Print Friendly and PDF

AHMET HAŞİM’in RUH ÜLKESİ

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Nazan Güntürkün

ÖNSÖZ HER NESLİN SEVDİĞİ ŞAİR

Bilmem, başka edebiyat hocaları da aynı hâdiseye şahit olmuşlar mıdır? Ben şahsen şunu gördüm: her yıl karşıma gelen gençler, ayrı çehrelere ayrı şahsiyetlere sahip olmakla beraber, hemen hepsi de Haşim’i sevmekte birleşiyorlardı. Haşim, onlar için başka şairlerden ayrılan, müstesna, hakiki şiiri temsil eden bir insandı. Onların bu kanaatleri, edebiyat bilgilerinden ziyade, doğrudan doğruya onun şiirlerini okumaktan gelen bir hisse, yaşantı veya tecrübeye dayanıyordu. «Merdiven» «Bir Günün Sonunda Arzu» «Yollar» veya «O Belde »yi okuyanlar; şiir denilen şeyi, âdetâ su, ağaç, kuş veya rüzgâr gibi bizzat hissediyorlar ve onlardan almış oldukları intibaı unutmuyorlardı. Haşim’le temas, onlarda tam kendisinin istediği tesiri uyandırıyordu.

Bir şairin, gerçek bir şair olduğunu bu tecrübelerden daha iyi ne gösterebilir?

Şiir, her şeyden önce sevilen, tekrarından bıkılmayan güzel bir musiki gibi, içine girilince duygularımızı değiştiren bir oluştur. Düşünce sonradan gelir. Başta kalbimize çarpmayan bir san’at eseri, bizde derin bir fikrî tecessüs de uyandırmaz.

Öğrencilerimin, en çok Haşim üzerinde verdiğim derslere karşı derin bir ilgi duyduklarını farkettim. Ötekilerini vazifeleri veya sadece öğrenmek kaygusu ile dinlerlerken ; Haşim bahis konusu olunca, adetâ değişiyorlar, dikkat kesiliyorlar, en küçük kelimenin tefsirinden büyük bir zevk alıyorlardı. Haşim’de onları tutan, derinden saran bir şey vardı. İtiraf edeyim ki Türk edebiyatının en büyük sairlerinden biri olduğuna inandığım Tabya Kemâl bile onlarda aynı içten alâkayı uyandırmamıştır.

Piyâle makaddimesinde kendisinin de yakınarak bahsettiği üzere, Haşim’e daha Cumhuriyetten önce şiddetle çatanlar oldu. Cumhuriyetsin ilk yıllarında, bilhassa Hayat Mecmuasında, açık veya kapalı şekilde, Göl Saatleri şairine, özlenen «İnkılâp Edebiyatı» adma bir tenkit kampanyası açıldı. Daha sonra Markcı tenkidçiler, o hantal ideolojileri ile bu «Göl ve Bülbül şairi»ni, tank altında e zer gibi ezmek istediler. Bunlara aldırmayan şair, Harp ilâhına gözleri yaşararak bir Karanfil takdim eder gibi Piyâleyi neşretti. Ve bir gün gördü ki ideoloji bakımından ona göre tamamiyle zıt düşünen biri, şiirlerini itina ile bastırmış. Bu, bence güzelliğin zaferinden başka bir şey değildi.

Kimse, en zalim bir dev bile, kendi oyunu içinde mesut olan bir çocuğu öldürmeye kıyamaz. Güzel şiirde çocukların masumiyetine benzeyen bir taraf vardır. Mâsu miyet ise her türlü maddî kuvvetten üstündür. Şiirin zaferi, insanda en ulvî olanın zaferidir.

Tarihî ve sosyal büyük çalkantıların ortasında teşekkül eden son çağ Türk Edebiyatı umumî olarak çok fazla didaktik, çok fazla ideolojik bir karakter taşır. Bu durum, bir çok şairleri, bilerek veya bilmeyerek sahte, zoraki pozlar almaya sevketmiştir. Dikkatlerini daima aktüelV ve «Toplumsal»a çeviren bu insanlar şunu farketmemişlerdir ki bizim günlük savaş, dedikodu ve endişelerimize rağmen, yer yüzünde daima çiçekler açar, bülbüller öter ve gök yüzünde daima ebedî yıldızlar her gece parıldar. Tıpkı onlar gibi, insanların dışa göre ayarlanmış, maskelenmiş,; zırhlarının arkasında kalp, ölüm, yalnızlık’, aşk, saadet özlemi v.s. gibi beşeriyetin hiç eskimiyen temel duygularını, içten içe yaşar ve içimizde en ilkel rüyalar, bize rağmen, her gece ruhumuzu ziyaret ederler.

Güzel şiir öyle sanıyorum ki insanda ve kâinatta bu ebedî şeyleri yakalayan şiirdir. Ben Haşim’in çevresinden akan yüzlerce isme rağmen hâlâ canlı kalmasının sırrını bunda buluyorum. O, kendinde insanlığın ölmiyen temlerini yaşamış ve en güzel şekilde ifade etmiştir.

Şimdiye kadar Haşim hakkında pek çok yazıldı ve söylendi. Fakat onun için yeni bir kitap yazmak, kendisinin de özlediği gibi yeni yeni tefsirlere elverişli olması bakımından yerindedir.

Sonra bir de şu var: Yukarıda da belirtmeğe çalıştığımız gibi Haşim «yaşanılan», kendisinin deyimi ile «anlaşılmaktan ziyade duyulan» bir Şairdir. Ve duygu da bilgi gibidir, bir ışıktır. O da aydınlıktır, hem de bazan bilgiden daha kuvvetli ve derin olarak...

Yeni nesillerin kendinden öncekileri sevmesi ve onları anlamaya çalışması, kültür dediğimiz şeyin ta kendisidir. Her nesil yeni bir görüş ve duyuş demektir. Onların duygu ve düşünceleri maziden kalan eserlere yeni bir ışık serper. Bu bakımdan kendisi de şair olan Nâzan Güntürkün’ün Haşim üzerindeki bu tetkiki beni pek mütehassis etti. Onun duyguları ve düşünceleri arasından Haşim’i, ben yeniden yaşar gibi oldum. İlci şairin karşılaşması, karşılıklı aynalarda ışığın daha bir parlaması gibi bir tesir uyandırıyor. Zaman arasından bu dostluk, bu anlama cehdi güzel bir şey, gençliğin adetâ hoyratlık ve yıkıcılıkla bir sayıldığı bu devirde, maziye karşı bu ince dikkat, insanı duygulandırıyor. Hele Haşim gibi hayatında kadınlar tarafından anlaşılmamış bir şairin, bir hanım tarafından ele alınmış olması; simdi hazin ruhu, belkide «meâbidi hülya» civarında dolaşan şairi «öteden tâ öteden» mes’ud ediyordur.

Profesör Mehmet KAPLAN

AHMET HAŞİM’İN RUH ÜLKESİ

 

ŞAİRLERİN EN GARİBİ ÖLDÜ

Duygu, mutluluğumuzun, acılarımızın, problem ve inançlarımızın kaynağıdır. Başlı başına bir dünya olan insan, çoğu zaman yalnız ve kendi içindeki âlemle ilgilidir. Ayrıca, san’atın bir içe dönüş olduğu hatırlanırsa Haşim’de büyük ölçüde var olan bu niteliklerin onu ölmez Haşim veya gerçek şair yaptığı düşünülebilir.

HAŞİM’DE ÖLÜM FİKRİ

Ölüm fikri, ölüm karşısındaki reaksiyon, insanın hayata bağlılığınca değişir. Haşim ölümden korkardı; çünkü o sevmiye, sevilmiye doymamıştı. 0 halde yaşamak istiyecek, daha çok yaşamak istiyecekti. Şiiri, dostlarını, kadını severdi. Anılarını severdi. Yalnızlığı, akşamı, severdi. «Ahmet Haşim, şiiri her şeyin fevkinde düşünürdü, Şiir onca hayatın ve dünyanın icmalini yapan bir tad, bir iksirdi. Şiiri ondan fazla seven bir adam görmedir»( Ahmet Haşim’in şiiri ve Hayatı = A. Şinasi Hisar S. = 148.).

Abdülhak Şinasi Hisardan alman bu sözler onun şiire bağlılığını gösteriyor. Şiiri her şeyden çok sevmesi, mısralarında sevdikleriyle buluşmasındandır. Böylece onda anneyi, kadım, yaşantılarını sık sık görmemiz beklenebilir,,

Haşim, içinde yaşadığı âlemden çıkmamış, bizi içindeki âleme götürmüştür. Yaşamayı sevmek, insanda en doğal, en kuvvetli bir iç güdüdür. ICaldi ki Haşim, anneye doymamış, dosta, aşka doymamış bir san’atçı ruhu taşıyordu. Elbette ki ölüm düşüncesi onu sık sık yoklayacak, kaygı verecek, üzecekti. Düşüncelerimizi en çok yoran konular, en çok korktuğumuz şeylerdir. Ayrıca onun ölüm anlayışı içinde, derin izler bırakmış anılar gizliydi.

Ruhumda benim korku, ölüm, leyle-i tarik

 Çeşminde onun aksi kevakiple dönerdik

Bu mısralar «Annemle karanlık gecelerde bazı çıkardık» diyen şairin, o geceler dönüşlerindeki ruh halidir.

Ölüm Haşim’in çocuk ruhuna yerleşen ve onu yalnızlığa, hüzne, ümitsizliğe yavaş yavaş götüren bir izdir. Artık anneye ait anılarda, Dicle’de, çocukluğunda, birer parça ölüm bulacağız. Bu; düşünceye eşyaya, çevreye tabiata da sinmiştir. Şair, ölen güneşlerden, ölü havuzlardan söz ediyor. Bir eylül akşamı Dicle üzerinde her şeyin gamlı, soluk ve müphem olduğu hüzün sahillerinde, «Ölen periler»i söyler. Günlerle ölen hatıraların, ay ışığı ile beslendiğini anlatır. Ruhum şiiri, yine böyle bir ölüm fikriyle biter. Şebi Nisan’da bir akşam ay ışığında her şeyin çift olduğunu ve orada yalnız, arkadaşsız, sadece kendisinin bulunduğunu görüyor da :

Durgun suya baktım ve dedim : âh ölebilsem

 Mâdem ki yok ağlıyacak mevtime kimsem.

diyor.

Haşim, kendi hayal âleminin şiirini yazdı. Bir özlemin, kökleşmiş acı ve anılarının şiirini yazdı. San’at gücünü psikolojisiyle birleştirerek mısralarını, zekâ ve duyguları arasında bu açıdan ilgi kurarak yazdı. Böylece Haşim, dış âlemle olan ilgisini ruh haline bağladı ve bu yüzden sosyal meseleler onu pek ilgilendirmedi. Oysa bunun için ona çatıyorlardı. Haşim, bundan ezinç duyuyor ve «safi şiir» anlayışını duyuramadığı için üzülüyordu. Ya kup Kadri diyordu ki: Bize söyleyen şair değildir biz şairi söyletiriz.

İşte Haşim, şiirden böyle anlıyanların azlığı içinde, üstün deyişlerini garipseyenlerin arasında acı duyuyordu. Mısralarının bir hezeyan olarak isimlendirdiği bile olmuştu. Ayrıca uzun bir süre, kendisine yaraşır yerin ve işin verilmediğine inandı. Çevresinden bu derece uzaklık gördüğüne inanan şair, özlediği kadın sevgisi ve yakınlığı için de aynı duygudaydı. Bu sanı ona ölümü düşündürüyor, kabul ettiriyordu. Zulmette:

Ve mutlaka gelecek gölgelerle şimdi ÖLÜM.. Diyor

Ahmet Haşim’e göre «Karanlık ölümün bir cüz’üdür», bunu bir kurtuluş, üzüntülerinin verdiği büyük yorgunluktan sıyrılma sayan şair ayni fikri «Büyük dinlenme, zulmet denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?» şeklinde anlatıyor. Aynı şiirin sonu

Ne oldu nerede o’ derlerse, âh o gözler eğer,

Miyâhı sayede mevti feeîimi anlat.

mısraları ile bitiyor. Onun mevti fecîi, «yalnız» ölümü idi. Henüz annesini kaybettiği zaman içine çöreklenmiş olan bu duygunun, büyük yalnızlığa göç ederken daha da artacağını biliyordu. Ruhunda bir devasızlık vardı. 0 bunu kabul etmiş, tesellilerin hiçliğini anlamıştı. Artık onun yalnızlık duygusu, ölüm fikrine karışmıştır., ölümü düşündüğü zamanlar kimsesizliği büyür büyür onu, gerçek öksüzlüğü götürürdü. Haşim çocukluğundan beri bu duygudan kaçmışsa da anılarının etkisi ve ruh halinin yöneltmesi ile yine de bu duygunun içinde yaşamıştı. Nasıl ki o ölürken de gerçekten büyük sevgiye ve avunmaya özlem duyuyordu, ruhunun çok önceleri kabul etmiş olduğu o büyük yalnızlığın içindeydi.

Nihayet «Cuma günü, ölüm günü, zevkin nerede?» diyen şair, özlediği hayata değilse bile istediği ölüme kavuştu ve:

ŞAİRLERİN EN GARİBİ ÖLDÜ...

 

AHMET HAŞİM NASIL YAŞADI

Ahmet Haşim 1884 yılında Şii’ri Kamerlerinin şehri Bağdat’ta doğdu. 4 Haziran 1933 de İstanbul’da Kadıköy’ün iç mahallelerinden birindeki, «pencereleri metruk bir bahçeye, mânâsız bir duvara açılan evinin gayet mahallî eşyası ile küçük pek mütevazı, temiz odası»nda öldü.

Çocukluk yıllarını Bağdat’ta arap muhiti içinde geçirmiş, 1894 de annesini henüz kaybetmiş bir çocuğun acıları içinde, babası ile İstanbul’a gelmiştir. Babası Bağdat’ın iyi ailelerinden olan Alûsizadelerden, Fizan mutasarrıfı Arif Hikmet Bey idi. Annesi de Bağdat’ta tanınmış bir aile olan Kâhyazadeler’dendi.

İstanbul’a gelince Haşim Türkçe öğrenmek için Nü munei Terakki Mektebine girmiş ve bir yıl sonrp, 1896 da bugünki Galatasaray Lisesi’ne (Mektebi Sultani) geçmiş, buradan 1907 de diploma almıştır.

Aynı yıl Tütün Reji İdaresi’ne memur olarak girdi. Bir ara Hukukçu olmak istediyse de, başladığı Hukuk Mektebini bitir'ememiştir. 1909 da İzmir Sultani İddadi sinde Fransızca Öğretmeni olarak görevlendirildi. İki yıl sonra yine İstanbul’a dönen Haşim, bu defa 1912 de Maliye Nezaretinde Mütercim oldu. 1914 yılında askerlik görevine alınmış ve Çanakkale Muharebesine katılmıştır. 1917 yılı; ihtiyat zabiti iken, İaşe Müfettişliğine tayin edildiği yıldır. Ancak, mütarekede askerlik görevini bitirdiği için bu görevden aldığı maaş kesilince durumu kötüleşmiştir. Bu parasızlık zamanlarında eski bir arkadaşının evinde kalmış, 1920 yılında yeni bir görev alabilmiş ve Güzel Sanatlar Akademisi’ne (o zamanki Sanayii Nefise Mektebi) Estetik bocası olmuştur.

Haşim, bir yıl sonra Düyunu Umumiye idaresi’ne geçti. 1924 de ise Osmanlı Bankasında memurdu. 1927 de Akşam Gazetesinin yazarı olarak Paris’e gitti. Bir yıl sonra Mülkiye Mektebi ve Harp Akademisi Fransızca öğretmeni oldu. Sonra yine Güzel Sanatlar Akademisi’ne döndü.

Ahmet Haşim Bağdat’ta geçirdiği ilk devreden sonra İstanbul’da yaşamıştır. Çeşitli görevlerde bulunan Haşim, İzmir’i de İstanbul kadar tanıyordu. Ayrıca İaşe müfettişliği sırasında Anadolu’yu dolaşmıştı.

Niğdeden: Anadolu köylerindeki harbin korkunç izlerini bildiriyor, Paris’ten Abdülhak Şinasi’ye Anatol France’in fotoğraflarını yolluyordu. Son yıllarına doğru hastalığı onu Frankfurt’a götürünce oradan fıkralar yaz mıya başlamıştı.

İlk şiiri, 1900 senelerinde İstanbul’da çıkan Mecmua i Edebiye’de Hayali Aşkım adıyla basılmış olan Haşim’i, sonraları Musavver, Muhit gibi mecmualarda görüyoruz. Bu şiirlerin bir çoğu Serveti Fünun’da basılmıştır.

Haşim çok sonraları, Akşam gazetesinde düz yazılarına başladı. Daha sonra Dergâh mecmuası ilk sayısını onurı «Bir Günün Sonunda Arzu» şiiriyle çıkarıyordu. Dergâh’ ta düz yazıları da basılan Haşim’i Yeni Mecmuada gör 

miye başlıyoruz. Paris’te tanzimattan sonraki Türk Edebiyatı için yazdığı bir makale ise Mercure de France de basılıyordu.

Paristen dönünce, İkdam’ın fıkra yazarı olan Haşim’ in Meş’ale Mecmuasının çıkarılmasında büyük rolü vardır.

Şairin 1932 yılında Frankfurt’tan döndüğünde basılan seyahat yazılarını Milliyet gazetesinde ve Mülkiye mecmuasında okuyoruz. Haşim L’ART D’AİMER’i Ovide’den dilimize çevirmeğe çalışıyor, bir yandan da yeni bir şiir mecmuası daha hazırlıyordu. Ancak bu son iki çalışmasını yarıda bıraktığı anlaşılıyor.

Haşim’in edebî çevresi ile ilgisi de dikkate değer. Mektep sıralarında iken (1899) İzzet Melih’le başlattıkları edebî konuşma ve tartışmalar Hamdullah Suphi, Abdülhak Şinasi ile Orhan Şemsettin’in, Emin Bülent ve Ahmet Bedii’nin de katılması ile heyecanını arttıran toplantılar oluvermişti. Haşim’in yıllar sonra bu toplantılara ilgisini kaybettiğini, özel kırgınlıkları, kaprisleri yüzünden Kadıköy’deki Cennet saydığı evine koşmayı arzuladığı açıktır.

Haşim’in o zamanki edebiyat toplantılarının yapıldığı Taksim Bahçesi’nde olsun, Tepebaşmda olsun bulunmadığım öğreniyoruz. Nasıl ki yine Fecri Aticilere olan bir kızgınlık nedeniyle, Fecri Âti toplantılarına devam etmiyordu. Haşim’in, Türk ocağına da gitmemesi yine böyle özel ve çok derin bir üzüntünün sonucuydu. Ancak San’atınm daha olgünlaştığı 1921 yılında onu, Yahya Kemâl’le beraber Nuruosmaniye’deki İkbal Kıraathanesinde yapılan edebiyat toplantılarında görüyorsak da Haşim için; her devir san’atçısımn, içten gelen istekle koştuğu San’at toplantılarına düşkündür, diyemeyiz. Bu durum, ruhunun şiire yakınlığı kadar, kendisinin çevresindekilere olan u zaklığmdandır.

HASİMİN OKUDUĞU ŞAİR VE YAZARLAR.

Şair Galatasaray’ın ikinci sınıfında Tevfik Fikret’in öğrencisi olmuştu. O tarihten sonra Fikret’i çok okuyan Haşim, sembolizme olan yakınlığı için, Cenap Şahabettin’i beğeniyordu. Bir yandan da Abdülhak Hamit’e yolladığı Piyale’sinde şöyle diyordu: Büyük ruh ve hayal zirvesi müebbet ve namütenahi Abdülhak Hamit Beyefendi’ye naçiz bir şairin hediyesi...

Şairin Hamit’i, Tevfik Fikret ve Cenap kadar okuduğu anlaşılıyor. Daha sonraki devirlerinde de şeyh Galip’I beğenerek okumuştur. Galatasaray’ın dördüncü sınıfında edebiyat öğretmeni olan Ahmet Hikmet’in edebiyat çalışmaları üzerinde etkisi olduğunu söyliyen Haşim, Fransız edebiyatını tanıma fırsatına da, yine Ahmet Hikmet Bey’in yardımı olduğuna inanıyordu. Daha okulda iken yorulmadan not alarak okuduğu Fransızca Antolojilerle lisanını ilerletiyordu. Bu başlangıçla iyi dil öğrenen Haşim, yıllar sonra; Galatasaray’ın Fransızca öğretmeni olan yazar Louis Francis’in sevgisini kazanmıştı. Bu çalışması onu, Mercure de France’de önemli makalesini yayınlamaya kadar götürmüştür.

Fransız şair ve yazarlarını iyi tanıyordu. Her hafta Les Annales mecmuasını okur, Paul Verlaine’i ezbere bilirdi. Haşim, Fransız şiir ve romanlarından, Fransız tiyatrosuna geçmişti. Onları ilgi ile okuyordu. Yine o tarihlerde de Paul Leautaud’u beğendiği bilinir. Artık onun şiiri Fransız edebiyatının Poesie Pure’una yaklaşmağa çalışıyordu. Aynı anda onu, Paul Verlain’in sırrına ermek, öğreticilikten ve açıklıktan kaçınmak yolunda görüyoruz.

Haşim artık Verhaeren, Radenbaçh, Samain ve Vide Griffin’i iyice tanıyordu.

Mercure de Franee mecmuasını devamlı okuması Henry de Regnier’e hayran oluşu onu, aynı atmosfer içine almıştır. Stephan Mallarme ise Haşim’in şiirine gizlilik estetiğini katan şairdir.

Çharles Baudlaire, fransız edebiyatında bir sırrın veya sihrin öncülüğünü yapıyordu. Haşim’in ruhuna bu bakımdan uygun gelen Baudler’i onun sembolizminde bulmak mümkündür. Ahmet Haşim’in, Baudler gibi, sembolizmin bir ekol olarak büyümesini sağlıyan Verlaine’i Rimbaud’u ve Mallermei’de, okuduğu düşünülürse sembolizmin ruhunu ne derece benimsediğini anlıyabiliriz. Haşim onlar gibi, dış âlemin ruhumuzdaki yakınlıklarını veriyordu. Onlar gibi bedbin ve melânkolik idi. İmaj yoluyla, göranmi yeni ve onun yanı sıra içimizdeki belirsizliği söylüyordu. Haşim de içe kapanmıştı. îşte yan karanlık, bulanık çizgilerle yarattığı San’atı içinde benimsediği ekolün melânkolik atmosferi, onu bir başka ruh haline, garipliğe doğru götürüyordu.

HAŞİM’DE GARİPLİK DUYGUSU.

Gariplik bir ruh halidir ve bütün ruhî olaylar gibi, oluşu çevreye bağlıdır. Gariplikte bir parça unutulmuşluk,  bırakılmışlık vardır. Gariplik özlem, gariplik yalnızlıktır. Haşim bütün bunları duyuyordu. İçinde, hayatı boyunca kapatmaya çalıştığı bir boşluk vardı. Yakın bir arkadaşlık bağıntısı bu boşluğu doldurabilirdi fakat o bu arkadaşlığı yitireli çok olmuştu.

İlk yakınımız annemizdir. Arkadaşimizi, dostlarımızı, sevgilimizi hep ondan sonra tanırız. Haşim’in «Arkadaş yitirme» şanssızlığı çok eskiydi. Annesinin ölümü, onu gariplik duyguları içine çeken, sürükleyen bir başlangıç oluyordu. Böylece şair, bu yüzden ölürken bile gariplikten söz ediyordu. Haşim’i melankoliye götüren de bu idi.

Abdülhak Şinasi, «Hayatında, en iptidaî insanların refakatinden hoşlanır bunu arardı» diyor. Bu arayış olsa olsa gariplik duygularını en çok bu insanların yanında yadırgamayışından olacak. Elbette, garipliği getiren iç dünyasından, anılarından kaçmak istedikçe, hiç bir yaşantısı oknıyan bu yer ve kimselere yaklaşacaktı. Veya belkide bu âleme girerken, kendisinden kaçtığı için değil de kendisini bulduğu için memnundu. Haşim bu çevrede asıl sükûnu bulmuştu. Bu sükûn onun, alışmış olduğu kadar sevdiği, benimsediği sükûn idi. Şu var ki kendilerinin yalnızlığına inanan kimseler his bakımından daha çok doyurulmak isterler. Bu duyguyla Haşim, anılarına bir o kadar daha sarılıyordu.

Annesinin ölümü ile onda tükenmez bir bekleyiş başlamıştır. Şair, çocukluğunun sevgiye susamışlığını hasta annesinin yanında olmakla gideriyordu. Ancak bu beraberlikte belirsiz bir hüzün de vardı. Bu hüzün, anne hastalığının çocuk gönlüne getirdiği bulanıklıktı. Yıllar sonra çoğu mısralar bu anıyı işliyordu. «Dicle, hüznü müzehhep», semalar «sarı bir hasta» olarak gösteriliyordu. Ay bir «mâtemi seyyal» idi. Bu çeşit akşam gezileri, Dicledeki beraberlik, anneye son yakınlığı olsa gerek. Çocuk Ilaşim, bu akşamlarda gizli bir takım gerçekleri sezmiş gibidir. Bu, korkulu ve karanlık bir sezgidir. Ve etkisiyle, beraberliğe sık sık dönecek, mısralar onları sessiz bir gecede binlerce yıldızın ve ayın ışık vermeğe çalıştığı yarı karanlık bir boşlukta dolaştıracaktır. Şair yine o gecelere dönmek ister, özleyiş doymadığı anne ilgisinedir. Böyle gecelerde, onun ömrünce unutmadığı, hülyalı, sisli izler vardır. Çıktığın geceler şiirinde.

Bir hasretü gurbet ki bütün geçmişe âit veya

Her şeyi pür hande yapan mâzii mesut

mısraları yaşantılara bağım gösterir. Geçmiş, ancak bazı izler yoluyla hatırlanır. Ayni şiirin sonunda

Hep hatıralardır ki geçen günlere inler Hep hatıralar ki ziyan ufku sararken Sessizce gelir hepsi gezer ruhumu birden demesi bu izlerin sonucudur.

Şairin ruhuna böyle sessizce dolan nedir ve şair niçin hâlâ

O solan şi’ri safü mağmumu Hep o maziyle duymak isterdim

diyor.?

HAŞÎM'DE HAYÂL.

Unutulmuş anılar, kuvvetli etkilerini uzun zaman korurlar. Çünkü: «Gayri meş’urda zaman yoktur. Gayri meş’ur şuurda olduğu gibi hatıraların geçişini kaydetmez. En küçük yaşta gayri meş’ura itilen ilcalar, çeyrek asır sonra ilk günki tesirlerini korurlar(İman Kurtuluş Yolu. Dr. Smiley Blanton S.: 44.) » Haşim’de de böyle olmuş o bize «sensiz» «hazan» «o» ve «Hasta iken» şiirlerinde hep aynı küçük çocuğu söylemiştir. Hilâli Se men’le unutulmayan günlerini getirir. Küçük Haşim’in yaşantıları «mah»la beraberdir. O, akşamı duymuş, hilâli seyretmiştir. Ayni imajları hemen bir çok şiirlerinde veren şair, yıldızların, ay’m akşam’m kucağında büyümüştür. Onlardan gelen hüzne kardeş olmuştur. Biz bu mısralar içinde Haşim’i bir hasta çocuk olarak tanıyoruz.

Leylei gayp, sırrı müstakbel

Çeşmi sâfında hasta bir çocuğun

veya

Bir hasta kadın, Diclenin üstünde her aksam

Bir hasta çocuk gezdirerek...

Kendisine böyle doğrudan doğruya hasta çocuk demesinden başka, sonraları da yer yer bu hastalığı düşündüren mısraları vardır. Aksiseda’da kendini yine böyle göstermek ister. Şebi Nisan’da... «Başım sıtmalı, gözler kuru parlak, eller asabı hıçkırarak...» derken de yine bir hastayı çizmiştir. Zulmette... «Bu yorgun cebini lâlimi sar» (veya)

Bu baharın kolunda bir erkek

Hüznü sâriye mezci ruh ederek İnliyor sessiz

diye sesleniyor. Onu daha ilk şiirinde soluk bir hayâl olarak görürüz.

Bu soluk renkli, münkesir, ebkem,

Bu hayali tanır mısın acaba?

Şairin, çocukluğunda büyük hastalıklar geçirmediğine göre, kendisini böyle hasta, stlıh atsız göstermesi ruhî bir olaydır. Bu ruhî olayı şu mısralar aşağı yukarı çözümlemektedir.

Bir valide bir zevci mükedder, sonra müphem Bir ince çocuk çehresi, ben muzlimu ebkem Bîhis uzanan hastayı durmuş düşünürken

Böyle geçen çocuklukta, gönül rahatlığı veren bir yan olmasa gerek. Haşim o zamandan beri annesini kaybetmekten korkmuştur. Hastalıkla duygulanan bir ruh hali böylece doğmuş oluyordu. Bu düşünceleri sensiz şiirinde annesiyle çıktığı akşam gezintilerinde de görüyoruz. Bu şiir, çocuk korkularının toplandığı şiirdir.

Bilsen o çocuk, bilsen o mahlûku ziyâhâh

 Zulmatte neler hissederek korku duyardı?

Düşüncelerin böylesi, onun çocuk ruhunda pek sağlam izler bırakmayacaktı. Artık yorgunluğu, özlemi, ayrılığı veya ümitsizliği bir tecelli gibi kabul edecektir.

Annenin hasta yüzünde görmeğe alıştığı solgunluk, yavaş yavaş, kendi ruhuna ve çevreye geçecektir. Deniz hasta, rüzgâr hastadır. Ufukları artık, «bîziya bir renk» semaları soluk, hasta, sarı... Dudaklar fersiz, gözler donuk, çehreler renksizdir. Ona güneş bile hasta görünür.

Başka mısralarında

«...korkulu bir hisle adımlar

Tenha gecenin vehmi muhalâtını dinler»

«Güya ki o dargın geceler rûhu boğardı Her şey bizi bir korkulu rüyalara sarardı.»

Derken de Haşim hep aynı şeyi vermiştir. O hayâl âlemine de yine bu unutamadığı gezilerin ve doymadığı ana sevgisinin ardından giderek girmiştir.

Esasen bir hatırlama olayının her zaman ve kolayca olmadığı açıktır. Haşim’de bunu kolay kılan hayâl gücüdür. Onda ruh, tek bir tasavvura bağlı kalmışsa da, bu tasavvurun ardındaki imajlar, şiiri renklendirmistir. Hemen her şiirinde bir diğerim veren şairin kelimelerindeki ahenk, düşüncelerinin ahengine uyduğu içindir ki mısralar hep yeni gelir. Yoksa o, yarattığı âlemin içinde de yalnızlığı, akşam saatleri, hüznü ve hayâlleri ile, değiş miyen bir hatıralar geçidi kurmuştur.

Haşim’in asıl sevgileri ruhunda yaşıyan hayallere idi. Bu hayâller kadına ait olduğu zaman anne veya sevgilidir. «0» şiirinde hasta hayâl «Sensizdeki» o hayâlı, dediği kimse, «Hasta iken» şiirinde: hasta, hayalî, sarı gözler, hep o unutulmayan annedir. Fakat şair, aslında ruhunun çok sevdiği hayallerinden «Hatime» şiirinde uzaklaşmak ister gibidir. Küçük bir isyanla «Lâkin yetişir ey kamer» diye baslıyan şiirde, şairin bir hayal için uzun zaman ağladığı görülüyor. Yine dekor, mehtaplı bir gecedir. Şair Kamer’in kendisine el uzattığını düşünür. Bu elde, onun dudaklarına benziyen bir fersizlik vardır. Haşim bu benzeyişten kaçarcasına «Artık yetişir cûşişi pür nûru hayâlin» demektedir. Onda hayâlin; ilk şiiri olduğunu sandığımız Hayâli Aşkım’dan sonuncusuna kadar yayıldığı görülür. Adı geçen şiirde, içine yerleşmiş olan o hasta kadının soluk çehresini yine bulabiliriz .Şair bu sarı çehrenin özlemi içindedir. Bir hayal aşktan söz eder ve çevresini de bu hayâl gücüyle görür. Akşam, onun için «Dökülen rengi tahayyül gibi meşkûk »dur. Hayali, bu sihrin etkisinde dir. Sular «Semâyı hayâlâtı» içine almaktadır. Şairin akşamları, hayâlı sahalarla gölgelidir ve o akşamlarda :

Şemimi vasimi bir nağme, bir hava bir zil,

Bu dem muhiti hayâlâta anlatır bir bir.

deyerek arayış, bekleyiş ve kavuşmayı, yine ayni çizgilerle verir. Leylekler hile hayâl içindedir. Güzellik onun için, derin ve apayrı hülyaların ufuklarını açar. Kış bile onun için hülya dolu. Şafaktan, etek etek çiçek yağar gibidir. Bunlarla kendine yeni ülkeler bile kurar. îşte «O belde» bu tasavvurun şiiridir.

‘ *

Kişinin içinde yaşadığı hayâl âlemi, başkalarının gördüğü gerçekler dünyasıyla hiç bir ilgisi olmayan bir âlemdir. Hayâller Haşim’i de özel bir iklime sarmıştır. Bu ideal bir âlem tasavvuru’dur. Fakat şair oraya gidemez, sonunda.

ve

Mâi gölgeli bir beldeden cüdâ kâlarak

Bu neüyü hicre müebbet bu yerde mahkûmuz.

mısraı ile kendi yarattığı bir yere gidemeyişin «mahkûmi | yetten» başka bir şey olmadığım söyler. Ondan bir yıl kadar önce yazdığı «Yollar» şiirinde, o beldeyi düşünmeğe başlamıştır. Sonraları kendisinin bu hayale ram olduğunu anlar. Haşim, bir yandan anılara, bir yandan o âleme duyulan koyu bir özlem içindedir. Çocuk Haşim’deki doyulmamış yaşantının yerini, başka bir âlem tasavvuru almıştır. Bu tasavvur, Haşim’in, önce kendinden, sonra da dünyadan kurtulma arzusunu besliyecektir.

Bize en yakın olan varlık, kendi varlığımızdır. Öyleyse Haşim’in kendinden kurtulma isteği nereden geliyor?

Onun, kendisini beğenmediğini biliyoruz. Varlığına karşı gelmesi önce, irken arap oluşunu benimsemeyişinden doğar. Çocukluğunun bir kısmını Bağdat’ta geçirmiş olan Haşim, başkalarının, araplığını söylemesini değil, düşünmelerini bile istemezdi.

«...Türk Ocağı aslında Türk olmayanları kabul etmek değil, bilâkis bunları birleştirmek gayesine istinat etmek isterken, bazı müfritlerin hataları yüzünden, hars işlerimizde acîp ve garîp tezatlar bulunuyordu. Öyle ki bazıları için Anadolu’lu olmayan Türkler bile Türk sayılmamalıydılar. Ahmet Haşim ruhen Türktü. Fakat kendisi Türk Ocağına hiç gelmezdi. Çünkü «Sen istediğin kadar bağır, istediğin kadar anlat, cevap olarak bana : Sen de mi buraya geldin ey haci fışfış derlerse ben ne yapayım? Diyordu» (Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı. Abdiilhak Şinasi S.: 163.)

Hatta Peyami Safa bir yazısında bu konuda şunları söylüyor:

«Kendisine Arap Haşim diyenlere Çanakkale Harbine iştirak ettiğini söyleyerek «Muharebe oldu mu sen Türk sün, buyurun cepheye derler. Sulh olup ta bir yerden bir memuriyet, bir iş istedin mi, haydi oradan Arap diye savarlar derdi».

Haşim kendisinden memnun değil. Bu onda ciddî bir acıdır. Elif Naci’nin söylediğine göre; onun yüzündeki çıban lekesine karşı aşırı bir hassasiyeti varmış. Bir mektubandan: Onun yanında iken çekinmeden çirkinliğinden söz edildiğini anlıyoruz. Başım şiiri bu üzüntünün şiiridir.

BAŞIM

Bihaber göğdeme gelmiş, konmuş

Müteheyyiç, mütekallis bir baş,

Ayırır sanki bu baştan etimi,

Ömrü ehrama muâdil bir yaş.

Ürkerim kendi hâyalâtımdan

 Sanki kandır şakağımdan akıyor...

Bir kızıl çehrede âteş gözler

Bana gûyâ ki içimden bakıyor.

Bu cehennemde yetişmiş kafaya,

Kanlı bir lokmadır ancak mihenim,

Ah yâ Râbbi, nasıl birleşti,

Bu çetin başla bu suçsuz bedenim?

Dişi, tırnakları geçmiş etime,

Göğdem üstünde duran ifrîtîn

Bir küçük lâhzai ârâmâ feda,

Bütün alâyişi nâmü siytin.

Carus’a göre: Bütün ruhî kuvvet ve yetenekler, bedenin şekil ve olaylarına bağlıdır. Başım şiirinin, daha bir çok mısralarını böyle bir görüşe bağlıyabiliriz.

Haşim’in sevmediği kendi varlığının dışına çıkma isteği, onu Göl kamışlarına yaklaştırıyor.

Göllerde bu dem bir kamış olsam...

derken, aynı duyguyla merdiven şiirinin ilk mısraını söyliyecektir.

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden.

Bu çıkış, bu yükseliş, bulunduğu yerden uzaklaşma, kurtulma isteğinin anlatımıdır. Biz bu söyleyişi daha önce «Yollar» ve «O belde» şiirinde de görmüştük. O Belde de;

Bir yalan yer midir, veya mevcût,

Fakat bulunmıyacak bir melâzı hülya mı? Bilmem...

söyleyişi, bir kaçışın özlemidir. Yollar’da taa öteden bir çağrı var. Ancak şairin varlığından kurtulma isteği gibi, bu dünyadan kaçma arzusu da kendi yapabilme gücünün dışındadır.

Yarı yoldan ziyâde yerden uzak Yarı yoldan ziyâde mâha yakın

bir yerdedir, fakat ancak dalların zirvesine çıkabilen Haşim, yarattığı âleme erişememiştir. Bu istek, yollarda da gecenin inen «zalim» karanlıkları ile yarıda kalıyor. Biz bu ulaşamayış üzüntüsünü Merdiven şiirinin üçüncü mısraında da görürüz.

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak...

HAŞİM’İN RUH YORGUNLUĞU

Dimaî olaylarla, ruhsal olaylar arasında kesin bir paralelizm vardır. Anıları dağılmaktan koruyan dimağ, unutamayan Haşim’de bazı ruh olaylarının doğmasına yardım etmiştir.

Anılarla yaşamak, anılardan kaçmak, hayâl etmek, gidememek... Varlığının dışına çıkmayı istemek, kıpırdıyamamak... Bütün bu çarpışmalar Şairi yormuştur, I «Ruhların uykulu sükûnları» «Her emelden uzak oluş» «Gönülde hayâlin uyuşması» Hep ondaki «takatsizliğin» buluşlarıdır. Aym ziyasını olduğundan daha çok donuk I laştıran Haşim, Leyleklerin halinde bile kendi durgunluğunu görüyor. Kuğular şiirinde, suda yorgun görünüşler | den söz ediyor. Kuğular, gece içinden sarhoş gözlerle geli I yorlar. Buradaki «mestîlikte» sarhoşluk kadar yorgunluk ta vardır. Batan Aym Kenarına Satırlar’da suların hareketsizliğini, kamer’in yıkanıp dinlendiğini söylerken veya (o) şiirinde: «Yorgun gibi mühmel duran asude ufuklar» derken, «o yorgun, o soluk heykeli matem» derken, tabiatın da yorgunluğunu duyuyor.

Şiirde üçüncü kısma yine bezginlikle başlamış.

Meftûr

Ve muhteriz yine bir nefhai hayâl esiyor

Hayâl nefesi yine usânçlı ve çekingendir, dallar bu nefesle bitkin uyumaktadır. Bir başka şiirde:

Eşcâr dinlenir gibi; bir mûsikîi kalp

Yorgun gezer havâları hicrânı hüzne dâl

veya :

Dalmıştı o gözler ebediyyetlere... Yorgun,

Yorgundu o gözlerle bakan rûhu melûlün,

Akşam gibi âsâbı geren rengi garibi yine bir başkasında

Yorgun bu dumanlarda duran leyli mehâsin

mısralarında hep aynı halsizlik belirtiliyor. Ağaç şiirinin bütününde de bu hava sezilmektedir. Bu usanma ve halsizlik «kendini anlatım yolu olan» şiirinde çok tekrarlanmıştır.         

Duygularda, birinden başka birine geçme ve çağrışım yetkiliği vardır. Haşim’deki bu hal de, elemli duyguların bir sonucudur. Elem ve haz. Bunlardan birinin yokluğu diğerini yapacaktır. Haşim’in büyük sevinçleri, hayâlden ibaret olan âlemi içindedir ve gerçek hazların yerini onda, elem almıştır.

Burada yine şairin çocukluğuna döneceğiz. Anneye olan kavuşmasız özlemler, umutsuz bekleyişler onu, hüzne yöneltmiştir. Hüzün, kayıpla başlıyan hayallerin duygusudur.

Hasta İken şiiri, bu görüşle okunursa çocukluk anılarının yanında hüznü görürüz.

İlk şiirini yazdığı tarih düşünülünce hazânda gam, çocuk Haşim’le şair Haşim arasında bir geçit gibi uza

HAZÂN

Ey eski kamer sen bizi elbette bilirsin!

Annemdi o nûrunda gezen zıllı mehâsm

Bendim o çocuk bendim o sîmâyı tahayyür.

Bir gün ki hazân ufka kızıl dalgalı bir nûr

Bir kanlı ziya haşrediyorken, onu bir yet,

Bir badı haşîn aldı rûyâyı müebbed.

On beş sene evvelki hakikat hep o gündür,

Rûhumda bugün zulmeti pür girye onundur.

On beş senedir güneş ufku kanlı sararken;

 Tenha ovadan bos dereden akşamın erken,

Hüznüyle susan mesçerlerden gamı

Eylül Bir gölge yaparken onu. bir savtı tegâfül

Hasretle sarar kalbimi imlâ eden âha,

Yerlerde yatan sisli, donuk hüsnü tebâha

Âvâre felâket gülü, altın krizantem,

Her tarhı hazân üstüne dökülmüş matem,

Durgun sular üstünde perîşanü mukedder

Faslının dağınık rûhu, bulut sis gibi titrer,

Yorgun sarı yapraklar uçar bir kuru daldan

Bir hasta güneş ufka döker sâyei maden

En sonra semalarda ey eski kamer sen,

Hüznünle yaparken acı bir levhai şîven

Çöllerde kalan küçük bir makberi bîkes

Yollar bu muhitâtâ kesik, şehkah bir ses.

Hazan’la aynı yılda yazdığı «O» ve «Sensiz» adlı şiirler de tümüyle Haşim’de yerleşen hüzne bir başlangıçtır. Hüznü biz onun mevsimlerinde, hayallerinde ve göz yaşlarmda buluyoruz. Kederi, bekleyişinde ümitsizliğinde görüyoruz.

Duygularının tabiatla birleştiği pek çok mısra vardır onda..

Yine kış, yine kış

Bütün emelleri bir ağlıyan duman sarmış

Bu beraberlik, aynı şiirde yığın yığın yaprakların ümitsizlik ve keder dolu ufka sürüklenişinde de var. Ovalar bile mevsimin gamlarıyla susmuştur.

Doğmuştu kamer şimdi uzaklardaki mağmum dağlardan

mısraında, bir Nisan gecesinde şairin, dışı görüş şekli dikkate değer. Gamlı gözler artık her şeyi gamlı görmektedir. Onun:

Bütün menâzırı hüznü gurup

 Şûleyi bı ziyayı hüznü kamer

gibi söyleyişlerinde hep aym ruh haliyle dışa baktığı açıktır.

Her şey o kadar gamlı soluk, müphemü bî fer

Gûya ki ölür hüznü sevahilde periler.

mısralarında tabiata akseden duygularını çevreye daha çok yaymış buluruz. «Yaz» adlı şiirinde bu beraberlik daha değişik bir dille anlatılmış. Gamın psikolojik etkisiyle mevsim arasında bir kaynaşma bir dostluk kurulmuştur. «Son. Saat» bütünüyle, hayatın çehresini, yine aynı görüşle ören bir şiirdir.

HASİM VE ZAMAN *

Yorgun hüznü biz onun mevsimlerinde olduğu kadar saatlerinde de görürüz.

İlk dikkatimizi çeken, onun «Batan günü» sevmesidir. Seçtiği saatlerin değişmiyen rengi fersizliktir. Fersizlik, sisler, karanlık hep bu yorgun ruhun renkleri veya renk» sizlikleridir.

Haşim akşamın etkisindedir. Realitenin silindiği bu anlara sığınışı gerçek hayatta bulamadığı yakınlığı, kendi yarattığı dünyasından beklediği içindir. Bu sığınma ise avuntudan başka bir şey değildir. İşte eski bir dostla buluşmuş gibi mutluluk ve anı dolu mısralar

Ey eski kamer, sen bizi elbette bilirsin

Annemdi o ruhunda gezen zıllı mehâsin

Bendim o çocuk, bendim o sîmâyı tahayyür.

bir baskasında :

Ey eski kamer, ey ezelî ruhı münevver

Sen şimdi bu tüllerle muhitâti sararken

Nurunda teselli bütün âlâma koşarken

*

Ne var ki şair, çocuk günlerini andığı zamanlar bir kaç duyguyu birden yaşıyor. Bu yüzden akşam saatlerinin tatlı avunuşu yer yer yine hüzne, yorgunluğa dönüyor.

Mahmur ışıklar yüzer esrar üzerinde,

Yorgun sular üstünde yanar bir şebi hande

0 yıldızları böyle mahmur görür, ışıkları da öyle...

Yorgun gözümün halkalarında

mısraı ile başlıyan Bir günün sonunda arzu şiirinde de böyledir. Bu yorgun saatlerde, onun ömrünün rengi var. Sanki ruhu bir gece halini yaşamaktadır. Nasıl ki ömrünün bütün pencerelerini güneşe kapamış gibi :

Ziyayı şemse kapanmış bütün deriçeleri

Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi

der. Gece, onun için neşeyi götüren nedensiz bir hüzündür.

«Âksam ufukta beldeler eylerken iştial

Örter cebini neş’eyi bir hüzni bisebep»

«indikçe şimdi, hüznü garibi sevahile

Alâyişi nücum ile bir leylei vedâ»

Burada sözünü ettiği sahillerin, kendi içindeki hüzün sahilleri olduğunu düşünüyoruz. Bu sahillere inen geceye artık «leylei girye» «leylei melûl» diyecektir. Ve bu sahillerde onu avutan, yine hayal, yine hüzün, yine gecedir.

Ey gençliğin sürüp giden hayali! gelişin o elem veren akşamın havası kadar bulaşıcı, geçici bir sükûndur, diyen şiiri;

Ey şebâbın hayâlı câvîdi

O melûl akşamın havası kadar

Gelişin bir sükûnu sâridi.

Bize ruh haliyle (an)m sıkı bağıntısını bir tek mısra bile verebiliyor.

Ne kadar gamlı bu akşam vakti

Bu saatler, Haşim’i sevdiklerine doğru götürür. Ay ışığı annesini, karanlık gece bir kadını düşündürüyor. Onun sevdiği de bu zamanı seçer.

Cânân ki gündüzleri gelmez

Akşam görünüz havz üzerinde.

Ahmet Haşim’de sevilenle zaman birbirine geçmiştir. Kamerle hatıra gelen kadın, gecenin içindedir. Kadın, Ha şim’de anne ve sevgili olarak iki varlığın hayalidir. Ha şim’de anneyi bir özlem, arayış ve korkular çizgisinden iz liyebiliriz.

Güya ki kamer! şendin onun rûhu necibi

Şendin ki eden hüznümü mehtaba müşabih.

Veya biraz ileride Ey sen

Ey onun ruhu ve ey mâtemi seyyâl

Ey şimdi bakan, hüznüme ah ey kameri lâl

Burada kamerin de bildiği bir «son beraberlik» var. Annesiyle olan bu beraberlikleridir ki şairi düşündükçe üzüntülü bir dünyaya götürmektedir. Bu çeşit anılar onun elem faktörüdür diyebiliriz. Bu faktör «Çöller» şiirinde de görülüyor. Yıldızlı tenha bir gecede, Asya çöllerinde üç beş deve ile aheste ilerliyen bir kafile içinde bir çocuk vardır. Yanında annesinin bütün dertleri, kederli hali küçük Haşim’i içine almış, onda değişmiyen bir hüzünler zinciri kurmuştur.

Burada bir şiir akla geliyor. Kederin insan ruhunu yücelttiğini, yaratma gücüne bir ululuk kattığını söyliyen Euripides'in bir şiiri...

O bizi elinde evirip çevirmemiş Yüksek şeylerimizi bir vuruşta devirmemiş Tepelerimizi sarsıp toza çevirmemiş olsaydı Biz bu ihtişamı bulamazdık.

Hasim’in de şiirdeki bu ihtişamı hüzünden aldığı söylenebilir.

Şairin «Bâdı kederi taşıyan» akşamı sevmesi tabiidir. Belkide o, akşamda kaybettiğini, akşamda buluyordu. Kamerle buluşmaktan, özel bir iç rahatlığı duyduğu açıktır. Hatim’e şiirinde kameri onun yerine koyar. Ay ışığı annenin şifa veren elleri, fersiz dudakları gibi uzanır. Kamer, sakin ve gamlı çehresiyle annesinin çehresini andırmaktadır. Akşamın hüznüyle solan, yine annenin temiz yüzüdür. Gece hep ayuı imajlarla işlenmiştir.

Akşamın güneşi «bir lâmba hüznüyle» kısılır.

Gün bitince ağaçta neşa söner, akşam ölgündür. «Leyi içinde» dir hayal dolu kuşlar.

Çok gerilerde kalan annenin, akşamla gelişlerinde yerini bir başkasına bıraktığı da görülüyor. Şairin hayal annesi «muhayyel sevgilisi» oluveriyor. Değişen kadın, değişmiyen zaman içinde, Haşim’in beklediği bir hayalden başkası değildir.

Bilirsin ey gülen âsûde ruhu çehre kadın

Leyli vahdetü gurbette beklenen şendin.

Bu belirsiz kadın çehresi doğrudan doğruya Dicle ki yıllarındaki anne mi? aşkı özliyen Haşim’in arzuladığı kadın mı? yoksa bilinç altında annesiyle birleştirdiği ideal sevgilisi mi? Bu sonuncuya daha çok yer vermek uygundur.

«Bilsen» diyor.

«Melâli hasretü gurbetle ufkı Şam’a bakan

Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin»

Haşim ruhunun kadınını akşamın içine yerleştirmiş. Sevgilisinin saçlarında ve gözlerinde de gece vardır. Mehtap bellerine sarılmıştır, yıldız ellerinde güldür. İki sevgiliyi içinde birleştiren şair için, günün sona ermesiyle hayaller başlıyor. Haşim, bir başlayışı yaratan bu bitişden hoşnuttur. Ayrıca kadının da, yavaş yavaş gelen akşamın çizgileri içinde verilmesi, onun ruhuna uygun. Çünkü onda kadın realiteden uzaktır, silinmiştir, hayâldir.

Haşim’in içinde kadınlar vardır,

Kamer gözlü kadınlar, dilber kadınlar...

Ahmet Haşim sevmek istiyor.

Bir cismi perestideyi kalp üstüne sarmak Hırsıyle başım sıtmalı, gözler kuru, parlak Eller asabî, hıçkırarak sahile indim Karşımda deniz... göklerin altında gezindim.

Şairi bu büyük, dayanılmaz isteğe iten de yine sevil memesidir. Ruhunun sürekli bir bekleyiş içinde olduğu çoğu şiirinde görülüyor.

Ey rûhu heves, rûhu ziya, rûhu mehasin

Gelsen ve bu hicranı, bu âlâmı bilirsen

Sen anlayacaksın beni, ey rûhu ziyâ sen

Onun elemlerini, acısını dindirecek olan o kadından başkası değildir.

Eşcarü havâ gölgede sessiz sarışır gel

Gel, yalnızım ey beklenilen hüsni muhayyel

Bu bekleyiş yaşayışındaki yalnızlıkla büyümüş, kadın anlayışı, bu özlemle ilgili olarak gelişmiştir.

Kadını psikolojik bakımdan düşünürken, Haşim’in sembolist olduğunu da unutmamak gerekir.

Güller ki kamıştan daha nâlân »

Gün doğdu yazık arkalarından

Hangi ruhsal halimize eğilirsek, o hali daha berraklıkla yaşarız. Burada da şair gün ışığını sevmiyor. Üzüntüsü günün doğuşundandır. Bu duyguyu düz yazılarında da izliyebiliriz. Bize göre sinde Ay başlıklı yazı, Haşim’in tabiatla başbaşa olduğu bir yazıdır. Ancak o bundan memnun değildir. Çünkü güneş «hayale müsaade etmiyecek tarzda herşeyi açık ve vazıh» göstermektedir. Onun ışığında mutlu olunamaz. Daha sonra ay, varlığı ile Haşim’in dünyasını değiştiriverecek.

«Birden etrafımızda bulunan dünyanın bütün manzaraları değişti».

Btı değişiklik ona, gerçeğin gerçek çizgileriyle belirdiği gün ışığım, sevmediği için hoş gelmiştir. «Artık her şeyi serahatle görmek ıstırabından kurtulmuştuk. Yanlış görmek ve tahayyül etmek sarhoşluğu vücudumuzu yavaş yavaş bir afyon dumanı gibi uyuşturuyordu. Etrafımızda gündüzün bütün uyuz ağaçları yerine zengin bir orman vücut bulmuştu».

Ruhu, anılarıyla olduğu kadar, hayal zenginlikleri içinde de mutlu olan Haşim, aynı yazıda: «Fakir bir ailenin kirli suratlı kızlarını, yüzlerine ay ışığı vurduğu zaman (birer murassa hayâl) olarak görür. «Deniz artık bulanık rengini ziyadan bir mayi’e bırakmıştır». Başlangıçta hiç eğlenmediklerini söylediği halde, şimdi dünyanın güzelliğinden korkmaya başlamıştır. «Aydan akan büyünün saadetiyle ruhlarımız çatlıyacak kadar dolmuştu». O, aydan kendi ruhuna, bir akış olmasını ister. Ay’da çok şeyler bulduğuna inanır. «AY, yalancı ay! Zekâdan harap olanları dinlendiren hayal gibi, güneşten bunalanları da teselli e den seıısin.»

Yine «Bize göre»nin Leylek başlıklı parçasında, sıcak bir Asya gecesini düşünür ve o anılarda kadınların bile geceye yakınlığını söyler.

KARŞIT GÖRÜŞLER.

Düz yazılarında da kendi iç dünyasında yaşıyan Haşim’in geceyi işleyişi yer yer «tezatlıdır».

Bu çeşit yerlerde biz, o akşama yakın şairin, o geceyi seven, geceye yücelik katan Haşim’in korkularını görüyoruz. O artık gecede mutluluğa karışan kişi değildir. Frankfurt Seyahatnamesi’nde, karanlıklar içinde duyacağı ve göreceği şeylerle kolayca aklını oynatabilecek biridir.

«Gece korku vaktidir. Göz artık vazifesini yapamadığı için yanlış şeyler görmeğe başlar. Her gölge oyunu, her ot titreyişi, her yaprak kımıldayışı bir düşman yaklaşması hissini verir.»

Onda, alışamadığımız bu görüşün daha da ileri gittiği oluyor.

«Medenî şiir, vahşi şiir gibi hâlâ gece başlangıcının getirdiği hüzünlerden bahseder» diyor.

Bu çatışmayı iki türlü çözümliyebiliriz. Önce şairin sağlık durumu akla gelebilir. Sağlığının bozulması ruh halini etkilemiştir. «Uyku geceye bir panzehir gibi miiret tep olmasa...» diyor ve o anda aklını yitireceğinden korkuyor. Artık acılar, gece çözülür veya gece «her çeşit kuruntuların kafa tasımızın koğuklarmdan çıkıp, hakikat çehrelerini takınarak, sürü sürü ortaya dağıldıkları, yeri göğü tuttuğu saattir».

Geceyle gelen her türlü anıdan hoşlanan şairin bu düşüncesi, olsa olsa hastalığının korkulu bir sonucudur. Belki de o zamana kadar kendisine ümitler kuruyordu. Bu yüzden geceler sevimli ve sıcak, anıları taze ve sağlamdı. Artık Haşim hastadır, acı çekmektedir.

Bu çeşit açıklamaya şair bizi bir bakıma kendi götürüyor. Frankfurt Seyahatnamesi: «Bu bir hastanın yol notları, rüzgârlı, karanlık, bir sonbahar gecesiyle başlar. «Karanlıkta tren Sirkeciden ayrılırken sinirlerim iyi değildi. İnsan geceleyin yola çıkmaya nasıl cesaret eder?» cümleleri ile başlıyor. Bu ruh halinde olan hasta bir kimsenin, yolculuk notlarında, geceye korkuyla bakması beklenebilir.

Bu ayrılığın, bu uzlaşmayısın bir başka nedeni de vardır ki onu bulmak için Haşim’in «tezatlar âlemine» girmek gerekir.

Madde kendi halini gerçekleştirmeğe çalışırken, ruh, bazı direnmelerle karşılaşır. Bu hal çatışmayı da beraberinde getirir. İşte Haşim’in içinde de böyle bir karışıklıklar zinciri vardır.

Önce, çocukluğunda geçirdiği günlere olan bağlılığa uymayan yanları var. Galatasaray’da iken bu hatıralarından, Bağdat’ta geçirdiği günlerden pek az söz edermiş,

«Hep hâtıralardır ki ziyan ufku sararken

Sessizce gelir hepsi, gezer ruhumu birden»

Diyor, fakat o hâtıra yerine koşmak istemiyordu.

Abdülhak Şinasi Hisar’m söylediğine göre: Ahmet Haşim hiç bir zaman Bağdat’a dönmek ve doğduğu bu yerleri tekrar görmek ihtiyacını duymamıştı. Hattâ orada

kendisine küçük bir irat getiren bir yeri satıp orasıyla rabıtasını büsbütün kesmeyi uygun buluyordu(Â. Haşim’in Şiiri ve Hayatı, Â. Şinasi, S = 25.).

Bu davranış, Dicleye duyulan

«Bir hasreti gurbet ki bütün geçmişe ait.»

Söyleyişine benzemiyor. Bu uzaklık, bir Dicle hatırasını yenilemek istercesine kil yemekteki o ruh alışkanlığına da uymuyor. Onda böyle uzun yaşıyan iklim hatırası kaldığına göre, şairin ilk yaşantılarını bıraktığı o diyara koşması gerekirdi.

Onun bu ikiliği, davranışlarında da var. Gösterişe, fantaziye kapıldığı çok olmuştur. Çalışmalarında da her zaman üzerinde durduğu yazılarım, garip ve anlaşılmaz gücenişlerle basitleştirmekten kaçınmamıştır. Bu gün dostu olan bir arkadaşı, bir başka gün ondan en ağır sözleri duyardı. Göklere çıkardığı birini ayni gün içinde, şu veya bu kızgınlığın sonunda çekiştirmeğe başlardı. Hırsızlıkla suçlandırdığı bir ailenin biraz sonra en iyi dostu idi.

O, çevresine olan bu davranış denkleşmezliğini kabullenmiştir. Rahatlıkla «iftira ettim» «senin en büyük düşmanınım» «hakkınızda söylediklerimi yalan söylemiştim», diyebiliyordu.

Bu çelişme ondaki komplekslerden başka bir şey olmasa gerek. Çünkü Haşim, karşısındakinin kendine olan bağlılığından daima şüphe ederdi, dostlarına karşı güvensizlik duygusu içindeydi. Bu, birazda kendi bağlarının insanlara karşı gevşemesindendir.

Gerçekte herkesi kolay kolay sevmiyen, beğenmiyen sanatçının, içinde öylesine değişiklikler olurdu ki bu hazan bir hastalık gibi büyürdü.

Haşim’in dost gurubu arasında da açık bir benzeyiş vardır. Haşim, birbirleriyle bağdaşmayan kimselerle arkadaşlık ediyordu.

Onu, günün bir kısmında seçkin bir şiir çevresi içinde, diğer kısmında da mahallesinin kahvehanelerinde görüyoruz. Buralarda da o melal şairinin, o yüksek heyecanları duyan ve duyuran Haşim’in yerini, basit bir dedikoducu alıyor, bir başka Haşim yaratıyordu.

Şairin ilk düşünceleri, gizli bir iç sıkıntısının başlangıcı olmuştur. Belki de bu çatışmalar bıkma veya usanmanın bir sonucudur.

Ruh dünyasındaki, çevresindeki ve davranışlarındaki bu karışıklık aska ve evlilik konusuna da dokunmuştur.

Mektep arkadaşlarına anlattığına göre: İstanbul’un arka sokaklarında dolaşırken kafes arkasındaki genç yaşta kızların kendisine baktığı kuruntusuna kapılır, onlara aşık olurmuş. Bu tutkusundan hoşnut olduğu halde, onlarla karşılaşmaktan korkar ve utanırmış.

Onun ilk ask denemelerindeki bu duraksama daha sonra da görülür. Böylece alıştığımız ruhsal çatışmalarına bir yenisini eklemiş oluyor.

Abdülhak Şinasi bir anısından söz ederken şöyle demektedir :

« Beyoğlu’nda Fransız kütüphanesinde çalışan iki üç kızdan birisine aşık olduğunu söylüyordu. Önünde dolaşır, hem ondan bir haber duymak için bizden bir havadis almak ister fakat aşkının mahçubiyetinden yolun önünden geçemez karşıki kaldırımdan geçer ve dükkânın içine giremezdi

 Kendisi görülmesin diye dükkânın içine girmiyen Haşim’in, çalıştığı bir iki müessesede memur kadınlarla tanışınca onlarla görüşmesi bir nevi rezalet oluveriyordu »(Ahmet Haşim şiiri ve Hayatı, Abdülhak Şinasi Hisar, S.: 130). .

Onun Osmanlı Bankasında, sevdiği kıza masa altından bıçak gösterdiği düşünülürse; O temiz heyecan ve çekingenliğin bir gün yerini tamamen «Şehevî» isteklere bıraktığı açıkça görülür.

Bu ruhsal halin sonucu olarak evlenme adımlan da boşa gitmiştir.

Zıtlık, iç karışıklığının dışa vurmasıdır. Şüpheden ileri gelen inançsızlıkların ve ikiliğin toplamıdır. Şiirinde; bekleyişle ümitsizlik, arzu ile ihtiras, kabullenişle isyan yan yanadır. Sığındığı akşam saatlerinin karanlığı ile kızıllığı da gönlünde çarpışan iki renkten başka bir şey değildir. Gecenin koyuluğunda görülen kızıl renkler, altın ziyâlar, tutuşan ruhundan birer çizgidir. «Merdivende» :

«Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta» diyen şairin, bu rengini

Bir gün ki hazan ufka kızıl dalgalı bir nur Bir kanlı ziya haşrediyorken...

Veya

Bir lâmba hüznüyle

Kısıldı altın ufuklarda

Akşamın güneşi

 Bir el

Deriçelerde bir altın ziya yakıp indi,

 mısralarında da buluyoruz.

Son Saat’ta akşam, beldeleri tutuşturarak gelir.

Onun bahçesinde, havuzu dolduran, ateşten bâdedir.

Dolduran havzı ateşten bâde Ne kadar gamlı bu akşam vakti.

Süvaride :

Şu bakır zirvelerin ardından Bir süvari geliyor kan rengi Başlıyor şimdi melûl akşamda Son ışıklarla bulutlar cengi...

«Melâli fasl Birleşti iste Sam ile Bâd»

***

Mısralarında Haşim’in gecesini tanımıştık.

Gün bitti. Ağaçta neşe söndü.

Yaprak âteş oldu, kuş da yâkut

•Gibi söyleyişlerinde de hep hüznün durgunluğunu, ateşin canlılığı ile bir araya getirmiştir.

HAŞİM’ÎN RENK DÜNYASI.

Haşim, bize renklerle birşeyler anlatmak isterken de iç karışıklığını duyurur. Bu yüzden burada da derin ve yenidir. Renkleriyle de bizi, kendi ruh dünyasının yüce gizliliklerine çıkarmıştır. Akşamın, melâli fasl olusundaki kırılmışlığın rengi, başka yerlerde yakutlaşır.

Onu iki seçkin renk tonu içinde buluruz; biri iç âleminin küskünlüğünü, bunalmışlığını veren soluk renkler. Gölgeli renkler. Öteki de dışa vuran taşkın heyecanlarının yanan, tutuşan rengi. Melâlinin bulanıklığını, gecelerinde, semalarında görürüz. Donuk renkler, ruhunun gölgeli taraflarıdır. «Soluk ilâheleri, Bîrengi semâ »sı hep o yarı karanlık iç âlemi ile dolu.

Haşim’in belirsize kuvvetle sarılması; gerçeğin, gönlündeki bu âlemde var olduğuna inanmasmdandır. Onu güçlü kılan da yine bu yöneliştir. Bir yandan da Hegel’in sembolistler için söylediği gibi; kendisi de yarattığı bulanık, karışık, ve karanlık niteliklerden kurtulamıyordu.

Akşamın gölgeli siması, hülyaların döküldüğü solgun şeb, sarı ve hasta sema, müphem sarı yıldızlar, fersiz Kamer... Bu yarı karanlık çevre içinde Haşim’in bulanık hayallere yer vermesi beklenebilir.

Gerçeklerin ortasında yenilmiş bir ruhun ifadesi olarak, çoğu söyleyişlerinde belirsizi ve uzağı duyuran şair, bu çevreye hep aynı hayali yerleştiriyor.

«Bu soluk renkli hayali tanır mısın acaba»? derken, yine ondan, okuyucunun da Haşim kadar tanıdığı

anneden söz edilmekte. Bu hayalin yüzü de aynı solgun görüşle çiziliyor. Sonra onun donuk gözleri, hayali, sarı yüzü düşünülüyor. Aynı renksizliğin dallara, yaprağa geçi şile herşey, o bulanık havaya bürünmüştür.

Ancak yine bir çatışmayı işaret etmek yerinde olur. İçli ve melânkolik Haşim’in yanı sıra, heyecanlarım ışıklı kelimelerle veren Haşim var.

«Güldün, Şafakı şi’rime altınlı ziyalar saçıldı»

«Ufkun, sızar eşbâhma gül dalgalı bir levn»

«Gülen dudaklar zulmette kanlı bir güldür»

Haşim’de yanan şeyleri, sarının büyük parlaklığını; Akşam’da, «Bir günün sonunda arzu» şiirinde seyrediyoruz. «Her akşam âlemlerimizden sefer eden kuşlar altın kulelerdedir».

Yollar şiiri altın ufukların şiiridir.

» »

«Kuruldu işte mesâfat içinde lâlı mesâ».

«Bütün sular zehebî lerzelerle islendi».

»

Ağaç da; yaprak ateş, kuş yâkûttur.

Yaprakla kuşun pırıltısından havuzun suyu erguvana dönmüştür.

Süvari’sinde :

.Melûl akşamlarda son ışıklarla bulutların savaşı

vardır.

Şairin, melale, tükenen neşeye, gam’a, eleme, ye’se, ve hüzne verdiği yer, sembolistlerin bedbin ruhunu andırıyor.

O şiirini bütnü sembolistler gibi telkine daha elverişli kılmak için renge önem veriyordu. Mısralarında gümüş renginin yanında yeşiller, maviler durur. Mailer yine onun yarı karanlığının anlatımıdır. Kamer’in yıldızın, akşamın rengidir. Yeşil, sönen, gölgelenen dünyadaki göğün halidir.

Nücumu mâhı dökülmüş semânın esçara Melûl manzaralar şimdi bir gümüşlü sehap

söyleyişinde, gümüş renginin akşama karıştığı, melûl manzaralarla birleşmiş olduğu görülür.

Şair diğerlerinden daha az kullandığı bu renkleri de yanan ışıldayan renkler gibi, ruhundaki buhranlardan almıştır. Bu yine sembolizmin içe dönük, ümitsiz ve hülyalı bulanıklığından geliyor.

Haşim’in, sembolik sanatın türlü yorumlara yol açan niteliğine bağlı kaldığı açıktır.

«Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak»la merdiven şiiri bunlardan biridir.

Eğilmiş arza, kanar muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda, kanlı bülbüller

 Sular mı yandı neden tunça benziyor mermer?

Bu bir lisanı hafidir ki rûha dolmakta

 Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta...

Akşam’m böylesi ancak bazı ruhlara dolan gizli bir söyleniş, gizli bir anlaşmadır.

Ahmet Haşim’e göre «mâna ahengin telkinatından başka bir şey değildir».

«Şiir, mânasını şairin ruhundan almalı, muhayyeleyi işletmelidir. En zengin en derin, en müessir şiir, herkesin istediği tarzda anlıyacağı şiirdir. Ve şiir, herşeyden evvel bir hakikat habercisi değildir».

Mısralarında doğruladığı bu görüşü yine merdivenle örneklendirelim.

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden Eteklerinde güneş rengi bir yığm yaprak Ye bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.

insanda iç âlem, olgulardan doğar. Bu renkler içine de Haşim yine temel özlemini katıyor.

Ey sen, ey onun rûhu mâtemi seyyâl Ey şimdi bakan hüznüme; ah ey kameri lâl «Onbeş senedir güneş ufka kanlı düşerken» «Lâkin o zaman doğdu senin çehrei lâlin»,

Haşim, ayni rengi ton değişimi ile, Batan Ayın Kenarına Satırlarda da işliyor. Kamer, burada tanrısal ışık. Suya ateşli kan bırakan bir ilâh. Onun alevden dünyasını, Akşam şiirinde kuşlar ağızlarında taşımakta. Siyah kuşlarda da yine bu imajı buluyoruz.

Gurûbu hûn ile pevverde rûh olan kuşlar Kızıl kamışlara, yâkût âba koymuşlar Ufukta bir seri maktûlu andıran güneşi Sükûtu gamla yemişler ve şimdi doymuşlar.

Orada Hazân parlak ihtişamiyle suyu yakuta döndürür. Dudaklar gülgûn, gözler âteştir. Karanfil, yâr dudağından alınmış bir alev katresidir.

Şiirin bu değişmez rengini düz yazılarda da işliyor. Frankfurt Seyahatnamesinde, sonbahardan söz ederken, yine yanan, tutuşan, çizgiler verir.

«Yerde ve daldaki yaprakların hepsi de kırmızı ve sarı idi. 0 kadar sarı ki, gûya büyük bir yangının alevleri ormanın her tarafını sarmış ve bütün ağaçlar büyük birer meş’ale halinde bulutlu sonbahar seması altında sessiz bir yanışla yanıyorlardı».

Bize Göre’de, Kelimelerin Hayatı başlıklı yazısında «Şeytanî bir alevin temasıyla taraf taraf ateş kırmızılığına boyanan muasır kadın çehresi  » diyor.

Ayrıca renklere olan yakınlığının verdiği önemi Gurubahanei lâklâkanın Son Şarklı parçasında şu sözlerle belirtiyor :

«Bizde adi teferruat kıymetinde tutulan renk ve şekil meselelerine ne kadar ehemmiyet verilse yeri var».

Sembolizmde dış âlemin yerini rüyalar, arzular âlemi almıştı. Bu incelik, renkle olduğu kadar sesle de vermeğe çalışılır.

Ağardı o altın suyun üstünde bir âhenk Serperdi o bîkes sese akşam sarı bir renk

Burada sesle ışık birbirinin içinde, âlıeng, suyun altın rengindedir. Sarı, kimsesiz sesin rengidir. Ağlayışın hüznü, serpilen ışıktadır. Onda matem, hüznün sessizliğini taşır. Sükûn dalgaları da ayrı birer musikidir. Ses, Ha şim’de konunun üstünde. Bize, akşamla, hüzünle, renkle gösterdiği dünyasını bir defa da sesle duyuruyor. Buna o uzak diyarın ateşi de karışınca, altın ziyalarla, ahenkle ışıklanan, yanan belirsizlik âlemine giriyoruz. Ve artık, Baudleraire’in şiirle musiki arasındaki gizli ilgisi kurulmuş oluyor.

Haşim’in de, açıklığı, hayali körleten bir fazlalık kabul ettiği düşünülürse, sembolizme bağlantısı bir daha anlaşılmış olur.

Şair Ovidus «Gizli yaşıyan bahtiyardır» diyor. Haşam'’deki gizlilik estetiğinin de, şaire derin bir iç rahatlığı verdiği muhakkaktır.

Biz onun gizliliğini, sembollerle kaynaşmış buluyoruz. İmaj yoluyla göze görünmiyeni veren sembol, şairi görünenin arkasindaki âleme götürür ki yine Haşim’i o hayalî ülkesine bırakılıvermiş buluruz.

Bize küçük değişikliklerle hep aynı şeyi söyliyen, belirsiz fakat yüce şiirler veren Ahmet Haşim, tasavvurundaki hayâl âlemine girmediği zamanlar, gerçek içinde yaşamaya zorunlu olduğu zamanlar ne yapardı? İnsanları nasıl tanır ve onlar için ne düşünürdü?

HAŞİMİN DÜNYA GÖRÜŞÜ

«Galatasaray’da Ziya Bey isminde bir Fransızca hocamız vardı. Haşim Efendi, sen şiir yazıyormuşsun ben senin ciddî şeylerle meşgul olmam isterdim, dedi, tam üç sene şairliği bıraktım».

Acısı okadar büyük, söyleyişi de okadar özden olan Haşim’i üç yıl susturan* hocası olmuştu. O, annesine derin sevgiyle bağlıydı. Bunları zaman renk ve musikiyle birlikte şiire katıyordu. Duygularının içtenliği ile örülen şiire bağlanmıştı. Bir an bu inançları ona boş ve ciddîlikten uzak gösterilince ilk reaksiyonu şiiri bırakmak olacaktı.

Haşim, esasen kendisini hayat karşısında eksik buluyordu. O da Paul Verlaine gibi, kendisiyle alay edildiğini düşünüyor, bu duygudan kurtuluşu şiirde buluyordu. Yabancı bir nedenle şiiri bırakısı, onda daha sonraları bir korku yaratacaktır.

Artık Haşim, şiirinin hiç bir zaman ciddîye alınmadığına inanacak. Hele o zaman okuyucunun, bu yeni söyleyişteki ulaşılmaz derinliği göremeyişi, onun güvenini bir o kadar daha yıkacaktır. Bu duygu çok sonraları bile, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na yazdığı bir mektupta «Ben, mezbeleye atılmış bir abide gibiyim. Benim şahsımda san’atm ve edebiyatın ezelî bir kutsiyeti bir küfre heder olmuştur. Bunun günâhı bütün memlekete ve hepinize raci değil midir?» dedirtecektir.

«İşte küçük bir minyatür şiir ki, çerçeveleyip karşısında zaman zaman düşüneceğimiz bir tablo gibi salonunuza asabilirsiniz».

Yusuf Ziya Ortaç’ın bu bir kaç satıra sığdırıverdiği büyüklüğü ve bu çeşit övülmeyi çılgınca özliyen şair, önlediği şeye kavuşamamıştır. Göl Saatleri basıldığında, kitabının eleştirilmesini yapmak istiyen Abdülhak Şinasi Hisar’a verdiği bir kaç yazı dikkate değer. Bunlar o zamana kadar, şair için yazılmış pek az sayıda makaledir. Haşim’ in uzun sürecek olan bu ilgisizlikten duyduğu acı, küçük olmasa gerek.

Uç yıl, gerçek bir şair için uzun bir susma devresidir. Hele bu, dıştan gelen bir susturma devresi ise, o sanatçıda, bir takım kırgınlıklar yapacaktır. Artık Haşim’in yazmak istememesi; yeniden red edilmek, beğenilmemek korkusundandır.

Onun, aşk konusundaki çekingenliği de düşünülürse Freud’un «Bir olayın tekerrürü meselesi» akla gelebilir. Kişi, şu veya bu yanıyla beğenilmemişse, şuur altına beğenilmemek duygusu siner.

Artık o, başkasının kendisini sevmemesi halini önlemek için kendisi beğenmez olur. Böylece içindeki redde dilis acısını, reddediş seklinde tekrarlamıştır..

Haşim’e artık her zaman yenilecekmiş gibi gelir. İnsanların başarılarını olmıyacak bir şeymiş gibi karşılar. Onun isyanı da bunadır.

İnsan için düşüncesi de değişiktir. İnsanı hayata benzetir. Bazan sevilmeye değer, bazan bomboş yaratıklar.

Yalancıdırlar, çoğu davranışlarında bir menfaat gizliliği vardır. Fakat onun itirazı önce kendisinedir. Kıskançlık ve isyanlarının nedeni, kaderine boyun eğemeyişindendir. Kendi varlığından uzaklaşma çabası, hayal, özlem, hep bu noktada başlıyor.

Onun kendine olan sevgi dışı duyguları, beden yapısına olan itirazı ile başlamıştır. «Bir kızıl çehrede âteş gözler »le bakan Haşim, Paris’deyken Mercure De France’a yazdığı makale yüzünden idareye çağrılınca «Makale sahibinin böyle çirkin bir adam olduğunu öğrenmesinler, benim yerime sen git» diye Namık İsmail’i göndermek istemişti(l).

Bu kabullenmeyiş sonraları iç dünyasına geçer. Olaylara, kaderine, başarısızlığa karşı da aynı şeyleri duymaya başlar.

O, insanların kendisine sadece iyi günlerde dost olacağını düşünerek kahroluyordu. Bu güvensizlik, hayat görüşünde en büyük rolü oynıyacaktır.

Şiiri için «Büyük şiirlerin methalleri, tunç kanatlı müstahkem şehir kapıları gibi sımsıkı kapalıdır» derken, kendisi de o kadar içine kapanacaktır.

Kendi köşesinden, hayatı karışık bir makinenin işlemesi gibi anlaşılması pek güç, Kâinatı da «tesadüfi bir eser» sayar.

Yalnızlığım dolduramadığı, o uzun ve boş zamanın, derin bağlanışlardan uzak geçtiğini görünce Haşim’in hırçınlığı büyüyordu. Bu haliyle kendisini daima dünyanın yabancısı saydığından büzüldüğü âleminde kırgınlıklar, düşmanlıklar yaratıyordu. Hastalığı ve geçimsizliği büyüümüştü... Ne var ki bu çeşit heyecanlar onun san’atı için elverişli oluyordu.

Kendi kendimize kazanacağımız alışkanlıklarla, tutkularımızın düzeni değiştirilebilir. Fakat Haşim :

«însan, bütün hüsnüniyetine rağmen kontrol edemediği bazı hislerine esirdir» demekle yetiniyordu.

Şair bu görüşlerin beslediği ruh halleri ile verdiği şiirinde anlaşılmamakdan şikâyet ettiği ölçüde açıklıktan kaçmıyordu.

KARIŞIKTA DÜZEN

Ancak, Ahmet Haşim bu karmakarışıklığı bir düzen içinde vermesini bildi.

Şiirlerin renk ve çizgi unsuru, ortak konusu, bu düzenin bütünlüğünü sağlar. Zaman, hayal ve anılar dünyasının özel çizgileri, hep bu bütünden başlar. Ölüm, yalnızlık, hüzün yine bu bütüne doğru giderek, şiirine tekrardan doğan düzeni verir.

Böylece Haşim, şiiriyle bir daire çizmektedir. Durmadan. aynı noktalardan geçen bir san’at dairesi.

Sembolik şiirde ahengi yapan bu tekrarlar, düz yazılarına da geçmiştir. Böylece Haşim’in, ortak imajla söyleyiş özelliği daha belirli olur.

Onun yalnızlığını sayfiyeden dönerken, parçasında da seziyoruz. Burada, boş yere konuşacak bir ruh ariyan yıldızlar bile, Haşim’in iç dünyasını düşündürüyor. Semalardaki mehtap yine işlenmiştir.

Şairleri Okurken de mehtaptan kuvvet alan titrek kış kuşlarında Göl kuşlarını hayal ediyoruz.

Leylek adlı yazıda, mehtapta leklekler şiirini ve O Beldenin mai semalarım buluyoruz. Çıktığın gecelerdeki Hatıralarla gelen kadınlar, çöllerdin sıcak akşamlı ülkeleri, yine karşımızda.

«Bir leylek şekli muhayyeleye neler anlatmaz. Maili ği içi bayıltan sonsuz derin bir sema... Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük, beyaz, bir şehir. Sıcak bir Asya gecesi... Damların yan duvarlarına dayanarak gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekliyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlı kadınlar...»

Haşim’in anılarından ayıramadığımız bu beklenen Kamer’i, Gecenin zulmetini ve Lâmha ziyasının sihrini «Örtülü Kadın» yazısında hiç yadırgamıyoruz.

«Yalcında» başlıklı yazısından çıkardığımıza göre:

Göllerde bu dem bir kamış olsam diyen Haşim, bu tasavvuru öylesine benimsemiş ki hayalinde bütün şairleri «Ra’şan göl sazları rikkatinde» gençler olarak düşünmüştür. Bu görüş yine bizi onun dünya ve insan anlayışına götürüyor. 0 da insanı, Pascal gibi görür, onun:

«insan bir saz, tabiatın en zayıf bir sazıdır fakat düşünen bir sazdır» deyişine çok yakın duygularla yazıyor veya hayal ediyordu.

Sinemayı, «Her zevkini keybetmiş ruhu, çocukluk tazeleğine kavuşturan karanlık» şeklinde anlatması da, şiirindeki o çocukluk günlerine devamlı yönelişi gösteriyor.

Bu ayniliklerin tümü, kanamayış duygusunun beslediği bir iç dünyasından gelir.

Haşim’in bu tekrarları, kronolojik bakımdan gittikçe çoğalarak yapması, dikkate değer.

Onun akşamlarından, renklerinden ayıramadığı kuş* lar gençlik şiirlerinde pek görülmüyor. Yalnızca Âllahü Ekber’de; sabah ezanında onların nasıl bir sessizlik içinde kaldıklarını gösterir ve

Sükûn içinde evet, hep nühür, hep murğan.

der.

Haşim’in kuşları sudan ayrı düşündüğü azdır. Kuşlar, suya rengini katan veya pırıltılarını sudan alan yaratıklardır. Nehirle, gölle yan yanadır

Şiir’i Kamer’in

Nehrin gece rüya vü serairle boğulmuş,

Ufkunda tahassürler okur gam  zade bir kuş

Mısralarında kuş, nehirden uzak değildir. Kenarı abâ dizilen Leylekler, yine suya yakındır. Kuğular, gözlerindeki sarhoşlukla gecenin içinden suya doğru gelir. Ayın doğmasıyla bütün kuşlar gölden uçuşuverirler. Suların ateşinde sallanan hareketsiz yaratıklar yine onlardır.

Kuşlar, suyun yanında olduğu kadar, renk âleminin de içindedir. Sulardan kuşlara vuran ateş rengidir, Yakut rengidir.

Şiiri kamer’den sonra Göl kuşları ile biraz daha bu imajı veren Haşim’in kuşlarını, Piyalesinde yine karşımızda buluyoruz. Onlar bu defa gün sonunda altın kulelerde duruyorlar. Çağrışımlar yine ayni renkler ve kuşlarla oluyor.

Yıldızlar, binlerce ziyanın kuş' gibi ufka gitmesini andırır. «Bahçesde; gök yeşil, yer sarı, dallar da mercan kırmızılığın dadır. Şair bu dalların üstünde yine kuşları hayal etmededir. Âlev gibi dallarda kanlı bülbülleri görürüz...

Ağaç şiirinde Haşim, bu söyleyişin en güzelini vermiştir, diyebiliriz.

Gün bitti ağaçta neşe söndü

Yaprak âteş oldu kuş ta yâkût

Yaprakla suyun parıltısından

 Havzın suyu erguvana döndü

Ayni şey, Ahmet Haşim’in Dicle’nin sahillerinden alıp getirdiği ve unutamadığı Su larında da vardır.

Hayatın şekillerini hayal havuzundan seyreden şair bütün suları yıldızlarla işlenmiş görür ve gösterir. Göller sevdaların cennetidir. Yorgun sular üstünde şebi handenin kanadığını düşünür. Havuzlar ateşten bâdelerle doldurulmuştur. Suya, böcekler uyku ninnileri söyler. Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açmaktadır. Onun ruhu bile, zaman zaman bir göl görünüşündedir. Akşam kızıllığı suya vurdukça Haşim «Sular mı yandı neden tunça benziyor mermer» demekten kendini alamıyacaktır.

Haşim’in unutamadığı Asya dekoru içinde, nehir öylesine yer almıştır ki, o bize bunu gölle, sahille, havuzla, söylemiş fakat hepsinde de Dicle suyundaki unutulmaz lığı vermiştir. Ruh halini, akşamın rengini, o değişmez çizgileriyle sularına da katmıştır. Son bahar’ında bir taraf bahçeyse bir taraf deredir. Su, hazanla yakuta dönmüştür.

Haşim’in kendisini gerilere götüren her oluş karşısında, düşüncelere daldığını biliyoruz. Sonbahar’da bunu daha açık söylemiştir.

Suyu yâkûta döndüren bu hazan

 Bizi garkeyliyor düşüncelere.

Haşim Aşkından söz ederken de

Dicleden parıltılar veriyor.

Âteş gibi bir nehir akıyordu

Rûhumla o ruhun arasından

Onun şiirinde söylediği su, durgunluğu ile, sakinliği ile. ve ölü bir satıh oluşu ile gözümüzün önünde hep bir düzlük gibi uzanır. Bu düzlükten Haşim’in mesafe anla* yışma gitmek mümkündür.

HAŞİMİN ŞİÎRÎNDE DERİNLİK

«Her kaide bir tahdit» olduğu için Sembolizmde kaide yoktur. Onlara göre ruh olayları sınırlanamaz. Aynı görüş dış dünya için de vardır. Haşim’in de gözle görülen varlıklar için nasıl bir sınır düşündüğü araştırılabilir.

Ona göre, Ziya denizleri nâmiitenaî dir. Gurup içinde yıldızlar hudutsuz şekillerdir. Semâ sonsuzluktur. Yokluk ve karanlık ebedîlere uzanmaktadır. Hasim bu sonsuzluk içinde bir uzay çizmeye çalışıyor. Ancak bu çizgilerin hepsi de ayni yerde birleşmektedir.

Haşim’de uzaklığı çok sık görüyoruz. Kamer uzaklardan gamla doğar, her akşam üstü uzaklardan bir selâm umulur. «Bazı geceler »de :

En sonda nigâhı ebediyyet gibi titrer

Ta ufka asılmış sarı bir lem’ai muğber

ufuklar uzaktır. Yaprakların bile sürüklenişi, ümitsizlik ve acı dolu uzak bir ufka doğrudur.

Onda sınırsız bir uzaklık var. Bunun yanında yüksekleri söylemesi beklenebilir. Akşam yükselerek gelecek, rüzgâr yükseklerden esecek, sesler de dalgalarla yükselecektir. Bu çeşit söyleniş onun bulunduğu âlemden ayrılma isteğidir. Haşim bilinmiyen o ruh âlemlerini düşünürken, kendisini de sema ile, yıldızlarla birlikte yükseklerde sayacaktır. «Çıkmak», «bâlâ», «pervâz» «uçmak», bu isteğin getirdiği kelimelerdir.

Ufuklarda ağır yükselişin yanında yarasaları, yorgun sarı yaprakları, uçuşmakta görüyoruz. Dallardan uçan ıtrı bahar, ateşli havalarda dolasan kavuşma demleri vardır.

Haşim, çevresindeki varlıkları böyle semalarda dolaşr tırırken gözleri lıep zirvelere takılmakta, ağaçların, seheri zirvesinden söz etmektedir. Af âkı, âsumanı, dağları hep bu görüşle işler.

Firazı zirvei Sînayı kahra yükselerek Oradan düşüp ölmek istiyorum diyor. Çıkış çıkış ve birden bir boşluğa düşme.

Onun ruhunda, yaşayışlarında, arzularında, hep var olan bu iniş, şiirinde yavaş yavaş başlar. Önceleri gökten yıldızları indiren şair, sonra bu inişi, dökülüşü, büyük boşluklara yuvarlanmak şeklinde söyleyerek ruh halini özelleyivermiştir.

Akşam’m oluşunu anlatırken «bir el deriçelerde bir altın ziya yakıp indi.» diyor, bu, şairin yükselen, inen deyişlerindendir. Mehtap, ziyâ, fecir, şafak, nur, hep dökülmektedir. Bu dökülüşler yine bir inişi verir.

Kamer’in yükseklerdeki yeri düşünülürse :

«Bir hâbı serâbî dökülürken yere senden» «Nurundan akar yerlere bir sayei hissi», mısralarıyla şairin, yine bir iniş hayal ettiği görülür. Haşim’in aynı görüşle geceyi sahillere getirdiği, mehtabı yere serdiği çok olmuştur. Ruhunun yüksekliğindeki inişli çizgiler gibi, dışımızdaki varlıklar da zaman içinden kayar, iner. Kamer’in aşağıda olması için, bir bakış, bir göz kayması yetiverir. Bazen bu işi rüzgâr yapar. Bazan da

Kamer’i yere indiren sular olur. Havuzun düzgünlüğünde ayı buluşumuz bundandır.

Böylece, yükseldiklerin erişilmezliğini bizim yamba şımıza kadar getiriverir. Artık, yıldız denizle, dal sema ile yan yanadır. Ufuk gölle beraberdir.

«Sular semâyı hayâlatı eyler istiap»

«Nücümu mâhı dökülmüş semânın eseara»

**

«Havada bir gölü tanzîr eder sema bu gece» ,

«Ufukta çemberi lerzân abâ yaslanmış»,

söyleyişleri bu görüşü doğrular. Kamer yarasını suda dindirmek istiyen vurulmuş bir ilâh gibi, gece yarısı gök yüzünden iner. Akşamları, sessiz sulara, yıldızlar akar. Ay, sularda doğar. Böylece birleşen, bir arada kaynaşmış gösterilen gökyüzü ile yerdeki suların, ağaçların birbirlerine sarıldıkları bile olur.

Yıldızların suya dolmasında, inmekten daha kuvvetli bir anlam vardır. Sanki «encüm» bu uzaklığa dayanamamış ta, suya «Doluvermiş»tir. Denizin de, ruhunda aynı duyguyla, semayla kucaklaştığını görüyoruz.

Haşim, sahilde dolaşırken, hayali ile, düşüncesi ile, hep semalardadır. Bakışlariyle bile, yer yüzü ile ufukları birleştirir.

Karşımda deniz, göklerin altında gezindim...

Suların, âfâka sürüklendiğini hayal ederken, yerle semayı birbirine yakınlaştırmak istercesine

Dalların zirvesindeyiz ancak Yarı yoldan ziyade yerden uzak Yarı yoldan ziyade mâha yakın.

diyor. Yüksekliği bize getirmeye veya bizi oraya çıkarmaya çalışır gibidir. «Kuğuların Avdeti »nde, ölü bir su yüzünden ayın büyük ülkesine çıkmak, onunla birleşmek için de göklerin yolunu aramaktadır. Bu yol arama, yol' larda dolaşma şairde sık görülüyor.

Zulmet’de ; daima uzayan derin yollardan, Kış’da ; yuvasız kuşların yollarda dolaştığından, Sensiz şiirinde; Dic lenin uzun ve nurlu bir yol çizdiğinden söz ediliyor. Özellikle yollar şiiri bunun üzerinde daha çok duran bir şiirdir.

Haşim’in uzay anlayışında : Yüksekliğin yanında düz çizgiler, inişler yanında, yukarı doğru gidiş vardır. O bu zıtlık içinde, boşluğu ve derinliği de yerleştirerek derin, düz ve yüksek çizgileri tamamlamıştır. Onun için sema, mâî ipekten bir boşluktur. Yokluk, karanlık, boşlukta denizler gibidir. Ayrıca, «Düşdükçe semadan yere mehtap» «Râkit ölü bir havza düşen bir kuru yaprak» da görüldüğü gibi, başluk Haşim’de «düşüş» sözcükleriyle de duyrulmaya çalışılmıştır.

Karanlık, daha önceleri başka türlü söylediği, derin ve soğuk bir denize benzer. Mâî yıldızlar yine büyük ve derindir. Aksi Sâdâ’da, dolaştığı yerler «derin uzleti mü kedder» dir. Göller mutlaka derindir. Onu, ölmek şiirinde yükseldiği Kahır Sinâsî (tepesinden, hayal kırıklığının boşluğuna çağıran sesde bile garip bir derinlik var.

Uzanın, düz yolları ile; dalların zirvesinden semaya ulaşan yükseklikleri ile, onu bekleyen uçurum boşlukları ile, Haşim bize hep kendini söylemiştir. Ruhunun durgun bir su yüzü kadar düz veya semalar kadar sonsuz iniş çıkışlarını vermiştir. Onun mesafe anlayışını bile, yine kendi yarattığı hayal âleminin içinden çekip aldığı açıktır. Şair bunu bir mısra ile özetleyivermiş.

Mesafeler bana sihri hayâli öğretti demiştir.

HAŞİM'DE İNANIŞ

O, hayalin sihrini, güzelliğini aynı zamanda acılarından kaçışta buluyor. Ruhunda acıların her çeşidini var sanıyordu. Sinirlerinin zaman zaman çok bozulması kendini buna inandırmasmdandır. Tabiat tarafından bile unutulduğuna işaret ettiği şiirleri vardır. O, sinirinin nedenini bazan kendisi de bilmiyor, bazan da, başının sıtmalı halini gözlerinin kuruluğunu ve ellerinin asabiliğini bir yalnızlığa bağlıyor.

Haşim/de asabîlik, ruhunu vahşete götürür. Kudurmak, boğmak, böyle anlarda çok kullandığı kelimeler olur. Onun sık sık haykıran hatta uluyan söyleyişlerini görüyoruz.

Bağır, bağır gamı Bîşülcühâ bağır, veya daha çoşkun

Atıl bağır, kuleler insin, indir ecramı

Boğdun sükûnu kahr ile

Kırdın mehi nücümunu

der. Bu ruh hali, ona vahşeti de söyletir. Vahşet zulmetinden, vahşi karaltılardan söz eder. Aynı heyecanla rüzgârın bile yırtıldığını anlatıyor.

«Vuhuşu ruhumu zehriyle etti perverde»

«Ukûsu vahşeti takibe koştuğum gecede»

derken, Haşim içindeki çılgınlığı söylemeğe çalışmıştır. 0 nun yer yer cünûn kelimesini de kullanması dikkatimizi çeker.

«Ey leb ki eder ateşi her cinneti tecviz»

«Başım cünûnunu, ruhum, gururunu gizler» «Cünûnu eskimi tenvime geldiğin demdir.»

mısraları buna örnektir.

«Vahşi sesi, firkat sesi sandım» daki anlamdan hare »  

ket edilirse Haşim bizi yine ayni yere götürür. Onda çılgınca duyguları, cinnet düşüncesini, kudurup, atılmayı hep aynı bozuk sinirleri yaratmıştır. Bunun nedeni de yine ayrılıktır. Artık şair, bülbülü bile vahşi ötüşlü sayacak, bu vahşi sesde ayrılık acısını sezecektir. Kendi duygularını gecenin karanlığı kadar boğuk, aym rengi kadar bulanık görecektir. Tabiatın her parçası, her varlık, onun iç dünyasındaki vahşeti yaşıyabilmektedir.

Şiirleri huzursuz bir insanın duygu, ve hayalleri ile örülmüştür. Düşüncelerinin arkasında güçlü bir ruh vardır, kendi kendisi olan bir ruh! Niçe; «Şehirlerinizi Ve züv’ün yakınlarına inşa ediniz, gemilerinizi keşfedilmemiş denizlere yollayınız, benzerlerinizle ve kendi kendinizle savaşarak yaşayınız» diyor.

Haşim’i, renkleri, hayalleri, içinde, yalnızlığı ve anlaşılmazlıkları içinde düşünürsek Niçe’nin anlayışını onda rahatlıkla bulabiliriz. Kendi kendisi olan ruh, sanatını bunlarla canlandırmaktadır. Kendisini mutlak ve gerçek «ben» den çok, olaysal «ben» içinde kabul etmiş ve şiirine —ilk hatıralarından bu yana—hep olaylarla şekillenen iç dünyasını koymuştur.

Onda düşünce bile ruhta meydana gelir. Hasim’de, kendisinde olanı yitirmiş bir insanın melankolisi var. 0, cünûndan veya vahşetten bile bu melankolinin etkisitle söz eder.

Her söyleyiş, gizli bir acının duyuruluş7idur. Haşim, olayları, tabiatı, zamanın bir ruh sezgisiyle hep kendine göre şekillendirir. O, acıların büyüklüğünü duyan, bamı kendi yaşantıları yoluyla bize de duyuran bir dünya içindedir.

Alman Filozofu Schopenhauer gibi «Alem, benim tas a v vurumdadır» der. Ve bizi bu âlemden bir an olsun dışarı çıkarmaz. Onu iyice okuyunca kendi dünyasının duvarları içinde kaldığımızı hissederiz. Buradan çıkmak, Haşim’den ayrılmak demektir.

O, karmakarışık duyguları, çeşitli karşıtları ile kendi duvarları arasına çekilmiştir. Sonsuzluğu, acıyı dinmeyen özlemi, hep bu yerden ayrılmadan duyurur.

Her insanın içinde iki âlem saklıdır.

 Biri baş eğen, diğeri isyan eden, iki âlem...

Haşim, bu İkincisinin üzerinde çok durmuş, bunu türlü ruh halleriyle belirtmiştir. Görünüşte birbirine ben :zemiyen çeşitli duygularla açığa vurmaya çalışmıştır.

Böylece, onun aştığı gerçekler, yerini kendi dünyasına bırakmış ve Haşim’i «Âlem benim tasavvurumdur». düşüncesine götürmüştür. Artık onun için yeryüzünde ondan gelmiyen ne sevinç, ne de acı vardır. Fakat Haşim’de en tatlı anlarını karartan duygular daha çoktur. Önce o, çirkinliğine inanmasaydı hatta bir çokları gibi, çirkinliğini güzelik sansaydı, dertlerinin birinden kurtulmuş olacaktı. Kişinin kendisiyle anlaşamayınca kendine yakın gelecek bir şeyler tasavvur edeceği pek açıktır.

Ahmet Haşim, bu tasavvuru düz yazılarına kattığı halde onlarda belirsizlikten uzaktır. Bunu yine onun şekil görüşü ile açıklıyabiliriz. Şair, şiir anlayışındaki kapalılığı, düz yazıya yakıştıramıyordu. Güçlü görüşlerini yine zengin duygular içinde fakat bu defa apaçık veriyordu. Biz bunu Haşim’in yine bir kudreti sayacağız.

Onun bu güçlü söyleyişlerini bütün yazılarında izliyebiliriz.

«Yolumun üzerinde her sabah tesadüf ettiğim bir dilenci var. Bu zeki çehreli adam, yoklama defteri imzalamaya mahkûm bir kalem efendisi intizamı ile her gün, tam saat altıyı kırk geçe köşesine gelir ve tam saat ona kadar da sırf bir tek söz söylemeksizin gözlerinin derin elemi ve edasının sabit belâgatı ile gelen geçenlerin merhametini avlar. Merhametlerin birer şaşkın güvercin telâşı ile bu mahir avcının kurduğu tuzağa düşmek için nasıl kanat çırptıklarını görmek benim her sabahki eğlencemdir.»

«Her sabah, samit bir haile çehresi ile karşıma çıkan dilenci, şüphesiz hesabın henüz tesadüfe galebe etmediği bir âlemde yaşadığını biliyordu ve hudutsuz bir saffet ve gaflet denizi içinde merhameti, girenbaha inciler şeklinde kolayca avlamaktan zerre kadar mahçup görünmüyordu».

«Dilenci»sinde böyle bir başlangıç ve bitişle zeki yakalayışlarmı ortaya koyuveriyor.

«Deniz Kıyısında» adlı parçalarda da içindeki ezilişi, aynı san’atçı söyleyişle anlatıyor.

«Güneşin hararetinden kaçanlar, deniz sularının serinliğine sığınıyor. Deniz, tehlikeli deniz, uslu bir fil gibi hortumunu toplamış ve toprağın çıplak çocuklarını sırtında eğlendiriyor. Kumsallardan birine gittim ve koskoca denizle insan zerrelerinin dostça oynaşmalarını neş’e bulmadan seyrettim. Denizin çıplak insana bu zelilane inkiya dı ne gülünçtür. Büyük kuvvetlerin itaat halinde görünüşü ruha ne ağır bir eza veriyor. Ölgün yaz denizini seyrederken bu ezayı, ruhu pençeleyen bir kuvvetle hissettim.»

Ayni duygululuğu, «Basit Bir Mesele»de de görüyorruz. «Nişantaşı taraflarında oturanlar veyahut benim, gibi o semte ara sıra misafir gidenler bazı öğle üstleri ve bazı akşamlar caddeden yükselen yakıcı bir kaval sesiyle elbette titremişlerdir. Asri büyük apartmanlar mahallesini sandalının sihriyle bil lâhza kır bağ, dağ, âlemine çeviren bu rustâi yeşil musikinin membaı, bir âmânın üflediği bakır borudur. Beğendiniz mi? Kadim efsane dünyasında marsias Âpollon’un mağrur rübabını hakir kamış düdüğüyle mağlup etmiştir.

Kıyafeti, şekli, vazifesi, hep kendi aleyhine olan bu zavallı sokak mızıkacısının perişan, bedeni İlâhî bir sırrın muhafazasıdır. îşte sanatkâr budur. Dikenli karmakarışık bir fidanın mucizesinin inkişafım tabii bulanlar sanat » »

kârın maddiyetîe, maneviyeti arasındaki farkla hayret etmemelidirler._ Adım atmak için bile bir başkasının yardımına muhtaç olan ve ancak kuru ekmekle taayyüş edebilen bu gözsüz ve âciz insan maneviyet sahasında, bilâkis, kudreti payansız bir hükümdardır. İstediği dakikada bize bir raşe gömleği giydirmek, kalbimizin darabanına kanımızın deveranına, tahakküm etmek için bu adamın bizzat bize görünmeye, bizi ikna etmeğe, söz söylemeğe, nefes tüketmeye, hiç ihtiyacı yoktur. Musikisinin her hamlesi, hünerini hem nazariyesini hem de lezzetini dinlemeye bir anda telkin ediyor. îşte san’at, işte hakiki San’at budur. Ötesi laftır».

Kendi deyişi ile «Nesirde, üslûbun teşekkülü için, zarurî olan anasırı» bulmuştur o.

***

«Kış geliyor. Sıcak yaz aylarım geçirmek için deniz, kenarına, kırlara tepelere kaçanlar şimdi birer birer kışlaklarına avdet ediyorlar. Bunlar sema ve deniz maviliği, kır, dağ, yeşillikleri içinde geçen yazlarından acaba memnun mudurlar? Güneşte uzun müddet pişen meyva îar, Teşrinlere doğru, tatlı renkler içinde kokulanır, ballanır. Acaba yaz, sayfiyecilerin ruhunda sonbahar meyvela rmm mesut olgunluğunu vermiş midir?. Hayır, bunlar gittiklerinden daha yorgun, daha mahzun, daha bezgin döndüler. Boğaziçi’nde bütün yaz sarhoş balıkçı naralarından mada, hiç bir ses tabiatın neş’eli ahenklerine karışmamıştır.»

Haşim Sayfiyelerden Dönerken’de onları böyle anlatıyor.

O’nun şiirinde neleri nasıl söylediğini gördükten sonra «Şehir Harici» yazısı bizi özellikle ilgilendiriyor.

«Üç dört seneden beri uzak kırlardaki çiftliğinde arılar, inekler, keçiler, ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan âkil bir dostumu ziyarete gittim.

Şehirden tamamen uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta tanımak müşkül oldu : Saçları vahşi bir inkişaf ile başını sarmış rengi bakır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler peyda olmuştu. Alnında ne hüzünden, ne neşeden eser kalmamıştı. Tabiat, dostumu temessül etmis ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü.

Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik şüphe yok ki cismi böyle haşin bir zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçe haline getirmektir. Şehirlerin sarı derisini, kırların kızıl derisine değişmedikçe, güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?»

Düşünmek bir çok fikirleri uzlaştırmak demektir. Haşim’in çoğu mısraları bize onun düşündüğünü anlatmış, düşüncelerini kapalılık içinde de olsa söylemişti. Fakat Haşim düşündükçe içinde bir uzlaşma yaratmak şöyle dursun kendisiyle, büsbütün anlaşmaz oluyordu, ccÜrkerim kendi hâyalatımdan» mısranın bir açıklamasını yapar gibi, düşündükçe: «Yakıcı sesler duyuran ahenkli bir ruhu zerafetsiz bir et kütlesi içinde yerleşmiş tasavvur etmekten tiksinirim» diyor.

Haşim’in şiirlerinde duyguyla hayalle örttüğü, karanlığın gerilerine sakladığı o derin düşünce, hemen bütün düz yazılarında ışığa kavuşmuş gibidir. Onu, esnemek hakkında uzun uzun konuşturan, baş parmak için söyleten, münekkit’i anlatmasına yardım eden hep bu düşünme halidir.

Başkalarını hayal etmesi de bundandır. Eserlerini okuduğu kimseleri çeşitli şekillerde düşünür. Şair böyle batı âleminin sanatçılarını tasavvura kadar uzanan düşüncelerinde nasıl yanıldığını Guraba Hanei lâklakanda söy. lenmiş:

«Fransa’da iken, gençliğimi uzaktan sıtma ile dolduran meşhur sanatkârların bir çoğunu yakından görmek istedim : Loti, düzgünlü ve rastıklı cüce denilecek kadar kısa, yaşlı ve mahsun bir bebek, Riçhepin yüzü can hırsıyla baştan başa buruşmuş ihtiyar bir çeribaşı, Regnier, sağ elinin iki parmağı sigara zifiri ile sararmış uzun ve mukavves kametli bir ihtiyar, Jacques Norm and, kendisinden bahsetmeksizin iki söz söylemekten âciz, evin bir katından diğer katma sepetle çıkarılan bir bunak olarak karşıma çıktılar».

Bundan sonra Haşim, başka sanatçıları görmekten vaz geçer: «Anladım ki gezilerimizin ufkunda altın bir ışık dağıtan mütefekkir meş’alenin ekserisi, uzakta gübre ve süprüntü tümsekleri üstünde yatıyor.»

Belki de şaire, «Büyük adamlar, yağlı boya tablolara benzer, onlara uzaktan bakmalıdır» dedirten aynı duygu olmuştur.

«Hayat ve vücudun maniası muzlim bir duvar gibi yıkıldıktan sonradır ki, ruhun beyaz ışıkları semalara vurabiliyor.» dediği halde, bu anlayışı yaşıyamamış ve şiirinde bu söyleyişten çok uzak kalarak «bir acıyı» duyurmuştur.. Bu acıyı bütün şiirinde sembolistlerin o müphemiyeti içinde verdiği halde onun, anlatım yoluna gider gibi olduğu ve diğer şiirleri yanında biraz daha açıklık taşıyan «înce Güzelliklerden» adlı bir manzume serisi vardır. Bu belirliğin yanında Haşim yine de kapalıdır. Yine kelimelerine kadını, hayali, küskünlüğü katmaktan uzak değildir. Bu serinin dördüncü şiiri olan, «Kadın nedir, çiçek nedir?, ilk şiiri saydığımız «Hayâli Aşkım» (1899 ) da aynı tarihte yazılmıştır. Diğer üç tanesinin de bundan bir yıl sonra basıldığını görüyoruz.

Kadını her şiirinde hep o hayal, o güzellik, o aranan sevgili olarak ve yer yer verdiği halde «Kadm nedir» de bütün düşüncesini söyleyivermekle işe başlamıştır, Böylece açıklığa en çok yaklaşmış gibi görünmüştür.

KADIN NEDİR, ÇİÇEK NEDİR?

Kadın nedir?... o münevver menekşedir ki uçar

Şemimi rûhu behîminde bir kadınlık var...

Çiçek nedir?... o da bir aşkı mütebessimdir ki

Şemimi ruhu behiminde bir kadınlık var...

Çiçek meâlı ebetten terekküp etmiş ise

Kadın hayâli ezelden temessül etmiştir.

Bu, mâhı mihre mutabık birer teşâbühtür

 O ruhu rikkate ait, bu kalbe ait ise...

Kadın, sema; o da bir nuhbei tesellidir

Kadın, çiçek o da bir handei nihân’dir

Bu iki ruhu nefisin meali sevdadır!...

Bu cânriibâ, bu iki zühre, böyle hem dil iken

 Seza mıdır ki demek aşka sen çiçeksin sen

Seza mıdır ki demek her şeye kadınlıktır?...

Burada kadının yine ezelî bir hayelle şekillendiği güneşe ve aya benzetilen avuntu için seçilmiş can kapıcı bir yaratık olduğu sönleniyor. İmajların daha sonra da aynen tekrarlanacağı bu anlatımda, daha serbest bir söyleyiş ve ortaya çıkarma var. Bu şiir, açıklığı bakımından karşılaştırmalı okunursa, ne, Batan Ayın Kenarına Satırların derinliğine, ne de Yollardaki hayâl belirsizliğine rastlanır. Aksi Sada’nın veya Bir Günün Sonunda Arzu’nun gizli duygusallığı da yoktur.

SONUÇ

Bütün bu çalışmaların, hayallerin, gizliliğin Haşim’i ni, bize en güzel söyleyen Göl Saatlerinin mukaddimesi olmuştur.

Ürkmüş kuşlarıyle, örtülü ve uzak kadınlarıyla, mehtabı, gecesi, mevsimleri ile Haşim baştan başa bir dünyanın yaratıcısıdır. Işıklı tanrısal vücutlar, ateşli kan, gençliğin o ezelî hayali, bizi düşündüren dünyanın kapısına kadar getirmiştir. Bu kapının ardında artık bizden çok II a şim vardır. Acılı Haşim, Yalnız Şair, yaşamağa doyumsuz insan...

Biz artık kendimizi bırakır da onun dünyasında onunkösesinde, onunla başbaşa bir şiir âlemine dalarız. Tekrar tekrar söylediği duygularının peşine takılır, kendimizi, bizi götürmek istediği o tek noktaya gitmiş buluruz. Ulaştığımız yer onun yeridir. Omın ruh zenginliklerini her şiirde yeni bir buluş gibi duyarız. Haşim’in gizli gerçeklerine yüksek sılarma, döne döne çıkarız.

Artık Ahmet Haşim, bize çok yakın veya hayallerinin arkasından güçlü ve erişilmez duygusuyla, bizden çok yüksek ve çok uzaktır,

Bir gamlı hazânın seherinde

İsrara ne hacet yine bülbül ?

Bil kalbimizin bahçelerinde Can verdi senin söylediğin gül Savrulmada gül şimdi havâda Gün doğmada bir başka ziyâda

O, yine hiç bıkmadan kederli Sonbaharlara dönecek, başka ziyalarda başka günler doğarken, içinin bahçelerinden güller yaratacaktır.

Böylece Haşim’in dünyası, her şiirinde yeniden baş hvacak ve her şiirinde yeniden can verecektir.

GENÇLİK ŞİİRLERİ

Hayâl-i Aşkım

22 Şubat 1316

Allah-ü Ekber

7 Nisan 1317

Gurup

7 Haziran 1317

Yed-i Nesevviyet

23 Ağustos 1317

Perî-i Bahar

6 Eylül 1317

Nesevviyei

27 Eylül 1317

Şiir Nedir?

18 Ekim 1317

Kadın Nedir, Çiçek Nedir?

25 Ekim 1317

Girye-i Niyaz

4 Ekim 1317

Gözlerin likamı

17 Ocak 1317

Gülerken

31 Ocak 1317

Sürûd-u Emel

7 Şubat 1317

Her Güzellik İçin

7 Mart 1318

Bayrak

20 Eylül 1324

Hilâl-i Semen

3 Aralık 1325

Kış

3 Aralık 1325

NOT:

 

Perî-i Hürriyet ve Güneşe isimli şiirler 1324 yılın da, Akşamlarım 1325 te basılmıştır.

 

Şii’r-i HAMER’İ

 

Ruhum

1324

Çıktığın geceler

1324

O

1325

Sensiz

1325

Ilazân

1325

Hasta iken

1325

Nehir Üzerinde

1325

Çöller

1325

 

NOT :Hatime, 1326 da basılmış olup, Şiir-i Kamer’in dışındadır.

KARİE adlı şiiri, şeri Kamer’in başında ve Piyalesindesinde yer almıştır.

 

SERBEST MÜSTEZAT NAZIMLARI

 

Yollar

1324

Zulmet

1324

Kış

1324

Yaz

1325

Sonbahar

1325

Gelmeden Evvel

1326

Geldin

1326

Birlikte

1326

NOT :O Belde’nin ilk defa ne zaman çıktığı açık değildir.

 

 

SERBEST MÜSTEZAT NAZIMLARI

 

Yollar

1324

Zulmet

1324

Kış

1324

Yaz

1325

Sonbahar

1325

Gelmeden Evvel

1326

Geldin

1326

Birlikte

1326

NOT :

 

O Belde’nin ilk defa ne zaman çıktığı açık değildir.

 

 

GÖL SAATLERİ

 

öğle

1327

Öğleden Sonra

1327

Akşam

1327

Gece

1327

Gece Yarısı

1327

Seher

1327

 

NOT :Göl Saatlerinin birincisi olan Mukaddime ’nin ilk basılış tarihi belli değildir. Bu şiirin önce Göl Sa- atleri kitabında çıktığı sanılıyor.

 

 

GÖL KUŞLARI

 

Kuğular

1328

Kuğuların avdeti

1329

Yarasalar

1329

Tulû-u Kamer

1329

NOT :

 

Siyah Kuşlar’ın, Mehtapta Leylekler’in ve batan AYIN KENARINA SATIRLAR’ın ilk basılış tarihleri yoktur.

 

 

PİYÂLE

 

Mukaddime

1337

ölmek

1337

Bir Günün Sonunda Arzu

1337

Havuz

1337

Pırıltı

1337

Şafakta

1337

BÜLBÜL

1337

Yarı Yol

1340

Orman

1340

Karanfil

1340

Karanlık

1340

Basım

1344

 

NOT :Son Bahar'ı, Merdiven’i ve Bir Yaz Gecesi Hatırası’nı da ilk defa nerede yazdığını bilmiyoruz.

 

BİBLİYOGRAFYA(1)

(1) . Ahmet Haşim Hakkındaki yazılar alınırken Gazete, ve Dergiler Bibliyografya dışında bırakılmıştır.

Hakkındaki Eserler

İbnülemin Mahmut Kemâl: Son Asır Türk Şairleri 111 İst. 1932 S.: 567

İbrahim Alâeddin: Meşhur Adamlar Ansiklopedisi C.1.     S.: 38

Kerim S âdi: Ahmet Hasım 1933 Sinan Basimevi

Yakup Kadri: Ahmet Haşim 1934 Ankara

N. A. Ahmet Haşim: Hayat Ansiklopedisi IV. 1935 S.: 1895

Ahmet Cevat: Ahmet Haşim Hayatı ve Eserleri (Seçme şiirleri ve yazıları) 1937 Çığır Kitabevi

Yusuf Ziya: Ahmet Haşim Hayatı ve Eserleri 1937 İst. Cumhuriyet Kitabevi

Kunt Ozan: Ahmet Hasim İst. 1937

Suut Kemâl Yetkin : Ahmet Haşim ve Sembolizm Ankara 1938

Mustafa Nihat: Son Asır Türk Edebiyatı Tarihi İst. 1941 S.: 96, 108

Şerif Hulusi : Ahmet Haşim Hayatı Şiirleri İst. 1947 Remzi Kitabevi

Cemil Sena Ongun: Sanat Sistemleri ve Ahmet Haşim’in Sembolizmi İst. 1947 Tefeyyüz Kit.

Zahir Güvemli: Ahmet Hasim Ve Şiirleri Yeni Mecmua yayını 1947

Yaşar Nabi Hayır: Ahmet Haşim Varlık Yayınları 1954

Rifat Necdet Evrimer: Ahmet Haşim İst. 1959 İnkilâp Kitapevi

Abdülhak Şinasi Hisar: Ahmet Haşim Şiiri ve Hayatı Hilmi Kitapevi 1963

AHMET HAŞİM’İN ESERLERİ

Göl saatleri (Şiir) İst. 1337 Dergâh Mecmuası yayını Piyâle (Şiir) İst.1926 İlhemi Fevzi Matbaası (1. Bası lış) İst. 1928 A. Halit ve İkbal Kit. (2. Basılış)

Gurabahânei Lâklâkan (Nesirler) İst. 1928 İlhami  Fevzi Matbaası Bize Göre (Nesirler) İst. 1928 Kâğıtçılık ve Matbaacılık Şirketi

Frankfurt Seyahatnamesi (Nesirler) İst. 1933 Semih Lütfi Kitapevi

Ahmet Haşim’in Şiirleri İst. 1933 Semih Lütfi Kitabevi

ÇALIŞMAMIZDA SADECE ADI GEÇEN YADA BİRER MISRALARI ÖRNEK ALINMIŞ ŞİİRLERİN BÜTÜNLERİ...

 

MEHTABTA LEYLEKLER

Kenârı âba dizilmiş, sükûn ile bekler

Füsunu mâha dalan pürhayâl leylekler...

Havâda bir gölü tanzir eder sema bu gece

Onun böcekleri gûyâ nücûmdur yekser...

Neden bu âbı semâvîde avlananlar yok

Bu haşrı nûru hüveynâtı hangi kuşlar yer?

Eder bu hikmete gûyâ ki vakf-ı ruhu nazar

Füsunu mâha dalan pürhayâl lekleyler...

 

YAZ

Deniz,

Sürüklenir zehebî kumlar üstünde,

Bütün menâzırı hüznü gurûp ile yalnız,

Yükselen rengi samın altında

Öksürür nâtüvanü nâlende

Hasta bir genç kız...

Bu baharın kolunda bir erkek

Hüznü sâriye mezci rûh ederek

İnliyor sessiz.

Sonra... durgun sularda bir yıkanan

Gölge, göklerde nurunu kırpan

Büyük, derin, nazar  âvâre, mâî bir yıldız...

 

KIŞ

Yine kıs,

Yine semsi mesâda, o bakış

Yine yollarda serseri dolaşan

Âşiyânsız tuyûru pür nâliş...

Tehî kalan ovalar

Sükûn eder sanılır mevsimin gumûmile

Harap olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,

Ne giden,

Şimdi yalnız kavafili evrâk

Mütemâdi sürüklenir bir uzak

Ufk u pür ıstırâpü nevmıde

Yine kış yine kış,

Bütün emelleri bir ağlıyan duman sarmış...

 

MUKADDİME

«Karaosmanzâde Câvide Hanıfefendiye»

Zannetme ki güldür ne de lâle

Âteş doludur tutma yanarsın,

Karşında şu gülgûn piyale...

İçmişti Fuzûlî bu alevden,

Düşmüştü bu iksîr ile Mecnûn

**

Şi’rin sana anlattığı hâle...

Yanmakta bu sâğardan içenler,

Doldurmuş onunçün şebi aşkı,

Baştan başa efgân ile nâle...

Âteş doludur tutma yanarsın,

Karşında şu gülgûn piyale...

 

SON BAHAR

Bir taraf bahçe, bir tarafta dere,

Gel uzan sevgilim, benimle yere,

Suyu yâkûta döndüren bu hazân,

Bizi gark eyliyor düşüncelere...

 

ORMAN

Su değil mevsimin havası akan,

Duyduğun yaprağın, daim sesidir,

Suda yıldızların parıltısıdır,

Bu karanlıkta bazı bazı çakan...

 

HAVUZ

Akşam yine toplandı derinde...

Canan gülüyor eski yerinde,

Cânân ki gündüzleri gelmez,

Akşam görünür havz üzerinde,

Mehtap kemer tâze belinde,

Üstünde semâ gizli bir örtü,

Yıldızlar onun güldür elinde...

ŞAFAKTA

Dönsek mi bu aşkın şafağından,

Gitsek mi ekâlimi leyâle?

Bizden daha evvel erişenler,

Ağlar bu gün evvelki hayâle...

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek,

Düştüyse gönüller bu melale?

Bir eldir ufuklardan uzanmış,

Zulmet bizi çekmekte visâle...

 

PARILTI

Âteş gibi bir nehr akıyordu,

Ruhumla o rûhun arasından,

Bahsetti derinden ona hâlim,

Aşkın bu unulmaz yarasından,

Vurdukça bu nehrin ona aksi,

Kaçtım o bakıştan o dudaktan,

Baktım ona sessizce uzaktan,

Vurdukça bu aşkın ona aksi.

Yârin dudağından getirilmiş

Bir katre alevdir bu karanfil,

Rûhum acısından bunu bildi

Düştükçe vurulmuş gibi, yer yer,

Kızgın kokusundan kelebekler,

Gönlüm ona pervane kesildi.

Aşkın bu karanlık gecesinde

Bülbül yine vahşi müterennim,

Mecnununu terketti mi Leylâ ?

Vahşi sesi firkat sesi sandım.

Aşkın bu karanlık gecesinde,

Hicranımı duydum, seni andım,

Firkatzede bülbül gibi yandım

ÖĞLE

Yeşil sularda büyük inciden çiçekler açar,

Gümüş böcekler okur âba bir neşidei lıâp,

Durur sevahilin üstünde, bîheves, bîtap ,

Güneş ziyasını içmiş benatı habüserâp

 

AHMET HAŞİM’İN SEVDİĞİ VE OKUDUĞU YABANCI ŞAİRLERDEN BİRKAÇI 

 

ÇAN

Charles Budelaire’den

Kış geceleri, tüten ve bir kalp gibi çarpan ateşin başında, sis içinde çalman çanın sesile, hatıraların yavaş yavaş uyandığını dinlemek hem tatlı hem acı bir histir.

Çadır altında nöbed bekliyen yaşlı bir asker gibi, dindar ihtiyarlığına rağmen hâlâ dik ve çevik duran, sağlam hançereli, dindar sedalı çan, sen ne mes’utsun.

Ben... Benim ruhum soldu... Gecelerin soğuk havasını doldurmak istediğim zamanlar, ruhumun zayıf sesi, bir kan deryası kenarında ve cesetler yığını altında, kımıldamadan ölen bir yaralının boğuk feryadına benziyor.

 

DENİZ MELTEMİ

Stehane Mallarmee’den

 

İnsanın varlığı hazindir. Heyhat. Ve ben bütün kitapları okudum.

Kaçmak, Oraya kaçmak... Kuşların meçhûl köpüklü gökler arasında bulunduklarını, sarhoş olduklarını hissediyorum.

Denizde ıslanan bu kalbi ne gözlerin aksettiği bahçeler, ne beyazlığın saklandığı boş kâğıt üzerinde lâmbanın ıssız ışığı ve ne de çocuğunu emziren genç kadın bilir.

Hareket edeceğim. Gemi! direklerim sallayarak bir gurbet diyarı için demir al!

Bir melâl, hain ümitlerle kederli, mendillerin son vedamdan daha ziyadeleşiyor. Kimbilir, belki de direklerin, fırtınaları dâvet ederken verimli adalardan Uzakta rüzgârın meçhul deniz kazaları üzerine eğildiklerinden dir... Lâkin ey kalbim, gemicilerin şarkısını dinle...

GÖRÜNÜŞ

Stehane Mallarmee’den

 

Ay mahzunlaşmıştı. Gözleri yaşlı melekler, ellerinde yay, düşünceli esirî çiçeklerin sükûnu içinde, can veren kemanlardan yaprakların maviliği üstüne kayan beyaz hıçkırıklar çıkarıyordu.

Bu senin ilk busenin mukaddes günüydü.

Beni işkenceye koymaktan haz alan düşüncem, bir hayâlin koparılmasının onu Koparan kalbe teessüfsüz ve acısız bıraktığı hüzün korkusundan sarhoş oluyordu.

İhtiyarlamış kaldırımda gözlerim çivili dolaşıyordum. Birden saçlarında güneş, sokakta ve akşamleyın bana göründün. Ve ben daima açık ellerinden, kar halinde kokulu yıldızlardan beyaz buketler yağdırarak, eskiden benim şımarık çocuk rüyalarıma giren nurdan şapkalı periyi gördüğümü zannettim.

GÖK

Stehane Mallarmee’den

……………..

 Ve  sen sevgili melal, Sete sularından çık ve hiç yorulmayan bir elle kuşların göklerde haince vücuda getir ; dikleri büyük mavi delikleri kapamak için çamur ve solak sazlar topla.

Gene durmadan, hüzünlü ocaklar tütsün ve isterse seyyar bir mahpes, siyah hatlarının korkunçluğu içinde, ufukta solgun ölen güneşi söndürsün.

----------------

AKŞAM SAATLERİ

Emile Verhaeren’den

Yollarımızın kenarında köpük gibi yosunlu ince çiçekler bitiyor. Rüzgâr kesiliyor, hava, senin ellerine ve saçlarına tüylerle dokunur gibi oluyordu.

Yeşillikler altında birlikte yürüyen ayaklarımızı gölgeler okşuyor, köyden bir çocuk şarkısı bize doğru geliyor ve bütün sonsuzluğu dolduruyor.

Göllerimiz son bahar parlaklıkları içinde, uzun sazlar altında yayılıyor ve ormanların güzel alnı, yüksek yumuşak başlığını sularda aksettiriyordu.

ikimiz de kalplerimize ayni fikrin doğduğunu bildiğimizden, bu güzel akşamın gözlerimize açtığı şey, bizim mes’ut hayatımızdır, diye düşünüyorduk.

Sen, bir defa daha göklerin bayram gibi donandığını ve bize «Allaha ısmarladık» dediğini gördün, kenarlarına kadar sessiz şefkatlerle dolu gözlerini uzun zaman ona verdin... verdin.

 

SONBAHAR ŞARKISI

Paul Verlaine’den

Sonbahar kemanlarının uzun hıçkırıkları monoton bir ağırlıkla kalbimi yaralar. Saat çaldığı zaman herşey bitkin ve solgundur. Ben eski günleri hatırlayarak ağlar ve kendimi kuru bir yaprak gibi oradan oraya sürükleyip götüren hain rüzgâra kaptırırım.

 

BENİM AİLE TAHAYYÜLÜM

Paul Verlaine’den

Ekseriya, beni seven ve benim, tarafımdan sevilen meçhul bir kadının şu garip ve hazin tahayyülüne dalarım: Bu kadın ne her zaman ayni, ne de büsbütün başkadır. Beni sever ve anlar. Çok berrak ve şeffaf olan kalbim ancak onun için bir muamma olmaktan çıkar, yalnız onun için... Ve benim solgun alnımın nemlerini, yalnız o, ağlayarak serinlendirebilir. Esmer mi, sarışın mı yoksa kumral mıdır, bilmem. Adının bile, hayatın bizden ayırdığı sevgililerin adı gibi, tatlı ve ahenkli olduğunu ancak hatırlıya biliyorum. Bakışı tıpkı heykellerin bakışma benzer. Ve sesi bu ciddî, sakin, akisli, ses... Ölmüş olan sevgili seslerin titreyişini taşır. 



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar