Fusus ül Hikem Sırrına Vakıf Olmak İçin Okunacak Eser
Muhyiddin ibn el Arabi...NAKŞ EL FÜSUS ŞERHİ
İsmail Ankaravi
Hazırlayan:
İlhan.KUTLUER
Birinci Basun Ocak 1981 İstanbul
«Senin sevgini mezheb olarak seçmedikçe hayret etmedim.
Hayretim senin hakkında değilse eğer, hayret değildir.
Allahım, beni Zatının sevgisi konusunda hayret edenlerden,
sıfatların konusunda korkudan emin olmuş
ve sana yaklaşmış olanlardan eyle.
Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt.
Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez.
Sen Kendini övdüğün gibisin.
Seni özleyenin duasına, sana,
sevgilin olan peygamberine âşık olanın ricasına karşılık ver,
ey merhametlilerin en merhametlisi...»
Hz. İbn Fârıd
S u n
u ş 7
Adem (aleyhisselâm)'ni Kelimesindeki llahi
Hikmetin Özü 9
§it (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Nefs Hikmetinin Ozu 25
Nuh (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Subbuhi Hikmetin Ozu 36
idris (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Kuddusi Hikmetin Özü 44
Ibrahim (aleyhisselâm)‘in
Kelimesindeki Mehimi Hikmetin Ozu 51
tshak (aleyhisselâm)’in
Kelimesindeki Hakki Hikmetin Özü 54
tismail (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Ali Hikmetin Ozu 64
Yakup (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Rubi Hikmetin Ozu 72
Yusuf (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Nuri Hikmetin Ozil 77
Hud (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Ahadi Hikmetin Özü 81
Saiih (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki Fiituhi Hikmetin Ozu 87
3uayb (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Kalbi Hikmetin Ozu 91
Lut (aleyhisselâm)'ini Kelimesindeki Melki Hikmetin Ozu 97
Ozeyr (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Kaderi Hikmetin Özü 107
isa (aleyhisselâm)’in Kelimesindeki Nebevi Hikmetin Ozu 107
Suleyman (aleyhisselâm)’in
Kelimesindeki Rahmani Hikmetin Ozu 110
Davud (aleyhisselâm)’in
Kelimesindeki Vucudi Hikmetin Ozu 117
Yunus (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Nefsi Hikmetin Ozu 123
Eyyub (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki Gaybi Hikmetin Ozu 127
Yahya (aleyhisselâm)’ın
Kelimesindeki СеІШі Hikmetin Ozu 138
Ilyas (aleyhisselâm)’ın Kelimesindeki
Inasi Hikmetin Özü 139
Lokman (aleyhisselâm) Kelimesi ihsani
Hikmetin 141
Musa (aleyhisselâm)’in
Kelimesindeki Ulvi Hikmetin. Ozu 147
Halid (aleyhisselâm)’ın.
Kelimesindeki Samedi Hikmetin Özü 152
Mubammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem)’in Kelimesindeki Ferdi Hikmetin
Ozu 154
SUNUŞ
Sultan Veled «Maârif» adlı kitabında, bilginler ve gerçeği arayanların
«Yüce Allah nebilerden her birine bir şey bağışladı, birine verdiği şeyi,
öbürüne vermedi» dediklerini hatırlatmaktadır. Kuşkusuz bu, onların bütün
hikmetleri bilmeye güç yetiremedikleri anlamına gelmez. Peygamberlerde var
olan hikmetlerin tümü, her birinde ayrı ayrı vardır. Ancak hikmetlerden her
biri, bir peygamber için belirleyici özellik olmuştur. Buna hikmetlerin,
ilişkin oldukları peygamberde kişileşmesi de diyebiliriz.
Muhyiddin İbn el-Arabi’nin «Füsûs elHikem» adlı eseri, her peygambere
belirleyici özellik olarak verilen bu hikmetleri açıklayıcı büyük bir eserdir
Fakat o, İbn elArabî zamanından beri, her çağda anlaşılması güç bir eser
olarak nitelenmiştir. Zamanımızda da onun zor anlaşılırlığı konusunda yaygın
ve yerleşik bir kam vardır. Aslında ise bu eser, anlaşılırlığı bakımından
değil, özümlenmesi bakımından güçlük gösterir. İşte kitabın bu özelliği göz
önünde tutularak bizzat İbn el-Arabî tarafından, onun inceliklerinin
anlaşılması düşüncesiyle, «Nakş el-Füsûs» adında daha yalınlaştırılmış bir
özeti yazılmıştır.
«Nakş el-Füsûs»un okuyanlar tarafından daha da iyi anlaşılması için
İsmail Hakkı Ankaravi ona, «Zübdetü’l-Fühûs
fi Nakş el-Füsûs» adlı bir şerh yazmıştır. İşte elinizdeki bu kitap,
Ankaravi’nin büyük ölçüde Mevlânâ’ya dayanarak yaptığı şerhin günümüz diline
aktarılmış şeklidir. Hakikatle aramıza birçok perdeler geren, İslâm’ı
ideolojik bir niteliğe büründürerek onu beşerî düşünce sistemleriyle
güreştirmeye çalışan çağdaş özentilerin başat olduğu bir ortamda, böylesi
kitaplara duyulan büyük ihtiyaç eserin yayınlanmasında bizim için itici güç
olmuştur.
Kitapta, Muhyiddin İbn el-Arabî’ye ait olan asıl metin siyah, İsmail
Hakkı Ankaravi’ye ait olan açıklamalar bölümü ise normal harflerle
dizilmiştir. Merak edenler için kolaylık olması bakımından, kitabın orijinalinde
gösterilmeyen sûre adı ve ayet numaralarını, ayetlerin sonunda parantez içinde
belirttik. Yalnız, tekrarlanan ve herkesin bilebileceği ayetleri göstermeye
gerek duymadık.
Kitapta geçen ve daha küçük puntolarla dizilen beyitleri farsça
aşıtlarından Türkçeleştirerek büyük yardımları dokunan Mustafa Seçkin Beye
burada hazırlayan adına teşekkür ederken, Allah’tan, okuyanların gerçek
bilgiye ermelerini diliyoruz.
ADEM (aleyhisselâm)
’IN KELİMESİNDEKİ İLAHİ
HİKMETİN ÖZÜ
‘Fass’, birşeyin özetine ve en seçkin parçasına denir. Üzerine sahibinin
adı yazılmış yüzük kaşına; vücutta iki kemiğin kavuştuğu oynak yerine ve her
işin ayrıntılı olarak açıklanacak kertesine de fass denir. ‘Hikmet’ eşyanın
hakikatini, niteliklerini ve gerekli şeylerini olduğu gibi bilmek, gerektiği
şekilde de amel etmektir. ‘İlâhiye’ ise, tüm isim ve sıfatları içeren toplayıcı
mertebenin adıdır. 'Kelime' diye anılan konulardan her biri bir peygambere
bağlanıp her hikmetin nak.şedildiği yer o nebinin ruh kelimesine nisbet olunmuştur.
Her nebi, Rahmani Nefes’in harflerinden bir harf topluluğu gibi olduğundan
peygamberlerin ruhları için ‘Kelimeler’ (Kelimât) deyimi kullanılmış, bundan
dolayı bütün evren ve varlıklara da ‘Allah’ın Kelimeleri’ (Kelimâtullah) denilmiştir.
Nitekim, «De ki, Rabbimin kelimelerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin
kelimeleri bitmeden deniz tükenirdi» (Kehf: 109) ayetinde bu anlama gönderme
vardır. Bu a’yân-ı mevcûdât bütünüyle Rahmani Nefes’den ibaret olduğundan,
insanların lafzen söyledikleri kelimelerle enbiyâ ve evliyanın ruhları ve
bütün eşya arasında bir benzerlik vardır. Tasavvuf büyüklerinin Rahmani Nefes
dedikleri nefes, ‘tenfis’ masdarmdan türemiştir. Tenfîs, içerdeki sıcak havayı
dışarıya gönderip dışardaki serin havayı içeriye çekerek solumaktır. Böylece
soluyan kimse sıkıntıdan kurtulmuş olur_ İşte bütün isim ve eşyanın gizlilikten
görünür alana çıkmayı istemesi ile soluma (teneffüs) olayı arasındaki bü
benzerlik dolayısıyla, tasavvuf büyükleri, varlıklara Rahmani Nefes adını verirler.
Gerçekten de, nefesin boğazdan dışarıya çıkmasıyla meydana gelen belirlemelere
‘Kelimeler’ denilir; Rahmani Nefes’deki belirme ve varlıkların kaynaklarına da
‘Kelimeler’ adı verilmesi tıpkı bunun gibidir.
Lafzî kelimeler nasıl aklî anlamlara işaret ediyorsa, a’yân ve varlıklar
da yaratanına, onun zât ve mertebe bakımından isim ve sıfatlarına işaret eder.
Varlıklara kelimeler denmesinin bir başka nedeni de bütün a’yân-ı
mevcûdât’ın ‘Kün’ (ol) emriyle meydana gelmesindendir. Bu değerlendirmeye göre
varlıklara kelimeler denmesi, sebebin ismini sebep olana yüklemek kabilinden
olur. Peygamberler ve veliler kâinât kelimelerinin en şereflisi ve en lâtifi
olduklarından Hazreti Şeyh onlar için ‘Kelime’ deyimini kullandı. Nitekim Allahü
Teâlâ Kur’an’da, Hz Isa hakkında. «Onun Meryeme ilkâ ettiği kelimesi» (Nisa :
171) buyurmuştur.
İlâhî hikmetin Adem (aleyhisselâm)a
ait kelimeye özgü kılınması, onun hilâfet için yaratılmış olmasındandır.
Adem’in mertebesi alemde olan bütün mertebeleri içine alır ve bütün isim ve
sıfatların zuhuruna tekabül eder. Adem’den başkasına bu istidat ve yetenek
verilmemiştir. İşte İlâhî mertebenin aynası ve bütün Rabbani isimlerin ortaya
çıktığı yer olduğu için İlâhî Hikmet ona nisbet edilmiştir.
Fass ile belirtilmek istenen anlam bir şeyin özeti olursa, İlâhî manaya
nisbet edilen hikmetin özü, eğer hikmetin nakşedildiği yer olursa Nebi’nin
ilim ve marifetlerle bezenmiş olan kalbi demek olur.
Adem (.S.) a ait kelimede Şeyhi Ekber şöyle der: Bil ki en güzel isimler
kendi zatlarıyla âlemin varlığını arzularlar. Şimdi, «En güzel isimler
Allah’ındır» (A’râf: 180) ayetinin de gerçekliğini bildirdiği Hakk’ın külli
isimleri doksan dokuz veya binbir tanedir. Buna karşılık cüz’î isimleri
sayısızdır. Çünkü cüz’î isimler denince müınkinler âlemindeki sonsuzca İlâhî
belirtileri anlaşılır ve bunlar için hiçbir sınır ve son konulamaz. Bu İlâhî
İsimler, gizli nurlarına ve sır hâzinelerine ayna olsun, bütün özelliklerini ve
güzelliklerini göstersin diye, bizzat kendileı i, âlemin varlığını gerktirirler
ve isterler. Şu Kudsî Hadis bu anlama işaret eder: «Cenâb-ı İzzet Davud
Aleyhisselâma hitaben buyurur ki: «Ey Davud! Ben gizli bir hâzineydim,
bilinmeyi istedim ve yaratıkları bilinmekliğim için yarattım». Beyi :
Mutlak Varlık fiil köküne
benzetilirse âlem bütünüyle masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.
Türemiş örnekler zinciri
nasıl fiil kökünden uzak olmazsa baktığm her şey de Hakk’tır.
İlâhî İsimlerden her biri kendi keyfiye! ve eserlerini, cemâl ve kemalini
âlem ayna sırda görmeyi dileyince Allahü Teâlâ bu âlemi, ruhu kabul edebilecek
mutedil ve ruhsuz isir cesed ve donuk bir ayna gibi yaratmıştı. Ancak ona ruh
üfürerek kemâle erdirmekten başka bir yolla galib bir sureti değiştirmek ve bir
mizacı tesviye etmek İlâhî Hüküm ve Rabbânî Sünnete uymaz. Allahü Tealâ bu
âlemi ruhu kabul edebilecek bir cesed gibi yarattıysa Ademi c âlemin ruhu
kıldı, ve onu bu âlemden kasdedilen, istenen ve amaçlanan bir varlık olarak
yarattı. Alemin vücudu Âdem’dir derken, Âdem’le bütün insanlığı kaydediyorum.
Yani bu mutluluk yalnızca insanlığın babasına özgü değildir Ben bununla tüm
yetkinlikleri kendisinde toplayan İnsanî hakikati kasdediyorum. İşte bunun
için her kim ki bu kâmil hakikate ulaşırsa, o, Âdem ve âlemin ruhu olur. Beyt:
Senin bu dünyada
gerçekten neye benzediğini bilemiyorum.
Dünya ve dünyada ne varsa
surettir, sen cansın.
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Allahü Teala ‘Âdem’e, yani ‘İnsan-ı
Kâmil’e isimlerin tümünü öğretti. O İlâhi İsimlere mazhar olduğundan ve Rububiyet
nisbetlerini kendinde topladığından zorunlu varlıktır; O’nun dirimiyle diri,
O’nun ilmiyle âlim, O’nun iradesiyle mürid, O’nun kudretiyle kudret sahibi,
O’nun işitmesiyle işiticj ve O’nun görmesiyle görücüdür. Diğer tüm nitelikler
için de bu böyledir. Beyt:
Tann sıfatlarından bir
teki yok ki senin zatında görünmesin
Alîm, Semî, Basic,
Mütekellim, Mürid, Hay ve Kadir... hepsi
Aynı şekilde ilim
gerçeklerinden her şey vücuduna bitişiktir.
Sultan Veled buyuruyor ki: «Hak Tealâ yarattığı an, yaratıcısını tanıması
için insana yetenek verdi. Kendisinde bulunan ‘azıcık’tan ‘çok olan’ı, ‘sayıya
gelmez olan’ı anlayabilmesi için sonsuz ve tükenmez sıfatlarından onun
yapısına bir nebze bıraktı. Tıpkı bir avuç buğdayla anbarı, bir testi suyla
denizi göstermesi, bilinir kılması gibi. Görücü, bilici ve kudret sahibi olmak
gibi sonsuza kadar bütün sıfatlarında olduğu gibi...» Beyt:
Hakk halkı yaratınca
onları rahmetinden karanlık içinden nura garketti
Ruhlarına kadîm
sıfatlardan, ilim ve cömertlikten cevherler ihsan etti
Kendinde O’nun
sıfatlarını göresin, O’nun
sıfatlarında O’nun zâtını
göresin diye
Tıpkı pazarda, dükkânına
zehir getiren baharatçı gibi. Zehirden çok değil pek az getirir
İnsan vücudu Hakkın
dükkanıdır. İçinde Rahmanın sıfatları bulunur. Öyleyse azıcık da olsa kendinde
Tanrı sıfatlarını gör
Bu aydınlatıcı sıfatların
mahiyetini zevk içinde idrak et. Azdan çoğa doğru seyre dur
Sonuç olarak ey aziz kişi, insan-ı kâmil yeryüzünde Hakk’ın halîfesi,
Mutlak varlığın bir emanetidir ve Allah ona en güzel isimleri, en yüce
gerçekleri bağışlamıştır. Böylece o, âlemin ruhu ve âlem de onun cesedi
gibidir. Ruh kendindeki kuvvetlerle be deni yönetir. Kendinde bulunan kuvvetler
sebebiyle ruh kontrol edici, tasarruf sahibi ve hükmedicidir. Böylece isimler
kâmil insan için bu kuvvetlerin odağı olur. Yani İlâhi İsimler, kâmil insan
için, sözü edilen ruhâni ve cismanî küvetler mesabesindedir. Nitekim insani
ruh, ruhâni ve cismanî kuvvetler sebebiyle, bedeni dilediğince idare eder.
Bunun gibi insan-ı kâmil de bu âlemde İlâhi İsimler aracılığıyla dilediğince
tasarrufta bulunur. Çünkü bütün a’yân ve hakikatler onun halkı gibidir, o da
hepsinin halifesi ve başkanıdır İlâhi nurlar ve sonsuz esrar onların varlığına
doğar ve orada parlar, diğer âlemlere onlardan yansır. Mesnevi :
Apaçık görünen şeylerle
Tanrıya yarılamadığı için peygamberler Hakkın temsilcileridir
«ayır yanıış soyıeaım;
temsil eaenıe leınsu edileni iki sanırsan güzel değil çirkin bir zan olur bu.
Surete taptıkça iki
görünür sana, suretten kurtulanın gözünde bir olur.
Bundan dolayı âlem için büyük insan denilir. Gerçekten şekil itibariyle
âlem büyük ve insan küçüktür. Buna dayanarak diyebiliriz ki, âlemde ayrıntılı
biçimde varolan her şey insanın varlığında topluca mevcuttur. Nitekim Hazreti
Mevlâna şöyle buyurur. Beyt:
Küpte olup da nehirde
olmayan nedir? Ev. de olup da şehirde olmayan ne?
Bu cihan küptür, gönül
akarsu gibi. Bu cihan evdir, gönül harikalar şehri.
Ama bu, insanın âlemdeki varlığı nedeniyle söylenmiştir. Yani çıplak
âleme ‘inr.un-ı kebîr’ demek doğru olmaz, fakat kâmil insanın âlemde varlığı
sebebiyle ona 'insan-ı kebîr’ demek doğru olur. Çünkü ruh olmadıktan sonra
yalnızca cesed insan olamaz. İnsan İlâhî mertebeden özetlenerek kısaltılmış
bir varlıktır. Kâmil insan kısaltılmış bir kitaptır ve ümmü’l-kitab’ın seçkin
bir nüshasıdır. ‘Teklik Mertebesi’ (Hazretül-Ahadiyetl, zorunlu olan bütün
fiilî isimleri içinde toplayan, bütün Rabbani sıfatları kendinde barındıran
bir mertebedir. İşte insan melekût âleminin acaibliklerini olduğu kadar,
ceberût âleminin mana ve hakikatlerini de içeren bir nüshadır. O, İlâhi
güzellikleri, şaşılacak sanatları içeren bir kitap; ruhanî ve cismanî, semavî
ve arzî, dünyevî ve uhrevî âlemlerin özetini kuşatan şaşılacak bir şehirdir.
Böylece, yani kâmil insan İlâhî Mertebeyi kapsayan muhtasar bir kitap
olduğundan Allah sûretini Âdem’e özgü kıldı. Gerçi âlem de İlâhi suret üzere
yaratılmıştır, ama insan bizzat amaçlanan varlıktır. Onun için İlâhî sureti
ona tahsis edip Peygamberinin dilinden şöyle buyurdu : Allahü Teâlâ Adem’i
kendi sûreti -diğer bir rivayete göre Rahman’ın sureti üzere yarattı.
Allah’ın suretinden maksat onun isim ve sıfatlandır. İsim ve sıfatlara sûret
denmesinin nedeni insanın sûretle zâhir olması gibi, Cenabı Hakk’ın da isim
ve sıfatlarla zahir olmasındandır. Bundan amaçlanan şey de, Allah kelâmının
bildirdiği üzere, Âdemi kendi isim ve sıfatları üzere yaratmasıdır. Ve Allah
Adem’i âlemle kastedilen şeyin ta kendisi kıldı. Yani kâmil insanı âlemin yaratılış
gayesi ve bütün yaratıkların da asli amacı etti. Tıpkı insanın kişiliğinden,
konuşan nefs (Nefs-i Natıka) denen ruhun kastedilmesi gibi. İnsan cesedinin
tesviyesinden ve bedensel yaratılışın değiştirilmesinden asıl amaç nasıl ki
Rabbani nur ve Sübhanî ışık olan ‘Nefs-i Nâtıka’ ise, kalıpların tesviyesi,
âlem ve mümkinâtm cesetlerinin değiştirilmesinden maksad da olgunluk sıfatlarıyla
bezenmiş olan insandır Hazreti Mev lâna şöyle der : Mesnevi,
O dal zahirde meyvenin
aslıdır ama aslında dal meyve için vardır
Arzu, ümit ve meyve
olmasaydı bahçıvan ağaç fidanını nasıl dikecekti?
Surette meyve ağaçtan
elde edilmişse de, manada ağaç meyveden doğmuştur.
Bundan ötürü o sanatkâr
«öncekiler, sonrakiler yalnız lâfın gelişidir» buyurmuştur.
Bu yüzden, yani insani cesedin tesviyesinden umacın, onun konuşan nefsi
olması gibi, âlemin yaratılışındaki gaye de kâmil insandır. Bu yüzden Kâmil
insanın zevaliyle dünya harabolur. Ruhun zeval bulmasıyla cesedin de zeval
bulması ve yok olması kaçınılmazdır. Zira Haklı Teala bu âlemde kâmil insan
vasıtasıyla tecellî eder. Alemin ayakta, durmasına sebep olan vasıta ne zaman
yok olursa bu bayındır dünya da intikal eder. Dünyanın bayındırlığı kâmil insanın
göçüp gitmesiyle yok olur. Nitekim Şeyhi Ekbcr ‘Füsûs el-Hikem’ kitabının
İlâhî Hikmet bölümünde şöyle der: «Şu halde Allahü Tealâ âlemi korumak
konusunda Adem'i kendine halîfe kıldı Bu hale göre içinde ‘insan-ı kâmil’
varoldukça âlem hep korunmuş olacaktır. İnsan-ı kâmil o hazîneden ayrılıp,
ahirete göçünce gök atılmaya, yıldızlar saçılmaya ve güneş dürülmeye başlar;
dünyanın bayındırlığı ahirete yollanmak üzere kıyamete varır». Kâmil insan
dünyadan ahirete geçtikten sonra ahiret âleminin hazinedarı olur; dünyadakiler
gibi ahiret ehli de onun feyzinden faydalanırlar. O amaçta ilktir. Kâmil insan
âlemin yaratılışında ilk ve gerçek amaç; gaye sebeptir. Gaye sebebin şanı
ilim ve irade açısından önce, varoluş açısından sonradır. Şeyhin de işaret
ettiği gibi yaratılışta sondur. İnsan varlık sıralamasında diğer yaratılanlardan
sonradır. Çünkü varolan ilk aynî varlık ‘İlk Akıl’ dedikleri ‘Kalem-i A’lâ’dır.
Daha sonra On Akıl, Feleklerin Nefsi, Arş, Kürsi ve diğer gök cisimleri ile
dört unsur ve madenbitki-hayvan üçlüsü (mevâlid-i selâse) varoldu. İnsan ise
ancak bütün bunların sonunda yaratıldı. Gerçi insan yaratılış bakımından
herşeyden sonradır ama anlam açısından hepsinden önce gelir. Buna uygun olarak
Mesnevî’de şöyle denir. Beyt:
Çakmaktaşı ile demir
önce, kıvılcım sonra dır ama çakmaktaşıyla demir Vnsa kıvılcım candır.
Kıvılcım zaman bakımından
daha sonra ama nasılsa çakmaktaşı ve demirden daha üstündür.
Ağaçtan maksat meyve
olduğu için meyve ön ağaç sonda.
Zamanca dal meyveden
önce, sanatça meyve daldan üstündür.
İnsem unsurlara dayalı cismani suretiyle zâhir; makam ve şerefiyle de
bâtındır. Nitekim İnsanlığın Efendisi Hz. Muhammed: «Ben de sizin gibi bir
insanım» buyurdu. Kâmil insan, âleme nisbetle Rabb’tır. Yani, anlam yönünden ve
ruhaniyet itibariyle kâinattaki her şeye oranla Rabb ve Malik’tir. Çünkü insan
iki nisbete sahip ve bu mabetleri kendinde birleştirmiş bir geçit ve yetkin
bir nüshadır. Beyt:
Hakkın ayetlerinin
göründüğü varlık keşif ehlinin gözünde Hakkın aynasıdır.
Öyleyse varlığın zahirine
bakma zira yokluğun arazlarıdır; batınına bak, Hakk’ın zatıdır o.
Çünkü Allah onu halîfe kıldı. Böylece kâmil insan halkın istediğini
batini yönüyle Allah’tan alıp cismanî yönüyle onlara ulaştırır. Dolayısiyle bu
iki yönü kendinde topladığından hilâfet insana lâyık görüldü. Eğer, ‘halife
güçsüz ve aciz bir kimse için gereklidir, oluşların ve mekânın yaratıcısı,
mülkünü yönetmek için halifeye nasıl ihtiyaç duyar?’ diye sorulursa şöyle
deriz: Evet Allah mutlak kudret sahibidir, ama onun güçsüz kullarının halifenin
yolgöstericiliği olmaksızın gizli sırlara ve Tanrı mülkünün bilgisine ulaşmaya
güçleri yetmez. Kaldı ki insanın gücü, melek görmeye bile yetmez. Allahü
Tealâmn buyurduğu gibi: «Eğer onu -yani Peygamberibir melek yapsaydık yine bir
insan şeklinde yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük» (En’am ;
83. Beyt:
Apaçık görünen şeylerle
Tanrıya varılamadığı için peygamberler Hakk’ın temsilcileridir.
Bunun için Allahü Tealâ onlar vasıtasıyla İlâhî marifete ve yüce sırlara
erişmeye güç yetirsinler diye yaratıklarıyla, kendi arasında nebî ve velîleri
halîfe tayin etti. Onun, yani Âdem’in, çocuklarım da halîfe faldı. Böylece
Cenabı Hakk Adem oğullarına içlerinden kâmil olan nebî ve velîleri halîfe
kıldı. Bunların dışında kalanlar da kendisine ilişkin işleri yönetsin diye bu
hilâfetten pay aldı. Nitekim Resulullah (S.A.VJ şöyle buyurdu: «Hepiniz
çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz». Söz gelin?i bir başkanın ülkesinde,
yahut bir ev sahibinin evinde en alt düzeyde sorumluluğu olan bir kişinin kendi
vcr'ık ülkesindeki sorumluluk ve hükümranlığı gibi. İş böyle olunca hilâfetin
en ulu makamında kâmil insan yer alır.
İnsan kendi kişiliğinde Rabblık ve kulluğun ikisini de taşır. Bunun için
insandan başkası kendisindeki kuvvetten dolayı RabbIık iddiasında bulunmadı.
Alemdeki yaratıkların hiçbiri kendisinin Rabb olduğu, Rabb’1-k : "atı
taşıdığı iddiasına kalkışmamıştır. Sadece insan kendinde bulunan Rabbânî kuvvet
ve İlâhî kudret yüzünden bu davaya girişti. Kalb gözü açılmadan, Rabb’lığa ilişkin
bu nitelikleri kendilerinde görenler, bu özelliklerin aslında salt anlamda
kendilerinden kaynaklandığını sandılar, ve bu sanıy la «ben en yüce Rabbım»
savında bulundular. Firavun ve Nemrut bunlardandır. Bazıları ise mutlak
hakikatin kendilerinde yansıdığı kadarıyle r"L-:”ık kudretini içlerindi
duyarak ilâhlık -ben hakk’ımdavasına giriştiler. Ebâyezid ve Hallaç Mansur
-Allah ruhlarını kutsasın gibileri de böyledir. Ama bu «ben» ile diğer «ben»
arasında çok büyük farklar vardır. Beyt:
Allah'ın laneti kafadaki
«ben»e, Allah’ın rahmeti vefadaki «ben»e.
Ve âlemde insan dışında hiçbir yaratık kendi zatıyla kulluk makamında
sağlamca durmadı. Yani bu makamda insandan başka hiçbir varlık sağlam ve
derinlemesine kulluk özelliği taşımadı. Bu özelliği yüzünden de söz konusu
rabb’lık kuvvetini ve İlâhi özellikleri diğer şeylerde görerek bu özelliklerin
aslında o varlığın salt kendinden kaynaklandığını sanabilir Sonunda da ona
kulluk etmeye karar verir. Putlara tapanlar gibi. Böylece varlıkların en aşağı
seviyesindeki cansız şeylere ve taşlara kulluk eder. Gerçekte bu tapınma
hakikat ve marifet ehlince yine Hakkadır. Hakikati araştıranların çoğuna göre
şu ayet-i kerime ile buna işaret edilmektedir: «Rabbm ancak kendisine
tapmanıza hükmetti» (îsrâ : 23). Burada « kaza hükmetmek», takdir etmek anlamındadır;
yoksa sadece gereklilik bildiren bir emir anlamına değil. Dolayısiyle kaza-hükmetmek
takdir anlamına olunca, takdire aykırı davramlamayacağma göre, herkesin
yaptığı ibadet aslında Allah’a olacaktır Olgun kişilerle eksik kişiler
arasındaki fark hakikat ve onun görünüşünü değişik algılamalarından doğar.
Nitekim Gülşen-i Râz adlı eserinde Şebüsteri diyor ki:
Eşya varlığın görüntüleri
olduğu için hepsi sonunda put olur çıkar.
Doğru düşün, ey akıl
sahibi, put, varlık yö_ nünden batıl değildir.
Kafir putun mahiyetini
idrak etse kendi dininde şaşkına döner
Putta görünen yaratıktan
başka bir şey görmediği için, sırf bu; yüzden kafirdir o.
Ve sen, putta gizli Hakkı
görmüyorsan eğer, İslâm’a göre müslüman denemez sana pek,
Hakk’la aralarında perde olanların çoğu, kesinlik nuruna sahip
olmadıklarından ve. Hakk’ın gözüyle görmediklerinden dolayı, Mutlak Cemali
oluşların meydana geldiği, şekil ve renklerin zuhur ettiği yerlerde görüp o
Cemal ve KemaFi bu yerlerin kendisiyle kıyas ettiklerinden Tevhid Hakikati’nden
habersizdirler. Ama Tevhid ehli gerçek mabudun mutlak zatını her şeyde, her durumda
görür ve bilir. Beyt:
Zatı ve sıfatlan
seyretmek kime nasibolmuşsa suret ile gerçek onun gözünde bir değildir. . .
Onun meşrebinde şarap ve
su bir olur, onun mezhebinde irieşcid ve kilise bir olur.
Rabb’hk özellikleri taşıması itibariyle mertebe bakımından insandan daha
izzetli kılınmış bir yaratık olmadığı gibi kulluk özellikleriyle de ondan daha
zelil kılınmış bir yaratık yoktur. Rabb'lık tüm mertebelerin en yükseği olduğu
gibi onun karşıtı olan kulluk da-tüm mertebelerin en aşağısıdır, însan bir
yüzünde Rabb’lık özelliklerini, diğer yüzünde ise kulluğun eksikliklerini gösteren
iki yönlü bir aynadır. En güzel biçimde yaratılmış (ahsen-i takvim) olan Rabb’lık
yönüne bakarsan onun bütün varlıklardan daha yüce, daha güzel olduğunu, kulluk
yönüne bakarsan bütün kâinattan daha aşağı olduğunu görürsün.
Eğer, şu geçen şeyleri anladıysan sâna insandan ne kastedildiğini
bildirmiş oldum. İnsanî gerçeğe ait perdeleri kaldırdım ye kapalı kalmış
anlamlan açtım. Kalb' gözünle onun (insanın) izzetine bir bak ki, en güzel
isimlerle nitelenmiştir ve o isimler de onu ister. Onu isteyenler onun izzetini
biliyor. Buradan insanın şerefini kolayca anlarsın. Çünkü istenilenin şerefi
isteyenin şeref veizzetine göredir. Bütün İlâhî İsimler insani hakikati
isterler. Tevratta şöyle anılır: «Ey Adem oğlu, seni kendi varlığım nedeniyle;
eşyayı ise senin varlığın nedeniyle yarattım». Ve onun bu isimlerle zahir
oluşundan, o isimlere tam anlamıyla gereksinmesinden insanın zilletini
anlarsın. Çünkü başkasının hükmü altında kahrolmaktan daha aşağılatıcı ve
başkasının varlığına muhtaç olmaktan daha şiddetli bir zillet yoktur. Bu
noktanın anlaşılmasında güçlük bulunduğundan Şeyh hazretleri okuyucularını
burasını iyi anla şeklinde uyarır. İnsan batın yönüyle rabb, zahir yönüyle
kul olduğundan onun âlem ve Hakk suretlerinden çıkarılmış bir nüsha olduğunu
bilirsin. Bu iki sûrete 'iki el’ denmiştir. Nitekim Allahü Tealâ İblis’e şöyle
demişti: «İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir?»
(Sâd: .75). Oysa insandan başka bütün yaratıklar tek elle yaratılmışlardır.
Çünkü insan ya melek gibi Cemal sıfatının yahut azap melekleri ve şeytan gibi
Celal sıfatının kendisinde tecellî ettiği bir varlıktır. İnsan bu bütünü içinde
toplayan, karşılıklı iki denizi birleştiren ve bu iki denizin birbirine
taşmasını önleyen bir geçit-varlıktır. Bunun anlamı arifler ve yetkin kimseler
için açık seçiktir.
ŞİT (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ NEFS HİKMETİNİN ÖZÜ
Fass, Hikmet ve Kelime’nin anlamlarını daha önce açıkladığımız için
burada tekrar etmeye gerek duymuyoruz. ‘Nefs’ sözlükte, nefesi dışarıya
göndermek, yani üfürmek anlamındadır. Nitekim aşk ve sevda gibi coşkun
hallerden oluşan bazı hastalıkların iyileşmesi için afsun edip üfürürler.
Buradaki nefesi dışarıya gönderme olayı ‘Rahmani Nefes’ten istiâredir. Yani
mümkün şeylerin mahiyetleri üzere varlığı bfereketlendirmekten, ya da bir
nebinin kalbine İlâhi bir bağışla bilgi göndermekten müsteardır. Bir Kudsî
Hadis’te şöyle buyuruyor : «Muhakkak ki Ruhu’l-Kuds benim ruhumdan üfürüldü.
Hiçbir nefs rızkını tamamlamadıkça ölmeyecektir. Ancak rızkı güzel
istemelisiniz.»
‘Şit’, İbranî dilinde, 'Allah bağışı’ demektir. Hakkın feyz mertebesine
ilişkin olan ilim ve hikmetlerin ortaya çıkması,, bağış ve üstünlük yoluyla
olup gerçekleşmesi çalışmaya, bağlı değildir. Ruhani hakikatin Şife ve nefse
ilişkin hikmetin Şit (A.SJ’a ait kelimeye özgü kılmışındaki ilişki şudur: Hz.
Şit ikinci insandır. Mutlak feyzden ortaya çıkan her bilgiyi bağış yoluyla
edindi. Adem, oğlu Habil’in ölümünden sonra acı ve ızdıraplannı dindirmesi için
Allahtan bir çocuk dileyince, Cenabı. Hak ona Şit (A.S.J ’ı bağışladı ve Şit’e
verilen her şeYin külfet ve çalışmakla değil sırf vergi ve bağış yoluyla
olduğundan Şeyh hazretleri, İlâhi vergi ve Rahmani bağışlan ona özgü kıldı.
İlâhî hikmetleri Adem’e, Nefsi hikmetleri de Şit’e özgü kılmasındaki incelik
şudur: Adem, âlemin bütün mertebelerini kendinde toplayan ilk insandır. Bu
mertebeye yakın olan, ‘Sübhaııî Feyz’ ve ‘Rahmani Nefes’ mertebesidir. Bu da
varlığın, sonsuz bağış sahibi olan Allah’tan gerçeklikler ve oluşlar âlemine
yayılması demektir. Söz konusu ilgi nedeniyle İlâhî mertebe, bütün mertebeleri
kendisinde toplaYan Adem’e özgü kılındı. İlâhî mertebeden sonra ‘başlangıç’
(mebdeiyyet) ve ‘varoluş’ (mevcudiyet) mertebeleri gelir. Bu da ancak Rahmani
Nefes ve Sübhanî Feyz .ile meydana gelip Şit Aleyhisselâm da varlığın
kendisinde göründüğü ikinci yaratık ve bağış olduğundan, Şeyh, nefse ilişkin
hikmeti Şit’in kelimesine özgü kıldı. O, bu fasşda Allah'ın vergi ve
bağışlarından söz ©derk buyurur ki :
Bil ki Hakk’ın vergisi bölümlere ayrılır. Şöyle ki s Allah özellikle
sadece nimet vermiş olmak için, aynca nimetlendirdiğmden hamd ve şükür gibi
bir karşılık beklemeksizin ve cömertliğini göstermek üzere verir. Beyt:
Gönlü taşan, cömertliği
sınırlan aşan kişi. Sana ne mutlu. Senin lutfunun «hiçin»! «ne kadar»! yoktur.
Senin verişin her türlü
bulaşıklık ve hesaptan münezzeh, ihsanın karşılık bekleme meylinden uzaktır.
Bu bağışı Vehhâb isminden dolayıdır. Vehhâb isminden dolayı verilen
nimetlerin tümü Cennet’te olur. Yani, Vehhâb isminden isteyene yeteneğine göre
ulaşan bu bağışlar iki kısma ayrılır ı Zâta ilişkin bağışlar ve İsimler’e
ilişkin bağışlar, kaynağı ‘Zât’ olan nimetlere Zâta ilişkin bağışlar denilir.
Zât’a ilişkin bağışlar isimler ve sıfat. lar aracılığıyle ortaya çıkar. Zira
Allah Tealâ isimlere ait perdelerin ötesinden tecelli eder, zâtından tecelli
etmez. Kaynağı 'İlâhî Sıfatlar’dan bir sıfat olan nimetlere, ‘isimlere ilişkin
bağışlar’ denilir. Bunun zat’tah ayrıcalığı vardır. Zât’a ilişkin bağışlar ancak
İlâhî Tecellî ile olur. Hakkın zât’ı tecelli ettiğinde bütün isimleri içinde
toplamış olan İlâh ve Allah ismiyle tecelli edeceğinden, söz konusu bağışın
özelliğiyle nitelenmiş olan Zât, tecellî ettiği kulun sureti üzere ve
yeteneğine göre tecellî eder. Çünkü İlâhî Zât’ın belirli bir sureti yoktur ki o
suretle tecellî etsin. İlâhî zat saf bir aynaya benzer ve ona bakan kimse
yeteneği ölçüsünde kendisini görür. Hak da ona yeteneği ölçüsünde belirir ve
yüz gösterir. Beyt:
Görünen nesneler,
üzerlerine varlık güneşinin ışığı düşen rengârenk camlardır.
Camların her biri
kırmızı, altın rengi veya san, hangi renkteyse güneşi de o renkte gösterir.
Zatî bağışların birçok mertebesi vardır. Bunlardan ilki ‘Feyz-i Akdes’tir
ki, Hakk’ın Zât’ından yine onun zâtına yönelerek bu bereketiyle ‘A’yân-ı
Sabite’ ve onun yetenekleri meydana çıkar. İkincisi a’yân-ı sabite’den haricî
külli tabiatlar üzerine ışıyan; üçüncüsü de küllî tabiatlardan tek tek
varlıklar üzerine dereceleri ölçüşünce ışıyan bağış mertebesidir Bu İlâhî
vergiler ayet-i kerimede «Bizim buyruğumuz bir göz kırpması gibi ânidir»
(Kamer: 50) buyrulduğu gibidir. Fakat isimler, sıfatlar, ortaya çıktığı yerler
ve onu alanlar bakımından çoğalır ve artar. Fakat İsimler yönünden (Esmaî) gelen
nimetler bunun tersinedir. Zira her biri belirlenmiş bir mertebeye bağlı,
olduğundan ‘Rahim’ isminden sadır olan, ‘ınüntakim’ isminden sadır olanın
zıddıdır. Zatî nimetlerin masdarı Zati İsimlerdir; Allah, Rab, Melik, Kuddûs ve
bunlara benzeyen isimlerdir.
İsimlere ilişkin bağışlara gelince, bunlar bir örtü ile belirirler.
Böyle bir belirlenme ile isimler birbirinden ayrılırlar. Zevk ve vicdan
sahipleri ve marifet dostlan Zâta ilişkin bağışların arasım ve her ismin tek
tek tecellisini rahatlıkla ayırabilirler.
Tecellî üçe ayrılır: Birincisi *Zâtî Tecelli’dir ve belirtisi Zât’dan
fışkıran nurların, kendisinde tecellî olunan şeyin zât ve sıfatlarını
darmadağınık etmesi ve telâş içinde bırakmasıdır. Buna «Yıldırım» da denir. Nitekim
Hz. Musaya böyle bir tecelli olduğunda, kendisinden geçmiş ve uzun süre kendine
gelememişti. Fakat bazı ulular tam bir fena’dan sonra ‘Hakkanî Bekâ’ ile baki
olup ‘Zâti Nur’ ve Zâti Cemal’i görürler., Onlara Zâtî Tecelliden dolayı telâş
ve yokoluş uğramaz. Bu makam Hz. Muhammed (S.A.V.l’e, ona gerçekten varis
olanlara ve onun yolunda gidenlere özgüdür. İkincisi, ‘Sıfata ilişkin tecellî’dir.
Bunun belirtisi de şudur: Eğer Allahü Tealâ Celâl sıfatiyle tecellî ederse,
«Allah bir şeye tecellî edince ona baş eğdirir» anlammca onda gönül alçaklığı
(huzu) ve huşu ortaya çıkar ve eğer ‘Cemal’ sıfatiyle tecellî ederse onda
acıma, bağış, sevinç ve dostluk meydana gelir. Üçüncüsü ise, ‘Fiillere ilişkin
tecelli’dir. Halktan uzaklaşıp, onlardan gelen iyilik ve kötülüğü, fayda ve
zararı «Onlara bir iyilik gelirse ‘Bu Allah’tan’dır’ derler, bir kötülüğe
uğrarlarsa ‘Bu, senin tarafmdandır’ derler. De ki: ‘Hepsi Allahtandır’» (Nisa:
78) ayetine göre gerçek fail olan Allah’tan bilmek ve eşyayı onun aleti
olarak görmektir. Gerek Zât’a ve gerekse Esmâ’ya ilişkin olsun bu bağışların
gerçekleşmesi yeteneklere göredir. Mesnevi:
Hakk canlara nur saçınca
yaklaşanlar eteklerini kaldırdılar.
O mir serpintisinden
nasib aldılar, Tanrıdan gayri olandan yüz çevirdiler.'
Aşk eteğini gelmeyenler
nur yağmurundan mahrum kaldılar.
Cenabı Hak bütün eşyaya eşit şekilde tecellî eder, fakat ondan herkes
yeteneğine göre yararlanır.. Bu durum Allah’ın «dilediğini yapan» oluşuna ters
düşmez. Çünkü Cenabı Hakkın yaptığı her iş bir. hikmete dayanır. He? şeye
yeteneği ölçüşünce tecellî etmek de onun hikmetlerindendir. Söz gelimi O,
rahmet edilmesi gerekenden intikam almaz; intikam alınması gerekene ise
acımaz. Bunun tersine hareket etmek onun hikmetine aykırıdır Bu, Allahü
Teâlâ’nın «Rabbimiz her şeye yaratılışım veren, sonra doğru yola eriştirendir»
(Tâ-Hâ 50) ayetinde belirtilir. Nitekim Allah, ‘ilim mertebesi’nde, varlık
alanına çıkmaya vesile olan meydana çıkarılmamış külli yetenekleri bağışladığı
gibi, ‘ayn mertebesi’nde de varlık durumlarını kabul etmeye aracı olan meydâna
çıkarılmış cüzî yetenekleri verir. Bundan do-; layı ‘bu hiçin yoksul oldu?’,
‘bu niçin zengin oldu?’, ‘bu niçin isyankâr oldu?’, ‘bu niçin itaatkâr oldu?’,
‘insan niçin insan oldu?’ ‘köpek niçin köpek oldu?’ denilemez. Zira İlâhî
Hikmet her şeye ayn-ı sâbitesinin gerektirdiği oranda ve yeteneğine göre
verir; sonra da ona göre doğru yola iletir. İşte bu yetenekler gerek külli ve
gerekse cüzî olsun, zikredildiği şekildedir. Dolayısiyle Allah, ilim
mertebesinde,, bütün a’yana yetenek şe• killerini bağışlayıp, Feyz-i Mukaddes
dolayısiyle de o a’yâna dış varlıkta yetenekleri ölçüsünde perdeler koydu. .
Bunun için bir şey kendi başına yetenek sahibi olamaz; ancak ‘Feyz-i Akdes’
dediğimiz Zât aleminden gelen tecelliler sebebiyle kendisine bu varoluş
kabiliyeti bağışlanır. Mesnevi:
Tanrı vergisine kabiliyet
şart değil, kabiliyetin şartı onun vergisidir.
Bu mertebe ölçüyle olur. Bunun gibi hiçbir şey onun ‘Feyz-i Mukaddes’!
olmadan makbul olmaz. Bazan, gerek Zâti ve gerekse Esmaî olsun bağışlar, bağış
isteyenin hal diliyle istemesinden meydana gelir. Yoksul bir kimsenin zenginin
önüne çıkması gibi. Hal diliyle istemeye uygun olan beyt:
Bende İhtiyaçlar sîzdeyse
anlayış var Susuşum huzurunuzda hitaptır halimi açıklar.
Bu yüzden o isteyenin hal diliyle istemesi gerekir. Hal ile istemekten
anlayan için bu gerektiği gibi, istemeye sebebolan şey için de bu gereklidir.
Şeyh hazretleri burada yetenekle (istidâd) yeteneğe karşıt olan durumu
birbirinden ayırmadı. Ancak «Füsûs el-Hikem» de ayırarak şöyle diyor: «Hakikatte
ya dille, ya hal diliyle yahut da istidat ile istemek gerekir.» Burada halin,
istidat ve isteğe sebep olan durumu kapsadığı görülüyor. Burada hal kelimesi
istek ve istidadı kapsamâsaydı, zamirin hal ile istemeye döndürülmesi doğru
olmazdı. Zira hazan bağış, bağış yapılan kimseye ansızm, istemeden ulaşır. Bu
şekildeki bağış istidat diliyle İlâhi İsimler ve a’yân-ı sabitenin isteğiyle
olur. İstidat ile hal arasındaki ayrım şudur: İstidat sahibi olanların çoğu
istidat ve yeteneği bilmez; ancak ‘Aktâb’ ve ‘Efrâd’dan, arifler ve keşf
sahiplerinden olup kaza ve kaderin sırrına ve a’yân-ı sabiteye vakıf olanlar
bilirler Fakat hal sahibi olanlar bilirler ki, istemeye sebep olan o andaki
durumlarıdır. Yahut da söz ile istemek gerekir. Dilek hazan, ya belirli bir
işte «Rabbim benim ilmimi artır» gibi sözle olur, yahut da belirlenmemiş bir
işte, örneğin «Bana hakkımda doğru ve hayırlı olanı ver, muhakkak sen halimi
ve hakkımda doğru olanı bilirsin» diye dilek tayin etmeden, sevgiliye istek
ulaştırılır. Nitekim şair şöyle diyor :
İşime sevgiliyi vekil
bıraktım tümüyle İster beni ihya etsin isterse telef.
Söz ile istemek de ikiye ayrılır; bunlardan birisi insanın kendi
tabiatının gerektirdiği şekilde istemesidir. «İnsan aceleci yaratıldı»
ayetinde bildirildiği gibi, dileğe sebep olan şey dua edenin aceleci
tabiatadır. Bu kısım, eğer dilek yeteneğe uygun Olursa meydana gelmesi kolay,
yoksa zor olur, «işler vakitleriyle rehnedilmişierdir» ölçüşünce her iş bir
zamana ve Saate ayarlanmıştır. Bunun için eğer vakti gelmediyse o işin meydana
gelmesinde acele etmek faydasızdır. İkincisi, İlâhî emre uygun bir şekilde
istemektir. Bu emir «İsteyin benden, vereyim» (Mü’min: 60) emridir. Böylesine
istekte bulunanlar kulluğuna kendi nefsi isteklerini karıştırmamış
olanlardır. Onların istedikleri ancak Allah’ın istedikleridir isteklerinin
gerçekleşmesi ihtiyaçlarının giderilmesi şeklinde düşünülmemelidir. Çünkü bu
mertebedeki saadet sahipleri dünya ve ahireti istemekten uzak; istek ve
ihtiyaçtan annmış bir durumdadırlar. Eğer halleri istemeği gerektirirse
isterler; tasarruf ve iradesini ona teslim edip susmak gerekince de susarlar,
işte bu ikinci kısımda anlatılan istek, hikmet ve marifet gereği olan
istektir. Çünkü böylesine isteyen uyrukları üzerine tasarrufta bulunan ve
hükmeden mâlik bir emirdir. Uyruğu ister dünya halkı olsun, isterse ülke veya
aile halkı olsun; yahut var* lık ülkesinin ruhanî veya cismanî kuvvetle1ri
olsun bu köyledir Bu kuvvetlerden bazısı em irin dua ve isteği üzerine
harekete geçer, bazısı da kaza gereği teslimiyet ve dinginlik üzeredirler,
işte bu anlatılanlardan birisine sahip olan b kimseye aklen ve şeriatçe her hak
sahibine hakkını ulaştırmak için didinmesi gerekir. Hz. Peygamberin •Allahın
selâmı üzerine olsun«Ailenin, nefsinin, gözünün zevcenin ve seni ziyaret
edenlerin senin üzerinde haklan vardır» hadisi bu anlama işaret eder. Yani
ehlin olan yakınlarının, varlık evinde ehlin olan ruhanî ve cismanî
kuvvetlerin senin üzerinde haklan vardır. Üstüne düşen görev onlara karşı
sorumluluklarını yerine getirmendir. «Nefsin sana bir bağıştır, ona yumuşak
davran» sözü gereğince nefsinin bile senin üzerinde hakkı vardır. Şeriatin
koyduğu ölçüler içinde yemek, içmek ve giyinmekten hakkı olan şeyi vermek
gerekir. Bunun gibi gözünün de senin üzerinde hakkı vardır; uyku gibi
şeylerden onu alıkoymamaksın. Eşine karşı da görevlerin vardır; ona iyi
davranmalı, yaklaşmalısın.
Hazreti Peygamber (aleyhisselâm)
Abdullah b. Amr b. Âs’a şöyle buyurdu: Duydum ki hep oruç tutuyor, hiç iftar
etmiyormuşsun. Yani bana geceleri namaz kılıp hiç uyumuyor muşsun diye haber
geldi. Böyle yapma. Muhakkak ki gözünün üzerinde hakkı vardır. Ehlinin de
üzerinde cinsî münasebetten doğan bir hakkı var. Oruç tut ama iftar da et. Hem
namaz kıl, hem uyu.
Hazreti Sadredden Konevî ‘İcaz el-Beyan’da şöyle buyuruyor• «Bana şej hım,
imamım, kâmillerin imamı -Allah O’ndan razı olsundedi ki: Kuvvetlerden hiç bir
kuvvet yoktur ki yaratıldığı amaçla kullanılmamış olsun. Bu hakikatin bilinmesi
Hakk’ın huzurunda bu kuvvetlere hakkını teslim etmeyi ve onları yaratıldıkları
üzere Hakk’ın yoluna harcamayı gerektirir. Bu kemâlin ne olduğunu bilenler
katında, kemâl sıfatlarla nitelenmiş bir mertebedir. Ey kardeşim sen bunu
bilenlerden ol inşaallah,»
NUH (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ
SUBBUHÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Kuddûs’, mukaddes anlamına geldiği gibi ‘ba’ harfinin üstün okunmasıyla
ism-i mef’ ul kipine göre ‘musabbah’, yani teşbih edilen anlamına da gelir.
Hazreti Nuh ile Subbûhî Hikmet arasındaki ilişki şudur: Nuh’un yaratılışında
tenzih etmek, yani Allah’ı noksan sıfatlarından aklamak üstün bir yer
tutuyordu. Çünkü her peygamber ümmetini, varlıkların çelişkilerinden arı olan
Allah’a çağırmış ve kendi durumlarının dışında özellikler atfedilmiş ilahlara
tapmaktan alıkoymaya çalışmıştı. Nuh (aleyhisselâm)’ın kavminde de putlara tapmak
yaygındı. Nuh onları . putlara ibadet etmekten uzaklaştırmaya çalışırdı.
Bundan dolayı Allah’ı ‘tenzih’ etmeye ilişkin ‘Subbuhî Hikmet’ Nuh’un kelimesine
uygun görüldü. Bu hikmetin Nefsi Hikmet’teh sonra gelmesinin nedeni, İlâhî ve
başlangıç mertebelerinden sonra Ruhlar Aleminin gelmesidir. Onlar Hakk’ı noksan
sıfatlardan tenzih ederler. Çünkü bunların bütün olgunlukları bilfiil var
olanlara oranladır ve eksiklikleri de ihtiyaç ve imkânlarının belirlenmiş
kadar olmasındandır. Bunun için Hak ancak ihtiyaç ve eksiklikten tenzih olur.
Tenzihi sıfat Ruhlar Alemi’ne galip ve uygun olduğundan bu hikmetler Nefsi
Hikmet’in ardına eklendi.
Hak Tealâyı tenzih eden kuldan tenzih etmek, tenzih edilmiş olan Cenabı
Hakkı sınırlamak ve kayda bağlamaktır. Çünkü tenzih eden kul, tenzih kabul
etmeyen cisimlere ait işlerden ve varlıkların çelişkilerinden hatta İnsanî
olgunluklardan Cenabı Hakkı ayırmış olur. Bu mertebenin dışındakiler için
durum böyle değildir Çünkü bütün varedilmiş şeyler sırlarıyla Cenabı Hakkın
göründüğü yerlerdir. Allah «Nerede olursanız olun o sizinle
beraberdir» hükmünce bunlarla beraberdir. Bir yönden bu suretlerde görünen
Hakk’tır-, suretler aslında Hakk’ın, yaratılışta ise halkındır. Nitekim
Mevlânâ Nizameddin Nişaburî, «Kulum şana beni sorunca de ki, muhakkak ben
yakınım» (Bakara: 186) ayeti hakkında şöyle der: «Alemin zerrelerinden hiç biri
yoktur ki Hakkın nuru ile kuşatılmış olmasın. O nur o zerrelere varlıklarından
daha yakındır, ve Allah’ın ilminden, sanatından, icadından soyutlanmış
değildir. Bu konudan fazla sözetnıek hayal dışında bir şeyi açığa çıkarmaz.»
Itlak da bu nitelikle nitelenmiş olan Allahı kayda bağlamaktır. Bunun
altında ancak kayda bağlanmış bir varlık vardır. Tenzih eden kul Allah’ın
mertebesini diğer kayıtlardan yüksekte tuttuğu mutlaklama yüzünden kayıtlı
bir varlık tasavvuruna sahiptir. İşte bu söz konusu mutlak kılışı ile Allah’ı
yüceltir. Bir durumu Allah hakkında mutlak saymanın nedeni budur ki, böylesine
bir mutlak sayış saf anlamda kayıtlama demek olup gerçek mutlaklaştırmaya
aykırıdır. Gerçek mutlaklayış aslında kayda bağlamanın zıddı değil; belki
varlığın gerçekliğini, birlik ve çokluğunu içine alan bir mutlaklayıştır. Oysa
tenzih edişi akli olan kimse marifetçe eksik olduğundan Mutlak Varlık tasavvuru,
kayıtlanmış ve sınırlandırılmış bir tasavvurdur. z
Bunun gibi, Allah’ı 'teşbih’ edenler de onu kayıtlamışlardır. Çünkü
teşbih Mutlak Varlığı sınırlamak ve kayda bağlamaktır. Teşbih ve tenzihi bir
araya getiren kimse gerçek arif ve dikkatli bir kâmildir. Nitekim Hazfet! Şeyh
Füsus el-Hikem’de: «O halde tenzih edersen onu bağlamış olursun, teşbih
edersen onu sınırlı kılmış olursun. Eğer her iki emri birleştirirsen doğru yolu
bulur ve marifet ehlinin önder ve efendilerinden olursun.» Allah’ı zatı ve hakikatinin
gereği tenzih etmek,, onu kainatın tezahürlerinden soyutlamaktır. Allah’ın
teşbihi ise onun evren aynasında görünüşü ile oluş ve şekillerin
birbirleriyle ilişkisi itibariyledir. Gerçek arif her iki tarafta Hakk’ın nuru
ile Hakk’ı gözler.
Hakkın Kullarından bilmelerim istediği şeyi bil. Yani «Bilinmeyi istedim
ve varlıkları yarattım» kutsal sözünün hükmünü. «Ben cin ve insanları ancak
bana ibadet etsinler diye yarattım» ayetinin de hükmünü bil. O şeyi
şeriatlerin dilleriyle getirdi. Hakk’ın kullarından kendisini bilmelerini
istediği gerçek yol, nebi ve resullerine indirdiği şeriatler diliyle getirilen
kanıt ve bildirdiği marifet sırlandır Kısaca bilmen gereken Allah’ı nitelemek
konusundadır. Yani Hakk’ın nitelenmesinde tenzih ve teşbihi bütünlemektir.
Çünkü Allah, kendini hem tenzih ve hem de teşbih etmiştir. Nitekim bir ayette
tenzih ve teşbihi bir araya getirdi : «Leyse ke-mislihi şey’ün» yani, «Hiçbir
şey ona benzemez.» Bu ayette «kâf» harfinin fazladan (zaidi düşünüldüğünde
ayet tüm şeylerin ona herhangi bir yönden benzememesi anlamına gelir ki, bu
tenzih ifadesidir. Ayetin devamında «O işiten ve görendir» buyurulması ise
teşbihi gösterir.. Çünkü bu nitelikler hem Allah’a hem de kullarına verilir
Eğer ‘kâf’ harfi fazladan değilse ayetin birinci yansında da teşbih sözkonusu
olur. Çünkü bu halde ayet, «mislü mislihi şey’ün» yani, «hiçbir şey onun
benzerinin benzeri değildir» şeklinde bir anlama gelir. Böylece ‘benzeri’
kelimesinin yinelenmesiyle ‘Allah'ın hiçbir şeye benzemediği, şeklindeki deyiş
anlam değiştirmiş olur. Hazreti Şeyh Fütuhat’ta buyururlar ki; «Kâf’ın
fazladan olmaması halinde ortaya çıkan diğer ‘benzeri’ kelimesinden ‘insan’
kasdedilir. Bu durum «Allah Adem’i kendi suretinde yarattı» hükmüne göredir.»
Bu ayetin ilk bölümündeki tenzihte teşbihin kaynağı, ikinci yarısındaki «O
işiten ve görendir» deyişinde teşbihe ilişkin bir anlam olmasına karşılık da
tenzihin kaynağı bulunur. Çünkü ‘O’ zamiri kendisine dayandırılan şeyden önce
gelir ve kendisine dayandırılan şey ‘elif-lâm'lı olursa münhasır olma anlamı
ifade eder. Bu fesahat ve belagatta ünlü bir kuraldır. Sözgelişi şu örneğe
bakalım: «fülânün Hüve’rRecülü» yani «falan kimse erkektir». İşte buradaki
erkeklik yalnızca o falana özgüdür, başkasına değil. Bunun gibi, sözkonusu
ayetin ikinci yarısında geçen «ve hüve’s Semîu’l-Basir» yani «ve o işitici ve
görücüdür» deyişindeki ‘işiticilik ve görücülük’ gerçek anlamda yalnızca ‘o’
zamiriyle ifade edilen Allah’a özgüdür. Seçkin insanlar buna dayanarak
Ktır’an’da geçtiği gibi tenzih ve teşbihi birleştirirler.. Eğilimleri yalnızca
birine değil, her ikisinedir. İşte bunun için tenzih ve teşbih konusunda sınır
aşılmamalıdır. Hakk’ın nitelenmesinde şeriatın diliyle belirlenen teşbihi
sıfatlar konusunda akıl haddini aşmamak gerekmektedir. Şeriat kendisine bıı
konuda birşey bildirmeden böyle birşeye girişmemelidir.
Beyt: 40
Deneyci akıl burada kısırdır, çünkü bu olgunluk bilginin sınırından daha
kötüdür.
İş bunun aksine olunca tenzih ve teşbih etmelidir ancak. Çünkü bu alem
Hakk’ın suretidir ve Hakk, bu aleme, kendine nisbetle kontrol edici güçler
bütünü’demek olan bir ruh gibidir. Hazreti Peygamber, Hakk’ı bilmeyi nefsi
bilmeye bağlayıp «Nefsini bilen Rabbını bilir» buyurmuşlardır. İşte böylesi
bir akılla Allah’ı bilmek onu sonradan olan şeylerin yani yaratılmışların
özelliklerinden tenzih etmektir. Demek odur ki, Cenabı Hakk’ı saf anlamda yara4
tılmış şeylerin alametlerinden ve imkan aleminin çelişkilerinden tenzih
etmektir. Çünkü Cenabı Hakk’ı tenzih etmek aklın şanındandır.
Arif iki marifete sahiptir Biri şeriatlerin getirdiğinden önceki marifet,
diğeri şeriat koyucudan edindiği marifet. Bu İkincisi Kur’an ve hadislerde
bildirilenlerde olduğu gibidir. Fakat bu ikinci . marifetin şartı Allah’ın
gönderdiğini ona geri çevirmektir. Şeriatlerin getirdiğinden önceki anlayış
ve irfan ile, akıl ve tefekkürün gerektirdiği ölçülerde ilahi tenzih meydana
gelir. Doğrudan şeriat koyucu olan Allah’tan edinilen marifet özünde ise
tenzih ve teşbihin arasını birleştirmek vardır. Beyt:
Elini Allah’ın sözüne ve Resul’e
ait haberlere uzat; bu ikisi dışında. ne görüyorsan efsane ve hevestir.
Arif olan kimseye düşen, şeriatın getirdiği neyse onu öylece Allah’a
döndürmektir. Kur’an-ı azim ve peygamber haberlerinde geçen ve sanki onu
cisimlendiriyormuş izlenimini veren, kişileştiriyormuş samsım uyandıran söz ve.
benzetmeleri -'Allah arşın üzerini kapladı’, ‘Allah’ın eli onların eli
üstündedir’, ‘(Ey Musa) gözümün önünde büyüyesin diye senin üzerine benden bir
sevgi koydum’ gibi ayetleri, -'Cebbar Allah ayağını ateşe bastı’, ‘Avucunu
omuzumun arasına koydu ve güldü’, ‘Rabbimi kıvırcık saçlı bir genç suretinde
gördüm’gibi şerefli sözleri yorumlamaksızın doğrulamalıdır. Eğer bu sözlerin
hakikatleri kendisine açıklıysa kendine aittir. Yoksa şeriatlerin diliyle
bildirildiği üzere ve «Bir şey konusunda çekiştiğinizde onu Allah’a havale
edin.» emri gereğince Hakk’a teslim olunmalıdır. Onun için. Ebû Hanife
Hazretleri bu konuda aynı düşünceyi besleyerek tevili uygun görmemiştir. ‘Fıkh
ul-Ekber’inde: «‘Kudret eli’ sözünün anlamını tevil etmek caiz değildir»
buyurmuştur. Beyt:
Akıl ayağıyla yürünemez
bu yol. Bilgiyle onu idrak olası değil.
Bu yolda menzil umudu
olmadığı için kimsenin hayretten kazancı yok.
Eğer kendisine ilim açılırsa, hu keşif, önce geçen Şît Aleyhisselam’ın
kelimesindeki hikmete ait fass konusunda, zattan gelen bağış gibidir. Sonuç
olarak, Hazreti Şeyh’in demek istediği tevil etmenin olumsuz bir şey olduğudur.
Nitekim ‘Fütuhat’ın önsözünde şöyle buyurur: «istiva (kaplamak, yönelmek)
manevî ve akledilebilir bir hakikattir. Kendisine Zat hakikati verilmiş her
kişiye nisbet edilebilir. Ancak istiva’nm zahirî kullanımı konusunda bizim
için külfete katlanmak gerekir.» Bu konuda devamla ; «Bulut denizi Allah ve
yaratıklar arasında bir geçit, bir kıstaktır, Bu denizde mümkün varlıklar alim,
kadir ve diğer bütün isimlerle nitelenmiş oldukları gibi Hakk da hayret,
gülmek, sevinç gibi belirlenmiş ve evrene ilişkin niteliklerin birçoğuyla
nitelenmiştir. Bu durum Hakk için bir iniş, bizim içinse bir yükseliştir.»
Beyt:
Ey kardeş, o menzil için
sana yol verilmediğine göre neden yürüyüp duruyorsun? Kendi aklın birşey
bildirmiyor, susmanın yeridir, neden konuşup duruyorsun?
IDRIS (aleyhisselâm)’IN' KELİMESİNDEKİ KUDDUSÎ
HİKMETİN ÖZÜ
‘Kuddûs’ kelimesi ‘takdis’ten türemiştir. Mukaddes anlamına gelir.
Takdis keli. meşinin sözlük anlamı temizlemektir Istılahta ise Cenabı Hakk’ı
şanına yakışmayan imkân ve ihtiyaçtan, oluşa ait noksanlıklardan ve bunlara
benzer sıfatlardan te mizlemeye ve arındırmaya denir. Bu isim nitelik olarak
Subbûh isminden daha çok şiddet ve belagat ifade eder. Onun için Subbuh-Kuddüs
tabir edilerek Kuddüs sözü sonraya alınır. Buna dayanarak olgunluk derecesine
yakınlığı yönünden Subbuhi hikmetten sonraya konuldu. Bununla birlikte Nuh (aleyhisselâm) zaman bakımından İdris CA.
S.İ’dan sonradır ve bu yönden teşbih, kapsayıcılığı dolayısiyle tenzihi içine
alır. Oysa takdis, tenzihi içine almakla kalmaz aynı zamanda makamının daha
kapsayıcı olmasından dolayı nitelik ve nicelik yönünden olgunluk derecesine
daha yakın olur. Nuh (aleyhisselâm)’ın
tenzihi akli bir tenzihti; İdris (aleyhisselâm)’ın tenzihi ise akli olması
yanında nefsi idi de. Kendinden önceki Subbuhi hikmetle ilgili olduğundan Hz.
İdris’e de Kuddü41 sî hikmet. özgü kılındı. Tam bir riyazetle nefsini beden
uğraşılarından, akıl ve ruhunu düşük sıfatlardan ve hayvani ahlâktan takdis
kılıp arıttığından ruhaniyeti hayvaniyetine üstün geldi ve çoğu zaman bedeninden
kurtulup göklere yükselerek meleklere karıştı, mücerret ruhlarla oturdu, onlarla
dostluk kurdu. Onaltı sene yemek, içmek ve uyumaktan kesilip sırf akıl ve saf
ruh oldukları da meşhurdur. Özetle, takdis her şeyden yüce olduğundan Cenabı
Hakk ona yücelik bağışladı. «Onu yüce bir mekâna kaldırdık» ayetinde
belirtildiği üzere Allah, onun şanını yüceltti. Bu nedenle Hazreti Şeyh
-Allah ondan razı olsunde Mekân ve Mekânet konusunu bu fassa ayıra4
rak tefsir ve açıklamasına geçip buyurdu
ki: Yücelik ikiye ayrılır. Birincisi mekân yüceliğidir. Eğer bu Mekân’ca
yükseklik Hakk’a nisbet olursa bu «O Rahman Arş’» istilâ etmiştir» (Tâ-hâ: 5)
ayetinde işaret buyurulduğu gibidir. Arş, bütün cisimleri için alan uzaydır ve
bütün mekanların en yücesidir; Rahman da onu istilâ etmiştir. Onun için mekân
yüceliği zuhuru, isimler ve sıfatları itibariyletahakkuk eder. Fakat Allah
Zât’ı dolayısiyle mekândan münezzeh ve aşkındır. VeTAmâi «kavlühü»ye yöneltilmiştir.
Yani Hz. Peygamber’in «Allah amâ’dadır» sözü, isimleri, sıfatlan ve zuhuratı
itibariyle Hakk’ın tahakkuk ettiği mekâna işaret eder.. Bu şerefli hadisin
geliş sebebi şudur: Bir arabî Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve sellem.)’den,
«Ey Allah’ın Resulü, Rabbimiz yaratıkların varedilmesinden önce hangi
mekândaydı» diye sormuştu. Hz. Peygamber : «Hava üzerindeki amâ’da idi, hava
altında değildi» buyurdu.
‘Amâ’, sözlükte ince bulut demektir. Çünkü duyularla algılanan şeylerin
altında ve üstünde hava olması gerektiğinden, Hz. Peygamber bunu olumsuzlayıp
öyle amâ'ki, onun altında ve üstünde hava yoktur buyurdular. Ama’, bu kavmin
ıstılahında, Ahadiyet Mertebesi demektir. ‘Vahidiyet’ isim ve resim
belirlemesinden, nitelemelerden temizlenmiş bir mertebedir. Bu mertebeye Amâ’
denilmesi bütün mahlukun idrak gözlerinin onu müşahededen aciz olduğu
içindir. Bâzılan Amâ’ mertebesinin Vahidiyet mertebesi olduğunu
söylemişlerdir. Mutasavvıflar, ince bulutun gök ve yer arasında perde oluşu
gibi, ‘Ahadiyet Mertebesi’de Ahadiyet Göğü ile Kesret Yer’i arasında örtüdür
derler. Uygun olan anlam da budur. Gök, Rabbani sıfat ve isimlerin, İlâhî
tezahürün mekânı yerinedir. Buna Hak Teâlâ’nın «Gökte de ilâh, yerde de ilâh O’dur»
(Zuhruf: 84) veya «Sonra göğe yöneldi» (Bakara: 29) ayetleri; Hz. Peygamber’in
«Allah her gece dünya göğüne iner» sözleri ile bunlara benzer ayet ve hadîsler
işaret eder. Bu zuhur yerleri ve eşya Cenabı Hakk’ın isim ve sıfatlarına mekân
mesabesindedir.
İkincisi ise Mekânet yüceliğidir. Yani mertebe ve makam yüksekliğidir. Bu
Allahü Teâlâ’mn «O’nun yüzü (zatı)ndan başka her şey helak olacaktır» (Kasas s
88J ayetindeki gibidir. Eşyanın helak olmasından sonra baki kalmak, herşeye
dönüş ve akış yeri olmak ve Ulûhiyet sıfatıyla tek olmak en büyük mertebedir ve
bunun üstünde bir . mertebe tasavvur edilemez. İnsanlar ilim ve amel
arasındadırlar. Amel, mekân yüceliği içindir, yani amel, onu yapaniçin yüce
bir mekân kazandırır. İlim ise mekânet yüceliği içindir, yani ilim, ona sahip
olana yüksek bir mertebe ve büyük bir yer kazandırır Mekâri yüceliğinin amele
ve Mekânet yüceliğinin ilme özgü kılınması, amelin cesedin işi ve ilmin de
ruhun adeti olmasındandır. Bunun için ‘Mekân’ .cesedin; ‘Mekânet’ ruhundur.
Amelin ilme nisbeti, cesedin ruha nisbeti gibidir. İlim amelin ruhu ve amel de
ilmin cesedidir. Öyleyse Mekân yüceliği amel edenlerin ve Mekânet yüceliği
âlim olanların olur, ikisinin arasını birleştirenler ise iki yüceliğe birden
ulaşırlar. Mesnevi
Süleyman’ın yüzüğünün
mührüdür ilim. Bütün âlem suret ve candır ilim.
Hakikat şifrelerinin anahtarı ve yaratıkların karanlığına kandili ilimdir;
varlık silsilesinin düzeni ve şühud mertebesinin tavı da ameldir. Beyi.:
«insanlar ölüdür, alimlerse diri, insanlar hastadır, alimler, hekim
İnsanlar yetinmiştir lâkin alimler Bu yetinmelerin üstündedirler Nur
göğüdür onlar, karanlığı -oimayan Alim yaratıkların başkanı Diğer insanlarsa
sadece üyesidir -
Bir de erdem ve meziyetleri > bakımından üstün kılınmış yücelik
vardır. Allahü Tealâ şöye buyurur: «Siz yücesiniz ve Allah sizinle
beraberdir» (Muhammedi 351. Yücelikte Allah’ın sizinle beraber olması tecellî
ve zuhuru açısındandır. Çünkü mekân cisimlerin özelliklerindendir; yoksa Allah’ın,
-zatı itibariyle, cisimlerle aynı mekânde olması düşünülemez. Çünkü Allah
zaman, mekân ve cisimlere ait tüm özelliklerden arınmıştır.. Fakat Mekânet
yüceliği manevî bir iş olduğundan Allah, isim ve sıfatlarıyla olduğu gibi
insanla da tecellî eder. Mesnevi •
time dönsem onun
eyvanıdır, cehle dönsem Onun zindanıdır. .
‘ Öfkeye ve savaşa,
dönsem O’nün kahrının aksi, barışa bağışlamağa dönsem O’nun şefkatinin aksi.
«Allah sizinle beraberdir» sözünden sonra Hak Sûbhanehü «O sizin
amellerinizi eksiltmeyecektir» sözüyle bu. ümmeti şereflendirdi. Böylece
onlar Mekân ve Mekânet yüceliğini kendilerinde toplarlar. Yani bu
«Ey Muhammed dininiz sizin agellerinizi azaltmak ye yok etmez, aksine amelleriniz
sebebiyle yüksek derecelere ulaştırır. Mekân ve Mekânet yüceliğini
kuşatırsınız» demek olur. Sözü edflen bu yücelik, Hakkın türlü
zuhur yerlerinde olan tecellisine yöneliktir. Böylece göresel değişmeler ve
vehmi üstünlükler meydana gelir.; Hakikatte ise böyle değildir.
Ahadiyet Mertebesi’ne oranla yücelik ve alçaklık düşünülemez. Cenabı Hakkın
mertebe ve zuhur yerleri, dolayısiyle bir şeyde olan tecellîsinden, diğer bir
şeyde olan tecellisi daha yüksektir. «Hiçbir şey onun benzeri gibi değildir»
ayetinde olduğu gibi Nitekim bu mertebeye mensup olmak eğer 'Kâf harfi dolayısiyle
olursa ‘Leyse ke-mislihi şey’ün* demekle tecellîde benzerlik ortadan kalkmış
oluyor. Eğer *Kâf harfi olmazsa benzerinin benzeri olumsuzlanmış olur ki
benzeri, «Allah, Adem’i kendi suretinde yarattı» hükmünce «insan» olur. Tıpkı
Allahü Teâlâ’nın «Ben sizinle beraberim, görür ve işitirim» (Tâ-hâ: 46) sözü
gibi. Bu mertebeye nisbet Allahü Teâlâ’nın Musa ve Harım (aleyhisselâm)’a olan sözü gibi ki, onlara
«Ben sizin sureti-, nizde tecellî ederim, işitir ve görürüm; siz de benimle
işitici, görücü ve benimle Alim. Mürîd ve Kâdir’siniz» demek istedi. Yine «Ben
acıktım, beni doyurmadın» anlamındaki kudsî hadis gibi..» Mesnevî'de olduğu gibi
Hakk’tan Musa’ya bir
hitap geldi «Ey ay doğuşunu koynunda gören
Seni İlâhî nurumla
aydınlattım. Ben Hakkım. Hâsta oldum da beni görmeğe gelmedin»
«Ya Rab» dedi Musa «Sen
her türlü eksik.
İlkten münezzehsin. Akıl
karıştı; bû sözü, açıkla, lütfet»
«Eğer seçkin, has bir
kulum hasta olursa, o benim, dikkat et.
Özrü benim özrüm,
hastalığı benim hastalığım olur»
Kim Allah’a yakın Olmak
isterse evliya huzurunda bulunsun.
İBRAHİM ( aleyhisselâm)
IN KELİMESİNDEKİ MEHÎMÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Mehim’ kelimesi edilgen isimdir. Teheyyüm ve heyemân sözcüklerinden türemiştir.
'Heyemân', şiddetli aşk, ve aşın sevgiden oluşan şaşkınlığa denir. Aşk ve sevgi,
Cenabı Hakk’ın, tecellîlerinden oluşur; O’nun Celâl oluşuna ilişkin
tecellîlerden, insanlar arasında meczublara, yetkin velîlere de bu cezbe ve
heyemândan nasip vardır. Sülûkun başlangıcında da sonunda da bu nasip
sözkonusüdur. Bu cezbe ve heyemânla mehîmî hikmetlere ulaşılabilir.
Söz konusu mehîmî hikmetin Hazreti İbrahim’e nisbet edilmesinin sebebi
şudur: Cenabı Hakk zuhur ettiği yerlerde, zatî kimliği ve subutî sıfatlarıyla
Ademoğullan içinde önce Hazreti İbrahim’e tecellî etti. Hazreti İbrahim böylece
sevgi, dostluk, şaşkınlık ve hayretin mazharı oldu. Bu sevgi ve yakınlıktan
diğer peygamberler de hisselerini aldığından, Hakk ile kulunun arasındaki
sevgi ve yakınlığın araştırmasına girişen Şeyhi Ekber buyurur ki:
Kulu» ayn (yanî gerçekliğinin) sabit kılınması gerekir. Yani kulun varlık
gerçeğinin ‘fenâfillah’ makamında sabit ve bakî olması gerekir. Çünkü fena’
dan murad, kulun gerçek varlığının yok olması demek değil, aksine zayıf nurun,
kuvvetli nur içinde kaybolmasıdır. Yıldızların güneş ışığında kaybolması
gibi. Dolayısıyla Fenâ’ kulun bir vehim olan zahirî varlığında Hakk varlığının
yayılması ve onu kaplamasından ibarettir. Mesnevi şöyle det;
Demirin rengi ateşin
renginde yok olmuştur; ateşçe konuşmakta, ateşçe susmaktadır Ateşin rengi ve
tabiatıyla ihtişamlıdır; ben ateşim, ben ateşim der
Maden çıkan altın da
kızıllaşınca hal diliy le ben ateşim, der
İnsan Taun nuruyla
aydınlanınca meleklerin secde ettiği seçkin varlık olur.
îşte o zaman Hakk’ın, kulun gözü, kulağı, dili, eli, ayağı olması
doğrulanmış olur. Bu değerlendirme şu kudsi hadisin gerektirdiğine göredir:
«Kul, nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşınca Cenabı Hakk sevgisini onda başat
kılar. Kulun zahiri ve batım. Hakk’ın nurlarıyla boyanır.. O’nunla işitir.
O’nunla görür, Ö’nunla konuşur, O’nunla yürür. Böylece Allah, önce geçen
anlamda kulun organlarını ve beden kuvvetlerini kendi kimliğiyle genelleştirmiş
olur. Cenabı Hakk kimliğiyle zuhur ve yayılmasını kulun batini kuvvetlerine
ve organlarına dağıttı. Çünkü görme ve işitme kuvvete ilişkin, el ve ayak
organlara ilişkin isimlerdir Yukarıdaki şerefli hadiste Hakk Teâlâ’nın kulun
ham zahiri, hem de batini gözü olduğuna dâir bir uyan vardır. Ama bu yakınlık
hulul ve ittihad anlamına olan yakınlık değildir. Aksine O’nun şanına uygun,
hulul ve ittihadın sözkonusu olmadığı yakınlık ve bitişmedir.
Bu, nafilelerle oluşan yakınlığın bir sonucudur yani bu minval üzere
olan yakınlığa 'nafilelerin oluşturduğu yakınlık’ derler ki kul zahir olup,
Hakk gizli ve örtülü bir şekilde kulda kuvvet ve alet yerine geçer. Farzlarla
oluşan yakınlığa gelince, onun sonucunda Hakk seninle işitir ve seninle görür.
Farzların oluşturduğu yakınlıkta ise, nafilelerle oluşan yakınlıkta olduğu gibi
Hakk kulda gizli değil, kul O’nda gizli vö örtülüdür. Hakk senin zatında zahir
olup, sen O’nda gizli ve örtülüsündür. Sen O’na alet yerinesindir. Nitekim
«Attığında sen atmadın, fakat Allah attı» ayetindeki anlamda işte bu yakınlığa
işaret vardır. O Hâzretin vücudu, Hakk’a alet olmuştur. Nafilelerle edindiğin
yakınlığın sonucunda O’nunla görür, O’nunla işitirsin. Nafileler sonucu kendine
tecellî olunan kimse yetenek miktannca bu tecellîyi algılar. Farzlarla
edinilen yakınlık sonucundaysa bütün anlaşılacak şeyler anlaşılır. Bu sırlan
anla.
İSHAK (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ HAKKİ HİKMETİN
ÖZÜ
‘Hakk bilme’ye dair olan hikmetin özü şu sebepten dolayı İshak
Aleyhisselâm’ın kelimesine dayandırıldı:
Hazret! İbrahim bir gün düşünde oğlu İshak’ı kurban ettiğini gördü. Ona
danışarak dedi kj : «Oğlum seni rüyamda kurban ettiğimi görüyorum, sen de bak
ne göreceksin?» (Saffat: 102) Hz. İshak da bu rüyayı hak ve sabit görüp :
«Baba, emredildi ğin şeyi yap ve rüyam gerçekleştir.» dedi. Nitekim bu meyanda
olmak üzere Hz. Yusuf da : «Rabbimin gerçekleştirmeden önce rüyasını
gösterdiği şeyin tevili budür.» tYusuf:. 100) demiştir.
Rüyayı hakikat bildiği için Hakk terimine ait hikmet O’na dayandırıldı.
Resulullah’ın ashabı ve tefsirciler bu konuda anlaşmazlığa düştüler. Hazret-i
Ali, Ebu Hüreyre, Abdullah İbn Selâm, İkrime, Katâde, Mukâtil, Kaab ül Ahbar ve
Vehb b. Münebbih, Hazreti İshak’ın kurban edildiği kanısmdaydılar. Yahudîlerin
haberleri de bu meyandadır. Tevrat, kurban edilenin İshak olduğunu yazar.
Hazreti îbn Abbas, İbn Ömer, Mücahid, Muhammed bin Kâb el-Artubi ve el-Kelbî
Hazreti İsmail’in kurban edildiği düşüncesindedirler. Kitab ve sünnete uygun
olah da budur. Kitap’ta olan delil; «Biz O’nu büyük bir kurbanla yükümlü
kaldık» (Saffat: 107) ayetinde kurban hikâyesinin bitmiş gözükmesidir. Onu
takib eden ayette ise; «Biz O’na îshak'ı
muştuladık.» denmektedir. Allah’ın Resulü de, «Ben kurban: edilenlerin oğluyum»
buyurdular. Bununla şunu demek istiyorlardı; Kurban edilenlerden biri ataları
Hazreti İsmail, diğeri ise babaları Abdullah’tır. Rüya, hayal aleminde görülen
bir şey olduğundan Hazreti Şeyh ‘Hayal Mertebesi’nin araştırılmasına geçip
şöyle buyururlar :
Hayal mertebesini bil ki hayal âlemi iki kısma aynhr. Bir kısmına ‘Mutlak
Hayal’ veya ‘Misal Âlemi’ derler. Bu, büyük âlemin hayalidir. Bir kısmına da
‘Bağlanmış (mukayyed) hayal’ denir ki Misal Alemine bitişiktir. Onun bir
cetveli gibidir. Bu hayal de insanm vücudunda olan hayaldir. ‘Hayal Âlemiruhani
bir cevher, ve nuranî -bir âlemdir. Hissedilebilirliği vemîkdanmn belli oluşu
açısından cismanl cevhere benzer.Nuranî olmasıyla da mücerred ruhanî cevhere
benzer. Salt.soyut bir maddî cisim olmadığı gibi sırf aklî mücerred bir cevher
de değildir, iki şeyin arasında sınır
55 olan bir geçit ve iki alemin arasım ayıran bir çizgidir. Ve bütün
cisimler aleminin suretlerini içine alır. Nitekim şöyle buyuruyorlar: Bu
mertebe bütün şeyleri ve şey olmayanları; bütünüyle içine ahr. Çünkü bütün
varlığın aynası ayni yani varlıkların gerçekliklerine ilişkin, bütün yokluğun
aynası da gaybi yani gayb alemine ilişkindir. Her şeyin bir benzeri bu âlemde
var olduğundan ‘Îşrakî’ filozofları bu âleme yedi iklim, hakikatin arzı,
işbah (benzetiş, hayal)' âlemi, misal âlemi derler. Nitekim Mevlana Saadeddin
Taftazanî Makasıd Şerhi adlı eserinde îşrakılerden naklederek buyururlar ki:
«O âlemde mücerred olsun, cisim olsun, araz olsun, ta onların hareketlerine
sükûnlarına, tad ve kokularına varıncaya kadar bütün varlıkların zatıyla kaim;
örnekleri vardır». Hoşnudluk verici ahlak ve dosdoğru amellerin örneği bu
âlemdeki meyve kokulanma yerini tutar. İçmek isteyenlere lezzet nehirleri
olur. Reddedilmiş ahlak ve kötü amellerin bu âlemdeki örneği hayatın
akrepleri, irin ve karanlığın yerinedir. Hangi sıfat dünyada insana üstün ise
berzah aleminde o sıfat, ona uygun bir biçim alır. Sözgelimi kişi, eğer
kendisinde kibir üstün gelirse panter, öfke ve haset üstün ise deve, şehvet ve
değerbilmezlik üstünse domuz ve eğer hırs ve emel egemense fare ve kannca
biçimini alır. Mesnevi :
Gönüle yer leğen her
hayal rnahŞer günü bir surete bürünecektir
Vücuduna hakim olan her
halin aynı şekil üzre haşiri mukadderdir
Nasıl mahkumun üstünden
işkence senin elinle kalkmışsa, ötedeki'ağacından da zakkum öylece
kalkacaktır.
Bu söz yılan ve. akrep
gibidir, yılan ve akrep olup kanını alacaktır.
«Ümmetim on sınıfta haşrolur, bazısı maymun suretinde, bazısı domuz,.
vd.» hadisi bu anlama işaret etmektedir. «Nefsini temizleyen kurtulmuş, onu
kirletip örten ziyana uğramıştır.» (Şems; 9 10) «O gün ki ne mal, ne de oğullar
fayda vermez. Ancak Allah’a selim bir kalb getirenler müstesna.» (Şuara: 88 89)
ayetlerinin bildirdiği üzere, nefsini temizleyen, kalbini Allah’tan başka
şeylerden arıtan. bu sıfatlardan kurtulur. Harikulade durumların bir çoğu,
keşif ve kerametler sözü geçen alemden zuhur eder. Bazı büyüklerin
kendi vatanında bulunduğu halde başka bazı beldelerde görünmeleri gibi.
Kısaca bu alemin acaipliklerine, garipliklerine sön yoktur. O alemde, içinde
yaşadığımız hayal alemindeki özelliklere ait her şeyin bir biçimi vardır. Bu
hayalî hasletler için var ya da yok olan her şeye biçilmiş tasvirî hikmetler
vardır o alemde. Onların suret ve misalleri o alemde tasavvur
olunur, insanların bilgini îbn Abbas’ın rivayet ettiği hadiste anlatıldığı
gibi; Peygamber şöyle diyor: «Bu Kâbe ondört evden biridir. Yedi arzın
herbirinde de bu evlerin bir benzeri yaratıldı. İnsanlar içinde de îbn Abbas
benim benzenindir.» Bu rivayet keşif ehli tarafından doğrulanmıştır. Bu
tasviri hayalin hepsi hak ve sabittir. Çünkü külli manalar önce ümmü’lkitaptan
alemin kalbi yeri de olan levh-j mahfuz’a, oradan misal alemine inerek beden
kuşanır, biçim kazanır Ondan sonra duyulur aleme inip görünür. İnsan varlığında
oluşan hayalin de bir ucu misal alemine diğer ucu kendi nefsi ve bedenine bitişiktir.
Sevdaya tutulanlar gibi karışık mizaçlı olanlarda ya da uykunun bastırması
yüzünden insan varlığında oluşan hayalde süfli yönden bir suret görünse, işte
bu görüntülerin-gerek melankolik mizaçlıların bozük hayalleri olsun,. gerekse
uykunun bastırması yüzünden görünen hayaller olsungerçeklikleri yoktur. Çünkü
bunlar oynaşıp duran hayallerden oluşan karmakarışık rüyalardır. Ama eğer
hayalin görüntüsündeki tasvir ulvî cihetten yani Misâl Alemi’nden
inerek geliyorsa temsilî suretler ister uykuda olsun, isterse
uyanık halde olsun hak ve sabittir. Çünkü Misâl Alemi Hakk’ın ilim
hâzinesidir. Onda yanılgının olabileceği düşünülemez.
Buna göre hayalî tasvirler iki kısma ayrılır: Bir kısmı hayalî suretin,
hayalin dışındaki duyulur suretlere uygun olduğu tasvirlerdir. Buna Keşf de
denir. Keşf ve 58 yoruma ve açıklamaya ihtiyacı yoktur. Hazreti Peygamber
Aleyhisselâm’ın başından geçen bir takım olaylar gibi. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de şöyle anılır: «Anadolsun ki Alalı, Resûlune Hakk olarak gösterdiği
rüyayı onadı. İnşallah emin olduğunuz halde, başınızı. traş etmiş ve (saç ve
tırnaklarınızı) kısaltmış olarak Mescid-i Haram’a gireceksiniz.» (Feth: 27).
Hazreti Resul Hudeybiye’ye doğru yola çıkmadan önce rüyasında kendisinin
ashabıyla Mescid-i Haram’a emniyet üzere ve başlarını kazıtmış olduğu halde
girdiklerini gördüler. Hicretten altı yıl sonra aynı şekilde Mescid-i Haram’a
girdiler. O Hazret’in gördüğü bu gibi rüyaların pek çoğu gerçekleşirdi.
Nitekim Hazreti Aişe’den şöyle bir riva. yet gelmiştir: «Allah’ın elçisine
vahy, başlangıçta rüya ile geldi. O hiç bir rüya görmemişti ki sabah
aydınlığı gibi çıkmış olmasın.» Hayalî tasvirlerin diğer kısmıysa hayalî
sûretin, hayalin dışındaki duyulur suretlere uygun olmadığı kısımdır ki onda
tabir yapılır. Bu ikinci kısımda görülen hayal, kendi dışmdakirie uygun
olmayabilir. O zaman görülen hayal yorumlanır. Yani görülen hayalî suretler ona
uygun olan duyulur alemdeki suretlerle yorumlanır. Nitekim Hazreti Peygamber
rüyasında kendisine verilen bir kâse sütü içer ve bir ağız dolusu yudumu da
-Hz. Ömer’e verir Bu
.59 rüyayı ashabına anlatır. Ashab sorar: «Bunu
neyle yorumladınız ey Allah'ın Resulu?» O da «İlini ile» diye cevap verir. İlim
ruhun gıdası olduğu gibi, süt de bedenin gıdasıdır. Böyle bir ilişkiden
kalkarak,: süt ilimle yorumlanmıştır. Bunun gibi Hazreti Yusuf da babasına bir
gün şöyle demişti: «Ey babacığım, ben rüyamda onb'ir yıldız, güneş ve. ayın
bana secde ettiklerini gördüm.» Kırk sene sonra babası, anası ve onbir kardeşi
kendisine bağlanmış, bu durumu onlar da gözleyince Yusuf şöyle demişti: «Bu
rüyamın tevilidir. Rabbim onu hakikat kıldı.» Buna benzer bir şekilde adamın
biri bir gün îbn Sirin’e geldi ve : «Rüyamda elimde bir mühür gördüm, onunla
erkeklerin,ağızlarını,, kadınların tenasül organlarını mühürlüyorum.» Şirin
şöyle dedi : «Sen ramazanda sabahtan önce ezam okuyacaksın.» işte bu rüya ile
yorumu arasındaki ilgiyi dirayet sahipleri bilirler. İnsanın rüyasının bazen
doğru, bazen yanlış çıkmasının nedeni de şudur: Eğer bir kimse tam
bir yönelişle ibadet eder, hoşnutluk sebebi iyi huylarla ablaklanır, kötülüklerden
nefsini temizler, beden sıhhati ye mP zac ılımanhğı ile zikre devam eder,
sürekli abdest alarak vücudunu tertemiz eylerse onun rüyası gerçekleşir. Yok
eğer bunların aksine olursa karmakarışık ve doğru çıkmayan rüyalar görür
sadece. Nitekim Şeyh Sühreverdi, ‘Avârif ei-Maârif’ adlı eserinde
an temiz
olduğu halde uyursa ruhu arşa yükselir ve rüyası doğrulanır. Eğer
temiz uyumazsa ruhu yüceliklere ulaşmaya kısa kalır ve uyukusu karmakarışık
rüyalarla doluşur’.' Temizlikten murad, batın! temizliktir. Arzuların
pisliğinden, dünya sevgisinin bulanıklığından temizlik. Nefs bayağılıklardan
temizlendiğinde, kalb aynası cilalanır ve ‘levh-i
mahfuz’ ile karşı karşıya gelir, kalbinde gaybın acayiplikleri bezenir.» Bütün
bunların gerçekleşmesi için temel gereklilik mizaç ılımanlığıdır. Bu görülenlerin
tabirinde bir kural ya da yasa yoktur. Bazen olur ki peygamberler ve sıddikler
bile tabire güç yetiremeyip, gerçeğini bilemezler. Nitekim Buharî, Müslim ve
Ebü Davud îbn Abbas’tan şöyle rivayet ederler: Birgün birisi Allah Resulüne
gelip, «Ey Allah'ın Resulü, bu gece rüyamda bir buluttan yağ ile bal yağdığım,
ondan halkın bazısının fazlasıyla, bazısının da azıcık, nasibi kadarınca
topladıklarını gördüm. Ve sonra yeryüzünden gökyüzüne uzatılmış bir ipe tutunup
yükseldik. Sonraları bir kişi daha ipi tutup yukan çıktı. Son kalanlardan biri
daha ipe tutundu ve çıktı. Sonra ip koptu. Sonra biri tekrar bağlayıp ekledi,
ve yukarıya yükseldi». Ebu Bekir bunun üzerine «Ey Allah'ın Resulu izin
verirsen bu rüyayı ben yorumlayayım» dedi. Gerekil izni alınca yorumlamaya
başladı: «O bulutla kastedilen İslâm’dır. Ondan yağan yağ ile bal işe
Kur’ an’dır. O’ndan bazısının feyz alması çok, bazısının azdır İpten kasıt
sapsağlam bir ip olan Şeriat’tir. O’na tutunup Hakîkat’ın yüceliklerine
çıktın. Senden sonra iki kişi daha Şeriat ipine tutunup yükseklere çıktı.
Sonra ip koptu. Onu yine bir kimse bağladı ve yükseğe çıktı. Bu yoruma ne
dersiniz Ey Allah’ın Resulu, yorumum yerinde mi?» Hazreti Resul «Bir kısmı
doğru, bir kısmı yanlış» buyurdular.
Bunun gibi Hazreti İbrahim Aleyhisselâm rüyasında bir rivayette İsmail’i,
diğer rivayette İshak’ı boğazlarken gördü. Bu rüyayı zahiri gerçeğine
yükleyip, oğlunu boğazlamaya karar verdi. Oysa Allah’ın bundan muradı koç
boğazlamak yolundaydı. Bu ikisi arasındaki zat ve sıfat açısından olan ilgi
Ortadadır. Zat yönünden plân, ilgi; oğlunun da koçun da Hakk’ın mazharı olması
nedeniyledir. Sıfat yönünden olan ilgi ise her birinin Hakk’ın emrine bağlılık
ve teslimiyetlerinin aynı oluşu nedeniyledir.
İnsanlar bu rüya olgusu karşısında iki kısımdır: Alim ve Öğrenci olarak.
Alimin rüyası doğrulanır. Öğrenci ise rüyasını doğrular. Ta ki Cenabı Hakk, o
öğrenciye keşf ettirdiği suretle ne demek istediğini öğretinceyek adar. Âlim
olan, rüyasında gerçekleşecek şeyleri görür. Yani rüyasında gördüğü suret
doğru olup, onu yorumlamak konusunda öğrenmeye gerek duymaz. Çünkü böyle bir
durumda görülen rüya, mutlaka Allah Teala’nm onun aynen gör meşini dilediği
surettir.. Öğrenci ise uykusunda gördüğü suretleri doğruluğuna erdirir, Böyle
olanların rüyası öğrenmeyi ve yorumu gerektirir Hazreti İbrahim’in rüyası bu
kesime girer. Çünkü Cenabı Hakk ona seslenip şöyle demişti: «Ey İbrahim, rüyanı
doğruladın.» ve yorumlamadın. Bu anlamı iyice belirginleştirmek için şunu
söylemeliyiz. Allah «Ey İbrahim rüyan konusunda doğrulandın.» buyurmadı. Eğer
murad, sureti aynen görmek ile ilgili olsaydı anlam hafifletilerek «Rüyan
konusunda doğrulandın» buyurulurdu. Bu rüyanın yorumlanması gerektiği de
böylece ortaya çıktı. Allah en doğrusunu bilir.
İSMAİL (aleyhisselâm) IN
KELİMESİNDEKİ ÂLÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Alt hikmet'in İsmail’e ait kelimeye özgü kılınmasının nedeni şudur:
Hazreti Hakk, inşam «Rabbinih katında nza gör müştür.» nassıyla, «doğruluk
dili» ve Everdiği sözü doğrulayan» gibi niteliklerle nite* ledi. Onu rÂlî’,
yani 'Yüce’ isminin mazhan kıldı. Bunun için onun Rabbı katında nzâ görmüş
olması yücelik (uluvv) mertebesine, sözünü doğrulayan özelliği ise yükseklik
(sümüvv) mertebesine işarettir, özellikle bü mertebeyi üstünde taşıyan peygamberlerin
en kâmili Hz. Muhammed’dir, selam ona olsun. OHazret’in soy zinciri Hz.
İsmail’e kadar uzanır. Âlî ismi, zata ait isimlerden biridir. Böylece Hazreti
Şeyh gerek zat, gerekse isim ve sıfat yönünden Hz. İsmail’in mertebesinin
açıklanmasına geçerek diyor ki:
Yaratılmamış haliyle alemin varlığı, sonradan vücud bulan varlığında bir
çok nisbetleri gerektirir. Bu cümle, gelecek herhangi bir soruya cevap
şeklinde söylenmiş bir cümle şeklidir. (Cümle-i Müste'nife). Yani,
yokluktan varolan imkân! varlık neyi gerektirir sorusuna karşılık,
bu imkân aleminin varlık ve yaradılışında gerçekleşen bir çok nisbetleri
gerektirir buyurmuşlardır Bu çok sayıda nisbetle anlatılmak istenen, Hayat,
İlim, İrade, Kudret... gibi İlâhî isimlerdir. Eğer bu İlâhî nisbetler olmasaydı
varolan ile vareden arasında ilişki kurulamazdı. Bu İlâhî nisbetler
varlıkların bağlandır.
Yaratılan mümkün varlıklar yaradılışlannda bir çok nisbetleri
gerektirmeleri yanında isimleri de gerektirirler. Burada isimlerle anlatılmak
istenen İlâhî sıfatlardır. Eğer sıfatların akıllarla anlaşılabilecek bir yönü
vrsa, zattan ayrıdırlar. Yok eğer kendinden gerçekleşen bir yonu varsa, zatın
kendisidirler. Sözgelimi; Alim, ilim sıfatı itibariyle zattır. Bunun gibi Kadir,
kudret sıfatı itibariyle zattır. Artık bilindi ki isimler anlaşılabilirlikleri
yönünden birbirlerinden ayn, başka ama gerçeklik açısından zatin kendisidir.
İsim ve sıfatlar işte sözü geçen nisbet ve itibariliklerdir. Beyt:
Ey her şeyde zatı her
türlü ayıptan münez. zeh olan! Senin hakkında ne şu ne de budur denebilir.
Akılla düşünürken herşey
zatından ayn sıfattır; senin gerçek ilmin ulaşınca herşey zatınla ayın.
Demek ki bu bir çok isim ve nisbetlerin toplamının, alemin varlık bütünü
olması
65 gerekir. Yani, bu bir çok isimlerin bir araya gelmesiyle âlem meydana
gelmiştir. Çünkü âlemin her parçası bir ismin ma^handır. Bütün bu varlıklar
jlâhî isim ve sıfatların mazhandır. Âlem bir tek zattan varedilmiştir. Demek o
ki, imkânî âlem, zatında hiçbir şekilde çokluk bulunmayan varlıktan
varolmuştur. Çünkü hakikatlann hakikati olan İlâhî zat tüm eşyanın hakikatidir
O bir ve tekdir. Şayi ve çokluktan uzaktır Ama kâinatın mertebelerinde bir çok
tecellîlerle, sayışız belirlemeler itibariyle cevherler ve onlara uyan
arazlar şeklinde görünür ve kendini gösterir. Dolayısıyla tek olan zatın
sıfatlar, çeşitli isimler, bir çok cevher ve araş şeklinde tecellî etmesinden
vahdetin gerçekliğine halel gelmez.
-İsimlerin niceliğiyle ilgili olarak meydana gelen çokluğun tekilliği
zatın kendisine mensuptur. Çokluğun tekliğiyle anlatılmak istenen tüm
isimlerin tek olduğu bir mertebe olup ona ‘Vahidiyyet’ denir. Bu mertebe zatın
bütün sıfatlarla nitelendiği ve bütün isimlerle isimlendiği yerdir. Zatın her
ismi tekliğe işarettir. Îsîm, Zat’ın özel bir sıfatla zuhurundan ibarettir.
Meselâ o izzet vepci ve zillette bırakıcıdır dediğimizde, bu ikisinde de
tecellî eden tek zattır. O bağışlayandır ya da engelleyendir desek yine aynı.
Dolayısıyla isimlerin zuhur ederken 66 meydana getirdiği çokluk, aslında
tekliktir ve bu teklik Zat’a nisbet edilir.
Vabidjyet mertebesinin gerçekliği şudur : Bw mertebes isimlerin
zuhurundan sonra oluşan belirleme ve kayda bağlamaların tümünden soyutlanmış
olması açısından Hakk’tır. Buna karşılık isini ve sıfatlarla giyinmiş;
belirleme ve kişileştirme ile belirginlik kazanmış , olması açısından Halk ve
alemdir. Alem Hakk’ın zahiri ve Hakk alemin batınıdır. .Alem zahir olmadan önce
Haklan kendisi idi.. Hakk ise zahir olduktan sonra alemin kendisi oldu. Teklik
gerçekliğini, zahir ye batının, ezelî ve ebedinin, ilkliğin ve sonluğurı
itibarî ve. zata nisbetle oluşuyla kazanır. Beyt;
, İlk O, son O, Zahir O,
Batın OOndan, Ön., dan olandan başka kimseyi bilmiyorum.
Çünkü alemin hakikatlan O Zattan varolmayı isterler. Mutasavvıflarca
‘a’yan-ı sabite’, filozoflarca ‘mâhiyat-ı eşya’ denilen alemin hakikatleri,
istidatlarının diliyle vücuda kavuşmayı mutlak Feyyaz olan Zattan isterler. O
mutlak Feyyaz olan Allah da onlara istidat ve kabiliyetleri, ilminde nasıl ve
. neyi gerektirecek şekildeyse ona göre varlık verir. Cenabı Hakk onlan ancak
bu hakikatlerin istidat ve kabiliyetlerine göre vareder. Yani varoluş ancak
bu âlem hakikatlerine bağışlandığı kadarıyla olur. Ama
akıl ve vehim şöyle bir hükme varabilir Varlığı mümkün olanın hem bir şey
olması, hem de olmaması kabildir. Bu kabiliyetten olan bir hakikat için her
ikisi de eşdeğerde mümkündür. Gelgelelim kader sırrının kendisine açıldığı
kimseler bilirler ki a’yan, yani alemin hakikatleri ‘kılınmış’ değildirler.
Yani onlara bir ‘kılan’ın o şekilde ‘kılık’ vermesi söz konusu değildir. Çünkü
bunlar Allah’ın ilmindeki ezeli suretlerdir. Iş böyle olunca doğru yolu bulanın
Allah ilmindeki hakikati neden hidayeti gerektiren bir şey olsun? Aynı şekilde
sapıklığa düşmüş olanın Allah’ın ezelî ilmindeki hakikati niçin dalâleti
gerektiren bir şey olsun diye sorulabilir. Peki ama o zaman da, köpeğin
hakikati yani Allah'ın ezelî ilmindeki sureti niçin köpek kılındı, insanın
gerçekliği neden insan kılındı denir mi?. Denmez. Çünkü A’yari-ı sabite
dediğimiz nesnelerin sabit gerçeklikleri ya da onların Allah’ın ezeli ilmindeki
suretleri ve aym zamanda Rabbani sıfatların mazharlarıdır. Aynı zamanda ezelî
Zat ile kaim olan isim ve sıfatların gerçeklikleridirler. Dolayısıyla zahir
olanla mazhar olan Hakk’ın kendisi olunca bu sualin sorulması gerekmez. Çünkü
kabul eden belki demeden kabul eder. Reddedense belki demeden reddeder. Kaldı
ki gerçeğe kalbleri örtülü olanlara «O yaptıklarından sorumlu değildir» diye
cevap verilir o kadar. Bey t:
Cenabı kibriya her türlü
kayıttan azade, her türlü kıyas ve hayalden münezzehtir. . Ey nâ ehil kişi
ezelde ne oldu da bu kişi Muhaınmed şu ise Ebu Cehil oldu
Şu işkence dediğin ilim
ve adaletin ta kendisi, bu eziyettir dediğin lutuf ve rahmetten başka bir şey
değil
Öyleyse gel yavrucuğum
kadere teslim ol, Allah'ın takdirine rıza göster.
Şimdi eğer âlem mümkün olmasaydı da varlığı imkansız, olsaydı, varlığı
nasıl kabil olurdu.
Yani hakikatler aleminin değişmesi imkansız olduğu için bu alemin var
olmaya kabiliyet ve istidadı nasıl olurdu düşün. Olmazdı doğal olarak, çünkü
varlığı imkânsız olan şeyin varlığı mümkün olmaz. Varlık alemi ancak iki
şekilde varolur: İlki Allah’ın kendine nisbet ettiği ilahi iktidardan ki biz
onu önceden anlatmıştık diğeri «kabul» dend olayı. Birinci şekil isimlerden ortaya
çıkan çokluğun tekliğidir. Bu daha önce geçmişti hatırlarsınız. Diğeri ise
kabul nedeniyle yani eşyanın hakikatinin ve a’yan-ı sabite’nin kabiliyetinden
dolayı gerçekleşen varoluştur. Muhal yani imkansız olanın zaten varoluşa
kabiliyeti yoktur. Çünkü saf yokluk ve zati imkansızlık varoluşu ve varlığa
kavuşmayı asla kabul etmez. İşte âlemin varoluşu ilahi iktidar ve sözkonusu
kabul ile olduğu için Allah’ın buyurduğu ‘ol’ sözü İlahî iktidara, «O da
oluverir» sözü mümkün şeylerin kabulüne işarettir. Böylece tekvini de bir şeye
nisbet etmiş oldu. O alemin kabul edişi ile gerçekleşen tekvini. ‘Tekvin’ yani
olduruş yaratış, burada ‘kevn’ yani oluş manasının abartılması için
kullanılmıştır. Eğer bu âlem kendinde yaradılışa hazır olmasaydı, «ol» em rini
işitmesine rağmen varolmazdı. Hazreti Şeyh’in sözünden anlaşılan şudur: Allah
bir şeye, ne zaman ‘ol’ diye emretse o şey kendini varedenin emrine uyarak
kendim varkılar. Bu yüzden Hakk Tealâ yaratılışı ‘şey’e nisbet etti. «O bir
şeyin olmasını istediğinde ona ol der, o da oluverir.» (Yasin : 82)
buyurulur. Eğer o şeyin kendisinde yaratışa hazıroluş olmasaydı ‘ol’ emrini
işitince varlığa kavuşmazdı. O şeyin kendisinde yerleştirilmiş ve gizlenmiş
olarak bulunan bu yaradılışa hazır olma yeteneği onda Feyz-i Akdes yani Zat
Aleminden gelen tecellilerden oluşur
İlahî feyz iki kısımdır: Biri ‘Feyz-i Akdes’, diğeri ‘Feyz-i Mukaddes’.
İlki, ile ilim mertebesinde tüm hakikatleri, ve onların aslî yetenekleri
oluşur. İkincisi ile bu hakikatlerin kendilerini dışarıya varlık olarak
aksettirebilmeleri için gerekli olan şeylerle birlikte haricî varlıkları
oluşur. Şimdi şöyle bir soru ortaya atılabilir: Sözünü ettiğiniz anlamdaki
şeyler varlığı olan şeyde meydana gelir. Bir şeyin varlığından önceki yokluk
hallerinde, bütünüyle yok olan bu şeyler nasıl oluyor da ‘ol’ emrine uyabilme
yeteneğini gösteriyorlar? Varlığı kendinden başka şeye bağımlı ölah bir şeyin
varoluşu nasıl mümkün oluyor? Buna şöyle cevap verilir; Bu şeylerin varlığı
tamamiyle ilahi ilim mertebesindeki ilmi varlık ile ezelî ve ebedî olarak
vardırlar. Her ne kadar varlıklarının dışlaşması açısından yok iseler de.
Dolayısıyla ‘ol’ emrine ve ‘oluveriş’e hazır bir şekilde ilmi olarak vardırlar.
YAKUB (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ RUHÎ HİKMETİN
ÖZÜ
‘Ruh’, ‘ra’ harfinin üstün okunmasıyla ‘rahat’ anlamına gelir. Ruhî
hikmetin Yakup’a ait kelimeye özgü kılınmasının nedeni şudur : Yakup
Aleyhisselam’ın nefesler ve ruhlar ilmine eğilim duyan bir kişiliği vardı.
Bunun için kendinden bize ulaşan vasiyet ve haberler ‘rayiha’ yani ‘koku’ ile
ilgilidir. Nitekim çocuklarına: «Oğullarım gidin Yusuf ve kardeşini araştırın.
Allah’ın vereceği rahatlıktan (revh) umut kesmeyin. Çünkü Allah’ın vereceği rahatlıktan
ancak kafirler umut keser.» (Yusuf: 871 demişti. Başka bir yerde de :
«Yusuf’un koku (rîh) sunu duyuyorum. Eğer yalan söylemiyorsanız.» (Yusuf: 94)
buyurmuştu.
Şeyhi Ekber bu fassda teslimiyet, ceza ve adetlerden oluşan dîn’in
durumunu açıkladı. Çünkü bunların her birinden ebedî hakikatin rahatlığı ve
kokusu oluşur. Bir kimsenin gerçek İlah’a boyun eğmesiyle rahata ermesinin
nedeni şudur: O kimse Hakk’ın emrine itaat edince yüksek derecelere ulaşır ve
böylece huzura kavuşur. Fakat bunun alışkanlıktan meydana geldiği açıktır. Çünkü
kişi ne zaman birşeyi alışkanlık haline getirirse bir tad duyar ve rahatlık
bulur. Bu rahatlık temelde dinden hasıl olduğu için Hazreti Şeyh dînin
açıklanmasına geçerek şöyle diyor :
Allah katında din İslam’dır. Din arapçada birçok anlama gelir. Bu
anlamlardan her biri dînin genel anlamı içinde yer alır. Bunlar arasında
boyuneğme ve adetler anlamlan da yer alır. Âdet, yani alışkanlıklar manasına
nasıl geldiğine örnek olarak : «Bu dimi alışkanlığıdır onun.» cümlesini gösterebiliriz.
Kısaca, dîn, kulun Hakk’a zahiren ve batmen teslimiyetidir. Nitekim Allah’ın
kelamında «Allah indinde tek dîn İslâm’dır.» buyurulmuştur. Bu din’in anlamı
teslimiyettir, boyun eğmedir. Nitekim falan İslâm oldu dendiğinde, teslim oldu,
itaat etti anlamına gelir. Dîn İslâm’dan, İslâm teslimiyetten ibaret olunca
dîn, kulun teslimiyetinden başka birşey olamaz. Meseleye bir de hakikat
gözünün bakışı ile bakarsak bütün varlıklar Hakk’a boyun eğmiş ve teslim
olmuşlardır. Çünkü herşey bir ismin mazharıdır ve o isim ona galebe çalar. Kısaca
herkes mazhar olduğu isme göre Hakk’a itaat edip teslim olur. Her ne kadar
diğer bir ismin gereğince asi ve azgın olursa da bu böyledir. Nitekim Hazreti
Şeyh bu anlama değinerek şöyle diyor: Sözgelimi bir kimseden bir iş istense, o
kimseye istenen şeyin yapılması konusunda teslim olunur. Böylece teslim olan
kimse muslini olmuş olur. Ey Allah'ın sırlarım isteyen, bu inceliği iyi anla.
Bunu iyi anlamak diğer meselelerin anlaşılmasını kolaylaştırır.
Herşeyin O'na teslim olmuş olması «Rabbin, kendinden başkasına tapmamanıza
hükmetti.» Clsra: 23) ayetinde açıklanmıştır. Bu yüzden herkesin itaat ve
boyun eğişi O’nadır Bazı nüshalarda kolaylaştırır sözcüğü yerine muştular
denmiş. O zaman da bu manayı anlamak sana muştudur demek olur. Bu anlamın
kavranmasının bir muştu olması fiillerin birliğine neden olduğu için
olmalıdır. Bunun anlaşılmaması gizli şirke neden olabilir.
İki kısım dm vardır. Birincisi Allah tarafından emredilmiş dindir. Bu
din resuller tarafından getirilir, ki Şeriattır diğeri ise Allah katından
olmayıp Onun katında muteber olan dindir. Bu dine ihtida adı verilir. Allah
katında geçerli olan sözkonusu ihtida’ dini Allah'ın velî ve temiz kullarının
dinine verilen addır. Ki onlar riyazet, halvet ve uzlet yolunu seçerek,
insanlardan kendilerini soyutlamak ve onlarla ilişkilerini kesmek suretiyle;
Allah'ın rızasını kazanmak ve O’nun nimetlerine şükretmekten başka amaç
gütmeksizin böyle bir dinin yoluna girdiler. Ki o dinde Allah'ın sürekli ululanması
amaçlanır. Kim bu dine tam anlamıyla ve Allah’ın rızasını arayarak uyarsa kurtülmüş
demektir. Hazret! Şeyh bu söyledikleriyle şu ayet-i kerimeye işaret
etmektedir; «Biz Nuh ve İbrahim’i bu halka davet için gönderdik. Biz bu
ikisinin zürriyetinden kitab ve nübüvvet ehlini gönderdik. Bunların
züriyetinden olanların bazısı Allah’ın dosdoğru yoluna uymuş, bazısı ise bu
yolun hükümlerine bağlanmaktan kaçınıp fasık olmuşlardı. Ondan sonra
peygamberlerden andıklarımızın eserlerine elçilerimize tabi kıldık. Bunlardan
sonra Meryem oğlu Isa’yı gönderdik. O’na Incil’i verdik. Isa’ya uyarıların
kalbine yumuşaklık, şefkat ve kendisiyle Ibtida’ ettikleri ruhbaniyeti ’
verdik. Oysa biz onlara bunu farz kılmamıştık. An^ cak onlar Allah’ın rızasını arıyorlardı.»
(Hadid: 36-271
İlahî emre gelince, o iki kısımdır. Birincisi vasıtayla olan emir ki
nebi ve resuller aracılığıyla getirilen ve kendisinde yap, et... şeklinde emir
kipi bulunan kısımdır. Buna icabi emir, teklifi emir de denir. «Namazı kılın,
zekâtı verin» emrindeki gerekliye yükümlü kılmaya ilişkin emir. kipi gibi.
İkinci kısım emir ise vasıtasızdır yani nebiler aracılığıyla getirilmez. Bu
emre îcadî veya iradî einir denir zira Allah’ın yaratması ve olmasını
istemesine ilişkindir. Bu emir ezelde levh-i kaza’da olan emir olup; «innemâ
EMRuhu izâ ERADE şey’en en yekûle lehû KÜN feyekûn: O’nun emri bir şeyi irade
ettiğinde ona ol demesidir, o da oluverir» ayetindeki ‘küîı: ol’ emri bu manaya
işarettir. Bu emre aykırı davranmak diye bir şey düşünülemez, çünkü Hakk’ın
kazası değişme kabul etmez. Amma elçiler aracılığıyla gelen emirlere uymamak
diye bir şey düşünülebilir. Eğer iradî emirler vasıtayla getirilen emir
uygunluk sağlamazlarsa ona aykırı davranmak mümkün olur. Yoksa aracıyla gelen emir,
iradî emre uygunluk sağlarsa uymamak diye bir şey düşünülemez bile. Herkes
herşey o emre boyun eğmek zorundadır. Buna dayanarak şunu söyliyebiliriz:
Nebiler, Resuller ve onların varisleri olan alimler İlahî emre uygunluk
gösteren emrin taşıyıcılarıdırlar.
Vasıtasız olan emirle memur olan özellikle ancak ‘kün s ol’ emrine uyan
‘kain s olan’dır.. Mevcut olan yani yaradılış süreci tamamlanmış olan değil.
Îcadî emir türüyle kendisine emredilen şeyler sadece a’yan-ı sabite denen
nesnelerin sabit gerçeklikleridir. Çünkü onlar ‘kâin : olan’dır ve çünkü bu
suretler Hakk’ın ilmidir. Dolayısıyla mevcut olan yani Hakk’ın ilminden varlık
sahasına çıkmış ölan şeyler bu emirle emredilmişlerdir. Kısaca. mevcut olan
şeyler zaten var kılınmış, îcad edilmiş olduklarından onlar icadî değil icabî
ve teklifi emirle emredilmişlerdir. Allah en iyi bilendir.
YUSUF (aleyhisselâm) IN
KELİMESİNDEKİ NURÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Nuranî’ hikmetin Yusuf Peygambere ait kelimeye dayandırılmasındaki sebep
şudur: Şerefli varlıkları, hayalî suretlerin açıklanmasına dayanan nuranî ilme
tam anlamıyla mazhar olmuştu. ‘Nuranî ilim’le anlatılmak, istenen rüya
tabiridir. Bu ilimle misal aleminde görülen şekillerle ne denmek istendiğini
anlar ve yorumlardı. Özellikle vücudunun dış görünüşü de güzellik ve parlaklıklarla
nurlanmış olduğundan hakikatlerin keşfedicisi demek olan nuranî • hikmeti
O’nun .kelimesine dayandırıp Nur’un araştırılıp açıklanmasına geçen şeyh şöyle
diyor:
Nurun kendisi bir keşf olduğu gibi onunla herşey açıklığa kavuşuyor.
Nurların en mükemmel olanı ve nüfûz kabiliyeti en üstün olanı, kendisiyle,
uykuda görülen hayalî şekillerle Allah’ın ne demek istediğinin açıklığa
kavuştuğu nurdur. Çünkü misal aleminde görülen şekiller, gözlemleyegeldiğimiz
bu alemdeki şekillere aykırıdır. Sözgelimi misal aleminde süt görmek, bu
alemde ilim ile yorumlanır. Sözkonusu en üstün nur, marifet nurudur. Bir
kimsede bu nur oluşmazsa gördüğü şekillerin gerçeğini anlamaya güç yetiremez.
İşte bu nur ile oluşan ve sözü edilen keşf tabir ilmidir. Ki bu uykuda görülen
hayalî biçimleri duyulara ait şekillerle yorumlamaktır. Tıpkı şu tabir gibi:
sözkonusu tabir Hazreti Yusuf a aittir Nitekim Hz. Yusuf zindanda iken
kendisiyle birlikte olanlardan biri gelip ona şöyle demişti: «Ben
rüyamda kendimi şarap sıkıyor gördüm» (Yusuf: 36) diğeri de «Ben başımın
üstünde ekmek getirdim, kuşlar da yediler» (Yusuf: 36) bu rüyayı Hz. Yusuf
şöyle yorumlamıştı: «Ey zindandakiler ikinizden biri efendisine şarap sunacak»
(Yusuf: 41) «Diğeriniz ise asılacak ve başını kuşlar yiyecek» (Yusuf 41) Çünkü
tek bir suret çok çeşitli anlamlar ortaya çıkarır. Gerçekte bu şekilleri /gören
kimse hakkında bu çeşitli manalardan sadece biri .anlatılmak istenir. Kim
sözünü ettiğimiz, eşyaya en çok nüfuz eden nur ile bu manayı ortaya çıkarırsa
ona nur sahibi denir. Bir kimse rüyasında kendisini ezan okuyor görürse hacca
gider, ezan onun hacca gideceğine delalet eder. Bunun yanında diğer bir kimse
rüyasında kendisini ezan okuyor görürse bu onun hırsızlık yapacağını gösterir.
Biri rüyasında ezan okur, halkı Allah’a çağırır mürşid ve hadi olur; başka
birisi rüyasında ezan okur sapıklığa çağırır. Ezanın sureti birdir. Buradaki yorum farklılığı rüyayı görenin yeteneğinden, karakterinden
kaynaklanmaktadır.
İbn Şîrîn Hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: Ona bir kimse gelip ‘Ben
rüyamda ezan okudum’ deyince 'Sen hacca gidersin’ demişti. Başka biri gelip
aynı rüyayı gördüğünü söyleyince ona da ‘Hırsızlık yapacaksın ve eliıı
kesilecek’ diye karşılık verdi. Aynı rüyayı gördüğünü söyliyen bir başkasına da
‘Mürşit olacak ve halkı hidayete çağıracaksın’ dedi. Bunun üzerine birisi ‘Ey
İmam hepsinin gördüğü rüya aynı olmasına karşın niçin ayn ayrı yorumladın’
deyince ‘Evvelki kimsenin yüzünde doğruluk belirtileri gördüm. Onun rüyasını
«insanları hacca çağır» (Hac: 27) ayetinde olan ezanla yorumladım. İkincisinin
yüzünde fesat belirtileri gördüm. Onun rüyasını «...Sonra bir münadi şöyle
bağırdı: Ey kervancılar siz hırsızsınız.» (Yusuf: 70) ayetinde olan ezan ile
yorumladım. Üçüncüsünün üzerinde olgunluk belirtileri gördüm. Onun rüyasını da
«Allah’a çağıran sözden daha güzeli nedir» (Fussilet: 33) ayetinin manasıyla
yorumladım.
Yorumcular uykuda görülen hayalî şekilleri nasıl ayırdedip
yorumluyorlarsa arifler de bu şehadet: aleminde gördükleri duyulur
şekillerden ne kastedildiğini yorumlar. Çünkü bu duyulur alemde görünen suretler,
misal aleminde görünen şekillerin
79 eserleridir Misal âleminde olan suretler ise ilahi mertebeden,
mücerred ruhlar aleminden feyezan eden, fışkıran manalardır. Bu manalar ilahi
mertebenin gerektirdikleridir. Dolayısıyla hakikatlann bilgisine ulaş mış olan
kimse ne vakit bu görünür duyulur alemde bir suret görse ya da bir söz işitse
veyahut kalbine manalardan tûri girse onunla anlatılmak isteneni
istidlal eder. Onun için bazı büyüklerden şöyle nakledilmiştir; «Bu alemde
meydana gelen herşey Hakk’dan kula gönderilmiş elçilerdir. Sürekli Rablerinin
elçileri olduklarını anlatır dururlar. Arif olan anlar. Cahil olansa anlatılmak
istenenden., yüz! çevirir. Bir ayette dendiği gibi: «Göklerde ve yerde olanlar
birer ayettir. Üstünde yürürler ama ondan yüz çevirirler» (Yusuf: 251. Çünkü
Hz. Peygamber (salla’llâhu aleyhi ve
sellem) bu zahirî duyularımızı da bir çeşit ilahi hakikatlardan gaflette bulunması
yüzünden böyle söylemişlerdir. Nitekim uyku gaflettir. «İnsanlar uykudadır,
öldükten sonra uyanırlar». Buna göre bu alem tamamen bir hayal ve insanlar uykudadırlar.
Ve bu varolan şeylerin .görüntülerinden bize akseden şekillerin hepsi hayalî
suretlerdir. Hazret! Şeyh başka bir konuda şu beyti söylediler:
Kâinat hayaldir,
hakiatı ise HAKK’dan ibaretir
Bunu anlıyanların
hepsi hakikât yolunun sırlarını yavaş yavaş çözmeye başlar..
HUD (aleyhisselâm)’İN
KELİM ESİNDEKİ AHADÎ HİKMETİN ÖZÜ
Bu hikmetin Hazreti Huda, nisbet meşinin
sebebi, ^kendilerinin mizacında çoklukta tekliği gözlemenin ön plânda oluşandandır.
Bu sebepten bu peygamber Rabbine yolların tekliğini izafe ederek şöyle de-.
inişti • «Hiç bir canlı varlık yoktur ki Allah onu tepesinden yakalayıp dâ
hükmü altına almasın. Muhakkak ki Rabbim doğru yol üzeredir.» (Hud: 563.
Dosdoğru yol, tevhid. yoludur-. Yolların çokluğunda var olan tekilli bu
anlamda olduğu için söz konusu hikmeti Hazreti Hud’a isnad ederek bu fasşda
tüm yolların gerçeğinden ve her yolun gayesinden haber veren Hz. Şeyh der ki:
Yolların gayesi tümüyle Allah’adır, yani bütün yollar Allah’ta biter. «Her şey
aslına döner» lafzının anlamında belirtildiği gibi. Çünkü varlıkların a’yan,
yani asıllarmdan her biri ilahi isimlerden birine bağlı ve dayalıdır Ve o
ismin hikmetlerinin gerektirdiği şekilde akımını sürdürür. Ve hepsi O’nun yolu
üzerinde yürümektedirler. Dolayısıyla son, Allah'ın isimlerine dönücüdür. . Ve
‘ orada kendini Sonuçlandıracaktır. Bunun gibi bu isimlerin mazharlanıun da
Allah’a dönmesi kaçınılmazdır. Çünkü Allah yolların ereceği son amaçtır; Hak
Tealâ bütün yolların sonudur. Çünkü bir şeyin yol anlamına gelmesi için onun
bir başlangıcı ve sonucununolması gerekir. Arif olanların bildiği bir şey
vardır ki o da: «De ki herşey Allah’tandır» (Nisa: 78). Buttun gibi her şeyin
sonucu «Dönüş, varılacak yer O’nadır» anlamına dayanarak Allah’adır. Nitekim
Hazreti Sadreddin. el-Konevî ‘İ’caz el-Beyan’da şöyle buyururlar : «Bil ki
hakikatte Allah Teala herşeyi varlık, ilim ve sahip oluş açısından kuşatığı
gibi herşey de mizacıyla içiçe ve bölüm bölüm oluşuyla Allah’ın kutlu zâtının
emri altındadır, ve herşey O’nun celâline ulaşır Hak Teala her yolun sonu ve
her yolcunun amacıdır. Allah’ın şu sözünde belirtildiği gibi «Ve şüphesiz sen
doğru yolu gösteriyorsun, Göklerin ve yerin sahibi Allah’ın yolunu. Dikkat
edin, bütün işler sonunda Allah’a döner» (Şûra: 52 53). Beyt:
Ayak bastığımız her yer
senin bölgendi. Çekildiğimiz her köşede senin kalabalığın vardı.
Acaba başka yöne yol var
mı dedik. Ne kadar yol gördükse hepsi sâna doğruydu.
Küçük, orta ve ulu diye adlandırılan mertebelerine göre yolların hepsi
istikamet yoludur. Çünkü hepsinin sonu Hakk’adır. Gerçi bu yolda istisnasız
bütün eşya aynı düzlemde adımlar. Fakat bunun , hepsine faydası yoktur. Çünkü
istikametin üç mertebesi vardır. Biri küçük mertebedir. Bu mertebede bütün
yaratıklar aynı düzeydedir. «Allah’a giden yollar yaratık.lann nefsi . sayısı
kadardır» hükmü gereğince, herkesin Cenabı Hakk’a bir yüzden yöneliş ve gidişi
vardır. İkinci mertebe orta mertebedir. İhsanın atasından, efendisine kadar
geçen zaman zarfında gelmiş geçmiş ümmetlerin şeriatlarıdır. Üçüncü mertebe ise
ulu mertebedir ki, -bu Hazreti Muhammed’in tüm şeriatleri içeren şeriatı olup
devlet ve mutluluğa ulaştırıcıdır. Hazreti Şeyh de Muhammedi yolu
diğerlerinden ayırıp buyururlar ki; Biz özellikle kendimizi mutluluğa
eriştirecek olan kulluğu yol edindik. Bu yolu Allah bize şeriat eyledi. İşte :
Fatiha suresinde de zikredilen sırat-ı müstakim iki nokta arasındaki en kısa
yplr. dur. Yani kul ile Rab arasında en .kisâ ve.’ onları birbirine en yakın
kılan yol bu iki noktayı birleştiren doğru çjzgidir. Hazreti Peygamber
benzetme, yoluyla yere düz ve eğri çizgiler çekip doğru çizgiyi kendi kavminin
yoluna, etrafındaki eğri çizgileri de şeytanın yoluna benzetti ki bununla göstermek
istediği şey aykın ve farklı yollardı. Küçük mertebedeki, istikamet diye anılan
ilk yol için «...Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır» (A’raf: 156) ayeti vardır.
Onun rahmeti gerek varlığı gerekse. hikmetleri yönünden Jıerşeyi kuşatmıştır.
Gazap, kahr, intikam -da bir yönüyle Allah’ın rahmetindşndir. Alemde
yaşayanların, çoğu yumuşak tabiatlı olmamalarına rağmen bu rahmetle olgunluğa
ulaşırlar. Rahmet aslî ve’ zâti rahmaniyetin adıdır Dalâlet ve gazap arızîdir.
Nitekim «Rahmetim gazabımı geçti» buyrulmuştur. Dalâletin arızî bir şey oluşuna
şu hadis işaret etmektedir: «Her doğan İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra babası
onu yahudî ya da hristiyan yapar».' Bütün ruhlar asıl yaradılışları itibariyle
tevhidin aslına. uygunluk gösterirler. Nitekim hepsi. kendilerine «Ben sizin
Rabbınız değilmiyim?» dendiğinde «eyet» dediler. Bu ‘evet’ sözünü hepsi
söyledi. Bir kısmı dedi de diğer kısmı ‘bunun dışında kaldı değil. Aksine bütün
ruhlar alemde Hakkın birliğini doğruladılar. Dolayısıyla, sapıklık sonradan
ilişti. Bövlece Rahmet ve Rıza’nın aslî ve zatî olduğu .anlaşılmış oldu.
İstekler mutluluğadır; Rahmet ve Rıza asıl, gazap ve dalâlet arızî olunca dönüş
ve eğilim, her şeyi kuşatan ve her şeye yayılmış olan mutluluk ve rahmetedir.
Beyt:
Hakkın rahmeti bizim
günahımızdan büyüktür Gizli nükteyi ne bilirsin, sus..
Ve bu eğilim yumuşaklığa ulaştırır. İhsanların kimi saf iyiliğin
hakikatıyla rahmete kavuşur, yani bir bağış olarak Allah onları rahmetine
erdirir. İyiliğin aslından. Ne zâtından gelen rahmete kul, Hakkın za,
tından, sırf lütuf olsun diye ve kulun amellerinin bir katkısı olmaksızın
ulaştırılır Kimisi de rahmeti gerektiren işler yaparak ona ulaşır.
Bu rahmet, kulun amellerinin Allah’ın rahmetini gerektirmesi nedeniyledir.
Allah’ın şu sözünde açıklandığı gibi . «Rabbiniz rahmet etmeyi kendi üzerine almıştır»
(En’am 54), yani kendine vacip kılmıştır.
Dolayısıyla her amel ve itaat karşılığından rahmete karar verilmiştir. Böyle
kimselerin ulaştığı rahmetin oluşmasın8 sebep yine saf iyiliğin
hakikatidir. Demek ki Hakkın, kulun amelleri karşılığında kendi nefsine
rahmeti farz ve vacip kılması, onun saf iyiliğindendir. Böylece kulu, bu
ameller nedeniyle nefsine vacip kıldığı rahmete lâyık olsun. Yoksa gerçekte
Hakka hiç bir şey vâcip olmaz. Gelelim muttakî’nin durumuna; bu kimse için iki
durum sözkonusudur: Birincisi Allah’ın vikayesinin kendisinde gerçekleştiği
durumdur ki bu durumda muttaki olan kul, Allah’ın korumasının bir aleti, aracı
yerinedir Yani muttaki, .Hakkın sözüne, korunak . olduğu için böylesi durumda
Cenabı Hakk batm ve makul, kul ise zahir ve hissedilir durumdadır. İkincisi
ise Allah’ın vikayesinin muttaki kul için olduğu durumdur. Bu durumda Cenabı
Hakk muttaki kul için kötülüklere karşı perde ve korunak olur. Böylesi h^lde de
Hakk hissedilir ve Zahir, kul ise makul ve batın durumda olur. O,
genellikle bilinen bir durumdur. Yani, Hakkın muttaki kula perde ve korunak
olması nefs mücahedesi yapanlarca bilinen bir şeydir. Cümledeki ‘o’ zamiri
mutaki kulun yerine de kullanılmış olabilir. O zaman cümlenin anlamı şu olur:
Söz konusu ikinci halde muttaki kul bilinen ve akledilir bir mahiyetedir; hissedilir
değil. Aksine onda hissedilen ve zahir olan Hakk’tır. Bu durumda kul batın;
Hakk • da onda kudret ve kuvvetiyle, sıfatlarıyla tam anlamda, zahir olur.
Hakkın kimliği hulul ve ittihad olmaksızın kulun hakikî kuvvetleri yerine
geçer. Allah’ın, «Ben onun işiten kulağı, gören gözü olurum.» demesi gibi. İşte
bu mertebe de Allah katında en yüce menzildir.
SALİH (aleyhisselâm) İN KELİMESİNDEKİ
FÜTUHÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Fütuhî’ hikmetin Salih peygamberin kelimesine özgü kılınmasındaki sebep,
aralarındaki şöyle bir ilişkiye dayanır: ‘Futûh’ ‘feth’ kelimesinin çoğuludur.
Tıpkı ukûl'kelimesinin akhn çoğulu olması gibi. Fütûh, daha önce vaki olmamış
bir şeyin meydana gelmesi ve zahir olması anlammadır. Nitekim dağ münfetih
olup Hz. Salih’in devesinin ondan çıkması V böyledir. Bundan önce asla böyle
bir olay meydana gelmemişti. Hakk Tealâ bu mucize nedeniyle Hz. Salih kavminin
bazısına imanı açtı. Nakş el-füsûs’un bâzı nüshalarında fütuhî kelimesi fatihi
olarak geçer.
Hz. Salih fatih isminin mazharıdır Hz. Şeyh ül-Ekber, Allah ondan razı
olsun fatihi hikmeti ona dayandırıp bu fassda İlahî fethin sırlarını kainatın
yaratılışı açısından haber verip buyururlar ki:
Hakikatler verildiğinde, yani zamanın değişmesiyle değişmeyen İlmî
gerçeklikler verilip, ifâdesini bulunca sonuç yani yaratılış teklikten çıkar.
Burada sözkonusu olan
87 teklik, Allah’ın zati isimlerinden . olan,
vâhidtek olmayıp, çiftin karşıtı olan sayısal tekliktir. Sonucun teklikten
meydana gelmesinin sebebine gelince; sonuç ancak üç şeyin ardanda gelmesiyle
oluşur.' Biri sonuç öznesi, biri sonuç yüklemi, diğeri de orta . terimdir.
Nitekim;
«Âlem değişen bir varlıktır»
«Her değişen varlık sonradan meydana gelmiştir»
«O halde alem sonradan meydana gelmiştir» örneğinde olduğu gibi.
Üç,, tek sayıların ilkidir. Sayı dediğimiz şey, ya tektir ya da çift.
Bir,’ sayı hükmün de olmadığından çünkü sayılamaz -, iki çift, sonra gelen üç
ise tek olur. Bir’in ikinci mertebesinde sayılmasına iki, üçüncü mertebesinde
sayılmasına üç denir. Böyle gider bu.. İşte Allah da âlemi nefsinden, İradesinden
ve sözünden yarattı. Eğer bu üç şey ki bunlar zat, bir işin olması için Hakkın
yönelişinden başka bir şey olmayan irade, ve bu yönelişin tahtındaki ‘ol’ emridir
olmasaydı hiç bir şey varolmazdı. Alemin bu üç şeyden oluşması ‘Teyhid’e aykırı
değildir. Zat birdir. Çeşitlilik gösteren nisbetlerdir. Nitekim, buyurur s «Biz
bir şeyin olmasını dilediğimizde ona ol deriz o da oluverir.» İşte Allah
yukarıdaki üç şeye bu ayetinde işaret etmektedir. Varedilmiş her şeyae nu uç
şey vardır. Tabii kendini -varedendeki üç Şeyin karşılığı :.oîarâk.
Bu karşılıkların birincisi o varlığın Allah’ın ilim mertebesinde sabit zatı,
İkincisi Rabbm: sözünü dinlemek,' üçünçüsü de onun . emrine uymak.
Sakın seni aklî ilimlerde kullanılan şekliyle öncüllerin, terkibinde
oluşan faiklı durum bu bilgiden, alıkoymasın. Düşüncendeki öncüllerin üç değil
de dört şeyden oluş ması yani: Çünkü akıl yürüterek düşünen kimse’ eğdibir
şeyin neticesine ermek dilerse kıyası iki öncülle kurar ve her öncülü iki
tekil sözün bileşimiyle oluşturur. Dolayısıyla bu.dört parçadan sonuç meydana.
. gelir. Meselâ; Âlem (1) değişkendir (2), her değişken (3) sonradan
meydana gelmiştir (4) örneğinde olduğu gibi. Çünkü bu parçalar dört tane gibi
görünüyorlarsa da aslında üç tanedir. Zira o dört tekil sözden biri iki
öncülde de tekrarlanır. Orta terim hem tflcük hem de büyük öncül (önerme) de
tekrar edilmiştir. Meselâ; Âlem değişkendir’ önermesindeki ‘değişken’ terimi
sonra gelen ikinci önermede de yinelenmektedir.
İşte Hakk Tealâ, küçük öncülün menzilinde; irade, orta terimin
menzilinde; ‘ol’ sö-. zü de büyük öncülün menzilindedir.
Bu üçlemenin sonuç konusunda itibarî .olduğunu kavra. Bu üçleme, gerek
hakiki
8S gerekse İlmî
varlığın sonucuna ulaşmasıdır İşte alem şeksiz şüphesiz bir sonuçtan ibarettir.
Yani Hakkın zatı, iradesi ve.‘ol’ emrinin sonucudur.. Çünkü sağduyu kesin olarak,
bu âlemin varlığının kendinden olabileceği düşünemez. Aksine ‘Âlemi’ dediğimiz
gibi, ‘Hakk’ın ‘İrade’ ve ol ‘Emr’idir. Beyt:
Ey kardeş, önce baba
sonra anne olunca netice yavrudur
Bilinen tasavvurların
doğru sıralanışından anlaşılmaz olan anlaşılır hale gelir...
ŞUAYB (aleyhisselâm)
İN KELİMESİNDEKİ KALBI HİKMETİN ÖZÜ.
‘Kalbi’ hikmetin. Şuayb (aleyhisselâm)'a ait kelimeye İzafe edilmesindeki
sebep şudur : Şuayb sözü ‘şu’be’ kelimesinden türemiştir. Hz. Şuayb bir çok
Oğula sahipti ve maiyetinde bir çok kabile ve şube vardı, işte aym bunun gibi
kalb de bir çok şubeye sahiptir. Bu, içinde barındırdığı alemler, . inançlar,
ruhani ve cismani kuvvetler nedeniyle; daima Rahman’ın parmaklan arasında
halden hale dönüştüğü, geçtiği için böyledir. Hazreti Şuayb ümmeti arasında
kalb makamın-. da idi Külli ve .cüz’î manaları anlamak, İlâhi ahlâkla
ahlâklanmak, ölçeği tamamlamak, teraziyi dengelemek, adaletle önderlik etmek,
haklan yerine getirmek, yemine sadık kalmak suretiyle gerçekliğine kavuşmuş
bir kalb.
Şeyh hazretleri, kalb ve şubeler arasında böyle bir ilişki sözkonusu
olduğundan,' Şuayb kelimesini kalbe ait hikmete dayandırarak, bu fassda kalbe
dair sır ve hallerden biraz dem vurdular. Kalb ile ahlatılmak istenen,
şeyhler nezdinde ‘konuşan nefs’ tnefs-i natıka! tir. Konuşan nefsin kalb
0] diye isimlendirilmesi, sürekli iki
parmak arasında halden hale kaybolması, değişime uğraması ve saf akıl alemi ile
müntâbık nefs alemi arasında durum değiştirmesi nedeniyledir.
Bil ki arifin kalbi Allah’ın rahmetinden varolmuş olmasına rağmen
Rahmetten da-. ha geniştir. Çünkü Allah bir kudsî hadiste şöyle bildirmiştir :
«Külün kalbı Onu sığdırır, fakat kendi rahmeti Onu çevreleyemez. Arifin kalbi
Allah’ın rahmetinde vücud bul. masına rağmen ( Allah’ın rahmetinden geniştir.
Nitekim «Yeryüzüm ve gökyüzüm beni sığdıramadi; korunan, çekinen, verâ sahibi
mümin kulun kalbi sığdırdı.» buyrulmuştur. Çünkü rahmeti gerektiren hususlar
ancak hadiselere yani sonradan meydana gelen olaylara, olgulara ilişkindir.
Oysa Hakk sonradan oluşan şeylere dair niteliklerden uzaktır.. Buna karşılık
Allah’ı bilen: kulun kalbi, Hakk nurunun hakikatidir. O kadar ki, Arş ve onda,
olanlar arif kulun kalbinin bir köşesine konsa hardal tanesi kadar yer tutmaz.
Hakikatte Arş ve Beytullah, Allah’ı bilen arifin kalbidir , Mevlâna da bu
manalara şu mısralarla değinir. Beyt:
Hakk buyurdu, dedi
Peygamber: «Ben ne aşağılara ne yukarılara sığarım •'
Ne yere, ne göğe, ne de
arşa sığarım, bunu iyi bil
İnananın gönlüne sığarım;
beni ararsan o gönülde ara»
Evet, arşın ululuğuna son
yok; ama mana gelince suret nedir ki...
Eğer akledersen görürsün ki bu acaib bir meseledir. Allah’ı bilen
kimsenin kalbinin Allah’ı.içine sığdırması -daha doğrusu Onu içine alacak
kadar genişlemesiacaib bir mesele ve garip bir nüktedir. Eğer akledip bu sırrı
anladınsa farkedersin ama bundan öyle zarf-mazruf ilişkisi çıkarman gerekmez.
Bu, ince, öylesine ince bir sırdır ki hulûl ve ittihad anlamından soyunuk,
ikilik ya da başkalık anlamlarından uzaktır. Buna şu gelen hoş beyit tanıklık
eder'
Cam kadeh saydamdır, şarap da öyle
Karşılıklı benzeşip şekillenirler Sanki şaraptır o, kadeh değil de Sanki
kadehtir o, şarap değil de,
Hakk suretlerde tecellî ederek halden hale dönüşürse • ki nitekim sabih
haberde şöyle buyurul muştur: «Muhakkak ki Hakk yaratıklara kıyamette ‘Ben en
yüce rabbımznn’ diyen münkir suretinde tecellî edince, ‘Senden Allah’a
sığınırız’ derler. Onlann ' itikadlan suretinde tecellî edipçe hemen sec de
ederler.»bu dönüşmesine rağmen kimliği zatında bir değişikliğe uğramaz. Tıpkı
kabın içindeki suyun kabın şeklini alması gibi. Ki su o kabın şekliyle
yuvarlak, dik dörtgen, üçgen, dörtgen, altıgen, yedigen.. her ne ise o biçimde
şekil alır. Cenah Hakk ne vakit tecelli ederek çeşitli şekillerde türlense ve
renklense, kalb de zorunlu olarak ona göre kâh genişler, kâh şid. detlenir,
kâh öfkelenir, kâh merhametli ve şefkatli olur. Tecellî her ne yüzde olursa tecellî
edilen şey de onun gibi olur. Üçgen, dörtgen, altıgen,: sekizgen,, her ne
şekilde ise, mahall de ona uygun ve orantılı olur, eksiksiz artıksız.. Cenabı
Hakk her ne vakit türlü suretlerde insan kalbine tecelli etse, o kalbin
istidat ve kabiliyetine göre genişler ve daralır. Dolayısıyla kâmil insanın
kalbi mükemmel bir ayna ve kapsayıcı bir mazhar olup, İlâhî Zatın ve sıfatların
tecellî ettiği yerdir. Fakat diğerlerinin kalbi Zatın sadece bir özelliğiyle
belirdiği aynadır. Bu durumda kalb, cüz’î hükümlerden kurtulmadığından Hakk’ın
tecellîsi istidadın rengiyle boyanır. Supunla birlikte kalb de hakikatim
değiştirmez. Bunu anla. Cenabı Hakk nasıl gerçekte durum değiştirmeyip,
tecellîsi esnasında durum değiştiriyorsa kalb de Hakk tarafından kendisine
tecellî ediliyor olması açısından öyle durum değiştirir. Ey sırlan arayan,
kâlble Hakk’ın ilişkisini ve karşılıklı durumlarını iyi anla Görüyor musun ki
«O her gün bir iştedir.» Gerçeği araştıranlann çoğu bu ayetteki ‘iştedir’
sözünü ‘kâr’ tabir edilen ‘iş’ anlamına değil, şe’niyet yani gerçeklik ile
ilgili olan ‘şe’n’ anlamına almışlardır. Sufiler de bu konuda şöyle söylerler:
«Hakk’ın tecellîsinde asla tekrar yoktur.» Nitekim Ebu Tâlib el-Mekkî:
«Allah ne bir surette iki kez tecellî eder, ne de iki surette aynı anda
bir kere.» demiştir. Cenabı Hakk’ın her an olan şe’ni, aynıyla bir evvelki
anda olan şe’ni gibi değildir. Yani her bir şe’ni bir sonrakinden başkadır.
Bunun gibi kalb de kendine gelen hatıralarla tecellîlerin çeşitliliği
nisbetinde halini değiştirir. Dolayısıyla bir yönüyle tecellî kalbe tabi, diğer
yönüyle de kalb tecellîye tabidir. Hz. Şeyh Fütuhat’ta.-
«Seven kişi, içindeki eriyiğin renginin sürekli değişmesiyle rengini
değiştiren saf beyaz camdan yapılmış bir kase gibi, sevgilinin rengiyle
renklenir.» der.
Çokluğun başat olduğu mazhar olsun, birliğin başat olduğu mazhar olsun,
tecellî onlarda, istidat ve kabiliyetlerine göre türlü şekillerde olur Buna
işaret edecek şekilde Allah Tealâ der ki: «Bu Kur’an’da hakikaten kalbi
olanlara bir hatırlatma vardır.» (Zümer: 21) Allah kalb yerine akıl demiyor.
Çünkü kalbin aksine akıl, «bağlanmıştır». Bunu anla. Çünkü akıl, ‘ikal’ sözcüğünden
türemiştir. İkal, devenin dizini bağladıkları ipe derler. Akıl bir bağdır. Bir
işi bir vasfa bağlar. Kalb sözü edilen akıl sıfatının aksinedir. Çünkü kalb her
durum' da bir surette olup her surette Allah’a itaat eder ve boyun eğer. Akılsa
bir itikadla bağımlı olup son akideleri ve bir çok şeyde Hûda’nın zuhur
edişlerini inkar etmektedir. Buna karşılık Hakk’ı herşeyde müşahede eden kalb
ehlidir. Yoksa akıl ehli sürekli birbirini tekfir etmekten, itikat ve anlayışlarının
niceliğince birbirlerini kınamaktan başka bir şey. yapmamaktadırlar. Beyt:
Aciz kula kudret davası
yaraşır mı Kudret Ulu ve Kutlu Allah’la mahsus..
LUT (aleyhisselâm)IN
KELİMESİNDEKİ MELKÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Melk’, şiddete derler. Nitekim şiddetli kimseye de melik denir, Melkî
hikmetin Lût Aleyhisselam’ın kelimesine dayandırılmasında şöyle bir ilişkiden
kalkılır:
Hazreti Lût’un kavmi şiddetli ve güçlü idi. Bunun sebebi Lût (aleyhisselâm)’ın düşmanlarını yenmek için
bir güç ve rükn-i şedîd yani savaşa dayamklı bir aşiret ya da kabile
dilemesiydi. Dileğini şöyle ifade etti: «Keşke benim size karşı kuvvetim ya da
şiddetli bir dayanağım olsaydı» (Hud: 80)
Dolayısıyla melkî hikmeti ona bağlayıp, bu fassda kuvvet ve şiddetin
sırlarına ilişkin bazı manaları ortaya koyan Şeyhi Ekber diyor ki:
Allah şöyle dedi s «Sizi zaaftan yaratan Allah...» (Rum t 84) Gücün
yokluğuna zaaf denir. Kuvvet ve şiddet varoluşa ilişkin gerçekliklerdendir.
Yaradılışın aslı yokluktur. Dolayısıyla zaaf, yaradılışla asıl; şiddet ve
kuvvet ise yaradılışla tabiî yönden ilgi İçindendir. «İnsanı zayıflıktan
yarattı sonra o zayıflıktan bir kuvvet varetti.»
Cenabı Hakk’ın zayıflıktan sonra varettiği bu kuvvet arızî ve kılınmış
bir kuvvettir. «..kuvvetten sonra da zaafı varetti.» Ayette geçen ilk zaaf
kelimesi özel ve genel anlamda mizaç zayıflığı demektir. Ondan sonra yaratılan
kuvvet de özel manada mizaç güçlülüğü. İkinci zayıflık ise yaşlılığın
gerektirdiği mizaç zayıflığından ibaret. Bu konuda Allah ayetinde şöyle
buyuruyor «Allah sizi yarattı, sonra öldürür; içinizden kimi de ömrün en
reziline (bebeklik çağı gibi güçsüz ihtiyarlık çağına) itilir ki, biraz
bilgiden sonra hiçbir şeyi bilmezsin.» (Nahl: 70) Dolayısıyla yaşlılık,
memedeki çocuk hükmünde olduğundan hayatın ilk dönemlerine benzer. Seçkinler
nezdinde bu zayıflık marifetten meydana gelen zayıflık ile bağlantılın Yani
arif yaşlılık -özel manada şeyhlik mertebesinde, marifetin sonuna ulaştığında
görür ki bütün etkin kuvvetler aslında Allah’ın olup O’ndan başkalarına tâbi yani
aslen Allah’ın kuvvetine tabi olarak verilmiştir. Onun için Hz. Peygamber (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) : «Güç ve kuvvet yalnız Allah’ındır.» buyurdular. Bu yüzden
olgun arif müşahedesinde tasarrufu, kendisinde tasarrufta bulunulan şeyle
gerçekte bir görür. Görünüşte farklılık olduğu sanılıyörsa da Hakk’tan başka
bir şey görmez. Başkalık ortadan kalktığından himmet edecek başka bir kimse
göremeyip, başkasma himmet göndermesine ve çağrısının etkin olmasını
sağlamaya işte bu marifet engel olur. Yani Allah’ı bilmek arifi zayıflatır ta
ki toprağa bitişinceye kadar. Olgun arif Allah’ı bilmekle zayıf düşüp asıl
niteliği olan acz ve fakrını ortaya çıkarır. Hatta bu mertebede aslı olan
toprağa kavuşup, bitişinceye kadar. Hiç bir şey yapmaya gücü yetmez. Beyt -.
Aciz kula kudret davası
yaraşır mı? Kudret Ulu ve Kutlu Allah’a mahsus.
Gerçek tasarruf sahibi, malik ül-mülk olan ve'dilediğini yapan Hakk’tır.
Kulun tasarrufu da O’nun isteğiyledir. Tasarrufun tüm şeylerde Hakk’ın olduğunu
bilip, kendine ait bir tasarruf olduğunu sanma kirinden temizlenmeyen
edepsizlik etmiş olur. Tasarrufu kendisi için bir alet olarak düşünen
kimse, gerçek mutasarrıf ile tasarruf edilen şeyin mertebesi konusunda
cahildir. Onun için bazı kimselere tasarruf verilip marifet verilmediğinden,
yaratıkları O’ndan başka sanıp himmet etmeye kalkarlar. Oysa nebi ve velilerin
tasarrufları Allahın iradesiyledir. Ve sâdece tasarruf edilen şeye şefkat
olsun içindir. Bu helak etme biçiminde olsa bile. Nebi ve veliler sahici olmayan
varlıklarını aşarak Hakk’ın varlığıyla ebedileşip Hakk’ın aleti olmuşlardır.
Böylece arif olması gerektiği şekilde, kendinde tam anlamıyla kendi
kendisi olur. Tıpkı Annesinin kucağında emziriline
küçük bir çocuk gibi aciz. Demek ki olgun arif, keiidi kuvvet ve
kudretinden, Allah’ı bilmesi nedeniyle boşanıp, asıl kendi kendisi oluşuna
bırakır kendini. Aynı emzikli ananın kucağındaki küçük çocuğun acizliğine
bürünür, işte böylesine bir marifet, arifi bu alemde tasarruftan alıkoyar Nitekim
şöyle denmiştir: «Tasarrufla tasavvuf biraraya gelmeyen iki şeydir.» Füsûs
el-Hikem’de Hz. Şeyh şöyle buyururlar: «Şeyh Abdulah bin Kaid, Şeyh Ebissuud
bin Şibli’ye ‘Niçin tasarruf etmiyorsun' dedi. O da şöyle cevap verdi:
‘Dilediği gibi tasarruf etmeyi Hakk’a bıraktım.’ Bu sözüne Allah’ın ‘Onu vekil
edin’ ayetinin manasım hareket noktası yapmıştı. Dolayısıyla Hakk’ı bilen,.
beşeri iradesinden kurtulup herhalde Hakk’ı Mutlak Vekil bilip Allah’ın dileğine
bir alet yerine geçmiş demektir. İşte Lût Aleyhisselâm bunun için, *Ne olaydı
benim size karşı koyacak bir gücüm ya da sığınacak güçlü bir kabilem olsaydı*
deyip bir kabile istiyordu. Hz. Resulullah (S.A.V.1 şöyle demiştir: ‘Allah
kuvvetli bir kabileye sığüıan kardeşim Lût’a rahmet etsin.’ Bununla marifetin
meydana getirdiği zayıflığı anlatmak istemiştir. Ayette geçen Rükn üşŞedîd yani
kuvvetli, kudretli kabile gerçek* te Hakk’tır. O’nun tedbîri ve terbiyesi yani
rabblığıdır.
Rükn-i Şedıd, gerçekte Hakk olunca Hz. Lût niçin bir kabile diledi diye
sorulursa eğer; Hz. Lût biliyordu ki Allah’ın fiilleri zuhur ettiği şeylerin
eliyle zahir olur. Bunun için Cenabı Hakk’a yönelip Ondan yardım istedi. Ta ki
düşmanlarına karşı muzaffer olsun şeklinde bir cevap verilir. Allah en iyi
bilendir.
ÜZEYR (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ KADERİ
HİKMETİN ÖZÜ
‘Kaderi hikmet’le anlatılmak istenen şey, Hakk’ın ilmindeki suretler yani
a’yan-ı sabite demek olan kader simdir. Kaderin kendisi değildir. Anlatılmak
istenen, kazanın etraflıca açıklanmış, açıklığa kavuşmuş biçimi demek olan
kaderdir. Çünkü kazâ ezelden ebede kadar, varolan şeylerin üzerinde olup biten
durumlar için verilmiş külli, özetlenmiş bir hükümdür. Kaderse bu hükmün
belirli vakitlerde eşyanın istidatları kadannca varlık bulmasının açıklanmış
suretleridir.
Kaderi hikmetin Uzeyr (aleyhisselâm)’ın kelimesine bağlı
kılınmasında aralarındaki şöyle bir ilişkiden kalkılıyor: Üzeyr (aleyhisselâm)’ın mizacında kader ilminin
derinliklerine dalma isteği çok öne çıkan bir şeydi. Hazreti. Şeyh de kader
sırrım bu fassda belirtip onaz uygun söze başlayarak şöyle buyururlar
:
Allah’ın yaratıklar üzerine üstün bir delili vardır. Küfr ve iman, boyun
eğme ve isyan... yaratıklar üzerine verdiği şeyler için Allah’ın sağlam ve tam
bir hücceti vardır. Çünkü Allahü Tealâ yaratıklara ancak istidatlarının
gerektirdiğini, arzuladığını verir Asıl kabiliyetleri neyi çağırıyorsa onu
takdir eder. Nitekim eşeğin hakikati, eşek oluşa ait sureti; köpeğin hakikati
köpek oluşunun suretini nasıl gerektiriyorsa öyle. Niçin Allah Tealâ kâfire
küfr, âsiye isyan, mümine iman takdir etti? Ve sonra niye kulu onun irade gücü
ve alanı dışında olan şeyle yargılıyorOna bu durumu ezelde takdir etmesine
rağmen... diye bir çok cahilin ortaya attığı bütün bu sorular geçersizdir.
Çünkü Alim ve Hakim olan Allah; bilinir şeylerden biri hakkında anCak
onun hakikatinin henüz var
olan özel istidadınâ göre hükmeder. Hakim ve Alim; hükmettiği
şey hakkında onun hakikî : aynî varlığına ait istidat ve kabiliyetinin
gerektirdiği dışında hükmetmez.
Eğer'şöyle sorulursa: Varlıkların gerçeklikleri olan a’yan-ı sabite ve
bunlara ilişkin istidatlar Hakk’dan fışkırıyor; Hakk o özel istidadı kendi
ilminde varedip o varlığın hakikatma veriyor. Sanki bu istidadı o varlığın
hakikatine sonradan verseydi olmaz mıydı?
Bu konu varlığı büründürülüş, var kılmıştan öncesi içine giren ezelî
bilgiler ve a’yan-ı sabite konusudur. Nesneleri varlığa büründüren Allah Tealâ’nm
a’yan-ı sabite üzerinde hiç bir kılgısı yoktur. A’yan ilmî suretlerdir. Hakk’ın
zatma ilişkin işlerdir. Zata ilişkin işlerde değişme ve başkalaşma olmaz. Bu
ilmi suretler apaçık belirmesi yönünden, ortaya çıkarak tecellî eden Zatın
hakikatidir.
Şeyh, Fütuhat’ın dörtyüz onbirinci babında şöyle diyor:
«İlahî, ilim, ancak bilinenin kendinde barındırdığı bilgiye ilişkindir.
Bir kimse Allah’ın ilmi hakkında delil getirmek isteyip de ‘Senin ilmin benim
bulunduğum durumu geçti, onun için beni yargılama’ dese Allah ona şöyle der:
‘Ben seni ancak nasılsan öyle bilmedim mi? Ben öyle bilirken, durumun
değişirse daha o anda seni içinde bulunduğun durumunla bilirim hemen.» Ve
devamla ona şöyle'der: ‘Kendine, gerçekte nasılsan o haline dön. Sözünde de
insaflı davran’. Kul kendi kendine döndüğünde ve bu mesele üstüne düşündüğünde
bir de görür ki delillenmiş ve bir de anlamış ki Delil Allah'ın. Nitekim Allah
Tealâ: «Allah onlara zulmetmiyor, fakat onlar kendilerine zuls mediyorlar.»
buyurmuştur.
Çünkü Allah katında yaratıkların tümü hakkındaki herşey bilinmektedir. Ve
malum kendinde içerdiği ilmi alime verir. Bu ilmin malumda bir etkisi yoktur
ki malumun kendisinde olmayan bir şeyi ortaya çıkarsın. Aksine ilim maluma
tabidir. Malum üzerine verilecek hüküm de. ancak
onun , kendinde olan ilimledir. Böylece Cenabı Hakk’ın maluma hükmü ilmine tabidir.
Ve bu ilim, malumun.kendisinde olana uymuştur. Dolayısıyla malum üzerine verilecek
bir hüküm maluma tabî olacaktır. Böyle olunca ilmin maluma etkisi olamaz.
Aksine malumun ilim ve alimde etkisi olur. Malumun alimdeki eseri, o âlim ve
kadirden, içinde barındırdığı gerçeklik ve kimliğin icadını gerektirmesi ve
istemesidir. Malum, ilmin ayn’ıdır. İlim, malum ve alim karşılıklı bir görelik
taşıdığından, Hakk’ın ilmi, başkaya uygunluk göstermez. Hazreti Şeyh’in dileği
pek incedir. Herkes anlamaz. Ancak Allah’ı bilenler, kâlb gözlerindeki
perdeleri açanlar başka.
Bil ki bütün resuller nebidir. Nebi yaratıklara gönderilmiş olup onların
ilim mertebesinde takdir edilmiş olan olgunluklarına giden yolu gösterir,
istidatları kabarınca olgunluklarına ulaştırır. Çünkü nübüvvet, sufilere
göre, İlahî Zat, sıfatlar, isimler ve hükümlerden haber vermektir. Eğer kitapla
ve bir siyaset ile gönderilir de halkı cihad ve kıtale çağırmaya memur
kılınırsa nübüvveti teşriîdir. Resuldür ve azamet sahibidir. Eğer siyaset ve
kitâbsız ise ona resul değil, nebi denir. Şeyh Fütuhat’ın ondördüncü babında
şöyle der: «Nebî, kendisine, Allah katından bir melek tarafindan
içinde bir şeriatın olduğu vahyin getirildiği kimsedir. Onunla sadece kendisi
amel eder. Başkalarına gönderilirse resul olur. Nebi ile Resul arasında genel özel
oluş ilişkisi vardır. Her resul nebidir, her nebi resul değildir. Her nebi de
velîdir. Velilik, nebinin Hakk’a yakınlığı yüzündendir. İnsanî bir durumdur.
Dolayısıyla her nebinin
• veliliği nübüvvetinden daha faziletlidir. Hakikat ve marifet konusunda
veliler, ictihad ile teşri konusunda müctehid ve alimler, nebilerin
mirasçılarıdırlar. Veliler bâtınlarıyla, alimler zahiri oluşlarıyla mirasçı
olurlar. Batın ve zahir ilminin ikisini de kendinde toplayanlar hem zahir hem
de batın. mirasçılarıdır. Ve her resul aynı şekilde velîdir. Resulün velilik
yönü, risalet yönünden daha tamam ve üstündür «Muhakkak veli, nebi ve
resulden üstündür» diyenin sözünden de dilek budur.
İSA (aleyhisselâm) ’IN KELİMESİNDEKİ NEBEVİ
HİKMETİN ÖZÜ
‘Nebevi hikmet’in Hazreti Isa’nın kelimesine dayandırılmasının sebebi
şudur:
Hz. Isa veliliğin sonucu olan umumî nübüvvet ile ebedî ve ezelî olarak
nebidir. Hususî nübüvvet ile de nebidir. Onun için Hakk’tan inbâ eylemek, haber
vermek, yüce kişiliklerinde ön plânda olup beşikte iken: «Bana kitab verdi ve
beni nebi kıldı.» (Meryem : 30) diyerek kendi nebiliğinden, ezelî
efendiliğinden daha annesinin karnında iken «haber vermiş »ti.
Bazıları, «nebi» kelimesi ‘hemze’siz olaraz nebâ-yenbü fiilinden gelir
derler.Bu değerlendirmeye göre kelime «yükselme» anlamına gelir. «Aksine Allah
Onu kaldırdı.» (Nisa: 158) ayetinin anlamı gereğince, Hz. Isa'nın göğe
yükselmesinden dolayı nebevi hikmet ona dayandırıldı. Ruhanî olgunluk
saadetti kişiliklerinde baskın olduğundan bu fassda ruhi özelliklere ilişkin
.sırlan -.açıklayanŞeyhül.Ekber şöyle diyorlar:
içinde bulunduğu, doldurduğu şeyi diri kılması ruhun özelliklerindendir.
Çünkü ruhlar, Rabb isminin zuhur ettiği yerlerdir, Hakk Tealâ ruh ile eşyayı
terbiye eder. Hayat, varoluş gereği o şeylere gerekli bir sıfattır ve
varoluşa ilişkin tüm sıfatların aslıdır. Onun için ‘Hayy’ (Diri) ismi yedi ismin
önderi kılınmıştır. Çünkü İlim, İrade ve diğer İlahi isimlerin varlıkları ancak
Hayat’tan sonra tasarlanabilir. Her bir şeyin özelliğine göre Rabbmdan
kendisine taşmış bir ru hu ve kendisine uygun bir hayatı vardır. Böylelikle o
şey de İlim, İrade, Kudret ve bunun gibi öncelikle Hayat’ın olmasını gerektirip
de Hayat’a uymuş sıfatlarla zahir olur. Fakat tabii ki mizacının elverdiği ölçüde.
Meselâ insan gibi mizacı ılımlı bir olgunluğa elveriyorsa özelliklerinin tümü,
ya da birçoğu ile, zahir olma yetisine sahiptir. Eğer mizacı ılımlılıktan
uzaksa, diri oluş niteliği onda gereklilikleriyle birlikte gizli kalır.
Nitekim cansız nesnelerde ve bitkilerde olduğu gibi. Bu anlama değinen Şeyhi Ekber
devamla şöyle diyor: Ve fakat ruh, diri tuttuğu şeyin mizaç ve istidadı
elverdiği ölçüde ona tasarruf da eder. Tabiatıyla ruhun kendisinin elverdiği
ölçüde değil. Çünkü Ruh kutsi bir iştir. Bütün her şeye etkinliğinin ve
etkisinin oranı eşittir. Sadece hükmü herşeyin mizaç ve istidadına göre olur.
Kendilerine bir düzen verilmiş cisimlerdeki İlâhî Nefesi görbüyor musun? «Onu
düzenleyince ruhumdan üfürdüm» (Sad; 721 ayetinin anlamında söz
edildiği gibi düzenlenmiş cisimlere, ılımlı cesedlere. O nefesin paklığı ve
arılığının şanı, mertebesinin yüceliğiyle birlikte o üfürülen ruhun tasarruf ve
etkisi nasıl oluyor da kendisine üfürülen bedenin istidat ve kabiliyetine göre
oluyor?... Görmüyor musun Samirîyi. Samirî’deki ‘-i’ eki nisbet ekidir.
Samira’ye mensub demektir. Samirî İsrail oğulları kabilelerinden birinin
adıdır. Bu Samiri’nin öz adı Musa bin Zufr’dur. Önceleri Hz. Musa’ya bağlılık
göstermiş ve hizmet etmişti. Cebrail Hayat adındaki atıyla Hz. Musa’ya gelince
gördü ki Cebrail’in atı her nereye basıyorsa hayat buluyor. Ruhların unsurlar
üzerindeki etkisini anlayınca nasıl avuçla topladı?. Resülün ayağının bastığı
yerden bir avuç toprak alıp o toprağı sakladı. Hazreti Musa Tur’a gidince
kavminin gümüş ve altınlarını toplayarak eritti ve buzağı şekline getirdi.
Topladığı toprağı pişmiş buzağı heykelinin üstüne attı, sonra buzağı heykeli,
gerçek bir buzağı gibi böğürmeye başladı. Çünkü heykel inek şeklindeydi. Eğer o
toprağı başka şekildeki bir heykele atsaydı o şekilde, yani karekter ve
kabiliyetinin gerektirdiği şekilde ses çıkaracaktı. Buzağı gibi böğürmesi,
heykelin buzağı şeklinde oluşu ve dolayısıyla bir buzağının kabiliyet ve
istidadının gerektirdiği şekilde oluşu nedeniyleydi. Eğer yaptığı heykelin
şeklinin gerektirdiği mizacın yeteneği insanın yeteneğine yakın olsaydı
konuşurdu da.
SÜLEYMAN (aleyhisselâm)TN KELİMESİNDEKİ RAHMANİ
HİKMETİN ÖZÜ
‘Rahmani hikmetin Süleyman Aleylıisselam’ın kelimesine dayandırılmış
olmasının nedeni, kendilerinde genel ve özel anlamda rahmetin bütün olarak
görünmesiyle ilgilidir. Çünkü rahmani hikmetten murad, «O Süleyman’dandır ve
Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla yazılmıştır.» (Nemi. 301 ayetinde değinilen
Rahmetin sırlarını açıklamaktır. Nitekim Rahnıan’ın rahmeti bütün şeyleri genel
hükmü içine aldığı gibi Hz. Sülyeman’ın da hükmünü ve işini Cenabı Hakk, bütün
alemi içine alacak şekilde yapıp, yaratıkları Onun emrine verdi. Hattâ dedi
ki; «Ey insanlar! Bize kuş dili öğretildi ve bize her şeyden bolca verildi»
(Nemi: 161
Hz. Süleyman nebilik ye velilik ile vasıflanmaktan başka zahirde öyle
ulu bir sultandı ki cinler, insanlar, vahşi hayvanlar, kuşlar emri ve hükmü
altındaydı. Bunun için rahmani hikmeti ona isnad ederek, buna dair sırlan
açıklamaya geçmek suretiyle şöyle buyurdular:
Belkıs, bilincinde olmaksızın Süleyman’a ait olunca, Süleyman’ın mektubu
hakkında, içinde bilkuvve bulunan aidiyet bilgisiyle «Bu kerîm bir mektuptur.»
demiştir. Onun Süleyman’ın mektubunu «kerim» diye nitelemesi, Süleyman’a karşı
olan manevî sevgisini ve kişisel ilgisini gösterir.
Âsaf’ın, Belkıs tahtını Süleyman'ın huzuruna kuvvet ve iktidarla
getirmesi ancak cinler Süleyman'ın şerefinin ne kadar azametli olduğunu
bilsinler diyedir. Âsaf Berhiya Hz. Süleyman’ın veziridir. Hz. Süleyman Hakk
Tealâ’nın kendisine verdiği kudret ve kuvveti Belkıs’a, diğer cinlere, askerlere
göstermek istediği zaman etrafındakilere dönüp «Ey topluluk, hanginiz bana Onun
tahtını getirir.» (Nemi : 381 demişti. Cinlerden İfrit, «Ben, sen daha
makamından kalkmadan onu getiririm» (Nemi: 39) deyince veziri Âsaf Berhiya,
«Sen daha öbür tarafına dönmeden onu getiririm sana.» (Nemi: 40) demişti.
Ariflere göre bakanın, bakmak için yönünü döndürmesi, birinin makamından
ayağa kalkmasından daha hızlı olur. Çünkü gözün hareket ettiği zaman ile
bakılan şeye gözün ilişmesi için geçen zaman aynıdır. Âsaf Berhiya’nın sözü,
cinin sözünden daha tamamlanmış bir sözdür. Çünkü bu, bir anda tahtın asıl
varlığını yok-var etmek olayındaki tasarruftur. Kaldı ki onu bulunduğu yerde
yok edip Süleyman’ın huzurunda varetti. Bu getirme yani tahtı yok-var ediverme
olayı tümüyle Süleyman’ın önünde olmadı.
Cinler cesetlenmiş ruhlar ve latif cisimlerdir. Onların mizacında ateş
ve hava baskındır Nitekim bu unsurlar, insan için toprak ve sudur. Cesetlerinin
tam manasıyla latif ve ruhlarının gayet kuvvetli ve kudretli oluşu nedeniyle
çeşitli şekillere girerek insan aklının hayretler içinde kaldığı acaip ve tuhaf
şeylere güç yetirirler. Kaldı ki bu iktidar ancak Süleyman’a verilen ihsanlardan
birine yani vezire aittir. Âsaf Berhiya bunu, ancak cinlerin, Süleyman’ın
şerefini bilmeleri için yaptı. Çünkü şu kuvvet ve iktidar, Süleyman’a ait
ihsandan sadece tek birine aittir. Dolayısıyla sadece tek has hizmetçisi olan
vezirden bu kadar kuvvet ve ilahi kudret zahir olursa kendisinde olan kudreti
ona göre kıyas etmelidir.
Füsûs el-Hikem’den şöyle deniyor : «Bu olgun zat Süleyman’ın, zamanın
kutbu olan bir veziriydi. Böyle kutuplardan harikulade haller sadır olunca,
vezirlerinden, halifelerinden olmaz, istedikleri kadar tam bir kub lukta
bulunsunlar, hakikî bir fakre ulaşsınlar bir şeye kendiliklerinden tasarruf
edemezler.»
Belkıs tahtıyla Süleyman’ın huzuruna gelince, Süleyman: «Ey Belkıs, senin
tahtın bunun gibi değil mi?» demiş, Belkıs de tahtı konusunda : «Sanki o.»
(Nemi: 42) demişti. Belkıs tahtını kendi nezdinde gördüğü zaman benzerlik ve
başkalığı içine alan bir tarzda «Sanki o» dedi. Çünkü benzetme başka başka
şeylerle olur. Onun için bir şeyin benzeri o şeyin aynısı değildir İşte bu
sözde her an yaradılışın yenilendiğine dair bir bilincin işareti vardır.
Belkıs’ın tahtının suretinde görünen, nasıl tahtın kendisi ise, Hakk Tealâ bu
alemi de her an ve zamanda yok edip onun benzerini ardından vareder. Fakat
perdelenmiş olanlar benzer şeylerin ardarda gelişi ve durumlarının binbirine
uygunluk göstermesinden kıyasla alemin varlığının tek bir süreç ve minval üzere
kararlaştırıldığını söylerler. Beyt:
Her sıfattan münezzeh
Allah. Fazl, kerem, rahmet, cömertlik kaynağı şefkatli Tanrı ne güzeldir
Her nefeste bir cihanı
yok eder, aynı anda bir başkasını vareder.
Cenabı Hakk Celle Şanühü her nefste (nefeste) başka bir tecelli ile
tecellî eder. Başka zaman da aynı tecellîde bulunmadığı konusunda keşif ve
şuhûd sahipleri karar kılmışlardır. Çünkü bu hasıl olanın tahsilini
gerektirir. Oysa bu Allah işinde muhaldir Dolayısıyla her anda bir şe’n (iş)
ve her zamanda bir başka taayyün (belirleme) ile tecellî ederek görünür.
Ona sırçadan bir köşk gösterdi. Sanki o köşk su gibi dalgalanıyordu. Oysa
gerçekte öyle değildi. Aksine saf cam, su gibi yayılmıştı. Belkıs’a Hz.
Süleyman tarafından -. «Köşke gir dendi; görünce dalgalanıyor sandı. (Sudan
geçmek için) paçalarını sıvadı.» (Nemi: 44) İşte Hz. Süleyman ilminin
yetkinliğinden ona böyle bir uyarıda bulunmuştu.
Tıpkı o görünen taht gibi. Suret yönüyle tahtın gerçeği değildi oysa görünen.
Ama ikisinin de cevherleri birdi. Bu fiilî uyan aynı Hz. Süleyman’ın «Bu senin
tahtın gibi değil mi?» deyişindeki sözlü uyan gibidir. «Bu senin tahtın mı?»
da diyebilirdi. Çünkü sözkonusu olan varetme olayı o şeyin hakikatıyla ilgili
değil, onun benzeri ile ilgilidir. Köşkün durumu gayet latif ve saf olduğundan
ona bakan kimseye dalgalanan su gibi görünüyordu. Gerçekte şuuru olmayan
kimseler onu bir su hayali gibi görmekteydiler.
İşte bu durum tüm alemde geçerlidir. Bu yenileniş, tazeleniş her an bütün
alemde yürürlüktedir. Sadece Belkıs’ın tahtına özgü değildir. «Dağları yerinde
donmuş gibi durur görürsün, oysa onlar bulutlar gibi geçerler» (Nemi -. 88)
ayetindeki manayı hakikat araştırıcıları bu anlama yüklerler. Ama insanların
çoğu bu yaradılış yenilenmesinden gafildir.
Kendisinde tasarruf edilip, parçalarının biraraya getirilmesinden sonra
Mülk, kimseye gerekmedi. Süleyman (aleyhisselâm)’dan sonra parçaları biraraya
getirilmiş olan Mülkde görünürde tasarruf etmek, kimseye layık olmamıştır. Dolayısıyla
mülkün parçalarını kendisinde biraraya toplayıp onda zahiren tasarruf etmek
Hz. Süleyman’a özgü olmakla kaldı. Onun için Hazreti Peygamber öylesine
tasarruftan yüz çevirdi. Rüzgârların Onun emrine verilmesi, mizaçlarında
ateşin baskın olduğu ruhların Onun emrine verilmesi nedeniyledir. «Biz rüzgârları
ona musahhar kıldık. Onun emriyle eserlerdi.» (Sad: 36) ayetinde belirtildiği
gibi. Çünkü ervah-ı nâriye denilen ateşçi! ruhlar rüzgârlarda varlık sürdüren
ruhlardı. Bu ruhların bedenlerinde hava ve ateş ile ilgili cevher galiptir.
Nitekim «Cinni de dumansız ateşten yarattık?» (Rahman: 15) ayeti bu anlamlara
değinir. Asılları ateş olduğundan bu ruhlara ‘ervah-ı nâriye’, yani ‘ateşcil
ruhlar’ adı verilmiştir.
Ve Allah Süleyman’a şöyle dedi: «Bu bizim sana hağışımızdır. İstersen
ver, istersen öylece tut onu. Hesapsız olarak.» (Sad .39) Yani denmek
isteniyor ki: «Ey Süleyman Ahirette bu bağışlardan dolayı hesaba çekilmezsin.
Çünkü bu bizim sana özgü kıldığımız bir nimet ve bağışımızdır.» Hz. Süleyman’ın
«Rabbim bana öyle bir mülk ver ki..» duası Cenabı Hakk’ın emrine benzeyerek,
ona uyarak yapılmış bir duadır. Yoksa Onun derdi mülk istemek değildir. Bu
yüzden eliyle işler, kazandığını yer, fakirlerle oturur ve bununla iftihar
ederdi. Şöyle derdi: «Miskinim ben. Miskinlerle otururum.» Eğer Onun isteğinde
Rabinin emrine uymak yerine nefsi bir garaz olsaydı bu bağıştan dolayı hesaba
çekilirdi elbette.
DAVUD (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ VÜCUDÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Vücudi hikmet’ şu ilişkiden hareketle Davud Aleyhisselâm’ın kelimesine
dayandırılıyor :
İnsanlık suretinde varolmak ancak ila hî hilafet ile tamamlanır ve
hilâfete dair hükümler Ona gelinceye kadar bütünüyle bir kimsede zahir olmadı.
Onun için Hakk Tealâ peygamberlerden bir kimsenin hilâfetinden özellikle
açıklamak suretiyle sözetmedi. Ancak Hz. Davud’a hitan ederek : «Ey Davud, biz
seni yeryüzünde halîfe kıldık. İnsanlar arasında hakikatla hükmet. Ölçüyü
kaçırma.» (Sad: 26) sözüyle Onu şereflendirdi. Ona ihsan olunan bağış ve verginin
açıklamasına geçen Hazreti Şeyh şöyle buyurdular:
Allah Davud’a bir fazl olarak marifeti bağışladı. «Onun mülkünü
şiddetlendirdik. Ona hikmet ve fasl-ı hitap gücü verdik.» (Sad: 20) ayetinde
zikredildiği gibi. «Biz Süleyman ve Davud’a ilim verdik. Onlar da, ‘Bizi mümin
kullarının bir çoğundan fa ziletli kılan Allah’a hamdolsun’ dediler.» (Nemi:
15) ayetinde ise onlara verilen Allah’ı bilmenin ilminin bir fazl olduğu anlatılmak
istenir. Amellerinin gerektirdiği bir karşılık olarak değil. Eğer bu marifet onlara
amellerinin bir karşılığı olarak verilmiş olsaydı bağış değil mükâfat olurdu.
Peygamberlerin Allah’a, Onun isim ve mertebelerine olan marifeti, rahmani bir
bağış ve Allah’ın kendilerine özgü kıldığı bir vergidir. Kazanarak, amelle
elde etmenin bunda hiç bir girdisi yoktur. Nitekim Davud’a Süleyman’ı
bağışladı. Yani Süleyman’ın zuhuru Davud'un kendisinden sadır olan ameli
nedeniyle olmadı. Aksine bu, salt bağış ve faziletlendirmeden ibaretti. Bu
cümleden olmak üzere Davud’a verilen kudret eli Allah’ın ‘Vehhab’ isminden
dolayı olup amel karşılığı olan bir mükâfat mesabesinde değildir. Böylece
Allah'ın «Biz Davud’a tarafımızdan bir fazl verdik» sözü kendisi için baki
kalmış oldu. Dikkat edilirse bü ayette «bağış» sözü açıkça söylenmiyor. O halde
şimdi bu vergi, bir karşılık ve mükâfat mı, yoksa salt bağış mıdır?.. Apaçık
ki, eğer bir şeye karşılık olsun diye verilmiş olsaydı, veren bir fazl olsun
diye vermiş sayılmazdı. Zaten bu anlam ayetteki «tarafımızdan» sözünden
apaçık biçimde çıkarılabilir.
Bunun gibi Allah, verdiğinin karşılığını da Davud’dan istemedi. Bu nimete
şükredilmesin! istediyse de, Davud’un ailesinden istedi; Davud un kendisinden
değil. Çunku selefe verilen nimet, halefe verilmiş demektir ve peygambere
verilen nimet aslında ümmetinedir. Bu nimetin karşılığında şükrü Davud’un
ailesinden isteyince bu vergi, Hz. Davud için bir fazl ve bağış niteliğinde;
ailesi için ise bir mükâfat niteliğinde olmuştur. Onun için ailesi üzerine şükür
vacib olduğundan onlardan şükretmelerini istedi. Ve şöyle dedi: «Ey Davud ailesi
şükredin. Benim çok şükreden kullarım azdır.» (Sebe : 131
Bu sözle Allah Tealâ hem bir hibe olan nimeti, hem de mükâfat olarak
verdiği nimetine şükretmeyi vacib kılmış oldu. Bu demektir ki şükür
karşılığında nimetini kat kat arttıracaktır. Geçen ayette hem yükümlü olunduğu
için edilen şükür, hem de yükümlülüğün ötesinde nafile olarak yapılan şükürde
mübalağa etme üstüne bir dikkat çekiş vardır. Beyt:
Akla vacip olan nimet
verene şükretmektir, yoksa ebedi öfkeye maruz kalır
Ba— bahşeder şükür, secde
ister. Ayak bahşeder, şükür kaade ister
Gaflet nimetten olur.
Zikr uyanıklıktır. O Sultan’ın zikrinin tuzağıyla nimet avına çık..
Vacib olmayan nafile şükür Peygamber salla’llâhu aleyhi ve sellem’in
«Çok şükreden bir kul olmıyayım mı?» hadisinde sözü edilen şükürdür. Nitekim
Hz. Aişe Allah Ondan razı olsun -
110 den
rivayet edildiğine göre kendileri, Hz. Peygamber’in namazda durmaktan ayakları
şiştiğini görünce şöyle dedi: «Ey Allah’ın resulü. Niye nefsinize cefa
ediyorsunuz?. Halbuki Allah sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı afvetti!»
Bunun üzerine Aley? hisselâm şöyle dedi: «Ben çok çok şükreden bir kul
olmıyayım mı?» Yani, Rabbime şükür konusunda mübalağa etmiyeyim mi? Bu şükür Hakk’ın
isteğiyle değil, belki nefsinden bir armağan olsun diye yapılan şükürdür.
Hakkında bir emir olan şükür ise yükümlü kılan şükürdür. Allah Tealâ bif yerde
«Allah’a şükredin» diye emrederken, diğer yerde: «Allah’ın nimetine şükredin.»
diyor. Şimdi, Allah’tan dolayı akleden için, bu iki ayetteki şükredenler
arasmdaki fark, şükredilen şeyler arasındaki fark kadardır. Demek ki Allah’a,
ya da nimetlerine şükredenler arasında fark, şükrettikleri şey arasındaki
fark kadar oluyor. Nimetlere şükretmekle yükümlü olan kul ‘muhibbîn’, yani
Allah’ı sevenler mertebesinde olup onların şükrettikleri şey nimetlerdir.
Diğer taraftan nafile olarak, vacib olmasının ötesinde Allah’a şükredenler
ise ‘mahbûbîn’, yani Allah tarafından sevilenler mertebesinde olup
şükrettikleri doğrudan doğruya Hakk’tır. Bu mana, emir ve sırlar; hakkında
kendi fikir ve hayalinden dolayı akledenlere değil, doğrudan Allah’tan dolayı
akleden kimselere zahir ve apaçıktır.
Davud hilafeti konuşanda kendisine nass indirilmiş bir peygamberdir.
Şöyle ki, «Ey Davud, muhakkak ki seni yeryüzünde halife kıldık.» «Muhakkak ben
insanlara bir imam tayin edeceğim.» (Bakara: 124) yüce kelâmıyla Hz. İbrahim
için belirlenen İmamet, ve ondan başka olmak üzere Hazreti Âdem hakkında Cenabı
Hakk’ın meleklere buyurduğu «Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım.» sözü Davud’a söylenen gibi değildir.
Çünkü İmametin-hilafet gibi olmadığı bilinir. İmamet burada hilafet
anlamına olsa bile yine onun aynı değildir. Çünkü en azından hilafete özgü
isimlerle anılmış olmaz. Eğer «Muhakkak ki ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım» sözü Hz. Adem hakkın bir nasstır dersen, deriz ki o da Hz. Davud
hakkında olan nass gibi değildir. Çünkü Allah meleklere «Ey Âdem. Muhakkak ki
seni Yeryüzünde halife kılacağım demedi. Dolayısıyla Hz. Davud hakkındaki nassda
olan açıklık mükemmel bir şekilde ifadesini bulur.
Kime hilafet verildiyse ona âlemde hükmetme ve tasarruf gücü verilmiştir.
... Âlemde kendisine hilafetin bağışlandığı £ kimselere, kılıç tahakkümü;
kerametler, vefilik ve harikulade haller gibi manevî bir tasarruf verilir.
Çünkü hilafet bunların hepsini içine alır.
İnsanın mutedil yaradılışına olan uzaklıklarına rağmen dağların ve
kuşların onunla birlikte teşbih etmesi, belli bir uygunluğu çıkarır ortaya.
Üstelik İnsanî olana uygunluk göstermeleri imkanı da uzaktır kendilerine.
Çünkü İnsanî olan önce kendisine uygun ve kabildir. Ama O ne zaman ruhuyle
teşbih ve tahmid ederek tümüyle uluhiyet mertebesine yöneldiyse, İlahî Nur
onun bütün kuvvetlerini içine alacak şekilde, her organı, ruhuna uygunluk
gösterip onunla teşbih eder. Bu zahir plândaki dağlar ve kuş topluluğu da bu
âlemin organ ve kuvvetleri gibidir. Dolayısıyla insana dair olan hakikat
bunları da içine alır. Ne zaman Davud’un tüm organları sabah akşam teşbih
ettiyse, bu, âlemin kuvvetlerine de etki eder, onlar da kendisiyle : birlikte
teşbih ederlerdi. Lâkin bu tesbili Hz. Davud için aslî, onlar için tabiîdir.
YUNUS (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ NEFSİ HİKMETİN
ÖZÜ
‘Nefsi hikmetin Yunus (aleyhisselâm)ın kelimesine dayandırılmasında
şöyle bir ilişkiden hareket ediliyor:
Cenabı Hakk onu balığa müptela kılıp, balığın kamında nice gün, nice ay,
ilahi teşbih ile meşgul etti. Tam bir yöneliş ve tam bir boyun eğiş içindeki
Yunus’a «Onu kederden kurtardık.» (Enbiya: 88) ayetinin anlamında bildirildiği
gibi kurtuluşu müyesser kıldı.
İnsanda bulunan Natık Nefs de cisim balığına mübtela olmuş, tabiatın
karnında hapis kalmıştır. Eğer bu karanlık cisimde Allah’a ibadet ve teşbih ile
meşgul olunup Cenabı Hakk’a tam bir yönelişle teveccüh edilirse «Mü’minleri
kurtarırız.» (Enbiya: 88) müjdesi gereğince şom nefsin gamından, arzusundan
kurtul. Böylece ' Allah’ın geniş yeryüzüne ve ruhanî sahrasına ulaşılmış olur.
Mesnevi:
Eğer O, balığın karamda
Hakk’ı teşbih et. meşeydi mahşerdeki hapiste, zindanda ka. lirdi.
Bir diğer ilişki de Yunus ile nefsi arasındadır. Balık ana rahmidir.
Natık Nefsin ruhaniyetini içermiş olan nutfe rahmin karanlığında nice gün
kalıp Cenabı Hakk’a kendi istidadının diliyle teşbih ve takdis et" mesi
nedeniyledir ki rahmin karanlığından kurtuluş mümkün olmaktadır. Böyle bir
anlam N-F-S kelimesindeki -Fharfi cezimli okunduğunda çıkar. Ama bazıları -Fharfini
üstünle -FEşeklinde okumuşlardır. (NEFES şeklinde). O zaman da Allah’ın onun
kavminden, ailesinden, çocuklarından, ve balığın karnındaki karanlıktan dolayı
olan üzüntü ve kaderi tenfîs ettiği, giderdiği anlamı çıkar. Böyle bir
ilişkiden kalkarak NEFESİ hikmet Yunus’a dayandırılmış olur. Önceki anlam daha
uygundur bizce.
Hazreti Şeyh onun bazı sırlarını bu fassda anlatıp şöyle buyururlar:
Yunus (aleyhisselâm)’un bereketi
kavmine döndü. Onu yalanladılar. O da onlara kızıp Hakk’ın azabını açıklayıp
aralarından kaçtı. Va’d yaklaştığı zaman gökten ateş dolu bir siyah bulut
görünüp de üzerlerini örtünce korktular, tövbekar oldular. Hemen Yunus (aleyhisselâm)’ı doğrulayıp Cenabı Hakk’a tam
bir şekilde yönelerek, boyun eğdiler, dua ettiler. Nitekim ayeti kerimede: «Keşke
inanıp da inanması kendisine fayda sağlayan bir memleket olsaydı. Ancak Yunus’un
kavmi inanınca dünya hayatmda onlardan rezillik azabını kaldırmış ve onları
bir süre daha yaşatmıştık.» (Yunus . 98) buyurulmuştur.
Çünkü Allah bereketi Yunus’un kavmine izafe etmişti. İşte onun için
bereket Yunus’un kavmine döndü. Hakk Tealâ ayetinde «ancak Yunus’un kavini»
demek suretiyle bereketi o kavme izafe etmiş oldu. Kur’an’ın nüzul damanı,
Yunus kavminin zamanından sonradır; sonradan olan izafet nasıl olur da önceden
yaşamış Yunus kavminin kurtuluşuna sebep olur, diye sorulursa eğer, şöyle
denir: Kur’an inişiyle ve harfleriyle sonradan olmuş ise de manası itibariyle
Hakikat ehli nezdinde ezelîdir. Bunun için Allah'ın ilminde Yunus’un kavmiyle
kendisi arasındaki ilişki ve izafet ezelîdir. Hakk Tealâ o kavme bereketi izafe
ettiği içindir ki Yunus’un bereketi o kavme , geri dönmüştür.
Bu, yani Yunus’un kavmi üzerine bereketinin geri dönmesi kavmine Allah
hakkında kızması yüzündendir. Yunus’un hâli kızgınlık deşil de hoşnutluk
olsavdı nasıl olurdu? O, Allah hakkında havır zanda bulundu. Böylece Allah onu
kederden kurtardı. Balık da onu bir sahile atıverdi. Ve Air lah sövle buyurdu.
«İşte inananları biz böyle kurtannz.» Yani durumlarında sadık olanları.
Cenabı Hakk buyurur ki: «Biz Yunus’u kurtardığımız gibi, mü’minleri de
yani söz ve durumlarında doğru olanları da şeytani, nefsanî, dünyevî ve uhrevî
üzüntü, keder ve arzulardan kurtarırız.» Şu gelen ayet de bu anlama işaret
eder: «Balığın karnına girmiş olan Yunusa da (lütfettik). Zira o kavmine
kızarak gitmişti, bizim kendisine güç yetiremiyeceğimizi sanmıştı. Nihayet karanlıklar
içinde ; ‘Senden başka ilah yoktur. Sen eksikliklerden münezzehsin,
yücesin, ben zalimlerden oldum’ diye yalvardı Biz de onun duasını kabul ettik
ve onu ta sadan kurtardık. îşte biz inananları böyle kurtarırız.»
Ve Allah lutfundan onun üzerinde asma kabağı bitirdi. Ki onu güneşin
sıcağından ve üstüne konacak sineklerin zararlarından korusun. Balığın
kanundan tavuk yavrusu gibi çıktığı vakit o derece halsiz ve çürümüş bir
durumda idi ki üzerine bir sinek konsa rencide olurdu.
Hazreti Yunus gemidekilerle kendi arasında çektiği kurada kendini de
onların atasına kattığı için Rahmet hepsi için genelleşmiş oldu. Çünkü
gemidekiler sonradan Yunus'un balığın kamından çıkışım görmüşler ve onlara iman nasib
olmuştu. Yunus’u tasdik ettiler, rahmetlerine erdiler.
EYYUB (A.S)’IN
KELİMESİNDEKİ GAYBÎ HİKMETİN ÖZÜ ,
‘Gaybî hikmet’in Eyyub Aleyhisselâm’ın ruhuna, dayandırılmasında şöyle
bir ilişki sözkonusudur:
İlahi Hüviyet (Kimlik); «Muhakkak siz gökten bir ip sarkıtsanız Allah’ın
üzerine düşer.» şerefli hadisinin anlammca, bütün yüce ve alçak tabakalardaki
şeylere bulaşmıştır. Diğer taraftan Cenabı Hakk EyYub’a şöyle buyurmuştur:
«Ayağını yere vur.' İşte sana yıkanacak ve içilecek soğuk su!». (Sad: 42) Hz.
Eyyub ayaklarını yere vurunca Cenabı Hakk onun ayaklan altında örtülü ve kayıp
olan gerçek bengisuyu ortaya çıkardı ve onda kendisine şeytanın dokunması,
Rahman’dan uzaklaşma gibi nedenlerle meydana gelen manevî ye suretlere ilişkin
hastalıkları bu su ile temizledi. İşte bü su, Cebrail hazretlerinin, Peygamberimizin
mübarek göğsünü temizlediği suyun cinsindendir.
\ Bu hikmete ‘gaybî hikmet’ denmesinin nedeni o suyun gayb aleminden
zuhur etmiş olmasıdır. Hazreti Eyyub, belâ ve mihnete sabır edip dayandığı ve
bengisuya kavuştuğu içindir ki Hazreti Şeyh bu fassda sabrın özellik ve
sırlarını açıklayıp, şöyle buyururlar:
Eyyub’ıin sabrı, Allah’a yakınma ile çelişmediği zaman; yani insanlar
sabrı «Sabır nefsi yakınmadan mutlak anlamda alıkoymaktır» diye tanımlarlar
ya işte böyle. Fakat arifler nezdinde gerçek tanım şudur: «Sabır nefsi
Allah’tan başka şeylere yakınmadan alıkoymaktır.» Çünkü Allah’tan başkasına
yakınma, Onun kazasına bir hoşnutsuzluk sayılır. Ama Allah’a yakınma aczin,
miskinliğin, fakrın, zilletin ifadesidir. Hakk’a şikayet kazaya rıza göstermeğe
ters düşmez. Çünkü bu aynı zamanda bu kazanın sonucundan yakınmadır. Yoksa
yalnız kazadan şikayet değil. Eğer zaten Allah’tan başkasına şikayet nasıl
tasavvur edilebilir diye sorulursa, biline ki, Tevvhid ehli nezdinde Allah’tan
başka var olan hiç bir şey yoktur. Kime şikayet edilirse edilsin gerdekte
şikâyet Onadır. Evet böyledir. Fakat başkalıktan murad, İlâhî Kimliğin cûz’î belirlenmelerle
belirlilik kazandığı yöndür, işin gerçek yönü ise, bütün bu belirlilik kazanmaları
için alan îlahiyet Mertebesidir ve Hakk bu yönü bütün varolanların ihtiyaçlarının
yöneldiği bir kıble eylemiştir, işte Eyyub’un sabrı da Allah’a şikâyet ile
çelişmediği ve İlâhî Yetkeye sabırla mukavemet edemediğinde vakta ki Allah
Eyyub’un aczini bildi, ona ailesini bağışladı. Hz. Eyyub belânın kendisine
inişindeki İlahî Yetkeye karşı sabır edip, nefsini de dua ile boyun eğerek
şikâyetten alıkoymaya dircnemediğinde. şöyle demişti: «Bana zarar dokundu. Ve
Sen merhametlilerin en merhametlisism.» Allah da ona ehlini bağışladı. Ve bu
ayrılık sonrasında onları. birleş* tirdi. Onlarla birlikte onlar gibi oldu. Onlardan
hizmet gördü, kuvvet, servet ve nimet buldu onların yamnda.
Onun ayak vuruşu Râbbinin emriyledir. Nitekim Allah Tealâ «Ayağını yere
vur. İşte içilecek ve yıkanılacak soğuk su.?> buyurmuştu. O da ayağıyla
yere vurdu. Oradan bir pınar fışkırdı. Ayette, o pınarın suyu öyle bir sudur
ki onunla yıkanılır içilir; batmî ve zahirî acılar ve hastalıklar bununla
uzaklaştırılır, denildi.
Ama bilgiyi araştıranlar 'bu ayetin gerçek manası riyazet ve mücahedeye
emirdir* derler ve bu ayetten şu yollu söz açarlar: «Yani, müşahede ayağım
yeryüzüne vur. Hakikât benzeri olan bengisu onu temizler, yur. Onunla cismeni
ve ruhanî hastalıklar, açalar kaybolur gider.»
İşte ayak vuruş onu acılarından böyle kurtardı. Ve her dili şeye bulaşmış
bir hayat sim plan suyu böyle çıkardı. Bu şuyun öyle ezelî bir gerçekliği
vardır ki alem yaratılmazdan önce Allah’ın arşı da bu suyun . üzerindeydi. Bu suya
şeyhler nezdinde Rahmani Nefes denir. Ki külli heyulâ ve aslî cevherdir.
Rahmani Nefese su denmesinin nedeni onun su unsuru gibi herşeye asliyetini
kazandırdığından dolayıdır. Ve su unsuru Rahman Nefesin mazharı olduğu ve
bunun sıfatıyla nitelik kazandığı içindir. Bu külli heyulâya Rahmani Nefes
denmesi de bir mecazdır aslında. Çünkü nefes buhara derler. Buhar, havanın
parçacıklarıyla karışmış olan küçük su zerrelerine denir. Dolayısıyla, bütün
alemin heyulasına, Rahmani Nefes ve Gerçek Su denmesi mecaz yoluyla olur. .
Eyyub o sudan yaratıldı ve yine o suyla hastalıklardan uzak kılındı. Ve Allah
o
suyu ona bir rahmet kıldı da suya erişebilmesi için yaratıldığı
suyu hatırlattı ona. Adadığı şey konusunda da ona yumuşak davrandı. Rivayet
edilir ki Eyyub Aleyhisselam’ın kansi bir ihtiyacını karşılamak için bir yere
gidip uzun zaman orada kalınca, Hz. Eyyub «Eğer sıhhatıma kavuşursam ona yüz
değnek vurmayı adadım» dedi. Sıhatına kavuşunca Cenabı Hakk onu
helâl edip, izin verdi ve dedi ki «Eline bir tutanı ot al onunla ona
bir kere vur. Yeminini, bozma-» (Sad: 44)
Bu izin bizim şeriatımızda da vardır.
Bize bunların öğretilmesi, adağı yerine getirme konusunda seçildiğimizi
göstermiş olmak içindir. Çünkü Muhammed'in ümmetine yemini bozmağa karşı kefaret
meşru kılındı. Ahiret cezasından korunabilmek için. Yeminin kefareti Kur'an’da
şöyle açıklanır : «Onun kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta derecesinden
on fakiri yedirmek ya dâ bir köleyi azad etmektir. Bunu bulamayan üç gün oruç
tutsun.» (Maide: 89) Yemin eden kimse, bir yemin bozucu olmaktan kurtulmak
için bunlardan birini yapmak zorundadır.
Kefaret emir olduğu için ibadettir ki böylece yeminini bozan, üstün yemin
ettiği şeyden hayırlısını gördüğünde o kefareti, sözünü bozması yerine koysun.
Nitekim Hazreti Peygamber’in, selam ona olsun, bir hadisinde şöyle buyurulur:
«Üstüne yemin ettiği şeyin dışında bir hayır gören yemininin kefaretini ödesin
ve hayırlı olana dönsün.» Çünkü Allah yeminleri gözetir. Yani yemin ve
kefaretler karşılığında sevap bağışlar. Her ne kadar yeminini bozan günah
içindeyse de. Çünkü o yemin ederken Allah’ı anmıştır. Zikreden uzuv olarak dil
hal dili ile zikrinin sonucunu ki o sonuç rahmet-sevap her ne ise ister. Yemini
bozmanın itaat ya da isyan halinde olması başka bir hükümdür. Zikreden dile de
o hükümden günah ya da sevap açısından bir şey gerekmez. Nitekim Hazreti Şeyh
Fütuhat’da bu konuya uygun olarak şunları söylüyor:
«Dikkat et. Allah’a yaklaştırıcı bir amel olarak niyet etmedikçe
işlediğin fiil herhangi bir hareket olmaktan öteye geçmez. Niyet ettiğin için
ve fiilinin mubah olduğuna inancından ötürü ecir görürsün. İsyanda olduğun
zaman, bile niyet et. işlediğin şeyin masiyet olduğuna inancından ötürü ecir
görürsün. Salih bir amel ile karışmış olmadıkça masiyetin mü’min için kurtarıcı
olmasına imkan yoktur. Zira bu Salih amel de onun masiyet oluşuna imandır.»
YAHYA (aleyhisselâm)IN KELİMESİNDEKİ CELÂLİ HİKMETİN ÖZÜ
‘Celâli hikmetin, Yahya Peygamberin kelimesine bağlanmasının nedeni:
Hazreti Yahya’nın varlığında Celâl galipti. Onun için de daima korku, saygı,
hüzün ve melâmet üzereydi. Kendileri Celâlli göründüklerinden sonunda
öldürüldüler. . Bir çok kişi ona kısas olsun için öldürülmeyince kanı köpürdü,
depreşti durdu.
Dolayısıyla celâli hikmet ile Yahya’nın kelimesi arasında tam bir ilişki
olduğu için bu hikmet ona dayandırıldı.
Allah, Yahya’yı isimlerde öyle bir menzile erdirdi ki ondan önce
kimse bu isimle isimlenmemişti. Nitekim Allahü Tealâ «Ey Zekeriya, sana bir
çocuk muştuliiyoruın. Biz ondan önce kimseyi bu isimle isimlendirmedik.»
(Meryem : 7) buyurmuştur. Bundan sonra bu isimle isimlenmekte diğer
insanlar, da ona uydular. Unutulmasın da bu isim ona dönsün diye.
Babasının himmeti
Yahya'nın doğumu konusunda
etkili oldu. Çünkü Allah, babası Zekeriya ile îmran kızl Meryem arasında hakîki sevgi sebebiyle oluşan bir ilişkiden dolayı, Zekeriya’ınn
kalbine Meryem’in sevgisinden karıştırmıştı.
Ol zamanda Meryem’in anaşı Hazret! Meryem’i doğurduğunda onu bir hırkaya
sarıp Mescidi Aksa’ya iletti. Orada bulunan seçkinlerin önüne bıraktı ve şöyle
dedi'. «Bu adağı Allah için alın. Beyti Makdis’in hizmetine adanmıştır.»
Onlar'tam bir ilgiyle hemen aldılar. Çünki İmran, önder ve reislerinin
kızıydı. îmran’ın babası İsrail oğullarının başkan ve seçkiniydi. Hazret! Zekeriya
«Ben bunun terbiyesine en lâyık olanım. Çünkü halası benim nezdimdedir.» dedi.
Onlar buna razı olmayıp kura çekmeyi teklif ettiler. Her biri demirden bir
kalem üzerine adlarım yazıp bir suya bıraktılar. Zekeriya’nın kalemi suyun
üzerinde durdu. Diğer hepsininki battı. Dolayısıyla Hazreti Zekeriyya onun
terbiyesini üzerine aldı. Hazreti Meryem için Beyti Makdis’in bir köşesinde
bir yer boşaltıldı. Meryem orada tümüyle şehvetlerden kesilip ibadetle uğraştı
durdu.
Zekeriya’nın Meryem üzerindeki bu sevgi düşlemesi Yahya’yı etkileyip onun
nefsanî eğlence ve şehvetlerden uzak kalmasını sağlayan bir yapıda olmasını
sağladı. Bu yüzden benzeri bir durum için hikmetli kişiler .şöyle demişlerdir
s Bir kimse hanımıyla birleştiğinde, belsuyunun rahme inmesi
esnasında kendi kendine varlıkların en faziletlisini düşlesin. Çünkü çocuk bundan
çok haz ve nasip alır. Eğer tümüyle etkilenmemişse, düşlemede kusur var demektir.
ZEKERİYYA (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ MALİKİ HİKMETİN ÖZÜ
‘Malikiyye’ terimi, mülk masdanndan türemiştir. ‘Mülk’, şiddet ve kuvvete
derler. Melik de şiddetli ve kuvvetli demek olur. Mülk, kudret ve tasarrufa da
denmektedir. Bu hikmetin Zekeriyya Aieyhisselâm’ın kelimesine izafe olunması
aralarındaki şöyle bir ilişki nedeniyledir:
Hazreti Zekeriyya tam bir güç ve etkili bir himmet ile Allah tarafından
desteklenmiştir. Hile ile tertiplenmiş belâlara karşı güçlü bir sabır örneği
ve şiddetli bir direniş göstermiştir. Bu yüzden malik oluşa ait hikmet ona
özgü kılındı.
Zekeriyya Rabbani Rahmete erişince yani, mana ve suretlere, ilişkin
nimetlerle Hakk’ın kendisini eğittiği sırra erişince Rabbine seslenişini
gizledi. Yani çocuk isteme konusundaki duasını etrafındakiler dinlemesin diye
gizli tuttu. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de «Kâf Hâ Yâ Ayn Sad. Bu Rabbinin, kulu
Zekeriyya’ya olan rahmetini anışıdır. O, Rabbine gizli bir seslenişle
yalvarmıştı.» (Meryem: 3) buyurulmuştur. Duayı gizli etmesınde bir çok neden
olabilir.Ya ihlası tam olduğu için; yahut ilerlemiş yaşına rağmen çocuk
istemesi halk nezdinde kötü bir değerlendirmeye sebep olmasın diye, veyahut da
ihtiyarlığı beden kuvvetlerine zayıflık verdiğinden gizli sesle dua etmiş
olabilir.
Duasına Allah, sırrıyla karşılık verdi, Âdet görmeyen hanımına rağmen
duası kabul edildi. Melekler ona Yahya’yı müjdeledikleri zaman şöyle demişti:
«Rabbim, bana ihtiyarlık gelmiş çatmış, karım da kısırken benim nasıl oğlum
olur?» (Ali îmran: 40) Çünkü kısırlık sonuç almaya engeldir. Bu yüzden Allah Teâlâ
neslin kökünü kurutan rüzgârdan sözetmiştir. Sözkonusu rüzgâr şu ayet-i
kerimede geçmektedir : «Âd kavmi konusunda. Biz onlara nesli kurutan bir
rüzgâr göndermiştik.» îşte böylece Allah nesli kurutan rüzgârlarla, aşılayan
rüzgârların farkını belirtti. Nitekim Kur’an’da şu mealde bir ayet-i kerime
vardır: «Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik.» (Hicr: 22)
Allah Yahya’yı Zekeriyya’nın duasının bereketiyle var kıldı. Nitekim
Hakk’a dua edip demişti ki: «Rabbim bana katında yerime geçecek bir veli
bağışla. Ki Yakub oğullarına da mirasçı olsun. Ve onu razı olduklarından
eyle.» (Meryem : 6) Hakk Teâlâ duasını kabul buyurup Zekeriyya’nın
137 nezdinde bulunan ilahi marifet, rabbani
esrar ve övülmüş ahlâka; onu mirasçı kıldı.
Meryem de ona benzedi. Allah onu da İbrahimoğullarından bir topluluğa
mirasçı kıldı. Yani İbrahim ailesinden olan peygamberlerin sırlarına varis
eyledi.
ILYAS (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ ÎNASÎ HİKMETİN
ÖZÜ
‘İnasî hikmetin İlyas’ın kelimesine izafe edilmesinin nedeni şudur:
Kendi yüce meşreblerinde yetkin bir ruh hali ve melekliğe ilişkin kuvvet
bulunduğundan, meleklerle yakın arkadaş olmuş, diğer taraftan beşerî sureti
aracılığı ile insanlarla dostluk kurmuştu.
; Allah ayetinde, «yaratıcıların en güzelinden söz ediyor. Şöyle ki
İlyas Bal adlı puta tapan kavmine şunu demişti, «Ba’le yalvarıp da
yaratıcıların en güzelini mi terkediyorsunuz?» (Saffat: 125). Diğer bir avette
ise Allah, «Yaratnuya gücü yeten, hiç bir şey yaratmıyan gibi midir?» (Nahl:
17) diyor. Şimdi bu ayetle, geçen ayet arasında bir çelişki varmış gibi
görünüyor. Hakk’tan başka bir yaratıcı düşünemiyeceğimize göre, nasıl oluyor da
ilk geçen ayet, yaratıcıların en güzel olanından bahsediyor?. Oysa sonra gelen
ayette yaratmanın Allah’tan başkası için düşünülmesi kesinlikle olumlanmıyor.
işte bu konuda Şeyh şöyle diyor:
İnsanların yaratması sâdece bir takdirden ibarettir. Yani yaratış
sözcüğü, iki ayrı eylemi gösteren ortak bir lâfızdır. Birincisi takdir yanibelli
bir ölçüye göre yapmak ya da o şeyi ölçüşünce yapmak İkincisi îcad gerçek
manada yaratma anlamına gelir. Dolayısıyla insanlardan sadır olan yaratma
eylemi ki birinci ayette geçmişti, takdir diye isimlenmektedir. O zaman ayette
geçen «yaratıcıların en güzeli» ibaresi, «takdir edenlerin en güzeli» anlamına
gelmiş olur. Diğer yaratma eylemi ise icâd, yani Cenabı Hakk’a özgü olan bir
eylemdir. Bu anlamdaki yaratışta sözkonusu çelişki ortadan kalkmaktadır! bunu
anla.
LOKMAN (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ İHSANI
HİKMETİN ÖZÜ
‘İhsan! hikmet’ şu münasebetle Lokman Aleyhisselâm’ın kelimesine ait gösterilmiştir:
Yüce mizaçlarında ‘ihsan makamı’nda durmak galipti. İhsanın üç mertebesi
vardır : İlki lügat anlamına ilişkin olanı: Bir şeye'iyilik edip ona merhamet
ve şefkat nazarıyla bakmak. İkincisi, şer’l tanım; Allah’a, sanki Onu
görüyormuşsun gibi ibadet etmek. Tabii sen Onu görmüyorsun, O seni görüyor.
Üçüncüsü de hakikat dilinde ifadesini bulan tanımdır ki, Rabb’ın herşeyle
müşahede edilmesidir. Allah bu manaya şöyle işaret ediyor: «Kim yüzünü-yönünü
Allah’a teslim ederse o muhsindir» (Lokman: 22). Yani buradaki yüzünü-yönünü
Allah’a teslim etmekle anlatılmak istenen, o kişinin Allah’ı, Ona zatı ve
kalbiyle teslim olarak müşahede etmesidir Hazreti Lokman «Biz Lokman’a hikmet
verdik.» (Lokman: 12) kelâmının bildirdiği gibi Hikmet sahibidir. Hikmet
verilene ise çok hayır verilmiş demektir.' «Çok hayir» ise İhsam gerektirir.
Bundan dolayı ‘İhsan! Hikmet’ Lokman (A.SJ’ın kelimesine özgü kılındı.
Lokman bildi ki muhakkak şirk, Allah’a ortak koşulan şeye müthiş bir
zulümdür. Burada olası bir ‘niçin’ sorusunun cevabı gizlidir. Şirkin büyük bir
zulüm olması şu • sebepledir: Ne zaman ki bir müşrik Cenabı Hakk’a bir başka
ilâhı ortak koştu, elbette ki Allah’a ortak koştuğunu sandığı o ilâh bir
mevcuttur. Her mevcudun varlığı aslında Hakk’ındır. Hakk Sübhanehü ve Tealâ
cümle mevcutlarda tecelli eder ve zahir olur. Dolayısıyla bu mevcut olan
şeyleri O’na Ortak koşmak, bir şeyi kendisine ortak koşmak olur ki bu, büyük
bir zulüm ve çok kötü, çok aşırı bir bilgisizliktir. Çünkü burada zulüm bir
şeyi konması gereken yerin dışında bir yere koymak ve eşyaya* en uzak olanı,
kendi kendine ortak etmektir. Varlığının gerçekliği düşünülemez olan bir şey
nasıl olur da ortak olma özelliğine sahip olur? Bu kulların zulmünden başka
bir şey değildir. Yani şirk, müşrik kulların ortak koştukları şeylere ettiği
bir zulümdür. Bu durumda ortak koşulan şeyler mazlum olmuş oluyor. Çünkü müşrik
bölünme kabul etmeyen Tekliğin < gerçekliğini ğüyâ bölmüş ve ikilik ile
nitelemiş olur. İşte bir şeyi Tek olmanın gerçekliğinden ayınp yi-
** ne ona ortak koşmak, Ona zulüm etmiş olmak demektir. .
Ve onun çocuklarına, torunlarına, kendine uyanlara ve kendinden sonraki
zürriyetine ilâhı hikmetlerle süslü vasiyetleri vardır. Hazreti Şeyh onun
vasiyetine değinerek buyururlar ki, «Lokman oğluna şöyle dedi: ‘Ey oğlum,
alimlerle otur, Hikmetli kişilerin sözlerini dinle. Muhakak ki Allah yeryüzünü
yağmurla dirilttiği gibi, ilim suyuyla da kalbi diriltir.’»
«Biz Lokman’a Hikmet vermiştik» sözüyle Allah ona hikmet verildiğine şehadet
etmektedir. Verilen bu hikmetle Hz. Lokman nefsi üzerine hakim oldu. Nefsini
bilip, hakikati gereğince amel etti. Nebilerin ilimlerini kazandı ve
temizlerin ahlakıyla olgunlaşmağa çalıştı. Ve bütün bu hayırlara ona Allah
verdi. Çünkü kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir. Buna şek şüphe
yoktur..
HARUN (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ İMAMI HİKMETİN ÖZÜ
‘İmamet’, ‘hilafet’ isimlerinden biridir. Nitekim Hz. İbrahim
Aleyhisselâm hakkında; «Muhakkak ki ben insanlar için bir imam tayin edeceğim»
(Bakara: 124) şerefli nassı indirilmişti. Buradaki imam da halife demektir.
İmamet, Hz. Harun’da hem dolaylı hem de dolaysız şekilde vardır. Dolaylı
imameti Hz. Musa’nın halifesi olması nedeniyledir. Hz, Musa çıkmak üzere
Tur’a yöneldiğinde ona «Kavmim arasında benim halifem ol.» (Arat; 142) diyerek
kendisini halife bırakmıştı. Dolaysız olan imameti Cenabı Hakk’tan olan
hilafetidir. Nebi ve resul olarak Hakk’tan halka çağrı ve kılıç ile gönderilmiştir.
Kardeşi Hz. Musa gibi. Dolayısıyla imamet nisbesi onda katmerli olduğundan
İmamete ilişkin hikmet ona izafe edildi.
Harun Musa için, Muhammed’e naibleri ne ise öyledir. Bir kişinin naib
olması onun yerine geçmesi demektir. Muhammed’in, selam ona olsun, Rabbma kavuşmasından
sonra onun yerine geçen naibleri gibi. Bu yüzden Nebi, Ali hakkında -Allah
onun vechini mükerrem kılsın-, «Ya Ali, sen benim için, Musa’ya Harun neyse
öylesin. Ancak benden sonra peygamber yoktur.» demişti. Varis olan neye
mirasçı olduğuna bir baksın. Ve neye naib olduğuna. İşte o mirasçıya kendine
kalan mirasın sıhhati, doğruluğu zenginlik verir. Ta ki Hz. Nebi’nin
bıraktığı, ahlak ve marifetlerden oluşan o miras sayesinde mal sahibi yerine
geçsin.
Varis, mal sahibi ahirete göçtükten sonra ya da daha hayattayken o malı
edinir. Doğal olarak, bu mal dediğimiz şey, şerefli durumlar ve ilahi
sırlardır. Peygamber’in, selam ona, dediği gibi: «Peygamberler, -dinar ya da
dirhemmiras bırakmazlar. İlim bırakırlar miras olarak. Kim onu edinirse çok
büyük bir hazza erer.» Allah’ı bilen alimler peygamberlerin varisleridir.
Diğer peygamberlerin varislerinden peygamberlerin sonuncusu ve efendisinin
varisleri daha kâmildir. Çünkü o hazret ilim, makam -ve hal olarak
peygamberlerin en kâmilidir. Tabii varisleri de hal ve makamca varislerin en
kâmili olacaktır. Onun için Hz. Peygamber, «Ümmetimin bilginleri
îsrailoğullannın peygamberleri gibidir» buyurmuştur.
Kim ki tasarrufunda O’nun ahlakında olursa, sanki O olur. Kâmillerden bir
kimse mal sahibinin ahlakı üzre olursa, tasarrufunda, hükmünde, tedbirinde ve
tedarikinde ona benzediği oranda onun gibidir. İlimde kesinlik ve yetke
sahipleri, din bilginleri istidat ve kabiliyetleri kadarıyla nebi ve resullerin
varisi olduklarından kavimleri arasında nebi ve resuller gibidirler.
Şeyh, Fütuhat’ın ondördüncü babında şöyle diyor: «İsrail oğullarının
nebileri, resullerin getirdiği şeriatleri korudular ve onların yerine
geçtiler. Bunun gibi bu ümmetin bilginleri de Allah Resulü’nün, selam ona
olsun, hükümlerini korumuşlardır. Sahabe’den, Tabiin ve Tebeüttâbiin’den alim
olanlar gibi. Meselâ; Sevri, İbn Uyeyne, İbn Sırın, Haşan, Malik, Ebu Hanîfe ve
onlarla birlikte Şafiî, İbn Hanbel ve bu mecrada akmış olanlar. Bunlar
hükümleri korumuşlardır.
Bu ümmetin alimlerinden bir başka grup da Resul’un hallerini, sırlarını,
ilimlerini; Ali gibi, İbn Abbas, Selman, Ebî Hureyre, Huzeyfe gibileri;
Tabiînden Haşan elBasri, Malik bin Dinar ve diğerleri gibi olanları; ondan
sonraki zamanlarda Şeyban er-Râî, Fuzayl İbn İyaz, Zünnûn el Mısri daha
sonraları ise Güney d, Tüsterî... gibi bu mecrada akmış olanlar korudular. Bunlar
saadete ermişlerdendir.
İşte böylece bunlar aracılığıyla nebevi haller, ledünnî ilim ve İlahî
sırlar korundu.»
MUSA (aleyhisselâm)’IN KELİMESİNDEKİ ULVÎ HİKMETİN
ÖZÜ
‘Ulvi hikmet’ şu sebepten ötürü Hz. Musa’nın kelimesine özgü kılınmıştır:
Hakk, onun şanında «Korkma, üstün olan muhakkak ki sensin.» (Taha: 68) buyurdu.
Onu «ben en yüce rabbınızım.» (Naziat: 24) diyerek yücelik iddiasında bulunan
Firavun’a üstün kıldı. Allah katında yüce bir mertebesi olduğundan Cenabı Hakk
bir meleğin vasıtası olmaksızın onunla konuşmuştur. Sahih bir hadiste «Allah
Musa için Tevrat’ı kendi eliyle yazdı» şeklinde bildirildiği gibi, Cenabı Hakk
ona Tevratı ile yardım etti. Hz. Peygamber onun şanının yüceliğine, «Musa’ya
karşı beni yüceltmeyin. İnsanlara yıldırım isabet etse ilk ayılan ben olurum.
Musa arşta sapsağlam dururken, bilmiyorum, Tur’un yıldırımına dayanabilir
miydim. Yoksa Allah beni de ayrıcalı kılar mıydı?» hadisiyle işaret ettiler.
Buna dayanarak Hz. Şeyh ulvî hikmeti ona izafe etmişler, ve hazretin şanına
özgü olan sırlardan bu fassda sözedip buyurmuşlardır ki;
Onun yüzünden Firavun’un öldürdüğü tüm çocukların hayatı ona sirayet etti
ve öldürülen çocukların ruhları Musa’ya ait suretlerde toplanıp onda zahir ve
bileşik oldu. Firavun’u cezalandırmak, ona kısas uygulamak ve helâkma yardımcı
oldular. İsrailoğullarının çocuklarının öldürülmesinin sebebi şu idi: Hakim ve
müneccimler Firavuna, Israiloğulları kavminden bir çocuk doğacağını, ölümünün
o çocuğun elinden olacağını haber verdiler. O zaman Firavun yeni doğan bütün
çocukların öldürülmelerini emretti. Onların ruhları Musa Aleyhisselâm’da
toplanıp Musa’nın Firavun’u öldürmelerine yardımcı oldular:
Bu sırların açıklanması şöyledir : Hakikat tek bir varlık olup onda
değişme ve çoğalma olmaz Görünen değişme ve çoğalmalar tecellînin ve Mutlak
Varlığın çeşitli şekillerde belirmesinin gerektirdiği kadardır. Dolayısıyla bu
tecellîler aracılığıyla ruhlar, ruhanî manalar, cismanî arazlar, külli ve cüz’î
ruhlar... meydana gelir. Bu tecellîler böyle sonsuza kadar sürer.
Peygamberlerin ruhları külli ruhlardan olup, hükümleri altına
girenlerin, ümmetleri zümresine erişenlerin hepsinin ruhlarını kuşatmış ve
içermişlerdir. Külli isimler, cüz’î isimleri içine alır. Cüz’î isimler, külli
olanların altında bulundukları gibi. Nitekim «Muhakkak İbrahim tek bir ümmetti.»
(Nahl: 120) ayeti bu manaya işaret eder. Böyle olduğu için, bazı ruhların nurlarının,
diğer bazılarının nurlarıyla birleşmesi caizdir. Tıpkı yıldızların
ışıklarının, güneşin ışığıyla birleşmeleri, biraraya gelmeleri gibi. Söyleşine
bir bitişme ve birleşme sonucu karşılıklı bir etkileşim, yetkin bir kuvvet ve
tam bir kudret meydana gelir.
Musa’nın korkarak Mısırdan kaçması, öldürülen çocukların hayatlarının
kalıcılığını sağlamak içindi sadece. Yoksa kendi nefsi için değil. Sanki Musa
başkasının hakkını korumak için kaçtı. Hz. Musa’dan olan bu şefkat ve
merhametten dolayı Allah ona elçiliği ve vasıtasız konuşmayı . ki hattâ
peygamberler arasında Allah’ın kelimi künyesiyle şöhret bulmuştur, ve
hükümranlık demek olan imameti bağışladı.
Allah, Musa’nın ihtiyacında tecellî ettiği halde onunla konuşmuştur. Hz
Musa, Eymen vadisinde ateşe ihtiyaç duymuştu. Bu olayı Kur’anda Allah şöyle
anar: »Musa'nın haberi sana geldi mi? Hani o bir ateş görmüştü de ailesine,
‘siz durun ben bir ateş gördüm. Belki ondan size bir kor getiririm ya da
ateşin yanında bir yol gösteren bulurum.’ demişti Musa ateşin yanına ge linçe
ona seslenildi; ‘Ey Musa, Ben evet Ben senin Rabbinim. Nalınlarını çıkar. Çünkü
sen Kutsal Vadi’den, Tuva’dasm!» (Taha : 9 12). İşte Allah’ın Musa’yla
böylesine konuşması onun ateş bulma kararından feragat etmesi dolayısıyladır.
Feragat kendi isteğinden vazgeçme demektir. Meselâ bir kimse diğerine
«Ey filan senin için feragat ettim» dese, «beni meşgul eden şeylerden
senin için soyundum» demek olur. Musa'nın da ateş arama konusundaki amacından,
«ateşin yanında bir yol gösterici bulma» umuduyla vazgeçmesi, arzusundan soyunması
nedeniyle Hakk Tealâ onunla ihtiyacının kendisi şeklinde konuştu Musa ama
cmdan vazgeçip Onu tam bir yönelişle kutsadığı için, Cenabı Hakk ona amacı ve
ihtiyacı olan şeyin hakikatmdan tecellî edip konuştu.
Biz bundan şunu çıkarıp bildik ki, hakikatte kalbteki kuvvetler
topluluğu her işte, etkindir ve bilfiil himmetin kendisidir. Ki bu himmet
mükemmel batınî bir kalb topluluğu, ve zihnin tam manasıyla yönelişiyle eyleme
dönüşür. Nitekim Hazreti Şeyh bu konuya, uygun olan İshak’a ait hikmetin fassında
şöyle buyuruyorlar: «Arif, himmetiyle hariçte varlığı olan şeyi" de
yaratır.» Kayseri de şerhinde der ki «Yani arif, yönelişiyle, ruhanî
kuvvetlerini kullanmak suretiyle hayalin, dışında da gerçekliği' olan harici
suretleri yaratır; Çünkü onlar, aynı anda başka mekânlarda bulunabilirler ve
Allah kullarının ihtiyaçlarını karşılayabilirler.»
Bütün bunlardan,z yaratmanın . yaradılmışa izafe edildiği
anlamı çıkarılmasın. Nitekim İlyas’a Şişkin fassda kendilerinin açıkladığı
gibi; Allah, arifde zahir oluyorsa yaratan yine Hakk’tır, başkası değil.
Kafirlere gelince inat ve büyüklenmeleri yüzünden «Allah ne demek
istiyor» der„ ler. İşte bu örneklerle münafık ve kâfir olanlardan bir çoğunu
saptırır. Ve yine aynı örneklerle inananların bir çoğunu hida' yete erdirir.
Onlarla ancak fasıklan şaptınr. Onlar hidayet yolundan çıkmış olanlardır. Zira
«fasık.olmak» lügatte amaç ve yoldan çıkmak demektir.
Allah, bazısını hidayete erdirmesi, bazı sim dalalete, düşürmesi
konusunda, sozu geçen etkin himmeti Kur’an-ı Kerim’de anlatılan misallere
benzetti. Allah bizi ve sîzleri sapıklığa düşmekten korusun.
HALİD (aleyhisselâm)’IN
KELİMESİNDEKİ SAMEDÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Samedî hikmet’in, Halid Aleyhisselâm’ın kelimesine dayandırılmasındaki
sebep şudur:
‘Samed’, lügatta. kasıt, amaç demektir. Masmûd ve maksûd aynı anlamdadır.
Karnı olmıyan şeye de masmûd denir. «Bu masmudtur» dendiğinde, karınsız,
içîboş ve oyuktur anlamı kastedilir. Fakat daha çoh kendisine yönelinen,
başvurulan ve iltica edilen sığınak anlamında kullanılır.
Halid bin Sinan, kavmi arasında kendisine sürekli ihtiyaç duyulan ve
kendisine sığından biriydi. Her ihtiyaca dayanak olduğundan Samed isminin
mazhan olup kavmini Ahad ve Samed olan Allah’a davet etti. Bu yüzden Hz. Şeyh
Samedî hikmeti onun kelimesine dayandırıp, ona ilişkin sırların bazısını bu
fassda mümkün olduğu kadar kısa ve mû’cîz ifadeyle açıkladılar.
Hâlid’in ayeti Rabbine kavuştuktan sonrasmadır. Yani Halid bin Sinan’ın
peygamberliğinin ayet ve işareti, Rabbine kavuşup öldükten sonra ortaya
çıkacaktı. Fa-
152 ıvat çocuKian vasiyetim ziyan, eniğinden berzaha ilişkin hal ve
sırlan haber vermesi mümkün olmadı. Onun için bu dünyada onun peygamberliği
ortaya çıkmadı. Nitekim Hz. Peygamber, selam ona olsun, şöyle buyurmuştur:
«Ben, İsa bin Meryem ile insanlann velayetini üstlendim. Onunla benim aramda
peygamber yoktur.» Yani şeriat getirip halkı Hakk'a çağıran bir peygamber.
Halid bin Sinan ayet ve mücizesini kaybettiğinden kavmini de kaybetti.
Bu yüzden kavmi de onu kaybetti. İşte bunun içindir ki yüce Resul, Halid’în
kızma, «Merhaba ey kavminin kaybettiği peygamberin kızı» demiştir, Onun
gerçekte kaybolmasına sebep aslında oğullarıydı. Vasiyeti gereğince ölümünden
kırk gün sonra babalarının kabrini açacaklardı. Babalan da berzaha ait sırlan
insanlara bildirmesi . için onlara açıklıyacaktı. Oysa onlar, insanlar
kendilerini mezar soyucu sanacaklar diye bu işten vazgeçtiler. Çünkü araplar
nezdinde mezar açmak eskiden beri büyük bir ayıptı. Bu yüzden cahili bir
değerbilirlik duygusuyla açtırmadılar kabri.
MUHAMMED (salla’llâhu
aleyhi ve sellem) 'İN KELİMESİNDEKİ FERDÎ HİKMETİN ÖZÜ
‘Ferdî hikmet’ şu sebepten Muhammed (salla’llâhu aleyhi ve sellem) 'in
kelimesine izafe edilmiştir
Kendileri, ‘İlahî Cemiyet Makamı’na tek başma sahiptir ve bu makamın
üstünde ‘Zat-ı Ahadiyet’ten başka makam yoktur. Ferdiyet önce o hazretin ayn-ı
sabitesinden oluştu. Çünkü Feyz-i Akdes’in A’yan-ı Sabiteden önce feyz eylediği
şey, o hazretin ayn-ı sabitesidir. Feyzi Mukaddes ile varilli dışına çıkan ilk
mevcut onun mukaddes ruhudur. Nitekim kendileri, «Yaratılan ilk şey benim
ruhumdur.» buyurmuşlarda-.
Bu sebepten ferdî hikmeti Muhammed’in, selam ona olsun, kelimesine özgü
kılarak, hazretin şerefli varlıkları ve letafetti zatlarına ilişkin sırların
açıklanmasına geçen Şeyh şöyle buyururlar:
Onun mucizeleri Kur’an’dır, Hz. Peygamberin davasının doğruluğuna şahit
olan mucizesinden biri Kur’an-ı Azimüşşan olup, teşbih ve tenzihi içine alarak
ilahi sırları, rabbani ilim ve bilgileri kendisinde içermiştir. Kur’an’ın
yüceliğine, yetkin bir
154 delil ve
mucize oluşuna şu ayetler işaret eder:
«De ki, Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphede iseniz, hadi onun bir
suresinin benzerini getirin.»
«De ki bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere cinler ve insanlar
toplansa, birbirlerine arka da çıksalar Onun benzerini getiremezler elbette.»
(Bakara : 23 ~ 24)
Cemiyet yani bütün himmet ve kuvvetleri içinde toplayan Kur’an tek bir
iş üzerine olan bir İcazdır. Allah’ın kitabına Kur’an denilmesinin nedeni,
ayet, sure, kelime vs harflerinin biraraya toplanmasmdandır. Kur’an icaz olunca
(yani olağanı aşıp onu aciz bırakacağı zaman) tek bir iş üzerine kendinde
barındırdığı nimmet topluluğu ile ve zahirî-batmî kuvvetlerini birleştirerek
yönelir. Böylece olağanüstünün meydana gelmesini gerektirir.
Kur’an’ın çeşitli ayetlerden oluşması gibi, insan da çeşitli
hakikatlerden oluşmuşa tur.
Demek ki Kur’an, yani himmet topluluğu, bir şey üzerine yönelerek
icazını gösterir. Onun için çeşitli ayetlerden oluşan Kur’an gibi, insan da
kendisinde çeşitli hakikatler, ruhanî ve cismanî kuvvetler toplamış bir
yaratıktır. İşte bu cemiyeti kendilerinde müşahede edenler, «ben Kur’an’ım,
Fatiha-
155 yım» demişlerdir. Hz. ‘Ali, -Allah
onun yüzünü mükerrem kılsınşöyle buyururlar. «Sen, harfleriyle gizliliklerin
ortaya serildiği apaçık bir kitapsın.»
İnsan çeşitli hakikatleri kendinde toplayan bir varlıktır. Bu durum
belli bir farklılaşmayı gerektirdiğinden bir işin meydana gelişinde çeşitli
kuvvet ve değişik hakikatleri o iş üzerinde toplayarak ona yönelmek gerekir.
Böylece ondan olağanüstü şeyler ortaya çıkıp türesin.
Kur’an’ın icaz gücünü taşıması onun mutlak bir kelâm oluşuyladır. Kur’an
mutlaka bir kelâmdır. Yoksa bir kimseden hikaye etmek değil. «Hamd alemlerin
Rabbına mahsustur.» «De ki O Allah Tek’tir.» gibi ayetler, emir ve nehiy ifade
edenler, aynı şekilde hem Allah’ın kelâmı hem de O’nun hikâye etmesi kimliğini
taşıyan ayetler, yine Allah’ın bir kimseden bir yönüyle hikâye ederek, meselâ,
Firavun’un büyücülerinin Musa’ya söyledikleri «Ya Musa, ya sen at, ya da önce
biz atalım» şeklindeki sözlerini bizzat Allah’ın hikâye etmesi... İşte Allah’ın
bu özellikteki ayetleri mutlak olarak O’nun kelâmı olması nedeniyle mucizedir.
Hz. Şeyh gerek bizzat Allah’ın kelâmı olsun, gerekse de Onun hikâye etmesi
olsun her ikisini de ‘kelâm’ kelimesinin anlamı içinde düşünüyor. Fakat
Kur’anda zikredildiği halde bizzat Allah’ın kelamı olmayan birinden
nakledilmiş bir öyküde geçen söz mucize değildir. Çünkü o zaman kelâm mahluk
gibi olur. Ve yaratılmış birinin sözünde acz ile alakalı bir şey yoktur.
Meselâ, «Ya sen at, ya da önce biz atalım» demekte bir acz söz konusu
değildir. Ama bu sözün nazım, acaib manaların bedaeti, lâfızların sağlamlığı,
fesahat ve belagat... açısından bir icazı vardır.
İşte bu mucize oluş niteliği söz konusu edilen cemiyetin yani kuvvetler
topluluğunun kendisidir. Kur’an topluluğu, böylece mucize olunca himmet
topluluğu da aynı şekilde icaza sahip olur. Amacın tek bir işte birleşmesi ve
ona yönelmesi ile himmet topluluğu olağan üstü haller meydana getirir.
Allah Tealâ şöyle dedi: «Sizin arkadaşınız mecnun değildir» (Tekvir :
22). Mecnun, yani ondan hiç bir şey gizlenmiş değildir. Hazreti Şeyhin
‘Mecnun’ kelimesini ‘kendisinden bir şey gizlenmiş' şeklinde açıklamasının
nedeni şudur: Mecnun, cünün kelimesinden türemiştir. Cünûn ise örtünmeye,
gizlenmeye derler. Cinn, cünne (örtü, kalkan) ve cenin (kabir, örtülmüş şey,
embriyo) kelimeleri de buradan gelir Böylece söz şöyle değerlendirilmiş olur:
«Ey kâfirler, sizin sahibiniz, kendisine, Ceberût ve Melekût Alemlerindeki
oluşların, lâhutî remizlerin gizli kaldığı bir kimse değil, aksine gayba ait
gizliliklerin ve İlâhi bilgilerin kendisine apaçık keşfolduğu biridir.»
Ve o «danîn» de değildir yani size faydalı şeylerde cimrilik etmez.
İlahî feyzin nurlarından ve gayba ait sırlardan size faydalı olan şeylerde.
Nafî, Asım, İbn Amir, «danin» kelimesini «dat» ile okumuşlardır. Ama
Basra ehlinden İbn Kesir, Kesanî, ve başkaları «zı» harfiyle okumuşlardır.
Buna göre «zanîn» şeklindeki bir okuyuşta kelime «töhmet» anlamına gelir.
Nitekim Hz. Şeyh bu okuyuş üzere olan anlama da değinip buyuruyorlar : Ya da
yani o, Allah’ın feyzinden size faydalı olan şey konusunda cimrilik yaptı
diye itham edilemez. Bu yorumla Hz. Şeyh, töhmet ile cimriliğin arasını
birleştirmiş ve iki anlamı da araştırmış. oluyor. Çünkü «dat» ile «zı»
harfinin çıkış yerleri her ne kadar farklıysa da kulağa birbirine benzeşerek
gelirler.
Korku, dalâletle beraber bulunduğu için Allah, «Sahibiniz dalâlete
düşmedi, sapıtmadı da.» (Necm : 2) buyurdu. Yani hayretinden dolayı korkmadı.
Demek isteniyor ki Peygamber, Hakk’ın birliği. ve mutlak varlığın sıfatlarının
çokluğundan dolayı kendisinde oluşan şaşkınlıktan korkmadı. Buna göre ‘dalâl’
kelimesi ‘hayret’ anlamına alınmış olur.
Genel olarak Hakikat konusunda hayrete düşüldüğünü bilenler, doğru yolu
bulmuşlardır. İşte o kimseler hayretin isbatını açıklamak konusunda doğru
yolun sahibidirler.
Hazreti Şeyh. ‘Füsus’un bir yerinde şöyle der:
«Hayret eden kimse devri bir hareket içindedir. Çünkü o kimse varlık
dairesinde varolanlarla birlikte asıl istediği şeyi görmektedir.»
Buna dayanarak deriz ki, Muhammedîlerin sülûkü devridir; müstatil
değildir. Çünkü varlık dairesinde ne istiyorlarsa onu müşahede ederler. Onun
için hayrettedirler.
Hayret iki kısımdır; bir kısmı övülmüş, bir kısmı yerilmiştir. Övülmüş
olanı, Mevlâ’yı müşahedeyle. Onun isim ve sıfatlarından oluşan hayrettir
Yerilmiş olanı ise dünya ve içindekileri, Allah’tan gayri şeyleri sevmek
suretiyle nefs ve arzunun şehvetlenişinden oluşan hayrettir.
Tanrı’nın kayrası ve hidayetinin kendisine yol gösterici olduğu kimsenin
hayreti övülmüş bir nitelik kazanır. Dili. Peygamber, selam ona olsun, gibi,
«YaRab, haklımdaki hayretimi arttır» duasını eder durur. Hz. İbn Fârıd bu iki
kısım hayrete işaretle buyururlar ki:
«Senin sevgini mezheb olarak seçmedikçe hayret etmedim.
Hayretim senin hakkında değilse eğer, hayret değildir.
Allahım, beni Zatının sevgisi konusunda hayret edenlerden,
sıfatların konusunda korkudan emin olmuş
ve sana yaklaşmış olanlardan eyle.
Kalbimi, ruhumu ve sırrımı Kendine yönelt.
Ey isteyenlere karşılık veren, sana olan övgü sayıya gelmez.
Sen Kendini övdüğün gibisin.
Seni özleyenin duasına, sana,
sevgilin olan peygamberine âşık olanın ricasına karşılık ver,
ey merhametlilerin en merhametlisi...»
Hz. İbn Fârıd
SON
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar