Futuhatı Mekkiyye Denizinden
Bu yazıyı
aklı bırakıp sihrin hayali hırsına kapılıp hayyallere düşenler okuyabilselerdi
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Hz.
Musa aleyhisselâm asasını atıp ‘koşan bir yılan’ olduğunda,
önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar) korkmuştu. Hâlbuki asanın
koşan bir yılan haline gelmesinin Allah Teâlâ katından bir mucize olduğuna tam
olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan önce bu durumu ve kendisine
zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah Teâlâ bu mucizeyi ona göstermişti.
Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada bulunanların gözlerinde yılana
dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına duyduğu korkuydu. Çünkü Hz.
Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile gerçeği, ya da Allah Teâlâ
katından olan ile olmayanı ayırt edemez hak gelmesinden korkmuştu. Böylelikle
iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık bir kanıta sahipti
ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle metanetliydi. Birinci kez
asasım attığında kendisine ‘Onu al, korkma, onu eski haline döndüreceğiz’ denilmişti.
Başka bir ifadeyle, daha önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah
Teâlâ, asayı yılanın ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen
asası) orada bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur. Bu sayede, sihirbazların yılan ve
asalarının insanların gördüğü bir dış varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa
suretlerinde, sihirbazların kanıtlarına karşı Hz.Musa aleyhisselâmın kanıtının
üstünlüğüydü.
Sihirbazlar ve insanlar, sihirbazların ip
ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Hz. Musa aleyhisselâmın
yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa
ip ve asalar yok olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Hz. Musa
aleyhisselâmın asası hakkında da gerçeği karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine
kuşku girerdi. İnsanlar
ipleri ip olarak gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal
bir hile olduğunu anlamıştır.
Hz. Musa
aleyhisselâmın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini yuttu.
Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder. Yoksa
onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak
kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar
Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şeyin (taşıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi
yaptıkları sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine
(sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Hz. Musa aleyhisselâmın korktuğunu da
görmüşlerdir. Böylelikle, Hz. Musa aleyhisselâmın yaptığı işin Allah Teâlâ
katından olduğunu anlamışlardır. Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı,
gerçekleşen olayı bildiği için Hz. Musa aleyhisselâm korkmayacaktı.
O
halde sihirbazlar nezdinde Hz. Musa aleyhisselâmın mucizesi(nin belirtisi),
korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının (sihirbazların asalarını)
yutmasıydı.
Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselâmın
karşısındaki sihirbazlar, seksen bin kişiydi.
Onlar,
bu mekânda en büyük mucizenin insanların gözlerinin önünde bu suretlerin
yutulması ve onların gözlerinde sadece Hz. Musa aleyhisselâmın asasının
suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise bir idi. Böylelikle
sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Hz. Musa aleyhisselâmın doğru
söylediğini ve Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler
ve bilinen hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Hz. Musa
aleyhisselâmın getirdiği şey, Allah Teâlâ katından gelen bir işti ve Hz. Musa
aleyhisselâmın onda bir katkısı yoktu. Böylelikle gerçeği görerek Hz. Musa
aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı Allah Teâlâ’nın azabına, ahireti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık
bilgilerinden, ‘Allah Teâlâ’nın her şeye
güç yetiren’, ‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu, hakikatlerin
değişmeyeceğini, Hz. Musa aleyhisselâmın asasının yılan suretinde insanların
gözlerinden olduğu gibi kendisini atanın gözünden de gizlendiğini
anlamışlardır. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın korkması buna tanıktır. İşte
bilginin faydası budur.
Ondördüncü
kısım, c.I, 459-461
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
(ÂDEM VE HAVVA’NIN BEDENLERİNİN YARATILMASI)
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Adem’in
bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzu yoktu.
Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel
ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını
sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı
çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi
vardır’ buyurduğu gibi kadın bu
nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere
katılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan
meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine
düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü
ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve
düşkünlük demektir.
Allah
Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile
doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda,
Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva
kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için,
Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in
sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu
için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye
ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in
kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.
Allah
Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi
şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması,
çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin
yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu
kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip
dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri,
düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat
mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece
Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’
Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.
(Üçüncü Cismin Oluşturulması)Çocuk
Âdem
Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, sudan olan bu meniyle
Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı birleşmiş, o cisimde Âdem’in
ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan başka, üçüncü bir beden meydana
gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda
önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş,
sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yaratılışı
tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu insanda
ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli
münezzehtir.’
Söz
uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar
rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu meleklerden bu işi kimin üstlendiğini
açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir
olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını
bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu
zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum,
fiilinde özgür bir failin eseridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya
eksiklik olmaksızın yapar. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O azız ve hakimdir.’
Doğa
bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde meydana gelen cenin,
sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını
başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi,
Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan
ya da su olmaksızın üflemeden meydana gelmiş olsa bile, her iki halde de o,
yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz İsâ’nın benzeri’ yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ
nezdindeki benzeri Adem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’ Burada onu zamiri,
Âdem’e döner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır.
Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelliğine
benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ denilmiştir.
Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri kadar
beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa
bilimcilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum süratle ulaşmıştır. Hz.
İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın
kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre
doğa hakkında hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uzmanları, doğaya karşı
insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğadan sadece özel olarak bize
verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bilmediklerimiz de vardır.
Futûhât-ı Mekkiyye, Onbirinci Kısım, Türkçesi: Cilt, I, sh 359-362
Not: Kadın çocuk doğurmakla erkeğe karşı
üstünlük veya eşleşme seviyesini yakalamanın hazzını duyacağı kesindir. Cinsel
ilişkiye girdiği erkekten, kadın bir
çocuk beklentisini dize getiremeyecektir.
Çocuk sahibi olmak kadında bir zorlama
değil içsel duygudur. Acı çekeceğini bile bile çocuk doğurmaya yönelişinde, bu
kuvvetli duygu olmasaydı, nesillerin kurumasına sebep olurdu. Neslin devamını
sağlayan istek erkekte değil, kadından doğar.
İhramcızade
SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA
Doğru sözlü adamların
rüyası da doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat eksiktir
Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette
Allah sana yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:
Birincisi uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de
Allah, onun adına eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır.
Uyanıkken bu idrak ‘duyu’ diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye
isimlendirilir, insanın uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye
isimlendirilirken uykuda gördükleri rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal
gücünün uyanıkken duyulardan zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür:
Birincisi, sûretini duyuda idrak ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin
parçalarını -ki onları uykuda duyuyla idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği
şeylerdir. Duyuların idrakinde yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken
duyusal anlamı idrak edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla
uyanıkken dışta idrak edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl
olan, duyudur ve uyanıkken ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen
idrak insanların bir kısmında güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri
şeyi idrak ederler. Bu ise, ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve
velilere aittir.Biz onu böyle gördük.
Bunu öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya
uyanıklıktan ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına
dönük hitabı veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,
………………..
Baştaki konuya dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin şöyle dediği sabittir: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden
sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra
peygamber şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun
üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir
parçasıdır’ diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten
aktarılan sahih-hasen hadistir. …………
Bunu öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı
müjdeli rüyalardır. Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise,
İçişinin uyanıkken yapıp hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda,
hiss-i müşterek ile onları idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve
hayalinde resmedilmiş halde kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine
yöneldiklerinde, onu görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra
gelecektir. Üçüncü rüya türü ise, şeytandandır.
Bu konuda bize Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır:
Bize Nasr b. Ali, Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b.
Sirin’den, o Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der:‘Kıyamet
yaklaşınca, müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru
olanı, sözü en doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik
parçasıdır. Rüya üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın
üzmesinden ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır.
Biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını
kimseye anlatmasın.’ Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir:‘Aranızdan biri nahoş
bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın şerrinden Allah’a
sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’ demiştir. Başka bir
sahih hadiste ise‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun
ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’
Bilmelisin ki, Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye
isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve
başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O
sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan
uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur şeylerin
meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü bir idrak
düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken) algılar. Şöyle
ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona bitişik hayal
-ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle görevli ruh,
ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana ya da
(duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü olana,
sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde bulunan
manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisiyle
nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette idrak eder
veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir sûrette) görür.
Bu esnada rüya gören insan adına üç
mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.
Birincisi, kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre,
idrak edilen sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi
bulunduğu halde idrak etmektir.
İkincisi ise, görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.
Üçüncüsü ise, görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya
dönmesidir. Başka bir ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya
döner.
Söz konusu olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan
valilerden birinin bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe
yoktur. Birincisi -ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir,
çirkinlik veya eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise
görülen sûret, güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya
çıkar. Böyle bir sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu
anlaması ölçüşünce değerlendirilir.
(Böyle bir rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire
güvenilmez, fakat kişi tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum
farklıdır. Aynı zamanda onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin
gördüğü sûret karşısındaki saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete
karşı kendisinden ortaya çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her
bakımdan gerçek bir sûrettir. Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir
bazen görülmez.
Bu tarzın dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya
kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese
bile bu tarz bir rüya tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına
-kendisinden değil- tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak)
hayalinde tasavvur etmeksizin tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada
görülen bu sûret, iç konuşması veya şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı
gören) kişinin algısından tabircinin hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık
bir iç konuşması değildir ve zatında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında
hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü ortaya çıkar.
Bu hükmü söz konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana
gelmiş olması gerçekleştirmiştir. Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı
hadisede bu durum zikredilir. Onlar, Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan
söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları, bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya
görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi. Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü
rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a
anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan bir sûret meydana gelmiş. Söz
konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç) konuşması olmadığı için, sûret
Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için rüyayı gören Yusuf idi. O iki
adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde tutan melek’ konumundaydı.
Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle demişti: ‘Biz seni
sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında görüş sorduğunuz
konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir edildiği gibi dışta
ortaya çıkmıştır.
Bir insan rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma
göre, rüyada iyilik veya kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki
geçerli yasaya göredir. Görülen sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur.
Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki
melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî, bedenli ve berzahî melek sûretleri
yaratır. Allah onları kuş sûretinde yaratmıştır, çünkü şöyle denilir:‘(Talih)
kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’ Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk, talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin,
19) Başka bir ifadeyle iyi veya kötü nasibiniz ve payınız, sizinle
birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş
yerden bir toprak almak isteyince, onu ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur,
kanatları ise yerden bir şey almaya imkân vermez. Bu nedenle rüya, kuşun
ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı bağlanılan yerdir ve kuşun
kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı için, oradan düşer. Rüya
düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir. Dolayısıyla
onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde rüyanın
kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın sûreti,
halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya vilayet
nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda) bu kuşun
kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim veya araz
veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken biz
kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını gösterdiğinde,
çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su rahme yerleşmişse,
bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan önce rüya yok ise,
çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu bilmelisin! Bu
garip bir sır ve doğru keşftir.
Rüyadan meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve
diğerlerine göre o ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi
anlarsın! Rüyadan meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış
her şeyin rüyadan meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi
incelersen, zikrettiğimiz konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin
rüyasının ta kendisiydi! O, annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur
etmişti. Bu nedenle onun hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre
ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf
sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın yaratıklarındaki sırlarındandır.
Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen, doğa ilmine bakmalısın! Kadın
hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye benzer doğar.
Cinsel ilişki esnasında kadın (birine)
bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun inmesi esnasında (birini) tahayyül
ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin huyunda doğar. Bu nedenle hakimler,
büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara çizilmesini tavsiye
etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları görür, görülen sûret
hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından, sûretin sahip olduğu güç, o
sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu, doğa ilmindeki garip
sırlardandır.
Meryem’in Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın
ölüleri dirilten bir ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh
vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin
Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun
yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle
aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayale izinden alınmış tutamın
etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın
sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında,
kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl
zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle
zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti
izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!
Peygamber rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den
türetilerek müjde) diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki
etkileridir. Çünkü beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya
sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise,
deride bir etki ortaya çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya
yerleştirdiği doğal bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Futuhât-ı Mekkiyye Yüz Onyedinci Kısım-188. Bölüm, Türkçesi: c. 8, sh:321-329
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İKİ
YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜMÜN İLAVESİ:
Allah
Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır
Bu
menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle
onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söyleyeceğiz.
Allah Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve
cinleri kastediyorum-onları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, insanlara görünmemektir. Bununla
birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla birlikte
bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde
çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir.
Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ
ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye
isimlendirmiştir. Yani onları göremeyiz. Bazı kimseler meleklerin Allah
Teâlâ’nın kızları olduklarını iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme
ve görünmemede bir bağ kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni,
cinler ile melekler hakkında daha önce söylediğimiz ortak özelliktir. Onlar
kızları kendilerine nispeti hoş görmemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri
şeyi Allah Teâlâ’ya ait sayarlar.’ Çünkü onlar kız evlattan hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Onlardan birisine kız çocuğu olduğu bildirilince öfkesinden
yüzü kararır’ der.
Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle bir insanın yüzünün kararmasıdır:
Çocuğu kendi halinde mi
bırakmalı yoksa gömmeli midir?
Bu
durum ‘çocuğa sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün diye?’ ayetinde
belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere nispet edilmesinde tepki
göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da şahit miydiler?
Allah
Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında gizlenmede ve görünmemede ortak özellik yaratınca,
hepsini ‘cin’ diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında ‘vesveseci ve
hamasin şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin
şeytanlar’ buyurur.
‘Cin’ derken şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ
kurdular’ der. Kastedilen meleklerdir. ‘Kuşkusuz cinler
orada bulunduklarını bildiler.’
Melekler
Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle sorumlu ve
fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat
olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in
cinlerden olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine
fasık olduğunu’, yani
emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla birlikte bulunsalar bile,
melekler gibi insanlara görünmeyenlerin arasından çıkmıştır. Allah Teâlâ onları
elçilikte ortak yapınca, İblis’i de meleklerle birlikte secde emrine katmıştır.
‘Meleklere secde edin dediğimizde secde ettiler, İblis
etmedi.’ Böylece
Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i meleklere katmış, böylece istisna mümkün
olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna yapmış, böylece de kendisini
yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden ayırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adeta
şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle memur olanlardan uzaklaştırdığı kimse
secde etmedi.
Ruhlara
‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynaklanır.
Bununla birlikte onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görmeyiz ve bu
nedenle onlara böyle bir nitelik verildi. Meleklerden olan cinler, insanlarla
beraber olup gece gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz
kimselerdir.
Allah Teâlâ, insanlara kendi
iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları göstermek istediği
kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür; bazen de meleğe ve
cine bize görünme emri verir, onlar da bizim için bedenlenir ve biz de
kendilerini görürüz. Bazen
gözümüzden perdeyi kaldırır, bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz.
Bazen beşeri surete girmeden kendi suretlerinde onları görürüz. Nitekim
onlardan her birisin kendisini ve üzerinde bulunduğu sureti böyle görür.
Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken cinlerinki dumanlı ateştir. İnsan ise
bize söylenenden meydana gelmiştir. Fakat insan yaratılış aslını yitirdiği gibi
melek ve cin de yaratılış aslından başkalaşarak bulundukları surete
dönüşmüşlerdir.
Cin ve
meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler belli
olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği veya
her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları dilediği
şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.
Allah
Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle
yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahtlıktan
nasipleri yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mutluyu
mümin diye isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak
tutarak ‘insan ve cin şeytanları’ demiştir.
Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa bile-sınırlanmayı
istemediğini biliriz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın aklına geldiği gibi
tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş olduğunu ve
kendisinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna mukabil
başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir sınırlanmayla
karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır. Böyle bir
sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir sınırlama
-hangi türde olursa olsun-olduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların
nefislerine özel bir sınırlamanın memnunluk verdiğini görünce, şunu bilmelisin:
Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahtlık kazandıran
bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona sürekli
vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht yapmaktır.
İnsan (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun gereğini terk
etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı mutluluğa ulaştıran Hakkın
bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun dışındadır:
Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalplerine süslemiş, küfrü,
günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bununla birlikte bu durumun
kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar ise
kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve Hıristiyanların
büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkında sebatkâr olduğunu ve
onu ısrarla savunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel konularım yerine getirmede
Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum üzerinde yürümekle bedbahtlığa
gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına delildir. Bu durum herkesin fark
etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden gelen bir basirete sahip olanlar bu
tuzaktan emin olabilir. Onlar ise azdır.
Mümin
veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz.
Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ onları müşriklere
katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk edenler onlardır. İnsan şirk
koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol
diyen şeytan gibi.. ’ Bu,
batıl ile Hakk ehli olanlarla mücadele etsin diye şeytanın dostuna ve
arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben
senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Böylece şeytan Allah
Teâlâ’dan korkmakla nitelenmiştir, fakat kendisi hakkında değil, insan hakkında
korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil, saptırdığı kimse
hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil ümmetleri adına korku
duyar.
Şeytandan kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının
nedeni, tevhit ehli olduğunu bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine
yemin olsun ki, hepsini saptıracağım’ demiştir. Binaenaleyh şeytan rabbini bildiği için, O’nun
izzetine yemin etmiştir. Adeta Hakkın insanın kendine aktarılan her şeyi kabul
etme özelliğinde yaratıldığım görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da
onun dileğine karşılık vermiş ve insanı kendisiyle saptıracağı şeyi ona
emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden istediğin işi yapmaya git! Sonra cezasını
da zikretmiştir: Bu ceza ona uyanların cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden
yaratıldığı aslına dönmekken onu takip eden insanın cezası da öyledir. Fakat
insanın cezası İblis’in cezasına baskın gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin
cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis orada azap görür. Çünkü cehennem
bütünüyle soğuktur ve onda ateş bulunmaz. Öyleyse cehennem kendisine uyan
insandan daha çok şeytan için bir azaptır.
Durum
böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali
-maksadı nedeniyle-kendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır:
Herhangi bir kimsenin bedbahtlığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini
istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah
Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin
yolunda bulunandır. Bununla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’, ‘saptır’,
‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi emirlerdir. Fakat bunlar Allah
Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis bedbaht olmazdı.
Fakat
bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin izzetine yemin
olsun ki, hepsini saptırırım’ ve ‘Onların
zûrriyetini kendime bağlayacağım’ der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yükümlü
insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü
şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir.
Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkardı.
Bu bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu
ayetin okunduğunu gördüm:
‘Sizin için dinde
Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya
daha vasiyet etmiştik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin. Müşriklere
çağrıldıkları şey ağır geldi.’
Kastedilen birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na
aittir. Her isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat
ötekinden farklıdır. Âlemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve
o yönler isimleri, yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat
birdir. Nitekim âlem ‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla
çoktur. Sonra bana ‘Allah Teâlâ dilediğini kendine çeker ve yönelenlere hidayet
verir’ ayeti okundu. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal
zikredilmeden iş seçim ve hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana
seçilme ve hidayet bilgisinden, peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme
ve hidayetin her ikisi de O’na döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu
nefsine bırakmaz. Allah Teâlâ hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu
açıklayarak onu Mutlu yapar ve o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya şükreder veya
kâfir olur, yolu gösterdik ona.’
Allah
Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zikretmeden seçilme ve
hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demektir-her iki sini de kendine ait
kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşatan rahmete varacağını anladık. Müşrik
hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü
müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil
yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen,
Rabbini bilir’ diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan
nefsini ‘çokta bir veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini
bildiği şekilde bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe
çağırması, müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi
kastettiğini bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak
davranmış, işin seçilme ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir.
Burada Allah Teâlâ seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu,
müşrike karşı yumuşaklık ve onu tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede
müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu
öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın
ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk
yoluyla ortaya çıkan rahmete değil, O’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na
sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde tasarruf ederse etsin, (emrinden
çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla birlikte ayette adı geçenlere tavsiye
edilen şeriatın hükümleri birbirinden farklıdır ve onların bir kısmının
hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygamberlere şeriatı uygulamak ve
kendisinde farklılık var diye görüş ayrılığına düşmemek emredilmiştir. Öyleyse
şeriat çokluk vasıtasıyla tek hakikate veya birlikle hakikatlere davet
etmektedir. Manayı değiştirmedikten sonra, bunlardan hangisini istersen onu
diyebilirsin!
Hepsi varlığın hükmünde
Sanki müşahededeki gibi
Rahmeti kuşatsın
varlıkları diye
İnkâr alametlerini
açıklar
Rahman olur bedbahtı
Ve mutluyu davet edene
Biri cehennemde
Öteki Huld cennetlerine
Allah Teâlâ zatıyla yüce
Sınırlardan ve
sınırlanmaktan
Bu
bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir
ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu
menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sahibi) ve İlah ismi ile ehadiyetin
neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.
Allah
Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah yoktur’ der. Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak
‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’ ayetini verebiliriz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’, ‘İnsanların
ilahı’ vb. ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin
değişmesiyle değişir mi?
Rablık
ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ katından geldiği bu
menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendisine verilen isimlerin
değişmesi bu menzilden öğrenilir.
Yirmibeşinci
Sifr, c.XIII, Sh: 171-177
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ
şükredenleri de sever. O, kendisini “şükredenleri
sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür, Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden
ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken) kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.
Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri
bilmeyen bazı insanların iddia ettiği gibi,
belaya şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında
intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum, hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini
bilmeyenlerin işi karıştırmasına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.
Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı
verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı
beladır ki o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı
hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela,
elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona
karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk
duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı
kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder
ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı
sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse
ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır.
Bu konuyu
düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği
gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu
da iyileşmek ve hastalığın ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der:
“
Şükrederseniz, sizin için artıracağız.”(İbrahim,
7) İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey
Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere
çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz
geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet
veren insana eziyet edersek, bu davranış,
Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer. Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı
gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah
Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir.
Allah Teâlâ,
peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud
aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış.
Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,
evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.
Davud aleyhisselâm:
‘Allah’ım! O
kanlar senin için akıtılmadı mı?’
deyince, Allah Teâlâ;
‘Haklısın, benim
uğruma akıtıldı, fakat onlar benim
kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle
yapılacaktır’ demiş. Davud aleyhisselâm
‘Allah’ım o benim
(soyumdan) olsun’ diye dua edince, Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman
aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’i
inşa etmiştir.
Düşünürsen, bu durumdan gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.
İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu
anlarsın. Bunu bilmezsen, onu anlamamış
olursun!
………
Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum “Allah
ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân, 134) ayetinde dile getirilirken, yine Allah Teâlâ,
kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Allah kendi
yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf,
4)
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR-
YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
(HZ. MUSA
ALEYHİSSELÂMIN ASASI VE SİHİRBAZLARIN İPLERİ)
Bu yazıyı
aklı bırakıp sihrin hayali hırsına kapılıp hayyallere düşenler okuyabilselerdi
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Hz.
Musa aleyhisselâm asasını atıp ‘koşan bir yılan’ olduğunda,
önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar) korkmuştu. Hâlbuki asanın
koşan bir yılan haline gelmesinin Allah Teâlâ katından bir mucize olduğuna tam
olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan önce bu durumu ve kendisine
zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah Teâlâ bu mucizeyi ona göstermişti.
Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada bulunanların gözlerinde yılana
dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına duyduğu korkuydu. Çünkü Hz.
Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile gerçeği, ya da Allah Teâlâ
katından olan ile olmayanı ayırt edemez hak gelmesinden korkmuştu. Böylelikle
iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık bir kanıta sahipti
ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle metanetliydi. Birinci kez
asasım attığında kendisine ‘Onu al, korkma, onu eski haline döndüreceğiz’ denilmişti.
Başka bir ifadeyle, daha önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah
Teâlâ, asayı yılanın ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen
asası) orada bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur. Bu sayede, sihirbazların yılan ve
asalarının insanların gördüğü bir dış varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa
suretlerinde, sihirbazların kanıtlarına karşı Hz.Musa aleyhisselâmın kanıtının
üstünlüğüydü.
Sihirbazlar ve insanlar, sihirbazların ip
ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Hz. Musa aleyhisselâmın
yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa
ip ve asalar yok olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Hz. Musa
aleyhisselâmın asası hakkında da gerçeği karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine
kuşku girerdi. İnsanlar
ipleri ip olarak gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal
bir hile olduğunu anlamıştır.
Hz. Musa
aleyhisselâmın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini yuttu.
Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder. Yoksa
onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak
kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar
Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şeyin (taşıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi
yaptıkları sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine
(sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Hz. Musa aleyhisselâmın korktuğunu da
görmüşlerdir. Böylelikle, Hz. Musa aleyhisselâmın yaptığı işin Allah Teâlâ
katından olduğunu anlamışlardır. Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı,
gerçekleşen olayı bildiği için Hz. Musa aleyhisselâm korkmayacaktı.
O
halde sihirbazlar nezdinde Hz. Musa aleyhisselâmın mucizesi(nin belirtisi),
korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının (sihirbazların asalarını)
yutmasıydı.
Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselâmın
karşısındaki sihirbazlar, seksen bin kişiydi.
Onlar,
bu mekânda en büyük mucizenin insanların gözlerinin önünde bu suretlerin
yutulması ve onların gözlerinde sadece Hz. Musa aleyhisselâmın asasının
suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise bir idi. Böylelikle
sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Hz. Musa aleyhisselâmın doğru
söylediğini ve Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler
ve bilinen hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Hz. Musa
aleyhisselâmın getirdiği şey, Allah Teâlâ katından gelen bir işti ve Hz. Musa
aleyhisselâmın onda bir katkısı yoktu. Böylelikle gerçeği görerek Hz. Musa
aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı Allah
Teâlâ’nın azabına, ahireti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık bilgilerinden, ‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren’,
‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu, hakikatlerin değişmeyeceğini, Hz.
Musa aleyhisselâmın asasının yılan suretinde insanların gözlerinden olduğu gibi
kendisini atanın gözünden de gizlendiğini anlamışlardır. Nitekim Hz. Musa
aleyhisselâmın korkması buna tanıktır. İşte bilginin faydası budur.
Ondördüncü
kısım, c.I, 459-461
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
(ÂDEM VE HAVVA’NIN BEDENLERİNİN YARATILMASI)
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Adem’in
bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzu yoktu.
Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel
ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını
sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı
çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi
vardır’ buyurduğu gibi kadın bu
nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere
katılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan
meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine
düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü
ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve
düşkünlük demektir.
Allah
Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile
doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda,
Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva
kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için,
Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in
sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu
için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye
ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in
kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.
Allah
Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi
şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması,
çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin
yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu
kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip
dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri,
düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat
mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece
Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’
Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.
(Üçüncü Cismin Oluşturulması)Çocuk
Âdem
Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, sudan olan bu meniyle
Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı birleşmiş, o cisimde Âdem’in
ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan başka, üçüncü bir beden meydana
gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda
önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş,
sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yaratılışı
tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu insanda
ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli
münezzehtir.’
Söz
uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar
rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu meleklerden bu işi kimin üstlendiğini
açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir
olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını
bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu
zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum,
fiilinde özgür bir failin eseridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya
eksiklik olmaksızın yapar. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O azız ve hakimdir.’
Doğa
bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde meydana gelen cenin,
sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını
başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi,
Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan
ya da su olmaksızın üflemeden meydana gelmiş olsa bile, her iki halde de o,
yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz İsâ’nın benzeri’ yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ
nezdindeki benzeri Adem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’ Burada onu zamiri,
Âdem’e döner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır.
Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelliğine
benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ denilmiştir.
Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri kadar
beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa
bilimcilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum süratle ulaşmıştır. Hz.
İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın
kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre
doğa hakkında hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uzmanları, doğaya karşı
insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğadan sadece özel olarak bize
verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bilmediklerimiz de vardır.
Futûhât-ı Mekkiyye, Onbirinci Kısım, Türkçesi: Cilt, I, sh 359-362
Not: Kadın çocuk doğurmakla erkeğe karşı
üstünlük veya eşleşme seviyesini yakalamanın hazzını duyacağı kesindir. Cinsel
ilişkiye girdiği erkekten, kadın bir
çocuk beklentisini dize getiremeyecektir.
Çocuk sahibi olmak kadında bir zorlama
değil içsel duygudur. Acı çekeceğini bile bile çocuk doğurmaya yönelişinde, bu
kuvvetli duygu olmasaydı, nesillerin kurumasına sebep olurdu. Neslin devamını
sağlayan istek erkekte değil, kadından doğar.
İhramcızade
SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA
Doğru sözlü adamların
rüyası da doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat eksiktir
Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette
Allah sana yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:
Birincisi uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de
Allah, onun adına eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır.
Uyanıkken bu idrak ‘duyu’ diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye
isimlendirilir, insanın uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye
isimlendirilirken uykuda gördükleri rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal
gücünün uyanıkken duyulardan zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür:
Birincisi, sûretini duyuda idrak ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin
parçalarını -ki onları uykuda duyuyla idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği
şeylerdir. Duyuların idrakinde yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken
duyusal anlamı idrak edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla
uyanıkken dışta idrak edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl
olan, duyudur ve uyanıkken ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen
idrak insanların bir kısmında güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri
şeyi idrak ederler. Bu ise, ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve
velilere aittir.Biz onu böyle gördük.
Bunu öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya
uyanıklıktan ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına
dönük hitabı veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,
………………..
Baştaki konuya dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemin şöyle dediği sabittir: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden
sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra
peygamber şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun
üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir
parçasıdır’ diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten
aktarılan sahih-hasen hadistir. …………
Bunu öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı
müjdeli rüyalardır. Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise,
İçişinin uyanıkken yapıp hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda,
hiss-i müşterek ile onları idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve
hayalinde resmedilmiş halde kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine
yöneldiklerinde, onu görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra
gelecektir. Üçüncü rüya türü ise, şeytandandır.
Bu konuda bize Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır:
Bize Nasr b. Ali, Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b.
Sirin’den, o Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der:‘Kıyamet
yaklaşınca, müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru
olanı, sözü en doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik
parçasıdır. Rüya üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın
üzmesinden ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır.
Biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını
kimseye anlatmasın.’ Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir.
Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir:‘Aranızdan biri nahoş
bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın şerrinden Allah’a
sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’ demiştir. Başka bir
sahih hadiste ise‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun
ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’
Bilmelisin ki, Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye
isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve
başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O
sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan
uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur şeylerin
meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü bir idrak
düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken) algılar. Şöyle
ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona bitişik hayal
-ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle görevli ruh,
ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana ya da
(duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü olana,
sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde bulunan
manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisiyle
nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette idrak eder
veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir sûrette) görür.
Bu esnada rüya gören insan adına üç
mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.
Birincisi, kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre,
idrak edilen sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi
bulunduğu halde idrak etmektir.
İkincisi ise, görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.
Üçüncüsü ise, görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya
dönmesidir. Başka bir ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya
döner.
Söz konusu olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan
valilerden birinin bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe
yoktur. Birincisi -ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir,
çirkinlik veya eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise
görülen sûret, güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya
çıkar. Böyle bir sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu
anlaması ölçüşünce değerlendirilir.
(Böyle bir rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire
güvenilmez, fakat kişi tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum
farklıdır. Aynı zamanda onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin
gördüğü sûret karşısındaki saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete
karşı kendisinden ortaya çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her
bakımdan gerçek bir sûrettir. Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir
bazen görülmez.
Bu tarzın dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya
kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese
bile bu tarz bir rüya tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına
-kendisinden değil- tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.
Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak)
hayalinde tasavvur etmeksizin tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada
görülen bu sûret, iç konuşması veya şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı
gören) kişinin algısından tabircinin hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık
bir iç konuşması değildir ve zatında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında
hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü ortaya çıkar.
Bu hükmü söz konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana
gelmiş olması gerçekleştirmiştir. Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı
hadisede bu durum zikredilir. Onlar, Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan
söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları, bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya
görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi. Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü
rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a
anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan bir sûret meydana gelmiş. Söz
konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç) konuşması olmadığı için, sûret
Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için rüyayı gören Yusuf idi. O iki
adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde tutan melek’ konumundaydı.
Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle demişti: ‘Biz seni
sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında görüş sorduğunuz
konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir edildiği gibi dışta
ortaya çıkmıştır.
Bir insan rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma
göre, rüyada iyilik veya kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki
geçerli yasaya göredir. Görülen sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur.
Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki
melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî, bedenli ve berzahî melek sûretleri
yaratır. Allah onları kuş sûretinde yaratmıştır, çünkü şöyle denilir:‘(Talih)
kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’ Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle
der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk, talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin,
19) Başka bir ifadeyle iyi veya kötü nasibiniz ve payınız, sizinle
birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş
yerden bir toprak almak isteyince, onu ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur,
kanatları ise yerden bir şey almaya imkân vermez. Bu nedenle rüya, kuşun
ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı bağlanılan yerdir ve kuşun
kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı için, oradan düşer. Rüya
düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir. Dolayısıyla
onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde rüyanın
kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın sûreti,
halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya vilayet
nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda) bu kuşun
kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim veya araz
veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken biz
kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını gösterdiğinde,
çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su rahme yerleşmişse,
bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan önce rüya yok ise,
çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu bilmelisin! Bu
garip bir sır ve doğru keşftir.
Rüyadan meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve
diğerlerine göre o ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi
anlarsın! Rüyadan meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış
her şeyin rüyadan meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi
incelersen, zikrettiğimiz konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin
rüyasının ta kendisiydi! O, annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur
etmişti. Bu nedenle onun hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre
ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf
sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın yaratıklarındaki sırlarındandır.
Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen, doğa ilmine bakmalısın! Kadın
hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye benzer doğar.
Cinsel ilişki esnasında kadın (birine)
bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun inmesi esnasında (birini) tahayyül
ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin huyunda doğar. Bu nedenle hakimler,
büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara çizilmesini tavsiye
etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları görür, görülen sûret
hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından, sûretin sahip olduğu güç, o
sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu, doğa ilmindeki garip
sırlardandır.
Meryem’in Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın
ölüleri dirilten bir ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh
vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin
Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun
yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle
aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayale izinden alınmış tutamın
etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın
sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında,
kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl
zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle
zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti
izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!
Peygamber rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den
türetilerek müjde) diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki
etkileridir. Çünkü beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya
sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise,
deride bir etki ortaya çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya
yerleştirdiği doğal bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Futuhât-ı Mekkiyye Yüz Onyedinci Kısım-188. Bölüm, Türkçesi: c. 8, sh:321-329
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ
MELEKLER İLE CİNLERİ GİZLİLİK ÖZELLİĞİNDE ORTAK YAPMIŞTIR
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İKİ
YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜMÜN İLAVESİ:
Allah
Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır
Bu
menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle
onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söyleyeceğiz.
Allah Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve
cinleri kastediyorum-onları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, insanlara görünmemektir. Bununla
birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla birlikte
bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde
çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir.
Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ
ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye
isimlendirmiştir. Yani onları göremeyiz. Bazı kimseler meleklerin Allah
Teâlâ’nın kızları olduklarını iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme
ve görünmemede bir bağ kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni,
cinler ile melekler hakkında daha önce söylediğimiz ortak özelliktir. Onlar
kızları kendilerine nispeti hoş görmemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri
şeyi Allah Teâlâ’ya ait sayarlar.’ Çünkü onlar kız evlattan hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘Onlardan birisine kız çocuğu olduğu bildirilince öfkesinden
yüzü kararır’ der. Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle bir
insanın yüzünün kararmasıdır:
Çocuğu kendi halinde mi
bırakmalı yoksa gömmeli midir?
Bu
durum ‘çocuğa sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün diye?’ ayetinde
belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere nispet edilmesinde tepki
göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da şahit miydiler?
Allah
Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında gizlenmede ve görünmemede ortak özellik yaratınca,
hepsini ‘cin’ diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında ‘vesveseci ve
hamasin şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin
şeytanlar’ buyurur. ‘Cin’ derken şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ
kurdular’ der. Kastedilen meleklerdir. ‘Kuşkusuz cinler
orada bulunduklarını bildiler.’
Melekler
Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle sorumlu ve
fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat
olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in
cinlerden olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine
fasık olduğunu’, yani emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla
birlikte bulunsalar bile, melekler gibi insanlara görünmeyenlerin arasından
çıkmıştır. Allah Teâlâ onları elçilikte ortak yapınca, İblis’i de meleklerle
birlikte secde emrine katmıştır. ‘Meleklere secde edin dediğimizde secde
ettiler, İblis etmedi.’ Böylece Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i meleklere katmış,
böylece istisna mümkün olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna yapmış,
böylece de kendisini yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden ayırmıştır.
Öyleyse Allah Teâlâ adeta şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle memur
olanlardan uzaklaştırdığı kimse secde etmedi.
Ruhlara
‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynaklanır.
Bununla birlikte onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görmeyiz ve bu
nedenle onlara böyle bir nitelik verildi. Meleklerden olan cinler, insanlarla
beraber olup gece gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz
kimselerdir.
Allah Teâlâ, insanlara kendi
iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları göstermek istediği
kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür; bazen de meleğe ve
cine bize görünme emri verir, onlar da bizim için bedenlenir ve biz de
kendilerini görürüz. Bazen gözümüzden perdeyi
kaldırır, bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz. Bazen beşeri surete
girmeden kendi suretlerinde onları görürüz. Nitekim
onlardan her birisin kendisini ve üzerinde bulunduğu sureti böyle görür.
Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken cinlerinki dumanlı ateştir. İnsan ise
bize söylenenden meydana gelmiştir. Fakat insan yaratılış aslını yitirdiği gibi
melek ve cin de yaratılış aslından başkalaşarak bulundukları surete
dönüşmüşlerdir.
Cin ve
meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler belli
olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği veya
her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları dilediği
şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.
Allah
Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle
yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahtlıktan
nasipleri yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mutluyu
mümin diye isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak
tutarak ‘insan ve cin şeytanları’ demiştir.
Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa bile-sınırlanmayı
istemediğini biliriz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın aklına geldiği gibi
tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş olduğunu ve
kendisinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna mukabil
başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir sınırlanmayla
karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır. Böyle bir
sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir sınırlama
-hangi türde olursa olsun-olduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların
nefislerine özel bir sınırlamanın memnunluk verdiğini görünce, şunu bilmelisin:
Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahtlık kazandıran
bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona sürekli
vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht yapmaktır.
İnsan (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun gereğini terk
etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı mutluluğa ulaştıran Hakkın
bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun dışındadır:
Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalplerine süslemiş, küfrü,
günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bununla birlikte bu durumun
kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar ise
kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve Hıristiyanların
büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkında sebatkâr olduğunu ve
onu ısrarla savunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel konularım yerine getirmede
Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum üzerinde yürümekle bedbahtlığa
gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına delildir. Bu durum herkesin fark
etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden gelen bir basirete sahip olanlar bu
tuzaktan emin olabilir. Onlar ise azdır.
Mümin
veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz.
Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ onları müşriklere
katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk edenler onlardır. İnsan şirk
koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol
diyen şeytan gibi.. ’ Bu, batıl ile Hakk ehli olanlarla mücadele etsin diye
şeytanın dostuna ve arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben
senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Böylece şeytan Allah
Teâlâ’dan korkmakla nitelenmiştir, fakat kendisi hakkında değil, insan hakkında
korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil, saptırdığı kimse
hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil ümmetleri adına korku
duyar.
Şeytandan kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının
nedeni, tevhit ehli olduğunu bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine
yemin olsun ki, hepsini saptıracağım’ demiştir. Binaenaleyh şeytan rabbini bildiği için, O’nun
izzetine yemin etmiştir. Adeta Hakkın insanın kendine aktarılan her şeyi kabul
etme özelliğinde yaratıldığım görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da
onun dileğine karşılık vermiş ve insanı kendisiyle saptıracağı şeyi ona
emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden istediğin işi yapmaya git! Sonra cezasını
da zikretmiştir: Bu ceza ona uyanların cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden
yaratıldığı aslına dönmekken onu takip eden insanın cezası da öyledir. Fakat
insanın cezası İblis’in cezasına baskın gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin
cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis orada azap görür. Çünkü cehennem
bütünüyle soğuktur ve onda ateş bulunmaz. Öyleyse cehennem kendisine uyan
insandan daha çok şeytan için bir azaptır.
Durum
böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali
-maksadı nedeniyle-kendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır:
Herhangi bir kimsenin bedbahtlığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini
istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah
Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin
yolunda bulunandır. Bununla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’, ‘saptır’,
‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi emirlerdir. Fakat bunlar Allah
Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis bedbaht olmazdı.
Fakat
bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin izzetine yemin
olsun ki, hepsini saptırırım’ ve ‘Onların
zûrriyetini kendime bağlayacağım’ der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yükümlü
insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü
şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir.
Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkardı.
Bu bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu
ayetin okunduğunu gördüm:
‘Sizin için dinde
Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya
daha vasiyet etmiştik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin. Müşriklere
çağrıldıkları şey ağır geldi.’
Kastedilen birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na
aittir. Her isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat
ötekinden farklıdır. Âlemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve
o yönler isimleri, yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat
birdir. Nitekim âlem ‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla
çoktur. Sonra bana ‘Allah Teâlâ dilediğini kendine çeker ve yönelenlere hidayet
verir’ ayeti okundu. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal
zikredilmeden iş seçim ve hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana
seçilme ve hidayet bilgisinden, peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme
ve hidayetin her ikisi de O’na döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu
nefsine bırakmaz. Allah Teâlâ hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu
açıklayarak onu Mutlu yapar ve o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya şükreder veya
kâfir olur, yolu gösterdik ona.’
Allah
Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zikretmeden seçilme ve
hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demektir-her iki sini de kendine ait
kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşatan rahmete varacağını anladık. Müşrik
hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü
müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil
yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen,
Rabbini bilir’ diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan
nefsini ‘çokta bir veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini
bildiği şekilde bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe
çağırması, müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi
kastettiğini bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak
davranmış, işin seçilme ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir.
Burada Allah Teâlâ seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu,
müşrike karşı yumuşaklık ve onu tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede
müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu
öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın
ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk
yoluyla ortaya çıkan rahmete değil, O’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na
sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde tasarruf ederse etsin, (emrinden
çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla birlikte ayette adı geçenlere tavsiye
edilen şeriatın hükümleri birbirinden farklıdır ve onların bir kısmının
hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygamberlere şeriatı uygulamak ve
kendisinde farklılık var diye görüş ayrılığına düşmemek emredilmiştir. Öyleyse
şeriat çokluk vasıtasıyla tek hakikate veya birlikle hakikatlere davet
etmektedir. Manayı değiştirmedikten sonra, bunlardan hangisini istersen onu
diyebilirsin!
Hepsi varlığın hükmünde
Sanki müşahededeki gibi
Rahmeti kuşatsın
varlıkları diye
İnkâr alametlerini
açıklar
Rahman olur bedbahtı
Ve mutluyu davet edene
Biri cehennemde
Öteki Huld cennetlerine
Allah Teâlâ zatıyla yüce
Sınırlardan ve
sınırlanmaktan
Bu
bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir
ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu
menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sahibi) ve İlah ismi ile ehadiyetin
neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.
Allah
Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah yoktur’ der. Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak
‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’ ayetini verebiliriz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’, ‘İnsanların
ilahı’ vb. ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin
değişmesiyle değişir mi?
Rablık
ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ katından geldiği bu
menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendisine verilen isimlerin
değişmesi bu menzilden öğrenilir.
Yirmibeşinci
Sifr, c.XIII, Sh: 171-177
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ
şükredenleri de sever. O, kendisini “şükredenleri
sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür, Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden
ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken) kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.
Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri
bilmeyen bazı insanların iddia ettiği gibi,
belaya şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında
intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum, hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini
bilmeyenlerin işi karıştırmasına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.
Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı
verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı
beladır ki o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı
hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela,
elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona
karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk
duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı
kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder
ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı
sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse
ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır.
Bu konuyu
düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği
gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu
da iyileşmek ve hastalığın ortadan kalkmasıdır. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der:
“
Şükrederseniz, sizin için artıracağız.”(İbrahim,
7) İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey
Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere
çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz
geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet
veren insana eziyet edersek, bu davranış,
Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer. Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı
gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah
Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir.
Allah Teâlâ,
peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud
aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış.
Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,
evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.
Davud aleyhisselâm:
‘Allah’ım! O
kanlar senin için akıtılmadı mı?’
deyince, Allah Teâlâ;
‘Haklısın, benim
uğruma akıtıldı, fakat onlar benim
kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle
yapılacaktır’ demiş. Davud aleyhisselâm
‘Allah’ım o benim
(soyumdan) olsun’ diye dua edince, Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman
aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’i
inşa etmiştir.
Düşünürsen, bu durumdan gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.
İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu
anlarsın. Bunu bilmezsen, onu anlamamış
olursun!
………
Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum “Allah
ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân, 134) ayetinde dile getirilirken, yine Allah Teâlâ,
kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever. Allah Teâlâ
şöyle buyurur: “Allah kendi
yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf,
4)
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR-
YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ, GİZLİ DEĞİL Kİ
İnsanlar,
ne'yi ve neden arıyorlar?
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
ALTINCI
VASIL
Cömertlik
Hâzinelerinden: Allah Teâlâ’ya Gayb Halinde İbadet Şehadet Üzere İbadet
Etmektir
Cömertlik
hâzinelerinden biri altıncı menzille ilgili bu hazinedir.
Hakkı gizleyip de ifşa etmeyen
Kâfirdir o şahıs
Kimseye gizli değildir
O Akla veya baş güzüne aşikâr
Ezeli Allah Teâlâ münezzeh
Zuhur eden suretlerde zahir
Çünkü sürekli yaratır onları
Zuhur eden
veya etmiş her şeyde
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin
ki, Allah Teâlâ’ya görmeden ibadet görür gibi ibadet etmektir. Çünkü
insan ve ibadet eden herkes, mabuduna bir müşahedeye göre ibadet etmelidir. Bu
müşahede ya akılla veya görmeyle veya kalp görmesiyle gerçekleşmelidir. Kul kalp
gözüyle Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve ibadet eder; aksi halde ibadeti sahih
değildir. Böyle bir durumda kul görünmeyene (gayb halinde olana)
değil, görülene ibadet etmiştir. Allah Teâlâ göze görünen suretlerdeki
tecellisinde kendisini kula bildirir ve kul göz görmesiyle O’nu temyiz etmesi,
kalp gözüyle, yani basiret gözüyle O’nu görmesinden sonra olabilir. Basiret
gözüyle baş gözünü birleştiren kimsenin ibadeti, zahirde ve batında kemale
erer. O’nun suretlere hulul ettiğini söyleyen ise, iki durumu birden
bilmeyendir. İşin doğrusu ise Hakkın suretlerin kendisi olmasıdır.
Çünkü bir mekân Allah Teâlâ’yı
sığdıramayacağı gibi bir suret de kendisini gizlemez.
Allah Teâlâ’yı sadece cahilin bilgisizliği
görünmez hale getirebilir.
Bu cahil Allah Teâlâ’yı görür, fakat
matlubunun O olduğunu bilemez.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada Peygamber Allah Teâlâ’yı akılda
canlandırmayı ifade etmiştir. Kişi bilir ki ancak ‘huzur’u, yani bir yerde bulunmayı kabul eden kimseyi zihninde
canlandırabilir. Öyleyse kulun rabbini ibadet halinde aklına getirmesi, ibadet
ettiği Mabudun onun için hazır olması demektir. Bununla birlikte kul O’nu tanımda ve
takdirde bilebilir. Hakkı bundan münezzeh olarak bilirse, Onu sınırlamaz. Sanki
görür gibi O’nu aklına getirse bile, kendisini takdir edemez. Kul O’nu
tanımlayamaz ve kendini bilen O’nu takdir edemez. Çünkü kul O’nu bütün suretler
olarak görür. Onu bir suretle
tanımlamaya kalkarsa başka bir suret karşısına çıkar ve tanım geçersiz olur.
Dolayısıyla var olan ve olmayan bütün suretleri ihata edemeyeceği gibi kul
Hakkı sığdıramaz. Dolayısıyla bilgi bakımından Allah Teâlâ’yı ihata edemez.
Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu bilgi bakımından ihata edemezler’ der.
Allah Teâlâ yine de insana şah damarından
yakın olmakla nitelenmiştir.
Öyleyse Hakk kula kulun kendinden daha
yakındır.
Burada fiili ‘min’ '-den’ edatıyla
getirmiştir ki daha yakın demektir.
Eşyanın en yakını zahirin batına yakınlığıdır. Zahirden
batına zahirin kendinden daha yakın bir şey yoktur.
Batından da zahire batının kendisinden daha yakını yoktur. Allah Teâlâ insana
şahdamarından daha yakındır. Demek ki insan şahdamarı sahibi olmakla
nitelenendir. Bura-dan Allah Teâlâ’nın bütün suretlerin aynı olduğunu öğrendik.
Biz varlıktaki bütün suretleri ihata edemeyeceğimize göre Allah Teâlâ’yı
bilgice de ihata edemeyiz.
Şöyle
diyebilirsin: Sen de bir suretsin! Şöyle deriz: İşte biz de böyle diyoruz. Şu
var ki suretler matlubun aynı olsa bile matlubun hükümleridir. Dolayısıyla
onlara nispet edilen bilgi ve bilgisizlik ve niteliklerin bir önemi yoktur. Ben
O’nu nasıl niteleyeceğimi ve tavsif edeceğimi bilirim. İşin başında ve sonunda
emir Allah Teâlâ’ya aittir.
Hakk, Hakk’tır
sen olmasan bile
Sen
olduğunda da Hakk Hakk’tır, bir fark yok.
O
halde zahirin bir hükmü vardır ki, o hüküm ibadette batın olduğunu söylediğim
yönden batın için yoktur. Batın için de bir hüküm vardır ki o hüküm zahire ait
değildir. Her hükmün belli bir makamı vardır ve her makamın bir hükmü vardır.
Bir şey ancak O’nunla bilinir ve O’nun nedeniyle ibadet edilir. Bu nedenle Hakk
zikrettiğimiz hususta bilgisi olmayanların dikkatini ariflerin mertebesine
çekerek şöyle demiştir: Hakk kulunun duyması ve görmesidir. Gördüğün bir şeyi
Hakk ile görürsün, duyduğunu Hakk ile duyarsın. Hakk senin duyman ve görmendir.
Sen ona ancak kendisiyle ibadet edersin. Hakkın ismi ve şanı yücedir.
Bildirmesinin ötesinde bir bildirme olamaz. Hüküm verdiği hususlarda bir hüküm
olamaz.
Habere göre, her şey O’nun aynı
Görmede ise O’ndan başkası yok
Zatı hakkında düşünenler nerede
Onda büyük tehlikeye düşmüşler
İş birbirine girdi
Onlarda düşünmenin bir bilgisi yok
‘O’ denilirse, yok denilir onlara
Çünkü fikirle aradığınızdır O
Ya da O nedir diye sorulur ve cevap verilir: .
O suretlerde gördüğünüzdür
VAKIA
Tertemiz
bir süt pınarı gördüm. Daha önce onun kadar beyaz ve güzel bir süt görmemiştim.
Oraya girdim. Göğsüme kadar yükseldi, fışkırıyordu. Şaşırdım. İlahi-garip bir
ses duydum. Şöyle diyordu:
‘Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve
itaat emek üzere O’nun emriyle O’ndan başkasına secde eden kurtulmuş ve mutlu
olmuştur. [Meleklerin Âdem aleyhisselâm’a secdesi]
O’nun emri olmadan kendisine
yaklaşmak üzere başkasına secde eden ise bedbahttır.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mescitler
Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ile ‘beraber’ başkalarına dua etmeyin.’
Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarıyla beraberken yaratıklar Allah Teâlâ ile
birlikte değillerdir.
Çünkü Allah Teâlâ onları bilir ve hangi mekân, zaman ve halde olurlarsa
olsunlar yaratıklarıyla beraberdir.
Yaratıklar ise O’nunla birlikte değillerdir. Allah Teâlâ böyle bir
şeyden münezzehtir. Çünkü yaratıklar O’nu bilemezler ki, O’nunla olsunlar!
Yaratıklarla beraber Allah Teâlâ’ya dua eden Allah Teâlâ ile beraber
yaratıklara dua eden gibi değildir. Allah Teâlâ ile beraber kimseye dua
etmemelisin.
O’ndan başkasına secde etmek, Allah Teâlâ’nın yaratıklarla beraber
olmasıyla mümkündür.
Onlar her nerede olurlarsa Allah Teâlâ onlarla beraberdir.
Biz Allah Teâlâ’yı yaratıklar vasıtasıyla bilir ve buluruz. O halde gerçekte secde, yaratıklarıyla
beraber olmakla nitelenen Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ
namaz kılanın kıblesinde bulunur hadisinde belirtildiği üzere namazda kıble farz kılınmıştır.
Kıble Allah Teâlâ değildir, fakat Allah Teâlâ oradadır. Allah Teâlâ
bize kıbleye doğru secde etmemizi emretmiştir, çünkü O oradadır ve onunla
beraberdir.
Baş
gözüyle yaratıkları gören kimse, basiretiyle, yani kalp gözüyle Hakkı mutlak ve
sınırsız olarak görür. Bunu görünce, secdeyi sadece kendisine emredilince
yapar. Duyuda Allah Teâlâ’dan başkası adına gerçekleşmiş olsa bile (kıbleye
doğru secde vb.) gerçekte Allah Teâlâ’yadır, çünkü secde Allah Teâlâ’ya
olabilir. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Öyleyse bütün cihetlerin Hakk ile
ilişkisi veya Hakkın onlarla ilişkisi birdir. Hâlbuki her kim
ensesi üzerine düşerse, Allah Teâlâ’ya secde etmemiştir. Bununla birlikte Allah
Teâlâ önünde olduğu gibi ardında da bulunur. Fakat Allah Teâlâ onun yüzünü
dikkate almış, yüzünden başka bir yönünü dikkate almamıştır. O halde Allah
Teâlâ’dan başkasına secde, O’nun emriyle olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Âdem’e secde edin’ Burada secde Allah Teâlâ’dan başkasına yapılırken ibadet
O’ndan başkası için olamaz, çünkü bundan daha büyük şirk yoktur. Müşrik şöyle
der: ‘Biz onlara ancak bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye
ibadet etmekteyiz.’
Müşrikler onların varlıklarına ibadet etmemişler ve sadece
onlara ibadet ettikleri için cezalandırılacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ
yaratıklarına bir yaratılmışa ibadeti emretmediği gibi böyle bir şey doğru da
olamaz. Hâlbuki bize bir yaratılmışa secdeyi emredebilir. O halde
bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emrinden veya emir olmadan ibadet eden kimse
bedbaht iken -ibadet etmeden-sadece secde eden kimse Allah Teâlâ’nın emriyle
secde etmişse, bu secde bir itaattir ve onu yapan mutludur. Kendisine ibadet
etmeksizin bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emri olmadan secde etmek, insanın
kendiliğinden ürettiği bir ruhbanlıktır ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmenin
dışında onu yaparsa, ruhbanlığa hakkıyla riayet etmemiş demektir. O kişi bu
ibadetiyle Allah Teâlâ’ya yakınlığı amaçlamıştır ve bu hal de Allah Teâlâ’dan
yoksun kalamaz.
Allah Teâlâ her kulun zannında bulunur,
kulunu hüsrana uğratmaz.
Bu
nedenle herkes Allah Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu nedenle
müşrikler, Allah Teâlâ’dan bir emir gelmeden, ilahi bir ismi mahallinin ve
mevzuunun dışına taşıdıkları için cezalandırılmalıdır. Mahallin bir kısmı,
hakkında secde emri gelmiş olsa bile, kendisine ibadet edilemez. İlahlık ismi
ortak kılınan şeye verilmemiş olsaydı, ona ibadet edilmezdi. İnsanların
nefisleri esas itibarıyla yaratıklara ibadetten nefret eder, özellikle
benzerlerine! Bu nedenle Allah Teâlâ’ya ortak koştukları şeylere ilahi isimler
vermişler, bu sayede O’ndan ayrı olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Başka bir
ifadeyle bir yaratılmış olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Müşrik ilahi bir
ismi sadece Müteâl ve Kebir Allah Teâlâ’yı tenzih amacıyla bir yaratılmışa
verip şirk koşar. Çünkü müşrikin ibadetinde zahirî hareketlerle sınırlamayı
talep etmesi gerekir ve hayali de olsa bir tasavvur sahibi olmalıdır, çünkü
onun hayali vardır. Akli delille bilen insan ise Hakkı sınırlılıktan tenzih
etmesi ve benzerliği reddetmesi gerekir. İşte bu nedenle ismi Allah Teâlâ’ya
koştukları ortağa vermişlerdir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e Allah Teâlâ’nın kullarına öğretmek
bağlamında şöyle der: ‘Sanki O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada hayalde görülecek şekilde Allah Teâlâ’yı tasavvuru
emreder. Allah Teâlâ kullara tenzihi yasaklamadığı gibi tahayyülü de
yasaklamamıştır. Onlara sadece tahayyülün duyulur olmasını yasaklamıştır.
Bununla birlikte hayalin hakikatinin beden veya sureti olmayan şeyleri surete
sokmak olduğunu bilir, çünkü hayal böyle idrak edebilir. Hayal makul, yani
akledilir olan ile mahsus, yani duyulur olan arasında sınırlı bir duyudur. Hakk
bütün bunları her şeyi kuşatan rahmeti nedeniyle ortaya koymuştur.
Öyle ki Allah Teâlâ cezalandırılana rahmet
ettiğinde, yaratıkları bu ilahi rahmetin dünya hayatında ve yükümlülük
diyarında bildirilmiş rahmet olduğunu anlarlar ve bilenler de kendisini inkâr
etmezler.
Allah Teâlâ âlemi kötülükten ibaret olan yokluktan
kendisi için irade ettiği iyiliğe çıkartmıştır ki iyilik ve hayır varlıktır.
Öyleyse
âlem asıl itibarıyla mutluluğa çıkarak var olmuştur ve hüküm itibarıyla işi
rahmette sonlanır. Çünkü kendisinde ortak koştuğu yer, bir karışım yeridir;
orası kuşku yeri olan dünyadır. Onun bir yönü mevcut oluşu bakımından Hakka
bakarken bir yönü kendisinde yok oluşu bakımından ötekine intikal etmesi
yönüyle de yokluğa bakar. Kuşku helallik ve haramlığın eşit ölçüde nispet
edilebildiği şeydir. Allah Teâlâ’nın âlemi bu nitelikte yaratmasının nedeni,
kendilerine genel rahmetiyle merhamet etmeyi irade ettiğinde, kulların mazeretlerini
ortaya koyma amacı taşır.
Allah Teâlâ kullarına karşı son derece
latiftir.
Yaratan yarattığı işe özen gösterir.
O halde bilgili insan inançlı müşrikin Allah
Teâlâ’nın kulu olduğunu inkâr etmez.
Çünkü
o müşrikin ‘Bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettik’ dediğini bilir. Müşrik Allah Teâlâ’yı inkâr etmemiş, O’nu kabul ettiği gibi
yakınlık vesilesi edindiği putlara karşı üstünlüğünü de kabul etmiştir.
Cezalandırılanın hangi sebeple cezalandırılacağını ve ahiret hayatındaki
cezalandırmanın dünya hayatındaki cezalar gibi olduğunu bilirse, bu durum Allah
Teâlâ’nın varlığına imana etki etmeyeceği gibi büyüklüğün O’na ait olduğuna
inanmaya da tesir etmez. Allah Teâlâ herkesin nezdinde bütün şeylerden
büyüktür. Allah Teâlâ rahmetinin bir gereğiyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın
şiarlarını yücelten...’ Başka bir ayette
Allah Teâlâ’nın yasaklarını der. Şiarlar alametler demektir. Menasik ise Allah
Teâlâ’ya yaklaşma vesileleridir. Bütün bunlar ‘kalplerin
takvasından kaynaklanır.’ Bu da büyüklük ve azametteki ortaklıktan kaynaklanır ve bize
emredilen bir husustur. Müşrik ortak koştuğu şeyi Allah Teâlâ’nın büyüklüğü
nedeniyle yüceltmiştir, çünkü büyüklük ve azametin yaratıklara da yayıldığını
ve herkesin yaratılışta onu bulduğunu bilir.
Bununla birlikte müşrik kalbinden sadece
Allah Teâlâ’nın büyük olduğunu bilir.
Bu konudaki cezalandırma Allah Teâlâ’nın bir
izni olmadan belirli şahıslar hakkındaki davranışından kaynaklanır.
Başka bir ifadeyle müşrik bu adı o şahıslara
taşıdığı için cezalandırılır.
Yirmibeşinci
Sifir, c.XIII, Sh:194-200
Bilmediklerinden mi..
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
FutALLAH
TEÂLÂ’NIN GENİŞ RAHMETİNE GÜVENMENİN TEHLİKELİ YÖNLERİ
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ’nın
kulları ikiye ayrılır:
Bir kısmı
şeytanın üzerinde otoritesinin bulunmadığı kullardır. Böyle kullar ‘ihtisas’
kullarıdır. Onlar sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah Teâlâ’yı
duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘De
ki kesin delil Allah’a aittir.’ (En’am, 149) Kulların bir kısmı, Allah
Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil sahipleridir, çünkü Allah
Teâlâ ‘O arzusundan konuşmaz, onun konuştukları vahiydir’(Necm, 3-4)
buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve icabet edendir. Kulların geneli ise Allah Teâlâ’nın
peygamberine haklarında şöyle dediği kimselerdir:
‘Kullarım
sana beni sorduklarında, Ben onlara yakınını, dua edenin duasına karşılık
veririm.’(Bakara, 186) Burada Allah Teâlâ herhangi birini ayırmadan bütün
kulları kendisine izafe etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey kendilerine
zulmeden kullarım!’ (Zümer, 53) der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız
olmalarına rağmen Allah onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden umut
kesmeyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in
de Allah’ın ihsanından kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun rahmetinden umut kesmiş olsaydı,
günahlarına günah katılacaktı. Allah onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla
korkutmasını zikreder. İblis bize taşkınlığı emrederken Allah onun bizi
korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur,
çünkü Allah ona ‘Onlara vaatte bulun,(İsrâ, 64) diye emretmiştir. İblis,
kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah’ı tasdik ederken kuşkuyla
O’nun emrine bağlanır. Bu emir ‘Onlara vaatte bulun, (İsrâ, 64) ayetinde
belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini yerleştirmiştir.
Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret vaadinin
altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte onun
yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da
kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir
süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı
kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti
herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O
her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.
Zikredilen
bu kulları Allah Teâlâ kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek
şereftir. Böylece Allah Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi yasaklamış olduğu
‘haddi aşan kullar’ ile şeytanın otoritesinin nüfuz etmediği kulları kendisine
izafede birleştirmiştir. Allah söz konusu kullarını -herhangi bir vakit
belirlemeksizin- bütün günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle
bazı kullar için mağfiret öne geçerken bazı kullar için sonra gelir.
Sadece kul var ve O kolun Rabbi
Sadece rahim ve rahim (merhamet edilen) var
‘Rahim’
merhamet edilen demektir. Bu ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful
kalıbındadır. ‘Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur.'(Yunus,64) Bunlar
âlemin cevherleridir. Değiştirme onlardan değil, Allah’tan kaynaklanır. ‘Bir
ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benzerini getiririz.,(Bakara,
,156) Bir okumada ise biz onu unutursak şeklinde gelmiştir. ‘Onlar
günahlarını Allah’ın iyiliğe çevirdiği kimselerdir.,(Furkan, 70), ‘Kim Allah’ın
nimetini değiştirirse...,(Bakara, 211) Kastedilen nimet, daha önce Allah
Teâlâ'nın müjdelemiş olduğu mağfiretin herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine geldikten
sonra...‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu vardır. Cevapta
şöyle der: ‘Allah cezası şiddetli olandır.’ (Bakara, 211) Hâlbuki Allah nimetini değiştireni
cezalandıracaktır dememiştir. Allah gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani
cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah'ın nimetini kendisine
geldikten sonra değiştiren’(Bakara, 211) ayetini takdir edecek yoktur.
Nimeti değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha
hayırlı bir şeyle Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte
aittir. Veya benzeri bir nimet ile değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan
kaldırmak demek değildir. Sonra şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki
zannındayım. Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Her kim Allah’a karşı iyi
zanda bulunmazsa, emrine karşı çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten
daha bedbaht birisi olabilir mi? Bununla birlikte Allah onun (kendisine uyan)
kâfirden uzaklaşacağını söylemiş, onu âlemlerin Rabbi Allah’tan korkmak
özelliğiyle nitelemiştir.
Bir ayette ‘Allah’tan ancak âlim
kulları korkar’(Fatır, 28) buyrulur.
Sonra ayet ‘Allah Aziz ve Gafur’dur’(Fatır, 28)
diye tamamlanır. Yani
Allah, kendisiyle kulları hakkındaki genel mağfiretinin arasına perde teşkil
edecek bir şeyden etkilenmekten münezzehtir. Ayetteki isimler, mağfiret ve
bağışlamanın genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu
mağfiret, farklı tabakalarına göre günahkârlar için mutlak bir umuttur.
Kendisine geldikten sonra nimeti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab
olması ise bu nitelikteki birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona
ulaşarak değiştirdiği işte değiştirmenin -ona değil- Allah’a ait olduğunu bildirir.
Böylece ona ‘Her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu’(Yasin, 83) bildirir’.
Çünkü Allah Teâlâ burada ‘ikab’ kelimesine acı (elim) bitiştirmemiştir. Elem ve
acı ikaba ve azaba bitiştirilmediğinde, acı veren işin kendisinde, kelimenin
başka bir şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü sadece elemden korkulurken
bilhassa haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin kendisinde bulunduğu
doğanın gereği budur. Allah Kuran’da kullarına sayısız deliller vermiştir ki
bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın
kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah kullarına rahmeti böyle açmaz ve
zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah sana bilmediğini öğretti, O’nun
senin üzerindeki ihsanı büyüktür' (Nisa, 113) ayetinde belirtilir. İlahi
ihsan ancak günahkâr ve müsrifler hakkında büyük olabilir. İhsan sahipleri
hakkında ise ‘İhsan sahipleri üzerinde bir yol yoktur’(Tövbe, 91)
denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara doğrudan ve sebepsiz gelmiş, bu sayede de
onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah’ı görür gibi ibadet eden) olmuşlardır.
Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet, ihsan sahibi olmayanlarda kalmıştır.
‘Allah Teâlâ,
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [DÖRT YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM- ‘Kullarıma karşı
delilim yok, onlardan birine ‘niçin yaptın?’ desem, bana mutlaka ‘sen yaptın
der?’ Münazelesinin Bilinmesi .”]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ’NIN MEKRİ (ALDATMASI) SIRRI
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak)
günah işlerken nimetlerin art arda gelmesi, edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması,
emir ve tanım olmaksızın kerametleri göstermek karşılığında kullanırlar.
Bilmelisin ki, bize göre kulun aldatılması,
ameli gerektiren bir bilgiyle rızıklandığı halde bilgiyle amelden mahrumiyeti
demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir, fakat bu kez, ihlastan yoksun kalır.
Böyle bir durumu kendinden gördüğünde veya başkasında öğrendiğinde, böyle bir
insanın ‘aldatılmış’ olduğunu bilmelisin.
Altı yüz sekiz yılında Bağdat’ta
bir vakıa görmüştüm:
Göklerin kapılarını açmış, sağanak
yağmura benzeyen ilahi mekrin (Hakkın aldatması) hâzinelerine girmiştim. Bir
meleğin şöyle dediğini duydum:
‘Bu gece hangi tuzak ve mekr
inmiştir?’
Korkuyla uyandım. Ondan kurtulacak
bir çare aradım. Bu çareyi ancak meşru ölçüye göre bilgide bulabildim. Allah
İçime iyilik dileyerek, mekrin ve aldatmanın sıkıntılarından kendisini
kurtarırsa, elinden şeriat terazisini bırakmamalı ve sürekli halini
gözlemelidir. İşte korunmuş ve sakınılmış kimsenin hali budur.
Günah işlerken nimetlerin peş peşe gelmesi,
günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna yönelenlerde vardır. Onların arasından
aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların sayısını sadece Allah bilir ve bu
yaygın bir duruma dönmüştür. Edepsizlik yaparken halin sürmesi ise himmet sahiplerinde
görülür ve sayıları azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu
şehirlerde görmüştüm. Onlar, kurallarının dışına çıkarak Hak karşısında
saygısızlık yapmalarına rağmen, -Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarak- âlemde
etkin olan halleri devam etmekteydi. Bu nedenle, hakikat üzere olmasalardı
hallerinin değişeceğini zannederlerdi. Allah Teâlâ’nın
gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâla şöyle buyurur:
‘Bilmedikleri yönden onları aldatırız.’ (Araf,
182)
Başka bir ayette ise ‘Onlara mühlet veririm,
benim aldatmam sağlamdır.’ (Araf, 183)
Başka bir ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar
ise farkında değildir.’ (Neml, 50) ve ‘Onlar bir tuzak kuruyor, ben de tuzak
kuruyorum’ (Tarık, 15-16) buyrulmuştur. Burada (tuzak kurmak anlamındaki) kâde,
yekîdu yalanlık anlamı taşıyan fiillerden biridir. Bunun anlamı, Hak
niteliğiyle zuhur ettiği için, hak olmaya yakın olmasıdır. Öyleyse bu kelime
(kade-yekidu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze dönük olan seher
kelimesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana, (sihirden)
‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder. Bilgisizlikten Allah
Teâlâ’ya sığınırız!
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ tuzağını bilhassa
aldanandan gizlenmiştir, yoksa başkalarından gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların
farkında olmadığı yönden’(Araf, 182) demiştir. Burada zamiri ‘onlara aldatacağız’ (Araf,
182) ayetine döndürmüş ve şöyle demiştir. ‘Onlar
bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk onlar farkında değildir.’ (Neml, 50) buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak
kurdular’ fiilindeki zamirdir. Böylece Allah onlara olan tuzağı, farkında
değiller ilçen, kendisiyle nitelendikleri tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra
onları kendi tuzaklarına ilave bir durum aldatmıştır. Bazen Hakk’ın tuzağı ve
aldatması, aldatılan bazı insanları bedbaht yapar ki, bu, genel hakkında
böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir. Bu ise, ilahi bir hikmet
nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki ilahi tuzaktır. Buradaki
hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından güvende olmamasıdır.
Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette kınanmış ve şöyle
buyrulmuştur: ‘Allah’ın tuzağından sadece hüsrana uğrayan bir topluluk güvende
kalabilir. (Araf, 99)
‘Hüsrana uğrayanların ise ‘ticaretleri kendilerine kar vermez, doğruyu
da bulamazlar.’ (Bakara, 16)
En gizli ve örtülü ilahi tuzak, tevil
yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin isabet ettiğini kabul eden içtihat
ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere ve kesin bilgiye dayanarak Allah
Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri olamaz. Çünkü müçtehit, hüküm
koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz ise farklıdır. Çünkü bize göre
müçtehit, hüküm vermek üzere delil ararken ‘içtihat’ eder, yoksa kast edilenin
kendisinin zıddı olabileceği bir teville hükmü haberden çıkartmak üzere içtihat
etmez. Böyle bir şey mümkün ise, bu içtihat sahibi basiret sahibi değildir.
Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit ise, (gerçeğe ulaşması) tesadüf yoluyla
(olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak değil- iki sevap kazanır. Çünkü müçtehit,
(hükmü verirken) basirete sahip değildir. Hakikate ulaşamazsa, sadece doğruyu
arama sevabı kazanır ve payı eksilir. İşte bu, tevil yapan bu bilgine dönük Hakk’ın
gizli aldatmasıdır. Çünkü o, takva sahibi olduğunda, -kendisine Allah Teâlâ
öğrettiğinde- basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet edebilecek kimselerdendir.
Öyleyse genel hakkında ilahi aldatma, günahların
ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve ibadetlerle birlikte ise kesilmesi ve
dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada) ceza görmemektir. Böyle bir insan
Allah yolunun genel âlimlerinden biri ise, bu durumun insanın üzerinde
yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kaynaklandığım görür, ilahi hükümde tesir
ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin ilahi isimlere
hakkını vermek olduğunu görür.
Söz gelişi el-Gaffar, el-Gafur ve kardeşlerinin
günahlarda etkisinin olabileceğini görür. Günah işlemezse, dünya hayatında söz
konusu isimlere hakkını vermemiş olacağını düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık
yapan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar.’
(Zümer, 53) ayetinde delil getirir.
Nitekim o da böyle yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasında aklına gelmez,
günah işledikten sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu düşünce kendisini
günahtan alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede dince yasaklanan bir
işe dalmaktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah kaza ve kaderini uygulamak
istediğinde, akıl sahiplerinden akıllarını çekip alır. Kaza ve kaderini
uyguladıktan sonra ise, akıllarını iade eder.’ Artık bir kısmı ibret alır (ve
tövbe eder), bir kısmı ibret almaz.
Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘İnsanları
ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’ (Zariyat, 56)
Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir
kısmı ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere işlemesi
zorunlu değildir. Dolayısıyla akılları kendilerinde bırakılmış olsaydı,
işledikleri günahları işlemezlerdi. Günah işlemeye niyetlendiklerinde gördükleri
şey ilahi isimler olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük diyarında
haram diye isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse günahkâr
ilahi kahra karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak olur. Bu
haldeki bir insana nimetler art arda gelirse, bunun nefsinin gücü, himmetinin
etkisi ve Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden kaynaklandığını
zanneder. Allah Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddetle cezalandıran)
ismine etki edebileceği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim (gücü yettiği
halde bağışlayan) isminden, -ihmal değil- mühlet vermekten habersiz kalır.
Sahip olduğu ilahi ismin hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi sıradan
günahkârlar gibi harama düşmek istemeyen kimse aldatılmış değildir. Sıradan
insanların arasından günahkârlar, gaflet nedeniyle günah işler, günah işledikten
sonra ise pişmanlık duyar. Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma nedeniyle nimetlerin
sürekli gelişine karşı sabırlı davranmak, belalar ve sıkıntılar karşısında
sabırlı davranmaktan daha büyük bir iştir. Çünkü Allah kuluna şöyle der: ‘Hastalandım,
beni ziyaret etmedin.’ Bunu açıklarken de şöyle der: ‘Falan kulum
hastalanmıştı, sen ise onun ziyaretine gitmedin. Gitseydin, beni orada
bulurdun.’ Nitekim çölde susuz kalan insan da, serabın su olmadığı ortaya
çıktığında, (su zannettiği şeyin yanında) O’nu bulur. Böylelikle Hakk’a döner.
Nimetler ise böyle değildir. Çünkü nimetler, Allah Teâlâ’nın kendisini razı
olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan
perdeleyen en büyük perdelerdir.
Allah Teâlâ’nın seçkinleri (Havass)
aldatmasına gelirsek bu aldatma kendisinden meydana gelen edepsizliğe rağmen
halinin korunmasında gizlidir.
Bu, halden haz almak, onunla durmak, halin
sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya karşı şımarıklık ve halden
ayrılmayı istememektir. Allah Teala’nın peygamberine ‘De ki Rabbim! Bilgimi
artır’(Ta-Ha, 114) diye emredip de bunu bize duyurmasının yegane
nedeni, biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim diye,
bir uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya kendisine
özgü olduğunu belirtirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.
Halin nefiste bir hazzı ve tadı vardır. Bazı
nefislere bu halin meydana getirdiği hazdan ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece
bu durumun artmasını ister ve hallerin vergi olduğunu bilmez.
(Havas-sül Havas) Seçkinlerin
seçkinlerindeki aldatmaya gelirsek, herhangi bir emir veya sınırlama -ki sınır
onların ölçüsüdür- olmaksızın, kerametleri ve olağanüstü işleri göstermede
gizlidir.
Çünkü
nebilerin mucizelerini göstermesi zorunlu iken velilerin de kerametlerini
gizlemesi zorunludur. Bir veliye keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı
verildiğinde, aldatılan kimsenin derecesi başkasının derecesinden bir derece
eksilir. Hak bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda kerametleri
gösterme yolunu istemeyi yaratır.
Hâlbuki bunun payın eksilmesine yol açan ilahi
bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine onların elinde
gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah Teâlâ’ya itaat edeceğini, yok edici
günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları alışkanlıklarından
kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre, keramet göstermek,
kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu
nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden
kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu olduğunu düşünür.
Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah Teâlâ’nın velilere kerametleri
gizlemeyi farz kıldığından kendisini perdelediği gibi kendiliğinden Allah
Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için peygamberlere mucizelerini göstermeyi
emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir. O, sadece peygamberin
davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah Teâlâ’ya davet eder. Yoksa Allah
Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına meydana getirdiği bir dille insanları Allah
Teâlâ’ya davet etmez.
Şeriat, kendisini bilen âlimler nezdinde,
onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah Teâlâ’nın bildirdiği meşru hükümlere
göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir basirete sahiptir, Veli ise peygamberin
hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı gibi aynı zamanda
(kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet göstermenin bir
yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü peygamber, şeriat getirir
ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya konulan bazı hükümlerin hükmünü
kaldırır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan haber verdiği (iddiasında) doğru
sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve alamet göstermesi kaçınılmazdır.
Bu sayede peygamber, süresinin dolması nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle
ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır. Keramet göstermeye kalktığında veli,
kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise,
(kerameti gizleme emrini) yerine getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde
edeceği mertebeyi eksiltir. Öyleyse kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur.
Allah bizi işimiz hakkında basiret sahibi etsin ve bize makamımızın
gerektirdiği durumu aşırmasın.
Allah Teâlâ’dan istediğim şey,
katında en üstün veli adına gerçekleşen en üstün makamla bizi rızıklandırmasıdır.
Çünkü risalet ve nübüvvet kapısı kapalıdır. Âlim kişinin imkânsızı istememesi
gerekir.
İlahi bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve
ona dair bir istemek uygun değildir. Çünkü bu konuda bir şey isteyen kimse ‘soğuk
demiri döver.’ Çünkü böyle bir talep, bu konuyu bilen bir müminden kesinlikle
meydana gelmez. Yeli için velilik makamının ve (peygambere) uymanın
gerektirdiği şekilde basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir.
Nitekim peygamber de risalet ve teşri makamının gereği yönünden basiret üzere Allah
Teâlâ’ya davet eder.
Allah Teâlâ bizi tuzağından korusun ve bizi
eksik kimselerden etmesin. Allah bize dünya ve ahirette sürekli artış nasip
etsin.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [İKİ YÜZ OTUZ
BİRİNCİ BÖLÜM Mekr (Aldatma)]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ’NIN
SEÇTİĞİ ŞEYLER
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Zeki
insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü
seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk
bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah
Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.
Güzel isimlerden Allah Teâlâ
ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri,
feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden
Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın
günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı
seçmiştir.
Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki
mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden
Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ
birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü
duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan
bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i
mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden
doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını
(burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar
etmiştir.
Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki
çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın
hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ
irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve
reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını
ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
Allah Teâlâ’nın namazın sözlerinden ‘Allah
Teâlâ’ zikrini seçmesine gelirsek,
çünkü
Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle
buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise
daha büyüktür.’ Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile
oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden
secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan
namazın fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik
şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur.
Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir.
Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar
saptırmaya başlar.
Allah
Teâlâ gazaba karşı rahmeti seçti.
Rahmetin
fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı.
Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf
gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal
olursa o, düşer (yıkılıp gider).’ Böylece
gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet
de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve
gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur).
Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede
gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer.
Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle
insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir.
Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır.
Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah
Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın
dünya hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’
yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi.
Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle
zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu
nedenle ilahi gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü
verir.
Allah Teâlâ iki zıttan varlığı tercih etti,
çünkü
varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih
etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir.
İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi
götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle
ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.
Allah Teâlâ (olumsuzlamaya karşı) ispatı tercih etti.
İspat
kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ
onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün
olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir.
Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu
istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle
hızla varlığa koşmuştur.
Nurların arasından seçilen ışığa gelirsek, nurlar perdelerdir.
Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl
gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat
etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının
arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik,
izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından)
yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken
hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu
olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.
Allah Teâlâ Adem’in suretini tercih etti,
çünkü
Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini
ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti
üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler,
yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan
-onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir.
‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu
öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin
konusu ise O’nu bilmemektir.
Allah Teâlâ cedel ve diğer kanıtların arasından varlık kanıtını seçti.
Bu
kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı
sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile,
sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise,
metafizik bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına
yakındır.
Allah Teâlâ indirilmiş şeriatı seçti.
Bunun
nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir.
Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah
Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü,
derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir.
Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah
Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın
rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden
indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya
koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına
uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar
ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap
belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın doğru hareketi
tercihine gelirsek, Allah Teâlâ -kendi hakkında belirttiği gibi-doğru yol üzerindedir.
Allah
Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu,
kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana
özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah
Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki,
günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey
hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı
kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu
doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu
‘halife’ diye isimlendirdi.
Allah
Teâlâ güneşi seçmiştir, çünkü güneş bütün ulvî ve süflî aydınlık yıldızlara
yardım eder.
Bu
nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş,
Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (aleyhisselâm)
oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu
mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök,
mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında
olsa bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve
batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı
ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının
ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar,
bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına
güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o
talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.
Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemi seçmesinin nedeni ise,
diğer
insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve
itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su
arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir
haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin
kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık
tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış,
onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat
iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı askerlerdir.’ Allah
Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze
gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta gelenler ise,
burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük olanlar ya da
bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu konuda şu
dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı
askerlerdir .
Toplanma mertebesinde,
gözüken ve ayrılan
Orada tanışmış olanlar
birbiriyle uzlaşır
Birbirini tanımayanlar
ise burada ayrı düşer
Ahirette
herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik
iddiasında bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar,
uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi
tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini
öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri
öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’
verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün
yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi
şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı
mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Allah Teâlâ kadınlar içinden Meryem ve Asiye’yi seçti.
Bu
durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber
erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir,
kaybolmaz.
Allah Teâlâ ağaçların içinden Sidre’yi seçti.
Sidre,
kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun
altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle
örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi
bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin suretlerinden ortaya çıkar.
Böylelikle amelleri gizler, kimse onları betimleyemez. Eşyayı betimlemek,
sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller ise farklı farklıdır ve bir takım
mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün,
bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün
niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olanınkinden
farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz.
Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla
nitelemede onlara haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir
derecede değildir ve bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla
kimse, onları niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün
ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve
yıkayıcıdır. Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.
Allah Teâlâ evlerin içinden
Beyt-i mamur’u seçti,
çünkü
o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu
yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını
çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran
meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı,
yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar
ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu
doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu
araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların
tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın
her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise,
‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey
kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla
hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’
hükmü verilemez.
Hakk taşlar içinden Hacer-i evsedi seçti,
çünkü
onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi.
Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden
kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten
aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle
donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme
özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde
tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında,
kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli
bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu
gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da Allah
Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum. Allah
Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Allah Teâlâ insandan kalbi seçti.
Kalp
Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün
ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması
nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı
arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle
birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi
verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında
gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir
rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü
Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal ile de
saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği
gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle
rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey kendilerine
karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’
Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı
halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran,
Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları bağışlar.’ Bu,
nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine
şirk koşulmasını bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk
şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde
hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin
değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı,
cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz
konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre
döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir
cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse
herkesin rahmete ulaşması zorunludur.
Allah Teâlâ olguların içinden toplanmayı seçti,
çünkü
toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub,
kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi
isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.
Allah Teâlâ renklerden beyazı seçti.
Çünkü
bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı,
kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle
varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu
gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise
aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini
verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki
haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise
doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir.
Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.
Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,
çünkü
melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir.
Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O,
hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet
ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında
‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş ehli olan
cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli olan cennetlikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle
nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.
Allah Teâlâ bineklerden Burak’ı seçti,
çünkü
Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde
toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları
öyledir.
Allah Teâlâ Arefe günü duasını seçti.
Bu
dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde
huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.
Allah Teâlâ surelerden ‘De ki, Allah Teâlâ birdir’ (ihlas) suresini
seçti.
Çünkü
bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi
bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin
bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir
bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların
birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile
irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep
ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü
gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ
isminden Ahir’i talep eder.
Bu
surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim.
Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların
birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’
Allah Teâlâ ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi seçti.
Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur.
Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette
bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ
O’ndan başka ilah olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve
olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu
ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O,
kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her
şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla
çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an
bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir.
‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah
Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat
eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun
nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah
Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her
şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat
edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat
edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları
durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir.
‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir.
‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil!
‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve
süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz
konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli
yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından
kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu
ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure, isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın
zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim
açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında
gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı
şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla
kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar,
irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu
nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.
Allah Teâlâ Kuran’dan Yasin’i seçti,
çünkü
bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad
harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e
(Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona
ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi,
canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye
başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz
konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı.
Soğuk hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa
çıktığında önce onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde
eline üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde
bulunduğu ilahi şe’nler, bu burca aittir.
Allah Teâlâ sözden Kuran’ı seçti.
Çünkü
Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama,
çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de)
ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini seçti.
Çünkü
bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.
Allah
Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek
son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer
aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden
dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret
esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.
Allah Teâlâ mekânlardan cenneti seçti.
Orası
mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan
yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden
gizler.
Allah Teâlâ görmeyi seçti,
çünkü o
gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet
edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •
Allah Teâlâ sayılardan doksan dokuzu seçti,
çünkü
o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya getirendir.
‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan
kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından
öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’
Allah Teâlâ ibadetlerden farzları seçti.
Çünkü
farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır.
Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını
sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz
önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’
olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde
yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun
niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir
daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği
olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz
nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah
Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun
kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi
kutsi haberlerde bildirilen sözleri söylemezdi.
Allah Teâlâ zamanlardan kadir gecesini seçti.
Çünkü
eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle
kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi
gibi örtünür.
Allah Teâlâ günlerin içinden Cuma gününü seçti,
çünkü
onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise,
nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür.
Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir
saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya
yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya
bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi
işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o
ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi
zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında
(nî şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu
olarak enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye
nun’una harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle
‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana
(ke)’ zamiri konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve
ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun
varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan
(vikaye) başka bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı
Yaratan’ın niteliğinden ona ait
Mertebeden de; o daim ve baki olandır
Allah Teâlâ sıralı olarak üç asrı (ve nesli) seçti.
Bunların
ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı
dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına
şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla
geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz
konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.
İşte
bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır
daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der:
‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih
nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni
(sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der.
Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra
bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye
sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’
Peygamber
buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur.
İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en
hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih
nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin
zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni
görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz.
Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim
asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe
benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar
‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik
ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.
Allah Teâlâ orucu tercih etmiştir,
çünkü
Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman
gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda
oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’
ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki
bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih
Allah Teâlâ’ya ait olabilir.
Ayların içinden Ramazan’ı seçti.
Bunun
nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle
senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan
saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını
sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi
senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize göre, ayların
en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce,
Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır.
Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer,
Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin
sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime
göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak
öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.
Unsurlardan suyu tercih etti.
Çünkü
her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile
öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek),
en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka
şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en
büyük unsurudur.
Feleklerden Arş’ı seçti,
çünkü
Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felekler
içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş,
ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği, yani
ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması
yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu
durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü gölder
ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm
gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.
Allah Teâlâ kullardan melekleri seçti,
çünkü
onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara
göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun
nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.
Allah Teâlâ yerlerden Amâ’yı seçti.
Amâ,
âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri
yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış,
onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar,
Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal
olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı
iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her
nerede olursak bizimle beraberdir.
Allah Teâlâ insanlardan resulleri seçti.
Bunun
nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları
kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler
vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu
bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir
bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah
Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle
delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı
bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise,
zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara
tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce
deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey
yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait
bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı
bilgileri tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler,
Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle
ilgilidir.
Allah Teâlâ isimlerden Allah Teâlâ ismini seçti.
Onu
kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının
nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin
niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir
zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve
harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o
isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın
olamayacağını kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek
hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve basiretle bakmaktan
habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler,
Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah
Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu
taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları
içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar,
kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı
olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen
varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla
sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır.
Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme,
birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece olmasıdır.
Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın
üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize
bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ
ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!
Sünnetler
akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve
yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.
Ey
Allah Teâlâ’nın kulları!
Kitabında
ya da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk
ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız.
Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da
çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik
ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve
Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade
etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız
hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili
hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl
haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği
işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu
konudaki bilgisinde Kitap ve Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen
hususlara inanmak zorundayız. Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak
etsin. Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İçindekiler
ALLAH TEÂLÂ’NIN
SEÇTİĞİ ŞEYLER
Allah Teâlâ’nın namazın sözlerinden ‘Allah Teâlâ’
zikrini seçmesine gelirsek,
Allah Teâlâ gazaba karşı rahmeti seçti.
Allah Teâlâ iki zıttan varlığı tercih etti,
Allah Teâlâ (olumsuzlamaya karşı) ispatı tercih etti.
Nurların arasından seçilen ışığa gelirsek, nurlar
perdelerdir.
Allah Teâlâ Adem’in suretini tercih etti,
Allah Teâlâ cedel ve diğer kanıtların arasından varlık
kanıtını seçti.
Allah Teâlâ indirilmiş şeriatı seçti.
Allah Teâlâ güneşi seçmiştir, çünkü güneş bütün ulvî ve
süflî aydınlık yıldızlara yardım eder.
Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellemi seçmesinin nedeni ise,
Allah Teâlâ kadınlar içinden Meryem ve Asiye’yi seçti.
Allah Teâlâ ağaçların içinden Sidre’yi seçti.
Allah Teâlâ evlerin içinden Beyt-i mamur’u seçti,
Hakk taşlar içinden Hacer-i evsedi seçti,
Allah Teâlâ insandan kalbi seçti.
Allah Teâlâ olguların içinden toplanmayı seçti,
Allah Teâlâ renklerden beyazı seçti.
Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,
Allah Teâlâ bineklerden Burak’ı seçti,
Allah Teâlâ Arefe günü duasını seçti.
Allah Teâlâ surelerden ‘De ki, Allah Teâlâ birdir’
(ihlas) suresini seçti.
Allah Teâlâ ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi seçti.
Allah Teâlâ Kuran’dan Yasin’i seçti,
Allah Teâlâ sözden Kuran’ı seçti.
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini
seçti.
Allah Teâlâ mekânlardan cenneti seçti.
Allah Teâlâ sayılardan doksan dokuzu seçti,
Allah Teâlâ ibadetlerden farzları seçti.
Allah Teâlâ zamanlardan kadir gecesini seçti.
Allah Teâlâ günlerin içinden Cuma gününü seçti,
Allah Teâlâ sıralı olarak üç asrı (ve nesli) seçti.
Allah Teâlâ orucu tercih etmiştir,
Ayların içinden Ramazan’ı seçti.
Allah Teâlâ kullardan melekleri seçti,
Allah Teâlâ yerlerden Amâ’yı seçti.
Allah Teâlâ insanlardan resulleri seçti.
Allah Teâlâ isimlerden Allah Teâlâ ismini seçti.
Zeki
insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü
seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün
varlıklarda böyle yapmıştır. Allah
Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.
Güzel isimlerden Allah Teâlâ ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri,
kulların içinden melekleri, feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan
Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini,
amellerden de farzı seçmiştir.
Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki
mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden
Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ
birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü
duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan
bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i
mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden
doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını
(burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar
etmiştir.
Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki
çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın
hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ
irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve
reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını
ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.
çünkü Allah
Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten
alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’ Namaz
bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı
zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine
gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın
fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın
hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık,
tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ,
ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya
başlar.
Rahmetin
fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı.
Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf
gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal
olursa o, düşer (yıkılıp gider).’
Böylece gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete
yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete
düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir
sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf
rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş
ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet
vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de
hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve
onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte
bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah
Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın
dünya hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’
yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi.
Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle
zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu
nedenle ilahi gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü
verir.
çünkü
varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih
etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir.
İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi
götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle
ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.
İspat
kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ
onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün
olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir.
Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu
istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle
hızla varlığa koşmuştur.
Hz.
Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl
gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir.
Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının arasından
seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik, izzet,
kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek
iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken hükümlerinin
kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı,
Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.
çünkü
Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini
ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti
üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır.
Gökler, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise onu
üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir.
‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu
öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin
konusu ise O’nu bilmemektir.
Bu
kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı
sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile,
sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise,
metafizik bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına
yakındır.
Bunun
nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir.
Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah
Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü,
derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir.
Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah
Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın
rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden
indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya
koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına
uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar
ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap
belirlenmiştir.
Allah Teâlâ’nın doğru hareketi tercihine gelirsek, Allah Teâlâ -kendi
hakkında belirttiği gibi-doğru yol üzerindedir.
Allah
Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu,
kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana
özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah
Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki,
günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey
hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı
kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu
doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu
‘halife’ diye isimlendirdi.
Bu
nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş,
Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris
(aleyhisselâm) oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini
bildirmiştir. Bu mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından
kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan
ise -dördüncü gök altında olsa bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle
yüksektir. Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o
ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi,
türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve
gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu
varlıklardan her biri adına güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır.
Bu talep, varlıkları o talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.
Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçmesinin nedeni ise,
diğer
insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve
itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su
arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir
haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin
kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık
tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış,
onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat
iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı
askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır.
Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta
gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük
olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu
konuda şu dizeleri söyledim:
Kalpler sıralı
askerlerdir .
Toplanma mertebesinde,
gözüken ve ayrılan
Orada tanışmış olanlar
birbiriyle uzlaşır
Birbirini tanımayanlar
ise burada ayrı düşer
Ahirette
herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında
bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar,
uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi
tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini
öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri
öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’
verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün
yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi
şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı
mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.
Bu
durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber
erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir,
kaybolmaz.
Sidre,
kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun
altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin
nurlarıdır-diledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha
önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin
suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları
betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller
ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri
sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir
kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın
niteliği daha aydınlık olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları,
herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı
bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara haklarını vermemiş
olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve bu nurlar, onları
örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları niteleyemez. Onlar,
böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri
onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır. Kirazları iricedir,
şehiderin ruhları ondan beslenir.
çünkü
o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu
yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını
çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran
meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı,
yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar
ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu
doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu
araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların
tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın
her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise,
‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey
kendi hakikatinin dışına çıkmaz.
Dolayısıyla
hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’
hükmü verilemez.
çünkü
onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi.
Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden
kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten
aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle
donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme
özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde
tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında,
kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli
bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu
gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da
Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum.
Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.
Kalp
Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün
ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması
nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı
arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle
birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi
verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma
esnasında gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa
ulaştırabilir-bir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir.
Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal
ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta
değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi
nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir:
‘Ey kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’
Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı
halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit
kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran,
Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları bağışlar.’ Bu,
nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu ifadeyle ‘Allah Teâlâ
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz’
ayetini uzlaştırırız. Hakk şirki dilediği şekilde
cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde hüküm verir. Bu
durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin değişmesiyle ilgili) başka
sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı, cezalandırmadan sonra
bağışlanır. Söz konusu kimseler,
müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat
ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir
cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse
herkesin rahmete ulaşması zorunludur.
çünkü
toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub,
kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi
isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.
Çünkü
bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı,
kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle
varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu
gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise
aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini
verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki
haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise
doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir.
Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.
Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,
çünkü
melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir.
Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O,
hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet
ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında
‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin
–anlarsan-‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli
olan cennetlikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle
nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.
çünkü
Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde
toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları
öyledir.
Bu
dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde
huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.
Çünkü
bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi
bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin
bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir
bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların
birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile
irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep
ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü
gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ
isminden Ahir’i talep eder.
Bu
surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim.
Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların
birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah
Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’
Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur.
Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette
bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ
O’ndan başka ilah olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve
olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu
ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O,
kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her
şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla
çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an
bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir.
‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah
Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat
eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun
nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah
Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her
şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat
edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat
edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları
durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir.
‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir.
‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil!
‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve
süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz
konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli
yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından
kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu
ariflerin kalplerinde Yücedir.
Bu sure, isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın
zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim
açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında
gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı
şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla
kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar,
irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu
nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.
çünkü
bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad
harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e
(Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona
ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi,
canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye başlamasıdır.
Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz konusu
nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava,
dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce
onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde
bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi
şe’nler, bu burca aittir.
Çünkü
Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama,
çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de)
ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.
Çünkü
bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.
Allah
Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek
son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer
aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden
dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret
esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.
Orası
mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan
yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden
gizler.
çünkü
o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet
edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •
çünkü
o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya
getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan
kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından
öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’
Çünkü
farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır.
Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını
sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz
önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’
olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde
yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun
niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir
daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği
olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz
nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah
Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun
kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi
kutsi haberlerde bildirilen sözleri söylemezdi.
Çünkü
eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle
kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi
gibi örtünür.
çünkü
onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise,
nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür.
Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir
saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya
yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya
bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi
işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o
ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi
zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında
(nî şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu
olarak enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye
nun’una harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle
‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’
zamiri konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:
Vikaye nun’una benzemez
Varlıkta oruçtan ve
ahlâktan başkası
Fütüvvet ve isar onun
varlığıdır
Lafızda, koruyucu’dan
(vikaye) başka bir şeyimiz yok
Varlığın yarısı
Yaratan’ın niteliğinden ona ait
Mertebeden de; o daim ve baki olandır
Bunların
ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı
dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına
şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla
geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz
konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.
İşte
bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır
daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle der:
‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih
nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni
(sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der.
Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra
bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye
sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’
Peygamber
buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur.
İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en
hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih
nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin
zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni
görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz.
Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim
asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe
benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar
‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik
ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.
çünkü
Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman
gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda
oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’
ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki
bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih
Allah Teâlâ’ya ait olabilir.
Bunun
nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle
senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan
saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını
sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi
senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize göre, ayların
en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce,
Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır.
Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer,
Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin
sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime
göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak
öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.
Çünkü
her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile
öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek),
en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka
şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en
büyük unsurudur.
Feleklerden Arş’ı seçti,
çünkü
Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş,
felekler içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse
Arş, ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği,
yani ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması
yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki
her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu
durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü
gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış
düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.
çünkü
onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara
göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun
nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.
Amâ,
âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri
yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış,
onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar,
Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal
olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı
iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her
nerede olursak bizimle beraberdir.
Bunun
nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları
kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler
vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu
bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir
bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah
Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle
delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı
bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise,
zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara
tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya
yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce
deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey
yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait
bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri
tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah
Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle ilgilidir.
Onu
kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının
nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin
niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir
zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve harfler
âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o isimle
isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın olamayacağını
kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.
Böylece Allah
Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve basiretle bakmaktan
habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler,
Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah
Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu
taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları
içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar,
kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı
olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen
varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla
sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır.
Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme,
birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece
olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın
üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize
bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ
ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!
Sünnetler
akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve
yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.
Ey
Allah Teâlâ’nın kulları!
Kitabında
ya da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk
ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız.
Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da
çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik
ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve
Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade
etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız
hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili
hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl
haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği
işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu
konudaki bilgisinde Kitap ve Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen
hususlara inanmak zorundayız. Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak
etsin. Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.
Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ALLAH TEÂLÂ’NIN VASITASIYLA ZENGİN OLAN O’NA MUHTAÇTIR
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Fakir diye Allah Teâlâ’ya nispet
edilmek, zengin diye nispet edilmekten üstündür. Çünkü zenginlik Hakk’ın
zatıyla yaratıkların arasındaki ilişkiyi ortadan kaldıran zâtî bir niteliktir.
Her talep, bir münasebet ve ilişkiye imkân verir, çünkü mevcut olan,
arzulanmaz. Dolayısıyla talep ve istek, talep esnasında sahibinde bulunmayan
bir şeyle ilgilidir. Bu nedenle talep, yokluğa -ki madum demektir- ilişebilir.
Bununla birlikte talep edilen şey, var olan bir varlıkta bulunabileceği gibi
var olmayan bir şeyde de bulunabilir. Âlemde sadece talep eden vardır.
Dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır.
Fakirlik başkalarında bulunmayan
bir özellikle diğer niteliklerden ayrılır. Bu özellik, onun madum (yok olan) ve
mevcudun niteliği olmasıdır. Her olumlu nitelik, bir mevcutta bulunmalıdır.
Bakınız! Mümkün, yok iken bir tercih edene muhtaçtır. Var olunca
bu kez varlığını sürdürmede ve korumada muhtaçtır. Dolayısıyla mümkün, hem
varlık hem yokluk halinde ‘fakir’ kalmayı sürdürür. Öyleyse
fakirlik, hüküm bakımından makamların en genişidir. Bu nitelikten kazanılmış olan ise,
özel bir izafettir. Bu ise -başkasına değil- Allah Teâlâ’ya muhtaçlıktır ki, bununla
Allah Teâlâ övülür. Bu muhtaçlık, insanı mutlu eder ve kendisini Allah Teâlâ’ya
yaklaştırır. Bu izafette ise, insanda yaratılmış olan her nitelik ona ortaktır.
Örnek olarak cimrilik, hırs, haset, aç gözlülük gibi göreli olarak
ve yerine göre üstün-değerli ve değersiz ve düşük olan nitelikleri verebiliriz.
Hükümdarların yoksunluğundan daha
büyük bir yoksulluk yoktur. Çünkü hükümdar, askerlere olduğu kadar yönetimini
ayakta tutmasını sağlayacak kimselere de muhtaçtır. Hükümdar, bu adı onun için
koruyacak yönetim ve mülke muhtaçtır.
Sultan Selahaddin
Yusuf b. Eyyub’a (ra.) 581 senesinde Ebu’l- Kamil el-Müneccim, ulaştığı her
yeri toza çevirecek büyüle bir fırtına çıkacağını söylemiş. Bazı arkadaşları
fırtına gecesi saklanacağı güvenli bir yer bulmasını tavsiye edince, hükümdar
şöyle demiş: Fakat insanlar ölecek, öyle mi?’ ‘Evet’ diye cevap verdiklerinde
şöyle demiş: ‘İnsanlar ölürse, ben kime hükümdar ya da sultan olacağım?
Hükümdarlık gittikten sonra, hayatta ne iyilik kalır ki? Bırakın beni
de, hükümdar olarak öleyim. Yemin olsun ki, dediğinizi yapmayacağım.’
Bunun ne kadar güzel bir söz
olduğuna bakınız! Her izafi varlık -bunun farkında olmasa da- yoksundur. Onu
fark etse bile, ‘yoksulluk’ denilen şey olduğunu bilemez. Yoksunluğun durumu
böyle olunca, Allah Teâlâ’ya -ki her şeyin melekûtu O’nun elindedir- muhtaçlık,
sabit ve mevcuttur. Bu nedenle Allah ‘Onların sözlerini yazacağız’ (Al-i İmran, 181)buyurdu. Yani,
onu zorunlu kılacağız. Başka bir ifadeyle onlar, yoksulluğun kesinlikle
şikâyette bulunmayacakları zorunlu bir nitelik olduğunu anlayacaklardır.
Hâlbuki onlar ‘Biz zenginiz’ (Al-i İmran, 181) demişlerdi.
Çünkü onlar, gerçekte yoksul olduklarından perdelenmiş, bu nedenle de kâfir
olmuşlardır. Onlar, zevk yoluyla öğrendikleri ve inkâr edemeyecekleri bir
durumu örtmüşlerdir. Sussalar bile, halleri onları yalanlar. Böylelikle zengin
olmadıkları halde ‘biz zenginiz’ (Al-i İmran, 181)derler. Onlar, ‘Kuşkusuz Allah fakirdir’ (Al-i İmran, 181) der. Hâlbuki
Allah, zatı yönünden fakir değildir. O, âlemlerden müstağnidir. Bu kitabın pek
çok yerinde Allah’ın âlemlerden müstağni olmasının anlamı zikredilmiştir. Bu
ifade ‘Allah zengindir’ (Al-i İmran, 181) ayetinin
benzeri olmadığı gibi ‘Allah zengindir, siz yoksulsunuz’(Muhammed, 38)ayetine de benzemez.
Yoksulluğun bu kadar yaygın
olduğunu öğrenince, onu herkes için ve her durumda dikkate almalısın.
Yoksulluğunu -herhangi bir belirleme olmaksızın- kayıtsız anlamda Allah
Teâlâ’ya bağla! Binaenaleyh Allah (senin maslahatını bilmede) senin için daha
uygundur. İsteğini belirlemekten kendini geri tutamazsan bile, -belirlemiş
olmakla birlikte- en azından yoksulluğunu Allah Teâlâ’ya bağlamaya çalış!
Allah Hz. Musa’ya şöyle vahyetti:
‘Ey Musa! Benden
başkasına ihtiyaçlarını sunma. Hamuruna katacağın tuzu bile benden iste.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın Musa’ya
öğretmesidir.
Rüyamda Allah’ı gördüm. Bana şöyle
diyordu:
‘İşlerinde beni vekil edin.’ Ben de O’nu vekil ettim. Artık
sadece Allah Teâlâ’nın korumasını gördüm ve bu nedenle O’na hamd olsun. Allah,
bizi kendisine muhtaç olanlardan etsin! Çünkü Allah sayesinde Allah Teâlâ’ya
muhtaç olmak, zenginliğin ta kendisidir. Çünkü Allah, zengindir ve sen O’na
muhtaçsın. Dolayısıyla sen O’nun sayesinde âlemlerden müstağnisin. Bunu
bilmelisin!
‘Allah Teâlâ,
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM- Allah Teâlâ’nın
Vasıtasıyla Zengin Olan O’na Muhtaçtır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz,
Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah,
melekleri ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri Allah’tan başka ilâh
olmadığına tanıklık etti. O aziz ve hakimdir.’ (Âl-i imran 3/18) Ardından şöyle
buyurdu: ‘Allah katında din İslâm’dır.’ (Âl-i imran 3/18) Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurdu:
'İslâm, Allah’tan başka ilâh
olmadığına ve Muhammed’in onun elçisi olduğuna tanıklık etmendir.’ Allah Teâlâ,
âyette ‘ilim sahipleri’ demiş, ‘iman sahipleri’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın
birliğine tanıklığı, bir haberden kaynaklanmaz ki iman olsun. Bu nedenle bir konuda
tanıklık, ancak bilgiden meydana gelebilir. Aksi halde, tanıklık geçerli
olmazdı.
Ardından Allah, melekleri ve bilgi
sahiplerini ‘ve’ edatıyla kendisine atfetmiştir. ‘Ve’, [ilgili olduğu hususta]
ortaklık gerektiren bir edattır.
Burada ise, kesin tanıklıkta
ortaklık söz konusudur. Sonra, onları da imana değil, bilgiye izafe etti.
Buradan, [Haktan gelen] bildirim yolundan değil, nazarî veya zorunlu bilgi
yolundan tevhidin [bilgisini] elde edenleri kastettiğini öğrendik. Adeta Allah
şöyle demiştir: Melekler, tecelliden doğan zorunlu bilgiyle benim birliğime
tanıklık etmiştir. Bu tecelli, onlara bilgi vermiş ve onlar için kanıtlardaki
doğru düşüncenin yerine yerleşmiştir. Böylece benim birliğime tanıklık etmişlerdir.
Nitekim ben de tanıklık ettiğim gibi bilgi sahipleri de kullarıma
yerleştirdiğim aklî düşünceyle [birliğime] tanıklık etmiştir.
Allah Teâlâ imanı ise, bilginlerin
ardından ikinci mertebede bilginin ardından getirdi. İman, mutluluğa ulaşmada
zorunlu unsurdur. Çünkü Allah, bize inanmayı emrettiği gibi kendisini bildiren
Allah olduğu için biz de onu ‘ilim’ diye isimlendirdik. Allah, şöyle buyurur: ‘Allah'tan başka
ilâh olmadığını bil.’ (Muhammed 47/19) Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘O'nun tek ilâh
olduğunu biliniz .’(İbrahim 14/52) Bu âyet, İbrahim suresinin sonunda mertebeleri
taksim eden bir âyettir. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, sahih
bir hadiste şöyle buyurur: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölen
insan cennete girmiştir.’ Hadiste ‘iman ettiği halde’ denilmedi. Çünkü iman
habere bağlıdır. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Peygamber
göndermedikçe azap etmeyiz.’ (el-isra 17/15)
Allah Teâlâ’nın ‘fetret’
dönemlerinde yaşamış ve bilgi yoluyla Allah Teâlâ’yı birlemiş kimi kullarının olduğunu öğrendik.
Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce peygamberlerin daveti genel
olmadığı için, bütün zamanlarda yaşayan insanlar inanmak zorunda değildi. Bu
ifadeyle ise âyet, ister mümin olsun ister olmasın Allah Teâlâ’nın birliğini
bilen herkesi içermiştir. Burada mümin, habere inanması bakımından değil,
kesin bilgi ifade eden bir doğru haber olması yönünden Allah Teâlâ’nın birliğini bilmeyenlerdir.
……………………………..
Peygamber gelip önünde Allah
Teâlâ’yı bilenleri ve bilmeyenleri bulduğunda
hepsine birden şöyle der: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını söyleyiniz.’
Buradan peygamberin Allah Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi sahibi olmayan
müşrikler için de bir öğretmen olduğunu öğrendiğimiz gibi bu söz ile
peygamberin Allah Teâlâ’yı [varlığını]
ve O’nun birliğini bilenler için bu bilgiyi telaffuzun zorunlu olduğunu, bu
telaffuzun onların kanlarını dökülmekten, mallarına el konulmaktan ve zürriyetlerini
esaretten kurtaracağım öğreten olduğunu öğrendik. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah'tan başka ilâh
yoktur’ deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyleyince, İslâm’ın
hakkının dışında, benden kanlarını ve mallarını kurtarırlar. Hesapları ise
Allah’a kalmıştır.’ Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘öğreninceye
kadar’ demedi. Çünkü onların içinde zaten bunu bilenler vardı.
Dünyada hüküm bilgiye değil söze
aittir. ‘Sırların ortaya çıkarılacağı günde hüküm ise’ söze değil bilgiye ait
olacaktır. [Kelime-i tevhit] Bu ifadeyi dünyada bilen, inanan, iki yüzlü -ki ne
mümindir ne de bilen- söyler. Bu ifadeyi söyleyince, dünya ve ahirette
üzerlerinde bulunan hakların dışında, kanlarını ve mallarını kurtarmış olurlar.
Ahirette ise, ‘hesapları Allah'a kalır.’ Bunun nedeni, onların içinde
ikiyüzlülerin ve üzerinde kul hakkı olan kimselerin bulunmasıdır. Dünyada ise,
saptanmış cezalar nedeniyle hesapları Allah’a kalmıştır. Çünkü ‘Allah’tan
başka ilâh yoktur’ demek, dünyada ve ahirette bu hakları düşürmez. Hesaplarının
Allah’a kalması ise ahirettedir. ‘O gün Allah
peygamberleri toplar ve kendilerine der: Size nasıl karşılık verildi’(el-Maide,
109) Peygamberler, hal deliliyle, sorulan şeyin kalplerle verilen
cevapla ilgili bir soru olduğunu anlar. ‘Bizim bir
bilgimiz yoktur, derler.’ (el-Maide 5/109) Başka bir ifadeyle, biz kalpleri bilemeyiz. ‘Sen
bilinmeyenleri en iyi bilensin.' (el-Maide 5/109) Bu ifade,
söylediğimiz durumu destekleyen ve pekiştiren bir delildir.
Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem el-Melik isminden [hareketle] şöyle buyurur: ‘İslâm
beş şey üzerine kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya dönüştürmüştür. ‘Allah'tan
başka ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin kalbi budur. ‘Muhammed'in O'nun
peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapının teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ
yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘oruç tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka
taraftır.
Belki de, ön taraf [oruç değil]
namazdır. Çünkü namaz, nurdur. Namaz, hükümdarı perdeler. Bir rivayette şöyle
bildirilmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın perdesi
nurdur.’ Zekât ise, sağ taraf olur. Çünkü zekât, sahip olunan mülkü elden
çıkarmak için güce ihtiyaç duyan bir harcamadır. Hac ise, sol taraftır. Çünkü
hacda infak ve verme ameli vardır. Böylece hac, sadaka ve hediye olmada
zekâtla birleşir. İkisi de mülkiyet amelidir. Oruç ise, arkada bulunur. Çünkü
arka, önün zıddıdır. Oruç bir aydınlıktır. Çünkü sabır aydınlıktır. Aydınlık
ise, nurdur. Öyleyse dengeyi sağlamak için orucun arkada' bulunması daha
uygundur. Çünkü sonradan gelen, öncekinin izinden yürür.
Kıyamet günü Hakkın ‘gelmesi’ de
böyle olacaktır. İman, kıyamet günü hükümdar suretinde bu nitelikte gelir. ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ diyenler kalpte, namaz kılanlar önde, zekât verenler -ki
sadaka demektir- sağda, hacca gidenler solda, oruç tutanlar ise arkada
bulunur. Allah bizi evinin yapısını bu esaslara göre kuran kimselerden eylesin!
Allah Teâlâ’nın evi imandır. Bu evin sınırı kıble tarafından (yani güneyden)
namaz, kuzeyden oruç, batıdan gizli verilen sadaka, doğudan ise hacdır. Böyle
bir evin oturanı ise, hiç kuşkusuz mutludur!
‘Allah'tan başka ilâh yoktur’, bir
olumsuzlama ve olumlama ifadesi olduğu gibi peygamberlerin söylediği en üstün
cümle de budur. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
‘Duaların en faziletlisi, Arefe
günü yapılan duadır.’ Burada Allah
Teâlâ’yı bilenlerin duasına bir işaret
vardır. ‘Ben ve benden önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle ise
‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ cümlesidir.’ Hadis, anlam ve rivayet zinciri
bakımından sahih bir hadistir.
Olumsuzlamanın sabit (var olan)
bir şey hakkında olup onu olumsuzlaması gerekir. Sabit olmayan -ki olumsuz
demektir- bir şey hakkında olumsuzlama, onu olumlar. Çünkü olumsuzun
olumsuzlanması, olumlama demektir. Nitekim yokluğun yokluğu varlıktır. Öyleyse
‘La-ilahe, ilah yoktur’ derken kişi neyi olumsuzlar?
Size sorduk, bize cevabını söyleyiniz?
Öte yandan, olumlanan şeyin hükmü
de olumsuzlanan şeyin hükmüyle bir midir?
Başka bir ifadeyle, ancak
olumsuzlanan şey mi sabit olabilir?
Yoksa olumlanan şeyin hükmü,
olumsuzluğun hükmünden ayrışmasını sağlayacak şekilde, başka bir şey midir?
Acaba, olumsuzlayan neyi
olumsuzlamıştır, olumlayan neyi olumlamıştır?
Allah Teâlâ’nın izniyle, bütün bunların araştırılması gerekir.
[Kelime-i tevhitteki] Olumsuzlama,
ilahlıkla nitelenip kendilerine ilahlık nispet edilerek ‘ilahlar’ denilen bazı
yaratıkların dış varlıkları hakkında gelmiştir. Bundan dolayı Hz. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini tek ilâh Allah'a davet ettiğinde,
müşriklerden şaşıranlar olmuştur. Allah Teâlâ, böyle bir müşriğin şöyle
konuştuğunu bildirir:
‘İlahları tek bir
ilâh mı yapacak? Tuhaf bir iş!’ (Sâd 38/5) Çünkü onlar, söz konusu
şeyleri icat etmiş ve böyle bir niteliğe sahip olmadıkları halde onları ilâhlar
diye isimlendirmişti. Öyleyse olumsuzlama, gerçekte öyle olmasa da, insanların
inancına göre [ilah sayılan] bu şeylerle ilişkilendirilen ilahlığa yöneliktir,
yoksa burada ilahlığın. olumsuzlanması söz konusu değildir.
Çünkü Şâri (şeriatı ortaya koyan)
Allah Teâlâ, olmayan bir şeyi olumsuzlasaydı, hiç kuşkusuz bu durum, müşriğin
zannettiği şeyin olumlanması anlamına gelirdi. Halbuki Şari Teala, müşriğe
şöyle der: ‘Söylediğin bu hüküm, doğru değildir.’ Başka bir ifadeyle gerçek,
zannettiğin gibi değildir. Bir ilâhın olması ise, zorunludur. Kuşkusuz
[müşriklerin var saydığı] ilahlardaki çokluk, olumlama edatıyla reddedilmiştir.
Bu edat, ‘illa’ ifadesidir. Onlar, olumlama edatından sonra zikredilen şey
haklarıda bu nispeti olumlamışlardır. Zikredilen ise, Allah diye
isimlendirilendir. Böylece şunu demişlerdir: ‘[Müşriklerin
ilahlık nispet ettiği] İlah yoktur, ancak Allah vardır.’ Allah'a ilâhlık
nispeti, bunu olumlayanın fiiliyle gerçekleşmez. Allah, kendisi nedeniyle
ilâhtır. Böylelikle olumlayan kişi, ‘Ancak Allah vardır’
derken ilâhlık niteliğine tek başına haiz olduğuna inanmayan müşriğin nefsinde
bu durumu ispat etmiştir. İspatın ispatı imkânsız iken olumsuzluğun
olumsuzlanması ise imkânsız değildir [Kısaca, mutlak yokluk imkânsız iken
varlık imkânsız değildir].
Gerçekte ise, müşrik Allah'tan
başka bir şeye ibadet etmedi. Fakat o, ibadeti ait olmayan kimseyle
ilişkilendirmede yanılmıştır. Bir müşrik ortak koştuğu şeyde ilâhlık
bulunduğuna inanmasa, kendisine ibadet etmezdi. ‘Rabbin
kendisinden başkasına ibadet etmemezine hükmetti.’ (el-Isra 17/23) Bu nedenle Hakk, bu nitelik
hakkında kıskanç olmuş, kendisine gerekli saygıyı göstermediklerinde dünyada
onları cezalandırmıştır. Buna karşın kendi zanlarında, ilâhlarına dua
ettiklerinde bile onları rızıklandırmış, dualarını işitmiş, kendilerine
karşılık vermiştir. Çünkü Allah, nispette yanılsalar bile, onların gerçekte bu
mertebeye [ilâhlık] yöneldiklerini bilir. Bununla birlikte onlar, ahirette
sonsuza kadar bedbaht olacaktır. Çünkü peygamber, ilâhlık nispetinin kendisine
ait olması zorunlu olanın birliği hakkında onları uyarmıştı. Onlar ise,
uyarıya bakmamış ve samimi davranmamışlardı. Bu nedenle, kesin kanıt ortaya
çıkıp ‘yetkin delil Allah'a ait olsun’ diye, her peygamberin rehberliği
yaşadığı dönemdeki insanlara hâkim olan özelliğe göre olmuştur.
Bu cümle, varille ve
yokluk mertebesini kuşatır. Binaenaleyh olumsuzluk ve olumlu altına girmeyen
hiçbir mertebe olmadığı gibi kuşatıcılık bunlara aittir.
Bu bağlamda bazıları
nefsiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ derken,
kimi sıfatıyla ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ der,
kimi Rabbiyle ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ der,
kimi Rabbinin
niteliğiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,
kimi haliyle ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ der,
kimi hükmüyle ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ der.
Bu kişi, özellikle
[taklit ederek] mümin olandır. Kalan beş kişinin ise, bu anlamdaki imanda bir
payları yoktur.
…………………….
Bütün bu sınıflar, iman ile
nitelenmez. Çünkü onların içinde bu kelimeyi taklit ederek söyleyen kimse
bulunmaz. Kendi hükmüyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen ise, onu Şari’nin
sözü olması nedeniyle söyleyen kimsedir. Çünkü Şari, bunu söylemeyi kendisine
farz kılmış ve onu söylemesine hükmetmiştir. Bu hüküm olmasaydı, Allah’a yaklaşmak
maksadıyla onu söylemeyecekti. Hatta söylese bile, öğreten ve öğrenen biri
olarak söyleyecekti.
Şeyhimiz Ulya’lı Ebu’l-Abbas
el-Ureybi’nin huzuruna girmiştim. Şeyh, Allah Teâlâ isminin zikriyle kendinden
geçmiş, ona başka bir şey eklemiyordu. Bunun üzerine şöyle dedim:
‘Efendim! Niçin ‘Allah'tan başka
ilâh yoktur’ demiyorsun.’ Şöyle dedi:
‘Evladım! Nefesler Allah Teâlâ’m
elindedir, benim elimde değiller ki! Ben de Allah ‘yoktur’ veya ‘ilâh yoktur’
derken canımı alır diye korkuyorum. Bu durumda olumsuzlamanın vahşetinde
(yalnızlık ve korku hali) canım alınır.’ Başka bir şeyhe bunu sordum. Şöyle
dedi:
‘Allah'tan başka ‘Ben Allah’ım’
diyen birini ne gördüm ne duydum. Dolayısıyla yok sayacağını kimse görmedim
ki, senin duyduğun [şeyh] gibi ‘Allah, Allah’ diyeyim.’
Bu ismi Allah Teâlâ’yı
birleme ibadetini yerine getirirken kullandık. Çünkü Allah ismi, bütün İlâhi
isimlerle nitelenmiş toplayıcı isimdir. [Allah’tan başka] Tapınılan herhangi
bir şeyin bu isimde bir ortaklığının olduğu aktarılmamıştır. İlâh ve benzeri
gibi diğer isimler ise, böyle değildir. İşte bu kadar bir sözle, Şari
söylemeyi emrettiği için söylendiğinde, iman gerçekleşir. Şari ‘Allah'tan
başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar demiş, ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın elçisidir’ deyinceye kadar dememiştir. Bunun
nedeni, tevhide dair bu tanıklığın peygamberlik hakkındaki tanıklığı da
içermesidir. ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen kimse, onu ancak Allah
Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellemin sözü olduğu için söylediğinde mümin olabilir. Allah Teâlâ’nın
peygamberinin sözü olduğu için söylediğinde ise, bu davranış, peygamberin
peygamberliğini onaylamanın ta kendisidir.
Bu özel ifade peygamberliğe
tanıklığı da içerdiği için, Şari şöyle demedi: ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın rasülüdür’ deyinceye kadar [onlarla savaşmakla
emrolundum]. Başka bir yerde ise, onu söylemiştir ki, kastettiğimiz imandır
[hadisidir]. İman, duyuyla algılanan bir şey değil, bir anlamdır. Söz konusu
hadiste Peygambere ve onun -Allah’tan bir aktarım olmaksızın- kendi nezdinden
yasa yapıp getirdiği şeylere [sünnet] inanmak Allah’a inanmaya bitiştirilmiş
tir. Allah’a iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve oruç tutmak
zikredildiğinde -ki bütün bunlar Allah katından olan şeylerdir- İbn Ömer
hadisinde şöyle ekler: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edip bana ve
getirdiğime inanıncaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.’ Burada iman
denilmesinin nedeni, taklitçi münafıkların varlığının dikkate alınmasıdır.
Çünkü bu münafık, bunu kalbiyle inanmaksızın söyler. İnkarcı münafık ise, bunu
ne peygamberin sözü olduğundan -ki o Allah Teâlâ’nın kitabından onun Allah Teâlâ’nın peygamberi olduğunu bilir- ne de akıl
delilinden söyler.
Tevhit tanıklığına bitişmiş
peygemberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah Teâlâ’nın öğrettiği ilahi bir sır vardır. Bu sır şudur:
Şari’nin bildirdiği ve nitelediği tek ilâh aklın algıladığı birlenen ilâh
değildir. Çünkü aklın tevhit anlayışı, Allah’ın birliğine tanıklığa
peygamberliğe tanıklığı da bitiştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Şari’nin
kendisini bilmesi bakımından tevhit, teorik aklın kabul ettiği tevhidin aynı
değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye çağırdığı ilâh, zatında
değil, ilâh olduğu mertebedeki ilâhtır. Bunun için, O’nun kendisini nitelediği
inmek, istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek, düşünmek vb. gibi şeriattan
soyutlanmış sırf aklın tevhid anlayışının kabul edemeyeceği özelliklerle
nitelememiz geçerli olabilmiştir.
İşte [şeriatın bildirdiği]
bu ilah, kendisini gönderenin birliğine tanıklığına peygamberin kendi
peygamberliğine tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir mabuddur [ibadet
edilen]. Bu nedenle peygamberliğe tanıklık Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığa
eklenir ve her gün beş vakit namazın ezan ve kametlerinde otuz kere şöyle denilir:
‘Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık ederim. Muhammed’in Allah Teâlâ’nın rasülü olduğuna tanıklık ederim.’
Peygamberlikle ilgili bu tanıklığı telaffuz edenlerdeki bu ayrıştırma,
tevhidin tanıklığındaki ayrıştırma gibidir. Öyleyse, [bütün] mertebelerde bu
üsluba göre yürümelisin!
Allah’a ve peygamberine iman
etmek, peygamberin Allah katından ve kendi katından getirip sünnet ve şeriat
olarak ortaya koyduğu her şeye inanmayı içerir. Onun sünnet yaptığı şeylere
inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı içerir. Böylece
[bir yandan] şeriat ve [öte yandan] sabit hükmü geçersizleştirmeyen teşvik
edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar sürer.
Bu hüküm, bu ümmete özgüdür. Hüküm
derken, bu ümmeti şereflendirmek için ortaya konulan şeyin sünnet diye
isimlendirilişini kastetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde ise, ruhbanlık diye
isimlendirilirdi. Allah şöyle buyurur: ‘Onların icat
ettiği ruhbanlık.’ (el-Hadîd 57/27) Bu ümmetin
yaptıkları hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye ‘bidat’ diyen
kimse, sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise farklıdır.
[Sünnete] uymak bir şey üretmekten
daha iyidir. Uymak ile bir şey üretmek arasındaki fark bilinir. Bu nedenle Şari
onu ‘bidat’ diye isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye isimlendirme eğiliminde
olmuştur. Bir şey üretmek, aslı olan bir örneği olmaksızın bir şeyi ortaya
çıkarmak demektir. Allah kendisini şöyle niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz
yaratandır.’ Yani Allah, önceki bir örnek olmaksızın onları var edendir.
İnsan şeriatta aslı olmayan bir
adet uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul etmemiz de doğru
olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine sünnet lafzını
kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e
peygamberlerin [kendilerine değil] rehberliğine uymayı emretti.
‘Allah Teâlâ
hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM-"Allah'tan
Başka İlâh yoktur ve Muhammed Allah Teâlâ’nın rasülüdür' Cümlesinin Bilinmesi”]- hzl:Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
ANNE VE BABAYA
ŞÜKRETMEK
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Göksel
feleğin hareketinden meydana gelen gezegenlerin ışıklarının unsurlara
bitişmesine gelince -ki unsurlar türeyen bütün şeylerin anasıdır-, Hakk onu
cennet ehlinin cennette aynı anda bütün eş ve cariyeleriyle duyusal bir tarzda
cinsel ilişkiye girebilmelerinin örneği yapmıştır. Nitekim bu birleşmeler de
duyusaldır. Bu bağlamda bir geciktirme ve öne alma olmaksızın, erkek arzuladığı
zaman bir anda bütün eşleriyle bedensel ve duyusal bir tarzda cinsel ilişki
kurabilir. Bu ilişki, (cinsel uzvun) girmesi ve bundan kaynaklanan özel hazzın
bulunmasıyla gerçekleşir. İşte bu daimi nimet ve İlâhî iktidar(ın kanıtı)dır.
Akıl,
düşünme (fikir) yeteneği yönünden bu hakikati algılayamaz, lâkin Hakkın
dilediği kullarının kalbindeki başka bir güç vasıtasıyla algılayabilir. Nitekim
cennette suretler çarşısı vardır: Kul bir sureti arzuladığında, ona girer.
Nitekim dünyada da ruh, bize göre şekilden şekle girer. Cisim olsa bile, Allah
Teâlâ burada ona bu gücü vermiştir: ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’
Cennet
çarşısı hadisini Ebû İsa Tirmizî el-Musannef in de zikretmiştir, oraya
bakılabilir.
Bu
nuranî ışıklar dört unsura bitiştiğinde, bu cinsel birleşmeden Allah Teâlâ’nın
belirlediği türeyenler meydana gelir. Böylelikle türeyen şeyler, babalar ile
-ki onlar felekler ve yüce nurlardır-analar arasında meydana gelir. Analar ise
doğanın süflî unsurlarıdır. Bunlardan unsurlara ulaşan ışıklar cinsel birleşme,
feleklerin hareketleri ve nurların dönmesi ise bir-leştirici hareket haline
gelmiştir. Unsurların hareketleri ise doğumla ortaya çıkan çocuğu meydana
getirmek için kadının doğum vaktine benzer.; Çocuk, bu unsurlarda gözle görülen
maden, bitki, hayvan, cin ve insan gibi türeyenlerin suretleridir. ,
Dilediğine
güç yetiren Allah Teâlâ münezzehtir. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin Rabbi
ve hükümdarıdır.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur: “Bana ve ana babana şükret.”
Dostum!
En yakın baba ve en yakın anne ve bunların arasındaki anne-babalara varıncaya
kadar, anne ve babalarının kim olduğu sana bildirildi: En yakın baban, somut
varlığının ortaya çıkmasını sağlayan kimse olduğu gibi sana en yakın anne de
böyledir. Ebeveyninin mutlu olacağı ve sevineceği teşekkür ve övgün, onları
sahiplerine ve Yaratıcılarına nispet edip fiili kendilerinden düşürmen ve onu
(seni meydana getirme fiilini) her şeyin yaranası olan sahibine ait görmendir. Böyle yaptığında,
bü fiilinle ebeveynini mutlu etmiş olursun. Bu mutluluğu onlara sağlamak anne
babalara teşekkürün ta kendisidir. Bunu yapmaz ve Allah Teâlâ’yı unutursan,
kendilerine şükretmemiş ve onlara şükretmekle ilgili Allah Teâlâ’nın emrini
tutmamışsın demektir.
Çünkü
Allah Teâlâ “bana şükret” demiş ve O’nun ilk ve öncelikli sebep olduğunu öğrenmen için
kendisini önce zikretmiştir. Ardından kendisine atıf yaparak Ve anne babana’ demiştir. Anne baba, vesileleriyle Hakkın seni yarattığı
sebeplerdir. Böylece sebepleri Allah Teâlâ’ya nispet edersin ve sebeplerin
senin üzerindeki iyiliği tesir değil, özellikle varlık önceliği olur. Çünkü
gerçekte (kendilerinden) ortaya çıkan eserlerin varlığının sebepleri olsalar
bile, onların etkileri yoktur. Bu kadarı ile anne ve babanın iyiliği
gerçekleşmiş, buna karşın senden onlara şükretmen istenmiş, Hakk onları kendin
ve sahip olduğun şeyler için tesirde değil, senden önce gelmede kendi yerine
koymuştur. Fakat şu şartla ki, ‘Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak
koşma.’
Allah
Teâlâ’ya hamd edip ‘Rabbimiz ve yüce babalarımızın ve süflî analarımızın Rabbi
dediğimde’, benim bunu söylemem ile bütün Ademoğullarının bunu söylemesi
arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla ana ve babalarını ortaya koymak için
Adem ve Havva’dan kendi zamanına kadar bizzat belirli bir şahsa hitap
etmiyoruz. Bizim amacımız, insanın yapısıdır. Böylece, bu övgü ile unsurlar
âleminden, doğa ve insan âleminden meydana gelmiş her şeyin mütercimi oldum.
Ardından etken ve edilgin arasında meydana gelmiş her şeye vekil olma
derecesine yükselirim ve bütün dillerle Allah Teâlâ’yı överim, bütün yüzlerle
ona yönelirim. Böylece ödülümüz, Allah Teâlâ katından bu tümel makamdandır.
Bir
şeyhim ‘Bize ve Allah Teâlâ’nın iyi kullarına selâm olsun’ veya ‘Size selâm olsun’ dediğimde şöyle demişti: ‘Bir yoldaşına
selâm verdiğinde, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde ve gökteki ölü ve diri bütün iyi
kullarını aklına getir. Çünkü selâmın bu makamdan sana iade edilir. Selâmının
ulaştığı Hakka yakın her melek veya temiz ruh, mutlaka selâmını alır. Selâm bir
duadır. Böylece duan kabul edilir ve kurtuluşa erersin. Allah Teâlâ’nın
heybetinde kendisini kaybetmiş, O’nunla ilgilenip kendinden geçmiş kullarından
birisine selâmın ulaşmadığında -Hâlbuki bu genel ifadenle onlara da selâm
verdin, -onlar adına selâmını Allah Teâlâ alır. Hakkın selâmını alması, sana
şeref olarak yeter. Keşke kimse verdiğin selâmı duymasaydı da, Hakk onların
yerine selâmını alsaydı. Böyle bir şey senin adına daha büyük şeref olurdu!’
Allah
Teâlâ Yahya’yı şereflendirmek için şöyle demiştir: ‘Doğduğu, öldüğü
ve diri olarak diriltileceği gün ona selâm olsun.’ Bu
bir ihsan ve bildirim selâmıdır. Peki, Hakkın emrini yerine getiren kimsenin
adına aldığı zorunlu selâm hakkında ne söylenebilir? Farzların ödülü, hakkında ‘doğduğu gün ona
selâm olsun’ denilen kimse için faziletlerin ödülünden daha büyüktür.
Böylece Allah Teâlâ onun için iki iyiliği birleştirmiştir.
Allah
Teâlâ’nın bize salâtı (rahmet, Allah Teâlâ size salât eder) kendiliğinden
gerçekleşmiştir. Selâmının ise salâtı gibi, kendiliğinden gerçekleşip
gerçekleşmediği hakkında bir rivayet bana ulaşmadı. Bu konuda kendisine bir şey
aktarılıp onu öğrenen kimsenin, bildiği o rivayeti Allah Teâlâ’nın bize salât
etmesinin yanma katması boynunun borcudur. Böyle yaparsa bu bilgi, müminler
için bir müjde, benim bu kitabım için de bir şeref olur. Allah Teâlâ yardımcı
ve başarıya ulaştırandır. Ondan başka Rab yoktur.
Onikinci
kısım, c. I, sh: 410-411
**
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ARAFAT’IN URENE BÖLGESİNDE DURANIN DURUMU
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
FASIL İÇİNDE
VASIL
Arafat’ın Urene
Bölgesinde Duranın Durumu
Bilginler,
Arafat’ta Urene bölgesinde vakfe yapanın durumu hakkında görüş ayrılığına
düşmüştür. Bazıları, haccının tam olduğu, fakat kan borcu [ceza kurbanı kesmek]
olduğunu söylemiştir. Bir kısmı ise, haccının tamamlanmadığını söylemiştir.
Urene, İblis’in Arafat’taki durma yeridir.
İblis, her sene hac yapar ve bu yer onun durduğu yerdir. İblis orada Rabbinin
itaatindeki mahrumiyetine ağlar.
İblis,
gerçekte kulları saptırmada mecburdur. Bununla birlikte o, Rabbine karşı
yaptığı yemini yerine getirmek üzere bunu seçimiyle yapar. Gerçekte İblis’in
bunu yapacağı önceden belirlenmiş ise de, onun hüküm gerçekleştikten sonra
efendisinin emrine bağlammada bir kuşkusu vardı. Söz konusu hüküm, bir ayette
belirtilen azap hükmüdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Git ve onları
kandır, kendine çek ve onlara vaatte bulun.’ İblis, bu davranışla bir rahatlama bulur. Bununla birlikte o, Arafat ehlini kuşatan
rahmeti görmekle üzülür. İblis de, Arafat’tadır, dolayısıyla ona göre,
belirli bir süre sonra bile olsa İlâhî ihsanın kendisine de ulaşması
zorunludur. Bu, onun Rabbi hakkındaki zannıdır. İblis’in Cehennemden çıkmasına
ise yol yoktur. Çünkü o ve kendisine
uyan müşrikler -ki onlar Cehennemliktir-ile Allah Teâlâ cehennemi doldurur.
Dolduktan sonra ise, onda bir eksilme olmayacağı gibi çıkma da söz konusu
değildir.
Allah
Teâlâ hacıya İblis’in bulunduğu yerden uzaklaşmayı emretti. Orası, uzaklaşma
yeridir. İblis el-Baid isminin hükmü altındayken Arafat’takiler
el-Karib isminin hükmü altındadır. O halde onların hiç biri, isimlerin hükmünden ayrı
kalmamıştır. Urene’de hacı yapan kişi, o bölge Arafat’tan sayıldığı için tam
hacıdır, fakat sevabı eksiktir. Nitekim imamdan önce Arafat’tan ayrılmada da
aynı şeyi açıklamıştık. O halde Urene bölgesi, şeytana ortaklık anlamı taşıdığı
için vakfe için kerih sayılmış bir yerdir.
Dikkat
ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem orada sabah namazını kaçırdığı
vadinin içinden ayrılmış, bunun nedenini belirtirken şöyle demişti: ‘Burası şeytanın
bulunduğu bir vadidir.’ Çünkü İblis Hz. Bilal radıya'llâhu anhi uyutup fecri
gözetmesine engel olmuştu. Bir hadiste şöyle denilir: ‘Şeytan her
birinizin başına bir ip bağlar. Uyuduğunda her bir düğüm yerine üç düğüm daha
artar. Uzun bir geceden sonra kalkacaksın.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Urene’nin
içinden hızla ayrılmakla şeytana komşuluktan uzaklaşmayı kastetmiştir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem orada namaz kılmış olsaydı, bu geçerli
olurdu. Başka bir ifadeyle kendisine uyku fitnesinin isabet ettiği o yerde
namaz kılsaydı, geçerli olurdu. Halbuki Peygamber tenzih anlamıyla o yerden
ayrılmıştı, yoksa haram kılma şeklinde ayrılmamıştı.
İblis’in
de marifetten payı vardır. Bu nedenle melekler onu Arafat’tan uzaklaştıramamış,
o da burada vakfe yapmıştı. Şu var ki, insanlar imamları indiği için onun başka
bir yerine inmiştir. Arafat’ın her bir yeri, durma yeridir ve Urene de
Arafat’tandır. Öyleyse bize belirttiğimiz nedenle Urene’nin içinden yukarı
çıkmak emredildi.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemin bu emrini farz anlamında yorumlayan kimse, haccı
geçersiz sayar. Hacılar, Arafat’tan inerken Urene’nin içinden ayrılır. Çünkü
Müzdelife’nin sınırı, Urene’den ibaret olan vadinin ucudur. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Arafat’tan ayrıldığınızda.” Herhangi bir mekanı belirtmemiş, bütünüyle
Müzdelife’ye çıkmayı kastetmiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın hacı olan ve olmayan
bütün vakfe yapanları bağışladığı-nı anladık: Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi
kuşatır. Sınırlama ise, mutlak varlık sahibinin bir niteliği değildir. Allah Teâlâ’nın rahmetiyle Allah Teâlâ’dan
başka her varlık hayat bulur ve rızıklanır. Öyleyse rahmet, kuşatıcıdır. O her
yerde o yerin gereğine göre verir. Bu rahmetin söz gelişi ateşteki etkisi,
cennetteki etkisinden farklıdır. Allah Teâlâ, başarıya erdirendir. O’ndan başka
Rab yoktur.
Almışsekizinci
kısım, c.V, sh: 399-400
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
EK BİLGİ
Mekke Urene Vadisi-Ebrehe ordusunun Ebabil Kuşları
tarafından helak edildiği yer. Arafat Mekke de haccın en önemli rükünlerinden
vakfenin ifa edildiği yerdir. Bu isim Bakara Suresi 198. Ayette geçmektedir.
Cebel-i rahme Arafat meydanında etrafında ki dağlara nispetle küçük, mütevazı
bir tepedir. Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem bu dağın tepesinde
şimdi yerleri tespit edilemeyen Neb’a ve Nübey’a kayalıkları arasında
bulunan Nabit tepesinde vakfeye durmuştu. Taif yolu üzerinde 13.680 km2 alandır. Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem vakfe yapmak için belirtilen vakitte
(Kurban bayramından bir gün önce sabah güneşin doğuşundan sonra başlar) Arafat
ta durmaya çok önem vermiş, münadisine Arafat ta iken “Hac Arafat tır” diye
ilan ettirmiş, bu rüknü yerine getirmeyenin haccının tamam olmayacağını
bildirmiştir.
Aslen yunanlı bir tüccarın kölesi olan Ebrehe,
Yemene önce Habeşistan naibi, sonra da müstakil kral oldu. Yemenin başkenti
San’a da Kulleys isminde büyük ve yüksek bir kilise inşa ettirdi. Hristiyanlar
Yemende siyasi bir iktidar elde ettikten sonra Kabe nin yerine başka bir kabe
inşa edip burayı Arapların merkezi haline getirmek istediler. Bir rivayette
Ebrehe kendi yaptırdığı kiliseyi yine kendi adamları tarafından kirletilerek
suçu Kureyşlilerin üzerine atarak Mekke ye saldırmak için komplo kurdu.
Ebrehe Kabe yi yıkmadan rahat edemeyeceğine yemin
etmişti. Nihayet m.s. 570 yılında 60 bin asker ve 13 fil ile Mekke ye hareket
etti. Güçlü bir orduyla gittiği için önüne hiçbir güç çıkmadı. Taif cihetinden
Mekke ye varmayı planladı. Taif lilerin öncülük etmesiyle Mekke ye yaklaşık
olarak 10 km yakınında harem sınırında bulunan Urene Vadii üzerinde Muğammes
adlı bölge vardı. Burada konakladı. Elçisi Himyeri yi Mekke ye gönderip karşı
çıkmamaları halinde kendilerine mal ve can güvenliği vad etmişti. Mekke nin
reisiyle de görüşmeyi kabul etti. Haber Abdulmuttalibe ulaşınca “Bizim Ebrehe
ile savaşacak gücümüz yok, bu ev Allah’ın evidir, dilerse onu korur” dedi.
Abdulmuttalib Ebrehe nin yanına gitti. Mekke nin
reisi sıfatıyla gelen bu insanı görünce tahtından indi ve yanına geldi.
Kendisiyle savaşmayacaklarını, sadece kendi develerini istediğini bildirdi.
Kabe ye gelince “onun sahibi var ve onu sahibi koruyacaktır” dedi. Ebrehe bu
teklifi biraz tuhaf karşıladı. Bu asil insan, Kabeyi yıkmaya gelen insandan
Kabeyi korumasını değil de develerini geri istemesini anlayamadı. Halbuki
Mekke, kendine ihanet edenleri helak eden bir özellikteydi. Ebrehe de Kabeyi yıkmakta
kararlıydı. Abdulmuttalip develerini alıp gitti.
Abulmuttalip Kureyşlileri toplayarak dağlara
çekilmelerini, ancak böylelikle katliamdan kurtulabile ceklerini söyledi.
Kureyşliler Kabeye gidip dualarını yaptıktan sonra şehir halkıyla beraber
topluca dağlara çekildiler.
Ertesi gün Ebrehe Mekke ye girmek üzere hareket
ettiğinde ordunun en önünde Mahmud adlı fil vardı. Ve bir türlü Mekke ye doğru
gitmiyordu. Fakat geri çevirdiklerinde Taif - Yemen tarafına doğru hızla
ilerliyordu. Deveyi ne kadar dövdülerse de, hırpaladılarsa da Mekke yönüne
doğru bir türlü gönderemediler. İşte tam bu esnada deniz tarafından gelen,
kırlangıca benzeyen Ebabil kuşları, biri gagalarında diğer ikisi ayaklarında olmak
üzere nohut tanesi kadar büyüklüğünde ki üç taşı kurşun gibi Ebrehe’nin
ordusunun üzerine atmaya başladılar. Ebrehe başta olmak üzere ordu helak
edildi. Kaçmaya çalışanlar kaçtıkları yerde taşlanarak öldüler. Mahmud dan
başka diğer filler de öldüler. Taşın isabet ettiği herkes ölürken Ebrehe
ölmemişti. Allah ona biraz daha azap çektirmek istiyordu. Gün geçtikçe etleri
küçük parçalar halinde vücudundan ayrılmaya başlamıştı. Kan ve irin akar
vaziyette San’a ya kadar böyle geri götürdüler. Vücudu iyice küçülmüştü. Kalbi
parçalanıncaya kadar ölmedi. Nihayet kalbi de parçalandı ve hareketinin
cezasını ödedi.
Bu olaydan sonra sadece Ebrehe ve ordusu değil,
onun Yemende ki hakimiyeti de dört sene sonra yok oldu (m.s. 575)
Bu hadise Araplarda büyük tesir yapmış, bu olayın
meydana geldiği yıla “Fil yılı” denmişti. Peygamberimiz s.a.v. ise bu olaydan
elli gün sonra dünyayı teşrif buyurdular. Hz. Aişe diyor ki: Ben Mekke de iki
kişi gördüm ki eller ayakları eğri, dileniyorlardı. Meğer bunlar Ebrehe nin
ordusuna katılanlardanmış.”
Hicretin 132. Yılında Abbasiler devrinde Yemene
Vali olarak tayin edilen Abbas bin Rebi, Ebrehenin yaptırdığı kiliseyi
yıktırdı. Eser kalmadı. Fakat Kabe 15 asırdan beri milyarlarca insanların
ziyaretleriyle dolup taştı.. Kıyamete kadar da dolup taşacak. Her yıl
Müslümanların “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk..” sesleri semalara yükselecek.
www.naimozguner.com
ARİFLERİN
BİLDİĞİ SIRLARDAN: ŞEYTANIN ELÇİLİĞİ
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
BEŞYÜZ ONDOKUZUNCU BÖLÜM
Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine size hayat verecek
bir işe çağırdıklarında icabet ediniz' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi
Çağrıldığında icabet et,
çünkü seni çağıran Allah Teâlâ
Allah Teâlâ seni sana
vermek için çağırmakta
Sen zenginsin, verilenden
ihsan et!
Hakka muvafık olanı; 'Rahman
tilavet eder sana
Hakka aykırı her şeyi at
bir yana bâtını yorumda
Çünkü fikir sana nida
etmekte
Sakın deme ‘rabbimden
değil’ ve atma :
İşin gerçeğini bilen
getirir sana onu
Sen onu al, ölçüye vur, öğreneceksin!
Çünkü onun varlığındaki
her şey sende
Bilmediğin bir şeyi atma
bir yana
Yada sana uymayan hitabı
reddetme
Allah Teâlâ bir grup
hakkında mekr sahibidir
Manalar hakkında iyi
düşün
Deme ki ‘bu akıl
terazisine girmez’
Sen O’na uy, mükâfatını
verir
Allah
Teâlâ Ruhu’l-kuds ile bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki:
Kur’an-ı Kerim’de
Allah Teâlâ’nın ve Peygamber’in birlikte zikredilmesi nedeniyle, insan-ı
kâmil’in ilahi surete göre yaratılmış olduğunu yukarıdaki ayetten daha çok
belirten bir delil yoktur.
Allah Teâlâ
müminlere hitap ederken Allah Teâlâ’nın ve peygamberin davetine uymalarını
emretmiş, peygamber de Allah Teâlâ ile birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ ve
O’nun peygamberi bize hayat verecek bir hususa bizi davet eder ve biz de davet
ettiklerinde her halükarda O’na icabet ederiz, çünkü biz ancak O’ndan meydana
gelen bir halde bulunuruz ve bunun için davet ettiğinde Allah Teâlâ’ya
icabetimiz şarttır. Çünkü bizi hallerimize yerleştiren Allah Teâlâ’dır. Allah
Teâlâ’nın davetiyle peygamberin daveti arasında ayrım yapılmıştır. Bunun amacı
peygamberin kendisine göre yaratıldığı Hakkın suretini öğrenmemizi sağlamaktır.
Her iki durumda da bizi davet eden Allah Teâlâ’dır, çünkü bizi Kur’an ile davet
ettiğinde peygamber sadece tebliğci ve tercüman; davet ise Allah Teâlâ’nın
davetidir. Biz de O’na icabet ederken O’nun peygamberini dinlemiş oluruz. Allah
Teâlâ bizi Kur'an’ın dışında bir şeyle davet ettiğinde ise davet peygamberin
davetidir ve biz peygamberin davetine uymuş oluruz. Bizim icabetimiz yönünden
her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her
davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi bir hadiste şöyle
der:
‘İçinizden biri
koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde zinhar ‘Bana
Kur'an'dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah Teâlâ’ya yemin olsun
ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasını içerir.’
‘Fazlası’
demek Ebu Yezid el-Bestamî’nin ‘Benim tutuşum daha şiddetlidir’ sözüne
benzer. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamını ister O’ndan ister peygamberden
dinleyelim, her durumda O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ kulunun diliyle
peygamberinin tebliğ ettiğini söylediğinde ise -Ki peygamber arzusundan konuşmaz-,
bu durumda peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi
çokluktan duyarız. Bu itibarla kelam peygamberden
geldiğinde aramızdaki benzerlik nedeniyle kulaklarımıza daha münasip iken Allah
Teâlâ’dan olduğunda hakikatlerimize daha yakındır; çünkü Allah Teâlâ bize
peygamberden, hatta bize bizden yakındır. Çünkü Allah Teâlâ bize şah
damarından daha yakındır. Peygamberin bize yakınlığının en ileri derecesi
aramızda üçüncü bir şahsın bulunmayacağı şekildeki mekân yakınlığıdır. Böylece peygamberde
yakınlık (ve uzaklık) mekân itibarıyla ortaya çıkarken, tebliğ ettiği vahiyde
mertebe ve değer halamından ortaya çıkar. Allah Teâlâ’dan ise mertebe bakımından
farklılaşırız, çünkü Allah Teâlâ bize bizden yakındır. Bir şeye kendinden daha
yakın kimse olamaz! Binaenaleyh bu yakınlık, iman edeceğimiz fakat
bilemeyeceğimiz ve hatta müşahede edemeyeceğimiz bir yakınlıktır. Müşahede
edebilseydik, bilirdik.
Allah
Teâlâ bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vasıtasıyla davete icabet
ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde ise -onun vasıtasıyla
değil-Allah Teâlâ vasıtasıyla peygambere icabet ederiz. Öyleyse biz her iki
davette de Allah Teâlâ ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah Teâlâ’ya ve
hem de peygamberine Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla icabet ederiz. Bu itibarla
davet edilen kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi incelemelidir. İnsan
davette sahip olduğuna ilave ‘ilmi hayat’ bulur ve bizzat davette o hayatı
yaşarsa, Allah Teâlâ’nın veya peygamberin davet ettiği kimsenin bu davete
icabeti vaciptir. Çünkü Allah Teâlâ hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete
icabeti emretmiştir; zaten Allah Teâlâ ve peygamberi insanı ! ona hayat verecek
bir işe davet ederler. İnsan sahip olduğuna ilave ve yabancı hayatın tadını
bulmazsa davetçiyi tanımamıştır ve bu nedenle icabet etme zorunluluğu ortaya
çıkmamıştır. Bizden istenilen ise kendisiyle hayat bulacağımız şeyin
gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’.
Öyleyse davet edilen, icabetin varlık sebebi olan bu tesiri hissetmiş
olmalıdır. Bu nitelikteki biri davete icabet ettiğinde, dinlediği vahiyde
kalbinin kendisini yaşayacağı başka bir hayat bulur. Duymuş olduğu vahiy amel
etmesini gerektirir ve o da buna uyarsa, üçüncü bir hayat ortaya çıkar. Demek
ki kul Allah Teâlâ’nın ve peygamberin davetini duymadığında nasıl bir nimetten
mahrum kalacağına bakmalıdır!
Varlık
bütünüyle Allah Teâlâ’nın kelimeleriyken bütün varidat (gelen elçiler) O’ndan
gelen elçilerdir. Allah Teâlâ’yı bilen arifler varlığı böyle görür. Onlara göre
konuşan herkes Allah Teâlâ iken her söz ilahi bilgidir; sözün tarzı ise
dinlemede ortaya çıkar. Bazı sözler dini bakımdan emre uymak anlamı taşırken
bazı sözler sınama amaçlı olabilir. Öyleyse geride kalan, derecelenmenin sebebi
olacak anlayıştır. Şekilci âlimler Allah Teâlâ’nın kelamını kendisine ‘Furkan’
ve ‘Kur'an’ denilen belirli kelam ile ve (elçiyi de) Muhammed [salla’llâhu
aleyhi ve sellem] denilen belirli bir peygamberle sınırlı kılmışken arifler
duymayı bütün sözlere yaymış, Kur'an’ı ‘furkan’ olarak değil, Kur’an olarak
dinlemiş, er-Resul ifadesindeki belirlilik takısını cins ve kapsam anlamında
yorumlamış, bir peygamberle sınırlamamışlardır. Bu itibarla âlemdeki her
davetçi gerçekte Allah Teâlâ’dan gelen bir peygamberdir. Bununla birlikte
davetçiler zahirde birbiriyle ayrışırlar.
Allah
Teâlâ’dan en çok uzaklaştırılmış kişi olan İblis’in durumuna bakınız!
Ya da
ondan sonra sihirbazların durumuna bakınız!
Allah
Teâlâ onların ‘elçilik’ yaptıklarına şahitlik etmiş ve ‘Onlar Allah
Teâlâ’nın izni olmadıkça kimseye zarar vermezler’ buyurmuştur.
Peygamberliğin manası da böyle bir hükme sahip
olmaktır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın iznine sahip olmaktır. Allah Teâlâ
elçiliğini tespit etmek üzere İblis’e ‘Git! onlardan
sana tabi olanların cezası cehennem olacaktır’ demiştir. Ardından bize onun elçilik görevini bildirerek
şöyle demiştir: ‘Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle ayart,
onları kendine çek, onların mal ve evlatlarına ortak ol, onlara vaatte bulun.’ Bütün
bu haller kendilerine kılıç kullanma yetkisi verilen kâmil peygamberlerin
getirmiş oldukları hususlardır.
Binaenaleyh arif şeytanın elçiliğini
anlamakla saadete ulaşır ve onu nasıl karşılayacağını bilirken başkaları bu
elçilik nedeniyle bedbaht olur; onlar böyle bir marifetten yoksun kalanlardır.
Bütün müminler
ve arifler ise peygamberlerin elçiliğini anlayarak saadete ulaşırlar. Bu
elçilikte belirtilenleri yapan kişi ise sözde iman edip davranışları ve sözüyle
günahkâr olanlardan mutludur.
Alemde
yer değiştiren her hareketli -her kim olursa olsun-ilahi bir peygamberdir,
çünkü her zerre O’nun izniyle hareket eder. Arif hareket ederken her zerrenin
getirdiği bilgiye bakar ve sahip olmadığı bilgiyi ondan kazanır. Bununla
birlikte ariflerin elçilerden aldıkları bilgiler elçilerin değişmesine göre
değişir. Bu itibarla delil sahibi olan peygamberlerden bilgi almalarıyla,
kendileri farkında değilken ilahi izinle gelen elçilerden bilgi almaları bir
değildir. Onların içinden bazıları şuurludur ve davet ettiği şeyi bilir.
Misal
olarak arkadaşına ‘kâfir ol’ diyen İblis’i verebiliriz. Arif bu sözü ondan ilahi bir ifade olarak alıp Hakkın
kendisine emretmiş olduğu ‘gizlenme (küfür kelimesinin ikinci anlamı; örtmek,
gizlemek)’ ve ‘örtünme’ anlamında yorumlayarak onu örter.
Bu durumda
Allah Teâlâ’dan kovulan şeytan elçi, O’ndan gelen bir uyarıcıya dönerken arif
de kendini örtmekle saadete erer. Bu gizlenme kendisine vahyedilen şeytanın maksadı değildi.
Arif olmayan kişi ise kendine ‘kâfir ol’ diyen şeytanın sözüne uyarak kâfir olur. Kâfir olduğunda, bu
kez şeytan ona ‘ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah
Teâlâ’dan korkarım’ der.
Allah
Teâlâ yükümlülük diyarında şeytanın âlemlerin rabbinden korktuğuna ve kendisine
inandığına şahitlik etmiştir. Bu iki kişinin akıbeti kalıcı olmak üzere
cehennemde kalmaktır, çünkü orası her ikisinin de yeridir.
Şeytan
ateşten yaratılmışken öteki insan ateş için yaratılmıştır. Bununla birlikte
insanda da ateş unsuru bulunur. Böylece şeytan ve (ona uyan) arkadaşı, ehli
olmak üzere ateşe yerleşir ve Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre cezalarını
çekmek üzere azap görürler.
Arife göre bütün
âlem Allah Teâlâ’dan gelen bir elçi ve peygamberdir.
O ve
elçiliği, yani bütün âlem, arif için bir rahmettir, çünkü peygamberler rahmet
olarak gönderilmiştir. Bela vesilesi olarak gönderilmiş olsalardı, yine de
belanın içinde de ilahi rahmet bulunurdu, çünkü ilahi rahmet her şeyi
kuşatmıştır ve ilahi rahmette bulunmayacak hiçbir şey yoktur. ‘Kuşkusuz senin
rabbin mağfireti geniş olandır.’ Sen de genişi daraltmamalısın, çünkü geniş daraltmaya
elverişli değildir. Bir bedevi şöyle demiş: ‘Rabbim! Bana ve
Muhammed'e rahmet eyle, bizimle birlikte bir başkasına değil!’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü duyunca şöyle demiş: ‘Sen geniş bir
şeyi sınırladın.’ Yani sözün ve talebinle genişi daralttın. Arife göre böyle
bir ifade de Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve onu özel rahmet içerisinde
değerlendirir. Allah Teâlâ bedevideki bu sınırlı rahmet vasıtasıyla o sözü
söyleyen kişiyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem arasında bir
münasebet ve ilişki yaratır. Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’nın kendisiyle başkalarına da merhamet edeceği (genel)
rahmete bedeviyi ortak kılmıştır. Hâlbuki başkalarının bu özel münasebetten
nasibi yokken peygamberin ümmetinin her bir ferdiyle arasında münasebeti
vardır. Ümmet bu münasebet nedeniyle kendisine iman etmiştir. Başka bir
ifadeyle peygamber ümmetinden her birisiyle o müminin belirleyeceği üzere özel
bir münasebet içindedir. Çünkü peygambere tabi olan herkesin gerçekte bir
menzili vardır ve o menzil sayesinde peygamber katında başkalarından ayrışır.
Bu
zikir hakkındaki açıklama yeterlidir.
‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Otuzbirinci Sifir,
c.XVI , sh:98-102
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
ÜÇ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM
Hakikatlerimiz
gerçekleşince bir olduk
Fakat vuslata imkân yok
yine de!
Hiçbir yönden bu makama
ulaşılmaz
İniş karşısında, istiva
nedeniyle
Ona nasıl ulaşılsın ki?
el-Celil’in övgüsü
Halil’in karşısında nerede
Görürsün ki sevgilisi
ona dua ediyor
Dostunun kendisine dua
ettiği gibi
Cem’ farkın kendisidir
Peygamber böyle buyurdu
hadisinde
Bilgi güneşleri
kaybolunca
Delil ile bilgiye ulaşan
akıllar hayrete düşer
Gözler gaybı görseydi
Onların doğuşu batışı
kendisi olurdu
Ey
samimi dost, bilmelisin ki: Azabın ‘vücubu’ denilen şey, azabın azap edilen
kimsede gerçekleşmesidir. Duvar yıkılıp düştüğünde, vecebe el-hait denilir.
Düşmek, özü gereği yükseklik sahibi olmayandan ve yüksekliği hak etmemiş
kimseden meydana gelebilir. Bu nitelikteki birisi yükseldiğinde, onu yüksekte
tutacak bir hakikati yoktur ve bu nedenle düşer. ‘Burası ahiret hayatıdır, onu
yeryüzünde yükseklik istemeyenlere veririz.’ Nefsi nitelikler, kendileriyle nitelenen için
irade edilmemiştir. Başkası nedeniyle yükselen birisi yükselip de onun adına
yüksekliğini koruyacak kimse yok ise, düşer ve öldürülür. O halde yüksek olan,
mertebesini Allah Teâlâ’nın yücelttiği kimsedir. Allah Teâlâ ‘Onu yüce bir
mertebeye yükselttik’ buyurdu. Yükseklik özü gereği yüksekliğin sahibi olan Allah
Teâlâ’dan meydana geldiği için, menzilini yükselttiği herkesin yüksekliğini de
Allah Teâlâ korumuştur. Kendi başına yücelen zorba ve kibirlileri ise, perişan
etmiş, cezalandırmış ve şöyle demiştir: ‘Akıbet takva
sahipleritıindir,’ Başka bir ifadeyle,
yüksekliğin sonu -ki yeryüzünde yükseklik isteyenlerin yükseldiği yerdirtakva
sahiplerine aittir. Allah Teâlâ onlara dünya ve ahirette mertebe yüksekliği
verir. Ahirete gelirsek, oradaki yükseklik zorunludur. Çünkü Allah Teâlâ’nın
vaadi doğru ve sözü haktır. Ahiret hayatı mertebelerin ayrışması ve
yaratıkların değer ve mertebelerinin Allah Teâlâ nezdinde belirlenme yeridir.
Dolayısıyla kıyamet günü takva sahiplerinin yükselmesi zorunludur. Dünyaya
gelirsek, insan takva ve zühtte dürüstlük makamına ulaştığında, zorba ve
büyüklenenleri böyle bir zahide saygı göstermeye yönelten amiller çoğalır.
Çünkü söz konusu zahit dünyadaki mertebelerinde o insanlarla didişmez. Bu
durumda onların nefislerine yerleşen ‘takva sahiplerine saygı duygusu’
büyüklenen insanları yüksek konumlarından indirir ve takva ve züht sahiplerine
hizmet ederek onlara saygı gösterirler. Bu kez sayesinde başkalarından üstün
oldukları bu yükseklik, takva sahibine geçer ve ‘yüksekliğin sonu takva
sahibine ait olur.’ Zorba ise, bunun farkına bile varmaz. Aksine takva sahibine
tevazu gösterip ona tenezzül ettiği kendisine söylendiğinde, bundan haz alır.
Böylelikle zorba, takva sahibinin daha aşağı mertebede olduğunu ve kendisine
‘indiğini’ zanneder. Halbuki zorbanın yüksekliği -farkında olmadan-takva
sahibine geçmiş, zorla takva sahibinin yüksekliği altına girmiştir. Takva
sahibine yüksekliği sorulsaydı, bu yükseldikten onun yanında bir şey
bulunmazdı. Binaenaleyh insanda yükseklik, kulluk makamına ulaşmak ve gerçekte
kendisine ait olmayan bir özellikle nitelenmemektir. Ayet-i kerimede Allah
Teâlâ’nın hikmetine bakınız! ‘Su kaynadığında...’ Yani
yükseldiğinde demektir. Burada yüksekliği ona izafe etmiştir. Halbuki Hakk onu
kendisine izafe etmemiştir. Su kabarıp da yukarılara çıktığında, Allah Teâlâ
yükselen suyun dalgalarından kurtarmak istediği kimseleri, birbirlerine
eklenerek gemi haline gelen ahşabın içerisinde taşır. Böylelikle Allah
Teâlâ’nın kurtulmasını irade ettiği bütün müminler o gemiye biner. Böylece gemi
de içindekilerle birlikte suyun üzerinde yükselir ve su altında kalarak gemi
için suyun kabarması (tehlikesi) ortadan kalkar, suyun içinde kırıklık meydana
gelir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ tarafından ve O’nun emriyle bile gerçekleşse,
yüksekliğin suya izafe edilmiş olmasıdır. Fakat Allah Teâlâ yüksekliği suya
izafe etmiştir. O yüksekliği kendisine (Allah Teâlâ’ya) izafe etmiş olsaydı, yüksekliği
korunur, üzerine bir gemi çıkmaz, hiçbir şey su üzerinde kalmazdı. İşte
iddia sahibi olmanın uğursuzluğudur, (bütün bunlara yol açan). Öyleyse azabın
azap çekene ‘düşmesi’, onun kendi yükseldiğinden düşmesi demektir. Yükseklik,
azap eden Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir. Bu koku, kendisine yükseklik
özelliği vermiştir. Çünkü yükseklik, ulvilik sahibinin niteliğidir Ki, o da
el-Muazzib ismidir. el-Muazzib azabın kendindeki yüksekliği görünce, onun
sebebiyle,0 kendisini azap çekene düşürür. Böylelikle azap gören, el-Muazzib
kendisiyle nitelenmiş iken, sayesinde böbürlendiği yüksekli. ği yitirir. Bu
nedenle azabın azap görene düştüğü söylenir.
İşin
gerçeğini şöyle açıklayabiliriz:
Hükümdar
cezalandırmak istediği birisine karşı öfke hissetmeden, onu cezalandıramaz. Onu
cezalandırmak istemesi, azaba uğramayı gerektiren bir fiil işlemesinden
kaynaklanır. Söz konusu fiil, hükümdarın eziyet çekmesine yol açan bir öfkeyi
hükümdarda oluşturur. Hükümdar yüce birisidir ve onun makamı herhangi bir şeyin
kendisine azap etmesinden münezzehtir. Bu şahıs ise, hükümdarı kızdıran bir
fiil işlemiştir ve hükümdarın içinde ‘gazap’ denilen bir duygu oluşmuştur. Ya da bu fiil, hükümdarın
nefsinde gazap sonucunu oluşturmuştur. Bu gazabın nedeni o şahıstır. Yani ona
bu öfkeyi ‘düşürmüştür.’ Şahsın azap görmesi gerekince, hükümdar cezalandırarak
rahatlar. Halbuki burada durum farklıdır. Rahatlığın varlığı, söz konusu şahsın
fiilinin meydana getirdiği hükümdarın sıkıntı çekmesine yol açan azabın ortadan
kakmasına bağlıdır. Hükümdar çektiği azabı şahsa aktarınca, gazap hükümdardan
uzaklaşmış ve hükümdar rahatlamıştır. Genel nezdinde bu durum ‘şifa bulmak’
denilen şeydir. Şifa illetin ve hastalığın ortadan kalkması demektir. Hastadaki
illet başka bir şahıs nedeniyle ortadan kalkmaz. Şifa ve rahatlığın gerçek
anlamı budur. Acı başka bir şahsa ulaştığında, hükümdar bundan bir haz duyar.
Bu da, azabın 'ortadan kalkmasından duyulan hazza ilave başka bir hazdır.
Burada yükseklik, gerçekte, ilahi isme aittir. Bu nedenle azap ‘düşme’ diye
nitelenmiştir ki, vücub (vacip olma) da demektir. Allah Teâlâ ‘Hakkında azap kelimesinin
gerçekleştiği kimse...’ buyurdu. Yani hakkında vacip olduğu ve kendisine düştüğü
kimse demektir. Şöyle diyebilirsin: Böyle bir durum yaratıklar hakkında geçerli
olabilir, fakat Allah Teâlâ’nın yüce mertebesi hakkında aynı durum nasıl
geçerli olabilir?
Şöyle
deriz:
Allah
Teâlâ’yı bilmekten aciziz, zaten bize layık olan da, acizliktir. O nedenle
akıllarımızı ve hakikatlerimizi bıraktığımızda,bunu kabul etmemiz, bu ve
benzeri bir hükmü Allah Teâlâ’dan olumsuzlamak gerekir. Çünkü
aklın yeteneği bunu gerektirir. Şu var ki aklın ve açık delilin gücü, Allah
Teâlâ’nın bize gönderdiği peygamberinin sözlerini doğrulamaya aklı icbar eder.
Peygamber, Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki fiili ile Allah Teâlâ’nın
kendiliğinde bulunduğu hali ve kendisini nitelediği durumları bize bildirir.
Bunların (bir kısmı), Şâri olmaksızın, kendi deliliyle hareket eden aklın
imkânsız saydığı şeylerdir. Öyleyse üstün akıl sahibi, şeriatın hizmetinde hor
ve el pençe divan durur. O peygamberin Rabbinden bildirdiği kendisiyle ilgili
bütün durumları kabul eder. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği şeylerden
birisi de, ‘Allah Teâlâ’ya eziyet edenler’ ayetinde belirtilen eziyettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’dan
daha çok eziyete sabırlı kimse yoktur’ der.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ademoğlu beni yalanladı, beni kınadı.’ Bir
ayette ise ‘Allah Teâlâ onlara azap etti’ buyurdu. Bütün peygamberler şunu söylemiştir: Allah Teâlâ
kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı ve bir daha da kızmayacağı bir şekilde
kızacaktır.’ Akıllı insan, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında bildirdiği
bütün bilgilerin (tevilini) Allah Teâlâ’ya havale ettiği gibi kulunun
tövbesiyle sevinmesinin (ne anlama geldiğini) Allah Teâlâ’ya biralar.
Sevinmeyle nitelenen herhangi birisi, onun zıddı olan bir nitelikle de
nitelenebilir. Allah Teâlâ taşkınlığı olmayan delikanlıya şaşırma özelliğiyle
kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ kıyamette ‘Sen âlemlerin
rabbiyken benimle alay mı edersin?’ diyen Hannad’ın sözüne gülmekle kendisini nitelemiştir.
Allah Teâlâ namaz kılmak üzere mescide gelen kulundan dolayı sevinmekle,
kulları için inançsızlığı hoş görmemek, şükür ve iman sahibi olmalarından ise
razı olmakla kendisini nitelemiştir. Bütün bunlara Müslümanların imanı farzdır.
Burada akıl, ‘nasıl veya niçin böyle olur’ diyemez. Aksine kabul eder, teslim olur ve onaylar ve
niteliğini bilemez. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’.
Allah
Teâlâ kendisini gazap ve eziyet görmekle, azabı ise vücub, yani düşme
özelliğiyle nitelemiştir. Düşme yüksekten olabilir ve yükseldik Allah Teâlâ’ya
aittir. Buradan şunu öğrendik: Hakkın kendisini nitelediği eziyet görmek bu
demektir. Öyleyse eziyet, niteliği olduğu kimsenin yüksekliğiyle yükselmiş,
Allah Teâlâ o yükseklikten bu eziyeti kendisini hak edene düşürmüştür. Eziyeti
hak eden, Allah Teâlâ’ya ve peygambere eziyet edendir. Böylelikle
başarısızlık ve hüsran diyarında azap o kişiye ilişir.
İfade
ettiğimiz meseleyi öğrendiğinde, iman ile -ki saf dindarlık demektir-kulluk
mertebesinin hak ettiği bütün haberlerde Allah Teâlâ’ya teslimiyeti
birleştirmiş olursun. Böyle bir makamın daha fazla açıklanması mümkün değildir
ve Hakkın kendisi hakkında haber verdiğinden daha açık ve daha belirgin bir
ifade de yoktur. Yaratıkların salt akılla bu konuda bilebilecekleri husus bu
kadardır. Bazı akıllara ihsan ulaşır ve böyle hususları tevil ederler. Biz ise,
onların durumunu kabul etmekle birlikte, tevilde kendilerine katılmayız. Çünkü
biz, Allah Teâlâ’nın söylediği hu-susta muradının bu olup olmadığını bilemeyiz
ki o tevile itimat edelim veya ‘muradı bu değildir’ diyelim de, onu reddedelim. Bu nedenle, kabul ve teslimi
düstur edindik. Bize böyle bir husus sorulunca şöyle deriz: Biz Allah Teâlâ
katından gelen haberlere O’nun kastettiği anlamda iman ettik. Allah Teâlâ’nın
peygamberinden ve diğer peygamberlerinden gelen hususlara da peygamberlerin
kastettiği anlamda iman ettik ve bu konulardaki bilgiyi peygamberlere bıraktık.
Bazen böyle durumlarda Allah Teâlâ karşısında peygamberler de bizim gibidir. Allah
Teâlâ’dan bu haberler kendilerine ulaşır ve bu haberleri -tıpkı bizim Allah
Teâlâ’ya havale etmemiz gibi-Allah Teâlâ’ya bırakırlar, rivayetlerin tevilini
bilmezler. Bazen ise Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle haberlerin herhangi bir
yorum tarzını bilebilirler ki, bu da uzak bir ihtimal değildir. İşte selefin
yöntemi buydu. Allah Teâlâ ihsanıyla bizi onlara halef yapsın! Rabbini murakabe
eden, günahından korkan ve Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalbini ihya eden, bütün
sevgisini Allah Teâlâ’ya tahsis eden insana ne Mutlu! Kim üzerinde olursa
olsun, ‘azabın vacip olması’nın
anlamını açıkladık, daha fazlasını bu bölüm kaldırmaz. Çünkü bu bölümün imkânı,
sıradan insanlar için dardır. Allah Teâlâ’nın bizim gibilere ihsan ettiği
kendisi hakkındaki bilgi nedeniyle, bizim için geniştir. Fakat arzu, başkanlık
tutkusu, yarışma ve hem cinslerinin üstüne çıkma duygusuyla perdelenmiş
akıllar, o insanların sözlerini kabul etmek ve kendilerine boyun eğmekten
nefisleri alıkoyar. Biz Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberler değiliz
ki, bize ihsan ettiği (bütün) bilgileri tebliğle yükümlü olalım. Bu konuda
söylediklerimiz, iman sahibi akıllılara yöneliktir. Onlar, Allah Teâlâ
karşısında nefislerini arındırmayla meşgul olmuş, nefislerini kulluğa ve bütün
hallerde Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa zorlamıştır. Allah Teâlâ da onların
basiretlerini ya bilgiyle veya Allah Teâlâ’dan gelen haberlere, O’nun
kitaplarına ve peygamberlerine teslim olma ve iman etmeyle nurlandırmıştır. Bu
nurlandırma, büyük bir inayet ve yüce bir mertebe, benzersiz bir yol ve büyük
bir mutluluktur. Allah Teâlâ bizi bu niteliğe sahip kimselere katsın!
Bu
menzilin içerdiği bilgilere gelirsek, bu menzil, Hakk bilgisini içerir. Onun
bir yönü de açıklamakta olduğumuz azabın vacip olmasının bilgisidir. Hakk’ın
kullarına soru sorduğu ilahi isim bu menzilden öğrenilir. Misal olarak, Allah
Teâlâ’nın peygamberlerini toplayarak kendilerine söyleyeceği ‘Size nasıl
karşılık verildi?’ ayetini verebiliriz. Halbuki Allah Teâlâ daha iyi
biliyordur. Başka bir misal ‘Kullarımı nasıl bıraktınız’ ifadesidir. Allah Teâlâ bu sözü içimizde geceleyip sonra
Allah Teâlâ’nın huzuruna yükselen meleklerine sorar. Bu bilgi değerli bir
bilgidir. Bu menzilde ilahi zorlayıcılar vardır.
Acaba onlar kevni mi,
yoksa ilahi midir?
Kâfir iken ümmetlerin
helak olmasının nedeni bu menzilden öğrenilir?
Onların
helak olması sayesinde helak olan müminler ile onlara uyanların helak olması bu
menzilden öğrenilir. Bütün bunlar, dünyadadır.
Ahirette bu helakten
kim kurtulur?
Kâfirler helak
olurken, niçin müminler de helak olmuş, bela hepsini kuşatmıştır?
Halbuki nitelikleri
farklıdır. Acaba bunun nedeni müminlerin kâfirlere meyletmesi midir?
Allah
Teâlâ ‘Zalimlere meyletmeyin’ buyurur.
Acaba onlara ateşin değmesini gerektiren bu meyletme maddi midir, manevi midir?
Azabın meyledenlere artarak verilmesinin nedeni, iyilik amaçlanmış olsa bile,
bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nerede ise onlara
birazcık yönelmiştin. Bu durumda sana ölüm ve hayat acısını tattırdık.’
Acaba tam yönelme nedeniyle hak
edilen azaptan daha şiddetli olan bu azabın sebebi nedir?
Allah Teâlâ’nın böyle
ayetlerdeki -ki bunların amacı O’nun bildirmesiyle öğrenilir-muradı nedir?
Bu konu, bu menzilin
içerdiği büyüle bir bilgidir. Kendisi nedeniyle helak olan ve başkası nedeniyle
helak olan kimdir?
Başkası nedeniyle
helale olmanın sınırı, kendisi nedeniyle helak olmanın sınırı ve zamanı nedir?
Farklı türlerinde
helak, helale olanların hallerindeki farklılıktan mı, ilahi isimlerin
hakikatlerindeki farklılıktan mı kaynaklanır -ki her isim bu makamda azaptan
payını alabilsin-?
Var olduktan sonra isimlerden yok
olan veya geride kalan ya da başkasının helakiyle yok olanlar nelerdir?
Allah Teâlâ’ya asi
olan ile peygamberine ve yöneticilere asi olan arasındaki fark nedir?
Peygambere asi olmanın ve yöneticiye asi
olmanın içerdiği ‘Allah Teâlâ’ya asi olmak’ fiili ne demektir?
Çünkü
onlara asi olmak, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek demektir. Halbuki Allah
Teâlâ’ya asi olmak yöneticilere asi olmayı, gerektirmez, fakat peygambere asi
olmayı içerir. Çünkü Allah Teâlâ’ya asi olmak
peygambere de asi olmak demektir. Çünkü günah ve isyan ilahi emir ve yasaklarla
ilgilidir ki bunlar da peygamberin tebliği ve onun diliyle öğrenilebilir. Allah Teâlâ emrini ancak peygamberleriyle gönderir.
Peygamberlerin dışındaki insanlar ise, bu makama sahip değildir. Bununla birlikte
Allah Teâlâ’nın kendisine isyan edilen bir emri olduğu gibi peygamberin de
isyan edilen bir emri vardır. Burada başka bir emir daha vardır ki, Allah
Teâlâ’ya ve peygamberine asi olmak onda birleşir. Allah Teâlâ’nın mertebesiyle
ilgili olan ve herhangi bir yaratılmışın giremediği her emre yönelik
itaatsizlik, Allah Teâlâ’ya yönelik itaatsizliktir. Yaratılmışın mertebesiyle
ilgili -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberidir-emirle ilgili itaatsizlik ise,
peygambere itaatsizlik demektir. Her ikisiyle ilgili emre itaatsizlik ise,
Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatsizlik demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine itaat eden:' Başka
bir ayette ‘Peygambere itaat edin’ diyerek
sadece peygamberi zikretmiştir. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya
şirk koşan delalete düşmüştür’. Burada sadece kendisini zikretmiştir. Büyüklük
ve onu talep eden niteliği bilmek, hatırlatma bilgisi, Haktan duymanın bilgisi,
mülkü ve mülkün mülkünü bilmek, izzetin mülkünü bilmek, taşıyıcı meleği bilmek,
taşınan mülkü bilmek, heba mülkünü bilmek, büyük korkuyu bilmek, Arş’ın
altındaki hâzineyi bilmek, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu: 'La Havle vela kuvvete illa billâh' demek, Arş altındaki bir
hâzineden çıkmıştır.’ Bu hazine nedir ve ‘La-havle vela
kuvve’ sözünden başka hangi gizli zikirleri içerir?
İlahi ve kevni
kuvvet, anlamları kelimeler mertebesinde birbirine eklemenin bilgisi, onların
kelimelerin maddelerinden soyut olarak birbirlerine eklemlenmeleri var mıdır,
yok mudur?
Anlamların kendiliklerinde bir eklemlenmesi
yok ise, bir imkânsızlıktan dolayı mı böyledir?
Öyle ise, eklemlenmeyi kabul etmezler. Yoksa
Allah Teâlâ’nın iradesiyle mi böyledir?
Yaratılmışın yazısı ile Yaratanın yazısı
arasındaki fark nedir?
Bu
bilgi, gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz garip bir bilgidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün elinde ilâ dürülmüş kitap olduğu halde
çıka-gelmiş.
Kitaplar
bütün yazılı kitapları içermekteydi. Sahabesine sormuş: ‘Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?’
Ardından onlara sağ elindeki kitabın cennet ehlinin adlarını, onların
babalarının, kabilelerinin, aşiretlerinin ve Allah Teâlâ’nın kendilerini
yarattığı andan kıyamete kadarki aşiretlerinin adları yazılıydı. Sol elindeki
kitapta ise kıyamete kadar cehennemliklerin, babalarının, kabile ve aşiretlerinin
isimleri vardı. Herhangi bir yaratılmış o isimleri iki kitapta bulunduğu
şekliyle yazmaya kalksaydı, âlemdeki kâğıtlar yeterli gelmezdi. Allah Teâlâ’nın
yazısı ile yaratılmışın yazısı arasındaki fark buradan öğrenilir.
Hacca giden safdillerin birisinden aktarılmıştır: Veda tavafı yaparken
bir adamla karşılaşmış. Adam, o saf adama takılmaya başlamış:
‘Cehennemden
kurtuluş beratını mı aldın Allah Teâlâ’dan?’ Saf adam karşılık vermiş:
‘Hayır almadım,
peki insanlar bunu almış mıdır?’ diye sorunca, adam ‘Evet’ diye karşılık vermiş.
Bunun üzerine safdil ağlamış ve kapalı bir yere girerek Kâbe’nin
örtülerine bağlanmış, ağlaya sızlaya Allah Teâlâ’dan kendisini cehennemden
kurtaracak bir yazı vermesini dilemiş. Arkadaşları ise onu kınamaya ve söz
konusu kimsenin kendisiyle alay ettiğini anlatmaya çalışıyormuş. O ise,
arkadaşlarının söylediklerine bakmıyor, ağlamaya ve yalvarmaya devam ediyordu.
Safdil bu haldeyken, üzerine oluk yönünden havadan bir yaprak düşmüş. Yaprakta
cehennemden kurtulmuş olduğu yazıyordu. Sevinçle o yazıyı insanlara okumuş. O
kitabın bir alameti, her yönden eşit ölçüde okunabilmesidir. Sayfa
değiştirildiğinde, yazı da değişiyordu. Bunun üzerine insanlar kâğıdın Allah
Teâlâ katından geldiğini anlamışlardı.
Günümüzde bir kadın uykusunda sanki kıyametin koptuğunu ve Allah
Teâlâ’nın ona bir ağaç yaprağı verdiğini görmüş. Yaprakta ateşten kurtulmuş
olduğu yazılıydı. Kadın kâğıdı eliyle tutmuş ve yaprak hala elinde dürülmüş bir
haldeyken uykusundan uyanıvermiş. Elini açamıyor, avucunda yaprağı
hissediyordu. Elini tutmak ona ağır gelmişti, sanki kendisine acı veriyordu,
insanlar kadının başına toplanmış, elini açmaya çalışmış, hiç birisi elini
açamamıştı. Tasavvuf ehline bu durum sorulmuş, hiç biri meselenin sırrını
bilememişti. Şekilci alimlerden fakihler ise bu konuda bir bilgiye sahip
değildi. Doktorlar ise kadının elinin açılmayışını üzerine dökülen ve ona böyle
bir etkide bulunan güçlü bir karışıma bağlamıştı. Bazı insanlar ise, beni kast
ederek, ‘falan kişiye sorsak, belki bu konuda onun bir bilgisi
olabilir’ demiş. Kadını bana getirdiler. Yaşlı kadının
eli kendisine acı verecek ölçüde sıkılmıştı. Rüyasını sordum, insanlara
anlattığı şekliyle rüyasını bana anlattı. Elini öyle kapatmasının sebebini
anlamıştım: Bunun üzerine kulağına eğildim ve ona bir şey söyledim ve ardından
şöyle dedim: ‘Elini ağzına yaklaştır ve Allah Teâlâ karşısında avucunda
hissettiğin bu yaprağı yutmaya niyetlen. Böyle niyet edersen, Allah Teâlâ bu
konudaki dürüstlüğünü bilir ve elin açılır.’ Kadın elini ağzına yapıştırınca, eli açılmış. Orada bulunanlar hayrete
düşmüş, bana bunu nereden bildiğimi sormuşlar.
İFTİRA CEZASI
Ben de kendilerine şöyle dedim: ‘Malik b.
Enes -ki hicret diyarı Medine’nin imamıdır-on üç yaşındayken imamlardan fıkıh
okuyan zeki ve kavrayışlı birisiydi. Bir kadın bir ölüyü yıkıyormuş. Cinsel
organına ulaştığında, eliyle cinsel organına vurarak, şöyle demiş: ‘Ey ferc! Senin üzerinden kimler geçmiş kimler!’ Bu sözü söyler söylemez, kadının eli
ölünün cinsel organına yapışmış. Kendisi elini çekemediği gibi hiç kimse de
kadının elini oradan çekip alamamıştı. Medine fakihlerine bu konudaki hüküm
sorulmuş. Bir kısmı elinin kesilmesi gerektiğini, bir kısmı ölünün bedeninden
kadının elinin uzadığı yerin veya boyu kadar bir bölümün kesilmesi gerektiğini
söylemiş, tartışma uzamış. Şu tartışılıyordu: Neye saygı göstermemiz gerekir?
Ölüye mi saygı göstereceğiz ve ondan hiçbir şey kesmeyeceğiz. Yoksa diriye mi
saygı gösterip elini kesmeyeceğiz? Malik onlara şöyle demiş: ‘Bana göre kadına iftira cezası uygulanmalıdır. Kadın
iftirada bulunmuşsa, eli çözülür.’ Bunun üzerine ölüyü yıkayan kadına iftira
cezası uygulanmış, kadının eli çözülmüş. Fakihler bu duruma şaşırmışlar ve o
esnada Malik’e saygıyla bakmışlar, onu hocalardan kabul etmişlerdir.
Nitekim
Ömer b. El-Hattab da Abdullah b. Abbas’ı bilgideki üstünlüğü nedeniyle saygıda
Bedir savaşına katılanlarla bir değerlendirirdi. Allah Teâlâ’nın gönlüme attığı
ilhamla şunu anladım: Allah
Teâlâ o kâğıtta yazanları başkasının kendisine ulaşmasından sakınmış, bunun
için de kadının elini kapatmıştı. Kâğıtta yazanlar, o kadına tahsis edilmiş bir
sırdır. Kadına söylediklerimi söyleyince, kadının eli açılmış, o yaprağı
yutmuştu.
Bu
menzil cennet ve cehennem bilgisini, kıyamet duraklarının bilgisini, ahiret
hallerinin bilgisini, şeriatlar bilgisini, Allah Teâlâ katındaki değerlerinin
yüksekliğine rağmen peygamberlerin şeriatların değerini bilmesini sağlayan
sebebin bilgisini, onların Allah Teâlâ katındaki yerleri ile kendilerine iman
eden mümin insanlar nezdindeki yerleri arasındaki farkın bilgisini, Hakkın
onlara hangi gözle baktığının bilgisini içerir.
Hakk onlara hangi
isimle hitap eder?
Tenzih,
takdis, büyüklük ile rablik mertebesinin sınırlı isimler mertebesi karşısındaki
yerinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmibirinci Sifr, c. II, sh:90-
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Bazı insanların kalbine ağır gelen siyahlık ve
taşlaşma sebep olan “HACER-İ ESVED”
İnanç ve iman
bahsinde bazen aklın açıklayamadığı konular bulunur. Bunlar aslında imanı
düzeydeki manevî halin tartılmasında imtihan olarak vazedilmiş hususlardır. Bu
nedenle Kâbe’yi dönmek, Hacer-i esved-i öpmek, şeytanı taşlamak gibi hükümleri
bulunan Hacc ibadeti diğer ibadetlere kıyasla aklın daraldığı ve bunaldığı
ibadetlerdendir. İnsanın ömründe bir kere yapması farz olan bu ibadetin bir
dönüm noktası olmasına sebep oluşu, temelinde bu tür ritüellerin yer alması
neden oluyor. [Haccdan sonra bu kişi çok değişti..] Hacc en çok tevili olan ibadet
olmuştur. Hacc için ne söylenilse bir o kadar az iken, yoksa o kadar da çok mu denilecek tereddütleri
barındırarak, kulun son imtihanı durumuna dönüşmüştür. Genelde insanların
ihtiyarlığa kadar bıraktığı bu ibadet İslâmın en son farzlarındandır. Sapıtmanın
arefesinde olan insanlar bu ibadet yüzünden ayakları kaymış, inançlarını
yitirmiştir. Hacc bir ayıklama potasıdır.
İhramcızâde
İsmail Hakkı
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Hacer-i Esved'e Secde Etmek
el-Bezzar,
Cafer b. Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Muhammed b. Abbas
b. Cafer, Hacer'i öpmüş, sonra secde etmişti. Ona ‘ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn Abbas'ın Hacer'i öpüp sonra secde ettiğini gördüm’
diye karşılık verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i
öptüğünü, sonra da ona secde ettiğini gördüm.’ Başka bir rivayette, ‘Peygamberin Hacer'i öpüp ona
secde ettiğini gördüm’ demiştir.
Hacer
(taş, hacer-i esved) yeryüzü kaynaklıdır ve Allah Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta aşırılığı bildiren bir kalıptır,
çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı Arapça’da mübalağa bildirir. Şair
şöyle der:
Kılıcın ucuyla
köklerinden vurulmuş halde
Yeryüzüne
-mübalağa kalıbında-zillet verilmiştir, çünkü zelil kimseler ki onlar Allah
Teâlâ’nın kullarıdır onun omuzlarında, yani üzerinde yürümekle memurdur. Hor
bir kimsenin temas ettiği şey, kendisine temas edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta yeryüzünün kırıklığını secdeyle
yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan bedenindeki en şerefli organlardır.
Taş da yerdendir. Öyleyse bu kırıldık ona da eşlik eder, çünkü o,
yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir. Bu sayede yerin ve taşın kırıldığı
onarılır. Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık duygusu
içindeyken taşa secdeyi emretti. Bu
secdeyle taşın da onarandan bir payı olur. Çünkü o, ilgi gösterilen bir taştır
ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen ‘sağ el’ olması nedeniyle de öpülmüştür.
Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı taşır. ‘Sana biat edenler
Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’ Taşa
secde etmenin sebebi budur.
Hacer-i Esved'in Siyahlığı
Tirmizi,
İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hacer-i esved
cennetten sütten daha beyaz bir halde inmişti. Âdemoğlunun günahları onu
karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis, hasen-sahih hadistir.
Âdem’in
hatası olmasaydı, dünyada efendiliği ortaya çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi
yapan ve ona seçilmişliği kazandıran şeydir (İbn Arabi burada siyah anlamındaki
sevd ile efendi anlamındaki seyd kelimeleri arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.)
Öyleyse Âdem’in hatası nedeniyle cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya
çıkartmak içindi. Hacer-i esved cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete
döndüğünde de, sayesinde başkalarından farklılaştığı ve Hakka yakınlık
elbisesinin üzerinde göründüğü bir izin onun üzerinde kalması gerekir. Allah
Teâlâ onu ‘Hakkın sağ eli’ konumuna yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah
Teâlâ’nın kendisini yaratırken Âdem’in çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının
hataları onu karartmıştır.’ Başka bir ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline getirmişlerdir.
Renkler
arasında efendiliği gösteren renk, siyahtır. Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah
rengi giydirmiştir. Bunun amacı, Âdem’i efendi yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla
onu da efendi yaptığını öğretmektir. Âdem’in yeryüzüne inişi -uzaklaşma değil-halife
olmak demekti. Hz. Peygamber, Hacer-i esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının
hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun
hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına
bu taşa secde edip onu öpmeleri ve kendisiyle teberrük etmeleri emredildi.
Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar için bir kefarettir. Hacer-i esvedin
efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının
hatası Hacer-i esvedi kararttı’ sözünün anlamı budur. Yani onu efendi yaptılar. Siyah renk,
bu anlama delil yapıldı. Öyleyse bu, Âdemoğulları hakkında bir kınama değil,
övgüdür.
Adem (aleyhisselâm)
ile melekler arasında geçen hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere
Adem’in yeryüzünde halife olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkında bilinen
sözlerini söylemişlerdir. Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den
daha layık olduklarını iddia etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki
bilgisinden üstün tutmuşlardı. Onların bu davranışı, Âdemoğullarının
hatalarının yerini aldığı gibi Âdem'in meleklere efendi olmasının da sebebi
olmuştur. Âdem’in efendiliği ortaya çıksın diye de meleklere kendisine secde
etmek emredildi.
Mutlu,
başkasından öğüt alan kimsedir. Akıllı ise, kullarında uyguladığı hükümlerinde
Allah Teâlâ’ya itiraz etmeyen kişidir. Bu yönüyle akıllı insan, arzusunun
hükmüne uymayacağı gibi yönettiği kimselere de arzusunun hükmüne göre
davranmaz. Bu konularda Allah Teâlâ’nın bir hükmü ve idaresi vardır. Çünkü Allah
Teâlâ duymayı, itaat etmeyi ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti.
Allah Teâlâ bunu bir emir yapmıştır, çünkü hükümdarın adil olması, hem bizim
hem onun lehinedir; zalim olması ise, bizim lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse
biz, her iki durumda da kârdayız ve mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan
sonra kullarında yarattıklarında yaptığı işler bize bir zarar vermez.
Yönetici
ve hükümdarlarımızın işledikleri haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri
nedeniyle elde ettiğimiz sevap ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu
konudaki fiiline yeğlediğimiz için Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış
oluruz. Çünkü yöneticilerin zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz,
uhrevî bir paydır. Halbuki bu davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız.
Nefsini ahiret ödülünden mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır.
Yöneticilerin adaletinde lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve
geçicidir. Öyleyse biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında
olmaksızın dünya payını ahiret payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde
ettik. Öyleyse bu davranışımızla dünya malını isteyenlerden oluruz.
Nitekim Hz. Peygamberin ‘hükümdarların adil olmaları onların lehinedir’ sözündeki
pay da, uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını
değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.
Müslüman
Allah Teâlâ’ya teslim olan, tevekkül eden ve bütün işlerin Allah Teâlâ’nın
hükmünde olduğunu gören kimsedir. Bu nedenle de, sadece karşı çıkması emredilen
işe karşı çıkar ve bu karşı çıkma ibadet olur. İtiraz yerinde susarsa, susması
gereken yerde itiraz eden kimse gibi olur. Allah Teâlâ, bizi adalet ile
hükmeden ve ona göre adil davranan saygılı kullarından etsin!
Yetmişüçüncü Kısım,c. VI, sh:62-65
Kıyamet Günü Hacer-i
Esved'in Tanıklığı
Tirmizî,
İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hacer
hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu kıyamet günü
diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü, kendisiyle konuştuğu bir dili
olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler için tanıklık edecektir.’
Kur’an-ı
Kerim’deki garip ifadelerden birisi, alâ (üzerinde) edatının lam (için)
anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası
adına (alâ nusub) kesilen Kast edilen
başkası için kesilen kurbandır. Çünkü aleyhte tanıklık, razı olmayacağın bir
şeyle yapılır. Çünkü aleyhinde tanıklık yapılan kimse bu tanıklığı kabul edip
inkâr etmezse, itirafı nedeniyle bir zarar umabilir. Burada ‘alâ’ edatını kendi
anlamında almak gerekir. Her edat da böyle yorumlanmalıdır. Hal karinesi
olmaksızın hiçbir edat asıl anlamından çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde,
buradaki ‘alâ’ edatını kendi anlamından çıkartıp onu ‘için’ anlamında
yorumlayan kimse de böyle yapmıştır. Bu kişi, hal karinesini şunda bulmuştur:
Hz. Peygamber bu hadisiyle Hacer-i esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak
ona temas ettiğimizde bizim adımıza büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast
etmiştir. Bu yorum ‘Hakk üzere’
sözünden çıkar. Kast edilen, dince belirlenmiş haktır. Çünkü Hacer-i esved, bu
imana sahip her ümmetin temas etmesi için, öpülmek ve dokunulmak üzere konulmuş
Allah Teâlâ’nın sağ elidir. Bu nedenle chak’ sözü belirsiz gelmiş, belirlilik
takısı almamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes için bir
yol ve yöntem belirledik.’ Burada da belirsiz gelmiştir. Öyleyse, bütün şeriatler
haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk üzere’ dokunan kimse, Hacer-i esved’in onun
hakkında yapacağı mümin olduğuyla ilgili tanıklığın kapsamına girer. Hangi
dinde ve hangi şeriade olursa olsun, aynıdır.
‘Alâ’
edatını kendi anlamında bırakmak da mümkündür ki, bu daha doğrudur. Çünkü
burada ‘hale’ kelimesi belirsiz gelse bile, anlamı belirlidir. Belirsiz
gelmesi, her şeye yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var olan ve varlıkla
nitelenen her şeye, Hakk eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede
olursanız, O sizinle beraberdir’ buyurdu.
Her nerede olursak olalım, Hakk varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine
layık bir halde, bizimle beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk;
Hakk ise varlıktır.
Hacer-i esved Allah Teâlâ’nın sağ eli,
dokunulma ve öpülme yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği olarak, onu öpmemiz
gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim görmemiz, işitmemiz ve bizdeki
gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle bir müşahede içinde olursak,
Hakk kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas etmiş olur. Sağ el,
Hacer’dir. Bir şey kendi kendine temas etmez. Âdem
(aleyhisselâm) Rabbinin sağ elini seçmiştir. Rabbinin her iki elinin mübarek
sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli seçmiştir. Kul kıyamet günü Hacer’e dokunma ağacının
meyvesini devşirmek isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e
dokunmadın, Hakk kendi eliyle kendisine dokundu.’ Sonra
Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’ diye sorulur. Hacer ‘evet’ der.
Ona ‘sana teması hakkında nasıl tanıklık edersin?’ diye
sorulur. Şöyle karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla değil, Senin
vasıtanla temas etti.’ Bunun üzerine kula ‘Bu tanıklık
sayesinde Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla değil, Hakk ile olduğunu
öğrendin.’ Bu esnada tanıklık, insanın lehine değil, aleyhine
gerçekleşir. Artık onun talep edeceği bir şey kalmaz. Şâri’, işin kendiliğinde
bulunduğu durumu bize bildirmiştir ki, kul olarak ve bu ibadede yükümlü-mecbur
kimseler olarak Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim Ömer b. Hattab böyle
yapmıştı.
Şöyle
sorulabilir. Hz. Peygamber Rıdvan biatinde kendi elini diğer elinin üzerine
koyarak, biat etmiş ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman
adınadır.’ Osman ise o biatte yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e
temas ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın
her iki eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk üzere’ ona
temas eden kul adına yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü devşirir.
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu el Osman içindir’
demişti. Bu yorumda kulun mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi
altına almasıdır. Çünkü kul, dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede
etmemiştir.
Bu
soruya şöyle karşılık veririz: Hz.
Peygamber’in kendi eliyle diğer eline temas etmesiyle aynı şeyin Allah Teâlâ
için düşünülememesi arasındaki fark şudur: İki benzer arasında ilişki
geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı birleştiren şey, kulluk ve yaratılışın
hakikati demek olan insanlık hakikatidir. Bu nedenle Hz. Peygamber Osman
adına vekil olabilmiş, her biri diğerinin yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı
ise, biat ettiği elin Allah Teâlâ’nın eli olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle
o ele biat etmişlerdir. Dokunulan şey Allah Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine
Allah Teâlâ’nın elidir. Allah Teâlâ ile kullar arasında bir ilişki yok iken
burada bir ilişki vardır.
Şöyle
sorulabilir: Burada ilişki, insanın ‘ilahi sûrete’ göre yaratılmış
olmasıdır ve bu nedenle insanın Allah Teâlâ’nın isimleriyle ahi aklanması
mümkün olabilmiştir. Bu soruya şöyle yanıt verebiliriz: Sûrete gelirsek onu
inkâr etmeyiz. Ahlâklanmadan söz edersek, onu da inkâr etmeyiz. Fakat burada
(hacer-i esved’e) temas kula izâfe edilmiş, teması ise Hakk vasıtasıyla yaptığı
düşünülmüştür. Gerçekte temastan başka bir şey yoktur ve o Hakk vasıtasıyla
gerçekleşmiştir. Öyleyse Hakk, temas etmiştir. Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı
değildir, çünkü sûret Hakk’ın aynı olsaydı ‘Adem’i kendi
sûretine göre yarattı’ denilmezdi. Bu
noktada ‘Hakk kulun işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada duyan bakan ya da herhangi bir fiilin faili olması
yönünden o Hakkın aynıdır. Başka bir ifadeyle kul, bu esnada oluşta bir etkisi,
hükmü ve hali olan niteliğin aynıdır.
Kardeşim!
Hepsi güzel haller olsa bile, hacer-i esved’e dokunurken hangi halde olacağını
seç! Hepsi güzel haller olsa bile aralarında açık bir fark vardır. Alâ (‘e,
üstüne) edatını kendi bağlamından çıkartmak sıradan insanlar adına daha uygun,
anlamında bırakmak ise seçkinler için uygun yorumdur. Büyüklerimiz, her iki
yorumla Hacer’e temas edenlerdir; bir (yandan) Hakk vasıtasıyla ona temas
ederlerken bir de kulluk bakımından ona temas ederler. Böylece iki niteliği
birleştirir, iki ödül elde eder, kıyamet günü Hacer onun lehinde ve aleyhinde
tanıklık eder. Nitekim büyük insanlar, Hakk’tan Hakk’a sülük eder.
Makamın
Ardında Namaz
Ebu
Davud, Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis aktarır: ‘Hz. Peygamber
umre yapmış, Kâbeyi tavaf etmiş ve makamın ardında namaz kılmıştır.’
Allah
Teâlâ İbrahim’in makamını namazgah edinmemizi emretmiştir. Bunun bâtını
yorumunu, daha önce belirtmiştik. Namaz kılarken ondan habersiz kalmayalım
diye, o namazgâhı görebileceğimiz şekilde önümüze aldık. Böylece onu görmek,
içinde değilsek bile o makamı elde etmeyi Allah Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır.
Onu görmek bizim halimiz ise, bu kez, Allah Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini
ve bizim o halde kalmamızı istemeyi hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında
bulunmamız gerekir. Bunun amacı, onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz
için de hatırlamayanlardan olmam azı sağlamaktır.
Yetmişüçüncü Kısım, c. VI, sh:66-69
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
BESİNLERİ
BELİRLEME MERTEBESİNDEKİ HAKİKAT
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
el-Mukit İlahi İsmi
Bütün besinleri takdir
etmiş olan
Kulu için şeriat
gönderen el-Mukit
O bütün vakitleri takdir
edendir
Onları yaratmış, meydana
getirmiş, rızık kılmış
Abdulmukit,
Abdurrezzak’ın ikiz kardeşidir; çünkü rızık, rızıklananın besinidir ve artmayan
ve eksilmeyen özel bir miktara sahiptir. Başka bir ifadeyle cennetlerde türlü
şehvetlerde, dünyada da acı ve şehveti uzaklaştırmada belirli bir ölçüsü
vardır. Dünya karışık işlerin ve şeylerin yaratıldığı bir karışım yeridir. Bu
mertebeden varlıkta suretinin kendisiyle bilfiil var olduğu her şeyin besini
ortaya çıkar. Besinlerin vakitlerinin ve ölçülerinin belirlendiği mertebe bu
mertebedir Allah Teâlâ yeryüzünün yaratılışı hakkında ‘Orada besinler
takdir etti’ der. Yani besinlerin vakitlerini ve ölçülerini verdi. Söz
konusu besinler, gökteki vahyin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle yeryüzündeki
besin, gökteki emrin benzeriyken yeryüzünde besinin takdiri gökteki vahyin
benzeri, hatta aynıdır. Allah Teâlâ göğe emrini vahyetmiştir; vahiy oradaki
besinleri belirlemek demektir. Yeryüzünde de besinleri belirlemiş ve takdir
etmiştir.
Göğün burçlarının
kuvveti var
Allah Teâlâ ölülere
onlarla hayat verir .
Yerdeki hikmeti yürümesi
Bu yürümeyle farklı
türleri birleştirir
İlah onu bizim için var
etti
Seyir ile vakitlerini
belirledi
Vakti onun için gıda
oldu
Yeryüzünde besinleri
takdir etti
Takdir
etmek işini kendisine vahyetmektir. Mahallin ve suretlerin değişmesiyle isimler
de değişmiştir. Gök ve yer derken ulvi ve süfli âlem kastedilir. Varlıkta ulvi
ve süfli kısımlar vardır. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi
el-Alî ile Refiu’d-derecat’tır (dereceleri yükselten) . isimlerin emri ve
besinleri, mümkünlerde eserlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu bakımdan ilahi
isimlerin varlıkları, eserleri vasıtasıyla öğrenilirken eserleri var olduğu
sürece onlar da var olur. İsmin besini kendi eseri demek iken onun belirlenmesi
herhangi bir mümkünde hükmünün süresini belirlemektir.
Bu
mertebeden ‘Her şeyin hâzineleri bizim katımızdadır, onu belli bir
ölçüyle indiririz’ ayeti nazil olmuştur. Hazineler Allah Teâlâ’nın katında ulvi
ve süfli olarak bulunur. Ert ulvi olanı Kürsü’dür ve kürsü Allah Teâlâ’nın
bilgisi, O’nun bilgisi ise zatı demektir. Hâzinelerin en düşüğü, insan
düşüncesinin saklamış olduğu fikirlerdir. İki hazine arasında duyulur ve
akledilir hazineler bulunur. Onların hepsi Allah Teâlâ’nın katandadır, çünkü O
varlığın kendisidir. Bu mertebe hakikatleri, nispetleri, hâdisliği ve kadimliği
birleştiren mertebedir. Bunun yanı sıra yaratılan-yaratan, takdir edilen-kadir
(güç yetiren), mülk-sahip bu mertebede birleşir. Her biri öteki için emir ve
besindir. Bu bağlamda Hakkın gökteki emri yüksekliği iken yeryüzündeki emri
yakınlığı ve tenezzülüdür. Ben yeryüzündenim, demek ki bu hitapla muhatap
olanız, bizden başkası o hitabın muhatabı değildir. Bu nedenle Kur’an nazil
olmuştur. Yükselme yukarıya doğru olduğu gibi inzal ve inme de yukarıdan aşağı
doğrudur.
Aşağıdan yukarıya doğru
miraçlar
Yukarıdan aşağıya doğru
nüzul var
Hepsi bize gelen vahiyde
bildirilmiş
Her ne dersen dediğine
bak
Oluşta
illet ve malul (sebep ve sebepli) bulunduğuna göre, ulvi ve süfli besinlerin
hastalıkları izale etmek üzere kullanılan ilaçlar olduğunu anladık. Bu itibarla
muhtaç olmaktan başka bir hastalık yoktur. Bu nedenle göklerde ve
yeryüzünde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelirken gök ve yer O’na itaat
edici olarak gelirler. Her kul efendiye muhtaçtır. Kavmin hizmetçisi
maslahatlarını yerine getirdiği için kavmin efendisiyken kul/köle bu adı
koruyabilmek için efendisine hizmet edendir. Efendi de
efendilik adını muhafaza edebilmek için kölelerinin maslahatlarını yerine
getirir. Sahip adı kalkmış olsaydı, kendisi var olsa bile, sahiplik
niteliği, dolayısıyla hükmü ortadan kalkar, varlığı geride kalsa bile hükmünden
soyutlanmış olarak kalırdı. Eşyadaki fayda hükümlerine bağlıdır, varlıklarına
değil! Onların hükümleri varlıklarına bağlıdır. Binaenaleyh eşyanın varlıkları
hükümlerine muhtaç olduğu kadar hükümleri de onların ve kendilerinde hüküm
verdikleri şeylerin varlıklarına bağlıdır. Demek ki sadece hüküm ve varlık
vardır! Muhtaç olan ve muhtaç olunan vardır. ‘Bütün iş Allah
Teâlâ’ya aittir.’ O her nefsin kazanmış olduğunu bilir. Burada kapsamlılık
bildiren bir edat olan ‘bütün’ kelimesi zikredilmiş, her nefs kastedilmiş,
herhangi bir şey terk edilmemiştir. Dünyada bu bilginin kendisinden gizlenmiş
olduğu kâfir, ahirette işin ve sonucun kime ait olduğunu görecektir. Orada
perde gözlerden kalkar ve cahil gerçeği öğrenirken dünya hayatında gerçeği
öğrenmiş kişi ondan üstün olur. Onlar müjdelenenlerdir. Herhangi bir şeyi
hakkıyla öğrenen kimse için bilgi onun öğrenişine göre ortaya çıkar.
Besini takdir eden
takdir etmiş
Besin yaratıkların
haline mahsus değil
Onun hükmü yaygın,
hepimizi kuşatır
Kendini de kuşatmış;
bak, ne göreceksin
Her besin O’nun
varlığında Bıkmadan devam eder
Binaenaleyh
besine gıda olan besin, onun kullanılmasıdır. Demek Ki onu kullanan, onun
gıdasıdır. Çünkü besin kendisiyle beslenildiğinde besin olma vasfı kazanır.
Senin besininin kim
olduğunu, kendinin de kimin besini olduğunu bilmelisin.
Bu konuyu bilen âlimlerden birisi olan Sehl b. Abdullah
et-Tüsterî’ye gıdanın ne olduğu sorulmuş, o da ‘Allah
Teâlâ'dır’ demiş. ‘Biz
gıdanın ne olduğunu sorduk’
dediklerinde, üzerindeki halin etkisiyle yine ‘Allah
Teâlâ’ diye cevap vermiş;
çünkü haller sufilerin dilleridir ve zevkleridir.
Sehl soru sorana halinin gerektirdiği bilgiyi verince
adam şöyle demiş: ‘Sehl! Sana bedenlerin ve cisimlerin
besinlerinden soruyorum.’ Bu
kez Sehl onun maksadını anlamadığını fark etmiş, cevapta birinciden farklı bir
tarza dönerek soranın anlayışına göre cevap vermiş, adamın onun halini
bilmediği gibi kendisinin de onun halini anlamadığını fark etmiş ve şöyle
demiş: ‘Niçin bedenle ilgileniyorsun ki? Yurdu
sahibine bırak, dilerse mamur kılar, dilerse tahrip eder!’ Sehl ilk cevabından vazgeçmemiş, sadece onu başka bir
şekilde ifade etmiştir. Bir yerin mamur olması oranın sakinleriyle gerçekleşir.
Demek ki gıda ve besin Allah Teâlâ’dır.
Sehl
ilk cevabında bunu belirtmiş, adam ise nastan zahirî anlama geçmesi nedeniyle
ikinci cevapla tatmin olmuştu. Ariflerin cevaplarının çoğu böyledir: Halde iken
naslara göre cevap verirlerken makamda iken zahire göre cevap verirler. Demek
ki onlar vakitlerine göre hareket ederler.
Bu
mertebenin değerini göstermek için bu kadar açıklama yeterlidir.
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Otuzikinci
Sifir, c.XVI , sh: 353-357
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî,
Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
BEŞ VAKİT NAMAZI
TERK EDEMEZSİN
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Bayılan
kişiyle ilgili batını yoruma gelirsek, bayılan kişi, celalin kendinden
geçirdiği yâ da cemalin egemen olduğu hal sahibine benzer. Bu nedenle, aklı
yerinde değildir. Hakk ise, duyusal varlığından habersiz kaldığı bu anda,
kendisinde uygulamak istediği fiilleri bizzat kendisi üstlenir. Ben de bir süre
bu Hakk yerleştirilmiştim. Bir imam olarak olabilecek en yetkin tarzda kıldığım
namazın hiçbir hareketini ihlal etmiyordum. Bütün bunlar hakkında bir bilgim de
yoktu. Ayılıp şehadet âleminde duyusal varlığıma döndürüldüğümde ise, orada
bulunanlar, tıpkı bir akıllıya yönelik olan yükümlülükler gibi bana yönelmiş
yükümlülüklerden hiçbirini kaçırmadığımı bildirdiler. Yolumuzdan bazıları,
böyle bir Hakk sahip olmamıştır. Bu hal, günah sözünün ulaşamayacağı kıymetli
bir haldir.
İmam
Şibli’nin ilahi sevgiden kendinden alınıp namaz vakitlerinde kendisine
döndürüldüğü anlatılır.
Namazını
bitirdiğinde ise, tekrar kendinden geçerdi.
Hz. Cüneyd’e
Hz. Şibli’den söz edildiğinde şöyle demiş: ‘Hakkında kötü
konuşulmasına imkan vermeyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun!’ Belki de Şibli’ye bu esnada namaz kıldırılıyordu da kendisi
bunun farkında değildi. Orada bulunan insanlar ise, namazı kıldığını gördükleri
için tıpkı bizim durumumuzdaki gibi, duyusal varlığına dönmüş olduğu yargısını
veriyordu. Böylece onlar, Şibli’nin görünen durumunu dile getirmişti. Gerçekte
ise, Şibli’nin herhangi bir bilgisi yoktu. Bu haldeki bazı
insanlar ise, kendilerine döndürülür.
Kırküçüncü Kısım, c. IV, sh: 83
*****
Bayram
süslenme, yeme, içme ve eğlenme gibi nefsanî durumlarla ve işlerle ilgilenme
günü olduğu için, kuldan gününü Rabbiyle konuşacağı namazla açması istendi.
Böylece bilhassa bayram günü Hacda olmayan kimseler, günün kalan kısmını
koruyabilir. Çünkü bayram gününün ilk vaktindeki namaz, (günü bir namaz
sayarsak) namaza niyetlenmek gibidir. Niyet namazı koruduğu gibi bayram
günündeki namaz da niyetin yerine geçerken gün de namazın yerini alır. Namaz
kılarken bir gaflet gerçekleştiğinde, niyet onu telâfi eder. Çünkü niyet varsa,
namaz tamdır. Dolayısıyla niyetin hükmü, namaz kılan kişi farkında olmasa bile,
namaza yayılmıştir. Bayram günü içinde insandan meydana gelen eğlence, oynama
ve sair mübah fiiller günün sonuna kadar namazının koruması kapsamındadır. Bu
nedenle, ‘salatü’l-îd (bayram namazı, dönüş
namazı)’ diye isimlendirilmiştir. (Kelimenin kök anlamından hareket
edersek) Ki, insanın işlediği bütün fiillerin
karşılığının kendisine dönmesi demektir. Bu mükâfat, niyet geçerli olduğu için,
insan gafil olsa bile namazdaki haline göre verilir.
BEŞ VAKİT NAMAZIN TEKRARI YOKTUR
Bu
nedenle, başlama tekbirine benzetilerek ve orucun vaciplik halinde oruç
niyetinin karşılığı olsun diye, bayram günü oruç tutmak haramdır. İnsan orucunu
açtığında, Ramazan ayında farz oruç tuttuğu gibi, farz işlemiş sayılır. O gün
insanın işlediği bütün mübahlar, namazın sünnetleri gibidir; yaptığı bütün
farzlar ve vacipler ise, namazın şartları gibidir. Dolayısıyla, kulun bayram
gününde yaptığı her işteki durumu, namaz kılanın hali gibidir. Bu nedenle ‘îd namazı
(tekrarlama, dönme, avdet etme namazı) diye isimlendirildi’ dedik.
Yolumuzdan olmayan ve içtiğimizden içmeyenler ise şöyle derler:
‘Bayram
namazının îd diye isimlendirilmesinin sebebi, her sene tekrarlanmasıdır.
Hâlbuki
beş vakit namaz da her gün yinelenir ve ‘tekrar namazı’ diye isimlendirilmez.
Bu
yorum, bağlayıcı olmasa bile, söylene gelen bir görüştür. ‘Bayram namazı o
günün süslenmeyle ilgili olması nedeniyle böyle isimlendirilmiştir’ denilirse, buna karşı şöyle yanıt veririz: Süslenme her
namazda gereklidir. Çünkü Allah Teâlâ insanoğluna şöyle buyurur: ‘Her mescide
girdiğinizde zînetinizi (süslerinizi) alınız’ Orucu
açmak farz bir ibadete dönüştüğü için îd diye isimlendirilmiştir. Mübah olan
ise, vacibe dönmüştür.
Kırkyedinci kısım, c. IV, sh:205
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî,
Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
BİLGİSİZLİK
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Ruhlara olan en
büyük azap, bilgisizliktir. Çünkü bilgisizlik, tam bir aldanıştır. Bu nedenle nefislerin
azap günü, aldanış günü diye isimlendirildi. Nefs o gün şöyle der: ‘Yaptığımız
taşkınlık nedeniyle vah bize!” O gün, pişmanlık (hasret) günüdür. (Pişmanlık
diye karşıladığımız) Hasret, keşif ve açma günüdür. Bir şey açıldığında ‘o şeyi
açtım’ anlamında hasertü ani’ş-şey denilir. Adeta şöyle demiş olur: ‘Keşke gerçeği
dünyada keşfetseydim de, davranışım hakkında basiretli olsaydım.’ Böylece
kişi, kendi kendini aldatır.
Aldanış
(ve pişmanlık), emre isyan ve itaat eden herkese ulaşır. İtaatkâr kişi, mutlu
olduğu halde, şöyle pişmanlık duyar: ‘Keşke daha çok
gayret sarf etseydim, bütün gücümü kullansaydım, Rabbimin sözünü dinleyip
gereğiyle amel etseydim.’ Emre karşı gelen ise şöyle der: ‘Keşke, emrettiği
ve yasakladığı şeylerde Rabbime itaatsizlik etmeseydim.’ İşte
o gün, aldanma (pişmanlık) günüdür.
Yirmiyedinci
kısım; c.II, sh.408
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İLAHİ
BİLGİNİN ASLI
Bilmelisin
ki, yaratılmışlar ya bedbaht veya mutludur. Kesif-latif ve karanlık olan ve
olmayan kısımlarıyla nurun varlıklara yayılmasıyla bütün varlıklar, kendilerini
var eden yaratıcının varlığını hiçbir kuşku ve tereddüt olmaksızın kabul
ederler. Yaratanın, mutlak gayb sahibi olması bakımından, sübut yoluyla zatı
bilinemez. Fakat sonradan olanlara layık özelliklerden tenzih edilir. Nitekim
gayb hakkında da bir gayb olduğu bilinir, fakat içinde neyin bulunduğu ve
mahiyeti bilinemez. Ruhanilerin dilleriyle ilahi haberler gelip ruhaniler
(melekler) onları peygamberlere, peygamberler de bizlere aktardığında, bir
kısımız onlara inanır ve kendi fikrini ardına atar.
Söz
konusu kişi, bu haberleri aklındaki kabul niteliğiyle ve kendilerini bildirenin
doğru sözlülüğüne güvenerek kabul eder. Bu haberler kendilerini tasdik etmeye
ilave bir şey yapmayı gerektirirse, kişi onu yapar. Böyle biri, ‘Mutlu’ denilen kimse ve ‘kulak veren ve
şahit olan’ kimsedir. Allah
Teâlâ’nın kendisine vaat ettiği iyiliklere göre, yerleşme yerinde ona karşılık
ve belirli bir süreyle sınırlanmayan daimi nimet verilecektir. Bu nimet, kendi
ecelinin gelmesiyle sona erer, yoksa ortadan kalkmaz ve değişmez. Peygamberlerin bildiklerine
iman etmeyip bozuk fikrini önder edinerek ona uyan kimse ise ya aslını
yalanlayarak veya bozuk bir teville reddeder. Böyle bir insan kendisine verdiği
haberde peygamberi yalanlar ve kendisini tasdike ilave olarak bir şey yapmayı
gerektiren bir haber olduğunda söylenenin gereğiyle amel etmediğinde ise
bedbaht diye isimlendirilir.
Söz konusu kişi kendisindeki karanlık yön
nedeniyle bedbaht olmuştur. Aynı şekilde Mutlu olan da içerdiği nur nedeniyle
iman etmiştir. Böyle bir bedbaht yalanladığında azap ve kararsızlık diyarında
ceza görecektir. Bunun nedeni, sürekli bir azabın orada bulunmasıdır. Bu azap, belli bir süreye bağlı değildir. Bununla birlikte
bütün olarak hüküm yönünden belli bir süresi vardır. Bu durum ilahi adaletten
kaynaklanırken mutludaki ödül ise ihsandan kaynaklanır. Bu ödül, değişmez,
başkalaşmaz ve ortadan kalkmaz. Bu hususta keşif ehli arasında görüş ayrılığı
vardır. Aynı zamanda bu mesele, keşif ehli ile akılcılar arasında (tartışılan)
mühim bir konudur.
Keşif
ehli arasında da konu üzerinde görüş ayrılığı vardır.
Acaba onlara uygulanan azap sonsuza değin
sürecek midir, yoksa bedbahtlık diyarında onlar adına bir nimet olacak mıdır?
Bu
durumda onlar adına azap belli bir sürede biter. Keşif ehli sonsuza dek orada
kalacaklarında ve çıkmayacaklarında ise görüş birliğindedir. Çünkü her diyarı
dolduracak kimselerin bulunması gerekir. Zahirde kendilerine uygulanan elem
sebepleri değişir ki bu kaçınılmazdır. Onlar, acı intikamını aldıktan sonra,
içlerinde ilkinden farklı olarak bu azabı çekerken haz duyarlar.
Abdullah
el-Mevrürî başkalarının da bulunduğu bir toplulukta cemaatin imamı Ebu
Medyen’in şöyle dediğini aktarmıştır: ‘İki yerin ehli
yerlerine girerler. Mutlular Allah Teâlâ’nın ihsanıyla, cehennemlikler ise
Allah Teâlâ’nın adaletiyle cehenneme girer. Girdikleri yerde ise amellerine
göre yerleşir, niyederine göre orada kalıcı olurlar.’ Bu, sahih bir keşiftir ve haşmetli hür bir adamının sözüdür.
Ukubet cezası,
acıyı dünya hayatında şirk içinde geçirilen ömrün süresine denk olarak verir.
Süre dolduğunda ise Allah Teâlâ onlar adına ateşte bir nimet yaratır. Öyle ki
cennete girselerdi, Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığı mizaca uygun
olmayışı nedeniyle acı duyarlardı. Öyleyse onlar, içinde bulundukları ateşten, soğuktan, yılan ve akrep
sokmalarından haz aldıkları gibi cennetlikler de gölgelerden, ışıktan, güzel
hurilerden haz alırlar. Çünkü onların mizacı da bunu gerektirir.
Bakınız!
Pislik böceği dünyada gül kokusundan
rahatsızlık duyan ve gübreden haz alan bir mizaçtadır.
Aynı
durum, onun mizacında yaratılan şeyler için geçerlidir. Dünyada bu mizaçta
yaratılmış varlıklara tanık olduk. Öyleyse âlemdeki her bir şey, kendisine
uygun şeyden haz alırken kendisini iten şeylerden de acı duyar.
Bakınız!
Öfkeli kimse misk kokusundan acı duyar.
Öyleyse
hazlar yatkınlığa tabi iken acılar da yatkınlığın olmayışından kaynaklanır. Bu
durum kendiliğinde kesin bir şeydir ve hiçbir akıl sahibi onu inkâr edemez.
Soru şudur:
Acaba süre
dolduktan sonra da, cehennemlikler bu mizaç üzere bu konumda kalacak mıdır,
kalmayacak mıdır?
Yoksa onlar, acılarla acı veren şeyleri
hissetmelerini gerektiren bir mizaçta mıdır?
Kendisinde
kuşku bulunmayan sarih ve açık nass bilgi ifade etmek üzere var olduğunda, hiç
kuşkusuz ki, onunla hüküm verilir. Allah Teâlâ her şeye kadirdir. Gerçi bu
konuda gerçeği bilmiyor değilim, fakat onu açıklamak gerekmez. Çünkü onu
açıklamak, âlemdeki görüş ayrılığını ortadan kaldırmayacaktır.
Bir
keşif ehli şöyle demiştir:
‘Onlar
cennete çıkacak ve cehennemde hiç kimse kalmayacaktır.
Cehennemin
kapıları bir-birine çarpmaya başlar, içinde cırcır otu biter.
Allah
Teâlâ, cehennem için kendi mizacında olan bir grup yaratır ve bunlarla onu
doldurur.
Nitekim
Allah Teâlâ balığı suda, hava âlemini (canlılarını) havada yarattığı gibi ancak
toprağın içinde yaşayabilen canlıları da toprakta yaratır.
Bu
kısma örnek olarak köstebeği verebiliriz.
Bu
hayvanlar yer üstüne çıktıklarında ölürler.
Bu
konuda bize ait gam, onlar için hayattır.
Balık
sudan çıktığında, ölür.
Onun
gamı havadadır ve hayat nuru onda söner, insan ve karada yaşayan hayvanlar suda
boğulduklarında, yok olurlar.
Öyleyse
bu kısmın gamı sudadır ve bu nedenle onların hayat ışığı söner.
Hem
karada hem denizde yaşayan canlılar da vardır.
Örnek
olarak timsahları, su insanı, su köpeği ve bazı kuşları verebiliriz.
Bütün
bunlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı mizaca göre böyledir.
Bu
menzil hakkında yeterli açıklama yaptık ve menzilin esaslarını Allah Teâlâ’nın
yardımı ve ilhamıyla dile getirdik.
‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirminci
Sifir, c. X. Sh:215-217
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
CENNETE BİLENLER GİRER
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen kimse,
cennete girer.’
Bu
hadisi Osman b. Affan rivayet etmiş, İmam Müslim el-Haccac Sahih’inde
zikretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bilerek ölen.’
Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘iman ederek’ dememiştir. (Tekrar
hadise dönersek) ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen kimse,
cennete girer.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘söyleyen’ dememiş,
özellikle ‘bilgiyi’ tercih etmiştir. Cehennemdeyken bu insanlar hakkında Allah
Teâlâ’nın inayeti (azaptan) öne geçer. Çünkü cehennem, herhangi bir şekilde
Allah Teâlâ’yı birleyen insanın ebedi olarak (kendisinde) kalmasını kabul
etmez. Tevhidin en yetkin yönlerinden birisiyse, bilgiden dolayı (Allah
Teâlâ’yı) birlemektir. Böyle bir insan, bilgiyle imanı birleştirmiş demektir.
Şöyle bir eleştiri yöneltebilirsin: ‘İblis de Allah
Teâlâ’nın bir olduğunu bilir.’
‘Haklısın’ deriz. ‘Fakat İblis ortak koşanların ilkidir. Dolayısıyla ortak
koşan kimselerin vebali onun boynunadır. Onların günahlarının cezası ise,
ateşten çıkmamaktır.
İblis birleyerek
ölmüşse bile böyledir.
Nereden biliyorsun
ki?
Belki de,
düşüncesine ilişen bir kuşku nedeniyle Allah Teâlâ’ya ortak koşarak ölmüştür.
Öyleyse İblis ateşten çıkmayacaktır. Hangi nedenle ateşten
çıkmayacağını ise (şirki icat ettiği için mi yoksa kendisi de sonradan müşrik
olduğu için mi) en iyi Allah Teâlâ bilir.
Bu
meseleler hakkında pek çok ilim vardır. Bunların hepsini ifadeye kalksaydık,
kitaptaki amacımız olan özetleme gayesinden uzaklaşırdık. Bununla beraber,
kıyamet mekânlarından çok bilinen bazı mekânları zikredeceğiz.
Örnek
olarak (amellerin) sunum yeri, defterlerin alınması (yeri), terazi, sırat,
Araf, ölümün kurban edilmesi (yeri), cennet meydanındaki ziyafet sofrasıdır.
Bunların hepsi, yedi tanedir. Aynı zamanda onlar, cehenneme ait yedi kapının
olduğu gibi cennetin yedi kapısının da esaslarıdır. Çünkü sekizinci kapı, Görme Cenneti’ne aittir. O ise, cehennemde
kapalı olan kapıdır. Söz konusu kapı, perde kapısıdır. Dolayısıyla hiçbir zaman
açılmayacaktır. Çünkü cehennemlikler ‘Rablerini
görmekten perdelenirler.’
Yirmi sekizinci kısım: C.II, sh: 450
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ÇOCUĞUN KEMALİ, BABANIN KEMALİNDEN FAZLADIR
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Allah Teâlâ erkeği -ki
Âdem’dir- kendi suretine göre yaratmış, Havva ise Âdem’in suretine göre
yaratılmıştır.
Çocuklar ise -sadece birinden
değil- ebeveynin karışımına göre yaratılmıştır. Başka bir ifadeyle
çocuklar, duyusal ve vehim olarak, bir toplamdan yaratılmıştır. Çocukların
istidadı, anne-babanın istidadından güçlüdür, çünkü çocuk her ikisinin
istidadını içerir. Kâmil bir çocuğun kemali, babanın kemalinden fazladır. Bu
nedenle Hz. Peygamber, bir çocuk olması bakımından yetkin kemal sahibidir.
Her çocuk yaratılışının aslında bu kemale sahip olmakla birlikte, çocuklar
yetkinlikte derece derecedir. Bunun nedeni, ulvi hareketler, nurani tecelliler
ve mutluluğa yaklaşmalarıdır. Her çocuk, yaratılışına eklenen bu ikinci
kemalin sahibi değildir. Burada, tecellide ilâhı özel yönün vermiş olduğu
başka bir sır daha vardır. Bu sır ise, çocuğun kendinden oluştuğu sebebe
aittir. Bu özel yönü, diğer isimlerden daha yetkin bir ihata ve kapsama sahip
olan İlâhî isim belirler. Söz gelişi, el-Alim ismini burada örnek verebiliriz.
el-Alim (Bilen) ismi, kapsam bakımından diğer isimlerden karşılaştırılamayacak
ölçüde yetkindir.
Babası, annesi,
kendisine özgü ilâhî bir ismi -söz gelişi Refıü’d- derecât (dereceleri
yükselten)- olan bir çocuk, babası, annesi, ihata ve derece bakımından daha
aşağıdaki bir isme sahip olan başka bir çocuktan daha üstündür. Bir çocuk, bir
anne ile mevhum-misal suretindeki bir babadan doğmuş olabilir. Böyle biri, bir
babadan yoksun kaldığı için annesinin atasına benzer. Örnek olarak, Hz. İsa’yı
verebiliriz. Bu çocuğun niteliği de, (Hakka ait) emirden ortaya çıkışı bakımından
dedesinin niteliğidir. Nitekim Allah bunu bize bildirmiş ve dile getirmiştir.
Allah Teâla “Kuşkusuz Allah katında İsa Âdem gibidir” (Al-i İmrân, 59) buyurur.
Yani, Âdem’in kendinden var olduğu ilâhî isimden İsa da var oldu. “Onu
topraktan yarattı.” (Al-i İmrân, 59) Zamir Âdem’e döner. Hz. İsa ise Havva’nın kardeşidir ve o, (aynı zamanda Havva’nın) kız
kardeşinin oğludur. Bir çocuk, annesi
olmaksızın bir babadan meydana gelmişse, babasının derecesinden daha
aşağıdadır. Örnek olarak Havva’nın sol kaburgadan yaratılışını
verebiliriz. Bu nedenle Havva eksik kalmış ve onun eğildiği doğruluğu
sayılmıştır. Bu nedenle Havva’nın ilgisi, çocuklarına ve kocasına ait olan
hâzinelere yönelmiştir. Bu durum, (Havva’nın kendisinden yaratıldığı
kaburgaların insanı koruması gibi) kaburgaların sahibinin yararı için kaburganın
altındaki ciğerleri, mideyi vb. şeyleri korumasına benzer. Öyleyse kadının
(veya kaburganın) eğikliği, kendisinden istenilen doğruluğunun ta kendisidir.
Kavisin eğildiği, onun doğruluğudur. Onu bilinen çizgisel bir doğruluğa
zorlarsan, kırarsın ve istediğini elde edemezsin. Böyle yapman, söz konusu şeye
özgü doğruluğu bilmeyişinden kaynaklanır.
Âlemdeki
her şey, Allah’ı bilenlere ve Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki sırlarını
bilenlere göre dosdoğrudur. Bunun böyle olduğunu Allah bize “Her şeye yaratılışını
verdi” (Ta-Hâ, 50) ayetinde açıklamıştır. Söz konusu durum, her şeyin
kemali ve yetkinliği demektir. Hiçbir şey kemalden yoksun değildir. Bunun
nedeni, mutlak kemal sahibinin suretine göre yaratılmış olmamızdır. Bu
nedenle, sınırlılığımızla O’nun mutlaklığına benzedik. Çünkü mutlaklık, hiç
kuşkusuz, bir sınırlama demektir, çünkü bu sayede o sınırlıdan ayrışır.
Kâmilden sudur eden bir şey, O’na yaraşır kemale göre ortaya çıkar. Başka bir
ifadeyle, âlemde kesinlikle bir eksildik yoktur. Hastalıkları doğuran geçici
durumlar olmasaydı, hiç kuşkusuz, insan (bütün bunları bilen) bir âlim gibi
âlemde dolaşır ve gezinirdi. Çünkü âlem Hakkın bostanı, isimler ise ortak bir
şekilde onun sahipleridir. Öyleyse her isim âlemde bir pay sahibidir.
Hakikatlerin verisi budur.
Şu halde
eşyanın kemali, özsel bir nitelik iken eksiklik geçicidir. Her şeyin özünde
yetkin olduğunu anlamalısın!
Kendi
kıymetini ve değerini bilen biri helak olmaz. Kuşkusuz,
erkeğin kadın karşısındaki durumu açıklanmış oldu. Bunlar bir açıdan farklı
olsa bile başka bir açıdan ortaktır.
‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ KISMI-Kadının Durumu
Erkekten Farklıdır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ÇOCUK
FİTNEDİR,
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Çocukların
fitne olmasına gelirsek, çocuk babanın sırrı, ciğerparesi, kendine en bağlı ve
yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir.
İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı
onun dışında ‘çocuk’ diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış,
kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten alıkoyup
koyamayacağını görmeyi murat etmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen
mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık
yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer radiyallâhü anh oğluna zina cezası olarak dayak
cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası
uygularken -ki canın telef olmasına yol açmıştır- cana ağır gelen evladını feda
edebilmişti. (Benzer bir durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında
gerçekleşmişti. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi
hakkında ‘bundan daha büyük tövbe olur mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek,
en büyük imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair
şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak cennet
olabilir.’ En büyük imtihan ve en çetin fitne olan bu üç esası sağlam
ve muhkem bir şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu
hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında
kendinden daha üstün kimsenin bulunmadığı biridir.
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:207
BEDDUA ETME DENİR,
Kıbleye
yönelen herhangi bir günahkârı tekfir etme. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve
sellem birisini tekfir etmişse, onu tekfir edebilirsin. Cemaatle namaz kılmak
isteyen bir eşin olduğunda, onu cemaate gitmekten alıkoyma, fakat evinin onun
adına daha hayırlı olduğunu kendisine öğret. Öfkeyle veya
sakinken, kendine, evladına, hizmetçine veya malına beddua etmekten uzak dur ve
kendini koru. Hastayı
yemeye zorlama, hiç kimseye ateşle azap etme, et yediğinde onu bıçakla kesme,
çiğneyerek ye!
Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:323
BEDDUAYI
DÜZELTMEK İÇİN DUA
Hz.
Peygamber yaralandığında şöyle dua etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m!
Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece
Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret
sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın
geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi:
‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin, bir insan gibi
razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ [Yani kendim için
kızar, razı olurum.] ‘Allah
Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’
Yirmi Beşinci Sifir, c. XIII, sh: 91
Kaynaklar:
Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
DAVUD aleyhisselâm,
Hz. MERYEM Validemiz VE İSA aleyhisselâmın ORUÇLARI
Muhyiddin İbn Arabî
kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
En faziletli ve en
dengeli oruç, bir gün kendin için bir gün Rabbin için oruç tutup bunların
arasında bir gün yemendir. Bu, nefse karşı en büyüle
mücadele ve hüküm bakımından dengeli davranıştır. Böyle bir durumda kul
adına, tıpkı güneş ışığından aydınlanma hali gibi, namazın hali gerçekleşir.
Namaz nur, sabır ise aydınlıktır ve sabır oruçtur. Namaz kul ile Allah Teâlâ
arasında bölünmüş bir ibadettir. Davud orucu ise, bir gün tutmak ve bir gün
yemektir ve bu oruç, sana ve Rabbine ait şeyleri birleştirir.
Bazı bilginler ise Allah
Teâlâ hakkının öncelikli olduğunu dikkate alarak, Allah Teâlâ’ya ait olan ile
kula ait olanı eşitlemeyi uygun görmedi. Bu yaklaşıma göre, iki gün oruç
tutulur, bir gün yenilir. Meryem’in orucu böyleydi.
Çünkü o, erkeklerin kendisinden bir derece üstün
olduğunu gördüğünde şöyle düşünmüştü: ‘İkinci gündeki oruç, belki de o
derecenin karşılığı sayılır.’ Gerçekte de öyle olmuştu. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, erkekler hakkında yaptığı tanıklıkla. Meryem’in de erkekler gibi kâmil
olduğuna tanıklık etmişti, iki kadının tanıklığının bir
erkeğin tanıklığına denk olduğunu gördüğünde Meryem şöyle demişti:
‘Benim iki gün oruç tutmam,
erkeğin bir gün oruç tutmasının yerini alır.’ Böylece erkeklerin makamını
elde etmiş, oruçtaki fazilet bakımından Davud ile eşitlenmişti. Bir insanı
nefsi etkisi altına alırsa, onu ilahlık (duygusu) etkisi altına almış demektir.
Bu nedenle, nefsini aklına bağımlı hak getirebilmek için, ona Meryem’in
nefsine davrandığı gibi muamele etmelidir. Bu, anlayan için güzel bir
işarettir.
Meryem erkeklere katılmakla kemal
sahibi olabiliyorsa, onun Rabbine katılması daha büyük kemal meydana getirir. Bu kısma örnek olarak Meryem
oğlu İsa aleyhisselâmı verebiliriz. Çünkü
o, bütün seneyi oruçla geçirir ve orucunu bozmaz, geceyi ibadetle geçirir ve
uyumazdı. O, âlemde gündüz ed-Dehr ismiyle, gece ise kendisini
uyuma ve gafletin almadığı el-Kayyum ismiyle zuhur ederdi. Bu
nedenle onun hakkında ilahlık iddiasında bulunulmuş ve şöyle denilmiştir: ‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir.’ Daha önce hiçbir peygamber hakkında böyle denilmemiştir. Üzeyr aleyhisselâm hakkında
söylenen nihai şey, onun Allah Teâlâ’nın oğlu olduğuydu. Fakat onun Allah
Teâlâ olduğu söylenmedi.
Bu niteliğin gayb perdesinin ardından keşf ehlinin
kalplerine ne kadar etki ettiğine bakınız. Sonuçta onlar ‘Allah
Meryem oğlu Mesih’tir’ demişti. Bu sözleri nedeniyle Kur’an, bu konuda
adlarına mazeret ortaya koyarak, şirke değil inançsızlığa nispet etti, çünkü
onlar şirk koşmadı. Bilakis ‘O Allah Teâlâ'tır’ demişlerdi. MÜŞRİK, ALLAH TEÂLÂ İLE BİRLİKTE BAŞKA
İLAH KABUL EDEN KİMSEDİR. (Hristiyanlardan)
Böyle birisi, müşrik değil kafirdir.
Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kafir oldu., Böylelikle onları örtme (küfr)
özelliğiyle nitelemiş, onlar da İsa aleyhisselâmın beşeriliğini (nasut) bir
tecelligah edinmişti. Hz. İsa aleyhisselâm ise, Allah Teâlâ’nın kendisinden aktardığına göre, onların
söylediklerini kendileri adına tespit ederek bu makama dikkat çekmiştir. Mesih
İsa şöyle der: ‘Ey Israiloğulları, Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, Rabbime ve
sizin Rabbinize. Onlar ise şöyle karşılık verir: ‘Biz de öyle yapıyoruz.’ Böylelikle onlar, Mesih’te
Allah Teâlâ’ya ibadet etmişti. Sonra onlar şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya ortak koşarsa,
Allah Teâlâ cenneti ona haram kılar.’ Yani Allah Teâlâ, kendisini örttüğü perdeyi ona
haram kılar. Allah Teâlâ, kafir olmakla kendilerini nitelerken, onları örtme
özelliğiyle nitelemiştir.
İşte bu, zâhirinin işin gerçekte olduğu durumu verdiği
bir ayettir. Burada tevil, kınanır. Sana zikrettiğimiz şeyi anladığında, büyük
bir deryaya düşersin. O deryada boğulan kişi, hiçbir zaman, kurtulamaz, çünkü o,
ebedilik deryasıdır. Kendisini inceleyip basiret
gözüyle bakan ve bu konuda Allah Teâlâtan gelen bir basirete sahip kimseler
için Allah Teâlâ’nın kelamı ne
kadar hikmetlidir!
Ellidokuzuncu Kısım, c. 5, sh.195
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye
Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
DİKKAT ETMEDİĞİMİZ SÜNNETLERDEN
Cuma Günü İçin Boy Abdesti Almak
Cuma
günü için yıkanmanın bâtınî
yorumu, haftanın günleri olan yedi gün karşılığında günlük zaman için ezelle
temizlenmektir. Allah Teâlâ kula her hafta yıkanmayı zorunlu bir ödev olarak emretti.
Öyleyse Cuma günü yıkanmak namaz için değil, gün içindir.
Böylece Cuma namazı için
yıkanmak hal temizliği, bu temizlik ise, zaman temizliğidir. Çünkü bilginler bu yıkanmanın hükmü
hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre yıkanmak Cuma gününe
aittir. Bizim görüşümüz de budur. Cuma namazından önce temizlik yapılırsa ve
[günle birlikte] Cuma namazı için yıkanmaya da niyetlenilirse daha iyidir. Bir
kısmına göre ise, bu temizlik Cuma günü Cuma namazı içindir. Bu ise hiç
kuşkusuz, daha üstün bir davranıştır. Öyle ki, insan namazdan önce
yıkanmazsa, güneş batmadıkça yıkanması zorunlu olur.
Kulun bütünüyle Hakka yönelmesi, zamansal
olarak bu günde gerçekleşir dedik. Bu nedenle, bu günün Hakkın katına nispeti,
Hakkın önce, sonra, şimdi gibi edatların eşlik ettiği farklı zamanlarda
varlıkları yaratmaya yönelmesiyle ezelin girdiği zamansal takdirler gibidir.
‘Önceden
ve sonradan emir Allah Teâlâ’ya aittir.’ Bu meseleyi öğreniniz! Çünkü son derece
hassas bir konudur.
Cuma namazı için yıkanan kimse ise, hal
için yıkanmayla namaz için yıkanmayı birleştirmiş demektir. Namazdan sonra Cuma
günü için yıkanan ise, tekleştirmiştir. Bu ise, Cuma denilen şeye zarar verir. En
güçlü yorum, bu günde yıkanmanın hem Cuma günü hem de Cuma namazı için emredildiğidir.
Şari’nin bu konuda maksadının bu olması, uzak bir ihtimal sayılmaz.
Otuzikinci
kısım, c.3, 152
CUMA GÜNÜ YIKANMAK
Bize göre, Cuma günü yıkanmak -ki kast edilen
gün için yıkanmaktır-tüm yetişkinlere farzdır. (Gün için
değil de) Namaz için yıkanılması ise, daha üstündür. Cuma günü yıkanmak ise,
bir grup tarafından sünnet, bazı bilginler tarafından ise, farz sayılmıştır
ki, ben de farz olduğu görüşündeyim. Vacip olduğunu söyleyenlerin bir
kısmı yıkanmanın günden dolayı olduğunu kabul eder. Bizim görüşümüz budur.
Namaz kılınmazdan önce namaz için yıkanmak ise, daha üstündür. Bazı
bilginler ise, yıkanmanın Cuma namazından önce farz olduğu görüşündedir.
VASIL
Batınî Yorum
Batınî hayat
vasıtasıyla (bilgi) insanın
içini ve batınını -ki kalbidir-genel olarak temizlemesi, Allah Teâlâ’yı bilmek
amacı taşır. Kalplerin canlılığı, bu bilgide bulunduğu gibi yine bu bilgiye
bağlıdır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın kendisini bu özel tarzda ortaya koyması
yönüyle Cuma namazının sağladığı bilgi bakımından böyledir. Çünkü Cuma, Allah
Teâlâ’nın bu ümmetine ihsan ettiği en büyüle hidayettir. O gün, ümmetin görüş
ayrılığına düşüp Allah Teâlâ’nın görüş ayrılığına düşülen konuda doğruyu
gösterdiği gündür.
Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Allah Teâlâ her cinsten bir tür, her türden, bir şahıs seçmiş,
seçtiği bu şahsı ya kendisine ya da onun sebebiyle başkasına bir iyilik olsun
diye tercih etmiştir. Allah Teâlâ bazen bir cinsten iki ve üç tür seçer, bazen
türden iki, üç ya da daha fazla şahıs seçer. Bu bağlamda
insan türünden müminleri, müminlerden velileri, velilerden nebileri, nebilerden
resulleri seçmiş resullerin de bir kısmını diğerlerinden üstün yapmıştır.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Peygamberleri birbirine üstün
tutmayın’ diye yasaklamasaydı, hiç kuşkusuz, en üstünlerinin kim olduğunu
belirtilirdi. Fakat Allah Teâlâ peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün
yaptığını bize bildirmiştir.
Öyleyse
(inkâr edilemeyecek bir raviler topluluğunun aktardığı) mütevatir bir nas ya da
gerçek bir keşif bulan kişi, onun sınırında durmalıdır. Tek kişinin rivayet
ettiği sahih bir hadise sahip olan ise, -konu dünyevi davranışlarla ilgiliyse-onunla
hüküm vermelidir; ahiretle ilgiliyse, onu inancında esas yapmamalıdır. Bunun yerine
şöyle demelidir: Bu hadis bize ulaştığı tarzda gerçekte peygamberden gelmişse,
ben o hadise ve peygamberin ve Allah Teâlâ’nın katından gelen bilip bilmediğim
her şeye inanırım. Çünkü inanç konularında ancak kesin olduğuna hükmedilen
şeyler kullanılabilir. Söz konusu olan bir rivayet ise, onun tevatür yoluyla
güvenilir olması gerekir; söz konusu olan akıl ise, mütevatir bir nassla
çelişmediği sürece, kesin aklî kanıta dayanan bir hüküm kullanılabilir.
Mütevatir bir nas aklın deliliyle çelişip onları uzlaştırmak mümkün olmazsa,
nassa inanılır, delil terk edilir.
Bunun sebebi
şudur: Şeriat diliyle belirtilen şeylere inanmak, zikredilen şeyin gerçekte
imanın bildirdiği tarzda olmasını zorunlu kılmaz. Akıllı kişi, Allah Teâlâ’nın
yükümlüden bu kesin nassın verisine inanmasını istediğini anlar; tevatür
zinciri, akıl deliliyle çelişse bile, o hadisi peygamberin söylediğini
bildirir. Böylece akıllı, bilgi olması bakımından bilgisini muhafaza eder ve
Allah Teâlâ’nın söz konusu nassın varlığıyla imanı o bilinene bağlamadığını
anlar. Yoksa, akıllının (bu nas nedeniyle) bilgisinden ayrılarak Allah
Teâlâ’nın istediği şekilde o nassa inanması gerekmez. Allah Teâlâ, bildiğiyle
çelişen bu nassla neyi kastettiğini keşfinde kula bildirirse, bu hitaba tahsis
edilen kimse, Hakkın belirlediği bağlamda ona inanır. Böyle bir keşfi,
karışıklığa yol açacağı için sıradan insanlar arasında açıklayamayız. İhsan
ettiği nimetlerinden dolayı Allah Teâlâ’ya şükrederiz! Bu, Allah Teâlâ yolunda
yararlı olan bir öncüldür.
Allah Teâlâ ayların içinden Ramazan ayını seçmiş ve onu
kendi adıyla nitelendirmiştir. Çünkü Ramazan Allah Teâlâ’nın isimlerinden
birisidir.
Allah Teâlâ
haftanın günlerinden ise, Cuma gününü seçmiş ve bu yedi günün içinden seçtiği
bir gününün olduğunu bildirmiştir. Söz konusu günü de haftanın diğer
günlerinden üstün yapıştır. Bu nedenle. Cuma günüyle Arefe ya da Aşure gününü
karşılaştıran kimse yanılır. Çünkü Arefe’nin üstünlüğü haftanın günlerine
değil, yılın bütün günlerine dayanır. Bu nedenle Arefe günü bazen Cuma gününe
denk gelebileceği gibi Aşure günü de Cuma’ya denk gelebilir. Cuma ise,
değişmez, hiçbir zaman Cumartesi veya başka bir gün olamaz.
Öyleyse Cuma
gününün üstünlüğü kendindendir. Arefe ve Aşure gününün üstünlüğü ise, geçici
durumlardan kaynaklanır. Haftanın hangi gününde bulunurlarsa bu geçici haller
nedeniyle üstünlük o güne aittir. Böylece Arefe ve Aşure günlerinin üstünlüğü,
o tür içindeki üstünlüğü gerektiren geçici durumlar arasındaki bir üstünlük
haline gelir. Ramazan ayının diğer aylardan üstünlüğü de, Güneş aylarında değil
Kameri (ay yılı) aylardadır. Çünkü Güneş yılı aylarının en üstünü, güneşin en
şerefli burcunda bulunduğu gündür. Ramazan ayı ise, güneş yılının her ayına
denk gelebilir. Bu nedenle Ramazan’ın bulunduğu güneş ayı, diğer güneş
aylarından daha üstün olur. Ramazan’ın bir Güneş ayında bulunmasıysa, dönerken
kendisine ilişen geçici bir durumdur.
Binaenaleyh
Cuma günü, Arefe veya başka bir günle mukayese edilemez. Bu nedenle yıkanmak,
namazdan dolayı değil, günden dolayı gerekli görülmüştür. Cuma günü sadece
namaz nedeniyle yıkanılsaydı, o günün en faziletli gün olduğu konusunda
aramızda bir görüş ayrılığı kalmaz, bilginler arasında gerçekleşen görüş ayrılığı
ortadan kalkardı.
Allah Teâlâ
(günler içindeki bir) günün değerini ve üstünlüğünü ümmetlere zikredip tam
olarak belirtmeyerek, günü bilmeyi onların içtihatlarına bırakmış, insanlar da
görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu bağlamda Hristiyanlar en faziletli günün
Pazar günü olduğunu iddia etmiştir, çünkü Pazar, güneşin günüdür. Pazar
göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların yaratıldığı /ilk gündür.
(Hristiyanlara göre) Allah Teâlâ, diğer günlerden üstün olduğu için yaratmayı
Pazar gününde gerçekleştirmiştir. Böylece o günü bayram sayıp şöyle
demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın kastettiği gün Pazar'dır.’ Hâlbuki peygamberleri
bu konuda onlara bir şey söylememişti. Bu konuda bir rivayet olmadığı için,
Allah Teâlâ’nın peygamberlerine bu günü bildirip bildirmediğini de bilmiyoruz.
Yahudiler ise şunu ileri sürmüştür: ‘En faziletli gün Cumartesidir, çünkü Allah
Teâlâ yaratmayı Cuma günü bitirmiş, Cumartesi dinlenmiş, sırt üstü yatmış,
ayaklarını üst üste koymuş ve ‘ben her şeyin sahibiyim demiştir.’ Allah Teâlâ
bu ve benzeri sözler karşısında şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı hakkıyla
takdir edemediler: " Yahudiler, Cumartesi hakkındaki bilgilerinin
Tevrat’ta bulunduğunu iddia eder. Biz, bu konuda Yahudileri ne doğrular ne de
yalanlarız. Kısaca, Yahudiler şunu iddia etmiştir: ‘Cumartesi, Allah Teâlâ’nın
haftanın en faziletli günü olarak seçtiği gündür.’ Böylece Yahudiler ve
Hristiyanlar, haftanın en üstün günü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.
Ardından bu ümmet gelmiştir. Bir
keresinde ‘Cebrail Hz. Muhammed’e içinde bir nokta bulunan cilalanmış bir
aynayla gelmiş ve şöyle demiştir: ‘Elimdeki
ayna Cuma günüdür. Şurası ise öyle bir saattir ki, bu saatte namaz kılan her
müslümanı Allah Teâlâ bağışlar.’ Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
‘Allah Teâlâ, Ehl-i kitabın görüş ayrılığına düştüğü bir konuda bize doğru
yolu göstermiştir.’ Kastedilen ayna vasıtasıyla gerçekleşen ilahi bildirimdir.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hidayeti ise, Allah Teâlâ’ya izafe
etmiştir.
Cuma gününün
üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların
kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah Teâlâ’nın Cuma günü yaratmış
olmasıdır. Bu nedenle Cuma’nın en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise
(Cebrail’in getirdiği) aynada nokta şeklinde gözüken o saatte yaratılmıştır. Nokta
aynada gözükünce, bu örnek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o
nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah Teâlâ’nın bilgisinde
belirlenmiş bir saattir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki
almalıyız-şöyle dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın
kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini hayalde
dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer
değiştirir. Çünkü hayalin etkisi, surette yer değiştirmektir. Çünkü hayal,
duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Hayal, sadece duyulur
surete benzeyen hayalî suretteki bir anlamdır. Bir anlam aynı anda pek çok
lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayale benzemiştir.
Öyleyse (benzetmeyi duyulur değil, hayaldeki bir örnek olarak alırsak),
insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki dürüm da
olabilir. Bu ise, ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle bilinebilecek bir iştir.
Cuma
günündeki (insanın kendisinde yaratıldığı en şerefli) saat, sene içindeki Kadir
gecesinin durumuna benzer. Allah Teâlâ, Kadir gecesinin durumu hakkında şöyle
der: ‘İnsanlar tek bir ümmet idi, Allah Teâlâ peygamberlerini müjdeleyen ve
korkutan kimseler olarak gönderdi. Onlarla hakkı indirdi ve böylece görüş
ayrılığına düştükleri konuda insanlar arasında hüküm verirler. O konuda sadece
daha önce kendilerine Allah Teâlâ katından apaçık deliller gelen kimseler
kıskançlıkları nedeniyle görüş ayrılığına düşmüştür. Allah Teâlâ iman edenleri
görüş ayrılığına düştükleri konuda hidayete ulaştırmıştır: ' Bu ayet, Kadir
gecesi hakkındaki görüş ayrılığı hususunda inmiştir.
Cuma günü
için yıkanmak, (saatin hangisi olduğuyla ilgili) bu görüş ayrılığından
kaynaklanır. Bu sayede insan, Allah Teâlâ’nın iç gözünü açmasıyla temizliği
hakkında kesin bir bilgiye ulaşır. Allah Teâlâ’nın iç gözünü açması, o gündeki
saati bilmektir. Çünkü daha önce (en şerefli) gün belirsizdi. Allah Teâlâ,
peygamberinin diliyle bize günü tanıttı. Geride, gün içindeki saatin
belirsizliği kaldı. Öyleyse -saat yer değiştiriyorsa- her Cuma günü o saati ya
da -saati değişmezse-onun belirli vaktini bilen kişi, bu bilgiyle
bilgisizlikten temizliğini yapmış demektir. Bu nedenle, yıkanmanın (namaz için
değil) günden dolayı olması gerekir. Çünkü gün, daha geneldir.
Kırkbirinci Kısım, c.4, sh:35-40
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
DUA’NIN EMİRLE
İLGİLİ İLİŞKİSİ
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kevni İlimlerin Nereden Geldiğinin Bilinmesi. Bunların
İçerdiği Sırlar Nelerdir? Alemde Onları Elde Edenler Kimdir? Kutuplarının
Mertebeleri Nelerdir? İki Şeriat Arasındaki Ortaklık Sırları? Nefesler Âlemine
Aşık Olmuş Kalpler ve Onlarm Aslı Nedir? Menzillerin Sayısı Kaçtır?
Bize mülk olarak dönen
bir mülke şaşırdım
Öyle bir hükümdardan ki,
sahip olduğu şeyin mülkü olmuştur
Bu, mülkün mülküdür,
şayet şiir söyleyeceksen
Bizim saçılmış inci gibi
olan ilmimizden.
Hakkın varlığından
mukaddes bir ilim al
Dileyen senden o bilgiyi
alsın diye
İlimlerde benim gibi
isen, görürsün
Oluş’unda senden bir
nüsha bulunanı
Yücelerde sizin emrinize
karşı koyan bir şey var mıdır?
Harpte kılıçlarınız
paramparça oldu
Ey sevgilim! Onun
varlığım bilseydin
Ve senin kim olduğunu?
Âlemin efendisi olmuştun
Halkın ilahı sana daha
çok gelirdi
Senin ona gittiğinin;
onu mülk edebilseydin
Allah
Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin kbAllah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana dua edin,
duanızı kabul edeyim!’ Bunu öğrendiğinde, Allah Teâlâ’nın her şeyin Rabbi ve
hükümdarı olduğunu anlarsın. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, bu Rabbin kulu
ve bu Gerçek Sahib’in (el-Meliku’l-Hakk) mülküdür. Âlemin Allah Teâlâ’nın mülkü
olması, herhangi bir engelleme olmaksızın âlemde dilediği gibi tasarruf etmesi,
âlemin ise hükümdarın tesir mahalli olmasıdır. Âlemin içinde bulunduğu hallerin
çeşitlenmesi, iradesinin hükmüne göre, Hakkın dilediği tarzda ondaki
tasarrufudur.
Allah
Teâlâ şöyle buyurur:
‘Rabbiniz rahmet
ve merhameti kendisine ilke edinmiştir.’ Böylece, zorunlu kılan kendisi olsa bile, bir şeyi nefsine
zorunlu kılmada kendisini kuluyla ortak yaptı. Allah Teâlâ’nın sözü doğru,
vaadi gerçektir. Hakkın kendisine kulun duasına karşılık vermeyi zorunlu
kılması, Allah Teâlâ kendisine zorunlu yapmadığı, insanın herhangi bir zorlama
olmadan adağı kendisine farz yapmasına benzer. Allah Teâlâ da, kendisine vacip
yaptığı adağı yerine getirmeyi ona farz kılmış, farzı ifa etmesini emretmiştir.
Sonra gördük ki,
Allah Teâlâ kendisine farz kıldığı şekilde kul dua ettiğinde ona icabet
etmektedir.
Kul da, Allah Teâlâ
onu duaya çağırmadığı sürece, Hakkın bu emrine icabet edemez.
Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar da Bana karşılık versinler.’ Böylece kul ve âlem -ki o Allah Teâlâ’nın mülküdür-adına en
korunmuş mertebede ilahi bir tasarruf gerçekleşir. Bu tasarruf, âlemin özünden
kaynaklanan isteğine göre gerçekleştiği gibi, başka bir tasarruf da şeriat
koymanın gereğiyle meydana gelir.
Durum
zikrettiğimiz gibidir. Başka bir ifadeyle, dua ettiğinde Hakk kulun duasına
karşılık verdiği gibi kendisine emrettiğinde kul da Allah Teâlâ’nın emrini
yerine getirir. Allah Teâlâ’nın kuluna emretmesine şu ayette işaret edilmiştir:
‘Bana verdiğiniz sözü tutun.’ Böylece hükümde ortak yapmıştır. Kulları için amel belirlese
de belirlemese de Hakk, özü gereği karşısında zelil olunmasını gerektirdiği
gibi, kul da Allah Teâlâ hüküm yaptığı şeyi hüküm yapmış olsa da olmasa da dış
varlığının bekasıyla Hakkın kendisini korumasını Hakk eder. Allah Teâlâ kula
ameller farz kıldığı gibi, amelleri yaptığında, sorumlu olduğu şeyi yapması
karşılığında kulu ödüllendirmeyi de kendi üzerine farz kılmıştır. Böylece yüce
mertebe, kulun dilediğinin karşılığındaki ihsanda etkisinin ortaya çıkması
nedeniyle, mülkün mülkü -ki mülk âlemdir-haline gelir.
Binaenaleyh Allah
Teâlâ’ya mülkün mülkü diye tabir edilen bir nitelik verilmiştir. Allah Teâlâ,
maliktir (sahip) ve kullarına emrettiği şey nedeniyle meliktir (hükümdar). Aynı
zamanda Allah Teâlâ, kulun kendisine emrettiği şey nedeniyle de mülktür. Allah
Teâlâ kula ‘beni
anmak için namaz kıl’ dediği gibi kul da ‘Rabbim beni bağışla’ der. Hakk katından
kula dönük olan şey emir diye isimlendirildiği gibi kulun mertebesinden Hakka
dönük şey dua diye isimlendirilir. Bu isimlendirme, Allah Teâlâ karşısında
edebin gereğidir. Gerçekte ise, her iki yönde de emirdir. Çünkü tanım iki emri
birlikte içerir.
Bildiğim
kadarıyla, terimleştirmeyi yapan ille kişi Muhammed b. Ali (Hâlâm)
et-Tirmizî’dir. Biz bu lafzı ondan başkasından duymadık. Belki daha önce bu
deyimi kullanmış İçimseler olabilir, fakat bize ulaşmamıştır. Her durumda terimleştirme
doğrudur. ‘Akıl bakımından Allah Teâlâ hakkında bir şeyin zorunluluğu’
meselesi, akılcı kelamcılar arasında hakkında görüş ayrılığı bulunan bir
meseledir. Bazıları bunu kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Şerî zorunluluğa
gelince, onu ancak Allah Teâlâ katından gelen şeye inanmayan kimse inkâr
edebilir.
Birbirine
tamlama olan iki şeyden, her birinde tamlamanın verdiği bir isim ortaya çıkar.
Zeyd dediğinde, bir insandan söz etmektesin ve bundan başka bir şey de
anlaşılmaz. Ömer dediğinde, o da, bir insandır ve bundan başka bir şey
anlaşılmaz. ‘Ömer’in oğlu Zeyd’ ya da ‘Zeyd’in oğlu Ömer’ dediğinde
ise, hiç kuşkusuz,. Ömer’in oğlu olduğu için Zeyd adına evlatlık ismi meydana
gelmiş, Ömer için de Zeyd’in babası olduğunda babalık adı meydana gelmiştir.
Başka bir ifadeyle Zeyd’in evlatlığı, Ömer’e babalığı; Ömer’in babalığı ise,
Zeyd’e evlatlığı verdi. Tamlama olan iki şeyden her biri, bir diğerinde
tamlamadan önce nitelenmemiş olduğu bir anlam meydana getirir. Başka bir örnek
ise, Ömer’in kölesi Zeyd’dir. Bu örnekte kölelik, Zeyd’in köle, Ömer’in sahip
olmasını gerektir. Zeyd’in köleliği, Ömer hakkında sahip ismini meydana
getirmişken, Ömer’in sahipliği, Zeyd için köleliği meydana getirmiştir. Böylece
ona köle, Ömer’e sahip denilir. Tamlamanın öğelerinden her biri için, bu
tamlamadan önce bu iki ismin anlamı yoktu.
O halde Hakk
Haktır, insan insandır, ‘insan ya da insanlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır’ dediğinde, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ
insanların sahibidir’ demişsindir ki, bu kaçınılmazdır. Mülk oluşu yönünden âlemin
varlığını bütün olarak zihinden atmış olsaydın, âlem ortadan kalktığı için
Hakkın varlığı ortadan kalkmaz, ancak sahiplik anlamının varlığı Haktan zorunlu
olarak düşerdi. Âlemin varlığı fiil ve uygunluk (edilginlik) olarak
Bilen-Hakkın varlığına bağlı olduğuna göre, Allah Teâlâ için el-Melîk ismi
ezelidir. Âlemin varlığı ise dışta yoktu. Fakat onun aklîliği, el-Melîk ismiyle irtibatlı ve
mevcuttu. O halde âlem, varlık, belirleme, güç ve fiil olarak Allah Teâlâ’nın
mülküdür.
Hakikatler nedeniyle
gerçekleşen ayrımın dışında, Hakk ve âlem arasında akledilebilen bir ayrılık
yoktur. O halde Allah Teâlâ vardı ve ‘O’nunla beraber başka bir şey
yoktu.’ Şimdi de öyledir ve öyle olmaya devam eder. Onunla beraber
bir şey yoktur. Allah Teâlâ’nın bizimle beraberliği, şanının gerektirdiği ve
şanına yaraşır tarzdadır. Allah Teâlâ bizimle beraber olmayı kendisine nispet
etmemiş olsaydı, akıl O’na beraberlik anlamını yüklem yapmayı
gerektirmeyecektir Aynı zamanda selim akıl da, bu beraberlikten âlemin
parçalarının birbirleriyle olan beraberliğinden anladığını anlamaz. Çünkü Allah
Teâlâ ‘O’nun
benzeri yoktur’, ‘Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir’ buyurmuştur: Allah
Teâlâ, Hz. Musa ve Hz. Harun aleyhimesselâma da ‘Şüphesiz (Ben her şeyi) işiterek
ve görerek, sizin yanınızda olacağım’ diye hitap etmiştir.
O
halde şöyle deriz: Hakk, belirttiği tarzda ve kastettiği anlamda, bizimle
beraberdir. Şöyle söylemiyoruz: ‘Biz Hakk ile beraberiz.’ Çünkü böyle bir ifade, nassta geçmediği gibi, akıl da bunu
gerektirmez. O halde bizim Hakk ile beraber olduğumuzu gerektirecek ne aklî bir
yorum vardır ne de şeriat bu ifadeyi kullanmıştır,
Müslüman
olduğu halde Allah Teâlâ’ya mekân izafesini reddedenlere gelince, böyle bir
kişi eksik imanlıdır. Çünkü akıl, mekân anlamını Allah Teâlâ’dan nefy ettiği
halde, Kitap’ta olmasa da Sünnet’te mekân lafzı sahih şeriat tarafından Allah
Teâlâ hakkında kullanılmıştır. Söz konusu kullanım, başka bağlamlara çekilemez,
ona kıyas yapılamaz ve sadece Şâri’nin kullandığı bağlamda kullanılabilir.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş:
‘Allah Teâlâ nerededir?’ Kadın
göğü işaret etmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
kadının işaretini kabul edip sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et,
çünkü mümindir.’ Neredeliği soran kişi, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insan ve
Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı şekilci âlimler, cariyenin göğü
göstermesini ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ifadeyi
onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde bulunmasıyla (buna mukabil
Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklinde) tevil etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği
bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şira adında ve rablerin rabbi olduğuna
inandıkları gökteki bir yıldıza taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti Ebû Kebşe
çıkarmıştı. Ben de onlarm gökteki bu Tanrı’ya yakarışlarına vakıf oldum. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Şira (yıldız)nın Rabbi O’dur.’
Gökteki bir yıldıza tapılmasaydı, bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.
Şira’ya
tapma âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ana
tarafından atasıydı. Bu nedenle, dedesi Şira’ya tapmayı ortaya çıkardığı gibi
kendisi de tek ilaha tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet
edip şöyle derlerdi: ‘Ebû Kebşe’nin oğlu ne yapıyor!’
Bu
makamın kutuplarından biri, bizden öncekilerden Muhammed b. Ali et-Tirmizi,
kendi pirlerimizden ise Ebû Medyen idi. O, yüce âlemde ‘Ebu’n-Necâ’ diye
bilindiği gibi Ruhanîler de onu böyle isimlendirirdi. Ebû Medyen şöyle derdi: ‘Benim Kuran’da
surem, ‘Mülkün sahibi olan Allah Teâlâ kutludur, yücedir. (Mülk)
suresidir. Biz de onun için şöyle diyoruz: Ebû Medyen iki imamdan
biridir. Çünkü bu, imamın makamıdır.
Hakk,
kendisine dua eden ve bir şey isteyen zorda kalmış kuluna yardım ettiği için,
bir mutasarrıf haline gelmiştir. Bu nedenle Ebû Medyen Allah Teâlâ hakkında
MÜLKÜN MÜLKÜ derdi. Bu tamlamanın doğruluğu ise, kendisine bu halle çelişen bir
iddia katışmaksızın, her nefeste kulun Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu tam
olarak kavramasıyla gerçekleşir. Kul bu halde olduğunda, Allah Teâlâ’nın onun
mülkü olduğunu söylemek doğru olabilir. Bir iddia kokusu ona bulaşırsa bu
makamda bulunmuş olmaz. Bu iddia, ‘Allah
Teâlâ’nın kendisini ‘ona ait mülk’ ya da ‘milk’ diye isimlendirdiği bu duruma
sahip kılma halinde bulunmaktan uzaklaşmış olarak, kendisi nedeniyle bir mülke
sahiplik’ iddiasıdır. Ayrıca
Hakkın ‘mülkün mülkü’
olduğunu söylemesi bu kişi için geçerli değildir. Gerçekte böyle olsa bile, bu
kişi, Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu bilmemesi ve herhangi bir durumdaki
gafletinden kaynaklanan iddiası nedeniyle kendisini bu halden çıkarmıştır. Bu
makam sahibi, sürekli elinde bulunacak ve gözünün önünde dikilecek büyük bir
teraziye muhtaçtır.
Onyedinci Kısım, c.II ,
sh: 73-78
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
DUÂ YA İHTİYACIM YOK DEME
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah
Teâlâ, Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işlemediğin bir
dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine,
kardeşinin de sana dua etmesidir’
demiştir! Çünkü her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi
olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua
etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin
vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.
Elli
İkinci Kısım; c. IV, sh. 383
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye
Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli,
2011,İstanbul
ECEL BİTİMİNDEKİ SIRLI HALLER
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM
Sûfilerin
Ölüm Esnasındaki Hallerini Öğrenmek
Sûfilerin ölüm gelirken halleri var
Türlü türlü, birbirine benzer haller
Bir kısmı isimlerin onu talebini görür
Bir kısmı melekleri görür
Halleri ise vecdde farklı farklıdır
O hakikatleri verir, tafsil ise icmaldir (özet)
Bir kısmı elçinin ona hediyeler getirdiğini görür
Elçiler ise amellerdir
Bir kısmı tenzihin onu aradığını görür
Ona göre teşbih saptırmadır
Hepsi mutlu, hakikat bir!
Onlarm ebedilik cennetlerinde meşguliyetleri var
İşte bu, gerçektir ve ona bedel arama
O kuşkunun bulunmadığı doğrudur
Peygamber
şöyle der: ‘Kişi yaşadığı gibi ölür, öldüğü gibi diriltilir.’ Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Senden perdeni
kaldırdık, artık bugün gözün keskindir.' Kastedilen ölüm anıdır. Başka bir ifadeyle insan ölüm
esnasında Allah Teâlâ ehline yakîn geldiğindeki -ki onlar Rablerine ibadet
edenlerdir-özel hallerinde olduğu gibi kendi durumunu görür. Allah Teâlâ
Peygamber’ine şöyle der: ‘Sana yakîn gelene kadar, Rabbine ibadet et." Kastedilen ölümdür, çünkü ölüm, kesin olarak
gerçekleşecektir. Hiçbir canlı buna karşı çıkamaz. Görüş ayrılığı, onun
mahiyetinde olabilir. Şair şöyle der:
Ölümden (şecb) başka her konuda görüş ayrılığı
vardır
Ölümdeki görüş ayrılığı ise mahiyetinde olur ancak!
‘Şecb’
ölüm demektir. Ölüm gelince, hiç kuşkusuz, on iki suretin ya hepsini veya bir
kısmını görmek gerekir ki, bu durum zorunludur.
On iki suret,
amelinin sureti, bilgisinin sureti, inancının sureti, makamının sureti, halinin
sureti, Peygamber’inin sureti, meleğin sureti, fiil isimlerinden bir ismin,
sıfat isimlerinden bir ismin ve nitelik isimlerinden birinin sureti, tenzih
isimlerinden birinin sureti ve zat isimlerinden birinin suretidir.
En uygunu, bütün bu suretlerin -‘sad’ harfiyle değil-‘sin’
harfiyle olmasıdır. Çünkü bunlar, manaların menzilleridir. Manalar somutlaşınca
ve şekil ve miktarlarla ortaya çıkınca suretlerde tasavvur edilirler. Çünkü
görmek, gözle gerçekleştiği gibi mertebe ise mertebe de berzahî-hayalî durumla
hüküm verir. O halde manaların intikal ettiği yerde ölüm ve uyku birdir.
Bazı insanlar
için ölürken ameli gözükür. Ameli, sahibinin kendisini yaptığı süs ve güzellik ölçüşünce
ortaya çıkar. Amelini kendisine belirtildiği şekilde tamamlayıp ameli
zedeleyecek tarzda hiçbir yönü eksik olmazsa, en güzel ve tam surette meydana
gelir. Ameli zahirî ve bâtınî unsurlarıyla tamamlanmış ise, bu şekilde (kendisine
gözükür). Bâtınî unsurları, namaz kılarken sahibinin kalbinde ve kıblesinde
huzur ve Rabbî müşahedenin bulunmasıdır. Her meşru amel namaz sayılır. Bu
nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kutsi hadiste Allah Teâlâ’dan
şöyle aktarır: Kıyamet günü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bakınız kulumun
namazına, tam mıdır, eksik midir?’ Tam
ise lehine tam olarak yazılır. Eksik ise şöyle der: ‘Bakınız, nafilesi
var mı?’ Varsa, der ki: ‘Kulumun farzını nafilesinden
tamamlayınız.’ Sonra ameller bu şekilde ele alınır.
Amel,
amel sahibinin zatından başka ise -örnek olarak zekât vermeyen, alması
yasaklanmış bir şeyi gasp edeni verebiliriz-, bu mal, o kulun amelinin iyi veya
kötü suretini giyer. Suret kötü ise, zekât vermeyen, ayette denildiği gibi,
onun boynuna bağlanır. ‘Yaptıkları cimrilik kıyamet günü boyunlarına geçirilir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de zekât vermeyen insan hakkında malının
bir yılan haline geleceğinden söz etmiştir. Sonra bu mal zekât vermeyen insana
şöyle der: ‘Ben senin hazinenim. Sonra da boynuna dolanır.’ Hazine, kulun maldaki amelindendir. Aynı şey, iyiliği
kendilerine dönen amellerinde veya zatlarından başkasında tasarruf
ettiklerindeki cömertliklerinde Allah Teâlâ’nın salih kulları için söz
konusudur. Bütün bunların belirtilerini ölüm esnasında görürler. Bu da, ‘Onlara ufuklarda
ve nefslerinde ayetlerimizi göstereceğiz’
ayetine dâhildir.
Burası,
insanın amelinin bir yönünü göreceği yerlerdendir. Böylelikle salih kul, ölüm
esnasında ruhu için üzerinde yürütüldüğü Burak mesabesindeki iyi amelini görür.
Burak o temiz ruhu yüksek derecelere çıkartır. Artık o, illiyyin’e ulaşır.
Çünkü Allah Teâlâ’nın kulları amellerinde derece derecedir. Bir kısmı güzelde,
bir kısmı daha güzelde, bir kısmı iyide bir kısmı da daha iyidedir.
Bir kısmına ölüm esnasında ilahi mertebeyle
ilgili bilgisi tecelli eder.
Bunlar iki tür insandır:
Birincisi, Allah
Teâlâ hakkındaki bilgisini nazar (teorik inceleme) ve istidlalden almıştır.
Diğeri ise, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini keşften almıştır. Keşf bilgisi
tecellide daha tam ve iyidir. Çünkü keşf ve bilginin elde edilişi, takvadan ve
salih amelden kazanılmıştır. Bu durum, ‘Allah Teâlâ’dan
takva edin (korkun), O size öğretir, ayetinde dile getirilir. Bu bilgi ölüm esnasında güzel bir
surette ya da öleni çevreleyen bir ışık şeklinde gözükür, insan da sevinir.
Bilgiyi kazanırken nefsani bir iddia insana etmiş olabilir. Böyle bir insanın
ameli, bilgiyi edinirken iddianın eşlik etmediği -aksine bilgiyi ilahi bir
ihsan, bağış ve lütuf saymıştı-kişinin amelinden daha aşağıda güzel bir surette
görünür, ikinci kişi ise, bilgiyi elde ederken kendine ait bir çaba görmeyip
amelinden habersiz olanlardandır. Böylelikle amelinde vasıtadır. Böyle bir
insan, (amelde kendisini) sanatçının kullandığı araç gibi sayar. Amel, sanatçıya
nispet edilir, alete değil! Övgü de -alete değil-onu kullanana gider. Aynı şey
ilahi ilimleri elde ederken Allah Teâlâ’nın kullarından bir kısmı adına
gerçekleşir. Böylelikle bilgi ve inancın sureti, son derece güzel bir şekilde
ortaya çıkar.
Bir
kısmı ise bilgisi olmayan inanç sahipleridir. Fakat söz konusu insanın inancı,
işin kendiliğinde bulunduğu duruma uygundur. Bu kişi, Allah Teâlâ hakkında
bilenin inandığı şekilde inanır. Fakat bu, Allah Teâlâ’yı bilenlerden birini
taklit ederek gerçekleşmiştir. Fakat onun da inandığını tahayyül etmesi
gerekir, çünkü inancını hayalden soyutlaması mümkün değildir. O ise, şimdi ölüm
anındadır ve ölüm anının doğru hayal -ki kuşku kendisine ulaşamaz-mertebesine
ulaşma imkânı vardır. Doğru hayal, insanda dimağın önündeki güç değildir. Aksine o, tıpkı Cebrail aleyhisselâmın
Dıhye suretinde gözükmesi gibi, dıştan gelen bir hayaldir. Bu mertebe
gerçek, doğru ve bağımsız müstakil bir mertebe olduğu gibi manalara ve ruhlara
elbise giydiren bedeni suretlere sahiptir. Böylelikle onun derecesi, o makamdan
inandığı şeye göre gerçekleşir. Kul makam sahibiyse, hiç kuşkusuz, nurani
ruhlar derecesine katılır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Her birimizin
belli bir makamı vardır’ dedikleridir.
Böylelikle onun makamı bir surette ortaya çıkar. Kendisi de o makama -tıpkı
valinin valiliğine yerleşmesi gibi-yerleşir. Bu durumda ise makamına göre orada
bulunur. Bütün bunlar, dünya hayatının müjdeleridir. Allah Teâlâ onlar hakkında
şöyle der: ‘Onlar iman eden ve takva sahibi olanlardır. Dünya hayatında
onlar için müjdeler vardır.’
Can
çekişme anında kişi hal sahibiyse, ona Allah Teâlâ’dan bir hal döner ve bu
haldeyken can verir. Bu durum, hal sahibine aittir. Allah Teâlâ’dan ona gelen
şey onun için bir hil’at -valilik gibi bir makam değil-gibidir. Onu giyinir ve
o halin durumuna göre onunla süslenir. Bu hal onun konumunu gösterir. Bazen hal
kendiliğinden olabilirken bazen önceden yapılan bir amelden meydana gelir ve
bunların arasında fark vardır. Bununla birlikte hal her durumda vehbidir.
Fakat
insanlar iki kısımdır: Bir kısmı önceden hizmet ederek kendisine giydirileni
Hakk eder. Bir kısmı önceden hizmet etmemiştir. Böylelikle ona dönük ihsan ve
inayet daha açıktır, çünkü onun halinin belli bir sebebi yoktur. Bununla
birlikte bütün haller vehbi, makamlar ise peygamberlerin Hakk edişidir.
Bazı insanlara can çekişirken varis olduğu
-çünkü âlimler nebilerin varisleridir-peygamber gözükür.
Söz gelişi can çekişirken Hz. İsa’yı veya
Hz. Musa’yı veya Hz. İbrahim’i [aleyhimüsselâm] veya Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem’i veya herhangi bir nebiyi görür.
Bir kısmı geldiğinde sevinerek -çünkü bütün
peygamberler, Mutlu insanlardır-peygamberin adını söyler.
Can çekişirken ‘İsa’ der veya onu Allah Teâlâ’nın isimlendirdiği
gibi ‘Mesih’ adıyla zikreder. Bu, daha yaygın isimdir.
Orada bulunanlar ise, velinin böyle bir
kelimeyi telaffuz ettiklerini görüp kötü zanda bulunarak ölüm esnasında
Hristiyan olduğunu ve İslam’dan çıktığını zanneder.
Ya da Hz. Musa aleyhisselâmı veya ben-i
İsrail’den bir nebinin adını söyler. Yanındakiler ise, adam için ‘yahudi
oldu’
derler. Hâlbuki o, Allah Teâlâ nezdinde mutluların en mutlularındandır. Böyle
bir müşahedeyi sıradan insanlar anlamaz.
Onu keşf sahibi Allah Teâlâ ehli bilebilir.
Gerçi
söz konusu insan, içinde bulunduğu bu hali Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in dininden elde etmiştir, fakat önceki bir nebiye ait bu ortak Hakk
varistir. ‘Onlar kendilerine hidayet ettiği kimselerdir, onların
hidayetlerine uyulur’ ayetinde dile
getirilen husus budur. Suret ortak olunca Hakk, bu insana söz konusu (duruma
ait) sureti o nitelik sahibi peygamberde gösterir. Bu nitelik söz konusu
peygambere aittir ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de onda ortaktır.
Örnek olarak, ‘Beni hatırlamak için namaz kılın’ ayetini verebiliriz. Peygamberin görünmesinin gayesi, bu
şahsın varis olduğu peygamberin başka birinin varis olduğu peygamberden
ayrışmasını sağlamaktır. Varis olunan diğer peygamber Hz. Muhammed salla’llâhu
aleyhi ve sellemin suretinde görünseydi, diğer nebi ve meleklerden ayrı olarak
sadece kendisine özgü hususlarda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e
varis olan şahıs işi karıştırırdı.
Bir
kısmına ölüm esnasında makamda ortak olduğu meleğin sureti görünür. Bu bağlamda
meleklerin bir kısmı, ‘saf duranlar’, bir kısmı ‘tespih edenler’, bir
kısmı ‘okuyanlardır.’ Meleklerin sınıfları makamlarına göre değişir. Böylelikle
kişiyle aynı makama sahip olan melek, onunla sohbet ve oturmak üzere iner. Başka bir ifadeyle meleği indirten şey
aradaki ilişkidir. Bazen can çekişen insan meleği adıyla zikreder. Bu esnada
meleğe önem gösterdiği, yüzünde bir sevinç, rahatlama ve mutluluk görülür.
Biz can çekişme esnasında sadece karıştırmaları söz konusu olmayan velilerin
hallerini betimledik. Yoksa müminlerin genelinin hallerini zikretmiyoruz, çünkü
o konu ayrı bir tecrübeyi (gerektirir). Velilerde özellikle zikrettiğimiz bu
haller gerçekleşir. Bu nedenle, sıradan insanların can çekişme esnasında
karşılaştıkları ve görülmesi istenmeyen ve yüzün sararması gibi durumlarla
ilgilenmedik. Bunlar, amacımızın dışındadır. Böyle bir hal genellikle Allah
Teâlâ ehlinde görünmez. Onlar, böyle bir halle karşılaşırsa, gördüklerini
bilenlerdir.
Bir kısmında can çekişme esnasında düstur edindiği ilahi isim tecelli
eder. Bu isim, fiil isimlerinden ise can çekişme halindeki insan o isim
karşısındaki davranışına göre hareket eder. Örnek olarak var eden anlamında
el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir, er-Rezzak, el-Muhyi gibi bir fiili gerektiren
isimleri verebiliriz. Böylelikle kişi, o ismi en güzel surette görür ve ona şöyle
der: ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin, sen kimsin? İsim ‘Ben senin
düsturunum’ der. Düsturlar, elinizdeki kitabın ‘Kutupların halleri’ bölümünde, daha sonra gelecektir. Düstur
edindiği isim, herhangi bir kemal niteliğini gerektiren isim olabilir. el-Hayy,
el-Alim, elKâdir, es-Semi’, el-Basîr ve el-Mürîd isimlerini örnek verebiliriz.
Bütün bunlar, murakabe ve hayâ isimleridir. Ölüm anında (bu isimler karşısında)
onlar, zikir yaparken dünyevi amaçlardan (hangi ölçüde) arınmış oldukları halde
bulunurlar. O amaçlar beşeri yaratılışa yerleşip insanın kendilerinden
ayrılmasının mümkün olmadığı şeylerdir. Bu amaçlardan kurtulmanın yegâne ilacı,
arızî olan ya da olmayan her varlıkta Hakkın yüzünü müşahede ederek ‘huzur’ kazanmaktır.
(Can
çekişenin) düsturu nitelik (na’t) isimleri olabilir. Bunlar el-Evvel, el-Ahir
ve bu bağlama giren nispet isimleridir. Bu isimlerde o, böyle isimlerle Rabbini
zikretme esnasında sahip olduğu ‘görelilik’ (izafet) bilgisine göre bulunur.
Böylelikle -şifadan kabul edenlerden ise-onun bir varlığı olduğunu veya
olmadığını bilir.
Bazı
insanlara can çekişme arımda tenzih isimleri tecelli eder. Örnek olarak el-Ganî
ismini verebiliriz. Bu isim ömrü boyunca insanın düsturu olmuşsa, o kişi bu
ismi müşahede edişine göre onu karşılar. Acaba insan Hakk’ı ‘bir şeyden
müstağni’ olması bakımından zikretmiş midir? Ya da -bir şey aklına
gelmezden-tıpkı diğer tenzih isimleri gibi sadece Ğanî ve Hamid (müstağni ve
övülen) diye mi zikretmiş midir?
Bazı
insanların düsturu, Allah Teâlâ veya Hüve (O) ismidir. Hüve, Ebu Hamid
gibi bazı sûfılere göre isimlerin en üstünüdür.
Bir kısmı ise,
‘Sen (Ente)’ ismini daha yetkin sayar. Bu görüş, ‘Ey Hayy, Ey Kayyum! ‘Ey, senden başka ilah
olmayan!’ ifadesi hakkındaki görüşünde el- Kettani’nin benimsediği düşüncedir.
Bir kısmı, ‘Ben
(Ene)’ zamirini en üstün saymıştır. Bu ise Ebu Yezid’in görüşüdür.
Zikri böyle olan biri ölüm anında, o zamir hakkındaki
inancına göre bulunur. Bu inanç, sınırlama vehmi veya sınırlamadan soyutlanma
şeklinde olabilir. Bir kısmı, tecrit ve tenzihin sınırlamanın ta kendisi
olduğunu düşünmüştür. Bir sınırlama olmaksızın, bir şeyi düşünmek imkânsızdır. Çünkü bir
şey ‘dışta olan’ veya ‘içte olan’ veya
‘dışta ve içte olmayan’ diye düşünülebilir. Ya da o, o şeyin kendisidir ve ondan başkası değildir. Bütün
bunlar, sınırlamadır. Çünkü her mertebe özü gereği başkasından ayrışmıştır.
Öyleyse sınırın başka bir anlamı yoktur. Bu kadar açıklama yeterlidir.
Yüz
dokuzuncu kısım sona erdi
Yüz
dokuzuncu kısım, c. sh: 98-103
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
FERASET MAKAMININ
BİLİNMESİ VE SIRLARI ve [KIYAFETNÂME-İLMİ SÎMA]
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
YÜZ
KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Feraset, nafile ibadet
nuru
Seçilmiş ve rehber
Peygamber buyruğudur bu
Feraset sahibi, Hakk’ın
gözü ve kulağı olduğu kişidir
Mutlu ve sevinçlidir o
İşin sonu bu yargının
tersinin gerçekleşmesi:
Gaybte ve şehadette
(Saldırmak
anlamındaki) ‘iftiras’ kelimesinden türetilen feraset, kahır özelliğindeki
ilahi bir niteliktir. Hükmü, bu niteliğe sahip birinden korkarak kaçanlarda
gözükür. Kaçmanın nedeni, tabii korkudur. Bu korku, can hakkında olabilir. Can
korkusu, nefsin alıştığı ve otoritesini sergilediği bedenden ayrılmayla
ilgilidir. Ya da feraset sahibinin doğal
feraset
veya ilahi feraset vasıtasıyla kendisiyle ilişkilendirdiği kınamadan kaçmakla
ilgilidir. Bu nedenle feraset, sadece firarilere ilişir. Çünkü âleme baskın
olan şey, kendileri hakkında bilgisizliktir. Bilgisizliklerinin nedeni ise
bileşikliktir. Unsurlardan bileşik olmaksızın, yalın olsalardı, bu nitelikle
nitelenmezlerdi.
Bilmelisin
ki, kul feraset özelliği kazandığında, feraset sahibi olduğu sonucuna varılan
bir takım alameder taşır. Bir kısmı mizaç kaynaklı doğal alametler iken -ki bu
hikemî ferasettir-, bir kısmı ruh, iman ve nefs kaynaklıdır -bu ise ilahi
ferasettir-, İlahi feraset müminin iç gözün-deki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur
vasıtasıyla mümin, kendisine keşf olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana
gelen hali veya kendisine ulaştıracak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti,
doğal ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai bilgi,
kötü ve iyi ahlâkı bilmek, eşyada ve bütün bedeni hareketlerde acele ve
yavaşlığa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir. Bu bölümde her iki feraset
türüne kısmen değineceğiz.
İlahi
feraset, doğal ferasetin sağladıklarını verdiği gibi aynı zamanda fazlasını da
verir. Bu ilave ise, ilahi ferasetin mutluyu bedbahttan ayırmanın bilgisini
olduğu kadar bu nur sahibinin yanında olmaksızın işlenen Allah Teâlâ’nın razı
olduğu ve olmadığı hareketlerin bilgisini de vermesidir. Böyle bir insan bir
davranışı yaptıktan sonra bu nur sahibinin önüne gelir. Söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir
alamet bırakır ve bu alameti sadece feraset sahibi bilebilir. Bu
sayede, günah ya da itaat olmak üzere hareketin durumuna göre, sahibine bir şey
söyler. Nitekim aynı iş Hz. Osman radiyallâhü anhda gerçekleşmişti. Hz. Osman
huzuruna giren birine şöyle demiş:
‘Subhanallah Teâlâ! Erkekler niçin gözlerini kadınlardan uzak tutmuyor ki?’ Birinin
avret yerlerine ya da meskûn bir evin köşesinde vb. bakması helal olmayan
birisine bakmış olan yanına giren adam Hz. Osman radiyallâhü anh’aya şöyle
demiş: ‘Yoksa Peygamberden sonra bir vahiy mi var?’ Hz. Osman radiyallâhü anh şöyle demiş: ‘Hayır! Fakat bu ferasettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in ‘Müminin ferasetinden korkun, çünkü o Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar’
dediğini bilmiyor musunuz? İçeri girdiğinde, gözlerinde onu gördüm.’ insanın hareketinin -itaat ya da günah olmak üzere kendisinden çıktığı
organda bir belirti geride bıraktığı sözümüzün anlamı budur.
Doğal
feraset, bütün davranışlarda, sözlerde, duruş ve hareketlerde dengenin
bilgisini verdiği gibi bütün bu hususlarda sapmanın bilinmesini de sağlar.
Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve
akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı,
hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır.
Öncelikle
bilmelisin ki: iman feraseti -ki onunla başlıyoruz-müminin basiret gözüne
verilmiş ilahi bir nurdur. Bu nur, baş gözüne ait nura benzer. Ferasete konu
olan şeyde ise, göz için duyulurların görünmesini sağlayan güneşin ışığına
benzeyen bir alamet vardır. Bu bağlamda göz, hem kendi nuruyla hem de güneşin
ışığının göstermesiyle duyulurları ayırt ederek küçüğü büyükten, güzeli
çirkinden, beyazı siyah ve sarıdan, hareketliyi durağandan, uzağı yakından,
yukarıdakini aşağıda olandan ayırdığı gibi iman ferasetinin nuru da övülen
davranışı kınanmış davranıştan ayrıştırır ve öğretir.
İlahi feraset
nuru, ‘Allah’ ismine izafe edildi. Burada ‘Allah’ ismi, bütün isimlerin
hükümlerini kendinde toplayan isimdir. Çünkü feraset nuru, ahiret hayatında bedbahtlık ve mutluluğa
yol açan kınanmış ve övülmüş hareketleri tanıtır. Feraset öyle bir dereceye
ulaşır Ki, bazı insanlar toprakta bir şahsın ayak izini -ki onun izi demektir-gördüğünde,
şahıs bulunmadan ‘bu ayak mutlu bir insanın ayağıdır’, ‘şu bedbaht bir
insanın ayak izidir’ diyebilir. Nitekim gözcü izi takip ederek şöyle der: ‘Bu
izin sahibi söz gelişi beyazdır, gözü şaşıdır.’ Böylece -adeta görmüşçesine-onun
yaratılışını ve yaratılışına ilişen geçici durumları betimler. Bütün bunlar,
şahsı görülmeksizin onun izinde görülür. Ensab ilminde buna göre hüküm verilir ve -baba ile oğullar arasında
alışılagelmiş benzerlik bulunmadığı için bir kuşku ortaya çıktığında-çocuğun
gerçek babası bulunur. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bu nedenle feraset nurunu Allah ismine izafe etti.
Halbuki onu -söz gelişi-el-Hamid ismine ait saysaydı, bu nur sahibi, özellikle
övülen ve Mutlu olanı görürdü. Başka bir ifadeyle, Peygamber iman nurunu
herhangi bir ilahi isme izafe etseydi, söz konusu ismin gereğine göre bu nur
etkin olurdu. Bu nuru Allah Teâlâ’ya izafe edince, feraset sahibi onunla dünya
ve ahirette meydana gelebilecek iyilik ve kötülükleri, kınanan ve övülen
davranışları, çirkin ve güzel ahlâkı, doğanın ve ruhanîliğin ortaya çıkarttığı
durumları bilir. Ayrıca feraset sahibi, bu nur vasıtasıyla dini
hükümleri de ayırt eder -ki bunlar, beş hükümdür. Öte yandan, bir hareketin
dayandığı ilahi isimleri, hareketin sahibine bakan ulvî ruhları, yıldızların
hareketlerinden ortaya çıkan alametleri de bu nur sayesinde öğrenir. Çünkü
Allah Teâlâ yıldızları feleklerinde boş yere yüzdürmemiştir. Yıldızların
feleklerinde yüzmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın onların bütün hareketlerine ve
yakın felekteki varsayımsal burçları aşmalarına yerleştirdiği amaçlardır. ‘Allah Teâlâ her
göğe emrini vahyetti’ ayetinin doğruluk ölçütü budur. Kısaca bu yüzüş esnasında
yıldızların hareketleri, kendilerine bırakılan emanetleri -ki onları unsur
âlemi talep eder-sahiplerine ulaştırmayı hedefler.
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ doğayı nefsin aşağısında ve Heba’nın üzerinde yarattı. Allah
Teâlâ doğal cisimleri yaratmak istemiştir ki, bize göre sadece doğal ya da
unsurî cisimler vardır. Unsurlar ise başka cisimler kendilerinden doğsa bile
doğal cisimlerdir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’nın doğayı üzerinde yarattığı şeydeki
eserlerden meydana gelir. Doğa, dört şeyden ibarettir. Bu dört şey özel bir
tarzda bir araya geldiğinde, -Aziz ve Alîm’in takdirine göre-bu bir aradalığa
uygun bir varlık oluşur. Bu nedenle, mizacın farklılığı nedeniyle âlemin
cisimleri de farklılaşmıştır. Her cisim, âlemde karışımının (mizaç)
gerektirdiği şeyi vermiştir.
İş
böyle devam ederek, Allah Teâlâ’nın unsurları yaratmasına kadar ulaşır
-unsurlar rükünlerdir-. Sıcaklık özel bir tarzda kuruluğa eklenir, bu
karışımdan ateş unsuru oluşmuştur ve ‘ateş unsuru’ diye ifade edilir. Sonra,
hava sonra su, sonra toprak aynı tarzda meydana gelir. Allah Teâlâ, vasıtalı
ve vasıtasız olarak unsurları birbirine dönüşebilme özelliğinde yarattı.
İki unsur her açıdan birbirini iterse (nefret), o şey kendine uygun olana
dönüşür. Ardından bu uygun olan da, kendisine en yakın diğer uyguna dönüşür ki
o ilk dönüşüme uğrayanı itmekteydi. Böylelikle ısınma ve yoğunlaşma yoluyla, bu
en yakın uygun vasıtasıyla kendine dönüşmeyi kabul etmiştir.
Allah
Teâlâ, hayvanî cismi dört doğadan yarattı. Bunlar İki acı, kan ve balgamdır.
Allah Teâlâ bu karışımlarda ruhanî güçler de yaratmıştır ki eserleri,
kendilerinden oluşan cisimde gözükür. Bu karışımlar, kendilerinden ortaya çıkan
cisimde itidal ölçüsünde ya da itidale yakın bir ölçüde bulunurlarsa, itidalin
sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar.
İtidal üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya
çıkartırlar. Böylelikle bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın
otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalıklar iliştiği gibi nefse
de (kötü) ahlâk ilişir.
Beden
doktoru, itidali gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı
artırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlahi doktor
ise -ki peygamberlerdir-ahlâkı tedavi eder ve nefsanî amaçları öğüt, zikir,
tavsiye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi
eder. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, insanların ve yüce ruhların nezdinde mutluluk
sağlayan övülen davranışları öğreterek ahlâkı tedavi eder. Bu sayede, düşünen
nefs (nefs-i natıka) güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizacı ıslaha yardımcı olduğu
gibi aynı zamanda bedenin doğasını ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da
yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler
dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi,
bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar,
doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhanî tedavilerdir.
Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz
şeylerin zıddıyla düzelirler. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun
karşılığında eksik ve zayıf karşıma göre yapılan tedavilerdir.
Hastalıkların
bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örnek olarak,
gözlerdeki patlaklık, ya da aşırı ölçüde içe batması ya da son derece ince
burun ya da son derece kaim burun ya da bunun zıddını ya da burun deliğinin çok
geniş veya dar olması veya aşırı beyazlık ya da aşırı siyahlık ya da saçın
kıvırcıklığı veya aşırı düzlüğü ya da gözdeki aşırı maviliği veya aşırı
sürmeliliği verebiliriz. Aynı şekilde, itidalde olmayan diğer organları da
verebiliriz. Bunlar, itidalden saparak, belirttiğimiz şekilde iki uçtan birine
varmıştır. Çünkü insanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidal ve
sapmaya göre belirlenir.
İlahi
doktor gelir -ki o peygamber, ya da varis ya da hakîmdir-kendisine boyun eğen
bu yaratılışın neyi gerektirdiğini bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu için
çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor -sapma söz konusu ise-yaratılışının
gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlahi doktor (peygamber), tedaviyi
sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar. Bu yerler, Allah Teâlâ’nın
övdüğü ve nefsin mutluluğunu sağlayan yerlerdir. Çünkü doktor insan için yeni
bir yaratılış meydana getiremez: ‘Rabb’in yaratmayı ve ahlâkı (hulk ve
hilkat) tamamlamıştır.’ Öyleyse yapılabilecek nihai şey, kullanım yerlerini
açıklamaktır. Yaratılışı mutedil biri Allah Teâlâ nezdinde mutluluk sağlayan
şeyleri bilmiyorsa, bu bilgiye ulaştıracak birisine -ki Allah Teâlâ’nın
peygamberidir-muhtaçtır ve Allah Teâlâ nezdinde mutluluğu sağlayacak şeyleri
bilenlere sormalıdır.
Güzel
ahlâka gelirsek, yaratılışı itidalde olan insan, bunlarda kendisini yönlendiren
birisine muhtaç değildir. Çünkü onun yaratılışının mizacı ve itidali, kendisine
sadece güzel ahlâkı verir. Hatta böyle biri bazı durumlarda sapmayı kullanmak
üzere bir öğreticiye muhtaçtır. İnsan belirli durumlarda sapmadaki yararlar nedeniyle onu
yapmakla yükümlüdür. Bu yarar dünyevi olabileceği gibi ahiret ile ya da her
ikisiyle de ilgili olabilir. Mizacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve
bayağı ahlâk ortaya çıkar, nefsanî gayelerin kendisine etki etmesini ister.
Böyle biri, işinin sonunda neye varacağını önemsemez. Öyleyse akıllı doktor,
daha önce belirttiğimiz gibi, (kötü huyların) kullanım yerlerini göstermekle bu
kişiyi aşama aşama tedavi eder.
Ferasete
konu olan İçişinin yararının nerede bulunduğu bilen iman ferasetinin sahibi
biri gelir ve insanın kınanmasına yol açan ya da kendisinden kınanmış olarak
bir hareketini çıktığını gördüğünde, onu yönlendirir. Böylece -kendisini hükmü
altına almak üzere-nefsini teslim edinceye kadar onu kontrol eder. Bu insan
(itidalden) sapmış ise, seyr ü sülukunda mücahede ve riyazet yolunu takip eder.
İtidal halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi
haline gelir. Başkasına güç gelen işler, ona kolaylaşır. Herhangi bir güzel ahlâk
onda güçlük çıkartmaz. Böyle bir insanın nefsi arınır, tezkiye olur ve temiz
âleme katıldığında, ilahi göz ile bakar, (ilahi kulak ile) duyar, onun gücüyle
hareket eder. Bu durumda ise işlerin nereden gelip nereye gittiğini,
kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. cİman feraseti’ denilen
budur. Söz konusu feraset, Allah Teâlâ nezdinden verilen bir şeydir. Doğası
selim olan ve olmayan herkes, buna ulaşır.
Âlemdeki
sapma ve itidalin esası veya bileşiklerde bazı unsurların başka unsurlara baskın
gelmesinin nedeni, ilahi bilginin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah
Teâlâ, dilediklerine merhamet eder, dilediklerini bağışlar, dilediklerine azap
eder, kerih görür, razı olur ve öfkelenir.
Öfke
nerede, razı olmak nerede?
Af
nerede, intikam nerede?
Cezalandırma
nerede, hoşnut olmak nerede?
Bütün
bunları indirilmiş kitaplarda ilahi haberler dile getirmiş, keşf ehli ise -göz
görmesiyle-onları öğrenmiştir. Söz konusu haberler nebi ve peygamberlerin
diliyle gelmemiş, Allah Teâlâ nezdinden gelen kitaplar onları bildirmemiş ve
peygamberler mucizeler ile desteklenmemiş olsaydı -ki peygamberler yabancıların
nezdinde bu haberlerle ilgili sözlerinin doğruluklarının kanıtlanması için
mucizelerle desteklenmiş ve bu sayede bu haberleri getirdiklerinde haberler
kabul edilmiştir-nefsler bu haberleri kabul etmezdi. Çünkü aklın kanıtları,
ilahi mertebe hakkında böyle bilgileri imkânsız sayar. Bu haberleri gören ve
keşfeden bir insan, doğruluğu hakkında bir mucize desteği olmaksızın, onları
söyleseydi, cahil ilan edilir, düşüncesi nedeniyle kınanırdı. Böyle bir insanın
aklının ve fiillerinin bozukluğu, hayalinin hükmü altına girdiği hususunda
kanıtlar serd edilir, akla göre Allah Teâlâ’nın böyle niteliklerle
nitelenemeyeceği iddia edilirdi. Söz konusu haberlerin peygamber ve kitaplar
vasıtasıyla indirilmiş olmasının nedeni budur. Müşahede sahibi de, onlara
dayanarak bu tür bilgi getirdiğinde onun sözüne aşina olunur.
Böyle
haberleri bildirmek üzere şeriatlar gelmiş, başkanlara ve önderlere
peygamberlerden başkasından duyduklarında ters gelecek hükümleri bildirmiştir.
İnsanlar böyle bilgilere peygamberden aşina olup nefsler ilahi yasaların
hükümleriyle ülfet ettiğinde, salih insanlara öğrencilik yapmak ve nefslerini
-kendilerine ağır gelse bile onların yönetimlerinin altına sokmak, hükümdarlara
ve başkanlara kolaylaşmıştır. Onlar, bu konudaki bilgilerini karşılaştıkları
amaçlarıyla ters düşme güçlüğüne yeğlemişlerdir. Çünkü bu şarta göre nefsini
salih insanın hükmü altına sokmuştur. Öyleyse onun kendisine karşı kanıtı
vardır. Alîm ve Hakîm Allah Teâlâ münezzehtir. Bilginin üstünlüğü olmasaydı,
feraset üstün olamazdı. Çünkü bilginin otoritesi olmasaydı, feraset üstün
gelemeyeceği gibi bir değeri de olamazdı. Öyleyse bilgi niteliklerin en
üstünüdür. Kurtuluş -insan onu kendisine hakim yapıp işlerinde ona göre
davrandığında-bilgidedir. .
Rabb’im! Bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır!
Beni bilgide kullan,
Beni bilgi için kullan,
Bilgiyi bende hüküm
sahibi yap
Onu benim gözetmenim yap
Sen bilen, bilgi ve
bilinensin
Bilgi şenindir, bizim
değil
Bize ondan değerimiz
kadar verdin
Hâkimler
nezdinde zikredilen ferasete gelirsek, bu ferasetin hâkimlerin esas sayıp
tecrübe ettikleri bir yönünü zikredeceğim. Sonra onun niteliklerdeki bâtını
yorumunu, belirteceğim. Bunu ise, kitaptaki yöntemimize göre -Allah Teâlâ’nın
izniyle-özet ve yeterli bir şekilde yapacağız:
Bilmelisin
ki: Allah Teâlâ, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaratılışı
mutedil bir insan yaratmak istediğinde, babaya mizacını düzeltecek şeyleri
(yemeyi) nasip eder. Aynı şekilde, annesine de mizacını düzeltecek şeyleri
nasip eder. Böylece, erkekten ve dişiden çıkan meni düzgün olur (salih). Öte
yandan rahmin mizacı da düzgün olur ve karışımlar (ahlât-ı erbaa) nutfenin
düzgün olmasını sağlayacak ölçüde itidal halinde bulunur. Allah Teâlâ suyun
(meni) rahme indirilmesi için, mutlu bir yıldız (tali’) belirler. Bunu ise,
Allah Teâlâ’nın o esnada var olanlarda meydana getirdiği şeye göre iyiliğe
alameti kendisinde yarattığı feleklerin hareketlerine göre gerçekleştirir.
Erkek ve kadın, mutedil bir mizaç ile Mutlu bir tali’de birleşir. Meni mizacı
dengeli rahme iner. Rahim onu alır ve Allah Teâlâ anneye mizacını düzgün
tutacak ve rahimde çocuğun besleneceği şeylere karşı arzu duyma imkânı verir.
Böylelikle meni, mutedil bir yerde, mutedil maddeler içinde ve feleklerin
doğrusal hareketlerinin içerisinde şekillenmeyi kabul eder.
Bu
durumda yaratılış en mutedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Sahibinin
yaratılışı da dengeli bir şekilde meydana gelir. Böyle biri, ne uzundur ne
kısa! Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla
çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür ne
bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa
ve siyahlığa yakıındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paraleldir. Boğazı
ölçülüdür. Baldırında ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabadır
ne de incedir. Kalın veya ince olması beğenilen kısımları dengelidir.
Parmakları ince ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az
konuşur. Doğası sarılığa ve siyahlığa eğilimlidir. Bakışında rahatlık ve sevinç
vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve
başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakimlerin
söylediğine göre, yaratılışı en mutedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem de bu yaratılışta yaratılmıştır. Bu sayede, (manevi)
mertebede kemali gerçekleştiği gibi yaratılışta da kemali gerçekleşir.
Böylelikle o, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.
Rahimde
bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın
rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa ya da organların çoğuna ya da
bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için
maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki,
ya yapının bütününde ya da bazı organlarında gözükür.
Başarıya
erdiren Allah Teâlâ’tır, bunlardan birisi şudur:
Aşırı
kumrallık ve mavilikle birlikte gerçek beyazlık hainliği, fâsıklığı ve aklın
hafifliğini gösterir.
Bununla
birlikte kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı
çok ise, feraset sahibi hakimler ‘Bu nitelikteki birisinden öldürücü
yılanlardan kaçmak gibi kaçmak gerekir’ demişlerdir.
Saçın
serdiği, cesarete ve dimağın doğruluğuna işaret eder. Saç yumuşaklığı
korkaklık, zekâ azlığı ve dimağın soğukluğuna işaret eder. Saçın her İki omuz
ve boyun üzerinde çok olması, insanın ahmaklığına ve cüretine delildir.
Karında
ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının
azlığına ve zulmü sevmesine işaret eder. (Saçta) Kumrallık korkaklığa, öfkeye,
hızla sinirlenmeye ve zalimliğe işaret eder. Saçın siyahlığı, akıldaki aşırı
durağanlığa, yavaşlığa ve adaleti sevmeye işaret eder. Bunların arasında olan
saç rengi ise itidale işaret eder.
Kırışıklık bulunmayan geniş
alın düşmanlığa, arsızlığa, kışkırtıcılığa ve kendini beğenmişliğe işaret eder.
Genişlik
ve darlık halamından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alnın sahibi
doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık, yönetici ve uzmandır.
Kulakları
büyük kişi bilgisizdir. Şu var ki o, hafız olabilir. Kulakları küçük kimse,
hırsız ve ahmaktır.
Kaş
çokluğu, meramını anlatamamak ve zayıf konuşmaya işaret eder. Kaşlar şakağa
kadar uzamışsa, sahibi kendini beğenmiş şaşkının tekidir. Kaşları ince, uzun ve
kısalıkta dengeli ve siyah olan kimse, uyanıktır.
Gözü
mavi olan, en şerli kişidir. Mavilerin en kötüsü ise, turkuaz mavisidir.
Büyük
ve patlak gözlü kimse hasetçi, yüzsüz, tembel ve güvenilmezdir. Bir de mavi
olursa -ki bazen koyu olabilir-daha da hasetçidir. Gözleri orta büyüklükte olan
ve derinlik (koyu) ve siyahlığa yakın olan kimse, zeki, güvenilir ve
sevecendir. Göz bedenin uzunluğunda olursa, sahibi habistir. Gözü donuk, tıpkı
hayvan gibi az hareketli ve bakışı ölgün olan kimse, bilgisiz ve katı
doğalıdır. Gözünde hızlı hareket ve keskin bakış olan kişi hırsız, hilekâr ve
aldatıcıdır. Gözü kızıl olan kimse, atılgan ve cesurdur. Gözünün çevresinde
sarı noktalar bulunan kimse, insanların en şerlisi ve alçağıdır.
Burnu
ince olan kimse, pervasızdır. Burnu -adeta ağzına girecek kadar-büyük olan
kimse, cesurdur. Burnu basık olan kimse, şehvetlidir. Burnu çok kabarık olan
kimse, çok öfkelidir. Burnunun ortası basıklığa mütemayil ve sert olan kimse,
geveze ve yalancıdır. Burunların en mutedili, aşırı uzun olmaksızın, belli
ölçüde uzun olanıdır. Burun serdiğinin vasati olması ve deliklerin
abartısızlığı, anlayışa ve akla delildir.
Ağzı
geniş olan kimse, cesurdur. Dudakları kalın olan kimse, ahmaktır. Tam
kızıllıkla birlikte orta kalınlıkta olan kimse, dengelidir.
Dişleri
birbirine girmiş ya da çıkıntılı olan kimse, aldatıcı, güvenilmez bir
hilekârdır. Dişleri arasında boşluk bulunup seyrek olan kimse, akıllıdır,
güvenilirdir, yönetici ve emin bir insandır.
Yüzünün
etinde avurtları şişkin olan kimse, cahildir ve katı doğalıdır. Yüzü zayıf ve
sarı olan kimse, alçak, hilekâr, tuzakçı, habis ve huysuzun tekidir. Yüzü uzun
olan kimse, arsızdır.
Şakakları
şişkin ve damarları şişkin olan kimse, öfkelidir. Kendisine baktığında yüzü
kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden
kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan
biridir.
Yüksek
ses, cesarete işaret eder. Yavaş ile hızlı, yumuşaklık ile serdik arasındaki
dengeli ses, akla, tedbire ve doğruluğa işaret eder. Hızlı ve ince konuşmak,
bilgisizliğe, yalancılığa ve arsızlığa işaret eder. Sesin kalınlığı, öfkeye ve
ahlâksızlığa işaret eder. Sesin genizden gelmesi, ahmaklığa, zekâ azlığına ve
kibre işaret eder.
Çok
hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır.
Oturuştaki ağır
başlılık, sözdeki süreklilik ve gereksiz sözlerde eli hareket ettirmek, aklın tamlığına,
tedbire ve aklın doğruluğuna kanıttır.
Boynun
kısalığı hilekârlık ve habisliğe kanıttır. Boynun uzunluğu ve inceliği ise,
ahmaklığa, velvele çıkarmaya ve korkaklığa kanıttır. Bu ikisine bir de başın
küçüklüğünün eklenmesi, ahmaklık ve akılsızlığa delildir.
Boynun
katılığı, bilgisizliği ve oburluğu gösterir. Boynun uzunluk ve sertlikte
itidali, akla, tedbire ve samimi dosduğa, güvenilirliğe delildir. Büyük karın
ahmaklığa, bilgisizliğe ve korkaklığa kanıttır. Karnın latifliği ve göğsün
darlığı, aklın çokluğuna ve doğru düşünmeye kanıttır. Omuzların ve sırtın
genişliği, cesarete ve aldın hafifliğine kanıttır. Sırtın eğikliği,
sabırsızlığa ve huysuzluğa kanıttır. Sırtın düzgün olması, övülen bir
belirtidir. Omuzların öne çıkması, kötü niyete ve gidişatın kötülüğüne
delildir.
Avucun
dize kadar uzayacağı şekilde kolların uzunluğu, cesarete, cömertliğe ve
soyluluğa kanıttır.
Kollar
kısa ise, sahibi korkaktır ve kötülüğü seven biridir. Uzun parmaklarla birlikte
uzun kol, sanatkârlığa, işleri sağlam ve başkanlığı iyi yapmaya kanıttır.
Ayaktaki
sert et, bilgisizliğe ve zulmü sevmeye kanıttır. Yumuşak-küçük ayak,
günahkârlığa kanıttır. Topuğun inceliği, güzelliğe delil iken topuğun kalınlığı
cesarete kanıttır. Aşil kirişleriyle birlikte inciklerin kalınlığı aptallığa ve
düşüncesizliğe kanıttır. Adımları geniş ve ağır olan kimse, bütün
davranışlarında başarılı, işin sonuçlarını düşünen kişidir. Böyle olmayan da,
bunun tersidir.
Bunlar,
doğa bilginlerinden tecrübe sahibi hâkimlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi
feraset ile ilgili) hususlardır.
Bu
nitelikler çoğalır ve azalır, fakat hüküm galibe aittir. Bazen bir şahısta
eşitlenirler. Bu durumda bir nitelik diğerinin hükmünü bir yönden ortadan
kaldırabilir. Bazen de bir konuda bu niteliklerden birisi etkin olurken başka
bir konuda ise diğer bir nitelik etkin olabilir.
Kısaca, riyazet ve
bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada
etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu
görecektir. Çünkü adet, beşinci doğadır ve onun aslî doğada etkisi vardır.
Bütün bunlar, tecrübe edilmiştir.
VASIL
Söylediğimiz Alametlerin
-bunlar tecrübeyle sabittir
Bâtını
Yorumu
Bilmelisin
ki, insanın bedenini yöneten latifesinin (düşünen nefs) bir yönü, onun babası
olan saf nura bakarken bir yönü sırf karanlık olan doğaya bakar. Doğa ise, onun
annesidir. Bu nedenle latif nefs, ışık ve karanlık arasmda meydana geldi. Onun
orta yerde olmasının nedeni, yöneticiliğidir. Bu yönüyle o, tüm heyula ve akıl
arasındaki tümel nefse benzer. O, karanlık bir cevher iken akıl saf ışıktır.
Böylece bu düşünen nefs, ışık ve karanlık arasında bir berzah haline gelmiş,
her birisine kendi hakkını vermiştir. Bu iki uçtan birisi kendisine baskın
gelirse, baskın gelene göre olur. İki uçtan birisine meyli olmadığında ise,
işleri itidal üzere algılar ve insaflı olur, gerçeğe göre hüküm verir. Bu
bölümde bedendeki ferasetin alametleri hakkında zikredilen şeylerin bâtınî
yorumunu belirteceğiz.
Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün nur âlemine
vermesidir. Öyle ki artık doğa âlemini kendisiyle yöneteceği hiç bir şey
kendisinde kalmaz. Ebu İkal el-Mağribi ve benzerleri böyleydi. Bu durumda,
kemale ulaşmazdan önce hızla bozulmaya uğrar. Aynı şey, aşırı siyahlığın yorumu
için de geçerlidir. Bu ise insanın şehvet ve doğa âlemine kendisini
bırakmasıdır. Bu bırakma, kendisiyle nur bilgilerine -ki ilahi ilimler demektir-bakmak
arasında bir perde haline gelir. Hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, böylelerinin
hali kınanmıştır. Bununla birlikte bu durum, zaman zaman gerçekleşir ve kişi ‘her Hakk sahibine
hakkını veriyor’ olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim bir vaktim
vardır ki, onda Rabbimden başkası benimle olamaz’
buyurur. Hali böyle olan insan, adil imamdır. Uzunluk ve kısalık, insanın iki
âlemden birisindeki bakışının süresine işaret eder. Bu süre uzarsa uzunluk,
kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Sürenin, ihtiyaç ölçüsünde olması gerekir.
Etin yaşlığının katılık ve incelik arasında dengeli olması ise, tıpkı etin
kemik ve deri arasında bir berzah olması gibi, insanın mana ve duyu arasındaki
berzahlarda itidal üzere bulunmasıdır. Saçın dengeli olması ise, insanın kabz
ve bast halleri arasında bulunuşudur.
Yüzün
genişliği, rahatlığa ve sevince işaret eder. İnsanın görüyor olması, işleri
inceleyişindeki doğruluk demektir.
Gözün
siyahlık ve koyuluğa çalması, bilinmeyen işlere bakması, gizli şeyleri ortaya
çıkartması demektir. Gözlerdeki patlaklık, şehadet âleminde bilimleri
istinbata yönelmesi demektir ki söz konusu kimseler yorum sahipleridir.
Baş
kemiğinin dengeli olması, aklın çokluğu demektir. Omuzların genişliği, bir eser
olmaksızın, gaybet halinde eziyete tahammül demektir.
Boynun
istiva halinde olması, kendilerine yönelmeksizin eşyayı öğrenmek demektir.
Boyundaki
fazla uzunluk, tecessüs etmek gibi, gereksiz işlerle ilgilenmek demektir.
Aşırı
kısalık, öğrenilmesi gerekli işlerde ihmalkârlıktır.
Göğsün
üst kısmının dengeli olması, dinleyene yarar sağlayan ölçüye göre, anlatım
yeteneği demektir. Baldır ve belde etin azlığı, kendisini iki uçtan birisine
yönlendirmesi için insanın bel bağladığı ve önemsediği işlere bakması demektir.
(İki uçtan birisine varmadan) Arada kalırsa, genellikle aldanır.
Sesin
kısalığı, açıklanacak yerde sırrı gizlemektir. Sesin duruluğu, sırra bir şey
katmamaktır. Parmakların uzunluğu, nazikçe almak demektir. Avuç genişliği,
kendisine bağlanmadan dünyayı atmak demektir.
Az konuşmak ve
gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler. Doğasının iki
acıya meyletmesi, safrada (sarı su) ulvîliğe yönelişin sevdada (siyah) ise
süflî âleme yönelişin kendisine hakim olmasıdır. Süflî âleme yönelmenin nedeni,
orada bulunan ve doğanın birçok akıldan perdelediği ‘göz aydınlığına
yol açacak’ değerleri ortaya çıkartma talebidir. Akılların (bu
değerlerden) perdelenmesi, zihinlerde doğanın kınanmışlığıyla ilgili bulunan
inançtır.
Bakışında
sevinç ve neşe bulunması, sevgiyle başkalarının gönlünü çelebilmek demektir.
Mal
tamahkârlığının azlığı, faydasız şeylere yönelmekten yüz çevirmektir.
Mutedil
insanın tahakküm ve başkanlığı istemeyişi, -kendisiyle değilkulluğunu kemaline
ulaştıracak işlerle ilgilenmesidir. Aceleci ya da yavaş olmayışı, kudreti var
iken ve aciz değilken cezalandırmaydı demektir.
Hikemî
(aklî) feraset sahiplerine baktığımızda da, onların bu konuda iki uca ve
aracıya başvurduklarını gördük. Onlar, işleri -kast ettiğim ahlâktır-övülen ve
kınanan diye ikiye ayırmışlardır.
Söz konusu insanlar bütün iyiliği ortaya verirken sapmayı
iki uca ait saymışlardır. Onlar, aşırı beyazlık ve aşırı mavilik hakkında
kınayıcı sözler söylemiş ve onun övgüye değer olmadığını belirtmişlerdir. Aynı şey aşırı siyahlık ve burun inceliği için de
geçerlidir. Bütün bunları kötü bulmuşlardır. Bunların arasında dengeli
olan ise, her iki uçtan birisine sapmadan ve sınırın dışına çıkmadan,
söylediğimiz şekilde övülmüş olandır. Onların zikrettiğimiz hususlarla sınırlı
kaldıklarını gördüğümüzde, beşeri âlemde güzellik ve çirkinliğin nerede ortaya
çıktığını inceledik, şu sonuca vardık: Allah Teâlâ katında üstünlüğü sağlayan
bir güzellik ya da uzak durmayla iyiliğin meydana geldiği herhangi bir kötülük,
ancak şeriatın güzel bulması ya da çirkin görmesiyle belirlenebilir. Bir
fiil hakkında övgü ve yerginin sadece şeriat tarafından belirlendiğini
gördüğümüzde, iki ucu ortanın -ki itidal yeri demektir-hükmüne ayları olarak
ortaya koymak üzere, iki ucu ve ortayı nasıl bir araya getireceğimizi düşündük.
İnsan, şeriata göre üç
kişiden biridir:
Ya,
katıksız bir bâtınîdir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından tevhidi
soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, bâtınîde olduğu gibi, şeriat
hükümlerini işlevsizleştirmeye ve Şâri’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi
bir dini ilke-nin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre,
kesin bir dille kınanmıştır.
İkinci
şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir zâhirî olabilir. Bu
tavır onu (Tanrı’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara) teşbihe sevk eder. Böyle
bir insan, tıpkı bâtınî gibi, din tarafından kınanır.
Üçüncü
olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatla paralel yürür. Öyle ki Şâri’nin
yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayale O’nu takip eder. İşte
bu, orta haldir. Allah Teâlâ’nın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir. Allah
Teâlâ peygamberine şöyle (müminlere) demesini emretti: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlası n.’
O
halde Şari’ye uymak ve izini takip etmek, Allah Teâlâ’nın kullarını sevmesini
sağladığı gibi daimi muduluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki suretin (ilahı
ve beşerî suret) karşılıklı olmasının tarzıdır.
Biri
şöyle diyebilir: ‘Bu, özet bir anlatımdır. Ayrıntısını nereden öğreneceğiz?
Çünkü biz sakin bir adamın namazları kıldığını ve cemaate katıldığını görürüz.
Bununla birlikte o, katıksız bir münafık olabilir.’
Şöyle
deriz: Durağanlık, namazlara katılmak vb., şehadet âleminde görülen
şeylerdir. Onun kalbinde bunları inkârı ise gayb âlemindendir. Daha önce
söylediğimiz ve bilahare -Allah Teâlâ izin verirse-tamamlayacağımız üzere,
bizim adımıza iman kaynaklı feraset gerçekleştiğinde, içimizden onun kâfir
olduğu yargısını veririz. Fakat onun malını ve kanını dini bir yükümlülük
olarak koruruz. Bunun nedeni, onun kelime-i tevhidi söylemesidir. Bu nedenle
ona böyle davranırız. Bizim yükümlü olduğumuz davranış budur.
Allah
Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve
şehadet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu, Allah
Teâlâ’nın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu Hakk etmiş
değildir. Öyleyse şehadet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da
durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb
âlemidir. Bunun nedeni, canlı ancak bir kasıt ve iradeyle hareket edebilir.
Bunlar ise kalbin amelidir. Başka bir ifadeyle irade, gayb âleminden
kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehadet âlemindendir. Şehadet âlemi,
adeten, duyuyla algıladığımız, gayb âlemi ise dinî haberler veya teorik
düşünceyle algıladığımız ve duyuda gözükmeyen şeylerdir.
Gayb âlemi, (kalp
gözü anlamındaki) basiret gözüyle algılanabildiği gibi şehadet âlemi de baş
gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça
şehadet âlemini idrak edemez. Engeller ortadan kalkıp ışıklar duyulurlar
üzerine yayıldığında ve göz ışığıyla eşyayı ortaya çıkartan ışık bir araya
geldiğinde, insan gözüyle görülenleri algılar. Aynı şey, basiret gözü için de
geçerlidir. Onun perdesi, kirler, arzular, doğal-kesif âlemden (Allah
Teâlâ’dan) başkalarını düşünmektir. Bütün bunlar, basiret gözüyle melekût
âlemini -ki kastedilen gayb âlemidir-idrak arasına perdeye dönüşür. İnsan kalp
aynasına yönelip onu zikir, Kur’an-ı Kerim okumak gibi davranışlarla
parlatırsa, buradan bir nur meydana gelir. Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara yayılan ve ‘varlık nuru’
diye isimlendirilen bir nuru vardır. Bu iki nur bir araya geldiğinde insan, bulundukları hal
üzere ve varlıkta gerçekleştikleri şekliyle, bilinmeyenleri keşf eder. Şu var
ki bunların arasında mana bakımından bir incelik vardır. Şöyle ki: Duyuyu
duvar, aşırı uzaklık ya da aşırı yakınlık perdeleyebilirken basiret gözü böyle
değildir. Onu sadece zikrettiğimiz kirler ve kilitler vb. perdeleyebilir.
Bununla birlikte burada şimdi zikredeceğim ince bir perde daha vardır.
Şöyle
ki: Cömertlik mertebesinden gayb âlemine yayılan nur, varlık
mertebelerindeki her şeyi kuşatmayabilir ve bu keşf sahibi adına söz konusu
nurdan eşyaya Allah Teâlâ’nın dilediği ölçüde bir nur yayılır. İşte bu, ‘vahiy
makamı’ demektir. Bu konudaki kanıtımız, onu bizzat tecrübe etmemizdir. Başkası
hakkında kanıtımız ise ‘De ki, Rabbimin bana ve size ne yapacağım bilmem, bana
vahyedilene uyarım’ ayetidir. Bununla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’in (basireti) son derece duru idi. Başka bir ayette ise ‘Ya da perde ardından’
denilir. Herhangi bir şahsın zâhirinde bunlardan birinin gerçekleşmesi,
‘feraset1 diye isimlendirilir. Bu yönüyle feraset, mükaşefe derecelerinin en
üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kitabından onun yeri ise ‘Bunda mütevessim
için ayet vardır’ ifadesidir. Ayetteki ‘mütevessim’, daha önce de
belirttiğimiz gibi alamet anlamındaki ‘simme’ kelimesinden türetilmiştir ve o
-hikemî ferasetin zıddına-hiç bir zaman yanılmaz.
Ferasette
başka bir keşf daha vardır. Allah Teâlâ âlemde ‘simalar (alametler) mertebesini’ de
yaratmıştır. Ademoğlunun suret ve halleri, ayrılıncaya kadar kendi dönemlerinde
oradadır. Bunlar, Kalem ve Levha’nın dışındaki bütün ulvî ve süflî
yaratıklardan gizlenmiştir. Allah Teâlâ bir kulunu seçip bu makama tahsis etmek
isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa imanından aydınlatıcı bir
kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise, ilahi isimlerden el-Mümin ve
el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elinde de bu mertebe vardır. Ulûhiyet
mertebesinden olan bu kandili, el-Mümin ismi alır. Kalp bu ilahi ışık
vasıtasıyla aydınlandığında ışık, basiret gözünün ışığıyla birlikte, kalbin
köşelerine yayılır. Artık kalp, (görmenin şartı olan) bu ışıldar kendisinde
bulunduğu için, keşf ve mücahede yoluyla idrak edilenleri idrak edebilir. Kalp
söylediğimiz Hakk ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu
mertebe yerleştirilir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir.
Yüz üçüncü Kısım; c.VII, Sh:369-384
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
archive.org/details/ilm-i-sima-yuz-okuma-sanati-
archive.org/details/Fizyomomi-miSima
FUTUHÂT-I MEKKİYYE’DEN ALINTILAR
ALLAH TEÂLÂ’NIN GENİŞ RAHMETİNE GÜVENMENİN
TEHLİKELİ YÖNLERİ
ALLAH TEÂLÂ’NIN MEKRİ (ALDATMASI) SIRRI
ALLAH TEÂLÂ’NIN VASITASIYLA ZENGİN OLAN O’NA
MUHTAÇTIR
HAYAL MERTEBESİ VE ETKİLERİ
İNSANLARA ÖĞÜT VEREN BENİ TANIMAMIŞTIR, ONLARA
HATIRLATAN BENİ TANIMIŞTIR
NİÇİN NAFİLE İBADET YAPMALIYIZ?
SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA
FUTÛHÂT-I MEKKİYYE'DE İNTİHAR
Hz. Şeyhu’l-Ekber
Muhyiddîn ibn Arabî (kuddise
sırruhu'l-celî) bu konuda buyurdular ki;
İntihar Edenin Namazı Kılınır mı Kılınmaz mı?
Bazı bilginler intihar edenin namazının
kılınmayacağı, bazı bilginler ise kılınacağı görüşündedir. Benim görüşüm,
intihar edenin cenaze namazının kılınacağıdır.
Batınî Yorum
Allah Teâlâ
namazını kılarak cenazeye şefaate izin vermiştir. Buradan
Allah Teâlâ’nın (cenazesi kılınan her) ölüden razı ve yapılan duanın makbul olduğunu
anladık. ‘İntihar edenin ebedi olarak cehennemde kalacağı’ ve ‘cennetin
intihar edene haram olduğu’ bildirilmiştir.
Halbuki intihar edenin cenaze namazının yasaklandığı
hakkında bir ifade gelmemiştir.
Öyleyse
hadisteki ifade, intihar eden ve cenazesi kılınmayan kimseye yorumlanmalıdır. Dolayısıyla
bu yorum nedeniyle, müminlerin intihar edenin namazını kılmaları vaciptir. Bu
sayede Allah Teâlâ, namaz kılanın ölü hakkındaki şefaatini kabul edebilir. Özellikle
güvenilir rivayetler ve ilkeler, onun da ateşten çıkmasına hükmeder. Bu
durumda, cehennemde ebedi kalacağı hakkındaki rivayet tehdit olarak yorumlanır.
Bu meselede
işaret edilen hikmet Allah Teâlâ’nın ‘Kendi
isteğiyle bana koşana (canına kıyana) cenneti haram kıldım’ ifadesinde
yer alır. Burada bir işaret ve hakikat vardır. İşaret ‘koşarlar’, ‘koşunuz’,
‘bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım’ gibi ifadelerdir. Ölüm,
Allah Teâlâ’ya kavuşma sebebidir. İnsan hayatında yolculuk eder ve Rabbine
kavuşuncaya kadar nefesleriyle menziller aşar. Allah Teâlâ onun için özel bir
sınır (ömür) belirlemiştir. O ise kavuşma vaktini
öne almak istemiş, bu sınıra ulaşmazdan önce ona koşmuştur. İşte bu, kavuşmada
bir etkisi olmayan sebeptir. (Kulun kavuşmaya koşması) Hakk’a kavuşma özleminden
kaynaklanmışsa, perdeleri ortadan kaldırarak O’na kavuşur (seyr ü sülük). Çünkü Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Ona cenneti haram ederim.’ Cennet örtmek, gizlemek
demektir. Başka bir ifadeyle, ‘benden gizlenmesini engellerim.’
Çünkü o bana canıyla koşmuştur. Bunu ayrıntılı olarak söylememiştir.
Dolayısıyla hadisin mümin için en hayırlı olan anlama yorumlanması, esasların
da bunu desteklemesi bakımından daha uygundur.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘kılıçla veya zehir içerek ya da dağdan
atlayarak’ intihar eden kişi hakkındaki ifadesinde ise müminler ya da mümin
olmayanlar denilmemiştir. Dolayısıyla ifade yoruma açıktır. İhtimal ortaya
çıktığında ise, ilkelere ve asıllara döneriz. Asıllara döndüğümüzde ise, imanın
otoritesinin güçlü olduğunu, sonsuza dek cehennemde kalmanın imanın gücü
karşısında duramayacağını görürüz. Böylelikle Şari’nin bu ifadesiyle ebedi
çekecekleri azabı belirlemede Allah Teâlâ’ya şirk koşanlardan söz ettiğini
kesin olarak anladık.
Şöyle der:
‘Nefsini kesici' bir şey ile öldüren’, yani bir müşrik, ‘elindeki kılıcıyla
cehennem ateşine döner ve orada ebedi kalır.’
Yani
cehennemde çekeceği azabın böyle bir azap olması onun hakkında verilmiş bir
yargıdır. Aynı şekilde, zehir içip kendini öldüren kişi de cehennem ateşinde
sonsuza değin kalmak üzere azap çeker. Başka bir ifadeyle ö kâfire böyle azap
edilir. Bir rivayette ‘herhangi bir şey ile kendisini öldürene cehennemde
öldürdüğü şey ile azap edilir’ denilir.
Bu bağlamda
mümine gelirsek, Allah Teâlâ’nın birliğine inanmak karşısında hiçbir şey
duramaz. Öyleyse ifadenin müşrik hakkında olduğu ortaya çıkmıştır. Şari, bu
ifadede bizzat bir türü belirlemese bile, dinî kanıtlar farklı kaynaklardan
alınabilir ve kanıtlar birbirlerini destekleyecek şekilde birbirlerine eklenir.
Çünkü mümin için mümin, birbirini tutan binaya benzer. Aynı şekilde, bir şeye
inanmak başka bir şeye inanmakla desteklenir, Böylelikle birbirlerini
güçlendirirler. Çünkü cennet ehli, cennete girdikten sonra bir nimet olarak,
rablerıni görür. Nitekim rivayette Rabbi ‘ziyaret etmek’ hakkında böyle
bildirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İnsanlar cennetteki
mekânlarına yerleştiğinde, Hakk’ı görmeye davet edilir’ buyurmuştur.
Binaenaleyh
acele edip intihar eden kişi hakkındaki ‘Cenneti ona haram kıldım’ ifadesinin
‘benimle kavuşmazdan önce’ (cenneti ona haram kıldım) anlamında söylenmiş
olması mümkündür. Bu durumda intihar eden insanın nimeti görmesi Rabbine
kavuşmayı önceler ve sonra cennete girer. Çünkü intihar eden kişi, onu bu
davranışa zorlayan halden, yani içinde bulunduğu durumdan Allah Teâlâ’nın ona
daha merhametli olacağını görmüştür. İçinde bulunduğu azaba karşı Allah
Teâlâ’nın nezdindeki rahatı hayalinde canlandırmasaydı, kendini öldürmeye
kalkışmazdı.
Allah Teâlâ
şöyle der: ‘Ben kulumun zannına göreyim, hakkımda iyi zanda bulunun.’
intihar eden insan mümin ise Rabbi hakkındaki zannı iyidir. Rabbi hakkında iyi
zan beslemesi onu intihara sevk etmiştir.
Bu kutsi
rivayetin lafzının yorumlanabileceği en uygun anlam budur. Çünkü bu tevile
aykırı açık bir nas yoktur. Bu yorum uzak görülebilir. Fakat uzak görmek, sabit
ilkeleri inceleyen kişinin düşüncesindeki uzaklıktan kaynaklanır. Onları
zihnine getirip tartarsa söylediğimizi anlar. Güvenilir bir rivayette şöyle denilir:
‘Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkesi cehennemden
çıkarın.’ Dolayısıyla geride ancak zikrettiğimiz yorum kalmıştır ve
Allah Teâlâ bu rivayette, özel anlamda cenneti ona haram kıldığını söylemekten
başka bir şey dememiştir.
İntihar eden
kimsenin bir ceza çekeceğini kabul etsek bile -ki bu kaçınılmazdır-cennetin ona
yasaklanması, ceza çekmezden oraya girmesinin yasaklanması anlamına gelir. Onun durumu,
büyük günah işlemiş kişilere benzer. Dolayısıyla bu ifade, intihar eden ve
büyük günah işleyenlerin Allah Teâlâ’nın mutlak iradesinin hükmü altında
bulunduklarını ifade eder. Çünkü sicilli İçimseler, büyük günah sahibi olsalar
bile cehenneme girmezler. Böyle bir insanın dünya hayatı boyunca söylediği
yegâne şey, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesi olsa bile, bu
ona yeterlidir.
O halde
söylenebilecek nihaî şey, intihar eden için tehdidin cennete girmezden önce
uygulanacağı ve ona mağfiret edilmeyeceğidir. Halbuki
Allah Teâlâ, tehdidini gerçekleştirmenin kendisiyle ilişkilendirilmeyecek kadar
cömertlik ve kerem sahibidir. Bunun yerine, mutlak iradeyi ve cömerdiği
yeğlemek Allah Teâlâ ile ilişkilendirilebilir. Bir bedevi dünyevi gayeleri
olsa bile kendisine şöyle niteler:
Ona bir vaatte bulunsam veya tehdit etsem Vaadimi yerine
getiririm de tehdidimden vazgeçerim
Bu nedenle,
şeriatta tehdit hakkında bir ifade geçtiği her yerde vaat de geçer. Söz gelişi
Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın vaadinden döneceğini zannetme.’ Öyleyse tehdit, özel olarak kötülük hakkında kullanılırken,
vaat iyilik ve kötülük hakkında beraberce kullanılır.
Futûhât-ı
Mekkiyye, Kırk Sekizinci Kısım, Türkçesi: Cilt, IV, sh 263-265
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
FUTÛHÂT-I MEKKİYYE'DEN KURBAN YORUMU
Kurban eden
kişi, kendi (hayvanı) hayatını kurban etmiş gibidir. Allah Teâlâ yoluna nefsi
kurban etmek ise, kurbanların en üstünüdür.
Allah Teâlâ
yolundaki şehitleri görmez misin?
Onlar, Allah
Teâlâ düşmanlarıyla savaşırken canlarını Allah Teâlâ’ya kurban olarak
verdiklerinde, sürekli bir hayat, sürekli bir rızık ve Allah Teâlâ’nın
kendilerine verdiği şeyler karşılığında sevince sahip olmuşlardır. Bu
nedenle, şehitler hakkında ‘ölü’ denilemez. Çünkü Allah Teâlâ böyle demeyi
yasaklamıştır. Allah Teâlâ yaratıkların gözlerini şehitlerin canlılığını
algılamaktan engellediği gibi melekleri ve cinleri algılamaktan da
engellemiştir. Bununla beraber, onların bizimle beraber olduğunu biliriz
ve şehitlerin ölmediğine inanırız. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ yolunda
öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir’ buyuruyor.
Allah Teâlâ’nın haberi doğrudur. Şehitler canlarını Allah Teâlâ’ya kurban
etmek iradesini ortaya koyunca, hayat sahibi olmuşlardır.
Erdemli
bir gençten şöyle bir olay anlatılır:
Kurban
bayramında Mina’da bulunuyormuş. Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye
sahip olmayan birisiymiş. İnsanların Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sahip
oldukları hayvanları keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bunun üzerine
şöyle demiş:
‘Allah Teâlâ’m! İnsanlar bu günde
kendilerine verdiğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana yaklaşmaya çalışıyor.
Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği
hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’
Sözünü
bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen şehitler
gibi kabul etmiştir.
Bu konuda
şöyle bir beytimiz vardır:
Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum
Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?
Bir şair buna
benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördüğünü görmüş ve şöyle
demiştir:
Kurbanlar sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum..
Sh: Futûhât-ı Mekkiyye, Kırkbirinci Kısımı; Türkçesi: c:IV, sh.41-43
HACCIN İLK EYLEMİ OLARAK İHRAM VE BATINÎ YORUMU VE KURBANIN
SIRRI
İhram (elbisesi, bâtını yorumuyla insanın kendine yasak
koyması), bu ibadete başlarken giyilen ille şeydir.
Şibli’nin konuyla ilgili hikâyesi şöyledir: Şibli’nin bir
arkadaşı -hikâye onunla Şibli arasında geçer- şöyle aktarır: Şibli bana şöyle
sordu:
Hacca niyetlendin demek!
Ben de:
‘Evet’ dedim.
Bunun üzerine bana şöyle sordu:
Bu sözleşmenle yaratıldığın günden beri buna aykırı olarak
yaptığın bütün sözleri geçersiz yaptın mı?
Ben:
‘Hayır’ dedim.
,
Şibli:
‘Öyleyse sen sözleşme yapmadın’ dedi.
Bana:
‘Elbiseni çıkardın mı?’ dedi. Ben ise ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Demek her
şeyden soyutlandın?’ dedi. Ben ‘hayır’ diye karşılık verince, Şibli ‘Elbiseni
çıkarmamışsın’ dedi.
Şibli, ‘Temizlendin mi’ diye sordu. Ben ‘Evet’ dedim.
Şibli ‘Bu temizlikle her türlü hastalık gitmiş olmalıdır’
dedi. Ben ‘Hayır’ deyince, Şibli ‘Öyleyse temizlenmedin’ dedi.
Şibli ‘Lebbeyk’ (Allah Teâlâ’ım emrindeyim) dedin mi diye
sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli, ‘senin söylediğin gibi Lebbeyk diyen bir cevap aldın
mı?’ diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim.
‘O zaman Lebbeyk demedin’ diye cevap verdi.
Sonra ‘Harem’e girdin mi?’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Oraya girerken yasaklanmış her şeyi bıraktın mı?’
dedi. Ben ‘hayır’ dedim.
‘Öyleyse girmedin’ dedi.
Sonra bana ‘Mekke’de bulundun mu?’ dedi. Ben de ‘evet’
dedim.
Şibli ‘Mekke’ye girerken Haktan sana bir şeref geldi mi?’
diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.
‘Öyleyse oraya girmedin’ diye cevap verdi.
Sonra ‘Mescide girdin mi?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Mescide girerken bildiğin yönden Hakka yaklaştın mı?’
diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.
‘Öyleyse girmedin’ dedi.
‘Kabe’yi gördün mü?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘Öyleyse neye yöneldiğini görmüş olmalısın’ dedi. Ben
‘hayır’ dedim.
Şibli ‘O zaman
Kâbe’ye girmedin’ diye karşılık verdi.
Sonra, ‘üç kez koştun mu ve dört adım yürüdün mü?’ dedi.
‘Evet’ dedim.
Şibli ‘Dünyadan sanki kendisinden ayrılır ve koparcasına
kaçmış; bu dört yürüyüş ile kaçtığın dünyadan güvene kavuşmuş ve bundan dolayı
Allah Teâlâ’ya şükrün artmış olmalıdır’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘Öyleyse bunu yapmadın’ dedi. Sonra ‘Hacer’e (Hacer-i esved’e)
el sürüp onu öptün mü?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Bir feryat atıp şöyle dedi: ‘Yazık sana! Hacer’e el
süren kimse, hiç kuşkusuz, Hak ile tokalaşmış demektir. Hak ile tokalaşan kimse
ise, emniyete ve güvene kavuşmuştur. Allah Teâlâ senin üzerinde güven ve
emniyet eserini ortaya çıkarttı mı?’ ‘Hayır’ dedim.
Şibli ‘Öyleyse Kâbe’ye el sürmedin’ diye karşılık verdi.
Sonra, ‘Makam’ın önünde durup iki rekât namaz kıldın mı?’
diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Rabbinin mertebesindeki mekânda durduğuna göre sana
niyetin gösterilmiş olmalıdır’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘O zaman namaz
kılmadın’ diye karşılık verdi.
Sonra, şöyle sordu: ‘Safa’ya çıkıp orada durdun mu?’ Ben de
‘evet’ dedim.
Şibli ‘Ne yaptın?’ diye sordu: Ben de ‘Yedi
kez tekbir getirip orada durdum ve Allah Teâlâ’dan (ibadetimi) kabul etmesini
niyaz ettim’ dedi.
Bunun üzerine ‘Meleklerin tekbirini getirmiş ve o yerin
hakikatini idrak etmiş olmalısın’ dedi. Ben de ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘Öyleyse tekbir getirmedin’ dedi. Sonra ‘Safa’dan
indin mi?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Bütün hastalıkların ortadan kalkıp safa (duruluk ve
afiyet) buldun mu?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.
Şibli ‘Ne Safa’ya çıkmışsın ne oradan inmişsin’ dedi.
Sonra ‘Hervele (Safa Merve arasında koşmak) yaptın mı?’ diye
sordu. Ben de ‘evet’ dedim.
Şibli ‘O’na kaçtın mı ve kaçmaktan kurtuldun mu? Varlığına
ulaştın mı?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse hervele yapmamışsın’
dedi.
Sonra ‘Merve’ye ulaştın mı?’ diye sordu. ‘Evet5 dedim.
Şibli, ‘(Merve
kelimesiyle mürüvvet arasındaki ilişkiye dikkat çekerek) Mertlik üzere
dinginliği bulup onu aldın mı?’ dedi. ‘Hayır’ dedim.
Şibli, ‘Öyleyse Merve’ye ulaşmamışsın’ dedi.
Sonra ‘Mina’ya çıktın mı?’ diye sordu.
Şibli ‘Allah
Teâlâ’dan kendisine isyankâr olduğundan başka bir hal temenni etmiş olmalısın?’
dedi. Ben ‘hayır’ deyince,
Şibli ‘O zaman Mina’ya çıkmamışsın’ dedi.
Sonra, ‘Havf mescidine girdin mi?’ diye sorunca ‘evet’
dedim.
Şibli ‘Girerken ve çıkarken korkmuş ve sadece orada
bulabildiğin bir korku duymuş olmalısın’ dedi. ‘Hayır’ diye karşılık verdim.
Şibli ‘O zaman oraya girmemişsin’ dedi. Sonra ‘Arafat’a
gittin mi?’ dedi. Ben ‘Evet1 diye cevap verdim.
Şibli ‘Orada vakfe yaptın mı? (durdun mu)’ dedi. ‘Evet’
dedim.
Şibli ‘Uğruna yaratıldığın hali anlamış ve istediğin hali
öğrenmişsindir. Bu halle sana tanıtan kimseyi de öğrendiğin gibi işaretlerin
kendisini gösterdiği mekânı da öğrenmiş olmasın. Çünkü O, her durumda nefesleri
yenileyendir.’ Ben ‘hayır’ deyince
Şibli, ‘O zaman Arafat’ta vakfe yapmamışsın’ diye karşılık
verdi.
Sonra ‘Müzdelife’ye kaçtın mı?’ diye sordu. ‘Evet’ diye
karşılık verdim.
Şibli ‘Meş’ar-i haram’ı gördün mü?’ diye sordu. Ben de
‘evet’ dedim.
Şibli ‘Allah Teâlâ’yı başka her şeyi sana unutturup
kendisiyle ilgileneceğin tarzda O’nu zikrettin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’ diye
cevap verdim.
‘Öyleyse sen Müzdelife’de vakfe yapmamışsın’ dedi.
Sonra, ‘Mina’ya girdin mi?’ diye sordu. Ben ‘evet' dedim.
Şibli, ‘Kurban kestin mi?’ diye sordu. Ben
‘evet’ diye karşılık verdim.
Şibli
‘Nefsini değil mi!’ dedi. ‘Hayır’ diye cevap verdim.
Şibli
‘Öyleyse kurban kesmemişsin’ dedi.
Sonra bana taş attın mı diye sordu. Ben evet dedim.
Şibli ‘Senin üzerinde ortaya çıkan bilgini artışıyla
bilgisizliğini kendinden uzaklaştırdın mı diye sordu. ‘Hayır’ dedim.
Şibli ‘O zaman atmamışsın’ dedi. ‘Saçını kestin mi’ diye
sordu. Ben ‘evet’ dedim.
Şibli ‘Arzuların azaldı mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. O
zaman ‘Saçını kesmemişsin’ dedi.
Sonra ‘Ziyaret etini mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.
Bunun üzerine şöyle sordu: ‘Sana hakikatlerden bir şey
gösterildi mi? Ya da bu ziyaret nedeniyle Allah Teâlâ’nın sana olan ikramlarını
gördün mü? Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Hac veya umre yapanlar, Allah
Teâlâ’nın ziyaretçileridir. Ziyaret edilen, ziyaretçisine ikramda bulunur.’ ‘Hayır’
diye cevap verdim.
Şibli ‘Öyleyse ziyaret etmemişsin’ diye karşılık verdi.
Sonra ‘İhramdan çıktın mı?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.
Şibli ‘Helal yemeye niyetlendin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’
dedim.
Şibli ‘O zaman
ihramdan çıkmamışsın’ dedi.
Sonra ‘Veda (haccı) ettin mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.
Şibli ‘Peki bütünüyle nefsinden ve ruhundan çıktın mı?’ diye
sordu. ‘Hayır’ dedim.
Şibli şöyle karşılık verdi: ‘Öyleyse veda etmiş
değilsin, bu yükümlülük sende kalmıştır. Artık nasıl hac yapacağına bak!
Kuşkusuz sana haccı anlattım. Hac yaparken, betimlediğim şekilde davranmaya
çalış.’
Allah Teâlâ seni desteklesin bilmelisin ki, bu öyküyü
anlatmamın nedeni, Allah Teâlâ ehlinin yönteminin bu şekilde olduğuna dikkatini
çekip bunu hatırlatmak ve bildirmektir. Onlar, böyle hareket ederdi.
Şibli de, haccı böyle
algılamıştı, çünkü o, sadece kendi tecrübesinden (zevk) soru sormuştu. Başka
bir insan onu yaşamış mıdır, yaşamamış mıdır? Gerçekte, bir başkası onu idrak
edebilir. Bazen, daha üstün veya daha düşük bir şeyi de idrak edebilir.
Öyleyse, herkesin belli bir makamı vardır.
Bu ibadetlerin bâtını yorumlarında bizden önce kimsenin
bilmediği bir yöntem takip etmiş değiliz. Şu var ki, Allah Teâlâ’nın bu konuda
kuluna olan inayet ve ihsanına göre zevkler değişir.
…
Sh: Futûhât-ı
Mekkiyye, Altmış ikinci Kısımı;
Türkçesi: c. V, Sh:275-278
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem
Demirli, 2011,İstanbul
GÖZDEN KAÇIRDIĞIMIZ HUSUSLAR
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Tavsiye
·
Yapabildiğin ölçüde
öfkeni tutmaya çalış; öfke şeytandandır. Öfkeliysen sesini yükseltme, o da
şeytandandır.
·
Namazda hapşırmak
şeytandan iken namazın dışında şeytandan değildir.
·
Falcılıktan uzak dur,
kastedilen taşlarla oynamaktır.
Şâir
şöyle der:
Yemin olsun ki taşlarla oynayanlar bilmiyor
Uğursuzluk sayanlar da bilmiyor;
Allah Teâlâ ne yapacak onlara!
·
Bir şeyi uğursuz saymak
veya falcılıktan sakınman gerekir. Falcılık ve uğursuz saymak kötülük olarak
insana yeter. Buna mukabil tefe’ül yapabilirsin. Tefe’ülü olumsuz saymak ise
insana zarar verir.
·
Mescide tükürme! Farkında
olmadan yapmışsan üzerini ört (onu temizle). Tükürmek üzere veya abdest bozmak
üzere kıbleye yönelme. Küçük veya büyük abdesti bozmak üzere de kıbleye dönme.
Kıbleye saygı göstermek peygamberlik adabındandır.
·
Yemeğe niyetlendiğinde,
yemeden önce ve sonra ellerini yıkamalısın.
·
Yemekten sonra bir de
ağzını çalkamalısın.
·
Cariyen veya kölen
olduğunda onlara karşı iyi davranmalısın; güçleri yetmeyecek işlerle onları
sorumlu tutmamalısın.
·
Öyle bir işle sorumlu
tuttuğunda ise kendilerine yardım etmelisin; çünkü ‘köleler
kardeşlerinizdir’. Sadece Allah Teâlâ onları sizin mülkünüz haline
getirmiştir, yoksa herkes Âdem’in oğullarıdır. Bu itibarla köleler bizim
kardeşlerimizdir. Köleler hakkında Allah Teâlâ’nın (hukukunu) gözetmelisin.
Bilmelisin ki, sen de kıyamette kölelerden dolayı hesaba çekileceksin. Suç
karşılığında birini cezalandırırsan, bilmelisin ki, Allah Teâlâ kıyamette
köleyi ve efendiyi önüne alacak, işlediği suça ve efendinin suça verdiği cezaya
karşı her ikisini hesaba çekecektir. Suç ile ceza birbirine denk ise tamam;
ceza suçtan fazlaysa, köle adına efendiden hakkını alacaktır. Böyle bir durumda
üç kırbaçtan fazla ceza vermemen gerekir. Daha artırman gerekirse, en çok ona
kadar çıkabilirsin. Allah Teâlâ’nın belirlediği cezaları uygulamada artış söz
konusu olamaz, onun sayısını Allah Teâlâ belirlemiştir, sen o sayıyı aşamazsın.
Bir suça karşılık köleyi bağışlamak, senin için daha uygun ve ihtiyadı bir
davranıştır.
·
Bir kavmin evine girerken
üç kez izin istemen lazımdır; izin verilirse girer, verilmezse dönersin.
·
Seni fark etmedikleri bir
yönden, kardeşinin evine bakmaman gerekir. Öyle bir yerden kardeşinin evine
bakınca, içeri girmiş sayılırsın. Hâlbuki izin, görmekle ilgili olarak
emredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler!
İzin verilinceye kadar başkalarının evlerine girmeyin.’ Başka
bir ayette şöyle denilir: ‘Size, izin verilene kadar evlere girmeyin. Geriye dönün
denildiğinde de geriye dönün.’
Hadiste izin talebinin üç kez olacağı zikredilmiştir. İzin verilirse içeri
girersin, yoksa geriye dönmek gerekir.
·
Hayvanın boynuna zil takmaktan sakın! Zil takılı bir hayvandan melekler
kaçarlar.
Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellemden gelen bir hadis vardır.
Mekke’de İbnu’l-Esad denilen ve Ebu Medyen’in
arkadaşlarından olan keşif ehli biri vardı. Becaye’de Ebu Meyden ile arkadaşlık
yapmıştı.
Bir gün tavaf ederken meleklerin de
insanlarla beraber tavaf ettiğini müşahede etmiş. Onlara bakarken melekler bir
anda tavafı bırakmış, süratle Kâbe’nin dışına çıkmışlar. Bunun sebebini
anlamamış. Bir anda Kabe’de hiçbir melek kalmamış.
Biraz sonra boyunlarında ziller takılı olan
develerin insanlara su vermek üzere çobanlarıyla beraber Kâbe’ye girdiklerini
görmüş.
Develer dışarıya çıktıklarında melekler
tekrar geri dönmüş.
Zilin şeytanın çalgı aleti olduğu aktarılmıştır.
·
Sana yapacağım bir tavsiye de
kendini Allah Teâlâ’ya satarak cehennemden azat olmanı sağlamandır. Bunu ancak
yetmiş bin kere ‘La-ilahe illallah’ diyerek yapabilirsin. Yetmiş bin kere bu
cümleyi söylediğinde, Allah Teâlâ onun karşılığında seni cehennemden azat eder.
Veya kimin adına bu zikri yaparsan Allah Teâlâ onu cehennem ateşinden azat
eder. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayet
vardır.
70 BİN
KELİME-İ TEVHİD
Ebu’l-Abbas
Ahmed b. Ali b. Meymun b. et-Tevzeri -ki Kastalani diye bilinir. Mısır’da bu
konuda bana şöyle demişti: Şeyh Ebu’r-Rebi’ el-Kefıf el-Malikî bir yemek
sofrasındaydı. Bu zikri yapmış, fakat kimseye bağışlamamıştı. Sofrada onlarla
beraber salihlerden keşif sahibi bir delikanlı varmış. Delikanlı elini yemeğe
uzattığında ağlamaya başlamış. Oradakiler ‘niçin
ağlıyorsun?’ diye sorduklarında şöyle demiş: ‘Cehennemi
görüyorum, annemin orada olduğunu görüyorum. Bu nedenle yemekten elimi çektim
ve ağlamaya başladım.’ Şeyh Ebu’r-Rebi’ şöyle demiş: ‘İçimden şöyle dedim: Allah Teâlâ’m kelime-i tevhidi yetmiş bin kez
söylediğim sana malumdur. Okuduğum kelime-i tevhidi bu delikanlının annesinin
ateşten azat olması için bağışlıyorum.’ Bunu
içimden söylemiştim. Çocuk hemen şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’ya
şükür! Annemin cehennemden çıktığını gördüm, fakat niçin çıktığını bilmiyorum.’ Çocuk
mutluluk içinde oradakilerle beraber yemeye başladı. Bu çocuğun keşfiyle
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisi benim için sahih olduğu gibi
hadis sayesinde de çocuğun da keşif sahibi olduğunu öğrenmiş oldum.’ Ben
bu hadise göre amel ettim. Hadisin bereketini eşim öldüğünde kendisinde tecrübe
ettim.
·
İnsanların arasını bulman
lazımdır; ara derken kastedilen ayrılıktır. İnsanların arasını bulmak Kitap’ta
belirlenmiş bir iyilik ve hayırdır. Allah Teâlâ bunu teşvik etmiş, hatta
kâfirler barışa yöneldiklerinde barışı kabul etmeyi Müslümanlara
emretmişlerdir. Hal böyleyken birbirlerine küsen Müslümanları barıştırmak daha
önemlidir. Ara bozmaktan sakınmalısın; kastedilen birliktir. Böyle bir davranış
günahtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (berber anlamına da gelen
halika) bozgunculuğun iyilikleri tükettiğini bildirir. Berber saçları
kestiği gibi bozgunculuk da iyilikleri keser ve yok eder. Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Sizin aranızı bölmüştür.’ Burada
‘ara’ derken kastedilen vuslat ve beraberliktir. Bu itibarla ara kelimesi dilde
zıt anlamlı kelimelerden birisidir.
Dostum!
Kölene
yediğinden yedir, giydiğinden giydir, onun değerini gözet, Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in onlar hakkında söylemiş olduğu sözü dikkate al.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Onlar sizin
kardeşlerinizdir, Allah Teâlâ onları sizin kudretinize vermiştir’ der.
·
Bir kardeşi tasarrufunun
altında bulunan insan kardeşine yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. Beden
sağlığını ve dünya işlerinden uzak kalmayı bir nimet saymalısın. Allah
Teâlâ’nın sana ihsan ettiği iki nimeti (boş vakit ve sağlık) Allah Teâlâ’ya itaatte
kullanman gerekir.
Beden
sağlığının veya dünya gamlarından zihninin boş olmasının gayesi, Allah Teâlâ’ya
itaat etmek, O’nun kurallarını uygulamak olmalıdır; aksi halde sağlık ve boş
vakit aleyhine delildir. Allah Teâlâ’nın senin hasmın olmasından sakın.
·
Her sabah yüz kere şu
zikri söylemelisin: ‘Subhanallahi ve bihamdihi subhanallah el-azim (Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, O’na hamd ederim, Allah Teâlâ’yı tenzih
ederim, O yücedir.)’
Bu
zikir, üzerinde günah bırakmaz.
Otuzaltıncı
Sifir, c.XIII, sh: 251-254
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
GURBET (Kalbini Arayanlar)
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
İKİ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM
Gurbet
Vatandan, halden ve Haktan garip kalırsın
Umulur ki doğruluk oturağına yerleşirsin
İstediğin her şeye hükmün işler artık
Sana Hakk, Hakk ile gelirse, korkma
Yeryüzünde ve gökte parçalanma olmasaydı
Parçalanmanın şiddetinden felekler dönmezdi
Akılların gökleri ve yeri de öyledir
Yaratılışta etkin doğadır o
Güçlerin felekleriyle döner sonra izhar eder
Konuşmayı dinleyenlere bilgileri
Bilmelisin
ki sûfıler ‘gurbet’ terimini maksada ulaşmak üzere vatandan ayrılmak anlamında
kullandıkları gibi halin (etkisinden) uzaklaşmak anlamında da kullanmışlardır.
Onlar, ‘gurbet, kendisine işlemesin diye Hakk yabancılaşmaktır’ derler.
‘Haktan gurbet5 korku nedeniyle Hakkı bilmekten uzaklaşmak demektir. Sûfilerin
vatandan ayrılarak gurbette olmaları, vatana bağlanma alışkanlığından kurtulma
amacı taşır. Alışkanlıklar ise kendisini tövbe ederek -ki tövbe de onları
uyandırır-aradıkları maksatlarından perdeler. Onlar, Hakkın yüzünü eşyada
görmeyen kimselerdir ve bu nedenle maksatlarının ancak vatandan ayrılarak
gerçekleşebileceğini zannederler. Hakkı vatanlarının dışında zannederler.
Nitekim
Ebu Yezid el-Bestamî bu makamdayken Hakkı aramak üzere Bestam’dan ayrılmış.
Yolda Allah Teâlâ adamlarından bir adamla karşılaşmış. Adam kendisine sormuş: ‘Ey Ebu Yezid!
Bestam’dan ayrılmanın nedeni nedir?’
Bestamî ‘Hakkı arama arzusu’ deyince, adam şöyle demiş: ‘Sen aradığını
Bestam’da bırakmışsın.’ Bunun üzerine Ebu Yezid uyanmış, Bestam’a dönmüş ve
kendisine fetih nasip olana kadar ibadete devam etmiş. Sonra da kendisinden
meydana gelen (haller) meydana gelmiş. Bu insanlar, seyahat edenlerdir. Allah
Teâlâ bu ümmetin seyahatini ‘Allah Teâlâ yolunda cihat’ yapmıştır.
Bilmelisin
ki, bu iş, kulun seçimine bağlı değildir. Bu işin sahibi, Rabbi karşısındaki
halinde ‘kalbini bulmak’ ister. Kalbini bir yerde bulamadığında şöyle düşünür: ‘Allah Teâlâ bu
yerde kalbime zuhuru takdir etmemiş.’ Bunun
üzerine (gayenin) gerçekleşmesi umuduyla, oradan ayrılır. Bilir ki, Allah Teâlâ
işler belirlemiş, ezelî bilgisi bir şeyin belli bir yerde, belli bir burçta,
belli bir nedenle gerçekleşeceğini takdir etmiştir. Onun hakkında imkân hükmü
verilince ve varlığından önce gelen (ezelî bilgiyle) kalbini o yerde
bulamayınca, gayesine ulaşmak amacıyla oradan ayrılır. İşte bu, sûfılerin
vatanlarından ve benzeri şeylerden ayrılmalarının ve uzaklaşmalarının
nedenidir. Çünkü bir kısmı,
gördüğü saygı nedeniyle vatanını terk eder. Sûfi zühdü ve tövbesi gibi bir
nedenle bir mekânda itibarının arttığını görür ya da daha önce tanınan biri
değilken zühdü ve iyilikleri nedeniyle şöhrete kavuşur. Bu durum insanların
kalplerinde onun saygınlığını artırır, kendisine hürmet ve iltifat edilir.
Bunun üzerine vatanından kaçarak tanınmadığı bir yere gider. Orda Rabbi
karşısında nefsini bilmeye çalışır. İnsanların hürmeti, insanı yok edecek
öldürücü etkili bir zehirdir. Bu da vatandan ayrılmaya ve aileden uzaklaşmaya
yol açan nedenlerden biridir.
Sûfi
Allah Teâlâ karşısında ‘kalbini her nerede bulursa’, oraya yerleşir. Şeyhim zahit ve hadisçi Ebu’l-Hasan b.
Es-Saiğ Sebte’de bana şöyle demişti: ‘Şeyhimiz Ebu Abdullah Muhammed b. Rızk
-Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin-ile bir seyahatte birlikteydik. Kendisine
bir hadisin bölümlerini okuyordum. Rivayet sahibi birisiydi ve şöyle dedi:
‘Bir
seyahatimde ıssız bir yerde yıkık bir mescitle karşılaştım ve şöyle dedim:
İçeri gireyim de iki rekat namaz kılayım. İçeri girdim ve orada ‘kalbimi buldum.
Bunun üzerine orada iki sene kaldım.’ İki
sene nerede, iki rekat namaz süresi nerede? Öyleyse sûfilerin gurbetteki
amaçları, Allah Teâlâ karşısında ‘kalbi bulmak’tır.
Her nerede kalplerini bulurlarsa, oraya yerleşirler.
Bir sûfi şöyle demiştir:
‘Mekke’ye
gidiyordum. Yolda bir ağaç altında bir genç gördüm. Orada tek başına namaz
kılıyordu. ‘Mekke’ye mi gidiyorsun?’
diye sordum. Bana şöyle cevap verdi. ‘Geçen
sene Mekke’ye gidiyordum. Bu ağaca uğradığımda, kalbimi buldum. Bir yıldır
buradayım ve kalbimi yitirmedikçe buradan ayrılmayacağım.’ Sonra şöyle
ekledi: ‘Bir sene sonra, aynı yere ve aynı ağaca uğradım, genci bulamadım.
Biraz yürümüştüm. Genci gördüm, namaz kılıyordu, selam verdim, beni tanıdı,
kendisine sordum: ‘O ağaçtan ayrıldığını
görüyorum.’ Şöyle dedi: ‘Kalbimi yitirince, daha önce niyetlendiğim
üzere Mekke’ye doğru yola çıktım. Buraya geldiğimde, kalbimi buldum. Şimdi de
buraya yerleştim.’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Yemeğin ve içeceğin nereden geliyor?’
Şöyle dedi: ‘O’nun katından! Beni
yedirmek istediği vakit beni doyuruyor.’ Üstat şöyle devam etti: ‘Yanından ayrıldım. Bundan sonra durumunun
nasıl olduğunu bilmiyorum.’
Öyleyse sûfıler, gurbet ederek
‘Allah Teâlâ karşısında kalplerini bulmayı’ amaçlarlar.
Âriflerin
vatanlarından ayrılarak gurbete gitmeleri ise, imkân hallerinden
ayrılmalarıdır. Çünkü mümkünün vatanı, imkândır (olabilirlik). Böylelikle ârife
kendisinin Hakk olduğu keşf olunur. Hakkın vatanı ise imkân değildir. Bu
nedenle mümkün (ârif), bu müşahedesi nedeniyle, imkân olan vatanından ayrılır.
Mümkün vatanındayken -ki vatanı hakikati sabit iken yokluktur-Hakkın kendisine ‘ol’ dediğini duyar. Bunun üzerine hemen varlığa koşar. Bunun
amacı, kendisini var eden görmektir. Bu durumda ise kendisine ‘ol’ diyeni
müşahede etmek amacıyla, yokluktan ibaret olan vatanından gurbete düşer. Ayn-ı
sâbitesi açıldığında, Hakk ona yaratılmış şekillerini gösterir, fakat
kendisinden dolayı varlığa koştuğu Hakkı göremez. Bu halde şu dizeyi söyledim:
Yabancı oluş gözümüze gözükünce
Özlem duyanlar gibi vatanıma özlem duydum
Bu
esnada tekrar şöyle der: ‘Tekrar yokluğa dönmek istiyorum.’ Çünkü ben yoklukla nitelendiğimde, Hakka daha yakınım. Başka
bir ifadeyle, varlıkla nitelendiğim halime kıyasla yoklukla nitelendiğimde
kendimden daha çok hakka yakınım. Bunun nedeni, varlıkta iddianın bulunmasıdır.
Hakk ile baki kalmak için Haktan fena talebi hali ise, (ayn-ı sâbite’nin)
üzerinde bulunduğu yolduk haline dönmektir. İşte bu, kulun iarede ve seçimi
olmaksızın, gerçekleşen vatandan ayrılık ve gurbettir.
Allah
Teâlâ’yı bilenlerin gurbetinin bir yönü de, Hakkı kendi niteliklerinin aynı olarak bulduklarında, niteliklerinden
uzaklaşmalarıdır (gurbet). Bu, gerçek gurbettir." Çünkü nitelik, doğru
sözlü Hakkın sözüyle onlara izafe edilmiştir. Öyleyse onlar nitelik sahibidir.
Fakat bu niteliğin mahiyeti nedir, gerçekte kime izafe edilir?
Çünkü
âlem, Allah Teâlâ’nın kulu olması anlamında Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Aynı
şekilde Allah Teâlâ da âleme izafe edilir, çünkü O, âlemlerin Rabbidir. Öyleyse
kulun izafesi, Hakkın (âleme) izafe edilişine dayanır.
Vatanımızdan
duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, rabliğine bizi şahit tutarken
bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Sonra, annelerin karınlarına
yerleştik. Böylelikle rahimler bize vatan oldu. Doğarak o vatandan da ayrıldık.
Bu kez dünya bizim vatanımız oldu. Orada vatanlar edindik. Sonra, sefer ve seyahat
denilen yolculuklarla oradan da ayrıldık. En sonunda oradan büsbütün ayrılarak,
‘berzah’ denilen yere göçtük. Ölüm sürecince orayı doldurduk ve orası bizim
vatanımız oldu. Sonra, ‘uyanış yerine’ gitmek üzere oradan dirilerek ayrıldık.
İçimizden bazıları orayı, yani kıyameti vatan kabul ederken bir kısmımız kabul
etmez. Çünkü o, zamansal bir zarftır. İnsan o yerde yolculuğunda iki konak
arasında yürüyüp de bundan sonra iki yerden birine yerleşene benzer: Bu yerler,
ya cennet veya ateştir. Artık bir daha oradan ayrılmaz ve gurbete çıkmaz. İşte
bu, insanın kendilerine yerleştiği vatanların sonuncusudur. Bundan sonra, ebedî
bekayla birlikte, bir vatan yoktur.
Sûfıler gurbeti ‘kendisine nüfuz etmesin diye
halden uzaklaşmak’ diye
tanımlamıştı.
Bu ise başka bir gurbettir.
Şöyle
ki: Hal sahiplerinin (halleri) nüfuz eder ve tahakküm edicidir. Bu sayede
harikulade olaylar meydana gelir, bu nedenle âlemde şöhret kazanırlar. Keşfin
verisiyle, onlarda gerçekleşen fiilde halin etkisinin olmadığını öğrendiklerinde,
memnun olmazlar ve ondan uzaklaşarak şöyle derler: ‘Bu hal ile
kalmak, sahibinin boynuna yük ve vebaldir.’ Bu nedenle bu halden uzaklaşmayı mutluluğun zirvesi olarak
görürler. Bu, insanın kendisiyle perdelenebileceği en büyük perdedir. Aynı
zamanda o, bir aldatma ve kandırılma konusudur. Çünkü akıllı insan, aldatma
ihtimalinin bulunduğu yerde durmaz. Aksine akıllı insan, sadece basiret sahibi
olduğu yerde durabilir.
Nitekim Hz. Musa aleyhisselâm vatandan ayrılırken ‘Sizden
korkunca kaçtım, Rabbim ise bana hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı’ demiştir. Böylelikle Hz. Musa aleyhisselâm, kendilerinden korkarak,
bedeniyle vatanından uzaklaşmıştır.
Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti gibi olsaydı, korkusu onlardan
kaynaklanmaz, bu durumda Allah Teâlâ’nın onları kendisine musallat edişini
müşahede ederdi.
Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine resullükle birlikte âlemlere karşı
efendik vermişti. Çünkü hicret onun adına istenmişti. Hicret ise vatandan
ayrılmaktır. Bu nedenle de kast edilen gurbeti yaşamamıştı. Müridin vatanından
ayrılışında dürüstlük alameti, maksadının gerçekleşmesidir. Maksadı
gerçekleşmez ve gurbet (niyetinde) gedik bulunursa, dürüst değildir. Zâhirde ve
bâtında büs-bütün vatanı terk edebilirse, maksadın gerçekleşmesi kaçınılmazdır.
Gurbetteyken kalbi vatanına bağlı olan insan, arzulanan gurbeti
gerçekleştirmemiştir.
Hakk’tan
gurbete gelirsek -ki o mârifetten dehşetin hakikatinden kaynaklanır-, bilmelisin
ki: İmkânın yeri zorunluluk yerinden başkadır. İmkân ve zorunluluk, mümkün ve
zorunluya ait iki yerdir. Mümkünün yeri öncelikle yokluktur ki, yokluk onun
asıl yeridir. Varlıkla nitelendiğinde ise, hiç kuşkusuz ki, vatanından ayrılmış
demektir. Vatanında yerleşikken, Hakkı müşahede ediyordur, çünkü O’na komşudur.
Çünkü yokluk niteliği ezelî olarak mümküne ait iken varlık niteliği de ezelî
olarak Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle varlıkla vatanından uzaklaşmış, bu
nedenle de Hakka komşuluktan ayrılmış, bu gurbet nedeniyle ‘sonradanlık
(hudus)’ onun ayrılmaz özelliği olmuştur. Hakk ise, bu nitelikle
nitelenmediği gibi mümkün ezelde yokluk halindeyken de hâdislik ile
nitelenmemişti. Böylelikle mümkün hadis olmakla Haktan uzaklaşmıştır. Mümkün
adına ‘hadis varille’ gerçekleşip varlıkta Hakk ile kendisi arasında bir
ortaklık meydana geldiğinde, dehşete kapılır. Çünkü o, bilmediği bir şeyi
görmüştür. Çünkü mümkün, yokluk haliyle kendisini Haktan ‘ayrı’ olarak
tanımıştı. Varlıkla bu halden ayrıldığında ise, birinci bilgiden dolayı bir
korku kendisini kaplamıştır.
Bu gurbet iki adamın halidir:
Birincisi,
bu Hakk ünsiyet etmeyen veya istidrac yoluyla veya bir halden diğerine
yükselmeyle bu makama ulaşmayan adamın halidir. Aksine bu hal kendisine ansızın
gelir. Böylece aşina olmadığı ve bilmediği bir şey kendisine gelir. Bu durumda
kendisini onu taşımaktan aciz görür. Bunun üzerine, ayn’ının yok olacağından
korkarak bu bilgiyi elde edemeyeceğinden dehşete kapılır, hemen duyusuna geri
döner. Bu dönüşte ise Haktan uzaklaşır. Biz bu makamın sahiplerinden
Ebu’l-Abbas Ahmed el-Asad’ı -ki Mısır’da Hariri diye bilinir-gördük ve ondan
başkasını görmedik.
Diğer
adam ise, kendisine gelen her bilginin ürküttüğü bir adamdır. Bunun nedeni,
gördüğü şeyin onun adına daha önce gerçekleşen ve gerçekleşmesi de mümkün olan
bilgiden daha yüce olduğunu görmesidir. Bu nedenle, (daha önce bildiği) Haktan
uzaklaşarak kendisine yeni bir tecelli gerçekleşene kadar bu marifetten bir
hakikat elde eder. Bu yeni tecelli de, belirttiğimiz üzere, kendisini dehşete
düşüren bir bilgi daha kazandırır. Bunun üzerine kişi, bir önceki bilgide elde
etmiş olduğu Hakka dair (bilgiden) uzaklaşır ve iş böyle sürer gider.
Kamil âriflere gelirsek, onlar, onların
nezdinde kesinlikle gurbet yoktur.
Onlar,
bulundukları mekânlarda sabit olarak kalan kimselerdir. Vatanlarından
ayrılmamışlardır. Hakk onların aynası olduğunda, tıpkı suretlerin aynada
görünmesi gibi, suretleri bu aynada zuhur eder. Öyleyse bu
suretler onların hakikatleri değildir. Çünkü onlar, aynanın şekliyle zuhur
ederler. Ya da bu suretler aynanın kendisi de değildir. Çünkü ayna,
kendiliğinde kendilerinden ortaya çıkan veya şeyin tafsilini içermez. Öyleyse onlar gurbete çıkmamıştır. Onlar,
varlıkta müşahede ehli olan kimselerdir. Onlara varlığın izafe edilmesinin
nedeni, hükümlerin meydana gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümler, ancak bir
varlıktan ortaya çıkabilir. Öyleyse gurbet mertebesi, adamların menzillerinden
birisi değildir.
Öyleyse gurbet, orta derecedekilerin ve müritlerin kendisine yerleştiği
daha aşağıdaki menzillerdir. Büyükler ise, herhangi bir şeyin kendi vatanından
ayrıldığını görmezler. Aksine Zorunlu,
zorunlu; mümkün ise mümkün; imkânsız da imkânsızdır.
Öyleyse
her bir şeyin vatanı bellidir. Onlar gurbete çıksaydı, hakikatler başkalaşmış
olur, zorunlu mümküne, mümkün zorunluya, imkânsız mümküne dönüşmüş olurdu. İş
ise böyle değildir.
Öyleyse bu makamda hakikatleri bilenlere göre
gurbet, gerçekleşen veya mevcut bir şey değildir.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
Onsekizinci
Sifir, c.IX, sh:325-331
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
GÜNAHKÂRLAR
NEDEN CEZA ÇEKERLER
Bu yazıyı
ateistler okumalı, Allah Teâlâ insanı kendi zulmü sebebiyle cezalandırır. Çünkü
Allah Teâlâ’nın rahmeti ölçülemez mahiyettedir.
Ateistler, Allah
Teâlâ kötülüklere neden izin veriyor, demeleri yerine insanın dağları
taşımadığı yükü kabullenmesindeki cehalet sorgulanmalıdır.
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla
bedbahtlar hakkında müddetin sona ereceğini bildirirse -ki ona merhamet etsin-kitabımın
bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel anlamıyla onu
öğrenmiştim. Allah Teâlâ ‘O gün dönüş
Rabbinedir, der.
Rabb ıslah eden demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasını bulur ve
düzeltir. Nitekim Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir:
‘Davalı iki
adamdan birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar
ve alacaklı şöyle der: ‘Benim hakkımı şundan al.’
Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik
görür ve şöyle der: ‘Rabbim!
Bunlar kimindir?’ Allah
Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini
verenin.’ Mazlum
şöyle der: ‘Bunun
bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli
ödemiş olursun.’
Mazlum ‘onu
bağışladım’ der
ve kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Hz. Peygamber sallallâhü
aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: ‘Allah Teâlâ’dan
korkun ve birinizin arasını düzeltin.'
Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının arasını
düzeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşmesi ve
kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasında barışı temindir. Kul böyle
yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu
niteliğe layıktır.
Allah Teâlâ başkasına haksızlık
yaptığı için diledi kullarını cezalandırır,
fakat kendi hakkı nedeniyle cezalandırmaz.
Bu bağlamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği
olarak cezalandırmıştır.
Allah Teâlâ kendi adına intikam
almaz, başkası adına intikam alır.
Allah Teâlâ dilediğinin intikamım alır, çünkü Allah Teâlâ’ya ortak koşulanlar,
kendilerine uyanlardan kıyamet günü uzaklaşır.
Yirmialtıncı sifir, c.XIII, sh: 218
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
HAYAL MERTEBESİ VE ETKİLERİ
İnsanların köpek sahibi olmasının niçin çocuk sevgisi
yerine geçtiğini, görsel medya etkilerinin nerelere vardığı hakkında bilgi
sahibi olmak için önemli bir bilgi.
Muhyiddin
İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;
Hayal
mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah Teâlâ, sonra o bilgiye
ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışındakiler onun
değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, nübüvvet makamlarının birincisidir.
Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sabahladığında
sahabesiyle oturur, onlara şöyle sorardı:
‘Aranızda
rüya gören var mıdır?’ Böyle demesindeki maksat, Allah Teâlâ’nın âlemde
ertesi gün veya gelecekte var edeceği şeyleri görme arzusudur. Allah rüyayı
görene uykusunda ya açık bir vahiy (ilham) veya görenin aşina olduğu suretteki
vahiyle onları bildirir; bununla birlikte rüyayı gören kişi o surede neyin
kastedildiğini anlayamaz ve bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem Allah Teâlâ’nın o suretle neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı
tabir ederdi. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin âlimlerin
nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi göstermesinin nedeni buydu. Allah
Teâlâ kulları arasından derin akıl sahipleri ve ibrede düşünenlerin
dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir:
‘O sizi
rahimlerde dilediği şekilde tasvir edendir.’ (Al-i İmrân,6)
Rahimlerin bir türü de hayal olan
(rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir
edilir ve Allah Teâlâ o rahimlerde manaları dilediği suretlerde terkip eder. Bu
bağlamda Allah Teâlâ hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise
dinde sebatkârlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir
veya bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu suretler rüyayı görenin
veya rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.
Dımeşk
(Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibiiddin Halil el-Cüveynî’yi –Allah Teâlâ
onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde masum
kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona şöyle
diyordu:
‘Allah
sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve rengini bozma!’
Uyandım ve rüyayı kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi muhafaza
edenlerden etsin.
Hayal
suretlerin kendisinde tezahür ettiği rahimlerden birisidir. Hayali mertebe
suretleri kabul ettiği için Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle demiştir:
‘İnsanlara
şehvetlerden kadınlar sevdirildi.’ (Al-i İmran, 14)
Yani kadınlarda sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi
suretleri, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına süslü gösterdiği bir surettir ve kişi
onu -başkası nedeniyle değil- kendisi nedeniyle sever. Çünkü Allah Teâlâ ona
ancak belirttiği hususta şehvet sevgisini süslemiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ
salt sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da onu zikrettiği hususlarda şehvete
bağlamış, ardından da dilediği kimseler için şehvette başka bir duruma
bağlamıştır. Allah Teâlâ ayette şehveti zikretmiştir, çünkü şehvet, doğal bir
surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve
dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir
ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah Teâlâ hayalden daha
yüce menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey
de yaratmamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında
imkânsızın vb. bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği
şeyler içinde ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıtasıyla
ilahi kudret ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi
üzerine rahmeti vb. yazmış ve herkese vacip kılmıştır. Hayal kıyamette ve
inançlardaki tecellinin gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah
Teâlâ’nın en büyük şiarı ve delilidir.
Hayalin otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin
hayal hakkında tespit ettiği bir husustur. Bununla birlikte onlar ne
söylediklerini anlamamış veya hayale hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir
parçası olsa bile Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa
üzerinde büyük otoriteye sahiptir. (Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil
bir evlat olmasını isteyen bir insan eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük âlimlerden birisini zihninde
canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini göstermesini istiyorsa, o zaman gördüğü
sureti (hayal âleminde) nakledildiği surette veya tasavvur sahibinin kendisini
gördüğü surette görüp eşine de o suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir.
Öyle bir kâmil insan tasavvur edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini
dikkate alarak tasavvur etmelidir. Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve
ahlakının güzelliğine göre güzel bir şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz
konusu manaları bedenlendirir ve o sureti eşinin ve kendi gözünün önünde
canlandırır, İkisi birlikte kendilerini o suretin güzelliğine teksif ederler.
Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül ettiği suret çocuğuna etki eder ve
doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait) menzille doğar. Bunun böyle olması
zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında
anne ve babadan birinin - kendileri farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o
sureti tahayyül etmekten uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu
durumu ‘kadının iştahı’ diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme
esnasında karı kocadan birisi veya her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya
herhangi bir hayvanın sureti canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden
doğan çocuk, ebeveynin tahayyül ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar.
Birbirlerinden farklı sureti tahayyül ederlerse, çocukta annenin ve babanın
tahayyül ettikleri suret ortaya çıkar. Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile
etki eder. (Bunlar filozofların hayal gücü hakkındaki görüşleridir).
Filozoflar
hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu
müstakil bir bilgi aracı saymazlar. Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep
edilmeyen bir işin peşinden Onların peşinden koştukları ise maddelerden
soyutlanmaktır. Hâlbuki böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür.
Binaenaleyh maddelerden soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşünce
sahiplerinin böyle bir düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu
hatanın farkına varmadan başardıklarını zannederler, hâlbuki zarardadırlar!
Ömürlerini elde edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle
akıl, velimin veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler ve
ruhlar âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah Teâlâ’yı
bilen bir kimse, müşahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak kalamaz,
çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla
‘imkândır.’ Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim
veya hâdis bir şeyi ancak kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’
hükmü görene eşlik eder. Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üzere bilenler
varabilir. Böyle bir insan soyutlanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir,
yoksa gerçekte ona güç yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin
seçkinlerinin dışında pek çok kimsenin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu
meseleyi Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenmiştir.
‘Allah Teâlâ, hakkı
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Kaynak:
Muhyiddin
İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM, Tevhit ve
Cem' Menzilinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
ONLAR ASLINI UNUTMAZ
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
ÜÇ YÜZ OTUZ
ALTINCI BÖLÜM
Bitkilerin
Bütün Zamanlarda Vaktin Sahibi Olan Kutub'a Biat Etmelerinin Muhammedi
Mertebeden Bilinmesi
Yemin
ettim Allah Teâlâ’ya ki
O da
yemin etmiş kendine.
Rabbe
yemin olsun,
Vallahi
ve billahi diye
O,
birleyen olmadan Bir
Yeryüzünde
ve her neredeyse yaratıklarıyla
O
Arşından iner
Arşına
ise Amâ’dan inmişti
Keyfiyetsiz
ve ayrım olmaksızın
Çünkü
her ikisinden münezzehtir Allah Teâlâ
Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, genel biatleşme,
bilhassa zamanın tekine (vahidu’z-zaman) yapılabilir. Çünkü zamanın teki,
varlıklarda ilahi suretle ortaya çıkan kimsedir ve onun kendiliğindeki alameti
budur. Bunun amacı, hükmün uygulanmasında veya uygulanmamasında veya o şeyle
başkasında gözükmede irade ve seçimin kendisine ait olduğunun öğrenilmesidir. Onların
bir kısmı zahir iken bir kısmı görünmez ve Hakk kendisine gözükmeyi
emretmedikçe kul olarak kalır. Hakk ona görünmesini emretmedikçe, ilahi
emrin kendisiyle gerçekleştiği ölçüde, ortaya çıkar ve ona bir şey eklemez. Bu
yolda itimat edilen yüce makam, budur.
Çünkü kul asıl itibarıyla sadece Allah
Teâlâ’ya ait olsun diye yaratılmıştır ve sürekli kuldur, ‘rab’ olarak
yaratılmamıştır.
Allah Teâlâ ona efendilik elbisesi giydirip
elbise ile yaratıklarında gözükmesini emrettiğinde, kendiliğinde kul, kendisini
görene ‘efendi’ olarak görünür.
Bu, Rabbinin süsü ve üzerindeki hilatidir.
Ebu Yezid el-Bestami’ye insanların kendisine
‘teberrük’ niyetiyle el sürmeleri sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş:
‘Onlar bana el sürmüyor, Rabbimin
beni kendisiyle süslediği bir süse el sürüyor. O süs bana ait değilken, onları
bundan engelleyeyim imi?’
İnsanların teberrük niyetiyle kendisine ellerini
süren ve böyle yapmalarına müsaade eden Ebu Medyen’e ‘İçinden etkileniyor
musun?’ diye sorulunca, şöyle
demişti:
‘Hacer-i
esved peygamberler, nebiler ve Allah Teâlâ’nın velileri tarafından öpülürken,
onu Allah Teâlâ’nın sağ eli olan bir taş olma halinden çıkartacak bir duyguya
kapılmış mıdır?’
‘Hayır’ denilince, şöyle demiştir:
‘İşte ben o taşın kendisiyim.’ Allah Teâlâ şöyle der:
‘Sana biat edenler, Allah
Teâlâ’ya biat etmiştir.’
Böylelikle suret itibarıyla kendisini olumladıktan
sonra, olumsuzlamıştır. Aynı şeyi taş atmayla ilgili bir ayette yaparak, şöyle
buyurur:
‘Atmadın sen attığında, fakat
Allah attı.’
Allah Teâlâ, biatleşmede elini biat edenlerin ellerinin
üzerine koymuştur.
Yirmikinci Sifir, c.XI, Sh: 299-300
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Hz. ALİ kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh HAKKINDA
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
ÜÇYÜZ OTUZ
BEŞİNCİ BOLUM
Kardeşlik
Mertebesinin Muhammedî-Musevî Mertebeden Bilinmesi
Amâ ve istiva arasında
Üstün akıllar hayrete düştü
İnişi esnasında da
İstiva yerinden göğe inerken
O yerinde bulunurken
Ve kalbimizde ve her neredeysek
Bütün bu alametler
Körlük ve sınırlama bildirir
Onlar yönler gibi altı tanedir .
Allah Teâlâ zatıyla münezzehtir
Her türlü nitelikten
Allah
Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın: Bir
rivayette ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’
denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ âlemi kendi
suretine göre yarattı ve bu nedenle âlem Mümin ismiyle ahlaklarıma imkânına
sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hicret sonrasında Medine’de
sahabe arasında kardeşlik kurarken, kendisi de Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve
radıya'llâhu anhin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de Ali’dir.’ Allah
Teâlâ ‘Müminler kardeştir’ demiş, imanı onların babası yapmıştır. Onlar, tek babadan
olma kardeşlerdir. Hz. Musa kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti:
‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, sözümü
anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım yap.’ Allah
Teâlâ da kendisine dilediğini vermişti.
Yirmi
ikinci sifir, c. XI, sh:288
**
Allah
Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak belirlediği ücretlerden
birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp tövbe eden ve durumunu
düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmıştır. Bazen gönüllü, kendisi
adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını gönüllü olarak
ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış birinin zalimi affederek hakkını ondan
istememesini ve barışmasını verebiliriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah
Teâlâ’ya kalmıştır.'' Onun ücreti, zulmü nedeniyle ondan hakkını almayana kalması
gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üstlenerek, o günahkâra merhamet eder ve onu
bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği bir
ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin yerine
getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini
ulaştırmak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gönderen
Ödemelidir. Gönderildiği kimseler onu görevlendirmemiştir ki, ücreti
onlar ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insanlara
gerçeği şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, ücretimi Allah
Teâlâ ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka
kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ Teala’nın emriyle bildirmişlerdir.
Çünkü Allah Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki, ben buna karşı sizden
ücret istemiyorum’
Allah
Teâlâ Teala, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e başka bir peygambere
tahsis edilmeyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü ümmetine dönmüş, hükmü
ise ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki peygamberlerin hükmüne
dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan ücretinin (bir kısmını)
ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın gereğini yerine
getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum’ Yani
size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret istemiyorum. ‘Sadece yakınlar hakkında sevgi
istiyorum.’ Allah
Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine vacip kıldığı
tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık Peygamberin akrabasını
ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem bunu ‘meveddet’ kelimesiyle zikretti.
Meveddet
sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı ona tahsis etmiş fakat Allah
Teâlâ üzerinde bir ücretinin kaldığını veya kalmadığını söylememiş, onu mutlu
edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimetler vermiştir. Ardından ümmetine,
ümmetine söylemiş olduğu hususu söylemesini emretmiştir: ‘De ki, sizden bir ücret
istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir’
demiştir.
Burada
Allah Teâlâ Teala, yakınlarına sevgi göstermekle ilgili ücreti ümmetinden
düşürmemiş, sadece belirlendikten sonra bu ücreti onlara döndürmüştür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hak ettiği bu ücret, onlara dönerken
sevginin fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberinin akrabalarını sevenlere verilecek
ücreti bilemez, onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Fakat ‘ehl-i kurba’
onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık anla-mındaki) ‘kurba’ kelimesi
getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’ kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akil
ile Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh arasında fark yoktur: Her İkisi de nesep bakımından
peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh hem
nesep bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabalarını, yani kendisine iman edenleri
sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği bir Arap olan Hz. Ömer
radıya'llâhu anh, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı ayırt etmiştir.
Arapçada nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı, bu iki
yakınlığı ayırt etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimetler hakkındaki şu ifadede
rastlanabilir. ‘Onun beşte biri Allah Teâlâ’nın, peygamberin ve yakınlarınındır
(zi’l-kurba).’ Kastedilenler mümin
yakınlardır ve bu nedenle ayette ‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi
kullanılmıştır. Nesep bağıyla akraba olanlar iman yakınlığına sahip
değillerse, onların ganimette hakları olmadığı gibi mirasta da paylan yoktur.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bırakmamıştır’
sözünde bu husus belirtilir. Çünkü Akîl,
Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhden farklı olarak, babasına
varis olmuştu. Bunun nedeni Ali’nin mümin,
Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir toplumun Allah Teâlâ’nın
ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi duyduğunu görmezsin. Onlar babaları
veya kardeşleri çocukları veya akrabaları bile oha böyledir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
bizden istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep bağı kastedilmiş olsaydı, Allah
Teâlâ şu ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve
peygamberine taşkınlık yapanlara sevgi duyarlar.’ Onlar akrabaları bile olsa onları
sevmezler. Buradan akrabalık sevgisinin iman eden akrabalarla ilgili olduğunu
anladık ve onlar Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.
Böylelikle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın ümmetine yüklediği akrabaları
sevmek göreviyle diğer peygamberlerden ayrılırken ümmeti de bu konudaki
üstünlükleriyle diğer ümmetlerden ayrılır. Çünkü
üstünlük fazlalık demektir ve bu fazlalık sayesinde onlar, ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’ olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir.
Bununla birlikte bütün ümmetler iyiliği emreder ve kötülükten alı koyar, Allah
Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmetlere tahsis
edilmemiş özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve diğer
ümmetlerin yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak, kıyamet
günü diğer ümmetlerden ayrılır, üstünlükleri ortaya çıkar. O halde
ücretler, Hakk ile yaratıklar arasında gider gelir: Yaratıklar kendileri adına
yaptığı işlere karşılık Hakka borçlanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın
(rızasını gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan
ücret alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayı-verebiliriz. Bunun
yanı sıra yaratıklar, Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden
ücret alırlar.
İşin
esası şudur: Ücretler Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yaratıkların bu işte bir
payı yoktur. Fakat ücretlerin ortaya çıkmasının vesilesi onlardır. Onlar
var olmasaydı, ücretle çalıştırmanın veya ücretin varlığı olmazdı ve işte bu
nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk
olduğu gibi çalıştırılan da Hakktır. Ameli yaratandan başka amel
yapan yoktur, o da Hakktır. Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda
ortaya çıkar. Bunun için mücadele etmiş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk
ise, bu mücadelede onu onaylamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu
bilirken, bir kısmı bunu bilmez.
Bu
menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücretleri ve sahiplerinin
belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri
zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücretlerinin
bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden olacağı, kavuşma ve
ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Bu, bütün var olanları
ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden
ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle
gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu
bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir.
Anlamlarda münasebetlere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin
belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi,
bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğrenilir. Asıl
sahibin hükmüyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir
midir, farklı mıdır?
Yirmi
üçüncü sifir, c.XII, sh: 20-23
**
ONSEKİZİNCİ
KISIM -OTUZUNCU BÖLÜM
Süvari
Kutuplardan Birinci ve İkinci Tabakanın Bilinmesi
Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki
Kapkaranlık gecede amel bineklerine binmişlerdir
Düşük himmetler onlar sayesinde yükselmiştir
Her şeyi bilen Tek Aziz’in katına.
Onları seçti ve kendilerine tecelli etti
Dostum kaseleriyle onları karşıladı
Zillet içinde yükseklik sahibi olan kimse
el-Azim’in (Yüce, azametli) kıymetini bilir
Yaratılmışın rütbesi, eğer iyice araştırırsan
Onda el-Kadîm ile ortaya çıkar.
Allah Teâlâ’nın öyle genel ilimleri vardır ki
Nebi, resul ve velide bulunur.
Bu bilgilerin varlıkları latifleşmiştir
Onları nefesler âleminden başkası algılayamaz.
Allah
Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Asalet (Nucûb) sahipleri, yaygın
kullanımda süvariler demektir. Şair şöyle der:
Keşke şöyle bir topluluğum olsaydı, bineklerine
bindiklerinde Atlı ve deve binicileri (fürsan ve rükban) olarak şiddetle hücum
ederler.
Şiirde
geçen fürsan, at süvarileri, rükban ise, deve binicileri demektir. Atlar ise,
Arap olan ve olmayan herkesin bindiği şeylerdir. Yarış devesini ise sadece Araplar
kullanır. Araplar, düzgün konuşan, övünen ve cömert insanlardır. Söz konusu
nitelikler bu grupta baskın olduğu için onları süvari diye isimlendirdik. Bu
bağlamda onların bir kısmı himmet bineklerine, bir kısmı amel bineklerine
biner. Bu nedenle onları iki tabaka saydık: Birinci ve ikinci tabaka.
Süvariler,
bu yolda Efrad’dır (fertler, telder). Çünkü onlar, tabaka tabakadır: Kutuplar,
İmamlar, Direkler, Bedeller, Nakipler, Necipler, Recebiyyûn ve Efrad
onlardandır. Onlardan her bir grubu gördüm ve batı şehirlerinde, Hicaz ve doğu
şehirlerinde onlarla oturup kalktım.
Bu bölüm Efrad’a aittir. Onlar, Kutub’un
hükmünün dışındaki yegâne gruptur. Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur. Sayıları
üç ve daha yukarısı olan tek sayılardır. Onların veya başkalarının ilk tek sayı
olan ki o üçtür-sayının aşağısıyla ilişkileri yoktur. Çünkü mutlak birlik
anlamındaki ahadiyet -ki o, bir demektir-Hakkın zatına aittir. İki ise
mertebeye aittir, o da, ulûhiyetin birlenmesidir. Üç ise oluşun (âlem) Allah
Teâlâ’dan var olmasının ilkesidir.
Melekler
sınıfında Efrad, Allah Teâlâ’nın cemal ve celalinde kendilerinden geçmiş meleklerdir.
Onlar, amade kılınmış ve yazı ve tedvin âleminde (oluş âlemi, şehadet âlemi)
bulunan yönetici meleklerin dışındaki meleklerdir. Onlar, Kalem ve Akıl’dan
aşağıya doğru mertebelerde bulunan meleklerdir.
İnsanlar içinde Efrad, melekler
içinde kendilerinden geçmiş güçlü melekler gibidir. Teklerin
ilki, üçtür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Üç, bir topluluktur.’, ille
topluluk, üç kişidir ve ondan yukarıya doğru devam eder.
İlahi
mertebelerden onlara ait mertebe, ferdâniyet (teldik) mertebesidir. Bu
mertebede onlar ayrışır. Onlara ait ilahi isim, el-Ferd ismidir.
Onların
kalplerine gelen maddeler, kendilerinden geçmiş meleklere gelen makamdan gelir.
Bu nedenle makamları ve getirdikleri şey bilinmez. Bu durum, Hz. Musa aleyhisselâmın
Hızır’a tepki göstermesine benzer. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Hızır’ın
lehinde tanıklık etmiş, onun mertebesini bildirmiş, onu tezkiye etmiş, onunla
arkadaş olmak istediğinde kendisine itiraz etmeyeceğine dair Musa’dan söz
almıştır.
Hızır,
Hz. Musa aleyhisselâmın kendisinin bulunduğu makam hakkında bir tecrübesinin
olmadığını anladığı gibi Hızır da Musa’nın sahip olduğu ve Allah Teâlâ’nın ona
öğretmiş olduğu bilgi hakkında herhangi bir zevke sahip değildi. Şu var ki
Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel bir müşahede nedeniyle, Allah Teâlâ’nın
herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi gerektirmemiştir. Hz. Musa’nın ve
peygamberlerin makamları ise, getirdikleri vahyin dışında olduğunu gördükleri
her işte, peygamber olmaları yönünden itirazı gerektirir.
Bu konuda
vardığımız görüşün kanıtı, Hızır’ın Musa aleyhisselâm hakkındaki şu ifadesidir:
‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin.’
Hızır bir peygamber olsaydı, Hz. Musa’ya ‘bilgice kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın
davranışı, peygamberlik makamından değildi.
Ayrıca
Musa’ya farklılıklarından söz ederken şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır
Musa’ya şöyle demiştir: ‘Ey Musa! Ben Allah Teâlâ’nın bana öğretmiş olduğu senin bilmediğin
bir bilgiye sahibim. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğretmiş olduğu ve benim
bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’
Böylece Hızır ve Musa ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a) tepki göstermesiyle de
farklılaşmışlardır.
(Başkalarının
getirdiği bilgiyi veya bu bilgi nedeniyle onların dindarlığını) İnkâr etmek,
Efrad’ın özelliği değildir. Çünkü onlar, her işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla
kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr etmez. Cüneyd (el-Bağdadî) şöyle der:
‘Bir kimse, bin güvenilir insan tarafından zındık diye suçlanmadıkça
hakikat derecelerine yükselemez.’
Onların inkâr edilişi, Allah Teâlâ’dan sadece kendilerinin bildiği şeyleri
öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin
eliyle göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir: ‘Burada öyle ilimler vardır ki,
keşke onları taşıyacak kimseler bulabilseydim.’
Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve
radıya'llâhu anh Efrad’dan idi.
Böyle
bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı. Ebû Hureyre radıya'llâhu anh,
buna benzer başka bir şey söylemişti. Buhari, es-Sahih’inde
Ebû
Hureyre’nin şöyle söylediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’den iki ilim aldım. Birincisi size bildirdiğimdir. İkincisini açıklamış
olsaydım, şu gırdağım (bulgum) kesilirdi.’ Hadiste
geçen bulgum, yemek borusu demektir.
Ebû
Hureyre, bu ilmi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aldığını belirtir.
Dolayısıyla o, kendi zevki olmaksızın, salt bir taşıyıcıdır. Fakat yine de o
ilimdir. Çünkü Ebû Hureyre onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
duymuştur. Biz ise, Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlayışın verildiği kimseden
söz ediyoruz. Söz konusu anlayış, Efrad’ın ilmidir.
Efrad’dan
biri de, Abdullah b. el-Abbas idi. O, bilgisinin genişliği nedeniyle, ‘derya’ diye
isimlendirilmişti. İbn Abbas radıya'llâhu anh, ‘Yedi gökleri ve yeri yaratan
Allah Teâlâ’dır"ayeti hakkında şöyle derdi: ‘Size bu ayetin tefsirini
söyleseydim beni taşlardınız.’ Başka
bir rivayette ise ‘kâfir olduğumu söylerdiniz’
demiştir. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebû Talip, Zeyne’l Abidin aleyhisselâm den
aktardığı bir ifadesinde bu ilme işaret etmiştir. Gerçi hangisinin bu sözü
söylediğini tam olarak bilmiyorum:
Nice bilgi cevheri vardır ki, onu açıklasaydım
Bana ‘sen puta tapanlardansın’ denilirdi
Müslüman adamlar kanımı helal görür
Yaptıkları en çirkin işi (beni öldürmeyi) iyi
sayarlardı
Burada,
‘puta tapanlar’ sözüyle maksadına dikkat çekmiştir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu
aleyhi ve sellemin ‘kuşkusuz Allah Teâlâ, Adem’i kendi suretine göre yaratmıştır’
sözünde zamir Allah Teâlâ’ya döndürüldüğünde hadisin tevili söz konusu ifadeye
benzer. Bu da, onun yorumlarından biridir.
Kardeşim,
Allah Teâlâ aşkına!
Sana söylediğim konuda, bana karşı insaf
göster. Kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen
ve rabbini sevinmek, gülmek, şaşırmak, neşelenmek, kızmak, tereddüt etmek,
kerih görmek, sevmek, arzu duymak gibi hallerle niteleyen bütün haberlere
inanman ve onları doğrulaman gerekir. Bu
ilahi mertebeden keşif, tecelli ve ilahi bildirim olarak, velilerin kalplerine
esintiler gelse ve onlar peygamberin diliyle bu gibi lafızlarla ifade edilmiş
böyle şeyleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenip göstermesiyle müşahede
ederlerse, kuşkusuz ben ve sen bunların hepsine iman etmişizdir. Diyorum ki;
bir veli, Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgi getirdiğinde, Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhu’l-azîz)in
söylediği gibi, onu zındık ilan etmez misin? Bu
adam, (Allah Teâlâ’yı yaratıklarına benzetiyor anlamında) teşbih yapmaktadır ve
‘o, putperestir’ demez misin?
‘Hakk, yaratılmışın nitelendiği özellikle nasıl
nitelenebilir’ (demez misin)?
‘Putperestler, bundan daha fazlasını yapmamıştır’ (demez
misin).
Nitekim Ali b. Hüseyin böyle söylemiştir. Sen öyle bir
insanı öldürmez misin veya İbn-i Abbas’ın söylediği gibi ölümüne fetva vermez
misin?
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Allah Teâlâ
hakkında akıl delillerinin imkânsız gördüğü ve tevil edilmesi yasaklanmış
ifadeleri duyduğunda, gerçekte neye iman etmiştin?
Tevil yasaklansa bile
Eş’arî, kendince bir tenzih anlamına göre onları tevil etmiştir. İnsaf, nerede
kalmıştır?
‘İlahi kudret, peygambere verdiği sırların
bilgisini bu veliye verecek kadar geniştir’
diyebilir misin?
Çünkü
böyle bir bilgi peygamberliğin özelliklerinden olmadığı gibi (çünkü
peygamberliğin özelliği olan şey hüküm koyma, teşrîdir) Şarî de, ümmetini bu
konuda engellememiş, herhangi bir şey söylememiş ve şöyle demiştir: ‘Ümmetim içinde sezgi
sahipleri var ise, Ömer onlardan biridir.’
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmeti içinde peygamber olmayan sezgi sahiplerinin
bulunacağını belirtmiştir. Bazen böyle bir sezgi gerçekleşebilir. Çünkü bu
durumda sezgi, helal ve haram gibi teşriî hükümlerin dışındadır. Teşri’ (helal
veya haram gibi hüküm koyma) yetkisi, peygamberlik özelliğidir. İlahi ilimlerin
gizemlerine ulaşmak, (yasa koyucu anlamında) teşriî peygamberliğin bir özelliği
değil, peygamber, veli, uyan ve uyulan gibi Allah Teâlâ’nın kullarına yayılmış
bir özelliktir.
Dostum!
Hiç mi insafın kalmadı?
Peygamberin
getirdiği bilginin sırlarına vakıf olmak, velilerin firavunları ve Allah
Teâlâ’nın salih kullarının deccalları olan fakihler ve akılcılar içinde de
mevcut değil midir?
Allah Teâlâ, kendisine farz kılınan şeyle amel
eden herhangi birimize şunu der: Allah Teâlâ, emrini yerine getiren kimseye
öğretir ve amellerinin meydana getireceği bilgilerin öğretim işini üstlenir.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, o size öğretir: Allah
Teâlâ her şeyi bilendir." Başka
bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir.’
Bu
makamın kutuplarından biri de, Ömer b. Hattâb radıya'llâhu anh ve Ahmed b.
Hanbel (Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu) dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem Ömer b. Hattâb’a Allah Teâlâ’nın verdiği gücü zikrederek şöyle
demiştir: ‘Ömer! Şeytan bir mevzide şenle karşılaşsa, yolunu değiştirir.’ Bu
durum, masum peygamberin tanıklığıyla Ömer’in korunmuşluğunu gösterir. Şeytanın
bizi sadece batıla yönlendireceğini biliyoruz. Batıl ise, Ömer b. el Hattâb
radıya'llâhu anhın gittiği yol değildir. Ömer, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
tespitiyle, sadece doğruluk yollarına giderdi. Böylece de, Allah Teâlâ
yolundaki bütün işlerinde kınayanın kınamasının alıkoyamadığı kimselerden
olmuştur. Kudret, doğruluğa aittir.
Doğruluk
ulaşılması zor, nefislerde taşınması ağır olduğu için, nefisler onu taşıyamaz
ve kabul edemez, bilakis onu reddeder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
ise şöyle buyurmuştur: ‘Doğruluk Ömer’de bir gedik bırakmamış!’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz doğru söylemiştir. Hz. Ömer radıya'llâhu anh, dışında
ve içinde doğru idi. Dışında doğru idi, bunun nedeni, başkasından insaf beklemeyişi,
riyaset sevgisinin olmayışı, Allah Teâlâ’ya kulluktan çıkmayışı, kendisini
ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmayışı, kendisiyle ve eksiğiyle ilgilenerek
insanların ayıplarını görmediği için Hakkın çağırdığı işten yüz çevirmeyişiydi.
Ömer
içinde de doğru idi, çünkü Allah Teâlâ, Ömer’in kalbinde bir gedik
bırakmamıştır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan başkasına bir ilgisi yoktu.
En
şaşılacak iş, söz konusu inkârcı gruptan birine ‘kendinle ilgilen’ dediğinde,
şöyle yanıt vermesidir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın dinini koruyorum ve ona düşkünlüğümden hareket
ediyorum. Allah Teâlâ hakkında gayret imandandır... vb.’
Durmaz ve düşünmez ki: Acaba böyle bir şey imkan dâhilinde midir, değil midir?
Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ bir velisine -Hızır’a olduğu gibi-yaratıklarında
uygulayacağı şeyleri bildirmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
dile getirdiği ifadelerle anlatılabilecek bilgileri kendi nezdinden ona öğretmiş
olamaz mı? Hızır şöyle demişti: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’ Bu
inkârcı kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu getirdiğinde kendi
zannınca buna inanır.
Allah
Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu inkârcı o ifadelere (gerçekte) iman etmiş olsaydı,
veli de (onları söylediğinde) inkâr etmezdi. Çünkü Şâri’, istiva etmek, inmek,
beraberlik, gülmek, sevinmek, neşelenmek ve şaşırmak gibi ifadeleri Allah Teâlâ
hakkında kullanmayı reddetmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in
Allah Teâlâ’nın kullarından birini bunları kullanmaktan men ettiği kesinlikle
aktarılmamıştır. Bilakis Allah Teâlâ’nın bize şöyle söylediğini bildirmiştir: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın
peygamberinde en güzel örnek vardır.’
Böylece Allah Teâlâ, bize bu kapıyı açmış ve bizi ona uymaya teşvik etmiştir: ‘Allah Teâlâ’yı seviyorsanız
bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’ İşte
söz konusu durum, peygambere uymak ve onu örnek almanın bir parçasıdır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymanın bir yönü de şudur: Haktan bir varid bize
gelip onun mertebesinden bir bilgi öğrendiğimizde, Allah Teâlâ’nın kendisiyle
bizi kuşattığı bir rahmet ve inayet o bilgide bulunur. Her nerede bulunursak,
Rabbimizden gelen bir delile sahip oluruz ve bizim tarafımızdan bir şahit o
delili okur. Bu durum, peygamberin sünnetine uymamız ve bizim için ortaya
koyduğu hükmü takip etmemiz anlamına gelir. Biz ondan hiçbir şeyi ihlal
etmeyiz. Ve emre karşı çıkmak hatasını işlemedik. Örnek olarak, Allah Teâlâ’nın
yasakladığı şeyi helal saymak veya helal saydığı şeyi haram saymayı
verebiliriz. Böylece Hakkın katından öğrendiğimiz bu bilinenle bu gibi nebevi
ifadeleri talep ederiz. Çünkü Allah Teâlâ, bu özellikteki kişinin ‘Allah
Teâlâ’ya basiret üzere çağırdığını bildirmiştir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e
uymakla ilgili emrin bir yönü de, söz konusu anlamlara peygamberlerin
kullandığı bu gibi lafızları vermemizdir.
Onlardan daha anlaşılır ifadeler olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem onları kullanırdı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem,
kendisine indirilen şeyi bize açıklamakla memurdur. Bu nedenle ‘O’nun benzeri yoktur’
hükmünü bilmekle birlikte, (benzetme anlamı taşıyan bilgiyi) açıklamak
istediğimizde başka lafızlara yönelmedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in kullandığından başka lafızlara yönelseydik Allah Teâlâ’nın hakkını
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden daha iyi ve daha nezih şekilde
bildiğimizi iddia etmiş olurduk. Bu ise, olabilecek en kötü saygısızlıktır.
Anlamın
dinleyene nüfuz etmesi gerekir. Çünkü senin karşı çıktığın lafız, insanların en
fasihinin lafzıdır ki, o da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Kuran
ise, büsbütün örtüşecek şekilde o anlama delalet etmez. Bu nedenle bize
Peygamber’e uymayı farz kılmıştır. Böyle bir bilgi getiren veliyi inkâr ve
tekfir eden insan, bütün bunları düşünmekten bihaberdir. Bunun iki nedeni -veya
iki nedenden sadece biri-vardır. İnkâr eden kişi, bilgiliyse kıskançlığı
nedeniyle böyle davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘içlerindeki kıskançlık nedeniyle: Cahil ise, (veliye tepki
gösterirken) bu durumda o, peygamberliği hiç bilmemektedir.
Ey
dostum!
Bu
makamın kutuplarından yetmişten fazla bir grupla Mekke’de Ebû Kubeys dağında
karşılaştık. Bu sınıfın kendi yollarında hiçbir talebeleri yoktu. Onlar, hiç kimseyi
terbiye ederek sulûk ettirmiyordu. Bunun yerine tavsiye ediyor, nasihat ve
bilgi yayıyorlardı. Kim muvaffak olursa, onu alırdı. Ebu’s-Suud’un onlardan
biri olduğu söylenir. Ben onunla karşılaşmadım ve onu görmedim. Fakat ona dair
güzel bir koku ve hoş bir nefes kokladım. Abdüllcadir el-Cilî’nin -ki o
güvenilir biri ve vaktinin kutbu idi-Muhammed b. Kâid el-Evânî’nin bu makamda
olduğuna tanıklık ettiği bana ulaşmıştır. Bize böyle nakledilmiştir, sorumluluk
ise nakledene aittir.
İbn
Kâid, bu makamdayken önünde peygamberin ayağından başka bir ayale görmediğini
iddia etmiştir. Böyle bir durum ise, vaktin Tek’i için olabilir. Efrad’dan
olmasaydı, peygamberin ayağının yanı sıra şayet imam ise-vaktin kutbunun
ayağını da görmesi gerekirdi; direk ise, bu durumda önünde üç ayale; bedel ise,
dört ayale görmelidir vs. Şu var ki bunun olabilmesi için ‘uyma’ mertebesine yerleştirilmiş olması gerekir. Uyma
mertebelerine yerleştirilmemiş ve yolun sağından saptırılmışsa, başka bir
ifadeyle, yol ile odacık (Kutub’a ait özel oda) arasında bulunursa, önünde
herhangi bir ayak görmez. İşte bu, özel yön yoludur. Bu özel yön, Haktan her
bir varlığa yöneliktir. Tepki görmelerine ve zındıklıkla suçlanmalarına yol
açan bütün bu ilimler, velilere söz konusu özel yönden açılır. Peygamberden
geldiğinde onlara inanan kimse, velileri bu bilgiler nedeniyle zındık ilan edip
tekfir eder. Hâlbuki bunlar, aynı ilimlerdir. Nitekim bu hususu daha önce
belirtmiştik.
Bu makam mensupları, âlemde tasarruf ve
güç sahibidir. Onların birinci tabakası, Allah Teâlâ kendilerine bu gücü vermiş
olmakla birlikte, yaratıklarında tasarrufu Allah Teâlâ’ya bırakmış kimselerdir.
Allah Teâlâ, onlara bu gücü bir emir olarak değil, sunum olarak vermiştir. Bu
nedenle onlar, gizliliğe bürünmüş, bilinmezlik örtülerine girmiş, alışkanlık
perdeleriyle gizlenmiş, kulluk ve yoksunluğa bağlanmışlardır. Onlar yiğitler, zarifler, melâmîler, gizliler ve iyilerdir. :
Ebu’s-Suud
onlardan biri ve ‘O’nu vekil edin’ ayetindeki Allah Teâlâ’nın emrine
uyanlardandı. Vekil, tasarruf yetkisine sahip demektir. Kendisine emredilse,
emre uyardı. Bu durum, onların özelliklerindendir. Hz. Seyyid Abdülkâdir
(Kuddise sırruhu'z-zâhir )e gelince, halinden anlaşıldığı kadarıyla Abdülkadir
(Geylani) kuddise sırruhu'l-âlî tasarruf etmekle, memurdu. Bu nedenle tasarruf
onda görünmüştür. Binaenaleyh böyle dememiz, onun gibiler hakkındaki
zannımızdır.
Muhammed
el-Evânî ise, Allah Teâlâ’nın tasarruf yetkisi verdiğini kendisinin de bunu
kabul ettiğini söylerdi. Bu nedenle tasarruf ederdi. Eğer tasarruf etmesi
emredilmeseydi, denenirdi. Bu durum, onu Ebu’s-Suud’un üstün olduğu bilgiden
eksik bırakmıştır. Ebu’s-Suud, süvariler grubunun birinci sınıfının diliyle
konuşurdu.
Onlara
kutuplar dedik, bunun nedeni, sabit olmalarıdır. Ayrıca bu makam, yani kulluk
makamı, onların üzerinde döner. Onların kutup olduğunu söylerken, emirleri
altında bir grup var da, onlar da bu grubun reisleri ve kutuplarıdır demek
istemedik. Onlar, böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir! Gerçek kulluğa
ulaştıkları için, içlerinde asla başkanlık sevdası yoktur. Hakkın işi, öne
geçmiştir. Dolayısıyla, onlara her ne gelir ise, kulluğu tam olarak yerine
getirdikleri için o emre bağlanmaları gerekir. Böylece, kulluk makamında
efendilerinin emrine bağlanarak emri yerine getirirler. Serbest
bırakıldıklarında veya kendilerine söylenen şey bir emir değil de arz olduğunda
veya makamı elde etme talebi var ise, kendisi için yaratılmış olduğu kulluk
makamına ulaşmayan kimse onu izhar edemez.
İşte
ey dostum!
Bu
bölümde sana onların makamlarını bildirdim. Geride ise, onların esaslarını
bildirmek, ikinci tabakadaki yönetici kutupların hallerini açıklamak kaldı.
Bunları, Allah Teâlâ’nın izniyle daha sonra belirteceğiz.
‘Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O’ndan başka rab yoktur.
Onsekizinci
kısım, c.II, sh: 121-129
**
ÜÇ YÜZ
SEKSEN ALTINCI BÖLÜM
'Şah
Damarı' ve Beraberlik Mekânı Münazelesinin Bilinmesi
Ben kulumla beraberim her nerede olursa
Gelecekte geçmişte ve şimdi
Sınırlı mutlak veya münezzeh iken
Mukaddesken veya bir mekânı doldururken
Kim özlemden söz edip beni görmek isterse
Sıkıntı vermiş olur bize
Ben neredeyim, sen neredesin!
Niçin fiil ve zamanı düşünmedin?
Nasıl olur da celalimi görebilir
Bayılma bizi göreni gördü
Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ Başka
bir ayette şöyle der: ‘Her neredeyseniz O sizinle beraberdir’ Allah Teâlâ hüviyetiyle bizimle beraberken
isimleri itibarıyla bize bizden yakındır. Hakk mutlak birliğiyle birlikte
kendini çoğul zamirle ifade ettiğinde, kendine delil olmaları bakımından farklı
hakikatlere sahip isimlerini dikkate alarak çoğul yapmıştır. İsimlerin medlulü ve
gösterdikleri ise Hakk’tan başkası değildir, çünkü onların medlülleri Hakk’tır
ve hepsi O’nun isimleridir. Bu durum, lafız ve kelimeler âleminde cem’ (yani çoğul)
lafzıyla ifade edilir, başka bir ifadeyle çoğul zamirle anlatılır. Misal olarak
‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi
ayetlerde geçen ifadeleri verebiliriz. Ayette ‘Biz her şeyi ölçüyle yarattık’ ve ‘Biz zikri indirdik ve biz onu
koruyacağız’ buyrulur. Allah
Teâlâ -isimlerini değil de-yalnızca hüviyetini anlatmak isterse ‘Kuşkusuz ben
Allah Teâlâ olanım, benden başka ilah yok’320 buyurur. Burada tekil yapmıştır.
Biz nerede, ben nerede! ‘Biz’ zamirinin azameti ifade ettiğini söylemenin
manası yoktur, aksine o çokluğun ta kendisidir. Bu bağlamda çokluk, esma-i
hüsna’nın (güzel isimler) delil olduğu şeylerdir. Bazen de çokluğun anlamı,
Hakk’ın var olanların aynı olmasıdır. Bu durumda suretler, bileşik mümkünlerin
hakikatlerinin değişmesi nedeniyle, değişir. Çünkü Allah Teâlâ kendi
hüviyetinin suretlerin bütün güçleri olduğunu söylemiştir. Başka bir ifadeyle
Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, ona kendini gösterir ve kul mümkün sabit
kalmakla birlikte-Hakk’ı Hakk ile görür. Hakk kendisinden ibaret olan kuvveti
kula izafe eder. Allah Teâlâ ‘Ben kulun duymasıyım’ der. Burada onun zamiri
kula dönerken duyma (gücü) Hakk’ın ta kendisidir. Kul ancak duyma gücü
vasıtasıyla kul olmuştur. Aksi halde yaratılırken ve bütün tasarruflarında
çağrıldığında ‘İşittik ve itaat ettik’ diyecek kimdir? Kendisine ‘ol’ denilen şey
sözü duymamış olsaydı, var olmazdı. Rabbine itaati de olmasaydı, var olmazdı.
Allah Teâlâ bütün hallerde kulun duymasıdır ve bu durumu ona keşfettirir.
Durum
Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği ve müşahede ve keşfin verdiği bilgiye
göre olunca, Allah Teâlâ hakkında ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi çoğul zamirler
kullanılabilmiştir. (Mümkünlere ait) güçler ve varlıklar O’ndan başka
olmadıkları için de ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım’
ayetinde geçen teklik geçerli olmuştur. Bunun yanı sıra hüve (O) ve sen gibi
tekil şahıs zamirleri Allah Teâlâ hakkında kullanılabilmiştir. Misal olarak ‘Ancak sana ibadet ederiz’ vb.
ayederde geçen zamirleri verebiliriz. Allah Teâlâ ‘biz’ zamirinin çokluğu
karşısında kendini birleyerek şöyle buyurmuştur: ‘O sizinle beraberdir’ Başka
bir ayette bizim birliğimiz karşısında kendini çoğul yaparak ‘Biz ona daha yakınız’ buyurmuş,
insana dönen zamiri tek yapmıştır. Öyleyse çokluk bizimle ortaya çıkmışken
birlik O’nunla vardır.
Yaratılmışlar her nerede bulunurlarsa, Hakk er-Rahman
ismiyle onlara eşlik eder, çünkü rahim O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar rahimdir
( ve akraba). Çünkü onlar bir babanın ve annenin oğullarıdır. Allah Teâlâ bizi
bir nefisten yaratmıştır ki o da Adem’dir. Sonra Adem’den ve Havva’dan pek çok
erkek ve kadın meydana getirmiştir.
Öyleyse biz, rahim Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz (akraba). Bu sayede
akrabalık mümkün olabilmiş, yine bu nedenle Allah Teâlâ akraba ziyaretini
emrederek, ‘Akrabalar birbirlerine Allah Teâlâ’nın kitabında daha yakındır’ buyurmuştur.
Allah Teâlâ akraba ziyaretini emretmiştir. Bize göre Allah Teâlâ böyle bir
vasfa daha layıktır. Bu nedenle rahim için vuslat kaçınılmazdır, çünkü
Rahman’dan bir daldır. Allah Teâlâ babasından başkasına ait olduğunu iddia
edeni veya efendisinden başkasına ait olduğunu söyleyen köleyi lanetlemiştir. Lanet uzaklık demektir. Başka bir ifadeyle
Allah Teâlâ, kendi ‘rahminden’ başkasına intisap etmeyi lanetlemiştir. Biz
rahim itibarıyla yakın akrabayız. Mertebe ve rütbemiz ise kulluktur (köle).
Dolayısıyla sadece O’na müntesibiz ve O’ndan başkasına dayanmayız. Sahih bir
rivayette Allah Teâlâ ‘Bugün nesep bağınızı indiriyorum’ der. Çünkü nesep bağı bize ilişmiştir, asıl
değildir. Çünkü ayrılırız ve bir daha toplanmayız ve bazen de birbirimizi
tanımayız. Dolayısıyla aramızdaki nesep bağı aslî değildir. Asıl olsaydı,
geçici durumları kabul etmeyeceği gibi akrabaların birbirine yabancılaşmaları
da söz konusu olmazdı. Kutsi hadisin devamında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kendi nesebimi ise
yükseltiyorum.’ Çünkü biz O’ndan ayrılmadığımız gibi kendisinden ayrılmamız
da söz konusu değildir. Hakk da bizden ayrılmaz ve uzaklaşmaz. Nasıl olur da ‘avucunda bulunduğumuz’ ve ‘her nerede olursak olalım
bizimle beraber olan’ kimseden ayrılalım? Varlık veya yoklukla nitelendiğimiz
hangi durumda olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir.
Sonra
şöyle der: Takva sahipleri nerededir?’ Bunun
üzerine hepimiz O’na doğru gideriz, çünkü içimizden her biri kendine gelen
zorlukları uzaklaştırmada Allah Teâlâ’yı siper edinir. Bu anlamıyla takva, ‘Size denizde bir zarar isabet
ettiğinde, O’ndan başka dua edecek kimseler kaybolur ayetinde
belirtilir. Aynı zamanda her birimizi Hakk, kendisi hakkında kötü olduğu
söylenen şeye karşı siper edinir. Kötülük okları bize fırlatılırken Hakk’a
siper oluruz ve nahoş olan her şey bize nispet edilir. Bu durum Hakk’ı
kendimize tercihimizden kaynaklanır. Böylece bütün insanların takva sahibi
oldukları geçerli olmuştur.
Fakat
takva iki kısımdır: özel takva ve genel takva. Bu ikisini ayıran şeriatlardır.
Söylediğimiz meseleyi bilen, takva fiilini genel anlamıyla bütün yaratılmışlara
yükler, insanlar katında bilinen takvayı dikkate alan ise, onu özel anlamda kullanır.
Bu meseleye sadece şeriatın riayet etmesi nedeniyle dikkat çektik, çünkü şeriat
bu konuya dikkat çekmiş ve riayet etmiştir. Öyle ki insan bu meseleyi öğrenip
hakka’l-yakîn olarak idrak ederse, başkasına karşı üstünlüğü ortaya çıkar.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir midir?
Allah
Teâlâ bize sıla-ı rahmi emretmiştir. Rahman ise bizim için rahimdir ve bu
nedenle biz ona döneriz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emrine itaat edenin sıla-ı
rahim yapması kaçınılmazdır. O ise Rabbiyle sıla-i rahm yapar. Çünkü Allah
Teâlâ, hiç kuşkusuz, rahmimiz (yakan ve varlık sebebi) olması itibarıyla bize
vasıl olmuştur. Allah Teâlâ rızık veren, metanetli, kuvvetli ve her durumda
-ister emrine itaat edelim, ister günah işleyelim, yoluna uyalım veya
uymayalım-nimet verendir. Allah Teâlâ hiçbir durumda kendi yönünden sıla-ı
rahmi kesmez. Hâlbuki bilgisizliğimiz nedeniyle bizim tarafımızdan O’na dönük
sıla-i rahm (akraba ziyareti) kesilebilir. Allah Teâlâ akrabalarla sıla-ı rahmi
sadece Mutlu olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın sadece selam vermekle bile
yerine getirebileceği bir sıla-ı rahmi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle buyurur: ‘Sadece selam vermekle bile olsa sıla-ı rahim yapınız.’
Sıla-ı rahim yaptığımızda, yani rahme vuslat ettiğimizde (kavuştuğumuzda),
gerçekte Allah Teâlâ’ya ulaşmış ve O’nunla sıla yapmış oluruz. Biz O’nu
rahmimize yüklemiş olsak bile, Allah Teâlâ kendini bilir. Nitekim sadaka alıcının eline
düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Allah
Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri veya kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden takva
duygusu Allah Teâlâ’ya ulaşır.’
Gerçekteyse her türlü kötülüğe karşı O’nun siperi olduğumuzu söylemiştik. Her
insanın bir dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını gözetmelidir.
Dostu nesep itibarıyla onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne ve baba bir
kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her iyilik, bir
sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah Teâlâ bir ihsan ve nimeti olarak onu
herkesten kabul eder. Bununla birlikte insanlar arasında yakınlıkta bir
derecelenme vardır.
Ali b.
Ebu Talib el-Kayrevanî bu konuda şu beyitleri söylemiştir:
İnsanlar temsil itibarıyla eşit
Babaları Adem, anneleri Havva
Asılları bakımından nesepleri olsa
Kalkıp övünseler onunla;
Toprak ile sudur onların aslı
Demek ki üstünlük bilgi sahiplerinin
Delillere uyanlara rehberlik ederler
Herkes güzel gördüğü şeyi takdir etmiş
Cahiller bilgi sahiplerine düşman olmuş
Akrabalık iki kısımdır:
Birincisi din akrabalığı, diğeri kan akrabalığıdır. İki akrabalığı kendinde
toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir. Sadece din bağıyla akraba veya
kan bağıyla akraba olduğunda, din akrabalığı kan akrabalığının önündedir.
Nitekim Allah Teâlâ mirasta böyle yapmış, din kardeşliği miras sebebi olmuşken
dinde farklı olduklarında kan akrabalığı miras sebebi olamamıştır. Başka bir
ifadeyle birisi Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden diğeri inkâr eden iki
kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurur: ‘İki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz.’ Hz.
Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh değil fakat kardeşi Akîl,
Peygamberin amcası Ebu Talip öldüğünde baba malına varis olabilmişti. Bir
şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç kuşkusuz, başka biriyle
akrabalığı yerine getirmiş demektir. Allah Teâlâ’nın burada dikkate aldığı ise
vuslat yönüdür, kesme yönü değildir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberin diliyle
şöyle demiştir: ‘Kötülüğün ardından iyilik yap.’ Yani
akrabalığı kesmek gibi bir kötülüğün ardından iyilik yap, yani sıla-ı rahim
gibi bir iyilik yap ki ‘o kötülüğü siler.’ Başka bir ifadeyle Zeyd ile akrabalık bağı kurmak ve
ziyaretleşmek (sıla-ı rahim) Ömer ile akrabalığı kesmek günahını siler; hâlbuki
her ikisi de kardeşidir. Allah Teâlâ ilişkiyi korur ve kesmez. Allah Teâlâ
sıla-i rahmi koruyanı desteklerken kim akrabalık bağını ve sıla-i rahmi
keserse, onunla (ilişkiyi) keser, çünkü Hakk, kişinin kestiği ‘rahmin’
kendisidir. Sıla-i rahimde işin failine dönük ilahi inayet varken kesmede
tahkik, yani işin bu şekilde olduğunu bildiren bir kelime bulunur. Öyleyse
âlemde en yakın ve en güçlü akrabaya vasıl olan (sıla-i rahm) vardır. Çünkü
‘rahimler’ içinde en faziletli sıla en yakın akrabayla sıladır (akrabalık
bağının korunması). Ondan sonra ikinci yakın gelir. Sadakalar arasında en üstün
sadakanın insanın kendi ağzına verdiği lokma olduğu zikredilmiştir, çünkü
insana kendinden daha yakın biri yoktur. Allah Teâlâ ise kula kulun kendinden
daha yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz ona şah damarından yakınız’
buyurur. Kul Allah Teâlâ ile sıla ve vuslat etiğinde, hiç kuşkusuz, en yakın
olanla vuslat etmiş, akrabalar arasında en öncelikli olan sıla-ı rahmi yerine
getirmiş demektir. Vahiy bunu böyle beyan buyurmuştur!
Bu
nedenle Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği her şeyi kuşatmıştır. Allah
Teâlâ’nın rahmetini sınırlayan, onu kendisi hakkında sınırlamış olur. Gerçek
söylediğimizden farklı olsaydı, rahmeti sınırlayan ve daraltana Allah Teâlâ’nın
rahmeti ulaşmazdı. Yine de Allah Teâlâ rahmetinin hükmünü sınırlayanla
sınırlamayıp ihsanından dolayı onu mutlak ve sınırsız sayanı bir tutmamıştır.
Nitekim Allah Teâlâ kitabında rahmeti kayıtsız zikrederek ‘Benim rahmetim her şeyi
kuşatmıştır’ buyurur. Bu nedenle her şey O’nun rahmetine tamah eder; bir
kısmına rahmet zorunlulukla ulaşır-ken bir kısmına Allah Teâlâ’nın ihsanıyla
ulaşır.
Bir
gün İşbiliye’de bu yolda şeyhimiz olan Ebu’l-Abbas El Ureynî’nin -Batı
Endülüs’ün Ulya şehrindendi-huzurundaydım. Bir adam huzuruna girdi, maruftan ve
sadakadan söz edilmeye başlandı. Bunun üzerine adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ yakınlar maruf ve
iyilikte önceliklidir demektedir.’ Buna
karşılık şeyhin ağzından şu sözler döküldü: ‘Allah Teâlâ’ya yakın olanlar!’
Böylece adamın heyecanını yatıştırdı. Gerçekte de durum öyledir ve Allah Teâlâ’dan daha yakın akraba yoktur. Allah
Teâlâ tenzihin olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan ‘yalandır.’ Rahimler ve akrabalıklar
ölümle birlikte sona ererken Allah Teâlâ’ya nispet edilen akrabalık sona ermez.
Çünkü Allah Teâlâ her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi
aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer
değiştirmeyle ilişkiyi keseriz. Dileğe ve suale ihtiyaç bırakmayan bir halle
hangi hal karşılaştırılabilir ki! Kendini bilmeyen kimse, başkasının daha da
cahilidir. Başkasını bilen ise kendini daha iyi bilir. Kendini bilen ise
Rabbini bilir.
Üçyüzseksenyedinci bölüm, Yirmisekizinci sifir, c. XIV, sh:
234-238
***
ŞİFA
MERTEBESİ
eş-Şafi
İlahi İsmi
Şifa
acıları gidermek
Ruhlar
ve cisimler ona yönelir
işte
bu söylediğimiz hakikat
Büyük
efendiler ona delil
Şeriat
onu destekler, bu nedenle onu getirdik
Akıllar
ve hayaller onu destekler
Ben
bir hastayım (illetli, malûl)
Bana
kimse bildirmedi
Allah
Teâlâ’nın eş-Şafi olduğunu
Gayret
ettim, Hakk ise beni muhafaza eder
Ben
telef olurken şifayı bilmem ki
Bir
süre verdiğim sözü yerine getirdim
Yerine
getirenin kendisi olduğunu bana bildirmedi
Her
gruba göre, Hakk beni ispat eder
Severek;
beni olumsuzlayarak da zuhur eder
Her
şahsın Kur’an’dan bir suresi var
Okurken
benim surem Li-ilafi (ülfet) suresi
Bu mertebenin sahibi Abduşşafi (şifa verenin kulu) diye
isimlendirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hastalandığımda bana şifa
veren O’dur.
eş-Şafi hastalıkları gideren, gayeleri veren kimse
demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin kaybolmasıyla-ortaya çıkarlar; gaye
olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı. Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir. Demek
ki belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu ve
iliştiği kimse arasında engel meydana gelirse, hastalık ortaya çıkar. Gayeye
ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa
verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır
acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu
sayede o acılar kendilerine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran
söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli
acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için
talep edilmemişlerdir; zaten acı ve elem, özü gereği talep edilmez, insanlar
acıları vehimde daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmak üzere talep etmişlerdir.
Bir diken batması bile olsa, acı her ne zaman bulunursa hüküm ona aittir ve
acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu ortadan kaldırmak ister. İnsan bir
acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmayla
ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin acıya aşina olmak üzere talep
edilen acı meydana gelip de şiddetli acı ortadan kalktığında, bu kez daha önce
talep edilen acı insan için çetin bir acıya dönüşür, o da ya afiyet arayarak
veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple onu ortadan kaldırmak ister.
Bir rivayette şöyle denilir:
‘Allah Teâlâ’m! Üzüntüyü gider,
ey insanların Rabbi! Sen şifa ver, eş-Şafi sensin. Senin verdiğin şifadan başka
şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka
şifa yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu
nedenle Hz. İbrahim salla’llâhu aleyhi ve sellem ‘O bana şifa verir’ der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir.
Allah Teâlâ yoruma açık bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali
ortadan kaldırarak (şifayı Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e
insanlara indirilen vahyi açıklaması emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak
hidayet, yani açıklamasıyla kendileri adına meydana gelecek bilgiye göre bir
rahmet ve beyan olarak indirilmiştir. Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir’ demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş,
başkasının şifasından söz etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa
yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış
olduğu şifa ve hastalıkları giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân
ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı
gideren her şeyin Allah Teâlâ’nın verdiği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı
gideren ilaçlara yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah
Teâlâ’ya irca etmiş demektir. Sebepleri ispatlarken Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem’in gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını
bir sebep olmaksızın bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa verenin Allah Teâlâ
olduğuna da inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa
verenlerin varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa
verme fiilinde Allah Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yorum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaçlar nedeniyle) bir ihtimal
ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda yorumlanması Hz.
İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam getirmemiz emredilmiştir.
Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da rahmetin tezahürüdür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı, sebepleri kullanma vesilesiyle
gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası olduğunu beyan etmiştir. Çünkü
âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her hastalık için bir
ilaç yarattığı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah
Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbrahim’e verdiği nimeti
vermeyi irade etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’de bulunan başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberinin iyiliklerinden
bir iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’ Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa
verir’ demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz. Ebu Bekir’in sözünün
daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki edebe
baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü hiç
kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın
öğretmeni ‘Ben onu ayıplamak istedim.’ ‘Rabbin
ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili böyleydi.
Her
vaktin bir hali var ki onu söyler
Her
halin bir manası var ki onu tahkik eder
Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’ ifadesi sözün bitimi,
‘bana şifa verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senin şifandan başka şifa
yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu
nedenle daha tamdır ve her ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam
getirdiğimiz gibi kendisine salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu
birleştirmiştir. Allah Teâlâ
bize Hz. İbrahim’in dinine (millete) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun bu
konudaki önceliğidir, yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre
daha Hakk sahibi olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa
mertebe hüküm sahibi değildir.
Aynı durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den
sonra gelen halifelikte de tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine
göre-halifeliği önce Hz. Ebu Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Osman’a,
sonra Hz. Ali’ye [radıya'llâhu anhüm] vermek şeklinde tecelli etmiştir.
Bununla birlikte her birinin kendisinden önceki
halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla onlardan hangisi
önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun aksi düşünülemez. Bununla birlik-te Allah Teâlâ halifeliği ömürlere göre
tertip etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra gelen halifeliği hak etse
bile görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak
ölümle birlikte öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu sahipleri kendi arzularına,
oyuna dalmışlardır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki dudak sahibi olanlar için
gerçek apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara uymaktan korumasını temenni
ederiz. Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları kullanmak taassup ve cahiliye
hamaseti hastalığını giderir.
Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:59-63
***
SONRA GELME
MERTEBESİ
el-Ahir
İlahi İsmi
Allah
Teâlâ ne İlk ne Son’dur zira .
Dönen
âlemi korumak irade eder
Alem
kendini koruyamaz
Yaratılmış
aciz diye nitelenmiş
el-Ahir
ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ
Bir
ötekine bağlansın diye
Bize
her şey bir devir (döngü) demiş
İlk
sona bağlanmış
O
zatını bize göstermiş
Bâtın
ve zahir suretinde
Bu mertebenin sahibi Abdulahir diye isimlendirilir.
Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en aşağıdakine kadar
uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç kuşkusuz ilk
olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen birinci
olmayı hak ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni zamandır,
çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp ötekinin öne
geçmesinin hükmü zamana aittir.
Buna misal olarak Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın,
sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ hepsinden razı olsun-halife olmalarını
verebiliriz.
Her birisi öncelik sahibi olduğu gibi halifeliğe de
ehildirler. Birinin önce gelip diğerinin sonra gelmesinde halifeliğin şartı
olan herhangi bir üstünlük etkili olmamış, burada söz konusu olan tek âmil
zamandır.
Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz.
Ebu Bekir’in Hz. Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz.
Ali’den önce vefat edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir değeri ve hürmeti
vardı ve bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği üzere halife
kılmış, eceli daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme göre, önce
halife olan kişi, diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır. En iyisini
Allah Teâlâ bilir de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
iki halifeye biat edilmiş olsaydı, bu konudaki nas nedeniyle, öteki
öldürülecekti. İnsanlar Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhe biat etmeden diğer
üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in
halife olacağı takdir edilmiş olsaydı, halife olmazdı. Üçten biri görevinden
alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi, azledilene saygısızlık olur,
görevinden almaya çalışan kişi hak ettiği bir işi ondan zorla almış sayılır,
hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi aşmak suçlarını işlemiş
olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu
anh halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat etmiş olacaktı.
Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği için Hz. Ebu Bekir’in
halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği için diğer
arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuştur. Aynı şey Ömer İbnu’l-Hattab,
Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan için geçerlidir. [radıya'llâhu anhüm] Önce halife
olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil
olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ
halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra,
bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim
bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların
hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce
gelmenin hükmü budur.
İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü Allah Teâlâ her
şeyi yaratandır. Son olmak da Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir, çünkü Allah
Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner’ buyurur. Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz’, başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah
Teâlâ’ya döner’ denilir.
Demek ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamanda
Ahir’dir.
Evvel ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar.
el-Ahir’in hükmü her işin kendisine dönmesiyle
gerçekleşir. Binaenaleyh Allah Teâlâ evvel olduğunda insan-ı kâmil ahir olur,
çünkü o ikinci mertebededir ve halifedir. Aynı zamanda tabii yaratılışı
bakımından da sonra gelir (ahir), çünkü insan son türeyendir. Allah Teâlâ onun
halife ve imam olmasını irade edince âlemi yaratmış, hazırlamış, düzenlemiş,
itidal vermiş, gerçek bir memleket olarak tertip etmiştir. Alem cemaat olmak
üzere istidad kazandığında, Allah Teâlâ insanın tabii cismini (beden) yaratmış,
İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi suretinde yaratmıştır. Bunun nedeni insanı
halife olarak yaratmış olmasıdır. İnsan cismiyle ortaya çıkmış, ona Âdem
denilmiş, Allah Teâlâ kendisini yeryüzüne halife olarak görevlendirmiş,
melekler ile onun arasında Allah Teâlâ’nın kitabında bize aktardığı hususlar
gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı kıyamete kadar Âdem’in oğullarına
bırakmıştır.
İnsan İlâhî surete göre son olduğu gibi tabii doğal ve
kevnî suret itibarıyla da sondur.
O halde Âdem hem nefs hem cisim bakımından sondur. İnsan
âlemin işinin kendisine dönmesi itibarıyla sondur. Bu itibarla insan maksat
olan varlıktır. Dünya onunla mamur olduğu gibi bilfiil onunla var olur. İnsan
kendisinden ayrıldığında dünya yok olur, gökler parçalanır, yıldızlar dağılır,
güneş söner, dağlar yürütülür, develer yavrularını düşürür, denizler kaynar,
dünya yurdu bütünüyle harap olur, insanın oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu
kez ahirete intikal eder, cennet ve cehennem mamur hak gelir. Artık dünya bir
yer olmaktan çıkar ve sadece cennet ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani
evvel ismi birinciye aittir ve orası dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise
otelcine aittir ki o da ahirettir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem’e ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir’ diye hitap etmiştir. Çünkü ahir(-et; sonra gelen)
ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bu anlamıyla ahiret, gaye demektir. O
dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla ahir (veya
ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelliğine sahiptir. Evvel ise öyle değildir
ve o gaye demek olan ahir’e varana kadar bütün mertebelerde intikal eder; oraya
ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret senin için ilkinden
daha iyidir, Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.’ Allah Teâlâ ona
beka, devamlılık, kendisinden ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu
da söz konusu mertebenin hükmünün bir neticesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler
ve doğru yola ulaştırır.’
Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:128-131
***
Yüz otuz ikinci bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır:
Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla efendi de kendi kulluğunu yerine
getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden ayrışır. Kul irade edilen ve irade
sahibini dile getiren kişidir. Efendi başkasına göre bu adı almaya daha layıktır.
Çünkü bütün hayırlar onun elinde olduğu gibi onun hükmü ve maksadı işler. İşin
başında ve sonunda emir O’na aittir. Kulu hakkında kulu adına hüküm
verir. Kulu için hüküm veren O’dur. Kendisi için hüküm vermiş olsaydı kutsiyetinde kalırdı.
Hal böyleyken kulluk karşısında efendilik nerededir?
Her efendim dediğinde
‘Benim sahibim sensin’ dedi bana
Vallahi!
kulumun varlığı engel oldu
Yollarımın
üzerinde
Bizi
O’ndan kimse çevirtemez
Bütün
idrak edilenlerde
Ne
aynıyım ben O’nun
Ne
de ortağım fiiline
O
öyle bir sahip ki
Malik
olduğunu iddia etmez
Ben
hizmetkârım
Kölelerine
inayet eden biri
Dedim
ki: Ey Rabbim!
Tehlike
yollarından koru beni ‘
‘Duydum’
dedi ‘Benim yanımdasın’
Korunmuş
kimselerdensin
Gıpta
edilen bir mutluluk içerisinde -
İdrak
ehlinden biri!
Hükümdar olma! Çünkü hükümdar köle ve memlûk olduğu kadar aynı
zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere ve yol ehline
katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini tutarsan (kimin
kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim efendi olursa, yorulur ve
işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir
kedere ve daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hükümdar
hakimdir ve kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh
hükümdar güçlü halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır.
Efendi kölesine (ve yönettiklerine) hizmet etmeyi terk ederse, görevinden düşer
ve efendilik mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine
hizmet ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.
Yüz otuz üçüncü bölümden latifeleşmenin salâbet ve katılık olmasının sırrıdır: Mizah
yaptığında onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen
(hakka uyan) kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû
ve radıya'llâhu anhin maruz kaldığı durum ancak latifeleşmesi ve şaka
yapmasından kaynaklanmıştı.
Ebu Hureyre radıya'llâhu anh topuğuna (şakayla) bir taş
attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu
anhe şöyle demiştir: ‘Bu nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet yeterlidir. Yaşlılarla ve hali
değişenlerle şaka yapabilirsin, fakat her durumda doğruyu ve iyiyi
söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı ve görevi onu
yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir: ‘Yaşlılar cennete
giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin
üzerindeki ihsanını öğrenmeden cennete giremeyecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline
döndürecek, gençlik elbiseleri giydirecektir. Mizah böyle yapılmazsa insana
eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze
bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı,
mizah yapmazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı
ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız?
Allah Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin Rabbiyken benimle
alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür.
Allah Teâlâ zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini
helak etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kılmıştır. Bu olgu ve hakikat her
yola nüfuz etmiş, her düsturda ve ahlakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış,
gören ve görülen üzerinde hüküm vermiştir. Nimetlerden birisi olmasaydı, onunla
nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yaratılmış
ve kadimde hükmü Ortaya çıkmazdı.
Ey insan! Terazide haksızlık yapma, eksik ölçme! Adil
ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan ayrılma!
Otuzüçüncü
Sifir, c.XVII, sh:307-308
**
ÜÇ YÜZ
DOKSAN ALTINCI BÖLÜM
'Bilgileri
ve ilimleri toplayanı kendimden perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi
Bu
menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.
Dikkat
edin! Bütün işler
Allah
Teâlâ’ya döner
Sen
ey dünya!
Bir
aldanıştan ibaretsin
Takva
ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile
Günahkârlar
nasıl emin olsun ki?
Hakkın
sıfatı tuzağında âlemde
Onun
tuzağı hakkında bir şuurumuz yok
O
kendi halinde nitelenmiş olsaydı
Korkutucu
ve müjdeleyen kendisine ait olurdu
Kendiliğinde
onları tasdik eden kimse
Bakarız
ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte
Benim
onda ve onun nezdinde bir öğüdüm var ki
Hatırlatır
bana el-Habir’i
Onun
vasıtasıyla kul dünyada ulaşır
Diriliş
gününde Hakkın kemal niteliğine
O
geçerken benim yarımımdadır
Bunu
inkâr eden kimse zalimdir
Onun
mizanı kendindedir
Onu
bilen âlim ve kadir
Mesela
fiilde Ahmet es-Sebtî gibi
Allah
Teâlâ işlerin gemini eline vermiş
Kul
ancak O’nun isimlerini izhar eder
O
açıklayan ve bağışlayandır
Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile
sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun
tanıyamayacağı kadar yücedir. Bu bakımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim bilebileceğimiz yegâne şey, nispetler, mümkünler
veya onlara nispet edilen şeylerdir. O halde marifet, mümkünlerin zatlarıyla
ilgili olduğu kadar bilgiler de O’na nispet edilen şeylerle ilgilidir. Böylece
düşünme ve nazarî inceleme olmaksızın, zorunlu bir şekilde zatları ve dış
varlıkları biliriz. Nefis onları Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir
güçle algılar ve onlara ait nispetleri öğrenir. Bu bilgi, onların nitelikleri
veya haklarındaki hükümlere dair nazarî delille veya masum peygamberin
getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir. Bunun dışında, bu konudaki
bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler ise sonsuzdur. İncelemeye
kalkan araştırmacı, onları bir araya getiremez, dağıtır. Allah Teâlâ
kullarından bir kısmının onları toparlamasını istemiştir, yoksa öğreninceye
kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı sıra bazı
kullarına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır. Bu durum
nazar hakkındaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk olduğunu öğrenirler’
ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda kendinde bir dağılma gören kimse
Hakka delil oluşları bakımından bilgileri görmüş değildir. Bu durumda o
bilgiler Hakka delil oldukları bağlamdan insanı perdelerler. Böyle bilgilere
misal olarak aritmetik, geometri, matematik, mantık ve doğa bilimlerini
verebiliriz. Bu alanlardaki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren
bir yol ve delil vardır. Fakat insanların çoğu söz konusu bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü
aramak üzere eğilmez. Bu durumda bilim eleştirilir ve
onun Hakka delil olduğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı insanların
dikkatlerini bütün bilinenlerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini aramaya çeker.
Allah Teâlâ o delilleri bilinenlere taksim etmiştir. Onun aradığı, Allah
Teâlâ delil olacak husustur. Bu durumda onun bilinenlerde dağılmış delilleri
toplamasının Allah Teâlâ’dan perdelenmeye yol açacağından kuşku duymayız. Başka
bir ifadeyle herhangi bir yaratılmışın kabiliyetinde olduğu kadarıyla Allah
Teâlâ’dan öğrenebileceği yönden o bilgiler kendisini perdeler. Onu bu bilgiye
ulaştıracak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün âlemi zihninden
uzaklaştırarak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur, murakabe ve
dinginlik halinde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder ve kendisini
Allah Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması,
Allah Teâlâ katından ona verdiği bir rahmettir. Yani belirttiğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini
ulaştırması ve bunu ona ilham etmesi Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle
yaptığında Hakk Hızır ve benzerlerinin talim işini üstlendiği gibi, müşahedeye
ulaşacak şekilde ona öğretim işini üstlenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi
öğretir. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona katımızdan rahmet verdik
ve ledünden bilgi öğrettik’ buyurur. ‘Ledün’ derken kastedilen, Hızır ile Allah
Teâlâ arasındaki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’ bütün yaratıklar ile Allah
Teâlâ arasında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda (gerçek anlamda) müessir
olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır). Sebeplerin etkisi hakkında
söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir dilidir.’ Hz İsa aleyhisselâm için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın
izniyle kuş olur’ denilir. Senin üflemenle değil demektir. Üfleme
zahirde var olma sebebidir. Var olma ise gerçekte ilahi izinden meydana
gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön, kulların arasından
peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.
Melek veya peygamber veya veli gibi bir şahsa Allah
Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil, kendisini ‘özel yöne’ muttali
kılmış olmasıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa aleyhisselâma şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana
öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim.’ Çünkü Hızır o bilgiyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki
‘özel yön’den (vech-i has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o
özel yönü kuldan başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi
arasında) böyle bir yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey
öğretir. Fakat kulların bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez.
Özel yönden gelen bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm
zorunlu bilgilerdir. İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine
özel yönden verdiğini bilir.
Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Sen de Allah Teâlâ’nın sana
verip benim bilmediğim bilgiye sahipsin.’ Hz. Musa aleyhisselâm kendi özel yönünü bilmiş
olsaydı, o yönden kendisine gelen bilgiyi de bilirdi; onu bilmiyorsa, Hızır onu
öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesine dikkatini çekmiştir. Bütün eşyayı bu
özel yönden bildiğinde, o bilgi bu müşahedeye eşlik eder. İlahi işler ve eşya
Allah Teâlâ’dan meydana gelir ve bu bilgi sahibi onlara bakar. Dolayısıyla
âlemde gördüğü çokluk kendisini engellemez. Bu durum Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu
anhin ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni,
daha önce söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını
görmüş olmasıdır. Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh sürekli müşahede halindeyken
eşyanın yaratılışı gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen
herhangi bir şeyden önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına
göre, Allah Teâlâ ile her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve
kendini müşahede halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o
yönden gelecek bilgilere Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhden başkası dikkat
çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından
almadık, çünkü biz onun kastettiğini anlamadık veya onun sözleri üzerinde
düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi
bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize gelmiştir. Daha önce özel yön
hakkındaki bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle bize ansızın gelen bilgiyi
yadırgadık ve ‘bu bilgi de nereden çıktı?’ dedik. Allah Teâlâ bize özel yön kapısını açtığında,
Hakk’tan özel yönden bize ait hususları öğrendik. Bunun yanı sıra onun Allah
Teâlâ’dan kendisinden var olan her varlığa yönelik ‘özel yön’ olduğunu anladık.
Bunun üzerine kapıya bağlandık ve sekinet bulduk.
Özel yönün bilgisine ulaştığını iddia eden insanın
şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte gerçekleşmesi zorunlu ilahi
takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana gelebilir. Kişi öyle bir davranışı günah
ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel yönden bilgi aldığı
bilinir. Şeriata aykırı davranışın ‘günah’
olmadığına inanırsa, Allah Teâlâ’nın onu özel yöne muttali kılmadığını ve bu
konuda ona kapı açmadığını biliriz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın kendisine
değer vermediği biridir. Çünkü özel yönden bilgi alanlardan daha çok şeriat
karşısında edepli davranan ve -bir ümmi gibi-onun Hakk ve hakikat olduğuna
inanan başka kimse yoktur. Özel yönden bilgi alanlar, işleri oldukları hal
üzere bilen kimselerdir. Bu nedenle onlar, şeriatın emri ve teklifi karşısında
kendi paylarıyla onu getiren peygamberin ve onunla yükümlü sıradan insanın
nasibinin bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu bağlamda teklif alanında kimsenin
diğerine bir üstünlüğü yoktur. Çünkü şeriat, başka bir nedenle değil,
bizatihi kendisi nedeniyle gelmiştir. Şeriatın genel hitabında herhangi
birine haram olan bir iş, bir tahsis olmaksızın, herkese haramdır. Özel
yönden bilgi (aldığını iddia eden insan), belirli bir şahıs hakkında haramın
helal olduğunu ileri sürerse, zahirde kınanır ve bütün âlimlere göre kâfir
olur. Aynı zamanda özel yönden bilgi aldığı iddiasında da yalancıdır. Çünkü
özel yönün bilgilerinin en özeli, şeriatların getirdiği bilgilerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem, kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın üzerine eşi Hz. Ali
kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin Ebu Cehil’in kızını kuma getirmek
üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle demiştir:
‘Fatma benden bir parçadır, onu
üzen, beni üzer, onu sevindiren, beni sevindirir. Fakat Allah Teâlâ’nın helal
kıldığı bir şeyi haram ve helal kıldığı bir şeyi de haram yapamam.’
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bilmekle birlikte özel yön ona haramı
haram, helali helal olarak bıraktırmış, Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla
evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü onunla evlenmesi helaldi. Fakat şöyle
demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah Teâlâ’ya yemin
olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ peygamberinin kızı aynı
adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem kızını övmüş, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhde
niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştüğünü ileri süren)
tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem en yetkin keşif, en genel hüküm ve en geniş pay sahibiydi, çünkü en
büyük efendi O’dur.
Her
şahsın özel bir vasfı olmalıdır. Söz konusu vasfı ve niteliği ona Allah Teâlâ özel
yönden vermiştir. Söz konusu nitelilde Allah Teâlâ, hakkında Mutlu olmayacağı
ve her şeyi kuşatan ilahi rahmete eremeyeceği söylenenleri ahirette Mutlu
kılar. (İlahi rahmet herkese ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis (özel) yönünden
sudur etmiş, âlimi, cahili, itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır. Allah Teâlâ
bizi bütün hallerinde rahmetin ulaştığı kişilerden etsin. Bu haldeyken O’na
kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanıdıktan sonra şeriatın diliyle kınanmayanlardan
etsin! Müçtehitlerin ve şeriatlerin bütün hükümleri, özel yönden ortaya
çıkmıştır. Herhangi bir kitaba
veya delile bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlanması bu özel yönden
mümkün olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz şartlara uymalıdır.
[1]
‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’
Yirmisekizinci
sifir, c.XIV, sh:312-317
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
[1] Ancak Hz.
Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bu olaydan sonra Hz. Ali kerrema’llâhu
vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimize çok kırılmıştı, arayı ancak Hz. Osman radıya'llâhu anh
düzeltebildi.
Kırkdokuzuncu
Menâkıb:
Osmân “radıyallahü teâlâ anh”
hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ
hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki,
Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum.
Bilirdim ki, Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir.
Haberde gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve
radıyallahü anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üzerine bir başka
hanım dahâ almak istedi.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretlerine kerîh [Nefse kerahetlik vercek kabahat] gelip, Hazret-i
Alî’ye üzüldüler.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü
teâlâ anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem afv etmedi.
Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ
anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem afv etmedi.
Osmân bin Affân
“radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem afv buyurdular.
Sonra sordular ki,
Yâ Fahr-i âlem ve yâ
seyyid-i veledi benî âdem! neden Ebû Bekr ve Ömerin şefâ’atini kabûl etmediniz
de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv etdiniz.
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” hazretleri buyurdular ki,
(Bir kimsenin şefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü tebâreke ve
teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu yer ile gökü yer değişdir,
yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab! Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet
eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri şefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv
eder.)
Kaynak: Seyyid Eyyûb
bin Sıddîk , MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN (Dört Halîfenin Üstünlükleri),Hakîkat
Ltd.Şti. Yayınları No: 13 Altıncı Baskı, 2001-Fâtih-İSTANBUL
HAZRET-İ OSMÂN “radıyallahü teâlâ anh”ı NİÇİN
ÇOK SEVERİZ?
HZ. MUHAMMED
SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN HZ. EBU
HUREYRE’YE TAVSİYELERİ
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
‘Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Hureyre radiyallâhü anhe bazı tavsiyelerde
bulunmuştur. Bu tavsiyelerden manalara delalet eden harfleri kendisiyle inşa
ettiğim kalemime Allah Teâlâ’nın yazdırdığı kısmını zikredeceğim. [İzin
verilenleri] Önce benim için lambayı yakan hizmetçiye hitap ederek şunları
söyledim. O lambayı yakmıştı, ben de Allah Teâlâ’nın gönlüme ilka ettiği ilahi
sırları ve rabbani marifetleri yazabildim:
Lambayı yak, belki
görebilirim
Varaklara yazılmış
manaları düzenlerim
Onun hizmetini yapanlar
Onun hallerinden haber
verirler
Haddi olmayan ve sınırlanmayan
harfler içerisinde
Manaları düzenli bir
şekilde gözlere görünür
Ulvi kalem suretini
yazar
Benim elimde kalem
bulunduğu sürece
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
-Ey
Ebu Hureyre!
Abdest alınca şöyle de: ‘Bismillah-ve’l-hamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur).’ Böyle
söylediğinde halaza melekleri o abdestten ayrılıncaya kadar senin adına sevap
yazarlar.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yemek yerken ‘Bismillah ve’l-hamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de.
Hafaza melekleri yemek senden ayrılıncaya kadar sürekli senin için iyilikler
yazmaya devam ederler.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ailenle ve cariyenle bir araya geldiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur)’ de.
Bunu söyleyince hafaza melekleri boy abdesti alana kadar sana iyilik yazmayı
sürdürürler. Boy abdesti aldığında Allah Teâlâ günahlarını bağışlar.
-Ey
Ebu Hureyre!
O birleşmeden dolayı bir çocuğun olursa,
kendisinden geride bir şey kalmayıncaya kadar, o çocuğun nefesleri adedince
senin için iyilik yazılır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir bineğe bindiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de.
Bunu dersen, binekten ininceye kadar ibadet etmiş kişilerden olursun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Gemiye bindiğinde, ‘Bismillah ve’lhamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de.
Gemiden ininceye kadar abidlerden olursun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir elbise giydiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah
(Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de.
Böyle dersen elbisedeki her iplik sayısınca senin için on iyilik yazılır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Elinle vermiş olduğun şey seni korkutmasın.
Böyle bir haldeyken ölürsen Allah Teâlâ katında muteber birisi olursun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Eşine sadece kendi evinden çıkmama cezası ver,
din işlerinin dışındaki bir hususta onu dövme, azarlama. Böyle davrandığında
dünya yollarında yürürken bile Allah Teâlâ’nın cehennemden azat ettiği
kimselerden olursun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Senden büyük veya küçük olanlardan gelen
eziyetlere tahammül et, senden daha hayırlı veya daha kötü olan insanlardan
gelen eziyetlere tahammül et. Böyle davranırsan Allah Teâlâ meleklerine karşı
seninle övünür. O birisiyle meleklerine karşı övünürse, o kişi kıyamette bütün
kötülüklerden kurtulmuş bir durumda gelir.’
-Ey
Ebu Hureyre!
Komutan veya komutanın veziri veya hükümdarın
huzuruna giren birisi veya onun istişare ettiği birisi olduğunda, benim siret
ve sünnetimi ihlal etme. Bir hükümdar veya onun veziri veya onun yanına girip
çıkan veya onun kendisiyle istişare ettiği birisi benim siretime ve sünnetime
aykırı gelirse, kıyamet gününde cehennem onu her yerden kendine doğru çeker.
‘Ebu Hureyre! Bir saat adil davranmak, iki sene gecesi ibadet ve gündüzü oruçla
geçirilmiş ibadetten hayırlıdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Küçük veya büyük günah işleyen müminlere de
ki: Hiç kimse işlediği günahta ısrar ederken ölmesin. Rabbiyle günahında ısrar
edici olarak karşılaşanın küçük günahının cezası, büyük günah işleyerek O’nunla
karşılaşanın cezasıyla birdir. Bunun sebebi günahta ısrarlı olmaktır.’ Ebu
Hureyre! Allah Teâlâ’la tövbe etmiş olduğun büyük günahları işleyerek
karşılaşmış olman, O’nun herhangi bir kitabını öğrenip de unutmuş bir halde
karşılaşmandan hayırlıdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Valilere lanet
etme, Allah Teâlâ cehennem ümmetini oraya valilerine lanet etmeleri nedeniyle
sokmuştur.
-Ey
Ebu Hureyre!
Şeytandan başka hiçbir şeye kötü söz söyleme.
Kötü söz söylememişken ölürsen Allah Teâlâ’nın bütün peygamberleri ve müminleri
seninle musafaha eder, cennete ulaşıncaya kadar böyle devam edersin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Sana zulmedene kötü söz söyleme ki, ecrin sana
kat be kat verilebilsin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yetimi ve dulu doyur, yetim için merhametli
bir baba, dul hanım için şefkatli bir eş gibi öl. Böyle yapınca dünyada alıp
verdiğin her nefesin karşılığında cennette sana öyle bir köşk verilir ki,
onlardan her biri dünya ve içerisindeki her şeyden hayırlıdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Gece karanlıklarında Allah Teâlâ’nın mescitlerine
yürü. Böyle yaparsan ayağını attığın her adımda her şeyin ölçüsüne denk
iyilikler sana yazılır. Bunlar yedi kat aşağıya varıncaya kadar sevip veya
sevmediğin her şeye denktir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Mescitler evin, Allah Teâlâ yolunda cihat, hac
ve umre düsturun ve âdetin olsun. Böyle yaparak ölürsen, kabirde ve kıyamet
günü sırat köprüsünde Allah Teâlâ seninle ünsiyet eder, cennette seninle
konuşur.
-Ey
Ebu Hureyre!
Fakiri kovma, yoksa kıyamette melekler de seni
küçümser.
-Ey
Ebu Hureyre!
Öfkelenme, Allah Teâlâ’dan kork denildiğinde
öfkelenme. Kötü bir iş yapmaya niyedendiğinde, Allah Teâlâ’dan kork denilince
öfkelenme. Kötü bir işe niyetlendiğinde ve sana ‘Allah Teâlâ’dan sakın’
denilince, öfkeye kapılma. O işi yaptığında, hatanın cezası cehennemdir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir kişiye ‘Allah Teâlâ’dan kork’
denilir de, o kişi öfkeye kapılırsa, kıyamet günü getirilir ve bir yere
yerleştirilir, bütün melekler yanından geçerken kendisine şöyle derler: ‘Sen kendisine ‘Allah Teâlâ’dan
kork’ denilmiş, buna karşılık öfkeye kapılmış birisisin.’ Bu söz
onu üzer. Kıyamet gününün kötülüklerinden veya kötülüğünden -kuşku ravidendir-sakınmalısın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın sana emanet verdiği kimselere
karşı O’nu görür gibi davran, çünkü Allah Teâlâ’nın emanet ettiği bir şeye
karşı kötülük yapanı Cenab-ı Allah Teâlâ sıratta bekler ve ceza verir. Nice
mümin sırata kısas için gönderilir!
-Ey
Ebu Hureyre!
Her Müslüman gecenin ortasında birkaç rekât ile olsa
namaz kılmalıdır. Gece ortasında Allah Teâlâ’yı razı etmek maksadıyla namaz
kılanın dünya ve ahiret ihtiyaçları karşılanır. Ebu Hureyre şöyle sormuş: ‘Ey
Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Hangi gece namaz daha faziletlidir. Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Gece ortasındaki namaz’ diye
cevap vermiştir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Gücün yettiği ölçüde, Müslümanların kanları,
malları ve ırzları hakkında yükün hafiflemiş bir halde Allah Teâlâ’ya
kavuşmalısın. Böyle bir durumda Allah Teâlâ’ya yakın insanların birincilerinden
olursun. Allah Teâlâ’nın yarattığı hiç kimse hakkında bir maksadın olmasın.
Aksi halde Allah Teâlâ kıyamet günü cehennem kötülüklerine seni arz eder.
-Ey
Ebu Hureyre!
Cehennemi hatırladığında, ondan Allah Teâlâ’ya
sığın, kalbini ondan uzaklaştır, nefsin ve derin onun karşısında titresin.
Böyle yaparsan Allah Teâlâ seni cehennem ateşinden kurtarır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Cennete arzu duyduğunda, orada senin için bir
nasip ve iyi söz yaratması için Allah Teâlâ’ya dua et, kalbin cennete arzu
duysun, gözlerin yaşarsın, sen de ona iman et. Böyle yaparsan Allah Teâlâ
cenneti ihsan eder, seni geriye çevirmez.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kıyamet günü cennete benimle beraber girinceye
kadar benden ayrılmak istemiyorsan, hiçbir zaman unutmayacak şekilde beni
sevmelisin. Bilmelisin ki, beni seversen üç şey seni terk etmez. Ebu Hureyre
şöyle demiş: ‘Onları bana bildir, ey Allah Teâlâ’nın peygamberi?’ Şöyle
buyurmuş:
‘Allah
Teâlâ’nın taksimine razı ol. Allah Teâlâ’nın taksimine razı olmuş bir şekilde
dünyadan çıkan insandan Allah Teâlâ razı olur. Allah Teâlâ bir insandan razı
olursa, onun varacağı yer cennettir.’
-Ey
Ebu Hureyre!
Marufu emret ve münkerden alıkoy. Ebu Hureyre
şöyle demiş: ‘Marufu nasıl emredeyim, münkerden nasıl uzaklaştırayım?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
‘İnsanlara
hayrı öğret, onlara iyiliği telkin et, günah işleyen birisini görüp onun Allah
Teâlâ’nın azabından ve kılıcından korkmadığına şahit olduğunda, onun kılıcından
ve kırbacından korkman doğru olmadığı gibi kendisine ‘Allah Teâlâ’dan kork’
demeden geçip gitmen de caiz değildir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kur’an’ı öğren ve onu insanlara öğret. Ölüm
gelinceye kadar bu hal üzere kal. Bu halde ölünce, melekler kabrine gelir, sana
selam verirler, kıyamete değin senin için bağışlanma dilerler. Müminlerin Allah
Teâlâ’nın evini haccetmeleri gibi, melekler de seni ziyarete gelir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Müslümanlara güler yüz göster, onlarla
musafaha ederken selâmlaşarak musafaha et. Bulunduğun her yerde ve zamanda
böyle davran. Hafaza meleklerinin dışındaki bütün melekler senin için
bağışlanma dilerler, sana dua ederler. Bil ki dünyadan çıkarken melekler birine
istiğfarda bulunursa, Allah Teâlâ onun günahlarına mağfiret eder.
-Ey
Ebu Hureyre!
Dünyada ve ahirette övgü ve iyiliğin seni
kuşatmasını istersen, dilini insanları gıybetten uzak tut. Çünkü insanların
gıybetini yapmayana Allah Teâlâ dünya ve ahirette yardım eder. Dünyada yardım
etmesi insanların kendisini suçladıkları durumda meleklerin onları yalanlaması
demek iken ahirette yardım etmesi yapmış oldukları kötülükleri bağışlayarak
amellerini en güzel şekilde yapılmış amel olarak kabul etmesidir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ yolunda yürü ki, rızkını
genişletsin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Akrabalarını ziyaret et ki, hesap etmediğin
yönden Allah Teâlâ sana rızık versin. Kâbe’yi ziyaret et ki, Allah Teâlâ Harem
beldede işlemiş olduğun günahlarını bağışlasın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Köle azat et ki, Allah Teâlâ onun her uzvuna
karşılık senin bir uzvunu azat etsin. Köleyi azat etmede kat be kat sevaplar
vardır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Açları doyur ki, onun iyiliğinin bir misli
sana yazılsın ve kötülüklerinden hiçbir şey sana yazılmasın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yapmış olduğun hiçbir iyiliği küçük görme;
senden su isteyenin kabına su koymanı bile küçümseme. O da iyiliklerden
birisidir. Büyük veya küçük bütün iyiliklerin ve hayırların sevabı cennettir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ailene namaz kılmayı emret, çünkü Allah Teâlâ
rızkı hesap etmediğin yerden verir. Şeytan evine girecek bir yer veya yol
bulamasın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Müslüman kardeşin hapşırdığında ona ‘yerhamukellah (Allah Teâlâ
sana merhamet etsin)’ de. Böyle dersen Allah Teâlâ sana yirmi iyilik sevabı
yazar. Şöyle dedim:
‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi!
Annem ve babam sana feda olsun, bu nasıl oluyor?’ Şöyle
dedi:
‘Sen mümin kardeşine ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin’
dediğinde sana on iyilik yazılır. O da sana ‘Allah Teâlâ sana hidayet etsin’
diye karşılık verince on iyilik daha yazılır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Müslüman erkek ve kadınlar, mümin erkek ve
kadınlar için istiğfarda bulun. Böyle yaparsan onların hepsi senin adına
şefaatçi olurlar ve sen de onların sevaplarına sahip olursun. Bununla beraber
onların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmez.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ katında sadık birisi olmak
istersen, O’nun bütün peygamberlerine, nebilerine ve kitaplarına iman
etmelisin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bedenine ateşin haram kılınmasını istersen,
sabahladığında ve akşamladığında şu duayı okumalısın:
‘La-ilahe illAllahu vahdehu la şerike leh
la ilahe illAllahu lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu,
la-ilahe
illAllahu vAllah Teâlâu ekber,
la-ilahe
illAllahu ve la-havle ve la-kuvvete illa
billâh.
(Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur, Allah Teâlâ’dan başka ilah
yoktur, mülk ve sonsuz sena O’na aittir, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur,
Allah Teâlâ en büyüktür, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’ndan başka güç ve
kuvvet sahibi yoktur.)
-Ey
Ebu Hureyre!
Ölüm vaktinde can çekişen birinin yanına
girdiğinde yapman gereken iş ona telkinde bulunmaktır. Bir peygamber bile olsa
ona kelime-i şahadeti telkin etmelisin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir insan can çekişirken hastaya ‘Allah Teâlâ’dan başka
ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur’ diye kelime-i şahadet telkini verirsen ve hasta da onu
söylerse, bütün iyiliklerinin bir misli telkin edene de verilir. Hasta kelime-i
şahadeti söylemese, telkin verenin boynu ‘la-ilahe illAllah’ sözü karşılığında
azat edilir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ölülere ‘La-ilahe
illAllah, rabbi iğfır lî (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Rabbim, beni
bağışla)’ diye kelime-i şahadet telkini vermelisin. Bu ifade bütün
günahları siler götürür. Şöyle dedim: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Bu buyurduğun ölüler için de, diriler için durum nedir?’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ifadesini yirmiden fazla tekrarlayarak
‘Yok eder, yok eder’ demiştir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Gücün yeterse yağmur yağınca onun altında iki
rekât namaz kılmaya çalış. Böyle bir namaza karşılık yağan her damla sayısınca
sevap verilirken yağmurun bitirdiği her yaprak sayısınca sevap verilir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Suyu sadaka olarak ver, çünkü bir kişi abdest
alırsa -onun sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin-sevaplarının bir misli sana
verilir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir insanın günahlarının bir ot
yetiştirmesinin karşılığında bağışlandığını biliyor musun? Hayvanlar gelmiş,
otu yemişler, bunun karşılığında otu yetiştiren adamın günahları bağışlanmış.
-Ey
Ebu Hureyre!
insanlara güzel söz söyle ki, kıyamet günü
felaha eresin.
-Ey
Ebu Hureyre!
İster kâfir ister Müslüman ölsün, yoksula
karşı iyi davran. Kâfir bir yoksula yardım ettiğinde, Allah Teâlâ sana merhamet
ederken müslüman bir yoksula yardım etmenden ise daha sevaplı bir iş yoktur.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ailenin ihtiyaçlarını karşılarken veya annenin
veya oğlunun ihtiyacını karşılarken onun izni olmaksızın sadaka vermemen
lazımdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Eşinin malından herhangi bir miktar senin için
helal değildir; sen istemeden verdiği ise bunun dışındadır. Bu durum ‘Kendi
istekleriyle size verdikleri size helaldir’ ayetinde ifade edilir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kadınlara eşlerinin evlerinden herhangi bir
şeyi sadaka olarak vermelerinin helal olmadığını söyle. Fakat eşleri evde
olmadığında ve evde bozulacak yaş bir şey varsa, ondan verebilirler.
-Ey
Ebu Hureyre!
İnsanlara benim sünnetimi öğret. Bunu yaparsan
kıyamette senin için parlak bir nur ortaya çıkar, senden önceki ve sonraki bütün
nesiller o nur nedeniyle sana gıpta ederler.
-Ey
Ebu Hureyre!
Müezzin veya imam ol. Ezanda sesini yükseltirsen sesin arşa
varana kadar yükselir. Bu esnada sesinin üzerine
vurduğu her şey karşılığında sana on sevap verilir, imam olduğunda, ardında namaz
kılanların sayısınca sana sevap verilir, namazlarının sevabının bir misli de
senin için yazılır. Bununla beraber onların namazlarından hiçbir şey
eksiltilmez. Fakat bunun böyle olması hain bir imam olmaman şartına bağlıdır.’
Şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! İmam hain nasıl olabilir ki? Şöyle dedi: ‘Onları düşünmeden duayı kendine tahsis edersen cemaate
ihanet etmiş olursun.’
-Ey
Ebu Hureyre!
(Çocuğuna veya kölene) Edep öğretirken üç defadan fazla
dövme. Üçten fazla döversen, kıyamete kısas cezasıyla karşılaşırsın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Evinin küçüklerine namaz ve abdest adabını
öğret. On yaşına ulaştıklarında döverek zorlayabilirsin. Fakat üçü geçmemek
gerekir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yolda kalmışlara karşı görevini unutma. Yolda
kalanı evine veya kendi evine ulaştır, böyle yaparsan melekler de seni sırata
taşır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Fakirlerle otur, kalk. Allah Teâlâ’nın rahmeti
bir an bile olsa onlardan uzak değildir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Müslümanların yollarında kendilerine eziyet
etme, çünkü yollarda onlara eziyet edeni bütün
Müslümanlar
ve melekler kınar.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yolda eziyetle karşılaştığında, onu toprakla
örtmelisin. Böyle yaparsan kıyamette Allah Teâlâ senin günahını örter.
-Ey
Ebu Hureyre!
Amaya yol gösterirken, sol elini sağ elinle
tut, böyle bir davranış sadakadır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kendisine yolu göstermek maksadıyla gözleri
görmeyen birisiyle bir mil yürüyene, attığı her adım karşılığında kıyamet günü
Allah Teâlâ onu memnun edecek sözleri ona duyurur.
-Ey
Ebu Hureyre!
Senden iyilik isteyen sağıra kulak ver. Böyle
yaparsan kıyamette Allah Teâlâ seni memnun edecek sözleri sana işittirir.
-Ey Ebu Hureyre!
Yolunu şaşırmışa yolunu
göster, böyle yaparsan kıyamette melekler seni en iyi yere yönlendirirler.
-Ey Ebu Hureyre!
Bir Yahudi’yi Havra’ya
veya Hıristiyanı kiliseye, Sabii’yi kendi ibadethanesine, Mecusi’yi ateş
tapınağına, müşriki ise put haneye yönlendirme! Onları ibadet hanelerine
götürürsen, tövbe edinceye kadar onların işledikleri günahların misli sana
yazılır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Hiç kimseyi Allah Teâlâ’nın sınırlarının
dışında bir yere yönlendirme. Öyle davranırsan, o kişinin işlediği günahın
misli sana verilir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın kullarını O’nun mesciderine,
Harem şehre ve kabrime yönlendir. Böyle yapınca onların ecirlerinin bir misli
sana verilirken kendi ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmez.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kadınlara kabrimi ziyaretin üzerlerine farz
olmadığını bildir. Yanlarında mahrem erkek bulunursa, Allah Teâlâ’nın evini
ziyaret onların görevidir. Mahremleri yoksa onu da ziyaret edemezler. Şöyle
dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Yaşlı bir kadın bile olsa, öyle mi?’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘yaşlı da olsa böyle’ diye cevap verdi.
-Ey
Ebu Hureyre!
Gücün yeterse hiçbir zalim hakkına el
uzatmasın veya sana dil uzatmasın. Ben senin adına bunu isterim.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir komutanın (olursa) senin gibi adil
davranmalıdır. Sen adil davranıp da görevlendirdiğin kişi zalim olursa,
işlediği günahta sen onun ortağı olurken sevapta o senin ortağın olmaz.
-Ey
Ebu Hureyre!
Zekât vacip olacak miktarda malın olduğunda
zekâtını ver. Zekâtını vermiş bir halde malına afet gelirse, verdiğin zekât
kıyamet gününe onu taşır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir Yahudi veya Hıristiyan ile karşılaştığında
abdesdiyken onlarla musafaha etme; musafaha edersen abdestini tazele.
-Ey
Ebu Hureyre!
Yahudi, Mecusi ve Hıristiyan için künye
kullanma, onları kendi adlarıyla isimlendir ki, tahkir etmiş olasın. Onlardan
herhangi birine saygı göstermen doğru değildir. Müslümanlarla yaptıkları zimmet
sözleşmesi nedeniyle üzerinizdeki hakları, rızaları olmaksızın mallarını
almamak, izinleri olmaksızın evlerine girmemek, çocuklarıyla aralarına
girmemek, eşleri hakkında hıyanet etmemektir. Dinin ne olduğunu öğrenmen için
sana böyle emredilmiştir.
-Ey Ebu Hureyre!
Bir Yahudi veya
Hıristiyan veya Mecusiyle baş başa kaldığında, onu İslam’a davet etmeden
yanından ayrılman doğru değildir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ehl-i kitap içinden birisiyle tartışma, çünkü
tartışırken o sana (kitabındaki) vahiyden bir şeyi söylemiş, sen onu yalanlamış
veya sen bir vahiy söylemiş o da seni yalanlamış olabilir. İslam’a davet etmen
bunun dışındadır. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Onlarla en güzel
şekilde tartış.’ Kastedilen İslam’a davettir.
-Ey
Ebu Hureyre!
İster imam ol, ister olma, temiz olduktan
sonra bir elbiseyle namaz kıl.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bedir şehitleri gibi sevap almak ister misin?
Cuma günü giyebileceği bir elbisesi olmayan yoksul Müslüman ara! Ona bir elbise
hediye et veya ödünç ver.
-Ey
Ebu Hureyre!
Ateşin sesini duymamak, kötülüğünün sana
ulaşmamasını ister misin? Senden yardım isteyene yardım et; ister yanan, ister
hırsız, ister sele kapılmış ister boğulan biri olsun, birdir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Sıkıntıya düşenlerin sıkıntısını,
endişelilerin endişelerini gider ki kıyametin endişelerinden kurtulasın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Borçluya hakkını ödemek üzere gayret et ki,
melekler de sana istiğfar etmek maksadıyla seninle beraber yürüsün.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ birinin borcunu yerine getirmek
istediğini bilirse, onu hesap etmediği yönden rızıklandırır, hayatında veya
ölümünden sonra borcunu ödemeyi onun adına kolaylaştırır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Helal mal kazanıp zekâtını veren sonra miras
olarak malı bırakan kişinin varisleri o malla hangi iyiliği yaparsa -kendi
ecirleri eksilmeksizin-bir misli de kendisine yazılır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kim iffetli bir
erkek veya kadına zina iftirasında bulunursa, kıyamette cehennem vadilerinden
birisinde hapsedilir; ta ki söylediği sözün beyanı gelene veya ortaya çıkana
kadar! Ebu Hureyre şöyle demiş: ‘Hibal vadisi ne demektir?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘içinde sel bulunan cehennem vadisi’ demiştir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir adam borçluyken ölür ve ellerinde kesin
bir delil olmadığı halde varisleri bu borcu inkâr edebilir. Allah Teâlâ onun
borcunu ödeme iradesine sahip olmadığını biliyorsa, öyle bir borç kıyamet
gününde hayırlarından ödenir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ yolunda öldürülenin bütün
günahları bağışlanır; bunun istisnası borcu veya iffetli bir kadına veya erkeğe
zina iftirasıdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Her günah kıyamette bir üzüntü vesilesidir.
Nice günahlar gamdan ortaya çıkmışken nice gamlar günahtan ortaya çıkar. Bir
müslümanın üzerindeki en büyük günah, başkasının kanını veya malını veya ırzını
ihlalden kaynaklanan zulüm günahıdır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bu günahlardan herhangi birisini işleyip
ölümünden önce Allah Teâlâ’ya tövbe eden ve bağışlanması için yakaran bir kul,
o günaha sahip olmaz; Allah Teâlâ kıyamet günü dilediği şekilde kendi katından
verecekleriyle hasımlarını razı eder.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir insan sana zulmettiğinde, onu şikâyet etme
ve insanlara duyurma! Onun halini insanlara duyurduğunda sen ve o kişi eşit
olursun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Küçük veya büyük bir haksızlığı bağışlayanın
ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bir kişinin ecri Allah Teâlâ’ya kalırsa, o kişi,
Hakka yakın ve cennete girecek olan kullardan birisidir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi
birisini korkutma; yoksa kıyamet günü Allah Teâlâ’nın melekleri de seni
korkutur.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın rahmetinin yaşarken, ölürken,
kabirde ve diriltilirken üzerinde olmasını istersen, geceleyin kalk ve namaz
kıl. Bu namazla sadece rabbinin rızasını maksat edin, ardından ailene de namaz
kılmalarım söyle! Namazı kılmalarının ardından seni uyandırırlar. Bu esnada
geceden üç saat, gündüz üç saat üzerinden geçmiştir. Bu esnada evinde Allah
Teâlâ’ya ibadet eden kimse bulunduğunda, Allah Teâlâ o ibadetin bir mislini de
sana verir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Evin bütün köşelerinde namaz kıl ki, evinin
nuru, gökteki yıldız ve ışıklı cisimlerin yeryüzündekilerin göreceği şekilde
parladığı gibi parlar.
-Ey
Ebu Hureyre!
Sabah akşam muhtaç akrabaların için çalış ki,
dünya ve ahirette Allah Teâlâ’nın veli ve sevdiklerine taksim etmiş olduğu
hayırdan büyük pay elde edesin.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklarına merhamet
eyle ki, kıyamette Allah Teâlâ da seni ateşten kurtarsın. Şöyle dedim: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Ben suda bulunan sineklere bile merhamet ederim.’ Allah
Teâlâ’nın Peygamberi şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ sana merhamet eder, Allah
Teâlâ sana merhamet eder, Allah Teâlâ sana merhamet eder.’
-Ey
Ebu Hureyre!
Sana bir musibet indiğinde, Allah Teâlâ’nın
verdiği nedeniyle razı ol. Allah Teâlâ da bilir ki, musibetin sevabı senin için
musibetin kendisinden sevimlidir. Bu durumda Allah Teâlâ sana mağfiret, rahmet
ve hidayet ihsan eder.
-Ey
Ebu Hureyre!
Mahzun iken teselli edilmeyi istediğin kadar,
mahzun insanı teselli et. Ona Allah Teâlâ’nın musibet için hazırlamış olduğu
sevabı hatırlat. Bunun için attığın her adıma karşılık Allah Teâlâ bir köle
azadı sevabı verir.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir kadın cemaatine uğradığında, onlara selam
verme; onlar selam verirse, onların selamını al.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir Müslüman diğer bir müslümana selam verir,
o da selamını alırsa, melekler yetmiş kere o Müslüman için dua ederler.
-Ey
Ebu Hureyre!
Bir müslümanla karşılaşıp da ona selam
vermeyen müslümana melekler şaşırır.
-Ey
Ebu Hureyre!
Selam vermeyi alışkanlık haline getir. Selam
vermek cennetliklerin özelliklerindendir. Bu itibarla selam cennet ehlinin
selamlaşmasıdır. İbn Şahin şöyle demiştir: ‘Selam kıyamette
cennetliklerin selamlaşmasıdır.’
-Ey
Ebu Hureyre!
Sabah akşam dilin Allah Teâlâ’yı zikretmekle
meşgul olsun ki, sabah akşam dilinde hiçbir hata kalmasın.
-Ey
Ebu Hureyre!
Suyun kiri temizlemesi gibi, iyilikler
kötülükleri siler.
-Ey
Ebu Hureyre!
Kardeşinin ayıbını ört ki, Allah Teâlâ senin
yardımcın olsun.
-Ey
Ebu Hureyre!
Allah Teâlâ’nın belirlediği hadlerden
birisiyle ilgili olarak hükümdarın huzuruna çıkmadan önce, kardeşine yardım et
ve ayıbını ört. Fakat canınla veya malınla destek olma. Allah Teâlâ’nın
herhangi bir haddi hususunda aracı olmaya çalışan kişi de onun gibidir.’
Otuzyedinci Sifr, c.XVII, sh: 352-362
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
İBLİS BİR KERESİNDE DOĞRU SÖYLEDİ
Hz.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı
Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Yalancı
İblis bir keresinde doğru söylemiş! İblis, peygamberimizle karşılaşmış,
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ona şöyle sormuş:
‘Ne haber?’ İblis
cevap vermiş:
‘Ey Allah Teâlâ’nın Rasûlü! Bilmen
gerekir ki Allah Teâlâ seni hidayet için yarattı. Buna rağmen hidayette bir
katkın yoktur. Allah Teâlâ beni saptırmak için yarattı.
Saptırmada da benim bir etkim yoktur.’
Bu
konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İblis’in sözüne bir şey eklemeyip
ayrılıp gitmiş. Ardından melekler, İblis ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem arasına perde olmuşlar.
Otuzuncu
Kısım, c.III sh: 64
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
İMAM ALİ B. EBU
TALİB kerremallâhü veche ye NEBEVÎ
TAVSİYELER
Muhyiddin İbn
Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
Hz. Ali
b. Ebu Talib kerremallâhü veche ve radiyallâhü anhın şöyle dediği bize
aktarılmıştır.
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem bana tavsiyede bulunarak şöyle demiştir:
-Ey
Ali!
Sana bir tavsiyede bulunacağım. Onu aklında
tut, o tavsiyeye uyarsan sürekli hayır ve iyilikte bulunursun.
-Ey
Ali!
Müminin üç alameti vardır: Namaz, oruç ve
zekât.
Tekellüf
sahibinin üç alameti vardır: Gördüğünde yağcılık eder, yanında yokken gıybet
eder, musibet gelince bela okur.
Zalimin
üç alameti vardır: Kendinden aşağı derecedekini zorbalıkla ezer, üzerindekine
karşı isyan eder, zulme taraf olur.
Riyakârın
üç alameti vardır: İnsanlar arasındayken dinçtir, tek başına kalınca
tembelleşir, bütün işlerinde övülmeyi sever.
Münafığın
da üç alameti vardır: Konuşunca yalan söyler, söz yerince tutmaz, emanet alınca
ihanet eder.
-Ey
Ali!
Tembellerin üç alameti vardır: İhmal edinceye
kadar geciktirir, zayi edinceye kadar ihmal eder, günah işleyinceye kadar zayi
eder.
Akıllı
şahıs üç yerde tezahür eder: Geçimi için mücadele eder, haram olmayan işlerden
hazzını kazanır, günahın peşinde koşmaz.’
-Ey
Ali!
Yakînin bir alameti de Allah Teâlâ’yı
kızdıracak bir işle kimseyi razı etmemendir. Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği bir
şeye karşılık kimseyi övmemen gerekir, emretmediği sürece kimseyi kınamaman
lazımdır. Rızkı harisin hırs getirmediği gibi istemeyenin isteksizliği de rızkı
engellemez. Allah Teâlâ rahatlığı, kendi taksimiyle; genişliği, yakîne ve
rızaya yerleştirmiştir. Buna mukabil üzüntü ve gamı da kendisini kızdıran
işlere yerleştirmiştir.
-Ey
Ali!
Bilgisizlikten daha şiddedi fakirlik, akıldan
daha cömert mal, kendini beğenmekten daha tehlikeli yalnızlık, istişareden daha
güçlü dayanışma yoktur. Yakîn gibi iman, kendini haramdan korumak gibi vera,
güzel ahlak gibi iyilik, tefekkür gibi ibadet yoktur.’
-Ey
Ali!
Her şeyin bir afeti vardır: Sözün afeti yalan,
bilginin afeti unutmak, ibadetin afeti riyakârlık, zarifliğin afeti sululuk,
cesaretin afeti taşkınlık, müsamahanın afeti başa kakmak, güzelliğin afeti
kendini beğenmek, değerin ve asaletin afeti iftihar, hayanın afeti zayıflık,
keremin afeti böbürlenmek, ihsanın afeti cimrilik, cömertliğin afeti israf,
ibadetin afeti kibir, dindarlığın afeti hevadır.
-Ey
Ali!
Bir kişi seni yüzüne karşı överse şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m!
Beni söylediklerinden daha hayırlı birisi yap, bilmedikleri işlerimi bağışla,
hakkımda söyledikleri hususta beni yargılama.’ Böyle yaparsan onların sözlerinden emin olursun.
-Ey
Ali!
Oruçlu akşamladığında orucunu açarken şöyle
de: ‘Allah Teâlâ’m! Senin için oruç tuttum, rızkınla iftar
ettim.’ Böyle dersen o gün -kendi ücretlerinden hiçbir şey eksilmeksizin-oruç
tutan herkesin sevabı sana yazılır. Oruç tutan her insanın kabul edilen bir
duası vardır. Birinci lokmada şöyle der: ‘Rahman ve Rahim
Allah Teâlâ’nın adıyla! Ey mağfireti geniş olan Allah Teâlâ, beni bağışla.’
İftarda bu duayı okuyana mağfiret edilir. Bilmelisin ki oruç cehennemden
koruyan bir kalkandır.
-Ey
Ali!
Güneş’e ve Ay’a yönelme, onlara sırtını dön.
Onlara yönelmek hastalık iken onlara sırtını dönmek ilaçtır.
-Ey
Ali!
Yasin suresini çok oku. Yasin suresini
okumanın on bereketi vardır: Aç insan Yasin’i okursa doyar, susamış
okursa suya kanar, çıplak okursa giyinir, hasta okursa iyileşir, korkak okursa
emniyet bulur, hapisteki okursa kurtulur, bekâr okursa evlenir, yolcu okursa
yolculuğunda ona yardım edilir, malını kaybeden okursa malım bulur. Bunun yanı
sıra eceli gelen birinin başında okunursa ölümü kolaylaşır. Sabah vakti Yasin’i
okuyan, akşama kadar; akşam okuyan da sabaha kadar güvendedir.’
-Ey
Ali!
Cuma
gecesi Duhan suresini oku ki, mağfirete mazhar olasın.
-Ey
Ali!
Ayete’l-Kürsü’yü her namazın sonunda oku. Onu
okursan şükredenlerin kalpleri, peygamberlerin sevabı ve iyilerin amelleri sana
verilir.
-Ey
Ali!
Haşr suresini oku. Onu okursan kıyamette her
şeyden güvende olarak diriltilirsin.
-Ey
Ali!
Tebareke ve Secde surelerini oku. Bu iki sure
seni kıyamette korkularından kurtarır.
-Ey
Ali!
Yattığında Tebareke suresini oku. Bu sure seni
kabir azabından, Münker ile Nekir’in sorularından kurtarır.
-Ey
Ali!
Abdestliyken ihlas suresini oku. Onu okursan
kıyamette sana şöyle hitap edilir: ‘Ey Allah Teâlâ’yı öven kişi! Kalk ve
cennete gir.’
-Ey
Ali!
Bakara suresini oku. Bu sureyi okumak bereket,
okumamak pişmanlıktır. Tembel insanlar uykusuzluk nedeniyle bu sureye güç
yetiremez.
-Ey
Ali!
Güneşin altında uzun süre kalma. Güneş altında
kalmak hastalığa yol açar, elbiseyi eskitir ve rengini soldurur.
-Ey
Ali!
Yangından güvende kalmanı sağlayacak dua
şudur: ‘Allah Teâlâ’m! Seni tenzih ederim, Senden başka ilah
yoktur. Sana tevekkül ettim. Yüce Arş’ın sahibisin.’
-Ey
Ali!
Kuruntulardan kurtulmak için şu ayeti okuman
gerekir: ‘Kur’an’ı okuduğunda seninle ahirete inanmayanlar arasında
bir perde çekeriz’ Ayetin bu kısmından ‘Gerisin geriye
kaçarlar’ kısmına kadar okumalısın. ‘
-Ey
Ali!
Her türlü kem gözden uzak kalman için şöyle
demen gerekir: ‘Allah Teâlâ neyi dilerse o olur, neyi dilemezse o olmaz.
Ben Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetirdiğine şahitlik ederim. Allah Teâlâ her
şeyi bilgisiyle ihata etmiş, her şeyi sayıca saymıştır. O’ndan başka güç ve
kuvvet sahibi yoktur.’
-Ey
Ali!
Zeytin ye, zeytinyağı kullan. Zeytin yiyen ve yağını kullanana şeytan kırk
sabah yaklaşamaz.
-Ey
Ali!
Yemeğe tuzla başla, tuzla bitir.
Tuz yetmiş hastalığın ilacıdır ki onlardan birisi delilik, diğeri cüzzam,
ayrıca abraş, boğaz ağrısı, kemik ağrısı, mide ağrısı vardır.
-Ey
Ali!
Yemek yemeye başlarken ‘Allah Teâlâ’nın adıyla’ diye başla, bitirdiğinde ‘Allah Teâlâ’ya
hamdolsun’ de. Böyle yaparsan muhafaza melekleri sürekli iyiliklerini
yazarlar.
-Ey
Ali!
Ayın başlangıcında hilali gördüğünde üç kere ‘Allahu ekber’ ve üç
kere ‘Beni yaratan, seni yaratan, senin için menziller belirleyip
âlemlere ayet kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ de ve ardından şöyle ekle: ‘Allah Teâlâ meleklerine karşı
seninle övünmüştür. O şöyle der: ‘Ey meleklerim! Böyle diyen bir kulu
cehennemden azat ettim, şahit olunuz.’
-Ey
Ali!
Aynaya bakarken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m!
Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı güzel yap ve beni rızıklandır.’
-Ey
Ali!
Bir aslan görüp başın sıkıntıya girdiğinde, üç
kere tekbir getir ve şöyle de: ‘Allah Teâlâ korkup çekindiğim bu
hayvandan daha büyük, daha yüce ve daha izzetlidir. Allah Teâlâ’m! Bu hayvanın
kötülüğünden sana sığınırım.’ Böyle
demek Allah Teâlâ’nın izniyle yeterlidir. Havlayan bir köpek gördüğünde şöyle
de:
‘Ey insanlar ve
cinler topluluğu! Göklerin ve yerin çeperlerinden, çıkmaya çalışsanız bir
sultan olmaksızın oradan çıkamazsınız’
-Ey
Ali!
Evinden bir ihtiyaç maksadıyla çıktığında,
Ayete’l-kürsü’yü okumalısın. Bu sureyi okumakla ihtiyacın -Allah Teâlâ’nın
izniyle - karşılanır.
-Ey
Ali!
Abdest aldığında şöyle demelisin: ‘Allah Teâlâ’nın
adıyla, salât ve selam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in üzerine
olsun.’
-Ey
Ali!
Geceleyin az da olsa namaz kıl, seherlerde
Allah Teâlâ’ya dua eyle, duan reddedilmez, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar seher
vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.’
-Ey
Ali!
Ölüyü yıkamak gerekir. Kim bir ölüyü yıkarsa
kendisine yetmiş kere mağfiret edilir. Bu mağfiretlerden birisi bütün
yaratılmışlara dağıtılsaydı, hepsini kuşatırdı.’
Hz.
Ali kerremallâhü veche diyor ki, bunun üzerine şöyle dedim: ‘Ey Allah
Teâlâ’nın Peygamberi! Bir ölüyü yıkayan kişi ne demelidir?’ Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: ‘Ey Rahman!
Mağfiret eyle.’ Yıkamayı tamamlayıncaya kadar böyle dua eder.
-Ey
Ali!
Tek başına yolculuğa çıkma, çünkü şeytan
yalnızla beraber, iki kişiden nispeten daha uzaktır.
-Ey
Ali!
Bir kişi tek başına yolculuğa çıktığında,
sapıtır, iki kişi de sapıtır, hâlbuki üç kişi bir cemaattir.’
-Ey
Ali!
Yolculuğa çıktığında vadilerde konaklama.
Vadiler yılanların ve yırtıcı hayvanların mekânlarıdır.’
-Ey
Ali!
Üç kişi bir hayvanın üzerine binmesin. Öyle
bir durumda en öndeki lanetlenmiştir.’
-Ey
Ali!
Kölenin veya cariyenin bir çocuğu
olduğunda, sağ kulağına ezan oku ve sol kulağına kamet getir. Böyle yaparsan
şeytan çocuğa zarar veremez.’
-Ey
Ali!
Hilal gecesi veya ayın yarısının olduğu gece
ailene yaklaşma. Aksi halde (doğacak) çocuğun deliliğe maruz kalır. Hz. Ali kerremallâhü
veche şöyle demiştir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Niçin öyle olur?’ O da
şöyle cevap vermiştir: ‘Çünkü cinler kadınlara
en çok ayın ortasında ve hilalin çıktığı gece musallat olurlar. Delilerin gece
yarısı ve hilalin çıktığı gece çığlık attıklarını görmez misin?’
-Ey
Ali!
Sana bir sıkıntı geldiğinde şöyle demelisin: ‘Allah Teâlâ’m!
Muhammed hakkı için ve onun ailesinin hakkı için beni kurtarmanı istiyorum.
Bir
şehre girmek istediğinde veya bir köye girmek istediğinde orayı görünce şöyle
de: Allah Teâlâ’m bu şehrin hayrını ve bu şehir hakkında takdir
ettiğin iyilikleri diliyorum. Bu şehrin kötülüğünden ve orada takdir ettiğin
kötülüklerden sana sığınırım. Allah Teâlâ’m! Bu şehrin hayrıyla beni
rızıklandır, kötülüklerinden koru. Beni o şehir halkına sevdir, o şehir
halkının salihlerini de bize sevdir.’
-Ey
Ali!
Bir yere yerleştiğinde şöyle de: Allah Teâlâ’m!
Bizi mübarek bir menzile yerleştir, Sen yerleştirenlerin en hayırlısısın. Böyle
dua edersen oranın hayırlı rızkını yer, kötülüğü ise senden uzaklaşır.
-Ey
Ali!
Mürailikten sakın. Çünkü onun sebebini
bilemez, fitnesinden kurtulamazsın.
-Ey
Ali!
Peştamal takmadan hamama girme, çünkü avret
mahalline bakan ve bakılan kişi lanetlenmiştir.
-Ey
Ali!
‘İşaret parmağına ve
orta parmağa yüzük takma, bu davranış Lut kavminin fiillerindendir.’
Not: Günümüzde bu modanın ne anlama geldiğini anladınız
zannedersem. İhramcızâde İsmail Hakkı
-Ey
Ali!
İpekli elbise giyme, ipekli elbise şeytânı
çağırır.
-Ey
Ali!
Rükû veya secdedeyken Kur’an okuma.
-Ey
Ali!
Tartışmaktan uzak dur, tartışmak amelleri
ortadan kaldırır.
-Ey
Ali!
Dilenciyi küçümseme, at üzerinde sana gelse
bile istediğini ver. Sadaka dilencinin eline düşmeden önce Allah Teâlâ’nın
eline düşer.’
-Ey
Ali!
Sadakayı erken ver, çünkü sadakayla beraber
bela bulunmaz.
-Ey
Ali!
İnsanlara güzel davran. İnsanlara güzel
davranmakla gündüz oruç tutan ve gece ibadet edenlerin derecelerine erersin.
-Ey
Ali!
Öfkeden sakın, şeytan Âdemoğluna en çok
öfkelendiğinde hâkim olur.
-Ey
Ali!
Mizah ve şakadan sakın, mizah Âdemoğlunun
heybet ve vakarını götürür.
-Ey
Ali!
İhlas suresini oku, ihlas suresi fakirliği
ortadan kaldırır.
Faizden
uzak dur, faizde altı özellik vardır ki üçü dünyada, üçü ahirette ortaya çıkar:
Dünyadakiler,
zenginliği yok etmek, yokluğu hızlandırmak ve rızkı yok etmektir. Ahirette olan
özellikleri, hesabın kötü olması, Allah Teâlâ’yı öfkelendirmek, cehennemde
kalmak veya orada yalnız başına kalmaktır. -Kuşku ravidendir.-
-Ey
Ali!
Evine girerken evdekilere selam ver;
evdekilere selam vermek, evin hayrını artırır.
-Ey
Ali!
Fakir ve miskinleri sev ki, Allah Teâlâ da
seni sevsin.
-Ey
Ali!
Miskinleri küçümseme, kıyamet günü melekler de
seni küçümser.
-Ey
Ali!
Sadaka vermen gerekir, sadaka kötülüğü senden
uzaklaştırır.
-Ey
Ali!
Ailenin ihtiyaçlarını cömertçe karşıla ve geçimlerini
sağla ki Arş’ın sahibinden korkmana gerek kalmasın.
-Ey
Ali!
Bineğe binince şöyle dua et: ‘Bize ikramda
bulunan ve İslam’a ulaştıran Allah Teâlâ’ya hamdolsun. O bize Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem vasıtasıyla hidayet etmiş ve ihsanda bulunmuştur.
Bu bineği bize amade kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun, biz Rabbimize gidenleriz.’
-Ey
Ali!
Allah Teâlâ’dan kork denildiğinde, öfkelenme;
yoksa Allah Teâlâ kıyamet günü sana kötülük yapar.
-Ey
Ali!
Allah Teâlâ kulunun şöyle demesini sever: ‘Allah Teâlâ’m!
Bana mağfiret eyle, günahları senden başka kimse bağışlayamaz.’ Kul bu sözü söyleyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey meleklerim! Bu
kulum günahları benden başka kimsenin bağışlayamayacağını bilmiştir, onu
bağışladığıma şahit olun.’
-Ey
Ali!
Yeni bir elbise giydiğinde şöyle de: ‘Allah Teâlâ’nın adıyla; hamd
bu elbiseyi bana giydiren ve avret mahallimi örtüp insanlara muhtaç olmaktan
kurtaran Allah Teâlâ’ya olsun.’ Böyle
deyince elbise henüz üzerindeyken Allah Teâlâ sana mağfiret eyler.
-Ey Ali!
Kim yeni bir elbise giyer ve bir yoksulu veya
çıplak bir yetimi giydirirse, Allah Teâlâ’ya komşu olur, Allah Teâlâ ona eman
verir, bu elbise üzerinde olduğu sürece onu muhafaza eder.
-Ey
Ali!
Çarşıya girerken şöyle de: Allah Teâlâ’nın
adıyla; Allah Teâlâ için şahitlik ederim ki, O’ndan başka ilah yoktur. Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem O’nun kulu ve peygamberidir.’ Bunu söyleyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘insanlar gafil
iken kulum beni zikretti, şahit olun ki kulumu bağışladım.’
-Ey
Ali!
Allah Teâlâ ismini sokaklarda zikreden bir
kulunu beğenir. O kul mescide girdiğinde şöyle der: Allah Teâlâ’nın
adıyla giriyorum; Allah Teâlâ’nın peygamberinin üzerine salât ve selam olsun. Allah
Teâlâ’m! Bana rahmetinin kapılarını aç.’ Çıkarken
de şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın adıyla çıkıyorum, Allah Teâlâ’nın
peygamberine salât ve selam olsun. Allah Teâlâ’m bana ihsanın kapılarını aç.’
-Ey
Ali!
Müezzinin ezan okuduğunu duyduğunda, sözlerini
tekrarla ki müezzinin aldığı sevap sana yazılsın.
-Ey
Ali!
Abdestini bitirdiğinde şöyle de: ‘Allah Teâlâ’dan
başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
de O’nun elçisi ve kuludur. Allah Teâlâ’m! Beni tövbe edenlerden ve
temizlenenlerden eyle. Bu duayı yaptığında annenin seni doğurduğu gündeki gibi
günahlarından temizlenmiş olursun, sekiz cennet kapısı açılır ve ‘dilediğinden
gir’ denilir.
-Ey
Ali!
Yemeğini bitirince şöyle de: ‘Hamd beni
yediren, içiren ve bizi Müslüman yapan Allah Teâlâ’ya mahsustur.’ Ey Ali
içtiğinde şöyle de: ‘Hamd, bizi suyla içiren Allah Teâlâ’ya mahsustur. Allah
Teâlâ onu merhametiyle tatlı ve içilebilir bir su kılmış, onu günahlarımız
nedeniyle acı ve tuzlu yapmamıştır. Böyle dua eden biri şakir (şükreden) diye
yazılır.
-Ey
Ali!
Yalan söylemekten uzak dur, yalan yüzü
karartır, insan yalan söyler, söyler, en sonunda Allah Teâlâ katında yalancı
diye yazılır ve isimlendirilir; insan doğru söyler, söyler, en sonunda Allah
Teâlâ katında dürüst ve doğru sözlü diye isimlendirilir. Hiç kuşkusuz yalan
imandan uzaktır.
-Ey
Ali!
Kimsenin gıybetini yapma, gıybet oruçlunun
orucunu bozar. İnsanların dedikodusunu yapan kişi kıyamette onların etini yer.
-Ey
Ali!
Laf taşıyıcı olmaktan sakın. Laf taşıyıcılar
cennete giremez.
-Ey
Ali!
Allah Teâlâ adına yalan veya doğru yemin etme.
-Ey
Ali!
Yeminlerinizi Allah Teâlâ’nın karşısına
koymayınız. Allah Teâlâ yalan yere kendi üzerine yemin edene merhamet etmez,
onu temize çıkarmaz.
-Ey
Ali!
Dilini tut, dilini hayra alıştır. Kıyamet günü
kul en çok dilinden dolayı azap görür.
-Ey
Ali!
Israrcı olmaktan sakın, ısrarcılık pişmanlık
getirir.
-Ey
Ali!
Hırslı olmaktan sakın, hırs babanı (Hz. Adem
aleyhisselâmı) cennetten çıkarmıştır.
-Ey
Ali!
Hasetten sakın, haset ateşin odunu yemesi gibi
iyilikleri yer.
-Ey
Ali!
İnsanları güldürmek üzere yalan söyleyene
yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!
-Ey
Ali!
Misvak kullanman gerekir; misvak ağzı
temizlerken Rabbin rızasını kazandırır, dişleri parlatır.
-Ey
Ali!
Dişlerini temizlerken parmaklarını kullanarak
temizlemelisin. Meleklere en nahoş gelen şey bir kulun ağzında yemek
görmektir.
Hz.
Ali şöyle demiştir:
‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi ‘Âdem Rabbinderı
kelimeler alıp tövbe etti’ ayetinde kastedilen nedir?’ O kelimeler nelerdir?’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:
‘Allah
Teâlâ Adem’i Hint toprağına, Havva’yı Cidde’ye, yılanı İsfahan’a, İblis’i
Bisan’a indirdi. Cennette yılan ve tavustan daha güzel bir şey yoktu.
Yılanın üzerinde katırda olduğu gibi çizgiler vardı. İblis onun arasına
girdiğinde, Âdem’i kandırmış, aldatmış, Allah Teâlâ da yılana gazap etmiş,
güzelliğini kendisinden alarak şöyle demiştir: ‘Senin rızkını topraktan
vereceğim! Karnın üzerinde toprak üzerinde yürüyeceksin. Sana merhamet edene
Allah Teâlâ merhamet etmeyecektir. Allah Teâlâ tavus kuşuna da gazap etmiş,
İblis’in ağaca gitmesine kılavuzluk ettiği için ayaklarını mesh etmiştir.
Âdem yüz sene başını göğe kaldırmaksızın
hatasına ağlayarak kalmıştır. Bu esnada mahzun bir şekilde oturmaktaydı. Allah Teâlâ
Cebrail’i kendisine göndererek şöyle demiştir:
‘Ey
Âdem! Allah Teâlâ sana selam ediyor ve sana şöyle diyor: Seni iki elimle
yaratıp ruhumu üflemedim mi?
Meleklerim
sana secde etmedi mi?
Seni
kulum Havva ile nikahlamadım mı?
Bu
ağlama da nedir öyle?’
Âdem
şöyle cevap vermiş:
‘Ey
Cebrail! Beni ağlamaktan uzak tutacak nedir ki?
Ben
Rabbime komşuluktan uzaklaştırıldım.’
Cebrail
şöyle demiş:
‘Ey Âdem! Şu kelimeleri söylersen Allah
Teâlâ günahına mağfiret edip tövbeni kabul eder.’
Hz.
Âdem ‘Onlar nelerdir?’ diye sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem şöyle cevap vermiş:
‘Allah Teâlâ’m! Hz.
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve onun ailesinin hakkı için senden
isterim.
Allah Teâlâ’m! Seni
tenzih ederim, sana hamd ederim.
Bir kötülük işledim,
nefsime zulmettim, günahları senden başkası bağışlayamaz, sen merhametlilerin
en hayırlısısın.
Allah Teâlâ’m! Seni
tenzih ederim, senden başka ilah yok!
Bir kötülük işledim,
kendime zulmettim. Benim tövbemi kabul et çünkü tövbeleri kabul eden ve
merhamet eden sensin.
Allah Teâlâ’m! Sana
hamdederim, senden başka ilah yok.
Bir kötülük işledim,
kendime zulmettim, mağfiret eyle, mağfiret edenlerin en hayırlısısın. İşte
Âdem’in kelimeleri bunlardı.’
-Ey
Ali!
Ev yılanlarına dokunmanı yasaklarım; yassı ve
kuyruğu kesikler hariç! Onlar iki şeytandır. Yolunda yılan gördüğünde, üç kez ‘yolumdan
çık’ demeden onu öldürme; dördüncüyü söyledikten sonra öldürebilirsin.
-Ey
Ali!
Yolda bir yılan gördüğünde, onu öldür. Ben
cinlere yolda yılan suretinde görünmemeleri şeklinde şart koştum. Kim yılan
suretinde görünürse, kendisini ölüme atmış demektir:
-Ey
Ali!
Dört özellik bedbahtlık özelliğidir: Göz
katılığı, kalp katılığı, uzun emel ve dünya sevgisi!
-Ey
Ali!
Dört özellikten seni sakındırırım: Kuvvetli haset,
hırs, yalan ve öfke.
-Ey
Ali!
İnsanların en kötüsünün kim olduğunu sana
bildireyim mi?’
Şöyle
dedim:
‘Evet,
ey Allah Teâlâ’nın peygamberi, bildir!’
Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem ‘tek başına yolculuk yapan, misafirine
cimrilik yapan ve kölesini döven kişidir’ dedi. Ardından ekledi:
‘Bütün
bunlardan daha kötüsünü bildireyim mi?’
‘Bildir
ey Allah Teâlâ’nın peygamberi’ dedim.
‘Bütün bunlardan daha
kötüsü kendisinden hayır beklenmeyen ve kötülüğünden emin olunmayan kişidir’ dedi.
-Ey
Ali!
Cenaze namazı kılarken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! bu
senin kulun ve kulunun oğludur. Henüz bir şey değilken yaratılıştaki hikmetin
ona işlemiştir. O sana misafir gelmiştir, sen onun yerleşeceği en hayırlı
menzilsin. Allah Teâlâ’m! Onun delilini ortaya koy, peygamberine kat, sabit bir
sözle onu sabit kıl. O sana muhtaç iken Sen kendisinden müstağnisin. O, ‘Allah
Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diye kelime-i şehadet getirirdi. Onu bağışla,
merhamet eyle, sevabından „ mahrum kılma, bizi ondan sonra fitneye düşürme. Allah Teâlâ’m! Temiz birisiyse
temizliğini artır, hatalıysa günahlarını bağışla.’
-Ey
Ali!
Bir kadının cenaze namazını kılınca şöyle dua
et: ‘Allah Teâlâ’m! Sen onu yarattın, onu sevdin, onun
sahibisin, gizlisini ve açığını bilensin. Biz şefaatçi ve duacı olarak sana
geldik. Bu kadını bağışla, merhamet et, ecrinden mahrum bırakma, bizi onun
ardından fitneye düşür-me.’ Çocuğun namazını kılınca şöyle dua et: ‘Allah
Teâlâ’m! Onu anne ve babasının takipçisi yap, o ikisine sabır ver, çocuğu
onların öncüsü kıl, onlara nur ver. Bu çocuğu onlar için nur kıl, anne-babasını
cennete koy, onları çocuğun ecrinden mahrum bırakma.’
-Ey
Ali!
Abdest alırken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m!
Abdesti tam almayı, mağfiretini tam elde etmeyi diliyorum.’
-Ey
Ali!
Mümin kul kırk seneyi
yaşadığında, Allah Teâlâ onu üç beladan emin kılar: Delirme, cüzzam ve abraş
hastalığı.
Altmışa geldiğinde,
ahirete yüz dönmüştür artık. Altmıştan sonra Allah Teâlâ ona sevdiği işlerde
kendisine yönelmeyi nasip eder.
Yetmişe geldiğinde, gök
ehli ile yeryüzündeki Salihler onu severler.
Seksene geldiğinde,
iyilikleri yazılır, günahları silinir.
Doksana geldiğinde,
geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.
Yüz yaşına geldiğinde,
onun adı gökte ‘Allah Teâlâ’nın yerdeki esiri’ diye yazılır.
-Ey
Ali!
Tavsiyemi dinle, sen
Hakk üzeresin, Hakk da seninle beraberdir.
Otuyedinci
Sifr, c.XVIII, sh: 336-344
Kaynaklar:
Muhyiddin
İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı
Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar