdır.

Ama bütün bu güçlük yığınına rağmen, kilomet­reler boyu, taa Ürdün’ün yeni hududu Allenby köprü­süne kadar uzanan cam gibi bir beton yol yapılmış ve ilk olarak, bütün tarihî eserlerin onarılmasına he­men geçilmiştir.

Kudüs, yedi büyük tepe üzerindedir. İstanbul’da doğma İsraillilerin hemen hepsi, bunu:

«— En güzel şehirler, meselâ İstanbul da, böy­le değil midir?» diye hatırlatmayı ihmal etmezler.

Kudüs’ün bütün tepeleri kayalık ve bu kayaların en amansızları da, eskidenberi İsrail’de olan kesim­dedir... Ama şehircilik san’atı hemen hâkim kılın­mış ve hiç bir siluetin bozulmaması için gereken her şeyin, mimarînin eliyle gerçekleşmesine itina edilmiş­tir. Yerleşme, tepelerin taşlık karakterine uyularak yapılır. Mahallelerde apartmanlarda ve bütün blok­larda bu dikkati görebilirsiniz. Ve önceden yapılıp da şimdi sırıttığı görülen bazı yüksek yapılar bugün Yahudi gözlerine daha çok batmakta ve zamanla bir hizalamanın onlara da uygulanacağı belli olmaktadır.

İsrail devleti, bütün Hristiyan ve Arap yaygarası­nın aksine, Kudüs’ün milletlerarası karakterini tanı­mış ama yalnız sanatta ve mimaride tanımak gibi de bir hakkı kendinde tutmuştur. Nitekim dünyanın en büyük mimarlarını geçen yıl Kudüs’te toparlar ve günlerce süren tartışmalı bir kongre sonucu, Kudüs için en güzel olduğuna karar verilen bir plânı hemen benimserler.

Şimdi Kudüs, işte bu plânın harfi harfine emrin­dedir ve uygulamada, ister Yahudi ister Arap olsun, vatandaşın rızasına dayanmayan bir istimlâkin kanu­nen mümkün olmaması gibi bir engel dışında, hiç bir handikapı da yoktur. Nitekim yeni açılmış bir cadde­nin, evini yola vermeyen inatçı bir adam yüzünden evin önünde darlaşıp kıvrılarak geçtiğini, üzüntüyle seyrettik. Devlet gelmiş ve kanunlar üzerinde oturan vatandaş hürriyetinin kendisini kapıdan çevirmesi kar­şısında, kıvrılıp gitmekten başka bir çare görememiş­ti.

Kudüs’ün baştan aşağı taşla kaplı tepeleri var­dır diye, ağacın burada bir rüya olduğunu sanmayınız. Kayayı, yapı için söküp temizleyen insan gücü bura­da her yere toprak taşıyarak, her taş dibine sun’î güb­reler yerleştirip sular getirerek; ağaçlandırmanın da yolunu bulmuştur. Ve her meydanla, her bina blokunun önlerine mutlaka bir çimen örtü sermeyi başar­mıştır.

Kudüs, deniz seviyesinden aşağı yukarı bizim Ankara kadar yüksektir ve mülayim bir iklim içindedir. Kışı yumuşak yazı daima esintili.. Hani tepeler toprak olsa, yeşil, hiç şüphe yok kendiliğinden örülüp yayı­labilirdi. Hoş, tabiat yeşilin önüne sadece bu taş en­geli koysa gene neyse!... Fakat o, bunun yanısıra bir de insan azlığı, nüfus yetersizliği katmış ve böylece devamlı olarak sulama isteyen bir yeşillendirme­de, gereği kadar insan kullanabilme imkânını da ver­memiştir. Ve esasen yetersiz olan, insan gücünün bir de yüz milyonu aşan bir Arap ummanı ile çevrili olmaktan doğan savaşma görevleri de bunun üzerine binince, burada insanın nasıl pırlanta kadar değer ka­zandığı hemen görülür. Ama İsrail akılcılığı, insanı azdır ve bu az insanı da daima ya savaşta, ya savaş hazırlığındadır diye, ne onarımdan vazgeçmiştir, ne de yeşillendirmeden.

Sulamak için adam mı yoktur?... O halde sulama insansız yapılacaktır. Bakım için, bir çimeni, ağacı, yaşatacak gıda ve rutubet ortamının kontrolü için adam mı azdır? O halde bu da adamsız yapılacaktır. Ve işte böylece, önce son derece dayanıklı, toprağın altında kaldığı zaman yıllar ve yıllar boyu çürümeyen bir boru döşeme usulü bulunmuştur. Ve sonra da yeşillendirilecek alanlara solucanlar gibi kıvrıla kıvrıla kaplanan bu ince esnek boruların uçları bir küçük âlet aracılığıyla, ana su borularına bağlanmıştır. Bu âlet,, toprağın rutubetini ölçen ve az bulursa, bağlı olduğu valfı açıp boruya ancak yeterince su gönderen bir ne­vi beyin hidrostat'tır. Toprak getirilir ve alana döşen­miş boruların üzerine örtülerek çimenler ekilir. İşte bu kadar! Artık ne sulama emeği, ne bir parçayı faz­la bir bölümü az sulayan fıskiye derdi, ne su ziyanı, ne emek israfı!.

Birlikte gezerken daha sonra da göreceğiz ki bütün İsrail tarlaları da bu metodla sulanmakta ve insan gücü kadar değerli olan suyun da bir katresi ziyan edilmemektedir.

 

KUDÜS (III)

«Hayâl gücün var, bilgin yoksa, kanatların var, ayak­ların yok demektir.     
JOUBERT»

Kur’an-ı Kerimin Sâd sûresinde (34 39 âyetler) Allah Teâlâ şöyle buyuruyor :

«Süleyman, Allaha dönüp ona sığındı :

«— Allahım dedi, beni esirge. Bana öyle bir sal­tanat ver ki, benden başka hiç kimse böyle bir salta­nata erişemesin. Şüphe yok ki, her istediğimizi ve­ren sensin». Biz de ona rüzgârları musahhar kıldık. Rüzgâr tatlı tatlı eserek Süleyman’ın emirlerini dile­diği yere iletirdi. Bıı devlet, bu saltanat bizim verdiğimizdir».

Hz. Süleyman’ın bir daha misli görülmeyecek bu esatîrî saltanatı, Kudüs'teki ünlü Süleyman mâbedinin bitirilişine kadar da sürmüştür. Ve rivayete göre, saltanatının son demlerinde, kudretine yakışan bir tapınak yaptırma hevesine kapılan Süleyman, devlerden kuşlara kadar hükmettiği bütün mahlûklar bu işte çalışırken, âsasına dayanıp seyrederdi. Ve ça­lışanların hepsi heybetli ve kudretli hükümdarlarını başlarında görmenin şevkiyle, muazzam kayaları yon­tarlar ve binlerce insanın ancak kaldırabileceği irilikteki bu taşlardan duvarlar örerlerdi. Halbuki Tanrı, daha tapınağın inşaatı yarıda iken, Süleyman'ın ru­hunu teslim almış ama onun, işin durmaması için kalıbını olduğu gibi tutması dileğini de kabul ederek, öylece âsasına dayandığı pozda bırakmıştır. Yalnız bu arada bir ağaç kurduna da görev verilir: Süleyman'­ın âsasını yavaş yavaş kemirmeğe başlayacaktır, öy­le ki, tapınağın inşası biter bitmez peygamberin cansız kalıbı artık duramaz olsun!.. Ve böyle de olur. Tapınağın tam bittiği anda, tebaası Süleyman’ın öldü­ğünü farkederler!..

Ünlü «ağlama duvarı» işte bu mâbetten bugüne kalan tek hâtıradır. Ve bugünkü haliyle dahi, tapına­ğın inşasında devlerin çalışmış olduğuna akıl yatıra­cak kadar büyük taşlardan örülmüştür.

Milâttan önce Akdeniz’i çevreleyen bütün ülkele­ri hâkimiyeti altına alan Roma İmparatorluğu Filistine de yumruğunu indirmiş ve Pax Romana (Roma andlaşması) gereğince daha önce Yunan işgalinden kurtul­masını bilmiş olan Yahudileri insafsızca yönetmeğe başlamıştı.

Bu insafsızlık İsa’nın doğumundan yarım asır kadar sonra, İmparator Vespasian yönetimine karşı yapılan Yahudi ayaklanmasını bastırırken son haddi­ni bulmuş ve nihayet bütün tapınakların yıkılmasına kadar da varmıştır. İmparator Vespasian'ın oğlu Titus bu arada o dev Süleyman mâbedini de yıktırdı ve sa­dece bir tek doğu duvarını öylece tutarak gûya bir ibret örneği vermek istedi.

Ağlama duvarı işte bu Roma zulmünden kalan duvardır ve o tarihten beri Yahudilerin dünyanın dört bir tarafına dağılmak zorunda bırakılmalarının sembo­lüdür, ifadesidir, rüyasıdır, hacet kapısıdır hulâsa Yahudiliğin taş olmuş hare olup şekillenmiş bir usa­residir!.

Ağlama duvarı 1967 harbine kadar çoğu kutsal eser gibi, Ürdün’ün elindeydi. İyi ya.. Senin pek çok Arap ülkesinin aksine petrolün yoktur, âhım şahım bir toprak gelirin yoktur; Tanrı, hazır eline böyle bir hazine vermiş, onu değerlendirsen, ona dünyanın dört bucağından akmak isteyen Yahudi ziyaretçiye kapı­larını açarak bu bulunmaz gelir kaynağını işletsene!.

Hayır, Kral Hüseyin bu bulunmaz ziyaretgâhı de­ğerlendirebilmek şöyle dursun, teneke barakalar ve kerpiç yığınlarla civarına yerleşmiş olan Arap sefale­tinin eline terketmiş ve üstelik Yahudi ziyaretine de kapatıvermiştir!.

Horozları dahi acaba yumurtlatabilir miyim diye beyninin nöronlarını zorlayan aklın yanında, bu, altın yumurtlayan tavuğu kesen bir his sapıtkanlığıdır ki, ne kadar şaşılsa yeridir.

Kur’an’ın Neml sûresinde, Tanrı buyruğu, Hazreti Süleyman’ın şöyle söylediğini bildiriyor :

«— Allahın adını andıktan sonra bana karşı ba­şınızı dikmeyin, boyun eğip bana gelin.»

Evet ama nasıl gelsinlerdi, Müslüman Hüseyin bu yolu Süleyman'ın çocuklarına kapatmış ve onların dünyanın dört köşesinden buraya akmağa hazır im­kânlarına sırt çevirip, sadece bir hırsı körüklemiş, an­cak bir husumeti alevlendirmeyi çıkar sanmıştır!.

Ama buna karşılık Yahudi aklı, Mescidi Aksa'yı sadece gene hepsi Arap olan bekçilerin eline bırak­makla kalmıyor, bir meczubun sabotajından doğan yangının izlerini temizlediği gibi, herhangi bir kötü teşebbüsten onu korumak için, tedbirler alıyor. Arap âlemi, Mescidi Aksa yakıldı diye yaygara koparırken, Mescidi Aksa’nın ana yapısıyla ilgisi olmayan bir salaş ek’te çıkan bu yangını söndürmeğe koşan İsrail itfaiyesi bu müslüman âsârında, su olmadığını deh­şetle görmüş ve taşımak zorunda kalmıştır.

Şimdi orada koskocaman geçici galonlarla su bulundurulmakta ve tarihî görüntüyü bozmamak kaydıyla devamlı su tesisatının yapımına geçilmektedir.

 

(Not: İsrailin bu ihtişama yeniden kavuşacağı kesin görünüyor. Fakat kurdunun onu yiyip yemeyeceğine kararı kendimi yoksa başkaları verecek. Bu kurt şimdiki/gelecek zamanda nasıl tecelli edecektir, diye düşünmeleri gerekiyor. Yahudi her sorun için çözüm ürettiğine göre, buna da bir çözüm bulacaktır. Fakat bu çözüm onların tevhidin hakikatine ermeleriyle din değişimine razı olacaklarıyla yani İslam’a dönüşleriyle sonuçlanacak gibi görünüyor. Bu ilerleme kafasının sonucu ancak bunu getirir. Onların yıllardır aradıkları “Tabut u Sekine”yi bulmalarıyla bekledikleri o kurtarıcının hakikatine erecekler diye düşünüyorum. Çünkü Müslümanlar dinlerine karşı sadakatten ve çalışmaktan uzaklaştılar. Yahudi dini/felsefesi kıyametin kopmasını hiçbir zaman istemez. Onlar, dünyanın yok olacağını hissettikleri anda doğru olan kararı vereceklerdir. Çünkü tarzları hep savunma/korunma üzerinedir. Bu yapı mecburiyetiyle ahir zamanın ulaşacağı denilen altın çağı zannediyorum ki Yahudiler başlatacaklardır.

Unutmayalım ki, yıllardır Deccalin ölümü ve İsâ’nın nüzülü hakkında yanlış yorumlamalar ile oluşan koaston nasıl çıkılacağını öğrenmek için Sir Isaac NEWTON’un  KUTSAL KİTABIN YORUMU kitabındaki Peygamber Diline Dair bölümünde ilâhi vahyin anlaşılmasındaki metodunu okuyunca ne demek istediğimizi, yani bahsedilen rumuz veya simgelerin nasıl anlaşılması gerektiğini anlayacağınızı umuyorum. İhramcızâde )

 

SİR ISAAC NEWTON’UN KUTSAL KİTABIN YORUMU
DANİEL’İN KEHANETLERİ VE AZİZ JOHN’UN MAHŞERİ ÜZERİNE GÖZLEMLER


KUDÜS (IV)

«Tembel her zaman kaybeder ve daima güçsüzdür.
Hz. ALÎ kerremallâhu veche»

Fakat yalnız ağlama duvarında ve kendi kutsal yapılarında değil, Arap umursamazlığı ve eser saygı­sızlığı, hristiyanlığın bütün kutsal hâzinelerine karşı da böyle davranmıştır. Batı âlemi, istediği kadar Ku­düs’ü insanlık malı sayar görünsün, dilediği kadar Kudüs’ün başkent sayılmasındaki dinî ve siyasî sa­kıncaları sayıklar olsun, gözler görmekte ve yalnız Musa'nın çocuklarına karşı yönelmiş sayılan bir hu­sûmetin, İsa’nın hâtıraları üzerinde de yıllar yılı rahatça tepindiğini dehşetle seyredebilmektedir.

Yahudiler, şimdi ağlama duvarım çerçeveleyen toprak meyli, taşlık bir avluya dönüştürüyorlar. Öyle ki, duvarın üst tarafındaki yüksekliğe hâkim olan Mescidi Aksa ile Hz. Ömer Camii’nin eski taşlarla kaplı muazzam avluları, buraya doğru kıvrılmış ve devam etmiş olacaktır.

Ve sonra aynı taş zeminin biteceği noktada başlayan eski Arap mahallesi, ki baştan aşağı hristiyanlığın gözbebekleriyle doludur. Onanla onarıla gerçek­ten her üç din için de bulunmaz bir üniteler manzu­mesi besbelli ortaya çıkarılacak.

İsa’nın çarmıhını sırtında taşımağa zorlandığı ve düşe kalka bu dehşetli yürüyüşü yaptığı ünlü «Via delorosa— Istırap yolu» bu Arap mahallesinde.. Ay­nı yolu, taş merdivenleri çıkarak geçtik.

İsa’nın acıdan katılmış dal gibi gövdesini, takat­siz kalıp yere bırakıverdiği her merhâleye Hristiyan âlemi bir küçük kilise inşa etmişti ve bu kiliseler he­nüz de ayaktaydı ama, bütün Via delorosa, dilenciler ve uydurma turistik eşyalarını feryat figan satmağa çalışan Arap dükkâncılarla doluydu. Ve İsa’nın çarmıhıyla düştüğü her yere bir kilise inşa ederek gösterilen Hristiyan saygısına karşılık, yürür­ken veya dükkânında çalışırken, sıkıştığı her köşeye idrar torbasını rahatça boşaltan birinin saygısızlığı, gözlere ve genizlere doluyordu.

Kudüs'ün kale duvarları içinde kıvrıla kıvrıla ya­yılan, kâh yerin diplerine inip kâh meyillerin sırtlarına tırmanan bu Arap mahallesinde, etler topraklar üstün­de kesilip, dağıtılır ve idrarla kan birbirine karışarak yollardan akar. Koku, insanı burnunun varlığından bezdirirken, sefalet ve umursamazlık da, gözlerini sık sık kapattırır.

İsrail bu sefaleti hiç şüphe yok silip yokedecek.. Ama onun asıl problemi, sadece Arap liderlerine ait saydığı bir Yahudi Arap husûmetini, beraber ya­şadığı Arap unsuruna hiç bulaştırmadan, bir işgal kuvveti gibi değil de, birbirlerinin gücüne yardımcı olan iki kardeş gibi çalışmak isteğinde düğümlenmiş­tir. Ve işte bundan dolayı da, hiç acele etmeden ve asla zora başvurmadan, daha iyiyi ve güzeli göstere göstere, ikna ede ede, bir onarıma yönelmiştir.

Basit gibi görünen, ama klâsik işgal anlamını te­petaklak eden bir küçük örnek vereyim:

Eskiden Ürdün’ün olan Arap kesimindeki o biçim­siz bakımsız, taşlı kerpiçli mesken yığınlarının tepe­lerine tüy dikercesine birer televizyon anteni kondurulmuştur ve bu garip direk ve tel ormanı, o tarihî görüntüyü berbat etmektedir. Hoş, aynı dert bu dere­ce biçimsiz görünüşlü olmamasına rağmen, eski İsrail kesiminde de az çok vardır. Yahudiler, Arap kesimin­deki bu anten ormanını şüphe yok bir emirle kaldıra­bilirlerdi ve klâsik işgal anlayışı da bundan bir par­mak ötede olamazdı. Ama hayır, iki anten dahi kaldırtsalar, bunun bir tarihî görüntü saygısına asla bağlanmayıp, uluslararası plâtoda bir Yahudi baskısı sayı­lacağını bildikleri için ve üstelik televizyon imkânını Arap’a da en az Yahudi kadar vermenin şart olduğunu kabul ettikleri için, şimdi Kudüs’ün tepelerinden bi­rine bir genel anten kulesi yapmayı ve ancak ondan sonra ister Arap, ister Yahudi olsun, herkesin ciha­zını buraya bağlamayı plânlamışlar ve hemen inşası­na koyulmuşlardır.

Evet, aklınıza geleni hemen biz de düşünüp sor­duk. Aksiliğe bakınız ki, bu yolla, bütün Arap istas­yonlarının alınması bir kat daha kolaylaşıyordu!.

POLİTİKA

«Güneş ışığı gibi, hakikatin de temasla kirletilmesine imkân yoktur.
JOHN MİLTON»

Sabah İsrail Dışişleri Bakanı Abba Ebsn'la rande­vumuz var. Arabamız, her köşesi bir şantiye hâlinde­ki Kudüs caddelerinden kıvrılarak, tenhaca bir ara­lığa saptı ve bir sıra temiz Bungalow’lar dizisini kap­sayan bahçeli yolun ortasında durdu, İsrail Dışişleri Bakanlığı, henüz bu Bungalow’larda çalışıyor ve önünde durduğumuz daha iricesi de Abba Eban’ın ça­lışma yeri..

Açıkçası hayli tesirli bir görüntü bu. Mermerin tavanlara kadar sıçradığı gösteriş yapıları yerine, te­mizlikten başka bir yanı olmayan mütevazi barakaların dahi pekâlâ bir Bakanlık barındırabileceğini görmek, bürokrasinin gayyasında çırpınan ülkelerden gelen her ziyaretçiye, bir iç sızısı da verse gerek...Belli ki burada yalnız «iş» ler için adam vardır, adamlar için iş değil!.. Nitekim her odada, ki hepsi küçük mü küçüktür, bir insan gövdesinin ancak geçe­bileceği aralıklarla konmuş masalarda çalışan eleman­lar vardır. Lüks burada hayâl dahi edilemez. Ve çalı­şıp görev yapma hararetinden başka, bir duyguya yer bulunamaz.

Ünlü Abba Eban’ın odası mı, Aman efendim. Türkiye’de herhangi bir daire âmirine dahi böylesine küçük ve basit bir bekleme odasıyla, bu derece sade ve ucuz bir çalışma köşesini kabul ettirmek acaba mümkün müdür?

Abba Eban, son derece ölçülü bir samimiyet için­de bize yer gösterdikten sonra, dilediğimiz herşeyi sorabileceğimizi söylemeseydi dahi, o küçük odadaki sadelik sanırım dillerimizi çözerdi..

Ve gerçekten de sorduk... İsrail için, nasıl bir ba­rış garantisi düşünüldüğünden, Sovyet Arap iliş­kilerinin son durumuna kadar her sorumuzun da ceva­bını aldık. Burada size, genel hatları ajans haberle­rinde pek sık tekrarlanmış meseleleri çerçevelemiş olan bir mülâkatı uzun uzun nakletmek lüzumsuz. Ama şu kadarım söylemekte sanırım yarar vardır :

İsrail Birleşmiş Milletlerin pek belirli bir haksız­lık ve anlayışsızlık havası bulduğu kararlarından yıl­mamıştır. Ama bu tarz kararlar onun ruhuna çökmüş ve dünya kamuoyunu ciddiye almasını da hayli güçleştir­miştir.

Bir örnek vereyim: Birleşmiş Milletler teşkilâtı, Türkiye'nin de imza koyduğu bir kararda, İsrail’in kont­rol altına aldığı Arap kesimlerindeki halkın sağlığını korumak şöyle dursun, aksine bozmak için çalıştığı­nı iddia etmiştir. Şüphe yok, Arap liderlerin ve Rusların tesirleriyle alınmış bir karardır bu ve hiş bir görgüye ve maddî delile dayanmasına da imkân yoktur. Zira kafatasında değil iki göz çukuru taşıyan, buna mâlik olmayarak sadece bir burnu olup da ancak el yorda­mı kontrolü yapabilen bir insan dahi, Arap kesimle­rinde İsrail’in götürebildiklerinden ötede, hiç bir sağ­lık şartının mevcut olmadığını ve olamayacağını gö­rür ve anlar. Ve esasen Arap kesimlerinde kendi varlığının mutlaka bir medenî yaşayış anlamına gel­mesini isteyen ve her Arap’a İsrail devletiyle bir arada olmanın refahını ille de hissettirmeyi plânlamış olan bir İsrail’in aksini yapması mümkün değildi!. Ama ne olmuştur, İsrail, Arap kesimlerinde giriştiği hummalı sağlık faaliyetine ve onarım gayretine rağ­men, uluslararası siyaset pazarında, bu çırpınışının ters yorumlandığını görünce, o beynelmilel siyaset pazarına haklı bir itimatsızlık duymağa başlamıştır.

Politika, eğer ötedenberi söylendiği gibi, bir im­kânları iyi değerlendirme sanatıysa ve bunda gerçek­leri alabora etmenin hiç yararı yoksa, uluslararası po­litikanın Arap İsrail kesiminde, bunun mutlaka ter­sine yer verilmekte olduğu rahatça söylenecektir.

Ve biraz da bu yüzdendir ki, İsrail bugün bir ba­rış garantisi olarak, bu, tersliklerini rahatlıkla görüp gösterebildiği siyaset pazarının iddialarını, kararları­nı, teminatlarını, geçerli bulmakta elbette tereddüt­lüdür!..

Denebilir ki : «Sana senden gelir ancak, bir işde dâd lâzımsa- Ümmidin kes zaferden gayrıdan imdât lâzımsa» diye haykıran Türk şairinin tavsiyesi, şimdi onun başlıca prensibini teşkil ediyor.

Sorsanız : «— Golan Tepeleri mi? Yoksa Ameri­ka’nın bütün gücüyle vereceği bir garanti mi, sizin için teminattır?» Hemen cevap verirler: «Golan Te­peleri!..»

Ve gene sorsanız : «—Şarmelşeyhi bırakıp. Bir­leşmiş Milletlerin bütün gücüyle vereceği bir garan­tiye dayanmak istemez misiniz?.» Hemen cevabı ya­pıştırırlar; «Aslaa... Şarmelşeyh bizde kalsın da, ga­ranti nereye isterse gitsin.»

Şüphesiz haklıdırlar da... Akabe körfezinin yu­tağı gibi duran bir Şarmelşeyh'i terketmek, İsrail için üç kez yaşadığı savaş kâbusunu tekrar tadmak için yeni bir uyku ilâcını bile bile almak demektir. Ve eteklerindeki İsrail köylerinin üzerine canı her iste­diği an obüs mermisi yağdırmak için birer kan çana­ğı gibi Suriye'nin elinde duran Golan Tepelerini, ye­niden düşman hatlarına terketmek ise, elbet aklı terk etmekle birdir!..

İsrail Arap çatışmasında bütün dünyanın anlayamadığı asıl mesele, bugüne kadar alışılagelmiş o klâ­sik «işgal anlayışından» doğmaktadır. Hemen hemen her biri ya işgal görmüş veya işgalci olmuş devletler kendi kafalarındaki işgal anlayışının İsrail Arap mücadelesinde de mutlaka var olabileceği hesabına sap­lanmışlardır. Bir işgal gücü ne yapar? Zulüm yapar, hürriyet tahdidi yapar, ayırım yapar hulâsa işgal et­tiği ülke halkına ikinci sınıf vatandaş işlemi yapar! İsrail nedir? İşgalci!.. Hah... O hâlde demek ki o da zulüm yapmaktadır! Demek ki o da Arap unsurların sağlığına, yaşayış şartlarına önem vermemektedir!.. Hesap bu. Ve bundan dolayıdır ki, bu klâsikleşmiş kaidenin üzerine oturarak, olmayanı olmuş gibi gös­terip feryat etmek artık Arap âlemi için kolaylaşmış ve her yaygarayı gerçeklerin ışığına çıkarmak yeri­ne, kendi anlayışının mehengini vurmayı daha kestir­me sayan devletler camiası da meseleye bu kolay açıdan bakmayı yol edinmiştir.

Halbuki İsrail burada o klâsik işgal kaidesini alt­üst etmiş ve kontrol altında tuttuğu bölgelerin hal­kına tıpkı kendi vatandaşı gibi davranmanın, aynı soydan gelme iki kardeş oldukları gerçeğini duyur­manın peşindedir. Bu bir yarış gibi: Dışardan Rusya ve Arap liderleri, İsrail’in kontrol altına aldığı bölge­lerdeki Arap topluluklara kötü davrandığı iddiasını sürdürüp bütün dünya devletlerinin yanısıra o top­lulukları da tahrik etme hummasında... İçerde ise, İsrail, birlikte yaşadığı Arap topluluklarına bir refahı ve saadeti beraberce paylaşmakta oldukları inancını mutlaka verip, kendisine karşı girişilen her savaşın, Arap milletinin değil, doğruca Rusya’nın kanadı al­tındaki Arap liderlerinin malı olduğu anlayışını bir daha ölmeyecek şekilde onların ruhunda canlı tutmak gayretinde!.

Bu yarışı, bugün kim kazanmıştır, henüz söyle­mek mümkün değil. Ama hiç kılavuz istemeden şim­diden görünen köy odur ki, İsrail öndedir ve sefalet­ten kurtulup, medeniyetin ve kendisiyle Yahudi ara­sında bir fark gözetilmeyişinin tadını alan, çalıştı­ğı her işte bir Yahudi ne alıyorsa o parayı alan, di­ninde gene serbest seçmede ve seçilmede farksız ol­manın keyfine varan her Arap, bu yarışta onun baş­lıca dayanağı olmaktadır ve daha da olacağa benzer!.

ERİHA YOLUNDA

«Kendisini okşayan eli ısıranlar, tekmeleyen pabucun da yalarlar...  
ERİC HOFFER»

Bugün deniz seviyesinden 400 metre aşa­ğıdaki bir denize, Lût denizine doğru yola çıkacağız. Aynı düzeydeki Eriha vahasına uğrayıp, oradan İsra­il’le Ürdün’ün Şeria üzerindeki yeni sınır geçidini teş­kil eden Allenby köprüsüne ulaşacağız. Yol, bütün İsrail’de olduğu gibi bu sınır kapısına kadar da cam gibi asfalttır. Ve artık tamamen son altı gün savaşın­dan önce Ürdün’ün elinde olan kesimde ilerliyoruz.

Arabanın camından etrafı seyrediyorum. Geçtiği­miz tepeler, eski İsrail kesimindekilerden, daha çok toprak, daha az kayalık. Ama çok daha az da ağaçlı. Ekilmiş kısımlar ise yok sayılsa yeri.

Dünya'nın en eski mezarlığı olan ve üzerinde beş bin hattâ altı bin yıllık mezar taşları bulunan Musevî mezarlığı da bu kesimlerde, tam Zeytindağı'nın yanıbaşındadır. Dünyanın dört bir yanma dağılmış Yahudiler için, asırlar boyu, buraya gömülmek erişilecek son saadet mertebesi sayılmış durmuştur. Ve bu ga­ye için, ölülerinin buraya taşınmasını vasiyet edip, buralarda her biri birkaç bin dolara satılan bir tek me­zar yeri almayı başarmış Yahudi zenginleri, daima gö­rülmüştür. Tabiî henüz o büyük husûmet çatışma hâ­line dönüşmeden bu mümkün oluyordu. Daha sonra, tahsilini Batı ülkelerinde yapmış Kral Hüseyin, bu ge­lir kaynağını da kurutmuş ve yalnız onunla kalmayıp, o tarihî mezar taşlarının sökülüp evlerde kullanılma­sına da hiç aldırış etmemiştir. Ama aynı majeste Hü­seyin’in ticaret kafası, mezarlığın tepesine bir İnter Continental oteli oturtmağa ve bunun en büyük his­sesini şahsen kendine ayırmağa sıra geldi mi ne hik­metse hemen işler. Bir kaç yüz metre aşağıdaki bir gelir kaynağını kurutup, bir kaç kilometre ötedeki başka bir gelir kaynağı olan Ağlama Duvarını da ka­patıp, yalnız otelde çıkar bulan bir garip kafadır ki bu, şimdi elden kaçırdığı mezarlıktan veya duvardan çok, gene de otele yanıyorsa, hiç şaşmam!..

İsrail, altı gün savaşını kazanır kazanmaz, o tari­hî mezarlığı hemen onarmağa başlamış ve bu iş için de gene kılı kırk yaran bir ilim ve sanat işbirliğini derhal işbaşına sürmüştür. Bütün Hristiyan kiliseleri için de aynı işlem yapılmış ve çoğu bitmiş bile.

Bin defa tekrarlamaktan bıkmıyacağım : Hristiyan âleminin ve bilhassa onların, hemen her taşına İsa’­nın tabanları deymiş ve havariyun’un etekleri do­kunmuş olan bu kutsal topraklardaki Hristiyan eserlerinin hâline, bugüne dek hiç aldırmayıp da, onların Yahudiler elinde onarılıp parlatılması başladığı za­man kuşkulara düşmeleri kadar büyük anlayışsızlık güç gösterilir!..

Bir Mesih’in geleceğini Yahudilere daha Milât­tan önce 8. yüzyılda İshak peygamber bildirmişti. Ama İshak’tn bildirdiği Mesih’in evsafı ile, gelmiş olan İsa’nın vasıfları arasındaki büyük farktan dolayıdır ki, başlangıçta onu bekledikleri kurtarıcı saymış olan Yahudiler az sonra yanıldıkları inancına geçmişler­dir. İshak'ın müjdelediği Mesih, intikam alacaktı, mücadeleci olacaktı, kırıp geçirecekti. Halbuki bu gelen, «yanağına bir tokat vurana öbür yanağını da uzata­caksın» diyordu. Müthiş bir barışçı idi. Düşmanlığa yer vermiyor yalnız dostluğu ve sevgiyi haykırıyor­du.

Evet, Yahudiler bunun yepyeni bir din kurucusu olduğunu anlamışlar ve ihtimal o tarihte ülkeye hâ­kim olan Romalı istilâcıların İsa’yı yakalayıp işkence etmelerine de belki yardımcı olmuşlardır ama, tam 1967 yıl boyunca da, İsa’nın doğduğu topraklar, onun bütün hâtıralarını koruyacak ve onaracak olan devle­ti de beklemişler ve bu defa bir devlet Mesih ola­rak İsrail Cumhuriyetini bulmuşlardır!..

Yolun Lût seviyesine doğru alçaldıkça, gözler önüne serdiği yozluğun seyri gerçekten güç çirkinli­ğine gözlerimi kapayıp tam bunları düşünüyordum ki, Eriha’ya yaklaşmakta olduğumuzu söylediler. Ve sol yanımıza rastlayan bir sefalet tablosu önünde de bun­ların meşhur «Filistin mültecileri» olduğunu öğrenip irkildik.

Ağaçsız, ama bir tek ot dahi olmayacak kadar ye­şile küskün, bir düzlük üzerinde gelişi güzel sıralan­mış, harap, perişan, pislik yuvası bir köy karikatürü düşününüz. Buraya insan giren, hayvan çıkar. Buraya taş yerleştirseniz mutlaka da feryadı ayyuka çıkar. Ama burada yüzlerce aile vardır ve bunların hepsi de, 1948 savaşında Arap kesimine geçip de, sonradan Arap ordularıyla beraber İsrail topraklarım yağma et­meğe kışkırtılmış zavallı Araplardan ibarettirler!.

1948 harbi başladığı zaman, yedi Arap devletinin liderleri de radyolardan haykırmışlardı :

“İsrail kesimindeki Araplar! Oraları terkedip bize katılınız. Nasıl olsa bir hafta sonra hep birlikte İsrail’i ezecek ve bütün topraklarıyla mallarını payla­şacağız!”

İşte bu zavallılardır kananlar!.. Ve hemen Ürdün topraklarına geçmişlerdir ama, Arabın evdeki hesa­bı çarşıya uymayıp, ateşkes anlaşmasıyla da fiilî bir bölüşme olunca, bunların hepsi yersiz yurtsuz geldik­leri o kesimde kalakalmışlardır!... Hiç birinin «çağır­dınız, inandık ve işte geldik, bize bâri hayat hakkı ve­riniz» demeğe gücü yetmemesine karşılık. Arap dev­letleri bunları Birleşmiş Milletlere karşı daima bir göstermelik yurtsuzlar topluluğu olarak kullandı dur­du. Ve daima da İsrail zulmünün bir örneği gibi haykır­mayı elden bırakmadı. Bu feryadın bir tek hâsılası ol­muş ve Birleşmiş Milletler o tarihten bugüne kadar bu sefalet ocağına sadece yiyecek ve ilâç gönder­miştir. Hepsi o kadar. Ama geride ne Ürdün’ü bu bi­çarelerin yaşayış şartlarında bir düzeltme yapmağa teşvik veya zorlama, ne de Arap âleminin bağırtısına karşı, bir tepki!... Hiç biri olmamış yapılmamıştır.

Tam yirmi yıl bu böyle sürer. Onlar, o kerpiç yı­ğınında, Birleşmiş Milletlerin gönderdiği yiyecekleri paylaşıp serilip yatmanın cüzzam uyuşukluğu içinde verimsiz, hareketsiz, tepkisiz... Beride Arap devlet­leri kendi hırsları ve hınçları peşinde, kandırdıkları bu kendi kanlarından insanlara karşı ilgisiz... Ömür tü­ketip giderler. Ve ancak son 1967 savaşıyla, İsrail’in bu defa Ürdün’ü Şeria suyunun öbür yakasına atmasıyladır ki, ünlü mülteci kampı, İsrail’in eline geç­miştir.

Kolunu koparmak için İsrail’in elinden kaçıp da, bugüne kadar Arap elinde ancak canlarını kurtarabil­miş olan bu zavallılar şimdi gene düştükleri İsrail'in elinde eğitilecekler, verimli kılınacaklar ve parça par­ça ihtiyaç duyulan işlere sürülüp yeniden insan yapı­lacaklar.

Kanlarında esasen mevcut tembelliğe, şu yirmi yıllık yatışı da koyarsanız, canlandırılmalarının ne ka­dar güç olduğu meydana çıkar ama, insan gücü deyin­ce, bütün akar suların derhal durduğu bir İsrail’de, bu bir yılgınlık problemi değildir. Ve nitekim bir plânla­ma, okul probleminden, dil öğrenimlerine ve verimli olabilecekleri alanların ayrılmasından, yerleştirile­cekleri meskenlerin seçilmesine kadar, ince hesaplı bir faaliyete geçmiştir bile!..

VE ERİHA KADISI

«Yalan buzu üzerine yazı yazanlar, hakikat güneşini bilmeyenlerdir.
THOMAS JEFFERSON»

Eriha (Frenkçesi Jarico) deniz seviyesin­den dört yüz metre aşağıdadır ama, verimli ve yemyeşil de bir vaha burası.

İsrail'in ziraat gücü, öteden beri buraya gelmiş bulunsaydı, o taştan ve kumdan orman fışkırtabilmiş Yahudi aklıyla kimbilir neler yapılabilirdi?

Ama henüz tam bir Arap kasabasıdır. Ekim bekleyen verimli toprağıyla... Onarım bekleyen pis ko­kulu çarşısıyla ve dikildikleri veya topraktan fışkır­dıkları günden beri kendi hallerine terkedilmiş ağaç­ları, hurmaları ve portakallarıyla tam bir Arap kasa­bası!..

Agel, şalvar, yeldirme ve çarık... Ortada dolaşan insanların kılığı hep bu!.. Ve tek tük görünen her blûz etek veya ceket pantalon da, mutlaka gelip geçen bir Yahudi’nin varlığına işaret!..

Birden irkiliyoruz:

Asfalt yolun kenarında, sarıklı sakallı bir hoca oturuyor. Lata'sının upuzun etekleri dibine, alçacık bir nargile sehpası, onun üzerine de donuk camlı bir nargile sürahisi oturtmuş, fokurdatıyor... Sırtını çe­virdiği biber ağacının gövdesinde de Arapça bir lev­ha!..

Ne mi yazılı?.. Sıkı durunuz, onu da söyliyeceğim : «Kadı»...

Evet, Eriha’nın Mecelle üzre adalet dağıtan nargileli Kadısı idi bu ve asfalt kenarındaki bir ağaç göl­gesinde elindeki marpucu avurtlarını çökerte çökerte çekerek Osmanlı deyimiyle «Kavm-i Necib-i Arab» m müracaatını bekliyordu!..

Bir arkadaşımız, elindeki film makinasını, buldu­ğu hedefe tüfek yönelten bir avcı ustalığı ile hemen Kadı efendiye yöneltiyor... Ve daha henüz düğmeye basmıştı ki, yanındaki gene sarıklı zat ile birlikte bi­zim «Mecelle» gulguleli bir feryat kopardı :

Lâ... Vallaaa... Lâ... Lâ...

Ellerini açmış ve öyle bir hışımla da ayağa kalk­mıştı ki, ister istemez üzerine gittik. Meğer İngiliz­ce de patırdatırmış, bağırıyor :

I am free... This Country is free... What are you doing?.. Ben hürüm, bu memleket hürdür. Ne ya­pıyorsunuz?..

Hemen «Biz de müslümanız, we are mouslim» diyor arkadaşım. Ve arkasından ekliyor; «Türküz, Tür­kiye’den geldik... Niçin kızdınız? resim çekmek gü­nah mı ki?..»

Kadı ve kendisi kadar asabileşmiş olan yanında­ki sarıklı, hemen yelkenleri indirdiler :

Selâmın aleyküm...

Bir ağızdan :

Ve aleyküm selâm diyor ve kestirememiş gi­bi ne iş yaptığını soruyoruz. Göğsüne vurarak :

Eriha kadısıyım, diyor...

Ve sonra ekliyor :

Arapça bilmiyor musunuz?.

Bilmediğimizi öğrenince de ayıpladı bizi. Dilini damağında çatlatarak :

Cık... cık... dedi, nasıl olur, siz müslüman, ama Kur’an dili bilmez...

Hani Erihalı olup eline düşsek, belki de Mecelle­den bir yolunu bulup sopadan geçirirdi bizleri...

Fakat önemli olan ne bizim Arapça bilmeyen müslümanlar oluşumuz, ne de bu Arab'ın Allahın her dili bildiğini bilmeyişi... Asıl önemlisi, bu kadı efen­di başta olmak üzere görebildiğimiz kadarıyla Eriha halkının Ürdün elinden İsrail'in avucuna geçmiş ol­manın, hiç bir belirtisine maruz kalmayışları idi. Ka­dı aynı kadı, düzen aynı düzen, ne diline, ne dinine karışan!.. Ne çarşısındaki mala, ne kapısındaki lev­haya ilişen!..

Burası tam bir hudut kasabasıdır ve az ilerde Şeria suyunun bizim Kurbağalı Dereyi dahi bir billûr ır­mağı saydıracak kadar pis görüntüsü üzerine atılmış kalas tabanlı Allenby köprüsünden geçer geçmez, Ür­dün başlar ama, Eriha sokaklarında ne bir İsrail as­keri görebilirsiniz, ne de bir askerî araç veya gereç!

Ve işte bundan dolayıdır ki, Eriha kadısı resmini çekmeğe kalkışan yabancıların önüne çıkıp, bunlar İsrailli midir, değil midir diye hiç aldırmadan, göğsü­nü gümbür gümbür döverek :

«— Ben hürüm, burası hür bir memlekettir» di­ye rahatça bağırabilmekte ve çarşı meydanındaki dükkânlarının kapısında pinekliyen her Arap da, ara­da bir Allenby köprüsündeki nöbetlerinden dönerken, Coca Cola içmek için duran İsrail askerlerine de kayıtsızca bakabilmektedir!..

Aslında göğsünü gümbürdeten o kadı da, pinekli­yen bu halk da, hiç şüphesiz alışılmışın dışındaki bir işgalin canlı örnekleri idiler.

Ve yalnız 1971 yılında, yolu üzerinde durdukları şu hudut geçidinden tam 210 bin Arabın, Ürdün’den Kudüs'e ve İsrail’in her istedikleri kesimine ellerini kollarını sallayarak geçip sonra tekrar dönebildikleri­ni görmüşlerdi. Ve Tanrının her günü İsrail’den yük­ledikleri muzları, biberleri, domatesleri Ürdün’e taşı­yan, hani o radyolar boyu ilân edilen ekonomik Arap ablukasına dil çıkarır gibi geçirip götüren, Arap kam­yonlarına da, rahatça el dokundurabiliyorlardı!..

Az sonra, Allenby köprüsüne vardığımız zaman, hep birlikte biz de göreceğiz ki, bu abluka masalı, gü­lünç olmanın da ötesinde bir soytarılıktan ibârettir.. Ve bu sözümona ablukanın başladığından beri, İsrail'in çoğu Ürdün yoluyla olmak üzere, Arap ülke­lerine yaptığı ihracatın yekûnü 750 milyon doları bul­maktadır!...

ALLENBY KÖPRÜSÜNDE

«Yahudi ile, değil iş yapan, yüzüne dahi bakmış olan bizden değildir.        
NÂSIR»

Ajans ve radyo bültenlerinde pek sık rastlanan ve bilhassa Arap radyolarında daima askerî marşlarla birarada yer bulan klâsik haber şudur :

Ürdünlü vatanperver gerillalar, İsrail sınırın­dan sızmağa muvaffak olarak, hedefleri olan kesim­lerde sabotajlar yaptıktan sonra...

Veyahut da şöyle :

Dün sabaha karşı, Suriye ordusuna bağlı küçük bir gerilla gücü, Ürdün İsrail sınırından sızmayı başararak...

Allenby köprüsünün demir korkuluklarına daya­nıp, önümden geçerek İsrail’e giren Arap kafilele­rini seyrederken bunları düşünüyorum. Arap propa­gandasının «Sızmak» dediği, bu olsa gerek!.. Yâni, köprüde nöbet tutan İsrailli bir kaç askerin, şöyle bir bakıp da geç dedikleri hüviyet belgelerini ellerinde sallayarak o taraftan bu tarafa duhul!..

Ve birer «Kahraman gerilla» gibi gösterilmeğe çalışılan o meçhul kuvvetler de, herhalde şu, bavul­lar, bohçalar, sepetler, çıkınlar arasında gülüş ahenk, patırtı gürültü köprüden geçen kafileler olacak!..

Evet, yalnız 1971 yılı boyunca, buradan tam 210 bin adet Arap geçmiş, İsrail’deki akrabalarını yakın­larını veya varsa işlerini görmüş ve sonra da gene aynı yoldan ve aynı kolaylıklar içinde, ülkesi olan Ür­dün'e veya bir başka Arap memleketine dönmüştür!..

Arap kafası buna sızma diyebiliyorsa, mutlaka şu 210 bin rakamım da peşine takmalı ve oldu olacak «Arap kuvvetleri her diledikleri anda İsrail sınırına yüklendikleri gibi geçebilmektedirler» yollu daha büyük bir palavraya yapışmalıdır!..

Ne sızması ya Şeydi?. Eline partal bavulunu alıp, peşine eşini takanınız buradan kafile kafile geçiyor... Bir yâlel’leri eksik... Hoş onu da yanık yanık tuttursalar kimsenin bir diyeceği de yok ya...

Ve ne gerillası ya Hulli?.. Altına kamyonunu çe­ken, hem de on tonluk cinsten o B.M.C.’leri, Fort’ları, Chevrolet'leri çeken her nakliyeciniz ve komisyoncunuz buradan kervanlar hâlinde geçiyor. Muz yük­lemek, biber, portakal, yaş sebze yüklemek ve İsra­il’den aldıkları bu malları sonra diğer Arap ülkelerine satıp kâr sağlamak için!..

Asıl sızma, hattâ sızma falan değil de, bal gibi yarıp geçme gerçekte bu!.. Yâni Arap’ın bangır ban­gır ilân edip övündüğü ekonomik ablukayı, Arap kam­yonlarına muzlar, portakallar ve sebzeler yükleyerek, o meyvelere ve zerzavata deldirmek!.. Ve irili ufaklı on dört Arap ülkesi, dümbelek gürültüleri arasında, İsrail’e koydukları ablukanın, onu mahvedeceği nin­nisiyle milletlerini uyuturken bu bir mukavva kadar di­renci olmayan ablukayı havuç ve turpla delmenin kar­şılığı olarak da kasasına 750 milyon dolarlık bir ge­lir akıtmak!...

Fakat bu da birşey değil, Arap âlemi, bütün dün­ya milletlerine geçerli olmak üzere, başka bir gülünç kayıt koymuştur. Bir kimsenin pasaportunda İsrail vi­zesi varsa, bu onun düşman toprağına ayak bastığını veya basacağını gösterdiği için, böyle bir yolcu Arap memleketlerine giremez!.. Bu yüzdendir ki, pek çok iş adamı ve gazeteci, yarın belki Arap ülkelerine de gitmeleri icabeder diye, İsrail vizelerinin bir kâğıt üzerine yazılarak pasaportlarının sayfalarına geçirilmemelerini temin etmektedirler.

İyi ama, bana size, yahut Fransız Jacpue ile İn­giliz James’e uygulanan ve hattâ gene sırf bu sebep­le İsrail’de yaşayan Arapların Hac ziyaretlerini im­kânsız kılan bu yasaklamayı, sıra Mısırlı, Ürdünlü, Lübnanlı, Yemenli, Suudî ArabistanlI, Abudabili, Libyalı Araba geldi mi, ara ki bulasın!.. Hepsi için İsra­il hudutlarına varıp, şöhretlerini işittikleri hastahanelere şifa aramak veya kâr tamahı içinde iş teklif­lerine koşmak serbest!..

Bilir misiniz ki, dünyanın en namlı tıb merkezle­rinden sayılan Jarusalem hastahanelerinde yatan hastaların yüzde 65’i Araptır ve çoğu da dışarıdan ve bilhassa Mısır'la Libya'dan gelmiş zengin Araplardır.

Ve gene bilir misiniz ki, İsrail’e iş çevirmek için gelip giden Arapların ortalama yüzdesi, Avrupa ülke­lerinden gelenlere denktir!..

Evet, bütün dünyaya palavralar sıkmak, İsrail'e şöyle bir değip geçmeyi dahi kirlenilmiş sayıp böylelerini sınırlarından sokmama yaygaraları koparmak, ama beri yanda deveyi hamuduyla yutup hiç kimse­nin de bunu farketmediğini sanmak!..

En önemli konular karşısında dahi ipe sapa gel­mez bir iyimserlikle konuşan Arap lalası karşısında; Osmanlı padişahına bile :

«Allahım şu Arap'ın aklını bir gecelik olsun bana ver de rahat uyuyayım» dedirten Arap kafası iş­te her halde bu olsa gerektir!...

İyi ama, İsrail’de yaşıyan bunca Arap’ı, Hac zi­yaretinden mahrum eden hamakatın hesabını kim ya­pacak?. İsrail, Hac konusunda serbest bıraktığı Arap vatandaşlarını hudutlarına sokmayacağını ilân eden bir Suudî Arabistan'ın bu akılsızlığından, az mı fayda­lanacaktır sanırsınız? Ve böyle bir yasağı İsrail’den değil de, kendi kanından gören bu Araplar, Arap âle­mine rahmet mi okumaktadırlar zannedersiniz?

CUMHURBAŞKANI İLE

«Huy canın altındadır
TÜRK ATASÖZÜ»

İsrail Devlet Başkanı, Zalman Shazar, her yıl kurban ayının girmesi dolayısıyla, ülkesindeki Arap liderler, şeyhler ve kadılar onuruna bir resm-î ka­bul yapıyor ve bu en büyük İslâm bayramının hep­sine kutlu olmasını diliyor...

Biz de dâvetliyiz.

Zalman Shazar, bildiğiniz gibi İsrail’in üçüncü Cumhurbaşkanıdır. Birincisi ünlü bilgin Weizman idi. İkincisi de Türkçeyi bizler kadar bilen hukukçu Ben Zvi.

Zalman Shazar ise gazetecilikteki şöhreti ka­dar, hitabetiyle de ünlü.

İsrail’de bütün devlet hizmetlileri gibi, Cumhur­başkanları da son derece sâde bir yaşayış içindedir­ler. Ülkenin tek resmî Cadillac'ı Cumhurbaşkanının emrindedir ve o da bunu ancak merasimlerde kullan­maktadır.

Ve Kudüs’ün bütün yolları ağaçlarla bezenmiş ve yirmi yıllık bir bakımın eseri olduğu besbelli ma­hallelerinden birindeki dar bir aralığa oturtulmuş kü­çük bir villa, Cumhurbaşkanının ikametgâhıdır!

Tören dolayısıyla kapıda iki asker duruyor ve bir genç kız da elindeki listeden dâvetlilerin adını işa­retleyip, içeri buyur ediyordu. Bütün resmiyet ve sı­kılık da bundan ibâretti.

Bir Pazar sabahı iki arkadaş Çankaya’da yürü­yüş yaparken, taa bahçe kapısının önünde dikilen po­lislerin «Bu taraftan değil, karşı kaldırımdan yürü­yünüz» diye önümüze çıkışlarını, ister istemez hatır­layıp acı acı güldüm.

Husûmet dalgalarıyla yüklü bir Arap okyanusu­nun ortasında olmasına ve her an Ürdün kesiminden ülkesine rahatça soktuğu binlerce gezginci Arap’ı da koynunda taşımasına rağmen, İsrail emniyetinin Cumhurbaşkanını koruma tertibatı işte bu kadarcıktı!.. Ne o dar aralığı okul çocuklarına kapatmak ne de arada bir dalıp öteye geçmenin kestirmeliğine tamah eden otomobillere engel olmak!.

Dahası var: İki duvar boyacısı, upuzun bir mer­diveni villanın bahçe duvarlarına dayadıktan sonra, bir süre aralarında tartıştılar ve sonra takımlarını taklavatlarını merdivenin dibine bırakarak, kimbilir hangi işin peşinde, çekilip gittiler... Gene Çankaya'nın bah­çe kapısındaki polisi düşünüyorum ve zavallı iki bo­yacıya merdivenlerini mi, yoksa o takım taklavatı mı daha önce yedirmeğe kalkışırdı diye, kendi kendime sormadan geçemiyorum.

İçeri girdik. Duvarları çam tahtasıyla kaplı bü­yücek bir salonun tam karşısına bir masa ve bir kaç koltuk konmuş, masanın üzerinde bir mikrofon, Son­ra o masaya oturacağı besbelli olan Cumhurbaşka­nının karşısına gelecek şekilde dizilen iskemlelere de, dâvetliler dizilmişler. Bir kısmı sarıklı, lâtalı, bir kısmı Agelli maşlahlı, tek tük de ceketli pantalonlu başı açıkları var.

Az sonra Zalman Shazar geldi, ayağa kalkmış olan misafirlerini gülerek selâmladı ve hemen nutku­na başladı.

Tabiî İbranice konuşuyor... Sesinin tonu, İsrail'in en namlı hatiplerinden biri olarak tanınmasını haklı çıkaracak kadar gür ve yaşından umulmayacak kadar da enerji dolu...

Arap liderler, kadılar, şeyhler ve yüksek memur­lar, saygıyla dinliyorlar... Hepsini dikkatle inceleme­ğe çalışıyorum, gözlerinde bir nefret ışığı veya kor­ku belirtisi yok. Yâni gene klâsik ölçüler tarümar edil­miş... Aynı devletin iki ayrı dinden olan unsurları, san­ki birinin kanından olanlar bu ülkeye saldırıp yenil­memiş ve ötekinin kanından olanlar da saldıranları tam üç defa yenip perişan etmemiş de, hep böyle karşılıklı bayramlaşarak yaşamışlar gibi, rahat rahat nutuk alış verişi yapıyorlar...

Nitekim Cumhurbaşkanının hayli de uzun olan ko­nuşması Arapçaya tercüme edilir edilmez, bu defa sarıklı bir Arap lider kalktı ve aynı uzunlukta bir nu­tukla karşılık verdi.

Yahudi ve Arap milletlerinin aynı soydan gel­me kardeşler olduğunu söylüyor... Taa İbrahim Pey­gambere kadar dayanan bu kardeşliğin, çağımızda da geçerli olmasını diliyor... Ve İsrail devleti içinde­ki iki unsurun birbirlerine dayanarak çalışmalarındaki anlamın dışarda da anlaşılmasını temenni ediyor... Yâni daha kestirmesi, Nasır ne söylemişse ve Sedat Hüseyin ve diğerleri ne söylüyorlarsa, aksini gözler önüne seriyor!..

Nutuk biter bitmez, Zalman Shazar ayağa kalk­tı ve teker teker misafirlerinin ellerini sıkarak, bu defa ferdî tebriklere başladı. Ve onun kalkmasıyla birlikte de meyve suları küçük kanapeler, pastalar, meyveler ve böreklerle donanmış tepsileri gezdiren beyaz önlüklü kızlar ve garsonlar ikrama geçtiler.

Bu kadar tafsilâta neden mi lüzum gördün? O koskoca kadıların, şeyhlerin ve mahallî liderlerin, kıt­lıktan çıkmışçasına bir yiyecek saldırısına geçtikle­rini, dehşetle seyrettik de onu belirtmek için.

Ve tam çıkış sırasında da, bir arkadaşımızın farkedip bizleri dürtmesiyle büsbütün irkildik: Portaka­lın ibadullah bol ve ucuz olduğu bu İsrail'de, dipteki masada duran portakal tepsisine uzanıp aldığı mey­veyi cübbesinin cebine indirerek yürüyen zat, zanne­derim bir Arap kadısı idi!...

Arap neden mi yenildi ve gene de her seferinde yenilecektir? İşte bundan!.. Düşmanlığında, İsrail’den değil mal almak oraya ayak basana dahi selâm vermiyeceğini ilân edip, abluka palavrası attıktan sonra, İsrail meyvelerini ve sebzelerini kamyon kamyon ülkesine sokup yutmanın tamahına nasıl dayanamıyorsa; dostluğunda da, bir tek portakalı dahi cebine in­dirip yürümeyi kâr saymaktan kendini alamaz. Ve böyle olduğu için de, Golan Tepelerinin eteklerinde Suriye güllelerine ve kurşunlarına rağmen ekip biç­mekten ayrılmayan ve Arap'ın elindekiyle kıyaslanmayacak kadar az ve ekime uygunsuz topraklarda Tevratın bal ve süt cennetini yaratmış olan bir mil­letle elbet başa çıkamaz!..

Cumhurbaşkanının davetinde dahi Arap’a porta­kal çaldıran kişisel tamah, devlet plâtosuna atladığı zaman, işte o kamyonlar dolusu portakalı hudutla­rından rahatça sokan «Mâşerî tamah» olmakta ve ta­biî hep kaybetmektedir!...

BİR MÜZE

«Geleceğin teminatı, geçmişe duyulan saygıdan başlar.         
W. CHURCHLL»

Bugün Kudüs'te son günümüz. Eski, çok eski bir tarih kitabını kapatır gibi, oradan ayrılacağız.

Ama kitabı kapatmadan önce, eskinin de çok çok eskisine doğru bir seferimiz var. Bu, tarihin ilk Tevrat’ınım bulmuş olan İsrail arkeolojisinin, bu eskiliği ko­rumak için giriştiği akıl durdurucu çabanın abidesi, o nefis müzeyi ziyaretten ibarettir.

Bu tarihî Tevrat, mes’ut bir tesadüf sonucu bu­lunmuştur. Bir Arap çocuğu, keçilerini otlatırken, rast­ladığı bir mağaradaki derin çukura taş atıyordu. Az sonra taşın tınladığını farkederek iyilip baktığı za­man, dipte bir kaç küpün yattığını gördü ve hemen koşup babasına haber verdi. Hemen hepsi birer arke­olog olan İsrail ordusu subaylarının tarihî eserlere iyi paralar verdiğini bilen Arap peder, derhal koşar ve çevrede kazılar yapan generale haber verir... Ar­tık ondan sonrası tamamdır. Ve az sonra arkeologla­rın bilgi gözleri fal taşı gibi açılmıştır. Küplerin için­de, tarihin ilk Tevratı yatmaktadır ve maalesef çocu­ğun attığı taşlar bu küplerden birini kırdığı için de, binlerce yıl havasız kalmış olan eserin o bölümü ha­va teması ve hararet farkı dolayısıyla zedelenmeğe yüztutmuştur. Evet ama, eser de artık ilmin elinde­dir, bilginin ve ihtisasın ağuşlarına geçmiştir. Nite­kim hemen ilim konuşur ve «Eserin bulunduğu ma­ğaranın harareti, rutubeti velhasıl bütün şartları ne ise, aynen onları taşıyan bir bina isterim» der. Bit­medi, bu ilk Tevrat, neler içinde bu devre kadar gel­mişti? Tersine oturtulmuş bir çanı andıran küpler için­de değil mi? «O halde bu binanın şekli de tıpkı öyle olacaktır» diye de ekler.

Ve işte böylece, o nefis eser, o gerçekten yal­nız insanlığa değil, cennetteki Hazreti Musa’ya da­hi, önünde şapkasını çıkartacak kadar, güzel ve aza­metli eser ortaya çıkar.

Şimdi orada, bu dörtbin yıllık Tevrat, itinayı dahi bir ihmal saydıracak kadar müthiş bir dikkatle, koru­nuyor, ziyaretçilerin hayretle açılan gözleri önünde teşhir ediliyor.

Binaya, geniş taş merdivenlerle alttan girebilir­siniz. Ve bütün duvarlar boyunca, yerleştirilmiş camekânlar içindeki, ipek safihalarla korunan sayfaları seyredersiniz. Her bir camekânın içi, o mağara ru­tubetinde, aynen o hararettedir ve otomatik kontrol cihazları bu şartları daima muhafaza ederler. Ve bir tehlike vukuunda da, bir düğmeye basılır basılmaz, yapının Tevratı taşıyan göbeği, olduğu gibi yerin al­tına hemen giriverecek şekilde ayarlanmıştır.

Yahudiler, ünlü Roma zulmünden, bilhassa İm­parator Vespasian’ın oğlu o gaddar Titus’un hışmın­dan kaçarak, çil yavrusu gibi dağıldıkları zaman, bir kısmı, Filistin’deki mağaralara, Kudüs’teki sarp tepe­lerin kayalıkları sayesinde zor bulunur ve görülür olan oyuklara saklanmışlardı. Götürebildikleri eşya­yı yanlarına alan bu zavallıların, hayli yüksek seviye­li bir medeniyet içinde oldukları da sonradan bulunan eşyalarının kalitesinden ve cinslerinden belli olmuş­tur. Aynı müzenin taştan oyulmuş duvar raflarında ve önleri camlarla örtülmüş vitrinlerinde şimdi teşhir edilmekte olan bu eşyalarda, o tükenmez Yahudi ümi­dini ve sabrını da hemen görmek mümkün. Zira eş­yalar arasında bir gün tekrar ülkelerine kavuşacak­larını haykıran madeni levhalar ve alışılmış bir me­denî yaşayışın mağaralarda dahi devamım sağlayan, tabaklar, duvar süsleri ve liğme liğme olmuş ama hep­si bir sanatın varlığını haykıran zenbiller vardır!..

Bütün bu eserler de, tıpkı o tarihî Tevrat gibi, bulundukları şartlar içinde korunmaktadır. Ve aynı yapının taş döşeli avlusunun ucunda da, belki de yer yüzündeki arkeoloji müzelerinin en rahatı ve zarifi olan Jarusalem Müzesi vardır.

Avluya serpiştirilmiş gibi duran Zeytin ağaçla­rının, çevreye büsbütün bir tarih damgası vuran ye­şil dekorunu seyrederken, gözlerimizin önüne bizim Selçuk Müzesi geliyor, sonra Bergama ve diğerleri­nin o fıkara, o küçük mü küçük, o yetersiz mi yeter­siz yapıları içinde, üstüste yığılmış, çoğu yersizlikten tasnif dahi edilemeyerek avlular boyu üstüste serilip yatan hâzinelerini düşünüyoruz. Çıra gibi yangına ku­cak açmış biçare Topkapı’yı düşünüyoruz.

Ağlamaklı olduk.

Ve bizlere, zor zaptedilir bir heyecan ve helecan içinde Kudüs müzesini gezdirmiş olan Bayan Arkeo­log Hadassah Levin’e, içi titriyerek gösterdiği bir Ar­termiş heykelinin, bizde biri penbe mermerden olmak üzere, tam üç tane dev cesametlisinin bulunduğunu söylediğimiz zaman, gerçekten o da heyecanından ağ­lamaklı oldu. Allahtan ki henüz Türkiye'ye gelmemiş­ti ve Allahtan ki, onları hangi şartlar içinde sergile­diğimizi bilmiyordu!..

Bizim gezi programım düzenleyenler, üç gündür yaptığımız eski tarih cevelânından birden bire çok yeniye geçmemizi herhalde uygun bulmamış olacak­lardı ki, şu son Kudüs gününde, bir de Martyrsmemorial ziyaretimiz var. Böylece Musa’dan, Süleyman’­dan, Davut'tan, İsa’dan ve Muhammed'den, ikinci Dünya Savaşına geçiyoruz. Ve nazi zulmünün kurba­nı olan altı milyon (?) Yahudinin hâtırası için yapılan anıt ile o temerküz kamplarında fırınlanmış, gazlanmış Yahudilerden tam üç milyonunun sicil fişlerini taşıyan yapıyı geziyoruz.

Bu defa da içimiz, insanlık adına kaskatı kesildi.

Gerçi Yahudiler, ne bu abideyi, ne o fişleri ve te­merküz kamplarından kaçabilmiş tek tük şanslının giydikleri o kamp partallarına kadar, sergiledikleri her zulüm kalıntısını, ebedî bir Alman düşmanlığı ya­ratmak için tutmadıklarını söylemektedirler. Ve on­ların bu hâtıraları canlı tutmaktan güttükleri tek ga­ye «Never again» bir daha asla!.. İnanışını ebediyete kadar sürdürmektir ama ne de olsa insan ürperiyor.

Ne demişti İshak Peygamber: «Bir demir gibi döğüleceksiniz!» Evet, asırlar boyu peygamberden pey­gambere devrolunan müjdeyi o kurtarıcının mutlaka geleceği haberini yüreklerine kor gibi yerleştirip, ora­dan oraya göçerken, gerçekten de bir demir gibi dövülmüşlerdir ama, bu demirin Nazi örsü ile Hitler çe­kici arasında kalan parçası, hiç şüphe yok tarihin en acı bölümü ve demire en çok fire verdiren zulmüdür.

İkinci Dünya Savaşı patladığı zaman, bu Yahudi demirinin Avrupa'daki sayısı, 14.5 milyon idi. Savaş bittiği gün ise, bu sayıdan tam altı milyonu erimiş yok olmuştu!..

ATATÜRK ORMANINDA...

«Hiç bir peygamber İslâm peygamberi kadar ağaç sevgisi göstermemiştir. 
BERNARD SHAW»

Telavîv’le Hayfa arasındaki yolun sağ yanındaki iki büyük tepeden birine Atatürk Ormanı, öteki­ne de Belfour Ormanı yerleşmiştir. Bizim kurtarıcı­mızın adını taşıyanı, buradan giden Yahudiler başlat­tılar, öteki de, Yahudiliğe devlet olma hakkı tanıyan o ünlü belgenin hâtırasını yaşatmak için taa 1948 de fidanlandı. Şimdi her ikisi de gürleşmiş ve çoğu fıs­tık çamı olmak üzere, yüzbinlerce ağacı bağrında ta­şıyan birer yeşil âbide olmuştur.

Atatürk Ormanına üç fidan da bizler diktik. Ve fidan diken her ziyaretçiye verilen bir ormancılar ro­zetiyle, diplomayı uzatırken, katkımızdan dolayı bir de teşekkür ettiler.

Her yıl, keçiye, baltaya ve yangına kurban verdiğimiz orman yekûnunu düşünüp, gene ağlamaklı­yız. Çölü yeşerten ve taşlık tepeleri ormana dönüş­türen aklın yanında, «Biz ağaçların değil, insanların milletvekiliyiz» diyerek oy’a orman peşkeşi çeken po­litika hırsı, burada daha çok yürek yakıyor!..

İsrail'in orman teşkilâtında görevli bir hanım uz­man, arkadaşlarımın ellerindeki fotoğraf makineleri­ni işaret ederek, ağaç dikerken resimlerimizi çekebile­ceğini söyledi. Hepimiz fidanları yerleştirirken poz verdik... Öyle bir kasılışımız vardı ki, Bolu’yu elli yıl­da avuç ayası kadar ormanla kifaf-ı nefs’e zorlıyan Güney ormanlarında her yıl Telavivle Hayfa boyu bir Orman parçasını alevlere yalatıp yutturan bir mille­tin çocukları olduğumuza, dünyada inanılmazdı!..

Arabaya binip ayrılırken, gözümüz hâlâ orman­da... Tepenin eteklerindeki körpe ağaçlara bakıp, bi­raz önce geçtiğimiz bir iki Arap köyünü hatırlıyan arkadaşlar, «Tanrı keçilerden saklasın» diyorlar, mih­mandarımız gülüyor ve merak etmememizi söylüyor : «Zekeriya Peygamber gelse, keçi besletmeyiz.»

Ve sonra gururlarımızı okşarcasına ekliyor:

Kaldı ki, yolun karşı tarafından, az sonra gide­ceğimiz Moşav hemen hemen hepsi Türkiye’den gel­miş Yahudilerdir ve tarlalarından başlarını kaldırdıkla­rı her an bu Atatürk Ormanını görürler.

İsrail'de dört çeşit köy olduğunu işitmişsinizdir : Moşav’lar, Moşavşitufi’ler, Kibutz’lar ve bir de kapi­talist olanlar.

Biz şimdi ilk olarak bunlardan Moşav’ı görece­ğiz ve üstelik de Türk Yahudilerinin Moşav'ını geze­ceğiz.

Moşav’da devlet yirmi dönümden fazla olmamak üzere herkese bir toprak ayırmıştır. Bir Moşav kur­mayı ve burada çalışmayı kabul edenlerin sayısına göre bölünmüş olan bu toprakların, ekilmesi, biçilmesi ve çıkan mahsulün kooperatifler aracılığıyla sa­tılması, Moşav halkının meşgalesidir. Ve yıl sonunda da herkes, çalışması ölçüsünde değerlendirebildiği ürününün karşılığı olan parayı almak hakkını haizdir. Devlet başlangıçta uzmanlara tahlil ettirilmiş, top­rağa uygun tohumu verir, basit meskenleri yapar, su­yu da getirir. Ve sonra sâdece ilmin ve fennin yapı­cı öğretici, inkişaf ettirici elini üzerlerinde bırakarak «Haydi artık çalışın ve ilerleyin» der. İşte bu kadar. Artık herkes kaabiliyeti, çalışma azmi, yetiştirme ve geliştirme gücü ölçüsünde kazançlıdır ve bu parayla ev yapmak ta, geziye gitmek te, giyinmek te, yeni makinalar arabalar almak ta serbesttir. Tabiî Moşav'a or­tak bir tesis yapmak lâzımsa, ona katkıda bulunmak da, gene ortaklaşa alınacak bir kararla mümkün olur.

Bizim Türk Yahudilerinin Moşav’ı bize söylendi­ğine göre, İsrail’in en verimli köylerinden biri ve ge­lir şampiyonu da, babası Trakyalı, kendisi İstanbul’da doğmuş olan İsrail!... Evet delikanlının adı, memleke­tinin adıdır ve yalnız geçen yıl babası ve küçük kar­deşiyle birlikte çalıştığı topraklarından tam 150 bin İsrail lirası (Bizim paramızla 600.000 lira) kazanmağa muvaffak olmuştur.

Türkiye’de çiftçi miydi bunlar? Hayır. İsrail’e göç­tükleri zaman, bu şampiyonun babası, bizim Karade­niz vapurlarından birinde tam 27 yıl büfecilik etmiş, toprağı daima geminin güvertesinden seyretmiş bir gemi adamı idi. Ve tam 45 yaşındaydı. Çocuklarından büyüğü olan İsrail ise, o tarihte 12, küçük kardeşi de 6 yaşındaydılar. Yâni toprağı, onlar da ancak oyunda yere düştükleri zaman ellemiş bulunuyorlardı.

İyi ama, Yahudi dünyanın neresinde çiftçi olmuş tu ki? Yahudi dünyanın hangi köşesinde, toprak işleyici olarak ün yapmıştı ki...

Ama İsrail’in bir harikası da, toprağı en fazla sak­sıda görerek gelen Yahudi’yi almak ve kısa zamanda ondan dünyanın en başarılı çiftçisini çıkarmaktır.

Nasıl ki, ilimde, fende, sanatta son derece şöh­retli ve başarılı olmasına karşılık, asker olmamış, askerlik san’atına hiç bir yerde girmemiş aynı Ya­hudi’den de burada yüz milyonluk Arap ummanını altı günde darma dağınık eden askerî bir güç yaratıl­mıştır!...

Nitekim işte, bizim Edirneli babadan gelme İsra­il’in, tertemiz dayalı döşeli, salon takımından, tele­vizyona telefona ve bulaşık makinesine kadar her türlü konforla lebalep evinde oturup sohbet ederken, hemen görüyoruz ki, karşımızdakiler iliklerine kadar toprak adamı olmuşlar, kromozomlarına kadar çiftçi kesilmişlerdir.

Ve o harikulâde maceraları, hani onları gemi adamlığından toprak adamlığına ve saksı çocukluğun­dan harika çiftçiliğe geçiren o filmlik romanlık mace­raları ise, doğruca İsrail ziraatçiliğinin akıllar durdu­ran serüvenidir.

ZİRAAT

«Ne kadar mı adamsın? Toprağını değerlendirdiğin kadar.     
JOUBERT»

Israil devleti, başlıca iki toprak konusu ile karşı karşıya idi. Birincisi, yetersiz olan az olan ve çoğu çöl olan topraklarını, ekime uygun hâle getir­mek ve çoğaltmak. Yâni çölü topraklaştırmak.

İkincisi de ekime uygun olan topraklarının bü­tün gücünü, yetiştirmek istediği mahsule yöneltmek! Yâni meselâ biber yetiştirmekse maksat, toprak tüm besleme gücüyle yalnız bu bibere yönelsin, bağrında bir tek yabancı otun dahi yeşermesine imkân bırakmayacak şekilde, hedefi olan mahsule kucak açsın!..

Çölü topraklaştırmak için, enstitüler, fakülteler ve buralarda gece gündüz ayırmadan çalışan bilgin­ler ve uzmanlar ne istemişlerse yapılmış, neyi dene­mek istemişlerse ona mutlaka imkân verilmiştir.

Başlangıçta yüzbinlerce cam boruyu, diklemesine kumlara gömüp, tepesinden toprak akıtarak yarattık­ları zemine fideler dikecek ve her birini kimyevî güb­relerle takviye edip bitmek tükenmek bilmez bir sa­bırla sulayıp bakacak kadar zorlu bir ziraî işleme gir­mekten dahi çekinilmemiştir. Ve daima yaratılan o sun’i zeminin çöl tarafından yutulmayıp, tam aksine o küçücük toprakların çölü yavaş yavaş kendilerine benzetmelerine dikkat edilmiştir. Buna yardımcı olan nebatlar ayrılmış, bunu sağlayacak kimyevî tertipler ayarlanmıştır.

Çöl, iki bin yıl boyunca bağrında dikenden başka bir bitkinin yeşerip gelişmesine rastlamamış ve alış­mamış olan çöl, bu sabırlı itinayı görünce elbette şa­şırır ve serseme döner. Nitekim göğsüne akıtılan bunca kimya mahsulü ve bağrını kaplayan bunca ne­bat ve o küçük küçük topraklar karşısında, bir yetiş­tirme sarhoşluğudur ki, çölü sarar ve zamanı gelince her bir cam tüpe vurulan çekiç darbeleri, artık tut­muş olan fidanları meydana çıkarır.

Bu, çölün, âdeta şuur altına girerek, onun hâfızasını canlandırmak ve iki bin yıl önce de kendisinde böyle bir yetiştirme gücü olduğunu ona hatırlatmak gibidir.

İsrail’in ilk ziraat idealistleri : «Çöl bir defa uyan­sın, gerisi gelecektir» diyorlardı. Çölün uyanması iş­te buydu ve gerçekten de haklı çıktılar, gerisi gel­di, zorluklarla, binbir didişmeyle geldi ama, hemen geldi.

Öyle ki 1948 Aralığında 326 İsrail köyü varken 1964'de bu sayı 706’ya yükselmiştir. 1948’de İsrail’in sürülmüş toprak miktarı 1 milyon 600 bin dönüm1 iken, 1964.de bu miktar 4 milyon 350 bin dönüme var­mış ve bu yükselme bugüne kadar da her yıl orta­lama 800 bin ilâ bir milyon dönümlük bir artış gös­tererek sürmüştür!..

İkinci probleme, hani o ekilebilir toprağın bütün gücünü ille de yetiştirilecek mahsule yöneltmesi me­selesine gelince, İsrail ziraatçileri bunun için de ar­tık bütün dünyaca taklide başlanılan o meşhur «plâs­tik sistemi »ni bulmuşlar ve hemen uygulamışlardır.

Kaç dönüm ekilecek? Diyelim ki 100. Ve ne eki­lecek? Diyelim ki biber.

Hemen top top siyah plâstik örtüler, bu yüz dö­nümü bir halı gibi kaplıyacak şekilde toprağa kapla­nır. Bu plâstiğin üzerinde toprağın yetiştirme gücü­nün âzamisi kadar delikler vardır ve her bir delik bir fide içindir. Çiftçi, fideierini bu deliklere teker teker eker. Ve sonra metrelerce plâstik su borusunu da, bu ekim yerlerinin yanıbaşına gelecek tarzda döşer. Bu boruların üzerinde de gene delikler vardır ve bun­lar da verilecek suyu yalnız fide diplerine geçirecek şekilde ayarlıdır. İşte bu kadar. Döşenen su borula­rını, bir ana su borusuna bağlar ve ağzına da, daha önce bahsini ettiğim Beyin Hidrostat’ı koyarsın. Ve artık suya karışmazsın. Toprağın rutubeti azaldı mı, bu otomatik âlet suyu açar ve ancak yeterince rutu­beti toprağa kazandırır.

Üzeri kapkara bir plâstik tabakasıyla kaplı olan toprak artık ne güneşin bağrından başka ot fışkırtma­sına imkân vermekte ve ne de her tarlada asıl mah­sulün dışındaki binbir tufeyli bitkinin ayıklanıp temizlenmesi gibi insan gücü israfına ve esas mahsulün zedelenmesine yol açan bir kargaşaya meydan bırak­maktadır.

Geriye ne kalmıştır? Yalnız rüzgâr!. Ve biraz da zamansız sağnaklarla «dolu» gibi âfetler mi? O da kolay. Bu defa toprağa serilenin aksine, renksiz pırıl pırıl saydam başka bir plâstik örtü nebatların boyunu aşacak şekilde çatılmış karkaslar üzerine kaplanır. Daha fazla boy verenlerde meselâ domateste de, bu örtü çok daha yüksek serler hâlinde döşenir.

İşte bu sistemdir ki, İsrail’in ziraî gelir füzesi oldu ve Filistin toprağım California bereketiyle kı­yaslamaya götürecek korkunç bir ziraî hâsılayı, onun bütçesine kondurdu!...

Ama birkaç paragraf yazıyla şöylece çırpıştırı­lıp anlatılan bu ziraat hamlesinde, yüzlerce uykusuz gece, tonlarca alın teri ve iki bin yıllık bir sabırdan doğan misli bulunmaz o Yahudi direnci vardır.

Hani bizim İstanbul’dan gitme o toraman İsrail’­le ailesini, gemi adamlığından toprak uzmanlığına ve saksı yeletliğinden (yelet, ibranicede velet, ço­cuk demektir) ekim şampiyonluğuna çıkaran bir akıl ve azim ki, baştan aşağıya idealist bir devlet uzman­larının lokomotifliği ve motor gücüyle bu noktaya varmıştır.

GEMİDEN TOPRAĞA.!

«Eğer bir adamın toprağı varsa, toprak ona sahip­tir.   
RALPH EMERSON,,

Karadeniz vapurlarında büfecilik ya­parken, güverteden seyrettiğim yeşil tepelere bakar bakardım da «Hey Tanrım, buralarda nasıl çalışıyor­lar, şunları nasıl yetiştirebiliyorlar» diye şaşıp kalır­dım» diye anlatıyordu bizim İstanbullu İsrail’in baba­sı.

Tam otuz yıl böyle çalışır... Edirne’de doğmuş­tur ama, iki karışlık bahçesi olan bir evde dahi otur­mamış ve çocukluktan delikanlılığa geçiş yıllarından itibaren hep deniz üzerinde çalkalanmış durmuştur.

1948’de İsrail devleti kurulup da, bütün dünya Yahudilerinin gerçek göçü başlayınca, pek çokları gi­bi bu «gemi adamı» nın kalbini de yarısı merak, yarı­sı iki oğlunun bir Yahudi devletinin kanadı altında da­ha iyi yetişip yetişemeyecekleri kaygısı sarıvermiştir.

Sonunda bu kaygıyı o merak yener ve bu küçük aile, ellerinde avuçlarında ne varsa satıp, İsrail'e göçer­ler.

Bu yepyeni devlete çocuk getirmek, çöle toprak taşımak demektir. Ve yaşı 45’i bulmuş bir orta yaş­lıya, hattâ daha ihtiyar olanlara dahi, burada güler yüzle kucak açtıran ilk ve hattâ tek yol bu «geleceğin adamı»nı yanında getirmektir.

İsrail devleti, her göçmen gibi, bunlara da so­rar :

Hangi sistemde bir köyü seçiyorsunuz?

Bu, yâni tam bir kolektif yaşayış içinde olan, mülkiyetsiz ve kazancı paylaşamayıp, ortaklaşa karar ver­dikleri yerlerde kullanan Kibutz’u mu? Yoksa, kazanç kazananın kendi malı olan Moşav’ı mı? Yoksa ikisi arası olan Moşavşitufi’yi mi tercih ediyorsunuz? de­mektir.

Bizim 45’lik «gemi adamı» kendisi gibi Türkiye'­den göçmüş, bir grupla birlikte Moşav'ı seçmiş ve arkadaşlarıyla beraber kendilerine gösterilen köy yerlerinden, hemen bir deniz kokusu aldığı, bu par­çayı istemiştir!..

Bomboş ve her bir köylüye sadece 20'şer dö­nümlük toprak ayırımı yapılmış ve o güne kadar da hiçbir şey ekilmemiş bir parçadır burası. Ve sadece de su getirilmiştir.

Ama Devlet, bu toprak tanımaz, ekim biçim bil­mez insanların bu seçmesi karşısında kendi görevle­rini öylesine de plânlamıştır ki, hiç fütur etmez ve bir yandan kendisi ilk ağızda oturabilecekleri basit barakaların yapımına geçerken, öbür yandan da bunları boş tutmamak için, bir kısmını bu faaliyette, ar­tanları da ya daha önce kurulmuş çeşitli köylerde ça­lıştırır, yahut da verdiği hayvanların bakımında kul­lanır. Ve meskenler biter bitmez de, hepsini getirip yerleştirdikten sonra, bir uzmanlar grubunun eline teslim eder.

«— Ah ne güç günlerdi o ilk anlarımız» diyor bizim şimdi yetmişine yaklaşmış «gemi adamı.»

Hayatımızda inek de sağmamıştık. Bir atın başını da hiç okşamış değildik. Ve hele üzeri otlar­la kaplı toprağa baktıkça ağlamaklı oluyorduk. Ama o uzmanlar yok mu, o ziraatçi uzmanlar?.. Hey Alla­hım her biri âdeta birer sabır heykeli idi. Ve biz onla­ra Eyyub Peygamberin Çocukları adını takmıştık. Ay­lar boyu bizim o küçücük barakalarımızda bizlerle be­raber yaşadılar. Toprağın nasıl temizleneceğini hiç bıkmadan ve beceriksizliklerimiz karşısında hiç sinir­lenip bozulmadan bize öğrettiler. Çapalamayı, ekme­yi, toplamayı günler ve geceler boyu bizlerle gülüp, bizlerle ağlayarak gösterdiler. Bir telefon bağlantı­mız vardı. Ve her istenildiği anda, toprak tahlili için, herhangi bir bilgi veya hastalık için daima devletin başka uzmanlarını seferber etmemiz kaabil olurdu. Durmadan da denemeler yapıyor ve en fazla verimi hangi mahsulde alacağımızı hep birlikte araştırıyor­duk.

Bir süre sonra gördük ki, aaa... Birer çiftçi ol­mağa başlamışız, ekiyor, bakıyor, yetiştiriyoruz. Daha hoşu, mahsulümüz satılmağa başlamış bile. Ve böylece günün birinde Eyyub’un Çocukları, o idealist öğretmenlerimiz, biap devletin güçlü elini ve bilgi hâzinelerini, bir telefon irtibatı hâlinde bırakıp :

Haydi artık dediler, oldunuz, artık birer yetiş­miş çiftçisiniz. Biz bundan sonra sizleri ancak yok­lamağa geleceğiz. Yahut da her yeniliği size yetişti­rip yeni bilgiler sunmağa koşacağız!...

Evet, lokomotif, katarı peşine takmış ve sonra her vagona birer motor gücü vererek, onu bir meyil­den aşağı bırakıvermişti. Allahını seven durmasın artık bu hızın önünde.

Nitekim, o ilk barakalar kısa zamanda yetmez ol­muş ve her aile kazancını daha mükemmel evlere akta­racak bir seviyeye gelivermiştir. Şimdi bütün Moşav bir yeşil verim cennetidir. Ve dediğim gibi, gelir şam­piyonluğu da bizim bu «gemi adamı»nın büyük oğlu İsrail’de.

Eee söyle bakalım İsrail, diyorum. Bu yıl için projelerin ne?

Önce diyor, yaşlanmış olan babama bıraktı­ğımız tavukçuluğu bu yıl daha otomatik hâle getirece­ğiz. Öyle ki, tek başına, hiçbir işçiye ihtiyaç duyma­dan, ikiyüz bin tavuğa bakabilsin. Sonra da, bu yıl domates yetiştirmeğe daha çok önem vereceğiz. Çün­kü artık yaş domates ihracatını mümkün kılan bir ilâç keşfedildi ve geçen yıl uzmanlar nezaretinde yaptı­ğımız denemeler gösterdi ki, belirli bir zamanda do­matesler üzerine püskürtülen bu formül sayesinde, domateslerimiz sekiz ilâ on gün, hiç bozulmadan du­rabiliyor ve her türlü deniz nakliyatını mümkün kılı­yor. Bu sayede, pekçok memleketin, ancak kızarma­dan kopararak gerçek tadını daha alamadan sevketmek zorunda kaldıkları domates mahsulüne karşılık, bizim domateslerimiz olgun olarak koparılıp sevkedilmek şansına kavuşmuşlardır. Ve bundan dolayı da bütün Avrupa bizi tercih etmeğe başlamıştır.

Bizim Toraman İsrail ile garip bir bahse tutuş­tuk. Ben, bu hızla giderse bu yılki kazancının 250 bin İsrail lirasını kolayca bulacağını iddia ederken, o kı­zararak önüne bakıp tevazu gösterdi:

Yok beyim, 245’i biraz aşarız belki!... Ama. sizin dediğiniz olur olmaz da, ilk size bildireceğim!

DİN VE BİLİM!.

«Hayatın görevi daima ileriye gitmektir. SAMI EL JOHNSON»,

Israil, akılcıdır ama, bu onun din devleti olma­sını da önleyemez. Tevrat’tan, rahmetli Atay’ın deyi­miyle bir «Gid» gibi faydalanmayı ideal edinmiş olan devlet kurucuları, Tevrat şeriatçılığını, kendi akıl yol­larının bir engeli saymamışlardı. Ama böyle bir en­gelleme hiç olmamış da değildir ve bugün İsrail’de siyasî parti olabilmiş bir yobazlık, genel oyun yüzde 14’ünü alabilecek kadar da güçlenmiş haldedir. Ama yeni yepyeni bir nesil çığ gibi geldikçe ve geliştikçe ve büyük çoğunluğu elinde tutan akılcılar da, verdik­leri her tâvizin, yurt ilerlemesini ilgilendirip ilgilendiremiyeceğini herşeyden önce ölçüp biçmeyi hedef edindikçe, bu yobaz kütlelerin daha güçlenmesi elbet mümkün değildir.

Nitekim, hâlâ Tevrat’ın bildirdiği ve İshak’ın müj­delediği gerçek kurtarıcının gelmediğine inanarak onu bekleyen, örgülü saçlı her Yahudi yobazına, yollarda bıyık altından gülünerek bakıldığını görebilirsiniz. Ve İsrail’de geçerli tek nikâhın belediye dairelerinde de­ğil de sinagoglarda hahamlar tarafından kılınan nikâh olmasının, sonuna kadar hep böyle gidebileceğinden emin olmak hayli güçtür.

Fakat bugün için görünen odur ki, Allah’ın dün­yayı yaratırken altı gün çalışıp da bir gün dinlendiği­ne ve o günün de Cumartesiye denk geldiğine inanan Yahudi toplumu, Cuma akşamından itibaren artık ateş dahi yakmaz, evine çekilir ve taa Cumartesi akşamı güneş batıncaya kadar da sokağa dahi çıkmamacasına bir dinî istirahat vecdine uyar!...

Ne savaş bozmuştur bunu, ne de kalkınma ve ilerleme hamlesi!... Ve böylece, hafta tatilini Cuma olarak kabul etmiş Arap Müslümanlığının ortasında ve pazarı hafta tatili olarak kabullenmiş Hristiyan âle­minin iş ilişkileri örgüsünün göbeğinde durduğu hâl­de, o Tevrat’ın Cumartesisini seçmiştir ve bu hâl yurduna gelen binlerce turisti bir süre şaşkına çevirmektedir.

Bizim gezi programında, Cuma akşamından başlıyan bu «İş perhizi»nin ve sokakları bomboş bir Türk sayımı veya sıkıyönetim araması havasına bürüyen şu eve kapanışın, kırlarda atlatılmasına akıllıca bir dikkat gösterilmişti. Bu sebepledir ki, Taberiye gölü kıyısındaki bir Kibutz’a gidecek ve geceyi de köyün motelinde geçirecektik. O geleneksel Cuma akşamı yemeğini de aynı Kibutz’da yiyeceğiz.

Telaviv'le Yafa arasındaki güzel kıyıya bahçeleri­ni ve yüzme havuzunu yaslamış ünlü Akadya otelinden sabah sabah yola çıktığımız zaman, arabada haritaya baktım. Taberiye gölü, yalnız deniz seviyesinden 200 metre aşağıda oluşuyla değil, İsrail’in 1967 harbine kadar Suriye ile arasındaki hudut tümseğini teşkil eden ünlü Golan tepelerinin de eteğinde serilip yat­masıyla da ilgi çekici bir coğrafî parça idi. Buna bir de İsrail’in en büyük su hâzinesi olduğunu eklersek, gideceğimiz çevrenin önemi büsbütün belirlenir.

Ama hesapta yol boyunca, kâh Tevrat şeriatçılı­ğını tenkid ederek, kâh Taberiye’nin çocukluğumuzda dinleyip okuduğumuz efsanelerdeki yerini birbirlerimize hatırlatarak daldığımız dinî sohbetten, Yahudi aklının bir muştası ile uyanmak da varmış:

Tam Telaviv'le Hayfa arasındaydık ki, ev sahip­lerimiz:

«— Şurada bir fabrikamız var, pek kısa bir ge­zintiyi belki faydalı bulursunuz diye düşündük...» di­yerek, arabayı yoldan saptırdılar ve koskocaman bir yapının önünde bizi indirdiler. Ve az sonra dinden, o uzun saçlı Yahudi şeriatçısından, hahamdan, sinagog­dan dünyaya ve dünyanın da en ilerisine, bir elektronik âleminin tam gayyasına atlar gibi olduk!...

Burası, elektronik tıbbî teşhis cihazları yapan bir fabrika idi. Ve bu alanda İsrail’e beheri 40 bin dolara satabildiği en ileri elektronik makinelerle yepyeni bir dünya rekoru kazandırmanın humması içindeydi. İn­san vücuduna bir takım radyoaktif izotoplar enjekte et­tikten sonra, her uzva rahatça girip çıkan kan gibi bir turistten faydalanarak, araştırılan uzvun fonksiyo­nunu ifa edip edemediğini, bir televizyon cihazına aksettirilen renkler ve şekillerle anlamaya yarıyan bir âlettir bu. Esası Amerika’da bulunmuş, ama İsrail’de ilerletilip, üzerine öyle yeni buluşlar ve harikalar ek­lenmiştir ki, aynı Amerika, şimdi fabrikanın iki yıllık imalâtını kapatmış bulunuyor. Ve İsrail, aynı makine­nin sekilerden ibaret olan dilini, her hangi bir şehir telefonuna bağlayarak sese tahvil edip, çok uzaklar­daki bir doktora dahi teşhis kolaylığı vermenin keşfi­ne sahip!...

Ne midir bunun geliri?... Yalnız şu cihazın, ayda 21 adeti bulan prodüksiyon hacmiyle İsrail’e getire­ceği dolar, yılda 165 milyon Türk lirası karşılığıdır. İki yıllık bir bağlantı olduğuna göre, 330 milyon lira!..

Bu, bir tek fabrikanın bir tek âletinden elde edi­lendir. Bunu, tüm sanayi ürünleri ve elektronik cihaz­ları hacmi içinde ele alırsanız, gerçekten bir avuç su gibi de kalır!... Zira o hacmin gelir yekûnu 900 mil­yon dolar, yâni 12,6 milyar Türk lirasıdır.

Ve işte bundan dolayıdır ki, İsrail gayri sâfi mil­lî hâsılasının yüzde 2,5 unu araştırmalara ayırabiliyor ve bu alanda da bir kaç bahtiyar Batılı ülkenin safları arasında boy veriyor. Yalnız 1966-67 döneminde araş­tırmalar için sarfettiği para 500 milyon T.L. iken, bu­gün bu miktar 700 milyon lirayı aşmıştır.

Evet, sabah sabah daldığımız dinî sohbet, aklın bu atraksiyonu karşısında artık allak bullaktı. Ve Taberiye gölüne doğru tekrar yola koyulduğumuz zaman, Yahudi yobazının örgülü uzun saçlariyle, kara başlığı ve cübbesi hayâllerimizde dahi bir siyah nokta olarak duramayacak kadar silinmişti.

KİBUTZ’LAR

«Basit bir adamın elinden geleni yapmağa çalışması,
zeki bir adamın tembelliğinden iyidir. G. GRACİAN»

Bu asrın başında, Filistin’deki «Yahudi millî fo­nu», ki Osmanlıların verdiği toprak alma izninin ya­rattığı bir örgüttür, Taberiye gölü kıyısındaki bir çift­liği satın aldı ve buraya göçmen dâvet etti. Örgütün şartları vardı; gelecek olanlar çiftliğin bütün sorumluluğunu kabul edecekler, teşkil edecekleri köyün bü­tün işlerini aralarında bölüşecekler, kiralanmış işçi çalıştırmayacaklardı. Teklif, çabucak ilgi gördü. Bir avuç insan geldi ve hemen çalışmağa koyuldular. Kurdukları köye Degania adını vermişlerdi. Bu, ayçi­çeği anlamına gelir ve komünal bir köy olmanın sem­bolü sayılmıştır.

Köyün üyeleri arasında para kullanmak diye birşey yoktu. Özel ticaret mümkün olmadığı gibi, mah­sulü pazarlama ve fiyatlandırma da, bütün topluluk tarafından yapılacaktı. Eğer bütün bu faaliyetten bir kâr doğarsa, o da ancak gene toplum için harcanmak şartına bağlı idi.

İbranice’de grup anlamına gelen Kibutz, yahut ilk çağlarında söylendiği şekliyle Kivutza, işte budur ve böyle doğmuştur.

Tarihî Taberiye gölü kıyıları bu fikrin ana yatağı olmuşsa, şüphesiz ilk alemdarlarını da, Doğu Avrupalı sosyalist siyonistler teşkil etmiştir.

Bunlar asrın başında Filistin’e geldikleri zaman, orada gördükleri manzara, küçük şehir ve kasaba top­lulukları hâlinde geleneksel ticarete devam eden, halk birikintilerinden ibaretti. 1876 larda bir takım idealist siyonistlerce kurulmuş olan köyler ise, gerçekten zor bir yaşayış içinde çırpınmakta ve büyük bir inkişaf göstermeleri imkânı da ufukta görünmemekteydi.

Yeni öncüler bu manzara önünde, kafalarındaki sosyalist fırtınayı, nöronları arasında gezdirip dolaş­tırma yerine, doğruca toprağa akıtmak ve bambaşka bir köy anlayışı içinde İsrail kalkınmasının çekirdeğini teşkil etmek yolunu uygun görmüşlerdir.

Gerçekte, ilk yıllar son derece zor şartlar altın­da geçer. Toprak verimsiz ve bu öncüler de toprak iş­lemeden balık tutmağa kadar girmeğe çabaladıkları her işte de hayli bilgisizdirler. Üstelik bir âsayiş gü­venliği içinde de değillerdi. Ama azim ve irade herşeyi yenmiş, yetersiz bilgi dışardan alınan takviye­lerle yeterli yapılmış, görevler günden güne liyakat­lere göre tasnif edilerek kolaylaştırılmış ve sonuç bü­tün Taberiye kıyılarını bir yeşil cennete dönüştürecek kadar da verimli olmuştur.

İlk Kibutzlar, gerçi Rusya’dan gelmiş sosyalist siyonist ihtilâlciler tarafından başlatılmıştır ama, Ya­hudi aklı kısa zamanda bu hareketi modern bir Kibutz hareketine dönüştürmeyi öylesine başarmıştır ki, ilk dünya savaşı Rusya’dan göç kapılarını kapayıp da, Yahudi hicreti ancak Polonya, Romanya, Çekoslovak­ya ve biraz da Avusturya kaynağından yararlanmağa başladığı hâlde de, Kibutz’a katılma durmamış ve asıl bu unsurlardır ki, gerçek temeli sağlamlaştırıp, üze­rindeki yapıyı yükseltmekte büyük başarı sağlamışlar­dır.

Bugün İsrail ziraatinin belkemiğini teşkil etmek­te Moşavların yanısıra tam 250 Kibutz boy vermiş ise ve buralarda da yüzbine yakın bir insan topluluğu saadet içinde yaşıyorlarsa, bu hâsıladaki asıl pay, modern Kibutz hareketinin esnekliğine aittir. Ve bu esneklik, marksizmin devlet olarak uygulamasını yap­tıkları iddiasında olan bütün kızıl hegemonyaların ca­nına tükürmektedir.

Evet, gerçi Kibutz’da özel mülkiyet yoktur ve hâsı­lat toplum içindir ama, yönetici bir sınıf da yoktur ve kişi hürriyeti için, Kibutz’da ille de kalma gibi bir zorunluk ise, hiç yoktur.

Köy halkının seçtiği yöneticiler, bir imtiyazlı sı­nıf teşkil edemezler, aksine tarlalarda, süthanelerde varsa fabrika veya imalâthanelerde gene çalışırlar ve ancak istirahat zamanlarındadır ki, yönetim görevle­rinde çalışmakta ve bu yıpratıcı işte devamlı kalma­mak için de elbette her seçimde nöbet devrini bir dinlenme çaresi olarak görmektedirler.

Ve herhangi bir Kibutz üyesi de, canının çektiği, yahut da aklının kâra veya şahsî mülk hevesine takıl­dığı her an, «Ben çekiliyorum» der demez çekilip git­mek hakkını haizdir.

Rusya ve hempaları, böyle bir uygulamaya el­bette deli olmuşlardır. Ve yönetici bir sınıfı silip sü­pürerek, kişi hürriyetini de her Kibutz'un tepesine bir amblem gibi yerleştiren bu esnekliktir ki, onları, yıl­lar boyu, İsrail Kibutz’larını bir siyonist oyunbazlığı olarak görüp gösterme gayretine geçirmiştir.

Ama Kibutz’da bu idealizm temeli vardır ve Kibutz marksist uygulamanın böyle bir esneklikle burnunu fiskelemiştir de, kârcı Moşav’dan gene de daha yay­gın olabilmiş midir? Aslaa!... Ve işte asıl komünist­lerin üzerine dikkatle eğilmeleri ve özel mülkiyetsiz ve kârsız bir sistemin, kaabiliyetlere göre kazanç ayı­rımı yapamayan bir sistemin, insan ruhuna ve yapısı­na ne kadar aykırı düştüğünü görebilmek için yararlan­maları farz olan nokta da tam buradadır:

Bütün esnekliğine, yönetici sınıflı ve bağlayıcı olmamalarına rağmen, İsrail’deki nüfusun ancak yüz­de 4’ü Kibutzları tercih etmiştir!...

Ey Peki. Ya şimdiki Rusya’dan gelenler?... On­lar ki sosyalist bir eğitimden başkasını görmemişler ve ana memelerinden başlıyarak, yalnız mülkiyetsizliği ve toplum çıkarcılığını öğrenerek yetişmişlerdir; İs­rail’e göçtükleri zaman acaba hangisini seçiyorlar? Kibutz'u mu? Moşav’ı mı? Yâni kolektif yaşamayı ve kâr reddetmeyi mi?... yoksa, şahsî kaabiliyete göre edinilen kazancı mı?

Hemen söyliyeyim:

Kibutz’a girip de beş aydan fazla durabilen yok içlerinde!... Ve bütün nazariyeler, iddialar gene alt­üst burada da!...

TABERİYE KIYILARINDA

«Hiç bir zafere çiçekli yollardan gidilmez.
LA FONTAİNE

Bizim gezeceğimiz Kibutz, Ginosar adını taşı­yor. O da Taberiye gölü kıyısında... Yâni deniz sevi­yesinden 200 metre aşağıda.

1934 de bir avuç idealist buraya gelmişler ve İn­giliz baskısıyla, Arap husumetini hatve hatve, adım adım atlatarak ve yenerek Kibutzlarının temellerini atmışlar...

İki dayanakları vardır: Biri yılmayan azimleri!... Diğeri de Osmanlıların koydukları bir kanunun o ta­rihlerde dahi hâlâ geçerli oluşu!...

Bu kanun, çatısı örtülmüş bir meskenin asla yıkılamıyacağını âmirdir ve Ginosar Kibutz’un ilk ön­cüleri, bundan yararlanarak Yahudi göçünü yasakla­mış bulunan İngiliz mandasının yıkım gücünü tesir­siz bırakmayı plânlamışlardır. Başladıkları bir yapıyı, bir gece içinde tamamlamak ve hemen çatısını ört­mek zorundaydılar...

Taberiye çukurunun tepesinde İlâhî bir kandil gibi asılı duran ayın, gölün erimiş gümüşü andıran sathından bir kat daha kuvvetlenerek akseden ışığı, tek yo! göstericileriydi. Ve ay ışığı yerini güneş huz­melerine terk ettiği zaman, yorgunluktan bitmiş in­san gövdeleri, bir gecede kapatmayı başardıkları bir çatının mutlaka altına sığınmış bulunuyorlardı.

Tam bir «Gecekondu» yerleşmesidir bu. Ama yal­nız başlangıcıyla böyledir ve aynı ay’la güneş, ondan sonra gelen her gecede ve gündüzde, böyle bir yer­leşmenin hiç bir tevekküle yer vermeyen hamlelerine şahid olmuşlardır.

Toprak durmadan arınmış, çöl durmaksızın altüst edilmiş ve göl, yüzlerce yıllık tarihî uykusundan dürtüle dürtüle uyandırılmıştır.

Bunların da hiç biri, çiftçiliği bilerek gelmiş de­ğillerdir. İlk günlerin tek gıdasını teşkil eden Taberi­ye balıklarını dahi nasıl tutacaklarını bilemiyorlardı. Ama tırnaklarını kan köpükleriyle tokmaklaştırıncaya kadar didinmişler ve kendilerine balık tutmanın ilkel şartlarını öğretmesi için bir Arap balıkçının yardımı­na dahi hemen kucak açmışlardır. Ve tabiî her dara gelişlerinde yeryüzü Yahudilerinin bilgi hâzinelerine uzanıp takviye almak için, hayatlarını hiçe sayan bir geliş-gidişi de durmadan zorlayıp gerçekleştirmişler­dir.

Bugün vardıkları merhale, gerçekten müthiştir ve insan bütün bu serüvene, bir projeksiyon âletinin ara­cılığı ile onu perdeye aksettiren eski fotoğraf hâzine­leri olmasa, Kibutz'un bugünkü hâline bakarak dün­yada inanamaz!...

Öylesine bir yeşil cennettir burası. Ormanıyla, bir Danimarka veya Kaliforniya çiftçisinin dahi ağzım sulandırabilecek kadar verimli yapılmış tarlalariyle, mey­ve bahçeleriyle, süthaneleri, tavukhaneleri, imalâtha­neleri, fabrikaları, motor bakım servisleri ve balıkçı­lık tesisleriyle...

Bitmedi. Ginosar Kibutz'un göl kıyısına ustalıkla serpilmiş bir motel zinciri vardır. Ve bahçenin bu zin­cire baş teşkil eden noktasında da gene misafirler için yemek salonu, kafeteria ve bir de sinema, konfe­rans ve tiyatro salonu.

Bitmedi: Her üye için, bahçeli evler, çocuklar için ayrı yatakhaneler ve okullar... Bir lise... Ayrı bir kü­tüphane binası. Ayrı bir lokanta yapısı ki, eskisi yet­mez olduğu için yapılmıştır ve bin kişinin rahatça ye­mek yiyebileceği bir hacim, modern mimarinin hü­nerleri içinde tutularak yükseltilmiştir.

Evet, burada herşey, herkes içindir ve herkes herşeydir, formül bu ama, bu formül ne marksizmin katı kalıpları içinde kızıldır, ne bolşevizmin sivri diken­leri üstünde inkârcı ve ne de hür tefekkürü boğan her­hangi bir dogmanın çelik dişlileri arasında iddiacı­dır!...

İngiltere için, «Köpeklerin cenneti, atların cehen­nemi ve kadınların ârâfıdır» derler. Amerika için de «Kadınların cenneti»!... İsrail için söylenecek ilk söz, burasının bir çocuk cenneti olduğu ve bu cennetin en ileri köşelerini de mutlaka Kibutzların teşkil ettiği ol­malı!...

Çocuk, burada gerçekten bir hazine, bir aziz gibi ele alınır ve korunur. Ve analarla babalar, toplum em­rinde yetiştirilecek körpe fidanlarını, her yaşa göre ayrılmış ve düzenlenmiş yuvalara verirken, en küçük bir kaygı ve kuşku duymazlar. Tarlalarda, bağlarda, bahçelerde, imalâthanelerde veya balıkçı teknelerin­de, çocuklarının bütün yetişme ve gelişme şartlarım, gene birlikte hazırlamış olmanın huzuru içinde çalı­şırlar ve ancak hafta tatilindedir ki, çocuklar ormanın bir ucundaki veya ev dizilerinin serpiştirildiği çimli bahçelerin bir kaç adım ötesindeki yuvalardan çıka­rak, analarının babalarının kucaklarına koşarlar...

Kibutz’da tufeyli yoktur. Nasıl tarlada bir tek ya­bancı ot yoksa, insan toplumunda da asalak öylesine silinmiş ve herkese yaşı ve kaabiliyetine göre mutla­ka bir iş verilmiştir. Yaşın ilerledi, bedenin yorulduysa, tarladan veya balıkçı teknesinden bahçeciliğe at­larsın, daha yaşlanırsan, motel hizmetlerine, çim biçiciliğine, tavuk bakıcılığına kayarsın. Dizlerin tutmaz­sa, düğme diker, çamaşır ayırır, puantaj yaparsın!... Ve böylece, herkesin çalışıp bir katkıda bulunduğu top­lum düzeni içinde, kendini hiçbir zaman tufeyli hisset­memenin moral sağlamlığı içinde kalman sağlanır.

Bize Kibutz’u gezdiren yönetici, buranın ilk öncü­lerinden idi. Yıllar yılı balıkçı teknelerinde ömür tör­pülemiş, sonra tarlalara geçmiş ve her işi yaparak öğrene öğrene, nihayet o motel dizisinin meydana gel­mesinden sonradır ki, yaşlı gövdesine, ziyaretçi gez­dirmek, motel yönetimiyle ilgilenmek, konferanslar vermek ve projeksiyon başında Kibutz’un tarihçesini nlatmak gibi bir dinlendiricilik lâyık görülmüştü. Ama:

«— Yıl sonu gelip de, bütün hâsılatın hangi alan­larda kullanılacağını kararlaştırırken, iki konuda hiç bir kısıntı yapamayız, biri eğitim, diğeri de sağlıktır» derken inancını elle tutabilirdiniz. Ve bir balıkçıdan usta bir çiftçiye nasıl dönüşebilmişse, oradan da kırk yıllık bir eğitimciye veya hükümet adamına taş çıka­rırcasına. bu anlayışa atlıyabilmenin de rahatlığı için­deydi!...

Şimdi çizmeğe çalıştığım şu çalışma, şu ilerle me ve çölü yeşil bir cennete çevirme tablosuna, lüt­fen bir çerçeve çeviriniz. Bu çerçeve, Taberiye çuku­runa ve o çukurun çevresine sıralanmış Kibutzlara ve Moşavlara kuş bakışı bakan Go'an tepeleridir. Yâ­ni 1967 savaşına kadar Suriye’nin elinde olup da, bü­tün bu yeşil cennete her dilediği anda gülle ve mermi yağdıran Golan tepeleri!...

Ne demek midir bu? Şu demektir:

Bütün bu yeşil cennet ne zaman yağacağı bilin­mez o düşman husumeti altında yaratılmış, nice haf­talar ve günler boyunca, yavrularını yer altında mey­dana getirdikleri sığınak yuvalara yerleştirdikten sonra tarlalara, bahçelere koşan ana babaların, her kes­kin nişancıya kolayca hedef olmuş gövdeleriyle mey­dana getirilmiş demektir!...

1967 savaşı patladığı zaman, asrın başından be­ri, O Golan heyulasına daima sıkılmış dişleri ve avuç­larına gömülmüş tırnaklarıyla bakmış olan bu bölge halkıdır ki, bir gün içinde yukarı tırmanmış ve bir kâ­busu yırtarcasına savaşıp, artık hiç bir kâğıt ve söz garantisiyle değişmez olduğu emniyet kuşağını elde etmiştir!...

PEYGAMBERLER DİZİSİ

«Liyakat göstermeden kazanılan, müstahak olmadan da kaybedebilir.       
SHAKESPEARE»

Taberiye arazisi «Hamamlar toprağı»dır. İdrisî coğrafyasında bu çevredeki kaplıcalardan altısının adı yazılıdır. Pek çoğunu Romalıların kurduğu bilinen bu kaplıcalardan, yalnız bir tanesi, Taberiye'nin doğusun­da bulunan Hüseyniyye bölgesindeki, Hz. Süleyman’a mal edilir.

Ali el Herevi’nin: «Sultan Süleyman tarafından kurulan bu kaplıcanın suyu yapının ortasından oniki fıskiye hâlinde fışkırmaktadır ve her biri ayrı bir has­talığa şifa verir» diye methettiği kaplıca da işte budur:

«Suyu berrak, kokusu hoş ve gayet sıcaktır. Su­lar bir havuza akar ve hastalar bu havuzda yıkanır­lar...»

Evet ama, kaplıcası bu derece bol ve taa Roma çağından beri bilinen böyle bir bölgenin halkı, oraya İsrail medeniyeti girinceye kadar acaba ne haldeydi?..

Haydi geliniz onu da gene, İsrail için yazılan her satırda bir siyonist oyunu aramağa teşne olan Doğu kafasına iyice çakabilmek için, sadece İslâm kaynak­larından alalım:

Makdisî diyor ki (sayfa 16):

«— Taberiye, Ürdün ilinin Ken’an vadisinde ku­rulmuş bir şehridir. Uzunluğu bir fersah olan gayet dar bir toprak parçası üzerine kurulmuştur. Havası pek ağırdır. Kabristanlar dağ yamacında bulunur. Cu­ma namazını kıldıkları cami pazarın ortasındadır. Bu cami güzeldir ve harçla pekiştirilmiş taş sütunlar üze­rine dayanıyor. Zemini bir tabaka çakıl taşıyla yükseltilmiştir.

«Taberiye halkı, yılın iki ayını bit ısırışı yüzün­den sıçramakla, iki ayını tahta kurusunun kanlarını emmesi yüzünden kaşınıp derilerini yırtmakla, iki ayı­nı da arıları ve sinekleri yemeklerinden uzaklaştırmak için değnek sallamakla geçirirler. İki ayı, kendilerini takatsiz bırakan sıcaklar yüzünden çıplak, iki aylarını da zurna çalmakla (O mevsimde sadece şekerkamışı emdiklerine işarettir) geçirirler. Nihayet son iki ay­da da kendilerini şehri kaplamış olan çamurlara bu­larlar.»

Şimdi bu görüntünün üzerine İslâm Peygamberi­nin «El nezafet-ü minel imân» temizlik iman’dan ge­lir buyruğunu koyunuz. Bitmedi, İslâm Peygamberi ken­dinden önce gelmiş geçmiş bütün peygamberleri de kardeş saymış ve Tanrı buyruğu olarak, hepsine bir saygı beslenmesini ümmetine de intikal ettirmiştir. Şu Taberiye toprağı ise, tam bir peygamber meşheridir ve maalesef dindaşlarımız burada bu yönden de feci şekilde açık vermişlerdir.

Kendini temizle, hayır!... Peygamber mezarlarına saygı göster ve geçmişi koru, ona da hayır!...

Halbuki, gene halisûddem bir müslüman olan İranlı Nâsır-ı Hüsrev, buraları anlatan ünlü «Sefernâme» sinde, Akkâ ve Taberiye çevresinde bulunan bü­tün peygamber kabirlerini ziyaret ettiğini yazar. Yâni onbirinci asırda, bölge halkının henüz uyanık olduğu ve İslâm geleneklerine bağlı davrandığı bellidir.

Ama yıllar yılları kovaladıkça, yalnız nüfus çoğal­mış, yalnız Arap kalabalığı büyümüş ama İslâm anla­yışı, buralarda sadece bir ibadet kalıbına hapsedilerek erimiş gitmiştir.

Üstelik Arap müslümanlığı ki, buralarda yatan sa­yısız peygamberden pek çoğunun Yahudiler tarafın­dan katledildiklerini söylemiş durmuş, pek çok kay­nak ta bu iddiayı beslemiş gelmiştir; şimdi ne hazin­dir ki, hepsinin, ama hepsinin onarılması, aranıp mey­dana çıkarılması, ancak Yahudi gayretine ve bilgisine bağlı bulunuyor.

Nâsır-ı Hüsrev’in Sefernâmesinden şu satırları birlikte okuyalım:

«Doğu tarafında bir revak içinde Nun oğlu Yuşa’nın kabri vardır. O sofanın altında da yetmiş peygambe­rin kabri vardır ki, onları İsrail oğulları öldürmüşler­dir.»

«Berve denen bir köye ulaştık. Orada İyş ve Şem’un Aleyhisselâmın kabirlerini ziyaret ettim. Ora­dan Demun denen Magarek’e geldik ve Zül Kifl Aleyhisselâmın kabrini ziyaret ettik. Oradan Abilin denen bir köye vardım. Hûd Aleyhisselâmın kabri oradaydı, ziyaret ettim. Avlusunda koca bir dut ağacı vardı ki, Üzeyr Peygamberin kabri oradaydı, onu ziyaret ettim. Oradan Güneye doğru yürüdüm. Hazire denen bir kö­ye vardım ki, burada taştan çıkan bir su vardı ve kay­nağın karşısındaki bir mescidin içinde taştan iki oda­dan birinde Şuayb Aleyhisselâmın kabri, ötekinde de Şuayb Peygamberin kızı olan Musa Aleyhisselâmın karısı yatmaktaydı. O köy halkı, o mescidi ve mezar­ları temiz tutarlardı. Oradan Erbil denen bir köye gi­dilir. O köyün kıble tarafında bir dağ ve o dağda bir mezarlık vardır. Orada Yakub Aleyhisselâmın oğulla­rından olan Yusuf Peygamberin dört kardeşi yatarlar. Az ilerde bir tepe vardır ki, altındaki mağarada Musa Aleyhisselâmın anası yatmaktadır. Orayı da ziyaret ettim...»

Affedersiniz, böylesine bol bir din hâzinesi bu derece yaygın bir peygamberler sebil’i dünyanın han­gi köşesine nasip olmuştur? Ve bir aziz’in ayak bastı­ğı rivayet olunan her toprak parçasını dahi kutsallaş­tırmakta usta Batı kafası, böyle bir hâzineyi yakalayabilseydi acaba neler yapardı tasavvur ediyor musu­nuz?..

Halbuki asırlar boyu bütün bu hazineler Arap'ın elinde, parlatılmak, onarılmak ve tanıtılmak şöyle dur­sun, yok edilmeğe yüz tutmuş ve iklimin merhametin­den başka hiç bir dayanakları kalmamıştır!...

Evet, yalnız Yuşa’nın kabri dibindeki yetmiş pey­gamberin dahi İsrailoğulları tarafından öldürüldüklerini söyleyip Yahudi aleyhdarlığı yapmak, birbirlerine gir­miş bir din meşherinde, elbette geçerli bir propagan­da yoluydu ve ihtimal gerçeklere de uygundu. Ama peşinden Yahudinin katlettiğini söylediğine karşı, bir saygı hâlesi getiremedikten sonra neye yarar bu?...

Halbuki gene İslâm kaynaklarına göre, Taberiy topraklarından fışkıran bütün o ılıcaların çoğu üzerin­deki Roma kitabeleri dahi XV inci yüzyıla kadar dur­maktaydı! Şimdi hepsi okunmaz haldedir. Ve İsrail’­in Kibutz ve Moşavlarda şekillenmiş ziraat hamlesinin boy vermesinden sonradır ki, herbiri gene ancak on­ların ellerinde bir medeniyet onanırımın güler yüzüy­le bezenmeğe başlamıştır.

Sen skolastik Doğu kafası!... Vur fakat dinle!... Yılın iki ayını bit ısırışından sıçramakla, iki ayında tahta kurusundan kaşınıp deri yırtmakla geçirirken, bu kaplıca hâzinelerini görmeyen haydi madde körlü­ğün vardır; ya bütün o kutsal yapıları, mezarları umur­samayan mâna körlüğüne ne demeli?...

Aslında, pirinç kırıntısı kadar bir uyanıklık dahi, buralarda İsa’nın o şifa mucizelerine dahi kolayca bir dayanak bulabilir. Ve İslâm inanışına göre en büyük hekim olan Lokman’ın bu topraklarda duran mezarına bakıp, çevrenin şifa kaynaklarına tarihte nasıl el atıl­dığım kavrayabilir!...

Nitekim Yahudi aklı, hemen buna uzanmıştır. Ve savaştan başkaldırabildiği ölçüde, bütün çevre hâzi­nelerini birer birer meydana çıkarıp dünyaya tanıtma­nın bilgili çalışmasına koyulmuştur.

Savaşlı, çekişmeli bu hamle bu tempoda dahi git­tikçe, Akdeniz Turizmciliğinin buralara deliler gibi ak­ması, sanmam ki 1980’in ötesine varsın!..

GOLAN TEPELERİ

«Savaşta dövüşenlerden çok, kaçanlar ölür.
SELMA LAGERLÖF»

Molteke der ki:

«Tepelere hâkim olmak, eğer harb sanatıyla birleşmemişse ve aksine, cesaretle harb sanatı ovaya yayılmışsa, ova bu tepeyi yener.»

Ve Bismark bunu şöylece tamamlamış gibidir:

«Savaşta yalnız coğrafi üstünlük yetseydi, hiç bir tepe alınamaz, hiç bir nehir geçilemez ve harb sanatı dağların ve tepelerin koynunda taşlaşır kalırdı.»

Bunlar, 1967’deki Arap-İsrail savaşının, Golan kesiminde olup bitenlerin tam tarifi sayılabilir.

Suriye ordusu, Taberiye çukuruna kuş bakışı ba­kan, şu sarp Golan tepelerinin üstündeydi. Bu çukur­dan o geçit vermez sarplığa bakınca ve hele orada her nişancının dilediği her hedefi kolayca vurabileceği bir tahkimatın varlığını düşündükçe, ürpermemek mümkün değildir. Üstelik bu çukurda buna rağmen zi­raat harikaları yaratmış olan İsrail çocukları için, bu ürperiş sadece bir düşüncenin malı da değildi. Görü­yorlardı da... Sık sık rastlıyorlar ve acısını tadıyorlar­dı da...

Tarlada çalışıp dururken, pat! vurulmak!... köy­den köye giderken, çat! yıkılıp kalmak!... Ve sonra böyle bir hudut ateşçiliğini diplomasinin protesto lâ­birentlerine bırakıp diş sıkmaktan öteye geçememek!

Yıllar yılı böyle yürünmüş, o balık tarlaları, o muz bahçeleri böyle bir düşman hâkimiyeti altında yapılıp yayılmıştır.

Bütün Arap âlemi, Nasır’ın yalelleriyle coşturu­larak, 1967 de üçüncü defa olarak İsrail üzerine çul­landığı zaman, kadınıyla, kızıyla, genci ve ihtiyarıyla tüm asker kesilmiş olan İsrail halkı bu Golan kesi­minde üstelik daha da bilenmişti. Yarım asırdır bütün bu Moşavların, Kibutzların çocukları, o Golan tepe­lerine kısılmış gözlerle bakıp durmakta, oradan, yal­nız oradan yağan ve ne zaman geleceği bilinmeyen bir husumet sağanağının, savaşın ilânıyla birlikte hiç değilse, artık kat’i olarak geleceğini bilmenin hırslı ra­hatlığına ermiş bulunmaktaydılar.

Hemen silâhlarına sarılmışlardır; kimi tarlaların­dan buldozerlerini almış ve önlerine mümkün olduğu kadar uzatılabilmiş çelik kollu kepçeler taktıkları bu taş toprak kaldıran araçlarla, yamaçlara döşenmiş Arap mayınlarını patlata patlata karadan; kimi para­şüt birlikleri olarak, Ruslar tarafından tahkim edilmiş Golan tepelerine gökten saldırmışlar ve sabah başla­dıkları savaşı, akşam bitirivermişlerdir.

Golan tepelerinde, Rus desteği vardı ve bütün Suriye kazamatları ve blokhavzaları bu dışardan ta­şıma sudan ibâret harb sanatıyla dopdoluydu ama, gü­neşin bir ufuktan ötekine geçmesi kadar bir süre, hep­sinin tarümar olmasına yetmiş ve Molteke’nin mütearifesi bir defa daha gerçekleşmiştir.

Cesaretle, harb sanatının yayıldığı bu ova, cesa­retle harb sanatının besleyemediği o tepe hâkimiye­tini yenip yokediverdi. Ve yarım yüzyıllık bir kâbusu yırtarcasına, Suriye ordusunu Golan tepelerinden beş kilometre geriye fırlatıp attı.

Golan. Golan... Golan... Savaşın başladığı gün­den bu âna kadar ajans bültenlerinden ve hiç bir İs­raillinin ağzından düştüğü görülmemiş olan bu tepe­lere tırmanırken, gözlerimiz etrafta fıldır fıldır asker arıyor... Yarım asırlık bir kâbusun yırtılışı, elbette bir askerî gücün bekçiliği altında korunmuş olmalı. Dü­şüncemiz bu ve haklı olarak da bu!... Ama hayır... Savaşın bitimiyle birlikte, yâni daha ilk haftada açıl­mağa başlanıp bugün bitmiş olan o mükemmel beton oto yolunda metreleri kilometreleri deviriyor fakat bir tek askere ve askerî araca rastlamıyoruz. Üstelik al­tımızdaki otomobil de resmî falan değil, bir turizm şirketinin damgalı taksisi!... Ne yasak levhası, ne bekçi kulübesi!... Sadece terkedilmiş Suriye kazamatlarının (KAZAMAT:Bombalara karşı mukavemeti olan ve sualtı mayın şebekesi kontrol malzemesinin muhafaza edilmesi için kullanılan yapı. Kazamatlar, karada veya harp gemilerinde silah amplasmanı, sarf cephaneliği veya barınma yeri olarak kullanılabilir.) ve dövülmekten bir yığın hâline gelmiş ordu barınaklarının hizalarındaki yol kenarlarında tek tük levhalar: «Patlamamış mayın olabilir, araziye girme­yiniz!»

Arkadaşlarım inip, resimler çekiyorlar, filmler alı­yorlar, hiç kimseler yok ki karışsın. Bir tek «Askeri bölgedir» «Yasak bölgedir» levhası yok ki, çekinsin­ler!...

Sadece çok aşağılara itilmiş yeni hudut yamacın­dan iniyorduk ki, bütün silsileyi tek başına gözlemek­te olan bir İsrail askerini uzaktan gördük ve film ma­kinesini yamaçlardan aşağıdaki Arap kesimine yönelt­miş olan bir arkadaşımıza «Çekmeyin» yollu bir işa­ret yaptı. Kendi kesiminde bir mayın kalıntısına bas­madan istersen piknik yap, civarda sürüler hâlinde kaçışan ceylânlara, karacalara dilersen öpücük yolla, ama Arap kesiminin filmini alma!... Alma ki, eğer bir gözcü oralardan buraya bakmakta ise, bunu yeni bir politik yaygara konusu yapmasın!...

Çünkü Arap’ın hüneri de bu!... Bir günde sürülüp püskürtüldüğü bir tepe hâkimiyetini elden kaçırışın­daki bir kütüphanelik noksanını, kendi kalabalığı için­de ellerini ağzına vurarak glu glu sesler çıkaran bir zulu yaygarası içinde örtüp üste çıkmak!...

İsrail paraşütçülerinin, Rus desteği ile güçlenmiş Golan sırtlarına ayak bastıkları an, bütün o kazamat­lar, siperler ve blokhavzaların içinde hâlâ direnmeğe çalışan Suriye askerleri karşısında önce hayli şaşır­dıkları söylenir. Zira bunların subayları tarafından ayaklarından zincirlerle mevzilerine bağlanmış olduk­larını görmüşlerdir. İhtimal işin burası bir propagan­da idi ve düşmanı küçültücü bir hiciv ağırlığı, gerçe­ğin çok da üstündeydi. Ama böyle bir tepe üstünlü­ğünü ve öylesine bir şartlar avantajını birgünde kay­betmiş bir ordu, bu tarz bir küçümsemeyi de o kadar hak etmişti ki...

Bir arkadaşım, çoğu olduğu gibi duran ve sözümona Rus tipi bir tel örgü şaşırtmacasıyla saldıranı bir dikenli çelik ağı içinde boğacağı hesaplanmış olan tahkimata baktı baktı da, tıpkı İsmet Paşa gibi:

Haydi canım sen de, deyiverdi, askeri böyle olana yenilmek alın yazısıdır!...

İstediğin kadar da dövün artık. Ve dilediğin kadar da harb nârâları savur, şu Golan tepelerindeki karacaları dahi güldürmekten öteye geçemezsin!...

İsrail, şimdi yırttığı o kâbusu, bir daha hiç mi hiç uykusuna uğratmamanın azmi içinde görünüyor. Ve kan ve ateş bahasına çizdiği yeni hududu bir daha hiç bir barış garantisi ve milletlerarası diplomasi bas­kısıyla eski yerine geçirmemenin kararını haykırıyor!..

Hiç de haksız değildir. Vermez Golan'ı. Ve Golan verilmez de! Nitekim, işi tersine çevirseniz de, ova­dan buraya can havliye fırlayanı İsrail değil de, Arap yapsanız, onları da vermemekte kolayca haklı bulur­sunuz!...

AKKÂ’DA

«Daima en iyiyi vermiş olanın elinde, az iyi dahi kötü durur.  
SOPENHAUR»

Akkâ demek, biz Türkler için herşeyden önce Napoleon’a sopa çeken Cezzar Ahmet Paşa demektir.

Ve gerçekten de ünlü kalesinden, Cezzar Ahmet Paşa’nın adım taşıyan camiine ve sağa sola serpilmiş gibi duran şahnişli, cumbalı ev dizilerine kadar, bu­rada hâlâ bir Osmanlılık vardır.

Ve bazı pis sokaklardan, kirli aralıklara, harap burçlarla bakımsız yapılara kadar da ne de olsa bir Araplık!...

İsrail’in tarihî eserlere uzanan onarım eli, henüz burada tam olarak görülmez. O, onbeş bini bulan Arap nüfusunu hiç bir baskı işareti vermeden kendi kendini düzeltecek, medeniyet açığını bizzat görüp kapatacak bir uyanış içine sürmeyi tercih ederken, ne hikmetse burada tarihî eserler onarımını da, şimdilik böyle bir plânın içine almış görünüyor.

Nâsır-ı Hüsrev, o ünlü Sefernâmesinde Akkâ'yı da anlatır:

«Akkâ şehrine vardık. Orayı Medinet-ül Akkâ di­ye yazarlar. Şehir yüksek ve meyilli bir yere yapılmış­tır. Başka yerler düzlüktür. Bütün o kıyıda deniz, pek coşkun olup, büyük dalgalar, orayı yaladığından de­nizden korkarlar ve bu yüzden şehirleri yüksek yer­lerden başka yere kurmazlar. Cuma mescidi şehrin ortasında ve her taraftan daha yüksek bir yerdedir. Bütün direkleri mermerdir. Kıblenin sağ tarafında, dışarda Salih Peygamber Aleyhisselâm’ın kabri vardır. Mescidin sahasının bir kısmını taşla döşemişler, bir kısmına yeşillik ekmişler. Âdem Aleyhisselâm’ın ora­da ekin ektiğini söylerler. Şehri ölçtüm, uzunluğu iki bin kulaç, genişliği beşyüz kulaçtı. Kalesi pek sağlam­dı. Batı ve Güney tarafı denize karşıdır. Güneyde minâ vardır. Kıyıdaki şehirlerin çoğunda da minâ bulu­nur. Bu, gemileri korumak için yapılmış ağıla benzer bir şeydir, arkası şehirdir. Duvarları, deniz kıyısında ve denize girmiş bir vaziyettedir. Elli arşın genişliğin­de kapısız bir yeri açık bırakmışlardır ama, arada bu duvardan öbürüne kadar gerilmiş zincirler vardır. Ge­minin içeriye girmesini isterlerse, zincirleri gevşetir­ler. ..»

Bu, onbirinci asır Akkâ'sı idi. Ama hakçası odur ki, eğer Osmanlı Türkü buraya gelmiş olmasaydı da, ihtimal gene gelişecekti. Ama hiç şüphe yok o tarihî varlıklarıyla korunamayacaktı.

Makdisî, ünlü eserinde, Akkâ’yı anlatırken, Emir İbni Tolun'un Sûr şehrindeki sağlam duvarlarla çev­rili limanı görüp bir benzerini hemen Akkâ’ya yaptır­dığını söyler. Ve daha sonra da Ebû Süfyan oğlu Muaviye’nin şehrin sûrlarını tâmir ettirdiği de doğrudur. Ama sûrlar yönünden asıl üç esaslı büyüme ve ge­nişleme olmuştur ki, birini Emevîlerden Hişam, öteki­ni Abbasî’lerden El Muktedir Billâh yaparken üçüncüsü ve en önemlisi de yüzde yüz Osmanoğlunundur!...

Cezzar Ahmet Paşa Camiî burada bir ihtişam ör­neği değildir. Daha çok bir tevazuun, şehrin öbür yapılarıyla fazla zıdlaşmamağa bilhassa dikkat etmiş bir uysallığın âbidesi gibi görünür. Ama bahçesine tır­manan geniş taş merdivenleri, gösterişsiz, taş döşeli avlusuna serpilmiş yeşillikleri ve bütün yapısıyla da tam bir Osmanlı eseri olduğu besbelli!...

İsrail topraklarındaki her dinî eser gibi, Cezzar Ahmet Paşa Camii de, herşeyden önce kendi cema­atinin ilgisine bırakılmıştır. Camiin vakfiyesi iyi ve­ya kötü kullanılıyorsa, buna ancak Arap nüfusu karar verebilir. Yahudi yönetiminden bir onarım yardımı istense, her dinî esere gösterilen itinanın hemen gösterileceğine şüphe yoktur ama, istenmemiş bir yardımı uzatmak da İsrail devletinin birlikte iyi yaşa­ma prensibinin ve politikasının dışında. Fakat Akkâ kalesinin, eski Yafa limanındakine benzer bir resto­rasyon bekliyen hâli karşısında dahi, Yahudiler böyle bir hazine önünde şimdilik nedense sadece yutkun­maktadırlar. Ve Yafa’da gittikçe meydana çıkıp bir san’at şaheseri hâlinde parıldayan o restorasyon hâ­zinesini görmüş her turist, burada, şu Akkâ kalesinin bakımsız, pis ve bir onanınla Yafayı dahi geçebile­ceği pek de belli olan hâline baktıkça, Yahudi elini âdeta zorla tutup buralara sokmak ister!..

Kale gerçekten güzeldir. Devir devir yapılmış ilâvelerini, takviyelerini, bünyesinde hem belli et­mekte, hem de hepsini birden kavramış bir ahenk içinde yayılmaktadır. Ama tarihe ait bu güzellik, ne yazık ki, Arap halkından yıllar boyu ne bir itina, ne de bir saygı görmüştür.

Ne demişti Nâsır-ı Hüsrev: «Büyük dalgalar ora­yı yaladığından denizden korkarlar ve bu yüzden şe­hirleri yüksek yerlerden başka yere kurmazlar.»

Sanki hâlâ öyledirler ve bir şehrin nasıl savunulacağını Napoleon orduları karşısında dahi kendile­rine göstermiş olan Cezzar’ın ruhu uçar uçmaz, cedlerinin deniz korkusu âdeta kanlarında uyanmış gibi, o şâhane kaleye uzaktan bakar olmuşlardır!.. Ve on­larla birlikte Yahudiler de, henüz böyle bir seyir için­dedirler.

1948 de İsrail devleti kurulduğu zaman Akkâ’daki Arapların sayısı 2300 kadardı. Bunların hiç biri de bağımsızlık savaşma katılmamışlardır. İsrail, şeh­rin sanayileşmesini plânlayınca, bu körfeze göç başlayacağı tabiî idi. Nitekim nüfus hemen 40 bine yük­selmiş ve Arap sayısı gene civar köylerden gelen göçmenlerle 15 bini bulmuştur. Bugün Akkâ Beledi­ye Meclisinde, Arap üyelerin sayısı tam nüfusları oranında, yâni üçte bir. Belediye başkanlarını da ge­nellikle Araplardan seçip dengelemek gibi de bir yu­muşaklık, öteden beri usûl hâline getirilmiş.

İsrail devleti, Akkâ’da daha çok sanayileşmenin hamlelerine girişmiş ve ihtimal biraz da bu yüzden­dir ki, onun turistik câzibesini meydana çıkarmayı tam olarak ele alamamıştır. Şimdi orada, nakliyat is­tasyonları, boya fabrikaları, dökümhaneler, Batı Galil'in en önemli pazarlarını teşkil eden antrepolar, ma­ğazalar ve plânlı olduğu besbelli bir «Çelik şehri» var ve gelişiyor... Ama Akkâ’nın damarlarına durmak­sızın kan veren bu ekonomik güçlenmenin ona be­siye çekilerek üstünü başını ihmal eden bir obur gö­rünüşü vermekte olduğu da açıktır. Ve bir büyük ka­sabalık kadar alanı temizleyip, demir çelik tesisleri kuracak ve elektrik santralları oturtacak kadar güç­lü bir devlet nefesinin, o tarihî kalenin onarımına ge­lince, kesilmiş gibi durması, gerçekten anlaşılır gi­bi değildir!..


NA’SIRA

«Hiçbir mektepte öğretilmeyen,
fakat Filistin’in ha­vasında esen fikirler
 İsa’nın ruhuna erkenden nü­fuz etmiştir.
E. RENAN.

Bizim ve Arapların Na’sıra dediğimiz şehre frenklerle Yahudiler «Nazareth» derler ama, adı nasıl anılırsa anılsın, İsa’nın vatanıdır burası!.. Hristiyan âleminin İsa’nın doğum yerini Beytüllâhim olarak gör­mek ve göstermekteki İsrarı, onu Na’sıra’daki baba­sı Yusuf’tan alıp, Allah’ın oğlu yapmak gibi bir dinî «Dolambaçın» malıdır!..

Beytüllâhim iddiasının Hristiyanlığa müthiş bir tesir rüzgârı verdiği de inkâr edilemez. Nasıl ki, ay­nı iddia Kudüs'ü olduğundan da daha kutsal yapmış­tır. Ama İsa’nın sevgili Nâ’sıra'sı da bu arada sade­ce kaybeder.

Eğer E. Renan’ın dediği gibi, «İsa'ya atfedilen gö­revin zarurî bir neticesinden ibâret olan» şu Beytül­lâhim iddiasına hiç ihtiyaç duyulmayabilseydi, hiç şüphe yok Nasıra, asırlar boyu Kudüs’e denk bir kutsallık hâlesiyle sarılacaktı. Halbuki bugüne kadar O, Hristiyanlığın gözünde, çok çok bir «anonsiyasyon» kutsallığı, Meryem’e hâmileliğinin tebşir edildiği bir İlâhî işaret noktası olarak kalmıştır.

Müslüman Araplık da, Osmanlılık da Na'sıra bahsinde kusursuzdur. Asırlar boyu Nâ’sıra'yı ellerin­de tutan Müslümanlar, orayı İsa’nın gerçek doğum yeri saymayan bir Hristiyanlık adına elbette davra­namazlardı. Ve ancak bir tarihî görüntüyü korumak­tan ötede kendilerinden birşey beklenemezdi. Nite­kim hayli korumuşlardır da...

E. Renan, İsa’nın hayatını yazmak için geldiği Nâ’sıra’yı şöyle anlatır:

«Nâ’sıra şehri İsa'nın zamanında bugünkü hâlin­den farksızdı. Çocukluğunda oynadığı sokakları, şu taşlı keçi yollarında veya evleri birbirinden ayıran şu küçük dörtyol ağızlarında görüyoruz. Babası Yusuf’­un evi, kapısından aydınlanan, hem tezgâh, hem mut­fak, hem de yatak odası vazifesi gören ve ev eşyası olarak bir hasırı, birkaç yer minderi, bir iki toprak testisi ve boyalı bir sandığı olan şu fakir dükkânla­ra şüphesiz çok benzerdi.

«Vaktiyle kasabanın hayat ve neş’esini etrafın­da toplayan çeşme gerçi yıkılmış ve çatlak su yolla­rında bugün bulanık bir su akıyor. Ama akşamları burada toplanan kadınların daha onaltıncı yüzyılda göze çarpmış olan ve Meryem’in bir lûtfu sayılan güzellikleri, hayret edilecek derecede muhafaza olun­muştur. Şüphesiz Meryem de her gün orada bulun­muş ve omuzundaki testi ile meçhûl kalmış memle­ketlileri arasında sıra beklemişti.

«Şehrin ufku dardır, fakat yukarıya doğru çıkılıp da en yüksek evlere hâkim olan ve durmak dinlenmek bilmeyen bir rüzgârla kamçılanan yaylalara varıldığı zaman manzara ihtişamlı bir hâl alır. Batıda, denize dalar gibi görünen sarp bir burun hâlinde sona eren Karmel dağının güzel hatları uzanır. Sonra Mageddo’ya hâkim çifte tepeler, Tevrat’ın kutsal yerlerini barındıran Nablus dağlan sıralanır.»

Bu manzara 19. Asır Na’sırasının, hiç şüphe yok fakir, hiç şüphe yok onarımsız, ama en az onlar ka­dar muhafazakâr ve İsa devrinden beri süregelmiş bir görüntüye riayetkar olduğunun isbatıdır.

Nitekim İsrail devleti kurulduğu zaman da elde böyle yoksul bir Nasıra vardı. Yeni İsrail devleti, Na’sıra’yı geliştirme hamlesine girişirken, bambaşka bir onarım ve kalkınma yolu seçmiştir. Eski şehri olduğu gibi korumak ve yepyeni bir Na’sıra’yı Nazareth tepelerine kurmak!.. Böylece aşağı ve yukarı diye ikiye ayrılan Na'sıra, yukarıda yepyeni tesisler ve modern yapılarla bir yenileşmeyi, aşağıda daha çok Arap nüfusunun bulunduğu kesimiyle de bir ta­rihi görüntüyü bağrında taşımağa doğru ayarlanmış­tır.

E. Renan bugün sağ olsaydı, hiç şüphe yok bam­başka bir Na’sıra görecekti ama, bu daha çok yuka­rı Na’sıra’da böyle idi. Ve aşağıdakinde de gene hiç şüphe yok, bütün o daracık yolları ve eski yapılarıyla tarihî Na’sıra’yı da onarılmaya yüz tutmuş bulacak­tı. Ve birşey daha görecekti. İsrail’deki Hristiyan ce­maatinin sarfettiği müthiş bir gayret sonunda, bütün dünya Hristiyanlarının katkısını temin ederek yaptır­mayı başardıkları «Kopt» kilisesini!.. Ki bu mabet,

İsrail devleti kurulduktan sonra yapılan ilk Hristiyan kilisesidir!.. Yâni E. Renan'ın dileği olan kilise !

«— Orada Hristiyanlığın meydana çıktığı nok­tada, kurucusunun faaliyet merkezinde, bütün Hristiyanların ibâdet edebileceği bir kilise yükselmelidir.»

Renan’ın bu temennisi de işte şimdi gerçekleş­miştir. Ve modern mimariyi o dinî üslûp içinde den­geleyen bir zarafet ve ihtişam örneği hâlinde bugün orada bir anonsiyasyon kilisesi yükselmektedir!..

Ama dediğim gibi, sâdece bir «anonsiyasyon» kutsallığı. Onun ötesinde İsa dediniz mi, Hristiyan size hemen Kudüs’ü gösterir. Nitekim kiliseyi bize gezdiren enerjik Rahip’e :

Meryem’in kocası Yusuf’un dükkânına da gitmek isterdik. Acaba buraya yakın mıdır ? diye sor­duğumuz zaman, «Teslis»in inkâr edildiğini görmüş gibi :

Hiç tavsiye etmem, inanmayınız!... deyiverdi.

Ne de olsa tam bir Hristiyandı.

Halbuki bize bir öğle yemeği vermiş olan aynı Na’sıra'nın Arap Belediye Başkanı, ve İsrail devle­tinde sağlık müsteşarı olan o zeki Abdülaziz Zuabi, sofrada :

Yusuf’un dükkânını olduğu gibi korumuşuzdur. Görmenizi tavsiye ederim, demişti.

Ve o da ne olsa, tam Müslümandı.

HAYFA VE TELÂVİV

«Gerçek zengin cebi dolgun olan değil, sabrı olgun olandır.  
ISKOÇ ATASÖZÜ»

 Şöyle bir üçleme yapılabilir: İsrail’in en sarıcı ve tesirli şehri Kudüs, en hareketli şehri Telaviv ve en güzel şehri de Hayfa’dır.

Telâviv'deki yenilik ve modernlik, bir tarihî çevre içinde kendisini o kadar rahat hissetmemiş gibi, hemen yanıbaşındaki Yafa eskiliğine uzanıp bu nok­sanını da tamamlamağa koyulmuştur.

Dünya’nın en eski limanlarından biri olan Yafa, şimdi Telâviv’le birleştirilerek, bu modern şehrin ta­rihle irtibatını sağlamak yoluna sürülmüştür. ,

Tabiî, bir restorasyon inceliğinin bütün belirti­leri, bütün sabırlı çabaları ve masrafıyla... Öyle ki, ta­rihî Yafa’nın her taşı binbir dikkat ve itina ile korun­makta eski liman şehri bütün tarihî görünüşüyle mey­dana çıkarılmakta ve kalenin restore edilen köşeleri, sadece sanat galerileriyle, gece klüplerine kirala­narak dekor büsbütün mânalandırılmaktadır.

Eski Yafa ile yeni Telâviv arasındaki sahil şeri­dini kaplayan ne kadar değersiz bina yığını varsa hepsini istimlâk edip yıkmışlardır. Böylece kilomet­reler boyu uzanan kumsala, bir Nis, bir Cannes görü­nüşü vermenin hummalı faaliyetine koyulmuşlardır.

Bittiği zaman otel dizileri ve çeşitli turizm tesis­leriyle dolacak olan bu parçanın, İspanya, İtalya ve Fransa gibi Akdeniz turizminin şampiyonlarını hayli zorlayacağını şimdiden söylemekte bir kehanet yok­tur sanıyorum.

İsrail'i 1971 yılında tam yediyüzbin turist ziyaret etmiştir. 1970'e oranla bu sayı, yüzde 40’lık bir ar­tış demektir. Ve İsrail’in yalnız 1971 yılında elde et­tiği turizm geliri 140 milyon doları bulmakta, böyle­ce turizm geliri de 1970’e oranla yüzde 47'yi bulan bir artış göstermektedir.

Bu ülkenin devamlı savaş hâli gözönüne alınır­sa ve bu yüzden kendisini bir turizm hummasına kap­tırmaktan âdeta zorla alakoyduğu hesaplanırsa, tam olarak buna daldığı zaman ne sonuçlar alabileceği ko­layca kestirilir.

Düşünmeli ki, toprakları, Trakyamızdan 4 bin ki­lometrekare noksan ve nüfusu ancak İstanbul’umuz kadar olan bu ülkenin, savaş bütçesi iki milyar do­lardır. Ve bütün bu onarım faaliyeti, turizm tesisleri, oteller, moteller, yollar, araştırmalar, fabrikalar keşif­ler, icadlar ve o korkunç ziraat hamlesi, bu savaş büt­çesinden zırnık pay alamamaktadır.

Ama Yahudi kaderinin binlerce yıllık yazısı da bu değil mi? Hep baskı altında tutulmak ve gene bin­lerce yıla dayanan bir sabırla, her baskıyı, yeni hari­kalar yaratmanın yolu yapmak! İşte şimdi kaderleri onları, bir Arap ummanının ortasında yüzyirmi milyon­luk bir husumetin devamlı baskısıyla yüzyüze tut­maktadır. Ve onlar buna karşı da, binlerce yıl baskı­lar altında tutulduğu halde yok olmamayı başarmış bir milletin sabrıyla bir yandan direnmekte, öte yandan da başdöndürücü bir hızla ilerlemektedirler!..

Bugünkü Telâviv’in bulunduğu alan çeyrek yüz­yıl önce kumlarla kaplı idi. Yahudiler oraya şehir kur­mayı kararlaştırdıkları zaman tasını tarağını topla­makta olan İngiliz manda yönetiminin bir generali gü­lerek :

Eğer dedi, buraya bir şehir kurulabilirse, de­ve de uçar!..

Şimdi Telâviv’de bir parkın içinde, kanatlı bir de­ve heykeli görürsünüz. O kumlar üzerine tam bir ba­tı şehri kurmuşlar ve Yahudi gücüne inanmayan İn­giliz generalinin iddiasını, kahkahalar arasında sembolleştirmişlerdir!..

Hayfa ise, Telâviv'in ancak Yafa ile irtibatlanarak kuşanabildiği «tarihî»liği, asırlar öncesinden esa­sen taşımaktaydı. Bu bakımdan elbette çok talihli ve farklıdır. Üstelik tabiat, İzmir’i çok andıran o körfez harikası ve her tarafı yeşille bezenmiş, yamaçlar ve dağ silsileleriyle Hayfa’ya karşı lütufkârdır.

Osmanlı devrinde de, Hayfa, bizim güney kesi­mimizin Beyrutla birlikte daima iki şehir pırlantasını teşkil etmişlerdir. Ve İsrail, şehircilik temeli hayli sağlam olan bir Hayfa’yı ele alıp geliştirmek gibi bir kolaylığa daha başından beri sahip olmuş bulunuyor­du. Nitekim her tarihî köşeyi değerlendirerek, şehri yaymış ve yamaçlara sürdüğü kesimlerinde de bir oteller ve restoranlar dizisini, Hayfa'nın boynuna ge­çirilmiş inci kolyeler gibi sıralamıştır!

Bahailiğin de merkezi ve en nefis kilisesi bura­dadır. Versay bahçelerini akla getiren geometrik bir düzen içinde kat kat yayılmış nefis bahçesiyle bu Ba­hai kilisesi, hangi düzeyden bakarsanız bakınız, Hayfa’nın güzelliğini altın kubbesi ve kırmızı hâleler ya­pan gövdesiyle âdeta noktalar gibidir.

Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık... Şu Filistin toprağında bu üç din asırlar boyu öylesine birarada, öylesine yanyana ve içiçe oldular ki, bun­lardan bir karma yapan yepyeni bir inanış çıkmış ol­masına şaşılmaz. Bahailik işte budur ve Filistin top­rağında boy veren bu üç dinden yapılmış bir elvan'ın adıdır. Sanırım cemaatinin en çoğu da Amerika’­da-..


VE SON SÖZ

««Herşeyi kemirip yok eden zaman, hakikat karşı­sında kudretsizdir.          HUXLEY»

Israil’e ait bu yazı destesini toparlayıp huzurunuzdan çekilirken, bir son sözle hepsinin etrafını çizmek isterim.

Bu çerçeve, adına İsrail devleti denilen bir re­alitenin, dünyamızın Orta Doğu parçasına, dev bir tirbuşon gibi girdiğini bir daha belirtmekten ibârettir.

Gördüklerimden çıkarabildiğim odur ki aslında bu realiteyi, hiç bir millet, ne turist, ne diplomat, ne gazeteci, ne tetkikçi olarak, onunla bir arada yaşayan Arap milleti kadar iyi kavramamış, onun kadar da inanamamıştır. Ama İsrail’in bu sarıcı kudretidir ki, aynı zamanda da onun Arap liderler tarafından daima canlı tutulmağa gayret edilen bir husumet çemberiyle sarılmasına sebep oluyor.

Bugün İsrail’in bütün Arap kesimlerinde, içlerin­den Nâsır'ın ve Hüseyin’in resimleri çıkan çikletle­rin satıldığını görürsünüz. Hepsinin üzerinde de hahambaşının «Satılmasında dinî bir mahzur olmadığı­nı» tasdik eden mührü vardır. Yâni bunlar bir Arap milliyetçiliğinin oyunu değildir; İsrail devletinin res­mî müsaadesi altında yapılmaktadırlar.

Şimdi şöyle bir sahne düşününüz; Eriha veya Na’sıra'da, yahut Akkâ veya Hayfa'da köşedeki bakkalın­dan böyle bir çikleti almış bir Arap delikanlısı, Nâsır’ın resmini cebine, sakızı da ağzına attıktan sonra, evindeki radyoyu veya televizyonu açarak herhangi bir Arap istasyonunun, İsrail Araplığının baskılar ve işkenceler altında inlediği yaygarasını duyunca, aca­ba hangi taraf hesabına sarsılmaktadır? Üstelik aynı delikanlı, bir fabrikada çalışıyorsa, orada bir Yahudiye verilen gündelik kadar kendisine de verilmekte­dir. Bütün sosyal haklardan bir Yahudi kadar yarar­lanmaktadır. Dinine karışılmamakta, hele o gerçek­ten baş çevirilip bakılmaması imkânsız kılığına dahi, bir ters bakış yönelmemektedir.

İsrail’in 1967 savaşından sonra kontrol altına al­dığı kesimlerin hiç bir köşesinde de bir işgal belir­tisi görmek mümkün değildir. Hiç bir asker, hiç bir yasak, hiç bir askerî güç gösterisi zırt fırt tank geçi­şi veya zırhlı araba gürültüsü bulamazsınız. Biz Ku­düs'teki Via delorosa’yı gezerken, beş altı İsrailli ha­va binbaşısı da bu tarihî çevreyi dolaşmakta olan tu­ristler arasında, etraflarına bakınıp duruyorlardı. Çev­remizi saran Arap çocuklarının yaygarası karşısında bizler bağırıp arsız afacanları kovalıyorduk ama, on­lar bacaklarına dolanarak birbirlerinden saklanmak için eteklerine yapışan «çocuk»lara hiç ses dahi çıkar­mıyorlardı.

Dükkânları önünde yangelip oturan veya gelene geçene lâf atan hiç bir Arap’ın da gûya işgal ordusu­na ait olan o üniformalar önünde ne irkildiğini, ne de derlenip toparlandığını gördüm.

Kendi erine dahi, Moşe Dayana bile küçük adıy­la Moşe diye hitabetme hakkını tanımış bir İsrail or­dusunun sivil halka başka türlü davranması esasın­da mümkün değildir ya, üstelik o, kontrol altına aldı­ğı bölgedeki Arap halkını, başından beri birlikte ol­duğu Arap vatandaşından hiç ayırdetmediğini göster­menin de hesabını yapmış bulunuyor.

Kim ne derse desin bu hesap tutmuştur ve tut­maktadır. İsrail, yeryüzünün bugüne kadar görmediği bir kontrol (veya işgal) anlayışını aklıyla bulmuş ve gerçekleştirmenin en esaslı bölümünü de aşmağa başlamıştır.

Arap liderlerin ve şimdi onların baş teşvikçisi olan Rusya’nın, sinirliliklerinde ve yaygaralarında, herşeyden önce bu hesabın büyük payı vardır. İsra­il’in hiç bir savaşla ve savaş tehdidiyle kesilmemiş üstelik daha da artmış olan kalkınma hamleleri bir yandan, hâkim olduğu bölgelerin Arap halkınca be­nimsenen «Kardeşçe bir arada yaşama» gayreti ve tesiri öbür yandan, Orta doğu’dan Afrika’ya kadar bütün Arap âlemine şimdilik liderlik edenlerin, ruh­larını, bir kıskaç gibi sarmış ve hepsini de telâşlı bir çırpınışla, İsrail realitesini tekrar tekrar inkâra götür­müştür!..

Beyhudedir bu çırpınış. Ve hele rakamların ışı­ğına tutulduğu zaman, bir kara böcek bücürlüğünden ötede hiç bir anlam taşımadığı da hemen görülür.

İsrail bugün, yalnız tarım ürünleri ihracatında her önceki yılı, ortalama olarak yüzde 20 25 oranında aşan bir gelişme göstermektedir. 1970 te 110 milyon dolar olan ihracat ürünleri geliri, 1971 döneminin ilk on ayında tam 125 milyon doları bulmuş; taze çiçek ihracatı ise bir önceki yıla oranla yüzde 47.7 bir artışla 87 milyon liraya (6.2 milyon dolar) ulaşmıştır.

Sanayi ürünleri ihracatı ise, bir milyar doları bul­muş, turizm geliri ise 140 milyon dolara varmıştır.

Yalnız deniz suyunu tatlılaştırma sanayiinde, yâ­ni deniz suyunu tatlılaştıran fabrikaların ihracatında, elde ettiği gelir, bir yılda 50 milyon, sadece bir Elscint cihazının ihracından elde ettiği gelir yılda 330 milyon!..

Ya yeni icadlar ve durmaksızın zincirlenen bu­luşlar?.. Bugün Dr. Kohane adında bir Yahudi mühen­distir ki, gemicilikte yepyeni bir pervane bularak, mo­torların itiş gücünü yüzde 70 oranında bir artışa ka­vuşturarak, dünyaya parmak ısırtmaktadır. Ve Ultra Violet ışınlarını cam sanayiinde yepyeni bir sistemle kullanmayı başaran ilk devlet de gene bu bir avuçluk Yahudi topluluğununkidir.

İsrail, işlenmemiş elması alarak, onu işleyip ih­raç etmekte de dünyanın üç sayılı ülkesinden biri. 1970 yılında sadece işlenmiş elmas ihracatından ge­liri 254 milyon dolar, (3,5 milyar TL.) iken, bu sayıda yüzde 23 bir artışla 312 milyon dolara var­mıştır.

Ve nihâyet İsrail bugün bir Kibutz üyesinin keşfi olan Uzi makineli tüfeklerini, Alman ordusuna satıyor ve Belçika gibi silâh yapımında çok ünlü bir ülkeye de bu makineli silâhının üstünlüğünü kabul ettirerek bir patent anlaşması yapmış haldedir.

Evet, iki bin, üç bin yıllık bir eskilikle dahi yetinmeyerek beş bin altı bin yıl öncesine uzanıp tarihini ille de oralara çivileme şuuru ve gayreti... Sonra hiç bir zaman çiftçi olmamış bir milletten bir Danimarka çiftçisinin de üstününü çıkarma başarısı... Ve niha­yet, gene hiç bir yerde asker olmamış bir milletten, yüzyirmi milyonluk bir alay Arap devletini tam üç de­fa yenecek bir askerî kaabiliyet çıkarma hârikası... Hayır bu kadarla da yetinmemiştir. O kendisine Ro­ma devrinden sonra en büyük zulmü yapmış olan ve askerliği ile mağrur ve mâruf bulunan bir Almanya’­ya silâh satabilecek kadar, yaptığı silâhın önünde onu hayran bırakacak kadar ötelere gitmiştir!..

Bütün bunların yalnız akılla ve aklın bulduğu metodlarla yapıldığı ise ayan beyan ortadadır. Nasıl ki, aynı akıl dört bin yıllık Tevrat dilini aldı ve hiç iş­lenmeyen, konuşulmayan, kendi kendini yenilemesi imkânını hiç bulamamış olan böyle bir dilden sadece resmî bir dil değil, bugünün her yeniliğini kolayca ifa­de edebilen canlı, capcanlı bir konuşma, ilim ve ede­biyat dili çıkarmayı da başardı. Ve gene nasıl ki, Tevratı bir his coşkunluğu plâtosundan daha yüksek­lere koyarak, Yemen çöllerinden Polonya sahnelerine kadar kopup geldikleri seviye bir birinden çok farklı olan bir Yahudi topluluğunun rehberi gibi kullan­mak da gene bu akılcılığın eseridir!..

İsrail’de bugün, tam İngiltere'deki işçi partisine benzer yâni temelinde Marksizmin yatmadığını ilân eden bir sosyalist parti iktidardadır. Ama orada dev­let ancak bir fabrikayı kurup da verimli bir hâle sokuncaya kadar devletçi, tam o noktaya gelir gelmez ise, elindeki bütün tesisleri özel teşebbüse devredip, hemen yeni sahalara adım atan bir hamlecidir!.. Rus­ya, Akdeniz’e inip yayılma plânının oyuncağı yapabil­diği bir Arap âlemine, şüphe yok herşeyden önce bu hırsın gözleriyle bakıp yakınlaşmıştır. Ama onun he­men peşisıra gelen İsrail düşmanlığında bolşevik iddialarının ve nazariyelerinin burada tepetaklak edil­miş uygulamalarının da mutlaka payı vardır ve komü­nizm, İsrail’deki kadar hiç bir ülkede açığa düşme­miş her gün canevinden vurulduğu böyle bir poligona rastlamamıştır!..

Kaynak: Akıl Cumhuriyeti İsrail, Bediî FAİK, 1 9 7 2, İstanbul

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar