Print Friendly and PDF

TARİHTE VE GÜNÜMÜZDE TÜRK-YAHUDİ İLİŞKİLERİNİN STRATEJİK BOYUTU

Bunlarada Bakarsınız



Prof. Dr. Ömer Faruk HARMAN

Türklerin gerek büyük kitleler hâlinde İslâm dinine girmeden önce, gerekse Müslüman ol­duktan sonra Yahudilerle ilişkileri olmuş ve bu ilişkilere daima Türklerin müsbet, İnsanî tavır­ları damgasını vurmuş; tarih içinde Hazarlar gibi bazı Türklerin bu dini benimsemelerinin öte­sinde herkesin Yahudileri kovduğu, hor gördüğü bir ortamda sadece Türkler onlara sahip çı­kıp kucak açmış, himaye edip haklarını savunmuştur.

Türk-Yahudi ilişkilerinin mevcut durumunu iyi değerlendirebilmek, geleceğe yönelik ön gö­rülerde bulunabilmek için geçmişteki ilişkileri ve bu ilişkilere esas teşkil eden bakış açılarını bil­mek gerekir.

I- Türk-Yahudi ilişkileri:

a)      Tarihî boyutu:

Türk-Yahudi münasebetlerinin tarihi bir hayli eskiye dayanmaktadır. Bu münasebetleri çok daha gerilere götürüp bu iki milleti kardeş kabul edenler de vardır. Avram Galante, Hz. İbra­him’in iki oğlu İsmail ve İshak’la ilgili Tevrat’taki rivayetlerin Yahudilerce nasıl tefsir edildiğini aktarırken, kardeşlerden İsmail Arapların, İshak da Yahudilerin atası, ayrıca İsmail’in soyun­dan gelen İslâm peygamberi Arap olduğundan, İslâmî kabul etmiş olan diğer milletlerin de İs­mail’e mensup sayıldıkları dolayısıyla ishak’ın soyundan gelen Yahudiler ile bütün Müslüman­ların ve İslâm ailesine mensup olan Türklerin kardeş oldukları şeklindeki yorumu nakletmekte ve bu yorumun, eski dinî İbrânî edebiyatında olduğu gibi halk indinde de kabul edildiğini be­lirtmektedir.”'

Türkler ve Yahudiler kardeş olmasalar bile Yahudiler, uzun tarihî süreçte Türklerden hep kardeşlik görmüşler, Yahudilere karşı hiçbir milletin göstermediği hoşgörü ve himayeyi Türk­ler göstermişlerdir.

Yahudiler milât öncesi dönemlerde ve milâdî ilk asırlarda önce Asurlular ve Babilliler, da­ha sonra da Romalılar tarafından baskı ve zulme maruz bırakılarak bir kısmı katledilmiş, bir kısmı da sürgün edilmiş, neticede Yahudiler çeşitli yerlere dağılmış, bu çerçevede Anadolu topraklarına ve Türklerin bulundukları bölgelere göç etmiş, dolayısıyla Türklerle temas başla­mıştır.

Türkler ile Yahudilerin ilk temasları muhtemelen Mezopotamya’da Irak Türkleri ile olmuş, en belirgin temas ise Selçuklular döneminde vuku bulmuştur.

Selçuklular gerek fethettikleri şehirlerde buldukları Yahudi cemaatlerine, gerek Anadolu’da kurdukları devlete sığınan, Bizans’tan kaçmış Yahudilere din ve vicdan özgürlüğü tanımışlar­dır.

Anadolu topraklarında Yahudi yerleşim merkezleri, eski tarihlerden itibaren mevcuttu. Ya­hudilerin bu topraklara ne zaman geldikleri kesin bir şekilde bilinemiyorsa da M. S. 70 yılında Süleyman Mabedi’nin ikinci kez yıkılışından önce bir kısım halkın bu bölgeye ve Balkanlar’a göç ederek Roma İmparatorluk topraklarında yerleşmeye başladıkları bilinmektedir. Eski Ahit'te Peygamber Yoel, Ege bölgesindeki Yahudi varlığı hakkında ilk bilgiyi vermektedir.[1] Anadolu’da Yahudi varlığına dair gerek M. Ö. III. yüzyılla tarihlenen Helen-Selevki Hanedanlı­ğı dönemine, gerek M. Ö. I. yüzyıla ait bilgi ve belgeler mevcuttur. Anadolu’da mevcut Yahu­di cemaatleri, Süleyman Mabedi’nin Romalılar tarafından yıkılmasından sonra bölgeye gelen Yahudilerin de eklenmesiyle sayıca çoğalmış ve Yahudiler, Anadolu ile Balkanlar’ın muhtelif yörelerine dağılmıştır. Hristiyanlığın ilk yüzyılında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Yahudilerin mevcudiyeti bilinmekte, Yahudi tarihçi Josephus Filavius, milât öncesinde Anadolu’da Yahu­dilerin bulunduğunu nakletmektedir.[2]

Gerek Edirne'de, gerek Türkiye’nin diğer şehirlerinde bulunan Musevîler, muhtelif devlet­lerin idaresi altında baskı ve zulüm görmüşlerdir.

Hristiyan olmadan önceki Roma İmparatorluğu’nda Yahudiler kısmen rahat iken, Doğu Roma'da Hristiyanlığın devlet dini olmasını takiben devlet ve kilisenin Yahudilere karşı tavrı değişmiş, imparator Konstantin’den itibaren Bizans imparatorları birçok Yahudi aleyhtarı ya­sa çıkarmışlar, Yahudi hayatını çeşitli önlemlerle sınırlamaya, Yahudileri aşağılamaya ve ez­meye başlamışlardır. Bizans döneminde oldukça sıkıntılı bir hayat geçiren Yahudiler,[3] Fatih’in İstanbul'u fethinden sonra özgürlüklerine kavuşmuşlardır.

Osmanlılar başlangıçtan beri Yahudilere karşı iyi davranmışlardır. Orhan Bey ve kardeşi Alaeddin, komşu ülkelere kaçanları geri çağırmışlar, bunun üzerine Bizans topraklarından, hatta Şam’dan Yahudiler Bursa’ya gelip yerleşmişlerdir. Orhan Bey bir ferman çıkararak Bursa’da bir sinagogun kurulmasına izin vermiştir. Edirne merkez olduktan sonra Roma yöneti­minden bıkan Balkan Yahudileri Osmanlı topraklarına göç etmeye başlamışlar, Edirne baş ha­hamı bütün Osmanlı topraklarındaki Yahudiler üzerinde otorite hakkı kazanmış, kentteki dinî medrese (Yeşiva) devletin her yanından öğrenci çeken bir merkez olmuştur.

1376 yılında Macaristan’dan ve 1394 yılında Kral VI. Charles tarafından Fransa’dan kovu­lan Aşkenaz Yahudilerin bir kısmı Osmanlı ülkesine sığınmışlar ve Sultan II. Murad Yahudilere karşı çok olumlu bir tavır takınmıştır. Fatih Sultan Mehmed şehri aldıktan sonra Yahudilere imtiyazlı bir statü tanımıştır. 1470 yılında X. Ludvig tarafından Bavyera’dan kovulan Yahudiler Osmanlı yurduna sığınmışlardır. Sultan II. Bayezid, ispanya’dan kovulan ve sayıları tartışmalı olan (100 binden 800 bine kadar varan farklı rakamlar ileri sürülmektedir) Yahudilere kucak aç­mış, Osmanlı kadırgaları bu Yahudileri Osmanlı topraklarına taşımıştır. Kanuni dönemi ve 16. yüzyıl, Osmanlı Yahudilerinin altın dönemidir. Kanuni, Yahudileri himaye ettiği gibi Kudüs’ü imar etmiş, surları onarmıştır.[4]

Bir Musevî tarihçinin ifadesiyle Türkler sayesinde Yahudiler zulmetten nura, esaretten hür­riyete kavuşmuşlardır. Yahudiler Türklere yalnız galip ve toprağın efendileri nazarıyla değil, kendi dinleriyle karabeti olan kardeş nazarıyla bakmışlardır. Buna karşılık Türkler de, Hristiyanların Yahudilere ve dinlerine karşı olan husumetini bildikleri hâlde onlara muhabbet besle­mişlerdir. Türklerin Yahudilere itimat ve emniyetleri vardı; çünkü onlarda Yahudiliği islâma yaklaştıran sünnet, oruç, kutsal mekânlardaki sadelik, dinî temizlik gibi âdetlerin mevcut oldu­ğunu görmüşlerdir.[5]

Türkiye’deki Yahudiler devletin himayesine mazhar olmuş, rahat yaşamışlardır. Dünyanın hiçbir memleketinin Yahudileri, Türkiye Yahudileri kadar himaye görmemiştir.[6]

b-Musevî Türkler:

Tarihte bazı Türk boylan veya aileleri diğer dinler yanında Yahudiliği de benimsemişlerdir. Yahudiliği benimseyen Türkleri iki grupta toplamak mümkündür:

1-Karaimler (Karaylar):

Etnik bakımdan Oğuzlardan olan Hazarlar, kesin olmamakla birlikte Bulan Hakan hâkimi­yeti zamanında Musevîliğin Karay mezhebini kabul etmiş görünmektedirler. Hazarlar muhte­melen 740 tarihinde Musevîliği kabul etmişlerdir. Mes’udi, Hazarların Musevî dinini kabulünün Halife Harun Reşid (768-809) zamanında olduğunu belirtmekte, bu tarihi 10. yüzyıla kadar çı­karanlar da bulunmaktadır. Yahudi kaynakları ise olayın 7. yüzyıldan itibaren başladığını bildir­mektedirler. Ancak şunu da ifade etmek gerekir ki, Musevîlik Hazarlar arasında hakan ve çev­resi veya en çok yönetici ve aristokrat zümreyle sınırlı kalmış, geniş kitleler arasında pek ta­raftar bulmamıştır.[7]

Hazar Türklerinin bir bölümü Musevîliğe girmekle birlikte geleneksel dinlerinden birçok inanç ve uygulamayı devam ettirmişlerdir. Musevîliğe geçen Hazarlar, İbranî yazısını kullan­mışlardır. Dört asırlık parlak bir dönem yaşayan Hazarlar, Selçukluların İslâm dünyasına hâkimiyet­leri döneminde tarih sahnesinden çekildiler. Halkın büyük çoğunluğu Müslümanlıkta karar kıl­dı. Moğol istilâsı sonucunda Karayların bir kısmı Kırım’da toplandı. 1917 Devrimi’nden sonra mabedleri yıkıldı veya yıkılmaya terk edildi. Çeşitli bölgelere dağılmış olan Hazar grupları ara­sında Karailik günümüze kadar varlığını devam ettirdi. Bunların çoğu II. Dünya Savaşı’nda Batı’ya göç etmiştir.

Karai mezhebi, Talmudist Rabbani Yahudilikten oldukça farklıdır. Karaylar, Musa’nın şeri­atına bağlı olan ve Tevrat’ın dışında hiçbir yorumu kabul etmeyen fundamentalist bir akımı temsil etmektedir.

Kırım, Polonya, Azerbaycan vb. ülkelerde yaşayan Karaylar, kutsal kitap olarak Tevrat’ı ka­bul etmekte, Talmud’u reddetmektedir.

Karayların eski Sovyetler Birliği içindeki sayıları 3.300 kişidir.

Azerbaycan’daki Musevî kolonilerin tarihi 7-10. yüzyıllara uzanmaktadır. Orada dağ Yahudileri diye bilinen bu Karayların tarihi de muhtemelen Hazar imparatorluğu’na bağlanmaktadır.[8]

2-Kırımçaklar: Karayların tersine Tevrat’ın yanında Talmud’u da kabul eden Kırımçaklar, sayı itibarıyla oldukça azdır. Kırım’da özellikle Akmescid’de küçük bir Kırımçak cemaati mev­cuttur.[9]

Türk kavimlerinden bazılarının, Ortodoks Yahudilikçe kabul edilmese de bir Yahudi mez­hebi olan Karailiği benimsemiş olması, Türk-Yahudi ilişkileri tarihinin önemli ve farklı bir say­fasını teşkil etmektedir.

II-           Türklere göre Yahudiler:

Türklerdeki Yahudi imajında, İslâmın kutsal kitabında ifadesini bulan ve özellikle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem dönemi olayları sebebiyle bahis konusu olan bakış açısıyla birlikte genelde hoşgörü hâkimdir.

İslâmın geldiği dönemde Eyle’den Yemen ve Uman’a, Medine’den Bahreyn’e kadar Arap Yarımadası’nın hemen her tarafında ve yoğun olarak da Medine, Vâdil-kurâ, Hayber ve Teyma’da Yahudiler bulunmakta idi. Mekke’de sadece fuarlarda ticarî mal satan veya kâhinlik ya­pan küçük bir grup vardı. Arap Yarımadasındaki Yahudilerin büyük çoğunluğu ırk olarak Yahudi ve Filistin menşeli olmakla beraber içlerinde Arap asıllı olanlar da vardı.

Mekke’de önemli miktarda Yahudi bulunmadığı için Kur’an’ın Mekke döneminde nazil olan surelerinde doğrudan İsrail oğullarına hitap edilmemekte, daha çok geçmişte onlara verilen ni­metler hatırlatılmaktadır. Medine’de ise üç büyük Yahudi kabilesi mevcuttu ve Medine, âdeta onların dinî, siyasî, İçtimaî ve İktisadî merkezleri konumundaydı. Müslümanların Medine’ye hicretini takiben gittikçe güçlenmeleri Yahudilerin menfaatine dokunmaya başladı. Hicri II. yüzyılın sonunda ilişkiler bozuldu ve Müslümanlara karşı düşmanca tavır aldılar. Kur’an’ın da onlara karşı üslubu değişti; İslâmî davet karşısındaki inatçı ve inkârcı tavırları, Allah’ın emirle­rine uymamaları, kelâmını (Tevrat) tahrif etmeleri, peygamberleri yalanlamaları ve öldürmeleri söz konusu edildi.[10]

Kur’an, Yahudilere verilen çeşitli nimetleri hatırlatarak Allah’a kulluk başta olmak üzere çe­şitli emirlerle yükümlü kılındıklarını, fakat kendilerine verilen nimetlere rağmen onların, verdik­leri sözü tutmadıklarını, birçok peygamberi inkâr edip öldürdüklerini, Allah’ı unutup başka ilâh­lara taptıklarını, söz dinlemeyip haddi aştıklarını, yeryüzünde bozgunculuk çıkardıklarını belirt­mektedir. Onlardan bir grup Allah’ın kelâmını bile bile tahrif ederek elleriyle yazdıklarını Allah’ın kelâmı diye takdim etmişlerdir.[11]

Allah’ın emirlerini dinlemedikleri, ayetlerini inkâr ettikleri, haksız yere peygamberleri öldür­dükleri için çeşitli musibetlere maruz kalan İsrail oğulları yoksulluk ve aşağılıkla damgalanmış­lar, ahidlerini bozdukları için lânetlenmiş, kalpleri katılaştırılmıştır.[12]

Müslümanların Yahudilere bakışını belirleyen temel kriterler Kur’an’ın onlarla ilgili bu değer hükümlerinden kaynaklanmakta, onları mahkûm eden ayetler göz önünde bulundurularak menfî bir tavır takınılmaktadr. Türklerle Yahudiler arasındaki ilişkilerin geleceğini belirlemede bu kitabî ve dinî tavrın belirleyici bir rolü vardır.

Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’da İsrailoğulları ile ilgili değerlendirmeler ve ten­kit noktaları onlara karşı haksızlık ve iftira olmadığı gibi onları peşinen ve ebedî olarak mahkûm etme anlamına da gelmemektedir; zaten bu İlâhî adaletle bağdaşmaz. Kur’an’ın mahkûm et­tiği Yahudi ırkı değil, sergilenen ahlâk ve karakter yapısıdır. Bu karakterin Kur’an’daki en be­lirgin tezahürlerinden bazıları Allah’a verdikleri sözü tutmamaları, yaptıkları ahitleri bozmaları, başka ilâhlara meyletmeleri, >rk ve şekilciliği ön plâna çıkararak özü ve ruhu ihmal etmeleridir.

İslâm dünyasında Yahudilikle ilgili menfî yaklaşımın dinî olduğu kadar sosyal ve siyasî se­bepleri de vardır. Kur’an’ın Yahudiler hakkında çizdiği çerçeve, Müslümanların zihninde belli bir ön kabul oluşturmuştur. Buna Hz. Peygamber zamanındaki Yahudilerin tutumu da eklenin­ce Yahudilik ve Yahudilere karşı Müslümanların tutumu dogmatik bir mahiyet kazanmıştır. 19. yüzyılın sonlarında başlayan Filistin’deki Yahudi yerleşiminin sebep olduğu olaylar da bu dog­matik tutumu perçinlemiştir. Bu yüzden İslâm dünyasında Yahudilik ve Yahudilerle ilgili olum­lu bir fikre rastlamak pek mümkün değildir. Müslümanlar arasında yaygın olan kanaate göre Yahudiler lânetlenmiş bir millettir. Yahudilik, Yahudilerin emelleri doğrultusunda tahrif edilmiş­tir. Bu dinin öğretilerinde gayriahlâkî unsurlar vardır. Yahudiler kendilerinin seçkin bir millet ol­duklarını iddia eder, Yahudi olmayanları insan olarak görmezler.[13]

Gerek İslâmın kutsal kitabındaki değer hükümleri ve bazı tesbitler, gerekse bazı tarihî olay­lar sebebiyle Türklerin Yahudilere bakışı menfî olmasına rağmen genelde Yahudilerle ilişkiler­de hoşgörü hâkim olmuştur. Islâm tarihi boyunca Müslümanların, Yahudilere karşı uygulama­ları da bunu göstermektedir.

Yahudiler İslâm memleketlerinde daima himaye görmüşlerdir. 640’ta İskenderiye’yi fethe­den Hz. Ömer, oradaki 40 bin Musevîyi himaye etmiş, Abbasi halifelerinden Mansur ve Harun Reşid, çeşitli görevlerde Yahudilerden istifade etmişler, Selçuklular ve Osmanlılar da, Hristiyanların menfî tavrına karşılık Yahudileri himaye etmişlerdir.

Dolayısıyla Türk-Yahudi ilişkilerinde Türklerin Yahudilere bakışını belirleyen dinî ve tarihî şartları hesaba katmak gerekmektedir.

II-Yahudilerin Müslümanlara bakışı:

Yahudiliğe göre Yahudi olmanın bazı ırkî ve dinî şartları vardır ve bunlar Yahudi hukuk sis­teminde açıkça belirtilmiştir. İrken Yahudi olmayıp Yahudiliğe giren kimse de Yahudi hukuk sistemine (Halakhah) göre Yahudi sayılmaktadır; ancak irken Yahudi olmak, genel Yahudilik anlayışında bir seçilmişliğin işaretidir. Allah, diğer milletlerin arasından Yahudileri seçmiştir ve bu yüzden onlar seçilmiş halktır. Bu seçilmişlik ve bir goy (ümmi=yabancı) olmamak, Allah’a şükrü gerektiren bir husustur. Klâsik Rabbani anlayışta ve modern Ortodokslukta bu anlayış hâkimdir.[14]

Kur’an’da da Yahudilerin bu tavrına işaret edilmekte ve kendilerine kitap verilmiş ve bir­çok peygamber gönderilmiş olması hasebiyle daha üstün olduklarını iddia ettikleri belirtilmek­tedir.[15]

Diğer taraftan Yahudi dünyasında Müslüman denilince genellikle Araplar anlaşılmaktadır ve İsmail ile İshak arasında Tevrat’ta anlatılan olaylar sebebiyle Galante’nin naklettiği ve yu­karıda zikredilen cümleleri kardeşliği ön plâna çıkarsa da düşmanlık söz konusudur. Rabbi Hiyya İsmail oğullarından bahisle, “İsmail oğulları, İsrail oğullarının vatanlarına dönmelerine mani olacaklar, gelecekte dünyada büyük savaşlar çıkaracaklar, kutsal topraklardan sökülüp atılacaklar ve oraya İsrail oğulları hâkim olacaktır” demektedir.

Hz. İsmail’e duyulan kin ve olumsuz düşünceler onun soyu olan Araplara ve daha sonra Müslümanlara da yöneltilmiştir.[16]

Türk-Yahudi ilişkilerinde dikkat edilecek hususlardan biri de Yahudilerin, kendileri dışında­kilere özellikle de Müslümanlara bakışı ve bunu belirleyen kriterlerdir.

III-Siyasî ve Ekonomik Yönden Türk-Yahudi ilişkileri:

Türk-Yahudi ilişkilerinin geleceği ile ilgili temel belirleyicilerden biri de siyasî ve ekonomik boyuttur. Geçmişte olduğu gibi günümüz dünyasında da ülkeler ve milletler arasındaki ilişki­leri belirleyen sebepler sadece dinî ve ırkî değildir. Özellikle günümüzde gittikçe sınırlı bir hâ­le gelen kaynaklardan daha çok istifade etme ülkelerin temel politikalarındandır. Bir taraftan Yahudilerin, kendi kutsal kitaplarından da kaynaklanan vadedilmiş topraklar inancı ve sınırla­rı Tevrat'ta çizilen bu topraklara sahip olma hedefi, diğer taraftan petrol bölgelerine ve su hav­zalarına sahip olma gayreti Türk-Yahudi ilişkilerinde de temel belirleyicilerden olacaktır.

Orta Çağ Yahudi düşüncesi Tevrat’ta yer alan ve İsrail oğullarına ilelebet mülk olarak ve­rilmiş bulunan toprakların kuzey sınırını Güneydoğu Anadolu olarak belirlemektedir. Dolayısıy­la gerek dinî, gerek dünyevî maksatlarla bu sınırları gerçekleştirmek isteyen Yahudilerin, Türk topraklarına da göz dikecekleri düşünülebilir. Bu noktada siyasî siyonizmin taktik ve faaliyet­leri gözden uzak tutulmamalıdır.

Öte yandan Yahudilerin İsrail’de kalabilmeleri su kaynaklarına sahip olmalarına bağlıdır. Hz. İbrahim döneminde olduğu gibi bugün de o bölgedeki en önemli unsur sudur. Bu açıdan bakıldığında GAP bölgesi kaçırılmayacak bir fırsat ve hazır bir imkândır.

Bölgede uzun süreli hâkimiyetin temel araçları petrol ve sudur.
Petrol Araplarda, su ise Türklerdedir.

Türklerin Müslüman olmaları, Yahudilerle ilgili İslâmî kaynaklarda yer alan değer hükümle­ri dikkate almalarını gerektirmekte, öte yandan İslâm dünyasıyla ilişkilerini iyi bir düzeyde sürdürmelerini zorunlu kılmaktadır. Diğer taraftan bölgede önemli bir güç hâline gelen ve Batı dünyasının önemli lobi ve güç merkezlerinin desteğini alan İsrail ile ilişkilerin belli bir düzeyde tutulması da bölgedeki huzur açısından önemlidir.

1517’den 1917’ye kadar bölgeye hâkim olup Arap ve Yahudileri sulh içinde bir arada ya­şatan Osmanlı’nın varisi olan, Arap-İsrail çatışmasında taraflardan biriyle din birliği içinde olan, jeopolitik açıdan önemli bir konumda bulunan ve bölgenin su kaynaklarını elinde tutan Tür­kiye’nin, temsil ettiği tarihî misyon açısından da çatışan taraflar arasında aktif rol üstlenerek barışı sağlaması gerekmektedir.

Bu ise Türk milletinin kendine güvenmesi ve tarihiyle gurur duyması, geçmişle övünmekle yetinmeyip bilim ve teknolojide kendini geliştirmesiyle mümkündür. Ancak bu takdirde geleceğin plânlanmasında aktif rol alması mümkün olacaktır.

 

 Kaynak:

21. Yüzyılda Türk Dünyası Jeopolitiği Muzaffer Özdağ'a Armağan II. Cilt, Derleyenler: Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ Dr. Yaşar KALAFAT Mehmet Seyfettin EROL Avrasya Bir Vakfı Asam Yayınları: 61 Jeopolitik-Strateji-Terör Araştırmaları Dizisi: 16 Ankara, 2003

 

 

 



[1]      Kitab-ı Mukaddes, Yoel, 4/6.

[2]          M. S. Sharon, Türkiye Yahudileri, (Jerusalem: 1982), ss. 3-4; N. Güleryüz, Türk Yahudileri Tarihi, (İstanbul: 1993), ss. 17-19.

[3]       Sharon, a. g. e., s. 5.

[4]       Naim Güleryüz, a. g. e., ss. 49-73.

[5]      A. Galante, a. g. e., ss. 15-16.

[6]      A g. e., ss. 18-19.

[7]       Rasony, Tarihte Türklük, (Ankara: 1988), s. 115.

[8]       Ü. Günay, H. Güngör, Türk Din Tarihi, (Kayseri: 1998), ss. 206-214.

[9]       H. Güngör, Türic Bodun Bitimi Aaraştırmalan, (Kayseri: 1998), ss. 16-17.

[10]     el-Bakara 2/74-81, 87-93; en-Nisa 4/44-52; el-Cum’a 62/5-8.

[11]     el-Bakara 2/61, 63-64, 74-80, 83, 246; el-Maide 5/13,70,78.

12    el-Bakara 2/61; el-Maide 5/13.

[13]    B. Adam, Yahudilik ve Hristiyanlık Açısından Diğer Dinler, (İstanbul; 2002), ss. 19-20.

 [14]    B. Adam, a.g. e., ss. 24-26.

[15]     Al-i Imran 3/75.

[16]     B. Adam, a. g. e., ss. 46-47.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar