Günaha Son Çağrı
THE LAST TEMPTATİON OF CHRİST (1988) (Günaha Son Çağrı) Film
“SEYREDİLMESİ
GEREKEN FİLMLERDEN”
Yönetmen: Martin
Scorsese
Vizyon Tarihi: 12.08.1988
Tür: Dram-Tarih
Süre: 164 dk
Ülke: ABD, Kanada
Dil: İngilizce
Oyuncular: Willem Dafoe,
Harvey Keitel, Paul Greco, Steve Shill, Verna Bloom
Özet:
Roma'lıların
zulmünden korkan Hz. İsâ aleyhisselâm, onlar için çarmıh yapmaktadır. Onun
yaptığı bu çarmıhlarda birçok masum Yahudi can vermiştir. Günahlarından bunalan
Hz. İsâ, Tanrı'nın kendisiyle konuştuğunu ve ona seçilmiş kişi olduğunu
söylediğini hissetmeye başlar. Fakat kurtuluş için, çarmıhta can vermesi
gerektiğini düşünmektedir. Romalıların kendisini yakalamasını isteyen Hz. İsâ,
(Yahuda) Judas'tan kendisine ihanet etmesini ister. Fakat Hz. İsâ’yı çarmıhta
bir sürpriz beklemektedir. Bu sürpriz şeytanın aldatmasına karşı son mücadele
verişidir.
Roman’ın
Önsözü
"Hz.
İsâ'nın doğasındaki ikilik, Tanrı'ya ulaşmak için hem insani hem de insanüstü
bu arzu hiçbir zaman anlayamadığım bir sırdır benim için. Gençliğimden beri en
büyük acım, bütün neşemin ve dertlerimin kaynağı, yüreğimle gövdem arasındaki
sonu gelmeyen o acımasız çatışma olmuştur...ve ruhum da bu iki ordunun
karşılaşıp dövüştüğü bir arenadır."
Nikos Kazantzakis
Hz. İsâ’nın ikili özü, insanın
Tanrı’ya erişmek, daha doğrusu, Tanrıya dönüp kendini onunla bir kılmak için,
alabildiğine insansı, insanüstü özlemi benim için hep, derin, anlaşılmaz bir
sır olmuştur. Bu denli gizemli, gizemli olduğu kadar da gerçek bu Tanrı özlemi,
bende derin yaralar açtığı gibi, gürül gürül fışkıran kaynaklar da meydana
getirmiştir.
Gençliğimden beri içimi kemiren
başlıca kaygı, bütün sevinç ve üzüntülerimin kaynağı, zihin ile beden
arasındaki bitmek tükenmek bilmez amansız çatışma olmuştur.
İçimde,
Kötü Olan'ın, insansı, insan-öncesi, ta ilkten var olan, karanlık güçleri var;
içimde, Tanrı’nın, insansı, insan-öncesi o nurlu güçleri de var; ruhumsa bu
iki ordunun karşılaşıp çarpıştığı savaş alanı.
İçimi kemirip durmuştur bu kaygı.
Bedenimi seviyor, yok olmasını istemiyordum; ruhumu seviyor, bozulmasını istemiyordum.
Birbirlerine alabildiğine karşıt, ta ilkten var olan bu iki gücü uzlaştırmak,
onlara, birbirlerinin düşmanı değil, elbirliğiyle çalışan işçi kardeşler
olduklarını anlatmak için çırpınıp durdum, bir uyum içinde kıvanç bulsunlar,
ben de onlarla birlikte kıvanç duyayım diye.
Her insanda, zihince olsun,
bedence olsun, tanrısal nitelikten bir nebze vardır. Hz. İsâ gizemi, işte bu
yüzden, yalnızca belli bir inanç düzenine özgü bir gizem değildir; evrenseldir.
Tanrı’yla insan arasındaki çatışma, herkeste, uzlaşma özlemiyle birlikte
patlak verir. Bu çatışma, çoğu zaman, bilinçdışı ve kısa ömürlü olur. Zayıf bir
ruh, bedene uzun süre dayanacak güçte değildir. Ağırlaşır, bedenleşiverir,
çatışma da sona erer. Ama sorumluluk duyan kişilerde, gözlerini gece gündüz Ulu
Ödev’den ayırmayan kişilerde, bedenle zihin arasındaki çatışma amansız bir
şekilde patlak verir, ölünceye kadar da sürüp gidebilir.
Ruhla beden ne kadar güçlüyse
çatışma o kadar verimli, sonunda varılacak uyum da o kadar zengin olur. Tanrı,
zayıf ruhları, gevşek bedenleri sevmez. Zihin, güçlü olan ve sımsıkı direnen
bedenin sırtını yere getirmek ister. Doymak bilmez etyiyen kuşlardandır o; eti
yer, sindirir ve yok eder.
Bedenle zihin arasındaki çatışma,
başkaldırış ve direniş, uzlaşma ve boyun eğme, en sonunda da çatışmanın ulu
amacı Tanrı’yla bir olma: Hz. İsâ’nın çıktığı yokuş buydu işte, onun kanlı
izlerinden giderek bizi tırmanmaya çağıran yokuş.
Bunun Ulu Ödevi savaşan kişinin,
Hz. İsâ’nın kurtuluşun ilk oğlunun eriştiği yüksek doruğa doğru yola çıkmak.
Ama nasıl?
Onu izleyebileceksek iç
çatışmasını iyiden iyiye bilmemiz, çektiği acıyı yeniden yaşamamız gerekir;
yeryüzünde pıtrak gibi yeşeren tuzaklara düşmeyişini, insanların, büyük küçük
sevinçlerinden uzak duruşunu, gönül tokluğu ile bir başarıdan bir başarıya
giderek, şehitlik aşamasının doruğuna, çarmıha giden yokuşu tırmanışını
yeniden yaşamamız gerekir.
Günaha Son
Çağrı yı
yazdığım gündüz ve geceler boyunca, Hz. İsâ’yla birlikte Golgota Tepesi’ne
çıkarken duyduğum dehşeti, hayatını ve ölürken çektiği acıları yaşarken
duyduğum yoğunluğu, anlayışı ve sevgiyi başka hiçbir zaman duymadım. İçimi
kemiren bu duyguları ve insanlığın büyük umudunu yazarken, gözlerim dolu dolu
oldu heyecandan. Hz. İsâ’nın kanının bu denli tatlı ve acı olarak, yüreğime
damla damla aktığı olmamıştır hiç.
Özverinin doruğu çarmıh ile
ruhsallığın doruğu Tanrı’ya çıkmak için, Hz. İsâ mücadele eden kişinin aştığı
bütün engelleri aşmıştır. Çektiği acının bize yakın gelmesi bu yüzdendir; bu
yüzdendir onu paylaşmamız; son zaferinin bize, gelecekteki kendi zaferimiz gibi
gelmesi bu yüzdendir. Hz. İsâ’nın alabildiğine insansı niteliği onu anlamamıza,
sevmemize ve ölüm acılarını sanki kendi acılarımızmış gibi silmemize yardım
ediyor. Onda o sıcak, insansı özellik olmasaydı, bu denli güven ve sevgiyle
dokunmazdı içimize; hayatlarımız için bir örnek olmazdı.
Mücadele ediyoruz, onun da
mücadele ettiğini görüyoruz ve güç buluyoruz. Dünyada yalnız olmadığımızı
görüyoruz: O da bizden yana savaşıyor.
Hz. İsâ’nın hayatının her ânı bir
çatışma, bir zaferdir. Basit insan zevklerinin yenilmez, büyüleyici niteliğine
üstün gelmiştir; ayartılışlara karşı direnmiştir, bedenini sürekli olarak ruhsallaştırmış,
sonunda, göğe yükselmiştir. Golgota Tepesi’ne varmış ve çarmıha
çıkmıştır.
Ama mücadelesi orada da sona
ermiş değildi. Günaha çağrı, son çağrı çarmıhta onu bekliyordu. Çarmıha
gerilenin sönük gözleri önünde, Kötü Olan’ın ruhu, durgun ve mutlu bir hayatın
aldatıcı görüntüsünü açıverir. Hz. İsâ,
insanların düz ve engelsiz yoluna sapmış gibi duyar kendini. Evlenmiştir, çoluk
çocuk sahibidir. Herkes onu sevmekte ve saymaktadır. Artık yaşlı bir adam
olmuş, evinin eşiğinde oturmuş, gençliğinin özlemlerini hatırlayarak
gülümsemektedir. İnsanların yolunu seçmekte ne iyi etmiş, ne akıllıca
davranmıştır! Dünyayı kurtarmaya kalkmak ne büyük çılgınlıkmış meğer!
Yokluklardan, işkencelerden ve çarmıhtan kaçmak ne büyük mutluluk!
Kurtarıcının son anlarını tedirgin
etmek için şimşek gibi çakmıştı bu son çağrı.
Ama Hz. İsâ şiddetle başını
sallamış, gözlerini açıp görmüştü. Tanrı’ya şükür, ihanet etmiyordu! Doğru
yoldan sapmıyordu. Tanrı'nın ona verdiği görevi tamamlamıştı. Evlenmemişti, mutlu
bir hayat sürmemişti, özverinin doruğuna ulaşmıştı: Çarmıha çivilenmişti.
İç rahatlığıyla gözlerini kapadı.
Derken bir zafer çığlığı koptu: Başardım!
Yani: Ödevimi yaptım, çarmıha
geriliyorum, çağrıya kulak asmadım...
Bu kitabı yazmamın nedeni,
mücadele eden insana, ulu bir örnek vermek isteyişimdir; acıdan, günaha
çağrılardan ya da ölümden korkmamasını göstermek istiyorum ona. Çünkü bunların
üçüne de yenilebilir, yenilmiştir de. Hz. İsâ acı çekmiştir, o gün bu gün de
acı kutsallaştırılmıştır. Günaha çağrı, onu yolundan saptırmak için son ânına
kadar devam etmiştir ama o, bu çağrıya kulak vermemiştir. Hz. İsâ çarmıhta
ölmüş, ölümse o anda sonsuzca yenilmiştir.
Yolculuğunda karşısına çıkan her
engel, daha büyük zaferler elde etmesi için bir basamak, bir fırsat olmuştur.
Şimdi karşımızda bir örnek var, yolumuzu pırıl pırıl ışıtan, bize güç veren bir
örnek.
Bu kitap bir hayal hikâyesi
değildir, mücadele eden herkesin itirafıdır. Yayımlamakla ödevimi yerine getirdim, alabildiğine
mücadele eden, hayatta çok acı çekmiş, büyük umutları olan birinin ödevini.
Sevgiyle bu kitabı okuyacak her özgür insan, eskisinden daha çok, eskisinden çok
daha iyi bir şekilde Hz. İsa’yı sevecektir.
NİKOS KAZANCAKİS
Kaynak:
Nikos
Kazancakıs, Günaha Son Çağrı, trc: Çeviri Ender Gürol, Can Yayınları,Haziran
2011, İstanbul
Film
Hakkında:
Günaha
Son Çağrı, 1988 ABD yapımı dinsel epik (destansı) filmdir. Özgün adı The Last Temptation of
Christ olan film 1989 Nisan ayında 8. İstanbul Film Festivali kapsamında
gösterildi.
Osmanlı
yönetimindeki Girit adasında doğmuş olan Yunanlı filozof, şair ve yazar Nikos
Kazancakis'in 1951 yılında yazdığı "Günaha
Son Çağrı" (Yunanca: Ο Τελευταίος ΠειρασμόςO Telefteos Pirasmos) adlı tartışmalı romanından senaryosunu Paul
Schrader'in uyarlayıp yazdığı filmi Martin Scorsese yönetmiş, başlıca
rollerinde Willem Dafoe (Hz. İsâ rolünde), Harvey Keitel (Yahuda rolünde),
Barbara Hershey (Mecdelli Meryem rolünde), Irvin Kershner, Harry Dean Stanton
ve David Bowie oynamışlardır.
Hıristiyanlık tarihine klasik Hollywood gözüyle değil de sadelik
ve özü arayan farklı ve cesur bir gözle bakan Scorsese'nin bu filmi de tıpkı
uyarlandığı Kazancakis'in romanı gibi şimşekleri üzerine çekmişti.
Kitap Roma Katolik Kilisesi tarafından derhal yasaklı kitaplar
listesine alınmış, hatta Kazancakis 1957'nin sonlarına doğru, lösemi
hastalığına yakalanmış olmasına rağmen Çin ve Japonya'ya son bir gezi turuna
çıktı. Dönüş yolunda ise iyice hastalanan Kazancakis, Almanya'nın Freiburg
kentinde vefat etti. Ortodoks kilisesi mezarlıkta defnedilmesine izin
vermediğinden, Kandiye'yi çevreleyen Venedik surlarının kale burçlarından
birinin altına gömüldü. Girit'te bulunan havaalanlarından birine ismi
verilmiştir. Şehrin en yüksek tepesi olan Martinego’daki mezar taşında, kendi
eseri Çileci'den alıntılanan şu yazıt yer almaktadır:
“ Hiçbir
şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)
hiçbir
şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)
özgürüm.
(Είμαι λεύτερος.)
Kazancakis'in
romanı Türkiye'de ilk kez 1969'da Cem Yayınevi tarafından Ender Gürol'un
Türkçesiyle ve yine Günaha Son Çağrı adıyla yayımlanmıştı.
Film
de roman gibi özellikle radikal Hristiyan gruplarca şiddetle protesto edilmiş,
hatta Paris'te filmin gösterildiği bir sinema salonu Molotov kokteyli atılarak
yakılmak istenmişti. İngiliz televizyonlarında
gösterildiğinde ise seyircilerden şikâyet alma rekorunu kırmıştı.
İstanbul Festivali'nde gösteriminin yapıldığı Emek Sineması'na bomba ihbarları
yapılmıştı.
Jenerikte de
belirtildiği üzere film İncillerde anlatılanları harfiyen tekrarlamaz, Hz.
İsâ'nın tasavvufi, gizemli ve kutsal yönlerini ön plana çıkarmak yerine onun
zaaflarını, korku ve endişelerini yani sıradan insanlarda olduğu gibi insani
yönlerini irdeleyen kurgusal bir yapıttır.
Çekimlerinin
tamamı Fas'ta gerçekleştirilen "Günaha Son Çağrı" 70 mm geniş format
negatife 6 kanallı ses sistemiyle çekilmiştir. Görüntü yönetmeni Michael
Ballhaus'tur.
1989'da
Martin Scorsese'ye En İyi Yönetmen Akademi Ödülü adaylığı getiren bu film Altın
Küre ve Grammy adaylıklarından başka Venedik Film Festivali'nde de özel bir
ödül kazanmıştı. Bu arada Yahuda rolündeki Harvey Keitel'a da "en kötü
yardımcı aktör" Ahududu Ödülü verildi.
Filmden
Kesitler
Hz. İsâ:
“Babama inme
inmesine sebep benim’ diye mırıldandı, “Magdalena’nın fahişeliğe düşmesine
sebep benim; İsrail’in hâlâ boyunduruk altında olmasına sebep benim...”
**
Yahuda:
Hepimiz
günah işleriz.
Hz. İsâ:
Benim
gibi değil. Ben bir yalancıyım. İkiyüzlüyüm. Her şeyden korkuyorum. Doğruyu
söylemiyorum. Buna cesaretim yok. Bir kadın gördüğüm zaman kızarıp kafamı
çeviriyorum. Onu arzuluyorum, ama elimi sürmüyorum. Efendimiz için. Ve bu bana
gurur veriyor. Ve bu gurur Mecdelli Meryem'e zarar veriyor. Çalmıyorum,
dövüşmüyorum adam öldürmüyorum. İstemediğimden değil, korktuğum için. Size
karşı isyan etmek istiyorum, her şeye karşı. Tanrı'ya karşı. Ama korkuyorum. Annem babam kim, bilmek ister
misin?
Benim
Tanrım kim, bilmek ister misin?
Korku.
Yüreğime bakarsan sadece bunu görürsün. Ama içimizdeki kötülükler ne kadar
çoksa tövbemiz de o kadar güçlü olur.
Şeytan
benim içimde. Bana, "Sen Kral Davut'un oğlu değilsin. "Sen bir
insan değilsin, İnsanoğlusun. "Ondan da öte, Tanrı'nın Oğlusun. Ondan da
öte, sen Tanrı'sın" diyor. Başka sorun var mı? Her şey Tanrı'dan
kaynaklanıyor. Her şeyin iki anlamı var.
(Bu
hal Peygamberliğe ve veliliğe geçişte görülür.)
**
Yahuda:
Bu
işin sırrı ne? Bana sırrını söyle.
Hz. İsâ:
Merhamet.
Yahuda:
Kimin
için? Kendin için mi?
Hz. İsâ:
İnsanlar
için. Düşmanlarımız da insan. Her şey için. Eşekler otlar, serçeler için. Ya karıncalar? Onlara
da acıyor musun? Evet. Her şey Tanrı'nın bir parçası. Bir karınca görünce, onun
o parlak, siyah gözlerine bakınca ne
görüyorum, biliyor musun?
Tanrı'nın yüzünü görüyorum. Ölmekten korkmuyor
musun? Niye korkayım? Ölüm kapanan değil, açılan bir kapıdır. Açılır, sen de
içeri girersin.
Yahuda:
Seni öldürmezsem ne olacak? İnsanlara
sesleneceğim. Onlara ne söyleyeceksin? Ben sadece ağzımı açacağım, Efendimiz
konuşacak. Belki de Tanrı, beni öldürmen için göndermedi seni. Belki de benim
peşimden gelmen için gönderdi. Yanlış anlama. Bu işi çözene kadar seninleyim.
Ama amacımızdan şu kadar bile sapsan seni öldürürüm.
**
Hz. İsâ:
Kimsin
sen? Senin ruhun. Ruhum mu? Yalnızlıktan korkuyorsun. Adem gibisin. O da beni
çağırmıştı. Bir kaburgasını alıp kadına
çevirdim. Buraya beni kandırmaya geldin. Kandırmaya mı? Bir kadını sevip
kollamak, aile kurmak yanlış mı? Niye dünyayı kurtarmaya çalışıyorsun?
Günahların sana yetmiyor mu? Dünyayı kurtarabileceğini sanıyorsun, bu ne kibir!
Dünyayı kurtarmana gerek yok. Sen kendini kurtar. Sevgiyi bul. Benim
sevgim var. Bak gözlerime bak.
Göğüslerime bak. Tanıdın mı? Kafanı salla yeter. Birlikte benim yatağımda
uyanırız.
**
Hz.
İsâ:
Burası
benim Babamın evi! Burası ibadet etmek için ticaret yapmak için değil!
Tanrı'nın saraylara ihtiyacı yok. Selvilere, kurban edilmiş hayvanlara ihtiyacı
yok! Şekel'lerinize ihtiyacı yok!
Haham:
İnsanlar
vergiyi Roma parasıyla mı ödesin? Olmayan tanrıların resimleri var üzerinde! Bu
tanrılar tapınağımıza mı girsin? Bütün yabancı paralar Şekel'e çevrilecek.
Kanun budur.
Hz. İsâ:
Ben
o kanunları fırlatıp attım. Yeni kanunlarım ve yeni bir müjdem var.
Haham:
Neymiş
o? Yoksa Tanrı fikrini mi değiştirmiş?
Hz.
İsâ:
Hayır.
Sadece daha fazlasını yapabileceğimizi düşünüyor, hepsi bu.
Haham:
Senin
yeni kanunun bu kargaşa mı? Buna nasıl cüret
Nasıl cüret ederim ha?
Hz.
İsâ:
Eski
kanunlar benimle bitti, yenileri de benimle başlayacak. Ben, "ben"
dediğim zaman "Tanrı" diyorum.
Haham:
Bu
bir küfürdür. Size söylemediler mi?
Hz.
İsâ:
Ben küfürlerin aziziyim. Hata yapmayın. Ben barış için gelmedim.
Ben kılıçla geldim.
Haham:
Böyle
konuşursan öldürülürsün. Öldürülür müyüm?
Hz.
İsâ:
Beni dinleyin. Bu tapınak üç gün içinde yıkılacak! Yerle bir
olacak! Taş taş üstünde kalmayacak! Tanrı sadece size mi ait sanıyorsunuz? O
size ait değil. Tanrı, herkese ait olan ölümsüz ruhtur. O, bütün dünyaya ait.
Seçilmiş olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Tanrı Yahudi değildir!
**
Hz.
İsâ:
O
adamı dinlemek istiyorum. Oraya gitmene gerek yok.
Pavlus:
Yalan
söyledim, çaldım, aldattım kumar
oynadım, fahişelerle yattım, sarhoş oldum, işkence yaptım, adam öldürdüm. Evet,
adam öldürdüm! Musa'ya karşı gelen herkesi öldürdüm. Ve bunu sevdim, hoşuma
gitti, bundan zevk aldım. Çünkü Tanrı'nın istediği şeyi yaptığımı sanıyordum.
Tanrı'nın istediği şeyi yaptığımı sanıyordum. Ve Kudüs başrahibi yakıp yıkmam
için beni Şam'a gönderdi. Şam'a giderken, şehrin hemen dışında, gündüz
vakti beyaz bir ışık gözlerimi kör etti.
Evet. Ve bir ses duydum. "Saul, niye bana kötülük ediyorsun?
"Neden bana karşısın?" "Sen de kimsin" dedim. Ses de
bana "Hz. İsâ'yım" dedi. Ve
benim gözlerimi açtı. Bir çocuk gibi çaresiz, yıkmaya gittiğim şehre
sürüklendim. Ve Tanrı bana Hananya'yı gönderdi. Ellerini üstüme koydu, ben de
gözlerimi açtım. Vaftiz edildim ve adım Pavlus oldu. Ve şimdi sizlere
müjdeyi duyuruyorum. Bu, Nasıralı Hz. İsâ
hakkında. O Meryem'in oğlu değildi. O, Tanrı'nın oğluydu. Annesi bakireydi.
Cebrail gelip Tanrı'nın tohumunu onun rahmine koydu. İşte o böyle doğdu. O bizim günahlarımız için cezalandırıldı. İşkence
gördü ve çarmıha gerildi. Ama üç gün sonra dirildi ve cennete gitti. Ölüm
yenilmişti! Amin. Bu ne demek anlıyor musunuz? O, ölümü yendi. Bütün
günahlarımız bağışlandı. Artık Tanrı'nın saltanatı hepimize açık. Herkese!
Hz.
İsâ:
Dirildikten
sonra Nasıralı Hz. İsâ'yı hiç gördün mü? Kendi gözlerinle gördün mü?
Pavlus:
Hayır,
ama beni kör eden ışığı gördüm ve sesini duydum.
Hz.
İsâ:
Yalan
söylüyorsun. Havarileri onu görmüş. Bir evde saklanıyorlarmış. Kapı kilitliymiş
ve onlara gözükmüş. Yalancı. Yalan söylüyor!
Pavlus:
Dur
biraz. Dursana, seninle konuşmak istiyorum.
Hz.
İsâ:
Ben
çarmıha gerilmedim. Ben dirilmedim. Ben bir insanım.
Pavlus:
Sus!
Niye yalan söylüyorsun? Sen neden bahsediyorsun?
Hz.
İsâ:
Ben
Meryem'le Yusuf'un oğluyum. Celile'de vaaz veren bendim. Yandaşlarım vardı,
onlarla Kudüs'e gittik. Pilatus beni mahkum etti, Tanrı da kurtardı.
Pavlus:
Kurtarmadı.
Sen kimden söz ediyorsun?
Hz.
İsâ:
Bana
olanları anlatma, çünkü ben biliyorum. Artık bir insan gibi yaşıyorum.
Çalışıyorum, yemek yiyorum, çocuklarım var. İlk defa hayatın tadını
çıkarıyorum, ilk defa. Beni anladın mı? İyisi mi benim hakkımda yalanlar uydurma
yoksa herkese gerçekleri söylerim!
Pavlus:
Dursana
sen. Senin derdin ne? Etrafına baksana. Şu insanlara baksana. Suratlarına
baksana. Ne kadar mutsuzlar, nasıl acı çekiyorlar, görüyor musun? Onların tek
umudu Hz. İsâ'nın dirilmiş olması. Senin Hz. İsâ olup olmaman beni hiç
ilgilendirmez. Dirilen Hz. İsâ dünyayı kurtaracak, önemli olan da bu.
Hz.
İsâ:
Bunların
hepsi yalan. Yalanlarla dünyayı kurtaramazsın.
Pavlus:
İnsanların
ihtiyaçlarına, inançlarına göre gerçeği baştan yarattım. Kurtuluş için seni
çarmıha germem gerekiyorsa bunu yaparım. Seni diriltmem gerekiyorsa onu da
yaparım. Buna izin vermem. Herkese gerçeği söyleyeceğim. Durma. Hadi. Hemen
şimdi söyle. Sana kim inanır? Bu işi sen başlattın, artık durduramazsın. Bana
inanan herkes seni öldürür.
**
Hz.
İsâ:
“Sana söylüyorum, Yahuda kardeşim,” diye devam etti Hz. İsâ.
“Duymuyor musun? Seni selamlıyorum, ama senin elini göğsüne koyup da ‘Seni
gördüğüme sevindim!’ dediğin yok. Kudüs’ün acı çekmesi seni dilsiz mi yaptı?
Dudaklarını ısırıp durma öyle. Erkeksin, dayan, ağlamaya başlama. Görevini
cesurca başardın. Kollarındaki, göğsündeki, yüzündeki yaralar, bir aslan gibi
dövüştüğünü bar bar bağırıyor, yaraların hepsi de ön tarafında. Ama insan Tanrı
karşısında ne yapabilir ki? Kudüs’ü kurtarmak için savaşırken, Tanrı’yla
savaşıyordun. Onun zihninde kutsal şehir yıllar önce küle çevrilmişti bile.”
“Bak, bir adım daha yaklaştı,”
diye mırıldandı Filipus, korkarak. “Başını tıpkı bir boğa gibi omuzları içine
gömdü. Şimdi saldıracak.”
“Kenara çekilelim, çocuklar,” dedi
Natanael. “Bakın yumruğunu kaldırdı.”
“Efendimiz, efendimiz, aman
dikkatli ol!” diye bağırdı Marta ile Maria ilerleyerek.
Ama Hz. İsâ, sakin sakin,
konuşmaya devam ediyordu. Yine de dudakları belli belirsiz titremeye
başlamıştı.
“Ben de elimden geldiği kadar
savaştım Yahuda kardeşim. Gençliğimde dünyayı kurtarmaya çıktım. Sonradan
kafam olgunlaştıktan sonra hizaya geldim. İnsanların hizasına. İş görmeye
başladım: Toprağı sürdüm, kuyular kazdım, asma ve zeytin diktim. Kadın bedeni
aldım kollarımın arasına, insanlar yarattım, ölümü yendim. Hep böyle
yapacağımı söylemez miydim? Sözümde durdum işte, yendim ölümü!”
Yahuda birden saldırdı, karşısına
çıkan Petrus ile kadınları bir kenara itti ve vahşi bir çığlık attı:
“Hain!”
Hepsi taş kesildi. Hz. İsâ’nın
benzi attı ve ellerini göğsüne koydu.
“Ben mi? Ben, Yahuda?” diye mırıldandı. “Ağır bir söz
söyledin. Geri al!”
“Hain! Kaçak!”
Minik ihtiyarlar sapsarı
kesildiler ve kapıya doğru gitmeye başladılar. Thomas Sokağı bulmuştu bile. İki
kadın ileri atıldı.
“Kardeşlerim, gitmeyin,” diye bağırıyordu Maria. “Şeytan
efendisine el kaldırdı. Vuracak!”
Petrus kaçmak üzere kapıya doğru
seğirtiyordu. “Nereye gidiyorsun?” dedi Marta, yakalayıp. “Yine mi inkâr
edeceksin onu? Yine mi?”
“Ben bu işe burnumu sokmam,” dedi
Filipus. “İskariyot’un güçlü kolları var, bense ihtiyarım. Yürü gidelim
Natanael.”
Yahuda ile Hz. İsâ şimdi yüz yüze
gelmişlerdi. Yahuda’nın bedeninden buhar çıkıyordu. Ter ve çürümüş yara
kokuyordu.
“Hain! Kaçak!” diye haykırdı yeniden. “Senin yerin çarmıhtı. İsrail’in
Tanrısı savaşman için seni oraya koymuştu. Ama ayakların dondu, ölüm başını
kaldırır kaldırmaz da gerektiği kadar hızlı kaçamadın! Koşup Marta ile
Maria’nın etekleri içine saklandın. Korkak! Yüzünü, adını değiştirdin, sahte Lazar
seni, kendini kurtarasın diye!”
“Yahuda İskariyot,” diye sözünü kesti Petrus (kadınlar
ona güç vermişlerdi), “Yahuda İskariyot insan efendisiyle böyle mi konuşur?
Hiç saygın kalmadı mı?”
“Ne? Efendi mi?” diye haykırdı
İskariyot, yumruğunu havada sallayarak.
“Kuzum senin görmek için gözün,
yargılamak için zihnin yok mu? Ne demişti o bize, ne sözü vermişti? Aşağı inip
İsrail’i kurtaracak olan melekler ordusu hani nerde kaldı? Göğe sıçramamıza
yarayacak o tahta çarmıh nerde? Çarmıhla karşı karşıya gelir gelmez, o sahte
mesihin başı döndü ve bayıldı. Derken kadınlar onu alıp kendileri için çocuk
imal etsin diye götürdüler. Savaştığını, yılmadan savaştığını söylüyor. Evet,
tünemiş horoz gibi kabarıp duruyor. Senin yerin çarmıhtaydı kaçak seni, biliyorsun.
Başkaları kısır toprakları, kısır kadınları tarıma elverişli yapabilirdi. Senin
görevin çarmıha çıkmaktı. Evet, çarmıha! Ölümü yenmekle övünüyorsun, vah
zavallı! Böyle mi yenilir ölüm? Çocuk yaparak, Şaron için lokma hazırlayarak!
Çocuk dediğin nedir ki, Şaron’a lokma! Et pazarı oldun onun için, yiyecek et
verip duruyorsun ona. Hain! Kaçak! Korkak!” “Yahuda, kardeşim,” diye mırıldandı
Hz. İsâ. Tepeden tırnağa tir tir titremeye başlamıştı. “Yahuda kardeşim,
daha sevgiyle konuş.”
“Kalbimi kırdın marangozun oğlu,” diye gürledi. “Nasıl sevgiyle
konuşabilirim ki? Bazen bir dul gibi bağırıp ağlamak, başımı kayalara vurmak
istiyorum! Lanet olsun doğduğun güne, doğduğum güne, seninle karşılaştığım
âna, ne umutlarla doldurmuştun beni! Başta giderken, bizi de arkandan
sürüklerken, gökten, yeryüzünden söz ederken, ne büyük zevkti o, ne özgürlük,
ne zenginlik! Üzümler on iki yaşındaki çocuklar gibi iri iriydi. Tek bir
buğday yetiyordu bizi doyurmaya. Bir gün beş somun ekmeğimiz vardı: Binlerce
kişiyi doyurmuştuk, on iki sepet dolusu da geri kalmıştı. Ya yıldızlar: Ne
ihtişamdı, gökte ışık nasıl da taşardı! Yıldız değil melekti onlar. Hayır,
melek de değildi, bizlerdik bizler, havarilerin, doğar batardık, sen
ortamızdaydın, Kuzey Yıldızı gibi yerinden kıpırdamazdın, biz çevrende dans
eder dururduk! Beni kollarınla sarardın hatırlıyor musun? Ve yalvarırdın bana:
‘Beni ele ver, ele ver beni!’ diye. ‘Çarmıha gerilmem, sonra da dirilmem
gerek, ancak o şekilde dünyayı kurtarabiliriz!’ diye.”
Yahuda sustu bir süre, içini
çekti. Yaraları açılmış, akmaya başlamıştı. Küçük ihtiyarlar, yine birbirine yapışmış,
başları önlerine eğik, hatırlamaya, canlanmaya çalışıyorlardı.
Yahuda’nın gözü içine, bir damla
yaş düştü. Öfkeyle onu ezip yine bağırmaya başladı. Yüreği boşalmamıştı daha!
‘“Ben
Tanrı’nın koyunuyum,’ diye
melerdin, ‘dünyayı kurtarmak üzere kurban edileceğim. Yahuda kardeşim,
korkma. Ölüm, ölümsüzlüğün kapısıdır. O kapıdan geçmem gerek. Bana yardım et!’
diye. O zaman öyle seviyordum ki seni, öyle güveniyordum ki sana, ‘Peki’
demiş, gidip seni ele vermiştim... Ama sen... sen...”
Dudakları köpük köpük olmuştu. Hz.
İsâ’yı omuzlarından yakaladı, şiddetle sarstı, duvara yapıştırdı. Yeniden
bağırmaya başladı:
“Burada işin ne senin? Çarmıha
gerilmemiş miydin sen?
Korkak! Kaçak! Hain! Bütün
başardığın şey bu mu oldu? Utanmak nedir bilmez misin sen? Yumruğumu kaldırıp
soruyorum sana: Niye, niye gerilmedin çarmıha?” “Ne olur sakin ol!” diye
yalvardı Hz. İsâ. Beş yarasından kan sızmaya başlamıştı.
“Yahuda İskariyot,” diye sözüne
devam etti, “acımak nedir bilmez misin sen? Ayaklarımı, ellerimi görmüyor
musun? İnanmıyorsan elini bağrıma koy. Bak, kanıyor.” Yahuda gülmeye çalıştı.
Derken yere tükürdü ve bağırdı:
“Ya,
marangozun oğlu, işte böyle, beni aldatamazsın. Koruyucu meleğin geceleyin
geldi...”
Hz. İsâ sarsıldı.
“Koruyucu meleğim mi?..” diye
mırıldandı ürpererek.
“Evet,
koruyucu meleğin: Şeytan. Ellerindeki, ayaklarındaki böğründeki kırmızı
lekelere bastı, dünyayı aldatabil de, kendin de aldanmış ol diye. Niçin bana
öyle bakıyorsun? Niye cevap vermiyorsun? Korkak! Kaçak! Hain!”
Hz. İsâ gözlerini kapadı. Düştü
düşecekti, zor duruyordu ayakta. “Yahuda,” dedi, titreyen sesiyle, “sen hep
ele avuca bir türlü sığmayan vahşi biriydin, insan sınırı diye bir şey kabul etmezdin.
İnsanın ruhunun bir ok olduğunu unuturdun: O, göğe elinden geldiği kadar
atılabilir, ama eninde sonunda yeniden yere düşer. Yeryüzünde hayat, insanın
kanatlarını dökmesi demektir.”
Bunu duyan Yahuda çılgına döndü.
“Utanmaz adam!” diye bağırdı. “Bu hale mi düşecektin, Davut’un oğlu, Tanrı’nın
oğlu, mesih! Yeryüzünde hayat: Ekmek yemek, ekmeği kanada çevirmek, su içmek,
suyu kanada çevirmek demektir. Yeryüzünde hayat, kanatlanmak demektir. Sen
böyle demiştin bize, sen! Hain! Bunlar benim sözlerim değil, senin kendi
sözlerin. Unuttuysan, hatırla! Matta, yazıcı, neredesin? Gel buraya! Şu
kalabalık kâğıtlarım aç, hep yüreğine yakın bir yerde taşırsın onları, ben
nasıl bıçağımı taşırsam. Aç yazdıklarını. Zaman, güve ve ter yemiş bitirmiş,
ama birkaç kelime hâlâ seçilebiliyor. Aç Matta, aç oku da söz konusu bey
duysun, hatırlasın. Gecenin birinde Nikodemus adında Kudüs’ün ileri
gelenlerinden biri, ona gizlice gelip ‘Kimsin? İşin nedir?’ diye sormuş. Ve sen
marangozun oğlu sen ona ne cevap vermiştin, hatırla! ‘Kanat yaparım!’ demiştin.
Dediğin gibi hepimiz sırtımızdan kanat çıktığını duyduk. Ya şimdi bu halin ne,
tüyü yolunmuş horoz gibi inildeyip duruyorsun: ‘Yeryüzünde hayat, kanat
dökmektir!’ diyorsun. Hıh! Defol, gözüm görmesin! Hayat baştan başa yıldırım
ve gök gürültüsü değilse, ben neyleyeyim öyle hayatı? Yaklaşma yanıma yaklaşma
Petrus, yel değirmeni; ne de sen kibar Andreas. Bağrışmayın öyle kadınlar. Onu
tedirgin edecek değilim. Niçin elimi kaldırayım? O ölmüş ve gömülmüş. Hâlâ
ayakta duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ama ölü aslında. Leş! Tanrı onu bağışlasın,
Tanrı bağışlasın diyorum, ben bağışlayamam. İsrail’in kanı, gözyaşları, külleri
başına düşsün!”
Minik ihtiyarların gücü
tükenmişti, hepsi birden yere yığılıverdiler. Anıları canlandı, yeniden genç
gibiydiler, göklerin hâkimiyetini, tahtları, ihtişamı hatırlıyorlardı. Birden
ağıt okumaya başladılar. İnildeyerek, ağlayarak alınlarını taşlara
vuruyorlardı.
Birden Hz. İsâ da katıla katıla
ağlamaya başladı. “Yahuda, kardeşim, bağışla beni!” diye bağırarak
Kızılsakal’ın kolları arasına atıldı. Ama Yahuda geri çekildi, ellerini uzattı,
yaklaştırmıyordu. “Dokunma bana,” diye bağırdı. “Artık hiçbir şeye
inanmıyorum, hiç kimseye inanmıyorum. Kalbimi kırdın benim!”
Hz. İsâ sendeledi. Döndü, yakalamak
için bir şey aradı. Kadınlar yere yüzükoyun düşmüşler, saçlarını başlarını
yoluyorlar ve çığlık atıyorlardı, havariler öfke ve nefretle ona bakıyorlardı.
Zenci kaybolmuştu.
“Ben
hainin, kaçağın, kokağın biriyim,” diye
mırıldandı. “Şimdi
farkındayım, mahvoldum! Evet, evet, çarmıha gerilmem gerekti, ama yıldım ve
kaçtım... Bağışlayın, kardeşlerim, sizleri aldattım. Hayatımı yeniden
yaşayabilseydim ah!”
Konuşurken yere yığılmıştı, şimdi
başını avlunun çakıl taşlarına vuruyordu.
“Arkadaşlarım, eski dostlarım,
bana güzel bir söz söyleyin, avutun beni. Yok oluyorum, mahvoluyorum! Elimi
uzattım. Aranızdan biri de kalkıp elimi tutmayacak mı, bir çift laf etmeyecek
mi? Yok mu kimse? Kimse? Sen de mi sevgili Yahya? Ya sen Petrus?”
“Ne söyleyeyim, söylenecek ne var?”
diye inildedi sevgili havari. “Bizi nasıl büyüledin Meryem’in oğlu?” “Bizi
aldattın,” dedi Petrus, gözyaşlarını silerek. “Yahuda haklı, sözünde durmadın.
Ömürlerimiz boşa gitti.” Minik ihtiyarlar yığınından ansızın bir ağızdan
iniltili bir gürültü çıktı:
“Korkak! Kaçak! Hain!”
“Korkak! Kaçak! Hain!”
Matta inliyordu: “Bütün emeğim
boşa gitti, boşa, boşa! Sözlerini ve hareketlerini peygamberlerinkiyle ne güzel
uyuşturmuştum! Kolay iş değildi, ama başarmıştım. Kendi kendime geleceğin
havralarında dindarların kalın altın kaplı kitapları açıp: Bugünkü dersimiz
Matta’ ya göre Incil’den, diyeceklerini umardım hep. Bu düşünce bana kanat
verir, yazar dururdum. Ama şimdi bütün ihtişam duman oldu gitti. Nankör seni!
Okuma yazma bilmez adam! Hain! Sende suç. Çarmıha gerilmen gerekti. Evet, sırf
benim uğruma bile olsa, bu yazılar kurtulsun diye çarmıha gerilmen gerekti!”
Bir kez daha minik ihtiyarlar hep
bir ağızdan gürültüyle inlediler:
“Korkak! Kaçak! Hain!”
“Korkak! Kaçak! Hain!”
Tam o sırada Thomas kapıdan hızla
girdi, “Efendimiz,” diye bağırdı. “Herkes se.i bıraktı, sana hain diyor, ben
bırakmayacağım! Terk etmeyeceğim seni, hayır, bırakmayacağım. Ben, Thomas
peygamber. Çarkın döndüğünü söyledik. Bu yüzden yanından ayrılmayacağım.
Çarkın dönmesini bekliyorum.”
Petrus kalktı. “Yürüyün gidelim!”
diye bağırdı. “Yahuda öne düş, bize kılavuzluk et!”
Solukları tıkanır gibi olan minik
ihtiyarlar kalktılar. Hz. İsâ yere uzanmıştı yüzükoyun, kolları iki yana
açılmıştı. Bütün avluyu kaplıyordu. Yumruklarını ona doğru uzatmışlar,
bağırıyorlardı:
“Korkak! Kaçak! Hain!”
“Korkak! Kaçak! Hain!”
Birbiri ardından bağırmaya
başladılar, “Korkak! Kaçak! Hain!” deyip kayboldular.
Hz. İsâ kaygı içinde gözlerini
döndürerek baktı. Yalnızdı. Avlu, ev, ağaçlar, köy kapıları, köyün kendi, hepsi
yok oluvermişti. Ayakları altında taşlardan başka bir şey kalmamıştı, kanla
kaplı taşlardan başka; daha aşağıda da, uzaklarda bir kalabalık vardı:
karanlıkta binlerce baş.
Bütün gücüyle nerede olduğunu, kim
olduğunu, niye acı duyduğunu hatırlamaya çalıştı. Bağırışını tamamlamak
istiyordu, LAMA SABAKTANİ...
(Tanrım, beni niye terk ettin?)
diye bağırmak istiyordu. Dudaklarını kıpırdatmaya çalıştı, kıpırdatamadı.
Başı döndü, bayılmak üzereydi. Sanki aşağı atılmıştı, mahvoluyordu...
Ama ansızın, düşmekte, yok
olmaktayken aşağıda yerde biri ona acımış olmalı ki önünde bir saz gördü.
Sirkeye batırılmış bir süngerin dudaklarına, burun deliklerine değdiğini
duydu. Ekşi kokuyu derin derin içine çekti, canlandı, göğsünü kabarttı, göklere
baktı ve yürek parçalayıcı bir çığlık attı: LAMA SABAKTANİ!
Derken bitkin bir halde, birden
başını göğsüne eğdi.
Elleri, ayakları, yüreği feci
sızlıyordu. Gözündeki bulanıklık gitti. Dikenli tacı, kanı ve çarmıhı gördü. Kararan
güneşte iki altın küpe ile iki sıra, keskin, pırıl pırıl parlayan diş gördü.
Alaylı sert bir kahkaha duydu, küpeler ve dişler kayboldular. Hz. İsâ
yapayalnız, havada asılı kaldı.
Başı titriyordu. Birden nerede
olduğunu, kim olduğunu, niçin acı duyduğunu hatırladı. Vahşi,
dizginlenemeyecek bir sevinç sardı benliğini. Hayır, hayır, korkak, kaçak, hain
değildi. Hayır, çarmıha gerilmişti işte. Savaş alanından kaçmamıştı, sonuna
kadar dayanmıştı. Sözünde durmuştu. ELİ ELİ diye bağırdığı an
bayılmıştı. Ayartıcı, bir saniye kadar onu eline geçirmiş ve yolundan saptırmıştı.
Sevinçler, evlilikler, çocuklar yalandı. Ona korkak, kaçak, hain diye bağıran
eli ayağı tutmaz alçak ihtiyarlar hep yalandı. Hepsi, hepsi de Şeytan’ın
aldatmalarıydı. Havarileri yaşıyorlardı, sıhhatleri iyiydi. Denizler, ülkeler
aşmışlar, müjdeyi yayıyorlardı. Tanrı ya şükürler olsun, her şey olması
gerektiği gibi olmuştu.
Bir zafer çığlığı attı: BAŞARILDI!
Sanki
her şey başladı der gibiydi.
**
Açıklama:
Roman Hz.
İsâ aleyhisselâmı ikilem içerisinde irdelerken ve bir yandan Hain Yahuda’yıda
temize çıkararak konuyu bitiriyor. Her zaman olduğu gibi yine şeytan suçludur.
(iyi ki var) Yahudiler her zaman Hz. İsâ aleyhisselâm hayatında olduğu gibi,
birçok peygamberin ölümüne sebep olmuşlardır.
Yahuda İskariyot İnciller'e göre havarilerin on
ikincisidir ve Hz. İsâ'ya ihanet ederek onu 30 gümüş karşılığında Yahudilere
yakalatmış, ancak daha sonra yaptığına pişman olup intihar etmiştir (Matta,
26/14-16; 27/3-5).
Yahuda İskariyot'tan boşalan yere diğerleri tarafından
kura sonucu Mattias seçilmiştir (Resullerin İşleri, 1/23-26).
Hıristiyan inancına göre on iki havariden biri olan
Yahuda İskariyot, Hz. İsâ ve diğer havarilerle birlikte yediği son akşam
yemeğinden sonra Hz. İsâ'ya ihanet ederek bulunduğu yeri haber vermiş ve onu Yahudilere
yakalatmıştır. Böylece İsâ haçta can vermiştir. Kur'an'a
göre ise Allah'ın kudretiyle bir kişi (Yahuda İskariyot ?) onlara İsâ gibi
gösterilmiş, onlar da İsâ zannederek bu kişiyi haça germişler; Allah, haça
germe işlemi gerçekleşmeden önce İsâ'yı kendi nezdine kaldırmıştır
(Nisâ 4/158},
Böylece onlar İsâ'yı ne öldürmüşler
ne de asmışlardır; fakat öldürdükleri onlara İsâ gibi gösterilmiştir (Nisâ 4/157).
Bir rivayete göre de Hz. İsâ havârileriyle birlikte
bir evde iken ev kuşatılır. Evi kuşatanlar içeri girdiklerinde havarilerin
hepsi Hz. İsâ'nın suretine büründürülür. Onlar, "Bize sihir yaptınız,
ya İsâ'yı gösterirsiniz ya da hepinizi öldürürüz" deyince İsâ, "Bugün
sizden kim cennet karşılığı canını verir?" diye sorar. İçlerinden
biri kabul eder ve evi kuşatanların yanına giderek İsâ olduğunu söyler.
(Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi)
(OKUYUN BİLMEKTE FAYDA VAR:
Nikos Kazancakıs’inin
Günaha Son Çağrı kitabında bu bilgiler işlenilmektedir. )
HZ. İSA ALEYHİSSELÂM HAKKINDA KAHİN VANGA DİYOR Kİ
"Hz.
İsa ile ilgili bilinen çoğu şey yanlıştır. Onun bir babası vardı, başka bir
kozmik ırktandı. Yani İsa bir melezdi. Onlar Dünya'da 56 büyük hanedanlıktır ve
de burayı yönetirler. İşin kötü tarafı materyal olana eğilimlerinin
oluşmasıdır. Gelecekle beraber "yeni olan" geliyor ve de onlar
korkuyorlar, endişe içerisindeler. Bundan dolayı gerçeklerin üstünü iyice
kapatmak için inanılmaz uğraş veriyorlar."
Hz. İsa
ölümsüz değildi, çok büyük bir kahindi fakat ölümlüydü. Haçtan indirildiğinde
hayattaydı. Şifacı Varlaam ona bir ilaç içirmişti ve böylece İsa'nın astral
bedeni ayrıldı. Sonra Nikodim'in bahçesinde onu tekrardan şuurlu hale
getirdiler.
Eski Ahit,
Gücün diktesiyle tam 40 kişi tarafından oluşturulmuştur. (Aslında bu
sözlerimden dolayı Kilise ile sorunlar yaşayabilirim.) İncil, Sn. Paul'un
uydurmasıdır. İsa öğretisinin aslının bir kısmını Didache 'de görebiliriz.
Didache bugün Kudüs'te koruma altındadır. Hz. İsa'nın ölümünden sonra, Tanrı
korkusu altında kardeşi Yakov (Yakup) tarafından derlenmiştir. Yakov, İsa'dan
sonraki ilk hanedandır ve ondan sonra başlanır... Bu bir aile geleneğidir. Bu
gün Avrupa'da ülkeleri gerçekte yönetenler onlardır. Fransa'dan Almanya'ya,
İtalya'dan İngiltere'ye kadar tüm büyük devletlerin kralları o sülaledendir.
İsa'nın
kardeşleri olduğu gibi (4 erkek ve 3 kız kardeş), Maria Magdalena'dan olan
çocukları da vardı. (2 erkek, 1
kız) Sn. Paul kızları Sara ile evliydi. Paul, öğretiye erişmemişti, o her şeyi
değiştirdi. Öğretiyi ticarete dönüştürdü. Ruh ile ticaret yapıyordu...
Hz.
İsa 83 yaşında vefat etti, naşı bugün Fransa'da bulunuyor.
Daha
sonraları İsa'nın öğretisiyle iyice ilgisiz hale gelen Hristiyanlığa karşın Hz.
Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) geldi.
Kaynak:
Renan
Seçkin, Kahin Vanga, 2009, İstanbul, s.142
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar