EBU’L HASAN ŞÂZİLÎ VE ŞÂZİLÎYYE 2
Hazırlayan: Mustafa Salim GÜVEN
(Silsilesi, Esasları, Yayılışı)
BİRİNCİ BÖLÜM
I- EBU’L-HASAN
ŞÂZİLÎ’NİN ŞEYHLERİ VE TARİKAT SİLSİLESİ
A- TARİKATLARLA
İLGİLİ BÂZI GENEL ISTILAHLAR
Tarîk
ve tarîkat kelimeleri lügatte “yol, hal ve durum” anlamlarına gelir.[1] Istılahta
ise, “Allah yoluna girenlere ma’nevî makam ve mertebeleri aşırarak onları
hedeflerine götüren yola” denir.[2] Şâzilî bunu,
“Tarîk, Allah’a ulaşmayı maksat e- dinmektir.”[3] diye ta’rîf eder.
Hz. Peygamber
(s.a)’in vefatından sonra, İslâmiyet’in geniş bir coğrafyaya yayılması sonucu
Müslümanların yaşam biçiminde büyük değişimler meydana geldi. Bu sırada
sâfıyetini korumak isteyen bir çok Müslüman, devrindeki İslâm büyüklerinin
etrafında toplanmaya başladı. Onların öğüt ve tavsiyelerine uyarak İslâmî hayatlarını
devam ettirdi. Bu tutum başlangıçta ferdî zühd hareketi idi. Zamanla tasavvuf
ekolleri hâline geldi. Bu ekollerin prensipleri bir taraftan kurallaşırken
diğer taraftan da kurumlaştı. Böylece çeşitli tarîkatler oluştu. Kısaca
tarîkat, insanları e- ğitme, onları Allah’a ulaştırma yol ve yöntemidir.
Her
tarikatın insanları eğitmek için kullandığı usûl ve metot farklıdır. Bu durum,
insan bünyesinde onun ma’nevî yapısını etkileyen iki farklı latîfenin bulunmasından
kaynaklanır. Bunlardan birisi rûh, diğeri ise nefstir. Bazı tarikatlar rûhun
tasfiyesine önem verirken, bazı tarikatlar da nefsin terbiyesi üzerinde
durmuşlardır. Dolayısıyla tarikatlar bu iki amaca yönelik olarak usûllerini
geliştirmişlerdir.
İlk
Şâziliyye kaynaklarından biri olan Düretü’l-esrâr’da, “tarık-ı hâssa’’ ve “tarîk-ı
âmme ” olmak üzere iki çeşit tarikat bulunduğu belirtilir. Buna göre
tarîk-ı hâssa, muhibbînin yolu olup resûllerden bedeldir; aklın etkisiz kaldığı
ve ma’rifetin doğduğu bir yoldur. Tarîk-ı âmme ise, mürîdlerin yolu olup
nebilerden bedeldir; Allah’ın indindeki sıdk makamına ulaşmak için menzillerin
teker teker aşıldığı terakki yoludur.[4]
Şâziliyye
tarikatında önemli bir yeri olan İbn lyâd’m tasnifine göre ise, iki kısım
tarîk vardır. Bunlar ilim ve amel tarîki olup, her biri kendi içinde kaynağını
şeriattan alıp almamalarına göre ikiye ayrılır. İlim tarîkinin şeriata
dayananları ke- lamcılar, şeriata dayanmayanları ise meşşâîlerdir.[5] Amel
tarîkinin şeriata dayananları sûfîler, şeriata dayanmayanları ise işrâkîlerdir.[6]
İbn lyâd’a göre
bizim üzerinde durduğumuz sûfî tarîki da üçe ayrılır. Birincisi, yaratılışları
gereği mizaçları kesif, anlama kapasiteleri düşük, incelikten uzak, ta’lîm ve
terbiyeye isti’dâdları olmayan kimselerdir. Bunların tarîki ibâdet tarîki olup,
farzları yerine getirmek, nâfileleri arttırmakla keşfe ulaşabilirler. En zor
yol budur. İkinci sûfî grubu ise, yaratılış îtibâriyle anlayış ve güzel ahlak
üzere bulunan fakat nefislerine mâlik olamayanların yoludur. Bunların tarîki da
mücâhede, riyâzat, nefs tezkiyesi ve bâtını imar esasına dayanır. Üçüncü grup
ise nefs, akıl, fıtrat ve beden yönüyle i’tidâl üzere yaratılmış mükemmel
insanlardır. Bunların mevzûlan süflîlikten kurtulmak değil, kalp ve ruhlarını
tasfiye etmektir. Bu yol cezbe ile Allah yoluna giren muhabbet ehlinin
tarîkidir. Bu yola girenler daha baştan Allah tarafından seçilmiş kimselerdir.
En kolay tarikattır. Şâziliyye tarikatı da bu yola dâhildir.[7]
Lügatte
şeyh, “yaşlı kimse” ma’nâsma gelir.[8] Istılahta
ise, “tarikat piri ve mürşîd” demektir.
Bütün tarîkat
pirleri gibi Şâzilî’ye göre de şeyhsiz olarak tarikat ve tasavvufa girilmez.
Şâzilî tarikatta şeyhin lüzûmunu, “Biri elinden tutacak ki, yükselebilesin.
Sakın elinden tutup yol gösteren olmadıkça yükselmeye heveslenme. Sonra ayağın kayar,
yuvarlanıp düşersin.”[9] sözleri ile
açıklar.
Şeyh bir yönüyle medresedeki
müderrise benzer. Müderris talebelerinin ilim öğrenmesinde nasıl rehberlik
yapıyorsa, şeyh de mürîdlerinin ma’nevî olgunluğa erişmesinde aynı rehberliği
yapar. Aralarındaki fark ise birinin öğretme usulü nazarî ağırlıklı,
diğerininki amelî ağırlıklıdır. Müderris için anlattıklarının öğrenilmesini
öncelikli hedeftir; Şeyh yaşanılmasını ister. Bu nedenle Şâzilî, şeyhi
“müridini yoran değil, ona rahatlık yolunu gösteren kisedir.” diye ta’rîf
eder.[10] Yine
Şâzilî’ye göre şeyh, gâibde iken müridine yardım eden kimsedir. Bu sebeple
“Sana perde arkasından faydası dokunmayan kimse şeyh değildir.”[11] der.
Mürîd lügatte,
“irâde eden, dileyen” anlamına gelir.[12] Istılahta ise, “Kendi istediği
ile arzuları bırakıp irâdesini Cenâb-ı Hakk’ın ve şeyhinin irâdesine teslim e-
den” tarîkat ehli demektir.[13] Bir tasavvuf
ıstılâhı olarak mürîd yerine sâlik kelimesi de kullanılır.[14] Ebu’l-Hasan Şâzilî müridi,
“Murâdın büyüklüğü lehine kendini kaybeden”[15] kimse olarak tanıtır.
B- ŞÂZİLÎ’NİN ŞEYHLERİ
Ebu’l-Hasan
Şâzilî çocukluğunu ve gençliğini geçirdiği ortamlar i’tibâriyle (bk. Hayatı
Blm.) bir çok şeyh ile tanışma imkânı bulmuştur. Tanıştığı şeyhlerin çoğunun
ya sohbetine katılmış veya derslerini dinlemiştir. Bir kısmından tarîkat
alırken, bir kısmından da çeşitli konularda yararlanmıştır. Bu nedenle biz,
Şâzilî’nin görüştüğü şeyhleri kısaca tanıtmak ve onun bu şeyhlerle olan
irtibat derecesini belirtmek istiyoruz.
1-
Abdüsselâm b. Meşîş
(ö. 625/1228)
Abdüsselâm
b. Meşîş Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin en önemli şeyhi sayılmaktadır. Tam adı, Ebû
Muhammed ve Ebû Abdullah Abdüsselâm b. Beşîş’dir.[16] Beşâşet ile aynı kökten gelen
“beşîş” kelimesinde, mahreç yakınlığından dolayı be harfi mim harfine ibdâl
olmuştur. Bu kullanış yaygın hale gelince de Abdüsselâm, tasavvuf tarihinde
“îbn Meşîş” ünvânı ile şöhret bulmuştur. Soyu, dedesi İbn Mansûr b. İbrahim
el-Hasenî el-îdrîsî vâsıtası ile İdrîsî Devleti’nin kurucusu I. İdrîs (ö.
177/793)’e ve bu kanalla da Hz. Peygamber(s.a.) Efendimiz’e kadar ulaşır.[17]
Abdüsselâm
b. Meşîş, daha önce belirttiğimiz gibi hayâtının büyük bir kısmını Rabat
yakınlarındaki Alemdağ’ının başında bir mağarada inzivâ ile geçirmiştir. O- nun
bu tavrının o günkü ilim çevrelerinde çeşitli dalgalanmalar meydana getirdiği
anlaşılıyor. Zîrâ bir çok kişi onu ziyarete giderken,[18] bazıları da tenkîd etmiştir.
Bu durumu Şâzilî, “îbtidâ-i emrimde dağda inzivâya çekilme ile şehirde kalma
arasında tereddüd ettim.”[19] sözleri ile
anlatmaktadır.
îbn lyâd ve
Muhammed Zâfır’e göre Abdüsselâm b. Meşîş, tarîkat âdâb ve u- sûlünü
Abdurrahman el-Medenî’den[20] almıştır.
Onlar, îbn Meşîş’in Abdurrahman el-Medenî haricinde hiç bir kimseden tarîkat
almadığım eserlerinde özellikle vurgulamaktadırlar.[21] Fakat Harîrîzâde, Kenan Rifâî
ve Hüseyin Vassâf ın ifâdelerinden, sadece Rifâiyye tarikatının birden fazla
kanalla îbn Meşîş’e ulaştığı anlaşılmaktadır. Bunlardan birisi Abdurrahman
Medenî vâsıtasıyla Ebû Ahmed Ca’fer b. Seyyid Bulâd el-Huzâî ve ondan da İmam
Rifâî’ye ulaşır. Diğer yol, Abdurrahman Medenî ve şeyh Takiyyuddîn Nahrevendî
vasıtasıyla Ahmed Rifâî’ye varır. Üçün- cüsü ise, Abdüsselâm b. Meşîş’in başka
bir şeyhi Birrî (ö. 616)[22] ve Ali b.
Nuaym Ahmed aracılığıyla İmam Rifâî’ye merbuttur.[23] Ayrıca Harîrîzâde, İbn
Meşîş’in Ebû Medyen (ö.590/1194)’den vâsıtasız olarak tarîkat aldığını
belirtmekte ve bu yolla onu Kadiriyye ile de irtibatlandırmaktadır.[24]
Abdüsselâm b.
Meşîş’in ölüm tarihi konusunda farklı bilgiler vardır. Harîrîzâde, İbn
Haldûn’un, “622/1225 yılında veya bu tarihten kısa bir süre sonra öldü.”
dediğini nakleder. Ancak kendisi 625/1228 yılında ölmüş olma ihtimâlini daha
yüksek görür.[25] İbn Meşîş’in
ölüm sebebi konusunda ise bütün kaynaklar müttefiktir. O’nu yalancı
peygamberlik iddiâ eden sihirbaz İbn Tavvâcin ve efsunlu taraftarlarından
oluşan bir kalabalığın katlettiğini belirtirler.[26] 622/1225 yılı îbn Tavvâcin
hareketinin başlangıç târihi olduğu için[27] Harîrîzâde’nin tercih ettiği
625/1228 yılım İbn Meşîş’in ölüm yılı olma ihtimâli daha güçlüdür. Kabri
hayâtının büyük bir bölümünü geçirdiği Rabat yakınlarındaki Alemdağındadır.[28]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin onunla irtibatım belirten sözlerinden birisi, ‘İkâmet ettiği dağda
ona intisâb ettim. Basiretim açılana kadar günlerce yanında kaldım.”[29] cümlesidir.
Fakat burada İbn Meşîş’in ismi geçmez. İskenderî’nin naklettiğine göre Şâzilî
Mısır da iken kendisine, “Şeyhin kim?” diye sorulunca, “Ben Abdüsselâm b.
Meşîş’e mensûb idim. Şu anda ise hiç kimseye müntesib değilim. Çünkü on denizden
su içiyorum.”[30] cevâbını
verir.
Bu ifadeler,
Şâzilî’nin tarîkatını İbn Meşîş’den aldığını göstermektedir. Diğer şeyhlerden
tarîkat usûl ve erkânı aldığına dâir Şâzilî’ye âid herhangi bir beyân yoktur.
Bu nedenle diğer şeyhlerin sadece sohbetlerinden faydalandığı ve onların Şâzilî
üzerinde kalıcı bir etki bırakmadıkları söylenebilir.
2-
Ebû Said el-Bâcî (ö.
628/1229)
Asıl
adı Halef b. Yahyâ et-Temîmî olan Ebû Said el-Bâcî, 552/1156 yılında Tunus’da
doğdu. Ebû Medyen (ö. 590/1194)’den tarîkat aldı. 603/1206’da hacca gitti. Bu
sırada Mekke’de üç sene kalıp ibâdet ve tâatle meşgul oldu. 628/1229 yılında
vefat etti. Kabri Tunus’da kendi ismi ile anılan câmiinin yanındadır.[31]
Şâzilî’nin,
“İbtidâ-i emrimde Tunus’a geldiğimde bazı problemlerim vardı. Bunları çözecek
birisini aradım, fakat bulamadım. Ebû Said el Bâcî ile karşılaştığımda derdimi
anlatmadan benim hâlimi şerhetti. O’nun Allah’ın velîsi olduğunu anladım.
Meclislerine devam ettim ve kendisinden çok faydalandım.”[32] şeklindeki sözleri, Ebû Said
el-Bâcî ile kendi arasında bir irtibât olduğunu gösteriyor. Bu ifâdelerden
Bâcî’nin Tunus’da Şâzilî’ye hocalık yaptığı anlaşılmaktadır.
3-
Ebu’l-Feth el-Vâsıtî
(ö. 632/1235)
Asıl adı Necmüddin Muhammed el-Vâsıtî’dir.[33] Ancak
künyesi olan Ebu’l-Feth ünvânı ile tanınmaktadır. Bugün çöl haline dönüşen
Ahmed er-Rifâî (ö. 578/1183)’nin kabrinin bulunduğu Irak’m Vasıt[34] şehrinde
doğduğu için de kendisine “Vâsıtî” nisbesi verilmiştir. Kaynakların
belirttiğine göre Ahmed er-Rifâî’nin halifelerindendir. 620/1223 yılında irşâd
ve tebliğ için Vâsıt’dan ayrılarak îskenderiyye’ye yerleşti. Vefatına kadar
İskenderiye’deki Attârîn camiinde vaaz ve nasihatta bulundu. Güçlü bir hatip ve
şâir idi. 632/1235 yılında İskenderiye’de vefat etti.[35]
Ebu’l-Hasan Şâzilî 618 yılında çıktığı Irak
seyahati sırasında Vâsıtî ile görüştüğünü ve sohbetlerini dinlediğini, “Irak’a
gittiğimde bir çok şeyh ile karşılaştım. Bunların içinde tarîkat konusunda
Ebu’l-Feth el-Vâsıtî’den daha iyisini görmedim. Fakat ben kutbu arıyordum.” [36] sözleri ile
belirtir. Şâzilî ile Ebu’l-Feth el-Vâsıtî’nin münâsebeti bununla sınırlı
değildir. Şâzilî İskenderiye’ye yerleştikten sonra Vâsıtî’nin irşâdda bulunduğu
Attârîn mescidinde vaaz ve nasîhate başlayarak[37] ondan doğan boşluğu
doldurmuştur.
4-
Ebû Abdullah b.
Harrâzim (ö. 633/1236)
Nesebi ile birlikte tam adı Ebû Abdullah b.
Muhammed b. Ebi’l-Hasan Ali b. îsmâil b. Harrâzim’dir.[38] Babası Şeyh Ebu’l-Hasan Ali,
Ebû Medyen (ö. 590/1194)’nin şeyhlerinden birisi idi. Ancak Ebû Abdullah b.
Muhammed küçük yaşta iken babası vefat etti. Bu nedenle o, Ebû Medyen ve Ebû
Medyen’in talebesi Ebû Muhammed Sâlih b. Binsâr ed-Dekkâlî’nin yakın
kontrolünde yetişti. Böylece Ebû Medyen’den direk, Dekkâlî’den ise dolaylı
olarak Medyeniyye tarikatını alma imkânına sahip oldu. 633/1236 yılında vefat
etti. Kabri Fas yakınlarındaki Ahvâz’da bulunmaktadır. Daha sonraları kabrinin
yakınından şifalı kaplıca suları çıktığı için, “Ebu’s-Sahûnât” ismi ile meşhur
olmuş olup günümüzde de bu isimle tanınmaktadır.[39]
îbn
lyâd ve Muhammed Zâfır’in belirttiklerine göre Şâzilî tasavvuf hırkasını İbn
Meşîş’den evvel İbn Harrâzim’in elinden giydi ve ilk tahsilini onun kontrolünde
yaptı.[40] Bu nedenle
Şâzilî’nin îbn Harrâzim ile olan münâsebeti çocukluk yıllarına dayanmaktadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin kendilerinden tarikat aldığı şeyhlere
baktığımızda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:*
EBU'L-HASAN ŞÂZİLÎ
|
||||
|
C- ŞÂZİLÎ’NİN
SİLSİLELERİ
Silsile lügatte
“zincir” anlamına gelir. Tasavvuf ıstılâhmda ise, “Tarikat şeylerinin
hocalarından aldıkları ve Hz. Peygamber (s.a)’e kadar ulaşan mânevî terbiye
zincirine” denir.[41]
Tasavvuf bir hal
ilmi olduğu için kişiden kişiye intikâli diğer ilimlerde olduğu gibi okuyarak,
duyarak veya görerek gerçekleşmez. Mutlaka karşılıklı in’ikas ve aydınlanma ile
sirâyet eder. Bunu için de bir rehbere ihtiyaç vardır. Rehberlik vasfı ise Hz.
Peygamber (s.a)’e dayanan ma’nevî bir otoritedir. Bu sebeple tasavvuf ilminde
rehberlik yapacak insanların Hz. Peygamber (s.a.)’den kendilerine kadar in’ikas
yoluyla geçmiş ma’nevî bir otorite silsilesinin bulunması zarûridir. Nitekim
Îskenderî, “Şeyhlerin ta’yininde bir başka şeyh tarafından verilen ve Hz.
Peygamber’e kadar ulaşan tarikat senedi lazımdır.”[42] diyerek, bir tarikata tarikat
ve bir şeyhe de şeyh denilebilmesi için gerekli asgarî şartı belirtiyor.
Aslında silsile ve sened
anlayışı sadece tasavvuf ilminde bulunan bir gelenek değildi. Bu gelenek
geçmişte hadîs, tefsîr, ve fıkıh gibi diğer İslâmî ilimlerde de vardı. Bu
ilimler yazıya geçince onlarda senedin eskisi kadar önemi kalmadı. Tasavvufta
ise, bu ilmin özelliğinden kaynaklanan bir zarûretle silsile geleneği önemini
hiç bir zaman yitirmedi. Bu nedenle Şâzilî’nin tarikat silsilesi hakkında bilgi
vermemiz gerekmektedir.
Bir önceki başlık altında verdiğimiz tablo,
Şâzilî’nin birden fazla şeyh ile irti- bâtı olduğunu göstermektedir. Ali Sâlim
Ammâr, Ebû Muhammed Mehdevî (ö. 621/1224)[43] ile Muhyiddin İbn Arabî (ö.
638/1240)’yi de Şâzilî’nin şeyhleri arasında sayar.[44] Bütün bu anlatılanlar,
Şâzilî’nin birden fazla tarikat silsilesine sahip olduğunu göstermektedir.
Tesbit edebildiğimiz kadarıyla kaynaklarda Şâzilî’ye âid sekiz ayrı silsile
kaydedilmiştir.[45] Bu
silsilerde Hz. Peygamber (s.a.)’e ulaşma özelliği şu üç yoldan birisi ile
sağlanmaktadır:
1- Haşan Basrî (ö. 110/728) ve Hz. Ali
(Ö.40/661) vâsıtasıyla,
2- Hz. Peygamberin torunu Haşan b. Ali
(ö. 50/670) kanalıyla,
3- Hz. Peygamberin torunu Hüseyin b. Ali
(ö. 61/680) aracılığıyla.
Bu bilgiler ışığında tarikatların genellikle
birbirleriyle bağlantısı bulunduğunu, Şâzilî’nin pek çok tarikattan icâzet
aldığını ve Şâziliyye tarikatının da “câmiu’t- turuk” olduğunu söylemek
mümkündür. Bu nedenle Ken’ân Rifaî, “İmâm Şâzilî hazretlerinin başka icazetleri
varsa da, Hz. Pîr Efendimiz (Ahmed er-Rifâî)’den dahî iltibâs-ı hırka
buyurmaları bereketinin tezâyüdüne sebeptir.”[46] diyerek, Şâzilî’ye ulaşan
tarikat silsilelerinin çoğunun teberrük niteliğinde olduğunu, onun bereket ve
nüfuzunu arttırdığını belirtir.
Şâziliyye
tarikatı mensuplan bu silsilelerden İbn Meşîş ve Abdurrahman el- Medenî
kanalıyla devam edeni “eşref silsile”[47] kabul ederler ve tarikatın Hz.
Peygamber (s.a)’e bu silsile ile ulaştığım belirtirler. Atâullah İskender! bu
silsilenin tamamını vermemekle birlikte, “Şâzilî’nin tarikatı Şeyh Abdüsselâm
b. Meşîş’e mensûbdur. Abdüsselâm b. Meşîş ise Abdurrahman el-Medenî’ye
mensûbdur. Sonra bu tarikat tek tek Haşan b. Ali’ye kadar ulaşır.”[48] diyerek bize
kaynaklarda geçen silsilelerden birini tercih etme imkanı verir. Buna göre
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin kaynaklarda geçen en önemli silsilesi şudur:
“Ebu’l-Hasan Şâzilî,
Abdüsselâm b. Meşîş (ö. 625/1228),
Abdurrahman el-Medenî (ö. 600/1203’den sonra),[49]
Takiyyüddîn Fukayyir en-Nehravendî,
Fahruddîn,
Nuruddîn Ebu’l-Hasan Ali,
Tâcüddîn,
Şemsüddîn et-Türkî,
Zeynüddîn Kazvînî,
Ebû İshak İbrâhim el-Basrî,
Ebu’l-Kasım Ahmed el-Mervânî,
Saîd,
Sa’d,
Ebû Muhammed Fethullah Suûd,
Saîd Kazvânî,
Ebû Muhammed Câbir (ö. 75/694)[50],
Evvelü’l-aktâb Haşan b. Ali (ö. 50/670),
Hz. Peygamber (s.a.)”[51].
Burada şu husûsu belirtmeliyiz ki, bu
silsiledeki sûfılerin çoğunun isminde onları tanıtacak bilgi eksikliği
bulunmaktadır. Künye ve nisbeleri açıkça belirtilmemiştir. Tabakât
kitaplarında yaptığımız araştırmalarda da onları tanıtacak bilgilere
ulaşamadık. Bu bilgi eksikliğinden dolayı Şâziliyye tarikatının ba’zı kolları,
silsilelerine Şemsüddîn et-Türkî yerine Şemseddîn Sivâsî (ö. 1000/1598)[52] ismini koymuşlardır.[53] Halbuki
Şemseddîn Sivâsî, Şâzilî’den çok sonra yaşamış bir sûfidir. Bu nedenle
Sivâsî’nin, Şâzilî’nin tarîkat silsilesinde bulunması mümkün değildir.
Harîrîzâde aynı silsilenin hem Haşan b. Ali hem
de Hüseyin b. Ali vâsıtasıyla Şâzilî’ye ulaştığını belirtir.[54]
Birinci
silsiledeki kadar meçhul şahıs ihtiva etmediği halde Şâziliyye kaynaklarında
pek i’tibâr görmeyen ikinci bir silsile daha vardır. Ancak bu ikinci silsilenin
senedinde de, farklı dönemlerde yaşayan Abdurrahman el-Medenî ile Ebû Bekr eş-
Şiblî arasında sadece bir râvî bulunmaktadır. Târih açısından bir muğlaklık ve
kopukluk taşıma ihtimali olan bu silsile şöyledir:
“Ebu’l-Hasan Şâzilî,
Abdüsselâm b. Meşîş (Ö.625/1228),
Abdurrahman el-Medenî (ö. 600/1203’den sonra),
Abdullah et-Tinâyirî,
Ebû Bekr eş-Şiblî (247-332 veyâ 334/861- 943 veyâ 945),[55]
Cüneyd el-Bağdâdî 120-298/737-910),[56]
Serî es- Sekatî (160-251 veyâ 253, 257/776-865 veyâ 867,
870),[57]
Ma’rûf el-Kerhî (ö. 200 veyâ 201 veyâ 204/815 veyâ 816 veyâ
819),[58]
Dâvûd et-Tâî (ö. 162 veyâ 165/778 veyâ 781),[59]
Habîb el-Acemî (ö. 119 veyâ 130/737 veyâ 747),[60]
Haşan el-Basrî (20-106 veyâ 110/640-724 veyâ 728),[61]
Ali b. Ebî Tâlib (k.v.),
Hz. Peygamber
(s.a.).”[62]
D- ŞÂZİLÎ’NİN HALÎFELERİ
Tasavvuf ilminde
bir şeyh adına irşâd ve tebliğde bulunan kimseye halîfe denir. Halîfenin
şeyhine âid eğitim usûl ve erkânını bilmesi ve bu bilgiyi kullanma konusunda
şeyhinden izinli olması şarttır.
Tasavvuf tarihine
baktığımızda hilâfetin iki çeşit uygulama tarzının bulunduğunu görüyoruz.
Bunlardan birincisi, şeyhin, sağlığında belli bir bölgedeki mürîdleri ile kendi
arasındaki irtibâtı sağlamak için bir müridini görevlendirmesi, diğeri ise
öldükten sonra mürîdlerinden birisinin kendi yerine geçmesini istemesidir.
Birinci gruptakilerin hilâfeti, şeyhin hayâtı ile sınırlıdır ve nâkıs bir
hilâfettir. Şeyhin vefatı ile sona erer. Böyle bir hilâfete sahip olan kişi
vekil konumunda olduğu için şeyhinden sonra müstakil hareket etme imkânına
sahip değildir. îkinci gruptakiler ise, şeyhin kendi yerine geçmesini istediği
halîfesidir. Onun hilâfeti tamdır ve ser-halîfe olarak isimlendirilir. Bu tür
hilâfet, sahibine müstakil hareket etme imkânı verir. Onun bulunduğu yer,
merkez hükmüne geçer. Bu nedenle vekil halîfelerin ona bağlanması ve merkezin
ta’limâtma göre hareket etmesi gerekir.[63]
Kaynaklardaki
bilgilerden, Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvuf tarihindeki bu geleneğe uyarak
mürîdânı arasından halîfeler ta’yin ettiğini anlıyoruz. Ancak ta’yin ettiği
halîfelerin hepsini tesbît etme imkânına sahip değiliz. Tesbît edebildiğimiz
halîfeleri şunlardır:
1-
Ebu’l-Abbas el-Mursî
( 612-686/1215-1287)
Mursî’nin tam
adı, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ömer b. Muhammed el-Endülüsî el- Mursî el-Ensârî’dir.[64] 612/1215
yılında Mürsiye’de dünyâya geldi. Babası ticâretle uğraşırdı. Kendisi ilim ve
tasavvuf yolunu seçmekle birlikte ticâretten kopmadı. Hayatı boyunca rızkını
ticâretten sağladı. 640/1242 yılında Şâzilî’ye intisâb etti.[65]
Ebu’l-Abbas
el-Mursî, Şâzilî ile Mürsiye’den Tunus’a geldiğinde tanıştığını ve o sırada
genç bir delikanlı olduğunu söyler. Ayrıca Şâzilî’nin yamna ilk gidişinde
şeyhin kendisine nesebini sorduğunu, nesebini
söyleyince, “Sen bana on yıldan beri arzediliyorsun” diyerek[66] kendisini
talebeliğe kabul ettiğini belirtir.
Şâzilî’nin hayâtını anlatırken Tunus’da çeşitli
sıkıntılar çektiğini ve ilk haccına giderken (632/1234) tekrar Tunus’a dönmeyi
düşünmediğini, ancak Hafsî Sultam Ebû Zekeriyâ’nm ısrarları üzerine geri
geldiğini belirtmiştik. Şâzilî, Mursî kendisine intisâb ettikten sonra Tunus’a
dönüş sebebini, “Ben Tunus’a sırf bu genç için döndüm.”[67] sözleri ile açıklar.
Ebu’l-Abbas el-Mursî Şâzilî’ye intisâb ettikten
sonra şeyhinden hiç ayrılmadı. Onunla birlikte Mağrib’den Mısır’a hicret etti.[68] Seyr u
sülükûnu tamamladıktan sonra Şâzilî kendisini irşâd için Mısır’ın Mukassim beldesine
gönderdi.[69]
Şâzilî, mürîdlerinin Mursî’ye bağlanmalarını
sağlamak için Mursî’nin gıyâbın- da, “Ebu’l-Abbas’a bağlanmanız gerekir. Allah
Teâlâ’ya yemin ederim ki, kendini temiz tutmaktan âciz, kullandığı suya
bevleden ve yürüyemeyen bir bedevî ona bir geceliğine gelse, Mursî bu kişiyi
Allah’a ulaştırır.”[70] der.
Diğer taraftan Şâzilî Mursî’nin üstünlüğünü
belirtmek için, “Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, şimdiye kadar gelmiş bütün
velîlerin ve bundan sonra kıyâmete kadar gelecek olanların hepsinin isimlerini,
sayılarını, hallerini, evliyâlık yolundaki derecelerini Cenâb-ı Hakk hem ona,
hem bana bildirdi.”[71] sözlerini
söyler. Şâzilî irşâd ve teblîğ konusunda Mursî’ye cesâret vermek için de, “Ey
Ebu’l-Abbas, diğer velîlerde ne varsa sende de vardır. Senin diğer velîlerden
hiç bir eksiğin yoktur. Aksine sende olan şey diğer velîlerde bulunmamaktadır.”[72] der.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, mürîdleri arasından
Mursî’yi kendi yerine halîfe seçerken, dikkat ettiği ba’zı hususların olduğu
anlaşılıyor. Mürîdlerinin oturuş-kalkışlarmda kendisine uymaları, her konuda
ona bağlanmaları ve şeyhleriyle aynileşmeye çalışmaları halîfesinde aradığı
hususların başında gelmektedir. Nitekim Şâzilî’nin Mursî’ye, “Ey Ebu’l-Abbâs,
ben seninle, sen ben olasın, ben de sen olayım diye sohbet ettim.”[73] buyurması,
halîfesinde aradığı en mühim şartın kendisi ile aynileşmek olduğunu gösterir.
İskenderî’nin naklettiği şu hâdiseden Mursî’nin
bunu gerçekleştirdiğini anlıyoruz:
Şâzilî abdest alırken dostlarından birisi,
“Sizden sonra yerinize kim halîfe olacak?” diye sorar. Şâzilî’de bu soruya,
“Abdest alırken beni izle, mürîdlerimden kim benim gibi abdest alırsa o benim
yerime geçecek.” cevâbım verir. Soruyu soran Halil adındaki zât, Şâzilî’nin
abdest alışını seyreder. Daha sonra onun abdest aldığı yerde mürîdleri de
abdest almaya başlar. Fakat hiç birisi şeyhin riâyet ettiği hususlara dikkat
etmezler. En sonunda Ebu’l-Abbas el-Mursî şeyhin abdest aldığı çeşmeye gelir,
aynen onun gibi abdest alır. Bunun üzerine Şâzilî soruyu sorana, “İşte o,
abdest alışı ile bana, ben de ona ulaştım.”[74] diyerek, Mursî’nin kendi
yerine geçmeyi hak ettiğini belirtir.
Ebu’l-Abbas el-Mursî, 656/1258 yılında şeyhinin
hacc niyetiyle çıktığı son yolculuğu sırasında ser-halîfelik görevine nâil
oldu. Kaynaklarda belirtildiğine göre, Şâzilî vefat edeceği gece, yatsı
namazından sonra bir müddet Mursî ile başbaşa kalır. Bu sırada ona ba’zı özel
bilgiler verir ve çeşitli tavsiyelerde bulunur. Sonra mürîdlerini toplayıp:
“Ben ölünce size Ebu’l-Abbas el-Mursî’yi tavsiye ediyorum. Benden sonra o
halîfedir. Aranızda onun yüce bir makamı olacak. O, Allah’ın kapılarından bir
kapıdır.” diyerek Mursî’yi yerine ser-halîfe ta’yin ettiğini açıklar.[75]
Ebu’l-Abbas el-Mursî şeyhinin verdiği görevi
başarı ile sürdürdü. Merkez olarak İskenderiye’yi seçti. İlk kaynaklarda
belirtildiğine göre Şâziliyye tarikatının yayılmasını sağlayan odur.[76] Şâzilî gibi
o da kitap yazmamıştır. İrşâd ve teblîğ maksadh mektupları olduğu
bilinmektedir. Bu mektuplara “Mürselât” ismi
verilir.[77] Günümüze bu
mektuplardan ancak bir tanesi ulaşmıştır.[78] Mursî, Yakut el-Arşî
(602-732/1205-1332)[79], Atâullah
İskenderî (ö. 709/1309)[80] ve Necmeddin
Isfahânî (ö. 721/1321)[81] gibi
Şâziliyye tarikatının önde gelen şahsiyetlerini yetiştirerek kendisine güçlü
bir halîfe kadrosu oluşturmuştur. 686/1287 yılında vefat edinceye kadar
şeyhinin verdiği hizmet görevini yürüten Mursî’nin mezarı İskenderiye’de kendi
ismi ile anılan Ebu’l-Abbas Mursî Câmii’nin yanındaki türbededir.[82]
2-
Ebu’l-Hasan Ali b.
Mahlûf es-Sakalî (ö. 667/1269)
Ali b. Mahlûf Tunusludur. Ebu’l-Hasan Şâzilî
Tunus’da iken Şâzilî’ye intisâb etti. Şeyhi ile Mısır’a gitmeyip Tunus’da
kaldı.[83] Şâzilî
Mısır’a yerleştikten sonra Tunus’daki mürîdleri ile irtibatını Ali b. Mahlûf
vasıtasıyla sürdürdü. İstek ve ta’limatını mektupla ona bildirir, o da diğer
mürîdlere aktarırdı. Bu mektuplardan sadece bir tanesi günümüze kadar
ulaşmıştır. Mektubun giriş bölümü şöyledir:
“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla başlarım.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd, peygamberlerin sonuncusu efendimiz Hz.
Muhammed’e salât ve selâm ederim. Bu mektup, Şâzilî diye bilinen Ali b.
Abdullah’dan, onun Allah yolundaki saf, temiz, yüce, zekî ve mübârek evlâdı Ali
b. Mahlûf es-Sakalî’yedir.”[84]
Bu cümleler Şâzilî’nin Tunus’daki halîfesinin
Ali b. Mahlûf olduğunu göstermektedir. Ayrıca onun Şâziliyye tarîkatı içinde
önemli bir yeri olduğunu ve hilâfet makamına kadar yükseldiğini gösteren en
bâriz delîl, Mursî’nin şu sözüdür:
“Bu ilimde üç kişi söz sahibidir. Bunlardan
birisi şeyh Ebu’l-Hasan Şâzilî, diğeri onun talebesi şeyh Ebu’l-Hasan
es-Sakalî ve öteki de benim. Şâzilî ve Sakalî vefat etti. Şu anda yeryüzünde
benden başka bu ilimde söz söyleyecek bir kimse bilmiyorum.”[85]
Ebu’l-Hasan Ali b. Mahlûf un hayatı hakkında
günümüze intikâl eden bilgiler sınırlıdır. Dolayısı ile onu tüm yönleriyle
tanıtma imkanına sahip değiliz. Sadece kıraat ilmine vâkıf olduğunu ve bu
konuda talebe yetiştirdiğini öğrenebildiğimiz Sakalî, 667/1269 yılında vefat
etmiştir.[86]
3-
Ebû Muhammed
Abdullah b. Selâme el-Habîbî (ö. ? )
Şâzileli olan Habîbî, Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye
Şâzile’de ilk intisâb eden kişidir. Uzun süre buradaki Zağvân dağında Şâzilî
ile birlikte inzivâda yaşamış ve yine o- nunla birlikte Tunus’a inmiştir.[87] Hayatı
hakkında daha fazla bilgi sahibi olamadığımız Ebû Muhammed Abdullah el-Habîbî
el-Mağribî’nin ne zaman vefat ettiğini de bilemiyoruz. Hayâtının son dönemleri
hakkında bildiğimiz tek şey, Şâzilî Mısır’a hicret ettiği zaman onun Mağrib’de
kalmış olması[88] ve Tunus’un
Masrûkîn köyünde bulunan tekkeye gönderilerek buradaki Şâziliyye müntesibleri
ile ilgilenmesidir.[89] Bu
da onun tarikat içindeki konumunu göstermektedir.
4-
Ebû Abdullah
Sirâcüddîn el-Mağribî es-Sâih (ö. 684/1285)
Sâih ünvânı ile meşhur olan Şeyh Ebû Abdullah
Sirâcüddîn b. Ebî Hafs Ömer b. Muhammed el-Mağribî, Mağrib doğumludur.
Hayâtının büyük bir bölümünü seyahatlarla geçirmiştir. Bir süre Mekke ve Medîne
‘de de kalan Şeyh Ebû Abdullah el-Mağribî, Mısır’ın Demenhur iline yerleşmiş
ve burada Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye intisâb etmiştir. Bir müddet sonra da
Şâzilî’nin Demenhur’daki halîfesi olmuş, orada bir zâviye inşâ ettirmiş ve
684/1285 yılında vefat etmiştir.[90] Hakkında
verebileceğimiz en önemli bilgi, Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (ö.
870/1465)’nin tarikat silsilesinin onun vasıtasıyla Şâzilî’ye ulaşmasıdır.[91]
İKİNCİ
BÖLÜM
I-
ŞÂZİLİYYE
TARİKATININ ÂDÂB VE ESASLARI
Târihleri boyunca tarikatlar iki yönlü faaliyet
gösteren hizmet kurumlan olmuşlardır. Bunlardan birisi ferdî nitelikli diğeri
ise sosyal niteliklidir. Fert ile ilgili olan hizmet, kişinin iç dünyasına
yönelik bir eğitim faaliyetidir. Ağırlıklı olarak nefse karşı yapılan bir
mücâdele olduğu için de Hz. Peygamber (s.a.)’in ifadesi ile “cihâd-ı ekber” ismini alır.1 Tam
karşılamasa da günümüz Türkçe’si ile buna “kişilik eğitimi”2
diyebiliriz.
Tarikatların sosyal nitelikli hizmetleri ise,
ma’nevî eğitimini tamamlamış kimselerin halkın arasına karışarak irşâd ve
tebliğde bulunmaları ile gerçekleşir. Halkın içine karışmanın amacı, sosyal
bünyeyi güçlendirmek ve bu bünye içinde yaşayan ferdi korumaktır. Bu nedenle
tarikatlar, toplumdaki ârızaları tesbît edip düzeltmeye çalışan kuramlardır.
Bu faaliyetlerin yürütülmesi sırasında her
tarikat kendisine göre bir takım prensipler belirler ve belirlediği bu
prensiplere paralel olarak da farklı uygulamalar geliştirir. Tarikatlar, bu
iki tür hizmet faaliyetinden kişiye yönelik olanına daha fazla önem verir. Zîrâ
kişiliği sağlam fertlerin oluşturduğu toplum da sağlam olacaktır. Bu nedenle
tarikatlar açısından ferdi eğitmek toplumu eğitmekten hem daha önemli, hem de
daha kolaydır.
Biz bu bölümde Şâziliyye tarikatının kendisine
has metot ve usullerini incelemeye çalışacağız. Şunu hemen belirtmeliyiz ki,
anlatacağımız usullerin tamamının Ebu’l-Hasan Şâzilî zamamnda oluştuğunu ve hiç
bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar geldiğini söylemek zordur. Bu
usullerin, zamanla Şâziliyye tarikatı i- çinde oluşan birikimler sonucu ortaya
çıktığını söylemek daha doğra olur. Bizim
Aclûnî, a.g.e., 1/424.
Gözütok Şakir, Tasavvufda Şahsiyet
Eğitimi, 12, İstanbul, 1996. burada ele alacağımız kaide ve kurallar,
tasavvufun ve Şâziliyye tarikatının değişmez unsurları değildir. Diğer bir
ifade ile, bunları “olmazsa olmazlar” şeklinde sayamayız. Zîrâ tasavvuf ve
tarikatlarda değişmez gibi gözüken bir çok hususda tarih içinde uygulama
değişiklikleri olagelmiştir. Günümüzde bile aynı coğrafya içinde bulunan aynı
tarikat mensuplarının toplu zikirlerinde bir takım farklılıkların görülmesi
buna bir örnektir. Bu nedenle Şâziliyye tarikatı gibi dünyânın bir çok yerine
yayılmış bir tarikatın içinde farklı uygulama ve prensiplerin bulunması gayet
normaldir. Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî sağlığında mürîdlerine dervişliği
simgeleyen hırka giydirmezken,3 Muhammed Zâfir’den öğrendiğimize
göre zamanla Şâziliyye tarikatı içerisinde şeyhlerin hırka giydirmesi yaygın
hale gelmiştir.4
Bu uygulama farklılıklarından olsa gerek
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, “Bir çok şu’belere ayrılmış olan Şâziliyye
tarikatına diğer tarikatlardan pek çok merâsim karışmıştır. Asıl Şâziliyye,
merâsim ve kıyâfetten ârî, ilim ve çalışmayı teşvîk edici, kesin şekilde
taassup ve sertlikten hâlî, medenîleşme ve ilerlemeyi sağlayıcı usullere mâlik
ise de şu’beleri pek ziyâde değişikliklere uğramıştır.”5 diyerek
haklı bir tesbitte bulunmuş, Şâziliyye’nin başlangıçta usûl, esas ve merâsim açısından
sâde bir tarikat olduğunu belirtmiştir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin Şâziliyye tarikatının
bazı âdâb ve esaslarını bildiren sözleri bulunmakla birlikte, bunlar tarikatın
esaslarını topluca açıklama konusunda yeterli değildir. Bu nedenle daha sonraki
asırlarda Şâzilî ve talebelerinden arda kalan söz, hizb, eser ve uygulamalar
gözden geçirilerek tarikatın genel prensipleri tesbît edilmeye çalışılmıştır.
Bu konudaki en önemli çalışmayı kendisi de bir Şâziliyye şeyhi olan Ahmed
Zerrûk (ö. 899/1493) yapmış ve tesbitlerini Usûlü
tarîkati’ş-Şâziliyye (Süleymâniye Ktp., Antalya Tekelioğlu, no:
992.) ve el- Ümmehât isimli
iki küçük risale ile, Kavâidü’t-tasavvuf (Kahire,
1989) adlı bir kitapta toplamıştır. Şeyh Zerrûk’un bu eserleri ile İbn lyâd (ö.
1153/1759)’m tarikatın usûlüne dâir verdiği bilgileri karşılaştırınca,6
özellikle Usûl Risalesi’nin kendisinden
sonraki Şâziliyye literatürünü doğrudan etkilediğini gördük. Söz konusu risale,
Mustafa Kara tarafından da Şâziliyye
Tarikatının Esasları adı altında Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.7
İskenderî, Letâif, 161.
Zâfir, el-Envâr, 161-162.
Şehbenderzâde, İslâm Tarihi, 460-461.
İbn lyâd, a.g.e., 116-127.
Zerrûk’un Usûlü ‘t-tarîkati ‘ş-Şâziliyye1
sinin. Türkçe tercümesi için bk. Kara Mustafa, Şâziliyye Tarikatının
Esasları, Yönelişler, sy, 21, s. 32-37, İstanbul, 1983.
A- ŞÂZÎLÎYYE’NİN TEMEL ESASLARI
Şâziliyye tarikatının temel esaslarını
belirlerken öncelikle Şâzilî ve îskenderî’nin konumuza ışık tutacak söz ve
uygulamalarını zikredecek, daha sonra da Ahmed Zerrûk’un tesbitlerine
geçeceğiz.
Şâziliyye usûlünde sekrden çok sahv ve temkine
itibar edilmektedir.[92] Bu yüzden
nefis eğitimini benimseyen nefsânî tarikatların insanı vecde getirici
unsurlarına Şâziliyye’de pek rastlanmaz. Nefsi coşturarak hayra yönlendiren
İlâhî ve mûsikîye (semâya) önem verilmez. Ebu’l-Hasan Şâzilî bu durumu, semânın
tasavvuf çevrelerinde kullanıldığını, ancak eşlem bir tarîk olmadığı için
kendisinin hoş karşılamadığını ve şeyhi İbn Meşîş’in de semâa karşı olduğunu
belirterek açıklar.[93]
Şâziliyye tarikatında terbiye için riyâzat ve
mücâhade yaparak nefse eziyet etme üzerinde de fazla durulmaz. Nefsi itaat
altına almada, Allah sevgisinin eziyetten daha önemli olduğu belirtilir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî, “Allah sevgisi (muhabbetullah) kulun kalbinden
mâsivâyı uzaklaştırır. Onun sayesinde nefs itaat yoluna girer, akıl ma’rifete
erer, rûh Yüce Hazrete vuslat bulur, sır müşâhede ile ma’mûr olur. Böylece kul
ilerledikçe ilerler.”[94] diyerek,
nefse eziyet etmenin tarikatta öncelikli hedef olmadığını açıklar. Şâzilî’nin
bu yaklaşımım, “Bu yol, zanaatını terk ederek arpa ve hurma yeme, ya da
ruhbanlıkla geçinme yolu değildir. Bu yol sabır ve hidâyette yakîne erme
yoludur.”[95] sözü de
desteklemektedir.
Şâziliyye usûlünde nefse eziyetten ziyâde, îmân
esaslarına teslim olmaya dayalı irâde tezâhürü önemlidir. Bu da kendi irâdesini
terk edip Allah’ın irâdesine teslim olmakla gerçekleşir. Şâzilî bu konudaki
fikrini, “Hiç bir velî yamnda şehvetlerinden bir şehvet, tedbîrlerinden bir
tedbîr ve tercihlerinden bir tercih olduğu halde Allah’a vâsıl olamaz. Vuslat
için şehveti, tedbîri ve ihtiyârı tamâmen terk etmek lâzımdır.”[96] sözü
ile dile getirir. Allah’ın hükmüne ve tedbîrine râzı olmayı şart koşar.
Şâziliyye tarikatında nefs terbiyesinden evvel
rûh tasfiyesi gelir. Rûhu temiz tutmak ve onu kirletmemek nefs terbiyesinden
daha önemli olduğu gibi, nefsin terbiyeyi kabul etmesi de rûha bağlıdır.
Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî bu husûsu, “Nefs arzîdir, rûh ise semâvîdir. Rûh
ilim yağmurlarıyla yıkanır ve nefis de a’mâl-i sâliha ile sâbit kalırsa o zaman
bütün hayırlar hâsıl olur. Eğer nefis gâlip rûh mağlûp olursa, o zaman kıtlık
ve kuraklık başlar. îş tersine döner ve tümüyle şerler gelir. Bu duruma
düşmemek için rûh nefse galip olmalıdır.”[97] sözleri ile belirtir.
Şâzilî’nin bu cümlelerinden hareketle,
Şâziliyye tarikatının rûhânî yönünün daha ağır bastığını, nefis terbiyesinden
ziyâde rûh tasfiyesine önem verdiğini ve rûhun safiyetinin korunmasına özen
gösterdiğini söylemek mümkündür. Ancak bu durum, Şâziliyye usûlünde hiç nefs
terbiyesi olmadığı anlamına gelmez. Nefsi a’mâl-i sâliha üzere tutmak, ona
verilecek en büyük terbiyedir. Nitekim Şâzilî, “Nefs, ilim ve ma’rifete, kitap
ve sünnete gereği gibi uymakla öldürülür.”[98] demektedir.
Şâziliyye’de a’mâl-i sâliha üzere duran nefse
eziyet edip cezâ çektirmeye gerek olmadığı gibi, Kur’ân’a göre de helal
dâiredeki zevklerden onu mahrûm bırakarak dünyadaki
nasibini unutturmaya ihtiyaç yoktur.[99] Ebu’l-Hasan Şâzilî bu hususu
ifâde ederken, “Dünyâyı terkte aşın gitme. Çünkü zaman gelir onun yokluğu seni
kaplar ve âzâlarını zayıflatır. Bu sefer fikir, irâde ve hareketlerinle tekrar
ona sımsıkı dönersin.”[100]der.
Şâzilî nefse helâl dâireden çıkıp Rabbini
tanımadığı zaman eziyet edilmesi görüşündedir. O bu fikrini, “Haddini ve
ni’metin kaynağını bildikten sonra tevâzû ile rahat içinde yaşamasından dolayı
Allah hiçbir kuluna azap etmez. Ancak kibirlenip büyüklenmesinden dolayı azap
eder.”[101] sözü ile
belirtir.
Şâzilî’ye göre Allah Teâlâ’nın rızâsına
yaklaşmak, nefis ve arzularından uzaklaşıp devamlı sûrette ondan kurtulmanın
mücâdelesini vermekle mümkündür. Bunu başarmanın ve nefsi terbiye etmenin en
kısa yolu da başkalarına hizmet etmekten geçer. Şâzilî bu konudaki
düşüncelerini şu sözlerle ifade eder: “İnsanların en fenâsı, nefsinin
(kendinin) her arzusuna diğer insanları hizmet ettirendir. Halbuki bu kabil
insanlar başkalarının isteklerinden bir kısmını bile yerine getiremezler.
Öyleyse sen nefsini başkalarından faydalanmaya değil, başkalarına hizmet etmeye
zorla. Onun başkalarından hizmet beklemesine müsaade etme. Nefsine dâima hoşuna
gitmeyen şeyleri teklif et.”[102]
Aslî fıtratına dönmesi kolay olduğu için ne
kadar terbiye edilirse edilsin nefse güvenmemek lazımdır. Bu nedenle nefse rûhu
hakim kılmak gerekir. Çünkü Şâzilî’ye göre rûhun aslı, Allah’a âid emirdendir.
Nefsin aslı ise beşerîdir. Bu durumu bildiren âyetteki “Kııli’r-rûhu”[103] emri,
rûh üzerinde mütâlâda bulunmayı ve fikir bildirmeyi tecviz etmektedir.[104] Rûh
kirlenmedikçe insanı nefsin düşürdüğü vartalara hemen düşürmez. Nefsin ise ne
yapacağı hiç bir zaman belli değildir. Her zaman değişme istidadına sahiptir ve
terbiye edilmiş olsa bile inşam farkında olmadan çeşitli hatalara düşürebilir.
İnsanı iyi şeyler yapıyorum zannına sokarak, farkında olmadan kötülüğe götürebilir.
Bu sebepten olsa gerek Ahmed Zerrûk, Şâziliyye usûlünde nefse güvenmemek ve onu
ithâm etmek gerektiğini belirtir.[105]
Nefse güvenmeyip onu kötülüklerin merkezi
olmakla ithâm etmek, bir çeşit melâmettir. Dayanağını Kur’ân’daki, “Şüphesiz ki nefs, kötülüğü emredicidir.”[106] âyeti
ile, “Kendisini olanca gücüyle kınayan nefse
yemin ederim (ki siz öldükten sonra dirileceksiniz).”[107] âyetinde
bulur. Melâmet kelîme anlamı itibariyle “kınama” demektir.[108] Tasavvufta ise iki veçhesi
bulunur. Biri kişinin kendi nefsini kınaması, diğeri ise başkalarının kişiyi
kınamasıdır.[109]
Bilindiği gibi melâmî hareket, hicrî III.
Milâdî IX. yüzyılda Horasan’da zuhûr eden bir harekettir. Tasavvuf! hayat ve
düşünceyi tehdîd etmekte olan âdâb ve erkâna, şekil ve rüsûma karşı yapılan
bir çıkıştır.[110] Bu çıkış
tesirini VII/XIII. yüzyıla kadar sürdürmüşse de bu asırdan itibaren kurulmaya
başlayan tarikatlar etrafında oluşan âdâb ve erkân halkası melâmet anlayışını
gölgelemiştir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî ile berâber bu anlayış Kuzey
Afrika’da yeniden ihyâ edilmeye çalışılmışsa da asırlar içinde önceliğini
kaybetmiş ve Şâziliyye tarikatının âdabı içinde ikinci plana itilerek etkisini
yitirmiştir.
Melâmet, “Kınayanın
kınamasından korkmama”[111] esasına
dayandığı için, insanların-müsbet veya menfî-değerlendirmelerini önemsememe
anlayışını beraberinde getirmiştir. Belli kıyâfetleri giymek, belli
hareketleri yapmak, belli yerlerde belli usullerle yaşamak melâmiyenin tasvîb
etmediği bir tasavvuf anlayışıdır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, kınayanın kınamasından korkana
ma’rifetin fayda vermeyeceğini ileri sürerek melâmet hakkındaki kanaatini
ortaya koymaktadır. Bunu ifade ederken dervişlere âid özel kıyâfetler giymenin
karşısında olduğunu belirtir, kendisi de gayet düzgün ve güzel giyinirdi. Bu
nedenle hırka giymediği için “Bu şekilde Allah’a kulluk yapılmaz.” diye
kendisini tenkîd eden bir dervişe, “Asıl senin kıyâ- fetinle Allah’a kulluk
yapılmaz. Çünkü senin elbisen, “Ey insanlar, bana yardım edin, ben fakirim.”
diyerek insanlardan bir şeyler isterken, benimki insanlardan bir şey istemiyor,
aksine onlardan zengin ve müstağni olduğumu gösteritiyor.”[112] şeklinde cevap vererek,
başkalarının tenkîdlerini önemsemediğini ortaya koyar.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre tasavvufta
gösterilen irâdenin dört esâsı bulunmalıdır. Bunlar şöyle sıralanır:
2- Allah’ın Rubîyeti yanında ihtiyârı terketmek,
4- Gönülden gelen bir muhabbetle Allah’ı her şeye tercih
etmek.[113]
Şâzilî’ye göre sıdk ile ubûdiyet, ta’zîm, hayâ,
muhabbet ve heybetin habercisidir. İhtiyârı terk, kâinâtın kabzasına şuhûdu,
vuslat ile tahkike ermeyi, tasdiki ve Allah’ın kefaleti ile sözüne güveni
sağlar. İlim alma ise, işâret, yüzyüze gelme, anlama ve işitme yollarıyla
olacağı için en azından bunlardan birisinin gelişmesine neden olur. îsar ise,
vücûdu (Allah’ı) mevcûda, her kaybedişi rızâ ile Allah’ın fiillerine ve
sevgiliyi nefsine tercih etmeyi öğretir. Kısaca Şâzilî’ye göre, sıdk, ilim,
îsâr ve ihtiyârı terk, sahibinde sûfî özelliklerinin bulunduğunu gösterir ve
bunları korumaya devâm etmek kişide aynı özelliklerin artmasını sağlar.[114]
Ebü’l-Hasan Şâzilî’nin evrâd ezkâr ve duâya
büyük önem verdiğini belirtmiştik.[115] Bu durum tarikatın usûlüne de
aynen yansımıştır. Bu cümleden olarak, insanın başına gelen kötülükleri Allah’a
yönelmek ve duâ etmek için bir ihtar saymış ve şöyle demiştir: “ Sana eziyet
veren (kişi veyâ hâdise) ile kendini meşgul edip uğraşma. Böyle durumlarda
Allah ile meşgul ol ki, o eziyeti senden uzaklaştırsın. Zîrâ Allah o belâyı
sana sıdk ile duâ etmen gerektiğini haber vermek için musallat etmiştir.”[116]
Atâullah İskender!, muhtemelen Şâzilî’nin bu ve
benzeri sözlerinden hareketle, “O’nun tarikatı cem alallah, adem-i tefrika,
halvet ve zikir esasları üzerine kurulmuştur.”[117] der. Harîrîzâde de
Şâziliyye’nin “tedbîri iskât etmek” ve “cem’ alallah” esasları üzerine binâ
edildiğini belirtir.[118] Âmir
en-Neccâr ise, Şeyh Zerrûk’un bu temel esaslara “el-yakaza maa’l-ıstıbâr”ı[119] eklediğini
söyler.[120] Gümüşhânevî
de, “Şâziliyye tarîkatında asıl olan günahları bırakmak ve farzları yerine
getirmektir.”[121] değerlendirmesinde
bulunarak konuya net ve sade bir bakışla yaklaşır.
Öte yandan Şâzilî’ye göre insanın basiretini
kör eden, kalbini kapatan ve Allah yolunda ilerlemesini engelleyen bir takım
hususlar vardır. Bunların başında “ u- zuvlara Allah’ın yasakladığı günahları
işletmek, ibâdetlerde tasannûda bulunmak ve mahlûkâta tama’ etmek” gelir. Bu
nedenle Şâzilî, prensip olarak daha baştan bir bu üç engelin ortadan
kaldırılmasını şart koşar.[122]
Belirtilen bütün husûslara vâkıf olarak hareket
eden Şeyh Ahmed Zerrûk Usûl Risâlesi’de, Şâziliyye
tarikatının esaslarım fıkıh ilminde olduğu gibi ibâdet ve mu- âmelâta benzer
bir taksimle ikiye ayırmıştır. Aralarında müdâhaleler bulunmakla birlikte
bunlardan birincisi sâlikin kalbi ile, İkincisi ise sâlikin uyması gereken mu-
âmelât kuralları ile alakalıdır. Şimdi bunları ele alalım.
1-
Sâlikin Kalbini
İlgilendiren Esaslar
Zerrûk’a göre sâlik’in kalbini ilgilendiren
esaslar, aynı zamanda sâlikin kalbî yapısını ve Rabbi ile olan ilişkilerini
düzenleyen kurallardır. O, bunları Şâziliyye tarikatının ana esasları sayar ve
şöyle maddeleştirir:
a- Gizli olsun, açık olsun (ister kalpte
kalsın, ister aleniyete dökülsün) her zaman ve her yerde Allah’dan korkmak
(takvâ),
b- Söz ve davranışlarda Hz. Peygamberin sünnetine tam
bağlılık,
c- İkbal devrinde olsun, idbar döneminde
olsun halktan yüz çevirmek, onlardan medet beklememek,
d- Maddî ve manevî açıdan elimize geçen az
da olsa çok da olsa devamlı Allah’dan râzı olmak (rızâ),
e- Sevinçli anlarda da, kederli anlarda da sadece Allah’a yönelmek.[123]
Ahmed Zerrûk’a göre bu şartlardan takvâ, vera’
ve istikametle elde edilir. Sünnete tâbi olmak tahaffuz ve iyi ahlakla,
halktan yüz çevirmek sabır ve tevekkülle, rızâ hâlini gerçekleştirmek kanaat ve
tefviz ile, Allah’a yönelmek ise, varlıkta hamd ve şükür, darlıkta da yine
Allah’a sığınmakla gerçekleşir.[124]
Ahmed Zerrûk’un belirttiğine göre, Şâziliyye
tarikatında kalbin güçlenmesini ve insanın kemâle ermesinde müsbet âmil
olmasını sağlayan beş husus vardır. Bunlar şunlardır:
a- Himmetin yüceliği,
b- Hürmet sınırlarını koruyup haramlara dikkat etmek,
c- Hizmeti güzel bir şekilde yerine getirmek,
d- Ruhsat yolu varken azimet ve takvâyı sürdürmek,
e-
Ni’mete ta’zîm ve hürmet etmek.[125]
Şâziliyye tarikatı açısından bu hususlar çok
önemlidir. Çünkü himmeti yüce o- lanın derecesi yükselir. Allah’ın haramlarını
muhâfaza edenin hürmeti korunmuş olur, kendisine de hürmet edilir. Hizmeti
güzel yapana kerâmet vacip olur. Tesirli bir azimet sahibinin hidâyet üzere
oluşu devamlı olur. Ni’meti büyük gören, ni’met sahibine şükreder. Allah’ın
va’dine göre de (îbrâhim, 14/7), şükreden kendisine verilen nimetlerin
artmasını temin eder.[126]
Ahmed Zerrûk’un tesbîtine göre Şâziliyye
tarikatı mensûblarının yapması gereken bir takım muâmeleler vardır. Bunlar,
sâlikin şeyhi, arkadaşları ve nefsi ile olan ilişkilerini düzenlemesi
bakımından önemlidir. Uygulandıkları zaman yeni bir takım sonuçlar doğurdukları
için sırayla onların da gereğini yerine getirmek lâzımdır. Ayrıca, insanda
nefs bulunduğundan yapılması gereken bu muâmeleler, bünyelerinde çeşitli
tehlikeler de taşırlar. Zerrûk yapılış sıralarına göre bunları tertip etmiştir.
O’na
göre Şâziliyye muâmelâtınm esâsı şu beş şeydir:
a- Allah’ın emirlerini yerine getirmek için ilim tahsil
etmek,
b- Basiret (tabassur-kalp gözü) için şeyh ve ihvânla sohbet
etmek,
c- Haramlardan korunmak için ruhsat ve te’villeri
terketmek,
d- Kalb huzuru için vakitleri vird ve zikirle zabt u rabt
altına almak,
e- Nefsin heveslerinin sebeb olduğu manevî
ölümden kurtulmak için nefsi it- hâm etmek suretiyle melâmete yönelmek.[127]
Yapılacak bu muâmelelerin bir takım âfet ve
tehlikeleri vardır. Bunlardan sakınmak gerekir. İlim tahsil etmenin âfeti,
oğlanlarla sohbet etmek[128] ve
bildiğini herkese anlatmaktır. Şeyh ve ihvânla sohbetin âfeti, gurur ve bir
takım fuzûlî işlerle uğraşmaktır. Ruhsat ve te’villeri terketmenin âfeti, nefse
şefkat etmektir. Vakitleri vird ve zikirle emniyete almanın âfeti, amel ve
ibâdetlerin fazilet ve değerini gözde büyütmektir. Nefsi levm ile itham etmenin
âfet ve tehlikesi ise, onun hâl ve istikameti ile ünsiyet ve dostluk peyda
edip duruma alışmaktır.[129]
Bu âfetlerin hepsinin altında nefis yatar. Bu
nedenle nefsi tedâvî etmek lâzımdır. Nefsi tedâvî etmenin esâsı da şu beş şeye
dayanır:
a- Az yiyerek mideyi hafif ve boş tutmak,
b- Arız olan kötü durumlardan kurtulmak için Allah’a
sığınmak,
c- Kötü şeylerin vuku bulabileceği
yerlerden uzak durmak ve bu tip çevrelere yaklaşmamak,
d- Yalnızken olsun, insanlarla bir arada
iken olsun tevbe ve istiğfar etmek, Peygamberimiz’e salât u selâm okumak,
e- Allah’a götüren veya Allah’ın emirlerini
göstererek O’na yönlendiren kişilerle sohbet etmek.[130]
Zerrûk’a göre insanın vatanı takvâ olmalı ve
takvâ sının içinde durarak yaşamalıdır. Çünkü takvâ, nefsin kusurlarını kabul
etmeyip kendini beğenmesine, kuldaki haşyetullah duygusunun kaybolmasına ve
günahta ısrar etmeye mâni olur. Eğer takvâ kaybolursa insan kendini beğenir,
nefsinin kusurlarını görmez, günahta ısrar eder ve Allah’a olan saygısı gider.[131] Bu durum şu
beş hususu doğurur:
a- Câhilliği ilme tercih etmeyi,
b- Bağıran, azarlayan bir tavırla gururlanmayı,
c- Bir iş yaparken hiddetlenmeyi,
d- Tarikatta olmakla şeref ve üstünlük iddiâsma kapılmayı,
e- Şartlarım yerine getirmeden fetih ve feyz
kapılarının açılması için acele etmeyi.[132]
Ahmed Zerrûk’a göre tarikatın muâmelât esaslarına riâyet
etmeyen kimsede şu beş durum ortaya çıkar:
a- Bid’atı sünnete tercih etmek,
b- Hakk ve hakikat ehlini bırakarak ehl-i bâtıla uymak,
c- Gerek küçük gerek büyük olsun bütün
işlerde nefsânî arzu, hevâ ve hevesle hareket etmek,
d- Hakikatleri bir tarafa bırakıp faydasız ve fuzûlî işlere
talip olmak,
e-
Doğruluk ve samimiyetle ilgisi olmayan mesele ve iddiaları ileri sürmek.[133]
Bunlar
da şu beş yeni olumsuzluğun daha doğmasına neden olur:
a- İbâdetlerde vesveseye kaçmak,
b- Âdetlere dalıp gitmek,
c- Her zaman toplanmak ve sık sık dînî musikî (semâ)[134] dinlemek,
d- Mümkün olduğu kadar fazla insanın
kendisine yönelmesini arzu etmek ve teveccühü nâsa gönülden ilgi duymak,
e- Dünyâlık peşinde koşan adamlarla, kadınlarla
ve çocuklarla sohbet etmek ve bu sohbetlerden hoşlanmak.[135]
Ahmed Zerrûk’un belirttiğine göre, tarikatın
bütün esaslarını yerine getirdiğini varsayıp Allah ile manevî bir hal içinde
bulunduğunu iddiâ eden kimseler çıkabilir. Bu kimselerde aşağıdaki hallerden
birisi varsa o mutlaka yalancıdır.
a- Organları ile Allah’a karşı günaha
dalıp gitmek,
b- Allah’a itaatta tasannu’ ve riyâ yapmak, c- İnsanlarda
bulunan şeylere tama etmek, d- Allah dostlarını gıybet etmek ve onlarla ters
düşmek, e- Allah’ın emrettiği konularda Müslümanlara hürmet etmemek.
Zerrûk’a göre İslâm böyle kimseler için mühürlenir,
hayatlarını İslâm üzere tamamlayamazlar.[136]
Bütün buraya kadar sıraladığımız maddeleri gözden geçirecek
olursak, Şâziliyye tarikatının ana esasları ile ilgili şunları söylemek
mümkündür:
Şâziliyye usûlünde evrâd ve ezkârın büyük önemi vardır.
Sekrden çok sahv ve temkine itibar edilmektedir.[137] Bu yüzden nefis eğitimine yer
verilmekle birlikte rûh tasfiyesi ondan önde tutulur. Allah’ın emir âlemine âid
rûhu nefse hâkim kılmak sûretiyle kemâle ermenin ve Allah’a ulaşmanın mümkün
olacağı benimsenir. Tarikata girenleri bu hedefe ulaştırmak için Ebu’l-Hasan
Şâzilî’den beri devam eden bir cehdle çeşitli âdab, erkân ve usuller
geliştirilmiştir.
II- ŞÂZİLİYYE TARİKATINDA SEYR U SÜLÜK
Seyr lügatta “gezmek, yürümek ve gitmek”53
[138] mânâlarına
gelir. Tasavvufta ise, “cehâletten ilme, kötü ahlaktan övülen davranışlara
ulaşmağa ve Hakk’a ermek için yapılan mânevi yolculuğa”[139] denir.
Sülük lügatta “girmek, gitmek ve bir araya
dizilmek”[140]
anlamalarına gelir. Tasavvufta ise sülük, “Bir tarikata intisâb edip riyâzatla
iştigal ederek Allah’a ulaşmak ve huyları güzelleştirmek için şeyh tarafından
konan terbiye silsilesine girmektir.”[141]
İfâde ettikleri mânâlar bakımından birbirine
çok yakın olan bu iki ıstılah, tasavvuf literatüründe berâberce “seyr u sülük”
şeklinde kullanılmaktadır. Seyr u sülük, kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan
ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâde ile tasavvuf ve tarikata giren kimsenin
mânevî makamlarını tamamlayıncaya kadar geçirdiği safhalara verilen isimdir.[142] Seyr ve
sülük terimleri dilde birlikte kullanıldıkları gibi pratikte de birbirlerinden
ayrılmazlar. Sefer için yola düşmek ne ise seyr için de sülük aynı şeydir.
Allah’a ulaşmak için tutulan tarikat ve tasavvuf yolculuğunun evvelî sülük,
âhiri vusûldür. Bu yola girene de sâlik denir.[143] Sülük bir takım makam ve
mertebelerin seyr ile aşılması sonucunda tamamlanır. Bu mertebelerin her birine
âid vazîfe ve mükellefiyetler vardır. Sâlik bunları yerine getirmeden bir üst
mertebeye geçemez.
A- SEYR U SÜLÜK MERTEBELERİ
îbn lyâd’ın “Allah’a ulaştırmada kitap ve
sünnete uygun en kısa ve en kolay yol”[144] olarak ta’rîf ettiği
Şâziliyye tarikatında seyr u sülûk’un dört temel mertebesi bulunmaktadır.
Bunlar şöyle sıralanır:
4- Takrîb.[145]
Şâziliyye tarikatındaki bu dört mertebeyi îbn lyâd kısaca şöyle
açıklar:
O’na göre tevbe, tarikata girmezden evvel
yapılan bir temizlenme ameliyesidir. Daha önce işlenmiş olan hata ve günahlara
pişmân olup bir daha işlememeye söz vermedir. Binâ yapmak için arsa ne ise,
Şâziliyye tarikatına girmek için de tevbe aynı şeydir. Arsa ve arâzîsi olmayan
bina yapamayacağı gibi tevbesi olmayan da tarikata giremez.[146]
îbn lyâd’a göre istikâmet ise, tarikata giren
kişinin Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınarak günaha girmemeye özen
göstermesidir.[147]
Kur’ân’daki, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”[148] âyetinin
hükmünü yerine getirme gayretidir.
îbn lyâd’ın belittiğine göre Şaziliyye’de
tehzîb, tarikata giren kişinin bir takım güzel davranışlar kazanarak ahlâkını
süslemesi ve kalbini saflaştırarak Allah’ın tecellîlerinin inebileceği bir üst
haline getirmesidir. Değişik bir ifade ile devamlı inmekte olan tecellîleri
alıp onları muhafaza edebilecek hale gelmektir. Tehzîb, eski alışkanlıkları
bırakıp yeni bir takım alışkanlıklar kazandırmayı sağlayacak antrenmanlar
yapma anlamına gelen “tedrîb” ile elde edilir.[149] Bu açıdan başlangıçta
tehzîb’in i’tidâl üzere yapılması gereken samt,[150] uzlet,[151] savm[152] ve seher[153] olmak üzere dört rüknü
vardır.[154] Bu rükünler
daha çok fizîkî boyutludur. Zamanla bunlara havf, recâ, muhabbet, teveccüh,
ihlâs, vera’, zühd, rızâ, tevekkül, sabır ve şükür gibi kalbî boyutu olan
unsurlar eklenir. Bu nedenle Muhammed Zâfır, “Şâziliyye’de vusûl için en kısa
yolun teveccüh ve murâkabe[155] olduğunu
belirtmiştir.
Takrîb, tarikata sülûkun nihâî gayesi ve
sonucudur. İbn lyâd’a göre Allah’a yaklaşmayı ifade eder. Tevbe, istikamet ve
tehzîbin elde edilmesinden sonra gerçekleşir. Sâlik’in devamlı surette
Allah’ın huzûrunda olduğunu hakka’l-yakîn keşfetmesi ve Rabbânî tecellîlere
açık hale gelmesidir. Bu mertebeye ulaşan, sonuçta Allah’ın varlığı karşısında
kendinden geçerek fânî olur ve Rabbine vâsıl olup yine O’nunla bakâ bulur.[156]
Bu makamda, “Görünmeyen kudretinin ve
sırlarının eserlerini Allah Teâlâ’nın kalplerde görünür hale getirmesi ve bunu
kuluna hissettirmesi” anlamına gelen[157] bir takım tecellîler zuhûr
eder.
Seyr u sülük mertebelerini geçme işinde kulun
kesbi etkilidir. Ancak takrîb makâmında gerçekleşen tecellîler ise vehbîdir.
Îlâhî kaynaklı olup Allah’ın lütfü ile zuhûr ederler. Aslında top yekûn hayat
ve varlık Allah’ın tecellîsinden ibârettir. Fakat insanın bu tecellîleri künhü
ile idrak etmesi mümkün değildir. Çünkü tecellîler Allah’ın zâtını işâret
ederler, Allah’ın zâtını ihâta etmek ise imkansızdır. Cenâb-ı Hakk sadece
tecellîleriyle zâtını farkettirir. Kulun bunu algılaması da isti’dâdına
göredir. “İsti’dâdı küllî olana ızhâr-ı sırr-ı zât küllî olur, cüz’î olana da
cüz’î olur.”[158]
Sâlikte seyr u sülük esnâsmda algıladığı
tecellîlere göre bir takım haller zuhûr eder. Bu haller başlangıçta
değişkendir. Sâlik’in tedrîb ve tehzîbine bağlı olarak zamanla sabitleşir ve
makam adını alırlar.[159] Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin sözlerinde geçen belli başlı hallere fenâ-bakâ,[160] cem-fark,[161] havf-recâ[162] ve kabz-bastı[163] ömek olarak
verebiliriz. Ancak elimizde bu halleri Şâzilî’ye göre sistematik bir şekilde
anlatacak yeterli bilgi olmadığı için, sadece adlarını ve geçtikleri yerleri
dipnotlarda belirtmekle yetiniyoruz.
B- TARİKATA ÎNTİSÂB ŞEKLİ
întisâb, tarikata girme işlemini anlatmak için
kullanılan bir terimdir. Sülük, bey’at ve mübâyaa kelimeleri de aynı ma’nâyı
ifade etmek için kullanılır.[164]
Şâziliyye tarikatında tarikata girmek için iki
rüknün bulunması şarttır. Bunlardan biri tevbe, diğeri de irşâd ehliyeti olan
kâmil bir mürşiddir.[165] Bu iki
rükün bulunduktan sonra sağlıklı bir intisâb için mütâreke ve mutâbaat
lâzımdır. Mütâreke şeyh ile mürîd arasında gerçekleşen karşılıklı bir anlaşma
ve bey’attır. Mutâbaat ise müridin bu anlaşmaya uyması ve şeyhini severek onun
verdiği görevleri yerine getirmesidir.[166] Şeyhin vereceği görevlerin
başında Şâzilî’nin duâ ve ahzâbı gelir. Bunları okumaya özen gösteren sâlik
seyrini çabuk tamamlar. Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî bu husûsu ifade etmek için,
“Bize olanlar bizim ahzâbımızı okuyanlara da olur.”[167] demiştir.
Şeyh Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493)’a göre
Şâziliyye tarikatında intisâb, ahid alma yoluyla olur. Bu da musâfahaya,
verileni hüsn-i kabûl ile karşılamaya ve mutâbaata dayanır. Ayrıca ona göre
intisâb, kendisine uyulanı yücelterek şiâr kabul etmektir. Müntesib, intisâb
ettiği şahsa devâmlı bu nazarla bakmalıdır.[168]
İbn lyâd, tarikata girme konusunda şeyhin
mürîdliğe kabûlünü esas saymış, bu nedenle şeyhin müridine sened ve zikir
telkin etmesini tarikata kabul şartı olarak yorumlamıştır. Bu görüşünü
delillendirmek için eserinde “Faslün fî telkîni’s-sened ve’z-zikr” adında bir
başlık açmıştır.[169] Ayrıca,
“Bir velîye intisâb eden kişinin tarikatın usûl ve furûunda şeyhine benzemeye
çalışması ve onu Allah’a açlan bir kapı bilmesi şarttır.”[170] diyerek, intisâbm müride
yönelik kısmına dikkat çekmiştir.
Şâziliyye tarikatında temeli şeyh ile mürîd
arasındaki sözleşmeye dayanan intisâb ve mübâyaa, zaman içinde oluşan
merasimler çerçevesinde icrâ edilmek süreriyle yukarıda belirttiğimiz şartların
hepsi bir araya toplanmıştır. Bu merasim genellikle şöyle gerçekleşir:
Mürîd ile şeyh karşılıklı olarak otururlar. Bu
sırada mürîd iki diz üstü gayet terbiyeli bir şekilde durur, şeyh de müride
tarikatın gayesini ve özelliklerini anlatır. Mürîd önce, Fâtihâ’dan sonra
birinci rekatında Kâfirûn ve İhlas, ikinci rekatında Muavvizeteyn sûreleri
okunan tevbe namazını kılar. Arkasından tevbe ve istiğfar edilir, hemen
peşinden tecdîd-i îman yapılır. Bundan sonra şeyh tarikat silsilesini sayar ve
mürîdden Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi şeyh kabul ettiğine dâir söz alır. Bu silsile
üzere Hz. Peygamberden Hz. Ali ve Ebu’l-Hasan Şâzilî vasıtasıyla kendisine
kadar ulaşan zikri müride telkîn eder. Bunun için yüksek sesle üç defa “Lâilâhe
illallah” diyerek kelime-i tevhîdi söyler ve bunu müridine de tekrarlatır.
Sonra mürîd yüzer defa “Esteğfırullah, Sübhânellah, Elhamdülillah, Lâilâhe
illallah ve Allâhu ekber” diyerek tesbîhat yapar. Tesbîhat bitince de şükür
secdesinde bulunur, böylece tarikata girmiş ve dînini tamamlamış olur. En
sonunda şeyh yeni müridine duâ eder ve ona okuması gereken virdleri verir.[171]
Şâziliyye
tarikatında şeyh tarafından müride ta’lîm edilen ihtidadaki ders şudur:
Yüz defa “Estağfırullah”. Yüz defa “Allahümme
salli ala Seyyidinâ Muhammedin abdike ve Nebiyyike ve
Rasûlike’n-nebiyyi’l-ümmiyyi ve alâ âlihî ve sellim”. Yüz defa “Lâ ilâhe
illallah”.[172]
Şâziliyye
tarikatında zikir telkîni ferdî olduğu gibi toplu da yapılabilir.[173]
Şeyhin müridine zikir telkîn etmesi ve müridin
de bunu kabullenmesine tarikatı alma anlamına “ahzü’t-tarîka” denir. Ahzı
gerçekleştirme yani tarikatı alma esnâ- sında yapılan üç işlem vardır.
Bunlardan ikisi ahzm aslî unsuru diğeri ise teberrük amaçlıdır. Asli olanlar
musafaha ve zikir telkîni, teberrük için olan ise hırka giydirme veya püskül
takmadır.[174] Tek başına
bu ahz işleminin gerçekleşmiş olması, tam anlamıyla müridin tarikatı aldığı
anlamına gelmez. Şâziliyye tarikatını gerçek anlamda ahzetmiş olmak için
yukarıdaki işlemlere ilâveten şu üç hususun da elde e- dilmesi lazımdır:
1- Tarikatın söz ve düşüncelerini almak: Bu iş
tarikatın önde gelen şeyhlerinin oluşturduğu kitapları ve külliyâtı okumak,
onların sözlerini öğrenmekle gerçekleşir. En kısa yolu ise sohbettir.
2- Tarikatın dirây etini almak: Bu da okunan kitapların,
öğrenilen söz ve düşüncelerin hazmedilmesi ile gerçekleşir.
3- Tedrîb ve tehzîbi almak: Bu da, tarikata girince yapılması
gereken alıştırma ve mücâhedeleleri öğrenerek bunları yapmak, böylece
müşâhedeye ulaşıp fenâ ve bakâyı elde etmek ve bu kazanmalarla başka insanlara
hizmet götürmek sûretiyle gerçekleşir. Kısaca bilginin fi’liyâta
aktarılmasıdır.[175]
Sonuç olarak îbn lyâd’m belittiğine göre
Şâziliyye tarikatına intisabın gerçekleşmesi için en azından mürîd ile şeyh
arasında şu üç umdenin tahakkuk etmiş olması şarttır:
1- İhtidâ ile berâber sahih bir sohbet,
2- İktidâ ile birlikte sâdık bir muhabbet,
3- Şeyhin zikir telkini,[176]
C-
SEYR U SÜLÛKA VÂSITA OLAN UNSURLAR
Dînin zâhirî yönünü teşkil eden şeriat ile
bâtını yönünü teşkil eden tasavvuf ve tarikatların gayesi, mensuplarını Allah’a
ulaştırmaktır. Allah’a gitmek ve O’na u- laşmak, kendi kendine gerçekleşecek
bir husus değildir. Bu sebeple Kur’ân-ı Ke- rîm’de “Allah’a varmak için vesileye sarılın.”[177] buyrulmuştur.
Tasavvuf ve tarikatlar açısından vesile, sâliki
hedefine götüren vâsıta demektir. Pek çok şey, sâliki Rabbine ulaştırmak için
vâsıta olabilir. Bu nedenle Ebu’l-Hasan Şâzilî sözlerinde yer yer seyr u sülûka
vâsıta olan unsurlara değinerek ibâdet, tevbe, zikir ve uzlet gibi hususların
Allah’a giden yolda erdirici ve ulaştırıcı rol oynadığını belirtir. Ebu’l-Hasan
Şâzilî’den sonra ise, gelişmesini ve sistemleşmesini sürdüren Şâziliyye usûlü
içinde bunlara “esbâb-ı vusûl” dendiğini[178] ve tarikatın amelî yönünü
oluşturduğunu görüyoruz.[179] Bu
amellerin temelinin ne olduğunu İbn Sabbâğ’ın Ebu’l-Hasan’dan naklettiği
sözlerden öğreniyoruz. Bu sözlerden birisi şudur: “Allah’a giden yolu
kolaylaştıran iki husus vardır. Bunlar, ma’rifet ve muhabbettir.”[180]
Bu söz, seyr u sülûkun iki yönüne dikkat
çekmektedir. Bunlardan birincisi, cüz’î kısmı kulu ilgilendiren ma’rifettir,
ağırlıklı olarak Allah’a âiddir ve vehbîdir. İkincisi ise muhabbet olup daha
çok kula âiddir ve kesbîdir. Bu nedenle Şâzilî aynı sözün devâmında “Bir şeyi
sevmen gözleri kör, kulakları sağır eder.”[181] diyerek, Allah’a vuslat için
gösterilecek sevginin derecesini belirtir. Konuya açıklık getiren bir başka
sözünde şunları söyler:
“Allah’a giden yolda ilerlemek için dört önemli
şey vardır. Kim bunların hepsine mâlik olursa muhakkik sıddîklar zümresine
girer. Üçünü elde eden mukarreb velîlerden olur. İkisini gerçekleştiren îkâna
ulaşmış şâhidlerden sayılır. Birini yapabilen de Allah’ın sâlih
kullarındandır. Bu dört şeyin birincisi zikirdir, bisâtı (yaygısı, kökü,
şartı) amel-i sâlih, semeresi ise kurtuluş ve zaferdir. İkincisi tefekkürdür,
bisâtı sabır, semeresi ise ilimdir. Üçüncüsü fakrdır, bisâtı şükür, semeresi
ise nimetin artmasıdır. Dördüncüsü muhabbettir, bisâtı dünyâya ve dünyayı
sevenlere buğzetmek, semeresi ise gerçek sevgiliye kavuşmaktır.”[182]
Şâzilî’nin bu ifâdelerinden anlaşıldığına göre,
esbâb-ı vüsûl cümlesine dâhil o- lan amellerden herhangi birini yapmak, yeni
sonuçların doğmasını ve bir takım semerelerin elde edilmesini sağlamaktadır.
Meselâ, yukarıda tefekkürün sabrı gerektirdiği, sabrın da ilmi elde etmeyi
sağladığı ifâde edilmiştir. Buna bakarak her amelin bir sonucu olduğunu
söylemek mümkündür. Ancak bunları tasnif ederek hangi amelin hangi neticeyi
verdiğini tek tek belirtmemiz zordur. Bu işin zorluğu Şâzilî’nin şu cümlesinden
anlaşılıyor:
“Arzun ve gayretin tevbe, takvâ ve hazer
üçlüsüne yönelik olsun. Bunları da zikir, istiğfar ve Allah’a ibâdette susma
üçlüsü ile kuvvetlendir. Bu altı şeyi koruyan kale ise, hubb, rızâ, zühd ve
tevekkül dörtlüsüdür.”[183]
Bedenî amellerin her birinin kalbde nasıl bir
etki meydana getirdiğini ve hangi sonuçları doğurduğunu tek tek bilmek mümkün
değil ise de, Şâzilî’nin bu sözlerinden hareketle bedenî amellerin kalbde
Allah’a ulaştırıcı bir takım yollar açtığını söyleyebiliriz. Abdülkâdir Isâ bu
durumu, amellerin kalbe yansıması olarak yorumlar. Çünkü ona göre Allah’a
giden yollar, salikin amelleri ile kalbine kazandırdığı fonksiyonlar sonucu
açılır. O, bunlara, “tarîku’l-vusûl illallah” adını verir.[184]
Abdulkadir îsâ’ya göre Şâziliyye tarikatındaki
bedenî ameller sonucu kalbin kazandığı bu vusûl yollarının başhcaları
şunlardır: Muhâsebe, havf, recâ, sıdk, ihlâs, sabır, vera’, zühd, rızâ,
tevekkül ve şükür.[185]
Şeyh Ahmed Zerrûk ise mürîdi mutlu sona
ulaştıracak amelleri el-Ümmehât i-
simli risalesinde şöyle sıralamaktadır:
1- İfrata düşmeden farzları yerine getirmek ve haramlan
terketmek sûretiyle takvaya sarılmak,
2- Sebeblere riâyet edip onları yerine getirmek (Fizik ve metafizik
kanunlarının zıddına hareket etmemek),
3- Eşyâya karşı teyakkuzda olmak,
4- Ma’rifet ve ilim ehli ile sohbet etmek,
5- Gaflet ve gurur içinde bulunan meşhur kimselerden uzak
durmak,
6- Âdabı yerine getirmek,[186]
8- Dünyada, kendinden ve Rabbinden başka bir şey görmemek,
9- Davranışlarda tekellüfu terketmek,
10- Kalbi zikir ile i’mar ve ihyâ etmek,[187]
Sonuç
olarak yapılması gereken bu amellerin sayısını çoğaltmak mümkündür.
Tevbe lügatta, pişmanlık duyma, nedâmet etme ve
geriye dönme mânâlarını taşır. Tasavvuf ve ıstılahta ise tevbe şu mânâlara
gelir:
a-
Kötü ve günah işlere pişman olup Hakk’a yönelme,
b- Kalpten gelen kötülüklerin tazyikine rağmen,
onları işlememek için Allah’a yönelme. Bu çeşit tevbe, bir noktada kötülüklerin
tasallutuna karşı Allah’a sığınmadır.
c- Tevbe şahıslara göre değişiklik arzeder.
Kâfirin tevbesi, küfürden îmânâ dönmek; fasıkın tevbesi, kötü işlerden
uzaklaşıp iyi işlere yönelmek; velî ve nebilerin tevbesi de mâsivâdan yüz
çevirip Hakk’a rücû’ etmektir. Kısaca avâm günahtan, havâs gafletten tevbe
eder.[188]
İstiğfar lügatta, örtme, örtbas etme ve gizleme
anlamlarına gelir. Istılahta ve tasavvufta ise, hata ve günahların Allah
tarafından af ve mağfiret edilmesini istemeyi ifade eder. Kulun, “Allah’ım beni
affet” diye yalvarmasıdır.[189]
Tevbe ile istiğfar, geçmiş günahlardan
kurtulmanın birer merhalesidir. Çünkü günahların affolması için iki unsur
lâzımdır. Birincisi pişmanlık duyma, bir daha o günahı işlememeye karar verme
ve yaptığı kötülükten geri dönmedir. Bu, affedilme çabasının birinci kısmıdır
ki, tevbe ismini alır. İkincisi ise duyduğu pişmanlığı Allah’a arzedip af
talebinde bulunmaktır, bu da istiğfardır. Tevbe hâl ile, istiğfar kâl iledir.
Kısaca tevbe ile istiğfar birbirinin tamamlayıcısıdır. Bunlardan birini diğerinden
ayrı düşünmek mümkün değildir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî tevbe ile istiğfarın bu
bağlantısına dikkat çekerek, “Seni Allah korkusuna götüren ve kendisinden
nefret ettirerek bir daha onu işlemekten seni tiksindiren günah için ayrı bir
cezâ bekleme. Çünkü cezâ olarak pişmanlığın ve yaptığından nefret etmen
vardır.”[190] der. Hz.
Peygamber’in günahsız olduğu halde günde yüz defa istiğfar ederek makamını
yükselttiğini belirten ve istiğfarın tevbeyi kuvvetlendirdiğini ileri süren
Şâzilî mürîdlerine, “İstek ve gayretiniz takvâ ve tevbeye yönelik olsun. Onu da
istiğfar ile kuvvetlendirin.”[191]
tavsiyesinde bulunmaktadır. Konuya bu açıdan yaklaşıldığı zaman yapılan her
tevbe ve istiğfarın kalplerden bir perdenin kalkmasına vesîle olduğu
anlaşılıyor. Tevbenin bu öneminden olacak ki, Şâziliyye tarikatında tevbe,
seyr u sülûkun başlangıcı kabul edilir.
Atâullah İskenderî, Şâziliyye’de tevbenin
önemini belirtmek için kaleme aldığı Tâcü’l-arûs
isimli eserinin daha başında, “Allah’a kavuşmanın birinci basamağı
samimiyetle yapılan tevbedir. Bu yapılmadıkça ondan sonraki amellerin hiç
birisi kabul değildir.”[192] demektedir.
Bu nedenle tarikatların çoğunda olduğu gibi Şâziliyye’de de tarikata tevbe ve
istiğfarla girilir.[193] Binâ için
toprak, yaşamak için gıdâ neyse tarikat ve tasavvuf makamlarında yükselmek için
tevbe ve istiğfar da aynı şeydir. Tevbe ve istiğfarı olmayanın makam ve hâli de
yoktur.[194]
Îskenderî’nin Tâcii’l-ârûs’da
belirttiğine göre özetle tevbe, insanın günahlarından arınmasını
sağlayan bir ilaçtır. İnsandan bir günah sâdır olduğu zaman kalbinde de bir
kararma hâsıl olur. Bu kararma önce kalp katılığı, acımasızlık ve zihin bulanıklığı
gibi insanı fıtrî yapısından uzaklaştıran haller ile kendini hissettirir. En sonunda
îmânı bile kaybetmeye kadar götürür. Bu durumdan kurtulmanın yolu samimiyetle
yapılan tevbeden geçer. İskenderî’ye göre insanın samimî ve şuurlu bir şekilde
tevbe etmesi için yapması gereken iki tane ön hazırlık vardır. Bunlardan birincisi
tefekkür ile kendi aczini anlamak, İkincisi ise muhâsebede bulunmaktır. Tefekkür
ümitsizlik ve çaresizliği ortadan kaldırır, Allah’a güveni ve ma’rifeti
arttırır. Muhâsabe de, insanın yaptığı iyilikleri ve kötülükleri görmesini
sağlar. Yapılan iyilik ve güzelliklere muvaffak ettiği için Allah’a şükretmek
gerekir. Bu şükür aynı zamanda iyiliklerin ve güzel davranışların devâmını
talep niteliği taşır. Diğer taraftan muhâsebe sonucunda kötülüklerin
kaynağının nefis olduğu anlaşılır. Tevbe için bir fırsat yakalanmış olur. Bu
durumda hemen günahlara tevbe edilmelidir. Çünkü tevbe de Allah’ın bir
lütfudur. Onu dilediğine nasîb eder ve verir, dilediğine de vermez.[195]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, “Allah’a isyân etmemeye
azmet. Buna rağmen isyân edersen de hemen Allah’a istiğfarda bulunup
bağışlanma dile.”[196] diyerek,
tevbenin hangi şartlarda ve ne zaman yapılması gerektiğini belirtir. Ayrıca
“Şehvete her yönelişini ve hevânın ifsâd ettiklerini tevbe ile ıslâh et.”[197] sözü ile de
sık sık tevbeye mürâcaat edilmesi gerektiğini, tevbenin ıslâh edici ve
düzeltici fonksiyonu bulunduğunu işâret eder.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre kendisi de sık
sık tevbe eden Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tevbe cümlelerinden birisi şudur: “Yâ
Rabbî sana tevbe ediyorum, beni günahlardan vazgeçir, başlangıçtaki temiz
hâlime döndür. Bana mukayyed ol, günahlara karşı mücâdelede beni kuvvetlendir.
Bana yardım et ve beni doğruda sâbit kıl. Beni koru. Halkın huzurunda beni ört
ve günahlarımı gizle. Rasûlünün katında da beni rezîl etme.”[198]
Şâzilî bu duâyı yaptıktan sonra, cümlelerinde
Allah’dan korkmayıp da ayıplarını kullarına göstermesinden ve insanlar
arasında rezîl olmaktan korktuğunu ifâde eden ibâreler geçtiği için, “Acaba ben
müşrik mi oldum?” diye kendi kendini sorgulamaya başlar. Ancak insanların
kendisine hiçbir zarar ve fayda veremeyeceklerini, hangi şartlar altında,
hangi niyetle tevbe ettiğini en iyi Allah’ın bilebileceğini ve kalbinin direk
Allah’la irtibatlı olduğunu göz önünde tutarak bu handikaptan çıkar. Kalbin
Allah’a olan bağım kesip sırf insanlara rezîl olmaktan korkmayı ise, şirk
alâmeti sayar. Şirke düşmek günah işlemekten daha kötü bir durumdur. Şâzilî’ye
göre günahla şirk arasındaki bu ince bağlantıyı çözemeyenlerin şirke düşmesi
çok kolaydır ve her günahta şirke giden bir yol bulunmaktadır. Bu açıdan günah
işlemenin kuralı, daha baştan, işlenen günahın Allah katındaki sonucuna
katlanıldığı gibi insanlar nezdindeki sonucuna da katlanmayı kabul etmektir.
Çünkü ona göre bizzat günahın kendisi inşam dinden çıkarmaz, günah işleme
ânındaki veya daha sonraki niyet ve tavırlar insanı dinden çıkarır.[199] Çünkü
günahları gizlemek için yapılan ilave çabalar, yalan, iftira ve şirk gibi yeni
yeni günahların doğmasına neden olur.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre tevbenin kabul
olmasının en önemli şartı Allah’a teslimiyet ve rızâdır. Şâzilî bu konudaki
görüşlerini ifade etmek için şunları söyler:
‘"Nefsini nzâ kapısına at, kendi azim ve
irâdenden sıyrıl ki, tevben Allah’ın tevbesiyle birlikte senin olsun. Çünkü
Cenâb-ı Hakk “Samimiyetle tevbe ettikleri için
Allah onların tevbelerini kabul etmiştir.”[200] buyurarak
tevbenin nasıl yapılması gerektiğini açıklamaktadır.”[201]
Sûfîler yapılış maksadına ve neticesine göre
tevbeyi üçe ayırmışlardır. Buna göre cehennem ve azap korkusuyla yapılana
“tevbe”, cennet ve sevap arzusundan doğana “inâbe”, sırf Cenâb-ı Hakk’m
rızâsını kazanmak için yapılana da “evbe” denir.[202] Ebu’l-Hasan Şâzilî de, “Tevbe
ma’siyetullahdan, inâbe ise Allah’a itaatten Allah’a yönelmedir.”[203] diyerek,
sûfilerin yaptıkları genel tasnifi benimsediğini ifâde etmektedir.
Şâzilî, “İstikâmet konusunda takvâ seni
fevtedince sen tevbe ve inâbeyi fevtetme.”[204] tavsiyesinde bulunarak,
takvânın ba’zan insandan uzaklaşabileceğim belirtir. Bu sırada insan
istikametten ayrılıp hataya düşebilir veya düşmeyebilir. Fakat böyle durumlarda
önemli olan asıl iş, tevbe ve inâbeyi bırakmamaktır.
Şâziliyye tarikatında tevbe ve istiğfara bu
kadar önem verilmesinin sebebi, Kur’ân ve sünnette onlara verilen değerden
kaynaklanır. Çünkü tevbe ve istiğfarın vücûbu âyet ve hadislerle açık bir
şekilde belirtilmiştir.[205] Bu sebeple
tasavvufta tevbe ve istiğfar için belli bir zaman, şekil ve usûl kaydı
konmamıştır. Herkes her zaman gönlünden geldiği gibi tevbe edebilir. Ancak
Allah’ın rahmetinin tecellî ettiği mübârek gün ve geceleri gözetmede ve
mübârek mekanları seçmede fayda vardır.[206] Tevbe ederken Allah’ın
huzuruna layık edep takınmak lazımdır. Şâziliyye tarikatında da tasavvufun
tevbe ile ilgili genel kuralları aynen geçerlidir. Bunun için ayrı bir tevbe
mecbûriyeti getirilmeden müridin günlük zikrine yüz adet “estağfirullah” dâhil
edilmiştir.[207]
Lügatta ibâdet, tapma ve kölelik yapma
anlamlarına gelir. Tasavvufta ise sâlik’in seyr u sülûkunu tamamlamak için
gösterdiği çabadır.[208]
Tehânevî âbid ve ubûdiyet konusunu işlerken, üç
maksat için ibâdet yapıldığını belirtmektedir. Buna göre ibâdet şu üç husustan
birisi için yapılır:
a- Cehennem korkusu veya cennet arzusu,
b- Sırf Allah emrettiği için,
c- Allah’a karşı aşk, şevk, heybet ve celal duygusu.[209]
Kulluk manasına gelen ubudiyyeti Şâzilî,
“Ubûdiyet, Allah’ın emirlerine sımsıkı yapışmak, yasaklarından kaçınmak,
şehvetleri terketmek ve şuhûd lyânı dilemektir.”[210] diye ta’rif eder.
Şâzilî’ye göre ubûdiyetin gerçekleşmesinde
Allah’ın kuluna ikrâmı ve ibâdeti sevdirmesi önemlidir. Allah’ın yardımı ve
lütfü olmaz ise insanın kendiliğinden ibâdete yönelmesi zordur. İsyân da
böyledir. Zîra Cenâb-ı Hakk, şeytana isyân etme imkanı vermiş, o da, bile bile
şuurlu bir şekilde bu imkanı kullanmıştır. Bu nedenle Kur’ân’da şeytanın
Allah’a, “Rabbim beni saptırdığın için
yeryüzünde insanlara fenâlıklan güzel göstereceğim.”[211] dediği
bildirilmiştir. Bununla bağlantılı olarak Şâzilî, ibâdete yönelmeyi Allah
katında önemsenmeye işâret sayarak isyân ve kulluk konusundaki fikirlerini
şöyle ifâde eder:
‘‘Eğer Allah kuluna ikramda bulunursa harekât
ve sekenâtında ona ubûdiyetten pay ayırır ve nefsinin hazlarını örter. Böylece
kul Allah’a ubûdiyete ve bunun altındaki örtülü hazlara yönelmeye başlar.
Takdir edilen nefis payları cerayân etse bile onlara iltifat etmez. Sanki o,
başka şeyle meşgul edilerek nefsin hazlarına karşı u- zaklaşmış gibidir. Fakat
bir de Allah kulunu önemsemedi mi, kula harekât ve sekâtında nefsinin
bazlarından pay ayırır, kendisine ubûdiyeti kuluna örter. Bunun üzerine kul da
şehvetlerine yönelir. Zahirde kulluk yapıyor gibi olsa bile gerçekte Allah’a
ubûdiyet ondan uzaklaşmıştır.”[212]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, ibâdet deyince akla sadece
beş vakit namaz gelmemesi gerektiğini belirtir. Bu nedenle o, “Gerçek manâda
âbid olanların ibâdetlerini, namaz, oruç, hacc, zekât, zikir, fikir, tilâvet,
duâ, istiğfar, tazarru’, ağlama, insanlardan u- zaklaşma ve helâl yoldan rızık
tahsili üzerine binâ ettiklerini”[213] söyler. O’na göre bu
ibâdetlerin herbirinin ayrı bir vakti vardır ve vakitli ibâdetlerin hiçbiri
te’hîr e- dilmemelidir. Çünkü ibâdetlerde vaktin, vakitlerde de ibâdetin ve
kulun hakkı bulunur. Te’hîr edildiği takdirde bu haklar zâyî edilmiş olur ve
kul te’hiri nisbetinde cezâya çarptırılır. O vakitte kendisine ayrılan maddî ve
ma’nevî her türlü nasibden mahrum kalır.[214]
Şâzilî açısından sülûkun aslı ubûdiyettir. Bu
nedenle tasavvufu “ nefsi ubûdiyete alıştırma” ilmi olarak ta’rif etmiştir.[215] Bu konuda
kendi hayâtından örnek vermiş, “İlmimin artması, muhabbet ehlinden olmam,
kalbimin ve bedenimin nurlanması gibi faydaları Allah’a ibâdet ve tâatta
bulunmakla elde ettim.”[216] demiştir.
Ancak ona göre bu faydaların temini için de ubûdiyette sıdk önemlidir. Çünkü
sıdkı gerçekleştirenler hakkında Cenâb-ı Hakk, “(Ey şeytan), senin benim (sâdık) kullarım üzerinde nüfûzun olamaz.”[217] buyurmuştur.[218]
Şâzilî’ye göre sülük ve seyrin en büyük bölümü
amelle olur. Bu amellerden en önemlisi ise namazdır. Her şeyi ölçen bir âlet
olduğu gibi insanın nefsânî duygularım da ölçüp gösteren bir âlet vardır. Bu
da namazdır. Şâzilî bu görüşünü, “Nefsini namazla ölç.”[219] diyerek belirtir. Öte yandan
sâlikin beş vakit namazda cemaate devamını, seyri kolaylaştırıcı bir unsur
olarak sayar. Aksi bir durum için şunu söyler: “Bir fakir (derviş), beş vakit
namazını cemaat ile kılmak azminde değil ise boşuna yorulmasın. Çünkü umduğunu
bulamaz.”[220]
Şâzilî açısından ameller içinde namaz ne kadar
önemli ise, namaz içinde de secde o kadar önemlidir. Çünkü ona göre, “Secde
Rabbin ahkâmını kalbe iz’ân e- der.”[221] Bu itibarla secde seyr u
sülûkta mühim bir yer tutmaktadır.
Şâzilî, insanın kemâle ermesinde mühim rol
oynayan ibâdet ve amellerin dört merkez üzerine binâ edilmesini şart koşar.
Bunlar îmân, muhabbet, ihlas ve hayâdır. îman sıdk ile, muhabbet havf ile,
ihlas ilimle ve hayâ da ta’zîm ile gerçekleşir.[222] Kur’ân’a göre, bu
şartlara uygun yapılan “güzel ameller
kötülükleri yok eder.”[223] Kötülükleri
yok edici en önemli amel ise, beş vakit namaz ibâdetidir. Bu nedenle Şâzilî,
“Fiil ve davranışlarınızdaki pislikleri yok etmesi için beş temizleyiciye sanlın.
Bu beş temizleyici, beş vakit namazdır.” der.[224]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin belirttiğine göre
insanın bütün ömrünü ibâdetle geçirmesi mümkündür. Bunun için hayattan
kopmasına ve sırf ibâdetle meşgul olmasına gerek yoktur. Hâlis niyetle i’tidâl
üzere yaşanan bir ömür ibâdetle geçmiş demektir. Şâzilî bu konudaki fikirlerini,
“Sıddıkların ibâdeti ondur. Bunlar, yemek, içmek, giymek, binek kullanmak,
nikahlanmak, ev-bark sahibi olmak, her şeyi Allah’ın emrettiği gibi yapıp
israfta bulunmamak, Allah’a ibâdet etmek, O’na şirk koşmamak, şükretmek,
başkalarını incitmemek ve iyilikleri yaymaktır.”[225] diyerek açıklar.
3- Zikir
Lügat itibariyle zikir, bir şeyin zihinde
tutulup unutulmaması, hatırlanması ve anılmasıdır.[226] Bütün tarikatların
üssü’l-esası olan zikir, tasavvufta şu hususları ifade eder:
a- Kesret alemine dalıp nisyân ve gaflet haline
düşmemek için Allah’ı anmak, hatırlamak ve O’nu unutmamak,
b- “Allah” kelimesini veya “Lâ-ilâhe illallah”
cümlesini söylemek ve tekrarlamak,
c- Zikir, vird ve hizip mânâsı taşır. Belli
peryodlarla dilde tekrar edilen duâdır. Tarikat ehlinin belli kelime ve
ibâreleri belli zaman aralıklarıyla, belli sayıda söylemeleridir,
d-Tarîkat ehlinin veya sûfî cemaatlerin, bir
yerde toplamp şeyh veya halîfesinin gözetiminde (Allah, hû, hay gibi) belli
ifadeleri, tesbit edilen hareket düzeni içinde söylemeleridir.[227]
Kur’ân’ın ısrarla üzerinde durduğu konulardan
biri de zikirdir. Zikir kelimesi müştaklarıyla birlikte Kur’ân’da 256 yerde
geçmektedir. Bu âyetlerden bir kısmı zikrin yapılması konusundaki hükme delil
olurken, bir kısmı da faydasına işaret eder. [228]
Kur’ân ve sünnetteki verilere dayanarak,
Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye tarikatı zikre büyük önem vermiştir. Maddî ve
ma’nevî bir çok hayrın te’mîni, belli şartlar dahilinde yapılan zikre
bağlanmıştır. Ebu’l-Hasan Şâzilî bu durumu, “Eğer zengin olmak istiyorsan,
nefsin âfakî hâdiselerinden uzaklaşıp sırrı gözeterek ve hem cinslerinle
(mahlûkatla) münâsebetlerinde suskunluğa yapışarak Allah’a iltica ve iftikâr
içinde zikir kapısını döv.”[229] sözleriyle
dile getirir.
Şâzilî’ye göre sâlih kul olmanın yolu da
zikirden geçer. Bu sebeple, “Zikir için dilini, tefekkür için kalbini ve
Allah’ın emirlerine uymak için bedenini boşalt.” der.[230] Çünkü bunu yapamayan kişinin
diline zikir ağır gelir, sözlerinin çoğu boş veya şerre yönelik olur, âzalan
şehvete dalar ve maslahatını düşünecek fikir kapısı kapanır. Bu hal insanın
günahlarının büyüklüğüne ve kalbinde nifak bulunduğuna işârettir. Kurtuluş için
hemen tevbeye yönelmesi Allah’ın emirlerine yapışması ve dinde ihlaslı olması
gerekir.[231]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre kaynağı ve yapılış
sebebi itibariyle dört türlü zikir vardır. Bunlar şöyle sıralanır:
1- Kişinin zikrettiği zikir: Kişi neyi hatırladıysa onu
zikreder. Bu tür zikir daha çok avâma mahsus olup sahibinin korktuğu şeyleri
uzaklaştırır, gafleti kovar.
2- Kişinin kendisi ile zikrettiği zikir: Bu tür zikir daha çok
zikirden evvel hatırlanan ve kişiyi zikre götüren sebeplerdir. Bunlar azap,
ni’met, kurb, bu’d ve Allah olabilir.
3- Kişiye zikrettiren zikir: Bunlarda kişinin hasenâtı veya
seyyiâtıdır. Kişi bu durumda daha fazla iyilik yapmak veya seyyiâtını
temizlemek için zikreder.
4- Kendisi ile sana zikrettirdiği zikir: Bu zikir türü,
Allah’ın kulunu kendisi ile zikrettirmesi sonucu gerçekleşir. Bu zikirde kulun
ve başka şeylerin herhangi bir müdâhalesi olmadığı için de en yüce zikirdir. Bu
tür zikirde kulun Allah’tan başka şeyle alakası yoktur. Zikri de onun kalbine
koyan Allah’tır. Zamanla zikir mezkûr, mezkûr da zâkir olur. Şâzilî’ye göre bu
durum, sulûk konusunda Allah’a giden yolun tamamlanma hakikatidir. Bunu gerçekleştiren
sülûkunu tamamlamış olur.[232] Nitekim
Ebu’l-Hasan Şâzilî bir başka sözünde, “Zikrin hakikati mezkûru ve bütün
mâsivâyı zikirden kesilmektir.”[233] diyerek,
gerçek zikrin Allah’ın zâtım ve sıfatlarını kanıksama ile yapılabileceğini
belirtir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre tarikata sülük
edenin ilerleyebilmesi için dört hususu gözeterek bunların hakkını vermesi
lazımdır: Bu dört husûsun birincisi ve en önemlisi zikirdir. Daha sonra sıra
ile tefekkür, fakr ve hubb gelir.[234] Bu açıdan zikir Şâziliyye
usûlünde kalbi imar için kullanılan önemli araçlardan birisi sayılmışta.[235]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre suda yürüme, havada
uçma gibi âfakî kerâmetler vardır. Bunlar büyük kerâmetler olmadığı gibi
sahibinin doğruluğuna ve güvenirliliğine de kesin bir işâret sayılmazlar.
Çünkü fâsık ve fâcir bir insandan da istidrâc olarak kerâmete benzer harikulade
haller zuhûr edebilir. Sahibinin doğruluğunu ve güvenilir olduğunu gösteren
başka kriter ve ölçüm âletleri olması lazımdır. Bu açıdan Şâzilî, “Sıddıklann
en önemli kerâmeti zikir ve istikâmet üzere tâattır.”[236] diyerek, zikri sahibinin
sadakatına delil göstermiş ve afaki kerâmetlerden daha üstün tutmuştur.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin zikre verdiği bu önem,
tarikatına da yansımış ve kendisinden kısa süre sonra Atâullah İskenderî tarafından
zikirle ilgili değerli bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma, tasavvuf
literatüründe zikir konusu ile ilgili en önemli kaynak eserlerden birisi olan el-Miftâhu’I-felâh ve’l-misbâhu’l-ervâh’dır. Tahkiksiz
olarak Mısır’da bir kaç defa basılmıştır. Abdulkâdir Akçiçek tarafından da
Felâha Anahtar (İstanbul, 1988) adıyla Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
İskenderî bu eserinde zikri, “Kalbin gafletten
ve unutkanlıktan yana tertemiz olup, yüce Hakk’m varlığı ile beraber devamlı
huzurda bulunması.”[237] olarak ta’rif
eder. Yapılış şeklini de, “Anılan ve unutulmayan zâtın adını, kalble ve dille
tekrar etmektir.”[238] diyerek
açıklar. Zikrin önemi ve faydası üzerinde de uzun duran İskenderî’nin bu
konudaki cümlelerinden birisi şöyledir:
“Zikir yüce Hakk’ın zâtına yabancı kalan her
şeyin düşmanıdır. Bir yere indiği zaman orada zıt sayılan her şeyi atmakla
meşgul olur. Bu zıtlık su ile ateşin durumuna benzer. Birisinin olduğu yerde
diğeri olmaz.
Zikir kalbe yerleştikten sonra ondan bir nur
doğar. Kalpde doğan bu nur oradaki yersiz arzuları, şeytânî duyguları yakar,
yok eder. Bundan sonra kalp, İlâhî vari- dâta vatan olur. Kutsal bilgilere,
İlâhî tecellîlere parlak bir ayna haline gelir.”[239]
İskenderî’ye göre zikir, yüce Allah’ı varlığa
ve benliğe sindirmek, her şeyin ö- zünde O’nun varlığını ve erişilmez tekliğini
anlamak için bir anahtardır. Dar kalıplı dünyâ zindanında Hakk yolcusunun
yolunu aydınlatan bir ışıktır.[240]
Zikirin ta’rifı, önemi ve faydasına dâir
verdiğimiz bu bilgilerden sonra; şimdi de uygulamaya yönelik bilgilere geçelim.
Şâziliyye tarikatında zikrin tasnifi daha çok
yapılış tarzına göre olmuştur. Kaynaklarda yapılış bakımından zikir dörde
ayrılmıştır.
aa- Sırrî Zikir-Cehrî Zikir:[241]
Sırrî zikir, sessiz yapılan ve kişinin dil
hareketini sadece kendisinin hissedebileceği zikirdir. Cehri zikir ise,
açıktan sesli olarak yapılan zikirdir.[242] Şâziliyye tarikatı riyâya
kaçmamak şartıyla cehri zikre önem veren bir tarikattır.[243] Nitekim İskenderî,
“Zikirlerin en faziletlisi açıktan yapılan cehri zikirdir. Eğer bir kişi tek
başına zikrediyor ve özel bir durumu varsa sesini yükseltmeye bilir. Şayet
durumda bir özellik yoksa, o zaman sesini yükseltmesi gerekir.” der.[244] Böylece
zikrin açıktan yapılması gerektiğini, ancak gizli de yapılabileceğini
belirtir.
ab- Lisânî Zikir- Kalbî Zikir.[245]
Bunların ilki, harflerin dilde sıralanması ile
diğeri ise kalpte sıralanması ile yapılan zikirdir.[246] Sadece dille yapılan zikir
yeterli bir zikir değildir. Çünkü dile yalan ve riya karışabilir.
İskenderî zikrin iki kabuk ile bir özden oluşan
üç kademesi bulunduğunu söyler. Buna göre başlangıçta salik’in zikri dille
yapılan zikirdir. Bu zikre kalp ayak uyduramasa bile en azından tasdîk
etmelidir ki, dilin zikri sıhhatli bir zikir olsun. Zamanla kalp dilin yaptığı
zikre uyum sağlamaya başlar. Sonunda dil ile kalp birlikte zikreder. Böylece
kabuk tamamlanır ve zikir kalbde yürür. Üçüncü aşamada ise zikir kalpten
organlara intikal eder. Hemen her organ kendi hâlince yüce Hakkı anmaya başlar.
Böylece de öz tamamlanmış olur.[247]
İskenderî
zikrin bu kademelerini açıklarken ayrıca şunları da söyler:
“Zikir önce dille başlar, sonra kalbe geçer.
Zikrin kalbe geçmesi için biraz zorlama gerekir. Bundan sonrası tabiî bir
şekilde devam eder. Tabiî bir şekilde devam eden zikrin sonunda, zikir yolu ile
anılan varlığın sarması başlar. Zamanla öyle bir hal olur ki, zikir de kalmaz.”[248]
İskenderî’nin belirttiği bu
kademeleri aşma süresi izâfıdir, kişiden kişiye değişir. Salik’in tefekkür
vâdîlerinde dolaşma ve intikal hızına bağlıdır.[249]
İnsanda adını çokça duyduğu ve andığı varlığa
karşı gönlünde bir muhabbet başladığı gibi, zikir sayesinde de muhabbet-i
îlâhiyye teessüs eder. Buna bağlı olarak da ma’rifetullah husûle gelir. Bu
açıdan Îskenderî’ye göre, “Dille yapılan zikrin boşa gideceğini düşünülmemelidir.”[250]
Kısaca Şâziliyye tarikatı
açısından salik süvârîye, zikir de suvârî’nin bindiği ata benzer. Kılıç ve
kalkanın süvârî’yi düşmandan koruması gibi, zikir de müridi nefis ve şeytanın
âfetinden korur.
Zikirden murâd, sadece lisân ile zikir
değildir. Asıl hedef, dil ile berâber bütün vücûdun zikretmesini ve kalbin her
an uyanık bulunmasını sağlamaktır. Ebu’l- Hasan Şâzilî’ye göre başlangıçta dil
ile yapılan zikrin hakikati, “Zâkir’in mezkûr (Allah), mezkurun da zâkir
olmasıdır.”[251] Bu yüzden
gerçek zâkir de Hakk Teâlâ’nın kendisini müşâhede ettiğini bilen be kalp
gözüyle bunu görüp hareketlerini buna göre yönlendiren kişidir.
ac- Ferdî Zikir-Toplu Zikir:[252]
Bunlardan birincisi münferid
olarak tek başına yapılan zikir, İkincisi ise ihvanla beraber cemaat içinde
toplu olarak yapılan zikirdir.
Atâullah Îskenderî
Kur’ân’daki, “Kalpleriniz katılaştı, taş gibi oldu; hatta katılık i’tibâriyle
taştan daha beter oldu.”[253] âyetinden hareket ederek, zikirsizli- ği kalbin
katılaşmasına ve taşlamasına benzetir. Bu nedenle taşları kırmak için nasıl
büyük bir güce ihtiyaç var ise, kalbin katılığını kırmak için de kuvvetli zikre
ihtiyaç olduğunu belirtir. Ona göre en kuvvetli zikir cemaatle yapılan toplu
zikirdir. Bu tıpkı minârelerdeki müezzinlerin toplu halde ezan okumalarına
benzer. Bir müezzinin okuduğu ezan cılız kalırken birden fazla müezzinin
berâberce okuduğu ezan havayı yırtıp daha uzaklara ulaşır. Aynen bunun gibi
toplu zikir de kalplerdeki perdeleri teker teker yırtar ve en derin noktalara
yerleşir. Kalplerdeki perdelerin daha çabuk ve daha kolay kalkması için toplu
zikre önem vermelidir. Toplu zikirde herkes kendi zikrinin sevabını aldığı
gibi duyduğu zikrin sevâbını da alır. îskenderî bu kadar önem verdiği toplu
zikrin cehrî yapılması gerektiğini söyler. Ona göre cemaatla yapılan sesli
zikirde seslerin birbirine uyması ve düzenli olması şarttır.[254]
İskenderî’nin ifadelerinden,
Şâziliyye tarikatında toplu zikre ferdî zikirden daha fazla önem verildiği,
insan eğitiminde kitle psikolojisi ve çevrenin müsbet etkilerinden
yararlanıldığı anlaşılıyor. Çünkü insan eğitiminde çevrenin ve kitle
psikolojisinin hem müsbet hem de menfî etkileri bulunduğu kesindir.[255]
Şâziliyye tarikatında ferdî
zikir açısından Şâzilî’nin hizibleri önemlidir. Her tarikatta olduğu gibi
Şâziliyye tarikatında da müridin rûhî hayatı bütünüyle şeyhin kontrolündedir.
Şeyh, müridin anlattıklarından, hissettiklerinden ve gördüğü rüyâ- lardan
hareketle değişik zikirler telkin eder ve bir takım ödevler verir. Muhammed
Zâfir’in belirttiğine göre bu zikir ve ödevlerden çoğu, Şâzilî’nin
hiziblerinden seçilir.[256]
ad- Mutlak Zikir-Mukayyed
Zikir.[257]
Mutlak zikir, zamân, mekân,
hâl, lafız oturma ve ayakta durma gibi herhangi bir şarta bağlı olmaksızın
yapılan zikirdir.[258] Mukayyed
zikir ise zaman ve mekâna bağlı olarak yapılan ya da lafız ve okuma şekli
açısından belli şartlara bağlanmış zikirlerdir.[259]
Kur’ân’da zikir, namaz konusunda olduğu gibi
vakit ve şekil gibi hususlar açısından belli kurallara bağlanarak kayıt altına
alınmamıştır. Bu açıdan kul her vakitte ve her şekilde Allah’ı zikredebilir.
Nitekim Kur’ân’da, “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler;
göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.”[260] buyrulmuştur. Bu âyet bize, zikir için belli bir şekil ve
vakit tahsis edilmediğini gösterdiği gibi, düşünme ve tefekkürün de zikir
sayıldığına işâret eder.
İskenderî mutlak zikre,
“zikr-i dâim”i örnek verir. Bu zikir, Cenâb-ı Hakk’ın hiç bir vakit ve hiç bir
halde unutulmadığı, sürekli anıldığı bir zikirdir.[261] Bu açıdan İskenderiye göre
yüce Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçtıktan sonra, dinî
olsun veya müsbet olsun ilimle meşgul olmak, vaaz etmek veya dinlemek, siyer
anlatmak, velîlerin menkabelerini konuşmak, duâ etmek, şiir okumak ve yüce
Allah’ı tefekkür etmek zikir sayılır.[262]
Çeşitli
şartlara bağlı olan mukayyeti zikirler ise, Kur’ân’dan ziyâde sünnete dayanır.
İskenderî bunlara, namaz içinde, namazdan sonra, hacc esnasında, uykudan önce,
uykudan uyanınca, yemekten evvel, yemekten sonra, bineğe binerken, sabah olunca
ve güneş batarken okunan duâlan örnek olarak gösterir.[263]
Şâziliyye
tarikatında hangi lafızlarla zikir yapılabileceğini gösteren en önemli dayanak
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin sözleridir. Bu konuyu açıklayan Şâzilî bir sözünde
insanın ağzından çıkan bütün sözleri temizleyen beş cümle olduğunu söyler ve bu
beş cümlenin şunlar olduğunu belirtir:
5-
Lâ
havle ve lâ kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’Lazîm.[264]
Şâzilî bir başka sözünde bu beş cümleye “Estağfirullah”
lafzını da ekler.[265]
İskenderî
Şâzilî’nin saydığı bu zikir lafızlarına Kur’ân’daki duâ âyetlerini, mü- nâcâtı
ve Hz. Peygamber’e Salât ve Selâmda bulunmayı ilâve eder. İskenderî’ye göre
münâcât, sâlike Allah’ın büyüklüğünü, buna karşılık kendi aczini anlatan ve
mübtedî’nin kalbine en çok te’sîr eden zikir çeşididir. Çünkü kul münâcât ile
Allah’ın kendine yakın olduğunu daha iyi hisseder.[266]
Bütün
bu verilerden hareketle Şâziliyye tarikatında istiğfardan esmâ zikrine, esmâ
zikrinden ismi celâle, ism-i celâlden tevhîd zikrine ve hatta Kur’ân âyetleri
ile salavata kadar uzanan geniş bir zikir lafzı bulunduğunu söylemek mümkündür.[267]
Şâziliyye
literatüründe bu zikirlerden “Sübhânallah” lafzı ile yapılana tenzîh zikri,[268] “Elhamdülillah”
lafzı ile yapılana tahmîd zikri,[269] “Allahu ekber” lafzı ile
yapılana tekbir zikri,[270] “Lâ İlâhe
İllallah” lafzı ile yapılana tevhîd zikri,[271] [272] [273] ve “Allah, Allah” lafzı ile
yapılana da ism-i müfred,™* ism-i celâl ve lafza-i celâl™9
zikirleri adı verilir. Ayrıca “Lâ ilâhe illallah” yerine, “Lâ ilahe
illallah Muhammedürrasûlüllah” diye daha cami’ bir şekilde zikredilebilir. Bu
şekilde yapılan zikre ise kelime-i tevhîd zikri denir.[274]
Şâziliyye
tarikatında müridin bu kelimelerden hangisi ile zikredileceğini ve hangi amelle
meşgul olacağım tesbît etmek şeyhe âiddir.[275] Mürîd bunlardan, herhangi
birisini seçerek zikre başlayamaz. Kendi başına zikre başlayan müridi şeyhi
bundan vazgeçirir.[276]
Îskenderî’nin
belirttiğine göre Allah’ın isimlerinden her biri, kalpteki çeşitli hastalıklara
ve nefsin bitmez tükenmez tuzaklarına birer ilaçtır. Bu isimler tedâvî ettiği
hastalığın dışında bir başka hastalık için kullanılmaz. Tıbbî ilaçları
kullanmak için nasıl bir tabibin muayenesi ve reçetesi gerekiyorsa, kalp
hastalıklarını giderecek isimlerle zikretmek için de uzman kişilerin
muâyenesi, tavsiyesi ve izni gerekmektedir. [277] Kısaca her zikirden elde
edilen ayrı bir verim, ayrı bir semere ve ayrı bir sonuç vardır. Bu açıdan her
insana ödev olarak verilecek zikir de farklıdır. Ehl-i ilmin zikredeceği
lafızlar ile cahil kimselerin zikredeceği lafızlar aynı değildir. Yapacakları salavât
zikri bile değişiktir.[278]
Şâziliyye
tarikatında zikir lafızları sadece yukarda saydıklarımızla sınırlı değildir.
Sâdık, Hâdî, Evvel, Âhir ve Muktedir gibi Allah’ın güzel isimleri (esmâü’l-
hüsnâ) ile de zikredilebilir.[279] Bu tür
zikre esmâ zikri adı verilir.[280] Bu nedenle Miftâhu’I-felâh’da İskenderî, Allah’ın elli üç isminin özelliklerini,
anlamlarını ve ne amaçla zikredilmeleri gerektiğini anlatır.[281]
Allah’ın isimlerinin en büyüğü ve en yücesi,
“Allah” ismidir. Allah’ın diğer i- sim ve sıfatlarım da içine alır. Buna bağlı
olarak Şâziliyye tarikatında Allah ismi ile yapılan ism-i müfred zikrine
daha fazla önem verilmektedir. Nitekim Ebu’l-Abbas el-Mursî, “Zikrin Allah
lafzı ile olsun. Çünkü bu isim bütün isimlerin sultânıdır. Gövdesi ilim,
meyvesi ise nûrdur. Bu nûr ile de keşf ve lyân vâki’ olur.”[282] diyerek, Allah lafzı ile
zikretmenin önemini belirtir. Ayrıca diğer isimlerden herhangi bir harf düştüğü
zaman Allah’a delâletleri biter. Allah isminde ise durum böyle değildir. Elif
düşse “Lillah”, birinci lâm düşse “Lehû”, ikinci lam düşse “Hû” kalır. Bunların
her biri yine Allah’ı gösterir.[283] Bu nedenle
“Hû” lafzı ile de zikretmek mümkündür. İskenderî’ye göre ‘Hû” lafzı, nefes
alırken “hâ” gibi, nefes verirken de “ve” gibi çıkar. Bu durumda oluşan “hava”,
insanm içini aşk ateşi ile yakar.[284]
Şâziliyye tarikatında Kur’ân
okumanın da zikir sayıldığım belirtmiştik.[285] Bu a- çıdan Medeniyye usûlü
içinde diğer zikir ve virdlere ilâve olarak her gün iki cüz Kur’ân okumak kural
hâline getirilmiştir.[286] Nasıl
esmâ-i hüsnâ içinde diğer isimleri de câmi olan bir isim varsa, İskenderî’ye
göre Kur’ân âyetleri içinde de buna benzer bir durum söz konusudur. Bakara
sûresinin 255. âyeti olan Âyete’l-kürsı, Kur’ân âyetleriyle yapılan en
büyük zikirdir.[287] O da günlük
vazifenin ve el-Hizbü’l- kebîr’in içinde
mevcuttur.[288]
Günlük zikre “vird” adı da
verilir. Çünkü tasavvuf ıstılâhında vird kelimesi belli zaman aralıklarında
devamlı tekrarlanan duâ ve zikirleri ifade için kullanılan bir terimdir.[289]
Atâullah îskenderî, “Bu yola giren kimsenin
iki vird edinmesi gerekir. Bir vird sahah namazından sonra, bir vird de akşam
namazından sonra.”[290] diyerek,
Şâziliyye tarikatında sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez zikir
yapıldığını belirtir. İskenderî’ye göre bu durum dil ile yapılan zikir için
geçerlidir. Temkîn ehlinin kalp zikri için vakit tahsis edilemez. “Çünkü zikir
bütün vakitlerde onların meşguliyetidir.”[291]
İskenderî’ye göre günlük
virdin içeriğinde Hz. Peygamber’e Salâvat, kelime-i tevhîd ile yapılan nefy ve
isbât, tenzîh ve Allah’ın en yüce ismi olan “Allah” lafzı ile yapılan müfred
zikri bulunmalıdır.[292]
Muhammed Zâfir, “Mesleğimiz
el-ân şeyh Ebu’l-Hasan Şâzilî hazretlerinin ittihâz eylediği usûl ve meslek
üzere câridir.”[293] diyerek
Şâziliyye tarikatının prensiplerinin bizzat Şâzilî tarafından oluşturulduğunu
ve bu prensiplerin kendi dönemine kadar ulaştığım belirtir. Bu sebeple
tarikatın sabah ve akşam namazlarından sonra yapılan günlük zikrinde önce
Salâvat okunduğunu, Salâvat olarak îbn Meşîş’in tertîb ettiği Salât-ı Meşîşiyye’nin kullanıldığını, Salât-ı Meşîşiyye’den sonra “Lâ ilâhe
illallah” zikrine ve son olarak da lafza-i celâl zikrine geçildiğini söyler.[294]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den
itibaren oluşan günlük vird geleneği Ahmed Derkavî tarafından el-Hizbü’l-Kebîr ve Salât-ı Meşîşiyye’yi de
içine alacak şekilde el- Vâzîfetü’ş-Şâziliyye adı
altında bir araya toplanmıştır.[295] Bundan
sonra da Şâziliyye mensuplan arasında günlük virde el-Vazîfe denmeye başlandı.
Osmanlı Devleti’nin son
dönemlerinde nüfuz sâhibi Şâzilî şeyhleri arasında bulunan Şeyh Ebu’ş-Şâmât (ö.
1341/1922), günlük virdin Vazîfe-i Şâziliyye ile be- râber yüz istiğfar, yüz
Salavât-ı şerîfe ve sonuncusunda “Muhammedü’r- Rasûlüllah” diyerek bitiren yüz
Kelime-i tevhîdden oluştuğunu bildirir.[296] Ayrıca 1301 tarihinde
İstanbul’da Ebu’z-zîyâ Matbaası tarafından basılan el-Vâzîfetü’ş- Şâziliyye isimli kitapçıktaki bilgiler de Ebu’ş-Şâmât’ın verdiği bu
bilgileri desteklemektedir.[297]
Muhammed Zâfir’den
öğrendiğimize göre “Fazzjfe” denilen günlük virdin cemaatle yapılması
fazîletlidir. Ancak münferid de yapılabilir.[298] Bu nedenle kendisi her günkü
akşam virdini yatsı namazından sonra cemaatle birlikte yapardı.[299]
d- Şâziliyye Ayini
Ayin lügatta, âdet, usûl, kânun ve dînî
merâsim ma’nâlarına gelir. Tasavvuf ıs- tılâhında ise tarîkat ehlinin kendi
aralarında belli bir usûl ve düzene göre topluca icrâ ettikleri zikir ve dînî
merâsime denir. Genellikle tarikatların âyin şekilleri ve âyin isimleri
farklıdır. Meselâ Mevlevîler’in âyini semâ, Kadirîler’in devrân, Rifâîler’in
zikr-i kıyâm ve Nakşîler’inki de hâcegân adını alır. Bunların her birinin icrâ
ediliş tarzı farklıdır. Birleştikleri tek nokta cemaatle yapılmalarıdır.
Şâziliyye
âyininin ismine gelince, bu konuda net bir isim verecek bilgiye sahip değiliz.
Enver Behnan Şopolyo, İstanbul Beşiktaş Şâzilî dergâhında yapılan âyine “devrân”
dendiğini belirtir ve bu âyinin âyakta yapılan kısmının gravür resmini verir.[300] Ancak bu
bilgiyi de ihtiyatlı karşılamak ve sadece İstanbul’a âid bir isimlendirme
olarak düşünmek zorundayız. Çünkü araştırmalarımız sırasında Şâziliyye
âyinlerinin tamamına ad olan genel bir isme rastlamadık.
Şâziliyye âyini
haftada bir gün yapılır. Bu da günlük virdin aynısını, Cuma günü Cuma
namazından sonra cumhurla birlikte yapmaktan ibarettir. Günümüzde Şâziliyye
âyinin en canlı örneklerini Mısır’da görmek mümkündür. Cuma namazından sonra
Kahire’de Hüseyin câmiinde, Îskenderî’ye de ise Ebu’l-Abbas el-Mursî câmiinde
Şâziliyye şu’belerinin hemen hepsi ayrı ayrı âyin yaparlar. Şâzilî âyini, hem kuûdî hem de kıyâmî zikrin
özelliklerini taşıyan câmî bir usûle sahiptir. A- yakta iken, Kâdirî, Rifaî ve
Sa’dî gibi diğer kıyâmî tarikatların âyinlerindekine benzeyen bir saf halinde
değil de, iç içe çemberler halinde zikir halkaları oluşturulur. En dikkat
çekici özelliği, zikir halkasının ortasında bulunan şeyhin zikir sesini bastıracak
şekilde özel bir mahâret ile avuçlarım birbirine vurarak zikri idare etmesidir.[301]
Bu âyinin nasıl
icrâ edildiğini anlatan çeşitli kaynaklar bulunmaktadır.[302] Ancak biz bunlar arasından
sultan II. Abdülhamid’in de katıldığı bildirilen[303] Beşiktaş Ertuğrul câmiinde
Muhammed Zâfır yönetiminde yapılan Şâziliyye âyinini anlatmayı uygun bulduk.
Cemâleddin Server Revnakoğlu bu âyin-i şerifi şu cümlelerle anlatır:
“Cuma
namazı kılınıp teşbih duâsı bittikten sonra Şeyh Efendi kalkar ve mihrabın
önündeki yere oturur, etrâfına ihvân toplanır, kapalı tam bir halka teşkil
edilir. Herkes yerini aldıktan sonra toplu bir halde el-Hizbü’l-Kebîr ve Evrâd-ı Şerîfe’ye başlanır.
Hizbin
okunuş tarzı müşterek olmakla berâber hep bir ağızdan değildi. Hatm-i Şerif
indirilirken cüz okuyanlardan duyulan latif gulgule gibi bir ses olurdu. Fakat
herkes yanındakinin âhengine iştirâk etmeden kendi hâlinde okuduğu için diğer
tarikatların evrâd-ı şerife tilâvetlerinde görülen mazbut, muntazam ve müşterek
tavr-ı mahsûs burada olmuyordu. Bununla berâber, zevkine doyulmaz rûhânî bir
âlem husûle getirir, saatlerce devam etse farkına varılmazdı. Husûsiyle el-Hizbii’I- kebîr’in içindeki “Isrif anne’l-ezâ inneke alâ külli şey’in kadir.”
gibi bazı yerler üçer defa tekrar edilir ve böylece devâm ederdi. Sonunda Şeyh
efendinin başlamasıyla hep bir ağızdan tevhide girilir.
Zikir düz şekilde ağır ağır
bir müddet uzar, hafif hafif perde kaldırılır, hızlanır ve bu halde iken ism-i
müfred dedikleri “lafza-i celâl” e geçilir. Bu esnada eller yandan
tutularak ayağa kalkılır. Şeyh efendi, dâirenin ortasına geçer, halka yine
olduğu yerdedir, sağa-sola yürümez. Öne arkaya hafifçe eğilip doğrularak
“lafza-i celâl” in zikr tarzı perde perde yükselir. Nihâyet son sûretini bulur
ve kalbe dökülür.
Zikir halkası, yine olduğu
yerde sâbittir. Sırasıyla yâhûd ayrı ayn söylenilen, “Allâh, Hayy, Allâh Hû, Hû
Allâh!” yâhûd iki defa üst üste uzatılarak “Allâh- Allâh” hâline girmiştir.
Kalpler gittikçe artan derûnî bir coşkunluk içinde “Allâh” diye inlerken
halkanın ortasına Mısırlı zâkirlerden yâhûd güzel seslilerden biri girer,
taksime başlar. Münâcât, na’t-ı şerif veya medh-i pire dâir bir iki kaside
okunur.
Yine hiç bir tarafa
dönmeden, olduğu yerde devâm ederek halkanın ortasında yalnız şeyh efendi
hareket hâlindedir. Halkada bulunanlara birer birer teveccüh ederek onları
teşvik ve idâre suretiyle zikrin âhengini tanzim ve temin eyler.
Zikrin en zevkli tarafı, bu kısımdır.
Coşanlar, kendinden geçenler bile Şeyh E- fendi’nin zikri kesmesinden haberdar
olmayarak kendi kendine zikre devam edenler, coşkunluğunu haykırmaya
vardıranlar, zikrin hep bu safhasında görülürdü. Bu şekilde kalben ve kıyâmen
yapılan zikir, son haddini bulduktan sonra oturulur. Şeyh efendi ile berâber
herkes yerini alır.
Artık zikrin ikinci
safhasına girilmiştir. Tekrâr kelime-i tevhide başlanılır. Fakat bu tarz
(birinci) şekline hiç benzemez. Tarz ve usûl büsbütün başkadır. Birinci
tertibte görüldüğü gibi tevhidin okunması teşbih çeker tarzda olmayıp, tavr-ı
mahsûsu hâlinde mazbût bir usûl ve makâma tâbidir. Tevhîd-i şerifin bu şekli
de pek âhenkli olarak bir müddet devam eder. Yine oturulduğu yerde “ism-i
latif’ e geçilir.
Şâzilîlerde Lütfiyye denilen “ism-i
lâtif’, zikr-i şerifin hâtimesidir. Diğer tarikatların mukâbelelerinin sonunda
çekilen “ism-i hû” yerine geçer. Bu bazen uzun sürer. Husûsiyle harp
zamânlarında, memleketin marûz kaldığı her hangi bir sıkıntı veya felâket
karşısında eltâf-ı rabbâniyyeden istimdâd ve ilgâ maksadıyla ism-i latife
fazlaca devâm edilir. Kesik-kesik ve tek-tek olarak değil de, “Yâ Latifli yâ
Latîfu” sûretinde birbirine vasi edilerek okunması usûlden idi. Bu da bittikten
sonra şeyh efendi duâ eder, Fâtiha’dan sonra yine şeyh efendi tarafından âdâb,
erkân, eltâf ve tasavvuf meseleleri üzerinde sohbet şeklinde irşâdlarda
bulunulur, sonunda şeyh efendinin eli öpülür herkes kendi hücresine gider.”[304]
Sonuç olarak Şâziliyye âyininin üç aşaması vardır.
Bunlardan birincisi başlangıç safhasıdır, Salavât ve el-Hizbü’l-Kebîr’den
oluşan Vazife-i Şâziliyye’ yi okumaktan oluşur. İkincisi ayakta yapılan ism-i
mürfed zikridir. Bu sırada zikrin kalbe tesirini arttırmak için güzel sesli
birisi İlâhi ve kaside gibi gibi manzum eserler okur. Üçüncü aşaması da tekrar
oturarak ritmi yavaşlatıp başlangıçtaki hale dönmektir. Bu nedenle zikir
sırasında cezbeye gelenlerin yine aynı zikir sırasında sahv haline rucû’
etmeleri, Şâziliyye tarikatının özellikleri arasında sayılmıştır.[305] Ayrıca
zikir esnasında zâkirin kendine mâlik olmak için âzami gayret göstermesi ve
zikredilen kelimenin telaffuz şeklini bozmamaya çalışması tavsiye edilmiştir.[306]
e-Zikir Âdâbı
Buraya kadar anlattıklarımızdan ortaya çıkan
şu ki, Şâziliyye tarikatında zikrin ferdî ve toplu olmak üzere iki çeşit
yapılış tarzı bulunmaktadır. Bu nedenle ferd olarak yapılan zikirle cemaat
olarak yapılan zikir arasında bir takım uygulama farklılıkları oluşmuştur.
Atâullah İskenderî toplu zikre âid özel
durumları bir tarafa bırakarak genel olarak zikrin öncesinde ve sonrasında bir
takım edeplerin bulunduğunu belirtir.[307] îbn lyâd da İskenderî’nin
belirttiği bu edepleri Şâziliyye esaslarına uygun bir şekilde tasnif ederek,
zikir öncesi, zikir esnâsı ve zikir sonrası edepler olmak üzere üçe ayırıp
sonra maddeleştirir. Buna göre Şâziliyye’de zikrin edepleri şunlardır:
Zikirden önce
olanlar:
2-
Temizlik,
(Gusül ve abdest ile temizienildiği gibi, helâlinden yemek ve giymekle de
temiz olmak)[308]
3-
Susmak
ve sükûnet içinde olmak,
5-
Şeyh
vasıtasıyla Hz. Peygamber’den ve Cenâb-ı Hakk’tan istimdâdda bulunmak.
Zikir esnasında
olanlar:
2-
Elleri
dizler üzerine koymak,
3-
Elbiseleri
ve zikir mahallini güzel kokularla süslemek,
4-
Güzel
ve temiz elbise giyinmek,
5-
Mümkün
mertebe çok aydınlık olmayan loş yeri tercih etmek,
10-
Zikir
olarak “Lâ ilahe illallah”ı tercih etmek,
11-
Dille
söylenen zikrin ma’nâsma kalbi alıştırmak,
12-
Allah’dan
başka bütün varlığı kalpten çıkarmak.
Zikirden sonra olanlar:
1- Zikir bitince sakinleşmek ve oturup
zikrin İlâhî vâridâtını beklemek,[309]
2-
Tekrar tekrar nefse dönmek,
3-
Kalbin harareti gitmesin diye bir müddet su içmemek.[310]
Atâullah
İskenderî’ye göre zikir konusunda sayılan bütün bu kural ve kaideler, dille
zikredenler içindir. Kalp ile zikredenlerin böyle kurallara ihtiyacı yoktur.
Çünkü bu tür esaslar onları sıkar ve sınırlandırır.[311]
Abdulkadir
îsâ da İskenderî’nin bu açıklamasından hareket ederek, Şâziliyye tarikatında
zikir için belirlenen bu esasların zâhirinin yanında bâtınının da bulunduğunu
söyler.[312]
Zikir
esnâsındaki oturuşa ve kelime-i tevhîd zikrinin icrâ ediliş şekline gelince
kaynaklarda şu bilgileri görüyoruz.
Zikre
oturan kimse kıbleye yönelik olarak[313] efendisinin huzurunda oturur
gibi oturmalıdır. Boynu eğik vaziyette durmalı, kendini küçük görerek tevâzu
içinde olmalı ve efendisine muhtaçlığını ifade eden köleye benzemelidir.
Otururken iki diz üstü ve başı dizlerine dönük olmalı, gözlerini de maddî
şeylerden yana uzak tutmalıdır. Eûzü besmele çekip bir müddet Hz. Peygamber’e
salavât getirmeli ve bundan sonra kelime-i tevhîde geçmelidir.[314]
Kelime-i tevhîd
zikrinde baş hareketlerine de dikkat edilir. Zikre baş solda iken başlanır.
Baş, önce sol omuzdan göğüse indirilir, sonra da sağ omuza doğru kaldırılır.
Bir dâire çizerek tekrar başladığı noktaya getirilir. Başı sol taraftan göğüse
doğru indirirken “lâ”, sağ yukarıya kaldırırken “ilâhe”, sağdan sola doğru
çevirirken en dik duruma gelince “illâ” ve kalbe doğru indirirken de “Allah”
denir. Toplu halde ayakta yapılan zikirde ise öne ve arkaya hafifçe eğilip
doğrularak “lafza-î celâl” tekrar edilir.[315]
İskenderî’nin
belirttiğine göre, kelime-i tevhîd ile zikreden kimseye on iki şey farz olur.
Bunların altısı içte, altısı dıştadır. Dıştakiler fi’layâta yönelik
hususlardır. İçtekiler kişinin iç yapısını ve derûnî hâlini ortaya koymakla
birlikte, dışa yansıyan fı’liyâtın da değerini belirlerler. Dıştaki farzlar
abdest, namaz, zekât, hacc, oruç ve cihaddır. îçtekiler ise, tevekkül, tefvîz,
sabır, rızâ, zühd ve tevbedir.[316]
Sohbet, karşılıklı
konuşma, hasbihal ve arkadaşlık demektir. Tasavvufta önemli yeri olan bir
husustur. Şeyh müridine özel bilgileri sohbet vasıtasıyla aktarır. Sohbet,
insanlar arasında karşılıklı fikir alış-verişini sağlayan bir köprüdür. Nitekim
Hz. Peygamber Efendimiz de insanların kendisine inanmaları için onlarla sohbet
etmiş, ona inananlar karşılıklı sohbetle müslüman olduklarından dolayı,
kendilerine sahâbe denmiş ve bu nedenle kültürümüze sohbetin önemini anlatmak
için “sohbette insibağ (karşılıklı boyanma) vardır.” sözü yerleşmiştir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî sohbetin bu erdirici ve oldurucu özelliğim dikkate alarak, sohbet-i
saâdete ve ma’rifete ulaşma vâsıtası görmüştür. Şâzilî bu konuda ki fikrini,
“Abidler ve zâhidler ile yapılan sohbet, ma’rifeti tattırır ve insanı Allah’la
sohbete götürür.”[317] sözü ile
anlatır. Ancak ona göre Allah ile sohbet etmenin de bir takım kuralları vardır.
Şâzilî bu kuralların neler olduğunu şöyle ifâde eder: “Allah ile sohbet etmek
şehvetleri ve istekleri terketmekten geçer. Beraberinde şehvetlerinden bir
şehvet veya dileklerinden bir dilek olan kul, kesinlikle Allah’a ulaşamaz.”[318]
Şâzilî
herkesle sohbet etmeye karşıdır. Çünkü ona göre insanlarla sohbetin faydası
olduğu gibi zararı da bulunmaktadır. Şâzilî açısından insanın kiminle sohbet
ettiği önemlidir. Ona göre sohbetin faydalı olabilmesi için bir takım hususlara
dikkat etmek lazımdır. Şâzilî dikkat edilmesi gereken bu hususları şu sözü ile
açıklar:
“Nefsi seni etkileyen ve
kendini senden üstün tutan kimse ile arkadaşlık kurup sohbet etme. Çünkü o,
levmedilmiş bir alçaktır. Seni üstün tutup nefsine tercîh eden ile de arkadaş
olup sohbet etme. Çünkü bu durum devamlılık arzetmez. Zikredince Allah’ı zikreden
kimse ile sohbette bulun. Çünkü fakde düştüğünde Allah onun tevbesini kabul
eder, şâhid olunca onu zengin kılar. Onun zikri kalbin nûrudur, şuhûdu gaybm
anahtarıdır. Katıldığın bütün topluluklarda kasdın Allah ve ölüm sevgisi olsun.
Emelini uzatma. Kendisinde bu vasıflar olmayan kimse ile de sohbet etme. Çünkü
onun sohbetinde sana güven verecek bir dayanak yoktur. İlk firsatta böyle
kimselerden ayrıl. Böyle bir kimse seninle dost olup sohbet ettiği müddetçe ona
ma’rûf ile muâmelede bulun.”[319]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, kişinin
i’mârı ve ifsadı konusunda önemli gördüğü sohbeti, pratiğe de dökmüştür. İbn
Sabbâğ’ın belirttiğine göre, her gece yatsı namazından sonra İskenderiye
burçlarındaki zaviyesinde mürîdlerine sohbet ederdi. Bu sohbetlere katılmak ve
Şâzilî’yi dinlemek için de çevre beldelerden gelenler olurdu.[320]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
sohbet konusundaki hassasiyeti, kendisinden sonra tarikatına da yansımıştır.
Bu nedenle Şâziliyye’de sohbetin önemini belirtmek için İskenderî, “Sohbet
mürîd eğitiminde bir kalıptır, âdabı ise onun rûhudur. Ka- lıp(ceset) ve rûhu
cem’ et ki, sohbetin faydasını göresin. Eğer bunu yapmaz isen senin sohbetin
ölüdür. Sen ölüden hangi faydayı umarsın! Sohbetin en önemli edebi, hazlarını
arkanda bırakıp kalbini mukabeleye (söyleneni algılamaya) hazırla- mandır. ”[321] demiştir.
İbn lyâd da sohbetin faydalarım ve Şâziliyye tarikatındaki yerini belirtmek
için eserinde ‘Taslün fı’s-sohbeti ve âdâbihâ” adı altında bir başlık açmıştır.[322] Abdulkadir
îsâ ise, eserinde sohbetle ilgili genel bir değerlendirme yaparak,[323] Şâziliyye
tarîkatı şeyhlerinden bir kısmının sohbet hakkındaki düşüncelerini
nakletmiştir.[324]
Sohbet hakkındaki beyanlara
istinâden Gümüşhânevî de, “Şâziliyye tarikatı ile Nakşîbendiyye tarîkatı
sohbete dayanır. Her iki tarikatta da sohbet zikirden evvel gelir.”[325] diyerek,
Şâziliyye’de sohbetin önemine işaret eder.
Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz:
Kemâle ermek ve hidâyete
ulaşmak, istidât ve kuvve halinde her insanda mevcuttur. Mühim olan, bir
ebenin hamile kadına doğum yaptırması gibi, insanlardaki istidâtları kuvveden
fiile geçirip ortaya çıkarmaktır. Sohbet, insanlarda potansiyel halde var olan
kabiliyetleri harekete geçiren itici bir güçtür. Tasavvuf ve tarikatlar
açısından sâlike mânevi doğum yaptıran bir ebedir. Şâzilî’ye göre sohbet
ehlinden bilgi almak için, muhâtapta “bi’l-kuvve öğrenme kabiliyeti” nin
bulunması şarttır.[326]
Uzlet, halka karışmamak ve
onlardan ayrı yaşamak anlamına gelir. Tasavvuf literatüründe uzlet yerine aynı
anlamı ifâde eden halvet ve inziva terimleri de kullanılır. Ebu’l-Hasan Şâzilî
bu üç kavramdan uzleti tercih etmiştir.
Tasavvuf! açıdan uzlet,
“Allah’ın rızâsına ulaşmak, günahlara girmemek, daha çok ve daha ihlash ibâdet
etmek için sâlikin ihtiyacından fazla toplum da kalmaması şeklinde ta’rif
edilmiştir.[327]
EbuT-Hasan Şâzilî, uzlete büyük önem verir,
onu seyr u sülûku tamamlamada ve Allah’a ulaşmada bir araç olarak görürdü. Bu
nedenle, “Bil ki, Allah’a ulaşmak istediğinde Allah seni destekler. Bunun için
Allah’dan yardım iste ve kalbini ma’rifet yolunda ubudiyet-i mahzaya rabtederek
hakkı zikreden bir müşâhid sıfatıyla sıdk döşeğine otur.”[328] diyerek, mürîdlerini uzlete
yönlendirmiştir.
Şâzilî, uzlete nasıl
girileceğini ve ne şekilde niyet edileceğini, ‘Uzlete girerken onunla Allah’a
temessükü iste, işlerinin hiç birisinde acele etme ve “Allah’ın ismi ile,
Allah’ın zâtı ile, Allah’dan Allah’a gidiyorum” de. Çünkü âyette, mii’minler yalnız Allah’a
güvensin[329] buyuruluyor.”[330] sözleri ile anlatır. Şâzilî
bu açıklamalarla yetinmeyerek uzlette hangi duâlann okunacağını ve nasıl
zikredileceğini de belirtir.[331] O’na göre
uzlette duâ ve zikirlerin yanısıra yapılması gereken başka a- meller de vardır.
O bunu, “Zikirle birlikte murakabe, tevbe ve istiğfara yapış. ”[332]diyerek
ifade eder.
Zikir, tevbe ve istiğfarı
daha önce açıklamıştık. Murakabe konusuna gelince Şâzilî onu, beklentileri elde
etmek için içe yönelmek olarak niteler ve yapılış şeklini şu sözleri ile ta’rif
eder:
“Ey âhiret yoluna giren sâlik, istediğin
şeyleri önce zâhirinde tahsil etmen gerekir. Bunu yaptıktan (zâhirî şartları
yerine getirdikten) sonra murâkabe döşeğine otur. Bâtınını içerde hiç bir şey
kalmayacak şekilde boşaltarak ihlash ol. Eğer Rabbinin melekût sırları ile
bâtınının fetholmasını istiyorsan, zâhirine bakmayı a- zalt.”[333]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’ye göre hakkıyla yapılan uzletin dört semeresi vardır. Bunlar, “Örtünün
keşfedilmesi, rahmetin inmesi, muhabbetin gerçekleşmesi ve sözde sıdk dilini
kazanmak”[334] şeklinde
sıralanır.
Şâzilî,
uzletin bir takım hayırlı sonuçlarının olduğunu görmezlikten gelenlere, “İbrâhim onları Allah’dan
başka taptıkları şeylerde başbaşa bırakıp çekilince kendisine îshâk ve Ya’kub’u
bahşettik ve her birini de peygamber yaptık.”[335] âyetini delil gösterir.[336]
Şâzilî’nin
belirttiğine göre uzletin avâm ve havassa yönelik dörder tehlikesi vardır.
Avama yönelik tehlikeleri şunlardır;
1-
Nefsin
sebeplere takılması,
2-
Kalbin
uzlet vâsıtası ile kazandıklarının arasından özel bir yöne meyletmesi,
3-
Allah’a
yakınlıktan hâsıl olam akim yeterli görmesi,
4-
Asıl
merâmdan uzaklaşacak kadar düşman tehlikesinden korkup güvende kalmak için
kalbi devamlı meşgul etmek.
Şâzilî uzletin
havâssa yönelik tehlikelerini de şöyle sıralar:
2-
însanlara
dönme duygusunun ortaya çıkması,
3-
İflâs
emâresi sayılan, şu kadar uzlette kalacağım, bu kadar meşgul olacağım gibi
sözlerle vakti sınırlandırmak,
4-
Bilinen
duygular (havâss-ı hamse) dâhilinde kendi zannma göre havâtıf-ı Hakk ile
mülâkâtta bulunmak.[337]
Şâzilî uzletin bu
nevî tehlikelerinden korunmak için bir takım öneriler getirir. Meselâ, nefsin
sebeplere yönelerek hırsla rızık için çalışmasını engellemek için, rızkı
genişletme ve darlatmanın Allah’ın elinde olduğunu, kişinin hırsının sonucu
etkilemeyeceğini ve Allah’ın dilediği şeyin olacağını, dilemediğinin de
olmayacağım belirtir. Dünya kişiyi boğmadan, kişinin her şeyi tevhîd denizine
daldırmasını tavsiye eder.[338]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin mürîd eğitiminde seyr u sülük vasıtası olarak gördüğü uzlete,
kendisinden sonra gelen Şâziliyye şeyhleri de aynı önemi vermişlerdir.
Îskenderî, “Cenâb-ı Hakk’a yakın olmak için halktan uzaklaşmak ve aracıları
ortadan çıkararak alacağını direk Allah’dan almak” şeklinde ta’rif ettiği
halvet ve uzleti bütün yönleriyle ele alır.[339] Abdulkadir îsâ da detaylı bir
çalışma ile halveti bize tanıtır ve konuyla ilgili sözleri nakleder.[340]
Şâziliyye
tarikatında müridin ne zaman uzlete gireceğini, ne zaman uzletten çıkacağını
ve nezaman insanların arasına döneceğini tesbît etmek mürşide âiddir. Mürîd
kendi başına bunlara karar veremez.[341]
Sonuç olarak
Şâziliyye tarikatında uzlet, lüzumu hâlinde şeyhin talimatıyla yapılan ve daha
çok Ramazan ayındaki i’tikafla özdeşleştirilen bir uygulama tarzı kazanmıştır.
Toplumdan tamamen uzaklaşmayı gerektiren bir uygulama değildir. Uzlette sâlike
bir takım vasıflar kazandırılarak onları toplum içinde yaşaması hedeflenir.
Böylece de uzletin faydalı olup olmadığı test edilmiş olur.[342] Çünkü Şâzilî’ye göre uzletin
asıl hedefi toplumdan tecrîd olmayıp, kalbi putlardan ayırmak, bedeni dünyâ
mihnet ve meşakkatlerinden kurtarmak ve sâliki dâima Cenâb-ı Hakk ile fikrî
halvete sokup rahata erdirmektir.[343]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
I-
ŞÂZİLİYYE
TARİKATININ YAYILIŞI VE KOLLARI
Günümüzde İslâm coğrafyasının büyük bir
kısmında ve batı dünyâsında münte- sipleri bulunan Şâziliyye’nin yayılışını ele
almak için, önce bu yayılışın arka planını ortaya koymak gerekir. Çünkü bir
tarikatın yayıldığı coğrafya ve şubelerinden ziyâde, o tarikatın insanlar
tarafından kabul görüp etkili olmasını ve süreklilik göstererek varlığını
istikbale taşımasını sağlayan temeller daha önemlidir.
A-
YAYILMAYI HAZIRLAYAN SEBEPLER
Şâziliyye’nin Hâmidiyye kolu
üzerine araştırma yapan çağdaş müelliflerden Fâruk Ahmed, el-Binâü’l-içtimâî
li’t-tarîkati’ş-Şâziliyye fi Mısr isimli
çalışmasında, Şâziliyye’nin intişâr etmesine sebep olan özelliklerin şunlar
olduğunu belirtir.
1-
Hicrî
altıncı asırda İslâm âleminin ve özellikle Mısır’ın siyâsi çalkantılar geçirmesi,
2-
Şâzilî
ve arkadaşlarının atâleti önlemek için insanları amele ve sa’ye teşvîk
etmeleri,
3-
Tarikat
bünyesinde ilme büyük önem verilmesi ve bu bünye içinden değerli ilim
adamlarının yetişmesi,
4-
Tarikat
prensiplerinin İlmî verilere ve şer’î esaslara uygun olması,
5-
Şâzilî’nin
temiz ve güzel giyinmeye önem vererek kılık kıyâfetle fakr tezâ- hürü
sergilenmeyi yasaklaması,
6-
Terbiye
için nefse azap verme ve dünyâ lezzetlerini terketme yerine, yeme içme gibi
konularda i’tidâli tavsiye etmesi,
7-
Müridin
ma’rifetini arttırma gayesiyle istediği her zaman şeyhine ulaşması ve onunla
görüşmesi,
8-
Şâziliyye
şeyhlerinin yorucu ve bıktırıcı yollar kullanmadan mürîdlerini rahatlatıcı
usullerle eğitmeleri.[344]
Fâruk
Ahmed’in Şâziliyye tarikatının yayılma sebepleri olarak saydığı hususların
hepsi doğrudur. Ancak bu hususlar konunun detayları ve yayılışın temelleri hakkında
yeterli bilgi vermez. Bu nedenle biz, Şâziliyye’nin yayılışını hazırlayan temelleri
biraz daha teferruatlı bir şekilde ele alacağız.
Şâziliyye’nin
intişârında en mühim etken Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin bizzat kendi şahsiyetidir.
O’nun şahsiyetinin ana unsurları, sözleri, uygulamaları, talebeleri ve hakkında
yazılan eserler vasıtasıyla daha sonraki nesillere intikal etmiştir.
“Ebu’l-Hasan
Şâzilî kimdir.?” diye bir soru sorulacak olsa, buraya kadar anlattıklarımızdan
şöyle bir cevap ortaya çıkmaktadır:
O, câmî ve
mescidlerde geniş kitlelere hitâp eden bir vâiz, tekkesi ve mürîdleri olan bir
şeyh, medreselerde ders veren bir hoca, toplumun dertleriyle ilgilenen bir
hizmet eri ve devlet adamlarının saygı duyduğu bir gönül insamdır. Bunların hepsinden
öte, tasavvuftaki bütün merhaleleri aşarak devrinin kutbu olmuş bir tarikat
piridir. Maddî ve mânevi yönleri böylesine gelişmiş bir insanın görüşlerinin,
uygun zemin bulunca yayılması gayet normaldir. Kısacası Şâziliyye tarikatının
yayılması ve insanlar tarafından benimsenmesi araştırılırken, kurucusunun özellikleri
iyi tahlil edilmelidir.
Şâzilî’nin
oluşturduğu sistemin kitap ve sünnete uygunluğu, etrafında dağılması imkansız
bir bağlılar topluluğu oluşturmuştur. O, bu insanlar arasından güvendiği
kimselere icâzet vermiş, onlar da şeyhlerinin prensiplerine sâdık kalarak onun
usûlü ile insanları Allah’a da’vet etmişlerdir.
Tarikatın
yayılmasında Şâzilî’nin şahsiyetinin yamnda, görüşlerini yaymak için yaptığı
şuurlu faaliyetler ve yaşadığı hayat süresi içerisinde gelişen zarûrî tercihler
de etkili olmuştur.
Görüşlerini
yaymak için Şâzilî’nin yaptığı şuurlu faaliyetlerin başlıcalan şunlardır:
a-Talebe-i ulûm ile ilgilenmesi ve onlara ders vermesi,[345]
b-Mescidlerde halka vaaz ve nasihat etmesi,[346]
c-İrşâd ve teblîğ amacıyla
İskenderiye dışındaki Demenhur ve Kahire gibi şehirlere gitmesi,[347]
d-Hakk’a da’vet için
talebelerini değişik yerleşim birimlerine göndermesi[348] ve hilâfet vermesi,[349]
e-Yatsı namazlarından sonra
İskenderiye’de yaptığı sohbetlere çevre beldelerden dinleyici çağırılmasım
sağlaması ve bu sohbetlere uzaktan katılanlara gece tekkede misafir olma
imkânı vermesi,[350]
f-Mektupla
irşâd ve tebliğde bulunması.[351]
Batılı müsteşrik Terry
Graham’ın belirttiğine göre Şâziliyye tarikatının yayılmasında, Şâzilî’nin
hümanist yaklaşımları[352] ile gerek
bedevi, gerek berberi, gerekse de gayr-i müslim olsun bütün etnik gruplara
toleranslı davranması etkili olmuştur.[353]
Trimingham ise, “Şâzilî hem
fizik hem de fizik ötesi şahsî tecrübe ve deneyimlerini çevresindekilere
aktararak tarikatının yayılmasını sağlamıştır.”[354] diyerek, konuya ayrı bir
boyut kazandırır. Geçtiğimiz asırda Kuzey Afrika’daki tarikatlar hakkında
yazılan önemli bir eserin müellifi olan müsteşrik Rinn de, tarikatların bu
bölgede intişârını kolaylaştıran unsurlarla ilgili şu değerlendirmeyi yapar:
“Buradaki tarikat
önderlerinin sözlerinde Hristiyanlara karşı kötü emel ve düşmanlık izine
rastlanmaz. Ne zaman ehl-i kitaptan bahsetseler, daha çok onların din
tercihindeki yanlışlıklarından söz ederler fakat aşağılayıcı bir tavır içine girmezlerdi.
Sâdece Allah’dan hidâyete ermelerini dilerlerdi. Bu hoş görülü tutum takipçilerine
de miras olarak kalmıştır.”[355]
Sayılan sebeplerin yanısıra
Şâzilî’nin hayat serüveni içerisinde gelişen olaylar da tarikatın yayılmasını
sağlamıştır. Bunlardan birisi, sık sık hacca gitmesi[356] ve bu vesile ile yeni yeni
insanlarla temas kurmasıdır. Fakat Şâziliyye tarikatının seyrinin değişmesinde
bütün bunlardan daha önemli bir olay vardır. O da, hocası İbn Meşîş’in
katledilmesinden sonra Mağrib’de gelişen siyâsî ve sosyal sıkıntılar sonucu
Şâzilî’nin Mısır’a hicret etmesidir.[357] O’nun Mısır’a hicreti, daha
sağlığında iken tarikatın adem-i merkeziyetçi bir vasıf kazanarak farklı
coğrafyalarda iki ayrı koldan yayılmasını sağlamıştır. Ayrıca bu gelişmelere
paralel bir şekilde Şâzilî’nin İbn Meşîş’ten aldığı tarikatı kentleştirdiği de
anlaşılmaktadır.[358]
Hicret mahalli olarak
İskenderiye’nin seçilmesi ise tarikatın yayılma hızına ivme kazandıran ayrı
bir etkendir.
Şâzilî’nin İskenderiye’yi
kendisine üst seçmesinin tesâdüf olmadığı anlaşılıyor. Zîrâ o dönemlerde
haberleşme araçları günümüzdeki gibi gelişmediğinden, bir fikir ve düşüncenin
yayılabilmesi için neş’et ettiği yerin coğrafî konumu çok önemli idi.
İskenderiye bu gün olduğu gibi o zaman da bu açıdan mükemmel bir yerdi. Afrika
ile Asya’yı birbirine bağlayan geçiş noktasında bulunuyordu. Buradan Nil üzerindeki
deniz ulaşımı ile Afrika’nın derinliklerine kadar inilebiliyordu. Afrika’nın iç
kesimleriyle olduğu kadar Hicaz ve Mağrib ile de bağlantı kurmaya müsâitti. O tarihlerde
Venedikliler burayı deniz yolu ulaşımı için önemli bir merkez haline getirmişlerdi.
Bu vesîle ile ticâret geliştiği için civar bölgelerden bir çok insan İskenderiye’ye
akm ediyordu. Her din, her mezhep ve her ırktan bir çok insanı barındıran etnik
zenginliğe sahipti. Geniş bir düşünce ve ifade özgürlüğü vardı.[359] Mağrib’de
ise bu imkanların bir çoğu yoktu. Endülüs’de ric’at başladığı için Şâzilî’nin
batıya açılma ihtimâli kalmamıştı. Coğrafî konum itibariyle Mağrib’in bir yanı
deniz, bir yanı da okyanus ile çevrili ve kara bağlantılarının çoğu da
insanların yaşamadığı çölden ibâretti. Şâzilî’nin Mağrib’de hitâp edebileceği
kesim gayet sınırlı idi.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tüm
gayretlerine rağmen kendisi hayatta iken fikir ve düşünceleri Mağrib ve Mısır
dışında İslâm coğrafyasının diğer bölgelerine henüz daha ulaşmamıştı. Hacc için
Hicaz’a gittiği her seferde farklı bölgelerden bir çok insanla tanışmış olsa
bile, bu durum Şâzilî’nin sağlığında tarikatın etkili bir şekilde yayıldığını
göstermekten uzaktır. Sadece daha sonraki intişârına zemin hazırlamıştır. Bizi
bu sonuca götüren husus, Bağdat’ın işgali sırasında Şâzilî’nin söylediği, “Eğer
Bağdat halkının yanında bizim Hizbü’l-bahr’ımız olsaydı Moğollar orayı alamazdı.”[360] sözüdür. Şâzilî’nin bu sözü
bize sağlığında Bağdat gibi mühim merkezlerde bile henüz daha onun fikirlerine
tâbi olanların bulunmadığını göstermektedir. Bu açıdan, Şâzilî’nin fikir ve
düşünceleri vefatından sonra mürîdlerinin gayretleri sonucu daha fazla yayılmıştır.
Nitekim İskenderî, Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin, “Bir insan hayatta iken diğer
insanların en üstünü olabilir. Ancak bir çok insan ona ulaşma imkanı bulamadığı
veya onu kavrayamadığı için kıymetini anlamaz. Sağlığında ona önem vermeyen
insanlar öldükten sonra onu ararlar. Böyle insanların yoluna vefatından sonra
sağlığınkinden daha çok insan girmiştir.”[361] dediğinin naklederek,
Şâzilî’nin vefatından sonra tarikatının daha çok yayıldığını belirtir. Ayrıca
Şâziliyye’nin intişârı konusunda en önemli gayretin Ebu’l-Abbas el-Mursî
tarafından gösterildiğini söyler ve onu tarikatı yayan kimse olarak tanıtır.[362]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
gâyesini ve bu gâyeye ulaşmak için uyguladığı prensipleri iyi kavrayan
mürîdleri, şeyhlerinin çizdiği ana esaslara göre düşüncelerini yaymayı ve
insanları onun görüşlerine davet etmeyi kendileri için bir görev bilmişlerdir.
Mürîdlerin bu tutumu, tarikatın intişârında rol oynayan önemli unsurlardan
biridir. Özellikle Şâzilî’nin mürîdlerinin meslekleri, amaçlarına ulaşmalarında
onlara kolaylık sağlamıştır.
Nitekim bunlardan birisi
Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin Şâzilî ile berâber Mağrib’den Mısır’a hicret eden
kardeşi Ebû Abdullah Muhammed’dir. Endülüs’de iyi bir eğitim alan Ebû Abdullah
(ö. ?), İskenderiye’de muallimlik yapıyordu.[363] Şâzilî’nin
mürîdlerinden Mekînûddin el-Esmer (ö. 692/1294) fakih,[364] îbn Dakîk el- I’yd (ö.
702/1303) şeyhülislâm idi.[365] Atâullah
İskenderî ise müderris oldu.[366] Ser-
halîfesi Mursî’ye gelince, o, İlmî ve tasavvufî faaliyetlerinin yanısıra
geçimini temin etmek için ticâretle meşgul oluyordu.[367] Bu meslekler, Şâzilî’nin
mürîdlerine bir çok insanla muhâtap olma ve şeyhlerinin fikirlerini onlara
aktarma fırsatı vermiştir.
3-
İslam Toplumunun O
Günkü Durumu
Dînî
olan veya olmayan her hangi bir doktrinin toplum tarafından kabul ya da
reddedilişinde, o sırada toplumun içinde bulunduğu şartların büyük önemi olduğu
sosyolojik bir hakikattir.[368] Toplumun en
sıkıntılı dönemlerinde, insanların yardıma ve moral desteğine en fazla muhtaç
oldukları zamanlarda tekke ve zaviye gibi tarikat kuramlarının birer sığınak,
şeyhlerin de birer ma’nevî dayanak olduğunu görürüz. Bu aççıdan tarikatların
yayılışında sosyal yapı içinde icrâ ettikleri fonksiyonların da önemi
büyüktür.[369] Diğer
tarikatlar açısından geçerli olan sosyolojik hakîkatlar Şâziliyye için de
geçerlidir.
Hatırlanacağı
üzere çalışmamızın daha önceki bölümlerinde Ebu’l-Hasan Şâzilî’nİn yaşadığı
devrin dînî, siyâsî, ekonomik ve ahlâkî açıdan pek çok karışıklıklar ve
sıkıntılar ile iç içe olduğunu belirtmiştik. O dönemde batıda Endülüs’den Kuzey
Afrika’ya doğru göçler başlamış, Mağrib’de siyâsî ve sosyal dengeler bozulmuş,
Berberi toplulukları arasında huzursuzluklar çıkmış, halkın câhilliğinden ve
zaaflarından istifâde etmek isteyen yalancı peygamberler bile türemişti. Doğuda
ise Şâzilî’nin vefatından (Şevval 656/1258) on ay önce Bağdat Moğollar
tarafından işgal edilmişti (19 Muharrem 656/1258).
Bu
gelişmelerin yanısıra yine aynı dönemlerde İslam toplumundaki sosyal bünye
bozulmuş, ahlâkî yapı zayıflamış, eğlenceler artmış ve maddî çıkarlar peşinde
koşmaktan insanların ma’nevî hayatları donmuş, kalpleri katlaşmış durumda idi.[370] Şu
bir gerçek ki, bu tip içtimâi çalkantılar büyük fikir adamalarının doğmasına zemin
hazırladığı gibi, fikir ve doktrinlerin kısa süre de gelişmesini ve yayılmasını
da sağlamıştır.
İslam
âlemini kasıp kavuran Moğol fâciâsının Bağdat ve çevresindeki etkisi, Şâziliyye
tarikatı ile yakından ilgilidir. Bu olaydan sonra bir çok insan Irak topraklarından
ayrılarak İslâm coğrafyasının değişik bölgelerine dağıldı. Bunlardan büyük bir
kışımı Mısır’a yerleşti. Bu arada Abbâsî âilesinin çoğu da Mısır’a geldi.
Böylece sembolik de olsa halifelik makamı Mısır’a taşınmış oldu.[371] Sonuç
olarak bu göçler vasıtasıyla bir çok insan, henüz daha Afrika dışına çıkmamış
olan Şâziliyye düşüncesini tanıma imkanı buldu.
Tasavvufî
ekollerin oluşumunda ve yayılışında, içinde yaşanılan zamanın yanısıra coğrafî,
ırkî ve rûhî özelliklerin de rolü vardır.[372] Bu nedenle Şâziliyye’nin
intişârında Afrika halkının tabiatı gözden uzak tutulmamalıdır.
Filibeli Ahmed Hilmi’nin
belirttiğine göre genel olarak Afrika insanı, özellikle de Berberîler, tabiat
olarak İranlılara benzemektedirler. Akıllarıyla değil, his ve hayalleri ile
yaşamayı seven, coşkulu ve duygusal insanlardır. Dînin mantıkî yönü ve pratiğe
yansıyan şekilleri onları tatmin etmez. Bu özelliklerinden dolayı bâtıl mezhep
ve inançlara meyillidirler. Ancak İran’da olduğu gibi kendi tarihî medeniyetlerine
dayalı yerleşik bir hayat sürmediklerinden, bâtıl inançlar burada sabitleşme
imkanı bulamamıştır. Hâlet-i rûhiyyeleri gibi hayatları da sürekli dalgalı ve
değişkendir. Göçebe yaşayan topluluklar az değildir. Bu yüzden burada
îran’daki gibi kemikleşmiş yüzlerce mezhep oluşmadı. Haricîler ve Şîîlerin
faaliyetleri fitne çıkarmaktan ve Mağrib’de İslâmiyetin gelişmesine mânî
olmaktan öte gitmedi. Tarikatlar yayılana kadar da İslâmiyeti hakkıyla
özümseyemediler. Tarikatların muammalı yapıları onları cezbederek islâmiyetin
kökleşmesinde büyük rol oynadı. Zamanla Afrika’da İslâm adına başta Şâziliyye
olmak üzere tarikatlar galip ve hâkim oldu.[373] Öyle ki, îran’daki
mezheplerin yerini burada tarikatlar ve onların kolları aldı. Dînî ve içtimâi
vazifelerin hepsi tarikatlar tarafından yerine getirilmeye başladı ve bu usûl
bu güne kadar devam etti.[374]
Ahrned Hilmi’nin, yöre
insanının tabiatı hakkında yaptığı bu tespitlere dayanarak, Afrikalıların rûh
halleri ve psikolojik yapılarının tarikatların yayılmasında etkili olduğunu
söyleyebiliriz. Tarikatların yayılmasına zemin hazırlayan bu ortamdan en fazla
Şâziliyye tarikatı faydalanmıştır. Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin Hz. Peygamber soyundan
gelmesi, o yörenin insanı olması, yetiştiği muhiti iyi tanıması ve uygulamalarında
halkın ihtiyaçlarım gözetmesi, fikirlerinin Afrika insanı tarafından hızla
benimsenmesini sağlamıştır.
B-DÎĞER İSLAM ÜLKELERİNE
İNTİKALİ
Şâziliyye’nin Afrika
kıtasının değişik bölgelerine ve kıta dışına geçişi tarikatın yayılışı ile
bağlantılı olarak ele alınması gereken ayrı bir konudur. Çünkü tarikatın gerçek
anlamda yayılışı, Mısır ile Tunus haricindeki diğer Afrika ülkelerine ve kıta
dışına çıkması ile olmuştur.
Şâziliyye tarikatının
yayılışında Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin talebelerinin etkin rol oynadığı
görülmektedir. Bunlar arasında Atâullah İskenderî (ö. 709/1309), Necmüddîn
Isfahânî (ö. 721/1321)[375] ve Yakut
el-Arşî (602-732/1205-1332) en ö- nemlileridir.
Atâullah
îskenderî’nin Mısır’da yaşadığı ve Dâvud b. Ömer el-Bâhılî (ö. 730/1329)[376] gibi
talebeleriyle tarikatın Mısır’da kökleşmesini sağladığı bilinmektedir.
Necmüddîn Isfahânî’ye gelince, tarikatın Afrika’dan Asya’ya geçişi daha çok
onun vasıtası ile olmuştur. îran asıllı olduğunu söyleyen Necmüddîn
Isfahânî’nin belirttiğine göre, İran’da sohbetine katıldığı şeyhi kendisinden
kutupla görüşmesi ve ona intisâb etmesi için Mısır’a gitmesini ister. Bu amaçla
çıktığı yolculuk sırasında Moğollar tarafından casus olarak nitelendirilip
hapse atılır ve bir pîrin manevî himmeti ile buradan kurtulur. Mısır’a geldiği
sırada Ebu’l-Abbas el-Mursî ile karşılaşınca, onun kendisini hapisten kurtaran
pîr olduğunu anlar. Bunun üzerine Mursî’ye intisâb ederek talebeleri arasına
girer. Şeyhi ölünceye kadar da onun sohbet ve hizmetinden ayrılmaz.[377]
Necmüddîn
Isfahânî, 686/1287 yılında Mursî’nin vefatı üzerine Mısır’dan ayrılarak
Mekke’ye yerleşir. 721/1321 tarihinde ölünceye kadar burada yaşar. Fudayl b.
lyâz’ın kabrinin yanma defnedilir.[378]
Isfahânî’nin
Mekke’ye yerleşmesi, Şâziliyye tarikatının Afrika’dan Asya’ya geçmesini ve bu
kıtadaki bir çok İslâm ülkesinde yayılmasını sağlamıştır. Abdurrahman Câmî’nin Nefahâtü’l-Üns’inde 703/1303 yılında Horasanlıların Mekke’ye gelip Isfahânî’nin
hizmetinde bulunduklarını ve kendisine “Harem Şeyhi” ünvânını verdiklerini
kaydetmesi,[379] Mursî’nin
ölümünden kısa bir süre sonra Şâziliyye’nin etkilerinin Horasan’a kadar
ulaştığını göstermektedir.
Diğer
taraftan Şâziliyye’nin Yemen’e intikâlinde, Safıyüddîn Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Mûsâ Ukayl el-Yemenî eş-Şâzilî’nin büyük rolü olmuştur. Çünkü el- Yemenî,
Şâziliyye’ye intisâb ettikten sonra Yemen’e yerleşerek irşâd ve tebliğde
bulunmuş ve burada ölmüştür (ö. 690/1289).[380]
Daha
sonraki yıllarda Şâziliyye’nin Yemenliler arasında yayılmasında ise, Mekke’de
Necmüddîn Isfahânî’ye intisâb eden Abdullah b. Es’ad el-Yâfiî (ö. 768/1367)[381]’nin etkisi
büyüktür.[382] Ayrıca Şîî
bir tarikat olarak bilinen ve İran’ın Kirman eyâleti ile Hindistan’ın Dekken
bölgesinde yaygın olan Ni’metullâhiyye tarikatının[383] müessisi Şah Ni’metullah-i
Velî (731-834/1331-1431),[384] Abdullah
el- Yafiî’den de tarîkat almıştır. Necmüddîn Isfahânî bu bağlantılar sebebiyle
Victor Danner tarafından her ne kadar “Iran sûfisi” olarak nitelendirilse de,[385]
İskenderî’nin kaydından onun Şâziliyye usûlüne uygun tebliğ ve irşâd da bulunan
bir sûfi olduğu açıkça anlaşılmaktadır.[386]
Seyid Hüseyin
Nasr, sûfilik ile şîîlik arasında benzerlikler bulunduğunu ve şîîliğin
sûfılikten etkilendiğini belirtir.[387] Hüseyin Nasr’ın daha çok
felsefe ve düşünce tarzı ile ilgili yaptığı bu tesbît, William Chittick’e göre
Şâzilîlik açısından fıîli duruma da yansıyacak kadar barizdir. Şöyle ki:
Şîîlerin
Hüseyin b. Ali’ye izâfe ettikleri Mefâtihu’l-cinân isimli duânın[388] 700/1300 yılından
sonra kaleme alınan yazma nüshâlarının son kısmına ehl-i sünnet inancına
bağlılığı tartışılmaz olan Atâullah İskenderî’nin Münâcât’ı[389] eklenmiş ve birlikte okumaya başlamıştır.[390]
İskenderî’nin
Münâcât’ının VIII/XIV. yüzyıldan bu yana Şîîler’in önem verdiği duâlar arasına
yerleşmesi, Şâziliyye tarikatının çok erken tarihlerde İran’a ulaştığını
göstermektedir. Ancak oradaki hetaradoks yapı içerisinde tarikatın aslî
özellikleri kaybolmuştur. Günümüzde pek çok Şîî âlimi tarafından bile Mefâtihu’l-cinân’ın son kısmındaki Münâcât’m İskenderî’ye
âid olduğu bilinmektedir.[391]
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre Şaziliyye’nin Hindistan’daki en önemli temsilcilerinden
birisi de, büyük hadis kitabı Kenzii’l-ummâl’in müellifi Alaeddîn Ali b. Hüsâmeddin el-Muttakî el-Hindî (ö.
975/1567)’dir.[392]
Mursî’nin
talebelerinden birisinin de Yakut el-Arşî olduğunu söylemiştik. Aslen
Habeşistanlı olan Yakut el-Arşî, Mursî’den tarîkat almış ve bereketli bir ömür
sürerek şeyhinden çok sonra vefat etmiştir. (732/1332).[393] Şemsüddin b. Lübbân ed-
Dimeşkî (ö. 747/1346)[394] ve
Şihâbüddîn b. Maylak (Ö.?)[395] onun
talebelerindendir.[396]
Yakut el-Arşî,
Şâziliyye tarikatının Sûdan ve Habeşistan gibi Afrika’nın iç kesimlerinde
yayılmasını sağlamış ve buralardan İskenderiye’ye getirdiği zenci müslümanlan
eğiterek tekrar memleketlerine göndermiştir. Bu nedenle Şa’râni, “Gerek Mısır
ve gerekse başka memleketlerde Şâziliyye tâifesini neşreden hazretin
menkıbeleri dillere destan olmuştur.”[397] diyerek, Yâkut el-Arşî’nin
tarikatın yayılmasında önemli bir rol oynadığını belirtmektedir.[398]
Diğer yandan
kahve hakkında yapılan bir araştırmada, sûfîler tarafından ibâdet ederken
uyarıcı özelliğinden yararlanmak için[399] Etiyopya’da kullanılan[400] kahve içme
alışkanlığını, Yemen’e getiren ve bu bölgede yaygınlaşmasını sağlayan ilk şahsın,
tarikat silsilesi Nâsıruddîn b. Maylak (ö. 797/1395)[401] ve Şihâbüddîn Maylak
vasıtasıyla Yâkut el-Arşî’ye dayanan Ali b. Ömer el-Kuraşî eş-Şâzilî (ö.
814/1418)[402] olduğu
belirtiliyor.[403] Bu durum
bize, Şâziliyye’nin Afrika’nın iç kısımlarında yayılması ve Asya’ya ulaşması
hakkında bir takım bilgiler vermekte, Yâkut el-Arşî kanalıyla devam eden
silsilesinin bu konudaki hizmetlerini göstermektedir.
Harîrîzâde’nin
kaydından öğrendiğimize göre Şâziliyye’nin Sûriye ve Şam’a intikâli ise
Mursî’nin mürîdlerinden el-Haccâm el-Esved ünvânı ile meşhur Şeyh Yasin b.
Yusuf el-Mağribî el-Marakeşî (ö. 687/1288)[404] vasıtasıyla gerçekleşmiştir.
Aslen Mağribli olan Haccâm el-Esved’in Ebu’l-Hasan Şâzilî ile görüşmüş olma
ihtimali yüksektir. Ancak o, Şâziliyye tarikatım Mısır’da Ebu’l-Abbas el-Mursî
(ö. 686/1287)’den almış ve daha sonra Şam’a yerleşmiştir. Kendisinden tarikat
alan kişilerden en önemlisi ise imam en-Nevevî (ö. 670/1271)’dir.[405]
Abdulkadir
Mahmûd, el-Fikru’s-sûfî
fi’s-sûdan isimli doktora çalışmasında,
‘İslâm Sûdan’da devletleşmezden evvel Sünnî bir tarikat olan Şâziliyye’nin
dervişleri buraya girmiş ve Sûdan’m müslümanlaşmasında büyük rol
oynamışlardır.”[406] diyerek,
Şâziliyye’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Sûdan’a ulaştırdığını belirtmektedir.
Bu durum, Sûdanlı kabîle reislerinden Şerif Hamid Ebû Denâne (ö.?)’nin, Delâilü’l-hayrât müellifi Ebû Abdullah Muhammed b. Süleyman el- Cezûlî (ö.
870/1465)[407]’nin
kızlarından birisi ile evlenmesine neden olacak seviyeye kadar ilerlemiştir. Bu
evlilik sonucunda da Şâzililik Sûdan’da kökleşmiştir.[408]
Bütün tasavvuf
ekolleri ve tarikatlarda olduğu gibi Şâziliyye’de de teblîğ ve irşâd faaliyeti
hiç durmamıştır. Şâziliyye mensupları bir taraftan gayri müslim bedellerin
İslamlaşması için devlet güçlerinden çok önce oralara giderlerken, diğer
taraftan kendi ülkelerini düşman işgaline ma’rûz kaldığında bile boş durmamış,
sırf Allah rızâsı için faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Mürîd kazanma ve mü’min
yetiştirme çalışmaları memleketleri işgal altındayken dahi devam etmiştir.[409]
19. yüzyılda
Kuzey Afrika’daki İslam toprakları Avrupah devletler tarafından işgal
edilirken, Şâziliyye tarikatı bu iki yönlü gayretlerin sonucunda batıya açılma
imkânı bulmuştur. Zâhir’de şer olan işgal sonucundaki münasebetlerden hayırlı
neticeler de doğmuştur. Bu münâsebetler tasavvufî hayat ve düşünceyi yakından
tanıma imkânı bulan batılı bazı insanların müslümanlaşmasını sağlamıştır.[410]
C-
ŞÂZÎLİYYE’NÎN KOLLARI
Tasavvuf tarihinde ana
tarikatların hemen hepsinde, az veya çok şûbeler oluştuğunu görüyoruz.[411] Bu
şubelerin oluşumu daha çok iki şekilde gerçekleşmektedir. Bunlardan birisi,
şube kurucusunun tasavvuf ve tarikat konusundaki yüksek bilgi ve beceresi
sebebiyle mensubu bulunduğu ana tarikatın âdâp ve erkânı üzerinde içtihâd
yaparak mürîdlerini eğitmek için tarikata yenilikler kazandırması veya usûlü
tamamen değiştirmesi ile olur. Bu yol ile oluşan kol, hakîkî ve gerçek anlamda
kol sayılır. Diğeri ise, ana tarikatın esasları üzerinde herhangi bir
değişiklik yapmadan, tarikatın bir bölgede kendisini yayan şeyhe izâfe
edilerek anılması sonucunda oluşur. Biz birinci yolla oluşan şûbelere “ana
kol”, ikinci yolla oluşanlara ise “yan kol” adını verebiliriz.
Burada şunu belirtmeliyiz ki, bu gün
itibariyle elimize ulaşan verilerle 750 yıllık bir geçmişi bulunan Şâziliyye
tarikatının kollarının oluşumunda bu iki yoldan hangisinin etkili olduğunu
bilmemiz mümkün değildir. Bu sebeple biz, Şâziliyye’nin kollarım her hangi bir
tasnife tâbi tutmaksızın ele almaya çalışacağız.
İster ana kol olsun ister yan kol olsun bu
durum tarikattan bir kopuş olarak de- ğerlendirilmemelidir. Önceden beri devam
eden bir tarikatta büyük bir şeyhin zuhur etmesi ile hareketin yeni bir isim
altında toplanması aleyhde değil, tam aksine lehde bir gelişmedir. Zamanın
ihtiyaçlarına göre metodların yenilenmesini, tarikatın taze kan kazanmasını ve
yayılma hızının artmasını sağlar. Nitekim Müşteşriklerden M. Brett, İslam in North Africa isimli çalışmasında bir batılı gözüyle tarikat kollarının
zuhûrunu değerlendirirken şunları söyler:
“Kuzey Afrika
müslümanlarında resmî nitelik taşıyan mezhep ayrılıkları doğmadı. Bunun yerine
rûhânî liderlerin çevresinde oluşan tasavvufî ayrılıklar zuhûr etti. Bu
ayrılıklar, iktidara yönelik idâri nitelikli ayrılıklar değil, tam aksine dîni
daha iyi yaşamaya yönelik birlikteliklerdi. Aynı tarikata girenler, cemaat ve
ihvan- lık sistemi ile bir birine bağlanıyorlardı. Başlangıçta çok sağlam ve
dinamik bir yapıya sahip olan tarikatlar, yaşandıkça genişliyor ve kardeşlik
bağına bağlı enerjisini kaybederek bütün müslümanlar arasında yayılıp eriyordu.
Fakat böyle tarikatlar içinden yeni şeyhler yetişiyor, kendi tarikatını kurmak
için ilk tarikattan ayrılıyordu. Tarikatlarda ne kadar yeni oluşum, yeni kol ve
canlandırma olursa o kadar aktif ve birbirine yakın yeni bir toplum meydana
geliyordu.”[412]
Tarikat kollarının gerçek anlamda kol olup olmadığını
tesbît etmemize engel olan hususlardan birisi de, bir tarikat adına irşâdda
bulunan bir şeyhin, başka bir tarikattan teberrüken hırka giymesidir. Tasavvuf!
açıdan bunda bir mahzur görülmemektedir.[413] Bir tarikattan teberrüken
hırka giyen kişi kendisine hırka giydiren şeyhin halîfesi sayılmakta, o tarikat
adına mürîd kabul etmekte ve kabul ettiği bu müride yine o tarikat adına seyr u
sülük yaptırma yetkisine sahip olmaktadır. Bu durumda, aradan uzun yıllar
geçince teberrük hırkası giyen bir şeyhin asıl tarikatım ve kime hangi usûle
göre icâzet verdiğini tesbît etmemiz zorlaşmaktadır.
Şâziliyye tarikatının hem
Şâzilî tarafından alınışında hem de daha sonra bir kısım şeyhlere verilişinde
olmak üzere iki yönlü teberrük durumu söz konusudur. Bu nedenle Şâziliyye’yi
bazıları Kadiriyye’nin,[414] bazıları
Medyeniyye’nin,[415] bazıları da
Rifaiyye’nin[416] şubesi
saymışlardır. Ancak biz Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin şahsiyetini ve tasavvuf
tarihindeki yerini incelerken, Şâziliyye’nin herhangi bir tarikatın kolu olmadığını
ve Şâzilî’nin müstakil bir tarikat kurduğunu açıkça ortaya koymuştuk.
Diğer taraftan Sühreverdî’nin halîfesi olan
İzzeddin b. Abdüsselam,[417] Şâzilî’den
de tarikat almıştır.[418]
Şâziliyye’nin kolu olan Senûsiyye’nin kurucusu Muhammed es-Senûsî (ö.
274/1859),[419]
Kâdiriyye’den teberrük hırkası giydiği gibi;[420] Kâdiriyye’nin kolu olan
Bekkâiyye’nin kurucusu Ahmed el-Bekkâî el-Kuntî (ö. 908/1504)[421]’de
Şâziliyye’den hırka giymiştir. Bu nedenle Bekkâiyye, Şâziliyye’nin bir kolu
sayılmıştır.[422] Bu açıdan
bakıldığı zaman hemen bütün tarikatların birbiriyle bağlantılarını bulmak
mümkündür. Çünkü sonuçta hepsinin silsilesi Hz. Peygamber’de birleşmektedir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den tarikat alan büyük
tarikat kurucuları da vardır. Onların kurduğu tarikatları Şâziliyye’nin bir
kolu saymak mümkün olduğu gibi, başka şeyhlerden de tarikat aldıkları için,
yayıldıkları alan ve geliştirdikleri usuller açısından müstakil kabul etmenin
daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Bu cümleden olarak, kaynaklarda Seyyid Ahmed
el-Bedevî (ö. 675/1276) ile İbrahim Desûkî (ö. 676/1277)’nin Ebu’l-Hasan
Şâzilî’ye intisâb ettikleri belirtilmektedir.[423] Ancak bu intisâb, daha çok
teberrüken yapılmış bir intisâbdır. Bu nedenle biz, çalışmamızda onların
kurduğu Bedeviyye ve Desûkiyye tarikatlarını Şâziliyye’nin kolları arasına
almayacağız.
Şâziliyye’nin kuruluşunu tâkip eden ilk
asırlarda ondan doğan kol sayısı çok azdır. Fakat aradan iki asır geçince kol
sayısının artmaya başladığı ve 18 ile 19. yüzyılda zuhur eden kol sayısının ilk
beş asırda oluşan kol sayısına eşit olduğunu görüyoruz. Karşımıza çıkan bu
tablodan tarikatın ilk yıllarda merkeziyetçi bir yapıya sahip olduğu, ancak
zaman içinde bu merkeziyetçilikten uzaklaştığı sonucunu çıkarmak mümkündür.
Çünkü ilk asırlarda güçlü bir çok Şaziliyye şeyhine herhangi bir kol nisbet
edilmezken, daha sonraki asırlarda kendisine icâzet verilen birçok kimseye
tarikat nisbet edilmeye başlanmıştır. Buna, Mursî’nin halîfelerinden Isfahânî
ile Yakut el-Arşî’ye herhangi bir şube nisbet edilmezken, Medeniyye’den dört
ayrı kolun zuhur etmesini örnek gösterebiliriz.[424] Daha da dikkat çekici olanı
ise, Muhammed Zâfır’in ekEnvâru’l-Kudsiyye’de kendisine
Zâfiriyye
isimli bir kol nisbet ederek mürîdlerine el-Vazîfetü’z-Zâfiriyye adı ile günlük vird vermesidir.[425]
Son iki asırda Şâziliyye’den bu kadar çok
şu’benin zuhur etmesinin, Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve yıkılması ile
bağlantısı vardır. Öncelikle şunu belirtelim ki, Osmanlılar’da devletin
bekasına katkıda bulunan sivil kuramlardan birisi de ehl- i sünnet çizgisindeki
tarikatlardır.[426] Osmanlı
Devletinin yıkılma döneminde Kuzey Afrika ve Yemen gibi merkezden uzak
bölgelerde, AvrupalIlar’ın işgallerine karşı harekete geçen halkın büyük bir
bölümü, tarikatlara yönelerek şeyhlerin etrafında toplandılar. Bu durum yeni
tarikat kollarının doğmasını sağladı. Devlet buralara yetişemediği için bu
kollardan bir kısmı OsmanlIlara bağlılığını sürdürerek kendi başlarının
çaresine bakıp AvrupalIlarla mücâdeleyi seçerken, bir kısmı da OsmanlIlara
kırgınlığını ifâde ediyordu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1911’de Tırablusgarb’da
başta Senûsîler olmak üzere o bölgedeki tarikatları organize etmeye
çalıştıklarını belirtmesi,[427] bu husûsu
gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Diğer
taraftan batıklar da, Osmanlı Devletini söz konusu bölgelerde dayandığı halk
tabanından mahram bırakmak için, siyâsetleri gereği tarikatlarla ilgilenmişlerdir.
M. Brett’in belittiğine göre, onları geleneksel kuramlar olarak kabul edip
bizzat desteklemişlerdir. Böylece tarikatlara güvence verilerek, OsmanlIlardan
uzak, batılı yönetimler altında da mevcûdiyetlerini sürdürebilecekleri imajı
oluşturulmuştur.[428] Avrupalılar’ın
İslâm topraklarını işgal etmesi ve bunun neticesinde gelişen siyâsî ortam, yeni
tarikat şu’belerinin doğmasını sağlamıştır. Ancak batıklar hiçbir zaman
tarikatları gözlerinden ırak tutmamışlar, güçlenmelerini engellemek için
gerekli tedbirleri almışlardır. Tunus’daki Fransız sefirinin Paris’e yazdığı
raporda kardeş olan iki şeyh hakkında kullandığı şu ifadeler, bu durumu doğrulamaktadır:
“(Şeyh) Belkasem b. Abdülvâris, Sultan’ın[429] Şeyhi’ne[430] ulaklık yapabilir. Eğer böyle
bir şey yaparsa daha evvelden onu ihbâr eden kardeşi Sîdî Muhammed el-Taher[431] bunu bize
haber vermekte kusur etmeyecektir.”[432]
Osmanlı
Devletin’nin arkasından batıklara karşı istiklâl mücâdelesi verilerek kurulan
Kuzey Afrika’daki yeni devletler de, halk tabanı kazanmak ve güçlenmek için
tarikatlara musâmahakâr davranmışlardır. Böylece yeni Şâziliyye kollarının
oluşumu devâm ettirmiştir. Günümüzde başta Mısır olmak üzere Afrika’daki İslâm
ülkelerinin çoğu, tarikatlara kendi içlerinde özerk bir statü tanımıştır.
Reîsü’l- meşâyıh ve Meclisü’s-sûfî gibi isimler altında teşkilatlanmış
kuramların gözetiminde faaliyetlerini sürdürmektedirler. Dolayısıyla bu canlı
bünyede yeni kol oluşumu da devam etmektedir.
Sonuç
olarak Şâziliyye’den doğmuş bir çok kol vardır. Bu kadar çok kolun zuhur
etmesinin olumlu ve olumsuz yanları bulunmaktadır. Olumlu yanı ma’nevî olup
Şâziliyye tarikatının yayılmasını ve tasavvuf! düşüncenin canlı kalmasını
sağlamalarıdır. Olumsuz yanı ise, ana bünyenin her doğan yeni kolla maddî ve
siyasal güç kaybına uğramasıdır. Nitekim Afrika’yı müstamleke yapmak isteyen
batılılar, “Müslüman tarikatlar birbirine karşı değillerdir, ama aralarında bir
ittihad da yoktur. Bu tarikatlar inkişâf ettikçe dağılıyorlar ve eski
asıllarından bir şey muhâfaza etmeksizin yeni tarikatlar kuruyorlar.”[433] tesbîtinde
bulunarak, tarikatların devlet tarafından örgütlenmedikçe siyasal bir güç
olamayacaklarını, asıl amaçlarının dîni daha iyi yaşayarak Allah’ın rızâsını
kazanmak olduğunu belirtirler.
Şâziliyye
tarikatı kuruluşundan bu güne kadar Afrika’da en fazla yayılan tarîkat olduğu
için, Afrika’da neş’et eden diğer tarikatlarla onu irtibatlandıran kaynaklara
veya bilgilere rastlamamız mümkündür. Gerçekte Kadiriyye’nin bir şu’besi olan
Semmâniyye’nin,[434] Mısır’daki
resmî kayıtlarda Şâziliyye’den bir şu’be olarak gösterilmesi[435] buna güzel
bir örnektir.
Bu zarûrî
açıklamalardan sonra Şâziliyye’nin kollarını ele almaya başlayabiliriz. Bunu
yaparken kronolojik bir sıra takip edip kollar hakkında kısa bilgiler vermekle
yetineceğiz.
Büyük hadis âlimi
Şeyh îmâm Muhyiddîn Ebû Zekeriyâ Yahyâ b. Şerefeddîn en-Nevevî’ye nisbet
edilir. 10 Muharrem 631/1233 tarihinde şam köylerinden Ne- vâ’da doğan imam
Nevevî, 14 Recep 670/1271 tarihinde vefat etmiştir.
Başta
Riyâzii’s-salihîn
olmak üzere bir çok te’lifı bulunan ve Sahîhu Müslim’i şerheden îmam Nevevî, Şâziliyye tarikatım Mursî’nin müridi
Şeyh Yâsin b. Yusuf el-Haccâm el-Esved el-Mağribî’den (ö. 687/1288)[436] almıştır.[437] Duâ ve
zikre büyük önem verdiği için de Hz. Peygamber’in duâlarını el-Ezkâr (İstanbul, 1986) isimli eserinde bir araya toplamıştır.
Hârîrîzade, kendisine has evrâd ve ezkâr da tertîbleyen Nevevî’nin geliştirdiği
Neveviyye’yi, tasavvufî disiplin açısından Şâziliyye’nin bir şûbesi sayar.[438]
2-
İbn Abbâdiyye (İbn
lyâdiyye)
Muhammed
b. İbrahim b. Abbâd er-Rundî en-Nifferî’ye (ö. 792/1390)[439] nisbet edilir. İbn Abbâd,
Şâziliyye tarikatı içinde bir kol kurucusu olmaktan ziyâde, Atâullah İskenderî
ve Dâvûd Bâhilî (ö. 730/1329)’nin sâdık bir tilmizi ve ilk Hikem şârihi olarak tanınır.[440]
İbn
Abbâdiyye’yi bir Şâziliyye kolu olarak zikreden müellifler, onun Zerrûkiyye’den
doğduğunu söylerler.[441] Ancak
Zerrûkiyye’nin kurucusu Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493), İbn Abbâd (ö. 792/1390)’dan
çok sonra yaşamıştır. Bu açıdan İbn Abbâdiyye’yi Zerrûkiyye’nin bir kolu saymak
yanlıştır.
Burada
şu hususu belirtmekte fayda görüyorum: Arapça’daki “ye” harfi hattatlar
tarafından bir nokta eksik yazılınca “be” okunur. Bundan kaynaklanan bir yanlışlıkla
Hikem şârihi İbn Abbâd er-Rundî ile el-Mefâhiru’l-aliyye
fi’I-mesâsiri’ş- Şâziliyye müellifi İbn
lyâd eş-Şâfiî (ö. 1153/1739) bir birine karıştırılmaktadır.[442] Bu nedenle İbn Abbâdiyye’yi
Zerrûkiyye’nin şubesi saymak yerine, bizzat eserinde tarikat silsilesinin Ahmed
Zerrûk’a dayandığını söyleyen İbn lyâd’ın[443] cem ettiği Şâziliyye usûlünü,
“İbn lyâdiyye” veya “İbn Ayyâdiyye” diye isimlendirerek Zerrûkiyye’nin şubesi
saymak daha doğru olacaktır.
Şeyh Muhammed
Vefa b. Muhammed b. Necmüddîn el-Mağribî’ye nisbet edilir. Aslen Mağribli olup[444]
İskenderiye’de doğmuş ve orada yaşamıştır. Doğum ve ölüm tarihi hakkında Tibyân’da kaydedilen bilgilerle başka kaynaklarda verilen bilgiler
çelişmektedir. Tibyân’da Muhammed Vefa’nın 761-807/1360-1405 tarihleri arasında
yaşadığı kaydedilirken,[445] başka
kaynaklarda 702/1302[446] veya
707/1307 yılında doğduğu, 765/1364 yılında da vefat ettiği belirtilir.[447] Şa’rânî ve
Nebhânî de şeyh Muhammed Vefa’nın oğlu Ali Vefâ’nm 671 yılında doğup 801 veya
807 yılında vefat ettiğini nakletmektedirler.[448]
Bu durum,
Harîrîzâde’nin baba ile oğulun yaşadığı târihleri karıştırdığını ve
Vefâiyye’nin kurucusu şeyh Muhammed Vefa’nın doğum ve ölüm tarihini Tibyân’a
yanlış kaydettiğini göstermektedir.
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre şeyh Muhammed Vefa doğduğu gece, Atâullah İskenderî (ö.
709-1309) mürîdleriyle birlikte onun dünyâya geldiği eve
gitmiş ve “Bu çocuk hakikat ilmini
toplayacaktır.” diyerek, Muhammed Vefâ’nın büyük bir sûfî olacağını önceden
haber vermiştir.[449]
Kendisine
Vefa isminin verilmesi ile ilgili şöyle bir hâdise anlatılır:
Her yıl belli mevsimde Nil nehrinin sulan
çoğalıp taşar ve böylece bir çok insanın arâzîsi suya kavuşurdu. Bu mevsime
Nil’in vefa günleri anlamına “âvân-ı vefa’ denirdi. Bir yıl avân-ı vefa
dönemi gelmesine rağmen Nil’in suları artmadı. Bunun üzerine İskenderiye
halkının ileri gelenleri sâlih bir zât olarak tanıdıkları Şeyh Muhammed b.
Muhammed’den Nil’in bereketlenmesi için Cenâb-ı Hakk’a duâ etmesini istediler.
Şeyh Efendi de Nil nehrine gelerek abdest aldı. İki rekat namaz kıldı ve
uzunca bir duâ yaptı. Daha sonra ayağını topuklarına kadar Nil’in kenarındaki
sulara batırarak: “Ey Nil! Allah’ın izniyle ovalara taş!” diye nidâ da bulundu.
Arkasından, “Ey Nil! Vefa, Vefa!” diye seslenip, yavaş adımlarla yürüyerek
nehir yatağından çıkmaya başladı. O her adım atışında su ayağının altına kadar
yükseliyordu. O gün suyun yüksekliği tam on yedi zirâ’artarak istenen seviyeye
geldi. Bu hâdise üzerine şeyh Muhammed b. Muhammed’e “Vefa” lakabı verildi.[450]
Kaynaklara şeyh Muhammed Vefâ’nın ümmî olduğu
ancak yedi ile on yaşlan arasında iken kalbinden geçenleri söyleyip başkasına
yazdırmaya başladığı ve bu sûretle tasavvufî ağırlıklı şu eserleri oluşturduğu
belirtilmektedir:
a- Dîvân,
b- Nefâisü’l-irfân,
c- el-Ezel,
d- el-Makâmatü’s-sünniyye el-mahsûs bihâ es-sâdât es-sûfiyye.[451]
Doğduğu sırada Atâullah İskenderî (ö.
709/1309)’nin nazar-ı feyzine mazhar olduğu gibi Dâvûd el-Bâhılî (ö. 730/1329)
ve Yâkut el-Arşî (ö. 732/133 l)’den bizzat tarikat almıştır. Hocazâde Ahmed
Hilmi’nin belirttiğine göre şeyh Muhammed Vefâ’nın tarikatı iki silsile ile
İmâm Şâzilî’ye ulaşır. Bu silsilelerden birincisi şeyh Dâvud Bâhılî, Atâullah
İskenderî, Ebu’l-Abbas el-Mursî ve İmâm Şâzilî şeklindedir. Diğeri ise Yâkut
el-Arşî, Ebu’l-Abbas el-Mursî ve İmâm Şâzilî’dir.[452]
Şeyh Muhammed Vefâ, vefâtı yaklaşınca kemerini
çıkanp mürîdlerinden İbzârî el-İskenderî’nin beline takmış, dört yaşındaki oğlu
Ali büyünyünceye kadar kendisine ve emânetine vekil olmasını istemiş, Ali b.
Vefa rüştüne erince de ona teslim etmesini söylemiştir.[453]
Trimingham’m belirttiğine göre Vefâiyye
Sûriye’de ve Mısır’da yayılmıştır. [454] En önemli
şu’beleri Zerrûkiyye ve Bekriyye’dir.[455] Tabakat kitaplarından öğrendiğimize
göre Vefâiyye hakkında Murâd b. Yusuf Rûmî (ö. 1030/1621) tarafından Menâkıbu sadâti’ş-Şâziliyye ve’l-vefâiyye,[456] Hüseyin
b.Abdurrahman Menzilavî (ö. 1212/1797) tarafından Manzûme fî silsileti’s-sadati’I-Vefâiyye[457] ve İbn
Fâris tarafından da el-Minhatü’l-İlâhiyye fi
Menâkıbı’s-Sadati’I-Vefaiyye[458] isimli
kitaplar yazılmıştır.
Afîfüddin Ebû Muhammed Abdullah b. Es’ad
el-Yâfıî el-Yemenî’ye (698- 768/1298-1367)[459] nisbet edilir. Şâziliyye’nin
intişârında önemli rol oynayan kollardan birisidir.
İmam Yâfıî Aden’de doğmuş ve ilk tahsilini
orada tamamlamıştır. Yâfıî daha sonra hacc için Mekke’ye gitmiş, oradan Şam’a
geçmiş, burada gönlüne bir müddet halvete çekilerek insanlardan uzaklaşma
arzusu düşünce bu hal ile memleketine dönmüş ve Kadirî şeyhi Ali et-Tavâşî (ö.
748/1348)’ye intisâb ederek seyr u sülûk’unu tamamlamıştır. Sonra ilimle
iştigal etmeye karar vererek tekrar Mekke’ye gitmiş ve bu sırada Mursî’nin
halifelerinden Necmüddîn Isfâhanî ile tanışarak ona intisâb etmiştir.[460] Bir müddet
İlmî çalışmalarına ara vererek Isfahânî’nin delâletiyle seyahatlere başlamış,
Şam, Beytü’l-Makdis ve Şâziliyye’nin merkezi olan Mısır’ı gezmiştir. Mısır’da
iken Nâsıruddîn b. Maylak’a (731-797/1331-1395)[461] da intisâb etmiş[462] ve iki
farklı senedle Şâziliyye’ye bağlanmıştır. Hicaz’a döndükten sonra kaldığı
yerden İlmî çalışmalarına devam eden Yâfiî, sık sık Mekke ile Medine arasında
gidip gelerek bir çok âlimden yararlanma imkânı bulmuştur. Bir ara memleketi
Yemen’e tekrar gidip ilk şeyhi Ali el-Tavâşî’yi ziyaret eden İmâm Yâfiî, Mekke’ye
geri dönmüş ve 768/1367 yılında burada hayata gözlerini yummuştur..[463]
Kıymetli bir sûfî olmasının yanısıra aynı
zamanda velûd bir müellif olan Yâfiî, geride çok kıymetli eserler bırakmıştır.
Brockelmann onun yirmibeş eserini zikrederken,[464] Bağdatlı îsmâil Paşa kırk
kadar eserinin adını verir.[465] Bunlar
içinde i- mam Yâfiî’nin Şâziliyye halkasına dahil olduğunu gösteren en mühim
eser, Mir’atü’I-cinân ve İbretü’l-yakzân (1-4
cilt, Beyrut, 1970, 1972) isimli eserdir.[466] Yâfiî, devrin
hâdiselerine de değindiği bu târih kitabının çeşitli ciltlerinde Necmuddîn
Isfahânî, Mursî ve Şâzilî’den bahsetmektedir.[467]
Arabistan ve Yemen’de intişâr eden Yâfiiyye,
sadece Şâziliyye’nin değil, aynı zamanda Kâdiriyye’nin de bir koludur.[468]
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Yâfiiyye câmiu’t-turuk bir tarikattır.
Sühreverdiyye, Medyeniyye, Rifaiyye ve Ekberiyye ile de ittisali vardır.[469]
Şâziliyye tarikatının VH1/X1V. Yüzyılda
Mısır’da oluşan kollarından birisidir.[470] Kurucusu Muhammed
Cevherî’dir. Ancak o zamanki kayıtlarda Muhammed Cevheri bir kol kurucusu değil
de Şâziliyye şeyhi olarak tanıtılmaktadır.[471] Cevheriyye’nin XX.
yüzyıldaki en önemli temsilcisi ise Rif at Cevheri (ö. 1992) ’dir. Günümüzde
Mısır’da yaygın olup, tarikat şeyhliğini Rıfat Cevherî’nin yerine geçen İsâ
Abdurrahim Muhammed el-Hüseynî el-Cevherî yürütmektedir.[472]
Şerefeddin Ebu’l-Ma’ruf İsmail b. İbrahim
el-Cebertî (722-806/1322- 1403)’ye[473] nisbet edilir. Tibyân’da
Cebertiyye’nin Ekberiye’den bir şu’be olduğu, ancak bir çok tarikatı cem
ettiği, el-Cebertî’nin Şâziliyye ve Kadiriyye’den de hırka giyerek icâzet
aldığı kaydedilmektedir.[474] Bu
tarikatların el-Ceberti’ye ulaşan silsileleri Ebû Medyen’de birleştiği için
Cebertiyye Medyeniyye’nin de bir şu’besi sayılmıştır.[475] Tarikatın kurucusu Zebid’de
bir medreseye sahipti. Bu medrese yıllarca ilim âlemine hizmet vermiş,
Abdulkerim Çili ve Fîrûzâbâdî gibi nice değerli insanları yetiştirerek îbn
Arabi çizgisindeki Cebertî tasavvuf geleneğinin devam etmesini sağlamıştır.[476]
Seyyid Şâh Nûruddîn Ni’metullah Velî
el-Kirmânî’ye (731/834/1331-1431) nisbet edilir. Sûriye’de doğan Şâh
Ni’metullah, devrinin büyük sûfîlerinden Abdullah el-Yâfiî
(697-768/1298-1367)’ye intisâb ederek, başka tarikatlarla birlikte şeyhinin
Necmüddîn Isfahânî (ö. 721/1321) ve Nâsıruddîn b. Maylak (ö. 797/1394)’tan
aldığı Şâziliyye silsilesine de sahip olmuş oldu.[477] Şâh Ni’metullah, pirinin
vefatından sonra Kuzey İran, Semerkant, Herat ve Yezd’e yolculuklar yaptı.
Sonunda î- ran’ın Kirman eyâletindeki Mâhân’a yerleşti. Çok geçmeden bu şehrin
mânevi önderi oldu ve Ni’metullâhiyye’yi kurdu. Daha sonra 825-839/1422-1436
yılları arasında sultanlık yapan I. Şihâbüddîn Ahmed ile aralarında dostâne
ilişkiler gelişti. Bu ilişkiler Ni’metullâhîliğin Dekken’e girmesine vesile
oldu.[478]
Ahmet Yaşar Ocak, Ni’metullâhiyye’yi Şiî ve
Kalenderi bir tarikat olarak tanıtır.[479] Sâdık Vicdânî ise onun
Kadiriyye ile bağlantısı olduğunu, fakat daha çok Medyeniyye ekolüne yakın bulunduğunu
belirtir.[480] Günümüzdeki
bazı çalışmalarda ise Ni’metullâhiyye, Kâdiriyye’nin bir kolu sayılmaktadır.[481] Ni’metullâh
Velî’nin Tarâiku’l-hakâîk’da verilen
ve içerisinde Abdülkadir Geylânî olmayan tarikat silsilesi, İmâm Yâfıî,
Necmüddîn Isfahânî, Mursî ve Şâzilî vâsıtası ile Ebû Medyen’e ulaşmaktadır.[482] Konuya bu
açıdan bakan bazı araştırmacılar Ni’metullâhiyyeyî Şâziliyye zinciri içinde
bulunan bir halka saymışlardır.[483]
Kanaatimizce bütün bu ihtilafların temelinde
Şâh Ni’metullâh Velî’nin şeyhi Abdullah el-Yafiî’nin pek çok tarîkatten
icazetli olması yatmaktadır. Ni’metullâhîliğin Şiî[484] ve Kalenden[485] bir neşve
sergilediği kesindir. Kesin olmayan husus ise, Ni’metullâhiyye’deki bu Şiî ve
Kalenderî neşve’nin kurulduğu andan i’tibaren bulunup bulunmadığı veya
yayıldığı bölgenin heterodoks yapısından dolayı sonradan böyle bir neşveye
bürünüp bürünmediğidir.
Şiîler’in Hüseyin b. Ali’ye izâfe ettikleri Mefâtihu’l-cinân isimli duânın[486] son kısmına
Atâullah İskenderî’nin Miinâcât’ımn eklenmiş
olması ve bu Münâcât’ın, Mefâtihu’l-cinân içinde
sayılıp okunması,[487] Şâziliyye
tarikatının bir şekilde şia coğrafyasına girdiğini ve zamanla bu iki ekolün
birbirlerinden alış-verişte bulunduğunu göstermektedir.
Şeyh Abdurrahman el-Kebîr es-Sutühî’ye nisbet edilir.
Harîrîzâde’nin belirttiğine göre Sutûhiyye Mısır’da yaygın bir çok tarîkatı
cem eden müstakil bir tarikattır.[488] Mısır’daki tarikatlar
hakkında bir çalışma yapan Ferid De Jong ise, Sutûhiyye’yi Şâziliyye’nin bir
şu’besi olarak kaydetmiş ve Mısır’da yaygın olduğunu belirtmiştir.[489]
Şeyh Şemsüddîn Muhammed b. Hüseyin el-Hanefî’ye
(775-847/1373-1443)[490] nisbet
edilir. Mısır’da yayılmıştır.[491] İlk
asırlarda oluşan Şâziliyye kollarından birisidir. Şeyh Şemseddin Muhammed’in
zuhûrunu tarikat Piri Ebu’l-Hasan Şâzilî önceden müjdelemiştir.[492]
Şeyh Şemsüddin Muhammed, Hanefî mezhebine bağlı
bir fakih idi. Şâziliyye mensupları genellikle Mâlikî ve Şâfiî olduklarından
Şemsüddin Muhammed tarikat içinde daha çok mezhebine nisbet edilerek “Hanefi”
ünvânı ile tanındı. Kendisinin bir Hizb’i,[493] bir Divân’ı ve er-Ravzu’n-nesîk
fî ilmi’l-tarîk isimli bir de eseri vardır.[494]
Şeyh Şemsüddîn Muhammed el-Hanefî’nin tarikat
silsilesi, Şeyh Nâsıruddîn b. Maylak (731-797/1330-1335); Şihâbüddîn Maylak,
Yâkut el-Arşî ve Ebu’l-Abbas el-Mursî vasıtasıyla Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye
ulaşmaktadır.[495]
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Arûs
el-Hevvârî’ye nisbet edilen bir tarikattır.[496] Münâvî, Tunus’da doğan Ahmed
b. Arus’un 870/1467 yılında vefat ettiğini ve keramet sahibi bir velî olduğunu
belirtirken,[497] Trimingham
ve Taftazânî 864/1461,[498] Tu’mî ise
868/1465 yılında vefat ettiğini kaydeder.[499]
Ahmed b. Arûs tahsil hayâtının ilk yıllarını
Tunus’da geçirdi. Daha sonra Mağrib-i Aksâ’ya giderek öğrenimini orada
tamamladı. Bir süre Mısır’da bulundu. Bu sırada Ahmed b. Ukbe el-Hadramî’den
Şâziliyye hırkası giyerek icâzet aldı.[500] Dönüşünde Tunus’un
Zeytûne Camiinde ders vermek ve ibâdet yapmakla meşgul oldu. Bir müddet sonra
Tunus’un etkin âlim ve sûfîlerinden birisi olarak görüldü. Öyle ki, şeyh vefat
etmezden otuz yıl önce onun adına 18. Hafsî sultânı Muhammed el-Muntasır, bu
günkü Attarlar çarşısının yakınında bulunan zâviye ve türbeyi yaptırdı.
Tunus’daki etkinliğinden dolayı kendisine “Sultânu’l-medîne” lakabı verildi.[501]
Filibeli Ahmed Hilmi’ye göre Ahmed b. Arûs,
tarikatının usûl ve erkânını, Horasan’dan Afrika’ya Fethullah el-Acemi isimli
bir şeyh tarafından getirilen İbrâhim Edhem (ö. 161/777)’in yolu[502] ile
Şâziliyye’yi mezcederek oluşturmuştur.[503] Yâni Edhemiyye ile
Şâziliyye’nin karışımı Arûsiyye’yi meydana getirmiştir. Ölüm tarihini tesbît
edemediğimiz Fethullah el-Acemi, aslında Şâziliyye tarikatına yabancı değildir.
Zîrâ bir süre Yâkut el-Arşî (0.732/ 1332)’ ye talebelik yapmış ve Ethemiyye’den
sonra ondan da Şâziliyye tarikatını almıştır.1*"1
Trimingham ise Arûsiyye’nin Şâziliyye ve
Kadiriyye silsilelerinin birleşmesi ile oluştuğunu söyler ki,[504] [505] bu açık bir
hatadır.
Tarikatın yayılması daha çok Seyyid Abdüsselâm
el-Esmer el-Feyturî (ö. 981/1574) döneminde gerçekleşmiştir.[506] Bundan
dolayı Feyturî, Arûsiyye’nin ikinci piri kabul edilmekte ve tarikat ona
nisbetle Selâmiyye olarak
da bilinmektedir.[507] Diğer
taraftan Şâziliyye tarikatına birkaç kanaldan ittisâli olan Zerrûkiyye’nin kurucusu Ahmet ez-Zerrûk (ö.
899/1494) da, Ahmed el-Arûs’ dan bilâ-vâsıta tarikat almış ve halîfeleri
arasında sayılmıştır.[508]
Ahmet el-Arûs, irşâd tarzını ve tarikat
esaslarını Tuhfetü’s-seyyid el-Mehdî el-Fasî isimli
risâlesinde toplamıştır. Abdüsselâm el-Esmer el-Feytûrî de el- Envâru’s-seniyye fi esânîdi’t-tarîkati’l-Arûsiyye isimli
eserinde tarikatın silsilesini ve usullerini anlatmıştır. Arûsiyye gümüzde
Mısır, Libya ve Tunus gibi Kuzey Afrika Ülkelerinde faaliyetlerini
sürdürmektedir.[509]
Sürgünde iken bir süre Arûsî mensupları ile
birlikte yaşayan Şehbenderzâde, zamanın siyâsî ve tasavvuf! durumunu göz önüne
alarak bu kişiler ve tarikatları hakkında şöyle bir değerlendirmede bulunur.
“Arûsîler kanaatkâr çalışkan, şen, şatır,
taassuptan âzâde, riyâsız ve cömert kişiler olur. Arûsîlik millî bir tarikat
olmayıp îslâm adı altında birleşmiş olan ümmetin her ferdini eşit görür.
Özellikle Türkler’e karşı Arûsîler’de büyük bir muhabbet ve kardeşlik hissi
vardır. Tarikat mensuplan arasında, Seyyid Abdüsselâm hazretlerinin ihvânına
“Türkler hâdim-i İslâmiyet ve çeyş-i mansûr-ı İslâm’dır, onlara muhabbet
ediniz.” şeklinde nasihat ettiği nakledilir. Bundan dolayı Arûsîler Türkler’i
kardeş gibi severler ve Senûsîler’in aksine hilâfet makamına da samimiyetle
bağlıdırlar. Riyâdan nefret eder, serbest fikirli olurlar. Ekseriyetle
fakirdirler, ziraat ve san’atla iştigal ederler.
Senûsîlik bir çok tarîkati bünyesine alıp
yuttuğu halde Arûsiyye’ye galebe e- dememiştir. Bu gün bile Arûsiyye mensubu
olmayan milyonlarca Afrikalı, zor ve tehlikeli anlarda elini başına koyup: “Yâ
Esmer! Yâ Abdüsselâm!” diye nidâ ederek Allah’dan istimdâd diler. Hulâsa
itibâriyle Arûsîler ilerleme ve medenîleşmeye meyilli, İçtimaî düzenlemelere
müsait ve Türkler’e ziyâdesiyle muhabbet besler olduklarından Osmanlı
Afrika’sında tatbik edeceğimiz düzenlemelerde bize ziyâdesiyle yardımcı
olacaklardır.”[510]
Ebû Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî’ye
(ö. 870/1465)[511] nisbet e-
dilen Şâziliyye koludur.[512] Cezûlî ile
halîfesi Abdülaziz et-Tebbâğ (ö. 914/1508)’ın tasavvufî görüşleri hakkında
Muhammed Mehdî b. Ahmed el-Fâsî (ö. 1109/1697), Mümtiu’l-esmâ
fî zikri’1-cezûlî ve’t-Tebâ (Fas, 1313.) ve Tuhfetü ehli’s- sıddîkiyye fîtâifeti’l-Cezûliyye
ve’z-Zerrûkiyye isimli eserlerinde geniş bilgi vermiştir.[513]
Cezûlî, Kuzey Afrika tasavvufunun en önemli
sîmâlarından biridir. İlmi ve a- meli ile kısa sürede temâyüz ederek geniş
kitlelere hitap etmiştir. Zamanla mürîdleri o kadar çoğalmıştır ki, ihtilal
yapacağı endişesi ile devrin siyâsi otoritesi tarafından zehirletilerek
öldürülmüş olabileceğini üzerinde durulur.[514] Ölüm tarihi ihtilaflıdır.
869/1464, 872/1467 ve 875/1470 yıllarından birisinde öldüğü ileri
sürülmektedir. Vefatından sonra cesedinin hemen defnedilmemesi ve mürîdleri
tarafından merkezî idâreye karşı isyân için taraftar kazanmak amacıyla taputta
dolaştırılması, kabrinin birkaç kez değiştirilmesine neden olmuştur.[515]
Kanaatimizce ölüm tarihinin ihtilaflı olma sebebi de budur.
Cezûlî’nin en önemli eseri, İslam dünyâsının
her tarafında çok yaygın olarak o- kunan ve Anadolu’da Kara Dâvûd şerhi ile meşhur olan Delâilü’l-hayrât adlı evradıdır. Bunun
yanısıra Hizbü’I-felâh, Hizbü Sübhâni’d-dâim
lâ yezâl, Riyâzu’l- arûz ve Müsebbeât-ı
aşere isimli hizibleri vardır.[516] Hizbü Sübhâni’d-dâim lâ- yezâl isimli
hizbi, Hizbü’ 1-Cezûlî adıyla
da tanınmakta olup, halk ağzıyla yazıldığı için Şâziliyye mensuplarınca sık
okunan bir evrâddır.[517]
Şâziliyye’nin bir şubesi olması hasebiyle bu
tarikatın bütün özelliklerini taşıyan Cezûliyye’nin silsilesi, Şâzilî’nin
Mağribli halîfesi Abdullah Muhammed el- Mağribî[518] vasıtasıyla Şâzilî’ye
bağlanır. Şeyhi Ebû Abdullah Muhammed eş-Şerîf (ö. 833/143O)’dir.[519] Bu nedenle
Cezûliyye, Şâziliyye’nin Mağrib’deki Mısır kökenli olmayan ana kolu
sayılabilir. Kurucusunun vefatından sonra bünyesinden çok şu’be çıkarmıştır.
Harîrîzâde Cezûliyye’nin şu’besi olarak îseviyye, îlmiyye ve Mustariyye
tarikatlarının ismini verir.[520] Trimingham
da bunlara Tebbâiyye, Vezzâniyye Tayyibiyye ve Hansaliyye gibi
onbeş civarında kol ekler.[521]
Kuzey Afrika ülkelerinin hemen hepsinde yaygın
olan Cezûliyye, Anadolu’da intişâr imkânı bulamamıştır. Ancak Harîrîzâde’nin Tibyân’daki kaydından, İstanbul ve
Balkanlar’da faaliyet gösterdiğini ve Şeyh Ebu’l-Mevâhib Ahmed b. Ali es-
Simâvi (ö. 1028/1618) tarafından temsil edildiğini öğreniyoruz.[522]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den önce yaşayan ve
Şâzilî’nin şeyhlerinin şeyhi olan Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin el-Mağribî
el-İşbilî et-Tilemsânî’ye (ö. 590/1193)[523] nisbet edilen bir
tarikattır.[524] Ancak
Zebîdî, İhtilâftı’l-asfiyâ’sında
Ali b. Meymun (ö. 917/151 l)’a nisbet ettiği Havâtıriyye[525] hakkında bilgi verirken,
Şâziliyye’nin Medyeniyye adında bir kolu olduğunu, ve Havâtıriyye’nin bu koldan
doğduğunu belirtir. Medyeniyye’nin kurucusu olarak da 873/1468 yılında ölen Ebû
Medyen el- Mağribî’yi zikreder.[526] İslam Ansiklopedisi’nin “Tarikat” maddesinde de Ebû
Medyen’in ölüm târihi 873/1468 olarak gösterilmiştir. Halbuki Ebû Medyen’in bu
târihten önce yaşadığı ve Abdülkadir Geylânî (ö. 562/1166) ile çağdaş olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla Harîrîzâde’nin de belirttiği gibi, Şâziliyye Medyeniyye’nin bir
şubesi iken,[527] bu
kaynaklar bizi Şâziliyye’den doğan ikinci bir Medyeniyye’nin olup olmadığı
tartışmasına götürmektedirler. Böyle bir durum kesin olmamakla birlikte,
Şâziliyye halkası içinden Medyeniyye usûlüne bağlı ekollerin çıkma ihtimali
yüksektir. Meymûniyye (Havâtıriyye)’nin hem Şâziliyye[528] hem de Medyeniyye’den bir
şu’be sayılması[529] bu sebebe
bağlı olsa gerektir.
Şeyh Muhammed b. Ahmed el-Meknasî el-Mustarî’ye
(ö. IX/XV. asır) nisbet edilir. Harîrîzâde ve Hüseyin Vassâfın tarikat senedini
verdikleri Mustariyye, Şâziliyye’nin Cezûliyye kolunun bir şu’besidir.[530] Şâzilî’nin Hizbü’l-Kebîr’ini ve Hizbü’I-Bahr’ını okumak, İsm-i Celâl’e devâm etmek, her gün yüzer
defa istiğfar etmek, besmele çekmek, “Lâilâhe
İllahlâhuT-melikü’l-hakku’l-mübîn” demek ve selât u selâmda bulunmak tarikatın
üssü’l-esâsıdır. Harîrîzâde’nin kaydına göre ma’siyetleri terk ederek mendup
amellere ve nâfıle ibâdetlere sarılmak, Mustariyye’nin önem verdiği hususlar
arasında bulunmaktadır.[531] Mustariyye
Mağrib kökenli olmakla birlikte, faaliyetini sürdürdüğü dönemlerde Sûriye ve Mısır’da
da yayılmıştır.[532]
Şeyh Ahmed b. Mahlûf eş-Şâbî (ö. 887/1482)’ye
nisbet edilir. Hafsîler döneminde yetişmiş meşhur süitlerdendir. Mehdiye
yakınındaki Şâbiye köyünde dünyaya gelen Ahmed b. Mahlûf, tahsilini Tunus’da
ikmâl etmiş, Ahmed b. Arûs (ö. 864/1460) başta olmak üzere bazı meşâyıhdan ders
almıştır. Sonra Mehdiyye’ye dönen ve Ali b. Mahcûb’a intisâb eden Mahlûf, ondan
icâzet aldıktan sonra Kayravan’a gider. Kayravan halkının büyük teveccühüne
mazhar olur. Burada kendisine nisbet edilen Şâbiyye tarikatı doğar.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Şâbiyye (Şebiyye) Şâziliyye’den Nâsıriyye’nin
bir koludur.[533] Kurucusunun
vefatından sonra yerine oğlu Muhammedü’l-Ekber postnişin olmuştur. Ancak üç
yıl sonra (890/1458) onun da ölmesi üzerine, tarikatın idâresi diğer oğlu şeyh
Arafe’ye kalmıştır. Şâbiyye tarikatı en parlak dönemini şeyh Arafe zamanında
yaşamıştır. Kayravan onun zamanında dînî ve siyâsî bir merkez haline gelmiş,
kalabalık mürîdleri sayesinde Hafsîler’in 22. Hâlifesi Haşan b. Muhammed’e
karşı isyân etmiş, onu mağlup etme başarısını göstermiştir. Ancak gittikçe
zorlaşan hayat şartları ve şeyh Arafe’nin 949/1542’de vukû bulan ânî ölümü,
Şâbîlerin bir emirlik kurmasına manî olmuştur. Şeyh Arafe’den sonra yerine
Şeyh Ebu’l-Tayyib geçmiş, ancak Hafsîler İspanyol hakimiyetini kabul ettiği
için ülkeyi anarşi ve terör kaplamış, Şâbiyye muhalifleri de gün geçtikçe
artmıştır. Bu esnâda halkın daveti üzerine harekete geçen Osmanlılar’m
Trablusgarb valisi Turgut Paşa, Kayravan’ı İspanyol- lar’dan almıştır.[534]
Şeyh Zerrûk ünvânı ile tanınan Ebu’l-Abbâs
Şihâbüddîri Ahmed b. Ahmed b. Muhammed b. îsâ el-Bernûsî el-Fâsî’ye nisbet
edilir. Ebu’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed, 840/1436 veya 846/1442 yılında Fas’da
doğdu. Mâî gözlü anlamına gelen Zerrûk, gerçekte Şeyhin kendi lakabı değildir,
dedesinin lakabıdır. Göz rengi deniz mavisini andırdığı için dedesine Zerrûk
denmiştir. Ebu’l-Abbâs Şihâbüddîn Ahmed de dedesinin lakabına izâfeten Şeyh
Zerrûk ünvânı ile meşhur olmuştur. Kaynaklardan öğrendiğimize göre Şeyh
Zerıûk’un şerif neseb olan annesi, onun doğumundan üç gün sonra, babası da beş
gün sonra vefat etmiştir.[535] Allah’dan
başka dayanağı kalmayan Zerrûk, bunun bilinci içinde yetişmiş ve bu bilinç ona
evliyâhk yolunu açmıştır. Küçük yaşta Kur’ân’ı ezberleyen Şeyh Zerrûk, ilminin
büyük bir kısmını Mağrib’de tamamladı. Şeyh Abdullah el-Mâlikî eş-Şâzilî
vâsıtası ile tasavvufa sülük etti. Hem öğrenmek hem de öğretmek maksadıyla
Mısır’a gitti. Bir taraftan Mısır ülemâsından öğReneceği şeyleri araştıran
Zerrûk, diğer taraftan Ezher talebelerine ders okutmaya başladı. Kısa sürede
temâyüz ederek Ezher’de kürsü sahibi oldu. Bu arada Şâziliyye’den Vefaiyye’nin
o devirdeki en büyük temsilcisi şeyh Ahmed b. Ukbe el-Hadramî (ö. 895/1489)’ye
intisâb etti. Daha sonra Mısır’dan ayrılarak Trablusgarb’a yerleşti. Buraya
kendi adına izâfe edilen Zerrûkiyye Zâvi-
yesi’ni kurdu. Bir kaç kez hacca giden ve âhir ömründe bir süre
Medîne’de ikâmet eden Şeyh Zerrûk, Medine’den döndükten sonra 899/1493 yılında
memleketinde vefat etti. Bingâzî’nin Misrâta beldesine defnedildi.[536]
Şeyh Ahmed Zerrûk Şâziliyye’nin yanısıra
Kâdiriyye, Medeniyye, Ârifiyye, Bedeviyye ve Desûkiyye gibi bir çok tarikatı
almıştır. Oluşturduğu Zerrûkiyye tarikatı, Şâziliyye’nin bir şu’besi
sayılmakla birlikte aldığı diğer tarikatların da esrârını ihtivâ eder.[537] Takvâ,
sünnete ittibâ, halktan yüz çevirme, Allah’a yönelme ve O’ndan râzı olma
esasları üzerine kurulmuştur.[538]
Şeyh Ahmed Zerrûk, Şâziliyye tarikatını birden fazla
sened ile almıştır. Bunlardan en önemlileri şeyh Ahmed b. Ukbe el-Hadramî (ö.
895/1489) vâsıtasıyla aldığı Vefâiyye[539] ve Şeyh Ebu’l-Abbâs Ahmed b.
Arûs (ö. 870/1467)’dan bilâ-vâsıta aldığı Arûsiyye silsileleridir.[540]
Usûlü’t-tarîkati’ş-Şâziliyye
ve Kavâidü’t-tasavvuf gibi
Şâziliyye tarikatına âid genel eserler yazan şeyh Zerrûk, kendi tarikatının
erkânını belirtmek için de Vazîfetü’z-Zerrûkiyye’yi
tertîb etmiştir. Yirmiden fazla eseri bulunmaktadır.[541] Şâziliyye
geleneği açısından önem arzeden eserlerden birisi de Atâullah Îskenderî’nin
Hikem’ine yapılan şerhlerdir. Şeyh Zerrûk da bu geleneğe uyarak Hikem’e birkaç
kez şerh yazmıştır.[542]
Şeyh Zerrûk’un eserleri ve tekke çalışmaları,
onu tarikat içinde müçtehid konumuna yükseltmiş ve kendisinden sonraki Şâziliyye
literatürünü etkilemesini sağlamıştır. Sâdece Usûl
ve Vazife’ için
yazılan şerh ve değerlendirmeler bile şeyh Zerrûk’un Şâziliyye tarikatı
içindeki konumu göstermeye yeter.[543]
Vattâsîler döneminde yaşayan Ahmed Zerrûk’un
görüşleri vefatından sonra Sa’dîler döneminde de etkisini göstermiş ve
Ayyâşîler’in başlattığı hareketin temelini oluşturmuştur.[544]
Şâziliyye’nin anakollanndan birisi olan
Zerrûkiyye, Libya merkezli olmak üzere tüm Kuzey Afrika’da yayılmış ve
Suriye’ye kadar ulaşmıştır. Zamanla yeni şu’beleri oluşmuştur. Bu şu’belerin
bilinenleri şunlardır:
Gâziyye, Nâsırıyye, Afîfiyye, Derkaviyye,
Medeniyye, Mehâsiniyye, Hattâbiyye, Âsımiyye, Râşidiyye, Fazliyye.[545]
Ebu’l-Abbas b. Ahmed b. Cafer es-Sebtî (ö.
901/1495)’ye nisbet edilen Şâziliyye şûbesidir. Trimingham, Sebtiyye’nin
Kahire’de etkili olduğunu ve müessisinin de Kahire’de vefat ettiğini belirtir.[546] Zebîdî ise,
Sebtiyye’nin yine Ebu’l-Abbas b. Ahmed b. Câfer es-Sebtî’ye nisbet edildiğini,
ancak Medyeniyye’nin bir şubesi olduğunu ve kurucusunun Şâzilî’den önce
524/601/1130-1205 yılları arasında yaşadığını söyler.[547]
el-Harrâr ismi ile meşhur olan Şeyh Ebu’l-İmâd
Abdülazîz b. Abdülhak et- Tebbâ (ö. 914/1508)’ya nisbet edilen bir tarikattır.[548]
Trimingham’ın belirttiğine göre Tebbâiyye, Şâziliyye’nin Cezûliyye kolundan
doğan ilk şu’bedir.[549] Nitekim
kaynaklarda kurucusunun tarikat silsilesi verilirken Cezûlî’den bilâ-vâsıta
tarikat aldığı belirtilmektedir.[550] Massignon ise Annuaire du Monde Musulman isimli eserinde,
Tebbâiyye’yi 19. asırda Tunus’da oluşmuş bir tarikat olarak tanıtır.[551] Kurucusunun
vefat tarihi göz önünde tutulduğunda 19. asırda oluştuğunu söylemek mümkün
değilse de kaynaklardan Tebbâiyye’nin Tunus’da zuhûr ve intişâr ettiği
anlaşılmaktadır. Massignon’un Tebbâiyye konusundaki hatası, müessisini Mulay
el- Arabî ed-Derkavî’nin 19. yüzyılda Tunus’da meşhur olan müridi Şeyh
Abdülvâhid ed-Debbâğ (ö. 1281/1865)[552] ile karıştırıyor olmasından
kaynaklanabilir.
Ebû Bekir b. Abdullah el-Ayderûs’a
(851-914/1147-1508)[553] nisbet
edilen bir tarikattır. Birden fazla şeyhden hırka giydiği için câmiu’t-turuktur
ve hangi tarikatın şu’besi olduğu ihtilaflıdır. Bu açıdan kaynaklarda
Medyeniyye, Kübreviyye[554] ve Aleviyye[555]
tarikatlarının Yemen şu’besi sayılır. Ancak birden fazla Şâziliyye şeyhinden
tarikat aldığı kesindir.[556] Bunlardan
en önemlisi Ali b. Ömer eş-Şâzilî (ö. 814/1418) ve Nasreddin İbn Maylak
(731-797/1330-1395) vasıtasıyla Yakut el- Arşi’ye bağlanandır.[557]
Ebû Bekir b. Abdullah el-Ayderûs, Aden’in en
büyük velîsi ve mânevi koruyucusu kabul edilir. 851/1147’de Terim’de doğdu.
İlk öğrenimini burada yaptı. Daha sonra Aden’e giderek tasavvufa yöneldi.
Ömrünün son yirmi beş yılını halka hizmetle geçiren el-Ayderûs, 914/1508’de
Aden’de öldü. Türbesi ve yanındaki câmi, Aden’in en büyük ziyâret
yerlerindendir. Kendisi Yemen, Hindistan, Endonezya ve Mısır’da önemli dînî
faaliyetlerde bulunan Hadramut asıllı Ayderus âilesine mensuptur. Ayderûsiyye
tarikatı saydığımız ülkelere yine âile mensuplarınca götürülmüş ve
yayılmıştır. Araştırmalarda Ebû Bekir el-Ayderûs’un el-Cüz’ii’l-latîf fî ilmi’t-tahkîmi’ş-şerîf isimli
tasavvuf! bir eseri ile Basit, Vasît ve Veciz adlı üç ev- râdı olduğu bildirilmektedir.
Menkabelerini mürîdlerinden Muhammed b. Ömer Bahrak, Mevâhibu’I-kuddûs fî menâkıbı ibni’I-Ayderûs adındaki
eserde toplamıştır.[558] Ayrıca
tarikatın usûl ve erkânı hakkında Abdurrahman b. Mustafa el- Ayderûs’ûn yazdığı
en-Nefhatii’l-Medyeniyye fî ezkâri’l-kalbiyye
ve’r-rûhiyye ve’s-sırriyye fi’t-tarîkati’l-Ayderûsiyye isimli
eser, Harîrîzâde tarafından Tibyân’a iktibas edilmiştir.[559]
Tarikat çevrelerinde uyarıcı özelliğinden
yararlanmak ve daha fazla ibâdet etmek için kullanıldığı anlaşılan kahveyi
Yemen’e ilk defa Ali b. Ömer eş-Şâzilî getirmiştir.[560] İbn İmâd da Ali b. Ömer’in
getirdiği kahveyi Yemen’de aynı amaca yönelik olarak Ebu Bekir b. Abdullah
el-Ayderûs’un yaygınlaştırdığını belirtmektedir.[561] Öyle ki, zamanla Yemen’de
sûfî kahvesinin içildiği “Rabıt” denilen bir zikir âyini oluşmuştur. Rabıt
zikri, esmâ-i hüsnâdan “Kavi” ismi ile ‘"Kahve” kelimesi arasındaki
ses uyumundan ve her ikisinin de ebced değerinin 116 olmasından hareketle
doğmuş bir zikirdir. Önce kahve içip sonra 116 defa “Yâ Kavi” diye zikrederek
yapılır. Râbıt’tan önce Fâtiha, Yâsîn ve 100 salavât okuyanlar da vardır.[562]
Ali b. Meymûn el-İdrîsî’ye (854-917/1450-1511)
nisbet edilir. Şâziliyye ve Medyeniyye’den[563] bir koldur. İbn Meymûn’un
halîfelerinden Muhammed b. Arrâk’ın oğlu Ali b. Arrâk (ö. 963/1556) tarafından Sûriye’de
yaygın hale getirilmiştir.[564] Mısır’da da
mevcûdiyetini sürdürmektedir.[565]
Gammâra doğumlu olan Ali b. Meymûn’ûn nesebi
Ebu’l-Hasan Şâzilî gibi İdrîsîler vasıtası ile Hz. Haşan b. Ali’ye
ulaşmaktadır.[566] Şer’î
ilimlerdeki tahsilini tamamladıktan sonra, Tunus’un Nifvâze vahası Tüzer
kasabasında bulunan Şâzilî şeyhi Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed et-Tâzî
ed-Debbâsî’ye (ö. 930/1524)[567] intisâb
ederek, dört ay gibi kısa bir sürede sülûkunu tamamladı. Daha sonra buradan
ayrılarak Sûriye’ye yerleşti. II. Beyazıt devrinde Anadolu’ya da gelen Ali b.
Meymûn, altı yıl kadar Bursa’da kaldı.[568]
Muhyiddin İbn Arabî’yi savunmak için yazdığı
belirtilen Tenzîhii’s-sıddîk an vasfi’z-zmdîk isimli
eserden[569] İbn
Arabi’nin görüşlerine bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Ali b. Meymûn’un
tarikatına ^Havâtıriyye^ ismini veren Zebîdi’nin kaydına göre
mürîdlerinden Muhammed b. Arrâk (ö. 933/1527)[570] onun tesiri ile “Arrâkiyye”,
Ulvân el-Hamevî (0.936/153O)[571] de “Ulvâniyye”
adlı tarikatları kurmuşlardır.[572]
Meymûniyye’den doğan kollardan birisi de Şihâbüddîn Ahmed ed- Dücânî (ö.
951/1544 den sonra)’ye nisbet edilen “Z)ücâwj/ye”dir.[573]
Şâziliyye geleneğinin Mısır’da yaygın olan
usûlünden farklı bir metod takip e- den Ali b. Meymûn, zühd ve takvâ’ya önem
verirdi. O, Sûriye ve Anadolu’da Şâzilîliğin değil, klasik sünnî tasavvufun bir
temsilcisi olarak faaliyet göstermiştir. Harîrîzâde’nin belirttiğine göre İbn
Meymûn’un tarikat silsilelerinden birisi Hz. Ömer’e ulaşır. Bu nedenle
Meymûniyye, Ömeriyye’den bir şube sayılmıştır.[574] Tarikatın en önemli esâsı, istimâ, isticvâb ve kurbiyyet yoluyla müridin doğrudan doğruya şeyhinden
feyz almasıdır. Ali b. Meymûn ashâbına kitap ve sünneti öğretir, onlardan gelen
sorulan cevaplardı. “Sohbette insibağ vardır.” anlayışıyla, sağlıklı bir
intisâbm oluşması için karşılıklı sohbete büyük önem verirdi. Bu metodun uygulanabilmesi
için mürîd havâtırından şikâyet eder, şeyh de söz konusu havâtır hakkında
basiret üzere konuşarak müridinin müşkilini çözerdi.[575] O’na göre havâtırdan
kurtulmak en büyük vusûl vesilesidir.[576] Ali b. Meymûn’un tasavvuf
usûlünde ilmi tedris ve mutâlâ ile uğraşma yoktur. O’na göre bunlar, başka
sahâlann metodlarıdır. Nitekim o, metod hâline getirdiği bu anlayışı öylesine
benimsemiştir ki, halîfesi İbn Arrâk’ın mürîdleri irşâd için yirmi kadar risâle
kaleme aldığını duyunca, yazdıklarıyla birlikte onu derhal yanına çağırmış, bu
erserleri tek tek gözden geçirmiş, tasavvufun temel kuralları ve ahlâkî
nasihatlar dışında kalan her şeyi imhâ etmesini istemiştir.[577] Ali b. Meymûn’un bu
davranışı, şeyh ile mürîd arasında doğrudan bilgi alış-verişinin
gerçekleşmesine ve tefeyyüzün karşılıklı mukâbele (iletişim) kurularak
sağlanmasına büyük önem vermesinden kaynaklanır.
Muhammed Hattâb’a (ö. X/XVI. yüzyılın ilk
yarısı) nisbet edilir. Zerrûkiy- ye’nin bir şu’besidir. Muhammed Hattâb Şeyh
Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493)’dan bizzat tarikat almıştır.[578]
Ebû Zeyd Abdurrahman b. Ali el-Âsımî (ö. X/XVI.
yüzyıl)’ye nisbet edilir. Şâziliyye’den Zerrûkiyye’nin bir şu’besidir.
Abdurrahman el-Âsımî, Şeyh Ahmed ez-Zerrûk (ö. 899/1493) ile bizzat görüşerek
kendisine intisâb etmiştir.[579]
Şeyh Ebu’l-Abbas Ahmed b. Yûsuf er-Râşidî el-
Meliyânî’ye (ö. 927/1521)[580] nisbet
edilir. X/XVL yüzyılda Mağrib’in Meliya[581] ilinde doğan Râşidiyye,
Şâziliyye’den Zerrûkiyye’nin bir kolu olup, kurucusu Ahmet Zerrûk’tan bizzat
tarî- kat alan halîfelerdendir.[582]
Harîrîzâde’nin kaydına göre Râşidiyye’den furû etmiş en önemli şube Gâziyye
(Kasımiyye)’dir.[583] Bazı
kaynaklarda Yüsufiyye ismi ile anılan Şâziliyye kolu,[584] aslında
Râşidiyye’dir.
Şeyh Muhammed b. îsâ el-Muhtar el-Meknesî
el-Mağribî’ye (869-930/1465- 1524) nisbet edilir. Şâziliyye’nin Cezûliyye
kolunun bir şu’besidir.[585] Meknes’de
medfun olan Muhammed b. îsâ’nın tarîkatı daha çok Mağrib’de yaygın[586] olmakla
birlikte, 18. yüzyılından itibâren tutulan resmî kayıtlardan öğrendiğimize göre
Mısır’da da intişâr etmiş ve varlığım burada hâlâ sürdürmektedir.[587]
Massignon’un belirttiğine göre de 19. asırda Tunus’da “Evâmiyye” adında bir
kolu oluşmuştur.[588] Diğer
taraftan Trimingham’ın tesbîtine göre, Kadirî melâmîliği olarak bilinen
Ammâriyye’nin[589] kurucusu
Ammâr Bû Sennâ (1123-1193/1712-1780), aslında îseviyye tarikatının bir
mukaddemi[590] idi.[591]
Muhammed b. îsâ’nın Hizbii’d-dâim isimli bir virdi ve tevessüle
önem verdiği için tevessülden önce okunan bir duâsı vardır.[592]
Şehberzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin
gözlemlerine göre îseviyye, Afrika’da e- hemmiyetli ve mensupları çok olan
tarikatlardan birisidir. O, îseviyye ve mensuplarını tahlil ederken şunları
söyler:
‘Îseviyye mensupları zevk ve şevke meyyal olan
insanlardır. “Hadrâ” ismi
verilen semâlarında her türlü âlat-ı mûsıkiyye’yi isti’mâl ederler.
Hadrâlarında ve ö- zellikle de ihtifal için tertipledikleri husûsî günlerinde
çivi, cam, çanak, toprak ve- sâire gibi yenmeyecek şeyleri yutarlar. Yılan,
akrep ve emsâli haşerâtı yerler.”[593]
Şeyh İmâm Seyyid Abdulvahhâb eş-Şa’rânî (ö.
897-973/149-1565)’ye nisbet edilir. el-Mîzân ve Tabakatü’l-kübrâ gibi değerli bir çok eser
te’lîf eden İmam Şa’rânî, iyi bir öğrenim görmüş ve dört mezhepde fakih
olmuştur.[594]
Harîrîzâde’nin belirttiğine göre dînin zahirî yönünden sonra bâtınî yönünü de
öğrenmek için tasavvufa sulûk etmiş ve yaşadığı dönemde Mısır’daki Kadiriyye,
Rifâiyye, Şâziliyye, Ahmediyye (Bedeviyye), Desûkiyye, Ârifıyye, Sühreverdiyye
ve Halvetiyye gibi pek çok tarikatın şeyhinden hırka giyerek bunların hepsini
cem’ etmiştir. Şâziliyye tarikatım Şeyh Ali Havvâs’dan almıştır.[595] Tarikatım
salât ve duâ üzerine binâ eden Şa’rânî’nin en önemli virdi kendisinin tertîb
ettiği Hizbii şerifidir.[596] Ayrıca tarikatının
usûl ve erkâmnı belirtmek için el-Envâru’l-kudsiyye
fi ma’rifeti kavâidi’s-sûfiyye (Kahire 1987) isimli bir eser yazmıştır.
Şâziliyye tarikatını şeyhi Ali Havvâs (ö. 939/1533)’dan almıştır.[597]
Câmiu’t-turuk olduğu anlaşılan ve Mısır’da yaygın olan Şa’râniyye’yi
Trimingham Şâziliyye’den bir şûbe sayar.[598] Hakkında yaıpmış
araştırmalardan birisi, Dr. Tevfîk et-Tavîl’in İmâmu’t-tasavvuf
fî- Mısr: eş-Şa’rânî (Mısır, 1988) isimli çalışmasıdır.
Şeyh Ömer b. Seyyid Ahmed el-Bekkî et-Tunusî
(ö. 960/1552)’ye nisbet edilen bir Şâziliyye koludur.[599] Bekkiyye bazı araştırmalarda
Şeyh Ali el-Bekkâ (ö. 670/1271)’nın kurup, Ahmed el-Bekkâî el-Kuntî (ö.
908/1504)’nin yaygınlaştırdığı Kadiriyye’nin Bekkâiyye kolu ile karıştırılmış
ve Ömer b. Seyyid Ahmed el- Bekkî’ye yanlışlıkla Bekkiyye yerine Bekkâiyye
nisbet edilmiştir.[600] Ahmed el-
Bekkî et-Tunusî’nin Şâziliyye mensubu olduğuna işâret eden en büyük delil,
tarikat silsilesinde Celâledin Suyûtî (ö. 911/1504), Yâkut el-Arşî (ö.
732/1332) ve Atâullah İskenderî (ö. 709/1309)’nin bulunmasıdır. Bekkiyye’nin
merkezi Tinbuktu olmakla birlikte, Sûdan genelinde ve Cezâyir, Senagal,
Moritanya, Nijerya gibi ülkelerde faaliyetleri sürmektedir. En önemli şubesi
Ebû Aliyye’dir.258
Şeyh Ebu’l-Kâsım el-Gâzî (ö. 981/1573)’ye
nisbet edilen bir Şâziliyye koludur.[601] Silsilesi Şâziliyye’nin ana
kollarından Zerrûkiyye ile bağlantılıdır.[602] Zerrûkiyye’den
Râşidiyye’nin bir şu’besi olarak bilinir.[603] Kuzey Afrika’da yaygın olup
en önemli kolu Nâsıriyye’dir.[604] Gâziyye’ye
“Kasımıyye” ismi de verilmektedir.[605] Kâsımıyye adı altında
Mısır’da da faaliyet sürmüştür.[606]
Seyyid Abdüsselâm b. Selim el-Esmer
el-Feytûrî’ye (ö. 981/1574)[607] nisbet e-
dilir. Abdüsselâm b. el-Esmer el-Feytûrî, Arûsiyye’nin müessisi Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Arûs’un mürididir. Dolayısıyla Selâmiyye Arûsiyye’den doğmuş bir koldur.
Kaynaklara baktığımızda da usûl ve erkân açısından Selâmiyye’nin Arûsiyye’den
farklı olmadığını görüyoruz. Tarikatın ona izafe edilmesi, yayılmasında ve
müntesiplerinin çoğalmasında büyük hizmetleri bulunmasından kaynaklanır.[608] Seyyid
Abdüsselam’m kabri Trablusgarb’da olup,[609] tarikat büyük sahrayı
çevreleyen tüm coğrafyalarda, özellikle Libya ve Tunus’da yaygındır.[610] Mısır’da da
müseccel tarikatlardan birisidir ve bugün de faaliyetlerini sürdürmektedir.[611]
Şâziliyye tarikatının Vefaiyye kolunun
Ebu’l-Mekârim Muhammed el-Bekrî (ö. 994/1586)’ye nisbet edilen bir şubesidir.[612] Kurucusu
aynı zamanda Sühreverdiyye, Ebheriyye ve Ekberiyye’den de icâzet aldığı için,
Bekriyye, anılan tarikatların silsilesini de ihtivâ etmektedir. Ebu’l-Mekârim
el-Bekrî Hz. Ebû Bekir neslinden olup Ezher’de tefsir, fıkıh ve hadis
okutmuştur. Harîrîzâde, Bekrî’nin hayâtını geniş şekilde anlatarak[613] onun Hz.
Peygamber’den bizzat Salât aldığını,
el-Kasîdetii’I- lâmiyye adında
bir kasidesi bulunduğunu ve babasına âid Hizbü’i-feth
isimli hizbi okuduğunu belirtir ve bunların metnini verir. Ayrıca gece
kalkıp teheccüd namazı kıldıktan sonra Kasîdetii’I-Iâmiyye’yi
okuyanın duâsımn kabul edileceğini söyler.[614]
Kaynaklarda, tarikatlar ve şeyhleri ile ilgili
düzenlemeleri yürütmek için Mısır’da kurulan ve günümüzde de faaliyetlerini
sürdüren Meşîhatu’t-turuku’s-sûfiyye reisliği ve buradaki Meclisü’s-sûfî
başkanlığını uzun süre Bekriyye kolundan gelen şeyhlerin yürüttüğü
belirtilmektedir.[615] Ebu’l-Vefâ
Taftazânî ise, Meşîhatu’t- turuku’s-sûfiyye reisliğinde en etkili şahıslardan
birisinin yine bu âileden olan ve 1892 yılında bu kuruluşun başına geçen Muhammed
Tevfîk el-Bekrî olduğunu kaydeder.[616] Bekriyye günümüzde Mısır’da
yaşayan bir tarikattır.[617]
Kaynaklardan öğrendiğimize göre
Ebu’l-Mekârim’in tasavvufla ilgili şiirlerini topladığı Tercümânii’I-esrâr adlı bir dîvânı, tarikat
evrâdı ile ilgili Hizbü’l-Bekrî diye
bilinen bir hizbi bulunmaktadır. Oğlu Ebu’s-Sûrûr el-Bekrî, babası hakkında el-Kavâkibü’d-dürrî fî menâkıbi’I-üstâz Muhammed el-Bekrî isimli
bir eser yazmıştır.[618]
Trimingham, Bekriyye’nin Sâriye ve Mısır’da
yayıldığını, kurucusunun Ebû Bekir el-Vefâ olduğunu ve onun 902/1496 veya
909/1504 yıllarından birisinde öldüğünü söyler.[619] Bu tesbîtte Bekriyye’nin
kurucusu ve yayıldığı yerlerle ilgili kısım doğru olmakla birlikte,
kurucusunun vefatı hakkında verilen tarihler ilk kaynaklarda geçen bilgilerle
çelişmekte ve hatâ içermektedir.
Şeyh ve Kutup Ebû Muhammed Mulay Abdullah
eş-Şerîf b. İbrâhim el-İlmî’ye (ö. 1000/1593’den sonra) nisbet edilir.
Cezûliyye kolunun bir şu’besidir.[620] Yakup Çiçek, İlmiyye’yi
Tibyân ile ilgili çalışmasına “Alemiyye” olarak kaydetmiştir.[621]
Şeyh el-îlmî, Abdüsselâm b. Meşîş’in neslinden
olup, otuz iki sene kutuplukta kalmıştır. İlmiyye silsilesinin aktâb ile devâm
ettiğini belirten Harîrîzâde, evrâd bakımından bu tarikatta diğer tarikatlara
göre fazlalık olduğunu söyler. Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin ahzâb ve salâtını hâvî
olmanın yanısıra, şeyh el-îlmî’nin kendi duâları da vardır. Bunlardan sülük
esnâsmda okunan es-Salâtü’l-ümmiyye, onun
evradının en önemlisini ve en büyüğünü teşkil eder.[622] Şeyh el-İlmî’nin tarikat
silsilesi hem Tibyân’da hem de
Sefîne’de kaydedilmiştir. Harîrîzâde,
önce Mağrib’de kurulan ve daha sonra Mısır’a da intikal eden İlmiyye’nin Mısır
senediyle kendisine ulaştığını belirtir.[623]
Muhammed b. Ebi’l-Kâsım eş-Şarkî (ö. 1008/1599
veya 1010/1601)’ye nisbet edilir. Şâziliyye’den Cezûliyye’nin Bocad
(Ebu’l-Çad)’daki Fas koludur. Şerkâve, müessisinin vefatından sonra üçüncü
kuşak halîfelerinden olan Muhammed el- Mu’ta (ö. 1180/1766) tarafından tekrar
canlandırılmıştır.[624]
Ebu’l-Mehâsin Yusuf b. Muhammed b. Yusuf
el-Fâsî’ye (937-1013/1530- 1604)[625] nisbet edilir. Tibyân’da tarikat senedi verilen Mehâsiniyye’nin,
Şâziliyye’den Zerrûkiyye’nin bir şu’besi olduğu belirtilir. Ebu’l-Mehâsin’in
şeyhi Abdurrahman b. lyâd el-Meczûb ed-Dekkâlî (ö. 976/1568), halîfesi ise
Abdurrahman b. Yusuf el-Fâsî’dir. Kuzey Afrika’da bir yerleşim birimi olan Tat-
vân’da ölen Ebu’l-Mehâsin’in terceme-i hâlinin oğlu Muhammed el-Arabî tarafından
Mir’âtü’l-Mehâsin min ahbâri’ş-şeyh
Ebi’l-Mehâsin isimli bir kitapta anlatıldığı kaydedilir.[626] Diğer oğlu
Abdurrahman b. Yusuf el-Fâsî (ö. 1078/1667)’ye de, Şâzilî’nin ahzâbına dâir
yazılmış olan Şerhu hizbi’l-berr (Süleymaniye
Ktp., Lâleli, No: 1564) isimli eser izâfe edilir.[627]
Ebû Bekir b. Muhammed el-Macatî es-Sanhacî
ed-Dilâî (932-1020/1526-1612) tarafından X/XVI. yüzyılda kurulmuş bir
tarikattır. Şâziliyye’nin Cezûliyye kolunun bir şubesidir. Ebû Bekir
es-Sanhâcî, Fas’ın merkezinde Tadlâ beldesinde “Zâviyetü’d-dilâF ismiyle
meşhur bir zaviye inşâ ettirerek faaliyetlerini buradan yürütmüştür. Tarikat
gün geçtikçe güçlenmiş ve Ebu Bekir’in vefatından 30 yıl sonra torunu Muhammed
el-Hâcc ed-Dilâî (ö. 1080/1671), Sa’dî Devleti’nin yıkılışını fırsat bilerek bu
gücü dünyâ saltanatına çevirmek istemiştir. Bulunduğu bölgede sultanlığını ilân
ederek 1051/1641 yılında da Fas şehrini ele geçirmiş, ancak bir müddet sonra
Filâlî şerifleriyle girdiği mücâdeleyi kaybetmiştir. Filâlî şerifi Mevlâ Reşid
1079/1668 yılında Fas’ı aldığı zaman Dilâî Zaviyesi’fr yıktırmıştır.
Dilâiler tarafından zâviye tekrar inşâ edildi ise de, eski etkinliğini
kaybetmiştir.[628]
Şeyh Seyyid Cemâleddin Muhemmed b. Fazlullah
el-Hindî el-Burhânpûrî’ye (ö. 1029/1620)[629] nisbet edilen bir tarikattır.
Daha çok Rifâiyye’nin bir kolu olarak bilinir.[630] Ancak Harîrîzâde’den
Fazliyye’nin Câmiu’t-turuk bir tarikat olduğunu ve üç ayrı sened ile Şâziliyye
tarikatına ittisâli bulunduğunu öğreniyoruz. Bunlardan en önemlisi
Zerrûkiyye’nin kolu olmasıdır.[631] Bu açıdan
Fazliyye, Şâziliyye ile Rifâiyye’nin sentezinden oluşan bir tarikat izlenimi
vermektedir.
Şeyh Fazlullah imam, âlim, zâhid, âbid ve vera’
sahibi bir kişi idi. Nefsini mu- hâsebe etmeye önem verirdi. Gündüz yaptıklarım
yazar, akşam olunca muhâsebesi- ni yapardı. Ölümü çok düşünürdü (râbıta-ı
mevt).[632]
Şeyh Âmir b. Âmir’e (920-1040/1514-1630) nisbet
edilir. Şeyh Âmir’in babası da Fas’dan Tunus’a hicret eden ve Hz. Ali neslinden
gelen bir tarikat şeyhidir. İsmi Âmir b. Hâc Sâlim el-Mağûzî (ö. 920/1514)
olup, vefât ettiği sırada hanımı oğluna hamile idi. Bu nedenle doğan çocuğa
babasının ismi verildi. İlk tahsilini Sûse’de tamamladıktan sonra başkent
Tunus’a giden Âmir b. Âmir, Şeyh Ebu’l-Ğays et- Tunûsî’ye intisâb ederek yirmi
yıl ona mürîdlik yaptı. Sonunda şeyhi ona Şâziliyye tarikatını yayma icâzeti verdi.
Şeyh Âmir bu tarikatın yayılmasında büyük başarı sağladı. Mürîdlerinin sayısı
kısa sürede arttı. Zamanla kerâmetleriyle de meşhûr olunca, tarikat kendisine
nisbetle Âmiriyye adıyla
anılmaya başladı ve bütün Tu- nus’da yayıldı. Devlet ricâlinden pek çok kişi
ona intisâb etti. Şeyh Âmir el-Mağûzî istilâcı İspanyollar’a karşı yapılan
mücâdelelerde büyük rol oynadı. Mürîdlerini cihada sevkederek İspanyollar’m
ülkeden çıkarılmasını ve Osmanlılar’m hâkim olmasını sağladı. Osmanlı
idârecileri, şeyhin İspanyollar’a karşı verdiği mücâdeleye hayran kalarak
zâviyesini yeniden mükemmel bir şekilde inşâ ettirdiler. Yüzyirmi yıl gibi
bereketli bir ömür sürerek 1040/1630 yılında vefât eden şeyhin Medfûn bulunduğu
zâviyenin civârında “Sîdî Âmir” kasabası teşekkül etti.[633]
Şeyh Ebû Abdullah Muhammed el-Ayyâşî (ö.
1050/1640)’ye nisbet edilir. Şeyh Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493)’un Vazîfetü’z-Zerrûkiyye’sine, Envâru’s- seniyye ala
ma’rifeti’z-Zerrûkiyye adıyla bir şerh yazmasından, Ayyâşî’nin
Zerrûkiyye prensiplerine bağh bir sûfî olduğu anlaşılmaktadır.[634] Ayyâşiyye,
usûl ve prensipler bakımından Şâziliyye’den doğan yeni bir kol olmamakla
birlikte, Şeyh Ayyâşî’nin siyâsî ve içtimâî olaylar içinde oynadığı
fonksiyondan dolayı ö- nem kazanmıştır.
Sa’dî Devleti’nin yıkılış dönemine girdiği
sırada devletin başına geçen Zeydan (ö. 1038/1628)’ın Arâyiş’i İspanyollar’a
bırakması karşısında Hristıyanlarla mücâdele edecek güçlü bir hükümdârın
bulunmadığını gören halkın önemli bir kesimi, aradıkları lideri, geniş bir
taraftar kitlesine sahip olan Şeyh Ayyâşî’nin şahsında bulmuştu. Kâbile
liderlerinin ısrarları sonunda onların başına geçmeyi kabul eden Ayyâşî, Tâzâ
ile Tamesna arasında yaşayan kabilelerin desteğiyle îspanyollar’a karşı cihad
başlattı. Devrin meşhur âlimlerinden Abdülhamid b. Aşir ve Abdülvâhid
el-Küllâlî gibi pek çok şahıs, sultanların sahip çıkmadığı bu meselede
Ayyâşî’nin cihad emirliğinin meşrû’ olacağına dâir fetvâ verdiler. Başlangıçta
sırf düşmanla mücâdele edip devlet idaresine karışmadığı için Sultan Zeydan’ın
da desteğini alan Ayyâşî, Arâiş üzerine taarruza geçti. îlk seferlerde şehri
geri almasa da papalıktan destek gören îspanyollar’ı bazı cephelerde bozguna
uğrattı. Sultan Zeydan’ın ölümünden iki yıl sonra da onlara karşı kesin bir
zafer (1040/1630) kazandı. Bazı tarihçiler bu başarıyı Mağrib tarihinde, bir
zaviye şeyhinin komutasında kazanılan ilk büyük zafer olarak, yorumlamışlar ve
Ayyâşiyye’nin bir dönem bölgenin içtimâî yapısında mühim fonksiyonlar icrâ
ettiğini belirtmişlerdir.[635]
Zamanla Şâziliyye’nin bir başka kolu olan
Dilâiyye’nin kurucusu Ebû Bekir b. Muhammed ed-Dilâî (ö. 1020/1612)’in
torunlarından Muhammed el-Hâcc ed-Dilâî (ö. 1080/1671) ile Şeyh Ayyâşî arasında
ihtilaflar çıktı ve iş kanlı savaşlara kadar gitti. Bu iktidar mücâdelesi
sırasında bir suikast sonucu Şeyh Ayyâşî öldürüldü (ö. 1050/1640). Bu büyük
mücâhidin ölümü İslâm dünyâsında büyük tessürler uyandırdı.[636]
İmâm Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Muhammed b.
Ahmed b. Nâsır b. Ö- mer ed-Derî’ye nisbet edilir. İbn Nâsır diye meşhurdur.
1011/1602 Ramazanda doğmuş ve Safer 1085/1674 tarihinde vefat etmiştir.[637]
Şâziliyye’den Gâziyye’nin bir kolu olan Nâsınyye’nin,[638] zamanla Afifiyye, Beyyûmiyye
ve Hansaliyye gibi şu’beleri oluşmuştur.[639] Mefâhiru’l-aliyye sâhibi İbn lyâd eş-Şâfiî de tarikat
senedinin Mustafa en-Nuveyhî el-Mısrî vasıtasıyla İbn Nâsır’a ulaştığını
belirtir.[640] Ahmediyye
(İdrisiyye) kolunun müessisi Ahmed b. İdrîs’in tarikat silsilesi de ona
ulaşmaktadır.[641] İslâmî
ilimler sahâsında devrinin âlimleri arasında olan ve çeşitli eserleri bulunan
İbn Nâsır, Harîrîzâde tarafından Şâziliyye tarikatında müceddid kabul
edilmektedir.[642] Kurduğu
Nâsıriyye kolu Mağrib’de ve özellikle de Marekeş şehrinde yayılmıştır.[643]
37-
Vezzâniyye
(Tihamiyye, Tayyıbiyye)
Abdullah b. İbrâhim eş-Şerîf el-Vezzânî
(1007-1089/1596-1678)’ye nisbet e- dilen bir tarikattır. Şâziliyye’den
Cezûliyye’nin bir koludur. Trimingham’ın belirttiğine göre Vezzânî ilk
zâviyesini 1081/1670 yılında Fas’da kurmuş, daha sonra buna Tunus ve Cezâyir’de
açılan tekkeler eklenmiştir. Tarikat, Vezzânî’ (ö. 1089/1678)’nin ölümünden
sonra torunlarından Ahmed et-Tihamî et-Tevvâtî (ö. 1127/1715) ve şeyh Mulay
et-Tayyib (ö. 1181/1767) gibi güçlü şahsiyetlerle temsil edilmiş,[644] önce Tihamiyye
adını alarak Mısır’da da yayılmış[645] ve bünyesinden Afifiyye
şu’besini çıkarmıştır.[646] Daha sonra
ise dördüncü şeyh Mulay et-Tayyib’e izâfe edilerek Tayyibiyye ismini
almıştır.[647]
Vezzâniyye aslında îlmiyye tarikatının
bir devamıdır. Çünkü îlmiyye ’nin Tibyân’da
geçen silsilesi[648] ile Ömer
Şabravî’nin Tihamiyye ve Tayyibiyye vâsıtasıyla aldığı Vezzâniyye
silsilesi[649] mukâyese
edildiğinde her iki silsilenin de Abdullah b. îbrâhim eş-Şerîf el-îlmî’de
birleştiği görülmektedir.
Ebû Ya’kûb Bâveysî’ye (ö ?) nisbet edilir.
Şâziliyye tarikatının Cezûliyye kolunun bir şu’besidir.[650]
Bû Ali’ye (ö. XI/XVII. asır) nisbet edilir.
Tunus, Cezâyir ve Mısır’da intişâr etmiştir. Şâziliyye’nin Bekkiyye kolunun bir
şubesidir.[651] Bû Aliyye,
bazı araştırmalarda Kadiriyye’nin Bekkâiyye koluna izâfe edilen bir şu’be
olarak gösterilmektedir.[652] Bû
Aliyye’nin Kadiriyye’den bir şu’be sayılması, Luis Rinn’in verdiği bilgilerle
çelişmektedir.[653]
Said b. Yusuf el-Hansalî (ö. 1114/1702)’ye
nisbet edilen Şâziliyye şu- be’sidir.[654] Müessisinin zamanında tek
zaviye ile Mağrib’de Ait-Metrif denen bölgede faaliyet gösteriyordu.
Hansaliyye daha çok Ebû İmran Yusuf İbn Said (ö. 1138/1727) döneminde tanındı.
Mukaddem olan Seyyid Sa’dûn tarafından Cezâ- yir’e taşındı. Bu döneme kadar
Cezûliyye geleneğine bağlı iken üçüncü Mukaddem Ahmed ez-Zavâyâ ile Derkaviyye
çizgisine yaklaştı.[655]
Hansaliyye’nin Nâsıriyye ile de irtibatı vardı.[656] Bu bağlantılar sebebiyle
hızla yayılmaya başlayınca durumdan endişelenen dönemin idarecileri tarafından
zaviyelerinden bazıları yıkıldı.[657]
Hüseyin b. Muhammed b. Ali el-Bû Saîdî
ed-Der’î’ye nisbet edilir. 1079/1669 yılında Mağrib’in Der’a kasabasında
dünyâya gelen Hüseyin b. Muhammed, devrinin şer’î ilimlerini tahsil edip
Mâliki mezhebinde fakihlik seviyesine ulaştıktan sonra Şâziliyye tarikatına
girerek Sûs şehrindeki “Emânü melûlnîn zâviyesi”nin şeyhi olmuştur. Hüseyin b.
Muhammed’in, kendisi gibi Der’alı olan Muhammed b. Nâ- sır’m hayâtını anlatmak
için İnâretü’l-basâir fî tercemeti Şeyh İbn
Nasır isimli bir eser yazması, onun Nâsıriyye koluna mesup bir
sûfî olduğunu göstermektedir. Hüseyin b. Muhammed 1142/1729 yılında vefat etmiş
ve sûs şehrindeki zâviyesine defholunmuştur.[658]
Seyyid Abdülaziz b. Mes’ûd ed-Debbağ el-Fâsî’ye
(ö. 1129/1717)[659] nisbet e-
dilir. Abdülaziz ed-Debbâğ, Ahmed b. Îdrîs el-Fâsî (ö. 1253/1837)’nin[660] tarikat
aldığı Abdülvehhâb et-Tâzî’nin şeyhlerinden birisidir.[661] Hüseyin Vassafın, Muhammed
es-Senûsî’ye âid el-Menhelü’r-râik isimli
eserden naklen bildirdiğine göre, kendisi Hızır (a.s.) ile görüşür ve ondan
feyz alırdı.[662] Bundan
dolayı tarikatına Hızıriyye ismi verilmiştir.[663] Nitekim hazretin
sohbetlerinden oluşan ve müridi Ahmed b. Mübârek’in kaleme aldığı el-İbrîz isimli kitapta, Abdülaziz ed- Debbâğ’m
Hızır (a.s.) ile ilgili hatıralarından sık sık bahsedilir.[664]
Abdülaziz b. Mes’ûd ed-Debbâğ’m kendisinin
belirttiğine göre en önemli şeyhi Seyyid el-Arabi el-Feştalî (ö.
1090/1679)’dir.[665] Abdülaziz
ed-Debbâğ daha dünyaya gelmezden evvel Şeyh el-Feştalî, onun annesine giderek
bir oğlan çocuğuna hâmile kalacağını müjdelemiş, bazı tavsiyelerde bulunmuş ve
oğluna giydirmesi için çeşitli emanetler bırakmıştır.[666]
Feştalî’nin tarikat şeyhi ise, Şâziliyye’den
Nâsıriyye’nin kurucusu Muhammed b. Nâsır (ö. 1085/1674)’dır.[667]
el-İbrîz’de kaydedildiğine
göre Feştalî, Şeyh Abdülaziz’in doğumundan önce zuhûr eden bir vebâ salgını
sırasında vefat etmiştir (ö. 1090/1679).[668] Bu sebeple Şeyh Abdülaziz
bizzat Feştalî’den tarikat alma imkânına kavuşamamıştır. Feştalî’nin usûl ve
erkânını daha çok Seyyid Ömer b. Muhammed el-Hevârî (ö. 1125/1713) vâsıtasıyla
öğrenmiştir.[669]
Abdülaziz b. Mes’ûd ed-Debbâğ, ayrıca
Feştalî’nin arkadaşı ve o devirde Fas’da Feştalî’den daha meşhur bir sûfî olan
Mevlânâ Arâbî el-Kâdirî’nin[670] de
sohbetlerine iştirâk etmiştir. Bu nedenle Trimingham, ed-Debbâğ’ın tarikatına Kâdiriyye isminin verildiğini belirtmekte ve
el-İbrîz’deki ifâdelere[671] yakın ifâdelerle
1125/1713 yılında Fas’da Bâbu’l-fiıtûh semtinde kutupluğa ulaştığını kaydetmektedir.[672]
Hızıriyye (Kâdiriyye) Xn./XVHI. yüzyılda Fas’da
yayıldı ve daha sonra bünyesinden Îdrîsiyye (Ahmediyye), Mirgâninye ve Senûsiyye
gibi kollar doğdu.[673]
Cezûliyye geleneğinin şeyhlerinden Ahmed b.
Muhammed en-Nâşir (ö. 1129/1717)’in müridi Ebu Bekir Amhavş’a riisbet edilir. Derkaviyye^nm
oluşumuna katkıda bulunmuş ve daha sonra devam etmemiş bir koldur.[674]
Ali b. Muhammed Hamdûş’a (ö. 1135/1722) nisbet
edilir. Cezûliyye’nin Şerkaviyye kolundan furû’ etmiş bir şu’bedir. Daha çok
Meknes’de yaygın olup, müntesipleri genellikle şehirli zanaatkârlardır. Ali îbn
Hamdûş’un türbesi Meknes yakınlarındaki Cebel-i Zerhûn’da bulunmaktadır.
Hamâdişe, zamanla Kuzeybatı Afrika’nın bir çok bölgesinde zaviler kurarak tesir
sahasını genişletmiş, Dagûgiyye, Saddâkiyye, Riyâhiyye ve Kasımiyye
gibi kollara ayrılmıştır.[675]
Tarikatın zikir meclislerine “Hadra” ve “Leyle”
gibi adlar verilir. Kudüm, ney ve diğer mahallî mûsikî âletlerinin
eşliğinde yapılan hadra zikri, kadın ve erkeklerin ayrı ayrı odalarda yerlerini
almalarından sonra okunan bir münâcâtla başlar. Zikirde dervişlerin cezbe
haline ulaşmaları şarttır; aksi takdirde zikrin tekrar edilmesi gerekir.
Zikrin başlangıç, gelişme ve kemal hali, Türkçe karşılığı “soğuk”, “ılık” ve
“sıcak” anlamına gelen kelimelerle ifâde edilir. Leyle adı verilen yemekli
zikir gece yapılır. Bu sırada toplanan sadakalar, zâviye ve fukaranın
ihtiyaçlarının giderilmesi için şeyhe teslim edilir. Hamâdişe tekkelerindeki
coşkulu zikir meclislerinin, cin çarpmış insanları tedâvî ettiğine inanılması,
Berberîler’den gelen bir gelenekle sihir ve büyünün yaygın olduğu Kuzeybatı
Afrika’da tarikatın yayılmasını kolaylaştırmıştır.[676] Tarikat mensuplarının zikir
sırasında cezbeye gelince başlarına sert cisimlerle vurmaları ve vücûtlarına
zarar vermeleri İslâmî esaslar açısından tenkîd edilmiştir.[677]
Ali b. Muhammed Hamdûş (ö. 1135/1722)’a nisbet
edilen Hamâdişe’nin alt şubelerinden birisidir. XH/XVHI. Yüzyılın sonlarında
Meknes civârında kurulmuş olup, fazla yayılma imkanı bulamamış ve belli bir
yöreye âid tarikat niteliğinde kalmıştır.[678] Kurucusunu tesbit
edemediğimiz Riyâhiyye’yi, Âmir en-Neccâr muhtemelen “ye” harfinin
noktalarından birisini koymayı unutarak Ribâhiyye
şeklinde vermiştir.[679]
Riyâhiyye gibi Sıddıkiyye de Ali Hamdüş (ö.
1135/1722)’a nisbet edilen Hamâdişe’nin alt şubelerinden birisidir. Kurucusu,
tarikat silsilesini Muhammed b. Mufaddıl b. İbrâhim el-Fâsî’den alan Muhammed
b. Sıddık’tır. 1295 yılında doğan Muhammed Sıddık’m[680] ölüm târihini tesbît
edemedik. Ancak Sıddıkiyye’nin IXX. yüzyılda Meknes civârında yayıldığını
biliyoruz.[681]
Kataloklardan Abdullah es- Sıddık adında bir Sıddıkiyye mensubunun 1979 yılında
Rabat’ta Silsiletii’t-
tarîkati’ş-Şâziliyyeti’s-Sıddıkiyye adında bir eser neşrettiğim
öğrendik. Fakat bu esere ulaşamadık.
Sîdî Ahmed ed-Degûgî’ye (ö. XII/XVin. yüzyılın
ortalan) nisbet edilen bir Şâzilî şubesidir. Degûgî, Şâziliyye tarikatını Cezûliyye’den
Hamâdişe kolunun müessisi ve hocası Ali b. Muhammed Hamdûş (ö. 1135/1722)’dan
almıştır.[682] Fas’da
yaygın olan Degûgiyye’nin merkezi Meknes şehri yakınlarındaki Benî Verad
köyüdür. Hocasının ölüm haberini alınca kendini kaybederek başını teberle
yaralayan ve vücûdunu taşlara ağaçlara çarpan Degûgî’nin bu hâlî, daha sonra
zikir esnâsında Cezbe’ye gelen mürîdlerinin çivili sopa vb. şeylerle başlarına
vurmalarına kadar gitmiştir. Degûgiyye mensuplarının bu davranışları İslâmî
esaslara aykırı olduğu için şiddetle tenkîd edilmişlerdir.[683] Tarikatın diğer erkânı
Hamâdişe geleneğinden pek farklı değildir.
Şâziliyye’nin Tâfılât’taki bir kolu olup
Muhammed el-Habîbî (ö. 1166/1752)’ye nisbet edilir.[684]
Abdulvahhâb b. Abdüsselâm b. Ahmed el-Mezrukî
el-Afîfî’ye nisbet edilir.[685] Doğum
tarihi bilinmemekle birlikte, vefatı hakkında 1172/1758[686] ve 1180/1766[687] olmak
üzere iki ayrı tarih verilmektedir. Şâziliyye’nin Nâsıriyye kolunun müessisi
Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Nâsır (ö. 1085/1674)’dan tarikat almıştır. Bu
açıdan bakılınca Afîfiyye, Nâsınyye’nin bir şubesi olmakla birlikte,[688] Zerrûkiyye,
İlmiyye ve Cezûliyye tarikatlarını da şâmildir.[689] Ancak Afîfı’nin asıl şeyhi
Şâziliyye tarikatının Tayyibiyye kolunun kurucusu Ahmed et-Tihâmî et-Tevvâtî
(ö. 1126/1715)’dir.[690] Günümüzde
Afîfiyye Mısır’da varlığını sürdürmektedir.[691]
Abdulvahhâb el-Afîfî, Mısır’ın Menûfıye
bölgesindeki Afif kasabasında doğdu, Kahire’de büyüdü. Salih ve mürşid bir
kişiydi. Her gün ikindi namazından sonra semâ’ meclisi düzenler, hadis ve fıkıh
dersleri verirdi. Sara ve cinnet gibi hastalıklara müptelâ olanlar, duâsımn
bereketiyle şifâ bulurdu. Yazılı bir eseri bulunmayan Afîfî, öldüğünde yerine
halîfe olarak oğlu Şeyh Yusuf’u bıraktı.[692] Abdünnebî Muhammed, Şeyh
Afîfî ve Afîfiyye hakkında genel bilgiler içeren el-İrşâdâtü’d- dîniyye (Minye ts.) adlı bir kitap te’lîf
etmiştir. Nebhânî ise Afîfî hakkında kısa bir bilgi vererek çeşitli
kerâmetlerinden bahsetmektedir.[693]
Mürîdlerinden de Abdurrahman b. Süleyman el-Gureynî, Afîfî’nin tarikat silsilesini
ve tasavvufî görüşlerini, Risâletti’s-silsile
adlı eserinde anlatmıştır. Gureynî’nin bu eseri, Afîfî Vakkâd’m Hidâyetti’s-sâil ilâ mecmûi’r-resâil (Kahire,
1316)’i içinde yayınlanmıştır.
Şeyh Ali Nureddin b. el-Hicâzî el-Beyyûmî (1108-1183/1696-17Ö9)[694] tarafından
kurulan bir tarikattır.[695] Harîrîzâde,
Beyyûmiyye’yi Şâziliyye’nin Nâsıriyye[696] ve Bedeviyye’nin
Halebiyye[697] kollarının
bir şubesi olarak gösterir. Mısır’ın Beyyûm kasabasında doğan Ali Nureddin
Beyyûmî, Halvetiyye, Kadiriyye ve Nakşîbendiyye tarikatlarından da icâzet
almıştır.[698] Şâziliyye
tarikatındaki şeyhi ise, Kenzii’s-sûfiyye fî
unıüri’ş-Şâziliyye ve el-Mefâhiru’l-aliyye fi’l-meâsiri’ş- Şâziliyye isimli
eserinlerin müellifi Ahmed b. lyâd es-Şâfiî (ö. 1153/1739)’dir.[699]
Beyyûmiyye’nin câmiu’t-turuk olduğu ve bir çok
tarikatın mezcedilmesiyle o- luştuğu anlaşılmaktadır. Kendisine en yakın olan
Bedeviyye ve Şâziliyyeyle bile farklılıkları vardır. Meselâ: Ayakta zikrederken
Şâzililer hafifçe öne ve arkaya eğilip doğrulurlar,[700] Bedeviler kollarını serbest
bırakarak rükû eder gibi vücutlarını bellerine kadar bükerler, Beyyûmîler ise
ellerini göğüslerine çapraz bir şekilde koyarak hafif öne doğru eğilirler.
Beyyûmiyye’nin merkezi Mısır olmakla birlikte
kısa sürede Arabistan, Yemen, Hadramut, Iran, Mâverâünnehir, Fırat ve îndus
vâdileri ile Hindistan kıyılarına kadar yayıldı.[701] Anadolu’da yayılma imkanı
bulamamakla birlikte İstanbul’da Beyyûmiyye mensupları vardı. Bu kişiler tekke
ve zâviyeler kapanana kadar Bedeviyye dergahlarında zikirlerini icra
ediyorlardı.[702]
Anadolu’daki en önemli Beyyûmiyye mensûblarından birisi, Mısır Vâlisi Mustafa
Paşa’dır.[703] Mustafa
Paşa, Şeyh Beyyûmî’ye bağlılığının bir nişânesi olarak Kahire’ye Beyyûmiyye
Câmiini yaptırmıştır.[704]
Cezbe, mücâhede, inâyet, kurb, teslimiyet ve
riâyet esasları üzerine kurulan Beyyûmiyye’de “esmâ-i seb’a” zikrine önem
verilir. Ali Beyyûmî’nin el-Hizbu’l- azîm isimli
duâsı ile tarikat erkânına dâir yazdığı Câmiu’l-esrâr
fî tarîki’s- sâdeti’l-Beyyûmiyye (Kahire ts.) adlı bir risâlesi
bulunmaktadır.[705]
Şeyh Muhammed b. Abdulkerim es-Semmânî’ye (ö.
1130-1189/1718-1775)[706] nisbet
edilir. Muhammed es-Semmân, Medine’de doğmuş, orada yaşamış ve orda vefat etmiş
âlim bir zâttır. Risâletü’n-nefahâti’l-İlâhiyye
fî keyfiyyeti sülûki’t- tarîkati’l-Muhammediyye (Arabistan 1326 h.) ile
Risâletü igâsetü’l-lehfân ve müvâsâti’l-velvân
(Arabistan 1955) onun önemli eserleri arasındadır. Şâziliyye hırkasını
Halvetiyye’nin Bekriyye kolunun müessisi ve aynı zamanda Şâziliyye’den icâzetli
Kemâleddin Mustafa el-Bekrî el-Mısrî’den giymiştir. Buna ilâve olarak Şeyh
Muhammed Tâhir’den de Kadiriyye tarikatı almıştır.[707] Bu nedenle Semmâniyye,
Kadiriyye’nin şûbeleri arasında sayılmaktadır.[708] Ancak elimizdeki verilerden
hareket ettiğimizde Semmâniyye’nin câmiu’t-turuk bir tarikat olduğu
anlaşılıyor. Nitekim Mısır’daki resmî kayıtlarda Semmâniyye, Şâziliyye’nin bir
şubesi olarak tescil edilmiştir.[709]
Semmâniyye’nin Afrika’ya intikâli ve orada
İntişârı ise Ahmed Tayyib el-Beşîr (1155-1239/1742-1824) vâsıtası ile olmuştur.
Nil’in güneydoğusunda Sûdan sınırları içinde kalan Ümmü Merâh bölgesinde doğan
Ahmed Tayyib, zamânmdaki hocalardan şer’î ilimleri tahsîl ettikten sonra
Hicaz’a giderek oradaki hocalardan da ders almıştır. Hicaz’da Nakşîbendiyye,
Şâziliyye, Halvetiyye hırkaları giyen Ahmed Tayyib, Şeyh Muhammed
es-Semmânî’den de Semmâniyye icâzeti alarak mrmleketi Sûdan’a dönmüştür. Orada
hadis ve tefsir dersleri vermenin yanısıra tasavvuf! faaliyetlerde de
bulunarak Semmâniyye’nin yayılmasını sağlamıştır, el- Cevheru’l-ferîd fî ilmi’t-tevhîd, Havâssu’l-esmâ ve
Risâletiin fi’l-kimyâ isimli eserleri vardır. Semmâniyye Medine,
Saîd-i Mısr ve Sûdan’da intişâr etmiştir.[710]
Ammâr Bû Sennâ’ya (1123-1193/1732-1780) nisbet
edilir. Daha çok Kâdiriyye’nin bir kolu[711] ve Kâdirî Melâmîliği[712] olarak
bilinir. Ancak Trimingham, Ammâr Bû Sennâ’nın ümmî olduğunu ve aslında
Şâziliyye’den Cezûliyye’nin birer şu’besi olan îseviyye ve Hansaliyye’nin
mukaddemi (davetcisi) olarak işe başladığını belirtir.[713] Ammâriyye Cezayir ve Tunus
dolaylarında intişâr etmiştir.[714]
Şeyh Ebu’l-Berekât Şihâbüddîn Ahmed b. Muhammed
b. Ahmed ed-Dırdır el- Adevî’ye nisbet edilen bir tarikattır. Şeyh Ahmed
ed-Dırdır 1128/1715 târihinde Mıdır’ın Adve nâhiyeyesinde doğmuş, Kur’ânı
ezberlemiş ve şer’î ilimlerdeki tahsilini Ezher’de tamamlayarak Mâliki fakihi
olmuştur. Daha sonra Şeyh Sâlim Hafnevî’ye intisâb ederek tarikata sülük
etmiştir. Sülûkunu tekmil ettikten sonra Ezher’in yakınında bir zâviye inşâ
ettirerek irşâd ve tebliğde bulunmuştur. 1201/1786 yılında Kahire’de vefat eden
Şeyh Dırdır, zâviyesine defnedilmiştir. Talebesi Ahmed es-Sâvî’nin el-Esrârıı’r-Rabbâniyye ve’l-füyûzâtu’r-Rahmâniyye (Kahire,
1298) adı ile şerhettiği es-Salavâtü’d-Dırdıriyye
(Kahire, 1278)’nin yanısıra başka te’lîfleri de bulunmaktadır.[715]
Harîrîzâde Dırdıriyyeyi Halvetiyye’ten
Hafnefiyye'mn bir şu2besi sayarken[716] Şâziliyye
kaynaklan onu Şâziliyye ile Halvetiyye’yi cem’ eden bir tarikat olarak
tanıtırlar.[717] Şeyh Haşan
el-Adevî de en-Nefahâtü’ş-Şâziliyye (Mısır,
1986) isimli eserinde Şeyh Ahmed DırdırTn faziletlerini ve menkabelerini
anlatmıştır.
Osman Dan Fodio (ö. 1233/1817)’ya nisbet
edilir. Kendisine Şehu denilen Kuzey NijeryalI Osman Dan Fodio, evvelâ
Kadiriyye, daha sonra Halvetiyye ve Şâziliyye tarikatlarına bağlanmıştır. En
önemli şeyhi her üç tarikattan da icâzetli olan Cibril b. Ömer el-Akdesî idi.[718] Kadiri
özellikleri daha baskın gibi gözükse de câmiu’t-turuk bir tarikattır. Önce
Fulânî kabilesinde yayılmaya başlayan Fulâniyye, daha sonra Mehdîlik inancı ile
siyâsi bir nitelik kazanmış ve Kuzey Nijerya’da sömürgeciliğe karşı direnişin
simgesi olmuştur.[719]
Şâziliyye tarikatının Ebû
Hâmid Mulay[720] el-Arabi b.
Ahmed ed-Derkavî’ye (ö. 1239/1823 )[721] nisbet edilen koludur. XVIII.
yüzyılın sonlarıyla XIX. yüzyılın başlarında Fas ve Cezayir’de yaygınlaşan bu
tarikatın ilk kurucusu, Şâzilî gibi İdrîsî soyundan gelen ve Derkavî’nin şeyhi
olan Ali b. Abdurrahman el-Cemal el- İmrânî’dir. Şeyhinin vefatından sonra otuz
yaşında genç denecek bir çağda tarikatın başına geçen Derkavî, tarikat âdâb ve
erkânını ta’rîf ve tesbit ederek mürîdler arasında birliği sağladı. Tarikat
kısa sürede yayılarak mensupları hızla arttı ve bundan sonra Derkâvî’ye izafe
edilerek anılmaya başladı.[722]
Massignon, Derkaviyye’yi Cezûliyye’nin
Cezâyir ve Fas kolu olarak tanıtmış ve müessisi olarak da 1238/1823 yılında
öldüğünü söylediği ikinci bir Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi göstermiştir.[723] Burada
verilen ölüm tarihi Derkavî’nin ölüm tarihine tekâ- bül etmekle birlikte diğer
bilgilerde yanlışlıklar vardır. Derkaviyye Fas ve Cezâ- yir’de yaygın olduğu
için, aynı bölgede daha önce yaygın olan Şâziliyye’nin ana kollarından Mağrib
kökenli Cezûliyye’nin bir şubesi sanılmaktadır. Halbuki Mursî kanalıyla
Mısır’da devam eden Şâziliyye ekolü, Ahmed b. Arûs (ö. 864/1461) ve Ahmed
ez-Zerrûk (ö. 899/1493) vasıtasıyla Mağrib’e getirilmiş ve bu bölgede
Derkaviyye’den dört asır evvel Arûsiyye ile Zerrûkiyye kurulmuştur. Bunlar bünyelerinden
çıkardıkları şu’beler itibâriyle Mağrib’de Cezûliyye’nin yanısıra Şâziliyye’nin
diğer iki ana kolu olma özelliğini elde etmişlerdir.[724] Derkâvî’nin tarikat
silsilesi bu ana kollardan Zerrûkiyye’ye dayanmaktadır.[725] Dolayısıyla Derkaviyye,
Zerrûkiyye’nin bir koludur. Ancak zamanla Derkaviyye’nin bünyesinden de bir
çok kol oluştuğu için kendisi de ana kol alma özelliğini kazanmıştır.
Derkaviyye
tarikatında intisâb şöyle gerçekleşir: Şeyh tevbe etmiş müridin elini tutarak
Nahl suresinin 91. âyetini okur. Vazife olarak sabah-akşam yüzer defa, “Eşhedü en lâ ilahe
illallâhu vahdehû lâ şerike leh, lehu’l-mülkü ve lehü’l- hamdü ve hüve alâ
külli şey’in kadir.” sözleriyle
zikretmesini söyler. İntisâb töreni toplu yapılan cehri zikirle sona erer.[726]
Derkavî’nin
bir araya toplanmış Resâil (Fas, 1318) isimli
mektuplarında mürîdlere tavsiye edilen belli başlı tarikat esasları ise, raks eşliğinde ferdî veya
toplu olarak zikretmek, açlığa katlanmak, makam ve mevki sahibi kişilerden uzak
durmak ve takva sâhibi kişilerle
birlikte bulunmak şeklinde özetlenebilir.[727]
Tarikatta ilk
tekke, bizzat Derkavî tarafından Fas şehrine iki günlük mesafede bulunan Bû
Berîh bölgesinde, kendi kabilesi olan Benû Zervâl’in yaşadığı mahalde
kurulmuştur.[728] Buranın
merkezî bir yer olmaması ve devlet otoritesinden uzakta bulunması dikkat
çekicidir.
Derkaviyye
tarikatı mensupları Fas ve Cezayir’in siyâsî târihinde etkin rol oynamışlardır.
Şeyh Derkavî’nin başlangıçta Fas sultanı Süleyman el-Mevlâ ile arası çok iyi
olmasına rağmen, tarikatı hızla gelişerek Fas sarayında bile yaygınlık kazanınca,
sultanın tavrı değişmiş ve Şeyh tutuklanmıştır. Derkavîler yer yer Osmanlı
hakimiyetine karşı da olumsuz tavır almışlar ve Türk beyleriyle mücâdeleye
girişmişlerdir.[729] Aynı tavrı
işgalden sonra Fransızlara da göstermişlerdir.[730]
Şeyh Derkavî’nin
vefatı sırasında yanında daha önce hilâfet verdiği Muhammed Haşan Zâfır
el-Medenî bulunuyordu. Ziyâret için Medine’den gelmişti. Şeyhinin vefatından
sonra bir müddet Benû Zerval’deki merkez tekkede kaldı. Daha sonra buradan
ayrılarak Trablus’a geçti. Merkez tekkeye ise, Derkavî’nin yerine oğlu Mulay
et-Tayyib ed-Derkavî halef oldu.[731] Zamanla Derkaviyye’den bir
çok kol doğmuştur. Bunların başlıcaları Gummâriyye, Fâsiyye, Harrâkiyye,
Kettâniyye, Bû Azzâviyye, Mehâciyye, Medeniyye, Mekkiyye, Hâşimiyye, Hisâfiyye
ve Aleviyye’dir.[732] Bu kollar Hicaz’da ve
Kuzey Afrika genelinde yaygındır. Öyle ki, zaman içerisinde bu kollar müstakil
hâle gelmiş bazı yerlerde Derkaviyye’nin bir şu’besi oldukları bile
unutulmuştur. Nitekim Mısır’da resmiyet kazanmış tarikatlarla ilgili bir
değerlendirmede bulunan Ferid De Jong şunları söylemektedir:
“Derkaviyye’nin Medeniyye,
Mekkiyye, Fâsıyye, Hâşimiyye ve Hisâfiyye kolları Mısır’da tescil edilip
resmiyet kazanınca, kendi adlarına faaliyet göstermeye başlamışlardır. Böylece
Derkaviyye ismi ve tarikatı ikinci planda kalırken, kolları öne çıkmıştır.
Zamanla da Derkaviyye Mısır’da etkisini yitirmiştir.”[733]
Haşan b. Süheyl (ö.
1244/1828)’e nisbet edilir. Şâziliyye’nin XII/XIX. asırda Cezâyir’de oluşmuş
kollarından birisidir.[734]
îbn Ebî Ziyân’a nisbet edilir. Şâziliyye’nin
XII/XIX. asırda Mağrib’de oluşan kollarından birisidir.[735] İbn Ebî Ziyan’ın en önemli
özelliklerinden birisi, halkın eğitim, sosyal güvenlik gibi meseleleriyle
yakından ilgilenmesi ve eşkiyâyı tesirsiz hâle getirmesidir. Ticâret yolları
üzerinde eşkiyâ o kadar çoğalmıştı ki, hiçbir tüc- câr, ziyâniyye mensubu bir
kişinin himâyesinde olduğuna dâir bir belge bulundurmadan Kuzey Mağrib’den
Güney Mağrib’e mal sevketmeye cesâret edemezdi. Bölgedeki sulama ve zirâî
işler de ziyâniyye müntesiplerinin gayretiyle yürütülmüştür.[736]
Muhammed b. Ahmed el-Bûzîdî (ö. 1229/1814)’ye
nisbet edilir. Şâziliyye’den Derkaviyye’nin bir koludur.[737] Titus Burckhardt tarafından
İngilizce’ye çevirerek “Letters of a sûfî master” adıyla yayınlanan Derkavî’nin
mektuplarına Martin Lings’in yazdığı önsözden anlaşıldığına göre Buzûdî,
Derkâvî’nin kendisinden bağımsız olarak irşâd yetkisi verdiği mürîdlerinden
biridir. Buzîdî’nin en önemli talebesi ve halîfesi ise, Şâziliyye tarikatının
yetiştirdiği velûd müelliflerden Hikem şârihi
Ahmed îbn Acîbe (ö. 1224/1809)[738]’dir. Ancak
hem Bûzîdî hem de îbn Acîbe silsile olarak bağlı bulundukları ana kolun
kurucusu Derkavî (ö. 1239/1823)’den önce vefat etmişlerdir.[739] Buna bağlı olarak Buzûdiyye
kolu uzun süre varlığını devam ettirememiş olsa da, fikrî planda İbn Acîbe’nin
eserleri Şâziliyye tarikatına büyük katkılarda bulunmuştur.
Türkiye Diyânet Vakfi İslam Ansiklopedisi
Bûzîdiyye maddesinde, Bûzîdiyye’nin müessisi olarak Muhammed b. Habîb el-Bûzîdî
(ö. 1327/1909) gösterilmiştir.[740] Ancak bizim
tesbitlerimize göre Bûzîdiyye’nin kurucusu İbn Habîb el- Bûzîdî değil, İbn
Ahmed el-Bûzîdî’dir. Her ikisi de Bûzîdî nisbesiyle tanındıkları için isim
benzerliğinden dolayı birbirine karıştırılmışlardır. İbn Habîb el-Bûzîdî,
Aleviyye kolunun kurucusu İbn Mustafa el-Alevî (ö. 1934)’nin şeyhidir[741] ve
Bûzîdiyye’nin kuruluşundan daha sonra yaşamamıştır. Dolayısıyla Bûzîdiyye’yi
Muhammed b. Habîb el-Bûzîdî’ye değil de, Muhammed b. Ahmed Bûzîdî’ye nisbet
etmek daha doğrudur.
Seyyid Ahmed b. İdrîs el-Fâsî’ye (ö.
1253/1837)[742] nisbet
edilen bir Şâziliyye koludur. Bu kola Ahmediyye dendiği gibi İdrîsiyye ismi de
verilir.[743] Ahmed b.
İdrîs Fas sahillerindeki Arâyiş beldesinde, Hz. Haşan b. Ali soyundan gelen bir
âile içinde doğdu. Tahsilini Mağrib’de tamamladıktan sonra, buradan ayrılarak
ömrünün otuz yılını Mekke’de geçirdi. Bir ara Mısır’a da uğrayan Ahmed b.
İdrîs, 1244/1828 senesinde Yemen’e gitti. Dokuz yıl burada irşâd ve tebliğde
bulunduktan sonra 1253/1837 yılında vefat etti. Kabri Yemen’in Habya isimli
köyündedir.[744]
Ahmed b. İdrîs’in şeyhi Abdülvahhâb et-Tâzî
olup tarikat silsilesi şöyledir: Abdülvahhâb et-Tâzî, Muhammed b. Ziyâd
el-Kundûsî, Mübarek b. Adiy el- Feylânî, Muhammed b. Nâsır ed-Der’î (ö.
1085/1674), Ahmed b. Ali el-Hâc ed- Der’î, Ebu’l-Kâsım el-Fâzî (ö. 991/1583) ve
Şeyh Ahmed Zerrûk (ö. 889/1493).
Ahmed b. İdrîs’den ise Mekke’de Muhammed Âbid
es-Senedî, Muhammed es- Senûsî (ö. 1274/1859), Muhammed Haşan Zâfır el-Medenî
(ö. 1263/1847); Mağrib’de Mulay el-Arabî ed-Derkavî (ö. 1239/1823), Muhammed
el-Meczûbî es- Savâkinî; Yemen’de Abdurrahman el-Ehdel ve İbrahim el-Reşid ilim
ve tarîkat almışlardır.[745] Muhammed
Zâfir’in babasından naklen bildirdiğine göre, Derkavî’nin ve Haşan Zâfir
el-Medenî’nin Ahmed b. İdrîs’e intisapları teberrüken yapılmış bir intisâbdır.[746]
Günümüzde İdrîsiyye adı ile Mısır[747] Yemen ve
Sûdan’da[748] varlığını
sürdüren tarikatın Somali’de de müntesipleri bulunmaktadır. Somali’deki
Sâlihiyye tarikatının silsilesi Ahmed b. İdrîs’e dayanır.[749]
Ahmed b. İdrîs’in şeyhi Abdülvahhâb et-Tâzî,
Hızıriyye’nin müessisi Seyyid Abdülazîz b. Mes’ûd ed-Debbâğ (1128/1717)’a da
intisâb ettiğinden[750] olsa gerek,
Ahmed b. İdrîs’in tarikatı Hızıriyye’nin İdrîsiyye kolu olarak da
tanıtılmaktadır.[751]
Trimingham’a göre Ahmed b. İdrîs, hâl-i
hâzırdaki uygulanış biçimi ile tasavvuf ve tarikatlara karşı çıkıyordu.
Tasavvuf ve tarikatların baştan sona ıslâh edilmeleri taraftarıydı. Taklidi
bırakıp Kur’ân ve sünnete dönerek Hz. Peygamber’in ruhaniyetine sığınmayı esas
alıyordu. Bu açıdan Vahhâbiler onun görüşlerine kendilerini yakın
buluyorlardı.[752] B.G.
Martin’e göre de Ahmed b. İdrîs, İbn Teymiye ekolünün müteahhir temsilcisi idi.[753]
Ahmediyye’nin Senûsiyye, Sâlihiyye, Reşîdiyye ve Mirgâniyye gibi
kollarında onun ıslahcı düşüncelerinin etkisi vardı.[754] Öyle ki, fikhî
görüşleri çağdaşı İmâm Şevkânî (ö. 1250/1834)’nin görüşlerine yakın olduğu için
mezhepsizlikle de ithâm edilmiştir.[755]
Ahmed b. İdrîs’in es-Salavât isimli evrâd ve ahzâbı vardır.[756] Bunlar Muhammed b. Muhammed
İsmail Nüvvâb tarafından toplanarak 1318-1900 yılında İstanbul’da
bastırılmıştır. Bu baskının hâşiyesine de Ahmed b. İdrîs’in tercüme-i hâli
eklenmiştir.[757]
Ahmediyye (İdrîsiyye)’nin
kurucusu Ahmed b. İdrîs (ö. 1253/1837)’in halîfelerinden Şeyh İbrahim b. Reşîd
ed-Düveyhî’ye nisbet edilen Şâziliyye koludur. İbrahim b. Reşîd de şeyhi gibi
tasavvufta ıslah ve tecdîd yapılması gerektiğine inanıyordu.[758] Hüseyin
Vassâf onu ve tarikatını tanıtırken şunları söyler:
“Ahmed
b. İdrîs’in nefes-i nefîsesine mazhar olmuş eâzım-ı sûfiyedendir. Rasûlüllah
(a.s) Efendimiz’den ve Hızır (a.s.)’dan telekkun-ı esrâr eylemiştir. Haremeyn-i
muhteremeyn’de bulunup Medine’de azîm-i dâr-ı karâr olmuştur. Eâzım-ı meşâyıh-ı
müteahhırîndendir. İsmail Nüvvâb, Ahmed Rendrâvî ve Ali Sayrevî nâmında üç
halîfe-i mükerremleri vardır.”[759]
Reşîdiyye
Mekke ile Yemen’in Sabya ilinde doğmuş, güneybatı Arabistan boyunca yayılarak
Kızıl Deniz üzerinden Somaliye kadar geçmiştir.[760]
Muhammed
b. Muhammed el-Harrâk’a (ö. 1261/1845)[761] nisbet edilir. Derkaviyye’nin
bir şu’besidir.[762] Muhammed
Harrâk 1186/1772 yılında Kuzey Afrika’da Rif yakınlarındaki Tatvân’da Hz.
Hasan’m neslinden gelen bir âilede doğdu. Mulay el-Arabi ed-Derkavî (ö.
1289/1823)’ye intisâb ederek ondan Şâziliyye tarikatı aldı. En önemli müridi en-Nûru’l-Iâmiu’I-berrâk
fi tercemeti’ş-Şeyh elli ar râk isimli
kitabı ile şeyhinin hayâtım anlatan Muhammed b. Arabi ed-Dilâî (ö. 1285/1869)’dir.
Şeyh Muhammed el-Harrâk 1264/1845 yılında doğum yeri olan Tatvân’da ölmüş ve
yine oraya defnedilmiştir.[763]
Muhammed Haşan
Zâfır el-Medenî (ö. 1263/1847)’ye nisbet edilen Şâziliyye koludur.[764] Muhammed
Haşan Zâfir’in babası, Medine eşrafından Hamza Zâfır’dir. Tibyân ve Sefîne’de
Muhammed Haşan b. Hamza Zâfir’in 1222/1807 yılında doğduğu kaydedilmektedir.[765] Ancak oğlu
Muhammed Zâfır, babası Muhammed Haşan Zâfir’in 1222/1807 yılı civârında Cenâb-ı
Hakk’a vâsıl olmak için Medine’den ayrılıp ecdâdının geldiği yer olan Mağrib’e
doğru seyahata çıktığını, bu yolculuk sırasında Tîcâniyye ile Şâziliyye’nin
Nâsırıyye ve îseviyye kollarından tarikat aldığını ve son olarak da 1224/1809
yılında Fas Zerval’de Mulay Arabi ed-Derkavî (ö. 1239/1823)’ye intisâb ederek
dokuz yıl onun gözetiminde kaldığını belirtir.[766] Bu bilgiler ışığında Muhammed
Zâfir’in 1222/1807 senesinden çok önce doğduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca
şeyhinin eniriyle 1233/1818’de Medine’ye dönmüş, bu sırada Ahmed b. İdrîs (ö.
1253/1837) ile görüşerek ondan teberrüken tarikat almış ve üç yıl Medine’de
kaldıktan sonra şeyhinin ayrılığına dayanamayarak tekrar Mağrib’e Derkavî’nin
yamna gitmiştir. Bu ziyâreti sırasında da şeyhi ölmüştür (1239/1823).
Bir müddet şeyhinin tekkesinde
kalan Medenî, daha sonra Medine’ye dönmek için yola çıkmış, Trablusgarb şehrine
geldiğinde halka yaptığı vaaz ve nasihatlar sonucu büyük ilgi görmüş ve
kendisinden tarikat istemeleri üzerine orada kalmıştır.[767] Oğlu Muhammed Zâfir bu
olayları anlatarak Medeniyye’nin kuruluşunun 1240/1824 yılında[768]
Trablusgarb’da gerçekleştiğini belirtir.[769]
1263/1847 senesinde Trablusgarb’da Mısrâta’da
vefat eden Haşan Zâfir el- Medenî’ye oğlu Muhammed Zâfir tarafından bir türbe
inşâ ettirilmiştir. Haşan Zâfir’in ondört çocuğu vardı. Bunlardan sadece
Muhammed Zâfir’e hilâfet vermiştir. Bilinen diğer halîfeleri ise Şeyh Ömer
el-Bâlî, Seyyid Ahmed er-Rifâî, Seyyid Ahmed es-Semenhûdî, Seyyid Abdullah
Bâfıkî, Şeyh îbrâhim Bârâde,[770] Şeyh
Abdulkadir,[771] Şeyh
Muhammed el-Fâsî,[772] Şeyh Ali
Nureddin Yeşrûtî[773] ve Şeyh
Muhammed et-Tayyib’dir.[774] Medeniyye
tarikatı bu hâlifeler vasıtasıyla İstanbul, Mısır, Hicaz, Tunus, Sûriye, Medine
ve Mozambik’de yayılmış,[775] ondokuzuncu
yüzyılın sonlarında Yeşrûtiyye, Rahmâniyyefi[776] [777] Fâsiyye ve ana kola
bağlılığı ile bilinen Tâfiriyye^ olmak üzere dört şubeye ayrılmıştır.
Muhammed Osman
el-Mirğanî (1180-1269/1793-1853)’ye nisbet edilen Şâziliyye koludur.
Mirğanî’nin şeyhi, İdrisiyye (Ahmediyye)’nin kurucusu Ahmed b. İdrîs el-Fâsî
(ö. 1253/1837)’dir.[778] Şeyhinin
tasavvufa kazandırmak istediği ıslah ve tecdîd hareketini uygulamaya
çalışmıştır. Afrika’nın iç kesimlerinde, Somali, Eritre ve Sûdan’da yaygın bir
tarikattır.[779] Mirğaniyye,
Emirgâniyye şeklinde telefiuz edildiği gibi,[780] Sûdan’da Hatmiyye ismiyle de bilinmektedir.[781] Mirğaniyye’den
doğduğu bilinen en önemli şu’be, îsmâiliyye’dir.[782]
Muhammed Osman Mirğanî aslen
Buhara Mirğandlıdır. Ecdadı Orta Asya’dan Hicaz’a göçmüş, Mekke ve Taife
yerleşmiştir. Muhammed Osman’ın dedelerinden birisi, Semmâniyye’nin Sûdan’da
yayılmasını sağlayan Ahmed Tayyib el-Beşîr (ö. 1239/1824)’dir. Diğer dedesi ise
büyük bir sûfî olarak tanınan Orta Asya asıllı Abdullah b. İbrâhim el-Mirğanî
(ö. 1206/1792)’dir.439 440 [783] Bu sebepten olsa gerek
Mirğaniyye mensupları, Türkler’e yakın durmuş, Mısır’daki Türk hâkimiyetinin
Sûdan’da da etkili olabilmesi için onlarla çeşitli münâsebetler kurmuşlardır.[784]
Seyyid Muhammed b. Ali es-Senûsî el-Muhâcirî
el-Hasanî el-İdrîsî’ye nisbet edilir. 1202/1787 yılında Cezâyir’in Müsteğânim
şehrinde dünyâya gelmiş ve 1276/1859 yılında vefat etmiştir. Aralarında es-Selsebîlü’l-muîn’in de bulunduğu elliye yakın eseri olan[785] [786] Şeyh Muhammed Senûsî’nin
şeyhi, Ahmed b. İdrîs el-Fâsî (ö. \253l\^>3iyâÂr.^ Şeyh Ahmed b.
İdrîs, Şâziliyye’den Ahmediyye (Îdrîsiyye) kolunun kurucusu olduğu için,tasawuf
ve tarikat kuralları açısından Senûsiyye de İdrîsiyye’nin bir şûbesi
sayılır. Mekke ve Medîne’de seyr u sülûkünü tamamlayan Senûsî’yi[787] şeyhi irşâd
ve teblîğ için önce Çad’a göndermiştir.[788] Daha sonra Bingâzi’yi
kendisine merkez edinen Senûsî, Libya, Tunus, Çad, Sûdan, Mısır gibi Büyük
Sahrayı çevreleyen coğrafya’nm hemen her tarafında Senûsiyye’yi yaymıştır. Bu
hızlı yayılışta Şeyh Senûsî’nin âileden gelen birikimleri göz ardı edilmemelidir.
Çünkü büyük dedesi Muhammed b. Yûsuf es-Senûsî(ö. 890/1485)[789] ve babası bir tarikat şeyhi
idi.[790]
Senûsîler’i iyi tanıyan
Şehbenderzâde, “Senûsiyye bir tarikat olmakla birlikte, dînî ve tasavvufî
gâyelerden ziyâde millî siyâset fikri ile de hareket eden bir cemiyettir.”[791] diyerek, bu
hızlı yayılışın temelinde yatan bir başka âmili de açıklar. Ayrıca tarikatın
tasavvuf! usûl ve prensipleri ile cemiyetci özellikelerini sıralar.
Şehbenderzâde’nin tesbîtine göre Senûsiyye’nin usûl, erkân ve yönetim sistemi
şöyledir:
“Senûsiyye’de anlaşılmaz
muğlak hikmetler, zor merasimler, inzivâ ve riyâzatlar yoktur. Tarikat mantık
ve tefekküre uygun amelî ve içtimâi hikmetler üzerine kurulmuştur. En önemli
düsturu uhuvvet ve teâvündür. Cuma ve Pazartesi akşamları bir araya gelirler.
Zâviyede fukaraya yemek yedirilir. İhvân Semahanede “mukaddem” denilen şeyhin
riyâseti altında Kur’ân’dan çeşitli sûreler okur.Salât-ı azîme denilen ve Şeyh Ahmed b. İdrîs tarafından tertîb edilmiş
olan salâtm tilâveti ile Rûh-ı Nebiyy-i Zîşân hoşnûd edilir. Bunun haricinde
değişik merasimleri ve semâları yoktur. Senûsiyye tarikatı, mensuplarını
nâfılelerle yormayıp eğitim ve öğretimle uğraşmaya, rızkını temin etmek için iş
ve güçle meşgul olamaya mecbur eder. Genel olarak ihvân, avâm, havâs ve
havâssü’l-havâs şeklinde sınıflandırmakla birlikte, yönetim kademelerinde
halîfe, şeyh, nakip ve mukaddem gibi hizmet mertebeleri bulunur. Cemiyetcilik
yönüne gelince mürîd ma’lûl ve ma’zûr olmadıkça topluma faydalı bir insan
olmaya sevkedilir, harbe katılma dahil bir çok konuda kendisinden itaat yemini
alınır. Her bir ihvân imkânı nisbetinde silah bulundurmağa ve deve beslemeye
özendirilir. Zenginlerden ve kabîle reislerinden servetlerine göre deve ve
silah bulundurmaları, maiyyetindeki hademe ve kölelerini cihâda hazırlamaları
istenir. Bir Senûsî elinden geldiğince sık sık yemek hazırlayıp zâviyeye götürür,
ihvân ve fukaraya ikrâm eder. Zaviye şeyhleri, kabilelere bile hükmedebilen
birer mahallî reis konumundadırlar. Bulundukları yerlerde ticârî hayatı ve
ulaşımı onlar kontrol eder. Ancak onların emanları ile güvenli ticâret ve
seyahat yapılabilir. Eğer onların emanları yoksa Bedevîler’in yağmalarından
kurtulma imkanı çok azdır.”[792]
Büyük din ıslahatçısı, mücâhid, devlet adamı
ve tarikat şeyhi olan Muhammed Senûsî’nin kurduğu Senûsiyye’nin, XIX. yüzyıl
siyâsî hayâtında da önemli bir yeri vardır. Şehbenderzâde’nin belittiğine göre,
Senûsiyye’nin siyâsî yönü özellikle Muhammed Mehdî döneminde batılıların
dikkatini çekmiş ve gözlerini korkutmuştur. Libya’yı işgal edebilmek amacıyla
Senûsîler hakkında pek çok araştırma ve inceleme yaptırmışlardır.
Şehbenderzâde’ye göre bu hareket, babası kadar dirayetli olamayan Muhammed
Mehdî ile Türkler arasında oluşan karşılıklı güvensizlikten dolayı batıklarla
giriştiği mücâdeleleri kaybetmiş ve gücünü yitirmiştir.[793]
Çeşitli
araştırmacıların belirttiklerine göre Senûsiyye’nin prensipleri, Ahmed b.
İdrîs’in tecdîd ve ıslâh içerikli tasavvuf! görüşleri ile vehhâbî fikirler
mezcedilerek oluşturulmuştur.[794] Bundan
dolayı da Osmanlı Devleti uzun yıllar Senûsîler’e şüphe ile bakmış ve
Senûsiyye’nin “tarikat veya siyâsî hareket olup olmadığı” hakkında Muhammed
Zâfır’den bilgi istemiştir. Muhammed Zâfir de onların Şâziliyye’nin İdrîsiyye
kolundan olduklarım söyleyerek sarayda bu fikrin yerleşmesine çalışmış,
Muhammed Mehdî’nin “şeyh” ünvânı ile resmî kayıtlara geçmesini sağlamış, ancak
Senûsiyye’nin tasavvuf ve tarikatlar açısından Medeniyye gibi yeni bir yorum getirmediğini,
eskinin devâmı olduğunu belirtmiştir.[795]
Muhammed Mehdî
döneminde pek iyi olmayan Osmanlı-Senûsiyye ilişkileri, daha sonra oğlu Şeyh
Seyyid Ahmed Senûsî döneminde gelişmiş, ancak çok geç kalınmıştır. Bu
yakınlaşmanın bir sonucu olarak, Seyyid Ahmed Senûsî Pâdişâh V. Mehmed Reşad’ın
da’veti ile 22 Zilkade 1331/1913 yılında İstanbul’a gelmiş ve Bursa’ya
yerleşmiştir. Ta’lîmâtını ziyaretçileri ve ulakları vâsıtası ile müntesiblerine
ulaştıran ve Libya ile ilişkisini kesmeyen Şeyh Ahmed Senûsî, Sultan
Vahdeddin’in kılıç kuşanma merasimine de katılmıştır. Kurtuluş savaşı sırasında
ise Bursa’dan çıkıp Güneydoğu Anadolu’ya kadar gitmiş, uğradığı yerlerde düşmana
karşı mücâdele için halkı ve meşâyıhı uyarmıştır. Sakarya Meydan Muhârebesi ile
kazanılan zaferden sonra da Tarsus Gazetesi’ne verdiği
beyânatta özetle: “Bizim başımıza gelenler, hissiyâtımıza mağlûb olup
dînimizin emirlerini ihmâl ederek Rabbimizi unutmamızdandır. Rabbimiz bize
düşmanları musallat ederek kendini hatırlattı. Maddî ve ma’nevî ihmallerimiz
bize acı bir ders oldu. Artık şimdi bize ıslâh olmak vazîfedir. Yoksa bu büyük
zaferin bize hazırladığı gayeye vusûl müyesser olmaz. Din hayâtımızda, onsuz
hayât olamaz.” diyerek, genç Türkiye’nin ufkunu açaçak hedefi göstermiştir.
Kurtuluş savaşı bitip âsâyiş hakim olduktan sonra Ankara’ya gelen ve
Türkiye’nin yeni yöneticileriyle görüşen Seyyid Ahmed es- Senûsî, onbir sene
kaldığı Anadolu’dan 12 Rebiulevvel 1343/1924 de ayrılarak Mısır üzerinden
memleketine dönmüştür.[796]
Şeyh Seyyid Ahmed Senûsî’nin
-OsmanlI’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminini de içine alan- onbir yıl gibi uzun
bir süre Anadolu’da kalması, batıldan hep tedirgin etmiştir. Her ne kadar
İtalyanlar Libya’yı işgâl etmiş olsalar da Senûsîler’in direnişi karşısında iç
bölgelere girememişler ve buralarda hâkimiyet kuramamışlardır. OsmanlI
Devleti’nin son döneminde başlayan Türk-Senûsî ilişkisi Cumhuriyet devrinde de
devam etmiş, hatta Türk kurtuluş savaşı, bağımsızlık mücâdelesinde onlara örnek
olmuştur. Bağımsızlıktan sonraki ilk devlet başkam Kral Îdrîs es-Senûsî, Lib-
ya-Türkiye ilişkilerini sağlam tutmaya özen göstermiştir.[797]
M. Brett, “Başlangıçtaki
direnme gücünü yitiren Senûsîler, İtalyan, Fransız ve İspanyollar’a karşı
İngilizler’le işbirliği yapmak zorunda kalarak bağımsız Libya Devleti’ni
kurmuş, bu işbirliğinin sonucunda da Afrika’da milliyetçi ve ulusal bir devletin
oluşumu engellenmiştir.”[798] diyerek,
bağımsızlığın kazanılmasında Senûsîler’in katkılarını küçümsemeye çalışır.
Ancak bir çok batı ülkesinin, Kral îdrîs’e karşı ihtilâl yapanların kurduğu
Cumhuriyeti hemen tanıması,[799] Libya’daki
Senûsî iktidârının batıkların işine gelmediğini göstermektedir. Sonuç olarak şu
bir gerçek ki, yakın târihe kadar Libya’nın iç ve dış siyâsetinde Senûsîler’in
ağırlığı hep hissedilmiştir. Onların Libya’daki nüfuzu, ancak 1969 da Kral
îdrîs Türkiye’de Bursa kaplıcalarında tedâvî görürken yapılan ihtilâl ile
kırılmıştır.[800]
İsmâil el-Vâlî’ye
(1237-1280/1822-1865) nisbet edilir. Mirğaniyye'mn bir şubesidir.
Sûdan’da Kordofon’da yayılmıştır.[801]
Muhammed b. Mes’ûd el-Fâsî (ö. 1289/1872)’ye
nisbet edilir. Hakkında yazılmış tercüme-i hallerden Mağrib’de dünyâya
geldiğini öğrendiğimiz Muhammed el- Fâsî, Şâziliyye tarikatını Muhammed Haşan
b. Hamza Zâfır el-Medenî (ö. 1263(1847)’den almıştır.[802] Dolayısıyla Fâsiyye,
Medeniyyeden doğmuş bir şâziliyye şu’besidir.
Muhammed el-Fâsî
1284/1867 yılında Mısır’da bulunduğu sırada ona intisâb ettiğini söyleyen Câmiu’l-kerâmâti’I-evIiyâ
müellifi Yusuf Nebhânî (ö. 1350/1932),
Cezâyir’de Fransız sömürgesine karşı mücâdele eden Emir Abdulkadir (ö.
1300/1883)’in de Muhammed el-Fâsî’nin mürîdi olduğunu[803] belirtir.[804] Ayaca Mısır’ın yakın
târihinde etkili olan meşâyıhdan Muhammed Akkâd[805] ile Hassâfiyye'rûn
kurucusu Hasaneyn el-Hassâfî (ö. 1328/1910) de Muhammed Fâsî’den tarîkat
alanlar arasındadır.[806]
Şeyhi
el-Medenî’nin vefatından sonra tebliğ amacıyla seyahate çıkan Muhammed el-Fâsî,
Mısır’dan başlayarak Hicaz, Şam ve Yemen’i gezdi; Hindistan’a kadar gitti.
1289/1872 de Mekke’de vefat etti.[807] Bu sırada Kahire ve
Kolombo’da birer dergah kurdu. Daha ilk yıllarda Kahire merkezli olarak başta
Seylan olmak üzere bir çok ülkede Fâsiyye’nin yayılmasını sağladı.[808] Böylece
Fâsiyye Mısır’daki müseccel Şâziliyye şu’beleri arasına girmiş oldu.[809]
Günümüzde ise
Fâsiyye, Şâziliyye’nin en aktif kollarından birisidir. 18 Jun. 1996 tarihli ve
1068 nolu eş-Şa’b
gazetesinden öğrendiğimize göre, başta
Mısır olmak üzere Kuzey Afrika’da, Endonezya ve Malezya gibi Pasifik’teki İslâm
ülkelerinde ve İngiltere’de yaygındır. Gazetede o âna kadar Fâsiyye’nin
başında bulunan Şeyh Şemsüddin Abdullah el-Fâsî’nin ölüm haberi duyurulurken,
onun hayatı ve tarikatı hakkında da çeşitli bilgiler verilmekte,
müntesiplerinin bulunduğu ülkeleri sık sık dolaştığı, oradaki dergahları
ziyâret ettiği ve bağlılarına sohbette bulunduğu belirtilmektedir.
İngiltere’ye gittiği zaman bile mürîdleriyle görüşmeyi ihmâl etmediği,
karşılaştığı yoğun ilgiden dolayı Londra’da Hyde-Park’ta bir açık hava
toplantısı düzenlemek zorunda kaldığı ve bu toplantıya sayısı yüzbine ulaşan
geniş bir mürîd kitlesinin katıldığı kaydedilmektedir.[810]
Muhammed
b. Mes’ûd b. Abdurrahman (ö. 1295/1878)’a nisbet edilir. Şâziliyye tarikatının
Medeniyye kolundan doğmuş bir şûbesidir.[811] Rahmâniyye mensuplan
Cezâyir’de yaygın olup, Osmanlılar’m da desteğini alarak Fransızların Cezâyir’i
işgaline karşı büyük mücâdeleler vermişlerdir.[812]
Şeyh Muhammed b.
Âkile el-Mekkî (ö. 1299/1882)’ye nisbet edilir. Tibyân’daki bilgilere göre îbn
Âkile farklı senedlerle farklı kollardan Şâziliyye’nin Zerrûkiyye icâzetine
sahip olmakla birlikte,[813] başka
tarikatlardan da hırka giymiştir.[814] Bu nedenle câmiu’t-turuk
olduğu anlaşılan Mekkiyye, asıl i’tibâriyle Derkaviyye’nin bir şubesi sayılır.[815] Daha çok
Mısır’da yayılmıştır.[816] Müessisi
Muhammed b. Âkile, Harîrîzâde’nin tarikat rivâyetinde bulunduğu ve kendisinden
tarikat aldığı kaynaklar arasında yer almaktadır.[817]
Ebu’l-Mehâsin
Muhammed b. Halîl b. İbrâhim el-Kavukcî et-Trablusi’ye (1224-1305/1810-1887)
nisbet edilir. Triminghan, Abdüsselâm b. Meşiş’in neslinden gelen Muhammed
el-Kavukcî’nin “Kavukcî” lakabını, dervişlerin giydiği uzun koni şeklindeki
şapkanın Türkçe karşılığı olan kavuk kelimesinden aldığını ve kendisinin de
bunu giydiğini belirtir.[818]
İyi bir öğrenim
gören ve velûd bir müellif olan[819]
Ebu’l-Mehâsin Muhammed el-Kavukcî, Şâziliyye tarikatını başta Trablus ve
Mısır’daki Şâziliyye şeyhleri olmak üzere bir kaç koldan almıştır.
Kavukciyye’nin en çok müntesibinin bulunduğu yer Trablus’tur. Yetiştirdiği
müridleri sayesinde Libya genelinde ve Mısır’da da yayılmıştır.[820]
Sûdân’da faaliyet gösteren ve Hamîd Meczûb
(ö. 1190/1776)’a nisbet edilen bir Şâziliyye koludur. Hamîd Meczûb aslında bir
tarîkat kurucusu olmaktan ziyâde Meczûb âilesinin kurucusudur. Ahmed b. Nâsır’m[821] talebesi
Ali ed-Derrâvî’ye intisâb etmesi[822] nedeniyle âile içinde
Şâziliyye sempatisi ve mahallî bir tarîkat anlayışı ile doğan müslümanlaşma
gerçekleşmiştir.[823]
Meczûbiyye’yi sistemleştiren ve âile tarîkatı olmaktan kurtararak Sûdan’da
yaygınlaşmasını sağlayan şahıs ise Muhammed Meczûb el-Kebîr’dir. Bundan dolayı
Meczûbiyye’nin kurucusu olarak daha çok o tanınır.[824] Muhammed Meczûb el-Kebîr
es-Sûdânî 1211/1796 yılında Sûdan’da doğmuş, tahsilini Medîne’de yapmış ve yine
Medîne’de Şâziliyye tarikatına intisâb etmiştir. Memleketine dönüşünde bir
zâviye yaptırarak halkı irşâd etmiş ve 1248/1832 yılında genç denecek yaşta
ölmüştür.[825]
Şâziliyye’nin Bedeviyye
kolu, XIII. yüzyılda kurulduğu bilinen Bedeviyye tarikatından farklıdır. XIX.
yüzyılda oluşmuştur. Ahmed el-Bedevî (ö. 1310/1892)’ye nisbet edilir.
Derkaviyye’nin bir alt şu’besidir. Daha çok Bedevi’nin halîfesi Ahmed el-Hâşimî
tarafından geliştirilmiştir.[826]
Seyyid ve Şerif Ali Nûreddîn b. Yeşrût
et-Tûnusî’ye nisbet edilir. Şâziliyye’nin Medeniyye kolundan doğan bir
şu’besidir.[827] 1208/1793
yılında doğup 1316/1898’da 105 yaşında vefat eden Ali Nûreddin, Şeyhi Muhammed
Haşan Zâfır el-Medenî (ö. 1263/1847) ile Trablusgarb’da Mısrata’da bir kaç yıl
kaldıktan sonra Filistine hicret etti ve Akkâ’ya yerleşti.[828] Kızı Fâtıma Yeşrûtî’nin
belirttiğine göre Şeyh Ali Nûreddin, 19. yüzyılın tamamını kapsayan uzun hayâtı
boyunca Akkâ merkezli olmak üzere pek çok dergah açtı. Bunların en önemlileri
Kudüs, Şam, Beyrut ve Halep’teki dergahlardır. Yeşrûtiyye bugün bile özellikle Filistin,
Lübnan, Mozambik, Madagaskar, Zengibar, Komoro adaları, Kenya ve Yeni Gine’de
yaygındır.[829] Medeniyye
kolunun Ali Nûreddin Yeşrûtî’nin çalışmalarıyla en geniş sınırlarına
ulaştığını ve bu genişlemenin tabiî bir sonucu olarak da Yeşrûtiyye’nin müstakil
bir şu’be haline geldiğini söylemek mümkündür. Yeşrûtiyye’nin bu kadar
yayılmasında Ali Nûreddin’in Komoro’daki vekîli Şeyh Muhammed Ma’rûf b. Ahmed
b. Ebû Bekir’in (1853-1905) büyük katkısı olmuştur.[830]
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde
Ortadoğu’da meydana gelen siyâsî gelişmelerden Ali Nûreddin Yeşrûtî de
etkilenmiş ve yoğun bir şekilde eleştirilmiştir. O’nun bu eleştirilere mâruz
kalmasında, yanlış yorumlanabilecek fiil ve sözlerinin yanısıra, saraya
yakınlığının da etkisi olsa gerektir. O’nu eleştirenler, “Kadın erkek beraber
zikir yaptırıyor, zinâya meyilli, hulûl ve ittihâdı kabul eden ibâhiyeci bir
anlayışa sahip”[831] gibi
çeşitli ithamlarda bulunmuşlardır. Bu ithamlar sonuç vermiş, Şeyh Yeşrûtî’nin
II. Abdülhamîd’in gözünden düşmesine ve Rodos’a sürgün edilmesine neden
olmuştur.[832] Ali
Nûreddin Yeşrûtî bir müddet Rodos’ta kaldıktan sonra, Cezâyir Emîr’i Şeyh
Abdülkadir vâsıtası ile sürgünden kurtulmuş ve memleketine dönmüştür.[833]
O’nun hayâtı, tasavvufî
fikirleri ve tarikatı hakkında kızı Fâtıma Yeşrûtî önemli eserler yazmıştır. Bu
eserler basılmış olup isimleri şöyledir:
1-
Rıhletii ile’l-Hakk’ (Beyrut 1954, 1980, 1990).
2-
Mevâhibu’l-Hakkı
fi’l-Kerâmâti’I-Yeşrûtiyye (Beyrut 1979).
3-
Müseyyeratî fi’t-Tarîki’l-Hakkı (Beyrut 1980).
4- Nefahâtü’l-Hakkı
fî’l-Enfasi’l-Aliyyeti’l-Yeşrûtiyye (Beyrut 1982).
Ali Nûreddin Yeşrûtî’nin
kendisinden sonraki en önemli halîfelerinden birisi, aynı zamanda Osmanlı
Sultânı ile irtibatını sağlayan,[834] İstanbul’a geldiği zaman
Muhammed Zâfir el-Medenî’den de icâzet alan Şeyh Mahmûd Ebu’ş-Şâmât ed-
Dımeşkî(ö. 1341/1922) dir.[835]
Seyyid
Ebû Ya’zâ (Sîdî Bû Azzâ) el-Mehâcî’ye (ö. XII./XIX. yüzyıl’ın ikinci yarısı)
nisbet edilir. Şâziliyye’nin Derkaviyye kolunun Mağrib şu’belerinden birisidir.[836] Tarikatın
yayılmasını halîfesi Muhammed b. Kaddûr el-Vekîlî sağlamıştır. Bu sebeple
tarikat Kaddûriyye ismi ile de anılmaktadır.[837]
XII/XIX,
asırda Tâfîlât ve Cezâyirde oluşan Şâziliyye koludur.[838] Tarikatın ö- zellikleri ve
müessisi hakkında yeterli bilgiye ulaşamadık.
XII/XIX.
asırda Tunus’da oluşan küçük bir Şâziliyye şubesi olup yayılmamıştır.[839] Kurucusu ve
tarikatın özellikleri hakkında yeterli bilgiye ulaşamadık.
Hamâdişe’nin
XII/XIX. yüzyılda oluşan kollarından birisi olup Mağrib’de yaygındır.[840] Etbâımn en
çok olduğu yer Meknes’dir.[841] Kurucusunun
kimliği ve tarikatın özelliği hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadık.
Şâziliyye’nin
Derkaviyye kolunun bir şubesidir.[842] Kurucusu, Ebu’l-Hasan Şâzilî
gibi Gammâralı olan Şeyh Ahmed b. Abdulmü’min el-Gammârî’dir (ö. XII- I/XIX.
yüzyıl).
Muhammed
b. Abdulvâhid el-Kettânî’ye (ö. XII./XIX. yüzyıl) nisbet edilir. Şâziliyye’den
Derkaviyye kolunun bir şubesidir.[843] Ferid De Jong, Kettâniyye’nin
Şâziliyye’den bir şube olduğunu, Kettâniyye şeyhi Mısırlı Abdülhamîd
eş-Şîmî’nin bıraktığı evraklara dayandırır.[844]
Massignon’un
belirttiğine göre Evâmiriyye, îseviyye’nin 19. asırda Tunus’da oluşan bir
koludur.[845] Ancak
müessisini tesbit edemedik.
Muhammed Zâfır el-Medenî’ye
(1244-1321/1828-1903) nisbet edilir. Aslında Medeniyye geleneğini devam ettiren
bir alt şubedir. Bu sebeple başlangıçta Medeniyye olarak isimlendiriliyordu.
Ancak II. Abdülhamîd bir tekke yaptırarak Şeyh Zâfır el-Medenî’yi Trablusgarb’dan
İstanbul’a getirince Zâfiriyye ismi ile de anılmaya başlandı. Bu
isimlendirmede, Muhammed Zâfir’in el-Vazîfetü’z- Zâfiriyye ismini verdiği günlük virdini ,aynı isim ile bastırmasının
büyük etkisi olmuştur.[846]
Zâfıriyye’nin usûl açısından Medeniyye’den ve Şâziliyye’nin genel yapısından
farkı yoktur.
Şeyh Haseneyn el-Hassâfî’ye nisbet edilen
Şâziliyye koludur. 1265/1848 yılında doğa Hassâfî, kelam ilmine vâkıf bir
âlimdi. 1328/1910 yılında ölmüş ve Mısır’ın Demenhur iline defnedilmiştir.[847] Birden
fazla senedle Şâziliyye tarikatına ittisâli bulunan Hassâfî’nin şeyhlerinin
başında Fâsiyye müessisi Muhammed b. Mes’ûd el-Fâsî (ö. 1289/1872) ile Muhammed
Uleyş el-Mâlikî (ö. 1299 veyâ 1319/1882 veyâ 1900)[848] gelir.[849] Hassâfiyye günümüzde Mısır’da
faal bir Şâziliyye koludur.[850] Şeyh
Hasaneyn Hassâfî’den tarikat alanlardan birisi, Feyziyye’nin kurucusu ve Cemheratü’l-evliyâ isimli eserin müellifi Mahmûd Ebu’l-Feyz el- Menûfî’dir.[851]
Muhammed b. Sâlih
er-Reşîd (1854-1917 veya 1919)’e nisbet edilir. B.G. Martin’in belirttiğine
göre İbn Sâlih, Reşîdiyye’nin kurucusu İbrahim b. Reşîd’in yeğeni ve vekiliydi.[852] Fikrî atası
ise Ahmed b. îdrîs idi.[853] Ancak İbn
Sâlih’in halifelerinden Şeyh Muhammed Abdullah Haşan, Ahmed b. İdrîs’in
fikirlerini de aşarak bir çok konuda Vehhâbilerle aynı fikri paylaşmaya
başladı. Mezarları ziyâret etmenin gayr-i İslâmî bir iş olduğunu, Şeyhlere
tevessül edilemeyeceğini, ölü veya diri hiç bir şeyhin müslümanlarla Allah
arasında aracılık yapamayacağını savunuyordu. Görüşlerinin çoğu yerleşmiş
tasavvuf geleneklerine aykırı olduğu için büyük tenkidler almış ve yayıldığı
bölgeler’de Kadiriler ile araları açılmıştır.[854]
Şeyh Muhammed
Abdullah Hasan’ın fikrî yapısı Vahhâbiler’e yakın olmakla birlikte, siyâsî
düşünceleri çok farklı idi. Türklere hayrandı ve hilâfet makamına büyük saygısı
vardı. Bu nedenle son Osmanlı Sultânına bağlılığını ifade eden medhiye
niteliğinde yazıları bulunmaktadır.[855] Sâlihiyye kendisine merkez
olarak seçtiği Somali ve Kenya’da yayıldığı gibi, Reşîdiyye’den doğan bir kol
olduğu için, onun yayıldığı Kızıldeniz sahilleri ile Güneybatı Arabistan’da ve
Sûdan’da da etkili olmuştur. Muhammed Kulid er-Reşîdî, îsmâil b. İshak
el-Urveynî, Seyyid Muhammed Haşan ve asıl adı Ali b. Muhammed el-Adalî olan
Şeyh Ali Nairobi, Muhammed b. Sâlih’in başlıca halifeleridir. Sâlihiyye
mensupları, XX. yüzyılın başlarında Somali ve çevresinde İngilizler ile
İtalyanlara karşı memleketlerini müdâfa etmek için büyük mücâdeleler
vermişlerdir.[856]
Bu mücâdelelerde
baş rolü oynayan Sâlihiyye halîfesi, ‘Deli Molla” olarak tanınan Seyyid
Muhammed Abdullah Hasan’dır. O gerçekte ne bir deli, ne de bir mollaydı.
Somali’nin yetiştirdiği önemli bir aydın ve dînî bir liderdi. Ülkesindeki
sömürgeciliğe karşı tüm olumsuz şartlara rağmen yirmi yıldan fazla (1899-1920)
direnmesinden dolayı kendisine Deli Molla demişlerdir.[857] O’nun bu mücâdelesi Sumatra
Müslümanlar’ını da etkilemiştir.[858]
Trimingham
tarafından Mısır’da doğduğu kaydedilen, fakat hakkında isminden başka her hangi
bir bilgiye ulaşamadığımız Şâziliyye koludur.[859]
Abdullah
îbn Hâşim’e nisbet edilen ve XX. yüzyıda oluşan bir Şâziliyye koludur.
Mısır’da yaygındır.[860] İbn
Hâşim’in tarikat silsilesi, babası Ahmed el-Hâşimî vâsıtası ile XIX. asır
Şâzilî şeyhlerinden Ahmed el-Bedevî (ö. 1310/1892)’ye ulaşır.[861]
îki tane Feyziyye vardır. Bunlardan birincisi
Feyzüddîn Hüseyin Ebu’l-Feyz Feyzi es-Semmânî el-Mısrî (1236-1309/1820-1891)’ye
nisbet edilir. Harîrîzâde’nin belirttiğine göre bu tarikata, Feyziyye yerine[862] [863] Hulvetiyye™
de denmektedir.[864] Şeyh
Hüseyin Ebu’l-Feyz, âhir ömründe İstanbul’a yerleşmiştir. Tibyân’m kenarına sonradan düşülmüş olan kayda göre 15 Şaban 1309
târihinde vefat etmiş ve Merkez Efendi civârına defnedilmiştir.[865] Feyziyye
aslında Halvetiyye’nin bir şu’besidir. Ancak Hüseyin Ebu’l-Feyz, Halvetiyye’nin
yanısıra pek çok Mısırlı meşâyıh gibi Şâziliyye, Kadiriyye, ve Naşîbendiyye
tarikatlarım da teberrüken ahzetmiştir.[866] Bu nedenle Hüseyin
Ebu’l-Feyz’in Şâziliyye ile olan irtibâtı teberrükten öte geçmez.
Şâziliyye’nin şu’besi olan Feyziyye ise, Cemheratii’l-evliyâ müellifi Mahmûd Ebu’l-Feyz el-Menûfî’ye (1892-1935) nisbet
edilir.[867] Günümüzde
Mısır’da Feyziyye denilince, onun kurduğu Feyziyye tarikatı akla gelir ve
yaygın olan Feyziyye’de budur.[868] Menûfî,
Şâziliyye tarikatım Fâsiyye kolunun şeyhlerinden Hasaneyn el-Hassâfî ile
Muhammed Akkâd ve Vefaiyye kolunun şeyhi Mahmûd Vefâî’nin halîfesi Nesim
Dirmilî’den almıştır.[869] Mısır’ın
Menûf kasabasında doğduğu için Menûfî nisbesi ile meşhur olmuştur. Ayrıca
velûd bir müelliftir.[870]
Oranlı Şeyh Ulâd
Sîdî’ye nisbet edilen bir Şâziliyye koludur.[871]
İbn Handûş’a nisbet edilen
Şâziliyye koludur. Handûşiyye, XX. yüzyılın başlarında Mağrib’de kurulmasına
ve kurucusu îbn Handûş’un kabrinin Mağrib-i Ak- sâ’da bulunmasına rağmen daha
çok Mısır’da yayılmıştır.[872]
Ebu’l-Abbâs Ahmed el-Alevî
(1284-1357/1869-1934)’ye nisbet edilir. Ahmed el-Alevî, Şâziliyye geleneğinin
asrımızdaki önemli Şeyhlerinden biridir.[873] Cezâ- yir’in Müsteğânim
şehrinde doğmuş, onaltı yaşında iken babası ölünce ilim tahsiline ara vermek
zorunda kalmış ve ailesinin maişetini temin için uğraşmaya başlamıştır. Bu
arada önce Şâziliyye’nin İseviyye, daha sonra ise Muhammed b. Habîb el-Bûzîdî
(ö. 1909) vasıtasıyla da Derkaviyye koluna intisâb etmiştir. Buzîdî’nin
vefatından sonra şeyhinin yerine geçen Ahmed el-Alevî, bir taraftan merkezî
tekkeyi güçlendirirken, diğer taraftan çeşitli seyahatler yaparak batıdaki
bazı ülkeleri görmüş, bunlardan tasavvuf yoluyla irşâd yapma imkânı olan
yerlere mürîdlerini göndermiştir. Ayrıca Kuzey Afrika’nın tamamını, Mekke,
Medine, Kudüs, Şam ve İstanbul gibi mühim İslâm merkezlerini gezen el-Alevî,
1926 yılında vâkî olan davet üzere Paris Câmii’nin açılışını yapmak için
Paris’e giderek, burada ilk hutbeyi okumuştur.[874]
Ahmed el-Alevî’nin genellikle Şâziliyye’nin
âdab ve erkânını esas aldığı, bununla birlikte tasavvufun irfân ve müşâhede
yönünü ihmâl etmediği, vahdet-i vücûd nazariyesinden ve bu nazariyenin
temsilcilerinden yararlandığı, kendi sözlerinden anlaşılmaktadır.[875] Oluşturduğu
Aleviyye ekolü, bir taraftan Kuzey Afrika’da yayılırken diğer taraftan Avrupa
ve Amerika’daki tasavvufî hayat ve ihtidâ hareketleri üzerinde de etkili
olmuştur.[876] Aleviyye
mensupları, daha şeyhlerinin sağlığında Şam, Yafa, Gazze, Faluye, Aden,
Marsilya, Paris, Lahey ve Cardiffe’te teşkilatlarını kurmuşlardır. Şeyhin
vefatından sonra da bu yayılma devam etmiş, Liverpool, Hull, South Shiedes,
Birmingham ve Sevilla (îşbiliyye) şehirlerindeki teşkilatlanmalar
gerçekleştirilmiştir.[877] Tarikatın
Ortadoğu’daki en meşhur tekkesi ise Alevî’nin müridi Muhammed Hâşimî (ö.
1381/1962)’nin Şam’da kurduğu tekkedir.[878]
Ahmed
el-Alevî, içinde yaşadığı toplumdan zaman zaman tepki görmüş, halkı hipnotize
etmek, dînî hayatı bid’at ve hurâfeler içine gömmekle suçlanmıştır. Bu
suçlamalar, onun mürîdlerinin çoğalmasını engelleyememiştir. Öyle ki, Aleviyye
mensupları Cezâyir’de Fransızlar’a karşı verilen bağımsızlık mücâdelesinde
etkili rol oynayabilecek seviyeye ulaşmışlardır. Bu dönemde Aleviyye mürîdleri
boyunla- rina iri taneli doksan dokuzluk bir teşbih takarak gezmeye başlamış ve
istiklâl için haklı tepkilerini demokratik yollarla ortaya koymuşlardır.[879]
Aleviyye’nin âdab
ve erkânında zikir ve halvet çok önemlidir. Toplu zikir cehri, kuûdî ve kıyâmî
(oturarak ve ayakta) olarak yapılır. Halvetteki mürîd, kırk gün boyunca ibâdet
ve zikirle meşgul olur, oruç tutar. Kelime-i tevhîdi yetmiş beş bin defa tekrar
ettikten sonra, ism-i celâl zikrine geçer. “Allâh” kelimesindeki “âh” hecesini
nefesi tükeninceye kadar uzatır.[880]
Ahmed
el-Alevî’nin tarikat silsilesi Muhammed b. Hatîb el-Buzîdî, Muhammed b. Kaddûr
el-Vekîlî, Muhammed b. Abdulkadir Paşa ve Ebu’l-Ya’zâ el-Mehacî vasıtasıyla
Derkaviyye kolunun kurucusu Mulay el-Arabî b. Ahmed ed-Derkavî’ye ulaşır.[881]
Ahmed
el-Alevî aynı zamanda sûfî bir müelliftir. Kendisi de bir Aleviyye mensubu
olan Martin Lings, onun yazdığı eserlerin seyisinin onaltı olduğunu belirtir ve
bu eserlerin bir listesini verir.[882]
Muhammed
Mâzî b. Ebu’l-Azâim’e (1287-1351/1870-1932) nisbet edilen muâ- sır bir
Şâziliyye koludur. Mısır’da faaliyet göstermektedir.[883] Ebu’l-Azâim’in müridlerinden
Abdulmün’im el-Muhâmî’nin yazdığı, Ebu’l-Azâim ve eseruhû fi’t- Tasavvufi’I-Muâsır isimli eserden öğrendiğimize göre, Ebu’l-Azâim’in soyu,
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hizmetkârlığını yapan Ebu’l-Azâim Mâzî b. Sultan’a (ö.
710/1310)[884]
dayanmaktadır. Ebu’l-Azâim’in Kur’an’dan seçtiği bazı âyetleri işârî olarak
tefsîr eden ve esbâb-ı nüzûllerini anlatan Esrârtı’l-Kur’ân isimli bir tefsîri vardır.[885] Yerine oğlu Ahmed Mâzî
Ebu’l-Azâim geçti.[886] Azmiyye
Mısır ve Sû- dan’da faaldir.[887]
Selâme b. Haşan Ebî Hâmid er-Râzî’ye
(1284-1360/1867-1939)[888] nisbet
edilir. Mısır’da yaygın bir Şâziliyye kolu olup, tarikat senedi Hanefiyye’nm
kurucusu Şemsüddin Hanefî (ö. 847/1443)’ye kadar ulaşır.[889] Müessisinin vefatından sonra
yerine oğlu ve halîfesi olan İbrahim Selâme er-Râzî geçmiştir. Hâmidiyye
tarikatı, Fâruk Ahmed Mustafa tarafından yapılan el-Binâu’l-içtimâî
H’t-Tarîkati’ş- Şâziliyye (Mısır, 1980)
isimli doktora çalışmasında tanıtılmış; Mısır’daki ekonomik ve sosyal hayata
katkısı ile ilgili geniş bilgiler verilmiştir. Ahid ve zikir üzerine kurulan
Hâmidiyye’de toplu yapılan âyinlere önem verilir. Bu sebeple sık sık dînî gün
ve gecelere mahsus ihtifaller tertiplenir. Mürîdlerden toplanılan bağışlarla
fakirlere yardım edilir.[890]
Seyyid Muhammed Zeki
İbrahim’e nisbet edilen bu tarikat, Şâziliyye’nin son asırda oluşan Mısır
şu’belerinden biridir.[891] Aslında
Muhammediyye’nin oluşumu,.Mahmûd Ebû Aliyyân (ö. 1326/1908) ile başlar.[892] Ancak
resmiyete intikâli ve tescîli hâlen sağ olan ma’nevî torunu Muhammed Zeki
İbrâhim vâsıtasıyla gerçekleşmiştir. Muhammed Zeki îbrâhim’in el-İfhâm ve’l-ifhâm ev
Kadâya’l-vesîle ve’l-kubûr ve Usûlü’l-vusûl adında yayınlanmış iki eseri vardır. Tarîkat silsilesi
Nâsıriyye’nin kurucusu İbn Nâsır’a ulaşır.[893]
Târihi boyunca oluşan kollarını ve bu
kolların yayıldığı yerleri ele aldığımız Şâzilîliğin Anadolu’ya girişi de
incelenmesi gereken ayrı bir konudur. Ancak bundan önce Şâzilîler’in Türkler
ile olan münâsebetlerine değinmekte yarar vardır. Zîrâ Şâzilîliğin yayıldığı
coğrafyanın önemli bir kısmında, 648/1250’de Memlûkler’le başlayan ve 923/1517
yılında Yavuz Selim’in hilâfeti devralması ile devam eden bir Türk hâkimiyeti
söz konusudur. Şâziliyye mensuplarının çoğu ise Türk değildir. Ancak aralarında
670 sene gibi azımsanamayacak kadar uzun bir devlet-teb’a ilişkisi sürmüştür.
Bu açıdan daha Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin sağlığında başlayan Türk hâkimiyetine,
Şâzilî’nin ve Şâziliyye mensuplarının bakışı önem arzetmektedir. Türklerin
yoğun olarak yaşadığı yerlere Şâziliyye’nin girişini bu hususla birlikte ele
almakta yarar vardır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin Türklere bakış
açısını, Mısır’da Eyyûbîler ile Memlûkler arasında cereyan eden iktidar
mücâdeleleri sırasında başından geçen bir hâdiseden öğreniyoruz. Kendisinin
anlattığına göre bu mücâdelelerden bunalan Şâzilî, bir gece Türkler’e bedduâ
etmeyi düşünür. Fakat niyetini gerçekleştiremeden uyur. Rüyâsında üstâdı
Abdüsselâm b. Meşîş’i görür. Hocasının, “Niyetini geri al, onların lehine duâ
et.” Şeklindeki îkâzı ile karşılaşır. Ayrıca hocası sabırlı olmalarını,
hallerine şükretmeleri, rızâ, teslim, tevekkül ihsân ve takvâya sarılmalarını
ister. “Sakın yılmayın, üzüntüye kapılmayın, eğer îmân ediyorsanız mutlaka
üstün gelirsiniz.[894]
İstediklerinizi Allah’dan başka yapacak ve O’nun hükmünden başka size ulaşacak
hüküm mü var? îkâna ulaşmış topluluklar için, kim Allah’dan daha iyi hüküm
verebilir?”[895] âyetleri
ile öğütte bulunur. Bu ihtardan sonra Şâzilî Türkler’in aleyhinde olmaktan
vazgeçerek olumlu düşünmeye başladığım belirtir.[896]
Diğer taraftan Şâzilî’nin
düşüncelerinde Türklerin hâkim olduğu Mâverâunnehir bölgesinde gelişen Melâmî
tasavvuf ekolünün etkilerini görmek mümkündür.[897] Ayrıca Şâzilî’nin tarikat
silsilesinde Şemsüddin et-Türkî (ö. ?) a- dmda bir Türk sûfîsinin bulunduğu
bilinmektedir.[898]
Şâzilî’den sonraki
dönemlerde tarikatın mühim şeyhleri arasında sayılan Seyyid Abdüsselâm el-Esmer
el-Feyturî (ö. 981/1574), mürîdlerine yaptığı bir nasîhatta, “Türkler
İslâmiyete hizmet eden ve Allah’ın yardımına nâil olan güçlü îslâm askerleridir.
Onlara muhabbet ediniz.”[899] diyerek,
Şâziliyye mensuplarının Türklere karşı besledikleri müsbet kanaati daha net bir
biçimde ortaya koyar.
Genel anlamda Şâzilîler’in Türk hâkimiyetine
karşı olumsuz tavırları yoktur. Tam aksine ılımlı ve uyumlu bir tavır
sergilemişlerdir. Ancak uzun süren bu beraberlik döneminde yanlış
anlaşılmalardan ve tayinle gelen bazı idârecilerin yanlış uygulamalarından
dolayı, tekke şeyhi bazında ferdî ve müstakil isyanların vukû’ bulduğu da bir
gerçektir. Buna her ikisi de Derkaviyye koluna bağlı olan Şeyh el- Hac Muhammed
el-Ahraş (Bu Dali) ile Şeyh Muhammed b. Şerifin Cezâyir’deki isyanları örnek
verilebilir.[900] Bu
isyanların altında kıtlık, kuraklık, salgın hastalıklar ve ağır vergiler gibi
sosyal etkilerin yanısıra, Fransızların Kuzey Afrika’da yapacakları işgal
hareketi için, bu sosyal bunalımlardan yararlanarak Osmanlı gücünü kırmaya
yönelik dolaylı kışkırtmalarının da bulunma ihtimali gözardı edilmemelidir.
Nitekim batılı müsteşrik M Bertt, “Kuzey Afrikayı kontrol edebilmek için itaat
altına alınan tarikatlar geleneksel kurumlar olarak desteklendi” diyerek,
AvrupalIların Kuzey Afrika işgalini gerçekleştirebilmek için farkettirmeden
tarikatları kullandıklarını itiraf etmiştir. Bunda Şâzilîler’den ziyâde
Tîcânîler’in baş rolü oynadığım ve hatta ilk işbirlikçilerinin Tîcânîler
olduğunu belirtmiştir.[901] İlerde II.
Abdulhamid ile Şâzilîler’in ilişkileri ele alındığında da görülecektir ki,
Şâzilîler hilâfet makamına bağlı kalmaya ve Türkler ile iyi geçinmeye özen
göstermişlerdir.
A- ŞÂZİLÎLİĞİN ANADOLU’YA GİRİŞİ
Osmanlı Türkler’inin en yoğun olarak yaşadığı
bölgeler kuşkusuz Anadolu ve Rumelidir. Bu bölgelerde daha çok kökleri Orta
Asya’ya dayanan Yeseviyye, Mevleviyye, Bektâşiyye, Halvetiyye, Bayrâmiyye,
Nakşîbendiyye gibi tarikatlar ile yakın coğrafyada zuhûr eden Kadiriyye ve
Rifaiyye etkili olmuştur. Şâziliyye ise Kuzey Afrika kökenli bir tarikat olduğu
için, o günün şartlarında Anadolu’ya ulaşması ve buralarda faaliyet göstermesi
mümkün olmamıştır.
Diğer taraftan Şâziliyye
tarikatı kurulduğu sıralarda henüz daha Anadolu’nun tamamı fethedilmemiş ve
Rumeli’ne de geçilmemişti. Bursa bile BizanslIların elindeydi. Osmanlı
Devleti’nin kurucusu Osman Gazi de Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin öldüğü sene Söğüt’te
bir çadırda dünyaya geldi. Dolayısıyla Şâziliyye tarikatının Anadolu ve Trakya
müslümanlarıyla teması daha sonraki dönemlere rastlar.
Şâziliyye’nin Anadoluya ilk
girişinin, Meymûniyye (Havâtıriyye)’nin kurucusu Ali b. Meymûn (ö. 917/1511)
vasıtasıyla XVI. asrın başlarında gerçekleştiği anlaşılmaktadır.[902]
Taşköprîzâde ve Harîrîzâde’nin verdiği bilgilere göre Suriye’de bulunan Şeyh
Ali b. Meymûn, hayâtının son yıllarında Anadolu’ya gelmiş ve altı sene[903] Bursa’da
kalmıştır. Daha sonra tekrar Sûriye’ye dönen Ali b. Meymûn’un[904] Bursa’da
gösterdiği tarikat faaliyetleri hakkında elimizde yeterli bilgi bulunmamaktadır.
Sadece yerine halife olarak “Sûfîzâde” diye meşhur olan müntesibi Şeyh
Abdurrahman’ı (ö. 919/1513) bıraktığı bilinmektedir.[905]
Taşköprîzâde’nin kaydettiğine göre,
başlangıçta Ali b. Meymûn’un sohbetlerine katılan, fakat onun Suriye’ye
dönmesi üzerine halîfesi Sûfîzâde’nin sohbetlerine devam eden Abdülmü’min
isimli bir zât,[906]
Sûfîzâde’nin ölümünden sonra halka vaaz ve nasîhata başlar.[907] Bu sırada halkın idrâk
edemeyeceği tasavvufî inceliklerden bahsetmiş olmalı ki, halk iki guruba
ayrılarak bir kısmı onu desteklerken bir kısmı da aleyhine geçmiştir.
Taşköprîzâde kendisinin ve devrin ileri gelen âlimlerinden birisinin Şeyh
Abdülmümin’i haklı bulduğunu belirtir.[908] Başka kayıtlardan Şeyh
Abdülmümin’i haklı bulan diğer şahsın Azîz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1038/1628)’nin
Şeyhi Üftâde (ö. 988/1580) hazretleri olduğu anlaşılmaktadır.[909] Ali b.
Meymûn vasıtasıyla Anadolu’ya giren tarikatın bundan sonraki seyri hakkında
elimizde herhangi bir bilgi bulunmamaktadır.
Ali b. Meymun’un Bursa’da bulunduğu sıralarda
folklorik kültürümüze önemli katkısı olan ve dünyâya yayılmasını Şâziliyye
tarikatına borçlu bulunan kahve, İstanbul’a girdi. Peçevî’nin belirttiğine
göre Halebli Hakem ve Şamlı Şems adında iki tüccâr 962/1554 yılında
Tahtakale’de açtıkları birer büyük dükkanda kahve satmaya başladılar. Bir takım
resmî engellemeler oldu ise de her geçen gün kahve satışı arttı ve kahvehâneler
açılmaya başladı.[910] Kahvenin
Yavuz Selim’in Mısır seferi sırasında İstanbul’a geldiğini söyleyenler olduğu
gibi,[911] Cemâleddin
Server Revnakoğlu, bazı kahvehânelerin duvarına, “Kahvehane mahall-i eğlence”
mısrası yazılarak, İstanbul’da ilk açılan kahvehane için 959/1551 tarihinin
düşüldüğünü kaydeder.[912] Ebü’l-Hasan
Şâzilî kahvecilerin piri sayılıyordu. Bu vesileyle 16. yüzyılın ortalarından
itibaren onun adı kahve ile birlikte İstanbul’a girmiş ve bir çok kişi Şâzilî
ismini duymuştur.[913]
Şâziliyye tarikatının Osmanlı Padişahlarıyla
irtibatı ise II. Selim’in saltanatı döneminde (974-982/1566-1574) başlamıştır.
Şâziliyye’den Bekriyye kolunun müessisi Ebu’l-Mekârim Şemsüddin Muhammed
el-Bekrî (ö. 994/1586), kısa zamanda ilmi ve kerametleri ile tanınmış, şöhreti
başta Kuzey Afrika, Hicaz, Sûriye ve Anadolu olmak üzere bir çok yerde yayılmış
ve Osmanlı Sarayına kadar ulaşmıştır. Âlem-i İslâm’ın huzûru için hilâfet
makamına bağlılığa da önem veren Ebu’l-Mekârim el-Bekrî, bir ara İstanbul’da
misâfır edilmiş, II. Selim, İslâmın neşri ve devletin bekâsına yönelik
hizmetler için Ebu’l-Mekârim ve soyundan gelenler adına bir vakıf kurulmasını
onaylamış, bu işin maddî ve manevî destekçisi olmuştur. Mekke Şerifi ve Fas
Sultânı da Ebu’l-Mekârim’e değerli hediyeler göndererek II. Selim’in başlattığı
hayır hizmetine katkıda bulunmuşlardır.[914] İstanbul’da kuruluşu tasdîk
ve tasvîb gören bu vakfın merkezi Mısır olmuştur. Mısır’da Beytü’s- Sıddîk ve
Beytü’l-Bekrî diye tanınan bu âile mensuplan, bir çok tarikatı bünyesinde
toplayan Meşâyihu’s-Sûfiyye’yi
kurmuş, bu kurumun başkanlığı olan
Şeyhu’l- meşâyıhlık ile Nakîbü’l-eşrâfhk görevini de üstlenmişlerdir.[915]
Anadolu ve Rumeli
müslümanlarının Şâziliyye tarikatı ile tanışmalarındaki basamaklardan birisi
de Cezûliyye koludur. Harîrîzâde’nin belirttiğine göre İstanbul ve Balkanlar’da
Cezûliyye usûlüne bağlı olarak faaliyet gösteren ilk sûfılerden birisi
Ebu’l-Mevâhib Ahmed b. Ali es-Simâvî (ö. 1028/1618)’dir.[916] Simâvî’nin faaliyetlerinin
detayı hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmamakla birlikte, Anadolu halkının
Şâziliyye’den bir kol olan Cezûliyye’yi çok erken ve çok iyi tanıdığı anlaşılmaktadır.
Bunun en mühim göstergesi, Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (ö. 870/1465)’ye âid Delâilii’l-Hayrât isimli salavât külliyâtım Anadolu’daki birçok tarikatın
benimseyip okuyor[917] olmasıdır.
Nitekim birçok şerhi bulunan[918] DelâilüT-
Hayrât’ın Kara
Dâvud ünvânı ile meşhur Mehmed İzmitî
Efendi (ö. 948/1541) tarafından yapılan Tevfîku muvafTiki’I-hayrât li neyli’1-berekât fi
hidmeti menbai’s-saadat isimli şerhi,
Anadolu’da ve Balkanlar’da Cezûliyye kültürünün yayılmasını sağlamıştır.[919]
Şâziliyye tarikatı bu
çalışmalara rağmen Anadolu ve Balkanlar’da yaygınlık kazanmamışsa da taraftar
bulmakta zorlanmamıştır. Ali b. Hicâzî el-Beyyûmî (ö. 1183/1769)’nin kurduğu ve
hocası İbn lyâd eş-Şâfiî (ö. 1153/1739) vasıtasıyla Şâziliyye izleri taşıyan
Beyyûmiyye de bunlardan birisidir. Daha sonra Sadrazam olan Mısır Vâlisi
Mustafa Paşa, Ali el-Beyyûmî’yi sevenlerden ve sohbetine devâm eden en meşhur
müntesiplerindendi.[920] Cemâleddin
Server Revnakoğlu’nun belirttiğine göre Beyyûmiyye’nin usûl ve erkânı,
Bedeviyye mensupları vasıtasıyla İstanbul’a getirilmiştir.
Kocamustafapaşa’daki Ağaçkakan Bedevi Dergâhı ile Eyüp’deki İslam Bey Bedevi
Tekkesi, aynı zamanda Beyyûmiyye’nin de merkezi olmuştur.[921]
Buraya kadar
anlattıklarımızın hepsi Şâziliyye’nin Osmanlı Türkler’i ile ilk temasları
sayılır. Müstakil bir tekke ile İstanbul’da temsil edilişi ise 18. yüzyılın son
çeğreğine rastlar. Kaynaklardan öğrendiğimize göre İstanbul’daki bu ilk Şâzilî
Tekkesi, 1200/1786 yılında Silahdâr Abdullah Ağa tarafından yaptırılan
Alibeyköy Şâzilî Dergâhıdır.[922] Bu dergâhın
açılışından sonra Şâziliyye tarikatının İstanbul’daki faaliyetleri hızla
artmış ve kısa bir süre sonra şehrin merkezi sayılan Unkapanın’da ikinci bir
tekke daha yaptırılmıştır.[923]
Genelde Şâziliyye
tarikatının İstanbul’da faaliyet gösteren ilk şeyhinin Muham- med Zâfır
el-Medenî (ö. 1321/1903) olduğu kanaati yaygındır. Şeyh Zâfır’in Sultan
Abdülhamîd’e yakın ve meşhur olmasından doğan bu kanaat, yanlıştır. Zîrâ Zâkir
Şükrü Efendi Mecmua-i Tekâyâ’smda, Unkapanın’daki
Şâzilî Tekkesi’nin ilk şeyhinin 1242/1826 yılında vefat eden el-Hâc Ahmed
Efendi olduğunu belirtmektedir.[924] Aynı isim, II. Mahmud
tarafından kızı Sâliha Sultân’m düğününde saraya davet edilen şeyhler arasında
Alibeyköy Şâzilî Tekkesi şeyhi olarak geçmektedir.[925]
Bütün bu hususlar,
Şâzilîler’in II. Mahmûd döneminden itibaren İstanbul’da var olduklarına Saray
çevrelerinde hüsn-i kabûl gördüklerine ve el-Hâc Ahmed E- fendi (ö.
1242/1826)’nin İstanbul’daki mühim Şâzilî Şeyhlerinden birisi olduğuna işaret
eder. Fakat şu bir gerçek ki, Şâziliyye’nin İstanbul’da etkinlik kazanması
Medeniyye kolu aracılığıyla olmuştur. Kaynaklardan Medeniyye zincirinin
halifelerinden üç şeyhin İstanbul ile doğrudan bağlantısı bulunduğunu
öğreniyoruz. Bunlar, Şeyh Muhammed Zâfır, Şeyh İbrahim Berâde[926] ve Şeyh
Mahmûd Ebu’ş-Şâmât (ö. 1341/1922)’dır. İstanbul’daki Şâzilîler arasında Muhammed
Zâfır’in ayrı bir önemi ve yeri olduğu kuşku götürmeyecek kadar açıktır. Bu
sebeble onu ayrı bir başlık altında inceleyeceğiz. Önce diğer Şâzilî
şeyhlerinin İstanbul ile olan bağlantılarını ele alalım.
Revnakoğlu’nun belirttiğine göre
İbrâhim Berâde, II. Abdülhamîd döneminde İstanbul’a gelmiş ve Yenikapı Şeyhi
Osman Selahaddin Efendi’ye[927]
Şâziliyye’den me’zûniyet vermiştir.[928] Diğer taraftan Mahmûd
Ebu’ş-Şâmât’ın da Abdülhamîd döneminde İstanbul’a geldiği, başta mabeyn
başkâtibi Alirızâ Paşa olmak üzere bir çok kişinin onun vâsıtasıyla Şâziliyye
tarikatına girdiği ve Alirızâ Paşa’nın Şam’daki Baltacı Tekkesini Şâzilîler’e
bağışladığı kaydedilmektedir.[929] Alibeyköy
Şâzilî Tekkesi son şeyhlerinden Ahmed İzzî Efendi, Şâziliyye tarikatım hem Şeyh
Ebu’ş-Şâmât’tan hem de Ali Nûreddin Yeşrûtî’den almıştır.[930] İstanbullu kâri Hâfız
Osman’ın da Akka’da Ali Nûreddin Yeşrûtî’den Şâziliyye tarikatı aldığı belirtilmektedir.[931] Sonuç
olarak Şâziliyye tarikatı çeşitli dönemlerde farklı Şeyhler vâsıtasıyla Bursa
ve İstanbul’a ulaşmış ve taraftar bulmuştur. Böylece alt yapısını tamamlamıştır.
Ancak yayılma sürecine girdiğinde tekke ve zaviyeler kapatılmış, diğer köklü
tarikatlar gibi mevcûdiyetini sürdürme imkânı bulamamıştır.
B- ŞEYH MUHAMMED ZÂFİR
1244/1828 yılında Trablusgarb’ın Mısrâta
beldesinde dünyaya gelen Muhammed Zâfir el-Medenî, Şeyh Muhammed Haşan Zâfir
el-Medenî (ö. 1263/1847)’nin oğludur. Annesi Kamer hanımdır, kendisinin
belirttiğine göre hocası ve şeyhi yine babasıdır.[932] Onsekiz yaşına kadar Mısrâta’da
yaşayan Muhammed Zâfir, ilk tahsilini tamamladıktan sonra Tunus ve Cezâyir’i
gezmiş, Mısır üzerinden babasının doğum yeri olan Medîne-i Münevvere’ye gitmiş
ve iki yıl burada kalarak Mısrâta’ya geri dönmüştür. Medine’de bulunduğu süre
içerisinde ilim ve irfan ehli pek çok kimseden ilim ve feyz alan Muhammed
Zâfir, tasavvufî eğitimini babasının nezâretinde tamamlamıştır. Medeniyye’den
hilâfet ve başkalarına zikir telkin etme izni aldıktan kısa bir süre sonra
babasının vefat etmesi üzerine onun yerine irşâd ve tebliğ makamına geçmiştir.[933]
Babasının
ölümünden sonra kırküç yaşına kadar Trablusgarb’dan hiç ayrılmayan ve irşâd
hizmetlerini buradan yürüten Muhammed Zafır el-Medenî, dış bağlantılarını
âilenin diğer fertleri aracılığı ile gerçekleştiriyordu. Bir ara küçük kardeşi
Hamza Zâfir İstanbul’a gelmiş, bu sırada daha önce Trablus Valisi olan Mahmud
Nedim Paşa’nm (ö. 1300/1883)[934] tavassutu
sayesinde Peıtevniyal Vâlide Sultan ile tanışarak iltifatına mazhar olmuştur.
Vâlide Sultan kendisine intisâb etme arzusunu izhâr edince de, “Efendim, büyük
birâderim ehl-i kemâldir, müsâade edin gidip onu getireyim.” Diyerek, ağabeyi
Muhammed Zâfir’in İstanbul’a davet edilmesini sağlamıştır. Vâki’ olan da’vet
üzerine Sultan Abdülaziz devrinde 1287/1870 senesinde İstanbul’a gelen Muhammed
Zâfir, kendisini iyi tanıyan eski Trablus Vâlisi Vezir-i âzam Mahmud Nedim
Paşa’nın da hüsn-i şahâdeti ile kısa sürede geniş bir çevre edinmiş,[935] Unkapam
civarında Üçmihrablı câmi[936] yanında bir
ev kiralayarak üç sene kadar burada kalmıştır. Bu dönemde hem Pertevniyal
Vâlide Sultan, hem de henüz şehzâde olan ve tebdîl-i kıyâfet ederek bu eve
gelip-giden II. Abdülhamîd kendisine intisâb etmiştir. 1290/1873 tarihinde
saraylı bir hanımla evlenen Şeyh Muhammed Zâfir, bir ara memleketine gidip
gelmiş ve bir süre daha İstanbul’da kaldıktan sonra Medîne-i Münevvere’de
inzivaya çekilmiştir. 1293/1876 yılında süpriz bir şekilde tahta geçen II.
Abdülhamîd Hân, şeyhini İstanbul’a da’vet edince bu da’vete icâbet eden
Muhammed Zâfir, Hamidiye Câmiinde Şâzilî usûlüne göre zikir icrâsına
başlamıştır.[937]
Muhammed Zâfir
bir kaç kez memleketine dönmeyi temenni etti ise de Sultân kendisini
bırakmamış, Beşiktaş Yıldız Yokuşu’ndaki Ertuğrul Tekkesi’ni yaptırarak,
ömrünün sonuna kadar burada kalmasını sağlamıştır. Revnakoğlunun belittiğine
göre halim, selim ve cezbeli bir insan olan Muhammed Zâfir, saray çevrelerinin
teveccühüne rağmen dünyâya iltifat etmez, kûşe-i vahdeti tercih ederdi.
Sultanın teklif ettiği rütbe ve nişanları da almamıştır.[938] Cezayir Ulemâsından Fas
Müftüsü Şeyh Muhammed b. Aziz, Ahmed Zâfir ve îbrâhim Zâfir Efendiler halîfelerinden
başhcalarıdır[939] Ortadan
biraz uzun boylu, güzel yüzlü, çil gözlü, sıcak kalpli olarak tarif edilen Şeyh
Muhammed Zâfir için “Fıkhî bilgisi azdı” şeklinde değerlendirmeler bulunsa bile[940] âlim,
fâzıl, ârif, edîb ve kâmil bir zât olduğu ortadadır. Bunu, Muhammed Abduh gibi
bir ilim adamının kendisine intisâb etmesinden[941] ve kaleme aldığı şu
eserlerden anlamamız mümkümdür:
a- el-Evâru’l-kudsiyye fi tenzihi
turuki’l-kavmi’l-aliyye,[942]
b- en-Nûru’s-sâtı’
ve’l-burhânü’l-kâtı’ (İstanbul 1301),
c- Akrabu’l-vesâil li-idrâki maâlî müntehâbi’r-resâil/01
d- el-Vazîfetü’z-Zâfiriyye[943] [944]
1321/1903 senesi Receb ayı başında vefat eden
ve tekkesinin batı tarafındaki gotik mîmârî tarzına uygun yapılmış mermer
türbeye defnedilen Muhammed Zâfir’in iki hanımından ondört erkek, dokuz kız
evladı olduğu bilinmektedir. Hanımlarından birisinin ismi Deblec (ö.
1330/1912),[945] diğerinin
ki Tîr-i Nigâh (ö. 1926)[946] olup, her
ikisi de Şeyh Efendi’den sonra vefat etmişlerdir.[947]
3- II.
Abdülhamîd İle İlişkileri:
Şeyh Muhammed
Zâfir’in Sultan Abdülhamîd ile olan ilişkilerine geçmeden evvel, Zâfir
ailesinin OsmanlIlarla olan ilişkilerini ele almakta yarar vardır. Çünkü
araştırmalarımız sırasında bu ilişkinin Abdülhamîd ile başlamadığını, dörtyüz
yıllık bir geçmişi olduğunu gördük. Revnakoğlu’nun Mekke ve Medîne ile ilgili
eski kayıtlara dayanarak verdiği bilgilere göre, Zâfir âilesinin büyük
dedeleri olan Haşan ez-Zâfır, kontrolündeki insanlarla Mısır seferi sırasında
(1517) Yavuz Sultan Se- lim’e yardımcı olmuştur. Bu hizmeti karşılığında
kendisine Bedevî baskınlarına karşı mücâdele etme görevi verilmiştir. Bunda
muvaffak olup halkın takdîr ve sevgisini kazanınca, Yavuz Sultan Selim
tarafından ağa ünvânı ile taltîf edilerek “Agavât-ı siyâhiyye”den kabul
edilmiş, makâmât-ı mukaddesenin âsâyiş ve nizâmıyla meşgul olma işine
getirilmiştir. Bu vâzife, hayâtının sonuna kadar Haşan A- ğa’nm üzerinde kalmış
ve nesilden nesile intikâl ederek Medeniyye’nin kurucusu Muhammed Haşan Zâfır
b. Hamza Zâfir’e kadar ulaşmıştır. Tanzîmât’ın ilâm ile de son bulmuştur.[948]
Bu bilgiler
ışığında Zâfır âilesini değerlendirecek olursak, Osmanlı Padişahlarına yabancı
bir âile olmadıkları anlaşılıyor. Yavuz Sultan Selim ile askerî açıdan başlayan
îslam Birliği anlayışına ve Osmanlı Devleti’ne uzun yıllar hizmet etmiş, Kuzey
Afrika ve Hicaz’da nüfuzlu bir âiledir. Sonradan buna bir de tarikat bağları
eklenmiş, âilenin nufuzu Ortadoğudan Madagaskar ve Komoro adalarına kadar u-
zanmıştır. Bir müslüman olarak aynı inancı ve ideali paylaştıkları için devlet
yetkilileri ile devamlı dayanışma ve işbirliği halinde bulunmuşlardır. Yoksa
Batıklar ve özellikle de Fransızlar’m iddiâ ettiği, bizim bazı târihcilerimizin
de bu iddiâları dile getiren belgeleri yorumlarken dedikleri gibi, “Abdülhamîd
saltanatını güçlendirmek ve panislamist fikirlerini yaymak için tarikatları ve
Muhammed Zâfir’i kullanmış”[949] değildir.
Dilimizde kullanmak ve kullanılmak kelimelerinin manâlarını düşündüğümüz
zaman, ideali ve gayesi bir olan insanlar hakkında böyle bir değerlendirmede
bulunmanın yanlış olacağı ortadadır. Batının sömürgeci siyâsetine karşı
Abdülhamîd devlet başkanı ve halifeliğin, tarikat şeyhleri de bu devletin
teb’ası olmanın gereğini yerine getirmeye çalışmışlardır. Bu açıdan Muhammed
Zâfır ile Abdülhamîd’in ilişkilerini, şahsî dayanışma ve menfaatlere indirgemek
doğru değildir. Devlette devamlılık esastır. Politikaları bir kişiye bağlı
olarak değişmez. OsmanlI Devleti kuruluşundan itibaren tarikatları sivil
toplum kurumlan olarak görmüş, devletin bekâsı ve halkı ile bütünleşmesi için
onların yaşamasını sağlamıştır.
Zâfır ailesinin
Şâziliyye zinciri içinde Derkaviyye, Medeniyye, Yeşrûtiyye, Rahmâniyye, Fâsiyye
ve Zâfıriyye ile doğrudan tarikat bağı bulunmaktadır.[950] Batıldan korkutan husus ise,
âile gücü ile tarikat gücünün birleşerek hilâfet makamına hizmet etmesi ve bu
davranışın diğer tarikatlara örnek olmasıdır. Çünkü Fransanın 1902 yılında
İstanbul Tarabya, Trablusgarb, Bingazi, Tunus ve Cidde gibi beş ayrı
temsilciliğinden Medeniyye hakkında bilgi istemesi bunu göstermektedir. Bu
istek üzerine düzenlenen raporlarda, Tunus hâriç diğer bütün bölgelerde
Medeniyye’nin harekete geçirebileceği potansiyel bir gücünün bulunduğu, bu
gücün hilâfet inancı ile bütünleşmesi durumunda AvrupalIların işinin
zorlaşacağı ve böyle bir bütünleşmeyi önlemek için, nüfusu kalabalık
kabilelerin reislerine hayallerinin üstünde
maddî imkanlar sunulduğu kaydedilmiştir.
Tunus’da ise Medeniyye’ye âid on bir tekke ve dört toplantı yerinin bulunduğu,
ancak bunların organize olamadığı ve mü- dâvimlerinin daha köklü tarikatlara
göre sayıca az olduğu bildirildikten sonra, tarikatların aralarındaki
rekabetten faydalanıp Medeniyye’ye siyâsetçi, diğerlerine ise samîmî Müslüman
kimliğinin verilerek ittifaklarının engellendiği belirtilmiştir. Ayrıca şeyh
ve mukaddemlerinin faaliyetleri hakkında jurnalde bulunanların memnun edilerek
ihbar sisteminin işletildiği, Medenî ailesi ve akrabalarının yakın takipte
tutulduğu vurgulanmıştır.[951]
Muhammed Zâfır, oğlu Hüseyin Zâfır’i Cezâyir
müdâfıi Emir Abdülkadir’in kızı ile evlendirmişti. İstanbul’un şehremini[952] âzâlığını
da yürüten Hüseyin Zâfır (ö. 1948)’in, her iki âilenin özelliğinden dolayı sırf
Emir Abdülkadir’e dâmât olması[953] bile, o
târihlerde bir çok Avrupa devletinin tedirginlik duyması için yeterli bir
sebepti. Özellikle Fransa’nın, bu evliliği, II. Abdülhamîd’in panislamist
politikalarının bir uzantısı olarak yorumlamış olması muhtemeldir.
Yavuz Sultan Selim döneminde “İttihâd-ı îslâm -
İslâm Birliği” denince daha çok askerî zaferler ve toprak bütünlüğü akla
geliyordu. 18. yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında ise lafız aynı olmakla
birlikte bu kavrama yüklenen misyonun değişmeğe başladı. Siyâsî ve politik bir
ma’nâ kazandı. Ancak bu durum, devlet tarafından benimsenen şuurlu bir politika
olmayıp, hâdiselerin şevki ile gelişiyordu. Öyle ki, 1858’de Büyük Sahrâ’nın
güneyinde bulunan ve hiç Osmanh hâkimiyetine girmemiş olan Bomu-Mai’sinin
reisi, yazdığı bir mektupta, Tripoli (Trablus) vâlisi aracılığıyla Sultan
Abdülmecid’e ülkesinin Osmanh Devleti’nin bir parçası olduğunu ve kendisinin
Mai’de “mütevelli” olarak bulunduğunu bildiriyordu.[954] Öte yandan Uzak-Doğu’da
HollandalIlara karşı savaşan Açe Müslümanları da benzer şekilde hilâfet
makâmına bağlılıklarını arzediyor, Bâb-ı Âli’den yardım istiyordu. Fakat Osmanh
Devleti batıhlar’ın siyâsî ve diplomatik engellerinden dolayı Açe Sumatrahlar’a
yardım edememiştir.[955]
Osmanlı Devleti dünyanın farklı bölgelerinden
gelen bu tür taleplere cevap veremese de, en azından kendi topraklarında
batıhlann faâliyetlerini engellemek ve İstanbul’a uzak sınır bölgelerindeki
Müslümanların hilâfet makamına olan bağlılığını arttırmak için bir takım
uygulamalarda bulunuyordu. Sultan Abdülmecid (ö. 1277/1861) ve Sultan Abdülaziz
(ö. 1293/1876) tarafından Senûsîler’e vergi muâfi- yeti ile buna benzer bir
takım imtiyazların tanınması,[956] Doğu
Türkistan’da bağımsız bir devlet kuran Yakup Han’a yardım edilmesi,[957] ittihâd-ı
İslâm kavramının kazandığı yeni anlamdan doğan uygulamalardır. Kısacası yeni
araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre, Yavuz’dan beri mevcut olan
ittihâd-ı İslâm fikrinin farklı boyutlarına ilk eğilen padişah Abdülmecid, bu
çizgide bir takım uygulamaları başlatan Abdülaziz ve toprak bütünlüğü olmasa
da siyâsî anlamda yek-vücud olan bir İslâm dünyasının ne kadar güçlü olacağını
ilk defa sezip hisseden ve buna uygun politikalar üreten II. Abdülhamîd
olmuştur.[958]
Konuyu anlamamıza yardımcı olacak bu ön
bilgileri verdikten sonra Abdülhamîd-Muhammed Zâfir ilişkisine geçebiliriz.
Öncelikle Abdülhamîd’in Muhammed Zâfir ile
tanışmasını ele alalım. Abdülhamîd ile Muhammed Zâfir’in tanışmalarını, halk
arasında yaygın olan şekliyle Abdlhamid’in şehzâde iken bir tenezzüh sırasında
Kağıthâne Seyezcibaşı’nda Şeyh Muhammed Zâfırle karşılaştığını, Şeyhin
kendisine hiç alâmet yokken yakın zamanda tahta çıkacağını müjdelediğini, kısa
süre sonra umulmadık hâdiselerin cereyan etmesiyle Abdülhamîd’in tahta çıktığını
ve bunun üzerine şeyhi Muhammed Zâfir’i memleketine göndermeyerek kendisine
intisâb ettiğini belirterek îzâh eden kaynaklar vardır.[959] Fakat Abdülhamîd’in kızı Ayşe
Osmanoğlu, kendisi ile yapılan bir röportajda bu anlatılanların hepsini
yalanlamakta ve bunların babasını sevmeyenler tarafından kasıtlı olarak
uydurulduğunu, düşünen kimselerde “Abdülhamîd hurâfelere inanırdı” fikrini
oluşturmak için halkın arasına yayıldığım söylemektedir. Ayrıca babasının tahta
çıkma sevdâlısı olmadığını, kaçmasına rağmen kaderin yüklediği vazifeyi
mecburen kabul ettiğini ve tahta çıkma konusunda müjdeli bir haber beklentisi
içinde olmadığını açıklamaktadır.[960]
Ayşe Osmanoğlu’nun belirttiğine göre Sultan
Abdülhamîd, genç bir şehzâde i- ken Ramazanlarda sık sık namaz kılmaya gittiği
ve hayır için açılan sergilerden alışveriş yaptığı Süleymâniye Câmii’nde, önce
Muhammed Zâfir’in küçük kardeşi Hamza Zâfir Efendi ile tanışır. Zamanla
ahbabhkları ilerler. Onun vâsıtasıyla Muhammed Zâfır’e ve Şâziliyye tarikatına
intisâb eder.[961] Zâfir âilesinin
öteden beri OsmanlIlarla devam eden irtibatını, Muhammed Zâfir ve Hamza
Zâfir’in eski Trablus vâlisi Mahmîd Nedim Paşa ile olan yakınlıklarını ve
paşanın tavassutunu göz önünde tutarsak,[962] Ayşe Osmanoğlu’nun verdiği
bilgilerin daha doğru olduğu anlaşılıyor.
Muhammed Zâfir ile Abdülhamîd’in
münâsebetlerinin derecesine gelince, bunu en iyi gösteren husus, saraydan başka
hiçbir yerde yemek yemeyen Abdülhamîd’in, Muhammed Zâfir’in tekkesinde yemek
yemesidir.[963] Bu da
Pâdişâhın Şeyh Zâfir’e büyük i’timâd beslediğine işâret eder.
Abdülhamîd ile Muhammed Zâfir’in ilişkilerinin
iki farklı boyutu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi şeyhlik-müridlik, diğeri
ise pâdişahlık-danışmanlık ilişkisidir. Şeyhlik-mürîdlik ilişkisi
Abdülhamîd’in gençlik yıllarına dayanır. Hüseyin VassâfTn belirttiğine göre
Abdülhamîd, 1287-1290 / 1870-1873 tarihleri arasında İstanbul’da Şeyh Muhammed
Zâfir’e intisâb etmiştir.[964]
Abdülhamîd’in Rifâiyye, Kadiriyye ve Nakşîbendiyye tarikatlarına intisâb ettiği
kesin değilse de en azından onlarla çeşitli seviyelerde irtibatı olduğu
bilinmektedir.[965]Şâziliyye’den
başka diğer bütün tarikatlarla kurduğu bağların, halife sıfatıyla bulunduğu
konum gereği teber- rûken kurulmuş bağlar olduğu anlaşılıyor. Zîrâ diğer
tarikatlardan hiç birisinin ev- râdını okuduğuna dair vesîka bulunmazken,
Şâziliyye’nin Vazîfe denilen
günlük virdine devâm ettiğini açıklayan belgeler vardır. Ayrıca Beşiktaş’ta
Şeyh Zâfir’in haftada bir Cumâ namazından sonra düzenlediği Şâziliyye âyinine
sık olmasa bile katıldığı kaydedilmektedir. Cemâleddin Server Revnakoğlu,
Pâdişâhın Cumâ Selamlığını müteaddid defalar Beşiktaş Şâzilî Tekkesi’nde ircâ
ettiğini duyuran gazete küpürlerini toplayarak, “Sultan Hamîd, cumâ için
tekkeye geldiği her namazdan sonra selamlamanın akabinde alayın dağılmasını ve
saraya dönmesini ister, kendisi zikirde bulunurdu” bilgisini vermektedir.[966]
Abdülhamîd’in Şâziliyye tarikatı ile olan
bağının diğer tarikatlardan farklı olduğunu gösteren en mühim husus, tahttan
indirildikten sonra bile Şâziliyye ile irti- bâtı devâm ettiği halde diğerleri
ile kesilmesidir. Nitekim Abdülhamîd, 1329/1911 yılında Suriye’de bulunan ve
hem Ali Nûreddin Yeşrûtî’nin hem de Muhammed Zâfir’in halîfesi olan Şâzilî
şeyhi Mahmûd Ebu’ş-Şâmât Efendi (ö. 1341/1922)’ye bir mektup yazmıştır. Bu
mektubunda, “Efendim, evrâd-ı Şâziliyye ve vazîfe-i Şâziliyye kıraatine
gece-gündüz devam ediyorum. Bu vazifelerimi îfaya muvaffak olduğumdan dolayı
Hakk Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve da’vât-ı kalbiyyenize muhtâç olduğumu
arzederim.”[967] diyen
Abdülhamîd, Şâziliyye tarikatına intisâbını açıkça belirtmiştir.
Kaynaklardan öğrendiğimize göre Abdülhamîd’in
Muhammed Zâfır ile olan i- lişkisi Padişahlığının ilk yıllarında daha sıkıdır.
Ancak Romanya’daki Bükreş Sefaretinden gelen, “Önümüzdeki cumâ günü Şâzilî Dergâhı’ndaki
câmiye selâmlık resmi îfası için teşrîf-i şâhane vukû’ bulursa, suikasta ma’rûz
kalacağım ve câminin civârındaki mecrâlara dinamit konmuş olduğunu haber
aldık.”[968] şifresi,
Abdülhamîd’i Muhammed Zâfır ile olan ilişkilerinde biraz daha temkinli olmaya
sevketmiştir. Cumâ gecesi câmi ve tekkenin çevresinde araştırma yaptıran
Padişah, gündüz cumâ namazını orada edâ ve akabinde selamlık resmini orada icrâ
ederek karşı tarafa korkmadığım îlân etmiştir. Fakat bu ihbâr
araşıtırıldığında, arkasından Pâdişah’ın Şeyh Muhammed Zâfır’e olan yakınlığını
kıskanan ve ona hased eden tarikat şeyhleri çıkınca, Abdülhamîd onları hasedden
kurtarmak, birliği ve bütünlüğü sağlamak için Muhammed Zâfır’den sonra başka
şeyhlere de intisâb etmiştir. Bir daha Cumâ Selâmlığı için bu camiyi
kullanmamıştır.[969] Belki böyle
bir yolu seçmesinde Muhammed Zâfır’in de etkisi olmuş olabilir. Ayşe
Osmanoğlu’nun belirttiğine göre, Muhammed Zâfır’den sonra babasının intisâb
ettiği şeyhlerin başında Rifaî Şeyhi Ebu’l-Hüdâ es-Seyyâdî[970] ve Yahyâ Efendi Tekkesi
Kadiri Şeyhi Abdullah Efendi gelir.[971] Buna, Şeyh Rahmetullah,[972] Ferâşet-i
Şerife vekili Seyyid Ahmed Esad Efendi[973] ve Seyyid Hüseyin el-Cisr’i[974] de
ekleyenler vardır.[975]
Muhammed Zâfir ve Abdülhamîd’in siyâset ve
devlet işleri ile ilgili münâsebetlerine gelince, zannedildiği gibi ileri
boyutta değildir. Bu konuda Ebu’l-Hüdâ es- Sayyâdî bütün şeyhlerden daha
faaldir. Sayyâdî bu konudaki özel çaba ve becerilerinden dolayı Padişah
tarafından Arap meselelerine dâir siyâsî işlerde vazifelendirilmiş,[976] çeşitli
nişanlarla taltîf edilmiştir. Öyle ki, kaybettiği nişanın yerine yenisi
verilmiş, birçok akrabası da çeşitli memuriyet görevlerine getirilmiştir.[977] Bu durum
tabiî olarak devlet erkânından bazı üst düzey yetkilileri rahatsız etmiş ve ona
hırslı bir tarikat şeyhi nazarıyla bakmalarına sebep olmuştur.[978] Abdülhamîd
tahttan indirilince de Ebu’l-Hüdâ Efendi sürgüne gönderilmiştir.[979]
Muhammed Zâfır’in durumu ise böyle değildir. O,
kendisine mensup olsun olmasın bütün devlet erkânının ve halkın takdirini
kazanmış, muhterem bir zât olarak tanınmış ve gerek dışarda gerekse sarayda
herkesden saygı görmüştür.[980] Sultan
Abdülhamîd kendisine rütbe teklif ettiği halde kabûl etmemiş, bir tek nişan
bile almamıştır.[981] İsmet
Bozdağ’ın Abdülhamîd döneminde bir ara Dâhiliye Nâzırlığı yapmış Reşid Bey’den
naklen bildirdiğine göre, “Kimseye zarar vermeyen, devlet işlerine karışmaktan
çekinen, gerçekten mu’tekid bir âdemdi.”[982] Kısacası Muhammed Zâfir hiç
bir zaman doğrudan devlet işleriyle uğraşmamış ve bu konuda aktif rol
almamıştır. Kendisine bir şey sorulursa fikrini açıklayan danışman konumunda
bulunmayı tercîh etmiştir. Daha saltanatının ilk yıllarında Ruslar’la 93 harbi
çıkınca, II. Abdülhamîd devlet işlerinde kendisine yardımcı olacak güvenilir
insanlar aramış; bu sırada Muhammed Zâfır etkin rol alma imkânına sahip olduğu
halde yerine Tunuslu Hayreddin Paşa (ö. 1308/1890)’yı tavsiye etmiştir.
Şeyhinin tavsiyesine uyan Abdülhamîd, ıslahatçı fikirleri ile tanınan ve değerli
bir devlet adamı olan Hayreddin Paşa’yı Tunus’dan getirtmiş, kendisini daha
yakından tanıdıktan sonra sadrâzamlık makamına kadar yükseltmiştir.[983]
Muhammed Zâfir’in devlete en büyük desteği
manevî yönde oluyordu. Memlekette bir sıkıntı ve hastalık zuhûr ettiği zaman
tekkesinde Buharî-i şerîf hatmi yaptırıyor,
Hizbu’l-bahr okutuyordu.[984] Padişahın
da bu duâ meclislerine katıldığı olurdu. Sıkıntı umûmî olunca İslâm âleminin
değişik yerlerindeki tekkelere haber salınır, oralarda da İslâm için duâ
edilmesi, Buhârî ve HizbuT-bahr okunması istenirdi. 93 harbinin başında
tekkelere emir gönderilerek Müslüman ordusunun zaferi, din düşmanlarının
yenilmesi için duâ edilmesinin ve halkın moral gücünün yüksek tutulmasının
istenmesinde[985] Muhammed
Zâfir’in telkinleri etkili olduğu söylenebilir. Muhammed Zâfir’in Buhârî
okumaya ve onu hatmetmeye verdiği önem, II. Abdülhamîd’in Sahih-i Buhârî’yi bastırmasında etkili olmuştur.
Ayşe Osmanoğlu’nun belirttiğine göre bu baskılar Müslüman memleketlere
gönderilmiş ve Pâdişâhın isteği ile İslâm dünyasının önemli câmilerine hediye
edilmiştir.[986]
Abdülhamîd dönemine âid belgelerden
öğrendiğimize göre, devletin Muhammed Zâfır’e danıştığı konulardan birisi de
Senûsîler ile ilgilidir. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz döneminde vergi
muâfiyeti gibi bir takım imtiyazlara sahip olan Senûsîler,[987] zamanla güçlenerek Afrika’da
en etkin topluluk haline gelmişlerdir. Bu durum Abdülhamîd’i Senûsîler’e karşı
ihtiyatlı ve tedbirli davranmaya götürmüştür.[988] Senûsîler’e karşı duyulan
kuşkunun sebebi, devletin ve aydınların, “Senûsiyye’nin bir tarikat mı yoksa
siyâsi bir hareket mi?”[989] olduğuna
karar verememeleridir. Bu mesele Muhammed Zâfir’e sorulduğunda o,
Senûsiyye’nin tarikat olduğunu söylemiş ve Şâziliyye’den İdrîsiyye
(Ahmediyye)’nin bir kolu olarak nitelendirmiştir. Saraya gönderdiği belgelerde
Muhammed el-Mehdî için “Şeyh Senûsî”, ‘Muhammed Mehdi Efendi” ve “Büyük
Şâziliyye Şeyhi” gibi ünvanlar kullanmıştır.[990] Ancak Senusiyye’nin tasavvuf
ve tarikatlar açısından Medeniyye gibi yeni bir yorum getirmediğini
belirtmiştir.[991]
Muhammed Zâfir’in bu tezkiyesinden sonra
Abdülhamîd, geç de olsa arayı düzeltmek için Seyyid Mehdi es-Senûsî’ye özel
bir sefir göndermiştir.[992] Ancak bu
tutum beklenen ideal sonucun doğmasına yetmemiştir. Sadece devletle Senûsîler’in
arasının düzelmesini sağlamıştır. Karşılıklı oluşan bu güven ortamı bile
batıldan korkutmaya yetmiştir.[993]
Abdülhamîd’in konumu gereği, gerek batıdan
gerekse doğudan birçok kişi o- nunla görüşmeye gelirdi. Saray’daki görüşme
bitince bunlar değişik yerlerde misâfir edilirlerdi. Ayşe Osmanoğlu, Arapça
konuşulan bölgelerden gelen misafirlerin büyük bir bölümü için, “Zâfir Efendi
Tekkesi’nde babam tarafından yaptınlmış olan misâfırhânede ikamet ederlerdi.”[994] diyerek,
devletin işleyişi içinde Muhammed Zâfir’in yerini ve tekkesinin fonksiyonunu
belirtmektedir.
Muhammed Zâfir’in devletin işleyişi içindeki
yeri, resmî bir sıfat taşımaz. O, bir vatandaş olarak devletinin bekâsı, bir
mü’min olarak da dindaşlarının birlik, beraberlik ve huzûru için sivil toplum hizmeti
yapan bir tarikat şeyhidir. Her vatandaş ve her mü’min gibi, onun devletinin
başı ve peygamberinin halîfesi ile maddî ve ma’nevî bir takım bağları
bulunmaktadır. Bunlara, batılıların Kuzey Afrika ve Arabistan’ı sömürmeye
yönelik çalışmaları eklenince, memleketini ve dinini seven bir insan olarak
haklı tepkide bulunmuştur. Bu da onun en doğal hakkıdır. Öte yandan bir devlet
başkanı olarak da Abdülhamîd, AvrupalIlar’ın ülkesi üzerindeki emellerinden
rahatsız olmakta ve halkına karşı görevini yerine getirmeye çalışmaktadır. Bu
yönüyle kader Abdülhamîd ile Muhammed Zâfir’i aynı çizgide buluşturmuş,
önlerindeki problemleri aşmak için işbirliği yapmaya ve ellerindeki bütün
imkânları seferber etmeye sevk etmiştir.
Bir tarîkat şeyhi olarak Muhammed Zâfîr’in
silaha sarılması düşünülemezdi. Silah işi ve askerî tedbirler devlete düşen bir
görevdi. Muhammed Zâfır ise sözlü tebliğ, îkâz ve iknâ yolunu seçmiştir.
Allah’ın rızâsını kazanmak ve memleketini sömürge olmaktan kurtarmak için, bir
taraftan tarikata bağlanarak dîni daha iyi yaşamanın gerekliliğine, diğer
taraftan da halîfeye bağlanmanın şart olduğuna inanmıştır. Geniş kitlelere
yaptığı telkinlerde fikirlerini maddî ve manevî, resmî ve sivil otoriteyi
birleştirme temeli üzerine bina etmiştir.
Eldeki belgelerden anlaşıldığına göre Muhammed
Zâfır el-Medenî, kendisi ile aynı kaderi paylaşan insanları ve özellikle de
Arapları durumdan haberdâr etmek istemiştir. Bu iş için atalarının asâyişi
sağlamak maksadıyla dörtyüz sene hizmet verdikleri Mekke ve Medine’yi üst
olarak seçmiştir. Gerek kendisi gerekse halîfeleri vasıtasıyla özellikle Kuzey
Afrika’dan hacca gelen insanlara durumu anlatmış, onları hem dünya hem de
âhiret gafletinden uyarmaya çalışmış ve halîfeye itaat etmelerini öğütlemiştir.
Bu durumdan rahatsız olan Fransa’nın Cidde konsolosluğu, 20 Nisan 1902’de
Fransa Dışişleri Bakanlığına yazdığı bir raporda, “Kuzey Afrika
müstemlekelerimizde yaşayan Müslümanların Hicaz’a gelişlerini zorlaştırmalıyız.
Mümkün mertebe, sağlık ve ekonomik sebepleri bahane ederek hacca izin vermemeliyiz.”[995] demektedir.
Tunus’dan Paris’e gelen bilgiler, Cidde’deki
Fransız Konsolosluğunun raporunu doğrulamakta ve Medeniyye’nin
Trablusgarb’daki ilk tekkeden ziyâde, Hicaz’daki tekkeler vâsıtasıyla
yayıldığını göstermektedir. Tunus’dan gönderilen bilgilerde, o tarihde
Tunus’da en itibarlı Medeniyye şeyhi sayılan Seyyid Muhammed et-Tâhir b. Ahmed
b. Adülvâris’in,[996] tarikatın
kendisine intikâli hakkında müridlerine yaptığı konuşmalara da yer vermekte ve
onun şu sözleri nakledilmektedir: “Babam Ahmed, hac farizasını yerine getirmek
için Fas’dan hareketle mukaddes yerlere gittiğinde Mekke’de Fas’ın Mevlâ
el-Arabî heyeti mucibince Mekke Derkavîler’inin başında bulunan ve anne
tarafından ceddim olan Şeyh Seyyid Muhammed b. Hamza Ca’fer el-Medenî ile
buluştu. Mekke’de onun yanında birçok sene kaldıktan sonra Trablusgarb’a gitti
ve orada evlendi. Daha sonra Tunus’a gelip tarîkat için çok sayıda mürîd
topladı.”[997]
İstanbul Tarabya’dan gönderilen 18 Temmuz 1902
tarihli bir başka vesikadan ise, Cidde Konsolosluğunun isteğinin yerine
getirildiği, o tarihde Fransız müstemlekesi olan Tunus’dan hacca gidenlerin
engellendiği, bütün engellemelere rağmen hacca gidenlerin de yol güzergâhındaki
yerli idârecilerle temas kurmalarına imkân verilmediği anlaşılmaktadır.656
Muhammed Zâfır’in siyâsî bir amacı ve devlet
içinde etkin olmak gibi bir hırsı yoktu. O, içinde bulunduğu ve yaşadığı tarih
sürecinin şartlarına uygun irşâd ve tebliğ görevini sürdürüyordu. Nitekim
kendisini bazan n. Abdülhamîd’in politikalarına âlet olmakla suçlayan, bazan
da daha yüksek bir konuma çıkararak II. Abdülhamîd’i yönlendirdiğini iddia eden
batılı raportörler bile, Muhammed Zâfır’in siyâsî bir yönünün olmadığım kabul
etmek zorunda kalmışlardır. Bir rapordan alınan aşağıdaki ifadeler, Muhammed
Zâfır ile Abdülhamîd arasındaki ilişkilerin doğru yorumlanamadığını ve
ithamların kendi içinde bile tutarsız olduğunu isbâta ye- terlidir: “Sultan
Abdülhamîd’in Panislamist Şefi Muhammed Zâfir’in bütün sadâkatına rağmen,
Bingâzî’de Medeniyye tarikatının panislamik yönden olan hareketi hiç bir
şekilde kendini göstermemiştir. Bu tarikat, lüzûmu hâlinde yabancı bir istilâya
karşı mücâdele edebilecek düzenli bir ordu kurma gayesi ile sultânın çıkardığı
fermânın hükümlerine uyup, askerlik yapmak istemeyenleri itaate sevk etmek için
hiçbir teşebbüste bulunmamıştır.”657
Bu cümlelerde Muhammed Zâfir, Abdülhamîd’in
şefi olarak tavsif edilmiş, ü- rettiği politikalarla onu yönlendirdiği ileri
sürülmüş; fakat uygulamaya gelince Muhammed Zâfir’in kendi ürettiği
politikalara bile sâhip çıkmadığı söylenmiştir. Bir insanın kendi ürettiği
politikaya sahip çıkmaması gibi bir çelişki düşünülemez. Sonuç olarak şunu
söyleyebiliriz ki, Abdülhamîd ile Muhammed Zâfır’in ilişkilerine hep tek
yönden bakılmış ve bu bakış açısı da abartılmıştır. Halbuki tasavvufî
işişkileri başka, idârî ilişkileri başkadır. Muhammed Zâfir Araplar ile ilgili
mevzû- larda lüzûmu halinde danışmanlık yapmıştır. Senûsîler hakkında devlete
verdiğini belirttiğimiz bilgiler bunun en iyi örneğidir. Ancak onun
danışmanlığı süreklilik ve devamlılık arzetmediği gibi, resmî bir nitelik de
taşımaz. Devlet nezdinde Muhammed Zâfir’den ziyâde, idârî işlerle ilgili eğitim
almış olan oğlu Mustafa Bey’in danışmanlığı önemlidir. Çünkü Mustafa Bey’in danışmanlığı
resmî nitelik taşır. Yıldız Sarayı Başkitâbet Dâiresi’nin 20 Reeeb 1311 tarihli
ve 5405 sayılı beyânında, “Şeyh Muhammed Zâfir’in mahdûmu mülkiye mezunu
Mustafa Bey’in[998] ikibin
kuruş maaş ile şûrâ-i devlet âzâhğına tayini”[999] bildirilmektedir.
Şeyhi Muhammed Zâfir
kendisinden önce ölmüş olmasına rağmen II. Abdülhamîd yaptırdığı dergâh ve
Şâzilîler ile olan ilişkisini ömrünün sonuna kadar devam ettirmiştir. Bundan
dolayı da II. Abdülhamîd’in cenâze merasiminde, Şâzilî dergâhının meşâyıhı
protokolün ön sıralarında yer almış, dergâhın zâkirbaşısımn yanık bir arabî edâ
ve son derece hazin bir sedâ ile okuduğu na’t, töRene katılan herkesi
duygulandıran ştır.[1000]
Bir devlet başkanı ve
halîfe olarak Muhammed Zâfir ile kurduğu ilişkilerden n. Abdülhamîd’in
beklentilerine gelince, bu husus, tasavvuftan ziyâde siyâset târihinin
konusudur. Abdülhamîd dönemi ile ilgili yapılan siyâsî târih çalışmaları,
halîfenin dindaşları, devlet başkanımn da vatandaşları tarafından
desteklenmesinin ve aralarında bir bütünlük gözükmesinin, batılı devletleri
rahatsız ettiğini ve onları korkuttuğunu ortaya koymuştur. Bu durumu fark eden
II. Abdülhamîd, ekonomik ve askerî yönden zayıf olmanın devlete verebileceği
zararları telâfi etmek için, îslâm Birliği siyâsetini dünyâ kamu oyunda
olduğundan daha büyük göstermeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Halk
tabanına inmenin ve Müslüman teb’a ile kaynaşmanın yollarından birisinin
tarikatlardan geçtiğini bilen II. Abdülhamîd, intisâb etmediği halde bir çok
tarikat şeyhi ile irtibat kurmuştur. Sultanahmed’deki Özbek- ler Tekkesi şeyhi
Buhâralı Süleyman Efendi’nin îslâm Birliği siyâsetini olduğundan daha etkin
göstermek için Padişâh’ın isteği ile yaptığı hizmetler, Abdülhamîd’in bazı
tarikat şeyhleri ile kurduğu ilişkilerde uluslararası siyâsî beklentileri
olduğunu ortaya koymaktadır.[1001]
C- İSTANBUL’DAKİ ŞÂZİLÎ
TEKKELERİ
Bir tarikat kurumu olan
tekkeler, tarikatların usûl ve erkânının en iyi öğrenildiği ve en canlı
yaşandığı mekanlardır. İslâm tasavvuf kültüründe ve halkımız arasında bu
kuramlara tekke yerine dergâh, zâviye ve âsitâne de denilmektedir.[1002]
Her tarikat gibi
Şâziliyye tarikatı da bir müesseseleşme süreci yaşamıştır. Ebu’l-Hasan Şâzilî
her zaman, her yer ve her şartta ibâdet edilebileceği inancında olduğu için,[1003]
başlangıçta tekkeye önem verilmemiş, âdâb ve erkânın tahdidinden kaçılmış, daha
çok insan ve ferd üzerinde durulmuştur.[1004] Bu temel noktadan olsa
gerek, Ebu’l-Hasan Şâzilî sağlığında hiç tekke yaptırmamıştır. Hayâtım
anlatırken belirttiğimiz üzere İskenderiye surlarındaki mevcut bir burcu tekke
olarak kullanmış, bunun hâricinde irşâd ve tebliğini câmi ve medrese gibi
umûma acık mekanlarda yürütmüştür. Tunus’da ise bunlara ilâve olarak kendi
evini kullanmıştır.[1005]
Şâzilî’den sonra
Ebu’l-Abbas el-Mursî de şeyhinin yolunu takip etmiş, tekke yapımı ile
uğraşmamıştır. Araştırmacılar onun tekke binâ etmek için taşı taş üstüne
koymadığını, tekke yapmasını teklif edenlere, “Bizim tekkemizin tabanı arz,
tavanı semâ” dediğini överek naklederler ve bu konuda hükümet tarafından
yapılan resmî yardımları bile reddettiğini belirtirler.[1006] Şâzilî’nin
iki önemli tâkipcisi Ebu’l-Abbas el-Mursî ve Atâullah İskender! adına,
ölümlerinden sonra müridlerinin tekke değil de câmi yaptırmaları da,[1007]
Şâziliyye’nin ilk dönem kurumsallaşma anlayışını ortaya koymaktadır. Bu
anlayış, Şâziliyye tarikatının tekke ile sınırlandırılmasını önlemiş,
toplumdaki bütün kesimlerle temas kurmasını sağlamış ve yayılmasını hızlandırmıştır.
Yine bu anlayış, Afrika’nın hem kent hem de kırsal yaşamına tarikatın uyumunu
kolaylaştırmıştır.
Diğer bütün tarikatlar
gibi Şâziliyye tarikatı da zamanla kendi kuramlarını o- luşturmaya başlamış,
belli bir birikim ve altyapıya ulaştıktan sonra mensupları imkân buldukları
bir çok yerde tekke açmışlardır. Tarikat yayıldıkça açılan tekke sayısı da
artmıştır. Dünyada geniş bir coğrafyaya yayılmış Şâziliyye tarikatının bütün
tekkelerini tesbit etmek bugün itibâriyle hem zor, hem de ayrı bir çalışmanın
konusudur. Bu nedenle biz, Şâzilî tekkeleri hakkındaki çalışmamızı Türkler’in
yoğun olarak yaşadığı yerlerle sınırladık. Bu sınırları İstanbul’u da kast
ederek Anadolu diye isimlendiriyoruz.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi Şâziliyye tarikatı kurulduğu dönemden bu yana Anadolu’nun
muhtelif illerinde faaliyet göstermiş, Asya kökenli tarikatlar kadar olmasa da
müntesip bulmuştur. Ancak müesseseleşme anlamına gelen Şâzilî tekkelerinin
oluşması, müntesip bulmaktan çok daha farklı bir husustur. Şâziliyye’nin
Anadolu’daki müesseseleşmesi Mısır ile uygunluk arzederek câmiden başlar. Kaynaklardan
öğrendiğimize göre, Ali b. Meymun’un (ö. 917/1511) halîfelerinden Sûfîzâde Şeyh
Abdurrahman’ın (ö. 919/1513) mürîdlerinden Abdülmü’min isimli bir zât,[1008] Bursa’da
bir câmi yaptırarak[1009] halka vaaz
ve nasihata başlar. Ancak konuşmalarında yer yer halkın anlayamayacağı
tasavvuf! inceliklerden bahsettiği için bazı kesimlerden tenkidler aldığı
kaydedilir.[1010]
Abdülmü’min’in daha sonraki faaliyetleri ve camisi hakkında elimizde her hangi
bir bilgi yoktur.
Şâziliyye tarikatı,
Anadolu’da sadece İstanbul’da tekke kurma imkâmna sahip olabilmiştir. Günümüze
kadar yapılan araştırmalarda, İstanbul haricinde Anadolu’nun başka yerlerinde
Şâzilî tekkesi bulunduğuna dâir bir kanıta rastlanmamıştır. Biz de
araştırmalarımız sırasında İstanbul’da diğer tarikatlardan bağımsız, sırf
Şâziliyye tarikatına hizmet vermiş beş tane Şâzilî Tekkesi tesbit edebildik.
Ayrıca başka tarikatlara âid dört tekke şeyhinin Şâziliyye’den icâzet
aldıklarını, gerektiğinde Şâziliyye usûlüne göre tarikat ve zikir telkininde bulunduklarım
öğrendik. Şimdi bu tekkeler hakkında toplayabildiğimiz ma’lûmâtı sırayla
vermeye çalışacağız.
1-
Alibeyköy Şâzilî
Tekkesi[1011]
Alibeyköy Silahtarağa
mahallesinde bulunan bu tekkeyi, Silahtar Abdullah Ağa yaptırmıştır.
İstanbul’da kurulan ilk müstakil Şâzilî tekkesidir. II. Abdülhamîd’in hazine-i
hâssa’dan 15.000 kuruş ayırarak tekkeyi ta’mîr ettirdiği Bağdat salnâmesi
kayıtlarından anlaşılmaktadır.[1012] Hicrî 1200/1785-86 tarihinde
inşâ edildiği belirtilen[1013] tekkeden
bugün eser kalmamıştır. Kaynaklarda “Alibeykaryesi Şâzilî Tekkesi”, “Abdullah
Efendi” ve “Silahtar Abdullah Ağa Dergâhı” gibi isimlerle anılan tekkenin,[1014]
çevresindeki mahalleye adını verdiği anlaşılmaktadır. Asıtâne’deki kayıttan bu
tekkenin âyin gününün ilk atmış yıl pazartesi olduğunu,[1015] ancak
Bandırmalızâde’nin kaydından da daha sonra cumâya çevrildiğini öğreniyoruz.[1016]
Tekkenin Şeyhlerinden
sadece beş tanesini tesbit edebildik. Buna göre Alibeyköy Şâzilî Tekkesi’nde
görev yaptığı bilinen Şeyhler şunlardır:
1- Şeyh Hacı Ahmed Efendi, (ö. 1242/1826).[1017]
2- Şeyh
Ahmed Îzzî Efendi,[1018]
3-
Şeyh Tahsin Efendi (ö. 1307/1889’dan
sonra),[1019]
4-
Şeyh Hacı Haşan Hüseyin Efendi (ö.
1331/19 1 3),[1020]
5-
Şeyh Hacı Ahmed Muhtâr Efendi.[1021]
2-
Unkapanı Şâzilî
Tekkesi[1022]
Fatih ilçesi Unkapanı
semti Haraççı Kara Mehmed Mahallesinde Cemâleddin Efendi sokağı ile Bostan
Hamamı sokağının kesişim noktasında bulunmaktadır.[1023] Tekkenin
günümüzdeki yerini bildiren bu adres, eski kaynaklarda, “Kapan-ı dakik kurbunda
Yeşiltulumba’da dır.” şeklinde ta’rif edilir.[1024]
Cemâleddin Server
Revnakoğlu, “Şeyh Hacı Ahmed Şem’î Efendi Unkapanı’ndaki hânesini tekke ittihâz
edip şeyhi oldu.” diyerek, buranın ash ev iken tekke olarak kullanılmaya
başlandığını ve daha sonra halîfeleri tarafından 165.488 kuruş sarfedilerek
tekkeye çevrildiğini kaydeder.[1025] Hatırlanacağı üzere Şeyh
Hacı Ahmed Efendi’nin ismi, Alibeyköy Şâzilî Tekkesi’nin Şeyhleri arasında da
geçmişti. Alibeyköy Tekkesi şehrin merkezinden uzakta olduğu için, Şeyh Hacı
Ahmed Efendi’nin merkeze yakın olma gayesiyle evini tekke olarak kullanması
muhtemeldir. Evden tekkeye dönüştürme işlemini ise Ahmed Halil Ağa adında bir
hayır sahibinin yaptırdığı anlaşılırken,[1026] Revnakoğlu, Ulemâdan Hacı
İsmâil Bey (ö. 1256/1840) adında bir zâtın bir ara bu tekkeyi ta’mîr
ettirdiğini kaydeder.[1027] “Balmumcu
Tekkesi”, “Şeyh Seyyid Ahmed Tekkesi” ve “Şem’î Şeyh Ahmed E- fendi Tekkesi”
gibi adlarla da anılan tekkenin,[1028] tekke planına göre inşâ
edildiği tarihi tesbit edemedik. Ancak buramn mülk sahibi ve ilk şeyhi olan
Hacı Ahmed Efendinin 1242/1826 yılında vefat ettiğini[1029] göz önüne
alırsak, 19. yüzyılın ilk çeğreğinde hizmet vermeye başladığını söyleyebiliriz.
Günümüze kadar ulaşmış
avlu girişi üzerindeki kitabede bulunan, “Yanmıştı inşâ etti bu dergâhı Şâh
Abdülhamîd” ibâresinden, yangın geçirdiği anlaşılan tekkeyi 1304/1886 yılında
II. Abdülhamîd’in yeniden inşâ ettirdiği bilinmektedir.[1030] Kaynaklarda
bu yangının tarihi verilmemekle birlikte, 1256/1840 târihti Âsıtâne’de tekkenin
yandığına dâir herhangi bir kayıt bulunmadığından, yangının bu tarihten sonra
muhtemelen 19. yüzyılın son çeğreğine yaklaşırken vukû’ bulduğu söylenebilir.
Cumhuriyet döneminde tekkenin tevhidhâne - mescid dışında kalan bölümleri yok
olmuş, Revnakoğlu’nun kıble tarafında bulunduğunu belirttiği hazîre[1031] ile birlikte
ortadan kaldırılarak tarihe karışmıştır. Önceleri sahipsiz kalan ve berduşların
barınağı olan, sonra uzun bir süre meşhur boksör Cemal Kamacıyı da yetiştiren
Zeyrek Spor Kulübü tarafından lokal olarak kullanılan tekkenin içler acısı
durumu gazetelere intikal edince,[1032] Vakıflar Genel Müdürlüğünü
de çâre aramaya itmiştir. Fatih Müftülüğü’nün gözetiminde hayır sever insan
Osman Tobbaş Beyefendi’nin yardım ve gayretleri ile tekkenin tevhîdhâne -
mescid kısmı 1989’da onarılıp câmî olarak ibâdete açılmıştır.[1033] Câmiye
çevrildikten sonraki durumu da göz önüne alarak tekkeyi genel hatları ve
mevcut hâli ile şöyle tanıtabiliriz:
Câmi’nin güneyinde,
Cemâleddin Efendi Sokağı’na bakan yüzünde cümle kapısı bulunmaktadır.
Mermerden sövelerle kuşatılmış cümle kapısı lentosunun üzerine ta’lik hatlı
manzum ihyâ kitabesi yerleştirilmiştir. Kitabenin ortasında II. Abdülhamîd’in
tuğrası ve 1304/1886 tarihi konmuştur. Beyzî çerçeve ile bunu kuşatan
dikdörtgen çerçevenin arasındaki üçgen alanlar ışın demetleri ile dolgulanmış,
tuğranın tepesine altı köşeli bir yıldız kabartması oturtulmuştur.
Dikdörtgen (11,40x8,65
m) bir alanı kaplayan mescit-tevhidhane kâgir duvarlı, kırma çatılı, basit bir
yapıdır. Buna rağmen güzel bir örgüye sahip olan duvarlar 4 sıra moloz taş ve 2
sıra tuğla ile meydana getirilmiş, dikdörtgen olan kapı ve pencere açıklıkları
küfeki taşından sövelerle çerçevelenmiş, baklava taksimatlı demir
parmaklıklarla donatılmış ve tuğla örgülü, basık hafifletme kemerleri ile
taçlandı- rılmıştır. Kuzey duvarının ekseninde giriş, bunun tam karşısında
kıble duvarının ekseninde basık kemerli mihrap yer almakta, her duvarda ikişer
pencere bulunmaktadır. Kuzey duvarının önündeki ahşap-fevkânî kadınlar
mahfili, son onarımda betonla yenilenmiş; bu arada yapının kuzeydoğu köşesine
klasik üslupta betondan bir minâre eklenmiştir. Aynı onarımda klasik üslupta
Kütahya çinileri ile kaplanan mihrabın tasarımında, yanlarda toskan başlıklı
ahşap sütunların yer aldığı, mihrabın üzerindeki yatay ahşap silmelere kadar
devam eden bu sütunların, eklektik zevke uygun basit oymalarla bezeli olduğu
görülmektedir. Mescid (tevhîdhâne) tavanının ortasına çatı altında gizlenen
4.80 m çapında bir ahşap kubbe yerleştirilmiştir. Herhangi bir süslemenin
görülmediği cephelerde dikkati çeken yegane ayrıntı, mihrap duvarının
ekseninde, dikdörtgen bir levha üzerinde yer alan şu ibaredir: “Ya seyyidinâ
el-İmam Ali Ebu’l-Hasan el-Şazilî sene 1303-1885”.[1034]
Dâhiliye Nezâreti’nin
1301/1885 tarihli istatistik cetvelinden naklen iki erkek ile altı kadının
ikâmet ettiği belirlenen[1035] tekkenin
âyin günü perşembedir. Ayin perşembe geceleri yatsıdan önce yapılırdı. Yatsıdan
sonra da yarım saat kadar hikemî ve ahlâkî dersler takrir olunurdu. Bu durumun
gazete ilâm ile duyurulduğu da vâki’dir.[1036]
Unkapanı Şâzilî
Tekkesi’nde Şeyhlik yapmış meşâyıhı tesbit edebilmek için Zâkir Şükrü’nün Mecmua-i Tekâyâ’sı ile Revnakoğlu’nun Arşiv’ini mukayeseli olarak inceledik. Böyle bir
inceleme sonucunda her iki kaynaktaki eksiklikleri asgariye indirerek tekkenin
şeyhleri hakkında daha sıhhatli bir bilgiye ulaşmaya çalıştık.[1037] Buna göre
Unkapanı Şâzilî Tekkesi’nin Şeyhleri Şunlardır:
1-
Şeyh Hacı Ahmed Şem’î
Efendi (ö. 1242/1826),[1038]
2-
Hüseyin Şem’î (ö. ?),[1039]
3-
Şeyh Hâfiz Abdürrezzâk
Efendi (ö. 1247/1831),[1040]
4-
Şeyh Mehmed Kâmil
Efendi (ö. 1256/1840) [1041]
5-
Abacı Şeyh Hâfiz Mehmed
Efendi (ö. 1280/1863),[1042]
6-
Şeyh Mehmed Sâlih
Efendi (ö. 1282/1865),[1043]
7- Şeyh Hacı Mehmed Emin Efendi (ö. 1325/1907),[1044]
8-
Şeyh Mehmed Sâlih
Efendi,[1045]
9-
Mehmed Şem’î Efendi,[1046]
10- Çerkeşli[1047] Şeyh Hâfız
Bekir Sâdık Efendi (ö. 1343/1925’den sonra).[1048]
3-
Beşiktaş Şeyh Zâfir
Tekkesi[1049]
Bugünkü konumuyla
Beşiktaş Barbaros Bulvarı, Cihannümâ Yıldız Caddesi, Serencebey yokuşu, 265
nolu ada ve 4 nolu parselde kayıtlıdır.[1050] İstanbul’daki Şâzilî
dergâhlarının en yenisi ve en büyüğüdür. Diğer Şâzilî dergahları zâviye ölçeğinde
bir yapı iken, burası âsıtâne ve külliye niteliğindedir. “Şeyh Zâfir Tekkesi”
ismi ile bilindiği gibi, “Ertuğrul Tekkesi” adıyla da tanınmaktadır. Ertuğrul
Tekkesi adım külliyenin içinde bulunan Ertuğrul Câmii’nden alır. Şeyh Zâfir
Tekkesi ve diğer müctemilâtmı II. Abdülhamîd bizzat kendisi yaptırmıştır.[1051] Câmi,
tevhîdhâne ve selamlığı barındıran asıl binâ ile harem ve misâfırhâne binaları
1303/1886 yılında tamamlanmış, daha sonra bunlara 1324/1906 yılında türbe,
kitaplık ve çeşme eklenmiştir.[1052]
Sultan Abdülhamîd bu
külliyenin inşâsına nezâret etmesi için o zamanlar Mâbeyn-i Hümâyun müşîri olan
“Plevne kahramânı Gazi Osman Paşa”yı görevlendirmiştir.[1053]
Bağdat salnâmesinden
naklen verilen bilgilere baktığımızda, çeşitli zamanlarda tekkenin bazı
bölümlerinin inşâsı ve tamiri için toplam 821479 kuruş harcanmıştır.[1054]
Revnakoğlu, sırf tefrîşât mesârifı olarak Hazîne-i Hâssa’dan tekkeye 70071
kuruş, ayrıca bu meftûşâtın tecdîd ve ta’mîri için de 3334 kuruş ayrıldığını
belirtmektedir.[1055]
Dergâhın sicil
kayıtlarına baktığımızda bir çok yapıya sahip olduğunu görüyoruz. İstanbul
Vakıflar Bölge Müdürlüğün’deki Hayrât-ı Şerife Defterine göre tekkenin yapılan
ve bölümleri şöyledir:
“Yıldız Caddesindeki
ahşap meşrutahânesinin müştemilâtı, “fevkânî ve tahtânî (altlı üstlü) 19 oda, 4
sofa, 5 helâ, 1 hamam, 1 matbah, 1 odalı köşk ve bekçi odasından ibâret.”
Aynı caddedeki kârgir
meşrutâhane ise, “fevkânî ve tahtânî 18 oda, 2 sofa, bir avlu, 3 helâ, 1
matbah, 1 hamam ve bahçe”yi içeriyor.
Hasanpaşa deresi
sokağındaki kâgir dervişân dâiresi ise, “kâgir 6 oda, ahşap 2 oda, 1 matbah, 1
kiler ve koridor, 4 göz helâ, 1 çamaşırhâne, bir kumalı hamam ve acı su
haznesi, bahçe ve aralığı müştemil avludan ibârettir.”[1056]
Genel olarak
âsıtânedeki binâlann duvarları kâgir, çatıları ahşaptır. Câminin minâresi
taştandır.[1057] Türbe ve
çeşme ise beyaz mermerden yapılmıştır. Külliyenin mîmârî yapısına klasik
Osmanlı üslûbundan ziyâde batı üslûbu hâkimdir. Külliye içindeki türbe ve
çeşmenin mîmân İtalyan Raimando D’Aranco’dur. Cumhuriyet döneminde bir ara
İlkokul olarak kullanılan dergâhın muhtelif binâlannın orjinalliği bozulmuş ve
ilk icraat olarak taklardaki kıymetli kitâbelerin üzeri çimento ile doldurulmuştur.
Sakızlı Hattat Abdülfettâh Efendi’nin imzâsım taşıyan câminin şadırvan
aynalarındaki yazılar bile ta’mir ve ikmâl için kısmen kazınmış, kısmen de sıvanmıştır.[1058] Günümüzde
misâfırhâne ve haremi yıkılmaya terkedilmiş olan tekkenin bâzı bölümleri
restore edilmiş ve sanat yönünden dikkat çekici sayılarak hakkında çeşitli
araştırmalar yapılmıştır.[1059]
Tekkenin geniş bir müştemilâta
sâhip olmasının sebebi, İslâm âleminin çeşitli yerlerinden gelen meşâyıh ve
ûlemânın burada misâfır edilmesidir. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre
sadece meşâyıh ve ûlemâ değil, aynı zamanda resmî işler için saraya gelen Arap
kabile reisleri de Şeyh Zâfır Efendi’nin tekkesinde ağırlanır- dı.[1060] Bu
uygulamanın, Osmanlı Devleti’nin tasarrufunda bulunan hilâfet makamının
prestijini arttırdığı söylenebilir.
Revnakoğlu’nun
belirttiğine göre misâfirlerin ve tekkede kalan dervişlerin, yiyecek ve içecekleri
Saray-ı Hümâyun’dan veya Matbah-ı Âmire’den gelirdi. Meşrûtiyetten sonra da
üçyüz lira “taâmiye” konulmuştu. Dergâhın zengin bir evkâfı vardı. Tekke ile
birlikte içinde bir çok ağaç ve çeşitli meyveler bulunan geniş bir arazî,[1061] Akaretler
caddesindeki bütün binâlar ve Tophâne’nin altındaki sıra dükkanların hepsi bu
tekkeye vakfedilmiştir. Bu vakıfların idâresi tekke şeyhinin elinde değildi.
Evkaf Nezâreti[1062] Müsteşarı
tarafından ta’yîn edilen kâimmakâm[1063] bakardı. Müsteşarın kendisi
de mütevellî sıfatına hâiz idi. Vakıf mütevellisinde tekkeyi temsilen bir kişi
de bulunurdu.[1064]
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre tekkenin âyin günü cumâ idi. Âyin-i şerif cuma günleri cumâ
namazından sonra icrâ olunur ve her akşam yatsıdan sonra “Vazife” denilen Şâzilî evrâdı okunurdu. Bu usûl
Sultan Abdülhamîd’in irâdesi üzerine ihdâs edilmiş ve tekkelerin kapatıldığı
son güne kadar hiçbir sûrette terk edilmemiştir.[1065]
Sultan Abdülhamîd’in
böyle bir irâdede bulunmasının sebebi, 19. yüzyılda o- luşmaya başlayan mesâî
kavramına riâyeti temin için olsa gerektir. Çünkü saray muhîti ve devlet
memurları arasında Şeyh Muhammed Zâfır’e intisâb edenler olduğu gibi, Sultânın
kendisi de bu âyinlere bazan katılırdı. Tekkenin hizmete açıldığı ilk yıllar
sık sık Cuma Selamlığını burada icrâ eder,[1066] arkasından âyin-i şerife
dâhil olurdu.[1067] Haftalık
âyin gününün cuma olması, günlük virdin de yatsıdan sonra cemaatla yapılması,
devlet işlerini aksatmıyor ve mesâiyi engellemiyordu. Ayrıca böyle bir uygulama
Şâzilîyye’nin genel prensiplerine de aykırı değildi. Çünkü Şâzilî’ye göre her
zaman ve her şartta ibâdet edilebilir ve zikir yapılabilirdi.[1068]
Şeyh Zâfır Tekkesi’nin
iki şeyhi olmuştur. Bunlardan ilki Şeyh Zâfır’in kendisidir. Diğeri ise oğlu
İbrâhim Zâfır Efendi (ö. 10 Temmuz 1947)’dir. Muhammed Zâfır bu tekke inşâ
olunmazdan evvel âyin-i şerîfı 1288-1303/1871-1886 yılları arasında Hamîdiye
Câmii’nde icrâ etmiştir.[1069] 1303/1886
yılından itibâren de kendi adına yaptırılan tekkesine geçmiş 1321/1903 yılında
vefat edene kadar buranın postnişinliğini sürdürmüştür. Kabri 1906 yılında
âsıtane içine yapılmış olan türbededir.
Muhammed Zâfır’den
sonra Sultan Abdülhamîd’in irâdesiyle tekkenin şeyhliğine onun oğlu Şeyh
İbrâhim Zâfır Efendi getirilmiştir. Sultan Abdülhamîd’in evlâd muâmelesi
yaptığı bu zâta tekkenin şeyhliği verildiği zaman o, kırk yaşını biraz
geçmişti. îbrâhim Zâfır babası gibi fazîletli ve hürmete şâyan birisi idi.
Zâfır âilesi- nin tarîkaten olduğu gibi, ilim ve ahlak bakımından da son
mümessili sayılıyordu. Muhitinde iyi tesirler bıraktı, herkes tarafından
sevildi ve dâimâ hürmet gördü. Ancak babası gibi saray mensuplan ve devlet
adamlanyla yakın ilişkiler kurmuş değildi, ilim ve ibâdetten başka bir şeyle
meşgul olmazdı. Tekke ve Zâviyelerin kapatılmasından sonraki hayâtı da dâimâ
inzivâ ile geçti. Ziyâretine gelenleri bile kabul etmez olmuştu. Ayrıca uzun
yıllar şeker hastası olarak yaşamış ve âhir ömründe oturduğu yerden düşerek
ciddî bir şekilde ayağını incitmiştir. Bunun üzerine on gün kadar yattıktan
sonra şekeri artarak 10 Temmuz 1947 günü 76 yaşında iken vefat etmiştir.[1070]
Şeyh Zâfır Tekkesi’nin
şeyhlerinin yanısıra zâkirleri ve serzâkirleri de önemlidir. Zâkirbaşılarından
bazıları aynı zamanda câminin müezzinliğini de yürütüyorlardı. Burası o devrin
en seviyeli insanların gelip gittiği, ricâl-i devletin her kademesinden namaz
kılanların uğradığı bir câmi idi. Bu sebeple zâkirbaşılarına özel bir îtinâ
gösteriliyor, mûsikîye vâkıf güzel sesli insanlar arasından seçiliyorlardı.
Vazifeli muayyen zâkirlerin ekseriyetini Mısırlı ve İskenderiyeliler teşkil
ediyordu. Revnakoğlu’nun belirttiğine göre bu görevleri yürütenlerden bazıları
şunlardır:
1-
Eski Şarkhânendelerden
Hâfız Sâim Bey,
3-
Mescid-i Nebevî’nin
Müezzinlerinden Abdullah Efendi,
5-
Baş müezzin
İskenderiyeli Şeyh Mustafa Efendi,
7-
Ahmed Ziyâuddîn
Güşüşhânevî (ö. 131 l/1893)’nin oğlu Hâfız Abdülganî E- fendi(ö. 1334/1916),
8- Mekke muhâsebecisinin oğlu ve dergâhın üçüncü müezzini
Hattât Hâfız Hüseyin Hüsnü Efendi.[1071]
İstanbul’daki Şâzilî
tekkelerinden birisi de Kabataş’ta Çizmeciler yokuşunda i- di. Cemâleddin
Server Revnakoğlu’nun belirttiğine göre, bir zamanlar Çizmeci esnafının yoğun
olduğu yokuşun son kısmında bulunuyordu. Bu nedenle bu tekkeye “Çizmecibaşı
Tekkesi”de denmiştir.[1072] Hakkında
daha fazla bilgiye ulaşamamakla birlikte, ta’rîf edilen yokuş üzerinde bu gün
küçük bir mescid vardır. Çizmeciler Câmii adıyla Beyoğlu Müftülüğüne bağlı
faaliyet sürdüren ve mülkiyeti Diyânet Vakfina âid olan bu mescidin, Çizmeciler
Tekkesi ile bağlantısını gösteren her hangi bir vesikaya rastlamadık. Hakkında
pek bilgi bulunmamasından, Kabataştaki Şâzilî Tekkesi’nin küçük bir tekke
olduğu ve 19. yüzyılın sonlarında Şâziliyye’nin İstanbul’da etkinlik kazanması
sonucu açıldığı anlaşılmaktadır.
Revnakoğlu’nun
kaydından öğrendiğimize göre İstanbul’daki Şâzilî tekkelerinden bir diğeri de
Çemberlitaş’da bulunuyordu.[1073] Niş
Muhacirlerinden Hacı İsmail Beyzâde Osman Bey, buraya ‘Havta Şâzilî Dergâhı”
dendiğini belirtmektedir.[1074] Yeri,
Molla Fenârî’den Mîmar Hayreddin’e giderken Yeniçeriler Caddesinin başlarında
II. Mahmûd ve II. Abdülhamîd Türbesi’nin karşısındaki sokaklardan birisinde
idi. Şeyh Zâfır Tekkesi’nde olduğu gibi burada da Cuma günü âyin yapılıyordu.[1075] Aynı
bölgede saraylı kadınların defnedildiği Havatîn
Türbesi’nin bulunması,[1076] Havta Şâzilî
Dergâhı’nın hanım sultanlar tarafından yaptırılmış veya Şâzilî âyini için
tahsîs edilmiş olma ihtimâlini akla getiriyor. Çünkü Sultan Abdülaziz’in annesi
Pertevniyal Vâlide Sultan’ın Muhammed Zâfır’e intisâb ettiği bilinmektedir.[1077]
Havta Şâzilî Dergâhı
günümüze kadar ulaşamadığı gibi maalesef yeri de kesin olarak belli değildir.
Onun yakınlarında olan ve bir vakıf[1078] çalışmasıyla bu güne kadar
ayakta kalmayı başaran Karababa Rifâî Dergâhı’nın[1079] doksan
yaşındaki fahrî bekçisi Ahmed Yivli Bey’den[1080] şifahî bir takım bilgiler
öğrendik. 15 yaşına kadar bu mahallede yaşadığını, ancak babasının işleri icâbı
İstanbul’dan ayrıldıklarım ve askerlikten sonra 1932 yılında mahalleye geri
döndüğünde bir çok şeyin değişmiş olduğunu anlatan Ahmed Yivli, II. Mahmûd’un
Türbesine yakm bir yerde iki katlı küçük bir ahşap evin Şâzilî dergâhı olarak
kullanıldığını söyledi. Fakat bu dergâhın yeri ve âkıbeti konusunda bir bilgisinin
bulunmadığını, çünkü uzun bir süre mahalleden ayrıldıktan sonra geri
döndüklerinde bir çok evin yıkıldığını, sokakların değiştiğini ve yıkılan
evlerin arsaları birleştirilerek büyük binalar yapılmaya başlandığını
belirtti. Daha sonra bu dergâhın Köprülü Kütüphânesine yakın olduğunu ileri
sürerek, yerinin Kütüphâne civarındaki binâlara arsa olarak kullanılmış
olabileceği tahmininde bulundu.
6-
Şâziliyye İle
İrtibâtı Olan Diğer Tekkeler
İstanbul’da müstakil
Şâzilî tekkelerinin yanısıra, başka tarikatlara âid olduğu halde şeyhi
Şâziliyye’den icâzetli tekkeler de vardı. Bu tekkelerin Şeyhleri gerektiğinde
Şâziliyye usûlüne göre tarikat ve zikir telkininde bulunuyorlardı.
Şâziliyye ile irtibâtı
olan en önemli tekke Hasırîzâde Tekkesi’dir.[1081] Sa’dî tarikatına âid olan
bu tekkenin müessisi ve ilk şeyhi Mustafa İzzî Efendi’ye Unkapanı Şâzilî
Dergâhı’nın beşinci Şeyhi Abacı Hafız Mehmed Rûmî Efendi (ö. 1280/1863)
Şâziliyye’den icazet vermiştir.[1082] Tekkenin Mustafa İzzî
Efendi’den sonraki Şeyhlerinden Ahmed Muhtar Efendi (ö. 1901) ile Meclis-i
Meşâyıh reisliği de yapmış olan Mehmed Elifi Efendi (ö. 1927)’nin Şâziliyye’den
icâzetli oldukları ve hilâfet aldıkları bilinmektedir.[1083]
Şâziliyye usûlünün icrâ
imkânı bulduğu tekkelerden bir diğeri de Güşüşhânevî tekkesidir.[1084] Ahmed
Ziyâüddin Gümüşhânevî (ö. 1311/1893), Nakşiyye ve Şâziliyye başta olmak üzere
bir çok tarikatın icâzetini şeyhi Ahmed b. Süleyman el-Evrâdî (ö.
1275/1858)’den almıştır. Bu sebeble kendisini “Tarîkatten Nakşibendî, meşre-
ben Şâzilî” diye takdim etmektedir.[1085] Mürîdlerine Nakşîbendiyye ve
Hâlidiyye[1086] usûlü
üzere zikir ta’lîm eden ve “hatm-i hâce” yaptıran Gümüşhânevî’nin, yer yer
Şâziliyye’den geldiği tesbit edilen irşâd usûlüne de rastlanmıştır. İlme önem
vermesi, tekkeye, halvete ve âdaba rağbet etmemesi bunların başında gelir.[1087]
Kaynaklardan Yenikapı
Mevlevîhanesi Şeyhi Osman Selahaddin Efendi’nin de Şâziliyye’den icâzetli
olduğunu öğreniyoruz. Abdülhamîd döneminin ilk yıllarında Muhammed Zâfır’in
babası Haşan Zâfır el-Medenî’nin halifelerinden İbrâhim Berâde’nin İstanbul’a
geldiğini, henüz daha Şeyh Zâfır Tekkesi inşâ edilmediği için Yenikapı
Mevlevîhanesi’nde misafir olduğunu belirten Revnakoğlu, onun burada Şâzilî
âyini icrâ ettiğini ve bu sırada Yenikapı Şeyhi ünvânı ile meşhûr Osman
Selahaddin Efendi’ye Şâziliyye’den me’zûniyet verdiğini kaydeder.[1088]
Öte yandan bir Nakşî
Tekkesi olan Ahmed Buhârî Dergâhı’nın[1089] son şeyhlerinden Ali Rızâ
es-Sa’dî (ö. 1343/1924), babası Üsküdarlı Mehmed Emin Efendi’nin
Nakşibendiyye’nin yanısıra Şâziliyye ve Sa’diyye’den de irşâda me’zûn olduğunu
belirtmiş,[1090] ayrıca
kendisinin de Alibeyköy Şâzilî Tekkesi şeyhlerinden Ahmed İzzî Efendi’den
Şâziliyye icâzeti aldığını söyleyerek, Unkapanı Şâzilî Tekkesi son şeyhi
Çerkeşli Bekir Sâdık Efendi’ye Şâzilî ve Nakşî icâzeti vermiştir.[1091]
İslâm târihi boyunca
gayr-i müslimlerin İslâm’a ilgi duymalarında tasavvuf ö- nemli bir fonksiyon
icrâ etmiştir. Bu gerçek, günümüzde de batıkların İslâm’a girmesi konusunda
geçerlidir.[1092] Bunu
batıklar da kabul etmekte, fakat oryantalist bir yaklaşımla tasavvufu İslâm’ın
gizli ajanı olarak nitelemektedirler.[1093]
Tasavvufun batıdaki
ihtidâ hareketlerinde etkili olmasının sosyolojik, psikolojik, dînî ve
ekonomik bir çok sebebi vardır. Genel olarak tasavvufun batıda yayılmasını
ilgilendiren bütün hususlar, Şâziliyye tarikatı için de geçerlidir. Ancak bu
sebepleri incelemek bizim çalışmamızın sınırlarını aşan farklı bir araştırma
konusudur. Bizi daha çok Şâzilîliğin batıdaki durumu ilgilendirmektedir.
Şâzilîliğin târihine
baktığımızda üç aşamalı bir seyirden geçtiğini görüyoruz. Şâzilîlik başlangıçta
ferd esaslı bir irşâd ve teblîğ faaliyeti yürütmüş, bu yolla özellikle
Afrika’da İslâm’ın yayılmasında aktif rol oynamıştır. 19. yüzyılda ise, Afrika’da
Avrupa emperyalizmine karşı verilen mücâdelelerde Şâzilîler öne çıkmışlar,
fertten ziyâde toplumla ilgilenmişler ve devletten doğan boşlukları doldurmaya
çalışmışlardır. Bu mücâdeleler hayırlı bir neticeye sebep olmuş, Şâzililiğin
AvrupalIlar ile temasa geçmesini sağlamıştır. Afrika’da tasavvufî hayat ve
düşünceyi yakından tanıyan bazı batıhlar Müslüman olmuştur. Bugün Avrupa’da
yaşayan mühdedî- lerin önemli bir kısmı ya Şâzilîdir ya da Şâzilîler
vâsıtasıyla Müslüman olmuştur. Şâzilîliğin bilhassa Fransa’dan başlayarak tüm
batı dünyâsına açılışı dikkat çekicidir. Bu vesîle ile 20. yüzyılda Şâzilîlik
tekrar ferde yönelmiş, bireyin îmânını ve ma’nevî yönünü esas almıştır.
Şâzilîliğin rûhânî bir
tarikat olması, nefsânî tarikatlara göre onu batıda daha a- vantajh kılmış ve
Hıristiyan olsa bile pek çok entellektüele hitâp etme şansı vermiştir. Halk
seviyesinde ise Şâzilîlik, diğer tarikatlar gibi daha çok sol eğilimli[1094] gençlere
câzip gelmiştir.[1095]
A- ENTELLEKTÜEL
ŞÂZİLÎLER
Avrupalı
ilk entellektüel Şâzilîler’den birisi İsveç asıllı[1096] ressam[1097] John
Gustaf Agelii’dir. Bu şahıs, Şâziliyye tarikatına girmeden evvel 1897 yılında
Müslüman olmuştu. Daha sonra İbn Arabi ve eserleri ile ilgilenmeye başladı. Bu
vesile ile 1901 yılında Mısır’da Şâzilî şeyhi Abdurrahman Uleyş el-Kebîr[1098] ile
tanışarak ona intisâb etti ve Abdülhâdî ismini aldı. Dokuz sene Uleyş
el-Kebîr’in derslerine devam eden Abdülhâdi’ye şeyhi Şâziliyye’den hilâfet
verdi. Mısır’da hocası ile birlikte îbn Arabi’nin eserlerini ve fikirlerini
neşretmek için Mecelletü’n-Nâdî[1099] isimli
bir dergi çıkaran ve bu derginin işlerini bizzat kendisi yürüten Abdülhâdî,
tasavvuf muârızlarının engeline takılınca 1910 yılında Fransa’ya gitti. Burada
henüz daha Müslüman olmayan fakat doğu inançları üzerine araştırmalar yapan
Rene Guenon ile tanışarak îbn Arabi’nin fikirlerini Fransızca olarak yayınlama
imkânı buldu. 1913 yılı civârında Ispanya’ya yerleşen ve Barselona’da bir tekke
açan John Gustaf (Abdülhâdî), 1917 de burada öldü. [1100] O’nun
Ispanya’daki faaliyetleri hakkında elimizde yeterli bilgi yoksa da, Rene
Guenon’u Müslümanlık ve İslâm tasavvufu ile tanıştırarak Şâzilîliğin batıya
intikalinde mühim rol oynadığı kesindir.
Şâziliyye tarikatından
etkilenerek İslâm’a giren batılı entellektüellerin sayısı hiç de az değildir.
Bunların en önemlisi Fransız düşünürü Rene Guenon’dur (1886- 1951).[1101] Rene
Guenon, yaptığı yayınlar ve yetiştirdiği insanlarla batıda bir ekol hâline
gelmiştir. Bu açıdan onun oluşturduğu guruba Guenon’un takipçileri anlamına
“Guenonien” [1102] demek
mümkündür. Bunlar genellikle Şâziliyye tarikatına mensup olup, düşünce ve
ifadelerinde Muhyiddin b. Arabi’yi tâkip ederler. Bu nedenle İbn Arabi’nin ve
onun mektebine mensup sûfîlerin eserlerini batı dillerine tercüme etmişlerdir.[1103]
Guenonienler’in Avrupa’da açtığı çığır, geçtiğimiz yıllarda Oxford’da Muhyiddin Arabi Cemiyeti’nin kurulması ile devâm
etmiştir.[1104] Batıda
entellektüel kimliği ile bilinen diğer Şâziliyye mensupları ise şunlardır:
Mustafa (Michel) Valsan
(ö. 25 Kasım 1974),[1105] Frithjof
(îsâ Nûreddin) Schuon (ö. 5 Mayıs 1998),[1106] Titus (İbrâhim) Burckhardt
(ö. 1992),[1107] Martin
(Ebubekir Sirâcüddîn) Lings,[1108] ve Leo
Schaya.[1109] Bunlar
Batıda İslâm tasavvufunun ve Şâziliyye’nin öncüleri kabul edilirler. Daha sonra
bu zâtlara Victor Danner, Huston Smith, Gai Eton, S. Hüseyin Nasr, A.K.
Coomarraswamy ve M. Pallis gibi isimler eklenmiş ve tasavvufî düşünceye ortak
olan insanların sayısı artmıştır.
Bizim için bu insanlar
ideal bir Şâzilî mensubu olduklarından değil; batı medeniyetinin en yüksek
seviyesini yakalayarak İslâm âlemine tahakküm ettiği bir dönemde dünyaya gelip
o topraklarda yaşadıkları halde, bu medeniyetin felsefî dinamiklerine tenkid
getirebildikleri için önemlidirler. Ayrıca böyle bir tenkidi yapabilmeleri,
beslendikleri kaynağın gücünü göstermektedir.
Guenon ve tâkipcilerine
göre insanlık, oluşumunda dinin de katkısı olan an’anelerinden kopmuş, kendi
orjinine âid melekeleri kullanamaz hâle gelmiştir. Sebebe bağlı her yeni zuhûr
ve her yeni oluşum, bir derece daha aslî kaynaktan insanı uzaklaştırmıştır.[1110] An’anevî
cemiyetlerin en büyük meziyeti, düşünce melekelerini akılüstü (entellektüel)
bir kaynaktan beslemeleridir. Bu akılüstü kaynak ile insan arasına giren
kesret, insanın ma’nevî latifelerini alır götürür. Din, kalp ve akıl arasında
bağlantı kurarak tefekkür etmesi gerekirken, akılla madde (göz ile görüp el ile
tuttuğu şeyler) arasında bağ kurarak tefekkür etmeye başlar. Bu durum insanlık
için bir tenezzüldür. Guenon’a göre tenezzülün en fazla vukû’ bulduğu ve
kesretin yoğun olduğu toplum, aklı ilahlaştıran batı toplumudur.[1111] En az vukû
bulduğu sahâ ise, aslî kaynaktan en son gelen İslâm dininin özünü teşkil eden tasavvuftur.[1112]
Guenon ve tâkipcilerine
göre Mûsevîlik, İsevîlik ve İslâmiyet gibi bilinen ve bilinmeyen bütün hak
dinler Allah’dan gelmiş olup menşe’leri birdir. Bunların doktrinleri de doğuş
kaynağı bakımından aynı çatı altında buluşmaktadırlar.[1113] Dolayısıyla
an’anevî metoda uygun saf düşünce ile düşünebilen insanların ortak paydaları
ve birleştikleri fasl-ı müşterekler çoktur. Frithjof Schuon, sırf bu hakikati
izâh için Dinlerin Aşkın Birliği isimli
kitabı ile Dinlerde Biçim ve Cevher[1114] isimli
makalesini yazmıştır.
Schuon’un adı geçen
eserlerinde işlediği tema, aynı genişlikte olmasa da yakın ifadelerle
Ebu’l-Hasan Şâzilî’de de vardır. Dolayısı ile Schuon’un Şâzilî’den etkilendiği
açıktır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
münâfıklar ile dîninde samimî olan gayr-i müslimleri birbirinden ayırmıştır.
İslâmiyet açısından münafıklarla dost olmanın ve birlikte bulunmanın yasak
olduğunu vurgularken, başka dîne mensup insanlarla belirli şartlar dâhilinde
ilişkiler kurulabileceğini belirtmiştir. Şâzilî bu fikrini, “Ancak tevbe e- denler, nefislerini ıslâh edenler, Allah’a
sanlanlar ve dinlerinde Allah için ihlash olanlar miistesnâdır. Onlar
mü’minlerle berâberdir”[1115] âyetine
dayandırır. Buradaki, “dininde ihlash
olanlar” cümlesini, “Dikkat edin ve düşünün! Allah bu âyette, “Onlar
mü’minlerdendir.” buyurmadı. “Onlar
mü’minlerle berâberdir.” buyurdu.” diyerek tefsir eder.[1116]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
konu ile ilgili sözlerinden, onun, başka dinlerin art niyetli olmayan samimi
mensuplarına karşı musâmahakar bir yaklaşım içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Bunların başında da aynı çoğrafyada bulunmaları hasebiyle Hıristi- yanlar
gelir.
Sonuç olarak, “Onlara, bize indirilene de size indirilene de inandık,
bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir, biz bir olan tanrımıza teslimiz,
deyin.”[1117] âyetinde
ifade edildiği gibi, Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Avrupalı Şâziliyye mensupları,
herkesin kendi dininde kalması şartıyla insanlığın evrensel hakikatlarda
uzlaşabileceği kanaatindelerdir. Böyle bir yaklaşım, materyalist ve mekanik
hayat tarzından bunalan batı insanı için câzip gelmektedir.
Bu grubun günümüzde
Fransa, İngiltere, İsveç, Kanada ve Amerika başta olmak üzere birçok batı
ülkesinde gerek akademik, gerekse tekke bazında çalışmaları vardır. Batılılar,
endüstriyel hayat ve modem düşüncenin doğurduğu problemlere,
liberal düşünce, irrasyonellik, feminizm, yeşiller hareketi ve postmodemizm
gibi akımlarda alternatif çözümler ararken, onlar bu ekollerin hepsinden
ayrılarak an’anevî bir yaşam tarzını önermişlerdir. Amaçlan, Hıristiyanlık’ta
ve İslâm’da anlaşıldığı gibi klasik şekliyle vahyi düşüncenin merkezine
yerleştirmektir. Çünkü onlara göre peygamberler vahyi ana kaynaktan alır ve
insanları o ana kaynağa yaklaştırmaya çalışırlar. Nasıl tek dil ve tek ırk
yoksa, tek din de yoktur. Bütün ırkları yaratan ve onlara anlaşabilecekleri
dillerde konuşma kabiliyeti veren tek Allah’dır. Dünyâ kurulalıdan bu yana
farklı peygamberler ve ayrı dinler gönderen de yine O’dur. Sonuçta dillerin
insanları anlaştırma hedefinde birleşmeleri gibi dinler de Allah’ı tanıtma gâyesinde
birleşmektedir. Bu açıdan Frithjof Schuon, “Bir dîni yaşamak, tüm dinleri
yaşamak demektir.”[1118] sonucuna
ulaşır.
Batıdaki entelektüel
Şâzilîler’in tüm görüşlerinin mutlak doğru olduğunu iddia ediyor değiliz. Ancak
bu ekolün fikirlerini kavramanın İslâm adına bir takım pratik faydaları olacağı
ortadadır. Öncelikle bu ekolün batı medeniyeti karşısında eziklik hisseden ve
sıhhatli düşünemeyen Müslüman aydınları harekete geçirecek ve onlara rehberlik
yapacak nitelikler taşıdığını söyleyebiliriz. İkinci olarak bu ekol, İslâmî
değerleri gayr-i müslim dünyâya takdim etmede nasıl bir yol takip edilmesi
gerektiği husûsunda yardımcı olacak bilgiler vermektedir. Son olarak bu ekol,
çağımızdaki mânevî boşluğu teşhîs ederek, bunun fen ve felsefe ile
doldurulamayacağını, en önemli reçetesinin tasavvuf olduğunu tesbît etmektedir.
B- HALK ŞÂZİLÎLİĞİ
Batıda entellektüel
Şâzilîliğin yanısıra bir de halk Şâzilîliği vardır. Bizi böyle bir tasnife
götüren husus, ilgilenilen konular ve tâkip edilen metodlardaki farklılıklardır.
Halk Şâzilîliği konusunda daha çok Derkaviyye kökenli kollar öne çıkmaktadır.
En meşhuru İan Dallas (Abdülkâdir es-Sûfî)’ın el-Murâbıt grubu olmakla birlikte,
Fâsiyye ve Aleviyye’nin de azımsanamayacak faaliyetleri vardır.
îskoç
asıllı bir tiyatro ve sinema yazarı olan îan Dallas, 1960 kuşağının yaşadığı
bunalımı yaşayan ve modern endüstri kültüründen tatmin olmayan solculardandı.
Satın aldığı bir minyatürdeki sanat zarâfeti onun İslâm kültürüne ilgi
duymasını sağladı. Bu minyatürde Abdülkâdir Geylânî’nin de ismi vardı. Daha
sonra İslâm ülkelerine geziye çıktı. 1967’de Marakeş’de İslâmiyet! kabul ederek
Abdülkâdir ismini aldı. 1968 yılında da Fas’ın Meknes şehrinde Derkaviyye Şeyhi
Muhammed b. Habîb ed-Derkavî’ye intisâb etti. Şeyhi ona mukaddemlik görevi
vererek insanları İslâm’a da’vet etmesini istedi.[1119]
Daha sonra İngiltereye
gelen Abdülkâdir es-Sûfî, iki yıl içinde dört kişinin ihtida etmesini
sağlayarak 1970’de onlarla birlikte şeyhini ziyâret için Fas’a gitti. Aynı yıl
Avrupa ve Amerika’da teblîğ maksatlı geziler yaptı. Başlangıçta çok düzenli
görünen ve başarılı sayılan bir grup oluşturdu; gezdiği ülkelerde taraftar
buldu.[1120] Ancak
şeyhi öldükten sonra durum değişti. Abdülkâdir es-Sûfî, “Mürîdlerimizi emrine
verebileceğimiz güvenilir bir şeyh bulamadık.” diyerek ve Libyalı Aleviyye
Şeyhi Muhammed el-Feyturî’den de icâzet aldığım iddia ederek kendi şeyhliğini
ilan etti. Böylece Abdülkâdir isminin yanına bir de “Sûfî” ünvânını eklemiş
oldu.[1121] Muğlak
tarikat senedine ilâve olarak, hayâtının bundan sonraki dönemlerinde per- vâsız
sözleri, taraftarlarını zor durumda bırakan fevri uygulamaları ile dikkat çekmeye
başladı ve hakkında bir takım şâibeler oluştu.
Günümüzde yaşayan bir
kişi olduğu için Abdülkâdir es-Sûfî’yi ve hareketini objektif olarak
değerlendirmemiz zor gibi gözüküyor. Ülemâya karşı olması, tasavvufda hedef
ferd iken onun daha çok Îslâmî devlet modelleri üzerine eğilmesi, kurguladığı
devletin siyâsî ve iktisâdı yapısı üzerinde durması,[1122] bu
hareketin ta- savvufî olup olmadığı sorusunu akla getiriyor. 19. yüzyıldaki
istilâ döneminin getirdiği şartlar hâriç, bu hareketin sekiz asırlık Şâziliyye
geleneğine uyup uymadığı da ayrı bir tartışma konusudur.
Kitaplarından bâzıları Gariplerin kitabı (İstanbul 1979),[1123] Cihad (İstanbul 1980),[1124] Yüz Basamak (İstanbul 1982),[1125] ve Muhammedi yol (Ankara 1993)[1126] adları
ile Türkçe’ye çevrilmiş olan Abdülkâdir es-Sûfî’nin başka eserleri ve grup
bülteninde yayınlanmış çeşitli yazıları vardır.
Şâziliyye’nin
Aleviyye ve Fâsiyye kollarının halk faaliyetlerine gelince, Martin Lings’in
belirttiğine göre Paris, Marsilya ve İsviçre başta olmak üzere birçok yerde
tekke fonksiyonu da icra eden Aleviyye merkezleri bulunmaktadır.[1127] Ayrıca
Meliya ve Septeli Aleviyye mukaddemleri, başta Malağa ve Sevilla (îşbiliyye) olmak
üzere Ispanya’nın çeşitli şehirlerinde irşâd faaliyetlerini sürdürmektedir.[1128] Fâsiyye’nin
ise İngiltere’de faaliyetleri vardır. 18 Jun. 1996 tarihli eş-Şa’b
gazetesinden öğrendiğimize göre Şeyh Şemsüddin el-Fâsî (ö. 1996) ölmeden önce
Londra’da bir merkez açmıştır.[1129]
Ebu’l-Hasan Şâzilî ve
Şâziliyye tarîkatı ile ilgili ülkemizde sahasında yapılan ilk çalışmayı
tamamlamış bulunmaktayız. Bu çalışmanın sonucunda şu sonuçlara ulaşılmıştır:
• Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hayatı hakkında farklı kaynaklarda
geçen bilgiler bir araya getirilmiş ve kronolojik niteliğe sahip derli toplu
bir biyografi oluşturulmuştur. Soyunun İdrîsî devletinin kurucuları
vâsıtasıyla Haşan b. Aliye ulaştığı tesbît edilmiştir. Birçok şeyh ile irtibatı
bulunmakla birlikte, asıl şeyhinin Abdüsselâm b. Meşîş olduğu anlaşılmıştır.
Tunus’da zaman içinde Hafsî Sultânı ile ilişkilerini düzeltmiş ve geliştirmiş
olmasına rağmen ülemânın hasedinden ve eziyetinden kurtulamamıştır. Mısır’da
ise bunun aksine hem ricâl-i devlet hem de ulemânın takdirini kazanmıştır.
• Ma’neviyât büyüklerinin halk ile devlet arasında köprü
olması, içtimâi bünyeyi sağlamlaştıran ve kamu huzurunu sağlayan unsurlardan
biridir. Böyle hayırlı neticelerin te’mîni için Şâzilî de sosyal hayattan
kopmamış, halkın ihtiyaçlarını yetkililere iletmiş ve âhir ömründe a’mâ olduğu
halde Haçhlar’a karşı savaşa katılmıştır.
• Ebu’l-Hasan Şâzilî müstakil bir tarikat piridir. Sağlığında
tarikatı Mısır ve Tunus hâricinde pek yayılmamış ise de prensipleri oluşmuştur.
Onun tasavvufî görüşleri, Abdülkerim el-Kuşeyrî (ö. 465/1072) ve İmam
el-Gazzâlî (ö. 505/1 lll)’nin takip ettiği “sünnî tasavvuf’ çizgisine
uygundur. Eş’ariyye’ye mensup olduğu söylenmekle birlikte, Mâturîdiyye’ye
yakın görüşleri de vardır. Kitap ve sünnete bağlı olduğu gibi, lâubâlî
davranışlara ve ibâhiyeci görüşlere karşıdır. Bu sebeple Hz. Peygamberin
sünnetini yaşamaya ve yaşatmaya ihtimâm göstermiş, her türlü taassuptan uzak
durmuştur. Halktan müstağni olmak için iyi giyinmeyi, güzel yiyecekler yemeyi
ve asil atlara binmeyi tercih etmiş; fakr tezâhüründe bulunmayı hoş kar-
şılamamıştır.
• Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin oluşturduğu prensipler zamanla
halefleri tarafından daha da geliştirilmiştir. Tarikatın usûlünde Allah’ın
varlığının güneş gibi apaçık ortada olduğu, O’nu tanımak için bürhân ve delile
ihtiyaç bulunmadığı, zâhir olanı kavramada ve ma’rifetin doğmasında kulun
Allah’a muhabbet (sevgi) ve ihlasla
yönelmesinin
etkili olduğu benimsenmiş; insanlardan müstağni olmaya, Allah’a yönelmeye, el
emeği ile geçinmeye, ilme, ihtiyarı ve tedbîri terk etmeye önem verilmiştir.
Tarikata girişte mürîd’in irâdesini açıklaması ve tevbe etmesi, karşılığında
şeyhin zikir ve sened telkininde bulunması esas alınmıştır. Mürîd eğitiminde
ise, ubûdiyet (farzları edâ - haramlan terk), istiğfar, zikir, sohbet ve uzlet
gibi unsurlar Şâziliyye tarikatında kullanılan başlıca metodlar olmuştur.
Şâziliyye’de nefs terbiyesinin yanısıra rûh tasfiyesine de önem verilmiştir.
•
Şâziliyye
tarikatı dogmatik ve durağan bir yapıya sahip değildir. Bu nedenle kurulduğu
günden bu yana en çok yayılan tarikatlardan birisi olmuş ve bünyesinden bir çok
kol doğmuştur. Bu kolllann kurucularının çoğu Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin soyundan
gelen seyyid ve şerif neseb kişilerdir. Şâziliyye tarikatı ve mensupları sadece
İslâm dünyasında değil, özellikle günümüzde batıda da mevcuttur.
•
Şâziliyye’nin
Türklerle teması, kuruluş döneminden itibaren Mısır’da Mem- lûkler ile başlamış
ve OsmanlIlarla devâm etmiştir. Bu ilişki, Abdülhamîd’in şehzadeliği döneminde
Muhammed Zâfır’e intisâb etmesi ile gelişmiş, yine onun tahta çıkması ile de
AvrupalIlar’ın Kuzey Afrika’daki Osmanlı topraklarını işgaline karşı mücâdelede
önem kazanmıştır. Bu nedenle Mustafa Kemal Atatürk 1911’de Trablusgarb’a
gittiğinde oradaki Şâziliyye şeyhleri ve özelliklikle de Senûsiyye kolu
mensuplan ile irtibata geçmiştir.
•
Çalışmamızın
sınırlarını geniş tutmamız, bâzı konularda sathî bilgi vermemize neden olmakla
birlikte bizden sonra da Şâziliyye ile ilgili çalışılacak bir çok konu
bulunduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca bu çalışmamız, bundan sonra Şâziliyye
hakkında araştırma yapacaklara zemin hazırladığı gibi, Kuzey Afrika târihi
üzerine çalışacaklara da yardımcı olabilecek niteliktedir. Çünkü Kuzey
Afrika’nın İslâmî târihi, Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Şâzileyye tarikatı göz ardı
edilerek aydınlatılamaz.
Kısaca
kâmil bir mürşid olan Ebu’l-Hasan Şâzilî, maddeten insanların arasından
ayrılmış olsa bile hizmetleri ve ma’neviyâtıyla ölümsüzleşmiştir. Fânî ömrünü
bâkileştirip dünyadaki hizmetlerini âhiret yurduna taşıyanlardan olmuştur.
Devrinde Kuzey Afrika insanın maddî ve ma’nevî hayatına rehberlik yaptığı gibi,
günümüzde de varlığını sürdüren tarîkatı vâsıtası ile etkileri hâlâ devam
etmektedir.
Abbâs Mahmûd el-Akkâd, Muhammed Abduh,
Kahire, ed-Dâru’l-kavmiyye, trs.
Abdulhalîm Mahmûd, “Ebu İ-Hasan Şâzilîfi-ma ’rakati
’l-Mansûra”, Mecelletü’l-Ezher, c.32, S. 5, Kahire.
......... es-Seyyid Ahmed Bedevi, Kahire 1993.
......... Kadıyyetü 't Tasavvuf
el-Medrasetü ’ş~Şâzilîyye, Kahire 1988.
Abdulhamîd Abdullâtif, “Ahbâr ve kararâtu ’s- Sufftyye
”, et-Tasavvufiı’l-İslâmî, 46, Sebtember, Mısır, 1998.
Abdulkâdir Mahmûd, el-Fikri’s-sûfîfi’s-Sûdan,
Dâru’l-fikri’l-Arabî, 1968.
Abdulkerim Kureyyim, el-Mağribfîahdi’d-Devti’s-Sa’diyye,
Rabat, 1977.
Abdurrahman el-Fâsî, Şerhu hizbi ’l-berr,
Mısır, 1389.
Abdülkadir Zeki, en-Nefehatü ’l-aliyye fi evrâdi
’ş-Şâziliyye, Kahire, Mektebü’l- mütenebbî, trs.
Abdülkerîm Ahmed Hâmid, Dîvânü kasâid ve enâşid
es-sâdati ’ş-Şâziliyye, Mısır, 1993.
Aclûnî İsmâil, Keşfü ’l-hafâ, Beyrut,
1351.
Açıkgöz Nâmık, Kahvenâme, Ankara, 1999.
Adams C.C., “The Sanusıs”, The Müslim
World, XXXVI, New York, 1946.
Ahmed b. Âmir, ed-Devletüİ-Hafsiyye,
Süse, 1392/1972.
Aksarâyî Mahmûd, Müsâmeretü ’l-ahbâr,
nşr. Osman Turan, Ankara 1944.
Alan Yusuf, Cevşen İkliminde, Yeni Ümit,
S.,30, İzmir, Ekim, 1995.
Ali Salim Ammâr, Ebu ’l-Hasan Şâzilî,
Mısır, 1951.
Alptekin Coşkun, “Türkiye Selçukluları”,
Büyük İslâm Târihi (B.İ.T.), VHI.
c., İstanbul 1992.
Ankaravî İsmail, Minhâcü ’l - Fukara, Yeni harflerle
nşr., Saadettin Ekici, İstanbul, 1996.
Arnold Thomas Walker, The Preachingİslam,
London, 1913.
Askalânî İbn Hacer, ed-Dürerü ’l-kâmine,
Kahire, 1996.
Aslan Adnan, “îsâNûreddin el-Alevî”,
İSAM, İstanbul 1998.
Aslanapa Oktay, Osmanlı Devri Mimarîsi,
İstanbul 1985.
Atatürk Mustafa Kemal, Nutuk, Ki c.,
Ankara, 1948.
Ateş Süleyman, Cüneyd-i Bağdadî Hayâtı
Eserleri ve Mektupları, İstanbul, trs.
......... İslâm Tasavvufu, İstanbul 1992.
Attar Feridüddin, Tezkiretü’l-Evliyâ,
trc., Süleyman Uludağ, Bursa, 1984.
Aynî Mehmed Ali, Abd-Al-Kadir
Guilânî, Paris, 1967.
......... İslâm Tasavvuf Târihi, İstanbul, 1985, 1992.
Azamat Nihat, “Afifi”,
D.İ.A., 1/411-412.
......... “Ahmedb. İdrîs”, D.İ.A., ü/92-94.
......... “Ali b. Meyimin”, D.İ.A., D/411-412.
Bağdâdî İsmâil, Hediyyetü
’l-ârifin, Beyrut, 1982.
......... îzâhu ’l-Meknûn, Beyrut 1982.
Bahadıroğlu Mustafa, Celvetiyye
’nin Piri Hz. Üfiâde ve Dîvânı, Bursa 1995.
el-Bâhılî Dâvud b. Ömer, el-Latîfetü ’l-merdıyye fi duâi
’ş-Şâziliyye, Süleymâniye Ktp., Esad Efendi, no: 187.
Balcı Ersin, “Bir arayışın Öyküsü: lan Dallas ’tan
Abdülkadir es-Sûfi ’ye ”, İzlenim Dergisi, S. 1/68-73, İstanbul, Aralık
1992-Ocak 1993.
Baldırzâde Mehmed, Vefeyâtnâme,
Süleymâniye Ktp. Es’ad Efendi, no: 1381.
Bandırmalızâde Ahmed Münib, Mecmua-i
Tekâyâ, İstanbul 1306.
Bannerth Emst, “AspektsHumainsde laShadhiliyya enEgypt”,
MTDF.O 11/236- 250, Kahire, 1972.
Başbakanhık Osmanlı Arşivi, Yıldız Esas Evrakı
(Y.E.E.), Şeyh Rahmetullah ile ilgili belgeler,19-459-130-57.
......... İrâde Dahiliyye, 89906, 131 l/B-25.
......... Yıldız Esas Evrakı, (Y.E.E.), Senûsiyye Belgeleri, 18, 553, 603, 93, 38.
Batur Afîfe, “Yıldız Serencebey 'de Şeyh Zâfir Türbe,
Kitaplık ve Çeşmesi ”, Anadolu Sanatı Araştırmaları I, 103-136, nşr.,
İ.T.Ü., 1968.
Bayraktar M. Faruk, İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci
Münâsebetleri, İstanbul, 1994.
Bayram Mikail, Ahî Evren,
Ankara, 1995.
Bel A., “Derkâve”,
M.E.B., İslâm Ansiklopedisi (İ.A.),
......... “EbûMedyen”, M.E.B., İslâm Ansiklopedisi (İ.A)., IV/37.
el-Bennâ Haşan, Müzekkirâtü
’d-da ’vâ ve ’d-dîniyye, Beyrut, 1972.
Bennigsen Alexandra, Le Soufı et le Commisaire, trc.
Osman Türer, Sûfî ve Komiser, Ankara, 1988.
Beyoğlu Müftülüğü, Şâzilî Şeyhi Bekir Sâdık Efendi 'nin
vaaz ruhsathâmesi, 1341- 1343 yılları Ramazan ayı.
Bilmen Ömer Nasuhî, Büyük
İslâm İlmihali, İstanbul, trs.
......... Hukûk-ı İslâmiye ve Istılahât-ı
Fıkhıyye Kamusu, İstanbul, 1970.
......... Muvazzah İlm-i Kelâm, İstanbul, trs.
Bir Şâzilî Müridi, “1240 yılında yazılan mektup”,
nşr. İan Dallas , The Book of Strangers, trc. îsmet Özel, Gariplerin
Kitabı, 47-57, İstanbul, 1997.
Bolay Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler
Sözlüğü, Ankara, 1990.
Bozdağ, İsmet, Abdülhamîd’inHâtırâDefteri,
İstanbul 1975.
Brett M., İslam in North Africa, London,
1982.
Brockelmann Cari, Geschichte der Arabischen
Litaratür (GAL), Leiden, 1943.
Buhârî Muhammed b. İsmâil, Sahıhu ’l-Buhârî,
İstanbul, 1986.
Bursevî İsmail Hakkı, Ruhu ’l-Beyân Muhtasar
Tercümesi, İstanbul, 1995.
......... Şerh-i Salât-ı İbn Meşîş, nşr,, Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 551-622, İstanbul,
1311.
......... Şerhu evrâdi ’ş-Şâzilî, İstanbul Ünv. Ktp., no: 7239.
Bûzine Muhammed, Ebu 'l-Hasan Şâzilî,
Mısır, 1989.
Büyükaksoy
Kâzım, Hak yolunun Önderleri Yüce Velîler, İstanbul, Eser Kitabevi,
1973.
el-Ca’lî Muhammed Dayfullah, Kitâbu ’-tabakatfi ’-husûsi
’l-evliyâ ve ’s-sâlihîn ve ’l- ulemâ ve ’ş-şuarâ fi ’s-Sûdan, Beyrut,
Mektebetü’ş-şa’biyye, trs.
Câmî Abdurrahman, Nefahâtü ’l-Üns, trc., Lâmiî
Çelebi, nşr., S.Uludağ - M.Kara, İstanbul 1995.
Can Cengiz, İstanbul ’da 19. yüzyıl Batılı ve Levanten
Mimarların Yapıları ve Koruma Sorunları, Basılmamış Doktora Tezi, Yıldız
Teknik Ünv., İstanbul, 1993.
Can Şefik, Mevlânâ,
İstanbul, 1995.
Canan İbrahim, Kütüb-i Sitte
Hadis Ansiklopedisi, XVI/162. İstanbul trs.
Cebecioğlu Ethem, Hacı
Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara 1994.
......... “Hamâdişe”, D.İ.A., XV/399.
CelyendMuhammed, “Derkaviyye”,
D.İ.A.,IX/179.
Cezûlî Muhammed Süleyman, Delâilü ’l-hayrât ve şevâriku
’l-envâr, İstanbul, Pamuk Yay., trs.
Chittick William, “AshadhiliPresence in Shi’iteİslam”,
Sophia Porennis, S, 1, îran, 1975.
Clarke P.B., “The Sufi Path in Britain - The Revivalist
Tendency”, A Quarterly Journal of New Religious Movement, 1983.
Cour A., “Şâzilî”.M.E.B.,
İslâm Ansiklopedisi (İ.A.).
Çakan İ. Lütfı, Hadis
Edebiyatı, İstanbul, 1989.
Çaycı Abdurrahman, Büyük
Sahrada Türk-Fransız Hareketi, Erzurum, 1970.
Çelik Mehmet, “Libya", Çağdaş İslâm Devletleri,
Büyük İslâm Târihi (B.İ.T.), XIII/243-254, İstanbul, 1993.
Çetin Atilla, Tunuslu
Hayreddin Paşa, Akara, 1988.
Çiçek Yakup, “Bekri
Ebu’l-Mekârim”, D.İ.A., V/366-367.
......... Harîrîzâde Hayatı Eserleri ve Tibyânu Vesâil’in
Muhtevâsı, Basılmamış Doktora Tezi,
İstanbul, 1982. (a.g.e.)
......... İhlâs Sûresi Tefsiri, İstanbul, 1996.
Danner Victor, Ibn
Atâillah’sSûfi Aphoristn, Leiden, 1973.
......... “The Shadhiliyyah And North African Sufizm ”, İslamic Spirituality, n/26- 48, New York, 1991.
De Jong Ferid, “Meterials of
the Dergawiyye”, Arabica, Leinden, Haziran 1979.
......... Turuq And Turuq-Linked ins ti ti ons in nineteenth
Century Egypt, Arapça trc., Abdulhamid
Fehmi Cemâl, Târîhu’t-turuku’s-sûfıyye fî Mısr fi’l- kami’t-tâsiî aşer, Mısır,
1995.
ed-Debbâğ Abdülazîz, el-îbriz,
trc., Celal Yıldırım, II c., İstanbul, 1979.
ed-Decânî Ahmed Sîdî, el-Hareketü ’s-Senûsiyye neş
’etihâ ve namuvvuhâ fı ’l- karnit-tâsV aşar, Kahire, 1967.
Demirci Mehmet, “Arûsiyye ”,
D.İ. A. III/424.
......... “Desûkîİbrahim b. Abdülazîz”, D.İ.A., IX/212-213.
......... “Desûkiyye”, D.İ.A., IX/1212.
Demirci, Kürşat, “Hıristiyanlık”, İslâm’da İnanç
İbâdet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, 11/254-255, İstanbul 1997.
Derkâvî Mulay el-Arabî, Resâil, İngilizce nşr.,
Titus Burckhardt, trc., İbrahim Kalın, Bir Mürşidin Mektupları,
İstanbul, 1995.
Demîka Muhammed Ahmed, et-Tarikatü ’ş-Şâziliyye ve a
’lâmuhâ, Lübnan, 1410/1990.
......... et-Turuku ’s-Sûfiyye ve Meşâyıhuhâ fı Trablus, Trablus, 1983.
Develioğlu Ferid, Osmanlıca
-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara, 1990.
Douglas Elmer H., “Al-Shadhili a North African Sufi
According to Ibn al- Sabbâgh”, The Müslim World, c. 38, IVTİSİ-279,
New York, 1948.
Ebu’ş-Şâmât Mahmûd, el-İlhâmâtü’l-ilâhiyye alâ vazîfeti
’ş-Şâziliyye, Beyrut, 1400/1980.
Efgânî Said, Sultan Abdülhamîd’in Hal Sebebi, trc.,
Ahmed Yakar, Yeni Devir Gazetesi, 12 Kasım 1977.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur’ân Dili, X c., İstanbul, trs.
Emin Sûfî, Semîru’l-leyâlî, Trablus,
1316.
Eraslan Cezmi, II.
Abdülhamîd ve İslam Birliği., İstanbul 1992.
Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve
Tarîkatler, İstanbul 1990.
Ergezen H. R., “Ertuğrul Camii Restorasyonu”, Röleve
ve Restorasyon Dergisi, S.1/69-85, İstanbul 1974.
Erzurûmî Osman Bedreddin, Gülzâr-ı
Sâminî, 1/86, İstanbul, 1994.
Eyüboğlu İsmet Zeki, Bütün Yönleriyle Tasavvuf
Tarikatlar ve Mezhepler Târihi, İstanbul, 1993.
Eyyûbî Abdullah b. Muhammed, Menâkıbu Ebi ’l-Hasan
Şâzilî, İ.D.E.M., Revnakoğlu Arşivi, no: 30/3.
Farağlî Muhammed Ebu’l-Alâ eş-Şâzilî, en-Nefehâtü
’s-Seniyye fi şerhi yâkûtati ’s- sâdati’ş-Şâziliyye, Mısır 1391/1981.
Fâruk Ahmed Mustafa, el-Binâu ’l - içtimâi li
’t-tarîkati ’ş-Şâzilîyye fî-Mısr, Mısır, 1980.
el-Fâsî Muhammed Mehdî, Mümtiu ’l-esmâ fi zikri
’l-Cezûlî ve ’t-Tebbâ, Fas, 1313. Fatih Müftülüğü, Ebu ’l-Hasan Şâzilî
Câmii dosyası.
Gazzî Necmeddin, el-Kavâkibu ’s-sâire bi a 'yâni ’l-mie
’l ashira, Nşr. Cebrail Cabbur, Beyrut, 1966.
Gelibolulu Mustafa Alî, Mevâidü ’n-nefâis fi kavâidi
’l-mecâlis, trc., Orhan Şaik Gökyay, Tercüman Yay., 1978. (bk. Kahve hk.
1/180-181)
Gerholm T., “Three European Intellectuals as Converts to
İslam: Cultural Mediators or Social Critics?”, New Islamic Presence in
Westem Europe, London 1988.
Gözütok Şakir, Tasavvufda Şahsiyet
Eğitimi, İstanbul, 1996.
Graham Terry, “Abo ’l-Hasan Shadheli and The
Shadheliya”, Sûfî, S.,7, Autumn, 1990.
Guenon Rene, Doğu ve Batı,
trc., Fahrettin Arslan, İstanbul 1991.
......... “İslam
Tasavvufu ”, trc., Mustafa Tahralı,
Kubbealtı Mecmûası, XIV, 1/8- 16, İstanbul, Ocak 1985.
......... “Tevhîd”, trc. Mustafa Tahralı, Kubbealtı Akademi Mecmûası, VIII/IV
İstanbul, Ekim 1979.
Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn, Mecmûatü
’l-ahzâb, İstanbul, 1311.
......... Beyâna hâli’ş-Şâzilî, nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 492-495.
......... Şerhu Hizbi ’n-nasr, nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 457-492.
......... Câmiu ’l-usûl, trc. Rahmi Serin, Velîler ve Tarikatlarda Usûl, İstanbul,
trs.
Gündüz İrfan, “Cebertî
İsmâil b. İbrahim ”, D.İ.A. VII/193.
......... Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn, Doktora Tezi, İstanbul, 1984.
......... Osmanlılar ’da Devlet-tekke Münâsebetleri, İstanbul, 1989.
Gürer Dilâver, Abdulkadir Geylânî ve Kadiriyye ’nin
kolları, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul, 1997.
Güven M. Salim, Çeşitli Yönleriyle AzizMahmûdHüdâyî'nin
Mektubları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1992.
Halef Abdulcevâd, el-Kâdî Bedreddin b. Cemâa hayâtuhû ve
âsâruhû, Doktora Tezi, Kahire, 1998.
Hançerlioğlu Orhan, “Şâziliyye”,
İslâm İnançları Sözlüğü, İstanbul, 1984.
Harîrîzâde Kemâleddîn, Cevâhiru ’l-mülûki ’l-aliyye fi
bevâhiri sülûki ’ş-Şâziliyye, Süleymâniye Ktp., Unkapanı Şâzilî Tekyesi,
no:57.
......... Tibyânü Vesâili ’l-hakâyıkfi
beyâni selâsili ’t-tarâik, III e.,
Süleymâniye
Ktp., İbrahim Efendi, no:
430-432. (a.g.e.)
......... Ziyâu ’l-bedr şerhli Hizbi
’l-bahr, Süleymâniye Ktp., Fâtih, no:
2662/m.
Haşan H. İbrahim, İslâm
Târihi (İ.T.), VI c., trc. İsmail Yiğit, İstanbul 1992.
Haşan Sundûbî, Ebıı ’l-Abbas
el-Mursî, Kahire, 1944.
Hattox Ralph, Coffee and Coffeehouses, trc.,
Nurettin el-Hüseynî, Kahve ve Kahve- hâneler, İstanbul, 1996.
Hitti Philip, İslâm Tarihi,
trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980.
Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü
’l-Evliyâ-Şâzilîyye Ricâli, İstanbul, 1318.
Hourani Albert, Batı
Düşüncesinde İslâm, trc. Celal A. Kanat, İstanbul, 1994.
Hufenî Abdülmü’min, el-Mevsûatü
’s-sûfiyye, Kahire, 1992.
Huffacî Muhammed Abdülmün’im, el-Edebüfi
’t-türâsi-süfî, Mısır, trs.
Hulit B. M., Evliyâu ve
’s-sâlihûn ve ’l-lslâm fi ’s-Sûdan, Arapça trc., Henri Riyâd-
Cüneyd Ali Ömer, Beyrut,
1986.
el-Hulvî Mahmûd Cemâleddin, Lemâzât-ı hulviyye ez lemâzât-ı
ulviyye, nşr., Mehmed Serhan Tayşi, İstanbul, 1993.
Hüdâyî Azîz Mahmûd, Tezâkir, Yeni
harflerle hzr., Güven, a.g.e, II/1-193.
Isbahânî Râğıb, el-Müfredâtfi'garibi
7-Xiw’d«, İstanbul, 1986.
Işın Ekrem, “Kahvehâneler”, Dünden Bugüne İstanbul
Ansiklopedisi (İst. A.), IV/386, İstanbul, 1994.
......... “Tarikatlar”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (İst. A ), VII/ 213-
217, İstanbul, 1994.
İan Dallas, The Book ofStrangers, trc., İsmet Özel,
Gariplerin Kitabı, İstanbul, 1997.
İbn Alûsî el-Bağdâdî, Cilâu
'l-ayneyn fi-Muhâkemeti 'l-Ahmedeyn, Mısır, 1964.
İbn Arabi Muhyiddîn, Fusûsu ’l-Hikem, nşr. Ebu’l-Alâ
Afifi, Dâru’l-Kütübü’l- Arabiyye, 1946.
İbn Atıyye, el-Muharraru’l-vecîz,
Beyrut, 1993.
İbn Batûta, Rıhle,
Beyrut, trs.
îbn Haldun, Kitâbu ’l-iber,
Bulak, trs.
İbn lyâd Ahmed b. Muhammed eş-Şâfıî, el-Mefâhiru
’l-aliyyefi ’l-meâsiri ’ş- Şâziliyye, Mısır 1993.
İbn İmâd el-Hanbelî, Şezerâtii’z-zeheb,
VIII c., Beyrut, 1994.
İbn Kesîr, el-Bidâye ve
’n-nihâye, X/135, Mısır, 1321.
......... Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm,\^i?LvA)\x\, 1992.
İbn Meşîş, Salâtü Meşîşiyye, nşr.
Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 148-149. Ayrıca bk. İstanbul Ünv. Ktp., Türkçe
yazmalar, no: 263, Harîrîzâde Mecmûası,
İbn Meymûn Ali, Mebâdiü ’s-sâlikîn ilâ
makâmâti’l-ârifin, Süleymâniye Ktp., Şehid Ali Paşa, no: 2835.
İbn Mülakkm, Tabakatü'l-evliyâ,
nşr. Nureddin Şerîbe, Kahire 1994.
İbn Sabbâğ, Dürratii ’l-esrâr ve tuhfetü ’l-ebrâr,
nşr. İbrahim er-Rifaî, Dâru’r-Rifaî ve MektebetüT-muhâcir, 1993.
İbn Teymiye, et-Tevessül ve’l-vesîle, nşr.,
Muhyiddin Şahin, Matbaatü’l-Münîriyye, 1373.
......... Fıkhu ’t-tasavvuf Beyrut, 1993.
......... Mecmûatu ’l-Fetâvâ, Dâru’l-vefa, Mansûra, 1997.
......... Sırât-ı Müstakim, trc. Salih Uçan, II c., İstanbul, 1991.
İbn Zeydân, İhtilâfa
a’lâmi’n-nâs, V.c., Rabat, 1352.
İbnü’l-Cevzî, Sıfata
’s-safve, II c., Kahire, 1994.
İbrâhim Muhammed Necip, Ebu
’l-Hasan Şâzilî el-Velî, Tunus, 1985.
İlmî Edition, Mefâtihu
’l-cinan, , Tahran, 1381.
İnal İbnülemin Mahmûd Kemal, Son
Asır Türk Şâirleri, 1/291, İstanbul.
......... Son Sadrazamlar, İstanbul, 1982.
İnançer Ömer Tuğrul, “Şâzilîlik”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi (İst. A.), Vn/140-142.
îsâ Abdülkadir, Hakâik ani
’t-tasavvuf, Haleb, 1993.
İskenderî Atâullah, Tâcü
’l-arûs el-hâvî li - tehzîbi ’n-nüfûs, Mısır, trs.
......... et-Tenvîrfi ıskati ’t-tedbîr, Kahire, 1990.
......... Letâifü ’l-minen, nşr. Abdulhalim Mahmûd, Kahire, 1992.
......... Miftâhu ’l-felâh ve misbâhu ’l-ervâh, trc., Abdülkadir Akçiçek, İstanbul 1988.
......... Unvânü’t-tevfîkfîâdâbi’t-tarîk, nşr., Muhyiddin et-Tu’mî, Tabakâtü’ş- Şâziliyyeti’l-kübrâ,
117-128, Beyrut, 1996.
Islâm: Journal of the
Darquwi Institte, June, 1976, 1; ve 1977,
26-31.
İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Hayrât-ı Şerife
Defteri, Beyoğlu / Beşiktaş Bölümü, 1/ 125-126, 131.
İz Mâhir, Tasavvuf,
İstanbul, 1990.
İzmit! Mehmed, Delâil-i Hayrat Şerhi-Kara Davut,
Yeni harflerle nşr., Abülkadir Akçiçek, İstanbul, trs.
İzmir! Muhammed, Şerhu ’l-hizb,
İstanbul, 1264.
Junta Educacion, Historia del Endülicia,
Madrid, 1985.
Kabaklı Ahmed, Mevlânâ,
İstanbul 1991.
Kara
İsmail, “Rene Guenon 'un Eserleri ve Fikirleri Üzerine Mustafa Tahralı ile
bir
Konuşma”, Fikir ve Sanatta Hareket, XX-XXII/23-33, İstanbul 1980.
Kara Mustafa, “Ahmed
el-Bedevî”, D İ A. 11/47-48.
......... “Ahmet el-Alevî”, D.İ.A., 11/42-43.
......... “Bed&viyye”, D.İ.A., V/318-319.
......... Din Hayat Sanat Açısından
Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul, 1990.
......... “Ebu’l-Hasan Şâzilî'den Dualar ve Nasihatlar”, Dergâh Dergisi, c. VI, 68/21, İstanbul, 1995.
......... “II. Abdülhamîd Dönemine Tasavvuf Tarihi Açısından
Genel Bir Bakış”, II. Abdülhamîd Dönemi
Sempozyum Bildirileri, İstanbul 1992.
......... “Şâzeliyye”, Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, 188, İstanbul,
1987.
......... “Şâziliyye Literatürü Üzerine Bir Deneme ”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi,IV/23-35,
Bursa 1992.
......... Şâziliyye Tarikatı ve üç Büyük Şeyhi, Hareket
Dergisi, Eylül, 1981.
......... Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1990.
......... Tasavvufî Hayat-Necmeddin Köhra, İstanbul, 1980.
......... TasavvufîHikmetler ve Hikem-i Atâiyye, İstanbul, 1990.
......... Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul 1980.
Karataş Neşe, Tarikat Yapıları Üzerine Bir İnceleme,
Basılmamış Yüksek Lisans (Yüksek Mimarlık) Tezi, İstanbul 1993.
Karlığa, Bekir, Islahatçı
Bir Düşünür Tunuslu Hayrettin Paşa, İstanbul 1995.
Kâşânî Abdurrezzâk, Istılahâtu
’s-Sûfıyye, Kahire, 1992.
Kâşânî Abdürrezzak, Letâifu’l-a’lâm,
Mısır, 1995.
Kâtip Çelebi, Keşfü ’z-zünûn
an esmâi ’l-kütüb ve ’l-fünûn, İstanbul, 1971.
......... Mîzânü
’l-Hakkfiihtiyâri ’l-ehakk, trc., Orhan
Şaik Gökyay, Tercüman Yay., İstanbul, 1980. (Kahve hk. 48-49)
Kaya Mahmut, “BûsîrîMuhammedb.
Saîd”, D.İ.A., VI/468.
Kehhâle Ömer Rıza, Mu 'cemü
'l-müellifin, Beyrut, trs.
Keklik Nihat, Muhyiddîn Ibn
Arabi el - Fütûhâtü ’l - Mekkiyye, Ankara 1990.
Keleş, Orhan - Çeliker, Kâzım, “Unkapanı Şâzilî Tekkesi
”, Türkiye Gazetesi, 24.2.1987.
Keşten Fikret, Şeyh Ede
Balı, Bilecik, trs.
Kılıç M.Erol, "Ekberiyye”,
D.İ.A., X/544-545.
Komisyon, el-Mu ’cemü
’l-vasît, İstanbul, 1190.
Komisyon, Türkiye Gazetesi
Evliyâlar Ansiklopedisi, XII c., İstanbul, 1992-1993.
Konuk Ahmed Avni, Fusûsu
’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, IV c., Yeni harflerle nşr.
Mustafa Tahralı - Selçuk
Eraydın, İstanbul 1990.
Koparan K. Yaşar, "Tolunoğulları ve İhşidîler”,
Büyük İslâm Târihi Serisi, (B.İ.T.), VI.c., İstanbul 1992.
Köprülü Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981.
Köse Ali, Neden İslâmî
seçiyorlar, İstanbul, 1997.
Kuran Ercüment, “Abdülkadir
el-Cezâirî”, D.İ.A., 1/232-233.
Kurtuluş Rıza, "Afrika”,
D.İ.A, 1/427-428.
Kuşeyrî Abdülkerim, er-Risâle,
trc. S. Uludağ, İstanbul 1991.
Kutay Cemal, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet
Mücâdeleleri Tarihi, İstanbul, trs.
Le Gali Michel, International Journal ofMiddle East
Studies, S. XXI, America 1989.
Levtzion N., "Towards a Comparative Stady of
Islamisation ”, Conversion to İslam, London 1979.
Lings Martin, A Moslem Saint Of The Twentieth Century,
trc., Yirminci Yüzyılda Bir Velî, Ufuk Uyan-Bekir Şahin, İstanbul, 1982.
......... Önsöz, Derkavî, Resâil, trc., Bir Mürşidin Mektupları,
İstanbul, 1995.
Mackeen A. M. Muhammed, "The Rise of al-Shadhıli ”,
Journal of the American Orientel Sociely, S. 91, 1971.
Mahlûf Muhammed b. Muhammed, Şeceratü ’n-nûru ’z-Zekiyye
fi tabakati ’l- Mâlikiyye, Dârü’l-Fikr, trs.
Margolıouth D.S., “Şâziliyye”, M.E.B., İslâm
Ansiklopedisi (İ.A.), XXI/ 366-367, İstanbul, 1970.
Martin B. G., Müslim Brotherhoods in Nineteenth Century
Africa, trc., Fatih Tatlılıoğlu, Sömürgeciliğe Karşı Afrika’da Sûfî
Direniş, İstanbul, 1988.
......... "Five Letters From the Tripoli Archives ”, Journal of the Historical Society of Nigeria, n/365-366,
Higeria 1964.
Massignon Louis, Annuaire du
Monde Musulman, Paris, 1926.
......... "Tarikat”, İ.A., XII.
Medina Abdurrahman, Mensaje de Cemaa Islatnica
al-Andulicia, Primavera, Cordoba, 1997.
el-Mehdî Ahmed Cevdet, Nefehâtü inayeti ’r-Rabbâniyye fi
evrâdi ’t-tarîkati ’ş- Şâziliyye, Kahire, 1986.
el-Mekkî Ebu Tâlib, Kütü ’l-kulûb, Mısır,
1933, 1997.
Memiş Abdurrahman, Mevlânâ Hâlid ve Hâlidiyye,
Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1998.
Menûfî Mahmûd Ebu’l-Feyz, Cemheratü ’l-evliyâ ve a ’lâmu
ehli ’t-tasavvuf, Kahire, 1967.
Michel Winter, “Sheikh Ali Ibn Maymun and Syrian Sufism
”, îsrael Oriental Studies, VH/288292, Telaviv 1977.
Miquel Andre, L 'İslâm Et Sa Cıvılısatıon, trc.
İslâm ve Medeniyeti, Ahmet Fidan- Hasan Menteş, Ankara, 1991.
el-Muhâmî Abdulmün’im, Ebu 'l-Azâim ve eseruhû fi
’t-Tasavvufi ’l-Muâsır, Kahire, 1986.
Muhammed Fuad Şükrî, es-Senûsiyye Din ve
Devlet, Kahire, 1948.
Muhammed Mahmûd Abdulhamîd Ebû Kıhf, et-Tasawufiı’l
- İslâmî, Tanta, 1996.
Mûnis Hüseyin, Târihu ’l-Mağrib, II c.,
Beyrut, 1412/1992.
Münâvî Abdurraûf, el-Kevâkibü ’d-dürriyye,
IV c., Kahire, trs.
Müneccid Selahaddin, Martin Lings,
Beyrut, trs.
Müslim b. el-Haccâc, Sahîhu’l-Müslim, İstanbul,
1987.
Nasr Seyyid Hüseyin, Sûfi Esasays,
Chapter VIII, London 1972.
Nebbânî Yusuf b. İsmail, Câmiu kerâmâti’l-evliyâ,
Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1996.
Necâ Mustafa b. Muhyiddin, Kitâbu
Keşfi ’l-esrâr, Beyrut, 1982.
Neccâr Âmir, et-Turuku’s-Sûfiyyefî-Mısr,
Kahire 1992.
en-Nedvî Ebu’l-Hasan Ali, İslâm Önderleri Târihi,
trc., Yusuf Karaca, İstanbul, 1992.
en-Nedvî Ebu’l-Hasan, Rabbâniyye
Lâ-Rahbâniyye, Beyrut, 1983.
Nûrbahş Cevâd, “The Ni’metullâhî” İslamic
Sprituality, 11/144-145, New York, 1991.
Nursî Bediüzzaman, Lem
’alar, İstanbul, 1986
Nursî Bediüzzaman, Mektûbât,
İstanbul, 1980.
Nwyıa Paul, İbn Atâallah et la Naissance de la Confrerie
Shadilite, Beyrut, 1986.
Ocak Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal
Sûfilîk: Kalanderîler, Ankara, 1992.
Osman Bey Hacı İsmâil Beyzâde, Mecmua-i Cevâmi
38-39’daki Harita, İstanbul 1304.
Osman Nurî, Türk Maârif
Târihi, m/882-885, İstanbul 1941.
Osmanoğlu Ayşe, Babam Sultan
Abdûlhamîd, İstanbul 1994.
......... “Röportaj”,
Tercüman Gazetesi, 2 Ocak 1956.
Öngören Reşat, XVI. Asırda Anadolu ’da Tasavvuf,
Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1996.
Öz Tahsin, İstanbul
Camileri, Ankara 1987.
Özaydın Abdülkerim, “Abdullah
b. Vâsin”, D.İ.A., 1/142.
Özbilgen Erol, “Tanzîmât Öncesinde Kahvehâne Kültürü
”, Zaman Makaleleri, İstanbul 1998.
Özcan Azmi, “Özbekler Tekkesi Postnişıni Buhâralı Şeyh
Süleyman Efendi”, Tarih Ve Toplum, Nisan, 1992, S. 100/12-16, İstanbul
1992.
......... Panislamizm
Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1887- 1914), İstanbul, 1992.
Özdamar Mustafa, Dersaâdet
Dergâhları, İstanbul 1994.
Öztürk Yaşar Nuri, Kur’an ve
Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul, 1989.
......... Muhammed Teyfîk Bosnevî, İstanbul, 1981.
......... Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, İstanbul, 1998.
Pakalın Mehmet Zeki, “Şâzeliyye”, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1983.
Peçevî İbrâhim, Târih-i Peçevî,
II c., Ankara 1992.
Pûrcevâdî Nasrullah, Wilson Peter Lombom, “İsmâîlîandNi
’metullâhis” İslamica XII/113. vd., Paris, 1975.
Râşid Mehmed, Târih-i Râşid,
11/425-426, İstanbul, 1282. (Kahve hk.)
Revnakoğlu Cemâleddin Server, Arşiv, İstanbul Dîvân
Edebiyyâtı Müzesi (İ.D.E.M.).
Rızâ Reşid, Fetâvâ, III.
c., Beyrut, 1971.
Rifaî Kenân, Ahmed er -
Rifâî, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1340.
Rifat Samih, “Sultan, Şeyh ve Mimarın Öyküsü”, Fol
Dergisi, S.1/49-71, İstanbul, Mayıs 1995.
RinnLuis, Marabouts et Khouan, Alger-Cezâyir, 1884.
Rizvi Seyyid Athar Abbâs, A
History of Sufizm in Îndia, New Delhi, 1986.
Ronart Stephan, Ebu-al-Hasan
Ali Shadhili, Amsterdam, 1959.
er-Rumeylî Ali b. Muhsin, Ta ’tîru ’l-enfâs bi menâkıbı
Seyyidî Ebi ’l-Hasan eş-Şâzilî ve SeyyidîEbi ’l-Abbâs, Süleymâniye Ktp.
Dâru’l-Mesnevî, no:359.
es-Sa’dî Şeyh Alinzâ, Şâzillîİcâzetnâmesi,
Revnakoğlu Arşivi, Î.D.E.M., no: 24.
Sakr Hamid İbrâhim Muhammed, en-Nûru ’t-tahkîk fi
sıhhati a 'mâli ’t-tarîk, Mısır, 1390/1970.
Sarı Mevlût, Arapça-Türkçe
Lügat, İstanbul, 1982.
Schimmel Annemarie, Tasavvufun
Boyutları, trc., Ender Gürol, İstanbul, 1982.
Schuon Frithjof, “Dinlerde Biçim ve Cevher”, trc.
Şehâbeddin Yalçın, Varlık-Bilgi ve Din, Y11-1AA, İstanbul, 1997.
......... “Vahyin
Çeşitliliği", trc., Şehâbeddin
Yalçın, Varlık, Bilgi ve Din, İstanbul, 1997.
Selâvî, Kitâbu’l-istiksâ
li-ahbâri’d-düveli’l-Mağribi’l~Aksâ, Kazablanka, 1954- 1955, Kahire, 1312.
Serrâc Ebû Nasr, el-Lüma ’,
trc. H. Kamil Yılmaz, İstanbul, 1996.
Servet-i Funûn, Numara,
90-1564, s. 186.
Sezen Yümni, Sosyoloji
Açısından Din, İstanbul, 1998.
Sırma İhsan Süreyya, II.
Abdülhamîd’in İslâm Birliği Siyâseti, İstanbul, 1994.
......... “Ondokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Siyâsetinde Büyük Rol
Oynayan Tarikatlara Dâir Bir Vesika”, İ.Ü.
Ed. Fak. Tarih Enstitüsü Dergisi, XXXV183-198, İstanbul, 1977.
......... “Fransa ’nın Kuzey Afrika ’daki Sömürgeciliğine
Karşı Sultan II. Abdülhamîd’in Panislamist Faaliyetlerine Ait Birkaç
Vesika", İ.Ü. Ed. Fak. Tarih
Enstitüsü Dergisi, VH-VHI/157-184, İstanbul 1976-77.
Srivastava
M. P., Societyand Culture in Medieval îndia, Allahâbad, 1975. es-Sûfî
Abdulkadir, Jihad-a Groundplan, trc., İsmet Özel, Cihad, İstanbul 1980. Kufr: An Islamic Critique, Divan
Press, Nonvich, 1982.
Sultan II. Abdülhamîd, Mektup, nşr.,
Mecelletü’l-Arabiyyi’l-Kuveytiyye, Şevval, 1392/1972; Müzekkirâtü’s-Sultân
Abdülhamîd es-Sânî, 36, Beyrut 1984; Fârukî Muhammed Yusuf, A Historic
Letter of Khalifah Abdal-Hamid, Journal of Intermational Islamic
University, Malaysisia, trs.
Suyûtî Celâleddin, el-Câmiu
’s-sağîr, Beyrut, trs.
......... Hüsnü’l-muhâdara, Lübnan, 1997.
......... Te ’yîdü ’l-hakîkati ’l-aliyye ve teşyîdü tarîkati
’ş-Şâziliyye, Kahire, 1934. Ayrıca bk.
Süleymâniye Ktp., Şâzilî, no: 1131; İstanbul Ünv., Ktp., no: 929, 5485, 5538.
Sülemî Ebû Abdurrahman, Tabakatü ’s-sûfiyye,
nşr., Nûreddin Şerîbe, Kahire, 1986.
eş-Şa’b, 18 Jun., 1996, 8-11.
Şa’rânî Abdülvahhab, Tabakatü ’l-kübrâ, trc. IV c.,
Abdulkadir Akçiçek, İstanbul 1969. (a.g.e.)
......... el-Envâru ’l-kudsiyyefî-ma ’rifeti kavâidi
’s-sûfiyye, Kahire, 1987.
Şabravî Ömer, Şerhu tenviri ’s-sadr alâ Hizbi ’l-berr,
nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 2-207, İstanbul, 1311.
Şâzilî Ebu’l-Hasan, el-Evrâd„
nşr. Zâfir, el-Envâr, 241-244. .
......... el-Ahzâb, nşr. İbn lyâd, el-Mefahiru’l-aliyye, Zâfir, el-Envâr,
Gümüşhânevî, Mecmûatü ’ 1-ahzâb.
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi,
Yeni harflerle nşr., M. Rahmi, İstanbul, 1987.
......... Senûsiler ve Sultan Abdülhamid, nşr. İsmail Cömert, İstanbul 1992.
Şemseddin el-Fâsî, el-Esrâr,
Mısır, trs.
Şemseddin Sâmi, Kâtnûs-ı
Türkî, Dersaadet, 1317.
......... Kâmüsu’l-a’lâm, VIc., İstanbul, 1306-1316.
Şeşen Ramazan, “Eyyûbîler”, Büyük İslâm Târihi
(B.İ.T.), VI. C., İstanbul, 1992.
......... Selahaddin Eyyûbî ve Devlet, İstanbul, 1987.
Şirâzî Muhammed Ma’sûm, Taraikü’l-hakâik,
Tahran, 1339.
Şopolyo Enver Behnan, Mezhepler ve
Tarikatlar Târihi, İstanbul, 1964.
et-Taberânî Ebu’l-Kâsım , el-Mu
’cemu ’l-Kebîr, Bağdat, 1978.
Taftazânî Ebu’l-Vefa, et-Turuku
’s-Sûfiyyefî-Mısr, Mısır, 1991.
......... İbn Atâullah İskender! ve
Tasavvufuhû, Mısır, 1969.
et-Tahânevî Mustafa Ali el-Fârukî,
Keşşâfu Istılahâti’l-fünûn, İstanbul trs.
Tahir Bursalı Mehmed, Osmanlı
Müellifleri, III c., İstanbul, 1333.
Tahralı Mustafa, “Batıdaki
İhtidâ Hâdiselerinde Tasavvufun Rolü” Uluslararası
Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, 141-162, nşr.,
Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir 1985.
......... “Fransız Müslüman Abdulvâhid Yahyâ ’nın Eserlerinde
Tasavvuf ve Mistisizm Farkı”, Kubbealtı
Akademi Mecmuası, X, IV/ 21-36, İstanbul, Ekim 1981.
......... “Rene Guenon (Abdülvâhid
Yahyâ)”, Kubbealtı Mecmûası, VH, IV/47, İstanbul,
Ekim 1979.
......... “Ahmeder-Rifâî”,Dİ.\. H/127-130.
......... Tasavvufun Hususiyetleri, M.Ü. İlahiyat Fakültesi, 1987 Tasavvuf Ders Notları.
Talay Aydın, Eserleri ve
Hizmetleriyle Sultan Abdülhamîd, İstanbul, 1991.
Tanınan Bahâ, “Ertuğrul Tekkesi”, Dünden Bugüne
İstanbul Ansiklopedisi, ü- 1/196-198, İstanbul, 1994.
......... “Hasırîzâde Tekkesi ”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, (İst. A.), IV/6-9,
İstanbul, 1994.
......... “Şâzilî Tekkesi ”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (İst. A.), VI- 1/139, İstanbul, 1994.
......... “Şâzilîlik”,
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi (İst. A.), VII/140, İstanbul, 1994.
Taşköprîzâde, eş-Şakaiku
’n-Nu ’mâniyye fî Ulemâi ’d-Devleti ’l-Osmâniyye, nşr.
Ahmed Subhi Furat, İstanbul
1985.
Tavîl Tevfîk, eş-Şa’rânî,
Kahire, 1945, 1988.
......... et-Tasavvuf fıMısr ebâne
’l-asri ’l-Osmânî, Mısır 1988.
Taylan Necip, İslâm
Felsefesi, İstanbul, 1991.
et-Temimî Abdülcelil, Buhûs
ve Vesaik fi ’t-Târihi 'l-Mağrib, Tunus, 1972.
Tevfık el-Bekrî, Beytü
’s-Sıddîk, Kahire, 1323.
Tezcan Ahmed, “Bir Tekkenin
İçler Acısı Hâli ”, Bulvar Gazetesi, 10.4.1982.
Tıblavî Mahmûd Sa’d, et-Tasavvuffi
turâslbn Teymiye, trc. Ali Durusoy, İbn
Teymiye’de Tasavvuf,
İstanbul, 1989.
Titus Burckhardt, Du
Soufisme, iyon, 1951.
Topaloğlu Bekir, “Allah”,
D.İ.A., 11/471.
Toynbee Amold, İntişâr-ı İslâm Târihi, trc., Haşan
Gündüzler, 460-474, İstanbul, 1971.
Trimingham J. S., The Sûfi
Orders in İslam, Oxford, 1971.
Tu’mî Muhyiddin, Tabakatü’ş-Şâziliyyeti’l-kübrâ,
Beyrut, 1996.
Tuğlacı Pars, Adalar Tarihi,
1/351-357, İstanbul 1991.
Türer Osman, “Batının İslâm’ı tanımasında Tasavvufun
Rolü”, Vefatının 10. yılında M.Z. Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu, 148-176,
İstanbul 1991.
Uludağ Süleyman, “Ayderûsiyye”,
D.İ.A., IV/234.
......... “Ayderûs”, D.İ.A., IV/232-234.
......... “Cezûlî Muhammed b. Süleyman”, D.İ.A., VU7515-516.
......... “Delâilü ’l-Hayrât ”, D. İ. A., IX/113-114.
......... Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991.
Unkapanı Şâzilî Tekkesi
İlânı, Vakit Gazetesi, 5 Şubat 1338.
Uzun Mustafa, “İbrahim
Desûkî”, Allah Dostlan, VII/178; İstanbul, 1995.
Ülken H. Ziyâ, İslâm
Düşüncesi İstanbul, 1946.
Ünal Ali, “Kararttığımız Güneşin Altında îsâ Nûreddin de
Göçtü ”, Zaman Gazetesi, 14.5.1998.
Ünlü Nuri, İslâm Târihi, İstanbul 1984.
el-Vakkâd Afîfî, Hidâyetti
’s-sâil ilâ mecmuu ’r-resâil, Kahire, 1316.
Vassaf Hüseyin, Sefîne-i
evliyâ-i ebrâr şerh-i esmâr-ı esrâr, Yeni harflerle nşr., M.
Akkuş - A. Yılmaz, İstanbul,
1990.
el-Vazîfetü’ş-Şâziliyye, İstanbul, 1301.
Vicdâni Sâdık, Tomor-ı Turuk-ı Aliyye, Yeni
harflerle nşr. İrfan Gündüz, İstanbul, 1995.
Vikor Knut S., “The Sanûsiyya Tradition”, Arabic
Literatüre of Africa, 167-173, Leiden, 1994.
Yâfıî Abdullah, Mir ’âtü
’l-cinân, IV c., Beyrut, 1972.
Yalçınkaya Alaeddin, Sultan
II. Abdülhamid Hân’ın Notları, İstanbul, 1996.
Y T ââm^Mevâhibü’l-Hakk, 1979.
......... Müseyyeratî fi tarîki ’l-Hakk, 1979.
......... Nefahâtü’l-Hakk, 1982.
......... Rihletün ile ’l-Hakk, 1990.
Yıldırım Suat, “İslam Hakimiyetinin Sona Ermesinin
Beşyüzüncü Yılında Endülüs’te İslâm”, Endülüs’ten İspanya’ya, Ankara,
1996.
Yıldız Sâkıb, “TürkMüfessiriIsmâilHakkıBursevî’ninHayatı”,
İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, S., 1, Erzurum, 1976.
Yılmaz H. Kâmil, Anahatlarıyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul, 1994.
......... Azîz Mahmûd Hüdâyî ve
Celvetiyye Tarîkati, İstanbul, 1982.
......... “Beyyûmî”, D.İ.A., VI/99.
......... “SühreverdîHayatı ve Eserleri”, Avârif Tercümesi, İstanbul, 1989.
......... Tasavvuf Mes’eleleri, İstanbul, 1997.
......... Tasavvufî Hadis Şerhleri ve
Konevî’nin Kırk Hadîs Şerhi, İstanbul,
1990.
......... “Tevessül ve istimdât”, Altınoluk Dergisi, Şubat 1996.
Yiğit İsmail, “Endülüs Benî
Ahmer Devleti ve Kuzey Afrika İslâm Devletle
ri”, İslâm Târihi (İ.T.), IX. c.,İstanbul, 1995.
......... “Memlûkler” İslâm Târihi (İ.T.), VII. c.,İstanbul, 1991.
Yüce Abdülhakim, Râzî’nin Tefsirinde
Tasavvuf, İzmir, 1996.
Zâfır Muhammed, el-Envâru ’l-kudsiyye fi-tenzîhi turukı
’l-kavmi ’l-aliyye, Matbaa-i behiyyetü’l-Osmâniyye, İstanbul, 1302.
......... en-Nûru’s-sâtı’ ve’l-burhânü’l-kâtı’, İstanbul, 1301.
Zâkir Şükrü, Mecmua-i
Tekâyâ, İstanbul, 1980.
ez-Zebîdî Muhammed Murtazâ; Ikdü ’l-cevheri ’s-semîn fi
’z-zikr ve ’t-turuki ’l-ilbâs ve ’t-telkîn, M. Tancî nüshası fotokopisi 67
varak.
......... İhtilâfa ’l-asfiyâ bi ref’i selâsili ’l-evliyâ, M. Tancî nüshası fotokopisi 52 varak..
ez-Zehebî Şemsüddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, Siyeru
a ’lâmi ’n-nübelâ, XXIII c., Beyrut, 1981-1985.
Zerrûk Ahmed, el-Ümmehât,
nşr., İbn lyâd, el-Mefâhiru’l-aliyye, 119-126.
......... Kavâidü’t-Tasavvuf, Kahire, 1989.
......... Şerhu Hikemi îbn Atâullah, nşr., Abdülhalim Mahmûd, Kahire, 1985.
......... Usûlü tarîkati ’ş-Şâziliyye, trc., Kara Mustafa, “Şâziliyye Tarikatının Esasları”,
Yönelişler, 21/32-37, İstanbul 1983.
Zeytûn Muhammed, el-İmâm Ebu
’l-Abbas el-Mursî, İskenderiyye, 1967.
Ziriklî Hayreddin, el-A
’lâm, Beyrut, 1979.
Ziyâ Şâkir, “İkinci Sultan Abdülhamîd’in Son Günleri”,
Resimli Tarih Mecmuası, 804-808, Haziran 1951.
......... “İkinci Sultan Abdülhamîd’in Son Günleri”, Tasvir-i Efkâr, 12 Şubat 1334 Sah.
Meşşâî,
İslâm dünyâsında yetişip Aristo felsefesini benimseyen ve akla önem veren
filozoflara denir. Bu kelime, Grekçe’deki peripatisyen kelimesinin
karşılığıdır. Aristo (M.Ö. 384-322)’nun derslerini öğrencileriyle beraber
gezinerek yapmasını ifâde eder. (Daha geniş bilgi için bk. Ülken H. Ziyâ, İslâm
Düşüncesi, 221, İstanbul, 1946; Bolay Süleyman Hayri, Felsefi Doktrinler
Sözlüğü, 172-173, Ankara, 1990; Taylan Necip, İslâm Felsefesi,
155-158, İstanbul, 1991.
Maktûl ünvâm ile bilmen Şahabüddîn Sühreverdî (ö. 587/1191)’nin temsil
ettiği bir ekoldür. Nur felsefesi adı ile de anılır. Ma’nevî sezgi ve
aydınlanma esâsına dayanır, akla önem vermez. Meşşâîliğe reaksiyon olarak
doğmuştur. (Daha geniş bilgi için bk. Bolay, a.g.e., 120-122; Taylan, a.g.e.,
224-232.)
[9] Şa’rânî, a.g.e., 11/990.
[10] İskender!, Letâif,
88; İbn Sabbâğ, a.g.e., 141.
[11] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
141.
[12] Âsim, Kamus
Trc., 1/547.
[13] Uludağ a.g.e.,353.
[14] Kâşânî, Istılahâtu
’s-sûfiyye, 119.
[15] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
141.
[16] İbn Sabbâğ a.g.e.,22.
[17] Harîrîzâde, a.g.e.,
m/124 a; Zâfir, el-Envâr, 57-58.
[18] 1240 Yılında Bir
ŞâzilîMüridinin Yazdığı Mektup; Nşr., İan
Dallas,Gariplerin Kitabı, 47-57.
[19] İskender!, Letâif,
85.
[20] Abdurrahman
el-Medenî’ye attarlık yapüğı için Attâr, Medine’ye mensup olması hasebiyle
Medenî ve zeytin yağı satanların mahallesinde oturduğu için de Zeyyât ünvanlan
verilmiştir, bk. İbn lyâd, a.g.e., 11.
[21] İbn lyâd, a.g.e.,
11; Zâfir, el-Envâr, 59.
[22] Hakkında daha
geniş bilgi için bk. İbn Mülakkın, a.g.e., 422.
[23] Harîrîzâde, a.g.e.,
III/128 a; Rifâî Ken’ân, a.g.e., 111, Vassâf, a.g.e., 1/247.
[24] Harîrîzâde, a.g.e.,
m/127 b-128 a.
[25] a.e., III/126a.
[26] İskender!, Letâif 99; Harîrizâde, a.g.e.,
IU/126a; Mackeen, a.g.m., 480-481; Muhammed Mahmûd, a.g.e., 394.
[27] bk İ. A , îbn
Tavvâcin maddesi.
[28] Harîrizâde, a.g.e.,
in/126b.
[29] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
20; İbn lyâd, a.g.e., 12.
[30] İskender!, Letâif,
79.
[31] Ali Sâiim, a.g.e.,
62; E.A., V/257.
[32] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24-25; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[33] Ali Sâlim, a.g.e., 77.
[34] Yılmaz, Tasavvuf
ve Tarîkatler, 259.
[35] Vâsıtî hakkında daha geniş bilgi için bk.
İbn Mülakkın, a.g.e., 489; Şa’rânî, a.g.e., 11/941 vd.; Nebhânî, a.g.e.,
1/384-385; Rifâî Ken’ân, a.g.e., 116-118; Ali Sâlim, a.g.e.,
77-78.
[36] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12.
[37] Ali Sâlim, a.g.e.,
102; Neccâr, a.g.e„ 128.
[38] Mahlûf, a.g.e.,
1/185.
[39] Mahlûf, a.g.e.,
1/185; Ali Sâlim, a.g.e., 61.
[40] tbn lyâd, a.g.e.,
10; Zâfir, el-Envâr, 53; Neccâr, a.g.e., 124.
Tabloyu hazırlarken, A. S. Ammar’m Ebü ’l-Hasan
eş-Şâzilî (s. 60) adlı eserinden yararlandık.
[41] Uludağ, a.g.e.,
433-434.
[42] İskender!, Letâif,
88.
[43] Mehdevî hakkında
daha fazla bilgi için bk. Mahlûf, a.g.e., 1/169; Ali Sâlim, a.g.e.,
71-73.
[44] Ali Sâlim, a.g.e„
56, 60, 71-76.
[45] Bu silsileler içinbk. İbn lyâd, a.g.e.,
10-12; Harîrîzâde, a.g.e., HI/127b-128a; Zâfîr, el-Envâr, 53-60;
Vassâf, a.g.e., 1/246; Şapolyo, ag.e., 451; Ali Sâlim, a.g.e.,
60.
[46] Rifaî Ken’ân,
a.g.e., 116.
[47] Ali Sâlim, a.g.e.,
60.
[48] İskenderî, Letâif,
88.
[49] Medîneli idi. Attârlık yaptığı için
“Attâr”, zeytin yağı ticâretinin yapıldığı mahallede oturduğu için de “Zeyyât”
ünvânlan ile meşhur olmuştur, bk., Haririzâde, a.ge., Iü/127b-128a.
[50] Hüseyin Vassâf m
Sefine 'de belittiğine göre Ebû Muhammed Câbir, sahabeden Câbir b. Ab-
dullah’dır. bk. Vassâf, a.g.e., 1/246; Câbir (r.a.) hakkında daha geniş
bilgi için bk. İbnü’l-cevzî, sıfatü ’s-safre, 1/271.
31
Eşref
silsile içinbk. İbn lyâd, a.g.e., 11-12; Harîrîzâde, a.g.e.,
IH/127b; Zâfir, el-Envâr, 59-60; Zâfir, en-Nûru ’s-sâtı 3-5;
Yeşrûtî, Rıhle, 188; Yeşrûtî, Müseyyiratî, 178-179.
32
Şemseddîn
Sivâsî, Halvetiyye’nin “Şemsiyye” kolu müessisidir. Daha geniş bilgi için bk.
Tahir.ö.M 1/95.
[54] Harîrîzâde, a.g.e.,
III/127b-128a.
[55] Şeyh Ebû Bekr
Dülef b. Cahder (Ca’fer) eş-Şiblî: Hayâtı hakkında bk, ez-Zehebî Şemsüddîn Ebû
Abdillah Muhammed b. Ahmed, Siyeru a ’lâmi ’n-nübelâ, XV/367-369,
Beyrut, 1981-1985; İbn Mülakkın , a.g.e., 204-217; Câmî, a.g.e.,
325-328; Şa’rânî, a.g.e., 1/422-431; el-Hulvî Mahmûd Cemâleddin, Lemâzât-ı
hulviyye ez lemâzât-ı ulviyye, nşr., Mehmed Serhan Tayşi, 219-221,
İstanbul, 1993.
[56] Şeyh Ebu’l-Kâsun
Cüneyd b. Muhammed el-Hazzâz el-Kavârîrî el-Bağdâdî: Hayâtı hakkında bk.,
ez-Zehebî, a.g.e., XIV/66-67; İbn Mülakkın, a.g.e., 126-174;
Câmî, a.g.e., 209-213; Şa’rânî, a.g.e., 1/326-338; el-Hulvî, a.g.e.,
213-218; Ateş Süleyman, Cilneyd-i Bağdadî Hayâtı Eserleri ve Mektupları,
10-132, İstanbul.
[57] Ebu’l-Hasan Serî
b. el-Mugallis es-Sakatî: Hayâtı hakkında bk., ez-Zehebî, a.g.e.,
XXI/185- 287; İbn Mülakkın, a.g.e., 160-165; Câmî, a.g.e.,
178-180; Şa’rânî, a.g.e., 1/282-286; el-Hulvî, a.g.e., 199-205.
[58] Ebû Mahfuz
Ma’rûf b. Fîrû el-Kerhî: Hayâtı hakkında bk., ez-Zehebî, a.g.e.,
EK/339-345; İbn Mülakkın, a.g.e., 280-285; Câmî, a.g.e., 161-162;
Şa’rânî, a.g.e., 1/274-275; el-Hulvî, a.g.e., 183-188.
[59] Ebû Süleyman
Dâvûd b. Nusayr et-Tâî: Hayâtı hakkında bk, ez-Zehebî, a.g.e.,
V/422-425; İbn Mülakkın, a.g.e., 200-203; Câmî, a.g.e., 163-164;
Şa’rânî, a.g.e., 1/288-289; el-Hulvî, a.g.e., 169-174.
[60] Ebû Muhammed
Habîb b. îsâ b. Muhammed el-Acemî: Hayâtı hakkında bk., ez-Zehebî, a.g.e.,
VI/143-144; İbnMülakkın, a.g.e., 182-186; el-Hulvî, a.g.e„
155-162.
[61] Ebû Said
el-Hasan b. Ebi’l-Hasan Yesâr el-Basrî: Hayâtı hakkında bk, Attar Feriüddîn, Tezkiretü
’l-Evliyâ, trc. , Süleyman Uludağ, 70-86, Bursa, 1984; ez-Zehebî, a.g.e.,
1V/563-588; Şa’rânî, a.g.e., 1/100-104; el-Hulvî, a.g.e.,
133-144.
[62] Şabravî, a.g.e.,
6-7.
[63] Hilâfet
konusunda daha geniş bilgi için bk. Yılmaz, Tasavvuf Mes 'eteleri,
97-98, İstanbul, 1997.
[64] îbnMülakkm, a.g.e.,
418.
[65] Hayatı hakkında
daha geniş bilgi için bk. Şa’rânî, a.g.e., IÜ/1029-1057.
[66] îskenderî, Letâif, 79-80.
[67] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33.
[68] îskenderî, Letâif,
88.
[70] a.e., 91.
[71] a.e., 91.
[72] a.e., 92, 186.
[73] a.e., 186.
[74] a.e., 92.
[75] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
221; İbn lyâd, a.g.e., 43.
[76] İskenderî, Letâif
91.
[77] Ebu’ş-Şâmât, el-İlhâmâtu
’l-İlâhiyye, 5.
[78] Mursî’nin bu
mektubunun metni için bk. İbn lyâd, 20; Ebu’ş-Şâmât, a.g.e., 5-6.
[79] Yâkut el-Arşî hakkında daha geniş bilgi
için bk. İbn Mülakkm, a.g.e., 478-479; Şa’rânî, a.g.e., TAMYÎföT,
Münâvî, a.g.e„ III/71-73.
[80] İskenderî
hakkında daha geniş bilgi için bk. İbn Mülakkm, a.g.e., 421-422;
Şa’rânî, a.g.e., in/1059; Münâvî, ÜI/5-7; İbn Imâd, a.g.e., 86;
Zerrûk, Şerhu Hikemi İbn Atâullah, 15-17; Kahire, 1985; Nwyıa Paul, İbn
Atâallah, 18 vd., Beyrut, 1986. İskenderî hakkında yapılmış bir doktora
tezi, Ebu’l-Vefâ Taftazânî, Atâullah İskenderî ve tasavvufuhû, Mısır,
1969.
[81] Necmeddin
Isfahânî hakkında daha geniş bilgi için bk. Câmî, a.g.e., 789-792.
[82] Mursî hakkında daha geniş bilgi için bk.
îbn Mülakkın, a.g.e., 418-420; Şa’rânî, III/1029 vd., Câmî, a.g.e.,
786; Münâvî, a.g.e., 11/22-28.
[83] İskenderî, Letâif,
88.
[84] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
47.
[85] İskenderî, Letâif,
96.
[86] İbn Imâd, a.g.e.,
V/328-329.
[87] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
27-28; İbn lyâd, a.g.e., 21-22.
[88] İskenderî, letâif., 88.
[89] Mackeen, a.g.e.,
484.
[90] Menâfi, a.g.e.,
11/249; Tu’mî, a.g.e., 161.
[91] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/118b; Vassâf, a.g.e., 1/249; Şabravî, a.g.e., 6.
[92] Ebu’ş-Şâmât, a.g.e.,
7.
[93] İbn Sabbâğ, a.g.e., 160; İbn lyâd, a.g.e.,
95.
[94] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/174b.
[95] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
135; Şa’rânî, a.g.e., 11/974.
[96] İskender!, Letâif,
162.
[97] İbn Sabbâğ, a.g.e., 161.
[98] Gümüşhânevî, Câmiu ’l-usûl, 161.
[99] el-Kasas, 28/77.
[100] Şa’rânî, a.g.e.,
11/993; Demîka, a.g.e., 32.
[101] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
146.
[102] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 161.
[103] el-îsrâ, 17/85.
[104] îbn Sabbâğ, a.g.e. ,48-50;
Abdülhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 51-53.
[105] Zerrûk, Usûl, 34.
[106] Yusuf 12/52.
[107] el-Kıyâme, 75/2.
[108] Ş. Sami, a.g.e.,
695.
[109] Uludağ, a.g.e.,
324-325.
[110] Melâmet hakkında
daha geniş bilgi için bk. Kuşeyrî, Risâle, 380-391.
[111] el-Mâide, 5/54.
[112] İskender!, Letâif,
161.
[113] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
132-133.
[114] a.e„ 132-133.
[115] bk. Şâzilî’nin
Hizibleri blm.
[116] Sakr, a.g.e., 112.
[117] İskender!, Letâif, 120;
İbn lyâd, a.g.e., 52.
[118] Harîrîzâde. a.g.e.,
II/167a; Pakalm, a.g.e., IH/313.
[119] el-Yakaza maa’l-ıstıbâr,
“Sabır ve tahammül içinde uyanık kalmaya devam etmek” anlamına gelir.
[120] Neccâr, a.g.e., 140.
[121] Gümüşhânevî, Câmiu’l-usûl,
419.
[122] Sakr, a.g.e„ 123-124.
[123] Zerrûk, Usûl, 33;
Gümüşhânevî, Câmiu ’l-usûl, 86.
[124] Zerrûk, usûl,
33.
[125] a.e., 33-34.
[126] a.e., 34.
[127] a.e., 34.
[128] Zerrûk’a göre
oğlan, yaşı ne olursa olsun meselenin aslım kavrayamayacak kimselerdir. Bunlar
yaşça reşîd olsalar bile akıl, din ve idrâk yönünden olgun değillerdir. Belli
bir hâl üzere istikrârını koruyamazlar. Karşılaştığı herkese teveccüh eder ve
gönlünü herkese kaptırırlar. Sohbet meclisi arar dururlar. Zerrûk bu fikrini,
Şeyh Ebû Medyen’in, “Genç oğlandan kasıt, tarikatta sana uygun düşmeyenler ve
seninle uyuşmayanlardır. İsterse yaşlan yetmiş olsun. Bazdan bir yolun reşidi
iken bir başka yolun oğlanıdır.” sözüne dayandırır. Zerrûk, Usûl, 36.
[129] Zerrûk, Usûl,
34.
[130] a.e„ 34-35.
[131] a.e., 35.
[132] ae.,35.
[133] a.e., 35.
[134] Ebu’l-Hasan Şâzilî, semânın
tasavvuf çevrelerinde kullanıldığım, ancak eşlem bir tarik olmadığı için
kendisinin hoş karşılamadığım ve şeyhi İbn Meşîş’in de semâya karşı olduğunu
belirtir. Daha geniş bilgi için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 160; ibn lyâd, a.g.e.,
95.
[135] Zerrûk, Usûl, 35-36.
[136] a.e., 36-37.
[137] Ebu’ş-Şâmât, a.g.e.,
7.
[138] Isbahânî Râğıb, el-Müfredât,
360; Âsim, Kâmus Trc., IKKKg Ş. Sâmi, Kâmus-ı Türkî, 755.
[140] Âsim, Kâmus Ter. 11/94; Ş. Sâmî, a.g.e.,
733.
37
et-Tahânevî
Mustafa Ali el-Fâfukî, Keşşâfu Istılahâti’l-fiinûn, 1/758; İstanbul, trs.;
Ş. Sâmî, a.g.e., 733.
[144] İbn lyâd, a.g.e.,
127.
[145] a. e., 138.
[146] a.e., 138-140. Tevbe hakkında ilerde daha geniş bilgi
verilecektir.
[147] a.e., 140-144.
[148] Hûd, 11/112; eş-Şûrâ, 42/15.
[149] îbn lyâd, a.g.e.,
130.
[150] Samt lügatta
“susma” anlamına gelir. Tasavvufta ise mecburiyet karşısında ihtiyacı giderecek
kadar konuşmaya denir. Kıllet-i Kelâm ta’biri ile ifade edilir. Uludağ, a.g.e.,
413.
[151] Uzlet hakkında
ilerde bilgi verilecektir.
[152] Savm, oruç
demektir. Tasavvufta az yemeyi (kıllet-i taâm) ve gün aşın tutulan savm-ı
Davûd, Pazartesi-Perşembe veya her ayın ortasında tutulan nafile oruçtan ifâde
eder. Samediyet sıfatı ile sıfatlamak üzere hoşa gitmeyen beşerî şeyleri
yapmaktan sakınmaya da savm denir. Aslmda bu ma’nâda bir ömür boyu oruç tutmak
gerekir. Cebecioğlu Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü,
619.
® Seher lügatta “gece uyumama” demektir. Tasavvufta ise,
“Gecenin son bölümünde uykudan kalkarak ibadet ile meşgul olmaktır.” Uludağ, a.g.e.,
418.
[154] İbn lyâd, a.g.e.,
144-145.
[155] Zâfir, el-Envâr, 164.
[156] İbn lyâd, a.g.e.,
146.
[157] Ş. Sâmî, a.g.e.,
382; Ulludağ, a.g.e„ 472.
[158] Hüdâyî, Tezâlâr,
38a-38b.
[159] Sühreverdî, Avârif,
585.
[160] İskender!, Letâif,
164; İbn Sabbâğ, a.g.e., 146, 150, 204.
[161] İbn Sabbâğ a.g.e.,
149; İbn lyâd, a.g.e., 83, 84.
[162] İskender!, Letâif,
158; İbn Sabbâğ a.g.e., 142, 147, 193, 194, 197; İbn lyâd, a.g.e.
111.
[163] İskender!, Letâif, 159,
174; İbn Sabbâğ a.g.e., 126-128; İbn lyâd, a.g.e„ 65-66; Ali
Sâlim, a.g.e., 158-161.
[164] Uludağ, a.g.e., 97-98.
[165] Zâfir, el-Envâr,
170-172.
[166] İbn lyâd, a.g.e.,
130.
[167] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
75; İbn lyâd, a.g.e., 130-177.
[168] Zerrûk, Kavâidü
’t-Tasavvuf, Kaide 150, 94, Kahire, 1989; Neccâr, a.g.e., 146.
[169] İbn lyâd, a.g.e.,
148.
[170] a.e., 131.
[171] a.e., 140,148.
[172] Zâfir, el-Envâr,
165; Gümüşhânevî, Câmiu 'l-usûl, 419.
[173] Buna Şeddâd b.
Evs’in rivâyet ettiği bir hadis delil gösterilir. Şeddâd şunları nakleder: Bir
gün ashâbdan bir grup arkadaşla Hz. Peygamber (s.a.)’in yanmda idik Hz.
Peygamber, “Aranızda ğarîb, yâni ehl-i kitap var mı?” diye sordu. Biz de yok
olduğunu bildirdik Kapının kapatılmasını istedi. Sonra, “Ellerinizi kaldırınız
ve “Lâ ilâhe illallah” deyiniz.” buyurdu. Biz de ellerimizi kaldırıp “Lâ ilâhe
illallah” dedik Bunu takiben Hz. Peygamber, “Bu kelime ile beni gönderen, onu
tebliğ etmemi emreden ve onunla bana cenneti va’deden yüce Allah’ım, sana
hamdederim. Sen sözünden dönmezsin.” buyurarak bize de “Size müjdeler olsun,
Allah sizi bağışladı.” müjdesini verdi, (bk İbn lyâd, a.g.e., 149.)
[174] İbn lyâd, a.g.e.,
130.
[175] a.e., 130.
[176] ae.,127.
[177] el-Mâide, 5/35.
[178] Zâfir, el-Envâr, 173-174.
[179] Abdulkâdir îsâ, a.g.e., 38-40.
[180] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
146.
[181] a.e., 146.
[182] a.e., 109; İbn lyâd, a.g.e.,
52.
[183] İbn Sabbâğ, a.g.e., 150.
[184] Abdulkadir îsâ, a.g.e.,
271-283.
[185] a.e., 269.
[186] Şâzilî’ye göre bu
âdab, küçüklere merhamet etmek, büyüklere hürmet göstermek, nefse adâletle
hükmetmek fakat kesinlikle onun lehine davranmamak, zulmetmekten kaçmak,
âhireti tercih etmek ve beş vakit namazı cemaatle kılmaktır. Daha geniş bilgi
için bk. Zerrûk’un el- Ümmehât indan naklen İbn lyâd, a.g.e.,
121.
[187] Zerrûk Ahmed, el-Ümmehât,
nşr., İbn lyâd, a.g.e., 119-123; Sakr, a.g.e., 120-125.
[188] Uludağ Süleyman, a.g.e.,
486.
[189] Uludağ Süleyman, a.g.e.,
257.
[190] Şa’rânî, a.g.e„
11/989.
[191] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
150; İbn lyâd, a.g.e., 58.
[192] İskenderî, Tâcü ’l-arûs,
5.
[193] İbn lyâd, a.g.e„
138-140.
[194] Sühreverdî, a.g.e.,
592-593; İbn lyâd, a.g.e., 138-139.
[195] Daha geniş bilgi için bk.
İskenderî, Tâcü ’l-ariis, 2-7.
[196] İbn lyâd, a.g.e., 59.
[198] İbn lyâd, a.g.e., 58.
[199] İbn lyâd, a.g.e., 58;
Ali Sâlim, a.g.e., 152.
[200] et-Tevbe, 9/118.
[201] İbn lyâd, a.g.e., 58.
[202] Eraydın, a.g.e., 178.
[203] İbn lyâd, a.g.e., 59.
[204] a.e., 58.
[205] Bir âyette Allah
Teâlâ, “Hepiniz Allah’a tevbe edin ey mü’minler!” (en-Nûr, 24/31)
buyurarak bütün müslümanlara tevbeyi emretmiştir. Diğer bir âyette, “Ey
inananlar! Yürekten tevbe ederek bütün benliğinizle Allah’a dönün ki, Rabbiniz
kötülüklerinizi örtsün, sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koysun.” (et-Tahrim,
66/8).buyrularak, tevbenin Allah katında günahları örtücü ve insanları cennete
götürücü fonksiyonuna dikkat çekilmiştir. Yine bir başka â- yette: “Allah
hem çok tevbe edenleri sever, hem de çok temizlenenleri sever.” (el-Bakara,
2/222.) buyrulmuştur. Böylece tevbe ve temizlik konusu aym âyette yan yana
işlenmiştir.
Tevbe,
kulun kendi süflîliğini, AHah’ın ise yüceliğini anlamasıdır. Bu yönüyle tevbe,
kulluğun ifadesidir. İbâdet sayılabilir. Nitekim Peygamberimiz bir hadiste
şunları anlatıyor: “Bir kula bilmeyerek bir günah isabet eder veya o kul bir
günah işler de “Yâ Râb, ben bilerek bir günah işledim, veya bilmeyerek bir
günahla yüz yüze geldim, kusurumu affet!” diye kusurunu itiraf e- der ve
niyazda bulunursa, o kulun Rabbi: “Demek ki kulum günahım affedecek veya cezalandıracak
bir Rabbi olduğunu bildi. Şu halde ben de kulumu affettim.” buyurur.”
Peygamberimiz bu sözleri üç defa tekrar eder ve üçüncüsünde, Cenâb-ı Hakk: “Artık
günah işlediğinde tevbe etmesini bilen bu kulum, dilediği işi işlesin,
buyurmuştur.” (Tecrîd-i sarîh (trc.), 12/456- 458) der.
Her günah tevbeyle affolunmayabilir.
Çünkü tevbe günaha mukabil yapılır. Günah da bir hakkın çiğnenmesidir. Hak ise
ikidir. Kul hakkı ve Allah hakkı. Affetme yetkisi hak sahibinindir. Allah’ın
hakkım zedeleyen konularda Allah’tan af dilemek gerektiği gibi, kulun hakkım
zedeleyen durumlarda da pişmanlığım hak sahibi olan kula bildirip ondan af
dilemek lazımdır. Nitekim Kur’ân kısas konusunda (el-Bakara,
2/178-179.) böyle bir yol izlemektedir, (bk. Öztürk Yaşar Nuri, Kur 'an ve
Sünnete Göre Tasavvuf, 177.)
Sünnette de tevbeye büyük önem
verildiğini belirtmiştik. Nitekim Peygamberimiz bir hadisinde: “Ey inanlar!
Allah’a tevbe edin ve ondan mağfiret dileyin. Çünkü ben günde yüz kere tevbe
istiğfâr ederim.” (İbn Mâce, Edep, 57.) buyurmuştur. Bir diğer
hadiste de Peygamberimiz, Günahından tevbe edenin hiç günah işlememiş gibi
olacağını”121 (Aclûnî, a.g.e., 1/296.) belirtmiştir.
[206] Hüdâyî, Tezâldr,
23b, 69a, 107a, 137a.
[207] Ebu’ş-Şâmât, ag.e.,
57.
[208] Uludağ, a.g.e.,
237.
[209] Tehânevî, Keşşaf,
164.
[210] îbn lyâd, a.g.e.,
85.
[211] el-Hicr, 15/39.
[212] İbn lyâd, a.ge., 85.
[213] a.e„ 73.
[214] Şa’rânî, a.g.e.,
11/972-973.
[215] Sakr, a.g.e., 98.
[216] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 195.
[217] el-Hicr, 15/42.
[218] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
146.
[219] a.e., 132.
[220] Şa’rânî, a.g.e.,
n/971; Zâfîr, el-Envâr, 198; Abdülhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
74.
[221] İbn Sabbâğ, a.g.e., 140.
[222] a.e., 146-147.
[223] Hûd, 11/114.
[224] İbn Sabbâğ,
a.g.e., 181; Gümüşhânevî, Câmiu’l-usûl,
195.
[225] İbn Sabbâğ, a.g.e., 148.
[226] el-Isbahânî, a.g.e., 259.
[227] Uludağ Süleyman, a.g.e.,
539.
[228] Cenâb-ı Hakk
Kur’ân’da, “Rabbinin ismini zikret” (el-Müzzemmil, 73/8; el-însan,
26/25.) buyurarak zikir yapmanın gerekliliğini, “Rabbini çok an ve sabab
akşam teşbih et” (Âl-i îmrân, 3/41.) buyurarak da zikrin yapılma
sıklığım belirtmiştir. Kur’ân’da zikrin faydasını ve önemini gösteren âyetler
de vardır. Buna şu iki âyeti örnek verebiliriz.
“Zikret
(hatırlat, öğüt ver), doğrusu zikir (hatırlatma, öğüt) mü’minlere faydalıdır.”
( ez- Zâriyât, 51/55.) “Kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain
olur.” (er-Râd, 13/28.)
Hz. Peygamber
Efendimiz de zikir konusunda aynı hassâsiyeti göstermiştir. O’na amellerin en
faziletlisi sorulduğunda, “Allah Teâlâ’yı zikretmektir.” (İbn Mâce,
Edeb, 53.) buyurmuştur. Yine Peygamberimiz (s.a.), “Allah Allah diyen
biri bulundukça kıyamet kopmaz.” (Müslim, îmân, 66.) buyurmaktadır.
İnsan unutkan
olduğu için zikre muhtaçtır. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a.) Kur’ân’ı unutacağım
korkusu ile onu devamlı tekrar ederek zikirde bulunurdu. Bunun üzerine, “Ey
Muhammed sana Kur’ân’ı biz okutacağız ve aslâ unutmayacaksın.” (el-A
’lâ, 87/6.) âyeti nazil olmuştur. Böylece Hz. Peygamberim Kur’ân’la devamlı
zikretmesi, unutabilirim diye endişelendiği şeyi ona kazandırmıştır. Zîrâ zikir
hatırda tutmayı kolaylaştırır. Kolay olanuı da elde edilmesi için yine Allah'ın
desteğine ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kur’ân’la zikretmesi sonucu Hz. Peygam-
ber’e Cenâb-ı Hakk, “Kolay olanı elde etmeyi sana kolaylaştırırız.” (el-A
’lâ, 87/8.) buyurmuştur.
[230] İbn lyâd, a.g.e.,
61.
[231] a.e., 61.
[232] İbn Sabbâğ, a.g.e., 182;
İbn lyâd, a.g.e., 60.
[233] îbn Sabbâğ, a.g.e., 191.
[234] a.e., 109.
[235] İbn lyâd, a.g.e., 123;
ed-Derkavî, a.g.e., 14, 50-51,63.
[236] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
151.
[237] İskenderî, Miftâhu ’l-felâh
(trc.), 11.
[238] a.e., 4.
[239] a.e., 15-16.
[240] a.e., 8.
[241] a.e., 12, 39.
[242] a.e., 12; Abdulkâdir
îsâ, a.g.e., 147.
[243] a.e., 147, 155.
[244] İskenderî, Miftâhu’l-felâh,
41.
[245] a.e., 12; Abdulkâdir
îsâ, a.g.e., 157.
[246] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 12.
[247] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 14-15.
[248] a.e., 19.
[249] a. e., 15.
[250] a.e., 12.
[251] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
182; İbn lyâd, a.g.e., 60.
[252] Abdulkadir îsâ, a.g.e.,
160.
[253] el-Bakara, 2-74.
[254] İskenderî,Miftâhu’l-felâh,
41-42.
[255] Bayraktar Faruk, a.g.e.,
163, 187.
[256] Zâfir, el-Envâr,
165-166.
[257] İskenderî, Miftâhu
'l-felâh, 12; Abdulkadir îsâ, a.g.e., 171.
[258] İskenderî, Miftâhu
'l-felâh, 12; Abdulkadir îsâ, a.g.e., 174.
[259] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 12; Abdulkadir îsâ, a.g.e., 171 vd.
[260] Âl-i îmrân, 3/191.
[261] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 12-13.
[262] a.e., 11-12.
[263] a. e., 12.
[264] İbn Sabbâğ, a.g.e., 181;
Gümüşhânevî, Câmiu ’l-usûl, 196.
[265] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
182; İbn lyâd, a.g.e., 60.
[266] İskenderî, Miftâhu
'l-felâh, 13, 98.
[267] Abdulkadir îsâ, a.g.e.,
179.
[268] İskenderî, Miftâhu ’l-felâh,
87, 188-189.
[269] a.e., 127-128.
[270] a.e., 128.
[271] a.e., 85-87, 105, 157; Zâfır, el-Envâr, 12-25, 163.
[273] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 87, 181-182.
[274] a.e., 83-85, 128, 130; İta lyâd, a.g.e., 152.
[275] ed-Derkavî, a.g.e., 21.
[276] İbn lyâd, a.g.e., 126.
[277] İskenderî, Miftâhu ’l-felâh,
66; Zâfir, el-Envâr, 164.
[278] İskenderî, Miftâhu ’l-felâh,
99-101, 104.
[279] a.e., 66.
[280] Zâfir, el-Envâr, 164.
[281] İskenderî, Miftâhu’l-felâh,
67-83.
[282] İskenderî, Letâıf 165;
Abdulkadir îsâ, a.g.e., 183.
[283] İskender!, Letâif
165.
[284] îskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 187-188.
[285] Daha geniş bilgi için bk
Îskenderî, Miftâhu ’l-felâh, 122-126.
[286] Zâfir, el-Envâr,
164-165.
[287] Îskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 126.
[289] Uludağ, a.g.e„ 523-524.
[290] îskenderî, Miftâhu ’l-felâh,
103-104.
[291] a.e., 104.
[292] a.e., 104-105.
[293] Zâfir, el-Envâr, 166.
[294] a.e., 167.
[295] el-Vâzîfetii
’ş-Şâziliyye hakkında daha geniş bilgi
için, çalışmamızın Şâzilî’nin hizibleri bölümündeki başlığa bk.
[296] Ebu’ş-Şâmât, a.g.e., 57.
[297] Daha geniş bilgi
için bk. el-Vâzîfetü ’ş-Şâziliyye, 19.
[298] Zâfir, el-Envâr, 167.
[299] Revnakoğlu
Arşivi, İ.D.E.M. 30/1-lb.
[300] Şepolyo, a.g.e., 505.
[301] Tanınan Bahâ, Şâzilîlik,
Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VH/140.
[302] Ebu’ş-Şâmât, a.g.e.,
58-61; Lings Martin, Yirminci Yüzyılda bir velî, 26; Kara, Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi, 202-203.
[303] Revnakoğlu, I.D.E.M.
76/2-6b-7a.
[305] Ebu’ş-Şâmât, a.g.e.,
7.
[306] Zâfîr, el-Envâr,
167-168.
[307] İskenderî, Miftâhu’l-felâh,
51-58.
[308] a.e„ 52.
[309] İskender!, bu
hâli uyuklamaya benzeterek “neveme” ismini verir, bk. İskender!, Miftâhu
’l-felâh, 57.
[310] İbn lyâd, a.g.e.,
151-152.
[311] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 58.
[312] Abdulkadir îsâ, a.g.
e., 164-170.
[313] a.e., 164.
[314] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 101-102.
[315] İbn lyâd, a.g.e.,
Revnakoğlu Arşivi, İ.D.E.M. 30/1-6a.
[316] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 187.
[317] İbn lyâd, a.g.e„ 68,
96; Ali Sâlim, a.g.e., 121.
[318] a.e., 96.
[319] İbn Sabbâğ, a.g.e., 138;
İbn lyâd, a.g.e., 96; Sakr, a.g.e., 114, 121-122.
[320] İbn Sabbâğ, a.g.e., 38.
[321] İskenderî, Unvânü
’t-tevfikfi âdâbi ’t-tarîk, nşr., Tu’mî, a.g.e., 119-120.
[322] İbn lyâd, a.g.e.,
146-147.
[323] Abdulkadir îsâ, a.g.e„
41-59.
[324] a.e., 59-75.
[325] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 129.
[326] a.e., 167-168.
[327] Uludağ, a.g.e.,
498.
[328] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
110; İbn lyâd, a.g.e., 52.
[329] Âl-i îmrân, 3/122, 160; el-Mâide, 5/11; et-Tevbe, 7/51.
[330] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
112; İbn lyâd, a.g.e., 53.
[331] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
111-112; İbn lyâd, a.g.e., 53-54.
[332] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
110; İbn lyâd, a.g.e., 52.
[333] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
118.
[334] a.e., 118; İbn lyâd, a.g.e., 54.
[335] Meryem, 19/49.
[336] İbn lyâd, a.g.e., 118;
İbn lyâd, a.g.e., 54.
[337] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
115; İbn lyâd, a.g.e., 54; Gümüşhânevî, Câmiu ’l-usûl, 154.
[338] Uzletin âfetlerinde korunmak
için Şâzüî’nin tavsiyeleri için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 115-117;
İbnlyâd, a.g.e., 54-55; Gümüşhânevî, Câmiu’l-usûl,
155-156.
[339] İskenderî’nin görüşleri
hakkında daha geniş bilgi için bk. Îskenderî, Miftâhu ’l-felâh, 106-115.
[340] Abdulkadir îsâ’nın görüşleri
hakkında bk. Abdulkadir îsâ, a.g.e., 241-270.
[341] ed-Derkavî, a.g.e., 21.
[342] Demîka, a.g.e., 42;
Abdulkadir îsâ, 240, 268.
[343] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 197.
[347] İskenderî, Letâif
96; İbn Sabbâğ, a.g.e., 38-44.
[348] İskenderî, Letâif,
104; İbn Sabbâğ, a.g.e., 39..
[349] Buna en güzel
örneklerden birisi, Sâih ünvânı ile meşhur Sirâcüddîn b. Ebi’l-Havs el-Mağribî
(ö. 684/1286) isimli talebesini Demenhur’da yerine halîfe olarak
görevlendirmesidir (bk. Tu’mî, a.g.e., 161.)
[350] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35, 38.
[351] a.e., 47.
[352] Graham, a.g.m.,
25.
[353] a.m., 24.
[354] Triminsham, a.g.m., 49; Graham,
a.g.m., 25.
[355] Rinn Louis, Marabouts
Khouan, Alger 1884, 174.
[356] Daha geniş bilgi
için bk Şâzilî’nin Hacc Seferleri blm.
[357] Şâzilî’nin Mısır’a
hicreti hakkında çalışmamızdaki Şâzilî’nin bölümüne bk.
[358] Şâzilî’nin
kutupluğa ulaşana kadar geçirdiği değişim evrelerinin tarikata kalkılan
hakkında bk. Şâzilî’nin tasavvuf tarihindeki yeri blm.
[359] Graham, a.g.m., 24; Ayrıca bk.,
Meydan Louros, İskenderiye mad.,.
[360] İbn Sabbâğ, a.g.e., 77.
[361] İskenderî, Letâif,
91.
[362] a.e., 91.
[363] îbn Sabbâğ, a.g.e„ 33.
[364] İskenderî, Letâif, 77,
88.
[365] Suyûtî, a.g.e.,
1/274-276.
[366] Taftazânî, Atâullah
İskenderî, 28.
[367] Mursî hakkında daha geniş bilgi için halîfeleri bölümüne
bk.
[368] Sezen Yünmi, Sosyoloji
Açısından Din, 9, İstanbul, 1998.
“
Şehbenderzâde, İslam Tarihi, 452-453. Tarikatların toplum ve fert hayâtı
açısından önemi, Mustafa Kara’nm Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve
Zâviyeler (İstanbul, 1990-Üçüncü baskı) isimli eserinde incelenmiştir. Daha
geniş bilgi için bu esere bakılabilir.
[370] Şehbenderzâde, İslam
Tarihi, 423-424. Haşan İbrahim, a.g.e., III/235 vd.; IV/397 vd.
[371] Yiğit, Memlülder,
İ.T., VI/159.
[372] Hüdâyî, Tezâldr,
23a-23b, 42a, 76a-76b, 106b; Şehbenderzâde, İslâm Târihi, 380; Güven, a.g.e.,
199-202.
İmâm Yâfîî, Necmüddîn Isfahânî’nin tam adının Necmüddîn
Abdullah b. Muhammed b.
Muhammed el- Isbahânî olduğunu söyler, bk. Yâfîî, Mir
’âtü ’l-cinân, IV/261-264.
[376] Dâvud Bâhilî’nin
hayatı ve eserleri hakkında bk. İbn Mülakkm, a.g.e., 517-518; Menûfî, a.g.e.,
11/210, 245.
[377] İskenderî, Letâif,
94; Câmî, a.g.e., 790.
[378] Câmî, a.g.e.,
790.
[379] a.e., 791.
[380] Tu’mî, a.g.e.,
35.
[381] Abdullah Yâfîî ve
tarîkaü hakkında Şâziliyye’nin kollan ile ilgili bölümde bilgi verilecektir.
[382] Yâfiî, Mir
’âtü ’l-cinân, IV/261-264, Beyrut, 1972; Graham Terry, a.g.m., 23.
[383] Bk. Ni’metuüâhiyye blm.
[384] Şah Ni’ metullah
Velî ve tarikatı hakkında daha geniş bilgi için bk Ocak Ahmet Yaşar, Osmanlı
imparatorluğunda Marjinal Sûfilik: Kalanderîler, 46, Ankara, 1992 ( Burada
Ni’metullâh Velî hakkmdaki kaynakların bir üstesi de verilir.); Gürer, a.g.e.,
296, 333.
[385] Danner Victor,
İbn Atâillah’s Sûfi Aphorism, 8, Leiden, 1973; Graham, a.g.m., 23.
[386] İskenderi, Letâifi
94,100.
[387] Nasr Seyyid
Hüseyin, Sûfi Esasays, Chapter VHI, London 1972.
[388] Bu duânın metni
için bk Mefâtihu j-cinan, İlmî edition. Tahran, 1381.
[389] İskenderî’nin
Münâcât’ının bir metni İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde 1574 numarada
bulunmaktadır. Aynca Hikemle birlikte basılmıştır, bk. Nwyıa Paul, a.g..e„
209-229. Türkçe’ye tercümesi de yapılmıştır. Bk Kara Atâullah İskenderi ve
Tasavvufî Hikmetler, 48-52.
[390] Chittick Wilham,
Ashadhüi Presence in Shi’ite İslam, Sophia Porennis, sayı I, 97-100, İran,
1975.
[391] a.m., 97.
[392] Tu’mî, a.g.e.,
172.
[393] İbn Mülakkın,
Yâkut el-Arşî’nin 602-732/1205-1332 yııllan arasında yaşadığını belirtirken,
Şa’rânî 707/1307 yılında vefat ettiğini bildirir. Bk İbn mülakkın ag.e,,478-479
Şa’ranî, a.g.e, III/1059. Münâvî ise her iki tarihi de kaydetmiştir. Bk.
Münâvî, a.g.e., III/73. Ancak İbn Batûtâ (ö. 779/1377), 725/1324 yılında
başladığı seyahati (bk. Rıhle, 14) sırasında İskenderiye’ye de uğradığını,
burada Yâkut el-Arşî ile görüştüğünü (bk Rıhle, 25) ve 727/1326 yılında
İskenderiye’den ayrıldığını (bk Rıhle, 27) belirtir. Bu görüşme Arşî’nin
732/1332 yılında vefat ettiği görüşünü güçlendirmektedir.
[394] İbn Lübbân
hakkında bk. İbn Mülakkın, a.g.e., 569; İbn Imâd, a.g.e., VI/163;
Kehhâle, a.g.e., VIII/287.
[395] İbn Maylak
hakkında bk Tu’mî, a,g.e„ 150.
[396] Şa’rânî, a.g.e.,
HI/1057 - 1058, 1372.
[397] ' a.e., III/1059.
[398] Yakut el-Arşî
hakkında belirttiğimiz kaynakların haricinde şu kaynaklara da bakılabilir: İbn
Hacer, ed-Düraru’l-Kâmine, V/183; İbn Imâd, a.g.e., VI/103;
Yâfiî, Mir'âtü’l-cinân, IV/284; Nebbânî, a.g.e., 11/283; Tu’mî, a.g.e.,
222.
[399] Hattox Ralph, Coffee
and Coffeehouses, trc., Nurettin el-Hüseynî, Kahve ve Kahvehaneler,
20- 21, İstanbul, 1996.
[400] a.e., 14-15,19.
[401] Tam adı İbrâhim b.
Muhammed b. Nâsıruddîn b. Maylak’tır. Şâzilî’yi öven ve ona bağlılığını
bildiren şiirler yazmıştır.Bu şiirlerden birinin metni için bk İbn lyâd, a.g.e.,
8-9.
[402] Ali b. Ömer
el-Kuraşî eş-Şâzilî, aym zamanda Nâsıruddîn b. Maylak’m dayızâdesidir (bk
Margoliouth D.S., Şâziliyye, İ.A, XI/367.) O da şeyhi ve akrabâsı olan
Nâsıruddîn b. Maylak gibi Şâzilî’yi öven ve ona bağlılığını bildiren şiirler
yazmıştır. Böyle bir şiirin metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 9.
[403] Hattox, a.g.e„
14, 18.
[404] Haccâm el-Esved
için bk. Câmî, a.g. e., 784.
[405] Harîrizâde, a.g.e„
IH/221a.
[406] Abdulkâdir
Mahmûd, el-Fikri ’s-sûfifi ’s-Sûdan, 48, Dâru ’l-fikri ’l-Arabî,
1968.
[407] Süleyman Cezûlî
ve tarikatı hakkında ilerde bilgi verilecektir.
[408] Abdulkâdir
Mahmûd, a.g.e., 53.
[409] AmoldThomas
Walker, The Preachinğ İslam, 127, London, 1913.
[410] Kara Mustafa, Şâzeliyye,Mezhepler
ve Tarikatlar Ansiklopedisi, 188, İstanbul, 1987. Şâziliyye’nin batı
ülkelerinde yayılışı hakkında daha geniş bilgi için bk Ling Martin, a.g.e.,
39- 41; Köse Ali, Neden İslâmî seviyorlar, 117-120, 143-145.
[413] Vicdânî, a.g.e., 120.
[414] a.e., 120.
[415] Harîrîzâde, a.g.e.,
IÜ/120a; Vicdânî, a.g.e., 120.
[416] Rifâî Kenân, a.g.e.,
111.
[417] Yılmaz
Sühreverdî’nin Hayatı ve Eserleri, XXVI.
[418] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
37; Suyûtî, a.g.e., 1/272-273.
[419] Vassâf, a.g.e.,
1/258, 265.
[420] Gürer, ag.e.,
329.
[421] Aynî Mehmed Mi,
Abd-Al-Kadir Guilânî, 252, Paris, 1967; Gürer, a.g.e„ 331-332.
[422] Rinn Luis, Marabouts
etKhovan, 335; Alger, 1884.
[423] Ahmed el-
Bedevi’nin Ebu’l-Hasan Şâzilî’den bilâ vâsıta tarikat alması ile ilgili olarak
bk. Zebîdî, îhtilâfu’l-asfiyâ, 167; Harîrîzâde, a.g.e., I/48b;
Kara Mustafa, Bedeviyye, D.İ.A., V/318). Konu ile ilgili olara ayrıca bk
Vassâf, a.g.e., 1/233; 262; Trimingham, The Sûfi Orders in İslam, 47;
Oxford, 1971; Demirci Mehmet, Desûkiyye, D.Î.A, IX/212. Desûkî’nin
Şâziliyye tarikatım aldığı şeyhlerden birisi Necmüddin Isfahânî’dir (bk.
Demirci Mehmet, Desûkî İbrahim b. Abdülazîz, 1X7212-213.
[424] Medeniyye’nin kollan
için bk. Medeniyye.
[425] Zâfir, el-Envâr,
388.
[426] Gündüz İrfan, Osmanlılar’daDevlet-tekkeMünâsebetleri,
14 vd., İstanbul, 1989.
[427] Atatürk Mustafa
Kemal, Nutuk, 11/83; Ankara, 1948.
[428] Brett, a.g.m.,
344-345. M. Brett batıklarca desteklenen tarikatların başında Tîcâniyye
geldiğini söyler. Ahmed Tîcânî’nin (1777-1815) başka şeyhleri kabul etmemesi de
bu destekte etkili olmuştur (bk. Hourani Albert, Batı Düşüncesinde İslam, 212,
trc. Celal Kanat, İstanbul 1994). 12 Şubat 1902 de Trablus’da Fransız Umumî
Konsolosu olan Lacau, Pars’e gönderdiği bir yazısında, haklarının korunacağına
dâir garanti vererek Tunuslu reisleri iknâ ettiğini belirtmesi, konumuzu
aydınlatıcı bir başka örnektir, (bk., Sırma İ. Süreyyâ, Fransanın Kuzey
Afrika’daki Sömürgeciliğine Âid Br Kaç Vesika, 161-162.
[429] II. Abdülhamîd.
[430] Muhammed Zâfir
el-Medenî.
[431] Raporun başında
belirtildiğine göre el-Taher Tunus Zâviyesi’nin şeyhidir ve diğer şeyhlere
hükmetmeyi isteyen bir insandır. Sırma İhsan Süreyya, Fransa’nın Kuzey
Afrika’daki Sömürgeciliğine Âid Birkaç Vesika, 171-172.
[432] a.m., 173.
[433] a.m., 178.
[434] Gürer, a.g.e., 326-327.
[435] Neccâr, a.g.e.,
146; De Jong, a.g.e., 225.
[436] Yâsin b. Yusuf
el-Haccâm el-Esved için bk. Câmî, a.g.e., 784.
[437] Hârîrîzade, a.g.e.,
IH/121a.
[438] a.e., ni/217a.
[439] İbn Abbâd için
bk. Menûfî, a.g.e., 11/257; Bağdâdî, Hediyye, 11/174; Kehhâle, a.g.e.,
VIII/207- 208.
[440] Kara, Tasavvufî
Hikmetler ve Hikem Şerhleri, 73.
[441] Zebîdî; îhtilâfu
’l-asfiyâ bi refi selâsili ’l-evliyâ, 206; Çiçek, a.g.e., 223.
[442] Ali Sâlim, a.g.e.,
20-21.
[443] İbn lyâd, a.g.e„
149-150.
[444] Hocazâde Ahmed
Hilmi, Muhammed Vefâ’nm babası ve dedesinin İskenderiye’ye Mağrib’in Safâkas
kasabasından geldiklerim kaydeder, bk. Hocazâde, a.g.e., 17.
[446] Şapolyo, a.g.e.,
198.
[447] Muhammed Vefa için
bk. İbn Imâd, a.g.e., VI/206; Hocazâde, a.g.e., 17, 21; Ziriklî, a.g.e.,
VII/37-38, 267 vd; Kehhâle, a.g.e., XI/165; Bağdâdî, Hediyye,
11/161; Bağdâdî, îzâhu’l- meknûn,V5Tİ-5J6', Menûfî, a.g.e.,
ü/254-255; Şapolyo, a.g.e., 198.
[448] Şa’rânî, a.g.e.,
ÜI/1066; Nebhânî, a.g.e., 11/293-294.
[449] Harîrîzâde, a.g.e.,
IU/226a; Hocazâde, a.g.e., 17.
[450] Şa’rânî, a.g.e.,
HI/1061-1062; Harîrîzâde, a.g.e., ni/226b; Hocazâde, a.g.e., 18.
[451] Şa’rânî, a.g.e.,
IH/1061, 1065; Harîrîzâde, a.g.e., III/226a; Ziriklî, a.g.e., WU261
vd; Hocazâde, a.g.e., 19; Yiğit, Memlükler, İ.T., VII/307.
[452] Hocazâde, a.g.e., 20.
[453] Şa’rânî, a.g.e.,
III/1061; Hocazâde, a.g.e., 20.
[454] Trimingham. a.g.e.,
279.
[455] Harirîzâde, a.g.e., Iü/246b;
Hocazâde, a.g.e., 21.
[456] Kehhâle, a.g.e., XÜ/215.
[457] Bağdâdî, a.g.e., 1/327.
[458] Çelebi, a.g.e., U71860.
[459] Yâfiî içinbk., ibn Mülakkın, a.g.e.,
555-556; Menûfî, a.g.e., 11/258-259; Kehhâle, a.g.e., VI/34; îbn
İmâd, a.g.e., VI/210-212.
[460] Şirâzî Muhammed Ma’sûm Taraikü’l-hakâik
365; Tahran, 1339; Danner, a.g.e., 8; Graham, a.g.m., 23.
”8 îbn Maylak için bk.
Bağdâdî, Hediyye, II/ 175-176; Kehhâle, a.g.e., X/ 131; Ziriklî, a.g.e.,
VI/188; İbn İmâd, a.g.e., VI/351; Demîka a.g.e., 166.
[462] Tu’mî, a.g.e.,
160.
[463] Câmi, a.g.e.,
800-802; Tabakatü’l-havâs, 172-176.
[464] Brockelmann, GAL,
11/227-228.
[465] Bağdâdî, a.g.e.,
1/465-466.
[466] Graham, a.g.m., 24.
[467] Yâfiî,Mir’âtü'l-cinân,
IV/261-264, Beyrut, 1972.
[468] Gürer, a.g.e., 306-307.
[469] Harîrîzâde, a.g.e.,
m/263 b-265 a; Vassâf, a.g.e., 1/333.
[470] Trimingham, a.g.e., 278;
Neccâr, a.g.e., 146.
[471] Taftanânî, et-Turuk, 65; De
Jong Ferid, Turuq And Turuq-Linket ins ti ti ons in nineteenth Century Egupt.
trc. Abdulhamid Fehmi Cemâl, Târîhu’t-turuku’s-sûfiyye fi Mısr fi’l-kami’t-
tâsiî aşer, 33, Mısır, 1995.
[472] Fâruk Ahmed, a.g.e.,
309; Abdulhamîd Abdullâtif, Ahbâr ve kararâtu’s- Suffiyye, et-
Tasavvufu’l-İslâmî, 46, Sebtember, 1998.
[473] Hayatı ve tarikatı
hakkında bk. Gündüz İrfan, Cebertî İsmâil b. İbrahim, D.İ. A VII/193.
[474] Harîrîzâde,
ng.e.,I/211a-212b.
[475] a.e., III/120 a; Vassâf, a.g.e., 240.
[476] Gürer, a.g.e.,
300-308.
[477] Danner, a.g.e.,
8; Grahatn, a.g.m., 23.
[478] Rizvi Seyyid Athar
Abbâs, A History of Sufizm in îndia, 55-57, New Delhi, 1986; Srivastava
M. P., Society and Culture in Medieval İndia, 31, Allahâbad, 1975.
[479] Ocak Ahmet Yaşar, Osmanh
İmparatorluğunda Marjinal Sûfilik; Kalenderîler, 46, Ankara, 1992. Binada
Şâh Ni’metullah Velî’nin hayatı hakkmdaki kaynakların bir üstesi verilir.
[480] Vicdânî, a.g.e.,
127.
[481] Gürer, a.g.e.,
334.
[482] Şîrâzî Muhammed
Ma’sûm, a.g.e., 11/327; Nûrbahş Cevâd, “The Ni’metullâhî” îslamic
Sprituality, H/144-145.
[483] Danner, a.g.e.,
8; Graham, a.g.m., 23-24.
[484] Pûrcevâdî
Nasrullah, Wilson Peter Lombom, “İsmâîlî” and Ni 'metullâhıs” İslamica
XII/113. vd., Paris, 1975.
[485] Ocak, a.g.e., 46.
[486] Bu duanın metni için bk. Mefâtihu
’l-cinân, İlmî edition, Tahran, 1381.
[487] Chittick William,
a.g.m., 97-100.
[488] Harîrîzâde, a.g.e.,
H/129 a.b.
[489] De Jong, a.g.e., 179.
[490] Şemsüddîn Muhammed
hakkında bk. Şa’rânî, a.g.e., III/l368-1415; Bağdâdî, Hediyye,
11/195; Bağdâdî, îzâhu'l-meknûn, 17590; Nebhânî, a.g.e.,
1/261-270; Menâfi, a.g.e., 11/259-260; Kehhâle, a.g.e„ IX/201,
247.
[491] Hocazâde, a.g.e., 13;
Şapolyo, a.g.e., 197; Trimingham, a.g.e., 278.
[492] Şa’rânî, a.g.e.,
III/1372; îbn lyâd, a.g.e., 18.
[493] a.e., III/1404.
[494] Abdulmün’im,
el-Mevsûa, 131.
[495] a.e., IH/1372; Hocazâde, a.g.e., 13.
[496] Harîrîzâde, a.g.e.,
11/272 a.
[497] Münâvî, a.g.e.,
ni/100-101.
[498] Trimingham, a.g.e., 47;
Taftazânî, et-Turuk, 66.
[499] Tu’mî, a.g.e., 113.
[500] Trimingham, a.g.e., 47.
[501] Yiğit, Kuzey
Afrika İslam Devletleri, 318.
[502] Hocazâde Ahmed Hilmi, Fethullah
A’cemî’nin tarikatının şeyh Ebû Ahmed Muînüddîn Haşan es-Senceri el-Çiştî (ö.
633/1235) vâsıtasıyla İbrahim Edhem’e ulaştığım belirtir ve silsilesini verir,
bk. Hocazâde, a.g.e., 29-30.
[503] Şehbenderzâde, İslam
Tarihi, 461.
[504] Tu’mî, a.g.e.,
185.
[505] Trimingham, a.g.e.,
278.
[507] Demirci Mehmet, Arûsiyye,
D.î. A. IH/424.
[508] Demirci, a.g.m.,
D.İ.A, III/424.
[509] Neccâr, a.g.e.,
146; Fâruk Ahmet, a.g.e., 310; Demirci, a.g.m., D.İ.A, III/424.
[510] Şehbenderzâde, a.g.e.,
461462. Ayrıca Şehbenderzâde, halk arasında yaygın olarak okunan Abdüsselâm
el-Esmer’e âid bir kasidenin metnini ve tercümesini de verir, bk a.e.,
458459.
[511] Cezûlî hakkında
bk. Nebhânî, a.g.e., 1/276; Menûfî, a.g.e., 11/267-268; Ziriklî, a.g.e.,
VI/151; Kehhâle, a.g.e., X/52.
[512] Cezûlî’nin
tarikat silsilesi için bk Vassâf, a.g.e., 1/249.
[513] Bağdâdî, Hediyye,
11/484.
[514] Uludağ Süleyman,
Cezûlî Muhammed b. Süleyman, D.İ.A, VII/515.
[515] Cezûlî’nin hayatı
hakkında daha geniş bilgi için bk el-Fâsî Muhammed Mehdî, Mümtiu ’l-esmâ fi
zikri ’l-cezûlî ve ’t-Tebbâ, 2-33, Fas, 1313.
[516] Haririzâde, a.g.e.,
I/217b, 128a-219b; Vassâf, a.g.e., 1/251.
[517] Uludağ, a.g.m.,
VII/515.
[518] bk Halîfeleri blm.
[519] Cezûlî’nin tarikat silsilesi
için bk, Vassâf, a.g.e., 1/249.
[520] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/218 b.
[521] Trimingham, a.g.e.,
276-277.
[522] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/218 b.
[523] Ebû Medyen için bk. Câmî, a.g.e.,
736-739; îbn Mülakkın, a.g.e., 437-438.
[524] Medyeniyye
hakkında bk. Harîrîzâde, a.g.e., IH/118a-121b; Vassâf, a.g.e.,
239-240.
[525] bk. Meymûniyye
(Havâtıriyye).
[526] Zebîdî, a.g.e„ 187.
Aynca bk Azamat Nihat, Ali b. Meymûn, D.İ.A., II/412.
[527] Harîrîzâde, III/120a.
[528] Azamat Nihat, Ali b. Meymûn,
D.İ.A. 11/412.
[529] Harîrîzâde, IH/170 b, 1780;
Vassâf, a.g.e., 240.
[530] Harîrîzâde, a.g.e„
1/218 b, m/135 a, 1366-137a. Vassâf, a.g.e„ 1/251.
[531] Harîrîzâde, a.g.e.,
in/135a-b.
[532] Trimingham, a.g.e.,
278.
[533] Neccâr, a.g.e.,
147.
[534] Ahmet b. Âmir,
ed-Devletü’l-Hafsiyye, 112-116; Süse, 1392/1972; Yiğit, Kuzey Afrika İslam
Devletleri, İslam Tarihi Servisi, IX/318-319.
[535] Hocazâde, a.g.e.,
25-26.
[536] Zerrûk’un terceme-i hâli
hakkında daha geniş bilgi için bk. Münâvî, a.g.e., ÜI/121-122;
Harîrîzâde, a.g.e., II/72a-b; Hocazâde, a.g.e., 25-26; Menûfî, a.g.e.,
ü/265-266; Şapolyo, a.g.e., 198.
[537] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/76b-77a; Hocazâde, a.g.e., 26-29.
[538] Harîrîzâde, a.g.e., IU72?l.
[539] Şeyh Ahmed Zerrûk’un, şeyh
el-Hadremî’den aldığı sened için bk. Harîrizâde, a.g.e., II/76a-b,
III/246b; Hocazâde, a.g.e., 26.
[540] Şeyh Zerrûk Ahmed b. Arus’dan
aldığı Şâziliyye silsilesi için bk. Harîrizâde, a.g.e., II/77a;
Hocazâde, a.g.e., 29-30.
[541] Zerrûk’un eserlerinin listesi
için bk. Bağdâdî, a.g.e., 1/136-173; Ziriklî, a.g.e., 1/91-95;
Kehhâle, a.g.e., 1/155.
[542] Zerrûk Hikem'i farklı
usûl ve farklı isimler altında şerhetmiştir. Bunlardan bazıları konularına göre
bâblara ayrılmışken bazıları da îskenderî’nin tertibine uygun yapılmıştır, bk
Kara, Tasavvuf! Hikletler, 74. Zerrûk’un Hikem
[543] Tesbit edebildiğimiz kadarıyla
bu konudaki belli başlı şerh ve değerlendirmeler şunlardır:
a)
Muhammed
b. Ah el-Harrûbî et-Trablusî (ö. 963/1556)’nin ed-Dürretü ’ş-şerîfe fi
’l-kelâm alâ usûli 't-tarîka’sı ile Müzeyyilü’l-lübsi an âdâbi
esrâri’l-kavâidi’l-hams,ı. Bbk Demîka, a.g.e., 155.
b)
Ebu’l-Mehâsin
Muhammed Kavukcî (ö. 1305/1887)’nin şerhu vazîfeti Ahmed Zerrûk'u bk
Zirikli, a.g.e., VI/118; Kehhâle, a.g.e., VIII/212, IX/277-278,
Dernîka, et-Tarîkatü’s-sûfiyye ve Meşâyıhuhâ fi Trablus, 151.
c)
Mahmûdb.
Muhyiddin (ö. 1341/1922)’nin şerhu vazîfetü’z-Zerrûkiyye’si. bk.
Ziriklî, a.g.e., VII/187.
d)
Abdurrahman
b. Muhammed Ayyâşî (ö. 1050/1640)’nin el-Envâru ’s-seniyye alâ ma ’rifeti
’z- Zerrûkiyye’si bk Hocazâde, a.g.e., 25.
e)
Muhammed
Fatnasî’nin Lavâmi ’ul-burûk alâ vazîfeti ’z-zerrûk’u bk Zâhiriyye ktp.
no:7533.
f)
Mehdî
b. Ahmed Fâsî (ö. 1109/1697)’nin Tuhfetü ehli ’s-sıddîkiyye fi tâifeti
’l-Cezûliyye ve ’z- Zerrûkiyye'si bk Bağdâdî, a.g.e., n/484.
[544] bk Ayyâşîyye blm.
[545] Harîrîzâde, a.g.e.,
11/436, 77a-78a.
[546] Trimingham, a.g.e.,
278.
[547] Zebîdî, Ikdü ’l-cevheri
’s-semîn, 64; Zebîdî, İhtilâfa ’l-asfiyâ, 202.
[548] Trimingham, a.g.e.,
277; Uludağ, Cezûliyye, D.l.A, VH/515.
[550] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/300a; Şabravî, a.g.e., 6.
[551] Massignon, a.g.e., 97.
[552] Abdülvâhid Debbâğ için bk.
Tu’mî, a.g.e., 164.
[553] Ebû Bekir b.
Ayderûs hakkında bk. İbn Imâd, a.g.e., VÜI/62-64; Ziriklî, a.g.e.,
11/66; Kehhâie, a.g.e., III/65.
[554] Uludağ Süleyman, Ayderûsiyye,
IV/234.
[555] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/303a.
[556] Ebû Bekir b. Ayderûs’un sülük
ettiği Şâziliyye şeyhleri için bk. Demîka, a.g.e., 71.
[557] Gazzî Necmeddin, el-Kavâkibu’s-sâire
bi a’yâni’l-mie’l ashira, Nşr. Cebrâil Cabbur, 1/113-
114, Beyrut, 1966; Hattox, a.g.e., 18-19.
[558] Uludağ, Aderûs, D.İ. A,
IV/232-233.
[559] Harîrîzâde, n/31 la-319a.
[560] Hattox, a.g.e., 14-15.
[561] İbn Imâd, a.g.e„
VHI/39, 62.
[562] Uludağ, a.g.m., D.Î.A,
234.
[563] Bilgi için bk
Medyeniyye blm.
[564] Harîrîzâde, a.g.e.,
IH/120a-170b-178b; Vassâf, a.g.e., 240; Trimingham, a.g.e.,
89-90, 278.
[565] Neccâr, a.g.e., 146.
[566] Tu’mî, a.g.e., 175.
[567] Debbâsî için bk
Tu’mî, a.g.e., 133.
[568] Ali b. Meymûn’un hayâtı ve
eserleri hakkında bk İbn Imâd, a.g.e., vnı / 81-84; Nebhânî, a.g.e., 11/300-302;
Azamat Nihat, Ali b. Meymûn, D.İ.A., ü/411-412.
[569] Bağdâdî, îzâhu
’l-meknûn, 1/329.
[570] Muhammed b. Arrâk
için bk Tu’mî, a.g.e., 197-198.
[571] Hamevî’nin tam
adı, Ah b. Atiyye el-Heytî el-Hamevî’dir. Şeyh Ulvân ünvânı ile mehur olmuştur.
Hakkında daha geniş bilgi için bk.Bağdâdî, Hediyye, 1/742-743; Bağdâdî, îzâhu’l-
meknûn, 1/383; Ziriklî, a.g.e., IV/313; Kehhâle, a.g.e.,
VH/150-151; İbn Imâd, a.g.e., VIII/217; Nebhânî, a.g.e.,
11/303-305; Tu’mî, a.g.e., 169-170.
[572] Zebîdî, ihtilâfa ’l-asfiyâ,
187.
[573] Harîrîzâde, a.g.e.,
□/ 2a-6b; III/177a.
[574] a.e., III/177a.
[575] a.e., IH/175b.
[576] a.e., III/176a.
[577] Azamat, Ali b.
Meymûn, D.î. A., 11/412.
[579] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/78a; Çiçek, a.g.e., 360; D.İ.A., III/480.
[580] Yusuf Meliyânî
hakkında bk., Tu’mî, a.g.e., 134-135.
[581] Meliya (Melilla),
Akdeniz’in Cebel-i Tânk’a bağlandığı noktada bulunan bir Mağrib sahil şehridir.
Günümüzde nüfûsunun %85’i müslüman olmakla birlikte, aynı durumdaki bir başka
Mağrib şehri olan Septe (Cevta) ile beraber İspanya hâkimiyeti altındadır. bk.
Mevcut İspanya haritaları.
[582] Hocazâde, a.g.e.,
31; Şapolyo, a.g.e., 198.
[583] Harîrîzâde, a.g.e.,
Il/43b-44a, III/la-b.
[584] Rinn, a.g.e.,
12; Neccâr, a.g.e., 146.
[585] Harîrîzâde, a.g.e.,
I/218b, 11314a; Vassâf, a.g.e., 1/251; Şapolyo, a.g.e., 199;
Pakalın, a.g.e., 11/83.
[586] Trimingham, a.g.e.,
276; Brett M., a.g.m., 344.
[587] Taftazânî, et-Turuk,
65.; De Jong, a.g.e., 66, 179,225; Neccâr, a.g.e., 146.
[588] Massignon, a.g.e.,
97.
[589] Şehbenderzâde,
Senûsîler, 25, İslam Tarihi, 461.
[590] Mukaddem:
Hilâfetten sonra gelen bir alt rütbedir. Şeyh veya halîfesi olmadan tarikatı
yaymaya ve tanıtmaya çalışan kimse için kullanılır, bk. Gürer, a.g.e.,
327.
[591] Trimingham,
a.g.e., 271.
[592] Harîrîzâde, a.g.e.,
H/317a-319b.
[593] Şehbenderzâde, Senûsîler,
25; İslam Tarihi, 461. Îsevîler’in bu kabil garip davranışları hakkında ayrıca
bk. M. Brett, a.g.m., 344.
[594] Şa’rânî’nin
hayâtı ve eserleri hakkında bk. Bağdâdî, Hediyye, 1/641-642; Zirikiî, a.g.e.,
IV/180- 181; Kehhâle, a,g.e., VI/218; Menûfi, a.g.e„ 262.
[596] Trimingham, a.g.e., 278.
[601] Harîrîzâde, a.g.e.,
IH/la-b; Şapolyo, a.g.e., 198.
[602] Harîrîzâde, a.g.e.;
II/77a. Senedi içinbk. a.e., HI/la-b.
[603] a.e., II/44a.
[604] a.e., Hl/la, IÜ/178b-180a.
[605] a.e., HI/57a.
[606] Neccâr, a.g.e., 146;
Trimingham, a.g.e., 278.
[607] Feyturî hakkında bk. Kehhâle, a.g.e.,
V/223.
[608] Şehbenderzâde, İslam
Tarihi, 459-462; Demirci, a.g.m., D.İ. A, III/424.
[609] Taftazânî, et-Turuk,
66.
[610] Şehbenderzâde, İslam
Tarihi, 457-462; Demirci, a.g.m., III/424.
[611] Neccâr, a.g.e., 146;
Faruk Ahmed, a.g.e., 310.
[612] Bekriyye hakkında
daha geniş bilgi için bk. Gazzî, el-Kavâlâbu ’s-sâire, III/62-67; İbn
Imâd, a.g.e., VIII/431-43; Harîrîzâde, a.g.e., III/246; Tevfik
el-Bekrî, Beytü’s-Sıddîk, Kahire, 1323; Zirikli, a.g.e., VII/285;
Nebhânî, a.g.e., 1/187-193; Hocazâde, a.g.e., 22-24; Çiçek, a.g.e.,
137- 138.
[613] Harîrîzâde, a.g.e.,
I/130b-136b.
[614] a.e., I/136b-140b; Tercüme-i hâli için ayrıca bk. Hocazâde, a.g.e.,
22-24.
[615] Tavîl, a.g.e„ 91-103,
119.
[616] Taftazânî, et-Turuk,
30.
[617] Neccâr, a.g.e., 146.
[618] Çiçek, BekriEbu ’l-Mekârim,
D.İ.A., V/366-367.
[619] Trimingham, a.g.e.,
278.
[620] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/218b; Vassâf, a.g.e., 1/251; Şapolyo, a.g.e., 199.
[621] Çiçek, a.g.e., 122.
[622] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/300a-302a.
[623] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/299b-300a; Vassâf, a.g.e., 1/251-252.
[624] Trimingham, a.g.e.,
276; Neccâr, a.g.e., 146; Çiçek, a.g.e., 334.
[625] Ebu’l-Mehâsin Yusuf el-Fasî
hakkında bk. Ziriklî, a.g.e., VÜI/252.
[627] Kehhâle, a.g.e.,
V/201.
[628] Trimingham, a.g.e.,
276; Yiğit, Kuzey Afrika İslam Devletleri, 393.
[629] Burhânpûr’da
vefât etmiştir.
[630] Fazliyye, D.İ.A.,
12/277.
[631] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/78a, III/34a-b.
[632] a.e., III32b.
[633] Ahmedb. Amir, ed-Devletü’l-Hafsiyye,
112-117, Süse, 1392/1972; Yiğit, Kuzey Afrika İslam Devletleri, İslam
Tarihi, IX/319.
[634] Hocazâde, a.g.e., 25;
Bağdâdî, îzâhu ’l-meknûn, 1/144.
[635] Mûnis Hüseyin,
Târihu’l-Mağrib, n/3, 215, Beyrut, 1412/1992.
[636] Abduikerim
Kureyyitn. el-Mağrib fi ahdid-Devtıs-Sadıyye, 334-335, Rabat, 1977; Yiğit,
Kuzey Afrika İslam Devletleri, İ.T., IX/392-393.
[637] Harîrîzâde, a.g.e.,
UI/178b; Vassâf, a.g.e., 1/257; Şapolyo, a.g.e., 198; Tu’mî, a.g.e.,
201.
[638] Harîrîzâde, a.g.e.,
W71&.
[639] a.e., III/179b-180a.
[640] İbn lyâd, a.g.e.,
150.
[641] Vassâf, a.g.e.,
1/257.
[642] Harîrîzâde, a.g.e.,
1786.
[643] Neccâr, a.g.e.,
147.
[644] Trimingham, a.g.e.,
276.
[645] Taftazânî, et-Turuk,
66.
[646] Azamat,4A/,D.İ.A,
1/411.
[647] Rirm, a.g.e.,
25; Trimingham, a.g.e., 276; Neccâr, a.g.e., 146; Çiçek, a.g.e.,
341; Uludağ Cezûlî, D.İ.A, VII/515-516.
[648] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/299b-300a; Vassâf, a.g.e., 1/251-252.
[649] Şabravî, a.g.e.,
5-6.
[650] Çiçek, a.g.e., 176.
[651] Rinn, a.g.e., 341.
[652] Trimingham, a.g.e.,
271, Gürer, a.g.e., 326.
[653] Rinn, a.g.e., 341.
[654] Uludağ, Cezûlî,
D.İ.A, VU/516.
[655] Trimingham, a.g.e., 276-277.
[657] Trimingham, a.g.e., 276.
[658] Zirîklî, a.g.e.,
11/256-257.
[659] îbn Mes’ûd ed-Debbâğ hakkında
bk. Nebhânî, a.g.e., 11/144-161.
[660] Ahmed b. îdrîs el-Fâsî
hakkında bk Ahmediyye (İdrîsiyye).
[661] ed-Debbâğ Abdülazîz, el-İbrîz,
trc., Celal Yıldırım, 1/94, İstanbul, 1979.
[662] Vassaf, a.g.e., 257.
[663] Rinn, a.g.e.,
27; Çiçek a.g.e., 217.
[664] ed-Debbâğ, a.g.e„
1/36-37.
[665] ed-Debbâğ, a.g.e.,
1/37.
[666] a.e., 1/24, 35.
[667] a.e., 1/21. >
[668] a.e., 1724.
[669] a.e., 1/36-37.
[670] a.e., 1/28.
[671] a.e., 1/38-39.
[672] Trimingham, a.g.e.,
277.
[673] Rinn, a.g.e., 27.
[674] Trimingham. a.g.e.,
277.
[675] Trimingham, a.g.e.,
276; Neccâr, a.g.e., 146-147; Çiçek, a.g.e., 217.
[676] Cebecioğlu Ethem, Hamâdişe,
D.Î.A, XV/399.
[677] İbn Zeydân, İhtilâftı a
’lâmi ’n-nâs, V/459-475, Rabat, 1352.
[678] Trimingham, a.g.e.,
276.
[679] Neccâr, a.g.e., 146.
[680] Tu’nıî, a.g.e., 194.
[681] Trimingham, a.g.e.,
276; Neccâr, 147.
[682] Trimingham, a.g.e.,
276; Çiçek, a.g.e., 217.
[683] İbn Zeydan, a.g.e.,
V/459-475, Rabat, 1352.
[684] Rina, a.g.e.,
18; Neccâr, a.g.e., 147.
[685] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/294a; Şapolyo, a.g.e., 198; Taftazânî, et-Turuk, 64.
[686] Nebhânî, a.g.e., n/233;
Azamat Nihat, Afifi, D.İ.A, 1/411.
[687] Harîrîzâde, a.g.e.,
ü/294a.
[688] a.e., HI/179b.
[689] a.e„ II/77a, 294b.
[690] Nebhânî, a.g.e.,
11/233; Azamat, a.g.m., D.İ.A, 1/411.
[691] Neccâr, a.g.e., 146;
Fâruk Ahmed, a.g.e., 312.
[692] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/294a.
[693] Nebhânî, a.g.e.,
11/233.
[694] Beyyûmî ve eserleri baklanda
bk. Mecelletü ’l-İslâm ve ’t-tasawuf, 82, Teşrin-i evvel, 1959, Kahire;
Nebhânî, a.g.e., 11/315-316; Bağdâdî, Hecüyye, 1/768; Menîfî, a.g.e.,
11/264; Kehhâle, a.g.e., VII/56; Zirikli, a.g.e., IN/llO.
[695] Harîrîzâde, a.g.e., El 94b.
[696] a.e., III/179b.
[697] a.e., 1/51b, 194b, 306a.
[698] a.e„ V195a; Pakalın, O.T.S., 1/226; Yılmaz H. Kâmil, Beyyûmî,
D.İ. A, VI/99.
[699] Harîrîzâde, a.g.e., E 195a, m/179b.
[700] Revnakoğlu Arşivi, İ.D.E.M.,
30/1-s. 6.
[701] Yılmaz, Beyyûmî,
D.İ.A., VI/99.
[702] Revnakoğlu Arşivi,
İ.D.E.M., 36.
[703] Yılmaz, Beyyûmî,
D.İ. A, VI/99.
[704] Demîka, a.g.e., 136.
[705] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/195 a-b.; Yılmaz, Beyyûmî, D.İ.A., VI/99.
[706] Muhammed Semmânî
içinbk. Bağdadî, Hediyye, 11/341; Ziriklî, a.g.e., VI/216; Kehhâle,
a.g.e., X/188.
[707] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/140b-141a.
[708] Gürer, a.g.e., 326-327.
[709] Neccâr, a.g.e., 146; De
Jong, a.g.e., 225.
[710] Abdulkadir Mahmûd, a.g.e.,
71-92; Hulit B. M., Evliyâu ve ’s-sâlihûn ve2l-îslânm fi ’s-Sûdan, trc.,
Henri Riyâd-Cüneyd Ali Ömer, 19-20, Beyrut, 1986.
[712] Şehbenderzâde, Senûsîler,
25, Şehbendezâde, İslam Tarihi, 461.
[713] Trimingham, a.g.e., 271.
[714] Gürer, a.g.e.,
327.
[715] Şeyh Dırdır’ın
hayâtı ve esrleri hakkında bk. Nebhânî, a.g.e., ; Menûfî, a.g.e.,
11/268; Ziriklî, a.g.e., 1/244; Kehhâle, a.g.e., II/67.
[716] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/6b.
[717] Demika, a.g.e.,
85.
[718] Martin B.G., a.g.e.,
31-32.
[719] a.e., 25-53.
[720] Mulay, bizdeki
mevlâ ve mevlânâ kelimelerinin yerine Mağrib’de kullanılan bir saygı ifâdesidir.
[721] Derkavî için bk
Bağdadî, Hediyye , n/361; Ziriklî, a.g.e., IV/223; Kehhâle, a.g.e.,
X/228; Burckhardt Titus, Du Soufisme, 65, iyon, 1951.
[722] Derkaviyye
hakkında daha geniş bilgi için bk. Rinn, a.g.e., 231-264; Zâfir, el-Envâr,
145-151; Selâvî, Kitâbu'l-istiskâ, IV/140, Kahire, 1312; Trimingham, a.g.e.,
111-133; Celyend Muhammed, Derkaviyye, D.İ.A., IX/179; A Bel, Derkâve,
İ.A, III/542-545.
[723] Massignon, Annuaire
du Monde Musulman, 90, Paris, 1926; Çiçek, ag.e., 165.
[724] Daha geniş bilgi
için Arûsiyye ve Zerrûkiyye bölümlerine bk.
[725] Derkâvî’nin
silsilesi için bk Zâfir, en-Nûru ’s-sâtı ’, 3-4; Zâfir, el-Envâr,
159-160; Vassaf, a.g.e., 1/259; Abdulkadir îsâ, a.g.e., 639;
Lings, a.g.e., 290-291.
[726] Celyend, a.gm„
D.Î.A., IX/179.
[727] Derkâvî Mulay
el-Arabî, Resâil, İngilizce nşr., Titus Burckhardt, trc., İbrahim Kalın,
Bir Mürşidin Mektupları, 13-64, İstanbul, 1995.
[728] Zâfir, el-Envâr,
147.
[729] Martin, B.G., a.g.e.,
64.
[730] Demîka, a.g.e.,
129.
[731] Lings, a.g.m.,
8.
[732] Celyend Muhammed, a.g.m.,
D.İ.A., IX/I79; De Jong Ferid, Meterials of the Dergawiyye, Arabica,
142-143, Leinden, Haziran 1979.
[733] De Jong, Meterials of the
Dergawiyya, 143.
[734] Rirm, a.g.e.,
15; Neccâr, a.g.e., 147.
[735] Rinn, a.g.e., 28.
[736] Kara Mustafa, Şâzeliyye,
Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, 187, İstanbul, 1987.
[737] Celyend Muhanuned, Derkaviyye,
D.İ.A, IX/179.
[738] İbn Acîbe ve eserleri hakkında
bk. Ziriklî, a.g.e., 1/245; Kehhâle, a.g.e., ü/163, Menûfî, a.g.e.,
W1ST, Abdulkadir îsâ, a.g.e., 14; Dermka, a.g.e., 92-94.
[739] Lings Martin, Önsöz, Bir Mürşidin
Mektupları, 8, İstanbul, 1995.
[740] D.İ.A, VI/480.
[741] Daha geniş bilgi için
çalışmamızın Aleviyye bölümüne bk.
[742] Ahmed b. İdrîs hakkında bk
Ziriklî, a.g.e., 1/95; Kehhâle, a.g.e., 1/158.
[743] Harîrizâde, a.g.e.,
I/65b; Vassâf, a.g.e., 1/257; Taftazânî. et-TurukM.
[744] Ahmed b. İdrîs’in hayatı
hakkında bk. Vassâf, a.g.e., 1/257; Tu’mî, a.g.e., 37-38; Azamat
Nihat, Ahmed b. İdrîs, D.İ.A, 11/92-94.
[745] Vassâf, a.g.e.,
1/257-258.
[746] Zâfir, el-Envâr,
149-150.
[747] Faruk Ahmed, a.g.e.,
312.
[748] Abdülkâdir
Mahmûd, a.g.e., 206.
[749] Martin B.G., a.g.e., 208.
[750] Vassâf, a.g.e„ 1/257.
[752] Trimingham, a.g.e.,
114-121.
[753] Martin, B.G., a.g.e.,
256.
[754] a.e.,232.
[755] Azamat, Ahmed b. İdrîs,
D.İ.A., 11/93.
[756] Harîrîzâde, a.g.e.,
66a-69b.
[758] Trimingham, a.g.e.,
114-121.
[759] Vassâf, a.g.e„
1/258.
[760] Martin, B.G., a.g.e.,
231-232.
[761] Harrâk ve esrleri
için bk. Ziriklî, a.g.e„ VI/265, VII/73; Kehhâle, a.g.e., XV206.
[762] Tu’mî, a.g.e.,
206; Celyend, a.g.m., D.İ.A, DC/179.
[763] Demîka, a.g.e., 178;
Tu’mî, a.g.e., 206.
[764] Zâfir, el-Envâr,
151-152.
[765] Harîrîzâde, a.g.e.,
IH/113b; Vassâf, a.g.e., 1/258.
[766] Zâfir, el-Envâr,
146-148.
[767] Zâfir, el-Envâr,
149-151; Harirîzâde, a.g.e., III/l 14a.
[768] Zâfir, el-Envâr,
145.
[769] a.e., 151.
[770] Şeyh Îbrâhim
Bârâde, Sultan n. Abdülhamid döneminde İstanbul’a gelmiş ve bu sırada misâfir
olduğu Yenikapı Mevlevîhânesinin şeyhi Osman Selahaddin Efendiye Şâzildiyye’den
me’zûniyet vermiştir, (bk. Revnakoğlu Arşivi, 30/1.)
[771] Şeyh Abdulkadir,
İskenderiye’de bir dergah açarak Medeniyye’ye Mısır’da temsil eden kişidir, bk.
Lings, a.g.m., 9.
[772] Muhammed Fâsî
hakkında daha geniş bilgi için bk. Fâsiyye kolu.
[773] Ali Nûreddin
Yeşrutî hakkında daha geniş bilgi için bk. Yeşrutiyye kolu.
[774] Zâfir, el-Envâr,
150; Vassâf, a.g.e., 1/259.
[775] Vassâf, a.g.e.,
1/259; Fâruk Ahmed, a.g.e., 312; Taftazânî, et-Turuk, 50, 65;
Lings, a.g.m., 9.
[776] Celyend, a.g.m.,
D.İ.A., IX/179.
[777] Zâfir, el-Envâr,
388.
[778] Azamat Nihat, Ahmed
b. İdrîs, D.İ.A., 11/93-94.
[779] Abdulkadir Mahmûd, el-Fıkru
’s-sûfi, fi ’s-sûdan, 55, 204, Martin B.G., a.g.e., 231-233.
[780] Çiçek, a.g.e.,
176.
[781] Abdulkadir
Mahmûd, a.g.e., 204; Hulit, a.g.e., 22.
[782] Abdulkadir
Mahmûd, a.g.e., 208; Hulit, a.g.e., 25.
[783] Hulit, a.g.e., 20-21.
[784] a.e., 23.
[785] Senûsî ve
eserleri için bk Bağdâdî, a.g.e., II7400; Ziriklî, a.g.e.,
VI/229; Kehhâle, a.g.e., XI/14; Vikor Knut S., The Sanûsiyya
Tradition (Arabic Literatüre of Africa içinde, 167-173, Leiden, 1994.
[786] Şehbenderzâde, Senûsiler,
42.; Vassâf, 1/265.
[787] Vassâf, a.g.e„ 11/258,
265.
[788] Azamat, Ahmedb. Îdrîs,
D.İ.A., 11/93-94.
[789] Tam adı Muhammed
b Yûsuf b. Ömer b. Şuayb es-Senûsî el-İdrîsî el-Hasanî’dir. Şâziliyye hırkasını
Seyyid İbrâhim et-Tâzî (ö.766/1361)’den giymiştir. Melâlî ve Tumartiyye’nin
kurucusu İbn Tumart onun talebelerindendir. Senûsiyye’nin kurucusu Şeyh
Muhammed es-Senûsî (ö. 1276/1859) de onun soyundan gelmektedir. Hakkında daha
fazla bilgi için bk Tu’mî, a.g.e., 202-203.
[790] Şehbenderzâde, Senûsiler,
37-39.
[791] a..e„ 45, Şehbenderzâde, İslam Tarihi, 462-463.
[793] a.e., 75-76.
[794] Martin B.G., a.g.e„
131-163; 232.
[795] Başbakanlık
Arşivi, Y.E.E., Senûsiyye Belgeleri, 18, 553, 603, 93, 38; Le Gali Michel, a.g.m.,
93-94.
[796] Vassâf, a.g.e.,
1/266-268.
[798] Brett M., a.gm.,
345.
[799] Çelik Mehmet, Libya,
Çağdaş İslâm Devletleri, B.İ.T., XTII/247.
[800] Şeyh Senûsî ve
Senûsiyye’nin siyâsî yönü hakkında daha geniş bilgi için bk. Adams C.C.., The
Sanusts, The Mushm World, c. XXXVI, 1/35 New York, 1946: Muhammed Fuad
Şükrî, es- Senûsiyye Din ve Devlet, Kahire, 1948; Çaycı Abdurrahman, Büyük
Sahra 'da Türk-Fransız Hareketi, Erzurum, 1970; ed-Decânî Ahmed Sîdî, el-Hareketü’s-Senûsiyye
neş’etihâ ve namuvvuhâ fi’l-karnit-tâsî’ aşar, Kahire, 1967. Yukarıda
belirttiğimiz gibi bugüne kadar Senûsîlik hakkında pek çok çalışma yapılmıştır.
Ancak son olarak ismini verdiğimiz ed- Decânî’ye âid çalışmanın, bu konuda
günümüze kadar yapılmış en iyi ve en kasamh çalışma olduğu anlaşılıyor. Çünkü
mukaddimesindeki ifadelerden âile kayıtlarına dayalı olarak ve sâbık Kral Îdrîs
es-Senûsî tarafından yazara verilen dokümanlardan yararlanılarak hazırlandığı
anlaşılıyor.
[801] Abdulkadir
Mahmûd, a.g.e., 208; Çiçek, a.g.e., 223.
Farağlî
Muhammed Ebu’l-Alâ eş-Şâzilî, en-Neftıatü’s-Seniyye fi Şerhi
Yâkûtati’s-Sâdati’ş- Şâziliyye, 9, Mısır 1391/1981; Menûfî, a.g.e.,
11/254; Demîka, a.g.e., 176.
46! Babası bir
Kadiri şeyhi olan Emir Abdulkadir, Muhammed Haşan b. Hamza Zâfir el- Medenî’nin
vefat ettiği 1263/1847 yılma kadar Fransızlarla fiilen mücâdele etmiş, ancak bu
tarihte esir düşerek fiilî mücâdeleyi bırakmak zorunda kalmıştır. Martin B.G.,
a.g.e., 55-89; Kurtuluş Rıza, Afrika, D.İ.A., 1/427-428; Kuran,
Ercüment, Abdülkadir el-Cezâirî, D.İ.A., 1/232-233; Onun el-Medenî’ye
değil de, el-Fâsî’ye intisâb etmesi, bu intisâbm 1263/1847’den sonra
gerçekleştiğini göstermektedir.
[804] Nebhânî, a.g. e.,
1/302-303.
[805] Menûfî, a.g.e.,
H/268-269; Tu’mî, a.g.e., 218.
[806] Tu’mî, a.g.e., 144,
210.
[807] Farağlî, a.g.e., 10,
13.
[808] Kings, a.g.m.. 8.
[809] Faruk Ahmed, a.g. e.,
311.
[810] eş-Şa ’b, 18 Jun., 1996, 8-11.
[811] Celyend Muhammed, a.g.m.,
D.Î.A, K/179.
[812] et-Temimî
Abdülcelil, Buhûs ve Vesaik fi ’t-Târihi 'l-Mağrib, 1816-1871, Tunus,
1972; Martin B.G., a.g.e., 19.
[813] Harîrîzâde, a.g.e.,
II/440, 77b-78a.
[814] a.e., II/106b, 129a, 206b.
[815] De Jong, Meterials of the
Derqawiyya, 142-143.
[816] Trimingham, a.g.e.,
278.
[817] Çiçek, a.g.e.,
42,46-47.
[818] Trimingham, a.g. e.,
278.
[819] Kavukcî’nin
eserleri için bk. Ziriklî, a.g.e., VI/118; Kehhâle, a.g.e.,
VUI/212, IX/277-278.
[820] Dernîka Muhammed,
et-Turuku's-Sûfiyye ve Meşâyıhuhâ fi Trablus, 142-155, Trablus, 1983;
Neccâr, a.g.e., 146.
[821] bk. Nâsıriyye.
[822] Demîka, a.g.e., 97.
[823] el-Ca’lî Muhammed
Dayfiıllah, Kitâbu ’-tabakâtfi '-husûsi ’-levliyâ ve ’s-sâlihîn ve ’l-ulemâ
ve ’ş- şuarâfi ’s-Sûdan, 73, Beyrut, Mektebetü’ş-şa’biyye, trs.; HulitB. M,
a.g.e., 13.
[824] Abdulkadir
Mahmûd, a.g.e., 206.
[825] Demîka, ag.e., 177.
[826] Celyend, a.g. m.,
D.İ.A., IX/179. Ayrıca bk. Hâşimiyye.
[827] Trimingham, a.g.e.,
279.
[828] Şeyh Ali
Nûreddin’in hayatı hakkında bk. Nebhânî. a.g.e., 11/317-318; Yeşrûtî
Fâtıma, Rıhle İle’l-Hdkk, 169-250.
[829] a.e..
222,257-258.
[830] Martin B.G., a.g.e.,
197-204.
[831] Emin Sûfî, Semîru
’l-leyâlî, 1/226; Trablus, 1316; Rızâ Reşid, Fetâvâ, III/882,
Beyrut, 1971.
[832] Yeşrûtî, Rıhle, 223;
Yeşrûtî, Mevâhib, 60-62.
[833] Ziriklî, a.g.e., IV/260.
[834] Yeşrûtî, Mevâhib,
110-111.
[835] a.e., 50-51.
[836] Rinn, a.g.e., 255;
Trimingham, a.g.e., 128; Celyend, a.g.m., D.İ.A, IX/179.
[837] Mehaciyye ve silsilesi için
bk. Abdulkadir îsâ, a.g.e., 639.
[838] Rinn, a.g.e.,
23; Neccâr, a.g.e., 147; Muhammed Mahmûd, Ebû Klhf, a.g.e., 570.
[839] Massignon, a.g.e., 97.
[840] Trimingham, a.g.e., 276.
[841] Neccâr, a.g.e., 147.
[842] Celyand Muhammed, a.g.e.,
D.İ.A, IX/179.
[843] Taftazânî, et-Turuk,
50; Celyend, a.g.m., D.İ.A, IX/179.
[844] De Jong, Metarials
of the Derqawiyya, 126-127.
[845] Massignon, a.g.e., 97.
[846] Zâfir, el-Envâr, 388.
[847] Kehhâle, a.g.e.,
IH/304; Demîka, a.g.e., 98.
[848] Muhammed Uleyş
el-Mâlikî, Rene Guenon (Abdülvâhid Yahyâfnm şeyhi Abdurrahman Uleyş el-Kebîr’in
babasıdır. Hayatı ve eserleri hakkında bk. Bağdâdî, a.g.e., n/382;
Ziriklî, a.g.e., VI/20; Kehhâle, a.g.e., IX/12; Abdülhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 292.
[852] Martin, B.G., a.g.e., 231.
[855] a.e., 23.
[856] a e., 232-233.
[857] a.e., 232-233,258-259.
[858] Azamat, Ahmedb.
İdrîs, D.İ.A., 11/93.
[859] Trimingham, a.g. e.,279.
[860] Tartazânî,et-7«rw&, 50;
Neccâr, a.g.e., 146; Trimingham, a.g.e., 278.
[861] Celyend, a.g.m.,
D.İ.A, IX/179.
[862] Harirîzâde, a.g.e.,
Iü/38a.
[863] Yakup Çiçek, bu
tarikatı Hülvetiyye adıyla vermiştir (bk. Çiçek, a.g.e., 215).
Ancak günümüzde Mısır’da, "Halvetiyye-i Şâziliyye ” şeklinde
teleffiız edilmektedir.
[864] Harirîzâde, a.g.
e., I/306b-310b.
[865] a. e., 1/306 b.
[866] Harirîzâde, a.g.e.,
1/306 b - 307a.
[867] Tu’mî, a.g. e.,35.
[868] Neccâr, a.g.e., 146;
Faruk Ahmed, a.g.e., 312.
[869] Demîka, a.g.e.,
184-186; Tu’mî, a.g.e., 35, 144.
[870] Ebu’l-Feyz Menûfî
ve eserleri hakkında bk. Menûfî, a.g.e., 1/314-323; Bağdadî, îzâhu’l-
meknûn, 11/271.
[871] Rinn, a.g.e., 24.
[872] Taftazânî, et-Turuk,
66; Neccâr, a.g.e., 146; Fâruk Ahmed, a.g.e., 309; De Jong, a.g.e.,
Y19,
225.
[873] Graham, a.g.m.,
25.
[874] Abdulkadir İsa, a.g.e.,
620; Kara Mustafa, Ahmet el-Alevî, D.İ.A, 11/42.
[875] Lings, a.g.e., 40-43.
[876] Lings, a.g.e., 39-40;
Graham, a.g.e., 25-26.
[877] Kara, Mustafa, a.g.e.,
D.İ.A, 11/43.
[878] Abdulkadir İsâ, a.g.
e., 623-624.
[879] Kara, a.g.m., D.İ.A, 11/43.
[880] Lings, a.g.e.,
26.
[881] Abdulkadir İsâ, a.g.e.,
639; Lings, a.g.e., 291.
[883] Neccâr, a.g.e., 146.
[885] el-Muhâmî
Abduhnün’im, Ebu ’l-Azâim ve eseruhû fi ’t-Tasavvufi ’l-Muâstri, s, 18,
Kahire, 1986.
[886] Fâruk Ahmet, a.g.e.,
309.
[887] Trimingham, a.g.e.,
278.
[888] Ebû Hâmid’in
hayatı hakkında bk. Tu’mî, a.g.e., 149.
[889] Taftazânî, et-Turuk, 65;
Neccâr, a.g.e., 146. Trimingham, a.g.e., 278.
[890] Hâmîdiyye hakkında
daha geniş bilgi için bk. Fâruk Ahmed, a.g.e., 120-286.
[891] Faruk Ahmed, a.g.e.
,311.
[892] Tu’mî, a.g.e., 118.
[893] a.e., 208.
[895] el-Mâide, 5/50.
[896] İbn Sabbâg, a.g.e., 178.
[897] Kara, Şâziliyye Tarikatı ve
Üç Büyük Şeyhi, 26.
[898] İbn lyâd, a.g.e.,
11-12; Harîrîzâde, a.g.e., III/127b; Zâfir, el-Envâr, 59,;
en-Nûnı's-Sâtf, 3-4, Ayrıca bk Silsilesi blm.
[899] Şehbenderzâde, İslâm
Tarihi, 461.
[900] MartinB.G. a.g.e., 62-67.
[901] Brett M., a.g. m., 345.
[902] Öngören Reşat, XVI.
Asırda Anadolu ’da Tasavvuf, 178-179, İstanbul 1996 (basılmamış doktora
tezi).
[903] Michel Winter, Sheikh Ali
Ibn Maymûn and Syrian Sufism, İsrael Oriental Studies, VU/288, Telaviv
1977; Azamat Nihat, Ali b. Meymûn, DİA H/412.
362 Taşköprîzâde, eş-Şakaiku
’n-Nu ’mâniyye fi Ulemâi ’d-Devleti ’l-Osmâniyye, (Nşr. Ahmed Subhi Furat),
352, İstanbul 1985; Harîrîzâde, a.g.e., ni/171a.
[905] Taşköprîzâde, a.g.e., 354-355; Baldırzâde Mehmed, Vefeyâtnâme,
vr. 127b, Süleymâniye Ktp. Es’adEf., No: 1381.
[910] Peçevî, İbrahim, Târih-i
Peçevî, 1/158-159, Ankara 1992; Ayrıca bk. Açıkgöz Nâmık, Kahvenâme,
Ankara, 1999.
[911] Özbilgen Erol, Tanzimat
Öncesinde Kahvehane Kültürü, Zaman Makaleleri, İstanbul 1998.
[912] Revnakoğlu Arşivi,
30/10-2.
[913] Revnakoğlu Arşivi, 30/10.
[914] Tavîl, Tevfik, et-TasavvufftMısr
Ebâne ’l-Asri ’l-Osmânî, 119, Mısır 1988.
[915] Tavî, a.g.e., 91-103.
[916] Harîrîzâde, a.g.e.,
1/218.
[917] Uludağ, Süleyman,
Delâilü ’l-Hayrât, D.İ. A, IX/113; Inançer Ömer Tuğrul, İST. A., VH/141.
[918] Çelebi, Keşfi!
’z-Zünûn, 1/759; Brockelmann, GAL, ü/328.
[919] Tâhir, O.M,
1/399.
[920] Yılmaz, Beyyûmî,
D.İ. A, VI/99.
[921] Revnakoğlu
Arşivi, İ.D.E.M., zarf no: 36.
[922] es-Sa’dî Şeyh
Alinzâ, Revnakoğlu Arşivi, no: 24, Şazelî İcâzetnâmesi, vr. 2; Revnakoğlu Arşivi,
İ.D.E.M., zarf no: 60, 115; Özdamar Mustafa, Dersaâdet Dergâhları, 49,
İstanbul 1994; Tanman, Şâzelîlik, İST. A, VII/140.
[923] Öz Tahsin, İstanbul
Camileri, 1/137, Ankara 1987; Tanman, Şâzilî Tekkesi, İST. A,
VH/138; Ayrıca bk. Unkapam Şâzilî Tekkesi blm.
[924] Zâkir, Şükrü, Mecmua-i
Tekâyâ, 35, İstanbul 1980.
[925] Bandırmahzâde, Ahmed
Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 14, İstanbul 1307; Tanman, Şâzelîlik,
İST. A, VII/140.
[926] İbrâhim Berâde,
Medeniyye’nin kurucusu Muhammed Haşan Zâfır’in ük müridlerindendir. Şeyh Haşan
Zâfır Trablusgarb’a yerleşmezden evvel 1233-1236/1818-1821 yıllan arasında Medine’de
kaldığı sırada ona intisâb etmiştir, bk Zâfîr, el-Envâr, 150-151;
Vassâf, a.g.e., 1/259, Kaynaklarda İbrâhim Berâde’nin ölüm tarihi
hakkında herhangi bir bilgi verilmemektedir.
[927] Yenikapı’dan
maksat, Yenikapı Mevlevîhânesidir. Buranın Şeyhi Osman Selahaddin Efendi, n.
Abdülhamîd’in değer verdiği ve fikrine mürâcaat ettiği sûfîlerden birisidir,
bk. Kara, Mustafa, II. Abdülhamîd Dönemine Tasavvuf Tarihi Açısından Genel
Bir Bakış, II. Abdülhamîd Dönemi Sempozyum Bildirileri, 70, İstanbul 1992.
[928] Revnakoğlu
Arşivi, 30/1.
[930] es-Sa’<fî Şeyh Alinzâ, İcâzetnâme, vr. 1-2.
[932] Zâfir, el-Envâr,
145, 161 vd.
[933] a.e„ 164-165.
392
Mahmud
Nedim Paşa hakkında bk. Yalçınkaya Alaeddin, Sultan II. Abdülhamîd Hân ’ın
Notları, 55-56, İstanbul 1996.
393
Vassâf,
a.g.e, 1/259; Le Gali Michel, International Journal of Middle East
Studies, XXI/93, America 1989.
[936] Revnakoğlu bu
Câmiyi Fatih’in hocalarından Hoca Hayreddin Efendinin yaptırdığını ve
haziresinde bazı Şâzilî mensuplarının kabrinin bulunduğunu belirtir, bk.
Revnakoğlu Arşivi, İ.D.E.M. zarf no: 24/12; Üçbihrabh Câmi hakkında daha geniş
bilgi için bk. İz, a.g.e., 1/148- 149.
[937] Revnakoğlu
Arşivi, İ.D.E.M., zarf no: 76/2.
[938] Revnakoğlu
Arişivi, İ.D.E.M. zarf no: 76/2.
[939] Vassâf, a.g.e.,
1/260.
[940] Karlığa, Bekir, Islahatçı
Bir Düşünür Tunuslu Hayrettin Paşa, 26, İstanbul 1995. Bekir Karlığa,
“Muhammed Zâfir’in fikhî bilgisi azdı” değerlendirmesine Şeyh Muhammed
Senûsî’nin verdiği bilgilerden (bk. Senûsî, Rıhletü’l-Hicâziyye, 68, Nşr. AH
eş-Şentûfi, Tunus, 1981) hareketle ulaştığı için, bu değerlendirmeyi ihtiyatla
ele almamız gerekiyor. Çünkü Senûsîler ile Abdülhamîd arasında bir
güvensizliğin bulunduğu, bu güvensizliğin doğuşu konusunda Senûsî’nin Muhammed
Zâfir’den şüphelendiği, fakat gerçekte Muhammed Zâfir’in arayı yumuşatmak için
çeşitii çabalarının olduğu günümüze ulaşan belgelerden anlaşılmaktadır, bk. Başbakanlık
Arşivi Yıldız Esas Evrâkı (B.A.Y.E.E.), Senûsiyye ilgili belgeler,
18,38,93,553,603; Ayrıca bu güvensizlik ve sebepleri içinbk. Şehbenderzâde,
Senûsîler, 56-57, 69-70, 75.
[941] Abbâs Mahmûd
el-Akkâd, MuhammedAbduh, 88, Kahire, ed-Dâru’l-kavmiyye, trs.
[942] Bu eserin ilk
baskısı Maârif Nazâretinin ruhsatıyla İstanbul’da yapılmış olup tarihsizdir.
İkinci baskısı ise 1302 yılında Türkçe tercümesi ile beraber İstanbul’da
Matbaa-i Osmâniye’de gerçekleştirilmiştir. Tüıkçeye çeviren Adliye Müfettişi
Yusuf Şetvân Efendidir. Bu baskı, metin sayfa kenarına alınmak ve aynı sayfada
tercümesi verilmek suretiyle yapılmış olup gayet güzeldir.
[943] Bu eser, başka
müellifler tarafından sâliklere rehber ve tasavvuf muânzlanna cevap olarak
yazılanlardan Muhammed Zâfir’in seçtiği risale ve mektuplardır. Bir kısmı
en-Nûru’s-Sâtı’ i- simli eseri ile birlikte neşredilmiştir. Ayrıca bk. Vassâf, a.g.e.,
1/260.
[944] el-Vazîfetü’z-Zâfiriyye tertib tarzı bakımından Şeyh Mulay el-Arabî ed-Derkanî
tarafından düzenlenen el-Vazîfetü ’ş-Şâziliyye'ye benzemektedir. Ancak
Kur’ân’dan seçilen âyetler ve onların sıralanışı büyük çoğunlukla farklıdır.
Mukâyese edildiğinde Muhammed Zâfir’in el- Vazîfetü’ş-Şâziliyye üzerinde
bir takım değişiklikler yaptığı görülmektedir. el-Vezîfetü’z- Zâfiriyye
toplam on sayfa olup el-Evâru’l-Kudsiyye’nin sonuna ayrı bir bölüm olarak ilâve
e- dilmiş ve iki kez basılmıştır.
[945] Kabri Ertuğrul
Tekke avlusu içinde olup cadde tarafındaki Hamîdiye çeşmesine bitişik Gotik
mîmârî tarzda yapılmış türbededir. Üzerinde türbenin Deblec Hanım’a âid
olduğunu bildiren kitâbe mevcuttur. Deblec, bilezik ma’nâsına gelen Arapça bir
kelimedir.
[946] Tîr-i Nigâh
hanım, Muhammed Zâfir’in ikinci eşidir. Onunla 1290/1873 yılında evlenmiştir.
Sarayla irtibatı olan bir kadındır. 1926 yılında vefat etmiş ve Maçka
Kabristanı’na defnedilmiş- tir. bk. Vassâf, 1/260. Revnakoğlu Arşivi, 76/2.
[947] Zâfir âilesi ve
çocukları hakkında daha geniş bilgi için bk. Osman Nuri, Türk Maîrif Târihi,
IIL/882-885, İstanbul 1941; Revnakoğlu Arşivi, 76/2; Tuğlacı Pars, Adalar
Tarihi, 1/351-357, İstanbul 1991.
[949] Sırma, İhsan
Süreyya, Fransa’nın Kuzey Afrika’daki Sömürgeciliğine Karşı Sultan II.
Abdülhamîd’in Panislamist Faaliyetlerine Ait Birkaç Vesika, İ.Ü. Ed. Fak
Tarih Enstitüsü Dergisi, VII-VIII/157-184, İstanbul 1976-77; Ondokuzuncu
Yüzyıl Osmanlı Siyâsetinde Büyük Rol Oynayan Tarikatlara Dâir Bir Vesika,
İ.Ü. Ed. Fak Tarih Enstitüsü Dergisi, XXXI/183- 198, İstanbul 1977; Eraslan
Cezmi, II. Abdülhamîd ve İslam Birliği, 217-221, İstanbul 1992.
[950] Şâziliyye’nin
kollan bölümünde ilgili kollara bk
[951] Sırma, Fransanın
Kuzey Afrika’daki Sömürgeciliğine Karşı Birkaç Vesika, 159-179; XIX.
y.y. Osmanh Siyasetinde Bir Vesika, 184-187.
[952] İstanbul
Belediyesi
[953] Revnakoğlu
Arşivi, 76/2-18a.
[954] Martin B.G., a.g.e.,
15. Bu mektubun metni için bk Martin B.G., Five Letters From the Tripoli
Archives, Journal of the Historical Society ofNigeria, 11/365-366, Higeria
1964.
[955] Açe’li
Müslümanlar hakkında daha geniş bilgi için bk. özcan Azmi, Pan-İslamizm
Osmanh Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere, 58, İstanbul 1992.
[956] Le Gali, a.g.eb,
92.
[957] Özcan Azmi, a.g.e.,
56-58.
[958] Martin B.G., a.g.e.,
14-15; Özcan Azmi, a.g.e., 58-59.
[959] Revnakoğlu Arşivi, 76/2.
[960] Osmanoğlu, Ayşe, Röportaj,
Tercüman, 2 Ocak 1956.
[961] Osmanoğlu, Ayşe, Babam
Sultan Abdülhamîd, 24-25, İstanbul 1994.
[962] kj,. Muhammed Zâfir’in İstanbul’a Gelişi blm.
[963] Revnakoğlu Arşivi, 76/2.
[964] Vassâf, a.g.e.,
1/259-260.
[965] Eraslan, a.g.e.,
219-222; Karlığa, a.g.e., 26-27.
[966] Revnakoğlu Arşivi, 76/2.
[967] Abdülhamîd’in Jön
Türkler’i, Filistin topraklarını ve bunlarla bağlantılı olarak tahttan indirilişini
anlattığı bu mektubun Osmanlıca aslı, Arapçası ve İngilizcesi bir kaç kez
yayınlanmıştır. Bu yayınlar için bk. Mecelletü’l-Arabiyyi’l-Kuveytiyye,
Şevval, 1392/1972; Müzekldrâtü’s- Sultân Abdülhamîd es-Sânî, 36, Beyrut
1984; Fârukî Muhammed Yusuf, A Historic Letter of KhalifahAbd al-Hamid,
Journal ofIntermational Islamic Universlty, Malaysisia, trs.
[968] Kutay, Cemal, Türkiye
İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Tarihi, 5558, trs.; Bozdağ İsmet, Abdülhamîd’in
Hâtırâ Defteri, 203-205, İstanbul 1975.
[969] Kutay, a.g.e.,
5558; Bozdağ a.g.e., 204-206.
[970] 1849-1909 yıllan
arasında yaşamış olan Ebu’l-Hüdâ es-Sayyâdî er-Rifaî el-Hüseynî Muhammed İbn
Haşan Vâdî İbn Ali, Sûriyeli olup Halep Nakîbu’l-eşrâfi iken İstanbul’a gelerek
Abdülhamîd’in yakınlan arasına katılmış ve Şeyhu’l-meşâyıhhk görevini
üstlenmiştir. A- raplan iyi tanıması, onlara yönelik politikalar üreten siyâsî
kabiliyet ve becerileri sebebiyle hü- kümdânn güvendiği yakın danışmanlarından
olmuştur. Tasavvufa ve Rifaî tarikatına ilişkin A- rapça bir çok eseri
bulunmaktadır. (Fehmi Cedaane, Ususü ’t-tekaddüm ı ’nde mütefekkiri ’l-
İslâm, 595).
[971] Osmanoğlu, a.g.e.,
25; Karlığa, a.g.e., 26-27.
[972] İ. S. Sırma, Şeyh
Rahmetullah’ın İslam Birliği politikasında önemli rol oynadığım belirtir. Ancak
Medine’deki tekkesine yemek parası bağlanması dışında Abdülhamîd dönemi
vesikalarında onun adına sık rastlanmaz (bk. BAY.E.E, 19-459-130-57).
Şeyh Rahmetullah, Sultân Abdülaziz döneminde İstanbul’a gelmiş ve akâide âid
kitabı o tarihlerde bastırılmıştır.
[973] 1868’den i’tibâren
yaklaşık kırk yıl Ferâşet-i şerife vekilliği yapan Seyyid Ahmed Esad Efendi,
Hicaz’daki kabileler üzerinde nülüzu olan bir insandı. Ebu’l-Hûdâ Efendi’ye
yakınlığı ile tanınıyor ve Pâdişah’m İttihâd-ı İslâm fikrini benimsiyordu. II.
Abdülhamîd ona daha çok gizli haberleşmelerle ilgili görevler vermiş ve
kendisini 1893’de Murassa Mecidî nişanı ile taltîf etmiştir (bk. B.O. A, İrâde
Dahiliyye, 89906).
[974] Risâletü
’l-hamîdiyye isimli eseri ile tanınan
Hüseyin Cisr’in, araştırmaya açılmış arşiv belgelerinde İslâm Birliği
politikasında aktif bir rol oynadığını gösteren bir vesikaya ulaşılmamışım
[975] Sırma İhsan
Süreyya, II. Abdülhamîd’in İslâm Birliği Siyâseti, 66, İstanbul, 1994;
Eraslan, a.g.e., 218-219; Talay Aydın, Eserleri ve Hizmetleriyle
Sultan Abdülhamîd, 87, İstanbul 1991.
[976] Osmanoğlu, a.g.e.,
25.
[977] Eraslan, a.g.e.,
219-220.
[978] Osmanoğlu, a.g.e.,
26; Kutay, a.g.e., 5558; Bozdağ, a.g.e., 204-205.
[979] Karlığa, a.g.e.,
26.
[980] Osmanoğlu, a.g.e.,
25.
[981] Revnakoğlu
Arşivi, 76/2.
[982] Bozdağ, a.g.e.,
204.
[983] Karlığa, a.g.e.,
21, Tunuslu Hayreddin Paşa ve İstanbul’a gelişi hakkında ayrıca bk. Çetin A-
tilla, Tunuslu Hayreddin Paşa, Akara, 1988; İnal İbnülemin Mahmûd Kemal, Son
Sadrazamlar, İstanbul 1982. Ayrıca bk. Servet-i Funûn, Numara, 90-1564, sayfa
186.
[984] Osmanoğlu, a.g.e.,
25.
[985] Eraslan, a.g.e.,
217-218.
[986] Osmanoğlu, a.g.e.,
25.
[987] Le Gali, a.g.e.
92.
[988] Şehbenderzâde,
Senûsîler, 69-70.
[989] a.e., 45.
[990] He B.A.Y.E.E., 18,
553, 603, 93, 38.
[991] Le Gali, a.g.m.y
93-94, İki tarikatın farkı, Senûsiyyenin Bedeviler arasında, Medeniyye’nin
şehir ve kasabalarda revaç bulmasıdır. a.y. 93.
[992] Şehbenderzâde,
Senûsîler, 70.
[993] Nitekim o
tarihlerde Kuzey Afrika’da bulunmuş bir misyoner, daha sonra şu yorumu
yapmıştır: “Hem Senûsiyye hem de Medeniyye tarîkatlan Osmanlılar’ın Panislamist
politikasına uygun hareket ettikleri için Kuzey Afrika’daki Fransız
koloniciliğine uzun süre direnmişlerdir. Onlann direnişinin arkasında bizzat
Abdülhamîd vardır. Nitekim Abdülhamîd’den sonra I. Dünya Savaşı sırasında
Osmanlı Devletinde Panislamizm yerine İttihat ve Terakki vâsıtasıyla yeni fikirler
hâkim olunca bu tarikatlar yeni OsmanlIlar’dan yeterli ilgiyi görmediler.
Böylelikle desteklerini ve güçlerini kaybeden bu tarikatlardan AvrupalIlar
korkmaz hâle geldiler. Çünkü bu tarikatlar AvrupalIların hiç tanımadığı bir
yapıya sahipti ve bizim menfaatlanmıza zıt hareket ediyorlardı.” bk. Le Gali, a.g.m.,
91-92.
[994] Osmanoğlu, a.g.e.,
26.
[995] Sırma, XIX.
y.y. Osmanlı Siyasetinde Bir Vesika, 186.
[996] Seyyid
Muhammed’in 1289/1873 yılında Medeniyye’den icâzet aldığı kaydedilmektedir, bk.
Sırma, Fransanın
Kuzey Afrika ’daki Sömürgeciliğine Ait birkaç Vesika, 171.
[997] a.m., 170-171.
[998] Mustafa Bey çok
yaşamamıştır. Babasının vefatından dörtyıl sonra 1325/1907 yılında vefat etmiş
ve Beşiktaş Yahyâ Efendi Dergâhı’mn haziresine defhedilmiştir. Revnakoğlu
Arşivi, 76/2.
[999] B.O.A., İrade
Dahiliye, 131 l/B-25.
[1000] Tasvir-i Efkâr, 12 Şubat 1334 Salı; Ziyâ Şâkir, İkinci Sultan
Abdülhamîd’in Son Günleri, Resimli Tarih Mecmuası, 804-808, Haziran 1951.
[1001] Özcan Azmi, Özbekler
Tekkesi Postnişîni Buhâralı Şeyh Süleyman Efendi, Tarih Ve Toplum, Nisan,
1992, s. 100/12-16, İstanbul 1992.
[1002] Tekke konusunda
daha geniş bilgi için bk. Kara, Mustafa, Tekkeler ve Zaviyeler, İstanbul
1980.
[1003] Gündüz, a.g.e., 47.
[1004] a.e., 46-52.
[1005] Daha geniş bilgi
için bk. Şâzilî’nin Tunus ve Mısır Hayâtı blm.
[1007] a.m., 367.
[1008] Taşköprüzâde, a.g.e.,
548.
[1009] Baldırzâde, a.g.
e., 131b.
[1010] Taşköprüzâde a.g.e.,
548-549; Öngören, a.g.e., 179.
[1011] Bandırmalızâde,
Ahmed Münib, Mecmua-i Tekâyâ, 13-14; Revnakoğlu Arşivi, 30/12.
[1012] Talay, a.g.e.,
382. (Bağdat Salnâmesi’nden naklen).
[1013] Özdamar, a.g.e.,
49.
[1014] es-Sa’dî Şeyh
Alinzâ, a.g.e., vr. 2; Revnakoğlu Arşivi, 60, 115; Özdamar, a.g.e.,
49.
[1015] Tanman, Şâzelîlik,
İST. A, VII/140, (Âsıtâne’den 1256/1840 naklen).
[1016] Bandırmalızâde, Mecmua-i
Tekâyâ, 14.
[1017] Şeyh Hacı Ahmed
Efendi’nin Unkapam Şâzilî Dergâh’ının ilk Şeyhi olduğu ve bu vazifeyi
yürütürken 1242/1826’da vefat ettiği bilinmektedir, (bk. Zâkir Şükrü, a.g.e.
35). Fakat onun ismi, II. Mahnıud’un kızlarından Sâliha Sultan’ın 1250/1834
yılında yapılan düğününe davetli Şeyhler arasında, “Alibey Karye’sinde Şâzilî
Tekkesi Şeyhi Hacı Ahmed Efendi...” ibâresiyle geçmektedir, (bk Tanınan, Şâzililik,
İST. A, VII/140). Bu ifâdelerden Hacı Ahmed Efendi’nin Unkapanından evvel
Alibeyköy Şâzilî Tekkesi Şeyhi olduğu, düğüne kendisi değil de bu sırada vefat
etmiş olduğu için onun adına şeyhlik makamım temsil eden kişinin çağrıldığı
veyâ Alibeyköy Şâzilî Tekkesi’nde bir başka Hacı Ahmed Efendi’nin şeyhlik
yaptığı anlaşılmaktadır.
[1018] Kendisinden
Şâziliyye icâzeti alan Şeyh Alinzâ es-Sa’dî’nin belirttiğine göre, Ahmed İzzî
Efendi Haleb doğumlu olup Hz. Ömer’in neslindendir. Şâziliyye tarikatını önce
Haleb’de Şeyh Mahmûd Ebu’ş-Şâmât’dan, arkasından İstanbul’da Muhammed Zâfir’den
ve son olarak da 1288/1871 yılında Akka’da karşılaştığı Ali Nûreddin Yeşrûtî’den
almıştır. 1288/1871’den sonra Akka dönüşü Alibeyköy Şâzilî Tekkesi postuna
oturmuştur, (bk es-Sa’dî Alinzâ, a.g.e., vr. lb-3a)
[1019] Tahsin Efendi’nin
ismi Bandırmalızâde’nin Mecmua-i Tekâyâ’smâa ve Revnakoğlunun Arşivinde
Alibeyköy Şâzilî Tekkesi Şeyhi olarak geçmektedir, (bk Bandırmalızâde, a.g.e.,
14; Revnakoğlu Arşivi, 24/11). Tahsin Efendinin ne zaman Şeyhlik yaptığına dâir
bir kayıt bulunmamakla birlikte, Hasırizâde Tekkesinin 1296/1879 yılında posta
geçen son Şeyhi Mehmed E- lifî Efendi ile dost olduğu ve onunla görüştüğünü
biliyoruz, (bk. Tanman, Şâzililik, İST. A., VI- 1/140). Aynca Tahsin
Efendinin mûsikîşinas olduğu, Şâzilî usûlüne göre özel tarzda bestelenmiş
Arapça güfteli İlâhîleri söz ve âletle icrâda şöhrete ulaştığı kaydedilir, (bk.
İnançer, Şâzilîkte Zikir Usûlü ve Mûsikî, İST. A, VII/140.
Bandırmalızâde’nin Mecmua-i Tekâyâ’ssn 1307/1889 yılında bastırdığım göz
önünde bulundurursak Tahsin Efendi’nin 1307/1889 yılından sonra vefat ettiği
anlaşılmaktadır.
[1020] Şeyh Hacı Haşan
Hüseyin Efendi’nin, Beyoğlu ilçesi Sütlüce Mahallesi Elifi Efendi sokağı
Hasırizâde Tekkesi’nin hazînesindeki kabrinin kitâbesinde şu ifadeler
bulunmaktadır.: “Tarîkat- ı aliyye-i Şâziliyye’den Alibeyköy’ü Tekkesi
postnişîni Hacı Haşan Hüseyin Efendi rahmetullâhi aleyh, H. Sene 1331” (bk
Ekdeki resimler).
[1021] Revnakoğlu, Hacı
Ahmed Muhtar Efendi’nin Alibeyköy Şâzilî Tekkesi’nin son Şeyhi olduğunu ve
Unkapanı Şâzilî Tekkesi’nin son Şeyhi olan Bekir Sâdık Efendi’nin ondan icâzet
aldığını belirtir, (bk Revnakoğlu Arşivi, 24/13-5b.) Kaynaklarda hem
Sa’diyye’den hem Şâziliyye’den icâzetli olduğu belirtilen Hacı Ahmed muhtar
Efendi, aslında Hasırizâde Tekkesi’nin üçüncü postnişîni olarak görev yapmıştır.
1879 yılında Hasırizâde Tekkesi’ndeki görevini oğluna bırakarak hacca giden
Ahmed Muhtar Efendi, dönüşünde bu görevi geri almayarak oğlunun yürütmesini
istemiştir (bk. Tanman, İST. A., IV/7). Bu iki bilginin birbirinden farklı
olduğu ortadadır. Bu sebeple Ahmed Muhtâr Efendi, ya hacdan döndükten sonra
Alibeyköy Şâzilî tekkesi postnişinliğine geçmiş, ya da Ahmed İzzî Efendi ile
aym şahıs olduğu halde Revnakoğlu onun İzzî nisbesinden bahsetmeyerek sadece
Bekir Sâdık Efendi’nin Şâziliyye tarikatım Ahmed Muhtâr Efendi’den aldığım
söylemiştir. Halbuki Bekir Sâdık Efendi’nin silsilesinin Şeyh Alinzâ es-Sa’dî
vâsıtası ile Ahmed İzzî Efendi’ye ulaştığım gösteren icâzetnâme bugün elimizdedir.
(bk. es-Sa’dî Alinzâ, a.g.e., vr. lb-3a)
[1022] Bandırmalızâde, Mecmua-i
Tekâyâ, 14; Revnakoğlu Arşivi, 30/112.
[1023] Özdamar, a.g.e.,
103; Tekkenin Fatih Müftülüğündeki tapu bilgilerinde yukanda verdiğimiz adrese
ilâve olarak, 1019 ada 53 parsel sayılı yerde olduğu belirtilmiştir.
[1024] Zâkir, Şükrü, a.g.e.,
35; Revnakoğlu Arşivi, 24/12.
[1025] Revnakoğlu Arşivi,
24/12.
[1026] Öz, a.g.e.,
1/137.
[1027] Revnakoğlu Arşivi,
24/113-2a-b.
[1028] Tanman, Şâzelî
Tekkesi, İST. A, VII/138.
[1029] Zâkir, Şükrü, a.g.e.,
35; Revnakoğlu Arşive, 24/12.
[1030] Revnakoğlu Arşivi,
24/13; Tanman, Şâzelî Tekkesi, İST. A, VII/139.
[1031] Revnakoğlu bu
hazirede ulemâ ve meşâyıhdan birçok kişinin kabrinin bulunduğunu söyler ve
bunların bazılarının kitâbelerindeki yazılan verir, bk. Devnakoğlu Arşivi,
24/13.
[1032] Tez can, Ahnıed, Bir
Tekkenin İçler Acısı Hâli, Bulvar Gazetesi, 10.4.1982; Keleş, Orhan -
Çeliker, Kâzım, Unkapanı Şâzilî Tekkesi, Türkiye Gazetesi, 24.2.1987.
[1033] bk. Ebu’l-Hasan
Şâzilî Câmii, Fatih Müftülüğü, ilgili dosya.
[1034] Tekkenin mimarî
özellikleri hakkında daha fazla bilgi için bk. Kaıataş Neşe, Tarikat Yapılan
Üzerine Bir İnceleme, 45-47; Basılmamış Yüksek lisans (yüksek mimarlık)
tezi, İstanbul 1993.
[1035] Tanman, Şâzilî
Tekkesi, İST. A, VII/139.
[1036] Vakit, 5 Şubat
1338.
[1037] Bumukâyese için bk
Zâkir, a.g.e., 35; Revnakoğlu Arşivi, 24/11, 24/12, 24/13.
[1038] Şeyh Hacı Ahmed
Şem’î Efendi Hacc’da vefât etmiştir, bk. Revnakoğlu Arşivi, 24/12.
[1039] Hüseyin Şem’î,
hacc’da vefât eden Şeyh Hacı Ahmed Şem’î Efendi’nin bir yakım olup kısa süre
ile onun yerine geçmiştir. Revnakoğlu Arşivi, 24/12.
[1040] Şeyh Ahmed
Şem’î’nin halifelerindendir. Şeyhi hacc’da vefât edince yerine geçen Hüseyin
Şem’î’nin bu makamda fazla kalamaması üzerine tekkenin postnişîni olmuştur.
Unkapanı’ndaki Üç Mihraplı Câmiinin haziresinde orta mihrabın önüne
defhedilmiştir. bk. Revnakoğlu Arşivi, 24/12.
[1041] Zâkir Şükrü, Şeyh
Mehmed Kâmil’in babasının Abdürrezzâk Efendi olduğunu söylerken (bk. Zâkir a.g.e.,
35); Revnakoğlu onu Ah adında bir zâtın oğlu ve Şeyh Ahmed Şem’î’nin de halifelerinden
birisi olarak tanıtır. Ayrıca Yeşiltulumba Şeyhi Abdülhakim Efendinin kardeşi
olduğunu söyler. Kasımpaşa’da medfundur. (bk. Revnakoğlu Arşivi, 24/12).
[1042] Revnakoğlu, “Şeyh
Abacı Hâfiz” adıyla meşhur olan bu zât’a, Rumelili olduğu için “Şeyh Mehmed
Rûmî” de dendiğini ve Şeyh Ahmed Şem’î’nin halifelerinden olduğunu belirtir.
Ayrıca Hasırîzâde Tekkesini yaptıran Şeyh Mustafa İzzî Efendi’ye Şâziliyye’den
izin verdiğini ve vefatından sonra da Unkapanı Şâzilî Tekkesi’nin bugün mevcut
olmayan hazîresine defnedildiğini kaydeder, bk Revnakoğlu Arşivi,
24/12,24/13-3.
[1043] Şeyh Mehmed Sâlih
Efendi deri tüccân idi. Tekkenin postnişîni olmadan evvel kendisine tâcir Salih
Efendi derlerdi. Abacı Şeyhin halifesidir. Tekkesinin bugün kaybolmuş olan
bahçesine defnedilmiştir. bk Revnakoğlu Arşivi, 24/11,24/13-4.
[1044] Zâkir Şükrü ve
Revnakoğlu’nun ittifakla belirttiklerine göre Şeyh Hacı Mehmed Emin Efendi,
Şeyh Mehmed Sâlih Efendi’nin oğludur. Ayrıca Revnakoğlu’nun kaydına göre ise,
babasının bir kazaya kurban olarak ânî ölümü sonucu beş yaşında yetim
kalmıştır. Gençliğinde babası gibi deri ve kundura ticâreti yapmış, daha sonra
Tapu Taşra Senedleri Dâiresi’nde müstensih olmuştur. Alibeyköy Şâzilî Tekkesi
Şeyhi Tahsin Efendinin ağabeyidir, bk. Zâkir Şükrü, a.g.e., 35;
Revnakoğlu Arşivi, 24/11.
[1045] Şeyh Mehmed Sâlih
Efendi, Hacı Mehmed Emin Efendi’nin oğludur. Dedesinin ismini almıştır. Vefat
tarihi hakkında herhangi bir bilgiye ulaşamadık, bk. Revnakoğlu Arşivi, 24/11.
[1046] Şeyh Mehmed Sâlih
Efendi’nin oğludur, bk. Revnakoğlu Arşivi, 24/11.
[1047] Sa’dî Şeyh Ali
Rızâ, a.g. e., 5a.
70a Revnakoğlu’nun
belirttiğine göre Bekir Sâdık Efendi ulemâdan bir zât idi. Türkiye Cumhuriyetin
ilk yıllarım görmüştü. Hatta Revnakoğlu onun bir resmi ile Türkiye Cumhuriyeti
İstanbul ve Beyoğlu müftülüklerinden 1341-1343 yıllan arasında Ramazan
aylarında çeşitli câmilerde vaaz ve irşâd için aldığı ruhsathâmeleri arşivine
koymuştur. O belgelerden Bekir Sâdık Efendi’nin 1343/1925 yılına kadar sağ
olduğu anlaşılmaktadır. Şâzilî Dergâhı, Arap Câmii, Unkapanı Elvanzâde Câmii
ona vaaz ve nasihat ruhsatı verilen yerlerden bazdandır. Aynca
ruhsatnâmelerdeki ibâreler, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dinî uygulamalar’m
özellikleri hakkında bir takım bilgiler vermektedir. Daha geniş bilgi için bk
Revnakoğlu Arşivi, 24/1-24/7.
[1049] Bandırmahzâde, Mecmua-i
Tekâyâ, 14-15; Revnakoğlu Arşivi, 30/12.
[1050] Özdamar, a.g.e.,
197.
[1051] Osmanoğlu, a.g.e.,
26.
[1052] Tartman, Şâzilîlik,
İST. A, VII/140, Tanman, Ertuğrul Tekkesi, İST. A, EH/196-198.
[1053] Revnakoğlu Arşivi,
76/2.
[1054] Talay, a.g.e.,
345, 381-382.
[1056] İstanbul Vakıflar
Bölge Müdürlüğü, Hayrât-ı Şerife Defteri, Beyoğlu / Beşiktaş Bölümü,
1/125- 126, 131.
[1057] Öz, a.g.e.,
n/63.
[1058] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-2a-2b.
[1059] Şeyh Zâfir
Tekkesi’nin mimarî özellikleri hakkında yapılmış belli başlı araştırmalar için
bk. Ergezen H.R., Ertuğrul Camii Restorasyonu, Röleve ve Restorasyon
Dergisi, sayı 1, 69-85, İstanbul 1974; Batur Afife, Yıldız
Serencebey'de Şeyh Zâfir Türbe, Kitaplık ve Çeşmesi, Anadolu Sanatı
Araştırmaları I, 103-136, Nşr., İ.T.Ü., 1968; Aslanapa Oktay, Osmanlı
Devri Mîmârisi, 457-458, İstanbul 1985; Can Cengiz, İstanbul’da 19.
yüzyıl Batılı ve Levanten Mimarların Yapılan ve Koruma Sorunlan
(Basılmamış Doktora Tezi Yıldız Teknik Ünv.), 257-331, İstanbul 1993; Rifat
Sami’n, Sultan, Şeyh ve Mîmânn Öyküsü, Fol Dergisi, sayı 1, 49-71,
İstanbul, Mayıs 1995.
[1061] Bu gün bu arazinin
büyük bir kisnn, turizmi teşvik kapsamı içerisinde devlet tarafından uzcuz bir
fiyatla satılmış ve üzerine Conrad otel inşâ edilmiştir.
[1062] Vakıflar Bakanlığı.
[1063] Kaymakam.
[1064] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-3a-3b.
[1065] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-lb.
[1066] Kutay, a.g.e.,
5558; Bozdağ, a.g.e., 203-205. O, dönemin gazetelerinde bile Cuma
Selamlığının Şeyh Zâfir Tekkesi, Ertuğrul Camii’nde yapıldığım bildiren haber
ve ilanlara rastlamak mümkündür. bk Revnakoğlu Arşivi 76/2.
[1067] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-6a.
[1068] Gündüz, a.g. e.,
49, Ayrıca bk. Zikir ve uygulanışı ile ilgili blm.
[1069] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-6b.
[1070] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-15a-15b, 18a.
[1071] Revnakoğlu Arşivi,
76/2-16a-16b.
[1072] Revnakoğlu Arşivi,
30/12.
[1073] Revnakoğlu Arşivi,
30/12.
[1074] Osman Bey Hacı
İsmail Beyzâde, Mecmua-i Cevâmi 38-39’daki Harita, İstanbul 1304.
[1075] Özdamar, a.g.e.,
72.
[1076] Öz, a.g.e.,
1/129.
[1077] Vassâf, a.g.e.,
1J259.
[1078] Şeyh Mehmed Hilmi
Efendi Vakfı.
[1079] Karababa Dergâhı,
eski Mimar Hayreddin yeni Emin Sinan Mahallesi, Yeniçeriler Caddesi, önceki
Karababa şimdiki adıyla Dönem sokakta yer alan 1167 nolu adanın 16 nolu
parselinde bulunmaktadır, bk. Özdamar, a.g.e., 73.
[1080] Ahmed Yivli Bey,
Mimar Hayreddin Mahallesinde doğmuş ve çocukluğu bu mahallede geçmiş bir
kişidir. Lise mezunu ve devlet memurluğundan emeklidir. Genç yaşta tasavvuf
çevreleriyle irtibata geçmiş ve son dönem Osmanh meşâyıhmdan güçlü bir tasavvuf
kültürü almıştır. İbn A- rabî’nin Fusûs’u üzerine bir şerh denemesi olup, bu
çalışmanın bir kısmı daktilo edilmiş bir kısmı da el yazması şeklindedir.
Kendisi sağdır.
[1081] Hasırîzâde Sa’dî
Tekkesi, Beyoğlu Halıcıoğlu Yolu, Sütlüce Mahallesi, Elifi Efendi Sokak, 1895
nolu ada ve 38 parsel sayılı yerde bulunmaktadır, (bk. Özdamar, a.g.e.,
190), 1280/1863 ’de yanan bu tekke, günümüze kadar ulaşmıştır. Ancak bir çok
yeri harap durumdadır. Haziresinde Şâziliyye mensubu bazı zevât medfundur.
Bunların başmda Alibeyköy Şâzilî Tekkesi Şeyhlerinden Tahsin Efendi ile Hacı
Haşan Hüseyin Efendi (ö. 1331/1913) ve Unkapanı Şâzilî Tekkesi Şeyhi Mehmed
Kâmil Efendi (ö. 1256/1840) gelir.
[1082] Revnakoğlu Arşivi,
24/12.
[1083] İnal, Ibnülemin
Mahmûd Kemal, Son Asır Türk Şâirleri, 1/291, İstanbul; Tanman, Hasnîzâde
Tekkesi, İST. A., IV/7.
[1084] Güşümhânevî Tekkesi
hakkında daha geniş bilgi için bk. Gündüz, a.g.e., 52-57.
[1085] Gümüşhânevî’nin Levâmiu
’l-UkûTirnâen naklen, Gündüz, a.g.e., 44.
[1086] Hâlidiyye
Nakşibendiyye’nin bir koludur. Hakkında daha geniş bilgi için bk. Memiş
Abdurrahman Mevlânâ Hâlid ve Hâlidiyye (Basılmamış doktora tezi) İstanbul 1998.
[1087] Gündüz, a.g.e.,
45-47.
[1088] Revnakoğlu Arşivi,
30/1.
[1089] Ahmed Buhârî
Dergâhı Unkapanı kavşağı yakınında Haraççı Kara Mehmed Mahallesi, Üsküplü
Caddesi, Bostan Sokak, 1020 nolu ada ve 1 parsel sayılı yerde bulunmaktadır.
LU. Murad’ın yaptırdığı daha sonra da 1232/1816 yılında II. Mahmud’un
yenilettiği bu tekkeden günümüze sadece Şeyh evi ulaşmıştır. Yıkılan
tevhîdhânesinin ise temelleri kalmıştır. Şeyh evi Vakıflar Bakanlığınca restore
edilmiştir, (bk. Özdamar, a.g.e., 103).
[1090] es-Sa’dî Ali Rızâ,
a.g.e., 6a.
[1091] Bu İcâzetnâmelerin
metni için bk es-Sa’dî Alinzâ, İcâzetnâme, Revnakoğlu Arşivi, 24.
[1092] Tahralı Mustafa, "Batıdaki
îhtidâ Hâdiselerinde Tasavvufun Rolü", Uluslararası Birinci İslâm
Araştırmaları Sempozyumu, 141-162, nşr. Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir 1985;
Türer Osman, ''Batının İslâm i tanımasında Tasavvufun Rolü'', Vefatının
10. yılında M.Z. Kotku ve Tasavvuf Sempozyumu, 148-176, İstanbul 1991; Köse Ali,
Neden İslâmî Seçiyorlar, 117, İstanbul 1997.
[1093] Levtzion N., “Tovvards
a Comparative Stady of Islamisation”, Conversion to İslam, 17, London 1979.
[1094] Batıdaki solculuk
bizdekinden farklıdır. Bizde solculuk bu güne kadar uygulanan şekliyle daha çok
devletçi ve statükocu bir yapı arzederken, batıda tam tersine hürriyetçiliği,
yenilikçiliği ve değişimciliği simgeler. Bizdeki solcular her türlü dînî
anlayışa karşı çıkarlarken, batıdaki solcular direk dîne karşı değillerdir,
daha çok kilisenin akla ve mantığa uymayan uygulamalarına karşıdırlar.
[1095] Gerholm T., "Three
European Intellectuals as Converts to İslam: CulturalMediators or Social
Critics?", New Islamic Presence in Westem Europe, 265, London 1988.
[1096] FinlandiyalI veya
Litvanyalı olduğunu belirten kaynaklar da vardır (bk Abdülhalîm, el-
Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 293; Demîka, a.g.e. 109).
[1097] Bugün tabloları
Stockholm Millî Müzesi ile Gottenborg Müzesi’nde teşhir edilmektedir, (bk.
Tahralı Mustafa, “Rene Guenon (Abdülvâhid Yahya)", Kubbealtı
Mecmûası, VII, IV/47, İstanbul, Ekim 1979).
[1098] Abdurrahman Uleyş
el-Kebîr, Trablusgarb’dan Mısır’a yerleşmiş bir âileden gelen, âlim ve sûB bir
zât olan Muhammed Uleyş’in oğludur, kendisi de babası gibi ulemâdan olan
Abdurrahman Uleyş el-Kebîr, Mâlikî fakihi ve Şâzilî Şeyhi idi. Ezher’de,
hocalık da yapan Uleyş el-Kebîr, babasıyla birlikte 1882’de İngilizler’in
Mısır’ı işgali sırasında çıkan karışıklıklarda tutuklandılar ve îdâma mahkûm
edildiler. Yaşh olan babası hapishâne şartlarına dayanamayarak infâz
gerçekleşmeden önce öldü. Bu gelişme üzerine Uleyş el-Kebîr önce Rodos’a daha
sonra da Şam’a sürüldü. Şam’da meşhur mücâhid Abdülkâdir el-Cezâirî ile
tanışarak birlikte İbn Arabi’nin eserleri üzerine mütâlaada bulunmuşlardır,
(bk Abdülhalim, el-Medresetü’-Şâziliyye, 292-295; Demîka, a.g.e.,
109,175).
[1099] 1907 Ramazan
sayısını gördüğümüz Mecelletü’n-Nâdî, biri Arapça diğeri İtalyanca olmak
üzere iki bölümden oluşmaktadır. Arapça yazılar çoğunlukla Uleyş el-Kebîr’in,
İtalyancalar ise Gustaf (Abdülhâcfi)’nindir.
[1100] Abdülhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
293-29T, Tahralı, “Rene Guenon", Kubbealtı Mecmûa- sı, VII, IV6
47-48; Demîka, a.g.e., 109.
[1101] Rene Guenon 1886 da
Blois’te doğdu. Matematik tahsili için Paris’e gitti, burada daha çok felsefe
ve metafizik konularla ilgilendi. Çeşitli fikir guruplarıyla münâsebeti oldu.
Uzakdoğu ve Hint Felsefesine yöneldi. 1910 yılında tanıştığı John Gustof
vasıtasıyla Şâzilî şeyhi Uleyş el- Kebîr ile görüştü ve 1912 yılında Müslüman
olarak Şâziliyye tarikatına girdi. Müslüman olunca Abdülvâhid Yahyâ ismini alan
Guenon, 1928 de ilk hanımının vefatı üzerine Mısır’a göçtü. Burada ikinci
evliliğini yaparak 1951 vefat etti. Hayâtı, eserleri ve fikirleri hakkında bk.
Tahralı Mustafa, “Fransız Müslüman Abdülvâhid Yahya’nın Eserlerinde Tasavvuf
ve Mistisizm Farkı, Kubbealtı Akademi Mecmuası, X, IV/21-36, İstanbul, Ekim
1981; Abdülhalîm, el-Medrese- tü ’ş-Şâziliyye, 281-363; Tahralı,
Mustafa, “Rene Guenon (Abdülvâhid Yahyâ)”, Kubbealtı Akademi Mecmûası,
VIII, IV / 47-48; Kara, İsmail, “Rene Guenon ’un Eserleri ve Fikirleri
Üzerine Mustafa Tahralı ile bir Konuşma”, Fikir ve Sanatta Hareket,
XX-XXII/23-33, İstanbul 1980.
[1102] Kara İsmail, a.g.m.,
30.
[1104] Köse, a.g.e.,
118.
[1105] Valsan, Şâziliyye
tarikatından hilâfet almış bir şeyhti. Fransa’da yaşamış, İbn Arabi,
Abdürrezzak Kâşânî ve Sadreddin Konevî’den Fransızca’ya tercümeler yapmıştır.
Fransa’da İslâmiyet ve İslâm tasavvufu denince akla gelen ilk isimlerden
biridir, (bk. Kara İsmail, a.g.m., 30).
Schuon, Alman asıllı ve
İsviçre doğumludur. Gençlik yıllarım Fransa, Cezâyir ve Mısır’da geçirmiştir.
Paris Câmii’nde görüştüğü Şâziliyye’nin Aleviyye kolu Şeyhi Ahrned el-Alevî’den
tarikat almış, Cezâyir’de iken şeyhinin yakınında bulunmuş, ondan doğrudan
yararlanma imkâmı elde ederek halîfesi olmuştur. îsâ Nûreddin el-Alevî ismi ile
meşhurdur. Şeyhinin ölümünden sonra 1938 yılında Mısır’a giderek Rene Guenon’u
ziyâret etmiş ve daha sonra onunla mektuplaşmasını sürdürmüştür. Otuz civânnda
yayınlanmış eseri bulunan bu zâtın batıdaki Şâzilîler arasında husûsî bir yeri
vardır. Hayâtı ve eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk Kara İsmail, a.g.m.,
31; Aslan Adnan, “îsâ Nûreddin el-Alevî”, İSAM, İstanbul 1998; Ünal Ali,
“Kararttığımız Güneşin Altında îsâ Nûreddin de Göçtü”, Zaman, 14.5.1998.
[1107] Burchardt, İbn
Arabi’nin Fusûsu’l-hikem’ini ve Abdülkerim Cîlî’nin el-lnsânü’l-kâmiTirû.
Fransızca’ya çevirmiştir. Bundan başka eserleri de vardır (bk Kara İsmail, a.g.m.,
30-31), Son olarak Şeyh el-Arabî ed-Derkavî’nin mektuplarım İngilizce Letters
of a Sufi Master (Great Britain, 1987) adıyla yayınlamıştır.
[1108] Lings, 1909 yılında
İngiltere’de doğdu. Oxford’da İngiliz dili üzerine gördüğü eğitimi 1932 yılında
tamamladıktan sonra Kounas Üniversitesi’nde lektör olarak çalıştı. Arapça’ya ve
tasavvufa olan ilgisi onun Müslüman olmasına ve 1939 yılında Mısır’a gitmesine
vesile oldu. 1952’ye kadar Kahire Üniversitesi’nde öğretim görevliliği yaptı.
Daha sonra Londra Üniversitesine girerek Arapça diploması aldı. 1970 yılında
British Museum’da şark kitapları yetkilisi olarak göreve başladı ve buradan
emekliye ayrıldı. İngilizce yazan Lings’in basılmış bir çok e- seri ve çeşitli
ansiklopedilere yazdığı tasavvufla ilgili maddeler vardır. Aynı zamanda
kaligrafi uzmanı olan Lings’in, hat sanatının metafizik anlamlan konusunda
araştırmaları bulunmaktadır. Şâziliyye’nin Aleviyye koluna mensuptur, (bk.
Müneccid Selahaddin, Martin Lings, 2, Beyrut.) Eserlerinden dört tanesi Yirminci
Yüzyılda Bir Velî, Antik İnançlar Modem Hurafeler, Yakın Kitabı ve Tasavvuf
Nedir? adlanyla Türkçe’ye çevrilmiştir.
[1109] Leo Schaya’nın La
Doctrine Soufique de l ’unite (Paris, 1962) adında İslâm tasavvufunda
tevhîd doktrinini inceleyen bir eseri olduğu bilinmektedir, (bk. Kara İsmail, a.g.m.,3Y).
™ Guenon Rene, “Tevhîd”, trc.
Mustafa Tahralı, Kubbealtı Akademi Mecmûası, VIIL IV / 50, İstanbul, Ekim 1979.
[1111] Guenon Rene, “Doğu
ve Batı ”, trc., Fahrettin Arslan, 19, İstanbul 1991.
[1112] Guenon Rene, “İslam
Tasavvufa”, trc., Mustafa Tahralı, Kubbealtı Mecmûası, XIV, 1/8-16,
İstanbul, Ocak 1985.
[1113] Tahralı, Mustafa, ''Ahdülvâhid
Yahyâ’da Tasavvuf ve Mistisizm Farkı”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, X, IV /
27.
[1114] Schuon Frithjof, Dinlerde
Biçim ve Cevher, trc. Şehâbeddin Yalçın, Varlık, Bilgi ve Din, 127-
144, İstanbul, 1997.
[1115] en-NÎsâ, 4/146.
[1116] İbn Sabbâg, a.g.
e., 46.
[1117] el-Ankebût, 29/46.
[1119] Clarke P.B., “77ıe Sufi
Path in Britain - The Revivalist Tendency”, A Quarterly Journal of New
Religious Movement, 3/13, 1983.
[1120] İan Dallas’ın
müslüman oluşu ve tarikata girişi hakkında daha geniş bilgi için bk Balcı
Ersin, “Bir Arayışın Öyküsü: İan Dallas’tan Abdülkâdir es-Sûfî’ye”
İzlenim Dergisi, S. 1/68-73, İstanbul, Aralık 1992-Ocak 1993.
[1121] Köse, a.g.e.,
145.
[1122] es-Sûfî Abdülkâdir, Cihâd,
trc., İsmet Özel, 89, 98-102, 105, İstanbul, 1980.
[1123] Oıjinal adı The
Book of Strangers’öiı.
[1124] Oıjinal adı Jihad
a Groundplan (Londra 1978)’dir.
[1125] Oıjinal adı The
Hudred Steps’&ı.
[1126] Oıjinal adı The
Way of Muhammed dir.
[1127] Lings Martin, Bir
mürşidin mektuplarına önsöz, 9, İstanbul 1995.
[1128] Medina Abdurrahman, Mensaje
de Cemaa Islamica al-Andulicia, Primavera, Cordoba, 1997. Abdurrahman
Medina hakkında bk. Yıldırım Suat, “İslam Hakimiyetinin Sona Ermesinin
Beşyüzüncü Yılında Endülüs’te İslâm”, Endülüs’ten Ispanya’ya, 93-94,
Ankara, 1996.
[1129] eş-Şa’b. 18 Jun.
1996, 8-11.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar