İBNU’L-FÂRİD’İN HAYATI
Adı,
Nesebi ve Künyesi
İbnu’l-Fârid’ın biyografisini yazan âlimler onun isminin Ebû
Hafs (Ebu’l- Kasım) Şerefuddîn ‘Ömer b. Ebi’l-Elasan ‘Alî b. Murşid b.’Alî
es-Sa‘dî el- Elamevî el-Mısrî olduğunda ittifak etmişlerdir. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sütannesi Elalîme’nin kabilesine
mensubiyetinden dolayı Sa‘dî, aslen Elamalı olduğundan Elamevî, doğduğu,
yerleştiği ve vefat ettiği yer Kahire olduğundan dolayı da Mısrî nisbeleriyle
anılır.
İbnu’l-Fârid’in nesebiyle ilgili olarak, torunu Şeyh ‘Alî,
şöyle bir rivayet aktarmaktadır: Dedesi bir gece rüyasında Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellemi görür ve Rasûlu'llâh ona nesebini sorar.
İbnu’l-Fârid de babasından ve dedesinden öğrendiklerine göre nesebinin Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in sütannesi Elalîme’nin kabilesi olan Benî Sa‘d’
a dayandığını söyler.
Yukarıda da ifade edildiği gibi İbnu’l-Fârid, babasının asıl
memleketine nisbetle de Elamalı sayılmasının yanı sıra kendi vatanı itibariyle
Mısırlıdır. Çünkü Mısırda doğmuş, büyümüş yetişmiş ve ömrünün büyük bir kısmım
Mısır’da geçirmiştir. Vefat ettiğinde de Mısırda defnedilmiştir.
Aşağıdaki beyitte şair, vatanının Mısır olduğunu açıkça
ifade etmektedir (Remel):
“Vatanım Mısır’dır,
emelim oradadır ve gözümün arzuladığı şey Mısır’ın Muştehâ’sidir. ”
Bazı kaynaklarda “Murşid” ismine de rastlanılmaktadır. Ancak
bu ismin ecdadından gelen bir ad olmadığı, bilakis tarikat mensubu olan
kişilerin kendi şeyhlerine vermiş oldukları bir lakab olduğu görülmektedir.
Şairin babası Mısır’da, mahkemede kadınların eşlerinden almaları gereken miras
ve nafakayı tespit işiyle uğraştığından “Fârid” diye bilindiği için şair, daha
çok İbnu’l-Fârid lakabıyla tanınmıştır. Ayrıca o, Şerefuddîn diye de sıfatlandırılmıştır.
Doğum Yeri
ve Tarihi
İbnu’l-Fârid’in doğum tarihiyle ilgili farklı bilgiler
olmakla beraber torunu Şeyh ‘Alî ve çağdaşı İbn Hallikân’ın üzerinde ittifak
ettikleri bilgiye göre şair, 4 Zilkade 576 (22 Mart 1180) tarihinde Kahire’de
doğmuş ve 2 Cumâdelûlâ 632 (23 Ocak
1234) tarihinde 56 yaşında Kahire’de vefat etmiştir. İbnu’l-Fârid, vefatının ardından, Mısır’da
Karâfe Kabristanı’nda bulunan ‘Arıd isimli mescidin yanında toprağa
verilmiştir.
Ailesinin
Hama’dan Mısır’a Göçü
Biyografi yazarlarının kaydettiğine göre İbnu’l-Fârid’in
babası Hama’dan Mısır’a göç edip burada yerleşmiştir. Babasının Hama’dan
Mısır’a göç etmesinin sebebine ve bu göçün gerçekleşme zamanına dair tam ve
kesin bir bilgi nakledilmemiş olmakla beraber Hama’ya dair tarihçilerin
kaydettiklerine bakıldığında şunlar görülmektedir:
O dönemde Hama büyük bir şehir olup, ekonomik olarak
fiyatların ucuz olması dolayısıyla yaşama elverişli, tabiat güzellikleriyle
donatılmış güzel bir şehirdir. Ancak 565
yılında meydana gelen depremle şehir harap olmuş, viraneye dönmüştür. Neticede
bu deprem sebebiyle Hama’nın tabiî ve ekonomik durumundaki kötüye doğru değişim
şairin babasının Hama’dan Mısır’a göç etmesinin zeminini hazırlamıştır. Mısır’ı diğer İslâm beldeleri arasında
tercih etme nedenine gelince; o dönemde Mısır’ın sahip olduğu ilim, irfan ve
medeniyet seviyesiyle açıklanmaktadır.
İbnu’l-Fârid’in babası daha önce de geçtiği üzere Mısır’da,
mahkemede kadınların eşlerinden almaları gereken miras ve nafakayı tespit işiyle
uğraşmaktaydı. Daha sonra kadılık
makamına atanan şairin babası bir müddet bu görevde kaldıktan sonra kendisinden
“kadı'l kudat” yani baş kadılık görevine gelmesi istenmiş, ancak bu görevi
kabul etmemiş ve kadılık görevinden de ayrılmıştır. İnsanlardan uzak kalmayı
tercih ederek Ezher Camii’nin hitabet salonunda kendini Allah’a ibadete vermek
suretiyle ömrünün sonuna kadar bu şekilde yaşamaya devam etmiştir.
İbnu’l-Fârid’in torunu, dedesinin biyografisinde, şairin
babasımn ilmi seviyesine ve onun, İbnu’l-Fârid’in eğitim ve terbiyesiyle
ilgilenmesine dair şunlan kaydetmektedir: Genç yaşta tasavvufa yönelmiş olan
İbnu’l-Fârid babasımn izniyle Mustaz‘afîn vadisindeki Mukattam dağında bulunan
bir mescitte bir müddet ibadet ve tefekkürde bulunduktan sonra ziyaret etmek ve
gönlünü almak üzere babasının yanına gelirdi. İlmi ve ameliyle saygın bir
kişiliğe sahip olan babası o sıralarda Kahire’de Melik Aziz’in kadılığı
görevini yapıyordu.
Oğlunun yanına gelmesiyle büyük sevinç duyan babası,
İbnu’l-Fârid’i kendisiyle beraber ilim meclislerine devamlı surette götürürdü.
Babasıyla bulunduğu zamanlarda devam ettiği bu ilim
meclisleri İbnu’l- Fârid’in İslâmî kültürünün temellerinin oluşmasında önemli
rol oynamışür. İbnu’l-Fârid’in yetişmesinde son derece etkili ve önemli bir
kişi olan babası hakkında tarihçiler ve biyografi yazarları adının ‘Alî olduğu,
ilim ehlinden, zühd ve takva sahibi bir kişi olduğu, hayatının sonlarına doğru
hakimlik mesleğini bırakmak ve kadılkudatlık teklifini geri çevirmek,
insanlardan uzaklaşarak Ezher Camii’nin hitabet salonunda Allah’a ibadete
yönelmek suretiyle zühd ve takvasım amelî olarak hayatına aksettirmesi yönünde
bilgiler aktarmaktadırlar.
Fizikî
Özellikleri ve Mîzacı
İbnu’l-Fârid, kaynaklarda yakışıklı, iyi giyimli, zarif,
güzel ahlâklı, vakarlı, fakirleri ve muhtaçları kollayan, yardım sever, hoş
sohbet, güzel ve akıcı konuşan, saygın bir insan olarak anlatılmaktadır.
Dünya malına rağbet etmeyen şair, kendisine dünyalık
taleplerle gelenleri geri çevirmez ve onların bu meyandaki isteklerini
karşılamaya çalışırdı. Ayrıca, kendisini ziyarete gelenleri mümkün olduğunca
hediyelerle uğurlamaya gayret ederdi. İbnu’l-Fârid, halk tarafından sevilen ve
kendisine hüsn-ü zan beslenen bir kişiydi. Bu sebeple şehrin sokaklarında
yürüdüğünde etrafı insanlar tarafından kuşatılır ve kendisinden dualar
istenirdi. Toplum nezdinde saygın bir yer edinmiş şair, katıldığı meclislerde
hürmetle dinlenir, görüşleri her türlü ilim erbabı ve devlet erkanı tarafından
itibar görürdü.
Mutlak güzelliğe aşık olan şair, güzel olan her şeyden hoşlanır,
tabiat manzaralarını seyretmekten büyük zevk alırdı. Bu anlamda akşamlan Nil
nehrinin kıyısında yürümeyi, gökyüzünü ve denizi seyretmeyi çok severdi. O,
Mısır’da halkın Salı ve Cumartesi günleri gezinti yaptıkları güzel manzaralı
bir yer olan Muştehâ’yı sıklıkla ziyaret ederdi.
Yaşadığı
Asra Genel Bir Bakış
Daha önce de belirtildiği üzere İbnu'l-Fârid, 576 /1180
yılında doğmuş, 632 /1234 yılında vefat etmiştir. Bu da şairin 6. hicri asrın
son çeyreği ile 7. asrın ilk üçte birlik diliminde yaşadığı anlamına gelir. Bu
zaman diliminin tarihî bakımdan özel bir önemi vardır. Zira Mısır ve Şam
Fatımîlerin egemenliğinden Eyyubîlerin hükümranlığına geçmiştir. Bir diğer
ifadeyle Mısır’da ve Şam’da dinî yapı şiî mezhebinin etkisinden kurtulup Sünnî
mezhebin tesir alanına girmiştir. Bu asırda meydana gelen önemli olaylara,
birçok sıkıntı ve rahatsızlıklara sebep olmuş haçlı savaşlarım da eklemek
gerekir. Fatımîler Mısır ve Şam’ı hükümranlıkları altına alınca Hilâfet, iki
asır Fatımî imparatorluğunun başkentliğini yapmış olan Kahire’ye intikal
etmiştir. Fatımî devleti 567/1171 yılına kadar Mısır’da ayakta kalmış ve Şîa
mezhebi bu tarihe kadar Mısır’da hüküm sürmüştür. Salâhaddîn Eyyubî Şîa inanç
ve uygulamalarına son verip Ehl- i Sünnet öğretilerini hayata geçirmiştir.
Kendisinden sonra gelen Eyyubî hükümdarları da Salâhaddîn Eyyubî’nin izinden
gitmişlerdir.
İbnu’l-Fârid, bu hükümdarlardan dördünü görmüştür. Bunlar;
Salâhaddîn Eyyubî, ‘Aziz, Adil ve Kâmil isimli hükümdarlardır. Mısır,
Salâhaddîn Eyyubî zamanında o döneme damgasını vuran dinî kültür ve
medeniyetten büyük ölçüde etkilenmiş ve istifade etmiştir. Eyyubî
hükümdarlarının en önemli özelliklerinden biri olan Sünnîlik Mısır’da gelişerek
dinî ve sosyal hayatta egemen unsur olmaya başlamıştır. Salâhaddîn Eyyubî
sünnetin ihyası ve onun öğretilerinin yayılmasıyla bizzat ilgilenmiş, genel
olarak birçok fıkıh medresesi inşa ettirmiştir. İbn Elallikân, bu dönemde
Şâfiî, Mâlikî ve Elanefî medreselerinin kurulduğuna dair pek çok bilgi
aktarmaktadır.
592/1193 yılında vefat eden Salâhaddîn Eyyubî memleketini
oğullan arasında taksim etmiş, Mısır’ı ‘Azîz’e, Dımaşk ve orta Sûriye bölgesini
Efdal’e, Elaleb’i de Zâhir’e vermiştir. Mısır’ın bu taksim edilen bölgeler
içerisinde önemli ve ayncalıklı bir yeri olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, 598-599/1199-1200 yıllannda Nil
nehrinin sulan çekilmiş, ziraî ürünlerin durumu perişan olmuş, veba hastalığı
yayılmış, güvenlik ve esenlik ortamı olumsuz yönde ciddî dalgalanmalara maruz
kalmıştır.
Mısır’da tasavvufa meylin canlanmasına Melik ‘Adil’in sâlih,
dindar, sünnete bağlı, alimleri seven bir zât olmasının önemli etkisi olmuştur.
615/1216’da vefat eden ‘Âdil’in yerine oğlu Kâmil geçmiştir. Kâmil’de diğer
Eyyubî hükümdarları gibi ilim ve edebiyata ilgi duyan, bu işlerle uğraşanlan
seven bir zât idi. Yine diğerleri gibi o da sünnetin ihyasına çalışmış, birçok
İlmî ve dinî medrese inşa ettirmiştir ki; bunların içinde en meşhuru 622/1323’te
yaptırdığı “Dâru’l-Hadîs” veya diğer adıyla “el-Medresetu’l-Kâmiliyye”dir. Bu
medresenin en büyük özelliği hadis tedrisatının yapıldığı ikinci büyük kurum
olmasıdır. Bu iş için kurulmuş ilk medresenin Nureddîn Mahmûd b. Zengî’nin
Dımaşk’ta inşa ettirdiği medrese olduğu kaydedilmektedir. Melik Kâmil bu
medreseyi önce hadis ilmiyle uğraşanlara, daha sonra da Şâfiî fıkıhçılarına
vakfetmiştir. Bu medresede hadisle uğraşan önemli şahsiyetlerden birisi de
İbnu’l-Fârid’in çağdaşı olan ‘Abdul‘azîm el-Munzirî’dir. Melik Kâmil’in ilme olan düşkünlüğüne ve ilim
ehline verdiği desteğe ilişkin kaydedilen şu bilgiler manidardır. Kâmil her
Cuma gecesi bir grup ilim adamını ağırlar, onların müzakerelerine iştirak eder
ve her türlü ilim dalıyla ilgili sorulan onlara yöneltirdi.
Eyyubî hükümdarları sadece ilmi, edebiyatı ve dini sevmek ve
bu işlerle uğraşanları desteklemekle kalmamışlar, Kâmil gibi bu hükümdarlardan
bazılan ise bizzat kendisi ilim ve edebiyatla uğraşmışlardır. Meselâ; Kâmil
birçok şiir divânını ezberlemiş, Mu‘azzam ise “el-Câmi‘u’l-Kebîr” isimli eseri
şerh etmiş ve aruz ilmine dair bir eser telif etmiştir. Eyyubîler tasavvufla da
ilgilenmişlerdir. Şöyle ki; Eyyubîlerin asrından önce sûfîlerin kendi işlerinde
görüşlerine başvuracaktan, sayesinde söz ve amaç birliği edecekleri bir
şeyhülislâmlık müessesesi mevcut değildi. Bu yüzden her bir tarikat ve zaviye
birbirinden bağımsız hareket ediyordu. Bu durum ise birtakım fitne ve karışıklıkların
zuhur edip çoğalmasına sebebiyet vermekteydi. Neticede Salâhaddîn Eyyubî,
“Duveyretu’s-Sûfiyye” ismini verdiği bir dergah yaptırıp başına da makam
itibariyle diğer şeyhlerin üstünde bulunacak birisini getirmiştir. Bu durum
Mısır’da h. 9. asırda çeşitli tasavvufî grupların bir başkanlık altında
birleştirilip, başına da Seyyid Muhammed Şemsuddin el-Bekrî’nin getirilmesine
kadar devam etmiştir. Velâyet, bu zâtın ardından oğlu, Şeyhülislâm Ebu’s-Surûr
el-Bekrî’ye ve ardından da torunlarına intikal etmiştir.
Eyyubîlerin dinî ilimlerle, tasavvufla ve edebiyatla olan
yakın ilgileri asra isimlerini yazdırmış ve isimleriyle o döneme damgalarını
vurmuş birçok ilim adamının yetişmesine sebep olmuştur. İbnu’l-Fârid, çağdaşları
olan bu alimlerden bazılanyla değişik vesilelerle görüşme imkânı bulmuştur.
Şairin içinde yaşadığı ilmi, edebî ve tasavvufî muhitin önde gelen isimleri
şunlardır:
Safiyyuddîn b. Ebi’l-Mansûr, Şemsuddin el-Eykî, Sa‘duddîn
el-Hârisî, Kadı Emînuddîn er-Rekavî, Cemâleddîn es-Suyûtî, Şihâbuddîn Ömer es-
Suhreverdî, Burhâneddîn İbrâhîm el-Ca‘berî, Kadı Şemsuddin b. Hallikân,
Şihâbuddîn b. el-Hiyemî ve Necmuddîn b. İsrâ’îl. Bu isimleri zikreden İbn İyas,
bunlardan hiçbirisinin İbnu’l-Fârid’le ilgili en küçük edep drşr bir cümle sarf
etmediklerini, İbnu’l-Fârid’e karşı gâyet saygrlı olduklarını kaydetmektedir.
İbnu’l-Fârid ile aynı asırda yaşamış ve onun kendileriyle
bizzat görüştüğü isimler ise şunlardır: Takva ve zühd ehli bir kişi olan
Burhâneddîn el-Ca‘berî (ö. 687/1288), zamammn önemli şairlerinden olan ve
İbnu’l-Fârid’in kendisine hoş ve zarif bir şiir ile hitap ettiği Şihâbuddîn
Muhammed b. el-Hiyemî (ö. 685/1286), ‘Avârifu’l-Ma‘ârif isimli eserin sahibi
olan ve yaptığı hac ibadetlerinden birisinde İbnu’l-Fârid ile görüşen önemli
mutasavvıflardan Suhreverdî (ö. 632/1234), hadis ilminde sika ve hüccet olan ve
İbnu’l-Fârid’in kendisinden hadis öğrendiği, Kâmiliyye medresesinin
başkanlığında yaklaşık yirmi yıl bulunmuş büyük muhaddis el-Munzirî (ö.
656/1258) dir.
İbnu’l-Fârid’in
yaşadığı asra tasavvuftaki felsefî görüşleriyle damgasını vuran dönemin en
önemli şahsiyetlerinden birisi de hiç şüphesiz İbnu’l-‘Arabi (ö. 638/1240) dir.
Onun tasavvuf alanındaki görüşleri gerek muasırları gerekse daha sonraki
dönemlerde yaşamış olan mutasavvıflar arasında bu alanda ortaya konulmuş en
etkili ve en önemli görüşler olarak kabul edilmiştir. İbnu’l-‘Arabi, Mısır’a da
gelmiştir. O, Mısır’a geldiğinde İbnu’l-Fârid’in “et-Tâ’iyyetu’l-Kubrâ”
isimli kasidesine bir şerh yazmak istediğini şaire iletir. İbnu’l-Fârid de
“senin el- Futûhâtu’l-Mekkiyye isimli kitabın o kasidenin şerhidir” diye O’na
cevap verir.
Bu asırdaki tasavvufî eğilimin içerisinde yer yer Şîa ve
Batınîliğin izlerine de rastlanmaktadır.
İbnu’l-Fârid, İlâhî aşkın tesiriyle cezbe hâlindeyken söylediği, zahirî
itibariyle İslâm’ın öğretileriyle çelişen bazı beyitleri istisna edilecek
olursa dönemin Kur’an ve Sünnet öğretilerine bağlı kalan mutasavvıfları
arasında yer almaktadır.
Eğitimi,
Yetişmesi ve Zühde Yönelmesi
İbnu’l-Fârid yaşamının ilk yıllarını babasının gözetiminde
ve denetiminde iffetli, dindar, ibadetlerine düşkün, zahit ve kanaatkâr bir
kişi olarak geçirmiştir.
Gençlik ve yetişkinliğinin ilk zamanlarında döneminin yaygın
dinî, kültürel eğitiminden o da kendi payına düşeni almış; Şâfiî fıkhı ile
meşgul olmuş, İbnu’l- ‘Asâkir ve Hâfız el-Munzirî’den hadis ilmi tahsil
etmiştir. Onun fıkıh ilmini kimden
aldığına dair kaynaklarda açıklayıcı bir bilgiye rastlanılamamaktadır. Daha
sonraları yalnızlığı ve zühdü tercih ederek tasavvufî bir yaşam tarzına
yönelmiştir. Yaşamının ilk yıllarında
yaşadığı asrın hâkim dinî ve tasavvufî atmosferinin ve babasının dindar
kişiliğinin İbnu’l-Fârid’in nefsinin terbiyesinde, ruhunun hassaslaşmasında ve
kalbinin arınmasında önemli etkileri olmuştur.
Gençliğinin ilk dönemlerinde almış olduğu eğitim ve terbiyenin
etkisiyle zühde ve yalnızlığa meyleden İbnu’l-Fârid, tasavvuf yoluna girmeye
hazır durama gelmişti. İbnu’l-Fârid’in hayatının bu dönemiyle alâkalı olarak M.
Mustafa Fhimî, Suyûtî’den naklen bize şu bilgileri aktarmaktadır: “İbnu’l-Fârid büyük fakihlerdendi,
fıkıh alanında hüküm verecek ölçüde bu ilmin inceliklerine vakıftı. O, bir gün
Cuma namazını kılmak üzere camiye girer, hatibin hutbede cemaate hitap ettiği
esnada bir şahsın mırıldandığını görür ve içinden onu uyarmayı geçirir. Namaz
sona erip insanlar dağılınca mırıldanan şahıs İbnu’l-Fârid’i yanına çağırır.
İbnu’l-Fârid, adamın yanına varınca adam, ona aşağıdaki beyitleri okur.
İbnu’l-Fârid’in zühde yönelmesinde bu olayın çok etkili olduğu söylenmektedir.
“ (Kâmil):
“Allah Teâlâ işleri
kullar arasında taksim etmiştir. Aşık şiir söyler, baş başa kalan ise tesbih
eder. Ömrüme yemin olsun ki; tesbih, abidler için ibadetlerin en iyisidir. Bu
(şiir söylemek) ise ıslah eden kimseler içindir. ”
İbnu’l-Fârid’in yukarıda anlatılan, camide hutbe esnasında
mırıldanan kişi ile karşılaşması ve onun sayesinde zühde yönelmesi daha önce de
belirttiğimiz gibi şairin zühde yönelmesinde tek faktör olmayıp, belki
vesilelerden birisi olarak değerlendirilebilir. Zira, yetiştiği aile çevresi,
kendi tabiatı, hâlet-i ruhiyesi, yaşadığı asır ve içinde bulunduğu toplum da
şairin zühde yönelmesine katkıda bulunmuştur.
Zaten onun iç dünyasına tasavvufa yönelmesi için gerekli tohumlar daha
önceden atılmıştı. Şairin insanlardan uzaklaşmasına, tüm benliğini Allah
sevgisi üzerinde yoğunlaştırmasına ve dolayısıyla tasavvufa yönelmesine birden
fazla saik neden olmuştur denilebilir.
İbnu’l-Fârid hayatımn bu döneminde, babasının izniyle
gittiği Mustaz‘afîn vadisindeki Mukattam dağında harap hâlde bulunan bir
mescitte kendisini ibadet ve tefekküre verir. Başlangıçta bir gün ve bir gece
kalıp babasının yanına geri dönen şair, daha sonraları nefsiyle olan mücadelesi
arttıkça günlerce kalmak üzere Mustaz‘afîn vadisine doğru seyahate çıkar. Burada keşfe ve ilhama mazhar olma yollarım
arayan şair, hocası Şeyh Ebu’l-Hasen el-Bakkâl’ın işaretiyle Mısır’dan Hicaz’a
yapacağı yolculuğa kadar aynı hâl üzere devam eder. İbnu’l- Fârid’in torunu,
şairin divânının mukaddimesinde dedesinin bu dönemde yaşadıklarını yine
dedesinin diliyle şöyle aktarmaktadır:
“İnsanlardan uzaklaşarak yalnızlığa yöneldiğim ilk günlerde
babamdan izin alarak Mustaz ‘afin vadisine gidiyordum. Orada insanlardan uzak
bir şekilde günlerce inzivaya çekiliyordum. Sonra babamı ziyaret etmek, gönlünü
alıp rahatlatmak amacıyla onun yanına dönüyordum. O sıralar babam Melik Aziz’in
Mısır ve Kahire kadılığı görevini yürütmekteydi. Aynı zamanda zamanın büyük
ilim ehlinden idi. Babam onun yanına dönüşümden büyük sevinç duyardı. Beni de
beraberinde, katıldığı ilim ve hüküm meclislerine götürüyordu. Fakat daha sonra
inzivaya çekilmeyi özlüyor, tekrar izin alarak babamın yanından ayrılıyordum.
Bu ziyaretler, babama baş kadılık (kadılkudatlık) görevi teklif edilene kadar
devam etti. O, kendisine yapılan bu teklifi geri çevirdiği gibi kadılık
vazifesinden de istifa etti ve ömrünün geriye kalan kısmını Ezher Camii’nde
geçirdi. Ben de inzivaya, Mustaz’afîn vadisine yaptığım seyahatime ve hakikat
yolundaki yolculuğuma devam ettim, ancak yine de ilhama mazhar olamadım. ”
Yukarıdaki ifadeler açık bir şekilde İbnu’l-Fârid’in
gençliğinin ilk dönemlerinde halktan uzaklaşarak kendisini Allah’a ibadete
verdiğini, aynı şekilde onun yetişmesinde babasının verdiği tasavvufî
terbiyenin yanı sıra, babasıyla birlikte devam ettiği ilim ve hüküm meclislerinin
ve devrinin yaygın ilim ve kültür atmosferinin ne denli etkili olduğunu
göstermektedir.
İbnu’l-Fârid, Mustaz‘afîn vadisine yaptığı seyahatlerin
birinden dönerken Kahire’de bulunan Medresetu’s-Suyûfiyye’ye uğrar ve orada
tertibe riâyet etmeden abdest alan yaşlı bir adamı görür. Bunun üzerine
İbnu’l-Fârid bu zâta aldığı abdestin şer‘î usule uygun olmadığını söylemek
suretiyle müdahale eder. Yaşlı adam İbnu’l-Fârid’e bakarak orada şunu söyler:
“Ey Ömer! İlham sana Mısır’da değil, Hicaz’da, Allah’ın
şerefli kıldığı Mekke’de nasip olacaktır. Oraya yönel, artık ilham vakti
gelmiştir” der. Bu sözlerden dolayı çok şaşıran
İbnu’l- Fârid, yaşlı adama Mekke ile bulunduğu yer arasındaki mesafenin çok
uzun olduğunu, hac ayları dışırıda da oraya gidecek ne bir kervan ne de bir yol
arkadaşı bulabileceğini söyler. Yaşlı adam eliyle işaret ederek, “İşte
Mekke, önünde duruyor. ”der. Rivâyete göre İbnu’l-Fârid o yöne baktığında
Mekke’yi karşısında görür ve yaşlı adamdan ayrılarak Mekke’ye yönelir.
İbnu’l-Fârid Mekke’ye varıncaya kadar Mekke’yi görmeye devam eder. Kaynakların bildirdiğine göre İbnu’l-Fârid’i
keşif ve ilhamın geleceği yere yönlendiren ve evliyaullahtan biri olan
İbnu’l-Fârid’in hocası Şeyh Bakkâl, “Melâmet” meşrebine mensup olmasının bir
gereği olarak abdest alırken tertibe riâyet etmemiştir. Zikri geçen kıssada
İbnu’l-Fârid’in hocası ve mürşidi olarak bahsedilen Şeyh Bakkâl’ın şahsıyla ve
ismiyle ilgili kaynaklarda detaylı malûmat bulunmamakla birlikte onun isminin,
Şeyh Ebu’l-Hasen ‘Alî el-Bakkâl olduğu söylenmektedir. Bu şahsın, bakla ticaretiyle meşgul
olmasından dolayı daha çok el-Bakkâl adıyla anıldığı kaydedilmektedir.
Hicaz
Hayatı ve Mısır’a dönüşü
İbnu’l-Fârid, hocası Şeyh Bakkâlın işaretiyle Mısır’dan
Hicaz’a gitmiştir. Hicaz’a gelmesiyle yaşamının en önemli bölümüne de böylece
başlamış olmaktadır. Zira onun, hayatının bu deminde Mekke vadilerinde ilham ve
keşfe mazhar olmak için Allah’a doğru yaptığı manevî yolculuk meyvesini
verecektir. İbnu’l-Fârid’in hayatının bu dönemine keşif ve ilham dönemi demek
de yerinde olacaktır. Onun Hicaz hayatı, 613/1215 ile 628/1230 yıllan arasında
geçmiştir.
İbnu’l-Fârid, ömrünün son çeyreğinin on beş yılım Hicaz’da
Mekke vadilerinde insanlardan uzak bir şekilde sürekli seyahat ederek geçirmiştir. O, bu durumunu aşağıdaki beyitlerinde
şöyle dile getirmektedir (Tavîl):
“Sana olan sevgim
dostlarımla vuslattan beni uzaklaştırdı, yaşadığım sürece ailem ve
akrabalarımdan ilişkiyi kesmeyi bana sevdirdi. ”
“Dört şeyin benden
uzaklaşması beni evimden uzaklaştırdı, (bu dört şey) gençliğim, aklım, neşem ve sağlığım(dır) . ”
“Vatanımdan
uzaklaştıktan sonra çöle alışır oldum, insanlardan uzaklaşarak yalnızlıkla
arkadaş oldum. ”
Şair, yukarıdaki beyitlerinde, İlâhî aşk uğruna
dostlarından, ailesinden, yurdundan ayrıldığını, sonunda gençliğini, aklını,
neşesini ve sağlığını da kaybettiğini dile getirmektedir.
Mekke vadilerinde fethe ve ilhama mazhar olma uğruna yaptığı
seyahatler neticesinde hocası Şeyh Bakkâl’ın da işaret ettiği gibi kendisine
vâridat gelmeye başlamıştır. Kaynaklarda “fetih dönemi” olarak adlandırılan bu
dönemde kendisine varidatın gelmesiyle ilgili olarak şair, aşağıdaki beyitleri
söylemiştir (Hafif):
“Ey gece arkadaşım!
Beni mutlu etmek istiyorsan, Mekke’de (geçen güzel günleri) terennüm ederek
ruhumu rahatlat!
Mekke’nin dorukları benim yolum, toprağı ıtrim, pınarı da
açlığımı ve susuzluğumu giderdiğim yerdir.
Ünsiyetim ve kuds-i mi'râcım (kemâlâtım) orada (Mekke’de)
oldu, (oradaki) makâmım, Makâm-ı İbrahim’ dir, kalbi fethim de orada
başlamıştır. ”
İbnu’l-Fârid’in Hicaz hayatı keşif, ilham ve fetihle dolu,
tasavvufî yönü kadar bu dönemde nazmettiği, bedevi izleri ve Hicaz tarzını beyitlerinde yansıttığı
şiirleriyle de önem arz etmektedir. Zira
şair, hem bu dönemde hem de Hicaz’dan Mısır’a döndükten sonra nazmettiği ve
Hicaz’dayken zevkle geçirdiği günlerini sitayişle andığı şiirlerinde o bölgenin
tasvirlerine önemli ölçüde yer vermiştir (Tavîl):
“Gavr tarafından
parıldayan bir şimşek mi çaktı? Yoksa, Selmâ'nın yüzünden peçeler mi kalktı ? ”
Beyitte geçen “Gavr” kelimesi, Hicaz bölgesinde bir yerin
adıdır. Şair matla'ını verdiğimiz bu kasidesinde arkadaşlarını ve Hicaz’da
yaşadığı hayatı çeşitli yönleriyle tasvir etmekte, orada geçirdiği günleri
hasretle yâd etmektedir. O aynı kasidenin ilerleyen beyitlerinde şöyle
demektedir (Tavîl):
“Belki dostlarım
Mekke’de (ki) Selma’yı anarak yürekleri serinletirler,
Geçip giden geceler belki bir gün döner de, böylece onu
bekleyen sevinir,
Hüzünlü ruhum sevinir, ölü ruhum can bulur, özleyen kavuşur
ve dinleyen de lezet alır. ”
Şairin hayatında önemli yeri olan Hicaz döneminin etkileri
onun şiirlerine Mısır’a döndükten sonra da aksetmeye devam etmiştir. Şairin
Hicaz sonrası Mısır’da nazmettiği beyitlerde bu etkilere rastlamak mümkündür
(Kâmil):
“Ey hırçın deveye
binen! Emeline nâil olasın. Eğer taşlı araziye uğrarsan Dâric vadisinin
tepelerine doğru yönelerek ve Va'sa’ ovasından sağa saparak koruluğa yönünü
çevir. Sel‘ dağındaki ılgın ağacına vardığında (oradan) en- Negâ’ya, (ardından)
er-Rakmeteyn’e, Le‘le‘a ve (sonra da) Şeza (dağına) ulaşınca, onun doğusundaki
el-‘Alemeyn (isimli iki tepenin bulunduğu yerden)’den geniş Hille’ye yönel. Ve
oradaki kumsalın sahipleri olan marifet ehline, bu hasta, mutsuz ve garip
aşığın selamını söyle. ”
Yukarıdaki beyitlerde de açıkça görüldüğü üzere şair, Hicaz
bölgesindeki dostlarından ayrı kalışının acısını dile getirdiği beyitlerinde
mekan isimlerine çokça yer vermiştir. Onun mekan isimlerini bu kadar çoklukla
bir arada zikretmesi şiirindeki akıcılığı engellememiştir. Çünkü o, Hicaz’da
kaldığı süre içerisinde tasavvufî yönden kendisini geliştirirken aynı zamanda
şairliğini de güçlendirmiş ve şiirlerinin bir çoğunu burada nazmetmiştir.
İbnu’l-Fârid, hocası Şeyh Bakkal’ın, ölüm döşeğindeyken
kendisini manen çağırması üzerine Hicaz’dan Mısır’a dönmüş, hocasını ölmeden
önce görme imkanını bulmuş ve vefat ettiğinde de hocasımn vasiyeti üzere onun
cenaze namazım kıldırmıştır. Şeyh, daha sonra şairin de vefat ettiğinde
defnedileceği bugünkü adıyla Karâfe Kabristanındaki ‘Arıd isimli yere
defnedilmiştir. Şair, 629/1231 yılına rastlayan bu olaydan sonra Hicaz’dan
Mısır’a dönüş yapmıştır.
Fetih
Döneminin Sona Ermesi
İbnu’l-Fârid’in Mısır’a dönüşüyle Hicaz’dayken keşif ve
ilhamlara mazhar olduğu “Fetih” dönemi sona ermiştir. Şairin Hicaz sonrası
yaşamına damgasını vuran en önemli husus, onun bu bölgeden ayrılması sebebiyle
devamlı surette duyduğu hüzün ve kederdir. Şair, dostlarıyla geçirdiği güzel
günlerin sona ermesinden doğan üzüntüsünü şiirlerine yansıtmıştır. O, Mısır’a
döndükten sonra Hicaz’da geçirdiği mutlu günleri hasretle yâd ettiği
beyitlerinde şöyle demektedir (Kâmil):
“Ey dostlarım! Size kavuşmayı uman kişi için bir ümit ışığı
var mı ki onun gönlü rahat etsin.
Gözümden kaybolduğunuz (günden) beri Mısır diyarının her
yanını dolduran bir figânım vardır.
Sizi hatırladığımda bu hatıranın verdiği neşeyle sanki şarap
içirilmiş gibi yalpalıyorum.
Benden hatıranızı unutmuş gibi gözükmem istendiğinde,
gönlümün buna karşı çıktığını görüyorum.
Gecelerimizi neşeyle dolduran komşularla geçen günlere selam
olsun.
O koruluk benim yurdum, sütleğen ağacının (çok olduğu Necid)
sakinleri, can yoldaşım ve oranın pınarı da şerbetçe suya kandığım yerdir.
Oranın halkı, arzuladıklarım, hurmalarının gölgesi neşe
kaynağım ve vadilerinin kumları ise dinlendiğim yerdir.
Yorgunluktan dolayı mutlu olduğum o tatlı günler ne güzeldi.
Şairin Mısır’a döndükten sonra Hicaz günlerini şiirlerinde
bu ölçüde özlemle dile getiriyor olması onun, Hicaz sonrası yaşamında memnun
olmadığı bir takım değişikliklerin olduğunu akla getirmektedir. Şair, gelecek
beyitlerinde dünya zevklerine daldığından, dünyevî işlerin kendisini meşgul
ettiğinden ve bu sebeple vâridatının kesilmesinden bahsederken bu
memnuniyetsizliğine işaret etmektedir (Hafif):
“Zevkler beni O’ndan
uzaklaştırdı. Vâridatım kesildi ve zikirlerim de devam etmedi.
Ah! Keşke zaman geri dönmeye müsaade etseydi. İşte o zaman
bayram (gibi) günlerimin bana geri dönüşü olabilirdi. ”
Hayatının
Son Zamanları ve Vefatı
İbnu’l-Fârid, Mısır’a döndükten sonra babası gibi Ezher
Camii’nde insanlara dinî konularda ve özellikle de tasavvuf ve zühd konularında
sohbetler yapmaktaydı. O sıralar Mısır’ın idaresinde Eyyûbî hükümdarlarından
Melik Kâmil bulunmaktaydı. O, ilim aşığı bir insandı. Edebiyatı ve özellikle de
şiiri çok severdi. O, İbnu’l-Fârid’i ancak hayatımn son demlerinde tanıma
imkanı bulmuştu.
Melik Kâmil, edebiyat ve şiire olan ilgi ve sevgisinden
dolayı zaman zaman edebiyat meclisleri düzenler ve kendisi de bu meclislere
katılırdı. Bir gün onun tertip ettiği
bir mecliste, nazımda en zor kafiyenin hangisi olduğu hakkında tartışma
yapılmaktaydı. Kâmil, en zor kafiyenin “Ya” harfi olduğunu ileri sürmüş ve
meclistekilerden sonu sâkin “Ya” harfiyle biten şiirler okumalarını istemişti.
Meclistekilerin hemen hepsi hafızalarındaki istenen kafiyedeki şiirleri okurlar
fakat okunanlar arasında en uzun olanı bile on beyti geçmez. Bunun üzerine
Kâmil:
“Ben sonu silkin “Ya” ile biten elli beyitlik bir kaside
biliyorum” der ve bu kasideyi meclistekilere
okur.
O esnada mecliste bulunan Melik Kâmil’in özel kâtibi Kadı
Şerefuddîn, söz alarak: “Ben, aynı kafiyede yüz elli beyitlik bir kaside
biliyorum ” der.
Bu sözler üzerine şaşıran Kâmil, özel katibine şöyle der:
“Ey Şerefuddîn! Sen, câhiliye ve İslâmî dönemde nazmedilmiş divânların hemen
hepsini kütüphaneme getirmeye çalışmıştın. Ben, bu divânların içerisinde çok
sevdiğim sakin “Ya” ile biten ve elli beyti geçen bir kasideye rastlamadım.
Bahsettiğin şu yüz elli beyitlik kasideyi oku da dinleyelim. ”
Bunun üzerine Şerefuddîn de İbnu’l-Fârid’in ilk beyti
aşağıdaki gibi olan kasidesini okur (Remel):
“Ey nimetler ihsan
ederek develeri süren, çölleri süratle kateden, yönünü Tay kabilesinin kum
tepelerine çevir. ”
Kasidenin tamamını dinledikten sonra, beğenisini ifade eden
Melik Kâmil, kasidenin kime ait olduğunu sorar. Özel kâtip de okuduğu kasidenin
İbnu’l-Fârid’e ait olduğunu söyler. Bunun üzerine Melik, Şerefuddîn’den şair
hakkında bilgi alır. Nerede yaşadığını vs. sorar. O da şairin bir süre Hicaz’da
bulunduğunu ancak yakın zaman önce Mısır’a döndüğünü ve şu sıralarda Ezher
Camii’nin hitabet salonunda dini ve tasavvufî konularda halka sohbetler
yaptığını söyler. Bunun üzerine Melik, birtakım hediyelerle özel katibini
şairin yanına göndererek onu edebiyat meclislerine davet eder. Ancak hediye
kabul etmeyen ve özellikle devlet erkâmna karşı mesafeli duran İbnu’l-Fârid,
bunu kabul etmez. Bu tavırlarıyla şair, Melik Kâmil’in merakım iyice celbeder.
Bunun üzerine Kâmil, davetine icabet etmeyen şairi ziyaret etmek üzere şehre
gelir ancak şairi yerinde bulamaz.
Şair, Hicaz dönüşünde özellikle ramazan aylarında uzlete
yönelir, vaktini oruç ibadeti ve tefekkürle geçirirdi. Mukattam dağı, onun
erbainiyyat denilen kırk günlük ibadet ve uzlet için en çok tercih ettiği
yerlerdendi.
İskenderiye’de bir süre kalan İbnu’l-Fârid, burada
hastalanır ve Kahire’ye tekrar geri döner. Şairin rahatsızlandığım haber alan
Melik, onun için İmam Şâfi'nin kabrinin bulunduğu türbenin kubbesi altında
bir mezar hazırlatmak üzere şairden izin ister. Ancak buna rızasının
olmadığım belirten şair için ayrı özel bir türbe yaptırmak üzere tekrar onun
müsaadesine başvuran Melik, yine aynı olumsuz cevabı alır.
Hayatında, dünya malına ve insanların iltifatlarına önem
vermeyerek zühd ağırlıklı bir yaşamı tercih eden İbnu’l-Fârid, yukarıda
anlatılanlardan da anlaşılacağı üzere muhatabı bir sultan bile olsa gönderilen
hediyelere ve yapılan iltifatlara pek ehemmiyet vermemiş ve mümkün olduğunca
böylesi durumlarla karşılaşmamak için kendisini insanlardan uzak tutmaya özen
göstermiştir.
Hicaz dönüşü, 628/1230 ile 632/1234 yıllan arasındaki
ömrünün son 3-4 yıllık kalan kısmında divânının tertibini de tamamlayan şair, son günlerini Ezher Camiinde geçirir ve
bu sırada toplumun her kesiminden insanların akın akın ziyaretine uğrar. Şair, İbn Hallikân, İbn İyâs, İbnu’l-‘İmad ve
torunu Şeyh ‘Alî’nin ittifakla bildirdiğine göre 2 Cumâdelûlâ 632 (23 Ocak
1234) tarihinde 56 yaşında Kahire’de vefat eder. İbnu’l-Fârid, vefatının ardından, vasiyeti
üzerine Mısır’da Mukattam dağının eteğindeki Karâfe Kabristanı’nda bulunan ‘Ârıd
isimli yerde toprağa verilmiştir.
Cenazesine katılan çok sayıda insan onun nâşını taşımak için
birbirleriyle yarışmışlardır.
Şairin kabri, Memlûklu hükümdân Sultan İnâl zamanına kadar
uzun süre etrafı çevrilmeksizin ve üzerinde herhangi bir türbe veya kubbe
yapılmaksızın öylece kalmışür. Türk Hükümdar Timur el-İbrahîmî ve oğlu Berkuk
en-Nâsırî, onun kabrini ziyaret etmiş, orada namazlarım kılmış, ardından
fakirleri doyurmuş ve onlara tasaddukta bulunmuşlardır. Onlar, daha sonra
şairin kabrinin bakımım yapması için bir hizmetli tayin etmişlerdir (860/1455).
Memlûklu idarecilerinden Seyfî Berkuk (877/1472) da şairin
adına kurulan vakfa nezaret edecek birisini atamış, kendisi de mübarek gün ve
geceleri onun kabrinde geçirmeye özen göstermiştir. Sultan Kayıtbay, saltanatı
ele alıncaya kadar durum bu haliyle devam etmiştir. Sultan Kayıtbay tahta
çıkınca, Berkuk’u Şam Naib’liğine, oğlunu da onun yerine atamıştır. Daha
sonraları İbnu’l-Fârid adına Seyyid Şâhîn el-Halvetî’nin mescidinin yakınlarına
bir mescit inşa edilmiştir. Berkuk en-Nâsırî, şairin adına yapılmış mescitle
özel olarak ilgilenmiş, mescidin üzerine dört sütun üzerine oturan, güzel
işlemeli taş bir kubbe yaptırmıştır. Daha sonra 1173/1759 yılında bu kubbeye,
hac emiri Kazdağlı Ali Bey’in mescidi de eklenmiştir. İbnu’l-Fârid’in mescidinin
doğu tarafında bulunan bu mescidin yıkık kalıntıları günümüze kadar ulaşmayı
başarabilmiştir.
İbnu’l-Fârid’in mescidinin şu anki hâliyle yapımım, Hidiv
İsmail’in kızı, Cemile Fadîle Hanım gerçekleştirmiştir (1307/1889). Cemile
Fadîle Hanım, 1305/1887 yılında vefat eden oğlu için de şairin mescidinin yanına
büyük bir kubbe yaptırmıştır.
Keşif ve
Kerametleri
Kelime olarak kerem, ihsan, lütuf gibi manalara gelen
keramet, tasavvufî bir kavram olarak sûfîlerin hayatlarında görülen harikulâde
olay ve davranışlardır. Keşif ise açığa
çıkarma, perdenin açılması, örtülü olanı açma ve sezme gibi anlamlara gelen bir
kelime olup tasavvufta riyazet ve tasfiye yoluyla sûfînin kalp gözünün
açılmasını ifade eder.
İbnu’l-Fârid’in hayatının anlatıldığı biyografi kitaplarında
şaire atfen bazı keşif ve keramet türünden olaylara yer verilmektedir.
Bunlardan bazıları şöyledir:
Melik Kâmil, tanışmak ve tertip ettiği edebiyat meclislerine
davet etmek üzere özel kâtibi Kadı Şerefuddîn’i beraberinde bin dinarla
birlikte o sıralar Ezher Camii’nin müştemilatında ikamet eden İbnu’l-Fârid’in yanına
gönderir. Şerefuddîn yola çıkmadan önce bir an tereddüt eder ve İbnu’l-Fârid’in
bu altınları kabul etmeyeceğini öne sürerek Melik’ten kendisini bu görevden
muaf tutmasınıister. Melik ısrar edince ve Şerefuddîn de bu görevi yerine
getirmekten başka çare bulamayınca Ezher camii’ne doğru yola çıkar. Şerefuddîn
oraya vardığında İbnu’l-Fârid’i kapıda bekler vaziyette bulur. İbnu’l-Fârid,
hemen söze başlayarak şöyle der: “Ey Şerefuddîn ! Sen ne hakla benim adımı
sultanın meclisinde anarsın? Altınları ona geri ver ve bir sene boyunca da
benim yanıma uğrama. ”
İbnu’l-Fârid ile Şerefuddîn arasında geçen bu olay daha
sonraları onun ferasetiyle veya Allah’ın onun kalbine verdiği ilham sayesinde
bazı olaylara muttali olmasıyla izah edilmiştir.
İbnu’l-Fârid ile ilgili anlatılan olağanüstü olaylardan biri
de onunla Suhreverdî arasında geçmektedir. Şeyh ‘Alî, İbnu’l-Fârid ile
Suhreverdî’nin Harem-i Şerifteyken aralarında geçen olayı şöyle anlatmaktadır:
Suhreverdî bir gün tavaftayken büyük bir kalabalık görür. O esnada
İbnu’l-Fârid’in de orada olduğu haberini alır ve onu görmeyi arzular. Sonra
kendi kendine şöyle der: “Acaba! Ben, Allah katında şu insanların benim
hakkımda zannettikleri gibi miyim? Acaba! Bugün sevgilinin huzurunda anıldım
mı?” O esnada İbnu’l-Fârid belirir ve ona şöyle der: “Ey Suhreverdî!
Müjde sana! Üzerindekileri çıkar, sen anıldın ve sendeki eğrilik kaldırıldı. ”
Daha önce de kısmen değindiğimiz benzeri bir olay da
İbnu’l-Fârid Flicaz’dayken Mısır’da bulunan şeyhi Ebu’l-Hasen el-Bakkâl’ın
vefat edeceği zaman İbnu’l-Fârid’i, kendisinin teçhiz, tekfin ve defin
işlemlerini yapmak üzere çağırması esnasında meydana gelmiştir. Hicaz ile Mısır
arasındaki uzak mesafeye rağmen İbnu’l-Fârid, hocasının durumunu hissetmiş ve
onun vasiyetini yerine getirmiştir.
Aynca İbnu’l-Fârid’in Mekke’nin vadilerinde yolculuk
yaparken vahşi hayvanlarla arkadaşlık ettiği rivâyet edilir. Onun, Mekke ile on günlük yürüme
mesafesindeki bir vadide konakladığı ve bu vadiden her gün Harem-i Şerife beş
vakit namazı kılmak üzere geldiği, ayrıca geliş ve dönüşünde kendisine büyük
bir aslanın eşlik ettiği ve ona, ey efendim! Bininiz, dediği ve İbnu’l-Fârid’in
de o hayvana hiç binmediği rivâyet edilenler arasındadır.
Tüm bunların ötesinde ilginç bir kıssada ise
İbnu’l-Fârid’in, ömrünün son anlarında Allah Teâlâ’yı gördüğü ve daha henüz
dünyadayken rü’yetullaha erdiği anlatılmaktadır. Burhâneddîn el-Ca‘berî, İbnu’l-Fârid’in oğluna, babasının
vefatından önce yanında bulunurken şâhid olduğu olayları şöyle anlatmaktadır:
el- Ca‘berî’nin anlattığına göre, öleceği esnada İbnu’l-Fârid, cennet
bahçelerini görür ve cennetin ötesini arzuladığını söyler. Şair bu arzusunu şu
son dizelerinde şöyle dile getirir (Basit):
“Eğer, sizin
katınızda aşktaki makamım(ın karşılığı) bu gördüğüm ise, (geçen) günlerimi zayi
etmişim.
Bir zaman ruhumun elde ettiği arzum, bugün sanırım, bir rüya
imiş, ”
el-Ca‘berî, İbnu’l-Fârid’e dönerek “bu büyük bir makamdır”,
dediğinde, İbnu’l-Fârid ona şöyle cevap verir: “Ey İbrahim! Râbi'atu’l-'Adeviyye
bir kadın olduğu hâlde şöyle diyor: “Ey Allah ’ım! Senin izzetin hakkı için
yemin ediyorum ki; ben, ne senin ateşinden korktuğum için, ne de cennetini
istediğim için sana kulluk ettim. Sadece senin yüce zâtına olan saygım ve sana
olan sevgimden ötürü sana ibadet ettim. ” Bu benim istediğim makam değil, ben
ömrümü O’na ulaşmak uğruna geçirdim. ” el-Ca‘berî, onunla ilgili şu şekilde bir
anekdota yer vermiştir:
“gökle yer arasında sesini duyduğum fakat kendisini
göremediğim birisi şöyle dedi: “Ey Ömer! Ne istiyorsun?” O da bunun üzerine
şöyle dedi (Tavîl):
“Senden ayrılığım çok uzun sürdü. (Artık,) Cemâlini görmek
istiyorum. Bu hedefim uğruna da nice kanlar döküldü. ”
Şair, bu beytinde, Allah’a kavuşma yolunda bir hayat
geçirdiğini ve bu sürenin artık kendisi için yeterince uzadığım, bir an önce
O’na kavuşmak ve cemâlini müşahede etmek istediğini dile getirmektedir. Allah’a
kavuşma ve O’nun cemâlini müşahede etmenin bedelinin çok ağır ve bunun bir kişi
için ne derece zor olduğunun da farkında olan şair, istediği şeyi elde etmek
için nice insanların canlarından olduğunu söyleyerek bu uğurda kendisinin de
ölmeye razı olduğuna işaret etmektedir.
el-Ca‘berî diyor ki: “bundan sonra yüzü neşe içinde
parıldadı, tebessüm etti ve sevinçli bir şekilde vefat etti. Bundan,
istediğinin kendisine verildiğini anladım."
İbnu’l-Fârid’in rüyasındayken Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi
ve sellem’den nesebiyle ve “et- Tâ’iyyetu’l-Kubrâ” isimli kasidesiyle ilgili
bilgiler almasını da bu cümleden rivayet edilen haberler çerçevesinde
değerlendirmek mümkündür.
Kendi anlatımına göre
İbnu’l-Fârid, Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemi bir gün rüyasında
görür ve Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem ona nesebini sorar. Şair de
nesebinin Benî Sa‘d’a dayandığını söyler. Ancak Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi
ve sellem ona şöyle diyerek karşılık verir:
“Hayır, sen
bendensin, nesebin bana bağlıdır.” İbnu’l-Fârid,
“Ey Allah’ın Resulü!
Ben, babamdan ve dedemden öğrendiğime göre nesebimin Beni Sa'd’a dayandığını
biliyorum, ” der. Bunun üzerine Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem
sesini yükselterek:
“Hayır, sen bendensin, nesebin bana bağlıdır”
der. İbnu’l-Fârid
de bunun üzerine: “Doğru söyledin ey Allah’ın Resulü” der.
Buna rağmen şair, Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve selleme
olan bağlılığının akrabalıktan çok, muhabbet yönü itibariyle olduğunu ve bu
şekildeki bağlılığın da diğerinden daha güçlü olduğunu şöyle dile getirmektedir
(Remel):
“Aramızda, sevgi yolundaki bağlılık, ana-babadan gelen nesep
bağlılığından daha kuvvetlidir. ”
Bir başka defasında Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem,
İbnu’l-Fâride rüyasında “et- Tâ’iyyetu’l-Kubrâ” kasidesine ne ismini verdiğini
sorar. O da cevaben “Levâ’ihu’l-cenân” ismini verdiğini söyler. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem de, “hayır onu “Nazmu’s-sulûk” diye isimlendir"
der.
İbnu’l-Fârid’in rüyasında Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve
sellem ile görüşerek O’ndan yukarıda zikredilen konularda bilgi almasını,
şairin mahzar olduğu keşifler cümlesinden saymak mümkündür.
Tasavvufî Kişiliği
İbnu’l-Fârid, tam anlamıyla mutasavvıf bir Arap şairidir.
Zira o, hayatının tamamını başka hiçbir şeye ilgi duymadan yalnızca İlâhî aşkı
terennüm ederek yaşamıştır. Şair, bir beytinde divânının mihverini teşkil eden
İlâhî aşkı, tasavvufta kendine yol edindiğini şöyle ifade etmektedir (Tavîl):
“Aşktan başka
gideceğim bir yolum yoktur. Ve ben o (yolumdan) bir gün ( bile) sapsam dinimden
ayrılmış imdir. ”
**
“Eğer gönlüme hata ile senden başka bir istek gelecek olsa
kendimi dinden dönmüş (gibi) sayarım. ”
Aslında İbnu’l-Fârid’in Allah’a olan sevgisinin temellerini
Kur’an ve Sünnet’te bulmak mümkündür. Zira Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “ .. .Allah öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları
sevecek; onlar da Allah’ı sevecekler,”
Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır: “İman edenlerin Allah
sevgisi daha kuvvetlidir. ” Ayrıca
bir kudsî hadis’te ise Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kim benim veli
kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilân ederim. Kulum farz ibadetlerle
yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana
yaklaşmaya devam eder. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten
kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir,
benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden
bir şey isterse dileğini yerine getiririm. ”
Tasavvuf erbabı Allah’a olan sevgilerini ve Allah’ın da
kendilerini sevmesini daha sâde anlamıyla “İlâhî aşkı” yukarıdaki âyetler ve
hadis-i şerif ile temellendirirler.
İbnu’l-Fârid çeşitli siyasî, felsefî ve tasavvufî düşüncenin
yoğun olarak cereyan ettiği bir ortamda yaşamış ve duygularını böyle bir
ortamda dile getirmiştir. İslâm dünyasında, şairin yaşadığı asra kadar altı
asırlık tasavvufî, fikrî ve kültürel bir birikim söz konusudur. Şair de bu
birikimden etkilenmiş ve şiirlerinde bu birikimin ıstılahlarına çokça yer
vermiştir. Şairin tasavvufî düşüncelerini döneminin yaygın olan “vahdet-i
vucûd” literatürünü kullanarak dile getirmiş olması çoğu zaman şiirlerini şerh
edenler tarafından kendisinin de “vahdet-i vucûd” ekolüne müntesip olduğu zannına
kapılmalarına sebep olmuştur.
Vahdet
anlayışı
İbnu’l-Fârid yaşadığı hayatı, takip ettiği tasavvufî yolu ve
nazma döktüğü şiirleri “İlâhî aşk” ile “vahdet” düşüncesi çerçevesinde ortaya
koymuştur.
İbnu’l-Fârid’in “vahdet” anlayışına girmeden önce İslâm
düşüncesinde “vahdet” kavramının menşeine genel olarak değinmek yerinde olacaktır,
“vahdet” kavramı, kelâmî bir kavram olan ve Allah’ın zâtî sıfatlarından birinin
adı olan “Vahdâniyet” sözcüğüyle ilişkilidir. Zira, “Vahdâniyet” kavramının
anlamında Allah’ı her türlü ortaktan, benzerden, zıt ve denk olabilecek her
şeyden arındırma vardır. Bu kavramdan yola çıkarak Allah için “Vâhid”,
“Vâcibu’l-Vucûd ” gibi nitelendirmeler yapılmıştır ki, bunun anlamı; Allah’ın
gerçek anlamda varoluşta tek olması ve O’nun zâtı dışındaki her şeyin
varlığının Allah’a bağlı olması ve dolayısıyla O’ndan başka her şeyin tamamen
fâni olacak olmasıdır. Çünkü, Allah’ın zâtı dışındaki her şeyin varlığı
“mümkinu’l-vucûd ” dur. Yani, onların varlıkları bir başka şeyin varlığına
bağlıdır, varlıkları kendi zâtlarından değildir.
Allah için kullanılan “Vâcibu’l-Vucûd ” kavramı ise, O’nun
gerçek fâil, gerçek kâdir ve gerçek mürîd olması şeklinde tefsir edilmiştir.
Daha sonraları “tevhid” kavramının anlam çerçevesi daha da genişletilerek Allah
için olabilecek her türlü ortağın inkârından, Allah’ın dışındaki her şeyin varlığının
inkârına gidilmiştir. Dolayısıyla Allah’ın dışındaki kesret âlemi inkâr
edilerek bunların hepsinin hayal ve vehimden ibaret olduğu anlayışına
gidilmiştir. Bu düşüncenin tabiî sonucu olarak “Allah’tan başka ilâh yoktur”
ifadesi yerine
“Allah’tan başka
gerçekte hiçbir varlık yoktur”
anlamında kullanılmıştır. Başlangıçtaki tevhid anlayışı
âvâmın, sonraki tevhid anlayışı ise havassın tevhid anlayışı olarak
isimlendirilmiş ve aynı zamanda sonraki anlayış için “vahdet-i vucûd ” kavramı
kullanılmıştır.
Mutasavvıflar “tevhid” kavramının kazandığı bu son anlam ile
de yetinmeyip bu kavramı daha da geliştirmişlerdir. Allah’ın birliğini ve
sonradan yaratılan varlıklara muhalefetini “ikrâr” etmekten ibaret olan
“tevhid” kavramının anlamım başka bir boyuta taşımışlardır ki, o da şudur:
Onlara göre “tevhid”; kulun Allah’ı tefekkürde derinleşmesi neticesinde benlik
bilinciyle beraber Allah’ın zâtı dışındaki hiçbir şeyi görmez hâle gelip sonsuz
ve ebedî olan Allah’ın zâtım “idrak” etmesidir. Görüldüğü gibi “tevhid”in
anlamı “ikrâr” noktasından “idrak” seviyesine taşınmıştır. Sûfîler bu anlamdaki
“tevhid” için “fenâ” kavramını kullanırlar. Bu seviyeyi idrak etmiş olan sûfî
kendi benlik bilinciyle birlikte kişisel iradesini de yitirdiğinden ve Allah’ın
zâtı dışındaki varlıkları algılayamadığından artık varlık âleminde Hak’tan
başka bir şey görmez, O’nun ef’âlinden ve iradesinden başka hiçbir şeyi de
hissetmez hâle gelir.
İbnu’l-Fârid’in “vahdet” anlayışı; “vecd” ve “fenâ”
durumunda “mâsivâ” (Allah’ın dışındakiler) mn yok olması ile her yerde sadece
“Bir’i görmesi şeklindedir. Bu durumda Şair, her yerde Allah’ın tecellisini
görür, müşâhede eder. Bu şekilde müşahedesinde birliğe ulaşır. Ancak Şair,
kendindeki bu “vecd” hâli geçtikten ve kendi benlik bilincine yeniden kavuştuktan
sonra “Hak” ile “Halkı yeniden ayn görür.
Bu şekildeki “Vahdet” anlayışı tasavvufî literatürde “Vahdet-i Şuhûd”
diye tabir edilir.
Burada “Vahdet-i Vucûd ” ile “Vahdet-i Şuhûd” kavramlarının
farkına kısaca değinilecek olursa; “Vahdet-i Vucûd ”; daha önce de kısmen
değinildiği üzere Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip
olmak, bilmektir. Şuhûdî tevhitte yani “Vahdet-i Şuhûd” da sâlikin her şeyi bir
görmesi geçicidir; birlik bilgide değil görmededir. “Vahdet-i Vucûd ”da ise, bu
birlik bilgidedir. Yani; sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da
Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecellilerinden başka
hiçbir şeyin hakikî bir varlığı olmadığım bilir. Ancak Vahdet-i Vucûd ehli bu
bilgiye nazarî olarak değil yaşayarak ve manevî tecrübeyle ulaşır.
İbnu’l-Fârid vecd hâlindeyken Allah ile insan ve Allah ile
kâinat arasındaki ikiliği ortadan kaldıran ifadeler kullanmıştır. O aşağıdaki
beytinde kendisi ile sevgilisinin bir olduğunu şöyle dile getirmiştir (Tavîl):
“O (Sevgili), ortaya
çıkınca bâtınım bana gösterildi. Ben halvetimin celvetinde (iç ahvâlimim
zuhûrunda), o makamda zâtımı O’nun zâtı olarak buldum. ”
Şair yukarıdaki beytinde yer verdiği halvet kelimesiyle
kendi bâtınını ve aynını kasdetmektedir. Vahdet mertebesinde gayriyyet
olmadığından şair, iç ahvâline ve özüne ait sırlar kendisine açıldığında kendi
zâtını sevgilisinin zâtı olarak görmektedir.
O, aşağıdaki beytinde, Allah’ın isim ve sıfatlarının
tecellisini kâinatta müşahede ederken aslında her şeyde Allah’ı gördüğünü şu
şekilde ifade etmektedir (Tavîl):
“(Sevgili) ortaya
çıktığında mevcudâtı gözümün önüne koydu, (ancak) her görülen şeyde O ’nu
görüyordum. ”
İbnu’l-Fârid vecd hâlindeyken dile getirdiği şatahât
içerikli ifadelerinin “hulûl”
anlamını çağnştırabileceği endişesiyle, bazı beyitlerinde kendisinin
“hulûl” akidesinden uzak olduğunu şöyle dile getirmektedir (Tavîl):
“ “Ben O’yum”
sözümden ve “O, bana hulûl etti” deyişimden - (bu sözleri söylemek) benim
gibisinin ne haddine! - döndüğüm zaman ( ... dualarıma karşılık vermesini
istedim). ”
**
“Bu iki rü’yetten en doğrusu olan (Peygamber’in) rü’yetinde,
inancımı hulûl nazariye sinden temizleyen bir işaret vardır. ”
Şair, bu beyitten önceki beyitlerde Cebrâil (aleyhisselâm)’ın
Sahabeden Dihyetu’l- Kelbî suretinde Hz peygambere vahiy getirdiği esnada, Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in onu vahiy getiren bir melek olarak gördüğü
hâlde Sahabenin ise, Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemle sohbet eden bir
insan olarak gördüklerini anlattıktan sonra yukarıdaki beyitte bu iki görüş
şeklinden Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem’in görüşünü kastederek:
“Bu iki rü’yetten en doğrusu olan (Peygamber’in) rü’y etinde, inancımı hulûl
nazariye sinden temizleyen bir işaret vardır” demektedir. Şair yukarıdaki
beytinde salt manada “hulûl” anlayışının kendi akidesinde yer bulamayacağını Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem’in Cebrâil’i bir melek olarak görmesiyle
delillendirmektedir. Zira; Cebrâil (aleyhisselâm) her ne kadar Sahabelere bir
insan suretinde gözükmüş olsa da suretinde göründüğü Dihyetu’l-Kelbî isimli
sahabenin bedenine hulûl etmiş, girmiş değildir. Çünkü, Hz. Rasûlu'llâh
salla’llâhu aleyhi ve sellem Cebrâil (aleyhisselâm)’ı aslî hey’etinde müşahede
ederken sahabeler onu insan şeklinde görmüşlerdir. Bundan dolayı İbnu’l-Fârid,
gerçek manada hulûlun olamayacağını söylemektedir. Şair, bir başka beytinde ise
şöyle demektedir (Tavîl):
“Aşkıyla tutuşan
ruhum onunla karışıp bir oldu, fakat bu, bir cismin ötekiyle karışıp birleşmesi
türünden değildi. ”
İbnu’l-Fârid, hulûl inancını aşağıdaki beyitlerinde de
açıkça görüldüğü üzere her türlü şekliyle reddetmiştir (Tavîl):
“Neshi dile
getirenden, mesh olmuştur diyenden kurtulmaya bak ve onların (bu türden)
inandıkları şeylerden uzak dur. ”
“O (inandıkları) şeyi
fesh iddialarıyla birlikte ebediyyen
terk et. Resh de her dönem sabit olsa da terk edilmeye lâyıktır. ”
Ali Sâfî Hüseyn’in de dediği gibi divân ve özellikle de
“et-Tâ’iyyetu’l- Kubrâ” isimli kaside bütünüyle incelendiğinde bunlarda şairin
hulûl, ittihâd ve Vahdet-i Vucûd kavramlarım çok dikkatli bir şekilde ele
aldığı görülmektedir.
Mahlûkatın
vahdeti ve Hakikat-ı Muhammediyye
Yukarıda değinilen felsefik boyutuyla birlikte İbnu’l-Fârid’in
şiirlerinde “Hakikat-ı Muhammediyye”
nazariyesi de kendisini gösterir. Hakikat-ı Muhammediyye veya Muhammedi
gerçek, bütün güzel isimleri kendisinde barındıran ve bulunduran ilk taayyünle birlikte olan zâttır. Her şey bu hakikatten
ve bu hakikat için yaratılmıştır. Bu
nazariyeye göre Muhammedi [salla’llâhu aleyhi ve sellem) ruh kadîm olup,
varlığı tüm mevcudâtın varlığından öncedir. Hakikati ise tüm enbiya, hulefa ve
evliyamn önüne geçmiştir. Tüm peygamber ve velîler, onun nurundan feyiz alarak
mucize ve kerâmet gösterirler. İbnuT-Fârid “Hakikat-ı Muhammediyye” lafzını
açıkça şiirlerinde kullanmamıştır. Ancak bazı beyitlerinde ifade ettiği
anlamlar şairin bu düşünceye sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
Şair, bir beytinde tüm ruhların O’nun ruhundan ve tüm
cisimlerin de O’nun cisminden südûr ettiğini ifade ederek şöyle der (Tavîl):
“Ruhum ruhlara
candır, kainatta gördüğün her güzellik benim mizacımdan zuhur etmiştir. ”
Aşağıdaki beytinde kendi düşüncesinin önce oluşundan ve tüm
peygamberlerin olanca farklılıklarına rağmen bu düşünceden südûr ettiklerinden
ve şeriatlerinin de kendi şeriatinden kaynaklandığından bahseder (Tavîl):
“Onların hepsi benim
düşüncemin önceliğinden dolayı çevremde dolaşmakta yahut, benim yoluma
varmakta. ”
İbnu’l-Fârid yukarıdaki beyitleriyle maddî ve manevî tüm
mevcudâtın eşit bir şekilde tek bir hakikatten çıktığım, tek bir kuvvetten
zuhur ettiğini ifade etmektedir.
Dinlerin vahdeti
İbnu’l-Fârid, çeşitli dinlerin zâhiren birbirlerinden farklı
görünüyor olsalar da hakikatleri ve özleri itibariyle aralarında bir ayrılığın
olmadığı görüşündedir. Ona göre var olan tüm dinler, mezhepler ve inançlar
aslında tek bir hedefe götüren vasıtalardan ibarettir. Bu hedef ise, tüm
dinlerin ortak çizgisi olan tek bir ilâha ibadet etmektir. Burada
İbnu’l-Fârid’in, bu düşünceleri dile getirirken kendisinin bir fakih olduğu
kadar, sübjektif manevî tecrübe ve zevklerinin etkisinde duygularını dile
getiren sûfî bir şair olduğunu da unutmamak gerekir. O, bu meyanda şöyle
demektedir (Tavîl):
“Mescidin mihrabı
vahiy ile aydınlanmışsa, manastırın heykeli Incil ile fesada uğramış değildir.
”
“(Mûsa) Kelimullah’ın
kavmine getirdiği Tevrât’ın cüzleriyle Yahudi âlimler her gece Allah’a
münâcatta bulunurlar. ”
“Puthânede ibadet
eden taşlara secde etse de (onun Allah ile arasındaki) bağlılığı inkâr etmeye
yol yoktur. ”
“Dinara tapan da
putperest bir müşrik olarak ayıplanmaktan mânen münezzehtir. ”
“Hiçbir dinin bakışı
(haktan) sapmış değildir, ve hiçbir mezhebin efkârı (başka yöne) meyletmiş
değildir. ”
İleride değinileceği üzere şair, dinlerin vahdeti düşüncesi
sebebiyle bazı İslâm âlimleri tarafından olumsuz yönde eleştirilmiştir.
Bilginin
ve mârifetin vahdeti
İbnu’l-Fârid’in tespit edip divânında yer verdiği ana vahdet
unsurlarından biri de bilginin kaynağının tek olması konusudur. O, insan ruhunu bilginin kaynağı olarak
görmektedir. Ona göre bilgi, insan ruhuna ezeldeyken daha bedenle birleşmeden
önce verilmiş bir yetenektir. Sâlik, özündeki bilgiyi ve mârifeti idrak
edebilmek için riyâzet ve mücâhede ile birtakım merhâleleri kat eder. Böylelikle
birbirinden farklı makam ve mertebeleri aşarak nefsini kirlerinden arındırır.
Bunun akabinde ruhunda mârifet nurları belirmeye başlayan sâlik mükâşefe yoluyla ilmi ilâhî’yi elde eder. Neticede
ârif olmuş olan sâlik, elde ettiği mârifetin sırf mücâhede ile meydana
gelmediğinin de farkındadır. Zira; mârifet, kesbî değil bilakis Allah’ın,
kullarından dilediğine bahşettiği vehbî bir lütuftur. İnsan nefsinin
beşeriyetten sıyrılarak bir anda melekleşebilme yeteneği vardır. Bu da ancak
nefsin rûhanî kişiliğini tamamlamasından ve mele-i âlâ’yı (kudsî topluluk)
müşâhede etmesinden sonra olur. Böylelikle sâlik, beş duyu ile algılama
sınırında duran âlimler mertebesini aşmış olur
(Tavîl):
“Bana de ki; “senin
beş duyun da uyuyarak sükûnete erdiği hâlde kim ilimlerini sana verdi?”
“Sen bundan önce dün
ne cereyan ettiğini ve yarın sabah da ne olacağını bilmezdin. ”
“Derken, geçmişin haberlerini ve geleceğin esrarını
güvenilir bir şekilde bilir oldun. ”
“ Ruha ilimler
nakşedilmiş ve eşyanın isimleri ona, eskiden babaya gelen vahiyle bildirilmişti. ”
Kaynak: Y. Seracettin BAYTAR, İBNU’L-FÂRİD,
HAYATI VE DİVÂNI, Doktora Tezi, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü
Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı, 2008, Erzurum
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.