THE ATHEİSM TAPES/ Ateizm Kayıtları (2004- )
Ateistlerde tam olarak bir fikir birliği oluşmadığını görmek için
seyretmeniz veya okumanız gereken diyaloglar.
Yönetmen: Richard Denton
Ülke: İngiltere
Sezon: 1.Sezon
Tür: Belgesel
Vizyon Tarihi: 12
Kasım 2012 (İngiltere)
Dil: İngilizce
Özet
Jonathan Miller, ateizm felsefesi ve düşüncesi üzerine biyolog Richard
Dawkins, filozof Daniel Dennett, teolog Denys Turner, oyun yazarı Arthur
Miller, felsefeci Colin McGinn ve Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg ile
röportajlar yapmıştır. Her bölümde bu kişilerin ateizm hakkındaki farklı
düşüncelerine ve bunu takip eden teizm eleştirilerine yer verilmektedir.
Alanlarında uzman bu kişiler hayata bakış açılarını da katarak samimi bir
sohbet tadında görüşlerini dile getirmektedirler.
Colin McGinn, Steven Weinberg, Daniel Dennett, Arthur Miller, Richard
Dawkins, Denys Turner
**********
“ATEİZM, İNANÇSIZLIĞIN KISA TARİHİ” BELGESELİNİN DİYALOG METNİ
Jonathan Miller diyor ki:
2003 yazında, "Ateizm, İnançsızlığın Kısa Tarihi"
adlı belgeselin çekimine başladım. Bu sürecin bir parçası olarak birkaç yazar,
bilim adamı, tarihçi ve felsefeciyle görüştüm. Onların işbirliğine güvenerek
çekilen belgeselin 24 saati aşması sebebiyle büyük bir kısmı montaj odasında
atıldığı için çok mahcup olmuştum. Fakat bu olurken, BBC bu 6 parçalık
programın ve görüşmelerin çöpe atılamayacak kadar ilginç olduğu konusunda bana
katıldılar ve orijinal materyalin geri getirilmesiyle bendeki görüşmelerin
bazılarının yayınlaması konusunda son derece olağandışı bir karar aldılar.
İngiliz biyolog, Richard Dawkins Amerikan filozof, Daniel Dennett Cambridgelı
teolog, Denys Turner Amerikan oyun yazarı, Arthur Miller İngiliz filozof, Colin
McGinn ve Amerikan, Nobel ödüllü fizikçi Steven Weinberg ile görüşme yapıldı.
İngiliz filozof Arthur Miller ile
yapılan mülâkat
Amerika'nın en seçkin oyun yazarlarından biri olan Arthur Miller,
uzun profesyonel yaşamı boyunca nükteleriyle ve zekâsıyla Amerikan sahnesine
yeni bir soluk getirdi. Onunla New York'taki dairesinde görüştüğümde ona,
yaşamının önceki kısmında Yahudilik'e karşı olan tutumunu ve günümüz
Hristiyanlık anlayışına göre garip bir birliktelik sayılan Yahudilik ve
inançsızlık arasında büyümesinin- ki bu durumda, Yahudiler, laik birer dinsiz
gibi ayrıcalıklı bir konumda sayılıyor - etkilerini sordum.
Tabii ki anti -semitizm, binlerce farklı maske altına saklanıyor.
Bunlardan biri de Yahudiler'in özünde ateist olduklarıdır. Elbette ki onlar
İsa'ya inanmıyorlar. Ve bu, herkesi, eğer ateist değilse, dinden
uzaklaştırıyor. Bir kafir sayılır belki de.
Brooklyn'de bir çocukken ailen ortodoks ya da
dindar mıydı?
Yılda 2 ya da 3 defa dini
bir etkinliğe katılırlardı. Bunun dışında hayatlarını sürdürmek ve bundan keyif
almaya bakarlardı. Biz şey değildik Onlar Onları bir kalıba sokacaksak, dindar
ya da ortodoks diyebiliriz. Ama bu, yalnızca "kutsal tatiller"
boyunca ortaya çıkıyordu. Dinlenme zamanlarında istediklerini yapmakta
özgürdüler. Her cumartesi Sinagog'a gitmezlerdi, dua etmezlerdi. Bir çeşit uyum
sağlamaktı yaptıkları. Böyle bir ailedeki bir çocuk olarak, birçok yönden benim
durumuma da benziyordu, kendini tanımladığından daha az dindar olmana sebep
olmuştur.
Kendine, ait olduğun ortodoks altyapısından
farklı olduğunu söylemeye başladığın oldu mu?
12, 13, 14 yaşımda dindar
biri olmaya çalıştım. Bunu 2 yıl sürdürdüm. Daha sonra birden geçti gitti. Bir
gece uyumaya gittim ve sonra uyandığımda tüm inancım gitmişti. Sanırım inançlı
dönemim, büyüme sürecimde, hayatımın kaynağını bir yerlerde aradığım
zamanlardı. Anlamı başka yerde buldum. Dinlerde bulamadım. Çünkü din, özellikle
30'lardaki buhranda, saçma bir şekilde uyumsuzdu. Korkunç bir sosyal krizin
ortasındaydık ve din, genel olarak, bu konuda hiçbir şey söylemiyordu. Peki
dinin politik uyumsuzluğundan başka sebepler var mıydı?
"Düşünmek" için başka rasyonel
sebeplerin var mıydı?
Daha fazla inanamazdım.
Gençliğimin sonlarında, okumaya ve dinin, evrenin sonsuz bir parçası olabilme
adına insanların arzularından doğduğundan kuşkulanmaya başladım. Yetişkin biri
olarak, dindar insanlara saygı duymak zorundayım. Çünkü bazıları bizim
geçirdiğimiz mücadeleyi, bilirsin işte, korkunç buluyor. Birçok alanda dini
kurallara göre hareket etmeyi öğrenmişler. Bu yüzden tüm bu şeyleri görmezden
gelmem. Fakat benim inanma yeteneğim yok. Arıyorum, ama yok işte. Tanrı yerine
büyük babamı görüyorum. Artık inanamıyorum. Felsefi açıdan, bana öyle geliyor
ki, bir insanın kendini cennette görmeyi hayal etmesinin sebebi, burada
olamayacağı kadar güçlü olmayı, ahlaklı olmayı, saygın olmayı, intikamını
alabilmeyi ve dünyada yapılmasına izin verilmeyen her şeyi yapabilmeyi
düşünmesinin ve kendini beyaz kıyafetler, sakal ve hayallerinde düşleyebileceği
her şeyi yapabileceği bir yer olmasının sonucudur.
Böyle bir düşünceyi boş veremem. Bu çocukluk
anıları, katı Yahudiler arasında böyle bir dini septisizmin 'sol'a ne derece
meyilli olduğu düşüncesini akla getirdi. Bu yüzden Arthur Miller'a, bu
meyilliliğin 20. yüzyıl anti-semitisminin gelişmesinde herhangi rol oynayıp
oynamadığını sordum.
Kuşkusuz Yahudilik ile sol
arasında yakın bir ilişki var. Bir çeşit inanç üçlemesi gibi. Tanrıya inanmama,
Yahudilik ve tanımladığın sorunların sırasıyla çözümünü sunan birinin dahil
olduğu politik hareketler.
- Evet.
- Neden böyle olduğunu düşünüyorsun?
Bir şey sebebiyle,
Yahudiler Şimdilerde saygı duyulandan farklı bir dönem vardı. Amerika'da
anti-semitizm şaha kalkmıştı. Önü açıldı. Örneğin, birçok insan doktor olmak
için Avrupa'ya gitmek zorundaydı. Kolombiya Üniversitesi'ne kabul
edilmiyorlardı. Neredeyse tüm Amerikan Üniversiteleri Yahudilere çok sınırlı
bir kontenjan belirlemişti. Amerika'daki en çok dinleyicisi olan radyo
yayınında Goebbel'den alıntılar yapılıyordu.
- Peder Coughlin'di.
- Peder Coughlin. FDR hariç en çok dinleyiciye o sahipti.
Nazi'lerin işsizliğe nasıl güzel çareler bulduğunu, kendi ırksal saflıklarını
nasıl güzel koruduklarını anlatıyordu. Ve o, katolik bir papazdı! Bir gün
Brooklyn'de yürüdüğümü hatırlıyorum. Temmuz ortalarında sıcak bir gündü. Tüm
pencereler açıktı. Sanırım pazar öğleden sonrasıydı, birbiri ardında evlerden
sesler duyabiliyordunuz. Alaycı ve boğuk seslerdi. Gerçekten gürültücü bir
kalabalık yaratmıştı. Buhran için Yahudileri suçluyordu. Esas şey buydu.
Tapınaktan atılan faizciler geri gelmişlerdi. Piyasayı, büyük şirketleri ve
diğer her şeyi gizlice kontrol ediyorlardı. Devletteki başlıca sorunları
yaratan gizli şeytanlardı. O günlerde işçiydim, ama kamyon şoförlüğünden ayrılıp dinlenmeye gönderildim.
İş ilişkilerini birden kesebiliyordunuz. Zalimceydi. Yollar açılmıştı. Bu
konuda şüphe yoktu. Yahudilerin pozisyonu
belirlenmişti. 'Vis-à-vis' Toplumu. Öldürülmüyorlardı. Kibarca ve
kesin bir şekilde ana görüşten uzaklaştırılıyorlardı. Yahudilerin yönetiminde
büyük şirketler yoktu. Eşi görülmemiş bir durumdu. Bunun da bir işkence olduğu
görülebiliyor. Bu yüzden sola doğru yöneldiler. Çünkü ne sağ ne de liberaller,
bu problemlerle ilgilenmiyordu. Çok tehlikeliydi. Tüm bunlardan sonra,
Almanya'dan gelen, Yahudi yüklü bir gemi New York limanına geldi, ama karaya
çıkmalarına izin verilmedi. Bunlar, umutsuz insanları güçsüzleştirmiyordu. Bu
yolculuğu yapabilecek ve her şeylerini toplayıp Almanya'dan kaçabilecek parası
olan orta sınıf insanlar vardı. Onlar geri gönderildiler. Geminin adı 'St.
Louis' idi. Daha sonra, buradan Küba'ya gittiler. Okuduğum çalışmalara göre,
Amerikalılar daha sonra sağın diktatörlüğü olacak Küba hükümetine gitmelerini
istemiyorlardı. Çünkü neler yaptıklarını ve nasıl acımasız olduklarını belli
etmek istemiyorlardı. Kimse olanlarla yüzleşmek istemiyordu. Onları Almanya'ya
geri gönderdiler. Bence hepsi öldürüldü. Polonyalı bir aydınla yaptığım
konuşmayı hatırlıyorum da, bana; "İsa'nın bir Yahudi olduğu fikrini
kabul edebilirim. Ama beynimize kazınan fikir, Kutsal Anne'nin Yahudi
olduğudur." demişti. Tüm bu şeyleri başlatan ışığın nerede parladığını
düşünmek çok yorucu. Yaratılış ile ilgili olan, "Dünyanın ve Diğer İş
Alanlarının Yaradılışı" adlı bir oyun yazıştım. Amacım bu değildi ama
bir şekilde, İncil'le, hiç olmadığım kadar haşır neşir oldum. Tarihin farklı
zamanlarında farklı insanlar tarafından yazılan şeylerin, eski hahamlar
tarafından İncil'de bir araya getirilmiş olması ilgimi çok çekti. İncil'e
başlamak için herhangi bir bölümü seçebilirlerdi. Şüphe yok ki, önlerindeki
tablo yalan söylüyordu. Bazı editörler, "Açılış bu olmalı." demek
zorunda kaldılar. Kardeş katli ile açılıyor perde. Kardeş katli, -bir kardeşin
gidip diğer kardeşi öldürmesi-, sanıyorum ki, olabilecek en kötü şeydir. Çünkü
yabancıları dışlıyor. Hala da kapsamıyor. Ruth Mellinkoff'un "The
Outsider" adlı kitabını okuduğumu hatırlıyorum. İncil'deki çeşitli
karakterlerin simgelediği, sanat tarihindeki resimlerinin koleksiyonuydu. 16.
yüzyılın başlarında; Kabil Yahudi, Habil ise değildi.
- Nasıl oldu?
- Şöyle diyeyim Kardeş
katli yayılmıştı, geçmişe ait iğrenç Yahudi kimlikleri bir şekilde
aşmalıydılar. Harika değil mi?
Olağanüstü. Bu eski Alman
resimlerinde, Habil'i kan içinde görürsün.
- Ve bukleli, sakallı Kabil'i.
- Hemen bir hikaye anlatayım. 50'lilerin başlarında, Foggie'den
bir arkadaşımla seyahate çıkmıştım. O, Foggia'da hiç tanışamadığı, öğretmen
olan teyzesini arıyordu. Ve onu bulduk. İtalyan, Amerikan karması ve katolikti.
Benim ne olduğumu merak ediyordu ve arkadaşım, "O Yahudi'dir." dedi.
Kadın şaşırdı. Arkadaşım da, "Hani, şu İncil'deki insanlar."
dedi. Kadın, "Anlıyorum sonuçta İsa'ya inanıyorlar." dedi. Sanıyorum,
bu, .kaçınılmaz bir durum ve aynı şekilde kalacak. Birinin ait olduğu grup,
tanıdıktır ve tehlikesiz görünür; öteki gruplar ise her zaman tehditkârdır,
çünkü yabancıdır. Onlar farklı görünür, bizim konuştuğumuz gibi konuşmazlar. Haşlanmış
yumurtalarını geniş yerinden kırmak yerine, dar yerinden kırarlar. Sonsuza
kadar sürer gider. Fakat politikacılar bu farklılıkları- ya da endişeleri
yakaladıklarında- Özellikle dini farklılıkları.
ve dini farklılıkları politik programlarının merkezine koyduklarında,
son yaklaşıyor demektir. Onunla görüştüğümüzde, Irak savaşının patlak
vermesiyle, son, biraz daha yakınlaşmıştı. Bu yüzden Arthur'a, septisizmin
neden politik olarak, giderek artan bir biçimde, Amerikalılar arasında yanlış,
yıkıcı, kabul edilemez ve vatan-hainliği gibi göründüğünü sordum.
Avrupa'da edindiğim izlenime göre, geçtiğimiz
18 ayda, muhtemelen öncesinde de, ateizm ya da inançsızlık ya da septisizm bir
çok Amerikalıya politik olarak yanlış, yıkıcı ve kabul edilemez görünüyor.
Böyle düşünmekte haklı mıyım?
Muhtemelen durum bu.
Dindarlık, vatanseverliği kapsayıcı bir biçime bürünüyor. Bu ülkede hep
böyleydi. Buradaki insanlar diğer yerlerdekinden daha fazla kiliseye gidiyor.
Giderek daha da artıyor bu katılım. Bir araba alabilmek gibi bir fırsatın
doğması için tanrıya yalvarıyorlar. 11 Eylül'den sonra mı oldu, yoksa?
Hep böyleydi. Ama giderek
yoğunlaşıyor. Çünkü çoğunluk, bir şeylere tapınmanın doğurduğu köleliğin,
tanrıya ulaşmanın kolay yolu olduğunu düşünüyor.
- Bu, politik bir olay. - Fakat uzun yıllardır ilk kez böyle bir
hükümet, böyle bir başkan-- Devletin bunu kendi kendine yaptığını ifade
etmiyorum. Olmuş da olabilir ama fark etmedim ben. Yani, bir hükümetin
hastalıkları veya işsizliği önemseyen inanç bazlı kurumlar kurduğunu hiç duymadım.
Önceden hükümetler bunu yapardı. Irak'a girişin bir çeşit inanç bazlı
vatanseverlik olduğu izlenimi var. Sadece vatanseverlik değil; Hristiyanlık ve
vatanseverlik. Savaş zamanı Sanırım, bunu, 2. Dünya Savaşı'nda da bir derece
yaptık, fakat düzenli bir oluşum değildi. Roosevelt tanrıyı mevzu bahis yaptı
ve bu, onu çok rahatsız etmedi. Tanrının işin içine karıştırmasına rağmen,
görev çağrısının arkasında aslında Hristiyan olmasının bir etkisi olduğu
izlenimine kapıldın mı?
Bunu kullanmadı hiç.
Şimdilerde ikna amaçlı kullanılıyor. Apaçık ortada ve belli. Bir program
başlatmak için tanrıya başvururlar. Bir çeşit sivil bir program. Tanrıya
karşıysan, dini laf kalabalığıyla bunun üzerini örterler. Bir çok Amerikalı
var Sanırım onlar azınlık. Ancak çok konuşuyorlar; bir Ayetullah arıyorlar. 17.
yüzyıl başlarına gidersek, dini bir departmana sahip olmak istiyorlardı, bir
kiliseye, resmi bir kiliseye sahip olmak. Ama bir çok insanı, bu ülkeyi
kuranların dini bir hükümetin baskısından kaçarak; ve burada özgürce nefes alan
ve dini hükümete itaat etmek zorunda olmadıkları için şükreden insanların
kurduğunu unutmalarını sağladılar. Fakat daha sonra yine teokratik bir yönetim
haline döndü. Bir nesilden diğerine geçen bir prensibe dayanıyor gibi. Şu an,
hiç olmadığı kadar sert. Çünkü devlet kendini, resmi dinin tarafında görüyor
zaten. Tüm bu şeylerle ilgili canımı sıkan şey Bu ülkede, kendini din diye
tanımlayan bir girişimin sebep olduğu sorunlarla git gide daha çok
karşılaşıyoruz. Onların gerçekten dindar olduğundan emin değilim. Sanırım onlar
milliyetçi insanlar. Hristiyanlık veya Yahudilik'in milliyetçilik ile
birlikteliği öldürücü sonuçlar doğurur kanımca. Eğer
bakarsan Sanırım, dünyadaki her şiddet dolu anlaşmazlık papazlar, hahamlar ve
imamlar tarafından yönlendiriliyor. Olağanüstü
bir şey. Yüzlerce yıllık süreçte, böyle bir şeyin olup olmadığını gerçekten
merak ediyorum. Bunlar, tüm bu dinlerdeki kilise militanları. Sundukları
programa artık bu din-milliyetçilik ölümcül karışımını da koydular. Böyle
ölümcül olmasının sebebi, bir dine inanmanın anlamının farklı dinlere inanmamak
olmasıdır. İki dine birden inanamazsınız. Birine inanırsınız ve diğerleri
yanlış olur. Çoğu zaman da yok edilmek zorundadırlar. Mücadele edilip, yok
edilmeyi hak ederler. Demek istediğim, dini inanç fikrinin temelindeki gizli
niyet budur. Normal koşullarda dinin düşüncesi budur. Hem katolik hem de
protestan olamazsınız. Bana öyle geliyor ki
-öncelikli olarak akla uymayan- Yahudilerin Hristiyan olduğu zaman - İsa'nın
geleceği fikrini birleştiren
- Evet.
- Amerika'daki muhafazakar Hristiyanlar ile-
Hristiyan bağnaz kimseler ile Ortodoks Yahudiler arasında, kutsal olmayan bir
ilişki var. Bu haber,
buradaki birçok Yahudi için şok etkisi yaratacaktır. Ancak şov böyle: Müthiş
Savaş gelir, Yahudiler İsa'ya inanır ve İsa döner. Bizler de saf dışı
bırakılırız. Oldukça zor bir durum. Bu, özellikle son 2--3 yılda şiddetli
boyutlara ulaştı. Birçok politik boşluk yaratacak, bir çeşit entelektüelliğin
iflası. Benden oldukça yaşlı olmasına rağmen, ne Arthur Miller'ı ne de beni
korkak tavuk diye adlandırmamak adil olur. Bu yüzden ona, ölümden sonra yaşam
olması ihtimali hakkında ne düşündüğünü sormak mantıklı göründü.
Söylediğim septik şeyler, en iyi ihtimalle, bir şey tarafından
koşullanır; o da yaşamın nerede ya da nasıl başladığını bilmediğimizdir. Bunu
kimse gerçekten bilmiyor. Ölümün, yani bilinçlilik halinin sonunun, bunu
deneyimleyen herhangi birinin buna karşı bir cevabının olmadığını bildiği
muhteşem bir gizem olduğunu da kimse gerçekten bilmiyor. Bilinçlilik halinin
ortadan kaybolabileceği fikri artık kabul edilebilir bir şey değil. Kabul
edilemez…
- Bunu hiçbir şekilde kabul edemem.
- Peki, bunu kabul etmeyi reddedişinde bunun,
sanki bir tür tatilden sonra gizemli bir şekilde devam ettiğini ve herhangi bir
yerde devam edeceğini varsaymak için- cezbedilmiş olabilir misin?
- Umduğum şey bu.
- Gerçekten mi?
- Evet. Sonra, bence,
sanatta devam eder. Ve sonuçta sanatçı bize kendi bilincini bırakır. Böylece,
yaptığın iş senden çok daha kalıcı olur.
Ancak, sen kendinin, herhangi bir şekilde,
hatıranın korunacağı eserine ek olarak, bazı alternatif şekillerde, bedenden
ayrılmış olarak, varolmaya devam edeceğine inanmak ya da bunu umut etmek için
cezbedilmiş gibi hissediyor musun?
Hissedemem… Bu fikri daha fazla kabullenemem. Hayır.
Ancak diğerleri için… Mesela 40
yaşındaki karım yaklaşık 1.5 yıl önce öldü. Ve şu an onun bütün eşyaları ve
hayatı etrafımı sarmış durumda. Ve onun burada olmadığı fikri onu yeniden
yaratmaya ilişkin bazı hisleri yok ediyor. Fakat ben, o ani isteğin ne olduğunu
biliyorum. Bu, basitçe bu saçmalığı kabul edememedir. Bütün o bilinçliliğin ve
güzelliğin artık olmadığını.
Ve bir tür buluşma olacağını
inananlar gibi, belki Hristiyanlar, Yahudilerden daha fazla kabullenir, açıkça
kabul etmiyorsun?
Hayır, bu beni aşar. Bu
konuda bir fikrim yok açıkçası. Ben inanmam. Söylediğim gibi, eğer ortada bir
hatıra varsa, düşünürüm. Çünkü
konuştuğumuz şey bir tür anı, eğer varsa, bir kişinin yaptığı eylemlerde,
yarattığı sanat eserlerinde bazı durumlarda belki de çocuklardadır.
- Ama o kadar.
- Bu yüzden, o bilincin sanki kendi kendini
tanımladığı, vücudun ölümünün ötesine geçen sürekli bir bilinç fikrine benim
anlam veremediğim gibi sen de anlam veremezsin. Bu sevimli olmaz mıydı?
Sence olur muydu?
Elbette bizden bir sürü
olurdu. Bence bayağı kalabalık bir yer olurdu. Akşam saat 5'teki metro gibi olurdu.
Biran önce inebilmeyi dilerdin. Ancak, sanki nüfus problemine ek olarak… Bence,
o dürtü hep orada. Bu şeyi koruma dürtüsü. Ve eğer dikkatli olmazsan, sonsuz
yaşamı isteyebileceğini varsayarım. Ama daha önce de söylediğim gibi, ölüm en
büyük karışıklıktır. Ve özellikle bilinç, vücut gibi olmadığı için. Tüm bu
gözlemleme, konuşma, görüntüleri biriktirme yeteneği… Bunları başarmak için 60,
70 ve daha bir sürü yıl harcadık. Bir rüzgârda uçar gider. Dünyayı ve sahip
olduğumuz yaşamları yüklenmemize rağmen; ölümsüzlük kavramının inanma
kapasitemi kolayca aşmasına rağmen; Biz Yahudilerin
yaşamdan sonrası hakkında neye inandığımızı hiç çözemedim. Gerçekten var
olmadığını hissediyorum. Bu, şüpheli bir alan. Bana, sürekli, bilen ya da biliyormuş gibi
görünen insanlar tarafından, bunun Kolombiya'daki bir seminerden bütünüyle
farklı olmadığı söylenir. Senin de gittiğin- Üye olduğun!- Üye olduğun ve Musa
size, hukukun sonsuz inceliklerini öğretir. Ve bu öğretilenlerin dışında bir
şey yoktur. Arkadan kitlenen bir kapı gibi görünüyor.
Colin McGinn ile yapılan mülâkat
İngiliz filozof Colin McGinn ile New York'daki dairesinde
görüştüğümde "ateizm" dizisindeki tartışmalarda önemli bir yer tutan
"inanç" kelimesinin anlamı üzerinde durduk. Böyle bir başlangıç için
Amerika gibi muhafazakar bir ülkede septik bir İngiliz filozof olmanın Colin'e
nasıl hissettirdiğini öğrenmek istedim.
Bazen Amerikanlar "Demek Tanrı'ya inanmıyorsun ha?"
der. Ben de "Doğru, Tanrı'ya inanmıyorum." derim. Sonra onlar "Peki
herhangi bir şeye inanıyor musun?" derler.
- Anlıyorum. –
"Herhangi bir şeye inanıyor musun?" Ben de "Bir çok
şeye inanıyorum" derim ve "Masa ve sandalyelere inanırım" gibi
şakalar da yapmam. "Çeşitli etik amaçlara ve politik fikirlere ya da
estetik, entellektüel değerlere inanıyorum." derim. "İnandığım çoğu
şey bunlar." "Tüm inandıkların bunlar mı?" derler. "Tüm
inandıklarım bunlar." "Tanrısal bir şeye inanmıyor musun?" Ya da
"Sen aslında geleneksel Tanrı'ya inanmıyorsun." "Orada bir
şeyler olduğuna inanmıyor musun?" Ve ben de "Hayır. Orada bir şey
yok." derim. Ateist olmanın bu çeşit bir şeye inanmadığınız anlamına
geldiğini inançlılara anlatmanız oldukça güçtür. Düşündüğünüz gibi doğa
Tanrı değildir ya da kişisel özellikleri olan veya buna benzeyen bir şey
yoktur. Bunun gibi bir şeye inanmayız. Doğaüstü bir şey yoktur. Mucizevî bir
şey yoktur, batıl bir şey yoktur. Hayalet yoktur, telepati yoktur. Buna benzer
şeyler yoktur. Yani bu Hristiyanlığın Tanrı'sına sataşmak ve O'na inanmamak
gibi bir şey değil. Peki benim muhafazakar olmayanlardan aldığım şu karşılığı
almıyor musun; demek istediğim 3 tektanrılı dinlerden birine inanmayanlar
kısaca şunu diyorlar: "Bir şeyler varolmalı." Ki ben de seninle aynı
cevabı veriyorum ama "Maneviyatın nereden geliyor?" Aksi halde bazı
şeyler eksik kalacak gibi duruyor.
Fakat vitamin eksikliği gibi bir şeyse bu, ben
asla alamayacağım. Bununla tam olarak neyi kastediyorlar? Demek istediğim Bir
ateist ruhani olabilir mi?
Sanırım bu bir tanımlama
sorunu. Doğaüstü bir şeyi ifade ediyorsa ruhani olamaz. Ama estetik ve etik
değerler insanların manevi dediği şeye benzeyebilir. İnsan davranışlarıyla
ilgili en derin inançlar manevi olarak değerlendirilebilir. Doğa hakkındaki
duygular olabilir. Ben bu kelimeyi kullanmazdım. Kullanmak için iyi bir kelime
gibi durmuyor, fakat bu bazı şeyler hakkında derin görüşlerinizin olmadığı
anlamına gelmez. Ya da derin kanaatlerinizin olmadığı anlamına. Defne
yaprakları arasında diz çöken bir rahip bir anda sıçrayıp; "Aha! Kaynağı
belirsiz derin duyguların aslında inkar ettiğin Tanrı'nın işareti." der.
Pekala, en derin duygularımdan biri Tanrı'nın olmadığı yönünde ve bu da
Tanrı'ya inanmak için kötü bir fikir. Oldukça zarar verici. Eğer bu Tanrı'ya
olan inancımı yansıtıyorsa çok garip bir durum. En derin kanaatlerimden biri
şu: "Tanrı yok."
Colin'in, Tanrı'nın olmadığı yönündeki kanaatini paylaşıyorum.
Benim durumumda, ben hiç inanmadım. Colin'in yaşamının daha önceki safhalarında
Tanrı'ya inandığı zamanların olup olmadığını merak ettim.
Bende, aslında bu açıkca tasvir edilmişti. Tam tarihini ve tam
zamanını şimdi hatırlayamıyorum. Tanrı inancı içimde belirdiğinde sanırım 17 ya
da 18 yaşındaydım-ki Hristiyanlığa maruz kalmıştım- ve bu inancın aşağı yukarı
bir yıldan fazla sürmediğini söyleyebilirim. 10 yaşındayken "Tanrı'ya
inanıyor musun?" diye sorsaydınız muhtemelen "Evet, inanıyorum."
derdim. Ama bu ciddiye alınacak bir şey değildi. Öylesine bir şeydi,
"Herkes inanır, değil mi?" Sürü gibi. Herkes inanırdı. Fakat sonra
ciddi anlamda İncil üzerinde çalışmalara başladım çünkü tanrı-bilim dersi
alıyordum. Böylecce çalışmalara başladım fakat karizmatik ve coşkulu bir
öğretmenimiz vardı-otobiyografimde de yazdığım, takdire değer Bay Marsh- ve
bize İncil'i öğretiyordu. Ben de öğrenmek zorundaydım. Sıkı bir şekilde
çalışıyordum. Eski Ahit'i, Yeni Ahit'i Bu yüzden Yeni Ahit'i bir çok
Hristiyan'dan daha iyi biliyorum. Ve şimdi bile, 25 yıl sonra, din hakkında bir
çok dindardan çok şey biliyorum. Bunu oldukça iyi biliyorum. İncil üzerine
çalışmalar beni din üzerine düşünmeye itti ve aynı zamanda felsefeye de ilgi
duyduğum için felsefenin içine soktu. Burası iki faktörün birleşme noktasıydı
biri metafiziksel sorunlarla ilgilenmekti evren hakkındaki temel sorunlar.
"Tüm bunların anlamı ne?" Bunun gibi sorular. Öte yandan tamamlayıcı
bir ahlaki parça vardı. Çünkü Yeni Ahit'te hayatın ahlaki yönüne dair açık ve
çok güçlü ifadeler görürsünüz. İdealist bir gençtim, 60'lı yıllardı ve bu
üzerimde derin etkiler bıraktı. Ahlaki açıdan. Ahlaki fikirlerin ayrıntılı
olarak tartışıldığı bir evde büyümedim. Ahlaki yönünün hala da üzerimde derin
etkileri var. Bu iki şey, hayatın yetiştiğim Blackpool'daki eğlenceli çarşılar,
barlar, balıklar, lokantalar ve dondurucu soğuk gibi dünyevi gerçekliklerden
daha fazlası olduğunu düşünmeme sebep oldu. Felsefi, metafiziksel ve yüksek
ahlaki düşüncelerin fikirleri vardı. İyi bir birleşimdi. Böylece bu konuyla
ilgilenmeye başladım ve bir dönem bundan etkilendim. Bu yüzden psikoloji okumak
için üniversiteye gittim. İncil çalışmalarını bıraktıktan sonra Bay Marsh'ı
görmedim ama bunu yine devam ettirdim ve bazen insanlarla din hakkında
konuştum. Daha sonra yavaşça unutulup gitti. Sonra bununla yaşamanın, bunu
devam ettirmenin zor olduğunu ve dindar insanlarla buluştuğumda oturup onları
dinleyince "Bu tamamen saçmalık. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum."
dediğimi hatırlıyorum. Bertrand Russell'in "Neden Hristiyan
Değilim?" gibi kitaplarını okuyordum. Detayları hatırlamıyorum ama
oldukça kısa bir sürede tüm bunların yanlış olduğuna karar verdim. Aynı zamanda
ahlakî ve felsefî yönü koruyarak üstünüzdeki yükü boşaltabileceğinize de karar
verdim. Russell alternatif bir inançlı idealizmi yaratmamda öncülük etti. Daha
dünyevi bir idealizmdi. Din olmadan da bazı uygun olan görüşlere sahip
olunabileceğini farkettim. Ve bakire doğum, mucizeler evrenin nasıl oluştuğuna
dair ilginç fikirler ve bunun gibi inanması zor şeyleri kesip atarak iyi
şeyleri sürdürebileceğinizi farkettim. Böylece dinin ilahi yükünü atıp
istediğiniz yönünü sürdürsünüz. Benim de temel olarak yaptığım şey buydu.
Burada bir kriz doğmuyor mu?
Yani
metafiziksel ögeyi sıyırıp onayladığın ahlaki yönü devam ettirmende?
Benim durumumda değil.
Sanırım bu diğer insanların durumundan farklı. Russell'in
teizmden çıkışı kendi tanımlamasıyla son derece acı verici, travmatik, telafi
edilemez bir evre. Tüm hayatını bir şekilde bunun üstesinden gelmekle
uğraştı. Bende olmadı bu evre. Göreceli bir şekilde kolaydı. Kendiliğinden bir
anda oluverdi. Otobiyografimde de dediğim gibi; deri değiştirmek gibiydi derin
dökülür ve yeni bir deri elde edinirsin ve güzel görünür.
Deri değiştirirken bir rahatlama hissi var
mıydı?
Hayır, rahatlama demezdim
buna. Sanırım bir hayal kırıklığıydı. Dinimin doğru olmasını isterdim. Doğru
olmasını isterdim çünkü ölümsüzlüğün, erdemli insanlara ödülün olmayanlaraysa
cezanın olmasını isterdim. Özellikle cezalar iyi olurdu. Bu dünyada adalet yok
ve olması gereken uygun bir yolla adaleti dağıtan kozmik bir güç olsaydı iyi
olurdu. Ahlaksız insanların başarılı olup ahlaklıların olamaması hala da bende
daimi bir öfke ve acı kaynağı oluşturuyor. Bu açıdan biraz hayal kırıklığı oldu
fakat yine de biraz neşe vardı. Russell'in, bence kendine mâl ettiği, tanrısız
bir evrenin bir anlamda hayat dolu bir evren olduğu yönünde bir tanımlaması
var. Sağlıklı bir şeyler var bunda; canlandırıcı bir şeyler var. Oysa
varoluşunuzun her anını izleyen hesaplayan, belirleyen bir şeyin olması fikri
oldukça bunaltıcı. Bu şekilde düşünmek biraz sıkıcı. Pekala, anladım. O halde
durum şu; şu an tamamen, olmayı istediğin bir filozof haline geldin. Bir
filozof olarak geliştirdiğin basitçe "deri değiştirme"
diyebileceğimiz görüşünü oldukça beğendim. Şimdi daha sistematik bir şekilde bu
konuyu masaya yatır. Tanrı fikrinin neden olağanüstü bir iddia olduğunu açıkla.
Bunun için ilk argümanımız "kanıt yokluğu argümanı"dır. Russell bunu,
Yunan tanrıları yerine Hristiyanlığın Tanrı'sına inanmak için daha fazla hiçbir
sebep olmadığını söyleyerek belirtir. Böyle bir inanç için olumlu hiç bir kanıt
yok. Başka teorilerle açıklanamayan doğal olguları açıklamak için, Tanrı fikrinin
zorunlu olarak kabul edilmesini söyleyen bir teori yok. İnsanlar bazen; "mucizeler
gerçekleşti" diyor. Mucizelerin gerçekleştiğine dair geçerli bir kanıt
yoktur. Bunlar Tanrı'nın varlığına bağımsız olarak inanma sebeplerinden ziyade
Tanrı'nın varlığını öncelikli olarak buna bağlayan muhakemelerdir. Bu açıdan
kimsenin bir mucize gözlemlediğine dair kanıt yoktur. Dünyada Tanrı'yı koşulsuz
kabul etmeden açıklanamayan bir olgu yoktur. Yani Zeus ya da diğer Yunan
tanrılarına inanmak yerine "Tanrı"ya inanmak için yeterli bir sebep
de yoktur. Olup olmaması bir kenara, inanmak için bir sebep yok ortada. Burada
şu soru akla gelir; inanmamak için bir sebep var mı?
Buna
karşı olumlu bir kanıt var mı?
Bunun için ontolojik
argüman gibi iddialar var.
- Hadi bize bundan bahset.
- Ontolojik argüman. Hoş bir argümandır. Canterbury'li
Anselm 15. yüzyılda bunu ortaya attı. Tanrı'nın tanımının, Tanrı'nın
varlığını gerektirdiğini söylüyordu. Harika bir durum olurdu. Sadece Tanrı'nın
tanımlanması bize Tanrı'nın varlığını göstermektedir.
Peki Tanrı'nın tanımı nedir?
"Akla uygun en
mükemmel varlık." Ya da "akla uygun en güçlü varlık" da eşit
ölçüde iyi bir tanımlama. Sonra Anselm iddiasını şöyle sürdürür düşünün ki bu
en güçlü veya en mükemmel varlık hiç varolmadı. O halde "O" varoluş
vasfından yoksun olurdu ama varoluş vasfı bir şeyi mükemmel ya da güçlü yapan
bir şeydir. Dolayısıyla tanımlama ile birlikte en mükemmel varlık için varoluş
vasfı da gerekmektedir, bu yüzden de Tanrı vardır. Hadi bu iddiayı ayrıntılı
olarak inceleyelim. Tanrı tanımını ele alalım.
Tanrı nasıl tanımlanır?
Tek boynuzlu at ile
karşılaştıralım. Tek boynuzlu at nasıl tanımlanır? Tek boynuzlu at alnında bir boynuz olan
attır. Bu tanımlamadaki hiçbir şey tek boynuzlu atın varlığını gerektirmemektedir,
gerektirmez de. Hadi Tanrı'yı tanımlayalım. En güçlü, en iyi, en bilgili
varlık. Bunlar O'nun niteliklerinden bazıları. Ve herkes bu Tanrı tanımına
katılır. Demek ki tanımlamalardan biri O'nun en mükemmel varlık olduğudur.
O'nun özelliği en uç sınırda ve en yüksek mükemmelliktir. Tanrı'nın tanımı bu.
Anselm şunu diyor; Tanrı olmasaydı, o zaman O, böyle bir varlığın varolduğu
durumdan daha az mükemmel hale gelmiş olmaz mıydı?
Çünkü varolmak,
varolmamaktan daha mükemmeldir. Varolmak varolmamaktan daha iyidir. Tanrı
olabileceğinin en iyisi ve en üstünüdür. Bu yüzden O varolmalıdır. Tanımlama
ile birlikte Tanrı vardır. Görkemli bir iddia fakat bunu duyan herkes için de
tamamen ikna edici değildir. "Bunda yanlış giden bir şeyler var" diye
düşünüyorlar. Çok ilginç bir argüman. Pekala, bize neyin yanlış olduğunu anlat.
İşte zorluk burada. Kimse tam olarak yanlışın ne olduğunu saptayamadı. Ben
burada bana göre yanlış olan şeyi söyleyeyim. Yine de mesele tamamen açıklığa
kavuşmaz. Bence burada çok eğlenceli bir şey var. Yanıltıcı bir şeyler sizi
yakalar; "Tanrı en mükemmel varlıktır. Varoluş mükemmelliğin bir
parçasıdır." Yüzeysel olarak bakıldığında mantıklı gibi ancak gerçekte
neyi ifade ediyor? "Mükemmelliğinin bir parçası" Bunu "Hadi akla
uygun en lezzetli yiyeceği alalım" diyen biri ile karşılaştırmak
istiyorum. "Akla uygun en lezzetli yiyecek" Bu bir anlam ifade ediyor
mu?
Yediğim en lezzetli yemek?
Hiç iyi tanımlanmamış. Akla
uygun en lezzetli yemek ya da akla uygun en iyi futbol oyunu.
Ne anlama geliyor bu?
Çok açık bir anlamı olan
ifade değil. Tanrı'yı en mükemmel varlık olarak tanımladığımızda, mükemmel ile
aslında ne kastedildiğini ortaya koymayız.
En mükemmel varlığın anlamı ne?
O'nun en mükemmel renkleri
olmadığını biliyoruz çünkü hiçbir biçimde renk vermedi. Ne anlama geldiği hiç
açık değil. Her zaman "akla uygun en mükemmel F" gibi bir ifadenin
anlamlı olduğunu düşünemeyiz. Bazen anlamlıdır. Akla uygun en mükemmel üçgenle
tüm açıları tamamen 180 derece olan üçgen kastedilir. "Akla uygun en
mükemmel ahlaki varlık?"
Bunun anlamı ne?
Çok iyi bir tanımlama
değil. Bence yanlış olan şey bu. Fakat bir çok felsefi argüman gibi bir iddiayı
çürütemiyor olmak o iddiayı ciddi anlamda kabul etmen ya da sağduyunu bu
iddiaya göre şekillendirmen gerektiği anlamına gelmez. Pekala, bu kadar
ontolojik için bu kadar yeter.
- Peki ötekisi için ne dersin?
- İşte sevdiğim biri.
Psikolojik olarak oldukça önemlidir insanlar için. Bu argüman psikolojik açıdan
muhtemelen daha önemli. İnsanlar; "Tanrı olmaksızın bu hayat anlamsızdır.
Hani anlam nerede?" diye düşünür. "Boş bir sinema oyunu her şey
birbirinden anlamsız, amaçsız, değersiz." Buna verilecek ilk cevap hayat
dışında, hayatın anlamını aramanın zorunlu olmadığıdır. Öncülümüz şu; bu
argümanın varsayımı insan hayatı dışında bir varlık olmadan insan hayatının
anlamsız olduğudur. Yani insan hayatının anlamı başka bir varlığa dayanmak
zorundadır. Sorum şu; varlıklara anlamlarını ne verir?
Tanrı'nın hayatının anlamı
nereden kaynaklanmakta?
Bir ikilem, değil mi?
Tanrı'nın hayatının anlamı
ya varoluşuna dayalı olarak aslen doğmuştur ya da doğmamıştır. Eğer doğmuşsa
demek ki kendiliğinden anlamlı bir hayat olabilir. Peki ya bizim hayatlarımız
neden kendiliğinden anlam kazanmasın?
Anlamları başka bir varlığa
dayanmamaktır. Ancak dindar insanlar ontolojik iddiaya bile bakmaksızın elde
ettiğimiz gerçek değerlerin ve anlamların aslında tıpkı yaratılış iddiasının
bir şeyin tasarlanmış olduğunu söylemesi gibi o şeyin de anlamlara sahip
olduğunu ileri sürmektedirler. Burada iki önemli nokta var. Biri, değerlerin
varlığının kendiliğinden Tanrı'nın varlığının kanıtı olduğudur. Kanıt argümanı
gibi. Diğer nokta ise ahlakın yalnızca Tanrı'nın emri, dileği veya isteği
üzerine oluşabileceğine dayanan fikirdir. İlk nokta için şunu söyleyebiliriz
topluma ait değerlerin Tanrı'nın varlığına dayandığını söylemek için. ortada
bir neden yoktur. Neden olsun ki?
Kulakların varlığını bir
"neden" kabul etmek yerine. .Tanrı'yı kabul etmemiz için mantıksal
bir gerekçe yok. İnsan yaşamının çok çeşitli yönleri vardır: Sanat, değer, aile
gibi bizi değerli kılacak bir sürü şey. Neden tüm bunlar varlığını
açıklayabilmek için Tanrı öncülüne ihtiyaç duysun?
Çok daha kaygı verici
sorun; insanların Tanrı onaylamadıkça, meşrulaştırmadıkça ahlaksal olarak kesin
bir kaynak görememeleridir. Burdaki önemli noktayı görebilirsiniz. Platon'un
"Euthyphro argümanı" olarak uzun yıllar önce tartıştığı bir durum
var. Sokrates saygı duyulacak şekilde bu iddianın aksini ispatlamıştır ve bu
böylece devam etmiştir.
Varsayalım ki, ahlaki bir prensip olarak "çalmak
yanlıştır". İnsanlar "Neden yanlış? Çalmanın neresi yanlış?"
derler. Cevap: "Çünkü Tanrı böyle dedi". Tanrı çalmamanı emretti. Bu
noktada Sokrates şunu söylemeye çalışır diyoloğunda Tanrı bu ahlaki kuralı
nasıl temel olarak belirler?
Ahlakî bir kural
kendiliğinden ahlakî bir kural olarak vardır. Dışardan bir emirle meşruluk ve
doğruluk kazanamaz. Örneğin varsayalım ki şöyle bir kuralımız var: "Öldürmek
doğrudur". Biri "Hayır bu doğru değil. Öldürmek yanlıştır" dedi.
Diğeri "Ama Tanrı öldürmenin doğru olduğunu söyledi" diye cevapladı.
Bu sizi öldürmenin doğru olduğu konusunda ikna etmez. Eğer Tanrı doğru olmayan
bir şeyin doğru olduğunu söylüyorsa, Tanrı yanılıyordur. O, bir şeyin sadece
doğru olduğunu söyleyerek, o şeyi doğru yapamaz. Tanrı emirleriyle doğru olan
şeyleri yansıtmak zorundadır. Yaptığı şey budur. Çalmak yanlıştır. Çalmak ve
öldürmek yanlıştır. Tanrı bu yanlıştır diyor ve bu konuda haklı.
Neden?
Çünkü bu iki şey de yanlış.
O, söyleyerek bunları "doğru" kılmaz, kılamaz. Eğer bu çok fazlaysa,
Tanrı'nın ahlakına saygı duymak için sebep yoktur. Yani Tanrı bizim spontane ve
bize özgü olan değerlerimizi kendine mâl ediyor. Varsayımsal varlığını bize
yansıtıp- inançları meşrulaştırıyor - Kesinlikle. Yani Tanrı'nın bizim
ahlakımızı onaylamasına ihtiyacımız yoktur. Yasallaştıramaz da zaten. Onun
görevi sadece neyin doğru ya da yanlış olduğu konusunda bizi uyarmaktır. O
ahlakî olarak "yanlış" olan bir şeyi "doğru" yapamaz. Öte
yandan neyin doğru ya da yanlış olduğu Tanrı'nın özgür kararına veya kaprisine
bağlı olamaz. İnsanlar neyi ahlaksal olduğunu görebilirler. Neyle yükümlü
olduklarını bilirler. Fakat insan yapısı zayıftır. Arzularımıza karşı güçsüzüzdür.
Her daim neyle yükümlü olduğumuzu çok iyi bilemeyiz. Birçok insan suçluluk
duygusuna kapılır. Suçluluk insan zihninde oldukça güçlü bir negatif
zorlayıcıdır. İnsanlar suçluluk duygusundan nefret eder. Bu duygu çok
kötüdür. Bu yüzden suçluluğu engellemek için bir şeylere ihtiyaç duyarsınız.
Doğru olduğunu düşündüğünüz şeyleri yapmaya ihtiyaç duyarsınız. Ama insan
yapısı zayıf olduğundan beri her zaman doğru olduğunu düşündüklerini yapmaz
oldu. Tanrı doğru olanı yapma konusunda öbür dünya ahlakı gibi ekstra bir
motive veriyor. Bu anlayış sizi motive ediyor fakat bu motive kırılgan
olabiliyor. Geçici, aralıklı ve kolay kırılan. Eğer Tanrı fikrini
benimsiyorsanız size daha çekici gelebilir, daha fazla güç verebilir ve doğru
olanı kolayca yapabilirsiniz. Daha düzenli ve tamamen duyarlı olabilirsiniz.
Akla yatkın bir durum. Mantıksız değil, neyse, bir ateist belki bizim veya
insanların Tanrı'ya ihtiyaç duyduğumuzu düşünebilir. Çünkü onlar Tanrı olmadan
doğru olanı yapmazlar.
Ben bizzat buna inanmıyorum.
Bence insanlar, dindar ahlakının söylediği gibi ahlaktan yoksun
değiller. Bence çoğu insan normal şartlarda doğru olduğunu düşündükleri şeyi
yapacaklardır. Her zaman yapmayacaklar ama normalde yapacaklardır. Tanrı'ya
ihtiyaçları yok. Ahlakî destekçi olarak Tanrı'yla yaşayan ve ahlakî değerlerini
O'ndan alan insanlar Tanrı'ya inanmayı bıraktıkları zaman şüpheci biri olarak
da ahlaklı olmanın çok zor olmadığını hissederler. Aslında bu daha iyi bir
durumdur. Çünkü Tanrı fikrinde ayartıcı bir
bölüm var. Tanrı'nın seni ödüllendireceği ve iyi duruma getireceği düşüncesiyle
bir şeyleri iyi olarak yapıyorsun. İşte bu ayartıcı bir düşüncedir. Bir şeyi sadece iyi olduğu için iyi olarak yapmak
daha iyidir. Bir şeyi iyi olarak yapmanın tek sebebi budur. Bu fikir daha
samimi hissettirecek. "Tanrı benden memnun olacak. Bunu yaptım."
Ahlak bu şekilde bir yükümlülük olmamaktadır. Önerilen çeşitli argümanları
tartışmak Tanrı'nın varlığı tartışmalarına benzemektedir.
Colin'e inanmamak için en iyi sebeplerin ne
olduğunu sordum.
Buna karşı sürülen en klasik argüman "Kötülük
problemi"dir. Dindar insanları bile rahatsız etmektedir bu.
Şöyle anlatayım; Tanrı her şeyi bilen, en güçlü ve en iyi olan varlık anlamına
gelmektedir. Peki acı ve üzüntü neden dünyada var?
Tanrı neden buna izin
veriyor?
Tanrı en iyi olansa, her
düzgün insan gibi, kötülüğün olmasının olmamasından daha kötü olduğunu bilir.
Yine de olmasına izin verir. Eğer bunu değiştiremiyorsa sorun yok. Fakat en
güçlüyse ve dindarların bize anlattığı gibi tüm zamanları kullanabiliyorsa
neden bir çocuğun ölmesinin veya mahkuma işkence edilmesinin önüne geçmiyor?
Yapmıyor. Yine de Tanrı'nın
tamamen kötü biri olduğunu kabul etmek istemiyorsunuz. Aklınıza uyan sonucu
çizebilirsiniz. Ancak bu tutarsız iki karasteristik olaydan başka size ne bunu
kabul ettirebilir ki. O, en iyi ve en güçlü en bilgili çünkü olan her şeyi
bilmek zorunda. Ama en iyi ve en güçlü ile kötülüğün varlığı birbiriyle
bağdaşmamaktadır. Dini savunanlar standart
olarak şu cevabı verirler "Tanrı insana özgür irade verdi." Peki,
gelinecek korkunç sonucu bile bile neden böyle yaptı?
Oldukça kötü bir şeydi bu.
Ama hadi bunu bir kenara koyalım. Argümandaki temel sorun dünyadaki tüm
kötülüklerin insan iradesinin sonucu olmamasıdır. Çoğu insan iradesine
bağlıdır. Fakat olmayanlar da vardır doğal felaketler ya da hastalıklar
kazalar. Bu çeşit şeyler insanlara çok büyük acılar çektirebilir. Birinin
genetik bir hastalıkla doğmasında insanlar hiçbir rol oynamıyor. Doğadan
geliyor bu hastalık. Ya da bize anlatıldığına göre, Tanrı'dan geliyor. Yani
Tanrı dünyayı masum insanların kaçınılmaz olarak acı çekebileceği bir yer
olarak yarattı. Burada inançlı insanların şöyle bir iddiaları olabilir Tanrı
bunları insanların özgür iradelerini kullanarak en iyi şekilde aşabilecekleri
bir engel olarak yarattı. Ben her zaman bunun, bizi katı kalpli yapacağını ve
ahlaksızlığa sürükleyeceğini düşündüm. Bir adamın çok hastalıklı ve masum bir
çocuğu olduğunu düşünün ve Tanrı da kalkıp diyor ki: "Benim aslında
birilerini sınamam gerekiyor böyle bir engel koyulması gerekiyor. Bu küçük
kızla uğraşacağım başkalarını sınamak için ona korkunç bir acı
çektireceğim." Eğer herhangi bir insan sana ne yaptığını sorsa ve sen
de "Benim kararlarıma inanın, benim ilmim bu, birilerini sınamam
gerekiyor onların ahlakını yükseltmem gerekiyor bu yüzden çocuklarına inanılmaz
derecede korkunç şeyler yapacağım." deseydin, senin dünyadaki en kötü
insan olduğunu düşünürdüm. Tanrı neden olmasın?
Bunların aynısını Tanrı
yapıyorsa, O'na karşı da saygı duymam. Bu oldukça kötü bir şey. Tanrı böyle
yapmamalı. Tanrı insanlığı önemsiyorsa bunların olmasına izin vermemeli. Bu
argümanı tartışmak her iki taraf ve dindarlara karşı neden hala da bir çok
insanın inanmaya ihtiyaç duyduğu konusuna getirir bizi.
Ben birinin bunu açıklamak için çok iyi bir
fikri olduğunu sanmıyorum. Özellikle neden bu kadar uzun vadeli inanç
besledikleri konusunda.
Bence bu ölüm fikriyle ölümden sonra yaşamla, cennet ödülleri ve
cehennem cezaları ile ilgili bir durum. Sanırım bir çeşit kozmik yalnızlık
duygusu. Bunun arkasında duran şey bu. Yalnız olduğumuz ve kimsenin bizi
önemsemediği fikri, kabul edilmesi zor bir fikirdir.
İnsan zihninin başka zihinlere mühürlü olması
esas sebep bence.
Benim zihnim seninkine bağlı. Biz birbirimizi sadece dolaylı
olarak bedenlerimizin işaretleriyle biliyoruz. Yine de başka insanlarla
iletişim kurmayı özlüyoruz. Aşk da bunu yapmaktır. Varlığımızı bilinçli olarak
somutlaştıran ve bir şekilde içimizdeki yalnızlığı çıkartıp atan bir hissimiz
var. Savaştığımız duygu işte bu. Bu konuya olan ilgiyi edebiyatta da
görebilirsiniz. Frankenstein aslında çoğunlukla bununla uğraşmıştır. Evrendeki
var olan metafiziksel yalnızlığı hissediyoruz ve Tanrı şahane bir panzehir
oluyor. Tanrı'nın durumunda Tanrı'yı zihinlerimizde hissediyoruz ve Tanrı'yla
doğrudan ilişki kuruyoruz. Tanrı doğrudan bedenlerimizi bilmiyor fakat kişisel
olarak zihinlerimizde. Ve bu, insanın özü dışında bir şeyle ortak paydaya sahip
olma özlemini tatmin ediyor. Şunu söyleyerek bitirmek istiyorum. Benim gibi sen
de bizi tanımlayan "ateist" kelimesini kullanma konusunda
isteksizsin. Özellikle son derece dindar bir ülkede bu tanım bizim görüşümüzü
belirtmekten ziyade, suçlayan bir ifade. 21. yüzyıl Amerika'sında böyle
fikirleri desteklemenin zor olduğunu düşünüyor musun?
Etiketleme konusunda
söylediğin ilk şey için bir şey söylememe izin ver lütfen. Ateist olarak
adlandırmak olumsuz bir görüş katar ve bir çeşit profesyonel ateistmişsiniz
izlenimini uyandırır. Russell gibi, tüm hayatınızı Tanrı'ya karşı tartışmalar
yürüterek geçirmek gibi. Bence bu anlamsız ve onurlu olmayan bir muamele.
Öncelikle bir Tanrı'nın olmadığına karar verirsiniz bunda yanlış olan bir şey
yoktur ta ki Tanrı inancının büyük bir zarar verdiğini düşünene dek. Zaten
kimse diğer insanlara Yunan tanrılarının olmadıklarını ispatlamakla uğraşmaz.
Sadece olmadığına karar verirsiniz ve hikâye biter. Bu
yüzden burada "ateizm" ile "anti-teizm"i ayırmak istiyorum.
Anti-teizm teizm karşıtlığıdır. Ben bir anti-teistim çünkü dinin insan yaşamı
için zararlı olduğunun düşünüyorum. Bu
yüzden bir anti-teistim. Birdenbire sahip
olduğum değerlerin kabul etmediğim şeyler olduğunu düşünen bir atesit değilim.
Buna oldukça karşıyım. Ayrıca gizlice arkada bıraktığın, zihnin yaptığı yararlı
bir ayrım olan "post-teizm" ile "post-ateizm"i de ayırırım. Şimdi bunu yapamayız çünkü kötü sonuçlar doğuran
birçok din var dünyada. Bana göre, ideal bir toplumda din sorunu ortaya
çıkmayacak ya da insanlar için önemli bir sorun olmayacak. "Bilirsin işte,
insanlar inanmaya alışık, geçmişte 2003'te bazıları Tanrı denilen şeye inandı
bazıları inanmadı" diyecekler. "Bunun nedeni hakkında TV programları
yapıldı. Tatlı çekişmelerdi". İşte bunların bir sorun olmadığı toplum,
post-teist bir toplum olurdu.
Amerikalı filozof Daniel Dennett
ile yapılan mülâkat
Amerikalı filozof Daniel Dennett ile olan özel
görüşmelerimde her zaman eğlenmişimdir. İnançsızlığın gelişmesi adına Darwin'in
evrim teorisine verdiği değeri biliyordum. Bu yüzden kitabına neden
"Darwin'in Tehlikeli Fikri" adını verdiğini sordum. Yaptığı şeylerden
biri de evrim teorisini anlaşılır kılmaktı ve bu yaptığı, aslında tehlikeli bir
şekilde yıkıcıydı.
Öteki önemli bilimsel gelişmelerden farklı olarak, örneğin geriye
bakarsak, Newton ya da Einstein ya da bu duruma en çok uyan kuantum teorisi
gibi acayip devrimlerden farklı olarak bence Darwin'in teorisi anlaşılmaya çok
müsait. Belli bir matematiğe ihtiyacınız yok. Temel fikir oldukça basit.
Çeşitleme var ve kaçınılmaz bir şekilde, bir popülasyonda çeşitleme varsa
bazıları diğerlerinden daha iyi olur ve ötekilerden daha iyi olanlar, daha az
ayrıcalıklı olanlara göre, daha çok yavru sahibi olacaktır ve ortaya çıkan ürün
ebeveynlerine benzeyecektir. Böylece bu küçük mekanizmaya sahip olursunuz. Ve
gerçekten de böyle basit bir mekanizmayla bu kadar yükü kaldırma fikri
harikadır. Şüphecilerin çoğu; "Böyle basit bir işlem ile bu kadar
değişiklik yapmak çok zor." şeklinde bir iddia ileri sürmüşlerdi. Ancak
zaman bize, yeterli zamanımızın olduğunu gösterdi. Bu işlem düşündüğümüzden çok
daha güçlü. Başlangıçta bu küçük mekanizma, bir şeylere adapte olmak adına
yapılan önemsiz işlemler size mantıksız gelebilir.
Merak ettiğim şey, Darwin'in fikrinin neden
anlamsız değil de tehlikeli göründüğünü düşünüyorsun?
İlk 50 yılda Darwin'in
fikrinin öteki fikirlerden daha saçma ve saygısız olduğunu gösteren yeterli
bilgi yok. Şimdi neden tehlikeli görünüyor bu fikir?
Darwin'in tüm çabalarına
rağmen herkes üzerinde bir etki doğdu. Sadece kuşlarla, arılarla, çiçeklerle
ilgili değildi söyledikleri. Bizi anlatıyordu. Zihnimizi anlatıyordu.
Vicdanımızı, ruhumuzu anlatıyordu. Eğer Darwin haklıysa, her şey bu ufak
mekanizmanın ürünü haline geliyor. Ve her şey, mekanik, kör, amaçsız aslında.
Bu büyük bir değişim çünkü o zamana kadar "Élan vital" ya da
maddeden farklı, tamamen ayrılmış bir ruh ya da bir şekilde bilinçli, kontrollü
ve güdümlü bir şekilde yaratıcı, hesaplı, akılcı vb. süreçler gibi bir takım
nedenlerin hayatın başlangıcı olduğu düşünülmüştü. Ahlakımız, kendimiz ve
ruhumuz hakkındaki bu tüm fikirler akla yatkındı, Darwin'e kadar. Darwin'den
sonra insanlar ruhun yerini buna benzer mekanizmaların alabileceğini gördü ve
bu endişe verici bir fikir. Yani Darwin bu tehlikeli fikri ortaya atmasaydı,
imansızlığın, ateizmin, inançsızlığın ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın,
gelişimi sekteye mi uğrardı?
Varsayalım ki bu bir
kişinin üzerinde dikkatlice araştırma yapması gereken tarihi bir soru, ki bence
değil. Darwin'in bu engeli ortadan kaldırmış olması bana mantıklı geliyor.
Çünkü Darwin'den önce; "Bu nasıl oluştu?
Bu kuş neden böyle güzel
kanatlara sahip?
İlahi bir varlık
oluşturmadıysa nasıl varoldu tüm bunlar?" gibi sorular için iyi bir cevap
yoktu ortada. Bu etkili sorunun bir cevabı yoktu. William Paley'in söylediği de
buydu ve bence Paley'in tasarım argümanı gerçekten de çok çok güçlü. Tüm
düşünürlere alternatif bir iddia ortaya atmaları bakımından meydan okuyordu.
Darwin de onun blöfünü gördü. Paley'in argümanını reddetmedi, "Kafa kafaya
çarpışacağım." dedi. "Doğru, olağanüstü bir tasarım var ortada ama
sana bir tasarımcı olmadan bu tasarımın nasıl ortaya çıkabileceğini
göstereceğim." Darwin bir tasarımcı varolmadan, nasıl tasarım varmış
zannına kapıldığımızı açıklamada başarılı olmuş olsa bile hala da bilinç ile
beyin arasındaki ilişkiyi çözmek oldukça zor. Filozoflar, örneğin Descartes,
uzun zaman önce beyin ile zihnin tamamen ayrıldığını ileri sürüyorlardı. Şimdi
bile zihnin, ruhun ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın, ruhani bir varlığı
olduğuna dair ısrarcı bir inanç var.
Daniel Dennett, bilinç sorunu üzerine çalışmalar
yapmıştı, bu yüzden ona Darwin'in bu konudaki tutumunu sordum. Nasıl oldu da
Descartes maddi olmayan bir ruh kavramını savunurken Darwin, Hristiyan olmasına
karşın bir şekilde böyle bir mabedin korunma ihtimalini düşünmemiştir?
Güzel soru. Özellikle
Wallace Descartesçi bir hamle yapmıştı. Wallace doğal seçilimi keşfetmesiyle
birlikte bunun insan ruhuna kadar her şeyi kapsadığını söyledi ve Descartes'in
çizdiği sınırın tamamen aynısını çizdi. Wallace, "Hayır. İnsan zihni için
bir istisna yapmalıyız." dedi. Darwin de ona şu harika mektubu yazdı:
"Yavrularımızı öldüreceksin." Darwin için Descartesçılığın bittiği,
Maginot sınırının savunulamaz hale geldiği açıktı. Çünkü bizlerin birer primat
olduğu ortadaydı. Bizler memeliyiz. Doğanın işleyişi, diğer türler sahip
olmazken gezegen üzerindeki tek bir türe mucizevilik bahşetmeyecekti. Bir kez
İtalya'da bir röportaj vermiştim ve sonraki günkü yazının başlığı harikaydı.
Koleksiyonum için sakladım. "Si. Abiamo un anima, ma e fatta de tanti
piccoli robot." "Evet ruhumuz var." "Ama bir çok küçük
robottan yapılmış." Kesinlikle doğru. Bir ruhumuz var. Ama mekanik bir
ruh. Hala da bir ruh. Yine de ruhun yaptığı tüm işleri yapıyor. Nedenlerin
kaynağı, ahlaki yükümlülüğümüzün kaynağı o. Kötü şeyler yaptığımızda vicdan
azabı duymamıza sebep olan o. İyi şeyler yaptığımızda övgüyü haketmemizin
nedeni. Gizem dolu mucizevî şeyler yığını değil.
- Bizim dışımızda varolan. - Bizim dışımızda varolan. Evet, bundan
vazgeçmek zorundayız. Bu, ruh fikrinin tükenmeyen cazibesinin büyük bir kısmı.
Yapmanız gereken şey, ailesi ölmüş bir çocuğu teselli etme göreviyle yüzleşmek.
Yaşamaya devam eden ruh fikrinin doğal cazibesi inkar edilemez. Sevdiği birini
kaybetmiş çocuğa destek olunurken, insanın kendisine gerçekte sığınacak bir durum
yaratır. Ya da sevdiği birini kaybetmiş bir yetişkin için bile.
- Herhangi birini kaybetmek.
- Kesinlikle. Bizlerin maddi olmayan ruh fikriyle söylediği şey,
bu maddi olmamanın aynı zamanda yıkılamaz olduğudur. Ölümden sonra yaşayacak
olan maddi olmayan ruh fikrinin kaynağı, muhtemelen, yaşayan ruhlarımızın,
yaşayan beyinlerimizin gelecekte yapmayı tasarladıkları amaç ile oldukça
ilişkili. Bu geleceği görmek bir yerde. Ve gelecek ile ilgili umutlar taşımak,
planlar yapmak. Bu projeler, planlar ve beklentiler bizi biz yapan şeyler. Ve
biz bunu paylaşırız. İnsanların beklenti eğrileri olduğunu biliriz ve bizlerin
de başkalarının amacıyla çakışan kendi beklentileri vardır. Çocuklarımız için
umutlarımız vardır ve kötü ya da tehlikeli bir şey yaptıklarında arkadaşlarımız
için endişe duyarız. Bu, öylece kapatamayacağımız sinir sisteminin ileri
görüşlülüğü, geleceği tasarlama etkinliği ile ilgilidir. Biri öldüğünde tüm bu
projeler aniden sürüncemede kalır. Ve onlar hakkında düşünmeye devam etmek
dünyadaki en doğal şeydir. "Sam burda olsaydı, şöyle söylerdi veya böyle
yapardık." diye düşümek, "Aslında o hala da burada. Burada değil,
burada." demeye doğru adım atmaktır. Fakat onların, kendisini
cisimleştirmemiş ruhani bir süreklilik fikrini nasıl formüle edip, bunu
mantıklı bulduğunu hala da tam olarak anlayabilmiş değilim. Yani nasıl oluyor
da belirli bir kişiliğe ve belirli bir plana sahip biri böyle bir düşünceyi
benimseyebiliyor. Proje, eğilim, umut ve plan gibi fikirlerin somut şeylerle
bir ilgisi varmış gibi görünür hep.
Evet.
Bence herkes bu konu üzerinde düşünürken
hileye başvurur. Bilimadamları hayal edilmesi zor şeyler hakkında kafa yorarken
bu yolu kullanır. İnsanlar da
maddesel olmayan ruhu, hayaletvari şeyleri düşünürken tamamen fiziksel
olmamakla birlikte belli bir fiziksel durumu olan; kolları, bacakları olan yarı
saydam bir madde hayal ediyorlar. Bir çeşit hologram gibi. Bunun doğru
olmadığını biliyorlar. Ruhun gerçekte böyle olmadığını biliyorlar. Bedenden
ayrılmış bir ruhu hayal edemeyeceklerinin farkındalar. Fakat sorun değil.
Bu şeyleri hayal etmek güçtür. Fizikçiler kuantum mekaniğini hayal edemezler ve
bizler de maddi olmayan ruhu hayal edemeyiz. Fakat hayal etmeyi deneyebiliriz
ve bulutlar üzerinde arp çalan insanları hayal etmek düşüncemizi çok zorlamaz.
Öğrencilerime sık sık, çocukken çizgi romanlarda okudukları veya televizyonda
izledikleri sevimli hayalet Casper'ın hem duvardan geçip hem de topu
yakalayabilmesinin onları rahatsız edip etmediğini sorarım. "Neden top
elinin içinden doğruca geçip gitmiyor?" Neredeyse hepsi birazcık keyif
kaçıran bu uyuşmazlığı farkettiklerini dile getirir ama herkes bunula yaşamaya
devam eder. Yine de bunun tutarlı olmadığının farkındalar.
Pekala, o zaman Senin ve benim, kökten,
değiştirilmemiş Darwinizm fikrine katıldığımız gerçeğini göz önüne alırsak
bizlerin tamamen mekanikleşmesi fikriyle nasıl başa çıkabiliriz?
Eğer gerçekte, hepimiz
belli bir mekanizmanın ürünüysek nasıl birer birey olabiliriz?
Sanırım bizler her zaman
zaten olduğumuz gibiydik. Şimdi, kendi ruhumuzun çalışması hakkında daha açık
bir görüşe sahibiz. Ama önceden, ruhlarımızın iyi olduğunu düşünürdük,
ruhlarımızı seven, karar veren, iyi ve kötü sebepler için sözler veren ve
bunları bozan bir şey olarak düşünürdük. Artık hayal aleminden çıktık. Bu
sürecin doğası hakkında gözümüzün açıldığını söylemeliyim. Ama bizlerin ahlaki
ikilemimiz önceden de vardı. Ahlaki arzumuz önceden vardı. Sevme veya nefret
etme kapasitemiz hiç bozulmamış. Darwinizm hakkında evrensel olarak konuşurken,
modası geçmiyor. Her şey değişiyor ve her şey yine aynı kalıyor.
Sonunda, bir çok konuşmamda ortaya çıkan bir
sorunu yönelttim ona. Daniel'in inançsızlığını, modern Amerika'da tanıtmasının
ne kadar zor olduğunu öğrenmek istedim. Ama önce ona, kendisinin hiç dini bir inanca
sahip olup olmadığını sordum. Söylediğin ve yazdığın her şeyin neticesinde
sanıyorum ki sen ve ben diğer insanlar tarafından ateistler olarak anılıyoruz.
Senin ateist olmana sebep olan önemli bir olay oldu mu?
Her
zaman bir ateist miydin? Ya da senin durumunda inançsızlığın gelişmesinin belli
bir dönemi mi oldu?
Kuzeydoğu Amerika'nın
mülayim bir kenar mahallesinde, protestan inanç çerçevesinde büyüdüm. Diğer tüm
inançları zorlayan toplu bir inancın bir çok iyi ilahisi ve töreni vardı. Pazar
okuluna gittim ve aşama aşama İncil'i öğrendim. Yaratılış, Göç, Yükseliş,
Şiirler, vs. İncil ilmini iyi öğrendim ama geniş bir hayal gücüyle, şiddetli
bir dindar olarak yetişmedim. Her zaman entellektüel ve felsefi olarak buna
ilgi duydum. Küçük bir filozof tomurcuğuydum. Sanıyorum bu şekilde akademik bir
eğilimim olduğunu fark ettiğimde genç bir delikanlıydım. Tüm bu şeylerin
hepsine inanmadım. Ve gerçekten de bunlara inanıp inanmadığımı ya da geleneğin
bir parçası olup olmadığımı hiç merak etmedim. Yaşamıma devam ettim çünkü bu
tür şeyler kafa tutmak için saldırgan şeylerdi. Demek istediğim, çok şişman
birini gördüğünüzde, gidip ona, "Aman tanrım, ne kadar şişmansın."
demezsiniz. Böyle şeyler yapmıyoruz, çünkü çok kaba. Eğer çevrenizdeki insanlar
dindarsa, onları karşınıza almak kabalıktan daha kötüdür. Şöyle söyleyeyim,
inancım hiç değişmedi benim. Zamanla fark ettim ki, bu şeylere inanmıyormuşum.
Gençliğimde tanrıya gerçekten inanan insanlarla tanıştığımı hatırlamıyorum. Bence,
tanrıya inandığını söyleyen hiçbir insan Doğu'da tanrıya inandığını söyleyen
insanlar gerçekten de tanrılarına inanıyorlar. Tanrı inancına bile inanmıyorum
ben. Onlar tanrıya inanmanın iyi bir şey olduğuna inanıyorlar. Bu, uğraşacak
bir şey ya da belki başarılı olunduğunda gurur duyulacak bir şey. Kesinlikle
tanrıya inanmayı denemeliler ama başkalarını tanrıya inanmaya zorlamamalılar.
Tanrıya inandığına inanan kimselerin bizim gibi davrandığını görürüz.
Kiliseye gitmeli, ilahiler söylemeli, kiliseye bağışta bulunmalısınız, vesaire.
Tanrıya gerçekten inanıyorsanız tüm bu çılgınca şeyleri yaparsınız. Ve
çevremizde bu tür şeyler yapan çok fazla insan görmüyoruz. Tanrıyı hayatlarının
merkezine almıyorlar. Bu, biraz da Noel Baba'ya inanmak gibi. Bir şeyler
yapıyoruz, üzerine konuşuyoruz ve belki de bu tanrıya inanma numarası
yapmaktır. Yetişkin olmayan biri tanrıya inanabilir, ama büyüdükçe unutulur.
Neden insanların inançları ve dindarlıkları konusunda vicdan muhakemesi
yapıyoruz?
Oysa
bizler politik fikirleri tartışırken son derece kaba, tartışmacı ve zorlayıcı
olabiliyoruz?
Kutsal
bir inançta durum neden böyle olmuyor?
Bilmiyorum, ve bunu oldukça
merak ediyorum. Çünkü Dini inançlar konusunda daha haşin ve açık sözlü
olmamızın daha iyi olacağını düşündüğüm zamanlar oluyor. Bugün çevremize dönüp
bakarsak, daha fazla tehlikenin ve zararın dini inançlardan geldiğinizi görürüz.
Evet, dinler gerçekten zor durumda olan insanlara yardım sağlıyor, hayatlarına
bir anlam veriyor ve rahatlatıyor. Sanırım inkâr etmek istememizin sebebi bu.
Evet, benim için de öyle ama yine de insanların dini inançları hakkında
konuştuğumda çok kaba olduğum gerekçesiyle sitem ediliyorum. Çok defa,
özellikle kalabalık yerlerde, din hakkında tartışmaya girdiğim için pişman
olmuşumdur. Daha sonra eve gittiğimde, karım, "İnsanların tutunduğu
kutsallar hakkında böyle konuşmamalısın." diyor. Karım, stand-up gösterilerimde
Sovyet Komünizmi veya Stalin'in vahşeti hakkında konuşsaydım daha az
utanacakmış gibi. Gerçeğin tek başına, bir şeyleri söylemek için haklı bir
sebep olduğunu sanmıyorum. Hepimiz bunun farkındayız. Şişman insanlara şişman
olduklarını söylemeyiz, çirkin insanlara çirkin olduklarını söylemeyiz. Her gün
insanların yüzlerine karşı söyleyebileceğimiz ve hatta bunu
ispatlayabileceğimiz onlarca gerçekle karşılaşırız. Ama bu, sadece zararlı bir
şey olurdu. Hakkımda bilmemekten mutlu olduğum şeyler var ve umarım diğer
insanlar da bunu bilmiyorlardır. Benim hakkımdaki böyle şeyleri diğer
insanların etrafta yaymasını kesinlikle istemezdim. Bilmediğimiz için şanslı
sayıldığımız onlarca şey var.
İnsanlar için sorun oluşturan şeyleri
irdeleyen sorgulama türlerinin, özellikle felsefenin, durumu bu.
Bence, bir görüşü ortaya koymanın çevresel etkisinin neler
olduğunu iyice düşünmek zorundayız. Kendi içinde kusursuz derecede doğru olan
bir durumu sunmak, ciddi zarara, hasara yol açabilir. Hadi bunun sınırlarına
bakalım. Eğer biri, bir tarikatın üyesiyse, kaba olmamızda ve bununla
eğlenmemizde bir sorun yoktur. Ya da kuyrukluyıldızlarla ilgilenip, çeşitli
kıyamet kehanetleri bulunanlarla Kehanet gerçekleşmediğinde, biz o insanlarla
dalga geçeriz ve tüm dünya da bizimle birlikte dalga geçer. Demek ki bazı dini
inançların ciddiye alınmayacak derecede çılgınca olduğu bir sınırımız var ve
bizlerin, sınırı aşan şeyler hakkında konuşması sorun oluşturmaz.
- Bunun sebebi, bu görüşlerin azınlıkta
kalması mı?
- Bence öyle.
Hepsi öyle.
Ve bence bu, sadece politik. Eğer Hristiyanlık dünyada küçük bir
mezhep olsaydı ciddiye alınmayacaktı. Ama şu Hristiyanların inşa ettiği onca
kiliseye baksana! Şu ihtişamlı sanata bak! Şu harika müziğe bak! Böylesi bir
kültür oluşturan bir din hakkında sert konuşmak çok zor. Richard Dawkins ile bu
sorun sebebiyle dostça bir fikir ayrılığına düşmüştüm. "Richard, tabii
ki dediklerine katılıyorum ama insanların da duygularını incitmemelisin."
dedim. "Neden insanları kırıyorsun?" Uzunca bir süre onun iyi bir
mazeretinin olmadığını düşündüm. Ama son günlerde düşünüyorum da, belki de
birkaç insanın duygularını incitmeliyiz. Belki de durumu tersine çevirmeliyiz.
Belki de bunu karşımıza almalıyız. Evet kötü şeylere katlanacağız çünkü bizler
kabayız, şeytanız. Fakat bariyerleri biraz dahi olsa hareket ettirdiğimizi
düşünelim. Belki de Richard ile birlikte daha da agresif olmalıyız. Gerimizdeki
boşluğu açmak için. Bu, sadece bu alanda, dinde, geçerli değil; Amerika'nın
gerçekten açık sözlü, cesur, ciddi liberallere ihtiyacı var. Evet,
seçilemeyecekler fakat onlara ortaya çıkmaları ve büyük bir gürültü kopararak
merkezi kaydırmalarına izin vermeliyiz. Geçerli olan merkezi kaydırmalılar.
Özellikle Amerika, Hristiyan inancı ile sarıp sarmalanmış durumda. Kesinlikle.
Başbakanımızın sofu bir Hristian olduğu bir gerçek, ama sağ-görüşlü
politikacılarla sağlam ilişkiler kuran ve Hristiyanlığı tekrar doğuran Bush
gibi biri veya Cumhuriyetçi Parti'nin sağ kanadındaki biri gibisi ortaya
çıkamaz. Dindar bağnazların garip bir özgüvenleri var. Dünya'nın, dinlerinin
söylediği gibi olduğundan eminler. İyi adamlar ve kötü adamlar var. Bizler iyi
adamlarız. Kötü adamlardan kurtulacağız. Diyelim ki, açık sözlü, dobra ve
samimi olmanın önemli olduğu hakkındaki hislerin arttı. Felsefenin ilgi
alanında olan, etkili ve önemli, bir çok felsefi ve bilimsel görüş içeren kitap
yazdın. Felsefenin dinden daha fazla ilgi gördüğü bir yer hayal etmek güç.
Dini, dinin bizleri eleştirdiği enerjiyle
eleştiren bir kitap yazma hakkında ne düşünürsün?
Böyle bir kitap yazmak
isterdim, yazabilseydim. Ama tabii ki korkularımdan biri, daha sonra ne
olacağı. Nasıl bir kargaşa olacak?
Dinin, bizlerin
medeniyetini ve içimizdeki iyiliği bir şekilde koruduğunu düşünen insanlara
bunu yapmak ne kadar doğru?
Din, bir çok insan için, ahlaki Viagra
gibidir.
Bazı insanların ahlaklı olmada yardıma ihtiyacı olduğunu düşünürler. Ve bunu
inkar etmiyorlar. Eğer bu doğruysa, din insanların ahlaki
yaşamlarına yol gösteriyorsa, herhangi biri çıkıp ciddi bir şekilde bizlerin
bertaraf edilmemiz gerektiğini öne sürecek ve iş, altta kalanın canı çıksın
durumuna dönüşecek. Çünkü altta bir çok kişi kalabilir ve bizler, bu insanların
korkusundan bir kaos yaratabiliriz. Birçok insan hayatlarının bir anlamı
olmasını istiyorlar ve bu nereden gelecek?
Öyle ama dinden daha iyi
bir şey olmalı. Evet, kesinlikle bir umut var. Bakalım neler olacak?
Cambridge tanrı bilimcisi Denys Turner ile
yapılan mülâkat
Ateizm üzerine bir seri yapmakla ilgili
konuştuğum ilk insanlardan biri tanrı bilimi kürsüsündeki açılış dersi
"Nasıl Bir Ateist Olunur" olarak adlandırılan Cambridge tanrı
bilimcisi Denys Turner idi. Aslında, yaptığımız konuşma final serisinde yer
almamıştı, çünkü tanrı bilimi ve felsefe arasındaki mevcut ilişkiyle igili inançsızlığın
tarihiyle ilgili olandan daha çok yapılacak şeyin olduğu ortaya çıktı. Ancak,
Professor Turner'ın teolojik argümanları o kadar ilginç ve etkileyiciydi ki
şimdi onları tam uzunluğunda gösterme fırsatını yakaladığım için çok memnunum.
Denys, tartışacağımız nedenlerde de göreceğin
gibi, kendim için ateizm kelimesini kullanmakta tereddütlüyüm. Kendimi bir
ateist olarak adlandırmak konusunda isteksizim. Ancak, senin açılış dersinden
"biz ateistlerin", bu kelimeyi kullanmam doğru mu bilmiyorum, bir
şekilde hedefi ıskaladığımızı hissettiğin, aynı zamanda dersinin başlığından,
ateizmin bir tür başarı ya da birinin iyi olduğu bir şey olduğu ve birinin bunu
kötü bir şekilde yaptığı ya da kötü bir şekilde başardığı izlenimine
kapılıyorum. Şimdi, öncelikle neden ateizmin alıştırma yapılması gereken bir
şey olduğunu ve alıştırmanın onu mükemmelleştireceğini ve bizim bunu yanlış
anladığımızı düşünüyorsun açıklayabilir misin?
Pekala, bence eğer düzgün
resmi bir ateist olacaksan belirli bir tür sorudan kaçınmanın bir yolunu
bulmalısın. Bence bir kişi gündemden atılan belirli bir tür soru olduğunu fark
ettiğinde teist olmaya başlar. Anlatmak istediğim şey, sorunun tekrar ortaya
çıkmaya devam etmemesini sağlamak için oldukça sıkı çalışmalısın. Ve o soru
"sahip olduğumuz farzedilen şeyler nasıldır?"dan farklı olarak
"neden herhangi bir şey var?"dır. Ve bence, yeniden ortaya çıkan o
tür bir soru karşısında duruşunun sağlamlığından emin olma oldukça fazla
çalışma alır. Marx bir keresinde "Her çağ
sadece cevaplayabileceği sorular sorar." demişti. Ve bu
gündemdeki sorularda kesinti yapmaktır, ki bana buradaki önemli mesele bu
olacakmış gibi geliyor. Tanrının var olup olmadığı sorusundan bile daha
önemlisi hangi soruların mantıklı olduğudur ve zamanımızda teistik duruşa
standart bir cevap olan "Tanrı" adının bir tür cevap olduğu sorunun
bir soru olarak mantıklı olmadığıdır. Bu kabul edilmez. Bu yüzden bu, benim
başlangıç noktam olan soruların gündemidir. Ve neden bir kültür kendisini,
kolayca cevaplama yöntemlerine sahip olduğu basmakalıp sorularla sınırlar?
Soruları cevaplamak için
sahip olduğumuz yöntemler neredeyse hangi soruların sorulabileceğine izin
vereceğimizi belirlemiş gibidir. Ve bence, diğer soruların üzerinde ayrıntılara
takılıp kalan çok sıkıntılı bir soru var. Eğer o daha büyük ve sıkıntılı soruya
geri dönersek, ancak resmi ateistler için şu ana gelirsek. Senin de dediğin
gibi önceleri şimdi olduklarından daha fazlalardı. Olay, duruşlarını kabul
ettirmiş ve insanları toplayan, belirgin, makale yazan resmi ateistlerin neden
bu kadar çok olduğu değil mi?
Örneğin, Bradlaugh gibi insanlar, ya da Annie Besant ve John
Stuart Mill, mesela. Onların bu
kadar belirgin şekilde resmi olmalarının nedeni kendilerinin inançsız
olmalarını yasaklayan resmi bir kuruma karşı ayakta durmalarıdır. Elbette. O
günler resmi bir ateist olmanın entellektüel olarak ilginç olduğu zamanlardı.
Bence böyle entellektüel olarak ilginç bir şekilde de kaldı, ki bu da Richard
Dawkins gibi resmi bir ateistin beğenilerini daraltılmış bir teizmden çok
belirli bir türün çevirilmiş bir resmi olarak görmemin nedenidir. Dawkins'in
reddedildiği, aynadaki yansımanın çevrilmesindeki gibi eşleşen, ateizmi
hakkında bir tür köktencilik vardır. Bu resmi ateist karşı olduğu aynı zamanda
ateist tarafta teistik tarafta belirli sorular sorulmasının reddedilmesini
karşılaştıran sabit bir teizm formuna kilitlenmiş gibi görünüyor. Pratik bir
örnek vermek gerekirse, eğer bu dünyada evrim tarafından doldurulması gereken
bir boşluk olduğunu ve her türlü boşluğun evrim tarafından doldurulduğunu
varsayarsanız, tanrı bunun dışında bırakılmalı bence böylelikle hangi yolu
seçtiğin gerçekten farketmez. Eğer evrimci bir
teorist iseniz tanrıyı yoksaymak zorunda kalacaksınız. Aynı şekilde eğer bir
teist iseniz, evrimi yok saymak zorunda kalacaksınız. Bir bakıma her iki tarafta da eşdeğer bir köktencilik
var. Bu yüzden bir teiste çok daha fazla sıkıntı veren şey militan
ateistlikten çok umursamama durumudur. Örneğin Dawkins'inkinden farklı olarak
senin duruşun.
Neden benim gibi umursamayan, bunun hiçbir
zaman onlar için gerçekten sorun teşkil etmediği insanlar olması sana
rahatsızlık veriyor?
Küçükken aklım hiç
almıyordu. İnsanların bu tek heceli kelimeyi kullandıklarını duyardım ama ne
hakkında konuştuklarını hiç bir zaman anlamadım. Entellektüel olarak
seninkinden daha heyecan verici bir yaşamım oldu. Bence herşey tanrının var
olup olmadığı sorusuna bağlıdır. Ancak diğer taraftan, bazı resmi
ateistleri reddettikleri şeyler dışında reddetmeleri gereken şeyler konusunda
eğitmek isterim. Diğer taraftan, gördüğüm kadarıyla sorulmayı bekleyen sorular
var.
Bence insanları bunları sormaları için
zorlandığında, ve onlara "Neden hiçlik yerine
bir şeyler var?" sorusu sorulduğunda bu soruların anlaşılabilir ya
da hassas ya da her halükarda önemsenmeyen sorular olarak göz ardı edildiği
görülür.
Bence, daha özgün bir yolda olmasına rağmen önemsenmelidir. Eğer "hiçbir
şeyden fazla her hangi bir şey yok" gerçeğine cevap "bir
şeyler olmalı" ise bu dünyayı algılama şekline etki etmeyecektir. Bu var
olanın varlığını açıklar bunun ne tür bir dünya olduğunu değil. Wittgenstein'ın
dediği gibi bu dünyanın nasıl olduğu değil şaşkınlığın nedeninin bu olmasıdır.
İnsanların herhangi bir şeyin olmasından kaynaklanan şaşkınlıklarını arttırmak
istiyorum. Bir şeyin olduğu ve şaşırtmak için ve çeşitli zümrelerin inançlı
insanlarının söylediği, "Ruhsal duygularınızı nereden
ediniyorsunuz?" gibi duyguları üretmek için hiç durmadığı gerçeği
hakkında ürkütücü ve dikkate değer bir şey olduğunu düşünmekle birlikte "ruhsal"
kelimesini kullanmaktan nefret ediyorum. İhtişamın korkuyla karışık saygı
duygusu ya da Freud'un dediği gibi edindiğim "sonsuzluk duygusu" beni
suçüstü yakalıyor ve "Bilincimin var olması harika bir şey" ve
"Bilincimin bir içeriği var" diyor. Ancak bu azalmış, putlara
tapmayan teizm türünde bile senden ayrıldığım nokta "Neden herhangi bir
şey var?" sorusunu sorabilirsen cevabın "Bunu açıklayacak bir şey
vardır." olduğudur. Sonra "Neden o zaman tanrı var?" diye
kendime sorarım. Bütün bunların nedeni ve taşıyıcısı hakkında soru sorarken
neden soru sonsuz bir gerilemeler serisine girmiyor?
Kendisi
bir açıklama gerektirmez mi?
Şimdi sen ve ben kendimizi
bir tartışmaya kaptırdık. Bunun hakkında çok karmaşık ve detaylı bir konuşma
yapabilirdik ve burada bir problem olduğu hissiyle başlamak istediğim nokta da
bu. Ve burada bir problem olması en azından bir kişiyi tanrı sorusuna karşı
mutlak entellektüel aldırmazlık durumundan uzaklaştırır. Şu an bir kavga devam
ediyor. Ve görünüşe göre, birisinin buna verdiği cevabın önemsendiği günlere
geri döndük. Sorunu henüz cevaplamadım. Basitçe diyorum ki, senin benimle
yaptığın tartışma zaten benim kitabımda teoloji adı altında yapılan bir şey
olarak var. Neden bu, kişinin, bir çok tahmin edilemeyen şeyi inceleyen,
örneğin gerçekten görülmemiş bir dünya asla görmeyeceğimiz atomların dünyası ve
sonra atomaltı parçacıklar dünyası, alan kuvveti vesaire ve matematiksel olarak
tanımlanabilir görünen belirsizliklerin dereceleri, "doğal bilimler"
olarak adlandırabileceği şeyin uzantısı yerine teoloji olarak adlandırılmak
zorunda?
Onlar kendi kendine bir
açıklamadan fazlasını gerektirmeyen doğal bilimler alanı içinde her türlü
olasılığı geliştiriyorlar. Bunun teoloji olarak adlandırılması gerektiğinden
emin değilim. Bu isimlere aldırmazdım ama bunun bir nedeni var. Neden sadece
doğal bilimlerin bir uzantısı olamıyor. Dünyadaki bütün aldırmazlık bir şeylerin
nasıl olduğuyla ilgili soru ve bir şeylerin olduğu gerçeği ile ilgili soru
arasındaymış gibi görünüyor. Çünkü eğer bir şeylerin hiçliğin geçmişine karşı
olduğunu anlatıyorsan o zaman kişi yaratılışla ilgili soruları aklında tutmaya
başlar. Ve yaratılışın klasik teistik doktrinine göre yaratılış yoktan
oluşmuştur. Bu tuhaf anlatım, Thomas Aquinus'un da işaret ettiği hiç, herhangi
bir cinsin garip bir türü değildir. Hiçin isim koyduğu bir tür yoktur.
Tersini savunan filozoflar olsa da Thomas Aquinus bu konuda kesinlikle net bir
tavıra sahip. Der ki, "Bu bahsettiğin, yaradılışın garip bir şekli. Çünkü
olumsuzlama yaradılışın dışındakilere karşıdır fakat burada "dışında"
devam eden bir şey yok." Beni bu rahipler ve din bilimciler ile ilgili
daima endişelendiren konulardan biri Bu arada bunlardan sadece yalnız
olmadığımı kanıtlamak amacıyla bahsettiğimi belirtmek isterim, çünkü burada
konuştuğumuz şey klasik teizm. Evet, bunların uzun süredir savunulan argümanlar
olduğunu biliyorum fakat bu, yapımcılığını benim yaptığım Alice Harikalar
Diyarında'da Arkadaşım John Bird'ün uşak kurbağayı biraz zekice doğaçladığı
zaman yaptığına benziyor. Aniden ve zekice Caroll tarzı bir doğaçlama yaptı.
Alice mutfaktaki aşçılara tehditler savururken ve içeri giremezken uşak, "Senin
için ne yapacağımı söyleyeceğim." der sonra kız uşağa bakar, uşak da der
ki, "Senin için ne yapacağımı söyleyeceğim: Hiçbir şey" "Bu sana
uyar mı?" Şöyle devam eder, "Bunu hemen yapamam çünkü tüm bunlar
ortaya çıkmaya devam ediyor." Ardından zekice ve iyimser bir şekilde,
"Senin için hiç bir şey yapacak olsaydım "bunu araya sıkıştırmak için
zaman bulmak zorunda kalırdım.", der. Bu esprinin hoş bir
anlaşılabilirliği var. Ama espri olmasının nedeni 'hiçbir şey'i
konuşabileceğimiz bir şeymiş gibi kullanıyor olmasını biliyor olmamız. Fakat
daha sonra, bu hiçlik içinde her şeye gücü yeten ve hiçliğin dışında bir şeyler
yaratan veya temin eden bir yaratıcınının var olmasını kavramsal olarak
anlamakta güçlük çektim ve zihnimde şu soru belirdi:
"Sonuç olarak Tanrı niçin var?" Bunu ve elbette aynı şekilde Tanrı'nın böyle
bir sorunun içinde olamayacağını savunan din bilimcileri anlamakta zorlandığını
kabul ediyorum. Klasik din bilimcilerine göre Tanrı, herhangi bir şeyin türü
değildir. Çünkü Tanrı bir şeyin türüyse bu, onun diğer türlerden sadece biraz
farklı olduğunu gösterir. Yaradılış atlasındaki bir şeyden bahsetmiyoruz
burada. Bahsettiğimiz, bu atlasın dışında olan, bu konuşmayı niçin yaptığımız,
şu an nasıl konuştuğumuz Doğrusunu istersen, bu saçma bir çeşit göz boyama.
Yeri gelmişken, buna negatif teoloji denir. Konuştuğun şeyi bilmediğinin
farkında olmak da denebilir. Ve sanırım, bu, gerçekten teolojinin temel
noktası. Konuştuğumuz dilin ruhunda bulunan, onu içine almadığı ama yine de onu
ayakta tutan bir şeylerin varolması söz konusu. Bence Wittgenstein'ın peşinde
olduğu şey, Tractatus'un sonunda belirttiği "Söylediklediklerimizi
nasıl söylediğimizin altında yatan neden kendi başına söylenmiş olamaz. cümlesi ile açıklanabilir. Evet, bu da
tanrının ta kendisidir. Fakat anlatılan ya da söylenen şeyin ötesinde yatan
ihtimaller hakkında uygunsuz şeyler söylemek yerine susa dabilirsiniz. Konuyu,
aynen Russell'in Peder Coplesten ile yaptığı tartışmadaki gibi, burada
bırakabilirsiniz. Basitçe, "Neyse ne." diyebilirsiniz.
Ama bence kimse bir çocuğun tekrarlanan "Neden?"
sorusuna engel olamaz çünkü arkasında defalarca öğrenmeye çalıştığınız
sonsuzluğa dair bir soru işareti var. Tekrarlaman elbette ki devamlılığın bir
işareti değildir.
Hayır, hayır. Katılıyorum. Bence ortaya
koyulan argüman sorunun mantıklı ya da rahatsız edici olup olmadığını aynı bir
çocuğun olası ihtimallerden birinin ardındaki soru işaretini araması gibi
tartışıldı.
Sorunun bir anlam ifade etmediğini belirtme durumu var ortada, ama
yine de dünyanın öylece olduğunu söyleyemezsiniz. Aksi durumda buna ekleyecek
bir şeyimiz olmaz. Soruların bir anlam ifade edip etmediği konusunun
tartışılması reddedilir. Bence ortada tartışılması gereken bir durum var ve bu
durumu tartışmak teolojiyi zaten doğuracaktır.
Tüm bunlardan anlayacağınız üzere, modern ya
da modern olmayan teoloji çıldırtıcı derecede karışık olabiliyor. Fakat ilgimi
çeken şey, Denys'in konferasında "Neden
'hiçbir şey' yerine 'bir şey'ler var?" sorusuna yanıt olarak tanrı
fikrinin konulmasını açık bir şekilde puperestlik olarak koyması. Ve Denys'in
bu çeşit bir tanrı anlayışını günlük hayatına nasıl soktuğu çok ilginç geldi
bana.
Zaten sorulması gereken soruları sormam konusunda başlangıçtan
beri bir-iki adım geri tuttun. Bana, hiçliği açıklama şeklin çok rafine edilmiş
gibi görünüyor ve bu yüzden hayatını yöneteceğin ve ahlaki seçimlerin için
kaynak olacak şeyleri inancın içerisinde bulacağını sanmıyorum. İşte az ve öz
bir cevap. Russell der ki, "Dünya bize öylece sunuldu." Bu bir
gerçek. Tamamen doğru diyebilirim ama değil. Çünkü dünya, aslında, bahşedildi.
Bir çeşit lütuf gibi düşünmeliyiz bunu.
- Ama sunuldu
- Bir bağışlayıcı tarafından lütfedildi. Ortada olan şey nasıl bir
'gerçek' olarak tanımlanırsa tanımlansın belli olan bir yaratıcının olduğudur.
Bu yüzden varoluş kesinlikle bir çeşit lütuftur. Benim ya da bir başkasının
varlığı, ve hatta henüz olmamış olan bir şeyin varlığı bile bu lütfun bir
yansımasıdır. Tabii ki, biri inandığım doğrultuda bir şeyler söylerse, misal,
dünyanın bize öylece sunulduğunu söylerse, biri de bu doğrultuda devam edip,
bunun bir yaratıcısının olduğunu, tanrı tarafından verildiğini söyler. Bir
sonraki adım, bunun ironik bir hediye olarak görmemek; iyi ve sevgi dolu bir
tanrının hediyesi olarak görmektir. Atılması gereken tüm adımlarda, bunun gibi,
tanrı hakkında çok çok ilkel kalan düşüncelerden uzaklaşmak gerekmektedir.
İnancın derecesine göre bu adımları atmaya engel olan birçok sorun vardır.
Bunlardan en önemlisi, elbette ki, kötülük problemidir. Şimdilik kötülük
problemini bir kenara bırakalım. Lütuf ve bağış konusunda konuşalım. Dil
bakımından bakarsak, bana öyle geliyor ki, bağışlayan ve lütfeden fikri, 'alan'
ve 'alıcı'dan-bağımsız olarak düşünülemez.
-Evet. Bilmek istediğim, bu lütuf kime
bahşediliyor?
Bu noktada bilinçli bir
alıcı olmanın koşulu insan olmaktır. Eğer bu bağış kocaman bir hediye kutusuysa
minnettar olan, şükreden bir alıcı yaratmak neden bu kadar uzun sürüyor?
Neden evrenin o ilk uzun
yıllarında alıcı kimse olmadı?
Bu dünyadan daha uygun bir
dünya olabilir mi?
Biri olası bir dünyayı
keşfedebilir. Aslında bazı kozmologlara göre bütün olması mümkün olan dünyalar
var. Ancak işlerin bildiğimiz şekilde ilerlemesi için her şeyin bu dünyada
olması gerekliydi. Olduğumuz hale nasıl geldik sorusuna bir açıklama getirme
çalışmalarından biridir bu. Fakat bunu bir anlığına bir kenara bırakırsak,
neden bu dünyada değil?
Başka bir dünyada..?
Tüm cehaletimle bunu
yanıtlamaya çalışayım. Atom-altı parçacıkların alternatif işleyişleri hakkında
yeterli bilgiye sahip olacak kadar fizik ve matematik bilmiyorum. Ama geriye
doğru adım adım gitmek isterim, ve sanırım bu da sormak istediğin bir soru
ortaya çıkaracak.
Bunu kendi aramızda da sorabiliriz. Lütuf
fikri, amacın ne olduğunu önceden varsayar. Biyoloji çalışmış biri olarak,
bulduğum şeylerden biri, -ki sanıyorum Richard Dawkins de buna katılır, Daniel
Dennetts ise kesinlikle katılır- niyet ve ona benzer evrende varolan şeylerin,
ki Dennett'in 'ilgiler' dediği şey oluyor, kendi kendisini sürdürünceye dek
görünmeye başlamamasıdır.
Ve evrenin çok çok gerilerinde kalıncaya dek bu niyetlerin ne
olduğu anlaşılmaz. Bence at arabasından önce el arabasının olması bu
yaratıcının niyetlerini başlatma şekli. Bu bağışlayani, bir amaç ve niyet
edindiğinde, ortaya bir şeyler çıkarmak için kendi kendini hayatta tutma amacı
taşıyan biyolojik sistemleri ortaya çıkarıyor. Burada "amaç"
kelimesini nasıl anlamam gerektiğini kestiremiyorum. Bilimsel açıklamalar ve bu
açıklamaların ne derece amaçsal fikirleri ortaya koyduğu hakkında bazı
soruların olduğunu biliyorum. Kimileri evrimsel teorileri amaca yönelik bir
biçimde inceliyorlar Ancak Dawkins böyle yapmıyor. Sorularıyla ve 'amaç' ile
hedefledikleri şey nihai bir sonuç elde etmek olanları hesaba katarsak amaçsal
bir açıklamadan ziyade estetik bir açıklama daha yerinde olur. "Dünya
neden var?" gibi bir soru sormak "Mozart, The Marriage Of Figaro'yu
neden yazdı?" gibi bir soru sormaya benziyor. En basit cevap,
olabildiğince çabuk paraya ihtiyacı olduğudur. Ancak daha iyi bir cevap olarak,
çünkü bu, kendi yaratıcı gücünü tetikleyecek, hem eseri sergileyecek hem de
dinleyecekler için büyük bir keyif sunacak harika bir çalışmaydı. Yani söz
konusu şey, doğal güzelliği ile kendi kendisini gerekçelendirmiştir. Bu da bir
lütuf ile ilgilidir ve karşılıksız olarak vardır. Söz konusu olan varoluş amacı
değil. O şey var, çünkü varolması güzel bir şey. Bir şeyin güzel olduğunu
söylemek için o şeyin neden varolduğunu da söylemek gerekir. Eğer, "Neden
güzel şeyler?" diye soracak olursanız, güzelliğin anlamını yanlış
anladığınızı düşünürüm. Kafamda hala da birçok soru işareti vardı.
Yaratılışın nasıl olur da estetik nedenlerden
dolayı tanrının üstlendiği bir icraat olduğunu ya da hiç sadeleştirmeden
kilisede pekiştirerek sahip olacağın inanca dayalı bir Hristiyanlık
anlayışının Deny'nin kendi
ifadesiyle putperestlik olduğunu
anlayamadım. Pekala, iddianı kabul ettiğimi varsayalım ve seni Pazar gününün
Hristiyanlık teolojisindeki yeri ve önemini söylemen için biraz sıkıştırayım.
İbadeti nasıl şekillendiriyor?
Sence günlük alışkanlıklar
dışında kalan kısım için göz önüne alınan dini deneyimler, davranışlar ve
duygular ne ifade ediyor?
Kimin için?
Örneğin, duaların yöneldiği
şey için. Ya da dua gibi bir şey, bahsettiğin ve kabul ettiğin putperestlik
taşımayan din için geçerli mi?
Sanırım dua ederken kendimi
sık sık kendimle bir çeşit diyalog içerisinde buluyorum. Ancak bazen aklının
yetmediği bir noktaya gelirsin ve apaçık senden çok daha büyük bir şeyin
merhametine muhtaç olduğunu sezinlersin. Aklının yetmediği zamanlar geldiğinde
artık büyük değilsindir ve o zamanlarda kendinden büyük bir şey bulmakta
zorlanmazsın. Aklın yettiği zamanlarda bile sık sık -eğer sürekli bir iş
peşinde koşmuyorsan- kendinden büyük olan şeylere kapılırsın. Senin kastettiğin
ile bunlar arasındaki fark nedir?
"Ne güzel bir
günbatımı?
" "Ne koca bir evren!" "Neden bir şeylerin
farkındayım?
" Bu, bizlerin yaşadığı şaşkınlık ve hayretlerimizden nasıl
farklı oluyor?
O kadar da farklı olduğunu
sanmıyorum. Eğer buna deneyimlenen hisler bakımından bakıyorsan arada hiçbir
fark göremiyorum. Bazen buna bir isim vermenin önemli bir hamle olacağını
düşünürüm. Kendimi de onlardan biri saydığım saygılı ateistler için saygılı
olmak, tanrının hükümranlığına saygılı olmaktır. Benim şaşkınlıkların tanrıyla
ilgili değil ancak bazen kendimi neden tüm bunlar var derken buluyorum ya da
kendi varoluşum sebebiyle kendimi sarsılmış buluyorum. Ve, sabah yediğim
yumurta günün sonunda garip bir gizem haline geliyor benim için. Sahanda
yumurta gibi önemsiz bir şey bile önemli bir hale gelebiliyor benim kadar. Ya
da herhangi biri kadar. Bu, canlanmanın en gizemli hali gibi görünür ve
Beytüllahim'de olandan (İsa'nın doğduğuna inanılan yer) daha önemli gelir.
Neden varoluşun olağanüstü görkemine ibadet edebilmek için Beytüllahim'e geri
gitmek zorundayız?
Ya da
yaratıcıya bunun için dua etmesek olmuyor mu?
Varolan her şeyin tanrının
sevgisinin bir lütfu olduğunu kanıtlayan tek bir felsefi tartışmaya bile
girmeyi başarabilecğeimi sanmıyorum. Böyle bir şeye inanmak için vahiy
gönderilmiş olması gerekiyor. Birçok karşı kanıta rağmen O halde şöyle bir soru
sormak istiyorum: Dindar birinde böyle bir bilincin oluşması için hangi yolla,
hangi şekille ve hangi aşamalarla bir vahiy gelmelidir. Her şekilde. Ya her
şeyde görürsünüz ya da yanılmışsınızdır. Özel olarak bir şeylerde olamaz.
Yaratılmış olanlar da böyle olmalı. Şöyle veya böyle, her şey sizi hikâyenin
içine sürüklemelidir. Bu konuda seçici olunamaz. "Bu tanrının vahyidir.
Bu ise değil." bahsine geri dönmek istemiyorum. Bazı şeyleri bu tarz
terimlerle açıklayabilirsiniz ama bazılar da bu açıklamaya uymayabilir. Bana da
bu, entelektüel tutarlılık gibi görünüyor zaten. Daha fazlası olmalı. You've
either got to accept that everything Her şeyin, şu veya bu yolla tanrının
varlığını gösterdiğini kabul etmen gerekiyor, ki buna başarısızlık da dahil.
İşte bu çok şaşırtıcı bir düşüncedir çünkü Hristiyanlık hikayesinin temelinde
başarısızlık zaten bulunmaktadır. Ani felaketler veya karşılıksız aşklar gibi
başarısızlıkları, tanrıyı tanımlayan resmin
içine dahil etmemiş olsaydık, Herbert McCabe'ın de söylediği olurdu: "Eğer birini sevmezseniz güç bela yaşarsınız, ama
severseniz kesinlikle öldürülürsünüz." Bana aynı İsa'nın
hikâyesi gibi geliyor bu. Çok kapsamlı bir hikâye. Her şeyi bir şekilde
açıklıyor. Aşk gizeminin vahyi. Her şeyin olması ya da olmaması durumunda da
doğru konumdasınız. Kimsenin ihtiyacı olmayacak şekilde. Daha başka açılardan
da konuya yaklaşabilirsin ya da bir hikâyeye ihtiyacın yoktur bile. Bana göre
bu, vahyin ta kendisi. Senin ve benim aramda duran bu soruyu mantıklı bir
şekilde ele alacak bir argüman olduğunu sanmıyorum. Bu noktada sorun inanç
sorunudur ve kabul eden de olur etmeyen de. Bence ancak felsefi olarak düzgün
bir şekilde konuşulabilecek noktanın ötesine geçildiğin inanç hakkında doğru
düzgün bir tartışma yapabileceğim bir yere geliriz. Yani, benim inancımın
içeriğini sorduğun anda bir tartışma zeminine doğru taşındı sohbetimiz. Çünkü
ya benim durduğum noktayı kabul edersin ya da etmezsin.
Ateist
Biyolog Richard İle Yapılan Mülâkat
Richard Dawkins, ile yaptığımız söyleşide,
Evrim Teorisi'nin, onun dini inançlarını sarsmasındaki önemli rolüne
değineceğimiz aşikar. Tam da Irak Savaşı'nın patlak verdiği zamanda görüştük.
Darwin meselesine geçmeden önce, dinin, Hristiyan İngiliz Başbakanı ve
Hristiyan Amerika Başkanı'nın izlediği politikalardaki yerine değinerek
başladık.
Blair, entelektüel bilgi bakımından açıkça Bush'dan daha üst
seviyede. Bunu anlamak zor değil. Ancak Bush'un da tamamen saf olduğunu
düşünmüyorum. Muhtemelen ikisi bir araya gelip, iyi ve kötü arasında bir
savaşın başlayacağı fikri üzerinde yoğunlaşmışlar. Bush, hatta bir çok
Amerikalı, sanıyorum ki Saddam Hüseyin ile Usame Bin Ladin arasındaki farkı
söyleyemezler bile. Hepsi 'kötü' sonuçta. 11 Eylül sonrasında Amerikan toplumunda,
Irak'a karşı durduk yere ortaya çıkan tamamıyla yersiz bir terörizm nefretinin
sebebi de bu. 11 Eylül'de olanlardan sonra, insanlar 'kötü'ye odaklanmaya
başladı. Şu bir gerçek ki; 'Onlar'a karşı 'Biz' var. Bu aşamadan sonra
insanların aklındaki 'kötü' tanımını karıştırmak daha kolay oldu.
Onları kötülüğün neferleri olarak tanımlarken- İnanıyorum ki,
kötülüğün, evrende var olan bazı varlıkların -ruhların- temel prensibi olduğunu
düşünüyorlar. Evet. Kötülük kavramının, otonom bir prensip gibi, tanrısallığa
dayalı dini bir inancın ayrılmaz bir parçası olduğunu düşünüyor musun?
Buna benzer bir şey. İnsan
karakterindeki bir çeşit tepki gibi. İyinin ve kötünün, insanların 'durum'lara
verdiği tanımlamalar olduğunu kavramak yerine -iyi şeyler, kötü şeyler gibi-
iyilik ruhu, kötülük ruhu olduğunu, ve bunlar arasında bir çeşit savaş olduğunu
düşünmek eğilimindedirler. Böylece, kötülüğü, kötü insanlarla savaşarak
öldürebilirsiniz. Ancak, özünde kötü olmayan birçok insanın da -farkında
olmadan- terörist saldırılarda bulunmasına sebep olursunuz. Yani diğer bir
deyişle, insanların yaptıkları kötü işlerin arkasında bir çeşit metafiziksel
ilke var.
Bence öyle olduğunu düşünüyorlar. Doğrudan
olmasa da -ki Bush, bence doğrudan inanıyor.
- Blair'in de bilinçaltında bu olabilir.
Peki bu, metafiziksel ilkelerin olduğuna
inanan büyük dinlere inanmanın kaçınılmaz bir sonucu mu?
Sanırım öyle. Tabii ki dini
inançla bir ilgisi var. Ancak bu ilginin direkt olarak dinden mi geldiğini,
yoksa tüm insanlarda ortak olduğunu düşündüğüm zihinsel bir eğilimin sonucundan
mı ileri geldiğini bilmiyorum.
Richard'ın iddia ettiği gibi, tüm insanlarda
bir inanma eğilimi varsa, onun da yaşamının önceki kısımlarındaki inanma
deneyimini öğrenmek istedim. Şimdiye kadar, kendilerini ateist veya inançsız
olarak çeşitli derecelerde sınıflandıran bir çok insanla görüştüm; ve onların
bu noktaya nasıl ulaştıklarını veya başlangıçta mı içlerinde inançsızlık
olduğunu merak ediyorum. Richard'ın hayata, -benim gibi- dini bir düşünceden
yoksun olarak başlayıp başlamadığını sordum.
Normal bir İngiliz gibi yetiştirildim. Birçok farklı dinin
olduğunu ve bunların hepsinin doğru olamayacağını anladığım zaman şüphelenmeye
başladım. İngiliz Kilise'sine gidiyor olmam bir rastlantıdan ibaretti. Bu,
şüphelerimin oluşmasını sağladı. Bunun sonucunda 9 yaşımda inançsız biri oldum.
Ama daha sonra, 16 yaşıma kadar tekrar dine döndüm. Burada biraz dur. Böyle
kritik anlar ilgimi çekiyor.
- Evet.
- Şüpheci tavrından sonra tekrar geri dönmene
sebep olan şey nedir?
Sanırım, tasarım
argümanıydı. Yaşamın muhteşem karmaşıklığını takdir ediyordum ve o zamanlar,
Darwinci bir açıklamayı kavramamıştım. Bu yüzden, saf davranıp, "Bir
şey tasarlanmış gibi görünüyorsa muhtemelen tasarlanmıştır." diye
düşündüm ve 16 yaşıma kadar alternatif bir açıklamanın olduğunu anlamadım.
Ayrıca, Darwinci bir açıklama olmasa dahi, 'tasarım'ın yaşamın
karmaşıklığını açıklamak için kötü bir açıklama olduğunu da anlamadım. Çünkü
tasarımda bir kısır -döngü söz konusu. Tasarımcıyı da açıklamanız
gerekiyor. Bu yüzden iyi bir açıklama değil. Nihayet Darwinizmi keşfettiğimde
16 yaşımdaydım. Darwinizmi öğrendim ve şunu fark ettim ki, sadece yaşamın
karmaşıklığına karşı açıklama getirmiyor; aynı zamanda, Darwinci evrim
şeklinde, heyecan verici, basit ama mükemmel bir açıklama getiriyor. Hissettiğin
bir aydınlanma gibi miydi, yoksa kaybettiğin zamana duyduğun üzgünlük ve
pişmanlık mıydı?
Pişmanlık hissettiğimi
hatırlamıyorum. Keyif verici bir aydınlanmaydı. Dünyanın açıklanmasında tatmin
etmeyen yönüne ilişkin özgürlük hissinin verdiği keyif duygusu vardı. Dünyanın
işleyişine ilişkin tatmin edici açıklamaya sahip olmanın getirdiği olumlu
duyguların verdiği keyif vardı. Önümde, bunun ayrıntılarını anlamaya çalışmak
için uzun bir ömür vardı.
Pekala. Şimdi 9-15 yaş periyoduna geri
gidersek; 9 yaşında ilk defa kuşku duymaya başladın, çünkü bir çok din vardı ve
15 yaşında biyolojik olarak muhteşem bir değişim yaşayıp Darwin okumaya
başladın. Diğerlerine göre şüpheci sayılmayan dini anlayışın nasıl bir şekil
aldı?
Dini gelenekler ve dualar
bakımından?- Bir şekilde işte- Anlıyorum. 9-15 yaş arasında oldukça dindar
biriydim. Kiliseye kabul edildiğimde dua ediyordum. Yatılı okuldayken çeşitli
küçük fantezilerim vardı; küçük kiliseye gidip diz çöker ve dua ederdim; melek
görüntüleri falan vardı. Kabul törenine kabulümü hatırlıyorum ki aslında o
zamanlarda bile bunun saçmalık olduğunu görebiliyordum. Kendimi inanmaya
zorluyor gibiydim, çünkü orada cüppeli bir rahip bana sürekli dini anlatıyordu.
Fakat çok uzun sürmedi bu. Artık anlamsızlaşıyordu. Dünyanın güzel bir yer
olduğu ve bunun için bir tasarımcıya ihtiyaç duyduğu fikrini kabul edebilirdim.
Ancak her şey bununla bitmiyordu. 'İlk Günah' gibi şeyler vardı. O
zamanlarda bile bana tutarsız gelen şeyler. Yani sorunun, yaratılışın
güzelliğinden ziyade 'günahkarlık' gibi ahlakla ilgili olan şeylerle
ilgiliydi. Kabul törenine hazırlık kısmı öyleydi. Demek ki rahip, sürekli,
insanın doğası gereği bazı günahların mirasçısı olduğunu söylüyordu. Tam olarak
hatırlamıyorum. Parça parça şeyler var aklımda. "Hastalık, günahların
sonuçlarıdır." gibi saçma sapan şeyler. Hastalıklar bakterilerin,
virüslerin ya da kanserli tümörlerin sonucu değil de günahların sonucuymuş.
Bunun bana anlatıldığını ve sonra başka insanlardan da bunu duyduğumu
hatırlıyorum, ki bu fikri de ciddiye alıyorlardı. Böyle bir inancın olağanüstü
tatsız ve mantıksız olduğunu fark etmiyorlardı.
16 yaşına geldiğinde Darwin ile tanışmanın
sebebi Darwin'in sana öğretilmiş olması mıydı, yoksa 'Türlerin Kökeni'ni mi
okumaya başlamıştın?
Hayır, öğretmişlerdi.
Peki bunu öğretenler, böyle bir şeyin teolojik
sonuçları olacağının farkında mıydılar?
Hayır, pek sanmıyorum.
Böyle bir şey sezdirmemişlerdi bana.
Ne kadar sonra derslerin teolojik sonuçları
olduğunu ve az ya da çok tasarım fikrini yere serdiğini fark ettin?
Bu fikri yere serebilecek
denli büyük bir işi yapacağını anlamadan önce Darwinizm prensibini kavradığımı
hatırlıyorum. Prensibi anladım ve sonra bunun bu işi yapabileceğini fark ettim
ancak yeterince büyük bir şey olduğunu düşünmüyordum. Daha sonra bu denli büyük
olduğuna karar verdim.
O halde bir soru sorayım hemen: Soracağım şey
izleyicilerin merak ettiği garip bir soru. Darwin Teorisi'nin en inandırıcı
yönünü sunabilir misin bize?
Tabii ki. Öncelikle evrim
gerçeği ile nesilden nesile geçerek, aşamalı bir şekilde bakteriyel
atalarımızdan bugünkü tüm canlılara ulaşmayı sağlayan gerçek değişim arasında
ayrım yapmak isterim. Değişimi bir nesilde fark etmeniz mümkün değildir;
doğrudan gözlenemez, ancak fosiller ve canlı varlıklardaki etkileri ile
görülebilen bir değişim.
Peki bunun böyle olmasına sebep olan güç
nedir?
Doğal seçilim. Bunu en iyi
şöyle açıklayabilirim: Tüm canlılar, kendi yansımalarını taşıdıkları bir
dijital koda sahiplerdir, ve kendilerini oluşturmak ve kendilerine daha fazla
benzetmek için dijital kodlar içeren talimatlar taşıyorlar. Bu talimatlar, bedenlerin
hayatta kalmalarındaki veya üremelerindeki başarılarına göre bir sonraki nesle
aktarılıyor ya da aktarılmıyor. Böylece dünyada sadece hayatta kalma
kapasitesine sahip ve o talimatları tekrar üretebilecek bedenlere sahip
canlılar kalıyor. Aslında ikna edici olan bu tezi duyan bir çok kimse, sana ve
bana, sıklıkla şunu soruyor: "Doğal
seçilimin işini gerçekleştirmesini sağlayacak materyal nereden geliyor?
" İnsan şöyle düşünüyor: "Tamam, doğal seçilim
değişime yön veriyorsa bile, bu farklılıkların en başta nasıl çıktığını da
açıklamalı." Farklılıklar, gen havuzundaki mutasyonların ve
seksüel çaprazlamaların sebep olduğu genetik varyasyonlamalardan ileri geliyor.
Bu farklılıklar düzenli veya zekice değil. Rastgele ve çoğunlukla zararlı. Çoğu
mutasyon kötüdür. Bu yüzden, doğal seçilime bu olayın pozitif tarafı olarak
bakmalısınız. Tasarlanmış gibi görünen canlılar sadece doğal seçilimin bir
ürünüdür. Tasarlanmış gibi görünmelerinin sebebi farklılıklarından gelmiyor. O
farklılıkların filtreden geçirilmiş halinden geliyor. Ancak tartışma şu noktaya
geliyor hep: Sezinlenemez davranışlar gelişir ve değişirken işe yarar bir
şeylere doğru gider. Sık sık, "Bu birikimlerin, fark edilebilir bir
adaptasyon haline gelmeden önceki dönemdeki amaçları neydi?" diye sorulur.
"Doğal seçilim, bir sivilceden fazlası olmayan bir şey üzerinde ne zaman
etkisini göstermeye başlıyor?" Doğru bir nokta. Bu konuda çok konuşma
yaptım. Faydalı olmayan ara türlerin olması mümkün değildir. Doğal seçilimde,
"Bu şekilde evrilmeyi önümüzdeki 10 milyon yıl boyunca sürdürürsek,
yararlı hale geliriz." gibi bir sağduyu mekanizması yok. İşler böyle
yürümez. Her durumda bir 'seçim baskısı' mevcuttur. Bu yüzden, hücrelerde,
"Bakın! Sabırlı olmalısınız. Tüyleriniz bu şekilde çıkacaktır. İnanın bana."
gibi bir süreç işlemiyor. Sydney Bremner, Kambriyen Dönem'de ortaya çıkan bir
proteinin Mezozoik Dönem'in sonunda işimize yarayacak hale geleceği için
saklandığını hayal ettiğini söyleyerek bu konuyu oldukça güzel bir şekilde
hicvetmişti. Elbette böyle olmuyor. Tüylerin oluşabilmesi için her halükarda
bir üstünlükler serisinin oluşması şart. Böyle bir süreci düşünemiyorsan, bu,
doğal seçilimin değil; senin sorunundur. Doğal seçilim fikrinin çok tutarlı ve
güçlü olduğuna inandığım andan beri bu teori benim için vazgeçilmez bir hale
geldi. Tüylerden bahsetmiştik. Tüylerin, ısı dengesini sağlamak için,
sürüngenlerin pullarının hafif hafif değişmesiyle oluşması mümkün görünüyor. Şu
an uçan kuşların kanatlarındaki tüylerin kusursuzluğu çok daha sonra ortaya çıkmıştır
muhtemelen. İlkel tüyler, sürüngenler arasında sıcaklığı korumak için gerekli
olan farklı kıllanmaların ürünü olabilir. Defalarca, bir organın ilk başta tek
bir görevi yaparken, daha sonra değişerek başka bir görevi de yaptığı
durumlarla karşılaştık. Ancak bir biyologun kapasitesini de tüm bunları nasıl
tasarladığını ölçüp tartarak belirlemek pek doğru değil. Çünkü- Belki de bizler
aslında ne olup bittiğini anlayacak kadar zeki değiliz. "Bu olanlar için
geçerli bir açıklama düşünemiyorum, bu yüzden bunlar tasarlanmış olmalı."
gibi aslında hiç kullanmamamız gereken genel bir kanı var. "X'in nasıl
oluştuğunu anlayamıyorum, öyleyse tasarlanmış olmalı." gibi bir ifade
içeren argüman inanılmaz zayıf bir argümandır. Örneğin, Hodgkin ve Huxley'in
üzerinde çalıştıkları, ünlü bir bilimsel keşif olan, sinir tepkilerinin nasıl
çalıştıklarını anlama incelemesi çok zor matematiksel düşünce içeren, zor bir
sorundu. Onlar için bunun çok zor geldiğini varsayalım. "Bu sinir
tepkilerinin nasıl çalıştığını anlayamıyorum, Hodgkin. Sen anlıyor musun?"
"Hayır, Huxley, ben de anlamıyorum.
Haydi, bırakalım bu işin peşini; tanrı yapmıştır, değil mi?"
deselerdi onlara saygı duyar mıydık? Yanlış olan, pes etmek ve yenilmek.
"Bunun nasıl çalıştığını anlayamıyorum, öyleyse tasarım açıklamasına geri
dönelim." Evet, bir yaratıcının tasarladığı bir şeyin kusursuz bir parçası
gibi gözükmese de söylediklerin bana, 19. yüzyılda yükselen 'dirimsellik'
prensibini hatırlattı. 'Dirimsellik prensibi' veya 'ilk etki' gibi şeyler aslında hiçbir şeyi açıklamıyor.
Sadece sorunu yeniden tanımlıyorlar. Ancak zararlılar, çünkü insanlar bunların
gerçekten bir şeyi açıkladığını sanıyorlar. Sanki birazcık bir şeyi açıklıyor
gibiler. İnsanlar da bu dünyadaki karmaşık şeylerin tasarlandığı ve
yaratıldığını düşünmeye meyillidirler. Ancak "Bunları tanrı
yarattı." dediğinde, aslında hiçbir şeyi açıklamamış oluyorsun. Çünkü
yaratıcının nereden geldiği sorununa bir açıklama getirilmiyor. Ortada bir
açıklama yok. Açıklama adayı olarak bile alamayız bunu.
Eskiden, oldukça zeki olan bazı biyologların
'dirimsellik prensibi' gibi şeylerle yaşayan varlıkların kendiliğindenliğini
açıklamaya çalışması hakkında ne düşünüyorsun?
Biz şimdi bu açıklamaların
anlamsız olduğunu görürken, onlar görememişlerdi. Bizlerin şu anda bu
açıklamaların saçma olduğunu söylememiz çok da zor değil. Ancak elinizdeki
veriler yetersiz olduğunda mesela Hume'un zamanında, "Evet, bu, kötü bir
açıklama." diyebilirdi ve haklı da olurdu. Ama bu sefer de yerine koyacak
daha iyi bir açıklaması olmazdı. Felsefi bir konunun tamamen yanlış olduğunu
göstermek için çok güçlü bir entelektüel cesarete sahip olmalısınız. Bunun için
de, tam anlamıyla tatmin edici bir açıklama üreten Darwin'i beklemeliydik. Eğer
Hume, Darwin'in açıklamasını duymuş olsaydı o anda büyülenirdi. Richard için,
Evrim Teorisi, inançsızlığını besleyici bir unsur oldu. Ancak ateizmin onun
için neden öncelikli bir konu olduğunu öğrenmek istedim. 21. yüzyılda, bizler
bu sorunun çözüldüğünü düşünürken, bu argüman neden bu kadar önemli bir halde
ve bizler kendimizi bir savaş alanında buluyoruz?
Bu
argümanı önemli kılan şey ne?
Bir bilim adamı olarak
benim için önemli, çünkü doğaüstü yaratıcı hipotezi, benim için bilimsel bir
hipotez. Bence yanlış bir hipotez ama tamamen bilimsel. "Sana
katılmıyoruz. Din sadece ahlak ile ilgileniyor ve bilim de evrenin işleyişiyle.
Bu yüzden aralarında bir sorun yok." diyen teologlara katlanamıyorum.
Ortada bir sorun var: Doğaüstü bir yaratıcı hakkında konuşurken doğru veya
yanlış bir bilimsel hipotez öne sürersiniz. İçinde doğaüstü bir zeka barındıran
evren, saf bilim temelli evren anlayışından çok çok farklı bir evren. Ve bu çok
ilginç bir farklılık. Hatta, devasa bir farklılık. Süper bir akıl barındırmayan
evren fikrine bilimsel bir entelektüellikle bağlanmak çok daha ilginç, ki ben
de öyle yapıyorum. Belki de bizim sahip olduğumuzdan daha üstün zekaya sahip
olan canlılar vardır, ancak onlar da yavaş, aşamalı ve ilerleyen bir süreçten
geçmek durumundalar. Başlangıçtan beri öyle olamazlar. İnsanlar, başlangıçtan
beri orada olan ve her şeyden sorumlu olan doğaüstü bir zekanın varlığı
şeklinde karşıt bir görüşe sarılıyorlar ve tamamen farklı olan bu bilimsel
hipotez de ya doğru ya da yanlış olmalı. Doğru ya da yanlışın ne olduğuna karar
veremezsek bile en azından çok farklı, hipotez olduğunu ve bu yüzden önemli
olduğunu kabul etmeliyiz.
Ama ben sık sık şöyle düşünen dindar
insanlarla karşılaşıyorum.
"Aslında öyle değil." diyorlar. "Bunu bilimsel bir hipotez olarak ele
alamayız." "Bu, bir çeşit inanç meselesi." Diğer bir
deyişle, onlara göre bu, doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanabilecek bir şey
değil. Doğruluğunu veya yanlışlığını ispatlamak mümkün değil, çünkü söz konusu
fikir kanıtlanması, araştırılması, irdelenmesi mümkün olmayan şeylerin
varlığına dayanmaktadır. Seni bu yaratıcıyla bir tutan, 'inanç sıçraması'
dedikleri bir şeyler var. Böyle düşünceler beni pek etkilemiyor. Empati bile
kuramıyorum. Teorik olarak, bunu ispatlamanın mümkün olmama ihtimalini
anlayabiliyorum. Sorularına cevap olabilecek bilimsel bir deney yapmak mümkün
olmayabilir. Bunu da anlıyorum. Ama bana göre, yine de bu, o şeyin doğru ya da
yanlış olmasını etkilemiyor. 'İnanç sıçraması' dedikleri, bir insanın
içindedir ve başka insanlara ispatlayamayacağı, başka insanlarla
paylaşamayacağı içsel duygulara dayanmaktadır, ve bana göre bu, zihinsel bir
rahatsızlıktır. Öyleyse insanlar neden bu 'inanç sıçraması'nı kendilerindeki
bir tür zayıflık olarak değil de, senin-benim gibi insanlarda eksik olan bir
üstünlük gibi görüyor?
Sanki ayrıcalıklı bir iyi
niyetleri varmış gibi ve bu iyi niyet, bizlerde olmayan ruhani bir cömertliğin
ürünüymüş gibi. Şunu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor, üzerine konuştuğumuz
insan türü, yaratışçılık ve benzeri şeyleri tartışmalarının yanı sıra aslında
entelektüel hayvanlardır ve bu yüzden dünyaya müdahalede bulunan bir tanrı
fikrini kabul edebilirler. Ancak içsel bir vahye sahip insanlar, büyük
ihtimalle, tanrılarının dünyaya karışmadığını kabul ediyorlar, çünkü diğer
türlü, bunun bilimsel bir hipotez olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar. Yani,
o varlığın çalışma şekli, garip bir şekilde, dünyadan bağımsız olmakla
birlikte, insanlardaki özel içsel duygulara dayanıyor. Ancak bizlerin o çalışma
alanının dışında -tutulduğumuz için talihsiz olduğumuzu ima ediyorlar.
-Evet, doğru. Söylediğim gibi, bir çeşit-yetenek yoksunluğu bu, ya
da - Evet. tanrının iyiliği ve görkemini görmemizi engelleyen bir körlük.
Neye aşık olacağımızı bilmiyor gibiyiz. Mahrum
bırakılmışız ve önemli konularda eksikmişiz gibi.
Evet, bunu anlayabiliyorum. Bence o kadar da mahrum değiliz bu
yetenekten. Çünkü sen ve ben yıldızları, galaksileri ve engin jeolojik çizgide
yaşamı düşündüğümüzde muhtemelen birbirine benzer mistik bir hayret duygusu
içinde kalıyoruz. Onların adına tanrı dedikleri mistik bir çağrışım yaratan
içsel duyguları ben yaşıyorum. Muhtemelen sen de yaşıyorsundur. Bu sebep
yüzünden dindar bir insan olarak adlandırılacak olursam, buna sert bir şekilde
karşı çıkarım: "Kelimelerle oynuyorsun!" Çünkü insanların çoğu
'dindar'ı benimki gibi mistik bir deneyimden tamamen farklı ve üstün bir şeyi
ifade etmek için kullanıyor. Kastettikleri, dünyaya karışan ve dünya üzerinde
bir etki bırakan bir varlık ve bu yüzden bu, bilimsel bir hipotez. Dindar
insanlardaki ve dindar olmayan insanlardaki o aşkın ve mistik duygu kelime
anlamıyla çok farklı şeylerdir. Aksi durumda, ben de muhtemelen dindar bir
insan olurum. Sen de muhtemelen dindar bir insan olursun. Ama bu, dünyaya etki
eden, onu değiştiren veya dua ya da tövbe etmemizi isteyen doğa-üstü bir
varlığın olduğu anlamına gelmez. Ama bir kere bunu kabul ettiğimizde, mesela
merak, korku veya görkem ya da gizemle ilgili bir durumu dile getirdiğimizde,
benim 'defne yaprakları arasındaki rahip' dediğim duruma davetiye çıkarırız. Mesela,
mitokondriye şiirsel bir duyguyla daldığınızda,-defne yapraklarının- Evet.
arasından rahip sıçrar ve,-"Tüm bunlardan sonra, sen de bizden
birisin." der.
-Kesinlikle.
Defalarca yaşadım bunu.
Bence bu çok sahtekarca bir davranış.
Kelimelerle aptalca oynamaktan ve normal insanların kullandığı
kelimeleri anlamaksızın ve sahtekarca kullanmaktan ibaret. Bu yüzden, 'dindar'
ve 'tanrı' gibi kelimeleri kullanırken dünyadaki insanların çoğunluğunun
anlayacağı şekilde kullanırım ve bahsettiğin rahip gibi insanlar karşı o
duygularımı anlatmak için farklı bir dil kullanırım. Ancak biri bunu kabul
ettiğinde, dindar insanlardan-ki hepsi Ortodoks değildir; ama çoğu enerjilere,
titreşimlere ve aromalara ilgi duyar
- "Bir şeyler olmalı."
gibi bir ifade duyarsın. Evet ama hiçbir ilgisi yok. "Bir şeyler
olmalı." diyenlere cevabım şu olur: "Evet, bir şeyler var, ve bu, 'her şey'dir; içinde süper güç bulunmayan tüm prensipler. Ancak
sanırım daha sert bir cevap vermeliyim: Bir bilim adamının evrene veya
mitokondriye kafa yormasını sağlayan merak duygusu, geleneksel amaçlara veya
dinsel gizemlere karşı duyduğunuz hislerden daha muhteşemdir.
Nobel Ödüllü Amerikalı Fizikçi
Steven Weinberg İle Yapılan Mülakat
Steven Weinberg sık sık dinin zararlı etkileri
üzerinde duruyor. Onunla Teksas'ta görüştüğümde, entellektüel fizikçi
atalarının, dünyanın güzelliğini ve evrenin fiziksel düzenliliğini inkar
edilemez bir tanrısal tasarıma kanıt olarak görmelerine karşı nasıl bir tepki
oluşturduğu sorusunu sorarak başladım.
Geçmişte, doğaya bakıldığında, tasarımın karşı konulamaz bir
etkisi olmuş olmalıdır. Biraz da konforlu aslında. Hoş bir dünya ve her şey çok
iyi çalışıyor. Evren hakkında daha fazla şey öğrendikçe gördük ki, çok dost
canlısı bir yer değil. Bizler sadece kozmik bir lotoda kazananlarız. Hala da,
diğer gök cisimlerinin yerlerinin inkar edilemez bir şekilde yaşam için uygun
olmadığına inananlar olabilir. Fakat dünyadayız işte ve -onların aynen
diyecekleri gibi- yaşam koşullarını sağlamak adına harika bir düzenleme var.
Eee, ne bekliyorlardı ki?
Tüm bu milyonlarca
gezegenin bazılarının koşulları uygun olacaktır ve yaşamın ortaya çıkmasının
tek sebebi budur. Ancak, örneğin, Newton ve Samuel Clark gibi insanlar dünyanın
rahatlığını ve keyfini pek dikkate almıyorlardı. Newton insanlık için uygun
koşulları olup olmamasına bakmayarak doğanın düzeninden etkilenmişti.
İnsanlığın varoluşuna uygunluğunu dikkate almadan, hareket yasaları ile gökyüzü
sisteminin düzenlenişini tasarımın bir ifadesi olarak düşündü.
Evet, o inançlıydı.
Evreni, aynen Book of Daniel'da (Eski Ahit'te bir bölüm)
söylendiği gibi büyük bir puzzle olarak gördü. Tanrı'nın insanların çözmesi
için bıraktığı mesajlardı. Güneş sisteminin nasıl çalıştığını çözdü ve İncil'in
kronolojisini çözmek için uğraştı. Artık böyle şeyler yapmıyoruz.
Düzenliliğin bir düzenleyiciyi içerdiğini ve
hatırlattığını düşünen meslektaşlarınızı hala da görmemize rağmen, gerçekte
bunu kabul etmek için bir neden var mı?
Aslında, yok Bir gizem var.
Bunu kabul etmeliyim. Doğayı anlamaya çalışıyoruz ve sorular sorup cevaplar
alıyoruz. Sonra bunu takip eden sorular soruyoruz. "Neden bu doğru?"
En sonunda, her şeyi açıklayan zarif fizik yasalarına ulaşmayı umuyoruz. Buna
ulaşınca da gizem varlığını sürdürecek. Çünkü bizler her zaman "Neden bu
teori doğru da diğerleri değil?" gibi sorular soracağız. Cevaplardan biri,
bir tasarımcının tüm bu düzenliliği oluşturduğu olabilir. Ancak bu her şeyi
cevaplamaz. Daha sonra "Neden tasarımcı böyle?" diye sorular
sormak zorunda kalırız. Hayalinizde canlandırdığınız iyiliksever, kıskanç,
komik veya her neyse işte, her bir tanrı çeşidi için bu soruyu sormalıyız. Ya
da aklınızda hiçbir şey yoktur ve bu konuda konuşmazsınız. Eğer aklınızda bir şeyler
varsa şu soru doğuverir "Neden bu doğru?" Bizleri yaratan bir
tasarımcıyı görmüyorum. Bence bizler bir şeylerin neden öyle olduğuna dair en
derin olasılıkları göremeyecek kadar trajik bir pozisyondayız. Bununla
yaşamalısınız. "Bir tasarımcı var" demek bunu çözmez, yardımcı olmaz.
Hadi bir deistin avukatı olduğunu varsayalım.
- Şeytanın yerine ha?
- Evet, şeytanın avukatı yerine. Hadi bunların bir şeyi
göstermediğini veya tasarım sorusuna cevap olmadığını varsayalım. Çözülemez bir
gizem varsa İnsanların nasıl böylesi bir gizem ile huzurlu hissettikleri
anlaşılabiliyor mu?
Yani, bu ruhani bir şey ya
da yaratıcı tarafından yerleştirilen bir çeşit teolojik takozun zayıf sonu
sonuçta.
- Ben hissetmiyorum bunu.
- Ben de hissetmiyorum. Sanırım bir çok kişi hissediyor. Bence
insanların çoğunun inançlı olmasının sebebi kendilerinin ve sevdiklerinin
öleceklerini bilmeleri. Bu tam bir trajedi, can sıkıcı bir durum. Nihai amaca
ulaşamamanın trajedisi değil bu. Bu kendi hayatınızın, yapabileceğiniz ve
yaşayabileceğiniz tüm o harika şeylerin, sevdiğiniz insanların, yani tüm her
şeyin son bulacak olmasının trajedisidir. Bana öyle geliyor ki bu, felsefi
meraklardan daha çok dinin itici gücünü gösteriyor. Zamanın
başlangıcının sorunları yıllar öncesinde Augustine tarafından çok akıllıca
tartışılmıştı. O, zaman başlamadan önce ne olduğu sorusuyla boğuşuyordu ve
Tanrı dünyayı zaman ile birlikte yarattı dedi. Zaman yaratıldı.
Bundan evvel "önce" diye bir kavram yoktu. Bu da yaratılışın bir
parçası. Verilebilecek en iyi cevap bu, sanırım. Fakat şurası ilginçtir ki,
Augustine gibi biri, kuantum fiziğinin kazandırdıkları, Einstein'ın
kazandırdıkları, yaptığın işteki herhangi bir çalışmanın kazandırdıkları
olmadan zamanın kendi başına bir başlangıcı olduğu gibi bir fikri hesaba
katabilmişti. Augustine çok zeki bir adamdı. Zamanın, bilimsel anlamda düzenin
bir parçası olduğuna ilişkin tartışmaların olduğu -ki sanırım ilk Galileo idi
bunu tartışan- binlerce yıl öncesine bakmak harika bir şey. Galileo zamanı
fiziksel yöntemlerle ölçmeye çalışan ilk insandı. Eğimli bir alanda çeşitli
topları aşağı yuvarlayarak zamanı ölçmeye çalıştı.
Şu kuralı buldu: Alınan yol, zamanın karesiyle doğru orantılı.
Daha önce kimse zamanı doğa kanunları ile açıklamaya çalışmamıştı. Fakat
Galileo için düzeni gözlemlemek ve aşağı yuvarlanan toplar arasındaki ilişkiyi
gözlemlemek zaman alıyordu ve buna matematiksel bir ifade vermek, onun gibi
katı bir dindar insan için aslında, Tanrı'nın zihnini ispatlamaktı. Galileo'nun
böyle bir sonuca vardığını sanmıyorum. Eğer varsaydı haberim olurdu. Fakat
bilim adamı olmak ile inançlı olmak arasında bir çatışma bulunması
gerekmediğini düşünüyorsanız, sanırım buna katılmak zorundayım. Şimdi bile
derinden inançlı olan birçok iyi bilim adamı var. Bir kaçını biliyorum. Ancak
neler olduğunu düşünüyorum. Galileo ve Newton ile gelişmeler başladı. Bunun
olgunlaşması uzun bir zaman aldı. Gelişmelerin çoğu dini inançların ilkel
temellerinin bilim tarafından çözülmesinde yatıyordu. Bilimsel buluşların dini
imkansız kıldığı anlamına gelmiyordu. Dinsizlik ihtimalini yaratıyor. Bir
şeylerin dini açıklamalar olmadan nasıl çalıştığını anlama ihtimali doğdu.
Özellikle Darwin ve Wallace'in yaptıkları herhangi bir fizikçinin yaptığından
çok daha önemliydi. Sanırım Daniel Dennett ile tartıştığımız konu buydu. O, din
üzerindeki en yaralayıcı etkinin Galileo'dan ziyade Darwin ile meydana
geldiğini düşünüyor. Katılıyorum. Bir fizikçi olarak bu gururumu yaralasa bile
öyle. İnsanlar gezegenlerin gerçekten güneşin mi yoksa başka bir şeyin mi etrafında
döndüğünü umursamıyorlar. Kesinlikle topların eğimli düzeyde yuvarlanmalarını
umursamıyorlar. Onların umursadıkları yaşamın ta kendisi. Özellikle kendi
yaşamları ve kendi ilişkileri. Umursadıkları şey, direkt kendileriyle ilgili
olarak varolan şeyler. Darwin'in yaşayan şeylerin neden böyle olduklarını
anlaması, özellikle insanların neden böyle olduğunu anlaması kahrediciydi.
Darwin kendi inancını kaybetti. Geçenlerde Lytton Strachey'in yazdığı Cardinal
Manning'e ait harika kısa biyografiyi tekrar okudum ve Manning şeyi okuduğu
için ikna olduğunu söylüyordu –
- Paley'in
- Doğal Teoloji'sini.
Canlıların muhteşem adaptasyonu onu bir yaratıcının varolduğu
konusunda ikna etmişti. Bir kişi, bir kişilik tüm bunları yarattı. Ve bu birden
olmuştu. Bir yaratıcının olmadığına dair bir keşif yapılmadı ama bu iddia
ortadan kaldırıldı. İnsanlık kültürü için bilimin bu yaptığı kadar önemli bir
şey yapıldığını sanmıyorum. Böyle bir şeyi tespit etmek oldukça ilginç. Genellikle,
bilim camiasında biyoloji ile ilgilenen inançsızların oranı senin de
meslektaşın olan fizikçi ve kimyacı olan inançsızların oranından daha fazla.
Öyle mi?
Bilmiyordum. Aslında bazen,
meslektaşım olan fizikçilerle din hakkında konuşmalar yapıyoruz ve ezici bir
şekilde bu konuya karşı ilgisizlik görüyorum onlarda. Bir keresinde
ateistleri deneyerek nitelikli hale getirmeyi önemsemediklerini söyledim.
Onlar bu konuya sadece abartılan aptal bir soru olarak bakıyorlar. Ben, bazı
belirsiz nedenlerden ötürü, bunu önemsiyorum ve dinle ilgileniyorum. Ancak bir
çok fizikçi arkadaşım önemsemiyor.
İnancın değişik yanlarını görürsünüz. Bir arkadaşım, oldukça seçkin bir astrofizikçi, bana bir
çok sorun ortaya çıktığı için Ortodoks Yahudilik'e uyduğunu söyledi. Ancak Tanrı'ya inanmıyordu. Onun için din, ailesinden
miras kalan hayatının çatısını oluşturuyordu. O bununla büyüdü. Bununla yaşamak
istiyor. Fakat bunun arkasında bir şey olduğunu düşünmüyor. Sanırım İngiliz
Kilisesi'ndeki birçok insan da böyle hissediyor. BİRÇOK İNSAN DİNE GERİ DÖNÜYOR, AYNI
SÖYLEDİĞİN GİBİ. ANCAK İNANCA DÖNMÜYOR. GÜVEN VEREN DİNSEL TÖRENLERE
DÖNÜYORLAR. Yahudilerin bu bakımdan Hristiyan'lardan daha fazla
olduğu konusunda şüpheleniyorum. Yahudiler için inancın, dini törenlerden daha
az önemli olduğunu söyleyebilmemiz için yeterli sebeplerimiz var.
Bu oldukça doğru.
Bunun sebepleri hakkında tartışılabilir. Ancak sadece Yahudilik'in
bu bakımdan bir örnek oluşturduğunu sanmıyorum. Bu Hinduizm için de geçerli. Hinduların
neye inandıklarına çok açık bir biçimde baktıklarını sanmıyorum. İnancın her
türlüsüne izin veriyorlar. Brahman rahiplerine göre okyanusu geçmemek veya
inekleri öldürmemek önemli şeyler. Önemli olan şey bunlar.
Gerçekten ne düşünüyorsunuz?
Brahma, Vishu, Shiva
hakkında Hindular arasında sorgulayan biri olduğunu sanmıyorum. Öte
yandan Hristiyanlık, İslam ya da geniş ölçüde bakarsak Budizm gibi dinlere
sahipsiniz. Bunlar misyoner olan dinler. Dışarı çıkıp diğer insanları
değiştirmeye çalışırlar ve bu dinlerde teolojinin önemli olduğu ve önemli
şeyler yaptığına ilişkin evrensel bir tutku var. Bir bakıma, bu beni daha çok
cezbediyor. Çünkü bir bilim adamı olarak gerçeği aramayı ve dünyanın teorisini
oluşturmayı önemsiyorum. Hristiyanlık ya da Budizm, bu sorun bakımından dünya
için alternatif bir teori sunuyor. Söylemem gereken bir şey –
- Bu konuda söylemem gereken bir şey olduğunu hissediyorum.
Bununla bir şeyleri etkileyip cevaplayabilirim. Öte yandan, insanlar domuz
yemeyi ya da inek öldürmeyi istemiyorsa ya da her neyse işte, bu onlara daha
çok güç katar. Benimle ilgisi yok.
Bunda bir şüphe yok. Yani bir bakıma sen,
Hristiyanlık ve Budizm'in aslında, bilimsel dünya görüşünü anlaşılır kılan ve
tamamlayan farklı bir yönü olduğunundan dolayı gerçekçi ve güçlü bir duygu
hissediyorsun.
Evet bir teorileri var. Bu teoriye katılmıyorum ama ortada bir
teori var. Bir teori olmadan ne diyebilirim ki?
Kullanabileceğim bir şey
kalmaz. Bir keresinde aşırı liberal Hristiyanlar hakkında olumsuz bir eleştiri
yazısı yazdım ve birden aşırı tutucu biri oluverdim! Belli ki onlar bir şeylere
inanmanın nasıl olduğunu unutmuşlardı. Ve tutucu bir gazeteden bir nüsha aldım.
Sanırım New Mexico'dan beni öven bir yazıydı! Onlar gerçekte- Sanırım onların
gerçekten ilgilendiği şey sıradışı ateist-fizikçi değil. Endişelendikleri şey
bu değil. Endişeleri liberal Hristiyanlar.
Anlıyorum. Yani aslında tutucu Hristiyanlar
seni - Saygın bir muhalif olarak görüyorlar.-
- Yani
- Aynı şekilde bilimadamlarını-
Böyle bir izlenim bırakmak istemezdim. Sanırım Hristiyanlık
kanadının liberalleriyle olan ve önemsedikleri mücadelede şaşırtıcı bir
müttefik bulmuşlardı. Fakat yanlış bir izlenim oluşturmak istemem. Bence en
büyük zararı din verdi. Sadece din adına verilenler değil, dinin kendisi-
- Sanırım-
- Nasıl zarar verdi?
Din
tarafından verilen zarar ile din adına verilen zararı anlat bana.
Bence işyerlerine emir üzerine
uçakları çarptıranlar gerçekten cennete inanıyorlar ve bu davranışı
tanrılarının istediğini ve bunun için cennetle ödüllendirileceklerine
inanıyorlar. İnanmıyorlarsa, gerçekten aptalca bir kariyer hamlesi olur.
Evet. Fakat Tanrı fikri adı Allah ya da
Yehaova ya da başka bir şey olsun kesin davranış biçimleri kesin tapınma
şekilleri ve başkalarını da bu şekilde davranmaya ve tapınmaya zorlamayı dikte
ediyor. Tüm zamanlar boyunca samimiyetle inanan insanlar tarafından verilen
zararları düşünün. Dinlerinin yol gösterdiği içten inançlı insanların
davranışları birike birike en kötü şeyleri yapabilmiştir. Ama aslında bu
çoğunlukla sürgünden önceki Yahudilerin görünüşüydü. Kesinlikle doğru. Buna
katılıyorum ama konuştuğumuz konuya geri dönersek dinlerin dünya hakkında bir
teorileri var ve bu bana, en azından son yüzyıllarda zarar verici görünüyor. Gerçekten
samimi olan inançlılar dikkat çektiğin gibi, kendilerini liberal dindarlardan
daha entellektüel gösterseler bile oldukça tehlikeliler. Gerçeğe bakarsak,
bugünkü Amerika başkanı "gerçek samimi inançlı" olarak
tanımlanabilir.
Ben, Steven'ın kendi ülkesinde açıkça büyüyen
bağnaz Hristiyanlık için kendi adına endişelenip endişelenmediğini öğrenmek
istedim.
Amerika'nın oldukça rahatsız edici olan dini uyanışı anladığını
sanmıyorum.
BENCE DÜNYADA ÇOK DAHA TEHLİKELİ
OLAN İSLAMDIR. Bana
öyle geliyor ki bu insanlar dinlerini çılgınlık derecesinde ciddiye alıyorlar. Dünya tarihinde İslam’ın Hristiyanlıktan daha
toleranslı olduğu zamanlar da vardı. Ama şimdi durum böyle değil.
Avrupalılarda, kesin olarak Hristiyanlık ve vatanseverlik arasında güçlü bir
bağın varolduğu şeklinde bir izlenim var. Benim ülkemde pek yok, İngiltere'de.
Evet -
- Böyle bir izlenimin olduğunu biliyorum ve bence Amerikalı'lar
Avrupalı'lardan daha fazla bağlı dinlerine. Bazen Amerikalıların Avrupalılardan
daha fazla inançlı olduğunu düşünüyorum. Tanrıya Avrupalılardan fazla
inanmıyorlar ama dinin kendileri için iyi olduğuna ve sadakatli bir dindar
olmamanın anlamsız olduğuna inanıyorlar. Dindar olduğunu söyleyen ve her pazar
kiliseye gidip kilisenin organizasyonlarına katılan insanlar tanıyorum. Onlara "Gerçekten
yaşamdan sonra hayatın olduğuna inanıyor musun?" diye sorduğunda "Bilmiyorum,
tüm bunlar bir gizem, fakat dindar olmanın iyi olduğunu düşünüyorum. Ben bu
inançla büyüdüm." diye cevap veriyorlar. Bir fizikçi olarak
düşündüğünüzün doğru olup olmadığına karar vermelisiniz ve bu şekilde bir
entellektüel aktiviteyi huy edinmelisiniz. Çünkü yanlış teori üstünde
çalışırsanız ve o da doğru değilse profesyonel zamanınızı boşa harcamış
olursunuz. Doğru ile yanlış arasında muhakeme yapmayı sürdürürsünüz ve
böylece doğrular çok daha önemli görünür size. Birçok insan için doğru, iyi bir
davranış kadar kendi etnik grubuna ya da aile geleneklerine duyduğu sadakat
kadar önemli değildir. Böylece de "doğru" üzerinde pek
kafa yormadığınız bir şey haline gelir. Üstelik, tabii ki, Orta Çağ'larda ve
insanların 17. yüzyılda ateizm karşıtı olduğu zamanlarda dinin doğruluğunun iyi
davranışları garanti ettiğinde ısrar ediliyordu. Evet, bir çok insan buna
inanıyor ama bir çok insan da bunun doğru olup olmadığına aldırmıyor. Dindar
olmalısınız çünkü bu, iyi davranmanızı sağlar. Gibbon'un pagan dinlerine karşı
harika dizesi var. Çok tanrılık hakkında Gibbon diyor ki sıradan insanlar
onları eşit ölçüde doğru buluyor filozoflar eşit ölçüde yanlış buluyor ve
hakimler eşit ölçüde yararlı buluyor. Sanırım Amerika'daki ve şüphesiz ki
Avrupa'daki bir çok insan Gibbon'un bahsettiği "hakim"
konumundalar. Onları yararlı buluyorlar. Gerçekten böyle düşünmüyorum. Dinin
ahlaki davranışlara ilham verdiğini sanmıyorum. Aslında, sık sık insanların "Orta Doğu'da dini sebeplerden ötürü kendilerini
havaya uçuran insanlar var ya da cami yıkan Hindular var ya da Hindu öldüren
Müslümanlar var ama onlar gerçek dindar değil dinleri bu şekildeki davranışları
öğütlemiyor onlara." derler.
Ne söyleniyorsa onlara, onlarda dindar olanlarla, dindar olmayanlar arasında
ayrım yapmasına olanak tanıyanın ahlaki bir duygu oluşturuyor. Örneğin George
Bush "Bu teröristler aslında din korsanlığı
yaptılar. Çünkü onların hareketleri, terörist davranışlar dini anlayışa
uymuyor." dedi.
Peki gerçekte orada neler oldu?
Onlar
ahlakın ne olduğuna karar vermek için dini kullanmak yerine dindarların nasıl
olması gerektiğine ilişkin akılcı bir ahlaki anlayışla karar verdiler.
Durum buysa, dinin amacı ne?
Nihayet,
Steven'ın birçok meslektaşından daha fazla din hakkında konuşma yapmayı
gerekli görmesinin belirli bir sebebinin olup olmadığını öğrenmek istedim.
Bunun için özel bir çaba sarfetmedim. Yerel bir ateist olmak
istemedim. Füze savunma sistemleri veya post-yapısalcılık ve neo-modernizm gibi
birçok sorun ile uğraştım. Ama sanırım dinle ilgilenmem gerekenden biraz daha
fazla ilgilendim ve ona karşı kesin bir düşmanlık edindim. Sanırım en rasyonel
neden dinin gördüğüm zararlarıdır. Daha öncesi hakkında konuşuyorduk. Bir çok insan samimi dindarlardan dolayı korkunç şeyler
yapar Saddam Hüseyin gibi dini kendisine zırh olarak kullanmadan ama gerçekte
onlar bu yapılanların tanrının kendilerinden istediği şey olduğuna inanırlar. Tüm
bunlar İshak'ı gönüllü olarak kurban etmeye razı olan İbrahim'e kadar gidiyor
çünkü Tanrı ona bunu yapmasını söylemişti. TANRIYI İNSANLIĞIN KARŞISINA KOYMAK
KORKUNÇ BİR ŞEY. Başka bir sebep de etrafımızda olan yılışık
sofuluğa karşı kırgın olmamdır. Muhtemelen Amerika'da Avrupa'dan daha fazla
var. Aslında zararlı değiller aşırı değiller hatta ciddiye bile alınmamalılar
ama işte -
- Bir süre sonra rahibin çeşitli toplulukların
kutlamalarında ettiği duaları duymaktan sıkılıyorsunuz. Ve bunun dışında
yaşayamaz mıyız?
Bunları
dinlemek zorunda mıyız?
Ama
belki bunun temelindeki şey -
- Tanrıyı gerçekten sevmiyorum. Tanrıyı sevmiyorum demek
aptalca çünkü tanrıya inanmıyorum ama bazı durumlarda Iago'yu da sevmiyorum ya
da Reverend Slope'u sevmiyorum ya da edebiyattaki öteki canileri sevmiyorum.
Geleneksel Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam'daki tanrı bana yanlış bir karakter
olarak görünüyor. O, kendisine tapan insanları derecelendirme konusunda
tavizkâr ve kendisine doğru şekilde tapmayanları cezalandırma konusunda kaygılı
bir tanrı. Bir çok insanın artık kendisini müslüman, yahudi ve hristiyan olarak
tanımlamadığının farkındayım. Geleneksel bir tanrı var ve yanlış oluşturulmuş
bir karakter. Hoşlanmıyorum ondan.
Bir arkadaşım var -ya da vardı,
öldü-, adı Abdul Salam Gulf'daki üniversitelere bilimi getirmeye çalışan çok
sadık bir müslümandı ve bana çok kötü zamanlar geçirdiğinden bahsetmişti. Teknolojiye
karşı çok açık fikirli olmalarına karşın bilimin dindarların inançları için
aşındırıcı bir şey olabileceğini düşünüyorlardı ve bu konuda
endişeleniyorlardı. Kahretsin, sanırım haklıydılar. Bilim, dindarların
inançlarını yıpratır ve bu da iyi bir şey. Korkunç bir şey bu!
**********
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar