İRAN’IN BORCU: Netanyahu, İran İle İsrail’in Mücadelesini Nasıl Kaybediyor?
Hzl. ALUF BENN
İsrail'in İran Şah Rejimiyle eski ortaklığı tamamen de ortadan
kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol boru hattını, limanları ve depolama
konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor. Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve
finansal raporlarını gizliyor - görünen o ki, İran’daki faal durumda olmayan
ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı daha fazla para talep etmesinden
korkuyorlar.
THE IRANİAN DEBT: How Netanyahu is losing
Israel's real battle with the Islamic Republic
With billions of dollars hanging in the
balance, Israel and Iran have been waging legal war in Swiss courtrooms since
1981 – while conducting behind-the-scenes contacts over an ever-growing debt to
the National Iranian Oil Company. http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468
23
Ocak 2014,
Perşembe günü, İranlı-İsviçreli avukat Homayoon Arfazadeh için son derece mutlu
bir gündü. Merkezi Cenevre’de bulunan ve üyesi olduğu hukuk şirketi Python and
Peter, kendisini “tam partnerliğe” terfi etti ve uluslararası hakemlik alanında
bir uzman olarak başarılarını da bu şekilde takdir ettiğini göstermiş oldu.
Keza başarılı bir haftaydı. Terfiinin açıklanmasından iki gün önce, kendisi ve
firmanın kıdemli ortağı Wolfgang Peter, en önemli müşterisi İran Ulusal Petrol
Şirketi NIOC lehine İsviçre’nin Federal Yüksek Mahkemesi’ndeki bir davayı
kazandı. Mahkeme, İsrailli paravan şirketlerin İranlılara Şah döneminden beri
kalan eski bir borcu ödemeleri gerektiğine karar verdi ve İsrail’in bu konuda
hazırladığı temyiz başvurusunu reddetti. On iki yıl kadar önce, Arfazadeh, “İsrail’in
En İyi Bahsi: Gerçek Adalet mi Uluslararası Hukuk mu?” başlıklı, çok
kapsamlı bir yasal metin yayımladı. Şimdiyse, ortağıyla birlikte, yasal
platformda İsrail karşısında küçük bir zafer kazandı.
Lozan
federal mahkemesinde hâkimler kuruluna başkanlık etmiş olan Hakim Katherine
Klett, İsraillilerin parayla satın aldıkları İsviçreli bir avukat olan Daniel
Guggenheim’ın öne sürdüğü argümanları şiddetle reddetti. Klett, borçların
ödenmesi gerektiğinde ısrarcı oldu ve İsrail ile İran arasındaki siyasi
meselelerin mahkemeyi zerre kadar ilgilendirmediğini söyledi.
Uğranan
zarar, pahalı olduğu kadar iğneleyiciydi de. İsraillilere, İranlıların mahkeme
maliyetleri olan 90.000 frangı (104.000 dolar) ödemeleri, ayrıca federal
mahkemeye de ilave 80.000 frank daha ödemelerini emretti. Tek teselli ise, tam
borcun toplanmasının şu an için ötelenmesiydi - ta ki ödemenin, İran’a karşı
İsviçre’nin yaptırımlarını ihlal edip etmeyeceği netlik kazanana dek. İsrail’in
mahkemede uğradığı yenilgiden bir gün sonra Başbakan Benjamin Netanyahu, Davos’taki
Dünya Ekonomik Forumu’na katılmak üzere İsviçre’ye geldi. Katılımcıların
dikkati, grubun yeni üyesi olan Iran cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’ye
odaklanmıştı. Ruhani, geçtiğimiz yaz döneminde seçimlerden zaferle çıktığından
beri ülkesinin yeni ılımlı yüzünü tanıtmak üzere burada boy gösteriyordu.
Beklendiği gibi, -rakibinin gördüğü destekten ve genel itibariyle yarattığı
iyimser algıdan hayal kırıklığına uğrayan- Netanyahu, uluslararası topluluğu “Ruhani’nin
İran’ın aldatma şovunu sürdürdüğü” konusunda uyaran bir açıklamada bulundu
ve ekledi: “İran’daki Ayetullah rejiminin hedefi, nükleer silah üretme
programlarından geri adım atmaksızın üzerlerindeki yaptırımları hafifletmektir
ve Ruhani’nin gülücüklerinin arkasına saklanmaktadırlar.”
Açıklamada,
İran rejiminin yaptığı yanlış şeyler bir bir sıralanıyordu: “nükleer proje”
yürütmekten İnternet’e erişimin engellenmesine dek. Bununla
birlikte, Ayetullahların temsilcilerinin ellerinde yeni yeni güçlendirdiği
yargısal mağlubiyetinden hiç söz etmedi.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü
kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu mesele,
halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor.
İsrail
ve İran, yıllardır “petrol alanında tahkim” süre- cindeler ve bu süreç,
tahminen milyarlarca dolar üzerinde yaşanan bir anlaşmazlığa dönüşüyor. Kudüs,
söz konusu tahkimi büyük bir hassasiyetle ele alıyor - sanki tüm bunlar bir
derin devlet sırrıymış gibi. Bu zamana dek hükümet, İranlılara karşı yürütülen
yasal mücadeleye resmi olarak atıfta bulunmaktan imtina etti. Bu konudaki her
bir gelişmenin, üst düzey güvenlik sağlamada yetkili bir grup kişi, yasal uzman
ve güvenlik yetkilileri tarafından en üst şekilde ele alındığını düşünebiliriz.
Benzer bir gizlilik İran’da da hüküm sürüyor - Tahran’daki yetkililer, İsviçre
mahkemesinde kazandıkları zaferi davulla zurnayla kutlamadılar. Her iki taraf
da, karşılıklı tehdit ve kınamaları savurmayı; iki ülkenin resmi temsilcileri
arasında temasın sürdürüldüğü -şimdiye dek bilinen- tek kanal konusunda ise
sessizliklerini korumayı tercih ediyorlar. Haziran 2013’te, İsrail Hukuk
Merkezi Shurat Hadin’in başkanı olan avukat Nitsana Darshan-Leitner, Kudüs
Eyalet Mahkemesi’nde dış işleri ve adalet bakanlıkları aleyhine dava açtı ve
İran ile tahkim meseleleri konusunda bilgi talep etti. Bakanlıklar, söz konusu
talebi kısa ve öz bir şekilde reddettiler ve söz konusu dava şimdilerde,
gizlilik kararı eşliğinde Yargıtay’da görülüyor.
Ancak
Tahran ve Kudüs’teki resmi sessizlik, toprakları üzerinde bir tahkimin
gerçekleştiği İsviçrelileri bağlamıyor. Lozan’daki Yüksek Mahkeme’nin
geçtiğimiz yıl ve bir önceki yıl sonuca bağladığı iki karar, yargısal ihtiyatın
ufak ayrıntılarını ortaya çıkarıyor.
İsviçre’nin
yasal geleneğine göre, tarafların isimleri yargı kararlarında yer almıyor ve
davalardan birinde de İsrail, bu isimlerin tamamen gizli kalmasını açık bir
şekilde talep etti. Yargıç Klett bunu duyunca nahoş bir kahkaha attı ve İran ile
İsrail arasındaki yasal meselenin meşhur bir uluslararası dava olduğunu ve
uluslararası tahkim konusunda yayınlar yapan hukuk dergilerinde bundan sık sık
söz edildiğini söyledi. Ayrıntılı kararlar, kimin ve neyin müdahil olduğunu
açık bir şekilde gösteriyor. Belgeler dikkatle incelendiğinde, İsrail’in yasal
stratejisinin son birkaç yılda, Netanyahu göreve geri döndüğünden beri,
değiştiği görülüyor. Ondan önce İsrail, teknik ve prosedüre ilişkin argümanları
öne sürerek ayak direyen bir tutum benimsemişti.
Aslında,
altı yıl önce İsrail davalardan birinde ödeyeceği borca dair bir avans
vermişti. Ancak, Netanyahu döneminde İsrail militan bir yaklaşım sergilemiş ve
İran’ın nükleer projesine karşı küresel mücadelenin parçası olarak bir ödeme
yapmayı reddettiğini açıklamaya çalışmıştı. İsrail’in hukukçuları ise, İsviçre mahkemesinde kamu diplomasisine dair
argümanlar öne sürdüler ve İranlı liderlerin “İsrail’i dünya haritasından
silme” yönündeki çağrıları hakkında borcu iptal etmenin yeterli
gerekçesi olarak söz ettiler.
İsviçreli
hakimler, ne bundan ne de İsrail’in İranlı davacıları, Zaire’nin devrik
diktatörü Mobutu Sese Sekoya veya sanat hırsızlarına benzetme girişiminden
etkilenmediler. Son dört yılda, İran’a yönelik dayatılan uluslararası
yaptırımlar temelinde, iki taraf da yasal mücadelelerini bir üst düzeye
çıkardılar. Tahran’daki karar alma süreçleri saydam olmadığı için, bunun
İran’daki lider kadro tarafından alınan ve yaptırımların sertliğini test edip
İsrail’i küçük düşürmeye yönelik kasti bir politika mı, para koparmaya dönük
umutsuzca bir çaba mı, yoksa yasal mücadeleye çok alışıp bunu durdurmak
istemeyen yetkililer ve hukukçuların alışkanlığı olup olmadığı net değil.
Net
olan şu ki, İranlılar, karşılarında bir dava olduğuna, tahkimin kendi lehlerine
sonuçlanacağına ve İsrail’den devasa paralar elde edeceklerine inanıyorlar.
Aynı şekilde, İsrail tarafının kaybetmek konusunda çok endişeli olduğu,
dolayısıyla zaman kazanmak için her türlü çabayı ortaya koyduğu ve fınansal
uygunluğa dair kapsamlı bir tartışmayı engellediği de net bir şekilde ortada.
Son birkaç yıldır Kudüs’teki yargısal hazırlıklar, İran’a karşı boykotun
kurallarının resmi olarak sertleşmesiyle paralel bir şekilde gerçekleşti. Bu
sürecin öncüleri ise Netanyahu ve Maliye eski Bakanı Yuval Steinitz idi. Bu
yeni mevzuat, İsrail’in İran’a yönelik uluslararası yaptırımlara bir katkısı
olarak sunuldu. Amaç, nükleer projeyi durdurmaktı. Ancak, İsrailli karar
alıcıların, petrol tahkimine ilişkin finansal tehditten haberdar oldukları ve
bu tehdidi ortadan kaldırmak üzere yaptırımları kullanmaya çalıştıkları da gün
gibi ortada.
Tartışma, İsrail ile ortak anlaşmalardan
kaynaklanan parayı alması için İran Ulusal Petrol Şirketi NlOC’un öne sürdüğü
iki iddia etrafında dolaşıyor.
Keza iki ülke arasındaki ilişkiler 1979 yılındaki İslam Devrimi’nden sonra
kopunca, bu paralar da dondurulmuştu. İddialardan biri -hatta “büyük tahkim” de
denebilir- İran’ın İsrail’de bir petrol boruhattı inşa etmeye ve petrol
tankerlerinden oluşan bir filoyu kullanmaya dönük ortak projedeki ekonomik
kardan payını almasıyla ilgilidir. Bu tahkim, halihazırda Küresel Tahkim Gözden
Geçirme Raporu’na göre 7 milyar dolar civarında. Muhtemelen, İran Ulusal Petrol
Şirketi NIOC hukukçuları da bu konuda bir hesaplamaya gitmişlerdir. İkinci iddia
ise, ki buna “küçük tahkim” de denebilir, çok daha basit. Devrimin arifesinde
İranlılar, İsrailli üç enerji şirketine ham petrol sattılar: Paz, Delek ve
Sonol.
İran
ve İsrail, Şah döneminde yakın bağlarını korudular. Bu kapsamda; askeri ve
istihbarat işbirliği, İran petrolünün İsrail’e ve İsrail’in silahlarının İran’a
satışı, her düzeyde görüşme, Sovyetler Birliği’ne karşı Soğuk Savaş’ta ABD’ye
yardım etme ve Orta Doğu’daki radikallere karşı -Cemal Abdel Nasır’dan Yaser
Arafat’a dek- ortak bir tavır benimseme yer alıyordu. Bununla birlikte, her ne kadar El Al sürekli olarak
Tahrana uçsa da ve binlerce İsrailli İran’ı ziyaret edip orada çalışsa da, iki
ülke arasındaki ilişkiler her zaman için gizli şekilde yürütüldü. Tahran ve
Ramat Gan’daki iki büyükelçilik, resmi statü olmaksızın ve herhangi bir bayrak
asmadan çalıştılar. İranlılar her zaman için İsrailli muhataplarına,
Arap devletlerinden İsrail ile işbirliği yapmamaları konusunda baskı
gördüklerini, dolayısıyla düşük profil benimsemeleri gerektiğini söylediler. İsrail,
bu taleplerini kabul etti; keza kendisi de bugün Arap devletleriyle olan
bağlarını gizlilik içerisinde yürütüyor.
Şah, İsrail-Mısır barış sürecini teşvik etmede rol oynamış;
İsrail ile birçok önemli güvenlik anlaşması imzalamıştı. Başbakan Menachem
Begin ise, kendisini Şubat I978’de gizlice ziyaret etmişti.
20 yıldan uzun süredir, 1950’lerin
ortasından Şah’ın devrilmesine dek olan sürede İran, İsrail’in başlıca petrol
tedarikçisiydi. Tedarik hattı, 1957 yılında İsrail Tiran Boğazları üzerinden
Kızıldeniz’de seyrüsefer özgürlüğü kazandığında konsolide edildi. İran
petrolünü taşıyan tankerler, Eilat limanında yüklerini boşalttılar; Hayfa’daki
rafinerilere giden bir boruhattı üzerinden de petrol akışı sağlandı.
İranlıların Eilat-Hayfa boru- hattı projesinde kısmi bir ortaklıkları vardı. Bu
projenin başında Avrupa’da yaşayan iki Yahudi işadamı bulunuyordu: Fransa’dan
Baron Edmond de Rothschild ve Cenevre’den banker Yehuda Assia.
İran’ın
gizliliği sürdürmedeki ısrarı, İsrail’i yabancı şirketler üzerinden çalışmaya
ve İran Ulusal Petrol Şirketi NIOC ile (veya o dönemde İran’da çalışan herhangi
bir yabancı petrol şirketiyle) doğrudan sözleşme imzalamamaya zorladı. Üç İsrailli enerji
şirketi, merkezi Cenevre’de bulunan bir paravan şirket üzerinden ham petrol
satın aldı. Şirketin ismi SPTM (Societe des Petroles et des Transports
Maritimes) idi ve genellikle ondan Sopetrol diye söz edilir. Cenevre’deki
Registrar of Companies belgelerine göre, Sopetrol 1955 yılında kuruldu ve artık
faal değil. 1999 yılında şirketler sicilinden silindi. Bununla birlikte, resmi
adresine göre, şu anda dava edilen şirket, paravan bir şirket: “c/o Daniel
Guggenheim, avukat,” adresinde geçiyor ve bu kişi, İsrail’i “küçük tahkim”de
temsil ediyor. Guggenheim aynı zamanda, tasfiye süreçlerinin başladığı 1996
yılına kadar şirketin tek müdürü.
Her
ne kadar artık faal olmasa da, söz konusu şirket tahkimde ve mahkeme
belgelerinde varlığını sürdürüyor ve devlet adamları ile hukukçuları halen
meşgul ediyor. 1967 yılındaki Altı Gün Savaşları, İsrail ve İran’ı birbirine
daha da yakınlaştırdı; hatta tarihçi Ami Gluska’nın söylediğine göre bu
savaşların başlamasını Şah tetikledi. İran’ın petrol ihracatının önemli bir
kısmının geçtiği Süveyş Kanalı, seyrüsefere kapatıldı. İsrailliler, Şah’ı, iddialı
bir projede onlara katılmasının gerekli olduğu konusunda ikna ettiler. Proje;
Eilat’tan Ashkelon’a dek geniş bir boruhattı oluşturmaktı ve bu proje,
“karayolu köprüsü” işlevi görecek; Süveyş Kanalı’nın kapalı güzergahının yerini
alacaktı. Bu yol üzerinden İran petrolü Avrupa’daki müşterilere ulaşacaktı. İsrail
boruhattını ve ona eşlik eden tesisleri inşa edecekti; İran da petrolü
sağlayacaktı. Her iki taraf da yatırımın faydalarından nasiplenecekti.
29
Şubat 1968 tarihinde, birkaç ay süren yoğun müzakereler ve bir Alman
bankasından fon bulunduktan sonra, Tahran’da İsrail’in finans bakanı Pinhas
Sapir ile İran Ulusal Petrol Şirketi NlOC’un genel müdürü Manuchar Akbal
arasında bir “katılım anlaşması” imzalandı. Anlaşmanın şartlarına göre -ki
anlaşmanın tam içeriği halen açıklanmadı- İsrail hükümeti 49 yıllık bir
imtiyaz, vergi muafiyeti ve gecikmeyi telafi etmeye dönük planlama ve inşaat
desteği vermeye razı geldi. Boruhattına, finansmanına ve petrol kaynaklarına
ilişkin olarak basına yansıyan raporlara sansür uygulandı.
Proje,
rekor denebilecek bir zamanda uygulandı: 1969 yılı sonunda, petrol
boruhattından akmaya başlamıştı. İsrail, Ashdod’da ikinci bir rafineri inşa
etti ve hattın her iki ucuna da depolama tankları yerleştirdi.
Arap
boykotu ve İran’ın endişeleri bir kez daha tarafları, Kanada ve Panama’ya
kayıtlı şirketler üzerinden faaliyette bulunmaya zorladı. İki şirket de
aktifti: Eilat-Ashkelon Boruhattı Şirketi (EAPC), İsrail içerisinde petrol
taşıma ve depolamadan sorumluydu; Trans-Asiatic Oil, Ltd. adlı şirket de
petrolün taşınması ve pazarlanmasından. İranlılar, şirketlerin yönetim
kurullarına kendilerinden yetkili atamadılar ve İsrailli ve Yahudi-Avrupalı
personelden, onları temsil etmelerini talep ettiler. Uluslararası
deniz taşımacılığı şirketleri projede Arap boykotundan dolayı yer almayı
reddedince, Trans-Asiatic adlı şirket, tanker filosunun önemli bir kısmını (23
tanesini) kiraya verdi ve ortaklık çöktü.
1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’nın arifesinde zirve noktasına
ulaştıktan sonra proje, Süveyş Kanalı’nın yeniden açılmasıyla birlikte ivme
kaybetti. Trans-Asiatic şirketi, Avrupa’da, İran petrolü için müşteri bulmakta
hayli zorlandı. Boruhattından geçen petrolün büyük kısmı, İsrail’e gidiyordu
veya İsrail’in Sina yarımadasındaki yönetimi sırasında çalıştırdığı Mısırlı
petrol kuyularından gelmişti.
Daha
sonra yapılan çalışmalar -örneğin Kudüs’teki Hebrevv Üniversitesi’nden Prof.
Uri Bialer’in çalışmaları ve gazeteciler Yuval Elitzur ve Eliahu Salpeter’in
“Oil Plots” (Petrol Komploları) adlı kitabında ortaya koydukları- şu sonuca
vardı: boruhattı-ve-tankerler projesi ekonomik bir başarısızlıktı; ancak İran
petrolünün İsrail’e tedarik edilmesini güvence altına aldı.
Son varılan petrol tedariği anlaşması, 18
Ekim I977’de NIOC ile Cenevre’deki bir İsrailli şirket arasında imzalandı.
Taraflar arasındaki ilişkiler o dönemde üst bir düzeydeydi: Şah,
İsrail-Mısır barış sürecini teşvik etmede rol oynamış; İsrail ile birçok önemli
güvenlik anlaşması imzalamıştı. Başbakan Menachem
Begin ise, kendisini Şubat 1978’de gizlice ziyaret etmişti ve bu ziyaret, iki
ülkenin liderleri arasındaki son toplantı olmuştu. İran’daki İslami protestolar dalgası hemen sonra
başladı; Şah, ülkesi üzerindeki denetimini yitirdi ve Ocak 1979’da da devrildi.
Bir ay
sonra, Ayetullah Humeyni’nin İslam Cumhuriyeti iktidara geldi; İsrail ile
bağlar koparıldı ve İran, Yahudi devletinin azılı bir düşmanı haline geldi,
İsrail’i “küçük Şeytan” ve “Siyonist rejim” olarak yaftalamaya başladı. Şah’ın devrilmesi,
petrol ortaklığından sorumlu yetkililere sürpriz oldu. Aralık 1978’de,
Tahrandaki gerilim zirve noktasındayken, Trans-Asiatic, Sea Rover isimli bir
tankeri 10 yıllığına kiraya verdi. Görünen o ki, Trans-Asiatic’in yöneticileri
Şah’ın rejiminin devam edeceğini ve ticaretin normal şekilde süreceğini
düşünmüşlerdi. İran tarafı da kısmen görevini son dakikaya dek devam ettirdi: İran’dan
beş petrol sevkiyatı, 1978 yılı sonunda Eilat’a ulaştı. Samuel Segev’in “The
Iranian Connection” (İran Bağlantısı) adlı kitabına göre, İran petrol şirketi
İsrailli müşterilerine 120 günlük kredi vermişti. Ancak ödemenin zamanı geldiği
sırada Tahran rejimi değişmişti.
İsrailli üç enerji şirketi - Paz, Delek ve Sonol- petrolü
kullandılar; ancak İranlılar bunun karşılığındaki bedeli almadılar. Bu
mesele, halihazırda “küçük tahkimin” ana kalbini oluşturuyor. Haaretz’in daha
önce aktardığı gibi, söz konusu dava, Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uzmanına
bırakılmış durumda. Boruhattındaki ve tanker filolarındaki ortaklık, İran
devriminin ardından sona erdi. İran petrolü artık İsrail’e akmıyordu;
alternatif enerji kaynakları bulmuştu. Trans-Asiatic, büyük bir zarar ederek
kiraya verdiği gemileri sattı ve boruhattı o zamandan beri kapasitesinin çok
küçük bir kısmıyla çalışıyor. Son on yılda EAPC, ters yönde akış projesini tamamladı
- petrol artık güneye doğru, yani Ashkelon petrol limanından Eilat’a
pompalanabiliyordu. Böylelikle Azerbaycan petrolü, Asya’daki müşterilere
satılabilecekti. Ancak bu proje de fiyaskoyla sonuçlandı.
Geçtiğimiz
ay, bakım çalışması sırasında boruhattından milyonlarca litre petrol sızıntısı
yaşandı ve bu durum, Eiİat’ın kuzeyindeki Evrona’nın doğal kaynaklarına ciddi
bir şekilde zarar verdi. Bu olay, EAPC ve operasyonları üzerindeki gizlilik
perdesinin kaldırılması yönünde halkın çağrılarını tetikledi. Bu çağrılar, TheMarker’dan Avi Bar-Eli’nin makaleleriyle,
çevreye verilen zararın ardından zararın telafisi için açılan davalarla ve
İsrail Çevre Koruma Birliği isimli bir STK’nın, şirketin gizliliğinin
kaldırılması yönünde Yüksek Adalet Divam’na yaptığı başvuruyla desteklendi.
Sızıntının
zamanlaması özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü; çünkü imtiyaz
sözleşmesini 40 yıl daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete 25 Mart gününe
kadar haber vermesi gerekiyordu. Keza iki yıl içerisinde mevcut sözleşme sona
erecekti. Sözleşmenin koşullarına yönelik halkın getirdiği eleştiriler,
şirketin faaliyetlerine dair saydamlık ve daha sıkı denetim talepleriyle
birleştiğinde, mevcut düzenlemeyi yenilemek çok daha zorlaştı. Hükümetin,
şirketi millileştirmek ile NIOC ile dostane olmayan ortaklığını devam ettirmek
arasında bir tercihte bulunması gerekiyordu.
14 Ekim 1994 tarihinde, İranlılar İsrail'e karşı “yüce tahkimi”
başlattılar. Bir hakem belirlediler ve İsrailden de bir tane atamasını
istediler. Bu dönem, Oslo Anlaşmaları sürecinin zirve noktasıydı.
Humeyni
İran’ı ilk yıllarını, rejimi konsolide etmeye ayırdı: ilk olarak Şah rejiminden
kalan artıklar şiddetli bir şekilde tasfiye edildi; daha sonra da Irak’ın işgal
girişimi geri püskürtüldü. 1980 yılında, İran, petrol üretimini millileştirdi;
keza o zamana dek NIOC ile yabancı şirketlerden oluşan bir konsorsiyum arasında
bölünmüş durumdaydı. Alenen yapılan nefret açıklamalarına rağmen, İran’ın
yöneticileri, ABD ile üçlü bir işbirliği düzeneği içerisinde İsrail’den
silah ve yedek parça satın aldı ve tüm bunlar bir tür “İrangate” skandalına
dönüştü. Sonuçta, İranlılar aynı zamanda Saddam Hüseyin’in kimyasal
silahlarından korunmak için gaz maskesi de satın aldılar. Ancak Irak’la
savaşın en hararetli olduğu zamanlarda bile Tahran’daki bazı yetkililer, İsrailli
enerji şirketlerinin sahip olduğu borcu anımsadılar. 1981 yılı Ekim ayında,
Haaretz, İran’ın İsrail’e I milyar dolarlık dava açacağına dair ilk haberi
yayımladı. İranlıların herhangi bir acelesi yoktu. 1977 yılındaki tedarik
anlaşmasına göre, taraflar İran yasalarıyla bağlıydılar ve ortaya çıkacak
herhangi bir anlaşmazlık, Tahran’da üç tahkim görevlisinden oluşan bir mahkeme
önünde görüşülecekti. 27 Temmuz 1985 tarihinde, NIOC, merkezi Cenevre’de
bulunan Sopetrol isimli bir şirkete karşı tahkim davası başlattı.
1991
yılında, davacılar, İsrailli enerji şirketleri Paz, Delek ve Sonol’ün
isimlerini de davalarına eklediler. Görünen o ki, söz konusu şirketin
faaliyetlerini durdurduğunu ve artık onlara bir kuruş bile ödeyemeyecek hale
geldiğini görmüşlerdi. Büyük, karlı şirketlerin ceplerine elini daldırmaktan
daha iyisi mi vardı!
Belgelere
göre, İranlı hakemler işlerini son derece yavaş bir şekilde görüyorlardı. Ancak
3 Mart 1999 tarihinde İsrailli enerji şirketlerinin dava dosyasına eklendiğini
açıkladılar ve borç meselesine karar vermeleri de iki yıl daha aldı. 8 Haziran
200l’de ise, yani davanın açılmasından neredeyse 16 yıl sonra, hakemler,
Sopetrol ve üç İsrailli şirketin NlOC’a 97 milyon dolar (30 milyon dolar esas
para, 66 milyon dolar faiz ve yaklaşık I milyon dolar da dava giderleri)
ödemesi gerektiğine hükmetti. İsviçreli şirket kararı temyize götürmedi ve
İran’daki mahkeme ile temas kurmaya çalışmadı - her ne kadar, İsrailli
şirketlerin aksine, kimse onun İslam Cumhuriyeti’ndeki mahkemelere başvurmasını
engellemese de. Bu gelişmeler ise, İsrail’de sır gibi tutuldu. Enerji şirketlerinin çıkardıkları mali raporlarda,
toprağı kirlettikleri için onlara açılan on binlerce şekellik her dava veya
doğalgaz istasyonu sahipleriyle yaşanan ticari anlaşmazlıklar bıkıp usanmadan
listeleniyor; ancak İranlılara olan eski borçtan veya Tahran’la halihazırda
yürütülmekte olan tahkim sürecinden hiçbir şekilde söz edilmiyordu. Öte yandan,
İranlılar, yasal mücadeleleri için çok daha iddialı bir hedef buldular.
İsrailli enerji şirketlerine yönelik tahkimin sonuçlarını beklerken, NIOC
şirketi direktörleri aynı zamanda kayıp boruhattı ve İsrail’le tanker filosu
ortaklığından olan hisselerini de talep ettiler.
Burada
da, “küçük bir tahkim”in çok ötesine giden, daha karmaşık sorunlarla karşı
karşıya kaldılar. Bu davadaki sanık, İsrail hükümetinin ta kendisiydi -
tarafsız bir ülkedeki bir şirket değil. İran’ın Kudüs’teki Maliye Bakanlığı’na
belgeleri gönderecek bir büyükelçisi de yoktu. İkinci sorun ise, prosedürel
nitelikteydi. 1968 yılındaki katılım anlaşmasında, anlaşmanın bağlayıcı
niteliğinden söz edilmemiş ve ortaklar arasındaki anlaşmazlıkların çözümü için
karmaşık bir usul ortaya konmuştu. Eğer bir anlaşmazlık yaşanırsa ve
taraflar bunu dostane bir şekilde çözemezlerse, her bir taraf, kendisini
temsilen bir hakem atayacaktı.
İki
hakemin bir karara varmasının mümkün olmadığı veya üçüncü bir hakem atanmasında
hemfikir olmadıkları durumda ise, taraflar, merkezi Paris’te bulunan
Uluslararası Ticaret Odası’nın başkanından ilave bir hakem atamasını talep
edeceklerdi. Söz konusu usul, İran ile İsrail arasındaki yasal anlaşmazlığın
tam kalbinde yer alıyor şimdilerde... İsrail, söz konusu durumu, boş
prosedürlerle zaman kazanmak için kullanıyor.
“Yüce Tahkim”, “Küçük Şeytan”a karşı
14
Ekim 1994 tarihinde, İranlılar İsrail’e karşı “yüce tahkimi” başlattılar. Bir
hakem belirlediler ve İsrail’den de bir tane atamasını istediler. Bu dönem,
Oslo Anlaşmaları sürecinin zirve noktasıydı. Filistin Yönetimi, İsrail’in Gazze
Şeridi’nde boşalttığı toprakları ve Jericho’yu yönetiyordu; İsrail ve Ürdün bir
barış anlaşması imzalamak üzereydi; Körfez devletleri ve Kuzey Afrika ülkeleri,
bölgesel ekonomik konferanslarda yer alıyorlardı ve topraklarında İsrail’e
temsil ofisleri açmışlardı; Amerikan başkanı Bili Clinton ise İran’ın müttefiki
olan Suriye’ye, tarihi bir ziyaret yapmak ve İsrail’in barış karşılığında Golan
Tepeleri’ni iade edeceği süreci iİerletmek üzereydi.
O
anda sanki İran ABD’nin ve onun bölgedeki vasilerinin elinde stratejik bir
bozgun yaşayacakmış gibi göründü; ve İsrail-Arap barış süreci geri dönülmez bir
noktaya vardı. İsrail’in o dönemki liderleri, Yitzhak Rabin ve Shimon Peres
idi. Her ikisi de Şah’ın eski dert ortakları ve İrangate sırasında Humeyni
İran’ıyla gizli temaslar kurulmasını tahrik eden kişilerdi. Onlara göre,
İran, barış süreci ve bölgesel güvenliğin önündeki en büyük tehditti ve,
beklenildiği gibi, İran’ın tahkim talebini net bir şekilde reddettiler. İsrail,
resmi düzeyde, davacının taraflar arasındaki anlaşmazlığın özünü net bir
şekilde tanımlamadığını ve bu tahkime öncül oluşturacak herhangi bir diyalog
kurulmasını iddia etti.
İsrail’in reddetmesinden etkilenmeyen İranlılar ise, işlerini
kararlılıkla sürdürdüler. Bundan
sonraki adım, 22 Ağustos 1995 tarihinde Paris’teki Uluslararası Ticaret
Odası’nın (ICC) başkanından İsrail’i bir hakem atamaya ikna etmesini talep
etmekti. Prosedürel anlamdaki bir dizi gecikmenin ardından, ICC başkanı,
İran’ın talebini kabul etti. İsrail, kararı temyize götürdü ama başarısız oldu;
ye 29 Mart 2001 tarihinde Paris Temyiz Mahkemesi, İsrail’e, bir hakem ataması
yönünde talimat verdi. İsrail buna karşı çıktı ve bu karşı çıkışını desteklemek
üzere iki yasal görüş sundu: bir tanesinde Fransız mahkemesinin bu davadaki
yetkisini reddediyor; diğerinde de İran ile İsrail arasındaki kavga devam
ettiği sürece bir hakemin atanmasının imkansız olduğunu iddia ediyordu.
Sızıntının zamanlaması özellikle EAPC açısından oldukça kötüydü;
çünkü imtiyaz sözleşmesini 40 yıl daha uzatmayı isteyip istemediğini hükümete
25 Mart gününe kadar haber vermesi gerekiyordu, sözleşme sona erecekti.
Hâkim
buna karşı çıktı ve Kasım 200l’de İsrail adına bir hakem atadı. İsrail, Fransa
Yüksek Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulundu; ancak bu başvuru süreci
durdurmaya yetmedi. Aralık 2003’e, İsrail, tahkimin Cenevre’de gerçekleşmesini
önerdi. İranlılar kabul ettiler. Daha önce haber verildiği gibi, İsrail’in
birinci hakemi, Adalet eski Bakanı Haim Zadok oldu. Onun 2002 yılında ölümünden
sonra yerine avukat Avigdor “Dori” Klagsbald kendi. Kendisi, halen bu
görevdedir. Firmasının vvebsitesinde ise şöyle yazar: “Dr. Klagsbald, İsviçre’de gerçekleşen uluslararası
bir tahkimde İsrail Devleti adına hakemdir.”
TheMaker’da
Avi Bar-Eli’nin yaptığı bir söyleşide ise, Klagsbald’ın yılda 500.000 dolar
civarında bir ücret aldığı öğrenilmiştir. Yossi Melman’ın Haaretz’de 2006
yılında yayımlanan bir raporunda, EAPC’ın Kudüslü avukat Elhanan Landau’yu
görevlendirdiği belirtilmiştir. Kendisi, geçmişte Maliye Bakanlığı’nın İran
davasında dışarıdan yasal danışmanlığını yapmıştı. Landau öldüğünde yerine
ortağı Zvi Nixon geldi. Onun şirketi de, İsrail ile ilgili yasal işlemlerde
EAPC’yi temsil ediyordu. Nixon, websitesinde gururla, “uİuslararası tahkim,
petrol ve doğalgaz projelerinde geniş bir deneyimi olduğunu” açıklamaktadır.
24 Aralık 2003 tarihinde ise, NIOC, hakemlere
resmi başvurusunu sundu. İranlılar; İsrail’den 800 milyon dolar ödemesini talep
ediyorlardı. Bu meblağın içinde, yaptıkları hesaplamalara göre, 1968 katılım
anlaşmasıyla bağlantılı varlıkların değerinin yarısı -petrol boruhattı ve
yardımcı tesisler, ayrıca satılmış olan tanker filosu- ve beklemedeki “bir
başka tahkimle” bağlantılı tazminat vardı, söz konusu meblağın o zamandan beri
milyarlarca dolara tırmandığı düşünülüyor. İsrail’in 23 Nisan 2004 tarihinde
sunduğu, savunma mahiyetindeki belgede ise, hakemlerden, bu talebi üç sebeple
reddetmeleri talep ediliyordu: İsrail’in hakeminin atandığı sürece muhalefet;
İranlı hakemin iyi niyetli olmayışı ve bu davaya prensipte yapılan itiraz.
İsrail,
NlOC’un tazminat talebine, devrimden sonra anlaşmanın tek taraflı olarak ihlal
edildiği gerekçesiyle bir karşı-iddia gönderdi. Talep edilen tazminat miktarı,
İsviçre mahkemesinin belgelerinde telaffuz edilmedi. 1 Şubat 2005’te ise,
İsrail, Fransa’daki yasal mağlubiyetten zarar gördü. Yüksek Mahkeme, hakem
atanmasına ilişkin temyiz başvurusunu reddetti ve kararını yayımladı. Karar,
ticari basına geniş bir şekilde yansıdı. Versay Üniversitesi’nden uluslararası
tahkim alanında tanınmış uzman Prof. Thomas Clay’a göre; verilen karar, “büyük
tahkim kararlarının tapınağına ait”.
Fransız
hakimlerin iddiasına göre; İranlı şirketin hakları ihlal edildi; çünkü iki ülke
arasındaki düşmanlıktan dolayı ne İran ne de İsrail’deki mahkemelere
başvurulması mümkün değil. Hakimlerin kararına göre; bir hakime -bir hakeme de-
erişim hakkı, uluslararası düzenin bir parçası ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde de yer alıyor. Hakimlerin görüşlerine göre; anlaşma yetkiyi
merkezi Paris’te bulunan ICC’ye verdiği için Fransız mahkemeleri, bu davada
karar alma yetkisine sahip. Kararın alınmasından hemen önce Fransa’daki ilgili
yasa, bu ilkeyi içerecek şekilde değiştirildi. O dönemde Netanyahu, Ariel
Sharon’un hükümetinde maliye bakanıydı ve bu yüzden de EAPC ve İran ile tahkim
meselelerinden sorumluydu. Ancak, kamusal faaliyeti, Gazze’de savaşa son
verilmesi ve (Bachar komitesi üzerinden) bankalardan tasarruf fonlarını almaya
odaklanmıştı. İran davası veya İsrail’in Fransız mahkemesinde yaşadığı
mağlubiyet hakkında herhangi bir kamusal açıklama yapmamıştı.
Her
ne kadar dava muameleleri açıkça gerçekleşse de ve alınan karar, ilgili basın
organlarında yaygın bir şekilde yer bulsa da Benzeri bir sessizlik Tahran’da
söz konusuydu. Yossi Melman’ın 2006 yılında kaleme aldığı ve tahkim işlemlerinin
kısmi açıklamasını içeren bir makaleye yanıt olarak, İran, dava muamelelerinin
varlığını inkâr eden ve ilgili raporun “temelsiz ve tamamen uydurma ürünü
olduğunu” iddia eden resmi bir açıklamada bulundu. 18 Aralık 2006 tarihinde
ise, yani İran’ın inkârından yaklaşık 10 gün sonra, hakemler, yıllar boyunca
aralarında belge değişimi yaptıktan sonra, ilk sözlü toplantıda bir araya
geldiler. Klagsbald, İranlı muadiliyle birlikte oturup, gündemin ilk maddesini
tartışmaya açtı: İsrail’in, mahkemenin yetkisini sürekli inkar etmesi. Parasal
iddialara dair kapsamlı tartışma, usul meselesinin çözüleceği zamana dek
ertelendi. 10 Şubat 2012 tarihinde hakemler İsrail’in Klagsbald’ın zoraki
atanmasına karşı çıkmasını reddeden ilk kararlarını verene kadar işler yavaş
ilerledi. Mahkeme, İranlı hakemin iyiniyetli hareket etmediği yönünde İsrail’in
iddiasına herhangi bir atıfta bulunmadı; bu meselenin gelecekte ele alınacağını
belirtti.
“Büyük
tahkimde” hakemlerinin uygunluğuna dair kararı beklerken İranlılar bir kez daha
“küçük tahkimi” gündeme getirdiler. İsviçre’nin hazırladığı belge, Ehud
Olmert’in başbakan, Roni Bar-On’un ise maliye bakanı olduğu dönemde
gerçekleştirilen temasları ele almıyor. Bununla birlikte, net olan bir şey var
ki o da Mart 2009’da, yani görevlerinin bitimine yakın İranlılar, merkezi
Cenevre’de bulunan İsrailli bir paravan şirketten ilk ödemeyi almalarıdır. İki
yıl sonra İranlılar, borcu toplamayı tamamlamaya kalkıştılar.
Zamanlamaları
ise ilginçti. 19 Ocak 201 I tarihinde İsviçre Federal Konseyi, İran’a yönelik
uluslararası yaptırımlara katıldı. Bu yaptırımlar dahilinde, para
transferlerine dair kısıtlamalar vardı, iki ay sonra, 11 Mart günü NIOC
Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nden, İranlı hakemlerin 2001 yılındaki kararı
temelinde, yıllık yüzde 5 oranında bir faiz eşliğinde 94 milyon İsviçre frangı
değerinde Sopetrol’e bir ödeme talimatı yapmasını talep etti. Paravan şirket,
bu ödemeye karşı çıktı. Sopetrol ve İsrailli enerji şirketleri, yukarıda ismi
geçen Daniel Guggenhein tarafından temsil ediliyorlardı. Kendisi, uzmanlığı
bankacılık yasaları ve ticaret yasası olan Cenevre’deki küçük bir hukuk
şirketinin sahibiydi. Ancak, İsrail ile olan bağlantısı, paravan şirketin
temsilinden de öteye uzanıyor. Kendisi, Bona Terra isimli bir yardım vakfının başında
bulunuyor ve bu vakıf, tarım alanında çalışmak isteyen genç Yahudilere hibeler
veriyor. Vakıf, bir aile dostu tarafından kuruldu ve Guggenheim, yönetimini
babası Prof. Paul Guggenheim’den miras aldı. Babası, uluslararası hukuk
alanında dünya çapında tanınmış bir otoriteydi.
Vakıf,
Negev ve Arava’daki tarım projelerine -örneğin “atıklardan
yola çıkarak koyun ıslahı” ve
“hurma atığından arak denen içkinin üretimi” gibi- her yıl yüz
binlerce şekel bağışta bulunuyor. 8 Haziran 2011 ’de ise, NIOC, Cenevre’deki
Birinci Derece Mahkemesi’ne bir dilekçe sundu ve ödemenin yapılmasını talep
etti. Guggenheim, paravan şirket adına buna karşı çıktı; İranlı hakemlerin
petrol borcuna dair kararlarının İsviçre’de uygulanamayacağını iddia etti.
25
Eylül 2012 tarihinde ise, mahkeme, NlOC’un dilekçesini kabul etti; vorcun
İsviçre’de toplanabileceğini ileri sürdü. Her iki taraf da, bir sonraki merci
olan Cenevre’deki Adalet Mahkemesi’ne temyiz başvurusunda bulunmak için
harekete geçtiler: İsrailliler borcu ödemeye yeniden karşı çıktılar; İranlılar
ise onlarca milyon frank değerindeki faiziyle birlikte ödemeyi talep ettiler.
Aynı zamanda, İsrail’de yasal anlamda gerçekleşen düzenlemeler, İsviçre’deki
mahkeme işlemleri üzerinde etkiler doğurdu.
31
Temmuz 201 I tarihinde, uluslararası yaptırımların ardından Maliye Bakanı Yuval
Steinitz “düşman ile ticaret” talimatnamesi imzaladı ve İran’ı “düşman
bir devlet” olarak sınıflandırıp, ülkenin nükleer ve füze projelerine müdahil
olmuş İranlı kurumlar ve bireyleri içeren uzunca bir liste yayımladı. NlOC’un
ismi listede açıkça zikredilmemişti; ancak talimatname, düşman devletlerle her
türlü ekonomik faaliyeti yasaklamaktadır. Knesset bir yıl sonra İran’ın nükleer
projesine karşı mücadeleyle bağlantılı özel bir yasa geçirdi ve kısıtlamalar
ile yasaklamaları daha da genişletti.
Her
iki tahkimde -“küçük” ve “büyük”- görev alan İsrailli avukatlar, Stenitz’in
talimatnamesinin anlamının “İsrail’in İranlılara tek kuruş para
ödeyemeyeceği” anlamına geldiğini iddia etmede zaman kaybetmediler.
Avukatlar, Cenevre’deki mahkemeye, eğer Paz, Delek ve Sonol’un NlOC’a borç
ödeyeceklerse, bunun düşman devletlere ödeme yapmayı yasaklayan İsrail
yasalarına aykırı olacağını açıkladılar. Yaptırımlar rejimi, enerji
şirketlerinin sahipleri olan Zadik Bino, Yitzhak Tshuva ve David Azrieli’yi on
milyonlarca İsviçre frangı para ödemekten korudu. Ancak, Steinitz bir adım daha
ileri gitti. 14 Aralık 2011 tarihinde, Maliye Bakanlığı’nın muhasebe uzmanı
Michal Abadi- Boiangiu - ki kendisi aynı zamanda “düşmanların mülklerinin
sorumlusu” unvanını taşıyor- avukat Guggenheim’a resmi bir mektup gönderdi
ve mektupta, Cenevre’deki paravan şirketin de İranlılara borç ödemesinin
yasaklandığını, çünkü şirketin “İsrail’in çıkarları tarafından
denetlendiğini” belirtti. Şimdilerde yasal mücadele zirve noktasına ulaştı:
Lozan’da bulunan İsviçre Federal Yüksek Mahkeme. Söz konusu kurum, İsrailli
muadilinden farklı: ceza hukuku, medeni hukuk gibi alanlardaki uzman
birimlerden oluşuyor ve yargıçlar, son derece açık ve kanuna aykırı olmayacak
bir şekilde siyasi temelde atanıyor.
Hukuk
Dairesi’nden Judge Klett, sol eğilimli ve anti-kapitalist Sosyal Demokratik
Parti’yi temsil ediyor. Parti, İsviçre’nin Avrupa Birliği’ne katılımını
savunuyor. Yüksek Mahkeme’deki görüşmelerin öncesinde İsrailli yasama heyeti, “oldukça
kapsamlı” bir dosya hazırladılar. Judge Klett’in ileri sürdüğü gibi, söz
konusu dosya, İran İslam Cumhuriyeti’ne yapılan herhangi bir ödemenin
uluslararası yaptırımlar rejimi normuna ters düşeceği argümanını desteklemeye
yönelikti. Dosyada, Birleşmiş Milletler ve AB’nin İran’a yönelik yaptırımlarına
atıfta bulunan birçok belge yer alıyor; İran ile İsrail arasında geçmişteki
işlemlere dair ayrıntılı çizelgeler, ortak sözleşmeler ve paravan şirketlerin
bilgileri ye ismi verilmeyen ancak çok bilgili bir İsrailli profesörün fikri
bulunuyor.
İlk
dava Lozan’a 14 Mart 2012 tarihinde, İsrail’in petrol boru hattı mülkiyeti ve
tankerlere ilişkin "büyük tahkim”deki hâkimlerin yetkisi aleyhine
yaptığı başvuru şeklinde geldi. Temyiz başvurusunun kabulü; süreci durduracak
ve İsrail’i düşman bir devlete milyarlarca dolar para ödemek gibi bir kâbustan
kurtaracaktı. İsrail hükümetinin avukatları olan Dominique Brown-Berset ve
Dominique Ritter (Cenevre’deki Brown & Page’den) İsrailli yasama uzmanının
fikrini sundular. Uzmanın ismi, ilgili kararda açıklanmadı. Buna göre; Fransız yargıçlar,
NlOC’un Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi çerçevesinde korunduğunu iddia ederek
hatalı bir karar vermişlerdi. Prosedüre ilişkin argümanlarla -zaten bunlar da
Fransa’da reddedilmişti- yetinmeyen avukatlar, “yeni kanıt” olarak ise,
Steinitz’in açıkladığı talimatlar ve işlemlerin çizelgesini sunmuşlardı. NIOC,
temyiz başvurusuna 7 Mayıs 2012 tarihinde yanıt verdi; bir kez daha bunu
reddettiğini açıklayıp mahkemeden, hakemlerin yetkisini tanımasını talep etti.
İsviçre’deki hâkimler hızlı çalışıyorlar. 10 Ocak 2013 tarihinde, yani temyiz
başvurusu hazırlandıktan sonra dokuz ay bile geçmeden, Hakim Klett ve kurulun
diğer dört üyesi, İsrail’in itirazlarını reddeden bir kararı imzaladılar ve
hakem atanma usulüne ilişkin herhangi bir kusur olmadığına hükmettiler. Hakim
Klett, İranlılarla 1968 yılında imzalanan orijinal anlaşmanın İsrail tarafından
yorumlanış biçiminin yanlış olduğunu ileri sürdü. Buna göre; tahkim devam
edecekti ve İsrail, sadece usulleri değil meselelerin özüne ilişkin de bir
açıklama yapmak zorunda kalacaktı.
Kararın
en sonunda ise, “fiyat etiketi” konmuştu: İsrail hükümetinin İsviçre yasaları
çerçevesindeki en yüksek mahkeme maliyetlerini ödemesi gerekiyordu; keza
“tartışmadaki mevzu bahis miktarın önemi, maksimum mahkeme ücretini almayı gerekçelendiriyordu.”
İsrail’e, İranlı petrol şirketine yaklaşık 285.000 dolara karşılık gelen
250.000 İsviçre frangı, mahkemeye ise 200.000 frank ödemesi talimatı verildi.
İran tarafının avukatları Wolfgang Peter ve onun meslektaşları ise,
İsraillilerin yasa ekibini yönlendirmişti. İsviçre mahkemesinin kararı,
İsrail’deki 2013 genel seçimleri öncesinde verildi; ancak seçmenlerin, giderek
kabarma tehlikesi olan borç ve Lozan’da hükümetin İranlılar karşısında yaşadığı
hukuki fiyasko konusunda herhangi bir malumatları yoktu. Üç gün sonra, haftalık
Bakanlar Kurulu toplantısı sırasında Netanyahu, “İran’ın nükleer güce kavuşmasını önlemek, başbakan
olarak benim ana hedefimdi ve halen de öyle” şeklindeki vaadini
tekrarladı. Netanyahu, İran karşısında “hem
uluslararası düzeyde, hem de İsrail’in harekete geçme yeteneği düzeyinde” eyleme geçmenin gerekli olduğunu söylemiş ve
“eğer kazanırsak, ki seçmenlerin güvenine inanıyorum” bu yolda ilerlemeye devam
edecekleri vaadinde bulunmuştu.
İsviçre’de
birkaç hafta sonra açıklanan yargı kararının tamamı bile İsrail’de çok fazla
yankılanmadı. 18 Mart 2013 tarihinde Netanyahu, yeni hükümetini Knesset’te
tanıttı. Steinitz, Stratejik ve İstihbarat Meseleleri Bakanlığı’na
kaydırılmıştı; ve EAPC dosyası, petrol konusundaki tahkimlerle birlikte, yeni
finans bakanı Yair Lapid’in sorumluluğuna geçmişti. “Büyük tahkim” bir kez daha
unutulmaya bırakılmış; tarafların ve avukatların gizliliği sürdürme taahhüdü
yüzünden susturulmuştu. Ancak, aynı zamanda, “küçük tahkim” davasına ilişkin
açık davalar, enerji şirketlerinin borçları da dahil olmak üzere, hız
kazanmıştı. 22 Mart 2013 tarihinde, Cenevre’deki Adalet Mahkemesi, her iki
tarafın başvurularını reddetti ve İsraillilerin, İranlıların talep ettiği faiz
bedelini ödemelerine gerek olmadığı, sadece 94 milyon franklık asıl borcu
ödemelerinin yeterli olduğu yönünde bir karar verdi. Bununla birlikte, bu
karara müdahil olan herkes açısından şurası oldukça açıktı: bu karar,
Lozan’daki Yüksek Mahkeme’ye doğru bir geçiş aşamasıydı sadece...
İsrail
Yüksek Mahkeme’ye başvurusunu 7 Mayıs 2013 tarihinde yaptı. İsviçreli paravan
şirket ve onun İsrailli yöneticileri, borcun ödemesinin iptal edilmesini ve
aynı zamanda bir karar verilene veya gözden geçirilmek üzere bir alt mahkemeye
geri gönderilene kadar ertelenmesini talep ettiler. Bir sonraki gün, avukat
Guggenheim, İsrail’i ziyaret etti ve Be’er Sheva’daki Negev Ben-Gurion
Üniversitesi’nin yıllık yönetim kurulu toplantısına katıldı; Bona Terra
Vakfı’nın başkanı olarak yardımsever şapkasını taktı. Üniversitenin başkanı
Prof. Rivka Carmi, kendisine Kibbutz Sde Boker’deki tören sırasında bir
takdirname sundu ve İsviçre Çevre ve Enerji Araştırmaları Enstitüsü’ne bir
ithaf yapıldı.
Arava’daki
çiftçilerin Siyonist bağışçısı, Lozan’daki mahkemede İranlı-İsviçreli avukatla
karşı karşıyaydı. Sunduğu argümanlar, Başbakan Netanyahu’nun BM’deki
konuşmalarının hukuki bir versiyonu gibiydi: Yaptırımlar rejimine uygun olarak
İran’a mali kaynakların gitmesinin engellenmesi, “uluslararası hukukun
önemli bir ilkesidir,” demişti. İranlı liderlerin beyan ettiği gibi,
İsrail, İran’a “İsrail’i dünya haritasından silmeye yönelik” nükleer bir
saldırı gücü geliştirmede yardımcı olacak olan fonları durdurmak için
çalışıyordu. İsrail’in tavrı, yaptırımlara ilişkin BM ve AB’nin ilke kararlarıyla
da destekleniyordu. Bu yoruma göre; borcun NlOC’a ödenmesi, uluslararası hukuka
ve İsviçre hükümetinin tavrına aykırı düşecekti. İsviçreli hâkimler ise, bundan
etkilenmişe benzemiyorlardı. Diplomatik argümanlar kabul edilemez, diye
yazmışlardı kararlarında, çünkü İsrail, bu argümanları bir alt mahkemede
dillendirmemişti ve argümanları da mantıklı değildi. “Uluslararası
politikaya ve özellikle de İsrail Devleti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki
mevcut anlaşmazlığa ilişkin bazı soyut endişeleri temel alıyordu,” diye
yazmıştı yargıçlar...
Yargıçlara
göre, mahkeme, İsviçreli bir şirketin 34 yıl önceki petrol sevkiyatının
ödenmemiş faturalarından kaynaklı bir durumda İranlı bir şirkete borcunun
İsviçre’nin bugünkü dış politikasıyla alakalı olduğunu anlamıyordu. Başvuru
reddedildi ve İsrail’den mahkeme masraflarını ödenmesi talep edildi. Ancak
yargıçlar yine de İsraillilere, tarihi borcu ödemekten kaçınmak için küçük bir
“açılım noktası” da bıraktı. Bu paranın İranlılara transfer edilmesinin, İsviçre
hükümetinin de taraf olduğu uluslararası yaptırımlar rejimine ters
düşebileceğini yazdılar ve buna göre Bern’deki Ekonomik İşler Devlet
Sekretaryası’na incelemesi için kararın bir nüshasını gönderdiler. Bu bağlamda,
mahkeme, dolaylı olarak İsrail’in davasının bir kısmını kabul etti ve
küçümsercesine bir red kararı verdi. Bir yıl önce alınan karar, anlaşmazlığı
sonlandırmadı. İsrail ve İran, boruhattı ve petrol tankerlerine ilişkin olarak
“büyük tahkimi” sürdürüyorlar. Cenevre’deki Borç Toplama Ofisi’nin İsrail’in
yaptırımlar hukukuna tabi enerji şirketlerinden “küçük tahkime” ilişkin
tüm borcu nasıl toplayacağı da henüz netlik kazanmadı. İranlılar, her
halükarda, şu an için parayı elde edemeseler de, yargı kararlarını kendi
lehlerine kazanacaklar.
İsrail’in İran Şah Rejimiyle
eski ortaklığı tamamen de ortadan kalkmış değil. EAPC halen mevcut ve petrol
boruhattını, limanları ve depolama konteynırlarını çalıştırmaya devam ediyor.
Hükümet ise, şirketin faaliyetini ve finansal raporlarını gizliyor - görünen o ki,
İran’daki faal durumda olmayan ortaklarının ortaklıktaki rollerinden dolayı
daha fazla para talep etmesinden korkuyorlar. Son yıllarda İsrail, NIOC karşısındaki yasal mücadele konusunda
çok fazla çaba harcadı ve Fransız ve İsviçre mahkemelerindeki mağlubiyetler
onun hevesini kırmadı. İranlılar da, yasal zaferlerini ekonomik başarılara
dönüştürmedeki başarısızlığa karşın- benzeri bir kararlılık sergiliyorlar. Her
iki taraf da, işleri sessiz sedasız tutmayı ve mahkeme işlemlerini propaganda
amaçları doğrultusunda kullanmamayı tercih ediyorlar. Onlar için en elverişli
olan şey ise; halka yönelik tehditleri kullanmak, korku politikası uygulamak,
efendice ve avukatlar yoluyla da konuşabileceklerini ortaya çıkarmamaktır.
Kaynak:
Kaynak: http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/.premium-1.637468
10 Şubat 2015 / TURQUİE
Dıplomatıgue
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar