Print Friendly and PDF

SOLARİS-SOLYARİS- «СОЛЯРИС» (FİLM, 1972)

 


Yönetmen       Andrey Tarkovski

Yapımcı:         Viacheslav Tarasov

Senarist          Fridrikh Gorenshtein- Andrey Tarkovski

Hikâye:           Stanislaw Lem'in aynı adlı romanından.

Oyuncular       Natalya Bondarchuk - Donatas Banionis-Jüri Järvet-Vladislav Dvorzhetsky-Nikolai Grinko- Anatoly Solonitsyn

Müzik             Eduard Artemyev

Görüntü yönetmeni   Vadim Yusov

Sanat yönetmeni: Lyudmila Feiginova

Dağıtıcı           Visual Programme Systems (Birleşik Krallık, 1973)

Çıkış tarih(ler)i           Fransa: 13 Mayıs 1972 (Cannes Film Festivali)

SSCB: 20 Mart 1972

Özet & detaylar

Solaris (Rusça: «Солярис», tr. Solyaris) 1972 yapımı Sovyet sanat filmidir. Stanisław Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan yapımın yönetmenliğini Andrey Tarkovski üstlenmiştir. Duygusal krizler nedeniyle başarısızlığa uğrayan bir uzay deneyini konu almaktadır. Belirgin bir bilince sahip bir gezegendir

Solaris. Oraya gelen dünya insanlarının zihinleri ile oynamak ise en büyük gücü ve yeteneğidir. İnsanların bilinçaltına süzülüp oraya müdahale ederek, hafızalarındaki şeyleri maddeleştirir. Burada olanları araştırmakla görevli olarak ilgili üsse gönderilen kişi de gezegenin gücünden payını alacaktır şüphesiz. Böylesi bir gizemle büyülenirken kendi geçmişi ile burun buruna gelecektir.

Tarkovski’nin üzerinde çok durulan bu çalışması, bazı yerlerde Kubrick’in 2001’ine Rusya’nın verdiği yanıtı olarak değerlendirilmektedir. Ancak genel olarak bağımsız bir çalışmadır. Hatta bir roman uyarlaması olduğu halde özgünlüğünü koruduğu söylenebilir.

Tamer Baran

Tarkovski’nin 12 Ocak 1972’de günlüğüne yazdıkları çok ilginç: SSCB devlet sisteminde söz sahibi birkaç ayrı kuruluşun yetkililerinin “Solaris”le ilgili eleştirileri kendisine iletilmiş, yönetmen bunların bir kısmını günlüğüne aynen almış. 35 madde içinde, “filme Kolmogorov’dan (insanın fani doğasıyla ilgili) alıntılar koyulsun” gibi “tuhaf” talepler de var, “Kelvin’in hareket noktası toplumun hangi formuydu – sosyalizm mi, komünizm mi, kapitalizm mi?” gibi çıldırtıcı sorular da, yetkililerin filmden hiçbir şey anlamadıklarını gösteren düşünceler de… Yetkililerin Tarkovski’den temel talebi, hazır böyle bir hikayeyi çekiyorken, SSCB’nin “muhteşem” uzay çalışmalarını överek anlatmasıdır, tam da “böyle bir hikayenin” o çalışmalara o gözle bakamayacağını anlamak istemezler.

“Solaris” öncelikle bu nedenle büyük ve önemli bir filmdir. Çünkü –belki “Ivan’ın Çocukluğu” hariç- SSCB’de yapılan her Tarkovski filminde olduğu gibi yönetmen adeta imkânsız denebilecek şartlarda, kasten karşısına çıkarılan pek çok engelle boğuşarak bu filmi yapmıştır. Film bittikten sonra da tüm o saçma eleştirilerle karşılaşmış, yöneticilerin filmi değiştirme taleplerine direnmeyi başarmıştır.

 

Aslına bakarsanız, sadece öyküsü dolayısıyla bile, böyle bir filmin SSCB’de yapılması imkânsızdır: Psikolog Kris, olup bitenleri anlayıp raporlaması için Solaris’e gönderilir. Uzay üssüne vardığında oradaki görevlilerden birinin intihar ettiğini öğrenir, diğer ikisi de çok tuhaf davranmaktadırlar. İlk uyuduğunda Kris, ölmüş karısı peydah olur, uyandığında karısını yanı başında gören Kris onu tek kişilik bir roketle uzaya yollar. Fakat kadın tekrar belirir. Diğer bilim insanlarının da böyle “ziyaretçi”leri vardır. Bunlar nereden ve nasıl gelmektedirler? Solaris’te yaşayan ileri zekalı bir varlığın oraya gelen insanlarla iletişim kurmak amacıyla kaybettikleri yakınlarının “kopya”larını üretip yolladığı tezi doğru mudur? Bu önermenin doğru olup olmadığını anlamanın bir yolu var mıdır?

Ciddi varoluşçu meselelerle ilgilenen bir filmin, diyalektik materyalizm dışındaki felsefi akımlara hiç yüz vermeyen bir yönetim tarafından onaylanıp yaptırılması, herhalde Tarkovki’nin daha ilk filmiyle elde ettiği başarı ve ünle ilişkili. Başka biri söz konusu olsa “Solaris” yapılamazdı. Ama Tarkovki “Ivan’ın Çocukluğu” ile Venedik’te Altın Aslan kazanmıştı, önde gelen festivallerin yöneticileri onun yeni filmlerini almak için yarışıyorlardı, ayrıca filmler çeşitli ülkelere satılıyordu, dolayısıyla komünist yönetim Tarkovski’nin spiritüel sorularla dolu filmlerine engel olamıyor, güçlük çıkarmakla yetinmek zorunda kalıyordu.

Bu güçlükler ve bunlar yüzünden yönetmenin sürekli moralsiz çalışması “Solaris”e büyük zarar vermiştir. Buna rağmen film, sinema tarihinde özel bir yere ve öneme sahip. Bunun nedenlerini Tarkovski kendisi şöyle açıklıyor: “Babama göre ‘Solaris’ bir film değil de edebiyata eş değerde bir şeymiş. İçe dönük edebi ritmi, banal sloganlardan uzak oluşu ve anlatıda her biri spesifik bir işleve sahip bir dizi detayla dolu olmasından sanırım.” (14 Haziran’daki notu)

Ve tabii bir de bilimkurgu literatürüne katkıları yüzünden: İlk kez seyirci, içinde patlamalar, korkunç uzaylılar, insanüstü güce sahip kahramanlar olmayan bir bilimkurgu filmi gördü “Solaris”le. İlk kez seyirci, insan olmanın varoluşsal sancılarının ve kendinden üstün bir güç karşısında hissedilen ezikliğin (dünya, hayat) uzay konusunda da geçerli olabileceğini düşündü… Yazının bu noktasında filmden alınan kareleri inceleyiniz lütfen: Üstteki planda, altında pantolon olmayan kişi kahramanımız, yerdeki dünyada ölmüş karısı (Solaris’te de intihar etmiş)… Genel olarak ortam Amerikan bilimkurgu filmlerine tam ters bir anlayışla oluşturulmuş. Nitekim alttaki planda görülen salon, renkleri ve dekoru itibariyle 19. yüzyılı çağrıştırıyor. Kris ve karısının boşlukta süzülmeleri ise, filmin ana temalarıyla çok uyumlu…

“Solaris” o kadar büyüleyici, öylesine tuhaf bir çekiciliğe sahip bir film ki, Tarkovski’nin –görüntü yönetmeni Yussov’dan aktardığı anekdot insana çok inandırıcı geliyor: Filmin montajı yapılırken odaya giren insanlar ayakta durmuyor, dizlerinin üzerine çöküyorlarmış. Arkadakilerin de filmin görüntülerinden yararlanabilmesi için…

 

Ödülleri:

1972’de, Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarıştı, Jüri Büyük Ödülü ve FIBRESCI ödüllerine layık görüldü. Amerikan Bilimkurgu, Fantezi, Korku Filmleri Akademisi’nce “En İyi Bilimkurgu Film” dalında Altın Parşömen Ödülü’ne aday gösterildi (2009).

 

Seçme diyaloglar:

Snaut: “Bilim mi? Saçmalık… Bu durumda vasatlık ve deha eşit derecede yararsız. Uzayı keşfetmeye ilgimiz yok. Sadece dünyayı uzayın sınırlarına kadar genişletmek istiyoruz. Başka dünyalarla ne yapacağımızı bilmiyoruz. Diğer dünyalara ihtiyacımız yok. Aynaya ihtiyacımız var sadece. Bir temas olsun diye debeleniyoruz ama asla olmayacak. Aptal bir çıkmazdayız çünkü aslında hem ihtiyaç duymadığımız, hem de korktuğumuz bir hedefe ulaşmaya çalışıyoruz. İnsan sadece insana ihtiyaç duyar.

Sartoris: “Sen kadın değilsin, bir insan da değilsin. Eğer bir şeyi anlamayı becerebiliyorsan, bunu anla. Hari diye biri yok artık. Öldü. Sen mekanik bir reprodüksiyonsun alt tarafı. Bir kopyasın.”

Hari: “Belki de… Ama ben… ben bir insan oluyorum. Sizin kadar derinden hissedebiliyorum. İnanın bana. Onsuz da yapabiliyorum artık. Onu seviyorum. Ben insanım”.

Kris: “Belki de sevginin nedeni olarak insanı deneyimlemek için buradayız”.

Kris: “Neden böyle işkence çekiyoruz?”

Snaut: “Bence kozmik duyularımızı kaybettik. Antik çağlarda yaşayanlar o duyguyu mükemmel anlıyordu. Neden veya amacı ne diye hiç sormadı onlar.”

Snaut: “Büyük soruları seviyorsun. Sanırım yakında bana hayatın anlamını soracaksın.”

Kris: “Dur biraz. Alaycı olma.”

Snaut: “O soru çok banaldir. İnsan mutluyken hayatın anlamı ve diğer ebedi

meselelerle nadiren ilgilenir. Bu soruları insan bir ayağı çukurdayken sormalı.”

Kris: “İyi ama, ne zaman öleceğimizi bilemeyiz. Bu yüzden telaş içindeyiz.”

Snaut: “Acele etme. En mutlu insanlar bu lanetli sorularla ilgilenmeyenlerdir.”

Kris: “Sorularımız bilme arzumuzdan kaynaklanıyor. Buna rağmen en yalın insan gerçekliğinin korunması gizemi gerektiriyor. Mutluluğun, ölümün ve hayatın gizemleri…”

http://manalifilmler.blogspot.com/2010/05/solaris-1972.html

http://tamerbaran.blogspot.com/

http://oguzhanersumer.blogspot.com/2009/07/17-tarkovskyden-soderberghe-solaris.html

Andrey Arsenyeviç Tarkovski

 (RusçaАндрей Арсеньевич Тарковский) (4 Nisan 1932 - 29 Aralık 1986), Rus film yönetmeni, yazar ve aktör. Sinema tarihininönemli yönetmenlerinden biridir. Sergei Paradzhanov'la birlikte Glasnost öncesi kuşağın en iyi yönetmeni olarak kabul edilir.Poetik sinemanın önde gelen isimlerindendir.

Hayatı

4 Nisan 1932 tarihinde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde doğdu.

Sergei Eisenstein'den sonra adı en çok duyulan Sovyet sinemacılardan biri olan Andrei Tarkovsky ( Ünlü şair Arseniy Tarkovsky'nin oğlu ), VGIK Sovyet Film Okulu'na girmeden önce müzik ve Arapça eğitimi aldı. VGIK'te saygın yönetmen Mikhail Romm'un öğrencisi oldu. Romm öğrencilerini bireysel yeteneklerini geliştirmek yolunda teşvik eden bir entelektüeldi.

Tarkovsky uluslararası sinema arenasında, ilk uzun metrajlı yapımı olan Ivanovo detstvo (İvan'ın Çocukluğu - 1962) ile dikkatleri üzerine çekti ve Venedik Film Festivali`nde büyük ödül kazandı. On iki yaşında bir casusun hikâyesini anlatan bu ödüllü film, ikinci yapımı için otoritelerde büyük bir beklenti oluşturdu.

İkinci filmi Andrei Rublyov (Andrey Rublev - 1969 ), 1971 yılına kadar Sovyet yetkililerce yasaklanmış olarak kaldı. Cannes Film Festivali dahilinde, ödül almaması için kasıtlı olarak festivalin son günü sabah saat 4:00'de gösterilmesine rağmen bir ödül kazanmayı başardı. 1972 yılında gelen, ünlü bilim kurgu yazarı Stanislav Lem'in aynı adlı romanından uyarlanan Solyaris (Solaris), Stanley Kubrick'in 2001: Bir Uzay Destanına Sovyetlerin cevabı olarak görüldü ancak Tarkovsky bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Solaris gezegeninin yörüngesindeki bir uzay istasyonunda yaşanan doğaüstü olayların ve insanların hayalleri ve vicdan muhasebeleri üzerine derin bir gerilim-bilim kurgu filmi olan Solaris, diğer yapıtlarına göre daha rahat bir şekilde seyirciyle buluştu ancak 1975 yılında çektiği Zerkalo ( Ayna ) ile tekrar Resmi Engellere takıldı. Tarkovsky'nin kendi çocukluğundan kalma bazı anıları ile, kırklı yaşların sonundaki bir adamın çocukluğu, annesi ve savaş ile ilgili anılarında Sovyet halkına farklı bir bakış açısı sunan bu film yine pek çok resmi otorite tarafından yasaklanması gereken bir film olarak görüldü.

Bir sonraki film Stalker (İz Sürücü - 1979), ilk versiyonun bir laboratuar kazası ile ile yok olmasından sonra, çok düşük bir bütçe ile yeniden çekilmek zorunda kaldı. Tarkovsky sinemasının belirgin özelliklerinden olan ağır ve uzun planların, özenli kompozisyonların, derin anlamlar içeren diyalogların en güzel şekilde kullanıldığı bu filmi takip eden ve resmi makamların izni ile İtalya'da çekilen Nostalghia (Nostalji - 1983) Andrei Tarkovsky'nin sıla özlemini dışa vurduğu ve sürgünde çevirdiği ilk filmidir. Son filmi Offret (Kurban - 1986)'in çekimlerini İsveç'te, Ingmar Bergman'ın ekibi ile tamamladı. Aynı sene Cannes Film Festivali'nde tam dört ödül alarak festivale damgasını vurdu. 28 Aralık 1986tarihinde, Paris'te akciğer kanseri sebebiyle hayata veda etti.

1990 yılında “sinema sanatına olağanüstü katkısı, evrensel insani değerleri ve hümanist düşünceleri olumlayan yenilikçi filmleri” nedeniyle Tarkovsky'ye Lenin Ödülü verildi.

 

Slavoj Zizek’in muhteşem belgeseli THE PERVERT'S GUİDE TO CİNEMA  Normdışı Olanlar İçin Sinema Rehberi (2006)inde Solarıs-1972

Bilim kurgu filmlerindeki başlıca ilginç motif id makinasıdır. Yani bizden önce bizim içimizi, bütün rüyalarımızı, arzularımızı hatta suçlu duygularımızı doğrudan bir şekilde canlandıran,cisimleştiren bir sihir kapasitesine sahip olan bir nesne. Bu bilim kurgu filmleriyle ilgili uzun zamandır süren bir gelenektir. Fakat id makinasıyla ilgili bir film de Andrei Tarkovsky'nin Solaris'idir. Solaris, bir roket aracılığıyla yeni bulunmuş bir gezegen olan Solaris'e keşif yapması için gönderilen Calvin ismindeki bir psikologla ilgilidir. Uzay aracından tuhaf bilgiler gelir. Oraya gönderilen tüm bilim adamları delirmiştir ve Calvin orada neler olup bittiğini anlamıştır. Bu gezegen sizin tüm derinliğinizi, travmalarınızı, rüyalarınızı, korkularınızı ve arzularınızı doğrudan bir şekilde canlandırma konusunda büyülü bir yeteneğe sahiptir. İç dünyanız daha çok içinizdeki uzaydır.

Filmin kahramanı bir sabah, yıllar önce intihar ederek ölmüş olan karısını bulur. Böylece kendi arzularının suçlu duyguları olduğunun çok fazla farkına varmaz. Kahramanımız orada intihar etmiş karısının klonuyla karşılaşır. Ona acımayla karışık bir sevgi duymasına rağmen, adamın tek derdi karısının klonundan nasıl kurtulması gerektiğidir. İşte bu da Solaris'i potansiyel olarak son derece hassas yapan bir şeydir Yani bizi kadının bu trajik duygusal konumuyla karşı karşıya bırakır. Karısı artık kendine ait olmadığının, kendiyle yoğun olmadığının bilincindedir.

Kendime ait hiçbir şey bilmiyorum bile.

Kimim ben?

 Gözlerimi kapattığımda yüzümü bile hatırlamıyorum.

Örneğin, zihnindeki, kafasındaki derin boşlukların nedeni, sadece kocasının kendisi hakkında bildiği şeyi klonun da(kadının da)bilmesidir.

Kim olduğunu biliyor musun?

 Herkes bilir.

Kadın sadece adamın canlandırdığı bir rüyadır. Ve kadının adama olan gerçek aşkı kendini silmek için yaptığı umutsuzca girişiminde ifade bulur. Zehiri içmek ya da benzeri bir şey yapmak kadının, kocasının bunu istediğini tahmin etmesi nedeniyle, sadece bu boşluğu temizlemek anlamındadır. Korkutucu değil mi?

Hiç bir zaman bu değişmez dirilişleri alışamadım! Gerçek bir kişiden kurtulmak buna nazaran daha kolaydır. Bir kadını ya da erkeği terk edebilirsiniz, bir kadını ya da erkeği öldürebilirsiniz, farketmez. Fakat bu hayaletimsi görünümlerden kurtulmak çok daha zordur. O size bir gölge varlık gibi yapışıp kalır.

-Seni kızdırıyor muyum?

 - Hayır. Yalan söylüyorsun!

 - Bırak artık!

İğrenç görünüyor olmalıyım!

İşte burada en aşağılığından bir erkek mitolojisi elde ederiz Kadının kendi başına 'hiç' olduğu ve ancak bir erkeğin canlandırdığı rüya olduğu düşüncesidir ya da radikal feminist söylemle erkeğin suçluluk düşüncesidir.

Kadının varolması erkeğin kirli (karışık) rüyasıdır. Erkek rüyasını temizleyip bu kirli erkeksi fantazilerden kurtulursa, kadının da var olması sona erecektir. Filmin sonunda bir tür kutsal bir paylaşım, yeniden bir uzlaşma elde ederiz. Ama karısıyla değil, babasıyla…

BİLİMKURGU: ALİCE HARİKALAR DÎYARİNDA

Yaygın kanıya göre bilimkurgu yapıtları; bilinmeyenin kor­kunçluğuyla, fantezi ve serüvenle tıka basa dolu, zaman ile uzamın birbirine karıştığı bir teknolojik harikalar ülkesine ku­cak açan çağdaş masallardır. Bilimkurgu okuruysa, bu son moda harikalar diyarının, gördüklerinden şaşkına dönmüş meraklı Alice'i...

Biliyorsunuz, başka bir yaygın kanıya göre, ‘yaygın kanıya göre’ diye başlayan cümlelerin ardından, o yaygın kanının yan­lışlığını sayıp döken açıklamalar, karşıt görüşte ve daha az yay­gın kanılar gelmelidir.

Gelmelidir ya, gelin biz bu kuralı boşlayalım biraz. Çünkü: Bilimkurgu olarak nitelenen pek çok yapıt, yaygın kanıyı doğrularcasına bilimkurgunun ‘bilim’ine yakışmayan bir kılığa bürünüveriyor ve masallara/mitoslara öyle benziyor, öyle ben­ziyor ki...

“Bir varmış, bir yokmuş... Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken; küçük mü küçük bir gezegen, bu gezegende de ben diyeyim yüz, siz deyin ikiyüz arşınlık dev yaratıklar varmış...”

Genellikle bilimkurgu yapıtları böylesi sözlerle başlamaz. Anlatılanlar bilimsel ya da bilimselmiş gibi görünen açıklama­larla desteklenir en azından. Herkes bilir, bilimkurgu bilimsel bir edebiyat türüdür, bilime yaslanır, onu mitoslaştırır, bilimsel verilerden yola çıkarak yeni dünyalar düşlemeye koyulur... İşte bakın, bilimkurgu yazarlarından Theodore Sturgeon, bilim kurgu öyküsünü “bilimsel-teknolojik öğelerinden yoksun bı­rakıldığında niteliğini yitiren bir ürün” diye tanımlıyor.

Oldukça belirsiz bir tanım bu.

‘Bilimsel-teknolojik ögeler’den ne anladığınıza göre değişir işin rengi. Bilim öğesi, pek çok yazarın yaptığı gibi, yeni araçları, gelecekteki teknolojik dönüşümleri kestirmekten ibaretse, pek de matah bir şey değil. Neden değil? Şundan: Kurmaca bir me­tinde, ‘anlatılanların akla mantığa uygunluğundan, bilimsel geçerliğinden çok, metnin sınırlan içinde kurulan yapıntı dünyaların gerçekliğidir önemli olan. Onun için Kafka’nın fan­tezileri, Borges’in meselleri sürüyle bilimkurgu yapıtından, toplumcu gerçekçi pek çok üründen daha gerçek.

Onun için.

Bilimsel -hatta bisbilimsel (hard core) olduklarını iddia eden bilimkurgu yapıtları, masal ve mitoslardaki devlere, cücelere, garip ülkelere, uçan halılara... benzer öğeleri rasyonel açıkla­malarla destekleyip kullansalar da, bundan öteye gitmiyorlarsa -yazık ki gidemiyorlar masal dünyasını pek gerilerde bırakmış sayılmazlar. Belki, bir arpa boyu...

öyleyse yeni olan nedir bilimkurguda? Öyle ya, bilimkurgunun zaman makinelerine karşılık, masallarda da vardır zamanın tersine akışı,

...ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken şöyle ya da böyle, masallar da aşar doğanın koyduğu can sıkıcı engelleri,

...uçan halısına bindiği gibi... androitlerden, robotlardan, Marslılardan bihaber görünse de, mitoloji insan olmayan

Titan’lar, Kyklops’lar, Nymphe’ler... yaratıklarla doludur. Serüvense serüven; ister Odysseus olsun kahramanı, ister çılgın bilginler... Sahi, dünyayı ateşe atan şu çılgın bilginler neden hep yaşlı ve çirkindir?

Benzerlik burada da gösteriyor kendini: Öteden beri kötülük, fiziksel görünümde somutlana gelmiştir.

Masallarda yakışıklı ve güçlü prensler güzel prensesleri kur­tarır, çağımızda prensesleri ve Dünya’yı kurtarma görevi Superman' lerin.

Masal motiflerini durmaksızın yineleyen; bugünün ideolojisini mitoslaştırıp geçmişe ve geleceğe yayan, değişmezlik kılıfı içinde yutturan sözde bilimkurgu (sözde sözcüğüne lütfen dikkat) ile fantezi dünyası arasında kesin bir sınır yok.

Belki şu fark var, fanteziler sundukları dünyayı olası kılmak yolunda zorlamalara başvurmuyorlar.

Durun hele. Hangi edebiyat türleri arasında kesin sınırlar var ki zaten; roman, öykü, deneme, şiir... Her biri ötekine bir iki kıvılcım sıçramasıyla bulaşıverecek yaratı ateşleridir ve bana öyle geliyor ki bu büyülü ateşleri dehalarıyla tutuşturuverenlerin ardından, ellerinde katalogları, sınıflama cetvelleriyle ede­biyat tarihçileri soluk soluğa koşturup durmaktalar...

Yetişemedikleri şurdan belli, edebiyatın göklerinde UFO’lara [ Uyduruk kalıpları Fitilleyen Okunacak şey.] çok sık rastlanıyor.

Onlar koşturadursun. Polis romanları bir katalogta toplanıp küçümsenedursun, en iyi ‘polis romanları’ndan ikisi Suç ve Ceza ile Karamazof Kardeşler değil mi? Dostoyevski ile Simenon arasındaki ‘uzaklık’, Simenon ile Agatha Christie arasındaki farktan çok daha küçük değil mi?

Aynı şekilde, bir edebiyat türü olarak bilimkurgu da küçüm­senir hep. Oysa: Ütopyalarıyla Thomas More, Francis Bacon, Campanella; GuIIiver’iyla Jonathan Swift, Frankestein’iyla Mary Shelley, Denizler Altında Yirmibin Fersahlık serüvenleriyle Jules Verne; Mark Twain, H.G. Wells, Zamyatin, “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ın garip vakası”yla Robert Louis Stevenson, Dracula'sıyla Bram Stoker, 1984’üyle George Orwell, Demir ökçe’siyle Jack London, robot sözcüğünün isim babası Karel Çapek, Kozmokomik Öyküleriyle Calvino, Kafka, Borges... Bir bakıma hepsi bi­limkurgu yazan sayılmazlar mı?

Ayrıca; masala, mitosa, fanteziye yakın durdukları, bir de bunu bilimsellik kisvesi altında yutturdukları için demincek verip veriştirdiğimiz sözde bilimkurgu yapıtlarının yanısıra, bilimkurgu kitaplığında, küçücük bir rafa sığacak denli az ama nitelikli ürünlerle de karşılaşabiliyoruz.

Peki, bu nitelikli ürünleri, örneğin Stanislav Lem’in görkemli Solaris’ini, Ursula LeGuin’in Mülksüzler’ini, sözde bilimkur­gulardan ayıran şey nedir?

Bilişsellik, ister gerçekçi olsun ister fantastik, her yapıt için bilişsellik ölçütü, yaşanan gerçekliğin anlaşılmasında, aşılma­sında, yeniden üretilmesindedir; yeni gerçeklikler kurulabilmesindedir. Bilişsel bir söylem, “insanın dış dünyasının ger­çekliğini idrake (cognition) yönelen bir semantik yapıya”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları, 1982) s. 9.] da­yanmak zorundadır.

Bilişsel bilimkurgu yapıtları: Çağının bilişsel düzeyinden ileride, teknolojik değişmeleri kavradığı gibi/kadar, toplumsal dönüşümleri de yakalayabilen, insana ve dünyaya ilişkin alışıl­dık algı sınırlarını zorlayan ürünler.

İşte, Darko Suvin’in uzay operası diye nitelediği sözde bi­limkurgularda, mumla arasak bu özellikleri bulamıyoruz... Tanımından da belli; Suvin, bilişsel açıdan geri bir düzeyde kalan uzay operalarının, bilimsel romansların, ‘vahşi batı’dan sonsuz uzaya tebdil-i mekanda satış ferahlığı bulan westem’lerin bilimkurgu rütbelerini geri alıyor:

“Bilimkurgu (...) gerekli ve yeterli koşullan bilişsellik ile yabancılaştırmanın varlığı ve etkileşimi olan; yazarın deneysel dünyasına alternatif, düşsel bir yapıya dayanan bir edebiyat türüdür.”[ Darko Suvin. Metamorphoses of Science Fiction: On the Poetics and History of a Literary Genre, s.7-8.]

Hazır Metamorphoses of Science Fiction' ı önümüze açmışken, yirminci sayfayı bulalım da, yabancılaştırma/doğalcılık, bilişsel olmayan/bilişsel çiftlerini Suvin birbirleriyle nasıl eşleştirmiş ona bakalım. Suvin, yabancılaştırma kurguların tek boyutlularını, bilişsel olamayanlarını ‘metafizik’ olarak niteliyor ve masalı, mitosu, fantezileri, sözde bilimkurguyu bu tip kurgular arasında sayıyor. Doğalcı olup da gene tek boyutta yetinen kurgular ancak ‘gerçekçiliğin alt türleri’ arasına itilirken, bilişsel ve doğalcı ürünler kelimenin hakkıyla gerçekçi edebiyat teri­mine lâyıklar Suvin’e göre. Çok boyutlu (bilişsel) ve yabancılaştırmacı ürünlerse, yukarıdaki tanımdan da belli, bilimkurgu ünvanını alıyorlar...

Yabancılaştırma sözcüğü, epik tiyatrodaki yabancılaştırma (ya da, yadırgatma) yöntemini çağrıştırıyor. Salt çagrıştırmakla kalsın daha iyi, çünkü Brecht’in tiyatrosunda yabancılaştırma, gerçekçiliği pekiştiren bir öge.. Çok çok, Brecht’in sahnede olup biteni anlatmaya, açıklamaya, ama aynı zamanda onu alışılma­dık ve uzak bir görünüme büründürmeye yönelik yöntemiyle bilimkurgu arasında bir ortak noktanın varlığından söz edebi­liriz: Okur/seyirci ile, deneysel gerçeklik arasına, şu ya da bu şekilde/amaçla, gerçekliğin eleştirilmesini, ona kuşkuyla bakılabilmesini sağlayan bir uzaklık koymak.

Görülüyor ki, Suvin’in bilimkurgu kategorisinden safraları atmakta kullandığı ölçütler salt bilimkurguya özgü değil. Her yapıt, ‘beynimizin boz hücrelerini’ çalıştıran, gözümüzü ve gönlümüzü okşayan her yapıt, bilişsel açıdan ileri bir düzeyde olmalıdır ki bizi yörüngesinde tutabilsin. Yabancılaştırma için de aynı şey söz konusu; edebiyatın hazine odasının yarısını ‘gerçekçi’, ayakları yere basan kitaplar kaplıyorsa, öbür yansı da ayaklan Yer’e basmayan, Yeı’in ve Yer’dekilerin kurallarıyla çelişik dünyalar kuran yapıtlarla hınca hınç doludur.

Hatta, yabancılaştırman kurguların, deneysel gerçekçilikten şaşmayan kurgu ürünlerine göre birtakım avantajları var. Varsın yere pek değmesin, yapıtın ayaklan havaya sağlam bastıkça, düş gücünün olanaklarını kullanarak, alternatif dünyalar sunarak, bu dünya daha iyi çizilebilir. Üstüne üstlük, yazarın, her bir şeyi rasyonelleştirmek uğruna göbeği çatlamaz. (Dickens’ın David Copperfield'ini hatırlayın. Eleştirmek gibi olmasın ama, ger­çeklik duyusunu zedeleyen, göbeğinden çatlatan ‘şaşırtıcı’ rastlantılardan bol bir şey var mı romanda?)

Yüzyılımızın başında, Pierıe Menard diye biri, Cervantes’in Don Quijote’sini yeniden yazmaya kalkışır... Kalkışır ne demek, var­lığını bu işe adar! Don Quijote'nin ‘kendisini’, yeniden, tüm görkemiyle yaratmak için Menard’ın bulduğu ilk formül, Borges’e göre şöyledir:[ Jorge Luis Borges, Yolları Çatallanan Bahçe, çev. Fatih Özgüven, (Ada Yayınları) s. 92.]

“Ispanyolcayı iyice öğren, Katolik dinini benimse, Türklerin ve Arapların hilaline karşı savaş, Avrupa’nın 1602 ile 1918 arasındaki tarihini unut, Miguel de Cervantes ol."

Güç bir yol! Tek kusuru da, olanaksızlığı...

Menard sonuçta, Don Quijote’yi virgülü virgülüne kopya etse de (nitekim öyle yapmıştır), yaratacağı metin başka iletiler ta­şıyacaktır, başka bir şey olacaktır. Çünkü Menard başka bir dönemin insanıdır, Cervantes’le aynı bilişsel düzlemi hiç mi hiç paylaşmıyordun Menard’ın kaleminde yinelenen Cervantes’in virgülleri, cümleleri, 1602 ile 1918 arasındaki tarihi kimse ak­imdan sikmeyeceği için, bambaşka anlamlara bürünüverecek, yeni sözler söyleyecektir.

Velhasıl-ı kelam, ne Don Quijote yeniden yazılabilir, ne Anna Karenina, ne de başka bir klasik. Köprülerin altından çok sular aktığı, altından gümüşten bir dolu yeni köprü kurulduğu için; bu yapıtların yansıttığı bilişsel düzey artık aşıldığı, Anna Karenina’lar yerlerini Mrs. Dalloway'leve bıraktığı için.

Gelgelelim, her yeni şarkıyı ille en eski makamlara uydurup söylemekte ayak direyenler var. Çok geri bir bilişsel düzeyde kalan ‘nayır’lı ‘nolamaz’lı yerli filmlerimizde kırk yıl öncesinin insanlarını, kırk yıl öncesinin kalıpları ve kaygıları içinde sey­rediyoruz... Yüzlerce yıl sonrasını anlatan mâlum bilimkurgu­larda Ortaçağ şövalyelerine, XIX. yüzyıl tefecilerine, XX. yüzyıl aşklarına ve kıskançlıklarına rastlamıyor muyuz? Olağanüstü teknolojiyle donanmış gezegenler tek bir imparatorluk için çarpışıyor, tarih nasıl büyük adamların savaşma indirgeniyorsa, geleceğimiz de kötülüğe karşı koyan kahramanlara teslim edilmiş oluyor... Alengirli uzay gemilerinden, çıka çıka, gidip rahatlıkla İstanbul Ticaret Odasına kaydolabilecek[Murat Belge, Tarihten Güncelliğe, (Alan Yayıncılık, 1983) s. 147] tüccarlar çıkıyor. Kan damarlarında yol alabilecek denli küçültülmüş bir ‘gemi’de, soğuk savaşın esintilerini taşıyan heyecanlı casusluk öyküsünü izliyoruz. Alpha Centauri’ye bir uzansak, evrenin her yerinde olduğu gibi, Rotaıy kulüp partilerinde sohbet eden re­kabetçi hür teşebbüs erbabıyla karşılaşacağız neredeyse; galaktik imparatorluklar, Büyük Britanya imparatorluğuna bile erişemiyor toplumsal örgütlenme açısından; milyarlarca kilo­metre uzaklıktaki gezegenlerde ulus devletleri, yeni sömürgeler kurmaya çabalıyor. Ön planda; galaksiler, uzay gemileri, yabanıl gezegenler, karmaşık aygıtlar, olağandışı yaratıklar, yeni tek­nikler, yeni yaşam biçimleri, astronomik ölçüler... Oysa bu cümbüşlü hayal perdesinin fonunda, apaçık sırıtıyor günümüz ideolojisi. Günümüzdeki insan ilişkileri, aynı düşünce biçimi, aynı tepkiler, aynı bilinç, aynı bilinçdışı, aynı yaşantılar...

Aynı susayış, aynı koşuş, aynı...

Of... hep aynı şey, aynı şey, aynı şey,

Aynı, aynı, aynı, aynı, aynı...[ Ahmet Muhip Dranas, "Bitmez Tükenmez Can Sıkıntısından, Şiirler (T. İş Bankası Kültür Yayınları, 1973).]

Sonunda koltuğumuza gömülüp, insan her yerde, her zaman aynı diyoruz. Böyle gelmiş, böyle gider! Bugün, bütün gelecek çağlara yayılıyor, yutturmaca bir değişmezlik sunuluyor bize.

Ve işte, sözde bilimkurgular, metafizik ve donmuş bir dünya kavrayışını sergileyen, evrenin açıklaması olmaktan çok açık­lamanın yerini dolduran, yeni açıklamaları da çelmeleyen ka­lıplarla, yani mitoslarla, burada buluşuyor...

Öğeleri (insan, Tanrı, nesneler...) arasındaki ilişkilerin zaman dişiliği ve mutlaklığı, mitosun en belirgin niteliği. Ambalajı değişse de, tıpatıp aynı “...kurallarla düzenlenmiş kurgudaki insan ilişkileri ve bunların yansıması olan ethik [ahläki, törel, moral, etik], dinsel sistemlerdeki ethik ile bir ve aynıdır bilişsel yanı ile, daha doğrusu bilişsellige karşıt oluşuyla!”[ Ünsal Oskay, Çağdaş Fantazya, (Ayko Yayınları, 1982) s. 38.]

Çağdaş bilgi birikimini arkasına alarak yola çıktığı halde, mitik söylemin sınırlan dışına çıkamayan ‘piyasa’ bilimkurgu­ların oluşturduğu bu elden düşme mitoloji; yarattığı dünyanın bilişsel yapısını kurmak şöyle dursun, günümüzün bilinç dü­zeyini oraya taşıyarak okurların/seyircilerin tarih bilincini, ge­lecek bilincini (bu ikisi aynı şey değil mi?) zedeliyor, “yanlış bilinç aşılıyor’. Heinlein’dan Asimov’a dek pek çok ‘iyi niyetli’ bilimkurgu yazarı aynı tuzağa düşüverdiğine göre, eh, kamuoyu bilincindeki tahribata taammüden yol açılmadığı düşünülebilir. Şunu demeye getiriyorum, suçu hemencecik, hesaplı kitaplı bir yanlış bilinç aşılama çabasında aramak yerine, daha basit bir etmeni göz önüne alabiliriz: Edebî yetersizlik!

Bilimkurgu, her şeyden önce bir edebiyat türüdür ve yeni mitoslar yaratabilmek, edebiyata soluk verebilmek için, ilkin yaratıcı olmak gerekir...

Gerçek bilimkurgu, bir değişim edebiyatıdır. Yeni dünyaların, yeni teknolojilerin, yeni insanın edebiyatı. [Bilimkurguda adım başı metamorphose’lara [başkalaşmak, başkalaştırmak, değiştirmek ] rastlamıyor muyuz?

Bu başkalaşım öy­küleri, büyük bir hızla değişen toplumsal/teknolojik atmosferden yayılan korkunun eğretilemen anlatımı olsa gerek.]

 Geleceğin, geçmişin, ya da olası şimdilerden birinin tasarlanması, değişmekte olan bütün bir dünyanın, insanların, insan ilişkilerinin capcanlı ya­şatılması. .. Böylesi bir değişim, ancak değişim sürecinin bilişsel sürecinden aktarılabilir; en dolaysız, en yalın, en sıradan özel­liklere değin, o dünyaları çağrıştıran, o bilinci yansıtan nitelik­lerle.

Elbette, ne yapsak ne etsek, gelecek çağların bilinç düzeyini, insan ilişkilerini... tasarlarken bugüne bağlı olacağız. “Düşünülebilen her şey gerçektir”, bugünün gerçeği. Bilimkurgu da, ne denli yabancılaştırmacı olursa olsun, yaratıldığı dönemin damgasını taşıyacak hep. Her düş(ünce) ürünü gibi, bilimkurgu da, yaratıldığı dönemin havasını, kokusunu barındıracak için­de. Nasıl ki, Jules Verne’in 'bilimsel romans’ları yüz yıl öncesi­nin teknolojiyle iyi geçinen insanını sergiliyor, Superman fan­tezisi ekonomik bunalım yıllarının umutsuzluğunu hatırlatıyor, A.C. Clarke’ın 2001’indeki, insanlara cihat açan kusursuz bil­gisayar HAL günümüzde teknolojinin yarattığı kötümserliği simgeliyor...

[Bilmece sevenlere bir soru: 2001'deki asi bilgisayarın ismi (HAL) ne anlama geliyor olabilir? Bulamadıysanız, HAL'ın her harfini alfabede o harften bir sonraki harfle değiştirin lütfen...]

Olsun. Başı bulutlara ermişken ayaklan bugüne bağlı da olsa, yapıt o bilişsel düzeyi çağrıştırıyorsa, soluğu ‘öyleymiş gibiyse, yeter bu kadarı. Yazılıp çizilen her şey, ‘...miş gibi’ değil mi za­ten?

Gerçek bilimkurgu, bir değişim edebiyatıdır. Ve insanlar değiştikçe, değişimi kavramaya çabaladıkça, geçmişi didikleyip geleceği düşledikçe bereketli ürünler vereceğe benzer...

Bilimkurgunun türleşmeye başladığı yıllardan yakın zamanlara değin, pek az örneğinde insan öğesi yer alabilmişti. Kahra­manlar, haris bilgisayarlar, imparatorlar, dünyayı haritadan silen felaketler, savaşlar, savaşlar, savaşlar, canavarlar, ürkünç robotlar, çılgın bilginler, uzayın ölümcül tehlikeleri... Bunca patırtı gürültü arasında, bir tek sıradan insanlara yer yoktu; çalışan, üreten, hangi döneme ait olursa olsun, 'yuvarlanıp giden’ kalabalıklara. Halklara yer yoktu bilimkurguda; isimden ve ki­şilikten yoksun kalabalıklar, bir önderin peşinden sürüklenen kitleler görülürdü çok çok. Sıradan insan, tıpkı uzay-ötesinden gelmiş ‘yabancılar’ gibi, öteki kategorisindeydi: isimsiz, ruhsuz, hatta cisimsiz.

‘Öteki’ sadece biyolojik ya da ırksal olmayabilir; kültürel, cinsel ve sınıfsal ‘ötekiler’in varlığı, daha doğrusu, bir iki ‘kahraman’ın dışındakilerin yoklukları (doğru dürüst çizilmemişlerdir, ete kana kavuşamamış figüranlardan başka bir şey de­ğillerdir), popüler bilimkurgu ürünlerini fantastik edebiyatın sınırlan içine bile sokmaya yetmiyordu...

‘Ötekiler, kişilikten yoksun bir kütle görünümündedir hep; hangi düzeyde olursa olsun, ister sözde bilimkurguda olsun, ister ‘gerçek hayatta’: Örneğin, çözülüp dağılmadan önce kapi­talist dünyanın ‘öteki’si olan ve hem fiction’larda hem de non-fiction kurgularda saf bir totaliterliğe dayalı basit bir yapıda çizilen demirperde (daha doğrusu, eski demirperde) ardında kökleşen bilimkurgu geleneği, yakın zamanlara dek Batıda pek bilinmezdi. Macaristan, Çekoslovakya ve Sovyetler Birliği’nde bilimkurgunun Batıya oranla çok daha gelişkin bir edebi tür olarak yerleştiği, Rus roman geleneğinin Sovyet bilimkurgu­sunda canlandığı farkedilmez, Dünyanın en çok okunan bilim­kurgu yazarının Asimov, Bradbury, ya da Clarke değil de bir Polonyalı (Stanislav Lem) olduğu hatırlanmaz; bütün bunlar öğrenildiğinde de, sosyalist ülkelerde bilimkurgunun popüler­liği “totaliter rejimlerde fantastik ürünlerin ve kaçış edebiyatı­nın yaygın olması”na bağlanıverirdi. Son saptamanın doğru ol­ması, koskoca bir edebiyatın varlık gerekçesini oluşturabilir mi? Oluşturabilir, çünkü ‘öteki’nin bizim gibi, hele bizden daha in­celikli ve karmaşık olması söz konusu bile olamaz.

Tabii, Batıdaki bilimkurgu geleneğinin, eski demirperdede ‘kapitalist propaganda’ şeklinde görülüp görülmediğini bilemi­yoruz!

Günümüzde, bilimkurgu edebiyatı giderek olgunlaşıyor: Sözde bilimkurgunun, western’lerin, uzay operalarının çizgisini izle­yen, kana, dehşete bulanmış piyasa edebiyatı bir yanda kendi  pazarını kurmuş, şoklara dayalı geleneğini sürdürür ve kendini ‘başkaları’ olmaksızın tanımlayamayan bir alıcı kitle için yeni yabancılar, tekinsiz yaratıklar, künt ve korkunç ‘öteki’ler ya­ratmaya devam ederken; J.G. Ballard, Ursula K. LeGuin, A.E. Van Vogt, Harlan Ellison, Kurt Vonnegut, Robert Sheckley, Samuel R. Delany, Brian Aldiss... gibi son kuşağın yazarları, bilimkurguya yeni estetik tatlar getiriyorlar. Çağdaş edebiyatın hanidir işlediği sıradan kahramanlara, Süleyman Efendi’lere, ‘ötekilere ve onların sıradan yaşantılarına el atılabiliyor artık.

Bilimkurgu, giderek harikalar diyarının en dikkate değer var­lığını keşfediyor: Alice’i.

Sh: 110-119

 

Kaynak: Mustafa ARSLANTUNALI, Ay Çöreği-Teknoloji, Dil Ve İletişim Üzerine Denemeler, İletişim Yayıncılık A. Ş. Mart 1992, İstanbul

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar