Arapların Filistini Emniyet Sübabı Olarak Kullanma İhanetleri
Bernard Lewis’in Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki eleştirileri
Bernard Lewis’in Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki
eleştirilerinin temelini, imparatorluğun Batı’nın hızla ilerleyen bilim ve
teknolojisine, savaş ve barış sanatlarına, yönetimine ve ticaretine ayak
uyduramaması oluşturur. Lewis, bu durumun Osmanlı’nın gerilemesinin ana
nedeni olduğunu vurgulamıştır.
Lewis'in Osmanlı sistemi ve toplumu hakkındaki
temel eleştirileri ve gözlemlediği sorunlar şunlardır:
- Batı’ya Ayak Uyduramama ve Kurumsal Direnç: Türk
liderler gerileme sorununun farkında olsalar ve çözüm için iyi fikirlere
sahip olsalar bile, yeni yolların ve fikirlerin kabulünün önündeki
muazzam kurumsal ve ideolojik engelleri aşamadılar. Seçkin bir Türk
tarihçisinin belirttiği gibi, "bilimsel dalga, edebiyat ile hukuk
bentlerine çarpıp dağılıyordu".
- İdari ve Ahlaki Çöküş: Lewis,
Osmanlı İmparatorluğu'nun gerilemesini sadece dış etkilere değil, aynı
zamanda iç değişikliklere de bağlamıştır.
- yüzyılın titiz ve dürüst bürokratik idaresinden, 17. yüzyılın ihmalkarlığına
ve 18. yüzyılın çöküşüne geçişin arşiv belgelerinde canlı biçimde
görüldüğünü belirtir.
- Mesleki ve ahlaki
standartlarda, aynı zamanda dinî ve adli hiyerarşinin farklı mevkilerinde
de benzer bir düşüş yaşanmıştır.
- Tarım ve Ekonomi Alanındaki Gerileme: Lewis, Kanuni Sultan
Süleyman döneminde bile köylü nüfusunun azalmasının tehlikeleri konusunda
uyarılar yapıldığını aktarır. 17. yüzyılda ise İmparatorluğun dört
bir yanında sahipsiz ve metruk köylerin mevcut olduğu rapor
edilmiştir. Bu gerilemenin önemli bir kısmı, zorba sipahilerin
uyguladığı baskılar ile açıklanmıştır.
- Mutlakiyetçilik ve Baskı: Lewis,
19. yüzyılda reformlar tartışılırken bile devletin mutlakiyetçi
iktidarının sınırlandırılmasının temel bir mesele haline geldiğini
ifade eder. Özellikle II. Abdülhamid dönemi, yeni ve sınırsız bir baskı
mekanizmasıyla pekişmiş bir tek adam yönetimi olarak eleştirilir.
Abdülhamid'in, Yeniçerilerin kaldırılmasından sonra dizginlenemeyen şahsi
iradesinden başka bir denge unsuru koymamasını eleştirmiştir.
- Kültürel ve Entelektüel Kapanma: Lewis,
18. yüzyıla kadar Batı dillerinden birini öğrenmeye çalışan bir Müslüman
alim ya da edebiyatçıya rastlanmadığını ve çevirilerin az ve aralıklı
olduğunu belirtir. 16. yüzyıla kadar Latinceden veya bir Batı dilinden
çeviri yapıldığına dair bir kayıt bulunmamaktadır (Orosius'un vakayinamesi
hariç).
- Eski
Modellere Taklit ve Geri Dönüş Eğilimi: Osmanlı kültürünün eski modellerin tekrarı
ve taklidinden ibaret hale geldiğini belirtir. Osmanlı yazarlarının
çoğunun en büyük hata olarak eski iyi usullerden sapmayı
gösterdiğini ve temel çözümün bunlara geri dönmek olduğunu savunduğunu
aktarır.
Bernard Lewis, bu eleştirileri yaparken, İslam
dünyasının "Hata Neredeydi?" sorusuna yanıt arama çabasını tarihsel
bir incelemeye tabi tutar. Ona göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun son iki yüz elli
yıldaki çağdaşlaşma serüveni, modernleşmenin Batı’nın silahlarını ve
aletlerini kabul etmekle (zorunlu askeri tercihler) sınırlı kaldığı, ancak
Batı’nın tehlikeli ve zararlı kültüründen etkilenmeksizin Batılılaşmadan
modernleşmenin mümkün olduğu yanılsaması içinde ilerlediği bir süreçti.
Bu durum, Batı ile İslam dünyası arasındaki
gerilimin kökenini oluşturan, uygarlık liderliğinin kaybedilmesi ve
modernlikten geri durulması sorununu merkeze almıştır. Bu, Lewis’in Osmanlı
İmparatorluğu’nun ve genel olarak Orta Doğu’nun temel sorunu olarak gördüğü en
kapsamlı eleştiridir.
Bernard Lewis'in çalışmalarında tasavvufa
(Sufizme) yönelik doğrudan bir "zararlar listesi" bulunmamakla
birlikte, Lewis radikal tarikatların ve ezoterik İslami akımların siyasi düzen
ve toplumsal istikrar üzerindeki olumsuz etkilerine dair tarihsel gözlemlerini
ve kaynaklardaki eleştirileri aktarmıştır. Lewis, özellikle bu akımların kurulu Sünni düzene
(Şeriat ve ulema) karşı muhalefet yaratması ve siyasi teröre yol
açması konularına odaklanmıştır.
Bernard Lewis'in kaynaklarında ele aldığı ve
zarar olarak yorumlanabilecek temel konular şunlardır:
1. Radikal Ezoterizmin (İsmailiye) Siyasi Teröre
Yol Açması
Bernard Lewis'in Alamut Kalesi adlı eseri,
İslam dünyasındaki radikal bir mistik/ezoterik hareket olan Haşhaşileri
(İsmaililiğin Nizarî kolu) incelemektedir. Lewis'e göre, bu tür hareketler
doğrudan siyasi yıkıma yol açmıştır:
- Sistematik Terör: Haşhaşilerin Orta Çağ'da
uyguladığı taktikler, Lewis’e göre, meşru bir biçimde devlet terörizmi
diyebileceğimiz şeyin ilk örnekleri olabilir.
- Devlet Otoritesine Meydan Okuma: Haşhaşiler,
suikastçılığı hedeflerine ulaşmada bir araç olarak kullanmışlar. Onlar,
yasadışı bir muhalefet örgütü olmanın ötesinde, toprak alıyor, kaleler ele
geçiriyor ve kendilerine ait beylikler kuruyorlardı.
- Toplumsal ve Ahlaki Yıkım:
Hammer'ın (Lewis'in eserinde alıntıladığı bir araştırmacı) Haşhaşiler
hakkındaki yorumu, onların "tüm din ve ahlakı kemiren",
"altında devlet liderlerinin devrildiği bir katiller birliği"
olduğunu belirtir. Lewis, Hasan bin Sabbah ve takipçilerinin, umutsuzluğa
kapılmış insanların öfkesini, disiplin ve şiddeti birleştiren
yıkıcı bir ideolojiye ve organizasyona dönüştürmeyi başardığını belirtir.
- Nihai Yenilgiye Rağmen Yıkıcılık: Lewis,
İran'da doğarak Suriye ve Lübnan dağlarına yayılmış olan Ortaçağ
Haşhaşilerinin hikayesinin öğretici olabileceğini ve bu hikayeden
çıkarılabilecek en önemli dersin, onların nihai ve mutlak yenilgileri
olduğunu ekler.
2. Kurulu Düzene (Şeriat ve Ulema) Karşı Çıkış
Lewis, Osmanlı
İmparatorluğu'ndaki tarikatların ve dervişlerin, resmi Sünni İslam anlayışıyla
ve ulemayla sürekli bir gerilim içinde olduğunu gösterir:
- Dinsel Çatışma ve Kuşku: Tarikatların hepsi belli bir ölçüde
yerleşik inanca aykırıydı ve öğretileri ve uygulamaları Şeriat
savunucuları tarafından tekrar tekrar eleştiriye ve ithamlara maruz
kalıyordu. Bu durum, özellikle Bektaşilik gibi, halkçı ve köklü
niteliklerini koruyan bazı tarikatların devletin ve ulemanın kuşkusunu
uyandırmasına neden oldu.
- Sosyal Karışıklık ve Taşkınlıklar: Lewis,
ulema sınıfı zenginleşen ve babadan oğla geçen bir kast haline dönüşürken,
dervişlerin kitleler üzerinde sınırsız bir nüfuz kazandığını belirtir.
Lewis, **"ara sıra tarikatların yaptığı taşkınlıklar"**ın,
yüzeyin altında kaynamakta olan güçlü duyguları gösterdiğini aktarır.
3. Askeri
Morali ve Cihadı Zayıflatma (Bektaşilik Örneği)
Lewis, Osmanlı tarihinden bir örnek aktararak,
mistik inancın bazen devletin temel direği olan askeri ruhu ve inançları nasıl
baltalayabildiğini gösterir:
- Savaş Karşıtı Söylem: Osmanlı vakanüvisi Esad Efendi'nin
aktardığına göre, 1690 yılındaki Avusturya savaşı sırasında bir Bektaşi,
Müslüman askerlerin arasına girerek onları savaştan vazgeçirmeye çalışmış
ve şöyle demiştir: "Hey sizi sersemler, ne diye canınızı bir hiç uğruna
tehlikeye atarsınız? Yuh size! Din uğruna savaşmış, şehitlikmiş, tüm
bunlar hep boş laf, gevezelik, saçma.".
- Devlet Meşruiyetini Sorgulama: Aynı
Bektaşi, Osmanlı padişahı sarayında sefa sürerken ve Frenk kralı ülkesinde
keyif çatarken dağbaşlarında savaşmanın akıl almaz olduğunu dile
getirmiştir.
Bu tür eleştiriler, Lewis’in geleneksel Osmanlı
sisteminde gözlemlediği, merkezi otoriteyi ve Şeriat'ı sarsan iç
çelişkilerin ve muhalif hareketlerin kaynakları arasındadır.
Analoji:
Lewis'in radikal tasavvufi hareketlere yönelik
eleştirisi, bir binanın temelinde gizlenmiş, merkezi taşıyıcı sütunları
içeriden kemiren gizli bir tünel şebekesine benzetilebilir. Dışarıdan
bakıldığında bina (İslam devleti) sağlam dursa da, ezoterik akımlar (Haşhaşiler
veya devletin otoritesini reddeden tarikatlar) düzenin altındaki ideolojik ve
toplumsal zemini oyarak, bir deprem anında (dış tehdit veya iç karışıklık)
yapının çöküşünü hızlandıracak riskler yaratmıştır.
Bernard Lewis'in Ermeni Meselesi
Bernard Lewis'in Ermeni Meselesi, özellikle de
Tehcir (zorunlu göç) ve "Ermenilerin ihaneti" iddiaları hakkındaki
görüşleri, Lewis'in akademik ve siyasi tartışmalarda Türkiye'nin tezlerine
yakın bir konumda yer almasına neden olmuştur.
Bernard Lewis'in bu konudaki temel vurguları ve
tarihsel yorumları şunlardır:
Soykırım İddialarına Karşı Çıkışı
Bernard Lewis,
I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni ölümlerinin bir Ermeni soykırımı
olarak gerçekleştirilmediğini vurgulamıştır. Aksine, bu olayların Ermeni
saldırılarına verilmiş bir cevap olarak anlaşılması gerektiğini
savunmuştur.
Lewis, mahkeme sürecine yansıyan ifadelerinde,
sadece Ermenilerin mağduriyetine odaklanmanın yanlış olduğunu belirtmiş; Ermeni
çeteleri tarafından Türk, Kürt ve diğer Müslüman köylülerin katledilmesini
inkâr eden veya onaylayan bir yaklaşımın, bütün bir ulusu soykırım
yapmakla suçlayarak Türklerin duygularını inciteceğini ileri sürmüştür.
Kaynaklarda
Lewis'in, Türkleri (veya "bizi") "Ermeni kesiyorlar jenosit
yaptılar" suçlamasına karşı savunduğu açıkça belirtilmiştir.
Tarih Yazımı ve Siyasi Kurumlar Hakkındaki
Görüşleri
Lewis, Ermeni meselesinin hukuki veya siyasi
kurumlar tarafından karara bağlanmasına kesinlikle karşı çıkmıştır.
- 1985 yılında Birleşik Devletler Kongresi'nin I. Dünya Savaşı sırasında
yaşanan Ermeni ölümlerini soykırım olarak kabul etmeye ikna etme
kampanyaları başladığında, Lewis, bu konunun Birleşik Devletler
Kongresi'nin meselesi olmadığını savunmuştur.
- Lewis, tarih yazmanın hiçbir yasama organının işi olmadığı
görüşüyle hareket eden akademisyenlerden yana saf tutmuştur. Böylesi bir
kararın hiçbir fayda sağlamayacağını ve muhtemelen önemli zararlara yol
açacağını belirtmiştir.
- Lewis, tarihin doğru yazılması ve adil olunması gerekliliğini
tarih yazıcılarına verdiği öğüt olarak aktarmıştır.
Bernard Lewis, Ermeni meselesi hakkındaki
fikirlerini 1993 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir mülakatta
açıklamış ve bu mülakat Fransa’da aleyhine kamu davası açılmasına neden
olmuştur.
- Suçlama: Dava,
Fransız hukukundaki "Holokost'un İnkarı" suçunun Ermeni
olaylarına kıyas yoluyla uygulanması suçlamasını içeriyordu. Bu
dava, esasen, Ermeni olayları için de aynı içerikte bir yasanın kabulü
için Lewis’in açıklamalarının bahane ve araç olarak kullanılmasıydı.
- Yargı Kararı: Fransız
yargısı, Lewis'in tarihsel polemiklerde hakemlik yapma ve karar almaya
yönelik açıklamalar yapmasını haksız fiil olarak görerek
cezalandırılmasına karar vermiştir. Bu ceza para cezası niteliğindeydi.
- Lewis'in Tepkisi: Lewis,
kararı temyiz etmemiştir, zira Fransız yargı sistemine inanmadığını
ifade etmiştir. Ayrıca, kendisine Türk Büyükelçiliği tarafından teklif
edilen para cezasının tazminini ve Türk Bilimler Akademisi (TÜBA)
tarafından verilen 50.000 dolarlık Atatürk Ödülü'nü kabul etmeyerek
hayır kurumlarına bağışlamıştır.
- Eleştiriler: İngiliz
basını bu durumu "en tuhaf davalardan biri" ve Fransız
entelektüel ikliminin "muhteşem ikiyüzlülüğü" olarak
nitelendirmiştir. Lewis, bu mahkûmiyetin "Türk Versiyonu"
olarak adlandırılan aksi görüşlerin mahkûm edilmesi anlamına geldiğini
savunmuştur.
Amaç: Anlayışı Artırmak
Lewis, tarihi gerçeklere odaklanarak, 1915
olayları için meydana getirilen kavram kargaşasına ilişkin olarak, iki halk
arasında daha iyi ilişkiler geliştirilmesine ve söz konusu halkların
birbirilerini daha iyi anlamalarına yönelik bir umudun üstüne titreyenler
için kelimeler arasındaki ayrımın önemli olduğunu belirtmiştir.
Lewis'in Ermeni meselesindeki duruşu ve
Türkiye'nin resmi politikaları ile örtüşen bu tavrı nedeniyle kendisine 1998'de
Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verilmiştir.
"Yahudilerin Türkleri neden sevdiği ve
koruduğu"
Bernard Lewis'in çalışmalarına ve genel olarak
Orta Doğu tarihi analizlerine bakıldığında, "Yahudilerin Türkleri neden
sevdiği ve koruduğu" sorusuna cevap veren birden fazla tarihsel ve
kültürel katman bulunmaktadır. Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu'nun Yahudilere sağladığı tarihsel
sığınak ve Lewis'in kendisi gibi modern Yahudi entelektüellerinin Avrupa
antisemitizmine tepki olarak geliştirdiği Türk yanlısı tavırla
yakından ilişkilidir.
İşte kaynaklara dayalı temel nedenler:
1. Osmanlı'nın Tarihsel Sığınak Rolü ve Hoşgörüsü
Yahudilerin Türklere (ve Osmanlı
İmparatorluğu'na) yönelik olumlu tutumu, özellikle Orta Çağ Hristiyan
Avrupa'sında yaşanan zulümlerle karşılaştırıldığında, Osmanlı yönetiminin
Yahudilere sunduğu güvenli ortamdan kaynaklanmıştır.
- Zulümden Kaçış: Lewis'in
çalışmalarında sıkça vurgulanan bir tema, İspanya ve Portekiz'deki
zulümden (Engizisyon ve zorla Hristiyanlaştırma) kaçan Sefarad
Yahudilerinin toplu halde Osmanlı topraklarına göç etmesidir. 15. yüzyılın
sonları ve 16. yüzyıl boyunca Avrupa'daki Yahudiler kitleler halinde
Osmanlı egemenliğindeki bölgelere göç etmişlerdir.
- Devlet Desteği ve Değer Görme:
Yahudilere Osmanlı topraklarında sadece yerleşme izni verilmemiş, aynı
zamanda teşvik edilmişler, yardım almışlar ve hatta bazen göçe
mecbur bırakılmışlardır. Osmanlı padişahlarının yönetimi altındaki birçok
farklı etnik ve dinsel grup arasında, Lewis'e göre yalnız Yahudiler bu yönetimi gönüllü
benimsemişlerdi.
- Ekonomik ve Teknolojik Katkı: Gelen
Yahudiler beraberlerinde Avrupa dilleri bilgisi, ticaret becerileri ve en
önemlisi matbaa, silah yapımı (top, tüfek, barut) ve tıp
gibi değerli bilgi ve becerileri getirmişlerdir. Bu yetenekler,
Yahudilerin önemli görevlerde istihdam edilmesine yol açmış ve
imparatorluk için faydalı, üretken bir unsur olarak görülmelerini
sağlamıştır.
- Dinsel Statü Ayrımı: Osmanlılar resmi belgelerde
Hristiyanlarla Yahudiler arasında ayrım yapmıştır. Osmanlı Türkçesinde kafir
kelimesi resmi kullanımda Yahudileri içermemiş; onun yerine "Kafirler
ve Yahudiler" şeklinde bir ayrım yapılmıştır. Bu, Yahudilerin kusursuz
tektanrıcılığının onaylanması anlamına gelirdi. Yahudilere zımmilerle
(boyun eğen azınlıklar) aynı vergi oranı uygulanıyordu, bu da onların
siyasi statüsünün kabul edildiğini gösterir.
- Siyasi Güvenilirlik: Lewis,
Türklerin hassas siyasi veya ekonomik görevler için Yahudileri
Hristiyanlara tercih ettiğini belirtir, çünkü Hristiyanların aksine
Yahudilerin, dış düşmana (Avrupalı güçlere) karşı sempati
duyduklarından şüphelenilmiyordu.
2. Bernard Lewis'in Türk Dostu Konumu ve
Savunuculuğu
Lewis’in modern dönemdeki duruşu ve Ermeni
meselesindeki tavrı, "koruma" kavramının güncel bir örneğini sunar ve
Yahudi toplumu içindeki Türk yanlısı görüşlerin kökenlerine ışık tutar.
- Ermeni Meselesinde Savunma: Bernard Lewis (kendisi laik
bir Yahudidir), I. Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni ölümlerinin "jenosit"
(soykırım) olarak değerlendirilmesine karşı çıkmış ve bu olayların
Ermeni saldırılarına verilmiş bir cevap olarak anlaşılması gerektiğini
vurgulamıştır. Lewis, Holokost ile yapılan karşılaştırmanın yanıltıcı
olduğunu, çünkü Yahudilerin katledilmesinin silahsız bir isyanla
bağlantılı olmadığını belirtmiştir.
- Türk Duygularını İncitmeme Vurgusu: Lewis,
Ermeni çeteleri tarafından Türk, Kürt ve diğer Müslüman köylülerin
katledilmesini inkâr etmenin veya bütün bir ulusu soykırım yapmakla
suçlamanın "Türklerin duygularını inciteceğini"
savunmuştur. Lewis'in bu duruşu nedeniyle Fransa'da aleyhine dava açılmış
ve para cezasına çarptırılmıştır; Lewis bu kararı "Türk Versiyonu"
olarak adlandırılan aksi görüşlerin mahkûm edilmesi anlamına geldiğini
ifade etmiştir.
- "İslam Yanlısı Yahudiler" Tezi: Lewis,
19. yüzyılda Avrupa'da yükselen ırkçı antisemitizm ve yavaş ilerleyen
Yahudi özgürleşmesi karşısında, Yahudilerin "Orta Çağ İslamına,
özellikle de Müslüman İspanya'ya" baktıklarını ve Hristiyanlardan
bekledikleri hoşgörüyü bu efsanevi altın çağda bulduklarını
hatırladıklarını ileri sürmüştür. Lewis'e göre, bu İslam yanlısı
bakış açısı, bazı modern Yahudileri (örneğin Benjamin Disraeli) Hristiyan
Rusya'ya karşı mücadelede Türkler lehine bir duruş sergilemeye itmiştir.
Bu, tarihsel memnuniyetin modern siyasete yansımasıdır.
- Lewis'e Verilen Ödüller: Lewis'in Ermeni
meselesindeki tavrı ve Türkiye'nin demokratik kimliğine yaptığı vurgu,
Türkiye'nin resmi politikalarıyla örtüşmüş; bu nedenle kendisine 1998'de Atatürk
Uluslararası Barış Ödülü verilmiştir.
Lewis'in
analizine göre, Yahudilerin Türklere/Osmanlılara olan bu olumlu bakışı, bir tür
tarihsel "iyi borç" ve "iyi sicil" algısının
sonucudur. Hristiyan coğrafyasında dini ve siyasi bir tehdit olarak görülüp zulüm
gören Yahudiler, Osmanlı topraklarında faydalı bir azınlık olarak kabul görmüş
ve korunmuşlardır. Lewis'in modern dönemdeki kişisel savunuculuğu da bu
tarihsel ilişkiyi destekleyen güncel bir örnektir.
Metafor: Yahudilerin
Türklere gösterdiği tarihsel yakınlık, şiddetli bir fırtınada (Hristiyan
Avrupa'daki zulüm) yıkılan evlerinden kaçan insanların, kendilerine sadece bir
çatı değil, aynı zamanda yeteneklerini kullanabilecekleri sağlam bir atölye
(Osmanlı İmparatorluğu) sunan komşularına duyduğu kalıcı ve vefalı
minnettarlığa benzetilebilir. Bu minnettarlık, daha sonra komşuları zor duruma
düştüğünde (modern siyasi ve tarihi tartışmalar) onların yanında yer alma
motivasyonunu sağlar.
Lewis'in eserlerinde, "Kafirler ve
Yahudiler" ayrımının II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) resmi
devlet belgelerinde (özellikle mali konularda) eskisi gibi katı ve belirgin bir
şekilde devam edip etmediğine dair doğrudan bir ifade bulunmamaktadır. Ancak, Lewis'in Osmanlı
İmparatorluğu'ndaki gayrimüslimlerin hukuki statüsüne ilişkin analizleri, bu
ayrımın yasal ve idari olarak büyük ölçüde ortadan kalkmış olması
gerektiğini göstermektedir.
Bu ayrımın ortadan kalkma nedenleri ve II.
Abdülhamid dönemi bağlamı şunlardır:
1. Zimmet Sisteminin Kaldırılması
Lewis'e göre, Osmanlı İmparatorluğu'nun
(dolayısıyla II. Abdülhamid dönemini de kapsayan) reform hareketleri,
Yahudilerin durumunun iyi sicilli olmasının temel sebebiydi, çünkü bu reformlar
zimmet sistemini sonlandırmıştı.
- Zimmet sistemi, Müslüman devletin hoşgörüsü altında yaşayan
gayrimüslimlere ("zımmîlere") belirli kısıtlamalar getiren ancak
aynı zamanda temel ayrıcalıkları da güvence altına alan İslami kutsal
yasaya dayalı ayrı bir kategoriydi. Bu sistemin kaldırılmasıyla, Yahudilerin ve
Hristiyanların hukuki statülerini Müslümanların üstünlüğünü kabul etme
şartına bağlayan temel yapı ortadan kalkmıştır.
- Lewis, cizyenin (kelle vergisi) kaldırıldığını ve zorunlu askerliğin
getirilmesiyle birlikte bunun yerine bedel-i askerî adında bir
vergi konduğunu, bu durumun ayrımcılığın bir türü olsa da yurttaşlık
haklarının gayrimüslimlere de açıldığını belirtir.
2. Tanzimat Reformlarıyla Yasal Eşitliğin
Hedeflenmesi
II. Abdülhamid dönemi, 19. yüzyılın ortalarında
başlayan Tanzimat reformlarının bir devamıydı. Bu reformlar, geleneksel ayrımı
yıkmayı hedefliyordu:
- Lewis, 1856'da çıkarılan bir fermanla Müslümanlar ve gayrimüslimlerin bütün
haklarda eşit kılındığını belirtir.
- Geleneksel olarak Osmanlı
Devleti'nde azınlıklar arasında bir sıralama vardı: Müslümanlar ilk,
sonrasında Rumlar (Hristiyanlar), sonra Ermeniler ve en son Yahudiler
geliyordu; ancak yeni düzenlemelerle her biri aynı seviyede
birleşmişti. Bu durum, Müslüman tebaanın hoşnutsuzluğuna neden
olmuştu, çünkü gayrimüslimler reaya statüsünü kaybedip hakim millet ile
eşit kabul edilir olmuşlardı.
- Bu yasal eşitlik çabası, "Kafirler ve Yahudiler"
şeklinde yapılan geleneksel terminolojik ayrımın (ki Lewis'in belirttiğine
göre bu ayrım Yahudilerin kusursuz tektanrıcılığının onaylanması anlamına
gelirdi) yasal dayanağını ortadan kaldırmış veya en azından
anlamsızlaştırmıştır. Gayrimüslimler artık dinlerine göre değil, yasal
olarak eşit vatandaşlar olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Sonuç
Bernard Lewis'in aktardığı bilgilere göre, "Kafirler
ve Yahudiler" ayrımı klasik Osmanlı kullanımında (özellikle mali
ilişkilerde) yaygındı. Ancak, II. Abdülhamid dönemine gelindiğinde, Tanzimat'ın
getirdiği yasal eşitlik çerçevesi ve zimmet sisteminin fiilen sona ermesi
nedeniyle, bu iki gayrimüslim grubun hukuki olarak kategorize edilme
ihtiyacı ve geleneği büyük ölçüde değişmişti.
Dolayısıyla, bu dönemde resmi belgelerde bu kesin
ayrımın sürmesi, reformların yasal ruhuna aykırı düşecekti, zira reformlar Yahudiler,
Rumlar ve Ermeniler gibi azınlıkları yasal olarak eşit statüde
birleştirmeyi amaçlamıştı.
Bernard Lewis'in Arap devlet anlayışı ve Osmanlı
İmparatorluğu'na karşı gerçekleşen Arap İsyanı hakkındaki değerlendirmeleri,
Arap toplumlarının geleneksel siyasi kimliklerinin ve modernleşme sürecindeki
kırılmaların analizi üzerinden ilerler. Lewis, isyanın kendisinin
"hata" olup olmadığına dair kesin bir yargı belirtmekten ziyade, bu
isyanın tarihsel, siyasi ve dini açıdan yarattığı büyük çelişkiyi ve sonrasındaki
başarısızlığın nedenlerini vurgular.
İşte Lewis’in kaynaklarda yer alan bu konulara
dair temel görüşleri:
1. Arapların Devlet Anlayışı ve Sadakatleri
Osmanlı yönetimi altındaki Arap halklarının
siyasi kimliği ve devlet anlayışı, esasen evrensel İslami bağlılığa dayanıyordu
ve modern ulus-devlet kavramlarından çok farklıydı:
- İslami Sadakat Esastır: Arapça
konuşan halkların ezici çoğunluğu Müslümandı. Siyasi kimlik ve bağlılık,
temelde dinsel, yani evrensel İslam ailesine mensup olma kimliğiyle
belirleniyordu ve bu, açık ara en önemli ve etkili
değerlendirmeydi.
- Osmanlı ile Özdeşleşme:
Arapların kültürel öz farkındalığı Osmanlı yönetimi sırasında devam etse
de, bu durum, Osmanlı'nın sosyal ve siyasi düzeniyle tam bir özdeşleşme
ve İslam devletinin meşru lideri olarak Osmanlı Sultanı'na sadakatle
birleşmişti.
- Türk Hakimiyetinin Kabulü:
Soylarıyla ve kültürleriyle gurur duyan Araplar, evrensel İslam cemaatine
Türklerin hakim olmasına kabul göstermişti. Bu, Abbasi
halifeliğinin sönmesinden sonra, Osmanlı hanedanının Müslüman
İmparatorluğun meşru, Müslüman yöneticisi ve büyük imparatorların varisi
olarak yaygın kabul görmesinden kaynaklanıyordu.
- Siyasi Tecrübe Eksikliği:
Arapların, devlet yönetimiyle ilgili olarak, İslam'dan önceki döneme ait
fazla bir bilgi ve tecrübe birikimine sahip olmadıkları görülüyordu. Arap
dilinde kral ve krallık sözcükleri (halife terimiyle karşılaştırıldığında)
olumsuz bir tını taşıyordu.
2. Osmanlı'ya İsyan Etmelerinin
"Hatalı" Olduğuna Dair Analizi
Lewis, Arap İsyanı'nı, bir asırdan uzun süredir
devam eden geleneksel İslami kimlikten modern ulusal kimliğe geçişin bir
parçası olarak ele alır ve bu geçişin getirdiği çelişkileri ve nihai
başarısızlığı inceler:
Siyasi ve Dini
Çelişki
- Halifeye
Karşı Çıkış:
I. Dünya Savaşı sırasında Türkler'e karşı savaşan Arap ordusu ve
kutsal yerlerin koruyucusunun Osmanlı Sultanı'na ve sözde cihadına
karşı çıkması çok önemliydi. Bu eylem, Arap halkının yüzyıllardır
sürdürdüğü İslami sadakatin terk edilmesi anlamına geliyordu.
- Türkçülüğe Tepki: İsyanın
arka planında, Türklerin de milliyetçilik virüsünü kaparak Osmanlı-İslam
bağlılığı yerine Türklüğe dayalı bir bağlılıktan söz etmeye
başlamaları ve Arapların giderek Türkçülüğün baskısını hissetmeleri
vardı. Araplar, Yunanlılar ve Bulgarlar gibi diğer halkların bağımsızlık
kazanarak kurdukları ulus devletlerin ilerleme ve refah işaretleri
verdiğini görüyordu.
İsyanın
Sonuçları ve Başarısızlığı (Hata Vurgusu)
Lewis'in isyanın sonuçlarına yönelik en önemli
eleştirisi, Arap milliyetçiliğinin henüz siyasi başarı getirecek olgunlukta
olmamasıdır:
- Birlik Eksikliği: Arap devletlerinin
yenilgisindeki başlıca etkenlerden biri, Arap devletlerinin birlik
olamamasıydı. Özellikle Transürdün Kralı Abdullah ile Mısır
Kralı Faruk, kendi bölgelerini genişletme hevesleri nedeniyle birbirine
rakip hevesler içindeydiler. Bu durum, isyanın getirdiği siyasi
kazanımların hemen ardından parçalanmayla sonuçlandığını gösterir.
- Zayıf Ulusal Kimlik: Lewis,
modern ulus-devlet kavramlarının ve bağlılıklarının Ortadoğu için yeni,
hassas, ham ve tehlikeli olduğunu belirtir. Örneğin, o dönemde
Filistin'deki Arapların Siyonist yerleşimcilere karşı çıkarken, Filistin
ulusu olarak karşı çıkmadıklarını, çünkü böyle bir ulus kavramının o
dönemde bilinmediğini ve Arap milliyetçiliğinin dahi I. Dünya Savaşı'ndan
önce önemli kesimlere ulaşmadığını vurgular.
- Dış Desteğe Bağımlılık: Araplar, Osmanlı
misillemesinden kurtulmak için İngilizler gibi koruyucular seçmek
durumunda kalmışlardı. Ancak Lewis, Filistin'de İsrail'in doğuşunu
önleyememenin ve bu durumun Filistinliler için getirdiği ıstırabın ve
diğer Araplara getirdiği aşağılanmanın modern Arap tarihinin
belirleyici bir noktası olduğunu ve bunun Arap tarihinde 'nakba'
(felaket) olarak adlandırıldığını belirtir. Bu, Osmanlı'ya karşı
isyanın uzun vadede Arap halklarına bekledikleri bağımsızlık ve gücü
getirmediği sonucuna işaret eder.
Bernard Lewis'in analizleri, Arap dünyasında
"ırk" kavramının modern Batı'daki gibi katı bir şekilde
uygulanmadığını gösterir, ancak Lewis Filistinlilerin diğer Araplar tarafından ayrı
bir ulusal veya toplumsal varlık olarak algılanışını ve buna yönelik
muameleyi ayrıntılı bir şekilde ele alır.
Lewis'in kaynaklardaki görüşleri özetle şöyledir:
Tarihsel Kimlik ve Milliyetçilik
- Ortak Kimlik:
Filistin'in Arap halkları, dilleri, kültürleri ve yaşam biçimleriyle
tamamen Arap idiler. Geleneksel olarak, kendilerini büyük tarihsel
oluşumların parçası olarak görüyorlardı: Osmanlı İmparatorluğu, Arap
ulusu, Suriye ulusu ve hepsinden önemlisi İslam toplumu.
- Filistinli Kimliğinin Yeni Oluşumu: Lewis'e göre, "Filistinli" sıfatı
bile nispeten yenidir. Siyonist yerleşimin başladığı dönemde (1882)
Filistinliler, Filistin ulusu olarak bir karşı çıkış
sergilemiyorlardı, zira o dönemde böyle bir ulus kavramı bilinmiyordu.
Arap milliyetçiliği kavramı dahi I. Dünya Savaşı'ndan önce önemli
kesimlere ulaşmamıştı.
Komşu Arap Devletlerinin Tutumu
Bernard Lewis, asıl önemli noktanın, 1948 ve 1967
savaşlarından sonra diğer Arap devletlerinin Filistinlilere yönelik politikası
olduğunu belirtir. Bu politikalar, Filistinlilerin kendilerini ayrı bir ulus
olarak görme duygusunu güçlendirmiştir:
- Yabancı Muamelesi: Filistinliler, pan-Arap
davasının en hevesli destekçileri olmalarına rağmen, yaşadıkları acı hayal
kırıklıkları sonucunda Ürdün dışında neredeyse bütün Arap ülkelerinde yabancı
muamelesine tabi tutulmuşlardır.
- Vatandaşlık Engeli: Arap devletleri, İsrail’e
karşı mücadelede Filistinlilere yardım etmeyi reddettikleri gibi, onları
kendi ülkelerinde vatandaşları Araplar olarak da kabul etmemişlerdir.
- Örnek: Mısır'ın Gazze Tutumu: Lewis,
1948’den 1967’ye kadar Mısır işgali altındaki Gazze'de bile,
Filistinlilere Mısır vatandaşlığı verilmediğini ve Mısır
topraklarında serbestçe seyahat etmelerine veya istihdam edilmelerine izin
verilmediğini belirtir.
- Mülteci Kampları: Arap ülkelerinden kaçan ya
da sürülen Filistinliler, yerlerine iade edilmedikleri veya yeni yerlere
yerleştirilmedikleri için kamplarda tutulmuş ve vatansız mülteci
olarak görülmüşlerdir (Ürdün hariç).
Ayrı Milliyet Duygusunun Gelişimi
Lewis'e göre,
komşu Arap ülkelerinin bu eylemleri, Filistinli Arap seçkinlerin ve halk
kitlelerinin ayrı bir milliyete sahip oldukları yönünde güçlü bir duygu
geliştirmesine yol açmıştır.
- Filistinli seçkinler, devlete sahip olmadıkları veya sığındıkları
ülkelerde tam yurttaşlığa kabul edilmedikleri için kendilerine esirgenen iktidar
fırsatlarının sefasını süren Arap çağdaşlarına tanık oldular. Bu
koşullar altında, pan-Arabizmi daha az düşünmeye, kendilerinin efendi
olacağı ayrı bir oluşum kurmayı düşünmeye başladılar.
- İngiltere ve Siyonizm, üç Osmanlı sancağının bir araya getirilmesiyle
oluşturulan küçük toprak parçasında ironik bir başarı elde ederek, bir
değil iki ulus (İsrail ve Filistin) yaratmıştır.
Sonuç: Lewis'in kaynaklarında Filistinlilerin diğer Araplar tarafından
"ayrı bir ırk" olarak görüldüğüne dair bir ifade olmamakla birlikte,
Lewis, komşu Arap hükümetlerinin Filistinlilere tam vatandaşlık haklarını
tanımayarak ve onları yabancı gibi muamele ederek, Filistinlilerin
kendilerini ayrı bir ulusal kimliğe sahip siyasi bir varlık olarak görme
sürecini hızlandırdıklarını açıkça belirtmiştir.
Bernard Lewis'in çalışmalarında bu türden
varsayımsal bir soruya doğrudan bir yanıt bulunmamaktadır, ancak Lewis'in
Filistin sorununun neden devam ettiğine dair yaptığı analizler, Arap
devletlerinin tutumunun (ve Lewis'in deyimiyle "sahip çıkmamasının")
bu sorunun kök salmasında hayati bir rol oynadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Lewis’in analizine göre, Arap devletleri
Filistinlilere "gerçek manada sahip çıksalardı" (yani tam bir birlik,
dürüstlük ve insaniyet gösterselerdi), bugünkü sorunların ciddiyeti ve şekli
büyük ölçüde farklı olurdu. Ancak Lewis, bu sorunların devam etmesinin asıl
nedenini Arap rejimlerinin iç siyasi ihtiyaçlarına bağlar.
Lewis'in kaynaklarına dayanarak, Arap
devletlerinin Filistinlilere sahip çıkmamasının (veya kasıtlı olarak sahip
çıkmıyor görünmelerinin) yarattığı sorunlar ve varsayımsal bir senaryo
şöyledir:
1. İsyan Sırasındaki Birlik Eksikliği ve Hayal
Kırıklığı
Lewis, Arap devletlerinin İsrail'in kuruluşunu
engellemekte ya da onu ortadan kaldırmakta başarısız olduğunu belirtir. 1948’de Arap orduları bir işgale
girişmişlerdi, ancak Lewis'e göre Arap yenilgisindeki başlıca etkenlerden biri,
Arap devletlerinin birlik olamamasıydı.
- Varsayımsal Durum: Eğer Arap devletleri,
özellikle de Transürdün Kralı Abdullah ile Mısır Kralı Faruk
gibi liderler, kendi bölgelerini genişletme hevesleri nedeniyle birbirine
rakip hevesler içinde olmasalardı ve tam bir askeri birlik gösterselerdi,
Lewis'in iması, 1948 savaşının sonucunun farklı olabileceği yönündedir.
Ancak isyanın hemen ardından gelen bu
başarısızlık (ve Arap Birliği'nin etkili bir eylem örgütlemekteki
başarısızlığı) pan-Arabizm’in bir başarısızlığı olarak görülmüştür.
2. Mülteci Sorununun Kasıtlı Olarak Çözümsüz
Bırakılması
Lewis, Filistinli mültecilerin durumunun
çözümünde Arap devletlerinin aktif bir rol oynamadığını ve mülteci kamplarını
bir siyasi araç olarak kullandığını vurgular.
- Gerçek Durum:
Filistinliler, pan-Arap davasının en hevesli destekçileri olmalarına
rağmen, Ürdün dışında neredeyse bütün Arap ülkelerinde yabancı
muamelesine tabi tutulmuşlardır. Onlar, ne yerlerine iade edilmişler,
ne de yeni yerlere yerleştirilmişlerdir. Kamplarda tutularak vatansız
mülteci olarak görülmüşlerdir.
- Örneğin, 1948’den 1967’ye kadar Mısır işgali altındaki Gazze'de bile
Filistinlilere Mısır vatandaşlığı verilmemiş, Mısır topraklarında
seyahat etmelerine veya istihdam edilmelerine izin verilmemiştir.
- Lewis’in Eleştirisi: Lewis,
Filistinli mülteciler sorununun çözümsüzlüğünün, tıpkı yüzyılın diğer
trajedilerinde olduğu gibi, başka bir yere yerleştirme ve bir kısmının da
ülkelerine geri dönme yollarıyla çözülememesinin, Filistin liderlerinin
ve Arap devletlerinin iradelerini bu yönde koymamalarından
kaynaklandığını belirtir. Mülteci kamplarını ve içindeki mutsuz sakinleri
korumak, Arap ekonomileri işçi çekerken bile, kampların sürdürülmesini
siyasi bir başarıya dönüştürmüştür.
Dolayısıyla, Arap devletleri "gerçek
manada sahip çıksalardı" ve Filistinlileri vatandaşı olarak kabul edip
iskân etselerdi, mültecilerin yaşadığı insanlık trajedisi ve acılar hiç
şüphe yok vahim olsa da, Lewis’in işaret ettiği gibi, bu sorunlar siyasi bir
sorunun nedeni olmaktan çıkıp (insani yardım ve yerleşim yoluyla) çözüme
kavuşturulabilirdi.
3. Filistin Meselesinin Siyasi Emniyet Sübabı
Olarak Kullanımı
Lewis'e göre, Filistin sorununun devam etmesinin
en önemli nedeni, bu konunun otoriter Arap rejimleri için bir emniyet sübabı
(faydalı bir supap) vazifesi görmesidir.
- Hükümetin sıkı gözetim altında tutulduğu Müslüman ülkelerde Filistin,
insanların özgürce ve korkusuzca fikirlerini ifade edebilecekleri tek
alan olmuştur.
- İsrail, çoğu Müslüman halkın içinde yaşadığı ekonomik yoksulluk ve
politik baskı konusundaki şikayetleri ve sonuçta ortaya çıkan öfkenin
başka yere boşaltılması için faydalı bir supap vazifesi görmekteydi.
- Lewis, Ortadoğu hükümetlerinin, kendilerini bu değerli emniyet
sübabından mahrum bırakacak ve onları yönetimleri altındaki insanların
başka bir yöne sapmamış öfkesiyle karşı karşıya bırakacak bir barış
antlaşmasına varmayı gerçekten isteyip istemediklerini sorgulamaktadır.
- Barış sürecinin rutin bir düzende bozulup gitmesi, hükümetlerin
çatışmayı çözümden uzak ama kontrol edilebilir bir durumda tutmayı tercih
ettiği sonucuna sürükleyebilir.
Lewis'in Analizinden Çıkarım: Eğer Arap devletleri
Filistinlilere gerçekten sahip çıksalardı (yani mülteci sorununu çözselerdi), bu
sorun çözülürdü, ancak bu durum, Lewis'in eleştirdiği otoriter rejimlerin kendi
meşruiyetlerini koruma ve halkın öfkesini dışarıya yönlendirme araçlarını
kaybetmeleri anlamına gelirdi. Bu, mevcut rejimler için yeni ve büyük bir iç
siyasi sorun yaratabilirdi.
Ayrıca, Lewis, Arap devletlerinin kendi
aralarındaki çıkar çatışmaları ve liderlerin iktidarı başkalarıyla paylaşmaya
yanaşmaması nedeniyle, Filistinlilerin kendilerine ait bir oluşum kurmayı
düşünmeye başladıklarını belirtir. Yani, Arap ülkelerinin sahip çıkmaması,
Filistin ulusal bilincinin gelişimini hızlandırmış ve dönüştürmüştür. Eğer
Araplar sahip çıksalardı, Filistinli seçkinler, çağdaşları olan Arap
seçkinlerin sefasını sürdüğü iktidar fırsatlarından mahrum kalmayacakları için,
pan-Arabizmi daha az düşünmeye ve kendilerinin efendi olacağı ayrı bir
oluşum kurmayı daha çok düşünmeye başlayacaklardı. Bu da ulus-devlet temelli
ayrılıkçı sorunları farklı bir boyutta ortaya çıkarabilirdi.
Bernard Lewis’in Ortadoğu tarihi ve Arap-İsrail
çatışması hakkındaki kapsamlı analizlerine dayanarak, Arap devletlerinin
Filistinlilere gerçek manada sahip çıkması durumunda mevcut sorunların
devam edip etmeyeceği sorusu, Lewis’in ortaya koyduğu politik ve sosyolojik
çelişkilerin anlaşılmasıyla açıklanabilir.
Lewis, Arap devletlerinin tutumunu ele alırken,
Filistin sorununun çözümsüzlüğünün büyük ölçüde siyasi tercihlerin ve yönetici
elitlerin iç iktidar dinamiklerinin bir sonucu olduğunu savunur. Eğer Arap
devletleri bu varsayımsal durumu gerçekleştirmiş olsalardı, Lewis’in analizine
göre, sorunların insani ve mülteci boyutu büyük ölçüde çözülebilir,
ancak çatışmanın ideolojik ve rejimleri koruma amaçlı boyutu muhtemelen
başka bir biçimde devam ederdi.
Lewis’in kaynaklarda ortaya koyduğu temel
eleştiriler ve bu varsayımsal senaryonun olası sonuçları aşağıda detaylı olarak
incelenmiştir:
1. Mülteci Trajedisinin Önlenmesi (İnsani Boyut)
Lewis, 1948 ve 1967 savaşları sonrasında
Filistinlilerin yaşadığı insani trajedinin, diğer Arap ülkeleri tarafından kasıtlı
olarak çözümsüz bırakıldığını net bir şekilde ifade eder.
- Gerçek Durum: Filistinliler, pan-Arap
davasının en hevesli destekçileri olmalarına rağmen, Ürdün dışında
neredeyse bütün Arap ülkelerinde yabancı muamelesine tabi
tutulmuşlardır. Onlar ne yerlerine iade edilmişler ne de yeni
yerlere yerleştirilmişlerdir. Lewis, Ürdün’ün bu konuda tek istisna olduğunu, Batı Şeria’yı
ilhak ederek tüm Filistinli Araplara vatandaşlık hakkı verdiğini belirtir.
Oysa Mısır işgali altındaki Gazze'de bile Filistinlilere Mısır
vatandaşlığı verilmediği ve Mısır topraklarında serbestçe seyahat
etmelerine veya istihdam edilmelerine izin verilmediği aktarılmıştır.
- Lewis’in Vurgusu: Lewis'e
göre, bu mülteci sorununun çözümsüz kalması, Filistin liderlerinin ve
Arap devletlerinin iradelerini bu yönde koymamalarından
kaynaklanmaktadır. Bu durum, kampların ve içindeki mutsuz sakinlerin
korunmasını siyasi bir başarıya dönüştürmüştür.
- Varsayımsal Sonuç: Eğer
Arap devletleri "gerçek manada sahip çıksaydı," bu,
Filistinlilerin Arap Birliği üyesi devletlere vatandaş olarak kabul
edilmesi ve uluslararası toplumun da desteğiyle makul bir biçimde yerleştirilmesi
anlamına gelirdi. Bu durumda, Filistinlilerin yurtlarından edilmenin
getirdiği acı devam etse bile, kitlesel, statüsüz mültecilik sorunu
ve bunun yarattığı siyasi araçsallık ortadan kalkar, mevcut
sorunların en yakıcı insani temeli kururdu.
2. Birlik Sağlansaydı (Askeri ve Politik Boyut)
Lewis, Arap-İsrail çatışmalarındaki
başarısızlıkların ana nedenlerinden birinin, Arap devletlerinin kendi
aralarındaki birlik eksikliği ve rakip hevesler olduğunu
belirtir.
- Gerçek Durum: 1948’de
Arap ordularının yenilgisindeki başlıca etkenlerden biri, Arap
devletlerinin birlik olamaması; özellikle de Transürdün Kralı Abdullah
ile Mısır Kralı Faruk'un birbirine rakip hevesler içinde olmasıydı,
zira her ikisi de kendi bölgelerini genişletmeyi hayal ediyordu. Arap
Birliği'nin etkili bir eylem örgütlemekteki başarısızlığı, pan-Arabizmin
başarısızlığı olarak görülmüştür.
- Varsayımsal Sonuç: Eğer
Arap devletleri bu liderlik çatışmalarını aşarak askeri ve siyasi bir
birlik gösterebilselerdi, 1948 ve 1967 savaşlarının askeri sonuçları
farklı olabilirdi. Lewis’in bu konudaki analizi, Arap Birliği'nin,
İsrail'e karşı etkili bir eylem örgütlemekte ya da Filistinli Araplara
etkili yardım sunmakta başarısız olduğunu gösterir. Gerçek bir birlik,
İsrail’in varlığını engellemese bile, Lewis’in bahsettiği gibi, aşağılayıcı
ve onur kırıcı yenilgilerin önüne geçebilir ve Arap dünyasının
travmasını hafifletebilirdi.
3. Lewis’e Göre Sorunun Asıl Kökü: Emniyet Sübabı
Lewis’in analizine göre, Arap rejimlerinin
Filistin sorununa "sahip çıkmaması" bir hata değil, iç siyasi
hayatta kalma mekanizmasıydı. Bu durum, sorunun devam etmesinin asıl
nedenidir:
- Otoriter Rejimlerin İhtiyacı: Lewis, Ortadoğu
hükümetlerinin (çoğu otoriter rejimler) ekonomik yoksulluk ve politik
baskı konularındaki şikayet ve öfkenin başka bir yöne boşaltılması
için İsrail’in bir emniyet sübabı (faydalı bir supap) vazifesi
gördüğünü ileri sürer. Halkın, rejimleri altında yaşadığı sorunları
ve hoşnutsuzlukları özgürce ve korkusuzca ifade edebileceği tek alan
Filistin meselesi olmuştur.
- Barışın İstenmeme Nedeni: Lewis,
bu hükümetlerin, kendilerini bu değerli emniyet sübabından mahrum
bırakacak, onları yönetimleri altındaki insanların başka bir yöne
sapmamış öfkesiyle karşı karşıya bırakacak bir barış antlaşmasına
varmayı gerçekten isteyip istemediklerini sorgulamaktadır. Barış
süreçlerinin rutin bir düzen içinde bozulup gitmesi, hükümetlerin
çatışmayı çözümden uzak ama denetlenebilir bir durumda tutmayı
tercih ettiği sonucuna götürmektedir.
Nihai Değerlendirme:
Eğer Arap devletleri Filistinlilere gerçek
anlamda sahip çıksalardı (mültecileri entegre edip tam vatandaşlık vererek), bu
eylem İsrail ile barış yolunda büyük bir adım olurdu ve çatışmanın en
büyük yakıtlarından biri olan mülteci sorunu çözülürdü.
Ancak Lewis’in
temel tezine göre, sorunların devam etme potansiyeli, Filistinlilerin
değil, Arap rejimlerinin kendi despotik/diktatörce yönetim biçimlerinden
ve bu yönetimlerin meşruiyet kriziyle başa çıkma gereksinimlerinden
kaynaklanıyordu. Lewis, bu rejimlerin iktidarlarını kaba kuvvetle aldığını ve
koruduğunu, genellikle ömür boyu sürdüğünü ve giderek kalıtsal hale geldiğini
belirtir. Eğer dış düşman (İsrail) ortadan kalksaydı veya tehlike olmaktan
çıksaydı, Lewis’in öngörüsü, bu sefer halkın öfkesinin doğrudan kendi
hükümetlerine yöneleceği ve bu durumun rejimler için yeni ve daha büyük iç
sorunlar yaratacağı yönünde olurdu.
Dolayısıyla, Lewis'in çerçevesine göre, sorunlar
devam ederdi, ancak Filistin meselesi dışındaki iç siyasi ve ekonomik
adaletsizlikler üzerine odaklanarak farklı bir biçim alırdı. Arap
devletlerinin reform ve modernleşme çabalarının başarısızlığı, toplumsal
parçalanma ve zorbalık/terör bileşiminde zirveye tırmanan yönetim biçimleri
(önceki yazılarımızda Lewis'in Osmanlı'nın gerilemesini ve modern Ortadoğu'daki
yönetim sorunlarını eleştirişinde bu temalar sıkça geçmektedir) sorunun özünü
oluşturmaktadır.
Arap-İsrail
Çatışması Arkaplanı
Bernard
Lewis'in Ortadoğu politikaları ve Arap-İsrail çatışması üzerine yaptığı
analizler, İsrail'in eylemlerinin temel motivasyonunu Arapları kasıtlı olarak
kontrol altında tutma ve zayıf bırakma amacı üzerinden değil, çatışmanın Arap
rejimlerine sağladığı iç siyasi faydalar üzerinden ele alır.
Lewis, çatışmanın devam etmesinin, Arap
devletlerinin kuvvetli devletler olmasına mani olma etkisini doğrudan
İsrail'in yayılmacı politikasının birincil amacı olarak göstermemekle birlikte,
bu durumun otoriter Arap rejimleri için bir hayatta kalma mekanizması
işlevi gördüğünü kapsamlı bir şekilde açıklamıştır.
Lewis’in bu konudaki temel vurgusu, çatışmanın
bir "emniyet sübabı" / supap görevi görmesidir:
1. Çatışmanın Otoriter Rejimler İçin
"Emniyet Sübabı" İşlevi
Lewis, İsrail'in varlığının ve ona karşı yürütülen
mücadelenin, Arap halklarının yönetimlerinden duyduğu öfke ve hoşnutsuzluğu
dışarıya yönlendirmenin en etkili yolu olduğunu belirtir. Bu durum, Arap
rejimlerinin kendi iktidarlarını korumaları için kritik bir fayda sağlar:
- Şikâyet Alanı: Müslüman
ülkelerde medyanın devlet kontrolünde olduğu veya sıkı gözetim altında
tutulduğu durumlarda, insanların özgürce ve korkusuzca fikirlerini
ifade edebilecekleri tek alan Filistin meselesi olmuştur.
- Öfkenin Başka Yere Boşaltılması: İsrail, çoğu Müslüman
halkın içinde yaşadığı ekonomik yoksulluk ve politik baskı
konusundaki şikâyetlerin ve öfkenin başka yere boşaltılması için faydalı
bir supap vazifesi görmektedir. Bu, Lewis’in daha önceki
yazılarımızda (Osmanlı’nın gerileme eleştirilerinde) vurguladığı, yönetim
biçimlerinin (despotizm/diktatörce sistemlerin) iç sorunlarını
çözememesinin bir yansımasıdır.
- Rejimin Hayatta Kalması:
Rejimler, iktidarlarını gönülsüz bir ülke üzerinde koruyabilmek için bitmek,
tükenmek bilmez aksilikler ve krizlere başvurmaktadır. Lewis, halkın
barışçı ve yorgun olduğunu, ancak liderleri tarafından kışkırtılıp
sürüklendiğini öne sürerek, savaş psikozuna ihtiyacı olanın rejim
olduğunu belirtir.
2. Barışın İstenmemesi ve İç Sorunların Gölgede
Kalması
Lewis, Arap hükümetlerinin (çoğunlukla
diktatörlüklerin), kendilerini bu değerli emniyet sübabından mahrum
bırakacak ve onları halkın başka bir yöne sapmamış öfkesiyle karşı
karşıya bırakacak bir barış antlaşmasına varmayı gerçekten isteyip
istemediklerini sorgular.
- Lewis'in
Tespiti:
Lewis'e göre, Filistin sorununun çözümü (ve mültecilerin entegrasyonu),
otoriter rejimlerin kendi meşruiyetlerini koruma araçlarını
kaybetmeleri anlamına gelirdi, bu da yeni ve büyük bir iç siyasi sorun
yaratabilirdi.
- Çatışmanın Sürdürülmesi: Barış
sürecinin rutin bir düzende bozulup gitmesi, Lewis'e göre, hükümetlerin
çatışmayı çözümden uzak ama kontrol edilebilir bir durumda tutmayı
tercih ettiği sonucuna götürebilir.
3. Arap Birliklerinin Eksikliği
Arapların kuvvetli devletler olamamasının asıl
nedenleri Lewis tarafından iç çelişkiler ve birlik olamama
sorununa bağlanmıştır. İsrail'in varlığı, bu iç sorunların dışarıya yansımasını
kolaylaştırmıştır.
- Lewis, 1948 Arap-İsrail Savaşı'ndaki Arap yenilgisindeki başlıca
etkenlerden birinin Arap devletlerinin birlik olamaması, özellikle
de Transürdün Kralı Abdullah ile Mısır Kralı Faruk'un birbirine rakip
hevesler içinde olması olduğunu belirtir.
- Arapların İsrail'in
kurulmasını engellemekte ya da onu ortadan kaldırmakta başarısız olmaları,
Lewis’e göre, pan-Arabizmin bir başarısızlığıdır ve toprakların
geri alınması ya da yeniden iskân yoluyla Filistinli Araplara etkili
yardım sunmakta başarısız olunmuştur.
Dolayısıyla,
Lewis'in görüşüne göre, İsrail'in yayılmacı politikası Arap devletlerinin zayıf
kalmasının nedeni olmaktan çok, Arap rejimlerinin bu çatışmayı kendi
zayıflıklarını ve despotik/diktatörce yönetim biçimlerini gizlemek ve
halkın hoşnutsuzluğunu dışa vurmak için faydalı bir araç olarak
kullanması, sorunların devam etmesinin ve Arap devletlerinin birlik olup
güçlenememesinin anahtarıdır.
Lewis,
Batı'daki bazı çevrelerin de (Batı yanlısı politikaları eleştirenlerin) bu
despotları Batı çıkarlarına dost kalmaları şartıyla hoş görme eğiliminde
olduğunu; zira Batı'nın da despotların düşman değil, dost olmasını sağlamayı yeterli
gördüğünü ifade ederek, çatışmanın sürekliliğinde yalnızca Arap rejimlerinin
değil, küresel güçlerin de dolaylı sorumluluğuna işaret eder.
Bernard Lewis'in, İsrail'in görece küçük nüfusuna
(ki Lewis'in analizi, devletin sayı ve silah bakımından küçük olduğu
tespiti üzerine kuruludur) rağmen risk almasını ve devam eden çatışmaları
açıklarken ortaya koyduğu temel sebep, İsrail Devleti'nin varoluş / existential
bir tehdit altında olduğu algısı ve bunun getirdiği kaçınılmaz savunma ve
hayatta kalma stratejisidir.
Lewis, bu durumu Arapların siyasi ajandaları,
İsrail’in kendi varoluş felsefesi ve Arap rejimlerinin iç dinamikleri
arasındaki karmaşık etkileşim üzerinden açıklamaktadır.
İşte Lewis’in bu konudaki analizinin üç temel
dayanağı:
1. Varoluşsal Tehdit ve Hayatta Kalma Zorunluluğu
Lewis'e göre,
İsrail'in riskli eylemlerinin altında yatan en önemli sebep, Arapların İsrail'i
yok etme kararlılığında olduğu inancıdır.
- Yok Edilme Korkusu: Lewis,
İsrailliler için her şeyin ötesinde bir tek gerçek olduğunu belirtir:
Arapların İsrail'i ve hatta belki de vatandaşlarını ortadan kaldırmaya
kararlı olmalarıdır. İsrailliler, deneyimlerinden böyle işler yapabilecek
insanlar olduğunu ve başkalarının da oturup ses çıkarmadan bunu
seyredeceğini bilmektedirler.
- Çatışmanın Özü: Lewis,
krizin sebepleri ve sorumluları ne olursa olsun, meselenin bir sınır ya da
abluka sorunu olmadığını, Arap-İsrail ilişkileri sorununun ta kendisi olduğunu vurgular;
esas mesele İsrail'in yıkılması ya da ayakta kalmasıdır.
- Küçük Devletin Güvenliği: İsrail,
mevcut varolma hakkını reddeden komşular tarafından kuşatılmış, sayı ve
silah bakımından küçük bırakılmış bir devlettir. Hayatta kalması,
büyük ölçüde Batı kökenli niteliksel sınırına / qualitative edge
bağlı sayılabilir. Bu niteliksel üstünlüğü (teknoloji, askeri güç ve
organizasyon) koruma zorunluluğu, küçük nüfusa rağmen riskli görülen
askeri ve politik hamlelerin temelini oluşturur. Bu, Arapların yıkımı
amaçlayan eylemlerine karşı, İsraillilerin ayakta kalmayı amaçlayan
eylemini savunma amaçlı olarak görmeleri anlamına gelir.
2. Tarihsel Aşağılanma ve Askeri Yenilgi
Psikolojisi
Arapların İsrail'i ortadan kaldıramamasının Lewis
tarafından "pan-Arabizmin bir başarısızlığı" olarak nitelendirilmesi,
Arap cephesinde büyük bir şok ve aşağılanma yaratmıştır. Bu durum, Lewis'in
analizine göre, İsrail için tehdidin sürekli ve varoluşsal kalmasına neden
olmaktadır.
- Bulaşıcı Utanç Duygusu: 1948 ve 1949'daki İsrail
zaferleri, Araplar arasında dindirilemez bir utanç duygusuna yol
açmıştır; bu utanç, Arap ordularının "Siyonist çeteler" olarak
küçümsedikleri bir halk tarafından yenilgiye uğratılmasından
kaynaklanıyordu. Araplar için İsrail'in doğuşu, Filistinliler için
getirdiği ıstırap ve diğer Araplara getirdiği aşağılanma nedeniyle nakba
/ felaket olarak adlandırılan bir dönemin başlangıç noktasıdır.
- Sürekli Yıkım Amacı: Bu
aşağılanma duygusu, Lewis'in ifade ettiği gibi, İsrail'in mevcudiyetine
son verme amacını, Mısırlılar hariç, tüm Arap devletlerinin siyasi ve
diplomatik hedeflerinde neredeyse kırk yıl boyunca (kitabın yazıldığı
döneme kadar) sürdürmesine neden olmuştur; bu da Lewis'in anormal
bir durum olarak nitelediği bir durumdur, zira başka hiçbir büyük
uluslararası çatışmada bir taraf diğerini haritadan sileceğini ilan
etmemektedir.
3. Arap Rejimlerinin İç Politika Dinamikleri
(Karşı Kontrol/Meşgul Etme Analizi)
Arapların güçlü devletler olmasına mani olma
konusundaki yayılmacı politika hipotezi yerine Lewis, çatışmanın devam etmesini
sağlayan ana kuvvetin, Arap devletlerinin iç siyasi çıkarları olduğunu
ileri sürer. İsrail'in varlığı, Arap rejimleri için siyasi bir araç / supap
işlevi görmektedir:
- Emniyet
Sübabı / Supap Rolü:
Lewis, Filistin meselesinin Arap hükümetleri için (çoğu despotik /
diktatörce rejimler) bir emniyet sübabı / safety valve
görevi gördüğünü savunur. Halkın, rejimlerinden duyduğu öfke (ekonomik
yoksulluk, politik baskı) ve hoşnutsuzluk, kolaylıkla İsrail'e
yönlendirilmektedir.
- İktidarın Korunması: Lewis,
savaş haline ve savaş psikozuna ihtiyacı olanın rejim olduğunu
belirtir; çünkü iktidarını gönülsüz bir ülke üzerinde koruyabilmek için bitmek,
tükenmek bilmez aksilikler ve krizlere başvurmaktadır.
- Barışın İstenmeme Nedeni: Lewis,
bu rejimlerin, barış antlaşmasına vararak kendilerini bu değerli
emniyet sübabından mahrum bırakmak ve onları halkın başka bir yöne
sapmamış öfkesiyle karşı karşıya bırakmak istemediklerini açıkça
sorgular. Dolayısıyla,
Arap devletlerinin kuvvetli devletler olamamasının ve iç sorunlarının
devam etmesinin temel nedeni Lewis’e göre, İsrail'i bir dış düşman
olarak kullanma yönündeki kendi kasıtlı politik tercihleri ve kendi
aralarındaki birlik eksikliğidir.
Sonuç olarak, Lewis'e göre, İsrail'in riski
artırma pahasına uyguladığı politikalar (yayılmacı addedilenler dahil), varoluşsal
tehdit algısından kaynaklanmaktadır, zira İsrail ayakta kalmayı amaçlayan
eylemlerinin savunma amaçlı olduğuna inanmaktadır. Arap rejimleri ise bu
çatışmanın devamını kendi iktidarlarını sürdürmek için kritik bir siyasi araç
olarak gördüğünden, çatışmanın sürmesi dolaylı olarak Arapların güçlenmesini
engellemektedir.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder