Print Friendly and PDF

Fusus ül Hikem Sırrına Vakıf Olmak İçin Okunacak Eser

Bunlarada Bakarsınız

 


Muhyiddin ibn el Arabi...NAKŞ EL FÜSUS ŞERHİ

İsmail Ankaravi

Hazırlayan:
İlhan.KUTLUER

 Birinci Basun Ocak 1981 İstanbul

****

«Senin sevgini mezheb olarak seçme­dikçe hayret etmedim. 

Hayretim senin hak­kında değilse eğer, hayret değildir. 

Allahım, beni Zatının sevgisi konusunda hayret edenlerden, 

sıfatların konusunda korkudan emin olmuş 

ve sana yaklaşmış olanlardan eyle. 

Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt. 

Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez. 

Sen Kendini öv­düğün gibisin. 

Seni özleyenin duasına, sa­na, 

sevgilin olan peygamberine âşık olanın ricasına karşılık ver, 

ey merhametlilerin en merhametlisi...»

Hz. İbn Fârıd 

İÇİNDEKİLER

S u n u ş 7

Adem (aleyhisselâm)'ni Kelimesindeki llahi Hikmetin Özü 9

§it (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Nefs Hikmetinin Ozu 25

Nuh (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Subbuhi Hikmetin Ozu 36

idris (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Kuddusi Hikmetin Özü 44

Ibrahim (aleyhisselâm)‘in Kelimesindeki Mehimi Hikmetin Ozu 51

tshak (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Hakki Hikmetin Özü 54

tismail (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Ali Hikmetin Ozu 64

Yakup (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Rubi Hikmetin Ozu 72

Yusuf (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Nuri Hikmetin Ozil 77

Hud (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Ahadi Hikmetin Özü 81

Saiih (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Fiituhi Hikmetin Ozu 87

3uayb (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Kalbi Hikmetin Ozu 91

Lut (aleyhisselâm)'ini Kelimesindeki Melki Hikmetin Ozu 97

Ozeyr (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Kaderi Hikmetin Özü 107

isa (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Nebevi Hikmetin Ozu 107

Suleyman (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Rahmani Hikmetin Ozu 110

Davud (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Vucudi Hikmetin Ozu 117

Yunus (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Nefsi Hikmetin Ozu 123

Eyyub (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Gaybi Hikmetin Ozu 127

Yahya (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki СеІШі Hikmetin Ozu 138

Ilyas (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Inasi Hikmetin Özü 139

Lokman (aleyhisselâm) Kelimesi ihsani Hikmetin 141

Musa (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Ulvi Hikmetin. Ozu 147

Halid (aleyhisselâm)’ın. Kelimesindeki Samedi Hikmetin Özü  152

Mubammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in Kelimesindeki Ferdi Hikmetin Ozu 154

SUNUŞ

Sultan Veled «Maârif» adlı kitabında, bilginler ve gerçeği arayanların «Yüce Al­lah nebilerden her birine bir şey bağışladı, birine verdiği şeyi, öbürüne vermedi» de­diklerini hatırlatmaktadır. Kuşkusuz bu, on­ların bütün hikmetleri bilmeye güç yetiremedikleri anlamına gelmez. Peygamberler­de var olan hikmetlerin tümü, her birinde ayrı ayrı vardır. Ancak hikmetlerden her biri, bir peygamber için belirleyici özellik olmuştur. Buna hikmetlerin, ilişkin oldukla­rı peygamberde kişileşmesi de diyebiliriz.

Muhyiddin İbn el-Arabi’nin «Füsûs elHikem» adlı eseri, her peygambere belirle­yici özellik olarak verilen bu hikmetleri açıklayıcı büyük bir eserdir Fakat o, İbn elArabî zamanından beri, her çağda anlaşıl­ması güç bir eser olarak nitelenmiştir. Za­manımızda da onun zor anlaşılırlığı konu­sunda yaygın ve yerleşik bir kam vardır. Aslında ise bu eser, anlaşılırlığı bakımından değil, özümlenmesi bakımından güçlük gös­terir. İşte kitabın bu özelliği göz önünde tu­tularak bizzat İbn el-Arabî tarafından, onun inceliklerinin anlaşılması düşüncesiyle, «Nakş el-Füsûs» adında daha yalınlaştırıl­mış bir özeti yazılmıştır.

«Nakş el-Füsûs»un okuyanlar tarafın­dan daha da iyi anlaşılması için İsmail Hakkı Ankaravi ona, «Zübdetü’l-Fühûs fi Nakş el-Füsûs» adlı bir şerh yazmıştır. İşte elinizdeki bu kitap, Ankaravi’nin büyük öl­çüde Mevlânâ’ya dayanarak yaptığı şerhin günümüz diline aktarılmış şeklidir. Haki­katle aramıza birçok perdeler geren, İslâm’ı ideolojik bir niteliğe büründürerek onu be­şerî düşünce sistemleriyle güreştirmeye ça­lışan çağdaş özentilerin başat olduğu bir ortamda, böylesi kitaplara duyulan büyük ihtiyaç eserin yayınlanmasında bizim için itici güç olmuştur.

Kitapta, Muhyiddin İbn el-Arabî’ye ait olan asıl metin siyah, İsmail Hakkı Ankaravi’ye ait olan açıklamalar bölümü ise nor­mal harflerle dizilmiştir. Merak edenler için kolaylık olması bakımından, kitabın oriji­nalinde gösterilmeyen sûre adı ve ayet nu­maralarını, ayetlerin sonunda parantez için­de belirttik. Yalnız, tekrarlanan ve herkesin bilebileceği ayetleri göstermeye gerek duy­madık.

Kitapta geçen ve daha küçük puntolar­la dizilen beyitleri farsça aşıtlarından Türkçeleştirerek büyük yardımları dokunan Mustafa Seçkin Beye burada hazırlayan adına teşekkür ederken, Allah’tan, okuyan­ların gerçek bilgiye ermelerini diliyoruz.

 

ADEM (aleyhisselâm) ’IN KELİMESİNDEKİ İLAHİ
HİKMETİN ÖZÜ

‘Fass’, birşeyin özetine ve en seçkin par­çasına denir. Üzerine sahibinin adı yazılmış yüzük kaşına; vücutta iki kemiğin kavuştu­ğu oynak yerine ve her işin ayrıntılı olarak açıklanacak kertesine de fass denir. ‘Hik­met’ eşyanın hakikatini, niteliklerini ve ge­rekli şeylerini olduğu gibi bilmek, gerektiği şekilde de amel etmektir. ‘İlâhiye’ ise, tüm isim ve sıfatları içeren toplayıcı mertebenin adıdır. 'Kelime' diye anılan konulardan her biri bir peygambere bağlanıp her hikmetin nak.şedildiği yer o nebinin ruh kelimesine nisbet olunmuştur. Her nebi, Rahmani Nefes’in harflerinden bir harf topluluğu gibi olduğundan peygamberlerin ruhları için ‘Kelimeler’ (Kelimât) deyimi kullanılmış, bundan dolayı bütün evren ve varlıklara da ‘Allah’ın Kelimeleri’ (Kelimâtullah) denil­miştir. Nitekim, «De ki, Rabbimin kelimele­rini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rab­bimin kelimeleri bitmeden deniz tükenirdi» (Kehf: 109) ayetinde bu anlama gönderme vardır. Bu a’yân-ı mevcûdât bütünüyle Rah­mani Nefes’den ibaret olduğundan, insanla­rın lafzen söyledikleri kelimelerle enbiyâ ve evliyanın ruhları ve bütün eşya arasında bir benzerlik vardır. Tasavvuf büyük­lerinin Rahmani Nefes dedikleri nefes, ‘tenfis’ masdarmdan türemiştir. Tenfîs, içerdeki sıcak havayı dışarıya gönderip dışardaki serin havayı içeriye çekerek solu­maktır. Böylece soluyan kimse sıkıntıdan kurtulmuş olur_ İşte bütün isim ve eşyanın gizlilikten görünür alana çıkmayı istemesi ile soluma (teneffüs) olayı arasındaki bü benzerlik dolayısıyla, tasavvuf büyükleri, varlıklara Rahmani Nefes adını verirler. Gerçekten de, nefesin boğazdan dışarıya çıkmasıyla meydana gelen belirlemelere ‘Ke­limeler’ denilir; Rahmani Nefes’deki belirme ve varlıkların kaynaklarına da ‘Kelimeler’ adı verilmesi tıpkı bunun gibidir.

Lafzî kelimeler nasıl aklî anlamlara işaret ediyorsa, a’yân ve varlıklar da yara­tanına, onun zât ve mertebe bakımından isim ve sıfatlarına işaret eder.

Varlıklara kelimeler denmesinin bir başka nedeni de bütün a’yân-ı mevcûdât’ın ‘Kün’ (ol) emriyle meydana gelmesinden­dir. Bu değerlendirmeye göre varlıklara ke­limeler denmesi, sebebin ismini sebep olana yüklemek kabilinden olur. Peygamberler ve veliler kâinât kelimelerinin en şereflisi ve en lâtifi olduklarından Hazreti Şeyh onlar için ‘Kelime’ deyimini kullandı. Nitekim Allahü Teâlâ Kur’an’da, Hz Isa hakkında. «Onun Meryeme ilkâ ettiği kelimesi» (Nisa : 171) buyurmuştur.

İlâhî hikmetin Adem  (aleyhisselâm)a ait kelime­ye özgü kılınması, onun hilâfet için yaratıl­mış olmasındandır. Adem’in mertebesi alem­de olan bütün mertebeleri içine alır ve bü­tün isim ve sıfatların zuhuruna tekabül eder. Adem’den başkasına bu istidat ve ye­tenek verilmemiştir. İşte İlâhî mertebenin aynası ve bütün Rabbani isimlerin ortaya çıktığı yer olduğu için İlâhî Hikmet ona nis­bet edilmiştir.

Fass ile belirtilmek istenen anlam bir şeyin özeti olursa, İlâhî manaya nisbet edi­len hikmetin özü, eğer hikmetin nakşedildiği yer olursa Nebi’nin ilim ve marifetlerle bezenmiş olan kalbi demek olur.

Adem (.S.) a ait kelimede Şeyhi Ekber şöyle der: Bil ki en güzel isimler kendi zat­larıyla âlemin varlığını arzularlar. Şimdi, «En güzel isimler Allah’ındır» (A’râf: 180) ayetinin de gerçekliğini bildirdiği Hakk’ın külli isimleri doksan dokuz veya binbir ta­nedir. Buna karşılık cüz’î isimleri sayısızdır. Çünkü cüz’î isimler denince müınkinler âle­mindeki sonsuzca İlâhî belirtileri anlaşılır ve bunlar için hiçbir sınır ve son konula­maz. Bu İlâhî İsimler, gizli nurlarına ve sır hâzinelerine ayna olsun, bütün özelliklerini ve güzelliklerini göstersin diye, bizzat kendileı i, âlemin varlığını gerktirirler ve ister­ler. Şu Kudsî Hadis bu anlama işaret eder: «Cenâb-ı İzzet Davud Aleyhisselâma hitaben buyurur ki: «Ey Davud! Ben gizli bir hâzi­neydim, bilinmeyi istedim ve yaratıkları bi­linmekliğim için yarattım». Beyi :

Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, za­manlar ve isimlerdir.

Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığm her şey de Hakk’tır.

İlâhî İsimlerden her biri kendi keyfiye! ve eserlerini, cemâl ve kemalini âlem ayna sırda görmeyi dileyince Allahü Teâlâ bu âlemi, ruhu kabul edebilecek mutedil ve ruhsuz isir cesed ve donuk bir ayna gibi ya­ratmıştı. Ancak ona ruh üfürerek kemâle erdirmekten başka bir yolla galib bir sureti değiştirmek ve bir mizacı tesviye etmek İlâ­hî Hüküm ve Rabbânî Sünnete uymaz. Allahü Tealâ bu âlemi ruhu kabul edebilecek bir cesed gibi yarattıysa Ademi c âlemin ru­hu kıldı, ve onu bu âlemden kasdedilen, is­tenen ve amaçlanan bir varlık olarak yarat­tı. Alemin vücudu Âdem’dir derken, Âdem’­le bütün insanlığı kaydediyorum. Yani bu mutluluk yalnızca insanlığın babasına özgü değildir Ben bununla tüm yetkinlikleri ken­disinde toplayan İnsanî hakikati kasdediyorum. İşte bunun için her kim ki bu kâmil hakikate ulaşırsa, o, Âdem ve âlemin ruhu olur. Beyt:

Senin bu dünyada gerçekten neye benzedi­ğini bilemiyorum.

Dünya ve dünyada ne varsa surettir, sen cansın.

Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Allahü Teala ‘Âdem’e, yani ‘İnsan-ı Kâmil’e isimlerin tümünü öğretti. O İlâhi İsimlere mazhar olduğundan ve Rububiyet nisbetle­rini kendinde topladığından zorunlu var­lıktır; O’nun dirimiyle diri, O’nun ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürid, O’nun kudre­tiyle kudret sahibi, O’nun işitmesiyle işiticj ve O’nun görmesiyle görücüdür. Diğer tüm nitelikler için de bu böyledir. Beyt:

Tann sıfatlarından bir teki yok ki senin za­tında görünmesin

Alîm, Semî, Basic, Mütekellim, Mürid, Hay ve Kadir... hepsi

Aynı şekilde ilim gerçeklerinden her şey vü­cuduna bitişiktir.

Sultan Veled buyuruyor ki: «Hak Tealâ yarattığı an, yaratıcısını tanıması için insa­na yetenek verdi. Kendisinde bulunan ‘azıcık’tan ‘çok olan’ı, ‘sayıya gelmez olan’ı an­layabilmesi için sonsuz ve tükenmez sıfatla­rından onun yapısına bir nebze bıraktı. Tıp­kı bir avuç buğdayla anbarı, bir testi suyla denizi göstermesi, bilinir kılması gibi. Gö­rücü, bilici ve kudret sahibi olmak gibi son­suza kadar bütün sıfatlarında olduğu gibi...» Beyt:

Hakk halkı yaratınca onları rahmetinden karanlık içinden nura garketti

Ruhlarına kadîm sıfatlardan, ilim ve cö­mertlikten cevherler ihsan etti

Kendinde O’nun sıfatlarını göresin, O’nun

sıfatlarında O’nun zâtını göresin diye

Tıpkı pazarda, dükkânına zehir getiren ba­haratçı gibi. Zehirden çok değil pek az ge­tirir

İnsan vücudu Hakkın dükkanıdır. İçinde Rahmanın sıfatları bulunur. Öyleyse azıcık da olsa kendinde Tanrı sıfatlarını gör

Bu aydınlatıcı sıfatların mahiyetini zevk içinde idrak et. Azdan çoğa doğru seyre dur

Sonuç olarak ey aziz kişi, insan-ı kâmil yeryüzünde Hakk’ın halîfesi, Mutlak varlı­ğın bir emanetidir ve Allah ona en güzel isimleri, en yüce gerçekleri bağışlamıştır. Böylece o, âlemin ruhu ve âlem de onun ce­sedi gibidir. Ruh kendindeki kuvvetlerle be deni yönetir. Kendinde bulunan kuvvetler sebebiyle ruh kontrol edici, tasarruf sahibi ve hükmedicidir. Böylece isimler kâmil insan için bu kuvvetlerin odağı olur. Yani İlâhi İsimler, kâmil insan için, sözü edilen ruhâni ve cismanî küvetler mesabesindedir. Nite­kim insani ruh, ruhâni ve cismanî kuvvet­ler sebebiyle, bedeni dilediğince idare eder. Bunun gibi insan-ı kâmil de bu âlemde İlâ­hi İsimler aracılığıyla dilediğince tasarruf­ta bulunur. Çünkü bütün a’yân ve hakikat­ler onun halkı gibidir, o da hepsinin hali­fesi ve başkanıdır İlâhi nurlar ve sonsuz esrar onların varlığına doğar ve orada par­lar, diğer âlemlere onlardan yansır. Mesne­vi :

Apaçık görünen şeylerle Tanrıya yarılama­dığı için peygamberler Hakkın temsilcileri­dir

«ayır yanıış soyıeaım; temsil eaenıe leınsu edileni iki sanırsan güzel değil çirkin bir zan olur bu.

Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.

Bundan dolayı âlem için büyük insan denilir. Gerçekten şekil itibariyle âlem bü­yük ve insan küçüktür. Buna dayanarak di­yebiliriz ki, âlemde ayrıntılı biçimde varo­lan her şey insanın varlığında topluca mev­cuttur. Nitekim Hazreti Mevlâna şöyle bu­yurur. Beyt:

Küpte olup da nehirde olmayan nedir? Ev. de olup da şehirde olmayan ne?

Bu cihan küptür, gönül akarsu gibi. Bu ci­han evdir, gönül harikalar şehri.

Ama bu, insanın âlemdeki varlığı nede­niyle söylenmiştir. Yani çıplak âleme ‘inr.un-ı kebîr’ demek doğru olmaz, fakat kâ­mil insanın âlemde varlığı sebebiyle ona 'insan-ı kebîr’ demek doğru olur. Çünkü ruh olmadıktan sonra yalnızca cesed insan ola­maz. İnsan İlâhî mertebeden özetlenerek kı­saltılmış bir varlıktır. Kâmil insan kısaltıl­mış bir kitaptır ve ümmü’l-kitab’ın seçkin bir nüshasıdır. ‘Teklik Mertebesi’ (Hazretül-Ahadiyetl, zorunlu olan bütün fiilî isim­leri içinde toplayan, bütün Rabbani sıfatları kendinde barındıran bir mertebedir. İşte in­san melekût âleminin acaibliklerini olduğu kadar, ceberût âleminin mana ve hakikatle­rini de içeren bir nüshadır. O, İlâhi güzellik­leri, şaşılacak sanatları içeren bir kitap; ru­hanî ve cismanî, semavî ve arzî, dünye­vî ve uhrevî âlemlerin özetini kuşatan şaşı­lacak bir şehirdir. Böylece, yani kâmil insan İlâhî Mertebeyi kapsayan muhtasar bir ki­tap olduğundan Allah sûretini Âdem’e özgü kıldı. Gerçi âlem de İlâhi suret üzere yara­tılmıştır, ama insan bizzat amaçlanan var­lıktır. Onun için İlâhî sureti ona tahsis edip Peygamberinin dilinden şöyle buyurdu : Al­lahü Teâlâ Adem’i kendi sûreti -diğer bir ri­vayete göre Rahman’ın sureti üzere yarattı. Allah’ın suretinden maksat onun isim ve sı­fatlandır. İsim ve sıfatlara sûret denmesi­nin nedeni insanın sûretle zâhir olması gi­bi, Cenabı Hakk’ın da isim ve sıfatlarla za­hir olmasındandır. Bundan amaçlanan şey de, Allah kelâmının bildirdiği üzere, Âdemi kendi isim ve sıfatları üzere yaratmasıdır. Ve Allah Adem’i âlemle kastedilen şeyin ta kendisi kıldı. Yani kâmil insanı âlemin ya­ratılış gayesi ve bütün yaratıkların da asli amacı etti. Tıpkı insanın kişiliğinden, konu­şan nefs (Nefs-i Natıka) denen ruhun kastedilmesi gibi. İnsan cesedinin tesviyesinden ve bedensel yaratılışın değiştirilmesinden asıl amaç nasıl ki Rabbani nur ve Sübhanî ışık olan ‘Nefs-i Nâtıka’ ise, kalıpların tes­viyesi, âlem ve mümkinâtm cesetlerinin de­ğiştirilmesinden maksad da olgunluk sıfat­larıyla bezenmiş olan insandır Hazreti Mev lâna şöyle der : Mesnevi,

O dal zahirde meyvenin aslıdır ama aslında dal meyve için vardır

Arzu, ümit ve meyve olmasaydı bahçıvan ağaç fidanını nasıl dikecekti?

Surette meyve ağaçtan elde edilmişse de, manada ağaç meyveden doğmuştur.

Bundan ötürü o sanatkâr «öncekiler, sonra­kiler yalnız lâfın gelişidir» buyurmuştur.

Bu yüzden, yani insani cesedin tesviye­sinden umacın, onun konuşan nefsi olması gibi, âlemin yaratılışındaki gaye de kâmil insandır. Bu yüzden Kâmil insanın zevaliyle dünya harabolur. Ruhun zeval bulmasıyla cesedin de zeval bulması ve yok olması ka­çınılmazdır. Zira Haklı Teala bu âlemde kâ­mil insan vasıtasıyla tecellî eder. Alemin ayakta, durmasına sebep olan vasıta ne za­man yok olursa bu bayındır dünya da inti­kal eder. Dünyanın bayındırlığı kâmil insa­nın göçüp gitmesiyle yok olur. Nitekim Şey­hi Ekbcr ‘Füsûs el-Hikem’ kitabının İlâhî Hikmet bölümünde şöyle der: «Şu halde Allahü Tealâ âlemi korumak konusunda Adem'i kendine halîfe kıldı Bu hale göre içinde ‘insan-ı kâmil’ varoldukça âlem hep korunmuş olacaktır. İnsan-ı kâmil o hazîne­den ayrılıp, ahirete göçünce gök atılmaya, yıldızlar saçılmaya ve güneş dürülmeye baş­lar; dünyanın bayındırlığı ahirete yollanmak üzere kıyamete varır». Kâmil insan dünya­dan ahirete geçtikten sonra ahiret âleminin hazinedarı olur; dünyadakiler gibi ahiret ehli de onun feyzinden faydalanırlar. O amaçta ilktir. Kâmil insan âlemin yaratılı­şında ilk ve gerçek amaç; gaye sebeptir. Ga­ye sebebin şanı ilim ve irade açısından ön­ce, varoluş açısından sonradır. Şeyhin de işaret ettiği gibi yaratılışta sondur. İnsan varlık sıralamasında diğer yaratılanlardan sonradır. Çünkü varolan ilk aynî varlık ‘İlk Akıl’ dedikleri ‘Kalem-i A’lâ’dır. Daha son­ra On Akıl, Feleklerin Nefsi, Arş, Kürsi ve diğer gök cisimleri ile dört unsur ve madenbitki-hayvan üçlüsü (mevâlid-i selâse) va­roldu. İnsan ise ancak bütün bunların so­nunda yaratıldı. Gerçi insan yaratılış bakı­mından herşeyden sonradır ama anlam açı­sından hepsinden önce gelir. Buna uygun olarak Mesnevî’de şöyle denir. Beyt:

Çakmaktaşı ile demir önce, kıvılcım sonra dır ama çakmaktaşıyla demir Vnsa kıvıl­cım candır.

Kıvılcım zaman bakımından daha sonra ama nasılsa çakmaktaşı ve demirden daha üs­tündür.

Ağaçtan maksat meyve olduğu için meyve ön ağaç sonda.

Zamanca dal meyveden önce, sanatça mey­ve daldan üstündür.

İnsem unsurlara dayalı cismani suretiy­le zâhir; makam ve şerefiyle de bâtındır. Nitekim İnsanlığın Efendisi Hz. Muhammed: «Ben de sizin gibi bir insanım» buyurdu. Kâmil insan, âleme nisbetle Rabb’tır. Yani, anlam yönünden ve ruhaniyet itibariyle kâi­nattaki her şeye oranla Rabb ve Malik’tir. Çünkü insan iki nisbete sahip ve bu mabet­leri kendinde birleştirmiş bir geçit ve yetkin bir nüshadır. Beyt:

Hakkın ayetlerinin göründüğü varlık keşif ehlinin gözünde Hakkın aynasıdır.

Öyleyse varlığın zahirine bakma zira yok­luğun arazlarıdır; batınına bak, Hakk’ın za­tıdır o.

Çünkü Allah onu halîfe kıldı. Böylece kâmil insan halkın istediğini batini yönüyle Allah’tan alıp cismanî yönüyle onlara ulaş­tırır. Dolayısiyle bu iki yönü kendinde top­ladığından hilâfet insana lâyık görüldü. Eğer, ‘halife güçsüz ve aciz bir kimse için gereklidir, oluşların ve mekânın yaratıcısı, mülkünü yönetmek için halifeye nasıl ihti­yaç duyar?’ diye sorulursa şöyle deriz: Evet Allah mutlak kudret sahibidir, ama onun güçsüz kullarının halifenin yolgöstericiliği olmaksızın gizli sırlara ve Tanrı mülkünün bilgisine ulaşmaya güçleri yetmez. Kaldı ki insanın gücü, melek görmeye bile yetmez. Allahü Tealâmn buyurduğu gibi: «Eğer onu -yani Peygamberibir melek yapsaydık yi­ne bir insan şeklinde yapardık ve onları yi­ne düştükleri kuşkuya düşürürdük» (En’am ; 83. Beyt:

Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakk’ın temsilcileri­dir.

Bunun için Allahü Tealâ onlar vasıta­sıyla İlâhî marifete ve yüce sırlara erişmeye güç yetirsinler diye yaratıklarıyla, kendi ara­sında nebî ve velîleri halîfe tayin etti. Onun, yani Âdem’in, çocuklarım da halîfe faldı. Böylece Cenabı Hakk Adem oğullarına iç­lerinden kâmil olan nebî ve velîleri halîfe kıldı. Bunların dışında kalanlar da kendisi­ne ilişkin işleri yönetsin diye bu hilâfetten pay aldı. Nitekim Resulullah (S.A.VJ şöyle buyurdu: «Hepiniz çobansınız ve sürünüz­den sorumlusunuz». Söz gelin?i bir başkanın ülkesinde, yahut bir ev sahibinin evinde en alt düzeyde sorumluluğu olan bir kişinin kendi vcr'ık ülkesindeki sorumluluk ve hü­kümranlığı gibi. İş böyle olunca hilâfetin en ulu makamında kâmil insan yer alır.

İnsan kendi kişiliğinde Rabblık ve kul­luğun ikisini de taşır. Bunun için insandan başkası kendisindeki kuvvetten dolayı RabbIık iddiasında bulunmadı. Alemdeki yaratık­ların hiçbiri kendisinin Rabb olduğu, Rabb’1-k : "atı taşıdığı iddiasına kalkışmamıştır. Sadece insan kendinde bulunan Rabbânî kuvvet ve İlâhî kudret yüzünden bu davaya girişti. Kalb gözü açılmadan, Rabb’lığa iliş­kin bu nitelikleri kendilerinde görenler, bu özelliklerin aslında salt anlamda kendilerin­den kaynaklandığını sandılar, ve bu sanıy la «ben en yüce Rabbım» savında bulundu­lar. Firavun ve Nemrut bunlardandır. Bazı­ları ise mutlak hakikatin kendilerinde yan­sıdığı kadarıyle r"L-:”ık kudretini içlerindi duyarak ilâhlık -ben hakk’ımdavasına gi­riştiler. Ebâyezid ve Hallaç Mansur -Allah ruhlarını kutsasın gibileri de böyledir. Ama bu «ben» ile diğer «ben» arasında çok bü­yük farklar vardır. Beyt:

Allah'ın laneti kafadaki «ben»e, Allah’ın rahmeti vefadaki «ben»e.

Ve âlemde insan dışında hiçbir yaratık kendi zatıyla kulluk makamında sağlamca durmadı. Yani bu makamda insandan baş­ka hiçbir varlık sağlam ve derinlemesine kulluk özelliği taşımadı. Bu özelliği yüzün­den de söz konusu rabb’lık kuvvetini ve İlâ­hi özellikleri diğer şeylerde görerek bu özel­liklerin aslında o varlığın salt kendinden kaynaklandığını sanabilir Sonunda da ona kulluk etmeye karar verir. Putlara tapanlar gibi. Böylece varlıkların en aşağı seviyesin­deki cansız şeylere ve taşlara kulluk eder. Gerçekte bu tapınma hakikat ve marifet eh­lince yine Hakkadır. Hakikati araştıranların çoğuna göre şu ayet-i kerime ile buna işa­ret edilmektedir: «Rabbm ancak kendisine tapmanıza hükmetti» (îsrâ : 23). Burada « kaza hükmetmek», takdir etmek anlamın­dadır; yoksa sadece gereklilik bildiren bir emir anlamına değil. Dolayısiyle kaza-hükmetmek takdir anlamına olunca, takdire ay­kırı davramlamayacağma göre, herkesin yaptığı ibadet aslında Allah’a olacaktır Ol­gun kişilerle eksik kişiler arasındaki fark hakikat ve onun görünüşünü değişik algıla­malarından doğar. Nitekim Gülşen-i Râz ad­lı eserinde Şebüsteri diyor ki:

Eşya varlığın görüntüleri olduğu için hepsi sonunda put olur çıkar.

Doğru düşün, ey akıl sahibi, put, varlık yö_ nünden batıl değildir.

Kafir putun mahiyetini idrak etse kendi di­ninde şaşkına döner

Putta görünen yaratıktan başka bir şey gör­mediği için, sırf bu; yüzden kafirdir o.

Ve sen, putta gizli Hakkı görmüyorsan eğer, İslâm’a göre müslüman denemez sana pek,

Hakk’la aralarında perde olanların ço­ğu, kesinlik nuruna sahip olmadıklarından ve. Hakk’ın gözüyle görmediklerinden dola­yı, Mutlak Cemali oluşların meydana geldi­ği, şekil ve renklerin zuhur ettiği yerlerde görüp o Cemal ve KemaFi bu yerlerin kendi­siyle kıyas ettiklerinden Tevhid Hakikati’nden habersizdirler. Ama Tevhid ehli gerçek mabudun mutlak zatını her şeyde, her du­rumda görür ve bilir. Beyt:

Zatı ve sıfatlan seyretmek kime nasibolmuşsa suret ile gerçek onun gözünde bir değil­dir. . .

Onun meşrebinde şarap ve su bir olur, onun mezhebinde irieşcid ve kilise bir olur.

Rabb’hk özellikleri taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha izzetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi kulluk özellikleriyle de ondan daha zelil kılınmış bir yaratık yoktur. Rabb'lık tüm mertebele­rin en yükseği olduğu gibi onun karşıtı olan kulluk da-tüm mertebelerin en aşağısıdır, însan bir yüzünde Rabb’lık özelliklerini, di­ğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gös­teren iki yönlü bir aynadır. En güzel biçim­de yaratılmış (ahsen-i takvim) olan Rabb’lık yönüne bakarsan onun bütün varlıklar­dan daha yüce, daha güzel olduğunu, kul­luk yönüne bakarsan bütün kâinattan daha aşağı olduğunu görürsün.

Eğer, şu geçen şeyleri anladıysan sâna insandan ne kastedildiğini bildirmiş oldum. İnsanî gerçeğe ait perdeleri kaldırdım ye kapalı kalmış anlamlan açtım. Kalb' gözünle onun (insanın) izzetine bir bak ki, en güzel isimlerle nitelenmiştir ve o isimler de onu ister. Onu isteyenler onun izzetini biliyor. Buradan insanın şerefini kolayca anlarsın. Çünkü istenilenin şerefi isteyenin şeref veizzetine göredir. Bütün İlâhî İsimler insani hakikati isterler. Tevratta şöyle anılır: «Ey Adem oğlu, seni kendi varlığım nedeniyle; eşyayı ise senin varlığın nedeniyle yarat­tım». Ve onun bu isimlerle zahir oluşun­dan, o isimlere tam anlamıyla gereksinme­sinden insanın zilletini anlarsın. Çünkü baş­kasının hükmü altında kahrolmaktan daha aşağılatıcı ve başkasının varlığına muhtaç olmaktan daha şiddetli bir zillet yoktur. Bu noktanın anlaşılmasında güçlük bulundu­ğundan Şeyh hazretleri okuyucularını bura­sını iyi anla şeklinde uyarır. İnsan batın yö­nüyle rabb, zahir yönüyle kul olduğundan onun âlem ve Hakk suretlerinden çıkarılmış bir nüsha olduğunu bilirsin. Bu iki sûrete 'iki el’ denmiştir. Nitekim Allahü Tealâ İb­lis’e şöyle demişti: «İki elimle yarattığım şe­ye secde etmekten seni alıkoyan nedir?» (Sâd: .75). Oysa insandan başka bütün ya­ratıklar tek elle yaratılmışlardır. Çünkü in­san ya melek gibi Cemal sıfatının yahut azap melekleri ve şeytan gibi Celal sıfatının kendisinde tecellî ettiği bir varlıktır. İnsan bu bütünü içinde toplayan, karşılıklı iki de­nizi birleştiren ve bu iki denizin birbirine taşmasını önleyen bir geçit-varlıktır. Bunun anlamı arifler ve yetkin kimseler için açık seçiktir.

ŞİT (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ NEFS HİKMETİNİN ÖZÜ

Fass, Hikmet ve Kelime’nin anlamları­nı daha önce açıkladığımız için burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz. ‘Nefs’ sözlükte, nefesi dışarıya göndermek, yani üfürmek anlamındadır. Nitekim aşk ve sev­da gibi coşkun hallerden oluşan bazı has­talıkların iyileşmesi için afsun edip üfürürler. Buradaki nefesi dışarıya gönderme ola­yı ‘Rahmani Nefes’ten istiâredir. Yani müm­kün şeylerin mahiyetleri üzere varlığı bfereketlendirmekten, ya da bir nebinin kal­bine İlâhi bir bağışla bilgi göndermekten müsteardır. Bir Kudsî Hadis’te şöyle buyu­ruyor : «Muhakkak ki Ruhu’l-Kuds benim ruhumdan üfürüldü. Hiçbir nefs rızkını ta­mamlamadıkça ölmeyecektir. Ancak rızkı güzel istemelisiniz.»

‘Şit’, İbranî dilinde, 'Allah bağışı’ de­mektir. Hakkın feyz mertebesine ilişkin olan ilim ve hikmetlerin ortaya çıkması,, bağış ve üstünlük yoluyla olup gerçekleşmesi çalış­maya, bağlı değildir. Ruhani hakikatin Şife ve nefse ilişkin hikmetin Şit (A.SJ’a ait ke­limeye özgü kılmışındaki ilişki şudur: Hz. Şit ikinci insandır. Mutlak feyzden ortaya çıkan her bilgiyi bağış yoluyla edindi. Adem, oğlu Habil’in ölümünden sonra acı ve ızdıraplannı dindirmesi için Allahtan bir çocuk dileyince, Cenabı. Hak ona Şit (A.S.J ’ı ba­ğışladı ve Şit’e verilen her şeYin külfet ve çalışmakla değil sırf vergi ve bağış yoluyla olduğundan Şeyh hazretleri, İlâhi vergi ve Rahmani bağışlan ona özgü kıldı. İlâhî hik­metleri Adem’e, Nefsi hikmetleri de Şit’e öz­gü kılmasındaki incelik şudur: Adem, âle­min bütün mertebelerini kendinde toplayan ilk insandır. Bu mertebeye yakın olan, ‘Sübhaııî Feyz’ ve ‘Rahmani Nefes’ mertebesidir. Bu da varlığın, sonsuz bağış sahibi olan Al­lah’tan gerçeklikler ve oluşlar âlemine ya­yılması demektir. Söz konusu ilgi nedeniyle İlâhî mertebe, bütün mertebeleri kendisinde toplaYan Adem’e özgü kılındı. İlâhî merte­beden sonra ‘başlangıç’ (mebdeiyyet) ve ‘varoluş’ (mevcudiyet) mertebeleri gelir. Bu da ancak Rahmani Nefes ve Sübhanî Feyz .ile meydana gelip Şit Aleyhisselâm da var­lığın kendisinde göründüğü ikinci yaratık ve bağış olduğundan, Şeyh, nefse ilişkin hikmeti Şit’in kelimesine özgü kıldı. O, bu fasşda Allah'ın vergi ve bağışlarından söz ©derk buyurur ki :

Bil ki Hakk’ın vergisi bölümlere ayrılır. Şöyle ki s Allah özellikle sadece nimet ver­miş olmak için, aynca nimetlendirdiğmden hamd ve şükür gibi bir karşılık beklemek­sizin ve cömertliğini göstermek üzere verir. Beyt:

Gönlü taşan, cömertliği sınırlan aşan kişi. Sana ne mutlu. Senin lutfunun «hiçin»! «ne kadar»! yoktur.

Senin verişin her türlü bulaşıklık ve hesap­tan münezzeh, ihsanın karşılık bekleme meylinden uzaktır.

Bu bağışı Vehhâb isminden dolayıdır. Vehhâb isminden dolayı verilen nimetlerin tümü Cennet’te olur. Yani, Vehhâb ismin­den isteyene yeteneğine göre ulaşan bu ba­ğışlar iki kısma ayrılır ı Zâta ilişkin bağış­lar ve İsimler’e ilişkin bağışlar, kaynağı ‘Zât’ olan nimetlere Zâta ilişkin bağışlar de­nilir. Zât’a ilişkin bağışlar isimler ve sıfat. lar aracılığıyle ortaya çıkar. Zira Allah Tealâ isimlere ait perdelerin ötesinden tecelli eder, zâtından tecelli etmez. Kaynağı 'İlâhî Sıfatlar’dan bir sıfat olan nimetlere, ‘isim­lere ilişkin bağışlar’ denilir. Bunun zat’tah ayrıcalığı vardır. Zât’a ilişkin bağışlar an­cak İlâhî Tecellî ile olur. Hakkın zât’ı tecel­li ettiğinde bütün isimleri içinde toplamış olan İlâh ve Allah ismiyle tecelli edeceğin­den, söz konusu bağışın özelliğiyle nitelen­miş olan Zât, tecellî ettiği kulun sureti üze­re ve yeteneğine göre tecellî eder. Çünkü İlâhî Zât’ın belirli bir sureti yoktur ki o su­retle tecellî etsin. İlâhî zat saf bir aynaya benzer ve ona bakan kimse yeteneği ölçü­sünde kendisini görür. Hak da ona yeteneği ölçüsünde belirir ve yüz gösterir. Beyt:

Görünen nesneler, üzerlerine varlık güne­şinin ışığı düşen rengârenk camlardır.

Camların her biri kırmızı, altın rengi veya san, hangi renkteyse güneşi de o renkte gösterir.

Zatî bağışların birçok mertebesi vardır. Bunlardan ilki ‘Feyz-i Akdes’tir ki, Hakk’ın Zât’ından yine onun zâtına yönelerek bu be­reketiyle ‘A’yân-ı Sabite’ ve onun yetenekle­ri meydana çıkar. İkincisi a’yân-ı sabite’den haricî külli tabiatlar üzerine ışıyan; üçüncüsü de küllî tabiatlardan tek tek varlıklar üzerine dereceleri ölçüşünce ışıyan bağış mertebesidir Bu İlâhî vergiler ayet-i keri­mede «Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi ânidir» (Kamer: 50) buyrulduğu gibi­dir. Fakat isimler, sıfatlar, ortaya çıktığı yerler ve onu alanlar bakımından çoğalır ve artar. Fakat İsimler yönünden (Esmaî) ge­len nimetler bunun tersinedir. Zira her biri belirlenmiş bir mertebeye bağlı, olduğundan ‘Rahim’ isminden sadır olan, ‘ınüntakim’ is­minden sadır olanın zıddıdır. Zatî nimetlerin masdarı Zati İsimlerdir; Allah, Rab, Melik, Kuddûs ve bunlara benzeyen isimlerdir.

İsimlere ilişkin bağışlara gelince, bun­lar bir örtü ile belirirler. Böyle bir belirlen­me ile isimler birbirinden ayrılırlar. Zevk ve vicdan sahipleri ve marifet dostlan Zâta iliş­kin bağışların arasım ve her ismin tek tek tecellisini rahatlıkla ayırabilirler.

Tecellî üçe ayrılır: Birincisi *Zâtî Tecel­li’dir ve belirtisi Zât’dan fışkıran nurların, kendisinde tecellî olunan şeyin zât ve sıfat­larını darmadağınık etmesi ve telâş içinde bırakmasıdır. Buna «Yıldırım» da denir. Ni­tekim Hz. Musaya böyle bir tecelli olduğun­da, kendisinden geçmiş ve uzun süre ken­dine gelememişti. Fakat bazı ulular tam bir fena’dan sonra ‘Hakkanî Bekâ’ ile baki olup ‘Zâti Nur’ ve Zâti Cemal’i görürler., Onlara Zâtî Tecelliden dolayı telâş ve yokoluş uğ­ramaz. Bu makam Hz. Muhammed (S.A.V.l’e, ona gerçekten varis olanlara ve onun yolunda gidenlere özgüdür. İkincisi, ‘Sıfata ilişkin tecellî’dir. Bunun belirtisi de şudur: Eğer Allahü Tealâ Celâl sıfatiyle tecellî eder­se, «Allah bir şeye tecellî edince ona baş eğ­dirir» anlammca onda gönül alçaklığı (huzu) ve huşu ortaya çıkar ve eğer ‘Cemal’ sıfatiyle tecellî ederse onda acıma, bağış, se­vinç ve dostluk meydana gelir. Üçüncüsü ise, ‘Fiillere ilişkin tecelli’dir. Halktan uzak­laşıp, onlardan gelen iyilik ve kötülüğü, fay­da ve zararı «Onlara bir iyilik gelirse ‘Bu Allah’tan’dır’ derler, bir kötülüğe uğrarlarsa ‘Bu, senin tarafmdandır’ derler. De ki: ‘Hepsi Allahtandır’» (Nisa: 78) ayetine gö­re gerçek fail olan Allah’tan bilmek ve eş­yayı onun aleti olarak görmektir. Gerek Zât’a ve gerekse Esmâ’ya ilişkin olsun bu bağışların gerçekleşmesi yeteneklere göre­dir. Mesnevi:

Hakk canlara nur saçınca yaklaşanlar eteklerini kaldırdılar.

O mir serpintisinden nasib aldılar, Tanrı­dan gayri olandan yüz çevirdiler.'

Aşk eteğini gelmeyenler nur yağmurundan mahrum kaldılar.

Cenabı Hak bütün eşyaya eşit şekilde tecellî eder, fakat ondan herkes yeteneğine göre yararlanır.. Bu durum Allah’ın «diledi­ğini yapan» oluşuna ters düşmez. Çünkü Ce­nabı Hakkın yaptığı her iş bir. hikmete da­yanır. He? şeye yeteneği ölçüşünce tecellî et­mek de onun hikmetlerindendir. Söz gelimi O, rahmet edilmesi gerekenden intikam al­maz; intikam alınması gerekene ise acımaz. Bunun tersine hareket etmek onun hikmeti­ne aykırıdır Bu, Allahü Teâlâ’nın «Rabbimiz her şeye yaratılışım veren, sonra doğru yola eriştirendir» (Tâ-Hâ 50) ayetinde be­lirtilir. Nitekim Allah, ‘ilim mertebesi’nde, varlık alanına çıkmaya vesile olan meydana çıkarılmamış külli yetenekleri bağışladığı gibi, ‘ayn mertebesi’nde de varlık durumla­rını kabul etmeye aracı olan meydâna çı­karılmış cüzî yetenekleri verir. Bundan do-; layı ‘bu hiçin yoksul oldu?’, ‘bu niçin zengin oldu?’, ‘bu niçin isyankâr oldu?’, ‘bu niçin itaatkâr oldu?’, ‘insan niçin insan oldu?’ ‘köpek niçin köpek oldu?’ denilemez. Zira İlâhî Hikmet her şeye ayn-ı sâbitesinin ge­rektirdiği oranda ve yeteneğine göre verir; sonra da ona göre doğru yola iletir. İşte bu yetenekler gerek külli ve gerekse cüzî olsun, zikredildiği şekildedir. Dolayısiyle Allah, ilim mertebesinde,, bütün a’yana yetenek şe• killerini bağışlayıp, Feyz-i Mukaddes dolayısiyle de o a’yâna dış varlıkta yetenekleri ölçüsünde perdeler koydu. . Bunun için bir şey kendi başına yetenek sahibi olamaz; an­cak ‘Feyz-i Akdes’ dediğimiz Zât aleminden gelen tecelliler sebebiyle kendisine bu varo­luş kabiliyeti bağışlanır. Mesnevi:

Tanrı vergisine kabiliyet şart değil, kabili­yetin şartı onun vergisidir.

Bu mertebe ölçüyle olur. Bunun gibi hiçbir şey onun ‘Feyz-i Mukaddes’! olmadan makbul olmaz. Bazan, gerek Zâti ve gerek­se Esmaî olsun bağışlar, bağış isteyenin hal diliyle istemesinden meydana gelir. Yoksul bir kimsenin zenginin önüne çıkması gibi. Hal diliyle istemeye uygun olan beyt:

Bende İhtiyaçlar sîzdeyse anlayış var Susuşum huzurunuzda hitaptır halimi açık­lar.

Bu yüzden o isteyenin hal diliyle isteme­si gerekir. Hal ile istemekten anlayan için bu gerektiği gibi, istemeye sebebolan şey için de bu gereklidir. Şeyh hazretleri bura­da yetenekle (istidâd) yeteneğe karşıt olan durumu birbirinden ayırmadı. Ancak «Füsûs el-Hikem» de ayırarak şöyle diyor: «Ha­kikatte ya dille, ya hal diliyle yahut da isti­dat ile istemek gerekir.» Burada halin, isti­dat ve isteğe sebep olan durumu kapsadığı görülüyor. Burada hal kelimesi istek ve isti­dadı kapsamâsaydı, zamirin hal ile isteme­ye döndürülmesi doğru olmazdı. Zira hazan bağış, bağış yapılan kimseye ansızm, iste­meden ulaşır. Bu şekildeki bağış istidat di­liyle İlâhi İsimler ve a’yân-ı sabitenin iste­ğiyle olur. İstidat ile hal arasındaki ayrım şudur: İstidat sahibi olanların çoğu istidat ve yeteneği bilmez; ancak ‘Aktâb’ ve ‘Efrâd’dan, arifler ve keşf sahiplerinden olup kaza ve kaderin sırrına ve a’yân-ı sabiteye vakıf olanlar bilirler Fakat hal sahibi olan­lar bilirler ki, istemeye sebep olan o andaki durumlarıdır. Yahut da söz ile istemek ge­rekir. Dilek hazan, ya belirli bir işte «Rabbim benim ilmimi artır» gibi sözle olur, ya­hut da belirlenmemiş bir işte, örneğin «Ba­na hakkımda doğru ve hayırlı olanı ver, muhakkak sen halimi ve hakkımda doğru olanı bilirsin» diye dilek tayin etmeden, sev­giliye istek ulaştırılır. Nitekim şair şöyle di­yor :

İşime sevgiliyi vekil bıraktım tümüyle İster beni ihya etsin isterse telef.

Söz ile istemek de ikiye ayrılır; bunlar­dan birisi insanın kendi tabiatının gerektir­diği şekilde istemesidir. «İnsan aceleci ya­ratıldı» ayetinde bildirildiği gibi, dileğe se­bep olan şey dua edenin aceleci tabiatadır. Bu kısım, eğer dilek yeteneğe uygun Olursa meydana gelmesi kolay, yoksa zor olur, «iş­ler vakitleriyle rehnedilmişierdir» ölçüşün­ce her iş bir zamana ve Saate ayarlanmış­tır. Bunun için eğer vakti gelmediyse o işin meydana gelmesinde acele etmek faydasız­dır. İkincisi, İlâhî emre uygun bir şekilde istemektir. Bu emir «İsteyin benden, vere­yim» (Mü’min: 60) emridir. Böylesine is­tekte bulunanlar kulluğuna kendi nefsi is­teklerini karıştırmamış olanlardır. Onların istedikleri ancak Allah’ın istedikleridir is­teklerinin gerçekleşmesi ihtiyaçlarının gide­rilmesi şeklinde düşünülmemelidir. Çünkü bu mertebedeki saadet sahipleri dünya ve ahireti istemekten uzak; istek ve ihtiyaçtan annmış bir durumdadırlar. Eğer halleri is­temeği gerektirirse isterler; tasarruf ve ira­desini ona teslim edip susmak gerekince de susarlar, işte bu ikinci kısımda anlatılan is­tek, hikmet ve marifet gereği olan istektir. Çünkü böylesine isteyen uyrukları üzerine tasarrufta bulunan ve hükmeden mâlik bir emirdir. Uyruğu ister dünya halkı olsun, is­terse ülke veya aile halkı olsun; yahut var* lık ülkesinin ruhanî veya cismanî kuvvetle1ri olsun bu köyledir Bu kuvvetlerden bazı­sı em irin dua ve isteği üzerine harekete ge­çer, bazısı da kaza gereği teslimiyet ve din­ginlik üzeredirler, işte bu anlatılanlardan birisine sahip olan b kimseye aklen ve şeriatçe her hak sahibine hakkını ulaştırmak için didinmesi gerekir. Hz. Peygamberin •Allahın selâmı üzerine olsun«Ailenin, nefsinin, gözünün zevcenin ve seni ziyaret edenlerin senin üzerinde haklan vardır» ha­disi bu anlama işaret eder. Yani ehlin olan yakınlarının, varlık evinde ehlin olan ruha­nî ve cismanî kuvvetlerin senin üzerinde haklan vardır. Üstüne düşen görev onlara karşı sorumluluklarını yerine getirmendir. «Nefsin sana bir bağıştır, ona yumuşak davran» sözü gereğince nefsinin bile senin üzerinde hakkı vardır. Şeriatin koyduğu öl­çüler içinde yemek, içmek ve giyinmekten hakkı olan şeyi vermek gerekir. Bunun gi­bi gözünün de senin üzerinde hakkı vardır; uyku gibi şeylerden onu alıkoymamaksın. Eşine karşı da görevlerin vardır; ona iyi davranmalı, yaklaşmalısın.

Hazreti Peygamber  (aleyhisselâm) Abdullah b. Amr b. Âs’a şöyle buyurdu: Duydum ki hep oruç tutuyor, hiç iftar etmiyormuşsun. Ya­ni bana geceleri namaz kılıp hiç uyumuyor muşsun diye haber geldi. Böyle yapma. Mu­hakkak ki gözünün üzerinde hakkı vardır. Ehlinin de üzerinde cinsî münasebetten do­ğan bir hakkı var. Oruç tut ama iftar da et. Hem namaz kıl, hem uyu.

Hazreti Sadredden Konevî ‘İcaz el-Beyan’da şöyle buyuruyor• «Bana şej hım, ima­mım, kâmillerin imamı -Allah O’ndan razı olsundedi ki: Kuvvetlerden hiç bir kuvvet yoktur ki yaratıldığı amaçla kullanılmamış olsun. Bu hakikatin bilinmesi Hakk’ın huzu­runda bu kuvvetlere hakkını teslim etmeyi ve onları yaratıldıkları üzere Hakk’ın yolu­na harcamayı gerektirir. Bu kemâlin ne ol­duğunu bilenler katında, kemâl sıfatlarla nitelenmiş bir mertebedir. Ey kardeşim sen bunu bilenlerden ol inşaallah,»

NUH (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ
SUBBUHÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Kuddûs’, mukaddes anlamına geldiği gibi ‘ba’ harfinin üstün okunmasıyla ism-i mef’ ul kipine göre ‘musabbah’, yani teşbih edi­len anlamına da gelir. Hazreti Nuh ile Subbûhî Hikmet arasındaki ilişki şudur: Nuh’­un yaratılışında tenzih etmek, yani Allah’ı noksan sıfatlarından aklamak üstün bir yer tutuyordu. Çünkü her peygamber ümmetini, varlıkların çelişkilerinden arı olan Allah’a çağırmış ve kendi durumlarının dışında özellikler atfedilmiş ilahlara tapmaktan alı­koymaya çalışmıştı. Nuh  (aleyhisselâm)’ın kavminde de putlara tapmak yaygındı. Nuh onları . putlara ibadet etmekten uzaklaştırmaya ça­lışırdı. Bundan dolayı Allah’ı ‘tenzih’ etme­ye ilişkin ‘Subbuhî Hikmet’ Nuh’un kelime­sine uygun görüldü. Bu hikmetin Nefsi Hikmet’teh sonra gelmesinin nedeni, İlâhî ve başlangıç mertebelerinden sonra Ruhlar Aleminin gelmesidir. Onlar Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih ederler. Çünkü bunların bütün olgunlukları bilfiil var olanlara oran­ladır ve eksiklikleri de ihtiyaç ve imkânla­rının belirlenmiş kadar olmasındandır. Bu­nun için Hak ancak ihtiyaç ve eksiklikten tenzih olur. Tenzihi sıfat Ruhlar Alemi’ne galip ve uygun olduğundan bu hikmetler Nefsi Hikmet’in ardına eklendi.

Hak Tealâyı tenzih eden kuldan tenzih etmek, tenzih edilmiş olan Cenabı Hakkı sı­nırlamak ve kayda bağlamaktır. Çünkü tenzih eden kul, tenzih kabul etmeyen ci­simlere ait işlerden ve varlıkların çelişkile­rinden hatta İnsanî olgunluklardan Cenabı Hakkı ayırmış olur. Bu mertebenin dışında­kiler için durum böyle değildir Çünkü bü­tün varedilmiş şeyler sırlarıyla Cenabı Hak­kın göründüğü yerlerdir. Allah «Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir» hük­münce bunlarla beraberdir. Bir yönden bu suretlerde görünen Hakk’tır-, suretler aslın­da Hakk’ın, yaratılışta ise halkındır. Nite­kim Mevlânâ Nizameddin Nişaburî, «Ku­lum şana beni sorunca de ki, muhakkak ben yakınım» (Bakara: 186) ayeti hakkında şöyle der: «Alemin zerrelerinden hiç biri yoktur ki Hakkın nuru ile kuşatılmış ol­masın. O nur o zerrelere varlıklarından da­ha yakındır, ve Allah’ın ilminden, sanatın­dan, icadından soyutlanmış değildir. Bu ko­nudan fazla sözetnıek hayal dışında bir şe­yi açığa çıkarmaz.»

Itlak da bu nitelikle nitelenmiş olan Al­lahı kayda bağlamaktır. Bunun altında an­cak kayda bağlanmış bir varlık vardır. Ten­zih eden kul Allah’ın mertebesini diğer kayıt­lardan yüksekte tuttuğu mutlaklama yüzün­den kayıtlı bir varlık tasavvuruna sahiptir. İşte bu söz konusu mutlak kılışı ile Allah’ı yüceltir. Bir durumu Allah hakkında mutlak saymanın nedeni budur ki, böylesine bir mutlak sayış saf anlamda kayıtlama demek olup gerçek mutlaklaştırmaya aykırıdır. Gerçek mutlaklayış aslında kayda bağlama­nın zıddı değil; belki varlığın gerçekliğini, birlik ve çokluğunu içine alan bir mutlaklayıştır. Oysa tenzih edişi akli olan kimse ma­rifetçe eksik olduğundan Mutlak Varlık ta­savvuru, kayıtlanmış ve sınırlandırılmış bir tasavvurdur. z

Bunun gibi, Allah’ı 'teşbih’ edenler de onu kayıtlamışlardır. Çünkü teşbih Mutlak Varlığı sınırlamak ve kayda bağlamaktır. Teşbih ve tenzihi bir araya getiren kimse gerçek arif ve dikkatli bir kâmildir. Nitekim Hazfet! Şeyh Füsus el-Hikem’de: «O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teş­bih edersen onu sınırlı kılmış olursun. Eğer her iki emri birleştirirsen doğru yolu bulur ve marifet ehlinin önder ve efendilerinden olursun.» Allah’ı zatı ve hakikatinin gereği tenzih etmek,, onu kainatın tezahürlerinden soyutlamaktır. Allah’ın teşbihi ise onun ev­ren aynasında görünüşü ile oluş ve şekille­rin birbirleriyle ilişkisi itibariyledir. Ger­çek arif her iki tarafta Hakk’ın nuru ile Hakk’ı gözler.

Hakkın Kullarından bilmelerim istediği şeyi bil. Yani «Bilinmeyi istedim ve varlık­ları yarattım» kutsal sözünün hükmünü. «Ben cin ve insanları ancak bana ibadet et­sinler diye yarattım» ayetinin de hükmünü bil. O şeyi şeriatlerin dilleriyle getirdi. Hakk’ın kullarından kendisini bilmelerini istediği gerçek yol, nebi ve resullerine indir­diği şeriatler diliyle getirilen kanıt ve bil­dirdiği marifet sırlandır Kısaca bilmen ge­reken Allah’ı nitelemek konusundadır. Ya­ni Hakk’ın nitelenmesinde tenzih ve teşbi­hi bütünlemektir. Çünkü Allah, kendini hem tenzih ve hem de teşbih etmiştir. Nitekim bir ayette tenzih ve teşbihi bir araya getir­di : «Leyse ke-mislihi şey’ün» yani, «Hiçbir şey ona benzemez.» Bu ayette «kâf» harfi­nin fazladan (zaidi düşünüldüğünde ayet tüm şeylerin ona herhangi bir yönden ben­zememesi anlamına gelir ki, bu tenzih ifa­desidir. Ayetin devamında «O işiten ve gö­rendir» buyurulması ise teşbihi gösterir.. Çünkü bu nitelikler hem Allah’a hem de kullarına verilir Eğer ‘kâf’ harfi fazladan değilse ayetin birinci yansında da teşbih sözkonusu olur. Çünkü bu halde ayet, «mislü mislihi şey’ün» yani, «hiçbir şey onun benzerinin benzeri değildir» şeklinde bir anlama gelir. Böylece ‘benzeri’ kelime­sinin yinelenmesiyle ‘Allah'ın hiçbir şeye benzemediği, şeklindeki deyiş anlam değiş­tirmiş olur. Hazreti Şeyh Fütuhat’ta buyu­rurlar ki; «Kâf’ın fazladan olmaması halin­de ortaya çıkan diğer ‘benzeri’ kelimesin­den ‘insan’ kasdedilir. Bu durum «Allah Adem’i kendi suretinde yarattı» hükmüne göredir.» Bu ayetin ilk bölümündeki tenzih­te teşbihin kaynağı, ikinci yarısındaki «O işiten ve görendir» deyişinde teşbihe ilişkin bir anlam olmasına karşılık da tenzihin kaynağı bulunur. Çünkü ‘O’ zamiri kendi­sine dayandırılan şeyden önce gelir ve ken­disine dayandırılan şey ‘elif-lâm'lı olursa münhasır olma anlamı ifade eder. Bu fesa­hat ve belagatta ünlü bir kuraldır. Sözge­lişi şu örneğe bakalım: «fülânün Hüve’rRecülü» yani «falan kimse erkektir». İşte buradaki erkeklik yalnızca o falana özgü­dür, başkasına değil. Bunun gibi, sözkonusu ayetin ikinci yarısında geçen «ve hüve’s Semîu’l-Basir» yani «ve o işitici ve gö­rücüdür» deyişindeki ‘işiticilik ve görücü­lük’ gerçek anlamda yalnızca ‘o’ zamiriyle ifade edilen Allah’a özgüdür. Seçkin insan­lar buna dayanarak Ktır’an’da geçtiği gibi tenzih ve teşbihi birleştirirler.. Eğilimleri yalnızca birine değil, her ikisinedir. İşte bunun için tenzih ve teşbih konusunda sı­nır aşılmamalıdır. Hakk’ın nitelenmesinde şeriatın diliyle belirlenen teşbihi sıfatlar konusunda akıl haddini aşmamak gerek­mektedir. Şeriat kendisine bıı konuda birşey bildirmeden böyle birşeye girişmemeli­dir.

Beyt: 40

Deneyci akıl burada kısırdır, çünkü bu olgunluk bilginin sınırından daha kötüdür.

İş bunun aksine olunca tenzih ve teş­bih etmelidir ancak. Çünkü bu alem Hakk’ın suretidir ve Hakk, bu aleme, kendine nisbetle kontrol edici güçler bütünü’demek olan bir ruh gibidir. Hazreti Peygamber, Hakk’ı bilmeyi nefsi bilmeye bağlayıp «Nefsini bilen Rabbını bilir» buyurmuşlar­dır. İşte böylesi bir akılla Allah’ı bilmek onu sonradan olan şeylerin yani yaratılmışların özelliklerinden tenzih etmektir. Demek odur ki, Cenabı Hakk’ı saf anlamda yara4 tılmış şeylerin alametlerinden ve imkan aleminin çelişkilerinden tenzih etmektir. Çünkü Cenabı Hakk’ı tenzih etmek aklın şanındandır.

Arif iki marifete sahiptir Biri şeriatlerin getirdiğinden önceki marifet, diğeri şeriat koyucudan edindiği marifet. Bu İkin­cisi Kur’an ve hadislerde bildirilenlerde ol­duğu gibidir. Fakat bu ikinci . marifetin şartı Allah’ın gönderdiğini ona geri çevir­mektir. Şeriatlerin getirdiğinden önceki an­layış ve irfan ile, akıl ve tefekkürün gerek­tirdiği ölçülerde ilahi tenzih meydana gelir. Doğrudan şeriat koyucu olan Allah’tan edi­nilen marifet özünde ise tenzih ve teşbihin arasını birleştirmek vardır. Beyt:

Elini Allah’ın sözüne ve Resul’e ait haber­lere uzat; bu ikisi dışında. ne görüyorsan efsane ve hevestir.

Arif olan kimseye düşen, şeriatın getir­diği neyse onu öylece Allah’a döndürmek­tir. Kur’an-ı azim ve peygamber haberle­rinde geçen ve sanki onu cisimlendiriyormuş izlenimini veren, kişileştiriyormuş samsım uyandıran söz ve. benzetmeleri -'Allah arşın üzerini kapladı’, ‘Allah’ın eli onların eli üstündedir’, ‘(Ey Musa) gözü­mün önünde büyüyesin diye senin üzerine benden bir sevgi koydum’ gibi ayetleri, -'Cebbar Allah ayağını ateşe bastı’, ‘Avu­cunu omuzumun arasına koydu ve güldü’, ‘Rabbimi kıvırcık saçlı bir genç suretinde gördüm’gibi şerefli sözleri yorumlamaksızın doğrulamalıdır. Eğer bu sözlerin haki­katleri kendisine açıklıysa kendine aittir. Yoksa şeriatlerin diliyle bildirildiği üzere ve «Bir şey konusunda çekiştiğinizde onu Allah’a havale edin.» emri gereğince Hakk’a teslim olunmalıdır. Onun için. Ebû Hanife Hazretleri bu konuda aynı düşünceyi besleyerek tevili uygun görmemiştir. ‘Fıkh ul-Ekber’inde: «‘Kudret eli’ sözünün anla­mını tevil etmek caiz değildir» buyurmuş­tur. Beyt:

Akıl ayağıyla yürünemez bu yol. Bilgiyle onu idrak olası değil.

Bu yolda menzil umudu olmadığı için kim­senin hayretten kazancı yok.

Eğer kendisine ilim açılırsa, hu keşif, önce geçen Şît Aleyhisselam’ın kelimesindeki hikmete ait fass konusunda, zattan gelen bağış gibidir. Sonuç olarak, Hazreti Şeyh’in demek istediği tevil etmenin olumsuz bir şey olduğudur. Nitekim ‘Fütuhat’ın önsözünde şöyle buyurur: «istiva (kaplamak, yönelmek) manevî ve akledilebilir bir hakikattir. Kendisine Zat haki­kati verilmiş her kişiye nisbet edilebilir. Ancak istiva’nm zahirî kullanımı konusun­da bizim için külfete katlanmak gerekir.» Bu konuda devamla ; «Bulut denizi Allah ve yaratıklar arasında bir geçit, bir kıstaktır, Bu denizde mümkün varlıklar alim, kadir ve diğer bütün isimlerle nitelenmiş olduk­ları gibi Hakk da hayret, gülmek, sevinç gibi belirlenmiş ve evrene ilişkin nitelikle­rin birçoğuyla nitelenmiştir. Bu durum Hakk için bir iniş, bizim içinse bir yükse­liştir.» Beyt:

Ey kardeş, o menzil için sana yol verilme­diğine göre neden yürüyüp duruyorsun? Kendi aklın birşey bildirmiyor, susmanın yeridir, neden konuşup duruyorsun?

IDRIS  (aleyhisselâm)’IN' KELİMESİNDEKİ KUDDUSÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Kuddûs’ kelimesi ‘takdis’ten türemiş­tir. Mukaddes anlamına gelir. Takdis keli. meşinin sözlük anlamı temizlemektir Is­tılahta ise Cenabı Hakk’ı şanına yakışma­yan imkân ve ihtiyaçtan, oluşa ait noksan­lıklardan ve bunlara benzer sıfatlardan te mizlemeye ve arındırmaya denir. Bu isim nitelik olarak Subbûh isminden daha çok şiddet ve belagat ifade eder. Onun için Subbuh-Kuddüs tabir edilerek Kuddüs sözü sonraya alınır. Buna dayanarak olgunluk derecesine yakınlığı yönünden Subbuhi hik­metten sonraya konuldu. Bununla birlikte Nuh  (aleyhisselâm) zaman bakımından İdris CA. S.İ’dan sonradır ve bu yönden teşbih, kapsayıcılığı dolayısiyle tenzihi içine alır. Oy­sa takdis, tenzihi içine almakla kalmaz ay­nı zamanda makamının daha kapsayıcı olmasından dolayı nitelik ve nicelik yönün­den olgunluk derecesine daha yakın olur. Nuh  (aleyhisselâm)’ın tenzihi akli bir tenzihti; İd­ris  (aleyhisselâm)’ın tenzihi ise akli olması yanında nefsi idi de. Kendinden önceki Subbuhi hik­metle ilgili olduğundan Hz. İdris’e de Kuddü41 sî hikmet. özgü kılındı. Tam bir riyazetle nefsini beden uğraşılarından, akıl ve ruhu­nu düşük sıfatlardan ve hayvani ahlâktan takdis kılıp arıttığından ruhaniyeti hayvaniyetine üstün geldi ve çoğu zaman bede­ninden kurtulup göklere yükselerek melek­lere karıştı, mücerret ruhlarla oturdu, on­larla dostluk kurdu. Onaltı sene yemek, iç­mek ve uyumaktan kesilip sırf akıl ve saf ruh oldukları da meşhurdur. Özetle, takdis her şeyden yüce olduğundan Cenabı Hakk ona yücelik bağışladı. «Onu yüce bir mekâ­na kaldırdık» ayetinde belirtildiği üzere Al­lah, onun şanını yüceltti. Bu nedenle Haz­reti Şeyh -Allah ondan razı olsunde Me­kân ve Mekânet konusunu bu fassa ayıra4 rak tefsir ve açıklamasına geçip buyurdu

ki: Yücelik ikiye ayrılır. Birincisi mekân yüceliğidir. Eğer bu Mekân’ca yükseklik Hakk’a nisbet olursa bu «O Rahman Arş’» istilâ etmiştir» (Tâ-hâ: 5) ayetinde işaret buyurulduğu gibidir. Arş, bütün cisimleri için alan uzaydır ve bütün mekanların en yücesidir; Rahman da onu istilâ etmiştir. Onun için mekân yüceliği zuhuru, isimler ve sıfatları itibariyletahakkuk eder. Fakat Allah Zât’ı dolayısiyle mekândan münezzeh ve aşkındır. VeTAmâi «kavlühü»ye yönel­tilmiştir. Yani Hz. Peygamber’in «Allah amâ’dadır» sözü, isimleri, sıfatlan ve zuhu­ratı itibariyle Hakk’ın tahakkuk ettiği me­kâna işaret eder.. Bu şerefli hadisin geliş sebebi şudur: Bir arabî Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’den, «Ey Allah’ın Resulü, Rabbimiz yaratıkların varedilmesinden önce hangi mekândaydı» diye sormuştu. Hz. Peygam­ber : «Hava üzerindeki amâ’da idi, hava al­tında değildi» buyurdu.

‘Amâ’, sözlükte ince bulut demektir. Çünkü duyularla algılanan şeylerin altında ve üstünde hava olması gerektiğinden, Hz. Peygamber bunu olumsuzlayıp öyle amâ'ki, onun altında ve üstünde hava yoktur bu­yurdular. Ama’, bu kavmin ıstılahında, Ahadiyet Mertebesi demektir. ‘Vahidiyet’ isim ve resim belirlemesinden, nitelemeler­den temizlenmiş bir mertebedir. Bu merte­beye Amâ’ denilmesi bütün mahlukun id­rak gözlerinin onu müşahededen aciz oldu­ğu içindir. Bâzılan Amâ’ mertebesinin Va­hidiyet mertebesi olduğunu söylemişlerdir. Mutasavvıflar, ince bulutun gök ve yer ara­sında perde oluşu gibi, ‘Ahadiyet Mertebesi’de Ahadiyet Göğü ile Kesret Yer’i ara­sında örtüdür derler. Uygun olan anlam da budur. Gök, Rabbani sıfat ve isimlerin, İlâ­hî tezahürün mekânı yerinedir. Buna Hak Teâlâ’nın «Gökte de ilâh, yerde de ilâh O’dur» (Zuhruf: 84) veya «Sonra göğe yönel­di» (Bakara: 29) ayetleri; Hz. Peygamber’in «Allah her gece dünya göğüne iner» söz­leri ile bunlara benzer ayet ve hadîsler işa­ret eder. Bu zuhur yerleri ve eşya Cenabı Hakk’ın isim ve sıfatlarına mekân mesa­besindedir.

İkincisi ise Mekânet yüceliğidir. Yani mertebe ve makam yüksekliğidir. Bu Allahü Teâlâ’mn «O’nun yüzü (zatı)ndan başka her şey helak olacaktır» (Kasas s 88J aye­tindeki gibidir. Eşyanın helak olmasından sonra baki kalmak, herşeye dönüş ve akış yeri olmak ve Ulûhiyet sıfatıyla tek olmak en büyük mertebedir ve bunun üstünde bir . mertebe tasavvur edilemez. İnsanlar ilim ve amel arasındadırlar. Amel, mekân yü­celiği içindir, yani amel, onu yapaniçin yüce bir mekân kazandırır. İlim ise mekâ­net yüceliği içindir, yani ilim, ona sahip olana yüksek bir mertebe ve büyük bir yer kazandırır Mekâri yüceliğinin amele ve Me­kânet yüceliğinin ilme özgü kılınması, ame­lin cesedin işi ve ilmin de ruhun adeti ol­masındandır. Bunun için ‘Mekân’ .cesedin; ‘Mekânet’ ruhundur. Amelin ilme nisbeti, cesedin ruha nisbeti gibidir. İlim amelin ru­hu ve amel de ilmin cesedidir. Öyleyse Me­kân yüceliği amel edenlerin ve Mekânet yüceliği âlim olanların olur, ikisinin arası­nı birleştirenler ise iki yüceliğe birden ula­şırlar. Mesnevi

Süleyman’ın yüzüğünün mührüdür ilim. Bütün âlem suret ve candır ilim.

Hakikat şifrelerinin anahtarı ve yara­tıkların karanlığına kandili ilimdir; varlık silsilesinin düzeni ve şühud mertebesinin tavı da ameldir. Beyi.:

«insanlar ölüdür, alimlerse diri, insanlar hastadır, alimler, hekim İnsanlar yetinmiştir lâkin alimler Bu yetinmelerin üstündedirler Nur göğüdür onlar, karanlığı -oimayan Alim yaratıkların başkanı Diğer insanlarsa sadece üyesidir -

Bir de erdem ve meziyetleri > bakımın­dan üstün kılınmış yücelik vardır. Allahü Tealâ şöye buyurur: «Siz yücesiniz ve Al­lah sizinle beraberdir» (Muhammedi 351. Yücelikte Allah’ın sizinle beraber olması tecellî ve zuhuru açısındandır. Çünkü me­kân cisimlerin özelliklerindendir; yoksa Al­lah’ın, -zatı itibariyle, cisimlerle aynı mekânde olması düşünülemez. Çünkü Allah zaman, mekân ve cisimlere ait tüm özellik­lerden arınmıştır.. Fakat Mekânet yüceliği manevî bir iş olduğundan Allah, isim ve sıfatlarıyla olduğu gibi insanla da tecellî eder. Mesnevi •

time dönsem onun eyvanıdır, cehle dön­sem Onun zindanıdır. .

‘ Öfkeye ve savaşa, dönsem O’nün kahrının aksi, barışa bağışlamağa dönsem O’nun şef­katinin aksi.

«Allah sizinle beraberdir» sözünden sonra Hak Sûbhanehü «O sizin amellerini­zi eksiltmeyecektir» sözüyle bu. ümmeti şe­reflendirdi. Böylece onlar Mekân ve Mekânet yüceliğini kendilerinde toplarlar. Yani bu «Ey Muhammed dininiz sizin agelleri­nizi azaltmak ye yok etmez, aksine amelle­riniz sebebiyle yüksek derecelere ulaştırır. Mekân ve Mekânet yüceliğini kuşatırsınız» demek olur. Sözü edflen bu yücelik, Hak­kın türlü zuhur yerlerinde olan tecellisine yöneliktir. Böylece göresel değişmeler ve vehmi üstünlükler meydana gelir.; Haki­katte ise böyle değildir. Ahadiyet Mertebesi’ne oranla yücelik ve alçaklık düşünüle­mez. Cenabı Hakkın mertebe ve zuhur yer­leri, dolayısiyle bir şeyde olan tecellîsinden, diğer bir şeyde olan tecellisi daha yüksek­tir. «Hiçbir şey onun benzeri gibi değildir» ayetinde olduğu gibi Nitekim bu mertebe­ye mensup olmak eğer 'Kâf harfi dolayısiyle olursa ‘Leyse ke-mislihi şey’ün* de­mekle tecellîde benzerlik ortadan kalkmış oluyor. Eğer *Kâf harfi olmazsa benzerinin benzeri olumsuzlanmış olur ki benzeri, «Al­lah, Adem’i kendi suretinde yarattı» hük­münce «insan» olur. Tıpkı Allahü Teâlâ’nın «Ben sizinle beraberim, görür ve işitirim» (Tâ-hâ: 46) sözü gibi. Bu mertebeye nisbet Allahü Teâlâ’nın Musa ve Harım  (aleyhisselâm)’a olan sözü gibi ki, onlara «Ben sizin sureti-, nizde tecellî ederim, işitir ve görürüm; siz de benimle işitici, görücü ve benimle Alim. Mürîd ve Kâdir’siniz» demek istedi. Yine «Ben acıktım, beni doyurmadın» anlamında­ki kudsî hadis gibi..» Mesnevî'de olduğu gibi

Hakk’tan Musa’ya bir hitap geldi «Ey ay doğuşunu koynunda gören

Seni İlâhî nurumla aydınlattım. Ben Hakk­ım. Hâsta oldum da beni görmeğe gelme­din»

«Ya Rab» dedi Musa «Sen her türlü eksik.

İlkten münezzehsin. Akıl karıştı; bû sözü, açıkla, lütfet»

«Eğer seçkin, has bir kulum hasta olursa, o benim, dikkat et.

Özrü benim özrüm, hastalığı benim hasta­lığım olur»

Kim Allah’a yakın Olmak isterse evliya hu­zurunda bulunsun.

İBRAHİM ( aleyhisselâm) IN KELİMESİNDEKİ MEHÎMÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Mehim’ kelimesi edilgen isimdir. Teheyyüm ve heyemân sözcüklerinden türe­miştir. 'Heyemân', şiddetli aşk, ve aşın sev­giden oluşan şaşkınlığa denir. Aşk ve sev­gi, Cenabı Hakk’ın, tecellîlerinden oluşur; O’nun Celâl oluşuna ilişkin tecellîlerden, insanlar arasında meczublara, yetkin velî­lere de bu cezbe ve heyemândan nasip var­dır. Sülûkun başlangıcında da sonunda da bu nasip sözkonusüdur. Bu cezbe ve heyemânla mehîmî hikmetlere ulaşılabilir.

Söz konusu mehîmî hikmetin Hazreti İbrahim’e nisbet edilmesinin sebebi şudur: Cenabı Hakk zuhur ettiği yerlerde, zatî kimliği ve subutî sıfatlarıyla Ademoğullan içinde önce Hazreti İbrahim’e tecellî etti. Hazreti İbrahim böylece sevgi, dostluk, şaş­kınlık ve hayretin mazharı oldu. Bu sevgi ve yakınlıktan diğer peygamberler de his­selerini aldığından, Hakk ile kulunun ara­sındaki sevgi ve yakınlığın araştırmasına girişen Şeyhi Ekber buyurur ki:

Kulu» ayn (yanî gerçekliğinin) sabit kılınması gerekir. Yani kulun varlık gerçe­ğinin ‘fenâfillah’ makamında sabit ve bakî olması gerekir. Çünkü fena’ dan murad, kulun gerçek varlığının yok olması demek değil, aksine zayıf nurun, kuvvetli nur için­de kaybolmasıdır. Yıldızların güneş ışığın­da kaybolması gibi. Dolayısıyla Fenâ’ kulun bir vehim olan zahirî varlığında Hakk var­lığının yayılması ve onu kaplamasından ibarettir. Mesnevi şöyle det;

Demirin rengi ateşin renginde yok olmuş­tur; ateşçe konuşmakta, ateşçe susmaktadır Ateşin rengi ve tabiatıyla ihtişamlıdır; ben ateşim, ben ateşim der

Maden çıkan altın da kızıllaşınca hal diliy le ben ateşim, der

İnsan Taun nuruyla aydınlanınca melekle­rin secde ettiği seçkin varlık olur.

îşte o zaman Hakk’ın, kulun gözü, ku­lağı, dili, eli, ayağı olması doğrulanmış olur. Bu değerlendirme şu kudsi hadisin gerek­tirdiğine göredir: «Kul, nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşınca Cenabı Hakk sevgisini onda başat kılar. Kulun zahiri ve batım. Hakk’ın nurlarıyla boyanır.. O’nunla işitir. O’nunla görür, Ö’nunla konuşur, O’nunla yürür. Böylece Allah, önce geçen anlamda kulun organlarını ve beden kuvvetlerini kendi kimliğiyle genelleştirmiş olur. Ce­nabı Hakk kimliğiyle zuhur ve yayılması­nı kulun batini kuvvetlerine ve organları­na dağıttı. Çünkü görme ve işitme kuvvete ilişkin, el ve ayak organlara ilişkin isimler­dir Yukarıdaki şerefli hadiste Hakk Teâlâ’nın kulun ham zahiri, hem de batini gözü olduğuna dâir bir uyan vardır. Ama bu ya­kınlık hulul ve ittihad anlamına olan ya­kınlık değildir. Aksine O’nun şanına uygun, hulul ve ittihadın sözkonusu olmadığı ya­kınlık ve bitişmedir.

Bu, nafilelerle oluşan yakınlığın bir so­nucudur yani bu minval üzere olan yakınlı­ğa 'nafilelerin oluşturduğu yakınlık’ derler ki kul zahir olup, Hakk gizli ve örtülü bir şekilde kulda kuvvet ve alet yerine geçer. Farzlarla oluşan yakınlığa gelince, onun so­nucunda Hakk seninle işitir ve seninle gö­rür. Farzların oluşturduğu yakınlıkta ise, nafilelerle oluşan yakınlıkta olduğu gibi Hakk kulda gizli değil, kul O’nda gizli vö örtülüdür. Hakk senin zatında zahir olup, sen O’nda gizli ve örtülüsündür. Sen O’na alet yerinesindir. Nitekim «Attığında sen atmadın, fakat Allah attı» ayetindeki an­lamda işte bu yakınlığa işaret vardır. O Hâzretin vücudu, Hakk’a alet olmuştur. Nafilelerle edindiğin yakınlığın sonucunda O’nunla görür, O’nunla işitirsin. Nafileler sonucu kendine tecellî olunan kimse yete­nek miktannca bu tecellîyi algılar. Farzlar­la edinilen yakınlık sonucundaysa bütün anlaşılacak şeyler anlaşılır. Bu sırlan anla.

İSHAK  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ HAKKİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Hakk bilme’ye dair olan hikmetin özü şu sebepten dolayı İshak Aleyhisselâm’ın kelimesine dayandırıldı:

Hazret! İbrahim bir gün düşünde oğlu İshak’ı kurban ettiğini gördü. Ona danışa­rak dedi kj : «Oğlum seni rüyamda kurban ettiğimi görüyorum, sen de bak ne göre­ceksin?» (Saffat: 102) Hz. İshak da bu rü­yayı hak ve sabit görüp : «Baba, emredildi ğin şeyi yap ve rüyam gerçekleştir.» dedi. Nitekim bu meyanda olmak üzere Hz. Yu­suf da : «Rabbimin gerçekleştirmeden ön­ce rüyasını gösterdiği şeyin tevili budür.» tYusuf:. 100) demiştir.

Rüyayı hakikat bildiği için Hakk teri­mine ait hikmet O’na dayandırıldı. Resulullah’ın ashabı ve tefsirciler bu konuda an­laşmazlığa düştüler. Hazret-i Ali, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Selâm, İkrime, Katâde, Mukâtil, Kaab ül Ahbar ve Vehb b. Münebbih, Hazreti İshak’ın kurban edildiği kanısmdaydılar. Yahudîlerin haberleri de bu meyandadır. Tevrat, kurban edilenin İshak olduğunu yazar. Hazreti îbn Abbas, İbn Ömer, Mücahid, Muhammed bin Kâb el-Artubi ve el-Kelbî Hazreti İsmail’in kur­ban edildiği düşüncesindedirler. Kitab ve sünnete uygun olah da budur. Kitap’ta olan delil; «Biz O’nu büyük bir kurbanla yükümlü kaldık» (Saffat: 107) ayetinde kurban hikâyesinin bitmiş gözükmesidir. Onu takib eden ayette  ise; «Biz O’na îshak'ı muştuladık.» denmektedir. Allah’ın Resulü de, «Ben kurban: edilenlerin oğlu­yum» buyurdular. Bununla şunu demek is­tiyorlardı; Kurban edilenlerden biri ataları Hazreti İsmail, diğeri ise babaları Abdul­lah’tır. Rüya, hayal aleminde görülen bir şey olduğundan Hazreti Şeyh ‘Hayal Mertebesi’nin araştırılmasına geçip şöyle buyu­rurlar :

Hayal mertebesini bil ki hayal âlemi iki kısma aynhr. Bir kısmına ‘Mutlak Hayal’ veya ‘Misal Âlemi’ derler. Bu, büyük âle­min hayalidir. Bir kısmına da ‘Bağlanmış (mukayyed) hayal’ denir ki Misal Alemi­ne bitişiktir. Onun bir cetveli gibidir. Bu hayal de insanm vücudunda olan hayaldir. ‘Hayal Âlemiruhani bir cevher, ve nuranî -bir âlemdir. Hissedilebilirliği vemîkdanmn belli oluşu açısından cismanl cevhere benzer.Nuranî olmasıyla da mücerred ru­hanî cevhere benzer. Salt.soyut bir maddî cisim olmadığı gibi sırf aklî mücerred bir cevher de değildir, iki şeyin arasında sınır

55 olan bir geçit ve iki alemin arasım ayıran bir çizgidir. Ve bütün cisimler aleminin su­retlerini içine alır. Nitekim şöyle buyuru­yorlar: Bu mertebe bütün şeyleri ve şey ol­mayanları; bütünüyle içine ahr. Çünkü bü­tün varlığın aynası ayni yani varlıkların gerçekliklerine ilişkin, bütün yokluğun ay­nası da gaybi yani gayb alemine ilişkindir. Her şeyin bir benzeri bu âlemde var oldu­ğundan ‘Îşrakî’ filozofları bu âleme yedi ik­lim, hakikatin arzı, işbah (benzetiş, hayal)' âlemi, misal âlemi derler. Nitekim Mevlana Saadeddin Taftazanî Makasıd Şerhi adlı eserinde îşrakılerden naklederek buyurur­lar ki: «O âlemde mücerred olsun, cisim olsun, araz olsun, ta onların hareketlerine sükûnlarına, tad ve kokularına varıncaya kadar bütün varlıkların zatıyla kaim; ör­nekleri vardır». Hoşnudluk verici ahlak ve dosdoğru amellerin örneği bu âlemdeki meyve kokulanma yerini tutar. İçmek is­teyenlere lezzet nehirleri olur. Reddedilmiş ahlak ve kötü amellerin bu âlemdeki ör­neği hayatın akrepleri, irin ve karanlığın yerinedir. Hangi sıfat dünyada insana üs­tün ise berzah aleminde o sıfat, ona uygun bir biçim alır. Sözgelimi kişi, eğer kendisin­de kibir üstün gelirse panter, öfke ve haset üstün ise deve, şehvet ve değerbilmezlik üstünse domuz ve eğer hırs ve emel ege­mense fare ve kannca biçimini alır. Mesne­vi :

Gönüle yer leğen her hayal rnahŞer günü bir surete bürünecektir

Vücuduna hakim olan her halin aynı şekil üzre haşiri mukadderdir

Nasıl mahkumun üstünden işkence senin elinle kalkmışsa, ötedeki'ağacından da zak­kum öylece kalkacaktır.

Bu söz yılan ve. akrep gibidir, yılan ve ak­rep olup kanını alacaktır.

«Ümmetim on sınıfta haşrolur, bazısı maymun suretinde, bazısı domuz,. vd.» ha­disi bu anlama işaret etmektedir. «Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu kirletip örten ziyana uğramıştır.» (Şems; 9 10) «O gün ki ne mal, ne de oğullar fayda vermez. An­cak Allah’a selim bir kalb getirenler müs­tesna.» (Şuara: 88 89) ayetlerinin bildir­diği üzere, nefsini temizleyen, kalbini Al­lah’tan başka şeylerden arıtan. bu sıfatlar­dan kurtulur. Harikulade durumların bir çoğu, keşif ve kerametler sözü geçen alem­den zuhur eder. Bazı büyüklerin kendi va­tanında bulunduğu halde başka bazı belde­lerde görünmeleri gibi. Kısaca bu alemin acaipliklerine, garipliklerine sön yoktur. O alemde, içinde yaşadığımız hayal alemin­deki özelliklere ait her şeyin bir biçimi var­dır. Bu hayalî hasletler için var ya da yok olan her şeye biçilmiş tasvirî hikmetler var­dır o alemde. Onların suret ve misalleri o alemde tasavvur olunur, insanların bilgini îbn Abbas’ın rivayet ettiği hadiste anlatıl­dığı gibi; Peygamber şöyle diyor: «Bu Kâbe ondört evden biridir. Yedi arzın herbirinde de bu evlerin bir benzeri yaratıldı. İnsanlar içinde de îbn Abbas benim benzenindir.» Bu rivayet keşif ehli tarafından doğrulan­mıştır. Bu tasviri hayalin hepsi hak ve sa­bittir. Çünkü külli manalar önce ümmü’lkitaptan alemin kalbi yeri de olan levh-j mahfuz’a, oradan misal alemine inerek be­den kuşanır, biçim kazanır Ondan sonra duyulur aleme inip görünür. İnsan varlı­ğında oluşan hayalin de bir ucu misal ale­mine diğer ucu kendi nefsi ve bedenine bi­tişiktir. Sevdaya tutulanlar gibi karışık mi­zaçlı olanlarda ya da uykunun bastırması yüzünden insan varlığında oluşan hayalde süfli yönden bir suret görünse, işte bu görüntülerin-gerek melankolik mizaçlıların bozük hayalleri olsun,. gerekse uykunun bastırması yüzünden görünen hayaller ol­sungerçeklikleri yoktur. Çünkü bunlar oy­naşıp duran hayallerden oluşan karmakarı­şık rüyalardır. Ama eğer hayalin görüntü­sündeki tasvir ulvî cihetten yani Misâl Alemi’nden inerek geliyorsa temsilî suretler is­ter uykuda olsun, isterse uyanık halde ol­sun hak ve sabittir. Çünkü Misâl Alemi Hakk’ın ilim hâzinesidir. Onda yanılgının olabileceği düşünülemez.

Buna göre hayalî tasvirler iki kısma ayrılır: Bir kısmı hayalî suretin, hayalin dışındaki duyulur suretlere uygun olduğu tasvirlerdir. Buna Keşf de denir. Keşf ve 58 yoruma ve açıklamaya ihtiyacı yoktur. Hazreti Peygamber Aleyhisselâm’ın başın­dan geçen bir takım olaylar gibi. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle anılır: «Anadolsun ki Alalı, Resûlune Hakk olarak gösterdiği rüyayı onadı. İnşallah emin olduğu­nuz halde, başınızı. traş etmiş ve (saç ve tırnaklarınızı) kısaltmış olarak Mescid-i Haram’a gireceksiniz.» (Feth: 27). Hazreti Resul Hudeybiye’ye doğru yola çıkmadan önce rüyasında kendisinin ashabıyla Mescid-i Haram’a emniyet üzere ve başlarını kazıtmış olduğu halde girdiklerini gördüler. Hicretten altı yıl sonra aynı şekilde Mes­cid-i Haram’a girdiler. O Hazret’in gördü­ğü bu gibi rüyaların pek çoğu gerçekleşirdi. Nitekim Hazreti Aişe’den şöyle bir riva. yet gelmiştir: «Allah’ın elçisine vahy, baş­langıçta rüya ile geldi. O hiç bir rüya gör­memişti ki sabah aydınlığı gibi çıkmış ol­masın.» Hayalî tasvirlerin diğer kısmıysa hayalî sûretin, hayalin dışındaki duyulur suretlere uygun olmadığı kısımdır ki onda tabir yapılır. Bu ikinci kısımda görülen ha­yal, kendi dışmdakirie uygun olmayabilir. O zaman görülen hayal yorumlanır. Yani görülen hayalî suretler ona uygun olan du­yulur alemdeki suretlerle yorumlanır. Nite­kim Hazreti Peygamber rüyasında kendi­sine verilen bir kâse sütü içer ve bir ağız dolusu yudumu da -Hz. Ömer’e verir Bu

.59 rüyayı ashabına anlatır. Ashab sorar: «Bu­nu neyle yorumladınız ey Allah'ın Resulu?» O da «İlini ile» diye cevap verir. İlim ru­hun gıdası olduğu gibi, süt de bedenin gı­dasıdır. Böyle bir ilişkiden kalkarak,: süt ilimle yorumlanmıştır. Bunun gibi Hazreti Yusuf da babasına bir gün şöyle demişti: «Ey babacığım, ben rüyamda onb'ir yıldız, güneş ve. ayın bana secde ettiklerini gör­düm.» Kırk sene sonra babası, anası ve onbir kardeşi kendisine bağlanmış, bu duru­mu onlar da gözleyince Yusuf şöyle demiş­ti: «Bu rüyamın tevilidir. Rabbim onu ha­kikat kıldı.» Buna benzer bir şekilde ada­mın biri bir gün îbn Sirin’e geldi ve : «Rü­yamda elimde bir mühür gördüm, onunla erkeklerin,ağızlarını,, kadınların tenasül or­ganlarını mühürlüyorum.» Şirin şöyle de­di : «Sen ramazanda sabahtan önce ezam okuyacaksın.» işte bu rüya ile yorumu ara­sındaki ilgiyi dirayet sahipleri bilirler. İn­sanın rüyasının bazen doğru, bazen yanlış çıkmasının nedeni de şudur: Eğer bir kim­se tam bir yönelişle ibadet eder, hoşnutluk sebebi iyi huylarla ablaklanır, kötülükler­den nefsini temizler, beden sıhhati ye mP zac ılımanhğı ile zikre devam eder, sürekli abdest alarak vücudunu tertemiz eylerse onun rüyası gerçekleşir. Yok eğer bunların aksine olursa karmakarışık ve doğru çık­mayan rüyalar görür sadece. Nitekim Şeyh Sühreverdi, ‘Avârif ei-Maârif’ adlı eserinde

an temiz olduğu halde uyursa ruhu arşa yük­selir ve rüyası doğrulanır. Eğer temiz uyu­mazsa ruhu yüceliklere ulaşmaya kısa ka­lır ve uyukusu karmakarışık rüyalarla do­luşur’.' Temizlikten murad, batın! temizlik­tir. Arzuların pisliğinden, dünya sevgisinin bulanıklığından temizlik. Nefs bayağılıklar­dan temizlendiğinde, kalb aynası cilalanır ve ‘levh-i mahfuz’ ile karşı karşıya gelir, kal­binde gaybın acayiplikleri bezenir.» Bütün bunların gerçekleşmesi için temel gereklilik mizaç ılımanlığıdır. Bu görülenlerin tabi­rinde bir kural ya da yasa yoktur. Bazen olur ki peygamberler ve sıddikler bile tabi­re güç yetiremeyip, gerçeğini bilemezler. Nitekim Buharî, Müslim ve Ebü Davud îbn Abbas’tan şöyle rivayet ederler: Birgün bi­risi Allah Resulüne gelip, «Ey Allah'ın Re­sulü, bu gece rüyamda bir buluttan yağ ile bal yağdığım, ondan halkın bazısının faz­lasıyla, bazısının da azıcık, nasibi kadarınca topladıklarını gördüm. Ve sonra yeryü­zünden gökyüzüne uzatılmış bir ipe tutu­nup yükseldik. Sonraları bir kişi daha ipi tutup yukan çıktı. Son kalanlardan biri da­ha ipe tutundu ve çıktı. Sonra ip koptu. Son­ra biri tekrar bağlayıp ekledi, ve yukarı­ya yükseldi». Ebu Bekir bunun üzerine «Ey Allah'ın Resulu izin verirsen bu rüyayı ben yorumlayayım» dedi. Gerekil izni alınca yo­rumlamaya başladı: «O bulutla kastedilen İslâm’dır. Ondan yağan yağ ile bal işe Kur’ an’dır. O’ndan bazısının feyz alması çok, bazısının azdır İpten kasıt sapsağlam bir ip olan Şeriat’tir. O’na tutunup Hakîkat’ın yü­celiklerine çıktın. Senden sonra iki kişi da­ha Şeriat ipine tutunup yükseklere çıktı. Sonra ip koptu. Onu yine bir kimse bağla­dı ve yükseğe çıktı. Bu yoruma ne dersiniz Ey Allah’ın Resulu, yorumum yerinde mi?» Hazreti Resul «Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış» buyurdular.

Bunun gibi Hazreti İbrahim Aleyhisselâm rüyasında bir rivayette İsmail’i, di­ğer rivayette İshak’ı boğazlarken gördü. Bu rüyayı zahiri gerçeğine yükleyip, oğlu­nu boğazlamaya karar verdi. Oysa Allah’ın bundan muradı koç boğazlamak yolunday­dı. Bu ikisi arasındaki zat ve sıfat açısından olan ilgi Ortadadır. Zat yönünden plân, ilgi; oğlunun da koçun da Hakk’ın mazharı ol­ması nedeniyledir. Sıfat yönünden olan il­gi ise her birinin Hakk’ın emrine bağlılık ve teslimiyetlerinin aynı oluşu nedeniyle­dir.

İnsanlar bu rüya olgusu karşısında iki kısımdır: Alim ve Öğrenci olarak. Alimin rüyası doğrulanır. Öğrenci ise rüyasını doğ­rular. Ta ki Cenabı Hakk, o öğrenciye keşf ettirdiği suretle ne demek istediğini öğretinceyek adar. Âlim olan, rüyasında ger­çekleşecek şeyleri görür. Yani rüyasında gördüğü suret doğru olup, onu yorumla­mak konusunda öğrenmeye gerek duymaz. Çünkü böyle bir durumda görülen rüya, mutlaka Allah Teala’nm onun aynen gör meşini dilediği surettir.. Öğrenci ise uyku­sunda gördüğü suretleri doğruluğuna erdi­rir, Böyle olanların rüyası öğrenmeyi ve yo­rumu gerektirir Hazreti İbrahim’in rüyası bu kesime girer. Çünkü Cenabı Hakk ona seslenip şöyle demişti: «Ey İbrahim, rüyanı doğruladın.» ve yorumlamadın. Bu anlamı iyice belirginleştirmek için şunu söylemeli­yiz. Allah «Ey İbrahim rüyan konusunda doğrulandın.» buyurmadı. Eğer murad, su­reti aynen görmek ile ilgili olsaydı anlam hafifletilerek «Rüyan konusunda doğrulan­dın» buyurulurdu. Bu rüyanın yorumlan­ması gerektiği de böylece ortaya çıktı. Al­lah en doğrusunu bilir.

İSMAİL (aleyhisselâm) IN KELİMESİNDEKİ ÂLÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Alt hikmet'in İsmail’e ait kelimeye öz­gü kılınmasının nedeni şudur: Hazreti Hakk, inşam «Rabbinih katında nza gör müştür.» nassıyla, «doğruluk dili» ve Ever­diği sözü doğrulayan» gibi niteliklerle nite* ledi. Onu rÂlî’, yani 'Yüce’ isminin mazhan kıldı. Bunun için onun Rabbı katında nzâ görmüş olması yücelik (uluvv) mertebesine, sözünü doğrulayan özelliği ise yükseklik (sümüvv) mertebesine işarettir, özellikle bü mertebeyi üstünde taşıyan peygamberlerin en kâmili Hz. Muhammed’dir, selam ona ol­sun. OHazret’in soy zinciri Hz. İsmail’e ka­dar uzanır. Âlî ismi, zata ait isimlerden bi­ridir. Böylece Hazreti Şeyh gerek zat, ge­rekse isim ve sıfat yönünden Hz. İsmail’in mertebesinin açıklanmasına geçerek diyor ki:

Yaratılmamış haliyle alemin varlığı, sonradan vücud bulan varlığında bir çok nisbetleri gerektirir. Bu cümle, gelecek her­hangi bir soruya cevap şeklinde söylenmiş bir cümle şeklidir. (Cümle-i Müste'nife). Yani, yokluktan varolan imkân! varlık neyi gerektirir sorusuna karşılık, bu imkân ale­minin varlık ve yaradılışında gerçekleşen bir çok nisbetleri gerektirir buyurmuşlar­dır Bu çok sayıda nisbetle anlatılmak iste­nen, Hayat, İlim, İrade, Kudret... gibi İlâhî isimlerdir. Eğer bu İlâhî nisbetler olmasay­dı varolan ile vareden arasında ilişki kuru­lamazdı. Bu İlâhî nisbetler varlıkların bağ­landır.

Yaratılan mümkün varlıklar yaradılışlannda bir çok nisbetleri gerektirmeleri ya­nında isimleri de gerektirirler. Burada isim­lerle anlatılmak istenen İlâhî sıfatlardır. Eğer sıfatların akıllarla anlaşılabilecek bir yönü vrsa, zattan ayrıdırlar. Yok eğer kendinden gerçekleşen bir yonu varsa, zatın kendisidirler. Sözgelimi; Alim, ilim sıfatı itibariyle zattır. Bunun gibi Ka­dir, kudret sıfatı itibariyle zattır. Artık bi­lindi ki isimler anlaşılabilirlikleri yönünden birbirlerinden ayn, başka ama gerçeklik açısından zatin kendisidir. İsim ve sıfatlar işte sözü geçen nisbet ve itibariliklerdir. Beyt:

Ey her şeyde zatı her türlü ayıptan münez. zeh olan! Senin hakkında ne şu ne de budur denebilir.

Akılla düşünürken herşey zatından ayn sı­fattır; senin gerçek ilmin ulaşınca herşey zatınla ayın.

Demek ki bu bir çok isim ve nisbetlerin toplamının, alemin varlık bütünü olması

65 gerekir. Yani, bu bir çok isimlerin bir araya gelmesiyle âlem meydana gelmiştir. Çünkü âlemin her parçası bir ismin ma^handır. Bütün bu varlıklar jlâhî isim ve sıfatların mazhandır. Âlem bir tek zattan varedilmiştir. Demek o ki, imkânî âlem, zatında hiçbir şekilde çokluk bulunmayan varlık­tan varolmuştur. Çünkü hakikatlann haki­kati olan İlâhî zat tüm eşyanın hakikatidir O bir ve tekdir. Şayi ve çokluktan uzaktır Ama kâinatın mertebelerinde bir çok tecel­lîlerle, sayışız belirlemeler itibariyle cev­herler ve onlara uyan arazlar şeklinde gö­rünür ve kendini gösterir. Dolayısıyla tek olan zatın sıfatlar, çeşitli isimler, bir çok cevher ve araş şeklinde tecellî etmesinden vahdetin gerçekliğine halel gelmez.

-İsimlerin niceliğiyle ilgili olarak mey­dana gelen çokluğun tekilliği zatın kendisi­ne mensuptur. Çokluğun tekliğiyle anlatıl­mak istenen tüm isimlerin tek olduğu bir mertebe olup ona ‘Vahidiyyet’ denir. Bu mertebe zatın bütün sıfatlarla nitelendiği ve bütün isimlerle isimlendiği yerdir. Zatın her ismi tekliğe işarettir. Îsîm, Zat’ın özel bir sıfatla zuhurundan ibarettir. Meselâ o izzet vepci ve zillette bırakıcıdır dediğimiz­de, bu ikisinde de tecellî eden tek zattır. O bağışlayandır ya da engelleyendir desek yi­ne aynı.

Dolayısıyla isimlerin zuhur ederken 66 meydana getirdiği çokluk, aslında tekliktir ve bu teklik Zat’a nisbet edilir.

Vabidjyet mertebesinin gerçekliği şu­dur : Bw mertebes isimlerin zuhurundan sonra oluşan belirleme ve kayda bağlama­ların tümünden soyutlanmış olması açı­sından Hakk’tır. Buna karşılık isini ve sı­fatlarla giyinmiş; belirleme ve kişileştirme ile belirginlik kazanmış , olması açısından Halk ve alemdir. Alem Hakk’ın zahiri ve Hakk alemin batınıdır. .Alem zahir olmadan önce Haklan kendisi idi.. Hakk ise zahir ol­duktan sonra alemin kendisi oldu. Teklik gerçekliğini, zahir ye batının, ezelî ve ebe­dinin, ilkliğin ve sonluğurı itibarî ve. zata nisbetle oluşuyla kazanır. Beyt;

, İlk O, son O, Zahir O, Batın OOndan, Ön., dan olandan başka kimseyi bilmiyorum.

Çünkü alemin hakikatlan O Zattan va­rolmayı isterler. Mutasavvıflarca ‘a’yan-ı sabite’, filozoflarca ‘mâhiyat-ı eşya’ denilen alemin hakikatleri, istidatlarının diliyle vü­cuda kavuşmayı mutlak Feyyaz olan Zattan isterler. O mutlak Feyyaz olan Allah da on­lara istidat ve kabiliyetleri, ilminde nasıl ve . neyi gerektirecek şekildeyse ona göre var­lık verir. Cenabı Hakk onlan ancak bu ha­kikatlerin istidat ve kabiliyetlerine göre va­reder. Yani varoluş ancak bu âlem haki­katlerine bağışlandığı kadarıyla olur. Ama

akıl ve vehim şöyle bir hükme varabilir Varlığı mümkün olanın hem bir şey olma­sı, hem de olmaması kabildir. Bu kabiliyet­ten olan bir hakikat için her ikisi de eş­değerde mümkündür. Gelgelelim kader sır­rının kendisine açıldığı kimseler bilirler ki a’yan, yani alemin hakikatleri ‘kılınmış’ değildirler. Yani onlara bir ‘kılan’ın o şe­kilde ‘kılık’ vermesi söz konusu değildir. Çünkü bunlar Allah’ın ilmindeki ezeli su­retlerdir. Iş böyle olunca doğru yolu bula­nın Allah ilmindeki hakikati neden hidaye­ti gerektiren bir şey olsun? Aynı şekilde sa­pıklığa düşmüş olanın Allah’ın ezelî ilminde­ki hakikati niçin dalâleti gerektiren bir şey olsun diye sorulabilir. Peki ama o zaman da, köpeğin hakikati yani Allah'ın ezelî il­mindeki sureti niçin köpek kılındı, insanın gerçekliği neden insan kılındı denir mi?. Denmez. Çünkü A’yari-ı sabite dediğimiz nesnelerin sabit gerçeklikleri ya da onların Allah’ın ezeli ilmindeki suretleri ve aym za­manda Rabbani sıfatların mazharlarıdır. Aynı zamanda ezelî Zat ile kaim olan isim ve sıfatların gerçeklikleridirler. Dolayısıyla zahir olanla mazhar olan Hakk’ın kendisi olunca bu sualin sorulması gerekmez. Çün­kü kabul eden belki demeden kabul eder. Reddedense belki demeden reddeder. Kaldı ki gerçeğe kalbleri örtülü olanlara «O yap­tıklarından sorumlu değildir» diye cevap verilir o kadar. Bey t:

Cenabı kibriya her türlü kayıttan azade, her türlü kıyas ve hayalden münezzehtir. . Ey nâ ehil kişi ezelde ne oldu da bu kişi Muhaınmed şu ise Ebu Cehil oldu

Şu işkence dediğin ilim ve adaletin ta ken­disi, bu eziyettir dediğin lutuf ve rahmetten başka bir şey değil

Öyleyse gel yavrucuğum kadere teslim ol, Allah'ın takdirine rıza göster.

Şimdi eğer âlem mümkün olmasaydı da varlığı imkansız, olsaydı, varlığı nasıl kabil olurdu.

Yani hakikatler aleminin değişmesi im­kansız olduğu için bu alemin var olmaya kabiliyet ve istidadı nasıl olurdu düşün. Ol­mazdı doğal olarak, çünkü varlığı imkânsız olan şeyin varlığı mümkün olmaz. Varlık alemi ancak iki şekilde varolur: İlki Al­lah’ın kendine nisbet ettiği ilahi iktidardan ki biz onu önceden anlatmıştık diğeri «kabul» dend olayı. Birinci şekil isimlerden or­taya çıkan çokluğun tekliğidir. Bu daha ön­ce geçmişti hatırlarsınız. Diğeri ise kabul nedeniyle yani eşyanın hakikatinin ve a’yan-ı sabite’nin kabiliyetinden dolayı ger­çekleşen varoluştur. Muhal yani imkansız olanın zaten varoluşa kabiliyeti yoktur. Çünkü saf yokluk ve zati imkansızlık varo­luşu ve varlığa kavuşmayı asla kabul et­mez. İşte âlemin varoluşu ilahi iktidar ve sözkonusu kabul ile olduğu için Allah’ın buyurduğu ‘ol’ sözü İlahî iktidara, «O da oluverir» sözü mümkün şeylerin kabulüne işarettir. Böylece tekvini de bir şeye nisbet etmiş oldu. O alemin kabul edişi ile gerçek­leşen tekvini. ‘Tekvin’ yani olduruş yaratış, burada ‘kevn’ yani oluş manasının abartıl­ması için kullanılmıştır. Eğer bu âlem ken­dinde yaradılışa hazır olmasaydı, «ol» em rini işitmesine rağmen varolmazdı. Haz­reti Şeyh’in sözünden anlaşılan şudur: Al­lah bir şeye, ne zaman ‘ol’ diye emretse o şey kendini varedenin emrine uyarak kendim varkılar. Bu yüzden Hakk Tealâ yaratılışı ‘şey’e nisbet etti. «O bir şeyin olmasını is­tediğinde ona ol der, o da oluverir.» (Ya­sin : 82) buyurulur. Eğer o şeyin kendisin­de yaratışa hazıroluş olmasaydı ‘ol’ emrini işitince varlığa kavuşmazdı. O şeyin kendi­sinde yerleştirilmiş ve gizlenmiş olarak bu­lunan bu yaradılışa hazır olma yeteneği on­da Feyz-i Akdes yani Zat Aleminden gelen tecellilerden oluşur

İlahî feyz iki kısımdır: Biri ‘Feyz-i Ak­des’, diğeri ‘Feyz-i Mukaddes’. İlki, ile ilim mertebesinde tüm hakikatleri, ve onların aslî yetenekleri oluşur. İkincisi ile bu haki­katlerin kendilerini dışarıya varlık olarak aksettirebilmeleri için gerekli olan şeyler­le birlikte haricî varlıkları oluşur. Şimdi şöyle bir soru ortaya atılabilir: Sözünü et­tiğiniz anlamdaki şeyler varlığı olan şeyde meydana gelir. Bir şeyin varlığından önceki yokluk hallerinde, bütünüyle yok olan bu şeyler nasıl oluyor da ‘ol’ emrine uyabilme yeteneğini gösteriyorlar? Varlığı kendinden başka şeye bağımlı ölah bir şeyin varoluşu nasıl mümkün oluyor? Buna şöyle cevap verilir; Bu şeylerin varlığı tamamiyle ilahi ilim mertebesindeki ilmi varlık ile ezelî ve ebedî olarak vardırlar. Her ne kadar var­lıklarının dışlaşması açısından yok iseler de. Dolayısıyla ‘ol’ emrine ve ‘oluveriş’e ha­zır bir şekilde ilmi olarak vardırlar.

YAKUB  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ RUHÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Ruh’, ‘ra’ harfinin üstün okunmasıyla ‘rahat’ anlamına gelir. Ruhî hikmetin Yakup’a ait kelimeye özgü kılınmasının nede­ni şudur : Yakup Aleyhisselam’ın nefesler ve ruhlar ilmine eğilim duyan bir kişiliği vardı. Bunun için kendinden bize ulaşan vasiyet ve haberler ‘rayiha’ yani ‘koku’ ile ilgilidir. Nitekim çocuklarına: «Oğullarım gidin Yusuf ve kardeşini araştırın. Allah’ın vereceği rahatlıktan (revh) umut kesmeyin. Çünkü Allah’ın vereceği rahatlıktan ancak kafirler umut keser.» (Yusuf: 871 de­mişti. Başka bir yerde de : «Yusuf’un koku (rîh) sunu duyuyorum. Eğer yalan söyle­miyorsanız.» (Yusuf: 94) buyurmuştu.

Şeyhi Ekber bu fassda teslimiyet, ceza ve adetlerden oluşan dîn’in durumunu açık­ladı. Çünkü bunların her birinden ebedî ha­kikatin rahatlığı ve kokusu oluşur. Bir kim­senin gerçek İlah’a boyun eğmesiyle rahata ermesinin nedeni şudur: O kimse Hakk’ın emrine itaat edince yüksek derecelere ula­şır ve böylece huzura kavuşur. Fakat bunun alışkanlıktan meydana geldiği açıktır. Çün­kü kişi ne zaman birşeyi alışkanlık haline getirirse bir tad duyar ve rahatlık bulur. Bu rahatlık temelde dinden hasıl olduğu için Hazreti Şeyh dînin açıklanmasına ge­çerek şöyle diyor :

Allah katında din İslam’dır. Din arapçada birçok anlama gelir. Bu anlamlardan her biri dînin genel anlamı içinde yer alır. Bunlar arasında boyuneğme ve adetler an­lamlan da yer alır. Âdet, yani alışkanlıklar manasına nasıl geldiğine örnek olarak : «Bu dimi alışkanlığıdır onun.» cümlesini gös­terebiliriz. Kısaca, dîn, kulun Hakk’a zahiren ve batmen teslimiyetidir. Nitekim Al­lah’ın kelamında «Allah indinde tek dîn İs­lâm’dır.» buyurulmuştur. Bu din’in anlamı teslimiyettir, boyun eğmedir. Nitekim falan İslâm oldu dendiğinde, teslim oldu, itaat et­ti anlamına gelir. Dîn İslâm’dan, İslâm tes­limiyetten ibaret olunca dîn, kulun teslimi­yetinden başka birşey olamaz. Meseleye bir de hakikat gözünün bakışı ile bakarsak bütün varlıklar Hakk’a boyun eğmiş ve tes­lim olmuşlardır. Çünkü herşey bir ismin mazharıdır ve o isim ona galebe çalar. Kı­saca herkes mazhar olduğu isme göre Hakk’a itaat edip teslim olur. Her ne kadar diğer bir ismin gereğince asi ve azgın olur­sa da bu böyledir. Nitekim Hazreti Şeyh bu anlama değinerek şöyle diyor: Sözgelimi bir kimseden bir iş istense, o kimseye iste­nen şeyin yapılması konusunda teslim olu­nur. Böylece teslim olan kimse muslini ol­muş olur. Ey Allah'ın sırlarım isteyen, bu inceliği iyi anla. Bunu iyi anlamak diğer meselelerin anlaşılmasını kolaylaştırır.

Herşeyin O'na teslim olmuş olması «Rabbin, kendinden başkasına tapmamanı­za hükmetti.» Clsra: 23) ayetinde açıklan­mıştır. Bu yüzden herkesin itaat ve boyun eğişi O’nadır Bazı nüshalarda kolaylaştırır sözcüğü yerine muştular denmiş. O zaman da bu manayı anlamak sana muştudur de­mek olur. Bu anlamın kavranmasının bir muştu olması fiillerin birliğine neden oldu­ğu için olmalıdır. Bunun anlaşılmaması giz­li şirke neden olabilir.

İki kısım dm vardır. Birincisi Allah ta­rafından emredilmiş dindir. Bu din resuller tarafından getirilir, ki Şeriattır diğeri ise Allah katından olmayıp Onun katında mu­teber olan dindir. Bu dine ihtida adı verilir. Allah katında geçerli olan sözkonusu ihti­da’ dini Allah'ın velî ve temiz kullarının di­nine verilen addır. Ki onlar riyazet, halvet ve uzlet yolunu seçerek, insanlardan kendi­lerini soyutlamak ve onlarla ilişkilerini kes­mek suretiyle; Allah'ın rızasını kazanmak ve O’nun nimetlerine şükretmekten başka amaç gütmeksizin böyle bir dinin yoluna girdiler. Ki o dinde Allah'ın sürekli ululan­ması amaçlanır. Kim bu dine tam anlamıy­la ve Allah’ın rızasını arayarak uyarsa kurtülmüş demektir. Hazret! Şeyh bu söyledik­leriyle şu ayet-i kerimeye işaret etmektedir; «Biz Nuh ve İbrahim’i bu halka davet için gönderdik. Biz bu ikisinin zürriyetinden kitab ve nübüvvet ehlini gönderdik. Bunların züriyetinden olanların bazısı Allah’ın dos­doğru yoluna uymuş, bazısı ise bu yolun hükümlerine bağlanmaktan kaçınıp fasık olmuşlardı. Ondan sonra peygamberlerden andıklarımızın eserlerine elçilerimize tabi kıldık. Bunlardan sonra Meryem oğlu Isa’yı gönderdik. O’na Incil’i verdik. Isa’ya uyarı­ların kalbine yumuşaklık, şefkat ve kendi­siyle Ibtida’ ettikleri ruhbaniyeti ’ verdik. Oysa biz onlara bunu farz kılmamıştık. An^ cak onlar Allah’ın rızasını arıyorlardı.» (Hadid: 36-271

İlahî emre gelince, o iki kısımdır. Bi­rincisi vasıtayla olan emir ki nebi ve resul­ler aracılığıyla getirilen ve kendisinde yap, et... şeklinde emir kipi bulunan kısımdır. Buna icabi emir, teklifi emir de denir. «Na­mazı kılın, zekâtı verin» emrindeki gerekli­ye yükümlü kılmaya ilişkin emir. kipi gibi. İkinci kısım emir ise vasıtasızdır yani nebi­ler aracılığıyla getirilmez. Bu emre îcadî veya iradî einir denir zira Allah’ın yarat­ması ve olmasını istemesine ilişkindir. Bu emir ezelde levh-i kaza’da olan emir olup; «innemâ EMRuhu izâ ERADE şey’en en yekûle lehû KÜN feyekûn: O’nun emri bir şeyi irade ettiğinde ona ol demesidir, o da oluverir» ayetindeki ‘küîı: ol’ emri bu ma­naya işarettir. Bu emre aykırı davranmak diye bir şey düşünülemez, çünkü Hakk’ın kazası değişme kabul etmez. Amma elçiler aracılığıyla gelen emirlere uymamak diye bir şey düşünülebilir. Eğer iradî emirler vasıtayla getirilen emir uygunluk sağla­mazlarsa ona aykırı davranmak mümkün olur. Yoksa aracıyla gelen emir, iradî emre uygunluk sağlarsa uymamak diye bir şey düşünülemez bile. Herkes herşey o emre boyun eğmek zorundadır. Buna dayanarak şunu söyliyebiliriz: Nebiler, Resuller ve on­ların varisleri olan alimler İlahî emre uy­gunluk gösteren emrin taşıyıcılarıdırlar.

Vasıtasız olan emirle memur olan özel­likle ancak ‘kün s ol’ emrine uyan ‘kain s olan’dır.. Mevcut olan yani yaradılış süreci tamamlanmış olan değil. Îcadî emir türüyle kendisine emredilen şeyler sadece a’yan-ı sabite denen nesnelerin sabit gerçeklikleri­dir. Çünkü onlar ‘kâin : olan’dır ve çünkü bu suretler Hakk’ın ilmidir. Dolayısıyla mevcut olan yani Hakk’ın ilminden varlık sahasına çıkmış ölan şeyler bu emirle em­redilmişlerdir. Kısaca. mevcut olan şeyler zaten var kılınmış, îcad edilmiş oldukların­dan onlar icadî değil icabî ve teklifi emirle emredilmişlerdir. Allah en iyi bilendir.

YUSUF (aleyhisselâm) IN KELİMESİNDEKİ NURÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Nuranî’ hikmetin Yusuf Peygambere ait kelimeye dayandırılmasındaki sebep şu­dur: Şerefli varlıkları, hayalî suretlerin açıklanmasına dayanan nuranî ilme tam anlamıyla mazhar olmuştu. ‘Nuranî ilim’le anlatılmak, istenen rüya tabiridir. Bu ilimle misal aleminde görülen şekillerle ne den­mek istendiğini anlar ve yorumlardı. Özel­likle vücudunun dış görünüşü de güzellik ve parlaklıklarla nurlanmış olduğundan ha­kikatlerin keşfedicisi demek olan nuranî • hikmeti O’nun .kelimesine dayandırıp Nur’un araştırılıp açıklanmasına geçen şeyh şöyle diyor:

Nurun kendisi bir keşf olduğu gibi onunla herşey açıklığa kavuşuyor. Nurla­rın en mükemmel olanı ve nüfûz kabiliyeti en üstün olanı, kendisiyle, uykuda görülen hayalî şekillerle Allah’ın ne demek istedi­ğinin açıklığa kavuştuğu nurdur. Çünkü misal aleminde görülen şekiller, gözlemleyegeldiğimiz bu alemdeki şekillere aykırı­dır. Sözgelimi misal aleminde süt görmek, bu alemde ilim ile yorumlanır. Sözkonusu en üstün nur, marifet nurudur. Bir kimsede bu nur oluşmazsa gördüğü şekillerin ger­çeğini anlamaya güç yetiremez. İşte bu nur ile oluşan ve sözü edilen keşf tabir ilmidir. Ki bu uykuda görülen hayalî biçimleri du­yulara ait şekillerle yorumlamaktır. Tıpkı şu tabir gibi: sözkonusu tabir Hazreti Yu­suf a aittir Nitekim Hz. Yusuf zindanda iken kendisiyle birlikte olanlardan biri ge­lip ona şöyle demişti: «Ben rüyamda kendi­mi şarap sıkıyor gördüm» (Yusuf: 36) di­ğeri de «Ben başımın üstünde ekmek getir­dim, kuşlar da yediler» (Yusuf: 36) bu rü­yayı Hz. Yusuf şöyle yorumlamıştı: «Ey zindandakiler ikinizden biri efendisine şa­rap sunacak» (Yusuf: 41) «Diğeriniz ise asılacak ve başını kuşlar yiyecek» (Yusuf 41) Çünkü tek bir suret çok çeşitli anlamlar ortaya çıkarır. Gerçekte bu şekilleri /gören kimse hakkında bu çeşitli manalardan sa­dece biri .anlatılmak istenir. Kim sözünü et­tiğimiz, eşyaya en çok nüfuz eden nur ile bu manayı ortaya çıkarırsa ona nur sahibi denir. Bir kimse rüyasında kendisini ezan okuyor görürse hacca gider, ezan onun hacca gideceğine delalet eder. Bunun ya­nında diğer bir kimse rüyasında kendisini ezan okuyor görürse bu onun hırsızlık ya­pacağını gösterir. Biri rüyasında ezan okur, halkı Allah’a çağırır mürşid ve hadi olur; başka birisi rüyasında ezan okur sapıklığa çağırır. Ezanın sureti birdir. Buradaki yorum farklılığı rüyayı görenin yeteneğinden, karakterinden kaynaklanmaktadır.

İbn Şîrîn Hazretlerinden rivayet edil­miştir ki: Ona bir kimse gelip ‘Ben rüyam­da ezan okudum’ deyince 'Sen hacca gider­sin’ demişti. Başka biri gelip aynı rüyayı gördüğünü söyleyince ona da ‘Hırsızlık yapacaksın ve eliıı kesilecek’ diye karşılık verdi. Aynı rüyayı gördüğünü söyliyen bir başkasına da ‘Mürşit olacak ve halkı hida­yete çağıracaksın’ dedi. Bunun üzerine bi­risi ‘Ey İmam hepsinin gördüğü rüya aynı olmasına karşın niçin ayn ayrı yorumla­dın’ deyince ‘Evvelki kimsenin yüzünde doğruluk belirtileri gördüm. Onun rüyasını «insanları hacca çağır» (Hac: 27) ayetinde olan ezanla yorumladım. İkincisinin yüzün­de fesat belirtileri gördüm. Onun rüyasını «...Sonra bir münadi şöyle bağırdı: Ey ker­vancılar siz hırsızsınız.» (Yusuf: 70) ayetin­de olan ezan ile yorumladım. Üçüncüsünün üzerinde olgunluk belirtileri gördüm. Onun rüyasını da «Allah’a çağıran sözden daha güzeli nedir» (Fussilet: 33) ayetinin mana­sıyla yorumladım.

Yorumcular uykuda görülen hayalî şe­killeri nasıl ayırdedip yorumluyorlarsa arif­ler de bu şehadet: aleminde gördükleri du­yulur şekillerden ne kastedildiğini yorum­lar. Çünkü bu duyulur alemde görünen su­retler, misal aleminde görünen şekillerin

79 eserleridir Misal âleminde olan suretler ise ilahi mertebeden, mücerred ruhlar alemin­den feyezan eden, fışkıran manalardır. Bu manalar ilahi mertebenin gerektirdikleri­dir. Dolayısıyla hakikatlann bilgisine ulaş mış olan kimse ne vakit bu görünür duyu­lur alemde bir suret görse ya da bir söz işitse veyahut kalbine manalardan tûri gir­se onunla anlatılmak isteneni istidlal eder. Onun için bazı büyüklerden şöyle nakledil­miştir; «Bu alemde meydana gelen herşey Hakk’dan kula gönderilmiş elçilerdir. Sü­rekli Rablerinin elçileri olduklarını anlatır dururlar. Arif olan anlar. Cahil olansa an­latılmak istenenden., yüz! çevirir. Bir ayette dendiği gibi: «Göklerde ve yerde olanlar birer ayettir. Üstünde yürürler ama ondan yüz çevirirler» (Yusuf: 251. Çünkü Hz. Peygamber  (salla’llâhu aleyhi ve sellem) bu zahirî duyularımızı da bir çeşit ilahi hakikatlardan gaflette bu­lunması yüzünden böyle söylemişlerdir. Ni­tekim uyku gaflettir. «İnsanlar uykudadır, öldükten sonra uyanırlar». Buna göre bu alem tamamen bir hayal ve insanlar uyku­dadırlar. Ve bu varolan şeylerin .görüntü­lerinden bize akseden şekillerin hepsi ha­yalî suretlerdir. Hazret! Şeyh başka bir ko­nuda şu beyti söylediler:

Kâinat hayaldir, hakiatı ise HAKK’dan ibaretir

Bunu anlıyanların hepsi hakikât yolu­nun sırlarını yavaş yavaş çözmeye baş­lar..

HUD (aleyhisselâm)’İN KELİM ESİNDEKİ AHADÎ HİKMETİN ÖZÜ

Bu hikmetin Hazreti Huda, nisbet meşinin sebebi, ^kendilerinin mizacında çok­lukta tekliği gözlemenin ön plânda oluşan­dandır. Bu sebepten bu peygamber Rabbine yolların tekliğini izafe ederek şöyle de-. inişti • «Hiç bir canlı varlık yoktur ki Allah onu tepesinden yakalayıp dâ hükmü altına almasın. Muhakkak ki Rabbim doğru yol üzeredir.» (Hud: 563. Dosdoğru yol, tevhid. yoludur-. Yolların çokluğunda var olan tek­illi bu anlamda olduğu için söz konusu hik­meti Hazreti Hud’a isnad ederek bu fasşda tüm yolların gerçeğinden ve her yolun ga­yesinden haber veren Hz. Şeyh der ki: Yol­ların gayesi tümüyle Allah’adır, yani bütün yollar Allah’ta biter. «Her şey aslına döner» lafzının anlamında belirtildiği gibi. Çünkü varlıkların a’yan, yani asıllarmdan her bi­ri ilahi isimlerden birine bağlı ve dayalıdır Ve o ismin hikmetlerinin gerektirdiği şekil­de akımını sürdürür. Ve hepsi O’nun yolu üzerinde yürümektedirler. Dolayısıyla son, Allah'ın isimlerine dönücüdür. . Ve ‘ orada kendini Sonuçlandıracaktır. Bunun gibi bu isimlerin mazharlanıun da Allah’a dönme­si kaçınılmazdır. Çünkü Allah yolların ere­ceği son amaçtır; Hak Tealâ bütün yolların sonudur. Çünkü bir şeyin yol anlamına gel­mesi için onun bir başlangıcı ve sonucununolması gerekir. Arif olanların bildiği bir şey vardır ki o da: «De ki herşey Allah’tandır» (Nisa: 78). Buttun gibi her şeyin sonucu «Dönüş, varılacak yer O’nadır» anlamına dayanarak Allah’adır. Nitekim Hazreti Sadreddin. el-Konevî ‘İ’caz el-Beyan’da şöyle buyururlar : «Bil ki hakikatte Allah Teala herşeyi varlık, ilim ve sahip oluş açısından kuşatığı gibi herşey de mizacıyla içiçe ve bölüm bölüm oluşuyla Allah’ın kutlu zâ­tının emri altındadır, ve herşey O’nun ce­lâline ulaşır Hak Teala her yolun sonu ve her yolcunun amacıdır. Allah’ın şu sözünde belirtildiği gibi «Ve şüphesiz sen doğru yo­lu gösteriyorsun, Göklerin ve yerin sahibi Allah’ın yolunu. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah’a döner» (Şûra: 52 53). Beyt:

Ayak bastığımız her yer senin bölgendi. Çekildiğimiz her köşede senin kalabalığın vardı.

Acaba başka yöne yol var mı dedik. Ne kadar yol gördükse hepsi sâna doğruydu.

Küçük, orta ve ulu diye adlandırılan mertebelerine göre yolların hepsi istikamet yoludur. Çünkü hepsinin sonu Hakk’adır. Gerçi bu yolda istisnasız bütün eşya aynı düzlemde adımlar. Fakat bunun , hepsine faydası yoktur. Çünkü istikametin üç mer­tebesi vardır. Biri küçük mertebedir. Bu mertebede bütün yaratıklar aynı dü­zeydedir. «Allah’a giden yollar yaratık.lann nefsi . sayısı kadardır» hükmü ge­reğince, herkesin Cenabı Hakk’a bir yüzden yöneliş ve gidişi vardır. İkinci mertebe or­ta mertebedir. İhsanın atasından, efendisi­ne kadar geçen zaman zarfında gelmiş geçmiş ümmetlerin şeriatlarıdır. Üçüncü mertebe ise ulu mertebedir ki, -bu Hazreti Muhammed’in tüm şeriatleri içeren şeriatı olup devlet ve mutluluğa ulaştırıcıdır. Haz­reti Şeyh de Muhammedi yolu diğerlerinden ayırıp buyururlar ki; Biz özellikle kendimi­zi mutluluğa eriştirecek olan kulluğu yol edindik. Bu yolu Allah bize şeriat eyledi. İşte : Fatiha suresinde de zikredilen sırat-ı müstakim iki nokta arasındaki en kısa yplr. dur. Yani kul ile Rab arasında en .kisâ ve.’ onları birbirine en yakın kılan yol bu iki noktayı birleştiren doğru çjzgidir. Hazreti Peygamber benzetme, yoluyla yere düz ve eğri çizgiler çekip doğru çizgiyi kendi kavminin yoluna, etrafındaki eğri çizgileri de şeytanın yoluna benzetti ki bununla gös­termek istediği şey aykın ve farklı yollardı. Küçük mertebedeki, istikamet diye anılan ilk yol için «...Rahmetim ise her şeyi kapla­mıştır» (A’raf: 156) ayeti vardır. Onun rahmeti gerek varlığı gerekse. hikmetleri yönünden Jıerşeyi kuşatmıştır. Gazap, kahr, intikam -da bir yönüyle Allah’ın rahmetindşndir. Alemde yaşayanların, çoğu yumu­şak tabiatlı olmamalarına rağmen bu rah­metle olgunluğa ulaşırlar. Rahmet aslî ve’ zâti rahmaniyetin adıdır Dalâlet ve gazap arızîdir. Nitekim «Rahmetim gazabımı geçti» buyrulmuştur. Dalâletin arızî bir şey oluşuna şu hadis işaret etmektedir: «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ba­bası onu yahudî ya da hristiyan yapar».' Bütün ruhlar asıl yaradılışları itibariyle tevhidin aslına. uygunluk gösterirler. Nite­kim hepsi. kendilerine «Ben sizin Rabbınız değilmiyim?» dendiğinde «eyet» dediler. Bu ‘evet’ sözünü hepsi söyledi. Bir kısmı dedi de diğer kısmı ‘bunun dışında kaldı değil. Aksine bütün ruhlar alemde Hakkın birli­ğini doğruladılar. Dolayısıyla, sapıklık son­radan ilişti. Bövlece Rahmet ve Rıza’nın as­lî ve zatî olduğu .anlaşılmış oldu. İstekler mutluluğadır; Rahmet ve Rıza asıl, gazap ve dalâlet arızî olunca dönüş ve eğilim, her şeyi kuşatan ve her şeye yayılmış olan mutluluk ve rahmetedir. Beyt:

Hakkın rahmeti bizim günahımızdan bü­yüktür Gizli nükteyi ne bilirsin, sus..

Ve bu eğilim yumuşaklığa ulaştırır. İh­sanların kimi saf iyiliğin hakikatıyla rah­mete kavuşur, yani bir bağış olarak Allah onları rahmetine erdirir. İyiliğin aslından. Ne zâtından gelen rahmete kul, Hakkın za, tından, sırf lütuf olsun diye ve kulun amel­lerinin bir katkısı olmaksızın ulaştırılır Kimisi de rahmeti gerektiren işler yaparak ona ulaşır. Bu rahmet, kulun amellerinin Allah’ın rahmetini gerektirmesi nedeniyle­dir. Allah’ın şu sözünde açıklandığı gibi . «Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine al­mıştır» (En’am  54), yani kendine vacip kıl­mıştır. Dolayısıyla her amel ve itaat karşı­lığından rahmete karar verilmiştir. Böyle kimselerin ulaştığı rahmetin oluşmasın8 sebep yine saf iyiliğin hakikatidir. Demek ki Hakkın, kulun amelleri karşılığında ken­di nefsine rahmeti farz ve vacip kılması, onun saf iyiliğindendir. Böylece kulu, bu ameller nedeniyle nefsine vacip kıldığı rah­mete lâyık olsun. Yoksa gerçekte Hakka hiç bir şey vâcip olmaz. Gelelim muttakî’nin durumuna; bu kimse için iki durum sözkonusudur: Birincisi Allah’ın vikayesinin kendisinde gerçekleştiği durumdur ki bu durumda muttaki olan kul, Allah’ın koru­masının bir aleti, aracı yerinedir Yani mut­taki, .Hakkın sözüne, korunak . olduğu için böylesi durumda Cenabı Hakk batm ve ma­kul, kul ise zahir ve hissedilir durumdadır. İkincisi ise Allah’ın vikayesinin muttaki kul için olduğu durumdur. Bu durumda Cenabı Hakk muttaki kul için kötülüklere karşı perde ve korunak olur. Böylesi h^lde de Hakk hissedilir ve Zahir, kul ise makul ve batın durumda olur. O, genellikle bilinen bir durumdur. Yani, Hakkın muttaki kula perde ve korunak olması nefs mücahedesi yapanlarca bilinen bir şeydir. Cümledeki ‘o’ zamiri mutaki kulun yerine de kullanıl­mış olabilir. O zaman cümlenin anlamı şu olur: Söz konusu ikinci halde muttaki kul bilinen ve akledilir bir mahiyetedir; hisse­dilir değil. Aksine onda hissedilen ve zahir olan Hakk’tır. Bu durumda kul batın; Hakk • da onda kudret ve kuvvetiyle, sıfatlarıyla tam anlamda, zahir olur. Hakkın kimliği hulul ve ittihad olmaksızın kulun hakikî kuvvetleri yerine geçer. Allah’ın, «Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum.» demesi gibi. İşte bu mertebe de Allah katında en yüce menzildir.

SALİH  (aleyhisselâm) İN KELİMESİNDEKİ
FÜTUHÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Fütuhî’ hikmetin Salih peygamberin kelimesine özgü kılınmasındaki sebep, ara­larındaki şöyle bir ilişkiye dayanır: ‘Futûh’ ‘feth’ kelimesinin çoğuludur. Tıpkı ukûl'ke­limesinin akhn çoğulu olması gibi. Fütûh, daha önce vaki olmamış bir şeyin meydana gelmesi ve zahir olması anlammadır. Nite­kim dağ münfetih olup Hz. Salih’in devesi­nin ondan çıkması V böyledir. Bundan önce asla böyle bir olay meydana gelmemişti. Hakk Tealâ bu mucize nedeniyle Hz. Salih kavminin bazısına imanı açtı. Nakş el-füsûs’un bâzı nüshalarında fütuhî kelimesi fatihi olarak geçer.

Hz. Salih fatih isminin mazharıdır Hz. Şeyh ül-Ekber, Allah ondan razı olsun fatihi hikmeti ona dayandırıp bu fassda İla­hî fethin sırlarını kainatın yaratılışı açısın­dan haber verip buyururlar ki:

Hakikatler verildiğinde, yani zamanın değişmesiyle değişmeyen İlmî gerçeklikler verilip, ifâdesini bulunca sonuç yani yaratı­lış teklikten çıkar. Burada sözkonusu olan

87 teklik, Allah’ın zati isimlerinden . olan, vâhidtek olmayıp, çiftin karşıtı olan sayısal tekliktir. Sonucun teklikten meydana gel­mesinin sebebine gelince; sonuç ancak üç şeyin ardanda gelmesiyle oluşur.' Biri sonuç öznesi, biri sonuç yüklemi, diğeri de orta . terimdir. Nitekim;

«Âlem değişen bir varlıktır»

«Her değişen varlık sonradan meydana gelmiştir»

«O halde alem sonradan meydana gel­miştir» örneğinde olduğu gibi.

Üç,, tek sayıların ilkidir. Sayı dediğimiz şey, ya tektir ya da çift. Bir,’ sayı hükmün de olmadığından çünkü sayılamaz -, iki çift, sonra gelen üç ise tek olur. Bir’in ikin­ci mertebesinde sayılmasına iki, üçüncü mertebesinde sayılmasına üç denir. Böyle gider bu.. İşte Allah da âlemi nefsinden, İradesinden ve sözünden yarattı. Eğer bu üç şey ki bunlar zat, bir işin olması için Hakkın yönelişinden başka bir şey olmayan irade, ve bu yönelişin tahtındaki ‘ol’ emri­dir olmasaydı hiç bir şey varolmazdı. Ale­min bu üç şeyden oluşması ‘Teyhid’e aykı­rı değildir. Zat birdir. Çeşitlilik gösteren nisbetlerdir. Nitekim, buyurur s «Biz bir şeyin olmasını dilediğimizde ona ol deriz o da olu­verir.» İşte Allah yukarıdaki üç şeye bu ayetinde işaret etmektedir. Varedilmiş her şeyae nu uç şey vardır. Tabii kendini -varedendeki üç Şeyin karşılığı :.oîarâk. Bu kar­şılıkların birincisi o varlığın Allah’ın ilim mertebesinde sabit zatı, İkincisi Rabbm: sö­zünü dinlemek,' üçünçüsü de onun . emrine uymak.

Sakın seni aklî ilimlerde kullanılan şekliyle öncüllerin, terkibinde oluşan faiklı durum bu bilgiden, alıkoymasın. Düşüncen­deki öncüllerin üç değil de dört şeyden oluş ması yani: Çünkü akıl yürüterek düşünen kimse’ eğdibir şeyin neticesine ermek di­lerse kıyası iki öncülle kurar ve her öncülü iki tekil sözün bileşimiyle oluşturur. Dola­yısıyla bu.dört parçadan sonuç meydana.

. gelir. Meselâ; Âlem (1) değişkendir (2), her değişken (3) sonradan meydana gelmiştir (4) örneğinde olduğu gibi. Çünkü bu par­çalar dört tane gibi görünüyorlarsa da as­lında üç tanedir. Zira o dört tekil sözden biri iki öncülde de tekrarlanır. Orta terim hem tflcük hem de büyük öncül (önerme) de tekrar edilmiştir. Meselâ; Âlem değiş­kendir’ önermesindeki ‘değişken’ terimi sonra gelen ikinci önermede de yinelenmek­tedir.

İşte Hakk Tealâ, küçük öncülün menzi­linde; irade, orta terimin menzilinde; ‘ol’ sö-. zü de büyük öncülün menzilindedir.

Bu üçlemenin sonuç konusunda itibarî .olduğunu kavra. Bu üçleme, gerek hakiki

8S gerekse İlmî varlığın sonucuna ulaşmasıdır İşte alem şeksiz şüphesiz bir sonuçtan iba­rettir. Yani Hakkın zatı, iradesi ve.‘ol’ em­rinin sonucudur.. Çünkü sağduyu kesin ola­rak, bu âlemin varlığının kendinden olabi­leceği düşünemez. Aksine ‘Âlemi’ dediği­miz gibi, ‘Hakk’ın ‘İrade’ ve ol ‘Emr’idir. Beyt:

Ey kardeş, önce baba sonra anne olunca netice yavrudur

Bilinen tasavvurların doğru sıralanışından anlaşılmaz olan anlaşılır hale gelir...

 

ŞUAYB (aleyhisselâm) İN KELİMESİNDEKİ KALBI HİKMETİN ÖZÜ.

‘Kalbi’ hikmetin. Şuayb  (aleyhisselâm)'a ait ke­limeye İzafe edilmesindeki sebep şudur : Şuayb sözü ‘şu’be’ kelimesinden türemiştir. Hz. Şuayb bir çok Oğula sahipti ve maiye­tinde bir çok kabile ve şube vardı, işte aym bunun gibi kalb de bir çok şubeye sahiptir. Bu, içinde barındırdığı alemler, . inançlar, ruhani ve cismani kuvvetler nedeniyle; dai­ma Rahman’ın parmaklan arasında halden hale dönüştüğü, geçtiği için böyledir. Haz­reti Şuayb ümmeti arasında kalb makamın-. da idi Külli ve .cüz’î manaları anlamak, İlâ­hi ahlâkla ahlâklanmak, ölçeği tamamla­mak, teraziyi dengelemek, adaletle önderlik etmek, haklan yerine getirmek, yemine sa­dık kalmak suretiyle gerçekliğine kavuş­muş bir kalb.

Şeyh hazretleri, kalb ve şubeler arasın­da böyle bir ilişki sözkonusu olduğundan,' Şuayb kelimesini kalbe ait hikmete dayan­dırarak, bu fassda kalbe dair sır ve haller­den biraz dem vurdular. Kalb ile ahlatıl­mak istenen, şeyhler nezdinde ‘konuşan nefs’ tnefs-i natıka! tir. Konuşan nefsin kalb

0] diye isimlendirilmesi, sürekli iki parmak arasında halden hale kaybolması, değişime uğraması ve saf akıl alemi ile müntâbık nefs alemi arasında durum değiştirmesi ne­deniyledir.

Bil ki arifin kalbi Allah’ın rahmetinden varolmuş olmasına rağmen Rahmetten da-. ha geniştir. Çünkü Allah bir kudsî hadiste şöyle bildirmiştir : «Külün kalbı Onu sığdı­rır, fakat kendi rahmeti Onu çevreleyemez. Arifin kalbi Allah’ın rahmetinde vücud bul. masına rağmen ( Allah’ın rahmetinden ge­niştir. Nitekim «Yeryüzüm ve gökyüzüm be­ni sığdıramadi; korunan, çekinen, verâ sa­hibi mümin kulun kalbi sığdırdı.» buyrulmuştur. Çünkü rahmeti gerektiren husus­lar ancak hadiselere yani sonradan meyda­na gelen olaylara, olgulara ilişkindir. Oysa Hakk sonradan oluşan şeylere dair nitelik­lerden uzaktır.. Buna karşılık Allah’ı bilen: kulun kalbi, Hakk nurunun hakikatidir. O kadar ki, Arş ve onda, olanlar arif kulun kalbinin bir köşesine konsa hardal tanesi kadar yer tutmaz. Hakikatte Arş ve Beytullah, Allah’ı bilen arifin kalbidir , Mevlâna da bu manalara şu mısralarla değinir. Beyt:

Hakk buyurdu, dedi Peygamber: «Ben ne aşağılara ne yukarılara sığarım •'

Ne yere, ne göğe, ne de arşa sığarım, bunu iyi bil

İnananın gönlüne sığarım; beni ararsan o gö­nülde ara»

Evet, arşın ululuğuna son yok; ama mana gelince suret nedir ki...

Eğer akledersen görürsün ki bu acaib bir meseledir. Allah’ı bilen kimsenin kalbi­nin Allah’ı.içine sığdırması -daha doğrusu Onu içine alacak kadar genişlemesiacaib bir mesele ve garip bir nüktedir. Eğer akledip bu sırrı anladınsa farkedersin ama bundan öyle zarf-mazruf ilişkisi çıkarman gerekmez. Bu, ince, öylesine ince bir sırdır ki hulûl ve ittihad anlamından soyunuk, ikilik ya da başkalık anlamlarından uzak­tır. Buna şu gelen hoş beyit tanıklık eder'

Cam kadeh saydamdır, şarap da öyle Karşılıklı benzeşip şekillenirler Sanki şaraptır o, kadeh değil de Sanki kadehtir o, şarap değil de,

Hakk suretlerde tecellî ederek halden hale dönüşürse • ki nitekim sabih haberde şöyle buyurul muştur: «Muhakkak ki Hakk yaratıklara kıyamette ‘Ben en yüce rabbımznn’ diyen münkir suretinde tecellî edin­ce, ‘Senden Allah’a sığınırız’ derler. Onlann ' itikadlan suretinde tecellî edipçe hemen sec de ederler.»bu dönüşmesine rağmen kimli­ği zatında bir değişikliğe uğramaz. Tıpkı kabın içindeki suyun kabın şeklini al­ması gibi. Ki su o kabın şekliyle yuvarlak, dik dörtgen, üçgen, dörtgen, altıgen, yedi­gen.. her ne ise o biçimde şekil alır. Cenah Hakk ne vakit tecelli ederek çeşitli şekil­lerde türlense ve renklense, kalb de zorun­lu olarak ona göre kâh genişler, kâh şid. detlenir, kâh öfkelenir, kâh merhametli ve şefkatli olur. Tecellî her ne yüzde olursa te­cellî edilen şey de onun gibi olur. Üçgen, dörtgen, altıgen,: sekizgen,, her ne şekilde ise, mahall de ona uygun ve orantılı olur, eksiksiz artıksız.. Cenabı Hakk her ne vakit türlü suretlerde insan kalbine tecelli et­se, o kalbin istidat ve kabiliyetine göre ge­nişler ve daralır. Dolayısıyla kâmil insanın kalbi mükemmel bir ayna ve kapsayıcı bir mazhar olup, İlâhî Zatın ve sıfatların tecel­lî ettiği yerdir. Fakat diğerlerinin kalbi Za­tın sadece bir özelliğiyle belirdiği aynadır. Bu durumda kalb, cüz’î hükümlerden kur­tulmadığından Hakk’ın tecellîsi istidadın rengiyle boyanır. Supunla birlikte kalb de hakikatim değiştirmez. Bunu anla. Cenabı Hakk nasıl gerçekte durum değiştirmeyip, tecellîsi esnasında durum değiştiriyorsa kalb de Hakk tarafından kendisine tecellî ediliyor olması açısından öyle durum de­ğiştirir. Ey sırlan arayan, kâlble Hakk’ın ilişkisini ve karşılıklı durumlarını iyi anla Görüyor musun ki «O her gün bir iştedir.» Gerçeği araştıranlann çoğu bu ayetteki ‘iş­tedir’ sözünü ‘kâr’ tabir edilen ‘iş’ anlamına değil, şe’niyet yani gerçeklik ile ilgili olan ‘şe’n’ anlamına almışlardır. Sufiler de bu konuda şöyle söylerler: «Hakk’ın tecellîsin­de asla tekrar yoktur.» Nitekim Ebu Tâlib el-Mekkî:

«Allah ne bir surette iki kez tecellî eder, ne de iki surette aynı anda bir kere.» de­miştir. Cenabı Hakk’ın her an olan şe’ni, aynıyla bir evvelki anda olan şe’ni gibi de­ğildir. Yani her bir şe’ni bir sonrakinden başkadır. Bunun gibi kalb de kendine gelen hatıralarla tecellîlerin çeşitliliği nisbetinde halini değiştirir. Dolayısıyla bir yönüyle tecellî kalbe tabi, diğer yönüyle de kalb te­cellîye tabidir. Hz. Şeyh Fütuhat’ta.-

«Seven kişi, içindeki eriyiğin renginin sürekli değişmesiyle rengini değiştiren saf beyaz camdan yapılmış bir kase gibi, sev­gilinin rengiyle renklenir.» der.

Çokluğun başat olduğu mazhar olsun, birliğin başat olduğu mazhar olsun, tecellî onlarda, istidat ve kabiliyetlerine göre tür­lü şekillerde olur Buna işaret edecek şekil­de Allah Tealâ der ki: «Bu Kur’an’da ha­kikaten kalbi olanlara bir hatırlatma var­dır.» (Zümer: 21) Allah kalb yerine akıl demiyor. Çünkü kalbin aksine akıl, «bağlan­mıştır». Bunu anla. Çünkü akıl, ‘ikal’ söz­cüğünden türemiştir. İkal, devenin dizini bağladıkları ipe derler. Akıl bir bağdır. Bir işi bir vasfa bağlar. Kalb sözü edilen akıl sıfatının aksinedir. Çünkü kalb her durum' da bir surette olup her surette Allah’a itaat eder ve boyun eğer. Akılsa bir itikadla ba­ğımlı olup son akideleri ve bir çok şeyde Hûda’nın zuhur edişlerini inkar etmektedir. Buna karşılık Hakk’ı herşeyde müşahede eden kalb ehlidir. Yoksa akıl ehli sürekli birbirini tekfir etmekten, itikat ve anlayış­larının niceliğince birbirlerini kınamaktan başka bir şey. yapmamaktadırlar. Beyt:

Aciz kula kudret davası yaraşır mı Kudret Ulu ve Kutlu Allah’la mahsus..

LUT (aleyhisselâm)IN KELİMESİNDEKİ MELKÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Melk’, şiddete derler. Nitekim şiddetli kimseye de melik denir, Melkî hikmetin Lût Aleyhisselam’ın kelimesine dayandırılma­sında şöyle bir ilişkiden kalkılır:

Hazreti Lût’un kavmi şiddetli ve güçlü idi. Bunun sebebi Lût  (aleyhisselâm)’ın düşmanları­nı yenmek için bir güç ve rükn-i şedîd ya­ni savaşa dayamklı bir aşiret ya da kabile dilemesiydi. Dileğini şöyle ifade etti: «Keş­ke benim size karşı kuvvetim ya da şiddet­li bir dayanağım olsaydı» (Hud: 80)

Dolayısıyla melkî hikmeti ona bağlayıp, bu fassda kuvvet ve şiddetin sırlarına iliş­kin bazı manaları ortaya koyan Şeyhi Ekber diyor ki:

Allah şöyle dedi s «Sizi zaaftan yaratan Allah...» (Rum t 84) Gücün yokluğuna zaaf denir. Kuvvet ve şiddet varoluşa ilişkin gerçekliklerdendir. Yaradılışın aslı yokluk­tur. Dolayısıyla zaaf, yaradılışla asıl; şiddet ve kuvvet ise yaradılışla tabiî yönden ilgi İçindendir. «İnsanı zayıflıktan yarattı sonra o zayıflıktan bir kuvvet varetti.»

Cenabı Hakk’ın zayıflıktan sonra varettiği bu kuvvet arızî ve kılınmış bir kuvvet­tir. «..kuvvetten sonra da zaafı varetti.» Ayette geçen ilk zaaf kelimesi özel ve genel anlamda mizaç zayıflığı demektir. Ondan sonra yaratılan kuvvet de özel manada mi­zaç güçlülüğü. İkinci zayıflık ise yaşlılığın gerektirdiği mizaç zayıflığından ibaret. Bu konuda Allah ayetinde şöyle buyuruyor «Allah sizi yarattı, sonra öldürür; içinizden kimi de ömrün en reziline (bebeklik çağı gibi güçsüz ihtiyarlık çağına) itilir ki, biraz bilgiden sonra hiçbir şeyi bilmezsin.» (Nahl: 70) Dolayısıyla yaşlılık, memedeki çocuk hükmünde olduğundan hayatın ilk dönem­lerine benzer. Seçkinler nezdinde bu zayıf­lık marifetten meydana gelen zayıflık ile bağlantılın Yani arif yaşlılık -özel manada şeyhlik mertebesinde, marifetin sonuna ulaştığında görür ki bütün etkin kuvvetler aslında Allah’ın olup O’ndan başkalarına tâbi yani aslen Allah’ın kuvvetine tabi olarak verilmiştir. Onun için Hz. Peygam­ber (salla’llâhu aleyhi ve sellem) : «Güç ve kuvvet yalnız Allah’­ındır.» buyurdular. Bu yüzden olgun arif müşahedesinde tasarrufu, kendisinde ta­sarrufta bulunulan şeyle gerçekte bir gö­rür. Görünüşte farklılık olduğu sanılıyörsa da Hakk’tan başka bir şey görmez. Başka­lık ortadan kalktığından himmet edecek başka bir kimse göremeyip, başkasma him­met göndermesine ve çağrısının etkin ol­masını sağlamaya işte bu marifet engel olur. Yani Allah’ı bilmek arifi zayıflatır ta ki toprağa bitişinceye kadar. Olgun arif Al­lah’ı bilmekle zayıf düşüp asıl niteliği olan acz ve fakrını ortaya çıkarır. Hatta bu mer­tebede aslı olan toprağa kavuşup, bitişinceye kadar. Hiç bir şey yapmaya gücü yetmez. Beyt -.

Aciz kula kudret davası yaraşır mı? Kudret Ulu ve Kutlu Allah’a mahsus.

Gerçek tasarruf sahibi, malik ül-mülk olan ve'dilediğini yapan Hakk’tır. Kulun tasarrufu da O’nun isteğiyledir. Tasarrufun tüm şeylerde Hakk’ın olduğunu bilip, ken­dine ait bir tasarruf olduğunu sanma ki­rinden temizlenmeyen edepsizlik etmiş olur. Tasarrufu kendisi için bir alet olarak düşü­nen kimse, gerçek mutasarrıf ile tasarruf edilen şeyin mertebesi konusunda cahildir. Onun için bazı kimselere tasarruf verilip marifet verilmediğinden, yaratıkları O’ndan başka sanıp himmet etmeye kalkarlar. Oysa nebi ve velilerin tasarrufları Allahın iradesiyledir. Ve sâdece tasarruf edilen şe­ye şefkat olsun içindir. Bu helak etme biçi­minde olsa bile. Nebi ve veliler sahici ol­mayan varlıklarını aşarak Hakk’ın varlı­ğıyla ebedileşip Hakk’ın aleti olmuşlardır.

Böylece arif olması gerektiği şekilde, kendinde tam anlamıyla kendi kendisi olur. Tıpkı Annesinin kucağında emziriline

küçük bir çocuk gibi aciz. Demek ki olgun arif, keiidi kuvvet ve kudretinden, Allah’ı bilmesi nedeniyle boşanıp, asıl kendi ken­disi oluşuna bırakır kendini. Aynı emzikli ananın kucağındaki küçük çocuğun acizli­ğine bürünür, işte böylesine bir marifet, arifi bu alemde tasarruftan alıkoyar Nite­kim şöyle denmiştir: «Tasarrufla tasavvuf biraraya gelmeyen iki şeydir.» Füsûs el-Hikem’de Hz. Şeyh şöyle buyururlar: «Şeyh Abdulah bin Kaid, Şeyh Ebissuud bin Şibli’ye ‘Niçin tasarruf etmiyorsun' dedi. O da şöyle cevap verdi: ‘Dilediği gibi tasarruf etmeyi Hakk’a bıraktım.’ Bu sözüne Allah’­ın ‘Onu vekil edin’ ayetinin manasım ha­reket noktası yapmıştı. Dolayısıyla Hakk’ı bilen,. beşeri iradesinden kurtulup herhal­de Hakk’ı Mutlak Vekil bilip Allah’ın dile­ğine bir alet yerine geçmiş demektir. İşte Lût Aleyhisselâm bunun için, *Ne olaydı benim size karşı koyacak bir gücüm ya da sığınacak güçlü bir kabilem olsaydı* deyip bir kabile istiyordu. Hz. Resulullah (S.A.V.1 şöyle demiştir: ‘Allah kuvvetli bir kabileye sığüıan kardeşim Lût’a rahmet etsin.’ Bu­nunla marifetin meydana getirdiği zayıflığı anlatmak istemiştir. Ayette geçen Rükn üşŞedîd yani kuvvetli, kudretli kabile gerçek* te Hakk’tır. O’nun tedbîri ve terbiyesi yani rabblığıdır.

Rükn-i Şedıd, gerçekte Hakk olunca Hz. Lût niçin bir kabile diledi diye sorulur­sa eğer; Hz. Lût biliyordu ki Allah’ın fiille­ri zuhur ettiği şeylerin eliyle zahir olur. Bunun için Cenabı Hakk’a yönelip Ondan yardım istedi. Ta ki düşmanlarına karşı muzaffer olsun şeklinde bir cevap verilir. Allah en iyi bilendir.

ÜZEYR  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ KADERİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Kaderi hikmet’le anlatılmak istenen şey, Hakk’ın ilmindeki suretler yani a’yan-ı sabite demek olan kader simdir. Kaderin kendisi değildir. Anlatılmak istenen, kaza­nın etraflıca açıklanmış, açıklığa kavuşmuş biçimi demek olan kaderdir. Çünkü kazâ ezelden ebede kadar, varolan şeylerin üze­rinde olup biten durumlar için verilmiş külli, özetlenmiş bir hükümdür. Kaderse bu hükmün belirli vakitlerde eşyanın istidat­ları kadannca varlık bulmasının açıklan­mış suretleridir.

Kaderi hikmetin Uzeyr  (aleyhisselâm)’ın keli­mesine bağlı kılınmasında aralarındaki şöyle bir ilişkiden kalkılıyor: Üzeyr  (aleyhisselâm)’ın mizacında kader ilminin derinliklerine dalma isteği çok öne çıkan bir şeydi. Haz­reti. Şeyh de kader sırrım bu fassda belir­tip onaz uygun söze başlayarak şöyle buyu­rurlar :

Allah’ın yaratıklar üzerine üstün bir delili vardır. Küfr ve iman, boyun eğme ve isyan... yaratıklar üzerine verdiği şeyler için Allah’ın sağlam ve tam bir hücceti vardır. Çünkü Allahü Tealâ yaratıklara an­cak istidatlarının gerektirdiğini, arzuladığı­nı verir Asıl kabiliyetleri neyi çağırıyorsa onu takdir eder. Nitekim eşeğin hakikati, eşek oluşa ait sureti; köpeğin hakikati kö­pek oluşunun suretini nasıl gerektiriyorsa öyle. Niçin Allah Tealâ kâfire küfr, âsiye isyan, mümine iman takdir etti? Ve sonra niye kulu onun irade gücü ve alanı dışın­da olan şeyle yargılıyorOna bu durumu ezelde takdir etmesine rağmen... diye bir çok cahilin ortaya attığı bütün bu sorular geçersizdir. Çünkü Alim ve Hakim olan Al­lah; bilinir şeylerden biri hakkında anCak onun hakikatinin henüz var

olan özel istidadınâ göre hükmeder. Hakim ve Alim; hükmettiği şey hakkında onun ha­kikî : aynî varlığına ait istidat ve kabiliye­tinin gerektirdiği dışında hükmetmez.

Eğer'şöyle sorulursa: Varlıkların ger­çeklikleri olan a’yan-ı sabite ve bunlara ilişkin istidatlar Hakk’dan fışkırıyor; Hakk o özel istidadı kendi ilminde varedip o var­lığın hakikatma veriyor. Sanki bu istidadı o varlığın hakikatine sonradan verseydi ol­maz mıydı?

Bu konu varlığı büründürülüş, var kı­lmıştan öncesi içine giren ezelî bilgiler ve a’yan-ı sabite konusudur. Nesneleri varlığa büründüren Allah Tealâ’nm a’yan-ı sabite üzerinde hiç bir kılgısı yoktur. A’yan ilmî suretlerdir. Hakk’ın zatma ilişkin işlerdir. Zata ilişkin işlerde değişme ve başkalaşma olmaz. Bu ilmi suretler apaçık belirmesi yö­nünden, ortaya çıkarak tecellî eden Zatın hakikatidir.

Şeyh, Fütuhat’ın dörtyüz onbirinci ba­bında şöyle diyor:

«İlahî, ilim, ancak bilinenin kendinde barındırdığı bilgiye ilişkindir. Bir kimse Al­lah’ın ilmi hakkında delil getirmek isteyip de ‘Senin ilmin benim bulunduğum durumu geçti, onun için beni yargılama’ dese Allah ona şöyle der: ‘Ben seni ancak nasılsan öy­le bilmedim mi? Ben öyle bilirken, durumun değişirse daha o anda seni içinde bulundu­ğun durumunla bilirim hemen.» Ve devam­la ona şöyle'der: ‘Kendine, gerçekte nasıl­san o haline dön. Sözünde de insaflı dav­ran’. Kul kendi kendine döndüğünde ve bu mesele üstüne düşündüğünde bir de görür ki delillenmiş ve bir de anlamış ki Delil Al­lah'ın. Nitekim Allah Tealâ: «Allah onlara zulmetmiyor, fakat onlar kendilerine zuls mediyorlar.» buyurmuştur.

Çünkü Allah katında yaratıkların tümü hakkındaki herşey bilinmektedir. Ve ma­lum kendinde içerdiği ilmi alime verir. Bu ilmin malumda bir etkisi yoktur ki malu­mun kendisinde olmayan bir şeyi ortaya çıkarsın. Aksine ilim maluma tabidir. Ma­lum üzerine verilecek hüküm de. ancak onun , kendinde olan ilimledir. Böylece Cenabı Hakk’ın maluma hükmü ilmine tabi­dir. Ve bu ilim, malumun.kendisinde olana uymuştur. Dolayısıyla malum üzerine veri­lecek bir hüküm maluma tabî olacaktır. Böyle olunca ilmin maluma etkisi olamaz. Aksine malumun ilim ve alimde etkisi olur. Malumun alimdeki eseri, o âlim ve kadir­den, içinde barındırdığı gerçeklik ve kimli­ğin icadını gerektirmesi ve istemesidir. Ma­lum, ilmin ayn’ıdır. İlim, malum ve alim karşılıklı bir görelik taşıdığından, Hakk’ın ilmi, başkaya uygunluk göstermez. Hazreti Şeyh’in dileği pek incedir. Herkes anlamaz. Ancak Allah’ı bilenler, kâlb gözlerindeki perdeleri açanlar başka.

Bil ki bütün resuller nebidir. Nebi ya­ratıklara gönderilmiş olup onların ilim mer­tebesinde takdir edilmiş olan olgunlukları­na giden yolu gösterir, istidatları kabarın­ca olgunluklarına ulaştırır. Çünkü nübüv­vet, sufilere göre, İlahî Zat, sıfatlar, isimler ve hükümlerden haber vermektir. Eğer ki­tapla ve bir siyaset ile gönderilir de halkı cihad ve kıtale çağırmaya memur kılınırsa nübüvveti teşriîdir. Resuldür ve azamet sa­hibidir. Eğer siyaset ve kitâbsız ise ona re­sul değil, nebi denir. Şeyh Fütuhat’ın ondördüncü babında şöyle der: «Nebî, kendi­sine, Allah katından bir melek tarafindan içinde bir şeriatın olduğu vahyin getirildi­ği kimsedir. Onunla sadece kendisi amel eder. Başkalarına gönderilirse resul olur. Nebi ile Resul arasında genel özel oluş ilişkisi vardır. Her resul nebidir, her nebi resul değildir. Her nebi de velîdir. Velilik, nebinin Hakk’a yakınlığı yüzündendir. İn­sanî bir durumdur. Dolayısıyla her nebinin

• veliliği nübüvvetinden daha faziletlidir. Ha­kikat ve marifet konusunda veliler, ictihad ile teşri konusunda müctehid ve alimler, nebilerin mirasçılarıdırlar. Veliler bâtınla­rıyla, alimler zahiri oluşlarıyla mirasçı olurlar. Batın ve zahir ilminin ikisini de kendinde toplayanlar hem zahir hem de ba­tın. mirasçılarıdır. Ve her resul aynı şekil­de velîdir. Resulün velilik yönü, risalet yö­nünden daha tamam ve üstündür «Muhak­kak veli, nebi ve resulden üstündür» diye­nin sözünden de dilek budur.

İSA  (aleyhisselâm) ’IN KELİMESİNDEKİ NEBEVİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Nebevi hikmet’in Hazreti Isa’nın keli­mesine dayandırılmasının sebebi şudur:

Hz. Isa veliliğin sonucu olan umumî nü­büvvet ile ebedî ve ezelî olarak nebidir. Hususî nübüvvet ile de nebidir. Onun için Hakk’tan inbâ eylemek, haber vermek, yü­ce kişiliklerinde ön plânda olup beşikte iken: «Bana kitab verdi ve beni nebi kıldı.» (Meryem : 30) diyerek kendi nebiliğinden, ezelî efendiliğinden daha annesinin karnın­da iken «haber vermiş »ti.

Bazıları, «nebi» kelimesi ‘hemze’siz olaraz nebâ-yenbü fiilinden gelir derler.Bu değerlendirmeye göre kelime «yükselme» anlamına gelir. «Aksine Allah Onu kaldır­dı.» (Nisa: 158) ayetinin anlamı gereğince, Hz. Isa'nın göğe yükselmesinden dolayı ne­bevi hikmet ona dayandırıldı. Ruhanî ol­gunluk saadetti kişiliklerinde baskın oldu­ğundan bu fassda ruhi özelliklere ilişkin .sırlan -.açıklayanŞeyhül.Ekber şöyle diyor­lar:

içinde bulunduğu, doldurduğu şeyi diri kılması ruhun özelliklerindendir. Çünkü ruhlar, Rabb isminin zuhur ettiği yerlerdir, Hakk Tealâ ruh ile eşyayı terbiye eder. Ha­yat, varoluş gereği o şeylere gerekli bir sı­fattır ve varoluşa ilişkin tüm sıfatların aslı­dır. Onun için ‘Hayy’ (Diri) ismi yedi ismin önderi kılınmıştır. Çünkü İlim, İrade ve diğer İlahi isimlerin varlıkları ancak Hayat’tan sonra tasarlanabilir. Her bir şeyin özelliği­ne göre Rabbmdan kendisine taşmış bir ru hu ve kendisine uygun bir hayatı vardır. Böylelikle o şey de İlim, İrade, Kudret ve bunun gibi öncelikle Hayat’ın olmasını ge­rektirip de Hayat’a uymuş sıfatlarla zahir olur. Fakat tabii ki mizacının elverdiği öl­çüde. Meselâ insan gibi mizacı ılımlı bir ol­gunluğa elveriyorsa özelliklerinin tümü, ya da birçoğu ile, zahir olma yetisine sahiptir. Eğer mizacı ılımlılıktan uzaksa, diri oluş ni­teliği onda gereklilikleriyle birlikte gizli ka­lır. Nitekim cansız nesnelerde ve bitkilerde olduğu gibi. Bu anlama değinen Şeyhi Ekber devamla şöyle diyor: Ve fakat ruh, di­ri tuttuğu şeyin mizaç ve istidadı elverdiği ölçüde ona tasarruf da eder. Tabiatıyla ru­hun kendisinin elverdiği ölçüde değil. Çün­kü Ruh kutsi bir iştir. Bütün her şeye etkin­liğinin ve etkisinin oranı eşittir. Sadece hükmü herşeyin mizaç ve istidadına göre olur. Kendilerine bir düzen verilmiş cisim­lerdeki İlâhî Nefesi görbüyor musun? «Onu düzenleyince ruhumdan üfürdüm» (Sad; 721 ayetinin anlamında söz edildiği gibi dü­zenlenmiş cisimlere, ılımlı cesedlere. O nefesin paklığı ve arılığının şanı, mertebesinin yüceliğiyle birlikte o üfürülen ruhun tasarruf ve etkisi nasıl oluyor da kendisine üfürülen bedenin istidat ve kabiliyetine gö­re oluyor?... Görmüyor musun Samirîyi. Samirî’deki ‘-i’ eki nisbet ekidir. Samira’ye mensub demektir. Samirî İsrail oğulları ka­bilelerinden birinin adıdır. Bu Samiri’nin öz adı Musa bin Zufr’dur. Önceleri Hz. Musa’­ya bağlılık göstermiş ve hizmet etmişti. Cebrail Hayat adındaki atıyla Hz. Musa’ya gelince gördü ki Cebrail’in atı her nereye basıyorsa hayat buluyor. Ruhların unsurlar üzerindeki etkisini anlayınca nasıl avuçla topladı?. Resülün ayağının bastığı yerden bir avuç toprak alıp o toprağı sakladı. Haz­reti Musa Tur’a gidince kavminin gümüş ve altınlarını toplayarak eritti ve buzağı şekline getirdi. Topladığı toprağı pişmiş bu­zağı heykelinin üstüne attı, sonra buzağı heykeli, gerçek bir buzağı gibi böğürmeye başladı. Çünkü heykel inek şeklindeydi. Eğer o toprağı başka şekildeki bir heykele atsaydı o şekilde, yani karekter ve kabiliye­tinin gerektirdiği şekilde ses çıkaracaktı. Buzağı gibi böğürmesi, heykelin buzağı şek­linde oluşu ve dolayısıyla bir buzağının ka­biliyet ve istidadının gerektirdiği şekilde oluşu nedeniyleydi. Eğer yaptığı heykelin şeklinin gerektirdiği mizacın yeteneği insa­nın yeteneğine yakın olsaydı konuşurdu da.

SÜLEYMAN  (aleyhisselâm)TN KELİMESİNDEKİ RAHMANİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Rahmani hikmetin Süleyman Aleylıisselam’ın kelimesine dayandırılmış olması­nın nedeni, kendilerinde genel ve özel an­lamda rahmetin bütün olarak görünmesiy­le ilgilidir. Çünkü rahmani hikmetten murad, «O Süleyman’dandır ve Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla yazılmıştır.» (Nemi. 301 ayetinde değinilen Rahmetin sırlarını açıklamaktır. Nitekim Rahnıan’ın rahmeti bütün şeyleri genel hükmü içine aldığı gi­bi Hz. Sülyeman’ın da hükmünü ve işini Cenabı Hakk, bütün alemi içine alacak şe­kilde yapıp, yaratıkları Onun emrine verdi. Hattâ dedi ki; «Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi» (Nemi: 161

Hz. Süleyman nebilik ye velilik ile va­sıflanmaktan başka zahirde öyle ulu bir sultandı ki cinler, insanlar, vahşi hayvan­lar, kuşlar emri ve hükmü altındaydı. Bu­nun için rahmani hikmeti ona isnad ede­rek, buna dair sırlan açıklamaya geçmek suretiyle şöyle buyurdular:

Belkıs, bilincinde olmaksızın Süley­man’a ait olunca, Süleyman’ın mektubu hakkında, içinde bilkuvve bulunan aidiyet bilgisiyle «Bu kerîm bir mektuptur.» demiş­tir. Onun Süleyman’ın mektubunu «kerim» diye nitelemesi, Süleyman’a karşı olan ma­nevî sevgisini ve kişisel ilgisini gösterir.

Âsaf’ın, Belkıs tahtını Süleyman'ın hu­zuruna kuvvet ve iktidarla getirmesi ancak cinler Süleyman'ın şerefinin ne kadar aza­metli olduğunu bilsinler diyedir. Âsaf Berhiya Hz. Süleyman’ın veziridir. Hz. Süley­man Hakk Tealâ’nın kendisine verdiği kud­ret ve kuvveti Belkıs’a, diğer cinlere, asker­lere göstermek istediği zaman etrafındaki­lere dönüp «Ey topluluk, hanginiz bana Onun tahtını getirir.» (Nemi : 381 demişti. Cinlerden İfrit, «Ben, sen daha makamından kalkmadan onu getiririm» (Nemi: 39) de­yince veziri Âsaf Berhiya, «Sen daha öbür tarafına dönmeden onu getiririm sana.» (Nemi: 40) demişti.

Ariflere göre bakanın, bakmak için yö­nünü döndürmesi, birinin makamından ayağa kalkmasından daha hızlı olur. Çün­kü gözün hareket ettiği zaman ile bakılan şeye gözün ilişmesi için geçen zaman aynı­dır. Âsaf Berhiya’nın sözü, cinin sözünden daha tamamlanmış bir sözdür. Çünkü bu, bir anda tahtın asıl varlığını yok-var etmek olayındaki tasarruftur. Kaldı ki onu bulun­duğu yerde yok edip Süleyman’ın huzurun­da varetti. Bu getirme yani tahtı yok-var ediverme olayı tümüyle Süleyman’ın önün­de olmadı.

Cinler cesetlenmiş ruhlar ve latif ci­simlerdir. Onların mizacında ateş ve hava baskındır Nitekim bu unsurlar, insan için toprak ve sudur. Cesetlerinin tam manasıy­la latif ve ruhlarının gayet kuvvetli ve kud­retli oluşu nedeniyle çeşitli şekillere girerek insan aklının hayretler içinde kaldığı acaip ve tuhaf şeylere güç yetirirler. Kaldı ki bu iktidar ancak Süleyman’a verilen ihsanlar­dan birine yani vezire aittir. Âsaf Berhiya bunu, ancak cinlerin, Süleyman’ın şerefini bilmeleri için yaptı. Çünkü şu kuvvet ve iktidar, Süleyman’a ait ihsandan sadece tek birine aittir. Dolayısıyla sadece tek has hizmetçisi olan vezirden bu kadar kuvvet ve ilahi kudret zahir olursa kendisinde olan kudreti ona göre kıyas etmelidir.

Füsûs el-Hikem’den şöyle deniyor : «Bu olgun zat Süleyman’ın, zamanın kutbu olan bir veziriydi. Böyle kutuplardan harikulade haller sadır olunca, vezirlerinden, halifele­rinden olmaz, istedikleri kadar tam bir kub lukta bulunsunlar, hakikî bir fakre ulaş­sınlar bir şeye kendiliklerinden tasarruf edemezler.»

Belkıs tahtıyla Süleyman’ın huzuruna gelince, Süleyman: «Ey Belkıs, senin tahtın bunun gibi değil mi?» demiş, Belkıs de tah­tı konusunda : «Sanki o.» (Nemi: 42) de­mişti. Belkıs tahtını kendi nezdinde gördüğü zaman benzerlik ve başkalığı içine alan bir tarzda «Sanki o» dedi. Çünkü benzetme başka başka şeylerle olur. Onun için bir şe­yin benzeri o şeyin aynısı değildir İşte bu sözde her an yaradılışın yenilendiğine dair bir bilincin işareti vardır. Belkıs’ın tahtının suretinde görünen, nasıl tahtın kendisi ise, Hakk Tealâ bu alemi de her an ve zamanda yok edip onun benzerini ardından vareder. Fakat perdelenmiş olanlar benzer şeylerin ardarda gelişi ve durumlarının binbirine uygunluk göstermesinden kıyasla alemin varlığının tek bir süreç ve minval üzere kararlaştırıldığını söylerler. Beyt:

Her sıfattan münezzeh Allah. Fazl, kerem, rahmet, cömertlik kaynağı şefkatli Tanrı ne güzeldir

Her nefeste bir cihanı yok eder, aynı anda bir başkasını vareder.

Cenabı Hakk Celle Şanühü her nefste (nefeste) başka bir tecelli ile tecellî eder. Başka zaman da aynı tecellîde bulunmadı­ğı konusunda keşif ve şuhûd sahipleri ka­rar kılmışlardır. Çünkü bu hasıl olanın tah­silini gerektirir. Oysa bu Allah işinde mu­haldir Dolayısıyla her anda bir şe’n (iş) ve her zamanda bir başka taayyün (belirleme) ile tecellî ederek görünür.

Ona sırçadan bir köşk gösterdi. Sanki o köşk su gibi dalgalanıyordu. Oysa ger­çekte öyle değildi. Aksine saf cam, su gibi yayılmıştı. Belkıs’a Hz. Süleyman tarafın­dan -. «Köşke gir dendi; görünce dalgalanı­yor sandı. (Sudan geçmek için) paçalarını sıvadı.» (Nemi: 44) İşte Hz. Süleyman ilmi­nin yetkinliğinden ona böyle bir uyarıda bulunmuştu.

Tıpkı o görünen taht gibi. Suret yönüy­le tahtın gerçeği değildi oysa görünen. Ama ikisinin de cevherleri birdi. Bu fiilî uyan aynı Hz. Süleyman’ın «Bu senin tah­tın gibi değil mi?» deyişindeki sözlü uyan gibidir. «Bu senin tahtın mı?» da diyebilir­di. Çünkü sözkonusu olan varetme olayı o şeyin hakikatıyla ilgili değil, onun benzeri ile ilgilidir. Köşkün durumu gayet latif ve saf olduğundan ona bakan kimseye dalga­lanan su gibi görünüyordu. Gerçekte şuuru olmayan kimseler onu bir su hayali gibi görmekteydiler.

İşte bu durum tüm alemde geçerlidir. Bu yenileniş, tazeleniş her an bütün alemde yürürlüktedir. Sadece Belkıs’ın tahtına öz­gü değildir. «Dağları yerinde donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler» (Nemi -. 88) ayetindeki manayı hakikat araştırıcıları bu anlama yüklerler. Ama insanların çoğu bu yaradılış yenilen­mesinden gafildir.

Kendisinde tasarruf edilip, parçalarının biraraya getirilmesinden sonra Mülk, kim­seye gerekmedi. Süleyman  (aleyhisselâm)’dan sonra parçaları biraraya getirilmiş olan Mülkde görünürde tasarruf etmek, kimseye layık olmamıştır. Dolayısıyla mülkün par­çalarını kendisinde biraraya toplayıp onda zahiren tasarruf etmek Hz. Süleyman’a öz­gü olmakla kaldı. Onun için Hazreti Pey­gamber öylesine tasarruftan yüz çevirdi. Rüzgârların Onun emrine verilmesi, mizaç­larında ateşin baskın olduğu ruhların Onun emrine verilmesi nedeniyledir. «Biz rüzgâr­ları ona musahhar kıldık. Onun emriyle eserlerdi.» (Sad: 36) ayetinde belirtildiği gibi. Çünkü ervah-ı nâriye denilen ateşçi! ruhlar rüzgârlarda varlık sürdüren ruhlar­dı. Bu ruhların bedenlerinde hava ve ateş ile ilgili cevher galiptir. Nitekim «Cinni de du­mansız ateşten yarattık?» (Rahman: 15) ayeti bu anlamlara değinir. Asılları ateş ol­duğundan bu ruhlara ‘ervah-ı nâriye’, yani ‘ateşcil ruhlar’ adı verilmiştir.

Ve Allah Süleyman’a şöyle dedi: «Bu bizim sana hağışımızdır. İstersen ver, ister­sen öylece tut onu. Hesapsız olarak.» (Sad .39) Yani denmek isteniyor ki: «Ey Süley­man Ahirette bu bağışlardan dolayı hesa­ba çekilmezsin. Çünkü bu bizim sana özgü kıldığımız bir nimet ve bağışımızdır.» Hz. Süleyman’ın «Rabbim bana öyle bir mülk ver ki..» duası Cenabı Hakk’ın emrine ben­zeyerek, ona uyarak yapılmış bir duadır. Yoksa Onun derdi mülk istemek değildir. Bu yüzden eliyle işler, kazandığını yer, fa­kirlerle oturur ve bununla iftihar ederdi. Şöyle derdi: «Miskinim ben. Miskinlerle otururum.» Eğer Onun isteğinde Rabinin emrine uymak yerine nefsi bir garaz olsay­dı bu bağıştan dolayı hesaba çekilirdi el­bette.

DAVUD  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ VÜCUDÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Vücudi hikmet’ şu ilişkiden hareketle Davud Aleyhisselâm’ın kelimesine dayan­dırılıyor :

İnsanlık suretinde varolmak ancak ila hî hilafet ile tamamlanır ve hilâfete dair hükümler Ona gelinceye kadar bütünüyle bir kimsede zahir olmadı. Onun için Hakk Tealâ peygamberlerden bir kimsenin hilâ­fetinden özellikle açıklamak suretiyle sözetmedi. Ancak Hz. Davud’a hitan ede­rek : «Ey Davud, biz seni yeryüzünde halî­fe kıldık. İnsanlar arasında hakikatla hük­met. Ölçüyü kaçırma.» (Sad: 26) sözüyle Onu şereflendirdi. Ona ihsan olunan bağış ve verginin açıklamasına geçen Hazreti Şeyh şöyle buyurdular:

Allah Davud’a bir fazl olarak marifeti bağışladı. «Onun mülkünü şiddetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitap gücü verdik.» (Sad: 20) ayetinde zikredildiği gibi. «Biz Süleyman ve Davud’a ilim verdik. Onlar da, ‘Bizi mümin kullarının bir çoğundan fa ziletli kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.» (Nemi: 15) ayetinde ise onlara verilen Al­lah’ı bilmenin ilminin bir fazl olduğu anla­tılmak istenir. Amellerinin gerektirdiği bir karşılık olarak değil. Eğer bu marifet on­lara amellerinin bir karşılığı olarak veril­miş olsaydı bağış değil mükâfat olurdu. Peygamberlerin Allah’a, Onun isim ve mer­tebelerine olan marifeti, rahmani bir bağış ve Allah’ın kendilerine özgü kıldığı bir ver­gidir. Kazanarak, amelle elde etmenin bun­da hiç bir girdisi yoktur. Nitekim Davud’a Süleyman’ı bağışladı. Yani Süleyman’ın zu­huru Davud'un kendisinden sadır olan ame­li nedeniyle olmadı. Aksine bu, salt bağış ve faziletlendirmeden ibaretti. Bu cümle­den olmak üzere Davud’a verilen kudret eli Allah’ın ‘Vehhab’ isminden dolayı olup amel karşılığı olan bir mükâfat mesabesin­de değildir. Böylece Allah'ın «Biz Davud’a tarafımızdan bir fazl verdik» sözü kendisi için baki kalmış oldu. Dikkat edilirse bü ayette «bağış» sözü açıkça söylenmiyor. O halde şimdi bu vergi, bir karşılık ve mükâ­fat mı, yoksa salt bağış mıdır?.. Apaçık ki, eğer bir şeye karşılık olsun diye verilmiş ol­saydı, veren bir fazl olsun diye vermiş sa­yılmazdı. Zaten bu anlam ayetteki «tarafı­mızdan» sözünden apaçık biçimde çıkarıla­bilir.

Bunun gibi Allah, verdiğinin karşılığını da Davud’dan istemedi. Bu nimete şükre­dilmesin! istediyse de, Davud’un ailesinden istedi; Davud un kendisinden değil. Çunku selefe verilen nimet, halefe verilmiş de­mektir ve peygambere verilen nimet aslın­da ümmetinedir. Bu nimetin karşılığında şükrü Davud’un ailesinden isteyince bu vergi, Hz. Davud için bir fazl ve bağış ni­teliğinde; ailesi için ise bir mükâfat niteli­ğinde olmuştur. Onun için ailesi üzerine şü­kür vacib olduğundan onlardan şükretme­lerini istedi. Ve şöyle dedi: «Ey Davud aile­si şükredin. Benim çok şükreden kullarım azdır.» (Sebe : 131

Bu sözle Allah Tealâ hem bir hibe olan nimeti, hem de mükâfat olarak verdiği ni­metine şükretmeyi vacib kılmış oldu. Bu de­mektir ki şükür karşılığında nimetini kat kat arttıracaktır. Geçen ayette hem yüküm­lü olunduğu için edilen şükür, hem de yü­kümlülüğün ötesinde nafile olarak yapılan şükürde mübalağa etme üstüne bir dikkat çekiş vardır. Beyt:

Akla vacip olan nimet verene şükretmektir, yoksa ebedi öfkeye maruz kalır

Ba— bahşeder şükür, secde ister. Ayak bahşeder, şükür kaade ister

Gaflet nimetten olur. Zikr uyanıklıktır. O Sultan’ın zikrinin tuzağıyla nimet avına çık..

Vacib olmayan nafile şükür Peygam­ber salla’llâhu aleyhi ve sellem’in «Çok şükreden bir kul olmıyayım mı?» hadisinde sözü edilen şükürdür. Nitekim Hz. Aişe Allah Ondan razı olsun -

110 den rivayet edildiğine göre kendileri, Hz. Peygamber’in namazda durmaktan ayakla­rı şiştiğini görünce şöyle dedi: «Ey Allah’­ın resulü. Niye nefsinize cefa ediyorsunuz?. Halbuki Allah sizin geçmiş ve gelecek gü­nahlarınızı afvetti!» Bunun üzerine Aley? hisselâm şöyle dedi: «Ben çok çok şükre­den bir kul olmıyayım mı?» Yani, Rabbime şükür konusunda mübalağa etmiyeyim mi? Bu şükür Hakk’ın isteğiyle değil, belki nef­sinden bir armağan olsun diye yapılan şü­kürdür. Hakkında bir emir olan şükür ise yükümlü kılan şükürdür. Allah Tealâ bif yerde «Allah’a şükredin» diye emrederken, diğer yerde: «Allah’ın nimetine şükredin.» diyor. Şimdi, Allah’tan dolayı akleden için, bu iki ayetteki şükredenler arasmdaki fark, şükredilen şeyler arasındaki fark kadardır. Demek ki Allah’a, ya da nimetlerine şükre­denler arasında fark, şükrettikleri şey ara­sındaki fark kadar oluyor. Nimetlere şük­retmekle yükümlü olan kul ‘muhibbîn’, ya­ni Allah’ı sevenler mertebesinde olup onla­rın şükrettikleri şey nimetlerdir. Diğer ta­raftan nafile olarak, vacib olmasının öte­sinde Allah’a şükredenler ise ‘mahbûbîn’, yani Allah tarafından sevilenler mertebe­sinde olup şükrettikleri doğrudan doğruya Hakk’tır. Bu mana, emir ve sırlar; hakkın­da kendi fikir ve hayalinden dolayı akledenlere değil, doğrudan Allah’tan dolayı ak­leden kimselere zahir ve apaçıktır.

Davud hilafeti konuşanda kendisine nass indirilmiş bir peygamberdir. Şöyle ki, «Ey Davud, muhakkak ki seni yeryüzünde halife kıldık.» «Muhakkak ben insanlara bir imam tayin edeceğim.» (Bakara: 124) yüce kelâmıyla Hz. İbrahim için belirlenen İmamet, ve ondan başka olmak üzere Hazreti Âdem hakkında Cenabı Hakk’ın me­leklere buyurduğu «Muhakkak ki ben yer­yüzünde bir halife yaratacağım.» sözü Da­vud’a söylenen gibi değildir.

Çünkü İmametin-hilafet gibi olmadığı bilinir. İmamet burada hilafet anlamına ol­sa bile yine onun aynı değildir. Çünkü en azından hilafete özgü isimlerle anılmış ol­maz. Eğer «Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» sözü Hz. Adem hak­kın bir nasstır dersen, deriz ki o da Hz. Da­vud hakkında olan nass gibi değildir. Çün­kü Allah meleklere «Ey Âdem. Muhakkak ki seni Yeryüzünde halife kılacağım deme­di. Dolayısıyla Hz. Davud hakkındaki nassda olan açıklık mükemmel bir şekilde ifa­desini bulur.

Kime hilafet verildiyse ona âlemde hükmetme ve tasarruf gücü verilmiştir. ... Âlemde kendisine hilafetin bağışlandığı £ kimselere, kılıç tahakkümü; kerametler, vefilik ve harikulade haller gibi manevî bir tasarruf verilir. Çünkü hilafet bunların hepsini içine alır.

İnsanın mutedil yaradılışına olan uzak­lıklarına rağmen dağların ve kuşların onunla birlikte teşbih etmesi, belli bir uy­gunluğu çıkarır ortaya. Üstelik İnsanî ola­na uygunluk göstermeleri imkanı da uzak­tır kendilerine. Çünkü İnsanî olan önce kendisine uygun ve kabildir. Ama O ne za­man ruhuyle teşbih ve tahmid ederek tü­müyle uluhiyet mertebesine yöneldiyse, İlahî Nur onun bütün kuvvetlerini içine alacak şekilde, her organı, ruhuna uygun­luk gösterip onunla teşbih eder. Bu zahir plândaki dağlar ve kuş topluluğu da bu âle­min organ ve kuvvetleri gibidir. Dolayısıy­la insana dair olan hakikat bunları da içi­ne alır. Ne zaman Davud’un tüm organları sabah akşam teşbih ettiyse, bu, âlemin kuv­vetlerine de etki eder, onlar da kendisiyle : birlikte teşbih ederlerdi. Lâkin bu tesbili Hz. Davud için aslî, onlar için tabiîdir.

YUNUS  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ NEFSİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Nefsi hikmetin Yunus  (aleyhisselâm)ın keli­mesine dayandırılmasında şöyle bir ilişki­den hareket ediliyor:

Cenabı Hakk onu balığa müptela kılıp, balığın kamında nice gün, nice ay, ilahi teşbih ile meşgul etti. Tam bir yöneliş ve tam bir boyun eğiş içindeki Yunus’a «Onu kederden kurtardık.» (Enbiya: 88) ayetinin anlamında bildirildiği gibi kurtuluşu müyes­ser kıldı.

İnsanda bulunan Natık Nefs de cisim balığına mübtela olmuş, tabiatın karnında hapis kalmıştır. Eğer bu karanlık cisimde Allah’a ibadet ve teşbih ile meşgul olunup Cenabı Hakk’a tam bir yönelişle teveccüh edilirse «Mü’minleri kurtarırız.» (Enbiya: 88) müjdesi gereğince şom nefsin gamın­dan, arzusundan kurtul. Böylece ' Allah’ın geniş yeryüzüne ve ruhanî sahrasına ulaşıl­mış olur. Mesnevi:

Eğer O, balığın karamda Hakk’ı teşbih et. meşeydi mahşerdeki hapiste, zindanda ka. lirdi.

Bir diğer ilişki de Yunus ile nefsi ara­sındadır. Balık ana rahmidir. Natık Nefsin ruhaniyetini içermiş olan nutfe rahmin ka­ranlığında nice gün kalıp Cenabı Hakk’a kendi istidadının diliyle teşbih ve takdis et" mesi nedeniyledir ki rahmin karanlığından kurtuluş mümkün olmaktadır. Böyle bir anlam N-F-S kelimesindeki -Fharfi cezimli okunduğunda çıkar. Ama bazıları -Fharfi­ni üstünle -FEşeklinde okumuşlardır. (NEFES şeklinde). O zaman da Allah’ın onun kavminden, ailesinden, çocuklarından, ve balığın karnındaki karanlıktan dolayı olan üzüntü ve kaderi tenfîs ettiği, giderdi­ği anlamı çıkar. Böyle bir ilişkiden kalka­rak NEFESİ hikmet Yunus’a dayandırılmış olur. Önceki anlam daha uygundur bizce.

Hazreti Şeyh onun bazı sırlarını bu fassda anlatıp şöyle buyururlar:

Yunus  (aleyhisselâm)’un bereketi kavmine döndü. Onu yalanladılar. O da onlara kızıp Hakk’ın azabını açıklayıp aralarından kaç­tı. Va’d yaklaştığı zaman gökten ateş dolu bir siyah bulut görünüp de üzerlerini örtün­ce korktular, tövbekar oldular. Hemen Yu­nus  (aleyhisselâm)’ı doğrulayıp Cenabı Hakk’a tam bir şekilde yönelerek, boyun eğdiler, dua ettiler. Nitekim ayeti kerimede: «Keş­ke inanıp da inanması kendisine fayda sağ­layan bir memleket olsaydı. Ancak Yunus’un kavmi inanınca dünya hayatmda onlar­dan rezillik azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık.» (Yunus . 98) buyurulmuştur.

Çünkü Allah bereketi Yunus’un kavmine izafe etmişti. İşte onun için bereket Yunus’un kavmine döndü. Hakk Tealâ aye­tinde «ancak Yunus’un kavini» demek su­retiyle bereketi o kavme izafe etmiş oldu. Kur’an’ın nüzul damanı, Yunus kavminin zamanından sonradır; sonradan olan izafet nasıl olur da önceden yaşamış Yunus kav­minin kurtuluşuna sebep olur, diye sorulur­sa eğer, şöyle denir: Kur’an inişiyle ve harf­leriyle sonradan olmuş ise de manası itiba­riyle Hakikat ehli nezdinde ezelîdir. Bunun için Allah'ın ilminde Yunus’un kavmiyle kendisi arasındaki ilişki ve izafet ezelîdir. Hakk Tealâ o kavme bereketi izafe ettiği içindir ki Yunus’un bereketi o kavme , geri dönmüştür.

Bu, yani Yunus’un kavmi üzerine bere­ketinin geri dönmesi kavmine Allah hak­kında kızması yüzündendir. Yunus’un hâli kızgınlık deşil de hoşnutluk olsavdı nasıl olurdu? O, Allah hakkında havır zanda bu­lundu. Böylece Allah onu kederden kurtar­dı. Balık da onu bir sahile atıverdi. Ve Air lah sövle buyurdu. «İşte inananları biz böy­le kurtannz.» Yani durumlarında sadık olanları.

Cenabı Hakk buyurur ki: «Biz Yunus’u kurtardığımız gibi, mü’minleri de yani söz ve durumlarında doğru olanları da şeytani, nefsanî, dünyevî ve uhrevî üzüntü, keder ve arzulardan kurtarırız.» Şu gelen ayet de bu anlama işaret eder: «Balığın karnına gir­miş olan Yunusa da (lütfettik). Zira o kavmine kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremiyeceğimizi sanmıştı. Nihayet ka­ranlıklar içinde ; ‘Senden başka ilah yok­tur. Sen eksikliklerden münezzehsin, yüce­sin, ben zalimlerden oldum’ diye yalvardı Biz de onun duasını kabul ettik ve onu ta sadan kurtardık. îşte biz inananları böyle kurtarırız.»

Ve Allah lutfundan onun üzerinde asma kabağı bitirdi. Ki onu güneşin sıcağından ve üstüne konacak sineklerin zararların­dan korusun. Balığın kanundan tavuk yav­rusu gibi çıktığı vakit o derece halsiz ve çü­rümüş bir durumda idi ki üzerine bir sinek konsa rencide olurdu.

Hazreti Yunus gemidekilerle kendi ara­sında çektiği kurada kendini de onların atasına kattığı için Rahmet hepsi için ge­nelleşmiş oldu. Çünkü gemidekiler sonra­dan Yunus'un balığın kamından  çıkışım görmüşler ve onlara iman nasib olmuştu. Yunus’u tasdik ettiler, rahmetlerine erdi­ler.

EYYUB (A.S)’IN KELİMESİNDEKİ GAYBÎ HİKMETİN ÖZÜ ,

‘Gaybî hikmet’in Eyyub Aleyhisselâm’ın ruhuna, dayandırılmasında şöyle bir iliş­ki sözkonusudur:

İlahi Hüviyet (Kimlik); «Muhakkak siz gökten bir ip sarkıtsanız Allah’ın üze­rine düşer.» şerefli hadisinin anlammca, bütün yüce ve alçak tabakalardaki şeylere bulaşmıştır. Diğer taraftan Cenabı Hakk EyYub’a şöyle buyurmuştur: «Ayağını yere vur.' İşte sana yıkanacak ve içilecek soğuk su!». (Sad: 42) Hz. Eyyub ayaklarını yere vurunca Cenabı Hakk onun ayaklan altın­da örtülü ve kayıp olan gerçek bengisuyu ortaya çıkardı ve onda kendisine şeytanın dokunması, Rahman’dan uzaklaşma gibi nedenlerle meydana gelen manevî ye su­retlere ilişkin hastalıkları bu su ile temiz­ledi. İşte bü su, Cebrail hazretlerinin, Pey­gamberimizin mübarek göğsünü temizledi­ği suyun cinsindendir.

\ Bu hikmete ‘gaybî hikmet’ denmesinin nedeni o suyun gayb aleminden zuhur et­miş olmasıdır. Hazreti Eyyub, belâ ve mih­nete sabır edip dayandığı ve bengisuya ka­vuştuğu içindir ki Hazreti Şeyh bu fassda sabrın özellik ve sırlarını açıklayıp, şöyle buyururlar:

Eyyub’ıin sabrı, Allah’a yakınma ile çelişmediği zaman; yani insanlar sabrı «Sa­bır nefsi yakınmadan mutlak anlamda alı­koymaktır» diye tanımlarlar ya işte böyle. Fakat arifler nezdinde gerçek tanım şudur: «Sabır nefsi Allah’tan başka şeylere yakın­madan alıkoymaktır.» Çünkü Allah’tan baş­kasına yakınma, Onun kazasına bir hoş­nutsuzluk sayılır. Ama Allah’a yakınma ac­zin, miskinliğin, fakrın, zilletin ifadesidir. Hakk’a şikayet kazaya rıza göstermeğe ters düşmez. Çünkü bu aynı zamanda bu kaza­nın sonucundan yakınmadır. Yoksa yalnız kazadan şikayet değil. Eğer zaten Allah’tan başkasına şikayet nasıl tasavvur edilebilir diye sorulursa, biline ki, Tevvhid ehli nez­dinde Allah’tan başka var olan hiç bir şey yoktur. Kime şikayet edilirse edilsin ger­dekte şikâyet Onadır. Evet böyledir. Fakat başkalıktan murad, İlâhî Kimliğin cûz’î be­lirlenmelerle belirlilik kazandığı yöndür, işin gerçek yönü ise, bütün bu belirlilik ka­zanmaları için alan îlahiyet Mertebesidir ve Hakk bu yönü bütün varolanların ihti­yaçlarının yöneldiği bir kıble eylemiştir, iş­te Eyyub’un sabrı da Allah’a şikâyet ile çelişmediği ve İlâhî Yetkeye sabırla muka­vemet edemediğinde vakta ki Allah Eyyub’un aczini bildi, ona ailesini bağışladı. Hz. Eyyub belânın kendisine inişindeki İlahî Yetkeye karşı sabır edip, nefsini de dua ile boyun eğerek şikâyetten alıkoymaya dircnemediğinde. şöyle demişti: «Bana zarar dokundu. Ve Sen merhametlilerin en merhametlisism.» Allah da ona ehlini bağışla­dı. Ve bu ayrılık sonrasında onları. birleş* tirdi. Onlarla birlikte onlar gibi oldu. On­lardan hizmet gördü, kuvvet, servet ve ni­met buldu onların yamnda.

Onun ayak vuruşu Râbbinin emriyledir. Nitekim Allah Tealâ «Ayağını yere vur. İşte içilecek ve yıkanılacak soğuk su.?> bu­yurmuştu. O da ayağıyla yere vurdu. Ora­dan bir pınar fışkırdı. Ayette, o pınarın su­yu öyle bir sudur ki onunla yıkanılır içilir; batmî ve zahirî acılar ve hastalıklar bu­nunla uzaklaştırılır, denildi.

Ama bilgiyi araştıranlar 'bu ayetin ger­çek manası riyazet ve mücahedeye emirdir* derler ve bu ayetten şu yollu söz açarlar: «Yani, müşahede ayağım yeryüzüne vur. Hakikât benzeri olan bengisu onu temizler, yur. Onunla cismeni ve ruhanî hastalıklar, açalar kaybolur gider.»

İşte ayak vuruş onu acılarından böyle kurtardı. Ve her dili şeye bulaşmış bir ha­yat sim plan suyu böyle çıkardı. Bu şuyun öyle ezelî bir gerçekliği vardır ki alem yaratılmazdan önce Allah’ın arşı da bu suyun . üzerindeydi. Bu suya şeyhler nezdinde Rah­mani Nefes denir. Ki külli heyulâ ve aslî cevherdir. Rahmani Nefese su denmesinin nedeni onun su unsuru gibi herşeye asliyetini kazandırdığından dolayıdır. Ve su un­suru Rahman Nefesin mazharı olduğu ve bunun sıfatıyla nitelik kazandığı içindir. Bu külli heyulâya Rahmani Nefes denmesi de bir mecazdır aslında. Çünkü nefes bu­hara derler. Buhar, havanın parçacıklarıy­la karışmış olan küçük su zerrelerine denir. Dolayısıyla, bütün alemin heyulasına, Rah­mani Nefes ve Gerçek Su denmesi mecaz yoluyla olur. .

Eyyub o sudan yaratıldı ve yine o suyla hastalıklardan uzak kılındı. Ve Allah o su­yu ona bir rahmet kıldı da suya erişebil­mesi için yaratıldığı suyu hatırlattı ona. Adadığı şey konusunda da ona yumuşak davrandı. Rivayet edilir ki Eyyub Aleyhisselam’ın kansi bir ihtiyacını karşılamak için bir yere gidip uzun zaman orada ka­lınca, Hz. Eyyub «Eğer sıhhatıma kavuşur­sam ona yüz değnek vurmayı adadım» de­di. Sıhatına kavuşunca Cenabı Hakk onu helâl edip, izin verdi ve dedi ki «Eline bir tutanı ot al onunla ona bir kere vur. Yemi­nini, bozma-» (Sad: 44)

Bu izin bizim şeriatımızda da vardır.

Bize bunların öğretilmesi, adağı yerine getirme konusunda seçildiğimizi göstermiş olmak içindir. Çünkü Muhammed'in ümme­tine yemini bozmağa karşı kefaret meşru kılındı. Ahiret cezasından korunabilmek için. Yeminin kefareti Kur'an’da şöyle açık­lanır : «Onun kefareti, ailenize yedirdiğini­zin orta derecesinden on fakiri yedirmek ya dâ bir köleyi azad etmektir. Bunu bula­mayan üç gün oruç tutsun.» (Maide: 89) Yemin eden kimse, bir yemin bozucu olmak­tan kurtulmak için bunlardan birini yap­mak zorundadır.

Kefaret emir olduğu için ibadettir ki böylece yeminini bozan, üstün yemin ettiği şeyden hayırlısını gördüğünde o kefareti, sözünü bozması yerine koysun. Nitekim Hazreti Peygamber’in, selam ona olsun, bir hadisinde şöyle buyurulur: «Üstüne yemin ettiği şeyin dışında bir hayır gören yemi­ninin kefaretini ödesin ve hayırlı olana dönsün.» Çünkü Allah yeminleri gözetir. Yani yemin ve kefaretler karşılığında se­vap bağışlar. Her ne kadar yeminini bozan günah içindeyse de. Çünkü o yemin eder­ken Allah’ı anmıştır. Zikreden uzuv olarak dil hal dili ile zikrinin sonucunu ki o sonuç rahmet-sevap her ne ise ister. Yemini boz­manın itaat ya da isyan halinde olması başka bir hükümdür. Zikreden dile de o hü­kümden günah ya da sevap açısından bir şey gerekmez. Nitekim Hazreti Şeyh Fütuhat’da bu konuya uygun olarak şunları söylüyor:

«Dikkat et. Allah’a yaklaştırıcı bir amel olarak niyet etmedikçe işlediğin fiil herhan­gi bir hareket olmaktan öteye geçmez. Niyet ettiğin için ve fiilinin mubah olduğuna inancından ötürü ecir görürsün. İsyanda olduğun zaman, bile niyet et. işlediğin şe­yin masiyet olduğuna inancından ötürü ecir görürsün. Salih bir amel ile karışmış olmadıkça masiyetin mü’min için kurtarıcı olmasına imkan yoktur. Zira bu Salih amel de onun masiyet oluşuna imandır.»

YAHYA (aleyhisselâm)IN KELİMESİNDEKİ CELÂLİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Celâli hikmetin, Yahya Peygamberin kelimesine bağlanmasının nedeni: Hazreti Yahya’nın varlığında Celâl galipti. Onun için de daima korku, saygı, hüzün ve melâmet üzereydi. Kendileri Celâlli göründükle­rinden sonunda öldürüldüler. . Bir çok kişi ona kısas olsun için öldürülmeyince kanı köpürdü, depreşti durdu.

Dolayısıyla celâli hikmet ile Yahya’nın kelimesi arasında tam bir ilişki olduğu için bu hikmet ona dayandırıldı.

Allah, Yahya’yı isimlerde öyle bir men­zile erdirdi ki ondan önce kimse bu isimle isimlenmemişti. Nitekim Allahü Tealâ «Ey Zekeriya, sana bir çocuk muştuliiyoruın. Biz ondan önce kimseyi bu isimle isimlen­dirmedik.» (Meryem : 7) buyurmuştur. Bun­dan sonra bu isimle isimlenmekte diğer insanlar, da ona uydular. Unutulmasın da bu isim ona dönsün diye.

Babasının himmeti Yahya'nın doğumu konusunda etkili oldu. Çünkü Allah, baba­sı Zekeriya ile îmran kızl Meryem arasında hakîki sevgi sebebiyle oluşan bir ilişkiden dolayı, Zekeriya’ınn kalbine Meryem’in sev­gisinden karıştırmıştı.

Ol zamanda Meryem’in anaşı Hazret! Meryem’i doğurduğunda onu bir hırkaya sarıp Mescidi Aksa’ya iletti. Orada bulunan seçkinlerin önüne bıraktı ve şöyle dedi'. «Bu adağı Allah için alın. Beyti Makdis’in hizmetine adanmıştır.» Onlar'tam bir ilgiy­le hemen aldılar. Çünki İmran, önder ve reislerinin kızıydı. îmran’ın babası İsrail oğullarının başkan ve seçkiniydi. Hazret! Zekeriya «Ben bunun terbiyesine en lâyık olanım. Çünkü halası benim nezdimdedir.» dedi. Onlar buna razı olmayıp kura çek­meyi teklif ettiler. Her biri demirden bir kalem üzerine adlarım yazıp bir suya bı­raktılar. Zekeriya’nın kalemi suyun üzerin­de durdu. Diğer hepsininki battı. Dolayısıy­la Hazreti Zekeriyya onun terbiyesini üze­rine aldı. Hazreti Meryem için Beyti Mak­dis’in bir köşesinde bir yer boşaltıldı. Mer­yem orada tümüyle şehvetlerden kesilip ibadetle uğraştı durdu.

Zekeriya’nın Meryem üzerindeki bu sevgi düşlemesi Yahya’yı etkileyip onun nefsanî eğlence ve şehvetlerden uzak kal­masını sağlayan bir yapıda olmasını sağla­dı. Bu yüzden benzeri bir durum için hik­metli kişiler .şöyle demişlerdir s Bir kimse hanımıyla birleştiğinde, belsuyunun rahme inmesi esnasında kendi kendine varlıkların en faziletlisini düşlesin. Çünkü çocuk bun­dan çok haz ve nasip alır. Eğer tümüyle et­kilenmemişse, düşlemede kusur var demek­tir.

ZEKERİYYA (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ MALİKİ HİKMETİN ÖZÜ

‘Malikiyye’ terimi, mülk masdanndan türemiştir. ‘Mülk’, şiddet ve kuvvete derler. Melik de şiddetli ve kuvvetli demek olur. Mülk, kudret ve tasarrufa da denmektedir. Bu hikmetin Zekeriyya Aieyhisselâm’ın ke­limesine izafe olunması aralarındaki şöyle bir ilişki nedeniyledir:

Hazreti Zekeriyya tam bir güç ve etkili bir himmet ile Allah tarafından desteklen­miştir. Hile ile tertiplenmiş belâlara karşı güçlü bir sabır örneği ve şiddetli bir dire­niş göstermiştir. Bu yüzden malik oluşa ait hikmet ona özgü kılındı.

Zekeriyya Rabbani Rahmete erişince yani, mana ve suretlere, ilişkin nimetlerle Hakk’ın kendisini eğittiği sırra erişince Rabbine seslenişini gizledi. Yani çocuk iste­me konusundaki duasını etrafındakiler din­lemesin diye gizli tuttu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de «Kâf Hâ Yâ Ayn Sad. Bu Rabbinin, kulu Zekeriyya’ya olan rahmetini anışıdır. O, Rabbine gizli bir seslenişle yalvarmıştı.» (Meryem: 3) buyurulmuştur. Duayı gizli etmesınde bir çok neden olabilir.Ya ihlası tam olduğu için; yahut ilerlemiş yaşına rağmen çocuk istemesi halk nezdinde kötü bir değerlendirmeye sebep olmasın diye, veyahut da ihtiyarlığı beden kuvvetlerine zayıflık verdiğinden gizli sesle dua etmiş olabilir.

Duasına Allah, sırrıyla karşılık verdi, Âdet görmeyen hanımına rağmen duası kabul edildi. Melekler ona Yahya’yı müjde­ledikleri zaman şöyle demişti: «Rabbim, bana ihtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kı­sırken benim nasıl oğlum olur?» (Ali îmran: 40) Çünkü kısırlık sonuç almaya en­geldir. Bu yüzden Allah Teâlâ neslin kökü­nü kurutan rüzgârdan sözetmiştir. Sözkonusu rüzgâr şu ayet-i kerimede geçmekte­dir : «Âd kavmi konusunda. Biz onlara nes­li kurutan bir rüzgâr göndermiştik.» îşte böylece Allah nesli kurutan rüzgârlarla, aşılayan rüzgârların farkını belirtti. Nite­kim Kur’an’da şu mealde bir ayet-i kerime vardır: «Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik.» (Hicr: 22)

Allah Yahya’yı Zekeriyya’nın duasının bereketiyle var kıldı. Nitekim Hakk’a dua edip demişti ki: «Rabbim bana katında ye­rime geçecek bir veli bağışla. Ki Yakub oğullarına da mirasçı olsun. Ve onu razı ol­duklarından eyle.» (Meryem : 6) Hakk Teâlâ duasını kabul buyurup Zekeriyya’nın

137 nezdinde bulunan ilahi marifet, rabbani esrar ve övülmüş ahlâka; onu mirasçı kıl­dı.

Meryem de ona benzedi. Allah onu da İbrahimoğullarından bir topluluğa mirasçı kıldı. Yani İbrahim ailesinden olan peygam­berlerin sırlarına varis eyledi.

ILYAS  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ ÎNASÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘İnasî hikmetin İlyas’ın kelimesine iza­fe edilmesinin nedeni şudur:

Kendi yüce meşreblerinde yetkin bir ruh hali ve melekliğe ilişkin kuvvet bulun­duğundan, meleklerle yakın arkadaş olmuş, diğer taraftan beşerî sureti aracılığı ile in­sanlarla dostluk kurmuştu.

; Allah ayetinde, «yaratıcıların en güze­linden söz ediyor. Şöyle ki İlyas Bal adlı puta tapan kavmine şunu demişti, «Ba’le yalvarıp da yaratıcıların en güzelini mi terkediyorsunuz?» (Saffat: 125). Diğer bir avette ise Allah, «Yaratnuya gücü yeten, hiç bir şey yaratmıyan gibi midir?» (Nahl: 17) diyor. Şimdi bu ayetle, geçen ayet ara­sında bir çelişki varmış gibi görünüyor. Hakk’tan başka bir yaratıcı düşünemiyeceğimize göre, nasıl oluyor da ilk geçen ayet, yaratıcıların en güzel olanından bahsedi­yor?. Oysa sonra gelen ayette yaratmanın Allah’tan başkası için düşünülmesi kesin­likle olumlanmıyor.

işte bu konuda Şeyh şöyle diyor:

İnsanların yaratması sâdece bir takdir­den ibarettir. Yani yaratış sözcüğü, iki ayrı eylemi gösteren ortak bir lâfızdır. Birincisi takdir yanibelli bir ölçüye göre yapmak ya da o şeyi ölçüşünce yapmak İkincisi îcad gerçek manada yaratma anlamına gelir. Dolayısıyla insanlardan sadır olan yaratma eylemi ki birinci ayette geçmiş­ti, takdir diye isimlenmektedir. O zaman ayette geçen «yaratıcıların en güzeli» ibare­si, «takdir edenlerin en güzeli» anlamına gelmiş olur. Diğer yaratma eylemi ise icâd, yani Cenabı Hakk’a özgü olan bir eylemdir. Bu anlamdaki yaratışta sözkonusu çelişki ortadan kalkmaktadır! bunu anla.

LOKMAN  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ İHSANI HİKMETİN ÖZÜ

‘İhsan! hikmet’ şu münasebetle Lokman Aleyhisselâm’ın kelimesine ait gösterilmiştir:

Yüce mizaçlarında ‘ihsan makamı’nda durmak galipti. İhsanın üç mertebesi var­dır : İlki lügat anlamına ilişkin olanı: Bir şeye'iyilik edip ona merhamet ve şefkat na­zarıyla bakmak. İkincisi, şer’l tanım; Al­lah’a, sanki Onu görüyormuşsun gibi iba­det etmek. Tabii sen Onu görmüyorsun, O seni görüyor. Üçüncüsü de hakikat dilinde ifadesini bulan tanımdır ki, Rabb’ın herşeyle müşahede edilmesidir. Allah bu ma­naya şöyle işaret ediyor: «Kim yüzünü-yönünü Allah’a teslim ederse o muhsindir» (Lokman: 22). Yani buradaki yüzünü-yönünü Allah’a teslim etmekle anlatılmak iste­nen, o kişinin Allah’ı, Ona zatı ve kalbiyle teslim olarak müşahede etmesidir Hazreti Lokman «Biz Lokman’a hikmet verdik.» (Lokman: 12) kelâmının bildirdiği gibi Hik­met sahibidir. Hikmet verilene ise çok ha­yır verilmiş demektir.' «Çok hayir» ise İh­sam gerektirir. Bundan dolayı ‘İhsan! Hik­met’ Lokman (A.SJ’ın kelimesine özgü kı­lındı.

Lokman bildi ki muhakkak şirk, Allah’a ortak koşulan şeye müthiş bir zulümdür. Burada olası bir ‘niçin’ sorusunun cevabı gizlidir. Şirkin büyük bir zulüm olması şu • sebepledir: Ne zaman ki bir müşrik Cenabı Hakk’a bir başka ilâhı ortak koştu, elbette ki Allah’a ortak koştuğunu sandığı o ilâh bir mevcuttur. Her mevcudun varlığı aslın­da Hakk’ındır. Hakk Sübhanehü ve Tealâ cümle mevcutlarda tecelli eder ve zahir olur. Dolayısıyla bu mevcut olan şeyleri O’na Ortak koşmak, bir şeyi kendisine ortak koşmak olur ki bu, büyük bir zulüm ve çok kötü, çok aşırı bir bilgisizliktir. Çünkü bu­rada zulüm bir şeyi konması gereken ye­rin dışında bir yere koymak ve eşyaya* en uzak olanı, kendi kendine ortak etmektir. Varlığının gerçekliği düşünülemez olan bir şey nasıl olur da ortak olma özelliğine sa­hip olur? Bu kulların zulmünden başka bir şey değildir. Yani şirk, müşrik kulların or­tak koştukları şeylere ettiği bir zulümdür. Bu durumda ortak koşulan şeyler mazlum olmuş oluyor. Çünkü müşrik bölünme ka­bul etmeyen Tekliğin < gerçekliğini ğüyâ bölmüş ve ikilik ile nitelemiş olur. İşte bir şeyi Tek olmanın gerçekliğinden ayınp yi-

** ne ona ortak koşmak, Ona zulüm etmiş ol­mak demektir. .

Ve onun çocuklarına, torunlarına, kendine uyanlara ve kendinden sonraki zürriyetine ilâhı hikmetlerle süslü vasiyetleri vardır. Hazreti Şeyh onun vasiyetine deği­nerek buyururlar ki, «Lokman oğluna şöy­le dedi: ‘Ey oğlum, alimlerle otur, Hikmetli kişilerin sözlerini dinle. Muhakak ki Allah yeryüzünü yağmurla dirilttiği gibi, ilim suyuyla da kalbi diriltir.’»

«Biz Lokman’a Hikmet vermiştik» sö­züyle Allah ona hikmet verildiğine şehadet etmektedir. Verilen bu hikmetle Hz. Lok­man nefsi üzerine hakim oldu. Nefsini bi­lip, hakikati gereğince amel etti. Nebilerin ilimlerini kazandı ve temizlerin ahlakıyla olgunlaşmağa çalıştı. Ve bütün bu hayırla­ra ona Allah verdi. Çünkü kime hikmet ve­rilmişse ona çok hayır verilmiştir. Buna şek şüphe yoktur..

HARUN  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ İMAMI HİKMETİN ÖZÜ

‘İmamet’, ‘hilafet’ isimlerinden biridir. Nitekim Hz. İbrahim Aleyhisselâm hakkın­da; «Muhakkak ki ben insanlar için bir imam tayin edeceğim» (Bakara: 124) şe­refli nassı indirilmişti. Buradaki imam da halife demektir.

İmamet, Hz. Harun’da hem dolaylı hem de dolaysız şekilde vardır. Dolaylı imame­ti Hz. Musa’nın halifesi olması nedeniyle­dir. Hz, Musa çıkmak üzere Tur’a yöneldi­ğinde ona «Kavmim arasında benim halifem ol.» (Arat; 142) diyerek kendisini halife bırakmıştı. Dolaysız olan imameti Cenabı Hakk’tan olan hilafetidir. Nebi ve resul ola­rak Hakk’tan halka çağrı ve kılıç ile gönde­rilmiştir. Kardeşi Hz. Musa gibi. Dolayısıyla imamet nisbesi onda katmerli olduğundan İmamete ilişkin hikmet ona izafe edildi.

Harun Musa için, Muhammed’e naibleri ne ise öyledir. Bir kişinin naib olması onun yerine geçmesi demektir. Muhammed’in, selam ona olsun, Rabbma kavuş­masından sonra onun yerine geçen naibleri gibi. Bu yüzden Nebi, Ali hakkında -Al­lah onun vechini mükerrem kılsın-, «Ya Ali, sen benim için, Musa’ya Harun neyse öyle­sin. Ancak benden sonra peygamber yok­tur.» demişti. Varis olan neye mirasçı oldu­ğuna bir baksın. Ve neye naib olduğuna. İşte o mirasçıya kendine kalan mirasın sıh­hati, doğruluğu zenginlik verir. Ta ki Hz. Nebi’nin bıraktığı, ahlak ve marifetlerden oluşan o miras sayesinde mal sahibi yerine geçsin.

Varis, mal sahibi ahirete göçtükten sonra ya da daha hayattayken o malı edi­nir. Doğal olarak, bu mal dediğimiz şey, şe­refli durumlar ve ilahi sırlardır. Peygamber’in, selam ona, dediği gibi: «Peygam­berler, -dinar ya da dirhemmiras bırak­mazlar. İlim bırakırlar miras olarak. Kim onu edinirse çok büyük bir hazza erer.» Allah’ı bilen alimler peygamberlerin varis­leridir. Diğer peygamberlerin varislerinden peygamberlerin sonuncusu ve efendisinin varisleri daha kâmildir. Çünkü o hazret ilim, makam -ve hal olarak peygamberlerin en kâmilidir. Tabii varisleri de hal ve ma­kamca varislerin en kâmili olacaktır. Onun için Hz. Peygamber, «Ümmetimin bilginleri îsrailoğullannın peygamberleri gibidir» buyurmuştur.

Kim ki tasarrufunda O’nun ahlakında olursa, sanki O olur. Kâmillerden bir kimse mal sahibinin ahlakı üzre olursa, tasarru­funda, hükmünde, tedbirinde ve tedarikin­de ona benzediği oranda onun gibidir. İlim­de kesinlik ve yetke sahipleri, din bilginleri istidat ve kabiliyetleri kadarıyla nebi ve re­sullerin varisi olduklarından kavimleri ara­sında nebi ve resuller gibidirler.

Şeyh, Fütuhat’ın ondördüncü babında şöyle diyor: «İsrail oğullarının nebileri, re­sullerin getirdiği şeriatleri korudular ve on­ların yerine geçtiler. Bunun gibi bu ümme­tin bilginleri de Allah Resulü’nün, selam ona olsun, hükümlerini korumuşlardır. Sahabe’den, Tabiin ve Tebeüttâbiin’den alim olanlar gibi. Meselâ; Sevri, İbn Uyeyne, İbn Sırın, Haşan, Malik, Ebu Hanîfe ve on­larla birlikte Şafiî, İbn Hanbel ve bu mec­rada akmış olanlar. Bunlar hükümleri koru­muşlardır.

Bu ümmetin alimlerinden bir başka grup da Resul’un hallerini, sırlarını, ilimle­rini; Ali gibi, İbn Abbas, Selman, Ebî Hureyre, Huzeyfe gibileri; Tabiînden Haşan elBasri, Malik bin Dinar ve diğerleri gibi olanları; ondan sonraki zamanlarda Şeyban er-Râî, Fuzayl İbn İyaz, Zünnûn el Mısri daha sonraları ise Güney d, Tüsterî... gibi bu mecrada akmış olanlar korudular. Bun­lar saadete ermişlerdendir.

İşte böylece bunlar aracılığıyla nebevi haller, ledünnî ilim ve İlahî sırlar korundu.»

MUSA  (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ ULVÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Ulvi hikmet’ şu sebepten ötürü Hz. Musa’nın kelimesine özgü kılınmıştır:

Hakk, onun şanında «Korkma, üstün olan muhakkak ki sensin.» (Taha: 68) bu­yurdu. Onu «ben en yüce rabbınızım.» (Naziat: 24) diyerek yücelik iddiasında bulu­nan Firavun’a üstün kıldı. Allah katında yüce bir mertebesi olduğundan Cenabı Hakk bir meleğin vasıtası olmaksızın onunla ko­nuşmuştur. Sahih bir hadiste «Allah Musa için Tevrat’ı kendi eliyle yazdı» şeklinde bildirildiği gibi, Cenabı Hakk ona Tevratı ile yardım etti. Hz. Peygamber onun şanının yüceliğine, «Musa’ya karşı beni yüceltme­yin. İnsanlara yıldırım isabet etse ilk ayılan ben olurum. Musa arşta sapsağlam durur­ken, bilmiyorum, Tur’un yıldırımına daya­nabilir miydim. Yoksa Allah beni de ayrı­calı kılar mıydı?» hadisiyle işaret ettiler. Buna dayanarak Hz. Şeyh ulvî hikmeti ona izafe etmişler, ve hazretin şanına özgü olan sırlardan bu fassda sözedip buyurmuş­lardır ki;

Onun yüzünden Firavun’un öldürdüğü tüm çocukların hayatı ona sirayet etti ve öldürülen çocukların ruhları Musa’ya ait suretlerde toplanıp onda zahir ve bileşik oldu. Firavun’u cezalandırmak, ona kısas uygulamak ve helâkma yardımcı oldular. İsrailoğullarının çocuklarının öldürülmesi­nin sebebi şu idi: Hakim ve müneccimler Firavuna, Israiloğulları kavminden bir ço­cuk doğacağını, ölümünün o çocuğun elin­den olacağını haber verdiler. O zaman Fi­ravun yeni doğan bütün çocukların öldü­rülmelerini emretti. Onların ruhları Musa Aleyhisselâm’da toplanıp Musa’nın Fira­vun’u öldürmelerine yardımcı oldular:

Bu sırların açıklanması şöyledir : Haki­kat tek bir varlık olup onda değişme ve çoğalma olmaz Görünen değişme ve çoğal­malar tecellînin ve Mutlak Varlığın çeşitli şekillerde belirmesinin gerektirdiği kadar­dır. Dolayısıyla bu tecellîler aracılığıyla ruhlar, ruhanî manalar, cismanî arazlar, külli ve cüz’î ruhlar... meydana gelir. Bu tecellîler böyle sonsuza kadar sürer.

Peygamberlerin ruhları külli ruhlar­dan olup, hükümleri altına girenlerin, üm­metleri zümresine erişenlerin hepsinin ruh­larını kuşatmış ve içermişlerdir. Külli isim­ler, cüz’î isimleri içine alır. Cüz’î isimler, külli olanların altında bulundukları gibi. Nitekim «Muhakkak İbrahim tek bir üm­metti.» (Nahl: 120) ayeti bu manaya işaret eder. Böyle olduğu için, bazı ruhların nur­larının, diğer bazılarının nurlarıyla birleş­mesi caizdir. Tıpkı yıldızların ışıklarının, güneşin ışığıyla birleşmeleri, biraraya gel­meleri gibi. Söyleşine bir bitişme ve birleş­me sonucu karşılıklı bir etkileşim, yetkin bir kuvvet ve tam bir kudret meydana gelir.

Musa’nın korkarak Mısırdan kaçması, öldürülen çocukların hayatlarının kalıcılı­ğını sağlamak içindi sadece. Yoksa kendi nefsi için değil. Sanki Musa başkasının hak­kını korumak için kaçtı. Hz. Musa’dan olan bu şefkat ve merhametten dolayı Allah ona elçiliği ve vasıtasız konuşmayı . ki hattâ peygamberler arasında Allah’ın kelimi kün­yesiyle şöhret bulmuştur, ve hükümranlık demek olan imameti bağışladı.

Allah, Musa’nın ihtiyacında tecellî etti­ği halde onunla konuşmuştur. Hz Musa, Eymen vadisinde ateşe ihtiyaç duymuştu. Bu olayı Kur’anda Allah şöyle anar: »Mu­sa'nın haberi sana geldi mi? Hani o bir ateş görmüştü de ailesine, ‘siz durun ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor geti­ririm ya da ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.’ demişti Musa ateşin yanına ge linçe ona seslenildi; ‘Ey Musa, Ben evet Ben senin Rabbinim. Nalınlarını çıkar. Çünkü sen Kutsal Vadi’den, Tuva’dasm!» (Taha : 9 12). İşte Allah’ın Musa’yla böylesine ko­nuşması onun ateş bulma kararından fera­gat etmesi dolayısıyladır. Feragat kendi is­teğinden vazgeçme demektir. Meselâ bir kimse diğerine «Ey filan senin için feragat ettim» dese, «beni meşgul eden şeylerden senin için soyundum» demek olur. Musa'­nın da ateş arama konusundaki amacından, «ateşin yanında bir yol gösterici bulma» umuduyla vazgeçmesi, arzusundan soyun­ması nedeniyle Hakk Tealâ onunla ihtiyacı­nın kendisi şeklinde konuştu Musa ama cmdan vazgeçip Onu tam bir yönelişle kut­sadığı için, Cenabı Hakk ona amacı ve ih­tiyacı olan şeyin hakikatmdan tecellî edip konuştu.

Biz bundan şunu çıkarıp bildik ki, haki­katte kalbteki kuvvetler topluluğu her işte, etkindir ve bilfiil himmetin kendisidir. Ki bu himmet mükemmel batınî bir kalb top­luluğu, ve zihnin tam manasıyla yönelişiyle eyleme dönüşür. Nitekim Hazreti Şeyh bu konuya, uygun olan İshak’a ait hikmetin fassında şöyle buyuruyorlar: «Arif, himme­tiyle hariçte varlığı olan şeyi" de yaratır.» Kayseri de şerhinde der ki «Yani arif, yö­nelişiyle, ruhanî kuvvetlerini kullanmak suretiyle hayalin, dışında da gerçekliği' olan harici suretleri yaratır; Çünkü onlar, aynı anda başka mekânlarda bulunabilirler ve Allah kullarının ihtiyaçlarını karşılayabilirler.»

Bütün bunlardan,z yaratmanın . yaradılmışa izafe edildiği anlamı çıkarılmasın. Nitekim İlyas’a Şişkin fassda kendilerinin açıkladığı gibi; Allah, arifde zahir oluyorsa yaratan yine Hakk’tır, başkası değil.

Kafirlere gelince inat ve büyüklenmele­ri yüzünden «Allah ne demek istiyor» der„ ler. İşte bu örneklerle münafık ve kâfir olanlardan bir çoğunu saptırır. Ve yine ay­nı örneklerle inananların bir çoğunu hida' yete erdirir. Onlarla ancak fasıklan şaptınr. Onlar hidayet yolundan çıkmış olanlar­dır. Zira «fasık.olmak» lügatte amaç ve yol­dan çıkmak demektir.

Allah, bazısını hidayete erdirmesi, bazı sim dalalete, düşürmesi konusunda, sozu geçen etkin himmeti Kur’an-ı Kerim’de an­latılan misallere benzetti. Allah bizi ve sîz­leri sapıklığa düşmekten korusun.

HALİD (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ SAMEDÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Samedî hikmet’in, Halid Aleyhisselâm’ın kelimesine dayandırılmasındaki sebep şudur:

‘Samed’, lügatta. kasıt, amaç demektir. Masmûd ve maksûd aynı anlamdadır. Kar­nı olmıyan şeye de masmûd denir. «Bu masmudtur» dendiğinde, karınsız, içîboş ve oyuktur anlamı kastedilir. Fakat daha çoh kendisine yönelinen, başvurulan ve iltica edilen sığınak anlamında kullanılır.

Halid bin Sinan, kavmi arasında kendi­sine sürekli ihtiyaç duyulan ve kendisine sığından biriydi. Her ihtiyaca dayanak ol­duğundan Samed isminin mazhan olup kavmini Ahad ve Samed olan Allah’a davet etti. Bu yüzden Hz. Şeyh Samedî hikmeti onun kelimesine dayandırıp, ona ilişkin sır­ların bazısını bu fassda mümkün olduğu kadar kısa ve mû’cîz ifadeyle açıkladılar.

Hâlid’in ayeti Rabbine kavuştuktan sonrasmadır. Yani Halid bin Sinan’ın pey­gamberliğinin ayet ve işareti, Rabbine ka­vuşup öldükten sonra ortaya çıkacaktı. Fa-

152 ıvat çocuKian vasiyetim ziyan, eniğinden berzaha ilişkin hal ve sırlan haber vermesi mümkün olmadı. Onun için bu dünyada onun peygamberliği ortaya çıkmadı. Nite­kim Hz. Peygamber, selam ona olsun, şöy­le buyurmuştur: «Ben, İsa bin Meryem ile insanlann velayetini üstlendim. Onunla be­nim aramda peygamber yoktur.» Yani şe­riat getirip halkı Hakk'a çağıran bir pey­gamber.

Halid bin Sinan ayet ve mücizesini kay­bettiğinden kavmini de kaybetti. Bu yüzden kavmi de onu kaybetti. İşte bunun içindir ki yüce Resul, Halid’în kızma, «Merhaba ey kavminin kaybettiği peygamberin kızı» de­miştir, Onun gerçekte kaybolmasına sebep aslında oğullarıydı. Vasiyeti gereğince ölü­münden kırk gün sonra babalarının kabrini açacaklardı. Babalan da berzaha ait sırlan insanlara bildirmesi . için onlara açıklıyacaktı. Oysa onlar, insanlar kendilerini me­zar soyucu sanacaklar diye bu işten vaz­geçtiler. Çünkü araplar nezdinde mezar aç­mak eskiden beri büyük bir ayıptı. Bu yüz­den cahili bir değerbilirlik duygusuyla aç­tırmadılar kabri.

MUHAMMED (salla’llâhu aleyhi ve sellem) 'İN KELİMESİNDEKİ FERDÎ HİKMETİN ÖZÜ

‘Ferdî hikmet’ şu sebepten Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) 'in kelimesine izafe edilmiştir

Kendileri, ‘İlahî Cemiyet Makamı’na tek başma sahiptir ve bu makamın üstünde ‘Zat-ı Ahadiyet’ten başka makam yoktur. Ferdiyet önce o hazretin ayn-ı sabitesinden oluştu. Çünkü Feyz-i Akdes’in A’yan-ı Sabiteden önce feyz eylediği şey, o hazretin ayn-ı sabitesidir. Feyzi Mukaddes ile varilli dışına çıkan ilk mevcut onun mukaddes ru­hudur. Nitekim kendileri, «Yaratılan ilk şey benim ruhumdur.» buyurmuşlarda-.

Bu sebepten ferdî hikmeti Muhammed’in, selam ona olsun, kelimesine özgü kıla­rak, hazretin şerefli varlıkları ve letafetti zatlarına ilişkin sırların açıklanmasına ge­çen Şeyh şöyle buyururlar:

Onun mucizeleri Kur’an’dır, Hz. Pey­gamberin davasının doğruluğuna şahit olan mucizesinden biri Kur’an-ı Azimüşşan olup, teşbih ve tenzihi içine alarak ilahi sır­ları, rabbani ilim ve bilgileri kendisinde içermiştir. Kur’an’ın yüceliğine, yetkin bir

154 delil ve mucize oluşuna şu ayetler işaret eder:

«De ki, Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, hadi onun bir suresinin benzerini getirin.»

«De ki bu Kur’an’ın bir benzerini getir­mek üzere cinler ve insanlar toplansa, bir­birlerine arka da çıksalar Onun benzerini getiremezler elbette.» (Bakara : 23 ~ 24)

Cemiyet yani bütün himmet ve kuvvet­leri içinde toplayan Kur’an tek bir iş üzeri­ne olan bir İcazdır. Allah’ın kitabına Kur’an denilmesinin nedeni, ayet, sure, kelime vs harflerinin biraraya toplanmasmdandır. Kur’an icaz olunca (yani olağanı aşıp onu aciz bırakacağı zaman) tek bir iş üzerine kendinde barındırdığı nimmet topluluğu ile ve zahirî-batmî kuvvetlerini birleştirerek yönelir. Böylece olağanüstünün meydana gelmesini gerektirir.

Kur’an’ın çeşitli ayetlerden oluşması gibi, insan da çeşitli hakikatlerden oluşmuşa tur.

Demek ki Kur’an, yani himmet toplulu­ğu, bir şey üzerine yönelerek icazını göste­rir. Onun için çeşitli ayetlerden oluşan Kur’­an gibi, insan da kendisinde çeşitli hakikat­ler, ruhanî ve cismanî kuvvetler toplamış bir yaratıktır. İşte bu cemiyeti kendilerinde müşahede edenler, «ben Kur’an’ım, Fatiha-

155 yım» demişlerdir. Hz. ‘Ali, -Allah onun yü­zünü mükerrem kılsınşöyle buyururlar. «Sen, harfleriyle gizliliklerin ortaya serildi­ği apaçık bir kitapsın.»

İnsan çeşitli hakikatleri kendinde top­layan bir varlıktır. Bu durum belli bir fark­lılaşmayı gerektirdiğinden bir işin meyda­na gelişinde çeşitli kuvvet ve değişik haki­katleri o iş üzerinde toplayarak ona yönel­mek gerekir. Böylece ondan olağanüstü şeyler ortaya çıkıp türesin.

Kur’an’ın icaz gücünü taşıması onun mutlak bir kelâm oluşuyladır. Kur’an mut­laka bir kelâmdır. Yoksa bir kimseden hi­kaye etmek değil. «Hamd alemlerin Rabbına mahsustur.» «De ki O Allah Tek’tir.» gi­bi ayetler, emir ve nehiy ifade edenler, ay­nı şekilde hem Allah’ın kelâmı hem de O’nun hikâye etmesi kimliğini taşıyan ayet­ler, yine Allah’ın bir kimseden bir yönüyle hikâye ederek, meselâ, Firavun’un büyücü­lerinin Musa’ya söyledikleri «Ya Musa, ya sen at, ya da önce biz atalım» şeklindeki sözlerini bizzat Allah’ın hikâye etmesi... İşte Allah’ın bu özellikteki ayetleri mutlak olarak O’nun kelâmı olması nedeniyle mu­cizedir. Hz. Şeyh gerek bizzat Allah’ın ke­lâmı olsun, gerekse de Onun hikâye etmesi olsun her ikisini de ‘kelâm’ kelimesinin an­lamı içinde düşünüyor. Fakat Kur’anda zikredildiği halde bizzat Allah’ın kelamı olma­yan birinden nakledilmiş bir öyküde geçen söz mucize değildir. Çünkü o zaman kelâm mahluk gibi olur. Ve yaratılmış birinin sö­zünde acz ile alakalı bir şey yoktur. Meselâ, «Ya sen at, ya da önce biz atalım» demek­te bir acz söz konusu değildir. Ama bu sö­zün nazım, acaib manaların bedaeti, lâfız­ların sağlamlığı, fesahat ve belagat... açı­sından bir icazı vardır.

İşte bu mucize oluş niteliği söz konu­su edilen cemiyetin yani kuvvetler toplulu­ğunun kendisidir. Kur’an topluluğu, böylece mucize olunca himmet topluluğu da aynı şekilde icaza sahip olur. Amacın tek bir iş­te birleşmesi ve ona yönelmesi ile himmet topluluğu olağan üstü haller meydana ge­tirir.

Allah Tealâ şöyle dedi: «Sizin arkada­şınız mecnun değildir» (Tekvir : 22). Mec­nun, yani ondan hiç bir şey gizlenmiş değil­dir. Hazreti Şeyhin ‘Mecnun’ kelimesini ‘kendisinden bir şey gizlenmiş' şeklinde açıklamasının nedeni şudur: Mecnun, cünün kelimesinden türemiştir. Cünûn ise ör­tünmeye, gizlenmeye derler. Cinn, cünne (örtü, kalkan) ve cenin (kabir, örtülmüş şey, embriyo) kelimeleri de buradan gelir Böylece söz şöyle değerlendirilmiş olur: «Ey kâfirler, sizin sahibiniz, kendisine, Ceberût ve Melekût Alemlerindeki oluşların, lâhutî remizlerin gizli kaldığı bir kimse de­ğil, aksine gayba ait gizliliklerin ve İlâhi bilgilerin kendisine apaçık keşfolduğu biri­dir.»

Ve o «danîn» de değildir yani size fay­dalı şeylerde cimrilik etmez. İlahî feyzin nurlarından ve gayba ait sırlardan size fay­dalı olan şeylerde.

Nafî, Asım, İbn Amir, «danin» kelime­sini «dat» ile okumuşlardır. Ama Basra eh­linden İbn Kesir, Kesanî, ve başkaları «zı» harfiyle okumuşlardır. Buna göre «zanîn» şeklindeki bir okuyuşta kelime «töhmet» anlamına gelir. Nitekim Hz. Şeyh bu oku­yuş üzere olan anlama da değinip buyuru­yorlar : Ya da yani o, Allah’ın feyzinden si­ze faydalı olan şey konusunda cimrilik yap­tı diye itham edilemez. Bu yorumla Hz. Şeyh, töhmet ile cimriliğin arasını birleştir­miş ve iki anlamı da araştırmış. oluyor. Çünkü «dat» ile «zı» harfinin çıkış yerleri her ne kadar farklıysa da kulağa birbirine benzeşerek gelirler.

Korku, dalâletle beraber bulunduğu için Allah, «Sahibiniz dalâlete düşmedi, sa­pıtmadı da.» (Necm : 2) buyurdu. Yani hay­retinden dolayı korkmadı. Demek isteniyor ki Peygamber, Hakk’ın birliği. ve mutlak varlığın sıfatlarının çokluğundan dolayı kendisinde oluşan şaşkınlıktan korkmadı. Buna göre ‘dalâl’ kelimesi ‘hayret’ anlamı­na alınmış olur.

Genel olarak Hakikat konusunda hay­rete düşüldüğünü bilenler, doğru yolu bul­muşlardır. İşte o kimseler hayretin isbatını açıklamak konusunda doğru yolun sahibi­dirler.

Hazreti Şeyh. ‘Füsus’un bir yerinde şöyle der:

«Hayret eden kimse devri bir hareket içindedir. Çünkü o kimse varlık dairesinde varolanlarla birlikte asıl istediği şeyi gör­mektedir.»

Buna dayanarak deriz ki, Muhammedîlerin sülûkü devridir; müstatil değildir. Çünkü varlık dairesinde ne istiyorlarsa onu müşahede ederler. Onun için hayrettedir­ler.

Hayret iki kısımdır; bir kısmı övülmüş, bir kısmı yerilmiştir. Övülmüş olanı, Mev­lâ’yı müşahedeyle. Onun isim ve sıfatların­dan oluşan hayrettir Yerilmiş olanı ise dün­ya ve içindekileri, Allah’tan gayri şeyleri sevmek suretiyle nefs ve arzunun şehvetlenişinden oluşan hayrettir.

Tanrı’nın kayrası ve hidayetinin kendi­sine yol gösterici olduğu kimsenin hayreti övülmüş bir nitelik kazanır. Dili. Peygam­ber, selam ona olsun, gibi, «YaRab, hak­lımdaki hayretimi arttır» duasını eder du­rur. Hz. İbn Fârıd bu iki kısım hayrete işa­retle buyururlar ki:

«Senin sevgini mezheb olarak seçme­dikçe hayret etmedim. 

Hayretim senin hak­kında değilse eğer, hayret değildir. 

Allahım, beni Zatının sevgisi konusunda hayret edenlerden, 

sıfatların konusunda korkudan emin olmuş 

ve sana yaklaşmış olanlardan eyle. 

Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt. 

Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez. 

Sen Kendini öv­düğün gibisin. 

Seni özleyenin duasına, sa­na, 

sevgilin olan peygamberine âşık olanın ricasına karşılık ver, 

ey merhametlilerin en merhametlisi...»

Hz. İbn Fârıd 

SON

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar