Print Friendly and PDF

TÜRKİYE’DE YAHUDİ OLMAK

 

Hzl: F. Işıl DEMİREL

“İmaj içimizde taşıdıklarımızdır.

Düşünme sınırlarımızı ilan eder.”

Herkül Millas

Ulus devletlerin oluşumu sırasında, devletler milliyetçilik anlayışlarını inşa ederken kimileri vatandaş olarak, kimileri ise “öteki”ler olarak işaretlenirler. Bu durum devlet zihniyeti karşısında “öteki”leştirilen grupların gerek kanunlar karşısında gerekse kamu hayatında maruz kalacakları bir ayrımcılığın oluşmasına zemin hazırlar. Türkiye Cumhuriyet’inin kuruluş aşamasında da kurgulanan milliyetçilik anlayışı gereği bazı gruplar bu yolla “öteki”ler olarak işaretlenmiştir. Özellikle cumhuriyetin kuruluş aşamasında, ayrımcı politikalara maruz kalanlar, Türk olanın Müslüman olan olarak görüldüğü zihniyet sebebiyle Gayrimüslimler olmuştur.

Bozkurt Güvenç’e göre herkesin herkese karşı yaşadığı bir dünyada yaşadığımızdan, kişinin kimliği biraz da kimlere karşı olduğu ile bilinmektedir (2008: 3). İşte bu yüzden önce kime karşı olduğumuzu öğrenmemiz gerekir. İlk olarak çocukluğumuzda “ben” demeye başladıktan sonra karşımızda göreceğimiz ötekilerin kimliğini, kendi kimlik özelliklerimiz üzerinden belirler, duyduğumuz tembihlerle, okuduğumuz kitaplar ve öğrendiğimiz derslerle pekiştiririz. Çünkü öznenin oluşumu daima “öteki”yi varsayar, ‘ben’in ortaya çıkabilmesi için, çocuğun kendisini “öteki” olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur (Zizek, 2008: 249). İşte bu yüzden benin ve ötekinin kurgulanması önemlidir. Önce yaramazlık yapıp, üstünü başını kirlettiğinde ‘Sokak çocukları gibi olmuşsun!’ diyen anneden sokak çocuklarının öteki olabileceğini öğrenirken, okulda işlenen tarih derslerinde işgalci, kötü ve hain düşmanın işgalini dinleyip Türk olmayanın ötekiliğini öğrenen çocuk, piyeslerde temsili düşman kılığındaki sınıf arkadaşlarını yine temsili olarak denize dökerken Türk olmayanın kötülüğünü ve ötekiliğini pekiştirmesi hatalı sonuçlar doğurur. Küçükken “öteki”; vatanı işgal eden, kötü, hain ve hatta denize dökülmesi gereken düşmanken, zamanla daha ötekiliğinin sebebini sorgulamaya fırsat olmadan çoğalır ötekinin ismi. Önceleri İngiliz, İtalyan, Yunan iken “öteki”nin adı; büyüdükçe çeşitlen(diril)ir ve renklen(diril)ir zihindeki “öteki” algısı. Yeri gelince beyazlara karşı siyahların ötekiliği olur, yeri gelir siyaha karşı sarının ötekiliği olur. Renk, dil, din, ırk ve milliyet işin içine girdikçe iş iyice içinden çıkılmaz bir hal alırken; her milli maçta, biz kavramının karşılığı olarak yeni bir öteki adı eklenir zihindeki kara listeye. Her sene devlet kanalının başında nöbet tutarak izlenen Erovizyon adlı yarışma programında, “biz” olanı temsil eden şarkıcıyı, millet olma bilinci ile alkışlayıp desteklerken, televizyon başından bir süreliğine ayrılıp geri gelindiğinde ‘Sıra bize geldi mi?’ diye sorarken bir kez daha pekişir. Biz olmayı pekiştirirken karşıda bir “öteki” olması olağan hale gelir. Büyüdükçe yan yana yaşayan, aynı toprağın üzerinde yetişenler ile karnını doyuran ve aynı havayı soluyan insanların bile birbirleri için “öteki” olması doğal bir hal alır. Yani insan olarak doğar, önce “ben” olmayı, sonra ben olarak “biz”e (ulusa) dahil olmayı öğrenirken, bizden olmayana “öteki” demeye başlarız. Artık bir “biz”, bir de bize benzese de benzemese de biz ol-a-mayan “öteki” vardır. Çünkü ben karşısında bir öteki olmasını gerektirir. Çünkü ulusal kimliğin ve yurttaşlar topluluğunun inşasının nihai hedefi olan “biz” bilincinin yurttaşlar tarafından içselleştirilmesi, söz konusu bilincin besleneceği bir “öteki” olmadan gerçekleşemez (Üstel, 2008: 209).

“Ben ve Öteki” kavramının konu içindeki karşılığı “Türk ve Yahudi” ikileminin tarihi, kuşkusuz söz konusu grupların aynı coğrafyada yaşamaya başladıkları tarih kadar eskidir. Bu uzun tarih, Türk olanın adının Türk olmasından önce sahip olduğu kimlikler de düşünüldüğünde böylesi bir yazı içinde ele alınması mümkün değildir. Ancak Türk olanın kimliğinin belirlenmesi sonrasında, yani geç Osmanlı döneminde Türk’ün Türk etnisitesinden gelen Müslüman olarak işaret edilmesinden itibaren bu grupların birbirleri için karşılıklı anlamlarını tanımlamaya çalışmak yerinde bir uğraş olacaktır. Türk için Yahudi’nin, Yahudi için Türk’ün ötekiliği tarih boyunca beslenerek gelişmiş, birbirleri için atasözleri üretmiş, kişilik özellikleri atfederek birbirlerini tanımlamış, birbirlerini “gavur” olarak da görseler vedre[1] olarak da görseler yan yana yaşamayı başarmışlardır. Türk için Yahudi, kızdığında “gavur” diyerek dini yüzünden kendinden farklı gördüğü, şivesi, cimriliği, korkaklığı, kolay güdülebilir olması, sinsiliği ama en çok da zenginliği ile diline doladığı, şarkılarına, tiyatrolarına, hikaye ve öykülerine konu ettiği ve en çok da gülmek için karikatürize ettiği biridir. Şiveli konuşması ile Tuluat tiyatrosunun vazgeçilmez başrolü, cimriliği ve para düşkünlüğü ile Galata’nın bankeri, güzel ve hafif meşrep kızları ile edebiyat dünyasının vazgeçilmezi Yahudi, çengel burnu, kızıla çalan saçları, tombul kadınları, varyemezliği, eli sıkılığı ve paragözlüğü ile gazete karikatürlerinin de vazgeçilmezidir.

Özellikle Cumhuriyet’in kuruluş döneminde Türklük üzerinde hassasiyetle duran birçok edebiyat eserinde Yahudi, Kurtuluş Savaşı’nda emperyal batılı düşmana yardım ederek vatana ihaneti (Adıvar), aktif ticari hayatı ile onlara hizmeti (Bozkurt), Osmanlının heterojen yapısı içinde kendine geniş ve imtiyazlı bir yer edinerek sahip olduğu zenginliği (Atsız), şiveli dili (İlhan) ve en çok da tarz-ı hayatı ile eleştirilir.

Güzel Yahudi kızlarının çıplak bacakları, ahulu gözleri, kolay elde edilebilen bedenleri ise ayrı bir yazın konusudur. Kimi yazılar Türk erkeklerine eşlerini Yahudi kadınlar arasından seçmesini, onları Müslümanlaştırarak sevaba girmelerini salık verirken; bu kadınların çocuklarına Türk ve Müslüman olarak doğma şansını bahşetmenin ululuğundan da bahsetmektedirler.

Edebiyat dışında Türk için Yahudi, “Korkak Yahudi”, “pis Yahudi” gibi sıfatlarla betimlenir zaman zamanda. Çocukları iğneli fıçıya atarak, kanlarından şarap yapan kötü masal kahramanlarına dönüştürülürler halk arasında. Öyle ki anneler kızdıklarında çocuklarına “Seni Yahudi’ye veririm görürsün!” diyerek, eskicilik yapan Yahudi’nin kötülüğünü pekiştirirler. Yahudi’nin korkaklığı, pisliği ve kötülüğü öyle içselleştirilir ki bir süre sonra Yahudi kelimesi artık küfür gibi gelmeye başlar kulağa. Bu yüzden yeni bir kelime üretilir: Musevi.[2]

O günden sonra herkes birbirini Yahudi dediği için ayıplamaya başlar. Öyle bir küfürdür ki Yahudi, Yahudi bile kendine Yahudi denmesini ayıp bulmaya, sorulduğunda Musevi demeye başlar. Bu ikilemler ve önyargılar içinde oluşturur Türkler Yahudilerin imajını. Onlara göre Yahudi “zengin, sıhhatli, bireyleri birbirlerine kenetlenmiş, hem de iyice kenetlenmiş bir cemaat”in bir bireyidir (Behmoaras, 1993: 165).

Solcu Marksist Türk için Yahudi, devletle dayanışma içinde varlığını sürdüren, ekonomik ilişkilerini ve para kaynaklarını her şeyin üzerinde tutan, kapitalizme hizmet eden bir organken; sağcı Turancı Türk için ise, devletin kaynaklarını ekonomik ilişkileri ile Batıya peşkeş çeken, dini, milleti olmayan bir haindir.

Yahudi’nin küfür olarak kullanıldığı bir zaman dilimine ve bunu bu şekilde kullanan kişilerin tam tersine bu araştırmada görüşülen kişilerin hepsine kimliklerinin iade edilmesi, Yahudi’nin küfür dışında başka kullanımlarının da olabildiğinin gösterilmesi amacıyla Yahudi denecek yine de kendi kimliklerini nasıl ifade ettiklerine değinilecektir.

Yahudi içinse Türk’ün kimliği sorgulandığında çoğunlukla aklına kendi gelmez. Türkiye topraklarında yaşayan herkesin Türk olduğunu unutarak Müslüman olanı, vedre diyerek ayırdıklarını algılar Türk denildiğinde. Türk olmak İslam olmakla eşanlamlıdır. Bazen de Türk onun misafirperver ev sahibidir.

1492’de İspanya’dan kovulduğunda kendisine kucak açan ama ona misafirliğini her fırsatta yeniden hatırlatan, karşısında sürekli tedbirli olması gereken yavuz bir ev sahibi. Öyle bir ev sahibidir ki Türk, aradan 500 yıl geçmesine rağmen topraklarında yaşattığı Yahudilere “kendimi ait addettiğim ülkem beni eşit vatandaşı olarak görmüyor, din hanemde yazılı olan ibareden dolayı zımnen taraf yapıp düşmanlaştırıyor, devletine ve vatandaşlarına sahip çıkmakla yükümlü devlet sorumluları ve kimi medya saldırganlık ve düşmanlığı kışkırtıcı söylemlerden çekinmiyor ve ülkeyi ele geçirmekte olan ırkçılık dalgasına ‘dur’ diyemiyor, demiyor.” dedirtir (Navaro: 22/01/2009 Radikal).

Türk denince akla her ne kadar ilkokuldaki sevilen sıra arkadaşı Ayşe, yan komşunun güzel yemekler yapan karısı Zehra, çocuklara şeker dağıtan Hasan da gelse de; 1928’de eline taş, sopa alarak “Türkçe Konuş Vatandaş” diyen, 1934’te silahla evine saldıran, eşyalarını sırtlayıp sorgusuzca alıp götüren, dükkânına zarar veren, topraklarından onu kovan, 1940’larda o askerlik yaparken ondan kalan mallara sahip çıkan, vergiyle o varını yoğunu kaybederken onun kaybettiklerinden kazanç sağlayan, 1967’de Müslüman-Yahudi kavgası çıkaran, İsrail’in her kabahatinin faturasını her seferinde kendisine çıkaranlar da Türk’tür. “Göz yakmayan soğan olmadığı, acı vermeyen Türk olmaz” diyerek Türk’ün verdiği acıları anımsarken temkinli olmayı da hatırlar. Yine de, acı verse de, kendine benzetir Yahudi Türk’ü. Türk temizdir ona göre çünkü temizlik imandan gelir ve Türk de kendi gibi iman edenlerdendir. Kızının bir Rum’la ya da Ermeni ile evlenmesindense Müslüman ile evlenmesini tercih eder. Çünkü Müslüman da kendi gibi sünnetlidir. Ama sünnetli olsa da istemez, hoş görmez kendi dininden olmayanla ya da “öteki” ile evliliği. Yine Türk, Yahudi’ye, Yahudi olabilmesi için izin vermeyendir. Onun yanında dilini konuşması mümkün olmadığı gibi şivesini ve Türk’ten farklı, Ayşe, Fatma, Ali, Mehmet olmayan ismini bile yeri geldiğinde saklamak zorunda kalır.

Politik sınırlar bazı kişileri üyeler olarak tanımlarken diğerlerini yabancılar sınıfına koyduğundan (Benhabib, 2006: 11) üzerinde yaşanılan topraklarda bazı kişiler ev sahibi olarak tanımlanırken diğerleri misafir olarak görülmektedir. Oysa Yahudiler, Türk olmasalar da her şeyin ötesinde kendilerini Türkiyeli hissetmektedirler. Bir başka deyişle, Yahudiler “Türkleştiremediklerimizdirler ama Türkiyelileşmiştirlerdir” (Margulies, 2006: 107). Yine de Türk ve Yahudi arasında sınırları oldukça belirli bir ayrım bulunmakta ve bu ayrım yerli ile yabancı olanı belirlerken misafir ile ev sahibinin ayrımını yapmakta, kimlik rollerinin ise buna göre belirlenmesini gerektirmektedir. Oysa Anthony Smith, çağdaş dünyada “kim” olduğumuzu müştereken paylaşılan eşsiz bir kültür aracılığıyla bilebildiğimizi ve bu kültürü keşfederek, kendimizi yani “otantik kendi”yi keşfettiğimizi söyler (2009: 36). İşte buradan hareketle Türk ve Yahudi’nin paylaştığı ortak yaşam kültüründe ortak bir “otantik kendi” keşfetmenin ve bütün olarak biri olabilmenin mümkün olabilmesi için Türk ve Yahudi’nin neden karşı karşıya geldiğini anlamaya çalışmak anlamlı bir çaba olacaktır. Oysa Levi Strauss’un “ötekilere karşı ben” adını verdiği evrensel yapı veya karşıtlık ilkesine göre ötekiler olmasaydı bile, kişi kendi kimliğini bulmak, tanımlamak ve korumak için, kişi onları yaratır, onların karşısında yer alırdı (Güvenç, 2008: 7). Yani aslında bu karşıtlık durumu kişinin kimliğini kurgulaması için ihtiyacıdır. İşte bu sebeple Türk için ötekinin Yahudi olmasa bile bir başkası olacağını söylemek ve hatta günümüz Türkiye’sinin güncel sorunlarından Kürt konusu ve kimliğine dair olan biteni şöyle bir akıldan geçirmek tam da bu noktada akılcı olacaktır.

Dışlayıcı olmayan, gerginlikler üretmeyen, çağdaş-bilimsel bir tarih bilincinin yaygınlaşması

ve toplumsal barış için;

Yahudilerin anıları ve hayat hikâyeleri üzerinden Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda, Türk milliyetçiliğinin kurgulanması sırasında yaratılan “öteki”lerin seslerine kulak vermek olduğu kadar aynı zamanda “öteki”lerin ele alınan kanun uygulamaları yoluyla, asimile edilmesi ya da çoğunluk içinde eritilmesine çalışılmasının tek tek hayat hikâyeleri üzerindeki etkilerini analiz etmeliyiz. Bu etkiler araştırma sahasında karşımıza Yahudiler açısından güven kaybı, ekonomik kayıplar ve zorunlu bir mekan değişimi ile kısaca özetlenebilir. Ancak tüm bunların ötesinde daha derin etkiler söz konusudur.

Bu durumların en önemli ortak yanı hemen hepsinde devlet baskısının bulunmasıdır. Bu sebeple bu araştırmada sorunsallaştırılan temel olgu Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda inşa edilen devlet zihniyeti ve onun ötekilerini yaratma biçimleridir. İmparatorluk düzeninden ulus devlet düzenine geçişte inşa edilen devlet zihniyetine göre “ulusa aidiyet için dil, kültür ve ülkü birliği yeterli görülmektedir” (Okutan, 2009; 295). Yani Türk ulusunun bir parçası olabilmek için ortak bir dil konuşmak, ona bağlı geliştirilen ortak kültürü ve devletin ulus için önerdiği ülküleri paylaşmak yeterlidir. Oysa bu dönemde İmparatorluk çatısı altında farklı kültürleri ve dilleri ile yaşayan Gayrimüslimler ve Gayri-Türkler[3] için bu üç ana yeterlilik koşuluna sahip olmak mümkün değildir. Bu yoksunluklarının giderilmesi ya da bir başka deyişle öncelikle dillerinin ve kültürlerinin adaptasyonu ve asimilasyonu için çalışmalara girişilmiş, farklı dil ve kültürleri sebebiyle ötekileştirilmişlerdir. Bu ötekileştirme sırasında bu üç ana yeterlilik koşulu dışında bir başka kıstas daha Türk olanın kimliğini belirlemek amacıyla ortaya çıkarılmıştır. Türk olanın Müslüman olması koşulu açık açık dile getirilmeyen ancak hem öteki politikalarını belirlemede hem de yerli ile yabancı arasındaki farkın belirlenmesinde tek ölçüt olarak görülmüştür. İşte bu sebeple Cumhuriyetin kuruluş döneminin ötekileri Gayrimüslimler olmuş ve yine aynı dönemde Gayrimüslim grup içinden özellikle Yahudiler, gerek yazı gerek karikatür gerekse edebiyat hayatında sıklıkla eleştirilen bir unsur olarak yer almışlardır. Yahudilerin bu yollarla ötekileştirilmesinde, bu araştırmada sorunsallaştırılan devlet zihniyeti etkindir ve bu zihniyet kendini ele alınan ayrımcı politikalarda açıkça göstermektedir. Tam da burada cumhuriyetin kuruluş aşamasında kurgulanan Türk kimliğinin katı sınırları sebebiyle dışarıda kalan, etnik olarak Türk olmayanların kimlikleri sebebiyle maruz kaldıkları politikalara değinmenin aynı zamanda milliyetçilik politikalarını üreten iktidarı da analiz etmek amacını da taşıdığını bir kez daha hatırlatmak yerinde olacaktır.

Foucault’a göre iktidar bir tahakküm aygıtıdır. Eğitim yoluyla okulda, askerlik yoluyla orduda, hastalık sırasında hastanede ve kendi zihniyetini temsil eden tüm aracı mekanlarında tahakküm kurmak üzere çalışırken bir yandan da bireyleri kendi zihniyetinin birer kopyası haline getirmeyi amaçlar. (2006; 32) İktidar zihniyetinin, iktidarın tahakkümü altında tuttuğu bireyler tarafından benimsenmesi ve içselleştirilmesi sonucunda, iktidarın öteki olarak işaretlediği gruplar, halk içinde kayıtsız şartsız ötekiler haline gelir. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında güdülen devlet zihniyetinin ötekileri Gayrimüslimler olduğundan, devlet zihniyetini, ortak ülkü, kültür ve dil bağlamları ile birlikte kabul ederek içselleştiren halk içinde Gayrimüslimler ötekiler haline gelmiştir. Foucault’nun da belirttiği gibi devlet zihniyetinin içselleştirilmesi, öyle incelikli bir iştir ki, halk ötekileştirdiği grupların komşuları ve dostlarından oluşan gruplar olduğunu unutacak kadar bu zihniyete bağlanır ve onunla birlikte hareket eder.

İşte bu ele alınan dört önemli vakada da halkın olaylara dahil olarak 1928 Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası’nda eline sopa alarak Yahudileri tehdit etmelerini, 1934 Trakya Olayları’nda Yahudileri memleketlerini, evlerini ve dükkanlarını terk etmeleri için tehdit etmelerini bu zihniyetin bir eseri olarak açıklamak mümkündür. Yine halkın fiziksel olarak dahil olmayıp, sessizce olan bitene tanıklık ettiği vakalarda da aynı zihniyetin yansımasını görebileceğimiz gibi aynı zamanda bir korku, sinmişlik ve tahakkümü kabul ediş durumu söz konusudur. Bu noktada araştırmanın tek amacının Yahudi’nin öteki politikalarından nasıl etkilendiğinin hasar tespitini yapmak ve bu politikalar sebebi ile çektiği acılara odaklanarak, bu grubu marjinalleştirmek değil, tam tersine etnik farklılıkları sebebiyle halkların çatışmasına zemin sağlayan devlet zihniyetini ve onun kurguladığı milliyetçiliği sorunsallaştırarak sorgularken aynı zamanda devletin tahakkümü altında tuttuğu öteki olmayan bireylerinde seslerine kulak vermek sağduyuya uygun olacaktır.

Ele alınan dört vakanın sonucunda Yahudiler, memleketleri olarak gördükleri Türkiye’yi terk etmek durumunda kalmışlar, topraklarından ve ona bağlı kültürlerinden ayrılmışlardır. Ancak bu göçün tek kurbanı Yahudiler değildir. Geride bıraktıkları Müslüman- Türk komşular ve dostlar da bu olayların bir başka kurbanı olarak görülmelidir. Olayların içinde yer alsın ya da almasın, Yahudilere yapılanları desteklesin ya da desteklemesin bu araştırmanın saha araştırması sırasında açıkça görülmüştür ki Yahudiler bulundukları yerde herkesin hayatında bir etki bırakarak göçmüşlerdir. Müslüman-Türkler tarafından güzel anılarla hatırlanmakta, her sene memleketlerine geri dönüşleri heyecanla beklenmektedir. Devlet tarafından belirlenen etnik kimliklerin katı sınırları, halklar arasına görünmeyen duvarlar örse de, ikili ilişkiler tüm bunların ötesinde devam etmekte, kırgınlıklar ve öteki hakkındaki olumsuz imajlar, ötekiler grubunun ilişki kurulmayan bireylerine yüklenmektedir. Görüşülen tüm tanıklar için ister Yahudi olsun ister Müslüman-Türk, ötekiler grubunun kötü olanları hep tanımadıklarıdır. Yahudiler için kendilerine yardım eden, onları koruyan Müslüman-Türk komşuları dışındaki Türkler kötü iken, Müslüman-Türkler içinde tanımadıkları, ilişki kurmadıkları Yahudiler, paragöz, kurnaz, hain ve kötüdür. Bu da açıkça devlet zihniyetinin, kişisel tecrübelere sızamadığının bir göstergesidir.

Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası sonucunda bugün Ladino dilinin yalnızca yaşlılar tarafından konuşulan bir dil olarak karşımıza çıktığını, gördükleri baskılar sebebi ile Yahudilerin anadillerini çocuklarına aktarmadıklarını yazmıştım. Yine 1934 Trakya Olayları’nda bir daha geri dönmemek üzere yaşadıkları toprakları terk eden kimseler ile birlikte, can ve namus korkusu tüm maddi varlıklarını gözden çıkararak memleketlerinden uzaklaşan, evlerine, canlarına ve mallarına kast edilirken devlet tarafından korunmayan Yahudilerin korkusuna ve güven kaybına, 20 Kur’a İhtiyatlı Askerlik Vakası’nda ekonomik faaliyette bulunabilecek tüm erkeklerin askere alındığını, ancak askerlik yerine amelelik ile geçen sürede birçok Yahudi ailesinin güç ekonomik koşullar altında kaldığını, erkeklerin askerden dönemeyeceklerini düşünen kadınların korkusunu ve son olarak Varlık Vergisi uygulaması ile tüm Gayrimüslimlerin bir blok halinde Müslüman olanlardan ayrılarak yüksek vergilere tabii tutulmalarının yarattığı ötekiliği, güvensizliği ve maddi kayıpları belirtmiştim. Tüm bu vakalarda Gayrimüslimlerin devlet tarafından hem kültürel, hem de ekonomik olarak

Türkleştirme, Türklüğe adapte etme ve asimilasyon uygulamasına maruz kaldığını belirtmek yerinde olacaktır. 1923 yılında Cumhuriyet’in kuruluşundan 1942 Varlık Vergisine kadar gerçekleştirilen konu edilen uygulamalar sonucunda birçok yerde Yahudi nüfusu binler ile ifade edilen rakamlardan, bir elin parmaklarını geçmeyecek bir rakama düşmüştür ki bu da bu araştırmanın konusu olan Gayrimüslim politikalarının söz konusu grubun hayatı üzerindeki en önemli etkilerinden biridir. Bugün birçok yerde Yahudi nüfusunun sona ermekte olmasının tüm görüşmecilere göre sebebi, araştırma kapsamında ele alınan bu politikalardır. 1960’lara dek süren Gayrimüslim karşıtı uygulamaların sonucunda Yahudilerin bir kısmı İstanbul’a göç ederken, önemli bir kısmı da İsrail’de yeni bir hayat başlamak üzere memleketini terk etmiştir. Bu terk ediş Türkiye’de Yahudi olmanın zorluğundan öte Türkiye’de “öteki” olmanın güç koşullarından kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de milliyetçiliğin kurgulanması sırasında politik sınırlar bazı kişileri üyeler olarak tanımlarken diğerlerini yabancılar sınıfına koyar. (Benhabib, 2006; 11) Cumhuriyetin kuruluş döneminde yabancılar sınıfına koyulanlar Müslüman olmadığı ve Türkçe konuşmadığı için öncelikli “öteki” olarak görülenler Gayrimüslimler iken bugünün ötekileri ise Kürtler olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyetin kuruluş döneminde dil ve din farklılığı yüzünden çoğunluk olan Türk’ten farklı görülen Yahudi’nin bir Türkleştirme taliminden geçirildiğini, dili değiştirilmeye, kimliğine ve kültürüne ait özelliklerinin yok edilmeye çalışıldığını, gerek ekonomik gerekse sosyal hayattan izole edilme yoluyla varlıklarına son verilmeye çalışıldığını ele alınan konular kapsamında takip ettiğimiz bu araştırmada günümüz devlet politikalarının temellerine de rastlamaktayız. Bugün Kürtlerin dili konusunda aynı tartışmalar yaşanırken, yine kimlikleri ve varlıkları ile karşılaştıkları sorunlar Yahudilerin yaşadıkları ile benzerlik gösterdiğinden tüm bunları Gayri-Türk politikaları ya da öteki politikaları olarak ele almakta fayda vardır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren “biz” grubunu oluştururken koyulan katı sınırların sonucunda “öteki”ler grubu sürekli içerik değiştirmekte ve ortadan kalkmamaktadır. İşte bu sebeple bu araştırma, “öteki” politikalarını eleştirirken, dışlayıcı olmayan, çatışma üretmeyen ve etnik farklılıkları ötekileştirmektense benimseyen politikalar üretilebilmesi için dileğiyle sona erecektir.

 

Kaynak: F. Işıl DEMİREL, Çanakkale Yahudi Cemaati İle Gayrimüslim Politikalarının İzinde, Sosyal Bilimler Enstitüsüne teslim edilmiştir. Sosyal Antropoloji Yüksek Lisansı Tezi , 2010, İSTANBUL



[1] Vedre: Ladino dilinde yeşil anlamına gelen ve Müslümanları tanımlamak için kullanılan sözcük.

[2] Bu değişimi gazetelerde ve edebi metinlerde takip etmek mümkündür. Yahudi’nin kötülüğünden bahseden yazarların Yahudi kelimesini kullandığı, buna karşılık bu gruba karşı bir husumet beslemeyenlerin ise Musevi kelimesini tercih ettiğini görmek mümkündür.

[3]  Ahmet Yıldız’ın Türk etnik kimliğine sahip olmayanlar için kullandığı kavram.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar