Print Friendly and PDF

Hz. ALİ kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh HAKKINDA




Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

ÜÇYÜZ OTUZ BEŞİNCİ BOLUM

Kardeşlik Mertebesinin Muhammedî-Musevî Mertebeden Bilinmesi

Amâ ve istiva arasında  

Üstün akıllar hayrete düştü

İnişi esnasında da

İstiva yerinden göğe inerken

O yerinde bulunurken

Ve kalbimizde ve her neredeysek

Bütün bu alametler

Körlük ve sınırlama bildirir

Onlar yönler gibi altı tanedir .

Allah Teâlâ zatıyla münezzehtir

Her türlü nitelikten

Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın: Bir rivayette ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı ve bu nedenle âlem Mümin ismiyle ahlaklarıma imkânına sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hicret sonrasında Medine’de sahabe arasında kardeşlik kurarken, kendisi de Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de Ali’dir.’ Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir’ demiş, imanı onların babası yapmıştır. Onlar, tek babadan olma kardeşlerdir. Hz. Musa kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti: ‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, sözümü anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım yap.’ Allah Teâlâ da kendisine dilediğini vermişti.

Yirmi ikinci sifir, c. XI, sh:288

**

Allah Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak belirlediği ücretlerden birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp tövbe eden ve durumunu düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmıştır. Bazen gönüllü, kendisi adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını gönüllü olarak ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış birinin zalimi affederek hakkını ondan istememesini ve barışmasını verebiliriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır.'' Onun ücreti, zulmü nedeniyle ondan hakkını almayana kalması gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üstlenerek, o günahkâra merhamet eder ve onu bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği bir ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin yerine getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini ulaştırmak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gönderen Ödemelidir. Gönderildiği kimseler onu görevlendirmemiştir ki, ücreti onlar ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insanlara gerçeği şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, ücretimi Allah Teâlâ ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ Teala’nın emriyle bildirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki, ben buna karşı sizden ücret istemiyorum’

Allah Teâlâ Teala, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e başka bir peygambere tahsis edilmeyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü ümmetine dönmüş, hükmü ise ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki peygamberlerin hükmüne dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan ücretinin (bir kısmını) ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın gereğini yerine getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum’ Yani size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret istemiyorum. ‘Sadece yakınlar hakkında sevgi istiyorum.’ Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine vacip kıldığı tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık Peygamberin akrabasını ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ‘meveddet’ kelimesiyle zikretti.

Meveddet sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı ona tahsis etmiş fakat Allah Teâlâ üzerinde bir ücretinin kaldığını veya kalmadığını söylememiş, onu mutlu edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimetler vermiştir. Ardından ümmetine, ümmetine söylemiş olduğu hususu söylemesini emretmiştir: ‘De ki, sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir’ demiştir.

Burada Allah Teâlâ Teala, yakınlarına sevgi göstermekle ilgili ücreti ümmetinden düşürmemiş, sadece belirlendikten sonra bu ücreti onlara döndürmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hak ettiği bu ücret, onlara dönerken sevginin fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberinin akrabalarını sevenlere verilecek ücreti bilemez, onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Fakat ‘ehl-i kurba’ onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık anla-mındaki) ‘kurba’ kelimesi getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’ kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akil ile Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh arasında fark yoktur: Her İkisi de nesep bakımından peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh hem nesep bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabalarını, yani kendisine iman edenleri sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği bir Arap olan Hz. Ömer radıya'llâhu anh, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı ayırt etmiştir. Arapçada nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı, bu iki yakınlığı ayırt etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimetler hakkındaki şu ifadede rastlanabilir. ‘Onun beşte biri Allah Teâlâ’nın, peygamberin ve yakınlarınındır (zi’l-kurba).’ Kastedilenler mümin yakınlardır ve bu nedenle ayette ‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi kullanılmıştır. Nesep bağıyla akraba olanlar iman yakınlığına sahip değillerse, onların ganimette hakları olmadığı gibi mirasta da paylan yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bırakmamıştır’ sözünde bu husus belirtilir. Çünkü Akîl, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhden farklı olarak, babasına varis olmuştu. Bunun nedeni Ali’nin mümin, Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir toplumun Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi duyduğunu görmezsin. Onlar babaları veya kardeşleri çocukları veya akrabaları bile oha böyledir.’  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizden istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep bağı kastedilmiş olsaydı, Allah Teâlâ şu ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve peygamberine taşkınlık yapanlara sevgi duyarlar.’ Onlar akrabaları bile olsa onları sevmezler. Buradan akrabalık sevgisinin iman eden akrabalarla ilgili olduğunu anladık ve onlar Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.

Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın ümmetine yüklediği akrabaları sevmek göreviyle diğer peygamberlerden ayrılırken ümmeti de bu konudaki üstünlükleriyle diğer ümmetlerden ayrılır. Çünkü üstünlük fazlalık demektir ve bu fazlalık sayesinde onlar, ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’ olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Bununla birlikte bütün ümmetler iyiliği emreder ve kötülükten alı koyar, Allah Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmetlere tahsis edilmemiş özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve diğer ümmetlerin yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak, kıyamet günü diğer ümmetlerden ayrılır, üstünlükleri ortaya çıkar. O halde ücretler, Hakk ile yaratıklar arasında gider gelir: Yaratıklar kendileri adına yaptığı işlere karşılık Hakka borçlanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın (rızasını gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan ücret alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayı-verebiliriz. Bunun yanı sıra yaratıklar, Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden ücret alırlar.

İşin esası şudur: Ücretler Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yaratıkların bu işte bir payı yoktur. Fakat ücretlerin ortaya çıkmasının vesilesi onlardır. Onlar var olmasaydı, ücretle çalıştırmanın veya ücretin varlığı olmazdı ve işte bu nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk olduğu gibi çalıştırılan da Hakktır. Ameli yaratandan başka amel yapan yoktur, o da Hakktır. Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda ortaya çıkar. Bunun için mücadele etmiş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk ise, bu mücadelede onu onaylamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu bilirken, bir kısmı bunu bilmez.

Bu menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücretleri ve sahiplerinin belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücretlerinin bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden olacağı, kavuşma ve ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Bu, bütün var olanları ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir. Anlamlarda münasebetlere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi, bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğrenilir. Asıl sahibin hükmüyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir midir, farklı mıdır?

Yirmi üçüncü sifir, c.XII, sh: 20-23

**

ONSEKİZİNCİ KISIM -OTUZUNCU BÖLÜM

Süvari Kutuplardan Birinci ve İkinci Tabakanın Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki

Kapkaranlık gecede amel bineklerine binmişlerdir

Düşük himmetler onlar sayesinde yükselmiştir

Her şeyi bilen Tek Aziz’in katına.

Onları seçti ve kendilerine tecelli etti

Dostum kaseleriyle onları karşıladı

Zillet içinde yükseklik sahibi olan kimse

el-Azim’in (Yüce, azametli) kıymetini bilir

Yaratılmışın rütbesi, eğer iyice araştırırsan

Onda el-Kadîm ile ortaya çıkar.

Allah Teâlâ’nın öyle genel ilimleri vardır ki

Nebi, resul ve velide bulunur.

Bu bilgilerin varlıkları latifleşmiştir

Onları nefesler âleminden başkası algılayamaz.

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Asalet (Nucûb) sahipleri, yaygın kullanımda süvariler demektir. Şair şöyle der:

Keşke şöyle bir topluluğum olsaydı, bineklerine bindiklerinde Atlı ve deve binicileri (fürsan ve rükban) olarak şiddetle hücum ederler.

Şiirde geçen fürsan, at süvarileri, rükban ise, deve binicileri demektir. Atlar ise, Arap olan ve olmayan herkesin bindiği şeylerdir. Yarış devesini ise sadece Araplar kullanır. Araplar, düzgün konuşan, övünen ve cömert insanlardır. Söz konusu nitelikler bu grupta baskın olduğu için onları süvari diye isimlendirdik. Bu bağlamda onların bir kısmı himmet bineklerine, bir kısmı amel bineklerine biner. Bu nedenle onları iki tabaka saydık: Birinci ve ikinci tabaka.

Süvariler, bu yolda Efrad’dır (fertler, telder). Çünkü onlar, tabaka tabakadır: Kutuplar, İmamlar, Direkler, Bedeller, Nakipler, Necipler, Recebiyyûn ve Efrad onlardandır. Onlardan her bir grubu gördüm ve batı şehirlerinde, Hicaz ve doğu şehirlerinde onlarla oturup kalktım.

Bu bölüm Efrad’a aittir. Onlar, Kutub’un hükmünün dışındaki yegâne gruptur. Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur. Sayıları üç ve daha yukarısı olan tek sayılardır. Onların veya başkalarının ilk tek sayı olan ki o üçtür-sayının aşağısıyla ilişkileri yoktur. Çünkü mutlak birlik anlamındaki ahadiyet -ki o, bir demektir-Hakkın zatına aittir. İki ise mertebeye aittir, o da, ulûhiyetin birlenmesidir. Üç ise oluşun (âlem) Allah Teâlâ’dan var olmasının ilkesidir.

Melekler sınıfında Efrad, Allah Teâlâ’nın cemal ve celalinde kendilerinden geçmiş meleklerdir. Onlar, amade kılınmış ve yazı ve tedvin âleminde (oluş âlemi, şehadet âlemi) bulunan yönetici meleklerin dışındaki meleklerdir. Onlar, Kalem ve Akıl’dan aşağıya doğru mertebelerde bulunan meleklerdir.

İnsanlar içinde Efrad, melekler içinde kendilerinden geçmiş güçlü melekler gibidir. Teklerin ilki, üçtür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Üç, bir topluluktur.’, ille topluluk, üç kişidir ve ondan yukarıya doğru devam eder.

İlahi mertebelerden onlara ait mertebe, ferdâniyet (teldik) mertebesidir. Bu mertebede onlar ayrışır. Onlara ait ilahi isim, el-Ferd ismidir.

Onların kalplerine gelen maddeler, kendilerinden geçmiş meleklere gelen makamdan gelir. Bu nedenle makamları ve getirdikleri şey bilinmez. Bu durum, Hz. Musa aleyhisselâmın Hızır’a tepki göstermesine benzer. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Hızır’ın lehinde tanıklık etmiş, onun mertebesini bildirmiş, onu tezkiye etmiş, onunla arkadaş olmak istediğinde kendisine itiraz etmeyeceğine dair Musa’dan söz almıştır.

Hızır, Hz. Musa aleyhisselâmın kendisinin bulunduğu makam hakkında bir tecrübesinin olmadığını anladığı gibi Hızır da Musa’nın sahip olduğu ve Allah Teâlâ’nın ona öğretmiş olduğu bilgi hakkında herhangi bir zevke sahip değildi. Şu var ki Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel bir müşahede nedeniyle, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi gerektirmemiştir. Hz. Musa’nın ve peygamberlerin makamları ise, getirdikleri vahyin dışında olduğunu gördükleri her işte, peygamber olmaları yönünden itirazı gerektirir.

Bu konuda vardığımız görüşün kanıtı, Hızır’ın Musa aleyhisselâm hakkındaki şu ifadesidir: ‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin.’
 Hızır bir peygamber olsaydı, Hz. Musa’ya ‘bilgice kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın davranışı, peygamberlik makamından değildi.

Ayrıca Musa’ya farklılıklarından söz ederken şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır Musa’ya şöyle demiştir: ‘Ey Musa! Ben Allah Teâlâ’nın bana öğretmiş olduğu senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğretmiş olduğu ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’ Böylece Hızır ve Musa ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a) tepki göstermesiyle de farklılaşmışlardır.

(Başkalarının getirdiği bilgiyi veya bu bilgi nedeniyle onların dindarlığını) İnkâr etmek, Efrad’ın özelliği değildir. Çünkü onlar, her işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr etmez. Cüneyd (el-Bağdadî) şöyle der: ‘Bir kimse, bin güvenilir insan tarafından zındık diye suçlanmadıkça hakikat derecelerine yükselemez.’ Onların inkâr edilişi, Allah Teâlâ’dan sadece kendilerinin bildiği şeyleri öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin eliyle göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir: ‘Burada öyle ilimler vardır ki, keşke onları taşıyacak kimseler bulabilseydim.’

Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efrad’dan idi.

Böyle bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı. Ebû Hureyre radıya'llâhu anh, buna benzer başka bir şey söylemişti. Buhari, es-Sahih’inde

Ebû Hureyre’nin şöyle söylediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den iki ilim aldım. Birincisi size bildirdiğimdir. İkincisini açıklamış olsaydım, şu gırdağım (bulgum) kesilirdi.’ Hadiste geçen bulgum, yemek borusu demektir.

Ebû Hureyre, bu ilmi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aldığını belirtir. Dolayısıyla o, kendi zevki olmaksızın, salt bir taşıyıcıdır. Fakat yine de o ilimdir. Çünkü Ebû Hureyre onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den duymuştur. Biz ise, Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlayışın verildiği kimseden söz ediyoruz. Söz konusu anlayış, Efrad’ın ilmidir.

Efrad’dan biri de, Abdullah b. el-Abbas idi. O, bilgisinin genişliği nedeniyle, ‘derya’ diye isimlendirilmişti. İbn Abbas radıya'llâhu anh, ‘Yedi gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’dır"ayeti hakkında şöyle derdi: ‘Size bu ayetin tefsirini söyleseydim beni taşlardınız.’ Başka bir rivayette ise ‘kâfir olduğumu söylerdiniz’ demiştir. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebû Talip, Zeyne’l Abidin aleyhisselâm den aktardığı bir ifadesinde bu ilme işaret etmiştir. Gerçi hangisinin bu sözü söylediğini tam olarak bilmiyorum:

Nice bilgi cevheri vardır ki, onu açıklasaydım

Bana ‘sen puta tapanlardansın’ denilirdi   

Müslüman adamlar kanımı helal görür

Yaptıkları en çirkin işi (beni öldürmeyi) iyi sayarlardı

Burada, ‘puta tapanlar’ sözüyle maksadına dikkat çekmiştir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ‘kuşkusuz Allah Teâlâ, Adem’i kendi suretine göre yaratmıştır’ sözünde zamir Allah Teâlâ’ya döndürüldüğünde hadisin tevili söz konusu ifadeye benzer. Bu da, onun yorumlarından biridir.

Kardeşim, Allah Teâlâ aşkına!

Sana söylediğim konuda, bana karşı insaf göster. Kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen ve rabbini sevinmek, gülmek, şaşırmak, neşelenmek, kızmak, tereddüt etmek, kerih görmek, sevmek, arzu duymak gibi hallerle niteleyen bütün haberlere inanman ve onları doğrulaman gerekir. Bu ilahi mertebeden keşif, tecelli ve ilahi bildirim olarak, velilerin kalplerine esintiler gelse ve onlar peygamberin diliyle bu gibi lafızlarla ifade edilmiş böyle şeyleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenip göstermesiyle müşahede ederlerse, kuşkusuz ben ve sen bunların hepsine iman etmişizdir. Diyorum ki; bir veli, Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgi getirdiğinde, Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhu’l-azîz)in söylediği gibi, onu zındık ilan etmez misin? Bu adam, (Allah Teâlâ’yı yaratıklarına benzetiyor anlamında) teşbih yapmaktadır ve ‘o, putperestir’ demez misin?

‘Hakk, yaratılmışın nitelendiği özellikle nasıl nitelenebilir’ (demez misin)?

‘Putperestler, bundan daha fazlasını yapmamıştır’ (demez misin).

Nitekim Ali b. Hüseyin böyle söylemiştir. Sen öyle bir insanı öldürmez misin veya İbn-i Abbas’ın söylediği gibi ölümüne fetva vermez misin?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Allah Teâlâ hakkında akıl delillerinin imkânsız gördüğü ve tevil edilmesi yasaklanmış ifadeleri duyduğunda, gerçekte neye iman etmiştin?

 Tevil yasaklansa bile Eş’arî, kendince bir tenzih anlamına göre onları tevil etmiştir. İnsaf, nerede kalmıştır?

 ‘İlahi kudret, peygambere verdiği sırların bilgisini bu veliye verecek kadar geniştir’ diyebilir misin?

Çünkü böyle bir bilgi peygamberliğin özelliklerinden olmadığı gibi (çünkü peygamberliğin özelliği olan şey hüküm koyma, teşrîdir) Şarî de, ümmetini bu konuda engellememiş, herhangi bir şey söylememiş ve şöyle demiştir: ‘Ümmetim içinde sezgi sahipleri var ise, Ömer onlardan biridir.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmeti içinde peygamber olmayan sezgi sahiplerinin bulunacağını belirtmiştir. Bazen böyle bir sezgi gerçekleşebilir. Çünkü bu durumda sezgi, helal ve haram gibi teşriî hükümlerin dışındadır. Teşri’ (helal veya haram gibi hüküm koyma) yetkisi, peygamberlik özelliğidir. İlahi ilimlerin gizemlerine ulaşmak, (yasa koyucu anlamında) teşriî peygamberliğin bir özelliği değil, peygamber, veli, uyan ve uyulan gibi Allah Teâlâ’nın kullarına yayılmış bir özelliktir.

Dostum! Hiç mi insafın kalmadı?

Peygamberin getirdiği bilginin sırlarına vakıf olmak, velilerin firavunları ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının deccalları olan fakihler ve akılcılar içinde de mevcut değil midir?

 Allah Teâlâ, kendisine farz kılınan şeyle amel eden herhangi birimize şunu der: Allah Teâlâ, emrini yerine getiren kimseye öğretir ve amellerinin meydana getireceği bilgilerin öğretim işini üstlenir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, o size öğretir: Allah Teâlâ her şeyi bilendir." Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir.’

Bu makamın kutuplarından biri de, Ömer b. Hattâb radıya'llâhu anh ve Ahmed b. Hanbel (Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu) dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ömer b. Hattâb’a Allah Teâlâ’nın verdiği gücü zikrederek şöyle demiştir: ‘Ömer! Şeytan bir mevzide şenle karşılaşsa, yolunu değiştirir.’ Bu durum, masum peygamberin tanıklığıyla Ömer’in korunmuşluğunu gösterir. Şeytanın bizi sadece batıla yönlendireceğini biliyoruz. Batıl ise, Ömer b. el Hattâb radıya'llâhu anhın gittiği yol değildir. Ömer, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in tespitiyle, sadece doğruluk yollarına giderdi. Böylece de, Allah Teâlâ yolundaki bütün işlerinde kınayanın kınamasının alıkoyamadığı kimselerden olmuştur. Kudret, doğruluğa aittir.

Doğruluk ulaşılması zor, nefislerde taşınması ağır olduğu için, nefisler onu taşıyamaz ve kabul edemez, bilakis onu reddeder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Doğruluk Ömer’de bir gedik bırakmamış!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz doğru söylemiştir. Hz. Ömer radıya'llâhu anh, dışında ve içinde doğru idi. Dışında doğru idi, bunun nedeni, başkasından insaf beklemeyişi, riyaset sevgisinin olmayışı, Allah Teâlâ’ya kulluktan çıkmayışı, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmayışı, kendisiyle ve eksiğiyle ilgilenerek insanların ayıplarını görmediği için Hakkın çağırdığı işten yüz çevirmeyişiydi.

Ömer içinde de doğru idi, çünkü Allah Teâlâ, Ömer’in kalbinde bir gedik bırakmamıştır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan başkasına bir ilgisi yoktu.

En şaşılacak iş, söz konusu inkârcı gruptan birine ‘kendinle ilgilen’ dediğinde, şöyle yanıt vermesidir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın dinini koruyorum ve ona düşkünlüğümden hareket ediyorum. Allah Teâlâ hakkında gayret imandandır... vb.’ Durmaz ve düşünmez ki: Acaba böyle bir şey imkan dâhilinde midir, değil midir? Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ bir velisine -Hızır’a olduğu gibi-yaratıklarında uygulayacağı şeyleri bildirmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dile getirdiği ifadelerle anlatılabilecek bilgileri kendi nezdinden ona öğretmiş olamaz mı? Hızır şöyle demişti: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’ Bu inkârcı kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu getirdiğinde kendi zannınca buna inanır.

Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu inkârcı o ifadelere (gerçekte) iman etmiş olsaydı, veli de (onları söylediğinde) inkâr etmezdi. Çünkü Şâri’, istiva etmek, inmek, beraberlik, gülmek, sevinmek, neşelenmek ve şaşırmak gibi ifadeleri Allah Teâlâ hakkında kullanmayı reddetmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın kullarından birini bunları kullanmaktan men ettiği kesinlikle aktarılmamıştır. Bilakis Allah Teâlâ’nın bize şöyle söylediğini bildirmiştir: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek vardır.’ Böylece Allah Teâlâ, bize bu kapıyı açmış ve bizi ona uymaya teşvik etmiştir: ‘Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’ İşte söz konusu durum, peygambere uymak ve onu örnek almanın bir parçasıdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymanın bir yönü de şudur: Haktan bir varid bize gelip onun mertebesinden bir bilgi öğrendiğimizde, Allah Teâlâ’nın kendisiyle bizi kuşattığı bir rahmet ve inayet o bilgide bulunur. Her nerede bulunursak, Rabbimizden gelen bir delile sahip oluruz ve bizim tarafımızdan bir şahit o delili okur. Bu durum, peygamberin sünnetine uymamız ve bizim için ortaya koyduğu hükmü takip etmemiz anlamına gelir. Biz ondan hiçbir şeyi ihlal etmeyiz. Ve emre karşı çıkmak hatasını işlemedik. Örnek olarak, Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyi helal saymak veya helal saydığı şeyi haram saymayı verebiliriz. Böylece Hakkın katından öğrendiğimiz bu bilinenle bu gibi nebevi ifadeleri talep ederiz. Çünkü Allah Teâlâ, bu özellikteki kişinin ‘Allah Teâlâ’ya basiret üzere çağırdığını bildirmiştir.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymakla ilgili emrin bir yönü de, söz konusu anlamlara peygamberlerin kullandığı bu gibi lafızları vermemizdir. Onlardan daha anlaşılır ifadeler olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları kullanırdı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine indirilen şeyi bize açıklamakla memurdur. Bu nedenle ‘O’nun benzeri yoktur’ hükmünü bilmekle birlikte, (benzetme anlamı taşıyan bilgiyi) açıklamak istediğimizde başka lafızlara yönelmedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kullandığından başka lafızlara yönelseydik Allah Teâlâ’nın hakkını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden daha iyi ve daha nezih şekilde bildiğimizi iddia etmiş olurduk. Bu ise, olabilecek en kötü saygısızlıktır.

Anlamın dinleyene nüfuz etmesi gerekir. Çünkü senin karşı çıktığın lafız, insanların en fasihinin lafzıdır ki, o da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Kuran ise, büsbütün örtüşecek şekilde o anlama delalet etmez. Bu nedenle bize Peygamber’e uymayı farz kılmıştır. Böyle bir bilgi getiren veliyi inkâr ve tekfir eden insan, bütün bunları düşünmekten bihaberdir. Bunun iki nedeni -veya iki nedenden sadece biri-vardır. İnkâr eden kişi, bilgiliyse kıskançlığı nedeniyle böyle davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘içlerindeki kıskançlık nedeniyle: Cahil ise, (veliye tepki gösterirken) bu durumda o, peygamberliği hiç bilmemektedir.

Ey dostum!

Bu makamın kutuplarından yetmişten fazla bir grupla Mekke’de Ebû Kubeys dağında karşılaştık. Bu sınıfın kendi yollarında hiçbir talebeleri yoktu. Onlar, hiç kimseyi terbiye ederek sulûk ettirmiyordu. Bunun yerine tavsiye ediyor, nasihat ve bilgi yayıyorlardı. Kim muvaffak olursa, onu alırdı. Ebu’s-Suud’un onlardan biri olduğu söylenir. Ben onunla karşılaşmadım ve onu görmedim. Fakat ona dair güzel bir koku ve hoş bir nefes kokladım. Abdüllcadir el-Cilî’nin -ki o güvenilir biri ve vaktinin kutbu idi-Muhammed b. Kâid el-Evânî’nin bu makamda olduğuna tanıklık ettiği bana ulaşmıştır. Bize böyle nakledilmiştir, sorumluluk ise nakledene aittir.

İbn Kâid, bu makamdayken önünde peygamberin ayağından başka bir ayale görmediğini iddia etmiştir. Böyle bir durum ise, vaktin Tek’i için olabilir. Efrad’dan olmasaydı, peygamberin ayağının yanı sıra şayet imam ise-vaktin kutbunun ayağını da görmesi gerekirdi; direk ise, bu durumda önünde üç ayale; bedel ise, dört ayale görmelidir vs. Şu var ki bunun olabilmesi için ‘uyma’ mertebesine yerleştirilmiş olması gerekir. Uyma mertebelerine yerleştirilmemiş ve yolun sağından saptırılmışsa, başka bir ifadeyle, yol ile odacık (Kutub’a ait özel oda) arasında bulunursa, önünde herhangi bir ayak görmez. İşte bu, özel yön yoludur. Bu özel yön, Haktan her bir varlığa yöneliktir. Tepki görmelerine ve zındıklıkla suçlanmalarına yol açan bütün bu ilimler, velilere söz konusu özel yönden açılır. Peygamberden geldiğinde onlara inanan kimse, velileri bu bilgiler nedeniyle zındık ilan edip tekfir eder. Hâlbuki bunlar, aynı ilimlerdir. Nitekim bu hususu daha önce belirtmiştik.

Bu makam mensupları, âlemde tasarruf ve güç sahibidir. Onların birinci tabakası, Allah Teâlâ kendilerine bu gücü vermiş olmakla birlikte, yaratıklarında tasarrufu Allah Teâlâ’ya bırakmış kimselerdir. Allah Teâlâ, onlara bu gücü bir emir olarak değil, sunum olarak vermiştir. Bu nedenle onlar, gizliliğe bürünmüş, bilinmezlik örtülerine girmiş, alışkanlık perdeleriyle gizlenmiş, kulluk ve yoksunluğa bağlanmışlardır. Onlar yiğitler, zarifler, melâmîler, gizliler ve iyilerdir.   :

Ebu’s-Suud onlardan biri ve ‘O’nu vekil edin’ ayetindeki Allah Teâlâ’nın emrine uyanlardandı. Vekil, tasarruf yetkisine sahip demektir. Kendisine emredilse, emre uyardı. Bu durum, onların özelliklerindendir. Hz. Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhu'z-zâhir )e gelince, halinden anlaşıldığı kadarıyla Abdülkadir (Geylani) kuddise sırruhu'l-âlî tasarruf etmekle, memurdu. Bu nedenle tasarruf onda görünmüştür. Binaenaleyh böyle dememiz, onun gibiler hakkındaki zannımızdır.

Muhammed el-Evânî ise, Allah Teâlâ’nın tasarruf yetkisi verdiğini kendisinin de bunu kabul ettiğini söylerdi. Bu nedenle tasarruf ederdi. Eğer tasarruf etmesi emredilmeseydi, denenirdi. Bu durum, onu Ebu’s-Suud’un üstün olduğu bilgiden eksik bırakmıştır. Ebu’s-Suud, süvariler grubunun birinci sınıfının diliyle konuşurdu.

Onlara kutuplar dedik, bunun nedeni, sabit olmalarıdır. Ayrıca bu makam, yani kulluk makamı, onların üzerinde döner. Onların kutup olduğunu söylerken, emirleri altında bir grup var da, onlar da bu grubun reisleri ve kutuplarıdır demek istemedik. Onlar, böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir! Gerçek kulluğa ulaştıkları için, içlerinde asla başkanlık sevdası yoktur. Hakkın işi, öne geçmiştir. Dolayısıyla, onlara her ne gelir ise, kulluğu tam olarak yerine getirdikleri için o emre bağlanmaları gerekir. Böylece, kulluk makamında efendilerinin emrine bağlanarak emri yerine getirirler. Serbest bırakıldıklarında veya kendilerine söylenen şey bir emir değil de arz olduğunda veya makamı elde etme talebi var ise, kendisi için yaratılmış olduğu kulluk makamına ulaşmayan kimse onu izhar edemez.

İşte ey dostum!

Bu bölümde sana onların makamlarını bildirdim. Geride ise, onların esaslarını bildirmek, ikinci tabakadaki yönetici kutupların hallerini açıklamak kaldı. Bunları, Allah Teâlâ’nın izniyle daha sonra belirteceğiz.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O’ndan başka rab yoktur.

Onsekizinci kısım, c.II, sh: 121-129

**

ÜÇ YÜZ SEKSEN ALTINCI BÖLÜM

'Şah Damarı' ve Beraberlik Mekânı Münazelesinin Bilinmesi

Ben kulumla beraberim her nerede olursa

Gelecekte geçmişte ve şimdi

Sınırlı mutlak veya münezzeh iken

Mukaddesken veya bir mekânı doldururken

Kim özlemden söz edip beni görmek isterse

Sıkıntı vermiş olur bize

Ben neredeyim, sen neredesin!

Niçin fiil ve zamanı düşünmedin?

Nasıl olur da celalimi görebilir

Bayılma bizi göreni gördü

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ Başka bir ayette şöyle der: ‘Her neredeyseniz O sizinle beraberdir’  Allah Teâlâ hüviyetiyle bizimle beraberken isimleri itibarıyla bize bizden yakındır. Hakk mutlak birliğiyle birlikte kendini çoğul zamirle ifade ettiğinde, kendine delil olmaları bakımından farklı hakikatlere sahip isimlerini dikkate alarak çoğul yapmıştır. İsimlerin medlulü ve gösterdikleri ise Hakk’tan başkası değildir, çünkü onların medlülleri Hakk’tır ve hepsi O’nun isimleridir. Bu durum, lafız ve kelimeler âleminde cem’ (yani çoğul) lafzıyla ifade edilir, başka bir ifadeyle çoğul zamirle anlatılır. Misal olarak ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi ayetlerde geçen ifadeleri verebiliriz. Ayette ‘Biz her şeyi ölçüyle yarattık’ ve ‘Biz zikri indirdik ve biz onu koruyacağız’  buyrulur. Allah Teâlâ -isimlerini değil de-yalnızca hüviyetini anlatmak isterse ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım, benden başka ilah yok’320 buyurur. Burada tekil yapmıştır. Biz nerede, ben nerede! ‘Biz’ zamirinin azameti ifade ettiğini söylemenin manası yoktur, aksine o çokluğun ta kendisidir. Bu bağlamda çokluk, esma-i hüsna’nın (güzel isimler) delil olduğu şeylerdir. Bazen de çokluğun anlamı, Hakk’ın var olanların aynı olmasıdır. Bu durumda suretler, bileşik mümkünlerin hakikatlerinin değişmesi nedeniyle, değişir. Çünkü Allah Teâlâ kendi hüviyetinin suretlerin bütün güçleri olduğunu söylemiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, ona kendini gösterir ve kul mümkün sabit kalmakla birlikte-Hakk’ı Hakk ile görür. Hakk kendisinden ibaret olan kuvveti kula izafe eder. Allah Teâlâ ‘Ben kulun duymasıyım’ der. Burada onun zamiri kula dönerken duyma (gücü) Hakk’ın ta kendisidir. Kul ancak duyma gücü vasıtasıyla kul olmuştur. Aksi halde yaratılırken ve bütün tasarruflarında çağrıldığında ‘İşittik ve itaat ettik’  diyecek kimdir? Kendisine ‘ol’ denilen şey sözü duymamış olsaydı, var olmazdı. Rabbine itaati de olmasaydı, var olmazdı. Allah Teâlâ bütün hallerde kulun duymasıdır ve bu durumu ona keşfettirir.

Durum Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği ve müşahede ve keşfin verdiği bilgiye göre olunca, Allah Teâlâ hakkında ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi çoğul zamirler kullanılabilmiştir. (Mümkünlere ait) güçler ve varlıklar O’ndan başka olmadıkları için de ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım’ ayetinde geçen teklik geçerli olmuştur. Bunun yanı sıra hüve (O) ve sen gibi tekil şahıs zamirleri Allah Teâlâ hakkında kullanılabilmiştir. Misal olarak ‘Ancak sana ibadet ederiz’ vb. ayederde geçen zamirleri verebiliriz. Allah Teâlâ ‘biz’ zamirinin çokluğu karşısında kendini birleyerek şöyle buyurmuştur: ‘O sizinle beraberdir’ Başka bir ayette bizim birliğimiz karşısında kendini çoğul yaparak ‘Biz ona daha yakınız’  buyurmuş, insana dönen zamiri tek yapmıştır. Öyleyse çokluk bizimle ortaya çıkmışken birlik O’nunla vardır.

Yaratılmışlar her nerede bulunurlarsa, Hakk er-Rahman ismiyle onlara eşlik eder, çünkü rahim O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar rahimdir ( ve akraba). Çünkü onlar bir babanın ve annenin oğullarıdır. Allah Teâlâ bizi bir nefisten yaratmıştır ki o da Adem’dir. Sonra Adem’den ve Havva’dan pek çok erkek ve kadın meydana getirmiştir. Öyleyse biz, rahim Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz (akraba). Bu sayede akrabalık mümkün olabilmiş, yine bu nedenle Allah Teâlâ akraba ziyaretini emrederek, ‘Akrabalar birbirlerine Allah Teâlâ’nın kitabında daha yakındır’ buyurmuştur. Allah Teâlâ akraba ziyaretini emretmiştir. Bize göre Allah Teâlâ böyle bir vasfa daha layıktır. Bu nedenle rahim için vuslat kaçınılmazdır, çünkü Rahman’dan bir daldır. Allah Teâlâ babasından başkasına ait olduğunu iddia edeni veya efendisinden başkasına ait olduğunu söyleyen köleyi lanetlemiştir. Lanet uzaklık demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendi ‘rahminden’ başkasına intisap etmeyi lanetlemiştir. Biz rahim itibarıyla yakın akrabayız. Mertebe ve rütbemiz ise kulluktur (köle). Dolayısıyla sadece O’na müntesibiz ve O’ndan başkasına dayanmayız. Sahih bir rivayette Allah Teâlâ ‘Bugün nesep bağınızı indiriyorum’ der. Çünkü nesep bağı bize ilişmiştir, asıl değildir. Çünkü ayrılırız ve bir daha toplanmayız ve bazen de birbirimizi tanımayız. Dolayısıyla aramızdaki nesep bağı aslî değildir. Asıl olsaydı, geçici durumları kabul etmeyeceği gibi akrabaların birbirine yabancılaşmaları da söz konusu olmazdı. Kutsi hadisin devamında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kendi nesebimi ise yükseltiyorum.’ Çünkü biz O’ndan ayrılmadığımız gibi kendisinden ayrılmamız da söz konusu değildir. Hakk da bizden ayrılmaz ve uzaklaşmaz. Nasıl olur da ‘avucunda bulunduğumuz’ ve ‘her nerede olursak olalım bizimle beraber olan’ kimseden ayrılalım? Varlık veya yoklukla nitelendiğimiz hangi durumda olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir.

Sonra şöyle der: Takva sahipleri nerededir?’ Bunun üzerine hepimiz O’na doğru gideriz, çünkü içimizden her biri kendine gelen zorlukları uzaklaştırmada Allah Teâlâ’yı siper edinir. Bu anlamıyla takva, ‘Size denizde bir zarar isabet ettiğinde, O’ndan başka dua edecek kimseler kaybolur ayetinde belirtilir. Aynı zamanda her birimizi Hakk, kendisi hakkında kötü olduğu söylenen şeye karşı siper edinir. Kötülük okları bize fırlatılırken Hakk’a siper oluruz ve nahoş olan her şey bize nispet edilir. Bu durum Hakk’ı kendimize tercihimizden kaynaklanır. Böylece bütün insanların takva sahibi oldukları geçerli olmuştur.

Fakat takva iki kısımdır: özel takva ve genel takva. Bu ikisini ayıran şeriatlardır. Söylediğimiz meseleyi bilen, takva fiilini genel anlamıyla bütün yaratılmışlara yükler, insanlar katında bilinen takvayı dikkate alan ise, onu özel anlamda kullanır. Bu meseleye sadece şeriatın riayet etmesi nedeniyle dikkat çektik, çünkü şeriat bu konuya dikkat çekmiş ve riayet etmiştir. Öyle ki insan bu meseleyi öğrenip hakka’l-yakîn olarak idrak ederse, başkasına karşı üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir midir?

Allah Teâlâ bize sıla-ı rahmi emretmiştir. Rahman ise bizim için rahimdir ve bu nedenle biz ona döneriz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emrine itaat edenin sıla-ı rahim yapması kaçınılmazdır. O ise Rabbiyle sıla-i rahm yapar. Çünkü Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz, rahmimiz (yakan ve varlık sebebi) olması itibarıyla bize vasıl olmuştur. Allah Teâlâ rızık veren, metanetli, kuvvetli ve her durumda -ister emrine itaat edelim, ister günah işleyelim, yoluna uyalım veya uymayalım-nimet verendir. Allah Teâlâ hiçbir durumda kendi yönünden sıla-ı rahmi kesmez. Hâlbuki bilgisizliğimiz nedeniyle bizim tarafımızdan O’na dönük sıla-i rahm (akraba ziyareti) kesilebilir. Allah Teâlâ akrabalarla sıla-ı rahmi sadece Mutlu olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın sadece selam vermekle bile yerine getirebileceği bir sıla-ı rahmi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sadece selam vermekle bile olsa sıla-ı rahim yapınız.’ Sıla-ı rahim yaptığımızda, yani rahme vuslat ettiğimizde (kavuştuğumuzda), gerçekte Allah Teâlâ’ya ulaşmış ve O’nunla sıla yapmış oluruz. Biz O’nu rahmimize yüklemiş olsak bile, Allah Teâlâ kendini bilir. Nitekim sadaka alıcının eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri veya kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden takva duygusu Allah Teâlâ’ya ulaşır.’ Gerçekteyse her türlü kötülüğe karşı O’nun siperi olduğumuzu söylemiştik. Her insanın bir dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını gözetmelidir. Dostu nesep itibarıyla onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne ve baba bir kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her iyilik, bir sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah Teâlâ bir ihsan ve nimeti olarak onu herkesten kabul eder. Bununla birlikte insanlar arasında yakınlıkta bir derecelenme vardır.

Ali b. Ebu Talib el-Kayrevanî bu konuda şu beyitleri söylemiştir:

İnsanlar temsil itibarıyla eşit

Babaları Adem, anneleri Havva

Asılları bakımından nesepleri olsa

Kalkıp övünseler onunla;

Toprak ile sudur onların aslı

Demek ki üstünlük bilgi sahiplerinin

Delillere uyanlara rehberlik ederler

Herkes güzel gördüğü şeyi takdir etmiş

Cahiller bilgi sahiplerine düşman olmuş

Akrabalık iki kısımdır: Birincisi din akrabalığı, diğeri kan akrabalığıdır. İki akrabalığı kendinde toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir. Sadece din bağıyla akraba veya kan bağıyla akraba olduğunda, din akrabalığı kan akrabalığının önündedir. Nitekim Allah Teâlâ mirasta böyle yapmış, din kardeşliği miras sebebi olmuşken dinde farklı olduklarında kan akrabalığı miras sebebi olamamıştır. Başka bir ifadeyle birisi Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden diğeri inkâr eden iki kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz.’ Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh değil fakat kardeşi Akîl, Peygamberin amcası Ebu Talip öldüğünde baba malına varis olabilmişti. Bir şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç kuşkusuz, başka biriyle akrabalığı yerine getirmiş demektir. Allah Teâlâ’nın burada dikkate aldığı ise vuslat yönüdür, kesme yönü değildir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberin diliyle şöyle demiştir: ‘Kötülüğün ardından iyilik yap.’ Yani akrabalığı kesmek gibi bir kötülüğün ardından iyilik yap, yani sıla-ı rahim gibi bir iyilik yap ki ‘o kötülüğü siler.’ Başka bir ifadeyle Zeyd ile akrabalık bağı kurmak ve ziyaretleşmek (sıla-ı rahim) Ömer ile akrabalığı kesmek günahını siler; hâlbuki her ikisi de kardeşidir. Allah Teâlâ ilişkiyi korur ve kesmez. Allah Teâlâ sıla-i rahmi koruyanı desteklerken kim akrabalık bağını ve sıla-i rahmi keserse, onunla (ilişkiyi) keser, çünkü Hakk, kişinin kestiği ‘rahmin’ kendisidir. Sıla-i rahimde işin failine dönük ilahi inayet varken kesmede tahkik, yani işin bu şekilde olduğunu bildiren bir kelime bulunur. Öyleyse âlemde en yakın ve en güçlü akrabaya vasıl olan (sıla-i rahm) vardır. Çünkü ‘rahimler’ içinde en faziletli sıla en yakın akrabayla sıladır (akrabalık bağının korunması). Ondan sonra ikinci yakın gelir. Sadakalar arasında en üstün sadakanın insanın kendi ağzına verdiği lokma olduğu zikredilmiştir, çünkü insana kendinden daha yakın biri yoktur. Allah Teâlâ ise kula kulun kendinden daha yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz ona şah damarından yakınız’ buyurur. Kul Allah Teâlâ ile sıla ve vuslat etiğinde, hiç kuşkusuz, en yakın olanla vuslat etmiş, akrabalar arasında en öncelikli olan sıla-ı rahmi yerine getirmiş demektir. Vahiy bunu böyle beyan buyurmuştur!

Bu nedenle Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği her şeyi kuşatmıştır. Allah Teâlâ’nın rahmetini sınırlayan, onu kendisi hakkında sınırlamış olur. Gerçek söylediğimizden farklı olsaydı, rahmeti sınırlayan ve daraltana Allah Teâlâ’nın rahmeti ulaşmazdı. Yine de Allah Teâlâ rahmetinin hükmünü sınırlayanla sınırlamayıp ihsanından dolayı onu mutlak ve sınırsız sayanı bir tutmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ kitabında rahmeti kayıtsız zikrederek ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır’ buyurur. Bu nedenle her şey O’nun rahmetine tamah eder; bir kısmına rahmet zorunlulukla ulaşır-ken bir kısmına Allah Teâlâ’nın ihsanıyla ulaşır.

Bir gün İşbiliye’de bu yolda şeyhimiz olan Ebu’l-Abbas El Ureynî’nin -Batı Endülüs’ün Ulya şehrindendi-huzurundaydım. Bir adam huzuruna girdi, maruftan ve sadakadan söz edilmeye başlandı. Bunun üzerine adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ yakınlar maruf ve iyilikte önceliklidir demektedir.’ Buna karşılık şeyhin ağzından şu sözler döküldü: ‘Allah Teâlâ’ya yakın olanlar!’ Böylece adamın heyecanını yatıştırdı. Gerçekte de durum öyledir ve Allah Teâlâ’dan daha yakın akraba yoktur. Allah Teâlâ tenzihin olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan ‘yalandır.’ Rahimler ve akrabalıklar ölümle birlikte sona ererken Allah Teâlâ’ya nispet edilen akrabalık sona ermez. Çünkü Allah Teâlâ her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer değiştirmeyle ilişkiyi keseriz. Dileğe ve suale ihtiyaç bırakmayan bir halle hangi hal karşılaştırılabilir ki! Kendini bilmeyen kimse, başkasının daha da cahilidir. Başkasını bilen ise kendini daha iyi bilir. Kendini bilen ise Rabbini bilir.

Üçyüzseksenyedinci bölüm, Yirmisekizinci sifir, c. XIV, sh: 234-238

***

ŞİFA MERTEBESİ

eş-Şafi İlahi İsmi

Şifa acıları gidermek

Ruhlar ve cisimler ona yönelir

işte bu söylediğimiz hakikat

Büyük efendiler ona delil

Şeriat onu destekler, bu nedenle onu getirdik

Akıllar ve hayaller onu destekler

Ben bir hastayım (illetli, malûl)

Bana kimse bildirmedi

Allah Teâlâ’nın eş-Şafi olduğunu

Gayret ettim, Hakk ise beni muhafaza eder

Ben telef olurken şifayı bilmem ki

Bir süre verdiğim sözü yerine getirdim

Yerine getirenin kendisi olduğunu bana bildirmedi

Her gruba göre, Hakk beni ispat eder

Severek; beni olumsuzlayarak da zuhur eder

Her şahsın Kur’an’dan bir suresi var

Okurken benim surem Li-ilafi (ülfet) suresi

Bu mertebenin sahibi Abduşşafi (şifa verenin kulu) diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.

eş-Şafi hastalıkları gideren, gayeleri veren kimse demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin kaybolmasıyla-ortaya çıkarlar; gaye olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı. Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir. Demek ki belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu ve iliştiği kimse arasında engel meydana gelirse, hastalık ortaya çıkar. Gayeye ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu sayede o acılar kendilerine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için talep edilmemişlerdir; zaten acı ve elem, özü gereği talep edilmez, insanlar acıları vehimde daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmak üzere talep etmişlerdir. Bir diken batması bile olsa, acı her ne zaman bulunursa hüküm ona aittir ve acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu ortadan kaldırmak ister. İnsan bir acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmayla ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin acıya aşina olmak üzere talep edilen acı meydana gelip de şiddetli acı ortadan kalktığında, bu kez daha önce talep edilen acı insan için çetin bir acıya dönüşür, o da ya afiyet arayarak veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple onu ortadan kaldırmak ister.

Bir rivayette şöyle denilir:

‘Allah Teâlâ’m! Üzüntüyü gider, ey insanların Rabbi! Sen şifa ver, eş-Şafi sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka şifa yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. İbrahim salla’llâhu aleyhi ve sellem ‘O bana şifa verir’ der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ yoruma açık bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali ortadan kaldırarak (şifayı Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e insanlara indirilen vahyi açıklaması emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak hidayet, yani açıklamasıyla kendileri adına meydana gelecek bilgiye göre bir rahmet ve beyan olarak indirilmiştir. Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir’ demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş, başkasının şifasından söz etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış olduğu şifa ve hastalıkları giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı gideren her şeyin Allah Teâlâ’nın verdiği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı gideren ilaçlara yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah Teâlâ’ya irca etmiş demektir. Sebepleri ispatlarken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını bir sebep olmaksızın bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa verenin Allah Teâlâ olduğuna da inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa verenlerin varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa verme fiilinde Allah Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yorum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaçlar nedeniyle) bir ihtimal ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda yorumlanması Hz. İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam getirmemiz emredilmiştir. Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da rahmetin tezahürüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı, sebepleri kullanma vesilesiyle gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası olduğunu beyan etmiştir. Çünkü âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her hastalık için bir ilaç yarattığı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbrahim’e verdiği nimeti vermeyi irade etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de bulunan başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberinin iyiliklerinden bir iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’ Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’ demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz. Ebu Bekir’in sözünün daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki edebe baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü hiç kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın öğretmeni ‘Ben onu ayıplamak istedim.’  ‘Rabbin ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili böyleydi.

Her vaktin bir hali var ki onu söyler

Her halin bir manası var ki onu tahkik eder

Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’ ifadesi sözün bitimi, ‘bana şifa verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senin şifandan başka şifa yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu nedenle daha tamdır ve her ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam getirdiğimiz gibi kendisine salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu birleştirmiştir. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine (millete) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun bu konudaki önceliğidir, yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre daha Hakk sahibi olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa mertebe hüküm sahibi değildir.

Aynı durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra gelen halifelikte de tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine göre-halifeliği önce Hz. Ebu Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Osman’a, sonra Hz. Ali’ye [radıya'llâhu anhüm] vermek şeklinde tecelli etmiştir.

Bununla birlikte her birinin kendisinden önceki halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla onlardan hangisi önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun aksi düşünülemez. Bununla birlik-te Allah Teâlâ halifeliği ömürlere göre tertip etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra gelen halifeliği hak etse bile görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak ölümle birlikte öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu sahipleri kendi arzularına, oyuna dalmışlardır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki dudak sahibi olanlar için gerçek apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara uymaktan korumasını temenni ederiz. Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları kullanmak taassup ve cahiliye hamaseti hastalığını giderir.

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:59-63

***

SONRA GELME MERTEBESİ

el-Ahir İlahi İsmi

Allah Teâlâ ne İlk ne Son’dur zira .

Dönen âlemi korumak irade eder

Alem kendini koruyamaz

Yaratılmış aciz diye nitelenmiş

el-Ahir ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ

Bir ötekine bağlansın diye

Bize her şey bir devir (döngü) demiş

İlk sona bağlanmış

O zatını bize göstermiş

Bâtın ve zahir suretinde

Bu mertebenin sahibi Abdulahir diye isimlendirilir. Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en aşağıdakine kadar uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç kuşkusuz ilk olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen birinci olmayı hak ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni zamandır, çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp ötekinin öne geçmesinin hükmü zamana aittir.

Buna misal olarak Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın, sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ hepsinden razı olsun-halife olmalarını verebiliriz.

Her birisi öncelik sahibi olduğu gibi halifeliğe de ehildirler. Birinin önce gelip diğerinin sonra gelmesinde halifeliğin şartı olan herhangi bir üstünlük etkili olmamış, burada söz konusu olan tek âmil zamandır.

Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz. Ali’den önce vefat edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir değeri ve hürmeti vardı ve bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği üzere halife kılmış, eceli daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme göre, önce halife olan kişi, diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır. En iyisini Allah Teâlâ bilir de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iki halifeye biat edilmiş olsaydı, bu konudaki nas nedeniyle, öteki öldürülecekti. İnsanlar Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhe biat etmeden diğer üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in halife olacağı takdir edilmiş olsaydı, halife olmazdı. Üçten biri görevinden alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi, azledilene saygısızlık olur, görevinden almaya çalışan kişi hak ettiği bir işi ondan zorla almış sayılır, hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi aşmak suçlarını işlemiş olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat etmiş olacaktı. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği için Hz. Ebu Bekir’in halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği için diğer arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuştur. Aynı şey Ömer İbnu’l-Hattab, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan için geçerlidir. [radıya'llâhu anhüm]  Önce halife olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra, bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce gelmenin hükmü budur.

İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü Allah Teâlâ her şeyi yaratandır. Son olmak da Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner’ buyurur. Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz’, başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah Teâlâ’ya döner’ denilir.

Demek ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamanda Ahir’dir.
Evvel ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar.

el-Ahir’in hükmü her işin kendisine dönmesiyle gerçekleşir. Binaenaleyh Allah Teâlâ evvel olduğunda insan-ı kâmil ahir olur, çünkü o ikinci mertebededir ve halifedir. Aynı zamanda tabii yaratılışı bakımından da sonra gelir (ahir), çünkü insan son türeyendir. Allah Teâlâ onun halife ve imam olmasını irade edince âlemi yaratmış, hazırlamış, düzenlemiş, itidal vermiş, gerçek bir memleket olarak tertip etmiştir. Alem cemaat olmak üzere istidad kazandığında, Allah Teâlâ insanın tabii cismini (beden) yaratmış, İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi suretinde yaratmıştır. Bunun nedeni insanı halife olarak yaratmış olmasıdır. İnsan cismiyle ortaya çıkmış, ona Âdem denilmiş, Allah Teâlâ kendisini yeryüzüne halife olarak görevlendirmiş, melekler ile onun arasında Allah Teâlâ’nın kitabında bize aktardığı hususlar gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı kıyamete kadar Âdem’in oğullarına bırakmıştır.

İnsan İlâhî surete göre son olduğu gibi tabii doğal ve kevnî suret itibarıyla da sondur.

O halde Âdem hem nefs hem cisim bakımından sondur. İnsan âlemin işinin kendisine dönmesi itibarıyla sondur. Bu itibarla insan maksat olan varlıktır. Dünya onunla mamur olduğu gibi bilfiil onunla var olur. İnsan kendisinden ayrıldığında dünya yok olur, gökler parçalanır, yıldızlar dağılır, güneş söner, dağlar yürütülür, develer yavrularını düşürür, denizler kaynar, dünya yurdu bütünüyle harap olur, insanın oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu kez ahirete intikal eder, cennet ve cehennem mamur hak gelir. Artık dünya bir yer olmaktan çıkar ve sadece cennet ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani evvel ismi birinciye aittir ve orası dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise otelcine aittir ki o da ahirettir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir’ diye hitap etmiştir. Çünkü ahir(-et; sonra gelen) ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bu anlamıyla ahiret, gaye demektir. O dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla ahir (veya ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelliğine sahiptir. Evvel ise öyle değildir ve o gaye demek olan ahir’e varana kadar bütün mertebelerde intikal eder; oraya ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir, Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.’  Allah Teâlâ ona beka, devamlılık, kendisinden ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu da söz konusu mertebenin hükmünün bir neticesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:128-131

***

Yüz otuz ikinci bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır:

Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla efendi de kendi kulluğunu yerine getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden ayrışır. Kul irade edilen ve irade sahibini dile getiren kişidir. Efendi başkasına göre bu adı almaya daha layıktır. Çünkü bütün hayırlar onun elinde olduğu gibi onun hükmü ve maksadı işler. İşin başında ve sonunda emir O’na aittir. Kulu hakkında kulu adına hüküm verir. Kulu için hüküm veren O’dur. Kendisi için hüküm vermiş olsaydı kutsiyetinde kalırdı.

Hal böyleyken kulluk karşısında efendilik nerededir?

Her efendim dediğinde

‘Benim sahibim sensin’ dedi bana

Vallahi! kulumun varlığı engel oldu

Yollarımın üzerinde

Bizi O’ndan kimse çevirtemez

Bütün idrak edilenlerde

Ne aynıyım ben O’nun

Ne de ortağım fiiline

O öyle bir sahip ki

Malik olduğunu iddia etmez

Ben hizmetkârım

Kölelerine inayet eden biri

Dedim ki: Ey Rabbim!

Tehlike yollarından koru beni ‘

‘Duydum’ dedi ‘Benim yanımdasın’

Korunmuş kimselerdensin

Gıpta edilen bir mutluluk içerisinde  -

İdrak ehlinden biri!

Hükümdar olma! Çünkü hükümdar köle ve memlûk olduğu kadar aynı zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere ve yol ehline katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini tutarsan (kimin kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim efendi olursa, yorulur ve işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir kedere ve daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hükümdar hakimdir ve kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh hükümdar güçlü halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır. Efendi kölesine (ve yönettiklerine) hizmet etmeyi terk ederse, görevinden düşer ve efendilik mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine hizmet ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.

Yüz otuz üçüncü bölümden latifeleşmenin salâbet ve katılık olmasının sırrıdır: Mizah yaptığında onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen (hakka uyan) kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin maruz kaldığı durum ancak latifeleşmesi ve şaka yapmasından kaynaklanmıştı.

Ebu Hureyre radıya'llâhu anh topuğuna (şakayla) bir taş attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhe şöyle demiştir: ‘Bu nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet yeterlidir. Yaşlılarla ve hali değişenlerle şaka yapabilirsin, fakat her durumda doğruyu ve iyiyi söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı ve görevi onu yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir: ‘Yaşlılar cennete giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin üzerindeki ihsanını öğrenmeden cennete giremeyecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline döndürecek, gençlik elbiseleri giydirecektir. Mizah böyle yapılmazsa insana eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı, mizah yapmazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız? Allah Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin Rabbiyken benimle alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür. Allah Teâlâ zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini helak etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kılmıştır. Bu olgu ve hakikat her yola nüfuz etmiş, her düsturda ve ahlakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış, gören ve görülen üzerinde hüküm vermiştir. Nimetlerden birisi olmasaydı, onunla nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yaratılmış ve kadimde hükmü Ortaya çıkmazdı.

Ey insan! Terazide haksızlık yapma, eksik ölçme! Adil ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan ayrılma!

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:307-308

**

ÜÇ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM

'Bilgileri ve ilimleri toplayanı kendimden perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi

Bu menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.

Dikkat edin! Bütün işler

Allah Teâlâ’ya döner

Sen ey dünya!

Bir aldanıştan ibaretsin

Takva ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile

Günahkârlar nasıl emin olsun ki?

Hakkın sıfatı tuzağında âlemde

Onun tuzağı hakkında bir şuurumuz yok

O kendi halinde nitelenmiş olsaydı

Korkutucu ve müjdeleyen kendisine ait olurdu

Kendiliğinde onları tasdik eden kimse

Bakarız ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte

Benim onda ve onun nezdinde bir öğüdüm var ki

Hatırlatır bana el-Habir’i

Onun vasıtasıyla kul dünyada ulaşır

Diriliş gününde Hakkın kemal niteliğine

O geçerken benim yarımımdadır

Bunu inkâr eden kimse zalimdir

Onun mizanı kendindedir

Onu bilen âlim ve kadir

Mesela fiilde Ahmet es-Sebtî gibi

Allah Teâlâ işlerin gemini eline vermiş

Kul ancak O’nun isimlerini izhar eder

O açıklayan ve bağışlayandır

Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun tanıyamayacağı kadar yücedir. Bu bakımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim bilebileceğimiz yegâne şey, nispetler, mümkünler veya onlara nispet edilen şeylerdir. O halde marifet, mümkünlerin zatlarıyla ilgili olduğu kadar bilgiler de O’na nispet edilen şeylerle ilgilidir. Böylece düşünme ve nazarî inceleme olmaksızın, zorunlu bir şekilde zatları ve dış varlıkları biliriz. Nefis onları Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir güçle algılar ve onlara ait nispetleri öğrenir. Bu bilgi, onların nitelikleri veya haklarındaki hükümlere dair nazarî delille veya masum peygamberin getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir. Bunun dışında, bu konudaki bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler ise sonsuzdur. İncelemeye kalkan araştırmacı, onları bir araya getiremez, dağıtır. Allah Teâlâ kullarından bir kısmının onları toparlamasını istemiştir, yoksa öğreninceye kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı sıra bazı kullarına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır. Bu durum nazar hakkındaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk olduğunu öğrenirler’ ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda kendinde bir dağılma gören kimse Hakka delil oluşları bakımından bilgileri görmüş değildir. Bu durumda o bilgiler Hakka delil oldukları bağlamdan insanı perdelerler. Böyle bilgilere misal olarak aritmetik, geometri, matematik, mantık ve doğa bilimlerini verebiliriz. Bu alanlardaki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren bir yol ve delil vardır. Fakat insanların çoğu söz konusu bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü aramak üzere eğilmez. Bu durumda bilim eleştirilir ve onun Hakka delil olduğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı insanların dikkatlerini bütün bilinenlerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini aramaya çeker. Allah Teâlâ o delilleri bilinenlere taksim etmiştir. Onun aradığı, Allah Teâlâ delil olacak husustur. Bu durumda onun bilinenlerde dağılmış delilleri toplamasının Allah Teâlâ’dan perdelenmeye yol açacağından kuşku duymayız. Başka bir ifadeyle herhangi bir yaratılmışın kabiliyetinde olduğu kadarıyla Allah Teâlâ’dan öğrenebileceği yönden o bilgiler kendisini perdeler. Onu bu bilgiye ulaştıracak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün âlemi zihninden uzaklaştırarak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur, murakabe ve dinginlik halinde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder ve kendisini Allah Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması, Allah Teâlâ katından ona verdiği bir rahmettir. Yani belirttiğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini ulaştırması ve bunu ona ilham etmesi Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle yaptığında Hakk Hızır ve benzerlerinin talim işini üstlendiği gibi, müşahedeye ulaşacak şekilde ona öğretim işini üstlenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi öğretir. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona katımızdan rahmet verdik ve ledünden bilgi öğrettik’  buyurur. ‘Ledün’ derken kastedilen, Hızır ile Allah Teâlâ arasındaki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’ bütün yaratıklar ile Allah Teâlâ arasında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda (gerçek anlamda) müessir olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır). Sebeplerin etkisi hakkında söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir dilidir.’ Hz İsa aleyhisselâm için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur’  denilir. Senin üflemenle değil demektir. Üfleme zahirde var olma sebebidir. Var olma ise gerçekte ilahi izinden meydana gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön, kulların arasından peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.

Melek veya peygamber veya veli gibi bir şahsa Allah Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil, kendisini ‘özel yöne’ muttali kılmış olmasıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa aleyhisselâma şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim.’ Çünkü Hızır o bilgiyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki ‘özel yön’den (vech-i has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o özel yönü kuldan başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi arasında) böyle bir yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey öğretir. Fakat kulların bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez. Özel yönden gelen bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm zorunlu bilgilerdir. İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine özel yönden verdiğini bilir.

Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Sen de Allah Teâlâ’nın sana verip benim bilmediğim bilgiye sahipsin.’ Hz. Musa aleyhisselâm kendi özel yönünü bilmiş olsaydı, o yönden kendisine gelen bilgiyi de bilirdi; onu bilmiyorsa, Hızır onu öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesine dikkatini çekmiştir. Bütün eşyayı bu özel yönden bildiğinde, o bilgi bu müşahedeye eşlik eder. İlahi işler ve eşya Allah Teâlâ’dan meydana gelir ve bu bilgi sahibi onlara bakar. Dolayısıyla âlemde gördüğü çokluk kendisini engellemez. Bu durum Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhin ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni, daha önce söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını görmüş olmasıdır. Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh sürekli müşahede halindeyken eşyanın yaratılışı gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen herhangi bir şeyden önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına göre, Allah Teâlâ ile her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve kendini müşahede halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o yönden gelecek bilgilere Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhden başkası dikkat çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından almadık, çünkü biz onun kastettiğini anlamadık veya onun sözleri üzerinde düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize gelmiştir. Daha önce özel yön hakkındaki bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle bize ansızın gelen bilgiyi yadırgadık ve ‘bu bilgi de nereden çıktı?’ dedik. Allah Teâlâ bize özel yön kapısını açtığında, Hakk’tan özel yönden bize ait hususları öğrendik. Bunun yanı sıra onun Allah Teâlâ’dan kendisinden var olan her varlığa yönelik ‘özel yön’ olduğunu anladık. Bunun üzerine kapıya bağlandık ve sekinet bulduk.

Özel yönün bilgisine ulaştığını iddia eden insanın şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte gerçekleşmesi zorunlu ilahi takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana gelebilir. Kişi öyle bir davranışı günah ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel yönden bilgi aldığı bilinir. Şeriata aykırı davranışın ‘günah’ olmadığına inanırsa, Allah Teâlâ’nın onu özel yöne muttali kılmadığını ve bu konuda ona kapı açmadığını biliriz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın kendisine değer vermediği biridir. Çünkü özel yönden bilgi alanlardan daha çok şeriat karşısında edepli davranan ve -bir ümmi gibi-onun Hakk ve hakikat olduğuna inanan başka kimse yoktur. Özel yönden bilgi alanlar, işleri oldukları hal üzere bilen kimselerdir. Bu nedenle onlar, şeriatın emri ve teklifi karşısında kendi paylarıyla onu getiren peygamberin ve onunla yükümlü sıradan insanın nasibinin bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu bağlamda teklif alanında kimsenin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Çünkü şeriat, başka bir nedenle değil, bizatihi kendisi nedeniyle gelmiştir. Şeriatın genel hitabında herhangi birine haram olan bir iş, bir tahsis olmaksızın, herkese haramdır. Özel yönden bilgi (aldığını iddia eden insan), belirli bir şahıs hakkında haramın helal olduğunu ileri sürerse, zahirde kınanır ve bütün âlimlere göre kâfir olur. Aynı zamanda özel yönden bilgi aldığı iddiasında da yalancıdır. Çünkü özel yönün bilgilerinin en özeli, şeriatların getirdiği bilgilerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın üzerine eşi Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin Ebu Cehil’in kızını kuma getirmek üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle demiştir:

‘Fatma benden bir parçadır, onu üzen, beni üzer, onu sevindiren, beni sevindirir. Fakat Allah Teâlâ’nın helal kıldığı bir şeyi haram ve helal kıldığı bir şeyi de haram yapamam.’

 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bilmekle birlikte özel yön ona haramı haram, helali helal olarak bıraktırmış, Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü onunla evlenmesi helaldi. Fakat şöyle demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ peygamberinin kızı aynı adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızını övmüş, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhde niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştüğünü ileri süren) tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif, en genel hüküm ve en geniş pay sahibiydi, çünkü en büyük efendi O’dur.

Her şahsın özel bir vasfı olmalıdır. Söz konusu vasfı ve niteliği ona Allah Teâlâ özel yönden vermiştir. Söz konusu nitelilde Allah Teâlâ, hakkında Mutlu olmayacağı ve her şeyi kuşatan ilahi rahmete eremeyeceği söylenenleri ahirette Mutlu kılar. (İlahi rahmet herkese ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis (özel) yönünden sudur etmiş, âlimi, cahili, itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır. Allah Teâlâ bizi bütün hallerinde rahmetin ulaştığı kişilerden etsin. Bu haldeyken O’na kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanıdıktan sonra şeriatın diliyle kınanmayanlardan etsin! Müçtehitlerin ve şeriatlerin bütün hükümleri, özel yönden ortaya çıkmıştır. Herhangi bir kitaba veya delile bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlanması bu özel yönden mümkün olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz şartlara uymalıdır. [1]

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmisekizinci sifir, c.XIV, sh:312-317

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 [1] Ancak Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bu olaydan sonra Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimize çok kırılmıştı,  arayı ancak Hz. Osman radıya'llâhu anh düzeltebildi.

Kırkdokuzuncu Menâkıb:

 Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki,  Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir.

Haberde gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üzerine bir başka hanım dahâ almak istedi.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine kerîh [Nefse kerahetlik vercek kabahat] gelip, Hazret-i Alî’ye üzüldüler.

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü  teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.

Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.

Osmân bin  Affân  “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv buyurdular.

Sonra sordular ki,

Yâ Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi benî âdem! neden Ebû Bekr ve Ömerin şefâ’atini kabûl etmediniz de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv etdiniz.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,

(Bir kimsenin şefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu yer ile gökü yer değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab! Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri şefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv eder.)

Kaynak: Seyyid Eyyûb bin Sıddîk , MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN (Dört Halîfenin Üstünlükleri),Hakîkat Ltd.Şti. Yayınları No: 13 Altıncı Baskı, 2001-Fâtih-İSTANBUL

 

 

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar