SOLARİS-SOLYARİS- «СОЛЯРИС» (FİLM, 1972)
Yönetmen Andrey Tarkovski
Yapımcı: Viacheslav Tarasov
Senarist Fridrikh Gorenshtein- Andrey Tarkovski
Hikâye: Stanislaw Lem'in aynı adlı romanından.
Oyuncular Natalya Bondarchuk - Donatas
Banionis-Jüri Järvet-Vladislav Dvorzhetsky-Nikolai Grinko- Anatoly Solonitsyn
Müzik Eduard Artemyev
Görüntü yönetmeni Vadim Yusov
Sanat yönetmeni:
Lyudmila Feiginova
Dağıtıcı Visual Programme Systems (Birleşik
Krallık, 1973)
Çıkış tarih(ler)i Fransa: 13 Mayıs 1972 (Cannes Film
Festivali)
SSCB: 20 Mart 1972
Özet & detaylar
Solaris (Rusça: «Солярис», tr. Solyaris)
1972 yapımı Sovyet sanat filmidir. Stanisław Lem'in aynı adlı romanından
uyarlanan yapımın yönetmenliğini Andrey Tarkovski üstlenmiştir. Duygusal
krizler nedeniyle başarısızlığa uğrayan bir uzay deneyini konu almaktadır.
Belirgin bir bilince sahip bir gezegendir
Solaris. Oraya gelen dünya insanlarının
zihinleri ile oynamak ise en büyük gücü ve yeteneğidir. İnsanların bilinçaltına
süzülüp oraya müdahale ederek, hafızalarındaki şeyleri maddeleştirir. Burada
olanları araştırmakla görevli olarak ilgili üsse gönderilen kişi de gezegenin
gücünden payını alacaktır şüphesiz. Böylesi bir gizemle büyülenirken kendi
geçmişi ile burun buruna gelecektir.
Tarkovski’nin üzerinde çok durulan bu
çalışması, bazı yerlerde Kubrick’in 2001’ine Rusya’nın verdiği yanıtı olarak
değerlendirilmektedir. Ancak genel olarak bağımsız bir çalışmadır. Hatta bir
roman uyarlaması olduğu halde özgünlüğünü koruduğu söylenebilir.
Tarkovski’nin 12 Ocak 1972’de günlüğüne
yazdıkları çok ilginç: SSCB devlet sisteminde söz sahibi birkaç ayrı kuruluşun
yetkililerinin “Solaris”le ilgili eleştirileri kendisine iletilmiş, yönetmen
bunların bir kısmını günlüğüne aynen almış. 35 madde içinde, “filme
Kolmogorov’dan (insanın fani doğasıyla ilgili) alıntılar koyulsun” gibi “tuhaf”
talepler de var, “Kelvin’in hareket noktası toplumun hangi formuydu –
sosyalizm mi, komünizm mi, kapitalizm mi?” gibi çıldırtıcı sorular da,
yetkililerin filmden hiçbir şey anlamadıklarını gösteren düşünceler de…
Yetkililerin Tarkovski’den temel talebi, hazır böyle bir hikayeyi çekiyorken,
SSCB’nin “muhteşem” uzay çalışmalarını överek anlatmasıdır, tam da “böyle bir
hikayenin” o çalışmalara o gözle bakamayacağını anlamak istemezler.
“Solaris” öncelikle bu nedenle büyük ve
önemli bir filmdir. Çünkü –belki “Ivan’ın Çocukluğu” hariç- SSCB’de yapılan her
Tarkovski filminde olduğu gibi yönetmen adeta imkânsız denebilecek şartlarda,
kasten karşısına çıkarılan pek çok engelle boğuşarak bu filmi yapmıştır. Film
bittikten sonra da tüm o saçma eleştirilerle karşılaşmış, yöneticilerin filmi
değiştirme taleplerine direnmeyi başarmıştır.
Aslına bakarsanız, sadece öyküsü
dolayısıyla bile, böyle bir filmin SSCB’de yapılması imkânsızdır: Psikolog
Kris, olup bitenleri anlayıp raporlaması için Solaris’e gönderilir. Uzay üssüne
vardığında oradaki görevlilerden birinin intihar ettiğini öğrenir, diğer ikisi
de çok tuhaf davranmaktadırlar. İlk uyuduğunda Kris, ölmüş karısı peydah olur,
uyandığında karısını yanı başında gören Kris onu tek kişilik bir roketle uzaya
yollar. Fakat kadın tekrar belirir. Diğer bilim insanlarının da böyle
“ziyaretçi”leri vardır. Bunlar nereden ve nasıl gelmektedirler? Solaris’te
yaşayan ileri zekalı bir varlığın oraya gelen insanlarla iletişim kurmak
amacıyla kaybettikleri yakınlarının “kopya”larını üretip yolladığı tezi doğru
mudur? Bu önermenin doğru olup olmadığını anlamanın bir yolu var mıdır?
Ciddi varoluşçu meselelerle ilgilenen bir
filmin, diyalektik materyalizm dışındaki felsefi akımlara hiç yüz vermeyen bir
yönetim tarafından onaylanıp yaptırılması, herhalde Tarkovki’nin daha ilk
filmiyle elde ettiği başarı ve ünle ilişkili. Başka biri söz konusu olsa
“Solaris” yapılamazdı. Ama Tarkovki “Ivan’ın Çocukluğu” ile Venedik’te Altın
Aslan kazanmıştı, önde gelen festivallerin yöneticileri onun yeni filmlerini
almak için yarışıyorlardı, ayrıca filmler çeşitli ülkelere satılıyordu,
dolayısıyla komünist yönetim Tarkovski’nin spiritüel sorularla dolu filmlerine
engel olamıyor, güçlük çıkarmakla yetinmek zorunda kalıyordu.
Bu güçlükler ve bunlar yüzünden yönetmenin
sürekli moralsiz çalışması “Solaris”e büyük zarar vermiştir. Buna rağmen film,
sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahip. Bunun nedenlerini Tarkovski
kendisi şöyle açıklıyor: “Babama göre ‘Solaris’ bir film değil de edebiyata eş
değerde bir şeymiş. İçe dönük edebi ritmi, banal sloganlardan uzak oluşu ve
anlatıda her biri spesifik bir işleve sahip bir dizi detayla dolu olmasından
sanırım.” (14 Haziran’daki notu)
Ve tabii bir de bilimkurgu literatürüne
katkıları yüzünden: İlk kez seyirci, içinde patlamalar, korkunç uzaylılar,
insanüstü güce sahip kahramanlar olmayan bir bilimkurgu filmi gördü
“Solaris”le. İlk kez seyirci, insan olmanın varoluşsal sancılarının ve
kendinden üstün bir güç karşısında hissedilen ezikliğin (dünya, hayat) uzay
konusunda da geçerli olabileceğini düşündü… Yazının bu noktasında filmden
alınan kareleri inceleyiniz lütfen: Üstteki planda, altında pantolon olmayan
kişi kahramanımız, yerdeki dünyada ölmüş karısı (Solaris’te de intihar etmiş)…
Genel olarak ortam Amerikan bilimkurgu filmlerine tam ters bir anlayışla
oluşturulmuş. Nitekim alttaki planda görülen salon, renkleri ve dekoru
itibariyle 19. yüzyılı çağrıştırıyor. Kris ve karısının boşlukta süzülmeleri
ise, filmin ana temalarıyla çok uyumlu…
“Solaris” o kadar büyüleyici, öylesine
tuhaf bir çekiciliğe sahip bir film ki, Tarkovski’nin –görüntü yönetmeni
Yussov’dan aktardığı anekdot insana çok inandırıcı geliyor: Filmin montajı
yapılırken odaya giren insanlar ayakta durmuyor, dizlerinin üzerine
çöküyorlarmış. Arkadakilerin de filmin görüntülerinden yararlanabilmesi için…
Ödülleri:
1972’de, Cannes Film Festivali’nde Altın
Palmiye için yarıştı, Jüri Büyük Ödülü ve FIBRESCI ödüllerine layık görüldü.
Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu
Film” dalında Altın Parşömen Ödülü’ne aday gösterildi (2009).
Seçme diyaloglar:
Snaut: “Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda
vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece
dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne
yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız
var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir
çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir
hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar.
Sartoris: “Sen kadın değilsin, bir insan
da değilsin. Eğer bir şeyi anlamayı becerebiliyorsan, bunu anla. Hari diye biri
yok artık. Öldü. Sen mekanik bir reprodüksiyonsun alt tarafı. Bir kopyasın.”
Hari: “Belki de… Ama ben… ben bir insan
oluyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. İnanın bana. Onsuz da
yapabiliyorum artık. Onu seviyorum. Ben insanım”.
Kris: “Belki de sevginin nedeni olarak
insanı deneyimlemek için buradayız”.
Kris: “Neden böyle işkence çekiyoruz?”
Snaut: “Bence kozmik duyularımızı
kaybettik. Antik çağlarda yaşayanlar o duyguyu mükemmel anlıyordu. Neden veya
amacı ne diye hiç sormadı onlar.”
Snaut: “Büyük soruları seviyorsun. Sanırım
yakında bana hayatın anlamını soracaksın.”
Kris: “Dur biraz. Alaycı olma.”
Snaut: “O soru çok banaldir. İnsan
mutluyken hayatın anlamı ve diğer ebedi
meselelerle nadiren ilgilenir. Bu soruları
insan bir ayağı çukurdayken sormalı.”
Kris: “İyi ama, ne zaman öleceğimizi
bilemeyiz. Bu yüzden telaş içindeyiz.”
Snaut: “Acele etme. En mutlu insanlar bu
lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir.”
Kris: “Sorularımız bilme arzumuzdan
kaynaklanıyor. Buna rağmen en yalın insan gerçekliğinin korunması gizemi
gerektiriyor. Mutluluğun, ölümün ve hayatın gizemleri…”
http://manalifilmler.blogspot.com/2010/05/solaris-1972.html
http://tamerbaran.blogspot.com/
http://oguzhanersumer.blogspot.com/2009/07/17-tarkovskyden-soderberghe-solaris.html
(Rusça: Андрей
Арсеньевич Тарковский) (4 Nisan 1932 - 29 Aralık 1986), Rus film yönetmeni,
yazar ve aktör. Sinema tarihininönemli
yönetmenlerinden biridir. Sergei Paradzhanov'la birlikte Glasnost öncesi
kuşağın en iyi yönetmeni olarak kabul edilir.Poetik sinemanın önde
gelen isimlerindendir.
Hayatı
4 Nisan 1932 tarihinde, Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği'nde doğdu.
Sergei Eisenstein'den sonra adı en çok duyulan Sovyet sinemacılardan biri olan Andrei Tarkovsky ( Ünlü
şair Arseniy Tarkovsky'nin oğlu ), VGIK Sovyet Film Okulu'na girmeden önce müzik ve Arapça eğitimi aldı. VGIK'te saygın
yönetmen Mikhail Romm'un öğrencisi oldu. Romm öğrencilerini
bireysel yeteneklerini geliştirmek yolunda teşvik eden bir entelektüeldi.
Tarkovsky uluslararası sinema arenasında, ilk uzun metrajlı yapımı
olan Ivanovo detstvo (İvan'ın Çocukluğu - 1962) ile dikkatleri üzerine çekti ve Venedik Film Festivali`nde büyük ödül kazandı. On iki yaşında bir casusun hikâyesini anlatan bu
ödüllü film, ikinci yapımı için otoritelerde büyük bir beklenti oluşturdu.
İkinci filmi Andrei Rublyov (Andrey Rublev - 1969 ), 1971 yılına kadar Sovyet yetkililerce yasaklanmış olarak kaldı. Cannes Film Festivali dahilinde, ödül almaması için kasıtlı olarak festivalin son günü
sabah saat 4:00'de gösterilmesine rağmen bir ödül kazanmayı başardı. 1972 yılında gelen, ünlü bilim kurgu yazarı Stanislav Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan Solyaris (Solaris), Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Destanına Sovyetlerin cevabı olarak görüldü ancak Tarkovsky bunu hiçbir zaman
kabul etmedi. Solaris gezegeninin yörüngesindeki bir uzay istasyonunda yaşanan
doğaüstü olayların ve insanların hayalleri ve vicdan muhasebeleri üzerine derin
bir gerilim-bilim kurgu filmi olan Solaris, diğer yapıtlarına göre daha rahat
bir şekilde seyirciyle buluştu ancak 1975 yılında çektiği Zerkalo ( Ayna ) ile tekrar Resmi Engellere
takıldı. Tarkovsky'nin kendi çocukluğundan kalma bazı anıları ile, kırklı
yaşların sonundaki bir adamın çocukluğu, annesi ve savaş ile ilgili anılarında
Sovyet halkına farklı bir bakış açısı sunan bu film yine pek çok resmi otorite
tarafından yasaklanması gereken bir film olarak görüldü.
Bir sonraki film Stalker (İz Sürücü - 1979), ilk versiyonun bir laboratuar kazası
ile ile yok olmasından sonra, çok düşük bir bütçe ile yeniden çekilmek zorunda
kaldı. Tarkovsky sinemasının belirgin özelliklerinden olan ağır ve uzun
planların, özenli kompozisyonların, derin anlamlar içeren diyalogların en güzel
şekilde kullanıldığı bu filmi takip eden ve resmi makamların izni ile İtalya'da
çekilen Nostalghia (Nostalji - 1983) Andrei Tarkovsky'nin sıla özlemini dışa vurduğu ve sürgünde çevirdiği ilk
filmidir. Son filmi Offret (Kurban - 1986)'in çekimlerini İsveç'te, Ingmar Bergman'ın ekibi ile tamamladı. Aynı sene Cannes Film Festivali'nde tam dört ödül
alarak festivale damgasını vurdu. 28 Aralık 1986tarihinde, Paris'te akciğer kanseri sebebiyle hayata veda etti.
1990 yılında “sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri
ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri” nedeniyle
Tarkovsky'ye Lenin Ödülü verildi.
Slavoj Zizek’in muhteşem belgeseli THE PERVERT'S GUİDE TO CİNEMA Normdışı Olanlar İçin Sinema Rehberi (2006)inde Solarıs-1972
Bilim kurgu filmlerindeki başlıca ilginç motif
id makinasıdır. Yani bizden önce bizim içimizi, bütün
rüyalarımızı, arzularımızı hatta suçlu duygularımızı doğrudan bir şekilde
canlandıran,cisimleştiren bir sihir kapasitesine sahip olan bir nesne. Bu bilim
kurgu filmleriyle ilgili uzun zamandır süren bir gelenektir. Fakat id
makinasıyla ilgili bir film de Andrei Tarkovsky'nin Solaris'idir. Solaris, bir
roket aracılığıyla yeni bulunmuş bir gezegen olan Solaris'e keşif yapması
için gönderilen Calvin ismindeki bir psikologla ilgilidir. Uzay aracından
tuhaf bilgiler gelir. Oraya gönderilen tüm bilim adamları delirmiştir ve Calvin
orada neler olup bittiğini anlamıştır. Bu
gezegen sizin tüm derinliğinizi, travmalarınızı, rüyalarınızı, korkularınızı ve
arzularınızı doğrudan bir şekilde canlandırma konusunda büyülü bir yeteneğe sahiptir.
İç dünyanız daha çok içinizdeki uzaydır.
Filmin kahramanı bir sabah, yıllar önce intihar ederek ölmüş olan
karısını bulur. Böylece kendi arzularının suçlu duyguları olduğunun çok fazla
farkına varmaz. Kahramanımız orada intihar etmiş karısının klonuyla karşılaşır.
Ona acımayla karışık bir sevgi duymasına rağmen, adamın tek derdi karısının
klonundan nasıl kurtulması gerektiğidir. İşte bu da Solaris'i potansiyel olarak
son derece hassas yapan bir şeydir Yani bizi kadının bu trajik duygusal konumuyla
karşı karşıya bırakır. Karısı artık kendine ait olmadığının, kendiyle yoğun
olmadığının bilincindedir.
Kendime ait hiçbir şey bilmiyorum bile.
Kimim ben?
Gözlerimi kapattığımda
yüzümü bile hatırlamıyorum.
Örneğin, zihnindeki, kafasındaki derin boşlukların nedeni, sadece
kocasının kendisi hakkında bildiği şeyi klonun da(kadının da)bilmesidir.
Kim olduğunu biliyor musun?
Herkes bilir.
Kadın sadece adamın canlandırdığı bir rüyadır. Ve kadının adama olan
gerçek aşkı kendini silmek için yaptığı umutsuzca girişiminde ifade bulur.
Zehiri içmek ya da benzeri bir şey yapmak kadının, kocasının bunu istediğini
tahmin etmesi nedeniyle, sadece bu boşluğu temizlemek anlamındadır. Korkutucu
değil mi?
Hiç bir zaman bu
değişmez dirilişleri alışamadım! Gerçek bir kişiden kurtulmak buna nazaran daha
kolaydır. Bir kadını ya da erkeği terk edebilirsiniz, bir kadını ya da erkeği
öldürebilirsiniz, farketmez. Fakat bu hayaletimsi görünümlerden kurtulmak çok daha
zordur. O size bir gölge varlık gibi yapışıp kalır.
-Seni kızdırıyor muyum?
- Hayır. Yalan
söylüyorsun!
- Bırak artık!
İğrenç görünüyor olmalıyım!
İşte burada en aşağılığından bir erkek mitolojisi elde ederiz Kadının
kendi başına 'hiç' olduğu ve ancak bir erkeğin canlandırdığı rüya olduğu
düşüncesidir ya da radikal feminist söylemle erkeğin suçluluk düşüncesidir.
Kadının varolması
erkeğin kirli (karışık) rüyasıdır. Erkek rüyasını temizleyip bu kirli erkeksi
fantazilerden kurtulursa, kadının da var olması sona erecektir. Filmin sonunda
bir tür kutsal bir paylaşım, yeniden bir uzlaşma elde ederiz. Ama karısıyla
değil, babasıyla…
BİLİMKURGU: ALİCE
HARİKALAR DÎYARİNDA
Yaygın kanıya göre
bilimkurgu yapıtları; bilinmeyenin korkunçluğuyla, fantezi ve serüvenle tıka
basa dolu, zaman ile uzamın birbirine karıştığı bir teknolojik harikalar
ülkesine kucak açan çağdaş masallardır. Bilimkurgu okuruysa, bu son moda
harikalar diyarının, gördüklerinden şaşkına dönmüş meraklı Alice'i...
Biliyorsunuz, başka
bir yaygın kanıya göre, ‘yaygın kanıya göre’ diye başlayan cümlelerin ardından,
o yaygın kanının yanlışlığını sayıp döken açıklamalar, karşıt görüşte ve daha
az yaygın kanılar gelmelidir.
Gelmelidir ya, gelin
biz bu kuralı boşlayalım biraz. Çünkü: Bilimkurgu olarak nitelenen pek çok
yapıt, yaygın kanıyı doğrularcasına bilimkurgunun ‘bilim’ine yakışmayan bir
kılığa bürünüveriyor ve masallara/mitoslara öyle benziyor, öyle benziyor ki...
“Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; küçük mü küçük bir
gezegen, bu gezegende de ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz arşınlık dev
yaratıklar varmış...”
Genellikle bilimkurgu
yapıtları böylesi sözlerle başlamaz. Anlatılanlar bilimsel ya da bilimselmiş
gibi görünen açıklamalarla desteklenir en azından. Herkes bilir, bilimkurgu bilimsel bir edebiyat türüdür, bilime
yaslanır, onu mitoslaştırır, bilimsel verilerden yola çıkarak yeni dünyalar
düşlemeye koyulur... İşte bakın, bilimkurgu yazarlarından Theodore Sturgeon, bilim kurgu öyküsünü
“bilimsel-teknolojik öğelerinden yoksun bırakıldığında niteliğini yitiren bir
ürün” diye tanımlıyor.
Oldukça belirsiz bir
tanım bu.
‘Bilimsel-teknolojik
ögeler’den ne anladığınıza göre değişir işin rengi. Bilim öğesi, pek çok
yazarın yaptığı gibi, yeni araçları, gelecekteki teknolojik dönüşümleri
kestirmekten ibaretse, pek de matah bir şey değil. Neden değil? Şundan: Kurmaca
bir metinde, ‘anlatılanların akla mantığa uygunluğundan, bilimsel
geçerliğinden çok, metnin sınırlan içinde kurulan yapıntı dünyaların
gerçekliğidir önemli olan. Onun için Kafka’nın fantezileri, Borges’in
meselleri sürüyle bilimkurgu yapıtından, toplumcu gerçekçi pek çok üründen daha
gerçek.
Onun için.
Bilimsel -hatta bisbilimsel (hard core) olduklarını iddia
eden bilimkurgu yapıtları, masal ve mitoslardaki devlere, cücelere, garip
ülkelere, uçan halılara... benzer öğeleri rasyonel açıklamalarla destekleyip
kullansalar da, bundan öteye gitmiyorlarsa -yazık ki gidemiyorlar masal
dünyasını pek gerilerde bırakmış sayılmazlar. Belki, bir arpa boyu...
öyleyse yeni olan
nedir bilimkurguda? Öyle ya, bilimkurgunun zaman makinelerine karşılık,
masallarda da vardır zamanın tersine akışı,
...ben anamın beşiğini
tıngır mıngır sallar iken şöyle ya da böyle, masallar da aşar doğanın koyduğu
can sıkıcı engelleri,
...uçan halısına
bindiği gibi... androitlerden, robotlardan, Marslılardan bihaber görünse de,
mitoloji insan olmayan
Titan’lar,
Kyklops’lar, Nymphe’ler... yaratıklarla doludur. Serüvense serüven; ister
Odysseus olsun kahramanı, ister çılgın bilginler... Sahi, dünyayı ateşe atan şu
çılgın bilginler neden hep yaşlı ve çirkindir?
Benzerlik burada da
gösteriyor kendini: Öteden beri kötülük, fiziksel görünümde somutlana
gelmiştir.
Masallarda yakışıklı
ve güçlü prensler güzel prensesleri kurtarır, çağımızda prensesleri ve
Dünya’yı kurtarma görevi Superman' lerin.
Masal motiflerini
durmaksızın yineleyen; bugünün ideolojisini mitoslaştırıp geçmişe ve geleceğe
yayan, değişmezlik kılıfı içinde yutturan sözde bilimkurgu (sözde sözcüğüne
lütfen dikkat) ile fantezi dünyası arasında kesin bir sınır yok.
Belki şu fark var,
fanteziler sundukları dünyayı olası kılmak yolunda zorlamalara başvurmuyorlar.
Durun hele. Hangi
edebiyat türleri arasında kesin sınırlar var ki zaten; roman, öykü, deneme,
şiir... Her biri ötekine bir iki kıvılcım sıçramasıyla bulaşıverecek yaratı
ateşleridir ve bana öyle geliyor ki bu büyülü ateşleri dehalarıyla
tutuşturuverenlerin ardından, ellerinde katalogları, sınıflama cetvelleriyle
edebiyat tarihçileri soluk soluğa koşturup durmaktalar...
Yetişemedikleri şurdan
belli, edebiyatın göklerinde UFO’lara [ Uyduruk kalıpları Fitilleyen Okunacak
şey.] çok sık rastlanıyor.
Onlar koşturadursun.
Polis romanları bir katalogta toplanıp küçümsenedursun, en iyi ‘polis
romanları’ndan ikisi Suç ve Ceza ile
Karamazof Kardeşler değil mi?
Dostoyevski ile Simenon arasındaki ‘uzaklık’, Simenon ile Agatha Christie
arasındaki farktan çok daha küçük değil mi?
Aynı şekilde, bir edebiyat türü olarak bilimkurgu da küçümsenir
hep. Oysa: Ütopyalarıyla Thomas More, Francis Bacon, Campanella; GuIIiver’iyla
Jonathan Swift, Frankestein’iyla Mary Shelley, Denizler
Altında Yirmibin Fersahlık serüvenleriyle
Jules Verne; Mark Twain, H.G. Wells, Zamyatin, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın garip
vakası”yla Robert Louis Stevenson, Dracula'sıyla Bram Stoker,
1984’üyle George Orwell, Demir
ökçe’siyle Jack London, robot
sözcüğünün isim babası Karel Çapek, Kozmokomik
Öyküleriyle Calvino, Kafka, Borges... Bir bakıma hepsi bilimkurgu yazan
sayılmazlar mı?
Ayrıca; masala,
mitosa, fanteziye yakın durdukları, bir de bunu bilimsellik kisvesi altında
yutturdukları için demincek verip veriştirdiğimiz sözde bilimkurgu yapıtlarının
yanısıra, bilimkurgu kitaplığında, küçücük bir rafa sığacak denli az ama
nitelikli ürünlerle de karşılaşabiliyoruz.
Bilişsellik, ister
gerçekçi olsun ister fantastik, her yapıt için bilişsellik ölçütü, yaşanan
gerçekliğin anlaşılmasında, aşılmasında, yeniden üretilmesindedir; yeni
gerçeklikler kurulabilmesindedir. Bilişsel bir söylem, “insanın dış dünyasının
gerçekliğini idrake (cognition) yönelen bir semantik yapıya”[ Ünsal
Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları,
1982) s. 9.] dayanmak zorundadır.
Bilişsel bilimkurgu
yapıtları: Çağının bilişsel düzeyinden ileride, teknolojik değişmeleri
kavradığı gibi/kadar, toplumsal dönüşümleri de yakalayabilen, insana ve dünyaya
ilişkin alışıldık algı sınırlarını zorlayan ürünler.
İşte, Darko Suvin’in uzay operası diye nitelediği sözde bilimkurgularda,
mumla arasak bu özellikleri bulamıyoruz... Tanımından da belli; Suvin, bilişsel
açıdan geri bir düzeyde kalan uzay operalarının, bilimsel romansların, ‘vahşi batı’dan sonsuz uzaya tebdil-i
mekanda satış ferahlığı bulan westem’lerin bilimkurgu rütbelerini geri alıyor:
“Bilimkurgu (...)
gerekli ve yeterli koşullan bilişsellik ile yabancılaştırmanın varlığı ve
etkileşimi olan; yazarın deneysel dünyasına alternatif, düşsel bir yapıya
dayanan bir edebiyat türüdür.”[ Darko
Suvin. Metamorphoses of Science Fiction: On the Poetics and History of a
Literary Genre, s.7-8.]
Hazır Metamorphoses of Science Fiction' ı önümüze
açmışken, yirminci sayfayı bulalım da, yabancılaştırma/doğalcılık, bilişsel
olmayan/bilişsel çiftlerini Suvin birbirleriyle nasıl eşleştirmiş ona bakalım.
Suvin, yabancılaştırma kurguların tek boyutlularını, bilişsel olamayanlarını
‘metafizik’ olarak niteliyor ve masalı, mitosu, fantezileri, sözde bilimkurguyu
bu tip kurgular arasında sayıyor. Doğalcı olup da gene tek boyutta yetinen
kurgular ancak ‘gerçekçiliğin alt türleri’ arasına itilirken, bilişsel ve
doğalcı ürünler kelimenin hakkıyla gerçekçi
edebiyat terimine lâyıklar Suvin’e göre. Çok boyutlu (bilişsel) ve
yabancılaştırmacı ürünlerse, yukarıdaki tanımdan da belli, bilimkurgu ünvanını
alıyorlar...
Yabancılaştırma sözcüğü, epik
tiyatrodaki yabancılaştırma (ya da, yadırgatma) yöntemini çağrıştırıyor. Salt
çagrıştırmakla kalsın daha iyi, çünkü Brecht’in tiyatrosunda yabancılaştırma,
gerçekçiliği pekiştiren bir öge..
Çok çok, Brecht’in sahnede olup biteni anlatmaya, açıklamaya, ama aynı zamanda
onu alışılmadık ve uzak bir görünüme büründürmeye yönelik yöntemiyle
bilimkurgu arasında bir ortak
noktanın varlığından söz edebiliriz: Okur/seyirci ile, deneysel gerçeklik
arasına, şu ya da bu şekilde/amaçla, gerçekliğin eleştirilmesini, ona kuşkuyla
bakılabilmesini sağlayan bir uzaklık
koymak.
Görülüyor ki, Suvin’in
bilimkurgu kategorisinden safraları atmakta kullandığı ölçütler salt
bilimkurguya özgü değil. Her yapıt, ‘beynimizin boz hücrelerini’ çalıştıran,
gözümüzü ve gönlümüzü okşayan her yapıt, bilişsel açıdan ileri bir düzeyde
olmalıdır ki bizi yörüngesinde tutabilsin. Yabancılaştırma için de aynı şey söz
konusu; edebiyatın hazine odasının yarısını ‘gerçekçi’, ayakları yere basan
kitaplar kaplıyorsa, öbür yansı da ayaklan Yer’e basmayan, Yeı’in ve
Yer’dekilerin kurallarıyla çelişik dünyalar kuran yapıtlarla hınca hınç
doludur.
Hatta,
yabancılaştırman kurguların, deneysel gerçekçilikten şaşmayan kurgu ürünlerine
göre birtakım avantajları var. Varsın yere pek değmesin, yapıtın ayaklan havaya
sağlam bastıkça, düş gücünün olanaklarını kullanarak, alternatif dünyalar
sunarak, bu dünya daha iyi
çizilebilir. Üstüne üstlük, yazarın, her bir şeyi rasyonelleştirmek uğruna
göbeği çatlamaz. (Dickens’ın David Copperfield'ini hatırlayın. Eleştirmek gibi olmasın
ama, gerçeklik duyusunu zedeleyen, göbeğinden çatlatan ‘şaşırtıcı’
rastlantılardan bol bir şey var mı romanda?)
Yüzyılımızın başında,
Pierıe Menard diye biri, Cervantes’in Don Quijote’sini
yeniden yazmaya kalkışır... Kalkışır ne demek, varlığını bu işe adar! Don Quijote'nin ‘kendisini’, yeniden, tüm
görkemiyle yaratmak için Menard’ın bulduğu ilk formül, Borges’e göre şöyledir:[
Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan
Bahçe, çev. Fatih Özgüven, (Ada
Yayınları) s. 92.]
“Ispanyolcayı iyice
öğren, Katolik dinini benimse, Türklerin ve Arapların hilaline karşı savaş,
Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes
ol."
Güç bir yol! Tek
kusuru da, olanaksızlığı...
Menard sonuçta, Don
Quijote’yi virgülü virgülüne kopya
etse de (nitekim öyle yapmıştır), yaratacağı metin başka iletiler taşıyacaktır,
başka bir şey olacaktır. Çünkü
Menard başka bir dönemin insanıdır, Cervantes’le aynı bilişsel düzlemi hiç mi
hiç paylaşmıyordun Menard’ın kaleminde yinelenen Cervantes’in virgülleri,
cümleleri, 1602 ile 1918 arasındaki tarihi kimse akimdan sikmeyeceği için,
bambaşka anlamlara bürünüverecek, yeni sözler söyleyecektir.
Velhasıl-ı kelam, ne Don
Quijote yeniden yazılabilir,
ne Anna Karenina, ne de başka bir
klasik. Köprülerin altından çok sular aktığı, altından gümüşten bir dolu yeni
köprü kurulduğu için; bu yapıtların yansıttığı bilişsel düzey artık aşıldığı,
Anna Karenina’lar
yerlerini Mrs.
Dalloway'leve
bıraktığı için.
Gelgelelim, her yeni
şarkıyı ille en eski makamlara uydurup söylemekte ayak direyenler var. Çok geri
bir bilişsel düzeyde kalan ‘nayır’lı ‘nolamaz’lı yerli filmlerimizde kırk yıl
öncesinin insanlarını, kırk yıl öncesinin kalıpları ve kaygıları içinde seyrediyoruz...
Yüzlerce yıl sonrasını anlatan mâlum bilimkurgularda Ortaçağ şövalyelerine,
XIX. yüzyıl tefecilerine, XX. yüzyıl aşklarına ve kıskançlıklarına rastlamıyor
muyuz? Olağanüstü teknolojiyle donanmış gezegenler tek bir imparatorluk için
çarpışıyor, tarih nasıl büyük adamların savaşma indirgeniyorsa, geleceğimiz de
kötülüğe karşı koyan kahramanlara teslim edilmiş oluyor... Alengirli uzay
gemilerinden, çıka çıka, gidip rahatlıkla İstanbul Ticaret Odasına
kaydolabilecek[Murat Belge, Tarihten Güncelliğe, (Alan Yayıncılık,
1983) s. 147] tüccarlar çıkıyor. Kan damarlarında yol alabilecek denli
küçültülmüş bir ‘gemi’de, soğuk savaşın esintilerini taşıyan heyecanlı casusluk
öyküsünü izliyoruz. Alpha Centauri’ye bir uzansak, evrenin her yerinde olduğu
gibi, Rotaıy kulüp partilerinde sohbet eden rekabetçi hür teşebbüs erbabıyla
karşılaşacağız neredeyse; galaktik imparatorluklar, Büyük Britanya
imparatorluğuna bile erişemiyor toplumsal örgütlenme açısından; milyarlarca
kilometre uzaklıktaki gezegenlerde ulus devletleri, yeni sömürgeler kurmaya
çabalıyor. Ön planda; galaksiler, uzay gemileri, yabanıl gezegenler, karmaşık
aygıtlar, olağandışı yaratıklar, yeni teknikler, yeni yaşam biçimleri,
astronomik ölçüler... Oysa bu cümbüşlü hayal perdesinin fonunda, apaçık sırıtıyor
günümüz ideolojisi. Günümüzdeki insan ilişkileri, aynı düşünce biçimi, aynı
tepkiler, aynı bilinç, aynı bilinçdışı, aynı yaşantılar...
Aynı susayış, aynı
koşuş, aynı...
Of... hep aynı şey,
aynı şey, aynı şey,
Aynı, aynı, aynı,
aynı, aynı...[ Ahmet
Muhip Dranas, "Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısından, Şiirler (T. İş Bankası
Kültür Yayınları, 1973).]
Sonunda koltuğumuza
gömülüp, insan her yerde, her zaman aynı diyoruz. Böyle gelmiş, böyle gider!
Bugün, bütün gelecek çağlara yayılıyor, yutturmaca bir değişmezlik sunuluyor
bize.
Ve işte, sözde
bilimkurgular, metafizik ve donmuş bir dünya kavrayışını sergileyen, evrenin
açıklaması olmaktan çok açıklamanın yerini dolduran, yeni açıklamaları da
çelmeleyen kalıplarla, yani mitoslarla, burada buluşuyor...
Öğeleri (insan, Tanrı,
nesneler...) arasındaki ilişkilerin zaman dişiliği ve mutlaklığı, mitosun en
belirgin niteliği. Ambalajı değişse de, tıpatıp aynı “...kurallarla düzenlenmiş
kurgudaki insan ilişkileri ve bunların yansıması olan ethik [ahläki, törel, moral, etik], dinsel sistemlerdeki ethik ile bir ve aynıdır bilişsel
yanı ile, daha doğrusu bilişsellige karşıt oluşuyla!”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları,
1982) s. 38.]
Çağdaş bilgi
birikimini arkasına alarak yola çıktığı halde, mitik söylemin sınırlan dışına
çıkamayan ‘piyasa’ bilimkurguların oluşturduğu bu elden düşme mitoloji; yarattığı dünyanın bilişsel yapısını
kurmak şöyle dursun, günümüzün bilinç düzeyini oraya taşıyarak
okurların/seyircilerin tarih bilincini, gelecek bilincini (bu ikisi aynı şey
değil mi?) zedeliyor, “yanlış bilinç aşılıyor’. Heinlein’dan Asimov’a dek pek
çok ‘iyi niyetli’ bilimkurgu yazarı aynı tuzağa düşüverdiğine göre, eh, kamuoyu
bilincindeki tahribata taammüden yol açılmadığı düşünülebilir. Şunu demeye
getiriyorum, suçu hemencecik, hesaplı kitaplı bir yanlış bilinç aşılama çabasında aramak yerine,
daha basit bir etmeni göz önüne alabiliriz: Edebî yetersizlik!
Bilimkurgu, her şeyden
önce bir edebiyat türüdür ve yeni mitoslar yaratabilmek, edebiyata soluk
verebilmek için, ilkin yaratıcı olmak gerekir...
Gerçek bilimkurgu, bir
değişim edebiyatıdır. Yeni dünyaların, yeni teknolojilerin, yeni insanın edebiyatı. [Bilimkurguda adım
başı metamorphose’lara [başkalaşmak, başkalaştırmak,
değiştirmek ] rastlamıyor muyuz?
Bu başkalaşım öyküleri,
büyük bir hızla değişen toplumsal/teknolojik atmosferden yayılan korkunun eğretilemen anlatımı
olsa gerek.]
Geleceğin, geçmişin, ya da olası şimdilerden birinin tasarlanması,
değişmekte olan bütün bir dünyanın, insanların, insan ilişkilerinin capcanlı yaşatılması.
.. Böylesi bir değişim, ancak değişim sürecinin bilişsel sürecinden
aktarılabilir; en dolaysız, en yalın, en sıradan özelliklere değin, o dünyaları
çağrıştıran, o bilinci yansıtan niteliklerle.
Elbette, ne yapsak ne
etsek, gelecek çağların bilinç düzeyini, insan ilişkilerini... tasarlarken
bugüne bağlı olacağız. “Düşünülebilen her şey gerçektir”, bugünün gerçeği.
Bilimkurgu da, ne denli yabancılaştırmacı olursa olsun, yaratıldığı dönemin
damgasını taşıyacak hep. Her düş(ünce) ürünü gibi, bilimkurgu da, yaratıldığı
dönemin havasını, kokusunu barındıracak içinde. Nasıl ki, Jules Verne’in
'bilimsel romans’ları yüz yıl öncesinin teknolojiyle iyi geçinen insanını
sergiliyor, Superman fantezisi
ekonomik bunalım yıllarının umutsuzluğunu hatırlatıyor, A.C. Clarke’ın
2001’indeki, insanlara cihat açan kusursuz bilgisayar HAL günümüzde
teknolojinin yarattığı kötümserliği simgeliyor...
Olsun. Başı bulutlara
ermişken ayaklan bugüne bağlı da olsa, yapıt o bilişsel düzeyi çağrıştırıyorsa,
soluğu ‘öyleymiş gibiyse, yeter bu kadarı. Yazılıp çizilen her şey, ‘...miş gibi’ değil mi zaten?
Gerçek bilimkurgu, bir
değişim edebiyatıdır. Ve insanlar değiştikçe, değişimi kavramaya çabaladıkça,
geçmişi didikleyip geleceği düşledikçe bereketli ürünler vereceğe benzer...
Bilimkurgunun türleşmeye başladığı yıllardan yakın
zamanlara değin, pek az örneğinde insan öğesi yer alabilmişti. Kahramanlar,
haris bilgisayarlar, imparatorlar, dünyayı haritadan silen felaketler,
savaşlar, savaşlar, savaşlar, canavarlar, ürkünç robotlar, çılgın bilginler,
uzayın ölümcül tehlikeleri... Bunca patırtı gürültü arasında, bir tek sıradan
insanlara yer yoktu; çalışan, üreten, hangi döneme ait olursa olsun,
'yuvarlanıp giden’ kalabalıklara. Halklara yer yoktu bilimkurguda; isimden ve
kişilikten yoksun kalabalıklar, bir önderin peşinden sürüklenen kitleler
görülürdü çok çok. Sıradan insan, tıpkı uzay-ötesinden gelmiş ‘yabancılar’
gibi, öteki kategorisindeydi:
isimsiz, ruhsuz, hatta cisimsiz.
‘Öteki’ sadece
biyolojik ya da ırksal olmayabilir; kültürel, cinsel ve sınıfsal ‘ötekiler’in
varlığı, daha doğrusu, bir iki ‘kahraman’ın dışındakilerin yoklukları (doğru dürüst çizilmemişlerdir,
ete kana kavuşamamış figüranlardan başka bir şey değillerdir), popüler
bilimkurgu ürünlerini fantastik edebiyatın sınırlan içine bile sokmaya
yetmiyordu...
‘Ötekiler, kişilikten
yoksun bir kütle görünümündedir hep; hangi düzeyde olursa olsun, ister sözde
bilimkurguda olsun, ister ‘gerçek hayatta’: Örneğin, çözülüp dağılmadan önce
kapitalist dünyanın ‘öteki’si olan ve hem fiction’larda hem de non-fiction kurgularda saf bir
totaliterliğe dayalı basit bir yapıda çizilen demirperde
(daha doğrusu, eski demirperde) ardında kökleşen bilimkurgu geleneği, yakın
zamanlara dek Batıda pek bilinmezdi. Macaristan, Çekoslovakya ve Sovyetler
Birliği’nde bilimkurgunun Batıya oranla çok daha gelişkin bir edebi tür olarak
yerleştiği, Rus roman geleneğinin Sovyet bilimkurgusunda canlandığı
farkedilmez, Dünyanın en çok okunan bilimkurgu yazarının Asimov, Bradbury, ya da Clarke
değil de bir Polonyalı (Stanislav Lem)
olduğu hatırlanmaz; bütün bunlar öğrenildiğinde de, sosyalist ülkelerde
bilimkurgunun popülerliği “totaliter rejimlerde fantastik ürünlerin ve kaçış
edebiyatının yaygın olması”na bağlanıverirdi. Son saptamanın doğru olması, koskoca bir edebiyatın
varlık gerekçesini oluşturabilir mi? Oluşturabilir, çünkü ‘öteki’nin bizim
gibi, hele bizden daha incelikli ve karmaşık olması söz konusu bile olamaz.
Tabii, Batıdaki
bilimkurgu geleneğinin, eski demirperdede ‘kapitalist propaganda’ şeklinde
görülüp görülmediğini bilemiyoruz!
Günümüzde, bilimkurgu
edebiyatı giderek olgunlaşıyor: Sözde bilimkurgunun, western’lerin, uzay
operalarının çizgisini izleyen, kana, dehşete bulanmış piyasa edebiyatı bir
yanda kendi pazarını kurmuş, şoklara dayalı geleneğini sürdürür ve kendini
‘başkaları’ olmaksızın tanımlayamayan bir alıcı kitle için yeni yabancılar,
tekinsiz yaratıklar, künt ve korkunç ‘öteki’ler yaratmaya devam ederken; J.G.
Ballard, Ursula K. LeGuin, A.E. Van Vogt, Harlan Ellison, Kurt Vonnegut, Robert
Sheckley, Samuel R. Delany, Brian Aldiss... gibi son kuşağın yazarları,
bilimkurguya yeni estetik tatlar getiriyorlar. Çağdaş edebiyatın hanidir
işlediği sıradan kahramanlara, Süleyman Efendi’lere, ‘ötekilere ve onların
sıradan yaşantılarına el atılabiliyor artık.
Bilimkurgu, giderek
harikalar diyarının en dikkate değer varlığını keşfediyor: Alice’i.
Sh: 110-119
Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve
İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar