Yahudi Padişahın Ve Vezirin Hikayesi
Mevlâna’nın Hıristiyanlarla ilgili
anlattığı ilk hikaye, Mesnevî’nin birinci cildinin üçüncü hikayesi olan
“Taassup yüzünden Hıristiyanları öldüren Yahudi padişahın hikayesi”dir. Sözünü
ettiğimiz hikaye Mesnevî’nin birinci cildinde 321-739. beyitler arasında yer
almaktadır:
“Yahudiler arasında zâlim, İsâ
düşmanı ve Hıristiyan öldüren bir hükümdar vardı. Peygamberlik zamanı ve nöbeti
İsa’nındı. Musa devri geçmişti. Öyle olmakla beraber o, Musa’nın; Musa da o’nun
ruhu mesâbesindeydi. O şaşı hükümdar Allah yolunda iki demsâz ve hemdem olan
Musa ve İsa’yı birbirinden ayrı gördü. Yahudi hükümdar çıfıtlık kini ile o
kadar şaşı oldu ki, aman Yâ Rabbî sana sığındık! Ben Musa dininin hâmî ve
yardımcısıyım diye yüz binlerce mazlum mümîni öldürdü. Yahudi hükümdarın sapık
ve hileci bir veziri vardı ki hile ile suyun üstüne düğüm vururdu. Bu vezir
dedi ki, Hıristiyanlar canlarını kurtarmak için dinlerini hükümdardan
gizlerler. Onları öldürme ki, öldürmenin faydası yoktur. Din, misk ve öd ağacı
değildir ki kokusu olsunda ondan anlaşılsın.
Hükümdar vezire sordu ki o halde ne
tedbir alalım? Bu hilenin, bu yalanın –Yani İseviliğin- yayılmasına mâni
olmanın çaresi nedir? Tâ ki dünyada Nasrâniliğini ilan eden, yahut gizli din
kullanan bir Hıristiyan kalmasın. Vezir dedi ki: Şahım, kulağımı ve elimi
kestir ve acı bir hüküm ile burnumu ve dudağımı yardır. Ondan sonra beni
darağacının altına getir. O sırada bir şefaatçi çıksın ve senden affımı
istesin. Bu işi tellal çağrılan ve kalabalık olan dört yol ağzı bir meydanda
yaptır. Ondan sonra beni yanından uzaklaştır ve uzak bir şehre sür ki,
Hıristiyanlar arasında şer ve fitne çıkarayım. Gizli olarak diyeyim ki: Ben
sırren Hıristiyan’ım. Ey sırların âlimi olan Rabbim sen bilirsin. Şah benim
imânıma vâkıf oldu. Yahudilik taassubu dolayısıyla canıma kastetti. Dinimi
gizlemek, şahın dinini izhâr etmek istiyordum. Şah esrarımdan koku aldı.
Sözlerim onun nezdinde töhmetli tutuldu. Şah bana dedi ki: Senin sözün, içinde
iğne bulunan ekmek gibidir. Senin kalbinden benim kalbime pencere vardır. Ben o
kalp penceresinden senin halini gördüm. Halini görüp anladığım dedikoduna kulak
asmam. Eğer İsa dini yardımcım olmasaydı şah beni çıfıtçasına parçalatacaktı.
İsa için canımı feda eder, başımı veririm. Hatta bundan dolayı kendimi yüz bin
kere minnettar sayarım. İsa’dan canımı esirgemem, lakin onun dinine dair iyiden
iyiye malumatım vardır. O pak dinin birtakım cahiller arasında kalıp ziyana
uğrayacağına hayıflanıyorum. Allah’a ve İsa’ya şükür ki biz bu
hak dinin rehberi
olmuşuz. Yine şükrolsun ki o çıfıttan
da çıfıtlıktan da kurtulmuş, Hıristiyanlık zün- narını
belimize bağlamışız. Ey insanlar; zaman İsa devridir. O’nun dinine ait esrarı
candan gönülden dinleyiniz.
Vezir bu hileyi sayıp dökünce,
hükümdarın kalbindeki endişeyi tamamıyla izâle etti. Hükümdar vezirin dediği
siyaseti onun hakkında yaptırdı. Ahali ise vezirin cürümü ve cezası karşısında
hayran kaldı. Hükümdar veziri, Hıristiyanların bulunduğu memlekete sürdü. O da
gittiği yerlerde onları davete başladı. Yavaş yavaş mezhebine girmek suretiyle
yüz binlerce Hıristiyan vezirin başına toplandı. Vezir o cemaate İncil’in,
zünnarın, namazın esrarını gizlice anlatıyordu. Vezir zâhirde din hükümlerinin
vâizi idi. Lâkin batında ve hakîkatte kuşbazların ıslığı ve tuzağı gibiydi.
Bundan dolayı ashaptan bazıları, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den insanı azdıran
nefsin hilesine dair malumat isterlerdi... Hıristiyanlar tamamıyla o vezire
tabi oldular. Zaten avam insanların taklit kuvveti nedir ki? Vezirin
muhabbetini kalplerine ektiler. Kendisini İsa’nın vekili farz ettiler. O vezir
hakikatte tek gözlü ve melun bir deccal idi. Ey ni’me’l-mûîn olan Allah; imdâda
yetiş!... O alçak vezirin aslı ve mayası haset idi. Onun kulağını ve burnunu
batıl yere ve bedava olarak verdi... Vezir gibi halkı sapıtmayı kendine sermaye
yapma ve herkesi namazdan, niyazdan ve ibadetten alıkoyma.
O kafir vezir ki din nasihatçisi
kılığına girmiş, hile ile bâdem helvasına sarımsak karıştırmıştı. Kuvve-i
zaikası olanlar –yani ağzının manevi tadı yerinde bulunanlar- vezirin
sözlerindeki lezzet arasında bir de acılık duyuyorlardı. Vezir nükteli sözler
söylüyordu. Lakin o sözler, içine zehir karıştırılmış şeker şerbeti gibi idi.
Vezirin zahiri kelamı: Hak yolunda gayretli ol diyordu. Zımnen ve fiilen ise
rûha atâlet ve miskinlik tavsiye ediyordu... Veziri dinleyenlerden her kim
anlayışlı ve zevk sahibi değilse, vezirin sözleri onun boynuna halka gibi
geçiyordu. Hükümdardan ayrı olarak vezir altı sene müddetle İsevi’lerin penâhı
ve muktedâsı oldu. Halk –yani Hıristiyanlar- dini de, kalbi de ona teslim
ettiler, onun emrine ve hükmüne karşı can fedâ edecek dereceye geldiler. Vezir
ile hükümdar arasında gizli muhabere oluyordu. Vezirin vaatlerinden hükümdarın
kalbi rahatlaşıyordu. Hükümdar ona: Ey benim makbulüm, zamanı geldi. Kalbimdeki
endişeyi çabucak gider, diye bir mektup yazdı. Vezir ise “Şahım İsa dinine
fitne düşürmek işiyle meşgulüm”, diye cevap gönderdi.
İsa kavminin rabt u zabt hususunda on
iki hakimi vardı. Her fırka, ayrı bir beyin tabii idi ve tamahkarlık sevkiyle
onun kulu ve kölesi olmuştu. Bu on iki bey ile onların kavmi, o nişanı kötü
vezirin itaatine girmiş ve bendesi olmuştu. Hıristiyan beyleriyle tâbîlerin
hepsi de vezirin sözlerine kanmışlar, ahvâl ve harekâtına bağlılık
göstermişlerdi. Vezir öleceksin demiş olaydı, o beylerden her biri, her an ve
saat huzurunda can verirdi. Vezir o beylerden her birinin namına bir tomar
tanzim etti ki tomarların hepsi de meslek ve mezhep itibarıyla bambaşka idi. O
tomarlardan her birinin hükümleri başka türlü ve biri, başından sonuna diğerine
aykırı idi. Tomarın birinde, riyâzet ve açlık yolunu, tövbenin ve günahlardan
dönüşün rüknü kılmış. Tomarın birinde demişti ki: Riyâzetin faydası yoktur. Bu
yolda cömertlikten başka kurtulacak cihet bulunmaz. Tomarın birinde de demişti
ki; senin açlığın da cömertliğin de
mağbuduna karşı şirk koşman olur. Gamda olsun, rahatta olsun, tevekkül ve
teslimden başka amellerin hepsi hile ve tuzaktan ibarettir. Tomarın birinde
demişti ki: Vacip olan hizmettir. Yoksa tevekkül düşüncesi bâis-i töhmettir. Tâ
ki o emir ve nehiylerle kendi aczimizi ve Hakk’ın kemâl-i kudretini görüp
anlayalım. Tomarın birinde demişti ki: Kendi aczini görme, aklını başına al.
Kendinde acz görmek, Allah’ın nimetine küfran göstermektir.
Kendi kudretini gör ki bu kudret ondandır. Kendindeki kudreti Allah’ın bir
nimeti bil. Tomarın birinde demişti ki: Bu ikisinden –yani kendinde acz ve
kudret görmekten- geç. Nazara sığan, görülebilen her ne varsa tevhid yolunda
manevi put sayılır. Tomarın birinde demişti ki: Bu mumu söndürme. Çünkü nazar
ve istidlâl bu meclisin mumu gibidir. Nazar ve istidlâlden geçersen, vuslat
gecesinin yarısında mumu söndürmüş, karanlıkta kalmış olursun. Tomarın birinde
demişti ki: Korkma, nazar ve istidlâl mumunu söndür. Yani müessiri bulmak için
esere bakmaktan vazgeç ki ona mukabil yüzlerce nur görmüş olasın... Tomarın
birinde demişti ki: Allah sana ne vermişse, onu icâd ederken sana şirin
kılmıştır. Tomarın birinde demişti ki: Kendi isteğini bırak. Çünkü senin
tabiatınca makbûl olan, kötü ve merdûd bir harekettir. Tomarın birinde demişti
ki: Allah’ın müyesser kıldığı şeyler –yani icrasını kolaylaştırdığı hareketler-
kalbin hayâtı ve rûhun gıdasıdır... Tomarın birinde demişti ki: Kendine bir
üstat bul. Haseb ve neseb dolayısıyla âkıbet-i umûra vâkıf olamazsın. Tomarın
birinde demişti ki: Üstadı tanıdığın için üstat sensin. Tomarın birinde demişti
ki: Bunların hepsi birdir. İki gören şaşı bir zavallıdır. Tomarın birinde
demişti ki: Yüz nasıl bir olur? Böyle düşünen delidir. Her biri diğerine zıt
bir sözdür. Nasıl olabilir ki biri zehir, öbürü şekerdir?
İsa dininin düşmanı olan o Yahudi
vezir bu tarzda ve nevide on iki tomar yazdı... O Yahudi vezir hükümdarı gibi
cahil ve gâfil idi. Bunun için kadim ve kabulü zaruri olan bir emr-i ilâhî ile
pençeleşmeye kalkıştı. Öyle bir Kâdir-i mutlak uğraşmak istedi ki, bunun gibi
yüzlerce âlemi bir dem içinde, yahut bir kün emriyle yokluktan vücûda
getirir... O vezir de, onun gibi yüz, hatta yüz bin vezirin de hîlesini Allah,
bir kıvılcımla mahveder. Cenab-ı Hak, o Yahudi vezir ve emsâlinin düşündükleri
hileleri, mazlumlar hakkında hikmet hâline getirir. Yine zehirli su gibi olan
tezvirlerini mağdurları için şerbet derecesine çıkarır... O vezir,
kendiliğinden başka bir hile yaptı. Vaazı bıraktı, halvete oturdu. Kırk elli
gün kadar halvette oturup müritlerini ayrılık ateşine yaktı. Halk o vezirin hâl
u kâli ve zevk u iştiyâkından deli divâne oldu. Müritler ağlayıp vezirin dışarı
çıkması için yalvarıyorlardı. O ise halvet hanesinde riyâzat yüzünden iki kat
olmuştu. Müritler diyorlardı ki: Sensiz bizim için hidayet nuru yoktur. Yedici
bulunmazsa körün hali nasıl olur? İkram ve ihsan etmiş olmak için ve Allah
aşkına artık bundan fazla bizi kendinden ayırma. Biz çocuk gibiyiz ki sen de
dadımız mesâbesindesin. Terbiye ve irşâd gölgeni başımızdan eksik etme. Vezir
dedi ki: Rûhum dostlarımdan uzak değildir. Lakin dışarıya çıkmam için müsaade
yoktur. Hıristiyan vezirleri şefaat için, diğerleri de nefislerini kötülemek
üzere vezirin yanına geldiler. Dediler ki: Ey kerim olan vezir, biz sensiz,
gönlümüzden,
dinimizden yetim kalmış olduk. Bizim
için bu ne bedbahtlıktır. Sen halvetten çıkmamak için bahane buluyorsun. Bizim
ise yüreğimiz yandığı için yüreğimizi çekiyoruz. Biz senin güzel sözlerine
alışmış, süt gibi olan hikmetlerini bol bol içmiştik. Allah aşkına olsun bize
bu cefayı etme, lutfeyle de halvetten çıkmak için bugünü yarına bırakma. Bu
aşıklar sana gönül vermişlerdir. Sen olmayınca delâlete düşeceklerdir. Hepsi de
senin firakında karada kalmış balık gibi çırpınıyorlar. Derenin bendini aç da
suyu salıver. Ey şu asırda misli bulunmayan, Allah aşkına olsun, halkın
feryâdına koş ve imdâda yetiş. Vezir dedi ki: Ey dedikoduya angarye olarak
tutulmuş gevezeler, ey vaaz, söz, dil ve kulak arayanlar. Adi bir hissin mevzii
bulunan kulağınıza pamuk tıkayınız, bilakis gözünüzdeki his bağını çözüp
atınız. Guş-ı sırrın, yâni bâtın kulağının pamuğu bu zahirdeki kulaktır. Bu
kulak tıkalı bulunmadıkça manevi kulak sağır demektir. Hissiz, kulaksız ve
fikirsiz olun ki irciğ hitabını işitesiniz... Müritlerin hepsi dediler ki: Ey
sıvışmak için fırsat arayan hakîm, bu hileyi, bu cefayı bize yapma. Yük
taşıyacak hayvana kudretine göre yük vur. Zayıf insanlara da tâkâtleri miktarı
iş buyur...Vezir müritlere dedi ki: Delil ve hüccetlerinizi kısa kesiniz.
Verdiğim nasihatlere kalbinizde ve ruhunuzda yol veriniz. Ben bu halvethaneden
dışarı çıkamam. Çünkü kalp ahvâli ile meşgûlüm. Müritlerin hepsi dediler ki: Ey
vezir, sana söylediğimiz sözler, itiraz ve inkar kabilinden değildir. Bizim
temennilerimiz, yabancıların sözüne benzemez...
O vezir halvethane dilinden seslendi
ki: Ey müritler, malumunuz olsun. İsa bana bütün dost ve akrabadan münferit ol
diye haber gönderdi. Yüzünü duvara çevir ve yalnız otur. Hatta kendi
varlığından halvet ve inziva et. Bundan sonra konuşma yoktur. Artık benim sözle
işim gücüm kalmamıştır. Dostlar, Allahaısmarladık. Ben ölmüşüm ve dördüncü kat
feleğe intikal etmişim. Bu intikalim felek-i nârî altında meşakkat çekmemek ve
odun gibi yanıp mahvolmamak içindir. Artık dördüncü kat semada İsâ’nın yanında
oturacağım. Sonra Hıristiyan beylerini çağırdı. Tenhaca her biriyle görüşüp
konuştu. Her birine dedi ki: İsa dininde Hakk’ın vekili ve benim halefim sensin
Öbür beyler senin tebğan olacaktır. İsa hepsini senin tabilerin kılmıştır.
Serkeşlik edecek beyi yakala, ya öldür, yahut esir et. Lakin ben sağ oldukça şu
vasiyeti kimseye söyleme. Ben ölmedikçe de riyâset ve niyâbet talebine
kalkışma. İşte bu tomarı ve dîn-i İsa hükümlerini ümmete karşı birer birer ve
fesâhatle oku. Beylerden her birine ayrı ayrı olarak Hak dininde senden başka
vekil yoktur dedi. Her birini birer birer tazîz ve takdîs etti, ona söylediğini
aynen buna da söyledi. Her birine birer tomar verdi ki murâd ve mazmûnları
birbirine zıt idi. Eliften ye’ye kadar olan harflerin şekli nasıl muhtelif ise,
o tomarların metni de öylece birbirine aykırı idi. Bu tomarın hükmü, diğerinin
zıddı idi. Nitekim bu tezadı evvelce beyân etmiştik. Ondan sonra kırk gün
kapısını kapadı, kendisini öldürüp varlığından kurtuldu.
Halk vezirin öldüğünü haber alınca
mezarının başı mahşere döndü. Halk, saçını sakalını yolarak ve elbisesini
yırtarak onun matemine o kadar toplandı ki, Arap’tan, Türk’ten, Rum’dan ve
Kürt’ten mürekkep o kalabalığın sayısını ancak Allah biliyordu. Onun mezarının
toprağını başlarına saçtılar. Onun derdini kendileri
için derman saydılar. O kimseler, vezirin kabri başında bir ay oturup matem
ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Bir ay sonra halk dedi ki: Ey
büyükler, beylerden vezirin yerine geçecek kimdir? Ki o vezirin makamında imam
ve muktedâ tanıyalım; ve elimizi, eteğimizi onun eline teslim edelim... O mukte- danın yani
vezirin ölümünden sonra kalktılar ve yerine vekil istediler. O beylerden biri
ilerledi. O vefakar kavmin yanına gitti. Dedi ki, işte o zatın vekili, hatta
İsa’nın bu zamanda nâibi bendim. İşte bu tomar benim vesikamdır ki ondan sonra
niyâbet ve riyâset benim hakkımdır. Diğer bir bey de pusudan çıktı ve ortaya
atıldı; o da hilâfet davâsında idi. O da koltuğunun altında bir tomar gösterdi.
Bunun üzerine ikisinde de çıfıt gazabı peyda oldu. Diğer beyler de birer birer
ve birbirinin arkasından keskin kılıçlar çekerek geldiler. Her birinin elinde
kılıç ve tomar vardı. Neticede azgın filler gibi birbirlerine girdiler. Yüz
binlerce Hıristiyan maktul düştü. Kesilmiş başlardan tepeler peydâ oldu.
Sağdan, soldan kan selleri aktı, havaya dağlar gibi tozlar kalktı. Vezirin
ektiği fitne tohumları, o ölülerin başlarına afet olmuştu. Cevizler kırıldı.
İçi olanların ölümden sonra temiz ruhu kaldı...”[1]
Bu önemli kıssa, taassup /fanatizm/ sebebiyle
Hıristiyanlara zulmeden iki farklı Yahudi padişahının ve onların kurduğu
hilelerin detaylı anlatımını içermektedir. Konuyu, kaynaklardaki ince detayları
koruyarak ve yorum katmadan, kapsamlı bir şekilde sunmak gerekmektedir:
I. Birinci
Yahudi Padişah ve Vezirin Düzeni
Hikâye, Yahudiler arasında İsa düşmanı ve zalim,
taassup sahibi bir padişahın devrinde başlar. Kaynaklarda bu padişahın, Tanrı
yolundaki iki dostu (Musa ve İsa’yı) birbirinden ayrı görme hatasından dolayı
"şaşı padişah" olarak nitelendirildiği belirtilir. Padişah,
"Musa dininin koruyucusuyum" iddiasıyla yüz binlerce mazlum mümini
katletmiştir.
Vezirin Hilesi
ve Sebepleri
Padişahın, hile ve düzen kurma konusunda suyu
bile düğümleyebilecek kadar usta, yol kesici, hilekâr bir veziri /vezir/ vardı.
Vezir, padişaha Hıristiyanları öldürmenin dinlerini yok etmeyeceğini, zira
inançlarının misk veya öd ağacı gibi kokusunun çıkmayacağını ve yüz kılıf
içinde gizli bir sır olduğunu söyledi.
Padişah, dünyada ne açık ne de gizli bir
Hıristiyan kalmaması için bir çare /hile ve tezvir/ istediğinde, Vezir çok
karmaşık bir plan sundu:
- Padişah, gazapla /öfkeyle/ hükmederek Vezir'in kulağını ve elini
kestirmeli, burnunu ve dudağını yardırmalıydı.
- Ardından Vezir, tellâl /tellal/ pazarında /pazarda/ darağacına /idam
sehpasına/ götürülmeli ve tam bu sırada bir şefaatçi /aracı/ ortaya çıkıp
Vezir'in suçunun affını dilemeliydi.
- Bu olaydan sonra Vezir, padişahın huzurundan uzak bir şehre
sürülmeliydi.
Bu düzene göre Vezir, sürüldüğü yerde gizlice
Hıristiyan olduğunu ve padişahın, imanını anladığı için bu taassup /fanatizm/
yüzünden canına kastettiğini iddia edecekti. Böylece padişahın sırlarından koku
aldığını ileri sürerek kendi pak dinlerinin cahiller arasında mahvolmasına
üzüldüğünü söyleyecek ve "Yahudilikten kurtulup Hıristiyanlık zünnarını
/kuşağını/ belimize bağladık" diyerek halkı İsa’nın sırlarını dinlemeye
davet edecekti.
Hilenin
Sonuçları ve İç Savaş
Vezirin önerdiği siyaset aynen uygulandı.
Hıristiyanların oturduğu tarafa sürülen Vezir, gizlice İncil’in, zünnarın ve
namazın sırrını anlatmaya başladı. Yüz binlerce Hıristiyan yavaş yavaş
etrafında toplandı; Vezir’in vaazları görünüşte din hükümleriyken, hakikatte
onları avlamak için bir ıslık ve tuzaktı. Halkın /avamın/ taklit /taklit/ gücü
zayıf olduğundan, ona tamamen gönül verdiler ve onu İsa’nın vekili /halifesi/
zannettiler. Kaynaklar, bu Vezir'in hakikatte "tek gözlü ve melun bir
Deccal" olduğunu belirtir.
Vezir, vaazı bırakarak kırk-elli gün halvete
/inzivaya/ girdiğini duyurdu. Halvetten çıkınca, İsa'nın kendisine bütün
dostlardan ayrı kalmasını emrettiğini, kendisinin öldüğünü /intikal ettiğini/
ve dördüncü kat gökte İsa’nın yanında oturacağını iddia etti.
Ölmeden önce Vezir, İsa kavminin on iki hakimi
/beyi/ olan emîrleri tek tek çağırdı. Her birine, İsa dininde Hakk’ın tek
vekili /halefi/ olduğunu ve diğer beylerin ona tabi /bağımlı/ olacağını
bildiren bir tomar /yazılı belge/ verdi. Ancak bu tomarların metinleri, meslek
ve mezhep itibarıyla tamamen başkaydı; hükümler birbirinin zıddı /tersi/ ve
aykırıydı . Vezir bu son hilesini de tamamladıktan sonra kendini öldürdü
/intihar etti/.
Vezirin vefatından bir ay sonra beyler,
ellerindeki çelişkili tomarlarla ortaya çıkıp reislik davasına kalkıştılar.
Emîrler birbirlerine düşüp keskin kılıçlar çektiler, sarhoş filler gibi
savaşmaya başladılar. Bu durum, dinlerinin de, hükümlerinin de karışık
/müşevveş/ bir hale gelmesine neden oldu. Sonuçta yüz binlerce Hıristiyan öldü,
Vezir’in ektiği fitne tohumları /tohumları/ bir âfete dönüştü.
II. İkinci
Yahudi Padişah ve Ateş İmtihanı
Vezir'in sebep olduğu bu karışıklıktan sonra,
aynı Yahudi soyundan gelen, İsa dinini tamamen mahvetmek isteyen başka bir
padişah ortaya çıktı. Kaynaklarda "köpek Yahudi" olarak anılan
bu hükümdar, yeni bir tedbir /önlem/ aldı: Büyük bir ateş yaktırdı ve ateşin
yanına bir put /idol/ diktirtti. Kural, puta secde edenin kurtulacağı, secde
etmeyenin ise ateşin tam ortasına oturacağıydı .
Ateş Mucizesi
ve Zulmün Sonu
Padişah, halkı korkutmak için bir kadını
çocuğuyla birlikte putun önüne getirdi. Çocuğu annesinin elinden alıp yanan
ateşe attı. Kadın, korkudan imanından vazgeçmeye ve puta secde etmeye
hazırlanırken, çocuk ateşin içinden haykırdı: “Ben ölmedim!” . Çocuk, ateşi,
görünüşte bir gözbağı /illüzyon/ olduğunu; hakikatte ise mana yakasından baş
çıkartmış, zuhur etmiş bir rahmet /merhamet/ olarak nitelendirdi.
Bu mucize üzerine, halk zorlama olmaksızın, sırf
dost aşkı /sevgili aşkı/ yüzünden kendilerini ateşe atmaya başladı. Padişahın
görevlileri, halkı ateşe atılmaktan menetmeye /alıkoymaya/ çalışıyordu.
Padişah, bu durum karşısında yüzü kara ve mahcup
/utanmış/ bir hâle geldi, gönlü sıkıldı. Padişah, ateşe dönerek, "Ey sert
huylu! Tabiatındaki o cihanı yakıcılık nerede? Niye yakmıyorsun? Sana tapmayan
nasıl kurtuldu?" diye çıkıştı.
Bunun üzerine görünmez âlemden /gaybden/ bir ses
geldi ve padişaha kahırlarının /ilahi azabın/ eriştiğini bildirdi. Ardından
ateş kırk arşın alevlendi, bir halka /çember/ oluşturdu ve tüm o Yahudileri
yaktı. Onların asıllarının zaten ateş olduğu ve en sonunda kendi asıllarına
döndükleri belirtilmiştir. Onlar, yalnızca mümini yakan bir ateştiler; kendi
ateşleri onları çörçöp gibi yaktı.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Yorumlar
Yorum Gönder