Alexis de TOCQUEVILLE
Çev. Taner TİMUR
Amerikan anayasa sisteminin oluş ve gelişimi
konusunda esas kaynak ve metinlere dayanan bilgilerin eksikliği eskiden beri
yabancı dil bilmeyen Türk yazar ve araştırıcıları için doldurulması imkânsız
bir boşluk yaratmıştır. Bu arada, özellikle Hukuk ve Siyasal Bilgiler
öğrencilerinden büyük bir kısmının ders kitab ve notlan dışında, çalışma alanlan
ile ilgili ciddî ve doğru araştırma kaynaklarından faydalanma imkânından
yoksunluklan, sürekli bir dert konusu olarak, eğitim politikamızın bir an önce
halli gereken esaslı davalan arasına girmiş bulunmaktadır.
Ancak, bu davanın halli konusunda, gerek Millî
Eğitim Bakanlığının, gerekse Üniversitelerle diğer kuruluşlann, geniş görevleri
arasında yapabilecekleri yardımların son derece sınırlı olduğu şüphesizdir.
Nitekim Millî Eğitim Bakanlığının, Klâsikler serisinde - PLATO ve ARİSTOTELES
dışında - siyasî konuda eserlere pek az yer verilmiştir. Bu arada örneğin
MACHİAVELLİ'nin Yeniçağ devlet nazariyesine çığır açan ünlü siyasî eserleri bir
yana bırakılarak, «Mandragola» adlı komedisi, Klâsik yayınlar serisinde yer
almıştır. Bu durum, muhtevaca klâsiklere giren veya girmeyen önemli ve öğretici
yabancı siyasî literatürün, dilimize çevrilmesini sağlamada, özel gelir
kaynaklarından faydalanmayı önemli ve zorunlu hale getirmiştir.
Bu görüş açısından demeğimizin özel imkânlardan
faydalanarak beş yazarın eserlerinden seçilmiş «Siyasî ilimler Serisinin»
ilkinin yayınlanması hayırlı ve anlamlı bir başlangıç sayılmalıdır. Bu seriye
giren parçalar arasında şunlar yer almaktadır.
1—
Woodrow
WİLSON — Seçme Parçalar,
2—
Thomas
JEFFERSON — Seçme Parçalar,
3—
FEDERALİST'ler
— Amerikan anayasası konusunda tartışmalar,
4—
Lord
BRYCE — Amerikan Devletler Birliği,
5—
Alexis
de TOCOUEVILLE — Amerikan demokrasisi.
Seçilen yazar ve örnekler Demeğimiz başkanı,
Prof. Dr. Yavuz ABA-DAN'ın sorumluluğu altında, siyasî ilimlerle ilgili kuruluş
ve kişilere danışılarak kararlaştırılmıştır. Yazar ve parçaların seçiminde
gözetilen ölçü, bahsi geçen yazarlardan seçilmiş parçaların, henüz Türk dilinde
yayınlanmamış bulunması ve bunların, 1774 te başlayarak günümüze kadarki
Amerikan sosyal ve siyasî gelişimine ışık tutmalarıdır. Seçilen beş yazar,
Amerikan demokrasisinin kuruluşundan Birinci Dünya savaşının sonuna kadar,
Birleşik Amerika Devletlerin siyasî hayatında, gerek düşünce, gerek uygulama
alanlarında belirli etkiler yaratmış kişilerdir. Bütün dünyada ün salmış modem
Amerikan ve diğer yabancı siyasî teoricilerden seçme parçaların, bundan sonraki
serilerde geniş ölçüde yer alması, samimî dilek ve kararımızdır.
Projenin genel sommluluğunu yüklenmiş bulunan
Prof. Dr. Yavuz Abadan, başta Demeğimiz İdare Kumlu üyeleri olmak üzere,
memleketimizin siyasî ilimler alanında, ilerisi için büyük ümitler vaad eden
genç kuşaklan yardıma çağırmış ve övgüye değer bir ilgi ile karşılaşmıştır. Bu
sayede adları her kitapta da belirtilen değerli genç arkadaşlanmız, geniş zaman
isteyen görevlerinin imkânları çerçevesinde, tercümelerin zamanında en iyi
şekilde tamamlanması için elden gelen içli bir titizlik ve itina
göstermişlerdir. Bu serideki beş eseri, Türkçeye çeviren arkadaşlarımız sırası
ile şunlardır: 1) Doç. Dr. Nermin Abadan, 2) Asistan Dr. Mete Tuncay, 3)
Asistan Dr. Mümtaz Soysal, 4) Doç. Dr. Arif T. Payaslıoğlu ile Dr. Türkkaya
Ataöv, 5) Asistan Taner Timur'dır. Demeğimiz, bu ülkücü, çabalanndan dolayı,
kendilerine samimî tebrik, takdir ve teşekkür duygularını sunmayı zevkli bir
ödev sayar.
Yapılan tercümelerin seçilen metinlere uygunluk
derecesi, objektif ölçüler çerçevesinde genel bir incelemeden geçirilmiştir.
Ancak telif haklan kanununun, çeviricilere de tanıdığı şahsî ve manevî haklar
çerçevesine giren ifade ve üslûb özelliklerine dokunulmamıştır. Türk dilinin
anlaşması ve zenginleşmesi konusunda, genç kuşaklann çabaları ile elde edilmiş
sonuçlann bu seride yer alan eserlerin tercümelerine olan akislerini olduğu
gibi koruma prensibi, tercümelerin kontrolünü düzenleyen hâkim düşünce
olmuştur.
Hukuk ve siyaset bilimler ile uğraşanlar kadar
demokrasinin oluş ve kaderi ile ilgilenenlere de sunulmuş olan bu serinin,
aydın vatandaşların sempatisi ile karşılanacağı ümidi, devamlı kuvvet
kaynağımız olacaktır.
Siyasî İlimler Türk Demeği
İdare Kumlu
ALEXIS DE TOCQUEVILLE
1805 — 1859
Büyük bir siyaset ve devlet teoricisi olarak
insanlık tarihine mal olan Alexis de Tocqueville, 1805 de Vemeuil'de doğmuştur.
İlk resmî görevine hâkimlikle başlamıştır. 1832 yılında arkadaşı Gustave de
Bedumont ile birlikte, açıklanan hedefi «Amerika'da hapishaneler durumunun
araştırılması olan» bir yolculuğa çıkmışlardır. Bu seyahatin ilk müşterek
mahsulu olan «Birleşik Amerika'da Ceza ve infaz sistemi ve bunun Fransa'da
uygulanması = Du Systeme penitentiaire aux Etats-Unis et de son application en
France» adlı kitap 1833 sonlarında yayınlanmıştır.
Tam bir yıl kadar Amerika'da kaldıktan sonra,
memleketine dönen de Tocqueville'in «Hapishaneler araştırması» m, sadece asıl maksadını
gerçekleştirme behane ve vasıtası olarak kullandığı çok geçmeden anlaşıldı.
Onun, bu fırsattan faydalanarak asıl incelemek istediği, genç Amerikan
Demokrasisi idi. Nitekim Amerikadan dönüşünden üç yıl sonra 1835 te ünlü «De la
Democratie en Amerique — Amerikan Demokrasisi» adlı eserinin ilk iki cildi
yayınlandı. Bunu, beş yıl ara ile 1840 da son iki cilt takip etti.
Zaman geçtikçe yüksek değeri hayranlıkla takdir
olunan eser, derin bir müşahede ve tahlil kabiliyetinin aydınlattığı, Amerikan
demokrasisinin içinde yaşanılmış gerçeklerini tam bir sadakatle
aksettirmektedir. Nasıl Montesquieu, «De l'esprit des lois = Kanunların ruhu»
nu. İngiltere'de gerçek devlet hayatı hakkında edindiği bilgi ve tecrübelere
dayanarak yazmış ise, de Tocqueville'de kitabında Amerikan demokrasisinin
içinde yaşadığı realiteleri ışığa çıkarmıştır. Bu sebeple Chateaubriand, John
Stuart Mili, Royer Collard ve Sainte Beuve'ün, henüz otuz yaşındaki «Amerikan
Demokrasisi yazarını «19 uncu yüzyılın Montesquieu»sü olarak kutlamaları,
yerinde ve isabetli bir teşhisin ifadesidir.
Amerikan Demokrasisi yazarının ilk hedefi hiç
şüphesiz realist bir görüşle, Amerikan devletini ve onun dayandığı cemiyet
düzenini bütün özelliklerle tanıtma, anlatma ve yorumlamadır. Fakat hemen bunun
arkasından müellifin, Amerika'daki siyasî akım ve eğilimleri, Fransız devlet ve
cemiyetine uygulama emelini güttüğü, dikkatli gözlerden kaçmamaktadır.
Eserin birinci cildi, Amerikan devletinin
sosyolojik tahlili ile başla - maktadır. Burada yalnız Federal devletin değil,
tek tek eyaletlerin de bünyeleri, kendilerini doğuran teknik, coğrafî, tarihî
şartlan belirtilmek suretile esaslı bir incelemeye tabi tutulmaktadır. Bu
konuda en önemli bir soru olarak, birinci cildin ikinci kısmının 7 inci
bahsinde Amerika'da çoğunluk kudretinin sınırsızlığı ve etkileri ele
alınmaktadır. Çoğunluk (kütle) demokrasisinin, Avrupa'nın geleceğine de hâkim
olacağı kaygısı, onu bu kudreti engelleyip sınırlayacak çareler ve tedbirler
aramaya sevk etmektedir. Bu bakımdan 1833 ve 1835 yıllarında mahallinde
inceleme fırsatını bulduğu geleneğe dayanan İngiliz müesseseler!, üzerinde
durmakta, mahallî idarele - rin, hâkim bağımsızlığının, jürinin, alenilik ve
açıklık prensibinin çoğunluk istibdadına karşı denge kurmak bakımından önemini
belirtmektedir.
A. de. Tocqueville'in bu konuyu incelerken
şahsî tecrübeleri dışında değerlendirdiği başlıca eserler Blackstone'un
şerhlerde Cenevre'li De Sol -me'un İngiliz Anayasası adlı kitabıdır. Hukuk
sosyolojisinde Max Weber'e öncülük eden A. de Tocqueville, siyaset teorisinde
Plato, Aristoteles, Mac-hiavelli, Bodin ve özellikle Montesquieu'nun tesiri
altındadır.
«Amerikan Demokrasisi» nin 1840 ta tamamlanan
son iki cildi, daha olgun, daha aydınlık olmasına, kendisine Dünya şöhreti
sağlamasına rağmen, Fransa'da lâyık olduğu anlayışla karşılanmamıştır. Bundan
bizzat A. de Tocqueville, John Stuart Mill'e yazdığı bir mektupta şikâyet
etmekte, esas sebebi, kitabının sonunda meseleyi vazediş şeklinin doğurduğu
metodolojik güçlükte aramaktadır. A. de Tocquevilole'e göre eğer kendisi
başlangıçta olduğu gibi, «sadece demokratik Amerikan cemiyetinden bahsetseydi,
yahut «olduğu gibi bu günkü Fransız cemiyetini» tavsir etseydi, yazılanları
herkes kolaylıkla anlayacaktı. Fakat o konusunu, «büyük kütlenin kavrayamayacağı
problemli bir şekilde ortaya koymuş» «Amerikan ve Fransız cemiyetlerinin telkin
ettiği fikirlerden hareketle, henüz hiç bir tam modeli, bulunmayan
demokratik cemiyetlerin müşterek genel hatlarını çizmek is-
temiştir. Böylece Amerikayı bir fon olarak kullanan son kısımdaki tahliller, her
noktada bu gün karşısında bulunduğumuz bir demokratik dünya düzeninin
üniversal problematiğine nüfuz etme gayretinin başarılı sondajları değerini
kazanmıştır.
Modem endüstri cemiyeti gelişiminin yarattığı
günümüzün sosyal ve siyasî meselelerine yüz yirmi yılın gerisinden tutulan bu
ışık, müellifin uzak ve derin görüşlülüğünü en açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Olayların müşahede ve tahliline dayanan kendine has bir tümden
gelim metodu ile ulaştığı sonuçlarını kehanet ölçüsünü aşan isabeti karşısında
şaşmamak imkânsızdır. Ayrı mebdelerden hareketle; farklı yollar ve usullerle
devamlı şekilde büyüyen Amerika ve Rusya karşısında diğer milletlerin tabiatça
çizilen imkânların sınırlarına ulaşmış göründüklerine dair olan teşhisi, bu
günkü siyaset dünyasının eksiksiz bir tablosudur.
Eserinin «Endüstri Aristokrasisi »bahsinde
İktisadî gelişim konusunda da devrinin bu alandaki şöhretlerinden örneğin Kari
Marx'tan daha üstün ve uzak görüşlü olduğunu isbat etmiştir. Marx, sınıfsız cemiyetin
gerçekleşmesi sonucunda devletin ortadan kalkacağını ileri sürerken, A. de
Tocqueville devlet kudretinin nasıl devleşmekte (Leviathan haline gelmekte
olduğunu) belirtiyor, buna karşı korunma çaresini siyaset san'at ve meharetinde
arıyordu: «Önümüzde açılacak olan demokrasi yüzyıllarında ferdî bağımsızlık ve
mahallî hürriyetlerin, politika san'atının mahsulü olacağını düşünüyorum.
Merkezileşme, tabiî hükümet şekli olacaktır»
«Devrimizin teorisi — Theorie des gegenwartigen
Zeit = alters» (Deutsche Verlagsanstalt, Stuttgart 1955) adlı eserinde doğrudan
doğruya Tocqueville'e atıfta bulunan ünlü sosyolog Hans Freyer, «Amerikan De -
mokrasisinin endüstri cemiyetinin tarihî gelişimine hatta geleceğe ışık tutan
değerine işaret etmektedir. Alman Tarih ve siyaset felsefecisi Dilthey, onu,
«Devrinin tarih araştırıcıları arasında iyi bir tahlilci, hem de Aristoteteles
ve Machiavelli'denberi siyaset dünyasının en büyük tahlilcisi» olarak
vasıflandırmaktadır. «Amerikan Demokrasi»sinin birinci cildi 1835 te, İkincisi
ise 1840 da yayınlandığına göre yazar, ünlü eserini tamamladığı zaman, ancak
otuz yaşının eşiğinde bulunuyordu. Bununla beraber eseri, Anglo -Sakson
memleketleri başta olmak üzere Fransa ve Almanya'da en kısa zamanda siyaset
teorisinin «Montesquieu'dan beri en ilgi çekici (Royer Collard) orijinal bir
mahsulü olarak şöhret ve itibara kavuştu.
Hakimlik mesleği ile resmi hayata giren
Tocqueville, siyasî kariyerini 1848 inkılâbından sonraki «Birinci Cumhuriyet»in
Dışişleri Bakanı olarak bitirdi. Eserlerinin eşsiz değeri karşısında, faal
siyasî hayatının etkisi, çok sönük kalmıştır. Devlet hizmetinden çekildikten
sonra yazmaya başladığı «İnkılâp ve eski rejim» adlı eseri tamamlanmadan,
Amerika seyahatinda aldığı bir hastalığın nüks etmesile, 1859 da ölmüştür.
19. uncu yüzyılın en manalı siyasî teoricisi
olarak değerlendirilen A. de Tocqueville, özellikle 1914 e kadar süren Üçüncü
Cumhuriyet devrinde «liberal» damgası vurularak öz vatanı Fransa’da da ilgi ve
sempatiyi kaybetmiş, hatta unutulmuştur. Oysaki Tocqueville'i, parlamento
liberallerin -den keskin çizgilerle ayıran iki önemli nokta vardır :
1 — A. de Tocqueville'in hürriyet anlayışı,
dini kökler temeline dayanır. 2 — Yazar, demokrasinin gelişimindeki arıza ve
sakatlıklardan doğacak iki ana tehlikeye, -açık bir deyimle- ya anarşi yahut
diktatörlük çıkmazına, yüz yirmi yıl önce bütün açıklığı ile temas ve işaret
etmiştir. Bu teşhis kudreti, siyasî konularda isabetli hüküm ve tahlilleri,
haklı olarak yazarımızı devrinin bir numaralı sosyoluğu devlet felsefecisi
tarihçisi vasıf ve değerine ulaştırmıştır [I]
Amerika'da bulunduğum
esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartların eşitliği
kadar şaşırtmadı. Bu vakanın, cemiyetin gidişi üzerindeki muazzam tesirini
kolayca farkettim: halk efkârına belli bir istikamet veren; kanunların muayyen
bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, idare edilenlere
de hususî alışkanlıklar kazandıran hep oydu.
Çok geçmeden aynı vakıanın,
tesirini kanunların ve siyasî adetlerin çok ötesine kadar yaydığını ve sivil
hayattaki nüfuzunun Devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım:
Fikirler yaratıyor, hisler
doğuruyor, adetler telkin ediyor ve kendi yaratmadığı her şeyi de tadil
ediyordu.
Böylece, Amerikan cemiyeti
ile alâkalı tetkiklerimi artırdıkça, şartların eşitliği vakıasının, her hususî
oluşun kendisinden çıktığı temel vakıa olduğunu gitgide daha fazla bir şekilde
görmeye başlıyor ve onu hep önümde bütün müşahedelerimin varacağı merkezî nokta
olarak buluyordum.
O zaman düşüncelerimi bizim
yarım dünyaya yönelttim, ve yeni dünyanın bana arzettiği manzaraya benzer bazı
şeyleri orada da farkeder gibi oldum. Amerika'daki gibi son hudutlara varmamış
olsa bile, oraya doğru her gün biraz daha fazla yaklaşan, şartların eşitliği
oluşunu gördüm. Ve Amerikan cemiyetlerinde hüküm süren tipte bir demokrasi,
Avrupada'da, bana, iktidara sür'atle yaklaşır gibi göründü.
Bu andan itibaren, okumak
üzere bulunduğumuz kitabın ana fikri kafamda belirdi.
Büyük bir demokratik inkılâp
gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Herkes Onu görüyor, fakat hakkında aynı
hükmü vermiyor. Bazıları onu
Yeni birşey olarak telâkki
ediyorlar, ve geçici sandıklan için hala durdurulabileceğini zannediyorlar.
Diğerleri, kendilerine
tarihte rastlanılan en eski ve devamlı olay olarak göründüğü için, bunun karşı
konulmaz birşey olduğuna hükmediyorlar.
Bir an için nazarlarını yedi
asır önceki Fransaîya çeviriyorum: onu toprağa sahip ve sakinlerini idare eden
bir avuç aile arasında parçalanmış bir halde buluyorum. Hükmetme hakkı nesilden
nesile miras yoluyla geçiyor, insanların birbiri üzerinde tesiri için tek
vasıta var: kuvvet, iktidarın biricik menşeî: toprak mülkiyeti.
Fakat çok geçmeden ruhban
sınıfının siyasî gücü teessüs ediyor ve yayılmağa başlıyor. Ruhban sınıfı
sinesini zengin, fakir; asil, avam herkese açıyor. Eşitlik Devlet idaresine
kilise yoluyla nüfuz etmeye başlıyor ve ebedî bir köleliğe mahkûm gibi
görünenler, asillerin arasında rahip olarak yer alıyor ve ekserî kralların da
üstünde oturuyor.
Zamanla cemiyet daha medenî
ve istikrarlı bir hal aldıkça, insanlar arasındaki çeşitli münasebetler de daha
kabarık ve karışık oluyor. Medenî Kanun ihtiyacı kendisini kuvvetle
hissettiriyor. O zaman hukukçular ortaya çıkıyorlar, mahkemelerin karanlık
çalılarını ve tozlu odalarını terkederek prensin sarayına, zırhlı ve kürklü
baronların yanma oturmağa gidiyorlar.
Krallar büyük teşebbüsler
peşinde harap oluyorlar; asiller hususî harplerde bitip tükeniyorlar; avam,
ticaret yoluyla zenginleşiyor. Paranın tesiri Devlet işlerinde kendini
hissettirmeye başlıyor. Ticaret iktidar temin eden yeni bir kaynak oluyor ve
borsacılar hem istihfaf hem de dalkavukluk edilen bir siyasî kudret halini
alıyor.
Yavaş yavaş kültür seviyesi
artıyor; san'at ve edebiyat zevkinin doğduğu görülüyor; kültür bir
muvaffakiyet, ilim bir idare vasıtası, zekâ bir sosyal kuvvet oluyor. Kültürlü
kimseler Devlet idaresine giriyorlar.
Bununla beraber, iktidara
giden yeni yollar keşfedilince asaletin değerinin azaldığı görülüyor. XI.
asırda asalet ölçüsüz derecede kıymette iken XIII. asırda satın alınıyor; ilk
asalet tevcihi 1270 de vukubuluyor ve nihayet eşitlik Devlet idaresine bizzat
aristokrasi yolu ile giriyor.
Geçen yedi asır boyunca,
kralın otoritesine savaşta veya rakiplerinin güçlerini bertaraf etmede,
asillerin halka siyasî kudret verdikleri bazen görüldü.
Halkı aynı seviyeye
getirmede en sebatlı ve en aktif krallar Fransa Kralları oldular. Kuvvetli ve
haris oldukları zaman halkı asillerin seviyesine yükseltmeye çalıştılar; zayıf
ve mutedil oldukları zaman da halkın kendilerinin üstünde yer almasına müsaade
ettiler.
Bazıları demokrasiye
kabiliyetleriyle, bazıları da acizleri ile hizmet ettiler. XI. ve XIV. LOUS'ler
tahtın altındaki her şeyi eşit kılmağa çalıştılar ve XV. LOUİS nihayet sarayı
ile birlikte tozlara bulandı.
Vatandaşlar feodal taksimden
başka yollarla toprak mülkiyetine sahip olmağa ve tanınmış olan menkul
mülkiyeti tesir yaratmağa, kudret temin etmeğe başladıktan sonra, insanlar
arasına birçok yeni eşitlik elemanı sokmıyan ne bir sanayi keşfinde bulunuldu
ne de endüstri ve ticarette bir İslâhat yapıldı. Bu andan itibaren keyfedilen
bütün metotlar, doğan bütün ihtiyaçlar, tatmin edilmek istenen bütün arzular
evrensel bir seviye eşitliğine doğru terakkilerdir. Lüks zevki, savaş aşkı,
moda iptilâsı, insan kalbinin en sathî ve en derin ihtirasları, zenginleri
fakir, fakirleri zengin yapmak için ahenkle çalışıyor görünüyorlar.
Zekâ eserlerinin zenginlik
ve kuvvet kaynağı oluşundan itibaren, ilmin her terakkisini, her yeni malûmatı,
her yeni fikri halka uzanan yeni bir kudret kaynağı telâkki etmek icabetti.
Şiir, hitabet, hatıralar, zekâ oyunları, muhayyilenin ateşi, düşünce derinliği,
Allah'ın tesadüfe göre dağıttığı bütün meziyetler, demokrasiye hizmet ettiler;
ve hattâ basımlarının elinde bulunduğu zaman dahi, insanın tabiî büyüklüğünü
ortaya koyarak demokrasi davasına yaradılar. Şu halde zihin aydınlığının ve
medeniyetin terakkisi, demokrasinin terakkisi demek oldu. Edebiyat fakirlerin
de, zayıfların da her gün silâh aramağa koştukları bir cephane halini aldı.
Tarihimizin sayfalan
çevrilirse, denilebilir ki yedi asırdan beri eşitlik yönünde hizmet etmeyen hiç
bir büyük hadiseye rastlanamaz.
Haçlı Seferleri ve İngiltere
harpleri asilleri çok azaltıyor ve topraklarını bölüyor; kazalann kuruluşu feodal
monarşiye demokratik hüniyeti sokuyor; ateşli silâhlann keşfi asil ile köylüyü
muharebe sahasında eşit kılıyor; matbaa zekâlanna eşit kaynaklar veriyor; posta
saraylann kapısına olduğu kadar fakir kulübesinin eşiğine de ışık getiriyor;
Protestanlık, bütün insanlann eşit şekilde Allah'ın yolunu bulabileceklerini
ilân ediyor.Keşfedilen Amerika binlerce yeni servet yolu açıyor ve meçhul
macerapereste hem zenginlik hem de kudret temin ediyor.
Şayet XI. asırdan itibaren
ellişer yıllık safhalar halinde Fransa'da olup bitenleri incelerseniz, her
safhada cemiyetin yapısında ikili bir inkılâbın vukubulduğunu farketmemenize
imkân yoktur. Asil, sosyal hiyerarşide gerilerken, avam ilerlemekte; biri
inerken öbürü çıkmaktadır. Her yarım asır onları yaklaştırmakta ve çok geçmeden
birbiriyle birleşir bir hâle getirmektedir.
Oysa, bu sadece Fransa'ya
has birşey de değildir. Nazarlarımızı ne tarafa çevirirsek çevirelim, bütün
Hıristiyan âleminde aynı inkılâbın cereyan ettiğini farkederiz.
Her tarafta milletlerin
hayatında çeşitli olayların demokrasiye hizmet ettiğini görürüz. Herkes ona
yardım etmektedir: Bu rejimin muvaffakiyetinde payı olmak isteyenler yanı sıra,
ona hizmeti aklından bile geçirmeyenler; onun için çarpışanlar yanı sıra,
kendilerini açıkça düşmanı ilân edenler, bütün hepsi karmakarışık bir şekilde
aynı yolda sürüklendiler; ve hepsi kimi arzusu hilâfına kimi de bilmeden
kaderin elinde oyuncak olarak müştereken çalıştılar.
Şartların eşitliğinin
tedricî gelişimi, şu halde, İlâhî bir oluşun belli başlı özeliklerini
taşımaktadır: evrenseldir; devamlıdır; insanın önleyebileceği birşey değildir;
bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir.
Bu kadar uzaklardan gelen
bir toplumsal hareketin, bir neslin çabalamasiyle önlenebileceğini sanmak akıllıca
bir iş olur mu? Kralları mağlup eden, derebeyliği altüst eden demokrasinin,
zenginler ve buıjuvalar önünde geriliyeceği söylenebilir mi Demokrasi, kendinin
bu kadar kuvvetli ve basımlarının da bu kadar zayıf olduğu şu anda mı duracak?
O halde nereye gidiyoruz?
Kimse bilmiyor. Zira mukayese ölçüleri şimdiden elimizden çıktı.
Zamanımızda Hıristiyanlar
arasında şartlar, dünyada hiç bir yerde ve hiç bir zamanda görülmemiş derecede
eşittir, ve şimdiye kadar olanların azameti, bundan sonra olup bitecekleri sezmeye
mâni oluyor.
Okuyacağınız bu kitap, bütün
manialara rağmen bunca asırdır yol alan ve halâ bugün bile bizzat kendi eseri
olan harabeler arasında yürüyen ve önlenmez inkılâbın manzarasının, yazarın
ruhunda yarattığı bir nevi dinî korkunun baskısı altında yazıldı.
Allah'ın ne istediğini
anlamamız için, mutlaka konuşması şart değildir. Hâdiselerin daimî temayülünün,
tabiatın olağan aklının ne olduğunu tetkik etmek yeter. Allah'ın sesini
duymasam bile, yıldızların gökte onun parmağının çizdiği yolu takibettiklerini
biliyorum.
Şayet zamanımız insanları,
devamlı müşahedeler ve samimi düşüncelerle eşitliğin tedricî gelişiminin
tarihimizin hem mazisi hem istikbâli olduğunu kabul ederlerse, yalnız bu seziş
bile, bu gelişime Allah
- 5 - iradesinin mukaddes
mahiyetini verecektir. Demokrasiyi durdurmak istemek, o zaman bizzat Allah'a
karşı savaşmak gibi görünecek ve insanlar için Tanrının kendilerine zorunlu
kıldığı sosyal duruma uymaktan başka çare kalmayacaktır.
Zamanımızda Hıristiyan milletler
bana korkutucu bir tablo arz ediyor gibi gelmektedirler. Kendilerini sürükleyen
cereyan şimdiden, önlenemeyecek kadar kuvvetlidir. Fakat henüz hâkim
olunamayacak diye ümitsizliğe düşülecek derecede süratli de değildir: kaderleri
ellerindedir, fakat bir müddet sonra kaderlerine hakim olmaktan çıkabilirler.
Demokrasiyi aydınlatmak,
mümkünse inançlarına tekrar hayat vermek, örflerini saflaştırmak, hareketlerini
düzenlemek, tecrübesizliğin yerine ilim ve bilgiyi ikame etmek, hükümet şeklini
zamana ve zemine uygun kılmak, insanlara ve şartlara göre gereken
değişiklikleri yapmak: zamanımızda cemiyeti idare edenlere düşen ilk vazifeler
işte bunlardır.
Yepyeni bir dünyaya yeni bir
siyaset ilmi lâzımdır. Fakat bunu pek düşünemiyoruz. Hızla akan bir nehrin
ortasında, cereyan bizi uçurumlara doğru sürükler götürürken, ısrarla
gözlerimizi halâ sahilde kalan bazı artıklara dikmişiz.
Avrupa'da, tasvir ettiğim
büyük sosyal inkılabına Fransa'dakinden daha süratli terakkiler kaydettiği bir
millet daha yoktur. Fakat bu inkılâp orada hep tesadüflere göre yürüdü.
Devlet adamları onun için
önceden bir şeyler hazırlamağı asla düşünmediler, inkılâp ya arzulan hilâfına,
ya da haberleri olmadan cereyan etti. Milletin en zeki ve en üstün ahlaklı
sınıflan, yön vermek için ona hakim olmağa asla çalışmadılar. Böylece demokrasi
vahşi içgüdülerinin buyruğuna terkedildi. Şehir sokaklannda kendi kendine
yetişen ve cemiyetin sadece sefaletleri ile bayağılıklannı tanıyan, ana-baba
ihtimamından mahrum çocuklar gibi büyüdü. İktidara aniden geldiği zaman
mevcudiyetinden halâ kimsenin haberi yoktu. O zaman herkes bayağıca en küçük
istemlerine dahi tâbi oldu ve ona kuvvetin sembolü olarak taptı..
Demokrasi bizzat kendi
aşırılıkları ile kendini zayıflatınca, kanun kovucular onu ıslâh edecekleri ve
aydınlatacakları yerde tahrip etme yoluna gittiler. Ona idare etmeyi
öğreteceklerine, idare makamından atmaktan başka bir şey düşünmediler.
Neticede, örf ve adetlerde,
fikirlerde, kanunlarda bu inkılâbı yararlı kılmak için zarurî olan bir
değişiklik meydana gelmeden, demokratik
- 6 - inkılâp cemiyetin
maddî yapısında vuku buldu. Böylece, kötülüklerini bertaraf edici, iyiliklerini
ortaya koyucu yollan bilmesek de, demokrasi karşımızda duruyor. Birlikte
getirdiği fenalıktan görüyoruz; fakat iyiliklerinin neler olabileceğinden
haberimiz yok.
Aristokrasiye dayanan kıralî
iktidar, Avrupa milletlerini huzur içinde idare ederken, cemiyet, bir sürü
sefaletin arasında, bu gün güçlükle tasavvur edilebilecek haz şekillerinin
tadını çıkanyordu.
Bir miktar tebaanın gücü,
prensin zulmüne aşılmaz bir mania teşkil ediyordu. Halkın gözünde hemen hemen
İlâhî bir mahiyete büründüğünü hisseden krallar, bizzat yarattıktan saygıdan
iktidarlann suistimal etmeme kudretini elde ediyorlardı.
Halkta aralannda büyük bir
mesafe olmasına rağmen, asiller, halkın kaderine, tıpkı çobanın sürüsüne
gösterdiği gibi sakin ve hayırhah bir alâka gösteriyorlardı. Kendi eşitleri
olarak görmedikleri fakirin kaderi üzerine, Allahın elleri arasına koyduğu bir
emanet gibi titriyorlardı.
Kendininkinden başka hiç bir
sosyal durum fikri olmadığı ve şeflerine eşit olabileceğini asta tahayyül
edemediği için, halk bunlann iyiliklerini kabul ediyor, haklannı da hiç
münakaşa etmiyordu. Adil ve faziletli olduktan zaman onlan seviyor ve
sertliklerine Allah'ın kendilerine gönderdiği kaçınılmaz fenalıklara olduğu
gibi, kolayca ve küçülmeden katlanıyordu. Zaten örf ve âdetler zulme hudut
çizmiş ve kaba kuvvetin ortasında bir nevi hukuk tesis etmişti.
Asiller, meşru sandıklan
imtiyazlannın kendilerinden alınabileceği fikrine hiç kapılmadıklanndan;
köleler, aşağı durumlannı tabiatın değişmez nizamının bir neticesi olarak
gördüklerinden, kader itibariyle bu kadar farklı bir şekilde aynlmış otan bu
iki sınıf arasında bir nevi karşılıklı hayırhahlık teessüs etti. Cemiyette o
zaman eşitsizlik ve sefalet vardı. Fakat bunlar ruhları küçültmüyordu.
İnsanlan yıkan, iktidann
kendilerine karşı kullanılması veya itaat alışkanlığı değildir. Gasbedilmiş ve
zalim bulduktan bir iktidara itaat ve gayrimeşru saydıktan bir iktidann kendilerine
karşı kullanılmasıdır.
Bir tarafta servetler,
kuvvet, boş zaman ve onlarla birlikte lüks peşinde koşma, zevke düşkünlük,
manevi değerlere önem verme ve san'at aşkı; diğer tarafta çalışma, cehalet ve
görgüsüzlük vardı.
Fakat bu görgüsüz ve cahil
kütlenin içinde canlı ihtiraslar, derin inançlar ve vahşi faziletler de yok
değildi.
Bu şekilde kurulu bir sosyal
yapı istikrarlı, muktedir ve bilhassa şerefli olabilirdi.
Fakat birdenbire sınıflar
karışmağa başlıyor, insanları birbirinden ayıran manialar ortadan kalkıyor,
toprak taksim ediliyor, iktidar paylaşılıyor, zihinler aydınlanıyor, zekâlar
artık eşit oluyor, sosyal durum demokratlaşıyor, ve demokrasi nihayet
gürültüsüzce âdetlere ve müesseselere hâkim oluyor.
Böylece herkesin, kanunları
kendi eseri olarak görüp sevdiği ve onlara hep itaat ettiği, Devlet
otoritesinin İlâhî mahiyetinden değil, zarureti kabul edildiğinden hürmet
gördüğü ve devlet şefinin ihtirastan ziyade akıllı ve ölçülü bir sevgiyle
sevildiği bir cemiyet ortaya çıkıyor. Herkesin haklan olduğu için ve bunlar
teminata bağlandığından, bütün sınıflar arasında, küçüklük duygusundan olduğu
kadar gururdan da uzak bir nevi karşılıklı hürmet ve tam bir itimat teessüs
ediyor.
Hakiki menfaatlerini tanıyan
halk, cemiyetin nimetlerinden faydalanmak için kendine düşeni yapmak zaruretini
kabul eder. Bu durumda vatandaşların hür bir şekilde kurdukları cemiyetler,
asillerin şahsî iktidarının yerini alır ve Devlet keyfî idare ile zulümden
masun kalır.
Bu şekilde teessüs etmiş
demokratik bir cemiyette Devlet aslâ âtıl kalmaz. Fakat sosyal yapıdaki
cereyanlar düzenlenir ve hamleci olurlar. Şayet bu cemiyette bir aristokraside
olduğu kadar şâşaaya rastlanmazsa, sefalet de daha azdır. Zevk düşkünlüğü daha
mutedil, refah daha genel; ilim daha az gelişmiş, cehalet daha nâdirdir. Hisler
daha az uyanık ve adetler daha yumuşaktır. Bu cemiyette daha çok suistimâle,
fakat daha az cürüme rastlanır.
İnançlara aşkla ve heyecanla
bağlılık olmadığından; fikrî gelişmeler ve tecrübeler vatandaşların bazen çok
şeyler feda etmesi bahasına olur. Her fert aynı derecede yetersiz olduğu için
hemcinslerinin eşit derecede yardımına ihtiyaç duyar ve ancak yaptığı yardım
karşılığı kendisini destekliyeceklerini anladığı için, şahsî menfaatinin umumî
menfaatle birleştiğini keşfeder.
Bütün olarak alınırsa
milletin durumu daha az parlak ve itibarlı, belki de daha kuvvetli olacaktır;
fakat vatandaşların ekseriyeti daha müreffeh bir ömür sürer ve halk, daha iyi
olma ümidini kaybettiği için değil, fakat iyi yaşamağı bildiği için sulh ve
sükûn içinde kalır.
Böyle bir nizamda her şey
faydalı ve iyi olmasa bile, cemiyet hiç olmazsa iyi ve faydalı gösterebileceği
her şeyi benimser ve insanlar aristokrasinin temin edebileceği avantajları
ebediyen terk ederek, demokrasinin arzettiği nimetleri kucaklarlar.
Fakat bizler, atalarımızın
sosyal durumunu bir tarafa atıp; müesseselerini, fikirlerini ve örflerini
karmakarışık bir halde arkamızda bırakırken, yerlerine ne aldık?
Kralî iktidarın prestiji,
yerini kanunların üstünlüğü almadan heba oldu. Zamanımızda halk otoriteye dudak
büküyor. Fakat ondan korkuyor ve korku, eskiden sevgi ve hürmetin kendisine
kazandırdığından da çoğunu kaybettiriyor.
Zulme karşı teker teker
çarpışabilecek olan ferdî mevcudiyetleri mahvettiğimizin farkındayım. Fakat
insanlardan, loncalardan veya ailelerden alman bütün imtiyazları tek başına
tevarüs eden hükümeti görüyorum: Vatandaşların küçük bir kısmının bazen
zulmedici, fakat ekseri muhafazakâr kuvvetinin yerini, cümlenin zaafı aldı.
Servetlerin taksimi zengini
fakirden ayıran mesafeyi azalttı. Fakat bunlar birbirine yaklaşırken karşılıklı
nefret için yeni sebepler buldular ve birbirlerini haset ve şiddet dolu
nazarlara süzerek, iktidar mevkiinden atmağa çalıştılar. Her iki taraf için de
hak-hukuk denen bir şey yoktu ve hepsine kuvvet, halin tek sebebi, istikbalin
de biricik garantisi olarak görünüyordu.
Fakir ecdadının inançlarını
ve faziletlerini unuttu, cehaletlerini ve bir sürü peşin hükümlerini aldı.
Hareketlerine kaide olarak, nasıl düzenliyeceğini bilmeden menfaat fikrini
kabul etti ve eskiden sadakati ne kadar körü körüne idiyse, şimdi de bencilliği
o kadar körü körüne oldu.
Cemiyet kuvvetinden ve
refahından emin olduğu için değil, bilâkis zaafını ye sakatlığını hissettiği
için sakin. Bir çaba sarf ederken ölmekten korkuyor: herkes durumun kötülüğünü
görüyor, fakat kimsede daha iyiyi aramak için lâzım gelen ne eneıji ne de
cesaret var. Herkeste, ihtiyarların ancak kudretsizliklerini ortaya koyan
ihtirasları gibi, devamlı ve gözle görülür hiç bir şey hasıl etmeyen arzular,
pişmanlıklar, kederler ve sevinçler mevcut. Yeni durumun faydalı sayabileceği
şeyleri elde etmeden, eski durumun iyi sayabileceği şeyleri terk ettik;
aristokratik bir cemiyeti tahrip ettik ve eski binanın kalıntıları arasında gönül
rızasıyla durmuşken, oraya ebediyen demir atmış gibiyiz.
Fikir dünyasında husule
gelenler de daha az teessüfe şayan değildir. Düzensiz ihtiraslarına desteksiz
terkedilmiş veya yürüyüşünü şaşırmış bir halde, Fransız demokrasisi yolunun
üzerindeki her şeyi altüst etti; tahrip edemediklerini de sarstı. Rahatça
hükmünü icra etmek için yavaş yavaş cemiyeti ele geçirdiğini kimse görmedi. Bir
savaş hareketliliğinin ve karışıklıkların arasında durmadan yürüdü. Herkes,
mücadelenin hararetiyle canlanmış ve basımlarının ifratları ve fikirlerinin
zoru ile kendi fikrinin tabiî hudutlarının ötesine çıkmış bir halde neyin
peşinde koştuğunu bile unutuyor ve gizli içgüdüleri ve hakikî hislerine uymayan
bir lisan kullanıyor.
Artık gömemezlikten
gelemeyeceğimiz garip karışıklık bundan doğuyor.
Hatıralarımı boşu boşuna
yokluyorum. Gözlerimizin önünde olup bitenlerden daha çok merhamete ve üzüntüye
lâyık hiç bir şey bulamıyorum. Zamanımızda fikirleri zevklere ve fiilleri
inançlara bağlıyan tabiî bağlar kopmuşa benziyor. İnsanların, her zaman
birbirlerinin fikirlerine ve hislerine besledikleri sempati yok olmuş
görünüyor. Nerede ise, bütün ahlâkî benzerlik kanunlarının ortadan kalktığını
söylemek mümkün olacak.
Aramızda halen ruhunu öbür
dünyanın hakikatleriyle beslemek isteyen Hıristiyanlara rastlanıyor. Bunlar,
şüphesiz, bütün ahlâki büyüklüğün kaynağı olan hürriyet lehine çalışacaklar.
Bütün vatandaşları kanun önünde eşit görmek, bütün insanları Allah huzurunda
eşit kılan Hıristiyanlığa güç gelmez. Fakat bir çok garip hadisenin müşterek
neticesi olarak, din, demokrasinin altüst ettiği bir sürü kuvvetle halen bağlı
bulunuyor, ve ekseri, aşıkı olduğu eşitliği defetmesi ve elinden tutarak
gayretlerini takdir etmesi icabeden hürriyeti bir hasım gibi lanetlemesi
gerekiyor.
Bu din adamlarının yanı
sıra, bakışlarını gökten ziyade yere çevirmiş kimseler de var. Üstün
faziletlerin menşei olarak gördüklerinden ziyade, en büyük nimetlerin kaynağı
olarak kabul ettikleri için hürriyeti arayan bu kimseler, hürriyeti hakim
kılmak ve meyvelerini herkese tattırmak istiyorlar; bunlar dini yardımlarına
çağırmak için çırpmıyorlar. Zira inançlar olmadan örflerin, örfler olmadan da
hürriyetin hükmünü sağlamanın mümkün olmadığını biliyorlar. Fakat dini
basımlarının cephesinde gördüler, bu onlar için kâfi: bir kısmı ona hücum
ediyor, diğerleri ise müdafaaya cesaret edemiyorlar.
Geçmiş asırlar bayağı ve
satılık ruhların köleliği müdafaa ettiğini gördü. Oysa bağımsız ruhlar ve
cömert kalpler hürriyeti kurtarmak için ümitsizce çarpışıyordu. Fakat
zamanımızda, sık sık, kendileri bizzat hiç tanımadıkları adilik ve
bayağılıkları alkışlayan ve fikirleri zevkleri ile tezat halinde olan, tabiat
itibariyle asil ve mağrur kimselere rastlanıyor. Başka bir gurup da, aksine,
sanki hürriyette mukaddes ve büyük ne varsa hissedebilirmiş gibi hürriyetten
bahsediyor ve daima yanlış tanıdığı bazı hakları insanlık hesabına talep
ediyor.
Kültürleri, rahat mizaçları,
sakin alışkanlıkları ve temiz âdetleri sayesinde etrafındaki halkın başına
göçen faziletli ve huzur içinde insanlar görülüyor. Bunlar samimi bir aşkla
bağlı oldukları vatanlarına çok şeyler feda edebilirler: bununla beraber
medeniyete düşmanlar; iyilikleri ile kötülüklerini karıştırıyorlar, ve
zihinlerinde kötü fikri, ayrılmaz bir şekilde yeni fikrine bağlıdır.
Bunların yanında terakki
adına insanı maddileştirerek, faziletten ayrı refah, inançların dışında ilim ve
adalete dayanmayan bir faydalılık arayan bir başka gurup var: bunlar
kendilerine modem medeniyetin şampiyonları nazarı ile bakıyorlar, ve
kendilerine terk edilen, fakat bizzat liyakatsizleri yüzünden atıldıkları bir
mevkii gasbederek küstahça başı çekiyorlar.
Nerede bulunuyorsunuz?
Din adamları hürriyetle
çarpışıyor ve hürriyet aşıkları dinlere hücum ediyor. Asil ve cömert ruhlar
köleliği methediyor, âdi ve bayağı kalpler bağımsızlığı savunuyor. Vatanını
sevmeyen ve örflere bağlı olmayan vatandaşlar medeniyetin ve ışık çağının
müdafaasını yaparken, namuslu ve uyanık vatandaşlar her nevi terakkinin düşmanı
oluyorlar.
Acaba bütün asırlar bizim
asra benzedi mi? İnsan daima gözlerinin önünde, zamanımızda olduğu gibi, hiç
bir şeyin birbirine bağlı olmadığı, faziletinin dehasız ve dehasının şerefsiz
olduğu; nizam aşkının zalimlerin zevkiyle ve hürriyete tapmanın kanunların hor
görülmesiyel karıştığı; vicdanın insan hareketlerine sadece mütereddit bir
aydınlık serptiği; hiç bir şeyin ne doğru, ne yanlış, ne ayıp, ne meşru, ne
yasak, ne de serbest olduğu bir dünya mı buldu?
Tanrı'nın insanı etrafımızı
çeviren zihni fukaralık ortasında çırpınmak için yarattığı düşünülebilir mi?
Hiç sanmıyorum: Allah Avrupa memleketlerine, daha sakin ve daha kararlı bir
istikbâl hazırlıyor. Tasavvurlarını bilmiyorum; fakat, onlara nüfuz edemiyorsam
da, inanmaktan geri durmayacağım ve onun adaletinden şüphe etmektense kendi
aklımdan şüphe edeceğim.
Dünyada, bahsettiğim büyük
sosyal inkılâbın aşağı yukarı tabiî hudutlarına ulaştığı bir memleket var.
Burada basit ve kolay bir şekilde cereyan etti. Daha doğrusu bu memleket, bizim
şahit olduğumuz inkılâba bizzat maruz kalmadan neticelerine ulaştı.
XVII. Asır başında
Amerika'ya yerleşmeye gelen muhacirler Avrupa'nın asırlık memleketlerinde
bizzat çarpıştıkları kimselerden şu veya bu şekilde demokratik prensibi aldı ve
onu yeni dünya sahillerine aşıladılar. Bu prensip, orada hürriyet içinde
büyüdü, ve örf ve âdetlere nüfuz ettiği gibi, rahatça kanunlara da hakim oldu.
Amerikalılar gibi bizim de
şartların hemen hemen tam eşitliğine ulaşacağımız, bana şüphesiz görünüyor.
Bununla, benzer bir sosyal durumdan Amerikalıların elde ettiği siyasî
neticeleri bir gün zarurî olarak biz de elde edeceğiz neticesini çıkarmıyorum.
Demokraside mümkün olabilecek tek hükümet şeklini bulduklarına asla ihtimal
vermiyorum. Fakat iki memlekette kanunları ve örfleri doğuran sebeplerin aynı
oluşu, bu sebebin her iki memlekette de ne husule getirdiğini öğrenmeye büyük
bir alâka doğurur.?
Bu bakımdan, Amerika'yı
incelemem, meşru bile olsa, sadece bir tecessüsü tatmin gayesiyle değildir.
Oradan istifade edebileceğimiz bilgiler edinmek istedim. Bu kitabı okuyan
herkesin teslim edeceği gibi, maksadım methiye yazmak değildi. Umumi bir
şekilde bir hükümet şeklini savunmak da aklımdan geçmedi; zira kanunlarda asla
mutlak iyilik olmadığına inanlardanım. Gidişini karşı karşı konulmaz bulduğum
sosyal inkılâbın, insanlığın hayrına mı yoksa şerrine mi olduğuna hükmetmek
dahi istemedim.
Bu inkılâba ya oldu bitti,
yahut da muhakkak olacak gözü ile baktım
ve inkılâbın cereyan ettiği
memleketler arasında, tabiî neticelerini kolayca tefrik etmek ve mümkünse onu
beşeriyete faydalı kılacak yollan bulmak için, en kolay ve en tam gelişme
derecesine ulaştığı memleketi aradım, itiraf derim ki Amerika'da, Amerika'dan
çok şeyler buldum. Orada bizzat demokrasinin ve onun temayüllerinin, ön
hükümlerinin, karakterinin ve ihtiraslannın bir taslağını aradım. Hiç olmazsa
ondan neler bekliyeceğimizi veya niçin korkacağımızı anlamak için, demokrasiyi
tanımak istedim.
Eserin birinci kısmında,
Amerika'da tamamen içgüdülerine ve tabiî temayüllerine bırakılmış olan
demokrasinin, kanunlara tabiî bir şekilde verdiği istikameti, Devletin
gidişatındaki tesirini ve umumî olarak cemiyet meseleleri üzerindeki kudretini
göstermek istedim. Hasıl ettiği iyiliklerin ve kötülüklerin neler olduğunu
anlamağa çalıştım. Amerikalıların onu yöneltmek için hangi çarelere
başvurduklarını, hangilerini de mahsus bir kenara bıraktıklarını araştırdım ve
onun cemiyeti idaresine imkân veren sebepler üzerinde durdum.
Amerika'da gördüğümü
tanıtmağa muvaffak oldum mu bilmiyorum. Fakat samimi arzumun o olduğundan ve
fikirleri hadiselere uyduracağıma, farkında olmadan hadiseleri fikirlere
uydurmadığımdan eminim.
Bir nokta yazılı vesikalarla
isbat edilebileceği zaman, orijinal metinlere ve en beğenilen, en güvenilen
eserlere müracaatta kusur etmedim. Fikirler, siyasî gelenekler ve örflerin
müşahedesi bahis konusu olunca, bu hususlarda en bilgili kimselere fikir
danışmaya çalıştım. Önemli veya şüpheli bir mesele ile karşılaşınca, tek bir
şahitle yetinmiyor; mesele üzerinde, bütün delillere dayanarak bir fikre
varıyordum.
Sözlerime okuyucuların
inanması lâzımdır. Ekseri, ileri sürdüğüm şeyleri, kendilerince tanınan veya
hiç olmazsa tanınması lâzım gelen bazı otoritelerin isimlerini zikrederek
destekleyebilirdim. Fakat bunu yapmaktan çekindim. Yabancı bir kimse, bir aile
ocağında dostlara saklanan mühim hakikatler öğrenebilir. Sükût mecburî
olduğundan meraka sebep yoktur. Yabancının ihtiyatsızlığından kimse korkmaz;
çünkü geçip gidecektir. Bu gibi itiraflardan her birini derhal kaydettim. Fakat
bunları katiyen çantamdan çıkartmayacağım.
Gördükleri hüsnükabule,
üzüntü ve müşkülat yaratmakla mukabele eden seyyahların listesine ismimi ilâve
etmektense, yazdıklarımın muvaffakiyetine zarar vermeyi tercih ederim.
Bütün ihtimamıma rağmen,
şayet tenkit etmek isteyen çıkarsa, bu kitabı tenkitten daha kolay birşey olmayacağını
biliyorum.
Onu iyice tetkik edenler
bütün eserde, her kısmı birbirine bağlayan bir ana fikir bulacaklar. Fakat ele
aldığım meseleler çok çeşitlidir ve mücerret bir vakıanın zikretiğim vakıaların
bütünlüğüne veya tek bir fikrin, fikirlerin bütünlüğüne zıtlığını belirtmek
isteyenler kolayca muvaffak olacaktır. Bu bakımdan en büyük temennim, kitabımın
çalışmalarına hâkim
- 13 - olan espri içinde
okunması ve nasıl ben hükümlerimi tek bir sebebe değil de bir sürü sebebe
dayandırdıysam, eserin hakkındaki hükmün de bıraktığı umumî intibaa göre
verilmesidir.
Şunu da unutmamak lâzımdır
ki, anlaşılmak isteyen bir muharrir fikirlerini bütün teorik neticelerine ve
ekseri yanlış ve tatbik edilemez'in sınırlarına kadar götürmelidir. Zira bazen
aksiyonda mantık kaidelerinden ayrılmak zarurî olsa bile aynı şeyi söz
söylerken yapmak kolay değildir ve insan hareketlerinde tutarlı olmada ne kadar
güçlük çekerse, sözlerinde de tutarsız olmada o kadar müşkülâta uğrar.
Esere, birçok okuyucunun,
onun en büyük kusuru olarak görecekleri şeye bizzat işaret ederek son
veriyorum. Bu kitap hiç bir kimse için yazılmamıştır. Hiç bir partiye ne hizmet
etmek, ne de onunla mücadele etmek istedim. Meselelere başkaları gibi, fakat
daha uzun vadeli bakmağa çalıştım ve onlar mazi ile meşgulken, ben nazarlarımı
istikbâle çevirdim.
BİRİNCİ KISIM
İnsan doğar ve ilk yıllan,
belli belirsiz bir şekilde, çocukluk meşgaleleri ve zevkleri arasında geçer.
Zamanla büyür, bulûğa erer ve cemiyet hayatının kapılan kendisine açılır;
hemcinsleriyle temaslara girer. Bu sıralarda, ilk defa olarak tetkik
süzgecinden geçirilirse, insana sanki, müstakbel olgunluk hayatının iyi ve kötü
taraflannın ilk tohumlannı kendisinde görmek mümkünmüş gibi gelir.
Şayet yanılmıyorsam bu büyük bir hatadır.
Ta gerilere dönülüp, daha
annesinin kollan arasında iken çocuk tetkik edilse, henüz aydınlanmamış zekâ
kıvılcımlannın belirtileri görülse, uyuyan düşüncesini harekete geçiren ilk
sözler dinlense, nihayet ilk defa sarf etmeğe mecbur kalacağı çabalar
seyredilse ancak o zaman hayatına hakim olacak ihtiraslann, alışkanlıklarım ve
ön-hükümlerin nerden geldiğini anlamak kabil olur. Denilebilir ki, insan
beşikte ne ise, daima odur.
Milletler de insanlara
benzerler. Daima menşelerinin izlerini taşırlar. Doğuşlarına ve gelişimlerine
refakat eden şartlar, ondan sonraki gidişlerine de tesir ederler.
Şayet tarihlerinin en eski
eserlerine ve cemiyetlerinin bütün unsurlarına kadar uzanmamız mümkün olsaydı,
orada, kuvvetli ihtiraslann, alışkanlıkların, ön-hükümlerin, nihayet millî
karakter denen şeyi yapan bütün her şeyin ilk sebebini bulmamız mümkündü.
Bugün hüküm süren örf ve
âdetlere zıt gibi görünen bazı alışkanlıkların, kabul edilmiş prensiplerle
çatışan kanunlann ve, bazan eski bir binanın kubbesinde asılı görülüp sonradan
artık hiç birşeye yaramaz olan kırık zincir parçalan gibi, cemiyette, şurda
burada rastlanan dağınık fikirlerin izahını orada bulmak mümkündür. Böylece,
bazı milletlerin, meçhul bir kuvvetin bizzat kendilerinin de bilmedikleri bir
hedefe doğru sürükledikleri kaderleri anlaşılmış olacaktır. Fakat şimdiye kadar
böyle bir tetkik mümkün olmadı. Milletlerde tahlil gücü, ancak
ihtiyarladıkları; nisbette gelişti ve ilk günlerini incelemek akıllarına
geldiği zaman; bunlar, mazinin karanlıkları arasına karışmış ve cehalet ve
gururun yarattığı efsaneler, hakikati arka plâna itmişti.
Amerika, bir cemiyetin sakin
ve tabiî gelişiminin takib edilebileceği ve Devletlerin menşelerinin,
istikballeri üzerindeki tesirlerinin katiyetle tefrik edileceği tek
memlekettir. Amerika, şu halde, ilk çağların barbarlığının ve cehaletinin
nazarlarımızdan kaçırdığını bize açıkça gösterir.
Amerikan Devletlerinin
kurulduğu zamana, unsurlarını teferruatlı bir şekilde tanıyacak kadar yakın,
fakat aynı zamanda bu unsurların neler hasıl ettiğini görebilecek kadar da uzak
olan zamanımız insanları, beşerî hadiselere kendilerinden öncekilerden daha
fazla nüfuz etme imkânını elde etmişlerdir. Tanrı önümüze, atalarımıza nasip
olmayan bir meşale koydu ve milletlerin kaderlerinde rol oynayan ve karanlığın
ecdadımızın görmesine mâni olduğu ilk sebepleri görmemize imkân verdi.
Amerika'nın tarihi dikkatle
tetkik edildikten sonra, sosyal ve siyasî durumu da ihtimamla incelenirse,
memleketin menşeinin kolayca izah edemiyeceği hiç bir kanunun, hiç bir
alışkanlığın, hiç bir fikrin, hatta diyebilirim ki hiç hâdisenin bulunmadığına
insan iyice kani olur. Bu kitabı okuyanlar, şu halde, bu kısımda, takip eden
kısımların ana fikrini ve aşağı yukarı bütün eserin anahtarını bulacaklardır.
Muhtelif zamanlarda, bugün
Birleşik Amerika'nın işgal ettiği sahalara yerleşmeğe gelen muhacirler birçok
bakımlardan birbirlerinden ayrılıyorlardı. Gayeleri aynı değildi ve farklı
prensiplere göre kendilerini idare ediyorlardı.
Bununla beraber aralarında
müşterek unsurlar da vardı, ve hepsi benzer bir durumda bulunuyorlardı.
insanları bağlıyan en
devamlı ve kuvvetli bağ belki de dildir. Bütün muhacirler aynı dili
konuşuyorlardı ve hepsi de aynı halkın çocuklarıydılar. Asarlardan beri parti
mücadelelerine sahne olan ve yeraltı faaliyetlerinin zaman zaman kanun
himayesine sığınmağa mecbur kaldığı bir memlekette doğduklarından, ilk siyasî
terbiyeyi hayatın sert tecrübeleriyle kazandılar ve
- 16- aralannda hukuk fikri
ve hakikî hürriyet prensipleri Avrupa milletlerindekinden çok daha fazla
yayddı. İlk muhaceretler esnasında, hür müesseselerin velût tohumlarından
mahallî idare, çoktan derin bir şekilde İngiliz alışkanlıkları arasına
karışmıştı. Bu unsurla beraber halk hakimiyeti esası da Tüdor Monarşisinin
sinesine karıştı.
İlerde tekrar dönme fırsatı
bulacağımız başka bir husus da sadece İngilizlerle değil, birbiri arkasından
yeni dünya sahillerine yerleşmeğe gelen bütün Avrupacılarla ilgilidir. Bütün yeni
Avrupa kolonileri, gelişmiş bir halde olmasa bile, tam manasıyla tekemmüle
müsait, bir demokrasinin tohumlarını taşıyorlardı. Bunun iki sebebi vardı: bir
kere umumî olarak denilebilir ki, anavatandan hareketleri esnasında, göç
edenlerin birbirleri üzerinde hiç bir üstünlük iddiaları yoktu. Vatanı terk
edenler ne mesut ne de kudretli kimselerdi, insanlar arasında eşitliği
sağlamada fakirlik ve bedbahtlıktan daha müessir şeyler yoktur. Bununla beraber
Amerika'ya, birçok defalar, dinî veya siyasî mücadeleler sonucu büyük senyörler
de sığındılar. Bunun üzerine, orada hiyerarşiyi tesis için kanunlar, yapıldı;
fakat, çok geçmeden, Amerikan toprağının aristokrasiyi asla kabul etmediği
anlaşıldı. Bu asi toprağın işlenebilmesi için, ancak bizzat mülk sahibinin menfaatperest
ve sebatlı gayretleri icap ettiği görüldü, işlenen toprağın mahsûlü hem
çiftçiyi hem de toprak sahibini zengin etmeye kâfi gelmiyordu. Neticede toprak,
tabiatıyla, sadece mülk sahibinin ekebileceği kadar küçük parçalara bölündü.
Halbuki Aristokrasinin dayanağı ve desteği topraktır. Sadece imtiyazlar ve
doğuş, aristokrasinin teessüsü için kâfi değildir. Miras yoluyla geçen toprak
mülkiyeti lâzımdır. Bir millet ölçüsüz servetlerle birlikte, büyük sefaletler
arz edebilir. Fakat, servetler topraktan doğmuyorsa, cemiyetle sadece zenginler
ve fakirler vardır; aristokrasi yoktur.
Bu bakımdan, bütün İngiliz
kolonileri, doğuşları sırasında büyük bir aile havası taşıyorlardı. Sanki hepsi
hürriyetin gelişimini sağlamak için kurulmuşlardı ve bu hürriyet anavatanın
aristokratik hürriyeti değil, dünya tarihinin henüz tam bir misalini görmediği
demokrasi ve burjuva hürriyeti idi.
Bununla beraber bu genel
yeknesaklık içinde ayırt edilmesi icap eden kuvvetli nüanslar vardır.
Büyük Anglo-Amerikan
ailesinde, biri Kuzeyde, diğeri Güney'de olmak üzere şimdiye kadar birbirine
tamamen karışmadan büyüyen iki büyük kısım vardır.
İlk İngiliz Kolonisi
Virginia'ya yerleşti. Buraya göçmenler 1607 de ayak bastılar. Bu devirde
Avrupa'da, anlaşılmaz bir şekilde, milletlerin zenginliğini altın ve gümüş
madenlerinin yaptığına dair bir fikir hakimdi. Bu uğursuz fikir, Avrupa
milletlerini harplerden ve bütün kötü kanunlardan daha çok fakirleştirdi ve
Amerika'da bir sürü insanın telef olmasına sebep teşkil etti. Virjinya'ya
parasız ve şaşkın bir halde giden altın arayıcılarının endişeli ve karışık
ruhları, yeni doğmuş koloniyi sarstı ve gelişimini belirsiz bir hâle soktu.
Sonraları, daha sakin ve oturmuş insanlar olan çiftçiler ve sanayiciler
geldiler. Fakat bunlar da İngiltere'nin aşağı tabakalarının seviyesini hiç bir
hususta aşamıyorlardı. Yeni kolonilerin teessüsünde ne bir asil fikir, ne de
menfaat gözetmeyen bir görüş hakim oldu. Koloni kurulur kurulmaz, derhal
kölelik oraya giriyordu. Bu, bütün Güneyin karakteri, kanunları ve istikbâli
üzerine büyük bir tesir yapan başlıca vakıa oldu. Kölelik yapılan işin itibarım
ortadan kaldırır, cemiyete aylaklığı ve onun neticesi olarak, sefaleti,
sefaleti, gururu ve cehaleti sokar. Zihin kuvvetlerini körleştirir ve insan
cevvaliyetini uyuşturur. İngiliz karakterinin yanı sıra köleliğin tesisi,
Güneyin âdetlerini ve sosyal durumunu izaha yeter.
Kuzey'de ayni İngiliz
karakteri tamamen farklı renkler almıştır. Birleşik Amerika'nın, bugün sosyal
teorisinin temellerini teşkil eden iki üç ana fikir, ilk defa Kuzey'deki
İngiliz kolonilerinde birleşmişlerdir. Bugün bunların tesirleri bütün Amerika
dünyasına yayılıyor. New-England Medeniyeti, evvelâ etrafına hararet saçtıktan
sonra, ufkun son hudutlarını ışıkları ile aydınlatan, yükseklerde yanan bir
ateşe benzemektedir.
New-England sahillerine
yerleşmeğe gelen göçmenlerin hemen hepsi anavatanın müreffeh sınıflarına
mensuptular. Amerikan toprağında yerleşmeleri, başından itibaren, ne büyük
senyörlerin, ne avamın; yâni ne fakir ne de zenginlerin bulunduğu bir cemiyet
gibi garip bir durum yarattı.
Göçmenler, sayılarına
nispetle, bugün hiç bir Avrupa milletinde gö -rülmeyen bir derecede kültürlü
bir insan kütlesi ihtiva ediyorlardı, istisnasız hepsi epeyce yüksek bir eğitim
görmüşlerdi ve aralarından birçoğu ilimleri ve kabiliyetleri ile Avrupa'da
tanınıyorlardı. Diğer koloniler ailesiz gelen maceraperestler tarafından
kurulmuşlardı. New-England'a yerleşen göçmenler kendileriyle beraber en iyi
nizam ve ahlâk unsurlarını getirdiler. Çöle kanlan ve çocuklan ile birlikte
gittiler. Fakat kendilerini bütün diğerlerinden ayıran şey, bilhassa
teşebbüslerinin gayesi idi. Kendilerini, memleketi terke zorlayan şey hiç de
zaruret değildi. Bilâkis orada emin yaşama vasıtalan ve pişman olunulabilecek
sosyal mevkiler
bırakıyorlardı. Sürgünün kaçınılmaz
sefaletlerine atılırken
gayeleri bir fikrin zaferi idi.
Göçmenler, veya bizzat kendi güzel tabirleriyle, hacılar, prensiplerinin
bükülmezliği dolayısıyla kendisine püriten adı verilen İngiliz mezhebine bağlıydılar.
Püritanizm sadece dinî bir doktrin değildi. Birçok hususlarda en mutlak
Cumhuriyetçi ve demokratik teorilerle karışıyordu. En tehlikeli basımları da bu
sebepten ortaya çıkıyordu. Anavatanın hükümetleri tarafından iz'aç edildikleri
ve cemiyetlerinin, çetin prensiplerinin mahkûm ettiği günlük akışından ıztırap
duydukları için, Püritenler ne kadar yalnız, nekadar barbar olursa olsun; yeter
ki hür bir şekilde Allah'a dua edebilecekleri ve bildikleri gibi
yaşayabilecekleri bir yer aradılar. Püritanizm hemen hemen dinî olduğu kadar
siyasî bir teori de idi. Göçmenler Amerikan kıyılarına iner inmez, ilk işleri
cemiyet halinde teşkilâtlanmak oldu ve aşağıdaki şekilde bir akit yapıp
imzaladılar:
«Aşağıda isimleri bulunan
bizler, Allah aşkı, vatanımızın şerefi ve Hıristiyanlığın tekâmülü için bu
sahillerde ilk koloniyi kurmaya teşebbüs ettik. Hepimiz, Allah huzurunda ve tam
bir karşılıklı anlayışla kendi kendimizi idare etmek ve gayelerimizin tahakkuku
uğruna çalışmak için bir siyasî cemiyet kurmağa karar vermiş bulunuyoruz. Bu
akit mucibince, kanunlar, kararnameler ve nizamnameler çıkarma ve ihtiyaçlara
göre, itaat edeceğimizi vaadettiğimiz mahkemeler kurma hususunda anlaşmış bulu
- nuyoruz.»
Bunlar 1620 de oluyordu. Bu
andan itibaren hicret devam etti. Birinci Charles'in bütün hükümdarlığı
esnasında İngiliz İmparatorluğunu parçalayan dinî ve siyasî ihtiraslar her yıl
Amerika sahillerine yeni kütleler sevkediyordu. İngiltere'de Püritanizmin ocağı
orta sınıf olmakta devam ediyordu. Göçmenlerin de çoğu orta sınıftan idiler.
New-England halkı durmadan artıyordu ve anavatanda hiyerarşi zorla insanları
birbirinden ayırırken, Koloni gitgide bütün kısımları ile mütecanis bir cemiyet
manzarası alıyordu. Antikitenin dahi tahayyül etmediği koca bir demokrasi, eski
feodal cemiyetinin ortasından mücehhez bir şekilde kaçıyordu.
Sinesinden yeni ihtilâl
unsurlarını ve karışıklık tohumlarını uzaklaştırmaktan memnun bir halde,
İngiliz Hükümeti, bu kabarık gücü üzüntüsüzce seyrediyordu. Hattâ onu bütün gücüyle
destekliyordu. Fakat Amerika topraklarında kanunlarının sertliğine karşı melce
arayanların kaderi ile fazla ilgili değildi. Denilebilir ki, New-England'ı,
yenilik peşinde koşanlann serbest tecrübesine terkedilmiş hayal âlemine ait bir
saha gibi görüyordu, İngiliz kolonileri, daima, diğer memleket kolonilerinden
daha
- 19 - çok, hem iç
hürriyetten hem de siyasî bağımsızlıktan istifade ettiler ve bu da refahlarının
başlıca sebeplerinden biri oldu. Fakat hürriyet prensibi, hiç bir yerde
New-England Devletlerindekinden daha şümullü bir şekilde tatbik edilmedi.
Zamanımızda halâ
Amerika'daki hürriyetin hayatı ve kaynağı olan mahallî bağımsızlığı New-England
kanunlarında görüyoruz.
Avrupa memleketlerinin
çoğunda siyasî şuur cemiyetin üst kademelerinde uyandı ve diğer kısımlarına
yavaş yavaş daima yarım yamalak bir şekilde nüfuz etti.
Amerika'da ise siyasî
gelişim aksine mahallî plândan, üst kademelere doğru, yani aşağıdan yukarıya
cereyan etti. 1650 de, New- England'da mahalli idare kati ve tam bir şekilde teessüs
etti. Mahallî idarelerde, ana haklan, vazifeleri, ihtiras ve menfaatleri ile
bağlı fertler guruplaştılar ve bu çerçevede tam demokratik ve cumhuriyetçi,
gerçek ve aktif bir siyasî hayat hüküm sürmeğe başladı. Koloniler anavatanın
üstünlüğünü tanımağa devam ettiler. Devlet kanunlan monarşikti; fakat mahallî
idarelerde Cumhuriyet rejimi taptaze bir sekide ortaya çıkmıştı.
Mahallî idare her kademeden
hakimlerini kendi tayin etmekte, vergisini kendisi tarh ve tevzi etmekte ve
toplamaktadır. New-England'da temsil esası kabul edilmemiştir. Umumun
menfaatini ilgilendiren meseleler, Atina'da olduğu gibi, umumî meydanlarda
vatandaşların teşkil ettiği genel meclislerde halledilmektedir.
Amerikan Cumhuriyetlerinin
bu ilk zamanlarında çıkarılan kanunlar dikkatle tetkik edilirse, idare
hususunda gösterilen yüksek anlayıştan ve teşrie hâkim ileri teorilerden dolayı
hayret etmemek kabil değildir.
Cemiyetin, mensuplarına
karşı vazifeleri bakında, o zamanın Avru- pasının teşrilerinden çok daha üstün
ve mükemmel bir fikre sahip olduğu gibi; fertlere mükellefiyetler yüklemede de
çok daha ileri gitmektedir. New- England Devletlerinde, başlangıçtan itibaren,
fakirlerin kaderi teminat altına alınmıştır. Yolların muhafazası hususunda
şiddetli tedbirler alınmış ve bunlara nezaret için memurlar tayin edilmiştir.
Mahalli idarelerde umumî müzakerelerin ve vatandaşların ölümlerinin,
doğumlarının ve evlenmelerinin kaydedildiği siciller bulunur. Bu sicillerin de
muhafazası ile mükellef kimseler vardır. Subaylar miras işlerinin tanzimiyle
mükelleftir. Diğer bazıları mirasın hudutlarını tayin eder. Nihayet birçokları
da amme nizamını temin etmekle mükelleftirler.
Kanun, bugün Fransa'nın dahi
ancak müphem bir şekilde hissettiği, bir sürü sosyal ihtiyacın ortaya konması
ve tatmini için, binlerce teferruata kadar uzanmaktadır.
Fakat Amerikan medeniyetinin
bütün orijinal karakteri, bilhassa halk eğitimiyle ilgili hükümlerde görülür.
Kanun «insan nevinin en
büyük düşmanı olan şeytanın en kuvvetli silâhını insanların cehaletinde
bulduğunu ve ecdadımızdan bizlere kalan bilgi hâzinesinin mezarda çürümemesi
icabettiğini; çocukların tahsillerinin, asillerin yardımıyla yapılacak en büyük
Devlet hizmetlerinden olduğunu» söylemektedir. Ayrıca, takip eden hükümler
bütün mahallî idarelerde okullar kurulmasını derpiş etmekte ve büyük para
cezalan müeyyidesi altında, bütün halkın onları desteklemesini mecburî
kılmaktadır. En çok nüfuslu bölgelerde, aynı tarzda, yüksek okullar
kurulmaktadır. Belediye otoriteleri, ailelerin çocuklarını okula göndermelerine
dikkat etmekle mükelleftir. Böyle yapmayanlara karşı para cezası verme hakkına
sahiptirler. Mukavemet devam ederse, o zaman cemiyet ailenin yerini alarak
çocuğu almakta ve tabiatın kendilerine verdiği; fakat kötü kullandıkları haklan
ebeveynlere bırakmamaktadır. Okuyucular şüphesiz bu kanunların dibacesini
hatırlayacaklardır. Amerika'da insanı manevî zenginliğe götüren, din, hüniyete
götüren de İlâhi kanunlara itaattir.
1650 sıralanndaki Amerikan
cemiyetine böylece alelacele bir bakıştan sonra, aynı zamanlardaki Avrupa'nın,
bilhassa Kıta Avrupa'sının durumu incelenirse hayret etmemek mümkün değildir.
XVII. Asrın başlangıcında, Avrupa'nın her tarafında, Ortaçağın feodal ve
oligarşik hürriyetinin kalıntıları üzerinde mutlak krallıklar yükseliyordu.
Hak, hukuk fikri, bu şaşaalı ve üstün edebiyatlı Avrupa'da olduğu kadar belki
hiç bir yerde bir kenara konmadı. Milletler hiç bir zaman politikayla bu kadar
az meşgul olmadılar. Hiç bir zaman hakikî hürriyet fikri zihinleri bu kadar az
sarmadı. Böyle bir zamanda, Avrupa milletlerinin tanımadığı veya dudak büktüğü
bu prensipler yeni dünyanın çöllerinde ilân edilmiş olup, müstakbel büyük bir
milletin sembolü oluyorlardı. İnsan kafasının en cüretkâr teorileri, görünüşte
bu kadar mütevazi olan ve hiç bir Devlet adamının alâkadar olmağa tenezzül
etmediği bu cemiyette tatbike konuluyordu. Tabiatının orijinalliğinden başka
şeye dayanmayan insan muhayyilesi, orada, o zamana kadar benzeri görülmeyen
kanunlar yaratıyordu.
Anglo-Amerikan medeniyetinin hakikî
mahiyetini
ortaya koymak için kâfi
derecede malûmat verdim. Bu medeniyet, başka yerlerde daima mücadele halinde
olan, fakat Amerika'da her nasılsa harikulade bir şekilde birleşmiş bulunan
tamamen ayrı iki unsurdan teşekkül etmektedir. Bunlar, din ve hürriyet
iştiyakıdır. New-England'ın kurucuları hem hararetle inanan dindar kimselerdi;
hem de cesur yenilik aşığı idiler. Bazı dinî inançların daraltıcı bağlan ile
bağlı olduklanndan, her türlü siyasî peşin-hükümlerden azade idiler.
Kanunlarda, âdetlerde, hemen her tarafta izini kolayca bulacağımız iki farklı,
fakat zıt olamayan temayül buradan ileri gelmektedir.
insanlar dinî bir inanca,
dostlann;, ailelerini ve vatanlannı feda ediyorlar. Çok yüksek bir değere satın
almağa geldikleri bu zihin hâzinesinin peşinde kendilerim helak ediyorlar.
Bununla beraber, hemen hemen aynı hararetle maddî zenginlikleri ve manevî
nazlan da arıyorlar. Dünyada hürriyet ve refah, ahrette huzur istiyorlar.
Beşerî müesseseler, kanunlar, siyasî prensipler ellerinde istedikleri şekli
verdikleri hamur halini alıyor.
Doğduklan cemiyeti
hapishaneye çeviren manialar önlerinde eğiliyor. Asırlardan beri dünyayı idare
eden eski fikirler yok oluyor. Yepyeni ve hudutsuz sahalar açılıyor. İnsan
zekâsı buralara doluyor ve her yönde yayılıyor. Fakat siyasî âlemin hudutlanna
vannca kendiliğinden duruyor. En keskin melekelerinin işlemesini titreyerek
durduruyor. Şüpheyi ve yenilik ihtiyacını bir tarafa bırakıyor. Hatta mihrabın
perdesini dahi kaldırmaktan çekmiyor. Münakaşa etmeden kabul ettiği hakikatler
önünde hürmetle eğiliyor.
Böylece manevî âlemde her
şey önceden görülmüş, düzenlenmiş ve kararlaştırılmışken, siyasî âlemde, müphem
ve kararsızdır. Birinde iradî olsa bile pasif bir itaat; diğerinde bağımsızlık,
tecrübeye dudak bükme ve her nevi otoriteye haset hüküm sürmektedir.
Görünüşte tamamen zıt olan
bu iki temayül, birbirlerine zarar vermek şöyle dursun, bilâkis tam bir anlaşma
içinde ve karşılıklı yardımlaşarak ilerlemektedir.
Din, medenî hayattaki
hürriyeti insan kabiliyetlerinin asil bir ifa yolu olarak; siyasî âlemi ise,
Allah'ın, zekânın gayretlerine tahsis ettiği bir saha olarak görmektedir.
Kuvvetli, hür ve kendisine ayrılan sahayla tatmin edilmiş otan din, kalplerde
kimsenin yardımına muhtaç olmadan bizzat
-22- kendi kuvvetiyle hüküm
sürdüğü nispette nüfuzunun emin olduğunu bilmektedir.
Hürriyet ise dinde,
haklarının İlâhî kaynağını, çocukluğunun beşiğini zaferleri ve
mücadelelerindeki arkadaşını görmektedir. Dini, örf ve âdetlerin muhafızı; örf
ve âdetleri de kanunların ve bizzat kendinin garantisi olarak telâkki
etmektedir.
Amerika'da az zengin vardır.
Bütün Amerikalılar bir meslek sahibi olmak zorundadırlar. Oysa, her meslek bir
çıraklık devresi ister. Şu halde Amerikalılar umumî kültüre ancak hayatın ilk
yıllarını verebilirler. Onbeş yaşlarında bir meslek sahibi olurlar. Böylece,
tahsilleri, bizde başlaması gereken bir çağda biter. Şayet uzarsa, artık sadece
hususî ve kazançlı bir sahaya doğru yönelir. İlimde meslek gibi ele alınır. Ve
sadece faydalılığı tespit edilmiş bulunan tatbikatları ile meşgul olunur.
Amerika'da zenginlerin
ekseriyeti işe fakir bir halde başladılar. Bugün işsiz güçsüz oturanların hemen
hepsi gençliklerinde bir işle meşguldüler. Fertlerde kültürel çalışma aşk;
varken, buna zamanlan yoktu. Vaktaki zaman buldular, bu zamanda artık aşkları
kalmamıştı.
Bu bakımdan Amerika'da,
zihin çalışmalanna daima şeref payesi veren ve entelektüel zevklere düşkünlüğün
nesilden nesile geçtiği bir sınıf mevcut değildir. Ne bu çalışmalara kendini
verebilme gücü ne de arzusu vardır.
Amerika'da insanla ilgili
malûmat bakımından bir vasati seviye teşekkül etmiştir. Bazdan yükselerek,
bazdan da alçalarak bütün kafalar ona yaklaşmaktadır.
Böylece, dinî, tarihî,
İktisadî, İlmî, hukukî ve İdarî konularda, hemen hemen aynı fikirlere sahip çok
geniş bir insan kütlesi vardır.
Allah zekâlan eşit bir
şekilde dağıtmıyor, ve buna da insan hiç bir zaman mani olamıyor.
Fakat hiç olmazsa,
söylediklerimizden çıkacağı gibi, Allah'ın eşit yaratmadığı zekâlar, ellerinde
eşit imkânlar buluyorlar.
Şu halde, zamanımızda
Amerika'da, kuruluşundan beri zayıf olan aristokratik unsur ya ortadan kalkmış
ya da cemiyetin gidişinde herhangi bir tesire sahip olamayacak derecede
zayıflamıştır.
Zaman, hadiseler ve kanunlar
orada, aksine, demokratik unsuru sadece hakim unsu haline değil, fakat aynı
zamanda biricik unsur haline
-23 - sokmuştur. Orada hiç
bir zümre ve aile tesiri görülmemektedir. Hatta bir parça süreli ferdî tesir
dahi görmek zordur. Bu bakımdan Amerika, sosyal yapısıyla, çok garip bir vakıa
teşkil etmektedir, insanlar Amerika'da zekâları ve servetleri bakımından daha
eşit görünmektedirler; veya başka bir deyişle tarihin hiç bir asırda
kaydetmediği ve dünyanın hiç bir yerinde görülmemiş derecede eşit bir şekilde
kuvvetlidirler.
Sosyal Demokrasinin Siyasî Neticeleri
Böyle bir sosyal durumun siyasî neticeleri
kolayca çıkarılabilir.
Eşitliğin her yere olduğu
gibi, siyasî sahaya da eninde sonunda nüfuz edeceğini anlamamak imkânsızdır,
insanların sonuna kadar, sadece bir hususta eşit olmayıp da, diğer bütün
hususlarda eşit olacaklarını sanmak güçtür. Bu bakımdan bir gün gelecek her
hususta eşit olacaklardır.
Oysa, siyasî âlemde eşitliği
hakim kılacak sadece iki yol vardır: ya bütün vatandaşlara haklar vermek, veya
hiç kimseye vermemek.
Şu halde Anglo-Amerikanlarla
aynı sosyal duruma ulaşmış milletler için, herkesin hâkimiyeti ile tek bir
kişinin mutlak iktidarı arasında orta bîr yol bulmak çok güçtür.
Tasvir etmiş olduğum sosyal
durumun, neticelerinden her ikisine de hemen aynı derecede kolaylıkla uyduğu
inkâr edilemez.
Aslında bütün insanları
kuvvetli ve beğenilen kişiler olmağa teşvik eden eşitlikte, mert ve meşru bir
ihtiras vardır. Bu ihtiras küçük insanları, büyükler seviyesine yükselmeğe sevk
eder. Fakat insan kalbinde, zayıflara, kuvvetlilerin kendi seviyelerine
inmelerini arzu ettiren ve insanlara, kölelik halinde eşitliği hürriyet içinde
eşitsizliğe tercih ettiren bir kötü eşitlik arzusu daha vardır. Tabiî hürriyeti
hor gören milletler, sosyal yapılan demokratik olan milletler değillerdir.
Bilâkis onlar hürriyete insiyakı bir şekilde bağlıdırlar. Fakat arzulannın
devamlı ve esas hedefi hürriyet değildir. Ebedî aşklan eşitliğe karşıdır. Eğer
ani hamleler ve sıkı çabalarla yöneldikleri hürriyete ulaşamazlarsa, kadere
boyun eğmektedirler. Fakat eşitlik olmadan hiçbir şey onları tatmin etmez. Onu
kaybetmektense ölmeği tercih ederler.
Başka bir bakımdan, bütün
vatandaşlar aşağı yukan eşit olunca, iktidann tecavüzlerine karşı
bağımsızlıklarını korumalan kendileri için güçleşir. Aralanndan hiç biri tek
başına mücadele gücüne sahip olmadığı için, hüniyeti teminat altına alacak,
sadece hepsinin kuvvetinin birleşimidir. Böyle bir birleşime ise her zaman
rastlanmaz.
Şu halde milletler benzer
bir sosyal durumdan iki büyük netice çıkarabilirler; Bu neticeler
birbirlerinden şaşılacak derecede farklıdırlar, fakat her ikisi de aynı
vakıadan doğarlar.
Tasvir ettiğim bu korkunç
ikili seçimle ilk defa karşı karşıya gelen Anglo-Amerikanlar, mutlak iktidardan
kaçabilme saadetine mahzar oldular.
Şartlan, menşeleri,
kültürleri ve bilhassa örf ve âdetleri, halk hâkimiyetini kurmalanna ve
muhafaza etmelerine imkân verdi.
Amerika'da Halk Hâkimiyeti Prensibi
Ne zaman Birleşik
Devletlerin siyasî kanunlanndan bahsedilmek istense, daima halk hâkimiyeti
prensibinden başlanır.
Az çok bütün beşerî
müesseselerin temelinde bulunan halk hâkimiyeti prensibi, umumiyetle
nazarlardan uzaktır. Ona, tanımaksızın itaat edilir veya bazen her nasılsa
ortaya çıkarsa alelacele tekrar sığınağının karanlıklarına gömülür.
Millî hâkimiyet, her çağın
entrikacılarının ve zalimlerinin en geniş ölçüde suiistimal ettikleri
kelimelerden biridir. Bazıları onda birkaç iktidar mensubunun satın aldığı
oyların ifadesini; bazıları korkan veya menfaat peşinde koşan bir azınlığın
reylerini görmektedirler. Hattâ bir kısım insanlar da onun, halkın sükûtunda
formüle edildiğini keşfettiler ve kendileri için hükmetme hakkının bizzat itaat
vakıasından doğduğunu düşündüler.
Amerika'da halk hâkimiyeti
prensibi, diğer bazı memleketlerde olduğu gibi ne gizli ne de tesirsizdir, örf
ve âdetler onu tanır, kanunlar ilân eder. Hürriyet içinde yayılır ve hiçbir
mania ile karşılaşmadan son neticelerine kadar ulaşır.
Şayet dünyada halk
hakimiyeti prensibinin hakikî değerinin tanınabileceği cemiyet işlerine
tatbikinin tetkik edilebileceği; fayda ve mahzurlarının değerlendirilebileceği
tek bir memleket varsa, o da şüphesiz Amerika'dır.
Önceden de söylediğim gibi,
halk hâkimiyeti prensibi, başlangıçtan beri, Amerika'daki İngiliz kolonilerinin
ekseriyetinin temel prensibi oldu. Bununla beraber, zamanımızda olduğu gibi
cemiyetin idaresine hâkim ol - maktan henüz uzaktı. Biri dıştan, İkincisi içten
gelen iki mania nüfuz edici gidişini önledi.
Koloniler henüz anavatana
itaata mecbur oldukları için, aşikâr bir şekilde kanunlarda tezahür edemedi. Bu
bakımdan mahallî meclislerde ve bilhassa kaza idaresinde gizli kalmağa mecbur
kaldı ve oralarda gizliden gizliye yayıldı.
O zamanki Amerikan cemiyeti,
bu prensibi bütün neticeleri ile birlikte kabule henüz hazır değildi.
New-England'daki kültürel ilerilik ve Hudson'un güneyindeki zenginlikler, uzun
müddet iktidarın ifasının bir kaç elde kalması yönünde bir nevi aristokratik
tesir yaptılar. Henüz ne bütün amme ajanları seçimle geliyorlardı, ne de bütün
vatandaşlar oy hakkına sahiptiler. Oy hakkı her yerde tahdit edilmişti ve belli
bir miktar vergi karşılığıydı. Bu miktar Kuzeyde çok az, Güney'de nisbeten daha
fazla idi.
Derken Amerikan ihtilâli
patladı. Halk hâkimiyeti prensibi mahallî idareden çıktı ve Devlet idaresine
nüfuz etti. Onun uğruna bütün sınıflar uzlaştılar ve O, kanunların kanunu oldu.
Cemiyet içinde de hemen aynı
derecede çabuk bir değişme vukua geldi. Miras Kanunu, mahalli tesirleri
tasfiyeye muvaffak oldu.
Kanunların ve ihtilâlin
neticesi çok açık bir şekilde ortaya çıktığı zaman demokrasi kafi zaferini
çoktan kazanmış bulunuyordu, iktidar fiilen elleri arasında idi ve ona karşı
mücadele de artık mümkün değildi. Üst sınıflar mücadele etmeden, hatta hiç
sızlanmadan artık kaçınılmaz olan bu kötülüğe boyun eğdiler. Düşen bütün
iktidarlara araz olan şey kendilerine de araz oldu: mensuplan şahsî egoizme
kapıldılar. Mücadeleyi göze alabilecekleri kadar nefret etmedikleri halkın
elinden iktidan alamayacaklannı akıllan kesince, artık ne bahasına olursa olsun
onun hayırhahlığını kazanmaktan başka bir şey düşünmediler. En demokratik
kanunlar, menfaatlerini en çok haleldar eden kimselerin arzusuyla onaylandı. Bu
şekilde, üst sınıflar kendilerine karşı halkın kinini hiç celbetmediler. Fakat
yeni nizamın zaferini bizzat tacil ettiler.
Böylece, pek garip bir
şekilde, demokrasinin en mükemmel hamlesi, aristokrasinin en köklü olduğu
Devletlerde vukua geldi. Yüksek sınıf mensuplan tarafından kurulmuş olan
Maryland Devleti genel oyu kabul eden ilk memleket oldu ve en demokratik
usûlleri Devlet İdaresine soktu.
Bir millet seçim vergisine
el atmağa başlarsa, bu, bir müddet sonra onu tamamen ortadan kaldıracağına
işarettir. Bu kanun, cemiyetleri idare eden en şaşmaz kanunlardan biridir.
Seçim hakkının hudutlan itilmeye
-26- başlanınca, onu daha
da çok itmek ihtiyacı hissedilmeye başlanır. Zira her tavizden sonra
demokrasinin kuvveti, ve kuvveti ile birlikte de talepleri artar. Seçim
vergisini veremeyenlerin hırsı, verenlerin adedi ne kadar çoğalırsa o kadar
artar. Nihayet istisna kaide halini alır; tavizler birbirini takip eder ve
ancak genel oya varıldığı vakit durulur.
Zamanımızda halk hâkimiyeti
prensibi, Birleşik Devletlerde, muhayyilenin tasavvur edebileceği bütün pratik
gelişmeleri gerçekleştirdi. Başka yerlerde ihtimamla çevrelendiği bütün
Aksiyonlardan kurtuldu. Durumun icabına göre, ardı ardına bütün kalıplara
büründü. Bazen, Atina'da olduğu gibi kanunları bütün halk yaptı; bazan da,
genel oyla gelen milletvekilleri onu temsil etti ve doğrudan kontrolü altında,
onun adına hareket etti.
Bazı memleketlerde, cemiyet
yapısının dışında bir kuvvet ona tesir eder ve onun belli bir istikamete
yönelmesini zorlar.
Bazılarında da iktidar,
cemiyetin hem içinde, hem dışında yer almak üzere bölünmüştür. Amerika'da
bunlara benzer bir durum yoktur. Cemiyet orda bizzat kendi işlerini yürütür.
Bütün iktidar sinesindedir. Başka bir yerde iktidar olduğunu tasavvur
edebilecek, hele söyleyebilecek birine rastlamak hemen hemen imkânsızdır. Halk
kanun yapılmasına, kanun koyucuların seçimi; tatbikine de icra organının seçimi
ile iştirak eder. İdareye bırakılan yer o kadar az ve idarenin halka dayanan
menşeini gözden uzak tutmaması ve iktidarını aldığı otoriteye itaati o kadar
barizdir ki, halkın bizzat kendi kendini idare ettiği söylenebilir. Allah
kâinatta nasıl hüküm sürüyorsa, halk da Amerikan siyasî âleminde öyle hüküm
sürer. Her şeyin sebebi ve gayesidir. Herşey ondan çıkar, herşey ona varır.
Anglo-Amerikanların bütün
siyasî sisteminde halk hâkimiyeti prensibi hakimdir. Bu kitabın her sayfası, bu
prensibin yeni tatbik şekillerini tanıtacaktır.
Halk hâkimiyeti esasının
kabul edildiği memleketlerde, her fert hâkimiyetin bir cüz'ünü teşkil eder ve
Devlet idaresine eşit olarak katılır.
Şu halde, bütün fertler aynı
derecede bilgili, ahlâklı ve kuvvetli farzedilirler.
Öyleyse cemiyete neden itaat
etmektedirler ve bu itaatin sınırları nelerdir?
Cemiyete, onu idare
edenlerden daha aşağı olduğu için veya kendi kendini idareye bir başkası kadar
muktedir olamadığı için itaat etmiyor değildir, itaatinin sebebi,
hemcinsleriyle birleşmesinin kendisi için faydalı olduğunu ve bu birleşmenin
düzenleyici bir kuvvet olmadan mümkün olamıyacağım bilmesidir.
Şu halde fert, vatandaşların
kendi aralarındaki vazifelerini ilgilendiren hususlarda bağlı, sadece kendini
ilgilendiren hususlarda ise hürdür ve hareketlerinden sadece Allah'a karşı
sorumludur. Her ferdin, kendi hususî menfaatinin en iyi koruyucusu olduğu ve
cemiyetin onun hareketlerini en çok umumî menfaate aykırı bulunduğu veya bizzat
kendi yardım istediği zamanlarda düzenleyeceği kaidesi buradan çıkmaktadır.
Bu doktrin bütün Amerika'da
kabul edilmiştir. Hayatın olağan hâdiselerine kadar icra ettiği tesiri ilerde
tetkik edeceğim. Şu anda mahallî idareden bahsetmek istiyorum.
Mahallî idareler, merkezî
idareye nispetle ve kütle halinde ele alınırsa, işaret ettiğim teorinin tatbik
edildiği bütün birimler gibi bir birimdir.
Şu halde mahallî hürriyet,
Amerika'da, bizzat halk hâkimiyeti teorisinden çıkmaktadır. Bütün Amerikan
Cumhuriyetlerinde bu bağımsızlık az çok tanınmıştır. Fakat, New-England'da
şartlar bunun gelişimine bilhassa yardım etmişlerdir.
Birleşik Devletlerin bu
kısmında, siyasî hayat bizzat mahallî idarede başladı. Hatta denilebilir ki
başlangıçta bunlardan herbiri müstakil birer Devletti. İngiltere kralları
hâkimiyet haklarını ileri sürdükleri zaman, merkezi idareyi almakla iktifa
ettiler. Mahallî idareleri bulundukları durumda bıraktılar. New-England'ın
mahalli idareleri Devlete tabi duruma geldiler. Fakat başlangıçta öyle
değildiler veya pek az tabiydiler. Bu ba - kundan iktidarlarını merkezî
otoriteden almadılar. Bilâkis bağımsızlıklarının bir kısmım merkezî devlete
terkettiler. Bu daima okuyucunun aklında kalması gereken mühim bir husustur.
Mahallî idareler, genel
olarak ancak başkaları ile paylaştıkları ve bu bakımdan sosyal denilebilecek
menfaatler bahis konusu olduğu zaman Devlete tabidirler. Sadece kendilerini
ilgilendiren hususlarda, müstakil varlıklar olarak kalmaktadırlar. New-England
halkı arasından hiç kimsenin, sadece mahallî idareyi ilgilendiren hususlarda
Devletin müdahale hakkı olabileceğini kabul etmesi düşünülemez.
Bu bakımdan, New- Engand
mahallî idareleri, hiç bir İdarî otoritenin muhalefetine maruz kalmadan alış,
veriş yapabilmekte, mahkemelerde davacı veya davalı olabilmekte bütçesini
bildiği gibi tanzim etmektedir.
Bazı sosyal vazifeler de bu
kadro içinde tatmin edilmelidirler. Meselâ, Devletin paraya ihtiyacı olduğu
zaman, mahallî idareler ona yardım etmekte veya etmemekte serbest değildir.
Devlet bir yol yapmak isterse, mahallî idareler ona arazisini kapıyamaz. Bir
zabıta nizamnamesi hazırlayınca, onu tatbikle mükelleftir. Bütün memlekette
öğretim birliğini sağlamak istediği zaman, mahallî idare, kanunun istediği okulları
kurmağa mecburdur. Amerika'da idareden bahsettiğimiz zaman, mahallî idarelerin,
bütün bu çeşitli hallerde, nasıl ve kimin tarafından itaate mecbur
edildiklerini göreceğiz. Burada sadece itaat mecburiyetinin varlığını göstermek
istiyorum. Bu mecburiyet dardır; fakat Devlet bununla sadece bir prensip
vazetmektedir. Prensibin tatbikinde mahallî idare, umumiyetle, bütün ferdî
haklarına sahiptir. Meselâ, vergi kanunla yüklenir. Fakat onu taksim eden ve
toplayan kazadır. Yine bir okulun yapılması mecburîdir. Fakat onu yapan, ödeyen
ve yöneten kazadır.
Fransa'da Devlet tahsildarı
mahallî vergileri toplar, Amerika'da ise mahallî tahsildar Devlet vergilerini
toplar. Böylece, bizde merkezî hükümet memurlarım mahallî idareye gönderirken.
Amerika'da mahallî idare memurlarım merkezî hükümete verir. Sadece bu bile iki
cemiyetin ne kadar farklı olduğunu göstermeye yeter.
New-England'da Mahallî İdare Ruhu
Amerika'da sadece mahallî
idare müesseseler! değil, fakat aynı za - manda onları destekliyen ve yaşatan
bîr mahallî idare ruhu da vardır.
New-England mahallî idaresi,
bulundukları her yerde, insanların şiddetle alâkasını çeken iki avantaja
sahiptir. Bunlar bağımsızlık ve iktidardır. Hareketleri içinden çıkamayacağı
bir daire ile sınırlandırılmıştır. Fakat onun içinde hareket serbestisine
sahiptir. Sadece bağımsızlığı, nüfusunun ve arazisinin kendisine temin
edemediği bir ehemmiyeti ona kazandırmaktadır.
İnsanların muhabbetlerinin,
umumiyetle kuvvete yöneldiği unutulmamalıdır. Fethedilmiş bir memlekette vatan
aşkı uzun sürmez. New- England'lılar mahallî idarelerine, orada doğdukları için
değil; fakat onda
-29 - mensubu oldukları
hür, kuvvetli ve idaresine iştirak zahmete değer bir birlik gördükleri için
bağlıdırlar.
Avrupa'da sık sık. Devlet
adamlarının mahallî idare ruhu eksikliğine esef ettikleri vâkidir. Zira, bunun
amme sükûnetini ve huzurunu temin etmede rol oynayan büyük bir unsur olduğunda
herkes müttefiktir. Fakat onu nasıl yaratacaklarını bilmemektedirler. Mahallî
idareyi kuvvetli ve bağımsız kılmakla, sosyal gücü dağıtmaktan ve Devleti
anarşiye sürüklemekten çekinmektedirler. Oysa, kuvveti ve bağımsızlığı olmayan
bir mahallî idarede vatandaşlar değil, ancak idare edilenler bulunur.
Ayrıca, mühim bir husus daha
vardır : New-England mahallî idaresi en canlı muhabbetlerin ocağı olabilecek
şekilde kurulmuştur ve aynı zamanda kendisinde insan kalbinin en köklü
ihtiraslarım çekmeyecek hiç birşey bulunmaz.
County memurları seçimle
gelmezler ve salâhiyetleri mahduttur. Bizzat federe Devlet de tâli derecede
önemlidir. Mevcudiyeti sakin ve belirsizdir. Onu İdare etme hakkını elde etmek
için pek az kişi şahsî menfaatini bir tarafa bırakarak, huzurunu bozmaya nza
gösterir.
Federal hükümet, kendisini
idare edenlere şöhret ve kudret verir. Fakat kaderinde söz sahibi olanlar çok
az sayıdadırlar. Başkanlık, ancak ileri yaşlarda nadiren ulaşılan yüksek bir
mevkidir. Üst derecede diğer federal fonksiyonlara ulaşılması bir bakıma
tesadüfen ve başka bir meslekte şöhret yaptıktan sonra mümkün olur. Bunlar ihtirasların
devamlı gayesi olamazlar. Takdir edilme arzusu, iktidar ve hareket zevki,
hakikî menfaatler ihtiyacı mahallî idarede, hayatın olağan münasebetleri
çerçevesinde mümkün olur. Cemiyeti sık sık dalgalandıran bütün bu iktidarlar,
şu veya bu şekilde aile ocağında husule gelince mahiyet değiştirirler.
Amerikan mahallî idaresinde,
daha fazla kimseyi amme işleri ile ilgidirmek için iktidarın ince yollarla
dağıtılmağa itina edildiği görülmektedir, iktidar zaman zaman seçim
sandıklarına giden seçmenlerden başka, adlarına hareket ettikleri büyük cemaati
derecelerine göre temsil eden muhtelif memurlar ve idareciler arasında
bölünmüştür.
Amerikan sistemi, mahallî
iktidarı çok sayıda vatandaş arasında böldüğü gibi, mahallî vazifeleri artırmaktan
da çekinmemektedir. Amerika'da vatan aşkının, insanların ibadetle bağlı
oldukları bir dîn olduğu düşünülebilir.
Böylece, mahallî idare
hayatı kendini her an hissettirmektedir. Her gün bir hakkın kullanılması ve bir
vazifenin ifası ile tezahür eder. Bu siyasî mevcudiyet, cemiyete, onu sarsmadan
hareketlendiren devamlı ve aynı zamanda rahat bir hareket kabiliyeti verir.
Amerikalılar memleketlerine,
dağ sakinlerinin memleketlerine olan sevgilerine benzer bir sebeple
bağlıdırlar. Kendilerince vatanın belirli ve karakteristik özellikleri vardır.
Vatanlar; başka yerlerdekinden daha zengin bir görünüştedir.
New-Engand mahallî
idareleri, umumiyetle mesut bir hayat sürerler. Hükümetleri seçimlerine olduğu
gibi zevklerine de uygundur. Amerika'da hüküm süren maddî refah ve derin
huzurun içinde, mahallî hayatın fırtınaları pek az yer işgal eder. Mahallî
menfaatlerin idaresi kolaydır. Ayrıca, uzun zamandan beri halkın siyasî eğitimi
tamamlanmıştır; veya, daha ziyade, halk, işgal ettiği toprağa tam eğitilmiş
olarak gelmiştir. New-England'da sınıf farkının izi bile yoktur. Bu bakımdan
mahallî idarede, birbirlerine zulmetmeğe çalışan bölümler olmadığı gibi, ancak
fertlere zarar veren adaletsizlikler de genel saadet içinde kaybolmaktadır.
Şüphesiz hükümetin hataları vardır. Fakat idareciler, gerçekten idare edilenler
arasında seçildikleri ve işler ister iyi, ister kötü gitsin, bir nevi ailevî
gurur hükümeti koruduğu için bunlar göze batmazlar. Zaten idare için mukayese
edebilecekleri hiç bir şey de yoktur. Kolonilerde eskiden İngiltere hüküm
sürdü; fakat mahallî işleri daima halk idare etti. Bu bakımdan, mahalli idarede
halk hâkimiyeti sadece eski bir şey değildir. Başından beri durum budur.
New-England'h fert, mahallî
idaresine, kuvvetli ve bağımsız olduğu için bağlıdır, idaresine iştirak ettiği
için ona ilgi duyar. Kaderinden mesul tutamadığı için onu sever. Onda
istikbâlini ve iktidarını görmektedir. Mahallî idare hayatının bütün olaylarına
karışır. Kendi eh altında bulunan bu mahdut çerçeve içinde, cemiyeti idareye alışır.
Onlarsız hürriyetin ancak ihtilâllerle ortaya çıkacağı kalıplara alışır;
ruhlarına nüfuz eder; nizam zevkini tadar; iktidarların ahengini anlar ve
nihayet haklarının şümulü ve vazifelerinin mahiyeti hakkında vazıh ve tatbikî
fikirler edinir.
Amerika'da İdarî Merkeziyetin Siyasi Neticeleri
Merkeziyetçilik, zamanımızda
sık sık tekrarlanan; fakat, umumiyetle kimsenin manasını kesin olarak
belirtmeğe çalışmadığı bir kelimedir. Bununla beraber birbirinden çok farklı
iki çeşit merkeziyetçiliğin bulunduğu bilinmelidir.
Umumî kanunların yapılması
ve memleketin yabancılarla münasebetleri gibi bazı menfaatler memleketin bütün
kısımlarında müşterektir. Mahallî teşebbüsler gibi bazıları da, memleketin
sadece bir kısmına hastır.
Birinci tip menfaatleri
yönetme iktidarını tek bir yerde ve elde temerküz ettirme, siyasî
merkeziyetçilik denen şeyi tesîs etmektedir.
Aynı şekilde ikinci tip
menfaatleri temerküz ettirme ise, idari merkeziyetçiliği kurmaktır.
Bu iki tip merkeziyetçiliğin
birleştiği noktalar vardır. Fakat, umumiyetle, her birinin kendi sahasına giren
meseleler tayin edilirse bu iki tip merkeziyetçilik birbirinden kolayca tefrik
edilirler.
Siyasî merkeziyetçiliğin,
idari merkeziyetçilikle birleşme halinde çok kuvvetleneceği aşikârdır. Bu
şekilde, insanları kendi arzularını devamlı olarak ve tam bir şekilde bir
tarafa koymağa; bir defaya mahsus ve bir hususta değil, her defa ve her hususta
itaat etmeye alıştırır. Onlar; sadece kuvvet yoluyla değil değil, alışkanlıklar
yoluyla da ıslâh eder.
Bu iki tîp merkeziyetçilik
karşılıklı yardımlaşır ve birbirini çekerler. Fakat, ayrılmaz olduklarını
sanmıyorum.
XIV. Louis idaresinde
Fransa, tasavvur edilebilecek en büyük siyasî merkeziyetçiliği gördü. Çünkü
aynı adam hem kanun yapıyor, hem tefsir ediyor, hem de Fransa'yı dışarıda
temsil ve onun adına hareket ediyordu. Devlet benim diyordu. Bunu söylemekle de
haklıydı.
Bununla beraber XIV, Louis
idaresinde, zamanımızda olduğundan çok daha az idari merkeziyetçilik vardı.
Gerçekten merkeziyetçilik,
ferdin hareketlerini, temsil ettiği İlâhi şeyleri unutarak sadece puta tapan
sofular gibi, neticede tatbik edildiği şeylerden müstakil olarak bizatihi
sevdiği bir yeknesaklığa tâbi kılmağa muvaffak olur. Merkeziyetçiliği günlük
işlere muntazam bir akış verir; sosyal nizam meselelerini mükemmel bir tarzda
düzenler; küçük suçlan ve önemsiz karşılıkları önler; cemiyeti ne bir terakki
ne de bir gerileme olan statükoda muhafaza eder; sosyal bünyede, idarecilerin
amme nizamı ve sükûneti dedikleri bir nevi uyuşukluk husule getirir. Tek kelime
ile yapmağa değil, mâni olmağa yarar. Cemiyeti derinden derine harekete
getirmek veya ona hızlı bir akış vermek bahis konusu olunca kuvveti kesilir.
Tedbirleri en uzak bir şekilde de olsa fertlerin yardımına ihtiyaç
-32- gösterse, bu büyük
makinenin hayret verici zaafı ortaya çıkar. Birdenbire bütün iktidarını
kaybeder.
Bazan merkeziyetçiliğin,
ümitsizlik içinde vatandaşları yardımına çağırdığı vâkidir. Fakat onlara:
istediğim gibi, istediğim müddetçe ve istediğim istikamette hareket
edeceksiniz; bütün idareye özenmeden, teferruatla uğraşacaksınız, karanlıklar
içinde çalışacaksınız der. Şüphesiz insan iradesinin yardımı bu gibi şartlarla
elde edilemez, insan hareketlerinde hür, fiillerinden mes'ul olmalıdır. Fertler
bilmedikleri bir gayeye doğru körü körüne yürümektense, âtıl kalmayı tercih
ederler.
Mahallî müesseseler her
memlekette faydalıdırlar, Fakat, hiç bir memlekette bu müesseselere demokratik
bir memlekette olduğu kadar gerçek bir ihtiyaç hissedilmez.
Bir aristokraside, her zaman
için hürriyet içinde bir nizam tesis etmek mümkündür, idareciler, aksi takdirde
çok şeyler kaybedecekleri için, nizama çok önem verirler. Aynı şekilde, bir
Aristokraside daima zulme mukavemete hazır teşkilâtlı kuvvetler bulunduğu için,
halkın zulüm ifratlarına karşı emniyet altında bulunduğu söylenebilir. Mahallî
müesseseler! olmayan bir demokrasi, bu gibi kötülüklere karşı hiç bir teminata
sahip değildir. Küçük meselelerde bile hürriyeti kullanmağı öğrenememiş bir
topluluğa, büyük davalarda hürriyet verilebilir mi? Her ferdin tek başına zayıf
olduğu ve insanları hiç bir müşterek menfaatin birleştirmediği bir memlekette
zulme karşı nasıl mukavemet edilebilir. Şu halde hürriyetin ifratından
korkanlar da, mutlak iktidardan çekinenler de aynı şekilde mahallî
hürriyetlerinin tedrici gelişmesini arzu etmelidirler.
Netice itibariyle, İdarî
merkeziyetçiliğin sultası altına düşmeğe demokratik memleketlerden daha müsait
memleket göremiyorum. Bunun birçok sebepleri vardır. Fakat şunlar bilhassa
mühimdir :
Bu memleketlerde devamlı
temayül, bütün siyasî gücü, ancak doğrudan doğruya halkı temsil eden iktidarın
ellerinde toplama yönündedir. Çünki halk haricinde, müşterek bir kütlede
karışmış eşit fertlerden başka birşey göze çarpmaz. Oysa, bütün siyasî
salâhiyetlerle mücehhez bir iktidarın, idarenin tâli meselelerine de nüfuz
etmeğe çalışmaması beklenemez ve böyle bîr iktidar eninde sonunda bu yola
girer. Nitekim Fransa'da da durum böyle olmuştur. Fransız ihtilâlinde,
birbirleriyle karıştırılmaması icabeden iki cereyan husule gelmiştir. Bunlardan
biri hürriyeti, diğeri ise despotizmi desteklemiştir. Monarşi rejiminde kanunu
sadece Kral yapıyordu. Hakim iktidarın dışında, derme çatma mahallî
-33 - müessese kalıntıları
vardı. Bu mahallî müesseseler irtibatsız, bozuk düzen ve ekseriya mantığa
aykırı idiler.
Aristokrasi rejiminde, bazen
zulmetme vasıtaları olmuşlardı. İhtilâl hem Krallığa, hem de mahallî
müesseselere karşı cephe aldı. Kendisinden önceki her şeyden -mutlak iktidardan
da, onu nispeten yumuşatan vasıtalardan da- nefret etti. Hem Cumhuriyetçi hem
merkeziyetçi oldu. Mutlak iktidar taraftarları, Fransız ihtilâlinin bu ikili
karakterine candan sarıldılar, ihtilâlin büyük yeniliklerinden olan İdarî
merkeziyetçiliği müdafaa ettikleri zaman, onları despotizm lehine çalışmakla
itham etmek mümkün müydü? Bu şekilde hem halkçı görünülüyor, hem de onun
haklarına düşman olunuyordu. Görünüşte hürriyet aşıklan, aslında istibdatla
gizli hizmetkârlan idiler.
Mahallî hürriyetler
sistemini en mükemmel derecede geliştiren iki memleketi ziyaret ettim ve bu
memleketlerdeki partilerin sesine kulak verdim.
Amerika'da, gizliden gizliye
memleketlerinin demokratik müesseselerini tahribe özenen kimselere rastladım.
İngiltere'de bütün gücü ile aristokrasiye çatanlarla karşılaştım. Fakat mahallî
hürriyeti büyük bir nimet olarak kabul etmeyen hiç bir kimseyi hatırlamıyorum.
Bu iki memlekette Devletin kötülükleri bir sürü sebebe atfediliyordu. Fakat hiç
kimse bunlann sebebinin mahallî hürriyet olduğunu düşünmüyordu. Vatandaşlara
göre memleketlerinin refahının ve büyüklüğünün bir sürü sebebi vardı. Fakat
hepsi mahallî hürriyetin avantajların en başa koymada müttefiktiler.
Tabiatları icabı, ne dini
inançlarda ne siyasi fikirlerde anlaşabilen bu kadar ayrı insanların, tek bir
hususta, o da her gün gözlerinin önünde cereyan ettiği için en iyi şekilde
hükmedebilecekleri bir hususta anlaşabilmelerinin hatalı olacağına inanılabilir
mi? Ancak derme çatma mahallî müesseselere sahip olan veya hiç olmayan
memleketler, bunlann faydasını inkâr etmektedirler. Yani mahalî müesseseler!
kötüleyenler, ancak onu tanıtmayanlardır.
Birleşik Devletlerde Kaza Kuvveti ve Siyasî Cemiyet Üzerine
Etkisi
Kaza kuvvetine ayn bir bölüm
ayırmayı zaruri bulmaktayım. Siyasî önemi o kadar büyüktür ki sadece şöyle
geçerken bir dokunmak okuyucu gözünde önemini tam aksettiremez.
Amerika'dan başka yerlerde
de konfederasyonlar kuruldu. Yeni Dünya sahillerinin ötesinde de Cumhuriyetler
göründü. Temsili sistem birçok Avrupa memleketlerinde kabul edildi. Fakat- dünyada
hiç bir millet şimdiye kadar Amerika'daki gibi bir kazaî kuvvet tesis etmedi.
Bir yabancı, Amerika'da
kazaî kuvvetin teşekkülünü güçlükle anlar. Denilebilir ki, hakimin nüfuzu
olmadığı hiç bir siyasi olay görmez ve bundan, tabiatıyla, hakimin Amerika'da
ilk plânda gelen siyasî kuvvetlerden biri olduğu neticesini çıkarır. Daha sonra
mahkemelerin yapısı tetkik edince, derhal onların, sadece kazaî salâhiyetlere
ve usûllere sahip olduğunu keşfeder. Hakimlerin, amme işlerine ancak tesadüfen
karıştığını, fakat bu tesadüfün her gün vukubulduğunu görür.
Her memlekette kazaî
kuvvetin ilk vasfı hakemlik yapmaktır. Mahkemelere iş düşmesi için, ortada
ihtilâfın bulunması lâzımdır. Hakimin olması için dava gerekir. Bir kanun
herhangi bir ihtilâf yaratmadıkça, kazai kuvvetin onunla meşgul olmasına yer
yoktur. Bir dava dolayısıyla hakim, davayla alâkalı kanuna itiraz ederse
salâhiyetlerinin çerçevesini genişletmiş olur. Fakat davayı halletmek için, şu
veya bu şekilde kanuna göre hükmetmesi icabettiğinden yine salâhiyetleri
çerçevesinden çıkmış olmaz. Kanun hakkında, bir davayla alâkalı olmaksızın
beyanda bulununca kendi sahasından tamamen ayrılmış ve teşri iktidarın sahasına
girmiş olur.
Kazaî kuvvetin ikinci
özelliği, umumi prensiplere göre değil, hususi durumlara göre hüküm vermesidir.
Hakim, hususi bir meseleyi hallederken umumî bir prensibi zedelerse, tabiî
neticelerinden her biri aynı şekilde müteessir olacağından prensip ortadan
kalkar ve hakim selâhiyetinin olağan çerçevesi içinde kalmış olur. Fakat hususî
bir vakıa olmaksızın, doğrudan doğruya bir genel prensibe hücuma geçer ve onu
ortadan kaldırırsa, her memleketin ittifakla kendisini sokmak istedikleri
çerçeveden çıkmış olur. Bir hakimden daha mühim, belki de daha faydalı bir şey
olur, fakat artık kazaî kuvveti temsil etmekten çıkar.
Kazaî kuvvetin üçüncü
özelliği, kendisine ancak müracaat edilince veya hukukî deyimiyle, mesele
ıttılâına arz edilince harekete geçmesidir. Bu özellik, diğer ikisi kadar umumi
değildir. Bununla beraber, istisnalara rağmen, esaslı bir özellik olarak kabul
edilebilir. Tabiatı icabı, kaza kuvveti atıldır. Bir netice hasıl etmesi için
harekete getirilmesi icabeder. Bir cürüm ihbarı kargısında, suçlu
cezalandırılır. Bir haksızlığı tamir etmesi talep edilir, ve talep yerine
getirilir. Kendisine bir metin sunulur, onu tefsir eder. Fakat kendiliğinden ne
suçluları takibeder, ne haksızlıkları araştırır ve ne de hukukî metinleri
tefsir eder.
Şayet, kazaî kuvvet
kendiliğinden teşebbüse geçip, kanunların da üstünde bir kuvvet olsaydı bu
pasif tabiata aykırı hareket etmiş olacaktı.
Amerikalılar kaza kuvvetinin
bu üç ayırt edici vasfını muhafaza ettiler. Amerikan hakimi sadece dava olduğu
zaman hüküm verebilir. Ancak hususî meseleyle meşgul olabilir ve ihtilâf
mahkeme huzuruna getirilmedikçe harekete geçemez. Şu halde Amerika hakimleri
tamamen diğer memleketlerinkine benzerler. Bununla beraber büyük bir siyasî
iktidara sahiptirler. Bu neden ileri gelmektedir? Diğer hakimlerle aynı
salâhiyetlere ve vasıtalara sahip olduğu halde, nasıl onların ellerinde olmayan
bir güce sahiptirler? Bunun sebebi sadece şundadır: Amerikalılar hakimlere,
hüküm verirken, kanunlardan ziyade Anayasaya dayanma hakkını tanıdılar. Başka
bir deyişle, kendilerine Anayasaya aykırı buldukları kanunu tatbik etmeme hakkı
verildi.
Böyle bir hak, bazan diğer
memleket mahkemeleri tarafından talep edildi. Fakat asla kabul edilmedi.
Halbuki Amerika'da bütün kuvvetler tarafından kabul edilmiştir. Ona itiraz eden
ne bir partiye ne de bir ferde rastlanır. Bunun izahı Amerikan Anayasalarının bizzat
temelindedir. Fransa'da Anayasa değişmez bir eserdir veya öyle farz edilir.
Kabul edilen teoriye göre, hiç bir kuvvet onu hiç bir hususta değiştiremez,
İngiltere’de Parlementoya Anayasayı tâdil hakkı tanınmıştır. Şu halde Anayasa
daima değişebilir veya daha doğrusu hiç mevcut değildir. Parlamento aynı
zamanda hem teşri organı hem de kurucu meclistir. Amerika'da siyasi teoriler
daha basit ve daha rasyoneldir.
Bir Amerikan Anayasası ne
Fransa’da ki gibi değişmez farz edilir; ne de İngiltere'deki gibi cemiyetteki
malûm iktidarlar tarafından tâdil edilebilir. Bir Amerikan anayasası, bütün
halkın iradesini temsil ettiği için, kanun koyucuyu da basit vatandaşlar gibi
bağlıyan; fakat, önceden tespit edilmiş bazı hallerde, belli usûl kaidelerine
göre yine halk iradesi île değiştirilebilen apayrı bir eserdir. Şu halde
Amerika'da Anayasa değişebilir; fakat, mevcut olduğu müddetçe bütün
iktidarların kaynağını teşkil eder. Hakim kuvvet sadece ondadır.
Birleşik Devletlerde,
Anayasa vatandaşları olduğu gibi kanun koyucuyu da tâbi kılar. Bu bakımdan
kanunların başıdır ve kanunla tâdil edilemez. Şu halde mahkemelerin, bütün
kanunlardan önce Anayasaya itaatleri gerekir. Bu kazaî kuvvetin mahiyeti
icabıdır: hukukî kaideler
-36- arasında, kendisini en
çok bağlıyanını seçmek hakimin bir nevi tabiî hakkıdır.
Fransa'da da Anayasa ilk
plânda gelen kanundur. Ve hakimlerin, aynı şekilde, onu hükümlerinin temeli
olarak alma haklan vardır. Fakat, bu hakkı kullanırken, kendilerininkinden daha
aziz bir başka hak olan, namına hareket ettikleri cemiyetin hakkını
çiğnememelidirler. Burada Devlet hikmeti, olağan sebeplere galebe çalmaktadır.
Amerika'da daima, Anayasa değiştirilerek hâkimler itaata mecbur
kılınabileceğinden, böyle bir tehlike bahis konusu olamaz. Bu hususta mantık ve
siyaset tam anlaşma halindedir. Ve hem hâkim, hem de halk, imtiyazlarını
muhafaza ederler.
Amerika mahkemelerinde,
hakim bir kanunun Anayasaya aykırı olduğuna kani olursa, onu tatbikten imtina
eder. Sadece Amerikan hakimine has, tek iktidar budur. Fakat bu, büyük bir
siyasî nüfuz doğurur. Hakikatte, uzun müddet kazaî tahlilden kurtulacak pek az
kanun vardır. Zira, hemen bütün kanunlar bîr şahsî menfaate dokunurlar ve ergeç
mahkemede Anayasaya aykırılıkları iddia edilir. Oysa hakim, bir davada bir
kanunu uygulamağı reddedince, o derhal manevî kuvvetinin bir kısmını kaybeder.
Menfaatleri bu kanunla haleldar olanlar, ona itaatten kaçınmanın yolunu böylece
öğrenmiş olurlar. Davalar çoğaldıkça, kanun bütün kuvvetini kaybeder. O zaman
şu iki şeyden biri olur: Ya halk Anayasayı değiştirir veya teşri organ kanunu
ilga eder.
Görülüyor ki Amerikalılar
mahkemelerine büyük bir siyasî kuvvet verdiler; fakat, onları kanunlara ancak
kazaî yollarla dokunmağa mecbur ederek, bu kuvvetin tehlikelerini azalttılar.
Şayet hakim, kanunlara umumî ve teorik bir tarzda itiraz edebilseydi;
kendiliğinden teşebbüse geçip kanunları istediği gibi sansür edebilseydi; büyük
bir gürültüyle siyasî sahaya girmîş olacaktı. Bîr partiye taraftar veya karşı
olduğu takdirde, memleketi bölen bütün ihtirasları mücadelede yer almağa davet
edecekti. Fakat hakim kanuna, hususî bir meselede ve gürültüsüz bir görüşmede
itiraz edince, itirazın önemi kısmen halk nazarlarından kaçmaktadır. Hükmü,
ancak ferdî bir şahsî menfaati haleldar etmeğe matuftur. Kanun sadece tesadüfen
zedelenir.
Zaten tatbik edilmeyen
kanun, ilga edilmiş değildir. Yavaş yavaş ve içtihadın devamlı darbeleri
altında nihayet ortadan kalkar.
Ayrıca, hususî menfaati
kanunların tatbikine itiraza kışkırtmakla ve ferde karşı davayı, kanuna karşı
davayla birleştirmekle, teşriin hayli dayanıklı bir hal aldığı kolayca
anlaşılabilir. Bu sistemde teşri sadece
günlük parti hücumlarına
maruzdur. Teşriin hatalarına işaretle, gerçek bir ihtiyaca uyulmaktadır: bîr
davaya temel teşkil edebileceği için müsbet ve değerlendirilebilir bir vakıadan
hareket edilmektedir. Amerika mahkemelerinin amme nizamına en elverişli bu
tutumunun, hürriyet için de en elverişli hareket tarzı olup olmadığını
bilmiyorum. Hakim, kanun koyucuya doğrudan doğruya hücum etme imkânına sahip
olaydı bazan buna cesaret edemeyecek, bazan da siyasî hava bizzat buna
kendisini sevk edecekti. Böylece kendilerini ortaya koyan iktidar zayıf olunca
kanunlar tatbik edilmeyecek, kuvvetli olunca da onlara itirazsız itaat
edilecektir. Yani, ekseri, hürmet edilmelerinin en faydalı olacağı anlarda
kanunlar itiraza uğrayacak; kendi namlarına imkansızlığın en kolay yapılacağı
anlarda da saygı göreceklerdir. Fakat Amerikan hakimi, arzusu hilâfına siyasete
sürüklenmiştir. Kanun hakkında ancak davayı halletmek için hükmeder ve davaya
bakmaktan imtina edemez. Halletmesi gereken siyasî mesele davacıların menfaati
ile ilgilidir ve ihkakı haktan imtina etmeksizin onu reddedemez. Hakimlik
mesleğinin belirli icaplarını yerine getirmekle vatandaşlık vazifesini yapmış
olur.
Hakikatte, mahkemelerin
teşri üzerinde bu şekildeki sansürü, istisnasız bütün kanunlara teşmil
edilemez. Zira dava adı altında vazıh bir şekilde formüle edilecek bir itiraza
asla yer vermeyecek kanunlar da vardır ve böyle bir ihtilâf mümkün olunca,
bununla ilgili olarak mahkemelere müracaat edecek hiç kimseye rastlanmaması
tasavvur olunabilir. Amerikalılar bu mahzuru ekseri hissettiler, fakat ona
bütün durumlarda tehlikeli bîr müessîri-yet vermekten korktukları için tam bir
çare bulmadılar. Belli hudutlar içinde. Amerikan mahkemelerine, kanunların
Anayasaya aykırılıklarına hükmedebilme hususunda verileri kuvvet, siyasî
meclislerin istibdadına karşı konulabilecek en müessir engellerden birini
teşkil etmektedir.
Bilmem Amerika gibi hür bir
memlekette, bütün vatandaşların memurlun âdi mahkemeler huzurunda İthama; bütün
hakimlerin de onları mahkûm etmeğe hakkı olduğunu söylemeğe lüzum var mı?
Kanunu çiğnedikleri zaman, icra organının ajanlarını cezalandırmağa müsaade
etmek, mahkemelere hususî bîr imtiyaz vermek demek değildir. Bilâkis buna
müsaade edilmemesi, onları tabiî bir haktan mahrum etmek olur. Amerika'da,
bütün memurların mahkemeler huzurunda mesul kılınması ile hükümetin zayıf
düşeceğini sanmıyorum. Bilâkis Amerikalılar böyle yapmakla icraya, onun
tenkitten daha fazla masun kalmasını sağlayarak, ona olan saygıyı
artırmışlardır. Amerika'da siyasî davaların azlığı da dikkatimi çekti ve bunu,
kendime göre, kolayca izah ediyorum. Mahiyeti ne
-38- olursa olsun bir dava
daima masraflı ve güç bir teşebbüstür. Bir Devlet memurunu gazetelerde itham
etmek kolaydır; fakat, ortada ciddî sebepler yokken adlî mercilere
başvurulamaz. Bir memuru hukuken takip edebilmek için, haklı bir şikâyet mevzuu
olması icap eder. Memurlar takibattan korktukları zaman böyle bir sebebe mahal
bırakmazlar.
Bu, Amerikalıların
cumhuriyetçi şekli kabul etmelerinden ileri gelmemektedir. Zira İngiltere’de
aynı tecrübe devam etmektedir. Bu iki millet, iktidarın başlıca ajanlarının
mahkûm edilmesine müsaade edilmesinin bağımsızlıklarım sağlayacaklarım
sunmamaktadırlar. Hiç müracaat edilmiyen veya iş işten geçtikten sonra müracaat
edilen tantanalı usûllerden ziyade, basit vatandaşların her gün açabilecekleri
davalarla hürriyetin garanti altına alınabileceğini düşünmektedirler.
Orta çağda, mücrimlerin
yakalanmalarının güç olduğu sıralarda, hakimler, huzurlarına gelen bu gibi
bedbahtlara ekseri korkunç cezalar veriyorlardı. Fakat bu, suçluların
sayılarını azaltmıyordu. O zamandan beri hem daha emin hem de daha yumuşak bir
adaletin aynı zamanda daha müessir olacağı anlaşıldı. Amerikalılar ve
İngilizler zulüm ve istibdadın da diğer suçlar gibi muamele görmesini; yâni
takibatın kolaylaştırıp, cezanın da hafifletilmesini zarurî kılmaktadırlar.
Amerika'da halk, kanun
koyucuyu ve icra organını kendi tayin eder ve kanunu ihlalleri cezalandıran
jüriyi de bizzat teşkil eder. Müesseseler sadece kuruluşlarında değil, bütün
gelişimleri esnasında da demokratik olmuşlardır. Halk, temsilcilerini doğrudan
doğruya tayin eder ve onları daha müessir bîr şekilde kontrolunda bulundurmak
için seçimi her yıl yeniler. Bu bakımdan, hakikatte idare eden halktır ve her
ne kadar hükümet şekli temsilî ise de, halkın fikirlerinin, ön hükümlerinin,
menfaatlerinin ve hatta ihtiraslarının cemiyetin günlük gidişinde ortaya
çıkmasına mani olacak bir şeyin bulunmadığı aşikârdır.
Halk hakimiyetinin mevcut
olduğu bütün memleketlerde olduğu gibi Amerika'da da halk adına idare eden
ekseriyettir. Bu ekseriyet, esas itibariyle, menfaatleri veya tabiatları icabı
samimî bir şekilde memleketin İyiliğini isteyen sakin vatandaşlardan
müteşekkildir. Bu vatandaşların etrafında, onları aralarına çekmek ve
kendilerine destek yapmak için durmadan çırpınan partiler vardır.
Partiler arasında 'büyük bir
tefrik yapılmalıdır. Çok geniş ve, tek bir hakimiyet allında birleşmiş olsa
bile, farklı milletleri sinesinde barındıran
-39- memleketlerde,
birbirleriyle devamlı olarak çatışan menfaatler vardır. Bu durumda, halkın muhtelif
bölümlerini aslında partiler değil farklı milletler teşkil ederler. Şayet iç
harp doğarsa, partiler arası mücadeleden ziyade, rakip milletler arasında savaş
ortaya çıkmış olur. Fakat, vatandaşlar, idarenin genel prensipleri gibi
memleketin her kısmını aynı derecede alâkadar eden hususlarda ayrılıyorlarsa, o
zaman gerçekten partilerin doğduğu söylenebilir. Partiler hür Devlet idaresinde
zarurî bir kötülüktürler; fakat, her zaman aynı özelliklere ve aynı temayüllere
sahip değildirler.
Amerika'da büyük partiler
vardı; bugün artık mevcut değiller. Sayelerinde memleketin saadeti hayli arttı;
fakat, ahlakı sarsıldı. Bağımsızlık savaşı bitip de, yeni Devletin temellerini
atma meselesi ile karşılaşılınca, millet iki fikre ayrılmış bulunuyordu. Bu
fikirler dünya kadar eski idiler ve bunları çeşitli isimler altında ve değişik
şekillerde her hür cemiyette bulmak kabildir. Bu iki fikirden biri halk
iktidarını tahdit etmek, diğeri ise son derece genişletmek yönündeydi. Bunlar
arasındaki mücadele, başka yerlerde sık sık görülen şiddetli hali asla almadı.
Amerika'da iki parti en esaslı konularda anlaşma halinde idiler. Hiç biri
galebe çalmak için ne eski nizamı yıkmağa, ne de bütün sosyal düzeni sarsmağa
çalışıyordu. Netice itibariyle, hiç biri, prensiplerinin zaferi için büyük
sayıda insanı bağlamıyordu. Fakat, bağımsızlık ve eşitlik aşkı gibi ilk plânda
gelen bir takım gayri maddî menfaatlere dokunuyordu. Bu da şiddetli ihtirasları
harekete geçirmek için kâfiydi.
Halk hakimiyetini tahdit
etmek isleyen parti, bilhassa doktrinlerini birliğin Anayasasına tatbik etmek
istiyordu. Bu, «federal» ismini almasına sebep teşkil etli. Kendini hürriyetin
biricik aşıkı ilân eden diğer parti ise «Cumhuriyetçi» parti adını aldı.
Amerika demokrasinin
vatanıdır. Bu bakımdan federalistler daima azınlıkta kaldılar. Fakat
bağımsızlık harbinin yarattığı bütün büyük adamlar aralarında idiler ve manevî
itibarları çok yaygındı. Ayrıca hadiseler de lehlerine cereyan etli. Birinci
konfederasyonun iflâsı, halkı, anarşiye düşülecek diye korkuttu ve
federalistler bu geçici durumdan istifade ettiler. Devleti on oniki sene
müddetle idare ettiler ve prensiplerinden hepsini değilse bile, bir kısmını
tatbik edebildiler. Zira aksi temayül, günden güne mücadeleye cesaret
edilmeyecek kadar şiddetleniyordu.
1801 de nihayet
Cumhuriyetçiler iktidarı aldılar. Thomas Jefferson başkan oldu ve onlara meşhur
bir ismin, büyük bir kabiliyetin ve geniş, bir popülaritenin yardımını sağladı.
Federalistler ancak sun'i vasıtalar ve geçici kaynaklarla tutunabilmişlerdi.
İktidara liderlerinin kabiliyetleri ve fazileti
ve hadiselerin yardımı
sayesinde gelmişlerdi. Cumhuriyetçiler iktidara gelince, diğer parti ani bir
sel baskınına uğramış gibi oldu. Geniş bir ekseriyet aleyhine döndü ve derhal o
kadar küçük bir azınlıkta kaldı kî, bizzat kendi kendinden ümidini kesti. Bu
andan itibaren Cumhuriyetçi veya demokrat parti zaferden zafere koştu ve bütün
cemiyete hakim oldu, Kaynaksız ve millet içinde tecrit edilmiş bir hale düşen
Federalistler mağlubiyeti kabul ettiler ve bölündüler. Bir kısmı galiplere
katıldılar. Bir kısmı da bayraklarını bir kenara koydu ve isim değiştirdiler.
Epeyi sene oluyor ki parti olarak mevcudiyetleri tamamen ortadan kalktı.
Federalistlerin iktidara
gelişi, fikrimce, büyük Amerikan Birliğinin doğuşuna refakat eden en büyük
hadisedir. Federalistler memleketlerinin ve asırlarının mukavemet edilmez
cereyanına kanı savaşıyorlardı. Teorilerinin iyiliği veya kötülüğü ne olursa
olsun, asıl kusuru, idare etmek istedikleri cemiyete, bütünü itibariyle, tatbik
imkânsızlığı idi. Bu bakımdan Jefferson sayesinde vuku bulanlar, er geç
olacaktı. Fakat hükümetleri, hiç olmazsa yeni olan cumhuriyetin yerleşmesini
sağladı ve sonra da, mücadele ettiği doktrinlerin kolay ve süratli
gelişmelerine yardım etti. Ayrıca, prensiplerinin büyük bir kısmı netice
itibariyle rakipleri tarafından benimsendi ve zamanımızda halâ mevcut olan
Federal Anayasa, basiretlerinin ve vatanseverliklerinin ebedî bir âbidesi oldu.
Böylece, zamanımızda Amerika'da
büyük siyasî partiler göze çarpmamaktadır. Fakat bir sürü küçük parti vardır ve
halk efkârı teferruatla ilgili meselelerde son derece parçalanmıştır. Parti
kurmak için girişilen zahmeti anlamak güçtür. Zamanımızda bu kolay iş değildir.
Amerika'da dinî çatışma yoktur. Çünkü hiç bir hakim mezhep olmadığı gibi, din
de herkes tarafından hürmet görmektedir. Sınıf ihtilâfı yoktur. Çünkü halk bir
bütün teşkil eder ve kimse onunla mücadeleye cesaret edemez. Nihayet istismar
edilecek sefaletler yoktur. Çünkü memleketin maddî durumu o kadar geniş bir iş
sahası arz etmektedir ki, harikalar yaratması için ferdi kendi başına bırakmak
yeter. Bütün bunlara rağmen ihtirasların parti yaratması için ferdi kendi basma
bırakmak yeter. Bütün bunlara rağmen ihtirasların parti yaratması şarttır. Zira
,sadece yerini almak istemek sebebiyle iktidardakiler! devirmek zordur. Bu
bakımdan siyasî şahısların bulun mahareti parti kurmada belirecektir:
Amerika'da parti kuracak bir siyasî adam, evvelâ kendi menfaatini tefrike
çalışmalı ve kendisiyle birleşebilecek benzer menfaatlerin neler olabileceğini
tespit etmelidir. Ancak bundun sonra tesadüfen dünyada serbestçe ortaya çıkıp
yayılabilmesi için, yeni partinin başına uygun bir şekilde konacak bir prensip
veya doktrinin olup
-41 - olmadığını
araştırmakla meşgul olmalıdır. Bu yapıldıktan sonra siyasî âleme yeni bir
kuvvet girmiş, olacaktır.
Amerika'nın bütün iç
çatışmaları, bir yabancı için, ilk nazarda çocukça ve anlaşılmaz görünür. Ve bu
gibi ehemmiyetsiz işlerle uğraştığı için ona acımak mı yoksa gıpta etmek mi
gerekliği kestirilemez. Fakat, Amerika'da siyasî gurupları sürükleyen gizli
içgüdüler dikkatle incelenirse, aralarından çoğunun, hür cemiyetler kuruldu
kurulalı insanları ayıran iki büyük partiden birine az çok bağlanacakları kolayca
fark edilir. Bu partilerin içine daha çok nüfuz edildikçe, bunlardan bir
kısmının amme kudretinin sahasını daraltmaya, diğer kısmının ise genişletmeye
çalıştıkları görülür. Amerikan Partilerinin, memlekette demokrasiyi veya
aristokrasiyi hakim kılmak hususunda ne açık, ne de hatta gizli bir gaye
güttüklerini iddia etmiyorum. Bütün partilerin sinesinde, aristokratik veya
demokratik ihtirasların kolayca yer bulduklarını kastediyorum. Bu ihtiraslar
açıkça göze çarpmadıkları halde, partilerin adeta ruhunu ve can damarını teşkil
etmektedirler.
Fikir ayrılıkları içinde
bulunan bir memlekette, bazen, partiler arası muvazene bozularak, aralarından
birinin büyük bir üstünlük sağlaması mümkündür. Bu parti bütün engelleri yıkar;
hasmını mahveder ve bütün memleketi kendi menfaatine istismar eder.
Muvaffakiyetten ümidi kesen mağluplar gizlenir veya susarlar. Umumî bir
hareketsizlik ve sessizlik hüküm sürer. Millet tek bir fikirde birleşmiş
görünür. Muzaffer parti sesini yükseltir ve «memleketi sulha kavuşturdum; bana
şükran borçlusunuz» der. Fakat görünüşteki bu birlik altında, halâ derin
ayrılıklar ve gerçek bir muhalefet gizlidir.
Amerika'da da durum böyle
olmuştu; demokrat parti iktidara gelince, bütün memleket işlerinin idaresini
inhisarı altına aldı. O zamandan beri, kanunlara ve örf ve âdetlere kendi
arzularına göre şekil vermekten geri kalmadı. Zamanımızda, Birleşik Devletlerde
cemiyetin zengin sınıflarının, hemen tamamen siyasî meselelerin dışında
bulunduğu söylenebilir ve zenginlik bu hususta bir üstünlük sağlamak şöyle
dursun gerçek bir antipati sebebi ve iktidara gelmekte bir mania teşkil eder.
Zenginler fakir vatandaşlarına karşı gayri müsavi bir mücadeleye girişmektense,
siyaset sahnesini terk etmeyi tercih ederler. Amme hayatında, hususî
hayatlarındaki kadar yükselmedikleri için kendilerini tamamen hususî hayata
hasretmek üzere siyaseti terk ederler. Devlet içinde kendine has zevk ve
eğlenceleri olan ayrı bir gurup teşkil ederler. Zengin bu duruma çaresiz bir
şekilde boyun eğer. Hatta bu durumda incindiğini, büyük bir itinayla saklamağa
çalışır. Bu sebeple, o alenen
cumhuriyetçi idarenin iyi taraflarını ve demokratik usûllerin üstünlüklerini
metheder. Zira insanlar bir şeyden nefret ettikten sona, hemen onu pohpohlama
temayülündedirler...
Fakat, hakim iktidara karşı
bu sun'i heyecan ve aşın itinanın temelinde, zenginlerde demokratik
müesseselere karşı büyük bir nefret farketmek kolaydır. Halk korktuklan ve
dudak büktükleri bir kuvvettir. Şayet, bugün demokrasinin kötü idaresi siyasî
bir buhran yarataydı veya monarşi Amerika'da tatbik edilebilir bir şey olsaydı,
ileri sürdüklerimin hakikati kolayca anlaşılacaktı.
Partilerin muvaffak olmak
için kullandıklan İki büyük silâh demekler ve gazetelerdir.
Birleşik Devletlerde Basın Hürriyeti
Basın hürriyeti insanlann
yalnız siyasî fikirleri değil bütün fikirleri üzerinde tesirini
hissettirmektedir. Yalnız kanunlan tâdil etmez, örf ve âdetleri de
değiştirir... Tabiatlan icabı üstün bir şekilde iyi olan şeylere hissedilen tam
ve kati sevgiyi, basın hürriyetine hiç duymadığımı itiraf ederim. Basın
hürriyetini yaptığı iyiliklerden çok önlediği kötülükler için sevmekteyim.
Şayet biri bana düşüncemin tam bağımsızlığı ile mutlak köleliği arasında
kalabileceğim ortalama bir mevki gösterseydi, belki kabul ederdim. Fakat kim bu
ortalama mevkii bulabilir? Basının aşın hürriyetini düzenlemek ve edepli bir
lisan kullanmasını sağlamak için önce yazarlan jüri huzuruna çıkarıyorsunuz.
Fakat Jüri onlan suçsuz bulursa, tek bir insanın fikri bütün memleketin fikri
oluyor Şu halde pek az şey yaptınız ilerlemeniz lazım. Yazarlan daimî
mahkemelere sevk ediyorsunuz; fakat- hakimler mahkûm etmeden, dinlemek
mecburiyetindedirler. Kitapta itiraz edilmesinden korkulacak şeyler, müdafaa
sadedinde açıkça ilân ediliyor; yazılı bir şeyde üstü kapalı bir şekilde
geçiştirilecek şey, bir sürü yerlerde tekrarlanmış bulunuyor. İfade düşüncenin
dış şekli, tâbir caizse vücududur; fakat, bizzat kendisi değildir.
Mahkemelerimiz vücudu mahkûm ediyor; fakat, ruh ellerinden kurtuluyor. Halâ
çok, çok az şey yaptınız. Yürümeye devam etmelisiniz. Basını sansüre tabi
tutuyorsunuz. Çok güzel... Yaklaşıyoruz. Fakat siyasî sözcüler yine de
seslerini işittirmek yolunu buluyorlar. Şu halde hiç bir şey yapmadınız. Hatta
kötülüğü daha da artırdınız. Düşünce, fizikî kuvvet gibi temsilcilerinin
sayısına bağlı değildir. Muharrirler, bir ordunun askerleri gibi sayılmazlar.
Bütün maddî kuvvetlerin aksine, düşünce kuvveti ekseri onu ifade edenlerin
sayısının azlığı ile artar. Sessiz bir salona hakim ihtiraslara, tek başına
nüfuz eden muktedir bir adam sayısız hatibin karma karışık haykırışlarından çok
daha
-43 - güçlüdür ve tek bir
meydanda konuşmak mümkün olunca, sanki bütün meydanlarda konuşulmuş gibi olur.
O zaman yazma hürriyetini olduğu gibi, konuşma hürriyetini de kaldırmanız icap
eder. Artık mesele tamamdır: Herkes sustu. Fakat ne yaptınız? Gayeniz
hürriyetin suiistimalini önlemekti, bir müstebidin ayakları altına düştünüz.
Arada durabileceğiniz tek bir nokta bulmadan, tam bir hürriyetten tam bir
kötülüğe geldiniz.
Amerika'da gazetelerin
kudretinin azlığının bir çok sebepleri vardır. Bunların başlıcalan şunlardır:
Bütün diğer hürriyetler
gibi, yazı hürriyeti de yeni olduğu nisbette korku yaratır. Devlet işlerinin
alenen tartışılmasına hiç şahit olmamış; bir millet önüne çıkan ilk hatibe
inanır. Anglo-Amerikanlarda hu hürriyet, kolonilerin teessüsü kadar eskidir.
Ayrıca, basın insan ihtiraslarını maharetle alevlendirir, fakat, tek başına
onları yaratamaz. Oysa, Amerika'da siyasî hayat canlı, değişik ve hatta çok
hareketlidir; fakat nadiren derin ihtiraslarla sarsılır.
Maddi menfaatler
uzlaştınlmadığı zaman. Amerika'da siyasî hayat ender olarak karışır; oysa,
menfaatler rahatça tatmîn edilmektedir. Bu hususta Anglo-Amerikanlarla
Fransa'nın arasındaki farkı anlamak için her iki memleketin gazetelerine bîr
göz atmak yeter. Fransa'da, gazetelerde ticarî ilânlar çok mahdut bir yer işgal
eder, hatta haberler bile pek azdır; gazetenin en mühim kısmı siyasî
münakaşaların bulunduğu kısımdır. Amerika'da geniş bir gazetenin dörtte üçünü
ilânlar kaplar; gerisi ise ekseri siyasî veya âdi haberlerle doludur. Sadece,
zaman zaman belirsiz bir köşede, Fransa'da okuyucuların günlük meşgalesini
teşkil eden hararetli siyasî münakaşaları fark edilir.
Bir kuvvetin tesiri,
idaresinin merkezileştirilmesi nispetinde artar. Bu, müşahede ile
anlaşılabilecek ve en küçük müstebitlere dahi sağlam bir içgüdünün tanıttığı
umumî bir tabiat kanunudur. Fransa'da basın, iki çeşit merkeziyetçiliği
birleştirir. Hemen hemen bütün kuvveti aynı yerde ve denilebilir ki aynı
ellerde toplanmıştır. Şüpheci bir millette, bu şekilde teessüs etmiş bir
basının kudreti aşağı yukarı hudutsuzdur. O, hükümetin kısa veya uzun
mütarekeler yapabileceği, fakat uzun müddet mukavemet edemeyeceği bir
düşmandır.
Bahsettiğim bu iki tip
merkeziyetçilikten hiç biri Amerika'da mevcut değildir. Birleşik Devletlerin
başşehri yoktur. Halkın kudreti gibi kültürü de geniş ülkenin her tarafına
dağılmıştır, insan zekâsının ışıklan müşterek bir noktadan çıkmaz ve her yönde
kesişirler. Amerikalılar
-44- memleket meselelerinin
idaresini olduğu gibi düşüncenin idaresini de hiç bir yerde tespit etmediler.
Bunun insanların elinde olmayan mahallî hadiselere bağlı sebepleri vardır.
Fakat kanunlardan ileri gelen sebep şudur: Amerika'da naşirlerden ruhsat,
gazetelerden de kayıt ve harç istenmez. Bundan dolayı bir gazete çıkarmak basit
ve kolay bir teşebbüstür. Gazetecinin masraflarını karşılıyabilmesi için az
miktarda abone kâfidir.
Bu bakımdan, Amerika'da mevkut
ve yan mevkut neşriyatın sayısı inanılmıyacak kadar çoktur. En uyanık
Amerikalılar, basının gücünün az oluşunu, kuvvetlerinin bu şekilde sonsuz
derecede dağılışına atfediyorlar: Amerika'da gazetelerin tesirini bertaraf
etmenin tek yolunun, onlann sayısını artırmak oluşu bir siyasî ilimler
aksiyomudur. Bu kadar aşikâr bir hakikatin, Avrupa'da halâ daha umumî olarak
kabul edilmemesini tasavvur etmek güçtür. Basın yardımıyla ihtilâller yapmak
isteyenlerin, onun organlarını birkaç kudretli ele inhisar ettirmek istemeleri
kolay anlaşılabilir. Fakat hiç anlaşılmayan nokta, müesses düzenin resmî
taraftarlarının ve mevcut kanunların tabiî dayanaklarının, basının faaliyetini
merkezileştirmek suretiyle azalttıklarını sanmalarıdır. Avrupa hükümetleri
basın karşısında, eskiden şövalyelerin hasından karşısında olduğu gibi hareket
eder görünmektedirler. Bizzat kendi tecrübeleriyle merkezileştirmenin kuvvetli
bîr silâh olduğunu anlamışlardır ve düşmanlannı, onlan bertaraf etmeği daha
şerefli kılmak için basınla teçhiz etmek istemektedirler.
Amerika'da gazetesi olmayan
en ufak köy bile yoktur. Bu kadar savaşçı arasında ne hareket birliğinin ne de
disiplinin teessüs edemeyeceği kolayca tasavvur edilebilir. Her biri kendi
bayrağını çekmiştir. Bu, Amerika'nın bütün siyasî gazetelerinin idarenin
lehinde veya aleyhinde yer almaları demek değildir. Fakat yüzlerce çeşitli
yoldan onu müdafaa eder veya ona hücum ederler. Şu halde Amerika'da gazeteler,
en kuvvetli setleri yıkan ve taşan fikir cereyanları yaratmazlar. Basının
kuvvetlerinin dağılışı, daha başka mühim neticeler de doğurur: bir gazete
çıkarılması çok kolay bir iş olduğundan herkes onunla uğraşabilir; diğer
taraftan, rekabet bir gazetecinin büyük kazançlar ümit etmesini önler. Bu da
yüksek endüstri kapasitelerinin bu gibi teşebbüslere girişmemelerine yol acar.
Esasen gazeteler son derece çok sayıda oldukları gibi, zenginlik menbaı da
olsalardı, kabiliyetli muharrirler onları idareye kâfi gelmeyeceklerdi. Şu
halde Amerika'da gazeteciler umumiyetle pek yüksek bir mevki işgal
etmemektedirler. Eğitimleri mahduttur ve fikir seviyeleri ekseri avama hitap
edecek derecededir.
Her hususta ekseriyet kanun
yapar; herkesin sonradan uyması gerekecek bazı usûller tesis eder; bunların
bütünü bir ruh teşkil eder: baro ruhu vardır, mahkeme ruhu vardır, v.s.
Fransa'da gazetecilik ruhu Devletin yüksek menfaatlerini şiddetli, fakat üstün
ve asil bîr tarzda münakaşa etmektir; eğer her zaman bu böyle değilse, her
kaidenin istisnaları olduğunu unutmamak icap eder. Amerika'da gazetecilik ruhu,
kabaca ve gelişigüzel bir şekilde, hitabettiklerinin ihtiraslarına saldırmak;
şahıslara hücum etmek için prensipleri bir kenara bırakmak insanları hususî
hayatlarına kadar takib etmek ve zaaflarıyla bayağılıklarını açıkça ortaya koymaktır.
Fakat Amerika'da, kaynaklan
mahdut olmasına rağmen basının tesiri ölçüsüzdür. Bu geniş ülkenin bütün
kısımlarında siyasî hayatı hareketlendirir. Siyasî hayatın gizli tarafını daima
ortaya kor ve Devlet adamlannı zaman zaman halk efkârı mahkemesine çıkmağa
zorlar. Menfatleri bazı doktrinler etrafında birleştirir ve partilerin
sembolünü formüller halinde ifade eder. Partiler, onun sayesinde, birbirlerini
gömleksizin konuşur ve temasa geçmeksizin anlaşırlar. Basının organlarının
büyük bîr kısmı aynı yolda yürümeğe muvaffak olunca, tesirleri, neticede hemen
hemen karşı konulmaz olur, ve halk efkarı, hep aynı yönden işlendiği zaman
sonunda o noktayı kabul eder. Birleşik Devletlerde, her gazetenin tek başına
gücü azdır. Fakat basın, halktan sonra ilk plânda gelen iktidarlardan biridir.
Dünyada hiç bir memleket,
cemiyetçiliği Amerika kadar muvaffakiyetle yürütmemiş ve çeşitli işlere tatbik
etmemiştir. Esasen, mahallî idarenin kanunla kurulan çeşitli devamlı
cemiyetlerinden başka, doğumları ve gelişmeleri ferdî iradeye bağlı bir sürü
cemiyet daha vardır.
Amerikalılar doğuşlarından
itibaren, hayatın müşkülat ve kötülüklerine karşı sadece kendilerine
dayanabileceklerini öğrenirler. Devlet otoritesine itimatsız ve endişeli
nazarlar atfederler ve mecbur kalmadıkça ona müracaat etmezler. Okullarda,
çocukların oyunlarının kaidelerini kendilerinin tespit etmesi ve suçluları,
tayin ettikleri suçlarla cezalandırmaları bunun başlangıcıdır. Sosyal hayatın
bütün fiillerinde aynı ruh bulunur. Meselâ bir umumî yolda tıkanma oldu mu,
yolcular derhal bir meclis halinde birleşir ve meseleyi müzakere ederler.
Kendiliğinden teşekkül eden bu meclisten, alâkalılardan hiç birinin aklına
herhangi bir resmi otoriteye müracaat gelmeden bir icra organı teşekkül eder ve
sıkıntıyı bertaraf eder. Meselâ bir bayram mı kutlanacak, daha parlak ve
muntazam geçmesi için hemen bîr demek kurulur. Nihayet münhasıran manevî
tabiatlı kötülüklerle mücadele için ve her türlü ifratlara karşı demek halinde
birleşilir. Birleşik Devletlerde dinî, ahlâkî, ticarî, sınaî gayelerle ve amme
güvenliği mülâhazaları ile demekler kurulur, insan iradesinin, fertlerin
müşterek gücünün hür faaliyetiyle ulaşılamayacağı hîç bir şey yoktur. Bir
demek, şu veya bu doktrine bir gurup insanın alenen iştirakinden ve her hangi
bir tarzda onu gerçekleştirmeye çalışacaklarını taahhüt etmelerinden ibarettir.
Böylece demek kurma hakkı, aşağı yukarı yazı hürriyeti ile birleşmektedir.
Bununla beraber demekler basından daha kuvvetlidirler. Bir fikir bir demek tarafından
temsil edilince, daha vazıh ve net bir şekilde almağa mecburdur. Demek, fikrini
taraftarlarının adedini tespit eder ve onları dava için uzlaştırır. Taraflar
birbirlerini tanırlar ve sayılan arttıkça kuvvetleri de artar. Demek muhtelif
zekâların gayretlerini demet halinde birleştirir ve onlan, vazıh bir şekilde
gösterdiği tek bir gayeye doğru yöneltir.
Demek hakkının
kullanılmasında İkinci safha, toplanma iktidandır. Bir siyasî demeğin
memleketin mühim bazı iş bölgelerinde serbestçe top - lanmasına müsaade
edilirse, faaliyeti daha büyük ve tesiri daha yaygın o- lur. Bu gibi yerlerde
insanlar birbirini görür; icra vasıtalan birbirleriyle ahenkleştirilir;
fikirler yazılı düşüncenin asla ulaşamayacağı bir hararet ve kuvvetle ortaya
atılırlar. Nihayet demek kurma hakkının ifasında, siyasî bakımdan, son bir
safha şudur: aynı fikrin taraftarları seçim heyetleri halinde birleşebilir ve
kendilerini merkezi bir mecliste temsil etmek için mandaterler tayin
edebilirler. Bu, aslında, bir parti içinde temsili sistemin tatbiki demektir.
Böylece, birinci dummda,
aynı fikre sahip kimseler aralarında tamamen entelektüel bir bağ kurarlar;
İkincide partinin ancak bir bölümünü teşkil eden küçük meclisler halinde
birleşirler; nihayet üçüncü dummda adeta Devlet içinde Devlet, millet içinde
millet teşkil ederler. Ekseriyetin mandaterlerine benzeyen delegeleri, kendi
başlarına partinin bütün kollek- tif gücünü temsil ederler; partinin
taraftarları gibi bir bağlılık görünüşüyle ve ondan doğan bütün manevi güçle
hareket ederler. Onlar gibi kanun yapma haklan olmadığı gerçektir: fakat,
mevcut kanunlara hücumda ve ne gibi bir kanunun çıkması icap ettiğini
belirtmekte serbesttirler.
Hürriyeti kullanmağa gereği
gibi alışmamış veya sinesinde derin siyasî ihtiraslann mayalandığı bir millet
düşünelim. Kanunlan yapan ekseriyetin yanı sıra, müzakere eden ve onlan kabule
hazır bir hale getiren bir azınlık vardır; ve insan amme nizamının büyük
tesadüflere maruz olduğunu düşünmekten kendini alıkoyamaz. Bir kanunun bizatihi
diğerinden daha iyi olduğunu ispat etmekle; onun, bir diğeri yerine kabul
edilmesi gerektiğini ispat etmek arasında büyük fark vardır. Fakat uyanık
insanların zekâlarının kolayca fark ettiği bu farkı, kütle muhayyilesi pek fark
etmez. Zaten milletin, her biri ekseriyeti temsil ettiğini iddia eden hemen
hemen eşit iki parti arasında bölündüğü anlar mevcuttur, idare makamında
bulunan iktidarın yanında, manevî itibarı o derece büyük başka bir iktidar
teessüs ederse, bunun uzun müddet, harekete geçmeksizin konuşmakla yetineceğine
inanılabilir mi? Cemiyetlerin gayesinin fikirleri zorlamak değil, yönetmek ve
kanunları yapmak değil, telkin etmek olduğu yolundaki metafizik inanca daima
boyun eğilir mi?
Basının bağımsızlığının
başlıca neticeleri üzerine eğildikçe, onun modem devletlerde hürriyetin başlıca
unsuru, hatta denilebilir ki kumcu unsum olduğuna kani olunur. Şu halde hür
kalmak isteyen bir milletin, her ne bahasına olursa olsun ona hürmet edilmesini
istemeye hakkı vardır. Fakat, hudutsuz bir siyasî demek kurma hürriyeti, tamamıyla
yazma hürriyetiyle karıştırılmamalıdır. Biri diğerinden hem daha az zamri hem
daha tehlikelidir. Bir millet, hakimiyetine halel getirmeksizin ona bir hudut
koyabilir; hatta bazen bizzat kendi otoritesini sağlamak için buna mecbur
olur...
Birleşik Devletlerde şimdiye
kadar, siyasî demek kurma hürriyetinin, başka yerlerde ondan beklenecek kötü
neticeleri hasıl etmediği kabul edilmelidir. Cemiyet kurma hakkı oraya
İngiltere’den ithal edilmiştir ve daima mevcudiyetini muhafaza etmiştir. Bu
hakkın kullanılması, bugün örf ve âdetler arasına karışmıştır. Zamanımızda
demek kurma hakkı, ekseriyetin istibdadına karşı zamri bir garanti olmuştur.
Birleşik Devletlerde bir parti hakim dumma geçince, bütün amme iktidarını eline
almakta; hususî destekleyicilerini bütün yüksek mevkilere yerleştirmekte ve her
nevi teşkilâtlı kuvvetleri elde bulundurmaktadır. Muhalif partinin en mütemayiz
elemanlarının kendilerini iktidardan ayran maniayı aşamadıkları için dışarda
kalmaları lâzımdır. Azınlığın- kendisini iz'aç eden maddî güce, bütün manevî
kuvvetiyle karşı koyması lâzımdır. Şu halde bu, bir tehlikenin, daha korkutucu
bîr tehlikeye karşı konmasıdır.
Ekseriyetin mutlak iktidarı,
Amerika cumhuriyetleri için o kadar büyük bir tehlike olarak görünüyor ki, bunu
tahdit için daha küçük bir tehlike bana ehven görünüyor. Burada mahallî
hürriyetler dolayısıyla başka bir yerde söylediğim bir şeyi hatırlatacak bir
fikri ifade edeceğim: partilerin zulmüne ve prensin keyfî idaresine mani olmak
için, yapılan demokratik olan memleketler kadar hiç bir memleket demeklere
muhtaç değildir. Aristokratik memleketlerde asiller ve zenginler, iktidann
suiistimalini önleyen tabiî demekler teşkil ederler. Bu gibi cemiyetlerin
olmadığı memleketlerde, hususî şahıslar sun'i ve geçici olarak buna benzer bir
şeyler yaratmazlarsa, herhangi bir istibdada karşı hiç bir mania kalmaz ve
büyük halk kitleleri bir avuç insan veya tek bir kişi tarafından ezilebilir...
Hudutsuz siyasî cemiyet
kurma hürriyetinin, bir milletin nasıl ifa edileceğini en geç öğreneceği bir imtiyaz
olduğu aşikârdır. Şayet o milleti anarşiye sürüklemiyorsa, her an ona doğru
yaklaştırır. Bununla beraber o kadar tehlikeli olan bu hürriyet, bir hususta
garantiler arz eder; cemiyetlerin hür olduğu memleketlerde gizli demekler
kumlmaz. Amerika'da hizipler mevcuttur, fakat suikastçılar yoktur.
Tek başına hareket edebilmek
hürriyetinden sonra, insan için en tabii hürriyet, gayretlerini
hemcinslerininkiyle birleştirmek ve müşterek hareket edebilmek hürriyetidir. Bu
bakımdan demek kurma hürriyeti, tabiatın ferdî hürriyet kadar vazgeçilmez bir
unsumdur. Kanun koyucu, bizzat cemiyeti sarsmadan onu ortadan kaldıramaz.
Bununla beraber, bazı memleketler için saadet kaynağı olan demek hürriyeti,
diğer bazı memleketlerde bozulup , ifrata gidebilir ve bir hayat unsum olmaktan
çıkarak bir tahrip sebebi teşkil eder. Öyle sanıyorum ki. bu hürriyetin iyi
anlaşıldığı memleketlerle, bozulup ifrata sürüklendiği memleketlerde demeklerin
takip ettikleri muhtelif metodlann mukayesesi, hem partiler hem de hükümetler
için faydalı olacaktır.
AvrupalIların çoğunluğu halâ
demeği, harp meydanında denenmek üzere alelacele yapılan bir silâh olarak
görmektedir. Münakaşa için demek kumlabilir; fakat, hemen harekete geçme fikri
daima bütün zihinleri işgal eder. Demek bir ordudur. Orada kuvvetini tartmak ve
canlanmak için tartışılır ve sonra düşmana karşı yürünür. Kendisini teşkil
edenlerin gözünde, kanunî kaynaklar vasıta teşkil ederler; fakat, hiç bir zaman
muvaffakiyetin tek vasıtası değillerdir.
Birleşik Devletlerde demek
kurma hakkı bu şekilde anlaşılmamaktadır. Amerika'da azınlığı teşkil eden
vatandaşlar evvelâ kuvvetlerini ölçmek ve böylece ekseriyetin manevî nüfuzunu
sarsmak için demek halinde birleşirler. Cemiyet azalarının ikinci gayesi,
ekseriyet üzerinde müessir olabilmek için en iyi delilleri bulmak ve onlardan
istifade etmektir. Zira, daima ekseriyeti kendi taraflarına çekmek ve böylece
iktidara sahip olmak ümidi içindedirler. Şu halde Birleşik Devletlerde siyasî
-49 - cemiyetlerin gayeleri
sulhçu ve vasıtaları meşrudur. Sadece kanunî yollarla zafer kazanmağı iddia
ettikleri zaman, umumiyetle hakikati söylemektedirler.
Amerikalılarla Avrupalılar
arasında, bu husustaki farkın birçok se - hepleri vardır. Avrupa'da,
kendilerini ekseriyetle mücadele edecek kadar kuvvetli gören ve hiç bir zaman
ondan bir destek ümit etmeyecek derecede çoğunluktan ayrılan partiler vardır.
Bu şekilde bir parti ikna etmek değil, savaşmak ister. Amerika'da, fikirleri
itibariyle ekseriyetten çok ayrılan insanlar, ona karşı bir şey yapmağa
muktedir değillerdir: Hepsi ekseriyeti kazanmayı ümit ederler. Bu bakımdan
demek kurma hürriyeti, büyük partiler, ekseriyeti elde etmek imkânsızlığı
içinde bulundukları nispette tehlikelidir. Birleşik Devletler gibi fikirlerin
ancak nüanslarla ayrıldığı memleketlerde demek hakkı hudutsuz olabilir. Demek
kurma hürriyetini halâ sadece idare edenlere karşı savaş hakkı olarak görmemiz,
hürriyet konusundaki tecrübesizliğimizden ileri gelmektedir, Bir partinin
olduğu gibi, bir insanın da kuvvetini anladığı takdirde aklına ilk gelen şey,
zor kullanmadır; tecrübeden doğan ikna etme fikri daha sonra akla gelir.
Aralarında çok derin bir şekilde ayrılmış olan İngilizler, uzun müddettir
kullana kullana alıştıkları için demek hakkını nadiren suiistimal ederler.
Fransa'da savaşma hırsı o kadar kuvvetlidir ki, ne kadar delice olursa olsun,
silâh elde ölmenin şerefli sayılmayacağı Devleti sarsma teşebbüsü yoktur.
Fakat Birleşik Devletlerde,
siyasî demeği itidale sevk eden sebeplerden belki de en mühimi genel oydur.
Genel oy'un kabul edildiği bütün memleketlerde, ekseriyet hiç bîr zaman şüphe
altında kalmaz; çünkü, hiç bir parti mantıken kendisine oy vermeyenlerin
temsilcisi olduğunu iddia edemez. Bu dummda herkes gibi cemiyetler de
ekseriyeti temsil etmediklerini bilirler. Bu bizzat mevcudiyetlerinden çıkan
bîr hakikattir; zira ekseriyeti temsil etselerdi, düzeltilmesini istedikleri
kanunu bizzat değiştirebileceklerdi. Bunun neticesi olarak, hücum ettikleri
hükümetin manevî gücü çok artmış; kendilerininki de hayli azalmış, olmaktadır.
Avrupa'da ekseriyetin
iradesini temsil ettiğini iddia etmeyen veya zannetmiyen demek yok gibidir. Bu
inanç veya bu iddia kuvvetlerini son derece artırır ve inanılmaz bir şekilde
yaptıklarını meşru göstermeye yarar. Zira hakkın ezilmesine mani olmak için
kuvvet kullanmadan daha meşru bir şey var mıdır? Böylece, beşerî kanunların
ölçüsüz karışıklığı içinde, aşın hüniyetin bazen hüniyetin suiistimalini
önlediği; aşırı demokrasinin de demokrasinin tehlikelerine mâni olduğu
görülebilir. Avrupa'da demekler kendilerini, milletin kendi başına hareket
edemeyen bir nevi yasama ve
yürütme meclisleri gibi telâkki
ederler. Bu fikirden hareket eder ve emirler verirler. Amerika'da millet içinde
ancak bir azınlığı teşkil ettikleri için, münakaşa eder ve dileklerde
bulunurlar.
Avrupa'da cemiyetlerin
kullandıkları vasıtalar, gayelerine uygundur. Bunların başlıca gayeleri lâf
etmekten ziyade iş yapmak; ikna etmekten ziyade savaşmaktır. Tabiî olarak,
sivil hayatla ilgisi olmayan bir teşkilât kurma ve bünyelerine askerî sloganlar
ve alışkanlıklar sokmak temayülündedirler. Ayrıca ellerinden geldiği kadar
işlerin idaresini merkezileştirip ve iktidarı çok az sayıda kimsenin ellerine
koyarlar.
Cemiyetlerin azalan,
talimdeki askerler gibi bir parolaya cevap verirler; pasif bir itaat doğması
ileri sürerler veya daha ziyade, birleşmekle bir hamlede bütün hüküm ve hür
muhakemelerinden vazgeçerler; yîne bu cemiyetlerde ekseri hücum edilen hükümet
adına memlekette tesis edilen istibdatlardan daha tahammül edilmez bir istibdat
hüküm sürer. Bu manevî kuvvetlerini çok azaltır. Böylece ezilenlerin zulüm
edenlere karşı savaşının, mukaddeslik vasfından mahrum kalırlar. Zira bazı
hallerde hemcinslerine adi bir şekilde itaat eden, arzulama, hatta fikirlerine
boyun eğen bir kimse, nasıl hür olmak istediğini iddia edebilir?
Amerikalılar demekler
arasında bir de hükümet kurdular; fakat, denilebilir ki bu sivil bir
hükümettir. Ferdî bakımsızlık ondan hissesini al - maktadır, bütün cemiyette,
herkes aynı zamanda, aynı gayeye doğru yürümektedirler. Fakat herkes tamamen
aynı yollardan yürümek zorunda değildir. Hiç kimse aklından ve iradesinden
feragat etmemektedir: fakat, akıl ve iradelerini müşterek bir teşebbüsü
muvaffak kılmak için seferber etmektedirler.
Birleşik Devletlerde Demokrasinin Faydalı Tarafları
Demokratik idarenin zaafları
ve kötü tarafları kolayca görülebilirler. Faydalı tesirleri hissedilmez ve göze
çarpmaz bir şekilde cereyan ederken, kötü tesirleri aşikârdır. Kusurları ilk
nazarda göze batarlar; avantajları ancak uzun vadede anlaşılırlar. Amerikan
demokrasisinin kanunları kusurlu veya eksiktir; bunlar bazen yerleşmiş
menfaatleri ihlâl eder, bazen da cemiyete tehlikeli olanları
müeyyidelendirirler. İyi olsalardı bile, fazlalıkları yine büyük bir kötülük
teşkil edecekti. O halde Amerikan Cumhuriyetlerinin refah ve devamının sebebi
nedir?
Demokrasinin kanunları,
umumiyetle büyük sayının lehinedir. Zira onları bütün vatandaşların ekseriyeti
yapar. Ekseriyet yanılabilir; fakat bizzat kendi aleyhine bir kanun çıkarmaz.
Aristokrasinin kanunları ise, aksine, kudreti ve zenginliği küçük bir guruba
inhisar ettirmeye meylederler. Çünkü aristokrasi, mahiyeti icabı, daima bir
azınlık teşkil eder. Şu halde, umumî bir şekilde denilebilir ki, demokrasinin
kanun yapmada güttüğü gaye aristokrasinin kanun yapmada güttüğü gayeden
beşeriyete daha faydalıdır. Fakat demokrasinin üstünlüğü burada sona
ermektedir.
Aristokrasi kanun yapmada,
demokrasi ile mukayese edilemeyecek ölçüde ustadır. Kendi kontrolünü elinde
bulundurduğu için geçici tahriklere kapılmaz; müsait fırsatın çıkışına kadar
olgunlaştırdığı uzun vadeli tasavvurları vardır. Aristokrasi bütün kanunların
kolektif kuvvetini aynı anda tek bir hedefe doğru yöneltme sanatına bihakkın
vakıftır. Halbuki demokrasi için durum böyle değildir: kanunları hemen hemen
kusurlu ve zamansızdır. Şu halde demokratik vasıtalar, aristokratik
vasıtalardan daha kötüdürler. Gayesi daha faydalı olmakla berber, demokrasi
ekseri kendi a- leyhine çalışır.
Amme memurları hakkında da
fauna benzer bir şey söylenebilir. Amerikan demokrasisinin iktidarı tevdi
ettiği insanların seçiminde ekseri yanıldığı kolayca görülebilir. Birleşik
Devletlerde amme idaresini ele alanlar ekseri aristokratik idarede iktidara
gelenlerden hem manen hem de maddeten aşağıdırlar. Fakat menfaatleri,
vatandaşların ekseriyetinin menfaati ile aynıdır. Bu bakımdan birçok vahim
hatalar yapabilirler ve birçok vaatlerine sadık kalmayabilirler; fakat asla,
sistemli bir şekilde bu ekseriyete zıt bir yolda gitmezler ve hükümetin de
tehlikeli ve inhisarcı bir yola girmesine meydan vermezler.
Demokratik rejimde bir
yüksek memurun kötü idaresi, ancak idarenin bu kısa süresi esnasında tesir
gösteren mücerret bir vakadır. Kabiliyetsizlik ve nüfuz ticareti, insanları
birbirlerine devamlı bir şekilde bağlıyabilecek müşterek menfaatler değildir.
Suiistimal yapan veya kabiliyetsiz bir idareci, başka bir idareciyle, o da
kendisi gibi kabiliyetsiz veya hırsız olduğu için işbirliği yapmaz. Bu iki kişi
asla kabiliyetsizliği ve nüfuz ticaretini torunlarına kadar nakledecek
derecede, ahenkle çalışmazlar. Bilâkis, birinin hırsı ve dalavereleri, ötekinin
kirli çamaşırlarım ortaya döker. Demokrasilerde idarecilerin suiistimalleri
umumiyetle tamamen şahsîdirler.
Amerika'da, Devlet
adamlarının kayıracakları hiç bir sınıf menfaati olmadığı için, hükümetin genel
ve devamlı gidişi, idareciler ne kadar beceriksiz olursa olsun umumun
hayrınadır. Bu bakımdan, demokratik müesseselerin temelinde, hatalarına ve
kötülüklerine rağmen, insanları ekseri umumî refaha doğru yönelten gizli bir
temayül vardır. Halbuki bütün fazilet ve üstünlüklerine rağmen, aristokratik
müesseselerde, insanları bazen hemcinslerinin sefaletini artırmağa sürükleyen
gizli bir yol bulunur. Böylece Aristokratik memleketlerde, Devlet adamları istemeden
kötülük yaparken; demokrasilerde, akıllarından bile geçirmeden iyilik yaparlar.
Başlıca kaynağını, insan
kalbini insanı doğduğu yere bağlıyan, insiyaki, hasbî ve tarih edilmeyen bir
histen olan bir vatan aşkı vardır. Bu tabiî aşk mazinin hatırası, ecdada saygı
ve eski âdetlere bağlılıkla karışmıştır. Bu aşkı hissedenler, memleketlerini
baba ocağı gibi severler. Orada buldukları sükûnet hoşlarına gider.
Kazandıkları alışkanlıklara bağlanırlar; hatıralarını unutmazlar; hatta orada
itaat altında yaşamaktan bile zevk alırlar. Ekseri bu vatan aşkı, dinî şevkle
tahrik edilir ve o zaman mucizeler yaratır. Kendi de bir nevi din'dir. Asla
muhakeme etmez; inanır, hisseder ve harekete geçer. Bazı memleketlerde monark,
vatanın şahsîleşmiş timsali olarak kabul edilir; vatanseverliği teşkil eden
hislerden bir kısmı olan yönelir; zaferlerinden de kudretinden gurur duyulur.
Eski rejimde, Fransızlar, bir ara kendilerini Monarkın kayıtsız şartsız keyfine
tâbi hissetmekten zevk duymuşlar ve gururla «dünyanın en kudretli kralının
idaresinde yaşıyoruz» diye bağırmışlardı. Fakat, bütün tabiî ihtiraslar gibi
vatan aşkı da, devamlı olmaktan ziyade büyük ve geçici gayretler doğurur.
Buhran anlarında Devleti kurtardıktan sonra, sulh zamanında onu mahva terkeder.
Halkın inançları sağlam ve adetleri basit olduğu zaman ve cemiyet, meşruluğuna
kimsenin itiraz etmediği bir düzene dayandığa zaman vatan aşkı vardır.
Vatana bağlılığın belki daha
az hararetli ve cömert, fakat daha velût daha devamlı ve rasyonel bir şekli
daha vardır. Bu, kültürle doğar; kanunların yardımı ile gelinir; hakların
kullanılması ile büyür ve nihayet neticede şahsî menfaat ile birleşir. Bir
insan memleketin refahının bizzat kendi refahına tesirini anlar; kanunun
kendisini, bu refahı hasıl etmeğe
- 53 - iştirake teşvik
ettiğini bilir ve memleketin refahına, evvelâ kendisine faydalı bir şeye, sonra
da bizzat kendi eserine gösterdiği alâkayı gösterir.
Fakat, milletlerin hayatında
eski adetlerin değiştiği, an'anelerin ortadan kalktığı, inançların sarsıldığı,
hatıraların itibarının kalmadığı ve bunlara rağmen henüz kültürün yayılmadığı
ve siyasî hakların mahdut ve teminatsız kaldığı anlar vakidir. O zaman insanlar
vatana şüpheci ve itimatsız gözlerle bakarlar. Artık onu, ne ölü bir çamur
parçası olarak gördükleri topraklarında, ne atalarının kendilerine boyunduruk
gibi gelen âdetlerinde, ne şüphe etmeğe başladıkları dinde, ne istihfaf
ettikleri kanun koyucuda bulurlar... Artık vatanlarını tamamen unuturlar; tam
ve ümitsiz bir egoizm ile kabuklarına çekilirler. Bu insanlar aklın üstünlüğünü
tanımamalarına rağmen, peşin hükümlerden kurtulmuşlardır. Onlarda ne monarşinin
insiyakı, ne de cumhuriyetin şuurlu vatanseverliği vardır; fakat, sefalet ve
kararsızlık içinde ikisinin arasında kalmışlardır.
Bu durumda ne yapılabilir?
Geriye mi dönmek lazımdır? Fakat nasıl insanlar ilk yaşlarının masum zevklerine
tekrar dönemezlerse; milletler de gençliklerinin duygulanna bir daha
dönemezler; kayboluşlarına esef edebilirler; fakat onları tekrar doğuramazlar.
Bu bakımdan ilerlemek ve milletin gözünde ferdî menfaatle memleketin menfaatini
birleştirmekte acele etmek lâzımdır. Zira karşılıksız bir vatan aşkı artık bîr
daha dönmemek üzere kaçıp gitmektedir.
Bu neticeye ulaşmak için,
bütün insanlara derhal siyasî hakların bahsedilmesi icabettiğini iddia edecek
değilim; fakat, insanları memleketlerinin kaderi ile alâkalandıracak en
müessir, belki de tek çarenin, onları memleketin idaresine iştirak ettirmek
olduğunu ileri sürüyorum. Zamanımızda vatan duygusu bana siyasî hakların
ifasından ayrılmazmış gibi geliyor; ve bundan sonra Avrupa'da vatandaşların
sayısının bu hakların genişleyip daralması nisbetinde azalıp çoğalacağını
zannediyorum.
Sakinlerinin bugün işgal
ettikleri toprağa daha dün geldikleri ve oraya beraberlerinde ne bir âdet ne de
bir hatıra getirdikleri, birbirlerini ilk defa olarak orada tanıdıkları, tek
kelimeyle insiyaki vatan aşkının hemen hemen hiç mevcut olmadığı Birleşik
Amerika'da herkesin, mahallî idarenin, kantonun ve bütün Devletin işlerine
kendi işleri imiş gibi alâka göstermelerinin sebebi nedir? Şudur: Orada herkes,
kendi sahasında, Devlet idaresinde aktif bir rol olmaktadır.
Amerika'da avamdan bir
insan, genel refahın kendi adeti üzerine tesiri gibi çok basit fakat buna
rağmen halkın pek az anladığı bir hususu kavramıştır. Ayrıca bu refahı bizzat
kendi eseri olarak görmeye alışmıştır. Bu bakımdan amme refahında kendi
refahını görür ve hatta iddia edilebilir ki Devlet için, sadece vazife duygusu
ve gururu zoruyla değil, menfaatperestliği icabı çalışır.
Söylenen şeylerin hakikatini
anlamak için Amerikalıların tarihini ve müesseselerini tetkike lüzum yoktur.
Örf ve âdetleri bunu açıkça ortaya koymaktadır. Memlekette bütün olup bitene
iştirak eden Amerikalı, kendini onunla alâkalı her nevi tenkide karşı müdafaa
ile vazifeli zannetmektedir. Zira hücum edilen sadece memleketi değil, bizzat
kendidir ve bu durumda millî gururunun her türlü sun'iliklere büründüğü ve
şahsî kibirinin çocukça tezahürlere vardığı görülür.
Amerikalıların hayal
alışkanlığı içinde bu asap bozucu vatanseverlikten daha sıkıcı bir şey yoktur.
Yabancı, bu memleketin birçok müessesesini methetmeye nza gösterebilir; fakat
nihayet bazı şeyleri de tenkit etmesine müsaade edilmesini ister ve bu da
kendisine mutlak bir şekilde yasak edilmiştir,
Bu bakımdan Amerika, bir
yabancının kimseyi rencide etmemek için ne hususî şahıslardan, ne Devletten, ne
idare edilenlerden ve idare edenlerden, ne amme teşebbüslerinden, ne ferdî
teşebbüslerden, nihayet belki iklim ve toprak hariç orada rastlanabilecek
hiçbir şeyden bahsetmemesi icabeden bir hür ülkedir. Hattâ sanki meydana
gelmelerine iştirak etmişler gibi toprağı ve iklimi müdafaa eden Amerikalılara
dahi rastlanmaktadır.
Zamanımızda artık herkesin
vatanseverliği ile azınlığın idaresi arasında bir tercih yapmak lâzımdır; zira
birincinin verdiği sosyal aktivite ve kuvvetle, İkincinin temin ettiği istikrar
garantisini uzlaştırmak mümkün değildir.
Birleşik Devletlerde İnsan Hakları Fikri
Fazilet fikrinden sonra,
insan hakları fikrinden daha yüksek bir fikir hatırlamıyorum, veya daha doğrusu
bu iki fikir birleşmektedirler. İnsan hakları fikri, siyasî sahaya aktarılmış
fazilet fikrînden başka bir şey değildir.
İnsanlar tiranlığın ve
anarşinin ne olduğunu insan haklan fikri ile tarif ettiler. Bu fikre sahip
herkes- küçüklük duygusuna kapdmadan itaat etmesini ve küstahlığa kaçmadan
bağımsız kalmasını bildi. Şiddetle itaat eden kimse eğilir ve küçülür; fakat
hemcinsine tanıdığı hükmetme hakkına itaat edince, bir bakıma kendisine
hükmedenin dahi üstüne yükselir. Faziletsiz büyük adam olmadığı gibi, insan
haklarına hürmet etmeyen millet, hattâ denilebilir ki cemiyet dahi olmaz. Zira
bağı sadece kuvvet olan, rasyonel ve zeki bir mahluklar birliğinin ve manası
vardır.
Nasıl malların taksimi,
mülkiyet fikrini genel olarak bütün vatandaşların kazanmasını sağlarsa,
demokratik idare de insan haklan fikrini en basit vatandaşa kadar ulaştınr.
Esasen tence en büyük meziyetlerinden biri budur.
Bütün insanlara siyasî
haklardan istifade etmeği öğretmenin kolay birşey olduğunu iddia etmiyorum.
Ancak bu mümkün olduğu takdirde neticeleri büyük olacaktır. Şayet böyle bir
teşebbüse girişilmesi gereken bir asır varsa, bu bizim asnmızdır.
Dinlerin zayıfladığını ve
İlâhî hukuk fikrinin ortadan kalktığını görmüyor musunuz? Örf ve âdetlerin
bozulduğunu ve onlarla birlikte hakların ahlakî temelinin ortadan kalktığını
fark etmiyor musunuz? Her hususta, inançların, mantıkî hükümlere; hislerin,
hesaplara yer verdiği görülmüyor mu? Eğer bu evrensel sarsıntı arasında insan
haklan fikrini, insan kalbinde değişmez tek nokta olarak kalan ferdî menfaate
bağlayamazsanız dünyayı idare etmede başvurulacak korkudan başka size ne
kalmaktadır?
Bana ne zaman kanunlann
zaafı, idare edilenlerin taşkınlığı, ihtiraslann şiddeti ve faziletin
iktidarsızlığından bahsedilse ve bu durumda demokrasinin haklannın
artınlmasının düşünülmemesi gerektiği söylense- bilâkis bütün bu sayılanlar
yüzünden bunun daha çok düşünülmesi gerektiği şeklinde cevap veririm. Hakikatle
hükümetler cemiyete nispetle bununla daha yakından alâkadır. Zira hükümetler
geçici olduğu halde cemiyet geçici değildir.
Amerika misalini mübalâğa
etmek istemiyorum. Amerika'da halk, siyasî haklara, onları pek suiistimal
edemeyeceği bir devirde sahip oldu. Çünki vatandaşların sayısı azdı ve adetleri
basitti. Zaman geçti, fakat Amerikalılar tâbir caizse demokrasinin iktidarını
hiç artırmadılar. Daha ziyade sahasını genişlettiler.
Bir halka, o zamana kadar
mahrum kaldığı siyasî hakları bahşetme anının, ekseri zarurî fakat daima
tehlikeli bir kriz anı olduğundan şüphe edilemez.
Çocuk, hayatın değerini
öğrenmeden öldürebilir; kendi malının elinden alınmasını bilmeden başkasının
malına el atabilir. Avamdan bir fert kendisine siyasî haklar verildiği anda,
haklarına nispetle aynı çocuğun tabiat karşısındaki durumundadır: ona meşhur
«Homo puer robustus» lâfı tatbik edilebilir.
Bu gerçek bizzat Amerika'da
ortaya çıkmaktadır. Vatandaşların haklarından istifadeye en erken başladıkları
Devletler, onların bu haklardan en iyi istifade ettikleri Devletlerdir.
Şu hakikat ne kadar tekrar
edilse fazla değildir: hür olma sanatından daha çok harikalar yaratabilecek şey
yoktur; fakat hürriyeti hazmedebilmek için elzem çıraklıktan daha çetin
çıraklıkta mevcut değildir. İstibdat için aynı şey söylenemez, istibdat ekseri
mevcut bütün kötülükleri ortadan kaldırmak istidadındadır. Hukuk dayanağıdır,
ezilen sınıflan himayesi altına alır ve nizamın kurucusudur. Milletler,
yaratığı geçici refahın sinesinde uyuklarlar. Uyandıkları zaman sersefil olmuşlardır.
Hüniyet tam aksine umumiyetle fırtınalar arasında doğar, dahilî kanşıklıklar
arasında güçlükle yerleşir ve nimetleri ancak iyice eskidiği zaman ortaya
çıkar.
Birleşik Devletlerde Kanuna Saygı
Her zaman bütün halkı,
doğrudan doğruya veya dolayısıyla kanun yapımına iştirak ettirmek mümkün
değildir. Fakat bu mümkün olduğu takdirde kanunun kazanacağı büyük otorite
inkâr edilemez. Halktan sadır oluş, teşrinin mükemmelliğine ve felsefesine
halel getirse bile kudretini son derece artırır.
Bütün bir halkın
iradelerinin ifadesinde inanılmaz bir kuvvet vardır. Bu iradeler bir kere
ortaya çıktı mı, ona karşı mücadele edenlerin muhayyilesi dahi durur.
Bu gerçek partiler
tarafından iyi bilinmektedir. Bu yüzden ellerinden geldiği müddetçe daima
çoğunlukla hareket etmeye çalışırlar. Oy verenlerin çoğunluğunu kazanamadıkları
zaman, hakikî ekseriyetin çekimserler arasında kaldığını ileri sürerler. Şayet
orada da ekseriyeti
- 57 - bulamazlarsa, onun oy verme hakkı olmayanlar
arasında olduğunu iddia ederler.
Köleler, hizmetçiler ve
mahallî idareler taralından bakılan fukaralar hariç. Amerika'da seçmen olmayan
ve bu sıfat dolayısıyla kanun yapımına iştirak etmeyen kimse yoktur. Bu
bakımdan kanunlara hücum etmek is- tiyenler şu iki şeyden birini yapmak: ya
milletin iradesini değiştirmek, ya da ayaklar altına almak zorundadırlar.
Bu ilk sebebe, Amerika'da
her ferdin, herkesin kanuna itaat etmesini şahsî menfaati icabı sayması gibi
daha doğrudan ve daha kuvvetli bir sebep de ilâve edilmelidir. Zira bugün
ekseriyet tarafında olmayan, belki yarın o tarafta olacaktır; ve simdi teşrinin
iradesine hürmeti, belki çok geçmeden kendi iradesine hürmet demek olacaktır.
Bu bakımdan ne kadar kütü olursa olsun, Birleşik Devletler halkı kanuna sadece
çoğunluğun eseri olarak değil aynı zamanda kendi eseri olarak kolayca itaat
eder. Onu taraflarından birini teşkil ettiği bir akit gibi telakki eder.
Şu halde Amerika'da
Kanununa, tabiî bir düşmana olduğu gibi, sadece korkulu ve kuşkulu nazarlar
atfeden kalabalık ve daima taşkın bir kitle yoktur. Bilâkis bütün sınıfların
kanunlara son derece itimat ettiğini ve onlar için bir nevi baba şefkati
hissettiğini fark etmemek imkânsızdır.
Bütün sınıflar derken
yanılmıyorum. Amerika'da, Avrupa kudret ölçüsü bir tarafa atıldığı için,
zenginler Avrupa'da fakirlerin içinde bulunduğu duruma benzer bir durumda
bulunurlar. Kanuna ekseri şüphe ile bakanlar onlardır. Başka bir yerde
söylediğim gibi, demokratik hükümetin hakikî avantajı, bazılarının iddia ettiği
gibi herkesin menfaatini garanti altına alması değildir, sadece en büyük
sayının menfaatini korumasıdır. Devletî fakirlerin idare ettiği Birleşik
Amerika'da, zenginler daima iktidarın kendilerine karşı kötü kullanılmasından
korkarlar.
Zenginlerin bu şekildeki
zihnî temayülü gizli bir memnuniyetsizlik yaratabilir; fakat cemiyet bundan
fazla zarar görmez; zira bizzat zengini kanun vazıına itimatsızlığa sevk eden
sebep, hükümlerine isyan etmesini de önler. Kanunu zengin olduğu için yapmaz ve
onu zenginini diye çiğnemeye cesaret edemez. Medenî milletler genel olarak,
isyan etmekle kaybedecek bir şeyi olmayan fertlerden müteşekkildir. Bu bakımdan
demokrasinin kanunları her zaman hürmete lâyık olmasa bile, hemen daima saygı
görmektedir. Zira umumî olarak, kanunları çiğneyenler, kendi yaptıkları ve
istifade ettikleri kanunlara itimatsızlık edemezler, ve menfaati icabı kanunu
çiğneme durumunda olanları, karakterleri ve durumları, kanun koyucuya
itaate zorlar. Kısaca,
Amerika'da halk kanuna sadece kendi eseri olduğu için değil, şayet tesadüfen
kendine dokunuyorsa onu değiştirebileceği için de itaat eder. O'na evvelâ
bizzat kendi kendine empoze ettiği bir kötülük, sonra da geçici bir kötülük
olarak itaat eder.
Birleşik Devletlerde Hüküm Süren Siyasî Faaliyet
Amerikalıların son derece
geniş hürriyetini fark etmemek imkânsızdır. Aynı şekilde, bu hürriyetin herkes
arasında eşit oluşu da kolayca anlaşılabilir. Fakat bizzat şahit olmadan şahit
olmadan anlaşılmayacak şey, Birleşik Devletlerde hüküm süren siyasî
faaliyettir.
Amerikan toprağına iner
inmez bir nevi gürültü ile karşılaşırsınız; her yönden müphem bir uğultu
yükselir, kulağınıza bin ses birden gelir; ve bu seslerden her biri bazı
toplumsal ihtiyaçları ifade etmektedir. Etrafınızda her şey hareket etmektedir;
şurda, bir mahalle halkı bir kilise inşasının gerekli olup olmadığını incelemek
için toplanmıştır; burda, bir temsilci seçmek için çalışmaktadır; daha ötede,
bir Kantonun milletvekilleri bazı mahallî ihtiyaçlar için fikir vermek üzere
alelacele şehre gitmekte; başka bir yerde bir köyün çiftçileri bir okulun veya
yolun plânını münakaşa etmek üzere sabanlarını terk etmektedir. Bazı
vatandaşlar, sadece, Devletin gidişatını tasvip etmediklerini beyan etmek
gayesiyle toplanırlarken, diğer bazıları iktidardakilerin vatanın babalan
olduğunu ilân etmek üzere bir araya gelirler. Nihayet bir başka gurup da
devletin aksaklıklannm başlıca sebebi olarak ayyaşlığı gördükleri için, bir
itidal örneği vermek üzere birleşirler.
Amerikan kanun koyucusunu
durmadan tahrik eden ve dışarıdan görülen tek hareket olan büyük siyasî
cereyan, halkın en alt sıralannda başlayan ve tedricen gelişerek vatandaşların
bütün sınıflarını içine alan evrensel bir hareketin bir parçası ve bir nevi
devamından ibarettir. Mesut olmak için bundan daha fazla gayret sarf edilemez.
Birleşik Devletlerde bir
vatandaşın hayatında siyasete düşkünlüğün ne gibi bir yer işgal ettiğini bilmek
güçtür. Devlet idaresine karışmak ve Devlet işlerinden bahsetmek, bir Amerikalı
için en büyük meşgale ve denilebilir ki tek zevktir. Bu husus, hayatının en
küçük alışkanlıklarında dahi kendini gösterir: ev kadınları, bizzat
kendiliklerinden siyasî toplantılara gidip, nutuklar dinleyerek ev işlerinin
sıkıntılarından
- 59 -
kurtulurlar. Onlar için münakaşa kulüpleri
bir dereceye kadar
temaşa saatlerinin yerini
tutmakladır. Bir Amerikalı konuşmaz, tartışır; gevezelikten ziyade tahlile
girişir, Size daima bir topluluğa hitap ediyormuş gibi hitap eder; ve coşup
hararetlenirse, muhatabına «baylar» diye hitap eder.
Bazı memleketlerde, halk,
kanunun kendisine verdiği siyasî hakları âdeta istemeye istemeye kabul eder;
müşterek menfaatler ile uğraşmayı zaman kaybı gibi telâkki eder, ve tam bir
bencillik duygusu ile kendi kabuğuna çekilir.
Halbuki Amerikalı, sadece
kendi işlerinin çerçevesine kalır kalmaz, mevcudiyetinin yansı elinden gitmiş
gibi olur. Hayatında büyük bir boşluk hisseder ve inanılmaz derecede bedbaht
olur.
Eminim kî şayet bir gün
Amerika'da istibdat teessüs ederse, hürriyet aşkından çok, hürriyet
alışkanlıklarını yenmede müşkülâta maruz kalacak.
Demokrasi idaresinin, siyasî
hayata soktuğu bu daimî hareket, neticede medenî hayata da geçmektedir. Bunun,
bütünü itibariyle demokratik idarenin en büyük avantajı olup olmadığını
bilmiyorum; ve bunu, yaptığından çok yaptırdığı şeylerden dolayı övüyorum.
Halkın ekseri amme işlerini
çok kötü yürüttüğüne kimse itiraz edemez; fakat, halk, fikirlerinin çerçevesi
genişleme yoluna girmeden amme işlerine karışamaz. Devlet idaresine iştirake
çağrılan basit bir vatandaş bir nevi gurura kapılır. Kudrete sahip olduğu için,
çok uyanık zekâlar hizmetine koşarlar. Desteğini kazanmak için ona başvururlar
ve bin bir şekilde onu aldatmağa çalışanlar, aslında onu aydınlatmış olurlar.
Siyasette kendi tasarlamadığı, fakat umumî hareket zevkini okşayan bir sürü
teşebbüse iştirak eder. Amme mülkünü islâh için ona yeni yollar gösterilir ve
bunlar onda kendi mülkünü islâh arzusu doğurur. Belki kendinden öncekilerden ne
daha mes'ut, ne de ahlâklıdır; fakat daha uyanık ve daha aktiftir. Birleşik Devletlerde
görülen harikulade endüstri hareketinin sebebinin, bazılarının iddia ettikleri
gibi doğrudan doğruya değilse bile dolayısıyla, memleketin fizik yapısıyla
birlikte demokratik müesseseler olduğundan şüphe etmiyorum. Endüstri hareketini
doğuran kanunlar değildir, fakat halk kanun yaparak onu meydana getirmeği
öğreniyor.
Demokrasinin düşmanlan, tek
bir kişinin yüklendiği işi, herkesin müştereken yaptığı bir işten daha iyi
yapabileceğini iddia ettikleri zamanı bana haklı imişler gibi geliyorlar. Tek
kişinin idaresi, her iki taraf için de
bilgi eşitliği farazi olarak
kabul edilirse çoğunluğun idaresine nispetle daha çok devamhlık sağlar, insan
seçiminde daha isabetlidir, teferruatlar bakımından daha çok mükemmele
yaklaşır, daha çok fikrî bütünlük gösterir, daha sebatlıdır.. Bunları inkâr
edenler ya sadece az sayıda misale dayanarak hükmedenler, ya da hiç demokratik
Devlet görmeyenlerdir. Kabul etmek lâzımdır ki, mahallî vakalar ve halkın
temayülü demokratik müesseseler lehine olduğu zaman bile, demokrasi rejimi
Devlet idaresinde metotlu, muntazam bir sistem sağlamaz. Demokratik memleket,
teşebbüslerinden her birini akıllı bir istibdattaki mükemmeliyetle
gerçekleştiremez. Ya ekseri onları daha meyveleri alınmadan terk eder veya tehlikeli
birtakım teşebbüslere girişir. Fakat uzun vâdede daha çok şey yapar. Her şeyi
daha az iyi yapar; fakat çok fazla şey yapar. Bu rejimde, bilhassa amme
idaresinin yaptığı şey değil, onsuz ve onun dışında yapılan şey büyüktür.
Demokrasi halka en becerikli hükümeti vermez; fakat en becerikli hükümetin
ekseri yapamayacağı şeyleri yapar; bütün sosyal bünyeye devamlı bir faaliyet,
mebzul bir kuvvet, onsuz asla mevcut olamayacak bir eneıji yayar ve hadiseler
ne kadar az müsait olursa olsun harikalar yaratır. Hakikî avantajları
bunlardır.
Hristiyan âleminin kaderinin
askıda göründüğü bu asırda, bazıları halâ büyümekte olan demokrasiye düşman bir
kuvvete olduğu gibi saldırmakta; bazları da ona yoktan varolan yeni bir Allah
gibi tapmaktadırlar. Fakat her iki taraf da nefretlerinin ve aşklarının
mevzuunu iyi tanımamaktadırlar; karanlıkta çarpışmakta ve darbelerini rasgele
sallamaktadırlar.
Cemiyetten ve hükümetten ne istiyorsunuz?
Beklemek lâzımdır.
İnsan zekâsının bu cemiyetin
meselelerine belli bir yükseklikten ve açık kalplilikle bakmasını mı
istiyorsunuz? İnsanların maddî nimetleri hor görmelerini mi istiyorsunuz? Büyük
sadakat örnekleri yaratmak ve derin kanaatler doğurmak veya muhafaza etmek mi
arzu ediyorsunuz?
Maksadınız örfleri
yaldızlamak, âdetleri yükseltmek, sanattan parlatmak mı? Şiir mi, gürültü mü,
şeref mi istiyorsunuz?
Bir milleti, diğerleri
üzerinde kuvvetli bir tarzda müessir kılacak şekilde teşkilâtlandırmak mı
niyetindesiniz? Onu büyük teşebbüslere girişmeğe ve gayretlerinin neticesi ne
olursa olsun tarihte muazzam bir iz bırakmağa sevk etmek mi istiyorsunuz Size
göre cemiyet halinde yaşayan insanların başlıca gayesi bu olmalı ise
demokrasiden vazgeçin. O sizi emin bir şekilde hedefe götürmez.
Eğer insanın ahlâkî ve fikri
faaliyetini maddî hayatın zaruretleri üzerine çevirmeyi faydalı buluyorsanız;
eğer akıl size göre, insanlara dehadan daha yararlı ise; eğer gayeniz hamasî
faziletler değil, sakin alışkanlıklar yaratmaksa; eğer cürüm yerine kusurlar
görmeği ve daha az kötülükler yaratmak şartıyla daha az faaliyet bulmağı tercih
ediyorsanız; eğer şaşaalı bir cemiyette yaşamak yerine, müreffeh bir cemiyette
yaşamak size yetiyorsa; nihayet sizce bir hükümetin gayesi bütün millete mümkün
olan en fazla kuvveti ve şerefi temin etmek değil de, onu teşkil eden her ferdi
mümkün olduğu kadar müreffeh kılmak ve sefaletten korumak ise, o zaman şartları
eşit kılınız ve demokratik idareyi tesis ediniz.
Şayet bir seçim yapmanın
zamanı geçmişse ve insan üstü bir kuvvet sizi arzularınıza bakmadan iki
hükümetten birine doğru sürüklüyorsa, hiç olmazsa onun yapabileceği bütün
iyiliği elde etmeye çalışınız ve iyi ve kötü temayüllerini tartarak
birincilerini geliştirmeğe İkincilerini de tahdide çalışınız.
AMERİKA'DA EKSERİYETİNİN HUDUTSUZ KUDRETİ VE
BUNUN NETİCEEERİ
Demokratik hükümetlerin özü
icabı, ekseriyet mutlak iktidara sa - hiptir. Zira demokrasilerde ekseriyete
mukavemet edebilecek hiç bir kuvvet yoktur.
Amerikan Anayasalarının
çoğu, ekseriyetin bu tabiî kuvvetini, sun'i bir şekilde daha da artırmağa
çalıştılar.
Teşrii kuvvet, ekseriyete,
bütün siyasî kuvvetlerden daha kolay itaateden kuvvettir. Amerikalılar, teşri
organ azalarının, kendilerini sadece umumî görüşlere değil, hakimiyetin asıl
sahiplerinin günlük ihtiraslarına da tâbi kılmak için, doğrudan doğruya halk
tarafından ve çok kısa bir müddet için tayin edilmelerini istediler.
Her iki meclisin azalannı da
aynı halk sınıfından ve aynı tarzda seçtiler; o kadar ki teşri organın fiilleri
sanki tek bir meclisin imiş gibi sür'atli ve karşı konmaz oldu..
Teşri organ bu şekilde
kurulunca, hemen bütün iktidar süresinde toplanddar.
Kanun esasen kuvvetli
iktidarların gücünü artırdıkça, zaten zayıf olanları da büsbütün
zayıflaştırıyordu, îcra kuvvetinin temsilcilerine ne istikrar, ne de
bağımsızlık temin ediyordu; ve onları tamamen teşrinin kaprislerine tâbi
kılarak, demokratik hükümetin özünün icraya temin ettiği birazcık müessiriydi
de ortadan kaldırıyordu.
Birçok Devlette kanun, kazaî
kuvveti seçmen ekseriyetine verir ve hakimlerin her yıl ücretlerini tespit
hakkını temsilcilere bırakarak, onların hepsinin mevcudiyetini teşri organa
tâbi kılar.
Örf ve âdetler kanunlardan
da ileri gitmişlerdir. Amerika'da temsili hükümetin garantilerini manasız kılan
bir adet gitgide yayılmaktadır; seçmenler bir mebusu seçerken, ona, ekseri hiç
bir şekilde ayrılmayacağı bir sürü mükellefiyet ve belli bir hareket plânı
empoze ederler. Gürültüsü bir yana bırakılırsa, sanki bizzat ekseriyet, amme
meydanlarında tartışmaktadır.
Birçok hususî vakıa,
Amerika'da ekseriyetin gücünü sadece hakim kılmaya değil, aynı zamanda karşı
konulmaz bir hale getirmeğe temayül etmektedir.
Ekseriyetin manevî
üstünlüğü, kısmen tek bir kişinin, bir topluluk kadar, ne uyanık, ne de bilgili
olabileceği ve teşrî organın sayısının, kalitesinden daha üstün olduğu fikrine
dayanmaktadır. Bu, eşitlik teorisinin insan zekâlarına tatbiki demektir. Bu
doktrin insan gururunun son dayanağına dokunmakladır. Azınlık da buna güçlükle
katlanır ve ancak uzun vâdede alışır. Bütan iktidarlar gibi, belki de hepsinden
fazla çoğunluk iktidarı da meşru görünebilmek için devamlı olmalıdır. Cebren
kendine itaati sağlıyarak. yerleşmiş bir iktidar halini almaya başlar; insanlar
ancak kanunları idaresinde uzun müddet yaşadıktan sonra ona itaate başlarlar.
Ekseriyetin, bilgi üstünlüğü
dolayısıyla sahip olduğu, cemiyeti idare etmek hakkı fikri Amerika'ya ilk
yerleşenler tarafından getirildi. Hür bir milleti yaratmak için tek başına kâfi
gelecek olan bu fikir, bugün âdetler arasına karışmıştır ve hayatın en küçük
alışkanlıklarında dahi onu bulmak mümkündür.
Ekseriyetin, bilgi üstünlüğü
dolayısıyla sahip olduğu, cemiyeti idare etme hakkı fikri, Amerika'ya ilk
yerleşenler tarafından getirildi. Hür bir milleti yaratmak için tek başına kâfi
gelecek olan bu fikir, bugün âdetler
-63 - arasına karışmıştır
ve hayatîn en küçük alışkanlıklarında dahi onu bulmak mümkündür.
Eski rejim idaresinde
Fransızlar, kralın hiç hata yapmayacağını şaşmaz kaide sayıyorlardı. Şayet
tesadüfen kral kötü şeyler yaparsa, hatanın müşavirlerinde olduğunu düşünüyorlardı.
Bu durum itaati son derece kolaylaştırıyordu.
Kanun vazıım sevmekten ve
saymaktan geri kalmaksızın, kanuna karşı homurdanırlar. Amerikalılar da
ekseriyet hakkında aynı şeyi düşünürler.
Ekseriyetin manevî
üstünlüğü, çoğunluğun menfaatlerinin, azınlığınkine tercih edilmesi gerektiği
prensibine de dayanır. Oysa, çoğunluğun bu hakkına duyulan hürmetin, partilerin
durumuna göre tabiatıyla azalacağını veya çoğalacağını anlamak güç değildir.
Bir millet, uzlaşmış bir sürü büyük menfaatlerle bölünmezse, ekseriyetin
imtiyazlı durumu ekseri gözden kaçar; çünkü ona itaat çok güçtür.
Eğer Amerika'da, kanun
koyucunun asırların mahsulü bazı inhisarcı imtiyazları elinden almak istediği
bir sınıf olsaydı ve onu üstün bir durumdan avam seviyesine indirmek isteseydi,
azınlığın kanunlarına kolay kolay boyun eğmeyeceği muhtemeldi.
Azınlığın, çoğunluğa karsı
mücadelesinin bizzat hedefini terk etmesini gerektireceği için, çoğunluğu elde
etmesini ümit edemeyeceği haller vardır. Meselâ Aristokrasi, imtiyazlarını
muhafaza ederek çoğunluk olamaz ve aristokrasi olmaktan vazgeçilmedikte de
imtiyazların; terk edemez.
Birleşik Devletlerde siyasi
meseleler bu kadar mutlak ve bu kadar genel bir şekil almaz ve bir gün kendi
leylilerine kullanacaklarını ümit ettikleri bütün partiler ekseriyetin
haklarını tanımağa hazırdırlar.
Şu halde, ekseriyet,
Amerika'da muazzam bir fiilî ve bir o kadar da fikrî güce sahiptir ve bir
noktada bir kere teşekkül etti mi, denilebilir ki artık gidişini değil
durduracak, hattâ geciktirecek ve ezerek geçtiklerinin sızlanmalarını dinlemeye
meydan verecek tek bir engel yoktur.
Bu durumun neticeleri kötü ve istikbal için
tehlikelidir.
Hem Devlet idaresi
konusunda, bir memleket ekseriyetinin her şeyi yapmağa hakkı olması keyfiyetini
zararlı ve tehlikeli buluyorum; hem de bütün iktidarların menşeini ekseriyetin
idaresinde görüyorum. Acaba böylece tezada mı düşüyorum?
Sadece şu veya bu milletin
ekseriyetinin değil, bütün insanların yaptığı veya hiç olmazsa kabul ettiği bir
kanun vardır. Bu kanun adalettir. Şu halde, adalet her milletin hakkının
hududunu çizer.
Bir millet, dünya cemiyetini
temsil etme ve bu evrensel cemiyetin kanunu olan adaleti tatbik etme ile
vazifeli bir jüri gibidir. Cemiyeti temsil eden jüri, kanunlarını tatbik ettiği
bu cemiyetten daha fazla kuvvete sahip olabilir mi?
Şu halde âdil olmayan bir
kanuna itaati reddedince, ekseriyetin hükmetme hakkını inkâr etmiş olmuyorum!
sadece halk hakimiyetini, insan hakimiyetine bağlıyorum.
Bir milletin, yalnız kendini
ilgilendiren konularda, aklın ve adaletin sınırlarından tamamen çıkamayacağını
ve bunun için bütün iktidarı kendisini temsil eden ekseriyete vermede
korkulacak bir şey olmadığını söylemekten çekinmeyenler vardır. Fakat bunu
söyleyenler köle ruhlulardır. Bu bakımdan, kolektif olarak alınırsa, çoğunluk,
azınlık denen diğer bir şahsın fikirlerine ve menfaatlerine zıt fikir ve
menfaatleri olan bir şahıs değildir de nedir? O halde tam iktidara sahip bir
insanın hasımlanna karşı iktidarını suiistimal edebileceği kabul edilirse, aynı
şey ekseriyet için niçin kabul edilmesin. İnsanlar, birleştikleri için karakter
değiştirirler mî? Daha kuvvetli oldukları zaman, engellere karşı daha sabırlı
olurlar mı?
Ben şahsen buna inanmıyorum
ve hemcinslerimden birine verilmesini reddettiğim hudutsuz iktidarın,
birçoklarına birden verilmesine de taraftar değilim.
Bu hürriyeti muhafaza etmek
için, ayni hükümette, birçok prensibin birbirlerine gerçek bir şekilde karşı
konulabilecek tarzda mezcedilebileceğine inandığım manasına gelmez. Karma
hükümet denen şey bana daima hayal mahsulü gibi göründü. Gerçekte karma hükümet
yoktur, çünkü her cemiyette, neticede bütün diğerlerine hâkim olan bîr hareket
prensibi keşfetmek mümkündür.
Bu tip hükümetlere misal
olarak, gösterilen geçen asrın İngiltere'si, sinesinde bir sürü demokratik
unsur barındırmasına rağmen, esas itibariyle aristokratik bir Devletti. Zira
orada, âdetler ve kanunlar o şekilde teessüs etmişti ki, aristokrasi, neticede
daima hâkim oluyordu ve amme işlerini dilediği gibi yürütüyordu. Hata,
asillerin menfaatlerinin daima halkınkilerle çatıştığı görülerek, neticesinin
ne olacağı düşünülmeden sadece mücadelenin varlığına dikkat edilmesi idi. Bir
cemiyet, gerçekten, zıt prensiplere dayanan karma bir hükümete sahip olursa, ya
bir ihtilâle maruz kalır veya anarşiye düşer. Bu bakımdan her hangi bir tarafa,
muhakkak diğerlerine üstün bir sosyal kuvvet yerleştirmek lâzımdır. Fakat bu
kuvvet, önünde, yürüyüşüne mâni olacak ve mutedilleşmesi için zaman temin
edecek hiç bir mania bulamazsa hürriyet tehlikeye düşmüş olur.
Mutlak iktidar, bana
bizatihi kötü ve tehlikeli bir şey gibi görünüyor ve her kim olursa olsun tek
bir kişinin mutlak iktidarı icraya gücünün yetemiyeceğini sanıyorum. Tam
iktidarı sadece, adaleti ve hikmeti kudretine eşit olan Allah tehlikesizce icra
edebilir. Şu halde yer yüzünde, ne kadar şayanı hürmet veya mukaddes haklara
sahip olursa olsun, kontrolsüz bırakılabilecek ve hudutsuz hakim olacak bir
iktidar yoktur, ister adına halk densin, ister kral densin veya aristokrasi ya
da demokrasi densin, herhangi bir kuvvete hudutsuz bir iktidar verildiğini
görünce veya bu iktidarın bir monarşide veya bir cumhuriyette icra edildiğine
şahit olunca: işte, istibdadın tohumları oradadır diyorum ve başka kanunlar
idaresinde yaşama yollan anyorum.
Birleşik Amerika'daki
şekliyle demokratik hükümete büyük itirazını Avrupa'da birçoklannın iddia
ettikleri gibi, zaafından değil; bilâkis karşı konulmaz gücünden doğuyor.
Amerika'da beni en çok düşündüren şey, oradaki hudutsuz hürriyet değil,
istibdada karşı garantilerin kifayetsizliğinden doğuyor.
Amerika'da bir fert veya bir
parti bir adaletsizliğe duçar kalırsa, kime başvurmalıdır. Halk efkânna mı ?
Ekseriyeti o teşkil eder. Teşri organa mı? Ekseriyeti o temsil eder ve ona körü
körüne itaat eder. İcra organına mı? o da ekseriyet tarafından tayin
edilmiştir, ve onun muti bir âletidir. Emniyet kuvvetlerine mi Emniyet
kuvvetleri silâhlanmış ekseriyetten başka bir şey değildir. Jüriye mi? Bu,
karar verme hakkı ile mücehhez ekseriyettir. Bazı Devletlerde bizzat hâkimler
bile ekseriyet tarafından seçilmişlerdir. Şu halde ne kadar haksız ve mantıksız
bir muameleye maruz kalırsanız kalınız, boyun eğmelisiniz.
Aksine, ihtiraslarına köle
olmadan ekseriyeti temsil edebilecek şekilde kurulmuş bir teşriî organ; kendine
mahsus bir kuvveti olan bir icra organı ve diğer iki kuvvetten müstakil bir
kazaî organ tasavvur ediniz; yine bir demokratik hükümete sahip olacaksınız;
fakat artık istibdat için şans olmayacak.
Halen Amerika'da istibdadın
hüküm sürdüğünü iddia etmiyorum. Ona karşı garanti olmadığını ve hükümetin
itidalinin sebeplerini, kanunlardan ziyade adetlerde ve vakıalarda aramak
gerektiğini söylüyorum.
Amerika'da Ekseriyetin Mutlak İktidarının Memurların Keyfî
Kudretleri Üzerindeki Tesirler
Keyfî idare ile istibdadı
birbiriyle karıştırmamak lâzımdır. İstibdat kanunlar yoluyla gerçekleşebilir ve
keyfî idare olmaz; keyfî idarede idare edilenlerin menfaati icabı olabilir ve
istibdat şeklini almaz.
İstibdat umumiyetle keyfî
idare yolu ile tezahür eder; fakat, ihtiyaç hasıl olursa, ondan vazgeçebilir.
Amerika'da, ekseriyetin
mutlak iktidarı teşri organın hukuka dayanan istibdadını sağladığı gibi, kaza
organının keyfî idaresini de kolaylaştırır. Ekseriyet, kanun yapma ve onların
tatbikine nezaret etme hususunda mutlak hakim olduğu ve idare edenler ve
edilenler üzerinde eşit bir kontrol yetkisine sahip bulunduğu için, memurları
pasif ajanları gibi görür ve tasavvurlarını gerçekleştirmek için onlara
dayanır.
Bu bakımdan, peşinen,
vazifelerinin ve haklarının neler olduğunu teferruatlı bir şekilde tespit etme
zahmetine katlanmaz. Onları, daima gözlerinin önünde hareket ettikleri her an
yönetebileceği ve hatalarını tashih edebileceği hizmetkârlar gibi kullanır.
Genel olarak, kanun,
Amerikalı memurları, etraflarında çizdiği çerçeve içinde bizimkilerden daha
serbest bırakır. Hatta bazen bu çerçevenin dışına çıkabilmelerine de müsaade
eder. En büyük sayının fikriyle desteklenmiş ve yardımını da sağlamış olduğu
için, keyfî idareye alışkın bir AvrupalInın dahi halâ şaşabileceği şeylere
cesaret edebilir. Böylece hür bir cemiyetin ortasında, bîr gün bizzat hürriyete
çok zararlı olabilecek alışkanlıklar doğabilir.
Amerika'da Ekseriyetin Düşünce Üzerindeki Gücü
Amerika'da fikir hürriyeti
tetkik edilince, ekseriyetin iktidarının Avrupa'da tanıdığımız iktidarlardan ne
derece üstün olduğu vazıh bir şekilde anlaşılır.
Düşünce, bütün istibdatlara
meydan okuyan görülmez ve elle tutulmaz bir kuvvettir. Zamanımızda, Avrupa'nın
en mutlak hükümdarları bile iktidarlarına muhasım bazı fikirlerin gizliden
gizliye Devletlerine, hatta saraylarının içine sızmasına mâni olamamaktadırlar.
Amerika'da durum böyle değildir: Ekseriyetin varlığı şüpheli olduğu müddetçe
konuşulur, fakat o, bir kere teşekkül etti mi herkes susar ve dost da, düşman
da beraberce hizmetine koşarlar. Bunun sebebi basittir: Cemiyetin bütün
kuvvetlerini elinde toplayabilecek ve kanunlan yapma ve tatbik etme hakkına
sahip bir ekseriyetin yapabileceği gibi, mukavemetleri yenebilecek hiç bir
mutlak monark yoktur. Zaten bir kralın sadece fiiller üzerinde tesirini
gösteren; fakat iradelere ulaşmayan maddî kuvveti vardır. Oysa ekseriyet,
fiiller üzerinde olduğu kadar, iradeler üzerinde de müessir olan ve aynı
zamanda her nevi ihtilâf ve itirazı önleyen, hem maddî hem manevî bir güçle
mücehhezdir.
Genel olarak,
Amerika'dakinden daha az fikir bağımsızlığına ve gerçek münakaşa hürriyetine
sahip bir memleket tanımıyorum.
Avrupa'nın meşrutî
Devletlerinde, serbestçe yayılamayacak ve diğer Devletlere nüfuz edemeyecek hiç
bir dinî veya siyasî teori yoktur. Zira Avrupa'da, gerçeği söylemek isteyen
birinin, serbest fikirliliğinin neticelerine karşı kendisini koruyacak bir
dayanak bulamayacağı şekilde, tek bir iktidarın hakim olduğu bir memleket
yoktur. Eğer mutlak bir hükümet idaresinde yaşama bedbahtlığına maruz ise, halk
daima kendi tarafmdadır; eğer hür bir memlekette yaşıyorsa, gerektiği zaman,
kralî iktidarın arkasına sığınır. Fakat Amerika'daki gibi bir demokrasi
rejiminde, sadece tek bir iktidara, tek bir kuvvet ve muvaffakiyet unsuruna
rastlanır ve onun dışında hiç birşey yoktur.
Amerika'da ekseriyet,
düşüncenin etrafına korkunç bir çerçeve çizer. Bu hudutların içinde, muharrir
hürdür, fakat dışarı çıkmağa cesaret ederse felâkete duçar kalır. Tabiî
enkizisyon mahkemelerinin cezalarına maruz kalacağından korkmasına mahal
yoktur; fakat, her gün, her nevi nefrete ve takibata hedef teşkil eder. Siyasî
hayat kendisine kapanır: çünkü onu kendisine açacak tek iktidara hakaret
etmiştir. Şerefe varıncaya kadar her şey kendisine reddedilir. Fikirlerini
açıklamadan önce taraftarları olduğunu sanırken, açıkladıktan sonra artık hiç
kimsesinin kalmadığını anlar, Zira kendisini ayıplayanlar, yüksek sesle
konuşurken, kendisi gibi düşünenler, aynı cesarete sahip olmadıklarından susar
ve uzaklaşırlar. Nihayet boyun eğer. Sanki hakikati söylemiş olmaktan vicdan
azabı çekmektedir.
Cellâtlar ve zincirler
istibdadın bir vakitler kullandığı kaba âletlerdir; fakat zamanımızda
medeniyet, artık öğrenecek hiç bir şeyi yok gibi görünen despotizmi dahi
mükemmelleştirdi.
Hükümdarlar cebri âdeta
maddileştirmişlerdi. Günümüzün demokratik cumhuriyetleri onu, cebretmek
istediği ferdî irade kadar manevileştirdiler. Tek bir kişinin mutlak idaresinde
despotizm, ruha kadar tesir etsin diye, vücuda haincesine vuruyordu; ve ruh bu
darbelerden kaçınarak; muzaffer bir şekilde yükseliyordu. Fakat demokratik
cumhuriyetlerde istibdat bu yola tevessül etmez; vücudu terk eder ve doğru ruha
gider, iktidar sahibi artık: ya benim gibi düşüneceksiniz, ya öleceksiniz
diyor; hayatınız, malınız ve her şeyiniz size kalıyor; fakat bu andan itibaren
aramızda bir yabancısınız. Memlekette imtiyazlarınızı muhafaza edeceksiniz;
fakat size faydasız olacaklar; zira vatandaşlarınızın reyini talep ederseniz,
sizi seçmeyecekler .Sadece sizi takdir etmelerini beklerseniz, o hususta da
sizi reddedecekler, insanlar arasında kalacaksınız; fakat insanlık hakkını
kaybedeceksiniz. Hemcinslerinize yaklaştığınız zaman sizden menfur bir
mahluktan kaçar gibi kaçacaklar ve masumiyetinize kani olsalar dahi sizi terk
edecekler; zira vaktiyle onlardan da öyle kaçıyorlardı. Sakin olunuz;
hayatınızı bağışlıyorum; fakat artık hayatınız ölümden daha kötü olacak.
Mutlak monarşiler
despotizmin itibarını sarstılar; demokratik Devletlerin onlara yeniden itibar
kazandırmalarından ve despotizmi bazıları için daha ağır kılarak çoğunluğun
nazarında görünüşünün iğrenç ve karakterinin bayağı oluşunu önlemekten
kaçınalım.
Eski dünyanın en mağrur
memleketlerinde, zamanlarının en gülünç ve bayağı taraflarını sadıkane bir
şekilde tasvir eden eserler neşredildi. La Bruyere zamanının büyükleri hakkında
eserini yazarken XIV. Louis'nin sarayında oturuyordu. Moliere saray mensuplan
huzurunda oynanan temsillerinde, sarayı tenkit ediyordu. Fakat Amerika'da hakim
iktidar bu gibi şeylere katiyen müsaade etmemektedir. En hafif itiraz onu
yaralar; en küçük iğneleyici hakikat onu şaşırtır; lisanından başlanarak, en
sağlam
-69- faziletlerine kadar
onun övülmesi lâzımdır. Şöhreti ne olursa olsun, hiç bir muharrir, vatandaşlarını
göklere çıkarma mecburiyetinden kaçınamaz. Şu halde ekseriyet devamlı bir kendi
kendine tapınma ile yaşar; bazı hakikatleri Amerikalıların kulağına kadar
ulaştıran sadece tecrübeler veya yabancılardır.
Eğer Amerika halâ büyük
yazarlar yetiştirmedi ise, bunun sebebini başka yerlerde aramamak lâzımdır:
fikir hürriyeti olmadan, edebî deha olamaz, ve Amerika'da fikir hürriyeti
yoktur.
Enkizisyon mahkemeleri,
Ispanya'da, ekseriyetin dinine aykırı eserlerin elden ele dolaşmasına asla mâni
olamadı. Amerika’da ekseriyetin hâkimiyeti daha da fazlasını yaptı: böyle
eserleri neşretme fikrini bile ortadan kaldırdı. Amerika'da dinî inançları çok
zayıf olanlar vardır; fakat bunların seslerini duyuracak bir organları yoktur.
Ahlâka aykırı eserlerin
muharrirlerini mahkûm etmek suretiyle, adetleri tanımak isteyen hükümetler
görülmüştür. Amerika'da böyle eserler için hiç kimse mahkûm edilmez; fakat
kimse de onları yazmaya teşebbüs etmez. Bununla beraber, bu, bütün
vatandaşların temiz inançlara sahip olduğu manâsına gelmez; fakat ekseriyetin
inançları daima ahlâka ve nizama uygundur.
Amerika'da, iktidarın
kullanılması şüphesiz iyidir. Fakat ben ancak bizatihi iktidardan bahsettim. Bu
karsı konulmaz iktidar, devamlı bir vakıadır ve iyi kullanılışı sadece bir
tesadüften ibarettir.
Ekseriyetin
İstibdadının Amerikalıların Millî Karakterleri Üzerine Tesirleri
İşaret ettiğim temayüller,
henüz kendini siyasî cemiyette çok hafif bir şekilde hissettirmektedir. Fakat
Amerikalıların millî karakteri üzerindeki kötü tesirleri şimdiden görülmekledir.
Bugün Amerikan siyasî hayatında, temayüz eden insanların azlığının sebebini,
ekseriyetin daima artan istibdadında aramak lâzımdır.
Amerikan ihtilâli patladığı
zaman, üstün vasıflı politikacılar büyük sayıda ortaya çıktılar. Halk efkârı, o
zaman fertlerin iradelerine yön veriyordu ve zulmedici bir ağırlık halini
almamıştı. Bu devrin büyük adamları, fikir hareketlerine büyük bir şekilde
iştirak ederek kendilerine has bir büyüklüğe sahip oldular; milletin ışığına
koşma yerine, kendi ışıklarını millete tuttular.
Mutlak hükümetlerde, tahta
yakın olan asiller, hükümdarın ihtiraslarını okşarlar ve gönül rızasıyla
kaprislerine boyun eğerler. Fakat millet, köleliğe razı olmaz. Ekseri zaafı,
alışkanlıkları, cehaleti; bazen da krala ve krallığa duyduğu aşk sebebiyle
köleleşir. Kendi iradelerini, hükümdarın buyruğuna feda etmekten bir nevi zevk
ve gurur duyan ve böylece itaat ederken dahi bir dereceye kadar fikir
bağımsızlığına sahipmiş görünen milletlere rastlanmıştır. Bu milletler sefalet
içindedir, fakat tereddi etmemiştir. Zaten tasvip edilmeyen bir şeyi yapmakla,
yapılan bir şeyj tasvip eder görünmek arasında büyük bir fark vardır: birincisi
zayıf adamların işidir, İkincisi sadece uşaklara has bir alışkanlıktır.
Herkesin az çok Devlet
işleriyle ilgili fikirlerini açıklamağa davet edildiği; amme hayatının daima
hususi hayatla birleştiği, hükümdarın her yönden temas edilebileceği ve
kulağına kadar ulaşmak için sadece sesi yükseltmek icap ettiği hür
memleketlerde; kendi zaafları üzerinde düşünmeğe ve ihtiraslarına hakim bir
şekilde yaşamağa çalışan insanlar, mutlak hükümdarlıklara nispetle çok daha
fazladır. Bu, orada insanların hakikaten daha kötü olduklarını göstermez. Belki
orada baştan çıkarıcı şeyler daha çoktur ve daha fazla kimseye musallat olur.
Bu da ruhlarda umumî bir alçalmaya sebep teşkil eder.
Demokratik cumhuriyetler
dalkavukluk zihniyetini, ekseriyetin zihniyeti haline getirirler ve onun her
sınıfa nüfuz etmesine yardım ederler. Onlara yapılacak başlıca itirazlardan
biri budur.
Bu, bilhassa Amerika
Cumhuriyetleri gibi, ekseriyetin, çizdiği yoldan ferdin ayrılabilmesi için
vatandaşlık haklarından vazgeçmesi ve âdeta insanlık sıfatından feragat etmesi
gerekecek derecede mutlak bir iktidara sahip olduğu demokratik Cumhuriyetler
için doğrudur.
Amerika'da siyasî sahayı
dolduran geniş kütleler içinde, kendisine rastlanan her yerde büyük
karakterlerin mümeyyiz vasfinı teşkil eden ve Amerikalıları eski zamanlarda
temayüz ettiren erkeklere has fikir bağımsızlığını gösteren birçok kimseye
rastladım. Amerika'da bütün kafalar o kadar aynı yolu takip etmektedirler ki,
ilk nazarda hepsinin aynı modele uygun bir şekilde yoğruldukları
zannedilebîlir. Bazen bir yabancı- formüllerin katiliğinden ayrılan
Amerikalılara rastlayabilir. Bunlar kanunların çürük taraflarından,
demokrasinin istikrarsızlığından şikâyet ederler; hatta ekseri, millî karakteri
bozucu kusurlarına dahi işaret ederler ve bunları ıslâh için başvurulacak
yollan gösterirler; fakat, sizden başka hiç kimse onlan dinlemez. Bu sırların
tevdi edildiği siz ise, gelip geçen bir
-71 - yabancısınız. Sizin için faydasız olan bazı
hakikatleri açıkladıktan sonra, amme meydanlarında başka bir dille konuşurlar.
Amerikan Cumhuriyetlerinin En Büyük Tehlikesi
Ekseriyetin Mutlak İktidarından
Gelmektedir.
Hükümetler umumiyetle
iktidarsızlıkları veya zulümleri yüzünden ortadan kalkarlar. Birinci durumda
iktidar ellerinden kaçar; ikinci durumda ise ellerinden zorla alınır.
Birçok kimse, demokratik
Devletlerin anarşiye düştüğünü görerek, bunların tabiaten zayıf ve kudretsiz
olduklarını düşündüler. Hakikatte, bir kere bu Devletlerde partiler arası
mücadele başladı mı, hükümet cemiyet üzerindeki müessiriyetini kaybetmektedir.
Fakat, demokratik bir iktidarın kuvvetten ve kaynaktan mahrum bir tabiatta
olduğu kanısında değilim. Bilâkis, hemen daima kuvvetlerinin ve kaynaklarının
kötü kullanılması yüzünden mahvolduğunu sanıyorum. Anarşi, iktidarsızlığından
değil, zulmünden ve hatalanndan doğmaktadır.
Kuvvetle istikran
karıştırmamak lâzımdır. Demokratik Cumhuriyetlerde cemiyeti yöneten iktidar
istikrarlı değildir, zira sık sık el ve karar değiştirmektedir. Fakat, hangi
istikamete çevrilirse çevrilsin, kuvveti hemen hemen dayanılmaz olur.
Amerikan cumhuriyetleri,
bana, Avrupa'nın mutlak monarşileri kadar merkeziyetçi ve onlardan daha
kuvvetli görünüyor. Bu bakımdan zaaflan sebebiyle yok olacaklarını hiç
sanmıyorum.
Eğer Amerika'da hüniyet
ortadan kalkarsa bunun mesulü, azınlığı ümitsizliğe düşüren ve maddî kuvvete
kavuşmasına sebep olan çoğunluğun mutlak iktidarı olacaktır. O zaman anarşiye
düşülür; fakat anarşi istibdadın neticesi olarak doğar.
Aynı fikirleri başkan James Madison ifade etti.
«Cumhuriyetlerde, diyor,
cemiyeti, idare edenlerin zulmüne karşı korumak çok mühimdir. Fakat kâfi
değildir. Cemiyetin bir kısmının, diğer kısmın adaletsizliğine karşı korunması
da lâzımdır. Adalet, her idarenin gayesidir, insanların birleşmelerinin hedefi
budur. Milletler bu hedefe ulaşıncaya, ya da hürriyetlerini kaybedinceye kadar
daima gayret sarf ettiler ve bundan sonra da edecekler.
«Şayet en büyük partinin
kuvvetlerini kolayca topladığı ve en küçüğü ezdiği bir cemiyet mevcut olsaydı,
anarşinin böyle bir cemiyette, en zayıf ferdin en kuvvetliye karşı hiç bir
garantisi bulunmayan tabiat halinde olduğu kadar kolaylıkla hüküm
sürdüğü müşahede edilecekti. Yine tabiat halinde olduğu gibi, müphem bir
kaderin mahzurları, en kuvvetlileri, kendileri gibi en zayıflan da koruyacak
olan bir iktidara boyun eğmeye yöneltir. Anarşik bir hükümette, aynı sebepler
en kuvvetli partilerin, yavaş yavaş, kuvvetli, zayıf bütün partileri aynı
şekilde koruyacak bir hükümet arzu etmelerine sebep olur. Eğer Rhode-Island
Devleti Konfederasyondan aynlsaydı ve bir halk hükümetine gitseydi, ekseriyetin
zulmünün orada, tekrar halktan tamamen müstakil bir iktidar istemeye varana
kadar, haklann kullanılma imkânlannı istikrarsız kılacağı aşikârdı. Bu duruma
sebep olan müfrit partiler dahi bunu isteyeceklerdi.»
Jefferson da şöyle diyordu:
«Devletimizde icra organı ne tek, hatta ne de ilk plânda temenni edilen şeydir.
Teşri organın istibdadı halihazırda ve gelecek birçok seneler boyunca en
korkunç tehlike olacaktır. İcranın zulmü de daha sonra sırası gelince ortaya
çıkacaktır.»
Bu konuda, herkesten çok
Jefferson'a atıf yapmağı uygun buluyorum. Çünkü onu demokrasinin gelmiş geçmiş
en iyi müdafii olarak telâkki ediyorum.
Demokrasinin Amerikalıların Hisleri Üzerine Tesiri
Niçin demokratik milletler
eşitliğe karşı, hürriyete olduğundan daha devamlı ve daha şiddetli bir aşk
hissediyorlar.
Şartların eşitliğinin
doğurduğu ihtiraslardan en kuvvetlisinin ve ilk önce geleninin bizzat eşitlik
aşkı olduğunu söylemeye lüzum yoktur sanırım. Bu bakımdan ondan, bütün
diğerlerinden önce bahsedersem kimse şaşmamalıdır.
Herkes, zamanımızda,
bilhassa Fransa'da, eşitlik aşkının insan kalbinde gitgide daha büyük bir yer
işgal ettiğini fark etmiştir. Çağımız insanlarının eşitlik aşkının, hürriyet
aşkından çok daha kuvvetli ve devamlı olduğu yüz defa söylenmiştir; fakat bu
vakıanın sebeplerine kâfi derecede inildiğine hiç şahit olmadım. Ben buna
çalışacağım.
Hürriyet ve eşitliğin
birleştiği ve karıştığı nihaî bir nokta tahayyül edilebilir. Bütün
vatandaşların hükümete iştirak ettiğini ve herkesin eşit derecede iştirake
hakkı olduğunu tasavvur ediyorum. Hiç kimse, hemcinslerinden farklı olmadığı
için, müstebit bir kuvvete sahip olmayacak. İnsanlar tamamen eşit olmadıkları
için mükemmel bir hürriyete kavuşacaklar; ve tamamen hür oldukları için de
mükemmel bir eşitliğe kavuşacaklar. Demokratik milletler böyle bir ideâle doğru
koşmaktadırlar.
Eşitliğin yeryüzünde alacağı
en mükemmel şekil budur; fakat, milletler için daha az aziz olmayan binlerce
başka şekiller daha vardır.
Eşitlik medenî hayatta
teessüs edebilir ve yine de siyasî hayatta hakim olmayabilir. Fertler hükümete
eşit derecede iştirak etmeksizin, aynı zevklere kendilerini terk edebilirler,
aynı mesleklere girebilirler, aynı yerlerde buluşabilirler; bir kelimeyle aynı
tarzda yaşayıp, aynı yollardan saadete ulaşmaya çalışabilirler.
Siyasî sahada da, siyasî
hürriyetin olmamasına rağmen bir nevî eşitlik teessüs edebilir, Herkesin
hükümdarı olan ve iktidarın ajanlarını herkes arasından seçen bir kişi
müstesna, insan bütün hemcinsleri ile eşittir.
Büyük bir gurubun az veya
çok hür, hatta hiç hür olmayan müesseselerle kolayca uyuşabileceği bir sürü
faraziye tasarlamak mümkündür.
Her ne kadar insanlar
tamamen hür olmadan, ayni şekilde eşit olamazlarsa ve netice itibariyle nihaî
bir derecede hürriyetle eşitlik birleşse bile, bu ikisini birbirinden ayırmak
mümkündür.
Gerçekten insanların
hürriyet iştiyakı ile eşitlik aşkı birbirinden farklı şeylerdir, hatta
demokratik memleketlerde birbirine eşit olmayan şeylerdir. Dikkat edilecek
olursa, her asırda, hakim olan özel bir vakıa müşahede edilir; bu vakıa hemen
daima bir ana fikir veya neticede diğer bütün fikir ve hisleri kendine çeken ve
beraber sürükleyen temel bir ihtiras doğurur. Çevredeki bütün ırmakların
kendine aktığı bir nehir gibidir.
Hürriyet insanlara çeşitli
zamanlarda çeşitli şekillerde görünür, hiç bir zaman münhasıran sosyal bir
duruma bağlanmamıştır, ona demokrasilerden başka yerlerde rastlanır. Demokratik
Cumhuriyetlerin mümeyyiz vasfını teşkil etmemektedir.
Demokrasi çağının hakim ve
özel vasfı şartların eşitliğidir; bu çağın fertlerini harekete getiren en mühim
ihtiras, eşitlik aşkıdır. Demokratik çağın insanlarının eşit yaşamada ne gibi
bir cazibe bulduklarını, ve neden cemiyetin kendilerine arz ettiği bir sürü
nimeti bırakarak ısrarla eşitliğe sarıldıklarını sormayınız. Eşitlik,
yaşadıkları devrin ayırt edici özelliğidir. Sadece bu, onu, bütün öbürlerine
tercih etmeleri için kâfidir.
Fakat, bu sebepten başka,
insanları her zaman eşitliği hürriyete tercih ettirecek birçok sebep daha
vardır.
Bir millet, ancak uzun ve
yorucu gayretler sonunda sinesinde hüküm süren eşitliği ortadan kaldırabilir
veya azaltabilir. Bunun için sosyal durumunu tadil etmesi, kanunlarını ilga
etmesi, fikirlerini yenilemesi, örf ve âdetlerini değiştirmesi icap eder. Fakat
siyasî hürriyeti kaybetmek için, ona sıkı sıkıya sarılmamak kâfidir. Çünkü bu
durumda hürriyet kendiliğinden kaçar.
İnsanlar eşitliğe sadece
onun aziz bir hak olduğunu kabul ettikleri için değil, aynı zamanda
devamlılığına da inandıkları için bağlıdırlar.
Ne kadar sathî ve dar
görüşlü olursa olsun, hiç kimse siyasî hürriyetin ifratının hususî şahısların
rahatı, mülkü ve hayatı için bir tehlike teşkil ettiğini gömemezlik edemez.
Eşitliğin tehlikelerini ise, ancak dikkatli ve zeki kimseler fark ederler ve
onlar da bunu hiç açığa vurmazlar. Korktukları sefaletin uzaklaştığını
bilirler; ancak gelecek nesiller için bunun bahis konusu olacağını, kendilerini
endişelendirecek bir şey olmadığını düşünerek gurur duyarlar. Hürriyetin sebep
olduğu kötülükler bazen çok anidir; bunları herkes görür ve az çok hisseder.
Aşırı eşitliğin sebep olduğu kötülükler ise yavaş yavaş tezahür eder; Sosyal
yapıya tedricen nüfuz eder; uzaktan uzağa fark edilir ve şiddetli bir hal
aldığı zaman da, ona zaten hissedilmeyecek derecede alışılmıştır.
Hürriyetin iyi neticeleri
vâdede görüldüğü gibi, bunların sebebinin hürriyet olduğu hususunda da daima
yanılmak mümkündür. Eşitliğin avantajları, hemen kendini hissettirirler, ve
onların eşitliğin eseri oldukları her an göz önündedir.
Siyasî hürriyet, zaman zaman
ve bir kısım vatandaşa üstün zevkler tattırır. Eşitlik ise, daima ve herkese
bir sürü küçük hazlar verir.
Eşitliğin cazibesi her an,
herkes tarafından hissedilir. En asil kalpler de, en bayağı ruhlar da ondan
nasiplerini alırlar. Eşitliğin doğurduğu ihtiras, hem çok canlı, hem de
geneldir.
İnsanlar siyasî hürriyetten,
ancak pek çok şey bahasına ve bir sürü gayret sonucu istifade ederler. Fakat
eşitliğin verdiği zevkler kendiliğinden ortaya çıkar. Hususî hayatın en küçük
olayları bile onları yaratıyor gibi görünür ve bunların lezzetine varmak için
sadece yaşamak kâfidir.
Demokratik milletler
eşitliği her zaman severler; fakat onun için hissettikleri ihtirasın artık bir
hezeyan haline geldiği devirler vardır. Bu, sosyal hiyerarşinin uzun zaman
tehdit edildikten sonra, son bir iç mücadele ile çöküp gittiği, ve vatandaşları
birbirinden ayıran maniaların nihayet ortadan kalktığı bir devirdir. O zaman
insanlar eşitliğe bir ganimetmiş gibi koşarlar ve ellerinden alınmaya çalışan
kıymetli bir şeye sarıldıkları gibi sarılırlar. Eşitlik aşkı, insan kalbine her
yönden nüfuz eder, orada yayılır ve bütün kalbi işgal eder. İnsanlara, katiyen,
böyle tek bir ihtirasa kapılarak, en aziz menfaatlerini körü körüne tehlikeye
attıklarını söylemeyiniz; sağırdırlar. Başka yerlere baktıkları sırada,
ellerinden kaçan hürriyeti göstermeyin; kördürler veya daha ziyade, bütün
dünyada arzu edilmeye lâyık tek bir şey görmektedirler.
Şimdiye kadar söylenenler,
bütün demokratik milletlere tatbik edilebilir; şimdi söyleyeceklerim ise sadece
Fransa'yı ilgilendirmektedir. En modem milletlerde, hususiyle bütün Avrupa
milletlerinde, hürriyet fikri ve aşkı, ancak şartların eşit olmağa taşladığı
bir anda ve bizzat bu eşitliğin neticesi olarak doğdu ve geliştiler. Mutlak
Krallar, tebaaları arasındaki mesafeyi kaldırmak için, en çok çalışan kimseler
oldular. Bu milletler için eşitik hürriyetten önce geldi. Hürriyet henüz yeni
bir şey iken, eşitlik epeyce eskimişti.
Eşitlik kendine mahsus
âdetler, fikirler ve kanunlar yaratmışken; hürriyet yapayalnız ve ilk defa
olarak ortaya çıkıyordu. Böylece, hürriyet sadece zevk ve fikirlerde mevcutken,
eşitlik çoktan âdet ve an'anelere nüfuz etmiş ve hayatın en ufak meselelerine
hususî bir şekil vermişti. Zamanımız insanlarının, birini diğerine tercih etmeleri
nasıl şaşırtıcı bir şey olabilir?
Demokratik milletlerin,
hürriyete karşı tabii bir sevgileri vardır. Kendi kendilerine hürriyeti arar,
severler ve ellerinden alınmasını ıstırapla karşılarlar. Fakat eşitlik için
ihtirasları, doymak bilmez ve ebedîdir. Kölelik içinde de olsa eşit olmak
isterler. Barbarlığa, sefalete ve esarete tahammül ederler, fakat aristokrasiye
katlanamazlar.
Bunlar her zaman ve bilhassa
zamanımızda doğrudur. Bu dayanılmaz kuvvete karşı savaşmak isteyen bütün
insanlar ve iktidarlar, onun tarafından devrilmekte ve tahrip edilmektedir.
Zamanımızda hürriyet, onun desteği olmadan yerleşemez, ve bizzat istibdat dahi
onsuz hüküm süremez.
Demokratik Memleketlerde Ferdiyetçilik
Eşitlik asırlarında, her
insanın, inançlarını nasıl sadece kendinde aradığını gösterdim. Şimdi de yine
aynı asılarda nasıl bütün hislerini, sadece kendine yönelttiğini göstermek
istiyorum.
Ferdiyetçilik yeni bir
fikrin doğurduğu bir deyimdir. Atalarımız sadece bencilliği bilirlerdi. Bu his
onu, her şeyi sadece kendine bağlamaya ve kendini her şeyden üstün görmeye sevk
eder.
Ferdiyetçilik, her
vatandaşı, hemcinslerinin kütlesinden ayrılmağa ve dostlan ve ailesi ile
beraber bir köşeye çekilmeye yönelten olgun ve sakin bir histir. Bu şekilde
kendi kendine küçük bir âlem yarattıktan sonra cemiyeti kolayca terk edebilir.
Bencillik kör bir iç güdüden
doğar; ferdiyetçilik bozulmuş bir histen ziyade, hatalı bir hükümden ileri
gelir. Kaynağını kalbin küçüklüklerinden olduğu kadar, zekânın kusurlanndan da
alır.
Bencillik bütün faziletlerin
kökünü kurutur. Ferdiyetçilik önce sadece amme hayatı ile ilgili faziletleri
bozar; fakat, uzun vadede bütün diğerlerini de yok eder ve tam bir bencillik
halini alır.
Bencillik dünya kadar eski
bir ruh küçüklüğüdür. Her tip cemiyette aynı derecede vardır.
Ferdiyetçiliğin menşei
demokratiktir, ve eşitlik arttığı müddetçe, o da gelişme tehlikesi arz eder.
Aristokratik milletlerde
aileler, asırlar boyunca aynı durumda kalırlar. Hatta ekseri yerleri bile
değişmez. Denilebilir ki, bu durum bütün nesilleri çağdaş kılar.
Bir insan, hemen daima
atalarını tanır ve onlara hürmet eder. Onların daha doğmamış torunlarını da
gördüğünü zanneder ve onları sever. Bunların hepsine karşı kendini görevli
kılar ve sık sık şahsî menfaatlerini, çoktan ölmüş veya henüz doğmamış olan bu
kimseler uğruna feda eder.
Ayrıca, aristokratik
müesseseler, her ferdi sıkı sıkıya vatandaşların birçoğuna bağlarlar.
Aristokratik bir cemiyette,
sınıflar çok farklı ve hareketsiz olduklarından, bunların her biri kendi
mensuplan için, anavatandan daha aziz ve daha gözle görülür bir küçük vatan
teşkil ederler. Bütün vatandaşlar, aristokratik cemiyetlerde sabit bir yer
işgal ettikleri için, aralanndan herkes daima, kendisinin üstünde, korumakla
mükellef olduğu ve altında da yardımını talep edebileceği birini bulur. Şu
halde Aristokratik çağda yaşayan bütün insanlar, hemen daima, kendilerinin
dışında bir şeye sıkı sıkıya bağlıdırlar ve ekseri kendilerini bile unuturlar.
Yine bu çağda, «hemcins» fikrinin müphem olduğu bir hakikattir, ve insan nadiren
kendisini beşeriyet davasına vakfettiği halde, sık sık bazı insanlara feda
edebilir.
Her ferdin insanlığa karşı
vazifelerinin vazıh olduğu demokrasi çağında, aksine, bir insana sadakat daha
nadirdir, insanlar arasındaki hissî bağların şümulü genişler, fakat şiddeti de
azalır.
Demokrasi ile idare olunan
memleketlerde, durmadan bir kısım yeni aileler yoktan varolur, bir kısmı
kaybolur gider ve yerinde kalanlar da çehre değiştirirler. Zaman dokusu her an
kapar ve nesillerin izi silinir.
Kendinden önce gelenler
kolayca unutulur ve kendinden sonra gelecekler hakkında da kimsenin bir fikri
yoktur. Sadece en yakın kimseler ilgi uyandırırlar.
Her sınıf diğerlerine
yaklaştığı ve karıştığı için, mensupları birbirlerine karşı lakayt ve yabancı
olurlar. Aristokrasi, bütün
-78- vatandaşlardan,
köylüden krala kadar uzanan bir zincir terkip etmiştir. Demokrasi her zinciri
kırar ve her halkayı tek başına bırakır.
Sosyal şartlar eşitliğe
doğru gittikçe, hemcinslerinin kaderi üzerinde büyük bir tesir yapacak derecede
kuvvetli ve zengin olmamakla beraber, kendilerine yetecek kadar kültür ve
servet edinen veya muhafaza edebilen daha çok insana rastlanmaya başlanır.
Bunlar kimseye bir şey borçlu değildirler, kimseden bir şey beklemezler.
Kendilerini her zaman yalnız telâkki etmeye alışırlar ve kaderlerinin tamamen
kendi ellerinde olduğunu tahayyül edebilirler.
Böylece demokrasi, insana
geçmiş nesilleri de, gelecek nesilleri de unutturur. Hatta onu çağdaşlarından
bile ayırır ve sadece kendine doğru sürükler ve onu bizzat kendi kalbinin
yalnızlığı içine hapsetmekle tehdit eder.
Amerikalılar, Hür Müesseseler Yoluyla Nasıl Ferdiyetçilikle
Mücadele
Ederler.
Tabiatı icabı korkuya
dayanan istibdat rejimleri, insanların kendi kabuklarına çekilmelerinde,
devamlılıklarının en kati garantisini görürler ve bunu sağlamak için bizzat
büyük itina gösterirler. Bencillik kadar iğlerine gelen bir ruh küçüklüğü
yoktur. Bir müstebit idare edilenlerin, birbirlerini de sevmemeleri şartiyle,
kendini sevmemelerini kolayca affedebilir. Devleti idarede kendisine yardım
etmelerini, onlardan talep etmez. Devleti bizzat idare etme iddiasında
bulunmamaları kâfidir. Müşterek refah için gayretlerini birleştirdiklerini
iddia edenleri, âsi ve serkeş ruhlar olarak ilân eder ve kelimelerin tabii
manâlaını değinilerek, tamamen kendi içine kapananları iyi vatandaş olarak
alkışlar.
Görülüyor ki istibdadın
doğurduğu kötülükler, eşitliğin övdüğü kötülüklerdir. Bu iki şey birbirlerini
tamamlarlar ve zararlı bir şekilde birbirlerine yardım ederler.
Eşitlik, aralarında müşterek
bir bağ olmaksızın insanları yanyana koyar, istibdat, aralarındaki engelleri
kaldırır ve onları birbirinden ayırır. Hem cinslerini hiç düşünmemelerini temin
eder ve lâkaydiyi bir amme fazileti ha-getirir.
Bütün çağlarda tehlikeli bîr
şey olan istibdat, bilhassa demokrasi çağın da korkunç olur. Bu çağda,
insanların hürriyete çok muhtaç oldukları kolayca görülür.
Vatandaşlar amme işleriyle
meşgul olmağa mecbur oldukları zaman, mecburen şahsî dünyalarının çerçevesinden
çıkar ve zaman zaman kendilerini unuturlar.
Amme işleri müştereken
yürütüldüğü zaman, her fert, hemcinslerinden önceleri kendinin sandığı kadar
bağımsız olmadığını ve desteklerini elde etmek için, onlara ekseri yardım etmek
icap ettiğini anlar.
Halk idaresi rejiminde,
toplumun desteğinin değerini hissetmeyen ve aralarında yaşadığı kimselerin
takdir ve sevgisini kazanmak suretiyle onu elde etmeğe çalışmayan kimse yoktur.
Kalpleri donduran ve ayıran
ihtirasların çoğu, bu durumda ruhun derinliklerine dalmağa ve gizlenmeğe
mecburdur. Gurur kaybolur, istihfaf ortaya çıkamaz, bencillik kendi kendinden
korkar.
Hür bir idarede, amme
görevlerinin çoğu seçimlik olduğu için ruhlarının yüceliği veya arzularının
şiddeti hususî hayatlarını daraltan insanlar, her gün kendilerini çeviren
halktan ayrı kalamayacaklarını hissederler. O zaman insan, hemcinslerini
ihtirasla düşünür ve ekseri kendini unutmada bir nevi fayda mülâhaza eder.
Burada, bana seçimin sebep olduğu bütün entrikaların, adayların başvurduğu
utanç verici vasıtaların, basımlarının saçtığı türlü iftiralam hatırlatacağını
biliyorum. Bunlar kin tezahürleridir ve seçimler ne kadar sık olursa, o kadar
sık ortaya çıkarlar.
Bu kötülükler şüphesiz
mühimdirler. Fakat geçicidirler. Halbuki bunlarla birlikte ortaya çıkan iyi
şeyler kalırlar.
Seçilmek arzusu, bir an için
bazı kimseleri savaşmağa sevk edebilir. Fakat aynı arzu, uzun vadede bütün
insanları karşılıklı yardımlaşmağa zorlar. Bir seçim, tesadüfen iki dostun
arasını açsa bile, seçim sistemi birbirine daima yabancı olacak bir sürü
vatandaşı devamlı bir şekilde birbirine yaklaştırır. Hürriyet hususî kinler
yaratır; fakat genel bir lakaydi doğrar.
Amerikalılar eşitliğin
yarattığı ferdiyetçiliğe karşı, hürriyeti silâh olarak kullandılar ve onu
yendiler.
Amerikalı kanun koyucular,
demokrasi çağında toplum için bu kadar tabiî ve aynı derecede zararlı bir
hastalığı yenmede, millete tam bir temsil hakkı vermenin kifayet edeceğini
zannetmediler. Ayrıca, vatandaşlar için müşterek hareket zeminini hazırlamak ve
her an onların birbirine tâbi olduklannı hatırlatmak için, memleketin her
kısmına bir siyasî hayat vermenin uygun olduğunu düşündüler. Bu akıllıca bir
işti.
Bir memleketin genel işleri,
ancak mühim adamları meşgul eder. Bunlar ayni yerlerde, nadiren toplanırlar ve,
hemen tekrar birbirlerini kaybettikleri için, aralarında devamlı bağlar
kurulmaz. Fakat, bir kantonun hususî işlerini o kantonun sakinleri tarafından
düzenlemek bahis konusu olunca, aynı şahıslar daima temasta bulunur, adeta ve
birbirlerini tanımak ve sevmek zaruretini hissederler..
Bir insan Devletin kaderi
ile ilgilenmek üzere, kendi işlerini güç bırakır. Çünkü Devlet işlerinin, kendi
kaderi üzerindeki tesirini iyice anlayamaz. Fakat, oturduğu yerin kenarından
bir yolun geçmesi bahis konusu olunca, ilk bakışta bu küçük amme işiyle,
kendinin en büyük hususî meseleleri arasındaki bağı görür ve kimsenin kendisine
bir şey anlatmasına lüzum kalmaksızın, genel menfaatle, özel menfaat arasındaki
sıkı bağı keşfeder.
Şu halde, vatandaşları büyük
meselelerden ziyade önemsiz işlerle vazifelendirerek, onları amme menfaati ile
ilgilendirmek ve herkesin menfaati bakımından bunları birbirine bağlamanın şart
olduğunu göstermek mümkündür.
Bir hamlede, büyük bir iş
başararak, halkın desteğini kazanmak mümkündür; fakat, bir kimsenin bir arada
yaşadığı insanların sevgi ve hürmetini kazanabilmesi için etrafına bir sürü
küçük hizmetler yapması, başkalarına yardıma koşması, hiç değişmeyen bir
incelikte olması ve hiç bir şeyden menfaat gözetmeyen bir insan olarak
tanınması lâzımdır.
Birçok vatandaşın,
komşularının ve yakınlarının sevgisine ehemmiyet vermesini sağlayan mahallî
hürriyetler, insanları, ayırıcı iç güdülere rağmen, birbirlerine yaklaştırır ve
yardımlaşmağa zorlarlar.
Amerika'da en zengin
vatandaşlar bile, kendilerini halktan tecrit etmemeye itina gösterir. Aksine,
durmadan halka yaklaşır, onu memnuniyetle dinler ve onunla devamlı konuşurlar.
Demokrasilerde zenginlerin daima fakirlere muhtaç olduğunu bilirler. Yapılan
yardımların büyüklüğü, durumların farkını ortaya koyduğu için bizzat ondan
istifade edenlerde gizli bir hiddet uyandırır. Fakat iyi muamelenin karşı
konulmaz bir cazibesi vardır. Samimiyetleri fakiri sürükler, hatta kabalıkları
bile daima göze batmaz.
Bu gerçek, zenginlerin
kafasına bir anda nüfuz etmez. Umumiyetle, demokratik inkılâp devam ettikçe ona
mukavemet ederler, hatta bu inkılâp tamamlandıktan sonra da onu hemen kabul
etmezler. Halka yardım etmeyi memnuniyetle kabul ederler. Fakat aradaki
mesafeyi muhafaza etmek isterler. Bunun kâfi geleceğini zannederler ve
yanılırlar. Aralarında yaşadıkları halkın kalbine hiç hitap etmeden bu şekilde
dünya kadar para harcarlar. Fakat kendilerinden istenen paralarının değil,
gururlarının feda edilmesidir.
Denilebilir ki, Birleşik
Devletlerde, halk ihtiyaçlarını tatmin etme ve zenginliği artırmak için
kullanılacak vasıtalar bulma yolunda seferber olmayacak muhayyile yoktur. Her
kantonun en uyanık fertleri, daima kültürlerini müşterek refahı artıracak yeni
vasıtalar keşfetmek için kullanırlar, ve şayet keşfederlerse onu derhal
kütlelere yaymaya çalışırlar.
Amerika'da idare edenlerin
küçüklüklerini ve zaaflarını yakından görünce, insan, halkın refahının artışına
hayret eder, fakat yanılır. Amerikan demokrasisini müreffeh kılan seçilmiş
hakim değil, hakimliğin seçime tâbi oluşudur.
Amerikalıların
vatanseverliğinin ve milletin refahı için gösterdikleri gayretin, hiç de samimi
olmadığını söylemek haksızlık olur. Başka memleketlerde olduğu gibi Amerika'da
da insanların yaptıklarının çoğunun saiki şahsî menfaat olsa bile, hepsinin
değildir.
Amerikalıların amme işleri
için büyük ve gerçek fedakârlıklar yaptığını ekseri gördüm. İhtiyaç hasıl
olunca, birbirlerinin yardımına sadakatle koştuklarını belki yüz defa müşahede
ettim.
Amerikan halkının sahip
olduğu hür müesseseler ve kullandıkları siyasî haklar durmadan her vatandaşa
bin bir şekilde cemiyet halinde yaşadığını hatırlatır. Bunlar, insanların
vazifelerinin ve menfaatlerinin birbirlerine yardım olduğu fikrini her an
vatandaşın zihnine sokarlar. Ne köleleri ne de efendileri olmadığı için,
onlardan nefret etmesine hususî bir sebep bulunmadığından, kalbi kolayca iyilik
tarafına meyleder, însan evvelâ amme menfaati ile zaruret icabı, sonra da öyle
istediği için meşgul olur. Önce hesaplı bir şekilde yapılan şey, sonradan insiyaki
bir hal alır. İnsan kendi vatandaşları için çalışa çalışa, nihayet onlara
hizmetten zevk almaya başlar.
Fransa'da çok kimse eşitliği
ilk, siyasî hürriyeti de ikinci kötülük olarak görmektedirler. Bunlardan birine
katlanmağa mecbur olduklan zaman, olmazsa İkinciden kurtulmak isterler. Bana
gelince, ben de eşitliğin doğurduğu kötülüklerle savaşmak için tek bir müessir
çare olduğu kanaatindeyim. Bu da siyasî hürriyettir.
Amerika'da Sivil Hayatta Cemiyetlerin Yeri
İnsanların, iktidarın
suiistimaline veya ekseriyetin zulmüne karşı kendilerini korumada kullandıklar;
siyasî cemiyetlerden bahsedecek değilim. Bu konuyu başka bir yerde işledim.
Ferden daha zayıf ve hürriyetini korumada daha yetersiz olan her vatandaş,
hemcinsleriyle birleşme sanatına vakıf olmasaydı, istibdat zarurî olarak
eşitlikle birlikte artacaktı. Burada, sadece sivil hayatta kurulan ve konusu
siyasetle asla alâkalı olmayan cemiyetler bahis konusu olacaktır.
Amerika'da siyasî
cemiyetler, tütün cemiyetlerin işgal ettikleri geniş tablo içinde sadece bir
teferruat teşkil ederler.
Amerikalılar, yaşlan, sosyal
durundan ve kültürleri ne olursa olsun hep birleşirler. Orda sadece, herkesin
iştirak ettiği ticarî ve sanayî cemiyetler değil, binlerce türlü cemiyet
vardır: dinî, ahlakî, ciddî, gayri ciddî, çok umumî, hususî, büyük, küçük her
türlüsü. Amerikalılar bayramlar yapmak, seminerler tertip etmek, kiliseler
tesis etmek, kitaplar neşretmek, dünyanın öbür ucuna misyonerler göndermek için
birleşirler. Bu şekilde, hastaneler, hapishaneler ve okullar inşa ederler.
Nihayet büyük bir örneğin desteğiyle bir hissi geliştirmek veya bir gerçeği
ortaya koymak için birleşirler. Yeni tir teşebbüsün başında, Fransa'da
hükümeti, İngiltere'de büyük bir asili görebileceğiniz her yerde Amerika'da bir
cemiyet görürsünüz.
İtiraf ederim ki Amerika'da
aklıma bile gelmeyen cemiyet tiplerine rastladım ve Amerikalıların, büyük bir
gurubun iştirakini sağlayacak müşterek bir gayenin tespitinde, onu hür bir
şekilde yürütmede gösterdikleri muazzam sanatı sık sık takdir ettim.
Daha sonra, Amerikalıların
kanun ve adetlerinden birçoğunu aldığı İngiltere’yi dolaştım ve orada
dernekçiliğin, Amerika’daki kadar devamlı ve ustalıklı bir şekilde
kullanılmaktan uzak olduğunu gördüm.
İngilizler bir sürü önemli
işi, ferden yapabilirler. Halbuki Amerikalılar en küçük bir iş için bile
birleşirler. İngilizlerin demeği sağlam bir aksiyon vasıtası olarak gördükleri
aşikardır. Fakat Amerikalılar onu biricik aksiyon vasıtası olarak telâkki
ederler.
Bu suretle dünyanın en
demokratik memleketi,
zamanımızda müşterek gayeleri,
müştereken takip etme sanatını en çok mükemmelleştiren ve bu yeni İlmî en çok
sayıda meseleye tatbik eden memlekettir. Bu bir tesadüfün eseri midir, yoksa
demeklerle eşitlik arasında zarurî bir münasebet mi var?
Aristokratik cemiyetler,
sinelerinde daima, kendiliklerinden hiç bir şey yapamayan bir sürü ferdin yanı
sıra, zengin ve muktedir vatandaşlardan müteşekkil küçük bir gurubu
barındırırlar. Bu vatandaşlar kendi başlarına büyük teşebbüslere
girişebilirler. Aristokratik cemiyetlerde fertler kapalı bir bütün teşkil
ettiklerinden, harekete geçmeleri için birleşmelerine ihtiyaç yoktur. Zengin ve
kuvvet sahibi her vatandaş, orada, kararlarının yerine getirilmesine iştirak
edecek bütün fertlerden müteşekkil, devamlı ve zora dayanan bir demeğin
başıdır.
Demokratik cemiyetlerde
aksine bütün vatandaşlar bağımsız ve zayıftır. Kendiliklerinden hiçbir şey
yapamazlar ve aralarından hiçbiri, hemcinslerini kendine yardıma mecbur edemez.
Bu bakımdan eğer hür bir şekilde yardımlaşmağı öğrenemezlerse, hepsi birden
iktidarsızlığa düşerler. Eğer demokratik memleketlerde yaşayan insanlar, siyasî
gayelerle birleşme hakkına sahip olmasaydılar ve bu işten zevk almasaydılar,
bağımsızlıkları büyük bir tehlikeye düşecekti; fakat kültürlerini ve
zenginliklerini uzun müddet muhafaza edebileceklerdi. Oysa günlük olağan
hayatta, birleşme alışkanlığı kazanmamış olsalardı, bizzat medeniyet tehlikeye
düşmüş olacaktı. Fertlerin, müştereken, büyük işler yapma kabiliyetini
kazanmadan tek başlarına iş başarma kudretini kaybettikleri bir memleket kısa
zamanda barbarlığa sürüklenir. Esef etmek gerekir ki, demekleri demokratik
memleketler için zarurî kılan sosyal durum, onların ayni zamanda diğer bütün
memleketlere nispetle daha güç bir şekilde gerçekleşmesine sebep olur. Bir aristokrasinin
birçok mensubu birleşmek istedikleri zaman, buna kolayca muvaffak olurlar.
Aralarından her biri cemiyete büyük bir kuvvet kattığı için cemiyeti teşkil
edenlerin sayısı çok küçük olabilir ve bunlar arasında tanışmalar karşılıklı
anlaşmalar ve müstakar kaideler koymalar kolayca mümkün olur.
Aynı kolaylığa demokratik
memleketlerde şahit olunmaz. Çünkü orada bir birleşmenin herhangi bir kudrete
sahip olabilmesi için, birleşenlerin pek çok sayıda olması lâzımdır.
Bu husus karşısında hiçbir
müşkülâta maruz kalmayan birçok vatandaş olduğunu biliyorum. Bunlar,
vatandaşlar daha zayıf ve daha kudretsiz olduğu ölçüde, hükümeti, fertlerin
artık yapamayacakları şeyleri yapmaları için daha hareketli ve daha becerikli
kılmanın lâzım geldiğini iddia etmektedirler. Bunu söyleyerek herşeye cevap
verdiklerini sanıyorlar. Fakat bana öyle geliyor ki aldanıyorlar.
Bir hükümet Amerikanın en
büyük cemiyetlerinden bazılarının yerini tutabilir ve birçok devletler buna
zaten teşebbüs ettiler. Fakat cemiyetler yoluyla Amerikalıların her gün ifa ede
geldikleri sayısız teşebbüse, hangi siyasî kuvvet yetebilecek durumdadır?
İnsanın hayatı için en
zarurî ve müşterek şeyleri tek başına yapabilmesinin gitgide daha az mümkün
olduğunu görmemek mümkün değildir. Bu bakımdan İçtimaî kuvvete düşen vazifeler
gittikçe artacak ve bu kuvvetin çabalan onu daha şümullü kılacaktır.
Cemiyetlerin yerini ne kadar çok ölçüde alırsa, fertler, birleşme fikrini bir
tarafa bırakarak, onun yardımlanna koşmasına ihtiyaç duyacaklardır; bunlar
durmadan birbirini doğuran sebep ve neticelerdir. Amme idaresi neticede, tek
bir ferdin yetemeyeceği bütün sanat kollannı ele alacak mı? Faraza bir gün,
toprak mülkiyetinin s n derece bölünmesi neticesi, toprak artık çiftçi
şirketleri tarafından ekilemeyecek derecede parçalanırsa, hükümet başkanı
Devlet idaresini bırakıp, sabana mı sarılacak. Eğer hükümet cemiyetlerin her
tarafta yerini alsaydı, demokratik bir memleketin zekâsı ve kültürü, sanayi ve
ticaretinden daha az tehlikeye maruz kalmayacaktı.
Ancak insanların birbirleri
üzerine tesirleri yoluyla fikirler ve hisler tazelenir, iyilik duygusu artar ve
insan zihni terakki eder. Demokratik memleketlerde böyle bir karşılıklı tesirin
hiç mevcut olmadığını gösterdim. Bu bakımdan bunu sun'i bir şekilde yaartmak
icabeder. Bunu tek yaratacak vasıta da demeklerdir.
Aristokrasi mensuplan yeni
bir fikri kabul ettikleri veya taze bir hisse kapıldıklan zaman, onu, şu veya
bu şekilde, bizzat içinde bulunduktan büyük tiyatronun bir köşesine
yerleştirirler ve onlan böylece büyük çoğunluğun nazarlanna açık tutarak,
kendilerini çeviren herkesin kalbine veya kafasına kolaylıkla sokarlar.
Demokratik memleketlerde bu şekilde hareket edebilecek kuvvet, sadece devlet
kuvvetidir; fakat, onun da tesirleri daima yetersiz ve ekseri zararlıdır.
Bir hükümet, büyük bir
memleket çerçevesinde fikir ve hisleri canlı tutmağa ve yenilemeğe, orda bütün
ferdî teşebbüsleri yürütmeğe olduğundan daha yeterli değildir. Bu yeni yola
girmek için siyasî sahadan
- 85 - çıkmağa çalışır çalışmaz,
istemese bile tahammül edilmez bir zulüm kaynağı olacaktır. Zira bir hükümet
ancak vazıh kaideler dikte eder; işine gelen fikir ve hisleri empoze eder ve
emirlerinden tavsiyelerini tefrik etmek daima güçtür.
Hiçbir şeyin
değiştiremeyeceği hususlarla kendini gerçekten ilgili görürse durum daha da
kötüdür. Bu vaziyette hareketsiz kalır ve iradî bir uyku ile atalete
sürüklenir. Bu bakımdan tek başına hareket etmemesi lâzımdır. Demokratik
memleketlerde, eşitliğin ortadan kaldırdığı kuvvetli şahısların yerini tutan
şey demeklerdir. Pek çok Amerikalı, gerçekleştirmek istedikleri bir fikre veya
hisse kapılır kapılmaz, birbirlerini ararlar ve eğer bulurlarsa derhal
birleşirler. O andan itibaren, artık münferit şahıslar değil, uzaktan görülen
ve hareketleri misal teşkil eden, konuşan ve söyledikleri dinlenen bir
kudrettirler.
Amerika’da yüz bin kişinin
ağır içkiler içmeme hususunda açıkça taahhüde girdiklerini ilk defa duyduğum
zaman, bu bana ciddî olmaktan ziyade eğlendirici bir şeymiş gibi göründü ve bu
mutedil insanların neden evlerinde sessiz sedasız su içmekle yetinmediklerini
evvelâ anlayamadım. Fakat neticede, sarhoşluğun cemiyette kaydettiği büyük
terakkiden korkan bu yüz bin kişinin, bir itidal örneği vermek istediklerini
kabul ettim. Bunlar basit vatandaşlarda lükse karşı bir küçümseme duygusu
yaratmak için çok sade giyinen senyörler gibi hareket ediyorlardı. Eğer bu yüz
bin kişi Fransa’da yaşasaydılar. Krallıktaki bütün kabareler üzerinde bir
kontrolü hepsi hükümetten bekleyeceklerdi.
Bana göre Amerika'da, ahlâki
ve entellektüel kulüplerden daha çok dikkatimizi çekmeğe lâyık hiçbir şey
yoktur. Amerikanın siyasî ve sanayî cemiyetlerini derhal fark ediyoruz da,
diğerleri gözlerimizden kaçıyor ve şayet onları fark etsek bile, o zamana kadar
böyle bir şey görmediğimiz için yanlış anlıyoruz. Bununla beraber bunların.
Amerikan cemiyetine, birinciler kadar, hatta daha da fazla zarurî olduklarını
kabul etmek icap eder.
Demokratik memleketlerde
cemiyetlerin tanınması, diğer her şeyin tanınması için ana kaynaktır. İnsan
cemiyetlerini idare eden kanunlar arasında, bütün diğerlerinden daha vazıh ve
kati görünen bir tanesi vardır, insanların medenî olması veya öyle kalması
için, bunlar arasında, eşitlik arttığı ölçüde, birleşme san'atının gelişmesi ve
mükemmelleşmesi lâzımdır.
Gazetelerle Dernekler
Arasındaki Münasebetler.
İnsanlar, aralarında sıkı ve
devamlı bir şekilde bileşmedikleri müddetçe, büyük sayıda insanı müştereken
hareket ettirmek, yardımı zarurî olan herkesin şahsî menfaatinin, onu, gönül
rızasıyla diğerleri ile müşterek gayret sarf etmeğe zorladığı hususunda ikna
etmedikçe mümkün değildir.
Bu, ancak bir gazete
sayesinde, rahat ve alışılmış bir tarzda yapılır. Binlerce kafaya ayni anda
ayni fikri sokabilecek tek vasıta gazetedir. Bir gazete aranılmasına ihtiyaç
duyulmayan, kendiliğinden insanın ayağına gelen ve ona her gün müşterek
meselelerden, şahsî meselelere halel getirmeksizin, kısaca bahseden bir
müşavirdir. İnsanlar daha eşit ve ferdiyetçilik daha tehlikeli oldukça, gazeteler
de daha zarurî olurlar. Hürriyeti teminat altına almağa hizmet ettiklerine
inanmamak. Önemlerini küçümsemek demektir. Gazeteler medeniyeti muhafaza
ederler.
Demokratik memleketlerde,
gazetelerin vatandaşları ekseri ölçüsüz işlere sürükledikleri inkâr edilemez.
Fakat, şayet gazete mevcut olmazsa, müşterek hareket de hemen hiç mümkün olmaz.
Bu bakımdan sebep oldukları kötülük, ortadan kaldırdıkları kötülüğe nispetle
daha azdır.
Bir gazete sadece, büyük bîr
insan gurubuna tek bîr karan telkin etmekle kalmaz; onlara ayni zamanda kendi
kararlanın müştereken tatbik vasıtalannı da sağlar.
Aristokratik bir memlekette
yaşayan başlıca vatandaşlar, birbirlerini uzaktan fark ederler ve şayet
kuvvetlerini birleştirmek isterlerse, peşlerinde büyük bîr kalabalık olmak üzere
birbirlerine doğru yürürler.
Demokratik memleketlerde,
aksine, birleşmek arzu ve ihtiyacını hisseden bir sürü kimse, çok küçük
oldukları ve kalabalıkta kaybolduklan için, birbirlerini göremezler, bulamazlar
ve bu yüzden de birleşemezler. Kendi aralannda ayni zamanda, fakat ayn ayn
olarak benimsedikleri bir fikri veya bir hissi, gazete herkesin birden
nazarlanna sunar. Herkes derhal bu ışığa döner ve uzun müddet karanlıkta
birbirini arayan dağınık ruhlar, nihayet birbirlerini bulur ve birleşirler.
Gazete onları birbirlerine yaklaştırır ve bir arada bulunmaları için daima
zaruridir.
Demokratik bir memlekette,
bîr cemiyetin herhangi bir kuvvete sahip olabilmesi için sayıca kalabalık
olması lâzımdır. Çünkü bu durumda, onu teşkil edenler büyük bir sahaya
yayılmışlardır, ve içlerinden her biri, bulunduğu yerde, maddî imkânlarının
azlığı ve kendinden beklenen gayretlerin çokluğu yüzünden sıkışmış kalmıştır.
Kendilerine her gün
- 87 -
birbirlerini görmeksizin
konuşabilmeleri ve bir araya
gelmeden anlaşarak
ilerleyebilmeleri için bir vasıta lâzımdır. Bir gazeteden vazgeçebilecek
demokratik cemiyet mevcut değildir.
Şu halde, cemiyetlerle
gazeteler arasında zarurî bir bağ vardır: Gazeteler cemiyetleri, cemiyetler de
gazeteleri yaratırlar. Şartlar eşitliğe doğru gittikçe cemiyetlerin çoğalması
gerektiğini söylemek ne kadar doğru ise. cemiyetler çoğaldıkça gazetelerin de
arttığını söylemek o kadar doğrudur.
Amerika dünyanın en çok gazele ve cemiyete
sahip memleketidir.
Gazetelerin sayısı ile cemiyetlerin
sayısı arasındaki bu münasebet, bizi memleketin İdarî şekli ile basının durumu
arasındaki başka bir münasebeti fark etmeğe sevk eder ve bize gazetelerin
sayısının, demokratik bir memlekette, İdarî merkeziyetçiliğin azlığına veya
çokluğuna göre azalıp, çoğaldığını öğretir. Zira demokratik memleketlerde,
aristokrasilerde olduğu gibi mahallî kudretin vatandaşlara verilmesi
düşünülemez. Bu iktidarı ortadan kaldırmak veya kullanılmasını büyük sayıda
insana tevdi etmek lâzımdır. Bunlar memleketin bir kısmînin idaresi için
kanunla devamlı bir şekilde kurulmuş gerçek cemiyetler teşkil ederler ve bir
gazetenin her gün bir sürü küçük işin arasında, kendilerini bulmasını ve onlara
âmme işlerinin ne durumda bulunduğunu öğretmesini isterler. Mahallî kuvvetler
çoğaldıkça, kanunun bu kuvvetleri kullanmağa davet ettikleri kimselerin adedi
de çoğalır. Bu zaruret her an gitgide daha fazla hissedildikçe, gazetelerin de
sayısı gittikçe artar.
Amerika'da gazetelerin bu
kadar çoğalması, basının mutlak bağımsızlığından ve geniş siyasî hürriyetten
çok, İdarî iktidarın son derece parçalanmasından ileri gelmektedir. Eğer bütün
Amerikalı vatandaşlar, sadece teşriî organın azalannı seçebilecekleri bir
sistemde seçmen olsaydılar, az sayıda gazete kendilerine kâfi gelecekti. Çünkü
nadiren müşterek hareket etmeleri icap edecek fırsatlar ortaya çıkacaktı.
Fakat, bütün milletin ortasında, kanun, her eyalette, her şehirde, hatta
denilebilir ki her köyde mahallî idare maksadı ile küçük birlikler kurmuştur.
Kanun vazn bu şekilde her Amerikalıyı, birkaç diğer hemşerîsi ile birlikte
müşterek bir işe yardıma zorlar ve bunlardan her birine, diğerlerinin
yaptıklarını öğretebilmeleri için bir gazete lâzımdır.
Millî temsilcilere sahip
olmayan, fakat çok sayıda küçük mahallî idarelere sahip olan bir demokratik
memleketin, neticede, seçimle gelmiş bir teşriî organın yanı sıra, merkezî bir
idarenin bulunduğu bir demokratik
- 88 - millete nispetle
daha çok sayıda gazeteye sahip olacağı düşünülebilir. Amerikada günlük basının
son derece terraki etmiş olması, en geniş ölçüde bir millî hürriyetin yanı
sıra, her nevi mahallî hürriyetin de mevcut oluşu ile izah edilebilir.
Genel olarak, Fransa ve
İngiltere'de gazete sayısını sonsuz derecede artırmak için, basının
vergilerinin kaldırılmasının kâfi geleceği sanılır. Bu, böyle bir reformun
neticelerini mübalâğa etmek olur. Gazeteler sadece ucuza mal olmağa göre
değil, ayni zamanda çok sayıda insanın müşterek hareket etme ve aralarında
temas kurma ihtiyacına göre de azalıp çoğalırlar.
Gazetelerin artışlarının,
ekseri bilinenlerden daha genel bir takım sebepleri daha vardır. Bir gazete,
ancak, büyük sayıda insana müşterek bir his veya fikir temin etmekle
mevcudiyetini devam ettirebilir. Şu halde, bir gazete, devamlı okuyucuları
azalan sayılan bir demek teşkil eder.
Bu demek az veya çok
genişlikte, az veya çok kalabalık olabilir. Fakat daima zihinlerde hiç olmazsa
fikir halinde mevcuttur. Sadece bu yolla bir gazete ölmez. Bu husus, bizi bahsi
tamamlayacak olan son bir düşünceye sevketmektedir.
Şartlann eşitliği arttıkça,
fertlerin teker teker kuvvetleri azalır ve kalabalığın akışına gittikçe daha
kolaylıkla kendilerini terk eder; onun terk ettiği bir daha güç İsrar ederler.
Gazete bir cemiyeti temsil
eder. Denilebilir ki, okuyuculanndan herbirine, bütün diğerleri adına hitap
eder ve onlan ferden ne kadar zayıf iseler kadar kolaylıkla sürükler.
Şu halde, insanlar arasında
eşitlik arttığı nispette, gazetelerin nüfuzu da artar.
Siyaset sadece bir sürü
cemiyet yaratmakla kalmaz, çok geniş cemiyetler kurulmasını da sağlar.
Sivil hayatta, ayni
menfaatin, tabiî bir şekilde, büyük sayıda insanı müşterek bir harekete
sürüklemesi nadirdir. Bu tip bir hareketi sağlamak büyük bir mahareti
icabettirir.
Siyasette birleşme fırsatı
her an kendiliğinden ortaya çıkar. Demeğin umumî değeri, ancak büyük
'birleşmelerde tezahür eder. Tek başlarına zayıf olan insanlar, birleştikleri
zaman elde edecekleri kuvveti önceden kestiremezler. Bunu anlamaları için,
önlerinde misaller bulunması lâzımdır. Bu sebeple, müşterek bir gaye için büyük
bir kalabalığı bir araya
- 89 - getirmek, ekseri
birkaç kişiyi bir araya getirmekten daha zor olur. Bir vatandaş, birleşmekle ne
kazanacağını göremez. Halbuki on bin vatandaş görür. Siyasette insanlar önemli
işler için birleşirler ve birleşmeden kazandıkları fayda, kendilerine pratik
bir şekilde, önemsiz işlerde de yardımlaşmaktan kazanacakları faydayı gösterir.
Siyasî birleşmeler, yaşlan,
servetleri ve kültürleri itibariyle ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, bir
sürü insanı birbirlerine yaklaştınr ve aralarında temas kurar.
Sivil cemiyetlerin çoğuna,
insan, ancak mülkünden bir kısmını vererek girebilir. Bütün sınaî ve ticarî
şirketler için durum budur, insanlar demekler halinde birleşme sanatına henüz
vakıf değilken ve bunun başlıca kaidelerini bilmedikleri zaman, birleşme ilk
defa bahis konusu olunca, bunun kendilerine pahalıya mal olmasından korkarlar.
Bu yüzden, tehlikelerini göze almadıkları için, mühim bir başarı vasıtasından
kendilerini mahrum ederler. Fakat kendilerine tehlikesiz görülen siyasî demeklerde
yer almakta tereddüt etmezler. Çünkü, paraca fedakârlık bahis konusu değildir.
Oysa, bu cemiyetlere uzun müddet iştirak edip de, bir sürü insan arasında
nizamın nasıl temin edildiğini ve bunların metotlu bir tarzda nasıl bir hedefe
doğru götürüldüklerini görmemek mümkün değildir. Bu cemiyetlerde, iradelerini
diğerlerinin iradelerine tâbi kılmağı ve hususî işlerini müşterek harekete
bağlamağı öğrenirler. Bütün bunların bilinmesi, sivil cemiyetlerde, siyasî
cemiyetlerde olduğundan daha az önemli değildir.
Şu halde siyasî cemiyetler,
bütün vatandaşların, cemiyetlerin genel teorisini öğrenmeğe geldiği parasız
okullar olarak telâkki edilebilirler.
Siyasî cemiyetlerin, sivil
cemiyetlerin gelişimine doğmdan doğmya faydası olmadığı anlarda bile, bunların
ortadan kaldırılmaları sivil cemiyetlere zarar verecektir.
Vatandaşlar ancak belirli
hallerde birleşebildikleri zaman, demeğe garip ve istisnaî bir usul gözüyle
bakarlar ve onu fazla düşünmezler. Her hususta birleşmeleri serbest olduğu
zaman, demeğin, insanların çeşitli gayelerine ulaşmaları için evrensel, hatta
denilebilir ki biricik vasıta olduğunu neticede anlarlar. Her yeni ihtiyaç
derhal bir demek kurma fikrini akla getirir. Bu dummda daha önce de söylediğim
gibi, demek kurma sanatı, herkesin öğrendiği ve tatbik ettiği ana ilim olur.
Bazı tip demekler yasak, bazıları da serbest olduğu zaman, peşinen bunlardan
yasak olanları, olmayanlardan ayırt etmek güçtür. Dumm şüpheli olduğu için,
insanlar hiç
-90- birine sokulmazlar ve
bir cemiyeti fazlaca cesur, hatta adeta kanuna aykırı bir teşebbüsmüş gibi
gösteren bir umumi kanaat belirir.
Bu bakımdan bir noktada
teksif edilmiş birleşme fikrinin, ayni şiddetle diğer sahalara sirayet
etmeyeceğini hayal etmek boştur ve insanları, bazı işleri müştereken
yapabilmeleri hususunda serbest bırakmak, o işi derhal denemeleri için kâfidir.
İnsanlar her hususta demek kurma hakkını ve alışkanlığını kazandıkları zaman,
büyük küçük her iş için birleşirler. Fakat ancak küçük çapta işler için
birleşme hakkına sahip iseler, bunun için ne bir arzu ne de kendilerinde güç
hissederler. Onlara bütün işleri ile müştereken meşgul olma hürriyeti vermeniz
boşunadır. Kendilerine verilen hakları isteksiz bir şekilde kullanacaklardır ve
yasak cemiyetler kurmalarını önlemek hususunda bütün gücünüzü sarf ettikten
sonra, onları müsaade edilen cemiyetleri kurmaya ikna etmenin imkânsızlığını
hayretle görürsünüz.
Siyasî cemiyetin yasak
edildiği memleketlerde, sivil cemiyetlerin mevcut olamayacağı söylenemez. Zira
insanlar, müşterek işlere girişmeksizin cemiyet halinde yaşayamazlar. Fakat,
böyle bir memlekette, sivil cemiyetlerin daima az sayıda olacağı, beceriksizce
idare edileceği, kuvvetle benimsenemiyeceği ve asla büyük teşebbüslere
girişemeyeceği veya böyle teşebbüslerde muvaffakiyetsizliğe uğrayacağı iddia
edilebilir.
Bu durum insanı, siyasî
sahada demek hürriyetinin âmme nizamı bakımından zannedildiği kadar tehlikeli
olmadığını ve Devleti başlangıçta biraz sarssa bile, neticede
kuvvetlendirdiğini kabule sevk etmektedir.
Denilebilir ki, demokratik memleketlerde
siyasî demekler, Devleti düzenlemeğe yarayan tek kuvvetli unsurları teşkil
ederler. Ortaçağ kralları tebaalarını nasıl görüyorlardıysa, zamanımız
hükümetleri de bu tip cemiyetleri öyle görürler; onlara karşı insiyaki bir
nefret hissederler ve her karşılaştıkları yerde onlarla mücadele ederler.
Aksine sivil cemiyetlere
karşı tabiî bir sempatileri vardır. Çünkü bunların vatandaşların zihnini,
bilâkis amme işlerinden uzaklaştırdığını ve onları gitgide ancak sulh içinde
yapılabilecek teşebbüslere sokarak, ihtilâlleri önlediğini kolayca fark
ederler. Fakat sivil cemiyetlerin çoğalmasının ve siyasî cemiyetlerin
kumluşunun son derece kolaylaşmasını önleyecek hiçbir tedbir almazlar.
Amerikalıların her gün, bir siyasî fikri gerçekleştirmek, bir devlet adamını
iktidara getirmek ya da bir diğerini düşürmek gibi gayelerle birleştiklerini
gören bir insan,bu kadar bağımsız insanların nasıl olup da her an karışıklığa
sürüklenmediklerini bir türlü
-91 -
anlayamaz. Diğer taraftan,
Amerika’da müştereken girişilen sonsuz sayıda sınaî teşebbüsü nazarı dikkate
alırsanız ve her tarafta Amerikalıların, en küçük bir ihtilâlin altüst edeceği
güç ve önemli gayelerin ifası için devamlı bir şekilde çalıştıklarını
görürseniz, bütün bu meşgul kimselerin neden âmme nizamını bozacak ve devleti
sarsacak hiçbir şeye teşebbüs etmediklerini kolayca anlarsınız.
Bütün bunları ayrı ayrı
görmek yeter mi? Aralarındaki gizli bağı keşfetmek icap etmez mi? Her yaştan,
her durumdan ve her nevî kültür derecesinden Amerikalılar, devamlı bir şekilde
cemiyetler kurar ve bunu devamlı bir zevk haline getirirler. Çok sayıda
oldukları her yerde konuşur, anlaşır ve müşterek teşebbüslere girişirler. Daha
sonra, edindikleri ve bin türlü işte faydalandıkları tecrübeyi, sivil hayatta
da tatbik ederler.
Şu halde Amerikalılar
hürriyetin tehlikelerini önleme san’atım, tehlikeli bir hürriyeti kullanarak
öğrenirler.
Bir millet hayatının
herhangi bir anında, siyasî cemiyetlerin Devleti sarstığını ve sanayi felce
uğrattığını ispat etmek kolaydır. Fakat bütün hayat göz önünde bulundurulursa,
siyasî gayelerle cemiyet kurma hürriyetinin, vatandaşların huzur ve refahını
arttıracağı kolayca anlaşılabilir.
Bu eserin birinci kısmında,
söylediğim şu cümleleri, burada da tekrarlamalıyım: «Mutlak cemiyet kurma
hürriyeti, yazı hürriyeti ile karıştırılmamalıdır. Bu hürriyet yazma
hürriyetinden daha az zarurî ve daha çok tehlikelidir. Bir millet, hâkimiyetine
halel gelmeksizin cemiyet kurma hürriyetine hudutlar koyabilir. Hatta bazen
hâkimiyetini teminat altına alması için bunu bilhassa yapması lâzımdır.» Başka
bir yerde de şunları ilâve ediyordum: «Siyasî gayelerle hudutsuz bir cemiyet
kurabilme hürriyetinin, bir milletin tahammül edebileceği en son hürriyet
olduğu inkâr edilemez. Bu hürriyet, cemiyeti anarşiye sürüklemese bile, geniş
huzursuzluklara sebep olur». Bu bakımdan, bir milletin daima vatandaşlarına
mutlak bir şekilde siyasî cemiyetler kurabilme hakkını verebileceğini
zannetmiyorum. Hatta, cemiyet kurma hürriyetine tahditler koymanın akıllıca bir
hareket olamayacağı bir durumu, hiç bir devirde ve hiç bir cemiyette
düşünemiyorum.
Cemiyet kurma hakkını iyice
sınırlamazsa, bir milletin, ne kanunlarına hürmet telkin edebileceği, ne
devamlı bir hükümet kurabileceği, ne de sinesinde sükûnu muhafaza edebileceği
iddia edilmektedir. Bu gibi şeyler elbette çok kıymetlidir ve bunları elde
etmek
-92- için veya muhafaza
etmek için bir millet her an büyük sıkıntılara katlanır. Fakat bunların
kendisine neye mal olduğunu bilmesi de lâzımdır.
Bir insanın hayatını
kurtarmak için kolunun kesilmesini anlarım. Fakat artık onun sanki sakat
değilmiş gibi gayet becerikli gösterilmemesi lâzımdır.
Amerika'da Maddî Refaha Düşkünlük
Maddî refah düşkünlüğü,
Amerikalıların tek iptilâsı değildir, fakat umumî bir iptilâdır. Ayni şekilde
olmasa bile herkes onu hisseder. Amerikada vücudun en küçük ihtiyaçlarını ve
hayatın bütün rahatlıklarını temin etmek bütün zihinleri işgal eden bir
meseledir.
Buna benzer bir durum,
Fransa'da gitgide daha belirli bir hal almaktadır. Her iki memlekette de bu
gibi benzer neticeleri doğuran ve konuma girdikleri için belirtmem icap eden
birçok sebep vardır.
Zenginlikler, miras yoluyla,
ayni ailelerde toplandıkları zaman, maddî refah düşkünü bir sürü insan ortaya
çıkar, însan kalbini en çok bağlıyan şey kıymetli bir nesneye sahip olmak
değil, buna sahip olmanın kısmen tatmin edilmiş arzusu ve devamlı bir şekilde
onu kaybetme korkusudur.
Aristokratik cemiyetlerde
zenginler, asla kendilerinkinden farklı bir durum bilmedikleri için,
durumlarını değiştirmekten korkmazlar. Başka bir duruma kolaylıkla tahammül
edemezler. Maddî refah asla hayatlarının gayesi değildir. Sadece bir yaşama
tarzıdır. Onu aşağı yukarı olağan telâkki ederler ve düşünmeksizin zevkini
çıkarırlar.
Bütün insanların refah için
hissettikleri insiyaki ve tabiî arzu kolayca ve zahmetsizce tatmin edilince,
ruhları başka alemlere koşar ve kendini sürükleyici, heyecanlandırıcı daha
büyük ve daha güç teşebbüslere girişir. Aristokratik bir memleketin mensuplan
bir sürü zenginliğin ortasında oldukları halde, ekseri bu zenginliklere karşı
istihfafla bakarlar ve nihayet bunlardan mahrum olmalan lâzım gelince
kendilerinde fevkalâde kuvvetler bulurlar. Aristokrasileri ortadan kaldıran
veya altüst eden ihtilâller, lükse alışmış kimselerin ne kadar kolaylıkla
zarurîden bile vazgeçebileceklerini göstermiştir. Oysa maddî refaha çalışmalan
sayesinde ulaşanlar, onu kaybettikten sonra artık güç yağarlar.
Eğer üst tabakalardan aşağı
sınıflara doğru indirse; farklı sebeplerin benzer neticeler doğurdukları
görülür.
-93 -
Aristokrasinin cemiyete
hâkim olduğu ve onu hareketsiz kıldığı memleketlerde, zenginler nasıl sefahate
alışmışlarsa, halk da fakirliğe alışmıştır. Zenginler maddî refahı, onu hiç bir
zahmete katlanmaksızın elde ettikleri için; fakirler de elde etmeği hiç ümit
etmedikleri ve onu arzu etmek için kâfi derecede tanımadıkları için hiç
düşünmezler.
Bu tip cemiyetler fakirin
muhayyilesi öbür dünyaya yönelmiştir. Gerçek hayatın ıstırapları kendisini
sıkıştırır, fakat onlardan kurtulmasını bilir ve başka yerlerde tatmin arar.
Aksine imtiyazlar ortadan
kalktığı ve sosyal tabakalar birbirine karıştığı zaman, büyük zenginlikler
parçalanıp, kültür ve hürriyet yayılınca, fakiri refaha kavuşturma arzusu,
zengini de refahı kaybetme korkusu sarar. Bir sürü zengin ortaya çıkar. Bunlar
refahı, lezzetine varacak derecede tatmışlardır; fakat artık yetinecek derecede
tatmamışlardır. Refahı güçlükle elde ederler ve büyük bir iştiyakla kendilerini
ona verirler. Şu halde durmadan bu derece kıymetli ve muhafazası güç nimetleri
elde etmeğe veya elde tutmağa çalışırlar.
Mütevazı menşeli ve vasat
derecede zengin insanlara has, tabiî bir iptilâ arıyorum ve refah
düşkünlüğünden daha uygun bir tane aklıma gelmiyor. Maddî refah iptilâsı esas
itibariyle bir orta sınıf iptilâsıdır. Bu sınıfla beraber büyür ve yayılır.
Onunla beraber hâkim bir duruma gelir. Cemiyetin üst tabakalarına oradan geçer
ve halka da oradan iner.
Amerika'da zenginlere ümit
ve arzuyla bakamayacak ve muhayyilesi kaderinin kendisine ısrarla reddettiği
nimetlerle tutuşamayacak derecede fakir hiç bir vatandaşa rastlamadım.
Diğer taraftan Amerikalı
zenginlerin hiçbirinde, aristokrasilerdeki zenginliklerde bazen görülen maddî
refaha karşı büyük istihfafı asla müşahede etmedim. Bu zenginlerin ekserisi
eskiden fakir idiler, ihtiyacın acısını çektiler ve uzun müddet kör talihe
karşı savaştılar. Zafere ulaşıldıktan sonra, mücadele esnasındaki ihtiraslar
devam etti. Kırk yıldır peşinde koştukları refah, kendilerini sarhoş etti.
Amerika'da da başka yerlerde
olduğu gibi büyük zenginliklerini hiçbir gayret sarf etmeksizin kazananlar
vardır. Fakat bunlar bile maddî refaha daha az bağlı değildirler. Refah aşkı,
Amerika'da millî karakterli ve hakim bir aşktır. Büyük beşerî ihtiras dalgası
bundan kaynak alır ve beraberinde her şeyi sürükler.
Demokratik Memleketlerin Ne Çeşit Bir İstibdattan
Korkmaları
Gerekir.
Birleşik Devletlerdeki
ikametim esnasında, Amerikalılannki gibi demokratik düzenli bir cemiyetin,
istibdadın tesisi için bazı kolaylıklar arzettiğine dikkat etmiştim. Avrupa’ya
dönünce, bu toplumsal düzenin ortaya çıkardığı, ihtiyaçlar, duygular ve
fikirlerin idarecilerimizin pek çoğu tarafından yetki alanlarını genişletmek
için nasıl kullanılmış olduğunu idrak ettim. Bu beni Hıristiyan
memleketlerinin, belki de eninde sonunda eski dünyanın, bir kısım antikite
devletlerinin başına gelen cinsten bir baskıya maruz kalacağını düşünmeye
şevketti.
Meselenin yakından tetkiki
ve daha sonraki beş yıllık tefekkür, korkularımı ortadan kaldırmamış fakat
konusunu değiştirmiştir.
Geçmiş senelerde yaşamış
hükümdarların hiç birisi büyük bir imparatorluğun bütün kısımlarını, ikinci
derecedeki iktidar sahiplerinin yardımı olmaksızın, yalnız başına idare etmeye
kalkışacak kadar mutlak veya kudretli değildi. Onların hiç birisi, bütün
tebaasını ayrım yapmadan ayni bir kaidenin teferruatına tabi tutmağa, toplumun
her üyesine şahsen istikamet vermeğe ve hocalık etmeğe hiç bir zaman teşebbüs
etmedi.
Böyle bir kalkışma fikri
insan zihninde hiç yer almadı ve eğer bir kimse bunu aklına koymuş olsaydı, bilgi
noksanı, İdarî sistemin yetersizliği ve hepsinin üstünde şartların
eşitsizliğinin sebep olduğu tabiî engeller böylesine geniş bir plânın icrasını
süratle önleyecekti.
Roma imparatorları
iktidarlarının zirvesinde iken, imparatorluğun çeşitli milletleri birbirinden
çok farklı adetleri ve usulleri gene muhafaza ettiler; aynı monarka tabi
olmalarına rağmen eyaletlerin çoğu ayrı olarak idare edildiler. Kuvvetli ve
faal belediyeler halinde yayıldılar ve imparatorluğun bütün idaresi yalnız
başına imparatorun ellerinde toplandığı ve o, ihtiyaç hasıl olunca bütün
meselelerde en yüksek hakem durumunu idame ettirdiği halde, toplumsal hayatın
teferruatı ve hususî meşguliyetler büyük ölçüde onun kontrolü dışında
kalıyordu, imparatorlar, bütün kaprislerini tatmin etmelerine ve devletin
tekmil kudretini bu maksat için kullanmalarına imkân veren geniş ve sınırsız
bir iktidara gerçekten sahip idiler. Bu yetkiyi, sık sık tebaalarını
mallarından veya hayatlarından mahrum ederek, keyfî bir şekilde suiistimal
ettiler; onların tiranik idaresi bir azınlık için fevkalâde ağır bir yüktü;
fakat çoğunluğa uzanamıyordu; belli
-95 -
başlı birkaç hedefe yönelmişti;
gerisini ihmal ediyordu; şiddetliydi, fakat vüsati mahduttu. Öyle geliyor ki,
eğer istibdat zamanımızın demokratik memleketlerinde tesis edilmiş olsaydı
farklı bir karakter kazanırdı; daha şümullü ve daha mutedil olacaktı, insanları
işkence etmeden küçültecekti. Bizimki gibi bir öğrenim ve eşitlik çağında,
hükümdarların herhangi bir antikite hükümdarından çok daha kolaylıkla bütün
siyasî iktidarı elinde toplamaya muvaffak olabildiklerinden ve daha katiyetle
ve alışkanlıkla hususî hayat sahasına müdahale edebildiklerinden
(bahsetmiyorum. Fakat istibdadı kolaylaştıran bu ayni eşitlik prensibi onun kudretini
de yumuşatır. İnsanların daha eşit ve birbirine daha benzer hale geldiği ölçüde
cemiyetin adetlerinin daha insanileştiğini ve daha yumuşadığını görmüştük.
Cemiyetin hiç bir üyesi fazla bir servete ve iktidara sahip olmadığı takdirde,
tiranlık faaliyet sahasından ve imkânlarından mahrum demektir. Bütün servetler
mahdut olduğu için insanların ihtirasları da tabiatıyla sınırlıdır;
tasavvurları bizzat hükümdarı da mutedilleştirir ve hükümdarın yersiz
arzularını bir sınır içine sokar.
Cemiyetin durumundan çıkartılan
bu sebeplere, konunun dışındaki meselelerle ilgili daha pek çok sebebi ilâve
edebilirdim; fakat ortaya koyduğum sınırlar içinde kalacağım.
Demokratik hükümetler bazı
aşın taşkınlık veya büyük tehlike devrelerinde şiddetli ve hatta zalim
olabilirler; fakat bu buhranlar nadir ve kısa olacaktır.
Çağdaşlanmızın ufak tefek
ihtiraslannı, davranışlanndaki itidali, tahsillerinin derecesini, dinlerinin
safiyetini, ahlâklannın inceliğini, muntazam ve yorucu alışkanlıklarım ve
kötülüklerine olduğu gibi faziletlerine de koyduklan tahditleri düşündükçe,
idarecilerinin tiran değil, vasi olacağını anlıyorum.
Zannediyorum ki, demokratik
memleketleri tehdit eden istibdat tiplerinin dünyada daha önce görülmüş
olmasına ihtimal yoktur: çağdaşlanmız hafizalannda onun prototipini
bulamayacaklardır. Kastettiğim fikri doğru bir şekilde anlatacak bir deyimi
boşuna anyorum; istibdat ve tiranlık gibi eskî kelimeler elverişli değil; çünkü
öz yeni; bir isim veremediğim için onu tarif etmem gerekiyor.
İstibdadın yeryüzünde bürünebileceği
yeni şekilleri arıyorum. Göze çarpan ilk şey, daima ömürlerini geçirdikleri
basit ve alelade zevkleri elde etmeğe çalışan, hepsi birbirine benzeyen ve
birbirinin eşiti olan bir sürü insandır. Birbirinden ayrı yaşayan bu insanların
her biri geri kalanın
-96- kaderine yabancıdır.
Çocukları ve hususî arkadaşları onun bütün dünyasını teşkil eder; diğer
vatandaşlarına gelince, onlarla yanyanadır, fakat onları görmez, onlara dokunur
fakat onlan hissetmez; mevcuttur fakat kendi başına ve yalnız kendisi için; ve
eğer bir ailesi varsa, herhalde vatanını kaybettiği söylenebilir.
Bu insanların üstünde
onların kaderleriyle meşgul olmayı ve huzurlarını sağlamayı üzerine alan
muazzam ve himaye edici bir iktidar yer alır. Bu iktidar, mutlak, hassas,
muntazam basiretli ve mutedildir. Eğer maksadı insanları hayat için hazırlamak
olsaydı, bu otorite bir babanın otoritesi gibi olacaktı; fakat aksine insanları
daimî bir çocukluk halinde tutmaya çalışır: sevinmekten başka bir şeyi
düşünmemeleri şartıyla sevinç îçinde olmaları onu çok tatmin eder. Böyle bir
hükümet, onların saadeti için gönüllü olarak uğraşır, fakat saadetin yegâne
hakemi ve tek vasıtası olmak ister; emniyetlerini sağlar, ihtiyaçlarını önceden
hesaplar ve temin eder, zevklerine imkân verir, ilgilendikleri başlıca şeyleri
idare eder, sanayilerini yönetir, mülkiyetin intikalini tanzim eder ve
miraslarını dağıtır; onları yaşamak zahmetinden ve düşünmek sıkıntısından
kurtarmanın dışında geriye ne kalıyor?
Böylece, her gün ferdin,
irade serbestisin! kullanmasını biraz daha seyrekleştirir ve daha faydasız hale
getirir, iradeyi daha dar bir çerçeve ile sınırlar ve tedricen ferdi bütün
imkânlarından mahrum eder. Eşitlik prensibi insanları bütün bunlara hazırlamış,
onları bunlara maruz kalmaya ve ekseriya bunları bir lütuf gibi görmeğe müsait
hale getirmiştir.
Cemiyetin her üyesini
birbiri arkasından kudretli ellerine aldıktan ve istediği gibi biçimledikten
sonra, yüksek iktidar kollarını bütün cemiyete doğru uzatır. Cemiyetin sathını
en enerjik karakterlerin, en orijinal zihinlerin, kütlenin üstüne çıkmak için
nüfuz edemeyeceği, ehemmiyetsiz ve tek tip, karmakarışık ufak kaideler ağıyla
kaplar, insanın iradesi parçalanmamıştır, fakat yumuşatılmış, eğilmiş ve
yöneltilmiştir; insanlar nadiren onun tarafından hareket etmeğe zorlanırlar;
fakat daima hareketten alıkonulurlar: böyle bir iktidar tahrip etmez, fakat
yaşamayı engeller; zulmetmez fakat mîlleti, çobanı hükümet olan, ürkek ve
çalışkan hayvanlardan ibaret bir sürü haline düşürünceye kadar tazyik eder,
gevşetir, tüketir ve sersemleştirir.
Şimdi anlattığım, muntazam,
sakin ve nazik cinsten köleliğin, herkesin zannettiğinden daha kolay bir
şekilde, hürriyetin dış şekilleriyle bir araya gelebildiğini ve hatta halk
hakimiyetinin kanadı altında kurulabildiğini daima düşünmüşümdür.
Çağdaşlarınız, daima birbirine zıt
-97- iki ihtirasla
tutuşuyorlar; bir yandan güdülmek istiyorlar, diğer taratan hür kalmak
arzusundalar: bu birbirine zıt iki temayülden ne birini ne de ötekini
arzusundalar: bu birbirine zıt iki temayülden ne birini ne de ötekini ortadan
kaldırmadıkları için her ikisini birden tatmin etmeğe çalışıyorlar. Yegâne,
vesayet edici, bütün iktidarı elerinde toplamış, fakat halk tarafından seçilmiş
bir hükümet şekli düşünüyorlar. Merkeziyetçilik ilkesiyle halk egemenliğini bir
araya getiriyorlar. Bu onlara bir rahatlık veriyor. Vesayet altında
bulunmaktan, kendi vasilerini kendileri seçmiş olduklarını düşünerek teselli
buluyorlar. Herkes bağlanmayı kabul ediyor- çünkü biliyor ki iplerin ucunu
tutan ne bir kişidir ne de bir sınıf halktır; fakat genel olarak halktır. Bu
sistemde vatandaşlar bir an için bağımlılıktan kurtulup efendilerini seçerler
ve tekrar bağlanırlar.
Şu sırada, pek çok kimse
idari istibdat ile halk egemenliği arasındaki bu tarz bir uyuşmadan gayet memnundur
ve, ferdi hürriyetlerin korunması konusunda milletin bütününün iktidarını
teslim etmekle, yapılması gerekeni yaptıklarını zannederler. Fakat bu beni
tatmin etmez: itaat etmem gereken kimsenin kim olduğu, benim için zorla itaat
keyfiyetinden daha önemli değildir.
Bununla beraber, inkâr
etmiyorum ki, böyle bir anayasa, benim için bütün hükümet yetkilerini temerküz
ettirip sonra da bunu gayri mesul bir şahsın veya şahıslar gurubunun ellerine
tevdi eden bir anayasaya göre sonsuz derecede şayanı tercihtir. Bu sonuncusu
demokratik istibdadın bürünebileceği bütün şekillerin muhakkak en kötüsüdür.
Egemenlik seçime dayandığı
veya gerçek bir seçimle ortaya çıkan ve bağımsız olan bir yasama organı
tarafından mahdut ölçüde murakabe edildiği zaman, fertler üzerindeki istibdat
bazen daha büyüktür; fakat daima daha az küçültücüdür; çünkü herkes tazyike
tâbi tutulduğu ve güçsüzleştirildiği zaman dahi, kendi kendisine itaat ettiğini
ve uğrunda diğerlerini feda ettiği bir isteğine tabi olduğunu tahayyül
edebilir. Ayni şekilde egemen milleti temsil ettiği ve halka bağlı olduğu
zaman, her vatandaşın mahrum olduğu hak ve yetkiler sadece devlet başkanmm
değil, fakat bizzat Devletin işine yarar ve hususî şahıslar
bağımsızlıklarından, âmme için yaptıkları fedakârlıklardan bir kâr sağlarlar.
Bunları anlıyorum. Bundan dolayı her merkeziyetçi memlekette halkın temsilini
sağlamak, aşırı merkeziyetçiliğin ortaya çıkarabileceği kötülükleri azaltmak,
demektir, fakat bundan kurtulmak demek değildir.
Bu yolla önemli işlerde
fertlerin müdahalesine imkan sağlandığını kabul ederim, fakat daha küçük ve
daha özel meseleler daha az tazyik edici
değildir. Unutulmamalıdır ki
insanları hayatın küçük teferruatı içinde köleleştirmek bilhassa tehlikelidir.
Kendi hesabıma, eğer, birine sahip olmaksızın diğerini temin etmek mümkün
olsaydı büyük meselelerden ziyade küçük meseleler de hürriyeti zarurî telâkki
etmeğe meylederdim. Küçük işlere olan tabiiyetimiz her gün ortaya çıkar ve
bütün toplum tarafından hissedilir. Bu durum, insanları mukavemete sevk etmez
fakat iradelerini icra etmekten vazgeçinceye kadar her köşede karşılarına
çıkar. Böylece tedricen ruhları çöker ve karakterleri zayıflar; halbuki birkaç
önemli, fakat nadir hadisede beliren itaat halinde, kölelik, muayyen aralarda
ortaya çıkar ve yükünü birkaç kişi taşır. Merkezî iktidara bu kadar bağlı
bulunan kimseleri zaman zaman bu iktidarın temsilcilerini seçmek üzere bir
araya toplamak boşunadır, hür tercihlerinin bu arada sırada vuku bulan ve kısa
süreli tatbikatı ne kadar önemli olursa olsun, onların düşünme, hissetme ve
kendi başına hareket etme melekelerini tedricen kaybetmelerini ve böyle yavaş
yavaş insanlık seviyesinin altına düzmelerini önleyemeyecektir.
İlâve edeyim ki bir müddet
sonra, onlara bırakılan büyük ve yegâne imtiyazı da kullanmak ehliyetini
kaybedeceklerdir. Siyasî kuruluşlarına hürriyeti sokmuş bulunan demokratik
memleketler, ayni zamanda İdarî kuruluşlarında despotizmi biriktirerek acayip
paradokslara sürüklenmiştir. Yürütülmesi için sağduyunun kifayet ettiği küçük
işlerde halk yetersiz bulunur, fakat memleketin idaresi söz konusu olunca halka
geniş yetkiler tanınır; halk önce idarecilerin oyuncağı sonra efendisidir, ayni
zamanda krallardan daha fazla, insanlardan daha az bir şeydir. Hiçbirini maksatlarına
uygun bulmaksızın çeşitli seçim tarzlarını denedikten sonra dikkatlerini çeken
kötülük, seçim organından ziyade memleketin kuruluşundan çıkmıyormuş gibi
hayrete düşerler ve araştırmaya devam ederler.
Kendi kendini idare etme
alışkanlığını tamamen kaybetmiş kimselerin kendilerini idare edecekleri doğru
bir şekilde seçmeyi nasıl başaracaklarını anlamak gerçekten güçtür; ve köle
gibi kullanılan bir halkın reyleriyle liberal, akıllı ve enerjik bir hükümetin
seçilebileceğine hiç kimse inanmayacaktır.
Başı cumhuriyetçi, diğer
tarafları aşın monarşik bir kuruluş bana daima kısa ömürlü bir hilkat garibesi
olarak görünmüştür. Kanunlann kötülükleri ve halkın kabiliyetsizliği süratle
yıkılmasına yol açacaktır; temsilcilerinden ve kendisinden usanan halk, daha hür
kurumlar yaratacak veya kısa bir müddet içinde kendisini tek bir efendinin
ayakları altına atacaktır.
Eşit toplum şartları
içindeki halk arasında müstebit ve mutlak bir idare kurmanın diğerlerinden daha
kolay olacağına inanıyorum ve zannediyorum ki eğer böyle bir idare, böyle bir
halk arasında bir defa kurulmuş olsaydı, sadece insanları tazyik altında
tutmakla kalmayacak, fakat eninde sonunda onların her birini en yüksek insanlık
vasıflarının bir kısmından mahrum edecekti. Bundan dolayı bana öyle geliyor ki,
istibdattan, özellikle demokratik devrelerde korkmak gerekir. Hürriyeti her
zaman sevmem gerektiğine inanıyorum, fakat içinde yaşadığımız devrede ona
tapmağa hazırım. Diğer taraftan şuna kaniyim ki, içine girdiğimiz çağda,
hürriyeti aristokratik imtiyazlara dayandırmağa kalkışanlar başarısızlığa
uğrayacaklardır; iktidarı bir tek sınıftan elde etmeğe ve onu saklı tutmağa
kalkışanlar muvaffak olamayacaklardır. Şu sırada hiç bir idareci, teb'ası
arasındaki devamlı sınıf farklılıklarım yeniden tesis ederek bir istibdat elde
etmeğe yetecek kadar kudretli ve becerikli değildir. Hiç bir kanun koyucu,
hürriyeti ilk prensibi ve parolası olarak almadığı takdirde hür müesseseleri
idame ettirmeğe yetecek kadar kuvvetli ve akıllı değildir. Hemcinslerinin
asaletini ve bağımsızlığını tesis etmek veya teminat altına almak isteyen bütün
çağdaşlarımız, kendilerini eşitliğin dostu olarak göstermelidirler, böyle
görünmenin gerçek yolu da öyle olmaktır: kutsal teşebbüslerinin başarısı buna
bağlıdır. Şu halde mesele, aristokratik toplumun nasıl yeniden inşa edileceği
değil, fakat Tanrının bizi yerleştirdiği toplumun demokratik durumunda
hürriyetin nasıl temin edileceğidir.
Bu iki gerçek bana basit,
açık ve sonuçlan bakımından verimli görünüyor, ve bunlar beni, hangi şekildeki
bir hür idarenin toplumsal şartlan eşit bir halk arasında kurulabileceğini
düşünmeye tabiî olarak sevkediyor.
Bu, demokratik memleketlerin
kuruluşundan ve onlardaki hükümet iktidannın, diğer memleketlerdekinden daha
tek tip, daha merkeziyetçi, daha yaygın daha nafiz ve daha müessir olmak
zaruretinden ortaya çıkmaktadır. Toplum, genel olarak, tabiatıyla daha kuvvetli
ve daha faaldir, fert daha tabî ve daha zayıftır; birincisi daha fazla yapar
İkincisi daha az, bu kaçınılmaz bir şeydir.
Bundan dolayı demokratik memleketlerde,
özel bağımsızlık alanının, daima, aristokratik memleketlerde olduğu kadar geniş
kalacağı ümit edilmemelidir; hatta bu istenilmemelidir de; zira aristokratik
memleketlerde, ekseriya, kütle ferde ve daha büyük bir miktann refahı bir kaç
kişinin büyüklüğüne feda edilir. Demokratik bir milletin idaresinin faal ve
kuvvetli olması aynı zamanda zarurî ve arzulanan bir şeydir. Maksadımız onu
zayıf ve tembel hale getirmek olmamalı, fakat sadece imkânlarını ve kuvvetini
suiistimal etmesini önlemek olmalıdır.
Aristokratik çağlarda; özel
şahısların bağımsızlığını en fazla teminat altına almaya yarayan şart, egemen
kuvvetin toplumda hükümet ve idareyi tek başına deruhte etmeğe yanaşmamasıydı.
Bu görevler aristokrasi üyelerine zarurî olarak kısmen bırakılmıştı: böylece
daima bölünmüş durumda olan egemen kuvvet hiçbir zaman bütün ağırlığıyla ve her
ferde ayni tarzda hükmedemedi.
Hükümet her şeyi kendi
eliyle yapmamakla kalmıyor fakat onun vazifelerini eline geçirerek bu işleri
yürütenlerin mühim bir kısmı yetkilerini devletten değil doğumdan alıyorlardı
ve devamlı olarak hükümetin kontrolü altında değillerdi. Hükümet bir anda
onları, isteğine göre yaratıp ortadan kaldıramaz veya en küçük kaprisi önünde
hepsini birden eğemezdi; bu özel bağımsızlığın bir ilâve garantisiydi.
Şu sırada, ayni vasıtalara
başvurulmayacağım hemen kabul ederim; fakat onların yerini tutacak bazı
demokratik çareler biliyorum. Korporasyonların ve asillerin elinden alınmış
olan İdarî yetkilerin hepsi, tek başına hükümete verileceği yerde, onların bir
kısmı, geçici olarak vatandaşlardan teşekkül eden ikinci derecedeki âmme
kurumlanna devredilebilir. Böylece özel şahısların hürriyeti daha emin olacak
ve eşitlikleri kaybolmayacaktır.
Kelimelere Fransızlardan
daha az önem veren Amerikalılar, halâ, Kontluk adiyle İdarî bölümlerinin en
büyüğünü kastediyorlar; fakat kontun veya genel valinin görevleri kısmen bir
eyalet meclisi tarafından yerine getiriliyor.
Şimdiki gibi bir eşitlik
devresinde irsi mevkiler ihdas etmek doğru ve makul olmayacaktır, fakat belirli
bîr ölçüde seçimli âmme mevkilerini onların yerine koymamıza engel olacak bir
şey yoktur. Seçim âmme görevlisinin hükümet karşısındaki bağımsızlığını,
aristokratik memleketlerde irsî nizamın sağladığı kadar, hatta ondan daha fazla
sağlayacak bir demokratik vasıtadır .
Aristokratik memleketlerde
kendi ihtiyaçlarını kendileri tedarik etmeye muktedir, gizlice ve kolayca baskı
altına alınamayacak zengin ve nüfuzlu şahsiyetler çok bol bulunur. Bu tip
kimseler bir hükümeti itidal ve ihtiyatın umumî gelenekleri içine sokarlar.
Demokratik memleketlerin böyle şahsiyetleri tabiî olarak ihtiva etmediğinin
farkındayım; fakat onlara benzeyen, bazı şeyler suni olarak yaratılabilir.
Dünyada bir aristokrasinin
- 101 - tekrar kurulamayacağına
katiyetle inanıyorum, fakat zannediyorum ki vatandaşlar bir araya gelerek,
aristokrasideki şahsiyetlere benzeyen, büyük servet, nüfuz ve kudret sahibi
organlar teşkil edebilirler. Bu vasıta ile aristokrasinin adaletsizlikleri ve
tehlikeleri olmaksızın, en büyük siyasî avantajlarından çoğu elde edilecektir.
Siyaset, ticaret, imalat gayesiyle hatta ilim ve edebiyat gayesiyle kurulmuş
bir demek, toplumun, arzu edilince dağıtılamayan veya gürültüsüzce tazyik
altına alınamayan, hükümetin müdahaleleri karşısında kendi haklarını
savunurken, memleketin müşterek hürriyetlerini de kurtaran kuvvetli ve
aydınlanmış bir üyesidir.
Aristokrasi devrinde herkes
vatandaşlarından çoğuna daima, o kadar yakından bağlıdır ki, bir tecavüz
karşısında onların yardıma gelmemeleri düşünülemez. Eşitlik devrinde herkes
tabiatıyla tek başınadır; işbirliği talep edebileceği irsî dostlan yoktur;
alâkasına dayanabileceği hiç bir sınıf yoktur; kolayca bir kenara atılabilir ve
cezayı hak etmediği halde ayaklar altında çiğnenebilir. Bundan dolayı şu
sırada, toplumun tazyik gören bir üyesi kendini savunmak için bir tek usule
sahiptir. -Milletin bütününe baş vurabilir., eğer milletin bütünü, şikâyetleri
karşısında sağır kalırsa insanlığa müracaat edebilir: bu müracaatı yapmak için
sahip olduğu vasıta basındır. Bu durumda basın hürriyeti, demokratik
memleketlerde, diğer memleketlerde olduğundan sonsuz derecede daha kıymetlidir;
eşitliğin doğurabileceği kötülüklerin yegâne tedavi vasıtasıdır. Eşitlik
insanları birbirinden ayırır ve zayıflatır; fakat basın en zayıfın ve en
yalnızın da kullanabileceği, herkesin elinin altında kuvvetli bir silâh temin
eder. Eşitlik bir insanı, hemcinslerinin desteğinden mahrum eder; fakat bas;n
bütün vatandaşlarını ve hemcinslerini yardıma toplamak imkânını verir. Basın,
eşitliğin gelişimini hızlandırmıştır ve ayni zamanda onun en iyi
düzelticilerinden biridir.
Zannederim, aristokrasilerde
yaşayan insanlar, en kötü ihtimalde, basın hürriyeti olmaksızın yapabilirler;
fakat demokratik memleketlerde yaşayanlar için durum böyle değildir. Şahsî
bağımsızlıklarını korumak için büyük siyasî meclislere, parlâmentonun
imtiyazlanna ve halk egemenliği iddiasına itimat etmiyorum. Bütün bunlar,
belirli bir ölçüde şahsî kölelikle bir arada bulunabilir. Eğer basın hürse, bu
kölelik tam olamaz: basın, hürriyetin başlıca demokratik aracıdır.
Yargı kuvveti için de buna
benzer şeyler söylenebilir. Özel menfaatlere bakmak ve ününe getirilen en küçük
meseleler üzerinde ilgiyle durmak, yargı kuvvetinin özünün bir parçasıdır.
Yargı kuvvetinin diğer esaslı bir vasfı tazyik görene gönüllü olarak el
uzatmaması fakat daima bu
yardımı talep edenlerin en
mütevazisinin de emrinde bulunmasıdır; kendileri ne kadar zayıf olurlarsa
olsunlar, şikâyetleri, adalet tarafından dinlenecek ve hakkın yerine
getirilmesi istenecektir, zira bu adalet, adalet mahkemelerinin kuruluşunda
mündemiçtir. Bundan dolayı bu şekildeki yetki, hükümetin elini ve gözünü ferdî
faaliyetlerin en küçük teferruatına devamlı olarak zorla uzattığı ve fertlerin
kendilerini savunamayacak kadar zayıf ve dostlarının yardımına güvenemeyeceği
kadar yalnız olduğu bir sırada hürriyetin icaplarına özel bir tarzda
uydurulmuştur. Hatta mahkemelerin kuvveti, şahsî bağımsızlığı sağlayabilen en
büyük teminat olmuştu; fakat bilhassa demokratik devrelerdeki durum şudur: eğer
yargı kuvveti yetki alanını genişletmez ve şartların artan eşitliğine ayak
uyduracak kuvveti kazanmazsa, özel haklar ve menfaatler devamlı bir tehlikeye
maruzdur.
Eşitlik, insanlarda
yasamanın dikkatini devamlı olarak çekmesi gereken, hürriyet için fevkalâde
tehlikeli bazı temayüller uyandırır. Okuyucuya bunlar arasında sadece çok
önemli olanları hatırlatacağım.
Demokratik devrelerde
yaşayan insanlar, usullerin faydasını hemen kavramazlar: onlara karşı insiyaki
tip nefret duyarlar. Hangi sebeplerle bunun böyle olduğunu bir yerde
anlatmıştım. Usuller onların nefretini, ekseriya kinini, tahrik eder;
müştereken, sadece, kolay ve hazır tatminleri arzu ettikleri için, arzularının
konusuna doğru atılırlar ve en küçük gecikme onları çileden çıkarır. Onlarla
birlikte siyasî hayata da giren bu mizaç onları tasarılarını devamlı olarak
geri bırakan veya önleyen usullere düşman kılar.
Bununla beraber,
demokrasilerde yaşayan kimselerin usullere yaptıkları bu itiraz, aslında
usulleri hürriyete böylesine yararlı kılan şeydir; zira onların başlıca
fazileti kuvvetli ile zayıf, idare eden ile halk arasında bir engel olmak;
birini geciktirmek diğerine vakit kazandırmaktır. Usuller, fertler daha tembel
ve daha zayıf hale gelirken hükümetlerin daha faal ve daha kuvvetli olduğu
nispette daha zarurileşir. Bu durumda demokratik memleketler usullere diğer
memleketlere nazaran tabiatıyla daha fazla muhtaçtırlar ve tabiatıyla usullere
onlardan daha az saygı gösterirler. Bu nokta en ciddî ilgiyi gerektirir.
Hiç bir şey, çağdaşlarımızın
çoğunun, usul meselelerini kibirle hor görmesi kadar acıklı değildir; zira en
küçük usul meseleleri zamanımızda, hiç bir zaman elde edemedikleri bir önem
kazanmışlardır: insanlığın en büyük menfaatlerinden çoğu onlara bağlıdır, Eğer
aristokratik devirlerin devlet adamları, arada sırada, cezasını çekmedikleri
halde, usulleri hor gör - düyseler ve sık sık onların üzerine çıktılarsa,
zannederim şimdi
- 103 - memleketlerin
idaresini deruhte eden devlet adamları bu usullerin en küçüğüne bile saygıyla
davranmak ve önüne geçilmez bir zaruret olmadıkça ihmal etmemek zorundadır.
Aristokrasilerde usullere batıl itikat kabilinden itaat edilirdi; bizler, onlar
düşünceye ve bilgiye dayanan bir itaatle muhafaza etmeliyiz.
Demokratik memleketlerde,
fevkalâde tabiî ve fevkalâde tehlikeli diğer bîr temayül de, Özel şahısların
haklarının kıymetinin bilinmemesine ve küçük görülmesine yol açar. İnsanların
bir hakka duydukları bağlılık ve ona gösterdikleri saygı, genel olarak o hakkın
önemi veya kullanıldığı sürenin uzunluğu ile oranlıdır. Demokratik
memleketlerde özel şahısların hakları yaygın bir şekilde az önemli, yeni
gelişmiş ve oldukça emniyetten uzaktır; sonuç şudur ki bu haklar ekseriya keder
duymaksızın feda edilir ve hemen her zaman pişman olmaksızın ihlâl edilir.
Fakat, özel şahısların
haklarına karşı tabu bir nefretin duyulduğu memleketlerde, toplumun haklan,
boyuna tabiî bir şekilde genişler ve sağlamlaşır; başka bir deyişle, insanlar
ellerinde kalan pek az şeyi savunmalan ve bırakmamalan en fazla gerektiği
sırada, özel haklara daha az bağlanırlar. Bundan dolayı, bilhassa, şimdiki
demokratik devirde, hürriyetin ve insanın yüceliğinin gerçek dostları,
hükümetin genel politikasının yürütülmesi sırasında fertlerin özel haklanndan
küçük fedakârlıklar yapılmasını önlemek üzere daima hazır olmalıdırlar. Böyle
devrelerde hiç bir vatandaş, tazyik altına alınması çok tehlikeli
addedilmeyecek kadar silik değildir; hiç bir özel hak bir hükümetin kaprislerine
terk edilecek kadar önemsiz değildir. Bunun sebebi açıktır:- eğer bir ferdin
özel hakkı, insan zihninin bu tip hakların önemi ve kudretini iyice kavramadığı
bir sırada ihlâl edilirse, yapılan zarar, hakkı ihlâl edilen ferde hasredilmiş
olur; fakat şu sırada bir hakkı ihlâl etmek, memleketin adetlerini derinden
ifsat etmektir, ve bütün toplumu tehlikeye sokmaktır, zira bu biçim bîr hak
kavramı artık daimî olarak bozulmaya ve kaybolmaya ballar.
Diğer bakımlardan karakteri,
maksadı ve ortaya çıktığı çevre ne olursa olsun, bir ihtilâle has ve önlenmiş
bîr ihtilâlin yaratmaktan ve yaymaktan aciz kalmayacağı bazı alışkanlıklar,
kavramlar ve kusurlar vardır. Bîr memleket kısa bir müddet zarfında, birbiri
arkasından kanunlarını, fikirlerini ve hukukunu değiştirirse halk nihayet
değişiklikten zevk almaya başlar ve bütün değişikliklerin şiddet yoluyla
gerçekleştirilmesine alışır. Böylece, günlük hayatta tesirsizliği ispat edilen
usullere karsı tabiî bir şekilde nefret duyarlar ve ihlâl edildiğini o kadar
sık
- 104 -
gördükleri kaidelerin
hakimiyetini, sabırsızlık
göstermeksizin, desteklemezler.
Alelade nasafet ve ahlâk
kavramları, artık, bir ihtilâl tarafından her gün, ortaya çıkarılan yenilikleri
izaha ve meşrulaştırmağa kâfi gelmediği için sosyal fayda prensibine başvurulur
ve siyasî zaruret doktrini hatırlanır vs insanlar bir müşterek maksadı daha
çabuk başarmak için özel menfaatleri feda etmeye Ve ferdî haklan çiğnemeye
kendilerini alıştırırlar.
Bütün ihtilâllerde görüldüğü
için ihtilâlci diyeceğim bu alışkanlıklar ve kavramlar demokratik memleketlerde
olduğu kadar, aristokrasilerde de ortaya çıkar; fakat aristokrasilerde onları
karşılayacak engeller, eksiklikler kanunlar ve alışkanlıklar bulunduğu için
demokrasilerde olduğundan daha az kuvvetli ve daha az devamlıdırlar; netice
itibarîyle ihtilâl sona erer ermez ortadan kalkarlar ve memleket eski siyasî
akışına döner. Demokratik memleketlerde durum böyle değildir; onlarda ihtilâlci
temayüllerin toplumda tamamen gözden kaybolmaksızın daha munis ve daha devamlı
hale gelerek tedricen hükümetin İdarî iktidarına tabiiyet geleneğine
dönüşeceğinden daima korkulmahdır. İhtilâllerin demokratik memleketlerden daha
tehlikeli olduğu hiçbir memleket bilmiyorum: çünkü daima rastlanan arızî ve
geçici kötülüklerin dışında devamlı ve kalıcı kötülükler de yaratabilir.
Meşru mukavemet ve hukuka
uygun isyan gibi şeylerin mevcut olduğunu biliyorum; bunun için demokratik
devirlerin insanları katiyen ihtilâl yapmamalıdır gibi mutlak bîr hüküm öne
sürmüyorum; fakat böyle bir işe kalkışmadan önce tereddüt etmeleri gereken özel
sebepler bulunduğunu ve şimdiki durumlarında, şikâyeti gerektiren birçok
hâdiseye tahammül etmelerinin, böyle tehlikeli bir çareye başvurmaktan daha iyi
olduğunu zannediyorum.
Bu bölümde açıklanmış olan
özel fikirlerin hepsini ihtiva ettiği gibi mühim bir kısmının işlenmesi bu
kitabın da konusunu teşkil eden bir genel fikir çıkaracağım, içinde yaşadığımız
devreye tekaddüm eden aristokrasi devrinde büyük kuvvete sahip özel şahıslar ve
çok zayıf bir toplumsal otorite vardı. Bizzat toplumun çatısı kolayca ayırt
edilemezdi ve toplumu yöneten ayrı kuvvetlerle bozulurdu. O devrin insanlarının
başlıca gayretleri, hakim kuvveti sağlamlaştırmak, büyütmek ve teminat altına
almak maksadına yönelmişti ve diğer taraftan ferdî bağımsızlık da sınırlar
içinde çerçevelenmek ve özel menfaatler âmme menfaatine tabî tutulmak
isteniyordu. Devrimizin insanlarını ise başka tehlikeler ve başka tedavi yollan
bekliyor. Modem memleketlerin mühim bir kısmında hükümet,
- 105 - menşei, anayasası,
adı ne olursa olsun hemen hemen mutlak hâkim hale gelmiştir ve özel şahıslar
gittikçe daha fazla zayıflamakta ve bağlanmaktadır.
Eski toplumda her şey
farklıydı, ayniyet ve yeknesaklık ile hiçbir yerde karşılaşılmazdı. Modem
toplumda her rey o kadar çok birbirine benzemek temayülündedir ki her ferdin
özel vasıflan kısa bir zamanda dünyanın genel görünüşü içinde kaybolmaktadır.
Atalanmız özel haklara saygı gösterilmesi gerektiği anlayışın;, hatta
lüzumundan fazla kullanmaya temayül etmişlerdi; diğer taraftan bizler tabiî bir
şekilde, ferdin menfaati, çokluğun menfaati karşısında daima eğilmelidir
fikrini mübalâğa etmeğe temayül ediyoruz.
Siyasî dünya istihale
geçirmiştir; bundan böyle yeni huzursuzluklar için yeni çareler aranmalıdır.
Hükümetin faaliyetine geniş, fakat gözle görünür ve sabit tahditler koymak;
özel şahıslara bazı haklar vermek ve bu hakların çatışmaya yol açmaksızın
kullanılmasını temin etmek; ferdin halâ elinde bulunan asli iktidarın, kuvvetin
ve bağımsızlığın idamesini sağlamak; onu toplumun kenarından alıp yukarı
kaldırmak ve o durumda tutmak, bunlar bana içine girmekte olduğumuz çağda kanun
koyucunun başlıca gayeleri olarak gözüküyor.
Çağımızın yöneticileri
sadece büyük işler yapmak için insanı kullanmaya çalışıyor gibiler; büyük insan
yapmak için de biraz daha fazla çalışmalarını, işe biraz daha az, işçiye biraz
daha fazla değer vermelerini, bir milletin kendisini meydana getiren her ferd
zayıf oldukça uzun müddet kuvvetli kalamayacağını ve tembel ve zayıf bir
vatandaşlar topluluğundan enerjik bir halkın çıkmasını sağlayacak bir sosyal
yapı düzeni veya şekli bulunmadığını unutmamalarını isterim.
Çağdaşlarımız arasında aynı
derecede zararlı iki zıt zihniyetin izlerini görüyorum. Bir kısım insanlar
eşitlik prensibinde, onu tehlikeye sokan anarşik temayüllerden başka bir şey
göremezler: kendi hür faaliyetlerinden, kendilerinden korkarlar. Daha az, fakat
daha aydın olan diğer düşünürler farklı bir görüşe sahiptir: eşitlik
prensibinde başlayıp anarşide son bulan bu tuzaktan başka, insanları kaçınılmaz
köleliğe götüren yolu da nihayet keşfetmişlerdir. Ruhlarını bu zarurî köleliğe
peşinen uydurmuşlardır; ve hür kalmaktan ümidi keserek yakında ortaya çıkması
gereken efendiye hemen kalpten bağlanmaya hazırdırlar. Öncekiler hürriyeti
tehlikeli addettikleri için terk ederler; bunlar ise imkânsız gördükleri için.
Eğer ben bu ikinci kanaate
sahip olsaydım, bu kitabı yazmazdım; insanlığın kaderine gizlice teessüf
ederdim. Eşitlik prensibinin insanın bağımsızlığı bakımından ortaya çıkardığı
tehlikelere işaret etmeğe çalıştım, çünkü bu tehlikelerin istikbalin getireceği
şeyler arasında zayıf bir şekilde önceden görüldüğüne ve ürküntü verici
olduklarına kuvvetle inanıyorum; fakat bunların başa çıkılmaz olduğunu
zannetmiyorum.
İçine girmek üzere olduğumuz
demokratik devrede yaşayan insanlar tabiî olarak bir bağımsızlık zevkine
sahiptir; tabiî olarak tanzimi hoş görmezler; kendilerinin tercih ettikleri
durumun devam etmesinden dahi usanç duyarlar, iktidara düşkündürler; fakat onu
kullanan kimseyi hor görmeye ve ondan nefret etmeye mütemayildirler;
önemsizlikleri ve hareketlilikleri dolayısıyla kolayca onun elinden
kurtulurlar. Bu temayüller daima kendilerini gösterecektir, zira bunlar hiçbir
değişikliğe maruz kalmayan toplumun temelinden çıkmaktadır: uzun müddet
herhangi bir istibdadın kurulmasını önleyecekler ve insanlığın hürriyeti uğruna
mücadele edecek olan birbirini takip eden nesillere yeni silâhlar
sağlayacaklardır. Öyleyse, kalbi gevşeten ve bastıran budala ve belirsiz bir
dehşetle değil, insanları hürriyeti gözetmeye ve korumaya yönelten bu faydalı
korku ile ileriye bakalım.
Şimdi tartıştığımız konuyu
ebediyen kapatmadan önce modem toplumun farklı vasıflarının hepsini kısmî bir
tetkike tabi tutmak ve sonunda eşitlik prensibinin insanlığın kaderi üzerinde
yaptığı genel tesiri takdir etmek isterdim; fakat işin güçlüğü beni durduruyor,
böyle geniş bir konunun mevcudiyeti karşısında kavrayışım güçlük çekiyor ve
fikrim aciz kalıyor.
Tasvir etmeye ve hakkında
hüküm vermeğe çalıştığım, modem dünyanın toplumu henüz ortaya çıkmıştır. Zaman
henüz onu tam şekliyle biçimlememiştir; bu toplumu yaratan büyük ihtilâl henüz
tamamlanmamıştır; ve günümüzün hâdiseleri arasında, ihtilâlle birlikte nelerin
gideceğini ve ihtilâlden sonra nelerin kalacağını ayırmak hemen hemen
imkânsızdır. Doğmakta olan dünya, çökmekte olan dünyanın kalıntılarıyla halâ
kısmen engellenmektedir; sosyal hayatın şaşırtıcılığı karşısında eski
müesseselerini eski adetlerin ne kadarının kalacağını veya ne kadarının tamamen
kaybolacağını hiç kimse söyleyemez.
Sosyal şartlarda, hukukta,
insanların fikirlerinde ve duygularında yer almakta olan ihtilâl, sona ermiş
sayılmaktan çok uzak olmasına rağmen,
- 107 - neticeleri,
dünyanın daha önce şahit olduklarından hiçbirisi ile mukayese kabul etmez.
Devir devir geriye doğru antikiteye kadar gidiyorum, fakat gözlerimin önünde
cereyan eden paralel bir şey bulamıyorum: mazi aydınlığını geleceğe
uzatamayınca insan zihni karanlıkta şaşırır kalır.
Bununla beraber, böyle
geniş, böyle yeni ve böyle karışık bir manzara içinde de, daha fazla göze
çarpan özelliklerinin bazıları ayrılıp gösterilebilir. Hayatın iyilikleri ve
kötülükleri, dünyada daha eşit bir şekilde dağıtılıyor, büyük servetler ortadan
kalkmaya küçük servetler artmaya temayül ediyor; arzular ve tatminler
çoğalmıştır, fakat fevkalâde refah ve çaresiz sefalet ayni şekilde bilinmiyor.
İhtiras duygusu üniversaldır, fakat ihtirasın konusu nadiren geniştir. Her ferd
yalnızlık ve zayıflık içerisindedir; fakat toplum daima faal, ihtiyatlı ve
kuvvetlidir: özel şahısların icraatı önemsiz, Devletinkiler ise muazzamdır.
Karakter kuvveti, azdır
fakat adetler mutedil ve kanunlar insanidir. Eğer, birkaç tane yüksek
kahramanlık veya en saf, en parlak ve en yüksek mizaç fazileti örnekleri varsa
da insanların adetleri düzenlidir, şiddet nadirdir ve zulüm hemen hemen hiç
yoktur, insanlar daha uzun yaşıyor ve mülkiyet daha emindir: hayat parlak
zaferlerle süslü değildir, fakat oldukça kolay ve sakindir. Çok ince veya çok bayağı
olan zevkler çok azdır ve büyük zevk kabalıkları gibi, gayet parlak adetler de
yoktur. Ne çok bilgili insanlar ne de fevkalâde cahil topluluklar göze çarpar;
deha daha nadirdir, malûmat daha yaygındır, insan zihni birkaç kişinin yorucu
faaliyetiyle değil, bir araya gelmiş bütün insanlığın küçük gayretleriyle
yöneltilir. Bütün sanat eserlerinde daha az mükemmeliyet fakat daha bolluk
vardır. Irk, sınıf, vatan bağlan gevşetilmiş fakat büyük insanlık bağı
kuvvetlendirilmiştir.
Bu farklı özelliklerin en genel
ve en göze çarpanlarını göstermeye çalışınca anlıyorum ki insanların kaderinde
vuku bulan değişiklik, bin ayn şekilde ortaya çıkıyor. Hemen hemen bütün
aşınlıklar yumuşatılmış veya körletilmiştir: en fazla göze çarpan şeylerin
yerine, dünyada daha önce mevcut olanlardan, ayni zamanda daha az yüksek ve
daha az alçak, daha az parlak ve daha az karanlık, mutedil bir kelime
geçmiştir.
Biri diğerine benzeyen
şekilde biçimlenmiş içlerinden hiçbirisinin yükselmediği veya düzmediği bu
sayısız varlıklar yığınını gözden geçirdiğim zaman böyle üniversal bir
yeknesaklık görünüşü beni üzüyor ve canımı sıkıyor; toplumun değişmeden önceki
halini hasretle hatırlamaya meylediyorum. Dünya çok önemli, çok zengin ve çok
fakir, çok bilgili vs çok cahil insanlarla dolu olduğu zaman, İkincileri bir
tarafa bırakarak
- 108 - müşahademi,
hislerimi tatmin eden birinciler üzerinde toplardım. Fakat kabul ederim ki bu
tatmin benim kendi zayıflığımdan çıkıyordu: etrafındaki her reyi bir anda
görmeye muktedir olmadığım için, pek çok şey arasından temayülüme uyanları
seçmek ve ayırmak zorunda kaldım. Bakışı bütün yaratıkları iyine alan ve
insanlık ile insanı bir anda ve ayrı ayrı gözden geçiren kadiri Mutlak Ebedî
Varlık için durum farklıdır.
Tabiatıyla kabul edebiliriz
ki. insanların yaratıcısı ve koruyucusu nazarında en fazla memnuniyet verici
şey, sadece bir kaç kişinin refahı değil fakat herkesin daha fazla mesut
olmasıdır. Bana insanın çöküşü olarak gözüken şey O'nun gözünde gelişmesidir;
benî müteessir eden O'nun için şayanı kabuldür. Bir eşitlik hali belki fazla
yüksek bir hal değildir, fakat daha adildir: ve onun adaleti, büyüklüğü ile
güzelliğini teşkil eder, İlâhi tefekkürün bu noktasına yükselmeğe ve oradan
insanların menfaatine bakmaya ve onlar hakkında hüküm vermeye çalışacağım.
Yeryüzünde biç kimse henüz,
genel ve mutlak olarak, dünyanın yeni halinin eski halinden daha iyi olduğunu
kabul etmiş değildir; fakat bu halin farklı olduğunu anlamak gayet kolaydır.
Bazı kusurlar ve faziletler aristokratik memleketlerin yapısına öylesine girmiş
ve modem insanların karakterine de öylesine zıttır ki, hiçbir zaman bu halin
içine sokulamayacaktır; birincisi için söz konusu olmayan bazı iyi temayüller
ve kötü istidatlar, İkincisi için marifettir; birisinin hiç aklının almayacağı
fikirleri diğeri hemen düşünür; Bunlar, her biri kendi faziletleri ve kusurları
avantajları ve kötülükleri olan iki ayrı tarikatın insanlarıdır. Bundan dolayı,
henüz ortaya çıkmakta olan toplumun durumunu, artık mevcut olmayan bir toplum
durumuna ait kavramlarla kıymetlendirmemeye dikkat etmelidir; bu iki toplum
durumu, yapılan itibariyle epeyce farklı olduğu için, doğru veya adil bir
mukayeseye tabi tutulamaz. Çağdaşlanmızdan, atalannın içinde bulunduktan
toplumsal durumda ortaya çıkan vasıflan talep etmek pek makul olmayacaktır;
zira o toplumsal durum çökmüş ve kendisine ait iyiliklerle kötülükleri karma
kanşık bir harabeye gömmüştür.
Fakat henüz bunlar iyice
anlaşılmış değildir. Çağdaşlanmın büyük bir kısmının, toplumun aristokratik
yapısından çıkan müesseseler!, fikirleri ve kanaatleri bir ayırmaya tabi
tutmaya kalkıştıklannı görüyorum: bu unsuriann bir kısmını isteyerek kenara
atacaklar ve kalanlan saklayacaklar ve yeni dünyalanna uyduracaklar. Bu
insanlar zamanlannı ve kuvyetlerini namuslu, fakat verimsiz gayretlerle
harcıyorlar. Maksat şartlann eşitsizliğinin insanlığa sağladığı imtiyazlan
idame ettirmek değil, eşitliğin destekleyebileceği yeni avantajlan teminat
altına almaktır. Biz kendimizi
- 109 -
atalarımıza benzetmeye
çalışmamalıyız; fakat bize ait olan
saadet ve büyüklük alanına ulaşmağa gayret
etmeliyiz.
Kitabın sonundan geriye
doğru bakan ve yolum üzerinde dikkatimi çeken konulan uzaktan ve bir anda
keşfetmece çalışan bir insan olarak, kendi payıma endişe ve ümitle doluyum.
Önlenmesi mümkün olan büyük tehlikeleri -azaltabilecek veya kaçımlabilecek
büyük kötülükleri- fark ediyorum ve gittikçe daha çok inanıyorum kî, demokratik
memleketlerin faziletli ve müreffeh olmalan için bunlan istemeleri kâfidir.
Çağdaşlanmın çoğunun,
milletlerin hiçbir zaman kendi efendileri olamayacağı ve zaruri olarak,
memleketlerinin iklimi ile toprağından, ırklanndan, geçmiş olaylarından çıkan
kültürsüz ve başa çıkılmaz bir iktidara itaat edecekleri kanaatini
beslediklerinin farkındayım. Bunlar yanlış ve korkakça prensiplerdir; bu
prensipler zayıf ve ürkek milletlerden başka bir şey ortaya çıkarmaz. Tanrı
insanlığı tamamen hür veya tamamen bağımsız yaratmamıştır. Her insanın
etrafında akmayacağı bir kader çizgisinin çizili olduğu doğrudur; fakat bu
çemberin geniş çevresi içinde hür ve kuvvetlidir: bu, insanlar için böyle
olduğu gibi, topluluklar için de böyledir. Zamanımızın milletleri, insanların
şartlarının eşit olmasını önleyemezler; fakat eşitlik prensibinin onları
köleliğe mi yoksa hürriyete mi, bilgiye mi, yoksa barbarlığa mı, refaha mı
yoksa sefalete mi götüreceği kendilerine bağlıdır.
[I]
1954 yılında Stuttgart'ta Alexis de Tocqueville hakkında modem ve tam bir
biyografi yayınlanmıştır. J. P. Mayer, Alexis de Tocqueville, Peutsche
İngilizce baskısı, Londra, Dent; Fransızcası ise Paris, Gallimard'da çıkmıştır
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar