Şalom...SEÇİLMİŞ YAZILAR
30 Mart 2016
Yıl 1960. Hollywood, ‘Spartaküs’ filmiyle altın yılını
yaşamaktadır. Ünlü filmin en önemli iki özelliğinden biri, 13 yıldır yasaklı
olan bir senaristin adının uzun aradan sonra ilk kez filmin künyesine
konulması, diğeri de unutulmaz bir sahnesiydi. Roma İmparatorluğu döneminde
köle olan ama güçlü yapısından dolayı gladyatör olarak yetiştirilen Spartaküs,
arenada başka bir gladyatör köleyle halkın önünde dövüşe tutuşur. Köle,
Spartaküs'ü tam öldürebilecek bir konuma gelmişken, aniden kararını değiştirir
ve mızrağını, tribünlerden “Öldür, öldür” diye bağıran
seyircilere atar. Kötüyü onlarda görmüştür zira.
Senarist neden hikâyeyi tüm film seyircilerini ve eleştirmenlerini
hayrete düşürecek bir şekilde yazmıştı böyle?
Cevabını daha sonra alacaktı Hollywood.
***
Yıl 1947. ABD 2. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkmış ama
Sovyetler Birliği ile soğuk savaşa girmiştir. Komünizm, ABD’li yöneticilerin
kâbusu olmuştur. ‘En iyi komünist ölü
komünisttir’ sloganı kıvamında bir
düşünce hâkimdir devlete.
Senatör McCarthy önderliğinde, ‘Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi’ Amerikan
entelektüellerine karşı korkunç bir cadı avına çıkar. Ünlü isimlerin kapıları
çalınır, ‘komünist’ arkadaşlarını ihbar etmeleri için tehdit edilirler. Albert
Einstein bile sorgulanır, ona ‘sopa’ gösterilir ama o ser verip, sır vermez.
Tehdit edilenlerden bir başkaları da, ‘Hollywood 10’lusu’ diye
tanınan senaristlerdir. Sinema endüstrisinde çalışanların haklarını
korudukları, grev yapmalarını destekledikleri için adları ‘komünist’e çıkmıştır
hemen. İçlerinde bazıları yasal olan Komünist Partisi üyesidir bile. Elebaşı
ise senarist Dalton Trumbo’dur. Varlıklı ve ünlü bir sinema endüstrisi çalışanıdır.
Sorguya çekilir ama arkadaşlarını ele vermeyi reddeder. Cadı avına sonuna kadar
direnir. Lakin başta kendisi olmak üzere tüm arkadaşları işlerini kaybeder.
Zira dev MGM şirketinin Yahudi patronu onları işten çıkarmaya direnince
Yahudilik üzerinden tehdit yer ve yelkenleri suya indirir.
Dalton Trumbo farklı isimler altında çeşitli senaryolar
yazarak geçimini sağlamaya çalışır. Bu senaryolardan biri Oscar ödülünü kazanır
ama kimse gerçeği öğrenemez. İki yıl sonra bir başka senaryosu da aynı ödülü
alınca gerçeğin kapısı aralanır. Hollywood çalkalanır.
1959’un bir gününde kapısını genç Kirk Douglas çalar.
Spartaküs filminin ana oyuncusu olarak ondan filmin senaryosunu tekrar
yazmasını ister. Kabul eder. Kirk Douglas tüm protesto ve tehditlere rağmen
filmin senaristi olarak Trumbo’nun adını yazdırır, filmin yapımcısını ikna
ederek. Film büyük başarı kazanır. Başkan Kennedy, filmi izler ve
çok beğendiğini söyler. Komünizm karşıtları şoktadırlar. Lakin ülkedeki
komünizm paranoyasında da sona gelinmektedir zaten.
Aynı yıl, sonraları yüzyılın en meşhur yönetmenlerinden
biri olacak Otto Preminger, Trumbo’ya Leon Uris’in ünlü ‘Exodus’
romanının senaryosunu yazmasını teklif eder ve cümle âleme ilan eder. Trumbo
kabul eder ve bu film de çok iyi bulunur.
Bu arada, ülkedeki ‘komünizm tehlikesi’ nihayete
ermiştir. Trumbo artık alabildiğine özgürdür ve hak ettiği Oscar ödüllerini tüm
eski, yeni paranoyak ünlülerin önünde alır. Ondan özür dilenir…
Trumbo, kendisini yarı yolda bırakan kimi eski
arkadaşlarının da katıldığı bir Hollywood sinemacıları gecesinde kürsüden
yaptığı konuşmada,
der. Bu zorlu sürece dayanamayıp vefat eden Yahudi
senarist arkadaşı, Arlen Hird’i gözyaşlarıyla anar ünlü
konuşmasında. Lakin büyük ve onarılmaz yaralarına karşın kimseden intikam almak
istemediğini, sadece yaraların sarılması için çalışacağını da söyler.
Böylelikle bu sessiz kahramanın, köleye o mızrağı neden
kendisini yok etmek isteyen düşmanına saplattırmadığını da anlamış oluyorduk.
Trumbo, onca kötülüğe rağmen ihtiyacımız olanın
intikamdan öte yaraların sarılması ve bu kötülüğün tekrarlanmaması için
çalışılması olduğunu anlatmaya çalışır. Sadece ‘kurban’a odaklanır zira.
Trumbo on üç yıllık kurban yaşamından sonra geri kazanmış
olduğu onuruyla birlikte saygın bir hayat sürdü, senaryolar yazmaya devam etti.
1976’da vefat etti.
Geriye, insanlığa; bedeli ağır ödenen karanlık, paranoyak ve faşizan bir
döneme ait yaralı ama onurlu bir direniş hikâyesi bırakmış oldu.
O kadar ihtiyacımız var ki Trumbo’lara bugün dahi…
Erişim: http://www.salom.com.tr/haber-98705-spartakusun_mizragi.html
**
20 Ocak 2016
18.
yüzyıl İngiliz yazarı Jonathan Swift, ‘Kitapların Savaşı’ adlı
eserinde, düşünce dünyasında asırlar boyunca tartışılan ‘tek seslilik/ çok seslilik’mücadelesine atfen hayvanlar âleminden ilginç bir analoji
kurar.
Örümceği tek
seslilikle örtüştüren Swift, bu küçük canlının tamamen kendisinin salgıladığı
madde sayesinde ağını oluşturduğuna ve bunu yaparken kimseden yardım almadan
hayatını idame ettiğini hatırlatır okuyucuya. Bu karakterin karşıtı
olarak arıların çalışma şeklini dile getirir, Swift. Arıların
doğada buldukları ve işlerine yarayacak her türlü çiçek ve bitkilerin nektarını
yutarak, bunu bala dönüştürdükleri gerçeğinden yola çıkarak bu faaliyeti de çok
sesliliğe örnek bir doğa olayı olarak verir okurlarına. Diğer bir deyişle,
örümcek, kozasını kendi gücü ile ve kimsenin yardımı, ‘fikri’ olmaksızın örerken
arı ise faydalı bulduğu her ürünün nektarını, ‘fikrini’ alarak balı üretir.
Çok sesliliğin günümüzde tek sesliliğe açık ara tercih
edilmesi gereken norm olduğu biliniyor. Örneğin, homo sapienslerin diğer insan
türlerine göre çok daha ileri bir uygarlık kurmuş olmasının kendi içindeki
işbirliği modeli sayesinde olduğunu anlatır bize evrim teorisi. Aynı şekilde
bugün insan beyninin güçlü olması, diğer benzerleriyle sürekli iletişimde
olması ile açıklanıyor bilim dünyasında.
Pedagojiye göre çocuklar, tecrübelerini birbirlerine
aktardıkları oranda dünyevi meselelerin nedenlerini daha iyi anlayabiliyorlar.
Keza, fabrikalarda yöneticiler ve işçiler yaptıkları ortak toplantılar ve beyin
fırtınası seansları sayesinde yeni ve yenilikçi fikirler yaratabiliyorlar.
Buna karşın, insan karakterinin en önemli yapıtaşı olan
ego’nun diğer egolarla çarpışması durumundaysa çok sesliliğin bazen kaotik ve
içinden çıkılmaz olumsuz sonuçlar doğurduğunu da biliyoruz mutlaka.
René Descartes ve Friedrich
Nietzsche gibi düşünürler münzevi ortamda ve sükûnet içindeki bir
yalnızlıkta düşünmenin ve teori geliştirmenin insanın kendisine ve topluma
yararı olduğuna iddia ederken Socrates ve Hannah Arendt gibi
düşünürler ise tersine diyalogcu yaklaşımı benimseyip ‘öteki’ ile sürekli
iletişimde olunduğu sürece doğruya ulaşılabileceğini savlarlar.
Bu teoriler siyaset ve yönetim sistemleri düzeyinde
incelendiğinde ise, çok sesliliğin post modern toplumların olmazsa olmazı
olduğu görülüyor.
Tek sesliliğin ise zamanla toplumları nasıl da felakete götürdüğünü
yazıyor tarih zaten. Çok sesliliğin ise genelde toplumları siyaset bilimi
bağlamında ileriye taşıdığıysa başka bir tarihi gerçek.
Türkiye, 1948’den beri siyasette çok partili sisteme,
yani çok sesliliğe geçmiş bir ülke. Lakin bu çoğulculuğun genelde daha çok
sandık demokrasisi anlamında karşılığını bulduğu görülürken çok sesliliğin
olmazsa olmazı olan farklı, aykırı hatta saçma fikirlere pek de fazla açık
olmadığı bir ülke görünümünden bir türlü çıkamamakta.
Yerleşik düşüncelere karşı çıkanlara veya onlara karşı
alternatif fikir üretenleri kıyasıya eleştirmek, hatta onlara hain damgası
vurmak, Osmanlı’dan beri süregelen ve değişmemekte ısrar eden tek sesliliğin
sesi olarak hala uygulanan bir pratik maalesef. Oysaki sorunlu, eksik hatta
saçma dahi olsalar farklı fikirlerden yola çıkarak yeni ufuklara dalmak,
yerleşik düşünceleri ve uygulamalarını çağın ve ‘yeni’ insanın ihtiyaçları
doğrultusunda yenilemek pek de mümkün. Diyalektik yasası da bunu söyler zaten.
Çok seslilik adına; ölümü, terörü ve öldürmeyi
yüceltmeyen, ötekiye ırkçılık ve ayırımcılık yapmayan ve nefret söylemine
itibar etmeyen her türlü farklı ve ayrıksı düşünceleri mutlaka dinlemek gerek.
Tarih zaten doğal seleksiyon sayesinde ‘yanlış’ fikirleri çöp tenekesine
atacaktır.
İktidarda olsun, muhalefette olsun, siyasette tek
sesliliğin ülke sorunlarına çözüm getirmekte pek faydası olmadığını görüyoruz
bugün dünyanın neresinde olursak olalım.
Bu nedenle, çok seslilik bizim yegâne hedefimiz olmalı.
Tek sesliliğe karşı ise mücadele yolları arayışında
olmalıyız.
Zira Hannah Arendt’in dediği gibi, “İnsanlık, tekil bireylerin çokluğundan
ibarettir.”
http://www.salom.com.tr/haber-97853-orumcek_ile_ari.html
**
Sigmund Freud’ün o ünlü sözü hep aklımda:
“Barış dönemleri, aslında iki savaş arası
dinlenme dönemleridir…”
**
29 Mart 2012
Geçen ay çok kısa bir ziyaret için İstanbul’a gittiğimde
kız kardeşim Nazlı elime bir kitap sıkıştırıverdi. Tavsiye veya hediye
kitapları okumaktan sıkılan birisi olarak pek dikkatimi vermedim ancak yazarını
merak ediyordum. Uzun bir süredir kendimi ait hissettiğim, hahamları, gabaylar,
hazan ve Yahidlerini yakından tanıdığım bir Etz Ahayim’li olarak yazık ki
methini duyduğum Rav Mendy Chitrik’i dinlemek fırsatını hiç bulamadım. Sürekli
kendisi hakkında duyumlar alıyor ancak bir türlü ortak bir çatı altında
buluşmak nasip olmuyordu. Gözlem Yayınları’ndan çıkan ‘On Yıldır Türkçe
Konuşuyorum’ kitabı sayesinde Türkiye’de bulunduğu süre içinde verdiği
konuşmalardan alıntılarla haşır neşir oldum.
Kitabı Roş Aşana, Yom Kipur, Evlilik, Ebedi Yaşam gibi
pek çok başlık altında toplayan Chitrik bizlere Yahudilik hakkında gerek tarih
gerek anane gerekse mizahla önemli bilgiler aktarıyor. Okuması çok keyifli olan
bu kitabı dört düzine torun ve sayısız büyük torun görmüş olan Zeide, dedesine
adarken sürekli ihtiyaç sahiplerine yardım eli uzatmanın ve yaşadığımız dünyayı
daha yaşanır hale getirmenin önemini vurguluyor. “İhtiyaç anında karşındaki kişinin bizim gibi olup
olmadığına veya onu sevip sevmediğine bakma,” diyor kitabında.
“Bir Yahudi’ye ‘Sen Yahudi misin?’diye sorun, bir nutuk
dinlemeye başlarsınız”
diye devam ediyor. Soruyu soran kişiye göre tepki gösterdiğimiz kesindir.
Varoluşumuzla yok olmak istediğimiz arasında bocalayan bir ırk olarak kitapta
Morganbesser’e bir gönderme yapıyor. “Incognito
ergo sum”.
Bir uçak yolculuğu esnasında tefilin takmanın zorluğunu
yaşayan birisi olarak Chitrik’ten yorumlarını okumak ayrı bir keyif verdi.
Tuhaf bakışların altında yatan, “Tansiyon ölçmenin Yahudi bir yolu olmalı”
deyişine epeyce güldüm. Değişik bayramlar başlıkları altında mizah yönü güçlü
konuşmalarının yanında gözlerimden yaşlar akarak okuduğum bir sürü de farklı
hikâye vardı.
Din ile alakalı konuşmalarında, “Yahudilik bir moda
değildir o yüzden demode olmayacaktır,” diye de vurguluyor. Bunun yanında
da Tanrı’ya giden yolun dolaysız olduğuna değiniyor ve Dostoyevsky’den bir
alıntıyla, “ Eğer Tanrı yoksa her
şey mubahtır,”diyerek devam ediyor.
“Doğamız gereği her birimiz eksik ve kusurlu olduğumuz
için ancak birlikte olduğumuzda bir bütünlük hissi elde edebiliriz,” diyor Rav Chitrik.
Hatırlamak ve uygulamaktan sık sık söz ederken
entegrasyon ve asimilasyona da yer veriyor. Entegre olduğunuzda kendi öz
kimliğinizi muhafaza edersiniz; asimile olduğunuzdaysa bunu kaybedersiniz. “Çevrenizdeki
ortama kendinizi kaybedercesine katılırsanız, kendinize has katkılarınızı
topluma artık yapamaz hale gelirsiniz.”
Chitrik, “ Ben tüm insanların eşit yaratıldıklarına
inanırım. Benden farklı olanlara tolerans değil saygı gösteririm,” diyor.
Hayatla ilgili felsefesine değinirken, “Hayat önünüze bir daha yaşanamayacak
anlar çıkartır ve en büyük trajedi onları görmemeniz veya daha kötüsü görmezden
gelmenizdir,” diye ekliyor.
İyilik yap ve bunu sürekli hale getir mesajlarının yer
aldığı kitapta “Şelah lameha al pene Amayim” diyor. Ekmeğini sulara fırlat, birkaç gün sonra onu tekrardan
bulacaksın.Yaptığınız iyilikler
illa size geriye dönecektir. Bu iyiliğin kendi doğasıdır. Sonra devam ediyor: “
Hayatınızda melekler olsun istiyorsanız şayet siz bir başkasının hayatındaki
melek olun.”
Hayatımızda sorunlar elbet vardır ancak sorunların
farkına varmak dahi bunun çözümünün yarısıdır diyor ilerleyen sayfalarda…
Dünyanın pek çok farklı ülkesinde değişik şartlarda yaşayan, çeşitli yaş
guruplarından Yahudilerle olan deneyimlerine yer veren Chitrik her sayfasında
ayrı bir keyif yaşatıyor okuyucuya. Birlik ve beraberlik mesajının tekrar
ettiği kitapta “Hoşgörü olmayan yerde
yalnızca teslimiyet ve boyunduruk olur,”yorumunu
yapıyor.
Ardından evlilikteki en
önemli üç kelimenin “Seni çok seviyorum” olmadığını
“Ben hata yaptım” olduğunu
yazıyor.
Kitapta yer alan kısa esprilerden en iyisi, bir mohele
(sünnetçiye) “Bugün lütfen kısa keser misiniz?” denmeyeceğiydi.
Başımız sıkıştığında Rav Chitirk’e gidip de “Sen Tanrı’ya çok yakın bir insansın, bu işi benim için
hallet” demeyin lütfen çünkü
alacağınız cevap bir fıkrasında gizli. “Ben üst yönetimden değilim, sadece
satış bölümünde çalışıyorum” diyebilir. Hazak Baruh Rav Chitrik, seni on
sene boyunca dinlemiş kadar oldum.
http://www.salom.com.tr/haber-82189-kItaplarin_ardindan_on_yildir_turkce_konusuyorum.html
r.algranati@gmail.com26 Mart 2014
Pazar
günü İzmir’de yaz günlerini aratmayan bol güneşli bir gün vardı. Kordon’da uzun
uzun yürüdük. Herkes kendini sokaklara atmıştı sanki. İstem dışı insanları
gözlemledim. Güzel güneşli bir günde sevdikleri ile birlikte olmalarına rağmen
çok az insanın yüzü gülüyordu. Bir büyüğümüzün rahatsızlığı nedeni ile biz de
öyleydik ama ya şu gençler? Onlar neden böyleydi?
Eve döndüğümde bir araştırmam için nette sörf yaparken
bir öyküye rastladım. Loren Siebold isimli biri yazmış. Keşke sokaktaki o
mutsuz insanlara da okutabilseydim diye düşündüm. Kadın, erkek, genç, yaşlı
kendimizi öyküdeki delikanlının yerine koyarak okursak, birçok çıkarım
yapabileceğimiz bu öyküyü sizlerle paylaşmak istedim.
Bir zamanlar şehrin büyüleyici manzarasına hâkim bir evde
genç bir delikanlı yaşarmış. İyi de yaşarmış. Köpekleri ve atları, otomobilleri
ve müziği sever, yüzmeye gider, futbol oynar, güzel kızlara bayılırmış. Bir gün Tanrı’ya “Büyüdüğüm zaman neler istediğimi
buldum” demiş.
“Nelermiş bakalım bunlar?” diye sormuş Tanrı…
Delikanlı sıralamaya başlamış.
“Büyük bir evde yaşamak isterim. Ön kapısında heykeller
olsun. Arka kapısında iki St. Bernard köpeği... Uçsuz bucaksız bir bahçe
içinde... Uzun boylu, güzel ve müşfik bir kadınla evlenmek isterim. Siyah
saçlı, mavi gözlü, gitar çalan ve tatlı tatlı şarkılar söyleyen... Üç güçlü
oğlum olsun isterim ki, onlarla futbol oynayabileyim. Büyüdüklerinde birisi
büyük bir bilim adamı, öteki senatör, üçüncüsü, milli santrfor olsun. Ben bir
seyyah olayım... Okyanuslara yelken açayım, dağların zirvelerine tırmanayım,
insanları kurtarayım. Bir Ferrari kullanayım, yollarda...”
“Ne güzel bir hayaller bunlar” demiş
Tanrı... “Mutlu olmanı dilerim...”
Aradan zaman geçmiş. Delikanlı bir gün futbol oynarken ayağını incitmiş.
Dağlara, ağaçlara tırmanamaz olmuş. Okyanuslara yelken açmak da hayal olmuş
tabii. Bunun üzerine pazarlama okuyup, tıbbi malzemeler dağıtan bir şirket
kurmuş. Güzel ve müşfik bir kızla evlenmiş. Ama boyu uzun değil, kısaymış.
Saçları siyahmış ama gözleri mavi değil ela imiş. Gitar çalamaz, şarkı
söyleyemezmiş ama harika yemek pişirir, olağanüstü güzel kuş resimleri
yaparmış. Delikanlı işi dolayısı ile kent dışında bir villada değil, kentte bir
apartmanın teras katında oturmak zorunda kalmış, ama evinin deniz manzarası
yine de harikaymış. İki St. Bernard besleyecek bahçesi yokmuş ama evinde
bembeyaz tüylü harika bir kedisi varmış. Üç kızı olmuş. En küçükleri tekerlekli
sandalyede yaşamak zorundaymış, ama en güzelleriymiş. Üç kız da babalarını çok
severlermiş. Onunla futbol oynayamazlarmış ama birlikte denize, parklara
giderlermiş. Uçurtma uçurdukları da olurmuş bazen. En küçükleri hariç tabii. O
gölgede bir ağacın altında oturur, gitarı ile şarkılar söylermiş. İyi para
kazanmış ama bir Ferrari’si olmamış.
Bir sabah uykudan üzüntü içinde uyanmış ve en iyi
arkadaşına koşmuş...
“Ben” demiş “hiç mutlu değilim...”
“Neden?” demiş arkadaşı...
“Çocukken siyah saçlı, uzun boylu, mavi gözlü, gitar
çalıp şarkı söyleyen bir kızla evlenmek isterdim. Oysa karım kısa boylu, ela
gözlü, gitar da çalamıyor.” “Karın çok güzel” demiş arkadaşı... “Harika
resimler yapıyor, enfes yemekler pişiriyor üstelik.” Adam dinlememiş bile
onu...
Bir gün karısına “Hiç mutlu değilim” diye
dökmüş içini... “Neden?” demiş karısı...
“Çünkü büyük bir bahçe içinde bir villada yaşamayı
düşlerdim, oysa 47’nci katta bir apartman dairesine tıkıldım. İki St.
Bernard’ın yaşayacağı bir bahçem olsun isterdim, hani nerede?” “Konforlu bir
apartmanda yaşıyoruz”demiş karısı... “Oturduğumuz yerden okyanus
görünüyor. Gülüyor, eğleniyor, birbirimizi seviyoruz. Kedimizi okşuyor, güzel
kuşların resimlerini yapıyoruz... Üç de harika çocuğumuz var…” Adam
dinlemiyormuş bile...
Ruh doktoruna koşmuş bir gün... “Ben mutlu
değilim” diye... “Niye?” demiş doktor...
“Çünkü ben bir gezginci olmak, okyanuslara
açılmak, dağlara tırmanmak, insanları kurtarmak isterdim. Oysa masa başı işim
ve sakat bir dizim var şimdi…” “Ama sattığın tıbbi malzemeler yığınla
hayat kurtarıyor” demiş doktor... Adam dinlememiş bile. Doktor da ona 100
dolar vizite ücreti yazıp yollamış.
Bir gün muhasebecisine “Ben çok
mutsuzum” demiş... “Neden?” demiş muhasebecisi...
“Bir Ferrari’m olsun isterdim hep ve dünya umurumda
olmasın. Oysa işe metro ile gidip geliyorum. Bir yığın da sorunum var.” “İyi
giyiniyor, en iyi restoranlara gidiyorsun. Bütün Avrupa’yı, Amerika’yı
gezdin” demiş muhasebeci. Ama adam dinlemiyormuş bile... Muhasebeci
adama 100 dolar danışma ücreti fatura edip yollamış. Onun da hayalinde bir
Ferrari varmış çünkü.
Adam, rahibe “Çok mutsuzum” demiş. “Neden” diye
sormuş rahip...
“Üç oğlum olsun isterdim hep. Biri bilim adamı, biri
politikacı, biri sporcu! Oysa üç kızım oldu. Birisi yürüyemiyor bile.” “Ama çok
güzel ve çok zeki üç kızın var” demiş rahip... “Seni çok seviyorlar.
Başarılı da oldular. Biri hemşire, biri sanatçı, biri de müzik hocası.” Ama
adam yine dinlemiyormuş...
Öyle mutsuzmuş ki hasta olmuş sonunda. Bembeyaz bir
hastane odasında, etrafı beyaz giyinmiş hemşirelerle dolu, yatıyormuş. Vücuduna
bağlı teller, hastaneye kendi sattığı kalp cihazına bağlıymış ve kollarına
bağlı serumlarla besleniyormuş. Fena halde mutsuzmuş adam şimdi. Ailesi,
dostları ve rahibi yatağının başına toplanmışlar, onlar da üzüntü içindeymiş.
Mutlu olanlar sadece ruh doktoru ve muhasebecisi imiş.
Bir gece adam hastane odasında Tanrı ile yalnız
kaldığında “Tanrım” demiş... “Hatırlar mısın, çocukken sana
yalvarmış ve istediklerimi sıralamıştım.”
“Hatırladım” demiş Tanrı... “Güzel hayallerdi.”
“Peki, niye onların hiçbirini vermedin bana?” diye
sormuş.
“Verebilirdim!” demiş Tanrı. “Ama sana
istemediğin şeyleri vererek bir sürpriz yapmak istedim. Bak neler verdim
sana... Bir güzel, sevecen eş, iyi bir iş, yaşanacak güzel bir ev. Üç
tatlı kız evlat. Bir araya getirdiğim en güzel yaşam paketlerinden biriydi bu.”
“Evet, ama” demiş adam... “bana benim
istediklerimi vereceksin sanmıştım.”
“Ben de senin bana gerçekten çok istediğim bir şeyi
vereceğini sanmıştım” demiş Tanrı...
“Sen ne istedin ki?” diye sormuş adam hayretle.
“Sana verdiklerimle mutlu olmanı istemiştim.” demiş
Tanrı...
Adam karanlık odasında sabaha kadar düşünmüş. Sonunda
yeni bir hayal kurmaya karar vermiş. Yıllar önce kurduğu hayalin yerine “Keşke
bunu hayal etseydim” dediği bir hayal...
Bu defaki hayalinde zaten sahip olduğu şeyler varmış hep.
Adam kısa zamanda iyileşmiş. 47’nci kattaki dairesinde
çok mutlu yaşamış. Kızlarının şen şakrak sesleri, eşinin derin ela gözleri ve
harika kuş resimleri arasında mutlu olduğunu hissedermiş bütün gün... Geceleri
de okyanusa yansıyan kentin ışıklarının dalgalar üzerinde oynaşmasına bakar,
gülümsermiş...
***
Sınır tanımadan büyük düşünmek, hayal gücünü sonuna kadar
zorlamak...
Ama elde ettikleri ile de mutlu olmayı bilebilmek...
Tanrı’nın insanoğluna verebileceği en büyük iki nimet bu
olmalı...
İsterseniz bir bakın bakalım! Tanrı size neler
vermiş!
http://www.salom.com.tr/haber-90523-tanri_size_neler_vermis.html
**
Duyguların ifadesi- Rafael
ALGRANATİ
İZMİRCE r.algranati@gmail.com
27 Kasım 2013
İlişkilerimizi
şekillendiren, renk veren, derinlik ve anlam kazandıran en önemli etken
duygularımızdır. Sevgilerimizi, aşklarımızı, üzüntülerimizi, sevinç ya da
kızgınlıklarımızı benliğimizde istem dışı gelişen bu duygular oluştururlar.
Bunları kontrol etmek aslında oldukça güçtür. Çoğu zaman özel bir çaba ve
deneyim gerektirirler.
İki yaşındaki bir çocuğun, elinden oyuncağını zorla
çekiştirerek alan bir yaşıtına öfkelenerek ona vurması ve çığlıklar atarak
ağlaması buna bir örnek olabilir. Ergenlik çağındaki bir genç kızla
delikanlının tanışmaları ve birbirlerinden hoşlanmaları sonrasında, romantik
bir ortamda müzik dinlerken kendiliğinden gelişen o ilk sarılma ya da öpücük,
aralarında oluşacak duygu fırtınasının ilk belirtileridir. Sevdiğiniz birinin
seyahate çıkmasından dönüşüne kadar onun için duyduğunuz merak, hissettiğiniz o
derin özlem bu duyguların ürünleridir. Bir mağazanın vitrininde gördüğünüz bir
giysiyi, bir objeyi, zihninizde hemen sevdiğinizle özdeşleştirerek ona bunu
alma isteğiniz de öyle!
Ondan ayrı olduğunuz zamanlarda sürekli onu
düşünmeniz, onun için kaygılanmanız, kendiniz için isteyebileceklerinizden çok
daha fazlasını onun için istemeniz, ona duyduğunuz dayanılmaz özlem,
sarıldığınızda tüm bedeninize dalga dalga yayılanlar, birlikte olduğunuzda
duyduğunuz o tarifsiz doyum işte bu duygulardır.
Bunları hepimiz sık
sık yaşarız… Ama onları ifade edebilmeyi ne yazık ki çoğu zaman beceremeyiz.
Duygularımızı yüklenebilecek kelimeleri bulamadığımız için cümleleri kuramaz,
kurduğumuz cümlelerin ise yetersiz kaldıklarını, duygularımıza ihanet
ettiklerini görürüz. Dünyada en çok kullanılan “Seni çok
seviyorum” kelime üçlüsünü günde 100 kez kullansanız, 101.’sinde
duygularınıza hizmet etmediklerini görür, kullanmaktan vazgeçersiniz.
Duygular derinliğini arttırınca sözler yerine bir
bakışın, kelimeler yerine bir el tutuşun, sözlü ifadeler yerine yüreğinizden
taşan bir hareketin ne denli daha anlamlı olduğunu fark edersiniz. Ve o
yalnızca ikiniz arasındadır. Yeter ki karşınızdaki sizinle aynı derinlik seviyesinde
bunları algılayabilsin…
Uzun zaman önce okuduğum ve belleğimde yer eden “UN NUDO EN LA SABANA” başlıklı İspanyolca bir öyküyü anımsadım.
Bir okulun veli toplantısında okul yöneticisi, babaların
çocuklarına vermeleri gereken destek ve ilginin öneminden bahsetmekteymiş.
Babaların çocuklarına mümkün olan en fazla zamanı ayırarak çocuklarının yanında
olmalarını öğütlüyormuş. Babaların büyük bir çoğunluğunun zor şartlarda
çalışanlar olduğunu bilmesine rağmen, çocuklarını anlamaları ve yakın ilişki kurmaları
için onlara zaman ayırmaları gerektiğini söylüyormuş.
Tam bu sırada, veliler arasından yüz ifadesi oldukça
üzgün bir baba ayağa kalkarak söz istemiş. Çalışma saatleri nedeni ile oğluna
hafta arası günlerde hiç zaman ayıramadığını, onunla görüşüp konuşma fırsatı
bulamadığını anlatmış. İşyerine zamanında yetişebilmek için sabah çok erken
henüz oğlu uyurken evden çıkıyor ve akşamları o yatıp uyuduktan sonra evine
dönebiliyormuş. Ailesini geçindirebilmek, onların ihtiyaçlarını karşılayabilmek
için başka çaresi yokmuş. Çocuğunu görememek, konuşamamak onu da çok üzüyormuş.
Her akşam eve geldiğinde, elini yüzünü yıkadıktan sonra usulca oğlunun yatak
odasına gidiyor, o uyurken onu öpüp kokluyor ve odadan çıkmadan önce çarşafının
bir köşesine bir düğüm atıyormuş. Bunu her gece hiç bıkmadan tekrarlıyormuş.
Oğlu sabah uyanıp düğümü gördüğünde, babasının gece
yanına geldiğini, kendisini öpüp kokladığını ve o düğümle kendisini çok
sevdiğini iletmekte olduğunu anlıyormuş. Bu düğüm baba ile oğul arasında her
gün tekrarlanan bir iletişim aracı haline gelmiş.
Yönetici, babanın ağzından duyduğu oğlu ile arasında
yaşanmakta olan bu sıradışı ilişkiden çok etkilenmiş. Hele bu babanın çocuğunun
okulun en parlak öğrencilerinden birisi olduğunu öğrenmek onu oldukça şaşırtmış.
Bu öykü bize, yanlarında olmasak bile sevdiklerimizle
iletişim kurabilmenin, onlara duygularımızı aktarabilme yollarının ne denli
farklı ve çeşitli olabileceğini göstermekte. Fiziksel olarak onun yanlarında
olmamamıza rağmen, ruhen ne denli yakınlarında hatta içlerinde olabileceğimizin
örneğini vermekte.
Bu baba bunun basit ama çok etkili bir yolunu bulmuştu.
Ve daha önemlisi bu küçük çocuk, babasının attığı basit bir düğümden, babasının
kendisine sözlerle söyleyebileceklerinden çok daha fazlasını algılayabilmekteydi.
Bazen söyleyeceğimiz cümleleri o kadar çok düşünürüz ki,
aslında onların duygularımız aracılığı ile oluşup karşımızdakine o şekli ile
ulaşmaları gerektiğini unuturuz. Basit bir öpücük veya çarşafın bir köşesine
atılan bir düğüm gibi küçücük jestlerin, birçok sevgi cümlesinden, birçok
özürden, birçok hediyeden çok daha değerli, çok daha anlamlı olduğunu gözden
kaçırırız. Sonra da ortalıkta duyguları tamamen yitirmiş anlamsız cümleciklerin
başıboş uçuştuklarını ve kulaklarımızı tırmaladıklarını fark ederiz.
Sevdiklerimiz için kaygılanmak tabii ki çok anlamlıdır.
Ancak önemli olan bu kaygılarınızın onlar tarafından algılanması ve
duyumsanmasıdır…
Duygu iletişiminin oluşabilmesi için karşınızdaki
insanın kalbinizin dilini anlaması, onun sessiz sesini kelimelerden çok daha
güçlü duyabiliyor olması gerekir.
İşte bu nedenledir ki sevgi yüklü bir öpücük bazen baş
ağrınızı dindirebilir, boynunuzdaki adale ağrısını giderebilir ya da karanlık
korkunuzu tamamı ile yok edebilir.
İnsanlar çoğunlukla sevgi ifade eden cümleleri yeterince
algılayamazlar. Fakat sevgiyi kendilerine taşıyan basit bir jesti yüreklerinde
hissederler.
O jest basit bir düğüm olsa bile…
Sevgi, aşk, özlem dolu bir düğüm…
http://www.salom.com.tr/haber-89104-duygularin_ifadesi.html
**
Değer
vermek… Değer bilmek…Rafael ALGRANATİ
İZMİRCE r.algranati@gmail.com
22 Eylül 2010
“Ne gördün?” Adam her
defasında “Dünya güzeli denizkızları gördüm, altın saçlarını gümüş
taraklarla tarıyorlardı.” dermiş.
Haldun Taner, öyküdeki adamın insanı anlam arayışına
sürükleyen cevabını şöyle yorumlamış:
Yalnızca hayallerimizi süslüyor bile olsalar, bize ait
olan herhangi bir ‘değer’e değer vermek, değerini bilmek, ona sahip
olmanın mutluluğunu yaşamaktan defalarca fazla ruhumuzu ve
yaşamımızı besler.
Kişisel gelişimci ve yazar Ahmet Şerif İzgören, değer
vermeyi, kendimizi sevmek ile ilintiler.
Biz kendimize yeterli değeri vermezsek, diğer insanlardan
bizim kendimize veremediğimiz bir şeyi bize vermelerini beklememiz ütopik bir
düşüncedir. Kendimize değer vermek ise kendimizi sevmek ile
ilişkili bir duygudur. Kendimizi sevmek, kendi kendimize verebileceğimiz en
yüksek değer ve en güzel hediyedir. Kendimizi sevmek, kendimizi her
halimizle kabul edip kendimize yetebilmek, -geçici değil- kalıcı olan
değerlerimizle, rol yapmadan olduğumuz gibi yaşayabilmek demektir.
Kendimizi sevmek, yaşamımızda karşılaştığımız birçok sorunun çözümü, çektiğimiz
acıların ilacı, daha da önemlisi yaşamımızdaki değerlerin değerini
bilebilmenin, dolayısı ile değerlerimize değer verebilmenin ilk adımıdır.
Bahçemizin bir köşesinde yılın on ayını çiçekli geçiren
bir sarıpapatya düşünün... O papatya bizimdir ama onunla yetinmez ve bir
gülümüz olsun isteriz. Gözümüzü bürüyen gülü bulmanın hırsı ile haftada yarım
fincan su ile bile yetinebilen papatyamızı bir kenarda unutur, ihmal ederiz. Gün
gelir de gülü bulamayıp papatyamıza geri dönmek istediğimizde, bir de bakarız
ki değer vermediğimiz papatyamız ya kurumuş ya da onun değerini bilen bir
başkasının gülü oluvermiştir.
Biraz düşünürsek, hayatımızın bir köşesinde yerlerini
almış birçok papatyalar fark ederiz. Onlar hep orada öyle sessizce dururlar.
Öteden beri hep oradadırlar ve sanki hep orada olacaklardır diye düşünür,
onları kanıksar, onlara hak ettikleri değeri vermeyiz. Yozlaşan yaşamımızın
yozlaşmışlığına inat, bir gün değer verilmeyişlerine isyan edip hayatımızdan
çıkıp gidebileceklerini hiç mi hiç düşünmeyiz... Var olan düzenimizin sürekli
devam edeceğini düşünürken aniden fark ederiz ki, ne eski düzen kalmıştır
ortada, ne de değerlendiremediğimiz o güzelim değerler...
Kaybettiğimiz değerlerin değerlerini ne yazık ki
kaybettikten sonra fark ederiz. Çoğu kez düşüncelerimizi paylaşmadığımız,
söyleyeceklerimizi en başından söyleyemediğimiz için yara alırız derinlerde bir
yerlerimizden. Nedense hep sona yaklaştığımızda korkarız bir şeylerimizi
kaybetmekten. Kendi kendimizi sorgulamaya işte o zaman başlarız… Ama artık geç
kalmışızdır... ‘Son’ ya kapıdadır ya da çook uzaklarda...
Hiçbir şey konuya uygun bir öykü kadar derinliklerimize
taşıyamaz anlatılmak istenenleri:
Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği
müridini sınamak ister. Eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu
al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en son da kuyumcuya
göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel
bana bildir.”
Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkânına girer ve
elindekini uzatarak “Şunu
alır mısınız?” diye sorar. Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği
mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der.
Mürit teşekkür edip çıkar.
Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği
mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye
gider: “Buna ne verirsiniz?” diye
sorar. Semerci şöyle bir bakar, “Bu” der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş”
dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”
Mürit şeyhinin buyurduğu gibi en son olarak kuyumcuya
gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantayı nereden buldun?” diye
hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?”
Mürit sorar: “Siz ne veriyorsunuz?”“Ne istiyorsan
veririm.” der kuyumcu.
Mürit, “Hayır
veremem!..” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya
başlar: “Ne olur bunu bana sat.
Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit onun emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını,
ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.
Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını
anlatır. Şeyh sorar: “Bundan
ne anladın?”
Müridin verdiği cevap çok doğrudur:
***
Kaynağını bulamadığım ‘Değer’ isimli bir şiirden seçerek
aldığım düşündürücü dizeler ile baş başa bırakayım sizleri…
Verdiğin değer seni değerli kılmıyorsa, sevdiklerine
değil kendine kız
Çünkü değer
verişin değerli kılınmak içinse, değer verende eksik ararız
Değer bilmeyen senin değerini geç olsa da görür
Ama o zaman geç
olur...
Değer bilmek... Değer vermek
Görünüşte kolay
olsa da kimi zaman hayli zor olur
Önemli olan geçici değerler değil, değerli
kalanlar olur
Değerin değerini
belirlemek ise yalnızca değer vermekle olur.
Değer ya verilir ya bilinir
Ortası yoktur, sadece değerliye değerli denilir
Bilmem ki değer
verdiklerin sana değer vermezse onlara daha ne denilir...
Değer senden değil, değer verenden gelir
İstersen kendinden
bil, değer verilmeden nasıl değer gelir?
Bunlar belki kulağa nahoş gelir
Ama gönülden
mana-i hakikatten gelir.
Değerini bildiğiniz değerlerinizle değerlenen günler
diliyorum sizlere.
http://www.salom.com.tr/haber-75022-deger_vermek_deger_bilmek.html
Rafael
ALGRANATİ İZMİRCE
26 Şubat 2014
Siz de zaman zaman kendinizi hayatın çılgın akışına
teslim olmuş gibi hisseder misiniz? Arada bir de olsa, bir silkinme, zaman
içinde üstünüze yapışan onca ‘gereksiz’lerden kurtulma, yüzünüze buz gibi soğuk
suyu çarparak “kendine gel” deme ihtiyacı hisseder misiniz? Günümüzün yoğun
temposu içinde, kendi yaşamınızın yönetimini kaybetmekte olduğunuz fark
edip, “hoop ne oluyoruz?” dediğiniz olur mu hiç?
Kendinize bir çeki düzen vermek istediğinizde, neleri ve
kimleri yaşamınızın dışında tutmanız gerektiğini saptamaya çalışırken içinizden
geleni, gerçekten içinizden geldiği gibi uygulamayı becerebilir misiniz? Yoksa
sevgiler, dostluklar, tutkular, sosyal yaşamın gerekleri, zorunluluklar derken,
ufak tefek birkaç temizliğin dışında yine başa dönmüş hisseder misiniz
kendinizi?
Örneğin; ortada hiçbir neden yokken, yalnızca
içinizden geldiği için, gidip sevdiğinize bir hediye almak ve yüreğinizden
taşan en sıcak duyguları da paketin içine özenle yerleştirip damdan düşer gibi
sunmak varken, yaş günü geliyor diye almak zorunluluğunda olmanın farkını
algılayabilir misiniz? Belki iyi bir örnek olmadı. Değiştireyim. Kendimi bildim
bileli büyük haz duyduğum ‘yazmak’ tutkumun, “hadi bakalım Şalom’da bu hafta
sıra senin, yazmalısın”a dönüşmesinin ağırlığını duyumsayabilir misiniz?
Ya da bunların ve/veya benzeri. Aslında keyif aldığınız fakat bir şekilde
göreve dönüşen zorunlulukların üst üste binerek ruhunuzda oluşturdukları yükü?
İşte tam o anda “hoop” demeniz ve kendiniz için
bir şeyler yapmanız gerekir. Fren pedalına hafifçe dokunup biraz yavaşlamanız,
gerekiyorsa biraz durmanız, hatta kendinize zaman ayırıp biraz temiz hava
almanız mükemmel bir seçenek olabilir. Üstünüzdeki gereksizleri silkeleyip,
küfenizdeki çürükleri de ayıkladıktan sonra, dinlenmiş ve hafiflemiş olarak bir
sonraki durağa kadar tekrar yola koyulmak gerekir diye düşünüyorum.
Tanrım beni yavaşlat!
Aklımı sakinleştirerek, kalbimi dinlendir.
Zamanın sonsuzluğunu göstererek, bu telaşlı hızımı
dengele.
Günün karmaşası içinde, bana sonsuza kadar yaşayacak
tepelerin sükûnetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğime yaşayan
akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o
büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret.
Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek veya
kedi okşayabilmek için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık
avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.
Her gün bana kaplumbağa ve tavşan masalını hatırlat.
Hatırlat ki, yarışı her zaman koşanın bitirmediğini,
yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı
sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş
ve sağlıklı büyümesine bağlıdır.
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı
değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve
daha sağlam olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için
cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için sabır, ikisi arasındaki
farkı bilmek için akıl ve beni aşkın körlüğünden ve yalanlarından koruyacak
dostlar ver.
Bu dua bana biraz günümüze uyarlanmış gibi geliyor, ama
olsun! İçimiz rahatlasın! Demek ki 4000 sene evvelki atalarımız da aynı
sorunları yaşıyorlarmış.
Yukarıda da söylediğim gibi, arada bir kendimize zaman
ayırarak dinlenmek, gereksizlerden arınmak, hemen sonrasında da yepyeni bir
denge yaşamımızı tekrar doldurup, her şeye rağmen yine de hızlanarak
günlerimizi dolu dolu yaşamak, kendi hesabıma ve ‘şimdilik’ kaydı ile
en mantıklı yol gibi duruyor önümde…
Sanıyorum pes etmeyip ‘sebat’ etmemiz gerekiyor
başarıya ulaşabilmek, arkamızda bir iz bırakabilmek için!‘Sabır’ etmeyi de
öğrenmemiz gerekiyor özümüzü eğitmek için! Her zaman da ‘umut’ etmeyi
sürdürmemiz gerekiyor ‘sabır, sebat’ ikilisinin üstesinden gelebilmek
için.
Gelelim öykümüze!
Bir gezgin sırtında çıkını ile seyahat ederken, bir mısır
tarlasının kenarında taşın üstüne çömelmiş, hüzünlü bir ifade ile tarlasına
bakan yaşlı bir kadına rastlamış. Soluklanmak ve yaşlı kadın ile biraz sohbet
edip biraz gülümsetmek için gidip yanı başına oturmuş.
Yaşlı kadın sohbetin bir yerinde gezginden oğullarına göndermek
üzere bir mektup yazmasını istemiş. Gezgin memnuniyetle kabul etmiş. Yaşlı
kadının söylediklerini kaleme alırken, kadının cümleleri gezgini büyülemiş.
Hayata bakışında adeta yepyeni bir pencere açılmış. O kadar etkilenmiş ki yaşlı
kadından bu mektuptan bir kopya alıp alamayacağını sormuş. Yaşlı kadın,
tarlasını baştan sona kadar kazması karşılığında gezginin mektuptan bir kopya
almasını kabul etmiş.
Gezgin bir hafta boyunca kadının tarlasını kazmış. İşi
bittiğinde ellerinin acısı bir ay sürmüş. Ancak yıllar sonra bile, hayatında
yaptığı tek hayırlı işin o tarlayı kazmak olduğunu duyumsamış. Mektup kadının
çocuklarının dışında milyonlarca insana ulaşmış. Taşıdığı anlam ve içerdiği
evrensel öğütler sayesinde bugün hala ulaşmaya devam ediyormuş.
Bakma bugünkü dağların
ak karına!
Gün gelip güneş daha
sıcak doğacak ve eriyecek buzlar.
Delecek toprağı otlar,
sürgün verecek yine kuru görünen ağaç dalları.
Uyanan toprağın yüzünü
tırmalayacak umut kazmaları.
Bir yere yurt
diyebilmen için önce doğmalı sonra doymalısın elbette.
İstekleri bitmeyene
iki cihanda da huzur yoktur.
Asıl olan, çok
çalışıp, az istemektir bu topraklarda.
Her sene bir çift
mısırdır hasatta umudum, odur bağlayan beni hayata ve buraya.
Önce ekerim tohumları
kara toprağa, sonra beklerim ki dönüşsünler ak koçanlara.
Böyle geçti yüzyılım
bu topraklarda.
Ne kötüden iz gördüm,
ne de namertten söz duydum; şükrettim ama beklemedim ki Tanrı göndersin.
“Dağın arkası dağ
olur” derler.
Lakin bakarsan,
beklemeyi bilirsen dağın arkası bağ da olur.
Onun için ne sabrımı
ne umudumu yitirdim yalan dünyada.
Ana rahmi gibidir
dünya insana, ana rahminde göbek bağıdır hayat bağımız, dünyada ise
umutlarımız.
Umudunu yitiren, hayat
bağını da yitirir oğul.
http://www.salom.com.tr/haber-90165-sabir_sebat_ve_umut.html
**
Rafael
ALGRANATİ İZMİRCE r.algranati@gmail.com
27 Mayıs 2015
Yurt dışında bir sahil kasabasında yaşlı bir
karı kocanın işlettiği küçücük bir dükkân.
Her sabah saat 10’da açıp, öğlen 13.00 gibi kapatırlar.
Bir kafe. Müşterilerine sundukları 3-4 çeşit kahve ile sabah erkenden evde
pişirdikleri ve işe gelirken yanlarında getirdikleri üç çeşit ağızda eriyen
kruasan. Masasından sandalyesine, fincanından tabağına her şey sıradan.
Adamcağız içerde kahveleri yapıyor kadın da gülümseyen yüzü ile müşteriye
servisi. Ben 15 yıldır orada olduklarını biliyorum. Ondan öncesini bilemem. Hep
ayakta bekleyeni vardır. Üç saat boyunca dolup dolup boşalır masalar. Hem de
50’şer metre arayla açılan diğer kahve zincirlerine rağmen!..
Bir köfteci!
40 yıldır bildiğim bir köfteci dükkânı. 40 yıl önce bir
teneke barakada başladı köfte yapmaya. İnegöl köfte. Kaşarlısı ve normali.
Piyaz, cacık ve salata. Bir de Kemalpaşa tatlısı. Yanında çalışan bir yamakla
yıllarca tek başına çalıştı. Mangalı kimseye bırakmadı. Yıllar boyunca sabahın
köründe dükkânını açıp köfteleri kendi yaptı, piyazın fasulyesini de kendisi
haşladı. Hiç bozmadı çizgisini. Sonraları bir sokak ötede bir dükkâncık satın
aldı. Aynı çizgisini devam ettirdi. Sonra yaşlanmaya başladı. Artık o kadar
saat mangal başında ayakta duramıyordu. Bir mangalcı aldı. Sonra da
ikincisini. Bir de garson. Sonra da ikincisi. Kızlarını da aldı yanına. Sihir
bozuldu. Önce köfte küçüldü. Sonra kıymanın kalitesi bozuldu. 40 yıldır
haftanın en az iki günü keyifle yediğim o köfteyi artık
yiyemiyorum.
Bir eczacı çırağı!..
20 yıldır tanıyorum. Güler yüzü, bilgisi, yardımseverliği
ile herkesin gönlünü kazanmış bir delikanlı. Bugüne kadar aynı bölgede üç ayrı
eczanede çalıştı, hepsini ihya etti. Müşterileri hep onu takip etti. Eczane
sahipleri ise değerlendiremediler bu gerçeği. Önce bir kasiyer alıp hem
delikanlıyı kontrolde tutmayı hem de kendi özgürlüklerini kazanmayı yeğlediler.
Sonra da diplomalı bir eczacı. İyice kısıtladılar çocuğun çalışma alanını.
Müşteriler de etkilendi. Sonuçta kaybettiklerinde anladılar delikanlının
değerini.
Küçük bir karınca her sabah erkenden işine gelir ve neşe
içinde çalışmaya başlarmış. Çok çalışır, çok üretir ve bunları keyif içinde
yaparmış.
Patronu aslan, karıncanın başında bir yönetici bile
olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırmış.
Bir gün kârlılığı ve verimliliği arttırmak için aklına
parlak bir fikir gelmiş.
Eğer karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar
üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa kim bilir neler
yapardı.
Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve
yazdığı raporlarla ünlü, hamamböceğini işe almış. Hamamböceği öncelikle kendine
bir saat alarak işe başlamış.
Böylece karıncanın çalıştığı saatleri tam olarak
ölçebilecekmiş. İş saatlerinde gevşekliğe müsaade etmeyecekmiş. Elbette
raporlarını düzenleyecek bir de sekretere ihtiyacı olacakmış.
Bu nedenle; hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de
arşiv işleri için örümceği işe almış.
Aslan, gelişmelerden çok memnunmuş. Hamamböceğinin
hazırladığı raporlar gerçekten harikaymış. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve
kârlılığı analiz eden renkli grafikler de hazırlamasını istemiş. Böylece bu
raporları ortaklarına sunum yaparken kullanacakmış.
Hamamböceği, bu raporları üretebilmek için yeni bir
bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duymuş.
Artık artan ekipmanlar için de bir bilgi işlem departmanı
oluşturmanın zamanı gelmişti. Bu işleri idare etmek için de sineği işe almış.
Bir zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan karınca bu yeni
toplantı düzeninden ve evrak işlerinden çok yılmış. Zamanının büyük bir kısmı
sorulan soruları cevaplamak, formları doldurmak ve evrak işleri yapmakla
geçiyormuş.
Aslan, karıncanın bölümünün giderek büyümesinden çok
memnunmuş. Bölümü daha da büyütmek üzere bir üst yöneticiye ihtiyaç olduğunu
düşünmüş ve bölüm başkanı olarak başarıları ile ünlü ağustosböceğini işe almış.
Kendi rahatına ve keyfine düşkün ağustosböceğinin ilk
icraatı ofisi rahat edebileceği yeni mobilyalarla döşemek olmuş.
Tabii ki kendisinin de yeni bir bilgisayara, bütçe
kontrol ve stratejik verimlilik planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya
ihtiyacı varmış. Bunun üzerine eski işyerindeki yardımcısını işe almış.
Karıncanın çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği,
neşesiz ve mutsuz bir mekâna dönüşmüş.
Ağustosböceği, patronu aslanı ortamın ruh halini değiştirecek bir çalışma
yapılması gerektiğine ikna etmiş.
Bunun üzerine, karıncanın bölümünde olup bitenleri gözden
geçiren aslan, üretimin ve kârlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü fark
etmiş. Hemen, son derece itibarlı ve iyi tanınmış bir danışman olan baykuşu
sorunu çözmesi için işe almış.
Baykuş, karıncanın departmanında üç ay geçirmiş. Bu
hummalı çalışmanın ardından ciltlerce bir rapor yazmış. Raporun sonucu şuymuş: “Departmanda aşırı istihdam varmış”.
Aslan, raporu inceledikten sonra dramatik bir karar
vermiş.
Ve elbette ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken,
mutsuz ve çalışma isteğini kaybetmiş olan karıncayı işten çıkarmış.
Arife tarif ne gerek?
http://www.salom.com.tr/haber-95293-aslan_ile_karinca.html
İZMİRCE r.algranati@gmail.com
30 Aralık 2015
***
Bir zamanlar ilk defa okula başlayan minik bir çocuk
varmış. Birinci gün annesinin elinden tutarak heyecanla okuluna gitmiş. Kendisi
ne kadar minikse okul bir o kadar büyükmüş. Kalabalık ve gürültüden ürken
çocuk, annesinin ana giriş kapısının hemen karşısındaki sınıfını göstermesi ile
biraz rahatlamış. Birkaç da arkadaş edinince okulunu çok sevmiş.
Bir sabah sınıf öğretmeni bugün resim dersimiz var demiş.
Resim yapmayı çok seven çocuk buna sevinmiş. Evinde aslanlar, kaplanlar,
inekler, trenler, gemiler çizer ve boyarmış. Hemen boyalarını çıkarıp çizmeye
başlamış.
Ama öğretmeni, bekleyin henüz başlamıyoruz diyerek tüm
öğrencilerin hazırlanmasını beklemiş. Herkesin hazır olduğundan emin olduktan
sonra şimdi çiçek resimleri çizeceğiz demiş. Çocuk evinde sık sık çiçek
resimleri yaptığı için buna da çok sevinmiş ve hemen boyalarını alarak kendi
renkleri ile bir çiçek resmi çizmeye başlamış.
Ama öğretmen yine durdurmuş. Bekleyin demiş. Önce size
nasıl çizeceğinizi ve ne renkler kullanacağınızı anlatayım. Eline boyaları alıp
yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. Çocuk bir kendi resmine bakmış bir de
öğretmeninin resmine, öğretmeninin resmini daha çok beğenmiş. Yeni bir resim
kâğıdı alarak öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmeye başlamış.
Başka bir gün sınıfa geldiğinde öğretmeni, bugün oyun
hamurundan heykelcikler yapmayı öğreneceğiz demiş. Ne güzel diye düşünmüş
çocuk. Evinde hamurla heykelcikler yapmayı çok severmiş. Yılanlar, filler,
fareler, kamyon ve otomobiller yaparmış. Hemen önündeki hamur topunu alıp
yoğurmaya başlamış.
Bekleyin demiş yine öğretmeni. Henüz başlamıyoruz.
Herkesin hazır olmasını bekliyoruz. Sonra da hepimiz birer tabak
şekillendireceğiz. Ne güzel diye düşünmüş çocuk. Tabak yapmayı çok severim
diyerek hemen farklı boyutlarda tabaklar şekillendirmeye başlamış.
Ama öğretmeni önce beni seyredin nasıl yapılacağını
öğreteyim demiş ve herkesin görebileceği şekilde bir tabak yaparak önlerine
koymuş. Çocuk önce kendi tabağına bakmış, sonra öğretmeninkine. Kendi tabağını
daha çok beğenmiş ama bir şey söylemeden hemen öğretmeninkine benzeyen bir
tabak yapamaya başlamış.
Çok geçmeden küçük çocuk fikir üretmeyi bir kenara
bırakıp, öğretmeni ile aynı şeyleri yapabilmek için, önce bekleyip öğretmenini
izlemeyi ve ona uyum sağlamayı öğrenmiş
Bir gün ailesi başka bir semtte yeni bir eve taşınmış.
Tabii çocuğun da okulu değişmiş. Sınıfın ilk gününde, öğretmen bu derste resim
yapacağız demiş. Ne kadar güzel demiş çocuk. Öğretmeni ne çizileceğini
söyleyecek ve nasıl bir örnek gösterecek diye beklemeye başlamış. Ama öğretmen
bir şey söylemeden sıralar arasında dolaşmaya başlamış. Küçük çocuğun yanına
geldiğinde resmine başlamak istemiyor musun diye sormuş.
Evet demiş çocuk, çok istiyorum ama ne çizeceğimizi
söylemediniz.
Sen çizesiye kadar ne çizeceğini ben de bilemem ki demiş
öğretmeni. .Peki, nasıl yapmalıyım diye sormuş çocuk.
Hepimiz aynı resmi yaparsak ve aynı renkleri kullanırsak,
kimin kim olduğunu ve hangisini kimin yaptığını nasıl öğrenebiliriz diye cevap
vermiş öğretmeni.
Kararsızlıkla “bilemiyorum…” diye mırıldanmış çocuk…
Ve eline boya kalemlerini alıp, yeşil saplı kırmızı bir
çiçek çizmeye başlamış.
***
Hepinize sağlık, barış ve huzur dolu rengârenk bir yıl
diliyorum…
http://www.salom.com.tr/haber-97623-yesil_sapli_kirmizi_cicek.html
**
BİR OLMAK-RAFAEL ALGRANATİ İZMİRCE
r.algranati@gmail.com
29 Temmuz 2015
Yaşımız
ilerledikçe, yaşamımızdaki tüm değerler de bizlerle birlikte yaşlanır. Yedi
yaşında çocuksu içgüdülerle kurduğumuz bir arkadaşlık, bir bakarız ki 60 yıllık
bir dostluğa dönüşmüştür.
60 yılı öyle kolayca anlatamazsınız. Zihninizin her
kıvrımında bölük pörçük saklı olanları anımsamak, gizlendikleri yerlerden
çıkarmak gerekir. Boş bir film şeridine kareleri teker teker oturtmaya
çalışırız. 20’li yaşlarda yaşananlar ile 30’larımızda yaşananlar ne kadar da
farklı... 40’lar 50’ler derken paha biçilmez bir film oluşturabilecek
enstantaneler gitgide hızlanan bir süratle geçip gitmeye başlarlar
belleğinizden. Yıllarca yan yana, üstü üste durmaktan her birine bir diğeri
yapışmıştır, diğerine de bir diğeri. Birini ayırayım derken diğerini
kaçırırsınız. Tutamaz, sıraya sokamaz, durduramazsınız! Başaramayacağınızı
görür, bırakırsınız… Birbirleri ardına saklana saklana akışa geçerler. Belleğinizin
kıvrımlarından, yüreğinize. İçinize dolarlar... Bazen de taşıyamaz,
sığdıramazsınız, taşarlar... Binlercesinin bir tek gözyaşı damlasına sığışıp
yanaklarınızdan akıp gittiklerini görür, fakat belleğinizden silinmediklerini,
yerlerinde durduklarını son nefesinize kadar da orada duracaklarını fark
edersiniz.
Geçenlerde bir dostum çok sevdiği eşi için bir özdeyiş
kopyalamıştı sanal âlemdeki sayfasına.
Ne seni unutacak kadar zaman geçecek, / Ne de geçen zaman
seni unutmaya yetecek…
Güneşin hiç batmadığı bir ülkede, uçsuz bucaksız ovaların
sarmaladığı bulutlu bir köyde yaşarmış Elma Ağacı. Yemyeşil dallarının
arasından göz kırparmış elmaları. Boyu pek uzun değilmiş bizimkinin, dalları da
yarışamazmış arkadaşlarıyla. Yine de mutluymuş Elma Ağacı, kökleri sımsıkı
sarılırmış toprağa.
Sessiz bir Kuşburnu yaşarmış, bizimkinin tam yanında.
İncecik gövdesi ile boynu bükük görünürmüş hep dostuna. Dikenleri yüzünden
yaklaştırmazmış yanına kimsecikleri. Bizim Elma Ağacı bu sessiz dostunu çok
severmiş, eğilirmiş üstüne görsünler diye kırmızı beneklerini. Dallarıyla onu
işaret edermiş insanlara, kızarmış gövdesini büken rüzgâra.
İki dost kökleriyle sarılmışlar birbirlerine, konuşmuşlar
uzun yıllar boyunca. Kuşburnu hep onun gibi büyük bir gövdeye sahip olmak
istermiş, kaçmak istermiş bu çalı hayatından. Yeşil elmalarına gizli bir
kıskançlıkla bakarmış, hiç de memnun değilmiş yaşamından.
Bir sene hiç yağmur yağmamış, güçsüz düşmüş bizim
kafadarlar. En çok da Kuşburnu hastalanmış, boğazı kurumuş susuzluktan. Elma
Ağacı uzatmış köklerini, ulaşmış toprağın derinlerine. Kuşburnu hiç konuşmaz
olmuş, ölmek üzereymiş garibim. Ama bizimkisi pes etmemiş, kurtarabilirmiş
belki küçüğü. Dikkatle bakmış toprağa, altındaki karanlık odalara. Bir gözü hep
dostunun üzerindeymiş, dallarıyla saçlarını okşarmış. Umudunu yitirmemiş,
karıştırmış toprağı. Doğa ananın sıcak
gözyaşlarıyla ıslanmış kökleri, içmiş kana kana. Avucunu açmış, doldurmuş
toprak ellerini. Uzatmış bizim Kuşburnu’na, yüreğindeki
korkuyla. “Ölme,” demiş dostuna.“Bırakma beni!”
Kuşburnu uzatmış köklerini, halsizce tutmuş bizimkinin
ellerini. İçtikçe yaşamla dolmuş dikenleri, yeniden doğrulmuş gövdesi. Elma
Ağacı sevincinden boy atmış, ezmiş gölgesi her şeyi.
Lakin Kuşburnu hiç de memnun değilmiş bu durumdan, kuru
bir çalı olarak ölmeyi yeğlermiş. Kıskançlığından ölmek üzereymiş. Kurtulmak
istermiş elmanın gölgesinden. Teşekkür bile etmemiş. Geri çekmiş köklerini,
umursamazca eklemiş: “Beni
yalnız bırak! Sevmiyorum seni.”
Elma anlamış, öteden beri bilirmiş bu durumu. “Sana bir tane elma vereyim, bana benze,” demiş.
Kuşburnu doğrulmuş. Hep onun kadar büyük meyveleri olsun istermiş, açmış
kucağını. Bizimkisi bir tane elma düşürmüş, tutmak istemiş ufaklık. Elma ağır
gelmiş ince kollarına çat diye kırılıvermiş gövdesi. Acıyla bağırmış
zavallıcık, nefret etmiş dostundan. “Defol
git!” demiş, göstermiş dikenlerini.
Elma tüm bu olanlara çok üzülmüş sadece onu mutlu görmek
istermiş. Defalarca özür dilemiş, kökleriyle teselli etmek istemiş. Geri
çekilmiş Kuşburnu, yüzüne bile bakmamış. Öteden beri kendini sevmezmiş, kırık
gövdesi ile artık kimseciklerin yüzüne bakamaz olmuş. Yemeden içmeden kesilmiş,
dökmüş dikenlerini. Unutmuş meyve vermeyi, hissetmiyormuş artık köklerini. Bir gece
son nefesini vermiş, öylece kalmış kırık gövdesi.
Elma haykırmış, kaldırmış toprağı, dallarıyla kesmiş
rüzgârın önünü. Öfkesi enginmiş, doğa korkuyla geri çekilmiş. “Benim suçum!” diye bağırmış gökyüzüne. “Onu ben öldürdüm!”
Yalnızlık korkunçmuş, dostunun hatırası gitmemiş olmayan
gözlerinden. Dayanamamış acıya, ekşimiş elmaları, delinmiş yaprakları, yılanlar
yuva yapmış oyuklarına. Artık çok yaşlanmış, gücü de kalmamış ağlamaya. Hep
onun gibi olmak istermiş Kuşburnu, yıllarca onu düşünüp durmuş. Bir gün aklına
bir fikir gelmiş.
Bir sonbahar, atılmış ileri, sıkmış dişini. Kararını
vermiş, bir yol olabilirmiş. O sene bizim koca Elma Ağacı tek bir meyve vermiş.
Kendi özünü katmış elmasına, tüm benliğini. Dev gibi yeşil elma çok albenili
gözüküyormuş doğrusu; kokusu da cabası. Korkmuş insanlar onu benden alır diye,
acele etmeliymiş. Bu son umuduymuş, kalbindeymiş dostunun anısı. Kendini
sallamış, gövdesi gıcırdamış. Dökülmüş taze yaprakları, acıya aldırmamış. Devam
etmiş sallanmaya, her tarafı ağrıyormuş ama umudu tammış. Sonunda düşürmüş
elmasını tam Kuşburnu’nun kalbine.
Meyve çürümüş dostunun mezarında. Kendi özünün toprakla
kaplanmasını izlemiş huşu içinde. Aradan aylar geçmiş, bir sabah mucizeyi
görmüş uykulu gözleriyle. Dostu tohumun kaybolduğu yerde mahcup mahcup ona
bakıyormuş. Bir tane yaprağı varmış, tıpkı kendisine benzeyen.
Usulca uzanmış bizimkisi sevinç içinde. Dokunmuş tüy gibi
ince köklerine, sormuş “Beni hatırladın mı?” diye.
Kuşburnu olmuş bir Elma Ağacı, uzun uzun sarılmış
dostuna. Gözyaşları toprağı yeşertmiş etraflarında. Doğa bile nazarla bakarmış
bizim iki kafadarın şimdiki hallerine. Sevgililer isimlerini kazımış BİR OLMUŞ
gövdelerine
http://www.salom.com.tr/haber-95969-bir_olmak.html
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar