MARİFET DURANDA DÖNENİ DÖNENDE DURANI GÖRMEKTİR...
Hareketi, yani akışı. Hareketi ve akışını değil
sadece, melodisini de, uyum ve ahengini de. Taşın uyumu, taşların.”
Taşların mabetlerdeki uyumu, insan ve güvenlik duygusu
arasındaki ilişki ve başka şeyler üzerine Dücane Cündioğlu ile
söyleştik…
Bir yazınızda
diyorsunuz ki; “Medeniyet’in temelinde medine, yani şehir var.” Peki, şehrin
temelinde ne var?
Şehrin temelinde mabed var. Mabedin temelindeyse ölüm.
İlk mabedler birer türbeydi çünkü. Birer tümülüs. Göbeklitepe mesela. Dile
kolay, 12 bin yıllık geçmişi var. Mabedler hep ölülerin defnedildikleri,
muhafaza edildikleri yerlerde inşa edilmişlerdir. Örneğin piramitler, mesela
Kâbe. Hacer ile İsmail’in mezarı, Kâbe’nin içindeydi, şimdi kenarında. Öyle
inanılır. Önce Kâbe, sonra Mekke. Ölüyle ev, ölümle yaşam arasında
kopmaz bir bağ vardır. Nitekim XVIII. yüzyıla kadar Avrupa’da ölüler
kiliselerin zeminlerine gömülürdü. Bizde ise daha yakın zamana kadar cami
hazirelerine. Ölüler ve hastalar.
Asklepieia Yunanlılarda bir şifa mabediydi.
İspanya’da ise manastırlar birer şefkat mabedi (templos de piedad).
Mabedin var olması demek, mekânın kalıcılık ve süreklilik kazanması demekti.
Mabed, mekâna süreklilik, topluma ise birlik ve bütünlük kazandırıyordu. Bir de
ayin, yani ritüel, yani ibadet. Önce
‘mythos’ (inanç), sonra ‘ritus’ (ibadet), en nihayet ‘sophos’ (bilgi). Birlik
ve düzen ritüelin ritminde aranıp bulunacak şeyler. Sırf güvenliğe, kendisine
değilse bile duygusuna kavuşmak için. Bu, insanın en temel ihtiyacıdır çünkü.
Güven nasıl bir
duygudur?
Güvende olma ihtiyacı nasıl belirir?
Yaşamı sürdürme isteği. Spinoza’nın deyişiyle conatus.
Gazalî de aynı gereksinimi devam-ı vücud olarak tanımlar. Sevgiyi
açıklarken, önce, insanın ilk sevdiği şey (mahbub-ı evvel) nedir, diye sorar,
ardından da bu soruyu, insanın ilk sevdiği şey kendisidir, diye yanıtlar.
Neden?
İnsan, varlığının devamını ister de ondan! İnsan
varlığını sever, yokluğundan ise nefret eder. Gazali’ye göre, varlığının
devamını istemekle yetinmez insan, ayrıca varlığının kemalini de ister.
Tamamlanmasını. Çünkü yokluğun bir parçası gördüğü eksiklikten de nefret eder.
Kısacası insan var olmak istediği için var olma güvencesi de ister. Güven
duygusunu kaybeden insan toplulukları her fedakârlığa razı olurlar ve öncelikle
özgürlüklerinden vazgeçerler. Dünyanın her yerinde yöneticiler insanın bu
zaafını iyi bilirler, iyi kullanırlar. Siyasal güvenlik tehlikeye girdiği an, o
ülkede her türlü yasa, ilke, temel insan hakları hemen teferruata dönüşür.
Korku salmak, güvenlik talebini ortaya çıkarmak için en etkili tekniklerden
biridir bu yüzden. İnsan için en büyük tehlike, en yok edici korku hep ölümdür,
ama her zaman ölüm! İnsan, yokluğa karşı kendisini nasıl güvende hissedebilir?
Elbette ritmik davranmak suretiyle. Düzenli, vakitli,
ölçülü. Belirli bir zaman ve mekânda ve belirli sayıda. ‘ritus’ belirli
zamanlarda belirli davranışları belirli sayıda tekrarlamaktır.
Mabette, yani
bir mekânın içinde ve örneğin bir ayin sırasında ‘ritus’ nasıl belirir, görünür
olur?
Filan zamanda, örneğin seher vaktinde, filan
istikamete, örneğin Kudüs’e veya Mekke’ye yönelmek (Arapça salat,
İbranice salut), kutsal olan belirli bir sözcük grubunu tekrarlamak
(zikr) veya istekte bulunmak (dua)... Minnettarlığı izhar etmek (şükran)...
Sözcükleri belli bir uyumla söylemek (ilahi okumak)... Bedenen belli hareketleri
ritmik olarak tekrarlamak, ayakta durmak, eğilmek, sallanmak, secde etmek...
Kısacası en temelde olan, lafzen ve bedenen tecessüm etmiş bir harmonia
mundi, yani raks ve musiki. Bütün dinlerde ilahi sözler bir ritimle
söylenir, davranışlar bir ritimle yapılır. Ritmin özü doğada saklıdır. Doğada
ve dolayısıyla insan bedeninde ritim vardır çünkü. İnsan bu ritme, bu
düzenliliğe gereksinim duyar. Güvenliğe. Yaşamı sürdürmeye. Dini ayinler ritmin
hakikatinin birtakım düşünce ve inançlarla birlikte teşekkül etmesinden
ibarettir. Değişik toplumlarda, değişik coğrafyalarda değişik ayin türleri
vardır, Vikinglerin ayinleri başka, Afrikalıların veya Asyalıların ayinleri
daha başka. Ancak hepsi özünde harmonidir. Uyum. Yaşamı birliğe getirme.
Dünyaya yasallık kazandırma. Kutsama yani.
Kutsama nedir, nasıl
ifade edilir?
Kutsama, değişen dünyada değişmeyen kaideler
ihtiyacından doğar. Marifet duranda döneni, dönende duranı görmektir.
Dolayısıyla insanın subutiyete ihtiyacı vardır. Sabit kalana, değişmeyene. Merkeze.
Çevre döner, dönmeyen merkezdir. İki sözcüğü hatırlamanın tam da sırası: huzur
ve sükûn. Bu iki sözcük de psikolojik açıdan olumlu vurgulara
sahiptir ve ne ilginçtir ki ikisinin de anlamında hareketsizlik saklıdır.
Hareket etmek değil, durmak. Huzur insanın meskenindedir. Tevrat’ın
tabiriyle Mişkan. İçinde durulan/kalınan barınağın adıdır mesken.
Mabedin bir niteliği. Kadim toplumlar, hareketi, dolayısıyla değişimi oluş ve
bozuluşun, yani çürümenin nedeni, sürekliliğin ve kalıcılığın karşıtı olarak
görüyorlardı. Bu nedenle huzur ve sükûn arıyorlar, dönende duranı görmek
istiyorlardı. Kısaca kendilerini güvende hissetmek istiyorlardı. O bakımdan
ibadetin ve mabedin bir maksadı da toplumsallık yetisini güçlendirmek suretiyle
bireyler arasında bağlılık duygularını tesis etmektir.
Bugün ‘bireysel
özgürlük’ olarak da tanımlanan ‘din ve vicdan hürriyeti’, bu bahsettiğiniz
toplumsal güvenlik kavramına dâhil midir?
Güvenlik duygusunun akıl düzeyinde karşılığını bulduğu
şey yasadır. Töre. Tora. Şehir varsa yasa vardır. Yasa kavramı, insanı zorunlu
olarak eşitliğe zorlar. Şehir, doğal bir mekân değildir, toplumsal bir
mekândır. Aklın inşa ettiği bir mekândır. Kurumsaldır bu yüzden. Şehirde
eşitlik yasa ile sağlanır. Ne ki eşitliğin olduğu yerde bu sefer özgürlük
ihtiyacı baş gösterir. Eşitlik özünde ne kadar toplumsalsa, özgürlük de o denli
bireyseldir. Üstelik eşitliğin aksine doğaldır da. Çünkü özgürlük
farklılık talebiyle görünür hale gelir. Bireysellik talebiyle. Tuhaf ama,
özgürlük ve eşitlik taleplerinin eşzamanlı olarak birbirlerini yadsıma eğilimi
vardır. Şehirlilerin ikide bir taşraya kaçma isteği duymalarının nedeni de
budur. Eşitliğin olduğu yerde farklılıklar azalır. Azaldıkça da kıymet
kazanırlar. Farklılıklar, özgürlüğün olduğu yerdedir, eşitliğin olduğu yerde
değil. Farklılıkların olduğu yerde hiyerarşi oluşur. Seçkinlik. Toplumsal
olanın iki karşıtı vardır: doğal ve bireysel. Köyümüze kaçamazsak kendimize
kaçarız. Bireyselleşiriz. Şehirlilerin yazgısı budur: bireyselleşmek. Akıldan
duygulara kaçmak. Yasadan yasasızlığa. Vicdana. Eşitliği sağlayan yasa. İtaati.
Boyun eğmeyi. Oysa özgürlüğün dünyasında yasa yok gibidir, insan başına
buyruktur. Kendini farklı hissetmenin hükümranlığı özgürlüktedir. Ergenler
niçin evlerinden kaçsınlar ki!
Bağımsızlıklarını ilan
etmek için mi?
Elbette. Çünkü insan doğuştan bağımlı olarak doğar.
Öncelikle anneye bağımlıdır, hem de göbek bağıyla. Ceninin göbek bağıyla
annesine bağlanmasına Latinler religare derler. Religio
(din) kelimesi de bu fiilden türemiştir. Bağlanmaktan. Medeniyet’in temelinde
medine (şehir), medine’nin temelinde de din vardır. Bağlılık. İnsan
göbek bağıyla annesine, inanç bağıyla Tanrı’ya bağlıdır. Bu bağın kopmasıyla
dirlik ve düzenin bozulacağına inanıldı yüzyıllarca. Kur’an’ın kendisini “Allah’ın
ipi” (hablullah) olarak tanımlamasının ardında da bu mana saklıdır. İnsan
yavrusu göbek bağı kesilir kesilmez, bu sefer annenin memesine bağlanır
(şefkat). Ardından babayı fark eder, babaya bağlanır (iktidar). Sonra vücudunda
denetleyemediği güdülere bağlanır (doğa). Sonra ergen, yeter artık, der,
anneye, babaya, topluma, güdülere itaatten kaçınmaya başlar, birey olmak ister,
özgürleşmek ister. Ne tuhaf değil mi, insan an gelir zor bela oluşan bu
güvenlikten sıkılır ve tekin olmayan vadilere kaçmayı tercih edecek hale dahi
gelir.
Kaçanlar kendilerini
nasıl güvende hissediyorlar?
Yeni mekânlar, yeni mabetler mi yaratıyorlar yoksa hafızalarına mı
sığınıyorlar?
Sözgelimi, Yahudiliğin kendisini güvende
hissedebileceği en temel şey nedir, Tora! Tora, yani hiç değişmeyen hafıza
kaydı. İnanç bağı. Birliğe getirici en güçlü ilke. Mensuplarını kendi
içlerinde eşit hale getiren, aidiyet ve mensubiyet duygularını sürdürmelerini
sağlayan yegâne yasa! Eğer Tora olmasaydı, Neviim, Ketuvim, yani peygamberler,
kutsal metinler olmasaydı, onları nesilden nesle aktaran hahamlar bulunmasaydı,
toplumsal hafızanın sürekliliği nasıl sağlanacaktı? Birlikteliği muhafaza
edebilmek için belleğe ihtiyaç vardır. Muhayyile, bellek adını aldığında
geçmişe doğru tahayyüldür. Geçmişi hatırlamak, aslında geçmişi tahayyül etmek
demektir. Bir de geleceğe doğru tahayyül vardır. Muhayyile tarih üzerinden
topluma güvenlik duygusu kazandırır. Hatırlanması gerekenler hatırlanır,
unutulması gerekenler unutulur ve tarih toplumsal birlik adına icat edilir.
Güvenlik duygusunu kazanmak için, öncelikle birlik ve beraberliği sağlamak
lazım. Kutsal metinlerin bir yararı da bilince geçmişe dair birlik kavrayışı
kazandırmak suretiyle şimdiyi muhafaza altına almasıdır. Hakikatte tüm
kutsal metinler ‘zamansız’dırlar. Zamanla kaim değildirler. Varlık ile yokluk
arasında salınanlara, yani güveni arayanlara, eğer talep edilirse, yol
gösterebilirler. Unutmamalı, inanmak güvenmektir.
http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=86447#.UWa7s5zQMg4
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar