Print Friendly and PDF

Günaha Son Çağrı

 

THE LAST TEMPTATİON OF CHRİST (1988) (Günaha Son Çağrı)  Film          

“SEYREDİLMESİ GEREKEN FİLMLERDEN”

Yönetmen: Martin Scorsese

Vizyon Tarihi:          12.08.1988

Tür:    Dram-Tarih

Süre:   164 dk

Ülke:  ABD, Kanada

Dil:     İngilizce

Oyuncular: Willem Dafoe, Harvey Keitel, Paul Greco, Steve Shill, Verna Bloom

Özet:

Roma'lıların zulmünden korkan Hz. İsâ aleyhisselâm, onlar için çarmıh yapmaktadır. Onun yaptığı bu çarmıhlarda birçok masum Yahudi can vermiştir. Günahlarından bunalan Hz. İsâ, Tanrı'nın kendisiyle konuştuğunu ve ona seçilmiş kişi olduğunu söylediğini hissetmeye başlar. Fakat kurtuluş için, çarmıhta can vermesi gerektiğini düşünmektedir. Romalıların kendisini yakalamasını isteyen Hz. İsâ, (Yahuda) Judas'tan kendisine ihanet etmesini ister. Fakat Hz. İsâ’yı çarmıhta bir sürpriz beklemektedir. Bu sürpriz şeytanın aldatmasına karşı son mücadele verişidir.

Roman’ın Önsözü

"Hz. İsâ'nın doğasındaki ikilik, Tanrı'ya ulaşmak için hem insani hem de insanüstü bu arzu hiçbir zaman anlayamadığım bir sırdır benim için. Gençliğimden beri en büyük acım, bütün neşemin ve dertlerimin kaynağı, yüreğimle gövdem arasındaki sonu gelmeyen o acımasız çatışma olmuştur...ve ruhum da bu iki ordunun karşılaşıp dövüştüğü bir arenadır."

 Nikos Kazantzakis

 

Hz. İsâ’nın ikili özü, insanın Tanrı’ya erişmek, daha doğrusu, Tanrıya dönüp kendini onunla bir kılmak için, alabildiğine in­sansı, insanüstü özlemi benim için hep, derin, anlaşılmaz bir sır olmuştur. Bu denli gizemli, gizemli olduğu kadar da gerçek bu Tanrı özlemi, bende derin yaralar açtığı gibi, gürül gürül fışkıran kaynaklar da meydana getirmiştir.

Gençliğimden beri içimi kemiren başlıca kaygı, bütün sevinç ve üzüntülerimin kaynağı, zihin ile beden arasındaki bitmek tükenmek bilmez amansız çatışma olmuştur.

İçimde, Kötü Olan'ın, insansı, insan-öncesi, ta ilkten var olan, karanlık güçleri var; içimde, Tanrı’nın, insansı, insan-ön­cesi o nurlu güçleri de var; ruhumsa bu iki ordunun karşılaşıp çarpıştığı savaş alanı.

İçimi kemirip durmuştur bu kaygı. Bedenimi seviyor, yok olmasını istemiyordum; ruhumu seviyor, bozulmasını istemi­yordum. Birbirlerine alabildiğine karşıt, ta ilkten var olan bu iki gücü uzlaştırmak, onlara, birbirlerinin düşmanı değil, elbirliğiyle çalışan işçi kardeşler olduklarını anlatmak için çırpınıp durdum, bir uyum içinde kıvanç bulsunlar, ben de onlarla bir­likte kıvanç duyayım diye.

Her insanda, zihince olsun, bedence olsun, tanrısal nite­likten bir nebze vardır. Hz. İsâ gizemi, işte bu yüzden, yalnızca belli bir inanç düzenine özgü bir gizem değildir; evrenseldir. Tanrı’yla insan arasındaki çatışma, herkeste, uzlaşma özlemiy­le birlikte patlak verir. Bu çatışma, çoğu zaman, bilinçdışı ve kısa ömürlü olur. Zayıf bir ruh, bedene uzun süre dayanacak güçte değildir. Ağırlaşır, bedenleşiverir, çatışma da sona erer. Ama sorumluluk duyan kişilerde, gözlerini gece gündüz Ulu Ödev’den ayırmayan kişilerde, bedenle zihin arasındaki çatış­ma amansız bir şekilde patlak verir, ölünceye kadar da sürüp gidebilir.

Ruhla beden ne kadar güçlüyse çatışma o kadar verimli, sonunda varılacak uyum da o kadar zengin olur. Tanrı, zayıf ruhları, gevşek bedenleri sevmez. Zihin, güçlü olan ve sımsıkı direnen bedenin sırtını yere getirmek ister. Doymak bilmez etyiyen kuşlardandır o; eti yer, sindirir ve yok eder.

Bedenle zihin arasındaki çatışma, başkaldırış ve direniş, uzlaşma ve boyun eğme, en sonunda da çatışmanın ulu amacı Tanrı’yla bir olma: Hz. İsâ’nın çıktığı yokuş buydu işte, onun kanlı izlerinden giderek bizi tırmanmaya çağıran yokuş.

Bunun Ulu Ödevi savaşan kişinin, Hz. İsâ’nın kurtuluşun ilk oğlunun eriştiği yüksek doruğa doğru yola çıkmak. Ama nasıl?

Onu izleyebileceksek iç çatışmasını iyiden iyiye bilme­miz, çektiği acıyı yeniden yaşamamız gerekir; yeryüzünde pıt­rak gibi yeşeren tuzaklara düşmeyişini, insanların, büyük kü­çük sevinçlerinden uzak duruşunu, gönül tokluğu ile bir başa­rıdan bir başarıya giderek, şehitlik aşamasının doruğuna, çar­mıha giden yokuşu tırmanışını yeniden yaşamamız gerekir.

Günaha Son Çağrı yı yazdığım gündüz ve geceler boyun­ca, Hz. İsâ’yla birlikte Golgota Tepesi’ne çıkarken duyduğum deh­şeti, hayatını ve ölürken çektiği acıları yaşarken duyduğum yoğunluğu, anlayışı ve sevgiyi başka hiçbir zaman duymadım. İçimi kemiren bu duyguları ve insanlığın büyük umudunu ya­zarken, gözlerim dolu dolu oldu heyecandan. Hz. İsâ’nın kanının bu denli tatlı ve acı olarak, yüreğime damla damla aktığı olma­mıştır hiç.

Özverinin doruğu çarmıh ile ruhsallığın doruğu Tanrı’ya çıkmak için, Hz. İsâ mücadele eden kişinin aştığı bütün engelleri aşmıştır. Çektiği acının bize yakın gelmesi bu yüzdendir; bu yüzdendir onu paylaşmamız; son zaferinin bize, gelecekteki kendi zaferimiz gibi gelmesi bu yüzdendir. Hz. İsâ’nın alabildiğine insansı niteliği onu anlamamıza, sevmemize ve ölüm acılarını sanki kendi acılarımızmış gibi silmemize yardım ediyor. Onda o sıcak, insansı özellik olmasaydı, bu denli güven ve sevgiy­le dokunmazdı içimize; hayatlarımız için bir örnek olmazdı.

Mücadele ediyoruz, onun da mücadele ettiğini görüyoruz ve güç buluyoruz. Dünyada yalnız olmadığımızı görüyoruz: O da bizden yana savaşıyor.

Hz. İsâ’nın hayatının her ânı bir çatışma, bir zaferdir. Basit insan zevklerinin yenilmez, büyüleyici niteliğine üstün gelmiş­tir; ayartılışlara karşı direnmiştir, bedenini sürekli olarak ruh­sallaştırmış, sonunda, göğe yükselmiştir. Golgota Tepesi’ne varmış ve çarmıha çıkmıştır.

Ama mücadelesi orada da sona ermiş değildi. Günaha çağrı, son çağrı çarmıhta onu bekliyordu. Çarmıha gerilenin sönük gözleri önünde, Kötü Olan’ın ruhu, durgun ve mutlu bir hayatın aldatıcı görüntüsünü açıverir. Hz. İsâ, insanların düz ve engelsiz yoluna sapmış gibi duyar kendini. Evlenmiştir, çoluk çocuk sahibidir. Herkes onu sevmekte ve saymaktadır. Artık yaşlı bir adam olmuş, evinin eşiğinde oturmuş, gençliğinin öz­lemlerini hatırlayarak gülümsemektedir. İnsanların yolunu seçmekte ne iyi etmiş, ne akıllıca davranmıştır! Dünyayı kur­tarmaya kalkmak ne büyük çılgınlıkmış meğer! Yokluklardan, işkencelerden ve çarmıhtan kaçmak ne büyük mutluluk!

Kurtarıcının son anlarını tedirgin etmek için şimşek gibi çakmıştı bu son çağrı.

Ama Hz. İsâ şiddetle başını sallamış, gözlerini açıp görmüştü. Tanrı’ya şükür, ihanet etmiyordu! Doğru yoldan sapmıyordu. Tanrı'nın ona verdiği görevi tamamlamıştı. Evlenmemişti, mut­lu bir hayat sürmemişti, özverinin doruğuna ulaşmıştı: Çarmı­ha çivilenmişti.

İç rahatlığıyla gözlerini kapadı. Derken bir zafer çığlığı koptu: Başardım!

Yani: Ödevimi yaptım, çarmıha geriliyorum, çağrıya ku­lak asmadım...

Bu kitabı yazmamın nedeni, mücadele eden insana, ulu bir örnek vermek isteyişimdir; acıdan, günaha çağrılardan ya da ölümden korkmamasını göstermek istiyorum ona. Çünkü bunların üçüne de yenilebilir, yenilmiştir de. Hz. İsâ acı çekmiştir, o gün bu gün de acı kutsallaştırılmıştır. Günaha çağrı, onu yo­lundan saptırmak için son ânına kadar devam etmiştir ama o, bu çağrıya kulak vermemiştir. Hz. İsâ çarmıhta ölmüş, ölümse o anda sonsuzca yenilmiştir.

Yolculuğunda karşısına çıkan her engel, daha büyük za­ferler elde etmesi için bir basamak, bir fırsat olmuştur. Şimdi karşımızda bir örnek var, yolumuzu pırıl pırıl ışıtan, bize güç veren bir örnek.

Bu kitap bir hayal hikâyesi değildir, mücadele eden herke­sin itirafıdır. Yayımlamakla ödevimi yerine getirdim, alabildi­ğine mücadele eden, hayatta çok acı çekmiş, büyük umutları olan birinin ödevini. Sevgiyle bu kitabı okuyacak her özgür insan, eskisinden daha çok, eskisinden çok daha iyi bir şekilde Hz. İsa’yı sevecektir.

NİKOS KAZANCAKİS

Kaynak:

Nikos Kazancakıs, Günaha Son Çağrı, trc: Çeviri Ender Gürol, Can Yayınları,Haziran 2011, İstanbul

Film Hakkında:

Günaha Son Çağrı, 1988 ABD yapımı dinsel epik (destansı)  filmdir. Özgün adı The Last Temptation of Christ olan film 1989 Nisan ayında 8. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterildi.

Osmanlı yönetimindeki Girit adasında doğmuş olan Yunanlı filozof, şair ve yazar Nikos Kazancakis'in 1951 yılında yazdığı "Günaha Son Çağrı" (Yunanca: Ο Τελευταίος ΠειρασμόςO Telefteos Pirasmos) adlı tartışmalı romanından senaryosunu Paul Schrader'in uyarlayıp yazdığı filmi Martin Scorsese yönetmiş, başlıca rollerinde Willem Dafoe (Hz. İsâ rolünde), Harvey Keitel (Yahuda rolünde), Barbara Hershey (Mecdelli Meryem rolünde), Irvin Kershner, Harry Dean Stanton ve David Bowie oynamışlardır.

Hıristiyanlık tarihine klasik Hollywood gözüyle değil de sadelik ve özü arayan farklı ve cesur bir gözle bakan Scorsese'nin bu filmi de tıpkı uyarlandığı Kazancakis'in romanı gibi şimşekleri üzerine çekmişti.

Kitap Roma Katolik Kilisesi tarafından derhal yasaklı kitaplar listesine alınmış, hatta Kazancakis 1957'nin sonlarına doğru, lösemi hastalığına yakalanmış olmasına rağmen Çin ve Japonya'ya son bir gezi turuna çıktı. Dönüş yolunda ise iyice hastalanan Kazancakis, Almanya'nın Freiburg kentinde vefat etti. Ortodoks kilisesi mezarlıkta defnedilmesine izin vermediğinden, Kandiye'yi çevreleyen Venedik surlarının kale burçlarından birinin altına gömüldü. Girit'te bulunan havaalanlarından birine ismi verilmiştir. Şehrin en yüksek tepesi olan Martinego’daki mezar taşında, kendi eseri Çileci'den alıntılanan şu yazıt yer almaktadır:

Hiçbir şey ummuyorum, (Δεν ελπίζω τίποτε,)

hiçbir şeyden korkmuyorum, (Δεν φοβούμαι τίποτε,)

özgürüm. (Είμαι λεύτερος.)

 

Kazancakis'in romanı Türkiye'de ilk kez 1969'da Cem Yayınevi tarafından Ender Gürol'un Türkçesiyle ve yine Günaha Son Çağrı adıyla yayımlanmıştı.

Film de roman gibi özellikle radikal Hristiyan gruplarca şiddetle protesto edilmiş, hatta Paris'te filmin gösterildiği bir sinema salonu Molotov kokteyli atılarak yakılmak istenmişti. İngiliz televizyonlarında gösterildiğinde ise seyircilerden şikâyet alma rekorunu kırmıştı. İstanbul Festivali'nde gösteriminin yapıldığı Emek Sineması'na bomba ihbarları yapılmıştı.

Jenerikte de belirtildiği üzere film İncillerde anlatılanları harfiyen tekrarlamaz, Hz. İsâ'nın tasavvufi, gizemli ve kutsal yönlerini ön plana çıkarmak yerine onun zaaflarını, korku ve endişelerini yani sıradan insanlarda olduğu gibi insani yönlerini irdeleyen kurgusal bir yapıttır.

Çekimlerinin tamamı Fas'ta gerçekleştirilen "Günaha Son Çağrı" 70 mm geniş format negatife 6 kanallı ses sistemiyle çekilmiştir. Görüntü yönetmeni Michael Ballhaus'tur.

1989'da Martin Scorsese'ye En İyi Yönetmen Akademi Ödülü adaylığı getiren bu film Altın Küre ve Grammy adaylıklarından başka Venedik Film Festivali'nde de özel bir ödül kazanmıştı. Bu arada Yahuda rolündeki Harvey Keitel'a da "en kötü yardımcı aktör" Ahududu Ödülü verildi.

 

Filmden Kesitler

Hz. İsâ:

 “Babama inme inmesine sebep benim’ diye mırıl­dandı, “Magdalena’nın fahişeliğe düşmesine sebep benim; İsrail’in hâlâ boyunduruk altında olmasına sebep benim...”

**

Yahuda:

Hepimiz günah işleriz.

Hz. İsâ:

Benim gibi değil. Ben bir yalancıyım. İkiyüzlüyüm. Her şeyden korkuyorum. Doğruyu söylemiyorum. Buna cesaretim yok. Bir kadın gördüğüm zaman kızarıp kafamı çeviriyorum. Onu arzuluyorum, ama elimi sürmüyorum. Efendimiz için. Ve bu bana gurur veriyor. Ve bu gurur Mecdelli Meryem'e zarar veriyor. Çalmıyorum, dövüşmüyorum adam öldürmüyorum. İstemediğimden değil, korktuğum için. Size karşı isyan etmek istiyorum, her şeye karşı. Tanrı'ya karşı. Ama  korkuyorum. Annem babam kim, bilmek ister misin?

Benim Tanrım kim, bilmek ister misin?

Korku. Yüreğime bakarsan sadece bunu görürsün. Ama içimizdeki kötülükler ne kadar çoksa tövbemiz de o kadar güçlü olur.

Şeytan benim içimde. Bana, "Sen Kral Davut'un oğlu değilsin. "Sen bir insan değilsin, İnsanoğlusun. "Ondan da öte, Tanrı'nın Oğlusun. Ondan da öte, sen Tanrı'sın" diyor. Başka sorun var mı? Her şey Tanrı'dan kaynaklanıyor. Her şeyin iki anlamı var.

(Bu hal Peygamberliğe ve veliliğe geçişte görülür.)

**

Yahuda:

Bu işin sırrı ne? Bana sırrını söyle.

Hz. İsâ:

Merhamet.

Yahuda:

Kimin için? Kendin için mi?

Hz. İsâ:

İnsanlar için. Düşmanlarımız da insan. Her şey için. Eşekler  otlar, serçeler için. Ya karıncalar? Onlara da acıyor musun? Evet. Her şey Tanrı'nın bir parçası. Bir karınca görünce, onun o parlak, siyah gözlerine bakınca  ne görüyorum, biliyor musun?

 Tanrı'nın yüzünü görüyorum. Ölmekten korkmuyor musun? Niye korkayım? Ölüm kapanan değil, açılan bir kapıdır. Açılır, sen de içeri girersin.

Yahuda:

 Seni öldürmezsem ne olacak? İnsanlara sesleneceğim. Onlara ne söyleyeceksin? Ben sadece ağzımı açacağım, Efendimiz konuşacak. Belki de Tanrı, beni öldürmen için göndermedi seni. Belki de benim peşimden gelmen için gönderdi. Yanlış anlama. Bu işi çözene kadar seninleyim. Ama amacımızdan şu kadar bile sapsan seni öldürürüm.

**

Hz. İsâ:

Kimsin sen? Senin ruhun. Ruhum mu? Yalnızlıktan korkuyorsun. Adem gibisin. O da beni çağırmıştı. Bir kaburgasını alıp  kadına çevirdim. Buraya beni kandırmaya geldin. Kandırmaya mı? Bir kadını sevip kollamak, aile kurmak yanlış mı? Niye dünyayı kurtarmaya çalışıyorsun? Günahların sana yetmiyor mu? Dünyayı kurtarabileceğini sanıyorsun, bu ne kibir! Dünyayı kurtarmana gerek yok. Sen kendini kurtar. Sevgiyi bul. Benim sevgim var. Bak  gözlerime bak. Göğüslerime bak. Tanıdın mı? Kafanı salla yeter. Birlikte benim yatağımda uyanırız.

**

Hz. İsâ:

Burası benim Babamın evi! Burası ibadet etmek için ticaret yapmak için değil! Tanrı'nın saraylara ihtiyacı yok. Selvilere, kurban edilmiş hayvanlara ihtiyacı yok! Şekel'lerinize ihtiyacı yok!

 

Haham:

İnsanlar vergiyi Roma parasıyla mı ödesin? Olmayan tanrıların resimleri var üzerinde! Bu tanrılar tapınağımıza mı girsin? Bütün yabancı paralar Şekel'e çevrilecek. Kanun budur.

Hz. İsâ:

Ben o kanunları fırlatıp attım. Yeni kanunlarım ve yeni bir müjdem var.

Haham:

Neymiş o? Yoksa Tanrı fikrini mi değiştirmiş?

Hz. İsâ:

Hayır. Sadece daha fazlasını yapabileceğimizi düşünüyor, hepsi bu.

Haham:

Senin yeni kanunun bu kargaşa mı? Buna nasıl cüret  Nasıl cüret ederim ha?

Hz. İsâ:

Eski kanunlar benimle bitti, yenileri de benimle başlayacak. Ben, "ben" dediğim zaman  "Tanrı" diyorum.

Haham:

Bu bir küfürdür. Size söylemediler mi?

Hz. İsâ:

Ben küfürlerin aziziyim. Hata yapmayın. Ben barış için gelmedim. Ben kılıçla geldim.

Haham:

Böyle konuşursan öldürülürsün. Öldürülür müyüm?

Hz. İsâ:

Beni dinleyin. Bu tapınak üç gün içinde yıkılacak! Yerle bir olacak! Taş taş üstünde kalmayacak! Tanrı sadece size mi ait sanıyorsunuz? O size ait değil. Tanrı, herkese ait olan ölümsüz ruhtur. O, bütün dünyaya ait. Seçilmiş olduğunuzu mu sanıyorsunuz? Tanrı Yahudi değildir!

**

Hz. İsâ:

O adamı dinlemek istiyorum. Oraya gitmene gerek yok.

Pavlus:

Yalan söyledim, çaldım, aldattım  kumar oynadım, fahişelerle yattım, sarhoş oldum, işkence yaptım, adam öldürdüm. Evet, adam öldürdüm! Musa'ya karşı gelen herkesi öldürdüm. Ve bunu sevdim, hoşuma gitti, bundan zevk aldım. Çünkü Tanrı'nın istediği şeyi yaptığımı sanıyordum. Tanrı'nın istediği şeyi yaptığımı sanıyordum. Ve Kudüs başrahibi yakıp yıkmam için beni Şam'a gönderdi. Şam'a giderken, şehrin hemen dışında, gündüz vakti  beyaz bir ışık gözlerimi kör etti. Evet. Ve bir ses duydum. "Saul, niye bana kötülük ediyorsun? "Neden bana karşısın?" "Sen de kimsin" dedim. Ses de bana  "Hz. İsâ'yım" dedi. Ve benim gözlerimi açtı. Bir çocuk gibi çaresiz, yıkmaya gittiğim şehre sürüklendim. Ve Tanrı bana Hananya'yı gönderdi. Ellerini üstüme koydu, ben de gözlerimi açtım. Vaftiz edildim ve adım Pavlus oldu. Ve şimdi sizlere müjdeyi duyuruyorum. Bu, Nasıralı Hz. İsâ hakkında. O Meryem'in oğlu değildi. O, Tanrı'nın oğluydu. Annesi bakireydi. Cebrail gelip Tanrı'nın tohumunu onun rahmine koydu. İşte o böyle doğdu. O bizim günahlarımız için cezalandırıldı. İşkence gördü ve çarmıha gerildi. Ama üç gün sonra dirildi ve cennete gitti. Ölüm yenilmişti! Amin. Bu ne demek anlıyor musunuz? O, ölümü yendi. Bütün günahlarımız bağışlandı. Artık Tanrı'nın saltanatı hepimize açık. Herkese!

Hz. İsâ:

Dirildikten sonra Nasıralı Hz. İsâ'yı hiç gördün mü? Kendi gözlerinle gördün mü?

Pavlus:

Hayır, ama beni kör eden ışığı gördüm ve sesini duydum.

Hz. İsâ:

Yalan söylüyorsun. Havarileri onu görmüş. Bir evde saklanıyorlarmış. Kapı kilitliymiş ve onlara gözükmüş. Yalancı. Yalan söylüyor!

Pavlus:

Dur biraz. Dursana, seninle konuşmak istiyorum.

Hz. İsâ:

Ben çarmıha gerilmedim. Ben dirilmedim. Ben bir insanım.

Pavlus:

Sus! Niye yalan söylüyorsun? Sen neden bahsediyorsun?

Hz. İsâ:

Ben Meryem'le Yusuf'un oğluyum. Celile'de vaaz veren bendim. Yandaşlarım vardı, onlarla Kudüs'e gittik. Pilatus beni mahkum etti, Tanrı da kurtardı.

Pavlus:

Kurtarmadı. Sen kimden söz ediyorsun?

Hz. İsâ:

Bana olanları anlatma, çünkü ben biliyorum. Artık bir insan gibi yaşıyorum. Çalışıyorum, yemek yiyorum, çocuklarım var. İlk defa hayatın tadını çıkarıyorum, ilk defa. Beni anladın mı? İyisi mi benim hakkımda yalanlar uydurma yoksa herkese gerçekleri söylerim!

Pavlus:

Dursana sen. Senin derdin ne? Etrafına baksana. Şu insanlara baksana. Suratlarına baksana. Ne kadar mutsuzlar, nasıl acı çekiyorlar, görüyor musun? Onların tek umudu Hz. İsâ'nın dirilmiş olması. Senin Hz. İsâ olup olmaman beni hiç ilgilendirmez. Dirilen Hz. İsâ dünyayı kurtaracak, önemli olan da bu.

Hz. İsâ:

Bunların hepsi yalan. Yalanlarla dünyayı kurtaramazsın.

Pavlus:

İnsanların ihtiyaçlarına, inançlarına göre gerçeği baştan yarattım. Kurtuluş için seni çarmıha germem gerekiyorsa bunu yaparım. Seni diriltmem gerekiyorsa onu da yaparım. Buna izin vermem. Herkese gerçeği söyleyeceğim. Durma. Hadi. Hemen şimdi söyle. Sana kim inanır? Bu işi sen başlattın, artık durduramazsın. Bana inanan herkes seni öldürür.

**

Hz. İsâ:

 “Sana söylüyorum, Yahuda kardeşim,” diye devam etti Hz. İsâ. “Duymuyor musun? Seni selamlıyorum, ama se­nin elini göğsüne koyup da ‘Seni gördüğüme sevindim!’ dediğin yok. Kudüs’ün acı çekmesi seni dilsiz mi yaptı? Dudaklarını ısırıp durma öyle. Erkeksin, dayan, ağlama­ya başlama. Görevini cesurca başardın. Kollarındaki, göğ­sündeki, yüzündeki yaralar, bir aslan gibi dövüştüğünü bar bar bağırıyor, yaraların hepsi de ön tarafında. Ama insan Tanrı karşısında ne yapabilir ki? Kudüs’ü kurtar­mak için savaşırken, Tanrı’yla savaşıyordun. Onun zih­ninde kutsal şehir yıllar önce küle çevrilmişti bile.”

“Bak, bir adım daha yaklaştı,” diye mırıldandı Filipus, korkarak. “Başını tıpkı bir boğa gibi omuzları içine gömdü. Şimdi saldıracak.”

“Kenara çekilelim, çocuklar,” dedi Natanael. “Bakın yumruğunu kaldırdı.”

“Efendimiz, efendimiz, aman dikkatli ol!” diye ba­ğırdı Marta ile Maria ilerleyerek.

Ama Hz. İsâ, sakin sakin, konuşmaya devam ediyordu. Yine de dudakları belli belirsiz titremeye başlamıştı.

“Ben de elimden geldiği kadar savaştım Yahuda kar­deşim. Gençliğimde dünyayı kurtarmaya çıktım. Sonra­dan kafam olgunlaştıktan sonra hizaya geldim. İnsanla­rın hizasına. İş görmeye başladım: Toprağı sürdüm, ku­yular kazdım, asma ve zeytin diktim. Kadın bedeni al­dım kollarımın arasına, insanlar yarattım, ölümü yendim. Hep böyle yapacağımı söylemez miydim? Sözümde durdum işte, yendim ölümü!”

Yahuda birden saldırdı, karşısına çıkan Petrus ile ka­dınları bir kenara itti ve vahşi bir çığlık attı:

“Hain!”

Hepsi taş kesildi. Hz. İsâ’nın benzi attı ve ellerini göğsü­ne koydu.

“Ben mi? Ben, Yahuda?” diye mırıldandı. “Ağır bir söz söyledin. Geri al!”

“Hain! Kaçak!”

Minik ihtiyarlar sapsarı kesildiler ve kapıya doğru gitmeye başladılar. Thomas Sokağı bulmuştu bile. İki ka­dın ileri atıldı.

“Kardeşlerim, gitmeyin,” diye bağırıyordu Maria. “Şeytan efendisine el kaldırdı. Vuracak!”

Petrus kaçmak üzere kapıya doğru seğirtiyordu. “Nereye gidiyorsun?” dedi Marta, yakalayıp. “Yine mi inkâr edeceksin onu? Yine mi?”

“Ben bu işe burnumu sokmam,” dedi Filipus. “İskariyot’un güçlü kolları var, bense ihtiyarım. Yürü gidelim Natanael.”

Yahuda ile Hz. İsâ şimdi yüz yüze gelmişlerdi. Yahuda’nın bedeninden buhar çıkıyordu. Ter ve çürümüş yara kokuyordu.

“Hain! Kaçak!” diye haykırdı yeniden. “Senin yerin çarmıhtı. İsrail’in Tanrısı savaşman için seni oraya koy­muştu. Ama ayakların dondu, ölüm başını kaldırır kal­dırmaz da gerektiği kadar hızlı kaçamadın! Koşup Marta ile Maria’nın etekleri içine saklandın. Korkak! Yüzünü, adını değiştirdin, sahte Lazar seni, kendini kurtarasın diye!”

“Yahuda İskariyot,” diye sözünü kesti Petrus (kadın­lar ona güç vermişlerdi), “Yahuda İskariyot insan efendi­siyle böyle mi konuşur? Hiç saygın kalmadı mı?”

“Ne? Efendi mi?” diye haykırdı İskariyot, yumruğu­nu havada sallayarak.

“Kuzum senin görmek için gözün, yargılamak için zihnin yok mu? Ne demişti o bize, ne sözü vermişti? Aşağı inip İsrail’i kurtaracak olan melek­ler ordusu hani nerde kaldı? Göğe sıçramamıza yaraya­cak o tahta çarmıh nerde? Çarmıhla karşı karşıya gelir gelmez, o sahte mesihin başı döndü ve bayıldı. Derken kadınlar onu alıp kendileri için çocuk imal etsin diye gö­türdüler. Savaştığını, yılmadan savaştığını söylüyor. Evet, tünemiş horoz gibi kabarıp duruyor. Senin yerin çarmıh­taydı kaçak seni, biliyorsun. Başkaları kısır toprakları, kısır kadınları tarıma elverişli yapabilirdi. Senin görevin çarmıha çıkmaktı. Evet, çarmıha! Ölümü yenmekle övünüyorsun, vah zavallı! Böyle mi yenilir ölüm? Çocuk yaparak, Şaron için lokma hazırlayarak! Çocuk dediğin nedir ki, Şaron’a lokma! Et pazarı oldun onun için, yiye­cek et verip duruyorsun ona. Hain! Kaçak! Korkak!” “Yahuda, kardeşim,” diye mırıldandı Hz. İsâ. Tepeden tırnağa tir tir titremeye başlamıştı. “Yahuda kardeşim, daha sevgiyle konuş.”

“Kalbimi kırdın marangozun oğlu,” diye gürledi. “Nasıl sevgiyle konuşabilirim ki? Bazen bir dul gibi bağı­rıp ağlamak, başımı kayalara vurmak istiyorum! Lanet olsun doğduğun güne, doğduğum güne, seninle karşılaş­tığım âna, ne umutlarla doldurmuştun beni! Başta gider­ken, bizi de arkandan sürüklerken, gökten, yeryüzünden söz ederken, ne büyük zevkti o, ne özgürlük, ne zengin­lik! Üzümler on iki yaşındaki çocuklar gibi iri iriydi. Tek bir buğday yetiyordu bizi doyurmaya. Bir gün beş so­mun ekmeğimiz vardı: Binlerce kişiyi doyurmuştuk, on iki sepet dolusu da geri kalmıştı. Ya yıldızlar: Ne ihtişam­dı, gökte ışık nasıl da taşardı! Yıldız değil melekti onlar. Hayır, melek de değildi, bizlerdik bizler, havarilerin, do­ğar batardık, sen ortamızdaydın, Kuzey Yıldızı gibi ye­rinden kıpırdamazdın, biz çevrende dans eder dururduk! Beni kollarınla sarardın hatırlıyor musun? Ve yalvarırdın bana: ‘Beni ele ver, ele ver beni!’ diye. ‘Çarmıha geril­mem, sonra da dirilmem gerek, ancak o şekilde dünyayı kurtarabiliriz!’ diye.”

Yahuda sustu bir süre, içini çekti. Yaraları açılmış, akmaya başlamıştı. Küçük ihtiyarlar, yine birbirine ya­pışmış, başları önlerine eğik, hatırlamaya, canlanmaya çalışıyorlardı.

Yahuda’nın gözü içine, bir damla yaş düştü. Öfkeyle onu ezip yine bağırmaya başladı. Yüreği boşalmamıştı daha!

‘“Ben Tanrı’nın koyunuyum,’ diye melerdin, ‘dünya­yı kurtarmak üzere kurban edileceğim. Yahuda karde­şim, korkma. Ölüm, ölümsüzlüğün kapısıdır. O kapıdan geçmem gerek. Bana yardım et!’ diye. O zaman öyle se­viyordum ki seni, öyle güveniyordum ki sana, ‘Peki’ de­miş, gidip seni ele vermiştim... Ama sen... sen...”

Dudakları köpük köpük olmuştu. Hz. İsâ’yı omuzların­dan yakaladı, şiddetle sarstı, duvara yapıştırdı. Yeniden bağırmaya başladı:

“Burada işin ne senin? Çarmıha gerilmemiş miydin sen?

Korkak! Kaçak! Hain! Bütün başardığın şey bu mu oldu? Utanmak nedir bilmez misin sen? Yumruğumu kal­dırıp soruyorum sana: Niye, niye gerilmedin çarmıha?” “Ne olur sakin ol!” diye yalvardı Hz. İsâ. Beş yarasından kan sızmaya başlamıştı.

“Yahuda İskariyot,” diye sözüne devam etti, “acımak nedir bilmez misin sen? Ayaklarımı, ellerimi görmüyor musun? İnanmıyorsan elini bağrıma koy. Bak, kanıyor.” Yahuda gülmeye çalıştı. Derken yere tükürdü ve ba­ğırdı:

“Ya, marangozun oğlu, işte böyle, beni aldatamazsın. Koruyucu meleğin geceleyin geldi...”

Hz. İsâ sarsıldı.

“Koruyucu meleğim mi?..” diye mırıldandı ürpererek.

“Evet, koruyucu meleğin: Şeytan. Ellerindeki, ayakla­rındaki böğründeki kırmızı lekelere bastı, dünyayı aldata­bil de, kendin de aldanmış ol diye. Niçin bana öyle bakı­yorsun? Niye cevap vermiyorsun? Korkak! Kaçak! Hain!”

Hz. İsâ gözlerini kapadı. Düştü düşecekti, zor duruyor­du ayakta. “Yahuda,” dedi, titreyen sesiyle, “sen hep ele avuca bir türlü sığmayan vahşi biriydin, insan sınırı diye bir şey kabul etmezdin. İnsanın ruhunun bir ok olduğu­nu unuturdun: O, göğe elinden geldiği kadar atılabilir, ama eninde sonunda yeniden yere düşer. Yeryüzünde hayat, insanın kanatlarını dökmesi demektir.”

Bunu duyan Yahuda çılgına döndü. “Utanmaz adam!” diye bağırdı. “Bu hale mi düşecektin, Davut’un oğlu, Tanrı’nın oğlu, mesih! Yeryüzünde hayat: Ekmek yemek, ekmeği kanada çevirmek, su içmek, suyu kanada çevir­mek demektir. Yeryüzünde hayat, kanatlanmak demektir. Sen böyle demiştin bize, sen! Hain! Bunlar benim sözle­rim değil, senin kendi sözlerin. Unuttuysan, hatırla! Matta, yazıcı, neredesin? Gel buraya! Şu kalabalık kâğıtlarım aç, hep yüreğine yakın bir yerde taşırsın onla­rı, ben nasıl bıçağımı taşırsam. Aç yazdıklarını. Zaman, güve ve ter yemiş bitirmiş, ama birkaç kelime hâlâ seçi­lebiliyor. Aç Matta, aç oku da söz konusu bey duysun, hatırlasın. Gecenin birinde Nikodemus adında Kudüs’ün ileri gelenlerinden biri, ona gizlice gelip ‘Kimsin? İşin nedir?’ diye sormuş. Ve sen marangozun oğlu sen ona ne cevap vermiştin, hatırla! ‘Kanat yaparım!’ demiştin. De­diğin gibi hepimiz sırtımızdan kanat çıktığını duyduk. Ya şimdi bu halin ne, tüyü yolunmuş horoz gibi inildeyip duruyorsun: ‘Yeryüzünde hayat, kanat dökmektir!’ di­yorsun. Hıh! Defol, gözüm görmesin! Hayat baştan başa yıldırım ve gök gürültüsü değilse, ben neyleyeyim öyle hayatı? Yaklaşma yanıma yaklaşma Petrus, yel değirme­ni; ne de sen kibar Andreas. Bağrışmayın öyle kadınlar. Onu tedirgin edecek değilim. Niçin elimi kaldırayım? O ölmüş ve gömülmüş. Hâlâ ayakta duruyor, konuşuyor, ağlıyor, ama ölü aslında. Leş! Tanrı onu bağışlasın, Tanrı bağışlasın diyorum, ben bağışlayamam. İsrail’in kanı, gözyaşları, külleri başına düşsün!”

Minik ihtiyarların gücü tükenmişti, hepsi birden yere yığılıverdiler. Anıları canlandı, yeniden genç gibiy­diler, göklerin hâkimiyetini, tahtları, ihtişamı hatırlıyor­lardı. Birden ağıt okumaya başladılar. İnildeyerek, ağla­yarak alınlarını taşlara vuruyorlardı.

Birden Hz. İsâ da katıla katıla ağlamaya başladı. “Yahuda, kardeşim, bağışla beni!” diye bağırarak Kızılsakal’ın kolları arasına atıldı. Ama Yahuda geri çekildi, ellerini uzattı, yaklaştırmıyordu. “Dokunma bana,” diye bağırdı. “Artık hiçbir şeye inanmıyorum, hiç kimseye inanmıyo­rum. Kalbimi kırdın benim!”

Hz. İsâ sendeledi. Döndü, yakalamak için bir şey aradı. Kadınlar yere yüzükoyun düşmüşler, saçlarını başlarını yoluyorlar ve çığlık atıyorlardı, havariler öfke ve nefretle ona bakıyorlardı. Zenci kaybolmuştu.

“Ben hainin, kaçağın, kokağın biriyim,” diye mırıl­dandı. “Şimdi farkındayım, mahvoldum! Evet, evet, çar­mıha gerilmem gerekti, ama yıldım ve kaçtım... Bağışla­yın, kardeşlerim, sizleri aldattım. Hayatımı yeniden yaşayabilseydim ah!”

Konuşurken yere yığılmıştı, şimdi başını avlunun çakıl taşlarına vuruyordu.

“Arkadaşlarım, eski dostlarım, bana güzel bir söz söyleyin, avutun beni. Yok oluyorum, mahvoluyorum! Elimi uzattım. Aranızdan biri de kalkıp elimi tutmaya­cak mı, bir çift laf etmeyecek mi? Yok mu kimse? Kim­se? Sen de mi sevgili Yahya? Ya sen Petrus?”

“Ne söyleyeyim, söylenecek ne var?” diye inildedi sevgili havari. “Bizi nasıl büyüledin Meryem’in oğlu?” “Bizi aldattın,” dedi Petrus, gözyaşlarını silerek. “Ya­huda haklı, sözünde durmadın. Ömürlerimiz boşa gitti.” Minik ihtiyarlar yığınından ansızın bir ağızdan iniltili bir gürültü çıktı:

“Korkak! Kaçak! Hain!”

“Korkak! Kaçak! Hain!”

Matta inliyordu: “Bütün emeğim boşa gitti, boşa, boşa! Sözlerini ve hareketlerini peygamberlerinkiyle ne güzel uyuşturmuştum! Kolay iş değildi, ama başarmış­tım. Kendi kendime geleceğin havralarında dindarların kalın altın kaplı kitapları açıp: Bugünkü dersimiz Matta’ ya göre Incil’den, diyeceklerini umardım hep. Bu düşün­ce bana kanat verir, yazar dururdum. Ama şimdi bütün ihtişam duman oldu gitti. Nankör seni! Okuma yazma bilmez adam! Hain! Sende suç. Çarmıha gerilmen ge­rekti. Evet, sırf benim uğruma bile olsa, bu yazılar kur­tulsun diye çarmıha gerilmen gerekti!”

Bir kez daha minik ihtiyarlar hep bir ağızdan gürül­tüyle inlediler:

“Korkak! Kaçak! Hain!”

“Korkak! Kaçak! Hain!”

Tam o sırada Thomas kapıdan hızla girdi, “Efendi­miz,” diye bağırdı. “Herkes se.i bıraktı, sana hain diyor, ben bırakmayacağım! Terk etmeyeceğim seni, hayır, bı­rakmayacağım. Ben, Thomas peygamber. Çarkın döndü­ğünü söyledik. Bu yüzden yanından ayrılmayacağım. Çarkın dönmesini bekliyorum.”

Petrus kalktı. “Yürüyün gidelim!” diye bağırdı. “Ya­huda öne düş, bize kılavuzluk et!”

Solukları tıkanır gibi olan minik ihtiyarlar kalktılar. Hz. İsâ yere uzanmıştı yüzükoyun, kolları iki yana açılmıştı. Bütün avluyu kaplıyordu. Yumruklarını ona doğru uzat­mışlar, bağırıyorlardı:

“Korkak! Kaçak! Hain!”

“Korkak! Kaçak! Hain!”

Birbiri ardından bağırmaya başladılar, “Korkak! Ka­çak! Hain!” deyip kayboldular.

Hz. İsâ kaygı içinde gözlerini döndürerek baktı. Yalnızdı. Avlu, ev, ağaçlar, köy kapıları, köyün kendi, hepsi yok oluvermişti. Ayakları altında taşlardan başka bir şey kal­mamıştı, kanla kaplı taşlardan başka; daha aşağıda da, uzaklarda bir kalabalık vardı: karanlıkta binlerce baş.

Bütün gücüyle nerede olduğunu, kim olduğunu, niye acı duyduğunu hatırlamaya çalıştı. Bağırışını ta­mamlamak istiyordu, LAMA SABAKTANİ... (Tanrım, beni niye terk ettin?) diye ba­ğırmak istiyordu. Dudaklarını kıpırdatmaya çalıştı, kı­pırdatamadı. Başı döndü, bayılmak üzereydi. Sanki aşağı atılmıştı, mahvoluyordu...

Ama ansızın, düşmekte, yok olmaktayken aşağıda yerde biri ona acımış olmalı ki önünde bir saz gördü. Sirkeye batırılmış bir süngerin dudaklarına, burun delik­lerine değdiğini duydu. Ekşi kokuyu derin derin içine çekti, canlandı, göğsünü kabarttı, göklere baktı ve yürek parçalayıcı bir çığlık attı: LAMA SABAKTANİ!

Derken bitkin bir halde, birden başını göğsüne eğdi.

Elleri, ayakları, yüreği feci sızlıyordu. Gözündeki bulanıklık gitti. Dikenli tacı, kanı ve çarmıhı gördü. Ka­raran güneşte iki altın küpe ile iki sıra, keskin, pırıl pırıl parlayan diş gördü. Alaylı sert bir kahkaha duydu, kü­peler ve dişler kayboldular. Hz. İsâ yapayalnız, havada asılı kaldı.

Başı titriyordu. Birden nerede olduğunu, kim oldu­ğunu, niçin acı duyduğunu hatırladı. Vahşi, dizginlenemeyecek bir sevinç sardı benliğini. Hayır, hayır, korkak, kaçak, hain değildi. Hayır, çarmıha gerilmişti işte. Savaş alanından kaçmamıştı, sonuna kadar dayanmıştı. Sözün­de durmuştu. ELİ ELİ diye bağırdığı an bayılmıştı. Ayar­tıcı, bir saniye kadar onu eline geçirmiş ve yolundan sap­tırmıştı. Sevinçler, evlilikler, çocuklar yalandı. Ona kor­kak, kaçak, hain diye bağıran eli ayağı tutmaz alçak ihti­yarlar hep yalandı. Hepsi, hepsi de Şeytan’ın aldatmala­rıydı. Havarileri yaşıyorlardı, sıhhatleri iyiydi. Denizler, ülkeler aşmışlar, müjdeyi yayıyorlardı. Tanrı ya şükürler olsun, her şey olması gerektiği gibi olmuştu.

Bir zafer çığlığı attı: BAŞARILDI!

Sanki her şey başladı der gibiydi.

**

Açıklama:

Roman Hz. İsâ aleyhisselâmı ikilem içerisinde irdelerken ve bir yandan Hain Yahuda’yıda temize çıkararak konuyu bitiriyor. Her zaman olduğu gibi yine şeytan suçludur. (iyi ki var) Yahudiler her zaman Hz. İsâ aleyhisselâm hayatında olduğu gibi, birçok peygamberin ölümüne sebep olmuşlardır.

Yahuda İskariyot İnciller'e göre havari­lerin on ikincisidir ve Hz. İsâ'ya ihanet ederek onu 30 gümüş karşılığında Yahudilere yakalatmış, ancak daha sonra yap­tığına pişman olup intihar etmiştir (Mat­ta, 26/14-16; 27/3-5).

Yahuda İskariyot'tan boşalan yere diğerleri tarafından ku­ra sonucu Mattias seçilmiştir (Resulle­rin İşleri, 1/23-26).

Hıristiyan inancına göre on iki havari­den biri olan Yahuda İskariyot, Hz. İsâ ve diğer havarilerle birlikte yediği son ak­şam yemeğinden sonra Hz. İsâ'ya ihanet ederek bulunduğu yeri haber vermiş ve onu Yahudilere yakalatmıştır. Böylece İsâ haçta can vermiştir. Kur'an'a göre ise Allah'ın kudretiyle bir kişi (Yahuda İska­riyot ?) onlara İsâ gibi gösterilmiş, onlar da İsâ zannederek bu kişiyi haça germiş­ler; Allah, haça germe işlemi gerçekleş­meden önce İsâ'yı kendi nezdine kaldırmıştır (Nisâ 4/158},

Böylece onlar İsâ'­yı ne öldürmüşler ne de asmışlardır; fa­kat öldürdükleri onlara İsâ gibi gösteril­miştir (Nisâ 4/157).

Bir rivayete göre de Hz. İsâ havârileriyle birlikte bir evde iken ev kuşatılır. Evi kuşatanlar içeri girdiklerinde havarilerin hepsi Hz. İsâ'nın suretine büründürülür. Onlar, "Bize sihir yaptınız, ya İsâ'yı gös­terirsiniz ya da hepinizi öldürürüz" de­yince İsâ, "Bugün sizden kim cennet kar­şılığı canını verir?" diye sorar. İçlerinden biri kabul eder ve evi kuşatanların yanı­na giderek İsâ olduğunu söyler. (Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi)

(OKUYUN  BİLMEKTE FAYDA VAR: Nikos Kazancakıs’inin Günaha Son Çağrı kitabında bu bilgiler işlenilmektedir. )

HZ. İSA ALEYHİSSELÂM HAKKINDA KAHİN VANGA DİYOR Kİ

"Hz. İsa ile ilgili bilinen çoğu şey yanlıştır. Onun bir babası vardı, başka bir kozmik ırktandı. Yani İsa bir melezdi. Onlar Dünya'da 56 büyük hanedanlıktır ve de burayı yönetirler. İşin kötü tarafı materyal olana eğilimlerinin oluşmasıdır. Gelecekle beraber "yeni olan" geliyor ve de onlar korkuyorlar, endişe içerisindeler. Bundan dolayı gerçeklerin üstünü iyice kapatmak için inanılmaz uğraş veriyorlar."

Hz. İsa ölümsüz değildi, çok büyük bir kahindi fakat ölümlüydü. Haçtan indirildiğinde hayattaydı. Şifacı Varlaam ona bir ilaç içirmişti ve böylece İsa'nın astral bedeni ayrıldı. Sonra Nikodim'in bahçesinde onu tekrardan şuurlu hale getirdiler.

Eski Ahit, Gücün diktesiyle tam 40 kişi tarafından oluşturulmuştur. (Aslında bu sözlerimden dolayı Kilise ile sorunlar yaşayabilirim.) İncil, Sn. Paul'un uydurmasıdır. İsa öğretisinin aslının bir kısmını Didache 'de görebiliriz. Didache bugün Kudüs'te koruma altındadır. Hz. İsa'nın ölümünden sonra, Tanrı korkusu altında kardeşi Yakov (Yakup) tarafından derlenmiştir. Yakov, İsa'dan sonraki ilk hanedandır ve ondan sonra başlanır... Bu bir aile geleneğidir. Bu gün Avrupa'da ülkeleri gerçekte yönetenler onlardır. Fransa'dan Almanya'ya, İtalya'dan İngiltere'ye kadar tüm büyük devletlerin kralları o sülaledendir.

İsa'nın kardeşleri olduğu gibi (4 erkek ve 3 kız kardeş), Maria Magdalena'dan olan çocukları da vardı. (2 erkek, 1 kız) Sn. Paul kızları Sara ile evliydi. Paul, öğretiye erişmemişti, o her şeyi değiştirdi. Öğretiyi ticarete dönüştürdü. Ruh ile ticaret yapıyordu...

Hz. İsa 83 yaşında vefat etti, naşı bugün Fransa'da bulunuyor.

Daha sonraları İsa'nın öğretisiyle iyice ilgisiz hale gelen Hristiyanlığa karşın Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem) geldi.

Kaynak:

Renan Seçkin, Kahin Vanga, 2009, İstanbul, s.142

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar