Print Friendly and PDF

Edebiyat ve Tenkid Sözlüğü

MUSTAFA NİHAT ÖZÖN

 

ÖNSÖZ

Yüzyıllar boyunca edebiyat kültürü, arap ve fars kitapları ile, farsça metinlerle elde edilip durmuştur. Arapça, üzerinde çok işlenilmiş bir dildi, öğrenilmesi bir ömür sürebiliyordu. Tanzimat’ın ülnü bilginlerinden Şeyh Murat Efendi, beş yaşında başladığı okumadan! ancak otuz yedi yaşında icazet (Diploma) almıştır. Kur'an okumayı öğrendikten ve hafız olduktan sonra, ilk bilgilere (mukaddemat-i ulûm) başladığı zaman on yaşında imiş. Tecvdi ve din konularına ait Birgüvî’yi iki yıl okuduktan sonra arapçanın müfredatına (imlâ, lügat, iştikak, sarf) başlamış, bunlraı bitirdikten sonra Isagoci, Kâfiye, Şerhi, Fenarî gibi kitaplara çıkmış. On sekiz yaşma kadar bunlarla uğraşmış, ancak o, yaştan sonra Tuhfe-i Vehbi, Pend-i Attar, Gülistan, Bustan ve Mesnevi’nin üçüncü cildi gibi farısça metinlere ve Haffe divanı ile Saib divanınla yükselmiş.

i Bütün bu öğrenimin yarattığı bir «hayal âlem» vardı. Peygamberler tarihi, Şehname, hikâyeleri, 'diri konularliyle, medrese - tekke çekişmelerinin beslediği bu «hayal âlemi» Tanzimat’tan sonra da sürmüştür.

Tanzimat’tan sonra yazıda dik yenilik hareketleri olarak görülen şeyler gazetecilik, tiyatro; roman türlerinde yani nesir dilinde idi. Gazetelerin yazılarından çoğu Batı( dünyası haberleri ve fikirlerinin aktarması oluyordu; tiyatro, roman eski ile bir çatışma meydana getirecek görünüşte değildi; çünkü eskiden bunların örnekleri, yoktu; yeni şeylerdi. Bunlar oluş halinde iken bir taraftan da' yeni okullar açılmaya başlanmış, yeni bir öğretim: metodu ile yepyeni bigiler öğreftilmiye başlanmıştı. Tanzimat devrinin sonu olan 1877 savaşından sonradır ki yeni nazım örnekleri verilmiye, cski-yeni çatışması kendini göstermiye başlamıştır. Tan-zimatım ilânı ile başlıyan ve yeni bir «hayal âlemi» meydana getirebilecek hareketler ancak yemişini bu sıralarda vermeye başladı. Bu zamanın dergilerinde manzum olsun mensur olsun Fransızca’dan şiirler çevrilmesi bir moda halini almıştı. Yeni hayal; âleminin karşısında «Divan edebiyatı) hayal âlemi» gittkçe sönükleşiyordu. 1883-1885 yıllarında iki büyük tartışma oldu; 1896 dan sonra yeni hayal âlemi tam başarıyı kavzandı; nazım yeniliği kendini kabul ettirdi.

Gazetelerde ilk tenkid hareketi, Ziya Paşa’nın yazdığı söylenen' ve Tercüm-i Ahval’de imzasız olarak yayımlanan medrese öğretimi sakat-' hklarıl üzerine olan yazıdır; bu yazı, gazetenin on beş günlük tatil ile cezalaındırlılmasına yol açtı. Şinasi’nin Ruzname ile olan tartışması fikir hayatında pek az görülen düzgün ve dürüst bir tartışma oldu. Yine Şinasi’nin «Fatin Tezkeresi» ni yeniden basmak için yaptığı ilânda ileri sürdüğü fikirler «tezkerecilik» düşüncesine karşı' ilk «edebiyat tarihçiliği» görüşünü anlatır yolda idi. Namık Kemal’in. 1886 da yayımladığı Edebiyat üzenine .genel görüşlerini anlatan yazısı kendine epey ağır sözler söylenmesine yol açmıştır. Yapılan yenilikler nesir türlerinde idi; onun ılçin edebiyatı yalnız nazım türü olarak gören eskileri pek okadar ilgilendirmiyordu. Pertev Paşa’nm «Tıfl-i Nâim, Beka-yi Ruh» çevirmesi ile hece veznindeki kasidesi onları yadırgatmamış, Abdülhak Hâmit Tarkan’ın «Duhter-i Hindû» tiyatrosundaki «tarz-i garbi üzre olan» manzumesi hemen hiç dikkate çarpmamış idi.

Yeni okullar kurulmaya başlanınca Ana dili öğretimi kendini meydana koymuş idi; Cevdet Paşa Arapça Sarfı, «Kavaid-i Osmaniye» ile adapte etti; nesir yazı için de Kitabet vel inşa dersleri programlara konuldu. Dilekçeler, resmî yazılar yazabilmek, özel mektupların yazış şekilleri bu derslerde öğretiliyordu. Edebiyat kültürü yüksek okullara bırakılmıştı. Harbiye’de Mekteb-i Mülkiye’de, Hukuk okulunda bunun için Belagat ve Edebiyat-i Osmaniye dersleri okutulmaya başlandı. Bu kültür, sadece nazımla verilmek isteniyordu. Süleyman Paşa Harbiye için meydana getirdiği kitabında, frenklerden örnek alarak, nesirden de bir parça söz etmiş. Namık Kemal’den birkaç örnek almış ise de tam örnek olarak Okçuzade’yi, Akif Paşayı göstermişti. 1877 savaşından sonra Cevdet Paşa «Belâgat.i Osmaniye» kitabı ile, Gramerde tuttuğu yolu tuttu, arapça Belagat kitaplarından adapteler yaptı, eski edebiyatın sanat olarak nazımda gözettiği özellikleri tekrarladı. Reca.izade, bu gö-, rüşten ayrıldı, kitabımı psikoloji esasıfna dayadı. Hayalgücü, düşünce, duyma gibi esaslarla edebiyat konularını açıklamaya çalıştı. Belagat kitaplarının bazı terimlerini aldı, birkaç terim de kendisi frenkçeden çevirdi. Bu tarihten sonra edebiyat kültürü okullarda bu iki. koldan birinin üstünlüğü şeklinde sürmlüştür. İlk, orta, yüksek öğretim, basamakları tamamiyle meydana çıktıktan sonra «edebiyat» adı altındaki ders idadilerde okutulmaya başlandı. Fakat dikkate değer bir haldir ki, edebiyat öğretimi hayatta görülen yazı değişikliklerinden, yeni yazıdan her zaman geride kalıyordu. 1900 den ikinci Meşrutiyet ilâmına kadar okulların resmî programlarında yer almış olan kitaplar hâlâ «zaf-i .telif» i Fuzuli’nin, Nabi’nin, Amitli Hami’nin beyitleriyle, garabeti «Şef’ikname» parçalariyle, zincirleme takımları Şeyh Galip, Nergisi örnekleriyle gösteriyordu. Bu okullarda bu kitabı okuyanlar bu konulardan hiç de etkilenmiş görünmüyorlar, o kitabın gösterdikleriyle değil göstermedikleriyle kültürlerini besliyorlardı. Bu hal 1908 den sonra da devam etmiştir. Edebiyatııcedide’ye karşı Millî Edebiyat hareketi ortaya çıktıktan, hece vezni, «terkipsiz dil» kullanılmaya başlandıktan sonra bile okullarda hâlâ aynı konular eski örneklerle gösterilip durulmuştur; «hüsn-i tâlil» 1928 yılından sonra bile okul edebiyat kitaplarında öğretilir madde olarak kalmıştır.

Belâgatteki bütün, bu terim kalabalığının, hiçbir kullanış yeri olmamıştır. Muallim Naci’nin bir ciltte iki yüz kadarını topladığı, «Terctaıan-i Hakikat» te yayımlanmış manzumeler için söyledikleri on tane bile değildir: Övdükleri için : «Âli tabiat vasfına lâyık şair, - Fuzuliyane, -beügane, - hakimane, - âşıkane, - rindane, - Hafızane»; üstünde durdukları «vasl-i ayn» sakatlığı, bazı hecelerin uzun okunup okunmaması (medd beleyesi), darû ile ilâç, gülistan ile gülsen sözlerinin birinden biri fazladır kullanmayın gibi... İşte bütün bu terim çokuğuından çıkan sonuç. Recai-zade’nin bu yoldaki gramer ve vezin tenkidlerıinden ayrı olarak eserin anlam ve kuruluşundan da söz eden tenkidi Edebiyatıcedide başlayıncaya kadar pek taraflı bulmuş sayılmaz. Bu arada Ebüzziya Tevfik başta olmak üzere bazı yazarlar bir tenkidin gerektiğinden söz ederek Batıdan buna örnlek olsun diye çevirmeler yaptırmışlardı. Edebiyatıcedidede Batı anlamındaki tenkid üzerine epey çalışmıştır. Tenkid tarihi, üslûplar üzerine bazı) önemli yazılar çevirdikleri gibi, tenkid örnekleri denecek şekilde bazı çevirmeler de yaptılar. Fakat bu işin tenkniğinden söz edilmiyor, terim diye bir şey düşünülmüyordu. Bu temel kurulmadıkça da tenkid denen şey temelsiz, köksüz bir «söz kalabalığı» sınırını aşamıyordu. Örnek olabilecek kuvvette hiçbir tenkid eserimiz yoktur denilebilir. Son zamanlarda bile hâlâ tenkid özlf/eh yazıların görünüşü bunu açıkça anlatmaktadır.

Otuz yıla yakın bir zamandır okullarımızda edebiyat kültürü verecek edebiyat derslerinin metinlerle verilmesi istenmektedir. Bunun gerçekten böyle yapılabilmesi pek yeni zamanlara raslar. Metinle okumanın, ufak parçalar üstünde de olsa bir tenkid fikrinin oluşmasında önemli yeri vardır. Bir metnin başardı olduğu, ondaki başarıyı meydana getiren teknik elemanların incelenmesi sonucu olarak ortaya çıkar. Bir eserin yazı ve yapı değeri vardır, bunu belirtmek, bunun üzerine bir hüküm vermek belli ölçülere dayanacağı için şu veya bu görüşe göre değişmez. Değişebilecek, üzerinde çeşitli fikirler söylenebilecek olan noktalar o eserin, fikirleri, görüş noktaları üzerinde olabilir. Son elli yıl içinde Namık Kemal Tevfik Fikret... gibi bazı şairlerimizin birkaç kere «şairlikleri» tartışma konusu olmuş; bütün bu tartışmalarda onların birkaç beyit veya mısra-mdan başka bir şeyleri olduğu düşünülmemiştir. Söylenenler yazarın bütün eserine dayanmadığından her zaman için çürütülebilir durumda kalmışlardır. Halbuki bu şairlerin her zaman için sapasağlam kalacak olan nitelikleri vardır, bunlar^ meydana getiren nelerdir, bunun hiçbir zaman düşünüldüğü iddia olunamaız.

Tenkid fikrinin oluşu, gelişmesi her şeyden önce terimlerinin tesbi-tine bağlıdır. Bir fikrin yazı veya, sözle anlatılışındaki başarı derecesi ancak belli ölçülerle belirtilebilir. Terimler, bu ölçülerdir. Yazı veya sözün iyi, 'aksak, orta-halli durumu böyle pozitif ölçü olan bu terimlerle söylenmez, yani durum,un adi konmazsa söylenecekler söz-kalabalığı, ge-vezlik olmaktan kurtulamaz. Terimler, kullanan ile işiten veya okuyan araısındaki ortak anlayış derecesinde işe yarar. Bu iki taraflı anlayış bunların ne demek olduğunun, neler1 anlattığının İki tarafça. da bilinmesiyle meydana çıkar; bunların bir sözlükte toplanması da bu işi bir dereceye kadar kolaylaştırır. Bu sözlük böyle bir kullanış için hazırlanmıştır.

Divan edebiyatı terimleri olduğu gibi alınmıştır; bunların bir tarih değeri vardır. Divan edebiyatının «sanat» olarak önem verdiği noktaları göstermesi bakamından önemi düşünülmüştür. — Bu edebiyatın hayal âlemini bir dereceye kadar açıklamak amaciyle de Divanlarda paslanan özel isimlerden bir kısmı, tarihçe varlıklarından çok haklarında yayılmış olan söylentilerle alınmıştır. — Bazı tasavvuf terimleri ile fikirler de aynı şekilde, metin açıklamasına yardımcı olması düşünülerek kaydolunmuştur. Bu konuda, Sadettin Nüzhet Ergun ile Abdülkadir Gölpmarh’nm hemen bütün eserlerinde bulunan geniş çalışmalarından faydalanılmıştır.

Divan edebiyatı ile ilgili terimlerden gayrisi için Gustave Lanson ile Touffreau’nun «Edebiyat Tarihi» kitabının sonundaki Küçük Sözlük, Des Granges ile Maguelonne’un «Fransızca Kompozisyon» kitabının sonundaki Sözlük ile Henri Benac’m «Disertasyon Sözlüğü» kaynak ölmüştür.

Tanzimat sonrası yazarlarından bazılarının kitapları bibliyografya bilgisi olarak işaret edildiği gibi, Tanzimat’tan beri çıkmış olan bazı gazete veı dergilerin de ' çıkış zamanları hakkında toplu bir bilgi edinilmek üzere adlan yazılmıştır. — Son yıllarda edebiyatla sıkı sıkıya bağlı iki sanat kolu daha meydana çıkmış, her memlekette yerli veya Milletlerarası kurullar bunlarını terimlerini teSbit etmişlerdir.

Bunlardan sinema ile ilgili çok yaygın terimlerden bazıları sözlükte işaret edilmiştir!; radyoya gelince bu iş için memleketimizde en ufak bir tenkid hareketi görülmediği gibi terimleri üzerinde de ileri sürülmüş bir fikre rastlanılmamıştır. Söylenilenlerden çoğu asıl dillerindeki ş ekili ede kullanılmaktadır.

Bütün bunlar bu kitabını bir ansiklopedi olmaktan çok, edebiyat kültürü almış bir kimsenin uğrayabileceği zorlukları çözebilmesine yardımcı bir sözlük olarak hazırlanmış olduğunu gösterir. Çünki bundaki konulardan hepsi okullarda öğrenilmiş, sonra zamanla unutulmuş şeyler çeşitindendir1 Buradaki terimlerden birini çözmek isteyen kimse bunlun için birçok kitapları araştırmak zorundadır; böyle bir durumda ise çok defa ya vakit olmamasından, ya hangi kitaba bakılması gerektiği hemen kestirilememesind'en dolayı öğrenmekten vazğeçebilmekteL dir. Burada ise eski öğrendiklerinin esaslarını görüp ötesini hatırlayacaklardır.             25 Ekim 1954 Mustafa Nihat ÖZÖN

BİBLİYOGRAFYA

Sözlükler

Muallim Naci, ISTILAHAT-İ EDEBİYE, Shf. 280. -- Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1890 (1307).

Ali Şeydi ve Melkoh, SECİ’ VE KAFİYE LÜGATİ, Shf. 863.— Matbaa ve Kütüphane-i Cihan; İstanbul, 1906 (1323).

Ali Şeydi, LÜGATÇE-İ EDEBİYAT, Shf. 105.— Kütüphane-i Ci-hajn, İstanbul, 1907 (1324).

Prof. M. Fuat Köprülü, TÜRK HALK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ, I. fasikül, Shf. 64.— Türkiyat Enstitüsü, İstanbul, 1935. Tabir Olgun, EDEBİYAT LÜGATİ, 176.— Asar-i İlmiye Kütüphanesi, İstanbul, 1936.

T. D. K„ EDEBİYAT VE SÖZ SANATI SÖZLÜĞÜ, Shf. 146.— Ankara, 1948.

T. D. K„ DİLBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜĞÜ, Shf. 252.— Ankara, 1949.

Belagat kitapları ' *

Hace-i Cihan : Şeyh İsmail Ankar'avî, MİFTAH-ÜL-BELÂGA VE MİSBAH-ÜL-FASAHA (Menazır-ül-inşa çevirmesi), Shf. 218. — Tasviriefkâr Matbaası, İstanbul, 1867 (1284)

Mehmet Mihri, FENN-i BEDİ’, Şhf. 88 lito. ?   ,     ?

Sadettin Teftezani: Abdünnafi, Tercüme-i TELHİS ve MUTAVVEL, I. e. 381.— Bosna Vilâyet matbaası, Bosna, 1872 (1289). II. c. 267.— Matbaa.i Âmire, 1873 (1290).

Ahmet Mithat, BELÂGAT-i OSMANİ, Shf. 204.— Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1881 (1298).

Diyarbaikırlı Sait Paşa, MİZAN-ÜL-EDEP, Shf. 403.— Asır Kütüphanesi, İstanbul, 1888 (1305)'.

Abdurrahman Süreyya, SEFİNE-İ BELAGAT, Shf. 208.— Mat-baa-i Ebüzziya, Kostantınıyye, 1887-1888 (1303-1305).

Ali Nazif (Süruri), ZİYNET-ÜL-KELÂM, Shf. 80.— Mahmut Bey Matbaası),. İstanbul, 1888 (1306);

Manastırlı Rifat, MECAMİ-ÜL-EDEP, Shf. 939 (9 kitap).— Kas-par Kütüphanesi, İstanbul, 1891 (1309).

A(bdiilgani)' Senî, EDEBİYAT, Shf. 15.— Asır Kütüphanesi, İstanbul, 1312 (1895).

Mehmet Celâl, OSMANLI EDEBİYATI NÜMUNELERİ, Shf. 615.— Şems Kütüphanesi, İstanbul, 1895 (1912).

İsmail Hakkı.— ESRAR-İ BELÂGAT I„ Shf. 155.— Şirket-i Mü-rettibiye Matbaası, İstanbul, 1900 (1318).

Okul Kitapları

Selim. Sabit, MİYAR-ÜL-KELÂM (rüştüyeler için), Shf. 46.— Mat-baa-i Âmire, İstanbul, 1870 (1287).

Süleyman (Paşa), MEBANİ-L-'İNŞA, (Mekteb-i Harbiye için), shf. c. I., <222, c. II., 290.— Mekteb-i Fünun-i Harbiye-i hazret-i şahanede tab’ ü etmsil kılınmıştır, İstanbul, 1871.1872 (1288-1289).

Ahmet Cevdet Paşa, BELÂGAT-İ OSMANİYE, (Mekteb-i Hukuk için), 2. basılış, Shf. 204.— Osman Bey Matbaası, İstobul, 1882 (1299).

Reıcaizade Mahmut Ekrem, TALİM-İ EDEBİYAT (Mekteb-i Mülkiye için), Shf. 387.— Mihran Matbaası, İstabul, 1881 (1299).

Ahmet Hamdı, BELÂGAT-I LİSAN-İ OSMANÎ, (Mekteb-i Hukuk için);, Shf. 128.— Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1876 (1293).

Abdürrahman Süreyya (Mirduhizade), MİZAN-ÜL-BELÂGA (Mek-tvb-i Hukuk için), Shf. 405.— Arakel Kütüphanesi, İstanbul 1888 (1303).

Abdürrahman Fehmi, TEDRİSAT-İ EDEBİYE (Mekteb-i Hukuk için), 1. kısım, Shf. 176.— Karabet ve Kaspar Kütüphaneleri, 1885-1889 (1302-1306).

Elhac İbrahim, EDEBİYAT-İ OSMANİYE (Mekteb-i Mülkiye için) Shf. 160 (eksik).— Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1305 (1888). Menemenlizade Tahir, OSMANLI EDEBİYATI (İdadiler için), Shf. 234.— Kaspar Matbaası, 1895 (1314).

Süleyman Fehmi, EDEBİYAT (Sultaniler için), Shf. 360.— Hilâl Matbaası, İstanbul, 1909 (1325).

Reşit (Rey), NAZARİYAT-İ EDEBİYE (Mekteb-i Sutani için), c. 1, Shf. 291.— Ahmet İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık OsmanlI Şirketi, İstanbul, 1912 (1328).

Muhittin (Birgen)', YENİ EDEBİYAT, (İdadiler için), Shf. 234.— Kütüphane-i İslâm ve Askerî, İstanbul, 1914 (1330).          '

Fuat Köprülü ve Şebabettin Süleyman, MALÜMAT-I EDEBİYE X, (Sultaniler için), Shf. 314.— Kanaat Kütüphanesi, İstanbul,

1914 (1330).

Ali Ekrem (Bolayır), NAZARİYAT-İ EDEBİYE DERSLERİ (Darülfünun 1915-1916 ders yılı) Nazım kısmı Shf. 496.— nesir kısmı Shf. 416, lito. 1919-1920.

Ali Cenip (Yöntem), EDEBİYAT (Liseler için), Shf. 416.— Matbaa-! Âmire, İstanbul, 1926.

Nihad Sami Banarlı, EDEBÎ BİLGİLER, Shf. 319, 3. baskı — Remzi Kitabeyi, İstanbul, 1944.

İsmail Habib Sevük, EDEBİYAT BİLGİLERİ, Shf. 395.— Remzi Kitabevi, İstanbul, 1942.

Nazım tekniği kitapları

Ahmet Hamdi, TESHİL-ÜL-ARUZ ve] KAV AFİ vel BEDİ, Shf. 171.— Matbaa.i Amire, 1872 (1288).

Manastırlı (Salih) Faik, TÜRKÇE ARUZ, Shf. 25.— Âlem Matbaası, İstanbul, 1895 (1313-) , •

Muallim Naci, ARUZ NÜMUNESİ, Shf. 24.— Asır Kütüphanesi, İstanbul, 1896 (1313).       '

İbn Mahmut Asım, İLM-t ARUZ, Shf. 78.— Asır Kütüphanesi külliyatı, İstanbul, 1898 (1312).

Ali Sedat bin Cevdet, ARUZ-İ OSMANÎ, Şhf. 56.— Malûmat Kütüphanesi, İstanbul, 1898 (1314).

Tahirülmevlevî, NAZIM VE EŞKÂL-İ NAZIM, I„ Shf. 88-110, Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 19113 (1329).

Çankırılı Talât, HALK ŞİİRLERİNİN ŞEKİL VE NEVİ, Shf. 166.— Maarif Vekâleti, Devlet Matbaası, İstanbul, 1928.

Murat Uraz, NAZIM ŞEKİLLERİ, Shf. 59.— İnkilâp Kütüphanesi, İstanbul, 1940.

Murat Uraz, VEZİN ve KAFİYE, Shf. 64 — İnkilâp Kütüphanesi, İstanbul, 1940.

Hikmet İlaydın, TÜRK EDEBİYATINDA NAZIM, Shf. 158. 2. Baskı.— Üçler Basımevi, İstanbul, 1951.

Ahmet Aymutlu, ARÜZ, Shf. 88, 2. Baskı.— Osman Yalçın Matbaası, İstanbul, 1950

Eserler, Tenkid eserleri.

Şinasi, MESELE-İ «MEBHUSETÜ ANHA» (1864), Shf. 104.— Ki-taphane-i Ebüzziya 23-24. —İstanbul, 1885 (1303).

Namık Kemal, TAHRİB-İ «HARABAT» (1881) Shf. 160, 2. Baskı.— Kitaphane-iı Ebüzziya, 11-13, İstanbul, 1886 (1304).

Namık Kemal, TAKİP, (1883), Shf. 134.— Kitaphane-i Ebüzziya, 28-29.— İstanbul, 1885 (1303)'.

Namık Kemal, İRFAN PAŞAYA MEKTUP, (1880), Shf. 36.— Kitaphane-i Ebüzziya 75.— İstanbul, 1886 (1304).

Namık Kemal, MUKADDEME-İ «CELÂL», (1884), Shf. 92 — Ki-taphane^i Ebüzziya, 69.— İstanbul, 1888 (1305)..

Abdurrahman Süreyya, TALİKAT-,İ «BELâGAT-İ OSMANİYE», .Shf, 59.— Ce.ride-i Askeriye Matbaası, İstanbul, 1882 (1299).

(Mekteb-i Hukuk talebesinden biri), HALL-İ «TALİKAT», Shf. 38.— Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1883 (1299).

Elhac İbrahim, TEMYİZ-İ «TALİKAT», Shf. 22.— Matbaa-i Osmaniye, İstanbul, 1883 (1299).

Abdurrahman Süreyya, TAHLİL-İ «HALL», Shf. 85.—  Mihran

Matbaası, İstanbul, 1883 (1299).

Ali Sedat, Mahmut Esat, Mehmet Faik, REDD-İ «HALL», Shf. 32 — Matbaa-i Osmaniye, İstanbul, 1883 (1299).

Ali Sedat, İKMAL-İ «TEMYİZ», Shf. 24.— Matbaa-i Osmaniye, İstanbul, (1883 (1299).

Mahmut Esat, İTMAM-İ «TEMYİZ», Shf. 19.— Matbaa-i Osmaniye, İstanbul, 1883 (1299).

? , NAZİRE-İ «TALİKAT», Shf. 59.— Lite., - ? , 1883 (1299).

iRecaizade M. Ekrem, TAKDİR-İ «ELHAN», Shf. 85.— Mahmut Bey Matbaası, İstanbul, 1884 (1302).

Muallim Naci, DEMDEME, Shf. 54.— Saadet Matbaası, İstanbul, 1886 (1303).

Muallim Naci, MUALLİM, Shf. 384.— Kitapçı Arakel, İstanbul, 1886 (1303).

Muallim, Naci ve Beş ir Fuat, İNTİKA, Shf. 112.— Kitapçı Arakel; İstanbul, 1887 (1304).

Ziver, MÜTALÂAT-,1 EDEBİYE, Shf. 38.— Vilâyet Matbaası Rodos, 1894 (1311).J

İsmail Safa, MÜLÂHAZAT-1 EDEBİYE, Shf. 70— Kütüphane-i İkdam, No. 8.— İstanbul, 1314 (1895).

İsmail Hakkı, MUALLİM NACİ EFENDİ, Shf. 128 «OsmanlI Me-:şahîr-i Üdebası 1».— Nişan Berberyan Matbaası, İstanbul, 1896 .(1311).

Recaizade M. Ekrem, TAKRİZAT, Shf. 78.— Âlem Matbaası, İs-tamibul, 1898 (1314).

Fikripaşazade Ömer Lûtfi (Lûtfi Fikri), TECRÜBE-İ İNTİKAD: «DUHTER-İ HİNDÜ» Shf. 35.— Türk Matbaası, Kahire, 1905. Hüseyin Cahit Yalçın, KAVGALARIM (1896-1898), Shf. 333.— Edebiyatıcedide Kütüphanesi No. 23.— İstanbul, 1910 (1326).

Raif Necdet (Kestelli), HAYAT-I EDEBİYE (1909-1922), Shf. 383.— İkbal Kütüphanesi, İstanbul, 1922.

Dr. Fuat Köprülü, BUGÜNKÜ EDEBİYAT, Shf. 329.— Kanaat Kütüphanesi, İstanbul, 1924.

Alâettira Candemir, Mürtaza Gürkaynak, TENKİD ve BİZDEKÎ MÜNEKKİTLER, Shf. 136 Etonan Kitabevi, İstanbul, 1939.

Agâh Sırrı Levend, ESERLER ve ŞAHSİYETLER,, Shf. 157 — Bürh'anettin Matbaası, İstanbul, 1940.

Agâh Sırrı Levend, DİVAN. EDEBİYATI, Shf. 662, 2. Baskı — İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1948.

Prof. Suut Kemal Yetkin) EDEBİYAT KONUŞMALARI, Shf. 63 Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944.

Kısaltmalar

Ar.

Aruz

Ast.

Astronomi

Bel.

Belagat

Bib.

Bibliyografya

Bil.

Bilim

Bk.

Bakınız

Di. Ed.

Divan Edebiyatı

Da.

Dilbilgisi

Ed. Dok.

Edebiyat doktrini

Ed. Ten.

Edebiyat tenkidi

Es. Ed.

Eski Edebiyat

Bel.

Felsefe.

Gaz.

Gazete

Gs.

Güzel sanatlar

H. e.

     Halk edebiyatı

İ. E.

İlgili kavramlar

Eom.

Kompozisyon

Mit.

Mitoloji

Psi.

Psikoloji

Si.

Sinema

Tar.               '

Tarih

Tari.

Tarikat

Tas.

; Tasavvuf

Ten.

Tenkid

Tiy.

Tiyatro

Üs.                 ,

Üslûp

Vez.

Vezin

abâ, yünden dövülerek yapılma kalın kumaş ve bu kumaştan yapılmış üstlük, hırka anlamına cilan bu kelime Türkçede «aba» o-larak söylenir. Dayanıklı olmasından dolayı dervişler, fakirler giyerlerdi. Edebiyat ve tasavvuf bahislerinde «derviş, dervişlik» an lamında kullanılmıştır. Abâ-puş (aba giymiş), abâ be.dûş (abası omuzunda) sözleri çok kullanılmıştır.

«Ri.nd-i abâ be-dûş fakir ü re-vendeyiz,,.

ÂL-İ ABA, Muhammet peygamberin, bir gün, uyudukları sırada, üstlerine abasını örttüğü Ali, Fatma, Haşan ile Hüseyin. Bende-i âl i abâ, muhibb-i âl-i abâ, Ali taraf-, lısı. Ali ile çocuklarını sevenler. Sazşairleri arasında, tasavvuf etkisi altında bulunanlarla, en çok bektaşi, kızılbış, alevî şairler, bunu çok kullanmışlardır. Bunların dışında bazı şairler geniş anlamda, Muhammet peygamberden gelenler olarak kullanmışlardır.

(İ. K. : Abâ, post, fakir, şeyh, derviş, kaba).

Abdal (Arapçası ebdal) Tasavvuf anlamı, Rical-ül-gayb denilen 40 ermişmtir. Bazıları bunların sayışını yedi olarak gösterir (1 kutb, 2 imam evtat, 2-abdal). Abdallar her zaman vardır. İşleri ve nitelikleri az söz söylemek, az yemek, az uyumak, halktan ayrı yaşamak, düşkünlerle lâyık olanlara yardım etmek, ülkeye gelebilecek felâketleri önlemek, yağmur yağdırmak, düşmanlarla savaşan islâmlara yardım etmektir. Nazım ve nesirde daha çok «Derviş» anlamında kullanılmıştır.

«Veli kûy.i harabat içre rüsva ol-


muşuz amma. — Biz ol abdai-i aşkız tâ ezel mazuruz ey zâhit. -Zati»

Abdullah Efendinin Rüyaları (Bib.) Ahmet Hamdi Tanpınar’m ince, dikkatli ruh incelemeleri bulunan uzunca beş hikâyesinden meydana gelmiş eseridir (1943).

Abdullah-üs-Sagir (Bib.) Ab-dülhak Hâmit Tarkan'ın manzum piyesi (1917). Endelüs’ün son hükümdarı Abdullah’ın bir İspanyol kızına olan tutkunluğunu, bu yüzden sığınmak için gittiği Fas’a kabul edilmeyişini anlatır. Yine Ispanya’daki şaraplarla ilgili olan Nasife piyesinin tamamlayıcısı sayılır.

âbid Dinin buyurduğu ibadetleri normalden fazla yapan, meselâ beş vakit namaza bazı nafile na_ 'mazları katan, belli zamandan artık olarak oruçlar tutan kimseye denir. Bunu aşırıklıkla yapıp, dünya ile ilgisini, kesenlere «zahid» denirdi. Âbid He zahid eşanlam gibi kullanılmış ise de manzumeler de yalnız «zahit» yerilmiştir.

âb-i hayat (Hayat suyu, abıhayat) İçene ölmezlik verdiği sanılan masal suyu. Bu sudan şimdiye kadar Hızır ile İlyâs içebilmişlerdir; onun için bu ikilsi kıyamete kadar yaşıyacaklardır. Bu suyun

pınarı «Zulümat,» ötesinde imiş (Ortaçağda yeryüzünü^ bilinen yerlerinden ötesine hep Zulümat adı verilirdi, karanlıklar demektir.) İskender bu suyu, Hızır’ın kılavuzluğu ile aramıya çıkmış, fakat Zulümat yolunda birbirlerini kaybederek yalnız Hızır ulaşabilmiş; İskender buna erişememiştir. Bunun hikâyesi Iskendername eserinde anlatılmıştır.

InceJ zaman için vardır.


(Tas.) Gerçek aşk. (Ed.) saf söz.

(Âb-i hayat sözünün eşanlamları: Âb-î beka, âb-i cavidan, âb-zindegâni, ayn-ül.hayvan, çeşmei hayvan).

(I. K. : Hızır, İskender, Zulü-mat, reh-i zulmet, rehnüma, rehber.)

acz (D- e-) Bir beytin ikinci mısramdaki son parçaya denir. «Darp» yahut «kafiye» bunun e-şanlamıdır.

açık (Kom.) Yazılış veya söylenişinde açıklık bulunan anlatış niteliği. (Ed.) Açık açık söylenmesi, anlatılması geleneğe uygun olmıyan, ayıp sayılan sözleri kullanmak, bu yolda sahneleri tasvir etmekle meydana getirilen eser. Buna «açık saçık» da denir.

açık hece (D. E.) Aruz vezninin «Muallak hece» si için kullanılmıştır. Sesli ile biten heceye denir, ayırmada nokta (.) ile işaretlenir : E-de-biy-yat (.. _ -) gibi.

açıklama (Ed.) Bir metin okunurken gerekli bazı zihin incelemeleri yapmaktır. Bu yol metin incelemelerinde önemlidir. Metnin a-lmdığı eserin bütününü bilmek, içinde geçen kelimeleri iyice anlamak, anlatmak istediği fikirleri, anlatım yolunu incelemek o eser hakkında tam, olgun bir fikir e-dinmeye yarar. Açıklama, sadece, kelimelerin sözlük anlamını çözmek değil, onun zamanına göre anlamını, bir sanat yapılmak istenmiş ise o edebiyat sanatini çözmek demektir. Bir metnin ana fikrini, ikinci derecede fikirlerden a-yırıp çıkarmak da açıklamanın yapabileceği bir iştir. Böyle olmadığı halde, ikinci derecedeki fikirlerden her hangi biri eserin ana fikri sayılmak tehlikesi her;

açıklık (Kom.) Sözün veya yazının hemen kavranacak şekilde olmasıdır. Kelimelerin bilinir olması, yerli yeriride kullanılması, cümlelerin düzgün sıralanması, fikrin dolambaçsız söylenilmiş olması açıklığı meydana getirir. Açıklığın birinci şartı, anlatılmak istenilen şeyin anlatacak kimsenin zihninde açıkça belirmiş olması, sonra onu anlaşma kurallarına uygun olarak söylemesidir. Çok defa, açık sayılan fikir, duygu veya hayalin anlaşma kurallarına uygun olmadan anlatılmıya kalkışılması başarısızlıkla sonuçlanır. O-nun için açıklığın çeşitli basamakları vardır. Yazıda veya söz söylemede okuyucu veya dinleyici için bir ortalama bulmak şarttır. Çünkü «anlatış» derecesinde «anlayış» da bu işte önemlidir. Açıklık (vuzuh) bulunmıyan yazıda düğümlülük (takiıd) , belginsizlik (ibham), karanlık, kapalılık var demektir.

Ad (Tar.) Arap yarımadasının Yemen parçasında eskiden bulunan bir kavının ceddi olan kimsenin adı. Âd kavmi, Hut peygamberin doğru yola götürecek olan sözlerini dinlemedikleri için, gayet kuvvetli bir rüzgâr ile>, Tanrı tarafından yok edilmişlerdir.

addeğişimi Bk. MECAZ.

adem (Tas.) «Yokluk» demek o-lan bu söz «vücut» karşıdıdır.

Âdem insanoğlunun babası (—e-bü-l-beşer) olup ilk yaratılan insan ve peygamberdir. Tanrı gökleri ve yeri yarattıktan sonra Cebrail vasıtasiyle yeryüzünden her cins toprak karışığı aldırıp ahsen-i , takvim şekline koyup, kırk gece veya kırk yıl o halde bıraktıktan sonra bu kalıba, ruh verdi, Âdemi


yarattı, insanoğlunun yaratılmalından önce yeryüzünde yalnız cinler vardı. Tanrı insanı yarada-cağını haber verdiği zaman melekler: «Biz sana secde ve teşbih ettiğimiz halde yine yeryüzüne fesat yapacak yaratık mı yaratacaksın?» demişlerse de «Ben sizin bilmediğinizi bilirim» emri üzerine susmuşlardır, Âdem’e ruh üfürüldükten sonra Tanrı emri üzerine hepsi de secde etmişler ise de, yalnız Cennet’in hazinecisi olan İblis secde etmek istememiş; bu yüzden Tanrı gazabına uğrayarak Cennet’en kovulmuş ve lanetlenmiştir. Âdem Cennette otururken sol eğe kemiğinden, Havva yaradılmıştır. İkisine de Cennet’in her şeyinden faydalanmak ve yalnız buğday, (yahut elma) ya yanaşmamaları emro' nulmuştu. Cennet dışında kalan îb lis yılanın dişleri arasında gizlice içeri girmiş, Âdem ile Havva’yı yemeleri Tanrıca yasak edilmiş; cilan yemişten yemiye kandırmıştır. Tanrı gazabına uğrayan Âdem ile Havva, İblis ile yılan, yeryüzüne atılmışlardır. Âdem Hindistan’da Seylân (Serendip) adasına, Havva da Cidde dolaylarına düşmüşlerdir.' Birçok vakit ayrı bulunarak sonunda Âdem Hicaz’a gelmiş, Havva’yı bulmuştur. Pişmanlıkları, yalvarıp yakarmaları üzerine Tanrı, suçlarını bağışlamış, Âdem ilk peygamber olmuştur. Âdem’in. 930 veya 1000 yıl yaşadığı, 'beher çifti biri erkek öbürü kız olmak üzere yirmi çift (kırk tane) çocuğu olduğu söylenir. Bunların en ünlüleri Sît peygamber ile Habil ve .Kabil’dir.

âdet Bir memlekette, bir sınıf halk arasında uyulagelen kurallar, usuller demektir. Konuşma dilinde


bir kimsenin alışkan olduğu söyleme veya davranma tarzıdır. Âdet komedisi, âdet romanı siteleri, bir şehir, kasaba veya belliı bir yüzyılda, veya oldukça çok insan gru-pu arasında geçer olan bir şeyi ko-' nu yapan komedi veya roman demektir.

aed (Ed. tar.) Gereklerde ilk şairlere verilen ad. Sazşairi. İlk şairler nazımlarını sazla (lyr) söylerlerdi,

Âfak (Gaz.) 2 Kasım 1882 de çıkarılmıya başlanılmış haftalık dergi. MuallimNaci ile arkadaşlarından Tevfik Rıza, Mehmet Şükrü, Mehmet Nadir başlıca yazarları idi.

afdaliyet anlam’ı «üstünlük» demektir. Yüzyıllar boyunca bu üstünlük işi tartışma konusu olmuş, din kitapları uzun uzadıya bu tartışmalarla dolduktan sonra ehl-i ’sübnet şu şekilde karar vermiştir.

Muhammet peygamber, bütün peygamberlerden üstündür. Ondan sonra peygamberler, peygamber görevliler gelir.'Bunlardan sonra da sıra ile:

  • 1. Dört halife, (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). *

  • 2. Bu dört halifeden başkaca daha sağlıklarında Cennete girecekleri müjdelenmiş olan 6 kişi.

  • 3. Bunlardan sonra Haşan, Hüseyin, Hamza, Abbas, Cafer-i Tayyar.

  • 4. Bedir savaşındaki 313 kişi.

  • 5. Uhut savaşındaki 700 kişi.

  • 6. Bey’at-ür-Rıdvan’da olan 1400 kişi. Peygamberin eşlerinden Hatice, Ayşe (ve peygamberin kızı) Fatma.

Zamanların afdaliyet!:

  • 1. Peygamber hicretinin ilk yüz-yıh (622-718)

  • 2. Tebaü tabiîn zamanı denen ve

    830 yılında sona eren zaman.

    (Süleyman Çelebi’nin Mevlût e-serini yazmıya sebebolan olay, bir gün Bursa’da camide iken vaazeden bir hocanın Isa pey-


    gamberi Muhammet peygamber


    den üstün görmesi olduğu söylenir.)

    affektif (PSİ<.) «Duygusal» da


denin. Ruha etki yapan, ruha giden, ruhu duygulandıran, anlamı-nadır. Aktiflik ve zekâ ile ilgili şey karşıdıdır. Bir yılanın uyandırdığı korku affektif bir fenomendir.

laklarında, ölünün kırkma kadar; her akşam kadınların toplanarak, ağıt söyleyip yas tutmak âdeti vardır. Şekilden çok konusu bakı-


ağıt (H- ed.) Divan edebiyatında mersiye denilen konuda yazılan manzumelerin halk edebiyatındaki adı. Bir ölünün arkasından onun sağlığındaki kahramanlığı, davranışları övülürdü. Sonraları bu her hangi bir ölü hakkında da söylenir olmuştur. Bazı Türk toplu-anından ayırdedilebilir.

Ahd-i atik, (Tar.) Musa peygamberin «Tevrat» ı ile Davut peygamber’in «Zebur»una denir.

Ahd-i cedit (Tar.) lsa peygamber’in «İncil» ine denir.

ahd-i sabık (Tas.) Tanrının ruhları yarattığı zaman onlara «Ben-sizin Rabbiniz değil iniyim?» diye sorunca onlar da «Evet» diye cevap verdiler. İşte bu sözleşmi-ye «ahd-i sabık» denir.

ahenk (Üs.) Bir beytin, bir nesir cümlesinin hecelerinin çeşitli sesleri arasındaki, kulağa hoş gelen uygunluğa «ahenk» denir (U-yum, armonK=harmonie). Ahenk, kelimeden başlıyarak, ibareye kadar çeşitlenir. Üslûptaki ahenk üç. bölüme ayrılabilir: 1. Kelime ahengi, hecelerin ardanda iyi sıra--lanmış olması ve seslilerle sessizlerin iyice kaynaşmış bulunmasından meydana gelir. 2. Cümle-ahengi, kelimelerin cümle için-

de iyice yerleştirilmesiyle kendi


ni belli eder. Bu iyi yerleştirme ritm (Bk. RİTİM) sağlar. 3. Taklit ahengi, bir hareketin gi


kardığı sesi taklit eden sözler kullanmaktır. Divan edebiyatında seslerin taklidi ile olan a-henge önem vererek teori kitapları sadece onu (aheng-i taklidi) konu yapmışlardır.

Eski ebediyatta «ahenk» fikri-, «fasahat» sözüyle anlatıyordu. Ahenk olarak adlandırma ancak Tanzimat’tan sonraki zamanda başlamıştır.

topluluk törelerinin bütünü anlamına da gelir. Bu bakımdan sanat eserlerinin ahlâka uygunluk işi her devirde birtakım fikirler;


ahlâk (Ah.) «İyi ve kötünün, neler olduğunu inceliyen bilim» diye anlatılan bu söz belirli bir-söylenmesine, birçok tartışmalar yapılmasına yol açmıştır. Grek: filozofları arasında, Eflâtun’un «Sanat, bir. fayda içindir» ve-Aristo’nun «Sanat sanat içindir» fikirleriyle başlıyan bu hareket, yüzyıllar boyunca filozof, sanatçı,, estetikçi, tenkidcilerderı birçoklarına konu olmuş, okumanın çok. geniş insan grupları arasına. yayıl-mıya başladığı XIX. yüzyılda da uzun uzun teorilere yol açmıştır.. Sanat eserinin kuvvetli bir yayılma niteliği vardır, bundan faydalanmak isteyenler de türlü ülkülerin, maksatların yayımına bunu alet etmek isterler. Eski yüzyıllarda olduğu gibi sanatle ahlâkın ilgisini yalnızca «edep dışı» (müs-tehçeh) ahlâksızca yazılar olarak: saymak bugün için artık yeter 'bir görüş değildir.

ahlat «Hılt» sözünün çoğuludur, çok olarak da «ahlât-1 erbaa» olacak kullanılır. Eski hekimlikçe, insanda safra, sevda, kan ve balgam olarak dört hılt vardır. Bu ahlatın birbirine karşı düzende o-hsşuma «mizaç» denirdi ki bir kimsenin sağlığını bu meydana ..getirirdi. Bunlardan birinin fazlalığı «safravi, sevdavi, demevi, 'balgam!» mizaçlardan birini meydana getirir.

Ahmed-i Muhtar, Muhammet peygamberin adlarından biri1.

ahreb, ahrem (Vez.) Rubai ve-"zinlerinin ana ölçüsü. Mef’ulü ile 'başlıyan ahreb, mef’ulün ile baş-’hyanlar da ahrem vezinindendlr.

ahsen 1- (Tas.) «En hüsünlü,- en güzel» anlammadır. Bu söz Ku-ran’dan iki nokta için edebiyata geçmiştir. Birincisi Ahsen-el-ka-sas (en güzel hikâye) dir. Yusuf peygamberin »başından geçenleri anlatan surededir. İkincisi yine Kuran’da «Biz insanları •en güzel bir kıvamda yarattık» ayetinden alınma Ahsen-i takvim. sözüdür. «Ahsen-i takvime secde kılmıyan şeytan olur. -Nesimi»- «Ahsen-i takvimin esfel kılmıya nedir, sebep- Zati». 2.

(Ed.) Ahsen.il veçh-i şebeh, bir •şeyi başka bir şeye benzetirken .gözetilecek olan benzetme ilişiğinin en yakışanı, en uygunu demektir. Bir benzetmede buna dikkat edilmesi gereklidir: Aslan bakışlı, öküz bakışlı, ceylân bakışlı, şahin bakışlı... sözleri arasında benzetilene en uygun olanı bulmaktır.

ahu Gözlerinin, bakışının güzelliğiyle dillerde dolaşan geyik cinsinden bir hayvandır. Göz için en fazla kullanılan bir benzetme ve iğret'ileme sözüdür. İnsan gibi, ağladığı söylenir.

Ahu-yi Harem, Mekke’de Kabe’nin bulunduğu yer ile yöresinde avlanmak haramdır. Bu bölgeye sığman ahular avlanmaz, ser-bes dolaşır.

akz Ü sirkat (Bel.) Buna Tanzimat’tan sonra «intihal» denmiş tir. Başka birinin manzumesindeki beyitleri olduğu gibi, yahut hafif değişiklikler yaparak al mak demektir. Bunun türlü çeşitlerine göre, bazı adlar konulmuştur. Başkasının iyice anlatamadığı fikri iyi anlatan olursa bunu iyi saymışlardır. Fakat «Sirkat-i şir edene kat-i zeban lâzımdır» ' (Manzume çalanın dilini kesmek gerektir) mısraı da epeyce yayılmıştır.

Aile (Gaz.) Şemseddin Sami’nin 27 mayıs 1880 de çıkarmıya başladığı dergi.

akademi (Tar.) Eflâtun’un A-tine’de ders verdiği Akedemia bahçesinden jalınarak sanat, bilim, edebiyat konularını incelemek için meydana getirilmiş uzmanlar prupu. Türkçeye Tanzi-mattan sonra «Encümen-i danış» olarak çevrilmiş ve böyle bir kurul yapılmıştır.

• Bu söz, bazı bilimlerin yüksek basamakları için kurulmuş kurullar hakkında da't kullanılmıştır: Harb akademisi, Güzel Sanatlar 'akademisi... gibi.

akademik Bir akademide söylenecek süslülük ve ağırbaşlılıkta olan söz veya yazı anlamına gelir. Kelime, her zaman bu anlamda kullanılmaz. Alaylı kullanılışı-da vardır. - Bilim alanından ay-nlmıyan, teoriye dayanan yazı ve fikirler için de kullanılır.

akd ü hail (D. ed.) Nesir bir fıkrayı manzume şeklinde yazmı-ya akıd, bir manzumeyi de nesir olarak yazmıya hail denir.

akıbet Bk. BİTİM.

akıcılık (Kom.) Hecelerin, hecelerden meydana gelen kelimelerin söylenişte güçlük göstermeyecek, dile takılmıyacak şekilde seçilmiş olması demektir. Bu söyleniş akıcılılığı olduğu gibi ayrıca anlayışı zorlıyacak hayaller bulunmıyan, cümleleri girişik kurulmıyan yazılarda da genel bir akıcılık vardır denir. Bu nitelikteki! yazılara akıcı denir. (Eski edebiyatta bu nitelik selâset ve selis sözleriyle anlatıldı.) «G-azel-seralık için kalbime emel geldi - Beş on dakikada meydana bir gazel geldi _ Beğenmedim bunu gözden geçirdiğim ande - o sözlerin bana mânası müptezel geldi Evet şu üç sene evvel yazılmış asarım - Hakikaten bana bundan daha güzel geldi. - Bina-berin ne kadar varsa bende şiire heves. - Tükendi hepsi hemen tabıma kesel geldi.» Zamanında da «selis» tanılan, fakat şiir niteliği bulunamadığı söylenen bu manzume sadecö akıcılığın (selâsetin) yeter olmadığını gösterir.

akıl, akl 1. (Fel.) Zekânın düzenli olarak aMtifllği diye topluca tarif edilen akıl için türlü anlatımlar yapılmıştır. Hüküm vermek, kanıt çıkarmak, uygunluk veya gereklik oranlarını kavramak kuvveti de denir. Bilgi edinmiye yarıyan. kuvvet diye de anlatılır.-Akıl, görünmıyen şeyleri araçlarla, duyulabiılen şeyleri de gözlem ile kavrayan bir cevherdir. -Akıl, Tann’ran insan bedenine öz olarak yarattığı ruhani ibir cevher


dir. -Hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü,, güzel ile çirkini ayırt etmiye ya-rıyan kuvvettir. 2. (Tas.) Divan edebiyatında geçen bu söz daha, çok Yaradılış teorisine göre kullanılır. Bu söz çok karışık terimlerle içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Şairlerden çoğu bunları basmakalıp tekrarlayıp durmuşlardır. Eski filozoflardan, İslâm tasavvufuna geçmiş olan bu teoriye göre Altıl, nefisten ayrı ve cisim istemiyen yalın bir cevherdir. Bu nefis değildir, cisim değildir. Akılı, anlayış anlamına olarak kullanan sofiler şöyle demektedirler: Akıl, eşya hakikatlerini (Hakayık-i eşya) tanıyamadığı i-çin Tann’yı da kavraması imkânı yoktur. Bu kayvarıyamamak. tan dolayı akıl bir düğümdür. Tanrısal bilgilere akıl yoluyla u-laşmak isteyenler sapılmışlardır. Sofiler akılda üç basamak düşünmüşlerdir: 4W-İ maaş : Aklın en alt tabakasıdır; görülen âlemlerden (âlem-i şehadet) ötesini kav-rıyamazlar. «Kâş akl-i maad yerine kâş — Olsa akl-i maaş-i nef-sani. -Fehim» Akl-i Maad: İrfan, la, bilimle eğitilen akıl bu basamağa erişir, görülen âlem (âlezni-şehadet) ötesini görebilir. Akl-i küll: Peygamberlerin, ermişlerim akılları basamağıdır. Buraya eri-şebilen akıl, şehadet, misal, ruhlar âlemini, âyan-i sabiteyi aşmış,. «vahdet»e ulaşmış demektir. «Akl-i kül verdin beni Cebril-i mâni eyledin- Bezm-i kurb-i akdese lâyık nedim olmak bana.- Fehim» -«Akl-i kül gıptakeş-i şive-i irfanın olur. - Hersekli.» dşere (on akıl): Tanrıdan Akl-i Küll çıkmıştır, akl-i külden nefs-j küll meydana, gelmiştir.. Bu ikisinden dokuz kat gök mey-

dana gelmiştir. Bu dokuz gökün, biri aktif olarak akü, öteki pas-sif olarak nefs diye iki kabiliyeti vardır. Akl-i küllün, ilk görünüş derecesi, Akl-i evveVdir. (Bunun, Âlem-l vahdet, aşk-i ekber, ber-zah-i kübra, ehadiyet-ül-cem, Hakikat.i Muhammedi'ye, ilm-i mutlak, kabiliyet-i evvel, makamv-i ev’edna, Ruh-i âzam taayyün-i evvel, tecelli-i evvel, vahdet-i hakiki, »ıll-i evel... gibi eşanlamları vardır.) «Akl-i evvel fikret-i tahkik-! ahvalim dedir. Hersekli.»

Bu suretle dokuz gökle, a.kl-i küllün' akıllan toplamı on akıl (ukul-i aşare) eder.

Aristo’dan kalma olarak bir de Akl-i heyulâtı-i, akl-i miistefat akıl bllmeleke, akil bilfiil teorisi vardır.

akılcılık (Fel.) «Rasypnalizftî» de denir. Düşünce ve bilgilerin kaynağı akıl olduğunu ileri süren felsefe okulu. Bu bakımdan akıl temeline dayanmıyan okulların kargıdı sayılır. Bilgilerin tecrübeden çok akıl yolundan elde edildiği fikrindedir, böylece ampirizm’e karşıt gelir. İnanç konusunda da mistisizm, gelenekçilik (tradisyonalizm), duygu felsefesi karşıdıdır. Descart’ııı akılcılığı (rasyonalizmi) XVIII. yy. filozoflarının akılcılığı (rasyonalizmi).

Akif (Bib.) Vecihi’nin 1898 de yayımlanan romanı.

Akif I*ey (Bib.) Namık Kemal’in beş perdelik tiyatro oyunu (1874). Deniz subayı olan Akif Bteyii Sinop’taki deniz savaşında gemisiyle1 birlikte yokoldu sanarak eşinin başka biriyle evlenme hazırlığında bulunduğu olayı üzerine kurulmuştur. Akif Bey, ö-cünü almak için kadımn yeni ko-casiyle vuruşarak ölür, Akif Beyin babası da Dilrüba’yı öldürür. Kemal, Vatan piyesi gibi bunu da vatan duygusunu ateşlemek için yazmıştır. Deniz, Sinop savaşı tasvirleriyle azametli, şairce resimsi bir piyestir.

akis, aks Bir cümlede bulunan iki kelime veya tamlamayı, aynı veya başka bir cümlede yeri değiştirilmiş olarak tekrariamıya denir: «Büyüklerin sözleri, sözlerin büyüğüdür». Birinci anlam ile ikinci arasında ayrılık ne kadar dikkatli çeker olursa, akis yapmakla elde edilecek etki de oka-dar büyük olur. Böyle olmazsa söz oyunu olarak kalır. (Bu yazı sa-natine, tard ü aks veya aks ü tebdil de denir. Tam ve nakıs diye de iki kısma ayrılırdı). Abdülhak Hâmit Tarhan bu sanatı çok kullanmıştır :

«Şohbet-i devlet oldu da makdur Devlet-i, şphbetinden oldum dür» «Aşağıdan yukarıya edilen bu hitap, yukarıdan aşağıya inen hitaplar kadar, tüvi idi». Bk. ÇAPRAZLAMA.

ak!, akıl Bk. AKIL.

akliyye İslâm bilginleri, bilimleri ulûm-i nakliyye ve ulûm-i akliyye diye iki büyük sınıfa ayırmışlardır. Ulûm-i akliyeyi insanın akıl yoluyla konusunu ve meselelerini kavrayabildiği bilgilerdir diye tarif etmişlerdir. Ulum-i nakliye ise, olduğu gibi, konulduğundan beri nasıl geliyorsa öylece öğrenilip bilinenlerdir. Şeriat ilimleri bunların başında gelir. (Bk. İLİM, ULÜM). Nakil bilgileri a-kıl ile incelenmez. Buna akıl karıştıranlar, bazı inanç bahislerinde akıl yoluyla fikir söylemek is-tiyenler genel olarak mutazileden sayılmışlardır. Bunlara ayrıca «Akliyyun» da denildiği olmuştur. Mezhep tartışmalarından çoğu, hangi konuların akli, hangilerinin nakil olduğu temeline dayanır.

Akrep (Koz.) Zodyak üzerinde sekizinci nokta olup güneş 23 E-•kimde burada bulunur. Akrep takımyıldızı 32 yıldızdan meydana gelmiştir.

akrostiş Mısralarmın ilk harfleri ile bir ad meydana gelen manzume.

aksan Bk. VURGU.

aksevuar (Ti.) Tiyatroda sahnede kullanılan eşya demektir. Sahneyi meydana getiren eşyadan bağlıyarak, bir hokka, kalem, lâmba, mücevher, sürahi.... hep aksesuvarıı meydana getirir. Trajediden çok kömidide kullanılan bu gibi şeylerden birinin eksikliği piyesin etkisini yokedebilitr. İyi idare edilen bir tiyatroda bu ufak tefeğe çok dikkat edilir.

aksiyom (Fel.) İspatlanmasına ihtiyaç olmıyan, kendiliğinden â-şikâr olan gerçek ki ispatı ne mümkün ne de işe yarar. «Bir, i-kinin yarısıdır- Parça, bütününden küçüktür».

aksiyon sözlük anlamı «bir e-nerjinin gözle görünün şekil alması» demektir. Bir hikâye veya piyesteki olguların akışını, yürüyüşünü anlatmak için kullanılır. Bir hikâyedeki aksiyon, o hikâyenin içindeki tasvir, düşünce ve moral kısımları çıktıktan sonra kalan olaylardır. Böylece bir piyesin, bir epopenin aksiyonu denilir: Dedekorkut’taki aksiyon, Mai ve Siyah’m aksiyonu- Bir eserde Komi, Aksiyon, Karakterler, üslûp ayrı ayrı incelenir. -Dram e-aerlerinde aksiyon sergileme, pe-ripesiler, düğüm, çözülüş bölümlerinden meydana gelir. — Tasvirler, portreler canlı, hareket eder duygusu verir yolda olursa bunlar aksiyon halinde tasvir, hareket halinde portre diye adlanır- «Sıçramak, sürünmek, gülmek, yemek.... gibi belgin bir kımıldanma, davranma anlatan fiillere aksiyon fiilleri (yahut Canlı fiiller) denir- Aksiyonun genel niteliği, basit, ' gerçeği andırır, ilgi u-yandırır, bir bütün halinde olmaktır.

Akşam (Gaz.) İstanbul’da 20 Eylül 1918 de yayımlanmıya başlanmış gündelik akşam gazetesidir. Necmeddin Sadak, Failli Rıfkı Atay, Kâzım Şinasi Dersan, Ali Naci Karacan ilk kurucularıdır.

aktab (Tas.)«Kutub» sözünün çoğuludur. (Bk. RÎCAL-ÜL.GAYP). Kutub’lar çoktur. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu vardır. Fakat asıl kutub, Kutb-ül aktab dır.

aktör Dram eserlerini sahnede canlandıran sanatçılara genel olarak aktör denir. Kadın olanlara da aktris adı verilir. Konuşan, şarkı söyliyen, fikirleri hareketle gösteren sanatçı olarak üç çeşit aktör vardır.

Grektevde — Sahnenin ilk yurdu sayılan eski Yunanistan’da kadınlar sahneye çıkmazdı; kadın, rollerini!, maske ile sahneye çıkan erkekler oynardı. Aktörün bu ülkede önemi vardı; en gözde yurttaş bile ‘koroda iş görebilirdi, şairler kendi piyeslerinde rol alır, lardı. Büyük Grek hatipleri aktörlerden söz söyleme dersi almışlardır.. Aktörler sahneye, a-yaklarmda kotum denilen yüksek nalınlar, yüzlerinde maske olduğu halde çıkarlardı. Sahneye ayrılan yerin üç kapısı vardı. Birinci, aktör (protagonist) bu kapıların ortadaki büyüğünden içeri girer; ikinci aktör sağ kapıdan girerek birincinin sözlerini cevaplandırır, üçüncü aktör gelince ö-nemi artardı. - Aktörlerin yurttaşlık hakları öteki yurttaşların ayni idi. Fakat zaman geçtikçe bu önemlerini, haklarını kaybeder oldular. Küçük Asya ve Afrika’da, trupları ile gezginciliğe başladılar.

Komada. — Romalılarda aktörler aşağılık görülmiye başlandılar. Bir senato üyesi bir aktörün evine gidemez; kibardan bir kimse aktörle beraber herke'sin gözü önünde bulunamazdı. En ünlü bir aktörün bile yurttaşlık; hakkı yoktu.               \

Hıristiyanlıkta. — Hıristiyanlık, aktörleri daha zor bir duruma soktu. 315 yılında toplanan Arles konsili aktörleri, aforozla cezalndırmıya karar verdi. - Konularını dinden alan piyesleri oynamak için bazı kilise kuramları meydana getirildi. - Kilisenin bütün baskılarına karşı yine aktör olanlar çıkıyordu. Fransa’da XIV. Louis’nin oyuncuları koruması, bu mesleğe karşı biraz saygı gösterilmesine yol açtı. Büyük Fransız yazarlarının eserleri bunları desteklediyse de kilise eski durumda kaldı, oyuncuların ölülerine bile din âyini; yapmada zorluk gösteriyordu. - Fransız .Büyük ihtilâli aktörlerin durumunu biraz düzeltir gibi olduysa da az sonra yine kilise tiyatro ve aktörleri hor ve zararlı görmiye başladı. - Kilise hükmünü daha önce bir parça kırmış olan Ingiltere’de aktörlerin durumu oldukça iyi idi. Ünlü aktörlerden Westminis-ter’e ölüleri gömülenler olduğu gibi Shakespeare için de bir bayram günü yapmak geleneği bile kuruldu.

Bizde. — Tiyatrodan önce, benzerleri sayılacak olan Karagöz oynatanlar veya orta oyununa çıkanlar için din adamları pek de hoş görür durum almamışlardır. Tiyatro başladığı zaman ise, bu işe ilkin ermeniler başladılar. Onlar da kendi cemaatlerinin ve kilisenin baskısını göze alarak bu işe giriştiler. Türk - Müslüman olanlardan sahneye çıkanlar adlarını değiştiriyorlardı. Oyuncunun bir mahkemede tanıklığı kanun bakımından geçer sayılmazdı; yurttaşlık hakkı bu dereceye kadar esirgenmiş durumdaydı. Güllü Agop (Yakup), Fasulyeci-yan, Karakaş kızkardeşler ilk ermeni 'aktörlerdir; Necip, Fehim, ortaoyunundan geçme Haindi ilk Tüıjk-imüslüman aktörlerdendi.

Aznif, Kınar, Binemeciyan uzun zaman sahnemizin kadın sanatçısı olarak kalmışlardır. I. Dünya savaşı mütarekesinde (19İ8) sahnede Türk-Müslüman kadın görüldü. Afife, Bedia bu ilk kadın sanatçilerdendi.

Eskiden kalmış bir sıralama olarak bir tiyatro trupu için şu aktörlere lüzum vardır: Âşık (jön prömiye), kibar baba, tiran (hain, cinayet yapan kimse), uşak, akıllı bir insan (ihtiyar), aptal uşak, anne, besteme, sevgili olacak kız. Şarkılı oyunlar için bunlar seslere göre şöyle ayrılır: Tenor, bas, basbariton, primadonna, subret, soprano, kontratta. Oyunlarda ku-

ru kalabalığı meydana getirenlere figüran, şarkılı oyunlarda küme halinde şarkı söyliyenlere de koro denir.

alâka (D. e.), «ilgi.» (Bk.) demektir. Bir sözün gerçek anlamından başka olan bir anlamda kullanılmasının uygun sebebine denir. Bu söz edebiyat sanatlarının çoğunda tekrarlanır. Mecaz ve benzetmelerde büyük rolü vardır.

alegori. Bir fikrin; bir hayal, bir tablo veya canlı bir varlık olarak ifadesi. Soyut (mücerret) bir fikri heykel veya resim ile gösterme; Adalet’i gözü bağlı ve bir elinde kılıç, ötekinde terazi olarak cisimlendirmek; Ölüm’ü bir elinde tırpan bulunan iskelet olarak göstermek gibi. Böyle eserlere «alegorik» denir. Alegoriye soyuttan (mücerretten), sembole ise gerçekten gidilir.

aleksandren (Bat. ed.) Batlam-yos zamanında İskenderiye’de grek manzumelerinde kullanılmış bilgince ve ince' nazım üslûbu. Fransızcada İskender’in Romanı adlı kitapta ilkin kullanılan 12 heceli nazım ölçüsü. Sonraları Ronsard, Klâsikler ve Romantikler tarafından bol bol’ kullanılmıştır.

âlem 1- Yeryuvarlağı ile yıldızların meydana getirdiği bütün. 2. Yeryuvarlağı, yer yüzü. 3. Bütün varlıklar. 4. Bir türden olan şeylerin, tümü. (Bunların eşanlamları: Dünya, kâinat, ara, ruy-i zemin). 5. (Tas.) Masivallahtan, yani Tanrı’nın kendinden, ve niteliklerinden gayrı olan' bütün varlıklar demektir. Sofiler, yaradılış olayını bu sözle açıklamışlardır. Âlemin yaradılışında beş basamak saymışlardır; I. Âlem,-i ıtlak: Bu

basamak Tanrı’nın künhüdür, bunun üstünde hiçbir basamak yoktur. «Sâliki aşkım ki seyr-i â-lem-i ıtlakta — Ruhtur meş’al-keş-i şehrah-i kurbiyet bana.-Herseıkıi». (Eşaniamla{rı: Âlem-i lâ-ta-ayyün, amâ-i mutlak, hazret-) gayb-i muldk, gayb-ül-gu-yub, hakikat-ül-hakayik...)

II. Âlem-i Ceberut: Tanrı’nın gö-rünmiye tenezzül ettiğinin ilk basamağıdır. (Eşanlamları: Akli-evet, âlem-i vahdet, Berzah-i küb-ra-, hakikat-) Dluhalmmediye, kabiliyet-) evvel, makam-i Ev,edna, Ruh-i âzam, ruh.) izafi, ruh-i külli, taayyün.) evvel, tecelli-i evvel Vahdet.) hakiki, etll-i evvel,..) III. Âlem-i melekût: Tanrı’nın bozul, maz değişmez şekil ve surette görünüşleri bu âlemde olmuştur. (E-şanlamları: Âlem-i hayal, âlem-i misal, âlem-i tafdil, berzah-i suğ-ral, S'idlret-ül-müntelza, taayyün-i san)...)

VI. Âlem,-i şehadet: Tanrı’nın bozulur ve değişir şekil ve> surette görünüşleri bu basamaktadır. (E-şanlamları: Âlem-i anasır, âlem-i his, âlem-i nasut...) «Beygâh-i â-lem-i kevn ü fesat içre Fehim. Cevher.i canın ziyan etmektir ancak sudumuz.- Fehim».

V. Âlem-i insan-i kâmil: Bu â-lem, evvelki dört âlemin hepsini kendinde toplamıştır. Son basamak olduğu için, bütün âlemlerin sırrı bunda vardır. İnsan, âlemin özeti, görünüşte âlem-i asgar, bâtında ise âlem-i ekber dir. «Âlem-i sugrayız anıma âlem-i kübra ile-Keffe-i mizan-i hikmette beraber gelmişiz. -Nabi»-«Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen — Merdüm-i dide-i ekvan olan â-demsin sen.- Şeyh Galip».

On sekiz bin âlem: Tanrı, ya-


Â&m

ratıcı kudretini göstermek için akl-i külle karşı nefs-i küllü yarattı (Bunlardan akl-i küll için Âdem, nefs-i küll için de Havva diyenler var). Akl-i küll ile nefs-i küllün kabiliyetlerinden Dokuz gök (nüh eflâk) ve bunlardaki yıldızlar meydana gelmiştir. Bu Dokuz Gök ile yıldızların dönüşünden Dört eleman (çar unsur, anasır-! erbaa) var olmuştur. Eflâk ile elemanlar üç çocuk (mevalid-i selâse, yani canlılar, bitkiler, cansızlar) meydana gelmiştir. Böylelikle bunların hepsi 18 eder. Arap larca sayının sonu bin olduğundan, bu on sekiz âlemin her biri bin sayılarak 18,000 âlem -kavramı meydana gelmiştir. - (Farsçası hej-dih-hezar’dır). «On sekiz bin âlemi seyr eylemek lâzım değil — Her nefeste feyz-i Hak' bir özge âlemdir bana. - Nef’i ». - «Âlem-i hej-dih-hezar oldu dü harfile be-did. - Mazim».

Âlem (Gaz.) 11 Şubat 1909 dâ haftalık olarak çıkarılmıya başlanmış mizah dergisi. Biraz önce çıkarılmış olan Kalem, gazetesi gibi içinde Fransızca bir bölüm vardı, 16 sahife idi.

alevli (Tas.) Anlamı «Ali taraflısı» demektir. Şiîlere ,, denildiği gibi, Ali’nin soyundan gelen, ona taraflı olanlara da denir. Muhammet peygamberin ölümünden sonra ilk görünmiye başlıyan ayrılık Ali yüzünden çıkmıştır. Peygamber soyundan olması, onun damadı bulunmsı, Peygmberlerden sonra onun yerine geçmesini gerektirdiğini düşünenler olmuştur. Bu taraflılık sonra çok ileri vardırılmış Ali’nin tanrılığı bile ileri sürülmüştür. Allah-Muhammet-Ali üçlüğü de bu inançlar ar asın da-

Ali

dır. Ali’nin sağlığında böyl<* düşünenlerden bazılarını kendisi öldürdüğü söylenir. Fakat yine böyle olduğu halde, Peygamberin Ali’den feyz aldığı, Ali’nin pey-gamber’den daha önce Miraca, u-laştığı, Kırklar meclisinde aşk şarabını Ali’den içtiği çok (Bk. ARSLAN) söylenir Muhammet peygamber nebi olma sırrına, A-li de veli olma sırrına ulaşmışlardır, velilik ise, nebilikten üstündür diyenler olduğu gibi hepsi; de Mu-hammet-Ali birliğine varırlar. Bu inanış, Kerbelâda Ali çocukları ve peygamber soyu olan Haşan ile Hüseyin'in acıklı ölümlerinden sonra çok genişlemiş ve yayılmıştır. İslâm âleminde yüzyıllar boyunca görülen imamlık meselesi uğraşmaları, savaşmaları politika maksatarı için kullanılmıştır.

Ali Muhammet peygamberin amcasının oğlu, damadı, ve dördüncü' Halifesidir. Erkekler arasında ilk müslüman olandır. Çok yiğit “bir .^kimseydi. Muhammet peygamber bir gün, kızı Fatma, çocukları Haşan ve Hüseyin ile Ali’yi abasiyle örterek «ehl-i beyt, âl-i nebi, âl-i abâ» saymışlardır. Muhammet peygamberin ölümünden sonra, Ali’nin halifeliğini ileri sürenler olmuşsa da çoklukla Ebubekir, sonra Ömer daha sonra da Osman halife seçilmişlerdir. Osman’ın öldürülmesinden sonra Ali halife olmuştur. Fakat halifeliği pek karışık geçmiş, Osman’ın kanımı istemek bahanesiyle kendisine karşı ayaklanmalar olmuştur. Hariciler, bu karışıklıkların başı olan üç kişiyi öldürmeye karar vermişler, fakat bunlardan ancak Ali’yi îbn-i Mülcem adında biri, öldürmüştür.

Ali Kûfe’de öldürüldüğü zaman 63 yaşında idi.

Ali’yi Muhammet peygamberden sonra gerçek halife sayıp-utekilerin halifeliğini kabul et-miyenler çıkmıştır. Ali taraflıları arasında onu Tanrı derecesine çıkaranlar vardır ki bunlar Tan-rı-Muhammet-Ali diye üçlü bir Tanrı inanışına varmışlardır. On iki imam’ın (Eimme-i İsna aşer) ilki sayılır; Nakşibendi’lerden başka. bütün tarikatlar kendilerimin başı sayarlar. Bektaşi-alevî edebiyatında temel taşıdır.

Birçok lâkap ve adı vardır : Ali, Murtaza, Haydar, Haydar-i Ker-rar, Ebülhasen, Ebu Turab, Şah-i Merdan, Eseıdullah, Merd-i Huda, Şîr-i Huda, Şîr-i Yezdan.

(î. K_: Ali, Burak, Düldül, Zülfi-kâr).

aliterasyon, (Se® yinelemesi) Aynı harflerin veya aynı hecelerin, bir ahenk etkisi meydana getirmek üzere tekrar edilmesine denir. «Âzim-i su-yi semasâ-yi Stanbul olalım.. Asım».

Allah, insanın ilk düşüncesi arasında yer tumıya başhyan Yaradan ve yaratma işi zamanımıza kadar süregelmiştir. Her din, her düşünen Tanrı hakkında fikirlerini söylemiş, inançlar kurmuşlardır. Bizde, şerait bilginleri ile tasavvuf yolunda olanların inanışları arasında farklar vardır. Bu ayrılıklar, Zâhir-bâtın. bilgiler, med-rese-tekke... ikiliklerinin çıkmasına yol açmış; 'edebiyatta da kendini göstermiştir. Şeriat bilginleri Kuran’ın yazdıklarını tevile kalkışmadan, açıklamaya sapmadan olduğu gibi kabullenmişlerdir. Âlem bir çokluk düzenidir; her «var» m Tanrı’dan ayrı ve yoktan meydana gelmiş bir varlığı vardır. Âlemin varlığı ile Tanrı’-nın varlığı hiçbir vakit bir değildir. Tanrı «ezelî» ve «ebedî» dir. Âdem ise sonradan «oluş» (hudus) ile «yokolma» (fena) arasında başlı başına ve sorumlu bir varlığa sahiptir. Âlemi kaplıyan ve kav-rıyan Tanrı’nm ne »atıdır, ne de sıfatlarıdır; hükmü, kudreti, kuvveti ve bilgisidir. Tanrı zatı bakımından her şeyden münezzehtir. «Bir» dir; ortağı ve benzeri yoktur; yeme içme, uyuma, giyinme! ehl ü evlâttan münezzehtir. Gökte, yerde değildir, «mekân» dan münezzehhtir. Sağda, solda, önde, artta, üstte, altta değildir «cihet»ten münezzehtir. Suretten, şekilden, renkten öğeden münezzehtir. Hep aynı haldedir, korku, keder, hastalık ve benzerleri «de-değişmelerden, eksiklik sıfatlarından münezzehtir. Bütün âlemler yokken o vardı. Hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur, âciz olmaktan münezzehtir, istese bu bütün â-lemleri bir anda yok eder, yine istese baştan var eder. Ona hiçbir iş çetin ve güç gelmez. Bir sivrisinek yaratmakla gökleri ve dünyayı yaratmak onca birdir. Ona kimse hükmedemez, o herkese hükmeder. Ona hiçbir nesne vacip değildir. Bir kimseden fayda görmekten veya zarar çekmekten münezzehtir. Bunlar Tan-rı’da olmıyan (selbî) sıfatlarıdır. Tanrının varlık (sübut) sıfatları: Tanrı «hayy» dır, «alîm» dir. Her nesneyi veya meydanda olanları. bilir. Ağaç ve yaprakların sayısını bilir; en ufak şeyleri, en büyük şeyleri, geçmişleri, gelecekleri bilir. Adamın gönlüne gelen şeyleri, diliyle söylediklerini, içini dışını hep bilir. Hazır olanlar-

la kayıp olanları o bilir. Ondan başka hiçbir kimse kaybı bilemez. Diriliği ve bilgisi ezelidir. «İşidi-ci» dir; gizli olsun, açık olsun her nesneyi görür, kara gecede karıncanın kara taş üzerinde yürüdüğünü görür. Lâkin işittiği bizim gibi kulakla değildir, gördüğü göz ile değildir. Gözden ve kulaktan münezzehtir. «Mürit» tir, murat eylediğini işler, murat etmediği nesne vücuda gelmez. Dünyada vücut bulmuş olan her nesne, iyi olsun kötü olsun, hep onun mura-diyle olmuştur. Her ne yaparsak onun muradiyle meydana gelir. «Kaadir» dir, her mümkün olanı yaratır. İstedikçe ölüyü diriltir; taşı toprağı söyletmiye, yürüt-miye kaadirdlr. «Mütekellim» dir, lâkin sözü bizim gibi dil ile değildir. Bazı kullarına ddğrudan doğruya söyler, Muşa peygambere ve Muhammet peygambere Miraç gecesi ve gayrıda söylediği gibi; bazı kullarına da Cebrail vasıta-siyle söylemiştir. Kuran, Tanrı kelâmıdır, ezelidir, ebedidir, mahlûk ve fani değildir «Halik» tır, âlemi bütün parçalariyle yaratan odur, ondan gayrı yaradım yoktur. Bütün canlıların hareketlerini, insanların davranışlarını, i-nıan ve küfürlerini, hıayır ve şer-lerini yaradan odur. Cümlenin rızkım veren, hasta veya sağ edip dirilten ve öldüren odur.

Sofiler, âlemde tek «bir» vücut vardır, o da «vücud-i mutlak» tır derler. Ezelî kudret ondadır, ondan .'başka hiçbir vücut yoktur; tek varlık «Alah» tır. Gördüğümüz bütün eşya, gerçek ve başlı başına bir varlık sahibi değillerdir. Bunlar Tanrı’nın birer suretle «tecelli» etmesidir. Vücud-i mut

lak olan Tanrı aynı zamanda «Kemal-i» ve «Cemal-i mutlak»tır,. Bu yüzden, Tanrı «aşk-i zatisi» yüzünden kendini görmek ve göstermek istemiştir. Bunun için de* kâinatı ve insanı yaratmıştır. İnsan, her an kendi aslına ulaşmak ister. Sofiler bu ulaşmanın dünyada yaşarken de mümkün olduğuna inanırlar.

Alp dağlarından (Bib.) Yakup Kadri Karaosmanoğlunun 1927-1928 yıllarında yazmış olduğu, dokuz mektup (1942). Bunlar Doğulu bir kimsenin Batıyı görüşlerini kabataslak anlatır. - Bu kitapta Miss Chalfrin’in Abu-mundan başlıklı dokuz parça vardır ki 1911 yılında yazılmıya başlanmış bu parçalarda bir Batılının görüşü olarak Doğunun tablosu çizilmek istenmiştir.

ampirizm (Fel.) Görgücülük. Bütün bilgilerin deneyden doğduğuna, böylece doğuştan hiçbir fikir olmadığına inanan1 felsefe durumu ( tnneizm, doğuştancılık kargıdı). İlimsiz, sadece görmek yoluyla. davranış (Sistematik ve Rasyonel"1 kargıdı).

an 1. (Tas.) An, zamanın bölünmez bir parçasıdır. Sofilere göre Tanrı, her an, zatı bakımından her şeyden mutlak, fakat yine her an «hakikat-i Muhamme-diye» denen zatının gerektirmesi bakımından, kendisine âlimdir, görünmiye, meyli vardır. Bu bilgisinde her an bütün varlığın gerçeği, bütün Varlık suretlerinin gerçekleri sabittir. Bu da kâinatı her an izhar edip durmaktadır. Şu halde âlem, her an Tanrı’dan belirmede, yine Tanri’ya dönmededir. Bir an önceki âlem, bir an. sonr'ıakinin t’amamiyle ayrısıdtr. Bu görünüş bir derenin akışına


  • rakır Ana fikrin açıklanma-

  • sı, geliştirilmesi için söylenen , öteki fikirlere ikinci derecede

  • fikirler denir. İyi düzenlenmiş bir yazıda her paragraf bu fikir-

> lerden birini anlatır. Bunların ; hepsi ana fikrin geliştirilmesinde kullanılır. Bunlar incelenirken anlatılmak istenileni, nel dereceye kadar açıkladığı hesaplanarak başarı değeri verilir.

anagram (Tür ) Bir kelimenin harfleriyle başka bir kelime meydana getirmek işine denir. «Malik» kelimesinin harfleriyle «ikmal» kelimesi yapılabilir. Bu sanat daha çok özel isimlerde kullanılır, gerçek adın söylenmesi yerine o adın harfleriyle yapılma başka bir ad söylenir.

anakronizm (Tar.) Tarih olayı zamanında yanılma demektir. Bazı yazılarda, tarih duygusu eksikliğinden ileri gelen bu yanlışa raslıanır. 1908 yılından önce İstanbul’da elektrik ve elektrikli tram vay olduğundan bahsetmek bir anakronizmdir, çünki o samanlar bunlar yoktu.

analiz (Ten.) Bir .bütünü parçalara ayırarak inceleme demektir. Analiz edilecek nesneye, göre birçok çeşitleri vardır: Edebiyat a-naliızi, kimya analizi, vb . . .Ne çeşitten olursa olsun bir analiz, bütünün bölümlerini inceliyerek yapılır. Edebiyat analizi, bir eserin kaynaklarının, aksiyonunun, şahıslarının, üslûbunun incelenmesi demektir. Tiyatro eserlerinin analizi, sahne sahne; roman-larınki bölüm bölüm çözümlenerek yapılır. Bu inceletme sırasında eserin fikri, gerçeği andırış derecesi, çıkarılan ahlâk sonucu bir tartışma, konusu olursa o


benzer. Şu halde ne geçmiş vardır ne gelecek. «An-i Vahit» denen bu görünüşü gerçek erenler, en çok da bunların arasında «vaktin kutbu» bilir. - 2. (Ten.) Fransız yazarı Taine tarafından 1850 den sonra kullanılmaya başlanmış bir terim. Taine, bir yazan incelerken Çevre, Irk ve An olarak üç noktanın göz önünde bulundurulmasını öğütler. An, ırk ve çevre ile birlikte bir yazarın «deha»sını meydana getirir. O yazarın yaşadığı zamanın felsefe, edebiyat, politika ve sosyal olayları! hakljmdaki fikirlerinin bütünü demek olur. Tenkidci, bunların arasından hangisinin, yazarın oluşunda etkisi bulunduğunu inceler.

ana dil (Dil.) Türemiş dillerin, birbirlerinden ayrı şekil almasından önce olan temel dil.

ana dili (Dil.) Çocuğun ana ve babasından öğrendiği dil. Sonradan öğrenilebil'en her hangi bir dile karşıttır.

Anadolu Mecmuası (Gaz.) Halit Bayrı tarafından 1924 Nisanında çıkarılmaya başlanmış, bir yıl kadar yayımlanmış aylık dergi.

ana fikir (Kom.) Bir konu üzerinde bir kimsenin kendine mahsus düşüncesine denir. Aynı konu üzerinde başka başka kimseler ayrı fikirde, ayrı düşüncede veya ayrı duyguda olabilir; bundan : dolayı konu ile ana fikir birbiriı-ne karıştırılmamalıdır. Bir yazı, bir kitap incelenirken bunları a- : yırdetmenin önemi vardır. Yazar, ; ana fikri, yazısına başlarken, o- j onu .geliştirirken söyle; hattâ ; bunun açık açık söylemez de ( yazısının genel havasına bı-j '

zaman tenkid olur. Psikoloji analizi, roman veya piyeslerde «aksiyon» laıın köklerini araştırıp metotlu ve gerçek olarak anlat, mak demektir.

an’ane Ek. GELENEK.

anasır (Di- Ed.) «Unsur» (eleman) sözünün çoğuludur. . Anasır.i erbaa (dört unsur): Ateş, hava, su, toprak olup madde âlemi bunlarla meydana gelmiştir. Aynı anlama farsça «çar unsur» da denir. Âlemi anasır, madde âlemi demektir.

andırış (Fel.) Genel görünüşte birbirine benzemeyip bazı noktalarda benzeme bulunan iki şey arasındaki benzeyişe denir. Sanatta, yaratıcı hayal gücünün temelini andırış yoluyla, düşünebilme yetisi meydana getirir.' Edebiyat sanatlarından çoğu, benzetmeler, iğretilemeler, canlandırmalar, vb. . .. hep bu yoldan meydana gelir. İki şey arasındaki ortak nitelikler ne kadar gerçek, ne kadar çok ve ne kadar üstün olursa, andırış okadar kuvvetli o-lur. Bu şartlara dikkat etmek gerektir, A b e d e f ile m n o c p r niteliklerinde iki nesnenin arasın daki andırış sadece c noktasına dayanıyor; andırışı zayıftır. A b c d e; f ve a b c d m n niteliklerinde ise ortak nitelik


anekdot Bk. MENKIBE.

am (Kom.) Bir kimsenin kendi çocukluk hayatına veya hayatında kendince önemli, ilgi uyandıracak gibi gördüğü olaylara dair yazdıklarıdır. Bunun geniş plânlısına «hâtıra» veya hâtırat» denir. Tanzimat yazarlarından Ziya Paşamın, Muallim Naci’nin, Re-caizade Ekrem’in bu yolda anıları vardır.

Anka (Mit.) Boynu çok uzun, yüzü insanı andırır, gayet yük- sekten uçar, yere konmaz, Kaf dağında bulunur naiasal' kuşu. Bu na Zümrid-i Anka, Simurg da denir. «Sayd-i şöhret olma Anka-veş olursun bî-vücud- İzzet Molla».

Ankara (Bib.) Yakup Kadri Kâraosmanoğlu’nun romanı (19 34). İstiklâl savaşı sırası, Yenişehir’in kuruluşundan sonra. Cumhuriyetin 10. yılı olarak üç büyük bölümde Ankara’nın durumu, hayat değişiklikleri anlatılmıştır. Panoramtâımn ilki sayılabilir.

lidir. Andırışın, diğerlerinden üs-i tün olmasının g'erekliği için dej balina örneği gösterilir: Balina, birçok niteliklerle balığı andırır, fakat memelilerle karşılaştırılınca görülen andırışma daha kuvvetli olduğu için baline, balıklardan değil memelilerdendir. (Buna analoji de denir).


" anlam, (Dil.) Bir kelimenin «söy leniş» halinden başkaca onun anlattığı bir «fikir» yardır; bu fikir o kelimenin anlamıdır. Kelimelerden birçoğunun birden ar-____   . tık anlamları vardır. Bu gibi ke-a b e d limelerın anlamlarından biri öz noktalarına dayanıyor »ki andı- anlam, öteki veya. ötekiler ise rış bu iki nesne arasında kuvvet-ı mecaz anlamdır. «Burun» kelimesinin «ağızla gözler arasında koku duyma organı olan sivri parça» anlamı öz anlamıdır; «sivri bir nesnenin ucu» ve «denize doğru ilerlemiş kara parçası» anlamları ise öz anlamdan alınma mecaz anlamlardır. Her kelime, her zaman için kendisini zenginleştiren türlü yeni anlamlar ala-

bilir. Böylece ilkel anlam ve türe-' me şekilleri meydana gelir. Anlamın yalın (mücerret, soyut) ve ya som (müşahhas, somut) olmasına göre1 de yalın anlam ve som anlam diye ayırdedilir.

Kelimeler zamanla anlamlarından bazılarını kaybederler, genel bir anlamdan özel bir anlama düşerler (anlam daralması), yahut buna karşılık olarak dar anlamda bir kelime genel bir anlam alır (anlam genişlemesi).. Cümle anlamına gelince, bu da kelimelerden meydana geldiğine göre, kelimelerin -genel durumuyle ilgili olur. Kelimelerin öz anlam-lariyle anlaşılana harfi harfine anlam denir. «Aç ayı oynamaz» ata sözünün harfi harfine anlamı, ayının açken oynamadığıdır; bunu bir fayda veya çıkar olmadan bir kimsenin iş görmiyeceği anlamına kullanınca mecaz anla, mı söylenilmiş olur.

anlam bilgisi Kelimeleri anlam bakımından inceliyen dilbilgisi kolu.

anlamdaş (Dil.) Bk. EŞANLAM.

anlam sanatleri (Es. Ed.) A-kis, Cem, Hüsn-i tâlil, îdmaç, Leff-ü Neşir, Mübalâğa, Müşake-le, Mür;aat-i nazîr, Rücu, Teca-hül-ül-ârif, Tefrik, Tevcih, Tıbak, (Bk.).

anlatım , (Kom.) Tasarlanan bir konunun sözle veya yazı ile bildirilmesi demektir. Yazarın, konusuna kendi fikrini, düşüncesini katıp katmadığına göre anlatım objektif (soğuk), sübjektif (heyecanlı) olur. Objektif anlatım, kelimelerin, sözdiziminin, cümle kuruluşlarının belgin sadeliği ile kendini gösterir. Böyle bir yazıda, yazarın konusuna karşı o andaki


heyecanını, yargısını belli edecek bir şey görülmez; ünlem, gibi, dokunaklı soru gibi şeylere raslan-maz. - Sübjektif anlatımda, canlı duygular anlatan seçilmiş birlikler, eşya hakkında yargılar, duruma göre soru (veya) ünlem ku ruluşlu cümleler, kısacası yazarın o andaki, düşünce veya heyecanını dışarı vurdurtan bütün yollar görülür. (Buna anlatış da denir).

Ansar (Tar.) «Yardımcılar» anlamında çoğul kelimedir. Muhammet peygambere, yardımda bulunan, İslâmlığın kuruluş ve yayılışında büyük işler gören Medine halkından ıbazılariyle Evs, Hazreç kabileleri halkı. Bunlara genel olarak «ashap» da denir.

ansiklopedi Bütün insan bilgisini, - sanat, bilim, teknik olsun, alfabeye göre sıralayıp konu yapan kitap. XVIII. yüzyılın başlarında İngilterede bu çeşit sözlüklerin ilki meydana getirildiği gibi, yüzyılın ortasında Fransada buna benzer eserin ilk cildi çıkarılmıştır. O tarihten beri insan fikir hayatının gelişmesinde ö-nemli etkisi olan bu yoldaki e-serler birbiri ardına çıkarılmaya başlanmıştır. Türkçede ilkin Em-rullah Efendi tarafından «Muhit. ül-maarif» adiyle böyle bir eser çıkarılmıya kalkışılmış ise de ancak bir cildi yayımlanmıştır (1901). 1910 da bu hareket hükümetin yardımiyle canlandırılmak istenilmiş ise de yine başa çıkarılamamıştı;?. «Dairet-tillma-a.rif» adiyle buna benzer bir eser de ancak bir cilt çıkarılabilmiştir. 1925 ten sonra Çocuk Ansiklopedisi ile tamamlanabilen bir ansiklopedi hareketinden sonra., 1941

Maarif Vekâletinin Üniversite’de bir komisyonca dilimize çevirtmi-ye başladığı lelâm Ansiklopedisi, yine aynı vekâletin çık'artmıya başladığı Türk Ansiklopedisi biz_ deki ansiklopedi hareketlerinin belli başlılanndandır. '

anti- «Karşı, karşıt» anlamında Grekçe önektir. Antinomi, anti-pati, antitez sözlerinde olduğu gibi.

antik (Gs.) ilkçağ karakterinde olan, anlamına gelen bu söz Grek ve Romalılardan kalma resim veya heykeller demektir.

antinomi (Fel.) Aynı derecede, eşit değerde iki tezin birbirine karşıt oluşuna antinomi denir. (Tesavi-i nakızeyn, çatışkı). . -

antipati (Psi.) «Hoşlanmama» demektir. Çağrışım yoluyla ve .çoğu defa insanın haberi olmadâû kendisinde sevimsiz bâzı duygu-uyandıran görünüşler karşısındaki hcş-olmıyan duygudur. Bir insanı her hangi sıkıntıdan kurtarmış birine karşı olan gizli duygu gbi ki, ona eski sıkıntılı zamanı hatırlattığı için bir antipati duymaktan geri kalmaz.

Antropormorfizm (Fel.) Tanrıyı zat veya sıfatı bakımından insana benzetenlerin yolu. (Tas.) Müşebbihe mezhebi.

antroposantrizm (Fel.) insanı âlemin merkezi saymak ve onu yaradılışın sonuçlu sebebi olarak görmek yönelişi.

antitez Ek. KARŞITlama.

"apriori (Fel.) A priori lâtince bir deyim olup, zihnin, realite ile ilgileri incelemeden yaptığı akıl yürüme demektir. Prensipten sonuca, vardığı için deneyden çıkarılmamış bir fikre ulaşır, aposteriori (lâtince: A posterioriı) sözünün karşıdıdır. Bu söz, evvelkinin aksine olarak deneyden prensipe ulaşma demektir.

Araba sevdası (Bib.) Reoaiza-de Mahmut Ekrem’in 1889 da yazıp 1898 de, yayınladığı romanı. Mirasyedi bir paşazadenin hayat görgüsüzlüğünden başına gelenler anlatılmıştır. 1870 yılları arasında İstanbul’un seyir yerleri, gençliği, âdetlerinden bazıları olgun bir psikoloji a-nalizi ile hikâye edilmiştir. Gerçek edebiyatın ilk örneklerinden sayılır.

araçsız üslûp (Üs.) Bir fikri, bir duyguyu söyliyenin ağzından çıktığı gibi yazmaktır. «Ahmet, yarın geleceğimi söyledi» sözü a-raçh üslûptur; bunu: «Ahmet» «Yarın gelirim dedi» şeklinde löylemek araçsız üslûba örnek olabilir. Monologlar, diyaloglar araçsız üslûp örnekleridir. Bu yolda anlatış, yazıya, söze hareket verir,' gidişinde' bir canlılık uyandırır.

Arafat Hicas’da Mekke’nin doğusunda bir tepenin adı olup, jî-dem peygamber ile Havva’nın Cennetten yer yüzüne indirildiklerinden sonra ilk buluştukları yer olarak ün almıştır. Hacı olmak için ziyaret ederler.

Arakel Kütüphanesi Cep Romanları ilk kitaphane kuranlardan Arakel’in küçük boyda, güzel bir baskı ile 1891-1894 yılları a-rasında yayımlamış olduğu hikâyelerden meydana gelmişir. Ahmet R'asim’in Meyl-i dil, Teca-rib-i hayat, MehaKk-i Hayat; Sa-mipaşazade Sezai’nin Küçük şey-Arnold’dan çevirdiği Paris’te bir Teehhül; Mehmet Münecci’nin Oiyana; Hamdi Kenan ile İsmail

araz

Safa’nm Georges Ohnet’den çevirdiği îstenyo Marakzy; İsmail Safa ile Ahmet Vefa’nın çevirdikleri Vehametli Sevdalar; İsmail Hakkı Alişan’m İki Hakikat kitapları bu seride yayımlanmıştır.

araz (Fel.) Bk. CEVHER.

arasöz (Kom.) Asıl konudan olmayıp dolayısiyle arada söylenen veya yazılan söz. Eski nesir yazılarda böylte parçalar İstitrat başlığiyle yazılır ve bitiş yeri işa.. ret olunurdu. Sonraları buna lüzum görülmeden yazılmıya başlanmış, yalnız «sadede gelelim..» sözüyle tekrar konuya dönüldüğü anlatılmıştır. Bir yazıda bunun birkaç kere olması yazının bütünlüğünü bozar. Elden geldiği kadar katılacak böyle bir fikri asıl yazı ile kaynaştırmak daha yolunda »lur. Sonraları bu ara-sözler, parentez arasında yazıl-mıya başlanmıştır.

arıcılık (Ten.) Fransızcadan purisrne (pürizm) karşılığı. Dilin' arılığına titizlikle bağlılık. Dillin caıih oluşumuna aldırmayıp kuralların dar çerçevesi içinde kalmayı ister.

arif (Tas.) «Bilen, bilgili» an-lamınadır, fakat tasavufta bilim (ilim) iki türlüdür, biri, kazanılan, çalışma ile elde edilendir; öteki görgü ve irfan ile, bir yol •göstericinin kılavuzluğuyla meydana gelen, içten gelen ve içe doğan bilgidir; bu sonuncusuna irfan denir, sahibine de arif denir. Buna riyazet ve mücahede ile erişilir.

«Dersin ledünniden oku ârif-i billâh olasın.- Zati».

Aristo (Tar.) öreklerin en büyük adamlarından olan Aristo (I. Ö. 384-322) 'adı bilim, akıl sembolü olarak nazımda Aris-


Arş

to, Risto, nesirde' ise Arista-talis olarak çok geçer. «Der-i Molla’da eder aklını Risto, zail.- O şifahane ki divanesi ken-dindendir.- izzet Molla _ «AUâ-me-j aşkız ki Aristo-yi hakikat — Zanu -zen-i piş-i mazar-i kâ-milimizd’ir.- Hersekli Hikmet» arkaizm (Üs.) dilin eskimiş kelimelerini veya cümle kuruşlarını kullanma anlamında fransızca söz. Bu çeşit eskimiş kelimeleri veya cümle kuruluşlarının kullanıldığı yazılara arkaik denir.

armoni Ek. AHENK.

arsian (Tas.) Alevî inanışına göre: Muhammet Peygamberin Miraç yolunda ikeiı, Arş yanında duran bir arsian yolunu kesiyor. Peygamber, iarslana yüzüğünü atıyor, asrlan yüzüğü ağzına alıp Peygambere yol veriyor. Ertesi sabah, Miracım anlatan Muhammet Peygambere Ali, ağzından yüzüğü çıkarıp veriyor. Esedullnh, S ir-i Huda gibi sıfatlar bu olaya dayanır.

Arş ve Kürsi (Tas.) Tanrı ilkin Nur-i Muhammedi’yi yarattı, bundan sonra bu cevhere bir kere bakınca cevher ikiye bölündü, bir kısmı ,su gibi eriyip aktı, ikinci kısım on bölük oldu, bu on bölüğün başında Arş (veya Arş-i â-zam) ile Kürsi gelir. Göklerin üstündedir, meleklerin kıblesi işini görür. Bütün yaratıkarın sıfatları, suretleri orada bulunur. Arş, Hamale.il Arş (arşı taşıyan) denen İsrafil, Cebrail Mikâil, Azrail gibi dört büyük meleğin sırlındadır. Etrafında sekiz nehir, yetmiş bin saf melâike vardır.

Eski astronomiye göre Yer yuvarlağı, evrenin merkezini meydana getirir. Bunun etrafında da yedi gazegenin yer aldığı yedi gök

soğası zarı gibi birbirini sararlar. Sekizinci kat gök Felek-ül-büruç, dokuzuncusu da hepsini saran Felek-! Arş’tır.

Arş, taht veya sedir anlamlarına gelir. Tanrı, göklerle yeri ve bunlar arasındaki varlıkları altı günde yaratıp, sonrjfc Arş üzerinde karar kıldı. İnanışa göre Arş üzerinde Tanrı oturur. Bu oturuşun ve Arş’m keyfiyeti bilinmez. Bu inanış Tanrı’yı cisim olarak kabul edenlerin ve Hambelîlerin inanışıdır. Tann’nm cisim olduğunu tra.1 etmiyenler, bunu kabul etmezler.

artıklama (Kom.) yazıyı veya sözü, bir şey katmıyan gereksiz, kalabalıklaştıran kelimelerle uzatmağa denir. Bu hal şunlardan ileri gelir: Eşanlamlı sözleri gereksiz kullanmak, ibareye kuvvet ve etki katmıyan kelimeler yüklemek, 'aynı anlamı birden artık ciimle: ile anlatmıya çalışmak, aynı fikri tekrar tekrar söylemek, yazının bütünlüğünü bozacak şekilde asıl fikir veya hayale yabancı bir fikir veya hayal katmak. Bk. HA. w.

arfeffllama Cümleyi, aynı anlamı bildirecek fazla kelimelerle yüklü bulundurmaya denir. Artıklanma ile aralarındaki başkalık ar-tmalamamn gerekli olmasından ileri gelir. «Aşağıya inmek, yukarıya çıkmak ..» gibi her günkü dilimizde bunu yapıyoruz. Sanatlice kullanıldığı zaman anlatıma kuvvet ve canlılık verir. «Onu gördüm, size onu gördüm diyorum, şu gözceğizlerimle gördüm, görmek neye denirse öylesine gördüm. iMoliere, Tartüffe.»

artist (Ten.) «Sanatçi» demek-Sanatle uğraşan kimse. Önceleri, sahne hayatında kişiliğini gösterenler için kullanılmış olan bu söz sonraları yazı yazanlar için kullanılmaya başlanmıştır. Fransızca da ilk defa Goncourt’lar tarafından kullanılan «ecritue artiste» sözü Hâmit’in Makber önsözü için «sanatkârane nesir»

diye kullanılmıştır.

kajtf- da bir bilgi haline getirmiştir. O zamana kadar araplar manzumelerini pratik bir usulle meydana getirirken İmam. Halil bunu bir-


aruz (Vez.) vezinli yazıların doğrusunu, yanlışını ayırdetmeyi öğreten bilginin adıdır. Bunu a-raplardan imam Halil IX. yüzyıl-takım esaslara dayamış ve adı-,na ilm-i aruz demiştir. Farslar müslüman olduktan sonra, bu arap vezinlerini kullanmıya başlamışlar fakat bu vezinlerde farsçanrn gerektirdiği yolda epeyce değişiklikler yapmışlardır. O kadar -ki, bazı uzmianlar «arap aruzu - başka, fars aruzu başkadır» demişlerdir. Türkler de Ortaasya’da bulundukları bölgeler Islâm orduları tarafından tutulup müslüman olmıya başladıkları zaman din konusunda arapçaya ö-nem verdikleri gibi sanat konusunda da farsçayı kabullendiler, onu model tuttular. Manzum yazılarda Farsların aruzunu aldılar, onu kullanmıya başladılar. Türk-Müslüman âleminde aruz geniş bir kullanma alanı bulmuştur. XX. yüzyılın başlarına kadar bu hal sürmüş; o zaman aruz vezninin kullanılması geniş ölçüde azalmı-ya başlamıştır.

«Aruz» sözü Türkçede veznin adı olarak da kullanılır. Bu vezin tekniği için birçok kitaplar yazılmıştır. Arapça ve farsçada, bu vezin kalıplarında görülen en küçük bir değişiklik için bile bir terim, kou nulmuştur. Bu suretle bu teknik kjita.pla.rıfn birçoğu bu terimlere boğulmuştur. Tazminattan önce bir İlim olarak öğretilen Aruz a-rap veya fars metinlerinden okutulurdu. Bunun Türkçeye çevrilmişlerinden de örnekler yabancı dilden olarak bırakılmıştır. Tan-zimattan sonra Türkçe olarak meydana getirilen edebiyat kitaplarında yavaş yavaş bu hususta gösterilecek örneklerin Türkçe olmasına dikkat edilmiştir.

Aruz vezni de, hece esasına dayanır. Hecelerin harekeli veya sakin (harekât ve sekenat) harflerle meydana gelmesine göre ayrılır (Bk. Hece). Aruz heceleri harflerin sayılarına göre sebep veted, fasıla, diye üç temel şekle ayrılır. Bunların muallak (açık hece, kısa hece), müsnet (kapalı hece, uzun hece) diye bir bölüm şekli daha vardır. Bu temel hece şekillerinin birbirleriyle sekiz türlü karışması meydana çıkar, bunlardan ilk ikisine ef’ile veya efrnl, altısına tef’ile veya te fail denir.

  • 1. Feulün (. _ -)

  • 2. Fâilün (_ . _)

  • 3. Failâtün (-.--)

  • 4. Müstef’ilün (-_.-)

  • 5. Mefaîlün (.---)

  • 6. Mütefailün (. . - . -)

  • 7. Müfaaletün (.-.--)

  • 8. Mef’ulât (- - - )

Bu efaîl ve tefail'den yapılan kombinezonlar vezinleri meydana getirir. Vezinler bahr denen 19 grupta, bunlar da daire denen 6 büyük bölümde toplanır

Bütün bu. genişlikler olduğu halde yine kelimelerin vezne sokulmasında birtakım değişiklikler o-lur ki bunlara da ilel ve zihaf denir.

aruz (D.e.) Bir beytin (Bk. BEYİT) ilk mısranın son. parçasına aruz denir.

aruz-hece tartışması (Ed.tar.) Tanzimittan sonra gazetelerde çok eskiden Türklerin parmak veya hece hesabı vezinleri olduğu fakat sonra bunun yerine a-ruz kullanmıya başladıkları, uzun; zamandan beri kullanılmamakta olan hece vezninin işlekliğini kaybettiği, yoksa ona da gereken dikkat harcanmış olsaydı, çok mükemmel bir hfile gelmiş bulunacağı fikirleri zaman zaman ileri sürüldü (halk edebiyatı, saz-şairleri eserleri hiç hesaba katılmıyordu) . Recaizade Ekrem, La Fontaine’in masallarını hece vezniyle çevirmiye başlamış ise de devam edememiş, aruza dönmüş (1879-1882), Abdülhak Hâ-mit Tarhan’a Namık Kemal hece veznini deneme övüdü vermiştir. 1897 de Mehmet Emin Yurdakul’un Türkçe; şiirler denemesi, devrin yazarlarını ilgilendirmiştir. Selanik’te Bahçe dergisinde çocuklar için bu yolda manzumeler yazılmıştır. 1912 den sonra Millî cereyanlar başladığı zaman, Türkçenin yabancı dil kurallarından kurtulması, yabancı kelimeler yerine Türkçeleri bulunanların kullanılması hareketleri geniş surette ortaya atıldı.

Aruzun bırakılamıyacağı, aruzdaki ahengin hecede ölmediği iddiaları yıllarca ileri sürüldü. Mehmet Emin Yurdakul :1e bazı ona benzeterek manzumeler yazanların l^i.ç dikkat etmedikleri bir şeyi Rıza Tevfik Bölükbaşı kavradı, halk ve tekke edebiyatı

aruz

manzumelerinin, çok kullandığı vezinleri kullanarak o şekillerde onların kalıplariyle manzumeler yazdı. (Divanlar, Şam-'i Gariban, Issız illerde...)

1914 Birinci Dünya Savaşı sırasında yayımllanmıya başlıyan Yeni Mecmua’da genç şairlerin hece vezinli manzumeleri bu vezin alışkanlığını meydanla getirmiye yaradı. Bir yandan da dilde gei-îişmiye başlıyan oluşma, aruz vezninin malzemesini eksiltiyor, buna karşı da hece vezniyle ya-zacaklarmkini çoğaltıyordu. Fars .kurallarına göre arap ve fars kelimeleriyle artık tamlamalar yapılmaz olmuş; bu kelimelerden Türkçeleri bulunanlar da kullanılmaz olmuştu. Türkçe kelimelerin hece değerinin aynı oluşu, hecelerin açık ve kapalılığı temeline dayanan aruz vezni için malzeme teşkil etmekten erzaktı. 1923 yılma kadar, hece vezniyle çocuk manzumeleri, yurt manzumeleri yazılabileceği fakat çok duygulu, yüksek fikirli manzumelerin de aruz vezniyle yazılabileceği fikirleri ortalıkta çalkandı durdu.

«Bundan bin sene sonra bir Türkü Hâmît’in Eşber’ini.okumaktan hattâ ona nazire yazmaktan menedebilecek hiçbiı mânevi kuvvet tasavvur edemiyorum.» «A-caba bugün Araplardan, acemlerden almış olduğumuz ka.vait" ve temkibi terk edebilir miyiz? Bu suale kemal-i katiyetle: Hayır, cevabını vereceğiz.» gibi kesin Sözler 1922 yıllarında söylenmiştir. Zaman bunu söyleyenlere karşı geçip duruyordu. Hayat o bırakılması akla bile sığmıyatı tamlamaları kökünden Sijldi süpürdü. Geleceğin, yaşadığımız

zaman gibi olacağını değil, yaşadığımız zaman tohumlarının çimlenmesiyle şekil alacağını düşünmeliyiz, olacak şeylere bir pay bırakmalıyız. Aruz vezni, Osmanlıca dediğimiz bir dil içindi, onun sürüp gittiği devirde işini gördü, işe yaradı; fakat o dil artık ortadan kalkınca kullanma zamanı geçmiş bir alet gibi bir kenare bırakıldı.

Arzu ile Kamber (H. e.) Nazımla nesir karışık bir halk hikâyesidir. Horasan diyarında bir memlekette hace (tüccar) Beh-ra<m adında çok zengin bir bey, hacı olmayı zihnine kor; ticaretine büyük oğlunu vekil bırakarak küçük oğluyla, birkaç ada-miyle yola çıkar. Eşkiya baskını olur, kervan halkından yalnız küçük oğlan ile yaşlı bir uşak sağ olarak kurltulurlar. Bitkin bir halde kalmışlarken bir atlı çıka-* gelir. İhtiyar uşak küçüğü buna evlâtlık olarak verdikten sonra giıder. Çocuğu alan, onu köyüne götürür, karı koca onu yetiştirmek için evlât' edinirler. Biraz sonra da bir kızları olur, oğlana Kamber, kıza da Arzu adını verirler. iki çocuk birbirlerini kardeş bilerek büyürler. Biraz sonra Kızı, amcasının oğluna nişanlarlar. Fakat yaşları ilerleyen çocuklardan, Arzu’da Kamber’e karşı başka bir duygu uyanmıya başlar. Kızın bazı taşkın hallerine Kamber üzülür durur. Çocuğun bu halından kız sararıp solmıya, okul derslerini asmıya başlar. Öğretmen bu hali araştırınca Arzu derdini anlatır. Bir kocakarının sözlerinden, Kamber, subaşının oğlu bulunmadığını, Ar-ızu’nun da kız kardeşi olmadığını anlar. Fakat bunu sağlamca öğ-


renmek için anne sandığı kadının memesini; emmiye kalkışırsa da kadının bu işi önlemesi üzerine gerçeği kavrar. - Bir gün çeşmeden su doldurup eve dönerken, Kamber alsın diye Arzu bileziğini oraya bırakır, Kamber kızın bunu orada unutmuş olduğunu sanarak vermek için alır boynuna koyduğu anda içinde ılık bir şeyin dolaştığını, yüreğinin yan-rmya başladığını duyar. - Bundan sonra birbirlerine duygularını düzdükleri şiirlerle lanlatmıya başlarlar. Bu aralık subaşı ölür; delikanlı >evi bırakmıya karar verir. Gidecek bir yeri olmadığı için dağlara düşer. - Dağda dolaşırken bir yardıan uçar, dereye düşer; Masum Paşa adında bir av meraklısı onu kurtarır. - Annesi Arzu’ya Kamber’i görmeyi yasak etmişti, bir yolunu bulup Masum, Paşanın evindei Kamber’i gören Arzu onunla çekişir, burada bir parmak kesmek sahnesi vardır: Kamber’in sitemli .sözlerinden alman Arzu sol elinin başparmağını doğrar. - Kızın anası, Kamber’i zehirlemiye kalkar, delikanlı bunu anlar; yine evi bırakarak dağlara düşer. - Arzu yu o sırada zengin1 bir tüccar ister, anne razı olunca kız çaresiz kalır. Acıklı bir ayrılıştan sonra, çok sıkıntılı bir evlilik hayatı başlar. Onu çok seven kocası, kızdan sevgi görmeyince derdinden yataklara düşer, sonunda ö-lür. - Bu halden acılanan Arzu’yu kendi köyüne gönderirlerken, yolda bir seyir yerinde dururlar, gezenler arasına karışırlar. Arzu orada dolaşırken «Hak aşığı» sevgilisinin türküsünü işitir. Koşar kollarına atılır. ikisi de sarmaş dolaş olurlar. Görenler olup biteni bildikleri için donakalırlar.. İki sevgili de bayılıp birlikte yere serilirler. Kızın annesine haber gönderirler, kadın koşa koşa gelir. Bunları ayırmak için yanlarına gitmek istediği zaman bir su ortasında olduklarını görür; gördüğünün dehşetinden düşüp bayılır. Suyu aşıp, sevgililerin yanma varmak istiyenler Arzu ile Kamber’in göğüslerinden birer beyaz güvercin çıkıp uçtuğunu görürler. _ Arzu ile Kam-ber’i orada bir mezara, aklı başına gelince kendi bağozını sıkarak kendini öldüren anayı da bir mezara gömerler.

Asaf (Tar.) Süleyman peygamberin hükümet idaresinde veziri idi. İdaredeki başarılı hareketleriyle ün almıştır. Bu yüzden A-saf adı vezirlerin iyilerine sıfat haline gelmiştir. «Vezir-i asaf ~ tedbir» bu kalıplardandır. BabIali’ye «Bab-ı asafi»de denirdi. «Bin yaşa ey vezir-i derya-dil -Asaf-i bî-muadil ü âdil» Şinasi.

asalet Yeni sözlerdendir; Belâ-gatçilerin hasaset dediklerinin olumlusu olarak kullanılmak istenilmiştir. Yazıda aşağılık sayılacak kelime, fikir ve hayal bulundurmamak niteliği olarak tarif edilir. Bk. EDEB-İ KELÂM.. HASA8ET, MÜMTAZÎYET.

Asar (Gaze.) Menemenlizaâe Tahır’in başyazarlığiyle 4 Mart 1886 da yayımlanmıya haşrıyan haftalık dergi.

âsar «Eser» kelimesinin çoğuludur. Bazı seri neşriyat için kul-lafnılmıjtır. Bunlarfcn ünlüleri1:

Asar-i İlmiye, 1912 yılında. Sırat-ü Müstakim - Sebil-ür-re-şat dergisi idaresi tarafından bu adla bir sıra kitap yayımlanmıştır. Akif’in Safahat, HalB Halit’in İngilizceden, çevirdiği İn-tişar-i İslâm. Tarihi, Elmalılı Hamid’in M&talip ve mezâhip, Ferit Kam’m Emil Boirac’tan > çevirdiği İlm-l Mabad-üt-tabiiye, Şeyhislâm Musa Kâzım Efendinin Dinî, içtimai makaleler, Zihni paşanın Akad-i İslâm, Prens Saat.Halim paşanın Buhranlarımız kitapları bunlar arasındadır.

Asaır-i Müfide Kütüpariesi, I-Dünya savaşı, sırasında basma zorluğuna karşı Maarif Nezareti bir yardım olmak üzere bir seri kitabı bu adla yayımlamıştır - (19 15-1917): Şeyhislâm Yahya, Her-seklj arif Hikmet, Leskofçalı Galip divanları bunlar arasındadır.

ashab (Tar.). «Arkadaşlar» anlamındadır. Ashap veya. <z.sA<z₺.i kiram, Muhammet peygamberi görmüş olanlar, ona arkadaşlık etmiş bulunanlar. Ashap «AnsatS ve «Muhacirin» diye iki kısımdır.

Ashab-i suffa Ashap arasında yiyecek, giyecekleri olmıyan fakirler dahi vardı. Bunlar için peygamber evj avlusunda her akşam bir sofra kurulur, kavrulmuş aripadan yapılmış bir kab yemek verilirdi. Geceleri de peygamber mescidinin sofasında yatarlardı, bundan dolayı ve Ashab-i suffa» denilmiştir. Sayıları için 10, 30, 70, 92, 93, 400 gibi çeşitli söylentiler vardır.

Ashab-i kehf «Mağara arkadaşları» demektir. Tanrıya i-naındıklan için Dakyanos adında bir hükümdarın zulmüne uğramış olan 3,5,7, kişi kaçarak bir dağ mağarasına sığınmışlardı. (Bunun İsa’dan önce veya İsa’dan sonra olduğu söylenir). 300 yıl kadar bu mağara içinde uyuyup kalmışlardır. ‘ Bunların yanında «Kıtmir» adı verilen bir de köpek bulunuyordu.

Asır (Gaz.) 4 Haziran 1870 te yıayımlanmıya başlamış bir. gazetedir.

Asır Kütüpanesi külliyatı, 1890 yılında Asır kütüpanesi sahibi Kirkor Faik tarafından Mehmet Celâl’in OsmanlI padişahları hakkındaki .manzumeleri, Yusuf Kâmil Paşanın bazı eserleri, Nabizade Nâzındın Aynalar, Te-kezade Sait’in Durub-i emsal.i Türkiye, gibi edebiyat, bilim, felsefe konularında 67 kadar ufak boyda yayımladığı kitaplardan meydana gelmiş bir seridir.

Asır kütüpanesi romanları, 1888 de bir seri kitap bu adla yayımlanmıştır. 14 kadar kitaptır. Nabizade Nâzım’m Kara Bibek, Hâlâ Güzel, Mehmet Celâl’in Elvah-i Sevda eserleriyle Mahmut Sadık tarafından çevrilmiş o-lan Mösyö Löcok’un kızı, Biçare kız, Çeyiz, Gölge, Hanrîyet, Müteveffiye, romanları, Maupas-sant’dan çevrilme Zeytinlik hikâyesi bunlar arasındadır.

asitane -Asıl anlamı «eşik» demektir.

Asitane-i pir, her arikatin, çok defa onun kurucusu olan ve tarikate adını veren Pîr’in türbesi d.eı bulunan tekke demektir. Büyük tekkeler hakkında da kullanılır.

Özel isim olarak Asitane, İstanbul anlamında da kullanılmıştır.

asii (H.e.) Kerem ile. Aslı hikâyesinin kadın kahramanı. Bk. KEREM.

asonans Bk. YARİM KARİYE. assosiyasiyonizm (Fel.) Çağrışımcılık. XVIII. yüzyılın anglo _ sıakson kaynaklı bir felsefe doktrinidir; buna göre aklın bütün prensipleri, genel olarak da,

Asuman

bütün zihin hayatı çağrışımla a-çıklanır. Bir bakıma Ampirizm ile birleşir.

Asuman ile Zeycan (H.e.) Nazımla nesir karışık bir halk hikâyesidir. Erzincan Beyi Kaleli Bey ile Kâhyası Derviş Ahmet çocuksuzluktan şikâyet ederler, bu uğurda seyahata çıkarlar. Karaladıkları bir derviş, bunlara, bir elmayı dörde bölerek verir; bu parçaları kendileri ile eşlerinin yemelerini, doğacak kız ile oğlana kendisi gelinceye kadar ad koymamalarını, ilerde bunları birbirleriyle evlendirmelerini söyler. Çocuklar doğar, okul çağma geldikleri halde adsız dolaşırlar; bu sırada derviş çıkagelir Kuleli Beyin kızma Zeycan, Derviş Ahmet’in oğluna da Asuman adını koyar. Birbirlerini kardeş bilerek büyüyüp dururlar. Zeycan annesinin bir sözünden kendisinin Asumanın yavuklusu olduğunu öğrenince çocuğa karşı duyguları de. ğişir; Asuman’ı okul dönüşleri tenha sokakta öpmeye başlar. Bu durumu gören bir kocakarı Kuleli Beye haber verince bey Derviş Ahmet’i yanından kovar, A-suman da, Zeycan’m kendi kardeşi olmadığını ancak bu yüzden öğrenir. Zeycan’ı artık okulda göremez. Bir gün kocakarının biri başka bir camiye namaz kılmıya götürmek bahanesiyle Zeycan’m sarayının karşısına götürür, kız da bunu görünce delikanlı ile buluşur. Konuşurlar; Zeycan’ı istemek üzere! ertesi gün babasının Kaleli Beyin sarayına gitmesini kararlaştırırlar. Kaleli Bey bu işe razı olur amma karısı buna çok şiddetle karşı kor, hattâ koskoca Beyi dövmiye kalkar. Bey de, Derviş Ahmet’i dö-


Asuman

verek kapı dışarı ettirir. - Kutlu bir kandil gecesinde «muradını dileyerek» uykuya varan Asu-man’a rüyasında bir «aşk dolu su» sunulur, «Hak âşığı» olur. Aynı durum Zaycan’da da olur. Asuman saz çalmıya bununla derdini söylemiye başlar. Zeycan da kuvvetli bir sazşairi kesilir.-Asuman «gurbete çıkmaya» karar verir. Zeycan’dan ayrılırken kız ona yürek resimli bir bilezik, delikanlı da kıza perçemimden bir parça sarılı bir çevre armağan ederler. - Yolda giderken yaylada Kaleli Bey takımına raslar, kıyafeti bir çobanla değiştirdiği için tanınmaz. Birbirlerini tanımadan kız ile delikanlı «âşıklar yarışmasına» girişirler; delikanlı kızı mat eder, fakat Bey yenilenin kul olma şartını yerine getirmediği gibi etrafındakiler! «â-şık kısmı dünyayı gezer, seni fasl ü zemm eder, dile! gelir, â-leme destan olursun» diye fitli-yerek ölümüne emir alırlar. Asuman bu fena durumdan güçlükle kurtulduktan sonra rüyasına giren dervişin kılavuzluğiyle göz açıp kapıyacak kadar bir zamanda Basra şehrine ulaşır. Orada da bir tehlike savuşturur. Yine Erzincan’a dervişle dönerler. Babasının kör olan gözleri dervişin himmetiyle görür olur. Tekrar saziyle şiirler söyliyen Asuman Kaleli Beyin huzuruna çıkar, kendisini onlar tanımazlar, Zeycan tanır, işlerini ancak Erzurum valisinin kolaylaştıracağım söyliye-rek delikanlıyı Erzurum’a yollar. Gerçekten de vali Asuman’m haline acıyarak bir subaşiyle beraber Erzincan’a yollar. Subaşı işi kolayca bitirir. Asuman ile Zeycan da muratlarına ererler.-

Hikâyede benzerlerinde. görülen ortak temler çoktur

aşağılık dil (Dil.) Okumamış, görgüsüz insanlar arasında konuşulan dil.

Aşere-i Mübeşşere, (Din.) Daha sağlıklarında Cennetlik oldukları müjdelenen on kişi.

âşık (H.e.) Halk şairi veya sazşairine verilen ad. Köy ve kasaba çevresi içinde yetişen, gerek kendi yazdıkları, gerek başkalarının yazdıklarını saz çalarak söyleyen kimselerdi. (Aed, rapsod, trubadur). - Bektaşîliğe taraflı o-lup, henüz o tarika girmemiş kimse..

Âşık Edebiyatı (H.e.) Halkın anhyabileceği bir dille yazan, daha çok hece vezni kullanan şaz çalarak diyar diyar dolaşan, divan şairlerinden «âşık» diye a-yırdedilen sazşairlerinin ür ürde-lerinden meydana gelmiş, edebiyat çeşidi. Anonim Halk edebiyatı (folklor) manzumeleri ile bunlar arasında bir ayırma yapmak gerekirken buna o kadar dikkat edilmemiş hepsjtne Halk Edebiyatı denilmiştir. Bu edebiyat çığırında manzumeler meydana getirenlere «Sazşairi» denir. Kendileri de «Âşık» lâkabını çok kullanırlar. Bunların bir kısmı doğrudan doğruya köylerde yaşamışlar, göçebe halde dolaşmışlar; bir kısmı da okuma - yazma öğrenmiş, aruz bilir kimselerdi.

Aşiyan (Gaz.) 1. 10 Eylül 1908 den sonra başlayıp iki yıl kadar yayımlanmış olan haftalık bir dergi. Tevfik Fikret, Cenap Şa-habettin ve zamanın ünlü yazarlarının eserlerini yaymıştır. 2. Tevfik Fikret’in İstanbul Rumelihi-sarı’ndaki evine verdiği ad.

aşk

aşk (Tas.) Sofilerce, kâinatın var olmasına sebep aşk (hubb-i zati) tır. Tanrı, kâinatı kendini görmek için yaratmıştır (tecelli). Her şey kendi karşıtı ile anlaşılabilir. (Meselâ, varlığın karşıtı yokluk, hayırın kargıdı gerdir). Başlı başına bir varlık olmıyan eşya geçici bir zaman için ortaya çıkmışlardır. Varlık (vücut), yokluk (ademi) ile karls.laşıinca bîr aynadaki görüntü gibi biri ötekinde gözükür. Böylelikle hem varlık (vücut) hem yokluk (a-dem) den pay alan bu hayale vücud-i mümkün denir; olaylar dünyası dediğimiz ve görmekte olduğumuz gölge - varlık da bu-dur. Bu, durgun bir göle vuran güneşe de benzetilir. Aynaya bakan bir kimsenin , oradaki hayalin gözbebeğinde kendini görmesi gibi, Tanrı’nm sureti de aynadaki göz yerinde sayılan insanda görünür. Bu yüzden insan bütün kâinatın merkezidir, Tanrı’nm bütün nitelikleri onda tecelli ede®, insan' da, içinde bulunduğu dünya gibi varlık ve yokluk •elemanlarından meydana gelmiştir, insandaki bu Tanrısal varlık elemanı durmadan asıl kaynağına kavuşmak ister. Fakat yokluk (adem) elemanı buna engel olur, insan; bu yokluk, kötülük, çirkinlik elemanlarını yokedip Tanrı’ya kavuşmak ister. Bu kavuşma ancak, nefse hâkim olmakla, yani yokluk, elemanlarını yoketmekle mümkündür, bunun da tek yolu aşktır. İnsanı asıl kaynağına yalnız bu aşk ulaştırır. Buna Gerçek aşk (aşk-i hakiki) denir. Bir de Mecaz Aşk (aşk-i mecazi) vardır. Bu bildiğimiz, dünya aşkı, geçici aşktır, yani dünya yaratıkların-

Aşk-i Memnu

dara her hangi birini sevmektir. Bu, Gerçek Aşka ulaştırma için bir yol sayılır, böyle oldukça da sofilerce hoş görülür1. Divan e-debiyatında Aşk konusunda çok . manzumeler yazılmış, hikâyeler meydânla getirilmiştir. Şair ve yazarların bu konuda İlâhi veya beşerî aşktan bahsettiklerini - bir kaçı bir tarafa bırakılırsa. - ayırmak pek zordur. Bu aşkın araçlarından biri olarak ileri sürülen şarap için de aynı düşünce a'kla-gelebilir; şarab.jj İlâhi mi yoksa gerçek şarap mı ? gibi düşünüşlere kesin karşılık vermek güçtür.

Aşk-i Memnu (Bib.) Halit Ziya Uşaklıgil’in biri kız, öteki eırkek beş yaşında, iki küçük çocuğu 'olduğu halde yaşça çok . farklı bir kızla ikinci evlenme yapan Adnan beyin bu evlenme ile olan yanlış davranışının hikâyesidir. Adnan Beyin zenginliğini düşünerek ona varan Bih-ter zamanla bu evlenmedeki «boşluğu» duymıya başlar, böy-lece kendini «yasak bir aşka» bırakır.- Uşaklıgil’in en ustaca meydana getirdiği baş-eser' sayılır.

atalar sözü, ata sözleri (Fol.) yüzyıllar boyunca, halk tarafından çeşitli olayların görülmesiyle gözlem ve denemeden çıkarılmış sözlerdir. Bunlar halik arasında dilden dile dolaşarak kuşaktan kuşağa geçer, az kelime ile maksadı anlatan kurallaşmış sözlerdir. Türkçe ata sözleri arasında, Ortaasya’dan bugüne kadar süregelmiş olanlar vardır. Bunların en birinci ayırt noktası, fazla bir kelime bile bulunmamasıdır, bu bakımdan icazın en katıksız örmekleri arasındadır. Ata sözleri,


Ateşte» Gömlek insan durumlarının birer açıklaması olduğuna göre her türlü durum bunlarda görülebilir: meselâ kardeşin iyisi de olur kötüsü de. Bu iki karşıt durum için atalar demiş ki; «Kanlım olsun kardeşim olsun- Sen dost kazan düşmanı anan da doğurur». Bu iki ata sözü hayatın iki karşıt durumu ile karşılaşınca bir örnek olarak kullanılabilecek sözlerdir.

Atatürk (Bib.) 1. Yakup Kadri Karaosmıanoğlu’nun 1936 daPrag’ da elçi bulunurken yazıp 1946 da yayımladığı eserdir. Atatürk’ün kişiliğini inceleme denemesidir: Atatürk’ün kahramanlığı, dâhiliği, devlet kuruculuğu, milliyetçiliği, askerliği, insanlığı ayrı ayrı incelenmiştir. 2. General Ali Fuat Erden tarafından yazılmış kitap (1952). Bu Kitapta Atatürk, diri, sağlam bir görüşle, taze ve canlı bir üslûpla anlatılmıştır.

Âteşpare (Bib.) Muallim Naci-’ nin 1881-83 aralarında yazmış olduğu, içlerinden dört taneısi çevirme olan 23 manzumesinden meydana gelmiş kitap (1884). «Kuzu, Şâm-i Gariban, Dicle, Nusaybin civarında bir Vâdi...» gibi ünlü manzumaleriı hu kitaptadır.

Ateşten Gömlek (Bib.) Halide Edip Adıvar’m romanıdır (1922). İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinde kocası ve çocuğu öldürülen Ayşe İstanbul’a gelir; oradan da akrabasından Payami, arkadaşı binbaşı İhsan ileı Millî Kuvvetlere katılmak üzere Anadolu’ya geçerler. Hastabakıcılık yapmıya başlıyan Ayşe’yi Peya-mi olsun, İhsan olsun için için sevmiye başlarlar.- Romanda Mütareke zamanının İstanbul’da-

Ateş ve Güneş ki heyecanlı devrinin ilk zamanlarıyla ilgili canlı anlatışlar vardır.

Ateş ve Günfeş (Bib.) Falih Rıfkı~ Atay’m 1919 da yayımladığı, Dördüncü Ordunun Sina ve Çöl hareketini destanlaştırarak anlattığı eserdir. (Sonra bu eser düzeltilerek, Zeytindağı’na eklenmiştir).

atf (Dil.) Kelimeleri, cümlecikleri birbirine bağlamak demektir (Bk. VASL Ü FASL). Birbirine bağlanacak şeyler arasında bir yargı ortaklığı, bir ilgi bulunmak gerektir. Bu, kelimelerin olsun, cümlelerin olsun birbirine bağlanmasında göz önünde bulundurulur. Atfh yazılara «seıbk-i mev-sul» denir. Kelimeler -bifbirile bağlandığı gibjj cümleler- de birbi-riyle bağlanır. Bu işi Bağlaçlar görür: Amma, ancak, badehu, belki, binaen, binaenaleyh, bir de, çünki, dahi, de, diye, fakat, hattâ, hem, imdi, lâkin, lîk, mebnl, na-şi, öyleyse, sonra, tâ ki, ve, veli, velikin, ya, yahut, yine, yoksa, zira. - Siga-i atfiye, ulaçların -ip kalıbında o alımdır: gelip.

Ati (Gaz.) Ceılâl Nuri (İleri) tarafından I. Dünya Savaşı sonlarına doğru yayımlanmıya başlanan gündelik gazete. Sonra heri olarak çıkmıştır.

atlas (Astroloji) Atlas, boz renk, düz, yıpranmış yüzey anla-mınadır. Dokuz felek (eflâk-i tis’-a) tabakasının en üsttekine /e-fefc.'i atlas denir. Bu gökte hiçbir şey yoktur. Batlamyos’tan gelen bu fikir için tevilciler «arş»m bu gökte bulunduğunu söylerler. (Ed.) Genel olarak Atlas-i çarh-i mina, Atlas-i berrin «gökyüzü» anlammathr. (Bk.FEDEKJ.

ayet

ayak (Naz.) Sazşairlerinin manzumelerinde bentleri birbirine bağlıyan mısraların kafiyelerine denir.

ayaklı (Naz.) Divan nazmının müısltezlatana benzer yolda, veznin küçük bir parçasiyle bir mısra eklenmiş manzumelere denir: Ayaklı koşma, ayaklı kaleneri, ayalı semai.

âyan-i sabite (Tas.) Eşyanın var edilmeden önce Tanrıca saptanmış şekillerine denir.

Ayaş, Ayaz, Eyas, Eya-z (Tar.) Ga-zneli Mahmut Sebüktekin’in adamlarından olup akıllı ve sadık olmakla Mahmut kendisine çok inanmıştır. Bu yüzden ün almış, adlarına «Muhmut ve Ayaz» diiye hikâye kitapları yazılmiş-tır.

Aydede (Gaz.) 22 Ocak 1922 de yayımlanmıya başlamış olan ve haftada iki defa çıkarılan mizah gazetesi. Sahibi Refik Halit Karay idi Bir yıl kadar çıkmıştır. 1948 yllihda bir kere daha çıkarılmıştır.

Ay Demli1 (D®’) Müfide Ferit (Tek) tarafından yazılmış roman (1918). Mütarekenin karışık günlerinde «milliyetçiliği» savunmak, bunu bir teze bağlamak isteğiyle! meydana getirilen roman, Ay Demir’in Türkistan’da, Çarlık Rusyası idaresi altında yaşıyan Tüirkler arasındaki; fikir savaşlarını anlatır. Milliyetçi tez bakımından Halide Edip Adıvar’m Yeni Turan romanının İkincisi sayılır.

ayet (Din) Sözlük anlamı «iz, işaret» demektir; terim olarak Kuran’m beher suresini meydana getiren cümlelerden biri anlamına kullanılır. Çoğulu âyât olup ikisi de kerime sözüyle kullanılır: Ayet-i kerime, âyat-i Kuraniye.

Kuran âyetlerinin sayısını 6356 gösterenler olduğu gibi 6616 olarak da gösterenler vardır.

Ayet-i Muhkeme, ayet-i müte-şabihe: Tanrı muradının 'apaçık gözüktüğü, hükmünün hiç değiş-miyeceği ayetlerdir, (Ç. muhke-mat). Tanrı sözlerinden • bazıları, ne akıl, ne de nakil yoluyle kav-ranamazsa, o giibi ayetlere «müte-şabih» (Ç. müteşabihat) denir. Bazı Kuran surelerinin başlangıçlarındaki harffer gibi.

Ayın tarihi (Gaz.) Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğü tarafından Eylül 1923 te aylık olarak, iç ve dış olayların tesbiti amaciyle çıkarılmıya başlanılmış revü şeklinde bir dergidir.

ayırtı (Ed.) Eşanlamlı kelimelerin arasında görülen ince ayrılık demektir. (Bk.EŞAVBAMJ.

âyin (Tas.) Sözlükte anlamı «u-sul, töre, gelenek». Mezhep ve tarikat adamlarının kendi inanışlarına göre yaptıkları özel tören, ibadet demektir. Âyin-i cem (yahut) aymcem, Bektaşi ve Kızıl-başlarm tarikata yeni giren birisi veya bir ölüm anısı için yaptıkları tören.

ayine (Tas.) «Ayna» demektir. Mir’at (çoğul olarak) meraya aynı anlamdadır. Tasavvufta bunun hakkında çeşitli sözler söylenmiştir. En başta: Tanrı’nın vücudu bir aynadır fikri gelir. Tanrı dünyayı ve insanları bir ayna olarak, kendini görmek için yarattı fikri gelir. Bunun sonucu olarak yaratık da kendisinde Tanrıyı, Tanrıdan bir parçayı görür, Tanrı ile Âlem birer aynadır, âlemin bir Özü sayılan insan da bir ayna olduğu gibi gönül de bir aynadır. Görülen âlemde insandan daha olgunu yoktur.

«Nur-i vahdetten olup şule-pezi-ra-yi hudus — Verdi ferr âlem-i tekvine meraya-yi hudus.- Arif Hikmet».

Ayine-yi İskender (Tar.) Aristo tarafından yapıldığı söylenen bir ayna olup İskenderiye şehrinde yüksek bir yere yerleştirilmiş. Şehre yaklaşmakta olan gemilerin yüz mit uzaklıktan görüldüğü söylenir. Bu aynaya güneş aşığı vurdurularak uzaktaki gemiler ateşe verilirmiş. Bir gece bekçileri uyurken çalınmış ve deniz© atılmış olduğu söylenir.

Ayine-i Vatan (Gaz.) Vatan gazetesine ek şeklinde genişçe ölçüde ve resimli olarak, 14 ocak 1867 de çıkarılmıya başlanmış gazete, ayrı dinsten (Ten.) Ayrı ayrı tabiattaki kısımlardan meydana getirilmiş; bir cinsten olmıyanı demektir.

ayrıntılar (Ten.) Bir şeyin ayrı ve en küçük parçaları, onun tümleyenleri. Söylenmese de olur şeyler. Bu gibi şeylerden bazıları işe yarar, bazıları ise fazla olur; yazar bunların hangilerinin işe yaradığını bilmeli, ona göre gerekli bulduğu halde yazısına katmalı.

Ayşe (Tar.) Ebu Bekiriin kızı olup Muhammet Peygamberin de eşidir. Peygamberin Ölümünden sonra çıkan anlaşmazlıklarda büyük rol oynamıştır. En çok Ali’nin halifeliğine karşı koymasiyle ün almıştır. Kendisi Muhammet peygamberin eşi olduğu için birçok hadisler ondan kalmıştır.

Ayvaz (Ed.) Köroğlu’nun gözdesi delikanlı.

ayyar (Ed.) «Hileci, dalavereci» anlamında olup birçok akıllı,

Ayyar Hamza,— 29 —Azrail

fazla hareketli tipleri göstermek için ad olmuştur. Şii fedıayilerine ayyar denilmiştir.

Ayyar Hamza (Bib.) Molierejin Les Fourberies de Scapin adlı komedisinin Âli Bey tarafından Türk hayatına uygulanması şeklidir (1871). Aynı komedi Ahmet Vef'ik Paşa tarafından Dekbazhk', adiyle uygulandığı gibi Orhan Veli Kanık da Scapin’in Dolapları diye dilimize -çevirmiştir (1942).

azadfe (D.e.) «Başıboş» demektir. Tek olarak yazılmış mısraa denir. «Mudhikât-i dehre ben ölsem deı tasvirim güler. - Muallim Naci» -gibi. Beytinde ayrı olarak anlam çıkan tek mısralara' da bu ad verilir, fıakat daha çok bu ha] şalinin zayıflığına işaret. -‘--sayılır. (Terim sonraları konmuştur).

azaim «azime» sözünün çoğuludur. Cinden, yılan -sokması ile buna benzer fenalıklardan insanı korumak için düzenlenen muskalar, okunması gerekli görülen dualar. İstenen şeyler için de böyle muskalar düzenlenir, dualar o-kunur. Bu dualar okununca periler, cinler insanın emrine girer, istenen şeyin olması için çalışırlarmış.

Azarya, Moliere’in L,Avare piyesinin Ahmet Vefik Paşa tarafından bir yahu-di ailesine uygulanarak dilimize çevrilmişidir' (1871). Aym, eserin Pmiti Hamit İdiyle bir Türk ailesine uygulanmış şekli de vardır.

Azazil «İblis» in »eleklikteki adı.

Azer «Ateş» 'anlamında olan bu söz İbrahim’in babası lâkabıdır.

Aziz-i Mısr, eski Mısır’da hâkim. (Yusuf ile ZUleyha hikâyesi)..

Azra asıl anlamı «kız olıan kız» olan bu söz özel isim olarak Va-mık ve Azra hikâyesinin kadın kahramanının adıdır.

Azrail Tanrı’ya en yakın olan dört melekten biri. Azrail can a-lıcıdır, ölüm meleğidir. Söylendiğine göre, Tanrı, Âdem’i yaratacağı zaman meleklere yerden toprak almalarını buyurmuş, yer onlara -yalvarınca lacıyıp alamamışlar; Azfcf’il aldırış etmeden istenen toprağı alıp getirmiş, Tanrı da onu can alıcılık ile vazifelendirmiş.

Babıali (bab-i âli) Tanzimat-tan önce sadrazam, dairesi) Tanzi-mattan sonra da sadrazamlık ile daha birtakım resmî dairelerin toplandığı binanın adından alınarak İstanbul’da bir semt adı olmuştur. Babıali siyaseti veya buna benzer sözler OsnHanlı İmparatorluğu zamanındaki hükümetin siyaseti anlamına gelir. Bundan başkaca, 1880 den sonra gazeteciler, kitabevleri', basımevleri Ba-bıali caddesi’nde (şimdiki Ankara caddesi) açıldığı için, fikir işlerinden veya basından söz açıldığı zaman Babıali caddesi sözü kinayeli olarak kullanılmıya başlanmıştır.

Babii (Tar.) Irak’ta ve Bağdat’ m aşağı taraflarına düşen ilkçağın ünlü, bir şehrinin adıdır. Edebiyatta çeşitli sebeplerden adı çok geçer. Nemrut, buranın hükümdarı idi. Dillerin ayrılmasına sebep diye gösterilen Babii Kulesi burada yapılmıştır. Asma bahçeleri Dünyanın Yedi Acayip şeyinden biri sayılır. Yıldızlarla fazla uğraşan halkı arasında büyücülük bir hayli ilerlemişti. Gözlem için yapılmış kuyusu bu işte ün almıştır, Harut ile Marut adındıa iki melek bu kuyudadır.

(İ. k.: Çeh-i Babii, sihir, Harut, Marut.)

bâde 1- Farsça «şarap» demektir; aynı anlamda olan harnr, mey, mül, sahba, ve âb, âteş sözleriyle yapılan şekilleri Divan caz anlamında o kadar çok kullanılmıştır. Çünki «aşk»ı Tanrıya ulaşma yolu sayan tasavvuf ve tarikat insanları, «bade» yİ de buna ulaşmak için ruha- gerekli olan coşkunluk, kendini unutma hallerini verecek bir araç saymışlardır. Birkaç belli başlı sofi şairden başka öteki şairlerin bu görüşle mi, yoksa gerçek anla-ımiyle mi «aşk» ile «bâde» den söz etmelerini kestirmek kolay değildir. Edebiyatımızın her kolunda birinci derecede işlenmiş konular arasındadır. Kelime ve mazmun bakımından çok zenginleştirilmiştir. 2. (Mec.) Sevgilinin dudağı. Bâdefüruş, şarap satan; bâtlehor, şarap için. «Badedir zevkini idrak edene abıhayat -Muteriftir buna Hızr ile Şikenden de tamam. _ Nef’i» - «Sözü bu vaizin mıahbup sevme bade nuş etme - iki âlemden agâh olnuyan nadanı gûş etme. - Şehislâm Yahya» - «Badeyi bir humdan içsek ki ferağı olmasa - Bir şarabın mesti olsak ki yasağı olmasa. _ Ş. Yahya» - «Ask-i ruhsarmla Mir’at-i Sikender dediler - Ben Halil’im âteş-i Nemrud derdim badeye- Ş. Yahya» - «Vaizâ çak böyle zemmetmek olur mu badeyi - Her ne denlu zahm olursa dilde merhemdir hele.- Ş. Yahya» - «Bâde-i nâbdır leb-i lâ’lin

  • - Sagar-i sim zenehdanîn.- Baki»

  • - «Bâde-i aşka vücudun câmesin rehn etti - Aferinler ol melâmet

    edebiyatımızda olsun, sazşair- bezminin kallâşına. - Baki» . terinin manzumelerinde olsun (İ. K.: Bâde, Hamr, Mey, Mül, çok geçen bir sözdür. Gerçek an- .Şarap, - Ayağ, Câm, Kadeh, lamında kullanıldığı kadar me-j peymane, piyale, Sağar, _ Hara-


— 30

bahariye

Yine ferraş-i saba sahn-i rıbat-i çeşmene Geldi bir kafile kondurdu yükü cümle bahar Leşker-i ebr çemen mülküne a-km saldı "M

Durma yağmada yine nitekt ba-gî Tatar Farkına bir nice per takınır altın telli Hayl-i ezhara meğer zambak oluptur serdar Dikti leşker-geh-i ezhara sanev-ber tuğun Kaymeler kurdu yine sahn-i çemende eşçar Döşedi mihr-i felek yollan dibalar ile Etti teşrif çemen mülkünü sul-tan-i bahar Subh-dem velvele-i nevbet-i şa-hi mi değli Savt-i mürgan-i hoş-elhan ü sa-da-yi kühsar Çemen etfalinin uykuların uçurdu yine Subh-dem 'gulgule-i fıahte gül. bang-i hezar Daye-i ebr yüne güncelerin şebnemden Başına akçe dizer niteki etfal-i sigar Mevsim-i rezm değildir . dem-i bezm erdi diye Süsenin hançerini tuttu serapa jengâr Çözdü gülşende gülün düğmelerin nahün-i kâr Semenin sîne-i siminin açıp bâd-i seher

Pirehen berk-i semen gûy-i gi-riban şebnem Gülistan oldu bugün bir sanem-i lâle-i zar Zîb ü fer vermek için ruy-i arus-i çemene


bağ

bat. Meykeda, Meyhane, Pîr-i mugan, mugbeçe, Bezm, Meclis Saki, Nukl, Cur’a, Hum, Humha-ne, Zevrak, Dürd, Mest, Mesta-ne).

bağ Eski edebiyatta ağaç ve çiçek dikili, büyük bahçe (bağçe) anlamınla kullanılır. Cennet bahçelerinin adlariyle beraber çok kullanılırdı,

bağ-fiil (Gra.) Buna «ulaç» da denir. Fiil soyundan kelimelerin bağ işi görenlerine denir: -ip (gelip), - rek (gelerek), - ken (gelirken, gelecekken), - dikçe (geldikçe), - ince (gelince), ekleriyle yapılanları eski nesirde, en çok da resmî yazılarda kullanılan şekilleridir.

bağlaç (Gra.) Anlamca . ilgili cümleleri veya bir cümlede aynı görevde olan öğeleri birbirine bağlamıya yarıyan kelimelere bağlaç denir: vef, ne... ne, de, dahi, bile, ki, halbuki, hem... hem, gerek.-.- gerek, ama, ancak lâkin, eğer, şayet, yani.

bahariye (D.e.) Nesip kısmı bahar tasviri olan kasidelere denir. Bunlar, bahar gelmesi sırasında baharı kutlamak için büyük bir kimseyi överek sunulduğu için konusu bakımından böyle adlan-mıştır.

Ruh-bahş oldu Mesihâ-sıfat en-fas-i bahar

Açtılar didelerin hâb-i ademden ,                      ezhar

Taze can buldu cihan erdi nebatata hayat Ellerinde harekât    e yİ eşeler

serv ü çenar Döşedi yine çemen nat-i zü-mürrüd-fânun Sim-i hâm olmuş iken ferş-'i fea-rim-i gülzar

bahariye               — 32 —                  balad

Yasemen şâne saba maşrte ât ayinedaı Dür ü yakut ile bir nahl-i murassa sandım Erguvan ü^re dökülmüş kata-rat-i emtar Şişe-i çıarhta gör bunca murassa nahli Nice ârâste kılmış anı sun-i Cebbar Berk-i ezharı hava şöyle çıkardı feleğe Pür-kevakib görünür künbed-i çarh-i devvar Dem-i Isa dirilir buy-i -buhur-i meryem Açtı zambak yed-i bayza-yı Mu-si-vâr Zambağın goncesidir bağa gömüş bazu-bend Zağferan ile yazılmış ana hatt-i tumar Cam-i zerrini dolu bade-i gül-renk almış Gül-i râna seheri kılmak için def-i humar Dehen-i gonce-i ter türlü letaif söyler Gülüp açılsa acep riıi gül-i rengin ruhsar Güher-i fırsatı aldırma sakın devr-i felek Sim ü zerle gözünü boyamasın nergis-varj

Şair bahar tasvirini burada bitirip son beyitteki sözlerle artık Ali Paşayı övmüye başlıyor.

Bahçe (Gaz.) 5 Ocak 1909 da Selânik’te haftalık olarak yayım-lanmıya başlamış dergi.

bahr (D.e.) Efail ve tefaîl denilen aruz (Bk.) temel parçalarından birinin tekrarlanması veya birkıaçiyle bir karışık meydana getirilmesi sekililerinin genel a-dıdır. Bunlar 19 tanedir. Bunların dalları da vardır ki bu dallar vezinleri meydana getirir.

  • 1. Bahr-i basit

  • 2. Bahr-i cedid

  • 3. Bahr-i hafif                             |

  • 4. Bahr-i hezec                          j

  • 5. Bahr-i kâmil                        |

  • 6. Bahr-i karip                          |

  • 7. -Bahr-i medit

  • 8. Bahr-i muktadip

  • 9. Bahr-i muzari                      s

10 Bahr-i müçtes                     i

  • 11. Bahr-i münserih                     ı

  • 12. Bahr-i müşakile

  • 13. Bahr-i mütedarik

  • 14. Bahr-i mütskarip

  • 15. Bahr-i recez                          i

  • 16. Bahr-i remel                          i

  • 17. Bahr-i seri                              J

  • 18. Bahr-i tavil

  • 19. Bahr-i vâfir

bunlardan 1, 5, 18, 19 sayılı ba-


Câm-i mey katreleri süphe-i mercan olsun Geliniz zerk u riyadan edelim istiğfar Lâle sahrayı bugün kân-ı Be-dahşan etti Jale gülzara nisar eyledi dürr-i şevhar Damenin dürr ü cevahirle pür etti ,gül-i ter Ki ede hâk-i der-i hazret-i pa-


hirler arap nazmına, 2, sayılılar da fars nazmına sustur. Ötekiler ortaklaşa nılır.

balad (Naz.) Batı nazım lerindendir. Üç bentten ve bir de ağırlama mısraından meydana geılif. XIX. yy. da savaş masalı, acıklı aşk olayı, kanlı bir olay, peri hikâyesi konulu ve halktan ilham alarak yazılmış manzumeler halini almıştır. Zamanımızda şaya nisar! daha geniş bir anlamda halk


6, 12 mah-kulla-


şekil-


şarkıları olarak kullanılmaktadır.

bale (Tiy.) XVI. yy. da, ilk zamanlar manzum sözlerle yapılan danslar şeklinde olan bale, sonraları, operalar içine yerleştirilmiş dans eğlenceleri haline ge-tirilmiş, XVIII. yy. sonlarına doğru operadan ayrılarak başlı başına, sadece danslar ile bir konuyu canlandırmak şeklini almıştır.

barok (Gs.) Düzensiz, garip anlamındadır. İtalya, Ispanya, Fransa’da presiyözlük devrine raslı-yan 1580-1660 yılları arasında çok süslü, az tabii, aşırılık ve garipliğiyle göze çarpan süs üslûbu.

Basiret (Gaz.) 22 Ocak 1870 yılında (Cuma ve Pazar gühlerin-dan başka) her gün çıkanlmıya başlanmış gazete. Ali .Suayi olayından sonra hükümetçe kapatılmıştır. 1908 İkinci Meşrutiyetinden sonra (25 Eylül, No. 2477) sahibi Ali Efendi tarafından tekrar çıkanlmıya başlanmış ise de tutunamamıştır.

basma (Bas.) Dökme harflerle veya ecza ile taş üzerine geçirilmiş yazıların makinede çoğaltılmış şekline denir. Bu halde el yaz ması sözünün karşıdı olur. Bizde ilk basma kitap işi 1729 yılında İbrahim Müteferrika ile başlamıştır. Taş basması da bir Fransız tarafından meydana getirilmiştir. Tanzimata kadar kitap basma işleri gâh resmî gâh yarı resmî olarak kısa zamanlar ürmüş; Tanzimattan sonrla ise gazetelerin çoğalma zamanı olan 1860 dan sonra özel basımevlerinin çoğalması üzerine gelişmeye başlamıştır.

basma kalıp (Kam.) Aynı kelime ve deyimlerle tekrar edile edile ezberlenmiş şeyler. Bir resim klişesi gibi binlercesi çıkarılacak yolda genelleşmiş düşünce veya anlatım için kullanılır: çiçeklerle m/ıhıefenm’i); çayır!, ayın gümüşten ışığı gibi. Buna âdete geçmiş deyim, bayağı, klişe de denir, eski iptizal, müptezel).

Batha (Tar.) Medine'nin eski adı. Muhammet peygamberin Mekke’den göçmelerinden sonra Medinet-ün-nebi diye anılmıya başlanmıştır.

bâtıl (Tas.) «Hak» karşıdıdır. Eşyanın karşıdiyle belli olması görüşüne göre, bâtıl da hakkın görünmesine yarar. Bu bakımdan bâtıla da hak diye oakmak gerektir.

bâtın (Tas.) Her şeyin iç yüzü, gerçeği anlamında olan bu söz zâhir’in karşıdıdır. Her nesnenin bir dış görünüşü, bir dp iç görünüşü vardır) Muhammet peygamberin ölümlünden sonra gerek Kuran ayetlerinde gerek onun sözleri olan hadislerde gerçek anlamdan, başka bir de bâtın anlam aı aştırılmıya başlandı. Bu yüzden hattâ bir de inanış yolu açıldı ki bunlara Batınî denildi; şeriat bilginleri yani zâhire göre anlam verenlerce böylelerine gerçek müslüman deniliyordu. Fakat bu görüş zamanla ilerledi, ilm-i bâtın (bâtın bilgisi) diye bir bilgi dalı kuracak ve türlü adlarla tarikatlar kurup bu fikri yayacak kadar genişledi. Zâ-hir - bâtın tartışması, hattâ boğuşması uzun zaman sürmüştür.

Batlamyos (Tar.) ikinci yüzyılda İskenderiye’de yaşamış Kozmografya, ve Coğrafyaya da-Battal Gazi ir yazdığı eserlerle yüzyıllarca dünya fikir âleminde etkisi duyulmuş biridir. Yer yuvarlağının âlemin merkezi olup bunun üzerinde dokuz tabaka gök bulunduğu, her bir gökte bulunan yıldızların hareketlerini kaydeden fikri uzun zaman Doğu ve Batı âlemlerinin temel bilgisi olmuştur. Batıda Koper-nikos ve Kepler ile değişen bu görüş Doğuda uzun zaman sürmüştür.

Battal Gazi (Mit.) Tarihçe olan kişiliği, halk arasına yayılan ünü ile destanlaştırılmış bir kahramanlar grupunun adıdır. Bu bakımdan BatMnerme diye bir tür meydana getirecek karakterde, çoklukta halk lapasında yazma kitaplar meydana çıkmıştır. VII. yy. ile XII. yy. arası olaylarından bir çoğuna karışmış olarak görülen Battal Gazi tipi, din ki. haplarına, Yeniçeri ocağında okunan destan-kahraman hikâyelerine, bazı tarikat manzumelerine girmiştir. - Battal Gazi cenkleri-nin temelini BizanslIlarla olan savaşlar meydana getirir. Battal Gazi hikâyesi epizotlardan meydana gelmiştir. Malatya, Bizans, Amasya savaşları, Kostantin’in esir edilmesi... bunlar arasında çok yaygın olanlarıdır.

bayağı (Kom.) 1. Her zamanki gibi olan, olağan; 2. Aşağılık, niteliği düşük anlamlarında kullanılır. Teınkidde ikinci anlam, çok söylenilmiş, yıpranmış, orijinalliği kalmamış fikir, basmakalıp anlatımı bildirmede kullanılır.

Baykuş (Bib.) Halit Fahri O-zansoy tarafından yazılma üç perdelik manzum piyes, ilk defa 15 Mart 1916 da oynanmıştır.

bedi

Baykara (Tar.) Timur’un torunlarından Hüseyin Baykara (1430-1505) Herat idare merkezinde otuz altı yıl hükümet sürmüştür. Zamanında Herat önemli bir fikir merkezi . haline girmiştir. Ali Şir Nevai, Molla Cami bu merkezin kutupları idi. Kendisi de şairdi, musiki vel edebiyat meclisleri çok parlak olduğundan «Biayk/ara faslı» ve «Baykara meclisi» sözleri dillere destan olmuştur.

Bayramly'e (Tas.) Haci Bayram Veli (Ölümü 1429) tarafından kurulmuş bir tarikattir.

Bedahş, Bedahşan (Tar.) Eski zamanın Bakteria şehrinin yerinde bulunan yer. Kabil ile Yârkent arasındadır. Değerli süs taşları buranın topraklarından çıkarılırdı. Lâl-i Bedahşan adı verilen yakutu çok ünlü idi. Fars ve Türk edebiyatında sözü çok geçer, sevgilinin dudaği çok defa bununla nitelenir.

bedi 1. (Bel.) Belagatın üçüncü önemli; bölümüdür (ötekiler Maa-ni ile Beyan’dır). Sözü güzelleştirme yollan bunun konusudur. En eski arap belâğati sınıflandırmasında bu bölüm yoktu, mii-teahhirîn denilen sonrakiler tarafından yeni bir sınıflandırma yapıldığı zaman kelime veya anlamı süslemek için kullanılan bazı sanatları bu adla başlı başına bir kol olarak ayırmışlardır. Bu bilim lâfza (kelimeye) ait sanatlar, anlama ait sanatlar olarak ikiye ayrılır: Kelime sanatâleri (Sanayi-i lâfziye) Cinas ve çeşitleri, Kalb, İştikak, Redd-ül-acz' al-es-sadr, Aks, Tebdil, Tedvir, ' Secir Tasri, Muvazene, Lüzum malayülzem, Tarsi. Anlam Semaileri (Sanayi-i

mâneviye) Cen^iyet, Mutabakat, Mukabele, Tezat, Müraat-i nazîr, İyham-i tenasüp, Tensik, Cem, Tefrik, Taksim, Leff ü neşr, Mü-şakele; Teşabüh-i etraf, irşat, Tâlil, Tecahül-i ârîf, Mübalağa, Istidrak, Mugalata, Tevriye, İstihdam, Tevcih, Tar'z, Telvih, Remz, İrsal-i mesel', İktibas, Tazmin, Akd ü Hail, Telhıih, Muamma Mülâmmla, Lügaz, Tarih.

«Üdeba-yi eslâf ariaplara tebaan belki de onlara rekabeten sana-yi-i bediiyeyi yüzlere iblâğ etmişler ise de bunların birçoğu ne lâf-zan ne manen hiçbir meziyeti haiz değildir». — 2. (Ten.) Bedi sözünün anlamında güzellik bulunduğundan, Edebiyatı cedide yazarları Fransızcadan estheticfue sözünü Türkçeıde karşılamak' için bedi ve çoğulu olan bedayi sö2ü; nü kullanmıya başlamışlardır. Hikmet-i bedayi, ve 1912 den sonra kullanılmıya başlıyan bediiyat sözleri esthetique karşılığı-Avc.Heyecan-i bedii (emotion est-hetique), güzel’in bizde uyandır-dığı ruh hali. Üslûb-i bedii (style esth6tique), eşyayı doğrudan doğruya anlatmayı amaç edinenden ziyade onu bir şekil güzelliği ile! anlatmıya çalışan üslûp.

Behlûl (Tar.) Harun Reşit zamanında (hattâ onun kardeşi olduğu da söylenir) yaşamış; divanece fakat mânalı davranış menkıbeleri olan Behlûl-i Dânâ.

Behmen (Mit.) 1. Zerdüşt inancında meleklerin en büyüğü. Öfkeyi yatıştırır, tarımı, ev hayvanlarını korur, iyilerin ruhlarını cennete götürürdü. 2. Fars-ların, aylardan on birinci aya verdikleri ad 3. İsfendiyar’m oğlu Erdişir Behmen olup, adı Şehna-


me’de- D^r azadesi (Uzun elli) lâ-kabiyle geçer. 4. Fars hakimlerine göre «akl-i evvel» dir.

«Süvar olunca saadetle rahş-i ikbale -

Güzergehinde durur ruh-i Behmen ü Şupur. - Nabi»

Behram (F. Mit.) 1. Mars (Mir-rih) yıldızı. Hançer-i Behram, Mirrih’in hançeri. 2. Fars hükümdarlarından Behram Gûr, Sasa-nilerden olup 420 yılında hükümdar olmuş, yirmi yıl hükümet çeri.

  • 2. Fars hükümdarlarından Behram Gûr, Sasanilerden Olup 420 yılında hükümdar olmuş, yirmi sürmüştür. Yaban eşeği avına düşkün olduğu için (yaban eşeği anlamına olan) Gûr, lâkıabiyle a-nılmıştır. Ölümü de yaban avında

•.olmuştur. (Gûr aynı zamanda mezar anlamına olduğundan kelime oyunları yapılmıştır). «Övme Beh-rlam-i Gûr-i bî-rengi - Ne bilir cengi bir yaban eşeği» Sabit.

  • 3. .-Fars hükümdarlarından Hürmüz’ün başkomutanlarından olan Behram Çûpin çok zayıf bir insan olduğu için Çûpin (çöp gibi) lâkabı, verilmiştir.

Behzat Ek. BİHZAT.

beklenmedik (Kom.) Okuyanı veya dinliyeni sözün ilerisi ne olacak diye merakta bırakıp beklenmedik bir sonuçla bitirmiye denir. Bu hale «beklenmezlik» de denir; eskiler Terdit diyorlardı.

Bektaşi, Bektaşiye (Tas.) Hacı Bektaş Veli (1242.1337) tarafından kurulmuş tarikatten olana bektaşi, tarikata da Bektaşiye denir. (Tdrikat-i nazeniniye de bu tarikatsın adlarından biridir). Hacı Bektaş, XIII. yy. da Horasan’dan Anadolu’ya gelenlerden

idi. Bu yüzyılda Anadolu içerisi oklukça karışıktı. Hacı Bektaş, ilkin Baha îshak’ın Babai tarika-tinden iken şeyhinin ölümünden sonra kendi adı verilen tarik ati kurmuştur. Osmanlı devletinin kuruluşu sıralarında, onun ilk yüzyılında büyük bir yayılma kuvveti göstermiştir. Mevleviliğin Farsça yazılan şiirlerine karşı bektaşi ş'airler Türkçe şiirleri ile halkı daha ziyade kendilerine taraflı kılmışlardır; Okadar ki, yeniçeri ocağı, Hacı Bektaş’ı kendine pir edindi. İkinci Mahmut zamanında, Yeniçeri ocağının onun tara, fından kaldırılması yılma (1828) kadar bektaşilik Anadolu, Rumeli, Mısır’da yayıldı, bektaşi tekkeleri çoğaldı. 1828 den sonra bektaşilik kanun-dışı edilmiş durumda bulundu. Bektaşi tekkeleri, başka tarikat adlarına olarak Cumhuriyet zamanına kadar sürdü. Bektaşi şairleri, sazşairl'eriy-di; bu bakımdan halk arasında yetişmiş sıazşairlerinden çoğu bek-’aşi inançlarını manzumelerinde yazmışlardır.

belagat (Bel.) Düzgün olarak ve yerinde söz söyıemek demek olan «belagat» terimi sonradan çıkarılmıştır. Bu söz, maxmi ile 'beyan bilimlerinin ikisine birden ad olmuşken sonra buna bedi denilen ve söz sanatlerini konu yapan bilim de katılmıştır. Bu şekilde, belagat, bugün edebiyat diye adlandırdığımız bilimin eski adı olmuş olur. Edebiyat sözü kullanılmaya başladıktan sonra, belagat, onun bir kotu haline girmiştir Bu halde, sözün hale uygun şekilde düzenlenmesi niteliğini .'anlatır. Fasahat, kelime ile ilgilidir, belagat ise cümle ile ilgilidir. Cevdet Paşa, Belâgat-i\ Osmaniye kitabı ile «fasihane ve-beligane ifade-i meram edebilmek» yollarını göstermek istemiştir; arapçada bu yolda yazılmış eserlerden faydalanarak, Türkçe örnekler vermek suretiyle eserini meydana getirmiştir. Bu eseri® aynı atmanda ortaya çıkarılan Recaizade’nin Talim,-i Edebiyat kitabı ise, fransızca bazı eserlere başvurularak yazılmış ve. kendi söyleyişine göre «bizce de faidesine kaail olunan şeylerin naklinde taassup gösterilmemiştir». Böylelikle «belâğat-çiler» ve «edebiyatçılar» olarak iki düşünüş yolu belirmiş veya eser olarak meydana getirilen şeylerde görülen doğu ve batı taraflılığı hareketler)! kiıtaplaştı-rılmıştır. Süleyman Paşa, Muallim Naci gibi bunların ikisi ortası gidenler olmuştur1. ( Meba-ni-il-inşa, İstllahat-i edebiye).

Belâgat-i Osmaniye, (Bib.) Cevdet Paşanın (1822-1835) Hukuk okulunda öğretmenliği sırasındaki derslerinden meydana getirilmiş (2. baskı 1882) edebiyat nazariyeleri kitabıdır. Kitap bir giriş (mukaddeme) ilel üç bölümdür. Giriş kısmında Fasahatle ilgili konular; birinci bölümde Maani, İkincide Beyan, üçüncü-de de Bedi k luları incelenmiştir. Yazarın, Kavaid-i) Osmaniye kitabında tuttuğu yol gibi bunda da arapçada belagat üzerine yazılmış kitapların kuralları Türk-çeye uygulanmıştır. Çoğu Cevdet Paşanın yazdığı manzumelerden alınmak üzere,. Türkçe örnekler katılmıştır. Anlatımı sağlam ve açıktır. - Kitabın yayımlanmasından sonra, Abdurrahman Süreyya, bunun hakkında, bazı noktalara ilişerek Talikat-i Belâ-g.at-i Osmaniye adlı bir kitap yayımlayınca bir tartışma başladı. Bu tartışma, arap belâ,galinde ustalıklarını göstermek is-tiycnlcr için, bir yarışma olmuştur (1882).

belginlik (Kom.) Fikrin çok dikkatli bir tamlıkla anlatılmış olduğu üslûbun niteliğidir. Bir yazarın üslûbunda belginlik var demek, onun kullandığı anlatım yolunun düşündüğünü, tasvir etmek istediğini tamı tamına göstermiş olması demektir. Bunun karşıtlan Kelime kalabalığa ile Gevezeliktir. Her yazı türünün kendine göre bir belginliği vardır; birbirinden ayrıldıkları olur; tarihinki felsefenin veya şiirin belginliğine benzemez.' belginlik, üslûp zenginliğine, dil uzluğuna, pitoreske engel değildir.;' yalnız duygunun her çizgisi, her ayrıntısı iyi seçilmiş, işe yarar •olmalı. Kelimeler (isimler, sıfatlar, fiiller...) eşyayı tam olarak göstermeli. «Büyük, küçük, çeşitli, türlü, güzel, çirkin...» gibi genel sıfatlar yerine boyu, uzunluğu, rengi, güzeılliği... tam olarak anlatabilecek, göz önünde canlandıracak sıfatlar bulmakla belginlik elde edilir.

bent 1- Madde, kanun maddesi. 2. Fıkra, paragraf. 3. Makale. 4. (Naz.) Bir manzumenin 4, 5, 6... mısralı parçalar halinde bölünmüş olan parçıalar-ıdan her biri. Murabbalar dörder mısralık bentlerden meydana gelir. Bk. TER. KİB-İ BENT, TERCİ-İ BENT.

benzetme (Kom.) Aralarındaki ilgi veya uygunluk bakımından biri ötekinin açıklanmasına yarı-yacak iki fikrin karşılaştırılması demektir. Bu tariften dört terim m|eydana çıkıyor: Benzetilen, Benzetmelik, Benzetme yönü,, Benzetme edatı,. - «Dağda şahin bakışlı bir kız, ahu gibi ürkek ürkek gezer» sözünde iki benzetme vardır: «Kız» benzetilen, «şa. hin» benzetmelik, «bakış» - benzetme yönü «li» benzetme edatı birinci benzetmeyi meydana getirir; İkincisinde yine «kız» benzetilen, «ahu» benzetmelik, «gibi» benzetme edatı, «ürkek ürkek» benzetme yönüdür. Benzetmelerde çok defa ya benzetme yönü, yahut benzetme edatı kullanılmaz.- Eskiler benzetmeyi (teşbih) daha ziyade nesir yazı, addeğişimini (istiareyi) nazma mahsus sayarlardı- Namık Kemal’in daha çok benzetmeye düşkün olmasını onun hesabına bir zayıflık sayanlar olmuştur. Bk. TEŞBİH..

beraat-î istihlâl (D. e.) Sözün başında maksadı anlatacak yolda kelime veya deyimler bulunmasına denir. Fuzuli, Leylâ ile Mecnun mesnevisinin başında şu rubai ile bîitüB» konusuna işaret etmiştir: «Ey neşe-i hüsn-i aşka tesir kılan - Aşk ile bina-yi kevni tamir kılan - Leylâ ser-i zülfünü girihıgir kılan - Mecnun-i hîzin boynuna zincir kılan».-Eşanlamlan: Hüsn-i iptida, hüsn-i matla.

berceste t A e-) Çok defa, güzel anlamlı mısraı övmek için kullanılır: «Eğer maksut eserse mısra-i berceste kâfidir - Acep ben hayretteyim sedd-jı İskender hususunda. - Ragıp P.ş.» - Divan edebiyatında bu yolda mısralar peık çoktur: «Ne araşan bulunur derde devadan. gayrı. _ Abdülhak Molla» - «Mudhikât-i dehre ben ölsem de tasvirim güler.- Muallim

Besa

Naci» - Şecaat larz ederken merd-î kipti sirkatin söyler. - Ragıp Pş.»

  • - «Gün doğmadan meşime-iı şep-ten neler doğar. _ Rahmi» - «Ben den ne sana faide senden ne hana var. - Bağdatlı Ruhi» - «Elde istidat olunca kâr kendin gösterir. - Çelebizade Asım» - «Va-rak-i mihr ü vefayı kim okur kim dinler. - Karamanlı Kami»

  • - «Kişi noksanını bilmek kadar irfan olmaz. - Talip» - «Baki kalan bu kubbede hoş bir şada imiş. - Baki» - «Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. -Kanuni Süleyman» - «Olmayınca hasta kadrin bilmez âdem sıhhatin. .. Fitnat Hanım» - «Mâr-i serma-dideyteı Mevlâ güneş göstermesin. - Şehri» - «Atarlar taşı elbette dıraht-i meyvedar üzre. - Makalî» - «Sabr et gönül ki kalmaz bu rüzgâr böyle. -Nev’i» - «Küşad-i gonce-i dil kaldı bir bahara dahi. - 'Zamiri».

Besa (Bib.) Şemsettin Sami’nin altı fasıllık bir faciası olup ikinci adı Ahde Vefadır (1874). İstanbul’da OsmanlI Tiyatrosunda 6 Nisan 1874 akşamı ilk defa olanak oynanmıştır. - Kendisini ölüm durumundan kurtaran bir kadına verdiği sözü yerine getirmek için oğlunu öldürmek zorunda kalan bir adamın halini anlatır, - Yazar, piyesindeki tezi savunmak için eserine önsöz yazmıştır.

beyan (Bel.) Belâğatçilerin beyan dedikleri, söylenecek bir şeyin birbirinden daha açık olarak çeşitli yollarla söylenebilmesiıdir. İlm-i beyan, eskilere göre mecaz, lar, istiare, teşbih, kinaye gibi anlatma yollarıdır. - Reşit Bey, «Nazariyat-i Edebiye» kitabindi Beyan’ı «üslûbun, elfaza has ola-

beyit

rak fasahat deldiğimiz mahasi-ninden» bahsetmek üzere kullanmıştır. Daha sonraları bu söz, genel olarak, (Matım veya, anlatış ile karşılanmıştır.

beyit (Naz.). Aynı vezinde olan, birbiri peşinden gelen iki mısraa. denir. Divan edebiyatında beyit, nazım birimi saydırdı. Anlamın bir beyitte tamamlanmış olması,, başka bir beyte geçmemesi şarttı. Bir beytin parçaları şöyle idi:

Sıadr - haşv - aruz İptida - haşv - acz Yani bir beytin ilk mısramın birinci sözü Sadr, son sözü Aruz, ortada olan sözler Haşiv; ikinci mısraın ise ilk sözü İptida, son. sözü Acz veya Kafiye, ortadakiler deı Haşiv diye adlandırılırdı. Mısraları kafiyeli olan beyitlere Musarra adı verilirdi. Bir gazelin en güzel beytine Beyt-ül-gar-zel, kasidenin de böyle olan beytine Beyt.ül-kasid denirdi. (Beyt-ül-gazel yerine şah.beyt yahut şeh-beyt dendiğ' de vardı). Kasidelerde şairin adı bulunan beyte Tac-b&yt, gazellerde şairin adı bulunan beyte de Mahlas Beyti denirdi. - Beytin bir birim olarak sayılması yüzünden divan edebiyatı manzumelerinde konu, birliği pek 'az görülen bir şeydir. Şairin, bütün düşüncesi, beyitDeı-ri meydana getirecek olan kafiyelerle ikişer mısra söyleyebilmekti. Onun için kafiyelerini bulduğu beyitlerin birbiriyle ilgili olup olmadığını düşünmekten çok onların her birini tam anlamlı birer söz; haline getirmiyeı çalışırdı. Ahmet Mithat, 1885 yılında eski1 yolda manzumeler yazanların eserleri hakkında şunları söyler: «Şimdiye kadar gazeliyatte dikkat eylediğimiz şey velev her birji mâni-

beyt

dar olsun her beytin diğerine hiçbir münasebeti olmamasından ibaret idi. Meselâ şair birinci beyitte mahbubunun lûtfuna teşekkür e-der, ikinci beytinde cihanın ahval-! siyasiyesini beğenmez, üçüncü beytinde kendi ulüw-i kadr-i şairanesini mübalâğatla metheder, dördüncü beyitte ilk beyte muhalif olarak yârinin vefasızlığını yazar, beşinci beyitte dahi -eğer nazire ise - kendi kendisine sıyga-i gaip jl.e hitap ederek filancanın gazelini, tanzir eylediği için hakk-i iftihar gösterir. Beyitlerin sonlarındaki kafiyeler bir düziye gelsin de irtibat olmadığı gibi hattâ isterse mâna dahi olmamasında bir beis görülmez idi,» Zamanının taklitçi ve kudretsiz .şairleri hakkında kızgınlıkla söylediği bu sözlerde Ahmet Mithat Divan Edebiyatının hattâ en usta şairleri hakkında dahi haklı idi. Fakat onların bu hali doğrudan doğruya «Edebiyat görüşlerinden» ileri gelen bir haldi. Bunun başlıca sebebi beyit hakkyndaki görüşleriydi. Bu görüş ancak Edebiyatıcedide zamanında değişti. Anlamın bir beyitte tamamlanması şart olmadığı sonraki beyte, hattâ beyitlere geçebileceği hakkında örnekler verildi. Bu da «konu» hak-kındakt fikirlerden ileri geliyordu; konu birliği düşünülünce fikir disiplini kendini gösterip kafiye esirliğinden, yani mekanik esirlikten kurtuluş yolu açıldı.

beyt «ev» demektir; bu sözle arap veya fars kurallarına göre yapılmış birtakım özel isimler edebiyatımızda çok kullanılmıştır. Başlıcıalan: Beyt-i Lahm (Beyt-ud-Lâhm), Kudüs şehrinin on kilometre ‘güneyinde bir yer olup Isa peygamberin doğduğu yerdir, imli1 bir küsesi ile halife Ömer tarafından yapılma bir camii vardır. Davut ve Süleyman peygamberlerin de burada gömülü oldukları söylenir. - Beyt-i mamur (Beyt-ül-ımamur), 1. Mekke’deki Kabe’nin adlarından biri,

  • 2. Kabe’nin tam hizasında olarak yedinci kat gökte olan ve meleklerin kıblesi bulunan tapınak. -Beyt-i mukaddes, Kudüs’te bulunan bir tapmak olup Süleyman peygamber tarafından yaptırılmıştır; Asuriler yıkmış, tekrar onarılmış iseı de Romalılar zamanında (I.s. 70) yıkılmıştır. Yavuz Sultan Selim bu yerde bir cami yaptırmıştır. Eski hali masallara geçmiştir. - Beyt-u-llah, 1. Kâ-be, 2. (cins ismi) Tanrı evi, cami. - Beyt-ül-ahzan (üzüntüler evi), Yakup pevgamberin oğlu Yusuf’tan 'ayrı düştükten sonra oturduğu sanılan ve Suriye’de Şam ile kıyı arasında bulunduğu söylenen bir yer. (Mec.) Bu dünya. - Beyt-ül-haram (Beyt-ül-ha rem), Mekke’deki Kâbe’nin adlarından bir.*'- Ehl-i Beyt, Muhammet peygamber .soyundan gelenler.

bibliyografya (Bib.) «Kitap bilgisi», kitapları bilme, anlatma. demektir. Kitapların içindekiler, boyu, basılma yerleri belirtilir. Bir dilin kitapları için Genel Bibliyografya yapılacağı gibi bir bilim dalı, veya onun belli konusu üzerinde meydana getirilmiş kitapların bibliyografyası da yapılabilir. Bir yazarın Bibliyografisi meydana getirilerek onun bütün eserlerinin kolayca tanınmasına çalışılır. Son yüzyılda, basma işinin genişlemesi, kitapların çoğalması, bir konu veya bir yazar

Uşaklıgil, 1923); Bir izdivacım, tarih-i muaşakası (H. Z. Uşakh-gil, 1888); Bir kadın düşmanı (R. N. Güntekin, 1927); Bir Kadımın hayatı (Mehmet Celâl, roman, 1890); Bir Muadele-i sevda (H. R. Gürpınar, roman, 1890); Bir M-ıılı tiranın son yaprakları (H. Z. Uşaklıgil, hikâye, 1888); Bir Ölünün Defteri (H. Z. Uşak-lıgil, 1889); Bir Safha-i Kdlb, (Saffeti Ziya, hikâyeler, 1912); Bir Safha-i Şebap (Ali Kemal, hikâye, 1913); Bir Safha-i Tarih (Ali Kemal, tarih makaleleri,

  • 1913) ; Bir sefilenin Evrak-i met-rukesi (Ahmet Rasim, roman, 1890); Bir Serencam (Y. K. Ka-raosmanoğlu, hikâyeler, 1913); Bür Seyahatin notlan (Ahmet Haşim Bize göre ile, Paris seyahati fıkraları, 1928); Bir Şl’r-i Hayal (H. Z. Uşaklıgil, hikâyeler,

  • 1914) ; Bir Yazın Tarihi (H. Z, Uşaklıgil, hikâyeler, 1900).

Bijen (Mit.) Zâloğl» Rüstem’in kızkardeşinin oğludur. Avlandığı bir sırada, Efrasyap’ın kızı Me-nije kendisini görür, yürekten vurulur. Bijen’i sandık içinde sarayına götürür. Efrasiyap bunu ► duyanda Bijen’in öldürülmesini ister, sonra bundan vazgeçer, bir kuyuya atın der. «Çah-i Bijen» (Bijen kuyusu) sözü bu yüzden edebiyata geçmiştir. Rüstem, bunları öğrenince, kılığını değiştirir, kuyu başına gider, Bijen’i oradan kurtarır; Menije’yi de alıp oradan uzaklaşırlar.

bilim (Fel.) 1. Bir nesne üzerindeki tam bilgi. 2. Bir tekniğin, bir sanatın bilgisi. 3. XVII. yy. sonundan sonra, prensiplerle birimine bağlanmış, rasyonel metotla gerçekleştirilmiş objektif ! bilgilerin tümü olarak kabul o-


halikında bir kişinin her şeyi bilmesini imkân dışına çıkarmıştır. Böyleceı her konu için türlü bakımlardan hazırlanmış bibliyografiler çalıştırmayı kolaylaştıracak, verimli kılacak kaynaJCar halini almıştır.

.biçim 'Bk.FORM.

Bihzat, (Tar/J Ünlü bir Fars ressamıdır. Şirin’in adına yapılan köşkün resimlerini meydana getirdiği söylenir.

Binnaz (Bib.) Yusuf Ziya Ortaç tarafından yazılmış olan üç perdelik hece vezninde piyestir (19 19). Olay, Lâle devrinde geçer Zamanın hafif ahlâklı kadınlarından biri olan Binnaz bir yeniçeri kabadayısının sevgilisi iken, Tuna boyu beylerinden birinin oğlu Hamza kadının ününü duyar gör-miye gelir; sıkışık bir durumda yardımda bulunduğu yeniçeri ka-badayısiyle Binnaz yüzünden vu-ruşmıya kalkarlar. Böyle yasak bir vuruşmıya giriştikleri için Yeniçeri kabadayısı ölüm cezasına çarpılmak için hapsedilir, için elde edilen buyruğu kabul etmiyerek ölümü tercih eder.

Bir — (Bib.) Tanzimat’tan sonra birçok kitap adları bu belirtili veya belirtisiz niteleme sıfatı ile başlar. Ondan önce bu sözün bir kitaba ad olarak kullanıldığı hemen hemen olmamıştır. Belli baş-lıarı: Bir acı hikâye (H. Z. Uşak-lıgil, hâtıra, 1942); Bir Aşkın tarihi (Mehmet Rauf, hikâyeler, 1913); Bir Demet çiçek (Andelip Faik Esat, mazumeler, 1898); Bir Çiçek Demeti (Mustafa Reşit, hikâye, 1885); Bir Gece (Abdullah Zühtü, 1898); Bir Gemi yelken açtı (Ali Mümtaz Erolat, 19 27); Bir Hâtıra (Nabizade Nâzım, 1885); Bir hikâye.i sevda (H. Z.'

lunmuştur. Böylece, âdi bilginin, (çünki bilim, bazı bilgi gruplarım birleştirir), metafiziğin (çiinki bilim pozitif olayları etüt eder), felsefenin (çiinki bilim özelleştiri-cidir), dinin (çiinki bilim akıl üzerine kurulmuştur, vahiyci değildir), sanatın (çünkü bilim estetik bir ’ sonuç, pratik, bir son beklemez) karşıdı sayılabilir. Yalın (mücerret) bilimler: Kanunlara bağlanan bilimler (Fizik gibi). Som (müşahhas) bilimler: sınıfladığı kişiler yahut eşyadan başka bir şeyle uğriaşmı-yanlar( Botanik gibli). Moral bilimler: insan zekâsını veya toplum münasebetlerini inceliyen bilimler (Psikoloji, sosyoloji gibi) .. Türkçede uzun zaman «bilim» sözünün eşanlamı olan «ilim»' sözü «fen» ile beraber kullanılmıştır, son zamanlarda fen sözü, teknik anlamına ayrılmış bulunuyordu.

bireinsten (Kel.) Bütün bölümleri aynı tabiatte olan. Parçalan arasında aykırılık olmıyan, Hb-nuogen.

Bircis (Ast.) Müşteri (Jüpiter) yıldızının adlarından biridir. 'Düşünme ve idare etme sembolü olarak vezirleri nitelemede kullanılır. «Tedbir-i mu’zamat umur-i cihan için - Yakmıştı şem-i fik-reti Bircis-i nüktedan. - Baki». Bk. MÜŞTERİ.

birlik (Kom.) Kompozisyonun en temelli niteliğidir. Bir yazar, eserinin türlü bölümleri arasında tam ve ahenkli bir uygunluk kurabilmiş ise, konusunu iyice ortaya koymuş vel onu bir sonuca, mantığa uyar bir çözülüşe ulaştırmak için de metotlu bir tarzda geliştirmiş ise o ‘eserde birlik var demektir. Sanat eseri tümü ile ayını etkiyi uyandıracak bir bütünlük ahenginde olmalıdır. -Üç Birlik kurak, bir trajedi veya komedi de tek bir olayın (aksiyon birliği), bir gün içinde (zaman birliği), aynı yerde (yer birliği) geçmesi kuralı demektir.

Bisütiin (Mit.) İran’ın Hemedan şehri yakınlarında dik, sarp bir dağın adı olan bu soz, edebiyatta türlü vesilelerle geçer. Dağ kavramı, direksiz, dayanağı ol-mıyan şey kavramı, çok yaygındır.

bitim; (Ti.) Bir destan manzumesinde veya bir tiyatro eserinde çözülüşün ısonu demektir.

biyografi (Kom.) Bir kişinin çalışmalarını, aksiyonlarını anlatarak hayatını hikâye eden yazı. Böylece birçok kişilerin hayat ve eserlerinin hikâyesini konu yapan kitaplar da bununla adlanır. Bir biyografi yazısında, olayların ortaya konuluşunda belginlik, tarafsızlık, yazılışında a-çıkhk, sadelik şarttır. Biyografi çalışmaları her zaman için önemli sayılmıştır. Çok eski zamanlardan beri fou'«yolda eserler yazıldığı görülmüştür. Biyografisi yazılan kimsenin çevresini, devrini, hayatım incelemek ince ve uzun çalışmalarla olabilir.

bizantinizm (Ten.) Bizans sözünden yapılma bu terim «boş, işe yaramaz» meselelerle uğraşma yönelişlerini anlatmak için kullanılır. BizanslIlar, XIV., ve XV. yy. da ülkeleri çöküntü halinde iken gramer konularını tartışmakla uğraşıyorlardı.

Boşboğaz (Gaz.) İbrahim Hilmi (Çığıraçan) tarafından 6 ağustos 1908 del haftada iki defa çı-ıkarılmıya başlanmış, 36 sayı kadar sürmüş mizah gazetesi. İkinci Meşrutiyetin bu yolda birçok çıkmış olan gazetelerinden biridir. Yazan Hüseyin Rahmi (Gürpınar) idi, Ahmet Rasim ilk sayılarında beraber çalışmıştır.

Bovariztm (Ten.) Filozof Jules Gaultier tarafından kullanılmış olan bu söz, Gustave Flaubert’in Madame Bovary romanının kahramanının adından alınmıştır. O kadın gibi, kendi hakkında, kendi hayat şartları üzerinde yanlış bir fikir edinme yolundaki ruh veya zekâ yanılmasına düşmeyi anlatmada kullanılır.

bozuk (Müz.) Sazşairlerinin kullandığı bir saz çeşidi.

Bu Ali Sina (Ta., Mit.) îbni Sina (980-1037) Ortaçağda doğunun en büyük hekim ve filozofudur; divan edebiyatı nazmı ve nesrinde adı çok geçer. Ünlü kitaplarından olan Kanun ile Şifa cinaslı ve mazmunlar yapılarak kullanılırdı. «Bilmez dava-yi illetimiz akl-i Bu Ali - Yazmaz bizim ceride-i Kanun ü Şifamızı. -Nazım» - «Zeban-i Fayzi-i dânâ lisan 4 Bu Ali Sina _ Lisan-i hikmetinden rûşenadır suret-i mânâ.- Leskofçah Galip». Yolculuk ve gezmeleriyle ün almış olan Ali Hürrevi için de bu Ali lâkabı kullanılmıştır.

buffon (Ten.) Fransızcadan a-lınmadır. Asıl anlamı «şaka yapan, şaka söz söyliyen» demektir. Buradan alınarak kaba ve a-şırı bir komiklikle güldürmek isteyeni anlatmada kullanılır; bir nevi soytarılık anlatılır. Buradan alınarak bu çeşit meydana getirilmiş piyesler için de sadece buf (bouffe) denilmiştir. Güldürme amacı güdülen bu- gibi piyeslerde, açık saçık sahnelere, ince, kaba nüktelere bol bol yer verilir. Bizdeki tulûat oyunlarından çoğu bunun çerçevesi içine girer.

Bukrat (Tar., Mit.) Greklerin en büyük hekimi Hippokrates (I.Ö. 460 doğdu). Islâm-Türk âleminde Bukrat adiyle anılır.

«Felek genc-i murada bağlı bahtımdan tılsım etmiş - Ki bin. Bukrat ü. Calinus onun halinde hayrandır. — Riyazi».

buluş (Kom.) Bir konu üzerinde akla gelebilecek şeyleri derleyip toplamak için yapılan zihin işlemidir; buna icat denirdi. Her türlü konuyu yazabilmek için bu zihin işlemesi, yazı yazmanın ilk basamağıdır.

Burak (Tar., Tas.) Muhammet Peygamberin Miraç gecesi olan yolculuğundaki bineğin adıdır. Bu bineği Cebrail getirmişti: katırdan küçük ve eşekten büyük olup kanadları olduğu ve yüzünün insana benzediği söylenir.

«Adm kodular Burak-i yekta - Geldi ayağına arş-i âlâ.- Ş.. Galip».

burç 1. Kalenin çıkıntısı, tabya. 2. Tek kale, kule. 3. (Ast.) Güneş' dönencesinde bulunan on iki takımyıldızdan (Buruc-i isna-aşer) her biri. Bu on iki takımyıldızı şunlardır: Hamel (Kuzu), Sevr (Boğa), Cevza (ikizler), Seretan (Yengeç), Eset (Aslan), Sünbüle (Başak), Mizan (Terazi), Akrep (Akrep), Kavs (Yay), Cedi (Oğlak), Delv (Kova), Hut (Balık). Yılın on iki ayında dünyanın girdiği bu burçlar ile yaratıklar arasında sıkı bir ilgi gören eskiler,, bunu zamanlarına göre bir bilim haline koymuşlardı. «Hamel ü Sevr ile Cevza’da gelir fasl-i bahar - Seretan ü Esed ü Sün-büle’dir yaza medar - Tuttu:

bükolik

güz faslım Mizan ile Akrep dahi Kava - Cedi vü Delv ile Hut kıldı zemistanda karar» Burc-i Evliya, Bağdat şehrinin adlarından biri.

bükolik (Tür.) Grekçe «sığır çobanı» anlamından alınmış olan bu söz Pastoral türünün eşanlamıdır.

büriesk (Ten.) Kaba ve bayağı caize güldürücü şey; komik.

Büyük Doğu (Gaz.) 1945 Kasımında haftalık bir dergi olarak Necip Fazıl Kısakürek tarafından yayımlanmıya başlamıştır. Bîr aralık gündelik olarak da çıkarılmış ise de uzun devam etmemiş, sonra gene dergi şeklinde yayımlanmasına devam olunmuştur.

Cadı (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Garaip Faturası Külliyatı adı altında yazdığı romanların İkincisi ve İbrahim Hilmi Roman Kütüphanesinin 15. olarak çıkarılmıştır (1912). İlk eşi ölen bir erkeğin ikinci eşinin başına gelen garip olayların - hikâyesidir. H. R. Gürpınar, o sıralarda polis ve cinayet romanlarının geçer olmasını düşünerek bu yolda Garaip Faturası kitaplarını yazmıya başlamıştı. Erkeğin ilk eşi «cadı olmuş», üstüne gelen ortağı tedirgin edip duruyor. Bu cadılığı ölen kadının bir arkadaşı yaptığı işin sonunda meydana çıkıyor. - H. R. Gürpınar, bu kitabını çıkardıktan sonra yapılan bir tenkid yüzünden epeyce aşırılığa varan bir karşılığa kalkıştı; Cadı çarpıyor, Şaka/ıfet-i edebiye diye iki kitapçık çıkardı. Fdth-i meyyit diye bunlara bir cevap yazıldığı gibi Recim diye bu konuda bir kitapçık daha vardır.

Cadu 1- Cadı demektir; halk arasında, ölünün rahat döşeğinde bulunduğu sırada üzerinden kedinin geçmesiyle ruhun cadılaşması hakkında bir söz vardır. 2. Yaşlı huysuz hattâ biraz da kötülük yapmayı seven kadına denir.

  • 3. Edebiyatta büyücü, büyü yapan anlamlarında (sihirbaz, sa-hir) olarak daha çok kullanılır: Cadu-fen, cadu-suhan, cadu-ze-ban, bir yazar, bir şair için en övücü söz olarak kullanılır böy-leceı başkalarının beceremiyeceği şeyi meydana getiren kimse veya sanat anlatılmak istenirdi. 4. Göz ile gamze büyüleme gücünden ö-türü bununla nitelenirdi. «Geh-gözünde görünür, ıgâhi gönülde bulunur — Gamze-j hûnriz bir sihr - âferin caduymuş- Necati»

  • - «Fitneye âgaaz edelden gamze-i cadularırt » Geh görünür gâhi görünmez hilâl — ebrunların— Baki»

  • - «Ne sihr kılar gözleri câdusunu bilsem - Kim mûru çemen gösterir ve mân benefşe. - İbni Kemal» - «Nola çalâk olursa mer-düm - efkanlikte cadudan — O mest-i işvenin çıkmaz hayali çeşm-i ahudan. - Nedim» - «Safha bir lâhzada Harut - si tan oldu yine - Turfa efsun okudu bu kalem-i cadu-fen. - Nedim».

Caferiye (Tas.) Alevilerin on iki imam’larından altıncı imam Cafer Sadık kolundan olanların yolu.

caize (B- e.) Büyük ve varlıklı bir kimseye sunulan manzumeler veya eserler için o kimseı tarafından verilen para. Eskiden hükümdarlar, vezirler şairleri, yazarları kendi adlarına manzum veya mensur eserler •çevirmekle görevlendirirler, eser meydana gelince karşılığım öderlerdi. Sonraları bir gelenek olarak şairler, bayram, ramazan, yaz, kış veya bir yeni memurluğa tâyin, yeni bir şey yaptırma, doğum ve buna benzer kutlu şeyler için kasideler, kıtalar, tarihler yazmışlar, karşılıklarını almak istemişlerdir, bu verilen paraya caize denirdi. «Kıymet-i şi'ri eden himmet-! şair gibi pest - Şairin mes-kenet-i caize-cûyanesidir. - Süm-bülzade».

Kafaya sîli-i cevr-i felek gelmektedir daim

Dil-i .şeyda gam-i devran ile ser der-giriıbandır

Çalar her dem beni yerden yere çün kûy-i serkeşte Bu oynu oynayan hep bana baht-i nabe-samandır

Yine amma teselli-bahş-i canım kim bu haletler

Ceza-yi lûtf-i tab ü iktiza-yi fazl ü irfandır

Gözüm yaşım senden özge kimse silmesin şahım

Silen anı gerekse pençe-i hur-şiıd-i rahşandır.

(Riyazi) Kadimi maide-perverd-i a şifa

nındır Velîk oldu tesarîf-i dehr ile meh

çur Mukim-i zaviye-i intizar idim çoktan

Ki makdeminle ola taht-i saltanat mamur

Bu pîrlikte benim çaresazım ol ta kim

Senin de çare-i kârın göre Hu-da-yi gafur

Unuldu merhem-i lûtfunla herkesin zahmı Benim de zahm-i derunumda kalmasın nasur (Nabi) Bu kadar maye-i irfan ile amma hatır Olamaz jeng-i elemden yine bir dem me’raun Gâh endişe-i sermaye-i saman-i maaş Gâh tahdiş-i ser-i nahun-i ifa-yi düyun Etti üftade beni çah-i gama Yusuf-vâr Gûyya b'ana birader geçinir ta-li-i dun Şeref-i hizmet-i hâk-i der-i ikbalinle Kıl Münif’a kolunu bari efendim memnun (Münif) Şehriyarâ eyle mir’at-i mükâfata nazar Ta görünsün hizmet-i pencah sâlin sureti Var ümidim saye-i lûtfünde k’ey kişverküşa Mahv ola âyine-i dilden melalin sureti $

Fârig-ül-bâl et kulun ta per a-çıp tuti-i tab, Oynasın âyine medhinde hâlin .                      sureti

(Nevres) Felek bir katre zehri çok görür erbab-i irfana Verir nadanlara rıtl-i giran rıtl-i giran üzre Olur balâ-nişin-i şah-i rifat gül gibi nâdan Benim ömrüm geçer manende-i bülbül figan üzre Eder bir har-nijadı şehsüvar-i tevsen-i ikbal Yıkar görse beni bir esb-i be -küsiste inan üzre (Ziya Pş.) Bimecalim .sitem-i d'ehr ile gayet affet Vasf-i pâkinde ger ettimse zaruri taksir Olmadım zerre kadar kâmreva âlemde Devletinde pederim olmuş idi gerçi vezir İntisabım hileliden beridir marifete Eyledi çarh-i deni cevr ü ezayı teksir Tıfl-i ebced olamam olmuş iken padişehim Fenn-i esrar-i maanide sebak -gûy-i zahir Sen gibi ehl-i hüner padişehin devrinde Yaraşır mı şuara ola tebehruz ü hakir (İsmail paşazade Hakkı-)

Calinus (Tar.) Eski greklerin en büyük hekimi olan Bo ferağ (Hippokrates) ilet ondan . sonra dünyaya gelmiş olan Calinus (İ. Ö. 129-199) İlkçağların son büyük hekimidir. Calinus (Galenos), Bergama’da doğmuş, Roma’da ömür geçirmiş, Marcus Aurelius’-un dostluğunu kazanmıştır. Hekimlik üzerine birçok eserleri vardır, arapçaya çevrilmiştir. Bu yüzden edebiyata hekimlik sembolü olarak girmiştir. «Çeşm-i bimarındadır derman sana ey mürde can - K’anda cellâd-i ecel üstad-i Calinus olur. - Fehim».

câm «Kadeh» demektir. Şarap bâde (Bk.) ve benzerleri sözlerle beraber çok kullanılır. Ayag, kadeh, peymane, piyale, sağar sözleri de aynı anlamdadır. Câm, sözü türkçel'eştirilerek sırça, cam anlamına, da gelir; bu hal mazmunlar için kullanışlı olmuştur. Sofilerce, câm, Tanrı aşığının yüreğini anlatır. Sevgilinin ağzı ite dudakları da bununla anlatıldığı olurdu.

«Ayağa düş dilersen başa çıkmak - Bununla başa çıktı câm-i sahba. - Hayali» - «Koyma elden, câmı aklın puhtesine aldanıp - Söz işitme puhtel isen ey gönül her hamdan. _ Şeyhislâm İbni Kemal» - «Kâinatın seyreden nakşın safa-yi camdan - Safha-i ayi-ne-i âlem nümayı neylesin.- Baki» - «Gönül câm-i lebinde saki-yâ avare düşmüştür - Görelden çeşm-i mestin hane-i hammara dönmüştür. _ Baki» - «Bahşeden câm-i safaya süpha-i mercanını - Hiçe saymaz âlemin İskender ü Hakanım. - Nedim» - «Bir elinde gül bir elde câm g'eldin sakiyâ - Hangisin alsam gülü yahut ki câmı ya seni. - Nedim» -«Murassa camdır ağzın lebaleb sükkerî şerbet - Baki» - «Câm-i lâ’linle şarab-i nâb hem-renk olmasa - Gürleyip düşmezdi sağar üstüne avareler. - Necati» - «Nûş eden câm-i îebin ölmekten asla gam yemez _ Kim humarı olmaz ey saki şarab-i Kevserin. - Şeyhislâm İbni Kemal».

can 1- (Fel.) Ruh (Bk.) ile eşanlam olarak kullanılır. 2. Genel olarak, insan ve hayvanda yaşamayı sağlıyan madde-dışı ver-lık anlamına gelir. 3. Bektaşılar-da, nasip almış mürit, derviş. 4. Eski yeniçeri ocağı ile leventler arasında arleo/da^ anlamına kullanılmıştır. İsa peygamberin ö-lüyü diriltme mucizesinden alınarak canbahş (canverici, diriltici) sözü sevgilinin dudağı için kullanılır. Cm alıcı anlamiyle de sevgilinin gamzesi (göz u-cuyle bakışı) anlatılır.

«Leıb-i can-bahşi ile mürdeler ihya etsin - Nic’olur mucize-i hazret-i Isa göresin. - Baki» -«Bir nefeste dirgörür lâ’Iin gözün öldürdüğün _ Anı kaatil bunu can-bahş etti hayy-i Lâyemut. - İbni Kemal». - «Kimse var mı âşığa canlar verir canan gibi - Buse a-mlsa uzatır leblerini, can gibi. -Necati» - « Canlar almağa gözüne koşma kaşın kirpiğin - Mest olanın destine tir ü keman vermek neden- Necati» - «Âfet-i can dediler gamze-i cellâdın için - Nahl-Î gül söylediler kamet-i şimşadm için. - Nedim».

Canavar (Bib.) Faruk • Nafiz Çamlıbel’m üç perdelik manzum piyesidir (1926). iki delikanlının sevdikleri bir genç kız için olan uğraşmalarını konu yapan bu üç perdelik piyes, şairin Anadolu manzaralarım yazmıya başladığı Han Duvarları manzumesiyle aynı zamanda yazılmıştır.

canlandırma (Kom.) Bir olayı, bir görünüşü, bir duyguyu, bir hayali göz önünde canlı bir görünüşle sermek, yaymak işi.

canlı (Kom.) Yazının, sözün, okuyan veya dinliyen tarafından ilgi ile karşılanmasını sağlıyan nitelik. Canlı bir üslûpla anlatılmak, konuyu hareketlendiren kelimeleri uygun seçmekle elde e-dilir. Canlı (aksiyon) fiiller kullanılmış yazılarda bu nitelik görülür.

canhlaştırma (Kom.) Canlı olmi-yan bir şeyi hareket ettirmek, söz söyletmek sanatine denir. Çok eskiden meydana getirilmiş hayvan hikâyeleri (fabller) bu sa-natin çok eskiden varlığım gösterir. Bir ağacı, bir duvarı, bir heykeli dile getirmek, onun1 ağzından. sözler düzenlemek hep canlı-laştırma sanatinin eseridir. Eskiden bunu ikiye bölüp «Teşhis ve intak» denirdi. Teşhis, şahıslan-dırmak, intak da, söylettirmek, dile getirmek demektir.

Cebrail Hamele-i Arş’m (Bk. Arş) İkincisidir. Cebril, Cibril de denir. Peygamberlere Tanrı buyruklarını ulaştırmakla görevlidir. Bundan ötürü «Emin» de sıfat-larındandır. Mutasavvıflara göre Cebrail, akl-i küldür: Muhammet peygambere Kuran’ı Tanrı tarafından getirmiş olması birçok fikirlerin söylenmesine yol açmıştır. Cebrail’in edebiyatta konu olan bir özelliği de Meryem’e nefh etmesindedir. Bektaşi şâirinde, Meryem - Isa dolayısiyle adı çok geçer.

Cebriler, Cebriye (Din.) insanın yaptığı işlerde kendi irade ve ihtiyarı olmadığını, her şeyin Tanrı tarafından önceden alna yazıldığını, bundan dolayı da yapılan iyilik veya kötülükten Tan-rı’nm sorumluluğunu ileri süren ve buna inananlar.

cedel (Fel.) •Islâm bilgilerinde, fıkıh bilgisine bağlı kollardan o-lup «karşısındakini susturmak için olan bahislerin metot ve hallerinden bahseder» diye anlatılır. Eski grekçeden diyalektai (ayırma) sözünden çevrilmiştir. Fikirleri, tartışmak için mantığa göre sıralama demek olan bu söz, ortaçağda sûri man&k anlamına kullanılmıştır. Zamanımızda mantıkça usa vurma veı zekice fakat formel görünüşü altında gerçekten uzaklaşan yapmacık akıl yürütmelere denir.

(Üetli (Ast.) On iki takımyıldızından Oğlak takımı. Güneş 22 aralıkta bu burca girer. Takımyıldızdaki yıldızlar bir oğlak şeklindedir.

Cehennem (Tas.) Tanrı Ceben-

nemi yaratıp bin. yıl kırmızı yakut oldu, sonra bin yıl beyaz yakut oldu, ondan sonra kara yakut oldu. En sonra kara yakut olduğundan şimdi karadır. Işığında alev yoktur. Ateşi hiç sönmez. Cehennemden bir iğne deliği kadar yer açılmış olsa bütün dünya halkı yanardı. Cehennemlik biri-riin giydiği, yerle gök arasına a-sılmış olsaydı ısısından ve kokusundan bütün halk ölürdü. Cehennem zincirlerinden biri ulu dağların başına konmuş olsa yedinci kat yere kadar erirdi. -Cehennemin yedi kapısı vardır. Yedi ta-( bakadır. Her tabakada ateşten yetmiş bin şehir, her şehirde yetmiş bin mahalle, her mahallede ateşten yetmiş bin ı:r-Tu, her avluda yetmiş , bin ..kuyu, her kuyuda ateşten yetmiş bin tabut, her tabutun' içinde yetmiş bin akrep'-vardır. Her akrebin ateşten hurma ağacı gibi kuyruğu vardır, her tabutun üzerinde bin zakkum ağacı vardır, her ağacın dibinde yetmiş bukağu ve zincir olup her birinin.. uzunluğu yetmiş arşın ve her birinin yanında yetmiş yılan vardır. Her yılanın ağzında bir ağu denizi vardır.

Cehennemlik (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanıdır. 1919 yazılmıştır. İbrahim Hilmi Roman Kütüphanesinin 25. sayısı olarak 1924 yayımlanmıştıi'. Karışık birkaç olayın anlatıldığı bu romanda Haşan Ferruh Efendi ile hastalık merakı romanın komik tarafını meydana getirmektedir.

Cehmiyye (Din.) Mutezile’nin «Tanrı yalnız olumsuz sıfatlarla nitelenebilen öz ve renksiz bir'

vücut sahibidir» fikrinde bulunan takımıdır. Buna Cehriye-i halise, veya mücbere de denir. Cehmiye: «Su aktı veya Güneş doğdu» sözlerinde olduğu gibi insanlarda varlığı söylenen davranış gücü de bir mecazdır, düşüncesindedir. İnsanların dünyadaki davranışları da «cebrî» dir. Tanrı fiillerinden hikmet ve merhameti kabul et-miyen Cehm, çolakları, elsiz ve ayaksızları ve cüzzamlıları gördüğü zaman «Acıyanların en acıyıcısı (arham-ür-rahimîn) mı bu insanları, elden ve ayaktan mahrum etmiştir?» diye Tanrı fiillerinin hikmet ile değil yürütme ile olduğu, hiçbir ayırt yapmadığı fikrindedirler.

Celâlettin Harzemşah (Bib.) Namık Kemal’in Midilli’de iken "yazdığı piyes. 1884 yılında Ebüz-ziya tarafından kendi adına çıkardığı dergide, önsözü yayımlanmıştır. - Piyes on beş perdedir; bunu normal' perde bölümü saymamalı, çünki Kemal önsözde uzun uzun anlattığı gibi yer birliği kaydını bırakmış, böylelikle her sahne değişişini bir perde .saymıştır. Absükûn adasında bir çadır, Harzem sarayında bir büyük oda, Ordugâhta bir çadır, Sint kıyısında bir ordugâh., olarak böyl'eıce Ce-lâl’in bütün savaşları sırasında yer değiştirmelerine göre perdeler düzenlenmiştir. - Konusu, Ce-lâl’in İslâmlık uğuruna olan savaşları, (sonunda bu uğurda öl--Bresidir. - Kemal esere «Mukaddeme-! Celâl» adiyle ayrıca da basılan bir önsöz yazmıştır. Bunda Victor Hugo’nun Cromwell önsözünün etkisi görülür. Piyesin, daha çok okunmıya ya.


rayacağını kendisi de tın önsözünde yazar.

Cem, Cemşit Fars ilinin en eski hükümdar familyası olan Pişda-diyan’m dördüncü hükümdarıdır. Zend'avesta ve, Şahname’deki rivayetlere göre Cemşit şarabı ilk bulan kimsedir; nev-ruz’un yılbaşı ve bayram sayılması ıbunun1 zamanından başlamıştır. Edebiyatta adı çok geçer, bunun da sebebi şarabın bulucusu olmasıdır. «Cam-i Cem» sözü bundan ileri gelir. - (Nuh peygamber za-,1 manında yaşadığı söylenir). - Yakışıklı ve şanı büyük padişahlar hakkında da. adı sıfat gibi kullanılır.

cem (D. e.) Anlam Banallerindendir. Sözlük anlamı «toplama» dır. Türlü kelimelerin hükümlerini bir tek hükme bağlamak demektir. «Hem kadeh, hem bâde, hem bir şuh sakidir gönül - Ehl-i aşkın hasılı sahiıb-mezakıdır gönül-Nef’i» beytinde «kadeh, bâde, şuh sakı» sözlerinin zevk hükümleri «gönül»de birleştirilmiştir. Bu sanat, taksim veya tefrik yoluyla yapılmış ise cem-i ma-at-taksim ve cem-i ma-at-tefrik adlarını a-1 lir. (Bk. Müraaıt-i naşir). (Tas.) Cem-ül-cem, bütün varlıklarda Tanrı’yı görmek demek olup kâmillerin en yüce makamı budur.

cemiyet (D.E.) Manzumelerde ilgili kavramları bir arada ve çeşitli yolda bulundurmak sanatle-rinin (mutabakat, müraat-i naşir,...) topuna birden cemiyet denir. Böyleı beyitler «cemiyetli» diye nitelenerek beğenilirdi.

Cep Kütüpanesi (Bib.) Basımevi sahibi ve gazeteci Mihran tarafından 1879 da yayımlanmıya başlanmış olan bir seri kitabın genel adıdır. Küçük boyda 100 - ISO sahifelik, temiz baskılı olan bu kitapları Şemsettin Sami idare ediyordu. Bunların arasında Şemsettin Sami’nin İnsan, Kadınlar, Gök, Yer, Emsal, Vsul-i Tenkit ve Tertip gibi ansiklopedik kitaplariyle Ebüzziya Tevfik tarafından yazılmış olan Nümune-i Edebiyat-i Osmaniye kitabının ilk baskısı vardır. Naim Fraşeri’nin yazmış olduğu ihtirajat ve keşfiyat, ile Fu-sul-i Erbaa da bu kütüpane kitapları arasındadır.

Ceride-i Askeriye (Gaz.) Askerlikle ilgili konuları ve haberleri yayımlamak üzere 2 Şubat 1864 tarihinde haftalık olarak çıkarıl-mıya başlanmış resmî gazetedir.

Ceride-i Havadis (Gaz.) Resmî olarak ilk çıkarılan «Takvim-i Vekayi» den sonra ikinci ve yarı resmî bir gazetedir. Sahibi Wil liam Churchill adında bir İngiliz-di. Ondan sonra oğlu Alfred Churchill devam etmiş ve onun da ölümünden sonra Josephe; Ma-taies çıkarmıya devam etmiştir, ilk sayası 1840 Ağustos başında yayımlanmıştı. İlk zamanlar on günde bir çıkarılırken sonraları haftada bir çıkarılmıya başlamıştır. Gazete, satışını idare edecek okuyucu olmaması yüzünden kapatılacağı sırada hükümetçe para yardımı edilerek yarı resmî bir halde. Hükümetin duyurmak istediği haber ve fikirleri yayımlamıştır. «Tercüman-i Ahval» gazetesinin çıkarılma haberi üzerine, yirmi yıla yakın bir zaman tek gazete olarak bu halde devam ederken, 1860 yılı Ekiminde haftalık sayısme ek olarak dört gün de bir «Ruzname» çıkarma yeniliği gösterdi. 25 Eylül 1864 yılma kadar haftalık Ceride-i Havadis; sürdü, bu tarihte gündelik Ruzna-me ile binleşerek Ruzname-i Ce-ride-l Havadis adiyle çıkarılmaya başlandı, haftalık olanı yirmi dört yıl içinde 1212 tane çıkmıştır.

cevher (Tas.) Bir nesnenin özü, kendisi anlamına gelen bu söz, ilk Grek filozoflarında şekillenmiye haşlamış, onlardan yayılarak İslâm felsefesine, tasavvufa da geçmiştir. - Bir nesnenin aslı olduğu gibi, onun ayrıca değişikliğe uğradığı zamanlar aldığı hal veya haller vardır ki ona da araz denir. Cevher, kalıcıdır; araz, geçicidir. Cevher, tektir; araz ise, değişik ve çoktur. Sofiler, «cevher»! Tanrı, ondan başka olan bütün görünen ' şeyleri «araz» saymışlardır. Bu görüşe göre, cevher, kendiliğiyle var olan .demektir; var olması için başka bir şey bu» lunmıya ihtiyacı yoktur. • «Cev-her-i zatınla kaaim bir arazdır lâmekân.- Fehim» _ «Bir arazdır kim ademdir cevheri ma-nend-i cism - Bül’aceıb hikmet ki mevcud ü müeyyettir gönül.- Fehim».

cevher-i ahzar (Tas.) Tanrının ilk vücut verdiği nesnedir, bunu kendi nurundan yaratmıştır. Bütün ruhlar ile cisimler bundan çıkmıştır. Eşanlamları:    Cev-'

her-i evvel, akl-i kül.1, nur-i Muhammedi, levh-i mahfuz, ruh-i izafi. «Mahrem-i halvetseray-i sırr-i lâhutum k’olur - Cevher-i evvel çerag-i bezm-i ünsiyyet bana. - Hersekli». .- «Akl-i küll verdin beni Cibril-i mâna eyledin - Bezm-i kurb-i akdese lâyık nedim olmak bana. - Fehim».

cevMer-i ebyaz (Tas.) Tanrının Nur-i Muhammedi’den yarattığı cevherdir. Tanrı bu cevhere heybet ve celâliyle bakınca bu cevher ikiye ayrıldı; birtakımı eriyip su gibi oldu; İkincisi ise on bölük oldu. Bu on bölük: Arş, Kürsü, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yıldızlar, Melekler, Huriler, Güneş. Başka bir bölüşe göre, Cennet ile Huriler yerine Nur-i müminin ile peygamber.

cevherin (D.e.) Tarih manzumelerinde tarihi gösteren mısrada (arap harflerine göre) yalnız noktalı harflerin sayıldığı tarih şekli. Mücevher, gevherin de denir.

cezalet (D.e.) Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre elfaz-i rakika ve elfaz-i cezele diye ikiye ayrılırdı. Elfaz-i cezele, söylenişte tatlılığı bulunan ve ulu. lük, savaş, göz korkutma, yıldırma anlatımına uygun kelimeler olarak ayrılmıştı: Celâdet, sadme gazanfer, çekâçâk, rahşan, gül-bank... gibi. Bu türlü kelimelerle meydana getirilmiş eserde cezalet var denirdi.

cezbe (Taş.) Tanrının kulunu kendisine çekmesi demektir. Mec-zub, bu bale uğramış kimse demektir. Aşk ‘ffle cezbe olmadıkça, hakikate erişmek olmaz. İbadet ruhta bir zevk uyandırır, fakat bu zevke dalmak hakikate ulaşmayı geciktirir. Cezbe ile varlı, ğını yoketmek gerektir. Hak var. lığı o zaman meydana çıkar. Cezbeye uğramışları üçe ayırırlar: 1. Salik-i' meczub, önce kâmil insana ulaşan, gerçek yoluna giren, bunların feyziyle cezbeye ulaşan kimse; 2. Meczub-i Sâlik, önce cezbeye ulaşan, sonra bir kâmile bağlanan kimse; 3. Meczub-i gayr-i Batik, cezbeye kendi ula-şamayıp cezbe halinde kalan kim» se. Bir de bunlardan başka gerçek yoluna, girmiş, kâmil insana

Edebiyat L — 4

cesim

ulaşmış fakat cezbeye ulaşanla-j maş kimse vardır ki, böylece ken-Ş di feyiz görmemiş, başkasına daj feyiz vermemiş kimselere sâlik-i gayr-i meczub denir. En önemlisi, önce cezbeye uğrayıp sonra kâmile bağlananlardır ki gerçek erlerin en üstünüdür; ikinci derecede önce sâlik olup sonra cezbeye uğrayanlardır, bunların yolu biraz daha uzun sürer. Plotinus’-den (205 te doğdu) hıristiyanlara geçen inanca göre, Tanrı’nın bilinmesi mümkündür, bu bilinme akıl ile olmaz, Tanrı ancak ceebe ile keşf ve müşahede olunabilir. Bu cezbenin sebebi de aşktır. Mistiklerce, cezbe, Tanrı, ile birleşmektir. Bu dereceye ulaşmış kimse Tanrı müşahedesinde kendini kaybeder, dış duyguları her çeşit etkiye karşı kapanır,

«Devr-i çeşmanında görmem cezbeden hâli basîr — Çok görülmez etse nıeczub ehl-i hâli gözlerin.— M. Naci».

cezim (Arap, gra.) Arapçada bir kelimedeki harfin hareketlenmediğini, sakin olduğunu gösteren işaretin (°) adı.

Cezmi (Bib.) Namık Kemal’in Midilli’de bulunurken ancak birinci cildini yazdığı bir roman olup 1880 de yayımlanmıştır. - XVII. yy. İran - Osmanlı savaşlarını, konu yapan, bu romanın güttüğü dava Islâm bitliğidir; bu nun için kahramanları Cezmi, Âdil Giray, Perihan İran’da bir hükümet değişmesine uğraşırlar. Âdil Giray ile Perihan bir ayaklanma sırasında ölürler, Cezmi de yaralanır. Romanın altı yazılmadığı için Cezmi’nin bundan sonra ne olduğu bilinmemektedir-                      ;

Kitabın üslûbu Kemal’in genel


Cinas

yazışı biçimindedir. Şairce tasvirler, aşırı sevimli, aşırı sevimsiz göstermeler çok boldur. «Maderle peder olup behane .- Şevketti kaza beni cihane» diye başlıyan ünlü manzumesi bu kitabtadır.

Cibril Bk. CEBRAİL. «Cibril-i emine oldu hem-pâ — Tâ arş.i Hudayı kıldı me’va.— Ş. Galip».

cinas i- (Ed.s.) Söylenişleri bir, anlamlan ayrı olan kelimeleri bir cümlede toplamıya tecnis, o kelimelere de cinas denir. Divan edebiyatının, önemli kelime sanatlarından sayılan cinas için birçok terimler ve bölümler yapılarak ayrıntıları çoğaltılmıştır. - Cinasta dört nokta önemlidir; «vücuh-i erbaa-i ittifak» (dört noktada birleşme şekli) adı verilen şey, yani iki kelime harflerinin 1. tür, 2. sayı, 3. sıra, 4. heyet bakımından uygun olmaları idi. Bunlardan birinde olan değişiklik cinasın adını değiştirirdi. Eski edebiyatın arnpça ve farsça kelimelerden genişçe faydalanması bu konuyu gayet geniş bir hale getirmiştir. Dört noktada birleşmiş kelimelerle yapılan cinaslara Cinds-i tam denirdi. Ayn (göz - pınar) kalb (karıştırmak - yürek) , elem (kan, zaman, nefes, içki), yüz (100 - surat), hata (yanlış) _ Hata ülkesi), hürmet (haram - saygı), vb. Cinas kelimeleri isim türünden iseler Cinas-i mümasil-i ismi, fiil türünden iseler Cinas.i mümasü-i fiili, eğer biri isim, öteki de fiil türünden olursa Cinas-i müsltevfi denirdi. Dört noktadan birinin değişik alması halinde Cinas-i nâkıs meydana gelir ki bu da birkaç çeşit olurdu: kelimenin başında fazla harf bulunursa Cinas-i Mu. tarraf (Dem-âdem, râm-meram, ; nam-menam, âb-serab); eğer bu

Circis

kat cinas (cinas ile ilgili sanat-ler) olarak sayılan bazı sanatler daha vardır ki bunların terimleri başlı başlarına birer sanat olduğu için o kelimelerde anlatılmıştır: Bk. AKS, İŞTİKAK, KALB, REDD-ÜL-ACZ ALES-SADR. Divan edebiyatında aynı cinsten kelimeleri bir araya top-lıyarak tecnis yapmak sanatı pek geçer idi. Bunun aşırılığı çok" garipliğe yol açmıştır. Bu yolda yapılmış epeyce gülünç beyitler vardır. 2. (H.e.) Cinas sanatının, sazşairlerinin manzumelerinde de! yapılmış olduğu görülür. Manilerde de cinaslılar çok vardır. «Niçin kondun a bülbül - Kapıdaki asmaya - Ben yârimden vazgeçmem - Götürseler asmaya» - «Çay kuru çeşme kuru nenden içsin kuzu su - Beni yakıp bitiren bir anaçlım kuzusu.»

cinas oyunu (K.s.) İki 'anlamlı olan bir kelimeyi veya sesçe benzerliği olan kelimelerden birini kullanarak yapılan kelime oyunu. Nef’inin Talîm' Efendi (T ahir, temiz' demektir) hicviyesinde ona, şafii mezhebîndeç olduğu için «köpeğin tahir (temiz) olduğunu söylemesi .gibi.

cinayet romanı (Tür ) Roman türünün dallarından biri olarak bir aralık çok moda olmuş bir roman şeklidir. Konusu bir cinayet ve onun polisçe, yahut amatör biri tarafından dıeydana çıka-rılmıya çalışılmasıdır. Sonraları gelişerek bugün için «Polis romanı» dediğimiz çeşidin meydana gelmesine yol açmıştır.

Circis (Din.) İsa Peygamberden sonra gelen peygamber olarak sayılan Circis’e. Hıriistiyanlar «Sa-int George» derler. III. yy. da ' yaşadığı, Filistin veya Kapadok-

cinas

fazla harf kelimenin sonunda o-l Itırsa Cinas-i müzeyyeT (Çeşm-çeş-me, perva - pervane, nâl - nale, divan _ divane); fazla harf ortada olursa buna da Cinas-i müşevveş (Fenı-fâm, Cem-câm, der, dâr), adlan verilirdi. Cinas-i mu-lıarref, kelimeleri sesçe başkalık gösteren kelimelerle (merd-mürd, der-dür, halk-hulk, verd-vird, cen-neit-cinnet, nakl-nukl) yapılan cinaslara denir. Cinas-i mütekdrib, söylenişleri birer harf ile birbirinden ayrılan cinaslara denir. (ÎIhi-hilm, âfak-âfât, târ-mâr, nâr-yâr, etraf-eşraf). Cinas-i mürekkep, cinas kelimelerinden birinin basit, ötekinin iki kelime ile meydana gelmesiyle olur; birinciye Cinas-i •müteşabih, İkinciye Cinas-i mef-ruk denir: (devrandan öğrenir---devr andan öğrenir, mû saye salalı - Musa’ya pervane - perva-? ne - Ayi neye benzetim - Ayineye 'benzettim, peri şanına lâyık - perişanına, lâyık, harabatileri, - hıa-rab âtileri). Cinas-i hatti, arap harflerine göredir, kelime harf yazılışı şekliyle birbirini andırır, fakat noktalar bunların seslerini değiştirir (haiz - caiz, tabir _ zahir, bâr-yâr, peri-beri, setvk-şevk, cah-çah,... gibi). Cinas-i lâfzi de arap alfabesine göre idi; tenvin ile nun harfi ayrı değerde, dad harfi bazı z bazı da d okunurdu. Bunlarla, yapılmış cinaslar, söylenişleri aynı, yazılışları -ayrı olan cinaslardı.

Bu cinas adları en eski belâgat-çilerin kullandıklarıdır, sonra gelenler bunlardan bazılarının adlarında bazı değişiklikler yapmışlardır: Mıdıarref ile nâ-kıs; zait ile nakıs: mutarraf ile mükerrer; miizeyyel ile mutarraf aynı tariflerin değişik adlandır. - Mülha-


cönk

ya’da dünyaya geldiği 303 yılanda İzmit’te öldürüldüğü söylenir. Halkı tarafından yetmiş kere öldürülüp dirildiği bu söylentiler a-rasmda. olup Hızır ile bir karışmaya da yol açan bu peygamber veya ermişin yortusu Hıristiyanlarca 23 Nisanda (5 Mayıs) yapılır, ki bu da hıdırellez günüdür. «Eyyub’am bu çevri buldum.— Circis’em yetmiş kez öldüm.— Yunus Emre».

cönk (Fol.) Sazşairlerinin manzumeleri kaydedilmiş dergi. Bu dergil, uzunluğuna açılan birtakım kâğıtlardan meydana getirilirdi.

Cudi dağı (Mit.) Tufandan sonra Nuh’un gemisinin üstünde o-turduğu söylenen dağ. Bunun Ağrı dağı veya başka bir dağ olduğu meselesi çözülmemiştir.

Cumhuriyet (Gaz.) 18 Ağustos 1924 yılında Yunus Nadi (Abacı -oğlu) tarafından kurulan gündelik politika gazetesi. Yunus Na-di’nin ölümünden sonra oğulları çıkarmışlardır.

cümle (Dil.). Bir maksat anlatacak şekilde kelime topluluğuna Cümle denir. Cümle, emirlerde veya karşılıklarda olduğu gibi tek kelimeden başlar, gerektiğine göre kelime sayısı çoğalarak meydana gelir. - Her kelime, cümleye kendi anlamım getirir; sözdi-zimine uygun olarak bu kelimeler sıralanır, birbirlerine bağlanır, yeni bir anlam meydana getirirler. - Cümlenin yalnız mantık veya gramer bakımından değil, edebiyat bakımından da bir değeri vardır. Cümlenin bu sanat değeri, onu meydana getiren kelimeler ile cümlenin kendisinden meydana çıkar. Cümle anlam zenginliğini kelimeden alır, ahengini de onların seslerinden alır. Bu zenginlik ile ahenk, anlamların ve-seslerin birbirine zincirlenme şeklinden doğan bir sonuçtur. Bu zincirleme, cümlenin kuruluşudur; cümle, etkisini kuruluşu ile yapar. - Kuruluşlarına göre cüm-leleı- Türkçede şu şekillerde görülmektedir: Basit ciimle, tek yüklemli cümlelerdir: «Şu sevimli yavrucak ile anası bizim mahallemizde dün kuş kafesi gibi bir ev kiralamışlar». - Bileşik Cümle, içinde fiilimsileri», cümlecikler meydana getirdikleri cümlelerdir; böyle cümlelerdeı ne kadar fiilimsi varsa okadar cümlecik var demektir:

«O ziaman rüzgârın gürültüsü içinde ince bir sesin anlaşılmaz bir-şeyler söy^lyerek inlediğini işittik». Bileşik cümleyi' meydana getiren cümleciklerden biri asıl hür küm bulunan çok defa da. çekimli fiil bulunan Temel cümleciktir (yukardaki örnekte olan işittik gibi); öteki cümçiklete Yan süm... lecik denir (yukardaki örnekte o-lan anlaşılmaz, söyleyerek, inlediğini gibi;). Sıra cümlecikler, basit kuruluşta, olsun, bileşik kuruluşta olsun cümlelerin anlam ilgisiyle birbirine virgül veya noktalı virgül ile bağlanmış olanlarına- denir.. Cümlenin, yüklem, özne veya' tümleç gibi öğelerinden biri veya, birkaçı cümlecik şekillide olursa bu gibi cümlelere Girişik Cümle denir. «Nihayet sivri tepeler feraha erer, duman yalnız vadilere yığılır». Eğer cümleler bağlaçlardan biriyle bağlanmışlarsa böylelerine: Bağlı cümlecikler denir: «Nihayet sivri tepeler feraha erer ve duman yalnız vadilere yığılır». İki tane de özel cümle kuruluşu vardır: Bunlardan biri cümle öğele-

CÜziyat lem, çağın anlamlı ve sonunda bir ünlem işareti konulması gerekenler Ünlem Cümlesi adını alırlar. Dilek-şart anlatanlar Şart Cümlesi; karasızlık duraksama, olabilirlik veya kargıdım bildirenler İkircil Cümle diye adlandırılırlar.

İlk gramercilerden Cevdet Paşa, Türkçenin sarf (gramer) ve nahvini (sintaksını) ayırmıya lüzum görmediğini söyler, bunun için de Türkçeıde nahiv (sözdizimi, sin-taks) konusunun arapçanınki kadar çok ve geniş olmadığını ileri sürer. Belâgat-i Osmaniye kitabının Belâgat bölümünde terkiplerden (tamlamalardan) bahseder. Terkibi Terkib-i Nâkıs (tamlamalar ve gruplar), Terkib-i tam diye ikiye ayırır ve bu so-mxncuya.Kelâm dediği gibi Cümle "de der. (Kelâmı, daha çok bileşik cümle için; cümleyi de cümlecik için kullanır). Kelâmın Müs-nedümileyh veya Müpteda, Fail, i Ndib-i fail lözne'j; Müsnet veya

Haber, Fiil (yüklem) olarak iki temeli ile Sfuzcifııni’leyh ve Sıfat (tümleç veya nesne) mütemmita-i cümle (tamamlayıcıları) gibi fazlalıkları olduğunu kaydeder.

cümlecilik (Kom.) Anlamı boş sözler yazma alışkanlığı. Cümlelerde bir yanlış bulunmaz, birbiri ardınca düzgün devam, eder; fakat okunma bittiği zaman insanda ne bir duygu, ne bir fikir uyan-dırmıyan yolda yazılardır.

cüz Etimoloji anlamı «parça» demektir. Cüz’i irade, irade-i

. cüz’iye. Bk. İRADE. ECZA.

cüziyat-i müselsele, (Kom.) Her . şeyin birbirinin sonucu olması, her . sonuç olan şeyin başka bir şeye , sebebolm-ası şeklinden ulanıp gi-

  • den şeyler. Her ulantı birtakım

  • cüzlerden meydana gelir.


cümle

rini sözdizimâ kuralının isteği I ! yol dışında düzenlemektir, buna Devrik Cümle denir. Devrik cümleler eskiden yalnız manzume yazmakta kullanılır, vezin veya kafiye zorluklarından bunun yapılmasına, bir dereceye kadar izin verilirdi. Zamanımızda, konuşma dilinin etkisiyle, konuşmaların olduğu gibi tabii yazılmasında böyle cümle kuruluşları yapılmaya başlanmıştır. Araçsız üslûpla yazılmış yazılarla, konuşma yolunda yazılarda bu gibi cümle kuruşları görülmektedir: «Aç kapıyı; - Var mı bana yan bakan; - Bir de ne göreyim, karşımda dev gibi bir adam». İikin-ci çeşit özel kuruluş da Eksittüli, Cümledir. Böyle cümleler, cümle öğelerinden bir veya birkaçı, hak tâ özne veya yüklem kullanılmak • yarak yapılmış olan cümlelerdir. Ünlemler, konuşmalardaki karşılıklar böyle cümlelerin en belli başlılarıdır: «-Üşüyor musunuz?!

- Hayır (üşümüyorum), ya siz (üşüyor musunuz)». Kiralık ev, 'Ucuz bağ, İndirmeli satış... yolundaki tabelâ veya ilân başlıkları birer eksiltil! cümlelerdir. - Cümlelerin bir de yüklemlerine göre ayrılmaları vardır: Yüklemleri fiil olanlara Fiil Cümlesi, isim veya isim soyundan olanlara da İsim Cümlesi denir. - Cümlelerin anlam bakımından çeşitlerine gelince, bazıları hemen hemen her cümleye anlamına göre bir isiim vererek işi içinden çıkılmaz şekle, sokmuşlardır. Bunların, başlıcaları: Cümlenin anlatmak istediğinin olduğunu bildirenler Olumlu Cümle, bunun aksine olmadığını bildirenler ise Olumsuz Cümledir. Anlamında bir soru fikri olan, soru işareti alması gereken cümleye Soru Cümlesi, haykırı, ün-

çağrışım (Psi.) Fikirlerin bir-j birlerini hatıra getiren tabii bağlılığı demektir. Düşünceler, hayaller1, fikirler, aralarında bulunan birlik, benzerlik, karşıtlık gibi bağlılıklarla birbirlerini uyandırır, akla getirir. Çağrışımın meydana gelmesi için, o fikirlerin, hayallerin daha önce zihinde var olması gerektir. Onun için çağrışım, zihinde var oluşa bağlıdır. Bundan dolayı çağrışım şahsa göre değişir Yaratılış, sosyal çevre, meslek, alışkanlıklardaki farklar çağrışımı derecelendiren şeylerdir

çalı, çeh (Mit.) «Kuyu» demektir. İnsanlar ilk zamanlarda gö-kü ve gök cisimlerini gözlemek için kuyular kazıp bunların içinden göke bakıyorlardı. Böylelikle yapılan kuyulardan iki tanesi e-debiyatımızda çok çok geçer. Bunlardan biri Çah-i Babil, olup Bahirde idi. Harut ile Maruf, büyü (sihir), Babil kelimeleriyle kullanılır. (Bk. BABİL, HARUT). İkincisi, Çah-i Bijen’dir. Bk. Bİ-JEN). 2. Yusuf peygamberin kardeşleri tarafından atıldığı kuyu da bu kıssayı anlatmada çok kullanılır. 4. Çah-i seneltdan, Çah-i Bekan, «çene çukuru» demektir ki şairler bunu bir kuyuya benzetip zülf ile gönüllerin bu kuyuya düşmesi ile mazmun yapıp durmuşlardır.

«Et hazer çah-i zenahdanından ey gavvas-i dil — Kim bu deryalar cemalin korkulu girdabıdır.— Ibni Kemal» — «Şebnem gibi dil ıgonce-i handanına düştü — Yusuf gibi can çak-i zenaMa-nma düştü.— Ş. Yahya».

Çakıl taşları (Bib.) Necmettin Halil Onan’ın manzumelerden meydana gelmiş kitabı (1927).

Çalıkuşu (Bib.) Reşat Nuri Gün_ tekin’in romanı' (1921). Feride, büyük annesi ve teyzesinin yanında büyümüş bir kızdır, evlenme çağı gelince teyzesi bunu kendi oğluyla evlendirmek ister, fakat Feride delikanlının başka bir kadınla bağlılığını haber a-İmca evi bırakır, gizlice bir öğretmenlik alarak, Bursa, Çanakkale, Kuşadası’nda dolaşır, başına birçok şeyler gelir. Sonunda yine teyzesinin oğluna kavuşur ve evlenirler. Eserin üslûbu sade ve yumuşaktır; yer yer kuvvetli gözlemleri, canlı sahneleri ile geniş bir okuyucu grupunu ilgilendirmiştir.

çaprazlama (Kom.) Bir cümlenin kelimelerinden bir veya birkaçını değiştirip ikinci cümle halinde tekrarlamaktır. Eskiler buna «Akis» diyorlar ve oldukça başarılı kullanıyorlardı. «Aşağıdan yukarıya edilen bu hitap, yukarıdan aşağıya inen hitaplar kadar ulvi idi. - A. Hâmit» - «Büyüklerin sözleri, sözlerin büyüğüdür».

çar Farsça «dört» demektir. Dört sayısiyle ilgili birçok inanış, düşünüş şekillerini anlatan sözlerle kullanılır:

çar-darp, sakal, bıyık, kirpik ve kaş olarak Kalenderiler arasın da kullanılır bir deyimdir «E-renler dergehine bir kalender ben-de-i hâs o] - Tıraş et çardarp ile

çatı

«ig


gönülden fikri-i ağyarı.- Hayrj» ' Çar-deh masum-pak on dört masum pâk demektir. On iki imam (İsna, aşeriye) ile Muhammet Peygamber ve Fatıma’nm katılmasıyla meydana gelen on dört kişi - Çar gûşe, dört buçak, yani Doğu, Batı, Kuzey, Güney. — Çar mezhep (mezahib-i erbaa, dört mezhep) Ehli sünnet denen ve Muhetrnmet Peygamberin yolunda olan Hanefi, Şafii, Malekî, Han-beli mezhepleri.— Çar rükn (dört temel) Yaş, Kuru, Sıcak, Soğuk, «Edip amihte huşk il ter ü germ ü serdi - Çar rükn üstüne yapmış bu binayı üstat - Nabi». Çar unsur, (Anasır - i erbaa, dört eleman) Ateş, hava, yel, su, toprak «Bestedir birbirine çember-i -do-lab-i vücut - Murtabit birbirine âb ile hâk âteş ü bâd.- Nabi. -Çar yâr İlk halifeler: Ebubekîr, Ömer, Osman1, Ali. Siinniler bu dört halifeyi kabul ederler. Şiiler ile aleviler, Muhammet Peygamberden sonra halifeliğin Ali’nin hakkı olduğunu ileri sürerek üç evelki halifeyi meşru saymazlar.

çatı (Dil.) Bir fiilin özne veya nesneye göre aldığı şekil onun çatısını meydana getirir. Geçişli (dövmek), geçişsiz (uyumak), ekten (gelmek), edilgen -(kırılmak) işteşlik (görüşmek)... fiil çatılarıdır.

çatışkı (Fel.) Aralarında çelişme bulunmakla beraber her ikisi de aynı kuvvette kanıtlara (delillere) dayanan önerlemelere denir. Bu önerlemelerden biri tee, öteki karşttez diye adlandırılır. Çatışkıya cmtinomi de de-Bir.

çeng (Müz.) Kanunu andıran ve dik tutularak çalman bir çeşit müzik aleti.

«Zühre» feleğin sazcısı olup o-nun adı ile çok kullanılır. Çeng ü çegane, çalıp çağırmak, eğlenip türkü söylemek demektir. «Asmada bırakıp Zühre elinden çengi — Tef gibi kızdı yüzü daireden çekti el.— Nedim».

çerag, çırağ «Yanan, yakılan, ışık veren, kandil» anlamlarında olan bu kelime «uyarmak, uyan-, dırmak» veya «dinlenmek» ile parlamak veya parlaklığını kaybetmek için kullanılır. «Tecelli bezminin nur çerağmdan — Didar görenlere Allah eyvallah.— Ruhullah». — Uyansın çe-rağlar erkân kurulsun — Açılsın goncalar güller kokulsun.— Derviş Tevfik».

çevre (Bd. ten.) Fransızca, ilkin fizik dilinden1 «bir organizmanın hayatını çevreleyen haller» anlamına olarak tabiiyeciler' tarafından kullanılmaya başlanmış sonra Balzac tarafından «zooloji cinslerini meydana getiren çevre gibi, birfeyleri belirten sosyal haller » olarak kullanılmıştır. H. Taine, bu sözü bir yazarın yaşadığı moral ve entellektüel küre olarak almış, onun dehasını meydana getiren üç etkiden biri olarak saymıştır. (Öteki etkiler, «ân» ile «ırk» tır). Ed. c. zamanında Taine’in fikirleriyle edebiyatımızda görülmiye başlayan çevre (muhit) sözü psikoloji, sos yoloji ve pedagoji ile geniş bir kullanılma alanı bulmuştur,

çiğ (Tas.) 1. «Ham, olmamış, pişmemiş,» anlamına olan bu söz ve farsça karşılığı «napuhte» sözü henüz tarikat yoluna girmemiş olan kimseler için kullanılır. 2. (Kom.) Çiğ söz terbiyeli bir insanın dilinde veya yazısında hoş görülmiyecek kelime veya anla-tim demektir.

«Taptuk’un tapusunda — Kul olduk kapısında — Yunus miskin çiğ idi — Piştik elhamdülillah.— Yunus Emre» — «Kul ham ise hakikate eremez — Bülbüle cevr etme gül kâmil ister.— Derviş Mehmet». — «Bu ham- ervah vâız kâmil olaydı — Din.i Hara-bi’yeı kaail olaydı — Müslüman olurdu nail olaydı — Şarapla yıkanmış bir seccadeye.— Harabı».

çile (Tas.) Bazı t'arikatlerde, yeni girenlerin nefislerini eğitmek, durulaştırmak için geçirdikleri zorluklu denemel Tarikatine göre zamanı değişirdi. Çile özel odalarda doldurulur ki buralara «çilehane» denirdi.

«Zahit yürü var savmaada çil-le-güzin ol — Sen meykedenin zevk ü saf asm ne bilirsin.— Naibi»,

Çoban çeşmesi (Bib.) Faruk Nafiz Çamlıbel’in manzumelerinden meydana gelmiş kitap (1927).

çoban şiiri. (Tür ) ilkin bu söz «raiyane» diye dilimize çevrilmiş olan Pasoral türün adıydı (Bk. PASTORAL). Tanzimat edebiya-yatı ürünleri arasında Abdülhak Hâmit Tarhan’m Sahra adlı eseri bu türdeki manzumelerin ilk örneği sayılabilir. «Şahısları çoban lardan meydana gelen» manzumeler olarak anlatılan pastoral tür, aslında şehirlilerin kır ve çoban hayatına karşı duydukları özlemi anlatmıya alet olmuştur Bu bakımdan da, yaşanılan, gözlenen bir şey olmaktan ziyade, yapmacıklı bir kuruntu basmakalıp, klişe sözler halinden kurtulamamıştır.

çol» anlamlı (Naz.) Bir kelimeyi iki anlamında kullanma. Birden fazla anlamı olan söz.

çok belli (Koaı.) Fazlaca bilinen gerçeklerin tekrar edilişini göstermede kullanılan bir terimdir. Bu yolda, çok bilinen gerçeklerin yerinde, iyi bir şekilde kullanılmaması kompozisyonun değerini düşürür. ’

' çözülme (Bil.) Bir bütünü meydana getiren parçaların birbirinden ayrılması demektir. (Çözii-lüm, dağılım).

çözülüş, çözüm (Ti.) Destan, tiyatro piyesi veya roman ölsün bir edebiyat eserinde anlatılan ve ya gösterilen aksiyonun son anlatılan bölümüne çözülüş veya çöllüm denir. Bu en ziyade tiyatro eserleri için kullanılan bir sözdür. Bununla aksiyonun, tutkuların tabii bir oyunu ile olsun, beklenmedik bir olayla olsun, sona doğru ilerlediği anlaşılır. Bu, aksiyonun ortasında durumların karma karışık bir şekil aldığı engeller belirdiği demek olan âiîğ'ilın1 ’ün sonudur. Çözülüş karışıkların düzeldiğini, engellerin kalktığını gösterir. Çözülüş, sırasına göre kahramanın ölmesi veya üstün gelmesi gibi bir bilim ile tamamlanır. iyilik karşılığını görür, zavallılar, suçsuzlar kurtulur.— A-risto, mutlu çözümleri komedilere ayırmıştır. Seyircileri aşırı derecede ürkütmek amacında olan raje-dilerin çözülüşleri kahramanın ö-lümüne giden bir kutsuzluk ile yapılmıştır. Böylelikle olayın ve şahısların gerekliğini mantığa uygun bir son yerine zoraki, yapmacık bir sona erdirme yolu uzun zaman sürmüştür. Hele, ilk devirlerden sonra suçluyu cezalandırmak gibi değişmez bitimler seyirciyi olsun, okuyucuyu olsun bıktırmıştır.

Dabbet-ül-ara (Din.) Kıyamet zamanına, yalsan görülecek acayip şeylerden olup korkunç irilikte bir hayvan olarak anlatılır.

Dadaizm (Ed. dok.) Buna «dada .okulu» da denir. 1917 yılından sonra birkaç yıl sürmüş olan e-debiyat hareketinin adıdır. (Tris-tan Tzara, Kreton, vb.) Kelimeyi anlam esirliğinden kurtarıp ona şiir konusu olarak değerini vermek istiyen bu okul, hiç anlamı olmıyan dada kelimesini bir sembol olarak seçmiştir

Dağarcık (Gaz.) 1872 yılı kasım ayında Ahme Mithat tarafından çıkarılmıya başlanan revü buyuk lüğünde dergi

dağınık (Koni.) Buna «kelime kalabalığı» da denir; fikre, bir şey katmıyan kelime yığını, .en ince ayrıntı yığını demektir. Vor> taire bu çeşit yazılar için «Fikir çölleri üzerine kelime tufanı » diyor.

Dahhak (Mit.) Eski Parsların Pişdadıyan hükümdarlarından biri olup iki omuzuna iki yılan oturduğu, söylenir. Bu yılanlara her gün iki çocuk beyni yedirilerek ağrıları dindirirmiş. Sıra demirci Gâvenin çocuklarına gelince demirci deri önlüğünü bayrak gibi kullanarak arkasına bir hayli halk toplamış ve Dahhak’i tahttan indirerek yerine Feridun’-u geçirmiştir. Buna Dahhak-i İdâri de denir. «Vefası yok demişler âlemin Cemşid ü Dahhak’e — Görenler sure,t-i nîk ii bedi âyi-ne-i Cem’de.— Nevres».

dahîl (naz.) Kafiyede revi ile tesis arasında bulunan harfe denirdi: arif - müsadif kafiyesindeki r ile d gibi.

daire (Naz.) Aruz vazninin ayrılmış olduğu bahirlerden (Bk.


BAHİR) birbirine yakın olanların toplandığı geniş bölümdür. On dokuz bahir, 6 daireye bölünmüştür.

  • 1. Daire-i muhtelife (Basit, me-dit, tavil),

  • 2. Daire-i müçtelibe (Hezec, re-cez, remal),

  • 3. Daire-i mutelife (Vâfir, kâmil)

  • 4. Daire-i müttefika (Mütediarik, müterkarip),

  • 5. Daireli müştebihe (Hafif, muk-tadip, muzari, müçtes, mün.serili seri),

  • 6. Daire-i seria (Cedit, karip, mü-şakil),

' Fars ve Osmanh şiiri teoricile-rinin sınıflaması şöyledir:

  • 1. Daire-i muhtelife (muktadip, muzari, müçtes, münserih).

  • 2. Daire-i mutelife (Hezeç, recez remel).

  • 3. Daire-i mütenevvia (Cedit, hafif, karip, müşakll, seri).

  • 4. Daire-i müttefika (muharip, mütedarik}.'

daire (Ed. Ten.) Destan dairesi demek destanları oluştukları yere göre sınıflandırarak onlardan bir bütün çıkarma demektir. Çünkî destanlardan bazılarının aynı grup arasında zamanca farklı olarak ya devam eder veya konu itibariyle birbirini tamamlar nu itibariyle birbirini tamamlar, açıklar şekilde olduğu görülüyor.

Dandizm (Ed. dok.) Dandy, XIX. yüzyılın ilk yarısındaki bazı İngiliz kibarlarınla verilen bir ad idi. (George Brumel, şair By-ron, vb.) Bunlar şıklıklariyle dikkati çekiyorlardı. Bu çığıra dandizm denilmiştir. Fransa’da da bunlar gibi giyiniş, davranış ve sosyal durumda estetik bir olgunluk ariyan, bunun altında orta tabaka halkın duygularım ve

eisi Charles Darwin (1809-1882) tarafından tabii ayıklanma üzerine kurulan transformizm teorisi. Belli bir çevre içinde, aynı, cinsin fertleri arasında geçecek bir yaşama kavgasında en hafif silâhlılar, yenilir. Cinse en çok yararlı olan dayanır, bu nitelikler kalıtımla kuşaktan kuşağa geçer, böylece cinsin değişimini meydana gelir.

dastaa Bk. DESTAN.

Davut îsrailoğlu Peygamberler rinden oup İ. Ö. 1000-960 yılları arasında yaşamıştır. On beş yaşlarına kadar babasının koyunlar! nı gütmüş, Talut’a karşı çıkan, Filistinli iri yarı ve ünlü yiğit Calut’u bir sapan taşiyle öldürmüştür. Talut; Calut’u öldürene kızını vereceğini söylemişken Da-vut’u kıskanarak öldürmiye kalkışmış, Davut da bu yüzden gizlenmiştir. Tâlut’tan sonra hükümdar olmuş: Kudüs, Suriye ile Mezopotamya’nın bir kısmını ele geçirmiş, memleketini genişletmiştir. Komutanlarından birinin eşine gönül vermiş, adamı savaşa göndererek ölümüne se-bebolmuştur. Buna çok pişman olarak uzun zaman tövbelerde bulunmuştur. Talut’un kızından olan oğulları birbiriyle savaşmış, biri ötekini öldürdüğü gibi Davut’a karşı da ayaklandığı için çıkan savaşta öldürülmüştür. Bu haller ken-sini çok açıklandırmış, güzel sesli olduğu gibi mizmar çalmada da usta idi; acılarını bu aletle ve tatlı sesiyle dile getirmiştir. Süleyman Peygamber Davut’un oğludur. Kutsal Zebur kitabı, Davut’a gönderilmiştir. Beyt-i Mukaddesin yapılmasına zamanında başlanıp oğlu Süleyman tarafın.


moral itibarı hor görenler (Mus-set, Baude laire) görüldü. Edebi, yatta dandizm., taklit edilemezlik ariyan, yani yapmacık bir üslûp anlamına gelir. Kelimede bir nevi züppelik olduğu Türkçe-deki «Dandini beyim hoppala paşam» şeklinden anlaşılır.

dar (Tıas.) 1 «Darağacı» demektir. Edebiyata Mansur yoluyla girmiştir. Onun, sonunda dar-ağacma asılmış olması şairlere cemiyetli pek çok beyitler söylet-miştir. — 2. Bektaşilerde, tarikata gireceklerin ikrar verdikeri yere denir. Burası meydanın ortası idi, terikate girecek olan bu rada ikrar verir, kabul edilir; ta-rikatten olan da bir suç işlediği zaman burada kusurunu söylerdi. Buraya «Dâr-ül-amân» veya «Dâr-ül-uşşak» hattâ «Dâr-i Man sur» denilirdi. «Bindim Mansur ile dara dâr iken — Mucizat-i Musa dahi Turadayken.— Alioğ-lu» — «Niyaz edip dâra durdum — Mürüvvet kapısın buldum.— Ferdi».

Dârâ (Tar.) Eski Fars’ın Keya-niyan hükümdarlarının dokuzun-cusu ve sonuncusudur. (Ölümü, I. ö. 330). Dârâ, padişahlara sunulan kasidelerde ve padişahların nitelemek için «Daver.i da-veran-i Dârâ derban» (Dârâ’nın kapıcı olduğu padişahlar padişahı) sözü basmakalıplaşmıştı. «Dâ ver-i Cem-iazamet padişeh-i heft iklim— Olamaz babına İskender ü Dârâ derban.— Ragıp Paşa»

darb-i mesel Atalar sözü demektir.

darp (Naz.) Bir beytin ikinci mısraının son parçasına denir. Buna acz ve kafiye de. denir. Bk. BEYİT.

Darvinizm (Bil.) İngiliz tabiiye-

dan tamamlanmıştır. Davut, Zebunu okuduğu zaman bütün kuşlar üstüne toplanır, dağlar da yankılanırmış. (Davudi ses). Aynı zamanda kudret ve kuvvetin de sembolü sayılır. Demiri, elinde mum gibi yumuşatır, zırh yaparmış, geçimi bu yüzden imiş (zır-h-i Davudi). «Cevşeni istese pi-rahen eder erbabı — Perbeden nerm idi Davud’un elinde ahen.— îzzat Molla».

(Î.K,: Davut — Calût — Ahen — Avaz — Şada).

Deceal (Din) Kıyamete yakın dünyada meydana gelecek lacaip hallerden biri de Deceal (Teccal) çıkmasıdır. Deceal tek gözlü ve tanrılık dâvasında bulunacak bir yahudidir. Muhammet Peygamber zamanında yaşamış- olduğu bir hadiste geçer. Birçok taraflıları çıkacak, fakat. Mehdi çıkıp onu öldürecektir.

Dede Korkut hikâyeleri (Bib.) XIV.yy. sonlariyle XV. yy. başlarında adı bilinmiyen bir sanatçı aralından meydana getirilmiş e-serd'ir. Bu yüzyıllarda, Doğu A-nadölû alanında yerleşmiş olan Oğuzlarla düşmanları arasındaki savaşmaları anlatan bu destansı eser on iki hikâyeden meydana gelmiştir: Derse Han oğlu Boğaç, Salur Kazanın evinin yağmalanması, Bamsi Beyrek, Kazan beyin oğlu Uruz Beyin tutsak olması, Deli Dumrul, Kanturah, Kazılık Koca Yüğnek’in tutsaklığı ve kurtarılması, Tepegöz, Be-ğil oğlu Emran hikâyesi, Uşun Kocaoğlu Eğrbk’in tutsaklığı ve kurtarılması ile Salur Kazan’ın tutsaklığı ve kurtarılması, Iç O-ğuz’un Dış Oğuz’a âsi olması.— Eser, Oğuzların eski menkıbeleri, destan temleri karıştırılarak. yarı tarih, yarı menkıbe olayların bir sanatçı tarafından düzenlenmiş şeklidir. Kompozisyonu, bir sanatçı tarafından meydana ge-tiridiğini göstermektedir. Nazım ve nesir karışık bir haldedir. Hikâye edişte, tasvir edişte ustalık görülmektedir. Orijinal bir dil ve ustaca bir hikâye tekniği vardır. Zamanının az eserinde görülen insanca duygular karakterler, hattâ şiddetli bazı tutkular canlı, yaşar bir halde anlatılmıştır.

dede (Tas.) Genel olarak «derviş» ile eşanlamdır. Bazı tarikat-lerde şeyhler için kullanılır.

dediiksiyon (Fel.) Zihnin sebepten veya prensipten sonuca doğru hareketi işlemidir. Kanunlar- • dan olaylara doğru akıl yürütme (Tümdengelim). Matematik akıl yürütmeler dedüksiyoma yapılır..

değişikleme (Dil.) Dilbilgisince bir gerek olmadan fiillerde kip veya zamanım değiştirmeye denir. Değişikleme en çok hikâye etmede yapılır. Hikâye edişte, tasvirce gççmiş zaman gibi bir an latım sürüp giderken birdenbire dramatik hikâye üslûbunda veya hikâye üslûbundan tasvir üslûbuna geçiş yapılır (Bu hal en çok Halit Ziya Uşaklıgii’de* görülür).

değişleme (Kam.) Bir şeyin niteliklerini veya aksiyonunu başka bir şey için söylemektir. Ad değişimi ve evirtim çeşitlerinden sa yılır.                     •                     . 1

delir (Tas.) «Zaman» demektir.. Zamanın bâtını olan sürekli «ân». Geçmiş zaman ancak hatırda kalmıştır, gelecek zaman henüz gerçekleşmiştir. Hal hep geçip gidiyor, geçmişe karışıyor. Zamanın gerçeği içinde bulunduğumuz «ân» dır. Ezel ile ebect, yani zamanın zihindeki başı ile sonu «dehr» de birleşir.

delin, Dehriyşyun (Fel.) Tanrı varlığı hakkında şüpheye düşmüş, onun varlığını inkâr etmiş kimselere «Zındık, mülâhhit, nıünkir-i ulûhiyet» sözleri kullanılırken F.ransızcadan Athee ve atheisme sözlerinin çevrilmesinde deıhri, dehriyye dehriyyun kullanılmıştır

' deizm (Fel.) XVI. yy. da Tek tanrıya inanma; fakat bu Tanrı hırıstiyan değildi, bu bakımdan ateizm ile hmstiycmlık kargıdı. Kant, XVII. yy. da İngilizler tarafından kullanılmış olan teizm sözüne karşı kullanılmıştır. Dünyanın bir ilk sebebi olarak kabul etmiştir.

dekadan, (Ed. Tar.) XIX. yy. Sö'nrlaliarında, Fransa’da Parnas-çıların katılığına karşı bir tepki olarak sembolizmin aşırı inceliklerinden hoşlanan sanatçı ve ede biyatçılara dekadanlar denilmişti. (S. Mallarme, Verlaine bunların başında gelir).— Edebiyatı cedi-dide için bu sözün ilkin Ahmet Mithat ortaya atmış, onları deka-danlar’a benzetmişti. Bu söz Tek atan, deka-dan (on eşek) gibi çeşitli ve kaba alaylarlara yol açmıştır. Tevfik Fikret «Timsal -i Cehalet» manzumesini Ahmet Mithat’a karşı bu yüzden yazdığı gibi, Cenap Şahabettin’de «Se simizi dimağımıza topladık; zamanımızın felsefe-i piç ü tabına lâyik, acı bir üslûp aradık; bulduğumuza: Dekadanlık; dediler» der.

delâlet (Fel.) Etimoloji anlamı «Bir şeydir ki onu anlamaktan başka bir şeyi anlamak lâzımge-lir». Bir yerdeki insan ayağı izinin oradan bir insan yürümüş olduğuna delâleti gibi. Birinci şey iz olup buna dâl, İkincisi insandır ki buna da me&lûl denir. Kelimenin anlam dalâleti (delâlet-! lâfziye) üç türlüdür: 1. Kelime anlattığı şeyin bütünün anlatıyor sa buna delâlet-i mütabıkıye denir. Ev denildiği zaman çeşitli bölümleri hatıra gelir. 2. Kelime anlattığı şeyin bir parçasını anlatıyorsa delâlet-i tazammuniye olur, yalnız duvar ve tavanı söylemek istiyerek ev sözünü kullanınca olur. Delâlet-i iltizamiye de anlamın gerektirdiği başka bir anlama delâletidir, evin, oturan-ya, yatmıya delâleti gibi. Bu delâletlerden birincisine Delâlet-i vaz’iye, öteki ikisine Delâlet-i ak tiye denir

delil 1- (Fel.) Bir olumlama (tasdik) yardımiyle akıl yürütme. (Buna kamt da denir). 2. (Tas.) Yol gösteren, rehber.

delillens® (Fel.) Deliller getirmek sanatı demektir. Tanıtlarını, karşılamalarını, karşılıklarını mantıkça ve inanç verecek, a-kıl yatıracak bir düzenle sıralamaktır. Daha çok hitabet eserleri hakkında, klasik trajedi diyalogları için kullanılır.

dem Etimolojice anlamı 1. Nefes, 2. An, 3. Kan, 4. Şarap

demeç (Tür.) Yetkili bir kimsenin belli bir mesele üzerinde, gazete veya radyo gibi araçlarla, halka açıklayıcı, aydınlatıcı bilgi vermeline, fikirlerini bildirmesine denir.

demokrasi (Fol-) Hâkimiyetin doğrudan doğruya veya temsilcilerle her biri hakça eşit görülen yurttaşlarda olduğu hükümet şekli.

denem© (Tür.) İnsanlığın siyaset, felsefe, edebiyat vb. alanla-

rında önemli problemlerinden biri üzerine yazarın kendi düşüncelerini iddiasızca, kesin kurallara varmadan, parça parça veya. sıralı bir bütün olarak makaleler, veyahut kitap şeklinde yazdığı yazılara denir. Bugün belli bir edebiyat türü (roman, tiyatro, tarih gibi) içine girmiyen e--serler gençj- olarak bununla adlanır. Gazete makalelerinden toplanmışlar da bu sınıftandır. Komış-malar (sohbetler) birer deneme sayılır.

deney (Bil.) Bir şeyi doğrudan doğruya, deneme olayı. Bir varsayımı (hipotez) kontrol etmek isteğiyle yapılan gözlem. Tecrübe de denir.

deneyleme (Bil.) İsteyerek meydana getirilmiş bir fenomeni en uygun hallere koyup incelemek. Denemenin sistemli -- .bir yolda kullanılması. (Tecrübeleme de denir). Bunda birçok defalar ve çeşitli olarak denemeler yapılarak gözlemlenir.

deneysel (Bil.) Bunun formülü Buffon tarafından verilmiştir ; «Fikirlere sahip olmak için olguları toplıyalım».. Deneysel metod veya deneysel bilimler, ak lın varsayımlarını (hipotez) o-laylarla tahkik ederek öğrenme -metodu. Deneylemeye önem veren ve onu derin araştırma yolu olarak kabullenen metot veya bilim.

dergâh- (Tas.) Bir tarikattan olanların toplanıp ibadet ve tören Ierini yaptıkları yer ki tekke .de denir. Şeyh ve dervişler burada bulunur. Pirlerinin makamına mevleviler Huzur, bektaşiler ise Hasret -derlerdi. Büyük tekkelere Astane, küçüklerine de Zaviye denirdi. Bu sonuncularda yolcu


dervişler bir zaman için konukla-mrdı.

Dergâh (Gaz.) 16 Nisan 1921 yayımlanmıya başlamış on beş günlük bir dergi. Zamanın Darülfünun (Üniversite) gençleri ta rafından çıkarılmıştır. Yahya Kemal Beylatlı, Ahmet Haşim, Ya-kup Kadri Karaosmanoğlu, Fa-lih Rıfkı Atay, Mustafa Şekip. Tunç, îsmayil Hakkı Baltacioğlu gibi tanınmış yazarların yazılan vardır. İki yıla yakın bir zaman (42. No.) çıkmıştır. O zamana göre Anadolu cephesini tutmakta ve millici duyguları yaymakta idi. Sahibi, sorumlu müdürü Mustafa Nihat Özün idi.

dergi (Gaz.) Gündelik olmıyan haftada, on beş günde veya ayda çıkarılan 8 16 32 48 ... sahife arasında değişiklik gösteren çeşitli yayımlara denir. Askerlik hekimlik, ticaret... gibi meslek dergileri olduğu gibi okumuşları ilgilendiren çeşitli konuları ya-yımlıyan x dergiler de vardır.— Türkçede ilk dergi, 1849 yılında hükümetçe çıkarılmış olan Ve-karyi-i Tıbbi t/e dergisidir. Aylık bir revü şeklinde olan Mecmua.i Fünım (Fenler dergisi) 1862 yılında Cemiyet-i Ilmiye-i Osmaniye adlı bir kurul tarafından çı. karılmayla başlanmıştır. İlk resimli dergi de Mir’at (Ayna) adiyle 1863 te yayımlanmıya baş lanmıştır.

dert (Tas.) Sofilerce dert, gerçeğe erişme aşkı ve kaygısıdır. Derdin de dermanı vardır ama, derman, derde bağlıdır. Dermanın meydana çıkması, derdin ol-masiyle mümkündür. Şu halde dert, yani Tanrı’ya ulaşmak aşkı ve kaygısı Tanrı’mn -bir lût-fudur.

— 62 —

Ünlü destanlar : îlydda, Odliseus (greıklerin) Şehnlame Firdevsi -farşların), Nibelungen (Germenlerin), Kalev yala (Finlilerin), vb.

Destan (Mit.) Fars yiğiti Rüs-tem’in babası Zâl’in adı. Rüstem’e bundan ötürü Pür-i Destan (Destanın oğlu) da denir Destan hile, oyun anlamına da gelir. Zal doğduğu zaman bpyaz kaşlı, beyaz kirpikli olduğundan babası tarafından benimsemi-yerek Elbürz dağına bırakılmıştır. Zâl’e bu ad ondan dolayı verilmiştir.

destur (Tas.) izin isteme, izin, alma anlamındadır. Tarikatler-den bazılarının törenlerinde şeyhten, babadan yapılacak bir iş için izin almada kullanılır. Mustafa Babadan — Emir geldi bana sırr-i Hudadan.— Mahrem-oğlu».

Determinizm (Fel.) XIX. yy. başlarında ortaya çıkarılmış o-lan bu söz çok daha önceki doktrinler nitelemekte kullanılır. 1. Evren olaylarının hepsi, bunların arasında insan aksiyonları daha önceki sebeplerin sonucudur, kendileri de ilerde olacak bazı işlerin sebeplerini meydana getirirler (Olayların önceden tesbit edilmiş olduğu fikrinde olan fatalizm, ile karıştırılmamalı). 2. (Psi ) İrade insanın bir şey yapabilmek gücün de1 bulunmadığı iç veyahut dış kuvvetlerle harekete gelir. 3. (Bil.) Her olayın bir sebebi vardır. Aynı sebepler aynı olayı meydana getirirler. Determinizm, mucizeye, insan hürriyetine, tesadü-: fe hiç yer vermez.

devir- devr (Tas.) «Sudur ve : Tecelli» teorisi devir anlayışım t meydana getirmiştir. Var olan


derviş (Tas.) Gerçek yolcusu, t varlığını unutmuş, kendisinden ( geçmiş kimse. Bir kimse ilkin f •bir tarikate ilk sempati göster- I diği sıralarda Muhip, gerekli tö- ı ren. ile girip ikrarını verdikten, belli bir zaman olan çilesini dol- t durduktan sonra Derviş olabilir- 1 di.                                                                 ı

-destan.- dastan 1- (Ed. ta.) Hikâ 1 ye, masal 2. (Fo®r.) Bir olay ve- ! ya bir hali hikâye eden manzu- i me, manzum eser: DeStan-i Kırk 1 .harami, Destancı Haitem-i Tay, ; Bekçi destanı, Pire Destanı, Bas- : Jcm destanı... gibi. 3. Batı edebi- ' yatından, alınarak: (epope) İnsanların ilk meydana getirdikle- ,ri hem yiğitçe hem olağanüstü hikâyeleri anlatan uzun bir maa- • zumedir. Destan, hikâye edicidir, : yahut hikâye destandan çıkmıştır. Kahramanı, tarihte ün, almış, yaptıkları ve kendisi masdllaş-mış bir yiğittir. Bu yiğit millîdir, .adı da ırkının temel karakterleri için sembol halini lalmış bulunur. O yiğiti olağanüstü kudretler hareket ettirir, ona bunlar yardım ederler, düşmanlarına karşı korurlar, olmıyacak şeyleri yaptırırlar, burada harika meydana gelir.— iki çdşit destan vardır Biri çok eskiden toplanmış ' kitap haline getirilmiş tabii destan, öteki deı adı belli yazarlar tarafından yazılmış olanlardır: Yapma destan.— Türkjerin birçok des tanları olmakla beraber, bunların bir bütün olarak henüz tesbit olunmuşu yoktur. Parçalar halinde bazıları da İslâmlık etkisi altında değişmiş olarak görülmektedir. Oğuz destanı, Göktürk destanı, Uygur destanı... gibi çeşitli daireler meydana, getirecek .-.şekilde destan parçaları vardır.-;

hammet peygamber bu devirde dünyaya gelmiştir. Bu devirde birçok kargaşalıklar olacak, fitneler meydana gelecek, en sonunda kıyamet kopacaktır.

devr-i meclis Bir toplantıda, içki kadehinin elden ele dolaşmasına denirdi Saki, ilk kadehi meclisin ulusuna sunar. sonra sı-rasırasıyla nıeclistekilere dağıtırdı. içkiyi (badeyi) sol eliyle tutar, sağ elinde kadeh bulunurdu. Böyle büyükten bağlıyarak kadehin, içkinin bütün maclisi dolaşmasına devr-i meclis adı verilirdi. „

devriye, (Tülıi) konusu devir teorisi olan manzumelerin adıdır.

Cihan var olmadan ketm-i âdemde Hak ile .•birlikte yekdaş idim ben Yaratti bu mülkü çünki âdemde Yazdım tesvirini nakkaş idim , \                     ' ben

Anasırdan ben bir libas büründüm Nâr ü bâd ü’ab ü haktan göründüm Hayrülbeşer ile dünyaya geldim Âdem île bile bir yaş idim ben Âdemin sulbünden Şît olup geldim Nuh-i nebi olup Tufana girdim Bir zaman bu mülke İbrahim oldum Yaptım Beytullahı taş taşıdım ben İsmail göründüm bir zaman ey can İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman Eyyup geldim çok’ çağırdım el,-amaıı


âlemlerin en alt basamağı olan bu madde âlemine düşen varlık, önce cemat, sonra bikiı, daha sonra hayvan, en sonra da insan şekillerinde görülür. Bu görünüş te insan-i kâmil şeklinde Tanrıya ulaşır; vücud-i mutlaktan kopup bu âleme1 düştüğü gibi tekrar buradan aslına kavuşur. Bu iniş -çıkış bir çemberi ' andırır: çıkış noktası kavs-i nüzul, ulaşma noktası da fc«us-ü uruç diye 'adlandırılır. Mütlak vücuttan ayrılan Tanrı Nuru, sıraSiyle, ’akl-i külden nüfus-i tisaya (dokuz nefse), dört tabiata» dört unsura geçe geçe hepsini dolaşır kavs.i nüzul (iniş kavsi) yahut mebde bu-dur. Buradan dolana dolana, topraktan madene, madenden bitkiye, bitkiden hayvana, hayvandan insana, insandan da kâmil' insana geçerek tekrar aslına döner, bu ikinci devir kavs-i suni (ağış, veya çıkış kavsi) veya maad adını alır.. Bu konuyu işlemiş bazı şairler vardır ki manzumeleri devriye adiyle anılır. Bektaşilerin devir teorileri daha çok transformizm (değişimcilik) ile ilgilidir. Yaşayışında ne ise öteki o-luşlarında da aynı öyle bu âleme gelecektir. Devre-i arşiye, uruç (ağış) kavsi, devre-i ferşîye nüzul (iniş) kavsinin başka adlarıdır.

devr, «devir» sözünün tamlamalardaki şekli.

devr-i kamer, buna «fitne-i devr-i kamer» denir. Eski düşünüşe göre yedi yıldızdan her birinin 'biner yıllık devresi vardır. Birtakımları da bu devre yedi bin yıldır derler. Bu devreler tamamlanınca kıyamet kopar. Zuhal (Satürn) devri, Âdem peygamber devridir. Bulunduğumuz devir ise kamer (ay) devridir. Mu-!

devriye

Kurt yedi vücudum, kan-yaş idim ben Zekerriya ile beni biçtiler Yahya ile kanım yere saçtılar Davut geldim çok peşime düştüler Mihr-i Süleyman.i çok taşıdım ben Mübarek asayı Musa’ya verdim Ruhulkudüs olup Meryem’e erdim

Cümle evliyaya ben rehber oldum Muciz-i murg'-i şeb huffaş idim ben Sulb-i pederimden Ahmed-i Muhtar Rehnümalanndan erdi Zülfikar Cihan var olmadan Ehl-i beyte yâr Kul iken destinde bir taş idim , ben Tefekkür eyledim ben kendi kendim Mucize görmeden imana gedim Şah-i Merdan ile Düldül’e bindim Zülfikar bağladım tig taşıdım ben Sekahüm hamrinden içildi şerbet Kuruldu aynicem ettik muhabbet Meydana açıldı sırr-i hakikat Aldığım esrara sırdaş idim ben Hidayet erişti bize Allahtan Biat ettik cümle Rasulullahtan Haber verdi bize seyr-i fillâhtan Selman-i Pâk ile yoldaş idim ben Şükür matlubumu getirdim ele Gül olup feryadı verdim bülbüle Cem olduk bir yere ehl-i beyt ile Kırklar makamında ferraş idim ben ikrar verdik cümle düzüldük yola Sırrı fâş etmedik asla bir kula

didaktik

Kerbelâ’da imam Hüseyin ile Pâk ettim dâmanı güldaş idim ben

Şu fena mülküne çok geldim gittim Yağmur olup yağdım ot olup bittim Urum diyarını ben irşat ettim Horasan’dan gelen Bektaş idim ben Gâhi nebi gâhi veli göründüm Gâhi uslu gâhi deli göründüm Gâhi Ahmet gâhi Ali göründüm Kimse bilmez sırrım kallâş idim ben

Şimdi hamdilillah Şirî dediler Geldim gittim zatım hiç bilmediler Kimseler bu remzi fehm etmediler

Her gelen mahlûka kardeş idim ben

(Şirî) deyim (Dil.) kendi öz anlamından az çok ayrı bir fikir anlat-mıya yarar, en az iki kelimeden meydana gelen söze denir. Küplere binmek, çok öfkelenmek; etekleri zil çalmalk, çok sevinmek gibi. Buna Tâbir de denir.

deyiş (H. ed.) Halk Türküsü, Halk Şiiri.

deyr (Tas.) Sözlük anlamı «kilise, tapmak» olan bu söz kâmil mürşidin bulunduğu yer anlamıdır.

didaktik (Tür.) Bir bilim veya sanatın prensiplerini hoş bir tarzda öğretmek amaciyle yazılmış manzume.- Didaktik eser, görünüşte şairce bir yapıntısı olan, fakat gerçek ergisi öğretme olan manzume- Edebiyat türlerini manzum sayan ve onları buna göre sınıflayan sistemden artakalan bu bölüm anlam genişliğiyle, nazım ve nesir öğretme amâç-Iı bütün eserleri içine alır olmuştur.

Böylece Türk edebiyatının Orta Asya’da meydana getirdiği Ku-datgu Bilik, Atabet-ül- Hakayık, Anadolu’da meydana getirdiği Âşık Paşa’nın Garipname... gibi manzum eserleri birer didaktik eser- sayılır-

Btı anlamda olarak gazeteciliğin çıkardığı yazı şekillerinden çoğu didaktik sayılmıya başlanmıştır.

dil (Üs.) 1. Canlı yaratıkların düşündüklerim, duyduklarını anlatmak 'için kullandıkları işaretlerin, ses işaretlerinin topu birden dili meydana getirir. - Bir insan topluluğu içinde ortak anlaşma aracı olan sözlerin bütünü. - 2. Bir sözlükteki terimlerin bütünü ile gramer kurallarının bütünü. - 3. Bunların düzgün <Joğ-ru kullanılışı. - 4. Bir yazar "veya. sosyal bir sınıf tarafından kullanılan kelimeler, cümle kuruşlarının bütünü. Bu bakımdan, terimleri çokça kulanılma bakımında: Bilim dili, Edebiyat dili, Gazete dili, Hukuk dili, Kanun dili, Külhanbeyi dili, Meslek dili... Resmî dil, Teknik dil, Tiyatro dili... denildiği gibi Haşim’in dili, Yahyci Kemalin dili... de denilebilir. -

dilbilgisi (Bil.) Bir dili meydana getiren ses, kelime yapılışı, kelime haznesi, anlam değişmeleri, cümle kuruluşu gibi öğeleri inceleyip kurallara bağlıyan bilim. Buna gramer de denir.

dileme (Kom.) Ünlemlerin yalvarır yolda olanlarına denir.

disiplin «Doktrin» veya «bilim» ile eşanlam, olarak kullanılır.

diskürsif (discursif) (Fel.) Bir veya birçok aracı fikir yar-dımiyle bir yargıya veya bir fikirden diğerine ulaşan; bu yolda maksada ulaşma işleminin bütünü. (Sezgili kargıdı, eşanlamları: İstidlali, istintacî, nazari. Gidimli).

divan (D. e.) Islâm edebiyatında şairlerin manzumelerini topladıkları dergilerin genel adı. Şairler, genel olarak, manzumelerini bir araya topladıkları bu dergilere sadece «Divan» adını verirler, .sonra adları da bu sözle beraber söylenirdi: Divan-î Hafız, Divan-iFuzuli... demek Şi-razlı Hafız’ın, Fuzuli’nin manzumeleri ollan kitap demektir. - Divanların toplanması bir sıraya bağlıydı: 1. Kasaul (kasideler), bunlar başta Tanrı için yazılmış Müna.cat, Tevhitler, peygamber için yazılan naatler, dört halife', tarikat uluları, zamanın padişahları, vezirler ve şeyhislâmlar, ö-teki kimseler hakkında yazılanlar olarak sıralanırdı. II. Tevarih (tarihler) büyükerin hayatlariyle ilgili, yapılan bazı kurullar, doğum, ölüm veya rütbe alma gibi zaman gösteren manzumeler. III. Musammatlar* kaside veya gazel şekli dışında olan manzumeler. IV. Gazeliyat (gazeller), bunlar kafiye veya radiflerinin son harflerine göre elifbe • sırasiyle dizilirdi. Tam bir Divanda, elifbenin bütün harflerinden gazeller bulunması şarttı. V. Müfretler, bunlar Mukattaat (kıtalar), Matali (Matla’lar), Müfredat (kafiyesiz mısralar), Muammiyat (muammalar), Lûgazlar... idil.

divan (H. e.) Sazşairlerinin dörtlü bentler şeklinde yazdıkları manzumelerdir. Bunlar belli bir beste ile okunmalarından öteki dörtlülerden ayrılır. Kafiye düze-

dîvançe

ni ilk dörtlük: a b a b (veya) a a a b (yahut) b b a b olur; öteki dörtlükler c c c b olur. Buna Divani dendiği de olurdu.

Gönül geçmez senden ey kerem kânı ölünce severim seni bilmiş ol Cism-i zaifımdan Azrail cam Alınca severim seni bilmiş ol Rahmet kapısına tuttum yüzümü Hak için söyerim her bir sözümü Belki musallada halk namazımı Kılınca severim seni bilmiş ol Şefi olsun Rasul hem Ebu Bekir Melekler yanımda eylesin, zikir Kabrime suale Münker’le Nekir Gelince severim seni bilmiş ol Cemalin göreli aklım oldu çâk Neı hub yaratmış seni Yezdan-i pâk Mezarım içinde gözlerime hâk Dolunca severim seni bilmiş ol Gevheri der ki geşt ettim cihanı Kişi sevdiğinden umar ihsanı Ruz-i kıyamette mahşer divanı Olunca severim seni bilmiş ol (Gevheri) dîvançe (D. e.) Bir şairin tam bir divan meydana getirmiyen manzumelerinim toplanmasından yapılmış manzumeler dergisi. (Anlamı küçük divan demektir).

Divan edebiyatı Türkierin . İslâm olmalarından sonra, ortak İslâm medeniyeti etkisi ile meydana getirdikleri edebiyat anlamına kullanılan bu söz birçok kıarşut fikirlere yol açmış, bu edebiyatı anlatmak için İslâm medeniyeti tesiri altında Türk edebiyatı, Klâsik Edebiyat, îslâmi edebiyat, Zümre edebiyatı, Havas edebiyatı, Enderun Edebiyatı, Sı-

diyalog

nıf edebiyatı... gibi adlar ileri sürülüp durmuştur. En çok kullanılan Divan edebiyatı sözü olduğundan, yukarda anlamla sınırlanan bu edebiyat, Türkierin kalabalık olarak müslüman olmı-ya başladıklarından (XI. yy.) sonra Orta Asya’da ortak İslâm Medeniyeti çerçevesinde olarak kuralları konulmuş bir edebiyatın, farslardan örnekleri alınmak suretiyle başlamış, Tanzimat zamanına kadar sürmüş, nazım olsun, nesir olsun, yüzyıllar boyunca ürünler vermiştir. Vezin olarak Karaların bazı değişikler yaptığı aruz vezni kullanılmış, nesirde de büyük Fars neSircilerinin yolu tutulmuştur. Her iki alanda da büyük adamlar, yetişmiş, değerli eserler yazılmıştır. Bununla beraber şunu işaret etmek gerektir ki, kuralcı bir edebiyat olması yüzünden, üstünlük göstermek kolay bir şey değildi, bu bakımdan yüzyıllar boyunca binlerce şair gelip geçtiği halde bugün onlardan ancak beş veya on tanesini yaşar halde buluyoruz. Öte-kilelr çeşitli bakımlardan unutulmuş, önemsîzleşmişlerdir. Ahmet Paşa, Fuzuli, Baki, Nef’i, Nabi, Nedim, Şeyh Galip bu edebiyatın başlıca, temsilcileridir.

diyalog (Kom.) Grekçe «iki kişinin konuşması» demek olan bu söz zamanla anlamını genişletilerek, g'enel olarak araçsız üslûpla konuşmaların olduğu gibi yazılmasını anlatmak için kullanılmaya başlanmıştır. Grekler zamanından beri birçok yazarlar fikirlerini Diyaloglar şeklinde yazmışlar, isteklerini konuşmalar yoluyla okurlarına telkin etmişler, yalın (soyut) fikirlerini açıklamışlardır. Bunların en ünlüsü Eflâtun’un Diyalogları’dır. _ Diyalog, hikâye üslûbunu biteviyelikten kurtarması bakımından işe yarar, üslûba canlılık verir; bununla beraber her şeyin aşırısının zararlı olduğu düşünülerek bunda ölçülü davranmak gerektir. Çün-ki fazlası insanı bıktırır. - Diya-iog’un en çok kullanıldığı dram edebiyatıdır. Bir dram eserinin kompozisyonu dış yapı bakımın-lan diyaloga dayanır. Bundaki en büyük başarı şahısların kendilerine göre konuşturulmalarıdır. Diyaloglarda çok kere devrik cümle kullanılır, tabiiliğe daha yakındır. - Sorular ile karşılıkları kısa, kısa ise Kesik Diyalog, eğer bunlar uzun olursa Hatipçe Di. ydlog denir.

diyalektik (Fel.) Grekçe «tartışma ve mantıkça ayırma» anlamında olan bu söz eskiden Cedel ve sonraları Fenn-i Münazara o-larak çevrildikten sonra bir ara da Eytişim olarak karşılanmıştır. 1. Mantık prensiplerine göre tartışmak üzere fikirleri sıralamayı öğreten tartışma sanatı. 2. (Ortaçağda) Formel Mantık. 3. (Kant’a göre, aşağılık anlamda) dış görünüşle idare olunan bütün hayalci akıl yürütmeler. 4.. (Şimdi) Formel görünüş altında eşyanın gerçeğinden uzaklaşan ustalıklı, fakat yapmacıklı bir akıl yürütme (uslamlama) anlamında kullanılmaktadır.

dogmatik (Fel.) Bir olayı deneyle gerçekliğini aramıya lüzum görmeksizin mantık sebepleriyle sözgötürmez olarak ileri süren bir olumlamanın karakteri.

dogmatizm (Fel.) önceden tenkide lüzum görmeden, kanıt aramadan, «filem böyle demiştir» diyerek kendi fikrini gerçek diye

dört

ileri süren doktrin.

doktrin (Fel.) Bilimde bir sistem meydana getiren prensiplerin, dogmaların bütününe doktrin, denir (öğreti).

dokuz Bak. NÜH.

dolamlama (Kom.) Belli bir fikri doğrudan doğruya değil de başka bir sözle anlatmıya denir (eski den buna Edeb-i kelâm denirdi). Öldü yerine ölü elbisesinin giydi; veya terledi yerine sıkıntı giilsu-yıma battı demek gibi.

dolaylama (Kom.) Doljamlama sayılır bir sanattir. Basit, kaba, bayağı görülen sözler yerine asil kelimeler kullanmaktır. Tanrı yerine yerleri gökleri yaradan demek gibi.

dolaylı adlama (Kom.) Bir. ad yerine bir cisim ismi söylemek (Davut, yerine peygamber, Mu-\hammet yerine peygamberimiz Aristo yerine iistad-ı evvel gibi) veya bunun, karşıdı olarak geniş bir anlamı kişi adiyle anlatmak (özel isimlerin çoğulu buna dayanır: Mustaîa Kemaller Türk milletinin sıkıntılı halinde meydana Çıkardığı büyük kimselerdir).

dolu Kadehe konmuş içki. Ayrıca «dolgun» anlamına gelir ki «arif» demektir.

dört Farsçası «çihar, çâr» ve arapçası «erbaa» olan bu sayı birçok şeyleri göstermede kullanılır, bu şekillerde Türkçe, arap-ça ve farsçası kullanılır. Dört unsur = çâr anasır = anasır-i erbaa aynı anlamda .sözlerdir. Bunlardan birkaç tanesi şunlardır: dört alem: nasut, lâhut, me-.'ekût, ceberut. Dört cüz: mâsiva, hava vü lîaves, nefis, tamah. Dört hankah: Kulak, burun, göz, ağız. Dört harf: p, ç, j, g. Dört isim:

dörtlü

Fâtihat-ülpûîtap, elhamdülillah, seb-ül-mesani, ümm-ül-kitap. Dört kapı: şeriat, tarikat, marifet, hakikat .Dört kitap: Zebur, Tevrat Incil, Kuran, Dört kuvvet: Samia şamrne, hâsına, zaik-a. Dört melek: Cebrail, İsrafil, Mikâîl, Azrail. Dört müekkil nefs-i emma-re, levvameı, mülheme, mutma-inne. (Bunlara dört nefis de denir; fakat bektaşiler dört nefsi, taç, post, hırka, ve libas için kullanırlar). Dört ruh: nebatî, hayvani, cismanî, insani. Dört tabiat: sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık. (bir başkası da) Kan, safra, balgam, sevda. Dört unsur: ateş, (nâr), yel (bâd), su (âb), toprak (hâk). Dört detil: (edille-j erbaa): Kitap, sünnet, icma, kıyas. Dört imam: Ebu Hıanife, Malik, Şafii, Hanbel. Dört mezhep: (mezahib-i erbaa): Hanefî, Şafii, Malikî, Hanbelî.

dörtlü (Naz.) Her parçası dört mısradan meydana gelmiş manzume.

dram (Ti.) Grekçede «aksiyon» anlammadır. İlkçağlarda, ortaçağda lirizm ile epopeye karşıt olan tiyatro çeşidi eserler için kullanılmıştır. XVIII. yy. sonlarında ne targedi, ne komedi olan tiyatro eserini anlatmaya yaramıştır. Bu gibi piyeslerin konuları ciddi, şahısları (aile babası, tüccar, endüstri adamı...) orta halli kimseler olacak; tiyatronun birlik kuralına uygun olarak nesir yazılacak. (XIX. yy.) Romantikler, bunu dahla genişletmişler, birlik kuralını bir yana bırakmışlardır. (XX. yy.) Bu söz On sekizinci yüzyıldan bu yana yazılan tiyatro eserleri için kullanılır olmuştur. «Sahne eseri» anlamında kullanılan tiyatro sözünün eşanlamı

dwyar!jM

sayılır. Tiyatro dilinde, bir insan aksiyonunu, çeşitli insanları yaratan eserleri aktörlerle canlı, hareket halinde göstermek demektir.- Bu çeşit eserlerde, aksiyon birliği, peripeıs'ilerin mantığa u-yar halde, tabii olarak zincirlenmesi, durumların gerçeği andırması, karakterlerin çeşitli ve insanı olması, çözülüşün tam olması ile şahısların hallerine uygun konuşturulması gibi üslûp özelliği aranır.

dramatik (Ti.) Lirik ve epik sözleriyle anlatılan edebiyat türünün karşıdı olarak kullanılır. Dram eserleri ilk çağlarda, manzum yazılırdı, bu sınıflama o zamandan kalmıştır. - Şairler bu yoldaki eserlerini, öteki türlerde olduğu gibi doğrudan doğruya bize söylemezler, sanki o olayın geçişi zamanında bulunuyormu-şuz duygusunu verecek şekilde yazarlar. İlk tiyatro eserleri Trajedi ve Komedi olarak iki çeşitti; on sekizinci yüzyıla kadar sıkı bir kuralcılıkla süregelen bu iki çeşide dram diye üçüncüsü katılmıştır.

durak (Naz.) 1. Heıce vezninde hecelerin kelime sonunda tam olması şeklinde görülen tabii durma. Böylece meselâ 11 hece vezni duraklarına göre 4-4-3 veya 6-5 şeklinde olabilir. - 2. Halvetlerin ilâhı için kullandıkları deyim.

duyarlık (Psi.) Zihnin duysal' işlemlerinin bütünü, duyumları bulunmak yetisi. Buradan alınarak duyu inceliklerin, en küçük moral ve fizik izlerin ‘içte duyulması yetisi anlamında kullanılır.. Acı, tat, gibi passif veya eğilimler, tutukular gibi aktif olan, af-fektif fenomenlerin bütünü (bu

dünya

merkez bölümüne denir. Epizot ve peripes'ilerle meydana gelir. Piyeslerde, sergilemeden sonra olaydaki durumlar birbirine girer, karı şır. Sevgileme ile sezilmeye baş-lıyan olayın gidişine karşı engeller çıkar, işler karışır. Eserin hızlılıkla geçen bölümü düğüm noktasıdır.

düğümlenme (Kom.) Sözden istenilen anlamı çarçabuk anlıya-mamıya yol açan anlatım karışıklığıdır. Çarçabuk veı açıkça anla-, şılamıyan söz düğümlüdür; açık değildir. Buna yol açan şey, cümlelerin hemen anlamı kavranamı-yacak uzunlukta olması, ara deyilerin, asıl cümleyi unutturacak kadar çok olmasıdır

Düldül (Tar. Mit.) Muhammet Peygamberin Ali’ye bağışladığı uakn aldı. «Destinde Zülfüka-i Ali nevk-i hamedir — Baki se-mend-i tab’m ona Düldül eyle1-sen.— Baki».

dünya Eskile» dünyayı âlemin merkezi sayarlardı. Dünyanın bir öküz, boynuzu üzerinde durduğu, öküzünde bir taş o taşın da bir balık üstünde bulunduğu sanılır; balığın bulunduğu denizin hava üstünde olduğunu, o hayvanın da Tanrı kudretine dayandığı yolunda bir. inanış vardı.

Hani vaiz geçinen maskara şeyler var ya, Der ki bir tanesi peş-tahtayı yumruklıyar ak: Dinler dünya nenin üstünde durur hey avanak! [ Yerin altında öküz var, onun altında balık;

Onun altında da. bir zorlu deniz var kayalık.»

Öteden Kürt atılır: — Doğru, mu dersin be hoca ?

— Ne demek doğru mu dersin?


daygıa

anlamda zekâ ve irade kargıdı o-larak kullanılmış olur). Bir kimsede affektiflik, heyecan, sempati, tutku yetilerinin üstünlüğü bu sözle anlatılmış olur.

duygu (Psi.) Duyulan, şuurlaş-mış olan şeylerin bütünü. - întel-lektüel ve aktif şeylerin kargıdı olarak affektif durum. - Bencilik kargıdı olan özgeci yönelişler ve heyecanlar: acıma duygusu, şefkat duygusu. - Bunlar duygunun çeşitli anlanışından birkaç tanesidir. Bir ş'ahsm duyguları, fikirleriyle fiillerinden gayrı olan affektif hayatı demektir. Tabiat duygusu, tabiatın duyarlık üzerinde meydana getirdiği intihaların (izlenimlerin) bütünü demektir (His eşanlamdır).

duygulu (Psi.) Duyuma ait, duyumla ilgi demektir. (Intellektüel kargıdı). Duyarlığı çok gelişmiş olan. Duyar, duysal eşanlamıdır), duyug Bfc. TUYUG.

duyulur (Psi.) Duyularla anlaşılır. Duyarlığı aşırı olan (bu son anlamda duygulu kullanılmalı).

duyum (Psi.) Duyular araciyle alınmış olan affektif ve tasavvur-lu psikoloji intibaı (izlenimi). Kırmızı renk bir görme duyumudur, tasavvurludur, çünki insana bir renk belli eldi yor; affektiftir, çünki insana hoş veya zevksiz gelebilir.

Duyumculuk -Sfc. S AN SU ADİZM.

düalizm (Fel.) Aynı lalanda olarak, birbirine indirgenemiyen iki prensip ortaya süren her doktrin için kullanılır.                        I

dübcyt (Tür ) «İki beyit» anlamına olan bu söz Rubai türünü anlatır.

düğüm (Kom.) Bir edebiyat eserinde, epope, piyes, romanda anlatılan veya gösterilen aksiyonun!

Gidi cahil amca!

Sözlerim basma değil, yazma kitaptan tekmil;

Kim inanmazsa kızıl kâfir olur böylece bil.

— Rahatım yok benim öyleyse bugünden sonra, Gömülüp kurtulayım bari hemen

• bir çukura

— Ne zorun var be adam? — Anlatayım dur ki hocam:

Ben bu dünyayı görürdüm de sanırdım sağlam.

Ne çürükmüş o meğer sen şu benim bahtıma bak:

Tutalım şimdi öküz durdu, balık durmıyacak;

Diyelim haydi balık durdu biraz buldu da yem, Ya deniz?.. Hiç dibi yokmuş bu işin...

Ört ki öl em!

(Mehmet Akif Ersoy) dürr-i yetim Sedefte tek olarak bulunan, değerli inci anlamında olan bu söz Muhammet Peygamber hakkında kullanılır.

düşmek (Tari.) Kızılbaş - Alevi-lerce, tarikat yolunda aykırı iş •işleyen kimsenin hali, böyle bir iş yapan kimse «düşkün» olur.. Bir çeşit aforoza yol açar. Suçlu, Mürşidine suçunu 'anlatıp, ceza-landırılıncıya veya bağışlanmaya kadar törenlere .giremez, kimse onunla ilgileınmezidi. Mevlevilerde böylelerine «yolsuz» denir.

düşünce 1- (Fel.) İradeli ve af-fektif hayata karşıt olan bilgi fenomenleridir. Bu bakımdan Zekâ, Fikir, Hayal gücü, Akil yürütme (uslamlama) sözlerinin e-şanlamı olur. 2. (Ed.) Bazı yazar


ların, akıllarınla gelen fikirleri kısa kısa, birbirlerine bağlılık dü-% şünmeden, öz sözler şeklinde yazmaları, hu şekilde yazılmış veya bir yazarın eserlerinden çıkanla^ rak meydana getirilmiş kitapların, genel adı: Marcus Aurelius’un Düşünceleri, Pascalhn Düşünceleri gibi. - Böyle düşüncelerin: kompozisyon nitelikleri, her şeyden önce açık olmak, -anlatmak, istediği fikir eksiksiz, çabuk kavranır biçimde bulunmalarıdır. Tabiilik de böyle yazıların değerini, arttırır.- Çeşitli yolda yazılmış dü günceler Doğru, Yanlış, Aldatıcı olabilirler. Doğru, bir düşünce bir gerçeği anlatandır: «Bütün insanlar ölür». - Bir düşüncenin bir kısmı doğru bir kısmı da yanlış o-lursa Aldatıcı veya paradoks düşünce olur. İlk bakışta doğru gibi görünüp de esasında yanıltı bulunursa böyleleri aldatıcı olur: «Zevk, mutluluğu meydana getirir». Herkes tarafından kabul e-dilmiş bir görüşe karşıt olursa Paradoks düşünce olur: «Ağlamak ve dua etmek aynı derecede bayağılıktır». Bunlardan başka düşünceler konularına göre de. Derin, Atak, Ulvi, Sadedilce, Garip, Nükteli, Aşağılık, Âdi olabilir.

Düvazde İmam (Tar.) On iki imam (Bk.) demektir, arapç'ası Eimme-i îsna aşer’dir.

düzenleyiş (Koni.) Bir kompozisyon meydana getirirken, konu ile ilgili buluşlardan sonra bunların sıraya konması işine düzen. Jeyiş denir, kompozisyonda ikinci basamaktır, Plân da denir.

Ebabil (Mit.) Bir çeşit kuş. Hı nstiyan haberliler, arapîann Kabe’den dikkatlerini çekmek i-çin San’a’da bir kilise yapmışlarsa da büyük bir başarı elde edemeyince Kâbe’yi yıkmak için işe girişmişler; Ebreheı komutasında bir ordu ve filler ile Kabe üzerine yürümüşlerdir (Âm-ül-fil — fil yılı). Habeş ordusu Mekke önlerinde Ebabil kuşlarının gökten yağdırdıkları taş yağmuru al tında bozularak yok olmuşlardır. «Olmadan Ebrehei _ veş seng -zeni Kâbe-i dil — Düşmen - i Kabe’ye ur sengi ebabil gib.i-— Nabi». (I. K.:Ebrehe, Kâbe, .seng)

Ebced (Dil.) Arap alfabesinde bulunan «manasız» kelimelerdeh mürekkep bir ibarenin ilk kelimesidir. Ebced hüvvez . .hul'ti keleme», sd’fes Itareşet sehaz da-zıgı şeklinde olan bu ibare İbrani, Süryani, Grek ve Lâtin alfabesi harflerinin sırasıdır: A, b, c, d,. h (e) v (f)... Araplar benzer harfleri bir araya getirmek için bu sırayı bozmuşlar, fakat rakamların harfle gösteril meşinde ebced sırasını kabullenmişlerdir, Ebced hesabında, her harfin bir rakkam karşılığı vardır: e (1), b (2), c (3), d (4), he (5), v (6), ze (7), Hı (8), tı (9), y-i (10), ke (20), le (30), me (40), n (50), sin (60), ayn (70), f (80) sad (90), ka (100), re (200), şe (300), te (400), se (500), hı (600), zel (700), dad (800), zı (900), gayin (1000), P-b, ç-c, j-je, g- kef sayılır. Harflerin bu özellikleri tarih söylemede işe ya rar.

İstanbul’un alınması yılı olan B (e) İd (e) t (ün) t (a) y (yi) b (e) t (ün) sözündeki harfler sıra ile 2, 30, 4, 400, 9, 10, 2, 400 olup toplamı 857 (1453) eder. (Beidetün tayyibetün).

ebed (Tas.) Ezel sözünün karşıt anlamıdır. Bk. EZEL

«Düşmez humarın rencine vahdet meyinden ta ebed — Şol ınest-i Hak kim sakisi ol nergis-i mes-tanedir.- Nesimi».

ebhar (Vez.) Aruz vezinlerinin ayrıldıkları guruplara Bahr (Bk.) denir bu sözün çoğulu Ebhar (bahirler) olur.

Ebu (Dil.) «Baba, babası» demektir. Arapça künyelenme (soyadı) sisteminde kullanılır. Ebu Bekir, Ebu Hanife, Ebu Müslim Ebu Turab... gibi, Bizim edebi-yatımızdada bazı kimseler böyle adlanmışlârâa da pez ’azı ün almıştır. Ebüzziya Tevfik, Ebül Faruk (Mizancı Murat).

ecza «Parça» anlamında olan cüz sözünün çoğuludur. Kitap formaları, ecza-i şerife, Kuran’m cüzleri.

«Bül-acefo mecmua-i kesret-nü-madır kâinat —Cümlenin şiraze-i cemiyet-i eczası bir.- Hersekli».

eda (Kom.) Anlatış yolu demektir. Belâgatçiler bunun üç türlü olduğunu söylerler: Hakikat, mecaz, kinaye.

edat (Dil.) Kendi başlarına bir anlamlan olmıyan, kelimelerin cümle içinde gösterdiği türlü anlam ilgilerini belli etmiye yarı-yan, kendi anlamları ancak gördükleri iş ile meydana çıkan kelimelere denir. Eski gramer ki-

edep

itapları, söz bölüklerini isim,, fiil. eddt diye üç temel bölüme a-yırıriardı.

edeb (Bel1.) Belâgatçilere göre ilm-i edep; lügat, iştikak, sarf, nahiv, maani, beyan, aruz, kafiye, karz-i şiir, inşa bilimlerinin hepsinin adıdır. Maani, beyan, be-di, aruz, kafiye usul-i edep denilen şeyi meydna getirir. Bu da «lâfız ve kitabet bakımından bozukluk ve yanlış bir şeyden sakınma yollarını gösteren bahisleri, ve sözün meziyetleriyle akıcılığını, tertiplerini bildiren bir fendir.» diye tarif olunur. (Çoğulu olan âdab’ın anlamı büsbütün başkadır).

edeb - i kelâm (Bel.) Acı, ho-şotaıyan, uğursuz sayılan veya kaba görülen şeyleri kendi adla-riyle söyliyecek yerde onu başka sözlerle anlatmıya denir. Na-foi «terledi» sözünü şöyle söyler: «Kat kat düşüp ol peri hicaba— Gark oldu gülâb-i ıstıraba» Konuşmalarda da bu yolda kullanılan söz.lter Vardır. «Öldü» yerine «sîzlere ömür» ve «inme» için «selâmen kavlen» ve «yılan» için «uzun hayvan» denmesi gibi.

edebî «Edebiyatla ilgili, edebiyat hakkında, edebiyat üzerine» anlamlarına gelir.

edebiyat (Ed.) Bu söz, frenkçe anlamında Şinasi’den sonra geniş olarak kullanılmaya başlamıştır. Ondan önceleri Şiir ve inşa sözü, bugünkü edebiyatın nazım ve nesir alanını anlatmakta idi. Edebiyat, geniş 'anlamda olarak «yazılı söz» demektir. Yazı yazma sanatını öğreten prensiplerin tümü ile, yazı ihlaline geçirilmiş bütün değerli eserler bu tarifin içindedir. Eskiden yalnız sanatlı hattâ özentili, yazılar için, ikul-lanılmakta iken, bugün, eskiden sanat-dışı sayılan yazılan da i-çine alarak insan zekâsının vücuda getirdiği bütün eserleri anlatır olmuştur. Böyle sayılınca insan topluluğunun bir ifadesi, medeniyetin, bir devrin, bir milletin duygularının, fikirlerinin aynası olur.

Edebiyat Fakültesi Mecmuası (Gaz.) İstanbul Darülfünun (Üniversite) öğretim üyeleri tarafından, 1916 yılında iki ayda bir o-larak yayımlanmıya başlanan dergi.

Edebiyat-i Umumiye Mecmuası (Gaz.) Celâl Nuri’nin çıkardığı haftalık dergi (28 Ekim 1916). I. Cihan savaşı sırasında basım ve yayım darlığı sırasında iki yıl kadar yayımlanmış olan bu dergi, zamanının fikir çalkantılarına karşı bir dereceye kadar eski e-debiyat taraflısı görünmekte idi.

Edebiyatıcedide (Ed. Tar.) «Yeni edebiyat» (Edebiyat-î cedide) demektir. Bu sözü ilkin Namık Kemal, Tanzimattan sonra belirmiıye jbaşıyan, Divan edebiyatına karşıt olan edebiyatı nitelemek için kullanmıya başlamış; makale, tiyatro, roman gibi yeni türlerin meydana gelişini anlatmak istemiştir. 1896 yılında Ser-vetifünun dergisinde yazı yazarak temelli bir batıcılık yolunda olanlar da kendi yazıları için, bu sözü kullanmıya başlamışlar, sonra bunu kendilerine ad edinmişlerdir, Haplarını Edebiya-i Cedide kütüphanesi adı altında yayımlamışlardır, Namık Kemalin bir sıfat olarak kullandığı bu bu söz böylelikle bir edebiyat okulunu anlatan özel isim haline gelmiştir. Edebiyatıcedideciler . roman ile nazım, alanında büyük

tşfer yapmışlardır. Roman, dili ile raman, tekniği, nazmın. Doğu hayal âleminden ayrılarak batılılaşması onlar tarafından, yapılmıştır. Edebiyatıcedidecilerin başl'ıcaları: Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabet-tin, Mehmet Rauf, Hüseyin Suat Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, Hüseyin Cahit Yalçın, Saffeti Ziya, Celâl Sahir Erozan. (Ali Ekrem) A. Nadir, H. Nâzım (Reşit Rey), Faik Ali Ozansoy aynı yolda yazanlardan ise de kitaplarını aynı seride yayınlamışlardır.

Edebiyatıcedide Kütüphanesi (Bib.) 1899 dia kurulmuş ve birkaç yıl içinde 11 tanesi yayınlanıp ötekileri 1909 dan sonra çıkarılmış kitap serisi: 1. Hayat-i Muhayyel (Hüseyin Cahit Yalçın)

  • 2. Rübab-ı Şikeste (Tevfik Fikret)

  • 3. Bir yasın tarihi (Halit Ziya Uşaklıgil). 4. Aşk-i Memnu H. Z. U.), 5. Hayal içinde (H. Cahit Yalçın), 6. Eylül (Mehmet Rauf), 7. Hayat ve Kitaplar (Ahmet Şu-’ayp), 8.. Solgun Demet (H. Z. U.) 9. Haristan ve Gülistan (Ahmet Hikmet Müftüoğlu), 10 Siydh inciler (Mehmet Rauf) 11. Mai ve Siyah (H. Z. U.), 12. İhtisar (M. R.), 13. Beyaz Gölgeler (Celâl Sa hirErozan), lif. Pençe (M. R.), 15. Haç yolunda (Cenap Sahabettin), 16. Aşıkane (M. R.), 17. Ferdi ve Şürekâsı (H. Z. U. den M. R.), 18. Leyaıl-i Girisan (Kuşetin Siret Özsever), 19. Buhran (C. S. E.), 20. Hayat-i Hakikiye sahneleri (H. C. Y.), 21. Kirli Çamaşırlar (Hüseyin Suat Yalçın), 22. Lâne-i Melâl (H. S. Y.), 23. Kdvgalarim. (H. C. Y.) 24. Salon köşelerinde (Saffeti Ziya), 25. Ha-•ralambos Cankıyadis (S. Z.), 26.


Bir Safha-i Kalb (S. Z.), 27.Siyah (C.S.E.), 28. Ferda-yi garam (M. R.), 31, Halûk’un Defteri (T. F.), 32. Hanım mekuplan (S. Z.), 33. Kadın Rulıu (S. Z.), 34. Genç Kıs Kalbi (M. R.), 35. Menekşe (M. R.).

Edep yahu. (Gaz.) Hicivci Eş-re’fin birkaç sayısında başyazarlığını emiş olduğu bir mizah gazetesi olup İzmir’de haftalık olarak 1908 Ekim ayında çıkarılmaya başlanmışır. (17 sayı kadar çıka-rılmışır).

Edhem (Tas.) VIII — IX. yüzyıllarda Belh’te hükümdar bulunuyordu. Bir gün avda, ceylân peşinde iken eli ayağı bağlı bir insanın karga tarafından beslendiğini görmüş, adamın eşkıyalar tarafından bu halde bırakıldığını karganın da Tanrı tarafından o-nun rızkını sağlamıya memur e-dildiğini ^öğrenmiş; bunun üzerine dünya varlığından geçerek, çul ve lîiilâ.h giyip bir mağaraya çekilmiş. «Bilindf«dâd ü sitadı sipihrin Edhem’den — Alırsa tac-i mücevher külâh-i köhne verir.- İzzet Molla» — «Her şahsı harîm-i Hak’a mahrem mi sanırsın — Her taç giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın-. Ziya Pş.»

(İ. K.: Edhem, Taç, Çul, Külah, Edhemî tac).

efaîl ü tefaât (Naz.) Ef’ile ve tef’ile sözünün çoğuludur. Aruz vezninin sekiz temel parçasını meydana getiren beş harflilere efail, yedi harfi olarıanlara da te-fail denir. Bu söz «şiir» anlamına da kullanılmıştır.

eflâk (Ast.) Felek sözünün çoğuludur. Tekil anlamında dünya kavramı da bulunmakla beraber çoğulunda yalnız gökter anlaşılır.

Baltamyos sisteminden çıkarılan düşünüşe göre, dünya kâinatın merkezidir. Yedi gök (eflâk-i seb’a) iç içe geçmiş şekilde bu merkezi soğan zarları gibi sarmıştır. Birinci kat gökte Ay, İkincide Utarit, üçüncü-de Zühre, dördüncüde Güneş, beşincide Zühal bulunur. Bunları kaplıyan sekizinci gök Sabiteler göküdür. Sabiteler ile burçlar buradadır.1. Bunları kaplıyan bir felek daha vardır ki burada hiçbir şey yokur. Buna Fe. lek-i atlas denir. Bu iki gökle felekler dokuz tane (Eflâk-i tis’a) olur. Bunların hareketlerinden bir takım hükümler çıkarılmış-ve İlm-i Tendm’in konusunu meydana getirmişti. Ay, dünyanın etrafında bir ayda, güneş bir yılda, Atlas göğü ise yüz yılda döner. Her yıldızın biner yıllık bir devri daha vardır. Bazıları da her yıldızın tam devrini (Dev ri tam) yedi bin yıl sayarlar. Kâinatın ömrü böylece kırk dokuz bin yıl sürecektir.— Bazılarınca sekizinci felek Kürsü, dokuzuncu da Arştır.

Eflâtun, ünlü Grek filozofu Plato (I. Ö. 427-348) olup Eflâtun-i İlâhi ve Eflâtun olarak, akıl, düşünce ve oy üstünlüğü anlatmak için edı eski edebiyatımızda oldukça sık geçer. Eflâtun’a Eflâtun-i ham _ nişin» veya sadece (Bam. nişin» de denir, bu söz «eğri otu-rucu» yani çile çeken ve mücahe-de eden demektir.

«... dâr-ül-mülk-i Yunan-i zemin ve maskıt-i re’s-i Eflâtun-i ham-nişîn...- Nabi» - «Biz ol mec-nun'an-i hikmet-senc-i dehriz kim bizim — Hiyre-saz-i akl-i Eflâtun olur divanemiz. — Lefkoçyalı».


Efrasiyap (Tar. Mit.) Eski Tu-ran’m hükümdarı Peşenk’in oğlu Feridun’un torunu idi (inanlılar kendilerininkinden başka ülkelere Turan derlerdi). Bütün İran ülkesini Pişdadiyan soyundan alarak yıllarca hüküm sürmüş. Ke-yaniyanın ilk hükümdarları onu Irandan çıkarmışlarsa da tekrar savaşa girişmiş, bu sefer de karşısına Zaloğlu Rüstem çıkmıştır.. Böylelikle Şahname’nin büyük bir kısmım dolduran Iran-Turan savaşları başlamıştır. Efrasiyab’mı hazneleri ün almıştı. «Ben Kah-raman-i arsa-i iflâsım istemem —Geçsin yere defain-i Efrasiyab-ı çarh.— izzet Mola. »

'efsane 1 . (Tür.) Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini,, tabiat elemanlarından birinde o-lan bir değişikliği, akıl-dışı, olağanüstü açıklamalarla anlatan hikâye. Bunun temeli olan olay hal kın hayalinde şekil değiştirerek ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçer. 2. Genel olarak masal ile-eşanlam olarak kullanılır.

eglog (Tür) Romalıların Vergi-lius manzumelerine verdiği ad olup, sonra o manzumeler gibi iki çoban arasında konuşma şeklinde yazılmış pastoral nazımlara ad olmuştur.

egzotizm (Ed. dok.) Yabancı ülkeler manzara ve âdetlerini ko nu yapan eserler için Fransızlar tarafından kullanılmıştır. O e-debiyatta Doğu ve sömürge konulu eserler yazmış olanların. (Pierre Loti) karakteridir. Bu çeşit eserlere egzotik denir. Bu. gün o çeşit eserlerin konu yaptıkları ülkeler için bu niteleme artık pek kullanılmaz olmuştur.

ehadiyet (Tas.) Âlem-i ıtlak,.

Zat-ti baht ve Lâ taayyün denen basamaktır. Bu basamak Tanrı künhüdür. Onun üstünde başka bir basamak yoktur. «Mevc-i e-hadiyyetü ahmediyyet. — Şeyh Galip».

ehl «Aynı fikir etrafında top-'fanmış, ayni yol ve gidişte olanlar» anlamına olarak bu sözle çe şitli deyim takımları yapılmıştır. Ehl-i. beyt, peygamber ve onun soyundan gelen sayılı bazı kimseler. Muhammet Peygamber, kızı Fatıma, damadı Ali, torunları Haşan ile Hüseyin ve onların çocukları, on iki imam. Şiiler ile onların gaalileri olan Bektaşi ve Kızılbaşlara göre Muhammet Peygamberin eşleri ehl-i - beytten sayılmazlar. Ehl-i bid’at, Bk. EHLİ İTİZAL. Ehl-i Cehennem, Cehennemlik olanlar. Ehl-i den-net, Cennetlik kimseler. Ehl-i fl.il, gönüldaşlar, candan anlaşmış kimseler. «Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil.— Nef-i ». Ehl.i Divan, İstanbul’da Kubbe altında toplanan ve kabine toplantısı demek olan Divanda görevi olan iş sahipleri. Ehl-i dünya bu dünya işlerine, kazancına, malına düşkün olan, öbür dünyayı pek o kadar düşünmez görünenler. Ehl-i hak, kendini Tanrıya vermiş olanlar, gözlerinde Tanrıdan başka bir şey olmıyanlar, bu yüzden bu dünya işlerinden geçmiş olanlar, Ehl-i hal, gerçeğe ermiş kimseler. Tanrı tecellisine u-laşmış sofiler, dervişler; ermişler. Bunlar Ubbad, sofiyye, güttar olarak üç bölüme ayrılırlardı. Bu gibileri hakkında ehl-i aşk, ehl-i hâk, ehl-i hakikat, ehl-i bâtın, ehl-i tarikat sözleri de eşanlam olarak kullanılırdı. «Ruh yok sav mearm pîr-i abâ-puşunda — Hal var meykedenin rind-i kadeh-nu-şunda.— Ruhi» . Ehl-i hail ü akd, fiRical-ül-gayb» da denilen 300 lahyar, 40 ab'ûal, 7 budala, 4 evimi, 3 nukaba, 1 kutup, gavs’ten ibaret grup ki insanların moral gidişlerini düzenler. Ehl-i harabat, rint kimseler; meyhane gediklileri. «Biz ehl-i harabattanız mest-i elestiz.— Ruh». Ehl-i İslâm müslümanlıar. Ehl-i itizal, Kuran ve hadisleri kendi görüşlerine göre yorumlıyarak din işlerini akıl yoluyla sonuçlamıya çalışan kimseler, Ehl-i kaal, Ehl-i hal (Bk.) kargıdı. Yalnız dışa ö-nem verenler. Şeriat hükümlerinin dış görünüşlerine uymakla yetinenler. Ehl-i tekva, ehl-i şeriat, ehl-i zâhir bunun eş-anlanmalarıdır. Ehl-i Kâbe, Ehl-i Kıble, müslümanlar Ehl-i Kitap Tanrı tarafından indirilmiş bir kitaba inanan kimseler. Ehl-i mecaz, _ gerçeğe eremiyerek onun dışında, kalmış olanlar; irfanı ol-’ mı yanlar; bir mürşide bağlanmı-yanlar, bin» tarikata girmiyenler, zahir bilgisiyle yetinenler; gafiller. Ehl-i örf, orta sınıfta olan halk.

Ehl-i sünnet, din işlerini Kuran ile hadisin sınırları içinde in celeyip sonuçlayanlar, bunlara inancı olanlar.

eizze (Din) «Aziz» çoğuludur: Evliyalar, ermişler 'anlamında kullanılır

ejderha ! (Mit.) Eskilerin inanışlarına göre, nefesiyle insanları, hayvanları çeken, ağzından ateşler saçan, geçtiği yerlerde bitkileri yakan, yedi başlı büyük yılan. Bir yılan öldürülmedikçe, kendiliğinden ölmezmiş. Böylece bin yıl yaşıyabilen bir yılan ej-

ak

derha olurmuş. Ejderhalıkta zararı çoğalınca melekler onu zincire vurup Kaf dağının arkasına atarlarmış. 2.   (Ed.) Daha çok

ejderha olarak kullanılmıştır. Eski masallarda yerde gömülü hâzineleri, defineleri bekliyen tılı-sımlı birer ejderha olurmuş. Sevgilinin saçı, bir hâzineye benzeti len yüzünün bekçisi olma yoluyla, ejderhaya benzetilirdi. Ejderhalara, Süleyman Peygamberin hükmü geçtiğinden, sevgilinin ağzı da mühr-j) Süleyman sayılırdı. Başkaca ejdıarhalar yakut ile ipnotize edilirmiş. «Leblerin mühr-i Süleyman olduğiyçin ey peri — Her yaneden ejderhadır nigehbamn senin .— Necati» -— «Mithat-i lâ’linle gönlüm dahme -i yakut olur— Piçtab-i kâkülünle ejdere yakut olur.— Aynı».

ek (Dil.) Bir kelimeye eklenerek ona yeni bir anlam veya yeni bir görev veren öğeye denir’ Göz-lük, sü't-çü... gibi.

eklektizm 1- (Fel.) Uyuşabilir tezleri toplayıp uyuşamazlarım bir yana bırakan bir felsefe metodu. 2. (Ed.) Birbirine aykırı çeşitleri bağdaştıran geniş sınırlı zevk.

eksilt! (Dil.) Cümlenin anlaşılması bakımından gerekli görülmi-yen bir veya birkaç kelimenin söylenmemiş olmasına, böyle kurulmuş cümlelere denir. Çok defa, diyaloglarda başvururlar:— Saat kaç? — Üç! (yani saat üç yerine). Çoğu defa soru cümleleri karşılıkları böyle olduğu gibi kiralık ev, Ucuz arsa... gibi sözlere de eksiltili cümleler denir.

el almak (Tas.) Derviş olmak, bir mürşide bağlanmak demektir.

eleji (Tür) 1. Greklterde bir acı ve kutsal bir sevginin uyan-' dırdığı acıklı duyguları anlatan konuda belirli kalıpta, yazılan lirik manzumelerin adıdır. (Bizde ‘arasıca mersiye iie karşılanmıştır.)

eiestii (Tas.) Kuran’dan alınma bu söz şairlerimiz tarafından çok kullanılmıştır. Tanrı, ilkin ruhları yarattı, onlara «Elestü birab-biküm= Ben sizin Tanrısızım değil miyim?» diye sordu. «Kalu belâ = onlar da evet, dediler». Bezm-i elest ile bu olaya işaret edilir. «Saki-i bezm-i eleste hem-dem idim bir zama — işte ol gün den beri hatır-nişanımdır kadeh. —Ayni».

eleştirim Bk. TENKÎD.

elfaz (Dil.) «Lâfız» sözünün çoğuludur: «kelimeler» demektir, Sakat bu sözle daha çok kelimenin söyleniş değeri anlatılmak istenirdi. Eskiden kelimeleri söylenişlerin© göre. Elfaz-i cezele (anlam-lariylei söylenişlerinde şiddet kuv vet bildiren kelimeler): Celâdet, sademe, gazanfer, çekâçâk rıhsan. gümkeşte, künküre, tig, gadr gibi; elfaz-i rakika (lâtiflik, hoşluk, incelik, yumuşaklık bildiren, incelikle söylenmesi gereken keli meler): zülf, semen-bûy, serv, naz, mah, sima, fem, tebessüm, gül... gibi iki bölüğe ayırmışlardır. Ayrıca kelime anlamında o-Iar.ak Elfaz-i ddlıile (Fransızca gibi) yabancı dilden alınma kelimeler; Elfaz-i mürekkebe, bileşik kelimeleri; Elfaz-i müşt'akka, türetenmiş kelimeler; Elfaz-i mü-teradife, eşanlam kelimeler; Elfaz-i müttefik®,, yazıları bir, anlamları çeşitli kelimeler ki bu da Elfaz-i müteşabihe, Elfaz-i müte-şarike diye ikiye bölünmüştür. Elfaz-i mürtecile, asıl anlaml'ariy le özel isim oldukları zaman anlam değişikliğine uğramış olan kelimeler. Elfaz-i mehçure, kullanılmaz olmuş kelimeler. Elfdz-i müptezele, söylenişinde değişikliğe uğramış kelimeler. Bunlardan başka Eifaz-i müitekaribe, Elfaz-i m/ütebayine, Elfaz-ı müttef&ca, Elfaz-i münferide, Elfaz-i müte-vatıa gibi terimlerde kelimeler bir çok bölüklere ayrılmıştır.

elgaz. (Tür.) Lüyaz (Bk.) çoğuludur.

elif (Tas.) Arap alfabesinin ilk' harfi. Hurufilerîn Kuran harflerinden. hükümler, fikirler çıkardıklar) gibi-, safiler de harflerde birtakım hassalar görmüşler bunun için bir ilim kolu bile kurmuşlardır. Sofilere göre elif harfi Tanrının mutlak varlığının i-şaretidir. Be (b) harfinde bir nokta vardır, bu da taayyün işare tidir. Başka bir bakımda», da bu nokta, mutlak varlıktır. Çün-ki kalemin kâğıda değişinde ilkin nokta olur, bu nokta çekilince e-lif şekline girer. «Bütün .sözlerin aslı eliftir, be’yi ne yapacaksın^ demekle «her şey Hak’tır, başka varlık yok» denmiş ölür.— «Elifi elfî» sözü dik, düz, çizgi halinde1 eşyayı anlatır.

Elif ile Mahmut (H. e.) Bu halk hikâyesinde de belli temalar işlenir. Buhara şahı ile veziri çocuksuzluktan sıkıntı içinde olarak kıyafetlerini değiştirmiş dolaşırlarken bir dervişe rastlarlar, derviş padişaha mavi bir boncuk verir (öteki hikâyelerde elma). Doğacak çocuğa kendi gelinceye kadar ad konmamasını söyler. Ortadan kaybolur. Dünyaya gelen çocuk, üç yaşında i-ken derviş gelip adını Mahmut koyar, sihirli bir pala, da bırakır Çocuk büyür. Bir gün avda bir ceylân ardına düşerek bir mağaraya kadar izini kovalar; o mağarada «kırklara.» rastlar, onların elinden «aşkın şarabım» içer,, duvarda gördüğü ve kısmeti olduğu kırklar tarafından da söylenen bir kıza vurulur. Onu aramak i-çin «seyahate» çıkar; ilkin bir arap maskesi takınmış kızla vuruşur, onu yener, Zülfiperişan bu suretle ona bağlanır. İkinci bir karşılaşmada onun kızkardeşi o-lan ve yine arap maskesi tutunan. Zülfisiyah’ı da yener. O kız da kendisine bağlanır. İki 'arkadaş; edinir, biri dalgıç, öteki de remil ci. Nihayet kendi almyazısı o-lan kızın, Elif’in sarayına ulaşır. Saziyle derdini anlatır, kız buna saçından bir tutam verir. Mahmut bu saçı elinde tutarken çaya düşürür; su aldığı gibi Ejderhan şehrine kadar sürükler; saçı sudan alan balıkçı şehrin padişahına götürür, padişah saçın sahibine görmeden vurulur. Bir büyücü'araya girer; büyülü küpüne binerek Elif’in ülkesine girer; Elif’i bir oyunla küpüne alarak Ejderhan hükümdarına getirir. Kız kendini vermeden kırk, günlük bir zaman ister. Mahmut’un remilci arkadaşı Elif’in yerini bulur. Mahmut’a haber verir. Delikanlı .sevgilisinin peşinden yola koyulur. Vardığı şehirden kızı kaçırır. Dönüşte harami lere tutulur, Fakat haramilerin, başı Elif’in türkülerineden Mahmut’un kim olduğunu anlar, yiğitliğini beğenir. Kardeşliğine kabul eder. Mahmut, Elif’in yurdu olan Huton’e varırlar. Sonra Mahmut kendi yurdu olan Buha-ra’ya dönmek ister. Yolda iki sev gilisini daha beraberine alarak babası şah Murat’ın ülkesine ula--

elma

şır. Mahmut’un lalınyazısı bir türlü bitmez. Babası şah Murat Elif’e tutulur; Onun sevgisi ile oğlunu öldürtmiye kalkışır; etrafının baskısı altında yalhız hapse attırır. Fakat Mahmut arkadaş lan remilci ile dalgıcın yardımiy le buradan kurtularak bütün gücünün temeli olan Palasını eline geçirir. Babasına karşı ayaklanır. Onu öldürür. Yerine tahta geçer. Zülfisiyaf ile Zülfüperişan’ı remilci ile dalgıca verir, kendi de Elifle evlenir.

elma (Tas.) Arapçası Tilffah, farsçası Sîb olan elma hakkında Tanrı tarafından Cennette bulunurken Adem’e yasak edilen yemiş olduğu söylentisinden bağlıyarak halk arasına bazı hikâyeler yayılmıştır. Zümrüd-i Anka-nın elma kabuğunun yakılan dumanı ile beslenmesi veya hastalanması gibi hikâyeler bunlar a-rasmdadır. — Alevi aynıcemle-rinde tekbirle elma kurban edilir. Bu, elmanın Cennetten kurban olmak üzere Cebrail tarafından Muhammet Peygambere gitirildi-diği inancından ileri gelirmiş.

«Cebrail elmayı Cennet’ten aldı — Getirdi Ali’ye tercüman sundu.— Pir Sultan Abdal».

el yazması (Bib.) Bir yazarın kendi yazısı ile meydana getirdiği ilk nüsha demektir. Kitap, basmanın yayılmasından önce hattatların yazdıkları nüshalar hakkında da bu sözün kullanıldığı oluyor. Halbuki bu sonuncular i-çin yasma sözü, yazarın el yazısı ile olan için de' el yasması sözünün kullanılması yerinde olur.

empresyonizm (Ed. dok.) obje nin doğrudan doğruya kendisini tasvir edecek yerde onun uyandırdığı duyumları dile getirmek ' yolundaki edebiyat metodu. Böy-lece tasvir ve analiz yerine yazarın duyduğu bir sürü intuba meydana gelir. Bu bakımdan realist metotla karşıt sayılabilir; Balzac bir sokağı realist metotla kaldırımlarına kadar inceden ince tasvir ettiği halde, Goncourt’lar aynı yerin kendi üzerlerindeki intibaını kaydetmektedirler. (İnti-bacüik,, İzlenimcilik eşanlamlarıdır

enfelhak (Tas.) Hallac-i Man-sur’un (öl. 921) ölümüne yol a-çan ünlü sözü. Hne-l-Hak (Ben Tanrı’yım), sözü Tanrılık iddia etmek değildir; çünki onun inancına göre Tanrı’dan başka gerçek hiçbir yaratık yoktur, onun için kendisini de Tanrıdan bir parça olarak gördüğünden bu sözü bir coşkunluk, kendinden geçme zamanında söylemiştir. Bunda bir varlık iddiası değil, bir yokluk, hiçlik anlatımı vardır ki «Tanrı’dan başka varlık yoktur» demektir. - Ünlü sofilerden Şeyh Vefa’ya, bazıları «Mansur niçin enelhdk dedi» diye sorunca «enel bâtıl mı desin?» sorusiyle onları susturmuş'tur. «Daim enelhak söylerim Haktan çü Mansur olmuşum - Kimdir beni; berdar eden bu şehre meşhur olmuşum. - Nesimi».

enfiis ü âfak (Tas.) Birbirine karşıt iki terimdir. İnsanın içi ile dışında olan varlıkları anlatmada kullanılır.

«Huda kim her sıfatla bir' tecelli eylemiş dehre — Serapa enfüs ü âfakı rengârenk göstermiş.— Lefkoçyalı» — «Enfüste mevcut âfakt'a meşhut.— Basri Baba».

entellektüalizm 1. (Fel.) XI'X, yy. sonlarında kullanılmıya başlanılmıştır: Zekâyı, duyarlık ve

iradenin üstünde sayan, her türlü psikoloji fenomenini, fikir ve akıl yürütme ile sonuçlandıran çeşitli felsefe doktrini. 2. (Ten.) Eşyayı som olarak alacak yerde onu yalın, mantıkça bir çerçeve içinde görmiye! kendini zorlıyan anlamına gelmek üzere tenkidde pek hoş olmıyan bir anlamda kullanılır. (İntellektüa-lizm).

entrika (Ti.) Okuyucu veya seyirciyi yazarın vardırmak istediği çözülüş hakkında duraksatan olaylar karışıklığı. Eskiden bu görüş âdeta bir tür meydana getirecek kadar yaygındı. Fakat son zamanlarda aksiyon sözünün eşanlamı gibi kullanılmıya başlanmıştır: Bir romanın entrikası denilir ve bununla da romandaki aksiyon anlatılır. Entrika, - piyesleri veya entrika komedisi, başlıca ilginin aksiyon kargaşalığından ileri geldiği görülen piyesler demektir. Aksiyon ' kargaşalığı, melodramlar ile vodvillerin en canlı zemberekleridir.

epigram (Tür ) 1. Greklerde, mezar taşlarına yazılan kısa, ve epik nazım parçaları. 2. Romalılarda, çok kısa hiciv manzumesi. 3. Sonraki şekli Romalılardan, a-lınarak son kısım veya mısraı nükteli, dokunaklı olan küçük manzumeler olarak görülmüştür. (İğneleme).

epigraf (Be.) ' 1. Bir yapı üzerine kazılmış yazı. 2. Bir kitabın veya bir kitap bölümünün başına onun ruhunu anlatacak yolda konulmuş olan ve başka birinin yazısından seçilmiş ufak yazı.

epigrafi (Bil.) Yazıtları inceleyen bilir.

epik (Tür ) 1. Epope ile ilgili. 2. Epik tür, gerek Belâgatçileri


ilk eserleri sınıflarken, hareket halinde olmıyan ve yazarın kendi dışında olan şeylerden bahseden konudaki eserleri bu ad altında toplamışlardır. (Lirik ile Dramatik karşıdı).

Epikürizm (Bel. Dok.) Epiku-rus (İ. Ö. 341-270) ile onun yolunda olanların doktrini. Bu doktrinin başlıca esasları: maiteriya-lizm ampirizm, dinsizlik (ruh, bedenle beraber ölür, insan korkusundan meydana gelmiş tanrılardan korkmamalı); ahlâkta, hazcılık (acı duymamalı, bunun için de tabiata uygun bir hayat sürmeli, tutkulardan korunmalı). Geniş anlamda, hayatın bütün zevklerinden, en çok da maddi zevklerinden, insanı bütün duygularından uzaklaştıracak olan ölümün gelmesinden önce faydalanacak şekilde yaşamak fikrine düşkün kimse anlaşılır.

epod (Lir.) Grek tiyatrosunda lirik bir koro parçasının, strof ile ianti strof .parçalarından sonra gelir; ritmi ile ötenlerden ayırt e^-diilir.

epope (TürKahramanlık sergüzeştlerinin manzum hikâyesidir. Epopenin amacı, din, vatan insanlık gibi kolektif büyük bir duygunun sembollü bir hikâye ile harekete getirilmesidir. Onun için de bir insan grupunun ülküsünü canlandıracak bir efsane kahramanı seçilir; yahut olağanüstü ve sembollü bir aksiyonu o-lan kahramanın işleri konu yapılır. Bu yiğit basitliğini kaybetmeden büyütülür, aksiyonlarına harika denecek soydan kudretli bir heyecan katılır. Üslûbu, tas-vircidir. Fakat okuyanı realiteden, uzaklaştırmak için bir sanrı gücü olmalıdır. Birçok milletlerin

epizot

ilk devirlerinde bu yolda meydana getirilmfe yazarı belli, bazılarının da yazarları belli olmıyan e-popeler vardır. Omiros ile Vergi-lius’un epopelerinden bu türün kuralları çıkarılmıştır. İlyadn (M. Ö. X. yy.), Virgilius’un Eneid (İ. 19), Dante’nin Divina Comedia (1321), Tasso’nun Kurtarılmış Kudüs (1595), Camoens’in Lusi-ades (1579), Milton’un Kaybolmuş Cennet (1574), Klopstock’un Messiade (1803) bu kurallaşmış destanların belli başlılarıdır. Farsijjırdaı Firdevsî’niaı Şehname eseri de bir epopedir. (Türkler için. Bk. DESTAN. Almanların Niebelungen, Finlerin Kalovela, Fransızların Chansons de Jeste’-leri anonim, eserler »oyundandır.

epizot (Kom.) ilkin bir trajedide, iki koro şarkısı arasındaki diyalogu 'anlatan bu söz, bugün anlamını genişleterek, asıl aksiyona bağlı ikinci derecede bir aksiyonu veya uzun bir hikâyenin başlı başına bin tüm olabilecek kısmını anlatmada kullanılmıya başlamıştır. Bk. MENKIBE.

er, erenler (Tas.) Varlığını bırakmış, ondan geçip gerçeğe u-laşan kimseye denir. Tanrı dostları, bir nevi evliya, (ermiş) kimse. Bektaşilerde: «gerçek e-renler» sözü de vardır. Gülbank-lerin (Bk.) sonu çok kere «Gerçeğe hu, gerçekler demine hu, gerçek erenler demine hu» diye biter. - Erenler cellâdı, Hacım Sultan’ın lakabı. Er çiçeği, (Bek-taşılıarda) babanın beğendiği can. Erenler demi (Bektaşılarda) yapılan tören, aymcem, muhabbet âlemi. Er köçeği, sema eden, yeni nasip alan derviş. «Yürür erenler hal ile — Uğraşmaz kîl ü kaal ile — Oturma gel cahil ile

Esethdlah

  • — Akima ziyan görünür.— Ali-oğlü» — «Biz erenler gerçeğiyiz

  • — Has bahçenin çiçeğiyiz.— Âşık Haşan».

erbain (Tari.) Kırk demektir. Erbain çıkarmak, bazı tarikat, lerde dervişin kırk gün dar ve sıkıntılı bir odada zikir ve riyazetle çile çıkarmasıdır.

Erjeng Bk. ERTENG. erkân Bk. RÜKN.

erotik (Ed. Ten.) Sevgili ile ilgili; erotik bir manzume, sevgi tutkusunu tasvir .eden manzumeler olduğu halde bugün bu söz aşağılık bir anlamda, açık saçık, cins duygularını harekete getirir eserler için kullanılır olmuştur.

Erteng (Mit.) Erjeng de denir. Harsların ünlü ressamı Mani’nin resimli dergisinin adı denir. Bir söylentiye göre Mani’nin kendi adı Erjeng’dir; başka bir söylentiye göre da Erjeng başka bir ressamın adıdır. Edebiyatta, usta ressam işi olarak geçer. Çin’de bir tapınağın adı Erjeng olduğu gibi, Şehname’de Rüstem’in. öldürdüğü kahramanlardan birinin de adı Erjeng’dir «Hüsnünü tasvir edip mânada Galip ol Bütün - Şi’rimin her beyti reşk-i hane-i Erjeng olur. - Leskofçah» _ «Değildir sade hikmet nakş-i nazm-i tab-i derrakim - Nigâris-tan-i mâna suret-i Erjeng göstermiş. - Hersekli».

esalip Bk. ÜSLÛP.

esas (Kom.) Form karşıdıdır; bir eserin üslûp (yani form) dışındaki kısmını meydâna getiren maddesi, fikirleri demektir. Bunun yerine konu, madde, tem gibi sözlerden birini kullanmak daha iyidir.

esatir Bk. MİTOLOJİ.

Esedullah «Tanrının aslanı»


anlamında olup Ali’nin aklarındandır. Farsçası «Şîr-i Huda, Şîr-i Yezdan» dır.

«ski (Ed. ten.) «Yeni» karşıdı-dır. Sanat alanında bir evelkin-den bazı noktalarda ayrılmak isteyenlerin kendilerinden öncekileri nitelemek için taktıkları ad. Canlı olan bir fikir ve sanat kımıldanışında genel olarak bu söz geçer.

Eski saat (Bib.) Falih Rıfkı Atay’m 1917 ile 1933 arasında yazdığı fıkralardan meydana gelmiş kitap (1833). Mondros ateş-kesmesinden başlıyarak Sakarya günleri, İzmir’in alınmasına kadar, İzmir günleri, ondan sonra 1922 den. 1930 yılma kadar .gündelik olayların günü gününe 'u-yandırdığı duygular tesbit-edilmiştir.                           t

eski söz (Tür) Özlü .söz, uz söz, bir bakımdan ata sözleri ile karışan bir çeşit, az kelime ile anlatılmış ve herkesin ağzına düşmüş hikmetli söz: (Adage sözüne karşılık olarak kullanılmaktadır). i

estet Estetikten, güzelden anlı-yan ve bunu kendine iş edinen kimse.

estetik (Ed. ten.) Güzelliği, güzelliğin insan ruhundaki etkilerini konu yapan bilim kolu. Estetik heyecanın cinsini, sanat şekillerinde güzelin nasıl meydana getirildiğini inceler.

eşanlam (Dil.) Aşağı yukarı aynı kavramı uyandıran kelimelerin birbirine karşı durumu. Örnek, misal, numune, mostra, model aynı kavramı yakından anlatmakla beraber kullanılış yerlerine göre ayrılıkları vardır.

Eş’ariye Kırk yaşına kadar Mutezileden iken fikrinden cayıp

. hadisçiler arasına katılan Eb-ül-, hıasan-ül-Eş’ari tarafından kurulmuş bir mezheptir. «Kelâm» bil-

  • gisini ilk kuran kimse Eş’ari’dir.

  • Taraflılarına «ehl-i sünnet» ve

  • «ehl-i hadis» denir.

Eşek (Gaz.) 29 Kasım 1910 birinci sayısı çıkınca hükümetçe tatil edilen mizah gazetesi. Baha Tevfik ve arkadaşları çıkarmışlardı. İlk sayısında hükümetçe tatil edilmiş, bunun üzerine sıra ile Kibar, Yuha, Malûm (bu sonuncu 6 sayı çıkmıştır) adla-riyle yayımlanmıştır.

eşitlik 1. (Ed.) Aristo tarafından konulup uzun zaman uyulan, tiyatro. şahıslarının başlangıçtan sona kadar sürdürülmesi gerekli olan töre eşitliği. 2. (Mor. ve Pol.) Kanun eşitliği, bütün kanunların yurttaşlara eşit olarak uygulanma^; PolitSka eşitliği, yurttaşların aynı politika haklarından faydalanmaları.

eşkal ŞekiJ (Bk.) çoğuldur, şe. killer demektir.

eşrat-i saat (Din.) Kıyamet a-lâmetleri deıffektir. Bunlar açık ve gizli alâmetler olarak iki kısımdır. Gizli alâmetler: İnsanlarda şefkat, edep, utanma, cömertlik, söz tutma, arkadaşa bağlılık, arkadaşı koruma, özü doğruluk, dine bağlılık gibi duyguların a-zalması, yapıların çok yüksek olması, elbiselerin çok incelmesi, erkeklerin kadınlara, kadınların erkeklere benzçmiyeı başlaması, çoluk çocuğun lardı kesilmesi, fenaların yükselmesi, iyilerin aşağı tutulması, mezarların süslenmesi gibi hallerdir. Açık belirtiler de: Deccal çıkacak, İsa yeryüzüne inecek, Mehdi meydana çıkacak, Dabetülıarz görünecek, Yecuc ile Mecuc tayfası ortalığa


Edebiyat L. — 6


Eşref

yayılacak, Beyt-i Şerif yıkılacak, güneş Batı tarafından doğacak.

Eşref (Gaz.) Hicivci Eşrefin adına yayımlanan bu mizah gazetesi haftalık olarak 18 Mart 1909 da çıkarılmıya başlanmıştır. 26 sayı kadar çıkarılmıştır.

eşref-i saat (Ast.) Halkın «eş-ref-saat» dedikleri şey. Yıldızların yeryüzü olayları üzerinde etkileri vardır inancında olanlar onların iıer hangi bir durumunu kutlu ve kqtsuz olarak ayarlamışlardır. Bundan dolayı her hangi bir işe başlarken yıldızların durumunu incelemek, onların kutlu durumlarım bulmak gerekti, işte bu kutlu duruma «eşref-i saat» denir, bu zamanı seçmeye de «ihtiyar» denir.

etek tutmak (Tari.) Bir şeyhe derviş olmak. Derviş olmıya ilk giren kimse, şeyhin eteğine sol eliyle sarılır, telkinini dinler. «El, etek .tutmak» tarikate girmek demektir.

etimoloji (Bil.) Kelimelerin türeyiş bakımından dayandığı eski kökleri arayıp bulma işiyle uğraşan bilim kolu.

eve (Ast.) Gezegenlerin hareketleri sırasında merkezden en uzak noktada bulunanları flla-did karşıdı). Bu anlamda genişletilerek, bir şeyin en yüksek basamağı demek İçin kullanılırdı.

«N’ola pâmâl-i gam olsak ha-dîd-i âlemde — Evcgâh-i izz ü rifatten garip üftadeyiz.-— Her-sekli».

ev edna (Tas.) Miraç (Bk.) gecesi Muhammet peygamberin Tanrı katma ulaştığı zamanki durumunu anlatan «kabe kavsey-ne ev edna» sözünden bir parçadır ki, «belki daha az» anTamı-nadır, buluşmanın çok . yakın ol-

. duğunu anlatır.

«Sana mahsus lûtfudur Hakkın — Tac-i 1,evlcâke vü taht-i ev ed-na.— Ş. Yahya».

evirtim (Dil.) Bir cümledeki kelimelerin veya cümleciklerin yerlerini her zamanki kullanışa aykırı olarak değiştirip Devrik cümle yapmaya denir. (Bk. CÜMLE).

evolüsyonizm (Fel.( Bil.) Dünyanın durmayıp bir şekilden başka bir şekle değiştiğini düşünen her çeşit felsefe. XIX. yy. dan beri Transformizm ile eşanlam gibi kullanıldığı olmuştur.

evrad (Tari.) Tarikattaki kimselerin belirli zamanlarda okunmayı borç bildikleri kutsal adlar, dualar veya ayetler.

Evrak-i Eyyam (Bib) Cenap Şahabettin’in 1908 İkinci Meşrutiyeti başlarında bazı gazetelere yazdığı makalelerden meydana gelmiş olan bu kitapta belli bîr fikirden ziyade ustalıklı, bol sanat oyunları yapılmış olan makaleleri vardır (1912).

evzan Vezin (Bk.) sözünün çoğulu, vezinler demektir.

Eylül (Bib.) Mehmet Rauf’un romanı (1900). Süreyya ile Suat çifti ortahalli, birbirlerine bağlı baba evinde1 oturuyorlar. Bir mevsim Yenimahalle’ye yazlığa gidiyorlar. Akrabalarından Necip Suat’i kocasına bağlılığı, kadınlığı, şefkati bakımlarından çok beğenir. Bir gün bu beğenmenin köklü bir sevgi halini aldığını görür. En sonunda Necip’in büyük bir ümitsizlik ile ortaya döktüğü bu sevgi Suat’in içinde derin karışıklıklar meydana getirir. Bu durum üzerine bir çıkmaza giren olay, Suat ile Necip’in bir yangında ölmeleriyle sona erer.- Kitap bîr psikoloji a-


TIyyup nalizi romanıdır; hu türdeki ki-, taplann ilki sayılabilir. Beştan aşağı Suat ile Necip’in durumları en ufak ayrıntılara kadar incelenmiş bulunmaktadır. Üslûbu, bütün zayıflığı, aksaklığı ile beraber canlı, bazı yerlerde heyecanlıdır.

Eyytıp, Israiloğulları peygamberlerinden olup Musa’dan evvel geldiği, İ. Ö. 1800 veya 800 yıllarında yaşadığı söylenir. Filistin’in kuzeyinde Arap yarımadası sınırında dünyaya gelmiş, doğru yola çağırdığı halkından yalnız yedi kişi kendisine iman etmiştir. Malı mülkü, hayvanları ve on oğlu varken, Tanrı tarafından denenmek üzere oğulları ölmüş, malı mülkü elinden çıkmış, kendisi de korkunç bir hastalığa tutulmuştur. Bütün bu acıklı hallere dayanmış, Vücudunu küçük kurtlar delik deşik ettiği halde hiç şikâyet etmeyip Tanrıya şükredip durmuştur. Bunlara karşılık yeniden birçok çocuğu, malı mülkü

ezgi

olmuştur. Sabrı yüzünden edebiyatta adı çok geçer. «Eğer ma-hiyyetin lûtf ile kahrın bitmek istersen _ Anı var derd ile Eyyup gibi meşhur olandan sor. - Zati».

ezel (Tas.) Bbed karşıdıdır, yani başlangıcı bilinmiyen zaman anlammadır. Grek felsefesinden geçmiştir; sofilerce, zaman bir «vehm» ıgerekidir, vehmin doğurduğu bir şeydir; ancak olayların birbirine nisbetinden meydana gelir. Geçmş zaman, yalnız zihinde vardır; gelecek zaman ise durmadığı için zamanın gerçekliği «an» dır. Bu görüşe gürel eskiler, zamanı, kuyruğunu ağzına almış bir yılan, yahut bir daire şeklinde .gösterirlerdi. Dairenin her noktası başlangıç, başlangıç olan her yer de bir sondur. Zaman da tıpkı böyledir; ezel -ebedin aynıdır.

«Eruah-i ezelde evvelki safta — Elesti hitabında ben beli dedim.— Dertli».

ezgi (H. «.)> Türkü. Makamla söylenen manzum söz.

me. Yalnız başına böyle yazılmış manzumeler olduğu gibi, şairlerin kasidelerinde kendilerini birkaç beyitle övdükleri de olurdu.. Nef’i kendini övmekte ün almıştır. Tazminattan sonra bu şekilde fahriye yazmak, konuşurken ö-vünmek kadar mânasızlaşmış, bırakılmıştır. «Arab-ü Rum’da üs-dat-i sahandır Vehbi - Acemi oldu yanında şuarası Acemin-Vehbi» beyti esas itibariyle bu yolun ana hatlarını göstermektedir.

Namını nıazm-i bülendimle çıkardım feleğe Ede tâ hâzin-i esrar-i kaza nakş-i hatam Giderek arşa çıkarmak da olur arşa değil.

< Ederim gayet.i imkâna varınca ikdam Minnet Allaha ki vermiş oka-dar istidat Nazm için eylemezim tab’ıma zor ü ibram Eylesem her ne zaman fikre a-zimet erişür Gûşuma zemzeme-i zeng-i be-rid-i ilham Nftveg-i fikrim eder tîr-i kaza gibi güzer Olsa pulâd-i Dimişkîden eğer heft ecram ’ Zor-i endişe vü âsar-i hayalimdir eden .

Niydüğün nükteşinasan-i zamana i’Iâm Kuvvet-iı kahire-i fikr-i Kemal, ü Husrev Sanat-i nadire-i nazm-i Nizami vü Nizam 84


Fabl (Tür.) Başında veya sonunda bir ahlâk kavramını ortaya koymak için icadedilmiş bir hikâyedir. Frenkçeden masal, efsane, kıssa sözleriyle dilimize çevrilen bu söz bütün milletlerde ortak olan bir türü anlatır. İlk çağlardan beri her dilde bir ahlâk sonucu çıkarmak üzere yapılmış hikâyeler vardır. Kurdu, kuşu canlılaştırarak onlara insan davranışlarını vermek, sonunda da bir ibret dersi çıkarmak Hint edebiyatından bütün Doğuyu dolaşarak Ege bölgesine gelmiş Ezo-püs yoluyla Batı tarafına geçmiş, La Fontaine tabileri ile sağlam bir yer tutmuştur. . Şark tabileri (Kelile ile Dimne), Gerk fablferj olsun (Ezopüs masalları), lâtin tabileri (Pheder) gayet sade dir «Şöyle denir ki...» yolunda başlar. - Fabller birer küçük dramatik eser sayılarak sergi, düğüm, çözülme bölümlerine ayrılacak şekilde yazılmak gelenek halini almıştır. Sonuç olarak çıkarılan ahlâk dersi de hisse bölümünü meydana getirir.

Fağfur (D.e.) Çin hükümdarı, «O sultan-i muazzam şehriyar-i heft-kışver kim — Anın Fağfur ü Hakan bendegânından şümar oldu.— Fitnat».

fahır, fahr Bektaşilerin başlarına giydikleri taç.

Fahr-i âlem «Dünyanın övündüğü» kimse anlamına olup Muhammet peygamberin adlarmdan-dır.

fahriye (De. e.) Bir şairin kendini övmek için yazdığı manzu

fahriye

Nef’i-i tig zebanım ki zamanımda benim Saf-şitkâf-i şuara-yi suhan-âra-yi benam Tig-i ser-tiz-i zebanım okadar keskindir Ki dü-nîm olur anı ansa dil-i Rüstem ü Sam Şule-i şem-i hayalim okadar ru-şendir Ki görünür dil-i mânideki râz-i gümnam 'Cilve.i şahid-i nazmın okadar naziktir Ki komaz hâtır-i endişede sabr ü ârâm Sanki gencine-i tab’ımda nihan idi ezel Geınc-i esrar-i Hudavend-i alîm ü 'allâm Kâviş-i tîşe-i endişe edip şimdi ayan Oldu her gevheri ârayiş-i silk-â eyyam Samla gevher-i mazmunumla nazende Natıka lezzelt-i güftarımla şirin-kâm Sâftır âb-i revan gibi o denlû nazmım Ki yazarken kalem-i çapük ü ziybende hıram Olmasa seyr ü sebat anları temyize sebep Aks-i hamiyle suturu edemez fark evham Beytimin her biri bir bütkededir kim yaraşır Olsa seng-i dil-i hubandan ana ferş-i riham Ya sara-yi şeh-i mânidir olursa lâyık Her dem çeşm-i melâikten ana Hindu-yi bâm Şimdi seccade-i mânide benim mürşid-i kül Hırka-puşan-i beyan benden alırj

fahriye

feyz-i kelâm Ederim kuvve-i kudsiye-i efkârımla Cünd-i ervah-i rical-i sultani istihdam Hafız ü Ibni Yemin’im gazel ü kıt’a ger Söylesem belki rübaide olurdum Hayyam Örfi-i Rum idigim cümle ederler teslim Görseler ger bu kasidem büle-ga-yi a’cam (Nefi) Ben övünmem kadrim erbab-i dil ü daniş bilir Arifim düşmez bana lâf ü gü-zaf-i serseri Hemen ol muciz-tıraz-i sad-he-zaran pişedir Kim nazîr olmaz ana illâ Ke-lim’in ejderi Harfidir mecmua-i esrar-i di-van-i Kemal Noktasıdır mühfe-i dag-i derun-i Enverî (Nef’i) Benim ol Husrev-i sahib-kıran-i mülk-i endişe Ki münşi-i k"ddr yazmış beratımda bu menşuru Cihangir-i hayal-i efser-rebai yiı baht-i İskender Sipeıhsalâr-i mâni saf-şikâf-i rezm-i Timuru Zebanım bir mücevher tig-i bür-randır ki hemvare Hıraş eyler hayali sinelerde zahm-i nasuu Kalem bir Kahraman-i saht-ba. zudur zamanımda Ki teyid-i hayalimle olur endişe makhuru Suıhan bir genc-i bipayan-i eıs-rar-i İlâhidir Ki tab-i nükte-danımdır o gencin şimdi gencuru Arus.i medhini tezyin için ol genc-i gevherden Çıkardım silke dizdim bir tabak , lû’lû-i mensuru Olurdu vâdi-i Eymen gülistan-i Halil-ul-lah Alevlendirse ger ah-i derunum ateş-iı Tur’u Ger olsa âb ü tâb-i feyz-i tab’-ım ıtab-i Feyzi’de Ederdi feyze müstağrak sevad-i mülk-i Lâhur’u Nizami görse-ger tarz-i kasidem dahi anmazdı Hadis-i sergüzeşt-i Husrev ü Şirin ü Ş'apur’u Okundukça bu şi’r-i dilpezirim bezm-i âlemde Ede zinde revan-i. Örfi-i merhum ü mağfuru (Nef’i) Nev-suhanlar bana tahlif ile yazsın suhanı Ki benim her suhanım nüsha-i kübra-yi suhan Tab’ım ayine-i ilham-i füyu-zat-î Huda Bana keşf oldu bu suretle hafa-ya-yi suhan Dürr-i şehvar-i mezamin ile memlû sinem Dil-i pürcuş ü huruşum sırr-i derya-yi suhan İşitip şöhretimi mülk-i bekada Baki Anlamış kalmadığın ana beka-ya-yi suhan Belki fehm eyler idi sûd ü zi-yan-i suhanâ Gelse arz eyleıse Nef’i bana kâ-lâ-yi suhan Gittim isbat-i vücut etmek için Şiraz’a Eyledim Örfi-i fahhar ile gav-ga-yi suhan Bitterazi varıcak mahkemeye olmuş idi Kutb-i Şinazî allâme mollayı suhan Şahid-i adlim olup Hafız ü Sadi anda Hükmolundu bana ehliyet-i dâ-va-yi suhan No’la Vehbi-i İlâhi diye meşhur olsam Hibedir mevhibedir bana, ataya-yi suhan (Vehbi) Rütbe-i iclâlini varsın kıyas etsin felek Kim kulundur ben gibi bir şair-i ateşzeban Şairim amma ki etmem bihude lâf ü güzaf Ehl-i tab ü danişe mahiyyetim günden ayan Başlasam tahrire evsafın sarir-i hameden Nazımı mı tazim ile dinler su_ nub-i arşiyan Rütbe-i î’cazı geçti sözlerim tahkikte Nola Hallak-i Maani bana olsa nam ü şan Fahr’edelden kuvvet-i tab-i bü-lendimle zemin Levhe böyle nakş eder vasfım debir-i asuman Hikmejt-amuz-i maali feylesof-i rüzgâr Aşina-yi remz-i mânla merd-i eflâtun nişan Hâce-i bendergeh-i irfan hidiv-i mülk-i nazm Şair-i âli-tabiat sahir-i gevher -feşan Örfi-i Rum’um kelâmım kuhl-i Enverî Nola nâkıs kalsa yanımda Ke-mal-i Isfahan Husrev-i mülk-i beyanım pençe-i endişeme Masraf-i yekruzedir. mahsul-i Genc-i Şaygân

fahriye

Tab-i zor azor umun tarif olunmaz kudreti Hem-zeban-i himmet olsa nük-te-sencan-i cihan Dâd-i Haktır hak bu kim tabunda bu hüsn-i eda Yoksa tahsil ile olmaz böyle bir nazm-i dilsitan (Ziya Pş.) Benim ol safder-i mâna ki berk-i tig-i hazmımdan Sahab-i tab’ım ateş yağdırır hasm-i ceban üzere Geh eyler âlem-j kudside geh lâhutta pervaz Hüma-yi tab’ım âram eylemez bir aşiyıan üzre Cihan-i feyz bir genc-i nihandır gûşe-i dilde Mutalsam pâsbandır hamem. ol genc-i nihan üzre Dahi tab’ım gibi bir şehsü\ar-i âlem-i mâna Fürsran olmamıştır saha-i kevn ü mekân üzre Eder endişesin ervah-i mâni kıble-i tazim Bulunsa nüsha-i nazmın eğer bir nüktedan üzre Dilim mi genc-i irfan genc-i ir-,         fan dilde mi bilmem

Hele bu bahsi ben. tahkikte kaldım güman üzre Ele aldıkça ben levh ü kalem endişe zanneyler Ki Tuba saye-bahş-i lûtf olur sahn-i cenan üzre Ne gördü ne görür tab’ım .gibi bir mürşid-i tahkik Mürid-i marifet seccade-i nazm ü beyan üzre Dilim beyt-i maanidir medadım hamede gûya Zülâl-i feyz-i Bâridir akar z,er-i nâvdan üzre Eğer görse revac-i kâle-i nazmım hicabından

farz.

Verir sermaye-i âsannı Nef-i ziyan üzre Neşatmdan çıkarlar ru-yi dünyaya kefen-berduş Okunsa bu kasidem mergzar-i mürdegân üzre (Ziya Pş.) fakr (Tas.) Sofilerce «varlık» bir vehimdir; varlıktan geçmek, onu unutmak, sıfatlarını Tanrı sıfatlarında, kendini de Tanrı’da «yok etmekle» kazanılır. Bu basamak «fena fillâh» basamağıdır ki buna «fakr» denir. Peygamber bununla övündüğü için şairler bunu çok kullanırlar. «Devlet-i âlem sana fakr-i güher - kıymet bana.- Esrar Dede».

fakülte Bk. YETİ.

Fani teselliler (Bib.) Edebiyatı-cedide şairlerinden Faik Âli O-zansoy’un şiir kitabı (1908).

fantastik (Ed. Ten.) Fantezi ile meydana, getirilmiş olan anlamı-nadır. Son yüzyılda hayalgücünün serbestçe işlediği sırada, bu, zihne gelenlerin -uyandırdığı bir fikrin harikalı olarak anlatıldığı orijinal bir şekil_ 'almıştır.

fantezi (E&. Ten.) Çağrışımın tabii akışına uyan, gerçek dışında, olağan dışındaki şeylerden hoşlanan yaratıcı hayalgücü.

fars (Tiy.) Ortaçağda, ciddi piyesler arasında oynanılan komik piyes. Ondan sonra, durum., söz, davranış bakımlarından komik olan ve üslûbu çok defa kaba o-lan komodüeri anlatmada kullanılmıştır.

Faruk (Tar.) Muhammet peygamberin Ömer’e taktığı ad. Hak ile bâtılı ayırt ettiği için verilmiştir. «Islâm-i Faruk-i Arap ikbal-i Perviz-i Acem.— Nef’i».

farz Tanrı’nm Kuran’da yapılmasını buyurduğu şeylerdir.

fasahat (Bel.) Belâgatçiler, fa-sahati lâfızların söylenişinin ve işitilişinin tatlı, anlamının da söylenirken hemen zihne girmesidir diye anlatırlar. Bu niteliklerin birincisi kelime ve cümle ahen-giyle, İkincisi de kullanan kimsenin kelimle hâzinesi ve seçme kudretiyle ilgilidir. - Eskiler Fa-sahati, Kelimede Fasahaft, Kelâmda Fasahat diye iki bölüğe ayırarak öğretirlerdi. Kelimedeki Fa-sat, o kelimede kakışma (tena-für), gariplik, kuralsızlık (kıyasa muhalefet) olmamakla gerçekleşir sayılırdı. Kelâmdaki fasaha-te gelince bu da cümle kelime kakışması, fena kuruluş, düğümlü-lük, yersiz tekrarlar, zincirleme isim takımı bulunmamakla sağlanmış olurdu. Bu sayılanlar söz veya yazının fasihliğini bozan eksikliklerdi. Bunun için lâfızları (Bk. Eflaz) sınıflara ayırmışlar, nerede hangisinin kullanılacağı hakkında nazariyeler ileri sürmüşler, işi makineleştirmiye kalkışmışlardı. - Eski belagat kitaplarına kargı, Talim-i Edebiyat ile başlıyan, Batı fikirlerinden faydalanarak meydana getirilen eserlerde, bir yazıda ahenk ve kavrayış kolaylığının sağlanması için gösterilen üslûp nitelikleri: Vuzuh, haliset, taibliyet, münakkahiyet, mutabakat, asalet, ahenk ve muvafakat idi.

fasıl (Tiy.) Tiyatro piyeslerinde perde anlamına kullanılmıştır.

fasıla (Vez.) 1. Arapça ve fars-ça kelimelerin hece değerini göstermek için kullanılan terimlerden biridir. Fasıla, en büyük hecedir ki, Nazariyat-i Edebiyede, buna «büyük hece» denmiştir. (Bk. Sebep, Veted). - 2. Nesirde, fıkraların son kelimeleridir.

fasl «ayırma» demektir, vosZ sözünün karşıdıdır. Nazımda olsun, nesirde olsun kelimeleri birbirine atf ederek bağlamak vasi, •bağlamamak da fosildir. Muallim Naci Nef’i’nin bir kasidesindeki «Şimalen Nahcivan ü Gence vü Tiflis ü Şirvan’ı - Cenuben Şehr-i Zor ü Basra vü Bağdat ü Ahvaz’ı» beytini «Şimalen Nahçı-van’ı, Gence’yi, Tiflis’i, Şirvan’ı— Cenuben Şehr-i Zor’u, Basra’yı, Bağdad’ı, Ahvaz’ı» şekline koyarak vasıldan kurtarıyor, faslediyor. - Bu tarzdaki yazılara sebk-i mefsul denir.

Fatalizm (Fel.) Bütün hâdiseler (olaylar) tek ve tabiatüstü bir sebeple önceden tesbit edilmiştir, bundan kaçınılamaz, insan iradesi bunda bir şey değiştiremez düşüncesinde olanların doktrini. Alınyazısı bu anlamdadır.

Fatiha Kuran’m ilk suresinin adıdır, «Açış, Başlangıç» anlamı-nadır.

Fatih kürsüsünde (Bib.) Mehmet Akif Ersoy’un Safahat serisinin 4. kitabı (1913).

Fatma Muhammet peygamberin kızı olup Ali’nin eşi, Haşan ile Hüseyin’in anneleridir. «Fatımat-üz-Zehra» da denir.

«Hazret-i Fatıma’nın merdüm-i çeşmanma sen — Nice diktin çıkası gözlerini en nadân.— Şeref H.».

feeri (Tiy.) Harikalı olay üzerine kurulmuş tiyatro eseridir.

felek (Ast.) 1. «Gök, gökyüzü» demektir, çoğulu da eflâk sözüdür. Eski astronomiye göre dünya durur, gökyüzü hareket eder sayıldığı için «felek-i devvar» (dönen felek) sözü veı bundan yapılma birçok mazmunlar kullanılır-

fen

dı. 2. Geniş anlamda zaman, dünya, anlatırdı.

«Atlas-i nüh feleğe hande- kü-nanız Hikmet — Sureta gerçi ki ayyaş-i nemed- berduş.— Her-sakli».

fen (Dil.) İlim ile birlikte kullanılır fflm ü fen diye eşanlam anlatırdı. Sonraları fen sözü teknik bilgiler için kullanılmak istenmişse de bu ayırış kullanılır bir hal almamıştır.

fena (Tas.) «Yok olma» demektir; beka, sözünün karşıdıdır. Fâni, yok olan, ölücü, ölümlü anlamına gelir. Dâr-il fena, bu dünya; aguş-i fena, ölüm, mezar fikirlerini anlatır. - FenafilMh, her şeyden geçerek, her şeyi unutarak bütün varlığını yok edip, duhya işleriyle ilgisini keserek 'Tanrı ile bir olma demektir. Böyle oWi kesiksiz bir dalgınlık, .coşkunluk içinde olur. «Ölmeden evvel ölmek» bu demektir.

«İfna et sıfatın fenabillâhta — Yok eyle zatın bekabillâhta.— Basri Dede».

fenomen (Fel.) Şuurda görünen her şey. İçte veya dışta olsun deneyle elde edilen şey ki, numen karşıdıdır,

ferd (Tür.) Divan edebiyatında man'zum tek beyit demektir. Şairler, böylece tek kalmış beyitlerini divanlarının sonlarında ferd veya onun çoğulu olan müfredat başlığı altında toplamışlardı.

«Bir kerre dokunsan teline saz-i derunun — Bin türlü neva-zişle düzelmez bozulunca.— Ragıp Fş.» — «Hamir-i maye-i mânayı dil yapar yoğurur — Kalem dü-m-ısra ile beyti hep ikiz doğurur.— Beliğ».

Ferdi ve Şürekâsı (Bib.) Halit

Ferhat

Ziya Uşaklıgil’in romanı (1894)-Zengin bir tüccar olan Ferdi e-fendi kızı Hacer ile kâtibi İsmail Tayfur’un evlenmesini ister. İsmail Tayfur, kendi evinde bulunan kimsesiz Saniha’yı sevmekte olduğu halde, bu evlenmeye razı olur. Fakat Hacer, evlendikten sonra kocası ile Saniha arasındaki kalb bağlılığını hissedince keskin bir kıskançlık duyar. Bu azap, sonunda, bulundukları odayı ateşliyerek kocasiy-le beraber ölümlerine sebebolur.— Annesiz yetişmiş bir kızın duygularını kontrol edemiyecek bir eğitim altındaki durumunu, kıskançlığına hâkim olamamasından dolayı kendisini de, sevdiği kocasını da ölüme sürüklediğini gösteren bu roman olay ve görüş bakımından Nabizade Nâzım’m Zehra’sı ile birdir denilebilir.

Ferhar (Mit.) Türkistan’da Hata ile Kâşgar arasında güzelleriyle ün almış bir şehir. Aynı zamanda bir' puthanenin de adıdır. Bunun içinde yetmiş kadar güzel kız" putlara hizmet ederler. Dinlerinden olmıyan biri gelip de o putlara tapınırsa rahipler o kimseye bu kızlardan dilediklerini verirlermiş. «Guban ol kadar hoşbû ki andırmazdım suhba - Abîr-i ceyb-i giysu.yi bütan-i Çin-i ferharı. Nef’i».

Ferhat ile Şirin (Mit.) Divan edebiyatında Husrev. ü Şirin olarak daha çok geçen bu iki ad, ünlü aşk hikâyelerinden birinin kahramanlarının adıdır. Divan edebiyatımıza Iran kaynaklarından geçmiş, halk edebiyatı ona kendi karakterini vererek benimsemiş, hattâ karagöz oyunlarından birinin konusunu na^dana getirmiştir. - Hikâyenin aksiyonu genel

nıdır. «Aşk-i Ferhat ile Mecnu-1 nu n’ola yâdeylesem —Kim biri şeyhim azizim biri üstadım benim. - Hayali». - «Aşkı benden sor ne   bilsin onu Ferhat ile

Kays - Biri sahrada vü biri kûhu gezer kolayına. - Kanuni». - Beni ey Husrev-i şirin-dehan öldürme kim dahi — kılar Ferhat için nâle cihanın dağı vü taşı, Hayali». — «Oldu dil ıbüt-i şirin-de-henin Ferhad’ı - Ana lâla geçinir Husrev vü Şirin dadı. - Baki».

(î. K.: Ferhat, Şirin, Husrev, Aşk, Kûh, Tişe, Külünk, Bisütun, Kûh-ken, Şebdiz, Gülgûn).

Feridun (Tar.) Dahhak, Cem-şit’in elinden hükümdarlığı alarak onu Çin’e kaçırtmıştı. Fakat tahta çıktıktan sonra Dahhak’in kendisi de aynı zulme başladığından Gâve’nin başkanlığıyle halk onu karşı ayaklanmış, tahttan indirmişler ve yerine Feridun’u getirmişlerdir. Feridun, adaletiyle ün salmıştır.

«Saye-i lûtf-i Huda hazret-i sultan Ahmet — Ki Feridun ü Şikenden olamaz derbanı.— Nef’i».

Ferkadan (Ast.) Kuzey burcuna yakın olan iki parlak yıldızın adıdır( İkizler).

ferş «Arş» sözünün karşı.dı olup yer, yeryüzü, toprak anlamına-dır: Arş ü ferş olarak kullanılır.

Ferverdin İran takviminde birinci ayın adıdır, «bahar» anlamına kullanılır ki mart ile nisanın birer bölümünden meydana gelir.

fetihname (Tür.) Savaş sırasında, savaş sonunda kazanılan zaferler, ele geçirilen önemli kaleler veya şehirler için ülke içindeki halka veya yabancı devletlere gönderilen haber yazısı. Bun-


olarak şudur: Erkek gocuğu olmadan ölen bir hükümdarın1 yerine Millin Banu geçer. Bunun Şirin adlı bir kız kardeşi vardır ki Mihin Banu bunun için Bih-zat adlı bir ressanün nakış ve' resimlerle süslediği bir köşk yaptırır. Bihzad’m Ferhat adındaki oğlu babasiyle çalışırken Millin Banu Ferhat’a, Ferhat da Şirin’e vurulurlar. Mihin Banu kendisi için de bir köşk yaptırır. Şirin, uzakta bir dağ ardında olan suyun köşküne getirilmesini ister, Ferhat, köşke bekçi. yapılması şartiyle suyu getirebileceğini söyler. Ferhat’ın Şirin’e karşı sevgisini anlıyan Banu bir ara delikanlıyı hapsettirirse de sonunda serbest bırakır. Ferhat dağda bir mağaraya çekilir. Hürmüz adında bir padişah Şirin’i Ferhat’a almak için Banu ile savaşa girer, onu yener. Fakat Hürmüz’ün oğlu Husrev de Şirin’e vurulur. Ferhat’ı yine bir dağ de1-virmiye memur ederler. Bu işi başaracağı sırada Husrev’in dadısı gelerek Şirin’in öldüğü haberini verir. Ferhat ellindeki kazmayı kendine vurarak öldürür. Şirin bunu duyunda gelir, Ferhat’ın ölüsü üzerine kapanarak ağlar, hançeriyle kendini Öldürür. Yine oraya gelmiş olan dadıyı da dağdan çıkan bir aslan parçalar. - Genceı’li Nizami’nin farsça metninden alınarak birkaç divan şairi Husrev ile Şirin hikâyesini yazdıkları gibi, divan şiirinde Ferhat, Şirin adları Leylâ ile Mecnun adları kadar çok tekrarlanmıştır. . Halk hikâyesinde o— lan metin ise, genel kadro içinde manzum ve mensur olarak söylenir. Karagöz senaryosunda ise hafif değişikliklerle aksiyon ay

lar arasında çok sanatli ustalıkla yazılmış olanlar vardır.

fetva (Din.) Din konulariyle ilgili her hangi bir bahsin yazılı olarak yetkili kimselere sorulması sonunda alınan karşılık demektir. Konu, genel adlarla erkekler için Zeyit, kadınlar için Hint o-larak anlatılır; bu böyle olur mu, olmaz mı diye sorularak bitirilir. «Elcevap» diye başhyan karşılık da olur- veya olmaz şeklinde olurdu. Fetvayı veren adının üstüne «Tanrı daha iyi bilir» anlamında iarapça cümle yazar altına da yine arapça cümle olarak «Tanrı suçunu bağışlasın» sözünü katardı. Ünlü kadıların, müftülerin, şeyhislamların verdikleri fetvalar mecmua şeklinde toplanmıştır.

«Zeyd. maraz-j mevtinde şu'.kadar eşyasını zevcesi Hind'e hibe ve teslim ettikten sonra Zeyd fevt olup Hind'i ve sair veresesini terk eylese sair verese hibeyi tutmayıp ol eşyayı mirasa idhale kaadir olurlar mı — El-cevap (ALlahütealâ â’lem) olurlar».

fıkıh •(Bil.) Şeriat meselelerinin pratikle ilgili bölümleri için meydana getirilmiş bilim kolu.

fıkra (Tür.) 1. Nasrettin Hoca, İncili çavuş hikâyeleri gibi kısa, nükteli, hikmetli hikâyeler (bu anlamda kıssa ve menkıbe ile eşanlamdır); 2. Paragraf (bu anlamda bent ile madde sözlerinin eşanlamıdır); 3. Bir yazı içinden lalınmış bir veya birkaç cümle; 4. (Tanzimat'tan sonra) tiyatro eserlerinde perdenin ayrıldığı bü-lümlerden her biri (bu anlamda sahne ve meclis sözlerinin eşanlamıdır) ; 5. (Edebiyatı cedide’de) küçük hikâye (hikâye veya büyük hikâye de roman yerine kullanıl-


ı mıştır); 6. Kronik. _ Bu son anlam da başlı başına bir tür sayılan fıkra zamanimizda gazetelerin önemli, canlı taraflarını- meydana getirmektedir. Hemen her gazetenin, -gündelik olayları çeşitli bakımlardan inceleyen, türlü görüşlerle anlatan fıkra sütunları vardır. Bunlar gazetenin belirli yerlerinde genel bir başlık altında bulunur. Günlük olayın böylece bir fikre bağlanarak, nükteli, iğneleyici bir üslûpla anlatılması şekli ilkin Ahmet Ra-sim tarafından denenmiştir sayılabilir. 1908 İkinci Meşrutiyetinden sonra ölümüne kadar Eşkâl-t Zaman vb. başlıklarla, bu yolda yazılar yazmıştır. Aynı devirde Mahmut Sadık da Takvimden Bir Yaprak fıkral-ariyle aynı işi görmüştür. Falih Rıfkı Atay’m Eski Saat kitabındaki yazılardan çoğu fıkra şeklindedir. Ahmet Ha-şim’in Bize göre kitabı da yazdığı fıkraların seçilmişlerinden meydana getirilmştir.

fikir (Fel., Psi.) Eşyanın zihinde aldığı-«şekillere denir. (Çok defa Düşünce ile eşanlam gibi kullanılır). Bu şekiller (ruh, güzellik, adalet gibi) Yalın; (elma portakal., gibi) Som, olabilirler. Duyguların fikirleşmiş olanları da Hissi fikirler grupunu meydana getirir: Korktum- Anamı babamı severim... gibi. Fikirlerin anlatılışında açıklık, tabiilik başlıca üslûp niteliğidir. Tenkidde, esas, konu, kayndk, hayal, figür, ha-yal-gücü, ruh, duygu ile çok kere karıştırılır.

fikir sanatleri (Kom.) Buna 'fikir süsleri de denir; bir fikri anlatırken cümlenin kuruluşu ile ilgili olan sanatlerdir. Bunlar kelimelere bağlı değildir, anlam il-

t bulunduğu zamanki hükümdar olarak geçer, tik zamanlar ken-, dişi de Musa’ya inanmış iken, sonraları ülkeye çekirge üşmesi, kurbağaların çoğalması, öldürücü yeller esmesi, suyun kan rengi bağlaması gibi olağanüstü hallerin görünmesi üzerine Musa’nın İsrailoğullarını alarak Mısır’dan göçmeleri için izin vermiş. Onlar yola çıktıktan sonra pişman olarak peşlerine düşmüş. Musa ve yarımdakiler Şapdenizi kıyısına varınca Musa’nın asasiyle denize vurması üzerine açılan yoldan geçmişler, peşlerinden gelen Firavun ile «askerleri de aynı yola girmişler, fakat yarı yolda sular kavuşup yol kapanmış, onlar da ölmüşler. - Firavun’un deniz kavuşacağı sırada imana geldiği söylenir. Bunun çaresizlik yüzünden bir iman olmasından dolayı kabul edilip edilmediği, yani Firavun’un mümin olarak ölüp ölmediği meselesi bugün 'bile din konularını tartışan bilginler arasında bir sonuca bağlanmamıştır.

(t. K.: Firavun, Musa, Hâman, îman).

Firdevs Bk. CENNET.

Fisagor (Tar.) Eski Grek filozoflarından Pythagoras (Î.Ö. 569 -470). Adı akıl ve hikmet işleri dolayısiyle bazı nazımlarda geçer, Şinasi, onu ruh sıçraması (tenasüh) fikri gütmesi bakımından olan özelliğiyle manzumesinde zikretmiştir.

«Fehim ol mazhar-i işrak-i nur. ün-nur-i aşkım kim - Çeragım oldu Fisagors ü belki Eflâtun. -Fehim» - «Yapma bir feylesof-i na-meşhur — Kendini zu’mederdi Fisagur — İtikadı tenasüh-i ervah — İtimadı tefehssüh.i eşbah. — Şinasi».


gileri vardır. Başlıcaları: Anıştırma, dolaylama, kerteleme, kesiş, mübalağa, soru (Bk.).

fiksiyon (fiction) (Ed., Ten.) «Yapıntı» demektir; bir sanat e-.serinde salt uydurularak bulunmuş şey demektir.

filoloji (Bil.) Geniş 'anlamda, kaybolmuş medeniyetleri daha iyi anlamak için eski metinlerin incelenmesine yarıyan bütün bilgileri anlatır. Zamanımızda ise dil, gramer, nazım, vezin, üslûp ve metin tenki.dleri incelemeleri için kullanılır.

Final isine (Fel.) Sonuçlu sebepler felsefesi. Bk. SONUÇLU SEBEP.

Finten (Bib.) Abdülhâk Hâmit Tarhan’ın piyesidir (1886). Tamamı 1917 de yayımlanmıştır.- Mis Kors (Finten) adında Kanada’h zengin bir kadın sevdiği lortla evlenebilmesi için kocasını Da-valaciro’ya öldürtmek ister. Hintli bir hizmetçi olan Davalaciro, Finten’i büyük bir tutkunlukla sevdiği için, onun kocasını öldürür; bir kıskançlık buhranı ile Finten’den olan çocuğunu da öldürür Buna Finten, dayanamaz o da Davalaciro’yu, sevdiği halde, kıskançlığından bezerek öldürür. - Eeser, yer yer manzumdur. Yazar, en çok sevdiği piyesi bu olduğunu söylemiştir.

Firak-i Irak (Bib.) Süleyman Nazif’in I. Dünya savaşı sırasında Irak’m İngilizler tarafından işgal edilmesi üzerine yazmış,, olduğu heyecanlı nazım ve nesir parçalarından meydana gelmiş eseri (1919).

Firavun (Tar., Mit.) 1. Genel olarak Mısır hükümdarlarının lâkabıdır (Ç. Feraine); 2. Edebiyatta Musa beygamberin Mısır’da

folklar

folklor (Bil.) On dokuzuncu yüzyılda (1846) İngilizceden alınarak kullanılmıya başlanılmış olan bu terim, genel olarak, halk âdetlerini, geleneklerini, efsanelerini (lejandlarını), edebiyatını inceliyen bilim anlammadır. — Folklar medeniyette ilerlemiş u-luslar içinde de olsa, geçmiş zamanların, geri hallerin izlerini 'araştırarak, onların ilkel halini, kültürünü,, düşünüş tarzını, duyuşunu, anlatma sistemlerini meydana çıkarmıya yarar, bu bakımdan etnolojiye yardımda bulunur.— Bu söz Türkçeye ilkin Hakkıyat (1916) olarak çevrilmiş, sonra, Halk bilgisi, Budun bilgisi şekillerini almıştır.

form 1- (Fel.) Aristo’nun 'ayırmasına göre, bir şeyi meydana getiren madde’nin karşıdı "olşn geometrik şekli (Biçim, suret, şekil). Bu anlamdan genişliyerek: 2, (Man:) Bir hükmün yargının) veya akıl yürütmenin (uslamlamanın) formu demek, maddesi ve içindeki bir tarafa bırakıldıktan sonra onun terimleri arasındaki bağıntıların hepsi demektir. Her A Bdir; C de A’dır; öyle ise C, B’dir formülüne uyarak «Bütün köpekler sadıktır, Roza bir köpektir, öyle ise Roza sadıktır» akıl yürütmesi form bakımından düzgün ise de madde bakımından şüphelidir, çünki ilk önerme kesin gerçeklikte değildir.— 3. (Ed.) Bir fikrin anlamı değil de o anlamın anlatılış şekli. (Bu terim yerine daha iyi olarak bir eserin kompozisyonu veya üslûbu yahut dili sözleri kullanılmak bugün için daha uygundur. Flaubert «Form, fikirsiz olmaz, fikir de formsuz olmaz» demiştir..

formalizm 1- (Fel.) Dış formlara (biçimlere, şekillere), görünüşe aşırı bağlılık. Bazı bilimlerin en çok da, matematiğin formel olduğuna' inanan doktrin.. — 2. (Este.) Sanat, sanat içindir, Sanati güçlüğü yenmek olarak anlatan ve bu yöden bağlananların doktrini.

formel (Fel.) Form (Biçim, Suret, Şekil) ie ilgili. Bu söz zamanımızda aşağılatın bir anlam ile «gerçeğe önem vermiyen,. eşyanın elleı tutulacak şeylerine aldırmıyan» demek için kulla-nılmıya başlanmıştır. Formel güzellik, dış biçimlerin güzelliği, plâstik güzellik. Formel eğitim,. genel kültür anlamına, bir dalda, derinleşmeden bütün bilim dallarında yetiştirme anlamına kullanılır.

fotojenik (Si.) Fizik yapısı fotoğrafta çok güzel görünen.

fukara, ffctara (Tas.) Tari-katten olanlara verilen adlardan bîridir* Aslında «flakir» (yoksul, zavallı) sözünün çoğuludur, tekil anlamda da kullanılır.

«Ihtiyar-i fakr eden dergâh ü. eyvanı istemez — Zad-i gamdıan-. Özge hergiz kenduye nam istemez.— Kanuni Süleyman».

Furkan «Kuran» sözünün eş-anlamlarındandır. Hak ile bâtıl, arasını ayırdettiği için bu söz de Kuran hakkında kullanılmıştır.

Fütürizm (Ed. dok.) Geçmişi ve-alışıklıkları bir tarafa bırakarak bugünün, hattâ yarının dinamik, hareketli hayatını yeni anlatış yollariyle anlatmayı amaç edinen,, s'anafc çığırı.

fütüvvet VIII. yy. dan başliya-rak, ekonomik hem sosyal hem bir tasavvuf karakteri ile kendini göstermiş olan bit kurulun adıdır. Bunların şeyhlerine «ahi» denildiği gibi kendilerine Ahiler de denilmiştir. Bir çeşit lonca ve esnaf arganizasnu şeklini almıştır.

galat (Dil.) «Yanlış,» demektir. Bir kelimenin çeşitli sebeplerden ilk veya kitapta yazılmış şeklinden başka türlü söylenme işi için kullanılırdı. Çoğulu gala,, tat idi; bu adla irili ufaklı oldukça kitap yazmıştır. Arap yazısı şekil üzerine kurulmuş olduğundan ses yanlışları ancak söylenildiği zaman belli olurdu. Böyle olduğu halde yine konuşmalarda asıllardan çok ayrılmıştır. Bunlar «merdiven, çerçeve, çardak, çarşaf» gibi yazılışları da değiştirilerek türkçeyle kaynaşmış olanlar, «ibrişim, mukaddeme, tercüman, hiciv, hicr, ğiri-zan» gibi yazı şekilleri korunmakla beraber söylenişleri için galat meşhur denirdi, kelimenin en yaygın bunun kullanış şekli anlatılmış olurdu; lûgatıi fasih denen doğru söylenişten daha yolunda olduğu fikri ileri sürülmüştür. — 2. (Bel1.) Galat-i tehekkümi, lâtife, alay isteğiyle bile bile yanlış söz kullanmak demektir.

Galat-i Tercüme (Bib.) Kemal Paşazade Sait Beyin fransızcadan çevirme sırasında yapılan bazı yanlışlar ile önemli bazı dil özelliklerini konu yaptığı zaman zaman defter diye 17 tane yayımladığı kitap (1889-1897).

garabet (Kam.) Kullanılmaz olmuş, dilden düşmüş veya çok az kullanılıp henüz yayılmamış olan kelimelerin kullanılmasiyle meydana gelen yazı eksikliğine denir. Bu hal eski edebiyatta oldukça çok ortaya çıkardı. Ya ustalık gösterme yüzünden, yahut seci, kafiye zorlamasından dolayı yazarlar farsçadan ” olsun arapçadan olsun işitilmedik sözler kullanmışlardır. Son zaman edebiyat kitapları bunlara örnek olarak Akif Paşanın kullandıklarından «muhamaha, meharık, medenk» Namık Kemal’den «a-remrem» sözünü kaydederler.

garamiyat (Bü.) On dokuzuncu yüzyıl sonlarında «lirizm» karşılığı olarak kullanılmaya başlanmıştır, «lirik» için de garanti denilmişti.

Gâve (Tar., Mit.) Fars hükümdarlarından zulümleriyle ün almış bulunan Dahhak’e karşı baş kaldırarak onu tahtından indiren demirci. Dahhak, bir illeti yüzünden iki çocuk beyni kullanırmış, bunu da adamları ile toplattığı çocukları öldürterek elde edermiş. Sıra. Gâve’nin çocuğuna gelince, dayanamamış, demirci önlüğünü bayrak diye kullanarak halkı ayaklandırmış. Bu önlük Direfş-i Gâvyani diye millî bir sembol olmuştur. Dahhak’ten sonra onun yerine adaletiyle ün almış olan Feridun hükümdar olmuştur.

«Bir abd-i Habeş dehre olur baht ile sultan — Dahnak’in eder mülkünü bir Gâve perişan.— Ziya Pş.».

Gâve (Bite.) Şemsettin Sami’nin beş fasıllık faciası (1876). Şemsettin Sami bu piyesinde Dah-hak'in omuzlarındaki yılan işini, Dahhak’i, eski Fars dini olan âyin-ı Cem yerine yılana tapma dinini koyması şekline çevirmiştir.

gavs (Tas.) Kutub olanlara yardım. isteğinde bulunulduğu zaman verilen ad.

Gayret (Gaz.) Menemenlizade Tabir tarafından çıkarılmıya başlanmış edebiyat gazetesi (15 O-cak 1886). Kemal ve Hâmit’in yazılarını yayımlıyordu.

gazel (Tür.) Divan edebiyatı nazım şekillerinin en çok kullanılmış olanıdır. Şekli: 5 beyit ile 15 beyit arasında değişir ; en çok. 7 beyit olarak yazılırdı. Tek kafiyelidir; matta' adı verilen ilk .beyit kendi arasında kafiyeli oi lur, ondan sonraki beyitlerin ikinci beyitleri. ayni kafiyede . sürer. Matla’ beytinden sonraki beytin adı Hiisn-i matla’, son beytin adı da        dır. Bu son beyitten

evvelki beyte de Hüsn-i Makta’ denir.

Divan edebiyatında gazelin ö-nemi Fuzulinin şu manzumesinde •açıkça gözükür;

Gazeldir safabahş-i eıhl.i nazar Gazeldir gül-i bustan-i hüner Gazal-i gazel saydı âsân değil Gazel münkiri ehl-i irfan değil Gazel bildirir şairin kudretin. Gazel artırır nâzımın şöhretin Gönül gerçi eş’ara çok resm var Gazel resmin et cümleden ihtiyar Ki her mahfilin ziynetidir gazel Hiredmendler sanatidir gazel Gazel de ki meşhur-i devran ola Okumakta yazmakta âsân ola.

Gazel konuları birinci derecede sevgi ve güzelliktir. Hattâ bu yüzden Garamiyat diye bir ayırma yapanlar da olmuştur. Bu sevginin yanık anlatılması şarttır. Bu hususta başarı gösterenler u-zun zaman anılıp durmuşlardır. Fuzuli bu yoldaki anlatışıyla bütün gazel yazarların başında gelir. Neşeli, oynak gazeller pek hoş görülmezdi. Nedim ile Ende-ronlu Vâsıf bu yüzden tenkid e-dilmişlerdir. Divan edebiyatında «konu birliği» fikri olmadığı için hemen her beyit başlı başına bir anlam iıse de birbirine bağlılığı şart değildi. «Meselâ sekiz beyitli bir gazele bakılır, içinde sekiz türlü fikir görülür. Böyle gazellerin beyitleri gazete nüshalarının havi olduğu muhtelif bentlere benzer. O fikirler bazan yekdiğere mütenakız da olur. Demek ki şair gazelde tasrjı matla’ ile kafiye den başka bir şey gözetmiye lüzum görmüyor, vezin ve kafiyenin şevkine tâbi olarak aklına geleni yazıyor. Biz dahi şimdiye kadar bu meslekte hayli gazel yazdık. Bunların içinde tesadüfi olarak beyitleri beyninde irtibat-i mânevi olanlar da bulunur. - Muallim Naci,,. Gazellerin adı, başlığı yoktur, bir gazel «filân kafiyeli» yahut «filân redifli» gazel diye adlanır; divana da kafiyelerin son harflerine göre konulurdu.

Kıldı zülfün tek perişan halimi halin senin

Bir gün ey bidret sormazsın nedir halin senin Gitti başından gönül ol serv-kad-din sayesi Ağla kim idbara tebdil oldu ikbalin senin Ziynet için cism dıvarında kılmazdım yerin Çekmeseydi aşk can levhinde timsalin senin

gazete

Tîz çekmezsin cefa tîgin beni öl-dürmiye Öldürür bir gün beni âhir bu ihmalin senin Gark-i hûm'ab.j ciğer kılmış gö-• züm m-erdümlerin Arzu-yi hâl-i müşkin ü ruh-i âlin senin Dâmgâh-i aşktan tut bir kenar ey murg-i dil Sınmadan senk-i melâmetten per ü balin senin Saye-veş çoktan Fuzuli hâkpâyin yaslanır Ol ümid ile ki bir gün ola pâma-lin senin gamete, Geniş anlamiyle gazete, günlük, haftalık, on beş günlük, aylık olarak haber veren -bir yayımdır. Bunların arasında zamanları belirli, boyları ve sa-hife sayıları değişik olanlar dergi, revü, magazen gibi adlar a-lırl'ar. Bugünkü anlamında gazete günlük haber veren yayım o-1-arak anlaşılır. — Haberler genel olarak, herkese göre sıralanıp yazıldığı gibi, -bir gurup, bir meslek... için çıkarılan özel gazeteler de vardır. Böylece ekonomi, politika, hekimlik, edebiyat, sanat, tarım, spor, sinema gaze-> teleri vardır. Gazetenin, edebiyatça olan değeri, okuyucularına göre çeşitlidir. Sadece haber vermekle yetinen gazetelerle fikir, doktrin gazetelerini, bir kurulun organı olanlarını ayırdetmek gerektir. Bunlar gazetenin ilk zamanlardaki kılığıdır. Eski bir tarihi olmakla beraber, bugünkü gazetelerin ilk şekilleri XVIII. yy. sonlarında belirmiye başlamış, XIX. yy. da, teknik ilerlemeler ile gelişme çığırma girmiştir. (Baskı makinelerindeki gelişme, kâğıt endüstrisinin ucuz mal sağlaması, ilâncılık...). Fran-

gazetc

sa Büyük ihtilâlinden sonra en az ilk öğretimin herkes için mecburi oluşu fikri dünyaya yayılmış, okuyanlar çoğalmış büyük bir okuyucu gurupu meydana çıkmıştır. Görülebilecek başkalıklarla beraber, hemen bütün gazetelerde şu temel maddeler bulunur: Başyazı (başmakale), eskiden kalma bir alışkanlıkla gazetenin ilk s-ahifesinin ilk sütunudur; gazetenin ana prensi-pine uygun fikirlerin idaresi ile günlük genel olayları ortaya koyar. Makale, diğer konularda her çeşit uzun yazılardır, bunlarda yazarın önemi vardır; gazetelerden çoğu geniş bir düşünce ile) ünlü yazarlardan kendine yazı yardımcısı -aldıklarının yazılarını yayımlar. Fıkra, bu çeşit yazılar, makalelerden kısadır; günlük politika, sanat, toplum hayatlarından konularım alan fıkra yazarları bunları sanatlı bir üslûpla yazarlar. Tefrika, geçen yüzyılda gazetelerde görülen bu çeşit yazı, ilkin haftalık belli konuların adı iken sonraları parça parça her gün yazılan uzun romanlar şeklini almıştır. Her gazete kendi okuyucu zümresine göre türlü romanları tefrika eder. Röportaj, son yüzyılda gazeteciliğin meydana getirdiği bazı yazı çeşitleri vardır ki bunlar öteden beri yapılan sınıflamalardan hiçbirine girmez; anket, seyahat yazıları bunlardandır. Onun için bir sanat değeri taşıyan gazete yazılarını bu son bölümde toplamak doğru olur. Gazetelerin önemli, bir bölümünü de ilânlar meydana getirir. — Bizde gazetenin tarihine gelince: Ceride, ruz-name, jurnal diye adlanan gazete ilkin devlet tarafından çıkarılmı-ya başlanmıştır, Takvim-i Vekayl, 1831 de, ondan sonra yarı resmi olan Ceride-i havadis 1840 da yayımlanmıştır. Bunlar haftalıktı. Gündelik gazete, 1860 yılında görülür. (haftada 5 gün). Bu tarihten sonra gazeteler çoğalmıya başlar. Uzun zaman fikir hayatımızın besleyiciliği işini gazeteler görmüşlerdir (çünki kitap yayımı çok küçük bir çapta 1870 ten sonra başlar). Batı âlemi ile fikir bağlılığım gazeteler1 sağlamışlar, geniş ölçüde haberler, fikirler, o âlemin özellikleri ile ilgili çevirmeler ile bü işi görmüştür. —Gazete rejimlerime gelince: İlk basın nizamnamesi bir iki yıl sürdükten sonra Sadrazam Âli Paşanın geçici olarak koyduğu Kararname-i Âli ile hükümetin istediği zaman gazeteyi kapatabilmesi 'sistemi konulmuş, 18J6 îlk Meşrutiyetinde MeclisTi Meb,-ıısan tarafından kabul edilen basın kanunu II. Abdülhamit’in vetosu ile hükümsüz kalmış; sonra 1908 İkinci Meşrutiyetine kadar İstibdat idaresi gazeteleri sansürle idare etmiştir. 1908 İkinci meşrutiyetinde birkaç aylık geniş bir serbestlik olmuş, fakat 31 Mart vakası (14 Nisan 1909) üzerine ilân edilen sıkı yönetim bu serbestliği kaldırmıştır.— Tanzimat yazarlarından çoğu gazetecilik yapmışlardır. Fakat hepsi de memur oldukları için yazılarında, edebiyatla ilgililer bir tarafa, hiçbirine imza koymamışlardır. Onun için kimlerin yazıları olduğu belli olmıyan birçok yazı vardır. Hattâ gazetecilik ettikleri kuvvetle bilinen birçok ünlü adamların da hangi yazıları yazdıkları tamam olarak bilinmemektedir. Şinasi, Ziya Paşa, Ahmet Vefik Paşa, Namık Kemal, Ah Suavi, Kemalpaşaza-de Sait, Ebuzziya Tevfik, Şemsettin Sami, (sadrazam) Sait Paşa, Ahmet Mithat... ilk devir gazeteciliğimizin belli başlı şahsiyetleridir. 1908 den sonra Hüseyin Cahit, (Mizancı) Murat, Yunus Nadi, Ali Kemal, Cenap Şahabettin, Samipaşazade Sezai, Süleyman Nazif, Ağaoğlu Ahmet, Celâl Nuri, Mahmut Sadık, Abdullah Zühtü, Aka Gündüz, Ercü.. ment Ekrem Talu, Abidin Dav’er, Asım Us, Hakkı Tarık Us, Ahmet Emin Yalman, Refik Halit Karay... bu alanda üzün zaman emek harcıyanlar arasındadır.

Gazete (Gaz.) 1908 İkinci meşrutiyetinin ilânı üzerine ilk zamanlar imtiyaz alma zorluğu yüzünden Karabet’in evelce çıkarmakta oldu Resimli Gazete (ilk sözü gayet küçük yazılarak) bu adla çıkarılmıya başlanmıştır (30 Temmuz 1908). Yirmi bir gün sonra adı Yeni Gazete olarak çıkarılmıştır. baş yazarı Abdullah Zühtü idi.

Gazeteci Lisanı (Bib) Sadrazam Sait Paşanın bir yazısına karşı küçümser yolda «Gazeteci lisanı» denmesi üzerine yazı dilinin Tanzimat öncesi ve Tanzimat sonrası durumunu konu yapan kitabı (1909).

geçer anlam (Kom.) Bir kelimenin çok bilinen, çok kullanılan anlamına denir. Her hangi bir kelimenin, bazı yerlerde veya birkaç kişi arasında bilinen anlamı geçer anlam sayılmaz.

geçiş (Kom.) İki paragraf arasında bir fikirden ötekine geçilirken bu fikirlerin zincirlenmesine denir. Paragraflar arasında bu zincirleme açıkça belli

Edebiyat L. F — 7

98 —  Geveze rar etmiye denir.

genişletme (Kom.) 1. Okullarda, kompozisyon konusu olarak verilen bir maddenin açıklanması anlamında olduğu zaman kelimenin kullanılmasında hoşa gitmiye-cek bir şey yoktur. 2. Söz veya yazıdaki anlatış karanlığını, söz kalabalığını anlatmak için kullanılır ki, o zaman bir kompozisyon eksikliği anlamına gelir.

gerçek 1- (Tas.) Görünüş, dış, zahir sözlerinin kargıdı; iç, bâtın, hakiki sözlerinin eşanlamıdır.

  • 2. (Dil) Bir kelimenin ilk anlamı demek olunca mecaz anlamının kargıdı; öz, anlamın da eşanlamı olur. 3. (Fel.) Asılsız, yapıntılı, relatif. olabilir, hayalî, ideal sözlerinin kargıdı olarak kullanılır.

Gerçeklik (Fel.) Bk. REALİZM.

gerçeği andırma (Kom.) Bir aksiyonun gerçek hayali vermesi, şahısların dilleri ve duyguları tabii olması halinde, yani yere ve zamana göre oldukları gibi gösterilme haline gerçeği andırma denir. Gerçek olmadığı halde gerçekmiş duygusu veren şey.

Geveze (Gaz.) 1. Vakit gazetesi tarafından haftada iki defa çı-karılmıya başlanmış mizah gazetesi (5 Ağustos 1875).

  • 2. (Musavver) Geveze, Asır Kü-tüpanesi sahibi Kirkor Faik tarafından gündelik siyasi mizah gazetesi olarak beş paraya yayımlanmaya başlanmış gazete (15 Ağustos 1908).

  • 3. Geveze, Kirkor tarafından Pazartesi ve perşembe günleri olmak üzere çıkarılmıştır (19 Kasım 1908).

  • 4. Yeni Geveze Kirkor Faik’m sahibi olduğu hu gazete Nurettin Rüştü’nün başyazarlığı ilei pazar-

    Geçmiş günler' — '

    ise geçişe lüzum yoktur. Kompozisyonun açık, tabii oluşuna göre geçiş az olur. Geçişler kısa olmalıdır. Bunlar küçük bir formül, hattâ bir bağlaca kadar indirilebilir: fakat, bundan başka, kaldı ki, oysa ki, bundan dolayı... gibi.

    Geçmiş Günler (Bib.) Ruşen Eşref Ünaydm’m geçmiş günler özlemli yazılarından meydana gelmiş kitap (1922).

    gelişme (Kom.) Kelimeleri, cüm-, leleri, paraglafları baştan, sona kadar birbirine zincirlenmiş olan kompozisyon niteliğine denir. Bu gelişme, zaman sırası gözetilerek yapılmışsa kronolojik gelişme, bir aksiyonu değerlendirerek yapılmışsa dramatik gelişme, bir tasvirin karakteristik çizgisi belirtilmiş ise pitoresk gelişme olur. Yalın fikirlerin zincirlenmesi şeklinde olanlara mantıkça gelişme denir.

    Ganc-i Sayegân (Mit.) Husrev-i Perviz’in. yedi haznesinden biri. Bunlar sıra ile Gene.i arus — bâ-daverd (veya) — şadâverd, — di. be-i Husrevî, — Efrasiyab, — suhte, — havra. — bargeh (veya) — kâv, — saye sa/yegân». Hus-rev-i gencine . perdazım tükenmez gevherim — Varidat-i gayp Genc-i Sayegân’ımdır benim.— Kefil.

    Genç Kalemler (Gaz.) Nesimi Sarım tarafından Selânik’te yayımlanmış bir dergi, (1911). Bu dergi «Yeni lisan müdafii» olarak çıkarılmış, terkipsiz (arap ve fars kuraliariyle yapılmış tamlamalar kullanılmıyan) dili savunarak Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle buna örnekler vermiştir.

    geneleme (Kom.) Aynı şeyi anlatıma ağırlık verecek şekilde tek-


    teSi ve perşembe günleri olarak yeniden, çıkarılmıştır (1909).

    Geveze Berber (Bib.) Âli Beyin iki perdelik bir komedisidir (1873). Evine tıraş olmak üzere getirdiği berberin yüzünden gülünç hallere düşen bir gencin başından geçenleri anlatır. Âli Bey memur olmasından dolayı eserlerini «bir zat» diye imzalardı.

    gevher, (Tas.) Tanrı’nın her şeyden önce bir inci yarattığı, bu inciye bakınca incinin terleyip «ridiği, bunun dumanından gökleri, terinden denizleri, köpüğünden de yerleri yarattığı söylenir. Sofilerin bu iş üzerine düşündükleri şudur: Mutlak Varlık olan Tan-rı’nın zatının gerektirdiği gibi zuhura (görünmiye) meyli vardır. Kalem, Levh, Arş ve -Kürsü, .Nur, Ruh bu görünüş meylinin öteki adlarıdır. Bu âleme. Ceberut âlemi de denir, , Tanrı’ya ulaşmasından dolayı Ahadiyet a-dını da alır. Kâinatın görünmesinden dolayı da yaratıklarla •ilgilidir; -Hu-bb-i zati, Aşk adları <’ou yönden, verilmiştir. Hakikat-i Muhammediye de denen bu âleme her zaman dünyada bir kişi sahiptir, buna Kutb denir, kendisinden yardım istendiği zaman Gavs adını alır. Muhammet peygamberden önce bu makamda o-lanlar olduğu gibi ondan onra da bu makama sahip olanlar olmuştur. Bu bakımdan Gevher ile Hakikat-i Muhammediye aynı makamdır. (Bk. CEVHER).

    gılman Cennette cennetlik o-lıanların işlerini görecek erkekler. Cennetliklerin en aşağı derecede olanının bile seksen bin- hizmet görür kimsesi olacaktır. Tanrı bunları cennetliklere hizmet için yaratmıştır, insan değillerdir; I


nurdan yaratılmış civanlardır denir. Bazıları da şöyle derler; Bu gılman herbirisi türlü kaftanlar giyinip kulaklarından mücevher küpeleri, başlarında yakut ve elmastan sorguçları olacak; herbiri bir işe koyulup kimisi kâselere şarab-i kâfur, kimi zencefil, kimi nurdan maşrapalar ve kulpsuz bardaklarla- Selseıbil’den şerbetler getirecekler; kimisi nurdan sahanlar ve tabaklar içinde türlü türlü yiyecek, kuş etinden pişmiş kebaplar, nar, üzüm ve yemişler getirerek hizmet edeceklerdir (Gılman’m dişilerine Hur denir). «İki canipte durmuş hur ü gılman — Nitekim ravza-i Cennette Rıdvan.— Şeyhî».

giriş (Kom.) Her türlü yazı veya sözde maksada girmeden önce yapılacak ufak başlangıç. Okuyan veıya dinliyenı asıl sözlere hazırlayıcı, ilgiyi uyandırıcı olduğu için girişin başarıdaki önemi büyüktür.

girizgâjbç (D. e.) Kasidelerin başlangıç kısımlarından asıl kaside . konusuna geçmek için söylenen beyit -veya beyitlere denir. Baki, bir bahar tasviriyle giriştiği .bir kaside başlangıcından «Dümenin dürr ü cevahirle pür etti gül-i ter — Ki ede hâk-i der-i hazret-i paşaya nisan» diye paşayı övmiye başlıyor.

Giv (Mit.) Fars kahramanlarından- Rü-stem’in damadı: «Sifat-i rezmini gûş edene suhriyye -gelir — Harf-i Dara vü Skender sü-han-i Giv ü Peşen.— Nedim».

Gizli Figanlar (Bib.) Süleyman Nazif’in istibdat zamanında Mısır’da İçtihat kitapları arasında (adsız olarak basılan ufak ki-

I tabı (1906).

Gizli Mabet (Bib.) Ömer Sey-

fettin’in küçük hikâyelerinden meydana gelmiş kitabı (1926).

gnomik (Tür.) Hikmetli sözlerin nazımla anlatıldığı manzume türü.

Gongorizm (Ed. Dok.) Gongora (1561-1627) 'adında ibir İspanyol şairinin üslûbunu taklitçilik demektir. Bu üslûp, yeni kelimeler, yabancı sözler, zorlukla bulunmuş iaddeğişimleri, sanatli mecazlar, herkesçe anlaşılması güç bir şekli anlatır.

Gölgeler (Bib.) Mehmet Akif Ersoy’un Safahat serisinin Mısır’da arap harfleriyle basılmış 7. kitabı (1935).

Göl saatleri (Bib.) Ahmet Ha-şim’in 1908 den sonra yazdığı manzumeler arasından seçilerek meydana getirilmiş kitabı (1921). Şair, bu eserine yazdığı Mukad-deme’de: «Seyreyledim eşkâl-i hayatı — Ben hayz-i hayalin sularında, — Bir aks-i mülevvendir onunçün — Arzın bana alıcar ü nebatı» diyerek bütün eserinin ruhunu özetlemiştir. Bu eserdeki dil arasında çok fark vardır. Bundaki dil 1908-1920 arasında tartışmaları yapılan, karşıt fikirler ileri sürülen Edebiyatıcedide dilidir. Ahmet Haşim, bu eseri yayımladıktan sonra zamanın gidişatına uymuş, dilini haylıdan hay-lıya değiştirmiştir.

gönül (Tas.) İhsanın iç duyguları dünya’ya ve kötülüğe kayarsa Nefs, Hakka' ve iyiliğe yönelirse Ruh veya Gönül diye adlanır. Gönül, Kabe ile eşit hattâ ondan daha önemlidir; çünki Kabe, insan yapısı gönül ise Hak yapısıdır. Kâbe’nin putlu zamanlarında kıble sayıhnadığı gibi, insan gönlü de dünya ile hattâ ahiretle ilgili olsun bazı kayıtlar bulunursa yönelicek bir yer sayılamaz. Gerçek Arş ve Tanrı evi gönüldür. Bu iş üzerine birtakım hadisler vardır, bunlar arasında «Yerim, göğüm beni kaplıyama-dı, alamadı da mümin kulumun gönlüne sığdım» anlamlısı ünlüdür.

Ben âşıkım diye lâf etme gönül

Dağlarda duman var sen n’ola-cakstn.

Çağlar her dilince. Hakka çağı

rır

Şat Fırat Ceyhun var sen n’ola-caksın Yazıcıoğlu yanmış evrak elinde Mecnun Hakka yetmiş Leylâ dilinde* Ferhat canı vermiş Şirin yolunda Fuzuli sultan var sen n’olacak-

sıır Aşk ile kül olmuş yanmış Ni-

yaa£ Eşrefoğlu gezmiş Şam’ı Şiraz’ı Yunus meleklerden almıştır ra-

Bekayı bulan var sen n’olacak-

sın.1 Emrah göçüp çekmiş dâr-i fenadan

Mansur’u kendine asmış semadan:

Arınmış Kudusi hep mâsivadan Canına kıyan var sen n’olacak-, sın Âşık Garip asnrş sazın duvara Kebeni baba yanıp dönmüş fenere

Kusuri’nin gözü dönmüş fenere En-el-hak diyen var sen n’ola-caksm Âşık Ömer gelmiş çok yazmış;

ebyat Kâmili dünyada almamış murat. Nizamoğlu Dertli çok kılmış feryat Bekayı bulan var sen n’olac'ak-sm Ben âşıkım diye çok kılma zarı Otur bir köşeye edip kararı Ne sultanlar gelmiş Âdem’den beri Feryad ü figan var sen n’olacak-sm Nic’ âşıklar gelmiş niceler göçmüş Nice sır saklamış nice sır açmış Nicesi bu yolda serinden geçmiş Ummana dalan var sen n’olacak-sm Bazı âşık vardır eser savurur Mahbubu aşkından dağı devirir Altmış beş yaşında çağlar, çağırır Mesleki suzan var sen n’olasak-,s’rh Ben değilim Hak söyletil?' dilimi Bade içtim kimse bilmez halimi Şu yalan dünyadan çektim elimi Meftun! nihan var sen n’olacak-sın Çoklar aşk yolunda verdi serini Dağlar çekemezdi ah ü zarını Dahi öldürmedim nefsin birini Ruhsat! külhan var sen n’olacak-sın (Ruhsat!)

Gönülden sesler (Bib.) Orhan Seyfi Orhun’un manzumelerinden meydana gelmiş kitap (1922).

Görenek (Bib.) Manastırlı Ri-fat’m 3 perdelik «evvelsi gülünç, sonu acıklı» piyesi (1874). — Yazıldığı zamanın düğünleri için o-lan süslenme geleneğinin canlı bir hicviyesidir.

görünüş Bir şeyin dış durumu, dıştan görülebilen hali onun görünüşüdür. Böylece iç, bâtın t gerçek sözlerinden karşıdı olur.

görüş (Psi.) Bunun Anlayış, Telâkki eşanlamlarıdır. Geniş anlamda, anlamak yetisi demektir. Aklın buluşları, yarattıkları şeylerin tümü görüşü meydana getirir.

gözlem (Bil.) Deneysel metodun ilk basamağıdır. Bilim anlamında, evvelce üzerine hiçbir hipotez kurmadan, istiyeırek meydana ge-tirilmiyen olayları gözleme demektir. Sanatte gözlem, bir şeyi iyi anlamak için onun belirtilerini gözden geçirme işine denir. İnsan bilgisini artıran kaynaklardan biri de gözlemdir. Sanatçının, eseri için gerekli elemanların çoğu bu yoldan elde edilir. Görülen şeylerden maddenin belirtici ayrıntısını metotlu olarak çıkarmak ancak gözlemle olur. Tabiatı, eşyayı, başka insanları gözlemeye dış gözlem, kendini ve'andırış yoluyla da başkalarını göz-lemiye iç gözlem denir.

grafoloji (Bil.) Bir kimsenin el yazısından onun karakterini çıkarma sanatı.

gramer "(DU.) Bir dili meydana getiren ses, kelime yapılışı, kelime haznesi, anlam değinmeleri, cümle kuruluşu şibi öğeleri inceleyip kurallara bağlıyan bilim. Dar anlamda kelime yapılışı ve sözdizimi konularından bahseden bölüm.

grotesk (Tiy.) XVII. yy. da Av-rupada, grotesk eğlenme, alay etme veya çok iğneleyici bir yerginin meydana getirdiği gülmiye denirdi. Romantikler, V. Hugo, bu sözü, geniş anlamda alarak Ulvi (sublim) karşıdı olarak kullanmıştır. Böylece onda gerçekçi ve şiddetli bir çeşit güldürücülük görülmiye başlanmıştır.—Edebiyat tarihleri, bunun dışında olarak bu sözü, karakterleri iyi belirtil-

guliiv

memiş tasvirler veya hikâyeler için kullanılır.

gulüv (D- eı.) Mübalâğanın aşırı - üstün derecesidir, akıl ve âdet bunu kabullenmez. Bu düşünüş yolu Fars edebiyatı taklidi sonucu olarak edebiyatımıza girmiştir. Manzumelerde de, nesir yazılarda olduğu gibi bir «aşın» lık yarışı şairlerimiz arasında görülür. Büyükleri övmek için yazılan kasidelerde gösterilen aşırı övmeler övülen bir kimseyi kızdırması gerekecek yolda kendisiyle hiç ilgisi olmıyan şeylerdi. «Uçardı taht-i Süleyman gibi havada eğer — Çekeydi resmini bir pare üstüne Behzat.— Nef’i» — «Turre-i tak-i revak-ı hetrriSer-i Zat-ül-burç — Saye-i sakf-i bü-lendi hâb-gâh-i ahteran.— Nef’i».

Gulyabani (Bib.) Hüseyin Rah-0 mi Gürpınar’ın Garaip faturası başlığı ile yazdığı iki kitabın ilkidir (1912). Polis, cinayet romanları yolunda meraklı eser yazma isteğinden doğan bu eserin konusu, parasına tamah edilen bir kadının hayırsız yeğenleri tarafından Üsküdar taraflarında bir köşke kapatılıp orada cinli, perili bir âlem içinde deliye çevrilmesidir. içinde gulyabani tipi, imtihan sahnesi gibi gülünç kısımlar yazarın genel yazı yolunda başarılı parçalardır.

Gurabahane-i Lâklâkan (Bib.) Ahmet Haşizn’in nesir yazılarından seçmelerle meydana gelmiş kitabı (1926).

gül Divan edebiyatı nazmında en çok kullanılan, sanat gösterilmek istenildiği zaman başvurulan sözlerin birincilerindendir. Bülbüllerin ötmeye başlamaları zamanı açmıya başlaması Gül ile Bülbül arasında bir ilgi kurarak

gülbank

hakkında sonu gelmez sözler söy-nilmesiiie, efsaneler yaratılmasına yol açmıştır. Sevgilinin, yanak, göğüs, boy gibi üyelerinin övülmesinde de kullanıldığı i-çin işlenme alanı genişlemiştir. Gülüp, gülberkı gülbü, gül-bün, güldeste, gülfem, gülfet-şan, gülfeşum,' gülgûn, gülistan,, gülşen, gülza-r, gül-i badem, gül-i handan, gül-i hodroy, gül-i mü-nakkaş, gül-i nar, gül-i nargûn, gül-i nargûne, berk-i gül, deste-i gül, dvraht-i gül, hırmen-i gül, nahl-ii gül, nihal-i gül, sine-i gül, şah-i gül, varak-i gül.— Arapça eşanlamı Verdidir

Baktıkça gülşene açılır gönlü goncenin — Olur bahar erişse çemen seyri dilküşa.— İbn.i Kemal» —- «Devr-i gül eyyam-i ayş ü nuş-i sahbadır yine — Mev-sim-i gülgeşt-i bağ ü seyr-i sahradır yine.— Baki» — «Meysim-î gülde nolur medrese vü mesçitten

  • — Leb-i cûy ü leb-,i cânan il leb-i câm olsa.— Baki» — «Gülşende şehâ 'gül de olur gönce,' de amma

  • — Bir sencileyin şuh gül ü gönce -fem olmaz.— Ş. Yahya» — «Şöyle gülşen pür-tarap kim güşler fark eylemez — Kahkaha-yi han-de-i gülden neva-yi bülbülü.— Nedim».

(I. K.: Bülbül, hâr, çemen, gönce, varak).

gülbank Yüksek söylenen, bir ağızdan çıkan ses anlammadır.— Çeşitli törenlerde türkçe dualardan bazıları böyle söylenirdi. Kı-zılbaşlarla Bektaşilerde dede veya baba gül hangi çekerken dervişler ayakta iseler ellerini göğüslerine koyarak, oturmakta iseler sağ ellerini sol ellerinin üstene koyup fbaşlanını da öne eğip yüksek sesle «Allah Allah!» diye 'bağırırlar; bu onların «U-min» feri yerini tutar. Gülbangin sonunda dede veya baba «Hu!» diyince bunlar da «Hu!» deyip doğrulurlar. Sofra başında da ellerini birbiri üstüne koyup mii-hürliyerek «Allah, Allah» derler.

güldeste Seçme manzume veya nesir yazılardan meydana getirilmiş dergilere verilen genel ad; antoloji.

gül destesi Bektaşi nefeslerinde geçen bu söz, Ali’nin öleceği sırada Selman’dan bir gül destesi istemesine işaret olarak kullanılmıştır. Ali, gül destesini eline alarak öldü. Ölüsü yıkandıktan sonra tabut yüklü bir deveci geldi, cenazeyi tabuta yerleştirdi.. Yüzü örtülü olan deveci, devesini sürdü, ortadan kayboldu. Deve, » deveci ve tabut «Ali» idi inatıtı bu sözde bulunur. «Türabi'nin sözü haktır — Gerek dinle gerek bak dur — Gönlümde garazim yoktur — Güldestedir baştaşiter. — Turabi».

Güleryüz (Gaz.) Sedat Simavi tarafından haftalık olarak yayımlanmış mizah dergisi (5 Mayıs 1921).

Gülgûn (Mit.) Ferhat ile Şirin hikâyesi kahramanlarından Şi-rin’in bineği olan atın adıdır. Aynı hikâyenin başka bir kahramanı olan Husrev’in atıyla (Şebdiz) aynı kısrağın dölü imiş. Bu kısrak, taştan yapılma bir aygıra sokulur, ona sürtünürmüş, böylelikle iki kere gebe kalmış birinde Gülgûn’u,. ötekinde de Şeb-diz’i doğurmuştur. «Şeb ü bade Şebdiz ü Giilgûn olur-—Düesbe-giden baht-i vajgun olur.— Haleti».

Gülistanlar, Haberler (Bib.)

Halit Fahri Ozansoy’un şiir kitabı (1922).

Gülnihal (Bib.) Namık Kemal’in Magosa’da sürgün bulunurken yazıp da adını koymadığı, imtiyaz sahibi Mahir Bey adîyle yayımladığı 5 fasıl, 6 perdelik tiyatro oyunu.— Bir sancak beyi olan Kaplan Paşanın zalimliğini anlatmaktadır. Kaplan Paşa yeğenleri İsmet ile Muhtar’m evlenmelerine engel olmıya çalışır; İsmet ile kendi evlenmek ister. Gençlerin ilkkin aralarını bozarsa da sonra bir sürü facia arsında iki genç birleşir, Kaplan Paşa da cezasını bulur.— Piyes, Namık Kemal’in öteki piyeslerine bakılınca daha başarılı görülür. Bu da, ötekiler gibi uzun monologlar ve diyaloglar ile yüklü olmakla beraber aksiyon yönünden ötekilerden daha canlıdır, başarı da bu yüzden görülür.

Gülşen (Gaz.) 11 Şubat 1886 tarihinde haftalık olarak yayım-lanmıya 'bâşlanmış bir edebiyat dergisidir. Mülkiye okulu öğrencilerinden Hjjsamettin ileı Ali Kemal çıkarıyorlardı. Ahmet Ra-sim, Mehmet Celâl, Alî, Ferruh gibi zamanın gençleri de yazı yardımında bulunuyorlardı. Bu sıralarda Muallim Naci ile Ekrem Bey tartışması oluyordu. Kitapçı Kirkor 27 sayı kadar yayımlamıştır.

Güneş (Gaz.) 1. Beşir Fuat tarafından Haver adiyle çıkarılmakta olan bir dergi yerine on beş günde bir olarak yayımlanmıya başlamıştır (1885). — 2. Orhan Seyfi Orhun tarafından on beş günde bir çıkarılmış olan sanat ve edebiyat dergisi (1 Ocak 1927).

Günlerin getirdiği (Bib.) Nurul-lah Ataç’m otuz bir tane sohbetinden tmeydana getirilmiş kitap (1946).

güzel (Ed. t.) Anlatılması kolay gibi gelen, anlatılmıya kalkışılınca anlatılamazlığı meydana çıkan sözlerdendir. Bunu genel olarak insanda bir estetik heyecan meydana getiren bir duygu diye anlatmıya çalışmışlar ise de «estetik heyecan»m kaynağı, ne olduğu üzerinde kesin bir şey söylenememiş, her edebiyat okulu, her sanatçı kendine göre çok çeşitli fikirler ileri sürmüşlerdir. (Fransız klâsikleri için güzelin temel elemanı gerçekti, bunu «Hiçbir şey gerçek kadar güzel değildir» diye kurallaştırmışlar, fakat buna hoş olma kaydını katmışlardı. Buna göre güzelliği elde etmek için, sanat eserinde, tabiatın iğrenç, moralinde çirkin şeylerinden kaçınmak gerekiyordu. Romantikler bu fikre karşı koydular, «Şair güzeli değil fca-rakteristiğl aramalı, bulmalı» dediler. Onlara göre fikir veya moral çirkinlikler de sanat konusu olabilir, yeter ki kişiliklerindeki kudret duyarlığı harekete getirebilsin). Güzelin bu yolda çeşitli anlatılmış olması onu her yana çe. kilebilir hale koumuştur; birçokları «güzel anlatım 'az duyulun demişlerdir. Böyle olunca güzel, görülen şeylerin, tasarlanan yahut anlatılan düşüncelerin, etkilenilen duyguların şuur altından olarak kıyaslandığı bir çeşit ülküdür denilebilir; bu bakımdan ülkü sözü ileı eşanlam olarak kullanılır. «Şu güzeldir» dediğimiz nesne, düşünce veya duygu karşısında bizde var olan bir ülkünün birdenbire gerçekleştirilmiş olduğunu anlatır.

güzelleme (H. e.) Sazşairlerfnin, beğenilen bir kimseyi, bir atı, bir yeri.... övmek yolunda söyledikleri manzumelerine denir. Divan edebiyatının Methiyesine karşılıktır.

Vücudum şehrini gir seyran eyle Çık yüzüm üstüne cihana dilber Serden gayrı sermayem yog e-limde Serimden ziyade daha ne <iil-ber Bunca âşıkların aklın almışsın Ancasını bu sevdaya salmışsın Sen Hindistan’dan kumaş gelmişsin Söyle matama baha ne dilber Bunca âşıkların şendedir meyli Gezdirdin cihan’ı dolandım hayli Bir Şirin gelmiştir bir dahi Leyli Bir de sen gelmişsin cihane dilber Yakuttur yanağın hilâldir kaşın Şekerdir dudağın indidir dişin Gezdim şu cihanı yok imiş eşin Bulamam hüsnüne bahane dilber Kaşların lâmelif gözlerin ayın Huri kızlarında yok imiş tayın Bir melek bakışlı canandır soyun Gözlerin benziyor şahane dilber Ben bezirgân olsam sen de bir esir Yeter mi pahana Şam ile Mısır Yüz bin altın versem daha ne kusur îşte kıymetine daha ne dilber Âşık derler cemalini görene Evlâd-i Resul de emir sorana Şu sefil Kul Himmet nendir diyene Kölemdir diyesin sorana dilber

(Kul Himmet) Görülüyor ki Güzelleme bir şekil değil bir konu ayırdıdır. Bu 'bakımdan sazşairlerinin lirik

güzel sanatlar

manzumelerinden çoğu böyle adlanabilir.

güzel sanatlar (G- s-) za' inanlarında, maddi çıkar bekle1-miyen, ülkücü bir estetik sonuç ariyan çalışmalar tekniği anla-

hâdid

mmda olan bu söz XVII. yy. ikinci yarımından sonra bugünkü anlamına olarak, endüstri tekniği anlamından ayrılarak sadece plâstik sanatların anlatılmasında kullanılır olmuştur.

de Mahcub denir. «Âlem esir-i dest-i meşiyyet değil midir - Â-dem zebun-i pençe-j kudret değil midir.- Avni B„ beytindeki Alem ve Meşiyyet kafiyeleri arasındaki esir-i dest-i sözü hacip-tir; ikinci mısraın 'da Âdem ve Kudret kafiyeleri arasındaki tesir-i pençe-i sözü haciptir; kafiyeler de mahçuptur. 2. Sözlük anlamı «perdeci, perde ağası» dır; bu anlamda ad ve soy adı olarak kullanmış kimselerden ünlüleri vardır; bunalrdan biri ünlü İbn-i Hacib’tir (Öl. 1248). Şafiye ve Kâfiye adlı iki gramer kitabı yüzyıllarca medreselerde okunmuş, tur. Kasidelerin hele sarıklılardan biti için yazılanında Ibn-i Hacib sözü geçer, övülen kimse, şairin insafına kalmış bir şey olarak, ya onunla eşit veya ondan çok üstün gösterilir : «Ibn-i Hacib harem. i fazlına derban-i kemîn-Nedim» - «Müşerref kıldı bir nih-rir-i âlem sadr-i fetvayı - Derinde perde-darı Ibn-i Hacib olsa lâyıktır.- Fıtnat H.».

Hac yolunda (Bib.) Cenap Şa-habettin’in 1896 yılında Hicaz’a bir yolculuğu sırasında Mısır’a kadar yazdığı on altı mektup (1910).


haber (Gra.) İsim cümlelerindeki yükleme denir. Edat-ı Haber, yüklemi özneye bağlıyan kelimedir (Koşaç, ek-fiil). «Gu benim arkadaşımdır» cümlesinde «arkadaşım» haber, «dir» etat-i haberdir.- Haber kipi (Haberiye, ihbariye), geçmiş, gelecek, şimdiki, geniş zamanlar kipi.

lıabib (Din.) «Sevgili» anlamında olup Habib-i Huda, Habib-ül-lah... gibi Muhammet peygamberi nitelemekte kullanılan sözler meydana getirir.

Habil (Ta.) Âdem peygamber ile Havva’nın ikinci ikiz çocuklarıdır. Koyun çobanlığı etmiştir. Ağabeysi Kabil üe aralarında (ikizleri olan kızlarla evlenmek için) geçimsizlik çıkıp Kabil, Habil’i öldürdü. Yeryüzünde ilk öldürme olayı budur. «Habil ile Kabil, iki kardeş?... bize tarih Kardeşliği bir levha-i hunriz ile telvih — T. Fikret».

habl-üi-ınetm (Tas.) «Sağlam ip» anlamına gelen bu söz, Din, Şeriat ve Kur’an anlamlarında kullanılmıştır.

bahname (Tür.) Rüyada görülmüş gibi, bir olay üzerine fikirlerini söyleme yolunda yazılmış ei-ser. Veysi’nin, Ziya Paşanın ve Namık Kemal’in bu yolda yazıl, mış eserleri vardır.

hadîd (Ast.) Güneşle Ay ve yıldızların arza en yakın bulunduk-hacib 1. (Ar.) İki veya* ikiden lan nokta; en düşük basamak, fazla kafiyeli olan manzumelerde Bunun karşıdı Bvc’dir.

kelime veya kelimelere denir. ' «Meded-res ol medet ey dest-gîr-i Bu yolda aralıklı olan kafiyelere! cümle-i ibad—Koma hadîd-i maa-


side k’ola dil mabut.— Sami».

Hadika (Gaz.) 1. Aşır tarafından 18 Şubat ve 1870 tarihinde haftalık olarak bilim ve teknikten bahjsetmek üzere çıkarılan dergi 16 Haziran 1871 tarihine kadar yayımlanmıştır.—2. Ebüzziya Tevfik tarafından 9 Kasım 1872 de gündelik politika gazetesi şeklinde yayımlanmıştır. Namık Kemal o sıralarda Gelibolu mutasarrıfı olduğundan N. K. (Namık Kemal) sembolleriyle makaleler yazmıştır. 29 Ocak 1870 ten sonra ceza olarak hükümetçe kapatılmış, yerine Ebüzziya tarafından Siraç gezetesi çıkarılmıya başlanmıştır. Ceza zamanı bittikten sonra haftalık olarak sekiz sayı daha çıkarılmıştır.—3. Şemsettin Sami tarafından 19 Mayıs 1873 tarihinde, bir ay kadar, gündelik politika gazetesi olarak çıkarılmıştır.

hadis (Din.) Muhammet Peygamberin sözlerine hadis denir. Bu sözlerin ilkin toplanıp yazılmasına izin verilmemişti. Kuran’-la ^araşmasından korkuluyordu; yüzyıl kadar sonra Kuran yerleşip iyice bellendikten sora hadislerin toplanmasına kalkışılmıştır. Az vakit içinde bu toplama işi için kurallar konarak, gerek anlamları, gerekse toplanmaları hakkında geniş bir hadis ilmi kurularak birtakım dalları meydana getirilmiştir. Böylelikle bir ha-dis’in Peygamber’in ağzından çıktıktan sonra kimler tarafından işitildiğini sağlamak ayrıca bir usul (metot) konusu olmuştur.

hâdîs (Tas.) «Sonradan olan, yaratılan» anlamınadır. Böyle o-lan şeylere M-uM.es denir, eskiden yoktu yeni oldu demektir.

Hadisat (Gaz.) Süleyman Nazif’in Cenap Sahabettin ile birlik


te 1918-1919 yılında yayımladıkları gündelik gazete. Süleyman Nazif’in İstanbul işgal, kuvvetleri komutanı geenral Franchet Des-peret’nin İstanbul’a girdiği gün için yazdığı «Kara Gün» adlı ya-zı bu gazetede yayımlanmıştır.

Hafta (Gaz.) Şemsettin Sami tarafından 11 Ağustos 1881 de yayrmlanmıya başlayan 16 sayfalık bir dergidir. Haftalık olan ve 20 sayı çıkarılan bu dergiyi kendisi yazardı.

Hak (Gaz.) Süleyman Nazif’in başyazarlığı ile yayrmlanmıya başlamış gündelik gazete. Zamanın genç ve ünlü yazarlarını tophyan haftalık ilâvesi vardır

hak 1. Hak, Tanrı adlarındandır; Bk'. ALLAH. 2. Gerçek, sahi, a-dalet anlamına kullanılır. Bu bakımdan Hakperest, Tanrıya tapan olduğu kadar hakkı, adaleti seven ve ona tapan olur. «Hak-perestim arz-î ihlâs ettiğim dergâh bir. - M. Naci». Hakle elyakîn, Bk. YAKÎN.

hakan (Tar.) Ortaasya hükümdarlarına verilen unvan. Çoklukla Moğol ve Tatar eılleri ululan anlamına kullanılırdı. Çin hükümdarları Fagfur’lar için de kullanıldığı olmuştur, «Kaşların çini Hayalî baç olur Fagfur’dan -Kendini Iran ile Turan’a hakan oldu tut. _ Hayalî» - «Husrev-î Cem-azamet, dâver-i Hakan-sat-vet - Belki en kem kulu Cem, abd-i hakîri Hakan. _ Baki».

Hakayıkulvekayi (Gaz.) «Menafi-! şarkiye ve umur-i düveliyeye dair Türk gazetesi» bir müddet Rüştü, ondan onra da Filip tarafından haftada .beş gün çıkarılmaya başlanmış politika gazetesi (3 Eylül 1870). Filip zamanında başyazarlığını Kemalpa-şazâde Sait yapıyordu; Namık Kemal ile (İbret) bir hayli sert

tartışmaları olmuştu. Gazete 1874 ocak ayına kadar çıkmıştır.

hakikat (Tas.) Gerçek (Bk.) île eşanlamdır. «Kul ham ise hakikate eremez - Bülbül cevr etme gül kâmil ister.. Derviş Mehmet», hakiki (Kom.) «Hayalî, tahyilî» kargıdı. Gerçekle ilgili. Gerçek olan anlammadır. Bk. GERÇEK.

hakikiyye (Ed. Tar.) 1896 dan sonra realizm (Bk.) karşılığı o-larak edebiyat-l hakikiye, realistler için de hakikiyywn sözü kullanılmıştır.

Hâkînıiyet-i Milliye (Gaz.) Ankara’da 10 Ocak 1920 de yayını-lanmıya başlanan politika gazetesi. Sahibi Recep Zühtü. 31 Aralık 1934 tarihine kadar bu adla çıkarılmış; 1 Ocak 1935 ten sonra >adı Ulus olmuştur.        A

Hakka sığındık (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Birinci'.Dünya savaşı sırasında İstanbul'da bir olayı anlatan romanı (1920). O savaş zamanına ait canlı levhalar yazarın öteki eserlerinde olduğu gibi gülünç konuşmalarla tasvir edilmiştir.

Hakkın sesi (Bib.) Mehmet A-kif Ersoy’un Balkan savaşı sıralarında ayet ve hadis ilhamlariy-le yazmış olduğu dokuz manzume den meydana gelmiş kitaptır ki Safahat’m üçüncü kitabı olarak yayımlanmıştır (1913).

hal (Tas.) Bir tarikata girmiş kimsenin tuttuğu yolda ulaşabil-diği gerçeklerin kendisine verdiği dalgınlık, kendinden «geçme, etrafla ilgiyi kesme gibi durumlarına denir. Böylelerine «ehl-i hal» denilir. Ulaşabildiği gerçekler kendisine mal olmuş ise, sürekli bir zevk ve neşe içinde1 bulunur ki, o zaman hal, yerini makama bırakmış olur. Ehl-i hal çoktur, ehl-i makam ise azdır. Kadl sözünün karşıdıdır. Hal ü kadl, konuşma dilinde bir kimsenin sözleriyle davranışı anlammadır. «Ruh yok savmaanın pîr-i abâ-puşunda - Hal var meykedenin rind-i kadeh - nuşund'a.. Nailî».

hale uygunluk (Kom.) Söz söy-liyen bir kimsenin konusuna, dinleyicilerine, yer ve zaman şartlarına göre fikir, duygu ve dilini ayarlaması demektir.

Halidiyye (Tas.) Şeyh Halit tarafından kurulmuş tarikat.

halife «Birinin yerine geçen» anlammadıı. 1. Peygamberden sonra onun yerine müslü-manlarm başı olan kimseler. (Hülefa-yi raşidin). Muhammet peygamberden sonra gelen ilk dört halife (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali). 2. Bir tarikat Şeyhinin vekili. 3. Babıâli kalemlerinde kâtiplik eden kimse.

Halil (Tar.) İbrahim peygamberin adlarındandır. İbrahim peygamberin. nçanzum ve mensur e-serlerde adı en çok 1. Putları kırması, A- ateşe atılması, ateşin güllük gülüsttalık olması, 3. Kabe’yi, yapması sözleriyle seylenir. Babasının adı A zer, Azerî olmasından ateş ve benzerleri sözlerle de geçer.

«Ayan etmek için âsar-i aşkı— Halil’e ateşi gülzar edersin.— Hersekli».

(I. K.: Âteş, Âzer, Gülzar, Ha. lilullah, İbrahim, Nemrud, Put-şiken) Bk. İBRAHİM.

. halkbilgisi (Bil.) «Folklor» sözüne karşılık kullanılmıştır. Genel olarak halk arasında yaşıyan,. yapanı unutularak kolektifleşmiş,, çoğu ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçmiş şarkı, türkü, menkıbe, inanç, hurafeler, lejantlar... ve buna benzer gelenek ve görenekleri inceliyen bilim anla-mmadır. Bunların manzum olanlarına halk şiiri, hikâyelerine halk hikâyeleri diye ad verilir. Son on beş yirmi yıldır hu alanda yapılan incelemeler, çalışmalar oldukça geniş bir kütüpane meydana getirecek çokluktadır.

halkçı (Ed- dok.) Fransa’da 19-30 sularında başlıyan Popıilisme (halkçılık) edebiyat okulundan^ kimse demektir. Bu okul, romanda, hiçbir sosyal teoriye sapmadan, natüralist üslûba kapılmadan halktan birtakım insanları tasvir etmek isteğindedir.

halk edebiyatı (H. e.) Folklor ürünleri arasında, yazarı belli ol-mıyan destan, türkü, masal, orta oyunu... gibi şeylerdir. Bu söz, genel olarak anonim veya yazarı belli, hece vezninde yazılmış olan manzumeler için genel olarak kullanılmakta bulunmuş ise de bir folklar ürünü olan anonimler için bu sözü kullanmak, yazarı belli olan ürünler için Âşık Edebiyatı ve yazarları için de Saz-şairi sözlerini kullanmak doğru olur. Pr. Fuat Köprülü çoğu hece vezniyle yazmış, Divan edebiyatı dışındaki şairler hakkm-daki antolojisine «Sazşairleri Antolojisi» adını vererek bu ayırmayı yapmıştır-

Halk hikâyeleri (H- «•) Âşıklar tarafından anlatılan ve halk edebiyatının ürünlerinden olan hikâyelerdir. Bu çeşit hikâyeler nazım nesir karşılığıdır. Bunların yazarları belli değildir. Bunlardan çoğunun konusunu sevgi meydana getirir. Kahramanlık olayları anlatanlar da vardır. Hikâyenin kahramanlan, delikanlı ile kız, birbirlerine manzu-melorte maksatlarını anlatırlar. «Aldı sazı elineı bakalım ne dedi»[ sözüyle bu manzumeler söylenir. Bunları âşıklar üç gece, yedi gece süren toplantılarda anlatırlar, söylerler. Bu çeşit hikâyelerin ilkleri, destandan romana geçiş devresinde meydana getirilmişlerdir.

halk şiiri (H. e.) Âşık edebiyatının temsilcileri olan sazşairleri tarafından meydana getirilmiş, çoğu hece ölçüsü ile bazıları da aruz ile yazılmış manzumelerdir. Türlü şekilleri vardır. Bu manzumelerde belli büyük şekil ayrılığı azdır. Abalarındaki ayrılık ancak saz ile söylendikleri zaman söylenişlerinden belli olur. Konularına göre de Destan, Güzelleme, Taşlama, Koçaklama, Ağıt, Muam ma... gibi ayrılmaları olduğu gibi aynı şekilde olanlar da söylenişlerine göre , Divan, Kalenderi, Koşma... diye ayırdedilir.

Halûk’un defteri (Bib.) Tevfîk Fikret’in bazı eski manzumeleri ile sonradan yazdıkları bulunan şiir kitabı. Şairin elyazısı şeklinde basılmıştır (1911).

Hâman (Mit.) Musa'nın Mısır’da bulunduğu zaman olan Fira- -vun-’un veziri ve danışmam olan kimsenin adıdır. Firavun, bu vezirini iki işle görevlendirmiş, birincisinde yaptığı yüce köşkte göğe bakan Firavun bir şey göremediğini, Musa’ya inanmadığını söylemiş. Başka bir seferinde, öteki söylentiye göre, büyük bir taht yaptırarak, dört köşesindeki dört direğe birer ger-ges kuşu, direklerin uçlarına da et bağlatmış, kuşlar ete saldırarak havalanmışlar, böylelikle u-çunca tahtı da kaldırmışlar; ikisini de göke çıkarmışlardır.

«Belâ girdabına olsun adunu nâ-bedid etsin — Fena deryasına gark eyliyen Firavun ü Haman'ı — Baki».

Hamel (As.) On iki takımyıldızdan (Bk. BURÇ) Koyun takımyıldızı. Güneş, Martın yirmi beşinci günü veya gecesi bu takımyıldızlara girer, bu zaman ilkbahar başlar geceyle gündüz birleşir, Nevruz bayramı olur.

«Cilve-gâhm ede hurşid-i felek burc-iı Hamel- Nef’i».

hamse (D. e.) îslâm edebiyatında önemli bir yeri olan, bir yazarın beş eserinden meydana gelmiş eser bütününe verilen genel ad. Divan edebiyatında «hamse sahibi» olmak önemli idi. En ünlü hamseler Geneeli Nizami’nin Penç Genç (Beş hazine) 'adı verilen hamsesidir ki birçok şairler bundaki eserlere benzer -eserler yazmışlardır. Bu hamse - Mah-zen-lil-esrar, Husrev ü Şirin, linyiti vü Mecnun, Heft 'peyker, ile Iskendername’dir. Türkçe'de de hamselerden ünlüleri: Hamdullah Halmdi (XV. yy.). Yusuf ü Zuleyha, Leylâ vü Mecnun, Mev-lid-i Nebevi, Tuhfeiî-ül-uşşak, Mtıhanımediye, ile Yahya Beyin (XVI. yy.) Şah ü Geda, Yusuf ü Züleyhd, Kitab-i usul, GencÂne-i rân, Gülşen.i Envar ve Behişti’nin (XVI. yy.) Vamtk ü Azrcu, Yusuf ü Züîieyha, Hiisn il Nigâr, Süheyl ü Nevbahar, Leylâ vü Mecnun ve Nergisinin hamseleridir.

hammamiyye (Tür) Hamam ve hamamda bir güzeli tasvir konulu manzumelerdir. Bunlarda çok defa bir güzel tasviri bulunur. Şekil bakımından, meselâ Nedim kaside şeklinde yazmıştır. Be-liğ’in de müseddes şeklinde olan bir HaimatrMame&i vardır:

Uyanıp eyledi ol fitne-i hallide' kıyam

Reh_i germabeye hengâm-i seher kıldı biram Sandılar anı ikiz doğdu güneş hass ile âm Camekâna gelicek tuttu peri gibi makam Tabiş-i gerdan-i billöru ile terledi câm Sevk-i ümmid-i deraguş ile kızdı hamam Savdı âşık gibi baştan küleh-i muteberin Cameden şive ile çözdü mukaddem. kemerin Gül gibi eleydi kat kat çıkarıp esmelerin Pirehen ref olıcak sandı gören sîmberin Perdeden oldu birun âyine-i sîmendam Kışnnı attı hararetle ya şirin hadam Tâb-1 nezareden endamı hararet kaptı Def edip gayriyi hamamcı soğukluk yaptı Şaştı tellâk görüp anı yolun-'            dan saptı

Vaz-i na’lin ederek ol büte âhir .4                taptı

Sarılıp fute-i müşkîn beline vefk-i meram Münhasif oldu yine nısfına dek mah-i tamam Aktı su payına ol serv-i sanev-ber-bûyun Taze taze suladı kâkül-i sünbül-mûyun Yüreği oynadı bir halete vardı suyun Tas-i lebriz içine aks edicek mehrûyun •Gayret.i tâb-î zarınla hemen parladı câm Döndü ol dem küre-i nâra ku-bab-i hammauı

&

Haraza

Sıcağı geçti malûm olıcak ham-i mamın

Çıkma geldi diline ol meh-i bi-âramm Tâb-i ruhsan yüzii suyunu döktü canım Sildi bîruna çıkıp âyine endamın Mâna-veş elbise-i fahireyi giydi tamam Verdi mısra gibi ol kaamet-i mevzune nizam Tug-î şahi gibi giysularına su yardı Açtı emvac-i hava sünbül-i mâyım taradı Duydu natır kokuyu ud ile an-ber aradı Zülf-i dildare o dem şane arayıp taradı Uçlarından dökülüp her tarafa anber-i ham Nefha-i bû-yi safa-aver ile doldu megam Kahve fincanı dokundu leb-i dildara meğer Serilip gül suyu cûş etti yakıldı mecmer Çünki hammama giren kimse Bclig’â terler Müzd-i hammama döküp akçeleri ol dilber Sine-i âyineyi paralayıp etti kıyam

Gitti ateş gibi ol meh donakal-' dı temam (Beliğ) Hanıza (Tar.) Muhammet , Peygamberin amcalarmdandır. Uhut .savaşında öldürülmüştür. Birçok yiğitlikleri destanlaştırılarak Semeaname adı verilen halk kahramanlık hikâyeleri arasına girmiştir.

Hanbağı Hacı Bektaş tekkesi bağlarından biri olup ayrıca bir tekke de orada vardı. Gerek bu-


hankah

i rada gerek Dedebağm’da. bulunan . dervişler Mihmanevi’ne gider, orada destarsız taç giyerdi.

Hanbeli (Din.) İslâmlığın dört büyük mezhebinden biridir. Esasları Ahmet Ibn-i Hanbel (780 -855) kurulmuştur. Hadislere çok . bağlıdırlar, bid’at denen sonradan olma eşylere şiddetle karşı kor. . lar, öteki mezheplerden daha az ı tolerans sahibidirler.

fcançer i- (Mit.) Baktığı kimseyi . hemen öldürecek kadar keskin . gözlü bir hayvan Aristo bir ayna icadederek, bu hayvana doğru . tutmuş, hayvan kendini görünce hemen ölmüş. Bu hayvan bir tane imiş, ondan dolayı türeye-memiş. 2. Küçük bıçak. 3. Sev-. gilinin, öldürücülüğünden kinaye olarak gözü, gamzesi, kirpiği, kaşı.... bununla nitelenir.

Handan (Bib.) Halide Edip A. dıvar’m romanı (1911). Bir genç kadının sıra ile geçirdiği aşk maceralarını anlatır. Roman, mektuplar şeklinde yazılmıştır. Handan, bu şekilde etrafındakilerin görüşüyle anlatılmaktadır.

Hande (Gaz.) Sedat Simavi tarafından çıkarılmış haftalık mizah dergisi (31 Temmuz 1916). Bir yıl kadar çıkmıştır.

hane 1. Ev demektir. 2. (H. e.) Kıtalardan meydana gelmiş manzumelerde her kıtaya hane denir.

Hanım (Gaz.) Sedat Simavi tarafındaki aylık olarak çıkarılmış edebiyat dergisi (Eylül 1921).

Haramlara mahsus Gazete (Gaz.) 31 Ağustos 1895 tel ilkin haftada iki kere, biraz sonra da haftalık olarak çıkarılmış dergi.

hankah i- Büyük tekke demek-

tir. 2. (Tas.) Meyhaneye de han-,'kah dendiği olur.

«Hankah-i aşkının mihmanlan-dır can ü dil — Tekkedir hâli değil evbeştan kallaştan.— Baki».

harabat 1- «Meyhane» demektir. Divan edebiyatı şairleri ile sazşairleri kelimeyi bu anlamda çok kullanmışlardır. Harabati, içki içen, meyhaneye gidip gei'en demektir, çoğulu «haraibatiyan» olur. 2. (Tas.) Neşe ve feyz kaynağı, gerçeğe ulaşılan, yer anlamına gelir. Bu -bakımdan tekke, harikalı ile eşanlam sayılır. Pîr.i harabat, Pîr-i mugrın, dervişleri gerçeğe ulaştıran mürşit anl’a-mınadır.

«Behişt gibi harabat sahnı oldu vesi’ — Ki anda mugbeçeler yar ki hûr şekl ü bedi.— Fâtih» — «Zahidâ adı harabatın cihan-â--baddır.— Necati». — «Yakında kûy-i harabata uğradım-. Yahya -—• Ne hûb câ-yi safa gûşe-i feragat olur.— Şeyhislâm Yahya» — «Harabatı egerçı görmedik amma görenlerden — İşittik bir neşat-efza makıam-i dil — küşa derler.— Şeyhislâm Yahya».

«Dem' olur kûy-i harabatta bir dürd-keşin — Çarh-i çarümde Mesiha eremez payesine.— Hayali».

«Harabatı görenler her biri bir haletin söyler — Letafet nakleder rindan ü zahid sıkletin söyler.— Ragıp Pş.».

Harabat (Bib.) Ziya Paşanın' Osmanlı, Fars, Arap şairlerinin. Kaside, mesnevi, gazellerinden seçmelerle meydana getirdiği üç ciltlik antoloji (1874). Bu eserin başında Mukaddeme başlıklı uzun ca bir giriş vardır ki, her üç edebiyatın da manzum tarihiyle bazı edebiyat konularından meydana getirilmiştir.— Bu eserle ilgili önemli bir olay da, Ziya Paşanın Hürriyet gazetesinde yazmış olduğu Şiir ve İnşa makalesindeki fikirlerine aykırı olarak eski e-debiyatı yaymak hususunda görülen bu gayretini Namık Kemal beğenmemiş Tahrib-i Harabat ve Tâkib adiyle iki kitapçık yayım-lıyarak şiddetle karşı koymuştur.

harekât ve stekenat (Vez.) Harekât, hareke, sekenat da selene sözünün çoğuludur. Hareke, sesli harfleri bulunmıyan arap yazısında harflerin nasıl okunacağı-nr göstermiye yarıyan işarete denir. Sekenat, kendi harekesi olmayıp kendinden önceki harekeye göre söylenen harflerin durumudur.

harekât-i kafiyte, kafiye harflerinin harekeleri olup, bunlar da şekillerine göre altıdır : HAZF, ÎŞBA, MECRA, NÎFAZ, RES, TEVCİH.

hareke (Dil.) Arap elif besinde harflerin, seslerini belirten işaretlerden her birine denir. Hareke, üç tanedir: Fetha (üstün), kesre (esre), zamühe.

hareket (Kom.) Konunun sürekli, canlı olarak geliştirilmesi demektir. Olayların ayrıntılarındaki incelikler hareketi sağlar, durgunluktan kurtarır. Sahne e-serlerinde, hareketi, şahısların -sahneye girip çıkmasiyle hesaplamak yanlıştır, bunda hareket olayın canlılaştırılmasmdan doğar. Üslûpta hareket, fikirlerin yeğinlik derecesi ile cümle kuruluşuna bağlıdır. Bunlardan birincisi üslûbun 'iç hareketini, ikinci-side dış hareketini meydana getirir.

' harf (Dil.) Ağzın belirli -bir çıkış yerinden dil ve dudaklar ara-

harf

cıyle çıkan seslerin işaretleri demektir. Bunların topu alfabeyi meydana getirir. Arap alfabesi yirmi sekiz harftir. Fars alfabesi, arap alfabesine ç, p, g, j harflerini katarak (hurufat-i farisi-ye) otuz iki olmuştur; Türkçe alfabe de, arap harflerinin kullanıldığı zaman otuz iki harften meydana gelmişti: Elif, be, pe, te, se, cim, çe, ha, hı, dal, zel, rı, ze, jet, sin, şun, sad, dad, tı zı, ayın, ga-ym, fe, kaf, kef, kâf-i fanisi (g), lâm, mim, nun, vav, he, ye. Arap-çada alfabe (elifbe) harflerine Huruf-i hecaıiye yahut Huruf-i m-ebtmi denir. Arapçada, harfler Huruf-i şemsiye, Huruf-i kameriye olarak ikiye ayrılır. Kelimenin belirli olduğunu göstermek için Harf-i târif denen elif _ lâm vardır. Harflerden bazıları kendilerinden sonra gelenlere bitiştiril-medikleri için Huruf-i munfasıla, bitişenlere de Huruf-i muttasıla denir. Arap harfleriyle yazılan Türkçede’ elif, vav, he, ye harflerine Huruf-i imlâ denir ve beraberinde bulunduğu harfi seslendirmede kullanılırdı. Elif, vav, ye harfleri, arapçada. olduğu gibi Huruf-i medd hükmünde de kullanılır, bu hallerine Huruf-i müs-tahlefe denir. Arapça ve fasrça kelimelerde üstünü, esreyi, öt-reyi uzatmıyarak kullanılan elif, Vav, ye harflerine Huruf-i medd, (uzatma harfleri) bazı da önde bulunduğu harfin sesini belli fiden, o zaman Huruf-i ma’zule denilir. Elif, vav, ye gibi bir imlâ harfi medd 4 (uzatma) harfi işini görürse Harf-i müstahlef, bir medd harfi de imlâ harfi işini görürse Harf-i mazul olur.

(Naz.) Huruf-i kafiye, kafiye o-

Haaut

lan kelimedeki harf veya harflerin şekillerine göreı adları vardır: DAHİL, HURUÇ, KAYT, MEZİT, NAİRE, REDE, REVİ, TESİS, VASL (Bunlara bakınız).

harfteş (Mİ.) Aynı harflerden meydana gelen kelimelerden her biri. İsa-asi; masa-asma, Esma -sema... gibi.

hariç® (Mn.) İslâmlığın daha ilk yüzyılı içinde inanç konusunda bazı ayrılıklar gösteren kimse,, lere ad olmuştur. Çoğulu Hava-riç’tir. Halifelik meselesi, imam ve amel meselesi ilk çıkış noktalarıdır. Halifeliği hiçbir şekilde kabul etmemişlerdir.

«Münkir haricinin paslı canına. — Kantarlı küfürler atanlardanız.-Ruhullah».

harika (Ed. Ten.) Olağanüstü, insanı şaşırtacak şey demektir; en çok destanlarda bulunur; âdeta bu türün başlıca niteliği sayılır. Halk hikâyelerinde, destansı parçalarda da böyle harikalar bulunur.

Haristan ve Gülistan (Bib.) Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in küçük hikâye kitabı olup Edebiya-tıcedide Kütüpanesinin 9. sayısı olarak çıkarılmıştır (1901). Na-kiye hala, hikâyesi ile Yeğenim monologu bu kitaptadır.

Hamt ile Marut (Mit.) Bunlar iki melektir. İnsanoğullarınm kötülüklerini görüp Tanrı’ya şikâyet etmişler. Tanrı onlara «İnsanoğullanndaki şehvet sizde olsaydı daha beterini yapardınız» demiş. Onlar yapmıyacakla-rını söyleyince Tanrı onlara şehvet vererek Babil’e indirmiş. Babil’de hâkimlik ederlerken kendilerine başvuran çok güzel bir kadına tutulmuşlar. Kadın onlara, ya kocasını öldürme, ya puta

tapmıa, yahut da şarap içme teklifinde bulunarak ancak bunlardan biri olursa kendilerine teslim olacağını söylemiş. Şarap içmeyi hepsinden hafif bulmuşlar. Sarhoşlukları zamanında, kadın, onlardan göğe çıkmak için söyledikleri duayı sormuş, onlar da söylemişler. Kadın bu duayı öğrenince göğe çıkmış, fakat Tanrı tarafından çarpılarak Zühre yıldızı haline konulmuş. Harut ile Marufa dünya veya ahiret azaplarından hangisini kabul edecekleri sorulunca dünya azabını kabul etmişler. O vakitten beri Harut ile Marut, Babil’deki kuyuda başaşağı asılmışlar, bir türlü suya kavuşamazlarmış. Kuyunun başına gidenlere büyücülük öğretirlermiş. (Mec.) Sevgilinin bakış, göz, gamze gibi seveni -büyü-lercesine etki yapan hallerini anlatmada çok kullanılır. «Nice, yıl sihr öğretir Harut’a endişem*— Nef’i» — «O fitne kim onu Harut uyardı Babil’de — Siyah gözlerinin hâb-i âremidesidir.— Nedim» — «Menba-i mekr ü füsun çeşm-i fitne-zadm idi — Meşk-i sihr eylemeden gamze-i Harut henüz.— Her sekli».

Haşan (Tar.) Muhammet peygamberin torunu, Ali ile Fatma’nın çocukları. On iki imamın İkincisi sayılık lakabı JH'iid’eba’dır. Ali’nin ölümünden sonra, bir ordu tedarik ederek Şam askerine karşı çıktı ise de savaşmadan va.z geçti; karısı Ca’d tarafından kırk altı yaşında iken zehirlendi (669).

«Getirip yâda Hasan’la Hüseyin kıssasını — Başla feryada di-lâ cümleden akdemdir bu.— Şeref Hanım».

haşir neşir (Tas.) Haşr,. toplanma; neşr dağılma demektir. İnsan öldükten sonra bütün beldeni dağılacak, kıyamette o dağılan parçalar bir araya gelip toplanacak, insan yeniden dirilecektir. Sofilere göre, insan şimdiki suretine gelmeden neşir âle-mindeydi, her parçası kâinatın bir yanında maden, bitki, hayvan âlemlerinde1, ondan önce de unsurlarda idi. Baba ve ana bu parçaları topladılar. Bütün parçalar ana karnında haşrolur, asıl mahşer orasıdır. Üyeleri toplanan çocuk dünyaya gellir, terkip âlemine doğar, Bu bakımdan dünya Arasat’tır. Cennet veya Cehenneme girenler burada girerler. Sırat bu yaşayıştır.

«Umarım haşreder ol Rabb-i gani — Anı dünyada görenlerle beni.— Hakani».

• haşiv, haşv (Bel.) İbarede gereksiz söz bulunması demektir. Bir kelime yanına eşanlamı bir kelimeyi gereksiz katmak, - ibarede anlam için gerekli olmıyan kelimeler bulundurmak,- aynı anlamı tekrarlıyacak şekilde birden fazla cümle söylemek, - aynı fikri aynı şamilde tekrar tekrar söylemek,- yazıya yabancı fikir, hayal karıştırmak hallerine «haşiv» (artıklama) denir... Eskilerde, haşvin belli başlı sebeplerinden biri seci ile lâfız sanatları (nesirde), vezni, beyit veya kıtayı tamamlamak için yapılan katmalar idi ki bu da pek çoktu. Nesirde seci ve denk cümleler kurmak için yapılan katmaların yazıyı yarı yarıya gereksiz sözle dolduranlar olduğuna işaret etmek bunun ne kadar salgın ve yaygın bir şey olduğunu gösterir. Basmakalıp eşanlam atıf sözlerinden:

Edebiyat L. F — 8

add ü şümıar ahd ü peyman ârâste ve piraste asayiş ü rahat bedihi vü. aşikâr bey ü füruht bireyb ü güman bi sebeb ü illet ceng ü harp cehl ü nâdani dair ü sair etraf ü cevanîp evkat ü ahyan feth fi küşad ferid ü yekta gtmum ü iıumum havf ü hiras hırs ü âz ’ fim ü irfan ilhah ü ibram itiraf ü ikrar kadd ü kamet kizb ü dürug-kati ü idam lâyık ü cedir mahv ü nabud medh ü sitayiş meram ü maksut meskûn ü abadan muhtefi vü nihan nale vü feryat nush ü pend reşk il haset sehl ü âsan şad ü hurreim şerm ü hayâ tek ü tenha vakt ü zaman yağma vü garet ziyb ü ziynet


f nazımdaki doldurmalra örnektir.

  • — Eskiler haşvi, müfsit ve ffayr-i müfsit diye ikiye bölerlerdi. Havş-i Müfsit, anlatılması istenen fikri bozan haşivdir. Böylesi yalnız söz kalabalığında kalmaz, söylenecek fikri de karmakarışık 'eder. İkinci çeşit haşiv de (zararsız haşiv) üç bölüme ayrılır: 1. Haşv-i kabih, kelimelerin gereksizliğinden başka bir de anlatıma çirkinlik verenlerinden meydana gelen haşivdir. 2. Haşv-i mutavassıt, sözel ne güzellik ne de çirkinlik katan haşivdir. 3. Haşv-i melih, söze güzellik veren haşiv olarak anlatılır. Haşiv, ITNAB, TEKRAR, İCAZ, gibi öteki yazı sanatleriyle ilgilidir. (Naz.) Bir beytin iki mısramın baş ve son parçalan arasında bulunan parçalara denir. (Bk. BEYİT).

Hata Çin ülkesinin Kuzey tarafına eskiden verilen ad. Hu-ten (Bk.) sözüyle beraber çok kullanılırdı. Giızel kokular, mis o taraflardan geldiği için sevgilinin saçı hakkında ve kokusu için mazmunlar yapılmaya çok yarardı. Hata sözünün yanlış anlamına gelen arapça hata ile benzeşmesi de kelime oyununa yol açan bir kolaylık meydana getirmişti.

«Çeşmin ahû-yi Hata vü müşk-i Çin’dir saçın.— tbni Kemal» — «Çîn-i zülfüne senin nice diye ! müşkîn dil — Zülfünün bir kılı-1 na değmez iken Çin ü Hata.— İb-nî Kemal» — «Çîn-i zülfün müş-ke benzettim hatasın bilmedim — K’ey perişan söyledim bu yüz karasın bilmedim.— Ahmet Pş.» — «Çîn-i zülfüne hata edip müşk-i Çili dedim — Affet günahımı bilirim yüzü kareyim.— Ibni Kemal»

  • — «Ol mah-lika zülf-i siyahkârı-

    bu ikiz sözlerden biri daima gereksiz olarak tımtırakı kelime kalabalığında aramak fikrinden ileri gelmiştir, bunlar klişeleşmiş tir.— «V'ar mı hele söylenilmedik söz — Kalmış mı meğer denilmedik söz.— Şeyh Galip» beyti de


:nı çözdü — San Çin ü Hata taciridir bârım çözdü.— Şehislâm Yahya» — «Gelip müskinlik etti hâl-i yârda — Hata’dan nafe.i müşkin-i ahû.— Baki».

(İ. K.: Ahû, Çin, Hata, Huten, Misk, Nafe).

hatem- Anlamı «mühür» demektir. (Tas.) Muhammet peygamber Ali’ye bir gün bir mühür armağan eder. Miraç gecesi Muhammet peygamber Cebrail ile Sidre-i Münteha’ya ulaşır. Orada Cebrail’den ayrılarak yalnızca içeri girer. Kırklar meclisini görür, başkanlık edeni tanımaz, fa-'at armağan .ettiği yüzüğü eline alınca bu başkanın Ali olduğunu tanır, ona biat eder. Bundan dolayı Bektaşılana göre Ali mürşit, Muhammet rehberdir.

Hatem (Tar., Mit.) Arabistan’da’ Tay kabilesinden olduğu için Ha-tem-i Tayy veya Hatem-i Tai denir. Zenginliği cömertliğiyle ün almıştır. Muhammet Peygamberin peygamberliğinden biraz önce ölmüştür. İslâmlara esir düşen kızı «Ya Tanrı habercisi, eğer lûtf edip de beni azat ederseniz, Arap kabilelerinin insan çeke» mezlerini hakkımda sevindirmemiş olursunuz. Zira ben öyle bir kabilenin seydinin kızıyım ki babam tutsakları lazat eder, açları doyurur, çıplaklan: giydirir; insanlara alçak gönüllülükle davranır, dört yanındakileri korurdu» deyince Muhammet peygamber kendisini azat etmiştir.— Edebiyatımızda:, kasidelerde övülen kimseyi olduğundan çok büyült göstermek için Hatem’i bile geçtiği söylenmek gelenektir. Hattâ bazıları Kabilesinin adı olan Tây sözünü yine arapça, fakat silmek, kazımak anlamışa gelen tay şeklinde kullanarak söz oyunu yapmışlardır.

«Kerem asan yok âlemde ey dil var ise ancak — Hemen bir namı kaldı anı da Hatem koyup gitti.— Nıazîm» — «Hatem’in namını tayyetti hele — Yâde gelmez kerem-i Bermekiyan.— Fit-nat».

hâtıra, hâtırat (Tür ) Yazarının gözü önünde geçmiş, kendisinin de karışıp bir rol oynamış olduğu olayların hikâyesi. Ant, daha özel hâtıradır; otobiyografi ise, daha çok kendi ile ilgili konuların sade anlatımıdır. Sadrazam Sait Paşa ile Kâmil Paşa’nm Siyasi hâtıraları, Halit Ziya Uşak-lıgil’in Kırk yıl adlı edebiyat âlemiyle ilgili hâtıraları vardır.

Hâtıralar (Bib.) Mehmet Akif Ersoy’un Birinci Dünya savaşı sırasında yazdığı manzumeler. ^Safahatın beşinci kitabı (1917).

hatip 1. (Eski) Cuma namazlarından önce camide mimbere çıkıp hutbe okuyan kimse. Hatipler mimbere ejloginde hükümranlık hakkının sembolü olarak bir kılıç ile çıkarlardı, bu keskin »aya işe yarar bir kılıç ıslmadığı için «mi-sal-i seyf-1 hatip» sözü kullanıl. mazlık anlatımına yarardı. — 2. İyi söz söyliyen kimse.

havarîç (Tar.) «Haricî» sözünün çoğulu olup «hariciler» demektir. Ali ile Muaviye arasında halifelik için yapılan çekişmede taraf tutmayan veya iktidar elinde o-lan tarafa aykırı düşünen kimseye ve kimselere denmiştir. Sonraları genel olarak iktidardakilerin hükümlerine karşı gelenlere (hu-ruc-i alessultan) sıfat olmuştur. Ali’den başkasının halifeliğini kabul etmiyenler için de genel o-larak «havariç taifesinden» denirdi, Her taraflı kendi inancında olmıyan «havariç» ten sayardı.

havarik-i adat (Din.) Olağanüstü hallerden bazılarının kelâm bilgisine göre açıklanmasında kullanılan bir terimdir. Bunlar Jf». cizat (peygamberlerin peygamber olmalarından sonra görülen haller), Irhaısat (peygamberliklerinden önce olanlar), Keramat (er _ miş kimselerde görülenler), Ma. unât (müslümanlardan her hangi bir kimsede görülenler), İstidra-cat (iman ve iyi işler sahibi ol-mıyan kimseden Tanrı hikmeti olarak görülenler), Iha/naıt (yine bu çeşit insanlarda isteği olmadan görülenler) diye altı bölümde incelenir.

havas (Psi.) «His» kelimesinin çoğuludur, duygular demektir. Eskiler, bu duyguları iki büyük kısma ayırmışlardır, her birinde de beşer nevi düşünmüşlerdir : Ha. vas-i hams-i zâhire (ftâmlse, dokunma; hasıra, görme; samla,, i-şitme; zailca, tatma; şamme, koklama) ; havas-i hams-jı bâtına (Hiss-i müşterek, hayalgücü; hayal, hayal, imaj; vehm yahut vahime, hayalgücü; hafıza, hafıza, bellek; mutasarrıfa, yaratıcı hayalgücü) .

havas «Hassa» çoğuludur; Tanrı adlariyle âyetlerin ve bazı duaların hassalarını konu yapan bir bilim vardır. Bazı ünlü bilginler bununla uğraşıp kitaplar yazmış, lardır. Bunlarla düzenlenmiş bazı muskalar yapıp satanlar da vardı.

Havemak (Mit.) Irak’ta Fırat’ın sağ kıyısında (Şimdiki Necef’-in bulunduğu yerde) Hîra adlı bir şehir varmış. Buranın Numan veya Yezdeert adlı hükümdarlardan biri burada Sinimmar (Bk.) mimara gayet güzel bir köşk yaptırmış. Edebiyatta, yapıların nitelenmesinde kullanılır bir deyim olmuştur.

«Köhne mazmun-i Sinimmar-i Havernak - asâ — Beytten beyte girip çıkmadan oldum bizar.— Saffet».

Havva (Ta.) Âdem peygamberin eşi olarak yaratılan kadın. Adem peygamber Cennet’te iker bir uykudan uyanışında sol eğe kemiğinden yaratılmış olan Hav-vayı görür, ilk kadın yaratıktır, «Havva anamız» denir. Kız ve erkek kırk sekiz çocuk yetiştirmiş, Âdem’den dört ay veya bir yıl sonra ölmüştür. Bk. ÂDEM.

«Âdem ile Havva birlik idiler. — Ne güzel bir mekân bulduk de. diler — Cennetin içinde buğday yediler — Sürdük bir tarafa pu-

yan eyledik.— Edip Harabi».

Hayal (Gaz.) Teodor Kasar tarafından Diyojen’in kapatılmasından sonra çıkarılan Çıngıraklı Tatar gazeetsi yerine çıkarıl, iniş olan bir mizah gazetesidir. (30 Ekim 1873). Haftada üç defa çıkardı, sert tartışmalar yap. mıştır, 1877 haziranına kadaı sürmüştür.

hayati 1- (Psi.) Eskiler buna Su-'ver-i mahsuse (duyulmuş suretler) veya Şedbalı uzaktan görülen şeyin gölgesi; çoğulu eşbalı), suret ,resim, timsal, misal derler-di. Beş duyudan biri ile zihnimizde yer tutmuş olan bir şeyin kendisi yok olduğu halde zihinde kalmış olan şekli için kullanılır. 2. (Ed.) Bir şeyi daha canlı, daha duyulur bir halde anlatmak için onu başka şeylerle ilgilendirerek yeni şekiller tasarlamaya denir. Benzetmeler, iğretilemeler birer hayal (imaj) dır. Üslûpta,

Haydar

tinin maddi ve mânevi yardımiy-le çıkan bu dergi Yeni Mecmua’nm yaptığı gibi bir boşluğu doldurmak isteğiyle onu izlemek amacını gütmüştür.

Hayat ve Kitaplar (Bib.) Ahmet Şuayip’in Batı yazarları üzerine olan makalelerinden meydana getirilen bu kitap Edebiyatı-cedide kütüphanesinin 7. sayısı olarak çıkarılmıştır (1901).

Hayat-i Fikriye (Bib.) Fuat Köprülü’nün Batı yazarları üzerine olan minkalelerinden meydana getirilen bu kitap Fecriatı Kitapları serisinde yayımlanmıştır (1911).

Hayat-i hakikiye sahneleri (Bib.) Hüseyin Cahit Yalçın’m Servetifünun dergisinde çıkmış .olan küçük fıkra, hikâye ve mensur şiirlerinden meydana gelmiş olan bu kitap Edehiyatıcedide Kü-• tüpanesinin 20. sayısı olarak yayımlanmıştır (1909).

Hayat-i Muhayyel (Bib.) Hüseyin Cahit Yalçın’m yirmi küçük hikâyesi, Edehiyatıcedide Kü-tüpanesinin birinci eseri olarak yayımlanmıştır1 (1899).

Hayattan hikâyeler (Bib.) Aka Gündüz’ün küçük hikâyelerinden meydana gelmiştir (1928).

Hayattan sahifeler (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Birinci Dünya savaşı sonlarında tefrika edilirken sansürce altı yasak e-dilen romanının ilk bölümüdür. İbrahim Hilmi’nin Roman Kütü-panesinin 21. sayısı olarak çıkarılmıştır (1920).

Haydar (Tar.) «arslan, pek yiğit» demektir. Halife Ali’nin lâ-kaplarındandır. Haydar-i kerrar, düşman üzerine döne döne tekrar saldıran Haydar demektir.

«Server-i din ü padişah-i namdâr


yalın bir fikre duyulur bir kılık vermek hayal ile olur. Bazı bir hayal, bir sıra tablo halindeki sayıp dökmelerin yerini tutar. Kelimelerin çoğunu basit iğretileme-ier meydana getirir.

hayal âlemi (Psi.) Bir kimsenin dış âlem için beş duygusu ile zihninde biriktirdiklerinin bütünü onun «hayal âlemi» ni meydana getirir. Bir yazarın, bir şairin hayal âlemi, onun kullandığı imajların incelenmesiyle meydana çıkar. Bunun gibi, Divan edebiyatı hayal âlemi demek o edebiyat yazarları arasında ortak olarak kullanılan hayallerin (imaj) hepsnin ortaya çıkardığı âlem demektir. Onun içindir ki o hayal âleminin hayallerinden çoğuna yabancı kaldığımızdan dolayı bazılarını anlamıyor, zevkine varamıyoruz.

hayalgücii (Psi) Eskiler buna muhayyile, tahayyül, kuvve-i haya, liye, mütehayyile.. gibi türlü adlar vermişlerdir. Doğrudan doğruya duyularımızdan gelmiş yahut hâfı-zada .saklanmış hayalleri tekrarlama yetisine denir. Yarattım, hayalgücü, tabiatten alındıkları halde, ne varlığı olan, ne de gerçek olan hayaller meydana getirme yetisi. (Eskiler buna niMasarri-fa diyorlardı.).

Hayal içinde (Bib.) Hüseyin Cahit Yalçın’m romanı (1901). E-debiyatıcedide Kütüphanesinin 5. sayışı olan bu roman, bir yüksek okul öğrencisinin 17-19 yaşlar a-nsındaki hayal düşkünlüğünü, bu yüzden çektiği sıkıntıları, iç fır. tınalarmı çok canlı olarak anlatmıştır.

Hayat (Gaz-) 2 Aralık 192<5 da haftalık olarak yayımanmıya başlanmış dergi. Maarif Vekâle-

  • — Haydar-i hasm-efken ü Düldül-süvar.- Nazîm». — «Acep mi câ-me-i devletten a’raz eylese tab’ım ,

  • — Abâ-yi fakr olur Galip kabâ-yi Hayder-i tecrit.. Leskofçalı» — «Ey şah-i vilâyet Hayder-i Kerrar

  • — Kerrar oldu ismin, keramet ile Keramet şendedir gün gibi izhar

  • — Esrarın söylenir rivayet ile.— Ceyhuni».

hayfa Arap harflerine göre bir kelimesi noktalı bir kelimesi de noktasız olacak düzenlenmiş söz.

haykırı (Kom.) Ünlem çeşidin, den olan haykırı . ile kurulmuş cümleler bir çeşit eksilt® cümlelerdir.

hazf (K. s.) Arap harflerine göre, sözü noktasız harflerden meydana getirmektir. Bi-nukat (noktasız) da aynı anlamadadır; buna Tecrit diyenler de vardır.

Hazine-i Evrak (Gaz.) Samipa-şazade Baki ve. Mahmut Celftlet-tin’in çıkardıkları bu dergi (13 Mayıs 1881) Tanzimat sonrası başlıyan fikir hareketlerinin ilk görünüşlerinden sayılır. «93 sa. vaşı»ndan sonra Namık Kemal’ Abdülhâk Hâmit Tarkan, Recai-zade Ekrem’in yazıları yanında yeni yetişen gençlerin de yazılarını yayımlamıştır. Haftalıktı, iki yıl kadar çıkmıştır.

Hazine-i Fünun (Gaz.) Asır Kütüpanesi sahibi Kirkor Faik tarafından haftalık olarak yayımlanmış dergi (15 Temmuz 1893). Dört yıl kadar çıkmıştır.

heca (Dil.) Hece (Bk.)   2.

(Ed). Hiciv (Bk.) yazmak. 3. Bir kelimeyi harfleriyle söylemek, hecelemek. Huruf-i heca, (arap elif-besine göre) alfabe.

hece (Dil.) En küçük ses bütünüdür; ağzın bir hareketiyle çıkarılan ses demektir: Cum-hu-ri-


yet, a-nam-dan... gibi.:— Hecenin ahengi meydana getirmekteki rolünden ötürü önemi vardır. Bu bakımdan manzum yazının temeli sayılır.— Türkçe nazımda temeldir; uzun zaman arap aruzu, kullanıldığı vakit ona aruz vezni, Türkçe ve'zine de hece vezni (parmak hesabı, hesab-i benan) denmiştir. Aruz heceleri de gene ses bütünü olarak bir ağız hareketiyle söylenen sesler sayılırsa da bunda sesi meydana getiren harfler rol. oynar: Ali, peder iki hece olmakla beraber «a.» ve «pe.» heceleriyle «-li» ve «der» hacelerinin değerleri başka başkadır. Arapça ve farsça «mah, sal, tîh, Nil, tul» kelimeleri de bir heceli olduğu halde bundan öncekilerinden değer bakımından başkadır.

hece vezni Türkçe nazım ölçüsüdür. Buna eskiler Hesab-i benan (parmak hesabı) da demişlerdir. Türkçede hece (Bk.) değeri bir olduğu için kelimeleri de aruz veznine bozukluklar meydana getirecek şekilde sokuluyordu. Aruz - Hece (Bk.) tartışması çıktığı zaman îlkin bu nokta üzerinde duruldu. «Anadolu, seviyorum» gibi sözlerin aruz kalıplarına sığmadığı ileri sürüldü. Türkçe sözlerin sâne (sana), bâne (bana), ba-şlda® (başladı), sakî-narak (sakınarak)... gibi uzatmalarla şekil değişikliği ayıplandı. Kısacası, ortaya rahat bir Türkçe-ile okumanın yapılamayacağı bir biçim çıkıyordu.— Hece veznini sazşairteri kullanıyorlardı; aruz, vazni şairlerinden de hece vezninde manzumeler yazanlar yok değildi. Her ikisinde de birbirini örnek tutmadan ileri gelen acemilikler olmuştur.— Hece vezni..

- pesend kim — Her ruzu yâd-i ma’reke-i hefthân verir.— Nedim».

hefttenan (Mit.) Ashab-i kehf (Bk.) için kullanılmıştır.

hesab-i cümel Ebced hesabı. Bu hesap üç türlü yapılır Cü-'mel-i sagir, ebced sırasındaki harflerin rakamla gösterdiği yoldaki değerlerin toplamıdır (Meselâ, Mehmed=92); Cümel-i kebîr, ebced harfleri söylenişlerinin gösterdiği garflerin toplamı (meselâ Mehmet, mim, ha, mim, dal diye hesaplanarak 224 olur); Cümle-i ekber, harf rakamlarının arapç'a söylenişleri harflerinin toplamı olarak hesaplanır (Meh_ med sözü buna göre 1530 hesap olunur).

hezl (Tür.) Bir konuyu alaylı bir anlatışla işlemek, her hangi bir manzumeyi olaylaştırarak aynını yapmak hezeldir.

Fazıl Ahmet Aykaç, Bayburtlu Zihni’nih 'meşhur «Sakiler meclisten çekmiş ayağı» manzumesini şöylbce .Jenzil etmiştir:

Çiftlikte kalmamış sığırla manda Mer’adan kaldırmış kurtlar buzağı Kurnalar boşalmış yıkık hamamda Ustalar toplamış tası tarağı Dışımız kalaylı içimiz tavsız Ateş dedikleri yanar mı kavsız Türkün adını sen yazma «vav» sız Tatlısız yenilmez dilber dudağı Yelkenin kopuşu direkten değil Kayığın batışı kürekten değil Ah eden çok amma yürekten değil

Virane ülkenin akar saçağı Narigile misali çok etme gurgur İstanbul Türkçesi değildir uygar


ninde birli heceden bağlıyarak 16, 20 heceliye kadar yazılanlar olmuşsa da en çok kullanılmışı, en işleği 4+3, 4+4+3, 6+5 tir. Bunlar çok kullanıldığı için kulağa alışkan hır ses vermektedirler.

Hedonizm (Ah.) En büyük hayır olarak hazzı ariyan, acıdan kaçman her çeşit ahlâk görüşüne verilen ad, (Haz; zevk sözünün eşanlamı elem sözünün de karşıtlarındandır,

heft, Farsça yedi (Bk.) demek- -tir; arapçası sedadır. Heft-dhtsr, hr’ft-ânı.ir, heft-ecram,, yedi yıldız, felek (Bk.); 'heft-dane aşure pişirme gerekli yedi madde; tıeft-derya, (yedi deniz) Pasifik, Atlantik okyanusları ile Akdeniz, Karadeniz ve Tabariye, . Hazer, Aral gölleri.

«Aşina-yi kulzim_i irfan olan ıâ-rak eder — Gevher-i yekdanedir bu heft-deryadan murad.^— Her-sekli».

hefthân (Mit.) 1 Fars padişahı Keykâvüs Mazendıran’da zindam danda bulunurken, Rüstem, herbir konağında insanlarla, ordularla, devlerle boğuştuğu yedi konaklık yol almış, yetişip Keykâvus’u kurtarmıştır. Bu yedi konaklık yürüyüşe hefthân denir. 2. Isfen-diyar da, Güştasb’m Erçasb tarafından esir edilmiş olan kızlarını kurtarmak için her konağında bir çeşit tehlike bulunan yedi konaklık yer aşarak yetişmiş Er-casb’ı öldürerek kızkardeşlerini esirlikten kurtarmıştır. Rüstem olsun Ifendiyar olsun her konaktaki tehlikeyi savuşturduktan sonra orada bir işret sofrası (hân) kurup yeyip içmişler, eğlenmişler. Ondan dolayı ikisinin bu sergüzeştine Hefthân denmiştir.

«Hakka garib rezm_i Tehemten

Pirincin yerini tutarını bulgur Kavun olur mu hiç çerkes kabağı Şairin kalemi değilse olgun Her kafiye böyle düşer mi dolgun Zannetme sevgilim bu dehr-i dunun Tavşan bıyığını kuzu kulağı hırka (Tarikat) Dervişlikte şeyhin dervişe hırka giydirmesi, kendi h'alini giydirmesi, kemalini bağışlamış olması demektir. Muhammet peygamberin Ali’ye ve bazı ashaba hırka giydirdiği söylenir. Bektiaşilerle mevleviler-deı tarikata girene Muhip denir. Bir muhip, dervişliğe ikrar verince tekkeye girer; tennure denilen yakasız, kolsuz, etekleri geniş daire biçiminde bir gömlekle belirli bazı hizmetler görürdü. Bu hizmet zamanı mevlevilerde bin bir gün, beştaşılarda, becerikliliğini gösterecek kadar bir zamandı. Bu zaman sona erince dervişe mevlevilerde Matbah canı, foektaşılarda Kalender denen dervişlik adaylığına törenle hırka giydirilir ve derviş yapılır. Mevle-vilerin Sofu tarilvatteri dedikleri öteki tarikatlerde de tarikate girmek istiyen bir kimseye bu isteğinden bir zaman sonra Biat Me-raısiMi denilen bir törende hırka giydirilir; bu da tarikata girmenin (sülûkün) sonu sayılırdı. Derviş hırkaları yakasız, önü açık ve kollu uzun bir üst giyeceğidir.

«Hanikah-i aşka düşmüştür gönül derviş olup — Pâre pâre cismi hırka dûd-i ahidir külâh.-— İbni Kemal» — «Resul-i ekremin tacı — Abâ hırka şal bizdedir.— Âşık Haşan».

arta Bk. HATA.

Hızr, Hızır (Mit.) Varlığı ve kimliği üzerinde pek çok söylentiler bulunan, yaşadığı zaman ü-zerinde birbiriyle uyuşmaz yıllar söylenen Hızır’ın, edebiyatta abıhayat (Bk.) dolayısiyle adı çok geçer. İskender ile 'abıhayatı a-ramıya çıkışı, karanlık yolda birbirlerini kaybetmeleri, yalnız bızırın bu ölmezlik suyunu bulabildiği hikâyesi birtakım mesnevilerin yazılmasına yol açmıştır. Hızır’ın bir de İlyas diye arkadaşı olduğu söylentisi vardır, halk her yıl baharı Hıdırellez günü karşılarlar. Abıhayat sözü tasavvufta yürek , ferahlığını anlattığı, öteki şairlerce de sevgilinin insanın canına can katan dudağı, sözleri gibi şeylerini niteleme sıfatı olarak kullanıldığı için bütün bu sözün geçtiği yerde Hızır adı da ianılır.

«Lebin hattı mıdır ya Hızr eliyle — Yazılmış çeşme-sâr üstünde bir ferd.— Necati»— «Hızr’a minnet çekme var sonra dil-i Nef-i gibi — Evvelâ abıhayat-i feyzle leb-ber-teb ol.— Nef’i» — «Var iken lâ’l-i lebin gayri temenna eylemem — Hızr eğer sunsa pe-yapey âb-i hayvanı bana.— Nabi». — «Olmıyan maye-i feyz-i ezeliden sîrab — Âb-i Hızr’ı yine Hızr olsa da rehber bulamaz.— Ragıp Pş.».

(î. K.: Abıhayat, Âb-i Hızr, İskender, Mededres, Rehber, Rehnü-ma, Zulmet). Bk. ABIHAYAT. İSKENDER.

hicap (Tas.) Asıl anlamı, «perde, örtü» demektir. Sofilerce, Tanrı’mn tecellisini kabule engel olan yaratıklar suretinin yürekteki intibaı. Yüreğinde Tanrı’, dan başka bir şey bulunan tarikat adamı mahçuptur. Muhammet peygamber, Miraç sırasında

hiciv

yetmiş bin cisim ve yetmiş bin de ruh hicabından geçmiştir. Cisim hicapları dünya ile ilgili bağlardır, ruh hicapları da ahiret ile ilgili olanlardır. Bütün bunlar Mutlak Varlık ile ilgilidir, gerçeğe ulaşanlar bu hicaplardan ge-çemiş olanlardır.

hiciv, hicviye (Tür.) Kötü huyları, gülünç halleri alaylı bir dille ortaya koyan manzum yazılmış eser. (Bk. YERGİ). Divan e-debiyatmda bu adla yazılan eserler arasında yazarına şeref verecek soydan olanı pek azdır. Divan edebiyatı nazım sanatları 'arasında cinas, kinaye, istidrak... gibi bir çokları kısaca yergi, konulu olabiliyordu; fakat bunların arasında bütün bir eser sayılacak büyüklükte, tamlıkta olanlar yoktur. Yerginin karakteri', demek olan «kişinin kabartılmış» hali bunlarda görülmez. Nasıl ki ustalıklı bir karikatür demek, karikatürü yapılan insanın en keskin belirtili çizgisini bulup onu göstermektir; yoksa bir kimseyi eşek veya maymun şeklinde çizmek onun karikatürünü yapmış olmak değil, bayağılık göstermektir.- Meşhurdur : Eski edebiyat terbiyesiyle yetişmiş ünlü bir a-dam, kızdığı bir kimseye gazetede şöyle bir göz dağı vermişti; «Benim bir hiciv divanım vardır, orada yalnız hiciv edilecek kimsenin adı yoktur, senin adını yazar, berbart ederim» demişti. Bu bir düşünüşün açığa vurulmasıdır : Nasıl bir kaside yazmakta belli, kurallaşmış, yazıldığı kimsenin kişiliğiyle hiç ilgisi ol-mıyan sözler kullanılıyorsa, bir kasidenin yazıldığı kimsenin adı »yerine başkasının adı, konup o-na verilirse hiçbir değişiklik gö-

hikâye

rülmüyorsa hiciv için de böyle bir takım söz kalıpları vardı. Bu bakımdan satire karşılığı olarak bu sözün kullanılması Divan e-debiyatmdâki tür ile karışıklık meydana getirir. Onu Yergi ile karşılamak daha doğru olur.

hikâye (Tür.) Türkçede roman sözü kullanılmaya başlandığı zamana kadar, uzun veya kısa olsun insan başından geçebilecek olaylar, yazarların bu yolda uy-durluklan olaylar, manzum olsun nesir yazılmış bulunsun hikâye sözü ile anlatılıyordu. (Manzum olanlar için destan da deniyordu). Tanzimat’tan yirmi yıl kadar sonra Fransızcadan çevrilmeye başlanan romanlarile onlara benzetilerek yazılanlar için roman sözü kul-lanılmıya başlayınca, onun küçüklerine hikâye denilmeye başlanmıştır (Halit Ziya Uşakhgii uzun zaman roman için Hikâye, hikâye' için de' Küçük Hikâye sözünü kullanmıştır).- Hikâyeyi «kısa roman veya romanın kısası» diye anlatmak kolay görülmüştür. Bir ev için, apartımanm küçüğü demek ne kadar tarifte aksaklık gösterirse hikâyeyi de romanın kısası saymak o kadar yanlış bir düşünce uyandırabilir. Romanla benzerlik tarafları bu karışıklığa yol açmaktadır: hikâye tek bir olayın etrafını çeviren psikolojik tepkilerini anlatır; bu psikoloji realitesi romandakinden farklıdır, andaki kadar çok derinden incelenemez. Hikâye, gerçek hayatın izlenimi duygusunu verir. (Fransız edebiyatında tarihçe bir ga. üşme sonunda küçük hikâye conte ve ntouvetle olarak ikiye ayrılmış, bir ara bizde de bu a-yırmayı zoraki olarak ileri sürenler, tartışmalar 'açılmasına se-

hikâye etmek

bep olmuşlardır). Hikâyenin ma-saldn farkı, hikâyenin «yaşanmış» duygusu vermeye çalışmasında, gerçeği andırır olmasındadır. - Tanzimat’ta!? sonra, bu türün örneklerini Ahmet Mithat vermeye çalışmıştır. Edebiyatıce-didede zamanında Batıdaki benzollerinden pek de aşağı olmıyan hikâyeler yazılmıştır: Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Müftüğlu Ahmet Hikmet... Yakup Kadri Karaos-manoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Ömer Seyfettin... bu tür alanında kişilikleri belirmiş kimselerdir.

hikâye etmek (Kom.) Gerçek veya tasarlanmış olayların anlatılmasıdır. Bu anlatışın başlıca ereği, okuyan veya dinleyende ilgi uyandırmaktır. Bir olay hiçbir zmana' tek olarak görünmez. Bir çok hallerle çevrilmiş bulunur. Bunlardan bazıları anlatımın açıklanması için gereklidir; birtakımı da ikinci derecede gerekli olabilir; anlatıma hiç bir şey katmıyacak kısımlar da olur. Bir hikâye edişteki başarı bunları ayırdetmek, gereklilik derecelerine göre sıralamaktır. Hikâye edişte üç elemanı belirtmek Önemlidir: Dekor (neresi?), şahıslar (kimler?), aksiyon (ne oluyor ?).

hikmet 1- (Tür) Ahmet Ye-sevî (öl. 1166) tarafından yazılmış manzumelere verilen şekil adı. Bu manzumeleri Divan-ı hikmet adı altında toplanmıştır. 2. (Fel.) Hikmet sözü uzun zaman felsefe anlamına kullanılmış, felsefe ile uğraşanlara hakim (çoğulu hükema) denilmiştir. Tanzimat-tan epey zaman sonra bile felse-

hitabet

fe-i islâmiye sözü hoş görülmemiş hikmet-i islâmiye denilmesi, felsefe sözünün de frenklerden aktarılacak konularda kullanılması ü-zerinde direnenler olmuştur. 3. (Geniş anlamda) Daha ziyade, düşündürücü bir anlam taşıyan sözlere denir. Bu bakımdan manzumelerinde bu yolda fikir kırıntıları bulunan şairlere «hakimane yazıyor» denirdi (Nabi, Ragıp Paşa gibi).

hilâf (Din.) Fıkıh usulüne uyularak çıkarılmış olan şerait hükümlerinin karşıtları tarafından çürütülmesine engel olmak için gerekli delillerin neler olabileceği ve nasıl toplanacağını konu yapan bilime «îlm-i hilâf» denir.

hilâfet (Tar.) «Halifelik» demek tir. Bk. HALİFE.

his (Psi.) Bk. DUYGU.

hitabe (Tür) Törenlerde veya büyük olaylarda kalabalığı aynı düşünce ve duyguda birleşmiye çağıran, çoklukla kısa, heyecanlı,, dinleyenlere coşkunluk verecek nutuk çeşidine denir. Atatürk’ün «Gençliğe Hitabesi» ile «Onuncu yıl hitabesi» bu türün en güzel örneklerindendir.

hitabet (Tür) kalabalık karşısında söz söyleme yollarının hepsine birden hitabet denir. Millet Meclislerinde söylenenler, hükümet adamlarının geniş açıklamalı nutukları politika hitabeti; din a-damlarının ölüm, inanma, insanlık sevgisi gibi konularda uzun vaızları din hitabeti; bir sanığı savunmak veya suçlandırmak konularında, avukat ve savcıların geniş ölçüdeki sözleri adliye hitabeti; komutanların askerlerine karşı olağanüstü durumlarda söylediği kısa, özlü sözler askerlik

Kitabeti; üniversitelerde profesörlerin herkese açık olan derslerdeki anlatışları üniversite Mtdbeti gibi büyük kollara ayrılır, her birinin özel davranış yolları olmakla beraber hepsinin de birleştiği nokta, dinleyenleri sıkmamak, ilgi uyandırıp fikrini iyice takip edebilmesi için, açık, inandırıcı şekilde düzenlenmiş olması esasıdır

Horasan (Tar.) Asya’da Belh, Buhara ve Irak - i Acem arasında geniş bir ülkedir. Vaktiyle bu geniş toprak üzerinde bitki ve maden bakımından önemli bölgeler olduğu gibi bunları işleyecek bayındır şehirler de bulunuyordu. Demiri, demir eşyaları (en çok kılıç), ipekli ve dokumaları çok beğenilirdi. Bilgi yönünden de ileri bulunduğu zamanlar olmuştur. Yüzyıllar boyunca Orta Asyadan Anadoluya olan göçler sırasında Horasan elinden de gelenler olmuş, Anadolu’da derin izler bırakmışlardır. XIII. yy. da görülen Baba Ilyas hareketi Horasanlıların işi idi. Haci Bektaş’ m Horasanlı oluşu Bektaşi geleneklerinde birtakım Horasan sözlerinin yerleşmesine yol açmıştır. Horasan çeriağı, aynıcem’lerde her ışıktan önce, ocak üstünde bulunan bir kandil veya mum «uyarılır» dı, bundan öteki ışıklar yakılırdı. Horasan erleri, şii-bâtmi inançları yayan, bu inanca taraflı olan kimseler. Horasan postu, bektaşi tekkesinde meydanda ocak yanında çerağ altında bulunan post: Hacı Bektaş makamı.

«Biz Horasan ellerinde baydanız. -Abdal Musa» - «Horasan’dan Rum'a zuhur eyleyen - Pirim Ha cı Bektaş-i Veli değil mi - Ab


dal Musa» — «Doksan altı bin Horasan pirleri — Elli yedi bin de Rum erleri.— Abdal Muse».

lıoş (Ed. Ter.) Bir üslûbun sebebi anlatılanîıyarak sadece insanı kandırıcı kuvvetini anlatmak i-çin kullanılır bir sözdür. Hoşa gitmek, okuyan veya dinliyenlerin sempatisini kazanmak için sözü ayarlamak demektir. Hale ve zamana göre uymak, geçer fikirlere aykırı olmamak, insanların şartlarını hatırdan çıkarmamak başlıca şartlarından sayılır.

Arapça «o» anlamına gelir za mirdir. Bazılarınca «ism-i âzam» yani Tanrının en büyük adı sayılır.

«Kimse bilmez şu dünyada sırrımı — Ta ezelden çağırırım Hu deyu.— Abdal Musa».

hülle Cennet kızlan, hurilerin giyecekleri elbise. Her bir hurinin yetmiş kat hüllesi olacaktır. .Bunlar yetmiş renkte! görüneceklerdir. -Bu kumaşlar içinde huriler iliklerime kadar görüleceklerdir. 2. (Tas.) Safilere göre, tari-kate giriş sırasında bürünülen mânevi giyecek.

hulûl (Tas.) Bir cesmin başka bir cisme girmesi, onun şeklinde görünmesi demektir. Bazı mezhepler bunu kabul ederler. Huru-filere göre Tanrı, Fazlullah’la tecelli etmiştir. Bektaşiler de, Tanrının Muhammet, Ali ve daha sonra Hacı Bektaş şeklinde göründüğünü kabul ederler.

Hulûliyye (Tar.) İslâm mezheplerinden bazılarının doktrinleri arasına girmiş olan, ve Tanrının insan suretine girebileceğini kabul eden düşünüş yolu. Temeli Hint ve Sabiye mezhebi olan bu düşünüş (Tanrı her yerde bulu-

jtamhane


— 12 4


Hurufilik


nur, her dil ile konuşur olduğu gibi insanoğullarından her kişinin şekline girip gözükebilir» şeklindedir. Bunun bütün veya bir parça olabileceğini de söylerler.

humhane (Tas.) Asıl anlamı «meyhane, şarap küplerinin bulunduğu yer» dir. Tekke ve feyiz kaynağı anlamına kullanılır.

«Sofi arayıp gezme bihude me-sacitte — Feyzin eseri şimdi humhanede kalmıştır.— Esrar Dede». — «Dönsün yine peyma-neıler olsun tehiy mumhaneler — Raks eylesin mestaneler mutrip-ler ettikçe negan.— Nef’i».

hur, huri (Tas.) Cennet kızlarıdır, bunlar amber saçlı, hilâl kaşlı, kara güzlü, güneş yüzlü, tatlı sözlü, şiveli, nazlı, inci dişli, mercan dudaklı, gül yanaklı, servi boylu, güzel huylu, gülden taze, temiz kızlar. Her birinin üzerinde bir saatte yetmiş türlü renk ile görünen çok hafif, yetmiş kat elbise vardır.

Âdem idim kurb-i dergâhında bulmuştum kabul — Menzilim Cennet Meyim Kevser enisim hur idi.— Fuzuli».

huruç (Naz.) Kafiyelerde revi harfinden sonra gelen vasi harfinden sonraki harfe denir, -rengini,-ahengini kafiyelerindeki son -i’ler huruçtur.

huruf (dil) «Harf» sözünün ço. ğulu olup «harfler» demektir. Bk. HARF.

Hurufilik (Tas.) Estrabatlı Faz lullah (1330 öl.) tarafından kurtulmuş batini bir tarikattır. Faz-lu^ah-t Hurufi’nin bu tarikatı XV. ve XVI. yy. da Anadolu ve Kümelide çok yayılmıştır. Sonra, Bektaşi ve Kızılbaş inançları arasına girmiş, yerleşmiştir. Hulul ile teno-slih hurufiliğin temelidir.

Tanrı Ctermiştir.


Fazulullah şeklinde görülür. «Kelâm» suretinde «tecelli» eden Tanrı, harflerle «taayyün» buldu. Bu harfler hep «insan-i kâmil» yüzünde meydana çıktı.— Dört, yedi, yirmi sekiz, otuz iki rakamları önemlidir. Tanrı, âdemi dört unsurla (ateş, yel, su, toprak) meydana getirdi, bu kutsal vücuda dört ruh kodu (nebati, hayvani, cismanî, insani), bu dört ruh karşılığı dört hanikah kurdu (kulak, burun, göz, ağız), bunlara karşı dört müekkil nefis yarattı (emmare, levvanıe, mülheme, mutmaine), bu nefislerin üierine dört âlem verdi (âlem-i nasut, - lâhut, - nvelekut, _ ceberut) bu dört âleme dört melâikeyi memur kıldı (Cebrail, İsrafil, Ml-kâ'A' Azrail), bunların üzerine de dört kuvvet - kodu (Samia, şamme, bâsıra, zaika), bu dört kuvvete karşılık dört kitap verdi (Zebur, Tevrat, İncil, Kuran), bu dört kitap mukabelesinde dört harf verdi (P.ç.j.g), bu dört harfin ü-zerinde on iki nokta vardır, bunlar da on iki imama işarettir (bu tadan başhyıarak bektaşı inan, ciyle karışır) on iki imamla, on-dört temiz masum, peygamberin eşi Hatice, kızı Fatıma yirmi sekiz eder, bu da yirmi sekiz harfin karşılığıdır; Muhammet peygamber ile Ali ikisi bir sayılır, bu da yirmi dokuzuncu harfi, yani lâm elifi (lâhmeke lâhmi—etin, etimdir) meydana getirmiştir. — Bismillâh, yedi harftir, fatiha’da yedi harf yoktur (se, cim, hı, ze, şun, zı, fe), Mehmet Ali (me, ha, me, de, a, le, i) yedi harftir. —

Hurifilik kendi doktrinine uymuş


şairler yetiştirdiği gibi, öteki

şairler arasında da etkisini gös-


Htasrev (Tar.) 1. Fars şahlarından birkaç kişinin adıdır. Buradan alınarak padişahlar için niteleme sıfatları şeklinde kullanılmıştır. HusrevzMfce, padişahça, padişaha yaraşır yolda;

ulu, büyük, süslü; kusrevi, padişah. ile ilgili.— 2. Farslarm Sasa-niyen kolundan Husrev-i Perviz, 589 yılında Behram Çupîn yardı-miyle babası Nüşir-evan oğlu Hürmüz’ü tahttan indirerek hükümete geçmiş, 628 yılında, oğlu! Şiruye tarafından hükümetten uzaklaştırılmıştır. Edebiyatta, Şirin ile sevgisi yüzünden adı geçer. Husrev ü Şirin mesnevisi Fars ve Osmanlı şairleri tarafından işlenmiş ortak temlerden olmuştur. Osmanlıcada daha çok Ferhat ile Şirin olarak geçer. Sevgilisi Şirin İçin ünlü Kasr-i' Şirin’i yaptırmıştır. «Cemşid-i 'kâmran ki suvar olsa rahşma —Bâra,tutar rikâbını Husrev inan verir.— Nef’î». (Bk. FERHAT ÎLE Şİ. RİN).

Hiîşenk 1. (Tar., Mit.) Farsın ilk zamanlardaki padişahlar soyu olan pişdadiyarJardandır. — 2. (Bib.) îbnürreşat Ali Ferruh’un bunun’hakkında manzum bir'piyesi vardır. «Nigâh-i satveti ler-ziş-fiken Sâm ü Neriman’a- — Şükûn-î şevketi hayretfeza Hu-şen-k ü Dârâ’ya.— Fıtnat».

Hat (Ast.) Balık burcu. Güneş 19 Şubat ile 21 Mart arasında bu kurçt'a bulunur. Balık anlamından ötürü Yunus peygamber olayına da hnt ile işaret edilir.

«Hut. eyledi zîr-i hâke ahenk — Girdab-i hafâya girdi harçenk.— Ş. Galip» — «Gâh batn-i hut içinde Yunus ile söyleştim.— Yunus Emre».

Huten Doğu Türkistan'da, yük, ünlü -bir şehir idi. Edebiyatta adi çok defa bölgenin adı o-lan Hata ile geçer. Bölgenin ü-rünleri, endüstri eşyası bu ticaret şehrinden dağıtıldığı ve yayıldı-dığı için Miski, halısı, kılıcı çok beğenilirdi, ipeği de aynı derece idi. «Hemdem olmıyacak ol ahû-yi müşgîn hat ile — Ey nesim-i seheri dest-î Huten’den ne biter.— Necati» — «Çîn-i zülfü gibi yer var iken ey ahû-yi Çin — Ne u-marsın sana sahra-yi Huten’den ne biter.— Kemal» — «Halin haberiyle muattar kılıp nesim- — Deşt-i Huten’de nafe-i müşkün dimağım.— Baki». Bk. HATA.

Hüdhüd «ipek kuşu». Süleyman Peygamberin emrinde çalışan kuşlardan biri. Havadan su görmek niteliği vardı. Süleyman peygamberin Yemen seferinde su yerlerini o bulmuştur. Bir gün su araştırırken fazlaca, havalanıp Belkis’i, onun ülkesini, oraların bayındırlığını görerek gelip Sü-leymana bilgi vermiştir. Süleyman peygamber tarafından Belkis’i hak dine çağırma için elçilikle gönderildi.

Hiima (Mit.) Kaf dağında veya Okyanus adalarında veya Çin yakınlarında olduğu söylenen bu masal kuşu, serçeden büyük, boz. saksağanı andırır bir kuşmuş. Eskiden bir meydanda bu kuşu uçurdukları, kimin başına konarsa o-nu hükümdar seçtikleri söylenir. «Devlet kuşu» -sözü bu inanıştan doğmuştur. Bu masal kuşu Arapların Anka, Parsların Simürg (bizde ikisi de birleştirilerek Zümrüdü Anka Olmuştur) -dedikleri kuş ile karıştırılmamalıdır. Hümaı.yi l&-mekdn, Tanrı; Hüma-yi beyza-i dün, Muhammet peygamber.

«Sen hana gelmek baîd ü ben

sana varmak muhal — Kim HüJ cüsü, Hasan’ın küçüğü ve Ali’nin

ma inmez yere konmaz kebuter Kabe’ye.— Necati» — «Der-i dev-let-me'abı harman-i kısmet iken halka — Niçin bilmem Hüma eyler tenezzül üstuhvan üzre.— Z iy a Pş.».

hnmanitarizm (Ah.) İnsanlarda, insanlara karşı sevginin gelişmesine ve insanlığın halini iyileştirmeye çalışan bütün doktrinler i-çin kulanıhr.

hümanizm (Fel.) (Renesansta) İnsan zekâsını ilkçağ kültürünün benimsemesi yoluyle değerlendirme çabalamasına denir. 2. Zamanımızda insanın temel nitelikleri, nin gelişmesini ön plânda tutan bütün felsefe doktrinleri için kullanılır.

hümur (Ed- Ten.) İngilizce’de humour. Ciddi bir tavırla, saçma veya gülünç görülecek şekilde, bir şeyi söylemek. Alayla (ironi) farkı, hümurun bir ruh hali, ötekisinin ise bir edebiyat sanatı olmasından ileri gelir.

Hürriyet (Gaz.) ı. Yeni OsmanlIlar Cemiyeti adına olarak Londra’da çıkarıImıya başlanmış haftalık gazete (Haziran 1868). £Vk sayılarında Namık Kemal ile Ziya Paşa birlikte çalışmışlar, sonra Namık Kemal ayrılmış, Ziya Paşa da bir makale yüzünden Ingiliz adliyesi tarafından kovuşturmıya başlanması üzerine Cenevre’ye çekilerek gazeteyi 100. sayıya kadar yayımlamıştır. — 2. Sedat Simavi tarafından kurulmuş 'gündelik politika gazetesi.

Hüşeyîn On iki imamın üçün-oğludur. Muaviye’nin ölümü üzerine yerine hükümete geçen Ye-zit’ten halifeliği almak için Kû-fe’liletrin sözlerine inanmış, oraya gittiği sırada yolda Şam ordusu tarafından çevrilerek Kerbelâ’-da (Bk.) elli altı yaşlarında iken öldürülmüştür (680).

«Şah-i merdan vâlidin ümmün cenab-i Fatıma — Öyle bir necl.i ğüzinsin ya Hüseyn bin Ali.— Hersekli».

hüsn Ek. GÜZELLİK.

hüsn (Bel.) «Güzel, iyi» anlamına olan bu söz edebiyatta bir kaç terim yapılmıştır. Hüsn-i ihtida, konuya uygun bir anlatış ile başlamaktır. Buna Beraat.',. istiklâl de denir. Hüsn.i maktar manzumenin son beytinin üst tarafındaki beyte denir. Bunun en renkli, çok anlamlı olması şairlerce istenir. Hüsn-i matla’, Gazelde birinci beyitten sonra gelen güzel, renkli, alımlı olmasına dikkat e-dilen beyte denir. Hüsn.i tabiat, Tanzimat sırasında kullaaılmıya başlamış Batıdan geçme bir fikrin karşılığıdır. Recaizade Ekrem, güzeli çirkinden, bâtını zâhirden, hakikati bâtıldan ayırdetmiye kılavuzluk eden, sanatın vicdani sayılacak şey olarak anlatıyor, ayrıca buna Zevk-i vicdani deı diyor. Hüsn-i tâlil, bir şeyin meydana gelmiş olmasına uygun güzel bir sebep yakıştırma. Buna Hüsn-ıi tevcih de diyenler olmuştur. «Gizlendi gülistanda yeşil yaprak ardına — Reng-i izarınız-dan ölüp şermsâr gül».

iklim Bugünkü iklim, anlamın-! dan başkaca ülke, diyar anlaj mına da kulanılırdı. Hattâ «Yedi iklim dört bucak» deyimi halk arasında da söylenir. «Ta ede o şah-i heft-iklim — Kadi-i Sipihre şer’i talim.. Ş. Galip» — «Faris iklimine düşmez Şiraz—Ana mensup o zeban-i mümtaz. — Vehbi».

iktiran (Ast.) İki gezegenin, gök cisimlerinin birbirine yakınlaşmış bulunmalarına, bir burca girmelerine iktiran veya kıran denir. Bazı yıldızların böyle birbirlerine yakınlaşması uğurlu sayılarak ıktiran.i sa’cleyn bazılarınınki u-ğursuz sayılarak iktiran.i nahsgyn denilmiştir.

' «Bu ıktiran-i kevakib bu hükm-i nıahs ü sa’d.- Ziya Pş.» - iktiran etmiş rakîb-i nahs o nazik meşrebe.. Vâsıf».

ıraklama (Kom.) Yazı yazarken veya söz söylerken konudan uzaklaşma; -böylece konudan uzaklaşarak söylenen söze denir.

ıstılah Bk. DEYİM, TERİM.

î,şİ£ «Aşk» sözünün fars şivesine göre söylenişi. Bk. AŞK.

ıtnab (Koni.) sözü gerektiğinden artık kelime veya cümle ile uzatmaya ıtnab denir. Aynı fikri, aynı şekilde denecek surette tekrarlamak, fikir veya hayaller arasına maksada yabancı fikir veya hayal karıştırmak hep ıtınabtır. Bunların en canlısı kelime kalabalığı ile olanıdır: «Unvankeş-i sahife-i asar olan dibace-bendan-i ceride-ij


ahval şol veçhile makale - traz ol-j muştur ki...» sözü «Tarihçiler demiştir ki...» dir. Bk. HAŞİV.

lydiye (Tür) Kasidelerin bayramlarda sunulmuşuna denir. Şair, bayramı vesile edinerek o konuda kasidesine bir başlangıç yapar, verdiği kimsenin, bayramını kutlar.

Id-i kurban erdi halkı yine şa-dan eyledi Gonce.leb dilberleri gül gibi handan eyledi Sanmanız gülgûn şafak oldu ufuktan aşikâr Id için çarh-i felek Sevrini kurban eyledi Kâbe-veş mestur olan dilberler oldu aşikâr Nur görmüş hacı-veş uşşakı nalân eyledi Ay ü günle yere inmiştir felek '         sanır hemîn

Gerdiş-i dolab-i idi kim ki sey-.

•   _4         ran eyledi

Böyle bulmuşken şeref gün yüzlerde ıdgâh Taliim zulmü bana bihadd ü payân eyledi Bir Moğol’çin yüzlü kâfir gönlümün Bağdat’ını Yaktı yıktı cevr ile alan ü talan eyledi Dest.i zulmünden şikâyet eylerim ol şaha kim Ti.g-i kahrı sinemin mülkünü viran eyledi (Hayalî)

(Şair bundan sonra bir girizgâh-!j la Kanuni’yi övmiye başlar).

127,

iade (D- e.) Bir beytin sonundaki kelime ondan sonra gelen beytin başında tekrar etme sanatına denir.

Ey vücud-i kâmilin esrar-i hikmet masdarı Masdarı zatın olan eşya sıfatın mazharı Mazlıarı her hikmetin gensin ki kilk-j kudretin Safha-i eflâke nakşetmiş hutut-i ahteri Alileri mesut olan oldur ki tab-i pâkinin Kabil-i feyz ola nutkundan sa-fa-yi cevheri Cevheri mayup olan nâkıs benim kim muttasıl Sadedir hattın hayalinden zamirim defterî Defter-i amalimin hattı hatadandır siyah Kan döker çeşmîm hayal ettikçe hevl-i mahşeri Mahşeri eşitim verir seylaba ger ruz-i ceza Olmasa makbul-i dergâhın si-rişkim gevheri Gevheridir aşk bahrinin Fuzuli âb-i çeşmim Lîk bir gevher ki lûtf-i Hakandır müşteri ibadet her müslümanın Tann tarafından yapılması buyrulmuş o-lan şeyleri yapıp yerine getirmesidir. Din bakımından borçlu olduğu şeyleri yapan kimse vazifesini yapmış olur. Bunu fazla fazla. yapana âbid (Bk.) ve aşın derecesine varana da zâhid (Bk.) denir.

128


İbahiyye (Ta.) İnsanın nefse hâkim olmamasından dolayı her şeyi miibah sayan tarikat. Bu tarikatın kökleri Meızdek inanından gelir. Haşan Sabbah bu tarikatten idi. Bu tarikatten olanlara iba-hiyyun denir.

ibare (dil) Cümle, paragraf.

İbda’ Bk. YARATMAK.

ibdaiyye Fransızcadan Oreation-nîsme karşılığı olarak XX. yüzyılda, kullanımıştır (Bk. Yaradılış teorisi).

ibham (Kom.) İsteyerek yapılan kapalılık. Anlatımda yazarın maksadı açıkça söylememesinden ileri gelen örtülüliik. Bu bakımdan ta. kid (düğümlenme) den başkadır, bu sonuncusu yazarın farkında olmadan yaptığı bir eksikliktir.

İblis Söylendiğine göre Haris acılı bir melek ve cindi. Tanrı, Â-dem’i yarattıktan sonra bütün meleklere, secde etmelerini buyurduğu zaman İblis secde etmedi. Tanrı da ona lânet ederek İblis kılığına soktu. Bu lanet üzerine İblis «Beni kıyamete kadar yaşat iyi kullarından başka bütün kullarını azdırayım» demesi ü-zerine Tanrı ona Sûr üfürülün-ceye kadar hayat vermiştir. «Şey tan» da denir. Yılanı kandırarak Cennet’e girmiş ve orada Havva’nın yoluyla Âdeme Tanrı buyruğu olan yasağı yaptırdığından Âdem ile Havva ve İblis yeryüzüne atılmışlardır. Şeytan Cen-net’ten atılışında Rüstem’in vatanı olan Siyistan’a düşmüştür.— Tufan sırasında da eşeğin kuy-

ibn— 1

ruğuna yapışarak Nuh’un gemisine girmiştir.

Zihi kerem ki nazar kılmayıp adavetine — Müyesser eylemiş îblis’e itibar-i beka.- Fuzuli» — «İhsanına göre dilenci iblis — Kışmir başısısı Aristetalis.- Ş. Galip» (I. K.: iblis, şeytan, azazil, vesvas, hannas).

ibn «oğul» anlamında arapça sözdür. Arapça kiinyelemekte kullanılır. İki özel isim arasında iken bin şeklini alır. Kişilik, kibarlık anlatır : «Her biri tasavvurda filân ibn-i filândır.. Ruhi». Çoğulu ebna olur. Bu sözle bazı deyimler meydana getirilmiştir : İbn-i Arabi, İbn.il-arabi, Muhid-din Arabi; ibn-i arz, gurbette, yolculukta olan kimse; ibn-il-ha-ram, piç; ibn.i hurre, doğru, iyi adam; ibn-i sebil ibn-is-sebil (eh-na-yi sebil) yolcu, parası tükenip yolda kalan müslüm'an yolcu; ibn.i üsbuayn, dolunay, güzel genç, lihn-i -victifct,, ibn-iiS-valdt (ebna-yî zaman), zamana uyan, zamanın gereklerine göre davranan : «Vehbiyeyâ yâre rica eylemeziz nâ-bercâ — Îbni vaktiz biliriz vaktini biz İbrahimin.- Vehbi».

İbrahim 1. (Tar.) Israiloğlu peygamberleriyle Muhammed peygamberin atalarıdır. I. ö. 2122 yıl önce Babil doğusunda dünyaya gelmiştir. Babasının adı Âzer idi. (Âzer, ateş demektir). Âzer putlar yapar ve onları satarmış. İbrahim, daha çocukluğunda babasının satılmak üzere verdiği putları kırmaya başlamış. Büyüdüğü zaman bir tapmaktaki putları balta ile kırdığı, halkı putlara tapmaktan vaz geçirmiye çalıştığı için Nemrut, İbrahim’in a-teşte yakılması emrini verir. Ib-


129 — İbrahim rahim, bir mancınıkla büyük bir ateşin ortasına atıldı, fakat Tanrı buyruğu ile Cebrail onu havada tuttu, ondan hacetini sordu. İbrahim hacetinin ona olmayıp, kulu bulunduğu Tanrı’ya olduğunu söyledi. Bundan dolayı lâkabı «Halil-ullah» oldu. İbrahim ateşin ortasına düşünce orası yemyeşil çemen oldu. Elini, ayağını bağlıyân zincirler çözüldü- İbrahim peygamber, kardeşinin oğlu Lût ile Bahirden Mısır’a göç etmiştir. Amcasının kızı Sâre ile evli idi. Mısır’da iken Firavun, Sâre’yi almak istemiş ise de çıkan bir mucize üzerine vaz geçmiş, hattâ İbrahim peygambere Ha-cer isminde bir cariye vermiş. İbrahim peygamber Mısır’dan çıkarak Filistin’e dönmüş, Lût ile oraya yerleşmiş. Sûreden çocuğu ^olmadığı için Hacer ile evlenmiş, bundan İsmail doğmuştur; Sâre de Ishâk’ı doğurunca iki ortak geçinemedikleri için İbrahim peygamber Haçer ileı İsmail’i Hicaz’a göndermiş. Kendisi onları ara sıra görmeye gidermiş. Burada Kâbe-yi yapmakla görevlendirilmiş. İbrahim peygamberin iki oğlundan biri olan İsmail müsta’rep arap_ larının, Ishak da Israiloğullarmın atası olmuşlardır. İbrahim peygamberi denemek için Tanrı tarafından oğlunun kurban edilmesi emredilmiş, İsmail’i (bir sölyenti-ye göre de İshak’ı) kurban edeceği sırada gökten bir koç indirilerek kurtarılmış olması meşhurdur. Bu çok olaylı hayat, edebiyatta çeşitli yönlerden konu olmuştur. Putları kırma, ateşte yakılmak istenme, Kabe’yi kurma, oğlıtau kurban etmiye kalkışma. .. bunların en ünlüleridir. (Kanunî vizerlerinden Damat ve son-Edebiyat S. F. — 9

ra maktul denilen İbrahim Paşanın İstanbul’u süslemek için bazı anıtlar dikmesi .üzerine şair Figa. ni’nîn «Dünyaya iki İbrahim geldi, biri put-kırıcı, öteki de put-dikicidir» 'anlamında farsça hiciv beytini söylemiş olması şairin öldürülmesine yol açmıştır.) «Ayan etmek için âsar-i aşkı -Halil’e âteşi gülzer edersin- Her-sekli» — «Her İbrahim izzet Kabe’sinde — Halil’ullah yahut Ed-hem olmaz.— Necati».

2. İbrahim Edhem Bk. EDHEM.

(t. K.: Âteş, Âzer, Büt (put), Bünyad, Gülzar, Hacer, Halilullah, Kâbe, Kurban).

İbret (Gaz.) Aleksan Sarafyan tarafından çıkarılmaya başlanmış (1870) bir gazete olup kısa bir tatilden sonra İbretnüma.yi Âlem, adiyle mizah gazetesi olarak devam etmiştir. 1872 şubatında Ahmet Mithat tarafından politika gazeetsi olarak yayımlanmış, tatil cazasma çarpılarak kapanmıştır. Namık Kemal, arkadaşları (Nuri, Reşat, Ebüzzi-ya Tevfik) ile bir gazete çıkarmak istedikleri zaman bunu kiralayarak 13 Haziran 1872 de çı-karmiya başlamışlardır. Gazetenin bu yayımlanması sırasında sadrâzam Mahmut Nedim Paşa ile olan mücadelesi önemlidir. 9 Temmuzda gazete tatil edildi. Kemal, Gelibolu mutasarrıflığına gitti. Fakat ibret gazetesine izin verildiği için gazete de çıkarılmaya başlandı. Kemal B. M. (Baş muharrir) semboliyle yazılar yazdı, Aralık ayının sonlarında da bu memurluktan ayrılarak İstanbul’a döndü.' Gazete 5 nisan tarihine kadar 132 sayı yayımlanabildi. Bu tarihte Namık Ke


mal ile arkadaşları Vatan piyesiı yüzünden sürgüne gönderildikleri gibi gazete de kapatıldı. Namık Kemal’in Hukuk, Nüfus, Efkâr-i Umumiye, Terakki, Aile, Medeniyet, Vatan... gibi ünlü makaleleri bu gazetede yayımlanmıştır.

ibüda (D. e.) 1. Bir beytin i-kinci mısraımn ilk parçasına denir. Bk. BEYİT. 2. Asıl maksada girmeden önce onu anlatabilecek yolda sözler yazmıya denir. Buna Beraat.i istiklâl ve Hüsn.i ib. tida dahi denir. Bunlar 1908 den önceki gazetelerde çok kullanılarak basmakahplaşmıştır. Eğitime ait bir habere: «Sâye-i maarif- vaye-i hazret-j padişahide...» veya askerlikle ilgili bir habere «Sâye-i satvet-vaye-i...» veya bir bayındırlık yazısına «Sâye-i um. ran-vaye-i...» bir hayır, işiyle ilgili habere «Sâye-i şefkat-vaye.i..» gibi sözlerle girişmek bir gelenek olmuştu.

ibtizal, iptizal (Kom.) Eskiden buna bayide denildiği gibi bunun karşıdına da mümtaziyet denirdi. Bunu ’ basmıakakpVhk, ortaya düşmüşlük sözleriyle karşılıyoruz. Söylene söylene çü-'rük sakız halini almış, çiğnenmiş beylik sözler için kullanılır. «Kendin icat edegör asarı - Çekemem basmaklıp güftarı.- Nabi»

icat (Kom.) «Buluş» dediği-ğimiz icat, bir konu üzerinde zihinde bulunabilecek şeylerin hepsi demektir. Yazı yazma, söz söylemede ilk basamaktır. Konu üzerine ne diyebilirim sorusunun karşılığı olur.

icat ve tervic-i eîafz (Bel.) Yeni kelime yaratma, yani eskiden kullanılıp tamamiyle bırakılmış.

yahut az kullanılır olmuş keli-meyi yeni bir duygu veya fikri anlatmak için, tekrar kullanmıya başlama demektir. Bu hal, bir dilin canlılığını .gösteren iç hareketidir. Yaşayan bir dilin başlı-, ca karakterlerinden sayılır,

icaz (Kam.) Fikri mümkün olduğu kadar az kelime ile anlatmaktır. Böyle anlatılmış yazılara sözlere mucez, veciz denir. Vecizeler bu yoldaki sözlerdir. Bu kısaltma, fikri anlaşılmıyacak, anlamayı zorlıyacak şekilde olmamalıdır, öyle olunca buna «icaz-i muhil» denirdi, tcaz’m kargıdı ıtnaptır.

icazet 1. (Tas.) Bir halife veya şeyh tarafından dervişlerinden birine, derviş yetiştirme için verilen izin. 2. Yetkili der samlar m. öğrencilerine verdikleri diploma."'

îcma’ (Fık.) Kuran ve hadisten sonra din işlerinde hükmü geçer hal olup Kuran ve hadisin açıklamadığı bir konu üzerinde sahabelerin birleşmesi demektir.

iç dil (Psi.) insan düşünürken kafası içinde kullandığı dil. Herkesin, düşünme şırasında kullandığı böyle kendine mahsus özel bir dili, başkası için hiyeroglif sayılacak böyle bir dili vardır. Böylece hazırlanan ’ fikirler kurallara uygun şekilde dışarıya çıkarılır, şekillendirilir. Bu kurallar söyleme ve yazma için olan kurallardır.

söyleniş (Psi.) İnsanın hatırına, kendi kendisine gelen, aran darında da çağrışım bağlantısı bulunan şuurlu veya şuur-aitı düşüncelerdir. XX. yy. başlarında ba_ zı romancılar böyle düşünceleri dile getirmişlerdir.

İçtihat (Gaz.) Doktor Abdullah


Cevdet (18<>9-1932) tarafından 1904 eylülünde Cenevre’de ya-yımlanmıya başlanmış dergidir. 1908 İkinci Meşrutiyetten sonra İstanbul’da çıkarılmıya başlanmış, 1913 te hükümetçe kapatılması ü-zerine Cehit ve 1914 de bşhal a-diyle çıkarılmıya başlanmıştır. İçtihat, İstanbul’da aylık, on beş günlük, haftalık olarak çeşitli yayım zamanları geçirdiği gibi bir ara çok parlak bir dergi halini almış, serbest fikirler yayıcılığını son sayısına kadar korumuştur. Yirmi sekiz yıl içinde 358 sayı yayımlanmıştır.

İçtihat kitapları (Bib.) Dr. Abdullah Cevdet tarafından 1904. yılında Cenevre’de kurulmuş o_ lan bir seri kitap yayımının genel adıdır. Altmış kitap kadardır. Bir kısmı Mısır’da, büyük bir kısmı da İstanbul’da yayımlanmıştır. Bu kitaplar arasında A. Cevdet’in manzum ve mensur eserlerinden başka Shakespeare, Gus-tave> De Bon, Alfieri, Dozy, Emile Boutmy, €>mer Buyse, J. M. Gu-yau gibi çeşitli yazarlardan çevirmeleri vardır, Süleyman Nazif’in Gizli Figanlar, Elcezire. mektupları, ile başka yazarların da bir kaç kitabı bu seride yayımlanmıştır.

idea (FeJ.) Grekçe görünür şekil anlamında olan bu kelime Eflâtun felsefesi bakımından, duyulur eşyanın tamamiyle anlaşılır, önsüz özü. Var olan her şeyin ilk-tipleri demektir (müsül-i Ef-lâtuniye).

ideal (Fel.) 1. Eflâtun felsefesi analnuna göre bu söz, bir şeyin tam olgunluktaki tipi demektir. 2. Düşüncede olan, gerçekte bulunmıyan 3. Tam olgun-

lukta olarak kabul edilen tip. (Ülkü).

idealizm (Fel.) 1. (XVII. yy. sonundan .sonra) çeşitli bir çok doktrinlere (meselâ XVIII yy. da İngiliz Berkeley 1685-175,3 doktrini gibi) ad olmuştur, bunların her biri de sağlamca bildiğimiz tek varlık şuurumuz, yani tasavvurlarımız, fikirlerimizdir; bu anlam da realizm karşıdıdır. Eflâtun idealizmi : Eflâtun bu anlamda idealist değildir; ona göre tek gerçek idea adını verdiği, kendiliğinden var olup yalnız bizim zihinlerimizde olanlar değildir. 2. (Ah.) insanın bir ahlâk amacı olarak bir ideale, yani çok defa gerçek âlemin ona hiçbir örnek vermediği, zihninin yemişi olan bir olgunluk kavramına kendini vermesi; bunun karşıdı realizm, ütilitarizm, materiyalizm. 3. (Es.) Sanatta, eşyayı olduğu gibi kopya etmek değil, moral veya estetik bir güzelleştirme katarak tabiatı anlatma vazifesi gören bütün dotrinlere denir. Bu son anlamda sanat konu edindiği şeyi güzel bir ideal şekline soka-bilir.

ideolog (Fel. Dok.) ideoloji ile uğraşan, İdeoloji sözü, fikirleri ve onların kaynaklarını inceleme anlamına o'arak Destutt de Tra-cy tarafından (1796-1798) meydana çıkarılmıştır. Sonra bu söz Fransa Birinci imparatorluk zamanında insan zekâsına deneysel metodu uygulayan filozof grupuna (Cabanis, Volney, Garat, Daunou) ad olmuştur. Bu filozoflar kendilerine ideolojisi diyorlardı. Onlara başkaları, gerçek olaylarla ilgisi olmıyan fikirleri tartışanlar anlamında olmak üzere horlukla ideologlar demişlerdir.

İdil (Tür) Grekçe küçük tab... lo anlamındadır (idylle). Grek şiirinde kır hayatının doğurduğu erotik küçük manzumelere bu ad verilirdi. Sonraları, antik hayat ve sevgi konulu manzumelere ad olmuştur.

tdris (Tar.) IsrailoğuUarı pey-gamberlerindendir. Nuh peygamberden evvel, I. Ö. 4472 yılında yaşamıştır. Yazı ve rakamı bulduğu ilk elbise diken insan olduğu söylenir.

Tanrı tarafından göklere kaldırılıp Meleklerin öğretimine memur edilmiştir. «Hadid-i astan-r rifat-i gerdun cenabında — Olur Idris-i) âliLrütbe şakird-i sebak-hanı- Sami».

ifade Bk. ANLATIŞ.

İfham (Gaz.) Ferit (Tek) tarafından yayımlanmış gündelik gazete (1913).

İfham Kütüphanesi (Bib.) If-ham gazetesine çevrilerek tefrika edilmiş bir kaç kitaptan meydana getirilmiş kitap serisinin genel adı.

ifrat (Bel.) Süleyman Paşa, övmede aşırılık için ifrat, kötülük anlatmada aşırılık için de tefrit,. ikisinde de ortaklama anlatım için iktisat sözlerini kullanmıştır.

ifva (Bel.) Kafiyenin son harfinden evvelki harf veya hecedeki, başkalıktır. Devr ile dûr, derd ile dürd, gül ile gil arasında olduğu gibi.

igare (Bel.) Başka birinin manzumesini benimsemek demek olan Sirkat çeş;derindendir. Benimse-, nen manzumede bazı değişiklikler yapılır veya yalnızca bazı lâfızları alınmış bulunursa ö çeşit hırsızlamaya igare veya mesh, denir. Eğer bu alınma aslından iyi olursa o zaman iyi sayılırdı..

'Çok kere buna örnek olarak arap_ ça veya farsçadan çevirmeler örnek gösterilirdi. Yalnız anlam a-hnmışsa ona itmam ve selh denir.

igrak (Kom.) Anlatımda aşırı büyütme derecelerîndendir. Olabilen fakat olduğu görülmeyen çeşit mübalağalara denir. (Bunun aşırısı gülün olur).

«Allah derim sada-yi bülent ile her seher _ Halk uyanıp sanır ki müezzin ezan verir.— Süruri»

iğreti (Kom.) Bir iğretilemeyi meydana getiren ve gerçeğe' iğreti olarak verilen ad veya sıfat. Yiğit bir kimseye «arslan» denildiği zaman bu söz bir iğretimdir. (Müstear).

iğretileme (Kom.) Bir gerçek anlamı ona benzerliği olan başka bir anlam ile anlatma demektir. Bu bakımdan benzetmeyi (teşbihi) andırır. aralarındaki fark iğretilemenin benzetmeden daha kısa olmasıdır. «Bu' adam bir tilki kadar hilecidir» denildiği vakit bir benzetme yapılmış oluyor, «bu adam bir tilkidir» denildiği zaman ise bu bir iğretileme olur . Burada iğreti «tilki» iğretili de «adam» dır. - îğ-retileme, yalnız bir kelime sanatı değil; yaratıcılığın, doğrudan anlatışın en zengin işaretlerinden biridir. îğretilemelerin me caz anlamları, kelimelerin gerçek anlamları kadar canlıdır.,

iğretili (Kom.) Bir iğretilemede kendisine iğreti bir nitelik verilen. Bir kimse için «aslan» dediğimizde yapılan iğretilemede o kimse «iğretili» (müstearünleh) dir.

ihâm, iyham Sözlük anlamı «iki veya daha çok anlamı olan bir kelimenin en uzak anlamını söylemek isteyerek kullanmak» tır Bunun için en ünlü mısra, ar


mağan olarak bir at isteyen şairin:

«Kılma red kır atıver ya al bağışla bir kula» mısraıdır. «Kı-rip atmak» ile «kır at» «alıp bağışlamak» ile «al dondaki atı bağışlamak»; «bir kula» (insana) ile «kula dondaki» at anlamları burada birleştirilmiş, asıl anlam da «ya kır, ya al, ya kula donda bir at bağışla» demektir.

B u yolda aynı kelime veya anlamın ikisini bir arada türlü türlü kullanılışından bazı sanatlar meydana, gelmiştir: TEVRİYE, MÜŞAKELE, CİNAS, İSTİHDAM, MUGALATA - İ MÂNEVİYE

İhrnn-i kah ıh, açık saçık ayıp soydan olan iham çeşididir. Konuşmalarda yutturma denen şeydir. Eskiden okullar da arapçada öküz anlamına gelen «bakar» ile bakmak kelimesinden: «Sen bakar mısın?» sözünün öğrenci nüktesi olarak kullanılması gibi.

îham.i tenasüp asıl anlama göre ilgisi ölhnyan fakat aralarında ilgi olan kelimelerin bir araya getirîlmesjyle olur.

Seyyit Vehbi’nin :

«Yâra çatmış kâm alıp câmın çekmiş içmiş rakîb Var yıkıl aklın keserse sen dahi çat al çek iç» beytindeki «cam-câm, keser— keser, çatal - çek iç=çatal çekiç».

Ihcm/ı-i tezalt birbirine karşıt kelimeleri bir ifade içinde cinaslı olarak birleştirmektir. «Babada-ğında da olsan ananı ağlatırım».

ihtisar (Kom.) Yazıyı gereksiz sözlerden kutarıp fikri anlatacak gerekli sözlerle bırakmak i. şjtae (denir. Bu bakımdan icaza yaklaşır: karşıdı: iksar, ıtnap, haşv’dir.

ihtiyar, ihtiyarat (Ast.) Yıldızların hareketleri ile ilgili! olarak . kutlu ve kutsuz zamanları ayırarak kutlu zamanı seçmeye denir.

İkdam (Gaz.) 5 Temmuz 1894 yılında gündelik olarak yaymlanmı-ya başlanmış gazete. Ahmet Cevdet (1862-1935) tarafından çıkarılmıştır. 1908 yılma kadar iki ö_ nemli gazeteden biri olarak devam etmiş 1908 den sonra da aynı ö-nemi birçok benzerleri arasında sürdürmüştür. İlk kuruluşunda Vecihi, Hüseyin Rahmi gibi devrinin en büyük sayılan romancılarının eserlerini, Emrullah, Necip Asım’m bilim makalelerini, yayınlamış, Türkçenin tasfiyesi işinde ön ayak olmuştur.

ikfa (Bel.) Kafiyenin son harfinin1 söylenişi yakın bir harfle değişik olmasına denir: .Sabah,sipah ihtiyat-itimad; tarap-çep: kâce-seraçe... gibi. Kafiye için eksiklik .sayılır. Ziya paşanın müret-teb-hep, hiç-teliyle, izzet Molla’-nın üç-güc kafiyeleri bu sakatlıktan sayılmıştır.

ikilik (Tas.) Farsça düyî sözünden alınmamalıdır. Halkı, Haktan ayrı görmek anlamına kullanılır. Tasavvuf bakımından «haki-kat-iı vahide» den başka varlık yoktur. Eşyada görülen başkalıklar, görünüşten başka bir şey değildir. ikilik düşünenler bir yanılma içindedir.

ikizanlam (An.) Bir anlatımın, kuruluşumdan veya içinde iki anlama gelen kelime bulunmasından dolayı iki fikir verebilmesi haline denir (Tevcih).

ikmal (Bel.) Bir ibarenin anlatımı ikinci bir ibare ile tamamlanmaktadır. Haşiv ile ikmal arasın


da çok ince fark vardır, ikmal isteğiyle haşve kolayca düşülebilir.

ikrar (Tas.) Tarikate girmek dektir, ikrar verirken bir tören, yapılır, buna «ikrar âyini» denir. Bu anlamda «Nasip» «Biat almak» «El etek tutmak» da denir. Yolundan dönmemek, tarikatında, durup gitmek için de «ikrar gütmek» sözü kullanılır.

«ikrarımıza ser veririz ahde kaviyiz.

Biz Şah.i vilâyet kuluyuz hem aleviyiz.. Ş. Galip»

iksar (Kom.) Sözü uzatmak, aynı fikri gereksiz yere tekrarlanan sözlerle uzatmak demektir. Yazı sakatlığı .sayılır.

iksir (Sim.) Simyacıların çok kuvvetli etkisi olduğunu sandıkları hayallenmiş bir cisim.

iktibas (Bel.) Manzum veya mensur bir yazıya Kuran; âyeti veya bir hadis katmaktadır.

iktisat (Kom.) Bk. İFRAT.

İlâhi (Tür) Tanrıyı över yolda olan manzumelerdir. Bu çeşit man. zumelere mevlevîle'r Âyin, bekıta-şiıler de Nefes derlerdi. Bunlar bestelenerek okunurdu.

Açıver lûtf edip doğru yolunu Allahım Allahım güzel Allahım Şensin esirgeyen âşık kulunu Allahım Allahım .güzel Allahım Nice bir dünyadan usanmıyalım Nice bir gafletten uyanmıyalım-İrgör sana hasretle yanmıyalınr Allahım Allahım güzel Allahım Ger bizde yogise sana liyakat Fazlınla ey Mevlâ eyle inayet Hüdayi kulunda kalmadı takat Allahım Allahım güzel Allahım (Hüdayi) ilgi (Kom.) Bir sözü gerçek anlamdan mecaz 'anlama geçirirken bulunan ilişik, sebep. Bu ilginin ünlülüleri şunlardır :

ilgi

  • 1. Bütünü söyleyip parçayı yahut parçayı söyleyip «bütünü söylemiş olmak (Külli-iyet ve cüz’i-yet alâkası) : Paris’e giden biri iıçin Avrupa’ya gitti demek. Bir kimseye «Başın sağ olsun» demekle bütün vücudunun sağlığını dilemek.

  • 2. Sebebi söylemekle sebeb o-lanı yahut aksine sebeb olanı söylemekle sebebi anlatmak (Sebebiy-yet alâkası) : Bu dükkân çok kazanıyor (Kazanan, dükkânın sahibi, kazanmıya sebep olan da i-çindeki maldır). Kederli olan bir kimse için gözyaşları döktü demek gibi.

  • 3. «Geneli söyliyerek özeli, aksine olarak özeli söyleyip geneli söylemiş olmak (Uıaum ve hus.us alâkası): Atının hazırlanmasını isteyen «bir kimsenin «hayvanı hazırlasınlar» demesi; «birinden çök iyilik görmüş bir kimseden lâf açılırken «ekmeğini yedim», demek «gibi.

  • 4. Bir hali söyleyip «onun yerinil, veya aksine bir yeri söyleyip oradaki «anlatmak (hulûl alâkası): Daire veya işyerinden gelen biri için «Çalışmadan -geliyor»; su almaya gitmiş «biri için de «Çeşmeye gitti» demek gibi.

  • 5. Bir şeyi eskiden olduğu halin ismiyle söylemek (Mazi -veya -kevniyet alâkası): Yetimlere mallarını veriniz, sözü onlar delikanlı oldukları zaman mallarını alabilecekleri için burada eski hallerinin ismiyle söylenmişlerdir.

  • 6. Bir şeyi sonra alacağı halin ismiyle söylemek (İstikbal -veya-evveliyet alâkası): Ateşi yak denildiği zaman yakılacak olan kömür veya odundur, sonra ateş o-lacaktır. «Şarap sıkmak» sözü de


ilm

ilerde şarap olacak üzümün sıkılmasıdır.

7. Yapan yerine yaptıranı söylemek (isnat alâkası) Süleymaniye camiini Mimar Sinan yaptı, sözünde camiin amele tarafından yapıldığı halde mimarın yaptığını-söylemek.

ilimi Bk. BİLİM.

ilişik (Bel.) Bir iğretilemede iğreti ile iğretili arasında olan ilgi. Bir kimse için «tilki» denildiği zaman, o kimse iğretili, tilki sözü iğreti, kurnazlık, hilecilik fikri ise «ilişik» tir, (Cami).

ilm, ilim (Bil.) «Bilgi» anlamı-nadır. İbn.i si-ma, ilk ve orta çağlarda insanların yüzlerine bakarak onların geçmiş ve geleceklerini «anlamak iddiasında bulunan bilim.. İlm-i yakın, akıl delilleriyle meydana gelen bilim, ilm-ei-jyakin, Bk. YAKIN.

Safilerce olan ilim düşünüşünü Yunus şu manzumesinde anlatır: İlim ilim bilmektir ilim, kendin bilmektir «Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır Okumaksan jpâna ne kişi Hakkı bilmektir Çün okudun bilmezsin ha bir kuru ekmektir Okudum bildim demeı çok taat kıldım deme Eri Hak bilmez isen abes yere yilmektir Dört kitabın mânisi bellidir bir elifte Sen elifi bilmezsin bu nice o-kumaktır Yiğirmi doıkuz hece okusan uc-dan uca Sen elif dersin hoca mânisi ne demektir.

Yunus Emre der hoca gerekse bin var hacca

Hepsinden iyice bir gönüle girmektir

iltifat (Bel.) Anlatana sırasında, bir yolunu bularak, sözü başka bir şeye çevirmeye iltifat ednir. Anlatımda kip değiştirmelerine de iltifat denir.

iltizam Bk. İ’NAT.

İlyas (Tar.) Israiloğulları pey-gamberlerindendir. Halkını puta tapmaktan alıkoyduğu için bir çok sıkıntılara uğradı, kırlarda, mağaralarda yaşadı. Tanrı tarafından, buyrulan bir şehirde, yine buyrulan bir günde ne görürse korkmadan binme ile görevlendirildi. İlyas bu yerde, ateşten bir at görerek bindi ve gözden kayboldu. Bu göğe çekiliş İ. Ö. 880 yılında oldu. Hıdvrellez sözü Hızır ve İlyas özsözünden alınmadır.

imale (Aruz) Aslında, kısa olan bir heceyi vezin zorundan dolayı uzun söylemeye denir. «Ben sana bade içme güzel sevme mi dedim.— Nedim» — «Cennet kokusu gelmiye banladı megama.— İshak». Ayın imalesi, buna vasl.i ayn da denir; arap harflerinden ayn harfi türkçede a sesi verir, onun için bu harfle başlıyan kelimeler Türkçede birleştirilir.

imam 1- Bir cemaatin başında olan kimse. Mesçitte müslümanla-ra namaz kıldıran 2. Bütün İslâm cemaatinin başında bulunan politika ve din ‘başkanı; devlet başkam. (Hükümdar da imamdır).

  • 3. Islâm bilginleri arasında, kendilerine mahsus bir meslek yahut mezhep kuran büyük bilgin,

  • 4.  (Tas.) Şiilere göre, peygamberden sonra İslâm ümmetinin başına geçmesi gereken Ali ve onun çocukları imamdır. Bu mezhebin çeşitli kollarınca imamlari yedi veya on ikidir. Yedi imam


diyenler «Seb’iyye» on iki imama inananlara da «îsna aşeriyye» denir. Bektaşiler ve Kızılbaşlar bu sonunculardandır. Bugünkü Iran' ın resmi dini budur. Bu mezhebe göre, imamlardan on biri gelip geçmiştir, on ikinci olan İmam Mehdi ise 940 yılından beri gizlenmiştir, kıyametten az önce meydana çıkacaktır.

imameyn (Tas.) Kutb’un hükmünde olan iki imam ki, onunla beraber üçler meydana gelir. Bu iki imamdan biri İmam-l yemin (sağ imam) ve İmam-i yesar (sol imam.) dır. Bunlardan birincisi kutb’ün hükümlerine, İkincisi de kutb’un hakikatine m'azhardır; kutüb ölünce yerineı bu sonuncu geçer.— 2. (Bil.) İmameyn, Ebu Yusuf ile Muhammed bin Elha-san’dır,

Imran (Tar.) Musa peygam.be'-rin babasıdır; Fiıravun’un haznedarı olduğu söylenir. Âl.i İ-mran suresi, Kur’amn üçüncü suresi.

inabe (Tas.) Bir mürşide bağlanmak suretiyle Tanrı’ya dönmek, kendini Tanrı’ya vermek, tövbe etmek demektir. Mürşide bağlamnıya «inabe almak» birisini derviş yapmıya da «inabe’ vermek» denir.

i’nat (Bel.) Seci veya kafiye olarak kullanılan kelimelerde bunların düzgünlüğünde etkisi bul lunmıyan bir harfi de kullanmıya i’nat denir ; ‘buna iltizam denildiği giibilüzum.i malayelzem de denir. Kemal ile misal birbirine uygundur; fakat kemal ile hümal olunca mal sesi iltizam edilmiş oluyor. Tebdil ile tâdil malik ile salık, itab ile hitab bu çeşittendir.

İncelik (Kom.) Söylenecek şeyi, ustalıklı bir deyişle, okuyanın bulmasına bırakmak demektir.

Üslûp niteliklerinden sayılır:

«Herkes hafızasından şikâyet e-der, kimse de muhakemesinden şikâyet etmez. —La Rouchefou, cauld».— Bu yazma ustalığı ufak bir aksaklıkla yapmacık ve karanlık gibi yazılış eksikliklerine varır. Bu hal en çok nükteci, akıl, lı görünme merakı yüzünden tadında bırakılmış olmamaktan ileri gelir. Fikirde', duyguda bu noktalara dikkat edilmelidir. Bir dilin inceliği demek o dilin en tatlı zariflikleri, ince ayrıntıları demektir ki onun deyimleri, özel kuruluşları demektir.

İncil Dört kutsal kitaptan İsa peygambere Tanrı buyruklarını bildirmek için gönderilmiş o-lanı.                                    . . .

insicam (Kam.) «Yağmurun düzgün, bir düziyc yağması» anlamında olan bu söz, sözün dua' gün, iyice bağlanarak söylenmiş olması demektir. «Mânası : lâtif, lâfzı bî-gış.— Mazmunu nev, insi camı dil-keş.— Ziya Pş.» Birbirine bağlılıkları mantıkça olmıyan kelime, cümle veya pragraflar için İnsicamsız sözü kullanılır.

inşa (Kont) 1. Nesir yazı an-lammadır. Şiir ve inşa demekle bugün edebiyat dediğimiz anlaşılıyordu. 2. İnşa, ustaca kitabet, yani yazı yazma demek anlamında kullanımıştır. Böyle yazanlara «Münşi» denirdi. 3. Tanzimat’tan sonra okullardaki yazı derslerine inşa deiıilmiye başlanmıştır ki bugünkü kompozisyon karşılığıdır.

inşad (Ed., ten.) l.Neşide (manzume) yazmak. 2. Manzume okumak.

intak Nutka getirmek, söz söyletmek anlamınadır, Teşhis ve İntak şeklinde kullanılırdı ki danlılaştırmak demektir. Bk. CANLILASTIRMA.

intihal Başkasının eserinden parçalar alıp kendininmiş gibi gösterme. Bir çeşit aşırmadır. Divan edebiyatı zamanında buna sirkat ve sirkat-il şiir denirdi.

intikad (Ed., ten.) Frenkçeden critique süzünün dilimizde ilk kullanılan şekli ki . sonra tenkid (Bk.) sözü bunun yerine geçmiştir. Belâgatçiler, tenkid sözünün arapça kuralına uymadığında u-zun uzun direnmişler, kullanışa karşı koymuşlarsa da boşuna çabalamış oldular.

trade-i Milliye (Gaz.) 14 Eylül 1919 da Sivas’ta, Sivas Kongresinden sonra çıkarılmıya başlanmıştır. Haftada liki defa yayımlanmıştır. Sonra Hakimiyet-i Milliye adıyla Ankara’da çıkarılmıya başlanmıştır.

irad-i mesel Bk. İRSAL.İ MESEL.

irca (Kon.) iltifat, Rucu, Tec-rid (Bk.) sanatlarının hepsine birden irca'denir.

İrce (Mit.) Fars Hükümdarlarından Feridun’un üçüncü oğlunun adıdır. Feridun, ülkesini üç oğlu arasında bölmüş; Şam ve Irak taraflarını Selm’e, Turan’ı Tur’a, İran’ı da Irec’e vermiş. Selm ile Tur küçük kardeşlerinin baba tahtına geçmesini çekememişler, onu öldürmüşler. îrec’in oğlu Minuçehr, Feridun’un yar-dımiyle tahta geçirilmiş, o da amcalarını öldürerek babasının öcü_ nü almıştır. İran ile Turan arasındaki uzun savaşlar bu yüzden çıkmış ve sürüp gitmiştir. «Sana yetmez mi bu töhmet ki yazmışsın kasidende — Kralım âl-i Kis-ra pur-i Rüstem nesl-i İre'c’tir.— Osmanzade».

irfan (Tas.) Anlamı «bilme, biliş, kavrayış» olan bu söz sofiler-

ce batini, ledünni, İlâhi bilimi anlatmada kullanılmıştır. Zâhir bilimden, yani medresede öğretilen kitaptan öğretimden tamiamiyle ayrı olan irfan, aslında kendini bilmektir; bu durumdaki kimseye ârif denir. Ârif, 'irfanı ile Tanrıyı da bilir, gerçeğe ulaşır. İrfan sözle, kitapla değil zevkle, aşkla istidatla, mürşit kılavuzluğiyle elde edilir. Bunun için de vecd il hâl gerektir. Zâhir bilim ise lâkırdı ve kaal bilimdir. (Bk. Ârif).

irsad (Naz.) «Teshim» de denen bir kelime sanatıdır. Manzum, veya mensur bir yazıda beytin veya fıkranın başına konan, redif veya sec’in reviy harfinden sonra gelecek kelimeyi anlatması demektir.

irsal-i mesel (Kom). Bir fikri iyi anlatabilmek için bir ata sözü veya çok tanınan bir sözü olduğu gibi tekrarlamaya denir. Bu çeşit kullanışlara çok düşkün olan şair hikmetçilik yapmış sayılır. Bu gibi şairlerden Nabi «Sözde darb-ül.mesel iradına söz yok amma — Söz odur âleme senden, kala bir darb-i mesel» diyor; kendi de bunu çok yapıyor. «Affeyliyelim ki belki bilmez —Bir sürçen atın başı kesilmez.— Ş. Galip».

irticai Hemen zihne doğan, ken-diliğiınden akla gelmiş olma anla-mmadır. Çok uğraşma sonunda veya şuur altının çalışmasından ileri gelen bir hal olabilmekle be_


raber uygunluk derecesi şüphe u-yandırabilir. «Hatıra gelivermek... akla düşüvermek..» gibi sözlerin her vakit böyle olmadığı, uzun u-zadıyıa düşünmeler sonunda meyda na gelmiş şeylere de böyle ad takıldığı olmuştur. Aynı 'anlamı an-. Tatmak için «bedaheten, bil-bada.l he, irticalen, bilirtical» sözleri de kullanılırdı. Bu yolda yazılmış manzumelere: Bedihe de denirdi.

İsa (Tar.) İsa peygamberin adı eski manzumelerde çok geçer. Doğumu, mucizeleri buna yol açmıştır. İsa peygamberin doğuşu bir Tanrı mucizesidir; çünki kız olan kız. Meryem’den dünyaya gelmiştir. Cibril’in Meryem’e! üflediği ruhtur; onun için her neye dokunsa ona canlılık verirdi. Ölmüş kimseleri diriltmiş, çamurdan yapılma kuşlara can vermiş; körlerin gözlerini açmış, ümitsiz hastaları iyi etmişti. Yıllarca halkı doğru yola götürmiye çalışan İsa peygamberi İsrailoğulları öldürmeye kalkıştılar. İsa peygamber kaçıp b'ir eve gizlendi, buldular, bir direğe bağlayıp çarmıha germek için bir tepeye çıkarmıya kalkıştılar. Fakat Tanrı buyru-ğiyle yere inen melekler onu kaldırıp dördüncü kat göğe ilettiler.

İsa peygamberin gökten inişi, kıyamet alâmetlerindendir. İsa gökten, ellerini iki feriştehin o-muzlarına koymuş olduğu halde Şamda’ki Cami-i Ümeyye’nin Minare-! beyza’sına» inecek, alnından inci gibi terler akacak, onun güzel kokusu üç günlük yere erişecek. İsa peygamber Kudüs’ün Led kapısında Deccal’ı bulacak bir harbe ile onu öldürecek, kanı yerin tükendiği yere kadar1 'akacak. Ondan sonra İsa kendine uyan halk ile. Tanrı buyruğuna uyarak Tur-i Sina’ya çıkacak. Ye-cuc ile Mecuc tayfası yeryüzünde türlü fesatlar işliyecek. Onların yok edilmelerinden sonra İsa peygamber Tur’dan halkiyle inecek, yeryüzü temizlenmiş olacak, kurt koyun ile bağdaşacak, yıkıl-

İskender

mış şehirler yine bayındır olacak. Isa adaletle hüküm, sürecek, haçları, putları kıracak. Mehdi ile buluşacak. Namaz vakti Mehdi ile birbirlerine imamlık teklif e-decekler. Mehdi imamlık edecek. Isa böyleee yedi yıl hükümet sürecek.

«Surette eğer zerre isek mânide yuhuz — Ruh.ül-Kudüs’ün Meryem’e nefh ettiği ruhuz.— Ruhi» — «Bed-gûlara dem-beste görünmekteyiz amma — Rindan-i Me-siha-deme miftah.i fütuhuz.— Ruhi» — «Feyz-i Ruh-ül-kudüs’tür Nevres muini tab’ımm — Bikr-i fikrimdir ki Cibril ana Meryem koymuş ad.— Neivres» — «Eyledi bir nutuk ile ihya o Isi-dem veli

  • — Bir tabib-i can dahi böyle Me-sihalanmadı.— Nazım». ' *

(I K.r İsa — Mesih — Meryem

  • — Cibril — Ruh-ül-kudüs — Bikr

  • — Ruh-efza — Can-bahş — Isa

  • — dem — Isa-nefes — İhya),'

İskender (Mit.) Edebiyatta çok geçen bir addır. Yalnız Büyük İskender ile İslâm yaradılışlı olarak adı geçen İskender arasında bir ayrılık koyabilmek için bir İskender daha yaratılmak gerekmiştir. Halbuki şairler, yazarlar bu ayrılığa pek aldırış etmemişler, iki İskender’i karıştırmışlar, yepyeni, bambaşka bir İskender yaratmışlardır. Söylenti şöyledir: Bir İskender vardır ki, iman sahibidir, peygamberliği kesin değilse de ermişliği hakkında fikirler birliktir; abıhayatı araştırını.. ya çıkmıştır, birçok ülkeler ele geçirmiş, Yecuc ile Mecuc şeddini yapmış olan Zülkarneyn (iki boynuzlu) lâkaplıdır. Kabe’nin yapılışı sırasında İbrahim ve İsmail peygamberlerle görüşmüş. Lâkabının sebebi için on beş yir..

iskolâstik

mi söylenti vardır, ikinci İskender, Filip’in oğlu Makedonya hükümdarı İskender’dir. Bunun da (başına giydiği savaş tolgasından dolayı) Zülkarneyn diye anıldığı meşhurdur, işte bu iki İskender’in menkıbeleri birbiriyle karıştırılmış, tarihçe belli İskender’den başka bir İskender meydana çıkarılmıştır. Âyine-i İskender, (Ek.) Sedd-i İskender, bunun Ç'wıı duvarı yahut Kafkasya’daki sıradağlar, olduğu hakkında çeşitli söylentiler vardır. Yecuc ile Mecuc atomlarını önlemek için yapılmış.

«Böyle cevher var elimde neyleyim dünyayı ben - Başına çalsın felek ayine-i İskender’i.. Nef-i» - «Cam lâ’lindir senin âyine .ru-yi enverin - Adı var cam-iı cem ü âyine-i İskender’in.. Baki» - «Eğer maksut eserseı mısra-i berceste kâfidir . Acep hayretteyim ben sedd-i İskender hususunda.. Ragıp Pş.» - «Olsa İskender-i hıfzı nigeh-i lûtf-endaz - Çeke Yecuc-i gam-i ehl.i dile sedd-i sedîd.- Nazîm» - «Hudavendâ sen. ol İskender.! pakize-meşrebsin _ Akıttı tab-i? pâkin ayağına âb-i hayvanı.- Baki» - «Zulmette kaldı talib-i ma-ül-hayat-i aşk - Ey Hızır.i dilnevaz ü Sikender-lika yetiş.. Necati».

(I. K.: İskender - Âyine _ Âb-i: hayat _ Hızır - Sedd - Yecuc ü Mecuc).

İskolâstik 1. (Fel. dok.) Ortaçağda, kilise okullarında, üniversitelerde öğretilen felsefe, iman (inan) ile aklı birbiriyle uyuşturmaya çabalıyan formel akıl yü rütmelere ve başta Aristo,olmak üzereı otoriteye aşırılıkla başvuran bir metot idi. Mayisler di^t = Üstat buyurmuş ki... sözü en büyük kanıt sayılır, buna karşı

her şey susardı. 2. Buradan alınarak, hafifser bir anlamda, aşırı formalizmi, hayat ile, deneyle ilgisi olmıyan tamamiyle sözel (lâfçı) felsefeyi anlatmada kullanılır.

İsmail (Tar.) İbrahim peygamberin büyük oğlu, İshak peygamberin de baba bir kardeşidir. Firavun tarafından İbrahim peygambere verilen Hacer adlı bir cariyeden doğmuştur. Uzun zaman çocuğu olmıyan İbrahim Tanrıdan dilekte bulunarak bir çocuğu olursa kurban etme adağında bulunmuş, ve çocuk olup da vakit gelince kurban etmiye kalkışmıştır. Ağlıya ağlıya bıçağını çocuğun boğazına dayadığı zaman bıçak tersine döndü, İkincisinde’ ikiye bölündü. O sırada Tanrı tarafından Cebrail bir koç getirerek onun kurban edilmesini söyledi. İbrahim peygamberin iki karısı birbiriyle geçine-medikleri için Hacer ile İsmail’i Hicaza götürmüş, Kâbenin bulunduğu yere bırakmıştır. Orada İsmail ile beraber, Kabe’yi yap-mıya memur edilmişti. Yemen’den gelen Cürhum kabilesiyle' Kabe ve etrafı şenlenmiş, İsmail bunlara peygamber olmuştur. Bu suretle Muhammet! peygamberin atası sayılır. Edebiyatta, kurban olayı ve Zemzem’in çıkmasına sebeb olmasından dolayı adı geçer. «Mü-je hançerle İbrahim’e dönmüş -Göz İsmail-veş teslime benzer.-Hayalî».

îsna aşeriye (Tari.) On iki imam mezhebinde olanlar. (Bk. ON İKİ İMAM.

isiıeyn Pazartesi günü.

İsrafil (Din) Arşı omuzlarında taşıyan (hamele-i arş)< dört büyük melekten biri olan İsrafil Â-

dem peygambere ilk secde eden melektir. Kıyamete kadar Levh-i mahfuzla bakacak, öteki üç Hamle-i arşa yapacaları işleri bildirecektir. Kıyamet günü ruhların cesetlerine girmelerini haber verecek olan' sûrunu (Bk. SÜR) öttürecektir. «İzzet bolay-ki sûr.i İsrafil uyandıra - Geldi sabah-i haşre ne saht oldu hâb-i çarh.- İzzet Molla».

(İ. K.: İsrafil - Sûr - Haşr -Mahşer _ Nefh . Ruh).

istiare (Bel.) Birinden iğreti bir şey almak demektir (Bk. İĞRE-TİLEME). Benzerlik kurarak, kelimenin asıl anlamını akla ge-tirmiyecek şekilde kullanılması sanatıdır. Belâgatçiler, bu sanata çok önem vermişler, arap belâga-tinde ne kadar özelliği varsa uygulamıya çabalamışlardır. Bu uğurda bir çok bölmeler, ayırmalar yapılmıştır. Birbirleriyle yakından ilgili bulundukları teşbihten ayrılığını göstermek için inceden inceye ayrıntılar ileri sürmüşlerdir. Bir istiarede dört ö-ğe (erkân-i istiare) vardır : Müs. tearün leh (müşebbeh), müste-arün minr (müşebbehün bih), müstear (lâfz-i müşebbeh), cami. (vuçh-i şebeh). Bir de tarifinde kullanılan karine-i mania terimi vardır. İstiare, bir çok bölümlere ayrılmıştır; bunlar terim düşkünlerinin gayretiyle karışıp sürmüştür; bu yüzden de kullanıl-masiyle. bilgisi ayrı ayrı kalmıştır. İstiare, İstiowe-i müfrede ve istiare.i mürekkebe olur; birincisi İstiare-i asliye ve İstiare-i te-baiye diye iki çeşide ayrılır : Aslan (yiğit), Bülbül (güzel sesli), tilki (kurnaz), kaz (sersem), öldürmek (fazla dövmek), dirilmek (malî durumunu düzeltmek),


lıatmak (sermayesini kaybetmek) sözleri bu çeşittendir. İstiaremi Mürekkebe için . İstiare-i temsiliye adı da kullanılır. Bu çeşit istiarenin sözleri birden fazla kelimedir : «Aslı yoktur bilirim vâd-i vasl-i dehenin — Nafile bal çalıp ağzıma yalandırdı beni.— Vâsıf». İstiare öğelerinin taraflarından birinin bırakılmasından meydana gelen şekillere göre de, istiare, Îstiare.i Musar-raha. Îstiare.i Mekniye diye iki çeşit olur. Istiare-i musarraha, İstiare-i Musarrciha-i Mutlaka, Îstiare.i Musarraha-i Mücerrede, İsltiareJi mıitlaka.i müraşşaha diye üç bölüme ayrılır. «İltifat etmez güzar eyler biramın şîr-i. nerr.— Nef’i» birinciye, «Ettiler faidesiz müşteriyanı tâzib - Akıbet kalmadı ol mehde bu evzaâ şekib.— Beliğ» İkinciye, «Sanılıp futayı müşkîn beline vefk-i meram — Münhasif oldu yine nısfına dek mah-i tamam.— Beliğ» üçüncüye örnektir. Îstiare.i mekniye çok defa İstiare-i TahyiUye ile beraber bulunur: «Bâd-i ecel zemine nihal-j vücudun — Saldı şikest eyledi ol serv-i kaameti.— Nabi».— Benzetme yönüne göre de, istiare Îstiare.i âmiyye yahut İstiare-i mübtezele (kolayca anlaşılır soydan olan istiareler) öteki de lstiare.il hassiye yahut İstûtreii garibe (zihin yorarak anlaşılabilecek soydan istiareler) olarak iki bölüme ayrılır: Aslan -yiğit istiaresi birinci bölümden, «Maha çektim şeb-i hicran alem-i şule-i ah — Ah kim olmadı ol mah haberdar henüz.— Fuzuli» beytindeki istiareler ikinci bölümdendir.— Anlamında hafif alay için karşıtlık anlamı -bulunan istiarelere İstiare-i temtiıhiye yahut

lstiare.1 tehekikümî denir: Pinti bir adam için «Hatem» sözünü kullanmak gibi.— istiarenin bu çeşitli terimlere boğulmasına karşı Recaizade Ekrem bu konuyu sadeleştirmek istemiş «bir kelimeye, gerçek anlamını bir tarafa bırakarak, ilgisi olan veya benzerliği bulunan başka bir anlam vermek» şeklinde tarif etmiştir: Yiğit bir kimseye «aslan» demek gibi. Başka bir anlatım şekli de «İstiare, tarefeynden (yani müşebbeh ile müşebbehünbiten) biri söylenmiş olan teşbih»tir. Recaizade, İstiare-i âdiye, İstia. are-i temsilliye (yahut) Mecaz-i mürekkep olarak iki şekil kabul etmiştir.— Bu konu üzerinde yenilik yapmak isteyenlerden biri de Nazariyyat.i Edebiyye kitabı-.111 yazan Reşit (Rey) olmuştur: «İlm-i beyana müteallik kitaplarda istiarat birçok envaa taksim edilmişse de bu taksimat hem bi-esas, hem faidesizdir; yalnız iki nev’e taksimini kabul ediyoruz: İstiare-i musarralha, İstiare-i mek. niye».           '*

istidrak (Bel.) Över gibi görünerek yermek veya yerer gibi görünerek övmek yolunda olan sanate denir; birinciye Tekid-üz .zem bima yüşe'bblh-ıül-medh denir: «Fahr-i âlemsin velâkin fa’sı yok» mısraında «âlemin övüneceği kimsenin» deniyor. fakat «fahr» sözünün «fa» sı olmayınca «har» kalır ki «âlemin eşeğisin» demek olur. İkinciye de Te-kid-ül-medh bima yüşebbih-üz-zem denir: «Dehrde anlamayıp bilmediği ola meğer — Tama ü bugz ü nifak ü hased ü gadr ü sitem.— Nabi» beytinde «onun anlamayıp bilmediği» şey diye övmek istediği kimse hakkında bir duraksama uyandırıyor, sonra o şeyleri sayınca insan bunların anlaşılıp bilinmemesine nak veriyor.

istifham (Bel.) Dikkati daha fazla çekmek için, anlatılmak istenen fikri soru şeklinde! söyle-miye denir. Tecahül-i ârif (bilmezlenmek) sanati çok defa bu şekilde yapıldığı için onun hakkında da kullanılır.

«Şah-i cihan_ârâ mıdır, mah-i zemin-pirâ mıdır — Behram-i ibiperva mıdır ya âfitab-i pür-germ.— Nef’i» — «Bezme geldin göz yumup açınca mihman olmadın — Bilmem ey ahû.yi vahşi gördüğüm rüya mıdır.— Nedim».

istihdam (Bel.) Bir kelimeyi hem gerçek, hem mecaz anlam-lariyle kullanmak sanatine denir, kelime oyunlarındandır: «A-çıl ey fasl-i diy sen gülistanlardan açılsın gül.— Nedim» mısraında «açılmak» git, uzaklaş ve gülün açılması anlamlarında kullanılmıştır. Asıl belâgatçiler bunu «anlamın birini kendisiyle, ötekini de bir zamirle anlatmak üzere tek kelime kullanmak» diye anlatırlar. Muallim Naci a-rapçaya mahsus olan bu şeklin Türkçeye uymıyacağım kaydeder. Bu son tarife uygun olarak «A-yağa düş dilersen başa çıkmak — Anınla başa çıktı câm-i sahba.— Hayalî» beytini gösterirler: «A-yak» yürümek üyesi ve kadeh an-lamlarmadır; birinci beyitte «a-yak» İkincide «anınla» zamiri ile «kadeh» anlamı söylenmiştir.

istihlâf (Bel.) Türkçe kelimelerde harfleri seslendirmede kullanılan imlâ harfleriniı (huruf-i imlâyı), arapça veı farsça kelimelerde sesin uzatılmasına işaret olan çekme harfi (harf-i medd) gibi kullanmaya denirdi: «Bulsa imkânın hayal.i yâr gelmez yânıma» mısramdaki «yanıma» sö-sünde olduğu gibi.

İstikbal (Gaz.) Teodor Kasap tarafından cumadan başka her gün olmak üzere çıkarılmıya başlanmış politika gazetesi (21 Ağustos 1875).

istitba’ (Bel.) Istidrak çeşidi sanatlardandır. Bir şeyi, ikinci bir övme daha çıkacak şekilde övmektir : «Filân kimse o kadar iyi bir idarecidir ki hiçbir vakit zor kullanma ihtiyacında olmamıştır» gibi.

istitrad (Bel.) Bk. ARASÖZ.

işba (Vez.) Kafiyelerde sondan ikinci harfin okunuşuna denir : çakeri - sagari; nafii - lâmii, te-azum _ telâtum... gibi. Sagari _ şairi - tefahürü gibi kafiyeler yazılış bakımından uygun olsa bile okunuş bakımından ayrı olduklarından böyleleri sakat sayılırdı.

işrakıyyum (Fel.) Nefsi tutma, böylece Tanrıyı bilme ile Tanrıya ulaşma yollarında şeriat buyruklarına uymayıp da yalnız nefsi tutma ve nefisle uğraşmayı benimseyenler.

iştikak 1- (Bel.) Bir kök kelime ile ondan türemiş bir veya daha çok kelimeyi bir ibarede toplamak sanatidir. Cinas oyunlarından-dır. «Ederdi ruzede minaşikenlik zâhid-i bed-hu — Gelip seyr eylesin şimdi şikest-i ahd ü peyma. nı.— Vehbi» beytinde «şiken . şi-kest» kelimeleri gibiı. Asılda bir kökten çıkmayıp da söyleniş veya yazışta birlikleri olan kelimelerle yapılana şibih iştikak denir: «Dûd-i ahi kimsenin eflâke mem_ dud olmadı — Şule-i tiygın olal-dan dehr içinde ruşena.— Lâmi-

i» — Elemin Kays’a kıyas etme dil-i mahzunun — Yok idi aklı ne derdi var idi Meıcnun’un.— Baki» beyitlerinde «dûd _ mem-dud» ve «Kays - kıyas» sözleri gibi. 2. Etimoloji anlamına da (kullanılmıştır. Bk. ETİMOLOJİ.

ita’ (Bel.) Kafiyenin aynı mânada olarak tekrarlanmasıdır. Kafiye noksanlarından sayılır. Fü-sünfcer ile sitemken, nigûter ile zibater gibi belli olanlarına ita-i celi denir. Bir de âb, gülâb., ıhûnâb... çeşitlerinden olanlar vardır ki bunlara da ita-i hafi adı verilirdi.

ithaf Armağan, bağış demektir. Tanzimat sonrası edebiyatında yazıların bir arkadaş, -bir tanıdık, adına armağan edilmesi anlamında olarak dedier karşılığı için kullanılmıştır.

itilâf (Bel.) 1. Kelimenin' anlam ile, kelimenin vezin ile, kelime ile, anlamın anlam ile uygunluğuna denir. 2. Müraat-i na-zîr’in başka bir adı. Bk. HALE UYGUNLUK.

ittihad' (Tas.) Tanrı’nm varlığında kendini kaybetmektir. Vehim ve hayalden meydana geldiğine inanılan başkalıklar orta, dan kalkınca şey-i vâhid’in de varlığı ortaya çıkar; ittihat bu-


dur. Sofiler, başka türlü ittihada, yani Hak (Tanrı) ile kulun (âbidin) ittihadına inanmazlar çünkü onlarca ikilik yoktur ki ittihat olabilsin. Bektaşilerde, devir inanışından doğarak, ittihat ve hulûl anlayışı vardır.

İttihat ve Terakki (Gaz.) «OsmanlI İttihat ve Terakki Cemi, yetinin vasıta.i neşr-i efkârı» o-larak Selanik’te yayımlanmıya başlanmış gazete (6 Ağustos 1908). İlkin haftada üç gün, Kasım ayından sonra Cumadan başka her gün olarak çıkarılmıştır. Abdülhak Hâmit Tarkan’ın Sardanapal eseri bu gazetede tefrika olunmuştur.

iycaz, icaz Bk. İCAZ.

iyham, iham Bk. İHAM.

s iyimserlik (Fel.) Leibnitz’in doktrinidir. Buna göre, şimdiki âlem, olabilecek âlemlerin en iyisidir: bu anlayış kötü (şer) realitesi yoktur demek değildir, iyiliğin fenalığa üstün geldiğini iddia 'eder; _ böylelikle dünya da yokluğa göre "daha iyidir sonucuna varır. — iyimserliğin, her şey iyidir yolunda bir şekli daha vardır ki kötülük realitesini büsbütün silmiş görünür. Voltaire, C (indide eserinde bu anlayış ile savaşmıştır.

Kaabil Bk. KABİL.

Kaalû belâ Bk. kalü belâ Kaarım Bk. KARUN

Kaba (Kom.) Terbiyeli bir kimsenin dilinde veya yazısında hoş görülmiyecek olan kelime veya deyim.

kaba (Tas.) Gerçek anlamı «kaftan, kumaştan yapılma giyecek» tir. Edebiyatta derviş hırkasına karşıt olarak, varlık, dünya süsü anlamında kullanılır;

«Zahidâ o denlû siklet ü tac ü kabâ ile — Uçmak ümidin etmez idi ebleh olmasa.— Nergisi».

kabartı (Kom.) Eşyayı büyük bir netlikle gösteren üslûp niteli-ğidir. Bir anlatıma kabartı veren şunlardır: Pitoresk (resmimsi) kelime birlikleri kullanma, benzetmeler, iğretilemeler kullanma. Kabartısız bir üslûp donuk olur; pitoresk kısımlar zayıf bulunur; hayali harekete getirmez. Fazla kabartı düşkünlüğü de yap-macılık ve kapalılık meydana getirir.

Kabe 1. (Tar.) Mekke’de bulu, ııaıı, taştan yapılmış olan tapmak ki müslümanlıktan çok önce kurulmuştu. İlkin Âdem peygamber tarafından kurulduğu, sonra da yeniden Nuh ve İbrahim peygamberler tarafından kurulduğu üzerine söylentiler vardır. Her ne şekilde kurulmuş olursa olsun çok eski zamanlardan beri kutsal sayılıyordu. İslâmlıktan önce bütün arap kabilelerinin Kâbe de putları bulunuyordu. Yılın be. lirli zamanlarında aralarında savaşlar tatil edilip kabileler buraya gelirler, putlarına taparlar, kurbanlarını keserlerdi. Bu sıralarda Kabe’de büyük bir panayır da kurulur, geniş alışveriş yapılırdı. Muhammet peygamber, Kabe’yi putlardan temizledikten sonra burayı müslümanlara kıble olarak göstermiş, çok eskiden kalma olan Kabe’yi ziyaret geleneğini korumuştur; buna hac denir. Bu tören her yıl arabi ayların sonuncusu olan zilhiccenin dokuzuncu, onuncu günleri yapılır. Kabe’nin çevresinde olan sınırı belli bir yerde yedi kere dolaşmak Merve ile Safa denen iki tepe a. rasında yedi kere koşmak, Kâbe çevresinde dolanırken Hacer-i esvet (Karataş) denen’ ve Cennetten çıktığı söylenen taşa dokunmak, onu selâmlamak, kurban kesmek bu tören gelenekleri arasındadır. Kâbe’nin Mizah (Altın oluk) denen saçağı, astar4 Kâbe, denen kara örtüsü, Zemzem adı verilen kuyudan çekilme suyu Divan edebiyatı hayal âleminin geniş çağrışımlara yol a-çan konularından olmuştur. 2. Sofilerce, Kâbe bir semboldür. Asıl Kâbe, yani Tanrı huzuruna yönelme yeri gönül ile insan-iı kâ. mildir. Çünki Tanrı her yerdeı görülmektedir, Kâbe ile bütnane arasında bir fark yoktur. 3. Aşk, sevgi, güzel, güzellik, kavuşma gibi şeylere benzetme aracı olarak kullanılmıştır. «Çün yüzün Kâbe vü hâlin Hacer-ül'-esved

imiş — öubh-i vashnda yüzüm ona sürem gibi gelir.— îbni Kemal» — «Ne bütgode ne Kâbe gerek âşıka Nef’î -ç- Hâk-i der-i meyhane yeter secdegeh-i mest.— Nef’î» — «Kara benler kim ulaşmış zülf-i anber-bârına — Hacılardır kim yapışmış Kabe’nin astarına.— tbni Kemal» — «Pürçîn saçını salsa seher gün yüzüne san — Can- Kâbesine perde-i an-ber-feşan asarlar.— , Baki» — «Kıble hakkı Kâbe yüzündür mu-rad — Ey kapısı secdegâhım gel beri.— Necati» — «Hacının maksudu Kâbe bana kûyundur garaz — Fikr.i Cennet zahidin, uşşaka rûyundur garaz.— Şehislâm Yahya» — «Hâk-î kûyun Kâbe’ye nisbet eden bilmez mi kim —-Bunda her gün, onda bir nevbet olur vacip tavaf.— Fuzuli» — «Kimse râh-i Kâbe-i vashnda çatı kurtarmadı — Zahm.i gajnzen benzemez hâr-i mugaylân zahmı-na.— Baki».

Kabil (Tar.) Âdem peygamber ileı Havva’nın ilk çocuklarıdır. Tarımla uğraşmıştır. Kardeşi Habil ile ^aralarında (kızkardeşleriyle evlenmek y üründen) çıkan bir anlaşmazlıkla Habil’i öldürmüş, yeryüzünde ilk öldürme olayını yapmıştır. Bk. HABİL.

Kâbus (Bib.) H. Z. Uşaklıgil-’ in üç perdelik piyesi (1918). Yetişkin çocukları, olan yaşlı bir a-damm genç bir kadınla ikinci evlilik hayatını inceleyen bu piyes Aşk-i Memnu romanının konusunu hatırlatır.

kadans (Bel.) Bir cümle sonunda, periotlarda, kafiyelerdeki vurgu. Bu vurguların meydana getirdikleri ritim.

Kaderiye (Tas.) insanın din buyrukları karşısında iradesinin


serbes olması gerektiğini, böyle olmayınca kulların ahiretteı ceza veya mükâfat görmelerinin bir mânası kalmayacağı fikriyle doğmuştur. Kaderiyecelerden birtakımı kaderin olmadığını (Nefy-i kader) ileri sürerek yapılmadan önce insan işlerini Tanrı’nm bilmediğine inanıyorlar; birtakımı da ölüm, yaşama, hayır ve şer gibi kulların kudretleri dışındaki bazı fiilleri Tanrı mukadderatı olarak kabul ediyorlar, bunların dışında olan ve insanların kendi kudretleriyle kazanabildiklerinde takdir kabul etmiyorlardı. İslâm da ilk fikir hareketi olarak görülen bu teori Basra’da başlamıştır.

kadın 1- Fars edebiyattın örnek tutmanın önemli etkilerinden biri de edebiyatta kadın konusunun bir tarafa bırakılması ölçmüştür. Şairlerin hepsini kadından kaçar saymak doğru olmamakla beraber en kadın düşkününün bile sevgisini belli kalıplarla anlatma zorunda bulunmasından dolayı mahbu.p şeklinde anlattıkları kolayca tahmin e-dilebilir. NasıT^i; sevgilinin övülen saçları hep krıradır; divan edebiyatımızda başka renkte saç yoktur denebilir; halbuki şairlerin hepsinin sevdikleri de kara saçlı olmadıkları tabii bir gerçektir. Böylece basmakalıp da olsa divan edebiyatımızda kadın konusu pek azdır, hemen hiç işlenmemiş denecek azlıktadır: «Hayf ancak iki rüsva-yi kadîm — Biri bu nazmı yazan bir de Nedim — Şi’rini zen gibi etti tmedhul — Oldu güftarları na-makbul.— Vehbi» — «Şuara-yi Acem-âsa rin-dan — Hoş-dil hoş-suhan ferzen-dan — Her biri mülk-i sahanda server — Serbeser eylediler

Edebiyat S. F. — 10

medh-i püser.— Vehbi»— «Mil-ket-i Rum’da hem şairler — Ehl-i dil pirleri hem mahirler — Eyleyip vasf-i civan-i taze — Verdiler âleme can-i taze.— Vehbi». Şeyhislâm Yahya, Mecnun’a Leylâ’yı sevmiş olmasından dolayı şöyle sitem etmektedir: «Şive-i malıbub zevkinden haberdar olmadın — Bilmedin ey Kays â-lem budur vadi budur»—. Necati de Husrev’in Şirin’i sevmesine şöyle takılır: «Husrev gibi koı-yup dahi ziyba güzelleri — Şi. rin’e meyleyliyenin bulmaz ağzı tat» Bunlar hep mazmun söylemek merakından ileri geldiği belli. Fâtih de «Avni’yâ Z'al'-i zamanın mekrine aldanma kim — Kim zenanın çevrini çekmek gelir merdana güç» diyor. Nabi de: «Hüsn-i civan zenana ne mümkün k’ola nasip — Her hissedeı zükûra nisadan füzun düşer» diye hikmet çıkarır. 2. Bunun, zamana göre kadından, hele düzgün ahlâklı kadından söz etmenin büyük bir ayıp sayıldığı düşüncesine bakılırsa tabii görülmesi gerektir. Karagöz ile Orta-oyunundaki kadın tipleri hep hafif 'ahlâklı kadınlardır. Başka çeşit kadın tipi sahneye çıkarılamazdı. 3. Divan edebiyatının karşıtı olarak, sazşairleri de çoklukla kadından bahsetmişler; sevgililerini çok iyi, yürekten sözlerle anlatmışlar, övmüşlerdir. 4. Tanzimat’tan sonra edebiyatımız, da beliren tiyatro, roman gibi yeni türlerde kadın ilkin daha çok cariye, evlâtlık olarak görülür. 4. Kadın, ancak Edebiyatıcedide zamanında erkekle denk, onun gibi düşünür, davranır bir insan halinde gösterilmiye başlanmıştır. Bu daha evvel bu çeşit kadın

Kat

yoktu demek değildir. Yalnız edebiyatın birtakım kalıplar içinde sıkışıp kalmış olmasındandır.

Kadın Kalbi (Bib.) Saffet Nezi-hi’nin romanı (1898).

Kadın Ruhu (Bib.) Saffeti Ziya’nm küçük hikâyelerinden meydana getirilmiş kitap (1912).

Kadınlar vaizi (Bib.) H. R. Gürpınar'ın küçük hikâyeleri (1920).

Kadınlık ve Kadınlarımız (Bib.) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kadınlar hakkında makalelerinden meydana gelmiş kitap (1921).

Kadir, Kadr Ramazanın yirmi yedinci gecesinin adıdır; o gece kandil gecelerinden biridir. Kuran’m gökten yeryüzüne indirilmeye başlandığı gecedir. Kâdir gecesinde bir yıllık işler takdir edilir, meleklerle, Ruh denilen büyük melek yahut Cebrail o gece yeryüzüne inerler. O gecede yapılan ibadet bin yıllık ibadetten üstündür. .Sofilere göre, bir sâli. -kin kendi derece ve değerini bildiği, marifet basamağına ilk eriştiği an kadirdir. Nazimda, gece ve karanlık anlamından ötürü sevgilinin saçını övmede kullanılır: «Nevruz alnı, iyd yüzü, zülf ile hattı — Ol biri Kadr gel ceısi, bu leyle-i Berat.— Ibni Kemal» — «Seheır-i iyd celi meşrık-i ruhsarında — Deyle.i Kadr hafi zülf-i siyah-ı fanımda.— Nedim.»

Kaf (Mit.) Kafdağı, söylendiğine göre insanların yaşadığı dünya alanını çeviren ve aşılması imkânsız olan bir dağlar zinciridir. Yecuc ile Mecuc tayfası, Anka-kuşu, cinler, şeytanlar, bu dağın ardındaymış. Ejderha olan yılanlar da melekler tarafından bu dağların ötesine atılırlarmış.

«Bizim yurdumuza hiç gidemez. asin — Hakikat Kafinin Anka’sıyla biz.— Harabî».

kâf ii nun (Tas.) Arapça «kün» (ol) buyruğunun harfleridir. Tanrı, bunu buyurunca varlıklar meydana geldi.

«îttihad-i kâf ü nündür var ise tnâna-i ruh.— Hersekli» — «Kâf il nun hitabı izhar olmadan biz bu kâinatın iptidasıyız.— Harabı».

kâfir, Kâfiristan 1- «Kâfir» manmıyan başka dinden olan anlamındadır. 2. Kâfiristan halkından olan demektir. 3. Kâfiristan, .Hindistan’ın kuzey batısında bir bölgedir. Hintliler, Hindistan halkı genel olarak esmer sayıldıklarından sevgilinin saç, ben gibi kara şeyleri bununla nitelenir, birçok mazmunlara yol aç-ardr.'

«Hâl-i Kâfir-kîşin olsaydı - mü-.sellâh ey sanem — Mushaf üstünde komazdı züi-i fünün, zün-narını.— İbni Kemal» — '«Biri Kâfir biri Hindû biri gûya mü-selman — Dini ayrı üç biraderdir o zülf ü hâl ü ruh.— İzzet .Molla».

kafiye (Naz.) Mısralamn sonlarındaki'Ses benzerliğini sağhyan kelimelere kafiye denir. Bu kelime, lâfızca ve anlamca bir olmamalıdır. «Gönül her dilberin meftunu olmaz hayli serkeştir . Veli ol gamzesi fettanı bilmezsin ne dilfce.şter.— Akif Paşa» beytindeki —fceş’ler lâfızca ve anlam. ,ca bir olduğu için kafiye sayılmaz.— Kelime yazılışça bir olsa da anlamları başka olsa kafiye

.sayılır: «Var mı bir cariyede böyle beha — mümkün olmaz buna takdir-i beha» beytindeki beha lardan biri arapça «güzellik» ö-teki de «değer» anlamınadır.— .Kafiyenin asıl harfine Reyi veya


Harf.i reyi (revi harfi) denir: â-zâ<Z — sayyad, gül — bülbül kafiyelerindeki «d(. 1» harfleri reyidir. Revi harfinden önce gelen dört harf şekli için dört terim vardır: 1. Redf, revi harfinden önce gelen «a, u, ı» harfleridir, böyle kafiyelere Kafiye-i müred. defe denir: cihan . nişan, ruz-acue, cebin - yercin kelimelerinde olan son harften bir evvelki harfler gibi.— 2. Tesis, revi har. fi ile aralarında bir harf bulunan eliftir (a’dır); böyle kafiyelere Kafiye.i müessese denir: Ragib, vacib, cazib, kâtib, gaib, talib kafiyelerindeki a harfleri tesistir. 3. Bu a harflerimden sonra gelmiş olan harflere Dahil denir.— 4. Kayd, revi harfinden önce gelen harfe denir (yani revi harfi iki tane olursa,) *. ferş — ^arş pesl-perest, ayb.gayb, bc»»ı. re^m... gibi ki böyle kafiyelere Kafiye-i mukayyede denir.— Revi harfinden sonra gelen harfler için de dört terim vardır (Muallim Naci, bunların hepsinin Redif sayılması _ gerektiğini söyler) : Revi harfinden; sonra gelen birinci harfe Vasi, ikinci harfe Huruç, üçüncü harfe Meeid, ondan sonra gelene veya gelenlere Naire denir: mestinize - hestînize kafiyelerinde t revi harfi olduğuna göre i vasi, n huruç, (i 1er a-rap yazısında yoktur), e mezit, e nairedir. Böyleee Huruf-i kafiye (kafiye harfleri) denen şey dokuz tane olur.— Kafiyelerin bir de takti bakımından bölünmeleri


vardır: Kafiye-i mütevâtire( Ka. fiye-i müteradife, Kafiye-i mü-tedarîke, Kafiye-i müterakibe, Kafiye.i mütekâvise (Bunlar a.. rap alfabesi yazısına 'göre özellikler olduğu için açıklama ve ör-

nek gösterme mümkün olamadı)).— Kafiye-i yayegün, Türkçe çoğul , edatı olan —ler, -farşça —ân ile yapılmış kafiyelere denir, birden fazla olmaması gerekirdi: Yârân - rindan. _ pelengân -huban - tâbân - dırahşan - nüma. . yan.— Kafiyenin bir de Kafiye-i mamule, Kafiye-i gaytji mamule diye bölündüğü vardır. Bazı tasarruflarla kafiye olabilen kelimeden yapılan kafiyedir : balâ mıdır — lıengâ mıdır kafiyesi gibi (burada, ya m yahut â revi sayılabilir; birinci halde ıdır 1ar redif, ikinci halde mı dır ile mıd-dır redif olur). Böyle kafiyeler dışında olan kafiyelere, Kafiye-i gayr-i mamule denir.— Zülkafi-yeteyn (iki kafiyeli) şiirlerdeki son kafiyeye Kafiye-i asliye,öteki kafiyelere de Kafiye.i mülhaka denir. «Erbab.i kalem marifet âmuz.i ümenıdir — Adab-i ümera mâhasal-i feyz-i kalemdir.— Avni Bey» beytinin sondaki ümem.kalem kafiye-i asliye, erbaib, kalem — âdab, ilmem ka. fiyeleri de kafiye-i mülhakadır

Kahkaha (Gaz.) Basiret gazetesinin haftada iki gün olarak çıkardığı resimli mizah gazetesi (3 Nisan 1875).

kahraman. (Ed. Ten.) Roman, tiyatro gibi eserlerde olayların en çok göze çarpan şahıslarına denir.

Kahraman (Bib) Faruk Nafiz Çamlıbel’in manzum üç perdelik destanı (1933). İstiklâl savaşının ilk sıralarında iki kardeş arasında geçen bir faciadır.

kakışma Hecelerin ahenksizlik meydana getirecek şekilde birleştirilmesinden ileri gelen sakatlık. «Kırk kırık testi, kırkının da kulpu kırık testi» gibi.


kalabalık!! (Kam.) Söze, yazıya gerekmediği halde bir çok kelime katarak yazı yazma geleneğinin meydana getirdiği eserlerin haline denir.

kalb (Psi.) Yürek ile eşanlamdır; her ikisinin de . birbiri yerine kullantlamıyacak şekilde beljrlr terimleri vardır; aynı derecede ikisi de ayni şeyi anttırlar: Canlılık ve duyarlık merkezi olan organın adıdır. Bu anlamda, merkezi beyin olan akıl karşıdı olur. Kalb, insanın en kişisel varlığını meydana getirir. Kalb, duyarlık: merkezi sayılmasından ötürü zekâ ve akıl yemişi olan sanat ile bir karşıtlık bildirir, «Kalbi çılanların dili yok, dili olanların kalbi. Y. K. Beyatlı». Ruh gücü, yiğitlik anlatmada daha ziyade «yürek» kullanılmakla beraber-kalb de bu anlamda kullanılmıştır.— Kalb ile yürek, ikisinin de„. şefkat, sevgi, yumuşaklık, acıma anlamları ortaktır.

kalb (Bel.) Bir kelimenin harflerinin yerini değiştirerek yeni, bir kelime yapma : emel ile elem-gibi. Bu sanat en çok Cinas (Bk.) yapma işinde kullanılırdı.

Kalb ağrısı (Bib.) Halide Edip Adıvar’m romanı (1924).

Kaldırımlar (Bib.) Necip Fazıl Kısakürek’in manzumelerinden meydana gelmiş kitabı (1928).

kalem 1- Yazı yazma âleti. Eşanlamları Hâine, Kilk, Yeraa. 2. (Tas.) bu anlamda Levh ile beraber kullanılır ki, yaratıkların a-hn yazılarının kaydedildiği levha ile oraya kayıtları yapan kalem anlaşılır. 3. Bir. kimsenin yazışı anlamında olarak Üslûp ile eşanlam olarak kullanılırdı.

«Yaratmıştır on sekiz bin âlemi — Cebrail indirdi Arştan Ke-

lerin düşünüşlerini, dünya görüşlerini aksettirenlerdir, bunlar aruz veya hece vezinlerinden biriyle yazılabilir, şekilleri serbestir. Şekil bakımından kalenderi olanlar ise, aruzun mef’ulü mefaîlün mafaîlü faulün vezniyle ve gazel kafiyesiyle yazılırdı. Aşıklar narasında kalenderi yazmak ve bunu özel bestesiyle okuyabilmek büyük bir kudret sayılırdı.

Gel gönül gidelim aşk ellerine Maksudun yâr itse bir tane yeter

Fikr eyle kıldığın amellerine Heva-yi çarh ile efsane yeter Meyl-i dünya için gel olma bed-nanı

Kim aldı felekten muradınce

kâm "•Ölüm var mı yok mu âhir-i encam

Vakit geçirmiye virane yeter Beyhude işlerin terk eyle mutlak

Küllü men aleyha fane dedi

-            Hak

Cihan bakı değil hikmetine bak

Bu bir söz arife burhane yeter

Turabi, sen özün, pâyimal eyle Hak yolunda yüzün pâyimal eyle Şu fâni dünyayı bir hayal eyle Geçen geçti gelen nişane yeter (Turabi) kalû belâ (Tas.) Tanrı ruhlar âlemini yarattığı zaman, Elest (Bk.) bezminde onlarla sözleşti, onlara «Elestü !bj Rabbiküm (Tanrınız değil miyim)» diye sordu «Kalû beli (onlar dediler ki: evet)». Bu söz kalû belâ şeklinde bu olaya işaret olarak geçer.


lâmı — Dört kitabın yazıldığı Kalemi — Diyen bilmez, bilen demez ne seyran.— Derviş Mehmet».

Kalem (Gaz.) 1. Salâh Cimcoz tarafından 3 Eylül 1908 de çıka-rılmıya başlanmış haftalık mizah •dergisi. Yansı Türkçe, yarısı fransızca idi. 2. Yeni Kalem adiyle, 1927 Ekiminde Orhan Seyfi Orhun tarafından haftalık mizah gazetesi olarak çıkarılmıştır. 3. Haftalık mizah gazetesi olarak 11 Eylül 1930 da bir defa daha yeniden çıkarılmıştır. 4. İlyas Sınai ile Mustafa Nihat Özön tarafından yayımlanmış aylık dergi (Nisan 1938). On iki sayı çıkmıştır.

Kalender 1- (Geniş anlamda) Dünya işlerine, süslerine aldırış etmez, her şeyi hoş görür huyda kimse. 2. (Tari.) X. yy.; da Suriye, Mısır, Irak, İran, Orta, asya, Hindistan taraflarında geniş surette yayılmış bulunan Kalenderi, Kalenderiyyeı tarikatinden olan kimse. Bunlar çardarp dedikleri kaş, kirpik, saç, sakallarını tıraş ederler, hiç evlenmezler idi. Adetlerinde, inanışlarında olan ayrılıkla başkalarının dikkatini .şekerler, kalabalık gruplar halinde şehir şehir dolaşırlarmış. 3. Genel olarak derviş.

«Baş açık abdalıyız gelsin tıraş! etsin bizi — Asitanında eğer lâ-| yık görürse hizmete» — Ferd o-lun âlem-i tecride güzar eyiiye-lim — Gel kalender olalım, terk-i diyar eyliyelim» — «Dervişleriz belâzede müptelâlarız — Âlemde bir muhabbete kalmış gedalarız».

kalenderi (H- e.) Halk edebiyatı manzume türlerindedir. Form ve anlam bakımından iki çeşidi görülüyor: en büyüğü kalender

«Kalû belâda ekti çü tohm-i belâ-yi aşk — Bitirdi âb_i derd ile ben bineva-yi aşk.— Hamdi».

Kamber 1. Halife Ali’nin.1 azatlı kölesi. Halifeliği sırasında perdeciliğini (Hacib) yapmıştır. Ali’ye bağlılığı ile ün almıştır.

  • 2. Arzu ile Kamber hikâyesinin erkek kahramanı.

kamer (Ast.) Felek sıralanmasında birinci olan felek, ay. Ay, keten, kamış veya kuru ot gibi şeyleri çürütürmüş. Mah, meh eşanlamıdır. Devr.i kamer, kıyamete erecek olan zaman.

«Kettan gibi fersude olursam da 'olayım — Tek ol meh-i sîm-tene pirahen olayım.— Nabi».

kamera (Si.) Sinema resimleri çekmekte kullanılan bir çeşit fotoğraf makinesi); camera. Ca-meraman, kamera kullanan kimse.

Kâınilülkelâm (Bib.) Halep emirlerinden Ebi Amr’in oğlu Dürr-i Geylâni’nin başına gelenlerdir. On beş yaşlarında çok yakışıklı bir yiğit iken ava çıktığı bir gün Halep mezarlıkları arasında dolaşıyormuş. Bir mezar başında, benim canımı al diye dua eden çul giymiş bir delikanlıya raslar. Hikâyesini öğrenir: Çin vezirlerinden birinin oğlu iken babasını , hükümdar öldürtmüş, bir ihtiyar adam sevabına bunu büyütmüş. Memleketini bırakıp başka bir yere gitmek üzere şehirden çıkacağı sırada bir bağ içinde güzel kızların eğlendiğini görür, Çin şahının kızı ile vezir kızı Kamer-ruh imiş. Delikanlı bu kıza vurulmuş, onun derdinden bu hale düşmüş. Onun anlatışı ile delikanlı da Gevher Şah’a yurulur. İkisi beraber Çin diyarı

yola koyulurlar, ilkin işler düzgün gider, kolayca sevgililerine buluşurlar. Fakat birden buluşma aralanır. Şehzade bir gün çarşıda dolaşırken dört frenk tüccarın bir delikanlıyı tellâla verip satılığa çıkardıklarım görür, kendi satın alır. Bu adam Kâmil-ül-kelâm adında görgülü, bilgili, a-kıllı bir adam imiş. Şehzadenin, sevgilisi olan ayrılığında yapmıya kalkışacağı delice davranışları hep hale uygun hikâyeler söyli-yerek önler. Acele davranmanın, tedbirsizliğin, çabuk kızmanın, tekmil insan zayıflıklarının kötü sonuçlar vereceğinin gösteren bu hikâyelerle şehzadeyi istediğinden vazgeçirir. Sonunda, şehzadenin memleketinden gelen vezirin bulduğu çare üzerine Çin şahı kızı ile-evlenir.

Kandehar Eski edebiyatta en çok «kand» sözünün şeker anlamından ötürü cinas yapmak için yararlı idi.

«Ederse kand-i lebin hâtır-i mezaka hutur — Diyar.i Mısra değil kandahar’e dek gideriz.— Nailî».

kanıt Bk. DELİL.

kanon (Ed., Ten.) «Kural, model» anlamında Grekçe bir sözdür. I. Ö. II. yy. da. İskenderiye okulu gramercileri tarafından bütün edebiyat türleri için model sayılabilecek yazarların listesine bu ad verilmişti.

kantat (Tür.) Bestelemek için yazılmış manzumeler olup, ilk kısmı hikâye, İkincisi hava olarak iki bölümdür.

kapalı hece (Naz.) Aruzda sesli harfle biten hece, Bk. ARUZ.

Karabelâ (Bib.) Namık Kemal’in piyesi (1910).,Bir harem-ağasınm cinayetlere yol açan tut-


deyipkulu sevgisini anlatır.


Karabibek (Bib.) Nabizade Nâ_ zım’m uzunca bir hikâyesi (1884). Bu sade hikâyede, kahramanı o-lan köylünün hayal âlemine gerçeklikle görülmüş, iç konuşmalar, gerçekçi gözlem ve anlatış ile yazıldığı zaman için çok ileri olan bir eserdir.

karagöz (Tür.) «Hayal-i zili» veya «zıll-i hayal» yani gölge o-yunudur. Karanlık bir yerde, gerisinden aydınlatılmış küçük beyaz bir perdede deve derisinden renkli şekillerin aksiyona geçirilmesiyle oynatılır. - Karagöz oyunu, yüzyıllar boyunca Ortaoyunu ile beraber dramatik ihtiyacı sağlanmıştır. Ramazan ge-celeı^, sünnet düğifalerinde baş eğlence idi. Küçüklü büyüklü -insanları ilgilendirecek basitlikte bir oyun, şekli idi.- Muhavere., denen bir başlangıç ile asıl oyûn-dan meydana gelir. Muhavere asıl oyun ile ilgili değildir, başlı başınadır; oyunun asıl nüktesi bu bölümdedir. Bunun şahısları Karagöz ile Hacivat olur. Pek azında bunların karıları veya çocukları-da. görünerek veya seslenerek işe karışırlar. Karagöz ile Hacivat »s# tiplerdir: Bilgiçlik _ bilmezlik, dilini turna - boşboğazlık, sinsilik - ataklık, mü-rayilik - hayâsızca açıksaçıklık, ukalâlık - patavatsızlık, yaran-mıya uğraşma - ne olursa olsun demek bütün bunlar Hacivat ile Karagöz,ün görünüşleridir. Muhavereden sonra asıl oyuna gelince: bunlarda şahıslar çoğalır Karagözcünün ustalık derecesine göre Osmanh İmparatorluğunun bütün insanları, Arap, Arnavut, Acem, Frenk, yahudi, Lâz, Kayserili, Kürt... taklitleriyle oyunda gözükür. Narçinizade züppe tipi olarak gözükür, Tiryaki afyon çubuğiyle, Beberuhi zırtapozca davranışlarıyla, Tuzsuz Deli Bekir atmalariyle, Zeybek kabadayıca konuşmalariyle oyuna çeşni verirler- Karagöz oyununda gülme kaynağı Karagöz’ün kendisidir. Yanlış anlama, ikiz anlamlı sözlerle bu gülmeyi bol bol sağlar. En çok Hacivat’la olanı konuşmalarında bunları bol bol harcar: Teveccühünüze teşekkür ederim ~ devecinize eşeklik ederim; beis yok = nasıl fes yok... fes de var püskül de; burada sebze bulunmaz, eşçar-i müsmire var = aşçı ile sütanne mi var ? öyledir efendim = öğle değil, ikindidir; fenn-i insşya. vukufun var mı ? = Fener’deki Nişan’a borcum var._ Karagöz’ün yirmi beş ile otuz arasında oyunu, on ile on beş arasında da muhaveresi vardır. Hamam, Yalova safasz, Kanlıka/oalc, kanlı Nigâr, Ferhat ille Şirin, Ters evlenme, oyunların ünlülerinde'ndir. Muhaverelerinden , mancj.na, haham öldü, kıh-bık, nezüıket.^dersi, nasihat... ' ol-dukça çok kulanılır konuşmalardandır- Karagöz oyunları, oyuncuların, bir sinema senaryosu taslağını andırır kısa notlar halinde defterlerinde yazılı bulunurdu. Oyuncu bu hatırlatıcı kısa notları genişletirdi. Onun için yazılı bir eski metin yoktur. Son karagözcülerden bazılarının oyunlarım son elli yıl içinde dinleyip yazma suretiyle bugün eldeki metinler meydana getirilmiştir.

Karagöz (Gaz.) Ali Fuat’ın çıkardığı mizah gazetesi (3 Ağustos 1908).

karakter (Ed„ Ten.) Grekçede «bir şeyi tanımıya yarıyan ayırıİlmeden alınmıştır. 1. Çeşitli insan tiplerini ayırmıya yarıyacak belirtici izler. Bir kişiyi veya topluluğu ayırt etmiye yarıyacak duyuş veya görüş tarzı. 2. Bir toplumun içindeki o toplumun etkisi altında bulunan kimselere karşıt olan bir kişi. 3. Hâkim çizgi, özel iz anlamına gelir ki bir şeyi ötekinden ayıran demek olur: Bir hastalığın, bir mimarlık eserinin, bir üslûbun... karakteri gibi. Tenkiddei, meselâ «Bu piyesin şahıslarında karakter yoktur» denildiği zaman biri ötekin, den ayırt edilmemiş demek olur. Bir tiyatro eserinde aksiyon, karakterler, üslûp incelenir. Bu bakımdan karakter, orijinal, belirtili, ayırt edilmiş şahıslar demek olur.— 4. Karakterin bir anîamı da bazı adamlara özel bir büyüklük veren faziletler ve niteliklerin hepsini anlatmasıdır.

mcı iz, işaret» anlamına gelen ke_


karakteristik (Ed., Ten.) Bir şeyin, bir yaratığın, bir devrin karakterini açıkça gösteren nokta demektir.

Kara. Sinan (Gaz.) İzmir’de 3 Haziran 1875 tarihinde çıkarılmi-ya başlanan haftalık mizah gazetesi, sahibi Karidi idi.

Karikatür (Bib.) Asım Us’un zamanın ünlü kimselerinin eğlenceli potrelerini çizen makalelerinden meydana gelmiş kitabı (1911).

kartne-i mania (Bel.) Mecazlar ile İstiarede gerçek anlamdan gayrı anlamın anlaşılmasına yol açan delâlettir. «Bu dükkân kazanıyor» »sözünden alışverişte sahibinin kazandığının anlaşılması gibi.

karmaşık 1. Karışık olan, basit olmıyan. Karmaşık rar karakter demek, belirtici noktası kolayca bulunmıyan demektir. 2. Birbirine karışmış birkaç elemandan meydana gelen affektif (duyusal) kudreti olan durum: aşa. ğılık karmaşığı, hiçbir şey ba-şaramamak duygusunun uyandırdığı ürküntüden ileri gelen bir sıkılganlığın sonucudur ki bunlar affektif fenomenlerdir. Buna kompleks de denir. —Bu söz çok defa «anlaşılması güç, karma karışık» anlamında kullanılır.

Karmati (Tar.) 877 yılında Hamdan tarafından ileri sürülen ve Kuran ayetlerini kelime anlamından çok kendi anlayışlarına göre mânalandıran mezhebe uyan kimse. Çoğulu Karamvtaüa. Kar-mdtiler Kuran’ın bu yolda anlaşılmasına bâtın derlerdi.

karşıt anlamı (Dil.) Anlamları birbirinin kargıdı olan kelimelere karşıt anlamlı denir: gece kelimesi gündüzün, ak da kara sözünün karşıt anlammadır. Gece ite gündüz, ak ile kara karşıt anlamlı kelimelerdir. Bu yolda karşıt anlamlı sözler kullanarak sanat gös-termiye istekli yazarlar çoktur. Tadında bırakılmak şartiyle de hoşa gider, aşırısı bıkkınlık verir, okuyanı boş yere yorar.

Divan edebiyatının ünlü karşı-tanlamda kavramları:

Adem ile Vücut, Araz ile Cevher, Arş ile Ferş, Cennet ile Cehennem, Cismani ile Ruhani, En-füs ile Âfak, Ezel ile Ebed, Gayb ile Şühud, Hesti ile Nişti, Kevn ite Fesad, Küfr ile İman, Melek ile Şeytan, Mescid ile Meyhane Rahmani ile Şeytani, Selb ile İcab, Sofi ile Zâhid, Şah ile Geda, Şeyh ile Şab, Vahdet ile Kesret, Yâr ile Ağyar.

karşıtez (Fel.) Bir çeşit çatışkıdaki tezin karşıtı olan önermeye karşıtez denir; antitez.

karşıtlama (Kom.) Anlam sa-natlerindendir. Birbirine karşıt iki fikir veya iki hayali bir ilgi kurarak aynı cümlede söylemektir. Namık Kemal'in Hürriyet kasidesinde bulunan «Esir-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten» mısramdaki «esirlik» fikri gibi. Kelime karşıtlığı, mutlaka bâr karşıtlama sanatı meydana getirmez: «Ak olan şey kara değildir» sözünde karşıtlama sanatı yoktur, çünkü aradaki ilgi boşta kalmıştır. Divan edebiyatında bu sanat «tezat, tıbak, mutabakat, tatbik, tekâfu» gibi çeşitli adlar altında türlü türlü yapılır, «anlamca birbirine karşıt sözleri bir a-rada toplamak» diye anlatılırdı: «Ben şairim o kamet-i mevzunu doğrusu — Sevmem desem de ya. lan - söylerim sana.— Nedim» «Duhterin tezviç eden mader hem ağlar hem güler.— Avni». Abdül-hak Hâmit Tarhan bu sanatı çok bollukla kullanmıştır: «Siz de gençliğinizde böyle ihtiyar değildiniz, ben de çocukluğumda, bu. kadar genç değildim.» — «Validemin ihtiyarlığı malûm, benim gençliğim, de meçhul değil» — «Ah yerin dibinde ne varsa benim başıma geldiği gibi, göklerde ne varsa sizin ayağınıza gelsin.» — «Sizin mi yeriniz uzak, onun mu yakın değil.» — «Hava ka. rarmıya ve Karadeniz'in yüzü a-ğarmvya başladı». Karşıtlama, zih ne hemen çarpması için okuyanı iki karşıt şey karşısında bulundurma sanayine denir. Diyaloglarda, tasvirde, tenkid yazılarında karşıtlama, fikri kabarık gösterir. Fikrin belginliğine, üslûbun süslülüğüne, heyecanın canlılığına yarar. Çok karşıtlık yapılmış üslûba karşıtlamalı üslûp denir. îyi

bir karşılamanın tgbii ve anlatımlı olması gerektir.

karşıtlık Bk. TEZAT.

Kartezyanizm (Fel.) Dekart’-çılık, Dek'art (Descartes) felsefesi. Otorite metodu yerine rasyonel metodu; madde ile ruhun ikizliğini ileri sürmüştür. Ahlâkta tutku, cismin ruh üzerine hâkimliğidir, buna akıl ile üstün gelmelidir.

Karun (Mit.) Musa peygamberin çağdaşı olan ünlü bir zengin. İlkin fakir iken Musa peygamberin yol göstermesiyle zenginleşmiş olduğu söylenir. Haznelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli kırk kişi taşırmış. Bukadar zengin olduğu halde Musa’nın söylediği öşrü (zekâtı, vergiyi) vermek istememiş. Tanrı buyurması üzerine Musa, yere onu yutmasını söylemiş, dizlerine kadar yere gömülen Karun, istenileni vereceğini söylemesi üzerine Musa’nın duasiyle o »durumdan kurtulmuş. Fakat yine malından bir şey ayırıp vermiye kıyamamış. Kendisini yine yer içfne çekmiye başlamış, yarı beline gelince korkusundan vereceğini söylemiş ise de kurtulunca yine malına kıyamamış. Bu sefer yer kendisini tamıa-miyle yuttuğu gibi malı mülkü de gözleri örfünde yerin dibine batmıştır.— Karun, sadece zenginlik tipidir; cömert değil, pintidir; zenginlik ve cömertlik tipi Hatem’dir. «Karz vermiş akçesin Karun’a gûya kâinat — Sûk-i â-lemde geçen yekpare arz.i ihtiyaç.— İzzet Molla» — «Uğradı cümlesi hışm ü hatara — Mal-i Karun gibi geçti yere.— Taşlıcalı Yahya» — «Maliyle yere geçsin Karun’a minnetim yok.— Fakiri Dede».


karz-i şiir (Bil.) Mevzun ke-lâmdan bahseden bilimdir. Eskiden edebiyat bilimlerinin ikinci derecede sayılan dallarından biri idi.

kaside (Tür) Divan edebiyatının önemli bir türüdür; çok işlenmiş, üzerinde bütün yapılabilecekler yepılmıştır. Tek kafiyeli nazım şeklidir; bu yönden gazel ile şekil birliği vardır; gazelden ayrılığı ondan uzun olmasıdır; on beş beyitten fazla olması şarttır, doksan dokuz beyte kadar olur. Tam bir kasidede şu bölümler bulunur:

  • 1. Nesip vey Teşbih,

  • 2. Girizgâh,

  • 3. Övme (methiye),

  • 4. Tagazzül,

  • 5. Övünme (fahriye),

7. Dua. (Bu kelimelere: Bk.).

Kaside türünde yazılmış olan manzumeler anlam bakımından da birçok bölümlere ayrılır, bunların başlı çaları:

Tanrı birliğinden bahsedenler TEVHİT, Tanrıya yakaran konuda olanlar MÜNACAT, Muhammet peygamber üzerine yazılanlar NAAT, padişah, vezir ve benzerleri büyükler hakkında olanlar MEDHÎYE, bunlar da verildikleri zamana göre BAHARİYE, Şİ-TAİYE, IYDİYE, MUHARRE-MİYE, RAMAZANİYE, CULU-SİYE, yapılan köşk, konak, saray... için olanlar DÂRİYE... adlarını alırlar. Bunlar konuya göre çoğaltılabilir, meselâ Nabî bir paşaya işinden çıkarılması üzerine AZLİ YE yazmıştır; bir savaş sonunda KASİDE-t SULHİ-YE, bir düğün için SURİYE a-diyle yazılan kasideler vardır.

Kasp'ar kiitüpanesi romanları

(Bib.) 1890, 1891 yıllarında Kâs-par kitabevinin yayımladığı yazma ve çevirme: bazı kısa hikâyeler serisidir. Nabizade Nâzım’m Zavallı kız, bir hâtıra hikâ-leri ile Fatma Aliye’nin Geor-ges Ohnet’den çevirdiği Meram hikâyesi ve Emile Zola’dan çevrilmiş iki hikâye bu seride yayımlanmıştır.

Kasr 1- (Bel.) «Kesme, kısaltma» anlamında olan bu söz icaz: ile eşanlam gibi kullanılır, sözün içinde hiçbir eksilti yapılmadan sadece en az kelime ile anlatma, olarak tarif olunur. 2. (Vez.) A-ruzda sondaki tef’ilenin kesilmesi. 3. (Mit.) Köşk anlamında da kasr sözü vardır; çoğulu kusur olur; eksiklik anlamına olan sözle kelime oyunu yapılır. Edebiyatta adı geçen bazı ünlü köşkler vardır: Kasr-i Şirin, Husrev ile Şirin hikâyesinde geçen köşk, kataStrof (Tiy.) Bir piyesin çözülüşe ulaştıran son hâdiseye denir. Yıkım da bunu anlatır.

katı (Bel.) Sözü, etkiyi artırmak iğin, bir yerinde kesmeğe denir. Bunu, soncu kendiliğinden anlaşılabilecek yerlerde yapmak, susmanın söylemeden daha kuvvetle maksadı anlatabilecek yerlerde kesmek gerekir. Buna Ke. şiş de denir.

kâtip «Yazan» anlamında olan bu sözle bazı kelimeler yapılmıştır: Kâtip-i ezelî, (kudretli eli ile Levh-i Mahfuz’u yazan) Tanrı; Kâtip-i felek, Utarit yıldızı; Kâ-tib-i vahy, (Kuran surelerini kaydetmiş olan) Osman.

kavafi Kafiye çoğuludur, Ilm-i kavafı, ilm.ül-kavafi, beyitlerin sonlarından bahseden bilgi.

Kavaid-i Osmaniye (Bib.) Cevdet (Paşa) ile Fuat (Paşa) ta_


rafından yazılan ilk dilbilgisi kitabı (1850). Türkçenin başlı başına bir dil olduğunu, arapça ve farsçayı mutlaka asıIIarından öğ-renmiye başvurmadan Türkçede kullanılan kurallarının belirtilmesiyle yetinmeyi amaç edinerek meydana getirilmiş bir eserdir. «Üç taraflı» bir kitaptır, birinci bölümlerde Türkçe, İkincisinde farsça, üçüncüde de arapça kuralların Türkçede geçerlerini yazmıştır. Uzun yıllar öğretim alanında tek olarak kalmış, sonra gelen gramerciler onun, terimleri üzerinde uğraşmış, başkalıklar göstermiyeı çalışmışlardır. İkinci olarak temelli değişiklik Hüseyin Cahit Yalçın’m Türkçe Sarf ve Nahiv serisiyle gösterilmiştir.

kavram (Fel.) Bir yalınlama (soyutlama) sonucu olan -genel fikir (idea).

Kavuş (Tar„ Mit.) İran’da Ke-yaniyan soyundan bir hükümdarın adıdır. Nemrud veya Firavun olduğu da söylenir.

kayabaşı (H. e.) Çobanların, dağlarda dolaşanların söyledikleri türkü.

kayd (Naz.) Kafiyenin bir harften fazla harf veya harflerle oluşundaki harflere denir. Böyle kafiyelere mukayyeti, denir. «Bilemem halimiz neye varacak — Yüzümüz yok hudaya yalvaracak.— İzzet Molla» — Gelmen ile gitti hep mezalim — İnsaf olamaz denirse zalim.— A. H. Tarhan».

kaydırma (Dil.) Bir şeyin adını benzerlik veya ilgi dolayısiyle başka bir şeye de ad olarak vermek. Bir çeşit mecaz anlam o-lup söylenecek şeyin tam anlatabilecek kelime bulunmadığı zaman ister istemez buna başvurulur: «ağaç yaprağı»na benzeterek «bir yaprak kağıt» demek, gibi.

kays (Mit.) Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanının, asıl adı. «Bendendir onun cünu-nu efzun — Kays iken oluptur adı Mecnun.— Fuzuli» — «Şirin dudağı leyli-i zülfü o dilberin — Ferhad ü Kays’a kûh ü beyabanı andırır.— Ayni». — «Kays ile Vamık ü Ferhat cenabım bekler — Şah-i aşkım bana bunlardürür erkân-şekil.— Hayalî».

kayser Doğu Roma İmparatorlarına verilen unvandır. Kay. ser.i) Rum, sözü ile araplar, fars-l'ar Bizans imparatorlarını anlatırla,rd«.

kelâm (Din.) Tanrı sıfatlarını ve varlığını ispatlıyan. bilime «ilm-i kelâm» denir. Mutezile’nin Cehmiye kolu, Tanrının sıfatlarını, en çok da «kelâm» sıfatını kabul etmemelerine karşı savaş şeklinde^ başlıyan fikir hareketi Kelâm bilgisinin vücuduna yol açmıştır. Çünki Cehmiye, Tanrı’-da «kelâıit» (söz söyleme) sıfatı kabul etmiyor; onun «kelâmını» kendi dışında olan Cebrail veya havada veya Levh-iı Mahfuzda yarattığına inanıyordu. Islâm dininin kesin hükümlerine (haslarına) aykırı olan harekete karşı savaşların temeli bu «kelâm» işi idi. Cehmiye’nin kelâm sıfatı hakkmdaki bu fikirleri, Tanrının kelâm sıfatının eseri olan Ku-ran’ın da yaratılmış olması dâvasına yol açmıştır.

«Yaratmıştır on sekiz bin âlemi — Cebrail indirdi arştan kelâmı — Dört kitabın yazıldığı kalemi — Diyen bilmez bilen demez ne seyran.— Derviş Mehmet».

kelâm (Dil.) 1. (Geniş anlamda)

Kelebek

söz. 2. Cümle, Genel olarak, din. liyene tam bir fayda verip başka söze ihtiyaç bırakmıyan kelimeler topluluğu diye tarif olunurdu.

Kelebek (Gaz.) îbnürrefik Ahmet Nuri (Sekizinci), Reşat Nuri (Güntekin), Mahmut Yesari, Ressam Münif Fehim tarafından çıkarılmış haftalık mizah gazetesi (12 Nisan 1924).

Kefim (Tar.) Musa peygamberin sıfatlarındandır. Anlamı «konuşulan kimse» olan bu söz Musa peygamberin Tur.i Sina’da Tanrı 'hitabına mazhar olmasındandır. «Hâmen ol mu’ciz-tıraz-i sad-he-zaran pişedir — Kim nazîr olmaz ana illâ Kelîm’in ejderi.— Nef’i».

kelime (Dil.) Canlı, cansız; görünür, görünmez şeylerin adla, rina denir. «Kelime, her hangi bir kullanışa elverişli olmak üzere belli bir anlam ile bir ses kümesinin el ele vermesinden meydana gelir». Üslûbu meydana getiren dildir; dil de kelimelerin sıralanması ile meydana çıkar. Kelimelerin haslığı, kelimeyi tariflerinin gösterdiği; tam anlam içinde kulanmıya denir.— Kelimelerin hayatı, kelimeler zaman içinde kuvvetini kaybeder, kullanılmaz olur; zamanın gerekleri, ne göre bazı yeni anlamlar alır, böylelikle anlamı daralmış veya genişlemiş olur.. - Kelime haznesi, bir dilin bütün kelimeleri için kullanabileceğimiz bu sözü bir yazarın kullandığı kelimelerin hepsi için de kullanabiliriz. —Kelime •incelenmesi' kelimenin, 1. Sözlükçe, 2. dilbilgisince, 3. metindeki durumca olan anlamlarının incelenmesi demektir. - Kelime kalaba lığı, söze gereksiz (olarak katılan kelime çokluğudur, böyle ya-

kemer

zılara kalabalıktı denir. - Kelime oyunu, kelimelerin anlamlarından, benzerliklerinde^, faydalanılarak yapılan nükteye, tevile denir.. Kelime sanatlarının çoğu bu işe yarar.— Kelime sanatları kelimenin özel kullanılışlarından, meydana gelen bir üslûp süsüdür ki kelime değiştirildiği zaman süs del kaybolur. Bunların başhcaları: îğretileme, alegori, addeğişimi-dir.— Kelimeler anlamlarına göre adaş, eşanlamlı, karşıtanlamlı olurlar.

kemerbest (Tari.) Alevilerde, dede huzurunda suçlarını söyleyip arınacakları sırada musahipler bellerine! birer çevre bağlarlar. Dardan başlıyarak yüzüstü, sürüne sürüne huzura varırlar, orada birbirlerini kocup, biri öbürünün koluna baş koyup öbür koluyla da boynuna sarılıp yatarlar. Bu iki musahibin eşleri de her biri kocası olmayanın ayağında niyaz eder halde durur. Rehber, ikisinin de elle-rini başlarına getirir, başlarını, bellerini, ayaklarını «tac-i devlet, kemerbest, hâk-i türap» diye sağ eliyle sıvazlar. Gûya bunlar ölmüşler, rehber de onları yıkıyor. Bu sırada kadınları da, başlarındaki çevreleriyle akar suyu alır gibi ayaklarına dokunurlar. Dede ayakta durur, «erkân, tarik» -denen sopa ile bunların sırtına üç kere vurur. Bu şekilde! bunlar arınmış olurlar, Dedenin ayaklarını öpüp kalkarlar Sopayı, Dedenin elini de öptükten sonra, koltuğunun! altitt. dan geçirip el ele tutuşturarak «lâilahe illallâh» zikrine başlarlar.

kemerbeste (Tari.) Nasip 'alıp tiğbentle beli bağlanan kimse.—• Elden, dilden, belden olmak alâ-

varlığından geçirmek... gibi. Sofilerden bir kısmı yalnız ikinci çeşitten keramete önem verirler; Şuttariyeden olanlar gibi bazıları da hiçbir çeşidine önem vermezler hattâ onu bir eksiklik delili sayarlar.

Kerbelâ (Tar.) Irak ülkesinde-dir. Ali’nin küçük oğlu Hüseyin burada gömülü olduğu için kutsal yerlerden sayılır. Edebiyatta adı Kerbelâ’da Hüseynin öldürülmesi dolayısiyle çok geçer.— Hüseyin, yanında on dokuz kişi ehl-iı beyt-ten, elli üç kişi de sahabe ve tabiînden olmak üzere çoluk çocuk yetmiş iki kişi ile Mekke'den kalkıp Kûfe’ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Şam’da halifelik eden Muaviyeoğlu Yezit bunların ü-zerine asker yollamıştı. Küfe halkı korkularından dolayı, çağırmış olduklarını unutup Hüseyn’e yardımdan çekindiler. Aralarında çoluk ço'cuk da bulunan bu yetmiş iki kişi Kerbelâ düzün-de kuşatıldı, Şam askeri Fırat kenarını tuttuklarından susuzluk durumlarını çok fenalaştırdı. Hüseyin bir yofdnu bulup, su kenarına varabildi, tam su içeceği sırada ağzına bir ok saplandı, içe_ | medi, üstüne saldıranlar vücudunda yetmiş yedi yara açtılar. Başı kesilip Şam’a gönderildi. Hüseyn’-. in ölümü muharremin onuncu gü-• nü olmuştu. Hüseyin o zaman elli beş yaşında idi. Muharremin ilk . on günü matem tutulur, onuncu : günü aşure yapılır.— Kerbelâ o-, layı hakkında bütün islâm edebi-. yatında aralarında baş-eser sayı-. lacaklar da bulunan nesir ve na. . zım çok eser yazılmıştır. Bu çe-- şit mersiyeler yazmakla ün alan-, 1ar Vardır.

, «Geldi çün mah-i muharrem kıl-


meti.— Ali’nin eliyle kılıç kuşan- ı mış 17 kişi.                          1

Kenan (Tar.) Filistin’de Sayda, ı Sur dolaylariyle Suriye’nin bir f kısmının meydana getirdiği böl- ı genin eski adı. Yakup peygamber c ile Yusuf peygamber olayların- : dan dolayı adı edebiyatta çok geçer. Maiı-i Kenan, Yusuf peygamber; pîr-ii Kenan, Yakup peygamber. «Sena-hanın olurdu M’ah_i Kenan tal’atın gör se — Sâna Yusuf diyeydi iller ona Yusuf-i sanı.— Baki» — «Şâdman oldu bugün devr_i kühensal yine — Vus-lat-i Yusuf ile nite ki Pîr-i Kenan.— Baki».

kenz-i mahfi (Tas.) «Gizli hazne» demektir; «Ben bir gizli hazne idim, bilinmekliğimi istedim ve bütün kâinatı yarattım» • anlamında olan bir hadisten alınma sözdür. Sofiler bunun, Tanrf-nifi birlik basamağının bulunduğu yer olarak kabul ederler. Buna' «lama» (körlük) deı denir. Böyle denmesinin sebebi, Tanrıdan gayrı hiç- . bir kimsenin dide-i idrakinin buna erememesidir; «ketm_i adem, âlemi kitmıan» aynı anlamdadır. «Kenduyu bildirmek için kene.i hafi etti zuhur — Etmedi var hazret-i Hak cin ile insanı a-j bes.— Zati».

keramet (Tas.) Tanrı yakınlarından, ermişlerden görülmüş olan olağanüstü şeylere denir. Sofiler bu çeşit halleri ikiye ayırırlardı.— 1. Keramet.i kavniyye, varlık âleminde meydana gelen kerametler: uzak bir yolu bir anda aşmak, denizde yürümek, havada uçmak., gibi. 2. Keramet-i ilmiyye, bilgiyle, Tanrı bilgisiyle gösterilen kerametler: Tanrıya ulaşmıya istidadı olmıyana bu istidadı vermek, istidadı olanı hemen ulaştırmak,

Kerem               158             Kerem

.......... ------ --^ ...... - . ...


di dehri ruşena — Hâtır-i uşşa-ka düştü macera_-yi Kerbelâ.— Hıfza-».

Kerem ile Aslı (H. e.) İsfahan pahlarından birinin, haznedarı o-lan bir keşişle beraber hiç çocukları olmıyor. Birçok dualardan sonra şahın Ahmdt Mirza Bey adında bir oğlu, keşişin de Ka-rasultan adında bir kızı oluyor. İki baba daha önceden olacak çocuklarını birbirlerine verecekleri için sözleşmişlerdi. Keşiş, bu sözleşmeden kurtulmak için türlü çarelere başvuruyor. Çocuğunu öldü diyerek, şahın hizmetinden ayrılıyor, üç ‘günlük bir yerde o-lan Zengi köyüne çekiliyor. Zaman geçip Ahmet Mirza büyüyün. ce1 bir. gece rüyasında Karasul-tan’m elinden «aşk şarabını» içiyor. Bir gün 'arkadaşı Sofu ile beraber ava çıkıyorlar. Şahininin bir bahçeye indiğini gören Ahmet Mirza almak için bahçeye giriyor, orada gergef işliyen bir kız görüyor. Kızla konuşuyor, bu andan sonra delikanlının adı Kerem,* kızın adı da Aslı oluyor.-— Delikanlı yemekten içmekten kesiliyor, bir kocakarı sırrını öğrenip babasına haber veriyor. Babası, Aslı’yı keşişten istiyor. Din ayrılığından doyalı keşiş razı olmuyor; kızını karısını alıp başka yere gidiyor. Kerem de arkadaşı Sofu ile bunların peşine düşüyor. Bundan sonra uzun bir kovalama başlıyor: Zengi, Huy, Şuş, Gene, Revan, Acuz, Çıldır, Ahıska, Se-keriyye, Orhan, Gürcistan, Gelbe, Kars, Olti, Narman, Beyazıt, Ürgüp, Van, Tiflis, Süphan dağından aşarak Ahlat, Muş, Çanlı Kilise, Malazgirt, Hasankale, Ha-dunpınarı... konaklıyarak saz, çalarak geçiliyor. Kerem bir ara

Hızır’a faşlar, Aslı’yı kısa bir zaman' görür; fakat yine kaçma ve kovalama başlar. Sonunda Kayseri’de olduklarını haber a_ lan Kerem oraya ulaşıyor. Keşiş, zindancıbaşılık ediyor, karısı da diş çekiyor. Kerem, diş çektirmek için evlerine gidiyor, başını Aslı’-nın dizine koyup otuz iki dişini de çektiriyor. Ağzındaki kanları silmek için çıkardığı çevreden bunun Kerem olduğunu anlıyan kız hemen anasına haber veriyor. Kerem, bunun üzerine «kendi sevgisinin dörtte birinin bu kıza verilmesi için» Tanrıya yalvarıyor. Duası kabul ediliyor, kız hemen Kerem’in boynuna atılıp müs lüman oluyor. Geceleyin gizlice ke şişin evine giden Kerem orada ya kalanıp .zindana atılıyor. Öldürülmek isteniyor, fakat hâkim fetva vermiyor. Kayseri beyinin kız_ kardeşi Hasene Hanım bir gül bahçesine kırk tane' kız topluyor, yırtık ve eski elbiseler içinde As-lı’yı da aralarına katıyor. Kerem, onların arasında hemen Aslı’ya bakakalıyor. Hasene Hanım Ke-rem’in bir »Hâk âşığı» olduğu sonucuna varıyor. Kızı Kerem’e alması için kardeşini razı ediyor. Keşiş bu sefer Halep’e kaçıyor. Kerem, Halep’te Aslı’yı görüyor, fakat kol tarafından yakalanıp paşanın yanına götürülüyor. Paşa, Kerem’in azatlısı imiş. Onu tanıyor, kızı Kerem’e almak istiyor. Babası keşiş kızma büyülü fistan hazırlıyor. Bu büyülü fistanın düğümlerini çözmiye başlıyan Kerem, bitmiye iki -düğme kalınca baştan düğmelendiğini görüyor ve bu bitip tükenmiyor. O kadar ki tan yeri ağarmaya başladığı sırada Kerem yürekten gelen bir ah


'çekiyor, ağzından bir ateş çıkıyor, tepesinden duman gözükmiye başlıyor. Kız ateşi söndürmiye çalışıyor , ama Kerem kül olup gidiyor. Paşa keşişi öldürtüyor. Kız, Kerem’in külleri başında kırk gün bekliyor, kül etrafa dağıldıkça saçını süpürge yaparak külü toplarken ateş alıyor, saçından tutuşup cayır cayır yanıyor, onun külleri Keremin’ki ile karışıyor

keşiş Bk. KATI.

kesret (Tas.) «Çokluk» demektir, Âlem-i kesret bu âlem anlamındadır. Âlemde gördüğümüz çokluk bir denizin dalgaları . çeşidinden olan çokluk gibi açıklanır. Göze birçok görünüyorsa da aslında bir dalgadır ve sudur. Dalgaların ayrı ayrı varlıkları -olmadığı gibi kesret de nazari ve itibaridir. Vahdet âlem'iı, yani mutlak varlık açığa çıkınca kesret âlemi meydana gelir. - Fakat gerçekte bu iki âlem birbirlerinden ayrı bir şey değildir.

Kesret-i tekrar (Bel.) Bk. GENELEME.

keşkül (Tari.) Hindistan cevizinin iği oyulup iki ucuna zincir takılarak meydana getirilen bir çeşit kab. Dervişler bu kabı ellerinde taşırlar, bağışta bulunacak kimseler gönüllerinden kopanı bunun içine atarlardı. En çok da yola çıkmış dervişler bunu taşırlar, içine atılanları o akşam ko Hakladıkları tekekye bırakırlardı.

ketm-i adem (Tas.) Buna «â-lem-i kitman». da denir, ki «sır .saklarlık âlemi» demektir. Tanrı, âlemleri yaratmadan önce âlemin düzeni bu idi, Tanrı da bu Alemde hâzineye konmuş gibi saklı idi (âlem-i kitmanda kenz-i mahfide meknuz idi.)

Kevser Cennette aktığı söylenen bir su. Boyunun Mekke ile Yemen, genişliğinin Safa ile Aden arası kadar olduğu etrafında türlü mücevherlerden yapılma yıldızlar kadar çok kâseler bulunduğu, içenin bir daha susamıya-cağı, söylenir. Bu suyun şakiliğini AMi’ftin yapacağı da bu söylenenler arasındadır. (Mec.) Sevgilinin dudağı. Âö-i kevser, şarab.i kevser olarak çok kullanılır.

Key (Tar.) 1. Rüstem’in babası Zâl, Key adını Kubad’a vermiş, bundan sonra da bu soydan gelen .hükümdarlara Keyaniyan denilmiştir. 2; (Geriiş anlamda) Hükümdar, demektir.

Keyvan (Ast.) Zühal (Satürn) yıldızının adı. Yedinci felekte olduğu için heftümîn de denir. U-ğurlu sayılmaz.

«Baıâ-yi çarh-i heftüme Key-van-i kühensal — Oturmuş îdi nite ki Hindu-yi pilbân.— Baki» — «Nehyi ger âlem-i balâda yü-rütse hükmün — Eylemezlerdi kıran Zühre-î ,Keyvan-i felek.—• Nef’i» — O bargehte Keyvan-i heftümîn* paye — Gûlâm-i halka -beduş-i felek-cenap oldu.— Sami».

(I. K.: Zühal — Nahs-i ekber — Hef tümîn-pây e).

kıraat Bk. OKUMA.

kıran (Ast.) iki yıldızın aynı burçta aynı derecede ( bulunmalarına denir. Bunlardan Müşteri ile Güneş gibi kutlu sayılan iki yıldızın kıranına «Kiran-i sa’-deyn» ve Mirrih ile Zühal gibi iki kutsuzun kıranına da «Kıran-i nahseyn» denir. Zamanında kıran-! sadeyn olan padişaha sahip kıran denir, böyle padişah dört kılıç takardı.

Kırık hayatlar (Bib.) Halit Ziya Uşaklıgil’in romanıdır, 1901 dtel yarıda kalmış, 1908 den sonra tamamlanmıştır.

Kırkambar (Gaz.) Ahmet Mithat Efendi tarafından Aralık 1873 te çıkarılmıya başlanmış aylık bir dergi. (Kendisi sürgünde olmasından dolayı sahibi Ahmet Cevdet idi).         <

kırklar (Tas.) Dünyayı idare e-den, başlarında Kutb, yahut Kutb-ul-aktab bulunan kırk ermiş. Bunların, yediler ve üçler olarak üst basamakları vardır. Bk. ABDAL. —Alevî— Bektaşi-lere göre ise, Muhammet peygamber önceleri gerçek sırrını bilmezmiş. Bir gün Ali’nin evine gitmiş, «Kimsin?» diye sormuşlar, ad'ını söylemiş kaplıyı açmamışlar. Dönerken yolda Üveys’i görmüş, onun öğretmesiyle, dönüp yine gelip kapıyı çalmış, bu seferki soruya «fakir» karşılığını vermiş. Kapıyı açmışlar, içerde Patıma da olmak üzere otuz dokuz kişi varmış, kırkıncıları Sel_ man parsaya, yani Tanrı katında bir şey toplamıya çıkmış, bulunuyormuş. Bu meclise Ali başkanlık ediyormuş. Orada bulunanların hepsinin bir Can olduğunu bildirmek için, içlerinden birinin kolunu neşterle kesmiş, hepsinden kan aknnya başlamış. Sel-man’m' kanı da bulunulan yerin damından damlmakta imiş. Sel-man gelince, getirdiği üzümü Muhammet Peygambere sunmuş. Hepsine üleştirmesini söylemişler. O da, Cebrail’in öğretmesiyle üzümü bir tabakta ezmiş. Bunun suyunu içip hepsi mest olmuşlar, semaa (dönmiye) başlamışlar. Alevî . Bektaşilerce Miraç (Bk.) budur, yani Muhammet peygamberin Ali’den gerçek sırrını öğrenmesidir. Bu meclise Kırklar meclisi denir.— Kırk budak, bek-taşi tekkelerinde Kırklar meydanın bulunan ve yalnız muharremin onuncu günü ile nevruz günü yakılan kırk kollu şamdan.—-Kyrklar meclisi, Alevî-Bektaş’iler-de muhabbet meclisi, aynıcem.— Kırklar meydanı, iki parmaklıkla çevrilmiş büyük tören yeri. Sağdaki parmaklık boyunca birçok şamdan sıralanmış bulunur. Kırk budak bu şamdanlar ortağındadır.— Kırklar şerbeti, Bek-taşilerde nasip alma gecesi içilen şerbet.— Kırk makam, erenler meydanının dört kapısından her birinde on makam vardır. Bunların toplamı kırk makam eder. «Vardım Kırklar meydanına — Gel otur be can dediler — Yüz sürüp ayaklarına — Doğru gel canan dediler.— Ferdî».

Kırk Vezir Hikâyesi (H. e.) Acem ülkesinde Hankîn şah a-dmda ulu padişah var idi. Padişahın Çin , mahbubelerinden bir kadından olan gayet güzel delikanlı bir oğlu var idi ki ilim okumakta, yazı yazmakta, ok atmakta, silâhşorlukta benzeri yok idi. Delikanlının annesi öldükten bir zaman sonra padişah başka bir ulu şahın kıziyle evlendi. Ü-vey annesi delikanlıya gönlünü kaptırdı, bir zaman gizlediği bu sevgisine dayanamıyarak nihayet hile dağarcığını meydana döktü. Delikanlının yıldızlardan hüküm çıkaran hocası bir gün ona, başında bir felâket dolaştığını, eğer kırk gün ağzını açıp bir lâf demezse bunu savuşturacağını haber verdi. Üvey ana, delikanlıyı avutmak için odasına, götürüp ona sevgisini haber verdi, hattâ babasını öldürüp, yerine

onu padişah edeceğini, kendisinin deyim.— Kıssadan hisse, masal-helâli olacağını bile söyledi. De- landan, masal gibi düzenlenmiş likanlı el arkasiyle ağzına vurup manzum veya mensur yazılardan kadının ağzı dopdolu kan odu.

Delikanlının kendine fena gözle baktığım, eğer onu öldürtmezse taç ve tahtının elden gideceğini kocasına haber verdi. Ertesi sa


bah divanda oğlunun öldürülme-: sini söyleyince birinci vezir ka-j dm sözüyle davranmanın doğru olmadığını bir hikâye ile anlatır; ölümü o gün çin erteler. Akşam hareme girince, eşi durumu sordu. Geri bırakılan ölümün çabuklanması için bir hikâye de o anlattı. Böylece kırk gün sabahları vezirlerden biri kırk gece de kadın seksen hikâye anlattılar.—

Kırk yıl (Bib.) Halit Ziya'U-şaklıgil’in edebiyat âleminde ger genlerden gördüklerini anlatan e-seri (5 cilt, 1936). Bu anılar Î909 yılında yazarın Mabeyin Başkâtibi olduğu zamana kadar eserlerinin hikâyesine, kendi gördüklerine, arkadaşlarına ait tasvirlerle devrini canlandıracak değerdedir. ,         ’ - - --

kısaltma Bazı kelimelerin harflerinin hepsini yazmıyarak bir veya iki harfini yazmakla gösterilmesi şekline denir. Türkiye Cumhuriyeti sözünün T. C. Posta, Telgraf ve Tjelefon sözünün P. T. T. şeklinde gösterilmesi bir kı-t saltmadır.

kıssa (Tür) Geniş anlamda, «hikâye» demektir. Olay anlatan her çeşit için kullanılır. Fıkra, masal, hikâye, menkibe sözleriyle eşanlamlı olarak kullanılmıştır. Kıssahân, kıssagû, masal söyleyen, bir toplantıda kitaptan hikâye okuyan; kıssa perdaz, daha çok kendi düzenlediği hikâye, masalı söyliyen; el.kıssa, sözün sonu, şudur ki... anlamında eski bir


çıkarılan sonuç, öğüt. Böyle yazılar, çoğu fabl şeklindedir.

Kıssadan hisse (Bib.) Ahmet Mithat’ın ilk hikâyelerinden meydana gelmiş kitabı (1870).

kıta (Tür) Geniş anlamda iki beyitten meydana gelmiş nazım parçasıdır. Böylece: 1. musam-matların bentlerine eşanlam olarak kullanılır; 2. Dört mısralık manzum parçalara, gazel büyüklüğüne varamamış parçalara kıta denmiştir. (Rubaiden farkı, rubailerin özel vezinde yazılmış olmasıdır). Çoğulu Mukattat ve kıt/ at gelir. Divanların sonlarında bu başlık altında bir bölümde .bunlar toplanır.

kıyafetname (Tür) İnsanların fizik yapısından moral durumunu görmek, ona göre hükümler çıkarmak yolunu öğreten nazım ve nesir olarak yazılmış kitaplara genel olarak, bu ad verilir.

Levn-i ahmer"lldeiil-i hun-i şi-tap Reng-i esmer delil-i fikr-i sa-vap Rengi anın ki sürh-i safidir Edebi vü hayâsı vâfidir Reng-i rû-yi âdem ki safrettir Kalbi kalp ü işi hıyanettir Ol sarı kim siyaha maildir Hak budur cümle hulku bâtıldır İtidale budur nişan ü deli] Akı ak ola vü kızılı kızıl Her ki ak ola illâ aşkar ola Göklüğü gözlerinin ekser ola Hain ü bi-hıayâ vü fâsık olur Fiffet ile cihanda faik olur.

(Hamdi) kıyas (Fel.) Muhakeme şeklidir. İki öncülleri (premisleri) doğ

Edebiyat S. F. — 11

ru olduğu zaman üçüncüsünün de doğru olması gereken üç önermeli kanıt. 1. Sokrat bir insandır. 2. Bütün insanlar ölür. = Sokrat ölecektir. Çeşitli kıyas şekilleri vardır. Tasını da denir.

kıyasa muhalefet (Kom.) Dil kurullarına aykırı olarak kelime kullanmak, cümle kurmaktır.

kıyaslama (Bel.) Benzetmenin temelidir. Bir benzetme yapmada benzetilen ile benzetmel'ik arasındaki karşılaştırmadır.

kızılhaş         İsmail Safevi

taraflısı. Kendilerine' sadece sofu diyen bu zümreye, başlarına kırmızı bir külah giydirdikleri için bu ad verilmiştir. Bunlar şii ve alevidir. XVI. yy. da aralarında bektaşi ve hurufiler de vardı. Anadolu’da bu Şii-Bâtmi. inançta olanlar ve Şah İsmail’e taraflı bulunanlar var idi. Edebiyat ve tarih metinlerinde Kızılbaş '(Sürh-j ser) sözüyle Sefevî devleti anlatılmak istenir.

kızıl deli Bektaşiler ile kızıl-başlar arasında şaraba denir.

Kızılelma (Bib.) Ziya Gökalphn Türk marallarından aldığı konü-ları hece vezniyle yazmış olduğu manzumelerden meydana gelmiş kitabı (1913).

Kiralık Konak (Bib.) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun romanı (1922). — Tanzimat sonrası yetişen Büyük Baba, çocuklar ve torunlarla İstibdat meşrutiyet devirlerinin insanlarını, hayat geçirişleri, dünya görüşleri bakımından inceler.

Kirpi’nin dedikleri (Bib.) Refik Halit Karay’ın Kirpi takma adiyle Cem gazetesine yazmış olduğu hicivli yazılarından meydana gelmiş eseri (1911). Meşrutiyetin ilk yıllariyle ilgili şahsiyet


ler, olaylar iğneli bir dil, iyi bir gözemle anlatılmıştır.

Kisra (Tar.) 1. Sasani şahlarından Nuşirevan’ın araplarca olan 'adıdır. 2. Buradan genişletilerek genel olarak fars hükümdarlarına lâkap olmuştur.

Kasidelerin başlıca niteleme söz-lerindendir. «Sehası Hatem’in tayyetti namın yâd olunmaz hiç — Şükûh-i devleti Kisra’ya elhak kesr-i şan verdi.— Fıtnat».

kişisel (Ed., Ten.) Herkeste bulunabilecek olan ve onu öteki kişilerden ayırdettirecek olan kişilik görünüşü.

kitabet (Kom.) Yazı yazmak demektir. Bir konuyu kurallarına uygun olarak kaleme almak işi. Bu işi görene Kâtip denir. Kitabet ile inşa arasında fark var-dir; inşa, daha iyi, daha ustaca olan kitabete denirdi.

kitabiyat (Bib.) Bibliyografya karşılığı olarak XX. yy. da kullanılmıştır.

kitap Yazılmış ve yahut yazı basılmış sahifelerin bir araya getirilmesinden meydana gelmiş bütün. Bu sözlük tarifi, kitabın bugün gözümüze görünen şekli içindir. Ama düşününce hatırlarız ki, kitap dediğimiz şey her zaman bu şekilde değildi; sonra üstelik ilerde de çok değişeceğini şimdiki mikrofilim, mikrofiş, man yetik tel veya şeritler üzerine çekilmiş kitaplardan kestirmekteyiz.— insanlar yadıydı meydana getirdikten sonra ağaç kabuklarına, tahtalar üstüne, ince yapraklar üstüne, pişmiş tuğlalara, tabletlere yüzyıllar boyunca yazılar yazdılar, ilk kitapları meydana getirdiler. Kâğıdın bulunması, yazma kitap işini çıkardı. Kâğıt endüstrisi yanında mürek-

yorlardı. Gazete ve küçük kitaplar, Köprü başında, Çemberlitıaş’-ta Beyazıt’ta bulunan birtakım İran uyruklu kimselerin tömbeki-ci dükkânlarında satılıyordu. Sahaflıktan ayrı,' basma kitap satan «kitapçı» denen işadamlarının meydana çıkması Tanzimat devri dediğimiz zamanın sonunda yani 1876-77 savaşından sonra başlar. Bu yolda Ik dükkân açanlar, gazete basımevlernde çalışmış olan Kayserili Arakel, Kas-par, Karabet’tir. Bunlar, Büyük Çarşı ile Beyazıt’ta merkezlenmiş olan sahaflara karşı Babıali caddesinde dükkânlarını açmışlardır.— Tanzimat devri kitapları ile Tanzimat devrinden sonraki kitaplar arasında kâğıt, harf, baskı bakımından epey fark var-•dır. Basımevi sahibi Mihran’m dergileri ile kitapları ilk yenilik izlerini taşır (Şemsettin Sami’nin Usul-i Tenkit ve Tertip adlı kitabında söylenenlerden çoğu basılan.. eserlerde uygulanmıştır). Ebüzziya Tevfik, Ahmet Ihsan Tokgöz basımevlerinde Batı eserlerine yakın özellikte kitaplar basmışlardır.— Kitap baskısı güzelliği üzerinde bu adları geçenlerden başka çalışanlar yoktur. Bir kitabın yazılma değeri kadar, baskı halinde güzel bir şekil alması üzerinde pek durulmuş değildir.

Kitaphane-i Ebüzziya (Bib.) Ebüzziya Tevfik tarafından 1886 yılında yayımlanmaya başlanan güzel baskılı küçük boyda kitaplardan meydana gelmiş olan bir serinin adıdır. 110 kitap kadar olmuştur. Şinasi, Namık Kemal’in eserlerinden başka Kâtip Çelebi, Şeyh Galip, Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Seyyit Vahit, Koçu Bey


kep, ciltçilik, yazmacılık uzun zaman, sürdü. Basmanın bulunması üzerine yeni bir kitap sistemi meydana gelmiye başladı.— Kitap basma işi İstanbul’da epey geç başlamıştır. Başlamasından biraz sonra çıkan bir ayaklanma yüzünden de oldukça sarsılmıştır. OsmanlI İmparatorluğunda 1729 •dan Tanzimat yılına kadar br tek basımevi vardı. Bu basımevi çok zorluklar içinde, öteden beriye taşma taşına, gâh işliyerek, gâh bit köşeye depo edilmiş kalarak yüzyıldan fazla bir zaman içinde 40 çeşide yakın basma kitap mey dana getirilebildi. Tanzimat yılı devletin eline geçmiş olan bu resmî basımevi ile girdi. Tanzimat’tan sonra ikinci bir gazete çıka-rılmıya başlanınca onun için biç basımevi ancak devlet yardımiyle kurulabildi. Yirmi yıl kadar, iki basımevi ile geçti. Devlet idaresinde olan basımevi ile Mısır'da Mehmet Ali’nin kurmuş olduğu Bulak basımevi Tanzimat sonrası yayımlarının tek merkezleri haline kalmışlardır. 1860 yılından sonra gazetelerin üç, dört oluşu bunların kendilerine basımevleri açmaları sayıyı lartırdı. Gazeteler haftada birkaç gün çıkarıldığı için boş günlerde bazı kitaplar basmak yolunu tuttular. Bu suretle, eski yazmalardan birkaç kitapla, medrese Öğretiminde kullanılan arapça metinler basıldı. Yeni tarz yazılan eserlerin ortaya çıkması 1870 yılı sularındadır. Henüz daha «kitapçılık» diye ortada bir şey yoktu. Yazma kitap -alışverişi yapan «sahaflar» yine eski yollarında devam ediyorlar; birkaç tanesi yeni basılmakta o-lan kitapları dükkânlarında satı

gülünecek, yerilecek halleri sahneye çıkarılır, Bu gülünecek hal ustalıklı zincirlemeden meydana, getirilmiş ise entrika komedisi de nir. Bu çeşit komediler hafifp neşe uyandırıcıdır; psikoloji incelemesi, ahlâk amacı gütmesi gibi iddiaları yoktur. Aksiyon hep-dışta geçer. Bu bakımdan vodvil ile eşitlik gösterir (Moliere’in Tabib-i aşk, Zoraki tabip, Dek-baızlık piyesleri gibi).— Âdet komedisi ise iç âlem komikliğine kadar yükselir; işe biraz psikoloji incelemesi karışır. Bir dev. rin, bir 'çevrenin, bir grupun gülünecek aksaklıkları, gariplikleri sahneye konur. Genel olarak sosyal bir karakteri vardır. (Mo-liereı’in Dudukuşları, Bilgiç Kadınlar komedileri gibi). — Ka-rekter komedisi^ her zaman, her yerin insanları arasında ortak o-lan aksaklıkların gösterildiği komedilerdir. Derinleştiği derecede., esasında bir acılık, hüzün sezilir (Moliere’in Azarya’ Tartuffe^ Adamcıl piyesleri gibi. — Müzikli (Müzikal) komedi, komik elemanı hâkim olan, konuşmalar a-rasına şarkılar da sıkıştırılmış olan komedilerdir. — Karakter ve âdet komedisi karışığı komedilere karma komedi (comödie miste1), şahısları kral veya prens o-lan komedilere comedie lıeroigue veya tragi camedie denirdi. Aralarına pandomimalar, danslar, şarkılar bulunan komedilere comedie ballet adı verilir Co. medie larmoyante (ağlatıcı komedi), bugünkü dram çeşidinden

' önce, ona hazırlık sayılacak tipte yapılmış bir komedi çeşididir ki, heyecan uyandıran, hoşa gidecek biçimde insanı ağlamaklı eden çeşit komedilerdi.


gibi yazarların eserlerinden bazıları da bu kitaplar arasında bulunmaktadır.

Kitaphane-i İkdam (Bib.) 1895 .1896 yıllarında İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet tarafından eski ve yeni yazarların eserlerinden meydana gelmiş olan seri yayım. Şeydi Ali Reis’in Mir’at.ül-memalik, Lâtifinin Tezkire, Ali Şir Nevai’nin MuMkemet-ül-lûga. teyn, Sai’nin Tezkiret-ül.bünyan, İbn-i Kemal’in Divan gibi eserleri bunlar arasındadır.

klâsik Bu söz geniş anlamiyle 1. moda ile değişmiyen, en az üzerinden iki nesil geçtikten sonra sağlam kalabilen, değerini koruyan; 2. önemini kaybetmiyen, bir konusu olan; 3. geniş bir topluluğa yayılan; 4. dili, anlatımı, üslûbu okuryazarl'arca yadırgan-mıyacak sadelikte olan eserlerin niteliğini anlatır.

Klâsisizm (Ed. tar.) Fransa’da XIV. Louis zamanında olgunluğuna erişmiş olan ve bu yüzyıl yazarlarının edebiyatla ilgili doktrinleri. Gerçek zevki ile güzellik zevki gibi iki karşıt esası bu yazarlar uyuşabilmişlerdir.

klişe (Kom.) Binlerce kopyası çıkarılabilir kalıp anlamında olan bu söz «bayağı, basmakalıp» kelimeleriyle karşılanır.. Bu gibi söz, fikir ve duygular için «yapma, hazır fikir» de denir. Aynı söz ve deyimlerle çok çok tekrarlanan, ezberlenmiş şeyler için kullanılır.

koçaklama (Tür) Konusu kahramanlık, savaş ve vuruşma olan manzumeler.

komedi (Tür) Dramatik türün bir dalıdır. Gülme uyandıran bir aksiyonun hareket ile gösterilmesi demektir. Bu eserlerle insanın

komik (Ed., Ten.) «Gülünç» -demektir. Gülme olayı, sözler, hareketler,. durumlar, ahlâk ve âdetler ile karakterlerden meydana getirilebilir. Eserde, komik e-lemanın bunların hangisinden veya hangilerinden meydana getirildiği incelenmelidir.

kompleks (Psi.) Ek. KARMA. §IK.

kompozisyon (Kom.) Okul dilinde, biraz uzunca, biraz da kişisellik istiyen öğrenci ödevine denir. Genel olarak, bir konunun çeşitli bölümlerini bir araya getirmek, çatısını kurmak demektir. Konu üzerinde buluşla elde «edilen fikirler, örnekler, olayların sıralanması, yerli yerine konması demektir. Her kompozisyonun 'başı, ortası, sonu vardır. Okuyana her şeyin yerli yerinde, değiştirilemez halde olduğu duygusu vermelidir. — Kompozisyonu- bozuk bir eser demek, yazarın, konusunu sırasız, karmakarışık, ya. iıut tartışmıya yol açacak şekilde işlemiş olması demektir ; konu ile ilgili maddeler toplanır (buluş), bunlar, bir sıraya konur (düzenleyiş), yazı şekli verilir (anlatış). Kompozisyonun nitelikleri: Ana fikirden ayrılmamak (birlik), ana fikir bakımından elemanların bütüne göre tam bir orantıda olması (denge), anlatımın ilgi uyandıracak, sürekleyi-ci olmasıdır, (canlılık).

konferans (Tür) öğretici edebiyat şekillerindendir; halka bir şey öğretmek için yapılır. Hitabet tiiründendir, fakat konferansçı bir hatip değil, konuşan bir kimsedir. Her türlü konu konferans şeklinde verilebilir.

konformizm (Ah.) Çağdaş toplumda geçer olan benzeşen duygu ve fikirlere sahip bulunan o-layı; aykırı olmama, uyuşma.

kouseptizm (Ed., dok.) On altıncı yüzyılda Ispanya’da bir yazarın yazısını az bulunur incelikte ve bilgince olan fikirlerle süsleme hali.

konu (Kom.) Üzerine söz söylenen, yazı yazılan maddedir. Üç bakımdan incelenir: Müfide, görüş noktası, şekil.

konuşma (Tür) Bir konuyu iddiasız olarak, konuşur gibi hafif bir anlatımla söylemiye veya yaz-mıya denir.

konut (Kel.) Bk. POSTULAT.

koro (Tiy.) Gereklerde, tragedya ve komedyalarda şahıslardan başkaca bulunan bir grup. •Bunlar oyun sırasında oyuncular ile konuşurlar, onlar ortadan çekildikleri zaman koro ortada kalır, "hep bir ağızdan şarkıya devam ederdi. Eserin en şairce, en tantanalı, iyi öğütler veren kısmını bu koro , meydana getirirdi. Böylelikle oyuncuların çık-masiyle sahne boş bırakılmamış olur, böylece o ’devnin çok sıkı bağlı olduğu zaman birliği ve yer birliği sağlanmış olurdu.

koşma (Naz.) Sazşairlerinin dört mısralı bentlerinden meydana getirip söyleyiş şeklinde ayrılığı olan manzumelerdir. Kafiye düzeni a b a b, c c c b, d d d b dü-zenindedir.

Koşmaların Musammat koşma, Ayaklı koşma, Zincirleme (zincir, bent) koşma gibi şekilleri vardır.

«Vardım ki yurdundan ayak göçermiş

Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi bağda bulsam ben o ma.

ralı

Hangi yerde görsem çeşm-i gazali

Avcılardan kaçmış ceylân misali

Geçmiş dağdan dağa yoktur durağı

Lâleyi sünbülü gülü hâr almış Zevk ü şevk ehlini ah ü zâr al.

mış

Süleyman tahtını sanki mâr almış

Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dert elinden her zaman ağlar

Vardım ki bağ ağlar bağban ağlar

Sümbüller perişan güller kan ağlar

Şeyda bülbül terk edeli bu dağı (Bayburtlu Zihni)

koşuk Bk. BEYİT. NAZIM.

kovuşturmazlık (Dil.) Cümleyi başlamıa kuruluşundan başka bir kuruluşla bitirmiye denir. Çok defa bileşik ve sıra cümleciklerde yapılır. Dilin bir özelliğidir. Çok yapılmamalı.

koyun (Tariı.) Tarikate girmek isteyen kimse. Rehber bu kimseyi tiğbentle mürşit önüne çekerdi. Bu teslim olmıya, başeğmeye işarettir. Buna Kurban da denir.

kozmoplitizm (Ed. Dok.) Bir edebiyatın, bir yazarın yabancı ülkelerden gelen her türlü etkilei-ri kabullenmesi olayı.

köçek (Tari.) Tarikate yeni girmiş kimse. Derviş. «Biz erenler gerçeğiyiz — Has bahçenin çiçeğiyiz — Hacı Bektaş köçeğiyiz, — Edep erkân yol bizdedir.— Âşık Haşan».

Körebe (Bib.) Cenap Şahabet-tin’in bir perdelik komedisi (19-'


17). Piyes ilk defa 1 Temmuz 19-17 de oynamıştır.— Genç ve yeni fikirli bir avukatın görücü sistemiyle evlenmesi esasına dayanır. istenilen kız da yeni fikirli olduğu için, iş görüşmek ister gibi avukatın yazıhanesine gelir. Şahısların hepsi yazarın kendi gibi nükteli ve süslü konuşurlar.

Köroğlu (H. e.) Bolu Beyinin, otlaklarına her yıl gelen sürülerin sahipleri beye birer at verirlerdi. Bir seferinde beyin seyisi hangi atı beğendiyse suyu geçmedi, sonunda çok zayıf bir atı alıp beye getirdi. Bey bu at yüzünden, ona öfkelendi, seyisinin gözlerini, çıkarttırıp bir at üstünde konaktan dışarı attırdı. Seyis, at üzerinde yürekten dualar etti. Tanrı onu memleketine ulaştırdı. Ahırın., da atını iyice besleyip alıştırdık, tan sonra oğluna «Var git Bolu Beyinden benim öcümü al!» dedi.. Delikanlı Bolu Beyinin konağı karşısındaki çamlı bele vardı. Ora da kendine bir kule yaptı. Karşı çayıra yaylamak için kurulan çadırlardan birinde bir kız görerek vuruldu, helâllığa istedi. Kızın, babası razı olmadı, onu bir sürü koyun verip akıl da öğreterek, atlattı. Köroğlu bu sürü ile İstanbul’a İbrahim Ağa çayırına gitti,, orada Kasapbaşmın oğlu Ayvaz! atma attığı gibi kaçırdı. Kasapba-şınm şikâyeti üzerine ardından a-damlar gönderdiler. Fakat ilk yetişen Kenan, kahramana kıyamadı, bir oyunla Köroğlu’nu salıverdi. O da kulesine kapandı.. Bir gün şehirde dolaşırken bir kız-görüp vuruldu, babasından istiye-rek evlendi; çocuğu olursa adını Haşan koymasını , kısrak doğurursa ona da Al-idiş adını komasını tembihliyerek bir pazubent,

bir kamçı bıraktı, kızdan ayrıldı. Kulesinde kırk kişi olmuşlardı. Bir gün Bolu beyi Kenan ile Ayvaz’ı yakaladı. Köroğlu atını vererek onları kurtardı, ama atının acısı yüreğine çökerek kendisi kıyafet değiştirip atına bakmıya gittt Atın durumundan bunun Köroğlu olduğunu anlıyarak hapsettiler. Atın ahırlanmasından korkan Köroğlu meydanda ayağı üzengiye bağlı olarak atı dolaştırırken at duvardan sıçrayarak kaçtılar. Köroğlu kervanlardan baç alarak geçiniyordu.— Köroğ-lunun oğlu Haşan büyüdü, rüyasında bir vezirin kızma, kız da ona vuruldular. Haşan kalkıp Al İdiş’e binip babasının yanma geldi. Halini anlattı, yalnız başına sevdiği Benli Hanımı aramıya çıktı; babası başı darda geldiği zaman yakılmak üzere ona üç tel saçından vermişti. Haşan,' Benli Hanımı bulup kaçırdı.' Vezir büyük bir kuvvetle kızının arkasına düştü. Uç gün üç gece sonra on iki bin kişilik kuvvet yetişip çattı. Haşan yiğitçe vuruş tu, yaralandı; sığındıkları yerin kapısını' Benli Hanım tutarak saldıranlarla savaştı. O da yaralandı. Haşan, kendisindeki saç tellerinden birini yakınca Köroğ-lu’nun yüreğini bir ateş kapladı, oğlunun yardımına seğirtti. Kenan Ayvaz ve bin atlı ile Kara Vezirin askerine saldırdı, onlara yılgınlık vererek kaçırttı. Köroğlu, denemek için kıza Hasan’m iyileş me ümidi olmadığını kendisine nikâh edeceğini söyledi, kız, Haşan ölürse kendi kendini öldüreceğini söyleyince. Köroğlu bunun bir sınama olduğu karşılığında bulunur. Kulelerine döndükten sonra, hekimler Hasan’ı iyi ederler. Kırk


gün kırk gece dernekle iki sevgili birbirine kavuşur.

Köşebaşi (Bib) Ahmet Kutsi Teeer’in üç perde iki tabloluk o-yunu (1947).— İstanbul’un eski semtlerinden hirindeı, bir üç yol ağzında bütün mahallenin bir gündüz içindeki hayatı gösterilmiştir.

köy »»manı (Tür) İlk zamanlar kır ormanı adı verilen, konusu kırlardan, kırda yaşıyanlardan seçilen hikâyelere son zamanlarda köy romanı adı verildiği olmuştur. Bu, eski kır romanlarının resmimsi ve şairce tasvirlerine karşı köyde yaŞıyanlarm sosyal, ekonomik bakımlardan: hayatlarını incelemektedir.

kriter (Fel.) Zihni gerçeğe u-laştırmıya yarıyan araç veya a-lâmet. Ölçüt, (Kıstas, misdak) eşanlamlarıdır.

_ kronik (Tür ) Bk. FIKRA.

kronografi (Kom.) Anlatılan şeyin, geçtiği zamanın tasviri demektir.

kronoloji .Olayları oluş zamanlarına göre sıralayıp dizmedir. Vakânüvislerin (resmî tarihçilerin) sistemidir. Onlar yılın vakalarım, yılın ilk ayından. baş-lıyarak sıra ile kaydederlerdi.

Kûhken (Mit.) «Dağ kazıcı» anlamına olan bu söz Ferhat ile Şirin hikâyesinin kahramanı Ferhat’ın lâkabıdır. Ferhat, Şirin’in isteği üzerine dağı delerek yol açmıya girişmiştir.

«Tuttu başın tîşe-i merke gam-i Şirin ile — Ehl-i aşk içinde a-nınçün Kûhken serdardır.— Baki».

kuknus, kakmış^ (Mit.) Masal kuşu. Bazı kuğu, bazı anka ye-İr5/ae SMlamalmaştır. Bazıları • da bunlardan gayu bir kuş olarak düşünmüşlerdir: Sözde bu kuş

Hindistan adalarından birinde | yaşarmış, vücudu renk renk ve i gagası çok uzunmuş. Bu gagada üç yüz altmış delik varmış. Her türlü ses çıkarabildiği için eskiler müzik 'aletlerini bundan almışlar. Yavru doğurmazmış, bin yıl yaşadıktan sonra çerçöp toplayıp kanadını oynatarak onu ateşler ve kendi de yanarmış. Külünden başka kuknuslar meydana gelirmiş.

küple (Naz.) Şarkıların naka-ratle aralanan her bölümü.

kural (Ed. Ten.) Sanat eserinin güzelliğe ulaşması için hangi şartlar içinde olması gerektiğini gösterme iddiasında bulunan prensip. çeşitli türlerin kendilerine göre kuralları vardır. Bu söz Batı edebiyatında Klâsik tiyatronun Üç birlik kuralı için kullanılır. Namık Kemal, «Celâlettin Har-zemşah» piyesinin önsözünde bunu uzun uzun anlatmıştır. Kurala aykmlik, dilde doğru ve alışılmış yoldan ayrılma demektir. Yazıda, açıklığa engel olan başlıca eksikliktir.

Kuran 1- (Din.) Muhammet peygambere Tanrı tarafından gönderilen kutsal kitabın adı. Kuran hakkında bilginlerden bir kısmı, Tanrı’mn lâfız suretini Levh-i mahfuzda yaratmasıdır dediler; bir kısmı Cebrail’in sözüdür dediler; birtakımı da Muhammet peygamberin sözüdür zannında bulundular. Bunu diyenlerin dayandıkları birer nokta vardır. 2. (Tas.) İnsan-l kâmil demektir; buna Kuran.i nâtık da denir.

«İncil yazılınca indi İsa’ya — Zebur Davud’adır Tevrat Musa-ya — Kuran verdi Muhammed Mustafa’ya — Şahmerdan Mur-taza Ali Haydardır.— Derviş Mehmet».

kuruluk (Kom.) Üslûpta fazla belgin olmak isteğinden ileri galen bir eksikliktir. Hoşluğu, ha-yalgücü işlevlerini, söz sanat-lerini kabul etmemekten ileri gelir. Böyle üslûba kuru denir.

kuruluş (Kom.) Kelime ve cümleciklerin cümle içinde sıralanmasına denir. Yazarın özelliğini meydana çıkaracak olan noktalardan biri de kuruluş incelemesidir.

kuş dili 1. (Tas.) Arapçası «mıantık-ut-tayr» olan bu söz, sofilerce, Vahdet-i vücut felsefesi ile ilgili sözler için kullanılmıştır, çünki bu işi bilmiyenlerce o sözler, kuş dilini andırır anlaşılmaz bir şey gelir. 2. Süleyman peygamber kuşlara da hükmettiği için onların dilinden anlarmış, bu vesile ile edebiyatta geçer. «Mantık-ut-tayrı bilen Tahta Süleyman olur — Talib-i Hak olana hüccet ü bürh'an olur.— Zati». —> «Gerçek Süleyman olmıyan nutk-i tuyuru bilmiyen — Bigânedir ol Zatiyâ bilemez irfanımız.—Zati».

kutb (Tas.) Rical-ül-gaybin (her devirde dünyanın moralinin idaresine memur olanların)' en büyüğüne denir. Tanrının yeryüzünde halifesidir. Şii inancına göre, Muhammet peygamberden sonra on iki imam kutub olmuştur. Şiilerde kutub ve imam anlayışı birbirine karışmıştır. Mevlâ-na ve başka büyük sofiler İmam ve Kutub görüşünü kabul etmekle beraber bunun, sadece Ali çocuklarına mahsus olduğunu kabul etmezler. Kutb-ül-aktab, kutupların kutbu demektir. Kutup kendinden yardım istendiği zaman

ve on yedinci yüzyıllar arasında hüküm süren ve ince, az bulunur ustalıklı edebiyat sanatı gösterme merakı. Gongorizm (Bk.) ' kültür (Bel.) Öğretim ile meydana getirilmiş veya geliştirilmiş fikir veya duyguların bütünü.— Kellime, geniş 'anlamda, öğretim ile eğitimi aynı zamanda içine alır. «Kültürü yok» demek, onun sürülmemiş bir toprak gibi olduğunu ve . iyi bir şey yaratma imkânı olmadığını anlatmakta kullanılır.

kümeleme (Kom.) Ana fikir! geliştirmek için ikinci derecede ayrıntıları peşi sıra dizmek.

kün (Tas.) Arapça «ol» buyruğudur. Tanırı, bir işi murat edinince böyle buyurur ve o iş olur. Kün, evrenin yaradılış buyruğudur. Buna kâf ü nwı da denir. Bu iki harften, yani akl-i kül ile nefs-i kül’e işarettir. İkinci bir tevil de kâf «Âdem» nun da «Havva» dır.

«Ne çare kün emri zuhura geldi — Eşya' vü mıahlûkat hep zahir oldu.— Dertli». — «Kün dedi var eıCti kçvn ü mekânı — Bu kudret hazret-i Kibriyanmdır — Levlâke levlâke emr-i Suphani — Âlemler Muhammet Mustafa’nındır.— Harabiı».

kürsi, kürsü 1- (Tas.) Kuran hakkında açıklama yapanlar bu meselede çeşitli fikirler söylediler. Bazıları, kürsi için Arş’ını kendisidir dediler. Bazıları Arş’ın önüne konulmuş dünya ve gökler büyüklüğünde bir şeydir demişlerdir. Bazı bilginler de bunun «Tanrı bilgisi» olduğu, birtakımı dia «Tanrının mülk ve saltanatıdır» diye düşünmüşlerdir. Böylece ı bir «oturacak yer» belirtmek Tan-! riya şahıslanma niteliği vereceği


gam adını ahir. Kutbun hükmünde iki imam (imemeyn) vardır. Bunlara böylece üçler denir.

kübizm (Ed. Tar.) Yirminci yüzyıl başlarında resimde görülen, sonraları öteki sanatları da etkilendiren bir çığır. Anlatımı daha canlılandırmak için duyguları ve olayları birbirine karıştırarak söylemeı yolu.

Küçük Mecmua (Gaz.) Ziya Gö-kalp tarafından Diyarıbakır’da çıkarılan haftalık dergi (5 Haziran 1922).

Küçük Paşa (Bib.) Ebubekir Hazım Tepeıyran tarafından yazıl mış roman (1908). Anadolulu bir sütninenin oğlu olan Küçük Paşa İstanbul’da bir paşa konağında çok iyi büyütülmüş iken paşanın ölümünden sonra döndüğü köyünde anası başka bir erkek, babası da başka bir kachnla evlendiğinden dolayı bu üveyifik arasında perişan olup gider. Eser benzerlerine az raslanır kuvvette realist bir kitaptır. Anadolu manzaraları, köy hayatı hakkında ilk ince ve sürekli gözlemlere dayanır.

Küçük-Şeyler (Bib.) Samipaşa-zade Sezai’nin küçük hikâyelerinden meydana gelmiş kitap (1886). Alphonse Daudet’den çevrilmiş olan Arleziyen hikâyesinin başına Sezai yazmış olduğu birkaç satırda bu hikâyeyi gerçekçi edebiyat örneği olarak gösterir.

Külhani <Mit.) Külhani-i Lây-hâr, az şeye kanaatle ün almış bir kimsedir. Külhanda ya.tıp kalktığı için külhani, üzüm posa-siyle geçindiği için de «tortu yiyen» anlamında olan lâyhâr diye adlandırılmıştır.

kültizm (Ed., dok.) On altıncı

için din bilginleri ile sofiler arasın da epey tartışmalara yol açmıştır. 2. İdare merkezi: Kürsi-i hükü-. met,' kürsi-i, eyalet.

Kütiipane-î Etfal (Bib.) Hoca Tahsin Efendi ile Mahmut Nedim tarafından çocukları ilgilendirecek konularda birkaç kitaptan meydana getirilmiş seri (18-73). Güliver Seyahati’mn ilk çe-


virmesi bu kitaplar arasında çıkmıştır.                                  (

Kütüpane-i İntibah (Bib.) İbrahim Hilmi Çığıraçan tarafından 1913 yılında, Balkan savaşından sonra yayımlanmıya başlanmış: bir seri kitap. Milletçe kalkınmayı amaç edinen konuda on yedi kadar kitaptan meydana gelmiştir.


lâfçılık (Koni.) Boşuna söylenen lâf kalabalığı, bu yolda lâf söyleme huyu.

lâfız, lâfz (Dil.) Anlamı olsun veya olmasın ağızdan çıkan söz demek olan bu kelime «söz» ve «kelime» ile eşanlam olarak kullanılmıştır. Bazı da «anlam» karşıtı olarak bir kelimenin «söy-leıniş»ini anlatır; «telâffuz etmek» kelimenin sesini çıkartmak demektir. Belâgatçiler, bir anlamı olmıyan seslere Lâfz-i mühmel yahut elfaz.i mühmele, azçok bir anlamı olursa Lâfz-i muteber derler ve bu sonuncuyu Kelime ve edat olarak ikiye ayırırlar. Kelimeleri bir de Eflâz-i cezele ve Elfaz-i rakikaı diye ikiye bölüp, söylenişinde kalınlık ve ağırlık olan celâdet, hitabet, iktiza, gadr... gibi kelimeleri birinciye; hoş, yumuşak mah-sima, zülf-i semenbûy... gibileri İkinciye örnek gösterirler. — Lâfzın (kelimenin) anlam ile, vezin ile ve ayrıca başka kelimeler ile uygun-! luğu önemlidir. «Lâfız ile anlam» işi belâgatçileır ile edebiyatçılar arasında bir hayli tartışmalara yol açmıştır. — Nazımda, gerek-1


L

li kelimenin yerine başka bir kelime söylenir, öncelemede normalden, dışarı çıkılırsa lâfız vezin ile uygun düşmemiş olur.— Aralarında anlam gelişiyle uygunluk bulunan kelimelerin bir cümlede toplanmasiyle de lâfzın lâfızla itilâfı olayı gerçekleşir. — Lâfız sanatleri: CİNAS, MUVAZENE, SECİ, TEŞDİT.

lâkonizm Eski grekin Lâ-konya halkı gayet kısa, özlü söz söyledikleri için maksadı en kısa sözle anlatmıya lâkonizm denilmiştir. Kısaltınm son hadde vardırılmış şeklidir. — «Vardım, gördüm, yendim» cümlesi çok yaygın bir örnektir. Ata. sözlerinde, yazıtlarda iarma üstlerine yazılan sözlerde kullanılır: «Ya devlet başa, ya kuzgun leşe» — «Daima şerefli» — «Zora dağlar dayanmaz» — «Ya hürriyet ya ölüm» ... gibi,

lâ-taayyün (Tas.) Itlak ve «zat-i baht» mertebesidir.

leb değmez (Naz.) İçinde dudak harflerinden (b, p, f, m, v) biri bulunmıyan manzume.

' ledün (Tas.) «Tanrı katı, yani, huzura, demektir. İlm,i ledün,

miş olur.

levh (Tas.) Buna «Levh-i mahfuz» da denir. Tanrı’nın ilk yarattıklarından Levh ü kalem’-den biridir. Bu levhada kâinatta olmuş veya olacak şeylerin hepsi yazılıdır. Sofiler, levhi, Tanrı’-nm aktif kabiliyeti olarak sayarlar. Kalem, Tanrı’nın bilgisi ve akl-i küldür. Kalem, Tanrı’nın zatını bilişi, Levh ise bu bilgide gerçeklerin saptanmasıdır.

Levh-i mahfuz, değiştirilmez, Şeytanların ulaşamaz oldukları bir yerde saklı bulunan ve ü-zerinde bütün alın yazıları, gelecekler yazılı bulunan kayıt yeridir. Bu levha, arş-i âlânın sağ tarafında beyaz inciden ve olağanüstü bir süslülükte, gökler ve yerler büyüklüğünde, bir melek-in idiaresindedir. Tanrı, bu .levhada, her ne yazdı ve takdir buyurdu ise o bizim başımıza gelir. «Levh-i mahfuzdur yüzün —• Anı şerh eyler sözün — Ârif bilir iç yüzün v- Cahil düşer zevale.— Mihrabi».

levlâke (Tas.) Levlâke levlâke lema halakât-ül-eflâk (eğer sen olmasaydın felekleri yaratmazdım) sözü bir hadistir. Bu söz, peygamber tarafından Tanrı sözü olarak söylenmiştir. Manzumelerde çok defa sadece levlâke diye geçer.

«Sana mahsus lûtfudur Hakkın — Tacil levlâke vü taht-i ev ed-na.— Ş. Yahya».

Leylâ (Mit.) «Leylî» de denir. Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramanı. Kelimenin anlamı «aysız, pek karanlık gece» deriîek olduğundan, eski edebiyatta sevgilinin saçı, zülfü kara olmak gelenek bulunduğundan türlü


Tanrı sırlarını, işlerin içyüzlerini bilme demektir ki bunu ancak Tanrı bilir, yalnız peygamberlere ilham olunur. Hızır, Musa peygambere bunu öğretmek için, birlikte yola çıkarlar; bindikleri bir gemiyi Hızır delmiş, karaya çıktıkları zaman bir. çocuğu öldürmüş, kendilerine yemek vermi-yen bir köyde yıkılmak üzereı o-lan bir duvarı onarmış. Musa peygamber bunların hepsine itiraz etmiş, Hızır da işlerin iç yüzünü anlatmış: ilerde bir hükümdar kusursuz gemileri zorla alıyor, gemiyi sakatlamanın sahibine bir iyilik olduğunu; öldürülen çocuk ilerde kötü olacaktı, hem günahsız öldü, hem Tanrı ana babasına bir hayırlı evlât verecek; yıkılmakta olan duvarın 'altında bir define vardı, yer de yetimlerindi, köy halkı bize yfemek vermiyeagk fenalık ettiler ama yetimlerin hakkı ile bu kötülüğü birbirine karıştırmamak lâzımdı.— Sofiler bununla gerçeğe ulaşmak isteyen her kim olursa olsun ken dine bir mürşit gerektiği sonucuna varırlar. Ledün bilgisi, sofilerce, Ta'iin’dan ilham gören mürşidin feyzi ile bilinen gerçek bilimdir.

leff ii neşr (Naz.) ibarede önce iki veya daha ziyade şey söyliyerek sonra onlardan biriyle ilgili .şeyleri söylemektir. Birinci ile İkincisi aynı sıra ile söylenirse Leff ü ne-şr-i mürettep, karışık söylenirse Leff ü neşr.i müşevveş adını alır. «Ebubekir ile Ömer, sıdk ü adi ile ün almışlardır» sözünde «sıdk» Ebubekir’-le «adi» de Ömer ile ilgilidir, sıra ile söylenmişlerdir. «Ebubekir ile Ömer adi ü sıdk ile ün almışlardır» denilince karışık söylenbenzetmeler yapılmada kullanıl-’ mıştır.

«Âleme leylî saçın sevdasın izhar eylerin — Nevbahar eyyamıdır bir gün tutar mecnunlu-ğum.— Baki». — «Leylî saçın ha vasma mecnun-i vakt olup — Divane oldu dağlarda düşüp yeler sabâ.— İbni Kemal.» — «Ol turnaları leylîye mecnun olamazsın — Âlemde gam-i aşk ile efsane değilsen.— Necati»—«Dag-i dilde eyleyelden gül yüzün şevki makam — Oldu beni mecnuna ey' leylî-sıf at dağ üstü bağ.— Necati».

(I. K.: Leylâ, Leylî, Mecnun, zülf, nâka, ceres, mahmil).

Leylâ ile Mecnun (Bib.) Ünlü bir arap 'aşk hikâyesidir; farşlar tarafından şekillendirilmiş olan bu hikâye divan şairleri tarafından birkaç kere yazılmış, halk edebiyatı da kendi sanat görüşü ne göre bu konuyu işlemiştir. Leylâ ile Mecnun mesnevilerinin en çok ün lalmış olanı Fuzuli tarafından yazılandır. Kays ile Leylâ aynı öğretmenden ders okudukları sırada birbirlerini seviyorlar; olay duyulunca kızı okula göndermiyorlar. Kays bu durumdan fena oluyor, babası kızı oğlu için istediği haldel kızı vermiyorlar. Kays’in hali fenalaşıyor. Babası alıp Kâbe’ye götürüyor; sonunda bir çare bulamayınca artık Mecnun iadiyle anılan oğlunu bırakıyor, o da çöllere düşüyor. Çöl hayvanları ona alışarak arkadaşlık ediyor. Boynuna deli zinciri takarak sevgilisinin evine uğruyor. Bir kabîle reisi haline acıyıp Leylâ’yı zorla almak için savaşa girişiyor; fakat bu, işte de Mecnun, Leylâ tarafının üstünlüğü

yor.— Leylâ’yı başka birine veriyorlar, fakat birleşmeden önce kız ölüyor, bunu öğrenen Mecnun da onun mezarı üstünde can veriyor.— Leylâ ile Mecnun hikâyesi İslâm edebiyatının ortak konularından olduğu için hikâye o-larak birkaç şair tarafından yazılmıştır, Türkçede en ünlüsü Fuzuli’nin eseridir. Ayrıca bütün şairler gazellerinde 'aşk için olsun, Leylî (karanlık) adından da kara saçı anlatmak için olsun her türlü söz ve fikir sanatlerin-den faydalanarak bahsetmişlerdir.

liberal (Fol.) Serbeslik taraflısı olan. Serbest meslek, sadece zekâya dayanan ve bu yüzden bir zanaatın tesiri bulunulmadığı İntibaını veren mesleğin adamı, (ilk çağlarda, esir olmıyan şerhe» kimselerin yapabileceği işler için kullanılırdı).

liberalizmi (Fel.) Din, politika, ekonomi alanlarında serbeslik is-tiyenlerin doktrini. Bu söz, on dokuzuncu yüzyıl başlarında kul-lamlmıya başlanmıştır.

lirik (Lir.) 1. Manzumeler için kullanmakta olan bu söz, eskiden, lir adı verilen çalgı ile söylenen şiirleri nitelerdi. 2. Şimdi ise, şarkı gibi söylenmyen fakat temleri ile ilkçağlardaki halini sürdüren manzumelere denir; yani şairin ruhunda bazı o-layların uyandırdığı duyguların nazımlanması demektir. Bu anlamda, hikâyeci olan epope ile şahısları aksiyon halinde gösteren dram karşıdı olur. Bu çeşit manzumeler, bir heyecan anlatır, bu heyecan d'a ferdî olur; kollektif duyguları anlatır. Geniş anlam


da, çoşkun, canlı anlatımlı nesir-için dua edi-[ ler için de kullanılır.


73 —               lüzum

Olsa rahtı yahut ağzında gemi.

(Ârif)

Lût (Tar.) İbrahim peygamberin kardeşi oğludur; ona ilk inananlar arasındadır. İbrahim’in Babil'den ayrıldığı zaman, onunla Herran taraflarına göçmüş; oradan beraber Mısır’a gitmiştir. Mısır’dan Filistin’e döndükleri zaman Kenan elini İbrahim ile paylaşarak Lût Sodom ve Gomore taraflarına gitmiş, ora halkını aydınlatmaya çalışmıştır. Fakat o-nun doğru yola çağrılarına uyan olmadı. Tanrı da ora halkını yok etmek üzere Cebrail, Mikâil ve İsrafil’i görevlendirdi. Melekler, Lût’a haber verdiler, sınırdan a-şmcaya kadar arkalarına bakmamalarını da tembihlediler. Sabahleyin Cebrail kanadını yere soktu, beş şehri kökünden söküp göğe çıkardı, baş aşağı getirdi, laltını üstüne döndürdü. Lût peygamberin 'karısı, ona inanmıyan-Jar arasında idi; şehirden çıkarken dönüp ^rkasma baktı, bu sırada gökten inen bir taş onu öldürdü. O şehirlerin yerinde Lût. gölü meydana çıktı. Lût seksen yaşında Hicazda . öldü.— Lûti, homoseksüel demektir.

lüzum malayelzem Bk. İ’NAT.


lirizm — 1 lirizm. Tanrı, tabiat, sevgi, l ölüm... gibi «ortak temalar üzerinde kişi duygusunun tutkulu anlatımı» demektir.

liva «Liva-ül-hamd» de denir. Peygamberin bayrağıdır. Kıyamette ona inananlar bu bayrak altında toplanacaktır. O gün bu bayrağı elinde tutacaktır. Uzunluğu bin yıl, genişliği beş yüz yıl tutar. Başı kızıl yakut, kabzası ak gümüştür. Bir ucu Doğuda birj Batıdadır, üzerinde üç satır vardır: biri besmele, İkincisi El-hanı. üçüncüsü, Lâilâhe... dir.

lûgaz (Tür) Nazımlaşmış bilmece demektir. Hemen birçok divanların sonlarına şairler bu çeşit manzumeciklerini katmış lardır.

«Nedir ol tair-i çabuk-pevraz — Tayaran etmede henıçun şehb'nz Ne konar zîre ne balâda uçar Mürg-iı Anka gibi şehbaıin açar Yani pervaza Huda verdi meğer Ana mahsus bir evc-i diğer Gâh olur ziynet ile şekl-i aruz Gâh olur hiddet ile bir kara pus Nice .bin cam var anın amma

Yine bir kalib-i bi-ruh-nüma

Kati çok gözleri vardır ki bakar Ağzı karnında açar gâh kapar Esbdir derdim eğer yese yemi

maani (Bel.) Kelimelerin, cümlelerin konuya uygun bir şekilde kullanılma yollarını öğreten bilim kolu. Cümlelerin şekilleri, •öğeleri,, vasıl-fasıl, atf-rabt, icaz, ıtnap, müsavat bu bilimin konularıdır. Bir nevj stilistik denilir.

Maarif (Gaz.) Kitapçı Kaspar tarafından yayımlanan haftalık dergi (31 Ağustos 1891). İlkin başyazarı Mehmet Celâl idi. Beş yıl kadar çıkarılmıştır.

Maarif-i Umumiye Nezareti Telif ye Tercüme Kütüpanesi (Bib.) I. Cihan savaşından, önce İstanbul’da Maarif Nezaretinin okulların yeni programlarına uygun olan kitaplarla özel kimselerin basamıyacağı yolda bazı kitapları bastırmasiyle meydana gelmiş bir seridir. 120 kitap kadardır. Aralarında ders ve sınıf kitapları, öğretim usullerine dair çevirmeler, felsefe kitapları, Salih Zeki’nin Alexie Bertrand, Hen ri Poincare’den çevirmeleri, İhtifale! Ziya’nın İstanbul ve Boğaziçi gibi eserleri vardır.

Maarif Vekâleti neşriyatı (Bib.) 1922 yılından sonra Maarif Vekâletince yayımlanmıya başlanmış bir seri kitaptır. Charles Texier’den çevrilen Küçük Asya, Monteısqieu’den çevrilme Ruh-ül-kavanin, eserlerinden başka Şemsettin Günaltay’ın Mu/as. sal Türk Tarihi, Ziya Gökalp’in Türk Töresi, Türk Medeniyeti Ta. rihi, Mustafa Rahmi Balaban’m çevirmeleri, eğitim konusunda çevirmeler bu serinin kitapları arasında yayımlanmıştır.


macera romanı (Tür) Romanların şehir dışlarında, denizlerde geçen olayları konu olan ve böyle yerleri tasvir etmiye çalışan kısmına denir. Don Kişot, birinci tip, Robenson Crusoe de ikinci tiptendir.

Macera-yi aşk (Bib.) Abdülhâk Hâmit Tarhan’ın dört perdelik tiyatrosu (1874).— Yazarın ilk eseridir. Kişmir dolaylarına yerleşmiş olan Timur soyundan olduklarını iddia eden Âdil Behram kabilesi arasında geçen karışık birkaç sevgi macerasının • hikâyesidir.

madde (Kom.) Cisimleri meydana getiren cevhere denir. Edebiyat eserinde, o eseri meydana getiren fikirlerin tiimü onun maddesidir. Konu ile maddeyi ayırd etmeli. Aynı konu başka başka yazarlar tarafından ele alınır, aralarında görülen farklar madde ayrılığından ileri gelir.

madrigal (Tür ) Batı edebiyatında ince, yüreğe dokunur bir duyguyu anlatan nükteli ve ustalık gösterir yolda küçük nazım parçası.

maharic-i huruf (Dil.) Tecvit terimidir, harflerin ağızdan çıkış noktalarını belirtir. Harfin çıkıp belirdiği yer olarak dört nokta gösterilir: Boğaz, dil, dudak, geniz. En çok arap harflerinden sesleri birbirine benziyen se, sin, zat, zel, z/ı, dat, ha, hı, he harflerinin söylenişi bu ayrılıkların önemli konusudur.

MaJıasin (Gaz.) Mehmet Rauf’un aylık, revü şeklinde çıkardığı

kadın gazetesi (Eylül 1908).

mahlas (D. e.) Divan edebiyatı zamanında bir yazarın yazısında kullanmak üzere ikinci bir ad alması gerekiyordu. Bu geleneğe uyarak alman adlara Mahlas demirdi. Fuzuli, Nef’i... sonramdan takılma adlar, mahlaslardır.

«Malûmdur benim suhanım mahlas istemez — Fark eyler anı şehrimizin nüktedanları.— Nedim».

mahsusa! (Tas.) Bizi çeviren şeyler 'arasında duyularımızla farkına varabildiğimiz şeylere denir.

mahşer (Tas.) Ölülerin, dirilip sağlıklarında yaptıkları işlerden Tanrı’ya hesap verecekleri -yer ve zaman. RttZ-i mahşer, kıyamet günü, toplantı günü.

mahzuf (Bel.) Sözün, arâp harflerine göre, noktasız harflerden meydana getirilen kelimelerle söylenmesi. Bk. HAZF.

Mai ve Siyah (Bib.) Hali t Ziya Uşaklıgil’in romanı (1897). Bir delikanlının gelecek için hayaller kurduğumavi bir gece ile, bu ü-nıitlerin birer birer ’ kırıldığını, kardeşini kaybettiğini, evinin e-linden çıkma tehlikesine düştüğünü, eniştesi tarafından dolandırıldığını, sonunda annesiyle beraber karanlık bir gece içinde ibaşlıyan vapur yolculuğiyle Yemen vilâyetinde bir kaza kaymakamlığına gittiğini hikâye eder.— Eserde, yazıldığı zamanın İstanbul hayatından, aydın çevreleri olan basın âleminden sahneler, kitapçılarla yazarlar arasındaki münasebetlere dair gözlemler vardır.

makam (Tas.) Ermişler, peygamberler için burada yatıyor diye gösterilen yer. Türbe mezar,] ziyaret yerine denildiği gibi sofi lerce bir dervişin aynı «hal» içinde bulunuşuna Makam denir.

makara (Si.) Buna «bobin, de denir». 1. Kamera veya projeksiyon makinesinde kullanılacak filmim üzerine sarıldığı madenden makara. 2. Filmin uzunluğunu belirtmekte kullanılan yaklaşık terim. 35 milimetrelik standart filimlerde bir bobin, yaklaşık olarak 300 metre (1000 kadem)dir.

Makber (Bib.) Abdûlhak Hâ-mit Tarhan’m eşi Fatma Hanımın ölümü üzerine yazdığı uzun mersiye (1886).— Eser, 295 bent-lik 2360 mısradır. Nesir olarak uzunca bir önsözü vardır. Şair, bu eserini yayımladığı sırada basında çok şiddetli bir edebiyat tartışması oluyordu. Makber de bu tartışma' içinde hayli konu olmuştur.

makiyaj Tiyatro sahnesinde veya bir filmde oynıyıacak olan sanatçının yüzünde yapılan boyama işi.

makta " (Naz.) Bir manzumenin sonunda bulunan, beyte denir. Çok defa gazel ve kaside için kullanılır. Miaktaın üstündeki beyte Hüsn~i makta adı verilir.

makyavelizm (Bol.) Italyan Machiavel’in Prens (1531) adlı e-serinden ilham alınarak çıkarılmış politik fikirler. Nihayet, politikada başarı elde için her türlü çarenin hoş görülebileceğini, uzun uzadıya ahlâk endişelerine kapılmamak gerektiğini anlatmada kullanılır.

Malik Cehemnem’in idaresiyle görevli melek. Zebanilerin en büyüğü.

Dimağında donar şekliyle her bir harfi sermadan — Hararet lâfzın almak istese Malik zeban üzre.— Ziya Pş.».

Maliki imam Malik mezhebinde olan kimse.

Malûmat 22 Şubat 1894 tel haftalık olarak basımevi sahip-rittıden Artın tarafından çıkarıl-ya başlanmış, İsmail Safa ile Tev-fik Fikret yazı yardımında bulunmuştur. Bir yıl kadar (48 sayı) çıktıktan sonra kapatılmıştır.

İkinci defa 23 Mayıs 1895 te Baba Tahir tarafından çıkarılmış, Servetifünun dergisiyle tartışmalara başlamıştır. Servetifünun, Edebiyatıcedide organı o-lurken Malûmat da eski edebiyatı sürdürmek istiyenlerin organı halinle gelmiştir. Baba Tahfifin sahtecilikten dolayı hüküm giymesine kadar on yıl müddetle yayımlanmıştır. Ayrıca bir aralık gündelik Malûmat da yayımlanmıştır.

Malûmat kütüpanesi (Bib.) Bazısı bu adla bazısı da Tahir Bey Kütüpanesi başlığiyle çıkarılmış bir seri kitap (1898-1902). Ahmet Rasim, Mehmet Celâl, Ali Kemal’in bazı eserleri bu seride yayımlanmıştır.

mâna (Bil.) «Anlam» demektir. Kelimelerin anlamlariyle gösterilen bazı yazı sanatleri vardı, bunlara mâna sanatleri veya sa. nayi-i mâneviye denirdi. Bk. An-İZM SANATLERİ.

mani (Tür) Hece vezniyle yazılmış dört mısralık manzume. Maniler çok yaygındır, hepsi de anonimdir, yazarları belli değildir. Kafiye düzeni çoklukla ıa a b a şeklindedir; asıl anlatmak istenilen fikir son beyitte bulunur, kendilerine mahsus bir makamla okunur. Gelenek olarak, kadınlar 5 Mayıs hıdrellez gecesi birçok yazılı maniyi çömleğe koyup sabahleyin birer birer niyet olarak çekerlerdi.

Maniyim maniciyim Deryada gemiciyim Mezarda kemik olsam Yâr ile dâvacıyım

Çağırdım yârim gelmez Bu cismime can gelmez Baş yastıkta göz yârda Ecel geldi can gelmez

Bu dağlar olmasaydı Gül benzin solmasaydı Ölüm Allahın emri Ayrılık olmasaydı

Gidiyorum gidişim Saçların tel ibrişim Gel bir daha öpeyim Belki sondur görüşüm

Portakal dilim dilim

Darılmış benim gülüm Ben gülüme ne dedim Kurusun ağzım dilim

Mani (Mit.) Erjeng veya Ertenk adlı resim kitabiyle ün, almıştır. (240-274). Çinli olduğu, Sasani-lerden Ş'apur zamanında İran’a gelmiş, hıristiyanlıkla ilgilenmiş, bu dini zerdüştlükle birleştirerek yeni bir mezhep kurmuş olduğu söylenir. Yaptığı resimfer olağanüstü güzellikte imiş. Bunun kendisine gökten indirildiğini iddia etmiştir. Şapur’un hekmi iken hasta kızını iyi edemediği için. İran’dan uzaklaşmışsa da Hürmüz zamanında geri dönmüştür; bu hükümdarın oğlu Behram koyu bir Zerdüşt olduğu için Mani’nin diri diri derisinin yüzülerek öldürülmesini emretmiş. Mani.i Nakkaş da denir, edebiyatta re-

simleri ve ressamlığı yüzünden adı geçer.

« Bozaldan suret-i Erjeng-i sen sniakş-i dilkeşleı — Benim vasfında her beytim Nigâristan.i Mani’dir.— Hayali». — «Şemend-i nazmın tasviridir üstad Mani’nin — Eğer her mûda suret gösterirse esb-i cadusi.— Beliğ».

Maniheizm (Din.) Üçüncü yüzyılda Iranda doğup öldürülen Mani (Bk.) tarafından yayılan mezhep. Yaradılışı, aynı derecede kud retliı olan hayır (ışık, nur) ile kötülük (şer,   zulmet, karanlık,

şeytan, madde) diye iki asıl olarak düşünür.  (buna Maneviye,

de denilmiştir).

maniyerizm  (Kam.) Üslûpta

yapmacık bir anlatış yolu tut; ma.k. Zoraki ve soğuk sanat gös-termiye çabalamak.

Mansur Hallac-i Mansur, ünlü sofilerdendir. Hurufiler kendilerinin başı sayarlar. «Enel-hak=ben Tanrı’yım» dediği için Bağdat’da yakalanarak hapse atılmış, bu sözden vaz geçmesi için epey sıkıştırılmıştır. Sonunda kırbaçla dövmüşler, ellerini ayaklarını kestikten sonra dara-ğacma asmışlar, ölüsünü de ateşte yakıp külünü havaya savurmuşlar ve Dicle’ye atmışlardır (922 .22 zilkade 309, Salı).—

«Davi-j Mansur derdi her kişi dâr olmasa.— Ragıp Pş.» — «Görmüşüz Mansur’un kanlı darını — Anlatıp o darın hak esrarını — Dünyanın ukbanm bütün varını — Bir çürük akçeye satanlardanız.— Ruhullah».

(I. K.: Mansur - dâr — Hallaç resen, _ en 1-hak - bâtıl _ bang.i aşk - berdâr).

mantık (Bil.) Doğru akıl yürütmeyi öğreten bilimin adı. Formol

m.antık, kavramlar, hükümler, akıl yürütmeler gibi zihin işlemlerinin yalnız formlarını (şekillerini) inceler, muhtevasına bakmaz; genel mantık, bilim metotlarının değer ve mekanizmasını inceler. Daha geniş anlamda zihin kurallarını inceleyen ve bu kurallara gö^b-akıl yürütmeyi öğreten bilim kölu.

manzum Nazım haline konmuş, nesirden başka türlü görülecek şekilde düzenlenmiş olan söz veya yazı.

manzume (Tür) Şiir ile eşanlam olarak kullanılır. Nazımlanmış yazı parçalarıdır. Manzum o-lan her esere, manzume denir.

Marinizm (Üs.) İtalyan şairi Marino (1569-1625) yolunda manzume yazmak zevki. Bir çeşit özenticiliktir.

« Maruf (Tas.) 815 tarihinde ölmüş ünlü bir sofi. Anası babası hıristiyan iken, kendisi daha çocukluğunda Tanrı birliğine inanmış; onların s yanından kaçarak imam Ali Rıza yanına sığınmış İslâm olmuş. Evine dönünce anasını ve babasffiı da doğru yola getirmiş. Birçok şeyler öğrendikten sonra sofiler araşma katılmış, dünya ile ilgisini kesmiştir. Bağdat dolaylarında bulunan Kerh kasabasından olduğu için Kerki denir. Menkıbelerinden ötürü e-debiyatta adı geçer.

Manıt (Mit.) Bk. BARUT.

masal (Tür) Ağızdan ağıza, kuşaktan kuşağa geçen bir çeşit halk hikâyesidir. Yaşlı kadınlar, küçük çocuklara söylerler. Dinleyicilerin yaş durumuna gö, re, aksiyon ve konuşma kısımları çok olur. Tasvire pek fazla yer vermez. «Bir varmış, bir yokmuş, evel zaman içinde kalbur saman


Edebiyat S. — F. 12

içinde...» diye tekerleme çeşidinden başlangıcı vardır.

masiva (Tas.) Masivallah sözünün kısaltılmışıdır, «Tanrı’dan başka olan» veya «Tanrı’dan gayrı sayılan şeyler» anlammadır. Masivadan geçmek, terk-i masiva, etmek, Tanrı’dan gayrı şeyleri bırakmak, kendini Tanrıya vermek demektir. «Masiva terkin urup nice zamandır Yarab — Eylerim can ü gönülden seni her şeyde taleb.— Ruhi».

matbu 1. Basılmış olan, şey 2. Tabii olan şey. Kelâm-i -matbu, tabii söz. Matbuiyet, tabililik.

materiyalizm 1- (Fel.) Maddeden başka bir cevher varlığını kabul etmiyen doktrin. Bu anlamda, spiritüalizm, ile Tanrı varlığına, amaçlılığa inanan boydan her türlü felsefenin karşıdı olur. 2. (Ahlâk) Hayatın amacı, sağlık, zevk, zenginlik, rahatlıktır diyen doktrin; idealizm karşıdı.

matla (D- e., Naz.) Bir manzumenin aynı kafiyede olan ilk mısraına Matla denir. Kaside ve en çok da gazel için kullanılır. Kaside ve bazı defa da gazellerde sözü başkalaştırmak için bazı musarra beyitler söylenir, bunlara da sırasına göre Matla-i ev. cel, Matla.i sam... denir. Böyle manzumelere. Zülmatali veya Zat-ül-matali adı verilir. Hüsn.i mat. la Bk. HÜSN,

maya (Müz.) Orta ve Doğu A-nadolu’da halk musikisinde kulandan bir makam.

mayentik (Fel.) Grekçe «doğurtmak» sanatı anlamında olan bu söz, Sokrates’in öğretim metodu için kullanılır. Sokmt’es, güzel düzenlenmiş birtakım sorularla gerçeği karşısındakinin kendine buldurturdu.

mazdeizm (Din.) Zerdüşt (Bk.) mezhebi; zerdüştlük. Mecusilik.

mazmun Genel olarak «anlam» demektir. Edebiyatta cinaslı, nükteli, sanatli söz demektir. «Akıbet gönlüm esir ettin o geysularla sen — Hey ne cadusun ki ateş bağladın mâlarla sen.— Nedim» beyti «Sonunda gönlümü esir ettin, sen öyle bir büyücüsün ki bir ateş parçasını kıllarla bağladın» demektir. Bu beyitteki, «Saçların gönülü bağlaması» — «Büyücü gibi, kıl ile, bir ateş parçası olan gönlü bağlamak» bir mazmun harcamaktır. Saçın, kaşın, gözün... söylenmesi ile onunla ilgili kavramlar akla gelir, bu. kavramlar bellidir, yüzyıllardır binlerce şair milyonlarca beyitlerde bunları kullanmışlar, âdeta bir şey daha söylene-miyecek hale getirmişlerdir. Bikr.i mazmun, kimse tarafından söylenmemiş olan mazmun.

mecaz (Bel.) 1. Bir kelimenin gerçek anlamından başka olan anlamlarına denir.

mecazlar (Be.l) Kelimelerin delâlet ettikleri anlamlarda veya kullanışlarında, söze daha hoşluk, daha canlılık, daha kuvvet vermek için yapılan değişiklikler. Bunlar iki bölüktür: 1. Kelime -mecazları: İstiare , (iğretileme), istiare-! temsiliye (alegori), mecaz-i mürsel (addeğişimi), hazf ü takdir (eksilti), Katı’ (kesiş), haşiv (artımlama).— 2. Fikir me. cazları: Bunlar kelimelerde bir değişiklik yapmadan, fikrin edasında başkalık göstermiye yarıyan mecaz çeşitleridir: Teşbih (benzetme), tezat (karşı flama), telmih (anıştırma), mübalağa, teşhis ve intak (canlılaştırma)...

Bunlara kelime sanatları, fikir sanatları da denir.

Mecmua-i Ebüzziya (Gaz.) E-büzziya Tevfik tarafından 21 A-gustos 1880 de on beş günde bir -çıkarılmaya başlanan dergi. Bu dergi zaman zaman tatil edilerek 15 Ağustos 1912 (sayı 159) tarihine kadar sahibi tarafından çıkarılmıştır. Yazılarının litika gazetesi olarak çıkarılmaya başlanmıştır.'— 5 Temmuz 1874 de tekrar gündelik alarak .çıkajnlmıgtlir.

çoğunu | Mektebi


Mecmua-i Muallim (Gaz.) 12 Ekim 1887 de Muallim Naci tarafından çıkarılmaya başlanmış haftalık dergi. Hukuk okulu ile

Sultanideki edebiyat Hikmet diye arkası vardır. Namık Kemal üslûbunu taklitle yazılmış tasvirler ile çok basit hayalleri harekete getirecek yapmacık hüzünlü bir konusu vardır; ölen annenin bıraktığı iki çocuk, babanın ikinci evlenişi, çocukların üvey ana elinden çektikleri, adamın bu kadın yüzünden sefil düşüşü... gibi sahneleri basit hayalleri harekete geçirip heyecan vermiştir.

Ebüzziya Tevfik yazıyordu.

Mecmua-i edebiye (Gaz.) 16 Haziran 1899 da haftalık gazete şeklinde çSkprılmaya başlanan bu derginin başyazarı Selânikli 'Tevfik idi. Üç yıl kadar çıkarılmıştır.

Mecmua-i Fiinıın (Gaz.) Cemi-yet-i’ İlmiye-i Osmaniye adlı bir kurul adına çıkarılmaya başlanan (Temmuz 1862) ve Avrupa revüleri biçiminde olan bu dergi aylıktı. Dört yıl kadar çıkarılmıştır, idaresine Münif (paşa) bakıyordu. Türkçede' bir 'bilim dilinin meydana gelmesine çok yaramıştır. Tarih, jeoloji, kimya, felsefe... konularında yazıları vardır.

— Mecmua-i Fünun, Ocak 1883 tarihinde. Münif Paşa tarafından tekrar yayımlanmak istenmiş ise •de ancak bir s'ayı çıkarılabilmiş, hemen kapatılmıştır.

Mecmua-i Iber-i İntibah (Gaz.) •Cemiyet-i Kitabet tarafından iki ayda bir olmak üzere çıkarılmaya başlanan (Analık 1862) bu küçük dergi Türkçede ilk trajedi denemesine kalkışan Ali Haydar tarafından yayımlanmıştır. Türlü şekilde ve ad değiştirerek 16 sayı kadar çıkarılmıştır.

Mecmua-i Maarif (Gaz.) Kasım 1866 da litografi ile yayımlan-mıya başhyan dergi. Sahibi İsmet Efendi idi. 13 Mart 1868 tarihinde haftada beş günlük po


derslerinin notlarını yayımlıyor, bazı çevirmeleri de koyuyordu. Emile Zola’dan Therese Raquin çevirmesine başlamış ise de sonunu getirememiştir.

Mecnun (Mit.) Leylâ ile Mecnun (Bk.) Hikâyesi kahramanı Kays’m sonra aldığı ad. Anlamı «deli» demektir. Kays’m Mecnun. adını aldıktan sonraki halleri ve âşık örneği sayılması e-debiyatımızda çok tekrarlanmış, türlü sanatlar gösterilmeye yol açmış bir konudur.

«Hava-yi Leyli beyabana saldı Mecnun’u.— Fehim»— «Dehanın mim zülfün cim kaşın nun olmuştur— Seni ey zülfü Leylâ her gören. meo.un olmuştur.— Baki» — «Demen Meenun’a gelmiş akıbet Leylâ’dan istiğna— Belâyı aşk o sergerdanı canından u-sandırmış.— Baki»— «Aşk sahrasında Mecnun başına üştü vu-huş.— İbnî Kemal» — «Diyar-i hayretin Mecnun şeh-i sahib-kü-lâhıdır —K.’ onun başında kuşlar aşiyani tac-i devlettir.— Hayali».

(I. K.: Sahra, beyaban, deşt, zincir, silsile, cinnet, cünun).

medhiye (Tür) 1. Kasidelerin konu bakımından her hangi bir kimseyi yüceltmek için övme yolunda yazılmış olanlarına denir.

Mehçure (Bib.) Vecihi’nin, zamanında çok beğenilmiş bir romandır (1896). Bunun bir de


Mehdi Kıyamet kopma işaretlerinden biri del Mehdi’nin çıkmasıdır. Dünyanın son zamanlarına doğru yeryüzündeki kötülükleri kaldıracak ve insanları doğru yola götürecek, adalete, mutluluğa kavuşturacak büyük bir adamın çıkacağı inanışı bir çok dinlerde vardır. İşte müs-lümanlıktaki Mehdi inanışı da bundan başka bir şey değildir. Şii-bâtmı mezheplerinde, şülik temayüllerinin kuvvetli olduğu tarikatlerde bu inanış çok kuvvetlidir. On iki İmama inananlara göre Mehdi, on birinci imam Hasan.i Askerî’nin oğludur; babasının ölümünde pek küçük olduğu halde, onun cenaze namazını kılmış sonra dünyadan el ayak çekmiş 940 yılında ölmüştür, buna «gaybubet-i suğra» (küçük kaybolma) derler. Ölümüne kadar dört naip tâyin etmişti. Bunlar gizlenen İmam ileı şiiler arasındaki bağı sağlıyordu. Fakat İmamın ölümünden sonra onun naibi yoktur. Bununla beraber şiilerin inandıklarına göre İmam ölmemiş, sadece bir tarafa gizlenmiştir, fakat kimse onu görüp buluşamaz. İmamın kıyamete yakın meydana çıkacağı zamana kadar olan bu gizlenmesine «gaybubet-i kübra» (büyük kaybolma) derler.

mekân (Tas.) «Yer» demektir. Sofilerce, mutlak varlığın görünüşü demek olan kevn yani var olan şey, mekân meydana getirmiştir. Böylece «mekân» denen şey «kevn» eı bağlı yalın, ve zihinde olan bir kavramdır. Bu. bakımdan da gerçek değildir. Sofilerin bu anlayışlarının sonucu olarak mekân âlemi, mekân-sızlık âleminin görünüşüdür, gerçek âlem de lâm-ekân âlemidir.

mekniye (Bel.) İstiare öğretilenle) nin kapalı denen çeşididir (İstiare -i mekniye).

Mektep (Gaz.) İlkin (Temmuz. 1891) çocuklara ilkokul bilgisi, verecek yazılarla yayımlanmıya. başlanan bu dergiyi kitapçı Karabet çıkarıyordu. Sonra Sadrazam olan Hakkı (Paşa) tarih,. Salih Zeki fizik, İbrahim Aşkı matematik konularını yazmışlardı. İki yıl kadar bu şekilde çıktıktan sonra (Ocak 1894) bir edebiyat dergisi olarak çıkarılma., ya başlandı. On beş günlük, revü şeklinde bir dergi haline girdi-26 Eylül 1895 ten sonra haftalık olarak çıkarılmaya başlandı.. Bu şeklinde «on dokuzuncu yüz.: yılın fikir hareketlerini göstermeye» çalışan gençlerin yazılarını yayımladı. Bunda Edebi-yaıtıcedide yazarlarından Cenap Sahabettin, Hüseyin Sulat, Hüseyin Siret, Tevfik Fikret, Mehmet Rauf, H. Nâzım (Reşit Rey),. Faik Âli Ozansoy, Süleyman Nazif, Süleyman Nesip, Hüseyin Cahit ile Menemenlizâde Tâhir, Rıza Tevfik, İsmail Safa’nm yazıları vardı. İlk defa anket yapan dergi olmuştur: Bir kere o-kurlarmdan mısra-i berceste seç-

sini isteyişidir. Çünkü bu suretle kendisinin gerçeğe ulaşmak için yaptığı savaşmalar, çektiği e-ziyetler halka gizli kalacak, yalnız Hak bunu bilecektir. İki yüzlülüğün, güsterişin tam kar-şıdı olan bu davranış sofilik e-ğitiminin ilk basamağıdır. On ve on ikinci yüzyıllar arasında Horasan'da, yejtijşen büyük sofiler bu prensipi savundukları için mesleklerine MelâmetAyye denilmiştir.

melâmetî (Tan) Bir tasavvuf koludur. Erkân ve âyine önem vermemekle öteki tarikatlerden ayrılır. Kendilerini herkesten a-ş'ağı. görürler. Özel kıyafetleri tekkeleri, duaları, âyinleri yoktur. Tanrı adını anma (ziıkr) âdetjeri de yoktur. Yaptıkları iyilikleri gizlemeye, fenalıklarını açık açık söylemeye dikkat ederler. On birinci yüzyıldan sonra başka başka ülkelerde çeşitli kollara , ayrılarak yayılmıştır. XVI. yy. da Osmanlı İmparatorluğunda önemli roller oynamış XIX yy. sonlariylfe ilk Meşrutiyet sırasında siyasî faaliyetler de göstermişlerdir. Horasan Melâ-metiyyesinden ayırdetmek için bunlara daha ziyade melâmi, me-lâmetiyye denir.

melekût (Tas.) 'Sofiler «iiaza-rat-i hams» diye Tanrıya beş â-lem isnat ederler: 1. Âlem-i lâ-hut (Mutlak varlık âlemidir), 2. Âlem-i ceberut (Hakikat-i Mu-hammediye âlemidir), 3. Âlem-i melekût, (Tanrı bilgisinde sabit olan gerçeklerin lâtif bir şekilde görünüşü âlemi), 4. Âlem-i na-


melerini istemiş, birinde imlâ ü-zerinde fikir sormuş, üçüncü bir anketlede «yaşayan şairlerimiz a-r asında kimleri beğeniyorsunuz?» •diye sormuştur.

mektup (Tür) Birbirinden u-zakta bulunan kimseler arasındaki yazılı konuşma aracıdır. Bir edebiyat türü sayılması kompozisyon ve üslûp nitelikleri bakımındandır.— İki çeşit mektup vardır: biri, bir sanat eseri gibi okunmak üzere yazılmış olanlar, İkincisi de böyle bir şey düşünülmeden olan yazışmalardır. Bunların birinci çeşitten olanları «açık mektup» şeklindedir. Bunların edebiyatça değeri ne olursa olsun mektup türünün temel niteliği olan tabiilikleri yoktur. İkinci çeşit mektuplar iki'kişi a-rasında yazışılan «özel mektuplar» dır. İçten gelme, canlı olma gibi özellikleri bunların edebiyat değerlerini sağlar. ' Hattâ bunlarda çok defa rastlanan anlatım düşüklükleri, imlâ yanlışları rasgele gibi! görülen yazışlar bunların çeşnisini artırır. E-'büzziya Tevfik, Nümune-i Ede-biyat-i Osmaniye kitabında Şi-nasi’nin annesine yazdığı, bir anneye yazılabilecek tipteki mektupların güzellerinden olan mektubu yayımladığı zaman, Hacı İbrahim Efendi «Büyük yazar dediğiniz adamın bu çocukların yazabileceği mektubu mu büyüklüğüne işarettir» diye anlayışını •açıklamıştır. Bk. MÜNŞEAT.

melâmet (Tas.) Anlamı «herkes tarafından ayıplanmak, lev-medilmek, kötü görülmek» demektir. Tasavvufta, dervişin kendisini halkın gözünde kötü gösterişi, herkesin beğenme ve saygısını

sut (Melekût âleminin madde şeklinde görünüşü), 5. Bu dört âlemi kaplıyan insan âlemi. Bu değil hor hakir görme-| son âlem, bazılarına görel âlem-i


misaldir. Bunda Eflâtun etkisi! görülmektedir. Bu âlemler birer birer, zamanla olmuş değillerdir. Mutlak varlığın görünüşe olan meyli yani Ceberut âlemi her an eşyanın gerçeklerini İspatlar, bu ispatlama da Melekût âleminin görünmesine yol açar,

melodram (Tür) 1; ilk çağlarda, Greklerde, arasına şarkılar karıştırılmış olan dram gösterisi. Diyalog kesildiği zaman her aktörün sahneye girişinde çalgı çalınır, şarkı söylenirdi. 2. On sekizinci yüzyıl sonlarından başlı-tır. «Filâncanın menkıbesini anlatmak» için o kimsenin başından. geçenler arasından, fakat bir bütün halinde, her hangi birini anlatmak demektir.

yarak, korkunç, acıklı, olağanüstü konuda halk dramlarına denilmeye başlanmıştır. Kolayca yüreğe dokunan bu eserlerde hançer, zehir, kıyafet değiştirmeleri, çocuk çalmalar, gizli; dolaplar, her an sinirler geren entrikalar bulunur. Komik bir uşak ara sıra havayı değiştirir. Moral bir sona ulaşmıya çalışır; cinayet ve kötülük cezasını görür, fedakârlık, zahmet mükâfatlandırhr.— 1890 ile 1908 arasında İstanbul’da OsmanlI Dram Kumpanyası (Ma-nakyan tiyatrosu) repertuvarı daha çok bu çeşit piyeslerden meydana gelmişti.

Memleket hikâyeleri (Bib.) Refik Halit Karay’ın küçük hikâyeleri (1921).— Şeftali Bahçeleri, Yatır, Yatık Emine gibi hikâyelerindeki genel görüşlü yer tasvirleri canlı ve kuvvetlidir.

menkıbe (Tür) «Övülecek nitelikleri anlatan, sözler, olaylar» demektir. Bu anlamda din. uluları ile ermişlerin hayatlariyle ilgili olaylar menkıbe veya — bu kelimenin çoğulu olan — me. naikıp kitaplarında yazılmıştır.— Bu anlam genişleterek epizot karşılığı olarak da kullanılmış


menkut (Naz.) Arap alfabesine göre kelimelerinin bütün harfleri noktalı harflerden meydana getirilmiş manzume demektir.

mensur (Kom.) Nesir (Bk.) olarak yazılmış yazı demektir mensure (Tür) XX. yy. başlarında «mensur şiir» de denen yolda yazılan yazılara verilen ad. Bu çeşit yazılar, çok kötüye kullanılmaya başlanmış olan mensur şiir geleneğinin devamıdır. Nesir olarak şiir yazmak, kelime oyunculuğu halini almış, bir takım kelime kalabalığı içinde hiçbir şey söylemeden bir çok lâkırdı etmek demek olmuştur.

mensur şiir (Tür) XIX. yy. sonlarında ilkin Halit Ziya Uşaklıgiî tarafından denenmiş olan, yazı (Yazar bu yolda; ( jyazdıklartmı Mensur şiirler adını verdiği bir kitapçıkta toplamıştır). Halit Ziya bu yazı tarzını şöyle tarif ediyor: «Mensur şiirler kısa, küçük, hemen zihne doğdukları gibi kâğıt üzerine rasgele atılıver-tmiş duygulardan, yol üstünde toplandıkları gibi teklifsiz, tas-nifsiz çizilivermiş gibi çizgilerden ibaret olacaktı». Yine kendisinin verdiği örnekler bu düşündüğü şekle uygun olmakla sonradan bu yolda yazanlar bunu söz kalabalığı şekline sokmuşlardır.

menzil (Tas.) Bir tarikate, girmiş kimse (sâlik) şeriatten hakikate ulaşabilmek için yaptığı mânevi yolculukta birçok konaklara uğrar. Bu konaklardan her biri bir menzil’dir. Her hangi bir ko-Haktan zevk alıp orada kalırsa hakikate ulaşamaz, fakat yine Hak’tan başka bir şey olmadığı için her basamaktaki bilgi, söz ve her bir şey, yine «Hak»kmdır.— Menail-i âlâ, şeriat ehline göre Cennet, sofilere göre «Tanrı’ya erişme’»dir.

Merih, Mirrih (Ast.) Mars yıldızı. Buna Behram da denir. Savaş tanrısı sayılır. Elindeı hançer veya kılıç tuttuğu sanılan Merih’in Yıldız bilgisine göre, tabiatı aşırı derecede ateşli ve kurudur. Neşe, yiğitlik, kızgınlık, sefahat, kuvvet, hıyanet, gazap ve önderlik o-nunla ilgilidir. Grek mitolojisinde pek 'beğenilirdi.— .Salı ve Cumartesi geceleri bu yıldızındır. Rengi bakır kırmızısıdır. Merihüh Zuhal (Satürn) ile bir 'araya gelişine «Kıran-î nahseyn» denir. İkisi de «Nahseyn» diye anılir; Bk. BEHRAM.

«Mirrih’in eli donup şifadan — Düştü yere hançeri semadan.— Şeyh Galip» —«Mirrih’i eritir istese bir nigâh ile — Bilmez misin oh âfet-iı devran, nedir.— Beliğ»-

(İ. K.: Mirrih, Behram, tiğzen-j asman, hançer).

mersiye (Tür) Ölen, birinin y iğitliğini, cömertliğini, iyiliğini, yaptıklarını överek onun ölümüne açıklanan manzume. Halk edebiyatında bu çeşit manzumelere ağıt denir.— Baki’nin Kanuni Süleyman, Ahdülhak Hâmit Tar-han’m eşit için yazdığı Makber mersiyesi çok ünlüdür.— Kerbe-lâ hakkında yazılan acıklı manzumelere de) genel olarak mersiye denir.

Gel ey huceste hisal ü melek -cemalim gel Tükendi hasret ile takat ü mecalim gel Serijı bekada koyup ben fena bulam derdim Vücut bulmadı endişe-i muhalim gel Seninle mülk-i vücudum tamam âmir idi Yıkıldı cümleten oldu harap halim gel Bu rüzgâr ise ey ebr eden yaşın seylâp Beni de ağlatan oldur gel ağlaşalım gel Niyaz ü davet ise eyledin tamam ey dil O yâr gelmedi gel bari biz varalım gel (Ebüssuut)

Tedbir-i katl-i Al-i Abâ kıldın ey felek Fikr-î galat hayal-i hata kıldın ey felek Be.rk-i sahab-i hâdiseden tigler çekip Bir bir havale-îı şüheda kıldın - \              ey felek

İşmet haremserasma hürmet reva iken Pâmal-i has'ftı-i bi ser ü pâ kıldın ey felek Sahra-yi Kerbelâ’da olan teşne leblere Rîk-i, revanı seyl4 belâ kıldın ''                  . ey felek

Tahfif-i kadr-i şer’den endişe kılmadın Evlâd-i Mustafa’ya cefa kıldın ey felek Bir rahm kılmadın ciğeri kan olanlara Gurbette rüzgârı perişan olanlara (Fuzuli) Mervan (Tar.) Muaviye’nin oğlu Yezit dört yıl hükümet ettikten sonra ölmüş, yerine Mervan (623-684) ıgeçmişti. Mervan, çocukluğundan bağlıyarak birçok kanlı vakalara karışmış, hükümdar olunca politika sebeplerinden aldığı Yeızit’in karısı tarafın dian, on aylık hükümetten sonra boğulmuştur. Kızılbaş - Bektaşi şairler kendilerinden olmıyanlara, hele kendilerine karşıt olanlara «Mervan» veya «Yezit» derler.

Meryem; (Tar.) İsa peygamberin anası. Davut peygamber kuşağından Ümran adlı birinin kızı olup, ana-babasının çocuğu olmadığı için doğmadan önce Beyt-i Mukaddes’e adanmış, doğunca da oranın imamı Zekeriyya peygambere teslim edilmişti. On beş yaşında Yusuf Neccar adında birine nişanlanmış ise de, daha ona varmadan, gebe kalmış; yahudiler bir hayli eziyet etmişler, sonunda nişanlısı kendisini alıp Nâsırla’ya çekilmiştir. Filistin hâkimi He-rod’un doğacak çocuklar hakkında öldürülme emri verdiği sırada Yusuf Ueccar Meryem’i Mısır’a götürmüştür. Meryem İsa,-mı göğeı çıkmasından sonra bir zaman daha yaşamıştır.

«Anamız Meryem’dir atamız Cibril.— Derviş Ali».

mescit «Küçük cami» anla-nunadır. Mescicl-i aksa, Kudüs’teki ünlü tapmak olup Muhammet peygamber Miraç gecesi burada namaz kılmıştır.

mesel (Dil.) Hikmetli söz demektir; atalar sözü demek olan darb-i mesel sözünde olduğu gibi. Fil.mesel, meselâ, sözünde oldu ğu gibi anlammadır: «Böyledir Ragıp mükâfat-i amel kim fümese! — Sonsalar mağdurunu gaddar kendin gösterir.— Ragıp Pş.».

mesh (Bel.) Başka birinin manzumesindeki sözlerin yerleri değiştirilerek veya bazı sözleri alınmak suretiyle kendi iadına manzume yazmıya denir. Bir nevi aşırmadır, buna igare de denir.

Mesih Bk. İSA.

Meslek (Gaz.) Aralık 1924 tarihinde haftalık olarak çıkarılmı-ya başlanan dergi. Başyazarı Mu-hiddin (Birgen) idi.

mesnevi (Tür) Her beyti başlı başına kafiyeli olan manzumedir. Kafiye rahatlığı olduğu için uzun manzumeler, manzum tiyatrolar bu şekilde yazılırdı.

Mesnevi (Bib.) Mevlâna Celâ-leddind Rumi tarafından yazılan farsça manzum, ünlü kitap. Yirmi. altı bin beyitten fazla olan bu eserin edebiyat, tasavvuf alanında büyük etkisi olmuştur.

mest «Sarhoş» demektir. Sofilerce Tanrı iaşkiyle kendinden geçmiş, Tanrısal şaraptan (Bk. ŞARAP) içmiş olan ârifeı denir; mestli elest, elest (Bk.) bezmin-de sarhoş olmuş demektir. Bundan söz edenlerin Tanrı aşkiyle mî yoksa gerçek şarap ile mi sarhoş olduğunu kestirmek kolay değildir. Göz-gamzeı (hele baygın, mahmur olanlar) için kullanılır.

«Gamzeler talim edermiş nergis-! fettanına — Gör ne kâfirdir ki mestin destine hançer sunar.— Necati» — «Gönül câm-i lebinde sakiyâ avare düşmüştür — Görelden çeşm-i mestin hane-i hammare düşmüştür.— Baki» — «Göz ucuyla naz eder mestane hem hançer çeker — Görmedim ol gamze-i cadu gibi fettan-i mest.— Nef’i».

(İ. K.: Mest, sermeıst, mestane, mest-i elest).

meşaiyyum meşaun (Del.) Bir dine bağlı olmıyarak kendi akılları ile Tanrı varlığını, insanın

meşhurat

yaradılışı işini bilmek istiyenler. meşhurat (Man.) Bir önerme çeşididir ki, bir tayfa tarafından veya herkesçe gerçekliği kabul edildiği için ispatlanmıya ihtiyacı yoktur. «Adalet iyidir,-zulüm kötüdür,-fukaraya  bakmak

gerektir» gibi.

metin, metn (Ed. Ten.) Bir yazının kendisi, aslı demektir. Bu söz, eserleri, çevirmelerinden, tefsirlerinden, kısaltmalarından o eser üzerindeki düşünce ve ten-kidlerden ayırt etmek için kullanılır. Ortaçağda, klâsik eserler, metinlerinden değil, açıklama ve tefsirleri ile tanılıyordu. Rönesans zamanında metinler araştırılıp bulundu. Şimdi de tenkidci ve tarihçilerin eser üzerini" 'olan basmakalıp yargı ve açıklamaları birçok okurları metinlerle doğrudan doğruya ilgili olmaktan alıkoyuyor. Böylelikle bazı gerçekler başkasının gözüyle görülmüş oluyor. Onun için elden geldiği kadar bir eserin kendisiyle ilgilenmek, ondan fikirler almak daha yerinde olur.

metot- - «Bir sonuca ulaştıran yol» anlamınadır. Zihin, gerçeğe ulaşmak için düzenli bir yol güder ki metot bundan doğar. En çok, bildiğimiz bir gerçeği başkalarına göstermekte veya öğretmekte tutulan; yol da budur. Her bilimde, o bilimin yapısına göre tutulması gereken yolları konu yapan mantığa Metodoloji denir.

metraj (Si.) Bir filimin metre ile belirtilen uzunluğu.

Metres (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı (1899).— İki genç, Beyoğlu’ndaki metreslerine para yetiştirmek için zengin gördükleri yaşlı bir kadınla gelinini baştan çıkarıp onlardan pa-

mevt

ra çekmek isterler. Bu delikanlıların metresi olan madmazel Pamas aynı zamanda o kadınlardan birinin oğlu, ötekinin de kocası olan Hami’nin metresi bulunmaktadır. Parnas delikanlıları birbirine kattıktan sonra yeni bir sevgili ile memleketten uzaklaşır, düello eden delikanlılardan biri ölür, öbürü de hapse girer.— Roman, Tanzimat sonrası varlıklı insanların servetlerinin nasıl dağıldığını bu olay içinde canlı surette gösterir, Gürpınar’ın göz. lem kuvveti bu acıklı durumu gülünecek, yürek daraltacak sahnelerle hareketli ve canlı gösterir.

m e vali «Mevlâ» çoğuludur, ki bu söz hem sahip hem köle 'anlamında karşıt kelimelerdendir. Bektaşiler kendilerine mevali derler.

meviza (Tür ) Nutuk veya konferansların din, ahlâk konulu o-lanlarına denir.

mevlevilik (Tar.) Mevlâna Ce-lâlettin Rumi’nin tarikatı, buna ilk zamanlar Celâli tarikatı da-denildiği dümuştur. XIII. yy. sonlarında, XIV. yy. da Anadolu’da büyük bir önem kazanmıştır. Sonra bu tarikat, Mevlâna’nm farsça Mesnevi eseri yüzünden bü tün OsmanlI ülkesine yayıldığı gibi, farsça bilen İslâm ülkelerinde de iyi kabul edilmiştir. Daha ziyade büyük şehirler ve okumuşlar arasında genişliyen bu tarikat yüzünden farsça Türk aydınları 'arasılnda çok sevilir olmuştur.

mevt (Tas.) Asıl anlamı «ölüm» dür. Sofilerce heva ve hevesin (dünya isteklerinin, heveslerinin, nefsin) yok edilmesi için kullanılır. «Ölmeden evvel ölmek» bu demektir. Böyle ölüme «mevt-i

ihtiyari» veya «mevt-1 ahmer» derler. Böylece ölenler, hayatın ebediliğine ulaşmış demektir. Bektaşilerde «eline, diline, beline sağlam olmak» görüşü bu ihtiyari ölümden başka bir şey değildir.

«Hayli mürşitlere oldum rehhü-ma — Ölmeden öldürüp eyledim ihya— Sırr-i mutû kaible en te mu tu ya— Mazhar olmuş pek çok cenaze vardır.— Edip Harabi».

mey «şarap» demektir. Divan edebiyatının baş konularından-' dır. Şarabın eşanlamları arasında en çok «mey» sözü kullanılmıştır. (Bk. gABÂP). Büyük sofilerden, şeyhislâmlardan bağlıyarak gerçek şarap düşkünlerine kadar şairlerin hepsi bundan bah sermişlerdir. Bunu Tanrıya ulaşma için bir araç diye mecaz anlamda kullanıldıklarım ileri sürmüşlerdir. Göz için, dudak için, vuslat için niteleme ve benzetme, kelime oyunu yapma yolunda da kullanılmiştır.

«Mahbub ü meye tövbeliyim derse Necati — İnanman anın sözüne vallahi delidir.— Necati» —« Lebine benzediğiyçün mey-i nâb — El üstünde tutarlar hürmeti var.— Necati» — «Câm tâ-beşkede aks-i renginden — Mey nümayiş-zede feyz-iı leb-i şirininden.— Nedim» — «Mey fai-deyle şöhreti var bir meta idi — Devr-î lebinde anı ayağa düşürdüler.— Hayalî» — «Lebindir şehr-i hüsnün meyfüruşu — Gözüm merdümleridir bâde-nuşu.— Ş. Yahya» — «Tövbe meyden Bakiyâ âsandır amma korkarım — Doyamam sakLi simin saidin ihramına.— Baki» — «Mey içip vermedim ayine-i idrake cilâ — Gider ey şeyh.i riya-pîşe bu idrak değil.— Baki».


(t. K.: Mey, şarap, mül, sahba, hamr, bade, gülrenk, yakut-renk, lâ’l-renk, âteş-renk, erguvan, mey. füruş, meyperest, meyhâr, bezm-i mey, câm-i mey, zevrak-i mey).

meydan (Tas.) Bektaşilerce «âyin yapılan yer» demektir. Kı-zılbaşlar da aynı anlamda kullanırlar. Burada iş görenlere «meydancı» denir. Sazşairlerj de saz çaldıkları, karşılıklı şiir söylemek için toplandıkları yere Meydan, kendilerine de Meydan şairi adını verirler. «Verdi bana evvelâ merakı — Meydan şuarasmın nehakı — Âşık Ömer’i ki gâh alırdım — Âşık Kerem’e yanar dururdum.— Ziya Pş.».

meyhane Gerçek anlamı «şarap içilen yer» olan bu söz, mecaz olarak «Tanrı aşkiyle İlâhî şarabın içilip sarhoş olunacak yer» diye kullanılmış, sofilerce «tekke» olarak sayılmıştır. Sofilerin olsun, gerçek harabatilerin, olsun, s'azşairlerinin şiirleri bu meyhane temj üzerinde çok durmuş, eski edebiyat görüşünün son devirlerine kadar bu konu önemini kaybetmemiştir. Şairler, meyhane ile kendilerine ikinci bir hayal âlemi yaratmış görünüyorlar, onun için hayatın kendi zorluğunu, acılarını unutmak, unutmuş görünmek için, gerçek veya mecaz olsun «meyhane» fikrine sarılıyorlardı. «Şol şehr içinde durma ki hazık tabip yok — Bir dahi şol1 mahalde ki meyhane olmıya.— Necati» — «Hoş. geldi bana meykedenin âb ü havası — Vallahi güzel yerde yapılmış yıkılası.— Baki» — «Meyhane mukassi görünür taşradan amma —Bir başka ferah başka letafet var içinde.— Nedim»—«Dem olur kûy-i harabatta bir dürd-keşin

ölüsünün nereye ve nasıl gömüleceği hakında, ilk halife seçiminde, peygamberin bir toprağının kızı Fatma’ya miras kalıp kalmı-yaeağında, zekât vermiyen Arap kabilelerine karşı savaş edilip e-dilem'iyeceğinde, ilk halife Ebube-.kir’in Ömer’i kendisinden sonra halife olarak göstermesinde, ü-çüncü halife Osman’ın seçiminde, Ali’nin seçiminden, sonra da Tal-ha ile Zübeyr’in karşı gelmelerinde tartışmalar olmuş, bu sonuncu tartışma peygamberin eşlerinden Ayşe’nin katılmasiyle savaşa kadar varmıştı. Bunlar bir dereceye kadar siyaset ve idare tartışmaları sayılabilir. Din inanç-lariyle ilgisi pek görülmez. Bu konu ile ilgili ilk ayrılıklar Kaza ve kader (almyazısı) ile başlar. Böylelikle! mutezile meydana, çıkar.

«Tasavvur-i beşer eyler mezahbi icat — Zevil’ukul olan elbet ze-hapsız yapamaz.— Hersekli».

n?ı«ra (Naz.) Bir vezne uygun olarak söylenmiş bir parça olup kendi ile aynı'vezinde olan başka bir parça ile beyit meydana getiren sözdür.— Tek başına olarak yazılmış mısralara musra-i âzâde denir. «Mudhikât-i dehre ben ölsem de tasvirim güler.— Muallim Naci». Bir manzume içinde kuvvetli, ve hoş olan mısra vet ya mısralara ULısra-i berceste denir, «Eğer maksut eserse mıs-ra-i berceste kâfidir — Acep hayretteyim ben Sedd-i İskender hususunda.— Ragıp Paşa».— Divan edebiyatında nazım birimi beyit idi; Edebiyatıcedide zamanında Batı edebiyatı etkisiyle-mısra birim, olmıya başlamış ise de bu fikir pek yayılmamıştır.. Divanlardan çoğunda şairlerin tek.


  • — Çarh-i çarümde Mesiha eremez payesine.— Hayalî» — «Hayli demdir hırka rehn-i hammardır

  • — Havfim oldur kim ola divan ile defter bile.— Baki» — «Ey sofi bana mesçid ü meyhane de birdir — Savt-ii zühd ü nâra-i mest'ane de birdir.— Agâhı Dede».

(İ. K.: MEYHANE: meykede, harabat, hane-ii hammar, dergâh-i pîr-i ımugan, işret - âbad, bâr-gâh-i Cem, bezm, mastaba. — ŞARAP: mül, sahba, hamr, bâtle, (Bk. ŞARAPJ.— KADEH: ayağ, sağar, câm, peymane, bülbüle (belbele), abgîne, bat, dostkân, güze, hum-i mey, piyale, rıtl-i gi-ran, sebu, sifal, sürahi. —. İÇKİ HALLERİ: mest, mahmur,’ hıi-mar, hampaze, kanZil, siyeh-mest, şîrgir, . sekr.—   ÇEŞİTLİ: cür?«j,.

kulkul, hafoab, nukl).

Mezdek (Tar.) Sasani soyunun İran’da hüküm sürdüğü sırada altıncı yüzyılda meydana çıkardığı mezhep yüzünden sonunda Nuşirevan tarafından öldürtül-müş, mezhebi de yasak edilmiştir. Mezhebine İbahiye denir. «Bâtıl görünür ehl-i basiret nazarında — Bed-hâhınm endişesi çün mezheb-i meızdek.— Nedim».

mezhep (Din.) 1. Gidilen, yürünen yer, yol. 2. Bilim ve felsefe-, de tutulan yol, meslek. 3. Din. 4. Bir dinin dallarından her biri. Buradaki son anlatımdır. İslâmda mezheplerin çıkışı, peygamberin, ölümünden sonra başlar. Hattâ peygamber daha ölüm halinde iken, bazı şeyler kaydedip vasiyette bulunmak istediği sırada başlıyan tartışma üzerine peygamber yanındakileri dışarı çıkarmıştır. Sonra, peygamber ö-lür ölmez onun ölümü üzerine,

mı «merdiven, çıkacak alet» demektir. Mirac-ün-nebi, Muhammet paygamberin (Recep ayının 27. gecesi) göklere ağışı ile görülen büyük mucize. Muhammet peygamber, amcasının kızı Ümmü Hani’nin evinde bulunurken, Cebrail yanında Burak olduğu halde geldi. Cebrail onu miraca çağırdı. Peygamber Burak’a bindi. Burak’ın ayağı daha yere dokunmadan (Kudüs’teki) Mescid-i Ak-sâ’ya ulaşırlar. Beyt-ül-Mukad-des’te bütün peygamberler Muhammet peygamberi karşılarlar. Mescid-i aksâ’da namaz kıldıktan sonra Cebrail ile dışarı çıkınca önlerine bir miraç (merdiven) çıkar. Cebrail Muhammet peygamberi kanadına alarak (veya bir söylentiye göre de Burak’a bindirip göklere yükseldi. Birinci gökte bütün melekler Muhammet peygamberi karşılarlar, sonra her kat gökte ayrı ayrı peygam-berlerce karşılanarak yedinci kat göğe kadar ulaşırlar. Yedinci kat gökte melekleri Beyt-i Ma. mur’u tavaf eder bulurlar. Sıdretpül-müntehai'ya yarınca Cebrail ayrılır. Buradan yetmiş hicabı aştıktan sonra yeşil bir yaygı (döşek) olan Ref-ref görünür. Refref, Muhammet peygamberi Kürsü’ye ulaştırır, oradan yetmiş hicap daha aşıp Arş’a varır. Arş’m nuru Muham-. met peygamberi kaplar, bir şey görmez olur. Muhammet peygam-. ber orada Tanrı’yı kalb gözüyle ı veya baş gözüyle görür. (Bun'a, • Tanrı’dan vasıtasız vahiy geldi ı diyenler de var). Buradan geri ı döndüğü zaman yine Refref’le i Sidret-ül-Münteha’ya kadar gelir, orada kendisini bekliyen Cebrail

- ile buluşur, aynı yoldan, Beyt-ül-


olarak yazmış oldukları mis- i ralar ayrı bir bölümde toplu bu- i lunur.                                  }

Mikâil Arş’ı omuzlarında tu- ı tan dört büyük melekten üçüncü- 1 südür. Bütün meleklerin idaresi- ; ne, yağmurlarla rüzgârların da 1 yağıp esme işine memurdur. ı «Cibril nevaline haberci — Mi- < kâil anın vekilharcı.— Ş. Galip». ;

Mikyas-i Şeriat (Gaz.) Dr. Hü- : şeyin Remzi tarafından litograf- t ya ile haftalık olarak çıkanlmıya başlanan politika gazetesi. İkinci meşrutiyetin ilk aylarında aşırı yayımlarından dolayı 15 Nisan 1909 da son sayısı çıktıktan sonra kendiliğinden kapanmıştır.

Millet (Gaz.) İkinci meşrutiyetin ilk günlerinde (2. Ağustos 1908) İbrahim Hilmi Çığıraçan tarafından yayımlanmıya başlanan gündelik politika gazetesi.

Millî Eğitim Bakanlığı Dünya Edebiyatından tercümeler'serisi (Bib.) 1941 yılında Millî • Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlan-mıya başlanmış bir setri kitaptır. Bunlar taraşında Babil, Hint, Çin, Şark-Islâm, Yunan, Lâtin klâsikleri ile Fransız, Alman, İngiliz, Rus, Amerikan, İskandinav, İtalyan, Macar klâsik ve modern e-serlerinin çevirmeleri vardır.

Millî Tetebbular (Gaz.) Âsar-i İslâmiyye ve Milliyye Encümeni tarafından Fuat Köprülü idaresinde yayımlanan revü şeklinde dergi (1915).

Minuçehr (Mit.) Fars hükümdarı Feridun’un torunu ve îreç’in oğludur. Kardeşleri İreç’iı öldürünce, Feridun da bunu tahta geçirmiş, amcaları Selm ile Tur’u öldürerek babasının öcünü almıştır.

miraç (Din. Tas.) Sözlük anla

miraciye

Mukaddes’e oradan da Burak’a binip Mekke’de Ümmü Hani’nin e-vinde daha vücudunun bıraktığı sıcaklığı kaybetmemiş olan yatağında kendini bulur.— Miraç’-tan önce Cebrail tarafından Muhammet peygamberin göğsü yarılıp kalbinin yıkanması, yol sırasın da her kat gökte bir peygamberle buluşması üzerine hadisler vardır. Peygamberin bu olayı haber verdiği zaman ona candan inananların bile duraksadığı olmuş. Bundan sonra Mirac’m ruhla veya bedenle olması üzerinde tartışmalar gıkmıştır. Kudüs’e kadar bedeniyle ondan ötesini ruhuyla yaptığını ileri sürenler vardır. Sofiler, miracın ruh işi olduğunu söylerler. Onlar Cebrail, Muhammet peygamberin afcZı, Refref, aşkı, Burak ise ruhaniye- s ti diye kabul ederler. Muhammet ile varılacak yere kadar vardı, ondan ötesini aşkı ile aştı, ru-haniyeti ile de kulluğundan Tanrısına ulaştı. Tanrı’ya yakınlığı okun iki kavsi kadar (kabı kavseyni) belki daha yakın (ev edna) olduğu söylenir.

miraciye (Tür.) Muhammet peygamberin miraç olayı şairlerden çoğuna coşkunluk vermiş, bununla ilgili manzumeler yaz-dırtmıştır. Bunlar arasında kaside şeklinde olanlar gibi mesnevi olarak yazılmışlar, da vardır.

(I. K.: Miraç, Sidre, Tair-i kud-sî>, Burak, Cebrail, Refref, Nüh •asman, Lâmekân, Ümmühan).

Harim-i hassma bir şeb habi-bin eyledi davet Edip bir anına bin leylet-ül-kad ri feda Mevlâ

Gelip Cibril o mahı buldu bürc-i Ümmihani’de'


miraciye

Güneşten ruşen oldu çeşmine ol leyle-i zulma Derinde ferş edince bâl ü perin Tair-i Kudsi Zemine indî gûya çıktı mânen Sidre’ye amma Selâm.i Hazreti tebliğ kıldı peyk-i rabbani Edip âdabla erkân-i memuriyeti ifa Dedi ey nazenin Rabb-i izzet, çok selâm etti Seni mihman-seray-i kurbe ister Izid-i yekta Çıkıp tekrar seyr et bildiğin menzildir ol menzil

Bilirsin sû be-sû sen cism-i pâ-kin de göre hâlâ Senin menzil-gehindir Arş ü Kürsi evvel ü âhir Dahi, halk olmadan akdem vü-cud-i Âdem ü Havva Melâik anda bekler aşinayan-i kadîmindir Açıldı dergeh-i gerd'un döşendi ’ - Kubbe-i Hazra Saba oldu nesim-i perr ü bâli murg-i lâhutun Açıldı gülbürti şadide hemçün gonce-i ziba Münevver sadrını şakk ile zahir oldu çok envar Tecerrüt cevherin arz etti sa-hib-i kenz-i lâyüfna Mutahharken ezelden Âb-i Zemzem’le vuzu etti Edip nurun alâ nur ayetin tefsir icmalâ Getirdi Cibril establ-1 Cennet’-ten laceb rehvar

Vücudu çarpa şeklinde insan çahresi gûya Saçında saad-i ekber bir mutatsam nüsha-i zerrin Masun olmak için div ü periden ol melek-sima Düşürmüş perçemi sevdası nâf-i ahû-yi Çini Perişan dûd,-ijı bûy.i kâkülümden anber-i sârâ Sabah-ül-hayr.i pişanisi reşk-i subh-i Cennettir 'Siyeh-gûndur kutası gibtesin-den giysu-yi Hura O rütbe tîz-revdir kim gelip cevlâna bir anda •Olur dünbale-jı mevzuuna reng-ı şafak hanna Ayağın basmaz amma bassa farza sahn-i gabraya Yetişmez vüs.j na’l-i pâyine bu iarsa-i pehna Ederse hürde cünbüş âlemi şems ile seyr eyler Kalır zir-i sümünde zerre den-lû saha-i gabra Mücevher isinebendi kehkeşan-i zer-nişan-j çarh Adîl-i Sidre zeyn-hane rikâbı Arş ile hem-pâ Basıp ol rahşa pâyin tacdar-i kişver-i levlâk Gubar-i sümmüne reşit etti taht-i devlet-î Kisra Rikâbı hizmeti peyk.i Hudayı eyledi teşrif Taalallah olursa böyle olsun şevket-i uzma Mübarek destine verdi oyanı hazret-i Cibril

Uyanıverdi ol şeb huftegân.i â-lem-i balâ (İzzet Molla) Mir’at (Gaz.) Türkçe ilk resimli dergidir. Şubat 1863 tarihinde Refik Bey tarafından yayımlan-mıya başlanmış, Âli Paşanın Refik Beyi Münif Efendiden özür dilemeye zorlaması üzerine sahibi üçüncü sayıdan sonra çıkarmamıştır. Namık Kemal’in manzumeleriyle yarı kalan bir çevirmesi vardır.

Mir’at-i Âlem (Gaz.) 1. 23 Kasım 1881 de on beş 'günlük olarak çıkarılmıya başlanmış resimli dergi. Beş yıl kadar yayımlanmıştır.— 2. 20 Ağustos 1908 de haftalık mizah gazetesi olarak yayımlanmıştır.

Mir’at-i ulûm (Gaz.) Ocak 19-07 de Mısır’da aylık olarak çıka-rılmıya başlanmış dergi.

Mir’at-i Vatan (Gaz.) 1874 yılında Hüsnü tarafından faydalı işlerden bahsetmek üzere çıkarıl-mıya başlanan dergi.

Mirrih Bk. MERİH.

Mirsad (Gaz.) 26 Mart 1891 de yayımlanmıya başlanmış haftalık edebiyat dergisi. İlk üç sayıda başyazarı Muallim: Naci idi, ondan sonra İsmail Safa olmuştur. Tevfik Fikret’in manzum ve nesir ilk yazıları vardır.

miskin Hiçbir geçimi olmi-yan yoksul. Fakir ile miskinden hangisinin daha yoksul olduğu üzerinde fıkıhçılar arasında fikir ayrılığı vardır. Fakir ve miskin zekât alabilirler.

mistik (mystique) Sıfat olarak; gizli ve alegorik anlamı olan demektir. Pascal «iki tam anlam vardır: kelimenin dar anlamı, mistik anlamı» diyor; bu, kelimenin Buadelaire’deki anlamına uygundur, ona göre mistik, bir semboldür, görünüşlerin arkasında gizlenmiş bir gerçeği karşılar. Kelime, isim olarak, Mistisizm bilgisi demektir. (Kötü 'anlamda) Körükörüne bir doktrin veya bir partiye bağlanan.

mistisizm (Fel.) Ruhun Tanrı ile birleşebileceğini; konuşabileceğini, fakat bunun akıldan başka bir yolla, sezi yoluyla olabileceğini kabul edenlerin doktrini. Bu birleşme bir vecit (esirme) ha-

mitoloji

lidir.— Bu bilgiden doğan sezi veya yaşama şekli.— Akıldan: çok sezi veya duyu üzerine kurulmuş her türlü inanç veya doktrin. (Kötü anlamda) Körükörüne inanç.

mitoloji (Bil.) 1. Tanrıların, tannmsı kahramanların, antikite kahramanlarının her millete o-lan masalımsı hikâyeleri. 2. Mitlerin oluşunu, anlatmak istedikleri fikri, orijinlerini inceleyen bilim. 3. Mit, çok eski çağlarda halk arasında kendiliğinden olan masalımsı hikâyedir. Bunun sembolik bir anlamı vardır; zaman içinde bu anlamın değiştiği görülmüştür.

Mizan 1- (Din.) Mahşer gününde, mahşer meydanında kurulacak, herkesin iyilikleri ile kötülükleri tartılacak olan terazidir, iyilikleri üstün gelenler , Sırat köprüsünden geçip Cennet’e varacaklar, kötülüğü üstün gelenler Sırat’ı geçemeyip Cehenneme düşeceklerdir. 2. (Ast.) Terazi burcu, 24 Eylül - 23 Ekim arasındaki zamanı gösterir. «Bu suçlarla benj..tartarsa Rahman—Kırılır arsa-i mahşerde Mizan.— Mesihî» — «Güneş Yusuf’leyin Mizana geçti — Züleıyha-yi zaman genc-i zer açtı .— Lâmiî».

Mizan (Gaz.) Tarihçi Murat bey tarafından haftalık olarak yayınlanan politika gazetesi (21 Ekim 1885). Murat Bey istibdat zamanında memleketten kaçınca ilkin Mısır’da sonra Paris’te yine bu gazeteyi çıkarmıştır. Tekrar İstanbul’da 30 Temuz 1908 de ya-ymladığı gündelik Mizan gazetesi 32 Nisan 1909 tarihine kadar 134 sayı çıkmıştır.

mizampaj, Bir kitabın dizilmiş kolonlarının Sahife şekline konup

monolog

tertiplenmesi. Bir dergi veya sayfalarının tertibi.

mizansen (Ti.) Bir piyesin sahneye konulma işi demektir. Dekorları ile şahısları, figüranları, bunların düzenlenmesi mizanseni meydana getirir. Bu işi yapana sahneye koyan (motor ansen) denir.

Mizanülbelâge (Bib.) Abdurrah-man Süreyyanm okul derslerinden meydana getirilmiş belâgat kitabı (1885).— Fasahat, beyan, bedi konularını öteki belâgatçilere göre daha geniş bir görüşle anlatmaya çalışır. Örneklerini Türkçe'den seçmeye dikkat ettiği gibi e-linden geldiği kadar Türkçenin özelliklerinden bazılarını kurallaş tınmak denemelerinde bulunur. Bunlarla beraber Arap belâgatiı görüşü ilk plândadır.

Mizanüledeb (Bib.) Diyanbakır-lı Sait Paşanın belâgat kitabıdır. (1888),— Bir Mukaddeme ile Ma-ani, beyan, \e bedi bölümlerinde en ince Arapça belâgat kurallarını Türkçeye uygulamıya çalışmış tı.                   •*

monografi (Tür) Bir yazar, bir tarih olayı, bir bilim, bir tenkid konusu üzerinde özel bir görüşle) yazılmış olan inceleme.— Geniş bir konunun küçük pir parçası üzerine yapılmış çalışma.

monolog 1- Tek kişinin konuşması demektir. Tiyatro eserinde sözde sahnede olanların duymı-yacağı yolda söylenen sözler, sahnede yalnız başına iken uzun u-zadıya konuşmalar monologdur. Klâsik tiyatrolarda, bu işi daha tabii gibi göstermek için kadın veya erkek kahramanın bir sırdaşı olur, düşüncelerini ona söylerdi. Romantikler bunun yerine doğrudan doğruya monologu koymuşlar, çok fazla kullanmış- lardir.— İç dil, iç konuşma (monolog) olayı bugünün hikâye, ve sinemasında başarılı olarak kullanılmaktadır.

montaj (Si.) Bir konu filme a-Imırken sıra ile alınmaz, bir sahne birkaç defa filme alınır, bunları senaryoya göre sıraya koymak, en uygun çekilmiş resimleri seçerek yapılan kesip yapıştırmalara montaj denir.

demektir, bu an- harflerinin ortasına


moral «İÇ» lamda fizik karşıdıdır. Moral portre, demek, bir kimsenin dış görünüşünden ziyade düşünüş, davranış, duyuş gibi iç âlemiyle ilgili özelliklerini tasvir etmek demektir. Morali bozuk, zihince perişan, yılmış, ürkek kimse demektir.

moral'ist Töreleri tasvir eden yazar demektir.

moralite Bir hikâye veya işten çıkarılan hikmetli söz, (kıssadan) hisse. Bu hikmetli söz parçada açık açık söylendiği gibi, okuyanın anlayışına da bırakılarak söylenilmediği de olur.

motif aynı eserde veyahut başka başka eserlerde küçük farklarla veya olduğu gibi tekrarlanan parça demektir.

muakkad (Kom.) Bk. DÜĞÜMLÜ.

muallâk (Vez.) Açık hece demektir. Bk. HECE.

Muallim (Gaz.) Hüseyin Ragıp (Baydur) tarafından 1916 yılında çıkarılmıya başlanmış aylık öğretmen dergisi.

Muallimler Birliği (Gaz.) Türkiye Muallimler Birliği genel mer kezince Ankara’da aylık olarak çıkarılmıya başlanmış dergi (Temmuz 1925).

Muallimler Mecmuası (Gaz.) İstanbul Muallimler Birliği tarafından yayımlanan aylık dergi (1923).

muamma (Tür) 1. Bir insan adı çıkacak şekilde düzenlenmiş manzum bilmece demektir. Namık Kemal «Kemal» için .şöyle bir beyit söylemiştir. «Bir katre ma düşünce gülün kalb-i pakine — Namım yazıldı varak-i tâbra-kine». (Burada - tabii eski harflere göre g ve k sesi veren - Kl ma girince

Kemal sözü meydana çıkıyor).

Buna düşkün şairler divanlarının sonuna bu yoldaki manzumelerini Muammiiyat adı altında toplamışlardır. 2. (H. E.) Sazşairleri âşık meclislerinde birbirlerine muammalar söyleyip hallini isterlerdi. Hattâ «muamma asmak» diye bir söz bu muammanın çözümü için zaman verildiğini de 'anlatmaktadır. Muamma çözülünce askıdan inerdi; çözen deı önem kazanmış olurdu.

muaşşer (Tür) Onar mısralık bentlerden meydana getirilmiş manzumelere denirdi.

mucem 1. Manzum yıl tarihi yazmada yalnız noktalı harflerin hesaplanacağı şekildeı düzenlenmiş, olan tarih . 2. Hiçbiri tekrarlanmamak şartiyle alfabenin bütün harflerini bir cümlede kullanmak sanatine de Mucem denir.

mucize Peygamberler tarafından yapılmış birtakım olağanüstü, âdet, insan aklı, fennin yapamayacağı şeylerdir ki, halkı yapamamak ile hayret duyguları içinde bırakarak inançlarına ybl a-çar. Her peygamberin bir veya birkaç mucizesi vardır.

mug (B. e.) Anlamı «mecusi, ateşe tapan, Zerdüşt dininde o-lan» demektir, çoğulu mugaan

olur. Ayrıca, meyhaneye sürekli giden anlammadır. Pîr-i m/ugcm<, (Muglarm başı) şairlere göre, meyhaneci, sofilere göre de mürşit için kullnılır; bazı defa her iki anlama da gelmek üzere1 kullanıldığı olmuştur.

«Bilmiyen farkını meyhane ile hanıkebin — Acaba pîr-i tongandan nice işret ister.— Ş. Yahya».

mugalata 1. (Man.) Karşısındakini yanıltarak iddiasını ispatla-mıya çalışma yolunda düzenlenmiş delilli önermelere denir.— 2. (Kom.) Mugalata.i mâneviye, anlamca yapılan bir oyundur ki, bir sözün iki anlamını geçer yolda kullanıp karşıtanlanımı söylemek istemektir. Cinas çeşitlerinden sayılır.                        . .

mugalata 1. (Man.) Karşısında-çocuğu» demektir. Manzumelerde çok defa meyhaneci çırağı olan' delikanlılar için kullanılırdı. \

muhabbet 1. Geniş anlamda «sevgi» ile «aşk»m eşanlamıdır. 2. Dar anlamda, (Bektaşi ve kı-zılbaşlarda) canların yani mezhepten olanların bir araya toplanıp dem .içerek saz çalarak, nefes söyleyip sema etmelerine denir.

muhalefet-i kıyas (Kom.) Buna kıyasa muhalefet de denir. Kelimenin dil kuralına aykırı şekilde kullanılması demektir. Bu hal eski edebiyatta en çok arap ve fars kelimeleri üzerinde olurdu. Çiftlikât, peşinen,' bil-füruht... gibi sözlerden bazıları bütün sakatlıkları ile yine kullanılmıştır. «Tcırieane edip hitabı.— Şeyh Galip» — «Gümrükç.i-i kaza.— Nabi» — «Grülşengeh.i ruhsar.— Hâmit» —- «Baht-i yarn-an.— Hâ-mit» gibi.

muhammes (Tür ) Her bendi


beşer mısradan meydana gelmiş olan manzumedir. Beşinci mısralar, veya son beyitler ayniyle tekrarlanırsa Muhammes-i müteker-rir, yalnız kafiyece birbirine uyar larsa Muhammes<.i müzdeviç denir.

Muhammet (Tar.) İslâmların peygamberi, peygamberlerin sonuncusu. inanışlar: Muhammet peygamber doğduğu gece Nuşi-revan’m Medayin’de yaptırmış olduğu Tâk-i Kisra yıkıldı; me-cusilerin ateşi söndü; Sâve gölünün suları, çekildi; Semave vadisinin suları taştı.— Sünnetli ve göbeği kesilmiş doğdu; sırtında, iki küreği arasında yüreğinin hizasına gelen yerde bir iz vardı, bu hâtem-i nübüvvet (peygamberlik mühürü) idi.— Ümmi idi, okuması, yazması yoktu. Göl-•ğesi hiç bir zaman yere düşmezdi. Küçükken dışarı çıktığı vakit başının hizasında beyaz bir bulut dolaşır, durduğu yerde o da dururdu, böyleieı onu sıcaktan korurdu.— Peygamber olduktan sonra, Mekke’dS göçdüğü baskı üzerine Medine’ye göçtü. Bu göçme sırasında Ebubekir ile beraberdi, peşlerinden gelenlere görünmemek için bir mağaraya gizlendiler, mağaranın kapısı sanki yıllardır kullanılmamış gibi hemen örümcek ağlariyle örtüldü; bir çift güvercin de yuva yapıp yumurtladı. Gelenler içerde insan olacağını sanmıyarak geri döndüler.— Din uğruna ilk ve ünlü gazvesi Bedr gazvesidir. Muhammet peygamber Tanrıya yalvardı, Tanrı da Cebrail ile ona yerden bir avuç toprak alıp düşmanlarının tarafına atmasını buyurdu. Serpilen bir avuç toprak inancı olmıyan düşmanlarım darmadağın etti.—Ku-

Edebiyat S. F — 13

reyş kabilesinden bazı kimseler bir gece ay ışığında ondan bir mucize göstermesini istediler; o da parmağını aya uzattı, ay iki parçaya ayrıldı (Şakk-î kaner). Yere indi, Muhammet peygamberin karşısında durup onun peygamberliğine tanıklık etti. Sonra eteği altından girip yeJ ninden çıktı. Bir daha tanıklık ettiken sonra yine bütünlenerek yerine vardı, doğduğu yerden battı.— Muhammet peygamber ashabı ile Hudeybiye’de iken susuz kaldılar. Bunun üzerine Muhammet peygamber yanında olan sudan abdest aldı, parmaklarından çeşmeler gibi su akmaya başladı, o sudan herkes içti.— Sahabeden birinin Medinede’ki evinin acı su kuyusuna Muhammet peygamber bir kere tükürünce kuyunun suyu tatlılaştı.— Muhammet peygamber köpek, keler, geyik gibi hayvanlarla konuşurdu. Bir gün başını Ali’nin kucağına koyup uzanmıştı; Ali, bu yüzden, güneş battığı zaman daha ikindi namazını kılmamış-tı. Peygamber uyanınca onun ikindi namazını kılamadığını anladı, dua etti, güneş geri döndü, Ali de namazını kıldı.— Heyber savaşından sonra yahudiler Muhammet peygambere kızartılmış kuzu verdiler. Peygamber bir lokma alır almaz tükürdü, çünkü Tanrı kuzuya dil vermiş o da zehirli olduğunu Muhammet peygambere söylemişti.— Muhammet peygamber taşları konuşturmuş, ölen iki çocuğu diriltmişti. Körlerin gözlerini açmış; yeni diktiği hurma ağacı hemen yemiş vermişti.

muharremiyye (Tür) Arabi ay-

Muharrir

larma göre yılbaşı muharremin başıdır. Onun için eskiden şairler büyüklere yılbaşlarmı kutlamak üzere kasideler sunarlardı, bunlara konu bakımından «Müharremi-ye» denirdi. — Bir de Kerbelâ vakası muharrem ayında olduğu için bu matem ayında yazılan mersiyelere de «muharremiye» dendiği olurdu.

Ağla ey didelerim mah-i Muharremdir bu Kana gark eyle gözüm yaşını matemdir bu Ey gönül durma Yezit’e yine eyle düşnam Her nefes lânet ile yâdedecek demdir bu İki şehzadeye kast eyledi kâfir demedi Nesl-i peygamber ü evlâd ü muazzamdır bu Peder-i Şîr-i Huda maderi olsun Zehra Ne cesaret ne fazahat nasıl â-demdir bu Geçti Firavn ile Nemrud-i a-nudu mel’un Cümlesinden bana kalırsa derim kemdir bu Gülmesin Yarap anın da iki â-lemde yüzü Ehl-i İslama belâ vü, gam-i tev’emdir bu Getirip yâdeı Hasan’la Hüseyin kıssasını Başla feryada dilâ cümleden (akdemdir bu Kerbelâ vak’asını yâdederek haşre kader Yanalım ağlıyalım cümleye elzemdir bu (Şeref Hanım)

Muharrir (Gaz.) Ebüzziya Tev-fik tarafından 1875 şubatında aylık olarak çıkarılmaya başlanan revü biçiminde 32 sahifelik

dergi.

Muharrir, Şair, Edip (Bib.) Ahmet Rasim’in okuldaki edebiyat merakından bağlıyarak o-'kuldan çıktıktan ‘sonra basın â-leminde başından geçenleri anlatan eseri (1924).

Muhayyelât (Bib.) Giritli Azizin eseri olup daha ziyade adı Muhayyeldik Aziz Efendi diye geçer ve aşırı hayalleri nitelemek için kullanılırdı. On sekizinci yüz yılda yazılmış olan kitap 1851 de basılmıştır. Yapısı Bin Bir Gece yolunda olan kitabın içinde -o çeşit kitaplardan ilham alınarak benzetilip yazılmış hikâyeler vardır.

Muhbir (Gaz.) Ali Suavi’nin başyazarlığı ile Filip tarafından .1 Ocak 1867 de çıkarılmaya başlanan (cuma, pazardan başka) -gündelik politika gazetesi? 53 saçıkarılmış, Ali Suavi Kastamonu’ya sürüldükten sonra devam etmişse de Avrupaya kaçması üzerine kapanmıştır. Ali 'Suavi Muhbir’i Londra’da da çıkarmıştır (31 Ağustos 1867).

muhib"(Tart) Bir tarikate taraflı olmakla beraber ona henüz törenle girmemiş olan kimse.

«Dil zaviyesinde münzevidir — Serbaz-i muhibb-i  mevlevidir.—

Galip».

Muhib '(Gaz.) 10 Ekim 1867 de .Andon tarafından (cuma, pazardan başka) çıkarılmaya başlanan günlük politika gazetesi.

Muhit (Gaz.) Abdülhalim Mem-duh, TepedelenTizâde Kâmil, Ce-nap Şahabettm’in yazıları ile Vatan Kütüphanesi sahibi Ohan-nes Ferit tarafından on beş günlük olarak çıkarılmış bir dergindir (1888).

muhkemat (Din ) Hüküm anla


tan Kuran âyetleri ki bunlara ümm-ül-kitap da denir. Diğer bir bölük âyetlere de müt'eşabihat denir.

Muhtar Halit Kütüphanesi

1911 - 1913 yılları arasında telif ve tercüme bir sıra kitap yayımlamış kütüphanedir. Edebiya-tıcedide Kütüphanesi serisinin bazı kitaplariyle, Şahabettin Süleyman’ın Kırık Mahfaza, Ben... başka piyesleri ve Maupassant’-dan çevrilme Güzel Dost romanları bunlar arasındadır.

mukabele Bk. TIBAK.

muhatta’ (Naz.) Arap alfabesine göre kendinden sonra gelen harfe bitişmeyen harflerle söylenilen söze denir.

muktezanyi hal (Bel.) Kelâmın beliğ olması şartlarından biri de söylenenin söylendiği zamanın, söylendiği yerin gerçek ve gereklerine uygun olması demektir. Buna, Muktezay-i makam, İtibar _i münasip de denir. Karşısındaki kimsenin durumuna göre söylenilen- söz iptidaî, talebi, inkâr! olduğuna4 göre İptidaiyat, Talebiyat, İnkâriyat gibi üç şekilde olur.

murabba (Naz.) Her bendi dörder mısradan meydana gelmiş o-lan manzumedir. Her bendin dördüncü mısraı olduğu gibi tekrarlanmışsa Murabba-i müteker. rir, yalnız kafiyece birbirine bdnziyorlarfsa Murabbaiii müzde. viç denir.

murassa (Y. s.) Nesirde iki fıkranın nazımda iki mısraın kelimelerinin sayıcı denk ve karşıhk-lariyle vezin ve kafiye bakımından birlik olmasına denir. Böyle yapmıya da Tarsi adı verilir. «Beşerde daim olan kemaldir, cemal mütehavvil olur; eserde kaim olan

mekaldir, meal müntakil olur.— Namık Kemal». — «Ey Süleyman-satvet ü Isi-kadem, Yusuf-lika — Vey Neriman heybet ü Kisri-ke-rem Asaf-eda.— Lâmii».

Murtaza (Tar.) Ali’nin lâkapla-rtnd'andır. Bk. ALÎ. «Murtaza nam Ali lâkab Haydar — Oldu damad-i pâk-i peygamber.— Esrar Dede».              ,

Masa Israiloğulları peygamber-lerindendir. İbrahim peygamberin oğludur. Yusuf peygamber İsrail -oğullarını Mısır’a getirtmişti. Bunlar, zaman geçince epeyce sıkıntı çekmiye başladılar. I. Ö. 1705 te Memfis şehrinde Musa doğduğu zaman Firavun, îsrail-oğullarmdan dünyaya gelecek erkek çocukların öldürülmesini emretmişti. Annesi, Musa’yı bir sandık içinde Nil nehrine atmış; Fıravun’un karısı (veya kızı) Safiye kendisini nehirden aldırarak evlât edinmiştir. İri yarı, yiğit bir insandı. Kırk yaşında iken kendisinin kim olduğunu öğrenmiş, Fıravun’un sarayından ayrılarak üç yaş büyüğü olan ağabeysi Harun peygamber ile buluşmuştur. Bir gün bir Mısırlıyı öldürdüğü için Şuayıp peygamber yanma kaçmış, bir zamanlar çobanlık ettikten sonra onun kızıyle evlenmiştir. Mısır'a dönerek, Fıravun’dan, İsrailoğul-larmın Mısır’dan çıkmalarına izin vermesini istemiş fakat isteği kabul edilmemiştir. Musa peygamber suları kan şekline sokmak, kurbağa yağdırmak, büyük sinekler çekirgeler, öküz vebası, insan vücudunda yaralar, urlar çıkarmak, dolular, gök gürlemeleri, üç gün süren karanlık, yeni doğan çocukların yaşıyamaması gibi â-fetlerle mucizelerini gösterince' halkiyle beraber Kenan iline -gitmesine izin verilmiştir. Kızıldenız-kıyısına vardıkları zaman Firavun izininden cayarak peşlerine-düşmüş ise de, Israiloğulları ki-, yıya varınca deniz açılıp ortasından geçmişler, Firavun ile askeri denizin kavuşması üzerine arada kalıp yok olmuşlardır. Musa, peygamber ile halkı Tur-i Sîna-ya geçmişler; Musa peygamber-orada Tanrı ile konuşmuş ve kurduğu dinin temeli olan on buyruğu, ve Tevrat’ın ilk kısımlarım! almıştır, Oradan Tîh sahrasina. göçmüşler fakat yollarını kaybederek aç ve susuz kalmışlardır.. Gökten kudret helvası yağdırdığı gibi asâsiyle bir kayaya vurup su da çıkarmıştır. Bunlar onun mucizelerindendir. Tanrı lûtfun-dan bir ara ümit kestiğinden dolayı Kenan iline ulaşmak kendisine kısmet olmamış, kırk yıl Tîh. sahrasında dolaşıp, halkının çıkardığı zorluklarla uğraşarak Kenan ilinin göründüğü bir tepe-üzerine vardığı zaman 120 yaşında iken ölmüştür. Asasının ejderha olması, elinin parlaklığı mucizeleri arasında oulp bütün bunlar edebiyatta çok tekrarlanmıştır.

(I. K.: Yed-i Beyza, Kelîm, asâ, mâr, Firavun, Tur-i Sina, Vâdi-î Eymen, tecelli).

«Mâr ise adû biz Yed-i Bey-za-yı Kelîm-iz.— Ruhi». — «Sublî-veş destini zâhir kılsa sîm-efşan. olup — Ol yed-i beyzaya benzer k’ibn-i Ümran gösterir .— Feh jn»-— «Musa benim kim Hakk ile daim munacat eylerim — Gönlüm tecelli Tur’udur anmçün tur olmuşum.— Nesimi».

musahabe Bk. SOHBET.

musahib (Tari.) Tarikat arka-

«daşı. Birlikte nasip olan.

mıısarra (Naz.) Beyitlerinin 'her iki mısraı da kafiyeli olan .manzumeye denir. Böyle kafiye--lendirmeye de T asri adı verilir.

mnsarraha (Bel.) istiare (iğ-Tetileme) nin açık denen çeşidi--d:r (Istiare.i musarraha).

Musavver Muhit (Gaz.) 5 Kasım 1908 de, Abdullah Esat ile Faik Sabri (Duran) tarafından haftalık yayımlanmıya başlanan gazete.

Musavver Terakki (Gaz.) Asır Kütüphanesi sahibi Kirkor Faik tarafından 6 Mayıs 1897 de ya-yımlanmıya başlıyan bu haftalık -dergi on yıl kadar çıkarılmıştır.

mutabakat Bk. TIBAK. mutarraf (Bel.) Bk. SECİ’’.

Mutezile (Din.) Ayrılanlur anlamında olan bu söz din emîrlç-rrinden bazılarım anlayışta başkalık gösterenler için kullanılır. Bu anlaşmazlık noktalarına göre herbiri başka başka ad alırlar. Mutezilenin temel ayrılış noktaları Tanrı’nm birliğine hangi sıfatlarla nitelenebilip hangileriyle nitelenemiyeceği başta gelmek üzere kader (ahnyazısı) meselesi, mümine fâsık denilemiyeceği hakkmdaki iddialardır.

mutlak Bk. SALTIK.

muvafakat 1- (Kom.) Bk. UY. GÜNLÜK.— 2. (D. e.) Muvafa-kat-i âdad, sayı uygunluğu demektir. Bazı kelimelerin ebced hesabiyle sayıları o kelime ile il-gili bazı sözlerin sayıları ile uygun düşmüş, meraklıları bunlardan listeler yaparak şairlere epey mazmun yolu açmışlardır: sây ile ilm (190), hesab ile sehv (71), gül ilemey (50), tıp ile deva (11), •âlem ile /ojni (141), kâkül ile •sevda (71), mahbub ile naz (58), divane ile gönül (76), sabah ile mesa (101), sulh ile niza (128), tevbe ile peşşiman (413), cevr ile âzâr (209), gibi.

muvassal (Bel.) Arap alfabesine göre, yalnız birbirine bitişen harflerle söylenmiş zöze denir.

muzari 1- (Dil.) Haber kiplerinden geniş zaman. 2. (Vez.) Bk. BAHR.

mübalâğa Eşyadan bir şeyin veya bir fikrin zihinde meydana getireceği izi, etkiyi artırmak için o şey veya o fikri aşırı durumda göstermiye denir. Mübalâğa, hemen herkesin gündelik hayatında konuşmaları arasına basmakalıplar şeklinde girmiş sözler olarak da görüldüğü için insan yaradılışında olan bir duygunun anlatılması demek olur. Çok yorulan bir kimsenin «öldüm», fazla üşüyen birinin «dondum», demesinden tutun da beş dakika geciken birine «saatlerce seni bekleyip durdum» , .veyahut «bir dakika müsaade eder misiniz?» diye ayrılan bir.kimsenin saatlerce gelmemesi gibi ‘durumların anlattığı sözler hep mübalâğalıdır.— Eskiler bunu bir danat halinde tes-bit ederlerken üç kısma ayırmışlardır. Akıl alabilecek gibi olanına tebliğ, olabilecek gibi görünen, fakat olması âde-t olmıyanma iğrak, olabilmesi aklın almıyaca-ğl çeşitten olanlarına gulüv demişlerdir.—

mücerret 1. (Dil.) ismin yalın hali. 2. (Fel.) Yalın (soyut). 3. (Tas.) Bütün dünya ile ilgisini kesmiş, her şeyi bırakmış anla-mmadır. Bâtmi-Şii tarikatlerinde dervişlerin dünya ile ilgilenmemek için evlenmemeleri şarttır. Bekta-şilerde bu usulü Balım Sultan kurmuştur. Bu mücerrede ikrar

mühr-i Süleyman olduğıyçün ey peri — Her yanadan ejdehalardır nigeh-banın senin.— Necati» — «Dilde mihr-i hatem-i lâ’lin nihan elmiş rakip — Dev işittik bir zaman Mühr-i Süleyman’ı gizlemiş.— Baki».

mülâmnıa (Naz.) Türkçe, fars-ça ve arapça mısralardan. meydana getirilmiş nazım parçası. «Hiçkimse değil sırr-i kaderden a-gâh — Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh» beytinde ikinci mısra arapçadır.

Mümeyyiz (Gaz.) 28 Temmuz 1869 da Cuma ve Pazardan başka her gün yayımlanmıya başlanan politika gazetesi. Bu gazete sahipleri haftada, bir sayı da ayrıca Çocuklar için Mümeyyiz diye ilk çocuk gazetesini çıkarmışlardır.

mtimtaziyet (Kom.) Asalet ile eşanlamdır.. Yazıdan âdi, hasis lâfız ve tâbirler bayağı, iğrenç fikir ve hayaller bulunmaması ile meydana gelir diye anlatılırdı. (XX. yy. başları).

münacat (Tür.) Kasidelerin. Tanrıya yalvarır yolda konusu olanlarına verilen ad. Bu konuda (aşağıdaki, örnek gibi) mesnevi kafiyeli manzumeler de yazılırdı-

Haktealâ azamet âleminin padişahı Lâmekândır olamaz devletinin.

tahtgehi Hastır zat-i İlâhisine mülk-i e-zelî Bihudud anda olan kevkebeı-î lemyezelî Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı. Dolu boş cümle yed-i kudreti-tinin icadı İzzet ü şanını takdis kılar cüm-


vermiş olanlar ayrı bir grup meydana getirirler, içlerinden baba olanlara da Mücerret babası derlerdi. Bunlar durumlarını belli etmek için ya Balım Sultan türbesinin eşiğinde veya Kerbelâ’da kulaklarını deldirtip halka ta-karlarıdı, böylelerine «mengûşlu canlar» denirdi.

müctes (Vez.) Bk. BATIR.

müfret 1- (Dil.) Tekil demektir. 2. (Naz.) Kafiyeli olmıyan beyit için kullanılır, buna Ferd de denir. Çoğulu Müfredat olur. Divan şairlerinin bu yolda yazılmış beyitleri divanlarında ayrı bir bölümde toplanır.

mühmel (Naz.) Tarih mısrala-nndan yalnız noktasız harflerin sayılmasiyle çıkacak .şekilde düzenlenmiş tarihlere denir, buna sade de denir.

mühr-i Süleyman (Mit.) Süleyman peygamberin parmağındaki mühürlü yüzük olup bununla bütün yaratıklara hükmedermiş. Bir aralık yıkanırken bu mühürü Dev çalmış, bir zaman, hüküm ona geçmiş. Mühr-i Süleyman birbiri üzerine oturtulmuş iki eşkenar üçgenin meydana getirdiği şekildir ve altı köşeli bir yıldızı andırır. Yahu diler bu altı açılı1 şekildeki açıların şu peygamberlere işaret olduğunu söylerler: İbrahim, îshak, Yakup, Musa, Harun, Davut.— Kabbal felsefesinde vahdet-i vücut anlayışına göre, tepesi yukarı doğru bulunan üçgen «Mutlak varlık» ikinci ve onun karşısında bulunan üçgen de gölgesi olan âlemdir. Bu inanışın etkisiyle, remil, vefk, havass gibi şeylerle uğraşanlar için bu şeklin önemi büyüktür.

Sevgilinin dudağı bu büyülü mühüre benzetilir. «Leblerin

le melek Eğilir secde eder pîş-i celâlinde felek Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket Değişir tazelenir mevsim-i feyz ü bereket Pertev-i rahmetinin lem’asıdır ayla güneş Tâb-i hışmından alır alsa Cehennem ateş Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıl dizlar Anların şulesi gök kubbesini yaldızlar Kimi, sabit kimi seyyar betak-dir-' kadir Tanrının varlığına herbirı bur-han-i münir Varlığın bilme ne hacet küte-i âlem ile Yeter ispatına halk eylediği, zerre bile Göremez zatını mahlûkunun âdi

nazarı Hisseder nurunu amma ki basiret basarı Vahdet-i zatına akhmca şahadet lâzım Can ü-gönlümle münacat ü ibadet lâzım Neşe-i şevk ile âyatma tapmak dilerim Anla var Halikıma gayri ne yapmak dilerim Ey Şinasi içimi havf-i İlâhi dağlar Suretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe Neyleyim yüz bulamam ye’s ile affim talebe Ne dedim tövbeler olsun bu da fiil-i şerdir Benim özrüm günehimden iki kat bedterdir

Nur-i, rahmet niye güldürmiye rû-yi siyehim Tanrının mağrifetinden de büyük mü günehim Binihaye keremi âleme şâmil mi değil Yoksa âlemde kulu âleme dahil mi değil Kulunun za’fına nisbet çoğise noksanı Ya anın kahrına galip mi değil ihsanı Sehvine oldu sebep acz-i tabii kulunun Hem odur âlem-i, mânide şefii kulunun Beni affeylemiyeı fazl-i ilahisi yeter Sanma hâşâ kerem-i namütenahisi, biter (Şinasi) münafık Din ve şeriat hükümlerine inanmadığı halde inanmış görünen kimse.

münakaşa Bk. TARTIŞMA.

. münakkahiyet (Kom.) Anlatılmak istenilen fikrin gerekli sözlerle anlatılıp bundan fazla söz söylenmemesi •'»demektir, yani anlam ile kelimeler arasında bir e-şitlik bulunmasıdır.

münakkid Bk. TENKÎDCt. '

münkir (Tas.) Dervişler arasında tarikatı ve dervişlik inanışlarını aşağılık görenlere denir. Bektaşiler ve Kızılbaşlar gibi Bâtıni tarikatlerde olanlar kendilerinden olmıyan bütün müslüman-ları münkir sayarlar.

Münkir, Nekir (Din.) Müslümanlıkta bir inanç vardır, ölen kimselere Münkir ve Nekir adında iki melek gelip Tanrısını dinini, kitabını, kıblesini soracaktır, îman sahipleri cevap verecek, kötüler, dinsizler, kâfirler cevap vermiyeceklerdir. Mezar başında yapılan telkin, ölüye bu cevapları hatırlatmak içindir). Sofiler, bu meleklerin, insanın kendi işlediği iş olduğu, ondan dolayı işlediklerinin ölümden sonra cesetlere bürüneceğine inanırlar. «Kamuların amelidir Münkir Nekir olup gelen.— Yunus Emre».

münserih (Vez.) Bk. BAIIR.

münşeat (Tür.) İnşa eserlerinden meydana getirilmiş eserlere denirdi. Divan edebiyatında nesir yazmakla ün 'almış kimseler şairlerin Divan meydana getirdikleri gibi onlar da nesir yazılarını Münşeat adı altında toplarlar; yazarın adiyle anarlardı: Münşeat-i Feridun Bey, Münşeat.i- Nabi, Münşeat-'. Akif Paşa... gibi.

münşi İnşası (nesir yazısı) kuvvetli olan kimse.

müntahabat Seçme yazılar kitabı.

müphem. (Kom.) Belginlik (Bk.) bulunmıyan yazı; belginsiz.

müraat-i nazîr (D. e.) Anlam sanatlerindendir. «Tenasüp, tel-fik, itilaf, tevfik, mabat beynel-maani» de denirdi. Anlam bakımından birbirine uygun kelimelei-ri bir arada toplamak sanatidir. Bu anlamların karşıt olanlarına başka ad verildiği için sözlerin karşıt olmaması şarttır. Böylece toplanmış kelimelerden meydana gelen ibareye «cemiyetli» denirdi. Çok beğenilir ve yazarlarca nazım ve nesirde kullanılması sa-natçinin gücünü güşterirdi.

«Avrupa’da Luther protestanlık namına bir mezheb-i cedit açarak eshab-i teslisi ikiye taksim etmiş idi.— Namık Kemal» «Gir. dab.i gamda sarsar-i ahunla fülk-i dil — Elbette bir kenara çıkar rüzgârdır—. Nabi» — Şundan bir iki çektin görsün bize saki — Bi zevrak-i. sahba geçilir mi yem-i hasrıt.— Nedim».

müreie (Tas.) Kâfir olana sa-vabm fayda vermiyeceği gibi, iman etmiş olana da günahın zarar vermiyeceğini ileri süren doktrin taraflıları.

mürebbi (Tas.) Mürşid, şeyh, rehber diye türlü tarikatlerde çeşitli adlarla anılan kimseler mü. rebbi sayılırlardı. Bu geniş anlamdan başka Alevi -Kı zılbaşl arda da bu adı almış kimse vardı. Alevilerde köyler dedeler, a-rasmda bölünmüştü. Dedeler kendilerinin seyit (peygamber soyundan gelme) olduklarını ileri sürerlerdi. Dede, mürşittir (Bk.); fakat Sarı Saltık, Bîr Sultan, Şeyh Çoban gibi birisinin soyundan olması şarttır. Bu bakımdan dede aynı zamanda mürittir. Her Alevi, dedesini mürşid, dedesinin mürşidini de Pir tanır. İran’dan, gelen dedeler «Halife» sayılırlardı. Dedeler, köylere kışın gelirler, köylünün işsiz zamanı olan bu mevsimde telkinleri yapıp nevruzda giderlerdi. Dedenin bulunmadığı zaman aralarında mezhep işlerinde çıkabilecek düzensizlikleri yola koymak için dede, yaşlı ale-vilerden birini mürebbi olarak seçerdi. Bektaşilerde, de tekke ol-mıyan yerlerdeki- zaviyelere (küçük tekke) baba tarafından bir derviş yollanırdı, bu dia bir mü. rebbi idi, bektaşiler buna dikme derlerdi.

Mürebbiye (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı (1899).—• Varlıklı bir ailenin çocuklarının eğitim ve öğretimi için evlerine aldıkları bir fransız kadınının a-ile erkekleri arasında uyandırdığı cinsel fırtınayı konu yapmıştır. Dehri Efendi, Amca Bey, ahçı başı Tosun Ağa hepsi mürebbiye Anjel etrafında gülünç çizgilerle resimleri yapılmış kahramanlardır.

müreddef (Naz.) Redifli manzume.

mürid (Tari.) Dervişliğe ikrar veren kimsedir. Mevlevilerde sikke ve tennure, Bektaşilerde taç giyerek tekkede hizmete giren derviş.

mürşid (Tari.) Doğru yol gösteren, kılavuz demektir. Tarikate girmek istiyenleri, yapılışlarına istidatlarına göre Hakka ve gerçeğe ulaştıracak, olanlara bâtın, bilimini gösterecek kılavuz, şeyh. Mürşid-i Kâmil, olgunlaşmış, hiçbir eksiği kalmamış olan şeyh, kılavuz.                            - - '

Mürüvvet (Gaz.) 24 Ocak 1887 de haftalık olarak çıkarılmaya başlanmış, bir yıl bir dergi, şeklinde çıkarıldıktan sonra 17 Mart 1888 de pazardan başka her gün olmak üzre yayımlanmış politika gazetesi.

müsavat (Kom.) Münakkahiye-ti olan yazılardaki fikirlerle sözlerin eşitliği.-

müsebba (Naz.) Her bendi yedişer mısradan meydana gelmiş manzume.

müsecca (Kom.) Secili anlatış. Secili yazı.

müseddes (Naz.) Her bendi altışar mısradan meydana gelmiş manzume. Her dört mısradan sonra bir beyt söylenir, bu beyit tekrar olunursa Müseddes.i mü-tekerrir, öteki üçüncü beyitlerle aynı kafiyede olursa Müseddes-i -müzdeviç denir.

müsellemat (Man.) Karşıdaki kimsenin her ne şekilde olursa olsun gerçekliğini itiraf ettiği önermelere denir.

müselsel (Naz.) Bütün mısraları kafiyeli mazumeye denir.

müsemmat (Naz.) Arap belâ-gatçileri murabba, muhammes, müseddes .. .terkib-i bent, terci-i bend... gibi manzume şekillerinin hepsini müsemmat adı altında toplamışlardır. Farslarla onlara uyarak bizim Divan, edebiyatımızda cüzleri tekrarlanan vezinlerden meydana gelmiş olan dört cüze ayrılabilecek ve bu cüzleri kafiyeli olabilecek şekilde düzenlenmiş manzumelere denir.

müsemmen (Naz.) Her bendi sekizer mısralı olan manzumelere denir.

müsnet 1. (Aruz) Kapalı hece.

2. (Gra.) Yüklem.

müstear (Bel.) İğretilemede iğreti olarak alman kelime.

x müstezat (Tüh) Manzumelerin bazı 'inasralanndlan stonra kendi vezninin parçasında ufak bir bölük ilâvje etmek suretiyle meydana getirilmiş manzume şekline denir.

müşaare 1- Karşılıklı şiir söylemek demektir» 2. Bu usul âşık meclislerinde pek makbuldü. Böyle bir toplantıda öteki şairleri cevap veremiyecek duruma sokan şair hepsinden üstün sayılırdı.

müşakele (D.e.) Bir çeşit anlam oyunudur. Bir kelimeyi iki anlamında olarak da aynı söylenişte kullanmak demektir.

müşebbeh, Ek. BENZETİLEN. müşattar (Tür) Taştır edilmiş manzumelere denir. Bk. TASTIR.

müşebbehünbih Ek. BENZETMELİN.

müşrik, Müslümanlıkta «müşrik» Tanrıya ortak koşan, onu birden fazla düşünen veya işinde, kudretinde, hareketinde Tanrıya başka bir şeyi ortak olarak akla getiren kimsedir. Varlık birliğine inananlara göre Tanrıdan başka bir varlık tanıyan ona şirk (ortak) koşmuş ve kendi «müşrik» olmuş sayılır.

Müşteri (Ast.) Jüpiter yıldızı. Altıncı felekte bir gezegendir. Bunun altında doğmuş olanlar iyi huylu, terbiyeli, utangaç, yumuşak başlı, alçakgönüllü, cömert olurlar. Düzgün ve güzel söz söylerler. Sa’d-i ekberdir, Bircis, Ha-tib.i felek, kaid-i felek, kadi-i felek, Hürmüş eşanlamı sözlerdir. En çok kasidelerde övülen vezirler fikir ve olaylarından dolayı bu yıldızla nitelenir.

«Müşteri rey ü Utarid kalem ü ( Mihr-âsar — Arz-i temkin ü ka- j za-temşiyet ü çarh - ahkâm.—' Nef’i».                                    i

mütekarib (Vez.) Bk. BAHR. ’ mütekellîmîn Ehi_i sünnet ile ehl.i bid’at (Bk.) arasında bir ortalama araştıran ehl-i sünnet takımı.

mütekerrir (Tür) Murabba, muhammes, müseddes (dörtlü, beşli, altılı) şeklinde olan manzumelerin bentlerinin son beyitleri aynı olarak tekrarlanan parçalaanlatmada kullanılır: Murabba-! mütekerrir... gibi.

mütenafir (D. e.) Ses veya hece uyuşmazlığından ileri gelen’ ve kulakta hoşolmıyan bir etki uyandıran kakışma (Bk.) hali.

mütevazı Seci çeşitlerindendir. Bk. SECİ.

/müverrih Bk. TARİHÇİ.

î müzavece (Koni.) cümlelerin iki bölümünde de bulunan anlamların yerini değiştirerek tekrarlamak sanatidir.

«Ben pür olsam ol tehiydir, ol pür olsa ben tehiy — Sagar-i meydir bu hezm-i gamda hem-meş rep bana.— Nabi». beytinde «ben pür olsam ol tehiy» ve «ol pür olsa ben tehiy» sözleri gibi.

naat (D- e-) Konusu Muhammet peygamberi övmek, ona yalvarıp şefaat dilemek olan kasidelere «naat» denir. Nabi’nin 137 beyittik naati ün almıştır. Na-zîm’in Küçük bir divan sayılacak kadar naatleri vardır. Peygamberin goluğu çocuğu ile ashabı hakkında da naatlar yazılmıştır; bu naatler «Na.at-i hazretti Ali kerrem-Jallahü vechühu» gibi, kimin için yazılmışsa adı söylenmiştir. Naat yazmakla ün almışlara naatgû, cami veya tekkelerde törenlerde naat okuyan'-lara da naat-hân denirdi. Divanlarda kasideler arasına, münacat, ve tevhitlerden sonra naatler. konurdu.

Ya Resullullah o âsi.i siyehrû-yum kim Reng-i rûyum verir ayine-i gufrana sevad Niyyet-i taat edersem de elimden gelmez Oldu nefs-i bediim ol denlû günaha mutad Damenalûde-i isyan o habis-ün-nefsim Ki hevadan geçemem nârdan olsam da remad Rehzene rasgelen rehreve döndüm âhir Eyledi nefs ü heva nakd-i hayatım berbad Kimsenin medhali yok kendi, ısani'amdır hep Ettiğim cürm ü hata kendi e-Umden feryad Ayıptır âkile şeytan’ beni aldattı demek Kendi nefsimdir eden nefsime ilka-yi fesad itikadımda günah eylemeden berterdir Hem edip cürmü hem etmek nazarında feryad Ye’s-i küfr olmasa ol denlû günehkârım kim Kendi amirzişimi eyler idim istib’ad Lîk amsa ki senin şanım fikr ettikçe Ukde-i ye’se gelir dest-i teselliyle küşad Şah-i levlâke gibi hısn-i haşinim var iken, s Ne bu suziş bu güdaziş ne bu ah ü feryad Neı kadar zelzele-i cürm ile virane isem

Var ümidiîn kim olam lûtf-i ebedle abâd Sayeban-i* keremin bast-i cenah etmiş iken

Etmem ümmit ki açıkta kalanı ruz-i maad

Ümmetinden çü senin eyledi Allah beni

Haşe lillah ki mahrum kalanı yevm-i tenad (Nabi ) nadan (Tas.) «bilmiyen, cahil» anlamında olan bu söz, tarikate, tasavvufa yabancı kimseler için kullanılırdı. «Muhtefi . oldular â-lemde erler — Kıymetsiz olmuştur ilm ü hünerler — Her kime kim sorsam arifiz derler •— Benden özge nadan bulunmaz.— Tü-rabî».

nâd

nâd-i Ali (Tart.) Bektaşi ve kı-zılbaşlarda her zaman tekrarlanan bir kelâmdır. Bektaşi geleneğine göre Uhut savaşında Muhammet peygamber çok sıkışık bir durumda kalmış ve Cebrail’den öğrendiği «Nâd-i Ali» yi okumuş. Bunun üzerine Ali «Leb-beyk» diyerek hemen yetişmiş ve .savaşçıları gayretlendirmiş.

«Gam çekme hiç elde iken da-men-i Ali — Nâdi Ali’dedir bize bize va’d-i seyeııceli.— Eşref Pş.»

Nahid (Ast.) Zühre (Venüs) yıldızının eşanlamıdır. Bk. ZÜHRE.

«Bakmasa yıllarca Nahid’in yü-:züne gam yemez — Ayda bir kez hâl-i ruhsarm gören mehrularm. —-Baki» — «Müşteri oldu hıri-dar-i meta-i Nahid — Oldu der-beste-i idbar dükân-i Behram.— Nabi» — «Nehyi esbab-i malâhiye k’ola tefrikasız — Bulmaya haş-re değin berbat-i Nahid düzen.— Nedim» — «Nağma-i Nahid-i şadî savt-i şivendir bana.— Hersek-li».'

Nahit (Gaz.) On beş günde bir çıkarılmaya başlanmış dergi (13 Ocak 1877).

nahnü (Tas.) 1. Nahnü akreb «Biz ona şahdamarından daha yakınız» anlamında bir âyetin kısaltılmış şekli.

2. Nahnü kasemna, Tanrı daha bu kâinatı yaratmadan önce yaratıkların ahn yazılarını belirtmiştir. Şairler «nahnü kasemna» ile bunu anlatmak isterler.

«Bile rızkını Haktan nahnü kasemna plnhan — Nefsin bilmiş er gerek göz hicabın silesi.— Yunus Emre.»

nahs (Ast.) «Uğursuzluk» an-lammadlr. Bazı günlerin uğurlu,

natiiralizna

i barılarının da uğursuz sayılması ı olduğu gibi, yıldızların hareketleri sırasında meydana gelen durumlar böylece ayırdedilmiştir. Satürn (Zühal) ile Mars (Mirrih, Merih) gezegenleri nahs ile nitelenmişlerdir. Bu iki yıldıza nah-seyn.i felek denir.

«Çarhm ki ne saadinde ne nah-sinde beka var — Dehrin ki ne hâsında ne âmında vefa var .— Aldanma anın sa’dine nalısinden alınma — Nahsinde deme mihnet ü sa’dinde safa var.— Bağdatlı Ruhi».

nahv (Gra.) «Sözdizimi» veya «sintaks» demektir. Tamlamalarla (terkipler), enlatım ile ilgili bilimdir. Medreselerde yüzyıllar boyunca arap nahvi okunmuş; Türkçe bir sarf ve nahv (gramer ile sintaks) yapıhmya başlandığı sırada (XIX. yy. ortası) Türkçenin okadar geniş bir nahvi olmadığı fikriyle sarf içinde anlatılmaya çalışılmış, sintaks üzerine ancak son yirmi beş yılda bazı çalışmalara başlanmıştır.

nakarat Şarkılarda tekrar edilen. mısraa «nakarat» denir.

Nakşbendiye (Tas.) Buhara’lı Hacı Muhammet Nakşbent (1318-1388) tarafından kurulmuş olan tarikat.

name «Yazı, mektup, kitapçık» 'anlamlarında olan bu sözle le bazı yazı türlerinin adlan ya-pınuştır: HÂBNAME, SAKÎNA-MB, SALNAME, SEFARETNA-ME, SURNAME, PENDNAME, ŞAHNAME, VEKAYİNAME, ZA-FERNAME (Bu kelimelere Bk.) natüralizm (Fel.) 1. Tabiatın bir yaratıcıya muhtaç olmadan kendiliğinden varlığına, inananların doktrini. Epikurus ile Lucrtius’un doktrini gibi (Matriyalizm ve pan.


teizm eşanlamı; deicm’in karşıt-anlamı).2.(Ah.) İnsan için, hikmetin, tabiat tarafından kendisine verilmiş olan içgüdüleri uymaktan başka bir şey olmadığını yayan daktrin.3. (Est.) Sanatin, sahte ve yapmacık hiçbir şey katmadan, tabiatı olduğu gibi kopya etmek olduğunu öğreten doktrin. Bu anlamdan alınarak XIX. yy. da ilkin realizmin eşanlamı gibi kullanılmış, sonra da Claude Ber-nard’ın biyolojiye uyguladığı tabiat bilimleri metodunu sanata uygulamıya çalışan edebiyat o-kuluna ad olmuştur. Zola, roman için şu metodu ileri sürüyordu: Bir gözlemin uyandırdığı bir insan veya cemiyet olayını alıp bulgularını düzenlemek, deneye uygun olarak sonuca ulaştırmak..

naz, niyaz (Tas.) Naz, Tanrı sevgilisi olanların niteliğidir. Niyaz da Tanrı âşıklarının bir niteliğidir. Erenlerden naz ehli olanlar Tanrıya karşı olmıyacak hareketlerde bulunabilirler, söylen-miyecek sözleri söyliyebilirer. Niyaz ehli ise her şeyinden vaz geçip kendisini-teslim eder. Naz ehli ibadet külfetine bile düşmez. Onun her naz ve istiğnası, niyaz ehlinin ibadetinden yücedir.

nazariye Bk. TEORİ.

nazım sözlerin vezin (Bk.) denilen bir ölçüye uygun olarak söylenmiş, ve her kısmın sonunda belli sesler bulunan ve kafiye (Bk.) denilen hece ile tamamlanmış şekli. Nazım olarak yazılmış yazılara manzume, böyle yazı yazanlara da nâzım denir.

nazımlama (Kom.) Nazım yazmak sanatı.

nazım şekilleri (D. e.) Mısralarm sayısına, kafiyelerin dizilişine göre manzumelerin girmiş olduğu kılığa şekil denir. (Eşkal-i nazım) Nazım şekilleri: mısra, ferd, beyit, kıt’a rübai, mürabba, muhammes, müseddes, müsebba, ter-kib-i bent, terci-i bant, kaside, gazel, mesnevi, müstezat.

(H. e.) Bunlar arasında mani bir şekil özelliği gösterir; ötekiler şekil bakımından büyük bir ayrılık göstermezler, birkaçı konusuna, çoğu da saz ile söylenişlerine göre adlandırılır: Mani, koşma, varsağı, ağıt, destan, semai, divan, kalenderi, yedekli.

(T, e.) Nefes, devriye, İlâhi, nutuk, destur

nazire (Tür) Manzum bir yazının, en çok da gazelin başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yazılmış benzerine denir. Bunu yapma işine Tanzir denir.

'nefes (Tür) Bektaşi törenlerinde makamla okunan, bektaşi şairleri tarafından inanışları yolunda düzenlenmiş manzumeler. «Nefes» denilin t. si, bunların sadece şiir olmayıp iç bilgisinden, gerçekten sök ecelmiş ve kutsal, bir ilham ile söylenmiş şeyler olduğunu anlatmak içindir. Öteki tarikaterden bazılarının İlâhileri yerindedir.

Eşrefoğlu al haberi

Bahçe biziz gül bizdedir Biz bir Mevlânm kuluyuz Yetmiş iki dil bizdedir

Erlik midir eri yormak Irak yoldan haber sormak Centteki ol dört ırmak Coşkun akan* sel bizdedir

Adam vardır cismi semiz Aptes alır olmaz temiz Halkı dahleymek nemiz. Bilcümle vebal bizdedir

Arı vardır uçup .gezer Teni tenden seçip gezer Canan bizden kaçıp gezer Arı biziz bal frizdedir

Kimi sofi, kimi hacı Cümlemiz Hakka duacı Resul-i ekremin tacı Aba hırka şal frizdedir

Biz erenler gerçeğiyiz. Has bahçenin çiçeğiyiz Hacı Bektaş köçeğiyiz Edep erkân yol frizdedir.

Kuldur Haşan Dedem kuldur Mânayı söyliyen dildir Elif Hakka doğru yoldur Cim ararsan dal frizdedir.

(Âşık Haşan)

nefis, nefs «Ruh» ve «iç» sözleriyle eşanlam gibidir. İnsanın iç âlemini anlatır bir sözdür. Çoğulu «nüfus» ve«enfüs» gelir. İnsan içinin gerçek âleme, iyiliğe yöneldiği zaman «ruh», böyle olmayıp da dünyaya düşkün olur, kötülüğe yönelirse «nefis» diye adlanır. Sofiler, nefsi yediye 'ayırmışlardır: 1. Nefs-i emmare (kötülük yapmıya zorlıyan nefis), 2. Nefs-i levvame (kötülük yapınca kendini kınayan nefis), 3. Nefs-i mülkime, (Tanrının iyilik ilham buyurduğu nefis), 4. Nefs-i mut-ma,me ( imanda sürçmeyecek dereceye erişmiş nefis), 5. Nefs-i razvyye, (Tanrıdan razı olan nefis). 6. Nefs-i marziyye (Tanrı rızasını kazanmış nefis), 7. Nefs-İ zekiyye veya safiye (tertemiz, a. nnmış olan nefis). — Nefs-i cüz’i, nefs-i küllinin ufak, bir parçası demektir ki bununla herkesin ayrı ayrı olan nefsi anlatılır. Nefs-i emmare, buyurucu, zorlayıcı nefis. İnsanın madde varlığı, canlı tarafını meydana getiren şey. İnsanı hiç durmadan kötülüğe sürükler. Nefislerin en alt frasama-gıdırJVe/s-i natıka, akıl demektir.

Nemide (Bib.) Halit Ziya Uşak-lıgil’in romanıdır (1889). Biri hastalıklı, öteki sağlam yapılı iki genç kızın aynı delikanlıya karşı olan gizli savaşlarını Nemi-de'nin bu işteki fedakârlığını anlatır.

Nemrut (Mit.) İbrahim peygamberi ateşe attıran hükümdar olup Bahirin kurucusu sanılır. Bunun yaşadığı zaman kesin olarak belli değildir, İ. Ö. 2640 yılı söyleniyor. Bir de, bunun bir kişi adı olmayıp bütün Babil hükümdarlarının unvanı olduğu da söylenir. İbrâhim peygamberi ateşe attırdıktan .sonra görülen mucize üzerine yine hak yola girmemiş burnundan (veyâ kulağından) giren sineksi bir böcek hastalanmasına sebefrolmuş, başının ağrısını geçirmek için . kafasını tokmaklarlarmış.

neo-plâtonizmı (Fel.) Bu doktrin III. - VI. yüzyıllar sırasında büyük bir önem kazanmıştır. A-dından da anlaşılacağı -gibi, Eflâ-tun’un fikirlerine dayanan bu felsefe düşünüşü İskenderiye’de doğmuştur. Asıl kurucusu Ammoni-us Sccas, hıristiyandı. Böylece, Eflâtun ile Pythagoras yolunda olanlar, bir yandan da Tevrat a-çıklamalariyle Kabbal’ı hazırlayan veyahut grek felsefesini ya-hudilikle uyuşturmıya çalışan çe. şitli yahudi mezhepleri, bir yandan Zerdüşt ile ilgili olduğunu söyliyen gnostikler hepsi İskenderiye’de toplanmışlardı; bütün bun ların arasında yine grek felsefesine karşı gelmek isteğinde olan

gibi gösterme.

nesir (Kom.) Konuşulan dile, bu dilin geçer şekline denir. Edebiyat sanatının iki anlatım yolundan biridir.— Nesir, gerçeğin anlatılması demek olduğuna göre aklın kontrolü altında hayal ve duyuların yardımiyle ve gözlem, tümevarım (indüksiyon), tümdengelim (dedüksiyon) sonucudur. İdealin anlatımı demek olan ve güzeli anlatan nazım ise hayal ve duyarlık dilidir. Divan edebiyatında nazma önem verilirdi, öğretilmiye ve öğrenilmiye değer tek şey sayılırdı. Tanzimat-tan sonra da bu düşünüş sürmüştür; edebiyat kitapları son zamanlara kadar nazmın özelliklerini, türlerini anlatıp durmuşlar edebiyat sanatlarını nıazım örneklerle öğretmiye çalışmışlardır.

nevruz (Mit.) «Yeni gün» demektir. Güneşin Hamel burcuna girmesi günü, eski «mart dokuzu» (21 Mart) dedikleri gün. Bu bahar başlangıcı Farslarda Güneşe tapma geleneğinden kalmıştır. Nevruz, töuenle karşılanır, yiyecek içecek şeyfiSr özellikle hazır-nırdı.                           ,

nevruziye (Tür) Nevruz günü sunulmak için hazırlanmış manzume ki çoğu defa bir kaside olurdu.

Hoşâ mübarek ü mesut ruz-i ferruh-dem

Zihi küşade vü dil-keş zama-ne-i hurrem

Bu ruz odur kj revadır ma-kam-i hizmette Sipli|Wııti pîr-i külflen-salin ola kameti ham Bu ruz odur ki sabahında sad safa muzmer Bu ruz odur kj, mesasmda bin ferah müdgam


hıristiyan felsefecileri de vardı. Bu çeşitli inanışların birbirleriy-le karışmasından karışık bir ruh durumu meydana çıktı. Tenkidci bir şüphecilik ile hurafelere inanmak saflığı bunda hâkimdi. Toplumun ve ruhun geçirmekte olduğu bir buhran insanlarda bir çilecilik tepkisi meydana getiriyordu. Neo-plâtonizmin üç temel karakteri olan eklektizm, mistiklik, çilecilik çevrenin etkisiyle açıklanabilir. Bir açıklama şekli de, rasyonalizm ile mistisizmi birbi-riyle uzlaştırmıya çalışan bu mes-lektekiler diyalektik, akıl, vecit, kendinden geçme gibi vastalarla Tanrıya kadar ulaşılabileceğine inanıyorlardı, ilkçağ düşünüşiyle Ortaçağ düşünüşü anasında bir geçiş durağı gösteren bu felsefe görüşünün en büyük temsilcisi Plotinos idi.— XIII. yüzyılda Mevlâna’da güzel ve şairce',ifadesi görülen İslâm tasavvufunun, neo—pâtonizm etkisi altında kaldığı görülür.

Neriman (Mit.) Şehname kahramanlarından olup oğlu Sam, Feridun- zamanında cihan pehlivanı olmuş, onun oğlu Zal da Siyistan hâkimi Mihrabe’nin kızı Rudabe ile evlenmiş, bu evlen-meedn Rüstem dünyaya gelmiştir.

«Aşkın önüne durur Neriman — Varsa yine pehlivan-i dildir.— izzet Molla;/.

nes'ib (Naz.) Kasidelerin başlangıçlarında bulunan kısımdır ki, konusu sevgi ve sevgili tasviridir, (manzara, mevsim' tasvirlerine teşbib denir). Şair bu kısımdan sonra girizgâh ile asıl maksadına geçer.

nesih, nesh (D. e.) Başka birinin manzumesini kendi malı imiş

Bu ruz odur ki sezadır olursa bir demine Feda zamane-i sad , Baykara vü müddet-i Cem Bu ruz odur ki bu ealin içinde rifatle Bakkılsa şöyle nümayan durur misal-i âlem Bu ruz odur i k’anı takvim-i asman içre Nişanlandı yine Bircis alıp eline kalem Bu ruz odur ki yazıp namını felek ikbal Dü nokta-veş kodu kaf üzre Ferkadana hem Bu ruz odur ki onun subhu ta-lât-i canan Şebi o talât-i zibada zülf-i ham Bu ruz odur ki revandır anı musah:b-i çarh Celâle medbe-i tarih edip kıla mu’lem Bu ruz odur ki bu sal içre sadr-i zi-şana Keremle eyledi teşrif Asaf-i âzam (Nedim) nida (D. e.) Sevinç, şaşma, acıma, öfke, yalvarma... gibi duygulan belirtmek için sesi yükselt-miye, birine karşı bunu belli e-deeek «A, , ey, eya, eyvah» gibi ünlemler kullanmaya denir.

«Ey padişah-i arif ü danişver-i âlem — Vey şah-i cihangir-i za-fer-yaver-i âlem.— Nef’i».

Nigâristan (Mit.) Ünlü ressam Mani’nin resimlerinin bulunduğu dergi.

nihilizm (Fel.) Bütün gerçekleri inkâr eden doktrin.

Nimetşinas (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı (1300). Evlâtlık gibi büyütülen bir kızın dmda kendisine karşı uyanan sevgi duygularına, hanımına bağlılığından dolayı karşılık vermemesinin hikâyesidir, Mürebbiye romanının karşıttezi sayılabilir. Ya'zar, bu eserini, annesinin hâtırasına Armağan etmiştir.

niyaz (Tari.) Bektaşilerde, babaya saygı gösterme demektir. Diz çökerek babanın sağ ve sol dizini öpmak suretiyle bu saygı gösterilirdi. Bazıları, dört elemanın görünüşü olarak dört yeri öpmeyi niyazın gereklerinden sayarlardı. Eski yazıya göre bu söz de (i ve y ikisi birdir) dört harflidir.

nokta (Tas.) Nokta, kalemin kâğıda değdiği zaman ilk meydana getirdiği şekildir. Onun için nokta taayyün işareti, hattâ mutlak varlık sayılmıştır. Nokta uzatılınca elif şekli meydana gelir. Bu da Mutlak varlık işaretidir. Bk. ELİF.

«Kılsa bir noktaya eğer ki nazar — Anda cümle cihanı seyr eyler — Nokta câm-i cihan-nü-ması olur — Zerre hurşid-i dil-küşası olur — Oldu bu sırada akl-i kül hayran — Noktada dere olur ulûm-i cihan — Nokta seyrinden olmayınca hıabîr — Sana malûm olsa mı sırr-i zamir.— Yahya Bey»—«Hep maglata vü lâklakadır bâtın ü zâlıir — Bir nokta imiş asl-i suhan evvel ü. âhir.— Bağdatlı Ruhi».

sokta'ama (Kem.) Nokta, virgül, noktalı virgül, ünlem, soru, tırnak, parantez gibi yazı işaretlerini yerli yerine kullanmıya denir. Batı düşünüş ve yazış yolu tutulmıya başlanıncaya kadar yazıda böyle işaretler kullanılmamıştır. Cümle kuruluşları da bu-

k'apılandığı bir evde, evin dama-1 na göre yapılıyordu, Tanzimat’tan


Nuh

;onra yazı işaretleri kullanmaya başlanınca (ilk kullanan Şinasi-dir) yavaş yavaş bu işaretlerin cümle kuruluşlarında etkisi gö-rülmiye başlanmıştı^

Nuh Peygamberlerden olup Âdem’den 1742 yıl sonra dünyaya geldiği söylenir. Elli yaşında kav-mini imana çağırmıya memur e-dilmişse de kimse bunu dinlemediğinden Tanrı tarafından kendine inanan birkaç kişi ile canlılardan birer çift almak üzere bir gemi yapmıya Tanrı tarafından memur edilmiş; gemi bitince Ham, Sam, Yafes adlı üç oğluyla karılarını ve hayvanlardan birer çiftini gemiye aldıktan sonra kırk gün kırk gece yağan yağmurlar, sonunda yeryüzünü sular örtmüş, bütün canlılar yok olmuştur. Yüz elli gün sonra dağ tepeleri görüni miye başlamış, Nuh’un gemisi Cudi veya Ağrı (Ararat) dağı tepesinde durmuştur. İnsanoğulla-rı, ikinci defa olarak Nuh peygamberin üç oğlundan türemeye başlamıştır( Hami, Sami, Yafes oğullan),

«Ömr-i Nuh olsa kenara Varamaz fülk-i vücut — Kapladı çevre yanım gözyaşı tufan-şekil.— Hayali». — «Vâye-bahş olsa eğer tab-i sehil-i cudu — Keşti-i Nuh’a döner âb-i akik üzre Yemen.— Nedim».

(I. K.: Nuh, Tufan, gemi, sefine, keşti).

Nur Baba (Bib) Yakup Kadri Karaosmanoğlünun romanı (19-21).

Nuşirevan (Tar., Mit.) Adaletiyle ün almış bir Hars hükümdarı. Sasanilerdendir. Kırk sekiz yıl hüküm sürmüştür; «Nüşire-van-i âdil» derler. Muhammet peygamber bu hükümdarını son yıllarında dünyaya gelmiştir.

«Cihan rahattadır ahd-i şerifinde nola olsa — Zamıan-ı devletinde; reşk eder eyyam-i Nuşrevan.— Fıtnat».

nutuk 1- (Tür) Dinleyiciler önünde söylenen söz demektir. Böyle sözlere bizde bir edebiyat eseri olarak bakılmadığı için Namık Kemal «edebiyatımız nutuk denilecek bir esere malik olmadıktan başka mükalemede flasahatin kadri bile malûm değildir» diyor.— Tanzimat'tan bu yana söz söylenebilecek serbestlik zamanlan aralıklı ve az olduğu ,jçin nutuk türü tamimiyle gelişmiş sayılamaz. Bk. HİTABET. 2. (Tas) Büyük şeyhlerin yol gösterme için yazdıkları manzum veya mensur .yazılara da denir.

Nutuk (Bib.) Atatürk’ün 1927 de toplanan, fırka Kongresinde söylediği ve İstiklâl savaşı olaylarını açıklayan uzun nutku. «Gençliğe Hitabe» bu Nutk’un son paragrafıdır.

nüh Farsça dokuz demektir. Arapçası «tis’a» dır. Dokuz felek (Bk. felek) ve Dokuz nefs (Bk. Nefs) için niıhfetek-, nufus-i tis’a. sözleri kullanılır.

nüsha (Bil.) Bir eski yazarın çeşitli zamanlarda, türlü kişiler ta fmdan yazılmış aynı' eserinin her biri. İncelemelerde böyle nüshaların birbirleriyle karşılaştırılma işi önemlidir.

Edebiyat S. F — 14


obje (Fel.) «Nesne» demektir. Göz önünde olan, göze görünen şey. Süjenin kargıdı olarak, onun dışında olan demektir.

objektif (Nel.) Obje İle ilgili, nesne’ anlamıniadır. Fikrin dışında, ondan ayrı olarak var olan şey.— Herkes için aynı değerde olan, özel bir anlayışın veya düşünen kimselerin duygulu durumlarının etkisi olmıyan şey anlamına dia gelir.

obskurantizm (Fei.) XIX. yy. da Almanya’da aydınlık (akıl) felsefesine karşıt olarak kullanılmıştır. Akıl, deney ve bilimler ü-zerine kurulmuş olan aydınlık (akıl) 'felsefesinin kargıdı olarak bilimde din ve metafizik etkileri hoş gören, sadece sanat düşüncelerini üstün tutan, bilgisizlik taraflılığı.

ocak 1- Aile, ev, 2. Aynı aile-dennıiş gibi yakınlık duygusu geliştiren geniş kuruluş. 3. (Tari.) Bektaşi meydanlarında, kıble yönünde bulunan ocak, veya ocak sayılan köşe. Bu ocağın bir yanında Seyit Ali postu, bir yanında dia Horasan postu bulunurdu.

od (Tür) Grekler ve Romalılarda lir çalınarak söylenen lirik nazma verilen ad. Özel temleri, bentlerinin yapısı, bazı ritim şekilleri bunu öteki lirik manzumelerden ayırır.

On dört masum (Tas.) «Çihar-dih masum, On dört kuzu» da denir. (Kuzu masumluk sembolüdür). Saızşairteri on dört kuzu ile Şiilik inanışına göre, hiçbir eksikleri olmıyan on dört kişi, on iki imam (Bk.) ile Muhammet peygamber ve kızı Fatma’yı anlatmak isterler. Bektaşi, Kızılbaş şairlerinde, hattâ âşıklarda bu «on dört kuzu», on ikr imıam inanışı çok yaygındır. (Kendilerini Şiilikle suçlandırmak istemiyen şairler «masum» sözü yerine «kuzu» yu kullanmışlardır).

On iki imam (Tar.) Şiilerin inandıkları on iki imam. Bunlar 1. İmam-i Ali (Murtaza), 2. Haşan (Mücteba), 3. Hüseyin (Şe-hid). 4. Ali (Seccad) veya Zeyne-labidin, 5. Muhammet (Bakır), 6. Cafer (Sadık), 7. Musa (Kâzım), 8. Ali Rıza, 9. Muhammet (Cevat) yahut (Naki), 10. Ali (Hadi) yahut (Tâki), 11. Haşan (Askerî), 12. Muhammet (Mehdi). Bunlara farsça düvazdeh imam, arapça İmam-i ismi aşer denir; mezhebe rmamiyye, yahut İsna-aşerlyyc veyahut Caferiye denir.

on iki kapı (Tas.) İnsan vücüdu demektir. Çünki 2 göz, 2 kulak, 2 burun, 1 ağız, 2 meme, 1 göbek, 1 ön, 1 art olmak üzere on iki delik vardır, bundan dolayı vücuda on iki kapılı bir şehre benzetmiştir.

«Kapısı on iki pare — İstediğin şara geldim.— Pîr Sultan Abdal».

on iki koyun (H. e.) Saz şairleri, sünnilerin cahil ve mutaassıplarının hücumlarına karşı korunmuş olmak için «İmam» sözü yerine «koyun» sözünü kullanmış lar ve On iki imamı bu şekilde söylemişlerdir. «On iki oyunum ot dört kuzum var— Gönül yaylasında cevlân ederler. — Dertli»

onomatope (Dil.) Bir şeyin çıkardığı sesi taklitle yapılmış kelime (yansıma). Şarıltı, hırıltı... .gibi.

ontoloji (Kel.) Varlığı sadece var olma bakımından inceleyen metafizik kolu.

opera (Ti.) Şarkılı, nazımlı tiyatro eseri demektir. İçinde nesir konuşma yoktur. İlkin İtalya’da başlamış, XVII. yy. Fransa’ya geç .iniştir. Asıl opera, mızıkası yapılmış bir çeşit trajedidir. Gounod tarafından mızıkası yapılan F«-ust operası gibi. Opera - bu.f, çeşidi konusu komik olandır. Ros-sjni'n Sevil Berberi gibi. Opera ko. mik acıklı ile 'gülünç karşılığı bir -dram olup şarkılar arasına konuşmalar da katılır. Bizet’nin Car-'' men- eseri gibi. Opera komiklerin küçük olan ve daha çok gülmeye yer veren çeşitlerine operet denin

orijinallik Taklit ve aşırmanın kargıdı. 1. İlk meydana getirilen eserin 2. başkalarına örnek olan eserin niteliğidir. Bu niteliği o-lan esere Orijinal denir.

ortaya düşmüşlük (Kam.) ortaya düşmüş anlatım,' halk, çarşı pazar, sokak... dilinden alınma fikir ve mecazlar kullanılarak yapılır.

Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası (Gaz.) Ali Emir! tarafından 1915 Martından aylık ola-, rak yaymlanmıya başlanmış dergi-

otobiyografi (Kom.) Birinin ken di hayatının olaylarım yazdığı eser.

otodidakt Yalnız başına kendini yetiştirmiş kimise.

otorite İleri sürülen bir fikiri desteklemek üzere tanık gösterilen, güvenilmeye değer yazar.

ozan Eski oğuzlarda halk şair -türkücüsüne verilen ad. Sonradan saz şairi:, âşık denilmiye başlanmıştır.

Öğretme türü (Tür) Bir şey öğretme isteğiyle yazılmış öğretici yazılar türüdür, didaktif de denir. Eskiden talimi adı verilirdi. Edebiyat eserlerinin ilk sınıflandırılmasında epik, dramatik, lirik ve didaktik dallar ayrılmıştı. Kâğıt ve basma sisteminin bulun masına kadar kolaylık olsun diye bütün fikir ürünleri hemen hemen manzum olarak yazılıyordu. Sonra bir kolaylık da manzum sözlerin nesirden ziyade kolayca hatırda tutulduğu, ezberlenebilmesi idi. Onun için böylece öğretici bir amaç güden eserler manzum yazılıyordu. (Orta Asya yazılan Kutatgu Bitik, Atebek-ül-hakayfSc, Anadolu’da XIII. yy. da ve sonraki yüzyıllarda yazılmış olan G-aripname, Rübabnamc, Mevlût... gibi eserler).— Son zamanlar böyle bir ayırmanın zorluğu meydandadır. Çünkü türler birbirine çok karışmış bir durumda olduğu gibi, yepyeni yazı çeşitleri de meydana çıkmıştır.

öğütlük (Tür) Nesir veya nazım olarak yazılmış, maksadı sonunda belli olan küçük bir hikâye,

Bk. KISSA.

ölçü Bk. TARTI. VEZİN.

önceleme . (Kom.) Umulan bir soruya önceden karşılık vermiş olma. (Sual-i mukaddere cevap).

öncü Sanat dallarından her hangi birinde, var olanın ilerisine geçen, onu göstermek için yeniliğin çığırını açmıya uğraşan.

öncüller (Fel.) Bunlara «premis. ler»de denir. Bir kıyas (tasım) meydana getirirken kurulan ilk; iki terim.

Önsöz (Kom.) Bir eserin özetini,, hangi istekle, neyi amaç edinerek meydana getirildiğini anlatma, yolunda, yazarın o eserin başı-, na yazdığı kısa yazıya denir. Di-, van edebiyatında bu çeşit yazılar «Sebeb-i telif-i kitap» başlığı altında yazılırdı. Tanzimat sonrası yazarlarından bazıları bu yolda, önemli bazı önsözler yazmışlardır: Namık Kemal Celâl, Recai-zadef Zemzeme, Abdülhak Hâmit. Tarhajn Mafcfeer önsözlerinde ö-nemli saydıkları fikirlerini özetlemişler, savunmuşlardır.

örf Bu söz hemen hemen âdet ile beraber kullanılır. Aralarında, pek ince ayrıntı bulunmakla beraber bazıları ikisini aynı tarifle anlatırlar. Örfü sözle veya davranışla olur, âdeti de yalnız dev-ranışla olur diye ayırtlar yapanlar vardır.

övgü Birini veya bir şeyi övmek yolundaki yazılara denir,. Bk. MEDHİYE.

özdeyiş (Tür) İnsan düşüncesinin, tıpkı ata sözlerinde, peygamber sözlerinde, öğütlerde olduğu gibi, en kısa sözlerle anlatılması «^anipkıtir. Ata sözlerinden ayrıldığı nokta bunları söy-liyenlerin belli olmasıdır. Belki zamanla özdeyiş söylemişlerin adlara unutulup o sözlerden bazıları ata sözü sayılabilir.— Özdeyişler, bir yazarın eserlerinde dağınık olarak bulunabileceği gibi, doğrudan doğruya bu şekil-de fikirler söyliyenler de olmuştur. Eskiden «cümel-i hikemiye» diye toplanmış olanları vardır. Cenap Şahabettin’in «Tiryaki sözleri» bu türün örnekleridir.— Öz •deyiş bir bakamdan nesir anlatımın ıen olgun şeklidir. İnsanlar arasında genel, ve ortak gerçekleri anlattığı için çok defa aynı •özdeyişe türlü milletlerde ve yazarlarda raslandığı olur.

Buna özsöz de denir.

özensizlik (Kom.) Dikkatsizlik yüzünden yapılmış olan ufak tefek üslûp yanlışlan.

özenti (Kom.) Bir anlatımda, tabii söz söylemenin dışında söyleyebilmek için kendini zorlama. Basit ve sade (anlatımın daha uygun gelebileceği yerlerde zoraki sanatler yapmıya kalkışmak tan ileri gelir.

özlü (Kom.) Az kelime ile çok şeyler anlatan söz veya yazı. Özlülük, bütün bir fikirler ufkuna geniş ve çabuk bir bakış ile onu aydın aynı zamanda kesin bir şekilde anlatmak demektir.

padişah Osmanlı hükümdarlarının lâkabı.                    t

paleontoloji (Bil.) Yeryüzünde; örgenleşmiş varlıkların ' kaybolmuş izlerini araştıran bilgi.

palhenk (Tarl.) Anlamı «ip, kement» demektir. Dervişlerce; Tanrıya bağlanmaya sebebo-lan şey anlamında kullanılır. Bektaşiİerde kemer üstüne bağlanan ve çoğu defa Balım taşı denen veı Kırşehir’de çıkan bal-,gami taştan yapılma on iki köşeli bir taştır. El büyüklüğünde veya daha büyük olur. Gümüş veya nikelden bir muhafaza içime alınır. Arkasındaki halkaya örme bir kuşak takılıdır. Bununla kemere bağlanır ve sol tarafa eğilirdi.

«Yunus var indi tövbe kıl can .sende iken et amel — Âşık isen kuşam gör dervişlerin palhengi-ni.—. Yunus Emreı».

panteizm (Fel. dok) Yaradan-la yaratılan şeyler arasında ayrılık tanımıyan doktrin. İslâm sofiliğinde vücudiye ile bir gibidir. Bu doktrin natüralfot ve idealist olarak ikiye ayırıhr. Islâm sofilerinin vahdet-i vücut adını verdikleri doktrin, aşağı yukarı panteizm idealist doktrininden başka bir .şey değildir. Aralarındaki ince bazı4 da derince ayrılışlar olduğu halde yakın noktalan daha çoktur. Aslına bakılırsa bu idealist panteizmin de kollara çeşitlidir: Neo-platoncular, Spinoza veyahut Haegel’ciler aynı kadro içine 'girebilmekle beraber birbirlerinden çok farklıdır.— İdealist panteizmin temeli şudur: Buna göre, yalnız Tanrı gerçek varlıktır; âlem, sürekli bir gerçeği olmıyan, ayrıca bir cevheri bulunmayan görünüşlerin yahut sudur ve tecellilerin bütününden başka bir şey değildir. İskenderiye okuluna göre, Tanrıdan başka gibi görünen her şey ondan çıkmışlar, yine ona döne-çektir. İslâm sofiliğinin bundan ballıca ayrılığı Tanrıyı bir cevher saymamasıdır; halbuki panteizm Tanrıyı böyle saymakta, yalmz bütün varlığın ondan başka bîr şey olmadığını, yani cevherin bütünlüğünü kabul etmektedir.

pantomima, pandomima (Tiy.) Maksadı!}, söz yerine hareketle anlatıldığı, içinde hiç konuşma olmıyan piyes; dilsiz oyunu.

paradoks (Fel.) Bellenilmiş fikrin karşıdı olan fikir. Ciddi bir veriye dayanmıyor gibi gözüken bir ipotez, herkesçe kabul edilmiş sam ile karşıt görünür gibi olan fikir... bunlara paradoks denir.— Rousseau «Peşin hüküm adamı olmadansa paradoks adamı olmayı üstün bulurum» der.— Peşin- hüküm, tartışmıya lüzum görmeden kabullendiğimiz sahte bir sanıdır, gelenek veya alışkanlığın sonucudur.

paragraf (Kom.) Bir fikrin geliştirildiği yazı bölümüne denir, Paragraf, tek bir cümle olabileceği gibi, birkaç cümleden de meydana gelir. Bu bakımda bir yazıda ne kadar satırbaşı varsa okadar paragraf var demektir. Yazılarda maksada girişmek için bir, gelişme bölümünde ikinci derecede fikirlere göre birkaç ve sonuç için de bir paragraf bulunur.

pamasyenler (Ed. Tar.) Fransa’da 1850 yılında başlıyan ve Romantizme karşı bir tepki olan realizmin nazımda temsilcileri o-lan şairlere denir. (Parnas, grek-lerde tmüzlerin oturdukları dağın adıdır. Paris’te bu adla yayımlanan bir dergide yazdıkları için bu şairlere Pamasiyen denilmiştir). Theophile Gautieır’nin ortaya attığı «Sanat, sanat içindir» teorisini kabul etmekle işe başladılar, bir çeşit ahlâk kayıtsızlığına yöneldiler; plâstik güzelliğe önem verdiler; dış âlemi tasvir ile uğraştılar; egzotik şeylere merak sardılar; şekle önem verdiler. Sonraları her biri bir yol tutan bu kırk kadar şairin içinde belli başlıları: Heredia, SuDy Prudhomme, F. Coppee, Verlai-ne, Mallarme... dir.— Bizim Tanzimatçıların yazı yazdıkları zamanda bu edebiyat okulu en parlak devrinde olmakla beraber, bunların etkileri ancak Edebiya-tıcedidecilerle memlekete girmiştir.

parmak hesabı Bk. HECE' VEZNİ.

pastiş (Kom.) Ünlü bir yazarın üslûbunu, dilini, anlatım yolunu, fikirlerini bir esir gibi taklit etme işi için kullanılır.— Güldürmek için nükteli ve açık pas-tişler vardır ki tenkid bakımından önemlidirler. Çünki şu veya bu yazarın bazı kusurlarını kabartı haline koyar. Bu bir çeşit tehzil olmaya yaklaşır, fakat ondan incelik ve sıhhat bakımından ayrılır. Fazıl Ahmet Aykaç” m Onlar gibi diye yazdığı birkaç nesir ve nazım parçası bunun en güzel örnekleridir.

pastoral (Tür ) Greklerin ₺«_ kolik dedikleri türün başka bir adıdır. Türkçeye Edebiyatıcedi-de zamanında eş’ar-i râîyane diye çevrilmiştir. Şahıslan çobanlar olan her türlü sanat eseri (müzik, resim...) hakkında kullanılır.— Greklerde Teokritos,. Romalılardan da Vergilius (eğ-loglariyle) bu türün ünlü şairleridir.' İtalya’dan Batı dünyasına XVI. yy. dan sonra yayılmıya.

başhyan bu tür, daha çok, hiçbir gerçeğe dayanmıyan çoban tasvirleri altında aşka, şövalyeliğe, politikaya, felsefeye ait çok inceltilmiş duygulan anlatır bir şekil almıştır. Şehirlilerin kır hayatı için olan özlemlerini yatıştırmak üzere yine şehirliler tarafından yazılmışlardır; onun için realizmden çok yapmacıklı, incelmiş duygulan anlatmıya alet olmuştur. Eglog ve idil olarak iki çeşidi vardır.— Tiyatroda da, barji-komedi tarzında, korosu çobanlardan meydana gelen pastoral dramatik diye bir şekil meydana getirilmiştir.

patetik Seyirciler veya dinleyiciler üzerinde derin etki yapacak şekilde . düzenlenmiş 'şey. DrâmaHjk ile aralarında fark var dır: birinden birinin hayatına mal olacak olan iki kişinin gürültülü karşılaşması dramatiktir; seyircilerce bilinen fakat oyuncuların bilmediği şekilde bir baba ile oğlun karşılaşması olayın dramatiğine patetik katar.

perde, (Tiy.) Tiyatro eserlerinde, piyesin belli başlı bölümlerini ayırmada kullanlır. Grek tiyatrosunda bu ayırma âdeti yoktu. Aristo’nun şiir üzerine olan eserinde bu işle ilgili hiçbir kayıt yoktur. Fakat yine grek piyesleri protas, epitas, katatas, katastrof diye belli bölümlere ayrılmıştır. Bu perde âde ti Lâtinlerde başlamıştır; bir piyes beş perde olmalıdır kuralını onlar koymuşlardır. Fransız klâsik tiyatro yazarları bunu değişmez bir kural olarak benimsemişlerdir.— Bu perde ayırmasının piyesin aksiyonuna uygun olması, her perdenin dramatik birkaç durumu gruplaştırması, böy-


lece bir bütün meydana getirerek ebzülüşe doğru ilerlemesi gerektir. Perdeler arasındaki kesinti ile, dekor değiştirilir, gerçeği andırışı kolaylaştırmak için perde arası sırasında bir şeyler geçtiği sanısı meydana gelir, öylelikle bazı ayrıntıların seyirci zihninde uyanmasına yol açılır.— Trajedi, bugün de beş perde, komedi ve piyesler ise üç, dört veya beş perde olarak yazılmaktadır. Bir perdelik piyesler de vardır.

periyot (Us.) Düzenli bir aralıkla tekrarlama demektir. Birkaç cümlecikten yapılmış olan cümlenin hareketinden meydana gelir. Her uzunca cümle periyottu sayılmaz; periyotlu olması için cümle yapısında armoni olması, ritminin de iyi bulunması gerektir. Böyle bir cümle ku-' ruşunda başarı göstermek zordur. Hikâyeye hiç gitmez. U-zun cümlelerle yapılabildiği için iki, nihayet üç tanesiyle bir paragraf kurulabilir.

peripesi JKom.) Bir roman veya bir tiyatro4 eseri kahramanının durumunda meydana gelen umulmadık talih değişikliğine denir. Özel olarak, bir tiyatro piyesihlin çözülüşünü hazırlayan son değişiklik demektir.

Peşenk (Tar., Mit.) Fars hü-kümdarlarindandır, Efrasyab’m babasıdır.

petrarkizm (Ed. Dok.) On dördüncü yüzyıl İtalyan şairlerinden Petrarca’nm lirikliğini taklit etmek yolu. Konuda, kibarca sevgi, endişeli tutku, platonizm-dekihi andırır yolda sevgi; üslûpta, karşıtezler, iğretilemeler, çoğu defa yapmacık olan yazı sanatları kullanma şeklinde gözükür.

pindarizm t. Ö. dördüncü yüzyıl Grek şairlerinden Pindar’ın lirizmini taklit yolu. Konuda tanrıları, kahramanlan övme, orta-malı sayılacak ahlâkçı öğütler, masallar; üslûpta hatiplik, bilgince vel güç mitoloji imajları kullanma şeklinde görünür. ,

pir • «Yaşlı» anlammadır. OsmanlI İmparatorluğu zamanında her esnaf takımı kendine peygamberlerden birini koruyucu, pir olarak sayardı. Bazı dükkân-1


landa «Her seherde besmeleyle açılır dükkânımız —' Hazret-i... pirimiz üstadımız» levhası bulunurdu.— Tarikatlerde pir, o ta-rikati kurmuş, tarikate kendi a-dmı vermiş olan büyük velidir. Meselâ, mevlevilerin piri Mevlâ-na; bektaşilerin Hacı Bektaş’tır. Bu tarikatin tarihinde büyük rol oynamış, tören ve erkânında değişiklik yapmış, ona yeni bir hayat vermiş olan Balım Sul-tan’a da pîr-i sani (ikinci pir) denir.— Daha geniş anlamda mürşid demektir; kutb da bu-dur. Melâmilerde bu anlayış hâkimdir.

«Bu şekk, bağrımda gâh ü bi-gâh, Dolaştım «Hu!» deyip dergâh dergâh, Ümit ettim, ki bir pîr-i dilâgâh Desim «Destur!» mihrab-i hatadan.— Beyatlı».

plîr-i mugan, Bk. MUG.

pitoresk (Kom.) «Resim gibi olan, resmimsi» (Bk.) demektir. Tasvir yapan bir üslûptaki renkler, değişiklikler övülerek anlatılmak istendiği zaman kullanılır.

piyes (Tiy.) Sahne eserleri için kullanılan genel ad.

plân (Kom.) 1. Bir kompozisyo-'

nun buluşlan yapıldıktan sonra onu gerçekleştirmiye başlanacağı sırada tutulması gerekli yol. Bu anlamda düzenleyip iieı birdir. 2. Sinemada filmin dramatik birimidir. Kameranın işltemiye başlaması ile durması arasındaki parçaya denir. Senaryolar plânlara bölünmüştür. Her plân en çok bir dakika kadar sürer: bir filim ortalama hesap 450 ile 700 plân arasında değişir.— Genel plân, bir dekoru bütüniyle gösteren plân olup,


tasvirci değeri vardır; ortta plân, filimdeki kişileri tepeden tırnağa gösteren plân olup hikâyeci değeri vardır; Amerikan plânı, kişiler ve onların oyunlarını yakından gösteren, yarıya kadar büyülten plânlardır ki dramatik değeri vardır; Birinci plân, oyuncuların büstlerini gösterecek yakınlıkta olan plânlar olup dramatik dleğeri vardır; Büyük plân, bir yüzü veya bir aksiyon ayrıntısını çok yakından gösteren plânlardır, bunların büyük dramatik değerleri olur.

plâstik Vücutların maddi şekillerini konu yapan, onu canlandıran, elle tutulur hale sokan.

plâtonizm (Feıl. Dok.) On altıncı yüzyılda Avrupaya yayılmıya başlamış olan Eflâtun felsefesidir. Tek realitenin idealar, yani ezelî ve bozulmaz tipler olduğu duyularımızla ayırdettiğimiz şeylerin bunlar olduğu yolunda bir idealizm, spritualizm felsefesi. Bundan bir güzellik ve sevgi anlayışı çıkmıştır (Aşk-i Eflâtu-nî). Bu dünyadaki ruhumuz güzelliği, îdea âleminde İken bulunduğu Güzelliği anarak ona bağlanır. Sevgi, bu güzelliğin istenmesinden başka bir şey değil-.dir; bir dış görünüş olan fizik

güzellikten kurtulması güçtür; uğraşarak ruhların güzelliğine ve onunla da Değişmez ve tanrısal Güzelliğe ulaşılabilir.— Platonik, sevgi, ferdi ve duyu zevklerini .aşıp Güzelliğe ulaşan sevgi;

poem (Tür) içinde felsefe ile ilgili veya duygulu bir niyet bulunabilen manzum hikâye.

popülist (Tür) Yirminci yüzyılda (1930) Fransada, sosyal teorileri karıştırmadan, natüralizm üslûbuna gitmeden halktan insanları anlatmıya çalışan edebiyat okulu (Paul Lemonniter. Andre Therive).

portre (Kom.) Okuyucuya, bilmediği veya yanında bulunmadığı bir kimseyi, canlıyı tanıtmak için yapılır. Portre ya fizik veya moral olduğu gibi ikisinin de birlikte yapıldığı çeşidi de olûr> Fizik portre, tanıtılmak Iştenen kimsenin dış gürünüşünün (yüzü, boyu, giyinişi), anlatılmasiyle; moral portre de, kişinin iç âleminin (huyu, davranışları, düşündükleri) tasviriyle olur. Bu çeşit portrelere pitoresk (resmimsi) portre denir; insanların jestlerini çizen, insanları jestleriyle göstermeye çalışanlara da. aksiyon kailinde portre denir.

post (Tari.) Şeyhlik makamı demektir. Tekkelerde şeyhin oturacağı yere kıymetli bir hayvan posltu konmak geleneği vardı. Bektaşilerde her biri bir basamağa işaret olmak üzere on iki post bulunurdu: 1. Baba postu, (Horasan pustu demektir), 2. Aşçı postu (Seyit Ali Sultan postu), 3. Emekljı postu (Balım Sultan postu), 4. Nakip postu (Kaygusuz Sultan postu), 5. A-, tacı postu (Kamber Ali postu),


6. Meydancı postu (Sarı İsmail postu), 7. Türbedar postu (Ka-radonlu Can baba postu), 8. Kilerci postu (Erkulu Hacım Sultan postu), 9. Kahve postu (Şah Şazeli postu). 10 Kurbancı postu (Hazreti İbrahim postu), 11. Ayakçı postu (Abdal Musa postu), 12 Mihmıan evi postu (Hızır postu).

«Abâ var, post var, meydanda er yok; — Horasan ellerinden bir haber yok; — Uzun yollarda durdum hiç eser yok — Diyar-i Rum’a gelmiş evliyadan.— Be-yatlı».

postulat (Fel.) Bir bilimin kuruluşunda temel ödevi görmekle beraber aksiyomdan daha az a-çık olan ve tanımlanamıyan ilkel gerçek, «Bir noktadan bir doğruya ancak bir paralel çizilebilir» Euklides postulasıdır. Konut ile Mevzua eşanlamdır.

pozitif (Bil.) Tanrı veya insan yapısı olarak yapılmış, konulmuş. Pozitif hukuk. Bu anlamda tabii (nıatürel) karşıdıdır. Sebebi olmasa" bile deneyin oluşunu gösterdiği şey. Bunlardan alınarak reel, yarar şey. Negatif kar-şıdı, bu anlamda olumlu da denir. Pozitif bilimler, olayların ispatına bakan ve her türlü fizi-kötesi hipotezleri bir yana bırakarak açıklamalar iddiasında bulunan bilimlerdir. Pozitif felsefe, sadece pozitif bilim verilerini kullanan felsefe. Pozitif kafa, hipotezleri bir yıana bırakan, sağın ve gerçeklenir şeylerden baş-kasiyleı ilgilenmiyen bir düşünüş sahibini anlatır iki, buradan alınarak sadece maddi amaçlara bağh düşünüş de anlatılabilir.

pozitivizm (Fel.) Auguste Com te’ün felsefesi. Genel şekilde me-

tafiziki kabul etmiyen her çeşit felsefe doktrini.

pragmatizm W- James’in dokt rini (1897). Bir fikrin gerçekliği onun denemedeki etkisine bağlıdır şeklinde) olan doktrin.

premisler Bk. ÖNCÜLLER.

prensip Aksiyon kaynağı veya sebebi. Düşünce veya aksiyonun genel kuralı.

prerefaelizm (Ed. dok.) On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarımında ingilizler tarafından ortaya sürülmüş bir estetik doktrinidir. Resim mükemmelliğini Raphael’ den evvelki eserlerde görüyorlar, ortaçağ sanatını, sadeliği ve sembolizmi bakımlarından Re-nesans’tan sonra çıkmış olan sanattan çok beğeniyorlardı.

primitif «ilkel, iptidai» demektir. Bu anlamda, medeniyetçe geri kalmış halk grupları için kullanılır. Estetikte, büyük sanat devirlerindlen önce gelmiş olan ressam, heykelciler için kullanılır. Bugünkü sanat için Renesans ’tan önceki sanat gibi.

protagonist (Tiy.) Grek trajedisinde baş oyuncu. Geniş anlamda tiyatro oyunlarında belli başlı rolü yapan oyuncu.

psikoloji (Psi.) 1. Ruh bilgisi. Ruh yetilerini inceleyen bilim. Dram şairi1, romancı insan ruhu hakkında inde ve derin bir bilgi, sahibi ise, şahıslarının gösterdiği aksiyonların p&M sebeplerini analiz edebiliyorsa psikologdur. Büyük romanlardaki kahramanların gidişlerini açıklıyan duygular ianaliz edilmişlerdir. (Papas Pıfevost’nun Manon Lescaut romanındaki Grieux, Stendhal’in Kırmızı veı Beyaz romanındaki Sorel, Balzak’m Gorio Baba romanındaki Gorio, Flaübert’in. Bovary romanındaki Madam Bo-vary... gibi). Buna karşı Hugo, Georgfe Sand veya Loti için psikolog denemez, çünki yalnız kendi ruhlarını biliyorlar, yarattıkları şahısları da kendi duyuş ve düşünüşleri yolunda canlandırıyorlardı.

psişik İnsanın psikoloji, yetileriyle ilgili anlammadır; Ruhsal da denir.

Pûr-i Destan (Mit.) Rüstem’in babasının bir lâkabı da Destan idi; Destan’ın oğlu anlamında olan Pûr-i Destan Rüstem’in lâkaplarından biri olmuş oluyor. Pûr-i Zal-i Zer de aynı kimsenin lâkabıdır.

«Huruş-i kininin bir katresin bildirdi dünyaya — Hücum, ettikte Pûr-i Zâl-i Zer Mazenderan üzre.— Nedim».

Rabbi yessir «Tanrım sen bana kolaylık ver» analmmda olan ünlü duanın başlangıcı.

Rabia-i Adviye «Rabiat.ül-Ad-viye» de denir; sekizinci asır birinci yaranında yaşamıştır. Bas ra’Iı bir kadın olup dine bağlılığı, nefsine hükmü ile ün almıştır, bu yüzden «tıac-ür.rical» (erkeklerin tacı) lâkabını- kazanarak iyi kadınlar hakkında örnek sayılmıştır. Mezarı Kudüs dolaylarındadır.

rafızi «Bırakan, boşlıyan» an-l'amınadır. İmam Hüseyin Oğlu Ali’nin oğlu Zeyd’e taraflı ' iken sonra onu bırakıp ayrılan grupa Rafıziyye denilmiştir. Bu grîıp, tan olanlara Rafızi denir? Geniş anlamda, ehl-i sünnet doktrinlerinden ayrılmış olan, doğru yoldan çıkmış olan demektir. OsmanlI yazarları, Şii İranlIlara bu adı verirler.

Rahel ...(Tar.) Yakup Peygamy berin amcası kızı ve karısıdır. Yakup bununla evlenmek için amcasına yedi yıl hizmette bulunmuş, bu zamanın sonunda amcası ona büyük kızı Lea’yı vermiştir, Yakup Rahel’i almak için amcasına yedi yıl daha hizmet etmiştir. Onunla evlenmesinden altı yıl sonra Yusuf, on altı yıl sonra da Bünyamin dünyaya gelmişlerdir.

Rahmet (Bib.) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun birkaç hikâyeden meydana gelmiş kitabı (1921).

rahşiye (Tür) Kasidelerin konu bakımından sınıflanan bir bölümü. Konusu >at olan, atı öven kaside demektir. Osmanlı Edebiyatında Nef’i bu konuda birkaç kaside yazmıştır. Bu kasideler mübalâğanın en aşırı derecesi olan iğraka en güzel örnekler olacak şekildedir. Bir atın, bütün üyeleri, bütün yaratıkların en seçme üyelerine benzetilip övülürdü: ahu kebş Mena, gözü ahûy-i Harem, gerdan ve saçı huran-i behişt, göğsü sipihr-î Kahramanı, karnı hum-i Husre-vani, sağrısı serir-i Süleyman!, kıçı hubân-i Tenaver, bilekleri kâv-i zemin, kuyruğu tavus-i behişt, tımağiyle toynağı meyhane-! Cemşit, kuvveti şîr, postu pelenk... olurdu.

— 219 —


Berekallah zihi rahş-i hümayun-saye Ki kom’uş namını sultan-j cihan Bâd-i Saba Ne sabâ sajka dersem yaraşır süratte Ki seğirdirken ana saika olmaz hempâ Bırakır anı dahi sayesi gibi yolda.

Olsa iger şatır-i endişe ile pâ-der-pâ.

Düşmeden sayesi hâk üzre e-der âlemi tay Sevh ile râkibi gösterse inıan.î îrha Kuş yetişmez der idim denmese tayyar eğer Ana hemsar olmaz hiç ne Anka ne Hüma Nurdan bâl açar uçmağa melektir sanasın

Olsa zîn-puş seraserle ne dem cilvenüma Tayy eder âlemi bir göz yumup 'açınca bu da Bukadar çabuk ü çalâk olur mu acaba Meğer Evren ola ya Saçlı Doru ya Mercan Ya Celâli yağızı ya iki Edhem ya Turna Nice Evren ki ne dem eylese pertıab-i bülend Sanki reftara gelir hışm ile bir ejderha Atılır hamesiı ok .gibi elinde durmaz Etse bir şair eğer medh-i şi-tabm imlâ Nice Saçlı Doru bir bâl-küşa Anka kim Bir k'anadiyle uçar uçtuğu dem biperva Nice Saçlı Doru gûya ki bir âteştir Dûdudur anın o bâl-i siyeh-i anbersâ (Nef’i) Kail Yusuf’un eşi Züleyha’nın Tevrat’taki adı.

rakip Aynı güzeli sevenlerin birbirlerine karşı durumlarını anlatan bu söz yerine bazı ağyar, gayr (başkaları, başkası) da kulilamfılır. Rakip, belli başlı it, köpek,, sek, kâfir sözleriyle nitelenir.

«Hiçbir kimse demez kim ît midir âdem midir — Betzm-i uş-şaka ne yüzle gelir bilsem rakip.— Necati» — «Kilâb-i kûyun ile hem-sifal olup hırıldaşmak '— Varıp bezminde Tahmas’m gazel-hân olmadan yektir .— Baki» — «Pare pare dil-i mecruh-i peçâşanılmdan — Serdi kûyunda gezen her ite bir pareı feda.— Fuzuli».

rakta (Naz.) Her kelimenin (arap harflerine göre) bir harfi noktalı, bir harfi noktasız olarak söylenmesine denir.

ramazaniye (Tür) Ramazanları vesile tutarak başlangıçlarında ramazandan söz eden kasidelere denir.

Matlaından kim hilâl-i ruze nur-efşan olur Her sabah ü şamı kadr ü îd-i ins ü can olur Şam-i iftarı messerret-bahş-i can-j ruzedâr Subh-i imsakinde hep ins ü m.e lek yeksan olur Şehr-i rahmet mah-i ümmet kim sehergâh-i hesap Vezn-i cürme subh ü şamı kef-fe-i mizan olur Müjdeler ey mağfiret-cuyan ki feyz-i savm ile Sâimin her cürmü bir âbisten-i gufran olur Azmayiş eylese tîr-i niyazı ru-ze-dar Ana amac-i icabet tabla-i meydan olur Didesinden saimin her katre kim rizan ola Ahker-i dag-i derunu ateş-j nî-ran olur Şurehak olsa mekânı balişi seng-i siyah Hâbgâhı ruze-darın Ravza_i Rıdvan olur Dide-i şeb-zindedarı dembedem bidardır Subhe dek ihya .edip dil-huretm ü şadan olur.

Lâlezar.i din çeragani kıyas eyler gören Her menar üzre saff-i kandil kim suzan olur Bir sütun-i nurdur her minare ta seher Şule-i kandil-i berk-efşan ile

rahşan olur Kubbesi her camiin bir as-man-i feyz olup Ana kandil-i fruzan encüm-i tâbân olur Böyle şebde kadre ermek istese bir ruzedâr Vâsıl-i hân-i neval-i hami ali şan olur (Girizgahiyle Kırım hanlarından Selim Hanı övmiye girişir).

(I. K.: Ramazan, Savm, Saim, Ruzedar, İftar, İmsak).

Ramin Veyse ile Râmin hikâyesinin erkek kahramanı.

Ravendiye (Tari.) İtikatsızlığı yüzünden zındık. denen ünlü bilginlerden Ahmet tarafından (öl. 905) yayılan ve.tenasüh (ruhgö-çümü) üzerine kurulmuş fikrin taraflıları. Bunlar daha çok Horasan taraflarında bulunur ve Adem peygamberin ruhunujı halife Mansur’a geçmiş olduğuna inanırlardı.

realite Ek. GERÇEK.

realizasyon (Si.) Bir filmin konusu bulunup senaryosu yapıldıktan , sonra fotoğraflarının çekilip ğösterilmiye hazır duruma gelinceye kadar geçirdiği hale denir. Bu bakımdan «gerçekleştirme, canlılaştırma, hayata, geçirme» sözlerinin eşanlamı olur. Bir flim, fotoğrafları çekilecek duruma geldikten sonra dekor* montaj, seslendirme... gibi durumları hep realizasyondur.

realizm 1- (Fel.) Dış âlem varlığının düşünceden apayrı b',r varlık olduğunu kabul eden teori. Bu bakımdan idealizm kargıdı. 2. (Est.) Gerçeği idealleştirmeyi kabul etmiyen, bunun aksine ola salt bir realizm yoktur, çünki tabiat ancak sanatçının mizacı ile görülebilir. 3. Fransa’da 1850 sularında bazı yazarlar (Mur-ger, Champfleury, Goncourt’lar ve biraz da Flaubeırt) tarafından, ileri sürülen edebiyat doktrini: günlük olaylardan alınma, yaşanmış gerçek hikâyeler, yahut çok dikkatle incelenmiş tarih vesikalarına dayanan hikâyeler,, gerçeği andırır yolda basit şahıslar veya gerçek şahıslar; çevre ile, şahıslar çok inceden inceye tasvir edilir; üslûp kişilik-dışı ve-objektifti.

reaya Bir hükümdarın idaresi' altında olan, vergi veren halk. OsmanlI hükümetinde devlet hizmetinde! bulunanlardan gayrı bütün halk. (Dar anlamda) Osman-. lı imparatorluğunda İslâm dininde olmıyan uyruklar.

recez (Naz.) Bk. BATIR.

redd-i matla (Naz.) Bir gazelin ilk beytinin mısralardan birini en sonda (makta’) tekrarlamaktır. -Redd.ul-wz alessadr. Bk. ACZ. *4

reddiye (Kom.) Bir eser veya yazar üzerine söylenmiş karşı sözleri tartışma ve savunma yolunda söylenmiş veya yazılmış: makale veya kitapçık.

redif (Naz.) Beyit sonlarında kafiyeyi meydana getiren revi harfinin arkasından tekrarlanan bir veya birden çok harf veya kelimeye redif denir.

«Bir safa bahş edelim gel şu dil-i naşada — Gidelim serv-i revanim yürü Sâdabad’a.— Nedim» beytinde naşad-Sâdabad kafiyelerinden sonra gelen «a» f iyelerinden sonra gelen «1er»; «Kimse idrak etmedi mânasını dâvamızın — Biz dahi hayranıyız dâva-yi bimânamızm.— Av-ni» beytinde «dâva-bimâna» kafiyelerinden sonra gelen «mı-! an»; «Saf a-yi aşkı kim an-

rak objeyi olduğu gibi gösterini- 1ar; «Eder ezber peri-suret gü-ye çalışan bütün sanat şekilleri zeller — Gıday-i ruhtur taze ga-için kullanılır. Bu anlama göre zeller» beytinde güzel-gazel ka-


lar kiminle söyleşelim — Vefa-yi) yalnız o anlayışın .sonradan mey-aşkı kim anlar kiminle söyleşe- dana çıkarmış olduğu tarih du-


lim» beytinde Safa-vefa kafiyelerinden sonra gelen sözler rediftir. Muallim Naci, redifli nazmın arâpçada olmadığını, Divan edebiyatına Farslardan geçtiğini söyler.— Redif istiğna, kanaat, kadeh, meclis, has, hazz, vaiz, sem’, ddğ, aşk... .gibi sözlerle olduğu zaman şairi bu konu etrafında beyitler bulmıya zorlamasından doğan mihaniki bir «konu birliği» meydana getirilmiş olduğu görülmektedir.

Refref Sözlük anlamı «döşeme, yayılacak ince, yeşil bez» dir. Muhammet peygamberin Miraç (Bk.) gecesi Sidret-ül-Mün-teha’dan sonra üzerine uzanıp gökleri aştığı döşek gibi araç.

«Murabba-sâz-jı evreng-i resa-let mazhar-i levlâk — Şeh-i Ref-ref-süvar ü yeketaz-i kurb-i Sultani.— Sami».

rehber (Tari.) Beıktaşilerde iki rehber vardı, istidadı olanların bektaşılığa girmesine çalışan yol rehberi, bektaşiliğe yeni girenlere meydanda kılavuzluk eden meydan rehberi.

rekâket (Kom.) Kellime veya cümlelerin düzensiz sıralanmasından ileri gelen, okumayı zorlaştıran bir eksikliktir.

relatif (Fel.) Varlığı veya değeri ancak başka bir şeyin işlevine bağlı olan. (Mutlak, salt kargıdı). Buna baığıntı ve göre de denir.

relativizm (Fel.) Eşyanın özünün gerçeği bilinmez, yalnız zihin kanunlariyle şekli bozulmuş olarak bir kısmı görülebilir. Tarih relativizmi, filân devir sırasındaki falanca ger çekin anlayışına mutlak bir değer verilemez, sin şahıslarının gerçekten yaşadıkları yerin ve zamanın tam bir izlenimini vermek demektir. Zaman ile ilgili olanları anıtlar, ev eşyası, elbiseler ile belgelere göre' düzenlenir. Aksiyon, duygular, dil ile ilgili olanlar da dekor ile uygunlaştırılarak elde e-dilir. Fâtih devriyle ilgili bir dekor içinde yaşatılmak istenenlerin duyguları, aksiyonları ve sözleri de o devirle ahenkli olmalıdır. Böyle olmazsa yapmacık bir şey meydana gelir; çevre, . elbiseler ile davranışlar, söylenişler arasında karşıtlıklar, tutmazlıklar sırıtır.

rumları ile açıklanabilir. (Buna İzafiyet, Bağımricıhk, Göreci-Tik de denir).

remel (Vez.) Bk. BAHR.

remil Birtakım meselelerin alacağı şekil üzerine önceden bazı şeyler öğrenebilme için yapılan hesapların bilimine denir. Denildiğine göre bu bilim Âdem’den başbyarak Cebrail’in Daniyare kadar bütün peygamberlere öğrettiği bir şeydir. Bu konu üzerine eskiler tarafından birçok kitaplar yazılmıştır. Remil ile uğraşana Remmal denirdi. Yıldızlarla hükümler çıkaranların temel kuralları olan on iki burca karşı remil de on iki şekil üzerine kurulmuştur.

remz (D. Ed.) Bir sözü açıktan söylemeyip anlamı kendi sözüyle değil de, onu hatırlatan, başka sözle anlatmıya denir. Basit bir telvih demektir.

«Bir kısa bir uzun adamla ta-rikdaş oldum — Arif anlar ki bu yolda nelere düş oldum. (Kısa boyluluk şeytanlığa, uzunluk ise ahmaklığa işaret sayılır).

renk (Kom.) Bir resim levhasındaki renklerden benzetilerek, üslûbuna çeşitlilik ve parlaklık koyabilmiş yazarların üslûbu için renk vardır denilmiye başlanmıştır, böyle yazılara renkli denir. Bu söz en çok. tasvir yapılan üslûp hakkında kullanılır. Mahalli renk, bir roman veya piye-


replik (Tiy.) Sahnede konuşanların 'birbirlerine söyledikleri sözlerden her biri.           . . •

revan Bk. AKICILIK.

revi (Naz.) Asıl kafiyenin Son

harfi.                      '

Rıdvan Cennet’in kapıcısı o-lan melek.

rical-ül-gayp (Görünmez ulular). (Tas.) Tanrı, dünyanın mânevi düzenin korunmasına halkın bilmediği birtakım sevgili kullarını memur etmiştir. Kimsenin görmediği için «Rica-l-ül-gayb, rical-i gayb» denilen bu adamlar anasında düzenli bir sıra vardı. En yüksek basamaktaki kutb-ül-aktab, idi, ondan sonra sıra ile iki îmam, evtad, ef-rad, abdal gelir. 3 1er, 7 1er, 40 lar... basamak indikçe bunların sayısı çoğalır. Yukardakiler aşağıdakileri bilmekle beraber aşağı basamaktakiler yukardakile-ri bilmezler. Her hangi basamakta bir yer boşalsa bir alt basamaktan biri oraya yükselir. Bunlardan her birinin belirli bir alanda gördükler^ iş vardır. Böylelikle mutasavvıflar, maddi hayattaki sosyal basamaklara karşı olarak mânevi hayatı idare e-den mânevi bir basamak düşünmüşlerdir.

rikkat (Kom.) Kelimeleri ra-kik lâfızlardan (Bk.) seçilmiş olan yazı niteliğine denir.

ritim (Rythme) Hecelerdeki vurgu, uzunluk, yükseklik gibi ses özelliklerinin, durakların düzenli bir şekilde tekrarlanmasından doğan ses olayıdır. Bk. AHENK.

riyazet (Tas.) Dervişlerde nefsi yenerek alçaltıp gönül arılığını sağlamak için az yemek, az uyumak, az içmek gibi davranışlara riyazet denir. Riyazet işinde helâl ekmek yemek için, eliyle arpa ekmek, arpayı taş arasında ezip çıkan una yarı yarıya kül karıştırmak gibi şeylere de dikkat edilirdi.— Riyazetin belli bir usulle yapılanlarına erbain (Bk.) farşça çile denirdi.'Bunlar çoğu defa küçük bir odada olurdu ki bu odalara çilehane "adı verilirdi. Derviş burada ilk günü kırk zeytinden başlar, her gün birer eksilterek kırkıncı gün tek zeytinle karnını doyurur. Gerekmedikçe dışarı çık maz. Çilebağı denen bir kayış boynunun; ve dizlerinin altından geçirilip dertop olur. Olduğu yerde uyuklar, uzanıp yatmaz: yahut bir ucu sivri, bir ucunda, ay gibi bir kısım olan müttekâ yahut mu. in denen bir aleti yere sancayıp ay gibi olan yerine başım dayar böyle uyur. Mevleviler ile bektaşıler-de riyazet, hizmet ile yerine getirilirdi. Mevlevilerde bu hizmet tekkede bin bir gün sürerdi. Bek-' taşilerde ise belirli bir zamanı yoktu.

rol (Tiy.) Bir oyuncunun, bir piyesin şahıslardan biri kılığına girip onun gibi davranmasıdır. Bir piyes şahsının rolü ile karakteri ayrı şeydir. Karakter, o şahsın iç ve ruh maddeleri demektir. Rol ise, o şahsın piyes boyunca olan ve öteki şahıslarla, olaylarla aksiyon halindeki durumunun gösterilmesi demektir. Böylece rol değişebilir, karakter ise hiç değişmez.

roman (Tür) Bir fiksiyon (yapıntı) eseridir, yıani realiyeteden alınmış elemanlarla yoğrulmuş tasarlanmış bir konudur. Yüzyıllar boyunca okadar çeşitli romanlar meydana getirilmiştir ki bunları bir tek tarifte toplamak güç tür. Konusunu hayallediği yahut gözlediği bir hayattan alan yazar bunu sosyal bir çevre ile çerçeveler. Böyle eserlere ahlâk, felsefe, din, politika, fen veya başka şeyler hakkında görüşler de katılabilir. işte romanın çeşitliliği bundan ileri gelmektedir. Her ne kılıkta olursa olsun amacı, okuyanın ruhunda bir yankı uyandırması, onu rahatlan-dıran veya düşündüren insanca bir olayın geçmiş olmasıdır. Hayalgücü ile gözlemden çıkma, realiteyi az çok idealleştirmiş o-larak gösteren bir insanlık belgesi olan romanların beğenildiği gö rülmüştür. Romanlar, çeşitli şekil de sınıflandırılmışlardır, tikin içlerindeki çeşitli elemanlardan üstün olana göreı bir ayıma yapılabilir. Böyle olunca şu şekiller meydana çıkar: Aksiyon romanları, korkunç dekorlar içinde, ola ğanüstü vakaların anlatılması şeklinde olan, sergüzeşt, polis, adliye (cinayet), kılıç ve dövüş romanları; psikoloji romanları, otobiyograf (birinci şahıs olarak veya hâtıra defteri şeklinde yazılmış romanlar), iç âlemi anlatan romanlar: sosyal romanlar, tarihe dayanmış romanlar, âdet romanı, köy romanı, halkçı roman, aile romanı, bir devrin romanı; dış âlem romanları, eskiden egzotik roman denilen bu çeşit, 1920 yılından beri bütün dünya memleketlerinde geçen romanlar halini almıştır, fikir romanı, didaktik romanlar (bî lim romanları, alegorik veya sembolik romanlar), yaşayış yolu öğreten romanlar, bir ahlâk veya felsefe savunan romanlar (tez romanları), sosyal bir ideal ileri süren romanlar; şairce romanlar, lirik, fantastik romanlar.

Türkçede, batı anlamında roman türünün Tanzimat’tan sonra, ilkin çevirme olarak başladığını görüyoruz. Daha önceleri bu türü karşılayacak olan Leylâ, ile Mecnun gibi manzum, Hilsn ü Dil gibi mensur hikâyeler vardı. Fakat meydana getirilen romanlar bunların gelişmesi- şeklinde değil doğrudan doğruya batıyı taklit ederek yazılmışlardır. İlk çevirme roman Yusuf Kâmil Paşanın Fenelon’dan çevirdiği Tetemague, (1859), Teo-dor Kasap ve arkadaşları tarafından .çevrilen Alexandre Du-mas’m Monte Kristo romanlarıdır. Benzeterek hikâye ve roman ilkin Ahmet Mitat tarafından yazılmıştır. Türkçenin roman diline yatıp yatmıyacağı denemesine Namık Kemal kalkışarak İntibah - yahut . Sergüzeşti . Alî Bey eserini yazmıştır. Bunlardan sonra kompozisyon bakımından biraz daha ilerlemiş romanı Sa-

Pembe ferace, Neyyir...), Mehmet Celâl (Küçük Geliy-, Zehraı, Bir Miadının hayatı...), Ahmet Rasim (İlk sevgi, Meşak-i hayat,...) g:.bi daha çok okunan fakat değeri ikinci derecede romanlar yazmış yazarları vardır.— Edebiyatıcedide-de, romanı tam batı anlamında kavramış, bu yolda kuvvetli e-serler vermiştir. On beş yirmi yıldır Türkçeye birçok romanlar çevrilmişti. Bunların çoğu polis ve cinayet romanları idi. O-kuyucu grupunun zevkinde, kavrayışında kökten değişmeyi bu yalan yalnış çevirmeler meydana getirmiştir. Bu devr n son zamanlarında Georges Oh.net Octave Fe-uillet, Dumas fils gibi yazarlardan yapılan çevirmeler okuyucu zevkini yükseltmiş, Edebiyatıce-didede romanları için okuyucu hazırlamıştı. Beş yıldan biraz fazla süren bu devirde1 Halit Ziya U-şaklıgil fDfai ve Siyah, Ask-i Memnu, Kırık hayatlar), Mehmet Rauf (mylûl, Ferda-yı Garan), H. C. YaTÇın, (Hayal içinde), Saffeti Ziya (Salon köşelerinde) romanlar yazmışlardır. Bu romanların değerleri, çeşitli olmakla beraber hepsinin birleştikleri nokta, Batı romancılarının metod-larını uygulıyarak bazı hayat olaylarının romanım yazmalarıdır. Bu edebiyat okulu yazarları Fransız realistlerini örnek tuttular, bazıları ps koloji incelemelerine faz-’a önem verdiler. Bu bakımdan kompozisyonlarında tasvir çok yer tutar. Tasvir parçaları da çok defa kelime kalabalığına boğulmuş olur. Konuşma ile olay kolaylığına düşkün bir okuyucu için böyle sahifeleri okumak yorucu bir şeydir.— Edebiyatıcedi-de zamanının en ünlü, en yay-


/ni paşazade Sezai yazmıştır. Ser güseşt romanı acıklı karak. teri ile okuyucuları çok ilgilendirmiştir. Yazarın, Fransız realistlerinden etkilendiğini gösteren yerler 'bulunmakla beraber eserin geiel çizgisi romantik hattâ ro-manekst;r.— Recaizade Ekrem'in Araba sevdası, romanı ile Nabi-zade Nâzım’m Zehra romanı aynı yılda meydana çıkmıştır. Bu iki romanın özlü nitelikleri zamanlarınım üstün körü zevki arasında bir türlü belirememiştir. Recaiza-de’nin romantik mizacı ile Araba sevdası gibi tam realist bir romanı meydana getirebilmesindeki dü ğümü çözmeye kimse kalkışma-mıştır. Kitabın konusundaki' acı satir yalnız zamanı için ’ değil bugün bile tadına güç varılabilir bir inceliktedir. Fransızca sözler roman kahramanının iç-konuşma-larını anlatmak içm kullanılmıştır.— Zehra romanı, ise realistlik bakımından Araba sevdasından bir adım daha ilerdedir, hattâ terlinin gerçek anlamiyle natüralist bir romandır. Yazar, kahramanlarının psikolojik durumları yanında fizyolojik ve biyolojik hallerini de işaret etmiş bulunuyor. İç-konuşmalar gündüz rüyaları bu romanda oldukça geniş bir yer tutar. — Daha çok pobtika hayat ve tarih yazılariyle tanınmış olan Mizan gazetesi yazarı Murat da Turfanda mı yoksa turfa mı adlı bir roman yazmıştır. Romanın özelliği, 1870-1877 araların daki İstanbul yaşayışından bir kısmı öteki yazarlara göre daha, geniş bir fresk halinde ç zilim ye kalkışılmasijndandır. Bu yolda bir fresk yapmıya kalkışan olnrglmıştı.— Bu zamanın,

’ Mustafa'Reşit (Yeis, Flora, Hayf

gm yazan Vecihi’dir. (Mehçure, Hikmet, Hasta, Müjgân), Tasvir ve üslûbundaki ağırlıkla beraber kısa bir zaman dahi olsa büyük bir okuyucu grupunun yazan oldu ğu gibi kendisinden sonra her devirde birer örneği bulunan yazar tiplerinin de başlangıcı olmuştur.— Yine Edebiyatıcedidede zamanında ün almış yazarlardan biri de Hüseyin Rahmi’dir. Bu devirde yazdığı romanlardan (Şık, Mutallaka, Mü-rebbiye, Metres, Tesadüf, Bir Muadele-i Sevda, Nimetşinas) dikkati çeken tarafı eserlerideki komik unsurdur: ermeni ağzı konuşma, çerkez dadı konuşmasındaki çetrefillilik, külhanbeyi ağzı, g'enç veya yaşlı okumamış fakat «arif, zarif» kadın konuşmaları bu komik kısımları meydana .getirmiştir. Konuşmalar dışındaki üslûbu zamanının üslûbundan başka olmak şöyle dursun hattâ onlara nisbet edilirse daha snop bir üslûptu. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarında teknik zayıftır. — Saffet Nezihi Zavallı Necdet ro-maniyle iki nesil okuyucuları a-rasında önemli bir yer tutmuştur. — 1908 İkinci meşrutiyetinden sonra roman türünde görülen en kuvvetli yazar Halide Edip Adıvar’dır. Bu zaman dil tartışma ve uğraşmaları ile çok ateşli bir devirdi. Onun için roman dili de bundan çok etkilendi.— Bu devir okuyucu grupları arasında çok yaygın bir roman Güzide

Sabri’nin yazdığı Ölmüş bir kadının Evrak-i metrukesii dir. Bu Vecihi tipi romanlardandır. Artık okunmamıya başlıyım Vecihi romanlarının yerini tutmuştur .—

  • l. Cihan, Savaşı sonrası roman alanında belirenler Yakup Kadri Karaosmanoğlu (Kiralık Konak), Refik Halit Karay (İstanbul’un içyüzü), Reşat Nuri Güntekin (Gizli el), Peyami Safa (Sözde kız-lar) dır. Burhan Cahit Morkaya, Vecihi okuyucuları içıijn! bir çok romanlar yazdı. (Ayten, Kızıl Serap, Aşk bahçesi...) Esat Mahmut Karakuş-t ve sayıları bir hayli tutan kadın yazarlar bu roman çeşidini geliştirerek geniş bir okuyucu grupunun okuma ihtiyaçlarını karşıladılar.— I. Cihan Savaşı sonrası romancıları arasında, Ercüment Ekrem Ta-lu, Aka Gündüz, Mahmut Yesari, .Suat Derviş, Sadri Ertem vardır.

II. Cihan Savaşı sırasında ve ondan sonra roman alanı konu bakımından bir hayli genişlemiştir. Abdülhak Şinasi Hisar Failim, Bey ı>e Biz roman:yle! bu çığırı açmıştır.— Bugün için dikkate değer çok güzel hikâyeler yazanakta olan hayli yazarımız vardır. Bunların içinde romanı denemeye kalkışanlar görülmektedir. Fakat roman uzun bir nefes kuvveti istediği için, bu yolda idmanlı olduklarım gösterebilecek uzunlukta bir roman meydana getirilmiş değildir; onlara hemen hemen uzunca bir hikâyedir denilebilir. Asıl iş, roman ile hikâye arasındaki ayrılığın, sadece bir uzunluk veya kısalık işi olmadığı

m, bunların1 ikisinin, de ayrı ayrı birer mimarlık işi olduğunu göz önünde bulundurmaktır.

romansero (Lir.) Ispanya’da XV .—XIII. yüzyıllar arasında mey, dana, getirilmiş kahramanca, mistik karakterde tarih veya efsane


konulu manzumeler.

romansı (Ten.) Reel ile natürel kargıdı. Bu söz gerçek hayatla ilgisi olmayan, hayiatı bir romanda gibi sanıp, bir roman kahramanı hayalı beslemek demektir.

romantizm (Ed. Tar.) Fransa’da XVIII. yy. sonlarında başlayıp Victor Hugo ile bir edebiyat o-kulu şekli olan (1827) . ve kendinden' önceki Klasisizme bir tepki o-lan edebiyat cereyanıdır. Bu okulda zamanlarına kadar süregelen, Grek ve Lâtinleri taklit etme hareketi bırakılır, bunun yerine yabancı yazarlar (Shakspeare, Go-ethe, Schiller...) taklidi başlar. Mitoloji yerine hınstiyan mucizelerine önem verilir. Şiir, tiyatro roman hepsi yazarın ilhamına - ve' sanatına bağlanır. Böylece -klâsiklerin akıl hâkimliği yerine bütün değişiklikleriyle hayal ve ben. cilik hüküm sürmeye başlar. Eski, lerin bağlı kaldıkları tür kuralları altüst edilir.— Tanzimatçılar yazı yazmıya başladıkları zaman Fransa’da romantikere karşı tepki başlamış, hattâ realizm sağlanmıştı. Tanzimatçılar (Kemal ile arkadaşları) Hugo’ya hayran o-lup onu örnek tuttular. Kemal, Hugo’nun eşya ve olayı aşırı şekiller altında görmesinin etkisi altında kaldı, iyiyi aşırı iyi, kötüyü de aşırı kötü' o-larak çizdi. Bunu yapmak için de kelimeciliğe fazla düştü.

ruzname 1. Tanzimattaıı önce devlet dairelerinde, vakıf idaresinde günlük olayların, gelir giderin günü gününe kaydedildiği deftere denirdi.'Bunlarla uğraşanlara ruz. de olanı vardı ona da ruznmnçe denirdi. Bunlarla uğraşanlara ruz namaci ve ruznamçeci denirdi. 2. Tanzimattan sonra bir 'aralık ga


zete anlamına kullanılmıştır. 3. Yine Tanzimat’tan sonra fransız-cad'an anıları 'günü 'gününe kaydetme anlamında journal karşılığı olarak kullanılmıştır.

Rıızname-i Ceride-i Havadis (Gaz.) Ceride-i Havadis (Bk.) gazetesi Tercüman-i Ahval diye bir gazetecin çıkmajsıı üzerine ilkin Ruzname adiyle bir yapraklık haftada dört gün olmak üzere bir sayı çıkarmıya başlamıştı (31 E-kim 1860). Dört yıl kadar süren bu Ruzname 959 sayı yayımlandı (24 Eylül 1864), haftalıkla birleştirilerek büyük boyda haftada beş gün olmak üzere gündelik yayım-lanmıya başlandı.

Rübab (Gaz.) Cemal Nadir’in çıkardığı haftalık dergi (1912). Şahabettin Süleyman bir 'aralık başyazarlığında bulunmuş, Hüse-L yin Rahmi Gürpınar'ın Cadı roma nı hakkmdaki! bir tenkid yazısı epey sert bir tartışmaya yol açmıştır.

Rübabın cevabı (Bib.) Tevfik Fikret’in 1910 . 1911 yıllarındaki kötümser havaya bir ümit katmak isteyiğle yazdığı uzunca bir manzumesi (1911).

Rübab-i Şikeste (Bib.) Tevfik Fikret’in manzumelerinden meydana gelmiş eseri (1898).

riibai (Tür) Belli vezinlerle yazılan dört mısrfaık manzume.. Kafiyeeri genel olarak a a B a olarak sıralanır, hepsi ayni kafiyeli olursa rübai-i mu-sarra adını alır. Rübaiye Dübeyt vl Terane de denir.

Ey dil hele âlemde bir âdem yoğimiş Var ise de ehl-i dile mahrem yoğimiş Gam çekme hakikatte eğer arif isen

Edebiyat S. F — 15

Farz eyle ki el’an yine âlem - geçer.

yoğimiş

(Nef’i)

Bir merhaleden güneşle derya

görünür


Bir merhaleden her iki dünya görünür.

Son merhale bir fasl-i hazandır ki sürer Geçmiş gelecek cümlesi rüya görünür.

(Y. K. Beyatlı)

riicu (Bel) Söylenmiş bir sözden vazgeçerek onu düzeltmek veya kışdını söylemek sanatına denir. «Ne dedim tövbeler olsun bu da bir fiil-i şerdir.— Şinasi».

rüku (Vez.) Aruzda hecelerin temelini meydana getiren sebep, veted, fasıla ayırmalarının her-birine rükn derler, çoğulu erkân olur.

Rüstem (Mit.) Firdevsi’nin Şehname destanının baş kahramanıdır. Cemşit soyundan gelen Neriman’ın oğlu Şam’ın oğlu Siciıs-tan ve Seyistan hükümdarı Zâl’in oğludur. Ataları yiğitlikle ün almış kimseler idi, fakat Rüstem’in yiğitliği hepsininkini bastırmıştır. Delikanlılıkta birtakım korkunç devleri, filleri öldürme şeklinde (başhyan olağanüstü halleri gün geçtikçe gelişmiştir. İ.Ö. dördüncü yüzyılda Keykâvus zamanında yaşadığı söylenir. Güştasb-ı esirlikten kurtarması, Siyavuş’un öldürülmesi üzerine TuranlIlarla olan savaşları, Zerdüşt dinine girmemesinden dolayı İsfendiyar ile olan iki günlük savaşı, Beh-men’in öç alması Şahname’nin dikkate değer epizotlarıdır. Zaloğ-lu Rüstem, Pûr-i Zâl, Pûr-i Zâl-i Zer, Rüstem-i Destan, Pû.r-i Destan lâkaplarıdır. Kasidelerde kahramanlık konularında adı çok

Göz, kaş, gamze... gibi öldürücü sıfatlarla nitelenen üyelerde de adı söylenir.

«Kaşların büktü belin gerçi ke-mtan-i aşkın — Âşıkın Rüstenl-i Destan ile hasmane çeker.— Baki» —: «Almış ele Rüstem gibi şimşirini gamze — Olmuş ona müjgânları saf saf sipeh-i mest.— Nef’i» — «Cihanistan-i bahadir ki tarz-i peykârı — Unutturur reviş-i remz-i Rüstem ü Şam’ı.—' Nef’i».

ruh 1- Geniş anlamda canlılığı sağlıyan şey. Buna duyguların ve tutkuların merkezi de denir. Edebiyat tenkidinde çok defa canlı, duygulu anlamında kullanıldığı olur. 2. (Tas.) Hayat ve hayat kaabiliyetidir. Cansızlarda durmak, şeklini korumak, Bitkilerde yetişip gelişmek, çoğalmak, Hayvanlarda, fazla olarak duymak, kımıldamak, insanlarda bu üç kaabiliyetle birlikte anlamak ve söylemek nitelikleri de görülür. Böylece ruh, cema-di nebati, hayvani, insrnî diye- dörde ayrılır. Ruh-i insaniye nefs.-i natıka da denir. Bütün ruhlar, Ruh-i Külli’nin birer tecellisidir.

ruhgöçü Bk. TENASÜH.

Ruhulkuds Cebrail’in adıdır. Cebrail, Tanrı buyruğu ile Meryem’in kaftanının yenine üflemiş, bunun üzerine Meryem de İsa’ya gebe kalmıştır.

«Surette nola zerre isek mânide yuhuz — Ruhulkuds’ün Meryem’e nefhettiği ruhuz.— Ruhi.»

Rum. 1- Roma, romalılar. 2. Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans. 3. Osmanlı İmparatorluğu. Rum erenleri -XIV. yy. da bektaşi-lere verilen ad.

Rûyinten (Mit.) Fars hükümdar soylarından Keyaniyıan kuşa-

Saadet

ğır.dan Güştasp’m oğlu olan İs-fendiyar’m oğludur. Zâloğlu Rüs-Ttem ile savaşları ün almıştır.

«Eriye âteş-i kahrın görürse iRuyinten — Sararta benzini hışmın işitse Rüstem-i Zâl.— Ha-

sadedilâne

yali». — «Su gibi nâr-i kahrından erir bir demde Rûyinten — Dokunsa şule-i şimşiri nerm eyler Neriman’ı.— Bakı » — «Sadr Cem-kevkebe kitn na’lçe eyler bulsa — Muze-i pâyına ebrulerin Rûyinten.— Nedim».

Saadet (Gaz.). 8 Aralık 1885 •tarihinde gündelik olarak yayım-lanmıya başlamış gazete. 1908 •tarihlerine kadar aralık aralık yayımlanmıştır. İlk yıllarında •oldukça parlak bir gazete şeklinde idi.                              , _ .

Sabah (Gaz.) 1. 8 Mart. 1876 •tarihinde Şemsettin Sami’nin başyazarlığı ile çıkarılmaya başlanmış gündelik gazete. İlk çıktığı sıralarda ortada bulunan gazetelerden küçük boyda tıkat onların kullandıkları harflerin en küçük puntasmda dizilmiş, en ucuz (10 para) gazete idi. Asıl sahibi PapadoplÖ idi. 2. Basımevi sahibi Mihran tarafından II. Abdül-hamît’ih tahta çıkma günü (31 Ağustos 1889) tekrar çıkarılmaya başlanmıştır. Bu seefrki çıkışında zamanının en büyük gazetesi şeklini alacak yolda gelişmiştir. Sonradan başlayan Ik--dam, gazectsi ile beraber iki büyük ve önemli gazete olmuşlardır. 1908 den sonra da aynı önemi koruyabilmişlerdir. I. Dünya savıaşı mütarekesinde Ali Kemal’in Peyam ga.zetsi ile birleşecek Peyam.i Sabah ortak adiyle yayımlanmıştır. Mütareke devrimin sonunda sahibinin kaçması üzerine kendiliğinden kapanmıştır.

Sada-yi Millet (Gaz.) İstanbul-da 1910 yılında çıkarılmaya başlanmış gündelik gazete. Sahibi İstanbul mebusu Kozmidi idi; İttihat ve Terakki Cemiyetine muhalif yayımda bulunuyordu; başyazarı Ahmet Samim bu politika yüzünedn öldürülmüştür.

sadelik (Koni.) Zihinde kolayca anlaşılabilecek şekilde s an ati erle maksadı açık açık anlatmaktır. Sade yazılarda da yazı sanatı gösterilebilir, fakat bu sanatle-rin alışılmış, yayılmış olması gerektir.

sadedilâne (Psi1.) Recaiza.de Ekrem’in fransızcadan aktardığı bir sözdür. Talim-i Edebiyat kitabında duyguları, hissiyat-i sadedilâ-ne, hisSıiyat-i rakika, hissiyat.i müheyyice, hissiyat-i âliye diye dört çeşide ayırmıştı. Sadedilâne-yi, içinde çocukça haller ve iç saflığı, lâübalillk gibi şeyler bulunan duygu olarak anlatmıştır. Örnek olarak da Namık Kemal’in Zavallı Çocuk piyesindeki Şefi-ka’nın bazı sözlerini göstermiştir. Bu sınıflama epey tartışmaya yol açmıştır. La Fontaine Masallarında. sadedilânelikten bahesdilir ve1 onun yapmacıktan, sanat özen-

Sa’d

tisinden uzaklaşmasına yol açmış olan tabiilik anlatılmak istenir.

Sa’d-i Vakkas (Tar.) Sad ibn-i ebi Vakkas sahabedendir, peygamber zamanında savaşlarda ok atıcılığı ile ün almış, okçular bunu kendilerine pîr saymışlardır. İran’a karşı yapılan savaşı kazanmış, Medayin’i ele geçirmiştir. Küfe şehrini bu kurmuştur. Osman vakasında tarafsız kalmış olduğu için, oğlu Ömer de Kerbe-lâ.’da Yezit ordusu komutanı olduğundan Şiiler, Bektaşi ve aleviler pek sevmezler. 674 yılında ölmüştür.

sadr (Naz.) Bir beyitte birinci mısraın ilk parçası ile nesirde cümlenin ilk parçasına sadr denir. Bk. BEYİT.

safsata Ek. mugalata.

sahabe İlk müslümanlardan o-lup Muhammet peygamberi gözüyle görmüş, onunla konuşmuş olan, birlikte savaşta bulunan. Çoğulu Bk. ASHAB.

sahibkıran Zühre ile Müşteri yıldızlarının bir burçta birleştikleri zamanda doğmuş kimse, veya o zamanda tahta çıkmış mutlu ve yenilmez büyük hükümdar.

* sahne (Tiy.) 1. Geniş anlamda Tiyatro, dramatik tür demektir: Sahne edebiyatı, Türk sahnesi... gibi 2. Tiyatro yapılarının içinde oyunların oynandığı yer. 3. Bir tiyatro eserinde perdelerin bölündüğü daha küçük bölümler. Bunlar bir kişinin içeri girmesi veya dışarı çıkmasiyle .sınırlıdırlar, Tanzimat’ın ilk yıllarında Sarayın bir tiyatro binası olduğu, bunun Dolmabahçe sarayının arkasında şimdilerde Teknik Üniversiteye çıkan yokuşun başında bulunduğu biliniyor. İkinci sahne olarak Beyoğlu yangınından

saki

önce şimdiki Konak Otel’inin bulunduğu yerde bir, Ağacamii’nin ilerisinde de bir ki iki sahne vardı. Beyoğlu yangınından sonra Halep çarşısı ile Odeon tiyatrosunun bulunduğu yerde iki tiyatro binası, Tepebaşı bahçesinde! yazlık bir bahçe tiyatrosu yapılmıştır. İstanbul tarafında ilk tiyatro sahnesi) edikpaşa’da. So-ulie cambazhanesinin bıraktığı salaş tiyatro, şimdilerde Eczacı Fakültesi olan yerde ve Beyazıt tramvay durak yerindeki han içinde küçük bir sahne vardı. Türkçe piyes oynamak imtiyazı Güllü Agop elinde olduğu için Ge-dikpaşa tiyatrosundan gayrilerinde ya opera ya pandomina oynanıyordu. (1868-1875) Bu imtiyaz meselesi ortadan kalkınca Şeh-zadebaşı tiyatro merkezi olmıya başlamıştır. Üsküdar’da Bağlar-başı’nda, Kadıköy, Sarıyer... gibi bazı yazlıklarda açık hava tiyatroları salaş olarak yapılmıştır. Ramazanları ve kış mevsimi Şehzadebaşı tiyatrolarında, yazın da yazlıklardaki salaşlarda oyunlar verilirdi. Şehzadebaşı tiyatrolarında bellibaşlı truplar Manak-yan’m OsmanlI Dram Kumpanyası, Kel Hasan’m Handenhane-i Osmani, Abdürrezak’m, Şevki’nin, Naşit’in trupları idi.

saki «Sulayan, su veren, anlamında olan bu söz şarap dağıtanı anlatmak için kkullanılmıştır. Bu. yüzden şarap ve ilgili kavram-lariyle beraber divan edebiyatının çeşitli kollarında çok kullanılmış bir söz olarak geçer».

«Bize bir şaki-i hoş-tab’ gerektir Yalıya — Pür edip cami suna ehl-i dile rindane.— Şeyhislâm Yahya» — «Kim bakar bâdeya çün olmıya gül-ruh saki — Lâle-zarı nidelim lâle-izar olmayacak.— Şeyh'islâm İbni Kemal» — «Sa-kiyâ cür’a-i leb-i can bahşını sun — Çekmesin ehl-i safa bade-i ham-ra gamım.— Baki» — «Bir şeker hand ile bezm-i şevke câm ettin beni — Nîm sun peymaneyi saki tamam ettin beni.— Nedim.»

sakiname <Tür> Konusu şarap üzerine olan kasidelere denir. Bunlarda şarap övüldüğü gibi garaip dağıtan, şarap satan... da övülebil'r. Sahbananıc de denir.

«Merhaba ey câm-i minâ-yi mey-i yakut-renk — Devri gelsin senden, öğrensin sipihr-i bîdi-renk — Merhaba ey yadigâr-i meclis.i dlvran-i Cem — Âb-j rû-yi devlet-i Cemşid ü âyin-i Pe-şenk — Merhaba ey şahid-i işret-sera-yi meykede — Duhter-i pıt^i mugan hemşire-i saki-i 'şenk — Şensin ol ruh-i revan-i jnürde-i enduh-ü gam — Sana nisbet çeş-me-i âb-i Hızr ayn-i şerenk — Sen me-i âb-i Hızr ayn-i şerenk — Şensin ol sermaye-i bazar-i şek-'i ehl-i aşk Düştü feyzinle! kesada cevher-! namus ü nenk — Şensin ol pi her-i namus ü nenk — Şensin ol pi-raye-i hikmet ki feyz.i kâmilin — Kıldı mit’at-i zamir-i ehl-i dilden def-i jenk — Cur’ana vermezdi can her âşık-j efsürde-dil — Olmasan tâb-efken-i her hâtır-i bitab ü tenk — Mey değil ruh-i revan-j mürde-i gamsın hele —; Âlemin canı değilsin cami âlemsin hele.— Nef’i».

Salih (Tar.) Hicaz ile Şam arasında oturan, Semud kavmine gönderilmiş peygamberdir. Doğru yola çağırdığı halk kendisinden mucize istemişler, o da bir kaya içinden gebe bir deve çıkartmış, deve hemen doğurmuşur. Salih peygamber halka bu deveye bakmalarını söylediği halde sözü dinlenmemiş, deve öldürülmüştür. Salih’e inanan bir kısım halkın gayrisi Tanri gazabına uğrayarak yok olmuşlardır.

«Salih’e bir deve eyledik ihsan — Kayanın içinden çıktı na-gehan — Pek çoklan buna etmedi . iman — Anları hâk ile yeksan eyledik.— Edip Harabi».

şaliye (Tür) Yeni yılı kutlamak ve içinde tarih de bulunmak üzere düzenlenmiş manzume.

salname Yıllık. İçinde takvim de bulunan ve bazı belirli bilgi yazıları olan kitap. Osmanlı İmparatorluğunda Devletin resmî daireleri, memurları hakkında, düzenlenen ilk Salnameyi Ahmet Vefik (Paşa) 1846 yılı içinde hazırlamıştır. Sonra bazı vilâyetler de bu yolda çeşitli değer taşıyan salnameler yayımlamışlardır.

saltık (-Fcl.) Varlığı kendinden olup hiçbir şartı olmıyan. Başlı-başına olan. Relatif karşıdı. Buna Mutlak dsf denir.

Sam (Tar.) Nuh peygamberin büyük oğlunun adıdır. Sami, ka-vimlerin bundan türedeği sanılır.

Sam (Mit.) Şehname kahramanlarından olup Feridun zamanında cihan pehlivanı olmuştur. Neriman’ın oğludur. Kendi oğlu Zal, doğduğu zaman beyaz saçlı olduğundan uğursuz sayarak o-ğulluğa kabul etmemiş, dağa atmıştır.

«Affı na-kaabil ceraimdendir indimde benim — Şam’a teşbih eylemek ol şah-i Dârâ-haşmeti.— Vâsıf».

San’an (Mit.) Dine çok bağlı, bilgin bir şeyh iken bir hıristiyan çocuğunun sevgisi yüzünden yıllarca doıjıuz çobanlığı yapmakla ün almış kimse.

«Ne aşk âfet-i iman-j şeyh San’ ani — Ne aşk din-şiken ü kıble-bend-j küfr-efzud.— Sami».

sanat (Ed. Ten.) Genel olarak bir eserin (tablo, heykel, manzume...) meydana getirilmesinde, icrasında, olgunlaştırılmasında faydalanılan metotların tümü demektir. Bir tasarlayışın gerçekleştirilmesi sanatle olur. Tenkid dilinde bir yazarın sanat eksikliği demek onun bazı icra acemilikleri! olduğunu söylemek demektir. Sanatin özel tarifleri, edebiyat okullarına, hattâ, bazı sanat-çilere göre değişir: onlardan her biri kendi eserlerine göre bir sanat tarifi yapmışlardır. Bu bakımdan birçok sanat tarifi vardır.

sanayi «Sanat» sözünün çoğuludur, sanatler demektir. Sanayi, i lâfziye (söz sanatleri): Cinas, kalb, iştikak, akis, seci.— Sanayi, i mâneviye (anlam sanatleri) Bk. ANLAM SANATALRI.

sanlık (Kom.) Anlam için gerekli olmıyan fakat cümleye incelik, ahenk verdiği sanılan sıfat demektir. Fikre güzellik veya kuvvet vermiyecek gibi olan, çoğu da basmakalıplaşan bu sıfatları kullanmak yazıyı sakatlar: Karanlık ölüm, 'beyaz kar taneleri, yeşil çimenler... gibi.

sansualizm (Fel.) Bütün bilgilerimizin, yetilerimizin duyumdan geldiğini ileri süren doktrin (Condillac doktrini. Buna Duyum, culuk da denir, eskiden ihsaeiye deniyordu).

sansuel (Psi.) Duyu hazlarını anlatan onları harekete getiren.

sansür Bıasüıacak yaaıların basılmadan önce İncelenerek 'basılmasına izin verme işine sansür denir, bu iş ile, görevli kimseye de sa/nsör denir.

  • 1. Ki,tap sansürü, ilk basımevi-nin açılmasına izin veren fermanda «hangi çeşit kitaplann»-basma suretiyle çoğaltacağı hakkında kayıtlar vardı. Buna uygun kitaplar için padişahın izni alınarak basılıyordu. Tanzimat-tan sonra devletin malı olan tek basımevinde özel bir takım kitapların basılmasına izin verildi, bunları teşvik için de bir çeşit «telif hakkı» denebilecek tekel konuldu. Basımevi açmak isteyenler için de bir nizamname yapıldı. Bu nizamnameye göre basım© vlerf «Maarif Nezaretine© izin verilmiş» kitapları basabileceklerdi. Kitaplardan tekeli kaldırmak için de «herkes istediği kitabı bastırmakta serbest» olduğu hakkında bir nizamname yayımlandı. 1873 yılı başlarında Namık Kemal eski eserlerinden bazılarını yeniden bastırmaya kalkıştığı zaman hükümet bunu önlemek istedi. Bunun için bürokratlar o tarihten on altı yıl önce çıkarılmış olan, uygulanması kimsenin hatırına gelmemiş bulunan basım evleri nizamnamesini ileri sürdüler. Basılacak kitaplar için Maarif Nezaretinin izni şarttı. Bu tarihten sonraki kitapların üzerinde «Maarif Nezaretinin ruhsatiyle» kaydı konulmaya başlandı. 1908 ikinci Meşrutiyetine kadar bu hal sürdü. O tarihten sonra kitaplar üzerine her hangi bir kayıt konulmuş değildir.

  • 2. Tiyatro sansürü, bu sansür dc Namık Kemal’in Vatan-yahut-Si-listre piyesinin oynanması üzerine konulmuştur. Vatan piyesinin. oynanması halkı heyecanlandırmış, bazı gösterilere yol açmıştı. Kemal ve bazı arkadaşları sürgüne gönderildikleri gibi tiyatrolarda oynanacak piyeslerin daha önceden Zaptiye Nezaretine muayene ettirilerek oynanmasına izin alınması şartı konuldu. O zamanlar Zaptiye Nezareti İstanbul’un valilik işini gören sivil bir idare, hem de disiplini ile uğraşan bir Emniyet Genel Müdürlüğü şeklinde idi, Nazır da doğrudan doğruya Sadrazama bağlı bulunuyordu. İşte ilkin böylece zaptiyeye verilmiş olan tiyatro sansürü işi hep polise ait kalmıştı.

  • 3. Gazete sansürü, ilk gazete resmî idi, İkincisi de yarı resmî sayılıyordu. Fakat Tanzimat'tan yirmi yıl sonra özel kimseler tarafından gazete çıkarılmaya başlanınca bazı disiplin işleri de meydana çıktı. Tercüman-i Ahval gazetesinin yarı resmî sayılan Ceride-i Havadis gazetesi ile tartışmaya başlaması üzerine hükümet gazeteyi on beş günlüğüne kapattı. Şinasi’yi bazı politika yazıları yüzünden memurluktan çıkardılar. Gazetelerle beraber' işleri de çoğalınca bir nizamname yapıldı, gazetelerin suç sayılacak işleri bunların muhakeme yoluyla halledilmesi usulü konuldu. Fakat bunun uygulanması uzun sürmedi, Âli Paşa sadrazam o-luınca bir kararname ile gaze-telrein hükümetçe kapatılma «zecrî sistemini» koydu, sözde bu sistem Girit işinin sonuçlanmasına kadar sürecekti ama, bir türlü hükmü yürürlükten kaldırıla-anadı; çünkü rahat ve keskin bir idare sistemi sanılıyordu. İlk Ka-nun.i esasi (Anayasa) «matbuatın kanun dairesinde serbest olduğunu» emrediyordu, Mebusan Meclisi bir Matbuat Kanunu yaptı. II. Hamit bunu veto etti, o sırada 1877 savaşının başlaması üzerine de hükümetçe sıkıyönetim ilân edildiğinden gazeteler yine idarenin gündelik istekleri dairesinde idare edilir oldular. İlk zamanları Maarif Nezaretine bağlı bir Matbuat İdaresi, yahut Matbuat Kalemi vardı; sonra bu idare Babıâliye alındı. Dahiliye Nezareti kurulunca onun kuruluş yasasına basınla ilgili olmak da konulmuştu. Dahiliye Nazırlığında Matbuat-i Dahiliye Müdürlüğü kurularak . gazetelerden her birimin yazılarını basılmadan önce inceleyen sansörleir tâyin edil- di. Bu hâl 1908 Meşrutiyetine kadar sürdü. O tarihten, 31 Mart (13 Nisan 1909) olayına kadar anarşi denecek bir karışıklık içinde serbestlik oldu. Hareket Ordusu İstanbul’a gelince ilân edilen sıkıyönetim İstanbul’un Millî Hükümet tarafından işgaline kadar sürdü. Sıkıyönetimin, böyle uzun 'sü.rjpcsi, aslındaki disiplin ve düzeni kaybettirmişti. 1909 dan 1914 yılma kadar gazeteler ile hükümetin karşılıklı münasebetleri çok garip safhalar geçirmiştir. Sansür olmadığı halde hükümet politika gazeteleri için çeşitli kayıtlar koydu, gazeteler de buna karşı çeşitli kaçamak yolları kullandı, ikdam, Yeni ikdam, İktiham; Tanin, Renin, Si-hat, Işhat... aynı gazete ve dergilenin, Cenin; Şehrah, Hemrah, içtirin tatilleri üzerine aldıkları adlardır. I. Cihan savaşı askerî sansürle geçti; mütareke devrinde İstanbul’u işgal etmiş, olan itilâf devletleri askerî bir sansür koydular; devrin gazete ve dergileri bu sansürce incelenmiştir.

sarf (Dil.) Bugün şekil bilgisi denilen dilbilgisi koludur; eskiler lâfızların suretlerine ve heyetlerine müteallik bilgi diye tarif e-diyorlardı.

satır (H. a) Halk edebiyatında mısraın adı.

satir (Tür) Lâtinler tarafından işlenmiş toplum, kişi kötülüklerini açığa vurur yolda nazım, nesir karışığı bir yazı türüdür.

saıyıp dökme (Kom.) Basit bir fikri daha aydın, daha duyulur bir kılıkta anlatmak için onun gerekli niteliklerini, sonuçlarını, ayrıntılarını ardarda sıralamak: «Çocuklarımız, dostlarımız, komşularımız, herkes bilir ki biz geçimsiz bir aileyiz». Belginlik sayıp dökmesi: «İnsanın beş duygusu vardır: Görme, işitme, duyma, tatma, dokunma». Patdtik saıyvp dökme: «Dinleyenler teperdiler, gülmeden katıldılar». Pitoresk sayıp dökme: Eğelemek için bir eğesi, kesmek için testeresi, sökmek için del kerpeteni vardı». —Bu öyle bir yazı sanatidir ki, 'iyi yapılmazsa sonu gevezeliğe varır. Ne uzun, ne de sıkıcı olmalı.

Say (Gaz.) 27 Ekim 1887 tarihinde on beş günlük olarak ya-yımlanmıya başlanmış dergi. Yazarı Halil Edip idi.

sazşairi Âşık edebiyatı adını verdiğimiz tip edebiyat çığırında eser meydana getiren şair; bu anlamda «âşık» sözünün eşanlamıdır, manzumelerinin âhengini sazla tamamlarlardı.

Sebilürreşat (Gaz.) Sıkıyönetim idaresince kapatılmış olan Sırat-i Müstakim dergisinin yerline çı-karılmıya başlanmıştır. İstiklâl savaşı sıralarında Kastamonu, Ankara ve Kayseri’deı de birkaç sayısı yayımlanmıştır.

seb’-ül-mesani Kuran’ın Fâtiha suresini meydana getiren yedi ayet. Doğrudan doğruya Fâtiha suresinin adlarından biri.

sebk (Kom.) Sözlük anlamı «eritmek, kalıba dökmek»tir. Be-lâgatçilere göre anlatışın düzenlenmesidir. Sebk-i mevsuk sebk.i mefsul diye iki çeşidi vardır. Cümleleri birbirine birleştirilerek ulanmış şekline mevsul, kesik kesik yapılmışlarına da mefsul denilir.

seci (Kom.) Eski nesirde ibareler arasında bulunan kafiye demektir.

Bu anlatım arapçadaki duruma göredir. Farsça örneklerine 'göre Divan nesrinde yapılan seciler ise «tamlamalar ile ibare arasındaki, kelâm fasılalarında, birbirlerine atfedilmiş cümle veya fıkraların sonlarındaki kelimelerin kaıfiyeli denecek çeşitten olmasıdır» diye tarif olunur. İbare veya tamlamalar arasında olan secilere Sec-i Mutlak denirdi. «Sevk-i rüzgâr ecza-yi vücudunu tarmâr ettiğinden...» sözünde olduğu gibi. Bağlaç yerinde veya atıf şeklinde olanlara ise Sec-i mukayyet yahut Sec-i rabtî deniliyordu: «Mektubunuz vâsıl ve mealine ıttıla hâsıl oldu» — «Mefasim-i tevkir tevfirinde ihmal ü taksir o-lunmayıp hilâ-i fâhire ve in’a-mat-i zahire ve ziyafât-i vâfirre ile Z.ülkadir oğlu taifesi mugta-nem oldular» gibi.

Sec’in bir de ayrı ayrı cümlelerde olanları yapılırdı, böyiele-rine sec-i mefruk denilmiştir : «İmam Oafer-i Sadık’tari nakildir ki ifrat-i girye beş kişiye münhasırdır : Bir Âdem ki be-hişt firakından nalım idi ve biri Yakup ki Yusuf hicrinden gir yan idi. Ve biri Yusuf ki Yakup derdinden perişan idi. Ve biri Fatı-ma-i Zehra idi ki Hazret-i Resulün ateş-i firakından büryan idi. Ve biri İmam Zeynelâbidin ki kırk yıl vâkıa-i Kerbel'âdan sonra lâ-yankati sirişk - efşan idi.— Fuzuli».

Seci, sözlerine göre de mutar-raf, mütevazı, murassa’ diye üçe bölünür. Sadece kafiyeli olan, yani en az bir kelimede birleşik o-lan kelimelerle yapılmış olanlar Sec-i 'm.ııtarraftır : Andelib-i hoş-avaz, nağamatiyme samia-Mevas-dır» gibi. Kelimeleri vezince uygun düşenler ise Sec-i mütevazi olur : Hamd-i nâmadut ve senayı nâmaMut... gibi. Sec-i murassa’ ise iki fırkanın bütün sözlerinin birbiriyle vezin ve kafiyece uygun olanlarına denir. «Hakka-niyyet nam-i cehline müstait o-lan savlet-i ricatinde tevfik-i Rabbani müinin nefsaniyyet kâm-i reziline müstenit olan hiffet şiddetinde kahr-i ıasmanî karinin olur.—< A.H. Tarhan» — Nesirde ustalık göstermek seci kullanmakla ölçülüyordu : münşi olarak gördüğümüz yazarların e-serlerinde buna raslıyoruz. Bu düşünüş çok yayılmış, nesir yazmanın esası secili yazmaktır şeklini almıştır. Bunun belli başlı zararlarından biri fikrin, kelime uğruna karışık, anlaşılmaz hâl almasıdır. İkincisi aynı fikri başka sözlerle tekrarlamaktır. Ü-çüncüsü konu ile ilgisi olmıyan fkirleri kelime zorlamasından dolayı cümleye sıkıştırmaktır. «Nazar-i ubudiyet ve dide-i ruki-yetimde hemkadr-i kibrit-i ah-mer ve belki cevher-i canla beraber...» cümlesinde «nazar-i budiyet = dide-i rukiyet» ve «hemkadri kibrit-i ahmer — cevher-i canla beraber» sözleri bin-birinin aynıdır.

sedd-i İskender (Mit) İskender ile ilgili. sed olup, neresi olduğu pek belli değildir. Çin şeddini bile İskender şeddi diye söylemiş olanlar vardır. Çoğu, Kafkas dağları için söylerler. İskender, bunu Yecuc ile Mecuc kavmınm saldırmalarına kıarşı yaptırmış denir. Mecaz olarak, herkesi şaşkınlığa düşürecek büyüklükte yapı, eser, insan kudreti üstünde iş anlatmada da kullanılır.

sefaretname (Tür) Osmanlı İmparatorluğu zamanında devletçe yabancı ülkelere geçici 'bir zaman için elçilikle gönderilmiş olanların yolculukları sırasında gördüklerini yazdıkları eserlere denir. Yirmi sekiz Çelebi Mehmet Efendinin Paris Sefaretnamesi gibi.

sehl-i mümteni (Kom.) Söylenilmesi kolay göründüğü halde benzeri yapılnftya kalkıldığı zaman güçlüğü belli olan söz. İlk niteliği sadeliğidir, ilk bakışta kolay görünmesi de bu sadelikten ileri gelir. Süleyman Çelebi’nin Mevlût eseri sehl-i mümteni sanatının bir örneğidir.

Sekt-i melih (Vez.) Aruzun mef’ulü mefailün feulün vezninde yazılmış manzumenin 'arasına me-fulün failün feulün vezninde mısra sokuşturmıya denir; bu ahenk duraklamasını bazıları hoş buldukları için bu adı vermişlerdir.

selâmet (Kom.) On dikuzuncu yüzyıl sonlarında yeni edebiyat taraflıları tarafından selâmet-i-his, selâmet-i fikr, selâmet-i zevk... gibi tamlamalarda kulla-«doğruluk, sağlamlık» tır.

u-nılan selâmet sözünün anlamı


selâset (Bel.) İbare ahenginin akıcı olması demektir1.

selis (H. e. Sazşairlerinin XIX. yy. da aruz vezninin failâtiin fei-lâtiin feilün vezniyle yazdıkları gazellere verilen ad.

Selman 1- Selman-i Saveci, Fartsın büyük şairlerindendir (Öl. 1367). Hoca Selman da denir. Kasidelerin fahriye kısımlarında şairler kendilerini ona benzetmek için adını söylerler.

2. Selman-i Farsî, aslı Fars o-lup ilkin ateşe taparken sonra Hıristiyan olmuş, köle olarak Muhammet peygambere satılmış, müslüman olarak kölelikten kurtulmuştur. Ashap sırasına geçerek peygamber ve Ali ile çok bulunmuştur. Yaşının çok olduğu hakkında söylentiler vardır, (öl. 655).

sema’ (Tari.) Müzik dinTiyerek oynamak. Aşk ve coşmaya bir vasıta olan bu oynama, elleri a-çıp kapıyarak ve göğüs üzerine muntazam getirip götürerek, çok defa da, bir kadınla erkek karşılaşarak yapılırdı. Ayaklar da düzenli bir hareketle oynatılır ve ikide birde mühürlenirdi. Mevle-vilerin sema’ları başka türlüdür, onlar kolları iki yana açıp dönerler. Felekler nasıl «hareket-i şev-kiye» ile dönüyorsa, bu dönüşlerinden nasıl elemanlar meydana geliyorsa düşünce sahibi de sema ettiği zaman şuuraltı gerçekleri kendini gösterir.

semai (Tür) Sazşairlerinin aruzla yazdıkları bir manzume şeklidir. Vezni çok kere 4 tane mefa-ilündür; semailer kendilerine mah sus bir makamla ve sazla söylenirler.

sembol Bir şeyi, onu göstermek için kullanılması âdet olmuş,, başka bir şey ile göstermektir ki, bu başka şey semboldür. Canlı bir gerçek, gizli bir doğrunun işareti olarak sayılabilir: Bayrak, vatanın sembolüdür.— Tilki, kurnazlığın sembolüdür... gibi. Sembole .gerçekten varılır.. Bir şeyi doğrudan doğruya anlatmak değil de, onu zihne getirebileceği hikâye, hayal veya işaretlerle anlatma ki, dolaylı bir anlatıştır.

sembolizm (Ed. Tar.) Fransa’da 1885 yıllrmda, parnasyenlere karşı bir tepki olarak başlamış bulunan edebiyat cereyanıdır. Bu cereyan insanları, kendilerinden evvelkileri çok materyalist buluyor; onları şekle fazla bağlılıkla suçlandırıyordu. Parnasyenlerin nazımlarındaki belginlik ve açıklık altında duygu ve düşüncenin boğulduğunu söylüyorlardı. Nazımda duygunun en küçük ayrıntılarını anlatabilecek belginsizlik ve belirsizlik istiyorlardı. Serbest nazım, bunlarla başladı.— Edebiyatıcedide zamanında sembolizm hakkında bazı yazılar yazıldı, birkaç örnek manzume de meydana getirildi ise deı asıl uygulanması 1908 den sonradır.— Sembolizmi, bizim divan edebiyatının tasavvuf ve mecaz görüşleri lîe karıştırmamak.

semender (Mit.) Ateşte yıanmı-yan hayvan. Bu hayvan ateşten geçerken bir çeşit yağlı salgı çıkarıp kendini korurmuş.

Senai Kanaati ile ün almış hakim bir kimse.

senaryo 1- bir filim konusu aksiyonunun ve konuşmalarının yazılmış şekli. Böyle bir metinde hikâye kısmını yıazan (senaryocu) ile konuşmalar kısmını yazan

(diyalogcu) ayrı kimseler olabilir.— Bir senaryonun ilkin bir kabataslağı (synopsis) olur, konunun 10 ile 20 sayfa arasında bir taslağıdır.— 2. (Gaz.) Tevfik Sadullah tarafından aylık olarak çıkarılan tiyatro ve sinema sanatı dergisi (Ekim 1953).

sentez Analiz ile elemanları ayrı ayrı hale konulmuş olan bir bütünü teıkrar kurmak. Parça parça toplanılmış şeylerden bir bütün meydana getirmek; matiz karşıdı. Edebiyat tenkidlerinde analiz, bir eserin, bir fikrin, gramerce bir cümlenin... elemanlarını ayrı ayrı ve arka arkaya incelemek olduğuna göre, sentez, onun tersi bir iş yapmaktır: sentez, yakınlaştırır, yeniden kurar, bir sonuca verir.— Sentez' sözü, bütün görüşü, özet, snuç sözler riyle de anlatılabilir.

septisizmi (Fel.) Hiçbir zaman ne kabule ne de redde yanaşan ruh durumu.

Serbest Fikir (Gaz.) Celâl Nu-ri’n’n çıkarmakta olduğu Hürri. yat-i Fikriye dergisinin kapatılması üzerine 13. sayı olarak bu dergi başlamış, fakat beş sayı sonra bu da kapatıldığından Uhuvvet.i Fikriye adiyle birkaç sayı daha yayımlanmıştır.

Serbesti (Gaz.) Mevlânzade Ri-fat tarafından çıkarılmıya başlanmış gündelik gazete (18 Kasım 1908) .ittihat ve Terakki Cemiyetine karşı bir politika güdüyordu. Bu yüzden başyazarı Haşan Fehmi’nin öldürülmesi fikirleri heyecana düşürmüş, o günlerin sonunda 31 Mart Vakası meydana gelmiş, Hareket Ordusunun İstanbul’la gelmesi üzerine sahibi kaçtığından gazete kapanmıştır. Mütareke yıllarında da bir zaman


çıkarılmıştır.

sergileme Genel anlamda bir konuyu açıklama için yayma demek olan bu söz daha çok piyeslerin ilk perde veya ilk sahnesinde! o piyesteki olayın daha önceleri hakkında ve şahısları tanımak için bilinmesi gerekli şeyleri' anlatmak için olan bölüme den;r..

srei’ Bk. BAHR.

ses gediği Sesli bir hece ile biten kelimenin sesli ile başlıyan bir kelime ile yan yana gelmesi. Yapı altı _ Kafa ardı.

Servetifünun (Servet-i Fünun = Fen zenginliği) istibdat idaresi zamanında, bir ara yeniden dergi çıkarmak için izin verilmediği sırada, akşamları yayımlanmakta olan Servet adlı bir gazetenin haftalık sayısı olmak üzere 27 Mart 1891 de çıkarılmıya başlanmıştır. Sahibi Ahmet Ihsan Tokgöz idi. Nabizade Nâzım, Ahmet Rasim, Mahmut Sadık ilk yâzârlariydi. 1895 yılında-Malûmat dergisi ile tartışmalarına, Recâîzadç Ekrem’in karış-mıasiyle Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşakhgil dergiye yazı yazmı-ya başlamışlar; fikirce kendilerine uygun gençlerden bazıları da katışarak Edebiyatıcedide topluluğunun organı halini almıştır. Nabiza.de’nin ölümünden sonra ortaya çıkan Zehra, Recaizade’-nin Araba sevdası, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah, Aşk.i Memnu, Mehmet Rauf’un Ferdayı yaranı, Eylül, Hüseyin. Cahit Yalçm’ın Hayal içinde romanları ile küçük hikâyelerinden bir kısmı; Tevfik Fikret, Cenap Sahabettin, Hüseyin Siyret Özsever, Hüsetin Sulat Yalçın, Ali Ekrem Bolayır, H, Nâzım, Süleyman: Nesip, (Sami), Süleyman Nazif,,

seyahat vermek— 236 —Sıhhatnüma


"Faik Âli Ozansoy, Celâl Sahir Erozan, Ömer Naci* Hüseyin Da_ niş, Zaimzade Haşan Fehmi’nin manzumeleri 1895-1901 arasında dergi hükümetçe geçici olarak kapanmcaya kadar yayımlanmıştır. 1909 dan sonra, Fecriati topluluğunun organlığını yapmıştır. Bundan ' sonra arasıra çıkmı-yarak, çıktığı zamanlar da yazılarında bir esaslı karakter gös-termiyerek sahibinin ölümüne kadar çıkmıştır (Bir aralık adı 17. yanış olmuş ise de tekrar eski adına dönmüştür). Elli yıl çıkan en uzun ömürlü dergi olmuştur.

1908 ikinci Meşrutiyetinde ve bir kere de 1914 Birinci Dünya savaşı başlangıcında gündelik o-larak da çıkarılmıştır. Bir aralık bu adla Fransızca gündelik sayı da çıkarılmıştır.

seyahat vermek (Tari.) Tarikata giren bir derviş, girişini tamamlaması için, yahut bir suçu yüzünden cezalandırılması için seyahat verilir. Derviş, «atebat-i âliyat» denen Necef, Kerbelâ, Samerıa ile Horasan’ı dolaşır, imamları, en sonunda Sinop’ta Seyyit Bilâl’ı Ziyaret eder döner. Bu yolculuk sırasında yolundaki tekkelere konar, yolda «şeyen Hilali» (Allah için olsun bir şey) diye toplıyabildiklerini konakladığı yere bırakır.

Seyfülmülûk (H. e.) İslâm kahramanlarından kâfirleri İslâmlığa çağıran, bu uğurda, devler, büyücülerle savaşan birinin başından geçenlerin hikâyesidir.

sezgi (Psi.) Zihne, kendiliğinden ve ansızın, hiçbir aracısı olmadan gelen bilgi. (Sesi de denir). Eşya ile ilgili her hangi bilgi. İndüksiyon, dediksüyon, analoji gibi akıl yürütmelere ha

cet kalmadan meydana gelen bilgi, dîskürsif karşıdı.

Sıddık (Tar.) Ebu Bekir’in lâkabı.

sıfat (Tas.) Zatın görüşünü; zat birdir, sıfatın sonu yoktur. Tanrının zatına ait altı sıfatı ile (varlık, önü olmamak, sonu olmamak, birlik, hâdiselere mahal olmamak, zatiyle var oluş). Tanrının sabit olan sekiz sıfatı (dirlik, duyuş, görüş, gücü yetiş, dileyiş, biliş, söyleyiş, yaradılış) vardır. Tanrı zatiyle kaim, fakat zatın ne aynı ne de gayridir. Şiilere göre ise sıfat zatın aynıdır ve Tanrı bilgisi, duyulan ve görülenleri de kapladığı içift duyar ve görür. Diriliğinin öncesi yoktur, sonu da yoktur. Kudretinden dolayı irade sahibidir, kelâm sahibidir; kelâmında da. sadıktır, dilediğini yaratır.— Mutezileye göreyse sıfat, yaratıklara göredir. Fakat vahdetin gerçeği Tanrı sıfatlarını zatından nefy etmek, yani Tanrıda sıfat kabul etmemektir.— Sofiler bütün sıfatları zatın görünüşü ve aynı olarak kabul ederler. işler, sıfatların görünüşü, sıfatlar da Tanrı zatının görünmesidir.

sıhhat (Bel.) Sözün kelimeleri ve tamlamaları bakımından anlayışı zorlaştırmaması demektir. Kelimede sıhhat, onun söylenişinde güçlük olmaması, kulağa hoş gelmesi demektir. Aksi hal tenaffür meydana getirir. Kelimenin garip görünmemesi, gramer kurallarına uymazlık göstermemesi de sıhhat şartlarından idu

Sıhhatnüma (Gaz.) ilkin Ali Raşit tarafından «hıfzıssıhhat ve havadis-i tıbbiye ve fünuna dair osmanlı gazetesi» olarak yayım-lanmıya -başlamış (16 Mayıs 18-


66), 18. sayıdan sonra Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye tarafından çıkarılmıştır.

sır (Tas.) Gizli şey. Ruhun arınıp tecelliye hazırlanma durumu. Sırrolmak, bektaşiletre göre, bazı evliyalar cesetleriyle beraber hayatta iken yok olmuşlar.

Sırat (Tas.) Sırat köprüsü, Sı-rat-i müstakim. Bu köprü üç bin yıllık yoldur. Bin yılı yokuş, bin yılı düz, bin yılı iniştir. Kıldan ince, kılıçtan keskindir; Cehennem’in üstüne kurulmuştur. Mahşer halkının hepsi bu köprüden geçecektir. Bazıları bunu aşıp Cennet’e kavuşacaklar, bazıları da üstündan alttaki Cehennem’e düşeceklerdir.

Sırat-i Müstakim (Gaz.) 27 A-ğustos 1908 tarihinde haftalık olarak yayımlanmıya başlanmış dergi. Sahibi Eşref Edip, Başyai' zarı Mehmet Akif Ersoy idi. Dinî konularda yazılar yayımlıyordu. Ba.banzade Naim, Bereketza-de İsmail Hakkı, Manastırlı İsmail Hakkı, Musa Kâzım yazı yazıyorlardı. Hükümetçe kapatılması üzerine Sebilürreşat adiyle çıkarılmıştır.

siyam (Tas.) Oruç demektir. Müslümanlığın beş temel şartından biridir. Belli bir süre içinde ağza bir şey koymama demek ( olan orucun, sofilere göre, birçok basamaklar! vardır. En son mağı, Tanrıdan başka bir şeyle uğraşmamaktır.

sihr-i halâl (D. e.) 1. Beyit arasında hem önceki hem de sonra gelen kelimelerle ilgili olabilecek bir söz bulundurmaktır. «Gördüm olmuş pür-kevakip asman — Hâlık-j ecramı tebcil eyledim — Doldu gönlüm nur ile bi-ihtiyar — Sure-i Vennecm’i tertil eyledim,— Muallim Naci». Bu dörtlükteki «bi-ihtiyar» sözü hem bulunduğu mısradaki anlam hem de sonra gelen mısra ile, ilgili olabilir, birinci şekilde, «Gönlüm bi-ihtiyar nur ile doldu olur» İkincide ise «bi-ihtiyar sure-i Vennecm’i tertil ettim» olur. 2. Güzel, iyi yapılmış söz anlamına da. kullanılırdı.

«Devatım oldu çeh-i Babil ü sözüm efsun — Füsunger-i kelâmım arz kıldı sihr-i halâl,— Hayalî».

Silâh (Gaz.) Selânik’te 23 Temmuz 1909 da on beş günlük olarak yayımlanmıya başlanmış «mesleği ittihat, hedefi terakki» olan gazete. İstanbul’da çıkan İttihat ve Terakki Cemiyetine karşıt gazete ve yazarlar hakkında oldukça şiddetli hücumlariy-le ün almıştır.

SÎmurg (Mit.) El-burz dağında, bulunan bir masal kuşu.

şinad (Vek.) Revi harfinden önce gelen sesli harfteki değişiklik olup kafiye.4yarilışlarmdan sayılır: Zâr ile zîr, zor; mâr ile •mir, mûr gibi.

ma, bugün 7. sanat diye anılmaktadır. Yazı ve saiınel ile ilgisi yüzünden edebiyatla sıkı sıkıya basa-, bağlanmış durumdadır, ilk ortaya çıktığı zamandan bugüne kadar teknik gelişmelerle her gün bir adım ileri atılan bu sanat e-serleri ilkin kısa sahneler halin-


sinema (Si.) Geçen yüz yıl sonlarında ortaya çıkarılmış olan sinede iken büyümüş, sesli olmuş, renkli olmuş, üç 'boyutlu olmaya, yönelmiştir. Bu durum da onda, son nokta değildir; ekransiz, gün ışığında gösterilecek filimler üzerinde çalışmakta, araştırmalar

yapılmaktadır.— Sinema için de, I sahnelerinin çekildiği yapı, öteki sanatlarda olduğu gibi bir


konunun filme ahnablmesi için ayrıntılı metin; diyalog, filimlerdeki konuşma parçaları; prodüktör, bir filmi yapmayı üzerine a-lan, onun para işini sağlıyan kimse; direktör, konunun filme alınmasını idare eden kimse, re


idare eden, banyo, montaj, effekt


takım terimler yapılmıştır. Bunların çok özel ve teknik olanları bir tarafta bırakılınca bazılarının hemen hemen her tabaka sinema seyircisi tarafından işitile jşitile öğrenildiğ ni, tekrarlandığını görüyoruz. Son yıllarda spordan sonra, hemen bütün gazetelerimizin ikinci önemli konuları olan bu sanat için bazı tenkid fikirleri yürütülmekte olduğu meydandadır. Bunların belli başlıları şunlardır : Kamera, sinema alma makinesi; beyaz perde veya ekran, alınmış resimlerin gösterildiği perde; filim, film, 1. üzerine resimler çeküecek veya çekilmiş şerit, 2. her işi tamamlanmış gösterilmekte olan şer't; realizasyon, bir konuyu filme -alıp gösterilecek şekle koyma; sinopse, filme alınacak konunun ilk taslağı; senaryo, bir jisör ,veya sahneye koyan, filmin yapılışını idare eden; teknisiyenj filmin yapılışı sırasında aletler, ses alma, ışıklandırma, kamera gibi teknik işlerle uğraşanlardan her biri; teknikolar, renkli filim meydana getirmekte kullanılan ı usullerden biri; effekt yahut sî-| nema hilesi, gerçek veya korku, duyusunu artırma için yapılan*

bazı düzenler; montaj, parça parça çek'lmiş olan fotoğrafları kesip birbirine ekliyerek bütün haline getirme; stüdyo, filmin iç1


set, stüdyolarda rol yapılan • yer; iç görünüş, stüdyoda çekilmiş bölümler; dış görünüş, stüdyo dışında, açıkta çekilen resimler; büyük plân, filimlerde şahısların sadece başları görülecek şekilde büyük çekilmiş şekli; ön plân, büyük plânın bulunduğu yüzey; genel plân, bir kimse veya manzaranın tam olarak gösterildiği sahne; dublâj, filimlerin diyaloglarını asıl sanatçıların dilinden başka bir d’le çevirme; dublör, büyük bir sanatçının benzeri o-lan, onun yerine bazı tehlikeli durumları veya önemsiz sahneleri oymyan kimse; fonogenik, sesi mikrofonda iyi etki yapan kimse; fotojenik, görünüşü fotoğrafa elverişli olan, fotoğrafta çok güzel görünen kimse; yıldız, bir


filimde baş rolü yapan kadın veya erkek sanatçı (bunlar filme gelir sağlama derecelerine göre sıralanır); aktüalite filimleri, günün olaylarını gösteren f limler; dokümater filimler, bilimsel b'r araştırma, bilimle ilgili bir olayı konu yapan filimler; kovboy fi-limleri, Amerika’nın Batı bölgesinde geçmiş olaylar ve oradaki kovboy hayatı ile ilgili, at koşturmalar, araba peşine düşmeler, tabanca atmalarla hareketli filimler; seans, sinemalarda bir filmin gösterildiği süre; matine, gündüz seansları, suvare, gece seansı; fotöy s’namalarda koltuk olan bölüm.— FVmografü, filim yapan (idare eden, sahneye koyan) sanatçının filimlerin inceleme dalı; filmoloji, bir anlatış ve gösteriş aracı olarak bir filmi türlü yönlerden araştırma konusu yapan bilim kolu; mikrofilmi, basılı veya yazılı metinlerin tes-

bitinde kullanılan fiilindir, her yaprak filim şeridinin bir parçası üzerine .'alınır; sonra alttan aydınlatılan b'r camdan perde ü-zerine konarak okunur; mikrosinema, mikroskopla görülebilecek cisimlerin hayallerini tesbit ile uğraşan sinema kolu; mutlak filim, tabiatte bulunan eşyayı temsil etmiyen, şekillerinin kompozisyonu ile meydana getirilmiş fi-limdir, buna sait film de denir; müzikal film, müzik ve dans sahneleri büyük yer tutan hafif, eğtenceljı f'lim, müzikli komedi filmi.

Şinimmar Havernak köşkünü yapan mimarın adı. Köşkün yapılması bittikten sonra, binanın yıkılacak noktasını b’ldiği veyn bu yapının bir eşini yapmaması için hükümdarın emriyle köşkün damından atılarak öldürülmüştür.' Böylece mükâfat edilecek yerde muza t yapılma yerinde «ceza-yi S nımmar» sözü kullanılır.

Sinin (Gaz.) Tamın gazetesinin hükümetçe tatili üzerine onun yerine çıkarılmıya başlanmış, bu da kapatılınca bir aralık Renin adiyle devam etmiştir.

sinkronizm (Si.) Genel anlamı aynı zamanda geçen iki fenomenin durumu demektir. Sinemada davranışlarla sesin iki ayrı makine ile alınmasından dolayı bir-birleriyle uygunlaştırılmış olması halidir. Bu işi yapmıya da sin-Icronizasgon denir.

sinopsis, synopsis (Si.) Bir filim konusunun ilk yazılan şekli; kabataslak. 15-20 sahife arasında bir metin olabilir.

Siraç (Gaz.) Ebüzziya Tevfik tarafından çıkarılmakta olan Ha. dika gazetesinin hükümetçe tatili üzerine bu gazete çıkarılmıya


başlanmıştır (15 Mart 1873). E-büzziya’nm Rodos’a sürülmesine kadar 16 sayı kadar çıkarılmıştır.

sirkat (Bel.) «Çalma, aşırma» demektir. Divan edebiyatı şairleri arasında oldukça fazla kullanılır bir söz ve belagat kitaplarının üzerinde uzunca durdukları bir konudur. «Başkasına ait bir fikir veya hayal ile düşüne: yi kendisinin malı gibi kullanmıyc,» atız ü sirka denir. Bunu bi lil (zahir) ve bel'rsiz (gayr.i zahir) olarak ikiye bölerler. Başka birinin mısraını olduğu gibi alma o-layma nesih veya .intihal adı verilirdi. Doğu divanlarında böyle mısralara çok raslandığı olur. (Eski kitapların bu yolda gösterdikleri örneklerden çoğu çevirme diyebileceğimiz yoldadır, çünki arapça veya farsça mısraların osmanlıca yazılışına da bu ad takılıyordu). Bir kısım benzeyiş-da anlam alıp kelimelerin şifasına değiştirme şeklinde görülüyordu. Buna da İgare veı mesh denirdi. Bunda, eğer yeni söylenen eskisinden-kuvvetli ise hoş görülürdü, beğenilirdi.—-Gayr-i zahir sirkatler, anlam ve söz değişiklikleriyle yapılan sirkatlerdir. (Aslından haberi olmadan yapılmış benzeyişlere tevarild denirdi, bunun böyle olduğunu gerçekleştirme epey zordur).

sofi (Tas.) Tasavvuf yolunda olanlar. Kelime etimolojisi hakkında birçok, sözler söylenir. Tarihe bakılırsa, ilkin bu sofi lâkabını kullanan Suriye’de ilk zaviyeyi kuran ve 718 yılında ölen Kûfe’li Ebu Haşim’dir.— Sofi sözü, divan edebiyatında, sazşairle-rinin şiirlerinde «kaba sofu, zâ-hid, mürayi, her türlü fenalığı yaptığı halde halka ermiş görün-

miye çalışan yalancı, iki yüzlü» 'anlamına kullanılmıştır. Bu tipe karşı çok hücumlarda bulunulmuştur.

sofiyye (Fel.) Tanrı varlığım, zatını ve sıfatlarını öğrenmek, böylece insan yaradılışı sırlarına ermek için şeriatten aynlmıya-rak, nefsi tutma ve bunun için savaşma yolunda olanlar.

sofizm (Fel.) 1. Görünüşte geçerliği olan, gerçekten yanlış o-lan ve yanıltmıya yarıyan akıl yürütme. 2. Hakikî prenrslerle başhyan yargısı saçma olan defi. Buna örnek olarak yığın delili ünlüdür: Zenon, bir buğday yığınından bir dane alındığı zaman o yığının yığın olup olmadığını sorarmış. Evet cevabından sonra bir dane, bir dane daha... sonuna kadar daneleri aldığı hal de yığının yine kalması gerektiği sonucuna varınmış. Bunda maksat yanıltmak değil karşısındakini zor, sıkıntılı durumda bırakmaktır.

Sofu, Sofi (Tar.) 1. Erdebil sofileri, Şeyh Safiyye-ed-din’in adı. na göre Safevi lâkabım alan ve* o addaki devleti kuran Şah İsmail’in lâkabı. Erdebil’li oldukları için bu adamların taraflılarına Erdebil sofusu veya Erdebil sofuları denirdi.— Anadolu’daki Kızılbaş-lar, kendilerine Sofu unvanını vererek Şah İsmail ile onun devletine karşı olan bağlılıklarını göstermişlerdir. 2. Geniş anlamda o-larak sofi ile anlam ayrılığı göstermek için Zahit karşılığı sofu denmiştir.

sohbet 1- (Kom-) Gâh tenkide gâh denemeye yaklaşan, düşünceleri bir kimse ile konuşur gibi anlatan yazı çeşididir. Sohbetlerin çoğu günlük sanat olayları üzerine yazılmakla beraber, deneme ve tenkidlerde görülen genel konuları da incelemiye kadar gider. (Musahabe, konuşma, söyleşi aynı anlamda, kullanılır). 2. (Tas.) Sofiler, en çok Şüttar yolunda olanlar, yani Tanrı adlarını (esmasını) anarak, sülûkü kabul etmiyenler, 'böyle ad zikrini kabul etmezler, onun yerine aşk ve cezbeyi sayarlardı. Aşkın meydana gelmesi, cezbenin görünmesi için de vahdetle ilgili sohbeti şart koşmuşlardı. Sohbet için üç şart gerekti: zaman, mekân, ihvan (arkadaş). Zaman uygun olacak, kendilerinden ol-mıyan bir kimsenin girmiyeceği mekân (yer) olacak, sohbet edilebilecek ihvan bulunacak.— Bektaşiler sazlı ve içkili sohbete Muhıaibbeit derlerdi.

sone (Tür) Aslında Italyan Petrarca tarafından kullanılmı-ya başlanmış bir nazım şeklidir. Batı edebiyatından alınarak Edebiyatıcedide zamanında bizde de, kullanılmıştır. 4, 4, 3,‘ 3 mısralı bentler halinde manzumedir. Dört mısralılar a b b a _ a b b a kafiyeli üçlükler de e d d ve e d e kafiyeli olur. (Bununla beraber bu sonunculara pek dikkat edilmediği de olmuş- ; tur).

Son Telgraf (Gaz.) 14 Haziran 1924 te Fevzi Lûtfi KoraosmanrÂ’ oğlu, Sadri Ertem tarafından ya-< yımlanmıya başlanan gündelik politika gazetesi.

sonuçlu sebep (Fel.) Sonuçları, bir makine gibi maddi sebepler değil de ondan önceki birtakım mânevi sebepler meydana getirir düşüncesi (tıpkı bir şeyi almak isteğinin kolu uzattırması gibi)..*

soru (Kom.) Dikkati çekmek için fikrin, soru şeklinde anlatıldığı yazı sanatine denir. Bazı cümlelerin bu yolda düzenlenmesi yazıya, canlılık verir.

sosyoloji (Bil.) Sosyal fenomenleri de, tıpkı biyoloji ve fizik fenomenleri gibi kanunlara bağır o-larak inceleyen bilim (kelimeyi XIX. yy. da Aguste Comte kullan. mıya başlamıştır).

soyut Bk. YALIN.

söylev (Tür) Dinleyicileri bir dâvaya inandırmak, onlara bir fikir telkin etmek için söylenen söz. Sk. NUTUK.

söyleşi Bk. SOHBET.

sözbaşı (Bel.) Bir nutkun başlangıç parçasına denir. Söze baş-lıyan kimse, dinleyicilerinin ilgi ve memnunluklarını çekmek' için bu bölüme önem vermelidir;

sözlük Bir dilin belli bir çâğ-daki kelimelerinin alfabe/, sıra-siyle dizilmiş olduğu kitap.'

Türkçede bir Türkçe sözlük geleneği yoktur; böyle bir hareket Ahmet Vefik Paşanın Lehçe-i Osmanti (1879) eseriyle başlamış sayılabilir;. Sjözlü'k geleneğinin olmayışı'dil için zararlı olmuştur. Bu zararın başlıcası imlâsızlık olmuştu. İkincisi Türkçe kelimelerin rasgele ve başıbozuk kullanılışı olmuştur. Arap ve fars kelimelerinin kullanılışındaki disiplin onların metin olsun, çevirme olsun sözlüklerinin varlığından il/erji geliyordu. (Yabancılara Türkçe öğretmek için yapılmış bazı sözlükler ise Türkçe sözlük sayılmazlar).— insanın kendi konuştuğu dilin sözlüğünün yapılması gerekli olmadığı düşüncesi, Ahmet Vefik Paşanın denetmesinden sonra bile sürüp gelmiştir. Şemsettin Sami böyle bir düşünüşe karşı koymak isterken «A-raplar, acemler, fransızlar... sözlüklerini bizim için mi yazmışlar, kendileri için mi? Onların delilleri için gerekli gördükleri bir sözlüğün Türkçe içim yersizliği nasıl iddia olunur?» demiştir.— Dili disiplini, sözlük, gramer ile sağlanır; bir dil bu iki aletle bir yazı dili kılığına girer. Bunlar olmadıkça o dil bir konuşma dili çerçevesinden dışarı çıkamaz.

speculation (spekülâsyon) (Fel.) Sadece bilmek ve açıklamak amacında olan düşünce. Bu kelime küçümserlikle, deneyle gerçekliği anlaşılmamış ve bundan dolayı da değeri şüpheli olan yalın ve keyfî kuluş için de kullanılır.

spritiiaîizm (Fel.) Ruhu maddeden ayıran felsefe doktrinidir. Ruhun üstünlüğüne inanır. Panteizm ile Materiyalizm karşıdadır.

stoisizm (Fel.) Zenon ile Epi-kurus’un doktrini. İnsıanın kendinde toplu bulunan bir irade istiklâli içinde hayr-i âzam bulunduğuna inanır. Bunun dışında olan her şeyden sakınır; formülleri «dayan ve sakın» dır.

Suk-i Ukâz Hicaz’da, Cahiliye zamanında kurulan panayırların en büyüğü. Şevval ayında Mekke ile Taif arasında bir yerde kurulurdu. Arap şairleri de bu fuara gelirler, şiir yarışmasına katılırlardı. Bu yarışmada beğenilen manzumeler Kabe duvarına asılırdı. Muallakat-i seb’a (yedi askı) bunların en ünlüleridir.

sûr (Tas.) İsrafil’in kıyamet günü öttüreceği boru. Arş-i â-zam’m altında, Arş’m köküne yapışık kırmızı mercan reng'inde, içi boş kovan ‘gibi boynuz şeklinde yedi kat gökleri ve yedi kat

Edebiyat S. E—16

yeri kaplamış büyük, uzun bir sûrdur, içinde bal peteğindeki gibi güzler vardır. Bunların içinde insan, hayvan, kuş bütün yaratıkların ruhlarının yeri vardır. Şimdiye kadar ölmüş olanlarla, dünyâya gelecek ruhların hepsi öldükten ısonra kıyamete kadar bunun içinde kalacaklardır. Bu Sûr, İsrafil’in ağzında durup durur, Tanrı’nın buyurmasını bekler. Bu buyruk gelince İsrafil sûrunu bir kere üfliyecek yer-yüzündeki canlıların hepsi ölecek. Bir kere daha üfürecek balansının kovanından çıktığı gibi bütün ruhlar çıkacak yer ile gök arasını arılar gibi dolduracak. Sonra Tanrı çürümüş etler ve kemiklerden bütün yaratıkları dünyada oldukları gibi yaratacaktır.

«Sûr-i İsrafil feryad-â.ver.i şekvasıdır — Sur-i mahşer vasimin bir vade-i ferdasıdır.— Hersekli».

sure Kuran’m başlıca bölümlerine verilen genel ad. Kuran’da 114 sure vardır. Birinden başka bütün sureler besmele ile başlar.

suret (Tas.) Her şeyin görünen şekli ve nitelikleri birer «su ret» tir. Böyleıce suret şeklinde görünen her şey bir «mâna>^-dır. Suret, bir arazdır, yani kendi kendine veya başlı başına du-ramıyan, olamıyan şeydir; mâna ise cevherdir, yani başlı başına vardır, suret ile ve suret şeklinde belirir. Vahdet-i vücutçulara' göre mâna Tanırıdır, suret bütün kâinattır.— Suretlerde sayı vardır, suret düzülür ve bozulur. Fakat mâna kalıcıdır, değişmez, bütün varlıklar onun bir görü, nüşü olmakla beraber o hepsin •den del münezzehtir.

«Bir acep sırr-i nihanidir heyu-


lâ-yi vücut — Suret-i eşyada hem mevcut hem nabut olur.— Deçkofçialı».

şamam.» (Tür) Sünnet düğünleri, evlenmeler gibi surların ö-nemlileri için yazılmış kısa veya uzun manzumeler. Bunların bir tarih, bir kaside! olanından bir kitapçık olanına kadarı vardır. Kaside şeklinde! olanlarına Su-riyye de denir.

sübjektif (Psi.) Özneye, bene ait olan, böyle olduğu için deneyle gerçekleştirilmesi kalabil olmı-yan, kişisel olan şey. Objektif karşıdıdır.

Sührap Ünlü pehlivan Zaloğ-lu Rüstem’in anası Türk olan oğludur. Anasiyle beraber babasından uzakta yaşamışlardır. Baba ileı oğul birbirlerini tanımadan savaş meydanında karşılaşırlar. Genç olan Sührap, Rüs-tem’i yeneceği sırada Rüstem bir oyunla Sühnap’ı vurur. Delikanlının öleceği sırada kendi oğlu olduğunu anlar.

«Göreydi Rüstem eğer kuvvet ü şecaatini — Olurdu sine-i Rüstem çü sine-i Sührap.— Nabi».

Süleyman (Tar,. Mit.) Davut’tan sonra onun yerine geçen, o-nun Kudüs’te başladığı tapmağı tamamlatan büyük İsrail hükümdarı (I. Ö. X. yy.). Davut’un oğlu olan Süleyman Tevrat’a göre peygamber değildir, Kuran’a göre peygamberdir; kuşların dilini bilir, insanlara, cinlere, hayvanlara hükmeder. Tevrat, yedi yüz karısı ile üç yüz cariyesi olduğunu, puta tapanların dininden olup, bunlar için tapmak yaptırdığını yazar. Kuran’da ise hiçbir zaman kâfir olmadığı, yelin onun emrinde olduğu, kuşlara hükmü bulunduğu, kuş dili bildiği

hükm).

«Hatt-i siyahı anda karınca a-yağıdır — Giysusu bargâh-i Süleyman’ı andırır.— İzzet Molla».

sülük (Tari.) İnsan, Tanrıdan bir parça olarak dünyaya gelir; aslına ulaşmak imkânına her vakit sahiptir. Fakat bu imkân her kes için kolaylıkla olacak bir şey değildir. Her işte olduğu gibi bunun da yolu vardır, bu işte tutulacak yol «sülük» tür. İnsanı, aslına ulaşmaktan alıkoyan bir çok bağlar vardır. Bunların başında dünya bağları, dünyaya olan bağlılık gelir. İnsanın, bu kayıtlardan kurtulması ile asıl varlığına, çıktığı noktaya ulaşması imkânı vardır. İnsan dünyaya gelirken birtakım yollardan geç-

  • migtir, bunun gibi aslına ulaşmak istediği zaman dâ birtakım yollardan geçmesi gerektir. İşte bu yolda yapılacak mânevi bir yolculuk sülük adını alır. Bu yolculuğa herkes çıkamaz; madde âleminde kalır. Bu yola çıkanların da hepsi aynı basama-

  • ğa ulaşamaz. Çeşitli basamaklardan birinde kalır. Çünki bu mânevi oluş bir daire gibidir. Bu dairenin yarım yayı karşı karşıya varlık ile insan durağıdır. Bu yaya «kavs-i nüzul=iniş yayı» denir. Bundan sonra «Kavs.ii uruç = çıkış yayı» başlar. Bunun çıkış noktası insan, varış noktası ise mutlak varlıktır. Bu yay, birdenbire geçilmez, üç durağı vardır: İlk basamakta bütün işlerin Tanrı işi olduğunu bilir; artık ona göre hayır, şer, iyi, kötü yoktur; bunlar relatif (Bk.) şeylerdir. Ortada meydana gelen şey vardır. Bu basamak «Tevhid-i ef’al» dir. Bundan sonra «tevhid-i sıfat» basamağı ge-


yazılır. Saba padişahı olan belkis adında kıza Hüdhüt ile mektup göndermiş, veziri Asaf da bir bakışta Belkis’in tahtını Kudüs’e getirmiştir. İnsanlar ile cinler ona bağlı idi. Bir gün karıncanın biriyle konuştuğunu görenler olmuş. Ululukta örnek olarak edebiyatta adı geçer; alçak gönüllülük örneği olarak, kudret ve âcizlik sembolü olarak da karınca ile birlikte anılır. — Kendisi çok zengin bir hükümdar olduğu halde zembil örer, o-nım gelirini geçimine harcarmış. — Süleymamn veziri Asaf ünlü olduğu kadar muhürü de ünlüdür. kibrit-i ahmerden yapılmış, üzerinde Tanrı adı yazılı ve yüzük şeklinde olan bu şeyi Süleyman bir gün yıkanırken parma-. ğmdan çıkarıp karısına verir. Yüzüğe göz koymuş olan bir dev, Süleyman suretine girerek kadından bu mührü alır. (Mühür kimde ise Süleyman odur). Süleyman tekrar mührü ele geçirmek içim bir hayli zorluk çekmiştir.— - - -Süleyman bir savaş "hareketinde bir dereye uğradı, orada bir karınca yuvası bulunuyordu. Karınca beyi ile -görüşen Süleyman’a karınca bir çekirge budu verdi ki yarısı Süleyman ordusu askerini doyurdu.— Hüthüt, bir gün Saba’da Belkis’in huzuruna gitti. Belkis ona nereden geldiğini sordu, Hüthüt de ülkesini ve Süleyman’ı anlattı. Belkis, duyduğu bu şeyler üzerine Süleyman yanma geldi. Süleyman, Belkis’i imana, çağırdı. Üçüncü seferde Belkis de imana geldi.

(t. K.: Süleyman, Asaf, Taht, Rüzgâr, mûr, Cin, Mühr, Hüd-hüd, Belkis,' Seba, karınca,

sünnet


—- 244


sürek


lir: bu basamakta Tanrı sıfatlarının, o sıfata mazhar olan «arlığın istidadına göre bir özellik göstermesinden ibaret olduğunu ve sıfatların tek Tanrının tek sıfatından başka bir şey olmadığı sonucuna varır. Üçüncü basamak «Tevhidri zat» basamağıdır. Burada sâlik, Tanrının ayrı varlığı olmadığını görür, Tanrının görünüşüne âlem, âlemin gerçek varlığına da, varlıkların aslı olan Mutlak varlığın sebe-bolduğu gerçeğine erişir. Bunlar «fena durakları» dır. Bu durak da son durak değildir. Çün-kj bu durağa ulaşan o basamakta kalırsa varlığından tam olarak geçmiş demektir, ki hiç hayrı olmaz, olgunluğunu tamamlaması için başladığı noktaya dönmesi gerektir.— Bu mânevi yolculuk o yolları bilen, oralardan geçen birisinin eğitimine girmek, iradesini onun iradesneı vermekle olabilir.-

sünnet Muhammet peygamberin yaptığı güzel işler, söylediği sözler demektir. Kitap yani Ku-ran’dan sonra İslâm dininin en büyük yasası, kaynağı budur.

Sünni Sünnet ehli demektir. Bunlar Kuran ve sünneti temel olarak sayarlar. Bir kısmı, sahabenin (Muhammet zamanında yaşamış, müslümar olmuş veya müslüman ana babadan dünyaya gelmişlerin) birleşmeleriyle kararlaştırılmış şeylerle, bu üç şeyde olmıyan bir şeyi benzerleriyle kıyaslamayı kabul ederler. Sünniler, sahabelerin hepsini gerçek (âdil) bilirler. Aralarında geçenleri içtihat ayrılığı sayarlar. Bir kısmı da a-yetlerle hadislerdeki mecazları bile kabul etmezler.— Sünnilerde dört mezhep kalmıştır: Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli (Mezahib-i erbaa). Sofiler, ibadette, sürmi veya şii olabilir, daha doğrusu, bu mezheplerden birisine bağlı, görünürler.— Fakat vahdet-i vücuda inanırlar, küfür ve iman, kendilerine bir bağ gibi gelir.

peygamber mazi ar,


sürek (Tas.) Kızılbaş ve bek-'taşilerde her dedenin kendine-bağlanmış kimseleri. . Kızılbaş Türkler, sünnilerin kendileri için kullandıkarı bu söze karşı kendilerine alevî yahut sofu süreğ'i derler. Sürek, kızılbaşların töreni (âyini) anlamına da kullanılırdı. «Sürek olsun, çörek olsun ehl-i beyti seven olsun» sözü de bunu anlatırdı. «Yol bir, sürek bin bir» sözü âyini anlatmada kullanılırdı.. Bunlar bektaşi babalarını tam-çelebileri tanırlardı. şah 1. Eski Fars, İran hükümdarlarının lâkaplarıdır. 2. Ale-vilerce Ali, başka tarikatlerden bazısında da pirleri hakkında kul lanılır. Şah.i Mardan, Sah.i Yezdan, şah-i velayet., Ali’dir. Kızıl-baş-Bektaşilerin Tercüman (Bk.) denen duaların besmelesi «bism-i şah» diye başlar.

şah-eser XIX- yy- sonlarında Fransızca chef-d’oevre sözü şaheser olarak dilimize çevrilmiş, bir aralık şehltâr şekli de kullanılmıştır; bir yazarın veya bk türün örnek olabilecek tamlıkta en güzel eseri, baş eser.

Şah İsmail (H- e-) Acem ülkesinde Kandehar şahı hiç' çocuğu olmadığına çok üzülürken seyahata çıkmıya karar verir, veziri ile beraber derviş kılığında yola çıkarlar. Başladıkları bir derviş bunun derdini anlar, bir elma' 'verip yarısını kendisinin, yarısını da eşinin yemesini, kabuklarını da kısrağına yedirmesini söyler. Kendisinin gelmesine kadar adının konmamasını tembihler. Çoçuk dünyaya gelir, bir de tayı olur. Çocuk yedi yaşma kadar Adsız Bey olarak -büyür. Hoca Danyal çocuğu yer altında yapılan bir mahzende on iki yaşma kadar okutur, on iki yaşma kadar bütün bilgileri öğretir. Şehzade on beş yaşına varınca derviş gelip adını Şah İsmail, tayın da adını Kamberta.y olarak koyar. Şah İsmail ava çıkar, -bir gece «aşkın şarabın» içer. Av sırasında, bir ceylân peşinden bir çadıra ulaşır, orada bir genç kız görüp birbirlerine can ü gönülden âşık olurlar. Delikanlının dağınıklığı babasının gözüne çarpar, güç halle oğlunun durumunu anlar, Türkmen beyinin kızını Şah İsmail’e almak ister, Türkmen beyi razı olur a-ma, kızın anası -bunu haber alınca hemen çadırlarını yıktırıp Hindistan’a doğru yola çıkar.— Kırk günlük bir uykudan sonra evleneceğini umarak uykudan kalkan Şah İsmail’e şehrin bütün güzel kızları gösterildiği halde o Gülizar Hanımı arar. Babasının bütün ileri sürdüğü kızlan kabul etmez, Gülizar diye direnir; aramıya, çıkacağını, bulmazsa bile uğrunda öleceğini söyler. Kamberta’ya biner, bir heybe altın ile bir İcargı alarak yola çıkar, kale kapılarını kapalı görünce -gürzünü urup kapıyı altüst eder, dışarı çıkar.— Bir sarayda Gülperi ile karşılaşır.— Oradan ayrılarak yola düzülür, yolunun üzerinde Arap Üzengi’ye raslar. Bunu yendiği zaman öl-dürmiye kalkışınca yüzü arap maskeli güzel bir -kız olduğunu görür.— Onunla yoluna düşerler.

— 245 —


beraber Hint

Bir kocakarıya

Orada Gülizar

Şahmın oğluna öğrenir. Kızın zaman kendi-


konuk olurlar.— Hanımın Hint nikâh edildiğini ilk buluştukları sine verdiği tarağı kıza kocakarı ile gönderir, Gülizar’la Şah îs-

şah ü geda

mail Gülistan bahçesinde buluşurlar. Arap Üzengi, kızı kaptığı gibi atının terkisine alır, Şah İsmail de beraber yola düşerler.— Arkalarından gelen Hint askerlerini Arap Üzengi öldürür. Gül-p eri’yi de beraberlerine alıp Kandehar’a gelirler.— Fakat Şah İsmail’in babası delikanlının sevgililerini kıskanır; oğlunu öldürtmek ister. Sonunda etrafın yal-varmalariylc gözlerine mil çekilmesine emir verir. Şah İsmail’in sağ gözünü sağ cebine sol güzünü sol cebine koyup götürüp bir dağın başın bırakırlar.— Şah İsmail’in gözleri iyi olduğu gibi, sonunda Arap Üzengi’nin babasını öldürmesi üzerine onun yerine tahta çıkar, sevgililerinden «murat alıp murat verir».

şah ü geda 1. Anlamı «padişah ile dilenci» demek olan bu söz çoklukla sevilen ile seven kimseyi anlatır. «Ben geda sen şaha yâr olmak yok amma neyleyim — Arzu sergeşte-i fikr-i muhal eyler beni.— Fuzuli».

2. Zengini ile fakir anlamına da kullanıldığı olmuştur, böyle kullanılışlarda bay il geda da. denirdi. «Süleyman şerir-i himmetiz bir yerde kim Galip — Olur şah ü geda yeksan ü mal ü câh na-peyda.— Leskofçıalı».

Şaptır (Mit.) Sasaniler soyundan üç hükümdarın adıdır. Eş-kâniyan soyundan da bir Şapur vardır.

şarabiye (Tür) Mutasavvıf şairlerin Tanrı aşkiylei olan sarhoşluğu meydana getirdiğine inandıkları şarap sembolü üzerine yazdıkları manzumelerin genel adıdır, bunlara Hamriye de denir.

şarap

şarap Divan şairlerinin, saz-şairlerinin, tarikat şairlerinin, çok kullandıkları temlerden biridir. 1. (Tas.) Maddi anlamında değil, mecaz olarak kullanılır. Sofilerce, Tanrı aşkının vasıtası, sembolüdür. Bundan maksat da şahabın insana mestlik vermesi gibi, Tanrı aşkının da bir iç sarhoşluğu vereceğini anlatmaktır. Maddi anlamda şarap gerçek sofilerce beğenilir bir şey değildir; onun sarhoşluğu görünüştedir, onda şuhut ve gerçek yoktur; fakat Tanrının tecellisiyle meydana gelen mestlikten gerçek sırları belirir. Şarab-i ledunn, gerçek şarabı, aşk şarabı, ki mürşidin elinden içilir; şarab-i İlâhi, Tanrı sevgisinden doğan sarhoşluğu meydana getiren (şarap). 2. Bek-taşiler şarabı haram saymazlardı; onun için bu tarikat şairlerinin sözünü ettikleri şarabı içilen, şarap olarak almak daha doğrudur. Onlar «Aşırı gitmiyenler, kendini idare edenler için rakı ve şarap haram değildir; haram bile sayılsa Ehl-i beyte olan sevgimiz tiryak (Panzehir) gibidir, o bizim günahlarımızı mubah kılar» diye inanırlardı. Bektaşiler Kaygusuz aynıceminde mutlaka şarap içerlerdi. 3. Divan edebiyatında şarabın tasavvufta olduğu gibi bir sembol anlamı yoktur.. Genel olarak şarap, bildiğimiz, sarhoşluk veren gerçek şaraptır. Bunun için zengin bir kelime haznesi, geniş bir hayal âlemi yaratılmıştır. Dünya dertlerini u-nutmak için şaraba baş vururlar; sevgilinin göz, dudak gamze gibi baş döndürücü üyelerini şarapla anlatırlardı.

«Sakiyâ gönlüm' karardı lûtf edip bir buse ver — Kaygılı gönülleri derler şariab-i âl açar.— Necati» — «Geçmeğe bahr-i gamdan ey saki — Zevrak-i mey gibi sefinâ gerek.— Baki» — «Bahar oldu vü güller açıldı ey saki — Kadeh getir ki bu fasl eyler iktiza-yi şarap.— Fâtih» — «Şarab-i lâl-i dilberden beni menetme ey zâhit — Sana ne her kişi her ne ederse kendi canına.— Necati».

şarkı (Tür) Divan edebiyatında, bestelenmek üzere yazılmış manzumelere denirdi. Bu manzumelerin bentlerindeki bir mısra hepsinde tekrarlanırdı ki bu mıs-ralara Nakarat adı verilir. Nedim, Enderunlu Vâsıf bir hayli şarkı yazmışlardır.        ' ‘

Canın kimi isterse görüş gayrı karışmam

Küstüm sana ben nafilfe yalvarma barışmam Haddim bilirim yâr ile beyhude yarışmam

Küstüm sana ben nafile yalvarma barışmam

Sen -belle bunu ey gül-i zibende nümayiş

Yok gayrı derunumda benim ülfete hâhiş Gördükte beni eyleme beyhude nevaziş •

Küstüm sana ben nafile yalvarma barışmam

Ömrümde sana geçmedi bir keme niyazım

Âşık olayım da ne demek geç-miye nazım Bi-lûtf ü mürüvvet benim ülfet neme lâzım Küstüm sana ben nafile yalvarma barışmam Eskirse haber yollama çepken kadifen Şimden geri geçmez bana hiç naz ü lâtifen Zahir ederim gayr ile ülfet ne vazifen

Küstüm sana ben nafile yalvarma barışmam Vâsıf bana küsmüş diye halka beni takma

Gönlüm yeni baştan yine ateşlere yakma

Geldikçe dahi meclise benden yana bakma Küstüm sana ben nafile yalvarma barışmam (Vâsıf)

şathiye, şathiyat (Tür) Şeria-te aykırı, fakat vahdet-i vücutta en ileri görüşü bildirir çeşitten manzumelerdir. Şair bunu alaylı sözlerle karıştırır, hattâ bazı sözleri mânâsız görünür. Böyle-leri için uzun uzun açıklama kitapçıkları yazıldığı olmuştur.

Çıktım erik dalına anda yedim " '               üzümü

Bostan ıssı kakıyıp der «Ne yersin kozumu»

Uğruluk yaptı bana bühtanı eyledin ona

Gerçi de geldi aydur «Kam aldın gözüngü»

Kerpiç koydum, kazana poyraz ile kaynattım

Nedir diye sorana bandım verdim özünü

İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş

Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini

Bir serçenin kanadın kırk katıra yüklettim

Çift dahi çekemedi öyle kaldı yazılı

Bir sinek bir karaltı kaldırıp vurdu yere

Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı Güreşip basamadım göyündür-<ıü özümü Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana Öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe Leylek koduk doğurmuş baka şunun sözünü Gözsüze fısıldadım sağır sözüm işitmiş Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü Bir öküz boğazladım kakıldım serekodum -B[zeŞoa» jrıpÂ'B,p[eâ ıssı zn>[Q dm kazımı Bundan da kurtulmadım nide-sini bilmedim Bir çerçi de geld’aydur «Kanı aldın gözümü Tosbağaya sataştım gözsüz sepek yoldaşı’. Sordum «Sefer kancaru» Kay-tuiiz’b aXt,js§

Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemeze Münafıklar elinden örter mâ’-ni yüzünü (Yunus Emre), şatranç (Tür) XIX. yy. sazşa-irleriinin seyrek kullandıkları bir mazım şeklidir. On altı mu-sammat beyitli, yahut her beyitten bir bent meydana getirilmiş bir şekildir. Hece vezninin 4, 4, yahut sekizli, aruzun müftei-lün müfteilün vezni ile yazılır. Medhine meddah olalım Husrev-j huban güzele Vasfına sözler bulalım Dinleye yâran güzele

Benzeyemez hur ü melek Hizmetine çektik emek Dişleri zer-şane gerek Zülfü perişan güzele

Dayanamam nazlarına

Tuti gibi sözlerine Çekme seza gözlerine

Kûhl-i Sifahan güzele

Söyleme efsane gibi

Bakması bigâne gibi

Şem’ine pervane gibi Yan güzele yan güzele

Söylese diller dolaşır Bakmıya gözler kamaşır Sırmalı kaftan yaraşır

Serv-i hiraman güzele

Yüzüne zer hızme ile

Cephe zehep düzme ile Başta oya yazma ile Yakışır elvan güzele

Ruhleri gül gönce femi Kendi aşiret Hâtemi Gezseler Rum ü Acem’i Olmıya akran güzele

Serv-i sehi kametime

Kamet-i kıyametime Gelse eğer' davetime Kesmeli kurban güzele

Emrine taat edelim

Çevrine gayret edelim Haneyi halvet edelim Bir gece mihman güzele

Câm ile mey süzdürelim Bezme şeker ezdirelim Seyrederek gezdirelim Bağ ile bostan güzele

Dertli-i efkendeleriz

Vasfına gûyenderiz

Can baş ile bendeleriz Şimdi Alışan güzele

(Dertli) şayegân (Naz.) Bir kafiye özel ligidir. Genel olarak aynı anlamda olan seslerin kafiye olarak takrarlanmasıdır. Farsça çoğul eki olan an ile yapılan kelime kafiyeleri ki birden ziyade kullanılması bir sakatlık sayılırdı. Yâran, hu,ban gibi.

Şebdiz (Mit.) 1. Husrev Per-viz’in atının adıdır. 2. Karanlık anlamında saç için kullanılır.

«Zülf-i Şebdizine baş koşma Necati yârin — Yoksa bir gün asılır ahiri terkide başın.— Necati».

«Ko bizi ömr-i dıraz ile baş yarıştıralım — Koşalım ol saçı Şebdize eşk-i Gülgûnu.— Necati».

(1. K.: Şebdiz — Gülgûn — Hus rev — At).

Şeddat Yemen’deki Âd (Bk?) kavmı hükümd'arlanndandır. Bir' çok yapılar, bentler yaptırmıştır. En ünlü yapısı Cennet’i taklit ederek yaptırdığı İrem bağiy-le köşküdür. Hud peygamberi tasdik etmediğinden Cebrail’in haykırışiyle, kavmı ile birlikte yokolduğu . söylenir. İrem vesilesiyle adı edebiyatta çok geçer. «Şeddadî bina» çok büyük, sağlam (kolosal) yapılar için kullanılır.

şedde Arap harflerinden bir harfi iki tane okutmak için kullanılan işaretin adı.

seh Şah sözünün kısaltılmışıdır. gehkâr (Bk. Şaheser); §eh. name, Firdevsi’nin yazmış olduğu Fars epopesi.

şehbeyt (Naz.) Genel olarak bir manzumenin en güzel beytini anlatmak için kullanılmış terimdir, aynı anlam eskiden Beyt-ül-kasid, beyt-ül-gazel sözleriyle anlatılıyordu.

şehnameci Osmanlı tarihine ait olayları yazmak için padişah tarafından memur edilen şairlere verilen ad. (Sonraları bu. makama vekanüslik denilmiş ve nesir yazma sistemi konulmuştur).

şekil Bir manzumenin mısra sayısı ile kafiye düzenine göre aldığı kılık. Bk. FORM.

sema olguların sadeleştirilmiş olarak gösterildiği şekil. Bu şekilde yalnız önemli ilgiler, önemli özellikler gözönünde bulundurulur.

şemsî (Tari.) Tebriz’i! Şems’in yolunda olanlar. Şii-Bâtmi bir zümredir.

şeriat 1- (Din.) Doğru yol, ana cadde anlamına olan bu söz, insanların idaresi için Tanrı buyruk ve yasaklarına dayanarak ^kurulmuş din kanunu demektir. Islâm dini, müslümanların yalnız dinle, yani itikatla değil dünya ile ilgili davranışlarını da tanzim iddiasında , ı^lduğu için, şeriat, yalnız dine değil, hem dine hem dünyaya ait müslüman kanunları anlamına gelir. İslâm şeriatı Kuran, hadis, kıyas, icma-i ümmet esaslarına dayanır. 2. (Tas.) Sofiler bu şeriat anlayışını bir dış anlayış saymışlar, işin bir de iç yüzü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu iç yüz Hakikat (gerçek) tir; şeriatten kakikate eriştiren yol da TarjfcaZtir. Hakikate erişenlerin, sırlarını gizleyip şeriate uymaları da Marifettir.

şey’en lillâh Dervişlerin sadaka dilerken, şeyhine niyazda iken söylediği bu sözün anlamı «Tanrı için olsun bir şey» dir. Bir çeşit sadaka isteme sözü. «Hindu-yi şeb micmer-i mah ile şey-lillâh eder — Bir kızıl altın ana her gün verir neş.— Hayalî».

Şibh, şibilı (Bel.) Yarım, andırır, 'benzer anlamında olan bu 'Söz bazı terimlerin yarımlıklarını, andırışlarını göstermek için kullanılır.

şibh-i hüsn-i tâlil, (Bel.) Bir husus için aranan sebebin kesin olmayarak zanna dayandığı zaman bu ad verilir. «Sandım» gibi bir fiilin bulunması bunu meydana getirir.

şibM iştikak, bir asıldan türemiş olmıyan, fakat yazılış veya söylenişte bir benzerlik gösteren kelimelerin ibarede toplanması sanatine denir. «Kalır mı bâsıra hali hayalinden» mısraında olduğu gibi.

şii (Tar.) Muhammet peygamberin ölümünden sonra başa geçirilecek kimsenin (halife) seçimle değil, peygamber soyundan (ehl-i beyt) bir kimse olması, bunun için de en uygun olanın Muhammet peygamberin amcasının oğlu, aynı zamanda peygamberin damadı olan Ali olması gerektiğini ileri sürenler. Bunlar Ali’ye ve ehl-i beyte taraflı olduklarından, tutukları yola Şiilik, kendilerine de şia veya şü denilmiştir.

şiir (Tür) uzun zaman nazım ile eşanlam olarak kullanılmıştır. Eskiler, şimdi nazım ile nesir denilen kavramı şâir ile inşa. diye anlatıyorlardı. Sonra nazım sözü sadece vezinli, kafiyeli fakat sanatsız görülen yazılara denilmiye başlanmış, şâir de sanatlı olanları için kullanılmış, hattâ sanatlı nesir için de kullanılır olmuştur. «Her manzume şiir olamıyacağı gibi, bazı ne-

benzer gü-j sinlere şiir denilebilir» fikri ileri


sürühnüştür.

şikâriye (Tür) Padişahın avları dolayısiyle düzenlenmoiş kasideler.

Şirin Husrev ü Şirin veya Ferhat ile Şirin hikâyesinin kadın kahramanı.

şirk Anlamı «Tanrıya ortak koşma» olan bu söz birden fazla tanrı inancında olmayı anlatır, böyle bir inançta olana- müşrik: denir. Sofilere göre ise, Hak ile halkı ayrı ayn görmek yolunda olan ikiliktir.

şişe Sırça demektir. Divan e-debiyatmda kolayca kırılabile-cek, bozulacak bazı şeyler için bu sözle klişe tamlamalar yapılmıştır: Şişeci âr ü namus, şişe-i dil, şişe-i hatır, şişe-i nam ü neng... gibi.

şişirme (Kom.) Konu ile orantılı olamıyacak şekilde uzun yazılmış yazıların halidir. Çok defa buluş kısırlığı konu ile ilgisiz birçok şeylerin söylenmesine, söylenilmiş fikirlerin dönüp .dönüp tekrarlanmasına yol açar. Lâfçılık da bir şişirmedir.

Şît (Din.) Âdem peygamberin oğullarından bir peygamberdir. Nuh peygamber bunun soyundan geldiği için, öteki insanöğulları Tufan’da yok olduklarından, Şît peygamber ikinci Ebülbeşer sayılır.

şitaiye (Tür) Kışı vesile tutarak yazılmış kasidelere denir; teşbihleri (Bk.) kış tasviri olur.

Zemistan geldi hükm-i zemherir erdi cihan üzre Felek ak câmeler kesti sevda-i bustan üzre Sanır berk-i semenden câme giymiş lâle-hadd bir şuh

şivesizlik

Gören berf-i sefidi şâh-i nahl-i erguvan üzre Gümüşten servler peyda olur tâb-ı şuamdan Güneş urdukça nahl-i sade-puş-i gülistan üzre Döner gül-gonçe-i nesrine gûya şah gülşende Olup efsürde gâhi şule ferk-i şem’dan üzre Değil saıth-i sema vü encüm rahşende sermadan Felek bir perniyan nakş etti efsürde dühan üzre Havalarda bürudet erdi bir pâ-yana kim çıkmaz Güneş zir-i lihaf-i havarinden asman üzre Düşen sanma zemine berf-pâre fart-i serdien Döker bâl ü perin smf-i melâik hâkdan üzre Zemin billûrdan avizelerle kik dr şehrâyin Değil buzlar -der ü divar-i. her beyt ü dukan üzre Tasawurhane-i fibrette kesb-i incimad eyler Heylâ-yi maani bulmadan suret .               beyan üzre

Olup efsürde hâtır kimse anmaz duzehi düşse Bu sermadan eğer mahşerde nebze âsiyan üzre (Ziya Pş.)

Şivesizlik (Koni.) Herkesin kullanma şekline aykırı olarak yazı yazma veya söz söyleme eksikliğidir.

Şuayb (Din.) Medyen ve Eyke halkına gönderilmiş peygamber

şuurdrşı

olup sözünü dinlemedikleri için Tanrı onlara korkunç bir sıcaklık verdi. Bir hafta süren bu sıcak ırmakları kuruttu, halk çöllere düştü, orada da gökyüzünde beliren bir buluttan üstlerine a-teş yağdı, hepsi kırıldılar. Şuayp peygamberin Salih peygamber soyundan olduğu söylenir. Med-yen’de iken, elinden bir kaza, çıktığı için Firavun cezasından kaçarak oraya sığman Musa peygambere kızı Safura’yı verdi. Musa -on yıl, Şuayp peygembere hizmet etti, on yılın sonunda e-şini alarak Mısır’a döndü, Şu-ayp peygamberin Mekke veya Şam’da gömülü olduğu söylenir.

Şuray-i Ümmet (Gaz.) 10 Nisan 1902 de Mısır’da ayda iki defa olmak üzere çıkarılmıya başlanmış olan «Hükûmet-i meş-“ ruta ve ıslahat-i umumiye taraftarlarının vasıta-î neşriyatı» olan bu gazete Paris’te Meşveret tarafından çıkarılıyordu.

1908 inkılâbından sonra kısa bir zaman- gündelik İttihat ve Terakki Cemiyetinin organı olarak yayımlanmış ve 31 Mart olayı üzerine kapanmıştır. 1910 Yılında Haftalık Şuray.i Ümmet adîyle bir müddet daha yayımlanmıştır. ,

şuuraltı (Psi.) Ancak hafif surette farkına vardığımız psikoloji olaylarının tümü. (Tahteşşuur).

şuurdışı (Psi.) Şuuruna ula-şılmıyan ruh olayları.


taban (M.) Kelime incelemesinde ele alınacak olan kelimenin kök veya (gövde parçası.

tabiat Çok anlamlı bir kelimedir. 1. (Fel.) Eşya ve varlıkların bütünü. Bu anlamda Evren sözünün eşanlamıdır. 2. Bir düzene göre bu kâmatı idare eden kuvvet. 3. Evrenin belirli kanunlara bağlı, düşünen, hür iradesi olan insana karşıt olan, bölümü. Tabiat bilimleri: determinizm ile açıklanan evren bölümünü inceleyen bilimler. 4. Bir şeyi veya özel bir varlığı belirliyen özellikler. Bu anlamda ck veya Esas sözlerinin eşanlamıdır. 5. Daha dar bir anlamda insan özü veya esası ile ilgili nitelikler. 6. İnsanın, bütün medeniyetlerden önceki var sayılan bulunduğu hal. 7. Bir kimsedeki doğuştan olan, kendiliğinden olan hal. (Mizaç eşanlamı).8.(Est.) Eşyanın ,insan veya sanat ile değişmemiş hali, durumu. 9. Sanatın yaratması gereken modeli (Hakiki ilet eşanlam). 10. İnsanı çeviren dış varlıkların hepsi anlamına çok eskiden beri kullanılan tabiat yazarın üstündeki etkisi ile sübjektiftir; gözlemle incelenebildiği zaman da objektiftir. İnsan. tabiatı, roman ve tiyatro eserleri için geniş bir konudur. Türlü edebiyat okulları Tabiat ve tabiilik sözleri üzerinde anlaşmış değillerdir. Onun için incelenecek yazara göre bunun s^soS ıŞıprpre ou ‘n'B.unıd'BÂ rilmelidir. (Zat, hakikat, mahiyet, cibillet, hilkat, haslet, fıtrat, mizaç, nev, tabii olan, mahıûkat, mevcudat, kâinat bu sözün eşanlamı olarak kullanılmıştır).

tabii 1. Tabiate uygun olan. 2. Tabiatten gelen. 3. Zorlama, yapma değil. 4. Karmaşik, sanatlı ol-mıyan.

tabiilik (Kom.) Kelimenin fikre, şeklin de esasa tam uygunluğu demektir. Fikirleri, duyguları ö-zentisiz, olduğu gibi anlatmak bu yazı niteliğini meydana getirir. «Memleketimden İstanbul’a geleli on üç yıl (geçmişti» sözünü, şair Nabi «Âramgâh-i vatandan asitan-i devlet canibine ke-merbend-i azimet olalıdan beri nüsha-i derunun kırtas-i sininden on üç varak gerdan olup...» şeklinde anlatıyor. Tabiilik, samimilikten doğar: olduğu, duyulduğu gibi anlatmak samimiliktir. Tabiilik, sanat yapmamak değildir, tabiiliği olan eserler de kelime ve anlam sanatları da pek alâ bulunabilir, yalnız bunların zoraki yapılmış olmaması gerektir.

tabiiye tabiiyim (Ed. Ten.) tabiiye, naturalizm; tabiiyun da natüralist için kullanılmıştır.

tâbir Bk. DEYİM. TERİM.

tablo 1. (Tiy.)- Bir seri imajı bir bütün meydana getirecek şekilde canlı resim halinde göstermektir. Sahne bölümü ile tablo arasındaki fark, tablo piyesin gidişinde dramatik bir ilerleyiş değil, sadece bir atmosfer yarat, mak içindir, bu bakımdan başlı başına bir şeydir. (Jules Roma. 252 —

taç

ins’nin Donogoo piyesi tablolar dan meydana getirilmiştir).

taç 1- (Naz.) Kasidelerde şairin adı da bulunan beyitlereı denir. Bu beyitler çok defa övmenin bitip duaya başlanacağı bölümde bulunur: «Başla şimden. sonra ey Nef’i dua-yi devlete — Bir dua et kim ola hüsn-i kabulün rnaz-harı» beyti gibi. Buna Toçbey'i1 de denir. 2. (Tas.) Sofilerin başlarına giydikleri türlü şekillerde olan keçeden veya başka kalın kumaştan yapılma külah. Başa geçen bölüme lenger, öteki parçalara da terk, tepesine kubbe denir. Her tarikatin kendi için şekli, rengi belirli taçları vardı. Sofilerden bir kısmı, en çok bek-taşiler tacın, Âdem, Nuh, İbrahim, Muhammet peygamberlere gökten geldiğine inanırlar. '"Bu inanışı bildiren ve taç. şekillerini konu yapan kitaplara Taçname denir.

taglib (Dil.) iki veya daha çok şeyden birini ötekisine veya ötekilerine üstün sayarak o şekilde anlatmaktır. «Fuzuli’ler» demek Fuzuli’ye benziyenler demektir ki Fuzuli bütün benzerlerine taglib edilmiştir. Ebeveyn sözü babanın ikizlenmesidir ki ana ile babayı anlatır, bu sözde de baba taglib edilmiştir. Haseneyn (Haşan ile Hü.seyn), kamereyn (ay ile güneş) de bunun gibidir. Gramerde, 1. şahıs 2. ve 3. şahsa; 2. şahıs da 3. şahsa taglib edilir.

tahallns (D. e.) Mahlas (takma ad) kullanma.

tahayyül Bk. HAYAL.

tahkiye Bk. HİKÂYE ETMEK. tahaniş (Naz.) Başka birinin bir manzumesini (çoklukla gazelini) her beytine üçer mısra katarak bir muhammes (Bk.) Meydana getirmektir. Böylece bir tahmisin her bendindeki ilk üç mısra onu yapanın, iki mısra da ilk eserin sahibinindir.

tahşiye   (Kom.) Haşiyelemek,

»otlamak demektir.

takdim ti tehir (Bel.) Evirtime (Bk.) belâgatçilerin verdikleri ad.

Takdir-i «Elham» (Bib.) Recai-zade Ekrem’in bir tenkid eseri (1886). Menemenlizade Tahir’in Elhan adlı manzumeler kitabı için bir tenkid denemesidir. O zamana, kadar «bu terkip sintak-sa uygun değildir, - burada sıfat ile mevsuf uygunluğu düşünülmemiş, - vezinde sakatlık var, - bu kafiye uymamış, - bu kelime bu anlamda kullanılmaz...» gibi yersiz, üstünkörü bir gevezelik olan, tenkid (veya muahaae) yerine istidatları daha iyiye, daha güzelle yönelterek fikir gelişmesine, edebiyattın ilerlemesine yarayacak bir tenkid yolu gerektiğinden söz açarak bu görüsü ispat-lamıya çalışıl* - Bu eserde kötü, olarak Muallim Naci gösterildiği için o da aşırı dille karşılığa kalkıştı; Demdeme eserini yazdı.

takfiye (Naz.) Kafiyeleme demektir.

teta (Dil.) Bir kelimenin gövdesine katılarak onu çekim bakımından (isimlerde cins, sayı, hal; fiillerde çatı, zaman, kişi) durumunu göstermiye yarıyan öge. Taka fiil (buna ek-fiil de denir) isim veya isim soyundan kelimeleri yüklem haline koyan «idi imiş, ise, dir» sözleri.

takım (Dil.) Bir ismin başka bir isimle, bir sıfatın bir isimle meydana getirdiği şekillere denir. (Birinciler Ishn takımı, İkinciler

Sifat takımı meydana getirirler). Takımlara Tamlama da denir. (Eskiden bunlara Terkip denirdi.) takid Bk. DÜĞÜMLENME.

Tâk-i Kisra (Tar.) Sasani soyundan Nuşiretvan’ın Medayin şehrinde yaptırdığı tâk. Muhammet peygamberin doğduğu gece görülen olağanüstü hallerden biri de bu takın yıkılmasıdır.

takiye, tukye (Tari.) Şii ina-nışlarmdandır; olduğu gibi görünmemek, göründüğü gibi olmamak demektir. Böyle inanan bir kimse nerede bulunursa o yerin töresine, geleneğine uyar. Hele sünni bir çevrede bulundukları zamanki durumlarını buna uydururlar. İçlerinde başka tarikat elbisesi giymiş olanlar da olundu; zira insan kendini zarardan korumak için her mezhepte görünebilir.

taklit Orijinal olmanın karşı-dıdır. Taklit, ünlü bir yazarın bir parçasına veya ona benzer bir e-ser meydana getirmektir.

takma ad Divan edebiyatında edebiyatla uğraşanların asıl adlarından başkaca kullandıkları ad (mahlas) ile şimdi de bazı yazarların asıl adları yerine kullandıkları ad. Esat Necip (Tevfik Fikret). A. Nadir (Ali Ekrem Bo-layır), H. Nâzım (Reşit Rey), Ser-ver Bedi (Peyami Safa) gibi.

taksim (D. e.) Türlü şeyleri veya kimseleri saydıktan sonra her birini bir şeyle ilgili göstermektir ki, leff ü neşri (Bk.) andırır.

«Hak iki âdil Süleyman hâkim etmiş âleme — Evvel ü âhir kılıp sırr-i adalet aşikâr — Ol Süleyman’ın şükûhu ıdıive salmış rüst-hiz — Bu Süleyman' savleti küf-farı etmiş tarmar.— Fuzuli» — «Sıfat-i hazret-i Hüseyn ü Haşan Cümle-i kâinatıdır ruşen — Ol bi-

ri nakd-i pâk-i Mustafa,vi — Bu biri nur-i çeşm-i murtazavi — Ol biri asman-i bedr.i kemal — Bu biri serv.i cûybar-i cemal —Nef’i» takti’ (D. e.) Vezinli bir mısraı veznin parçalarına göre ayırmı-ya takti’ denir.

Me-de-niy-yet ne di-yor-sun

Fe i lâ tün Fe i lâ tün bil-mem

Fa’ 1ün

Me-de-niy-yet ya^şa-maktır sersem.

Fe i lâ tün Fe 1 lâtün Fa 1ün.

Takvim-i Vekayi -Gaz.) ı. Türkçe ilk çıkarılan gazetedir (19 Ekim 1831). Hükümetçe resmî olarak çıkarılmıştır. On günde bir çıkarılıyordu. Babıali ile Bab-i Sareskerî haberlerini, bazı çevirme Avrupa haberlerini yayımlıyordu. İdaresi için ilkin Takvim-i 'Vekayi nezareti adiyle bir idare kurulmuş başına zamanın vaka-nüvisi Esat Efendi getirilmişti. Tanzimat yılma kadar tek gazete olarak sürmüştür. Düzgün ya. yımlanamıyordu, birçok defalar düzeltilmesine kalkışılmış ise de sürekli olmamıştır. Maarif Nezareti kurulduğu zaman da oraya bağlanmıştır. 1877 de ’ kapatılmıştır.

2. ikinci Abdülhamit’in tahta çıkış günlerinden biri olan 31 Ağustos 1891 tarihinde yeniden çıkarılmı-ya başlanmış, beş ay sürdükten sonra tekrar kapatılmıştır. 3. Ü-çüncü defa olarak 1908 İkinci meşrutiyetinde (Cumadan başka) her gün olarak yayımlanmıya başlanmış, bu devresi OsmanlI imparatorluğunun sonuna kadar sürmüştür.

talâkat Güzel söz söylemek,


sözleriyle karşısındakini heyecanlandırıp fikirlerini benimsetmek niteliği. Söz söyliyen birinin olduğu kadar eserlerinde hatipçe sözler veya parçalar bulunan şair veya romancıların da niteliği olarak kullanılırdı.

Talebe defteri (Gaz.) Muallim Ahmet Halit (Yaşaroğlu) tarafından yayımlanmıya başlanmış haftalık öğrenci dergisi (5 Hazi-rak kullanılır.

tal'ib Bk. TALİP.

talil Bk. DEDÜKSIYON.

talimli (Tür)' Didaktik (Bk.) tür anlamına kullanılmıştı.

Talim-i Edebiyat (Bib.) Recai-zâde Ekrem’in (1847-1913) Mülkiye okulundaki öğretmenliği sırasında meydana, getirmiş oldu-' ğu Talim-i Edebiyat (1881) kitabı o vakte kadar edebiyatımızda etkisini gösteren Batı fikir, ve görüşlerinin kitaplaştırılmış şeklidir. Bu eserden önce meydana çıkarılmış olan kitaplar arap belâgatinin Türkçeye uygulanmasından başka bir şeyler değildi. '.Hepsinde de ana fikir, nazım etrafında dönüp dolaşıyordu. Halbuki, bu eserin veı onların ortaya çıktıkları sırada gazete, tiyatro eserleri, romanlar gibi yeni eserler nesir yazının günden güne geniş bir alana yayıldığını, önemleş-tiğinı gösteriyordu. Arap belâgatinin kuralları, bu yeni yazı sistemini açıklamaktan uzak olduğu gibi, nazım için olan kurallarından çoğu da artık ölü bir halde sürüklenip duruyordu. Bunlar i-çin Türkçe örnekler araştırıldığı zaman, .ancak divan edebiyatından tek tük örnekler bulunabiliyordu. Divan edebiyatı ise bu sıralarda örnek tutulmaktan çok uzakta bulunuyordu. Ekrem, bu eseriyle Batı yazılarına bakılarak meydana getirilmiye başlanmış olan yeni edebiyatın kurallarını oralarda yazılmış kitaplara bakarak meydana çıkarmak istiyordu. Arap belâgatinin Maani, Beyan, Bedi sınıflandırılmasının yerine, daha başka bir bölme kabul etmiş ti : Mâna (yahut) Fikir; II. Üslûp; III. Üslûp ısüsleriı; IV. Lâf iz sanatları. Bu dört ana bölümün birincisi Zihin ve zihnin görünüşlerini, fikirler, duygular, hayaller olarak inceliyordu.

Üslûp için Fasahat ile ahengi anlatarak üslûp bölümlerini göstermiş oluyordu.

Üslûp süsleri diye ayırdığı üçüncü bölümde, eskilerin bazısını Beyan, bazılarını da Bedi bahislerinde anlattıkları özellikleri Me-' sazlar adı altında toplanmıştır. Mecazları, hayal ile ilgili veya anlatış ile ilgili olarak iki büyük bölüme ayırıyordu. Hayal mecazları (mecaz-i tahyili): İstiare, İs-tiare-i, temsiliye, teşbih, mecaz-i mürsel, târiz- ve kinaye, tevriye ve telmih, teşhis ve intak, müşa-kele, iyham, mübalâğa. Anlatış mecazları (mecaz-i tebliği): İltifat, istifham, nida, kat’, terdit, rü-cu, aks, takrir, tedriç.

Lâfız sanatleri bölümünde: Tenasüp, iyham-i tenasüp, iyham-i tezat, tensik-i sıfat, iktibas, ve tazmin, telmi’, tecniş, seci’ ve tar-sı’, vasf-i tahsinî, icat ve tervic-i elfaz.

Örneklerin çoğu yeni yazarlardan (Şiriasi, Kemal, Hâmit, Sait Bey, Muallim Naci) alınmıştır. Kitaptaki konuların epeycesine arasözler katılarak fikirler ileri sürülmüştür. (Duygu, hafıza, deha ve hünerverî, sanayide güzellik neden ibarettir?, taklit, hiciv, komedi, «ne» edatı hakkında, garip kelimeler, istiare için seci için, olan arasözlerindtei dikkate değer fikirler vardır)1.

Talim-i Edebiyat kitabı, 1882 -1885 yıllarında basınımızda görülen eski edebiyat yeni edebiyat taraflıları arasında geniş bir tartışma konusu ^olmuştur.

talip (Tari.) «istekli» demektir. Alevi ve bektaşilerde, tarikata henüz girmemiş olan, fakat gir-miye istekli olan kimseye denirdi. Alevilerde bir ocakzadeye bağlı olnlara da o ocağın talibi denirdi.

tamiye (Naz.) Tarih olmak üzere söylenen mısralarda sayının artık veya eksik olduğu zaman çıkarılması veya katılması gereken sayıların bir evvelki mısrada haber verildiği olurdu. Böyle yap-mıya Tamiye, böyle yapılmış tarihlere de Tamiyeli denirdi.

«Ba ile yazdı kalem sebt edi-cek tarihin — Kışlada etti bina valide sultan hamam — Süruri» 1_ kinci mısraın sayısında iki eksik olduğu için birinci mısrada «ba» le denmesi iki katılmasına işarettir. «Şeh-i âlem alınca Beh-men’in tacın dedim tarih •— A-cemden ğeldi miftah-i Revan Bab-i Hümayuna.— Seyit Vehbi» bunda da ikinci tarih mısraı iki artık çıkıyor, onun için şair Behnem’in tacını alıyor, yani Behnem adının «b» kelimesini (2 sayısını) çıkarıyor.

tamlama Bk. TAKIM.

tamu Cehennem (Bk.)demektir.. tamuygun (Kom.) Tam olarak uymuş, uygun düşmüş demektir. Gösterilmek veya anlatılmak istenen şeyi tam olarak anlatan söze upuygun deyim denir ki, başkaca bir söz katmaya veya sözlerinden birini çıkarmıya lüzum görülmez.

Tan (Gaz.) 1. 14 Ocak 1914 İstanbul’da gündelik politika gazetesi olarak yayımlanmıya başlanmıştır.— 2. 18 Ocak 1923 tarihinde Ankara’da gündelik olarak çıkarılmıştır.—'

tanık (Kom.) Bir olgunun gerçekliğini meydana koymak için gösterilen örnek. Böylece tanık olan şeyin gördüğü işe de Tanıklık denir.

Tanımlamak Bk. TANITMA.

tanıt (Kom.) ' Bir gerçeği bir doğruyu tanıtacak şey demektir; buna Belge de denir. Tanıtları gösterilmemiş bir yargı ilgi u-yandırmaz. Tanıtlar, örnekler yazarın kendi denemelerinden, tarihten, büyük adamların hayatlarından, edebiyat eserlerinden a-lınabilir.

tanıtma (Kom.) Bir şeyin kısaca açıklanması demektir; buna Tarif de denir. Bir şeyin, ne olduğunu sınırlandırarak anlatmak Olumlu (pozitif) tanıtma, ne olmadığım anlatmak da Olumsuz (negatif) tanıtma olur. Anlatımda yanlış bir ize düşmemek için kelime ve kelime guruplarının tanıtılmasına önem verilmelidir. İyi bir tanıtma için; etimolojiyi! kelimenin yazar zamanındaki anlamını, yazarın kendisine göre olan kullanış şeklini, şimdiki anlamını göz önünde bulu durmak gerektir.

Tank-Tango (Biıb.) Aka Gündüzün romanı (1928).

Tanin (Gaz.) Hüseyin Kâzım Kadri (Şeyh Musin-i Fani), Tev-fik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçının kurucuları olduğu gündelik politika gazetesi (1 Ağustos 1908), Sonra yalnız Hüseyin Cahit Yalçın tarafından İttihat Ve Terakki

partisinin yarı resmî organı olarak I. Cihan savaşma kadar çıkarılmış, H. C. Y. ayrılmış, gazete Mondoros mütareeksine kadar çıkarılmıştır. H. C. Y. 1922 yılında tekrar yayımlanmıya başlamıştır.

Tanrı >•<. ALLAH.

Tanrı misafiri (Bib.) Reşat Nuri Güntekın’in romanı (1926). Varlıklı bir adamın evine birkaç ıs

günlüğüne misafir olarak gelen bir softanın oraya yerleşip evsa-hiplerinin başına gülüp ağlanacak ne belâlar getirdiğini anlatır.

tarafeyn İki taraf anlamındadır. Bir Teşbihte (Bk.) Müşebbeh ile müşebbehün bih demektir.

tard ü aks (D. e.) Bir mısraın kısımlarını altüst ederek ikinci mısra olarak söylemek sanatine. denir. «Mümkün değil Hudayı bilmek de bilmemek de -— Bilmek de bilmemek de mümkün değil Hudayı» gibi.

tardiye (Tür) Beş mısralık bentlerden meydana gelmiş bir nazım parçasıydı. Muhammesten. (Bk.) ayrıldığı taraf beşinci mısraların öteki mısra kafiyelerinde olmamasıdır.

tarif Bk. TANITMA. '

tarih (Tür) insan topluluklarının geçmişini yer ve zaman göstererek anlatan bilimdir. Yazılışı ile edebiyata, metotları ile de bilime bağlıdır.— Tarih türü, manzum olan epopeden çıkmıştır. Şimdi çeşitli uzunlukta nesir o-larak yazılmaktadır, ilk tarihler kronikler şeklinde idi. Tarihler konularına göreı Genel Tarih, Monografi, Kurullar Tarihi, Felsefe Tarihi, Bilimler Tarihi... gibi çeşitlere ayrılır.

tarih (Naz.) Bir tarih olayını


manzum şekilde gösteren mısralar vardır ki, bunların harfleri ebcet hesabına göre sayılara çevrilince olayın yılı meydana çıkar. Böylelikle önemli tarih olaylarından bağlıyarak, büyük adamların hayatlariyle ilgili olaylar, hattâ yazandan başkasını ilgilendirmi-yecek işler için tarihler söylenmiştir. (Meselâ, kendisinin sakal koyvermesi veya kahveye tövbe etmesi gibi). Camiler, çeşmeler gibi hayır yapılarının üstlerine böyle tarihler yazılmak gelenekti.. Bunun gibi ölüm, doğum... gibi olaylar için del söylenmiş tarihler vardır.— Böyle söylenen tarihlerin çeşitleri vardır: Tarih mısra-larımn bütün harfleri tam olarak 'tarihi gösterdiği zaman Tarih-i tam; (arap harflerine göre) yalnız noktalı harfler sayılacaksa Tarih-i mücevher; yalnız noktasız harfler sayılacaksa Tarih-i mühmel; içinden birkaç sayının çıkarılması veya üstüne: birkaç sayının katılması gerekliği söylenmiş ise Tamifyeli tarih; tarih mısramdan, istenen tarih ikrıkere çıkarılırsa Tarih-i duta; çıkması istenen tarih rakam, olarak da söylenmiş ise Lâfsan ve mânen tarih söylenmiş olur.

«Sadr-i âli aldı bin yüz birde Erdil’i» ve «Yol oldu Üsküdar’a, bin otuzda Akdeniz dondu.— Ha-şim» mısraları gibi.

Tarik (Gaz.) Filip Efendinin, kapatılan Vakit gazetesinin yerine çıkardığı gündelik politika gazetesi (         ).

tarikat (Tas.) Asıl anlamı «Yol» dur. Bu söz IX. ve X yy. larda her sofinin kendi özel yaradılışı ve 'alabilme derecesine göre izlediği iç psikoloji yolu anlamına Edebiyat S. F—17

kullanılmıştır. Bu tarihlerden sonra ise, sofilik yoluna giren kimselerin meydana getirdiği belirtili âyin ve erkâna bağlı sosyal ku-rumlara bu ad verilmiye ' başlanmıştır. XVI. yy. dan sonra böyle tarikatler çoğalmıya başlamış İslâm dünyasının her tarafına yayılarak, oralarda tei.kkeler açmışlardır. Her tarikatın kurucu bir piri vardır; çoğu defa tarikat bu pirin adıyla anılırdı. Bîrin mezarının bulunduğu yerde tarikatın en büyük tekkesi kurulur, burası o tarikat adamları için kutsal sayılırdı. Her tarikatın kendine göre âyin, ve erkânı, organizasyonu olurdu: Bir tarikate girmek isteyen kimsenin alınması, ruh eğitimi için uyacağı kurallar, metodlar belirtilmişti. Âyin ile erkân, dış kılık, başa giyililecek şey bakımlarından tarikatler birbirinden çok farklı idiler. Fakat tasavvuf sistemi üzerine kurulmuş olmalarından ötürü aralarında bazı benzerlikler de bulunuyordu. Türlü İslam ülkelerindeki çeşitli tarikatlar, genel olarak bulundukları çevrenin sosyal şartlarına, oradaki insanların dince olan eski inanışlarına uymuşlardır. Hindistan’da, İran’da tarikat-lerin Türk yahut Arap çevrelerindeki kolları yerli bazı değişiklikler gösterirdi. Her tarikatte Şeyhten en yeni giren dervişe kadar belirli basamaklar vardı. Osman- • lı İmparatorluğunda olsun, İs- 1 lâm. dünyasında olsun tarikatler ' sosyal büyük roller oynamıştır.

-1

tariz (Bel.) Kinayenin biraz da- , ha fazlaca iğneli olanıdır.          <

tarsı’ (Bel,) Mus'arra’ vücuda : geıtirmiye denir. Manzum olsun ı mensur olsun, yazıya kelimelerin ;


karşılıklı olarak aynı kafiyede olması tarsı’ sanatını meydana getirir.

«Beşerde daim olan kemaldir; cemal mütehavvil olur. Eserde kaaim olan mealdir; kemal mün-takil olur.— Namık Kemal Bk. MURASSA’.

tartışma (Tür) Bir fikre karşı olan fikri savunma haline denir. Tartışma, iyi neyetle, nezaketle idare edilir, soysuzlaştırılmazsa bazı gerçeklerin ortaya çıkması gibi bir işe yaramış olur. Bilimsel tartışma, daha ziyade dogmalar üzerine yapılan tartışma.

tasannu (Bel.) Zoraki sanat yapmıya kalkışma, böylece zoraki yapılmış söz sanatına denir; yapmacık.

tasavvuf (Tas.) Sofilik sistemi. İslamlıkta tasavvufun ne zaman, nasıl başlandığı, bu hususta içerdeki ve yabancı etmelerin etki derecesi, yüzyıllar boyunca bu sistemin neı gibi oluşma, gelişme durumlarında bulunduğu oldukça önemli, ve sağlam araştırmalar sonunda ortaya konmuş gibidir. Tasavvuf, hemen bütün İran ve Türk şairlerinin yalnız okumuş yazmışları yani klâsik denilen grup şairleri arasında değil halk şairlerinin, saizşairlerinin de dünya görüşleri üzerinde şiddetli etkiler, yaratmıştır.— İslâmlığın da ha ilk yüzyıllarında bir iç gelişme sonucu olarak daha çok politika ve biraz da fikir ve iç âlem bakımından birtakım ayrılıklar baş göstermişti; imam (halife) meselesi bunların başında geliyordu. Şeriat hükümleriyle çözülmesi kaabil olmıyan bazı iç halleri meydana çıktı (Kader meselesi... gibi). Ali taraflılığının, yani şii-

başladığı görülür. X. yy. dan sonra İslâm tasavvufuna helenis-tik felsefenin sızmaya başladığı, Aristo’nun fikirleriyle Eflâtun’un idealizminin Plotin’in sudur ve tecelli teorisinin girmiye başladığı anlaşılıyor. İslâm dünyasının <> zamana kadar geçirdiği fikir ve yaşayış gelişmesi, grek felsefesinin tanmmasiyle başlıyarak Razı, Farabi, İbn-i Sina gibi, büyük filozofların yetişmesi, XI. yy. da Kuşeyri, Gazali gibi bilginler sayesinde islâm teolojisinin felsefe esaslariyle karıştırılabilmesi, tasavvuf hareketinin gelişiminde büyük rol oynamıştır. Bu zamanlardaki tasavvuf yolundakileri Itti-haâin.je, İştirakine, Vusuliye diye üç büyük grupa ayırmak kaabil-dir. Bu zamandan sonra bilinen tarikatlerin meydana çıktığı, tekkelerin çoğaldığı, dervişliğin hükümdarlardan başlıyarak köylere kadar yayıldığı görülüyor. — Tasavvuf tarihinde önemli devir, Türk . edebiyatımın her dalındaki kuvvetli etkisi bakımından XII. yy. İslâm gnostiklerinin fikirlerin-Bu zamanda neoplatonizmin etkisi altında, Eş’arileırin Kelâm bilgisinden, Bayezit ve Hallaç gibi eski sofilerin doktrinlerinden, IX. yy. islâm gnostiklerinin fkirlerin-den de ilham alarak meydana gelen Vücudiye sistemi tasavvuf a-lanmda ön safı tuttu. Bunu ilk olarak ortaya koyan, İslâm dünyasının Şeyh Ekber diye andığı Endülüsiü Muhittin Arabi oldu. Bundan sonra, Fars edebiyatının Attar ve Mevlâna gibi büyük şahsiyetleriyle, bu sistem Fars ve Türk şiirine yerleşti. — Kâinatta tek bir vücut vardır, bu da Vücud-i mutlak denil endir, ki


ligin türlü fırkaları arasında en çok ‘aşırılar tasavvuf cereyanının doğmasına, yayılmalarına yol açmıştır. İmamlarını, peygamber hattâ Tanrı sayan bu aşırı gruplar hulûl ve tenaısuh gibi esasları kabullenmişlerdi. İslâmlığa aykırı olan bu gibi inanışlar, eski dinleri kuvvetli olan museviler, hıristiyanlar, budistler, zerdüşt-ler, manihenler arasından yeni İslâm olanlar yoluyla İslâm âlemine sokuluyordu. Bunlar fikirlerini savunmak için Kur’anın dış anlamını değil iç anlamını anladıklarını iddia ediyorlardı, bunlar Bâtıni idiler. Böyle olduğu haldeı, daha ilk zamanlardan başlıyarak, gerçek müslümârilar arasında da bazı zahitler yetiştiği olmuştur. Daha bu ilk zaman* Tarda sonraki tasavvuf hareketle-rini hatırlatacak bir şey yoktur. Muhammet peygamberin Ebu Bekir ile Ali’ye baza telkinlerde bulunduğu, bu suretle tarikatlerin -temellerini kurmuş olduğu üzerine bazı iddialar vardır, fakat bunlar söhnadan tarikatçiler tarafından uydurulmuş şeylerdir.— İlk sofi unvanını alan Kûfe’li Ebu Haşim’den sonra Süfyan-i Sevrî, Mısır’lı Zünnun, Horasan elinden Bayezit, Hallac-i Mansur, Bağdatlı Cüneyt gibi büyük sofiler yetişti. İlk yüzyılların şeriat bilginlerince hoş görilmiyen, küfürlerine hükmolunan bu ilk devir sofilerinin daha çok İslâm kaynaklarından ilham aldıklarında şüphe yoktur. Bu devirde, daha sonra görülen yolda sosyal tasavvuf kurallarının var olmadığı da şüphesizdir. Yalnız, IX. yy. da Horasan sofileri, Irak sofileri deni-len iki büyük grupun belirmeğe

tasavvuf

Tanrıdır. Bundan gayrı varlıklardan hiçbirinin başlı başına bir varlığı yoktur, hepsi, her şey onun görünüşlerinden, yani Tanrı Te. ceZJisinden başka bir şey değildir. Bu vücut, aynı zamanda Cemal J. mutlak ve Kemal-i mutlaktır; şanı da kendisini göstermektedir. Bu görünmek isteği, aşk-i zaillisi «tekvin»e yol açmıştır. — İnsan kendini görmek için nasıl aynaya bakarsa, Tanrı da kendini, güzelliğini görmek için, ayna yerine olan, kâinatı ve bu kâinatın en güzel parçası olan insana meydana getirmiştir. Bundan önce Tanrı Âlem-i kitmanda gizli idi, sonra kendisinin bilinmesini istedi, «Kün=ol» buyurdu, bütün eşya meydana çıktı. — Her şey kendi karşıtı ile gelişir. Vücud-i Mutlak’m karşıdı adem-i mutlak ile karşılaşmasından olaylar ve eşya çıktı. Fakat adem-i mutlak da başlı başına bir varlık sahibi değildir, ancak bir ayna hükmündedir, tecelliye vasıta olmak üzere geçici bir an için görülen, bir vehim ve hayaldir. Bu olağanlara var denmesi, mecazdır; yoksa kendiliklerinden bir varlıkları yoktur. Şu halde eşya Hakkın vücudu ile var, kendi zatı bakımından yok (madum) olmuş olur. — Eşyanın vücuda gelmeden önce Tanrıca tesbit edilmiş şekillerine Âyan-i sabite derler. Bunlar çeşitli istidatlarda olduğundan tecellileri anında, Tanrının adları, nitelikleri herbiriniin kendi istidadına göre meydana gelir". Varlıkların çokluğu, başka başka görünüşte olmaları bundan ileri gelir Yoksa gerçek vücut (vücud-i hakiki) birdir. — Tecelli nasıl meydana, geldi ? Bunu Tanrıdan


tasavvuf

başka kimse bilmez. Bunlar oka-dar çabuk ve süreklidir ki iki tecelli arasında hiçbir aralık duyulmaz; bu . böyle sürdüğü için de biz varlıkları sürüp g-ider sanırız. Tecelliler, çeşitli safhalardan geçerek amaca ulaşır.Bu safhalara Hazret denir. Sofiler beş" hazret (Hazerat-i hamse) kabul ederler(Bk. ÂLEM). Âlem-i İnsan-! kâmil, bütün dört âlemi içine alır, son basamaktır. İnsan görünüşte, en küçük âlem (Âlem-i asgar), gerçekte ise en büyük âlem (Âlem-i ekber) dir. Bütün Tanrı adları ve nitelikleri, öteki varlıklarda birer birer, dağınık bulunduğu halde insanda topluca, fakat bir bütün halinde mevcuttur. İnsan bukadar aziz olmakla beraber, her insanın derecesi bir değildir. Sofilerce İnsan-i kâmil, Sâlikler, bir de bunun dışındakiler olarak üç bölük insan vardır. İnsan varlıkların en azizi olduğu için her zaman daha olgunlaşmı-ya, yani insan-i kâmil olarak. Tanrı ile birleşmiye çalışmalıdır. Bunun için masiva denen Tanrı gayrısmdan vaz geçmek, bütün ilgi bağlarından kendini kurtarmak, nefsine hâkim olmak, benliği gidermek gerekitr. İnsan ancak bunları yaptığı derecede son basamağa, fenafillah, bekabıTlah basamağına ulaşmış olur. Bu basamağa erişmek için gerekli şeyleri insan ancak riyazet (çile çekme), kâmil bir mürşide kendini teslim etmekle elde edebilir. Nefse kâkim olmak, onu yenebilmek için tek çare Aşfctır. Bu aşk, maddi güzelliklere karşı duyulan mecazi aşk değil, insan ruhunun. Ruh-i Mutlak olan Tanrıya karşı duyduğu gerçek aşktır. Mecazi

aşk, yani maddi aşk, ancak gerçek aşka bir vasıta olduğu mabette caiz görülebilir. Bu işe girmiş olanı Tanrıya ulaştıracak olan üç yol vardır: 1. Fikir ve Nazar yolu: şariıatçilerin tuttukları bu yoldur. Bunun vasıtası akıldır. Onlar namaz kılmak, oruç tutmak veya dinin öteki şartlarını yerine getirmekle bunu yapmıya çalışırlar. Fakat bu yol aşk yolu olmadığı için Tanrıya ulaşmak çok zordur. 2. Tasfiye veya Zevk ve. Şuhut yolu: Bu da savaşma ve çilecilik ile olur. Bu yola girenler nefs-i emmareyi, kibir, haset... gibi kötü şeylerden temiz-lemiye uğraşırlar. 3. Seyr ve Seyahat yolu: bu yol için tek vasıta Açfctır. Bu yoldan yürüyenler amaçlarına daha çabuk ulaşırlar.

tasım Bk. KIYAS.

tasri’ (Naz.) Beytin iki mısraını da kafiyeli yapmıya denir. . Bu yolda yazılmış olan beyte Musar-ra denilir.

tasvir (Kam.) Eşyanın canlı ve hareketli olarak karakteristik görünüşlerini sayıp dökmek demektir. Tasvir etmek, bir şeyi aynı cinsten benzerleri arasında tekleştirerek ötekilerden ayrılığını belirtmek demektir. Bizim mahallenin, bütün benzerleri olan’ öteki mahallelerden ayrılığı hangi noktalardadır ? Benim kendimin bütün öteki kedilerden başkalığı nelerdir? Bakkal Yılmaz’m kendi olsun, dükkânı olsun benzerleri olan bakkallardan, dükkânlardan başkalıkları nelerdir? işte ancak böyle bir soruya karşılık olabilecek şeyler ile tasvir yapılabilir: tasvirin amıacı böyle bir karakteristiği meydana koymaktır. Şekiller, renkler, hareketler, gürültüler bu karakteristik arasına girebilir. Tasvirin başarısı gözlem (müşahede) ile iyi bir görüş noktası seçmiye bağlıdır. Belginlik ile camcılık da iki temel niteliğidir. Tasvirci şiir, tasvir elemanı fazla olan şiir demektir. —

Tasviriefkâr (Gaz.) 1. Şinasi’nin Agâh Efendiden ayrıldıktan sonra kendi hesabına çıkarmıya başlamış olduğu gazetedir. 27 Haziran 1862 de haftada iki defa olmak üzere çıkarılmıya başlanmıştır. 1867 Temmuzuna kadar 500 sayı yayımlanmıştır. Namık Kemal de ilk yazılarını bu gazetede yazmış, Şinasi’nin Avrupa’ya gitmesi üzerine gazetenin idaresini eline almış, Kemal de.. Avrupa’ya giderken bu idareyi Recaizade Ekrem’e bırakmıştır.

2. Ebüzziya Tevfik, 31 Mayıs 1909 tarihinde Yem Tasmriefkâr adiyle bunu yenilemiş, o zamanki gazetelerin iki misline olmak üzere 20 paraya bir «havas gazetesi» çıkarmak istemiştir. 1910 Mayısına-- kadar bu şekilde çıkarmış, ancak. 3500 k^dar sattığı bu gazeteyi kapatmak zorunda kalmıştır. Ebüzziya’nm ölümünden sonra oğulları Talha ve Velit Ebüzziya kardeşler, yayımana devam etmişler fakat o sırada Divanıharp (sıkı yönetim) idaresinin sık sık gazete kapatmasından dolayı adını Tttsfir-l Efkâr, TesuSr.i Efkâr, en sonunda Tevhid-i efkâr olarak değiştirmek zorunda kalmışlar, bu sonuncuyu uzun zaman yayınlamışlardır. Ebüzziya’nm Yeni Tasviriefkâr gazetesi ile TevhMOefkâr arasında büyük bir görüş ayrılığı vardır.

taşlama (H. e.) Âşık edebiyatında hicviye karşılığı olarak bir terimdir.

(Şairin sazı için «Şeytan işi» diyen bir ham ervaha Dertli’nin bir Taşlama’sı).

Telli sazdır bunun adı

Ne ayet dinler ne kadı

Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde

Venedik’ten gelir teli Ardıç ağacından kolu Be Allahın sersem kulu Şeytan bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez Namaz kılsan kıldın demez Kadı gibi: haram yemez Şeytan bunun neresinde içinde mi dışında mı Burgusunun başında mı Göğsünün nakışında mı Şeytan, bunun neresinde

Dut ağacından teknesi Kirişten bağlı perdesi Behey insanın teresi Şeytan bunun neresinde

Dertli gibi sarıksızdır

Ayağı da çarıksızdır

Boynuzu yok kuyruksuzdur

Şeytan bunun neresinde

(Dertli)

taştir (Naz.) Bir gazelin beyitleri arasına ikişer mısra katarak onu dörder mısralı bentler halinde bir manzume şekline koymak. (Tenbi’den farkı, onda katılan mısralar asıl mıısrıalafkn üstüne konulduğu halde bundakiler asıl mısraların arasına konur). Mu-taraf da denir.

tatvii (Kom.) Uzatma demektir.

tazmin (Naz.) Başkasının manzum süzünü kendi sözü arasında tekrarlamak demektir. Bu alman mısra veya beyit çok belli ise sahibinin adı söylenmiyebilirdi; değilse kimin nazmı olduğu söylenirdi: «Bu mahalde acep evsafına çesban görünür — Nola bu beytini Baki’nin edersem tazmin — Def’i Yecuc-i gama işi-ğidir sedd-i sedîd — Men.j ceyş-i eleme dergehidir hısn-i hasîn».

Teavün-i Aklâm, (Gaz.) Muallim Naci ile Selânikli Tevfik tarafından 15 Temmuz 1886 da haftalık olanak yayımlıanmıya başlanan dergi.— 2. Yalnız Selânikli Tevfik tarafından 16 Mayıs 1887 de tekrar yayımlanmıya başlanmıştır.

teber (Târi.) Bir veya iki yüzlü, sapının ucu sivri ve çok defa üzerinde ayetler, hadisler veya «Ya Ali» yazılı bulunan balta biçiminde, baston işini de görebilecek şekilde alet.

teberra (Tas.) Şii inamşların-dandır. Ali ve peygamber soyunun haklarını alanlara karşı düşmanlık beslemek. Bu düşmanca duygu içinde, hulefa-yi selâse denilen Ebubekir, Ömer ve Osman ile Muhammet peygamberin eşi Ayşe ve bunlara uyanlar da vardır. Bektaşi ve kızılbaşlarda da bu inanış bulunuyordu. Onlar da kendilerinden olmıyan bütün müslümanlardan «teberra» e» derler. Birçok sünni şairler ve başka tarikatlerde bulunanlar arasında bu inanışta olanlar bulunmuştur.

tebliğ ( Bel. ) Büyültmenin akıl ve âdetin kabul edebileceği yolda olanına denirdi. Belâgat-çiler, mübalâğa için üç basamak: düşünürlerdi, ilki tebliğ idi. (Ö-tekileri igrak ile gulüv’âür').

tecahül-i ârif (Bel.) insanın, bir ısözü, bir nükteye dayanarak aslını bilmiyormuş gibi söyleme-

sine denir; bilmezlikten gelme denilen şey budur.

tecdid-i matla (Naz.) Bir kasidenin ortalarına doğru, yeni bir matla yazarak yeni kafiyelerle kasideye devam etmek.

tecelli (Tas.) Tanrı kudret ve sırrının kişilerde veya eşyada eserinin görünmesi demektir. Cennette bulunanlar Tanrı’yı göreceklerdir: «Tecelli neşesin ehl-i şikem idrak kaabil mi — Behişt andıkça zahit eki ü şürbün lezzetin söylenir.— R'agıp Pş.».

Tanrı, bir kere Musa peygambere Tur-iı Sina’da ateş suretinde görünmüş ve seslenmiştir. Şark edebiyatının konularından biri olan bu olay, Musa peygamberin Tanrıyı görmek istenjesi üzerine, Tanrı ilkin bir dağa görünmüş, dağ bu görünmeden parça parça tuz buz olmuş, Mit? sa, da düşüp bayılmıştı;

(İ. K.: Tur, Sina, Tecelli, Musa) tecnis (An. s.) Cinas yapmak: Bk. CİNAS. (H. e.) Özel bir çeşit manzume adı.

Yaktı beni aşk oduna oı yan

maz

Ya he dersin merhametsiz o yâra

Seher oldu feryadımdan uyanmaz

Umarım ki öte bülbül uyara Ben âşığım el göğüste yüz yerde

Gel efendim del sinemi yüz yerde

Yaralarım göz göz oldu yüz yerde:

Demez yârım ne yaradır o yara

Urdı beni zalim kanlı yaramaz Gayet çoktur değil benim yaram az Bana yardan gayrı cerrah ya


ramaz Umarım ki yine bağrım o yara

(Gevheri) Bu manzumede: o yanmaz-u-yanmaz: o yâra-uyara-o yara-o yara; yüz yerde-yüz yerde-100 yerde:   yaramaz-yaram az-ya-

ramaz cinasları toplanmıştır).

tecrit 1- (Naz.) Sözü noktasız harfli kelimelerle meydana getirmek demek olan hazf terimimi! eşanlamı olarak kullanılır. Bu çeşit yazılara da mücerret denirdi. 2. (Bel.) Bir kimseyi övmek veya yermekte bazı niteliklerini büyülterek söylemek ki, buna bazı belâgatçiler Teşbih-! tecridi derler. İkinci şekli de, cansız şeylere canlılık vererek söz söyleme için kullanılır. Namık Kemal’in «Git vatan Kâ-be’de siyaha bürün...» nazmında olduğu gibi. Başka bir şekli de yazarın kendisini üçüncü şahıs farzederek - söz söylemesi. Şairlerin.. mahlaslarını yazdıkları sırada «Ey Fuzuli^ Nedimâ...» gibi söylenişleridir. 3. (Fel.) Yalmla-ma, soyutlama.

tecvit (Tec.) Arap eılifbesihde bulunan yirmi dokuz harfin nasıl okunacağını öğretir. Kuran: okumakta önemli yeri olduğu için öğrenilmesi her Kuran okuyacak erkek ve kadın için farz sayılmıştır. Üzerinde! çok işlenmiş, birçok terimleri meydana getirilmiş, hakkında epey kitap tercüme olunmuş veya yazılmıştır.

Tefhim, terkık, idgam, ihfa, izhar, kalb, mtedd, vakıf, .sekte, hareke, sükûn, cehr, gunne, kal-kale, şiddet, isti’lâ, rahavet, safir, tekrir, vb...

taştır

diyen bir ham ervaha Dertli’nin bir Taşlama’sı).

Telli sazdır bunun adı Ne ayet dinler ne kadı Bunu çalan anlar kendi Şeytan bunun neresinde

Venedik’ten gelir teli Ardıç ağacından kolu Be Allahın sersem kulu Şeytan bunun neresinde

Abdest alsan aldın demez Namaz kılsan kıldın demez Kadı gibi haram yemez Şeytan bunun neresinde

İçinde mi dışında mı Burgusunun başında, mı Göğsünün nakışında mı Şeytan, bunun neresinde

Dut ağacından teknesi Kirişten bağlı perdesi Behey insanın teresi Şeytan bunun neresinde

Dertli gibi sarıksızdır

Ayağı da çarıksızdır

Boynuzu yok kuyruksuzdur

Şeytan bunun neresinde

(Dertli)

taştır (Naz.) Bir gazelin beyitleri arasına ikişer mısra katarak onu dörder mısralı bentler halinde bir manzume şekline koymak. (Terbi’den farkı, onda katılan mısralar asıl mısralartn üstüne konulduğu halde bundakiler asıl mısraların arasına konur). Mu. taraf da denir.

tatvil (Kom.) Uzatma. demektir.

tazmin (Naz.) Başkasının manzum süzünü kendi sözü arasında tekrarlamak demektir. Bu alınan mısra veya beyit çok belli ise sahibinin adı söylenmiyebilirdi; değilse kimin nazmı olduğu söylenirdi: «Bu mahalde acep evsafına çesban görünür — Nola bu beytini Baki’nin edersem tazmin — Def’i Yecuc-i gama işi-ğidir sedd-i sedîd — Men-i ceyş-î . eleme dergehidir hısn-i hasîn».

Teavün-i Aklâm (Gaz.) Muallim Naci ile Selânikli Tevfik tarafından 15 Temmuz 1886 da haftalık olarak yayımlanmıya başlanan dergi.— 2. Yalnız Selânikli Tevfik tarafından 16 Mayıs 1887 de tekrar yayımlanmıya. başlanmıştır.

teber (Târi.) Bir veya iki yüzlü, sapının ucu sivri ve çok defa üzerinde ayetler, hadisler veya «Ya Ali» yazılı bulunan balta biçiminde, baston işini de görebilecek şekilde alet.

teberra (Tas.) Şii inanışiarm-dlandır. Ali ve peygamber soyunun haklarını alanlara karşı düş- . manlık beslemek. Bu düşmanca duygu içinde, hulefa-yi selâse denilen Ebubekir, Ömer ve Osman ile Muhammet peygamberin, eşi Ayşe ve bunlara uyanlar da vardır, Bektaşi ve kızılbaşlarda da bu inanış bulunuyordu. Onlar da kendilerinden olmıyan bütün müslümanlardan «teberra» e-derlert Birçok sünni, şairler ve başka tarikatlerde bulunanlar arasında bu inanışta olanlar bulunmuştur.

tebliğ ( Bel. ) Büyültmenin akıl ve âdetin kabul edebileceği . yolda olanına denirdi. Belâgat-çiler, mübalâğa için üç basamak: düşünürlerdi, ilki tebliğ idi. (Ö-tekileri igrak ile .yuZür’dür).

tecahül-i arif (Bel.) insanın, bir sözü, bir nükteye dayanarak aslını bilmiyormuş gibi söylemesine denir; bilmezlikten gelme denilen şey budur.

tecdid-i matla (Naz.) Bir kasidenin ortalarına doğru yeni bir matla yazarak yeni kafiyelerle kasideye devam etmek.

tecelli (Tas.) Tanrı kudret ve sırrının kişilerde veya eşyada eserinin görünmesi demektir. Cennette bulunanlar Tanrı’yı göreceklerdir: «Tecelli neşesin ehl-i şikem idrak kaabil mi — Behişt andıkça zahit eki ü şürbün lezzetin söylenir.— R'agıp Pş.».

Tanrı, bir kere Musa peygambere Tur-iı Sina’da ateş suretinde görünmüş ve seslenmiştir. Şark edebiyatının konularından biri olan bu olay, Musa peygamberin Tanrıyı görmek istemesi üzerine, Tanrı ilkin bir dağa, görünmüş, dağ bu görünmeden parça parça tuz buz olmuş, Musa da düşüp bayılmıştı. .

(İ. K.: Tur, Sina, Tecelli, Musa) tecnis (An. s.) Cinas yapmak. Bk. CİNAS. (H. e.) Özel bir çeşit manzume adı.

Yaktı beni >aşk oduna oı yan

maz

Ya ne "'dersin merhametsiz o yâra

Seher oldu feryadımdan uyanmaz Umarım ki öte bülbül uyara Ben âşığım el göğüste yüz yerde

Gel efendim del sinemi yüz yerde

Yaralarım göz göz oldu yüz-yerde: Demez yârım ne yaradır o yara Urdı beni zalim kanlı yaramaz Gayet çoktur değil benim yaram az Bana yardan gayrı cerrah yaramaz Umarım ki yine bağrım o yara (Gevheri) Bu manzumede: o yanmaz-u-yanmaz: o yâra-uyara-o yara.o yara; yüz yerde-yüz yerde-100 yerde: yanamaz-yaram az-ya-ramaz cinasları toplanmıştır).

tecrit 1- (Naz.) Sözü noktasız harfli kelimelerle meydana getirmek demek olan hazf teriminin eşanlamı olarak kullanılır. Bu çeşit yazılara da mücerret denirdi. 2. (Bel.) Bir kimseyi övmek veya yermekte bazı niteliklerini büyülterek söylemek ki, buna bazı belâgatçiler Teş-tecriıiî derler. İkinci şekli de, cansız şeylere canlılık vererek söz söyleme için kullanılır. .Namık Kemal'in «Git vatan Kabe’de siyaha bürün...» nazmında olduğu gibi. Başka bir şekli de yazarın kendisini üçüncü şahıs farzederek söz söylemesi. Şairlerin mahlaslarım yazdıkları sırada «Ey Fuzuli, Nedimâ...» gibi söylenişleridir. -3. (Fel.) Yalmla-ma, soyutlama.

tecvit (Tec.) Arap elifbesihde bulunan yirmi dokuz harfin nasıl okunacağını öğretir. Kuran okumakta önemli yeri olduğu için öğrenilmesi her Kuran okuyacak erkek ve kadın için farz sayılmıştır. Üzerinde! çok işlenmiş, birçok terimleri meydana getirilmiş, hakkında epey kitap tercüme olunmuş veya yazılmıştır.

Tefhim, terkık, idgam, ihfa, izhar, kalb, mledd, vakıf, .sekte, hareke, sükûn, cehr, gunne, kal-kale, şiddet, isti’lâ, rahavet, safir, tekrir, vb...

tedriç (Bel.)’ Bir fikir veya bir hayali birdenbire söylemeyip derece derece söylemiye denir, «Kertelem». Küçükten büyüğe doğru olan bu derecelemiye Ted-ric-i sâit (yükselen kerteleme) denir. «Makber, makber değil bir türbe, türbe değil bir mabet, mabet değil bir küre, küre değil bir feza-yi bi-intiha. olmalıydı.— A. Hâmit Tarhan» cümlesinde makberin türbe, m&bet, küre, fe-za-yl bi-intiha yükselişi gibi. İkincisi büyükten küçüğe doğru bir gidiştir ki buna Tedriç-i hâbıt (alçalan kerteleme) denir. Namık Kemal’in «İki asker mızrak mızrağa, kılıç kılıca, hançer hançere, hattâ boğaz boğaza geldiler» cümlesinde mızrak, kılıç, hançer, boğaz kelimeleri gibi. (Muallim Naci, bunu Tensik diyerek Tensik-i irtikaî, Tensik-i inhitatı diye adlandırır).

Tedrisat-i İbtîdaiyc Mecmuası (Gaz.) Maarif nezareti adına olarak Darülmuallimîn (İstanbul Erkek Öğretmen Okulu) öğretmenleri tarafından ayda bir yayım-lanmıya başlıyan dergi. İlk öğretim konularını teorik ve pratik bakımlardan ele alan bu dergi 28 Şubat 1910 da yayımlanmı-ya başlanmıştır. S atı, Ali Nusret Ahmet Cevat (Emre), İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), İhsan Şerif, Ali Ulvi (Elöve), İhsan (Sungu), M. Cevdet, Siracettin (Hasırcıoğ-lu), Hamdullah Suphi (Tanrıöver) yazarları arasında idi. 1912 den sonra konu alanını genişleterek Tedrisat Mecmuası adiyle yayımlanmıştır.

tedvir (Naz.) anlamına, veznine bir bozukluk gelmiyecek şekilde bir mısradaki kelimelerin yerlerini değiştirmeye denir. Bunun en ünlü örneği RecaiZade’nin babasının şu mısraıdır: «Semen geldi Recai’ye bu mahzende oturmaktan». Bu mısra harflerin yerleri, değiştirilerek türlü şekilde okunabilir.

tefennün fil-ibare (Bel.) Bir sözü iki defa tekrarlamamak için başka bir şekilde söylemek. «Fuzuli» demişken bir daha bunu söylememek için «Leylâ ile Mecnun şairi» demek gibi.

tefrid (Bel.) Bir şeyin hakkı olan vasfı daraltmak (hasretmek).

tefrik (Bel.) Çok defa cem ü tefrik diye anılır. İki şeyi bir sıfatta birleştirdikten sonra aralarında bir fark göstermiye denir. «Seni Kisra’ya adalette muadil tutsam — Başkadır sende olan devlet ü din ü iman.— Baki».

tefrika (Gaz.) Uzun bir yazının gazeteye parça parça konulmasına denildiği gibi konulan yazıya da denir. İlk defa tarifini yaparak Şinasi, Tasviriefkâr gazetesinde buna örnek vermiştir. Fransız gazetelerinde feuiUeton denen ve sadece roman gibi u-zun olmayıp aynı konuya ait başlı başına yazıların belli günlerde gazetenin belli yerinde -en çok sahife altında boydan boya ayrılmış bir kısımda - yayılması şeklinde bunu uygulamıştır. Şinasi Şair evlenmesi adlı komedisini bu şekilde tefrika etmiştir. Bundan sonra gazetelermilzde tefrika bulundurma geleneği meydana çıkın;ıştır. Tefrika ra. mam, gazetelerde tefrika edilmek maksadiyle yazılan romanlara ad olmuştun Bunlarda ikı> ayrı ö-zellik vardır: birincisi, gazete okuyucusu çeşitli seviyede olduğu için hepsini ilgilendirecek bir

dii! yeter Ragıp gazel de erdi pa-yâna» diye gazelin başını ve sonunu haber veriyor.

tehallûs (D. e.) «Mahlas alma» demektir. Yani bir şairin, yazarın eserlerinde kullandığı takma adı kabullenmesidir. Asıl adı Ömer olan şair için «Nef’i tahallûs etmiştir» demek Nef’i mahlasını kullanmıştır demektir.

tehekkiim Ciddi görünerek, batıcı ve iğneleyici şekilde alay etmektir.

tehzil (De. e.) Bir manzumeyi alaylı bir şekilde taklit etmektir. Bunun için nükte esastır. Mizah dehası olmıyan birinin bu yolda yapacağı benzetme soğuk düşer. Nabi’nin:

Derd-i serden nice âzadolur ol taife kim ' Bâde nuş -eyliyecek yerde gü-lâp isterler Sen hemen dildeki nakş-j hevesi mahv eyle

Senden ey hâce ne defter ne kitap isterler parçasını mürekkepçi Havayi:

Sancıdan kışta nice kurtulur ol taife kim

Çorba nuş eyliyecek yerde ho-şâp isterler Sen hemen kışta çarıksız koma şakirtleri

Senden ey usta ne kalçın ne çorap isterler Fazıl Ahmet Aykaç ile Halil Nihat Boztepe Divan edebiyatının bir çok kaside ve gazellerini bu yolda tehzil etmişlerdir.

teizın (Del.) Dünya varlığının birinci sebebi olarak bir Tanrı kabul edenlerin doktrini. Deizm ile arasındaki fark, bunda vahiy kabul olunur. Tanrının inayetine inanılır.

ortalamayı amaç edindiği için sanat -değeri! düşük olabilir, İkincisi, ilgi çekmek için, okuyucunun merakını uyandırıp alt tarafı da okunsun diye bir plândan ziyade gündelik gereklere göre yazılmış olur; yazarın tefrika veya satır başına göre ücret almasından dolayı da zoraki uzatmalar yapılması gibi haller görülmüştür. Bu söz bir roman için kullanıldığı zaman biraz küçültücü -anlam alır.

tefrit Bk. İFRAT.

tefsir (Din.) Kuran lâfızlarının sözlök veya deyim, gramer ve| sintaks bakımından özelliklerinden, kapalı geçen bazı olayların -açıklanmasından bahseden bilimin adıdır (İlm-i tefsir). Tefsir ile uğraşan kimselere «müfessir, müfessirîn» denir. Bu işle uğra» şan kimseler için arapçanın gerektirdiği: lügat, nahiv (sintaks), tasrif, (çekim), iştikak (türemel), tnaani. beyan, bedi, kıraat, din usulü, fıkıh, kutsal kitap inme, kutsal kitapların birbiri hükümlerini gerçeklikten kaldırması ve böylelikle' gcçjîr-geçmez hüküm- lerin bilinmesi, hadislerin müc-! mel ve müphem olanlarının bilinmesi gibi on dört bilgiyi bilmek on beşinci olarak da bu iş için Tanrı vergisine sahip olmak şarttır.

tegazzül, tagazzül (De. e.) «Gazel söyleme» anlamında dan bu kelime kasidelerin içinde bir yolunu bulup bir gazel sıkıştırmak demektir. Şair ya önceden veya gazelin sonunda bunun bir gazel olduğunu söyler. Ragıp Paşa, Ahmet Paşa hakkında yazdığı kaside de «Mahâldir ben de bülbül gibi eylersem gazel-hânî» diye ,bir gazele başlayıp «Ko tas-


telmih

inaktır, buna kesret-t tekrar denir. Bk. GENELEME.

tekrir (Bel.) Anlamı kuvvetlendirmek için bazı kelime veya kelimelerin birkaç defa tekrarlan masına denir. Bu tekrarlama anlam için yararlı olmazsa buna, «kesret-i tekrar» denir ki yazı için fenadır.

«İtimat etmez isen ur mihek-i tecrübeye — İşte levh işte kalem işte kütüp işte fuhul.— Hami».

teltik (Bel.) Karşıtlama yoluyla olmadan bir kelimenin akla getirdiği, başka kavramları aynı ibarede söylemek demektir ki, Müraat-i nazır (Bk.) sanatinin başka bir adı demek olur.

telif (Ed. ten.) Anlamı «uzlaştırma, yakınlaştırma» dır; Tanzimat’tan önce kitap yazmak, yazılmak anlamına kullanılmıştır. Kitap yazana müellif denirdi. Tanzimat’tan sonra bunun yerine yavaş yavaş tahrir ve muharrir sözleri tutmıya başlamıştır1.

telkin I. (Din.) Bir ölüye, Münkir ile Nekir’e vereceği cevapları hatırlatmak üzere mezarının başında imam tarafından söylenen sözler. 2. (Psi.) Bir fikri’ doğrudan doğruya değil de do-layısiyle aşılama, kulağa koma,

telmi (D. ed.) Manzumeye!, a-rapça veya farsça bir mısra veya mısra parçası katmıya «telmi» böyle manzumeye de «mü-lâmma» denir.

telmih (D. ed.) Bir beyte veya bir fıkrada ünlü bir olaya, bir hikâyeye işaret etmektir.

«Eyle hatırları tâmireı şitap — Eyleme arş-i ilahiyi harap — Kaail olur mu Hudavend-i gayur — Ki harap ola o beyt-i mamur.— Nabi» beytinde «gönül yıkmanın Kabe yıkmadan


tekellüm

tekellüm 1- (He. e.) Sazşairle-rinin birbirleriyle yaptıkları şiir yarışması. Buna tekerleme de denir. 2. (D. e.) Tekellüm.i şâmil Muallim Naci tarafından kullanılmış olan bu deyimle, yazarın kendini ölmüş yerine koyarak söz söylemesi anlatılmıştır. Mezar taşlarında ölünün ağzından yazılanlar veya Fuzuli’-nin «Ben hod öldüm ey türabımdan olan sağar müdam — Rintler bezmin gezip bir bir benden yetür selâm» beyti gibi.

tekerleme Sazşairierinin yaptıkları şiir ve musiki fasıllarında yarışma kılıklı şiir söyleşmiye, halk arasında tekerleme denir. Âşıklar da buna, tekellüm derler.

tekke (Tar.) Dergâh, zaviye, astan, hankaih eşanlamlarıdır. Bir şeyh başkanlığı ve idaresi altında dervişerin yaşadık'arı ve tarikatlerinin gerektirdiği işleri, ibadetleri yaptıkları yer.

teknik Eskiden ulûm aliye (alet, araç bilgileri) denen şeyin karşılığı. Sonraları bundaki alet anlamı fen ile karşılanmıştır. Sanat ve edebiyatta sanatin iş tarafı, ustalık gösterme yönü o-larak kullanılmıya başlanmıştır. Bir sanatçinin tekniği demek, o-nun sanatinden öğrendiği .ve kendi bulduğu yaratma yollarının ve kolaylıklarının bütünü demektir.— Her sanatin kendi yapısına göre bir tekniği vardır.— Teknik kelime uzmanların terminolojisine ait kelime demektir.

teknisyen (Si.) Filim yapımının her hangi bir kolunda çalışan usta işçi.

tekrar (Bel.) Bir cümle veya ibarede gerekli olmadığı halde; aynı lâfzı birkaç kere tekrarla-

fena olduğuna» işaret vardır. | telvih (D- ed-) Kinaye çeşitle-rindendir. Asıl anlama, çeşitli ve dolaşık yollardan varmağa denir.

İzar ü çeşmineı sorsan henüz bilmezler

Ki reng-i sürme m'i siyeh ya gaze 'alımdır (Nedim) Nedim, bu beyitte, anlatmak istediği güzelin kudretten sürmeli gözlü, al yanaklı bir yeni yetme olduğunu söylemek için, «onun gözüne, yanağına sürme kara mıdır, allık kırmızı mıdır diye sorsan henüz bunların ne olduklarını bilmezler» diyor.

Bunun «remz, ima, işaret» gibi dereceleri vardır».

tem (Ed. Ten.) Bir eserin veya açıklanan bir şeyin başlıca motifi. Bir eserin konu, öz ve tem. elemanları ayrı ayrı şeylerdir.’ Konu, yazıda sözü edilen nesne veya olaydır; öz, yazının özeti, ana fikridir; tem ise, yazıda işlenen, geliştirilen bir buluş, bir görüş veya bir düşünüştür.

temaşa, (Ti.) Tiyatro, sahne anlamında' kullanılmıştır.

temsil 1- Örnek olarak deme, misal getirme, «temsilde hata olmaz». 2. Bir şeyin aynını hareketle gösterme, «Tarık piyesinin temsili». 3. «Baskı» sözünün eşanlamı olarak tab ü temsil. Bu anlamda mümessil sözü editör karşılığı olarak kulanılmış-tır.

temsilî Yirminci yüzyıl başlarında sembolik karşılığı olarak kullanılmıştır. Bk. İSTİARE.

temmuziye (Tür) Yaz vesilesiyle sunulan kasidelerin teşbihinde (Bk.) sıcaktan söz edilen-’ İterine denir.


| Yine erişti temmuz oldu cihan pür-tef ü tâb Girdi bir hilkate hep âteş ü bâd ü türab Erdi bir gayete tesir-i hava kim bir mûr Bir dem-i germ ile eyler yedi deryayı serab Nazm için vasfını bu fasl-i cehîm-efruzun Etse bir şair eğer tab’ma tevcih-! hitap Düşmeden dâm-ıi hayale dahi bir demde eder Tâb-i endişesi mürgan-i maa-niyi kebab tempo (Si.) Sinema f ilimleri çekilirken alman, resimlerin birbiri ardınca sıralanması, hızlı veya bir parça ağır olması veyahut sesin ritmi ile seyircide u-yandırdığı hızlılık duygusu.

*stenafür (Bel.) Söylenirken kelimelerin şekilsiz ve ahenksiz seçilmelerinden dolayı dilde uyandırdıkları sıkıntıdır. Bunlar kişiye göre değlşfebilir. Hiçbir kelimenin kendisinde böyle bir kusur yoktur, kullanan^ kimsenin kullanış yerlerine göre böyle bir sakatlık meydana gelir. (Buna kakofoni de denir). Harflerden ileri gelenlere tenafür-i lıuruf derler ve şunları örnek gösterirlerdi: Tatsız tuzsuz, kırk kuruş, soğuk algınlığı, tarttırınız»... Tek başına olarak kelimede tenafür yoktur, başka bir kelime ile yan yana geldiği zaman bazı söyleme sıkıntısı meydana çıkar, buna da Tenafür-i kelimat derler ve şu beyitleri gösterirlerdi:

«Eyliyeı isadr-i sadarette tasad-dur hemen ân.— Şinasi».— «Pür j gülük etme nâle vû zarın kes is-| temez — Ey andelip o gül uyu-

>. sasını almış olan Suriyeli Por-e phyrius onu neo-platonizmle uyuş-turmıya çalıştmışı. Ona göre, ruhlarımızın bazı kılıklarda gö-, rünüşü, daha önceki yaradılışta _ işlenilen suçların bir sonucudur, ı cezasıdır. Ruhlar bu zarfları için-i de tevekkülle vazifelerini yapa-ı rak yavaş yavaş Tanrıya yak-. laşnıaktadır. Porphyros, hayvanlarda ruh, duygu ve aklın varlığına inanmakla beraber, teori-. sini onlara kadar ulaştırmamak-. tadır. Bununla beraber insandan , Tanrıya varan yükseliş basamak-. larma karşılık, bir de insandan Cehenneme inen bir alçalış basa.

. mağı kabul etmektedir. Kabba-listlerde bu fikir daha yüksek bir görünüştedir: Onlara göre, ruhlar yeryüzündeki herşey gibi, mutlak Tanrısal cevhere döneceklerdir; ruhlarda yok edilmesi kaabil ol-mıyan bir kemal tohumu vardır ve bu tohum gereği gibi geliştirildikten sonra Tanrıya dönecektir. Eğer birinci hayatta bu kemali bulamazsa, durmadan kemale yaklaşmak üzere ikinci, ü-çüncü bir hayata başlar. Bunun İslâm sofilerindeki hulûl ve tenasüh İle arasındaki ayrılık bu suretle anlaşılır. — Bektaşiler genel olarak ruhgöçümüne inanırlar. Hayatında hayvani bir sıfatla nitelenmiş insan, ölümünden sonra da aynı hayvan suretine bürünerek yeniden bu dünyaya gelecektir.—• En kötü hayvan yılan ile tavşandır. Tavşan bu inançta, daima hayız halinde o-lan Muaviye’nin bacakları arasından çıkmış, yahut Muayiye’-nin omuzundaki havlu tavşan olmuştur. — Bu dünyaya tekrar gelmek, fenafillah (Bk.) sırrına


muşmuş ses istemez.— Hami». Halbuki şairler bu iki beyitte de kendilerince bir sanat göstermek istemişlerdir.

tenasüh (D- e.) Karşıtlama yoluyla olmadan, bir kelimenin akla getirdiği başka kavramları da aynı ibarede söylemek sanatı olan «Müraat-i nazîr» sanatının başka bir adıdır. Bk. MÜRA-AT.İ NAZÎR.

tenasüh (Tas.) Ruhun ölümünden sonra bir cisimden başka bir cisme geçişi demektir. Aynı ruhun gerek insan, gerek hayvan, hattâ bitkide olsun sonradan birkaç cisme geçeceğine inananların mezhebi. Felsefe terimi olarak mâtem.psychose (ruhgöçü karşılığıdır. Eski Mısırlılar, Hintliler arasında taraflıları olan bu inancı Fisagur ve öğrencileri kabullenmişlerdir. — Tenasüh daha geniş anlamda, İlâhi ruhun yeryüzünde birtakım varlıklara .girmesi anlamına gelir ki, birçok dinlerde, meselâ Brahma dininde, Sahillerde, kabalistlerde buna raslanır. — îslâmda aşırı şii fırkalarında bu inanç vardır. İsmail! bâtınilerde, Nusayrilerde, Dür-zilerde, Yezidilerde, Bektaşi ve ; Kızılbaşlarda hattâ halk gele- : »eklerinde bu ruh,göçüne inanış : izlerine raslanır. Devir (Bk.) i inanışını ruhgöçü ile karıştır- ] manialıdır. Bu yoldaki sofiler, ; neo-platonizmin kuvvetli etkisinde 1 kalmakla beraber hiçbir zaman ruh göçümünü benimsememişler- 1 dir, bunu her zaman kuvvetle i reddetmişlerdir. Aslına bakılırsa 1 neo-platonizmdeki ruh göçümü s anlayışı, bu sistemin asıl yapısı- i na yabancı kalmıştır. Pythago- c ras (Fisagor) dan bu tenasüh e- g

eremiyenler içindir, . yoksa bu sırra erip de Ali’nin nuruna karışmış olanlar yeniden bu dünyaya dönmezler.

tenkid (Ed. Ten.) Edebiyat ve. ya sanat eserlerinin incelenerek, onları açıklamak ve bu açıklama sonunda gerekli sebeplerle bir hüküm vermektir.— Edebiyat tenkidi çok eskidir. Yüzyıllar boyunca birçok değişikliklere uğramıştır. İlkçağlarda filozof ve yazarlar, insanların bazı eserlerden hoşlanıp hatırlarında tutmalarının, bazı eserlerin de unutulup gitmesinin sebeplerini araştırmışlardır. Dayanıklı eserlerin güzeli meydana çıkarmış olması sonucuna varmışlar, bu güzeli de eserin dışında her zaman bu. lunan bir ülkü gibi kendiliğinden var olan bir şey saymışlardır. Eflâtunun güzel üzerine, sanatlar üzerine, şiir üzerine teorileri vardır, fakat asıl Aristo bu iş ü-zerine fikirlerini eser halinde bırakan ilk yazardır; Bunların ten. kidleri daha ziyade felsefeye dayanıyordu. i Hitabet, tiyatro nazmı üzerine idi.— İskenderiye o-kulu, daha az felsefeci, fakat daha çok bilime dayanan ve filolojiyi temel tutan bir tenkid yapmıştır. Bu okul tenkidciıle-ri Grek yazarlarınım ka.non’unu (listelerini) meydana getirme fikrine kapılmışlardır. ' Bu işte büyük rolü gramer oynamıştır.— Lâtinlerde tenkid açımlamalar şeklinde gramerci olarak başlamıştır. En çok hitabet üzerine tenkidler yapılmıştır.— Ortaçağda özel bir tenkid çığırı, eseri yoktur.— Rönesans zamanında eski yazarların incelenmesi sırasında filoloji bakımızdan edebi


yat tenkilleri yapılmıştır. On yedinci yüzyılda Aristo kuralla-. rina sıkı bir uygunluk b'aşlamış-1 tır. On sekizinci yüzyılda bu kurallara karşı koymalar başlamıştır.— Bugünkü tenkid gelişimi on dokuzuncu yüzyılda başlamıştır. Bunda yayımın çoğalması, okurlara kılavuzluk etme isteklerinin etkisi vardır. Bu yüzyıl başlarımda bilim alanAndaki gelişmeler, tenkidde del kendini göstermiş, bilim metotları uygulanmı-ya başlanmıştır. Fransız düşünürlerinden Taine çevre, vrk, an teorisini çıkarmış; Ernest Renan da. sağlam bir filoloji ve tarih bilgisini katmıştır. Sainte-Beuve zekânın, tabiat bilgisi kurallariyle ’ tarihini yapmıya kalkışmıştır.

Brunıetiere! objektif tenkid ile ev-Tisı (tekâmül) teorisini uyuşturma denemesine girişmiştir. Jules-Lemaître ise sübjektif tenkid ile edebiyat eserlerinin insan ruhu üzerine bıraktığı izleri incelemiştir. - Emile Faguet, her yazarın mizaç ve * f ikirlerini araştırmaya çalışmıştır. — Frenkçeden critique sözünün çevirmesi olan tenkid sözünün elli yıllık bir ömrü vardır, ondan önce Tanzimatçılar buna karşılık muahase sözünü kullanmışlardır. Tanzimat-tan önce ise böyle bir şeye Taslanmıyor. Yalnız bazı değerli, tezfcürelerde biyografisi yazılan şairler üzerine bir takım sözler söylenmiştir. «Hoşâyendeı, nazik beyanı vardır. — beıdiha-gû, fev-riyatta tîz.tab’ ü durbin, — nazmında zarafet, edasında letafet yoktur, — üslûb-i şiiri Şeyhi tarzına karıp ve kudema vadisinde, mev’ize güne tavr-i acîp, — üslûb-i kaside ve mesnevide mümtaz ve faiktır, — metruk ve mân-

de Türk! tâbirat kullanılmıştır...» gibi ve daha sonraları basmakalıp tekrarlanan sözler, bunlardan en değerlisinde Taslanan tenkid fikirlerini gösteren sözlerdir. — Tanzimat’tan sonra, gazetelerin meydana çıkardığı yazı tenkiıdleri uzun zaman gramerci bir tenkid olarak sürmüştür. Namık Kemal bu yoldan biraz ayrılmış, eski edebiyatı, bu edebiyat yolunda yazanları daha ziyade genel bir görüşle tenkid etmiştir. (Tahrib-i Harabat, Takip, irfan Paşaya mektup, Bahar-i Danış mukaddemesi). E-serler, yazarlar üzerine, kusur bulmak, eserlerde kullanılan a-rapça, farsça sözlerin kullanılışı, terkiplerinin yapılışı üzerinde dönüp dolaşmıştır. Muallim Naci ve omun yolundan gidenler, kelime tenkidleri (grameircilik) alanını aşmamıştır. Edebiyatıcedide zamanında frenkçeden bazı tenkid çevirmeleri yapıldığı gibi bunları bazı eserler üzerine de, uygulama işi denenmiştir.—. «Be-lagatçiler» tenkid, -sözünün yanlış olup doğrusunun «intikad» olması gerektiğinde direnmişler; böyle olduğu halde tenkid: kullanılıp durmuştur. (Eleştirme bunun eşanlamıdır). — Tenkidin işe yararlığı, yaramazlığı tartışma konusu olmuştur. Bunun her iki tarafını tutanlar da birer tenkid yapmaktadırlar. — Her ne ad altında olursa, ister tenkid isterse, bir eıser karşısında duyulan ve düşünülen şeylerin yazıldığına göre olsun bu yolda yazılan yazılardan bazıları konusu olan eserden daha değerli bir sanat eseri olarak kalmıştır

tensik (Bl.) Bk. TEDRİÇ.

Terakki (Gaz.) 1. Haftada beş gün olarak çıkarılmaya başlanmış politika gazetesi (21 Kasım 1868). Kadınlara mahsus bir sayı çıkardığı gibi, ilk mizah gazetesi olarak ek şeklinde bir de «eğlence nüshası» çıkarmıştır: 28 Ağustos 1870 de hükümetçe kapatılmıştır.— 2. Yeniden 22 Mart 1874 te çıkarılmaya başlanmışsa da. çıkarılması çok sürmemiştir.—

  • 3. 15 Haziran 1874 te bir zaman için yine çıkarılmaya, başlanmıştır.— 4. 22 Şubat 1886 da bu adla bir gazete daha yayımlanmıştır- — 5. İzmirde Cerrahi zade Ali Sa-cit tarafından 30 Nisan 1896 da bir dergi çıkarılmıştır.— -6. Pariste «teşebbüs-i şahsî ile meşrutiyet veı ladem-i merkeziyet» taraflılarının organı olmak üzere 1906 da Terakki adiyle bir gazete yayım-lanmıya başlanmıştır.

terane (Naz.) Rübainin (Bk.) başka bir adı.

terbi’ (Naz.) Bir gazelin beyitlerine iki mısra daha katarak o-nu dörtlemek, yani bir murabba’ (Bk.) şekline koymaktır. Böyle bir manzumede ilk beyitler sonradan katılanlar, ikine,' 'beyitler de ilk gazelin beyitleridir.

Terbiye (Gaz.) Maarif Vekâleti Millî Talim ve Terbiye Kurulu tarafından genel eğitim konuları üzerinde yayımlanmıya başlanmış dergi (1926).

Terbiye ve Oyun (Gaz.) Selim Sırrı (Tarcan) tarafından eğitim ve beden- eğitimi konuları üzerine çıkarılmış on beş günlük dergi (14 Ağustos 1911).

terceme Bk. TERCÜME. TERCÜMAN.

terci-i bend (Tür) Gazel uzunluğunda. çeşitli bentlerden meydana getirilmiş manzume olup bentlerin arasında vasıta (Bk.) denilen bir beyit tekrarlanır (bu beyit başka başka olursa manzumenin adı Terkib-l bend olur). Bentlerin her birine Terci’haine denir. Ziya. Paşanın pek ünlü Terci-i. bendi 10 benttir, her bent de onar beyitten meydana gelmiştir. Aradaki vasıta. her bendin sonunda tekrarlanan arapça «Süphane men tahayyere...» diye başlıyan beyittir.

tercüman (Tar.) Tarikat erkânı üzerine nazım veya nesir olarak yazılmış gülbenk; dua.

Tercüman-i ahval (Gaz.) İlkin Şinasi ile birlikte ' Agâh Efendinin çıkarımıya başladıkları gazete (21 Ekim 1860). Bu gazete Türkler tarafından çıkarılan ilk özel gazete idi (Bundan önce çıkarılmış olan Takvim-! Vekayi hükümet tarafından, . Ceride-i Havadis ise'İngiliz' uyruklu biri tarafından çıkarılıyordu). Gazete önce haftalıktı, altı ay sonra, Şinasi ayrılmış gazete haftada üç gün olarak Agâh Efendi tarafından çıkarılmıştır. 1866 yılına kadar sürmüş, sonra kendiliğinden kapatılmıştır.

Tercüman-i Hakikat (Gaz.) Ahmet Mithat Efendinin başyazarlığı ile 27 Haziran 1878 tarihinde her gün öğleleri çıkarılmi-ya başlamış büyük boyda gazete. Ahmet Mithat’ın bütün çeşitli çalışmaları ile fikir hayatında derin etkiler yapmış bir gazetedir. Bir havadis gazetesinden ziyade bir ansiklopedi halinde idi. Gazetenin yazıları 'arasından seçilmiş nazım veya nesir eserleri Müntah-abajt-i Tercüman-i Hakikat diye ayrıca yayımlamış, 28 Eylül 1879 tarihinde haftalık çocuk sayısı çıkarmıştır. Gazete, Tarih gözü, hikâye gözü... gibi bölümlere ayrılmış bunlarda tefrika edilen önemli yazılar hemen kitap şeklinde de basılmıştır. Gazete, Ahmet Mithat’ın ölümünden sonra sahip değiştirmiş, en sonunda adı yalnız Tercüman olmuştur.

Tercüman-i Şark (Gaz.) Şemsettin Sami’nin yazarlığı ile basımevi sahibi Mihran tarafından çıkarılmıya başlanmış gündelik politika gazetesi (Nisan 1878).

Tercüme (Gaz.) Maarif Vekilliği tarafından iki ayda bir çıkarılmak üzere yayımlanmıya başlanan revü biçiminde dergi (19 Mayıs 1940). Batı fikir âleminin eski ve yeni yazarlarından parçaların dilimize çevrilmişleri yazılarının temelli karakteridir. .'Şiir üzerine, Yunan edebiyatı, tibethe, özel sayıları dikkate değer.

tereüme-i hal (Tür) Bk. BİYOGRAFİ.

terdit (Kom.) Fikri bildirirken karşısındakiler! merak ve duraksama içinde 'bıraktıktan sonra sonu bildirmiye; umulmadık bir sonuçlamıya terdit denir; bir çeşit beklenmezlik sayılabilir.

terecci (Kom.) Yalvarma demektir.

terim 1- (Dil.) Bilim ve sanat kavramlarından birini anlatan kelime. Tanzimat’tan önce din konulu bilgilerin arapçada konulmuş olan terimleri vardı. Bunlar üzerinde yüzyıllar boyunca, arap, fars ve türk bilginleri kitaplar, kitapçıklar yazarak işlemişlerdir. Fıkıh va kollan için, din bilgileri için olan terimler (o zamanki söylenişle ıs,Malı lar) tam bir alıklıkla     sınırlandırılmışlardı.

Edebiyat bilgileri aslında arapça metinlerden öğrenildiği için terim

onlar da dillerde tespit edilmiş bulunuyorlardı. Tanzimat’tan biraz önce matematik bilgilerinin Batı dillerinden çevrilme sırasında, o zaman kullanılan arapçadan geniş ölçüde faydalanılmıştır (1832-1835). Tanzimat’tan sonra yeni kanunlar yapılırken aynı yol tutulmuştur. Birtakımı fıkıh, terimleriyle karşılanabilmiş ise de bulunmıyaniar için de arapça haznesine başvurulmıya başlanmıştır. Tanzimat devrinde bu terimler yüzünden arapça alanındaki çalışma bu dili birkaç yüz yıllık bir gelişmeye ulaştırmıştır. Kamustaki arapça sözlerin yeni anlamlarını karşılaştırmak bunu açıkça gösterir. 1864 yıllarında Mekteb-i Tıbbiye’deki fransızca okutulan derslerin Türkçe okutulması tartışması başarı ile sonuçlanınca terim -işi meydana çıktı. Cemiyet-j Tıbbiye-i Osmaniye bu terimlere karşılık bulma ile uğraştı ve buldu. Okullarda arapça öğretildiğinden bunların arapça karşılıkları pek yadırganmıyordu. Gazetelerde Batı havadisleri verilirken oralarda olan kurullara ailt sözlere kairşılık aranıyordu. Yüksek öğretim okulları meydana getirilince bunlarda bazı yeni dersler okutulmaya başlanınca bu derslerle ilgili terimler de a-raştırılmıya başlandı. Hukuk bilgisi, matematik, geometri, trigo-nemetri, fizik, kimya, coğrafya, tarih... bunlar üzerine çalışmalar 1870-1880 aralarınd'adır. Babıali-de olan Tercüme Odası da politika ve hukuk diline ait kelimeler araştırıyor; bunlara arapçadan yakışık sözler buluyorlardı. Bu işte söz ile        karıştırmamak.

Bu sırada hemen hiç dokunuhm-yan bilim dalı felsefe idi. Bu alanda çalışmalar ancak 1908 Meşrutiyetinden sonra başladı. Bu hareket büyük bir kargaşalıkla başladı, epey zaman da böyle sürdü. Bu kargaşalığın kaynağı hemen herkesin bir karşılık koymak istemesi idi. Metin arasında fransızcalarım yazmak, kitabın sonuna karşılık .sözlüğü katmak işleri bunun sonucudur. Frenkçesi daha kolay anlaşılır halde olduğu için konuşmalarda yabancı dildeki tek terim kullanılır olmuştu. Bir dikkat sözü için tctfufifc, istibsar mı denecek bir iş idi. Bu sırada, hatırlamak gerektir ki, okullarda arapça öğretimi de zayıflamıştı. Sonra dilin arınması hareketi başlamıştı. 1916 Darülfünun yeniliği felsefe dalları için geniş bir uğraşma alanı meydana getirdi. Psikoloji, sosyoloji, moral ve pedagoji terimleri konulmıya, bulunan terimlerden, fars veya arap kurallarına uygun olarak tamlamalar şeklinde olanların da bu şekilleri çözülmi-ye başlandı (terkib-i izafi yerine izafet terkibi denmesi gibi). Tellim tartışmalarında, Batı için grekçe veı lâitince ne' ise Türkçe? için de arapçanm o olduğu fikri ileri sürüldü. Bu iddialar ileri sürüldüğü zaman Batı dillerinde grekçe ve lâtince esirliğine karşı hareketler başlamıştı. Bugün içinse bu iş orada da her dilin kendi sözleriyle terimlerini yapmak şeklinde sonuçlanmaktadır.

terkib-i bent (Tür) 7-10 beyit, arasında bentlerden meydana gelmiş nazım şeklidir. Bentler arasındaki »j'asnta (BkJ) beyti her bentte değişir. Bentlerden her birine tekibhane denir.— Bağdatlı Ruhi’nin bu addaki ünlü manzumesinden sonra Sami, Ziya.

Paşa, Ayetullah feey, Muallim Naci birer terkibibent yazmışlardır. Tem bakımından, nazımın kötülüğünden söz etmek bir gelenek halindedir.

terkip (Dil.) Takım (Bk.) demektir. Eski gramerciler terkib-i nakıs (takımlar) ile terkib-i tam cümleler) diye iki. büyük terkip grupu ayırmışlardı. Birinci gurupu terkib-i izafi Cisim. takımı), terkib-i tavsifi (sıfat takımı), terkib-i mazci (Bileşik özel isimler), terkib-i takyidi (sıfat takımı ile sıfat grupu), terkib-i tâdadi (sayı sıfat -lariyle yapılma takım), terkib-i r-tbaî , terkib-i tazammum (zarf grupları),terkib-i isnadi (cümle.) gibi bölümlere ayrılmışlar, tef-kib-i tam olarak da cümleden söz etmişlerdir. Bk. CÜMLE.

tersa Asıl anlamı «Puta veya ateşe tapan»dır. Tasavvufta, Mürşid-i kâmil, iğin kullanılır. Tersabeçe, tersabeçe-i bade-fü-ruş sözleri; del mürşid-i kâmili anlatma da kullanılır. Şiirde daha ziyade sevgili genç anlamma-dır. -

tersdeyi (Kom.) Bir kelimeyi, bir terimi, gerçek anlamından başka, büsbütün karşıt anlam çıkacak şekilde kullanarak cümlede kullanmaktır. Çok defa a-lay için kullanılır. Dayak yiyen birine «Afiyet olsun!» demek gibi.

tersil (D. e.) Secisiz nesir yazı yazma.

tervic-i elfaz (Bel.) Dilde, kullanılırken kt^lanılmaz olmuş bir kelimenin yeniden ileri sürülmesi veya yeni bir kavramı anlatmak cin yeni; kullanılmaya başlanmış kelimenin kullanılarak alıştırma ışme Terme denir. Bu-


na İcad -ve tervic-i elfaz dahi denir. Tanzimat’tan sonra Batı ile fikir alışverişi başlayınca birçok yeni kelimeler kullanılmıya başlanmış, arapçada bulunsun ulunmasın köklerden yeni kavramlar il^in kelimeler uydurulmuştur. Bunlardan birçoğu çok kullanılarak alışılmış, hazası! ise ortaya çıkaranlardan başkası tarafından kullanılmamıştır. Kullanılanlar: Muahaze,, imtikad, tenkid (kritik), facia (dram), intihar (kendini öldürme), beynelmilel, beyneddüvel (milleterarası, devletlerarası), efkâr-i umumiye (kamoy), hiss-i selim, akl-i selimi (sağduyu), nokta-i nazar (görüş).

Kullanılmıyanlar: Mis’ad (a-sansör), dûrnüvis (telgraf), dûr--şinev (telefon), ahbaraft-i berkıy-ye (telgraf haberleri)... gibi.

Tesadüf (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanı (1900). Roman iki ayrı hikâye denecek şekildedir: mahallesinde komşular arasında ufak _ tefek büyü ve muska işleri gören yaşlı bir kadının giderek ünlü bir bakıcı o-luşu hikâyenin birincisidir. İkincisi zengin bir ailede, erkeğin bir genelev kadınına tutulma-siyle ortaya çıkan kıskançlık yüzünden ailenin darmadağın olmasıdır. Delikanlının kapatması ile karısı tesadüf olarak aynı bakıcıya gidip büyü yaptırmak isterler, böylece iki hikâye " de birleşir.

teşci (Bel.) Tersil (Bk.) karşı-dıdır, nesirde seci yapmak, secili yazı yazmak demektir.

tesdis (Naz.) Bir gazelin beyitlerine dörder mısra katarak altılama demektir. Böylece bir Müseddes (Bk.) meydana belir.

Edebiyat S. F—18

teshim (Bel.) Bk. İRSAD.

tesis (Naz.) Kafiyede (araç alfabesine g'öre) revi harfiyle a-ralarında harekeli bir harf bulunan a harfine; tesis denir: «mail - kaail, ragıb - vacip - cazib _ kâtib _ g.aib - talih» kafiyelerinde olduğu gibi. Bu çeşit kafiyelere kdfiye.i müessese denir.

teslim taşı. (Tari.) Bektaşi babalarının göğüslerinde bulunan madenden lira büyüklüğünde veya daha irice on iki köşeli taş. Söylenildiğine göre Hacı Bektaş Veli’yi zehirlemişler, bu hal kendisine hemen malûm olmuş, kusmuş, damarlı olan taşlar bu kusmaktan meydana gelmiş.

tesmit (Naz.) Gazel veya kasideyi müsammat (Bk.) şeklinde düzenlemek.

tesmiye bin-nakîs (Bel.) Bk. TERSDEYİ.

teşabiih-i etraf (D. e.) Müra-at-i nezir gibidir. Bunun ondan farkı sadece sözün sonunu başlayan söze uygun olarak tamamlamaktır. «Zülfü gibi elinde siyeh destmalinin — Hep ıtar ü puda rtşte-i sevdadan örmedir.— Sabit».

teşbib (Naz.) Kasidelerin başlarında bulunan bölüm olup bundan sonra girizgah (Bk.) ile asıl konuya girilir. Teşbib, havadan, sudan bahseden tabiat tasvirli başlangıçlara denir, sevgi veı sevgiliden bahsedenlere nesib (Bk.) denir.

teşbih (Bel.) Benzetme demektir. Belâgatçileır bunu çok ayrıntılara boğmuşlar, konuyu yaymışlardır. 1. «Teşbih, keyfiyette kuvvet ve zaafça muhtelif iki şeyde mevcut bir sıfatın iştiraki cihetiyle ednasını alâsına benzetmektir». 2. «Teşbih, bir şeye mezid-i ihtisas ve taallûku olan vasıfta diğer şeyin müşareket ve mümaselet'ine delâlet etmektir». Belagat kitaplarının tarifleri bu iki .'anlatımın temeline dayanır. Ondan sonra şu terimler açıklanır.

Erkân-i teşbih (Benzetme öğeleri) : 1. Müşebbeh (benzetilen),

  • 2. Müşebbehünbih (benzetmelik),

  • 3. Veçh-i şebeh (benzetme yönü),

  • 4. Edat-i teşbih (benzetme edatı. (1. ve 2. ye Tarafeyn = iki taraf denir). Zeyit (müşebbeh) şecaatte (veçh-i şebeh) arslan (müşebbehünbih) gibidir (edat-i teşbih).

Edat-i teşbih (benzetme edatları) gibi, sanki, meğer ki, gûya, nitekim, misal, - mesel, manend, - veş, . âsâ, âdeta, çü, tek, andırır, benzer, zmnolımur...

Veçh4 şebeh (benzetme yönü): akli, hissi, hayali, . vehmi olur. (Hissi, beş duygu ile anlaşılabilen; aklî, beş duygu ile değil de akıl ile anlaşılabilen şeyler; hayali, hayalgücü ile ilgili olan şeyler; vehmi, aklın icadettiği fakat görünürlerde olmıyan şeyler demektir).

Teşbih bölümleri: Dört öğenin de bulunduğu teşbihe ' Teşbih-i mufassal denir. (Zeyd, cesarette arslan gibidir). Eğer benzetme yönü söylenmezse Teşbih-i mücmel (Zeyd arslan gibidir). Edat ile benzetme yönü söylenmezse Teşbih-i beliğ olur, ki en beğenileni budur (Zeyd arslandır). Benzetilenler sıra ile ve benzet-melikler de sıra ile ayrı ayrı söylenirse Teşbih-i mel] uz; her benzetilen kendi benzetmeliğl ile yan yana söylenirse Teşbih-i mef-ruk denir.

teşhir Bk. SERGİLEME.

teşhis Bk. CANLILAŞTIRMA.

tetabu-i izafât (Dil.) Zincirleme isim takımı demektir. Divan nesrinde çok görülen bu yazış şekli hakkında belagat kitapları uzun uzadıya öğüt verirler. En ünlü cümle olarak da şunlar gösterilir: [Tâb-i nezare-i mesaib-i havatin-i haremsera-yi nübüvvet...» Türkçe için de şu cümle: «İstanbul caddelerinin kaldırım-lanlnm tamirinin uzun sürmesinin sebebi...»

tevarüd (Naz.) İki şairin birbirlerinden haberleri olmadan bir mısra veya beyti aynı şekilde söylemiş olmalarına denir, bu da ikisinin dahi hatırına geldi, gönlüne doğdu tutularak ayıp sayılmazdı. Bk. SİRKAT,.           ‘

tevhe Günahtan pişmanlık göstermek.

tevcih (Bel.) Birbirine karşıt İki 'anlamı olan kelimeyi kullanmaktır. Bu halde, övmek ile yermek birbirine karışır, hangisi işe yararsa o anlam anlaşılır. «Tek gözüyle bunu yazmış hattat — Kâşki ikisi bir olsa idi» beytinde güzel ise hattatın öbür gözünün de görür olması, yazı kötü ise öbürünün, de kör olması djileği anlaşılabilir. Buna muh-temimiz-gıddeyn de denirdi. Bk. İKİZ ANLAM.

tevekkül İnsanın almyazısı-na Tanrı takdiri gözüyle bakarak her şeye razı oluşu, boyun eğişidir. «Tevekkeltü alellâh» Tanrıya tevekkül ettim anlamı-nadır.

«Ne tereddütsüz olur kem ne tereddütle füzun — Bozulur nesne değil defter-i Kassam-i Ezel.-

Ruhi».

tevellâ (Tas.) Teberra (Bk.) ile birlikte $i,i inanışların,dadır. Ali’ye, peygamber ailesine ve onlardan yana olanlara (yani şi-ilere) dost olmak demektir. Bu esas, Bektaşi ve Kızılbaşlarda da vardır. Şii olmıyan birçok şairlerle bazı tarikat adamlarının bu inançta oldukları görülür.

«Bil şive-i tekabülü vahdet-şi-nas isen — Hak cilve-i tezad ü tevellâda saklıdır.— Hersekli».

tevfik (D. e.) Karşıtlama yoluyla olmadan bir kelimenin akla getirdiği başka kavramları da aynı ibarede söylemek demek o-lan «Müraıat-i naz'r» sanıatinin başka bir adıdır. Bk. MÜRA-AT.İ NAZIR.

tevhit (Tür) Konusu Tanrı bir-. liğj olan kasidelere denir; geniş anlamda bu konuda yazılmış o-lan manzum ve nesir yazıların hepsine denilmiştir.

Tevrat (Diı?.| Dört kutsal kitaptan Musa peygambere gönderilen kitap*

tevriye (Bel.) İyham (Bk.) ile telmih (Bk.) karışıdı bir sanattır. Birden fazla anlamı olan kelimeyi en yakın anlamiyle kullanır görünerek öteki anlamını söy lemiye denir. «Sordum Nigârı dediler ahbap — Semt-i Vefa’da Doğru yolda’dır» .

(Şair sevgilisini ahbabına sorduğunu, onlarında, onun vefalı (yahut Vefa semtinde) ve doğru dürüst, (yahut Doğru yol mahallesinde olduğu) davrandığını söylediklerini 'aralatıyor.

tezat Bk. KARŞITLIK .TIBAK.

tezkire (Tür) Biyografi ile ilgili eserler için kullanılan genel ad. Edebiyat yazılarında Teeki-ret-üş-şuara (şairler tezkiresi) sözü yerine kullanılır. Genel tarih görünüşüne uygun olarak zaman zaman sıra ile, şairler hakkında tezkireler tertiplenmiştir. İlkin Edirneli Sehiy Bey, sonra Bağdat’lı Ahdi, Kastamonulu Lâtifi, âşık Çelebi, Kmalı-zadeı Haşanı Çelebi, Kafzade Faizi, Çelebizâde İsmail Asım, Mus-yin, Çelebizâde, İzzeti, Safai, Rıza, Salim, Himmetzade, Mucip, Fatin, İbnülemin Mahmut Kemal İnal tezkireler yazmışlardır.

tıbak (Bel.) Bu kelime sanatının birçok adlan vardır: Mutabakat, tezat, (tatbik, tekâfu da denir. Aralarında ilgi bulunan iki veya daha çok anlamı bir a-raya getirmektir.

tiğbent (Tari.) Tarikate girip nasip alan için kesilen kurban yününden yapılan. ip.

tirat (Tiy.) Sahnede şahıslardan birinin uzun uzun ve hatipçe söylenmesine denir. Tarikin Haztne odasındaki konuşması gibi.

tiyatro (Tür) Piyeslerin oynandığı yer anlamına olan bu söz dramatik türü anlatmak için de kullanılır. Bu son anlamda insan hayatının iç ve dış olaylarının yapma (f’ktif, uydurma) fakat gerçeği andırır şekilde sahne üzerinde gösterilmesi demektir. Bu olaylar ister tarihten alınmış olsun, ister elemanları yazar tarafından gerçekten toplanarak hayal edilmiş olsun, bunların hepsi, gösterme sırasında, bir dram aksiyonu meydana getirecek şekilde zincirlenmiş bulunur. Tiyatro eserini meydana getiren aksiyon iç ve dış olmak üzere iki bölümdür: Dış olaylar, şahısları ortaya çıkaran, onları hareket ettiren olaylardır; İç olaylar ise! şahısların bu hareketler karşısında duydukları tepkilerdir,. Dekorlar, kostümler, ışıklar, müzik bu aksiyonu çerçevelemiye-ve daha canlılaştırmıya yarıyan araçlardan başka bir şey değildir. Sade bunlarla bir revü yapılabilir; bu bakımdan dramsın tiyatro eseri yoktur. Bir piyesin; aksiyon meydana getiren olayları ile bu olayların şahıslar üzerindeki tepkisi karakterleri ortaya çıkarırlar, bunlar o piyesin. entrikası olur. Olaylar mantıkça, birbirine bağlı olacaklarından. başlangıç, orta ve som- olarak üç-bölüme ayrılabilir; bu da sergileme, peripesi, çözülüş ile olur.— Tiyatro üslûbuna -gelince, bu üslûp kullanılma,sı zor bir üslûptur. Hayatta olduğu gibi tabii görünecek bir konuşmanın edebiyatını da gözetmek gerektir. İyi. yazılmış piyeslerin zamana karşı daha dayanıklı oldukları görülmektedir. Tiyatro üslûbunun her şeyden önce anlatımlı olması gerektir. Sahne üzerinde gösterilmek için yazıldığından, sahneyi aşıp seyirciye kolaylıkla ulaşma-.; sı, gözle kulağı aynı zamanda, tatmin etmesi de gerektir. Bunun için de yazar, diline, cümlesine üslûbuna bir sağlamlık,, bir kabartı, bir parlaklık vermek: zorundadır.— Tiyatro eserleri eskiden trajedi ve komedi olarak: iki bölüme ayrılır ve manzum, yazılırdı. Sonraları bunlara 'dram, pcmdonvima, lirik tiyatro çeşitleri katılmıştır.— Tiyatro darbesi, seyirciler üzerinde bir heyecan etkisi uyandırmak için yazaı--bazı defa beklenmedik, birden, oluvermiş şeylere baş vurur ki. bugün bu gibi durumlara tiyatro darbesi denir. Romantik tiyat-

roda, öldürmeler, zehirlenmeler, •darağaçları, cadılar, hayaller... ile buna sık sık başvurulmuştur.

ton (Bel.) 1. «Vurgu, ses perdesi» demektir. Nazım düzeni hece üzerine kurulu dillerdeki hecelerin bazı yerlerinde belirtilen Özel vurgu.— 2. Üslûp veya sözün tabiatını niteliyen bir sözdür. En ’ çok mektup yazılışında, yazan kimse ile yazılan kimse arasındaki ilgiye göre kullanılması gerekli anlatış yolu demek olur. Bir hikâyenin, bir disertasyonun da tonu denilebilir. Bana kalırsa.., itence..., fikrime göre... gibi tonlar ağırlık vericidir. Ciddi komaları eğlenceli bir tonla yazmak kadar, eğlenceli bir konuyu' da ciddi yazmak somurtkanlık olur. Konuya uygun bir ton sekmek başarının temel şartların-daridır.

trajedi (Ti.) Yunan dramında iki büyük, tür vardı, biri trajedi öteki kov ‘idi. Trajedi manzum idi; dram ve koro elemanlaron-«dan meydana getirilirdi. Beş bölüme ayrılırdı: ilkin prolog ile «durumun başlangıcı anlatılır: parodos iıle koronun girme şarkısı söylenir; epizotlar bölümünde bir veya iki koro şarkıları söylenir, bundan sonra da egzot denen son sahne gelirdi.— Grek trajedisi genel olarak din konulu idi. Tanrı, güçleri, alınyazısı büyük bir yer tutuyordu. Küçük bir aksiyon etrafında patetik bir durum yaratılırdı. Seyirciye büyük bir korku, ürküntü vererek ibret telkin etme bunların belli-başlı amacı olarak görülüyor. Tek dekorlu 'idi; sahne üç kapılı, bir saray yüzünü gösterirdi. Aksiyon tek olduğu gibi bir gü


neş devrince (yirmi dört saat) sürer.— Perde bölümü diye bir şey yoktu. Fakat daha sonraları yukarda işaret edilen beş bölüme göre, beş perde olma esası kabul edilmiştir. Fransız klâsik dev ri şairleri kahramanları tarihe geçmiş kimselerden veya mitolojiden alarak insan tutkularını birbirlerine yahut kadere karşı çarpıştırmışlardır. On dokuzuncu yüzyıla kadar sürmüş olan trajedi bugün tür olarak kullanılmaz olmuştur.' Bugün, kelime çok acıklı, insan elinde olmadan alınyazısı olarak görülen olayları nitelemede kullanılmaktadır.— Türkçede trajedi yazmayı Ali Haydar denemiştir. 1866 yılında bu istekle, kurala hiç uyar yeri olmıyan kısa manzum bir eser yazmıştır. (Bir aralık trajedi sözüne karşılık olarak kaile kullanılmıştır) .

traji-kiomedi (Ti.) Fransada bir aralık yazılmış olan aksiyonu uydurma, romanesk, peripesaileri bol, ‘sonu da tatlıya bağlanmış trajedilere denir$

transformizm (Bil.) On sekizinci yüzyılda düşünülmüş, on dokuzuncu yüzyılın başında La-marck tarafından esaslıca for-mülleştirilmiş olan biyoloji teorisi. Canlılar hep değişme halindedir, kuşaktan kuşağa hiç durmadan, görülmeden olup geçen bu değişme teorisi için Bk. DARVİNİZM.

Tuba, Tuba, bir ağaçtır, Cennettedir, kökü havada, budaklan, dallan aşağı sarkar. Bütün cennet evlerini, köşklerini gölgelendirir. Her çiğnemesinde başka, her yutumunda başka bir tat olan yemişleri vardır.— Sevgilinin boyu,

tulûat— 2 kolu, bacağı tuba ile karşılaştırılır.

«Tubanın iftiharına bilmem nedir sebep — Bir şahı var mı sa-aid-i cananı andırır.— İzzet Molla» — «Nahl-i Tubayı salındırmaz nihal-i kaameti — Gülşen-i hüsn ü cemalin bir boyu şimsadı var.— Nedim».

tulûat (Tiy.) Karagöz, ortaoyunu gibi oyunlarda olduğu üzere metinsiz oynanan piyesler de vardır. Oyuncuların söyliyecekleri önceden ezberlenmediği için aktörler, daha çok komedi kılıklı bu çeşit piyeslerde zekâ ve kavrayışları derecesinde başarı gösterirler.

tumturak (Bel.) Söyleyişte kulağa hoş gelmekle beraber söz veya yazıda gerekli bir yeri bu-lunmıyan kelimeler kullanmıya denir. Yersiz büyük lâflar kullanmaktan ileri gelen bir eksikliktir. Tabiiliğin karşıdıdır, ton seçmede başarısızlığı gösterir.

Tuna (Gaz.) OsmanlI İmparatorluğunun eski eyalet organizasyonundan yeni vilâyet organizasyonuna geçişinde kurulan ilk vilâyet olan Tuna vilâyetinde Mithat Paşa tarafından çıkarılmaya başlanmış ilk resmî vilâyet gazetesidir (14 Mart 1865). Başyazarı İsmail Kemal idi. Ahmet Mithat ilk gazeteciliğe, bu gazetede başlamıştır.

Tur-i Sina (Tar.) Sina yarımadasında bir dağın adıdır. Mısırdan kaçma zorunda kalan Muısa, Medyen’de Şuayıp peygambere rasladı, on yıl koyanlarını gütmek şıartiyle onun kızını aldı. Sonunda Mısır’a dönmek için eşi, iki çocuğuyla yola çıktı. Tur-i Sina’ya yaklaştığı »ırada büyük bir rüzgârla yağmura tutuldu, yolunu kaybetti. Ateş yakmak istedi, çakmağı a-teş almadı; uzakta gördüğü bir ateşe yaklaşınca onun bir ağaç tepesinde olduğunu gördü, korktu, geri dönmek istedi, fakat o sırada ağaçtan «Ya Musa ben â-, lemlerin Rabbisi olan Tanrıyım» sesini duydu, yere kapandı; ikinci bir ses daha duydu. Musa Tanrıya kendisine görünmesi için yalvardı, Tanrı ona «Len terani = Beni göremezsin» buyurdu, ona, dağa bakmasını söyledi; dağa bakanı Musa dağın Tanrı tecellisi ile paramparça olduğunu görünce-düşüp bayıldı.— Sofiler, Tur dağım Musa’nın vücudu, mevhum, varlığı olarak görürler, insan varlığı dururken Tanrının tecellisine mazhar olamıyacağını söylerler.

Turfanda nu yoksa turfa mı? (Bib.) Mizan gazetesi sahibi Mehmet Murat’ın romanı (1891). Biraz otobiyografiye kaçan bu romanda 1875-1880 yılları arasındaki İstanbul yaşayışı tenkidci bir gözle anlatılmaya çalışılmıştır-Mansur erkek kahraman, Zehra ise kadın kahramandır. Yazar bu iki kahramaniyle yeni birer tip-yaratıp bunların bir «son» mu veya «başlangıç» mı olduğunu a-raştırmaktadır.

turne (Ti.) Bir tiyatro ekipinin asıl bulunduğu yerden, oyunlar vermek üzere başka şehirlere gi-’ dip dolaşması.

Tutiname (Bib.) Çok zengin bir tüccar, çocuğu olmamasından kederde idi. Bir gün evine yaşlı bir misafir gelip bin altın sadaka verip dua ederse çocuğu olacağını müjdeler. Gerçekten de bir çocuğu olur, adını Sâid koyar. Sâ-id yakışıklı bir delikanlı olur,,

okumasına, yazmasına dikkat edilir. Yirmi yaşma basınca onu Mahşeker adında çok güzel bir kızla evlendirirler. — Bir gün Sâid, bedestende bin alltına bir Tuti kuşu satıldığını görür; ilkin böyle bir kuşa bin altın istenmesini tuhaf bulur, fakat kuş kendisine, 'aldığı halde işine yarayacağını haber verir. Delikanlı bütün' sermayesi olan hin altını verir, kuşu satın alır. Onun yol göstermesiyle iyi ticaret eder. Sâid bir gün de dişi bir Tuti alır evline getirir, ilki Tuti-i Kâmil idi, ikinci ise akıl ve marifetten habersiz bir tuti idi. Sâid, Tutinin öğretmesiyle deniz ticaretine kalkışır. Güç hal ile karısını . razı eder; uzun bir yolculuğa çıkar.— Zaman geçince, komşulardan genç bir adam Mâhşeker’i görür, bîr koca karıyı aracı koyarak' buluşmak ister. Koca karı işini görür, Mahşekerdenı buluşma sözünü alır. Kadın, kocasının giderken söylediklerini hatırlar; yapacağı iş için, Tutilerden dişisine derdini açar. Fakat Tuti patavatsızlıkla yaptığının kötü olduğunu söyleyerek ka mı öfkelendirir; kadın Tutiyı kafesten aldığı gibi yere çarpar öldürür. Kızgınlığından o gece 'buluşmasına gidemez. Ertesi akşam gitmek üzere yola çıkacağa zaman Tuti-i Kâmil ile konuşur. Tuti-i Kâmil, bu akşamdan sonra çeşitli hikâyelerle Mah_ şeker’i avutur, buluşma saatlerini geçirterek hep ertesi güne bıraktırır. Böylece, Sâid’in deniz ticaretinden dönmesine kadar Mah-şeker’i yetmişe yakın hikâye ile avutur. — Kitabın halk için olan şekilleri de vardır.


tutku (Psi.) «İhtiras» da denir. Psikoloji, tutkuyu «öteki isteklere ağır basarak üstün gelen bir istek» diye anlatır. Sanat eserleri, romanlar, tiyatrolar, hattâ lirik manzumeler için tutku geniş bir konudur.— Tutkulu üslûp, ruhun tutkulu halini olanca kuvvetiyle anlatan üslûptur. Böyle bir üslûbun kelimeleri, ünlemler, çağırılan, haykırılar ile kuvvet anlatan isimler, sıfatlar, fiillerdir. Sözdizimi, karışık, hattâ yarı bırakılmış cümlelerdir. Haykırı, soru, dileme, lanetleme, iltifat, yineleme, artımlama, eksiiti, kesiş gibi sanatlar bu üslûpta çok kullanılır. Abdülhak Hâmit Tarhan’m Makber manzumesinde bunlar için çok örnekler vardır.

Tutuşmuş gönüller (Bib.) Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın roman (1926). Yazar 1. Cihan savaşı mütarekesi zamanında İstanbul’da yeni yetişenler arasındaki sosyal ve moral değişmeleri göstermek is ve.moral değişmeleri göstermek istemiştir.*

tümdengelim Ek. DEDÜKSİ-YON.

tür (Bil.) Tabiat bilimlerinde cins’m ayrıldığı bölümlere denir. Edebiyatta belirli çerçeveler anlamına gelir. Bu çerçeveler kaleme alman konularda, kurallarını, maksatarım, kendi karakteristiklerini belli ederler. Batı âlemi bunları klâsik olarak (İskenderiye okulundan beri) lirik, epik, dramatik, didaktik (nazım için) ve hatiplik, tarih, roman, tenkid, mektup (nesir için) diye ayırmıştır. Fakat on dokuzuncu yüzyıldan beri bu ayırma işi çok karışmış Tür sözü daha geniş anlamda kullanılmaya başlanılmıştır..

Gazetecilik ile dergiciliğin gelişmesi yeni yeni yazı çeşitlerinin meydana çıkmasına yol açmıştır: eiski 'büyük tür ayırmaları birbirine karışmıştır : meselâ dramatik tür trajedi ile komediden meydana gelmişken bugün dram, Vodvil, komedi çeşitleri, lirik tiyatro çeşitleri, sinema, radyo emsilieri gibi çeşitlerle çoğalmıştır. Yeni bir sınıflama şekli de şu olmuştur: Bir edebiyat eseri, 1. gerçeği, 2. ideali, 3. aksiyonu anlatma bakımından üçe ayrılabilir, bunlardan her birini de 1. yalın, 2. som, 3. duygusal olarak anlatmak kabildir. Bütün bu sınıflamalar bütün eser için mümkündür; bir eserin içinden alınmış bir parçanın kompozisyonun bakımından sınıflanması daha doğru olur. Böyle olunca da: 1. Tasvir, 2. Portre, 3. Tablo, 4. Aksiyon halinde -portre, 5. Hikâye etme, 6. Mektup, 7. fabl, şekilleri ortaya çıkar.

Türkçe (Dil) Türkçenin ele geçen ve okunabilen dil kalıntıları sekizinci yüzyıldan önceye çıkamıyor. Tukyo ve Uygunlardan 'kalan bu dil yadigârları, Türkçenin daha o zamalanda bir yazı dili halini göstermektedir ki bu da o hale gelmesi için gerekli yüz yıllar geçirmiş olduğunu gösterir. Eskiden beri birbirinden ayrıl ayrı alanlara dağılmış, türlü medeniyetler etkisine uğramış yaşayan Türk kolları lehçe bakımından bir takım ayrılıklar göstermiştir. En eski edebî Türk lehçeleri üç büyük bölüme ayrılmıştı : 1. Orhun yazısı ile yazılmış Kuzey Türkçesi yahut Gök Türkçe; 2. Turfan’da Örneklerine raslanan Güney Türkçesi; 3. Bu iki grupa girmeyen Karma lehçeler. — İslâmiyet! kabul e-den Türkler arasında Türkçe eski zamanın Kuzey Türkçesinin devamı sayılabilecek olan Oğuzca ve Güney uygur lehçesinin aynı yolda, devamı sayılabilecek olan Hakaııiye Türkçesi olarak görülmeketdir. (XI. ve XII. yy.) — Anadolu’ya Oğuz Türklerinin kalabalık olarak göçmeleri XI. yy. da başlar. Oğuz boylarının konuşma dili Anadolu’da edebiyat dili olarak gelişme yoluna girdi. Türkçe Ortaasya’da olsun, Anadolu’da olsun bazı dillerle çatışmış, onları alt etmiş duruma girmiştir. Ortaasya’da ilk İslâmlık zamanında arapça ile farsça ile, sonra mogolca ile karşılaşmıştır. Konuşma dili halindeki bu savaştan başarı ile çıktığı halde yazı dili olma bakımından savaşı daha uzun sürmüştür. Selçuklular zamanında şeriat işlerinde arapça, hükümetin iç işleminde farsça kullanılması, Türkçenin Ortaasya’da iki kere yazı dili halini alması işinin bir üçüncü defa tekrarlanmasına, sebep olmuştur. XII. ve XIV. yy. bu uğraşma ile geçmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun İstanbul a-İmmasiyle ilk temelleri atıldıktan sonra (Ahmet Vefik Paşa’nın dediği anlamdaki) Osmanlı Lehçesi hızla gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmie, Tanzimat hareketinin başlamasına kadar sürdü. Divan edebiyatı nazım olsun nesir olsun bu tarihe kadar dikkate değer eserler vermiştir. Fakat bu Osmanlıcanm en büyük eksiği dilin temelini teşkil ettiği söylenen Türkçenin bir grameri', bir sözlüğü olması gereğinin hiç dü-şünülmemjiş olmasıdır. Edebiyat

kültürü farsça metinlerle, Arap-sarf kitaplariyle almıyordu. Arap-•çanm olsun, farsçanm olsun büyük (Sözlükleri vardı. OsmanlIca denilen lehçe içinde Türkçenin durumu tabiat e bırakılmış kendi kendine gelişen bir çocuğun halini andırıyordu (sürekli ve üzerinde oldulkiça dikkatli çalışmalar yapılan ilk Türkçe gramer 1851, ilk Türkçe Sözlük 1879 da meydana getirildi). Tanzimat’tan sonra Türkçenin eksikleri, bir yazı dili olması için gerekli şartları üzerinde fikirler söylenmiye başlandı. Bu yoldaki hareketlerin ilk yazılı örneğini Namık Kemal verdi. 1866 yılında açılan bu yol epeyce sürdü. Okumanın yayılması, okuyanların çoğalması bu işi zorluyordu, ister istemez bir şeyler yapılmak gerekiyordu. Okullara Lisan.i Osıriani iadiyle olsun Türkçe adiyle olsun arapça ve farsçadan ayrı bir dil olarak ders konuldu. Bu dersin konusunun büyük bir kısmı arap ve fars - kuralları idi. Böyle olmakla beraber yine bir çığır meydana getirilmiş demekti. 1910 yılma kadar sadece tartışmalar halinde görülen Türkçenin istiklâli dâvası o tarihten sonra uy-gulanmıya (başlandı. I. Cihan savaşı ateşker, zamanı İstanbul’da, az bir zamdn süren gerilik hareketine sebep oldu, meydanı geniş bulduklarını sananlar, gazeller, arapça, farsça sözlü tamlamalı yazılar yazdılar. Fakat bu zamanın sonunda yine Türkçenin gelişme temposu yoluna girdi.

Türkçe değil (Kom.) Yazı ve sözde ancak bir yabancının yapabileceği yanlış veya yabancı bir dilden alınma bir anlatış şekli


için kuullanılır. Söz dizimi eksikliğidir.

Türk demeği (Gaz.) Türklükle ilgili incelemeleri yayımlıyan bu dergi aylıktı, 1909 yılında çıkarılmaya başlanmıştır. Necip A-sım, Fuat Raif, Velet (İzbudak), Ahmet Hikmet, Mehmet Emin (Yurdakul) yazarları arasında idi,

Türkiyat Mecmuası (Gaz.) İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü tarafından çıkarılmaya, başlanmış dergi (1926). Beş cildi O. Prof. Dr. M. Fuat Köprülü idaresinde, sonrakiler de Prof. Dr. Rahmeti Arat idaresinde yayımlanmıştır.

. tiirkmani (H. e.) Türkmenlere mahsus bir nevi beste ile söylenen koşmalara verilen ad.

''•Türk Sazı (Bib.) Mehmet Emin Yurdakul’un ilk şiir kitabı olan Türkçe Şiirler (1898) eserindeki manzumelerle ondan sonra yazdıklarının toplanmış olduğu kitap (1914.).

Türk Yurdu (Qaz.)' 1912 Ocak ayında yayımlanmıya başlanmıştır. Devrin Türkçülük hareketinin temsilcisi bir dergi idi. I. Cihan savaşından sonra bir aralık kapatılmış .sonra Ankara’da iki defa yeniden çıkarılmıştır.

türkü (H. e.) Halk şarkıları. Şekil bakımından bir ayrılığı yoktur; Âşık edebiyatı türlerinin söyleniş ile ayıredildiklerî gibi bu da söylenişe göre ayrılır.

Turnam gelir katar katar Kanadın boynuna atar Seher vakti bir kuş öter Ötüşü gül dalında olur.

Kır atın sarı donlusu

Yiğidin gözü kanlısı

Güzelin göğsü benlisi O da Aydın ilinde olur

Kederlenme deli gönül Yiğide hürmetler olur Nemli nemli kar istersen O Çiçek dağı’nda olur

Dadal’ım ben yoktur malım

Her sözlerim Hakka malûm

Allahın sevdiği kulum

Sevdiğim yanıl.' a

olur.


(Dadaloğlu)

ulantı (Naz.) Bir mısrada ta-mamlanamıyan anlamla ilgili bir veya bir kaç kelimeyi ikinci mıs-raa bırakmak.

ulusöz (Tür) Büyük bir kimsenin söylemiş olduğu kuvvetli söz; kelâm-i kibar.

upuygun Ek. TAMUYGUN. usul Bk. METOT.

Uşşakî (Tari.) OsmanlI imparatorluğunda XVI. yy. dan bağlıyarak oldukça geniş bir alana yayılmış olan küçük tarikatler-den biri.

uyak Bk. KAFİYE.

uygunluk (Ed. Ten) Bir romanda veya tiyatro piyesinde uygunluğa dikkat edilmiş demek, konu ile: üslûp arasında, şahısların d)/,rMw.lariyle dilleri veya psiko-jileri arasında, uygunluğu anlatmaktır.

uzantı (Kom.) Fikri tekrar tekrar anlatma için uzatma.

uzatma (Kom.) Fikri anlatmı-ya yeter sözlerden artık sözle anatmak.

üçler (Tas.) Kutub ile İmameydin (iki imamın) meydana getirdikleri üçlük.

üçlü (Naz.) Kıtaları üçer mis-radan meydana gelmiş nazım par-meydana getirilmiş aynı konuda eser .Triloji.

çası.

üçlük (Tür) üç ayrı eserden Yetmiştir.


ümmi (Tas.) Sözlük anlamı «anadan doğduğu gibi kalanı, o-kuması yazması olmıyan» demektir.

Üslûp (Kom.) Fikir veya duyguyu anlatmak için kullanılan özel anlatış tarzı. Dar anlamda, bir sanatçının, bir sanat türünün veya bir devrin anlatış tarzı. Bu anlamda dil sözüyle eşanlam olur. Hikâye üslûbu, hikâye dili; Tanzimatçı üslûbu, Tanzimatçı dili; resmî üslûp, resmî dil... gibi. — Buffon, üslûbu «düşüncelere verilen hareket ve düzen» diye anlatılır. Gözlem veya düşünme ile bulunan, fikirlerin son ifadesi ve eser haline konulmasiyle üslûp meydana çıkar. Üslûpta etkisi olan şeyler e-peycedir. Bunların başında yazarın kişiselliği, yaradılışı, ırkı gelir. Bunun peşinden kullandığı dilin tabiatı, ulaştığı olgunluk derecesi,an-ut latmak istenilen konu, kimler için yaslıyorsa onların anlayışı, eserin yazıldığı zaman ve yayımı için, bağlı olduğu sebepler... bunların hepsi üslûp üzerinde etkisi olan şeylerdir. Belâgatçılar üslûbu Âli (yüksek), Mutavassıt (Orta) Âdi (sade) diye üçe ayırırlardı. Bu a-yırma bugün için önemini kay-Şimdi incelemeler her yazarın öz üslûbu üzerinde yapılmaktadır. Bu araştırmalar onun kullandığı kelimeler, cümle kuruluşları ve bunların ahengi, yaptığı sanatları meydana çıkarmak şeklinde yapılmaktadır.

iislûplaştınlımş (Koın.) Böyle bir konu, sanatçının isteyerek veya farkında olmadan, kendi sanat ülküsüne yaklaştırmak için sadeleştirme gücü harcadığı konu demektir.

va’d ü vaîd (Din.) bu sözün her ikisi de Tanrının ezelî kelâmıdır. Va’d, Tanrı emirlerini yerine getirenler için, Kalîd de emirlerini ye rine getirmeyen, onun yasak ettiği şeyleri yapanların uğrayacakları hal için buyurduklarıdır.

vahdet (Tas.) 1. Birlik demektir, « kesret» kıaırşıdıdır. Varlığın tekliği demek olan vahdet.i vücut, XIII yy. dan sonra İslâm âleminde en büyük önemi kazanmış olan tasavvuf mesleğidir. 2. (Kom.) Bk. BİRLİK.

vakanüvis (Tah) Resmî devlet tarihiçleri demektir. Osmanh imparatorluğunda Devlet olaylarını kaydetmek için böyle bir makam yardı.

vakfe «Durak» demektir.

Vakit (Gaz.) 22 Ekim 1917 de yayımlanmıya başlanan güdelik politika gazetesi.

vargı Çıkarılan son demektir ki, sonuç ile eşanlamdır.

varsayım, hi'pai-ez de denir. Gerçek şeyleri açıklamaya yardımcı olmak üzere bazı şeyleri var gibi kabul etmektir. Günlük hayatta olduğu gibi edebiyatta, felsefede, bilimde sık sık kullanılır.

vasıta (Naz.) Terkib-i bentlerin ve terci-i bentlerin her bendinin arasında bulunan ve onları birbirine! bağlıyan beyitin adı.

Vatan. (Bib.) Namık Kemal’in

dört perdelik piyesi   (1873).—

Vatan-yahut-Silistre, Silistre savaşma katılan gönüllüler arasında sevgilisinin gizlice peşine takılıp kıyafet değiştirerek gelen Ze-kiye’nin hikâyesidir. İslâm. Bey adında olan delikanlı gözünde vatandan başka bir şey olmadığı için kızın farkında olmaz. Bir takım olaylardan sonra Zekiye, sevgilisine ve yıllardan sonra öl-t dü sandığı babasına kavuşur.

'•Vatan (Gaz.) Ahmet Emin Yalman tarafından, 26 Mart 1923 te-kurulan gündelik politika gazetesi.

vecd (Tas.)'İstiğrak, hal de denir. Esirme. Neoplıatanizmde ve sofilikte buntm önemi vardır. Plo-tinus, duyu verilerini kabul etmekle beraber, onun üstüne aklı koyar; aklın üstünde de vecid ve hal vardır. Akıl kanunlarının bulmak kabiliyetinde olmadığı Mutlak Birliği ancak vecit ve hal yoluyla bulmak olabilir. Hal, tevhittir; çokluğun, şuurun, kişinin ortadan kalkmasıdır. Ferdî ile hareketlinin Mutlak Vücutta temsilidir. Bu biçimde Tanrı ile birleşmiş olan ruh artık cesette bulunmaz; hattâ günlük olağanı hallerde ruhtan dahi ayrılır. O zaman ceset (gövde) boş bir saray gibidir, organlar âleminin kanunlarına bağlıdır. Bu bakımdan vecit ve hal «önceden kavranılmış ölüm» daha doğrusu Eflâtun’un «ölmek, yaşamaktır» «özüne göre «önce kavranılmış hayat» tır. Flüt in tıs bunun sebeplerini araştırırken mücahede ve iradenin değil aşkın bu işte etkisi olduğu sonucuna varıyor. Gerçi mücahede, içimizi kaplıyan bir takım bulutlan dağıtarak bizi doğruca vahdete ulaştırır; irade iseı kesretten kurtulup Mutlak vücudu örten son engeli yıkmaya çabalar; kendisini besliyecek tek şey olan aşk da bir alev gibi fırlar, birlik (vahdet) de bu şekilde meydana gelir. Kişiyi bu sonuca ulaştıracak olan fazilet ile ibadet tir. ibadet, Plotin’e göre aşkın amacına doğru şiddetli ve keskin yönelişinden başka bir şey değildir. Neoplâtoncularda sonraları, ilham kuvvetini kaybettikçe, ilkin ibadet ve daha sonra da sofilik törenleri aşkın yerini almıştır. Plotin’in bu düşüncesi ile, XIII. yy. da başlıyan İslâm sofilerinin hal telâkkileri hemen hemen birbirinin aynıdır.

vech-i şebelı (Bel.) Benzetme yönü (Bk.) olup bir teşbihte benzetme yapmak için dayanılan ortak nitelik demektir.

vecize Bk. ÖZDEYİŞ.

vehmlyat (Psi.) Hayal gücünün (eskilerce Kuvve-i vâhime-nin) akıl yürütme, duyma işlerinde karşılaştırma (kıyas) ile ortaya çıkardığı yalancı önermelere denir. Bu çeşit önermelere inanılarak iler) sürülürse safsata, karşıdakini yanıltmak için olursa mugalata denirr

veli (Tas.) Ermiş demektir. Çoğulu evliyadır.

Veyselkarani (Tar.) Üveys Karni, ermişlerdendir. Yemen’li idi; ilham ile müslüman olmuş, Muhammet peygamberin bir dişinin düştüğünü görünce: «Acaba düşen diş bu mudur, şu mudur » diye bütün dişlerini söktürdüğü meşhurdur. Muhammet peygamber bunun üzerine bazı sözler söylemiştir. Ömer zamanında Medine’ye gelmiş, sonra Basra’ya çekilmiştir, 657 de ölmüştür.

vezin sözün birtakım bölümlere ayrılarak her bölümün hece sayısınca veya harekât ve sekenat (Bk.) bakımından birbirine uymasına vezin (Ölçü, Tartı) denir. Bölümlere de mısra âdı verilir.

vird Evrad sözünün tekilidir, dile dolanmış, her zaman söylenip durulan şey deı demektir.

vodvil (Tür) Aslında neşeli bir şarkının adı idi, sonraları şarkılar katılmış piyeslere ad olmuştur. Böylelikle entirikası, adamları birbirine karıştırmak şaşkınlığına dayanan piyeslere vodvil denilmeye başlanmıştır, ilk vodvillerden opera-komik türetmiş, şarkılı vodviller yazılmaz olmuştur. Hafif, eğlendirici, ustalıklı entrikaları bulunan, ahlâk ve psikoloji iddiası olmayan komedilere vodvil denilmektedir ki, bunlarda karakterlerin yerini daha çok bir az kaba ve uydurma olan bir komiklik tutar.

vuzuh Bk. AÇIKLIK.

vücudiye (Tas.) XIII. yy. dan bağlıyarak İslâm sofiliğinde önemli bir yer almış olan Vahdet-i vücut esasına dayanan sofilik yolu. Vahdetiye de denir. Islâm gnos-tiklerinin ileri sürdükleri Nur-i Muhammedi anlayışının Helenistik felsefe ileı karışmasından meydana gelmiştir. «Yaratıkların vücudu, Yaratanın vücudünün ay-

Yahya

nıdır» diyen Şeyh-i Ekber bu doktrini en açık surette anlatmıştır. Onun en kuvvetli karşılayıcısı olan İbn-i Teymine’nin bu iş üzerinde tenkidleri vardır. Böyle olmakla beraber bu doktrin sünni olsun şii olsun bütün Türk ve Fars şairlerince kabul edilmiş,

Yakup

Şeyh Attar, Mevlâna Celâlettin gibi büyük şairlerin elinde daha açık, daha sanatlı bir hal almıştır. Basit ve kabaca olsa da çok defa başka inanışlarla da karışarak Bektaşiler ve Kızılbaşlar' gibi tarikatlerde görülen vücu-diyye anlayışları sazşairllri üzerinde de etkisini göstermiştir.

Yahya Zekeriya peygamberin oğludur; annesi İlyase (Eliza-bet), Meryem’in amca kızı idi; Karı koca hayli yaşlı oldukları halde Yahya dünyaya gelmiş, çocukluğunda din ile uğraşmıya başlamış, Mesih’in (İsa) geleceğini haber vermiştir. Filistin hükümdarı Herod kendisini çok sayardı, fakat Musa dinince nikâh düşmeyen bir kadınla evlenmesine engel olduğu için kadının zoruyla Yahya’yı Otuz yaşlarında ve! İsa peygamberin göke kaldırılmasından sonra öldürtmüştür. İsa' peygamberi Ürdün nehrinde vaftiz etmiştir.

yahîn (Tas.) «Kesin olarak bilme» demektir. Sofilerce bu kesin bilginin üç basamağı vardır : İlm-el-yakîn, ayn-el-yakîn, hakk-al-yakîn. Hacı Bayram bir manzumesinde «Bayram özünü bildi — Bileni onda buldu — Bulan ol kendi oldu — Sen seni bil sen seni» diyerek bu üç mertebeyi «bilmek, bulmak, olmak» ile anlatıyor. İlm-el-yakîn, akli tanıtlardan meydana gelen bilim. Ayn-el.yakîn, gözlem ile meydana gelen bilim. Hak-al-yakîn, kulun nitelikleri ile Tanrı niteliklerinde eriyip Tanrı ile bilgi, görme halende baki olmaktır. «İlm-el-yakîn bildin ise — Ayn-el-yakîn ermek dile — Hak-el-ya-kîn gördük ayan — Ref’ eyledik inkârımız.— İrşadi».

Yakup İbrahim peygamberin torunu ve İshak peygamberin oğ ludur. Dayısının ikj kıziyle evlenmiş, iki de odalık almıştır. Bunlardan oniki oğlu dünyaya gelmiştir.. Oğullarından Yusuf’u (Bk.) çok sevmesini kardeşleri çekemediğinden kuyuya atıp öldüğünü söylemişler; onun acısiyle ağlıya ağlıya gözleri kör olmuştur. Kenan, ilindeki bir kıtlıft üzerine zahire almak için giden oğullarını orada Yusuf tanıdığından küçük kardeşi Bünyamin’i alıkoymuş babasına gömleğini göndererek gözlerine sürmelerini söylemiştir. Yakup Peygamberin gözleri iyi olmuş, on ikj oğluyla Mısır’a giderek o-rada yerleşmiştir. Yakup peygam berin I. Ö. 2206 yıllarında yaşadığı söylenir Yakup peygambere Tannkulu anlamında İsrail adı da verilmiş, bu soydan gelenlere Beniisrail (İsrailoğulları) denilmiştir.

Oğlu Yusuf için çektiği acılar gözlerinin kör olması, sonra iyileş mesi konuları edebiyatta çok tekrarlanmıştır.

yaldızlı söz (Kom.) Zoraki ya. pılmfış, başarısız her türlü yazı sanatı için genel olarak kullanılır. Mecazların, cinasların zoraki ypaılmışlarını nitelemekte kullanılır.

yalın (Fel.) Bir yalınlama sonucudur, Yalınlama, bir varlık veya eşyadan birinin 'gerçekte onu meydana getiren niteliklerinden yalnız (birini alıp incelemektir. Meselâ, bir kâğıdın, şeklini, kalınlık veya inceliğini, üstündeki yazıyı veya resmi bir tarafa bırakarak sadece beyazlığını görmek ve incelemek yalınlamaktır. 2. (Ed.) Yalın üslûp, daha ziyade som eşyalar, manzaralar, canlı, şahıslar yerine fikirler açıklayan üslûptur.

yapıntı (Ten.) Bir sanat eserinde icadedilmiş, hayallenmiş bölüm. Fiction (= fiksiyon) da denir.

yapmacık (Kom.) Üslûpta olsun, duygu tasvirinde olsun tabiilikten uzaklaşmak demektir. Her kesin bildiği şeyleri parlak söy-lemiye uğraşmak sonucudur. Ken di boşluklarını parlak sözlerle örtmek istiyenlerin düşecekleri kusurdur.

Yâr-i gaar (Tar.) Mağara dostu, anlamındadır. Muhammet pey gaber Mekke’den Medineye kaçarken, yanında Ebubekir vardı. Kendilerinin peşine düşmüş olan Kureyşlerdem kurtulabilmek için Sevr dağında bir mağaraya gizlenmişlerdi. Onun için Yâr-i ga-ar sözü Ebubekir hakkında söylenir olmuştur.

Yaradancılık Ek. DEtZM.

yaradılış (Tas.)1 Tanrı (vücuıd-i mutlak) ilkin Aırnâ’da (âle>m-i kitman) gizli bir hazine (kenz.i

mahfi) idi. Kemal-j mutlak ve cemal-i mutlak olmasından, kendini açığa çıkarması gerekti. O-nun için yaradılışın baş sebebi budur. Tanrı bir aynada kendini görmek ister gibi kâinatı, insanı yarattı.

yargı (Man.) Bir şey köyledir veya böyle değildir gibi olup arkasından ne gelecek diye beklenmek gerekli olmıyan tamam bir söze denir. Özne ve yüklem diye iki terimi olur: Hava (özne) güzeldir (yüklem). 2. (Psi) Mantık yoluyla açıklanamıyan şeyler üzerinde doğru düşünmek yetisi. Bu anlamda sezgili bir karakter gösterir. Çoğu defa fikir sözünün eşanlamı gibi kullanılır. Hüküm de denir.

yarım kafiye (Naz.) Her mısraın sonunda aynı aksam veren sesli harfin ondan önce veya sonra gelen sessizi hiç dikkate almadan, tekrar etme şeklindeki kafiyeye denir.— Yarım kafiye nazmın ilk kullanıldığı zamanlar, çok daha sonraları da sazşairle-rince kullanılır olmuştur.— Kafiyenin son çözülüşünde de nazım ahengini meydana getirecek eleman olarak yarım kafiyeye başvurulmuştur.

Yasin (Din.) Kuram’m 36. suresinin adıdır. Kuran’m kalbi olduğu hakkında bir hadis vardır. Ölüm anlarında, can çekişme sıralarında ve ölümden sonra okunur. Ölenin can vermesi uzarsa o zaman Kaf suresi okunmıya başlanır.

yazıt Mezar taşlarına kazılmak üzere hazırlanmış olan yazı. Kitabe de denir.

Ye’cuc - Me’cuc Batı ile doğu arasında kuzeye giden yol üzerin de İskender’in yaptığı şeddin öte-


Yed-i Beyza— 287 —yergi sinde yaşıyan sözleri garip, anla-j yım diye odasına götürüp çok yayışları kıt bir topluluktur. Fe- kışıklı bulduğu üvey oğluna ken-satçı, dünyayı ateşe vermiye, dişine gönlünün aktığım söyler, insanları öldürmiye düşkünlerdir. Delikanlı böyle bir hıyaneti kabul etmez. Kadın bana saldırdı diye üstünü başını yırtarak fer-


Yed-i Beyza «Parlak el» demektir. Musa peygamberin mucizele-rindendir. Musa peygamber Firavun ile halkını doğru yola çağırdığı vakit onların karşısında elinj kolunun altına sokmuş, oradan elini çıkardığı zaman eli güneş gibi parlak bir cisim haline gelerek, istediği şey ona vurarak görünmiye başlamıştır, «Subh-veş destini zâhir kılsa sîm-efşan olup _ Ol Yed-i Beyzaya benzer k’İbn-i Ümran gösterir.— Fehim.

yedi Arapçası Seb’, Farsçası JHeft’tir.

Yedi Âlimler hikâyesi (H. e.) Kı-rTc Vezir hikâyesinin temi ile birdir. O hikâyede kırk vezir yerine bunda yedi bilgin vardır. Bir padişahın eşi yedi yaşında bir çocuk bırakarak ölür. Öleceği sırada çocuğun üvey ana elinde hırpalanmaması dileğinde bulunur. Padişah, çocuğu ülkenin yedi bilginine teslim edip eğitimine onları memur eder.- - Padişahın çocuğu gayet akıllı yetişmekte olduğunu gören bilginler onu bir daha evlenmeye kandırırlar. Yeni sultan çok güzel, fakat hiç bir çocuğu olmuyor; bunun için çare düşünüyor ve çocuğu olduğu zaman engel çıkmaması için birinci oğlunu padişaha öldürtmek ister. Saraya getirir. Çocuk, yolda gelirken büyük bir felâketin kendisini beklediğini, yalnız yedi gün ağznnı açıp bir şey söylemezse yedinci günü bu belâdan kurtulabileceğini yıldızların hükmünden öğrenir. Saraya ayak bastığı zamandan bağlıyarak hiç ağzını açmaz. Üvey anası ben konuştura-yat eder. Padişah oğlunun boynunun vurulmasını buyurur. Bundan sonra yedi gün sıra ile iki hikâye söylenir. Hikâyelerden bilini gece padişahın karısı söyli-yerek, padişahı ertesi gün oğlunu öldürtmiye kışkırtır. Bu niyetle sabahleyin cellâdı çağırtan padişaha âlimlerden biri yatıştırıcı bir hikâye anladır.— Hikâyeler, Bin bir Gece ve benzerleri hikâye kitaplarından anlatılanlardan seçilmiştir.

' yek-ahenk (Naz.) Muallim Naci, eskilerin yek-avaz dedikle-fci^gazeller için bir ayırma yapmak için bu sözü ileri sürmüştür. Gazelin beyitleri arasında baştan başa bir anlam birliği olursa yek-ahenk adını yermiştir.

yek-âvaz (Naz.) Bir manzumenin beyitleri arasında anlamca birlik olması, ayın1 kuvvette yazılmış bulunması niteliğidir. Ziya Pş. Nef’i’den söz açmış iken o-nun kasidelerini şöyle över: «Ettikte kasideye ser-âgaz — Ta ahire dek olur yek-âvaz».

yeni «Eski» (Bk.) .sözünün kar-şıtanlamıdır. Eski ve eskiler sözü her zamanda kullanılır. Çün-ki sivrilmiş, ün almış kimselere yeni yetmeler «eski» derler; o zamanın bu gibi yaşını başını almış olanları da kendilerinden sonra yetişenler için «yeni» sözünü, biraz da horlukla, kullanırlar.

yergi (Tür) Bir kimse veya bir şeyin kötü, gülünç taraflarını belirten yazılara denir, yazı ile karikatür yapmak demektir. Satir, hiciv, hicviye sözleriyle eşanlamlıdır.

yerinde değil (Kom.) Yerinde kullanılmamış, bu bakımdan da soğuk düşmüş olan kelime veya deyim.

yeti (PSİ.) Zekâ içerisinde ayırt edilir bir varlık gibi varsayım-lanmış olan zihin işlevidir. Duyarlık, Zekâ, İrade olarak üç büyük yeti ayrılmıştır. ı

Yezdan Zerdüşt dinindte olan-1 larca hayır tanrısı, tanrı. Fars-çadan alınarak doğrudan doğruya Tanrı anlamına kullanılmıştır : Hilkm-i Yezdani, Tanrının hükmü.

Yezit Muaviye’nin oğludur, ondan sonra üç yıl hüküm sürmüş halifedir. Kerbelâ olayı bunun zamanında olmuştur. Yezit’e lâ-net edip etmemek önemli bir mesele halinde din bilginleri arasında sürmektedir. Alevi-Bekta-şiler, kendilerinden olmıyanlara Yezid veya Mercan derler.

yıkım (Tiy.) Bir trajedinin çözümüne doğru meydana çıkan durumdur. Bk. KATASTROF.

yıldalık ' (Tür) Olguları oluş sıralarına göre yıl yıl dizen eserler. Annal de denir.

yıldız ,(H. e.) Sazşairlerinin bir nazım şekli.

yıldızname (Tür) Yıldızların hareketleri, insan hayatı üzerin-, deki etkileri konu yapılan kitaplar.

yineleme (Kom-) bir cümle veya cümlelerde bir kelime veya bir tamlamayı tekrar etmeye denir.

yol (Tari.) Yol sözü, bir tarikatın yoluna girme anlamından alınarak yol eri, gerçek yoluna giren, bir mürşide bağlanıp yola, girmiş kimse; yol oğlu, yeni olarak bir tarikate girmiş olan gibi sözler yapılmıştır.

yönenme (Kom.) Bir fikir sanatıdır, en çok hitabette görülür.. Söz arasında, anlatılan şeyi durdurup, orada bulunan veya bu-lunmıyan, ölü veya sağ, canlı veya cansız birine veya bir şeye karşı söz söylemektir. (Çıkışma, tariz de denir).

Yunus îsrailoğulları peygam-foerlerindendir. Musul tarafında Ninova şehri halkını doğru yola çağırmaya başlamış, onlara Tanrı gazabı, geleceğini, yok olacaklarını söylemiş, halk da çullara sarınarak çöllere düşüp ağlayıp yalvarmışlar, Tanrı bunları bağışlamış. Yunus peygamber sözlerinin gerçekleşmediğini görünce bir gemiye binerek yola çıkmış. Derken bir fırtına kopmuş, gemide olanlar «içimizde bir sulçu var, o yüzden bir belâya uğrayacağız» diyerek bu suçluyu aramaya kalkmışlar. Ad çekmişler, üç defa Tunus’un adı çıkınca onu denize atmışlar. Yunus denize düşünce büyük bir balık onu yutmuş. Balığın karnında kırk gün kırk gece kalmış. Balığın karnından çıktığı zaman vücudunda kıl diye bir şey kalmamıştı. Açlıktan dermanı da kesilmişti. . Çöle ayak bastığı zaman Tanrı tarafından kavak ağacı ve memesi sütlü ceylânlar peyda olur. ’Yunus’u bir çoban tanıyarak şehre haber verince halk bu durum karşısında çöle gidip onu almışlar ve şehre getirip ona baş eğmişlerdir.

Yusuf, Yakup peygamberin on birinci çocuğudur. Kardeşleri kıskanarak kendis'ni bir kuyuya atmışlar, oradan geçen bir kervan tarafından kurtarılarak Mısır’a götürülmüş ve kul olarak satılmıştır. Mısır Azizi’nin karısı Züleyha’nıın sevgisine karşılık vermediği için kadının iftirasına uğramış zindana atılmıştır. Yedi yıl sonra bir rüya yorumlaması sonunda, buradan çıkarılmış, Mısır maliye işleri ile uğraşmaya başlamıştır. Sonunda Mısır Aziz’i. olmuş, babası Yakup peygamber ile kardeşlerini ve soyunu sopunu. Mısır’a getirtmiştir. İsrailoğulları bu suretle Mısır’a girmişlerdir. — Bu olay Kur’anın 12. suresinde «Ahsen-ül kıssas = hikâyelerin en güzeli» olarak anlatılmıştır. Doğu edebiyatının zengin bir kaynağım meydana getiren bu olan için bir çok Yusuf ve Zü-leyha’lar yazıldığı gibi, manzumelerde de çok kullanılmıştır. Yusuf, Doğunun güzel erkek sembolüdür.

(İ. K. : Yusuf, Züleyha, Zindan Çah = kuyu, Sevgiliyi nitelerken Yusuf-i sani, Yusuf-i zamane, Yusuf-l'ka).

Zafer (Caz.) 1948 de Ankara’da , yayımlanmıya başlanan gündel k politika gazetesiı.

zahid boynunun borcu olan i-, badetleri fazla fazla yaptıktan sonra dünya süslerinden hiçbirini yapmamaya, dünya tatlarından hiçbirini istememeye çalışan kimse. Böyle aşırı hareketleriyle, eski edebiyatın en çok yerilen tipi olmuştur.

Zal (Mit.) Şehname kahramanlarından olup, Rüstem’in babası ve Şam’ın oğludur. Doğuşunda beyaz saçlı olduğundan uğursuz sayılıp bir dağa atılmış, orada Zümrüdüanka tarafından beslenmiştir. Onun için bu kuşla ilgileri vardır. Babası ve oğluyla Pişdadiyan’ın ve en son Kiyaniyan’m ilk hükümdarlarına h’zmet etm’ştir. Saçlarından dolayı «Zâl-i zer» ve Destan denir. Rüstem, Isfendiyar’ı öldürünce oğlu Behmen de Zal’i hapsettir-nıiştir. «Çok natüvanı eyledi Yahya tuvanger, lûtf-i şah — Anka-yi Kaf-i himmeti besler hezeran Zal-i Zer.— Şeyhislâm Yahya».

(İ. K.: !$aj, Zal-i Zer, Destan, Anka, Kaf, Dünya, Cihan, Kocakarı ).

zarafet (Kon») Seçme deyimler ve herkes’n kolayca beceremiye-ceği bir yol ile meydana gelen bir yazı sanati. Eskiden okullarda dil temrinlerinde büyük yazarların eserlerinden seçilme bu çeşit sözler basmakalıp öğretilir, kullanctoırdı1. Düşüfıcenhı hareketinden tabii olarak doğmamış olan bu gibi zorlamalar hiç de beğenilecek şeyler değildir. Yazan kimsenin istidadına göre kendiliğinden ve içten gelen bir suretle zarafet olur. Halit Ziya U-şaklıgl’in üslûbunda bu nitelik vardır.

zatiilmatali’ (Naz.) Kaside ve gazellerde kafiye denilecek soy-

Edebiyat S. F. — 19 da yeni kafiyeli beyitler söylendiği olur. Böylece birden fazla matlaı olan manzumeye zat-ül-metalV denir. Şa;r buna çok defa manzumesinde işaret eder: «Rast .geldi peyk-i endişem bu garra matlaa — Çarh-i çarümden öte Arş-i Muallâdan beri.— Nedim».

Zavallı çocuk (Bib.) Namık Kemal’in üç fasitlik tiyatro oyunu (1873).— Babasının bazı borçlarını ödemek karşılığı olarak kendinden yaşlı bir adamla evlenmek zorunda kalan bir kızın bu yüzden ölüm haline geldiğini anlatır. Namık Kemal bunu sosyal eğitim işi olarak ele almış, makalelerinde de savunduğu bu fikri böylece sahneye çıkarmış, tır.

Zavallı Necdet (Bib). Saffet Nezihi (Ömer Lûtfi) nin romanı (1896).

zebani Azap melâikeleri.

Zekeriyya (Mit.) Israiloğulla-rı peygamberlerindendir. İsa peygamber zamanında yaşıyordu. Yaşı çok ilerlem-'ş iken Yahya adında bir oğlu olmuştur. Filistin valisi Herod Yahya peygamberi öldürmeye karar verdiği zaman onu kurtarmıya çalıştığı için peşine düşmüşler, o da Beyt-; Mukaddes bahçelerindeki bir kavak ağacının kovuğuna gizlenmiş. Cübbesinin eteği dışarda kalmış, Şeytan da bunu onun peşindekilere göstermiş. Testere ile ağaçla beraber ikiye biçilmiştir.

Zeliha (Mit.) Yusuf peygamber menkıbesinin kadın kahramanı. Bk. ZÜLEYHA.

zemin bima yüşbehül-medh (Bel.) Eski edebiyatta bir kimseyi över gibi görünerek yermek sanatine denirdi. Genel olarak hiciv türündendir.

Zemzem Mekke’de bulunan bir kuyunun ve suyunun adıdır. İbrahim peygamberin eşi Hacer veya oğlu İsmail tarafından Kâbe’nin yapıldığı sırada bulunduğu söylenir. Bir söylentiye göre de bu kuyu uzun zaman körelmiş iken Abdülmuttalip tarafından tekrar bulunup temizletilmiş, suyu da Kabe’ye gelenlere dağıtılmıya baş lanmıştır. Islâmdan önce olsun, İslâmdan sonra olsun kutsal sayılmıştır, suyu, hacı olmıya gidenler tarafından İslâm ülkelerine en değerli armağan olarak götürülür.— Adım her zaman a-nılsın diye adamın biri bu kuyuya işemiştir, buna «Bevval-i çeh-î Zemzem» denir.

Zend 1. (Bil.) Eski Fars dili.

2. (Tar.) On sekizinci yüzyılda İran’da hüküm süren Kaçar so-. yuna karşı düşmanlık gösteren bir acem soyu, Zend sülâlesi.

Zendavesta (Bib.) Eski Parsların, mecusilerin kutsal kitapları.

Zerdüşt (Tar.) Mecusi dininin kurucusu, I. Ö. VI. yy. da Sirüs, Dara zamanında, yaşadığı* söylenir. Zerdüşt, ilk mecus inancını sadeleştirmiş, onların nur (gündüz) ile karanlık (gece) kavramlarını hayır (İzid), kötülük (Ehrimen) olarak tasarlamış, düşündüklerini Zend adında b'.r kitapta toplamıştı.^, sonra bunun Avesta diye de bir açıklaması yapılmıştır. Zend-a vesta, mecusilerin kutsal kitabıdır. Eski yıldıza tapma olan Sab iye mezhebi yerine İran’da bu mezhep hüküm sürmüş, ateşe tapma yüzünden birçok ateşkedeler kurulmuştur. Is-

lâmlığm o taraflara yayılmasına kadar bu mezhep hüküm sürmüş, İslâmlık üzerine bir takım mercisiler Hindistan’a göç etme zorunda kalmışlardır.

zevk 1. (Ed. Ten.) İnsanın sanat eserin n güzelliğini anlayabilmesine yarıya»' duyu. Zevk sözünde, çok kere akıl ile karşıtlık gösteren bir sezi fikri vardır. Tıpkı dilin, damağın duyusu gibi, zevk de, birdenbire tadına varış, iyi olana karşı duygululuk, kötü olana karşı da kızgınlık gösterir. Aslındaki sezgi elemanı onun bir kurala bağlanmasını güçleştirmektedir. Zevk, kişilere veya devirlere göre değişir.— Bir eserin güzelliğinin farkına varmak yetmez, ondan etkilenmeli, onu-duymalı. 2. (Tas.) Gerçeğe erişenlerin sevinci demektir.

zili (Tas.) «Gölge» anlamlında bu söz çok defa bu dünyayı anlatmada kullanılırdı. Bütün görüneni varlıklar Hakk’m bir gölgesidir. Bir gölge toaşlıbaşma bir varlık sayılmazsa ıbu dünya da öyledir. Hakk’m varlığiyle kaimdir. —HayaLi zül, Karagöz oyunu demektir. Zillullah, «Tanrı gölgesi» anlamında olan bu söz eski hükümdarlra, en çok halifeler hakkında kullanılırdı. •

«Zıll-i Yezdan hazret-i Süleyman şah kim — Taht eyvan-i si-pihr oldu ana efser güneş.— Hayalî».

zındık Genel olarak, Tanrı’ya, Ahiret’e inanmıyan, dinsiz anlamında kullanılırdı. Eski eserlerde daha çok manihe'istler, yani Mani dininde! olanlar anlatılmak istenirdi.

zihaf (Naz.) Uzunca olarak o-kunması gereken bir hecenin ve

zin zorlamasından ötürü kısa o-kunmasıdır. Bunun karşıdı İMALE (Bk.) dir.

zikir, zikr (Tas.) Sofilerin Tanrı adlarını belli bir sayıda anmaları demektir.— Esma’yı yani Tanrı adlarını anarak gerçek yoluna ğiren sofiler eskiden «Lâ ilahe illallah, Allah, Hu» adlarını tekrarlarlarmış. Halveti ta-rikatinden olanlar XIII. yy. dan sonra yedi ad kabullenmişler: Lâilâhe illallah, Allah, Hu, Hakk, Kayyum, Kahhar. Onlar bu yedi adla yedi nefsi geçtiklerini sanırlarmış. Sofilerin inandıklarına göre Muhammet peygamber Ali’ye açık ve sesli (zikr.i celi veya zâ-hir) Ebu Bekir’e de yürekten ve g'zli (Zikr-i hafi veya kalbi) zikir telkin etmiştir, bunun için iki hadis söylenir.

Zliyade (Naz.) Müstezat manzumelerde mısraları» sonuna getirilen manzum parça.

Zühal '(Ast.) Satürn yıldızı o-lup Keyvan da denir. Fars resimlerinde, sağ elinde bir insan kafası tutan"4 sol eliyle de bir insan avucunu tutmuş olan bir ihtiyar, yahut beyaz bir ata binmiş, sağ elinde kılıç tutan bir a-dam şeklinde gösterilir. Yedinci felekte olduğu için heftümîn de denir, nahs-i ekber’dir. Bk. KEYVAN.

Zühre (Ast.) Venüs yıldızı, Na. lı?d de denir. Üçüncü kat göktedir, en parlak yıldızdır. Harut. ile M'arut mitolojisi ile ilgilidir,. Buna göre, Harut ile Marut’i baştan çıkaran kadm budur; bu işi yaptıktan sonra onlardan öğrendiği adı söyli.yerek göklere yükselmiş, fakat orada Tanrı tarafından çarpılarak yıldız şekline


konulmuş. Zühreye açar, yüreği ferahlatır. Yıldızlar arasında, feleğin (göğün) çalgıcısı sayılır. «Bezm-i felekte vurmuş idi Zühre saza çenk — Ayş ü safada hurrem ü handan ü şâd-man.— Baki» — «Asmanda bırakıp Zühre elinden çengi — Tef gibi kızdı yüzü daireden el çekti.— Nedim» — «Ol meclis içre mihr kadeh der-bagal gezer — Zühre neva-yi çengini ahenge ân eder.— Esrar Dede». Bk. NAHİD.

(î. K.: Zühre — Nahid — Çenk — Saz.

Zülcelâl «Celâl, ululuk sahibi» anlamında olan bu söz Tanrı ad-larındandır.

Züleyha, Zeliha Kuran’da «kıssaların en güzeli» olarak nitelenen Yusuf olayının kahramanı kadının adıdır. Putifar’m karısı idi. Yusuf’un zindana atılmasına yol açan iftirayı etmiştir. Sonra Yusuf’un saltanatı sırasında çok fakirleşmiş, bir gün yolda onu bu halde gören Yusuf acıyarak evlenmiştir. Söylendiğine göre Züleyha, gerdek gecesi eski güzelliğine kavuşmuştur.

zülf 1- Uzunca, uzatılmış şakak saçı 2. (Tas.) Tecelli-celâl için işaret olarak kullanılır. Taayyünler ve kesretlerin de zülf ile anlatıldığı vardır.

Zülfikâr (Tar„ Mit.) Yiğitlik ğiyle ün almış olan ve dördüncü halifelikte bulunan Ali’nin ünlü kılıcı. Muhammet peygamber Bedir savaşında ele geçen bu kılıcı Ali’ye varmiştir. Gayet keskin bir kıkç olup kullanılışı üze-

bakmak içrine b'r çok masalımsı hikâyeler söylenmesine yol açmıştır.


Başa rasladığı zaman iki bölüğe ayırdığı gibi, bele, kemere Taslayınca da ikiye bölermiş. Ali’nin elinde insan hayal’nin üstünde bir uzunluk kazanırmış.

zii’ıkafîyeteyıı (Naz.) Kafiyesi iki tane olan manzumelere denirdi.

«Etse bir :;klime bezl-i saadet kevkebı — Her geda-yi bi-nevası şevket-i sultan olur — Ben o Ha-kani-i 'ahdim kim benim memdu-humun — Astan-rûb-i sarayı devlet-i Halkan, olur.— Nef’î» — «Âlem esir-i dest-i me.şiyet de-ğilmid’r — Âdem zebun-i pençe-i kudret değil midir. —- Nabi». Parçalarından birincide Şevfcet, sultan, devlet, Hakan, İkincide âlem,, meşiyet, kudret kafiyeleri gibi.

zülkavafi (Naz.) Kafiyesi ikiden çok olan manzumelerdir. «Erbab-i kalem marifet-âmuz-i ümemdiir — Âdab-i, ümem ma-hassal-i feyz-i kalemdir.— Avni» beytindeki erbab, kalem, ilmem, âdab, ilmem, kalem kafiyeleri gibi.

zünnar (Tas.) Asıl anlamı «ip» tir. Puta veya ateşe tapanların bellerine bağladıkları ve ucunu sarkıttıkları kuşağa denir. Sofilerin dilinde hizmet, itaat, sülük, riyazet işaretidir. Divan şairleri bunu saç için kullanmışlardır.

Zünnun 1- Yunus peygamberin lakabı. 2. Kerametleriyle ün almış olan Mısırlı bir ermiş (Öl. 589).

SON

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar