Hz. ALİ kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh HAKKINDA
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
ÜÇYÜZ OTUZ BEŞİNCİ BOLUM
Kardeşlik Mertebesinin
Muhammedî-Musevî Mertebeden Bilinmesi
Amâ
ve istiva arasında
Üstün
akıllar hayrete düştü
İnişi
esnasında da
İstiva
yerinden göğe inerken
O
yerinde bulunurken
Ve
kalbimizde ve her neredeysek
Bütün
bu alametler
Körlük
ve sınırlama bildirir
Onlar
yönler gibi altı tanedir .
Allah
Teâlâ zatıyla münezzehtir
Her
türlü nitelikten
Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın: Bir rivayette ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah
Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı ve bu nedenle âlem Mümin ismiyle
ahlaklarıma imkânına sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hicret
sonrasında Medine’de sahabe arasında kardeşlik kurarken, kendisi de Hz. Ali
kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de Ali’dir.’ Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir’
demiş, imanı onların babası yapmıştır. Onlar, tek babadan olma kardeşlerdir.
Hz. Musa kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti: ‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü
çöz, sözümü anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım
yap.’ Allah Teâlâ da kendisine dilediğini vermişti.
Yirmi ikinci sifir, c. XI,
sh:288
**
Allah Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak
belirlediği ücretlerden birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp
tövbe eden ve durumunu düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmıştır.
Bazen gönüllü, kendisi adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını
gönüllü olarak ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış birinin zalimi affederek
hakkını ondan istememesini ve barışmasını verebiliriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır.'' Onun ücreti, zulmü nedeniyle ondan hakkını almayana kalması
gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üstlenerek, o günahkâra merhamet eder ve onu
bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği bir
ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin yerine
getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini
ulaştırmak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gönderen Ödemelidir.
Gönderildiği kimseler onu görevlendirmemiştir ki, ücreti
onlar ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insanlara
gerçeği şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, ücretimi Allah Teâlâ
ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka
kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ Teala’nın emriyle bildirmişlerdir.
Çünkü Allah Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki, ben buna karşı sizden ücret istemiyorum’
Allah Teâlâ Teala, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
başka bir peygambere tahsis edilmeyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü
ümmetine dönmüş, hükmü ise ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki
peygamberlerin hükmüne dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan
ücretinin (bir kısmını) ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın
gereğini yerine getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum’ Yani size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret istemiyorum.
‘Sadece yakınlar hakkında sevgi istiyorum.’ Allah
Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine vacip kıldığı
tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık Peygamberin akrabasını
ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ‘meveddet’
kelimesiyle zikretti.
Meveddet sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı
ona tahsis etmiş fakat Allah Teâlâ üzerinde bir ücretinin kaldığını veya
kalmadığını söylememiş, onu mutlu edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimetler
vermiştir. Ardından ümmetine, ümmetine söylemiş olduğu hususu söylemesini
emretmiştir: ‘De ki,
sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir’ demiştir.
Burada Allah Teâlâ Teala, yakınlarına sevgi göstermekle
ilgili ücreti ümmetinden düşürmemiş, sadece belirlendikten sonra bu ücreti
onlara döndürmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hak ettiği bu
ücret, onlara dönerken sevginin fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın
peygamberinin akrabalarını sevenlere verilecek ücreti bilemez, onu sadece Allah
Teâlâ bilebilir. Fakat ‘ehl-i kurba’ onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık
anla-mındaki) ‘kurba’ kelimesi getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’
kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akil ile Hz. Ali kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh arasında fark yoktur: Her İkisi
de nesep bakımından peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh hem nesep
bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabalarını,
yani kendisine iman edenleri sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği
bir Arap olan Hz. Ömer radıya'llâhu anh, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı
ayırt etmiştir. Arapçada nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı,
bu iki yakınlığı ayırt etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimetler hakkındaki şu
ifadede rastlanabilir. ‘Onun
beşte biri Allah Teâlâ’nın, peygamberin ve yakınlarınındır (zi’l-kurba).’ Kastedilenler mümin
yakınlardır ve bu nedenle ayette ‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi
kullanılmıştır. Nesep bağıyla akraba olanlar iman yakınlığına sahip
değillerse, onların ganimette hakları olmadığı gibi mirasta da paylan yoktur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bırakmamıştır’ sözünde bu husus belirtilir. Çünkü Akîl, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhden farklı
olarak, babasına varis olmuştu. Bunun nedeni
Ali’nin mümin, Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden
bir toplumun Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi
duyduğunu görmezsin. Onlar babaları veya kardeşleri çocukları veya akrabaları
bile oha böyledir.’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizden istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep
bağı kastedilmiş olsaydı, Allah Teâlâ şu ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve peygamberine taşkınlık yapanlara
sevgi duyarlar.’ Onlar akrabaları
bile olsa onları sevmezler. Buradan akrabalık sevgisinin iman eden akrabalarla
ilgili olduğunu anladık ve onlar Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.
Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah
Teâlâ’nın ümmetine yüklediği akrabaları sevmek göreviyle diğer peygamberlerden
ayrılırken ümmeti de bu konudaki üstünlükleriyle diğer ümmetlerden ayrılır. Çünkü üstünlük fazlalık demektir ve bu fazlalık sayesinde
onlar, ‘insanlar için çıkartılan en
hayırlı ümmet’ olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
ümmetidir. Bununla birlikte bütün ümmetler iyiliği emreder ve
kötülükten alı koyar, Allah Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmetlere
tahsis edilmemiş özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve
diğer ümmetlerin yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak,
kıyamet günü diğer ümmetlerden ayrılır, üstünlükleri ortaya çıkar. O halde
ücretler, Hakk ile yaratıklar arasında gider gelir: Yaratıklar kendileri adına
yaptığı işlere karşılık Hakka borçlanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın
(rızasını gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan
ücret alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayı-verebiliriz. Bunun
yanı sıra yaratıklar, Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden
ücret alırlar.
İşin esası şudur: Ücretler Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yaratıkların bu
işte bir payı yoktur. Fakat ücretlerin ortaya
çıkmasının vesilesi onlardır. Onlar var olmasaydı, ücretle çalıştırmanın veya
ücretin varlığı olmazdı ve işte bu nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk olduğu gibi çalıştırılan da
Hakktır. Ameli
yaratandan başka amel yapan yoktur, o da Hakktır. Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda
ortaya çıkar. Bunun için mücadele etmiş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk
ise, bu mücadelede onu onaylamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu
bilirken, bir kısmı bunu bilmez.
Bu menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücretleri ve
sahiplerinin belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği
ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücretlerinin
bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden olacağı, kavuşma ve
ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Bu, bütün var olanları
ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden
ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle
gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu
bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir.
Anlamlarda münasebetlere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin
belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi,
bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğrenilir. Asıl
sahibin hükmüyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir
midir, farklı mıdır?
Yirmi üçüncü sifir,
c.XII, sh: 20-23
**
ONSEKİZİNCİ KISIM -OTUZUNCU
BÖLÜM
Süvari Kutuplardan
Birinci ve İkinci Tabakanın Bilinmesi
Allah
Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki
Kapkaranlık
gecede amel bineklerine binmişlerdir
Düşük
himmetler onlar sayesinde yükselmiştir
Her
şeyi bilen Tek Aziz’in katına.
Onları
seçti ve kendilerine tecelli etti
Dostum
kaseleriyle onları karşıladı
Zillet
içinde yükseklik sahibi olan kimse
el-Azim’in
(Yüce, azametli) kıymetini bilir
Yaratılmışın
rütbesi, eğer iyice araştırırsan
Onda
el-Kadîm ile ortaya çıkar.
Allah
Teâlâ’nın öyle genel ilimleri vardır ki
Nebi,
resul ve velide bulunur.
Bu
bilgilerin varlıkları latifleşmiştir
Onları
nefesler âleminden başkası algılayamaz.
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Asalet (Nucûb)
sahipleri, yaygın kullanımda süvariler demektir. Şair şöyle der:
Keşke
şöyle bir topluluğum olsaydı, bineklerine bindiklerinde Atlı ve deve binicileri
(fürsan ve rükban) olarak şiddetle hücum ederler.
Şiirde geçen fürsan, at süvarileri, rükban ise, deve
binicileri demektir. Atlar ise, Arap olan ve olmayan herkesin bindiği
şeylerdir. Yarış devesini ise sadece Araplar kullanır. Araplar, düzgün konuşan,
övünen ve cömert insanlardır. Söz konusu nitelikler bu grupta baskın olduğu
için onları süvari diye isimlendirdik. Bu bağlamda onların bir kısmı himmet
bineklerine, bir kısmı amel bineklerine biner. Bu nedenle onları iki tabaka
saydık: Birinci ve ikinci tabaka.
Süvariler, bu yolda Efrad’dır (fertler, telder). Çünkü
onlar, tabaka tabakadır: Kutuplar, İmamlar, Direkler, Bedeller, Nakipler,
Necipler, Recebiyyûn ve Efrad onlardandır. Onlardan her bir grubu gördüm ve
batı şehirlerinde, Hicaz ve doğu şehirlerinde onlarla oturup kalktım.
Bu
bölüm Efrad’a aittir. Onlar, Kutub’un hükmünün dışındaki yegâne gruptur.
Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur. Sayıları üç ve daha yukarısı olan tek
sayılardır. Onların veya başkalarının ilk tek sayı olan ki o üçtür-sayının
aşağısıyla ilişkileri yoktur. Çünkü mutlak birlik anlamındaki ahadiyet -ki o,
bir demektir-Hakkın zatına aittir. İki ise mertebeye aittir, o da, ulûhiyetin
birlenmesidir. Üç ise oluşun (âlem) Allah Teâlâ’dan var olmasının ilkesidir.
Melekler sınıfında Efrad, Allah Teâlâ’nın cemal ve celalinde
kendilerinden geçmiş meleklerdir. Onlar, amade kılınmış ve yazı ve tedvin
âleminde (oluş âlemi, şehadet âlemi) bulunan yönetici meleklerin dışındaki meleklerdir.
Onlar, Kalem ve Akıl’dan aşağıya doğru mertebelerde bulunan meleklerdir.
İnsanlar içinde Efrad, melekler içinde kendilerinden geçmiş
güçlü melekler gibidir. Teklerin ilki, üçtür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Üç, bir topluluktur.’, ille topluluk, üç kişidir ve ondan
yukarıya doğru devam eder.
İlahi mertebelerden onlara ait mertebe, ferdâniyet (teldik)
mertebesidir. Bu mertebede onlar ayrışır. Onlara ait ilahi isim, el-Ferd
ismidir.
Onların kalplerine gelen maddeler, kendilerinden geçmiş meleklere
gelen makamdan gelir. Bu nedenle
makamları ve getirdikleri şey bilinmez. Bu durum, Hz. Musa aleyhisselâmın
Hızır’a tepki göstermesine benzer. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Hızır’ın
lehinde tanıklık etmiş, onun mertebesini bildirmiş, onu tezkiye etmiş, onunla
arkadaş olmak istediğinde kendisine itiraz etmeyeceğine dair Musa’dan söz
almıştır.
Hızır, Hz. Musa aleyhisselâmın kendisinin bulunduğu makam
hakkında bir tecrübesinin olmadığını anladığı gibi Hızır da Musa’nın sahip
olduğu ve Allah Teâlâ’nın ona öğretmiş olduğu bilgi hakkında herhangi bir zevke
sahip değildi. Şu var ki Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel bir müşahede
nedeniyle, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi
gerektirmemiştir. Hz. Musa’nın ve peygamberlerin makamları ise, getirdikleri
vahyin dışında olduğunu gördükleri her işte, peygamber olmaları yönünden
itirazı gerektirir.
Bu konuda vardığımız
görüşün kanıtı, Hızır’ın Musa aleyhisselâm hakkındaki şu ifadesidir: ‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl
sabredeceksin.’
Hızır bir peygamber olsaydı, Hz. Musa’ya ‘bilgice
kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın davranışı,
peygamberlik makamından değildi.
Ayrıca Musa’ya farklılıklarından söz ederken şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır Musa’ya şöyle demiştir: ‘Ey Musa! Ben Allah Teâlâ’nın bana öğretmiş olduğu senin
bilmediğin bir bilgiye sahibim. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğretmiş olduğu ve
benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’
Böylece Hızır ve Musa ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a) tepki göstermesiyle de
farklılaşmışlardır.
(Başkalarının getirdiği bilgiyi veya bu bilgi nedeniyle
onların dindarlığını) İnkâr etmek, Efrad’ın özelliği değildir. Çünkü onlar, her
işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr
etmez. Cüneyd (el-Bağdadî) şöyle der: ‘Bir kimse, bin güvenilir insan tarafından zındık diye
suçlanmadıkça hakikat derecelerine yükselemez.’ Onların inkâr edilişi, Allah Teâlâ’dan sadece kendilerinin
bildiği şeyleri öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib kerrema’llâhu vechehû ve
radıya'llâhu anhin eliyle göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir:
‘Burada öyle ilimler vardır ki, keşke onları taşıyacak
kimseler bulabilseydim.’
Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efrad’dan
idi.
Böyle bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı. Ebû
Hureyre radıya'llâhu anh, buna benzer başka bir şey söylemişti. Buhari,
es-Sahih’inde
Ebû Hureyre’nin şöyle söylediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den iki ilim aldım.
Birincisi size bildirdiğimdir. İkincisini açıklamış olsaydım, şu gırdağım
(bulgum) kesilirdi.’ Hadiste geçen bulgum,
yemek borusu demektir.
Ebû Hureyre, bu ilmi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
aldığını belirtir. Dolayısıyla o, kendi zevki olmaksızın, salt bir taşıyıcıdır.
Fakat yine de o ilimdir. Çünkü Ebû Hureyre onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den duymuştur. Biz ise, Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlayışın
verildiği kimseden söz ediyoruz. Söz konusu anlayış, Efrad’ın ilmidir.
Efrad’dan biri de, Abdullah b. el-Abbas idi. O, bilgisinin
genişliği nedeniyle, ‘derya’ diye isimlendirilmişti. İbn Abbas radıya'llâhu anh, ‘Yedi gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’dır"ayeti hakkında şöyle derdi: ‘Size bu ayetin tefsirini söyleseydim beni taşlardınız.’ Başka bir rivayette ise ‘kâfir olduğumu
söylerdiniz’ demiştir. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebû Talip, Zeyne’l Abidin
aleyhisselâm den aktardığı bir ifadesinde bu ilme işaret etmiştir. Gerçi
hangisinin bu sözü söylediğini tam olarak bilmiyorum:
Nice
bilgi cevheri vardır ki, onu açıklasaydım
Bana
‘sen puta tapanlardansın’ denilirdi
Müslüman
adamlar kanımı helal görür
Yaptıkları
en çirkin işi (beni öldürmeyi) iyi sayarlardı
Burada, ‘puta tapanlar’ sözüyle maksadına dikkat çekmiştir. Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ‘kuşkusuz Allah Teâlâ, Adem’i kendi suretine göre
yaratmıştır’ sözünde zamir Allah Teâlâ’ya döndürüldüğünde hadisin tevili
söz konusu ifadeye benzer. Bu da, onun yorumlarından biridir.
Kardeşim, Allah Teâlâ aşkına!
Sana söylediğim konuda,
bana karşı insaf göster. Kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
sahih olarak gelen ve rabbini sevinmek, gülmek, şaşırmak, neşelenmek, kızmak,
tereddüt etmek, kerih görmek, sevmek, arzu duymak gibi hallerle niteleyen bütün
haberlere inanman ve onları doğrulaman gerekir. Bu
ilahi mertebeden keşif, tecelli ve ilahi bildirim olarak, velilerin kalplerine
esintiler gelse ve onlar peygamberin diliyle bu gibi lafızlarla ifade edilmiş
böyle şeyleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenip göstermesiyle müşahede
ederlerse, kuşkusuz ben ve sen bunların hepsine iman etmişizdir. Diyorum ki;
bir veli, Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgi getirdiğinde, Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhu’l-azîz)in söylediği gibi, onu
zındık ilan etmez misin? Bu adam, (Allah Teâlâ’yı
yaratıklarına benzetiyor anlamında) teşbih yapmaktadır ve ‘o, putperestir’ demez misin?
‘Hakk,
yaratılmışın nitelendiği özellikle nasıl nitelenebilir’ (demez misin)?
‘Putperestler,
bundan daha fazlasını yapmamıştır’ (demez misin).
Nitekim Ali
b. Hüseyin böyle söylemiştir. Sen öyle bir insanı öldürmez misin veya İbn-i
Abbas’ın söylediği gibi ölümüne fetva vermez misin?
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’den Allah Teâlâ hakkında akıl delillerinin imkânsız
gördüğü ve tevil edilmesi yasaklanmış ifadeleri duyduğunda, gerçekte neye iman
etmiştin?
Tevil yasaklansa bile Eş’arî, kendince bir
tenzih anlamına göre onları tevil etmiştir. İnsaf, nerede kalmıştır?
‘İlahi kudret,
peygambere verdiği sırların bilgisini bu veliye verecek kadar geniştir’ diyebilir misin?
Çünkü böyle bir bilgi peygamberliğin özelliklerinden
olmadığı gibi (çünkü peygamberliğin özelliği olan şey hüküm koyma, teşrîdir)
Şarî de, ümmetini bu konuda engellememiş, herhangi bir şey söylememiş ve şöyle
demiştir: ‘Ümmetim içinde sezgi
sahipleri var ise, Ömer onlardan biridir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmeti içinde
peygamber olmayan sezgi sahiplerinin bulunacağını belirtmiştir. Bazen böyle bir
sezgi gerçekleşebilir. Çünkü bu durumda sezgi, helal ve haram gibi teşriî
hükümlerin dışındadır. Teşri’ (helal veya haram gibi hüküm koyma) yetkisi,
peygamberlik özelliğidir. İlahi ilimlerin gizemlerine ulaşmak, (yasa koyucu
anlamında) teşriî peygamberliğin bir özelliği değil, peygamber, veli, uyan ve
uyulan gibi Allah Teâlâ’nın kullarına yayılmış bir özelliktir.
Dostum! Hiç mi insafın kalmadı?
Peygamberin getirdiği bilginin sırlarına vakıf olmak,
velilerin firavunları ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının deccalları olan
fakihler ve akılcılar içinde de mevcut değil midir?
Allah Teâlâ,
kendisine farz kılınan şeyle amel eden herhangi birimize şunu der: Allah Teâlâ,
emrini yerine getiren kimseye öğretir ve amellerinin meydana getireceği
bilgilerin öğretim işini üstlenir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, o size öğretir: Allah Teâlâ her
şeyi bilendir." Başka bir ayette ise
şöyle buyurmuştur: ‘Allah
Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir.’
Bu makamın kutuplarından biri de, Ömer b. Hattâb radıya'llâhu
anh ve Ahmed b. Hanbel (Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu) dir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ömer b. Hattâb’a Allah Teâlâ’nın verdiği gücü
zikrederek şöyle demiştir: ‘Ömer!
Şeytan bir mevzide şenle karşılaşsa, yolunu değiştirir.’ Bu durum, masum peygamberin tanıklığıyla Ömer’in
korunmuşluğunu gösterir. Şeytanın bizi sadece batıla yönlendireceğini
biliyoruz. Batıl ise, Ömer b. el Hattâb radıya'llâhu anhın gittiği yol
değildir. Ömer, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in tespitiyle, sadece
doğruluk yollarına giderdi. Böylece de, Allah Teâlâ yolundaki bütün işlerinde
kınayanın kınamasının alıkoyamadığı kimselerden olmuştur. Kudret, doğruluğa
aittir.
Doğruluk ulaşılması zor, nefislerde taşınması ağır olduğu
için, nefisler onu taşıyamaz ve kabul edemez, bilakis onu reddeder. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Doğruluk Ömer’de bir gedik bırakmamış!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz doğru
söylemiştir. Hz. Ömer
radıya'llâhu anh, dışında ve içinde doğru idi. Dışında doğru idi, bunun nedeni,
başkasından insaf beklemeyişi, riyaset sevgisinin olmayışı, Allah Teâlâ’ya
kulluktan çıkmayışı, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmayışı,
kendisiyle ve eksiğiyle ilgilenerek insanların ayıplarını görmediği için Hakkın
çağırdığı işten yüz çevirmeyişiydi.
Ömer içinde de doğru idi, çünkü Allah Teâlâ, Ömer’in
kalbinde bir gedik bırakmamıştır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan başkasına
bir ilgisi yoktu.
En şaşılacak iş, söz konusu inkârcı gruptan birine ‘kendinle
ilgilen’ dediğinde, şöyle yanıt vermesidir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın dinini koruyorum ve ona düşkünlüğümden
hareket ediyorum. Allah Teâlâ hakkında gayret imandandır... vb.’ Durmaz ve düşünmez ki: Acaba böyle bir şey imkan dâhilinde midir,
değil midir? Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ bir velisine -Hızır’a olduğu gibi-yaratıklarında
uygulayacağı şeyleri bildirmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
dile getirdiği ifadelerle anlatılabilecek bilgileri kendi nezdinden ona öğretmiş
olamaz mı? Hızır şöyle demişti: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’ Bu inkârcı kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu
getirdiğinde kendi zannınca buna inanır.
Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu inkârcı o ifadelere
(gerçekte) iman etmiş olsaydı, veli de (onları söylediğinde) inkâr etmezdi.
Çünkü Şâri’, istiva etmek, inmek, beraberlik, gülmek, sevinmek, neşelenmek ve
şaşırmak gibi ifadeleri Allah Teâlâ hakkında kullanmayı reddetmemiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın kullarından birini
bunları kullanmaktan men ettiği kesinlikle aktarılmamıştır. Bilakis Allah
Teâlâ’nın bize şöyle söylediğini bildirmiştir: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek
vardır.’ Böylece Allah Teâlâ, bize bu kapıyı açmış ve bizi ona uymaya
teşvik etmiştir: ‘Allah
Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’ İşte söz konusu durum, peygambere uymak ve onu örnek almanın
bir parçasıdır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymanın bir yönü de
şudur: Haktan bir varid bize gelip onun mertebesinden bir bilgi öğrendiğimizde,
Allah Teâlâ’nın kendisiyle bizi kuşattığı bir rahmet ve inayet o bilgide
bulunur. Her nerede bulunursak, Rabbimizden gelen bir delile sahip oluruz ve
bizim tarafımızdan bir şahit o delili okur. Bu durum, peygamberin sünnetine
uymamız ve bizim için ortaya koyduğu hükmü takip etmemiz anlamına gelir. Biz
ondan hiçbir şeyi ihlal etmeyiz. Ve emre karşı çıkmak hatasını işlemedik. Örnek
olarak, Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyi helal saymak veya helal saydığı şeyi
haram saymayı verebiliriz. Böylece Hakkın katından öğrendiğimiz bu bilinenle bu
gibi nebevi ifadeleri talep ederiz. Çünkü Allah Teâlâ, bu özellikteki kişinin
‘Allah Teâlâ’ya basiret üzere çağırdığını bildirmiştir.’
Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’e uymakla ilgili emrin bir yönü de, söz konusu anlamlara
peygamberlerin kullandığı bu gibi lafızları vermemizdir. Onlardan daha anlaşılır ifadeler olsaydı, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem onları kullanırdı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, kendisine indirilen şeyi bize açıklamakla memurdur. Bu
nedenle ‘O’nun benzeri yoktur’ hükmünü bilmekle birlikte, (benzetme anlamı taşıyan
bilgiyi) açıklamak istediğimizde başka lafızlara yönelmedik. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in kullandığından başka lafızlara yönelseydik Allah
Teâlâ’nın hakkını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden daha iyi ve daha
nezih şekilde bildiğimizi iddia etmiş olurduk. Bu ise, olabilecek en kötü
saygısızlıktır.
Anlamın dinleyene nüfuz etmesi gerekir. Çünkü senin karşı
çıktığın lafız, insanların en fasihinin lafzıdır ki, o da, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Kuran ise, büsbütün örtüşecek şekilde o anlama
delalet etmez. Bu nedenle bize Peygamber’e uymayı farz kılmıştır. Böyle bir
bilgi getiren veliyi inkâr ve tekfir eden insan, bütün bunları düşünmekten
bihaberdir. Bunun iki nedeni -veya iki nedenden sadece biri-vardır. İnkâr eden
kişi, bilgiliyse kıskançlığı nedeniyle böyle davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘içlerindeki kıskançlık
nedeniyle: Cahil ise, (veliye tepki gösterirken) bu durumda o, peygamberliği
hiç bilmemektedir.
Ey dostum!
Bu makamın kutuplarından yetmişten fazla bir grupla Mekke’de
Ebû Kubeys dağında karşılaştık. Bu sınıfın kendi yollarında hiçbir talebeleri
yoktu. Onlar, hiç kimseyi terbiye ederek sulûk ettirmiyordu. Bunun yerine
tavsiye ediyor, nasihat ve bilgi yayıyorlardı. Kim muvaffak olursa, onu alırdı.
Ebu’s-Suud’un onlardan biri olduğu söylenir. Ben onunla karşılaşmadım ve onu
görmedim. Fakat ona dair güzel bir koku ve hoş bir nefes kokladım. Abdüllcadir
el-Cilî’nin -ki o güvenilir biri ve vaktinin kutbu idi-Muhammed b. Kâid
el-Evânî’nin bu makamda olduğuna tanıklık ettiği bana ulaşmıştır. Bize böyle
nakledilmiştir, sorumluluk ise nakledene aittir.
İbn Kâid, bu makamdayken önünde peygamberin ayağından başka
bir ayale görmediğini iddia etmiştir. Böyle bir durum ise, vaktin Tek’i için
olabilir. Efrad’dan olmasaydı, peygamberin ayağının yanı sıra şayet imam ise-vaktin
kutbunun ayağını da görmesi gerekirdi; direk ise, bu durumda önünde üç ayale;
bedel ise, dört ayale görmelidir vs. Şu var ki bunun olabilmesi için ‘uyma’ mertebesine yerleştirilmiş
olması gerekir. Uyma mertebelerine yerleştirilmemiş ve yolun sağından
saptırılmışsa, başka bir ifadeyle, yol ile odacık (Kutub’a ait özel oda)
arasında bulunursa, önünde herhangi bir ayak görmez. İşte bu, özel yön yoludur.
Bu özel yön, Haktan her bir varlığa yöneliktir. Tepki görmelerine ve
zındıklıkla suçlanmalarına yol açan bütün bu ilimler, velilere söz konusu özel
yönden açılır. Peygamberden geldiğinde onlara inanan kimse, velileri bu
bilgiler nedeniyle zındık ilan edip tekfir eder. Hâlbuki bunlar, aynı
ilimlerdir. Nitekim bu hususu daha önce belirtmiştik.
Bu makam mensupları,
âlemde tasarruf ve güç sahibidir. Onların birinci tabakası, Allah Teâlâ
kendilerine bu gücü vermiş olmakla birlikte, yaratıklarında tasarrufu Allah
Teâlâ’ya bırakmış kimselerdir. Allah Teâlâ, onlara bu gücü bir emir olarak
değil, sunum olarak vermiştir. Bu nedenle onlar, gizliliğe bürünmüş,
bilinmezlik örtülerine girmiş, alışkanlık perdeleriyle gizlenmiş, kulluk ve
yoksunluğa bağlanmışlardır. Onlar yiğitler, zarifler,
melâmîler, gizliler ve iyilerdir. :
Ebu’s-Suud onlardan biri ve ‘O’nu vekil edin’ ayetindeki
Allah Teâlâ’nın emrine uyanlardandı. Vekil, tasarruf yetkisine sahip demektir.
Kendisine emredilse, emre uyardı. Bu durum, onların özelliklerindendir. Hz.
Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhu'z-zâhir )e gelince, halinden anlaşıldığı kadarıyla
Abdülkadir (Geylani) kuddise sırruhu'l-âlî tasarruf etmekle, memurdu. Bu
nedenle tasarruf onda görünmüştür. Binaenaleyh böyle dememiz, onun gibiler
hakkındaki zannımızdır.
Muhammed el-Evânî ise, Allah Teâlâ’nın tasarruf yetkisi
verdiğini kendisinin de bunu kabul ettiğini söylerdi. Bu nedenle tasarruf
ederdi. Eğer tasarruf etmesi emredilmeseydi, denenirdi. Bu durum, onu Ebu’s-Suud’un
üstün olduğu bilgiden eksik bırakmıştır. Ebu’s-Suud, süvariler grubunun birinci
sınıfının diliyle konuşurdu.
Onlara kutuplar dedik, bunun nedeni, sabit olmalarıdır.
Ayrıca bu makam, yani kulluk makamı, onların üzerinde döner. Onların kutup
olduğunu söylerken, emirleri altında bir grup var da, onlar da bu grubun
reisleri ve kutuplarıdır demek istemedik. Onlar, böyle bir şeyden münezzeh ve
yücedir! Gerçek kulluğa ulaştıkları için, içlerinde asla başkanlık sevdası
yoktur. Hakkın işi, öne geçmiştir. Dolayısıyla, onlara her ne gelir ise,
kulluğu tam olarak yerine getirdikleri için o emre bağlanmaları gerekir.
Böylece, kulluk makamında efendilerinin emrine bağlanarak emri yerine
getirirler. Serbest bırakıldıklarında veya kendilerine söylenen şey bir emir
değil de arz olduğunda veya makamı elde etme talebi var ise, kendisi için
yaratılmış olduğu kulluk makamına ulaşmayan kimse onu izhar edemez.
İşte ey dostum!
Bu bölümde sana onların makamlarını bildirdim. Geride ise,
onların esaslarını bildirmek, ikinci tabakadaki yönetici kutupların hallerini
açıklamak kaldı. Bunları, Allah Teâlâ’nın izniyle daha sonra belirteceğiz.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O’ndan
başka rab yoktur.
Onsekizinci kısım, c.II,
sh: 121-129
**
ÜÇ YÜZ SEKSEN ALTINCI
BÖLÜM
'Şah Damarı' ve
Beraberlik Mekânı Münazelesinin Bilinmesi
Ben
kulumla beraberim her nerede olursa
Gelecekte
geçmişte ve şimdi
Sınırlı
mutlak veya münezzeh iken
Mukaddesken
veya bir mekânı doldururken
Kim
özlemden söz edip beni görmek isterse
Sıkıntı
vermiş olur bize
Ben
neredeyim, sen neredesin!
Niçin
fiil ve zamanı düşünmedin?
Nasıl
olur da celalimi görebilir
Bayılma
bizi göreni gördü
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ Başka bir ayette şöyle der: ‘Her neredeyseniz O sizinle beraberdir’ Allah Teâlâ
hüviyetiyle bizimle beraberken isimleri itibarıyla bize bizden yakındır. Hakk
mutlak birliğiyle birlikte kendini çoğul zamirle ifade ettiğinde, kendine delil
olmaları bakımından farklı hakikatlere sahip isimlerini dikkate alarak çoğul
yapmıştır. İsimlerin
medlulü ve gösterdikleri ise Hakk’tan başkası değildir, çünkü onların
medlülleri Hakk’tır ve hepsi O’nun isimleridir. Bu durum, lafız ve kelimeler âleminde cem’ (yani çoğul)
lafzıyla ifade edilir, başka bir ifadeyle çoğul zamirle anlatılır. Misal olarak
‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi
ayetlerde geçen ifadeleri verebiliriz. Ayette ‘Biz her şeyi ölçüyle yarattık’ ve ‘Biz
zikri indirdik ve biz onu koruyacağız’ buyrulur. Allah Teâlâ -isimlerini değil de-yalnızca
hüviyetini anlatmak isterse ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım, benden başka ilah
yok’320 buyurur. Burada tekil yapmıştır. Biz nerede, ben nerede! ‘Biz’
zamirinin azameti ifade ettiğini söylemenin manası yoktur, aksine o çokluğun ta
kendisidir. Bu bağlamda çokluk, esma-i hüsna’nın (güzel isimler) delil olduğu
şeylerdir. Bazen de çokluğun anlamı, Hakk’ın var olanların aynı olmasıdır. Bu
durumda suretler, bileşik mümkünlerin hakikatlerinin değişmesi nedeniyle,
değişir. Çünkü Allah Teâlâ kendi hüviyetinin suretlerin bütün güçleri olduğunu
söylemiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, ona kendini
gösterir ve kul mümkün sabit kalmakla birlikte-Hakk’ı Hakk ile görür. Hakk
kendisinden ibaret olan kuvveti kula izafe eder. Allah Teâlâ ‘Ben kulun
duymasıyım’ der. Burada onun zamiri kula dönerken duyma (gücü) Hakk’ın ta
kendisidir. Kul ancak duyma gücü vasıtasıyla kul olmuştur. Aksi halde
yaratılırken ve bütün tasarruflarında çağrıldığında ‘İşittik ve itaat ettik’ diyecek kimdir?
Kendisine ‘ol’ denilen şey sözü duymamış olsaydı, var olmazdı. Rabbine itaati
de olmasaydı, var olmazdı. Allah Teâlâ bütün hallerde kulun duymasıdır ve bu
durumu ona keşfettirir.
Durum Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği ve müşahede ve
keşfin verdiği bilgiye göre olunca, Allah Teâlâ hakkında ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’
gibi çoğul zamirler kullanılabilmiştir. (Mümkünlere ait) güçler ve varlıklar
O’ndan başka olmadıkları için de ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım’ ayetinde geçen teklik geçerli olmuştur. Bunun yanı sıra
hüve (O) ve sen gibi tekil şahıs zamirleri Allah Teâlâ hakkında
kullanılabilmiştir. Misal olarak ‘Ancak sana ibadet ederiz’ vb. ayederde geçen zamirleri verebiliriz. Allah Teâlâ ‘biz’
zamirinin çokluğu karşısında kendini birleyerek şöyle buyurmuştur: ‘O sizinle beraberdir’ Başka
bir ayette bizim birliğimiz karşısında kendini çoğul yaparak ‘Biz ona daha yakınız’ buyurmuş,
insana dönen zamiri tek yapmıştır. Öyleyse çokluk bizimle ortaya çıkmışken
birlik O’nunla vardır.
Yaratılmışlar
her nerede bulunurlarsa, Hakk er-Rahman ismiyle onlara eşlik eder, çünkü rahim
O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar rahimdir ( ve akraba). Çünkü onlar bir
babanın ve annenin oğullarıdır. Allah Teâlâ bizi bir nefisten yaratmıştır ki o
da Adem’dir. Sonra Adem’den ve Havva’dan pek çok erkek ve kadın meydana
getirmiştir. Öyleyse biz, rahim Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz
(akraba). Bu sayede akrabalık mümkün olabilmiş, yine bu nedenle Allah Teâlâ
akraba ziyaretini emrederek, ‘Akrabalar birbirlerine Allah Teâlâ’nın kitabında daha
yakındır’ buyurmuştur. Allah Teâlâ akraba ziyaretini emretmiştir.
Bize göre Allah Teâlâ böyle bir vasfa daha layıktır. Bu nedenle rahim için
vuslat kaçınılmazdır, çünkü Rahman’dan bir daldır. Allah Teâlâ babasından
başkasına ait olduğunu iddia edeni veya efendisinden başkasına ait olduğunu
söyleyen köleyi lanetlemiştir. Lanet
uzaklık demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendi ‘rahminden’ başkasına
intisap etmeyi lanetlemiştir. Biz rahim itibarıyla yakın akrabayız. Mertebe
ve rütbemiz ise kulluktur (köle). Dolayısıyla sadece O’na müntesibiz ve O’ndan
başkasına dayanmayız. Sahih bir rivayette Allah Teâlâ ‘Bugün nesep bağınızı indiriyorum’ der. Çünkü nesep bağı
bize ilişmiştir, asıl değildir. Çünkü ayrılırız ve bir daha toplanmayız ve
bazen de birbirimizi tanımayız. Dolayısıyla aramızdaki nesep bağı aslî
değildir. Asıl olsaydı, geçici durumları kabul etmeyeceği gibi akrabaların
birbirine yabancılaşmaları da söz konusu olmazdı. Kutsi hadisin devamında
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kendi
nesebimi ise yükseltiyorum.’ Çünkü biz
O’ndan ayrılmadığımız gibi kendisinden ayrılmamız da söz konusu değildir. Hakk
da bizden ayrılmaz ve uzaklaşmaz. Nasıl olur da ‘avucunda bulunduğumuz’ ve ‘her nerede olursak olalım bizimle beraber olan’ kimseden ayrılalım? Varlık veya yoklukla nitelendiğimiz
hangi durumda olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir.
Sonra şöyle der: Takva sahipleri nerededir?’ Bunun üzerine hepimiz O’na doğru gideriz, çünkü içimizden
her biri kendine gelen zorlukları uzaklaştırmada Allah Teâlâ’yı siper edinir.
Bu anlamıyla takva, ‘Size denizde
bir zarar isabet ettiğinde, O’ndan başka dua edecek kimseler kaybolur ayetinde belirtilir. Aynı zamanda her birimizi Hakk,
kendisi hakkında kötü olduğu söylenen şeye karşı siper edinir. Kötülük okları
bize fırlatılırken Hakk’a siper oluruz ve nahoş olan her şey bize nispet
edilir. Bu durum Hakk’ı kendimize tercihimizden kaynaklanır. Böylece bütün
insanların takva sahibi oldukları geçerli olmuştur.
Fakat takva iki kısımdır: özel takva ve genel takva. Bu
ikisini ayıran şeriatlardır. Söylediğimiz meseleyi bilen, takva fiilini genel
anlamıyla bütün yaratılmışlara yükler, insanlar katında bilinen takvayı dikkate
alan ise, onu özel anlamda kullanır. Bu meseleye sadece şeriatın riayet etmesi
nedeniyle dikkat çektik, çünkü şeriat bu konuya dikkat çekmiş ve riayet
etmiştir. Öyle ki insan bu meseleyi öğrenip hakka’l-yakîn olarak idrak ederse,
başkasına karşı üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir midir?
Allah Teâlâ bize sıla-ı rahmi emretmiştir. Rahman ise bizim
için rahimdir ve bu nedenle biz ona döneriz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emrine
itaat edenin sıla-ı rahim yapması kaçınılmazdır. O ise Rabbiyle sıla-i rahm
yapar. Çünkü Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz, rahmimiz (yakan ve varlık sebebi)
olması itibarıyla bize vasıl olmuştur. Allah Teâlâ rızık veren, metanetli,
kuvvetli ve her durumda -ister emrine itaat edelim, ister günah işleyelim,
yoluna uyalım veya uymayalım-nimet verendir. Allah Teâlâ hiçbir durumda kendi
yönünden sıla-ı rahmi kesmez. Hâlbuki bilgisizliğimiz nedeniyle bizim
tarafımızdan O’na dönük sıla-i rahm (akraba ziyareti) kesilebilir. Allah Teâlâ
akrabalarla sıla-ı rahmi sadece Mutlu olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın
sadece selam vermekle bile yerine getirebileceği bir sıla-ı rahmi vardır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sadece selam vermekle bile olsa sıla-ı rahim yapınız.’ Sıla-ı rahim yaptığımızda, yani rahme vuslat ettiğimizde
(kavuştuğumuzda), gerçekte Allah Teâlâ’ya ulaşmış ve O’nunla sıla yapmış
oluruz. Biz O’nu rahmimize yüklemiş olsak bile, Allah Teâlâ kendini bilir. Nitekim sadaka alıcının eline düşmezden önce Rahman’ın
eline düşer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri veya kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden
takva duygusu Allah Teâlâ’ya ulaşır.’ Gerçekteyse
her türlü kötülüğe karşı O’nun siperi olduğumuzu söylemiştik. Her insanın bir
dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını gözetmelidir.
Dostu nesep itibarıyla onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne ve baba bir
kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her iyilik, bir
sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah Teâlâ bir ihsan ve nimeti olarak onu
herkesten kabul eder. Bununla birlikte insanlar arasında yakınlıkta bir
derecelenme vardır.
Ali b. Ebu Talib el-Kayrevanî bu konuda şu beyitleri
söylemiştir:
İnsanlar
temsil itibarıyla eşit
Babaları
Adem, anneleri Havva
Asılları
bakımından nesepleri olsa
Kalkıp
övünseler onunla;
Toprak
ile sudur onların aslı
Demek
ki üstünlük bilgi sahiplerinin
Delillere
uyanlara rehberlik ederler
Herkes
güzel gördüğü şeyi takdir etmiş
Cahiller
bilgi sahiplerine düşman olmuş
Akrabalık iki kısımdır: Birincisi din akrabalığı, diğeri kan akrabalığıdır. İki
akrabalığı kendinde toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir. Sadece din bağıyla akraba veya kan bağıyla akraba olduğunda,
din akrabalığı kan akrabalığının önündedir. Nitekim Allah Teâlâ mirasta böyle yapmış, din kardeşliği
miras sebebi olmuşken dinde farklı olduklarında kan akrabalığı miras sebebi
olamamıştır. Başka bir ifadeyle birisi Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden
diğeri inkâr eden iki kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz.’ Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh değil
fakat kardeşi Akîl, Peygamberin amcası Ebu Talip öldüğünde baba malına varis
olabilmişti. Bir şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç
kuşkusuz, başka biriyle akrabalığı yerine getirmiş demektir. Allah Teâlâ’nın
burada dikkate aldığı ise vuslat yönüdür, kesme yönü değildir. Çünkü Allah
Teâlâ peygamberin diliyle şöyle demiştir: ‘Kötülüğün ardından iyilik yap.’ Yani akrabalığı kesmek gibi bir kötülüğün ardından iyilik
yap, yani sıla-ı rahim gibi bir iyilik yap ki ‘o kötülüğü siler.’ Başka
bir ifadeyle Zeyd ile akrabalık bağı kurmak ve ziyaretleşmek (sıla-ı rahim)
Ömer ile akrabalığı kesmek günahını siler; hâlbuki her ikisi de kardeşidir.
Allah Teâlâ ilişkiyi korur ve kesmez. Allah Teâlâ sıla-i rahmi koruyanı
desteklerken kim akrabalık bağını ve sıla-i rahmi keserse, onunla (ilişkiyi)
keser, çünkü Hakk, kişinin kestiği ‘rahmin’ kendisidir. Sıla-i rahimde işin
failine dönük ilahi inayet varken kesmede tahkik, yani işin bu şekilde olduğunu
bildiren bir kelime bulunur. Öyleyse âlemde en yakın ve en güçlü akrabaya vasıl
olan (sıla-i rahm) vardır. Çünkü ‘rahimler’ içinde en faziletli sıla en yakın
akrabayla sıladır (akrabalık bağının korunması). Ondan sonra ikinci yakın
gelir. Sadakalar arasında en üstün sadakanın insanın kendi ağzına verdiği lokma
olduğu zikredilmiştir, çünkü insana kendinden daha yakın biri yoktur. Allah
Teâlâ ise kula kulun kendinden daha yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz ona şah damarından yakınız’ buyurur. Kul Allah Teâlâ ile sıla ve vuslat etiğinde, hiç
kuşkusuz, en yakın olanla vuslat etmiş, akrabalar arasında en öncelikli olan
sıla-ı rahmi yerine getirmiş demektir. Vahiy bunu böyle beyan buyurmuştur!
Bu nedenle Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği her şeyi
kuşatmıştır. Allah Teâlâ’nın rahmetini sınırlayan, onu kendisi hakkında
sınırlamış olur. Gerçek söylediğimizden farklı olsaydı, rahmeti sınırlayan ve
daraltana Allah Teâlâ’nın rahmeti ulaşmazdı. Yine de Allah Teâlâ rahmetinin
hükmünü sınırlayanla sınırlamayıp ihsanından dolayı onu mutlak ve sınırsız
sayanı bir tutmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ kitabında rahmeti kayıtsız
zikrederek ‘Benim
rahmetim her şeyi kuşatmıştır’ buyurur. Bu
nedenle her şey O’nun rahmetine tamah eder; bir kısmına rahmet zorunlulukla
ulaşır-ken bir kısmına Allah Teâlâ’nın ihsanıyla ulaşır.
Bir gün İşbiliye’de bu yolda şeyhimiz olan Ebu’l-Abbas El
Ureynî’nin -Batı Endülüs’ün Ulya şehrindendi-huzurundaydım. Bir adam huzuruna
girdi, maruftan ve sadakadan söz edilmeye başlandı. Bunun üzerine adam şöyle
dedi: ‘Allah Teâlâ yakınlar
maruf ve iyilikte önceliklidir demektedir.’ Buna karşılık şeyhin ağzından şu sözler döküldü: ‘Allah Teâlâ’ya yakın olanlar!’ Böylece adamın heyecanını yatıştırdı. Gerçekte de durum öyledir
ve Allah Teâlâ’dan daha yakın akraba yoktur. Allah Teâlâ tenzihin
olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan ‘yalandır.’ Rahimler ve akrabalıklar
ölümle birlikte sona ererken Allah Teâlâ’ya nispet edilen akrabalık sona ermez.
Çünkü Allah Teâlâ her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi
aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer
değiştirmeyle ilişkiyi keseriz. Dileğe ve suale ihtiyaç bırakmayan bir halle
hangi hal karşılaştırılabilir ki! Kendini bilmeyen kimse, başkasının daha da
cahilidir. Başkasını bilen ise kendini daha iyi bilir. Kendini bilen ise
Rabbini bilir.
Üçyüzseksenyedinci
bölüm, Yirmisekizinci sifir, c. XIV, sh: 234-238
***
ŞİFA MERTEBESİ
eş-Şafi İlahi İsmi
Şifa acıları gidermek
Ruhlar ve cisimler ona yönelir
işte bu söylediğimiz hakikat
Büyük efendiler ona delil
Şeriat onu destekler, bu nedenle onu getirdik
Akıllar ve hayaller onu destekler
Ben bir hastayım (illetli, malûl)
Bana kimse bildirmedi
Allah Teâlâ’nın eş-Şafi olduğunu
Gayret ettim, Hakk ise beni muhafaza eder
Ben telef olurken şifayı bilmem ki
Bir süre verdiğim sözü yerine getirdim
Yerine getirenin kendisi olduğunu bana bildirmedi
Her gruba göre, Hakk beni ispat eder
Severek; beni olumsuzlayarak da zuhur eder
Her şahsın Kur’an’dan bir suresi var
Okurken benim surem Li-ilafi (ülfet) suresi
Bu mertebenin sahibi Abduşşafi
(şifa verenin kulu) diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle
dediğini aktarır: ‘Hastalandığımda
bana şifa veren O’dur.
eş-Şafi hastalıkları gideren,
gayeleri veren kimse demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin kaybolmasıyla-ortaya
çıkarlar; gaye olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı. Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir. Demek ki
belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu ve
iliştiği kimse arasında engel meydana gelirse, hastalık ortaya çıkar. Gayeye
ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa
verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır
acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu
sayede o acılar kendilerine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran
söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli
acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için
talep edilmemişlerdir; zaten acı ve elem, özü gereği talep edilmez, insanlar
acıları vehimde daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmak üzere talep etmişlerdir.
Bir diken batması bile olsa, acı her ne zaman bulunursa hüküm ona aittir ve
acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu ortadan kaldırmak ister. İnsan bir
acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmayla
ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin acıya aşina olmak üzere talep
edilen acı meydana gelip de şiddetli acı ortadan kalktığında, bu kez daha önce
talep edilen acı insan için çetin bir acıya dönüşür, o da ya afiyet arayarak
veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple onu ortadan kaldırmak ister.
Bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah Teâlâ’m! Üzüntüyü gider, ey insanların Rabbi! Sen
şifa ver, eş-Şafi sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka
şifa yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu
nedenle Hz. İbrahim salla’llâhu aleyhi ve sellem ‘O bana şifa verir’ der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir.
Allah Teâlâ yoruma açık bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali
ortadan kaldırarak (şifayı Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e
insanlara indirilen vahyi açıklaması emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak
hidayet, yani açıklamasıyla kendileri adına meydana gelecek bilgiye göre bir
rahmet ve beyan olarak indirilmiştir. Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir’ demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş,
başkasının şifasından söz etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış
olduğu şifa ve hastalıkları giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân
ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı
gideren her şeyin Allah Teâlâ’nın verdiği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı
gideren ilaçlara yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah
Teâlâ’ya irca etmiş demektir. Sebepleri ispatlarken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını
bir sebep olmaksızın bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa verenin Allah Teâlâ
olduğuna da inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa
verenlerin varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa
verme fiilinde Allah Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yorum Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaçlar
nedeniyle) bir ihtimal ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda
yorumlanması Hz. İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam
getirmemiz emredilmiştir. Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da
rahmetin tezahürüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı,
sebepleri kullanma vesilesiyle gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası
olduğunu beyan etmiştir. Çünkü âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün
değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her
hastalık için bir ilaç yarattığı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah
Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbrahim’e verdiği nimeti
vermeyi irade etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’de bulunan başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberinin iyiliklerinden
bir iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’ Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’ demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz. Ebu Bekir’in sözünün
daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki edebe
baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü hiç
kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın
öğretmeni ‘Ben onu
ayıplamak istedim.’ ‘Rabbin ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili
böyleydi.
Her vaktin bir hali var ki onu söyler
Her halin bir manası var ki onu tahkik eder
Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’
ifadesi sözün bitimi, ‘bana şifa verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in ‘Senin
şifandan başka şifa yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu nedenle daha tamdır ve her
ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam getirdiğimiz gibi kendisine
salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu birleştirmiştir. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in
dinine (millete) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun bu konudaki önceliğidir,
yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre daha Hakk sahibi
olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa mertebe hüküm
sahibi değildir.
Aynı
durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra gelen halifelikte de
tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine göre-halifeliği önce Hz. Ebu
Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Osman’a, sonra Hz. Ali’ye [radıya'llâhu
anhüm] vermek şeklinde tecelli etmiştir.
Bununla birlikte her birinin
kendisinden önceki halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla
onlardan hangisi önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun
aksi düşünülemez. Bununla birlik-te Allah Teâlâ
halifeliği ömürlere göre tertip etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra
gelen halifeliği hak etse bile görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak ölümle birlikte öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu
sahipleri kendi arzularına, oyuna dalmışlardır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki
dudak sahibi olanlar için gerçek apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara
uymaktan korumasını temenni ederiz. Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları
kullanmak taassup ve cahiliye hamaseti hastalığını giderir.
Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:59-63
***
SONRA GELME MERTEBESİ
el-Ahir İlahi İsmi
Allah Teâlâ ne İlk ne Son’dur zira .
Dönen âlemi korumak irade eder
Alem kendini koruyamaz
Yaratılmış aciz diye nitelenmiş
el-Ahir ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ
Bir ötekine bağlansın diye
Bize her şey bir devir (döngü) demiş
İlk sona bağlanmış
O zatını bize göstermiş
Bâtın ve zahir suretinde
Bu mertebenin sahibi Abdulahir
diye isimlendirilir. Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en
aşağıdakine kadar uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç
kuşkusuz ilk olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen
birinci olmayı hak ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni
zamandır, çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp
ötekinin öne geçmesinin hükmü zamana aittir.
Buna misal olarak Hz. Ebu
Bekir’in, Hz. Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın, sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ
hepsinden razı olsun-halife olmalarını verebiliriz.
Her birisi
öncelik sahibi olduğu gibi halifeliğe de ehildirler. Birinin önce gelip
diğerinin sonra gelmesinde halifeliğin şartı olan herhangi bir üstünlük etkili
olmamış, burada söz konusu olan tek âmil zamandır.
Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’den
önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz. Ali’den önce vefat
edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir
değeri ve hürmeti vardı ve bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği
üzere halife kılmış, eceli daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme
göre, önce halife olan kişi, diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır.
En iyisini Allah Teâlâ bilir de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü iki halifeye biat edilmiş olsaydı, bu konudaki nas
nedeniyle, öteki öldürülecekti. İnsanlar Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhe
biat etmeden diğer üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın bilgisinde
Hz. Ebu Bekir’in halife olacağı takdir edilmiş olsaydı, halife olmazdı.
Üçten biri görevinden alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi, azledilene
saygısızlık olur, görevinden almaya çalışan kişi hak ettiği bir işi ondan zorla
almış sayılır, hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi aşmak
suçlarını işlemiş olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu
Bekir radıya'llâhu anh halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat
etmiş olacaktı. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği
için Hz. Ebu Bekir’in halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği
için diğer arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuştur. Aynı şey Ömer İbnu’l-Hattab, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan
için geçerlidir. [radıya'llâhu anhüm] Önce halife
olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil
olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ
halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra,
bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim
bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların
hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce
gelmenin hükmü budur.
İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir,
çünkü Allah Teâlâ her şeyi yaratandır. Son olmak da Allah Teâlâ’ya ait bir
niteliktir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner’ buyurur. Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz’, başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah Teâlâ’ya döner’ denilir.
Demek
ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamanda Ahir’dir.
Evvel ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar.
el-Ahir’in hükmü her işin
kendisine dönmesiyle gerçekleşir. Binaenaleyh Allah Teâlâ evvel olduğunda
insan-ı kâmil ahir olur, çünkü o ikinci mertebededir ve halifedir. Aynı zamanda
tabii yaratılışı bakımından da sonra gelir (ahir), çünkü insan son türeyendir.
Allah Teâlâ onun halife ve imam olmasını irade edince âlemi yaratmış,
hazırlamış, düzenlemiş, itidal vermiş, gerçek bir memleket olarak tertip
etmiştir. Alem cemaat olmak üzere istidad kazandığında, Allah Teâlâ insanın
tabii cismini (beden) yaratmış, İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi suretinde
yaratmıştır. Bunun nedeni insanı halife olarak yaratmış olmasıdır. İnsan
cismiyle ortaya çıkmış, ona Âdem denilmiş, Allah Teâlâ kendisini yeryüzüne
halife olarak görevlendirmiş, melekler ile onun arasında Allah Teâlâ’nın kitabında
bize aktardığı hususlar gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı kıyamete kadar
Âdem’in oğullarına bırakmıştır.
İnsan
İlâhî surete göre son olduğu gibi tabii doğal ve kevnî suret itibarıyla da
sondur.
O halde Âdem hem nefs hem cisim
bakımından sondur. İnsan âlemin işinin kendisine dönmesi itibarıyla sondur. Bu
itibarla insan maksat olan varlıktır. Dünya onunla mamur olduğu gibi bilfiil
onunla var olur. İnsan kendisinden ayrıldığında dünya yok olur, gökler
parçalanır, yıldızlar dağılır, güneş söner, dağlar yürütülür, develer
yavrularını düşürür, denizler kaynar, dünya yurdu bütünüyle harap olur, insanın
oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu kez ahirete intikal eder, cennet ve
cehennem mamur hak gelir. Artık dünya bir yer olmaktan çıkar ve sadece cennet
ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani evvel ismi birinciye aittir ve orası
dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise otelcine aittir ki o da ahirettir.
Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir’ diye hitap etmiştir. Çünkü
ahir(-et; sonra gelen) ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bu anlamıyla ahiret,
gaye demektir. O dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla
ahir (veya ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelliğine sahiptir. Evvel ise
öyle değildir ve o gaye demek olan ahir’e varana kadar bütün mertebelerde
intikal eder; oraya ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir, Rabbin sana verecek
ve sen razı olacaksın.’ Allah Teâlâ ona beka, devamlılık, kendisinden
ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu da söz konusu mertebenin
hükmünün bir neticesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:128-131
***
Yüz otuz ikinci bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır:
Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla efendi de kendi kulluğunu yerine
getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden ayrışır. Kul irade edilen ve irade sahibini dile getiren kişidir. Efendi başkasına göre bu adı
almaya daha layıktır. Çünkü bütün hayırlar onun elinde olduğu gibi onun hükmü
ve maksadı işler. İşin başında ve sonunda emir O’na aittir. Kulu hakkında kulu adına hüküm verir. Kulu için hüküm veren
O’dur. Kendisi için hüküm vermiş olsaydı
kutsiyetinde kalırdı.
Hal böyleyken kulluk karşısında
efendilik nerededir?
Her efendim
dediğinde
‘Benim sahibim
sensin’ dedi bana
Vallahi! kulumun varlığı engel oldu
Yollarımın üzerinde
Bizi O’ndan kimse çevirtemez
Bütün idrak edilenlerde
Ne aynıyım ben O’nun
Ne de ortağım fiiline
O öyle bir sahip ki
Malik olduğunu iddia etmez
Ben hizmetkârım
Kölelerine inayet eden biri
Dedim ki: Ey Rabbim!
Tehlike yollarından koru beni ‘
‘Duydum’ dedi ‘Benim yanımdasın’
Korunmuş kimselerdensin
Gıpta edilen bir mutluluk içerisinde -
İdrak ehlinden biri!
Hükümdar
olma! Çünkü hükümdar köle ve memlûk
olduğu kadar aynı zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere ve
yol ehline katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini
tutarsan (kimin kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim efendi olursa, yorulur ve işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir
kedere ve daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hükümdar
hakimdir ve kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh
hükümdar güçlü halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır.
Efendi kölesine (ve yönettiklerine) hizmet etmeyi terk ederse, görevinden düşer
ve efendilik mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine
hizmet ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.
Yüz otuz üçüncü bölümden latifeleşmenin salâbet ve
katılık olmasının sırrıdır: Mizah
yaptığında onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen
(hakka uyan) kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin maruz
kaldığı durum ancak latifeleşmesi ve şaka yapmasından kaynaklanmıştı.
Ebu Hureyre radıya'llâhu anh topuğuna
(şakayla) bir taş attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû
ve radıya'llâhu anhe şöyle demiştir: ‘Bu nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet yeterlidir.
Yaşlılarla ve hali değişenlerle şaka yapabilirsin, fakat her durumda doğruyu ve
iyiyi söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı ve görevi
onu yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir: ‘Yaşlılar cennete giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin
üzerindeki ihsanını öğrenmeden cennete giremeyecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline
döndürecek, gençlik elbiseleri giydirecektir. Mizah böyle yapılmazsa insana
eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze
bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı,
mizah yapmazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı
ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız?
Allah Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin Rabbiyken benimle alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür.
Allah Teâlâ zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini
helak etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kılmıştır. Bu olgu ve hakikat her
yola nüfuz etmiş, her düsturda ve ahlakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış,
gören ve görülen üzerinde hüküm vermiştir. Nimetlerden birisi olmasaydı, onunla
nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yaratılmış
ve kadimde hükmü Ortaya çıkmazdı.
Ey insan! Terazide haksızlık
yapma, eksik ölçme! Adil ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan
ayrılma!
Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:307-308
**
ÜÇ YÜZ DOKSAN ALTINCI
BÖLÜM
'Bilgileri ve ilimleri
toplayanı kendimden perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi
Bu menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.
Dikkat edin! Bütün işler
Allah Teâlâ’ya döner
Sen ey dünya!
Bir aldanıştan ibaretsin
Takva ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile
Günahkârlar nasıl emin olsun ki?
Hakkın sıfatı tuzağında âlemde
Onun tuzağı hakkında bir şuurumuz yok
O kendi halinde nitelenmiş olsaydı
Korkutucu ve müjdeleyen kendisine ait olurdu
Kendiliğinde onları tasdik eden kimse
Bakarız ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte
Benim onda ve onun nezdinde bir öğüdüm var ki
Hatırlatır bana el-Habir’i
Onun vasıtasıyla kul dünyada ulaşır
Diriliş gününde Hakkın kemal niteliğine
O geçerken benim yarımımdadır
Bunu inkâr eden kimse zalimdir
Onun mizanı kendindedir
Onu bilen âlim ve kadir
Mesela fiilde Ahmet es-Sebtî gibi
Allah Teâlâ işlerin gemini eline vermiş
Kul ancak O’nun isimlerini izhar eder
O açıklayan ve bağışlayandır
Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile sana ve bize yardım etsin,
bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun tanıyamayacağı kadar yücedir. Bu bakımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim bilebileceğimiz yegâne şey,
nispetler, mümkünler veya onlara nispet edilen şeylerdir. O halde marifet,
mümkünlerin zatlarıyla ilgili olduğu kadar bilgiler de O’na nispet edilen
şeylerle ilgilidir. Böylece düşünme ve nazarî inceleme olmaksızın, zorunlu bir
şekilde zatları ve dış varlıkları biliriz. Nefis onları Allah Teâlâ’nın
kendisine yerleştirdiği bir güçle algılar ve onlara ait nispetleri öğrenir. Bu
bilgi, onların nitelikleri veya haklarındaki hükümlere dair nazarî delille veya
masum peygamberin getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir. Bunun dışında,
bu konudaki bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler ise sonsuzdur.
İncelemeye kalkan araştırmacı, onları bir araya getiremez, dağıtır. Allah Teâlâ
kullarından bir kısmının onları toparlamasını istemiştir, yoksa öğreninceye
kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı sıra bazı
kullarına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır. Bu durum
nazar hakkındaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk olduğunu öğrenirler’
ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda kendinde bir dağılma gören kimse
Hakka delil oluşları bakımından bilgileri görmüş değildir. Bu durumda o
bilgiler Hakka delil oldukları bağlamdan insanı perdelerler. Böyle bilgilere
misal olarak aritmetik, geometri, matematik, mantık ve doğa bilimlerini
verebiliriz. Bu alanlardaki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren
bir yol ve delil vardır. Fakat
insanların çoğu söz konusu bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü aramak üzere
eğilmez. Bu durumda bilim eleştirilir ve
onun Hakka delil olduğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı insanların
dikkatlerini bütün bilinenlerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini aramaya çeker.
Allah Teâlâ o delilleri bilinenlere taksim etmiştir. Onun aradığı, Allah
Teâlâ delil olacak husustur. Bu durumda onun bilinenlerde dağılmış delilleri
toplamasının Allah Teâlâ’dan perdelenmeye yol açacağından kuşku duymayız. Başka
bir ifadeyle herhangi bir yaratılmışın kabiliyetinde olduğu kadarıyla Allah
Teâlâ’dan öğrenebileceği yönden o bilgiler kendisini perdeler. Onu bu bilgiye
ulaştıracak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün âlemi zihninden
uzaklaştırarak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur, murakabe ve
dinginlik halinde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder ve kendisini Allah
Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması,
Allah Teâlâ katından ona verdiği bir rahmettir. Yani belirttiğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini
ulaştırması ve bunu ona ilham etmesi Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle
yaptığında Hakk Hızır ve benzerlerinin talim işini üstlendiği gibi, müşahedeye
ulaşacak şekilde ona öğretim işini üstlenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi
öğretir. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona katımızdan rahmet verdik ve ledünden bilgi
öğrettik’ buyurur. ‘Ledün’ derken
kastedilen, Hızır ile Allah Teâlâ arasındaki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’
bütün yaratıklar ile Allah Teâlâ arasında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda
(gerçek anlamda) müessir olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır).
Sebeplerin etkisi hakkında söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir dilidir.’ Hz İsa aleyhisselâm için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur’ denilir. Senin üflemenle değil demektir. Üfleme
zahirde var olma sebebidir. Var olma ise gerçekte ilahi izinden meydana
gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön, kulların arasından
peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.
Melek veya peygamber veya veli
gibi bir şahsa Allah Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil,
kendisini ‘özel yöne’ muttali kılmış olmasıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa
aleyhisselâma şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin
bir bilgiye sahibim.’
Çünkü Hızır o bilgiyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki ‘özel yön’den (vech-i
has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o özel yönü kuldan
başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi arasında) böyle bir
yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey öğretir. Fakat kulların
bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez. Özel yönden gelen
bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm zorunlu bilgilerdir.
İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine özel yönden verdiğini
bilir.
Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle
demiştir: ‘Sen de Allah
Teâlâ’nın sana verip benim bilmediğim bilgiye sahipsin.’ Hz. Musa aleyhisselâm kendi özel
yönünü bilmiş olsaydı, o yönden kendisine gelen bilgiyi de bilirdi; onu
bilmiyorsa, Hızır onu öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesine dikkatini
çekmiştir. Bütün eşyayı bu özel yönden bildiğinde, o bilgi bu müşahedeye eşlik
eder. İlahi işler ve eşya Allah Teâlâ’dan meydana gelir ve bu bilgi sahibi onlara
bakar. Dolayısıyla âlemde gördüğü çokluk kendisini engellemez. Bu durum Hz. Ebu
Bekir radıya'llâhu anhin ‘Gördüğüm
her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni,
daha önce söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını
görmüş olmasıdır. Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh sürekli müşahede halindeyken
eşyanın yaratılışı gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen
herhangi bir şeyden önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına
göre, Allah Teâlâ ile her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve
kendini müşahede halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o
yönden gelecek bilgilere Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhden başkası dikkat
çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından
almadık, çünkü biz onun kastettiğini anlamadık veya onun sözleri üzerinde
düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi
bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize gelmiştir. Daha önce özel yön
hakkındaki bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle bize ansızın gelen bilgiyi
yadırgadık ve ‘bu bilgi de
nereden çıktı?’ dedik. Allah Teâlâ bize özel yön
kapısını açtığında, Hakk’tan özel yönden bize ait hususları öğrendik. Bunun
yanı sıra onun Allah Teâlâ’dan kendisinden var olan her varlığa yönelik ‘özel
yön’ olduğunu anladık. Bunun üzerine kapıya bağlandık ve sekinet bulduk.
Özel yönün bilgisine ulaştığını
iddia eden insanın şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte
gerçekleşmesi zorunlu ilahi takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana
gelebilir. Kişi öyle bir
davranışı günah ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel yönden
bilgi aldığı bilinir.
Şeriata aykırı davranışın ‘günah’ olmadığına inanırsa, Allah Teâlâ’nın onu özel
yöne muttali kılmadığını ve bu konuda ona kapı açmadığını biliriz. Böyle bir
insan, Allah Teâlâ’nın kendisine değer vermediği biridir. Çünkü özel yönden
bilgi alanlardan daha çok şeriat karşısında edepli davranan ve -bir ümmi
gibi-onun Hakk ve hakikat olduğuna inanan başka kimse yoktur. Özel yönden
bilgi alanlar, işleri oldukları hal üzere bilen kimselerdir. Bu nedenle onlar,
şeriatın emri ve teklifi karşısında kendi paylarıyla onu getiren peygamberin ve
onunla yükümlü sıradan insanın nasibinin bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu
bağlamda teklif alanında kimsenin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Çünkü
şeriat, başka bir nedenle değil, bizatihi kendisi nedeniyle gelmiştir. Şeriatın
genel hitabında herhangi birine haram olan bir iş, bir tahsis olmaksızın, herkese
haramdır. Özel yönden bilgi (aldığını iddia eden insan), belirli bir şahıs
hakkında haramın helal olduğunu ileri sürerse, zahirde kınanır ve bütün
âlimlere göre kâfir olur. Aynı zamanda özel yönden bilgi aldığı iddiasında da
yalancıdır. Çünkü özel yönün bilgilerinin en özeli, şeriatların getirdiği
bilgilerdir. Bu nedenle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın üzerine
eşi Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin Ebu Cehil’in kızını
kuma getirmek üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle
demiştir:
‘Fatma benden bir parçadır, onu üzen, beni üzer, onu
sevindiren, beni sevindirir. Fakat Allah Teâlâ’nın helal kıldığı bir şeyi haram
ve helal kıldığı bir şeyi de haram yapamam.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
kendisini bilmekle birlikte özel yön ona haramı haram, helali helal olarak
bıraktırmış, Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü
onunla evlenmesi helaldi. Fakat şöyle demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ
peygamberinin kızı aynı adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kızını övmüş, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhde
niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştüğünü ileri süren)
tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif, en
genel hüküm ve en geniş pay sahibiydi, çünkü en büyük efendi O’dur.
Her şahsın özel bir vasfı olmalıdır. Söz konusu vasfı ve niteliği ona
Allah Teâlâ özel yönden vermiştir. Söz konusu nitelilde Allah Teâlâ, hakkında
Mutlu olmayacağı ve her şeyi kuşatan ilahi rahmete eremeyeceği söylenenleri
ahirette Mutlu kılar. (İlahi rahmet herkese ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis
(özel) yönünden sudur etmiş, âlimi, cahili, itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır.
Allah Teâlâ bizi bütün hallerinde rahmetin ulaştığı kişilerden etsin. Bu
haldeyken O’na kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanıdıktan sonra şeriatın diliyle
kınanmayanlardan etsin! Müçtehitlerin ve şeriatlerin bütün hükümleri, özel
yönden ortaya çıkmıştır. Herhangi
bir kitaba veya delile bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlanması bu
özel yönden mümkün olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz
şartlara uymalıdır. [1]
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru
yola ulaştırır.’
Yirmisekizinci sifir, c.XIV, sh:312-317
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî,
Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
[1] Ancak Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bu olaydan sonra Hz. Ali kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimize çok kırılmıştı, arayı ancak Hz. Osman radıya'llâhu anh
düzeltebildi.
Kırkdokuzuncu Menâkıb:
Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el
mü’minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne
ile ulaşdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sünnet-i
Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki, Allahü teâlâ hazretleri
benim sırlarımı bilir.
Haberde gelmişdir. Hazret-i
Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü
teâlâ anhâ” üzerine bir başka hanım dahâ almak istedi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine kerîh
[Nefse kerahetlik vercek kabahat] gelip, Hazret-i Alî’ye üzüldüler.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.
Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.
Osmân bin Affân “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv buyurdular.
Sonra sordular ki,
Yâ Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi benî âdem! neden Ebû
Bekr ve Ömerin şefâ’atini kabûl etmediniz de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv
etdiniz.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular
ki,
(Bir kimsenin şefâ’atini
kabûl etdim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ
Rab! Bu yer ile gökü yer değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab!
Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes
hazretleri şefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv eder.)
Kaynak: Seyyid Eyyûb bin Sıddîk , MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ
GÜZÎN (Dört Halîfenin Üstünlükleri),Hakîkat Ltd.Şti. Yayınları No: 13 Altıncı
Baskı, 2001-Fâtih-İSTANBUL
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar