YAHUDİLERİN İNANÇ SAPMALARI
Yahudiler tarih boyunca
farklı karakterleri ve insanlarla olan sorunlu ilişkileri sebebiyle sürekli
gündemde kalmışlardır. Kur’ân-ı Kerim’de en fazla bahsi geçen dini cemiyet
Yahudilerdir. Bu nedenle biz de öncelikle çalışmamıza, Yahudiler’de meydana
gelmiş ve Kur’ân-ı Kerim’de belirtilmiş olan inanç sapmalarını irdelemeye
çalışacağız. Hedefimiz doğrudan herhangi bir dini veya o dinin mensupları
arasındaki dini tezahürleri araştırmak olmadığından, sadece Kur’ân-ı Kerim’in
belirttiği inanç sapmalarını irdelemeye çalışacağız. Kur’ân-ı Kerim’de
belirtilen bazı inanç sapmaları bugün olmayabilir, ancak bu sapmalar kesin
olarak yaşanmış ve tekrar yaşanması muhtemeldir.
1.1-
YAHUDİLİĞE GENEL BİR
BAKIŞ
Yahudilik İbrahimi bir
gelenekten gelen tek tanrılı (monoteist) bir dindir. Kurucusu olarak kabul
edilen Hz. Musa’ya[1]
izafeten Yahudiliğe Musevilik de denir. Musevi geleneğine göre Allah, Hz.
Musa’ya ahlak, din, ekonomi, hukuk gibi konuları ihtiva eden “Tora”yı
vermeden önce İsrail’in ataları ve onların torunları ile ittifak (antlaşma)
yapmıştır.[2]
Yapılan bu anlaşma Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde geçmektedir:
“Sizden
misak almış ve Turu üstünüze yükseltmiştik (ve demiştik ki:) "Size
verdiğimize sımsıkı yapışın ve onda olanı (hükümleri sürekli) hatırlayın ki
sakınasınız. " [3]
Bu nedenle Yahudi geleneğinde bu ahdin özel bir önemi vardır. Yahudi
inanışa göre başlarına gelen her türlü felaketin sebebi bu ahde uymamalarıdır.
Yahudilik, Bâbil
sürgününden sonra millî bir din haline getirilmiştir. Ancak bu din, tek Tanrı
inancına sahip olması ve mukaddes kitaba ve peygamberlere yer vermesi sebebiyle
millî dinlerden; millileştirilip bir ırka tahsis edilmesi sebebiyle de ilâhî dinlerden
farklı bir mahiyet arz etmektedir. Aslında bugünkü Yahudiliğin bir din mi, ırk mı, yoksa millet mi olduğu
pek net değildir. Tartışmaya girmeden önce onun kendine has nitelikleri bulunan
bir din olduğu, benzerinin bulunmadığı ve bu yüzden de tanımının zor olduğu
söylenebilir. Çünkü Yahudilik’te din ve ırk iç içe girmiş olduğundan birini
diğerinden ayırmak güçtür.[4] “Ahid”, Yahudilik tarihinde
çok önemli bir yere sahiptir. Bu “Ahid”, Tanrı-İsrail-Torah üçlü bağı olup,
hiçbir şekilde çözülmez olduğuna inanılan bir bağdır.[5]
Bu anlamda Yahudiliğe “Ahid Dini” de denmektedir. Bu Ahid çerçevesinde
Yahudiler kendilerini Allah nezdinde üstün kılınmış, “imtiyazlı bir millet”
olarak görürler. İleride açıklayacağımız gibi bu imtiyazın belli
şartlara bağlı olarak bir dönem vuku bulduğu Kur’ân-ı Kerim tarafından da
desteklenmektedir:
“Ey
İsrailoğulları, size bağışladığım nimetimi ve sizi (bir dönem) âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın . [6]
Yahudilik ilâhî
kaynaklı dinler arsında mensubu en az olan bir dindir. Mensuplarının çokluğu
itibariyle ancak dünyanın 11. dini olabilmiştir. Günümüzde başta İsrail olmak
üzere dünyanın çeşitli yerlerinde yaklaşık 15-24 milyon Musevi vardır. Bunun başlıca sebebi Yahudilerin kendilerini seçilmiş bir millet olarak
görmeleri ve dinlerini milli bir din haline getirmiş olmalarıdır.[7] Bu anlayış aynı zamanda
İsrail oğullarının kendilerini diğer milletlerden üstün görmelerine de sebep
olmuştur. Bunun için Yahudilik, Yahudiler tarafından bir risalet olarak
insanlığa sunulmamıştır.[8]
İsrailoğullarına ait bir
din olarak kabul edilen Yahudiliğin tarihi, aslında Yahudilerin tarihinden
başka bir şey değildir. Konumuzla doğrudan bir ilgisi olmadığı için bu konuya
detaylı olarak girmeyeceğiz. Ancak şunu söylemek gerekir ki, Yahudilerin gerek
esaret dönemlerinde ve gerekse egemen olduğu dönemlerde ciddi olarak dinlerini
de mevcut koşullar çerçevesinde[9]
şekillendirmişlerdir. Başka bir ifadeyle Yahudilik ve onun evrimi, bu insan
gurubunun maruz kaldığı zilletle ve aşağılanmışlıkla[10] dolu
tarihindeki değişikliklere kesin olarak bağlı kalmıştır.[11]
Yahudiler genel anlamda
Allah’a iman etmekle beraber, tarih boyunca imanlarında samimiyetsiz ve
ciddiyetsiz bir tavır takınmışlardır. Yüce Allah’ın kendilerine verdiği
nimetlere[12]
ve gösterdiği onca mucizelere rağmen başta âlimleri olmak üzere Yahudilerin
kahir ekseriyeti Yüce Allah’a karşı isyan içeren sorgulayıcı ve pazarlıkçı[13]
bir tavır takınmışlardır. Yahudilerin Yüce Allah hakkındaki genel tutumları,
onların Allah’a iman etmek istemediklerini[14] ve onun
emirlerine boyun eğmediklerini gösteriyor. Bu bağlamada Yahudilerin Yüce Allah
hakkındaki saplantılarını âyetler ışığında şu şekilde sıralayabiliriz:
İsrailoğullarının ilk
sapmaları şirke olmuştur. Onlar taştan, tahtadan ve benzeri şeylerden yapılmış
putlara tapmayı adet haline getiren bir kavmin putperest dinine meyletmişlerdir.[15]
Hz. Ali kerremallâhü veche’nin ifadesiyle ayaklarında (mucizevî bir şekilde
geçtikleri, Kızıldeniz'in) suyu kurumadan, peygamberine: "O Mısırlıların
ilahları gibi, bize de ilahlar yap" [16]
demişlerdir.
“İsrailoğullarını
denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme
rastladılar, Bunun üzerine: Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de
bizim için bir tanrı yap! dediler, Musa: Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz,
dedi, [17]
Hz. Musa, Firavun'a ve
onunla birlikte olanlara mesajını iletip İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarıp
denizden geçirinceye kadar yirmi üç sene geçmişti.[18] Bir
toplumun dönüşümü için kısa olmayan bunca zamana ve peygamberleri tarafından
eğitilmelerine rağmen İsrailoğulları özgün ve öncü bir toplum olmayı becerememişlerdir.
Putperestliğin tortularını kalplerinde taşıdıkları ve firavunların
hâkimiyetleri altında geçirdikleri kölelik hayatının etkilerinden
kurtulamadıkları her hallerinden belliydi.[19] Nitekim Hz. Musa
(aleyhisselâm) içlerinden ayrılır ayrılmaz İsrailoğulları hemen puta
tapmışlardır:
“Musa'ya
kırk gece (vahyetmek üzere) söz vermiştik. Sonra haksızlık ederek buzağıyı
(tanrı) edindiniz ”[20]
Böylece Hz. Musa’nın
uyarısı ve nehyetmesi nedeniyle gerçekleştiremedikleri[21]niyetlerini,
Hz. Musa’nın gıyabında gerçekleştirmişlerdir. Yüce Allah küfürleri sebebiyle
kalplerine buzağı sevgisini koyarak onların basiretlerini köreltmiştir. Çünkü
onlar “işittik ve itaat ettik” demeleri gerekirken, “işittik ve isyan ettik”
demeyi tercih ettiler.[22]
Firavun tarafından erkeklerin
öldürülmesine engel olamayan bu insanlar Hz. Harun (aleyhisselâm)ın uyarılarına
rağmen buzağıyı ilah edindiler ve bunun Hz. Musa’nın ilahı olduğunu iddia
edecek kadar ileri gittiler:
“Hakikaten
Harun, onlara daha önce şöyle demişti: Ey kavmim! Siz bunun yüzünden sadece
fitneye uğradınız. Sizin Rabbiniz şüphesiz çok merhametli olan Allah'tır. Şu
halde bana uyunuz ve emrime itaat ediniz. Onlar: Biz, dediler, Musa aramıza
dönünceye kadar buna tapmaktan asla vazgeçmeyeceğiz.”[23]
Yahudilerin şirke olan
yönelimi sadece Hz. Musa’nın dönemiyle sınırlı değildir. Hz. Süleyman’ın
vefatından sonra, altından iki buzağı heykeli yapmışlar ve; “ bizi Firavun’un
zulmünden kurtaran ilahlar bunlardır” deyip insanları onlara tapmaya
çağırmışlardır. Çok az bir kısmı hariç, Yahudilerin büyük bir çoğunluğu buzağı
heykeline tapmışlardır.[24]
Yahudiliğin tarihteki
durumu, insanlığın İslâmi tecrübesinin önemli bir kesitini teşkil etmektedir.[25]Yahudiler
tutum ve davranışlarıyla doğrudan veya dolaylı olarak kendilerinden sonraki
ümmetleri de etkilemiştir ve etkilemektedirler. Özellikle Hıristiyanların
İsa(aleyhisselâm)ı “hâşâ” Yüce Allah’ın oğlu olarak telakki etmelerinde ve
bilginlerini ilahlar edinmelerinde Yahudilerin büyük bir etkisi olmuştur.[26]
Bu sebeple Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem) Yahudileri sürekli
gündemde tutmuş ve ümmetini onların tavırlarına benzer tavırlardan
sakındırmıştır. Günümüzde yaşanan birçok savaşın körükleyicileri Yahudilerdir.
Aynı zamanda birçok materyalist fikirlerin de öncüleri Yahudi bilginleridir.[27]
Dolayısıyla Rasûlullah (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in bu uyarısının ne denli
önem arz etiğini günümüzde daha iyi anlıyoruz.
Rasûlullah (sallallâhü
aleyhi ve sellem) ve beraberindeki mü’minler, Hayber Seferi’nde müşriklerin
silahlarını astıkları ve yanında ibadet ettikleri “Zat el-Envat” denilen bir
ağaca rastladılar. Müslümanlardan bazıları bunu gördüklerinde: “Ey Allah’ın
Elçisi; onların Zat el-Envat’ları olduğu gibi bize de bir Zat el-Envat yap”
dediler. Bunun üzerine Allah elçisi: “Allah’a yemin olsun ki, siz Hz. Musa’ya:
‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim için bir tanrı yap’
diyenlerin dediklerini söylüyorsunuz. Muhakkak ki siz, sizden öncekilerin
yolundan gidiyorsunuz.”[28]
diyerek, ümmetini inanç konusundaki muhtemel sapmalara karşı sürekli
uyarmıştır.
1.2.2-
ALLAH’I AÇIKÇA GÖRMEK
İSTEMELERİ
Yahudilerin Allah’a iman
noktasındaki samimiyetsizliklerinden bir diğeri de Allah’ı açıkça görmek
istemeleridir. İsrailoğullarının bu istekleri samimiyet içermiyordu. Amaç
peygamberi güç durumda bırakmaktı. Hz. Musa (aleyhisselâm) da Yüce Allah’tan
aynı şeyi istemişti.[29]
İsteklerin gerisindeki niyetleri bilen Yüce Allah, benzer talebe farklı bir
şekilde cevap vermişti:
“Bir
zamanlar: ‘Ey Musa! Biz Allah'ı açıkça görmedikçe asla sana inanmayız, ’ demiştiniz
de bakıp durur olduğunuz halde hemen sizi yıldırım çarpmıştı.”[30]
Taberî şöyle der:
İsrailoğulları, buzağıya tapmalarından dolayı Allah'a tevbe edince, Allah
kendisinden özür dilemek üzere buzağıya tapanlardan bir grup erkeği seçip
huzuruna getirmesini Hz. Musa'ya emretti. Bunun üzerine Hz. Musa
İsrailoğullarının ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi seçti. Nitekim Yüce Allah
bu hususu şöyle açıklamıştır:
“Musa,
tayin ettiğimiz vakitte kavminden yetmiş adam seçti. ,[31]
Musa (aleyhisselâm)
onlara, oruç tutmalarını, bedenlerini ve elbiselerini temizlemelerini emretti.
Onlar da bu emri yerine getirdiler. Hz. Musa onları Tur-ı Sina'ya götürdü.
Onlar, Hz. Musa'ya: “Bizim için, Rabbimizden O'nun kelâmını işiteceğimiz
şekilde hitap etmesini iste.” dediler. O da: “İsteyeyim” dedi. Hz. Musa dağa
yaklaşınca üzerine bir bulut çöktü, her tarafını kuşatacak şekilde dağı sardı.
Bu seçkin grup gelerek bulutun içine girdiler ve secdeye kapandılar. Hz. Musa'
ya emir ve nehiyler veren Yüce Allah'ın kelamını işittiler. Bulut dağılınca Hz.
Musa onlara döndü. Onlar Hz. Musa'ya: [32]
“Ey
Musa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla inanmayacağız.”[33] dediler.
1.2.3-
ALLAH’A OĞUL İSNAT
ETMELERİ
Yahudilerin Allah
konusundaki inanç sapmalarından biri de Yüce Allah’a oğul isnat etmeleridir:
“Yahudiler:
"Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih
Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar,
bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları
kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? ”[34]
Yahudilerin bunu
söylemelerinin sebebi, Tevrat ile amel etmeyi terk etmeleri, peygamberlerini de
öldürmeye başlamalarıdır. Yüce Allah Tevrat’ı aralarından kaldırmış ve
sinelerinden silmişti.[35]
Tevrat'ı bilen kalmamış; Tevrat'ı bilenlerin kimi ölmüş, kimi öldürülmüş, kimi
de unutmuş gitmişti. Nihâyet Tevrat ve Tabut (kutsal emanetlerin bulunduğu
sandık) ortadan kaldırılmıştı. Daha sonra Üzeyir (aleyhisselâm) yüz senelik ölümden sonra Allah'a
yalvarmış ve Tevrat kendisine ilham edilmiştir. Üzeyir (aleyhisselâm),
İsrailoğullarına gelerek, Tevrat'ı yeniden yazmıştır.[36]
Yazılan bu Tevrat, orijinaliyle olanıyla ayni çıkınca Yahudiler bunu yapanın
ancak Allah’ın oğlu olabileceğini iddia ettiler.[37] Ancak
Tevrat’ın vahiy veya ilham yoluyla, orijinal haliyle tekrar yazıldığı iddiası
sadece Yahudilere aittir.[38]
Genel kanaat ise, Üzeyir (aleyhisselâm)’ın İsrailoğulları tarihinde çok önemli
bir yeri olan müceddid bir şahsiyet olduğu ve Tevrat’ı hafızasına dayanarak
yazdığıdır.[39]
Onun yazdığı Tevrat da, daha sonra
Suriye-Selevkos Krallığı
döneminde Antiokhosn denilen zorba zamanında yok olmuştu.[40]
Hz. Musa’dan sonra
İsrailoğulları için en önemli şahsiyet Üzeyir (aleyhisselâm)’dır. Üzeyir
(aleyhisselâm)’ı Allah’ın oğlu olarak kabul edenler Yahudilerin sadece bir
kısmıdır. Bazı rivâyetlere
göre bunu söyleyen sadece “Fenhas” ismindeki bir Yahudi’dir. "Şüphesiz
ki Allah fakirdir. Biz ise zenginiz” diyen de bu kişidir.
Abdullah b. Abbas'a göre
ise, Üzeyir(aleyhisselâm)’in, Allah’ın oğlu olduğunu söyleyen kişi sadece bir
Yahudi değil, bir kaç Yahudi’dir. Bunlar da Selam b. Mişkem, Numan b.Evfa, Şa's
b. Kays ve Malik b. Sayf’dır. Bunlar, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
yanına gelip ona: “Biz sana nasıl tâbi olalım? Çünkü sen, bizim kıblemiz olan
Kudüs'ü bıraktın. Üzeyir’in, Allah’ın oğlu olduğu inancını da kabul
etmiyorsun.” demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.[41]
Yahudi teolojisine
yöneltilen tartışmalı eleştirilerden bir tanesi de, Yahudilerin Allah’a çocuk
isnat etmeleridir. Çünkü Yahudiler bunu kabul etmedikleri gibi, bu noktada
Hıristiyanları da eleştirirler. Kur’ân-ı Kerim’de Hıristiyanlara paralel olarak Yahudilerin de Allah’a
oğul isnat ettikleri belirtildiğine göre, Kur’ân’ın bu ifadesini nasıl
yorumlamak gerekir? Elbette ki, başka kaynaklarda yer almadığı için Kur’ân’ın
bu ifadesinin doğruluğunu tartışmak söz konusu olamaz. Kur’ân-ı Kerim de, tüm
zamanlarda ve bütün Yahudilerin bunu iddia ettiklerine dair bir ifade
kullanmaz.[42]
Genel Yahudi din tarihinde Yahudilerin Allah’a oğul isnat ettiklerine ilişkin
bir bilgi olmamakla birlikte, tarihte iz bırakmamış bir Yahudi grubunun böyle
bir inanca sahip olduğunu söylemek, salt Kur’ân’ı doğrulama amacıyla girişilmiş
bir çaba olarak görülmemelidir. Bilindiği gibi Kur’ân, indiği çevredeki dinî
grupların inanç ve davranışlarından söz eder ve onları eleştirir. Kur’ân’ın
geçmişteki İsrail peygamberleri döneminde yaşayan Yahudilerden söz eden
âyetlerinin dışındaki âyetler, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
zamanındaki Hicaz bölgesi Yahudilerini muhatap alır. Hicaz Yahudileri ise,
dinî kültür bakımından oldukça ileri seviyede olan Irak (Babil) ve Filistin
Yahudileriyle mukayese edildiği zaman, Yahudi tarihinde yok sayılacak kadar
önemsizdirler. İslâm kaynaklarının dışında onlardan bahseden başkaca kaynak yoktur. Yahudi
tarihinde pek fazla önemi olmayan Hicaz Yahudileri Yahudi kaynaklarında hiç yer
almamıştır[43]
İşte Yahudilerin bir
kısmı tarafından benimsenen Allah’a çocuk isnat etme inancı, Kur’ân-ı Kerim’de
kesin bir şekilde reddedilmekte ve Allah’a karşı büyük bir iftira olarak
telakki edilmektedir:
"Allah
çocuk edindi" dediler. Hâşâ; O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde
olanların hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir. " [44]
Yahudilerin bu iddiaları
birçok yönden batıldır:
Yüce Allah’ın dışında
kalan bütün varlıklar muhdes olup, muhdes olan bir varlığın ise vacibu'l-vücud
olan bir varlığın çocuğu değil ancak mahlûku ve kulu olur. Ayrıca çocuğun
babasının cinsinden olması gerekir. Buna bağlı olarak da bazı yönlerden
babasına benzemesi ve bazı yönlerden de ayrılması gerekir. Bu sebeple çocukta
hem muhdes hem de murekeb iki yönünün olması gerekir ki bu benzerlik Allah için
söz konusu değildir. Ayrıca Çocuk, babanın kendi işlerini yerine getirmede âciz
kaldığı durumlarda, onun yardımı umulduğu ve yaşlılıkta kendisine ihtiyaç
duyulacağı için istenir. Buna göre, çocuk yapmak ancak kendisine fakirlik,
acizlik ve ihtiyaç arız olacak kimseler için düşünülür. Bütün bunlar Cenâb-ı
Hakk için muhal olunca, Allah'ın çocuk edinmesi de muhal olur.[45]
Netice olarak Yüce Allah
“De ki: O Allah birdir. "[46] âyeti ile zatında ve
hakikatinde tek olduğu gibi, terkibin ve çokluğun bütün çeşitlerinden münezzeh
olduğunu bildirmiştir.[47]
Bu sebeple, bir insanı konumu ne olursa olsun yarı-tanrısal bir konuma
yüceltmek ve mecazî anlamda da olsa Allah'a nispetle onu “oğul” yerine koymak,
Allah’a iftira olacağından Yüce Allah onu affedilemez biçimde “şirk" kabul[48] etmekte
ve bir inanç sapması olarak telakki etmektedir.
1.2.4-
ALLAH’I CİMRİLİKLE İTHAM
ETMELERİ
Yahudilerin Allah inancı
konusundaki sapmalarından bir diğeri de Yüce Allah’ı cimrilikle itham
etmeleridir. Yahudilerin bu sapması Kur’ân’ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:
“Yahudiler:
"Allah'ın eli bağlıdır. " dediler. Onların elleri bağlandı ve
söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır; Onun iki eli açıktır, nasıl
dilerse infak eder. Andolsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun
taşkınlıklarını ve inkârlarını arttıracaktır. Biz de onların arasına kıyamet
gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik. Onlar ne zaman savaş amacıyla
bir ateş alevlendirdilerse Allah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa
çalışırlar. Allah ise bozguncuları sevmez. "[49]
Yahudilerin “Allah’ın
eli bağlıdır " ifadesiyle neyi kastettikleri ve bu
ifadeyi neden kullandıkları konusunda şu görüşler öne sürülmüştür:
“Elin
bağlı olması ” ifadesi her şeyden önce mecazi olarak cimriliği ifade eden bir tabirdir.
Buna karşın “elin açık olması "
tabiriyle de cömertlik ifade edilir:
“Elini
boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret
(pişmanlık) içinde kalakalırsın. ’[50]
Yahudiler bununla Yüce
Allah’ın cimri olduğunu söylemek istemişlerdir. Çünkü Yüce Allah’ın kendilerine
verdiği nimetleri her zaman az görmeleri ve onlara şükretmeyerek daha fazla
istemeleri[51]
Yahudilerin karakteristik özelliklerindendir. Yüce Allah Yahudilere verdiği
nimetlerin sayısız olduğunu hatırlatarak, [52] onlara
söyledikleri bu çirkin söz nedeniyle beddua etmektedir. Çünkü cimrilik Yüce
Allah’ın sevmediği ve kulları için de büyük bir ahlâkî kusur olarak telakki
ettiği bir tutumdur.[53]
Bu sözü söyleyen
Yahudilerin bir kısmı olduğu halde tüm Yahudilere nispet edilmiştir. Bunun
sebebi ise, Yahudi toplumunda sokaktaki adamın dahi bu sözü cahilce tekrarlar
hale gelmiş olmasıdır. Genel bir ifadenin kullanılmasının başka bir sebebi de,
Yahudi halkının kendisine itibar ettiği bir din adamı veya lider (rivâyete göre
Finhâs b. Âzûrâ) tarafından söylenmesi[54] ve bunun
adeta bir ümmetin genel kanaati haline gelmiş olmasıdır.[55]
Yahudilerin bu ifadeyle
kastettikleri başka bir anlam ise, Yüce Allah’ın sınırsız bir güce sahip
olmadığıdır. Onlar içerisinde, bunu iddia eden bilginlerin görüşlerini
benimseyen kimselerin olması muhtemeldir. Bu bilginlere göre, Allah mucip
liz-zât(zatından dolayı bir şeyi gerekli kılan)tır. Dolayısıyla sonradan
meydana gelen varlıkların meydana gelişi ancak tek bir tarz ve tek bir şekilde
mümkün olur. Yüce Allah o şeyleri meydana geldikleri şeklin dışında başka bir şekilde
meydana getirmeye kadir değildir. Binaenaleyh bu bilginlerin görüşünü
benimseyen Yahudiler, Allah'ın varlıkları değişik bir şekilde yaratmaya
muktedir olmadığı yolundaki görüşlerini, "elinin bağlı olması" olarak
ifade etmişlerdir.
Başka bir görüşe göre
de, Yahudilerin bu sözü söylemelerinin sebebi Hz. Peygamber’in gönderildiği
dönemde, Yahudiler ekonomik olarak en ileri topluluk iken İslâm karşısında
prestij kaybına uğrayıp ekonomik olarak sıkıntıya düşmeleridir. İşte bu
ekonomik sıkıntıları, onları hidâyete yöneltmesi gerekirken Yüce Allah hakkında
kötü zanda bulunarak onu cimrilikle itham etmelerine neden oldu.
Bir diğer görüşe göre
ise Yahudilerin bu sözü söylemelerinin sebebi, o gün Müslümanların yaşadıkları
maddi sıkıntılardır. Bu sözü söylemekle hem Müslümanlara olan teveccühü
kırmayı, hem de Müslümanları alaya alarak morallerini bozmayı amaçlamışlardır.[56]
1.2.5-
ALLAH’I FAKİRLİKLE İTHAM
ETMELERİ
Yahudilerin inanç
konusundaki sapmalarından bir diğeri de Yüce Allah’a izafe ettikleri fakirlik
sıfatıdır.
“Andolsun;
‘Gerçek, Allah fakirdir, biz ise zenginiz’ diyenlerin sözlerini Allah
işitmiştir. Onların bu sözlerini ve peygamberleri haksız yere öldürmelerini
yazacağız ve: "Yakıcı olan azabı tadın" diyeceğiz ”[57]
Bu hususta Abdullah b.
Abbas diyor ki: “Ebubekir es-Sıddik, Yahudilere ait olan ve “Beytü’l-Makdis”
diye adlandırılan, Yahudilerin içinde kitap okudukları medreseye girdi.
Yahudilerden birçoğunun, âlimleri ve hahamları olan "Finhas" isimli
birinin etrafında toplandıklarını gördü. Onun yanında yine, hahamların ileri gelenlerinden
biri olan “Eşya” da bulunuyordu. Ebubekir, Finhas’a: "Vay haline ey
Finhas, Allah’tan kork ve Müslüman ol. Allaha yemin olsun ki siz, Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah’ın peygamberi olduğunu ve Allah katından
size, doğru olanı getirdiğini biliyorsunuz. Siz onun, yanınızda bulunan
Tevrat’ta ve İncil’de yazılı olduğunu görüyorsunuz." dedi. Finhas da
Ebubekir’e: "Vallahi ey Ebubekir, bizim Allah’a bir ihtiyacımız yoktur.
Biz fakir değiliz. O bize muhtaçtır. Bize göre o fakirdir. O’nun bize
yalvardığı gibi biz O’na yalvaramayız. Bizim O’na ihtiyacımız yoktur. O ise
bize karşı ihtiyaçsız değildir. Şâyet O’nun bize ihtiyacı olmasaydı,
arkadaşınız Muhammed’in zannettiği gibi biz O’na mallarımızı ödünç olarak
vermezdik. O, (Allah) size faizi yasaklarken, bize faiz veriyor. Şâyet O’nun
bize ihtiyacı olmasaydı bize faiz vermezdi.” dedi. Bunun üzerine Ebubekir
hiddetlendi ve Finhas’ın yüzüne dehşetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi:
"Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer bizimle sizin
aranızda anlaşma olmasaydı ey Allah düşmanı, elbette ki senin boynunu
vururdum." Bunun üzerine Finhas, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme
gitti ve ona : "Ey Muhammet! Bak, arkadaşın bana ne yaptı?" dedi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
Ebubekir’e: "Seni bunu yapmaya sevk eden sebep nedir?" diye
sordu. Ebubekir de dedi ki: "Ey Allah’ın Rasulü, bu Allah düşmanı aşırı
bir söz söyledi. Bu zannediyor ki Allah fakir de kendileri zengin. İşte böyle
söyleyince sözlerinden dolayı kızdım ve yüzüne vurdum." Finhas bunu inkâr
etti. "Ben böyle bir şey söylemedim." dedi. İşte bunun üzerine Yüce
Allah Finhas’ı yalanlayıp Ebubekir’i tasdik ederek bu âyeti indirdi.[58]
Bu konudaki başka bir
rivâyette ise şöyledir:
“
Allah'a karşılığını çok arttırma ile kat kat arttıracağı güzel bir borcu
verecek olan kimdir? Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na
döndürüleceksiniz. " [59]
âyetinin nazil olması üzerine buradaki zarif ifadeyi anlamayan veya
anlamazlıktan gelen Yahudiler bu âyetle alay etmiş ve "Allah servetini
kaybetti, şimdi de kullarından borç istiyor" demişler, bunun üzerine bu
âyet inmiştir. Başka bir rivâyete göre ise Bakara suresindeki âyet inince,
Yahudiler Hz. Peygamber'e gelerek: "Ey Muhammed! Rabbin fakir mi ki
kullarından borç istiyor?" diyerek âyeti hicvetmeye başladılar.[60]
Yahudiler Yüce Allah’ın
fakir olduğuna inanmadıkları halde, Yüce Allah’ı alaya almak, fakir mü’minleri
şüpheye düşürmek ve yaldızlı sözlerle alt tabakadakileri etkilemek için bunu
söylemişlerdir.[61]
Âyette her ne kadar Yahudilerden açıkça söz edilmemişse de, peygamberleri
haksız yere öldürenler[62]
âyetinin bağlamında düşünüldüğünde, bundan kastedilenlerin Yahudiler olduğu
anlaşılıyor. Peygamberi açıkça öldürenlerin bunu söylemekten de
çekinmeyecekleri açıktır.[63]
Bu sözü söyleyen Yahudilerin bir kısmı olmasına rağmen, diğerlerinin de buna
rıza göstermeleri sebebiyle bu söz tümünü şamil olacak şekilde ifade
edilmiştir.[64]
Sonuç olarak,
Yahudilerin bu inanç sapmasının tarihi bir olgu olarak sınırlandırılamayacağı
açıktır. İnsanların sebep olduğu menfi durumların faturasını Allah’a kesenler
her dönemde olacaktır. Bu psikolojik bir hastalıktır. Esasında Allah’tan
başkasına karşı duyulan korkunun kendisi bir hastalık iken, özellikle fakirlik
korkusu şeytanın kışkırtmasından kaynaklanan çok ciddi davranış ve tutum
bozukluklarına da sebep olan ruhi bir hastalıktır. [65]
İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde ortaya
çıkan fesat,[66]
onları tefekküre ve Allah’a yöneltmesi gerekirken bunun faturasını Allah’a
kestiler. Ehl-i Kitap olması dışında, müşriklerle ruhi benzerlikleri tıpa tıp
aynı olan Yahudiler, tutum ve davranışlarıyla müşriklerle aynı tavrı
sergilemişlerdir. Bütün değerlendirmelerinde maddiyatı ölçü kabul eden,
maneviyatta yer bırakmayan psikolojik bir ruh hali.. ,[67]
“Ve
onlara: "Size Allah ın rızık olarak verdiklerinden infak edin"
denildiği zaman, o inkâr edenler iman edenlere dediler ki: " Allah'ın,
eğer dilemiş olsaydı yedireceği kimseyi
biz mi yedirecekmişiz? Gerçekten siz, apaçık bir şaşkınlık içindesiniz. ’[68]
Bu sadist ruh, kâfirin
ruh yapısıdır. Allah’ı fakirlikle itham edenlerin ruhu gibi. Müminin ruh yapısı
ise, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile başkalarını kendilerine tercih
eden ve nefislerinin cimriliğinden kendilerini koruyan ruh yapısıdır.[69]
1.2.6-
ALLAH’I YORGUNLUKLA
İTHAM ETMELERİ
Yahudilerin Allah inancı
konusundaki sapmalarından bir diğeri de kudreti sonsuz ve sınırsız olan Yüce
Allah’ı yorgun düşmek, istirahat etmek gibi sıfatlarla nitelendirip,
yaratılmışların mahkûm olduğu seviyeye düşürmeleridir. Bu inanç sapması
Yahudiler içerisinde en çok kabul edilen ve tezahürü en çok olan sapmadır. Bu
sapma bu günkü muharref Tevrat’ta da yerini almıştır.[70]
Hz. Peygamber Medine’ye
geldiğinde bunu iddia eden ve bu konuda Hz. Peygamberle tartışan Yahudiler
olmuştur. İbn-i Abbas'tan gelen bir rivâyette, Yahudiler Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve selleme gelip ona göklerin ve yerin yaratılmasını sordular. Bunun
üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Allah
Tealâ yeryüzünü pazar ve pazartesi günleri yaratmıştır. Salı günü dağları ve
dağlardaki faydalı şeyleri, çarşamba günü ağaçları, suyu, şehirleri,
medeniyetleri ve harabeleri, perşembe günü ise gökyüzünü yaratmıştır. Cuma günü
yıldızları, güneşi ve ayı yaratmış, geriye son üç vakit kalmıştır. Birinci
vakitte ölümlü olan mahlûkların ölünceye kadarki ecellerini takdir etmiş,
ikinci vakitte insanların istifade edeceği her şeyden afeti kaldırmış, üçüncü
vakitte ise Âdem (aleyhisselâm)’ı yaratıp cennete koymuş ve şeytana Âdem
(aleyhisselâm)’a secde etmesini emretmiş, en son vakitte de onu cennetten
çıkarmıştır. “Yahudiler ‘Sonra ne oldu, ya Muhammed!’ deyince Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘Sonra Allah arşa istiva etmiştir. (arşı
kuşatmıştır) ’ buyurdu. Yahudiler: "Doğru söyledin, ama tamamını
söyleseydin ya! Sonra da Allah dinlenmiştir." demeleri üzerine Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem buna çok kızdı. Bunun üzerine:
“Andolsun
ki gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize
yorgunluk da dokunmadı. ”[71]
âyeti nazil oldu.[72]
Hasen ve Katade'den
gelen başka bir rivâyette ise; Yahudiler Allah mahlûkatı altı günde yaratmış
yedinci günde dinlenmiştir deyince, Allah Tealâ söz konusu âyeti indirmiştir.
Bu yedinci gün cumartesi günüdür. Yahudiler bu günü dinlenme günü diye
isimlendirmektedir.[73]
Yüce Allah birçok
âyette; göklerin ve yerin yaratılışından bahsetmektedir. Ancak bunların hiç
birisinin kendisi için zor olmadığını, bir şeyin var olması için “ol” demesinin
yeterli olduğunu[74]
ve her şeyin isteyerek veya istemeyerek O’na boyun eğdiğini[75]
belirtmiştir. Yaratma konusunda Yüce Allah’ın kudretinde herhangi bir eksiklik
veya kaos düşünülemeyeceği[76]
gibi, yaratıklara arız olan yorgunluk gibi herhangi bir zaafla da
nitelendirilemez.[77]
1.2.7-
ALLAH’I KİŞİLEŞTİRMELERİ
Yahudilerin Yüce Allah’ı
kişileştirerek beşerin seviyesine indirgemesi bu günkü muharref Tevrat’ın
birçok âyetinde açıkça zikredilmiştir. Bu saplantının başında Yüce Allah’ın
(hâşâ) bir insanla güreşmesi iddiası gelir. Bu iddiaya göre Hz. Yakup(aleyhisselâm)
Allah ile güreşmiştir:
“Ve Yakub yalnız başına
kaldı ve seher sökünceye kadar bir adam onunla güreşti. Ve onu yenmediğini
görünce, uyluğunun başına dokundu ve onunla güreşirken Yakub’un uyluk başı
incindi. Ve dedi: Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve dedi: Beni
mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Ve ona dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakub. Ve
dedi: Artik sana Yakub değil ancak İsrail denilecek; çünkü Allah ile insanlarla
uğraşıp yendin. Ve Yakub sorup dedi: Rica ederim, adını bildir. Ve dedi: Adımı
niçin soruyorsun? Ve orada onu mübarek kıldı. Ve Yakub o yerin adını Peniel
koydu; çünkü Allah’ı yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi.” [78]
Yüce Allah bu mantıksız
iddiayı cevap vermeye bile değer bulmamıştır. Musa (aleyhisselâm)’ın Yüce
Allah’ı görmek istemesi üzerine, Yüce Allah’ın dağa tecelli etmesi ve dağın
param parça[79]
olması elbette Yahudilerin muttali olduğu bir gerçekti. Bu gerçeğe rağmen
Yahudiler böyle bir saplantıdan kendilerini koruyamamıştır.
Yahudilerin diğer bir
saplantıları ise Yüce Allah’ın yaptıklarından pişman olduklarını iddia
etmeleridir. Bu iddia muharref Tevrat’ta da yerini almıştır:
“Ve Rab gördü ki,
yeryüzünde adamın kötülüğü çoktu ve her gün yüreğinin düşünceleri ve
kuruntuları ancak kötü idi. Ve Rab yeryüzünde adamı yarattığına pişman oldu ve
yüreğinde acı duydu. Ve Rab dedi; Yarattığım adamı ve hayvanları, sürünenleri
ve göklerin kuşlarını toprağın yüzü üzerinden sileceğim; çünkü onları
yarattığıma pişman oldum”[80]
Yahudilerin bu inancı,
ilmi ve kudreti sınırsız olan Yüce Allah’a karşı ne kadar cahil
davrandıklarının bir göstergesidir. Zira Yüce Allah’ın, yaratıkları üzerindeki
hükümranlığı devamlı olduğu gibi, dilediğini yok etmeye de he zaman kadirdir.
“Allah,
yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında
durmadan iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten
Allah 'ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. ”[81]
Bu sapma, adeta Yüce
Allah’ın yarattıkları üzerinde hükümranlığının kalmadığına ilişkin bir inanç
sapmasıdır. Oysa Yüce Allah dileseydi bütün insanlar iman ederdi:
“Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar
mümin oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın?” [82]
Ama hikmetine binaen
insanlara iyiliği ve kötülüğü ilham edip[83] hidâyeti
veya sapıklığı seçmeyi insanların seçimine bırakmıştır. Yüce Allah dilediğini
yok etmeye ve onun yerine başka kimseleri getirmeye elbette kadirdir:
“Eğer
dilerse, ey insanlar, sizi giderir (yok eder) ve başkalarını getirir. Allah,
buna güç yetirendir”. [84]
Yüce Allah’ın,
kullarının günah işlemesine rıza göstermediği ve onların hayır işlerinden
dolayı zatının bildiği şekliyle sevindiği gerçektir. Ancak bu gerçekle beraber
Yüce Allah’ın yarattıklarından dolayı pişmanlık duyması her şeyden önce işin
sonucunu kestirmeyen bir zaaf olacağından, Yüce Allah için bu söz konusu
olamaz.
Melek inancı, başta
semavi dinler olmak üzere birçok inançta vardır. Yahudiler meleklerin Allah’ın
emrinde olan manevi varlıklar olduklarına inanırlar. Görevleri itibariyle
onları, İslâm inancıyla uygunluk arz eden bir takım kategorilere ayırırlar.[85]Ancak
gaybi konular olması ve mahiyetleri hakkında sınırlı bilgi verilmiş olması
nedeniyle melek inancı konusunda birçok yanlış telakkiler ortaya çıkmıştır.
İnanç sapması olarak belirttiğimiz bu yanlış telakkilerin en önemlisi
Yahudilerde meydana gelmiştir. Çünkü Yahudiler bu inancı vahyi inkâr
etmelerinin bir sebebi olarak ileri sürmüşlerdir. Zira onlar meleklerin önde
geleni olan ve Allah’ın övgüsüne mazhar olan Cebrail(aleyhisselâm)’ı düşmanları
olarak kabul etmişler ve kendileri de ona düşman olmuşlardır.[86]
Bu hususta Şehr b.
Havşeb, Abdullah b. Abbas’ın şunları söylediğini rivâyet etmektedir:
Bir gün Yahudilerden bir
topluluk Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldi ve ona: "Ey Ebu’l
Kasım, sana, Peygamber olmayanın bilemeyeceği bazı hususlar soracağız, sen
onları bize bildir" dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem da:
"Dilediğinizi sorun fakat siz bana, Allah'ı şahit tutarak yemin edin ve
Yakup(aleyhisselâm)’ın oğullarından aldığı ahdî verin ki, eğer ben sizlere
doğru olduğunu bildiğiniz şeyleri söyleyecek olursam, Müslüman olup bana
uyacaksınız." dedi. Yahudiler: "Sana bu sözü veriyoruz,"
dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şimdi dilediğinizi
sorun." dedi. Yahudiler: "Sana soracağımız şu dört hususu bize
bildir: Tevrat inmeden önce Yakub’un kendisine haram kıldığı yemek hangisidir?
Söyle bize, erkeğin suyu (menisi) nasıl, kadının suyu nasıldır? O sudan erkek çocuk
nasıl olur? Yine söyle bize, ümmi olan Peygamberin, meleklerden velisi
kimdir?" dediler. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şâyet ben
size bu şeyleri bildirecek olursam bana uyacağınıza dair Allah'a ahd ve misak
eder misiniz? dedi. Onlar da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin istediği
kadar ahd u misakta bulundular. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem:
"Musa (aleyhisselâm)’a Tevrat’ı indiren Allah hakkı için söyleyin.
Yakup(aleyhisselâm)’ın ağır bir şekilde hastalandığını, hastalığının uzun
sürdüğünü, bu yüzden Allah'a yemin ederek, eğer Allah onu bu hastalığından
kurtaracak olursa yiyeceklerin ve içeceklerin en sevimli olanını kendisine
yasaklayacağına dair bir adakta bulunduğunu, Yakub'a yiyeceklerin en
sevimlisinin deve eti olduğunu içeceklerin en sevimlisinin de deve sütü
olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Allah için evet,
biliyoruz." dediler.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem tekrar sordu: "Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah hakkı için
söyleyin. Sizler, erkeğin suyunun beyaz ve katı, kadının suyunun ise sarı ve
ince olduğunu, bu sulardan hangisi diğerine galip gelirse çocuğun, Allah'ın
izniyle onun cinsinden ve benzerinden olduğunu, eğer erkeğin suyunun kadının
suyuna galip gelirse; Allah'ın izniyle çocuğun erkek, kadının suyu erkeğin
suyuna galip gelirse, Allah'ın izniyle çocuğun kız olacağını biliyor
musunuz?" Yahudiler: "Allah için evet, biliyoruz" dediler.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem da buyurdu ki: "Ey Allah’ım! Sen bunlara şahit ol."
Yine Musa’ya Tevrat’ı indiren Allah hakkı için söyleyin bana, sizler bu ümmi
peygamberin gözlerinin uyuduğunu, kalbinin ise uyumadığını biliyor
musunuz?" dedi. Yahudiler: "Allah için evet, biliyoruz."
dediler.
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki: "Ey Allah'ım sen şahit ol." Yahudiler:
"Şimdi sen, meleklerden kimin senin samimi dostun olduğunu söyle. İşte o
zaman seninle beraber oluruz veya senden ayrılırız." dediler. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem: "Şüphesiz ki benim meleklerden en yakın dostum
Cebrail’dir. Allah, hiçbir peygamber göndermemiştir ki onun yakın dostu Cebrail
olmamış olsun." buyurdu. Yahudiler: "İşte şimdi o melek hususunda
senden ayrılıyoruz. Şâyet senin meleklerden olan dostun ondan başka birisi
olsaydı elbette ki sana uyar ve seni tasdik ederdik, dediler. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem: "Sizin, Cebrail’i tasdik etmenize mani olan
nedir?" dedi. Onlar da: "O bizim düşmanımızdır." dediler.[87]
Konuyla ilgili başka bir
rivâyette ise Hz. Ömer(r.a)'in Medine'nin yukarı tarafında bir tarlası vardı ve
yolu Yahudilerin dersanelerinin önünden geçerdi. Hz.
Ömer ara sıra onların
yanına oturur ve onları dinlerdi. Bir gün onlar: "Ya Ömer! Seni sevdik.
Senin hakkında çok ümitliyiz" dediler. Hz. Ömer de: "Allah'a yemin
ederim ki, sizi sevdiğim için yanınıza gelmiyorum ve dinim hakkında
şüphelendiğim için size soruyor değilim. Ben sizin yanınıza Hz. Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in peygamberliği hususunda basiretim artsın ve
O'nun alâmetlerini sizin kitabınızda göreyim diye geliyorum" dedi ve sonra
onlara Cebrail (aleyhisselâm)'i sordu. Onlar: "O, bizim düşmanımızdır. Hz.
Muhammed’i bizim sırlarımızdan haberdar ediyor. O, her türlü azap ve zelzelenin
sahibidir. Mikail (aleyhisselâm) ise bolluk ve barış getirir" dediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer onlara: "Bu iki meleğin Allah katında dereceleri
nedir?" diye sorunca onlar: "Bu ikisi Allah'a en yakın makamdadırlar.
Cebrail Allah'ın sağında, Mikail ise solundadır. Mikail Cebrail'in
düşmanıdır." dediler. Hz. Ömer de: "Şâyet sizin dediğiniz gibi ise o
ikisi birbirine düşman olmaz ve siz eşekten daha ahmaksınız. Onlardan birine
düşman olan diğerine de düşman olmuş olur. Onların ikisine düşman olan da
Allah'a düşmanlık beslemiş olur" dedi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'in
yanına döndü ve Cebrail (aleyhisselâm)'in kendisinden önce şu âyetleri
indirdiğini gördü.
“De
ki: "Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten onu (Kitabı), Allah'ın
izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve müminler için hidâyet ve müjde
verici olarak senin kalbine indiren O'dur. Her kim Allah'a, meleklerine,
elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin
düşmanıdır. "[88]
Bunun üzerine Hz.
Peygamber (sallallâhü aleyhi ve sellem); "Allah'a yemin olsun ki, ya Ömer,
Rabbin sana muvafakat etti" dedi. Hz. Ömer de: "Yemin olsun ki bundan
sonra sen beni din hususunda taştan daha kuvvetli göreceksin" dedi.[89]
Yahudilerin
Cebrail(aleyhisselâm)’a düşman olmalarının başka bir sebebi olarak da şunu
ileri sürerler: Allah Teâlâ, Peygamberimize, Buhtunnâsır adında bir kralın zamanında
Beyt-i Makdis'in yıkılacağını vahyetmiş ve o adamın vasıflarını bize
bildirmişti. Biz onu araştırdık ve (bir çocuk olarak onu) bulduk. Onu öldürmek
için adamlar gönderdik. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm): "Eğer Allah
sizi bunu öldürmeye musallat kılmış ise, Beyt-i Makdis'i harab edeceğini haber
verdiği adam bu olmamış olur. Ki o zaman bunu öldürmede bir fayda yoktur"
dedi. Sonra o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, kral oldu, bize karşı savaştı, Beyt-i
Makdis'i yıktı ve birçoğumuzu öldürdü. İşte bundan ötürü biz, Cebrail'i
düşmanımız sayarız. Mikail’e gelince, o da Cebrail'in düşmanıdır" dediler.[90]
Ancak Yahudilerin
Cebrail’(aleyhisselâm)’a olan bu düşmanlığın asıl sebebi, onun aracılığıyla
vahyin Yahudilerden olmayan Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’e
gönderilmiş olmasıdır.
Meleklerin varlığına
inanmak İslâm’ın temel esaslarından biridir.[91] Kur’ân-ı
Kerim’de mümin olmanın en önde gelen niteliklerinin başında gayba iman
zikredilmiştir.[92]Meleklerin
varlığını inkâr etmek Allah’ı, elçisini ve kitaplarını inkâr etmekle birlikte
zikredilmiştir:
“Ey
iman edenler, Allah 'a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce
indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini
ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır. [93]
Netice olarak meleklere
düşmanlık gütmek, melek inancında küfür derecesinde bir sapmadır.
Peygamberlerin arasını ayırmak nasıl ki küfür ise[94]
meleklerin arasını da ayırmak küfürdür. Melekler Allah’ın emri olmadan hiçbir
davranışta bulunmadıkları gibi[95]
Allahın izni olmadan kimseye de vahiy indirmezler.[96] Hangi
sebeple olursa olsun meleklerin arasını ayırmak suretiyle bazısını dost,
bazısını düşman olarak telakki etmek Kur’ân-ı Kerim’de küfür olarak ifade
edilmiştir:
“Her
kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık
şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır.”
[97]
İslâm’ın temel
esaslarından birisi de gerek Kur’ân-ı Kerim’e, gerekse Kur’ân- ı Kerim’den önce
indirilen kitaplara iman etmektir.[98]Yahudiler
de Tanah olarak isimlendirdikleri Tevrat’ı ve hahamların nesilden nesile
naklettikleri Talmud’u kutsal kitap olarak kabul ederler. Yahudiler sahip
oldukları kutsal kitaplar sayesinde İslâm’ın doğduğu ilk yıllarda, çevresindeki
müşriklerin nezdinde daha bilgili ve daha itibarlı insanlardı. Ancak Kur’ân-ı
Kerim’in nüzulüyle beraber onların kitap inancı konusundaki sapmaları da ortaya
çıkmaya başladı. Yahudiler, her ne kadar kitap ehli olsalar ve bu sebeple
kendilerine farklı bir konum atfetseler de, Kur’ân-ı Kerim’in sert
eleştirilerine maruz kalmışlardır.
Yahudiler, tarihi süreç
içerisinde kitaplarına karşı gösterdiği yanlış tutumu Kur’ân-ı Kerim’e karşı da
göstermişlerdir. Sahip oldukları bilgileri kendilerini hakka yöneltmek için
kullanmamışlardır. Kendi yanlışlarını düzelten ve gizlediklerini açıklayan
Kur’ân-ı Kerim’e karşı inkârcı bir tavır sergilemişler ve içinde bulundukları
duruma razı olmuşlardır.[99]
Bu anlamda Yahudilerin kitap inancı konusunda birçok sapmaları olmuştur.
1.4.1-
ALLAH’IN ÂYETLERİNİ
İNKÂR ETMELERİ
Yahudiler başta Kur’ân-ı
Kerim olmak üzere, diğer bazı peygamberlere verilen ilâhî kitapları inkâr
ederler.[100]
Bununla beraber, inandıkları kitapların da kendi nefislerine uymayan
kısımlarını çarpıtmak suretiyle inkâr etmişlerdir. Dolayısıyla Yahudilerin
peygamberimize karşı takınmış oldukları olumsuz tutum, bu türden tutumlarının
ne ilki, ne de sonuncusudur. Onlar hakka karşı çıkmayı ve Yüce Allah'a
verdikleri sözlerden dönmeyi, Yüce Allah'ın dinini bir yana bırakarak
nefislerinin arzularını ilah edinmeyi, sürekli günah işlemeyi, hakka
çağıranlara saldırmayı, hak çağrısına düşmanca karşılık vermeyi huy ve gelenek
haline getirmişlerdir:[101]
“Hani
îsrailoğulları ’ndan, “Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, anneye-babaya,
yakınlara, yetimlere ve yoksullara iyilikle davranın, insanlara güzel söz
söyleyin, namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin " diye misak almıştık.
Sonra siz, pek azınız hariç, döndünüz ve (hâlâ) yüz çeviriyorsunuz. Hani sizden
“Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın "
diye misak almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hâlâ (buna) şahitlik
ediyorsunuz. Sonra (yine) siz, birbirinizi öldürüyor, bir bölümünüzü
yurtlarından sürüp-çıkarıyor ve günah ve düşmanlıkla aleyhlerinde ittifaklar
kuruyor ve size esir olarak geldiklerinde onlarla fidyeleşiyordunuz. Oysa
onları çıkarmanız, size haram kılınmıştı. Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne
inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların
dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet gününde de
azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil
değildir"[102].
Yahudiler sıhhatine
inandıkları Tevrat’ın hükümlerinden bir kısmını inandıkları halde, arzularına
uymadığı gerekçesiyle uygulamamışlardır.[103] Kur’ân’ı
Kerim’in inkâr olarak ifade ettiği âyetlerin hükmünün uygulanmaması yaklaşımı,
Yahudilerin en büyük sapmalanndandır. Yahudiler bu sapma neticesinde bireysel
ve toplumsal hayattın hiçbir aşamasında samimiyetle Allah’ın kitabının hükmüne
başvurmamıştır.
1.4.2-
ALLAH’IN ÂYETLERİNİ
TAHRİF ETMELERİ
Yahudilerin dini
sapmalarının başında âyetleri tahrif gelir. Bu sapma neticesinde Yahudiler
âyetleri gerek mana, gerekse metin yönünden tahrif etmeye yeltenmişlerdir.
İnandıkları Tevrat’a karşı sorumluluklarını yerine getirmemiş olan
Yahudilerden, İncil ve Kur’ân karşısında farklı bir tutum sergilemeleri
beklenemez. Zira Hz. Musa (aleyhisselâm) döneminde Tevrat yazılmıştı ve
Yahudiler onu korumak ve ezberlemekle mükelleftiler. Ancak Yahudilerden hiç
kimse Tevrat’ı ezberlemediği gibi onun yazılı nüshalarını da koruyamamıştır.[104]
İleride açıklayacağımız gibi Hz. Musa (aleyhisselâm)’dan asırlar sonra sıhhati
tartışılır bir şekilde Tevrat yeniden yazılmıştır. Dolayısıyla düşmanlarının
eliyle tahrif edilmiş olan Tevrat, Yahudilerin eliyle de tahrif edilmeye devam
edilmiştir. Kendi kitaplarında bu tahrifi meydana getirmiş olan Yahudiler,
diğer kutsal kitaplara karşı da benzer bir tavır sergilemişlerdir. Bu tahrifin
Kur’ân-ı Kerim’e yönelik olanının başında; müspet mâna ve değer ifade eden
kelimeler alınarak, ya ses benzerliğinden veya kelimelerin diğer mânalarından
yararlanılıp olumsuz, kötü, aşağılayıcı maksatlarla kullanılması gelir. Meselâ
"râinâ" kelimesi Arapça’da "Bizi gözet, durumumuzu göz önüne
alarak konuş..." manasına gelir. Müminler bu kelimeyi olumlu bir
manada kullanmışlardır. Hz. Peygamber'den, onun söylediklerini iyi anlamaları
ve yerine getirebilmeleri için durumlarını gözeterek konuşmasını,
açıklamalarını buna göre yapmasını istirham etmişlerdir. Yahudiler ise,
İbrânîce'de ses itibariyle bu kelimeye benzeyen ve "ahmak, kalın
kafalı" gibi mânalara gelen "râûnâ" kelimesinin mânasını
kastederek "râinâ" demektedirler. Tahrifin diğer şekilleri
kelimelerin yerlerini değiştirmek, kelimeleri başkalarıyla değiştirmek ve
lafızla alâkası olmayan veya kastedilme ihtimali çok uzak bulunan manalar
vererek sözü asıl manasından saptırmak suretiyle yapılmaktadır:
“ Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden
değiştirirler, dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak (Peygambere karşı)
"îşittik ve karşı geldik", "dinle, dinlemez olası",
"râinâ" derler. Eğer onlar "îşittik, itaat ettik, dinle ve bizi
gözet" deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı;
fakat küfürleri gerçeği kabul etmemeleri) sebebiyle Allah onları lânetlemiştir.
Artık pek az inanırlar.”[105]
“Onlardan
öyleleri vardır ki, dillerini kitaba doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur
göründüklerini) kitaptan sanasınız diye. Oysa o kitaptan değildir. "Bu
Allah katındandır" derler. Oysa o, Allah katından değildir. Kendileri de
bildikleri halde Allah 'a karşı (böyle) yalan söylerler. ”[106]
Bir kısım Yahudiler ve
Hıristiyanlar tahrifin bütün şekillerini yapmışlardır. Kitapların metnini
değiştirdikleri gibi metinden kastedilen anlamı da değiştirmişlerdir.[107]
Böylece icat ettikleri dini icatlara ve teorilere uygun olmayan kelime ve
cümleleri değiştirerek, insanları zihni hatalara ve yanlış inançlara
yöneltmişlerdir.[108]Böylece
hem kendilerini aldatmışlar, hem de başkalarını saptırmak istemişlerdir. Kötü
niyetle davranan, hidâyet karşısında sonuna kadar direnen kâfirler, akıl ve
iradelerini böyle kullandıkları için ilâhî lanete müstehak olmuşlardır,
lanetlenmişlerin ise inanmaları beklenemez.[109] Bu
tahrifler neticesinde başta Yüce Allah olmak üzere, O’nun gönderdiği
peygamberlere birçok iftiralar atmışlardır. Bu iftiraların başında Yüce
Allah’ın (hâşâ) eşler edinmesi,[110]
Hz. Nuh (aleyhisselâm)’ın kızlarıyla zina etmesi,[111] Hz.
Harun’un put yaptığı iddiaları[112]
gelir.
Yahudiler kasten
Allah'ın Tevrat'taki kelamını değiştiriyor ve onu, Allah'ın kast ettiğinin
dışında tefsir ediyorlar. Yüce Allah’ın söylemediklerini Allah’a isnat
ediyorlar.[113]Nitekim
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)'in kendi kutsal kitaplarındaki
vasıflarını, recim hükümlerini ve daha başka şeyleri değiştirmişlerdir.[114]
“Sözleşmelerini
bozmaları nedeniyle, onları lanetledik ve kalplerini kaskatı kıldık. Onlar,
kelimeleri konuldukları yerlerden saptırırlar. (Sık sık) Kendilerine
hatırlatılan şeyden (yararlanıp) pay almayı unuttular. îçlerinden birazı
dışında, onlardan sürekli ihanet görür durursun. Yine de onları affet, aldırış
etme. Şüphesiz Allah, iyilik yapanları sever”. [115]
Dünyayı ahirete tercih
etmek Yahudilerin en belirgin vasfıdır. Dünya tutkusu ruhlarını o derece sardı
ki, Allah katındaki sorumluluklarını unuttular. İstediklerini yapabilmek için
Tevrat’taki haramı helal, helâlı haram kabul ederek Allah’ın kelâmını tahrif
etmeye, değiştirmeye ve keyiflerince yorumlamaya başladılar.[116]
Böylece kalpleri katılaştı ve Allah’ın lanetine müstahak oldular.
1.4.3-
ALLAH’IN ÂYETLERİNİ
GİZLEMELERİ
Yahudilerin kitap inancı
konusundaki diğer bir sapmaları da Tevrat’ta zikredilen birçok gerçekleri
gizlemeleridir. Yahudi din adamları kendi konumlarını korumak ve insanları
özellikle İslâm dininden alıkoymak için bildikleri birçok hakikati
gizlemişlerdir. Bunların başında, öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıdıkları
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem.)’in peygamberliğini inkâr etmeleri
gelir:
“Kendilerine
kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna
rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde gerçeği gizlerler.” [117]
Yahudiler Tevrat’ta
zikredilen Hz. Muhammed’in ismini ve sıfatlarını gizlemişlerdir. Bununla
beraber recim cezası gibi işlerine gelmeyen ahkâmın bir kısmını da
gizlemişlerdir.[118]
Yahudiler Hz.
Muhammed’in peygamberliğinin ne kadar gerçek olduğunu ve insanlara tebliğ
ettiği emirlerin ne kadar doğru olduğunu ellerindeki kutsal kitabın verdiği
bilgilere dayanarak kesinlikle biliyorlardı.[119] Çünkü
Kur’ân onların yanındaki birçok gerçekle uyum arz ediyordu. Fakat böyle
olmasına rağmen Yüce Allah'ın kutsal kitaplarında kendilerine açıklamış olduğu
gerçekleri gizliyorlardı. Gerek onlar ve gerekse tarihin herhangi bir
dönemindeki benzerleri, Yüce Allah tarafından indirilen gerçeği, çeşitli
sebeplerle gizli tutarlar. İnsanlar böylelerine çeşitli dönemlerde ve çeşitli
yerlerde rastlıyorlar. Bunların ortak tutumu şöyle özetlenebilir: Bunlar bile
bile hakkı, gerçeği söylemezler; gerçeği anlatan sözleri, belgeleri, kesinliklerinden
emin olmalarına rağmen saklı tutarlar; Yüce Allah'ın kitabında yer alan kimi
âyetlerden uzak dururlar, onları gün yüzüne çıkarmazlar, tersine onları
sessizce geçiştirirler, dikkatlerden saklarlar:
“Peki)
Onlar, Allah'ın gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bildiğini
bilmiyorlar mı ?"[120]
Bunu, söz konusu
âyetlerin içerdiği gerçekleri saptırmak, onu insanların kulaklarından ve diğer
duyu organlarının algısından gizlemek için yaparlar. Bu tutumlarının temelinde
mutlaka dünyalarına dönük bir menfaat yatar. Bu tutumu biz birçok durumda ve bu
dinin birçok gerçekleriyle ilgili olarak sık sık görüyoruz:[121]
“Gerçekten,
apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için Kitapta açıkladığımız
hidâyeti gizlemekte olanlar; işte onlara, hem Allah lanet eder, hem de (bütün)
lanet ediciler. ”[122]
Allah’ın indirdiği
âyetlere inanmak beraberinde bir takım sorumluluklar getirir. Bu
sorumlulukların başında inandıkları gerçekleri başkasına da ulaştırmak gelir.
Özellikle peygamberlerin varisleri olan âlimlerin bu noktada ağır
sorumlulukları vardır. Allah’ın âyetlerini gizlemek, onları her ne sebeple
olursa olsun insanlara tebliğ etmekten kaçınmak; Allah’ın, insanların, cinlerin
ve bütün canlıların lanetine sebep olan çok ağır bir suçtur. Bu konuda Hz.
Peygamber(sallallâhü aleyhi ve sellem); “dini bir konuda sorulan soruya bildiği
halde cevap vermeyen kişinin, kıyamet gününde ateşten bir gem ile
gemleneceğini” bildirmiştir.[123]
Kendisine hidâyet ulaştırılmayan insanlar, bu hidâyeti gizleyenlerden hesap
soracaklardır. Aynı çağda yaşayan insanların birbirlerine hakkı tebliğ etme
sorumlulukları olduğu gibi, kendilerinden sonra gelen nesiller için de bu
noktada iyi bir miras bırakma mükellefiyetleri vardır. Çünkü önce gelen her
nesil, bir sonraki neslin öncüsü ve örneğidir.[124]
1.4.4-
ALLAH’IN ÂYETLERİNİ
DÜNYA KARŞILIĞINDA SATMALARI
Bu tutum aslında
Yahudilere özgü bir tutum değildir. Her dönemde dini kendine tehdit olarak
gören çevreler, bu tehdidi bertaraf etmek için dini kullanmışlardır. Çoğunlukla
da bunu yapanlar, sözüne itibar edilen din âlimleri olmuştur:
“Artık
vay hallerine; kitabı kendi elleriyle yazıp, sonra az bir değer karşılığında
satmak için "Bu Allah katındandır" diyenlere. Artık vay, elleriyle
yazdıklarından dolayı onlara; vay kazanmakta olduklarına. Dediler ki:
"Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki:
"Allah katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa
Allah 'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? "[125]
Bu âyetin işaret ettiği
anlam bakımından âlimlerin mesuliyetini Fazlur Rahman şu çarpıcı ifadelerle
dile getirir: “Hidâyetin ve manevi gücün kaynağı olması beklenen din
adamlarının bozulması, bir toplumun bozulmasındaki son adımdır. Bozulmanın
takip ettiği tabii yol, bunların gevşek bilinçleri vasıtasıyla hakikatin ya
zenginlerin ya da genel olarak toplumun huysuz “arzuları” ile
uzlaştırılmasıdır. Her iki durumda da din adamları önce baskı altında kalır ve
taviz verirler. Bu verilen tavizlerle beraber bilinçleri körelir. Para veya
şöhret sebebiyle uzlaşmaya giderler ve bu nedenle halkın da gözünden itibar
kaybederek düşerler ve artık ıslah edici olma vasıflarını yitirirler:”[126]
Yüce Allah, dini bir söylemin her zaman samimiyetten kaynaklanmadığını kimi
zaman dünyevi bir menfaat sebebiylede kullanılabileceğini belirtmiştir:
“Onların
ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım 'kötü kimseler' geçti.
(Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve: "Yakında
bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da
alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiretyurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl
erdirmeyecek misiniz? ”[127]
Ayette açıkça
anlaşılıyor ki kitaba ilişkin sorumluklarını söz vermelerine rağmen dünyevi
kaygılar sebebiyle yerine getirememişlerdir.
1.5-
YAHUDİLERİN PEYGAMBER
İNANCI
Yahudiler Eski Ahid’de
yer alan peygamberlere inanmakla beraber en önemli değeri Hz.
Musa(aleyhisselâm)’a atfederler.[128] Ancak
gerek Hz. Musa(aleyhisselâm)’a karşı, gerekse diğer peygamberlere karşı
takındıkları tutum nedeniyle Kur’ân-ı Kerim’in sert eleştirilerine muhatap
olmuşlardır.[129]
Peygamberler, itaat ve
ittiba[130]
edilmesi gereken Allah elçileridir. Onlara karşı gösterilen olumsuz bir tavır
sıradan bir insana karşı gösterilen olumsuz tavırla kıyaslanamaz.[131]Bu
nedenle peygamberlerin peygamber olduklarına iman etmek, beraberinde onlara
itaat etme ve onlara karşı belli bir saygı çerçevesinde hareket etme
mükellefiyetini de gerektirir. Kuşkusuz peygamberlik makamı edep, terbiye,
nezaket, vakar, ciddiyet, sevgi ve saygı makamıdır. Çünkü Onlar, Allah'ın
elçileridirler. Onlara karşı saygı, Allah'a saygıyı ifade eder. Onlara
hürmetsizlik de Allah'a hürmetsizlik sayılır.[132] Bu
anlamda hiçbir peygamber diğerinden ayırt edilemez.[133]
1.5.1-
PEYGAMBERLERE İSYAN
ETMELERİ
Kur’ân-ı Kerim’de
belirtilen Yahudi sapmalarının başında Allah’ın elçilerine karşı gösterdikleri
olumsuz tavır gelmektedir.
Yahudiler inandıkları
peygamberlere hiçbir zaman koşulsuz olarak itaat etmemişlerdir. Siyasi ve ırki
asabiyet gibi nedenlerle peygamberlere[134] karşı
sürekli şüpheli ve isyankâr bir tavır takınmışlardır.[135] Bunun en
açık örneği kendilerini Firavun’un zulmünden kurtaran Hz. Musa (aleyhisselâm)’a
ve peygamber olan kardeşi Hz. Harun’a karşı gösterdikleri menfi tavırlardır.
Hz. Musa (aleyhisselâm) aralarından ayrılır ayrılmaz Hz. Harun’a isyan
ederek buzağıyı ilah edindiler. Hz. Harun’un uyarılarına uymak şöyle dursun, neredeyse onu öldüreceklerdi:
“Bunun
üzerine Musa, kavmine oldukça kızgın, üzgün olarak döndü. Dedi ki: "Ey
kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Size (verilen) söz (ya da
süre) pek uzun mu geldi? Yoksa Rabbinizden üzerinize kaçınılmaz bir gazabın
inmesini mi istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız? Dediler ki: "Biz
sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden dönmedik, ancak o kavmin (Mısır
halkının) süs eşyalarından birtakım yükler yüklenmiştik, onları (ateşe) attık,
böylece Samiri de attı." Böylece onlara böğüren bir buzağı heykeli döküp
çıkardı, "İşte, sizin ve ilahınız, Musa'nın ilahı budur; fakat (Musa)
unuttu" dediler. Onun kendilerine bir sözle cevap vermediğini ve onlara
bir zarar veya fayda sağlamaya gücü olmadığını görmüyorlar mı? Andolsun, Harun
bundan önce onlara: "Ey kavmim, gerçekten siz bununla fitneye düşürüldünüz
(denendiniz). Sizin asıl Rabbiniz Rahman (olan Allah)dır; şu halde bana uyun ve
emrime itaat edin" demişti. Demişlerdi ki: "Musa bize geri gelinceye
kadar ona (buzağıya) karşı bel büküp önünde eğilmekten kesinlikle
ayrılmayacağız." (Musa da gelince:) "Ey Harun" demişti.
"Onların saptıklarını gördüğün zaman seni (Onlara müdahale etmekten)
alıkoyan neydi? Niye bana uymadın, emrime baş mı kaldırdın? Dedi ki: "Ey
annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup-yolma. Ben, senin: "İsrailoğulları
arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin" demenden endişe edip
korktum.[136]
Hz. Musa (aleyhisselâm),
kendilerinden bir kurban kesmelerini emrettiğinde “işittik ve itaat ettik”
demeleri gerekirken çok lakayt bir tavır takındılar:
“Hani
Musa kavmine: "Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor"
demişti.[137]
Bu emir, bu biçimi ile
içeriğini onaylayıp yerine getirmeleri için yeterli idi. Çünkü sözü söyleyen
peygamberleri, aynı zamanda kendilerini Yüce Allah'ın rahmeti, gözetimi ve
direktifi ile onur kırıcı bir işkence hayatından kurtarmış olan liderleridir.
Üstelik bu peygamber, bu direktifin kendi emri, kendi görüşü olmadığını, bu
emrin kendilerini hidâyeti doğrultusunda ilerletmek isteyen Yüce Allah’tan
geldiğini belirtiyor. Bu emre karşı verdikleri cevap, küstahlıktan ve şanlı
peygamberlerini alaycılıkla, dalgacılıkla suçlamaktan ibaret oldu. Sanki Yüce
Allah'ı tanıyan sıradan bir insanın bile Yüce Allah'ın adını ve emrini alay ve
maskaralık malzemesi yapması düşünülebilirmiş gibi, peygamberlerine şöyle
soruyorlar:[138]
"Bizi
alaya mı alıyorsun? dediler." Hz. Musa(aleyhisselâm) insanlarla alay etmeyi cehaletle eş tuttuğu için bu
fiilden Allah’a sığınıyor:
" Cahillerden olmaktan Allah 'a sığınırım"
dedi ve İsrailoğullarına:
"Haydi,
(artık) size emredileni yapıverin "[139] diyerek işin
ciddiyetinin farkında olmayı kavramalarına çalışıyor.
Hz. Musa(aleyhisselâm)
hakkında kötü zan besleyerek, ona bedeni bir kusur atfedip bu suretle onu
incittiler:
"Ey
inananlar! Siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Allah onu, onların dedikleri
şeyden temize çıkardı. O Allah'ın yanında gözde, itibarlı bir kul idi. "[140]
Konuya ilişkin
rivâyetlerde, Hz. Musa (aleyhisselâm’ın edepli, terbiyeli, vücudunu örten,
utanıp hayâ duyduğu için de bedeninden herhangi bir yeri açık tutmayan bir
kimse idi. O yüzden İsrailoğullarından bir kısmı; “Musa'nın kendini bu kadar
örtmesi, sırf tenindeki alacalıktan veya debbelikten, ya da bir dertten
dolayıdır” diyerek ona eziyet ediyorlardı. Ancak Yüce Allah, bir vesileyle onlara
Hz. Musa’nın vücudunda herhangi bir kusurun olmadığını gösterdi.[141]
Konuya ilişkin diğer bir rivâyette ise; "Musa ile Harun birlikte dağa
çıkmışlardı. Harun orada vefat etmiştir. İsrailoğulları Musa’ya : "Onu sen
öldürdün. O, bizi senden daha çok seviyor ve bize senden daha yumuşak
davranıyordu." dediler. Böylece Musa (aleyhisselâm)’a eziyet etmiş
oldular.[142]
Aynı şekilde Yahudiler
Hz. İsa(aleyhisselâm)’ı da babası olmadığı gerekçesiyle -hâşâ- gayri meşru bir
doğumdan olmakla itham etmişlerdir. Aynı şekilde Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı,
mucizelerinden dolayı sihirbazlıkla itham etmişlerdir[143] ve onu
öldürmeye çalışmışlardır. Annesi Hz Meryem’e de iftira ederek onu iffetsizlikle
suçlamışlardır. Onların bu iftiralarını Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “büyük bir
bühtan” olarak nitelendirerek ilâhî lanete uğramalarının sebepleri arasında
zikreder:
“Onların
kendi sözlerini bozmaları, Allah 'ın âyetlerine karşı inkâra sapmaları,
peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: "Kalplerimiz örtülüdür"
demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona
(kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Bir de) înkâra
sapmaları ve Meryem'in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri, Ve: "Biz,
Allah'ın Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri
nedeniyle de (onlara böyle bir ceza verdik.) Oysa onu öldürmediler ve onu
asmadılar. Ama onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında
anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şüphe içindedirler. Onların bir zanna uymaktan
başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. ”[144]
Yahudiler, isyankâr
tavırlarını nefislerine ağır gelen her emir karşısında sürdürmeye devam
ettiler. Nitekim Hz. Musa(aleyhisselâm) kendilerine Allah’ın verdiği nimetleri
hatırlatarak savaşmayı emrettiği halde, onun emrine uymayarak ona isyan
ettiler:
“Hani,
Musa kavmine (şöyle) demişti: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini
anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve âlemlerden
hiç kimseye vermediğini size verdi. "Ey kavmim, Allah 'ın sizin için
yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza
dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz. Dediler ki: "Ey
Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle
girmeyiz. Şâyet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz. Korkanlar arasında
olup da Allah 'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi: "Onların üzerine
kapıdan girin. Girerseniz, şüphesiz sizler galipsiniz. Eğer müminlerdenseniz,
yalnızca Allah 'a tevekkül edin." dedi. Dediler ki: "Ey Musa biz,
onlar durduğu sürece hiç bir zaman oraya girmeyeceğiz Sen ve Rabbin git, ikiniz
savaşın. Biz burada duracağız. Bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen
ayır." dedi. ” [145]
Nihâyetinde Hz.
Musa(aleyhisselâm) kendinden ve kardeşinden başkasına hâkim olamadığını
belirterek, “fasıklar” olarak nitelendirdiği bu toplumdan Yüce Allah’a
sığınıyor. Hz. Musa bu şekilde davranan topluma “fasık” sıfatını vermektedir.
Çünkü onlar, Allah'ın emrine ve O'nun peygamberine en ufak bir saygıyı
göstermeksizin karşı koyan insanlardır.
“(Musa:)
"Rabbim, gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum.
Öyleyse bizimle fasıklar topluluğunun arasını Sen ayır." dedi ”[146]
Bu olayla
kıyaslandığında İslâm ümmetinin Bedir’de Hz. Peygamber (sallallâhü aleyhi ve
sellem)’e karşı gösterdiği tavır İslâm ümmeti ile Yahudi toplumu arasındaki
karakteristik farkı belirtme açısından son derece önemlidir:
Bedir savaşında
Müslümanlarla müşrikler arasında büyük bir güç dengesizliği vardı. Peygamber
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Müslümanlarla bunu istişare ederken; Mikdad b.
Amr kalktı ve:"Yâ Rasûlallah! Allah'ın emrettiği şeyi yerine getir! Biz
senin yanındayız! Vallahi, biz sana, İsrailoğullarının Musa(aleyhisselâm)’a
dediği gibi: 'Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz muhakkak burada oturucuyuz!'
demeyiz. Fakat, 'Sen ve Rabbin gidip savaşın! Biz de sizinle birlikte
savaşıcılarız!' deriz. Seni hak din ve hak kitapla peygamber gönderen Allah'a
yemin ederiz ki, sen bizi Birkü'l-Gımad'a kadar yürütecek olsan, oraya
varıncaya kadar seninle birlikte gider, senin önünde savaşırız!" dedi.
Peygamberimiz(sallallâhü aleyhi ve sellem):"Hayra eresin!" diyerek
Mikdad için hayır diledi”
Daha sonra Sa'd b. Muaz
ayağa kalkarak şöyle dedi:
"Biz sana iman
etmiş, seni doğrulamış, bize getirdiklerinin hak ve gerçekliğine şahadet
getirmiş, bu yolda dinlemek ve itaat etmek üzere sana kesin sözler de vermiş
bulunuyoruz! Ya Rasûlallah! Sen, istediğini yap! Seni hak peygamber gönderen
Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan, seninle birlikte
biz de dalarız, içimizden hiç kimse geri kalmaz! Senin, yarın bizi düşmanımızla
karşı karşıya getirmenden de hoşnutsuzluk göstermeyiz. Savaşta sabır ve sebat
göstermek, düşmanla karşılaşınca da sadakatten ayrılmamak, bizim şiarımızdır.
Umulur ki Allah, sana bizden, gözünü aydın edecek şeyler gösterecektir! Yürüt
bizi Allah'ın bereketine doğru!" dedi.[147]
1.5.2-
PEYGAMBERLERİ İNKÂR
ETMELERİ
Yahudilerin peygamber
konusundaki diğer bir sapmaları da peygamberlerin arasını ayırmak suretiyle
onlardan bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmeleridir. Yahudiler başta
peygamberimiz olmak üzere birçok peygamberin Allah’ın elçisi olduğunu
bildikleri halde, nefsi hırslarından ve ırki asabiyetlerinden dolayı
peygamberleri inkâr etmişlerdir. Örneğin Hz. Davud’un ve Hz. Süleyman’ın sadece
hükümdar olduklarını kabul ederler ve kendi ırklarından olmadıkları
gerekçesiyle, Hz. Salih, Hz. Nuh, Hz. Şuayb, Hz. İsmail[148] ve Hz.
Muhammed(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in da peygamberliğini inkâr ederler.[149]
“Kendilerine
kitap verdiklerimiz, onu (peygamberi), çocuklarını tanır gibi tanırlar. Buna
rağmen içlerinden bir bölümü, bildikleri halde gerçeği gizlerler. ”[150]
Yahudiler, Hz.
Muhammed’in peygamber olduğunu ve getirdiği dini ahkâmın Allah’tan olduğunu çok
iyi biliyorlardı. Konuya ilişkin rivâyet edilen en çarpıcı örnek, Abdullah bin
Selam’ın Müslüman olurken, çocuğunun kendisine aidiyetinden daha fazla Hz.
Muhammed’in peygamberliğinden emin olduğunu ifade etmesidir.[151]
Yahudi bilginleri Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu çok iyi bildikleri halde
sudan bahanelerle Hz. Peygamberin risaletini inkâr ederek İslâm’ın en azılı
düşmanları oldular.[152]
1.5.3-
BAZI PEYGAMBERLERİ
ALLAH’IN OĞLU OLARAK NİTELENDİRMELERİ
Tüm peygamberler
kendilerini Allah’ın kulu ve elçileri olarak ifade etmelerine rağmen,
Yahudilerin peygamberlere karşı gösterdiği diğer bir sapmaları da,
peygamberlerden kimilerini aşırı yücelterek Allah’ın oğlu olduğunu ifade
etmeleridir:
“Yahudiler:
"Üzeyir Allah'ın oğludur" dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih
Allah'ın oğludur" dediler. Bu, onların ağızlarıyla söylemeleridir; onlar,
bundan önceki inkâr edenlerin sözlerini taklid ediyorlar. Allah onları
kahretsin; nasıl da çevriliyorlar? ”[153]
Bahsi geçen sebepten
dolayı tüm Yahudiler değilse de, Yahudilerden bir kısmının bu inançta olduğu ve
geri kalanlarının da buna karşı çıkmadıkları bilinen bir gerçektir. Bu nedenle
hitap ve kınama tüm Yahudilere yöneliktir.
1.5.4-
PEYGAMBERLERİ
ÖLDÜRMELERİ
Yahudiler gerçeği
bildikleri halde Allah’ın elçilerine karşı söz ve davranışlarıyla isyana ve
inkâra dayalı bir tavır takınmakla yetinmeyerek, onlardan bir kısmını da
acımasızca katletmişlerdir:[154]
“Siz
şöyle demiştiniz: "Ey Musa, biz bir tek yemeğe asla dayanamayız; bizim
için Rabbine dua et de bize yerin bitirdiklerinden, baklasından, acurundan,
sarmısağından, mercimeğinden, soğanından çıkarıversin. "Musa şöyle
demişti; "Siz daha aşağı bir nimete daha üstün bir nimeti mi değişmek
istiyorsunuz? İnin bir kasabaya; istediğiniz sizin olacaktır. "Ve
üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'tan bir gazaba
çarpıldılar. Bu böyle oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ediyor ve
haksız yere peygamberlerini öldürüyorlardı. İsyan ettikleri için böyle oldu.
Sınır tanımıyor, azgınlık yapıyorlardı. ”[155]
Mevdudi’nin bu âyetin tefsirinde
Kitab-ı Mukaddes’ten getirdiği örneklerle işaret ettiği gibi İsrailoğulları’nın
tarihi, peygamberlerini öldürme vakalarıyla doludur:
Kitab-ı Mukaddese
bakıldığında İsrailoğulları’nın tarihi, peygamberlerini hapsetme ve öldürme
vakalarıyla dolu olduğu şu örneklerde açıkça görülmektedir:
1-
Yahuda kralı
Asa (mö. 911-870) kendisini Allah’tan başkasına güvenmekle suçlayan dönemin
peygamberi olan Bilici Hanani’yi ve onunla beraber bir çok kişiyi hapsetmesi:
“O sırada Bilici Hanani
Yahuda Kralı Asa'ya gelip şöyle dedi: "Tanrın RAB'be güneceğine Aram
Kralı'na gündin.” “Asa biliciye öfkelenip onu cezaevine attırdı. Çünkü
söyledikleri onu kızdırmıştı. Halktan bazı kişilere de baskı yaptı.”[156]
2-
Îlyas peygamber(aleyhisselâm)
İsrailoğullarını Asurluların putu olan Baal'e taptıkları için suçlayıp onlardan
bir tek Allah'a ibadet etmelerini istediğinde, İsrailoğulları onun azılı
düşmanları oldular. Samarra'nın kralı Ahad onu ölümle tehdit etti:[157]
“Îlyas, "Her Şeye
Egemen RAB Tanrı'ya büyük bir istekle kulluk ettim" diye karşılık verdi,
"Ama İsrail halkı senin antlaşmanı reddetti, sunaklarını yıktı ve
peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben kaldım. Beni de öldürmeye
çalışıyorlar."[158]
3-
“Kral Ahab, hakkı söylediği için bir
peygamberi daha, Mikaya'yı hapsetmiştir. Bunun üzerine İsrail Kralı,
"Mikaya'yı kentin yöneticisi Amon'a kralın oğlu Yoaş'a götürün"
dedi,"Ben günlük içinde dönünceye dek bu adamı cezaevine atmalarını, ona
su ekmekten başka bir şey vermemelerini söyleyin! "[159]
Yahudilerin tarihi
peygamberlere karşı işlenen cinayetlerle dolu bir tarih olduğu Yeni Ahide de
açıkça ifade edilmektedir:
“Vay halinize ey din
bilginleri ve Ferisiler, ikiyüzlüler! Peygamberlerin mezarlarını yaparsınız,
doğru kişilerin türbelerini donatırsınız. Atalarımızın yaşadığı günlerde yaşasaydık,
onlarla birlikte peygamberlerin kanına girmezdik' diyorsunuz. Böylece,
peygamberleri öldürenlerin torunları olduğunuza siz kendiniz tanıklık
ediyorsunuz. Haydi, atalarınızın başlattığı işi bitirin.”[160]
4-
Yahya(aleyhisselâm) Yahuda kralı Herod'un
sarayında açıkça işlenen ahlaksızlıklara karşı çıktığı için önce hapsedildi
daha sonra başı kesildi:
Hirodes bunları duyunca,
“Başını kestirdiğim Yahya dirilmiştir!” dedi. Hirodes'in kendisi, kardeşi
Filipus'un karısı Hirodiya'nın yüzünden adam gönderip Yahya'yı tutuklatmış,
zindana attırıp zincire vurdurmuştu. Çünkü Hirodes bu kadınla evlenince Yahya
ona, “Kardeşinin karısıyla evlenmen Kutsal Yasa'ya aykırıdır” demişti.[161]
5-
Yahudi âlimlerinin ve sahiplerinin kötü
düzenlemelerinin son kurbanı, onları ikiyüzlülükleri ve günahları yüzünden
azarlayan, doğru yola gelmelerini tavsiye eden İsa Mesih'ti. Bu
"suç"u nedeniyle ona bir tuzak kurup öldürmeyi planladılar. Onun on
iki havarisinden biri olan Yahuda'yı (ihanet etmesi için para rerek) satın
aldılar ve Hz. İsa(aleyhisselâm)’ı yakalamak ve başrahibin evine götürmek
üzere, kılıçlar ve sopalarla büyük bir kalabalık gönderdiler. Onu bağladıktan
sonra götürüp Roma valisi Pontius Pilate'ye teslim ettiler. Ona ölüm cezası
verdirebilmek için hakkında yalan deliller öne sürdüler. O kadar ileri gittiler
ki, Pilate'den festivalde lütuf göstererek bir katil olan Barabba’yı serbest
bırakıp, Hz. İsa (aleyhisselâm)’ı çarmıha germelerini istediler.[162]
İsa'yla birlikte, biri sağında öbürü solunda olmak üzere iki haydut da
çarmıha gerildi. Oradan geçenler başlarını sallayıp İsa'ya sövüyor, “Hani sen
tapınağı yıkıp üç günde yeniden kuracaktın? Haydi, kurtar kendini! Tanrı'nın
oğluysan in çarmıhtan diyorlardı. Baş kâhinler, din bilginleri ve ihtiyarlar da
aynı şekilde O’nunla alay ederek, “Başkalarını kurtardı, kendini kurtaramıyor”
diyorlardı. “İsrail'in Kralı imiş! Şimdi çarmıhtan aşağı insin de O'na iman
edelim. Tanrı'ya güveniyordu; Tanrı O'nu seviyorsa, kurtarsın bakalım! Çünkü
Ben Tanrı'nın Oğluyum' demişti.” İsa'yla birlikte çarmıha gerilmiş olan
haydutlar da O'na aynı şekilde hakaret ettiler.[163]
Peygamberlere karşı
sürekli olumsuz bir tavır takınan Yahudiler hiçbir zaman erdem ve fazilet
sahibi insanların önderliğini kabul etmemişlerdir. Bu sebeple birçok
musibetlerle imtihan edildiler:
“Onların
üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah 'tan bir gazaba
uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri
haksız yere öldürmelerindendi. (Yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı
çiğnemelerindendi. ”[164]
Kur’ân-ı Kerim bu
âyette, İsrailoğulları'nın tarihindeki en utanç verici bölüme değinir ve
onların Allah'ın lânet ve gazabını hak ettiklerini bildirir. Onlar, aralarından
kanuna ve ahlâka en aykırı kişileri seçmişler, onları önder ve başkan
yapmışlar, en iyi insanları ise ya zindana, ya da darağacına göndermişlerdir.[165]
Yahudilerin peygamber
inancı konusundaki sapmaları, tarihin her döneminde benzer olduğu için, Yüce
Allah, Hz. Peygamberin çağdaşları olan Yahudileri de kendilerinden yedi yüz yıl
öncesindeki dindaşları tarafından peygamberlere karşı işlenen cinâyetlerden
dolayı muhatap almakta[166]ve
onlar da aynı şekilde bu cinâyetlere gösterdikleri rıza sebebiyle
kınanmaktadır.[167]
Nitekim Medine’deki Yahudiler başta olmak üzere, Hz. Peygamber’in dönemindeki
Yahudilerin de Hz. Muhammed’e defalarca suikast girişiminde bulundukları
bilinen bir gerçektir.[168]
"Allah
bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir elçiye inanmamamız konusunda
and verdi," diyenlere de ki: "Şüphesiz, benden önce nice elçiler,
apaçık belgeler ve söylediklerinizle geldi; eğer, siz doğru idiyseniz, o halde
onları ne diye öldürdünüz?"[169]
Sonuç olarak,
kendilerine en çok peygamber gönderilen kavim olan İsrailoğulları değişik
sebeplerle peygamberlere karşı isyan, inkâr, onları katletme ve aşırı yüceltme
şeklinde tavırlar takınarak, peygamberlere iman noktasında sapmalar
göstermişlerdir.
1.5.5-
HZ. İBRAHİM’İN YAHUDİ
OLDUĞUNU İDDİA ETMELERİ
Kur’ân-ı Kerim’de
peygamber inancı konusunda Yahudilere yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de
Hz. İbrahim’in Yahudi olduğunu iddia etmeleridir:
“Ey
Kitap ehli, neden İbrahim hakkında tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de
ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor musunuz? Haydi, siz, biraz bilginiz olan
şey hakkında tartıştınız; ama hiç bilginiz olmayan şey hakkında neden
tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Yahudiler, Hz.
İbrahim’i Yahudi, Hıristiyanlar da onu Hıristiyan kabul ediyor ve bu yüzden
tartışıyorlardı. Kur’ân, İbrahim’in Yahudi ve Hıristiyan değil, bir Müslüman
olduğunu vurguluyor.) İbrahim ne Yahudi,
ne de Hıristiyan’dı; dosdoğru bir Müslüman'dı. Müşriklerden de değildi.
”[170]
Tevrat, Hz. İbrahim’den
iki bin yıl sonra, İncil de bin yıl sonra nazil olmasına rağmen,[171]Yahudiler
ve Hıristiyanlar adeta Hz. İbrahim’le meşruiyet kazanmak istercesine her biri
dayanaktan yoksun olarak onun Yahudi ve Hıristiyan olduğunu iddia etmeye
çalışmışlardır.[172]
Yüce Allah, Ehl-i Kitab’ın içinde bulunduğu inanca gönderme yaparak Hz. İbrahim’in
müşrik olmadığını, tam aksine Müslüman olduğunu vurguluyor.[173]
1.6-
YAHUDİLERİN AHİRET
İNANCI
Yahudilerin ahiret ile
ilgili inançları net değildir. Ahiret konusuyla ilgili Kitab-ı Mukaddes’te üstü
kapalı birkaç ifadeden başka net bir bilginin olmaması ve amellerin karşılığı
olarak ceza ve mükâfattan bahsedilmemiş olması da Yahudilik’te ahiret inancının
olmadığı kanaatini kuvvetlendirmektedir. Yahudilerin içinde Ferisiler[174]
ve Eseniler gibi bazı mezheplerin ahiret, cennet ve cehennem inancına sahip
olmasına karşın, Sadukiler bunun Kutsal Kitap’ta olmadığı gerekçesiyle
reddederler. Sadukiler, ahireti inkar ettiklerini Hz. İsa döneminde bile ifade
ediyorlardı.[175]
Ancak Yahudiler’de gerek ilk dönemlerden kalma inançların, gerekse de etkileşim
içinde olduğu milletlerin etkisiyle olsun, ahiret inancının yaygın olduğu
söylenebilir. [176]
Buna rağmen Yahudilerin sahip olduğu ahiret inancı, mükâfat ve ceza inancı
hiçbir zaman ilâhî risalete uygun bir inanç olmamıştır.[177]
Yahudiler mükâfatın ve
cezanın daha çok bu dünyada gerçekleştiğine inanırlar. Mükâfatı daha çok maddi
zafer ve uzun yaşam olarak değerlendirirler. Bu anlamda MÖ. II. yüzyılda Vaaz
Kitabı’nda şunlar yazılır: “Yaşayan bir köpek, ölmüş bir aslandan daha
üstündür. Çünkü yaşayanlar öleceklerini bilirler, ölüler ise hiçbir şeyi
bilmezler.” Bu anlayışta olan Yahudiler, ölümün bir yokluk olduğuna inanırlar.[178]
Bu sebeple dünyaya aşırı bağlılıkları vardır:
“Oysa
onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiçbir zaman
kesin olarak dilemiyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. Andolsun, onları
hayata karşı (diğer) insanlardan ve şirk koşanlardan (bile) daha ihtiraslı
bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması
onu azabtan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir. ”[179]
Yahudilerin tarih
boyunca sergiledikleri tutum ve davranışlarına baktığımız zaman, ahiret
konusuyla ilgili ne ortak bir inançları, ne de sahih bir inançları olmuştur. Bu
bağlamda Yahudilerin sahip olduğu ahiret inancı da Kur’ân-ı Kerim tarafından
sert bir dille eleştirilmiştir.
Yahudiler diğer birçok
inanç konularında olduğu gibi ahiret inancı konusunda da sapmalar
göstermişlerdir. Kendilerine gönderilen peygamberler onlara sahih bir ahiret
inancını tebliğ etmişlerdir. Çünkü ahiret inancı tebliğ edilmesi gereken temel
inanç esaslarından biridir. Zira peygamberler bu inanç temelinde insanları
ilâhî emir ve yasaklara davet etmişlerdir. Yüksek ahlâkî davranışların
kazandırılması için, kişide ahiret inancının olması şarttır.[180]
Hz. Musa (aleyhisselâm)’a da peygamberliğin verildiği ilk andan itibaren ahiret
inancı, kesinlikle inanılması gereken bir iman esası olarak bildirilmiştir:
“Muhakkak
ki ben, yalnızca ben Allah 'ım. Benden başka ilâh yoktur. Bana kulluk et; beni
anmak için namaz kıl. Kıyamet günü mutlaka gelecektir. Herkes peşine koştuğu
şeyin karşılığını bulsun diye neredeyse onu (kendimden) gizleyeceğim.. Ona
inanmayan ve nefsinin arzularına uyan kimseler sakın seni ondan (kıyamete
inanmaktan) alıkoymasın; sonra mahvolursun! ”[181]
Hz. Musa
(aleyhisselâm)’ın tebliğ ettiği bu inanca binaen sihirbazlar Firavun’un
karşısında haykırabilmişlerdir:
“Dediler
ki: "Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana seni asla 'tercih
edip-seçmeyiz." Neyde hükmünü yürütebileceksen, durmaksızın hükmünü yürüt;
sen, yalnızca bu dünya hayatında hükmünü yürütebilirsin. Gerçekten biz
Rabbimize iman ettik; günahlarımızı ve sihir dolayısıyla bizi kendisine karşı
zorlayarak-sürüklediğin (suçumuzu) bağışlasın. Allah, daha hayırlıdır ve daha
süreklidir. "[182]
Mü’min kadınlara örnek
olarak gösterilen Firavun’un karısı da ahirete kesin olarak inandığını şu
ifadelerle dile getiriyordu:
“Allah,
iman edenlere de Firavunun karısını örnek verdi. Hani demişti ki: "Rabbim
bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Firavundan ve onun yaptıklarından
kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar."[183]
Bu âyetlerden açıkça
anlaşılıyor ki, Musa (aleyhisselâm) kendisine iman edenlere bu inancı tebliğ
etmiştir, ki ona gerçekten iman edenler koşulsuz olarak dünyevi her türlü
beklentinin ötesinde mükâfatlarını ahirette göreceklerini ümit etmişlerdir.
Yahudilerin bir kısmında ahirete ilişkin inanç olmasına rağmen, bununla
birlikte bir sapmanın da olduğunu bu şekilde saptadıktan sonra, şimdi de
Kur’ân-ı Kerim bağlamında sapmanın hangi noktalarda olduğunu tespite
çalışacağız:
1.6.1-
CENNETE SADECE
YAHUDİLERİN GİRECEĞİNİ İDDİA ETMELERİ
Yahudilerin ahiret
konusundaki en büyük sapmalarından biri de, sadece kendilerinin cennete
gireceklerini iddia etmeleridir. Bu, Yahudilerin Müslümanları dinlerinden
döndürmek için cenneti istismar ettiklerinin bir göstergesidir. Oysa bir dine
inanmak ve o dinin öğretilerini yerine getirmekle gözetilen en önemli
amaçlardan biri de, cennete girmeyi hak etmektir:[184]
“Dediler
ki: "Yahudi veya Hıristiyan olmayan hiç kimse kesin olarak cennete
giremez." Bu, onların kendi kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru
sözlüyseniz, kesin- kanıtınızı (burhan) getirin. "[185]
Yahudilerin bu konuda
hiçbir delilleri olmadığı gibi, hak etmedikleri halde sadece zanna dayanarak[186]
cennet konusunda da bencil ve milliyete dayalı bir anlayış içinde olmuşlardır.
Kendilerini Allah’ın çocukları ve sevgilileri olarak kabul etmişler, imana ve
amele dayalı bir mükâfat ve ceza anlayışının dışında milliyet eksenli bir
karşılık beklentisi içerisinde olmuşlardır. Bu konuda kendilerini diğer
milletlerden ayrıcalıklı bir konumda kabul etmişlerdir. Bu kuruntu Yahudilerin
inancı haline geldiği için, kendilerini dünyanın efendileri olarak görmüşler;
Allah'ın, diğer milletleri Yahudilerin emrine verdiğine inanmışlardır.[187]
Yüce Allah onların bu iddialarını kesin bir dille reddetmektedir:
“Yahudi
ve Hıristiyanlar: "Biz Allah'ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz" dedi.
De ki: "Peki, ne diye sizi günahlarınızdan dolayı azablandırıyor? Hayır,
siz Onun yarattığından birer beşersiniz. O, dilediğini bağışlar, dilediğini
azaplandırır. Göklerin, yerin ve bunların arasındakilerin tümünün mülkü
Allah'ındır. Son varış O'nadır. "[188]
Kendilerini Allah’ın
çocukları olarak kabul ettikleri şeklindeki sapmalarının, İsa (aleyhisselâm) ve
Zekeriya (aleyhisselâm) konusundaki sapmanın bir uzantısı olması kuvvetle
muhtemeldir. Buradaki temel sorun, sadece inançtaki sapma değildir. Sorun aynı
zamanda, tümüyle bu sapmaya dayalı hayat tarzının yozlaşmasıdır. Yahudiler ve
Hıristiyanlar, Allah'ın oğulları ve sevdikleri olduklarına dair iddialarının
yanısıra, "Allah'ın, onları günahları yüzünden asla
cezalandırmayacağını", "onları asla cehenneme sokmayacağını, girseler
bile orada sadece bir kaç gün kalacaklarını" söylemişlerdir. Bu ise; Allah'ın
adaletinin yerine gelmeyeceği, O'nun kendi kullarından bir grubu kayırdığı,
onları yeryüzünde bozgunculuk yapmakta serbest bıraktığı, diğer bozgunculara
vereceği azabı da onlara vermeyeceği anlamına gelir.[189]
“De
ki: "Eğer Allah katında ahiret yurdu, başka insanların değil de, yalnızca
sizin ise, (ve) doğru sözlüyseniz, öyleyse hemen ölümü dileyin." Oysa
onlar, önceden ellerinin takdim ettiklerinden dolayı onu (ölümü) hiç bir zaman
kesin olarak dilemeyeceklerdir. Allah, zalimleri bilendir. Andolsun, onları
hayata karşı (diğer) insanlardan ve şirk koş anlardan (bile) daha ihtiraslı
bulursun. (Onlardan) Her biri, bin yıl yaşatılsın ister; oysa bunca yaşaması
onu azaptan kurtarmaz. Allah, onların yapmakta olduklarını görendir. ” [190]
Yahudiler her ne kadar
kendilerini Allah’ın sevgili kulları[191] olarak
görseler de, onlar peygamberleri öldürdüklerinden, Hz. Muhammed(sallallâhü
aleyhi ve sellem)’in peygamberliğini bildikleri halde inkâr ettiklerinden ve
Allah ile olan bağlarını kestiklerinden dolayı ölümü asla temenni etmezler.
Çünkü Yahudiler kâfir olduklarını ve yaptıkları kötü ameller sebebiyle
cennetten paylarının olmayacağını çok iyi biliyorlardı. Zaten bu inançlarında
samimi olsalardı dünya hayatına karşı gösterdikleri şiddetli arzu yerine hemen
cennete girmek için ölümü temenni ederlerdi. Oysa Yahudiler bu inançlarında
samimi olmadıkları gibi cennete girmek için de ciddi bir çaba içinde
olmamışlardır.
Yüce Allah adildir.
Bütün kullarına, amellerinin dışında kalan her durum için, aynı mesafededir.
Hiçbir günahkârın diğerinden ayrıcalıklı bir durumu yoktur:
“Sizin
kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlıdır? Yoksa sizin için Kitaplarda bir
beraat mı var? ”[192]
1.6.2-
ATEŞİN SAYILI GÜNLERDE
KENDİLERİNE DOKUNACAĞINI İDDİA ETMELERİ
Yahudilerin diğer bir
saplantıları ise yaptıkları günahlar nedeniyle cehenneme atılmayacakları,
atılsalar bile Yahudi olmaları sebebiyle cehennem azabının kendileri için
sayılı birkaç günden ibaret olduğu zannıdır:[193]
“Dedilerki:
"Sayılıgünlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir"[194]
Yahudileri bu düşünceye
sevk eden temel etken, kendilerini seçilmiş bir millet olarak görmeleridir.[195]
Tefsirciler, bu sayılı günlerin adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de
rivâyet etmişlerdir ki, bunların en belli başlısı kırk gündür. Bu sayılı günler
de, buzağıya taptıkları günlerle sınırlı olan kırk gündür. Nitekim, Allah'ı
bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacağını bildiren âyetin nazil olması
ve Yahudiler tarafından duyulması üzerine Yahudi halkının kuruntuları kırılmış
ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye başlamışlardı. Bunu gören Yahudi
bilginleri, telaşa düşüp: "Buzağıya ibadet, Hz. Musa'nın yokluğunda ancak
kırk gün sürmüştü. Şu halde biz Yahudiler cehennemde nihâyet kırk günden fazla
kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde vermişlerdi.[196]
İbn Abbas ve Mücahid'den
rivâyet edildiğine göre; Yahudiler "Dünyanın ömrü yedi bin senedir, biz de
her bin sene için bir gün azap göreceğiz." demişler. Diğer bir rivâyette
de Yahudiler, "Cehennemin bir tarafından zakkum ağacına kadar kırk senelik
yoldur ve onlar bir senelik yolu bir günde alarak kırk günde tamam
edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş bulunduğu iddiasını ileri
sürmüşlerdir”.[197]
Onların bu iddialarının
ilmi hiçbir dayanaklarının olmadığını Yüce Allah açıkça bildirmektedir:
"
De ki: "Allah katından bir ahid mi aldınız?-ki Allah asla ahdinden dönmez-
Yoksa Allah 'a karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? ”[198]
Zemahşeri’nin ifade
ettiği gibi; “sayılı günlerde ateş bize
dokunur” iddiasına verilen cevapta, ateşin Yahudilere ve günahı
kendisini kuşatanlara ebedi olduğu anlamı da bulunmaktadır. Günahı kendisini
kuşatanlar, işledikleri günahlardan dolayı tevbe etmeyenlerdir.[199]
Sonuç olarak her ne
sebeple olursa olsun, ahirette görülecek hesaba karşı korku içinde olmamak,
ciddiyetten ve ilmi dayanaktan yoksun bir tavır içinde olmak, ona gerçek
anlamda iman edilmediğinin de bir göstergesidir.[200] Herhangi
bir millete, mezhebe ve dine mensup olduğunu iddia etmek, cennete girmenin
garantisi değildir.[201]
Bu gerçeğe rağmen, hakkı bile bile inkâr eden ve iman edenleri de saptırmaya
çalışan Yahudilerin bu iddiası, boş bir kuruntudan ve bir sapmadan başka bir
şey değildir
[1] Kesler
Fatih, Kur’an-ı Kerim ’de Yahudiler ve
Hıristiyanlar,
T.D.V.Y., Ankara, 1995, s. 15.
[2] Kaufmann
Francine, Din
Fenomeni, Trc., Mehmet
Aydın, Din Bilimleri Yay., Konya, 2000, s. 90.
[3] Bakara,
2/63.
[4] Tümer
Güney-Abdurrahman, Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yay., Ankara, 2002, s. 204.
[5] Kaufmann
, a.g.e., s. 90.
[6] Bakara,
2/47.
[7] M.
Süreyya Şahin, “Yahudilik” Şamil İslâm Ansiklopedisi, Şamil Yay., İstanbul, 1999.
[8] En-Nedvi,
Ebu’l Hasan Ali, Rahmet
Peygamberi, Trc.,
Abdülkerim Özaydın, İz Yay., İstanbul, 2005, s. 17.
[9] Kesler,
a.g.e., s.52.
[10] Mustafa,
İslâmoğlu, Yahudileşme
Temayülü, Denge Yay.,
İstanbul, 1998, s. 11.
[11]Kaufmann , a.g.e., s.
89.
[12] Bakara,
2/47-59.
[13] Bakara,
2/55, Maıde, 5/112, A’raf, 7/15.
[14] Kesler,
a.g.e., s. 78
[15] Elmalı’lı
Muhammed Hamdl Yazır, Hak
Dini Kur’an Dili, Yenda Yay., İstanbul, 2000, IX. 177.
[16] Fahru’d-Din
er-Râzi, Mefâtihu’l-Gayb (Tefslr-l Keblr), Trc., Heyet, Akçağ Yay., Ankara,
XVI. 2627.
[17] A’raf,
7/138.
[18] Seyyld
Kutub, Fi-Zilalı’lKur’an, Trc., Komisyon, Dünya Yay., İstanbul,
1991, IX, 408.
[19] Ebu’l
Al’a Mevdudi, Tefhimu’lKur’an Trc., Heyet, İnsan Yay., İstanbul, 199,
II, 88.
[20] Bakara,
2/51.
[21] A’raf,
7/138.
[22] Bakara,
2/95.
[23] Taha,
19/90-91.
[24] İbn.
Hazm Ebu Muhammed Ali b. Ahmed ez-Zahiri, el-Fasl fi’l Milel ve’l-Ehvai ve’n-Nihal, Daru’l, Cil, Beyrut, I, 295.
[25] Ali
İzzetbegoviç, Doğu Ve
Batı Arasında İslâm,
Trc., Salih Şaban, Nehir Yay., İstanbul, s. 215.
[26] Bayraktar
Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Asrın Kur’ân Tefsiri, Bayraklı yay., İstanbul, 2006, VIII. 189.
[27] İzzetbegoviç,
a.g.e., s. 216.
[28] İbni
Kesir, İmaduddin Ebul Fida İsmail el-Kureyşi ed-Dımeşki, Tefsirul Kur’ani’l Azim, Trc., Bekir Karlığa, Çağrı Yay., İstanbul,
1988, VI. 3074.
[29] Nisa,
4/143.
[30] Bakara,
2/55.
[31]
A’raf, 7/155.
[32]
Taberi, a.g.e.,XII, 140-141.
[33] A’raf,
7/155.
[34] Tevbe,
7/30.
[35]ez- Zemahşeri, Ebu’l Kasım Mahmud b. Ömer, el-Keşşaf an Hakkaiki Ğavamıdi’t-Tezil ve
Uyuni’l- Akavil fi Vucuhi’t-Te’vil, Mektebetü’l Ağabeykan, Riyad, 1998, III, 33.
[36] Yazır,
a.g.e., IV, 359.
[37] Mevdudi,
Tefhim’l Kur’an, II, 221.
[38] Seyyid
Kutub, a.g.e, V, 279.
[39] İslâmoğlu,
Yahudileşme temayülü, s. 88.
[40] Begeny,
Dinleri Tartışmak, Trc., Ulvi Murat Klavuz, İz. Yay,
İstanbul,2005, s. 128.
[41] Ebu
Cafer Muhammed b. Cerir et- Taberi, Camiu’l- Beyan an Te’vili’l Kur’an, thk. Mahmud Muhammed Şakir, Mektebetu ibn
Teymiyye, Kahire, XIV, 202.
[42] Fahru’d-Din
er-Râzi, Hıristiyanlığın
Reddine Yönelik Tartışmalar, Trc., Hidayet Işık, İz.Yay., İstanbul, 2006, s. 23.
[43]Bernard Lewis, İslâm Dünyasında Yahudiler, Trc., B. Sina Şener, İmge Yay., Ankara
1996, s. 90.
[44] Bakara,
2/116.
[45] Râzi,
Mefâtihu ’l-Gayb, III, 389-390.
[46] İhlas,
112/1.
[47] Vehbe
Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Trc., Heyet, Risale Yay., İstanbul, XV,
671.
[48] Muhammed
Esed, Kur’an Mesajı Meal-Tefsir, Trc, Cahit Koytak-Ahmet Ertürk, İşaret
Yay., İstanbul, 1999, I, 356.
[49] Maide,
5/64.
[50]
İsra, 17/29.
[51] Bakara,
2/61.
[52] İbrahim,
14/34.
[53]Toshihiko Izutsu, Kur’an-da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Trc, Selahattin Ayaz, Pınar Yay.,
İstanbul, 2003, s.141.
[54] Hayreddin
Karaman ve bşk., Kur’an
Yolu, D.İ.B., Yay.,
Ankara, 2005, II/242-245.
[55] Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, III, 513-514.
[56] er-Râzi,
Mefâtihu’l-Gayb, IX, 144.
[57] Al-i
İmran, 3/181.
[58] et-Taberi,
Camiu’l- Beyan, VII, 441-442.
[59]
Bakara, 2/245.
[60] İbni
Kesir, a.g.e., IV, 1496.
[61] Muhammed
Ali Sabuni, Safvetu’t
Tefasir, Daru
İhyai’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut, 2004, I, 207.
[62] Bakara,
2/61.
[63]Nesefi, Ebul’Berakat Abdullah bin Ahmet, Medarikü't Tenzi'l- ve Hakaiku't-Te'vil, Trc, Heyet, Ravza Yay., İstanbul, II. 263.
[64] Yazır,
a.g.e., II, 458.
[65] İsra,
17/31.
[66] Rum,
29/41.
[67] Bayraklı,
a.g.e, IX, 283.
[68]
Yasin, 36/47.
[69] Haşr,
59/9.
[70] Bkz, Kitab-ı Mukkades, Yalçın Ofset, İstanbul, 1993, Cıkış,
III/117.
[71] Kaf,
50/38.
[72] et-Taberi,
Camiu’l- Beyan, XXI, 465.
[73] Kurtubi,
Ebu Abdillah Muhammed b. Ebibekir, el-Cami li Ahkami’l-Kur’an, Müesseset’ü-Risale, Beyrut, 2006, XIX, 460.
[74] Yasin,
36/82.
[75] Fusilet,
41/11.
[76] Furkan,
25/2.
[77] Ahkaf,
46/33.
[78] Tekvin,
XXXIII/24.
[79] A’raf,
7/143.
[80] Tekvin,
6/ 5-7.
[81] Talak,
65/12.
[82]
Yunus, 10/99.
[83] Şems,
91/8.
[84]
Nisa, 4/133.
[85] Ekrem
Sarıkçıoğlu, Başlangıçtan
Günümüze Dinler Tarihi,
Fakülte Kitap Evi, İsparta, 2004. s. 265.
[86] Bkz.
Tekvir, 81/19.
[87] İbni
Kesir, a.g.e, 2/432.
[88] Bakara,
2/97-98.
[89] Zemahşeri,
a.g.e, I, 301.
[90] Razi, Mefatihu'l Gayab, III, 239.
[91] Bakara,
2/285.
[92] Bakara,
2/3.
[93]
Nisa, 4/236.
[94] Nisa,
4/250.
[95] Enbiya,
21/27.
[96] Meryem,
19/64.
[97]
Bakara, 2/98.
[98] Bakara,
2/4.
[99] Kesler,
a.g.e, s. 92.
[100] Maide,
5/70.
[101] Seyyid
Kutub, a.g.e., III, 336.
[102] Bakara,
2/83-85.
[103] İbni
kesir, a.g.e., II, 408.
[104] Muhammed
Abduh, Tefsiru'l Kur'ani'l Hakim, Daru’l -Menar, Kahire, 1947, VI, 283.
[105] Nisa,
4/46.
[106] Al-i
İmran, 3/78.
[107] Karaman
ve bşk., Kur’an
Yolu, I, 77-78.
[108] Mevdudi,
Tafhim, a.g.e., I, 273.
[109] Kur’an Yolu, II, 59.
[110] Tekvin,
6/2.
[111] Tekvin,
19/30-36.
[112] Çıkış,
32/1-6.
[113] İbni
Kesir, a.g.e.,V, 2169.
[114] Sabuni,
a.g.e., I, 233.
[115] Maide,
5/13.
[116] Karaman
ve bşk., Kur’anyolu, II, 185.
[117]
Bakara, 2/146.
[118] Kurtubi,
a.g.e., II, 480.
[119] En’am,
6/20.
[120] Bakara,
2/77.
[121] Seyyid
Kutup, a.g.e., I, 159.
[122] Bakara,
2/159.
[123] Taberi,
a.g.e, III, 2002, Sahihi ibn. Hiban, Kitabu’l İlm, s. 95.
[124] Fazlar
Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, Trc., Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu
Yay., Ankara, 2003. s. 107.
[125] Bakara,
2/79-80.
Fazlar Rahman, Ana Konularıyla Kur’an,Trc., Alparslan Açıkgenç, Ankara Okulu Yay.,
Ankara, 2003, s. 108.
[127] Araf,
7/169.
[128] Sarıkçıoğlu,
a.g.e., s. 266.
[129] Kesler,
a.g.e, s. 83.
[136] Taha,
21/86-94.
[137] Bakar,
2/67.
[138] Seyyid
Kutub, a.g.e., II, 115.
[139] Bakar,
2/68.
[140] Ahzab,
33/69.
[141] Buhârî,
Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail el-Cami'u's-Sahih, Beyt’ul-Efkâr, Riyad, 1997, Tefsir, XXXIII, 11.
[142] et-Taberi,
Camiu'l- Beyan, XIX, 194.
[143] İbni
Teymiye, Ahmed b. Abdilhalim el-Harani, el-Cevabu's-Sahih Limen Bedelde Dine'l-Mesih, thk. Ali Hasan Nasır vd., Daru’l Asime,
Riyad, 1999, II, 143.
[144] Nisa,
4/155-157.
[145] Maide,
6/20-24.
[146] Maide,
5/25.
[147] M.
Asım Köksal, îslâm
Tarihi, Köksal
Yayıncılık, İstanbul, 2005, III, 306-308.
[148] İslâmoğlu,
Yahudileşme temayülü, s. 99.
[149] Sarıkçıoğlu,
a.g.e, 266.
[150] Bakara,
2/146, En’am, 6/20.
[151] Ebu’l-Fadl
Şihabüddin es-Seyyid Mahmud Alusi, Ruhu'l-Meani fi Tefsiri-l Kur'an-il Azim ve'Sab'i'l-Mesani, Daru’l-Turasi’l Arabi, Beyrut, I, 222.
[152] Taberi,
a.g.e., III, 189.
[153] Tevbe,
9/30.
[154] İbni
Teymiye, Sırat-ı
Müstakim, Trc., Salih
Uçan, Pınar Yay., İstanbul, I, 14.
[155] Bakara,
2/61.
[156] Tarihler,
II, 7, 10.
[157] Mevdudi,
Tefhimu'l Kuran, I, 80.
[158] Krallar
I, 19/1-10.
[159] Krallar
I, 22/26-27.
[160] Matta,
I, 29-32.
[161] Markos,
6/16-19.
[162] Matta,
27/22-26
[163] Matta,
27/38-44.
[164] Bakara,
2/61.
[165] Ayrıca
Konuyla İlgili bkz. Mevdudi, Tefhim,,
I, 80-81.
[166] Ali
Arslan, Büyük
Kur’an Tefsiri,
Arslan Yay.,İstanbul, 1993, III, 195/198.
[167] Kurtubi,
a.g.e., V, 445.
[168] İhsan
Süreyya Sırma, Medine Dönemi Ve Cihad, Beyan Yay., İstanbul, 2006, s. 112.
[169]
Al-i-imran, 3/183.
[170] Al-i
imran, 3/65-67.
[171] Zemahşeri,
a.g.e, I, 567.
[172]
Taberi, a.g.e., VI, 489.
[173]
Seyyid Kutub, a.g.e., II, 104.
[174]
Felicien Challaye, Dinler Tarihi, Trc., Semih
Tiryakioğlu, Varlık Yay., İstanbul, 2002, s. 137.
[175]
İzzetbegoviç, a.g.e., s. 216.
[176]
Sarıkçıoğlu, a.g.e., s. 265.
[177]
Kesler, a.g.e, s. 94.
[178]
Challaye, a.g.e., s. 137.
[179]
Bakara, 2/95.
[180]Toshihiko Izutsu, Kur’an-da Dini ve Ahlâkî Kavramlar, Trc., Selahattin Ayaz, Pınar Yay.,
İstanbul, 2003, s.186.
[181] Taha,
20/14-16.
[182] Taha,
20/72-73.
[183]
Tahrim, 66/11.
[184]
Bayraklı, a.g.e, II.
[185] Bakara,
2/111.
[186] Taberi,
a.g.e., II, 508.
[187] Karaman ve
bşk., Kur’an
Yolu, II, 192-193.
[188] Maide,
5/18.
[189] Seyyid
Kutub, a.g.e., III, 223.
[190] Bakara,
2/94-96.
[191] Cuma,
62/6.
[192] Kamer,
54/43.
[193] Mevdudi,
Tefhim, II, 90.
[194] Bakara,
2/80.
[195] Esed,
a.g.e, I, 23.
[196] Taberi,
a.g.e., II, 175
[197] Yazır,
a.g.e, I. 331.
[198] Bakara,
2/80.
[199] Zemahşeri,
a.g.e, I, 289.
[200] Mearic,
70/28.
[201] Nisa,
4/123.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar