Yeni Dünya Düzenine Doğru
ZEİTGEİST:
MOVİNG FORWARD (2011)
Zeitgeist: Moving Forward
Yönetmen: Peter Joseph
Senaryo: Peter Joseph
Oyuncular: Adrian Bowyer, Colin Campbell,
Ashton Cline
Yapım: ABD, 2011, 161 dk.
Zeitgeist, Yol Almak isimli üçüncü filminde farklı bir
yol izledi. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çeşitli ülkelerde önce küçük
gruplara gösterildi, ardından ücretsiz olarak indirilebilmesi için internete
kondu.
Zeitgeist üçüncü bölümü Yol Almak‘ta (Zeitgeist:
Moving Forward) sistem eleştirisine giriyor. Tabii bu bölümde de Dünya
Bankası, IMF, rezerv bankacılığı, serbest piyasa sistemi, Adam Smith, Milton
Friedman ve bizzat paranın kendisine açıkça saldırıyor.
İlk
bölümünden beri din, ekonomik sistem, siyaset gibi dev sistemleri hedef
tahtasına koyan Zeitgeist
(Burada Zeitgeist
derken daha çok Peter
Joseph‘i kastediliyor) üçüncü filminde bütün bunların yanı sıra
işin en başına dönüp insan tabiatı hakkında benimsediği tezleri ortaya koyuyor.
Ancak
3. Bölümde önerilen “kaynak bazlı dünya kenti projeleri” nde yenidünya
düzencilerin istediği “Tekleştirme” (Tek Dünya Devleti, Tek Şehir, Tek Tarih,
Tek Yönetim, Tek Pazar…. ) projelerinin uygulaması tavsiye edilmesi insanların
kontrol mekanizmaları içine alınmasını istemek sakıncalı bir durumdur. Ekonomik
olarak düşünülen bu kent modeli insan hürriyeti açısından büyük sakıncaları
vardır.
[Zeitgeist’ı, yani zamanın ruhunu ve
zekâsını kavrayabilmek, özel bir önem taşımaktaydı. Pagan (putperest) yaşam
tarzı ve onlara bağlı Musevi yaşam tarzının ortak paydaları yoktu, Musevi'nin
pagan yönetiminin Zeitgeist'ı karşısındaki direnişi genelde Musevi tarikatları
ve özelde radikal reformcu Zealot'larla, pasifik-kaçkıncı Essene'ler gibi
kesimler arasında geleneksel (ancak mutlaka Kabalistik olması gerekmeyen)
Peygamber yöneticiliğini canlandırmanın gerekliliğini bir kez daha
vurgulamaktaydı. Esseneler'e göre, Zeitgeist
gerçekte ZELT-OHNE-GEİST, yani “Adalet/Hakkaniyet
Ruhu'ndan Yoksun Zamanlar'dan başka bir şeyi simgelemiyordu. (Aytunç ALTINDAL, Üç İsâ [Kitap]. - Ankara : Yeni Avrasya, Nisan-2002.
Sh:111-114)]
FİLMİN TÜRKÇE ALT YAZISI
Çürüyen bir toplumda
sanat eğer dürüst ise, çürümeyi yansıtmalıdır. Eğer sosyal işlevi sayesinde
inancı kırmak istiyorsa sanat dünyanın değiştirilebilir olduğunu göstermek
zorundadır ve değişime yardım etmelidir.
Ernst Fischer
Hükümet üzerindeki
ölümcül isyanlar borçlarını ödeme yükümlülüğünden kaçınma planı bu yüzden
işsizlik giderek artıyor ve daha da artmalı ki siz daha da fazla ürüne
ulaşabilesiniz bütün hepsi borçlanılmış paradır ve bu borç başka ülkelerinden
bankalarından alındı P-A-R-A kullanışlı bir kişisel kredi şeklinde tat
veren filtreli bir sigara ürettiler ve ben
malt içkisi Çılgın mısın!..
ABD İran'ı bombalamayı
planlıyor Amerika İran'daki terör saldırılarına destek sağlıyor Büyükannem
müthiş bir insandı. Bana Monopoly (tekel) [1] oynamayı öğretmişti.
Oyunun adının "edinmek" olduğunu anlamıştı. Biriktirebildiği
her şeyi biriktirir ve nihayetinde oyun tahtasının hâkimi olurdu. Ardından bana
hep aynı şeyi söylerdi. Bana bakar ve şöyle söylerdi
"Bir gün bu oyunu
oynamayı öğreneceksin." Bir yaz, neredeyse her gün, her saat
Monopoly oynadım ve o yaz oyunu oynamayı öğrendim. Anlamıştım ki kazanmanın tek
yolu "edinmeye" olan koşulsuz bağlılıktı. Anlamıştım ki para ve
mevkiiler sizin skorunuzu artırmaya yarıyordu. O yazın sonunda artık büyükannemden
daha acımasızdım. Eğer oyunu kazanmam gerekiyorsa, kuralların etrafından
dolanmaya hazırdım O yılın sonbaharında büyükannemle oturduk ve oynadık. Sahip
olduğu her şeyi elinden aldım. Onu, son dolarını verip mutlak yenilgi ile
ayrılırken izledim. Ardından, bana öğreteceği bir şey daha vardı. Sonra dedi ki
"Şimdi tamamı kutuya geri döndüler. Bütün o evler ve oteller. Bütün
demiryolları ve kamu şirketleri Bütün o gayrimenkuller ve o harikulade paralar
Hepsi kutuya döndüler. Zaten hiçbiri gerçekte senin değildi. Bir süreliğine
olayın büyüsüne kapıldın. Ama sen oyunun başına oturmandan çok önce de
buradaydılar ve sen gittikten sonra da burada olacaklar - oyuncular gelir,
geçer. Evler ve arabalar unvanlar ve kıyafetler hatta vücudun bile."
Gerçek şu ki, elde
ettiğim, tükettiğim, biriktirdiğim her şey gün gelip kutuya geri dönecek ve ben
her şeyimi kaybedeceğim. Kendinize sormanız gereken soru nihai terfinizi
aldığınız zaman nihai alışverişinizi yaptığınız zaman mükemmel evinizi satın
aldığınız zaman birikim yapıp maddi güvencenizi sağladığınız zaman ve başarı
merdivenlerinin basamaklarına tırmanıp gelebileceğiniz en yüksek noktaya
geldiğinizde heyecanınız da kaybolur kaybolacaktır peki ya sonra ne olacak?
Yolun sonunu görebilmek
için daha ne kadar çaba sarf etmek zorundasınız?
Eminim anlıyorsunuzdur
hiçbir zaman yeterli olmayacak. Öyleyse kendinize şu soruyu sormak zorundasınız
Önemli olan nedir?
Onlar güzel!
Onlar zengin!
Onlar şımarık!
Amerika’nın numaralı
şovu geri döndü!
Gentle Machine Productions
Sunar
Bir Peter Joseph Filmi
Ben New York'da büyüyen
genç bir delikanlı iken bayrağa bağlılık yemini etmeyi reddettim. Tabii ki
Müdür'ün odasına gönderildim ve Müdür bana "Neden bağlılık yemini etmek
istemiyorsun?" diye sordu.
"Herkes ediyor!"
"Bir zamanlar
herkes dünyanın düz olduğuna inanıyordu ama bu dünyayı düz yapmıyor." dedim ve devam ettim
"Bugün Amerika,
sahip olduğu her şeyi diğer kültürlere diğer milletlere borçlu ve ben bağlılık
yeminini dünyaya ve üstünde yaşayan herkese etmeyi yeğlerim." dedim. Söylememe bile
gerek yok, çok geçmeden okulu tamamen bıraktım ve yatak odamda bir laboratuar
kurdum. Orada bilimi ve doğayı öğrenmeye başladım. Sonra fark ettim ki evren
yasalarla yönetiliyor ve insanoğlu toplumla birlikte bu yasalardan bağımsız
değil. Derken, şimdilerde "Büyük Buhran" olarak adlandırdığımız
krizi geldi, çattı. Bütün fabrikalar boş boş dururken milyonlarca insanın neden
işsiz, evsiz ve aç kaldığını anlamakta zorlandım. Kaynaklar değişmemişti. İşte
o zaman fark ettim ki ekonomi oyununun kuralları doğası gereği hükümsüzdü. Kısa
bir süre sonra, bir sürü ulusun birbirlerini sistematik olarak yok etmek için
sıraya girdiği II. Dünya Savaşı başladı. Daha sonra bir hesap yaptım; bütün bu
yıkım ve savaş için boşa harcanan kaynaklar, aslında gezegen üzerindeki tüm
insani ihtiyaçları rahat rahat karşılayabilirdi. O zamandan beri insanoğlunun
kendi neslinin tükenişine zemin hazırlayışına tanık oldum. Son derece değerli
ve sınırlı kaynakların kâr etme amaçlı ve serbest piyasa adına sürekli olarak
heba edilmesini ve yok edilmesini izledim. Toplumun, toplumsal değerlerinin,
materyalizmin ve bilinçsiz tüketimin temelini oluşturduğu bir yapmacıklık
seviyesine düşürüldüğünü izledim. Parasal güçlerin sözde özgür toplumların
politik yapısını kontrol etmesine tanık oldum. Şimdi 94 yaşındayım ve korkarım ki düşünce
yapım 75 yıl öncesiyle tam olarak aynı.
Bu saçmalık artık sona ermeli.
[ZEITGEIST] [ZEITGEIST
YOL ALMAK]
"Kendini adamış,
bilinçli, küçük bir grup vatandaşın dünyayı değiştirebileceğinden asla şüphe
etmeyiniz. Aslına bakarsanız, şimdiye kadar bunu başarmış olan yalnızca
onlardır. –
Margaret Mead"
BÖLÜM 1
İNSAN DOĞASI
Bir bilim insanısınız
diyelim ve eğitiminiz süresince bir yerlerde zihninize kazınan kaçınılmaz bir “doğuştan
mı yoksa eğitimden mi” kıyaslaması var ve bu düşünce aklınızda en azından
Coca-Cola mı Pepsi mi veya Yunanlılar mı Truvalılar mı düşünceleriyle birlikte
yer alıyor.
Peki, doğuştan mı?
Yoksa eğitimden mi?
Bu, davranışlarımıza
etki eden faktörleri sorgulayan aşırı basitleştirilmiş bir bakış açısı.
Herhangi bir hücrenin bir enerji kriziyle nasıl baş ettiğinden tutun da bizi
biz yapan en bireysel karakter özelliklerimize kadar her şeye etki eder.
Ulaştığınız sonuç, bu tamamen yanlış ikilem bütün nedensellik ilişkisinin en
temelinde belirleyici olarak doğa etrafında yapılanmıştır. Yaşam DNA'dır ve
şifrelerin şifresi ve kutsal kase, ve her şey onun tarafından yönlendirilir ya da
öbür taraftan, çok daha sosyal bilimsel bir yaklaşım olan bizler 'sosyal
organizmalarız' biyoloji mantarlar içindir. İnsanlar biyolojik değildir ve
açıkçası iki görüş de anlamsızdır. Bunun yerine göreceğiniz biyolojinin çevre
bağlamı dışında nasıl çalıştığını anlamanın imkânsız olduğudur.
[KALITIMSAL]
Şu ana dek ortaya
atılmış ve yaygınlaşmış en çılgınca ve muhtemelen en tehlikeli kavramlardan
biri "Bu davranış kalıtsaldır." Peki, bunun anlamı nedir?
Eğer modern biyoloji biliyorsanız, her anlamda
incelikle düşünülmüş saçmalıklar bütünüdür. Ancak çoğu insan için bunun heyecan
verici anlamı biyoloji ve genetik bilimi tek bir kökte toplayan belirleyici bir
bakış açısıdır. Genler değiştirilemez genler kaçınılmaz şeylerdir ve onları
onarmaya çalışırken kaynaklarını harcayamadığınız gibi geliştirmeye çalışırken
de toplumsal kuvvet kullanmamanız gerekir. Çünkü bu kaçınılmazdır ve
değiştirilemez ve düpedüz saçmalıktır.
[HASTALIK]
ADHD (Dikkat
eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu) şizofreni gibi hastalıkların genetik
olduğu düşüncesi yaygındır. Gerçekse bunun tam tersidir. Hiçbir şey genetik
olarak programlanmamıştır. Gerçekten genetik olduğu saptanmış hastalıkların
sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve toplumda son derece seyrek olarak
karşımıza çıkarlar. En karmaşık koşulların genetik bir bileşen barındıran bir
eğilimi olabilir ancak eğilim önceden belirleme ile aynı şey değildir.
Hastalıkların kaynağını genetik kalıtımda bulma arayışı daha fikir ortaya bile
atılmadan başarısızlığa mahkûmdu. Çünkü çoğu hastalık kalıtımsal değildir. Kalp
hastalığı, kanserler, felçler romatizmal sorunlar, bağışıklık sistemi
sorunlarının çoğu akıl sağlığı sorunları, bağımlılıklar Bunların hiçbiri
kalıtımsal değildir. Örneğin meme kanserinde, hasta olan her yüz kadından
sadece 7’si hastalığın genlerini taşır. 93'ü taşımaz ve bu genleri taşıyan yüz
kadının da tamamı kanser olacak değildir.
[DAVRANIŞ]
Genler çevremizden
bağımsız olarak belirli bir şekilde davranmamızı sağlayan şeyler değildir.
Genler, çevremize tepki verebilmemiz için bize çeşitli yollar sunar. Hatta
görünüşe bakılırsa, çocukluğun erken safhalarındaki bir takım etkenler ve
yetiştirilme tarzı genlerin dışa vurumunu etkiler ve aslında bazı genleri etkin
kılıp bazılarını devre dışı bırakarak sizi baş etmeniz gereken dünyaya uyum
sağlayacak farklı bir gelişim yoluna koyar. Örnek olarak Montreal’de intihar
kurbanlarıyla yapılan bir çalışmada kurbanların beyin otopsileri incelendi ve
ortaya çıkan o ki, eğer bir intihar mağduru (ki bunlar genellikle genç yaştaki
yetişkinlerdir) çocukluğunda istismara maruz kaldıysa, bu o kişinin beyninde
genetik bir değişime yol açıyor bu değişim istismara uğramamış insanların
beyninde görülmüyor. Bu bir epigenetik (farklı zamanda oluşan) etkidir. “epi”
üzerine demektir, yani genetik üzerine etki dediğimiz şey belli genlerin
ekinleşmesi veya devre dışı bırakılmasına yol açan çevresel bir olaydır. Yeni
Zelanda'nın Dunedin adlı kasabasında da bir çalışma yapıldı. Bu çalışmada bir
kaç bin şahıs doğumlarından yirmili yaşlarına kadar incelendi. Buldukları,
şiddet uygulamaya meyilli olmakla bir bakıma ilgisi bulunan bir genetik
mutasyon yani anormal bir gendi fakat bu genin taşıyıcısının aynı zamanda
çocukken ağır istismara maruz kalmış olması gerekiyordu. Diğer bir deyişle, bu
geni taşıyan biri çocukken istismar edilmediği sürece diğer insanlara göre daha
fazla şiddet yanlısı olmayacak bilakis normal genli insanlara göre daha az
şiddet yanlısı olacaktır. Genlerin tek belirleyici faktör olmadığına dair çok
güzel başka bir örnek daha var. İlgi çekici bir teknik sayesinde bir fareden
belirli bir geni alıp o farenin ve soyundan gelenlerin o geni taşımamalarını
sağlayabilirsiniz O geni “kapı dışarı” etmiş olursunuz. Yani bir gen var
diyelim öğrenme ve hafızayla alakalı bir proteini kodlayan ve siz bu
"harika gösteri" ile bu geni "kapı dışarı" ederseniz, artık
elinizde eskisi kadar iyi öğrenemeyen bir fare var demektir.
"Hah! Zekâya dair
genetik bir temel!"
Medya tarafından her
türlü ele alınan ve çekiştirilen bu önemli çalışma hakkında daha az dikkate
alınan ise genetik açıdan zayıflatılmış o fareleri alıp kafesteki sıradan
laboratuvar faresine göre çok daha zenginleştirilmiş, teşvik edici bir ortamda
yetiştirdiğinizde fareler o eksikliğin tamamen üstesinden gelmektedir. Yani,
biri modern anlamda "hah, bu davranış genetiktir" diyorsa sanki bu
geçerli bir tabirmiş gibi söylediğiniz şey şudur Bu organizmanın çevreye
verdiği tepkilerde genetik etkenlerin de katkısı vardır; genler, organizmaların
belirli çevresel sorunlarla baş etmesindeki hazırlanma aşamasına tesir
edebilir. Biliyorsunuz, çoğu insanın aklındaki düşünce bu değil ve bu konuda
fazla "nutuk çeken" olmamak gerek lakin eskinin "bu
genetiktir" anlayışı ile devam etmek "ırk ıslahı" tarihi ve buna
benzer şeylere çok uzak değildir. Bu, yaygın ve potansiyel olarak da epey
tehlikeli bir hata. Şiddetin biyolojik olarak açıklanmasının nedenlerinden biri
bu hipotezin potansiyel bir tehlike olmasının sebebi sadece insanları yanlış
yönlendirmesi değil gerçekten zarar verebilecek olmasıdır Çünkü buna
inandığınız takdirde kolaylıkla "bu konuda bizim yapabileceğimiz bir şey
yok" diyebilirsiniz. İnsanları şiddete yönelten yatkınlığı değiştirebilmek
için yapabileceğimiz tek şey; onları cezalandırmaktır; kilit altında tutmak
veya idam etmek. Ama insanları şiddete yöneltebilecek olan sosyal çevreyi veya
sosyal şartları değiştirmek adına endişelenmemize gerek yok çünkü "bu son
derece anlamsız". Genetik iddialar bize geçmiş ve günümüzdeki tarihsel ve
sosyal faktörleri göz ardı etme lüksünü kazandırır ve New Yorker yazarı Louis
Menand'ın kurnazca dediği gibi "Her şey genlerde saklıdır bu söz dünyanın
her nasılsa, olduğu gibi devam etmesi gerektiğinin bir tarifidir. Bir insan
dünyanın en özgür ve refah düzeyi en yüksek ülkesinde yaşarken neden mutsuz
hisseder veya anti-sosyal bir tavır sergiler?
Sebep sistem olamaz. Kabloların bir yerlerinde
temassızlık olmalı." Durumu çok güzel kamufle eden bir yöntem bu. Öyleyse,
genetik iddialar gerçekte altta yatan birçok sıkıntılı tutumu örtmeye yarayan,
sosyal, ekonomik ve siyasi faktörleri göz ardı etmemizi sağlayan bir bahanedir.
[VAKA ANALİZİ
BAĞIMLILIK]
Bağımlılıklar genelde
uyuşturucularla ilgili bir konu olarak düşünülür. Ama daha detaylı olarak
incelediğimde bağımlılığı aşırı arzulamayla bağlantılı geçici rahatlama ve uzun
vadede negatif sonuçları olan kişinin kontrolü dışında, bırakmak istediği veya
bırakmaya söz verdiği ancak devamını getiremediği herhangi bir davranış olarak
açıklıyorum. Bunu anladığınız zaman ise sadece uyuşturucularla ilgili olanların
dışında birçok farklı bağımlılık çeşidi olduğunu görebilirsiniz. İşkoliklik;
alışveriş; internet; video oyunlarına bağımlılıklar Bir de güç bağımlılığı var.
Güç sahibi olup daha fazla daha fazlasını isteyen, hiçbir şeyle yetinmeyen
insanlar. Daha fazlasına sahip olmak isteyen, şirket satın alan şirketler.
Petrole olan bağımlılık ya da en azından petrolün bize sağladığı zenginlik ve
ürünlere olan bağımlılık. Çevre üzerindeki negatif etkilerine bir bakın. Bu
bağımlılık uğruna içinde yaşadığımız dünyayı yok ediyoruz. Bu bağımlılıkların
sosyal sonuçları Doğu Yakası şehir merkezindeki hastalarımın kokain veya eroin
alışkanlıklarından çok daha tahrip edici. Buna rağmen, ödüllendiriliyor ve
saygı görüyorlar. Daha yüksek bir kâr sağlayan bir tütün şirketi yöneticisi çok
daha büyük bir ödül kazanıyor. Kanunen veya başka bir şekilde, hiçbir olumsuz
sonuçla karşılaşmıyor. Hatta birçok başka şirket kurulunun saygı duyulan bir
üyesi. Ama tütün dumanına bağlı hastalıklar, her yıl dünya çapında 5 buçuk
milyon insanın ölümüne sebep oluyor. Birleşik Devletler'de bu sebepten bir
yılda dörtyüzbin kişi ölüyor. Peki bu insanlar neye bağımlı?
Kâr etmeye. Öyle bir şekilde bağımlılar ki
hareketlerinin sebep olduğu sonuçları tamamen inkâr ediyorlar. Ki inkar,
bağımlıların en tipik özelliğidir ve bu saygıdeğerdir. Neye mal olursa olsun,
kâra bağımlı olmak, saygıdeğerdir. Yani, toplumumuzda neyin kabul edilebilir ve
neyin saygıdeğer olduğu son derece değişkendir ve görünen o ki, verdiği zarar
büyüdükçe kâra bağımlı olmanın saygıdeğerliği artmaktadır.
[HURAFE]
Uyuşturucuların kendi
başına bağımlılık yaratabileceklerine dair genel bir hurafe vardır. Gerçekte,
uyuşturucuyla olan savaş, eğer uyuşturucunun kaynağını keserseniz, bağımlılıkla
başa çıkabileceğiniz fikri üzerinedir. Bağımlılığı geniş anlamda
anlayabiliyorsak hiçbir şeyin kendi başına bağımlılık yapıcı olmadığını
görürüz. Hiçbir madde, hiçbir uyuşturucu kendi başına bağımlılık yapmadığı gibi
hiçbir davranış şekli de bağımlılık yaratmaz. Çoğu insan, alışverişkoliğe
dönüşmeden alışveriş yapabilir. Herkes yemek bağımlısına dönüşmez. Bir kadeh
şarap içmekle hiç kimse alkolik olmaz. Esas mesele, insanları hassas yapan
şeyin ne olduğudur çünkü bağımlılığı yaratan şey potansiyel olarak bağımlılık
yapıcı maddeler veya davranışlar ile hassas bir bireyin karışımıdır. Kısaca,
bağımlılık yaratan uyuşturucu değil bireyin belli bir maddeye ya da davranışa
olan hassasiyet sorunudur.
[ÇEVRE]
Bu durumda, bazı
insanları hassas yapan şeyin ne olduğunu anlamak istersek o kişinin yaşantısına
bakmamız gerekir. Bağımlılığın bazı genetik nedenlere dayalı olduğu fikri
geçmişten beri süregelen yaygın bir kanı olmasına rağmen bilimsel olarak
çürütülmüştür. Gerçek olan şudur ki; kişiyi hassas yapan kişinin hayatında
yaşadığı olaylardır. Hayat tecrübeleri sadece insanların kişiliğini ve
psikolojik ihtiyaçlarını biçimlendirmekle kalmaz aynı zamanda çeşitli yollarla
kişinin bizzat zekâsını da etkiler. Bu süreç daha rahimdeyken başlar.
[DOĞUM ÖNCESİ]
Gösterilmiştir ki,
örneğin, annelerini hamilelikleri boyunca stres altında tutarsanız,
çocuklarının, bağımlılıklara yatkın kişisel özelliklere sahip olması daha
olasıdır bunun sebebi ise gelişimin psikolojik ve sosyal çevre tarafından
şekillenmesindedir. Dolayısıyla, insanoğlunun biyolojisi, ana rahminde başlayan
hayat tecrübeleri tarafından oldukça fazla etkilenir ve programlanır. Çevre,
doğumda başlamaz. Çevre, bir çevreniz olur olmaz başlar, bir cenin olarak var
olduğunuz andan itibaren annenin dolaşımları ile size ulaşan tüm bilgi akışına
tabisinizdir. Hormonlar, besin seviyeleri Bu durumun önemli bir örneği "Hollanda
Açlık Kışı" diye bir şeydir. 1944'te Naziler Hollanda'yı işgal
ederler ve bir takım nedenlerle, bütün yiyecekleri alıp Almanya'ya yönlendirme
kararı alırlar; dolayısıyla oradaki herkes üç ay boyunca açlık içinde kalır,
onbinlerce insan açlıktan ölecek duruma gelir. Hollanda Açlık Kışı'nın
etkisi ise şudur
Siz bu açlık süresince,
üç veya altı aylıktan fazla bir cenin olsaydınız vücudunuz bu zaman boyunca çok
eşsiz bir şey "öğrenirdi". Bilindiği gibi hamileliğin ikinci ve
üçüncü aşamalarında bünyeniz çevre hakkında bilgi toplamaya başlar. Orası ne
kadar tehdit edici bir yerdir?
Ne kadar bolluk var?
Annenin dolaşımları yoluyla ne kadar besin
alıyorum?
Bu zaman süresince açlık çeken bir cenin
olursan, vücudun öyle programlanır ki, hayat boyu vücudundaki şeker ve yağ
miktarının azalacağından korkarsın ve aldığın miktarların tamamını depolarsın.
Eğer bir Hollanda Açlık Kışı cenini isen, yarım yüzyıl sonra diğer tüm
etkenlerin eşit olduğu halde yüksek kan basıncı, obezite, veya metabolik hastalıkları
belirtilerine sahip olma olasılığın daha fazla olacaktır. Bu, çevre etkisinin
hiç beklenmeyen bir yerden kendini göstermesidir. Hamile hayvanları,
laboratuvar ortamında stres altında tutabilirseniz göreceksinizdir ki
yavrularının yetişkin hale geldiklerinde alkol ve uyuşturucu kullanma
eğilimleri daha fazla olacaktır. Anneleri strese sokabilirsiniz, örneğin
Britanya’da yapılan bir araştırmaya göre hamilelik sırasında istismara uğramış
kadınların doğum sırasında plasentalarında çok yüksek seviyelerde stres
hormonu kortizol tespit edilmiş ve bu durumun doğan çocukların ileride
– 7-8 yaşlarında madde bağımlılığına eğilimli olmalarına yol açtığı fark
edilmiştir. Yani henüz ana rahminde maruz kalınan stres ileride her türlü
ruhsal ve zihinsel bozuklukların hazırlayıcısıdır. İsrail’de
‘deki savaş sırasında hamile olan annelerin doğan çocukları üzerinde bir
araştırma yapılmıştır Bu kadınlar, doğal olarak şiddetli strese maruz
kaldıklarından doğan çocuklarda normalin çok üzerinde şizofreni vakaları tespit
edilmiştir. (gelecekleri vahim) Yani, günümüzde doğum öncesi etkenlerin insan
beyninin gelişimine büyük etkilerinin olduğunu gösteren birçok bulgu mevcuttur.
[BEBEKLİK]
İnsanın gelişimi ve
özellikle insan beyninin gelişimi ile ilgili en önemli nokta gelişimin büyük
oranda doğumdan sonra ve çevresel koşulların etkisiyle gerçekleşmesidir. Eğer kendimizi doğduğu
ilk gün koşmayı becerebilen bir tay ile kıyaslarsak ne kadar az gelişmiş olarak
doğduğumuzu anlayabiliriz. Biz bunu becerebilmek için gerekli sinir sistemi
koordinasyonuna denge, kas gücü ve görme yetisine ancak bir buçuk-iki yaşında
ulaşabiliriz. Bunun sebebi tay gelişimini ana rahminin güvenli ortamında
tamamlıyorken insanlarda gelişimin doğumdan sonra tamamlanıyor olmasıdır ve bu
basit bir gelişim bir mantıkla ilgilidir. Sebebi ise, bizi insan yapan en
önemli özelliğimiz olan, ön beynimizin büyümesidir. Aslında bu gelişmeye
başlayan önbeyin insan ırkını yaratan ve onu farklı yapan
özelliktir. Aynı zamanda iki ayak üzerinde yürüyebiliriz, kalça
kemiklerimiz bunu sağlamak için daralır. Yani şimdi hem kalça kemiklerimiz daralmış
hem de kafalarımız büyümüştür. Bingo!
İşte bu yüzden prematüre
olarak doğmamız gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki beyin gelişimi hayvanlarda
ana rahminde oluyorken bizde doğumdan sonra ve çoğunlukla çevrenin etkisiyle
gerçekleşiyor. Sinirsel Darwinizm kavramına göre çevreden elverişli
girdiyi alan sinir devreleri ideal şekilde gelişirken alamayanların gelişimi ya
ideal olmaz yada hiç gelişemezler. Doğduğunda gözleri gayet iyi gören bir
çocuğu alır ve onu beş yıl boyunca karanlık bir odada tutarsanız çocuk
hayatının geri kalanı boyunca kör olur çünkü görme devrelerinin gelişimi için
ışık dalgaları şarttır ve onlar olmadan, çocuk doğduğunda mevcut ve etkin olan
temel devreler dahi körelir ve ölür, yeni sinir devreleri de gelişmez. (ancak
onun çocuğunda bu özellik kalıcı olarak kalmaz, gören olarak çocukları doğar.)
[HAFIZA]
Yetişkin birey
davranışlarının şekillenmesinde çocukluk deneyimleri önemli rol oynar hatta
özellikle de hatırlanamayan erken çocukluk deneyimleri. Anlaşılan o ki, iki
türlü hafıza mevcut aleni hafıza hatırlananlardan ibarettir gerçekleri,
detayları, durumları, olayları geri çağırabildiğiniz hafızadır. Fakat hipokampüs
adı verilen beyindeki yapı ki bu hatırlanan hafızayı şifreleyen yapıdır bir
buçuk yaşına kadar gelişmeye başlamaz bile ve çok sonrasına kadar da gelişimini
tamamlamaz. Neredeyse hiç kimsenin 18 aylıkkenden öncesine dair bir şey
hatırlayamamasının nedeni budur. Fakat örtülü hafıza adı verilen başka
bir tür hafıza daha vardır ki bu aslında duygusal bellektir. Duygusal
etkiler ve çocuğun bu deneyimlerden çıkardığı yorumlar sinir devreleri şeklinde
beyne kazınmıştır ve herhangi bir anımsama olmadan harekete geçmeye hazırdır.
Bariz bir örnek vermek
gerekirse; evlat edinilmiş kişilerde sıklıkla görülen hayat boyu reddedilme
hissi vardır. Evlat edinildiklerini anımsayamazlar. Doğuran anneden
ayrılışlarını anımsayamazlar çünkü bunları kayıt edecek bir şey yoktur. Fakat,
ayrı kalmışlığın ve reddedilmenin duygusal hatırası derin bir şekilde
beyinlerinde gömülüdür. Bundan dolayı, reddedildiklerini algıladıklarında diğer
insanlara göre bir ret duygusu ve büyük bir duygusal çöküntü yaşamaları çok
daha muhtemeldir. Bu durum evlat edinilmiş kimselere özgü değildir fakat örtülü
belleğin bir fonksiyonundan ötürü içlerinde bir yerde özellikle
kuvvetlidir. Tüm araştırmalara ve kendi deneyimlerime bakarsam bağımlılar ve
aşırı bağımlıların tümü büyük ölçüde çocukken istismar edilmiş veya ciddi
duygusal çöküntüler yaşamışlardır. Duygusal ve örtülü hafızaları dünyanın
güvenilir ve yardımsever olmadığına dairdir, bakıcılara güvenilmiş değildi ve
ilişkiler kalbini açmak için yeterince güvenli değildir ve bundan dolayı
tepkileri de kendilerini, gerçek samimi ilişkilerden uzak tutma eğiliminde
olur. Onlara yardım etmek isteyen bakıcılara doktorlara ve diğer insanlara
güvenmemek ve genellikle dünyayı güvensiz bir yer olarak görürler. Bu durum
kesinlikle çağrışım bile yapamadıkları olaylarla alakası olan örtülü hafızanın
bir fonksiyonudur.
[DOKUNMAK]
Prematüre veya genelde
kuvözlerde doğan bebekler çeşitli cihazlara ve
makinelere haftalar hatta aylarca bağlı kalırlar. Günümüzde artık
biliniyor ki bu çocuklara günde yalnızca 10 dakika dokunulsa veya sırtları
okşansa, bu onların beyin gelişimlerini hızlandırır. Yani insan dokunuşu
gelişim için şarttır ve aslında hiç dokunulmayan çocuklar gerçekten ölürler.
(bu hususa fazla dikkat edilmiyor günümüzde)
İşte bu, insanlar için
dokunulmanın ne kadar temel bir ihtiyaç olduğunun göstergesidir. Toplumumuzda,
ebeveynlere çocuklarını kucaklamamalarını onlara dokunmamalarını, korkudan
ağlayan bebeklere onları rahatsız etme korkusuyla ya da geceleri uyumaya
alışsınlar diye sarılmamalarını dikte eden talihsiz bir eğilim var. Oysa
çocuğun ihtiyacı tam tersi, kucaklanmaktır ve bu çocuklar belki de pes
ettikleri için tekrar uykuya dalarlar. Ebeveynlerince terk edilme korkusuna
karşı bir savunma yöntemi olarak beyinleri kendini kapatır. Ama örtülü
bellekleri dünyanın onları umursamadığını hatırlatacaktır. (Çocukların
odalarında terk ederek uyumasını isteyen ebeveynlere duyurulur. Kan kanserinde
en önemli sebep bu bence. Yazan)
[ÇOCUKLUK]
Tüm bu farklılıklar
hayatın erken çağlarında şekillenir. Öyle ki, ebeveynlerin hayatta
karşılaştıkları zorluk ve de kolaylıklara dair çapraşık deneyimleri çocuklara
aktarılır.
Bu ise; ya ailevi depresyonla ya da ebeveynlerin zor bir günün ardından çok
yorgun olmaları yüzünden çocuklarına sinirlenmeleriyle gerçekleşir. Tüm
bunların, günümüzde hakkında çok şey bilinen çocuk gelişimi programcılığı
üzerinde çok önemli etkileri vardır. Ancak bu erken duyarlılık sadece gelişimsel
bir hata değildir. Birçok farklı yaşam türlerinde de görülmektedir. Bitkilerin
filizlenme aşamasında dahi, geliştikleri çevre şartlarına erken bir uyum süreci
vardır. Fakat bu uyum insanlarda sosyal ilişkilerin niteliğine bağlıdır.
Böylece, erken yaşlarda gördüğünüz ilgi ve şefkat, yaşadığınız çatışmalar
nasıl bir dünyada büyüyeceğinizin sinyalini verirler. Bir şeyler elde
edebilmek için mücadele etmeniz gereken kendinizi korumak için sürekli arkanızı
kolaçan ettiğiniz başkalarına güvenmemeyi öğrendiğiniz bir dünyada mı
büyüyorsunuz ya da, karşılıklı ilişkilere, ortak paylaşıma ve dayanışmaya bağlı
güvenliğiniz diğer insanlarla kurduğunuz güzel ilişkilere dayalı empati
kurmanın önemli olduğu bir toplumda mı büyüyorsunuz Bu dünya çok farklı
duygusal ve bilişsel gelişim gerektirir. İşte, erken duyarlılık ailenin
içinde yaşadığı dünyadan edindiği deneyimleri oldukça bilinçsiz bir şekilde
çocuğa aktardığı sistemle alakalı bir durumdur. Ünlü İngiliz çocuk
psikiyatristi, DW Winnicott, demiştir ki çocuklukta ters gidebilecek iki
temel şey vardır
BİRİNCİSİ OLMAMASI
GEREKEN ŞEYLERİN OLMASI DİĞERİYSE OLMASI GEREKEN ŞEYLERİN OLMAMASI.
İlk kategoride, kent
merkezinin Batı yakasında yaşayan hastalarımın ve pek çok bağımlının dramatik
olarak istismar ve terk ediliş hikayeleri var. Bunlar olmaması gereken
fakat olmuş şeyler. Diğer taraftan; her çocuğun ihtiyacı olan ama genellikle de
göremedikleri stressiz, uygun, odaklanmış ebeveyn ilgisi var. İstismara
uğramıyorlar. İhmal edilmiyorlar travma da yaşamıyorlar fakat olması gereken
onları yetiştirecek duygusal yeterlilikteki ebeveynlerin olmaması ve bunun
nedeni de, toplumumuzda ve aile ortamımızdaki stres. Psikolog Allan Surer
ebeveynin fiziksel olarak var olduğu fakat duygusal olarak var olmadığı bu gibi
durumlara "Mesafesiz Terkediş" adını
veriyor.
Hayatımın kabaca son 40
senesini toplumumuzun ürettiği en vahşi insanlar üzerinde çalışarak geçirdim
katiller, tecavüzcüler ve bunun gibileri Bu vahşete neyin sebep olduğunu
anlamaya çalışırken Fark ettim ki hapishanelerimizdeki en azılı suçluların
kendileri öyle büyük ölçüde istismara maruz kalmışlardı ki, çocuk istismarı
terimini böyle vakalarda kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi. Toplumumuzdaki
çocukların sıkça gördükleri ahlaksız muamelenin boyutlarından hiç haberim
yoktu. Gördüğüm en vahşi insanların kendileri geçmişte çoğu zaman kendi
ebeveynleri veya sosyal ortamlarındaki diğer insanlar tarafında öldürülmeye
çalışılmıştı ya da en yakın akrabaları başka insanlar tarafından öldürülmüş
olan bir ailenin sağ kalan üyeleriydiler. Buda her şeyin birbiri ile
bağlantılı olduğunu savunur. "Teklik çokluğu, çokluk da tekliği
barındırır" der. Yani, çevresinden soyutlayarak hiçbir şeyi
anlayamazsınız. Bir yaprak, Güneş'i, gökyüzünü ve tabii ki Dünya'yı barındırır.
Artık konu özellikle insan gelişimine ve tabii ki tüm çevreye geldiğinde bunun
gerçek olduğu görülebiliyor. Bunun için modern bilimsel terim insan
gelişiminin "biyo-psiko-sosyal" doğasıdır ve insan biyolojisinin
sosyal ve psikolojik çevreler ile etkileşime oldukça bağlı olduğunu söyler.
Kaliforniya - Los Angeles Üniversitesi'nde (UCLA) psikiyatr ve araştırmacı
olarak görev yapan Daniel Siegel "Kişilerarası
Nörobiyoloji" diye bir terim türetti ve bu terim sinir
sistemimizin işlevlerinin kişisel ilişkilerimize göre oldukça değiştiğini ifade
ediyor. İlk aşamada bakıcı ebeveynler ikinci aşamada hayatımıza önemli etkileri
olan kişiler ve üçüncü aşamada tüm kültürümüz bulunur. Yani kişinin yetiştiği
ve halen içinde yaşadığı böylece devam eden bu yaşam döngüsünü o kişinin
nörolojik işlevlerinden ayıramazsınız. Beyniniz gelişirken bağımlı ve yardıma
muhtaç olduğunuz kısmen doğrudur hatta bu yetişkinlikte ve yaşamınızın sonunda
bile geçerlidir.
[KÜLTÜR]
İnsanlar hemen hemen her
tür toplumda yaşamışlardır. En eşitlikçisine kadar Avcı - toplayıcı toplumlar
örneğin besin paylaşma ve eşya takası konusunda oldukça eşitlikçi
görünmekteler. Küçük topluluklarda akraban olmasa bile hayatın boyunca
tanıdığınız yiyecek arama ve biraz da avcılıkla hayatını sürdüren insanlar;
çeşitli gruplar arasında büyük bir akıcılığın bulunduğu bir dünyada; maddeci
kültürün bütün algıyı ele geçirmediği bir dünyada İnsanlar, insansılık
tarihinin büyük bir çoğunluğunu böyle geçirmişlerdir. Tabii doğal olarak, bu
çok farklı bir dünyaya yol açar. Bunların sonuçlarından birisi, çok daha az
şiddettir. Organize grup şiddeti insanlık tarihinin bugününde ortaya çıkmış
değildir ve bu oldukça aşikardır. Peki nerede hata yaptık?
Şiddet evrensel değildir. İnsan ırkına
simetrik olarak bölünmemiştir. Farklı toplumlarda şiddetin miktarı çok büyük
değişiklik göstermektedir. Hemen hemen hiç şiddetin olmadığı toplumlar da
vardır kendi kendilerini yok eden toplumlar da. Mesela anabaptistlerde (vaftizi
yetişkinlikte yapılan) çok katı pasifist olan Amishler,
Mennonitler, Hutteriteler gibi mezhepler vardır. Bu gruplardan Hutteritelerde
kayıtlara geçen cinayet yoktur. İnsanların askere alındığı II. Dünya
Savaşı gibi büyük savaşlar süresince orduya hizmette bulunmayı reddetmişlerdi.
Orduya hizmet etmektense hapse girmeyi tercih ederlerdi. İsrail'de, Kibbutz'larda
şiddet oranı o kadar düşüktür ki ceza mahkemeleri suç işleyen şiddet faillerini
sıklıkla şiddet içermeyen bir hayat yaşamayı öğrenmeleri için Kibbutz'larda yaşamaya
gönderirler. Çünkü oradaki insanların yaşam tarzı budur. Yani, toplum
tarafından fazlasıyla şekillendiriliriz. Toplumlarımız daha geniş anlamda bizim
teolojik metafiziksel, sözel vb. etkilerimizi içerir. Toplumlarımız; hayatın
temelde günah ya da güzellik üzerine olduğunu düşünsek de düşünmesek de ölümden
sonraki yaşam, hayatımızı yaşama biçimimizle ilgili bir bedel taşısa da
taşımasa da, ya da bundan bağımsız bile olsa; bizi şekillendirir. Geniş bir
bakış açısıyla, farklı büyük toplumlar bireyci ya da kolektivist olarak
adlandırılabilirler ve bu toplumlardan çok farklı insanlar ile çok farklı
zihniyetler elde edersiniz ve tahminim bu toplumlardan farklı beyinlerin ortaya
çıkacağıdır. Bizler Amerika'da en bireyci toplumlardan birindeyiz ve kapitalist
sistem sizlerin potansiyel piramidin üstlerine doğru ilerlemenize izin verir.
Bu durum ise, daha az güvenlik sınırları oluşmasına sebep olur. Tanım gereği,
bir toplum ne kadar katmanlaşmışsa o kadar az denginiz, o kadar az eşitiniz ve
karşılıklı ilişkiniz olur. Bunların yerine bulacağınız ise ayrım noktaları ve
sonsuz hiyerarşilerdir. Dolayısıyla, az sayıda karşılıklı ilişkinizin olduğu
bir dünya çok az özverinin bulunduğu bir dünyadır.
[İNSAN DOĞASI]
Böylece, alaka kurması
tamamen imkânsız bir konuya geliyoruz; bilimsel bakış açısında değerlendirerek
insan doğasının özünü anlamak. Bildiğiniz gibi, belli bir seviyede doğamızın
özü doğamız tarafından özellikle kısıtlanmaz. Dünyaya geldiğimizde diğer
bütün türlerden daha fazla sosyal çeşitliliğimiz vardır. Daha fazla inanç
sistemi, aile kurumu türleri ve çocuk yetiştirme yöntemleri. Sahip
olduğumuz çeşitlilik kapasitesi olağanüstüdür. Rekabeti temel alan ve gerçekte,
sıklıkla acımasız bir şekilde bir insanın diğer bir insanı sömürmesine dayalı
bir toplum. Başka insanların sorunlarından çıkar sağlama ve genellikle çıkar
sağlama amacıyla özellikle sorun yaratmayı hakim ideoloji genellikle mazur
görür ve bunu insan doğasının en temel ve değişmez özelliklerine bağlar. Yani toplumumuzdaki
hurafe insanların doğuştan rekabetçi doğuştan bireyci ve doğuştan bencil olduğu
yönündedir. Gerçek ise tamamen zıt yöndedir.
İnsan olarak belirli
ihtiyaçlarımız vardır. Somut olarak insan doğasından bahsetmenin tek yolu
belirli insani ihtiyaçlarımızın olduğunu kabullenmektir. Arkadaşlığa ve yakın
ilişkilere insanca bir ihtiyaç duyarız. Olduğumuz gibi sevilmek, bağlanmak
kabul edilmek, fark edilmek ve onaylanmak için Eğer bu ihtiyaçlar karşılanırsa
merhametli, yardımsever ve diğer insanlar için empati sahibi bireylere
dönüşürüz. Fakat alında toplumumuzda sıklıkla gördüğümüz bunun tam tersine
insan doğasının kusursuz tahribatıdır. Çünkü insanların çok az bir kısmının
ihtiyaçları karşılanır. Evet, insan doğası hakkında konuşabilirsiniz ama
yalnızca içgüdüsel olarak uyandırılmış temel insan ihtiyaçları bakımından ya da
karşılandığında belli özelliklere karşılanmadığında da farklı bir takım
özelliklere sebep olan belirli insan ihtiyaçları demeliyim. Yani çok farklı
şartlarda hayatta kalmamızı sağlayan olağanüstü bir adaptasyon esnekliğine
sahip insan organizmasının belli çevresel gereksinimler veya insani ihtiyaçlar
için sıkı sıkıya programlanmış olduğu gerçeğini fark ettiğimizde toplumsal
zorunluluk belirmeye başlar. Aynı, bedenlerimizin fiziksel besinlere ihtiyacı
olduğu gibi insan beyninin de gelişimin her basamağında pozitif çevresel
uyaranlara ihtiyacı olduğu gibi, aynı zamanda negatif uyaranlardan da korunmaya
ihtiyacı vardır. Yani, eğer olması gereken şeyler olmazsa ya da olmaması
gereken şeyler olursa gayet açıktır ki ortaya yalnızca birbirini izleyen
zihinsel ve fiziksel hastalıklar değil aynı zamanda birçok zararlı davranış
biçimi çıkacaktır. Bu durumda, bakış açımızı dışa doğru yönelterek ve
günümüzdeki şartları hesaba katarak şu soruyu sormalıyız.
Modern dünyada yaratmış
olduğumuz koşullar sağlığımız için gerçekten yardımcı oluyor mu?
Sosyo-ekonomik
sistemimizin temelleri insanlık, sosyal gelişim ve ilerleme için fayda
sağlamakta mıdır?
Yoksa toplumumuzun temel eğilimi gerçekte,
kişisel ve sosyal refahımızı yaratma ve korumamız için gereksinim duyduğumuz
temel gelişme ihtiyaçlarımızın tersine mi gidiyor?
Sosyal Patoloji (hastalıklar)
Birimiz bunların hepsi nerede başladı diye sorabilir. Bugün sahip olduğumuz
tamamıyla çökmek üzere olan bir dünya.
[ PAZAR ]
Her şey John Locke
ile başladı. John Locke bize mülkiyeti tanıttı.
Özel hak ve özel
mülkiyet için üç şartı vardı. Bunlar;
Başkaları için yetecek
kadar artık bırakılmalı ve bunlar çürümeye terk edilmemeli ama en önemlisi
bunları iş gücüyle yoğrulmalı. Bu size doğru
gözükebilir; dünyayı emeğiniz ile yoğurmak! Ondan sonra ürüne sahip olmaya hak
kazanabilirsiniz ama başkalarına da yetecek kadar bıraktığınız sürece ve bu
artanlar çürümediği sürece hiçbir şeyin ziyan olmasına izin vermiyorsanız, o
zaman tamam. Locke, ünlü devlet yönetimi üzerine incelemesine uzun zaman
harcadı. Ekonomik, politik ve hukuksal anlayış üzerine geleneksel bir inceleme
olduğundan hala üzerinde çalışılan klasik bir kitaptır. İyi de, Locke bu
koşullarını listeledikten sonra ve siz hala özel mülkiyetten yana mıyım yoksa
değil miyim diye düşünürken Locke, özel mülkiyeti gayet tutarlı ve güçlü bir
şekilde savunmasını vermişti bile. Hatta doğrudan ortaya koyuyor!
Hem de bir çırpıda. Tek bir cümle içinde. Locke
şöyle diyor
"Bir kere paraya
ihtiyaç insanlığın zımni arzusundan feyz aldı ve ardından para varoldu "
Locke bütün koşulların
iptal edildiği ve silindiğini söylemese de sonunda olan budur. Böylece bizler
bugün üretmiyoruz ve iş gücümüzle bir eşya sahip olmuyoruz. Ama hayır; para
artık iş gücünü satın alıyor. Artık başkalarına ne olacak endişesi
yok yeteri kadar başkalarına kalmış mı?
Ya da kalan mallar ziyan olacak mı?
Çünkü diyor ki para gümüş ile altına benzer ve
altın bozulmaz. Bu nedenledir ki, para israftan sorumlu tutulamaz. Bu çok
saçmadır, para ve gümüş hakkında konuşmuyoruz bunların etkilerinin ne olduğu
hakkında konuşuyoruz. Birbiri ile alakasız cümle dizileri. Fakat en endişe
verici olan mantıksal hokkabazlık, buradan paçasını kurtarması ancak
sermayedarların çıkarlarına uyması. Sonra Adam Smith gelir ve buna dini
ekler. Locke, tanrı bunu tamamen bu şekilde yaptı bu tanrının doğrusudur diye
başladı ve şimdi de Smith'in söylediğinden anlıyoruz ki "bu sadece
tanrının değil " Aslında bunu
direk telaffuz etmiyor ancak felsefi olarak, prensipte dediği "bu
sadece özel mülkiyet sorunu değil "
Artık bunların hepsi "ön koşulludur" "Verilmiştir."
"İşgücü satın alan yatırımcılar" vardır Verilmiştir. Bir
başkasının işgücünü ne ölçüde satın alabileceklerinin sınırı yoktur ne kadar
biriktirebileceklerinin, ne kadar eşitsizlik olduğunun bunların hepsi
verilmiştir. Böylece o büyük fikriyle gelir ve bu yine, sadece satır aralarında
geçmektedir. Bilirsiniz, insanlar satmak için malları piyasaya sürdüğünde arz
ve diğerleri satın aldığında talep oluşur vesaire.
Arzı talebe ya da talebi
arza nasıl eşitleyebiliriz?
Bunlar arasındaki denge
nasıl sağlanabilir?
Bunların nasıl
dengelendiği ekonomi biliminin merkezi kavramlarından biridir ve Adam Smith
diyor ki Bunları dengeleyen "piyasanın görünmeyen elidir." Yani
şu anda "tanrı" lafının eli kulağında olduğunu biliyoruz.
Locke'un söylediklerini hesaba katarak mülkiyet haklarını, tüm gerekliliklerini
ve "doğal haklarını" söylemedi Şu anda "tanrı" gibi bir
sistemle karşı karşıyayız. Aslında, Smith der ki, bu alıntıyı bulmak için
Ulusların Zenginliği'ni sonuna kadar okumanız gerekir. Smith "Geçim
kıtlığı fakir kesimin yeniden yapılanmasının limitlerini belirler ve doğal
olarak bununla baş etmek için, çocuklarının elenmesinden başka yol
yoktur." Yani en kötü anlamıyla gelişim teorisini beklemektedir. Buna
Darwin evrim teorisinde "İşçi ırkı" adını verdi. Yani şunu
görebilirsiniz doğal bir ırkçılık, sayısız miktarda çocuk öldürmeye göz yumacak
düşüncesizlik ve "Görünmez el, ihtiyacı karşılayacak kadar kaynak
kaynağı karşılayacak kadar ihtiyaç yaratır" diye düşünüyordu.
Tanrı'nın ne kadar bilge olduğunu görüyor musunuz?
Yani bolca gerçek anlamda öldürücü hayat
yıkıcı, eko-soykırımcı düşünceler şimdi de bir şekilde devam eden "düşünen
gen" Smith'de de vardı. Adam Smith gibi erken dönem iktisat
düşünürleri tarafından ortaya atılan Kapitalist Serbest Piyasa Sistemi adı
verilen konseptin orijinaline baktığımız zaman Piyasa'nın gerçek amacının
gerçek, dokunulabilir, somut, yaşam şartlarını destekleyen bir takas sistemi
üzerine kurulduğunu görürüz. Adam Smith, Dünya'daki en büyük kar sağlayıcı
ekonomik sektörün, neticede finansal takas ya da diğer adıyla yatırımın içinde
olacağını anlamamıştı. Paranın kendini, diğer paraların hareketleriyle
kazandığı topluma sıfır verimli değer sunan keyfi bir oyundur Yine de Smith'in
niyetini dikkate almadan en temel ilkeleri, paranın mal olarak kabul edildiği
bir teori için, böylesine anormal görünen bir kapı sonuna kadar açık kaldı.
Bugün, Dünya'nın bütün ekonomilerinde iddia ettikleri sosyal sisteme rağmen
paranın sadece para aşkı için peşinden koşulur. Başka hiçbir şey için
değil. Adam Smith tarafından esrarengiz bir şekilde nitelenmiş dini "Görünmez
El" bildiriminin altında yatan fikir, bu hayali ticari malın sığ,
menfaatçi arayışının büyülü bir şekilde insanlığın ve toplumun refah ve
gelişimine dönüşeceği yönündedir. Gerçekte, parasal teşvik veya bazılarının
adlandırdığı gibi Para Değer Dizisi Hayat Değer Dizisi olarak
da adlandırılabilecek temel intifa hakkından ayrılmıştır. Aslında olan şudur
ki, bu iki dizge konusunda ekonomik doktrinler arasında tam bir kafa
karışıklığı söz konusudur. Para Değer Dizisinin Hayat Değer Dizisini
doğurduğunu zannederler. Bu yüzden daha fazla mal satılması durumunda Gayri
Safi Yurtiçi Hasılaları yükselirse refah seviyesi daha da yükselmiş olacak
derler.
Gayri Safi Yurtiçi Hâsılası
toplumsal sağlığın temel göstergesi olarak kullanılabilecekmiş.
Karmaşayı görüyorsunuz
işte. (Saçmalık olduğuna işaret ediliyor.)
Malın satışından elde
edilen bütün alındılar ve gelirler olan Para Değer dizisinden bahsediyor ve
bunu yaşam üretimi ile karıştırıyorlar. Kısacası ta en başından
beri her şeyi, Para ve Hayat Değer Dizilerinin tamamen birbiriyle
birleşmesinden oluşmuş bir sistem içine inşa etmiş durumdasınız. Dolayısıyla,
Para Dizisi herhangi bir üretimden ayrıştıkça git gide daha da ölümcül olan
planlı bir yanılgı ile mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Kısacası bu bir
sistem karışıklığı ve bu sistem karışıklığı ölümcül gibi görünüyor. (Servetin
toplumdaki dağılımına işaret ediliyor)
[MAKİNEYE HOŞGELDİNİZ]
Bugün toplum içinde,
neredeyse kimsenin ülkelerinin veya toplumlarının gelişimini fiziksel
sağlıkları, mutluluk seviyeleri güven veya sosyal istikrar ile ölçtüğünü
görmüyoruz. Daha doğrusu, ölçümlemeler bize ekonomik soyutlamalar yoluyla
sunulmaktadır. Gayrı safi yurt içi hasılamız, tüketici fiyat içeriğimiz
menkul kıymetler borsamız, enflasyon oranlarımız ve daha da fazlası var. Fakat bu
bize insanların yaşam kalitesi gibi gerçek değerler ile ilgili bir şey
anlatıyor mu?
Hayır.
Tüm bu ölçümlemeler
paranın kendisinden başka hiçbir şeyle ilgili değildir.
Örneğin, BİR ÜLKENİN GAYRI
SAFİ YURTİÇİ HÂSILASI EŞYALARIN DEĞERİ VE SATILAN SERVİSLERİN DEĞER
ÖLÇÜSÜDÜR. ONUN ÖLÇÜMLEMESİNİN ÜLKE İNSANLARININ "YAŞAM
STANDARDI" İLE İLİŞKİLİ OLDUĞU İDDİA EDİLİR.
2009'da Amerika Birleşik
Devletleri GSMH'nın % 17'sini sağlık için hesapladı. Yaklaşık 2,5 trilyondan
fazlası harcandı. Dolayısıyla, bu ekonomik ölçümleme üzerine pozitif etki
yaratılıyor. Bu mantığa dayanarak eğer sağlık hizmetleri daha da artarsa
Amerika'nın ekonomisi için çok daha iyi olur. Belki 3 trilyon dolar belki 5
trilyon. Bu daha fazla büyüme ve iş yaratacağından dolayı, ekonomistler
ülkelerinin yaşam standardı arttığı için gurur duyarlardı.
Ama bir dakika.
Sağlık hizmeti aslında
neyi temsil ediyor?
Pekala;
HASTA VE ÖLMEKTE OLAN
INSANLARI.
Doğru;
Amerika'da ne kadar
fazla hasta insan varsa o kadar iyi bir ekonomi olur. Aslında, bu aşırı ya da
alaycı bir görüş değildir.
(Sağlık üzerinde yapılan
ücretsizliğin arkasındaki gizli plan nasıl ortaya çıkıyor. İnsanlar ücretsiz
tedaviler yerine kazançlarının artırımını sağlayarak daha verimli, duyarlı ve
yerinde olacağını gösteriyor. Bedava ilaç ölüm satarak para kazanmaktır.)
Hatta, yeterince geri
adım atarsak gayrı safi yurtiçi hasılasının herhangi bir maddi düzeyde yalnızca
kamusal ve sosyal sağlığı göstermediğini aslında daha çok, endüstriyel
verimsizliğin ve sosyal bozukluğun bir ölçüsü olduğunu fark etmiş olursunuz. ÖYLE Kİ NE KADAR
YÜKSELDİĞİNİ GÖRÜRSENİZ KİŞİSEL, SOSYAL VE ÇEVRESEL BÜTÜNLÜK BAKIMINDAN O KADAR
KÖTÜSÜ GERÇEKLEŞİR.
KAZANÇ ELDE EDEBİLMEK
İÇİN SORUN YARATMANIZ GEREKİR.
Hayat kurtarmak, bu
gezegende denge oluşturmak adaleti ve barışı sağlamak veya buna benzer diğer
mevcut örneklerden kazanç elde edilemez. Bu işlerde hiç kazanç yoktur.
"BİR YASA ÇIKAR VE
KENDİNE BİR İŞ KUR" diye eski bir söz
vardır. İş kurulan kişi avukat da olabilir, herhangi başka biri de.
Öyleyse, Haiti'deki
deprem nasıl iş alanı yarattıysa suç da aynı şekilde iş alanı yaratır.
Şu anda Amerika'daki
tutuklu insan sayısı kabaca iki milyon civarındadır ve bunların birçoğu da özel
şirketlerin işlettiği hapishanelerde bulunur. Amerika Wackenhut'taki
Corrections Corporation (Islah Etme AŞ) Wall Street'teki hisse senedi
ticaretini hapishanesindeki insan sayısına orantılı yürütür. İşte bu
hastalıklı bir durumdur. Ama bu, mevcut ekonomik modelin talep ettiği şeyin
sonucudur. (Amerikan filmlerinde kötü hapishane şartları gösterilerek,
insanları İslah işletmelerine yönlendirip çalıştırmanın önü mü açılıyor?)
Öyleyse bu mevcut
ekonomik modelin ihtiyacı tam olarak nedir?
Ekonomik düzenimizin
devamlılığını sağlayan nedir?
TÜKETİM.
Ya da başka bir deyişle;
Klasik piyasa
ekonomisinin temelinde yatan şeyin şu anki sistemin işlemeye devam etmesini
istiyorsak durmasına veya adamakıllı yavaşlamasına bile izin verilemeyen bir
para değişim modeli olduğunu görürüz.
Ekonomide 3 temel oyuncu
vardır.
ÇALIŞAN, İŞVEREN VE
TÜKETİCİ.
Çalışan işverene kazanç
karşılığı işgücü satar.
İşveren bunun üretim hizmetlerini
ve ürünleri kazanç için tüketiciye satar.
tüketici dediğimiz kişi
de aslında döngüsel tüketimin sürmesini sağlamak üzere sisteme geri harcama
yapan işveren ve çalışanın üstlendiği bir diğer roldür.
Başka bir deyişle, küresel
piyasa sistemi şu varsayıma dayanmaktadır; bir toplumda devam eden
tüketim sürecini koruyan bir oranda para dolaşımını sağlayacak ürün talebi her
zaman olacaktır. Tüketim hızı arttıkça "sözde" ekonomik büyümenin
de o derece artacağı varsayılır. Düzen böyle sürer, gider Ama durun bir
saniye Ben ekonominin şu işe yaradığını sanıyordum, ne bileyim?
Tasarruf sağlamak?
Terimin kendisi zaten muhafaza etme,
yeterlilik sağlama ve savurganlığın azaltılması anlamına gelmiyor muydu?
Peki, tüm bunlara rağmen, nasıl oluyor da
tüketim talep eden ve "ne kadar çok, o kadar iyi" mesajını
veren sistemimiz yeterlilik ya da "tasarruf" sağlayabiliyor?
Sağlayamıyor.
Aslında piyasa
sisteminin asıl amacı -gerçek bir ekonomiden şu anda beklenenlerin tam aksine-
hayat için gerekli olan ürünlerin üretim ve dağıtımı için ihtiyaç duyulan
materyalleri etkili ve tutumlu bir yolla yönlendirmektir. Biz sınırları olan
bir gezegende, sınırlı kaynaklarla yaşıyoruz. Örneğin, kullandığımız
petrolün gelişmesi milyonlarca yıl sürüyor. Hatta
kullandığımız minerallerin ki milyarlarca BU NEDENLE, "SÖZDE"
EKONOMİK BÜYÜMENİN SAĞLANMASI İÇİN TÜKETİM ARTIŞINI KASTEN TEŞVİK EDEN BİR
SİSTEME DEVAM ETMEK DOĞAYI PARÇALAYAN BİLİNÇLİ BİR DELİLİKTİR. İsrafın
olmaması, yeterlilik bu yolla sağlanır. İsrafın olmaması mı?
Şu anki sistem, şimdiye kadar dünya üzerinde
var olmuş bütün sistemlerden daha da savurgan. Şu an hayat düzeninin ve
sisteminin her aşaması bir kriz, bir mücadele, bir çürüme ya da çökme
durumunda. Son senede yayınlanmış
bağımsız değerlendirmeye dayalı hiçbir bülten size farklı bir şey
söylemeyecektir Tüm yaşam sistemleri çökmektedir ..
Sosyal programlar gibi
suya erişimimiz gibi Tehdit veya tehlike altında olmayan herhangi bir yaşam
biçimi söyleyebilir misiniz?
Söyleyemezsiniz.
Gerçekten bir tane bile
yok ve bu çok çok üzücü. Fakat biz henüz sebeplerin mekanizmasını çözmüş
değiliz. Sebeplerin mekanizması ile yüzleşmek istemiyoruz. Sadece devam etmek
istiyoruz. Çılgınlığın işte bunda olduğunu biliyorsunuz işe yaramayacağını bile
bile ayni şeyi tekrar tekrar yapmaya devam etmekte. Aslında sizin gerçekte
ekonomik bir sistemle değil anti-ekonomik bir sistemle uğraştığınızı söyleyecek
kadar ileri gidebilirim.
[ANTİ-EKONOMİ]
Rekabetçi pazar
modelinde amacın "en uygun malları en düşük fiyatla sağlamaktır"
diye eski bir deyim vardır. Bu deyim esasında sonuç
olarak daha kaliteli malların üretimine sebep olacağı varsayımına dayanarak
pazar rekabetini haklı kılan teşvik konseptidir. Kendime en baştan başlayarak
bir masa yapacak olsam bunu mümkün olan en iyi ve sağlam malzemeden yapmam
doğaldır, değil mi?
Çünkü uzun süre dayanmasını isterim.
Neden bunu tekrar yapmam gerekebileceğini ve
dolayısıyla daha çok enerji ve malzeme harcayacağımı bile bile daha kötü ve
kalitesiz bir şey yapayım?
Peki, bu, fiziksel dünyada ne kadar mantıklı
görünürse görünsün piyasa dünyasına gelindiğinde ise sadece açıkça mantıksız
olmakla kalmaz bir opsiyon bile olması mümkün değildir. Bir firma rekabet
avantajını muhafaza etmek ve fiyat olarak müşterilerine ulaşılabilir seviyede
kalmak istediği sürece, teknik olarak bir şeyin en iyisini üretmek mümkün
değildir. Kelimenin tam anlamıyla satış için düzenlenmiş ve yaratılmış her
şeyin üretildiği anda değeri düşüyor. Çünkü matematiksel olarak stratejik,
sürdürülebilir, yeterli bilimsel olarak en gelişmiş ürünü yapmak imkânsızdır.
Bu şu gerçeğe dayanır ki, piyasa sistemi "maliyet verimliliğini" gerektirir
ya da üretimin her safhasında oluşan her masrafın azaltılmasını. İşgücü
maliyetinden malzeme maliyetine ve paketlemeye kadar. Rekabete dayanan bu
strateji, tabii ki rekabet eden başka bir üreticiden (aslında aynı şeyi yapan)
değil de kendilerinden satın alındığından emin olmak ister. Yani kendi
mallarını da rekabete dayanan ve satın alınılabilir kılan bir üreticiden.
Sistemin bu kaçınılmaz israfının sonuçları "İçsel Tükenme"
olarak adlandırılır. Aslında bu daha büyük bir problemin sadece bir parçasıdır.
Piyasa ekonomisinin temel bir yönetim prensibi bu arada bunu okuduğunuz hiçbir
kitapta bulamazsınız şöyle ki
"ÜRETİLEN HİÇBİR
ŞEYE DAYANABİLECEĞİNDEN DAHA UZUN YAŞAM SÜRESİ İZİN VERİLEMEZ".
Başka bir deyişle,
üretilen malın hasar görmesi bozulması ve kullanım ömrünün bitmesi kritik
değere sahiptir. Buna "Planlı Eskitme" denir.
PLANLI ESKİTME varolan ve piyasa
kuralları uygulayan tüm şirketlerinin stratejisinin belkemiğidir. Tabii ki
küçük bir kısmı yaptıklarını maskelemek için tartışılmasını samimi bir şekilde
kabul eder gibi görünürken çoğu zamanda dayanıklı ve sürdürülebilir bir malın
yaratılmasına sebep olabilecek yeni teknolojik gelişmeleri görmezden gelecek ve
hatta baskı ile sindirecektir. Yani, yeterince savurgan olmasa bile, sistem
yapısı gereği en dayanıklı ve randımanlı malların üretilmesine izin veremez
Planlı Eskitme bir malın kullanılabilir olduğu sürenin uzamasının döngüsel
tüketimin sürekliliği için ve dolayısıyla pazar sisteminin kendisi için kötü
olduğunu kasıtlı olarak kabul eder. Başka bir deyişle, uzun ömürlü ürün
aslında ekonomik büyümeye terstir bu nedenle de üretilen herhangi bir ürünün
yaşam süresinin kısa olmasını sağlamak için doğrudan, destekli bir teşvik
mevcuttur. Aslında, sistem başka türlü çalışamaz. Dünyaya yayılmakta
olan çöplük denizlerine bir göz atmak eskitme gerçekliğini gösterecektir. Her
biri altın, koltan, bakır gibi değerli çıkarması güç materyallerle dolu
milyarlarca ucuz cep telefonu bilgisayar ve başka teknolojik aygıtlar var ve
genellikle küçük parçalarındaki basit arıza veya eskimelerden ötürü şu anda
öbekler halinde çürüyorlar ki korumacı bir toplumda bunlar büyük olasılıkla
tamir edilir veya güncellenirdi ve ürünün ömrü uzatılırdı. Maalesef,
fiziksel gerçekliğimizde yani yaşadığımız sınırlı kaynaklara sahip bu sınırlı
gezegende bu ne kadar randımanlı görünürse görünsün pazar açısından açık bir
şekilde randımansızdır.
Özetlemek gerekirse "RANDIMAN,
SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK VE SAKLAMA EKONOMİK SİSTEMİMİZİN DÜŞMANLARIDIR."
Benzer şekilde, fiziki
ürünlerin çevre üzerindeki etkilerine bakılmaksızın sürekli olarak tekrar
tekrar üretilmeleri gerektiği gibi bir mantığa hizmet endüstrisi de uymaktadır.
Gerçek şu ki şu anda hizmet verilen sorunların çözülmesi hiçbir maddi kazanç sağlamaz.
İşin aslı, tıbbi kuruluşların isteyeceği son şey kanser gibi hastalıkların
tedavisi olacaktır çünkü bu durumda sayısız iş ve trilyonlarca gelir ortadan
kalkacaktır. Konumuza dönersek suç ve Terörizm bu sistemde iyidirler!
Eh, en azından ekonomik olarak polisleri işe
aldığı için güvenlik amaçlı değeri yüksek ürünler ürettiği için tabii ki
hapishanelerin değerinden bahsetmiyoruz bile özel sektöre ait hapishaneler
üstelik kar amaçlı.
Ya savaşa ne demeli?
AMERİKA'DAKİ SAVAŞ SANAYİSİ, GHYS'NİN MUHTEŞEM
BİR ŞEKİLDE ARTIŞINI SAĞLAYAN EN KARLI ENDÜSTRİLERDEN BİRİDİR; ÖLÜM VE YIKIM
ÜRETİR. Bu sanayide en sık kullanılan oyun, her şeyi havaya uçurup sonra
bunları kar elde etmek için yeniden inşa etmektir. Biz bunu, Irak
savaşı için yapılan ve havadan gelen milyar dolarlık
sözleşmelerle gördük. Özetle, toplumun sosyal olarak negatif özellikleri
sanayinin pozitif yönde ödüllendirildiği girişimler haline geldi ve problem
çözmeye yönelik herhangi bir ilgi veya çevresel sürdürülebilirlik ve koruma
doğası gereği ekonomik sürdürülebilirliğe ters düştü. İşte bu nedenle herhangi
bir ülkede gayri safi yurtiçi hâsılanın yükseldiğini her gördüğünüzde
ihtiyaçlardaki gerçek veya yapay bir artışa şahit oluyorsunuz Tanımlarsak,
bir ihtiyaç verimsizlikten doğar. SONUÇTA, ARTAN İHTİYAÇ, ARTAN VERİMSİZLİK
ANLAMINA GELİR.
[DEĞER SİSTEMİ
BOZUKLUĞU]
Amerikan rüyası sınır
tanımayan tüketim temeline dayanır. Bu rüyanın aslı
ortayolcu medyanın ve özellikle ticari reklamların -bu sonsuz büyümeye ihtiyaç
duyan tüm kuruluşların- bizi ikna ettiği veya beynimizi yıkadığı gibi. Amerika'daki
ve dünyadaki bir çok insanın mutlu olabilmeleri için x sayıda malı mülkü olmak
zorunda olması ..ve sonsuz sayıda, daha da çok kazanma olasılığıdır. Bu,
kesinlikle doğru değildir. Peki neden insanlar bu tüketim şeklinin sistemli
etkileri ekoloji (çevre) soykırımına yol açacağını bile bile hala bu şekilde
satın almaya devam ediyorlar?
Aslında bu sadece klasik bir edimsel koşullanma(gerçek
olarak var olan şartlanma). Siz sadece organizmaya koşullanmaya dair
verileri girersiniz ve istenilen davranışlara, amaçlara ya da hedeflere göre
sonuçları-kazanımları elde edersiniz.
Edimsel koşullanma tüm teknolojik
kaynaklara sahiptir ve çocukların zihinlerine nasıl girip duydukları şeylerle o
markaya nasıl koşullandırdıklarıyla böbürlenirler.
O zaman insanların nasıl
bu kadar aptal olduğunu anlarsınız İnsanlara "Aptal olmak"
öğretildi. Bu bir değer sistemi bozukluğudur. İnsan beyninin kolayca
yoğrulabilir bir hamur olduğuna dair bir kanıt arıyorsanız insan düşüncelerinin
ne kadar biçimlendirilebilir olduğuna dair bir kanıt şartlanmış ve
yönlendirilmiş insanın çevresel uyarıcıların ve onu destekleyen şeylerin
etkisiyle ne kadar kolay şekillendiğine dair bir kanıt İşte reklâm dünyası
bunun kanıtıdır!
Ucuz iş gücünü sömüren denizaşırı bir
ülkede en fazla 10 dolara mal edilmiş bir çantayı 4000 dolara
aldım demek için gün boyu alışverişte boş boş dolanan tüketici olarak bilinen
programlanmış robotlar olarak bakıldığında bu beyin yıkama düzeyine korkuyla
birlikte hatırı sayılır bir saygı duymanız gerekir. Marka statüsü, bir
kültürmüşçesine insanlara sunuluyor. (Filan markadan giyinmek bir değer
haline gelmesi)
Ya da toplumdaki güven
ve birliği artıran eski sosyal gelenekler günümüzde açgözlü maddeci değerlerce
çarpıtılıp çalınmış ve bugün yılda birkaç kez alıp birbirimize verdiğimiz saçma
sapan şeylere dönüşmüş. Bugün büyük bir çoğunluğun alışverişe ve tüketime karşı
neden üzerlerinde bu denli bir baskı hissettiğini merak ediyorsanız; bunun
sebebi açıkça, çocukluklarından beri maddi beklentilerinin arkadaş ve aile
çevresindeki statülerinin bir işareti olarak görülmesine şartlandırılmalarıdır.
Gerçek şu ki;
bir toplumun temeli onun
işleyişini destekleyen değerlerdir. Toplumumuz, mevcut durumunda değerlerimiz
sadece pazar sisteminin devamı için gereken bariz tüketimi desteklerse
işleyişini sürdürebilir. 75 sene önce Amerika ve
gelişmiş ülkelerdeki kişi başına yapılan tüketim bugünkü miktarın yarısı
kadardı. Bugünün yeni tüketici kültürü gerçek tüketim ihtiyacına göre
gittikçe artan bir seviyede üretilmiş ve empoze edilmiştir. İşte bu
yüzdendir ki günümüzde çoğu şirket, reklam harcamalarına üretim maliyetlerinden
daha çok para harcamaktadırlar. Olmayan ihtiyaçlara yönelik suni bir
eksiklik duygusu yaratmak için özenle çalışırlar ve görünüşe göre bunda
başarılılar.
[EKONOMİSTLER]
Biliyorsunuz
ekonomistler aslında ekonomist falan değiller. Onlar para değerinin
propagandacılarıdır ve kurdukları modellerin, son tahlilde jeton değiş tokuşu
mantığında taraflardan biri ya da ikisi için gerçek kazanç anlamına geldiğini
görüyorsunuz. Fakat üretime dayalı gerçek dünyadan ne
kadar kopuk olduğunu da anlıyorsunuz. Hikâyeyi duymuş olabilirsiniz Ohio'da
yaşlı bir adam elektrik faturasını ödeyemiyor elektrik firması elektriği
kesiyor ve adam ölüyor. Elektriği kesme sebepleri ise adam faturasını
ödeyemediği için elektrik vermenin kazançlı olmaması. Bunun doğru olduğuna
inanıyor musunuz?
Aslında bu sorumluluk enerjiyi kesen
elektrik şirketine ait değil. Sorumluk, bu adama yeteri kadar yardımseverlik
göstermeyerek onu bu elektrik faturasıyla baş başa bırakan komşularına
arkadaşlarına ve ortaklarına da aittir.
Peki Bunu doğru duydum
mu acaba?
O bu sözleriyle parası
olmadığı için hayatını kaybeden bir adamın ölümünün mesuliyetini diğer
insanlara, onların etkisine ya da hayırseverliklerine mi yüklüyor?
O zaman, dünyada açlıktan ölmek üzere olan
milyarlarca insan için tam bir reklam satışına şarap tezgâhlarına atılacak
birazcık sadakaya ve bir düzine de turşu kavanozuna ihtiyacımız olacak diye
tahmin ediyorum. Tüm bunlar, Milton Friedman'ın kurduğu sistem yüzünden.
Siz, Milton Friedman’ın, F.A. Hyack'ın John Maynard Keynes'in, Ludwing von
Mises'in ya da piyasaya çok az para kaptıran akılcı temeller üzerine kurulu
diğer büyük pazar ekonomistlerinin felsefesiyle iş yaparsınız ya da yapmazsınız
ama bunun bir dinden farkı yoktur.
Tüketim analizleri,
istikrar politikaları bütçe açıkları, tutar talepleri
Hepsi, evrensel insani
ihtiyaçların, doğal kaynakların ve hayatı etkin olarak destekleyen diğer
yapıların gözerdi edildiği sürekli kendini yenileyen ve aklayan bir söylem
döngüsünde gerçekleşir ve bu söylemde, insanların birbirlerine menfaatleri
için yaklaştıkları kendilerini sadece parayla motive ettikleri bencil bir fikir
ortaya çıkar. Bu sığ bakış açısı, güya; kendisine yeten sağlıklı ve dengeli
bir toplum yaratmaya çalışır. Tüm bu teoride tüm bu öğretide hayat eşitliği
yok.
Ne yapıyorlar?
Yaptıkları şey para
akışının izini sürmek. Hepsi bundan ibaret, önemli olan her şeyi önceden tahmin
ederek para akışını izlemek.
1- Hayat eşgüdümleri (bağlantıları) yoktur
2- Tüm bu ajanlar,
kendilerini büyütme fırsatı kovalayanlardır.
Yani, kendilerinden
başka bir şey düşünmezler ve kendileri için hep en fazlasını elde etmeye
çalışırlar. Akılcılık yaklaşımının kuralı; kendini en yükseğe çıkaracak
tercihler yapmaktır. Bu tercihler için ilgilenilecek tek şey ise, para ya da
ürün olmalıdır.
Pekala, sosyal ilişkiler
nerede devreye giriyor?
Kendini en yükseğe
çıkarma münasebeti haricinde yok ki.
Doğal kaynaklarımız
nerede devreye giriyor?
Hiçbir yerde, sömürüyü
saymazsak.
Hayatta kalabilmek için
aile nerede devreye girer?
Hiçbir yerde. Mal mülk satın alabilmek için
paraları olmak zorundadır.
Peki, bir ekonominin
insan ihtiyaçlarını karşılaması gerekmez mi?
Temel sorun bu değil mi?
AH, "İHTİYAÇ" SİZİN
SÖZLÜĞÜNÜZDE BİLE YOK. SİZ ONU "İSTEKLER"İN İÇİNDE ERİTTİNİZ.
Peki İSTEK NEDİR?
Satın almak isteyen para talebidir. Eğer satın
almak isteyen para talebi ise bunun ihtiyaçla hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü
belki de kişinin para talebi yok. Bunun yerine aşırı derecede suya ihtiyacı
var.
Oysa para talebi
altın bir klozet isteyebilir.
Pekala, hepsi nereye
gider?
ALTIN KLOZETE VE SİZ BUNA EKONOMİ Mİ
DİYORSUNUZ?
Gerçekten, düşündüğünüzde insanlık düşünce
tarihinin en tuhaf aldanışı bu olsa gerek.(Dubai de yapılan tatiller, binalar,
zenginlerin saray düğünleri ile İslâm hangi yerde birleşiyor, diye sormak
gerekiyor.)
[PARASAL SİSTEM]
Şimdiye kadar piyasa
sistemine odaklandık. Ama bu sistem küresel ekonomi paradigma
(Belirli bir alanda çalışan bilim adamlarının paylaştığı ortak değerler ve
anlayışlar dizisi.) sının aslında sadece yarısıdır. Diğer yarısını "Parasal
Sistem" oluşturur.
Piyasa Sistemi işgücü üretim ve dağıtım
yelpazesinde çıkar elde etmek için uğraşan insanlarla ilgiliyken Parasal
Sistem, piyasa sistemi için uygun şartları ve başka şeyleri de yaratan finansal
kuruluşların belirlediği politikaların temelini oluşturur. Faiz oranları,
krediler, borçlar para arzı ve enflasyon gibi sıkça duyduğumuz terimleri
içerir. Siz ekonomi uzmanlarının şu şekildeki ipe sapa gelmez saçmalıklarını
dinlerken " Basit önleyici tedbirler alınarak ileri tarihlerde gerekli
olabilecek daha ağır ve zorlayıcı eylemlerin önüne geçilebilir."
endişeden saçınızı başınızı yolsanız da bu sistemin tabiatı ve yarattığı etki
oldukça basittir. Ekonomimiz veya küresel ekonomi üç temel şey tarafından
yönetilir.
Bunlardan ilki, bankaların ortada
hiçbir şey yokken para basması anlamına gelen kısmi rezerv bankacılığıdır.
Bir diğeri bileşik faizdir.
Borç para aldığınızda, aldığınızdan fazlasını geri ödemek zorundasınızdır bu da
sizin hiç yoktan para yaratmanız anlamına gelir ki bu da yine daha fazla para
üretimi ile karşılanmak zorundadır. Sonsuz bir gelişim paradigması içinde
yaşamaktayız. Şu anda içinde yaşamakta olduğumuz ekonomik paradigma PONZİ
DÜZENİ'dir. Hiçbir şey sonsuza kadar büyüyemez. Bu imkânsız
bir şeydir. Ünlü psikolog James Hillman'ın dediği gibi
"Belli bir yaştan
sonra insan vücudunda büyüyen tek şey kanserdir."
Artmaya devam etmesi
gereken tek şey para miktarı değildir tüketici sayısının da artması gerekir.
Daha fazla para üretmek için faiziyle borç para alan tüketiciler ve bu da
şüphesiz ki sonu olan bir dünyada mümkün değildir. Temelde insanlar aslında şu
an dağılmaya başlamış olan bu sistemi koruyabilmek için hep daha fazla para
yaratması gereken para basma makineleridir.
Herkesin parasal sistem
hakkında bilmesi gereken sadece iki şey vardır.
Tüm para borçtan
yaratılmıştır.
Para somutlaşmış
borçtur.
İster hazine bonosundan elde edilsin ister ev kredisinden, ister kredi
kartlarından.
Başka bir deyişle, eğer
var olan tüm borçların hepsi şimdi bir anda ödenseydi dolaşımda tek bir dolar
bile kalmazdı.
Alınan hemen hemen tüm kredilerde faiz uygulanır ve bu faizi geri ödemek
için gerekli olan paranın tamamı, para arzında mevcut değildir. Sadece ana
kaynak krediler tarafından yaratılır ve bu kaynak da para arzıdır. Yani, tüm
borçlar bir anda ödense dolaşımda tek bir dolar kalmadığı gibi bir de
varolmadığı için ödenmesi imkânsız olan muazzam borçlar olacaktır. Tüm
bunların sonucu olarak iki durum kaçınılmazdır Enflasyon ve İflas.
ENFLASYON, hemen hemen tüm
ülkelerde geçerli olan tarihsel bir eğilimdir ve kolaylıkla da kendisine
sebebiyet veren etkene; yani, faiz komisyonlarını ödeyebilmek ve sistemi devam
ettirebilmek için gerekli olan para arzındaki sürekli artışa bağlanabilir. İflaslar
ise borç batağı şeklinde ortaya çıkar. Bu çöküşleri ya bir birey ya bir
işyeri ya da bir ülke yaşar ve bu durum genellikle faiz ödemeleri artık yapılamaz
hale gelince olur.. Yine de bardağın bir de dolu kısmı var en azından piyasa
sistemi açısından. Çünkü
Borç, baskıyı doğurur.
Borç, maaşlı köleler
yaratır.
Borç içindeki bir
insanın, borcu olmayandan daha düşük bir ücrete çalışması çok daha doğaldır, böylece de ucuz bir
mala dönüşür.
Bu nedenle, finansal
olarak istikrarlı bir grup insana sahip olmak, şirketler için eşsiz bir
fırsattır. Ama durun bir saniye!
Aynı fikir tüm ülkeler için de geçerli değil
mi?
Uluslararası şirketlerin
çıkarlarının neredeyse vekili olan Dünya Bankası ve Uluslararası
Para Fonu, (IMF-International Monetary Fund) ekonomik
sorunları olan ülkelere, çok yüksek faiz oranlarıyla muazzam miktarlarda
krediler veriyorlar. Sonrasında da, bu ülkeler tamamen bu borca
battıklarında ve geri ödemelerini yapamayınca tasarruf önlemleri alınıyor ve
şirketler bu ülkelerin üzerine çullanıp, düşük ücretle işçi çalıştırıp, doğal
kaynaklarını ele geçiriyorlar. Bunun adı PİYASA ETKİNLİĞİ.
Ama bekleyin, dahası da
var.
Gerçekten bir şeyler
üretmektense sadece parayı alıp satan, para ve piyasa sisteminin eşsiz bir
melezi olan BORSA PİYASASI var.
Peki konu borçlara
geldiğinde, ne yaptıklarını biliyor musunuz?
Evet, tam da
düşündüğünüz gibi, onun da ticaretini yapıyorlar Ciddi bir şekilde, kar
sağlamak amacıyla borçları alıp satıyorlar. Kredi borcu
takasları ve tüketici borcuna karşılık teminatlı borç yükümlülüklerinden,
neredeyse tüm Avrupa ekonomisini çökertmiş olan yatırım bankası Goldman
Sachs ve Yunanistan arasındaki hileli anlaşma gibi tüm ülkelerin borçlarını
maskelemek için kullanılan karmaşık ve uydurma projelere kadar her şeyi alıp
satıyorlar.
Yani BORSA
PİYASASI VE WALL STREET'ten bahsettiğimizde, Nakit değer
sıralaması nedeniyle ortaya çıkmış tamamen yeni bir çılgınlık seviyesi
görüyoruz.
Piyasalar hakkında
bilmeniz gereken her şey, birkaç yıl önce Wall Street Journal'da, "Beyin
Hasarına Uğramış Yatırımcıdan Dersler" diye yazılmış bir makalede
bahsedilmektedir. Bu baş makalede hafif beyin hasarı olan bireylerin beyni
normal işleyen bireylerden yatırımcı olarak neden daha iyi olduklarını
açıklıyorlar.
Neden?
Çünkü hafif beyin hasarı
olan birey empati sahibi değildir. Bu kilit noktadır. Eğer empati sahibi
değilseniz bir yatırımcı gibi iyi yapabilirsiniz ve dahası New York borsası
empati sahibi olmayan bireyler çoğaltır. Oraya girmek ve karar vermek
düşüncesizce, pişmanlık duymadan her ne şekilde yaptıkları ticareti yapmak
insanlıklarını etkileyebilir. Bu yüzden, bu robotları
çoğaltıyorlar. Bu insanların ruhları yok ve insanlara daha fazla ödeme bile
yapmak istemediklerinden artık robotları çoğaltıyorlar -gerçek robotlar- gerçek
algoritmik tüccarlar.
Yüksek frekanstaki
alım-satım skandalında olan Goldman Sachs New York Menkul Kıymetler Borsası
yanına bir bilgisayar koydular. Bu bilgisayar, bu "eş-konumlu"
bilgisayar, söyledikleri gibi Borsa üzerinde alım-satımları yönetir ve
alım-satımları "karaborsa" yollarla alım-satımdan alakasız
kuruş ve sentlerle sipariş hacimleri ile vurur. Sanki parayı gün boyu
hortumluyorlar gibi. Geçen yıl bir gün bile altına düşmeden düzenli
30 ya da 60 gün boyunca dörtte bir yol aldılar ve her gün milyonlarca dolar mı
yaptı?
Bu istatistiksel olarak imkânsızdır!
Ben New York Menkul Kıymetler Borsası'nda
çalışırken herkes rüşvet sayesinde terfi edilirdi. Borsacı ofis müdürüne
rüşvet verir ofis müdürü, bölge satış müdürüne rüşvet verir. Bölge satış müdürü
ulusal satış müdürüne rüşvet verir. Bu yaygın bir anlayıştır.
NOEL ZAMANI, SIRADAN BİR
BORSA ACENTE İŞİNDE, EN BÜYÜK İKRAMİYEYİ KİM ALIR?
UYUMLULUK MEMURU. Uyumluluk memuru bütün
gün orada oturur ve aslında sizin marj sınırlarını ihlal etmediğinizden ayrıca
yasalara "uygun" davrandığınızdan emin oluyormuş gibi yapar.
Evet, tabii ki de, bir bakıma Uyumluluk memuruna rüşvet verebilirsiniz ne de
olsa yasaya uyuyorsunuz!
Peki, dolandırıcılık nasıl oldu da sistem
haline geldi?
Bu artık bir yan-ürün değil. Sistemin ta
kendisi.
Eski bir Woody Allen
fıkrası gibi
- Doktor, ağabeyim
kendini tavuk sanıyor. Doktor,
"bir hap al"
der ve sorunu çözer.
- "Ama Doktor bey,
anlamıyorsunuz. Bizim yumurtalara ihtiyacımız var."
Yani?
İşlem harcı üretmek için ikramiye üretmek için
bankalar arasında sahte taleplerin gidip gelmesi ABD ekonomisinin gayri safi
milli hâsıla üretim geliştirme makinesi haline geldi. Gerçekte tamamen sahte
talepleri takas ediyorlar ve bunların geri ödenmesi kesinlikle mümkün değil.
Aslında hiçbir şeyi işliyorlar, üretiyorlar, yeniden menkul kıymete
çeviriyorlar.
Bir kokteyl peçetesine
20 milyar Dolar yazsam ve bunu J.P. Morgan'a satsam J.P. Morgan'da bir
kokteyl peçetesine 20 milyar Dolar yazsa ve bu iki peçeteyi bir barda değiş
tokuş etsek her birimiz ücret olarak % 1'in çeyreğini ödesek Noel ikramiyesi
için çok büyük para kazanırız. Her birimizin mali kayıtlarında o zamana kadar
gerçek değeri olmayan 20 milyar Dolarlık kokteyl peçeteleri olur. Devlete gidip
ödemelerini istesek sistem sahte peçete hesaplarını artık kapatamaz durumda. Bugün
Wall Street Ve Global Borsa Yüzünden 700 Trilyon Dolarlık Ödenmemiş Sahte Talep
Var.
Türevler olarak bilinen
ve hala çökmeyi bekleyen. Tüm dünyanın gayrı safi milli hâsılasından
on kat daha büyük bir değer. Tabii bu sırada şirketlerin ve bankaların gülünç
bir şekilde, yine bankalardan borç aldıkları paralarla hükümetler tarafından
kurtarılmasına tanık oluyoruz. Bugün koca koca ülkelerin başka ülke menşeli
holdingler aracılığıyla mali yardım için uluslararası bankalardan para almaya
uğraştığını görüyoruz. Fakat bir gezegene nasıl mali yardım yaparsınız?
Şu zamanda borca batmamış bir ülke yoktur.
Matematiksel olarak düşünülürse elimizdeki varsayılan katlanmış ülke borçları
yalnızca başlangıçtır. Sadece Birleşik Devletler'de
hesaplanana göre yakın gelecekte sırf faizin karşılanması için bile gelir
vergisinin birey başına % 65'e kadar yükselmesi gerekecek. Ekonomistler
bugün birkaç on yıl içerisinde dünya ülkelerinin % 60'ının iflas edeceğini
tahmin ediyorlar.
Ama durun şu konuyu
açıklığa kavuşturalım.
Dünya iflasa doğru
ilerliyor artık bu her ne anlama geliyorsa üstelik bunun sebebi
"borç" denilen fiziksel gerçeklikte var bile olmayan bir şey. Bu
yalnızca bizim icat ettiğimiz oyunun bir parçası ama yine de milyarlarca
insanın refahı bu sebeple tehlike altında. Çığırından çıkan işsizlik - çadır
şehirler - hızla artan yoksulluk kemer sıkma politikaları - kapatılan okullar-
aç çocuklar ve çeşitli diğer yoksunluklar hepsi bu süslü kurgu yüzünden
Ne yani, hepimiz budala
mıyız?
Mars- adamım.
Abine bi yardım eli
uzatsan diyorum, ha?
Adam ol da gel ufaklık.
Satürn!
Kanka ne haber?
Yakın zaman önce
takılman için ayarladığım taş gibi nebulayı hatırlıyor musun?
Dinle dünya. Senden
gerçekten bıkmaya başladık. Sana her şey veriliyor ama sen hepsini
tüketiyorsun. Bir sürü kaynağın var ve bunun farkındasın. Neden biraz büyüyüp
sorumluluk nedir öğrenmiyorsun allah aşkına. Anneni perişan ediyorsun. Artık
kendi başınasın arkadaşım. Evet, herneyse.
[KAMU SAĞLIĞI]
Şimdi, bunların hepsini
düşündüğünüzde pazar ekonomisi olarak bilinen savurganlık düzeninden parasal
sistem olarak bilinen borç düzenine kadar bugün küresel ekonomiyi tanımlayan ve
bu para-piyasa modelinin yani tüm bu sistemin getirdiği tek bir sonuç vardır.
EŞİTSİZLİK.
Tekele ve güç birliğine
doğal bir eğilim yaratan pazar ekonomisi sistemi kamu yararı gözetmeksizin
başkalarının üzerinde kule gibi yükselen sürüyle zengin sanayiler üretir. Aynen
Wall Street'deki üst düzey yöneticiler gibi. Bugün yılda 300 milyon dolar
kazanıyorlar hem de hiçbir şeye katkı sağlamadan. Diğer tarafta bir hastalığa
tedavi bulmaya çalışan bir bilim adamı insanlığa yardım edip eğer şanslıysa
yılda 60 bin dolar kazanırken. Bu parasal sistem kendi yapısı içinde zümreler
oluşturmuşken. Örneğin Bir milyon Dolarım varsa ve bunu % 4 faizle mevduata
yatırırsam yılda 40 bin dolar kazanırım. Hiçbir sosyal katkı - hiçbir şey
olmadan.
Ama, daha alt sınıftan
biriysem ve arabamı ya da evimi krediyle almak zorundaysam borcu faiziyle
öderim bu faiz de o milyonerin % 4 faizli mevduatına ödenir. Bu şekilde
fakirden çalıp zengine vermek parasal sistemin içine inşa edilmiş bir dernek
gibidir. Aslında bu “Yapısal Sınıflandırma” olarak da adlandırılabilir.
Elbette ki tarihe baktığınızda sosyal sınıflaşma her zaman adaletsiz olarak
değerlendirildi ama belli ki genelde kabul edildi. Bugün nüfusun % 1'i dünya
mal varlığının % 40'ına sahip olduğuna göre. Fakat maddesel haksızlık bir yana
eşitsizlik gerçeğinin altında toplumsal sağlığın bütününü aşırı derecede
yıpratan ortada dönen başka bir şeyler var. Bence insanların çoğu zaman
toplumlarımızın maddi başarısı –emsalsiz zenginlik seviyeleri- ve pek çok
sosyal başarısızlık arasındaki zıtlıktan dolayı kafaları karışıyor. Eğer
uyuşturucu kullanımı şiddet veya çocukların kendilerine verdikleri zarar ve
zihinsel hastalık oranlarına bakarsanız, toplumlarımızda bir şeylerin kökten
hatalı gittiğini görebilirsiniz. Anlatmakta olduğum veriler açıkça insanların
yüzlerce yıldır sahip olduğu hisleri doğruluyor, yani eşitsizliğin bölücü ve
sosyal olarak yıpratıcı olduğunu gösteriyor. Fakat o his, sanırım bizim
tahminlerimizden çok daha gerçek.
Eşitsizliğin, çok güçlü
psikolojik ve sosyal etkileri vardır.
Zannedersem, üstünlük ve
aşağılık duyguları ile daha alakalıdır. Bu tarz bir ayırım gösterilen saygıya
da bağlı olarak insanların en dipte kendilerine tepeden bakılıyor gibi
hissetmelerine yol açıyor. Yeri gelmişken, bu durum vahşetin neden daha az eşit
olan toplumlarda daha sık rastlandığını açıklar. Vahşeti tetikleyen şey
sıklıkla insanların aşağılandıklarını ve saygısızlığa uğradıklarını
hissetmeleridir. Eğer şiddeti önlemek için vurgulayabileceğim bir prensip
varsa ki o da en önemli prensiptir işte bu prensipte ancak “Eşitlik” olurdu.
Şiddet oranını etkileyen en belirleyici faktör toplumdaki eşitlik ve eşitsizlik
değerleri arasındaki farktır. Yani baktığımız şey bir anlamda genel sosyal
bozulmadır. Eşitsizliğin artması ile ters gidenler sadece bir iki olaydan
ibaret değildir. Görünen o ki, konu her ne olursa olsun suç, sağlık, ruhsal
hastalıklar vs. her şeyi bunun içinde Toplumsal sağlıkla ilgili rahatsız edici
bulgulardan birisi de şu Asla fakir olma hatasına düşmeyin veya fakir doğmuş
olmayın. Bunun bedelini sayısız şekilde sağlığınızla ödersiniz Buna da
sosyo-ekonomik sağlık değişim ölçüsü denir. Toplumda en yüksek katmandan
aşağıya doğru indiğinizde sosyo-ekonomik durum açısından düşülen her basamakta,
birçok hastalık yüzünden sağlık durumu kötüleşir. Ortalama yaşam süresi
kısalır. Bebek ölümleri oranı yükselir. ve bunun gibi görebileceğiniz her şey.
Böylece şu büyük soru akıllara gelir neden böyle bir değişim ölçüsü var?
Açık ve net tek bir cevap vardır. Eğer kronik
bir hastalığınız varsa yeterince üretken olamazsınız yani sağlık,
sosyo-ekonomik farkların güdülenmesine sebep olur. Küçümsenecek boyutta da
değil En basit şekli ile 10 yaşında bir çocuğun sosyo-ekonomik durumuna bakarak
yıllar sonraki sağlık durumu hakkında bir tahminde bulunabilirsiniz. Neden -
sonuç ilişkisi ortadadır. Bir diğeri - ah 'bu çok açık' fakir insanlar doktor
masraflarını ve sağlık hizmetlerine erişimi karşılayamıyorlar. Bununla hiç bir
alakası yok çünkü bu aynı değişim ölçüsünü evrensel sağlık hizmetleri ve sosyal
sağlık kurumları olan ülkelerde de görürsünüz. Peki-diğer 'basit açıklama'
-Ortalama olarak- ne kadar yoksulsanız o kadar büyük ihtimalle sigara
kullanıyor ve içki içiyor ve risk faktörü taşıyan her türlü kötü şeyi
yapıyorsunuzdur. Evet, bunların bir katkısı var ancak yapılan araştırmalar
bunun belki 3 . bir değişkeni açıklayabileceğini gösterdi Bu durumda geriye ne
kalır?
Geriye kalan yoksulluk STRESİ ile yapılacak
bir ton şeydir Yani, ne kadar yoksulsanız, Bill Gates’ten 1 dolar daha
az gelirli kişiden başlayarak bu ülkede ortalama ne kadar fakirseniz ortalamaya
göre sağlığınız o kadar kötüdür. Bu bize gerçekten çok önemli bir şey
söyler sağlık ile yoksulluk arasındaki bağlantı yoksul olmak değil yoksul
hissetmekle ilgilidir. Gitgide kronik stresin sağlık üzerinde önemli bir
etkisi olduğunu fark ediyoruz. Ama stresin en önemli kaynakları sosyal
ilişkilerin kalitesidir ve eğer sosyal ilişkilerin kalitesini azaltan bir şey
varsa toplumdaki sosyo-ekonomik tabakalaşmadır. Bilimin şimdi gösterdiği maddi
zenginliğe bakmadan tabakalaşmış bir toplumda sadece yaşamanın stresinin geniş
bir spektrumda kamusal sağlık problemlerine yol açtığıdır ve eşitsizlik ne
kadar büyükse o kadar kötüleşirler.
Ortalama yaşam süresi daha
eşit ülkelerde daha uzundur.
Uyuşturucu kullanımı daha
eşit ülkelerde daha az
Akıl Hastalığı daha
eşit ülkelerde daha az
Sosyal sermaye - insanların
birbirlerine güvenme kabiliyetleri anlamında doğal olarak daha eşit
ülkelerde daha büyük
Eğitim Puanları daha eşit ülkelerde
daha yüksek
Cinayet oranları daha
eşit ülkelerde daha az
Suç ve Hapsedilme
Oranları Daha eşit ülkelerde daha azdır
Bu böylece sürüp gider.
Bebek ölüm oranı -
obezite - erken yaşta doğurma oranı Daha eşit ülkelerde, bu oranlar daha
düşük ve belki de işin en ilginç yanı yenilik Daha eşit ülkelerde çok
daha fazla ki bu da rekabete dayalı, sınıflara ayrılmış toplum yapısının daha
yaratıcı ve yenilikçi olduğuna dair asırlık görüşe meydan okur.
Dahası, Birleşik
Krallık'ta yapılan WhiteHall Study adlı çalışma sosyoekonomik düzeyde en
tepeden aşağıya doğru inildikçe hastalığın sosyal bir dağılımı olduğunu
doğruladı.
Örneğin, alt basamaklarda
kalp rahatsızlığına bağlı ölüm oranının üst basamaklardakinin 4 katı olduğu
ortaya çıktı. Bu durum; sağlık hizmetlerine erişim olanağından bağımsızdır.
Çünkü bireyin maddi durumu kötüleştikçe sağlığı da o ölçüde bozulacaktır. "Psikososyal
Gerilim" denen illetten ileri gelen bu olay topluma acı
çektiren en büyük sosyal bozulmaların temelini oluşturur.
Sebebi ne midir?
Sermaye-Piyasası
Sistemi.
Sakın yanlış
anlaşılmasın, Doğayı en çok katleden ziyanın, yok oluşun ve kirliliğin başlıca
kaynağı şiddetin, savaşın, suçun, yoksulluğun hayvan suistimalinin, gaddarlığın
baş sorumlusu kişisel ve toplumsal nevrozların, ruhsal bozuklukların
depresyonun, kaygıların baş yaratıcısı Buna ek olarak kişisel sağlık, küresel
süreklilik ve gezegenimizin gelişmesine dair yeni yöntemlere yönelmemizi
engelleyen sosyal felcin en büyük kaynağı- yozlaşmış bir Hükümet veya mevzuat
değil bazı kızıl kuruluşlar ya da finans kartelleri değil insan doğasının bir
defosu veya kusuru değil ve dünyayı kontrol eden gizli bir komplocu örgüt de
değildir. Bunun gerçek sorumlusu; Sosyo-Ekonomik
Sistemin ta kendisi ve bizzat kökenidir.
YERKÜRE PROJESİ
Bir an için,
medeniyetleri yeniden tasarlama seçeneğimiz olduğunu hayal edelim. Varsayımsal
olarak konuşursak, ya Dünya'nın bire bir kopyasını bulsaydık ve bulduğumuz bu
yeni gezegenle şu anki gezegenimiz arasındaki tek fark, insan gelişiminin henüz
gerçekleşmemiş olması olsaydı en ham haliyle Ülkeler, şehirler, kirlilik,
cumhuriyetçiler.. Hiç biri yok sadece saflık, açık bir çevre
Ne yapardık?
İlk olarak bize bir "amaç"
lazım olurdu değil mi?
Bu amacın hayatta kalmak olacağını
söylememizde bir sakınca yoktur. Sadece hayatta kalmak değil, aynı zamanda
sağlıklı, refah içinde ve en iyi düzeyde yaşamaya çalışırdık. İnsanların çoğu
yaşamayı sever ve yaşamlarını acı çekmeden sürdürmek ister. Bunun için,
medeniyet insan hayatını destekleyici temeller üzerine kurulmalı ve bu nedenden
ötürü mümkün olduğunca sürdürülebilir olmalıdır. Bu uzun koşuda insanlara zarar
verebilecek her şeyi devre dışı bırakırken tüm insanlığın ihtiyaç duyduğu temel
maddelere erişebilmesini sağlamalıdır. Bu "Maksimum
Sürdürebilirlik" amacını anladık. Sonraki soru,
kullanacağımız "metot". Nasıl bir teşebbüste bulunacağız?
Şimdi, bir bakalım Bizim bildiğimiz politika,
Dünya'nın sosyal girişimlerini uygulama metodu Peki, cumhuriyetçilerin,
özgürlükçülerin, muhafazakârların ya da sosyalistlerin toplum tasarımı
konusunda öğretileri nedir?
Pek de bir şey değil
Peki ya dinler?
Elbette yüce yaratıcı
bir yerlere bunun da krokisini bırakmıştır. Maalesef, hiçbir yerde bulamadık
(veya bulmak istememekte israrcı olduk)
Geriye ne kaldı?
Görünüşe göre bir tek "Bilim"
denen şey kaldı. Bilim metodları, önerilen fikirlerin sadece test edilebilir ve
tekrarlanabilir oluşuna dayanmaması yönünden eşsizdir. Nitekim bilimin ortaya
koyduğu her şey doğal olarak çürütülebilir. Başka bir deyişle, din ve
politikanın aksine bilimin egosu yoktur ve önerdiği her şeyin aslında yanlış
olabileceği ihtimalini de kabul eder. Bilim hiçbir şeye ihtiyaç duymaz ve
sürekli gelişim halindedir. Aslında, bu bana oldukça doğal geliyor.
Öyleyse, 21. yüzyıl başlarındaki bilimsel verileri dikkate alırsak ana
hedefimiz olan "maksimum sürdürülebilirlik" ilkesini tüm
insanlığa yaymak için çalışmalarımıza nereden başlamalıyız?
Şu an, sorulması gereken ilk soru Yaşamak
için neye ihtiyacımız var?
Cevap elbette ki gezegenimizdeki kaynaklar.
İçtiğimiz sudan, kullandığımız enerjiden tutun barınaklarımıza, alet yapmakta
kullandığımız hammaddelere kadar, gezegenimiz bize hayatta kalmamız için
gereken her kaynağı sunuyor. Öyleyse, bu gerçeğe göre bulmamız gereken en
önemli şey, bu kaynaklar neler ve neredeler. Yani bir araştırma yapmamız gerek.
Basitçe, gezegende bulabileceğimiz her türlü fiziksel kaynağın yerini
belirleyeceğiz. Bakır rezervlerinden, rüzgâr çiftlikleri kurup enerji üretmek
için en uygun bölgelere doğal su kaynaklarından okyanuslardaki balık miktarının
değerlendirilmesine ekip biçmeye en uygun tarım topraklarına kadar her şeyi Ama
zaman içinde biz insanlar bu kaynakları tüketeceğimizden onları sadece
tanımlamak ve yerlerini tespit etmemizin yeterli olmadığını görüyoruz. Aynı
zamanda bu kaynakları takip de etmeliyiz. Kaynaklardan herhangi birinin bile
tamamen tükenip yok olmadığından emin olmamız lazım, yoksa kötü olur. Yalnızca
kullanım oranlarını değil aynı zamanda doğal olarak yenilenme hızlarını da
takip etmeliyiz. Örneğin bir ağaç diyelim, ne kadar zamanda büyüyor ne kadar
zamanda tekrar meyve veriyor?
Buna "Dinamik Denge"
diyoruz. Başka bir deyişle, eğer ağaçları yeniden büyüyebildiklerinden daha
hızlı tüketirsek nesillerini tüketmek adına ciddi bir problemimiz var demektir.
Peki, o zaman, özellikle de bu kaynakların dünyanın farklı yerlerinde olduğunu
fark ettiğimize göre envanterini nasıl takip edeceğiz?
Afrika dediğimiz yerde büyük mineral
madenlerine Ortadoğu'da enerji rezervine Kuzey Amerika'nın Atlantik kıyılarında
devasa gel-git enerjisi olanaklarına Brezilya'da en büyük taze su kaynağına
sahibiz Peki, yaşlı bilim amcanın bir önerisi daha var Buna 'Sistemler
Teorisi' deniyor. Sistemler teorisine göre doğal dünya dokusu insan
biyolojisinden biyosfere, yeryüzünde canlıların yaşadığı her yere ve güneş
sisteminin çekim gücüne kadar sinerjik olarak tamamen birbirine bağlı muhteşem
bir sistemdir. Tıpkı insan hücrelerinin organları oluşturmak ve organların
vücudumuzu şekillendirmek için bağlanması gibi vücutlarımız gıda, hava ve su
gibi dünyasal kaynaklar olmadan yaşayamadığından, doğal olarak biz de dünyaya
bağlıyız. Bu böyle devam eder. Yani-doğa bütün bu var olan stoku almamızı ve
verinin izini sürerek yönetmek üzere bir 'sistem' yaratmamızı öneriyor. "Küresel
Kaynak Yönetim Sistemi', aslında gezegendeki tüm ilgili
kaynakların hesabını tutmaktır. Türümüz uzun dönemde yaşamını devam ettirmeyi
amaçlıyorsa bunun başka mantıklı bir alternatifi yok. Bir bütün olarak
kaynakların hesabını tutmalıyız. Bu anlaşıldı, artık üretimi düşünebiliriz.
Bütün bunları nasıl kullanacağız?
Üretim sürecimiz ne olacak ve
sürdürülebilirliğimizi en üst seviyeye çıkarmak üzere üretimimizin mümkün
olduğunca en iyi şekilde kullanıldığından emin olmak için neleri göz önünde
bulundurmalıyız?
Önümüze çıkan ilk şey sürekli denememiz ve
korumamız gerektiği gerçeğidir. Gezegenin kaynakları esasen sınırlıdır. Yani
"stratejik" olmamız önemli. Burada anahtar 'Stratejik Koruma'dır.
Farkında olduğumuz ikinci şey, bazı kaynakların diğerleri kadar verimli
olmadığıdır. Aslında, bunlardan bazıları kullanıma konulduğu takdirde çevreye,
insan sağlığını da tehlikeye sokan korkunç etkileri olmaktadır. Örneğin yağ ve
fosil yakıtları, nasıl kestiğinizin bir önemi olmaksızın çevreye çok etkili yok
edici atıklar salıyorlar. Bu nedenle, sadece gerektiğinde eğer şansımız varsa
bu tür şeyleri kullanmak için elimizden geleni yapmamız çok önemli Neyse ki
bizim için enerji kaynağı olarak kullanmak üzere güneş, rüzgar, gel-git, dalga
enerjisi ısı farkından elde edilen enerji ve jeotermal kaynaklı enerjileri
görüyoruz. Bu durumda bizler üretim veya kullanım sonucu çevreye dolayısı ile
de bize zarar verecek "negatif reaksiyonlar" olarak
adlandırabileceğimiz etkilerden kaçınmak için neyi nerede kullanabileceğimiz
konusunda net stratejiler üretebiliriz. Biz bunu "Stratejik Koruma"
planımıza eş olarak "Stratejik Güvenlik" olarak
adlandıracağız. Fakat, üretim stratejileri burada bitmiyorlar. Üretimin kendi
gerçek mekanik yapısı için bir "Verimlilik
Stratejisi"ne de ihtiyacımız olacak. Bir de, bulduğumuz
kabaca üç özel protokolü burada belirtmeliyiz.
Bir Ürettiğimiz her şey
olabildiğince uzun ömürlü olarak tasarlanmalı. Doğal olarak, ne kadar çok
hurdaya çıkan şey varsa bu hurdaları yenileri ile değiştirmek için o kadar
kaynağa ihtiyacımız ve o kadar üretim kaybımız olacak.
İki Hurdaya ayrılan şeyler
herhangi bir amaç için kullanılamaz olduklarında olabildiğince çok geri
dönüştürmemiz veya yeniden üretmemiz zordur. Bu nedenle, üretim tasarımı, bu
durumu daha işin başında hesaba katmalıdır.
Üç Teknolojik eskimenin en
hızlı etkisine maruz kalmakta olan elektronik gibi çok çabuk gelişen
teknolojiler ileride çıkabilecek fiziksel yenilikler ile uyumlu olacak şekilde
tasarlanmış olmaları gerekecektir.
Yapmak istediğimiz son
şey,
sadece bozuk bir parça veya geri kalma yüzünden tüm bir bilgisayar sistemini
çöpe atmaktır. Bu nedenle, basitçe sistemin bileşenlerini bu günkü
teknolojik yenilenme eğilimine bakarak önceden parça parça, standart ve
evrensel olarak değişebilecek ve kolaylıkla yenilenebilir bir şekilde
tasarlarız. "Stratejik Koruma", "Stratejik Güvenlik" ve
"Stratejik Randıman" mekanizmalarının herhangi bir insan fikri
veya hükmünden bağımsız tamamen teknik mülahazalar olduklarını anladığımızda bu
stratejileri, mevcut anlayışlara dayanarak sürdürülebilir üretim için mutlak en
iyi metoda her zaman varmamızı sağlayan tüm ilgili değişkenleri tartması ve
hesaplaması için bir bilgisayara programlayabiliriz. Bu, her ne kadar kulağa
karmaşık gibi gelse de aslında abartılmış bir hesap makinesidir üstelik günümüz
dünyasında bu tip çoklu değişkenli karar verme ve izleme sistemleri izole
amaçlar için zaten kullanılmaktadır. Yapılacak olan sadece bir büyütme
işlemidir. Yani Artık elimizde sadece Kaynak Yönetim Sistemimiz değil
bir de Üretim Yönetim Sistemi var her ikisi de etkinlik, koruma ve
güvenliği maksimize etmek için bilgisayar tarafından otomatikleştirilmiştir.
Bilgisel gerçeklik şudur; insan aklı hatta bir grup insan izlenmesi gereken
şeyi izleyememektedir. Bu işlem bilgisayarlar tarafından yapılmalıdır ve
yapılabilir. Bu da bizi sonraki düzeye getirir Dağıtım. Burada hangi
sürdürülebilirlik stratejileri mantıklı geliyor?
İki nokta arasındaki en kısa mesafenin düz bir
hat olduğunu bildiğimize göre ve nakliye araçlarını çalıştırmak için enerji
gerektiğine göre daha az nakliye mesafesi daha randımanlıdır. Malların bir
kıtada üretilmesi ve başka bir kıtaya nakledilmeleri ancak söz konusu mallar
hedef bölgede üretilemiyorsa mantıklıdır. Diğer türlü sadece israftır. Üretimi
yerelleştirmeliyiz, böylece dağıtım basit hızlı olur ve en az miktarda enerji
gerektirir. Buna "Coğrafi Yakınlık Stratejisi"
diyoruz basitçe ister ham madde ister bitmiş tüketici ürünü olsunlar malların
seyahatini azalttığımız anlamına geliyor. Elbette hangi malları naklettiğimizi
ve nedenini bilmek de önemli olabilir. Bu da, Talep kategorisi altına giriyor.
Talep, basit haliyle, insanların sağlıklı olmak ve yüksek yaşam kalitesi için
ihtiyaç duyduklarıdır. Bedensel ihtiyaçlar hayatı sürdürecek gıda, temiz su,
barınma gibi temel elementlerden insan ve toplum sağlığındaki önemli faktörler
olan dinlenme ve hem kişisel hem sosyal hazzı sağlayacak sosyal ve eğlence
amaçlı ürünlere kadar, çok çeşitlidir. O zaman basit bir araştırma ele alalım.
İnsanlar ihtiyaçlarını tarif eder, talep değerlendirilir ve üretim bu talebe
göre başlar. Farklı ürünlere olan talebin derecesi doğal olarak bölgelere göre
azalıp çoğalabilir ve değişkenlik gösterebilir. Talep fazlası üretim ve
kıtlıktan kaçınmak için bir "Talep/Dağıtım İzleme
Sistemi" yaratmalıyız. Tabii bu fikir yeni bir haber değil.
Bugün bu sistem belli başlı bütün mağaza zincirlerinde stoklarını idare etmek
için kullanılıyor. Ancak bu kez, takibi küresel bir boyutta yapıyoruz.
Ama durun bir dakika.
Ürünlerin asıl
kullanımını hesaba katmadıkça talebi tamamen anlamamıza imkân yok. Üretilen her
şeyden herkese birer tane verilecek diye hesaplamak mantıklı ve sürdürülebilir
midir?
Kullanımına bakmadan?
Hayır.
Bu iyice savurganlık ve
verimsiz olurdu. Bir kişinin bir ürüne ihtiyacı varsa ama bu ihtiyaç örneğin
bir günde ortalama sadece 45 dakikaysa bu kişilere o ürünü ihtiyacı süresince
sağlamak ve diğerlerine ancak ihtiyaç duyduklarında sunmak çok daha verimli
olurdu. Çoğumuz asıl istediğimizin ürünün kendisinin değil o ürünün amacı
olduğunu unuturuz. Ürünün kendisinin aslında sadece sağladığı yarar kadar
önemli olduğunu fark ettiğimizde "dıştan gelen kısıtlama" ya
da bugünkü söyleyişle "mülkiyet" dediğimiz şeyin esasen ve
ekonomik anlamda savurganlık ve çevresel olarak son derece mantıksız olduğunu
görürüz. (Bu fikir eşitlik ilkesi içerisinde marksizmi andırıyor) O zaman "Stratejik
Erişim" denilen bir plana ihtiyacımız var. Bu bizim her ne zaman neye
ihtiyaç duyulursa duyulsun nüfusun taleplerini karşılayabileceğimizden emin
olduğumuz her neye ihtiyaç duyuyorlarsa, gerektiğinde ulaşmak için "Talep/Dağıtım
Takip Sistemi"mizin vakfı olacak topluma yakın yerlerde
konuçlandırılmış ..merkezi ve bölgesel erişim merkezleri her zaman önemlidir ve
bir kişi basitçe gelip, buradaki malzemeyi alıp işini gördükten sonra getirip
yerine bırakacaktır günümüzde bir kütüphanenin çalışma şekli gibi. Doğrusu bu
merkezler, bugün alışık olduğumuz yerel dükkânlar şeklinde var olamaz fakat
alanında uzmanlaşmış merkezler, bazı malların, daha az tekrarlanan nakliyatla
daha çok enerji tasarrufu yapılması amacıyla daha çok kullanıldığı özel
alanlarda bulunabilirler ve bu Talep Takip Sistemini düzenli bir biçimde Üretim
Yönetimine ve tabii ki, Kaynak Yönetimini sistemimize bağlamak ve böylece
sürdürülebilirliği sağlamak için sınırlı kaynaklarımızın bütünlüğünü güvence
altına almayla başlayan ve en iyisini yarattığımızdan emin olana kadar devam
eden her şeyi en zeki ve etkili bir biçimde dağıtırken en elverişli malları
kullanmayı mümkün kılan ve sürekli güncellenen bir "küresel ekonomik
yönetim bilgisayarı" yaratılacaktır. Bu sezgisel olarak birçoğunun
karşı olduğu depolama esaslı yaklaşımın benzersiz bir sonucu gezegenimizdeki
insan varlılığının sürekliliğini anlatan tüm bu mantıklı, depolama ve
verimlilik deneme işlemi muhtemelen insanlık tarihi boyunca hiç görülmemiş bir
şeyi devreye sokacaktır. Bolluğa Erişim küresel nüfusun sadece bir kısmı için
değil bütün insanoğlu için. Bu ekonomik model, sadece genellenmişti. Bu
sorumlu, insanoğlunu gözeten en etkili ve en sürdürülebilir yol olan ve bütün
dünyanın kaynak yönetimi ve sürecini kapsayan sistem yaklaşımı şöyle
isimlendirilebilir "KAYNAK-BAZLI EKONOMİ". Bu
fikir 1970'lerde toplum mühendisi Jacque Fresco
tarafından ortaya konmuştur. Jacque o zamanlar daha toplumun doğa ve kendisi
ile çarpışma sürecinde olduğunu bu sürecin hiçbir seviyede sürdürülebilecek
halde olmadığını ve eğer bir şeyler değişmez ise o ya da bu şekilde kendimizi
yok edeceğimizi anlamıştı. Jacque, söylediğin bütün bu şeyler bugünkü
bilgilerimizle inşa edilebilir mi?
Yoksa bugün bildiklerimize dayanarak tahminde
mi bulunuyorsun?
Hayır, bunların hepsi bugünkü bilgilerimizle
inşa edilebilir. Dünyanın yüzeyini değiştirmek 10 yıl alacaktır. Dünyayı ikinci
bir cennet bahçesine çevirmek. Seçim size ait. Nükleer silahlanma yarışının
aptallığı silahların gelişimi sorunlarınızı bu siyasal partiyi ya da şu siyasal
partiyi seçerek siyasal olarak çözmeye çalışmak ki tüm politik görüşler
yolsuzluk içine dalmışlardır. Bırakın tekrar söyleyeyim Komünizm, sosyalizm,
faşizm Demokratlar Liberaller- biz insanı özümsemek istiyoruz. İnsanoğlu için
daha iyi bir hayata inanan tüm kuruluşlar Zenci ya da Polonyalı sorunları yok
Yahudi ya da Yunan problemleri yok ya da kadın problemleri; ortada insan
problemleri var!
Kimseden korkmuyorum; kimse için çalışmıyorum;
kimse beni kovamaz. Patronum yok. Bugün yaşadığımız toplumda yaşamaktan
korkuyorum. Toplumumuz bu yetersizlikle durumunu devam ettiremez. (İnsan için bu özgürlüğü önermek biraz yanlış
olmaktadır. Sorumluluk insani bir ilkedir) 35 yıl önce serbest girişimcilik
sistemi harikaydı. Bu onun son faydası oldu. Şimdi, düşünme biçimimizi
değiştirmek zorundayız yoksa yok olacağız. Toplumumuz gelecek hakkında
yapılan korku filmlerindeki gibi olacak bu sistemin çalışmaması ve politika
korku filmlerinin bir parçası olacaktır. Bugünlerde pek çok insan analitik
olması sebebiyle "soğuk bilim" terimini kullanıyor ve aslında
analitiğin ne anlama geldiğini bile bilmiyor. Bilim, dünyanın işleyiş yönüne
yakın tahminler anlamına gelir. Yani aslında doğruyu söylüyor; gerçek şudur ki
bir bilim insanı insanlarla uzlaşmayı denemez. Onlar sadece bulgularının ne
olduğundan bahsederler. Bütün her şeyi sorgulamak zorundadırlar ve eğer bazı
bilim insanları belli dirençlere sahip materyalleri gösteren bir deneyle ortaya
çıkarlarsa diğer bilim insanları da bu deneyi tekrarlamak ve aynı sonuçları
elde etmek zorundadırlar. Eğer bir bilim insanı, matematik veya hesaplamalar
soncunda bir uçağın kanadının belli bir ağırlığı kaldırabildiğini hissetse bile
yinede kanadın üzerine ne zaman kırılacağını görmek için bir sürü kum torbası
yığar ve sonra ‘görüyorsunuz benim hesaplamalarım doğru’ veya ‘doğru değil’
der. Ben bu sistemi çok seviyorum, çünkü önyargıdan ve matematiğin bütün
problemleri çözeceği düşüncesinden özgürdür. Matematiğinizi de ayrıca teste
tabi tutmanız gerekir. Bence, test edilebilecek her sistem teste tabi
tutulmalıdır. Bütün kararlar araştırmalar sonucunda alınmalıdır.
Kaynak Tabanlı Ekonomi
basit olarak sosyal ilgiye uygulanmış ve şu anda dünyada hiç olmayan bilimsel
bir yöntemdir. Toplum teknik bir icattır. İyileştirilmiş insan sağlığı fiziksel
ürününün en etkili yöntemleri dağıtım, şehir altyapısı ve benzeri bilim ve
teknoloji alanında bulunur politika veya parasal ekonomide değil. Bu, aynı
sistematik şekilde işler, bir uçağı ele alalım bu uçağı inşa etmek için ne bir
Cumhuriyetçi nede bir Liberal yöntem vardır. Aynı biçimde, doğanın kendisi
bilimimizi kanıtlamak için kullandığımız fiziksel bir referanstır ve bizim
çoğalan anlayışımızdan oluşan kurulmuş bir sistemdir. Hatta, sizin bireysel
olarak düşündüğünüz veya inandığınız şeyin doğruluğunu önemsemez. Daha doğrusu,
size bir seçenek sunar Ya onun doğal yasalarını öğrenip onları kabullenirsiniz
sağlık ve sürdürülebilirliği devamlı hale getirerek kendinizi buna göre idare
edersiniz ya da mevcut duruma karşı gelerek boşa bir çaba harcarsınız. Şu anda
ayağa kalkıp yanınızdaki duvar üzerinde yürüyebileceğinize ne kadar
inandığınızın hiç bir önemi yoktur çünkü yerçekimi buna izin vermeyecektir.
Eğer yemek yemezseniz-ölürsünüz. Bebekken size bakılmazsa-ölürsünüz. Kulağa ne
kadar sevimsiz gelse de, doğa bir diktatörlüktür ve ya onu dinler ve onunla
uyum içinde yaşarız, ya da kaçınılmaz kötü sonuçlarına katlanmak zorunda
kalırız.
Dolayısıyla, Kaynak
Bazlı Ekonomi; tüm kararları optimize edilmiş insani ve çevresel
sürdürülebilirliğe dayanan ve yaşamı destekleyen sabit bir anlayışlar
bütününden başka bir şey değildir. Kaynak bazlı ekonomi; her insanın yine
siyasi veya dini felsefesinden bağımsız şekilde deneysel "Hayat
Alanı"nı paylaştığını hesaba katar. Bu yaklaşım
içinde kültürel görecelik yoktur. Bu bir görüş meselesi değildir. İnsani
ihtiyaçlar, insani ihtiyaçlardır ve bu ihtiyaçların; zihinsel, fiziksel ve gelişim
sağlığımız için, ayrıca zaten türün devamlılığı için de erişilebilir olması
elzemdir. Bu ihtiyaçlar; besleyici gıda ve temiz içme suyu gibi hayati
gereksinimlere ek olarak güçlendirici ve dengeli bir beslenmeyi ve şiddetten
uzak bir çevreyi de içermelidir. Kaynak Bazlı bir ekonomi mevcut kaynaklara
dayalı bir ekonomi olacaktır. Temel yaşam gereksinimlerine erişim olmadan bir
sürü insanı bir adaya getiremez, veya elli bin kişilik bir şehir inşa
edemezsiniz. Dolayısıyla, "kapsamlı sistemler yaklaşımı"
terimini kullanırken bahsettiğim şey; öncelikle alanın bir envanterini çıkarmak
ve o alanın ne kadarlık bir ihtiyacı karşılayabileceğini belirlemek- sadece
mimari bir yaklaşımla değil- sadece tasarımsal bir yaklaşımla değil- insan
yaşamını geliştirmek için ihtiyaç duyulan tüm gereksinimleri temel alan bir
tasarımla yapılmasıdır; ve entegre olmuş düşünce şekli diyerek anlatmak
istediğim de budur. Yiyecek, giysi, barınma, sıcaklık ve sevgi Bütün bunlar
insan için zorunludur ve eğer bir insanı bunların herhangi birinden yoksun
bırakırsanız bu daha az işlerliği olan insan demektir. Biraz önce anlatıldığı
gibi, Kaynak Bazlı Ekonomi'nin küresel esasa, üretime ve dağıtıma dayalı
sistemlerinin temeli ekonominin tüm alanlarında verimliliği ve
sürdürülebilirliği garanti eden doğru ekonomi mekanizmaları veya "stratejilerileri"ne
dayanmaktadır. Şimdi, mantık çerçevesinde şekillendirdiğimiz düşünce dizisine
devam edersek Oluşturduğumuz denklemde, sırada ne var?
Bunların hepsi hangi noktada gerçekleşecek?
Kentler. Kentleşme çağdaş medeniyetin
göstergesidir. Kentlerin rolü, daha fazla sosyal destek ve toplumsal etkileşim
ile beraber hayatın gerekliliklerine erişimi sağlamaktır. Peki ideal bir kenti
nasıl dizayn edeceğiz?
Şekli ne olmalı?
Kare?
Yamuk?
Şeklin içinde ve etrafında sürekli hareket
halinde olacağımızı düşünürsek kolaylık sağlaması için mesafeleri eşit
uzaklıkta yapmak isteyebiliriz. İşte bu yüzden daire olmalı. Kentin içinde ne
olmalı?
Doğal olarak bir konut alanı, bir üretim alanı
bir enerji üretim alanı ve bir de tarım alanına ihtiyacımız var. Ama insanlar
aynı zamanda gelişen varlıklar - bu nedenle kültür doğa, eğlence ve eğitim
alanları da olmalı. O zaman şimdi güzel bir açık park da ekleyelim. Kültürel
amaçlar ve sosyalleşme için bir eğlence/etkinlik alanı ve ayrıca eğitim ve
araştırma tesisleri de olsun. Şeklimiz bir daire olduğundan bu fonksiyonların
her birini, ulaşımı kolay olacak şekilde amacına yönelik ihtiyacı karşılayacak
oranda yer tahsis ederek ve "Kemer"ler halinde yerleştirmek oldukça
mantıklı görünüyor. Çok güzel. Simdi, konunun detaylarına inersek Öncelikle
şehir organizmasının çekirdeğini, altyapısını ya da bağırsaklarını hesaba
katmamız lazım. Bunlar su, atık malzeme ve enerji taşıma kanalları olurdu.
Nasıl ki bugün şehirlerimizin altlarında su ve kanalizasyon şebekeleri vardır
bu kanal konseptini, entegre atık geri dönüşüm ve dağıtım sistemine kadar
genişletebiliriz. Postacı veya çöpçüye ihtiyaç kalmaz. Tam da içine inşa
edilmiştir. Hatta, otomatikleştirilmiş pnömatik (hava basıncı ile çalışan) tüpleri
ve benzer teknolojileri kullanabiliriz. Aynısı ulaşım için de geçerlidir.
Savurgan, bağımsız arabalara olan ihtiyacı azaltacak, hatta ortadan kaldıracak
stratejik ve entegre tasarımlar gereklidir. Sizi şehir içinde, yukarı ve aşağı dâhil
fiilen her yere, hatta başka şehirlere götürebilen; elektrikli tramvaylar,
taşıma bantları transveyorlar ve manyetik/hızlı trenler. Tabii bir arabaya
gerek duyulduğunda, güvenlik ve sağlamlık için uydu aracılığıyla -otomatik-
yönlendirilmektedir. Esasen, bu otomasyon teknolojisi faaliyete geçmiş durumda.
Her yıl yaklaşık 1 milyon kişi araba kazalarında ölmekte; yaklaşık 50 milyon
kişi ise yaralanmaktadır. Bu çok saçma ve böyle olması gerekmiyor.
Etkin şehir tasarımı ve otomasyonlu şoförsüz arabalarla bu ölüm rakamları
fiilen ortadan kaldırılabilir. Tarım. Bugün, gelişigüzel bir biçimde yapılan,
ilaçlama, aşırı gübreleme ve diğer maliyet düşürücü endüstriyel
uygulamalarımızla, vücutlarımızın yüksek dozlarda zehirlenmesi bir yana,
gezegenin ekilebilir alanlarının çoğunu başarılı bir şekilde yok etmiş
bulunuyoruz. Aslında, endüstriyel ve tarımsal kimyasal toksinler bugün
itibariyle, çocuklar da dâhil, tüm insanlarda yapılan testlerde çıkmaktadır.
İyi ki apaçık bir alternatif var Mevcut besin maddesi ve su kullanımını % 75
oranında azaltacak olan topraksız -su bazlı tarım- ve hava bazlı tarım
yöntemleri mevcut. Yiyecekler artık, kapalı dikey çiftliklerde, endüstriyel
ölçekte organik olarak yetiştirebilecek. Böcek ilaçlarının ve hidrokarbon genel
kullanım ihtiyacının fiilen ortadan kalkacağı 50 katlı 1 dönümlük arazilerde.
Bu endüstriyel gıda yetiştirmenin geleceğidir. Etkili, temiz ve bereketli.
Dolayısıyla, böylesine gelişmiş sistemler, zamandan atıktan ve enerjiden
tasarruf ederek dışarıdan hiçbir şey ithal etmeye gereksinim duymadan bütün bir
şehir nüfusu için gerekli gıdayı üretecek zirai sistemlerimizi kısmi olarak
kapsayacaktır. Enerji ile ilgili konuşacak olursak Enerji çarkı, bir sistemler
yaklaşımı ile verimli yenilenebilir kaynaklarımızdan, elektrik elde etmek için çalışacaktır.
Özellikle rüzgar, güneş, jeotermal ve ısı farklılıkları ve eğer potansiyel su
kaynaklarına yakınsa, gelgit ve dalga gücü. Ara vermeyi önlemek için ve pozitif
net enerji dönüşümünden emin olmak için bu kaynaklar, fazla enerjiyi büyük
süper kapasitörlerde yeraltında depolarken gerektiğinde birbirilerine güç
vererek entegre bir sistem içinde işletilebilirler, dolayısıyla geriye hiç bir
atık kalmaz. Bu şekilde, sadece bir şehir değil, belli yapılar da kendilerine
bağımsız olarak güç sağlayacaklar ve fotovoltaik paneller, yapısal basınç
dönüştürücüleri, ısı pilleri ve gelişim aşamasında olan diğer teknolojiler
vasıtasıyla elektrik üreteceklerdir. Ama tabii ki, bu şöyle bir soruyu akla
getiriyor Genel olarak, bu teknoloji ve ürünler ilk aşamada nasıl
yaratılacaklar?
Bu bizi üretime getiriyor Sanayi çarkı,
hastaneler ve benzerlerinden ayrı olarak fabrika, üretimin merkezi olacaktır.
Tamamıyla yerel olacak şekilde, tabii ki ham maddeleri küresel kaynak yönetim
sistemi yoluyla elde edecek ve az önce tartışıldığı gibi talep şehir nüfusunun
kendisi tarafından yapılacaktır. Üretim mekaniklerini göz önüne alırsak,
insanlık tarihinde çok yakın zamanlarda ortaya çıkan ve her şeyi değiştirme
gayretinde olan yeni ve güçlü bir fenomeni tartışmamız gerekiyor. Buna makineleşme
veya işçilik otomasyonu deniyor. Çevrenize şöyle bir bakarsanız günümüzde
kullanmakta olduğumuz hemen hemen her şeyin otomatik olarak yapıldığını
göreceksiniz. Ayakkabılarınız, kıyafetleriniz, ev eşyalarınız, arabanız ve
diğerleri Bunların hepsi makinelerle otomatik olarak üretilmişlerdir. Toplumun
bu teknolojik ilerlemelerden etkilenmediğini söyleyebilir miyiz?
Tabii ki hayır.
Bu sistemler gerçekten
yeni yapılar ve yeni ihtiyaçlar yaratırlar ve diğer birçok şeyin hükmünü
ortadan kaldırırlar. Bu demektir ki bizler gelişmeye devam ederken hızla
yenilenen bir teknoloji kullanıyoruz. Yani, tabii ki otomasyon devam edecek.
Sadece laf olsun diye teknolojileri durduramazsınız. Teknolojik işçilik
otomasyonu, tarım devrimi ve sabanın bulunmasından ilk elektrikli makinenin
icadına ve sanayi devriminden beri yaşamakta olduğumuz ileri elektronik ve
bilgisayarın icadını da esas alan bilgi çağına kadar insanlık tarihinin en
büyük sosyal değişimlerinin temelinde yer almaktadır. Bu günkü ileri üretim
yöntemleri sayesinde makineleşme kendi kendine gelişmektedir. Geleneksel
parçaları birleştirerek ürün tamamlama yönteminden uzaklaşarak bütün bir ürünü
tek bir seferde üretebilen ileri bir yönteme geçmektedir. Mühendislerin birçoğu
gibi, ben de biyolojiden çok etkileniyorum. Çünkü biyoloji sıradışı mühendislik
örnekleri ile doludur. Biyoloji, kendini kopyalayan şeyleri incelemektir.
Sahip olduğumuz en iyi Yaşam tanımı Yine bir mühendis olarak, kendisinin
aynılarını üretebilen makineler daima benim ilgimi çekmiştir. Rep-Rap üç
boyutlu bir yazıcıdır. Bilgisayarınıza bağladığınızda sadece iki boyutlu bir kâğıt
sayfası üzerine baskı yapmak yerine gerçek, fiziksel üç boyutlu objeler
yapmaktadır. Bunda aslında yeni bir şey yok 3 boyutlu yazıcılar 30 yıldır
piyasadalar. Rep-Rap'in en büyük özelliklerinden biri, kendi kendini
kopyalayabilmesidir. Yani, sizde bir adet varsa, daha çıkarabileceği birçok
güzel şey gibi bundan bir tane daha yapıp arkadaşınıza verebilirsiniz. En basit
ev eşyalarınızın baskılarından tutun da bütün bir profesyonel araba çizimine
kadar otomatik 3 boyutlu baskılarını alabilir sanal dönüştürme işlemini
yapabilir, ev yapımı da dâhil üretimin her alanında kullanabilirsiniz. Dış hat
işçiliği aslında direkt olarak bilgisayarda hazırlanmış 3 Boyutlu modelden alınan
3 Boyutlu baskı adı verilen bir fabrikasyon teknolojisidir. Dış hat işçiliğini
kullanarak yaklaşık 200 m² büyüklüğünde komple bir evi makine aracılığıyla bir
günde inşa etmek mümkündür. İnsanların otomatikleştirilmiş inşaat işiyle
ilgilenmesinin sebebi, birçok fayda sağlamasıdır. Örneğin, inşa işlemi oldukça
emek gerektiren bir iştir ve aynı zamanda insanlara iş imkânı sağlar. Ayrıca
bir takım sorunları ve karmaşıklıkları vardır. Örneğin, en tehlikeli iş inşaat
işçiliğidir. Tarımdan ve madencilikten bile kötüdür. Neredeyse bütün ülkelerde
en yüksek seviyede öldürücüdür. Diğer bir mesele ise hafriyat. Amerika'daki
ortalama bir evin 3 ile 7 ton arası hafriyatı vardır. Yani eğer inşaatın
etkisine bakarsak ve sadece dünyadaki kullanılabilecek materyallerin yaklaşık %
40'ının kullanıldığını biliyorsak, olayın vahametini görürüz. Bunun anlamı
büyük miktarda enerji ve kaynak sarfiyatı ve çevreye ciddi anlamda zarar
vermektir. Evleri hala daha içinde bulunduğumuz teknolojiye rağmen çekiçle
çiviyle tahtayla yapmak gerçekten saçmalıktır. Fakat Birleşik Devletler'de
en çok işçilik harcanan üretim kolu inşaattır. MIT yazarlarından ekonomist David
Autor'un son zamanlarda yaptığı bir çalışma eski orta sınıfımızın yerinin
otomasyonla doldurulduğuna dikkat çekiyordu. Oldukça basit, günümüzde kabaca
her sektörde makineleşme insan emeğinden daha üretken, daha hızlı ve verimli ve
daha sürdürebilirdir. Makinelerin, tatil yapmaya, mola vermeye, sigortaya,
maaşa ihtiyacı yoktur ve her gün, günde 24 saat çalışabilirler. İnsan emeğiyle
karşılaştırıldığında verim potansiyeli ve hatasızlık oranı kıyaslanamaz
düzeydedir.
Özetle;
kendini tekrar eden
insani iş gücü tüm dünyada kullanışsız, eski moda bir hal almaktadır ki bugün
çevrenizde gördüğünüz işsizliğin temel sebebi teknolojinin bu etkin gelişimidir.
Yeni sektörlerin her zaman işini kaybetmiş çalışanları işe alma eğilimleri
sebebiyle adına "Teknolojik İşsizlik" diyebileceğimiz bu
büyüyen olgu, pazar ekonomistleri tarafından yıllarca görmezden gelinmiştir.
Bugün hizmet sektörü bu alanda geriye kalan tek aktarma merkezidir ve en çok
sanayileşmiş ülkelerle beraber Amerikan iş gücünün yüzde 80'ine iş olanağı
sağlamaktadır. Bununla beraber, hizmet sektörü de otomatikleştirilmiş kiosklar (köşk,
büfe, kulübe, telefon kulübesi) otomatikleştirilmiş restoranlar ve hatta
mağazalar ile gittikçe artan bir rekabet halindedir. Nihayet bugün ekonomistler
yıllardır reddedilen şeyin doğruluğunu kabul etmektedirler Ekonominin küresel
anlamda sıkıntılı bir dönemden geçmesinin sonucu olarak ortaya çıkan işsizliği
daha da kızıştıran olgu teknolojik istihdamla beraber ekonomik daralmanın
etkileri arttıkça sanayilerin de buna bağlı olarak daha hızlı makineleşmesidir.
Burada fark edilmeyen nokta kar etmek adına makineleşme ne kadar hızlanırsa o
oranda da insanları işten çıkaracakları ve dolayısıyla kamunun alım gücünü aynı
oranda düşürecekleridir. Bunun anlamı, şirket üretimini çok daha ucuza mal
ederken ürünler ne kadar ucuz olursa olsun bir şeyler almak için parası olan
insan sayısı gün geçtikçe azalacak demektir. Kısaca, "gelir için iş
gücü" oyununda yavaş yavaş sona gelinmektedir. Esasen bugün mevcut
olan işlerden hangi işlere otomasyonun hemen uygulanabileceğini düşünürsek
ortaya çıkacak sonuç dünya çapında iş gücünün % 75'inin hemen yarın
makineleştirilebileceği olacaktır. Bu nedenledir ki Kaynak Bazlı Ekonomi'de
parasal piyasa sistemi yoktur. Para diye bir şey yoktur çünkü buna
ihtiyaç kalmamıştır. Kaynak Bazlı Ekonomi makineleşmenin verimliliğini
takdir eder ve onu, sunduğu imkânlar için kabul eder. Onunla bugün yaptığımız
gibi savaşmaz.
Neden?
Çünkü verimlilik ve
sürdürülebilirlik açısından bunu yapmamak sorumsuzluk olur. Bu bizi şehir
sistemimize geri getirir. Merkezinde, sadece eğitim tesislerini ve ulaşım
anahatlarını barındırmakla kalmayıp aynı zamanda şehrin teknik operasyonlarını
yöneten ana bilgisayarları da içeren Merkez Kubbe vardır. Şehir aslında
büyük bir otomatik makinedir. Enerji teminini, üretimini, dağıtımını mimari ve
benzeri gelişimleri takip etmek için tüm teknik bölgelerde sensörleri vardır.
Peki, bu operasyonların hata veya bozulma durumunda denetim için insanlara
ihtiyaç olur muydu?
Büyük bir olasılıkla Evet. Ama bunların sayısı
zamanla iyileştirmeler arttıkça, azalacaktır. Bununla beraber, bugün itibarıyla
hesapladığınızda bu işler için belki de şehir nüfusunun yüzde 'üne ihtiyaç
olurdu. Sizi temin ederim ki gerçekten size bakmak için ve her gün özel
diktatörlere itaat etmenize gerek kalmaksızın refahınızı güvence altına almak
için tasarlanmış bir ekonomik sistemde teknik olarak gereksiz ve sosyal olarak
gayesiz bir işle uğraşmak zorunda olmadan ve çoğu zaman gerçekte var olmayan
borçla boğuşarak aybaşını getirmekte zorlanmadan yaşamak söz konusu olunca sizi
temin ederim ki insanlar her yerde onlara özen gösterecek sistemi devam
ettirmek ve geliştirmek için zamanlarını gönüllü olarak feda edeceklerdir.
Bu "dürtü" mevzusu ile ilişkilendirdiğimizde ise genel bir
sanı olarak eğer "yaşamak için çalışmak" konusunda dışarıdan
gelen bir baskı yoksa insanların öylece oturup hiç bir şey yapmadan şişko,
tembel yağ tulumlarına dönüşeceği görüşü var.
Bu saçmalıktır.
Günümüzdeki çalışma sistemi gerçekte tembelliğin yaratıcısıdır çözümü değil. (Hayır. İnsanların
hırsları ile sömürüye hizmet etmeleridir.)
Çocukluğunuzu
hatırlayın; hayat dolu, anlayabilmek için, yaratmak ve keşfetmek için yeni
şeylerle alakalı. Fakat zaman geçti ve sistem sizi nasıl para kazanılacağına
odaklanmaya itti. Erken eğitimden üniversite eğitimine kadar, zihnen
sığlaştınız. Ortaya çıkan sadece bir dişlinin çarkları gibi bütün ürünleri
tepedeki % 1'e yollayan yaratıklardır. Bugün bilimsel çalışmalar gösteriyor ki
konu maharet ve yaratıcılığa geldiğinde maddi ödül insanları motive etmiyor.
Bir şey yaratmanın kendisi zaten bir ödüldür. Para esasında yalnızca mükerrer,
sıradan eylemlerde bir teşvik işlevi görür ki az önce bunların makinelerce
yapılabileceğini gösterdik. Mevzubahis yenilik getirme olduğunda parasal
dürtünün, insan zekâsının esas kullanımında yaratıcı düşünceye bir ayak bağı
olarak ona zarar verdiği ve değersizleştirdiği ispatlanmıştır. İşte bu durum, Nikola
Tesla, Wright Kardeşler ve bunlar gibi dünyamıza büyük katkı
sağlamış mucitlerin neden hiç bir parasal dürtü göstermediğini açıklayabilir. Para
esasında hatalı bir dürtüdür ve sağladığı katkıya göre yüz kat daha fazla
zarara yol açar.
Günaydın sınıf.
Lütfen oturun.
Yapmak istediğim ilk şey
odayı dolaşmak ve herkese büyüdüklerinde ne olmak istediğini sormak. Kim
başlamak ister?
Peki, Ya sen Sarah?
Büyüdüğümde annem gibi Mc Donalds'da çalışmak
istiyorum. Aa, aile geleneği ha?
Ya sen, Linda?
Büyüdüğümde New York şehrinin sokaklarında bir
fahişe olacağım!
Aa, göz kamaştırıcı kız seni!
Çok ihtiraslı. Ya sen, Tommy?
Büyüdüğümde zengin seçkin bir işadamı olacağım
New York borsasında çalışıp batan yabancı ekonomilerden kar sağlayacağım.
Girişimci ve biraz çok kültürlülük ilgisi görmek çok iyi!
(Üçüncü bölümün buraya
kadar olan kısmında insanların menfaati için bahsedilen şeyler saçmalama ve
küresel tek dünya devleti projesinin uygulamasının kafa karıştırılarak ifade
edilmesidir. Dünya üzerinde milletler ve halklar arasında oluşan çeşitliliği
ekonomik bağımsızlık içerisinde eritmenin yanlış olduğunu belirtmek gerekir.
Yenidünya düzencilerinin ve Derin Dünya Devleti dediğimiz küresel
sermayecilerin istekleridir. İlk bölümlerde anlatılan sömürünün tedavisi için
başka bir sömürü ilacını sunmak zıtlık oluşturuyor. Eşitliğin, hürriyetle
kardeşliliği ile oluşan ekonomik refah seviyesi asıl hedef olmalıdır.)
Önceden belirtildiği
gibi, kaynak tabanlı bir ekonomi bilimsel yöntemi toplumsal endişelere göre
uygular ve bu yalnızca teknik yeterlilikle sınırlı değildir. Ayrıca doğrudan
insansal ve toplumsal iyiliği ve bunu kapsayan şeyleri de göz önünde tutar.
Barış ve mutluluk içinde birlikte var olmayı sağlayamayan bir toplumsal düzenin
ne yararı var ki Öyleyse şunu belirtmek gerekir ki, para sisteminin
kaldırılması ve hayati gereklilikleri sağlamakla suç işleme oranında küresel
olarak neredeyse % 95'lik bir azalma görebiliriz. çünkü çalacak, zimmete
geçirecek, dolandıracak veya benzer şeyler yoktur. (İlkçağların parasız
alışverişi (trampa) niye tavsiye edildiğini anlamak mümkün değil.) Günümüzde
hapishanelerdeki tüm insanların % 95'i paraya bağlı suçlardan ve uyuşturucu
kullanımından dolayı oradalar ve uyuşturucu kullanımı suç değil, bir bozukluk.
Peki ya diğer % 5 ? gerçek şiddet bazen bazılarına öyle görünür ki şiddetli
olmak, şiddetli olmak içindir onlar sadece "kötü" insanlar mıdır?
İnsanların şiddete eğilimini ahlaki değerlerle yargılamanın gerçek bir zaman
kaybı olduğunu düşünmemin sebebi, bunun; şiddetin ne sebeplerini anlamamıza, ne
de engellememize bir nebze bile yardımcı olmaması. İnsanlar bazen suçluları "affetmeye"
inanıp inanmadığımı sorar. Buna cevabım şöyle "Mahkum etmeye ne kadar
inanıyorsam affetmeye de o kadar inanıyorum". Biz toplum olarak, ne
zaman şiddeti çözümleme konusunu ahlaki bir "günah" gibi değil
de kamu sağlığını veya önleyici tıp alanını tehdit eden bir sorun gibi görmeye
başlarsak ne zaman kendi bakış açılarımızı ve değerlerimizi değiştirirsek işte
o zaman, şu anda yaptığımızın aksine şiddet seviyesini arttırmak yerine azaltma
konusunda başarılı oluruz.
Ne kadar adalet ararsan,
o kadar canın yanar çünkü adalet diye bir şey yoktur. (Bu yargı yanlış)
Dışarıda ne varsa o
vardır. O kadar. Başka bir değişle, eğer insanlar ırkçı yobazlar olmaya
şartlandırılmışsa eğer bunu savunan bir çevrede büyümüşlerse neden bunun için
bireyi suçluyorsunuz ki?
Onlar bir alt kültürün kurbanları.
Bu yüzden yardıma
ihtiyaçları var. İşin ana fikri, sapkın davranışlar doğuran ortamı baştan
tasarlamamız gerektiğidir. Asıl sorun budur. Çözüm birisini hapse atmak değil.
Bu yüzden; yargıçlar - avukatlar - özgür irade ve bunun gibi kavramlar
tehlikelidir, çünkü sizi yanlış bilgilendirir. O insan "kötü" veya o
insan bir "seri katil". Seri katiller yaratılır. Tıpkı askerlerin
makineli tüfekleriyle birer seri katile dönüşmeleri gibi. Ölüm makinelerine
dönüşürler ama "doğal olan" bu olduğu için, hiç kimse onlara bir katil
veya suikastçı gözüyle bakmaz. Bu durumda insanları suçlarız "Bu adam
Nazi, Yahudilere zulüm yaptı" deriz. Hayır, o Yahudilere zulüm yapmak
üzere yetiştirilmişti. İnsanların birer kişisel tercihleri olduğunu ve bu
tercihleri yapmakta özgür olduklarını doğru kabul ediyorsanız; özgür tercih
demek hiç bir etki altında kalmadan demek ve ben bunu hiç anlayamıyorum.
Hepimiz tüm tercihlerimizde içinde yaşadığımız kültürün, ana-babamızın ve
baskın değerlerin etkisinde kalıyoruz. Öyleyse bizler etkileniyoruz; yani özgür
tercih yoktur. Dünya üzerindeki en üstün ülke hangisidir?
- Doğru cevap "Bütün dünyayı gezmedim,
o yüzden bu soruyu cevaplamak için değişik kültürler hakkında yeterli bilgim
yok." Bu şekilde konuşan birini tanımıyorum. Köklü Amerika Birleşik
Devletleri dünyanın en üstün devletidir diyorlar. Hiç bir araştırma yok
"Hindistan’a gittiniz mi?
-Hayır. - İngiltere’ye gittiniz mi ?
- Hayır. - Fransa’ya gittiniz mi ?
- Hayır. Öyleyse neden ortaya varsayım
atıyorsunuz?
Cevaplayamazlar. Sizin tavrınıza çıldırırlar. "Allahın
cezası, sen de kimsin ki bana ne düşüneceğimi söylüyorsun" derler.
Biliyorsunuz Unutmayın Saptırılmış insanlarla konuşuyorsunuz. Onlar cevaplardan
sorumlu değillerdir onlar kültürlerinin kurbanıdır ve bu onlar kültürlerinin
etkisi altındadır demektir. (Bu kısımda Zeitgeistin saçmaladığı kısım olduğunu
söyleyebiliriz.)
Yükseliş Kaynak Bazlı
Ekonomiyi dikkate aldığımızda şunun gibi bir takım
tartışmalar ortaya çıkacak.
- Hop!
- Hop!
Hey!
- Şimdi dur bir dakika orada bakalım!
- Evet?
Ben bunu biliyorum. Buna Marksizm derler
dostum. Stalin bu tür düşünceler yüzünden " 800 Milyar" insanı
öldürdü. - Babam Gulag'ta öldü. - Komünist!
- Faşist!
- Amerika'yı sevmiyorsan, terk et!
- Pekala, herkes sakin olsun - Yeni Dünya
Düzeni'ne Ölüm!
- Yeni Dünya Düzeni'ne Ölüm!
"Seyircinin mantıksızlığı büyüdükçe şok
içinde ve şaşkın anlatıcı aniden ölümcül bir kalp krizi geçirdi."
Böylece bu komünist
propaganda filmi son buldu.
[SİSTEMDE HATA]
[YEDEKLEME BAŞLATILDI - GERİ YÜKLENDİ]
Fakat biliyorsun, bu
tarz bir şeyi 'beyin takımı' durumundaki insanlara söyledim Bilirsin bunlar
Roma Kulübü tarzları ve daha ilerisi "Marksist!" dediler. Ne?
Marksist?
Bu da nereden çıktı?
Bu ikona sahipler fakat tutunmaya çalıştıkları
şey Kutsal Kase'leri ve bu çok kolay olanı, biliyorsunuz. İnsanlar bana
Sosyalist, Komünist ya da Kapitalist mi olduğumu soruyorlar. Ben de bu
yukarıdakilerin hiçbiri değilim diyorum. Sizce insanlar neden tek seçeneğin
bunlar olduğunu düşünüyorlar?
Bütün politik yapılar yazarlar tarafından
oluşturulmuştur ki bu yazarlar yaşadığımız gezegende sonsuz kaynaklar olduğunu
varsayıyorlardı. Bu politik filozoflardan biri bile herhangi bir şeyde kıtlık
olabileceği ile ilgili kafa patlatmamış. Komünizm, sosyalizm, serbest piyasa
ve faşizmin, sosyal gelişimin bir parçası olduğuna inanıyorum. Bir
kültürden diğer bir kültüre dev bir adım atamazsınız Ara sistemler vardır.
Herhangi bir "izm" den önce, bir yaşam zeminimiz vardı ve bu yaşam zemini
biraz önce tarif ettiğim gibi gereken bütün koşullar yani bir sonraki
nefesinizi almanız ve aldığınız nefesi içtiğiniz suyu, elde ettiğiniz güvenliği
erişebildiğiniz eğitimi içerir; bütün bunlar paylaştığımız ve kullandığımız
şeyler ki kimse bunlar olmadan, hiçbir kültürde yaşayamaz. Öyleyse Yaşam
Sahası'na geri dönmeliyiz ve yaşam alanı artık herhangi "bir
şey-izm" değil. O artık "yaşam değer analizi".
[SINIRIN ÖTESİ]
Şu, basit bir tarihsel
gerçektir ki; herhangi bir toplumdaki baskın entelektüel kültür, o toplumdaki
baskın sınıfın menfaatlerini yansıtır. Köleliğin olduğu bir toplumda insana ve
insan haklarına yönelik inançlar doğal olarak köle sahiplerinin ihtiyaçlarını
yansıtacaktır. Yine benzer şekilde bazı bireylerin başka bireylerin hayatlarından
ve emeklerinden elde ettiği menfaate ve onları kontrol etme gücüne dayanan bir
toplum yapısında da baskın entelektüel kültür baskın grubun ihtiyaçlarını
yansıtacaktır. O halde, daha geniş çaplı bakarsanız; psikolojiye, sosyolojiye,
tarihe siyasal ekonomiye ve siyaset bilimine sinmiş olan temel fikirler aslında
seçkin bir kesimin menfaatlerini yansıtmaktadır ve bunu gereğinden fazla
sorgulayan akademisyenler kenara itilmeye çalışılmış veya bir nevi
"radikal" kişiler olarak görülmüşlerdir. Bir kültürün hâkim
değerleri o kültür tarafından ödüllendirileni destekleme ve sürdürme
eğilimindedir. Başarı ve statünün, sosyal katkılarla değil maddi
zenginlikle ölçüldüğü bir toplumda da dünyamızın bugün neden bu halde olduğunu
anlamak çok kolaydır. Şu anda, öncelikli olmaları gereken kişisel ve toplumsal
huzurun suni zenginlik ve sınırsız büyüme gibi zararlı kavramlar karşısında
ikinci plana atıldığı -tamamen tabiata aykırı- bir değerlendirme sistemi
bozukluğuyla karşı karşıyayız. Şimdi, bu bozukluk bir virüs gibi; hükümetlerin
- basının- eğlence dünyasının ve hatta eğitim sisteminin her hücresine
işlemektedir. Kendi bünyesinde onlara karşı gelecek her şeye karşı koruma
mekanizmaları oluşturulmuştur. Paraya Dayalı Ekonomi inancının müritleri
Statüko'nun gönüllü muhafızları inançlarıyla çelişebilecek her türlü düşünce
formundan kaçınmak için sürekli uğraşırlar. Bunların en yaygınları Tasarlanmış
İkili Dengeler'dir. Cumhuriyetçi değilseniz, kesin
Demokratsınızdır. Hıristiyan değilseniz, belki de Satanistsinizdir. Eğer toplumun
büyük ilerleme kaydedeceğine inanıyorsanız belki de, bilmiyorum herkesi
düşünüyor olabilir misiniz?
O zaman "Ütopyacı"sınız sadece.
Bütün bunların en sinsice olanı Eğer "serbest-ekonomi"
taraftarı değilseniz özgürlüğün kendisine karşısınız demektir.
Ben özgürlüğe inanıyorum!
Özgürlük kelimesini her duyduğunuzda
söylendiği her yerde ya da "hükümet karşıtları" lafının
söylendiği her yerde bunun deşifresi Gizli para sahiplerinin parayı daha da çok
paraya çevirmesinin engellenmesi. Budur yani. Söyledikleri diğer her şey "İnsanlar
için daha çok ticarete ihtiyacımız var." "Zorbalığa karşı
özgürlük bu", ve böyle sürer gider. Bunu her gördüğünüzde asıl
anlamını çözebilirsiniz ve sanırım her duyduğunuzda birebir
ilişkilendireceksiniz. Bunu bir anlamda şöyle tanımlayabiliriz Bir Sözdizimi.
Anlayış ve değerleri yönetmeye yönelik bir sözdizimi. Yani, kendi bildikleri
dışında bu sözdizimi onları yönetir çıkıp "aa ben bunu demek
istememiştim!" diyebilirler. Ama aslında yaptıkları aynen budur.
Örneğin, bir dili konuşursunuz ve o dilin bir dilbilgisi, grameri vardır ama o
dilbilgisi kurallarını birebir bilmezsiniz. Buna ben "Yönetici Değer
Dizimi" diyorum önemini gösteriyor bunun. Yani, onlar her seferinde şu
kelimeleri kullandığında "hükümet karşıtlığı", "özgürlük
eksikliği", "özgürlük" veya 'ilerleme' ya da 'gelişme'
bunların hepsinin şifresini çözüp ne anlama geldiğini anlarsınız. Tabii ki
"özgürlük" kelimesinin "demokrasi" denen şey ile aynı cümle
içerisinde yer alma eğilimi vardır. BU GÜN İNSANLARIN SİSTEMİMİZİN DOĞASINDA
HER ŞEYİ SATILIK OLARAK SUNDUĞUNU UNUTUP DEVLETLERİNİN YAPTIĞI ŞEYLERDEN
GERÇEKTEN ETKİLENMİŞ OLDUKLARINA İNANMIŞ GÖRÜNMELERİ OLDUKÇA İLGİ ÇEKİCİDİR.
GEÇERLİ TEK OY PARANIN
OYUDUR VE HERHANGİ BİR EYLEMCİNİN AHLAK VE SORUMLULUK DİYE NE KADAR BAĞIRDIĞININ
HİÇ BİR ÖNEMİ YOKTUR.
Bir pazar sisteminde,
her politikacı, her yasa ve buna bağlı olarak her hükümet satılıktır. 2000 de başlayan 20 trilyon dolarlık banka
kurtarma paketi bile gerçekte topluma yardım etmek adına hiç bir şey yapmayan
ve yarın sorgusuz sualsiz ortadan kaldırılabilecek bir sürü kuruma gitmek
yerine küresel enerji alt yapısını tamamen yenilenebilir yöntemlerle
değiştirebilecek miktardadır. Politika ve politikacıların toplum saadeti için
var olduğu şeklindeki kör şartlanma hala devam etmektedir. Aslında, politika
pazar sistemi içinde diğerlerinden farklı olmayan ticari bir iştir ve her
şeyden önce kendi çıkarlarını gözetirler. Ben gerçekten, dürüstçe, politik
faaliyetlere asla inanmam. Bana göre sistem istediği şekilde daralır ve genişler.
Bu değişiklikleri düzenler. Bana göre sivil haklar hareketi bir düzen olarak
ülkenin sahipleri ile aynı safta yer almaktadır. Bana göre onlar, kendi
çıkarlarının nerede yalan söylediklerinin bilincindeler; belli bir noktaya
kadar özgürlüğün iyi göründüğünü biliyorlar ve özgürlük hilesi bu insanlara her
yıl bir oy kullanma günü veriyor bu şekilde onlar manasız bir seçim yanılgısına
kapılıyorlar. Hiçbir anlamı olmayan seçim; köleler gibi gider ve deriz ki "A,
ben Oy Verdim." Bu ülkedeki tartışma sınırları daha tartışma
başlamadan önce belirlenmiştir ve diğer herkesin marjinalleştirilmiş ve
komünist ya da bir çeşit sadakatsiz "deli" olarak görülmesi sağlanmış
işte şimdi yeni kelimemiz "komplo". Görüyorsunuz yaptıklarını. Öyle
bir şey ki bu bir dakikalığına bile kafa yormamalı Bu güçlü insanlar bir araya
gelip bir plan yapmış olabilirler!
Olamaz!
Sen "delisin!". "Komplo
meraklısısın!"
Bu sistemin bütün
savunma mekanizmaları tekrar tekrar bu ikili ile gelir.
Birinci fikir şöyledir. Bu sistem bu gezegende
bugüne kadar gördüğümüz gelişimin bir "sebebidir".
Hayır. Temelde iki ana
neden vardır; bunlar bugün gördüğümüz artan sözüm ona "zenginlik" ve
nüfus artışını yaratmıştır. Bir üretim teknolojisinin giderek artan gelişimi;
dolayısıyla bilimsel beceri. İki Hidrokarbon enerjinin bolluğunun keşfi bu da
günümüzde tüm sosyo-ekonomik sistemin temelidir. Serbest
Piyasa/Kapitalist/Parasal Piyasa Sistemi -artık her ne demek isterseniz-
çarpık bir teşvik sistemi ile ortaya çıkan dalgaların hüküm sürmesi ve
gelişigüzel, kabaca, eşit olmayan bir yararlanma metodu ve bunların dağıtılması
dışında hiçbir şey yapmadı.
İkinci savunma ise yıllar süren
propagandanın ürettiği kavgacı sosyal bir önyargıdır. Bu propaganda kendi
dışındaki tüm sosyal sistemleri "despotluğa" giden bir yol olarak
görür. Sık sık Stalin, Mao, Hitler'in adını anarak ve onların
yarattıkları ölü sayısını söyleyerek. Yani, bu adamlar ne kadar despot
olurlarsa olsunlar ölümsüzleştirdikleri toplumsal yaklaşımlarını da sayarsak iş
ölüm oyununa gelince iş insanların sistematik olarak her gün toplu katliamına
gelince Tarihte hiçbir şey bugün bize yapılanla karşılaştırılamaz.
Kıtlık - en azından son
yüzyıllık tarihimiz boyunca yiyecek eksikliğinden dolayı olmadı. Kıtlığa göreceli
yoksulluk sebep oldu. Ekonomik kaynaklar öyle
haksızca dağıtılmıştır ki yoksul insanların, ödeme imkânları olmuş olsa bile
piyasada bulunabilecek olan gıdaları resmen alacak paraları yoktur. Bu, Yapısal
Şiddete bir örnek olurdu. Başka bir örnek Afrika'da ve diğer bölgelerde -ki ben
özellikle Afrika'ya odaklanmak istiyorum- on milyonlarca insan AIDS'ten ölüyor.
Neden ölüyorlar?
AIDS'in tedavisini bilmediğimiz için değil.
Zengin ülkelerde durumu gayet de iyiye giden iyileşen milyonlarca insan var,
çünkü hastalığı tedavi edecek ilaçlara sahipler. Afrika'da AIDS'ten ölen
insanlar HIV virüsünden dolayı ölmüyorlar; ölüyorlar çünkü onları hayatta
tutacak ilaçları satın alacak paraları yok. Gandhi bunu gördü ve dedi ki "Şiddetin
en ölümcül biçimi yoksulluktur." Bu kesinlikle doğrudur. Yoksulluk,
tarihteki bütün savaşlarda ölenlerden çok daha fazla insan öldürür tarihteki
bütün cinayetlerden daha fazla bütün intiharlardan daha fazla. Yapısal Şiddet,
yalnızca bir araya getirilmiş tüm davranışsal şiddetten daha fazla insan
öldürmekle kalmaz Yapısal Şiddet aynı zamanda davranışsal şiddetin de ana
sebebidir.
[ZİRVENİN ÖTESİNDE]
Petrol, uygarlık
abidesinin her döneminde vardır ve uygarlığın da temelidir. Sanayileşmiş dünyada,
yediğimiz her kaloride 10 kalorilik bir hidrokarbon -petrol ve doğalgaz-
enerjisi vardır. Suni gübreler doğalgazdan elde edilir. Tarım ilaçları
petrolden elde edilir. Hasat kaldırmak - toprağı sulamak - tarlayı sürmek -
ekmek - ürünü paketlemek - nakliye etmek için petrolle çalışan makineler kullanırız.
Gıdaları yine petrolden yapılan plastikle paketleriz. Bütün plastik ürünleri
petroldür. Her bir otomobil lastiğinde 7 galon petrol vardır. Petrol her
yerdedir; her yerde her zaman bulunabilir. Yine petrol sayesinde bugün dünyada
7 milyar veya nerdeyse 7 milyar insan yaşamaktadır. Bu ucuz ve kolay enerjiye
ulaşım fikrinin ortaya çıkışı ki bu durum aslında milyarlarca kölenin 24 saat
çalışması anlamına gelir geçtiğimiz yüzyılda dünyayı köklü bir şekilde
değiştirdi ve nüfus 10 kat arttı. Fakat, yılına gelindiğinde petrol rezervleri, şu
anki yaşam koşullarında şimdiki nüfusun yarısından daha da az bir kısmına ancak
yeter hale gelecek. Yani, farklı yaşamak için gerekli olan uyum tarifesi
muazzam. Dünya şu anda çıkarılan 1 varil petrol başına 6 varil kullanıyor.
Beş yıl önce çıkarılan her bir varil başına 4 varil kullanılıyordu. Bundan 1
yıl sonra ise çıkarılan varil başına 8 varil kullanılıyor olacak. Beni
rahatsız eden şey dünya devletlerinin ve sanayi liderlerinin buna yönelik kayda
değer bir çabalarının olmaması. Elimizde rüzgar enerjisini artırmaya ve belki
Gel-gitin gücünü kullanmaya yönelik sözüm ona birtakım teşebbüsler var
arabalarımızı birazcık daha verimli yapmaya yönelik girişimlerimiz var ama
görünürlerde gerçek bir devrime benzeyen herhangi bir şey yok Bunların hepsi
oldukça küçük çaplı ve bana göre oldukça da ürkütücü şeyler. Üstelik
söylediklerimize pek de değer vermeyen bu ekonomi uzmanlarının etkisi altında
yönetilen devletler geçmişi yeniden yaratma umuduyla refahı geri getirmek için
tüketimciliği tetiklemeye çalışıyorlar. Herhangi bir teminat vermeksizin
daha da fazla para basıyorlar. Dolayısıyla, eğer ekonomi iyileşir ve düzelirse
ve şu meşhur büyüme yeniden gerçekleşirse bu sadece kısa süreli bir durum
olacaktır çünkü yıllarla değil aylarla ölçülecek kadar kısa bir sürenin
sonunda yeniden stok engeline takılacaktır; yeniden bir fiyat fırlaması
olacaktır- ve daha da şiddetli bir ekonomik bunalım yaşanacaktır. Dolayısıyla
bence çılgın bir kısır döngüye giriyoruz. O halde ekonomik büyüme
yükselişteyken - bir anda fiyatlar fırlar - ve her şey bir anda durur. İşte
bulunduğumuz nokta budur. Sonra yeniden yükselişe geçer ancak bu sefer öyle bir
noktadayızdır ki artık ucuz enerji üretimine olanak kalmamıştır. Zirvede,
petrol üretiminin alt yamacındayız. Dipten daha fazla ve daha hızlı çıkmanın
hiç bir yolu yok. Bu da bir şeylerin kapatılması, petrol fiyatlarının düşmesi
demek. 2009'da bu oldu fakat sonra "iyileşme" olarak
petrol fiyatları geri dönmeye başladı. Son zamanlarda bir varili 80 Dolar
civarında asılı duruyor ve bizim gördüğümüz şimdi bir varili 80 Dolar olsa bile
finansal
ve ekonomik çöküş ile birlikte insanlar almakta zorlanıyorlar. Dünyadaki
petrol üretimi şu anda günlük 86 milyon varil civarındadır. On yıl sonra kabaca
günlük 14 milyon varil bile çıkarılamayacak. Böyle bir talebin yüzde 'ini bile
karşılayacak bir şey yok. Eğer hızlıca bir şeyler yapmazsak çok büyük bir
enerji açığı olacak. Bence en büyük hata on yıl içinde ya da daha erken
sürdürebilir enerji formlarını geliştirmek için düzenli çalışma gerektiğinin
farkına varıp kabullenmemektir. Bence bu torunlarımızın geriye dönüp baktığında
inanamayacakları bir şeydir. "Siz insanlar, sınırlı madde ile idare
ettiğinizi biliyordunuz Nasıl oldu da ekonominizi yok olmak üzere olan bir şeyin
üstüne kurabildiniz?" diyecekler. Tarihinde ilk defa insanoğlu bugün
yaşamsal sistemin merkezindeki ana kaynağın azalması ile yüz yüze geldi ve
bütün bunların can alıcı noktası petrol her gün biraz daha yok olup giderken
ekonomik sistemin hala körü körüne bu kanserli büyüme modelini zorlayacak
olmasıdır. Böylece insanlar gidip iş ve gayri safi milli hâsıla yaratmak için
daha fazla benzinle çalışan araba alacaklar yıkılma ve düşüş Hidrokarbon
ekonomi fikrinin ortadan kaldırılması için çözümler var mı?
Tabii ki. Fakat bu değişiklikleri başarmak
için ihtiyaç duyulan yol gereken Piyasa Sistem Protokolleri yoluyla
açıklamak olmayacaktır. Yeni çözümler sadece kar Mekanizması yoluyla
uygulanabilir. İnsanlar yenilenebilir enerjiye yatırım yapmıyorlar çünkü
yenilenebilir enerjide, ne kısa, ne de uzun vadede para yoktur. Bu yatırımın
yapılabilmesi için gerekli olan taahhüt ise ancak ciddi sermaye kaybı olması
halinde gerçekleşebilir. Dolayısıyla, parasal teşvik yoktur ve bu sistemde
parasal teşvik yoksa işler yürümez ve bütün bunların üstüne, yükselen petrol
fiyatları bugün daha da hız kazanmış olan çevresel-sosyal tren kazasının yüzeye
çıkan birçok sonucundan sadece bir tanesidir. Diğer inişe geçenler arasında
varoluşumuzun temel yapıtaşı Temiz Su dahil hali hazırda günümüzde . 2.8
milyar insan için kıtlıklar baş göstermektedir
ve bu kıtlıklar 2030 yılında 4 milyar insana ulaşacak şekilde artmaktadır.
Gıda Üretimi İnsanların gıda
üretiminin % 99,7 'sini oluşturan tarıma elverişli arazilerin harap edilmesi,
yeniden ekilmesinden 40 kat daha hızlı olmaktadır ve son 40 yılda tarıma
elverişli arazilerin % 30'u verimsiz hale gelmiştir.
Hidrokarbonların, bugün
ziraatın belkemiği olmasından bahsetmiyoruz bile ve onun inişe geçmesi ile gıda
arzı da inişe geçecektir. Mevcut tüketim koşullarımızda sahip olunan kaynaklar
göz önüne alındığında; bu tüketim oranlarımızla devam edebilmek için, 2030 yılında 2 tane gezegene ihtiyaç
duyacağız. Yaşamı destekleyen biyo-değişkenliğin sürekli yok edilmesi
sonucu dünya çapında çevresel dengesizliğe ve nesil tükenmesine sebebiyet
veriyor olmamız da cabası. Bütün bu çöküşler söz konusuyken bir de katlanarak
artan bir nüfusumuz var ki 2030 yılında bu gezegendeki insan sayısı 8 milyardan
fazla olabilir. 2030 yılında böyle bir talebi karşılamak
için sadece enerji üretiminde %44'lük bir artış gerekecektir. Yine para,
faaliyeti başlatan tek şey olduğu için ziraat suyunu yönlendirme, enerji
üretimi ve benzeri konularda devrim yapmak için gerekli büyük çaptaki
değişimlerin altından maddi olarak kalkabilecek herhangi bir ülke olmasını
bekleyebilir miyiz?
Küresel borç piramidi komplosu dünyanın
tamamını yavaş yavaş kaplarken Etrafınızda gördüğünüz işsizliğin teknolojik
işsizliğin doğasından dolayı normal karşılanmaya başladığı gerçeğinden
bahsetmeye gerek bile yok. İşler geri gelmiyor. Son olarak, geniş bir sosyal
bakış açısı. 1970'ten 2010'a, bu sistemden dolayı gezegendeki kıtlık ikiye
katlandı ve şu an ki durumda - gerçekten, bu oranın daha fazla
katlanmasından başka bir şey göreceğimizi mi sanıyorsunuz?
Daha fazla acı ve daha büyük bir kitlesel
kıtlık?
[BAŞLANGIÇ]
Düzelme olmayacak.
Bu sonunda bir gün
içinden çıkabileceğimiz uzun bir kriz değil. Bence, ekonomik çöküşün bir
sonraki devresinde görülecek olan, büyük bir iç huzursuzluk.
Birleşik Devletler
parası kalmadığı için işsizlik çeklerini ödeyemediğinde Her şey kötü gitmeye
başladığında ve insanlar seçtikleri liderlere olan güvenlerini
kaybettiklerinde, değişim isteyecekler. İşleyiş süresince
birbirimizi öldürmez ya da çevremizi yok etmezsek korkarım ki, geri dönüşü
olmayacak bir noktada son bulacağız. ve bu beni son derece rahatsız ediyor. Bu
durumu engellemek için elimizden geleni yapıyoruz. İnsan hayatının, muhteşem
bir değişimin eşiğinde olduğu apaçık. Şu anda yüzleştiğimiz, son yüzyılda
bilinen en esaslı en temel değişim. Bu gezegendeki ekonomi ve kaynaklar
arasında bir bağlantı olmalı bu kaynaklar tabii ki de, tüm hayvanlar ve
gezegendeki yaşam; okyanusların sağlığı ve diğer her şey. Bu bir parasal
paradigma, ve öyle ki; SON İNSANI DA ÖLDÜRENE KADAR RAHAT DURMAYACAK. "EGEMENLER"
GÜCÜ ELLERİNDE TUTMAK İÇİN ELLERİNDEN GELENİ YAPACAKTIR VE BUNU AKLINIZDAN
ÇIKARMAMALISINIZ. ORDULARI, DONANMALARI, YALANLARI VE KULLANMALARI GEREKEN HER
ŞEYİ GÜÇLERİNİ KORUMAK İÇİN KULLANACAKLARDIR. PES ETMEK ÜZERE DEĞİLLER ÇÜNKÜ
KENDİ TÜRLERİNİ SÜREKLİ KILACAK BAŞKA BİR SİSTEM BİLMİYORLAR.
[New York'tan protesto]
[Küresel Protestolar
Dünya Ekonomisini durdurdu]
[Londra'dan protesto]
[Çin'den protesto]
[Güney Afrika'dan protesto]
[İspanya'dan protesto]
[Rusya'dan protesto]
[Kanada'dan protesto]
[Suudi Arabistan'dan protesto]
[Batıdaki Suç Oranları
Fırladı]
[BM Küresel Acil Durum
ilan etti]
[Küresel İşsizlik Oranı
% 65'lere ulaştı]
[Dünya Savaşı Korkusu
Sürüyor]
[Borç Batakları şimdi
gıda kıtlığı yaratıyor]
[Geri Al]
Benzeri görülmemiş protestolar
devam ederken her hangi bir şiddet olayı bildirilmemiştir. Görünen o ki, dünya
üzerindeki bütün banka hesaplarından trilyon dolarlara denk düşen para sistemli
bir şekilde çekiliyor ve merkez bankalarının önlerinde sırayla boşaltılıyor.
[BU SİZİN DÜNYANIZ]
[BU BİZİM DÜNYAMIZ]
[İŞTE ŞİMDİ DEVRİM
ZAMANI]
[WWW.THEZEITGEISTMOVEMENT.COM]
Çeviri Zeitgeist Türkiye "Together we stand, divided we fall"
facebook.com/zeitgeistturkiye
YORUM
Dünyayı mahveden, düzeni
bozan ve sömürenler
“EGEMENLER” dir. 7 Milyar insanı yöneten 10 bin kişi, bunları kontrol
altında tutan üçyüzler, onları kontrol eden yüzlükler ve üste oturan kırkların
bağlı olduğu yediler ve üçlü komitenin insafına kalmış bulunmaktayız. Bahse
konulan bu sayılar İslam kültüründen alınarak uygulamaya geçirildiği zannını
taşıyorum. Bu belgesel aslında üçüncü bölüm dışında çok güzel. Fakat üçüncü
bölüm insanlığın canına okuyacak şekilde tasarlanmış. ASLINDA BU BELGESEL
YANLIŞ HESAPLAMA YAPMIŞ OLAN TEORİSYENLERİN HESAPLARININ DÜZE ÇIKMASI ve HATANIN
GİDERİLMESİ İÇİN HAZIRLANMIŞ. İçinde çok faydalı bilgiler içerse de insanlığın
menfaatini içeren bilgi düzeyinden ve komplo teorisinden başka bir şeyler
içermiyor. Hakikatte insanlığın zararına çalışan bu üçlü komiteler sömürü
politikalarına son verdikleri gün her şey yerine oturacak. Onlar, Kudret ve hâkimiyet projelerini
durdursalar, hemen insanlığın bu buhranın biteceğine inanıyorum. Ancak ne var ki
suyun üstüne kurulmuş tahtındaki kralın emirlerine itaat eden köleler,
hizmetlerine olan inançlarını değiştirmeyeceği için yapılacak tek çare
insanlığın kendine geleceği büyük bir felaketi gözlemlemekteyiz. Niçin mi?
Allah Teâlâ tuzak
kuranların tuzaklarını ve sistemlerini tabi afetlerle sürekli durdurduğunu
Kur’ân-ı Kerim’de beyan etmektedir. Ancak bizler, Allah Teâlâ’nın durdurmasını
beklemek yerine kendi benliğimize gelerek Kur’ân-ı Kerim’e ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
yoluna dönüş yapmalıyız.
İhramcızâde İsmail Hakkı)
Metin içindeki parentez
ifadeler bize aittir.
[1] Bir tekel
veya monopol, bir pazarda belirli bir ürün için üretici ya da
dağıtımcı olarak tek bir firmanın bulunması durumudur. Bir monopol, rakip
firmaların daha düşük fiyat koyması korkusu olmadan kendi fiyatını belirleme
gücüne sahiptir. Monopoli, serbest rekabeti ortadan kaldırarak kaynakların
verimli kullanımını önleyen bir durum yaratır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar