Print Friendly and PDF

Futuhatı Mekkiyye Denizinden

Bunlarada Bakarsınız




Bu yazıyı aklı bırakıp sihrin hayali hırsına kapılıp hayyallere düşenler okuyabilselerdi

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Hz. Musa aleyhisselâm asasını atıp ‘koşan bir yılan’ olduğunda, önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar) korkmuştu. Hâlbuki asanın koşan bir yılan haline gelmesinin Allah Teâlâ katından bir mucize olduğuna tam olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan önce bu durumu ve kendisine zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah Teâlâ bu mucizeyi ona göstermişti. Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada bulunanların gözlerinde yılana dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına duyduğu korkuydu. Çünkü Hz. Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile gerçeği, ya da Allah Teâlâ katından olan ile olmayanı ayırt edemez hak gelmesinden korkmuştu. Böylelikle iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık bir kanıta sahipti ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle metanetliydi. Birinci kez asasım attığında kendisine ‘Onu al, korkma, onu eski haline döndüreceğiz’ denilmişti. Başka bir ifadeyle, daha önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah Teâlâ, asayı yılanın ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen asası) orada bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur. Bu sayede, sihirbazların yılan ve asalarının insanların gördüğü bir dış varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa suretlerinde, sihirbazların kanıtlarına karşı Hz.Musa aleyhisselâmın kanıtının üstünlüğüydü.

Sihirbazlar ve insanlar, sihirbazların ip ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Hz. Musa aleyhisselâmın yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa ip ve asalar yok olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Hz. Musa aleyhisselâmın asası hakkında da gerçeği karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine kuşku girerdi. İnsanlar ipleri ip olarak gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal bir hile olduğunu anlamıştır.

Hz. Musa aleyhisselâmın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini yuttu. Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder. Yoksa onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şeyin (taşıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi yaptıkları sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine (sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Hz. Musa aleyhisselâmın korktuğunu da görmüşlerdir. Böylelikle, Hz. Musa aleyhisselâmın yaptığı işin Allah Teâlâ katından olduğunu anlamışlardır. Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı, gerçekleşen olayı bildiği için Hz. Musa aleyhisselâm korkmayacaktı.

O halde sihirbazlar nezdinde Hz. Musa aleyhisselâmın mucizesi(nin belirtisi), korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının (sihirbazların asalarını) yutmasıydı.

Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselâmın karşısındaki sihirbazlar, seksen bin kişiydi.

Onlar, bu mekânda en büyük mucizenin insanların gözlerinin önünde bu suretlerin yutulması ve onların gözlerinde sadece Hz. Musa aleyhisselâmın asasının suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise bir idi. Böylelikle sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Hz. Musa aleyhisselâmın doğru söylediğini ve Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler ve bilinen hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şey, Allah Teâlâ katından gelen bir işti ve Hz. Musa aleyhisselâmın onda bir katkısı yoktu. Böylelikle gerçeği görerek Hz. Musa aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı Allah Teâlâ’nın azabına, ahireti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık bilgilerinden, ‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren’, ‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu, hakikatlerin değişmeyeceğini, Hz. Musa aleyhisselâmın asasının yılan suretinde insanların gözlerinden olduğu gibi kendisini atanın gözünden de gizlendiğini anlamışlardır. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın korkması buna tanıktır. İşte bilginin faydası budur.

Ondördüncü kısım, c.I, 459-461

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

(ÂDEM VE HAVVA’NIN BEDENLERİNİN YARATILMASI)

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Adem’in bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’  buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere katılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.

Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.

Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.

(Üçüncü Cismin Oluşturulması)Çocuk

Âdem Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, sudan olan bu meniyle Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı birleşmiş, o cisimde Âdem’in ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan başka, üçüncü bir beden meydana gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde  halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş, sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yaratılışı tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu insanda ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli münezzehtir.’ 

Söz uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu meleklerden bu işi kimin üstlendiğini açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum, fiilinde özgür bir failin eseridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya eksiklik olmaksızın yapar. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O azız ve hakimdir.’

Doğa bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde meydana gelen cenin, sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi, Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan ya da su olmaksızın üflemeden meydana gelmiş olsa bile, her iki halde de o, yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz İsâ’nın benzeri’  yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ nezdindeki benzeri Adem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’ Burada onu zamiri, Âdem’e döner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelliğine benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ denilmiştir.

Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri kadar beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa bilimcilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum süratle ulaşmıştır. Hz. İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre doğa hakkında hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uzmanları, doğaya karşı insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğadan sadece özel olarak bize verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bilmediklerimiz de vardır.

Futûhât-ı Mekkiyye, Onbirinci Kısım,  Türkçesi: Cilt, I, sh 359-362

Not: Kadın çocuk doğurmakla erkeğe karşı üstünlük veya eşleşme seviyesini yakalamanın hazzını duyacağı kesindir. Cinsel ilişkiye girdiği erkekten, kadın  bir çocuk beklentisini dize getiremeyecektir.

Çocuk sahibi olmak kadında bir zorlama değil içsel duygudur. Acı çekeceğini bile bile çocuk doğurmaya yönelişinde, bu kuvvetli duygu olmasaydı, nesillerin kurumasına sebep olurdu. Neslin devamını sağlayan istek erkekte değil, kadından doğar.

 

İhramcızade

SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA

Doğru sözlü adamların rüyası da doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat eksiktir
Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette

Allah sana yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:

Birincisi uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de Allah, onun adına eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır. Uyanıkken bu idrak ‘duyu’ diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye isimlendirilir, insanın uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye isimlendirilirken uykuda gördükleri rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal gücünün uyanıkken duyulardan zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür: Birincisi, sûretini duyuda idrak ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin parçalarını -ki onları uykuda duyuyla idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği şeylerdir. Duyuların idrakinde yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken duyusal anlamı idrak edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla uyanıkken dışta idrak edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl olan, duyudur ve uyanıkken ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen idrak insanların bir kısmında güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri şeyi idrak ederler. Bu ise, ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve velilere aittir.Biz onu böyle gördük.

Bunu öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya uyanıklıktan ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına dönük hitabı veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,

………………..

Baştaki konuya dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediği sabittir: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra peygamber şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir parçasıdır’ diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten aktarılan sahih-hasen hadistir. …………

Bunu öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı müjdeli rüyalardır. Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise, İçişinin uyanıkken yapıp hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda, hiss-i müşterek ile onları idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve hayalinde resmedilmiş halde kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine yöneldiklerinde, onu görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra gelecektir. Üçüncü rüya türü ise, şeytandandır.

Bu konuda bize Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır: Bize Nasr b. Ali, Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der:‘Kıyamet yaklaşınca, müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru olanı, sözü en doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik parçasıdır. Rüya üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın üzmesinden ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır. Biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını kimseye anlatmasın.’  Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir:‘Aranızdan biri nahoş bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’ demiştir. Başka bir sahih hadiste ise‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’

Bilmelisin ki, Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur şeylerin meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü bir idrak düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken) algılar. Şöyle ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona bitişik hayal -ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle görevli ruh, ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana ya da (duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü olana, sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde bulunan manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisiyle nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette idrak eder veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir sûrette) görür.

Bu esnada rüya gören insan adına üç mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.

Birincisi, kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre, idrak edilen sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi bulunduğu halde idrak etmektir.

İkincisi ise, görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.

Üçüncüsü ise, görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya dönmesidir. Başka bir ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya döner.

Söz konusu olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan valilerden birinin bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe yoktur. Birincisi -ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir, çirkinlik veya eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise görülen sûret, güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya çıkar. Böyle bir sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu anlaması ölçüşünce değerlendirilir.

(Böyle bir rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire güvenilmez, fakat kişi tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum farklıdır. Aynı zamanda onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin gördüğü sûret karşısındaki saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete karşı kendisinden ortaya çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her bakımdan gerçek bir sûrettir. Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir bazen görülmez.

Bu tarzın dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına -kendisinden değil- tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, iç konuşması veya şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı gören) kişinin algısından tabircinin hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zatında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü ortaya çıkar.

Bu hükmü söz konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana gelmiş olması gerçekleştirmiştir. Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı hadisede bu durum zikredilir. Onlar, Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları, bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi. Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan bir sûret meydana gelmiş. Söz konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç) konuşması olmadığı için, sûret Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için rüyayı gören Yusuf idi. O iki adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde tutan melek’ konumundaydı. Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle demişti: ‘Biz seni sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında görüş sorduğunuz konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir edildiği gibi dışta ortaya çıkmıştır.

Bir insan rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma göre, rüyada iyilik veya kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki geçerli yasaya göredir. Görülen sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur. Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî, bedenli ve berzahî melek sûretleri yaratır. Allah onları kuş sûretinde yaratmıştır, çünkü şöyle denilir:‘(Talih) kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’ Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk, talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin, 19) Başka bir ifadeyle iyi veya kötü nasibiniz ve payınız, sizinle birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş yerden bir toprak almak isteyince, onu ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur, kanatları ise yerden bir şey almaya imkân vermez. Bu nedenle rüya, kuşun ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı bağlanılan yerdir ve kuşun kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı için, oradan düşer. Rüya düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir. Dolayısıyla onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde rüyanın kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın sûreti, halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya vilayet nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda) bu kuşun kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim veya araz veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken biz kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını gösterdiğinde, çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su rahme yerleşmişse, bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan önce rüya yok ise, çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu bilmelisin! Bu garip bir sır ve doğru keşftir.

Rüyadan meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve diğerlerine göre o ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi anlarsın! Rüyadan meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış her şeyin rüyadan meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi incelersen, zikrettiğimiz konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin rüyasının ta kendisiydi! O, annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur etmişti. Bu nedenle onun hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın yaratıklarındaki sırlarındandır. Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen, doğa ilmine bakmalısın! Kadın hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye benzer doğar.

Cinsel ilişki esnasında kadın (birine) bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun inmesi esnasında (birini) tahayyül ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin huyunda doğar. Bu nedenle hakimler, büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara çizilmesini tavsiye etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları görür, görülen sûret hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından, sûretin sahip olduğu güç, o sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu, doğa ilmindeki garip sırlardandır.

Meryem’in Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın ölüleri dirilten bir ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayale izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!

Peygamber rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den türetilerek müjde) diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki etkileridir. Çünkü beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise, deride bir etki ortaya çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya yerleştirdiği doğal bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.

 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 Kaynak:

Futuhât-ı Mekkiyye Yüz Onyedinci Kısım-188. Bölüm,  Türkçesi: c. 8, sh:321-329

 

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

İKİ YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜMÜN İLAVESİ:

Allah Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır

Bu menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söyleyeceğiz.

Allah Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve cinleri kastediyorum-onları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, insanlara görünmemektir. Bununla birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla birlikte bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir. Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye isimlendirmiştir. Yani onları göremeyiz. Bazı kimseler meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduklarını iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme ve görünmemede bir bağ kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni, cinler ile melekler hakkında daha önce söylediğimiz ortak özelliktir. Onlar kızları kendilerine nispeti hoş görmemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri şeyi Allah Teâlâ’ya ait sayarlar.’ Çünkü onlar kız evlattan hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlardan birisine kız çocuğu olduğu bildirilince öfkesinden yüzü kararır’ der. Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle bir insanın yüzünün kararmasıdır:

Çocuğu kendi halinde mi bırakmalı yoksa gömmeli midir?

Bu durum ‘çocuğa sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün diye?’ ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere nispet edilmesinde tepki göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da şahit miydiler?

Allah Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında gizlenmede ve görünmemede ortak özellik yaratınca, hepsini ‘cin’ diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında ‘vesveseci ve hamasin şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin şeytanlar’ buyurur. ‘Cin’ derken şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ kurdular’ der. Kastedilen meleklerdir. ‘Kuşkusuz cinler orada bulunduklarını bildiler.’

Melekler Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle sorumlu ve fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in cinlerden olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine fasık olduğunu’, yani emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla birlikte bulunsalar bile, melekler gibi insanlara görünmeyenlerin arasından çıkmıştır. Allah Teâlâ onları elçilikte ortak yapınca, İblis’i de meleklerle birlikte secde emrine katmıştır. ‘Meleklere secde edin dediğimizde secde ettiler, İblis etmedi.’ Böylece Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i meleklere katmış, böylece istisna mümkün olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna yapmış, böylece de kendisini yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden ayırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adeta şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle memur olanlardan uzaklaştırdığı kimse secde etmedi.

Ruhlara ‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynaklanır. Bununla birlikte onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görmeyiz ve bu nedenle onlara böyle bir nitelik verildi. Meleklerden olan cinler, insanlarla beraber olup gece gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz kimselerdir.

Allah Teâlâ, insanlara kendi iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları göstermek istediği kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür; bazen de meleğe ve cine bize görünme emri verir, onlar da bizim için bedenlenir ve biz de kendilerini görürüz. Bazen gözümüzden perdeyi kaldırır, bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz. Bazen beşeri surete girmeden kendi suretlerinde onları görürüz. Nitekim onlardan her birisin kendisini ve üzerinde bulunduğu sureti böyle görür. Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken cinlerinki dumanlı ateştir. İnsan ise bize söylenenden meydana gelmiştir. Fakat insan yaratılış aslını yitirdiği gibi melek ve cin de yaratılış aslından başkalaşarak bulundukları surete dönüşmüşlerdir.

Cin ve meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler belli olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği veya her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları dilediği şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.

Allah Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahtlıktan nasipleri yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mutluyu mümin diye isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak tutarak ‘insan ve cin şeytanları’ demiştir. Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa bile-sınırlanmayı istemediğini biliriz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın aklına geldiği gibi tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş olduğunu ve kendisinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna mukabil başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir sınırlanmayla karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır. Böyle bir sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir sınırlama -hangi türde olursa olsun-olduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların nefislerine özel bir sınırlamanın memnunluk verdiğini görünce, şunu bilmelisin: Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahtlık kazandıran bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona sürekli vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht yapmaktır. İnsan (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun gereğini terk etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı mutluluğa ulaştıran Hakkın bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun dışındadır: Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalplerine süslemiş, küfrü, günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bununla birlikte bu durumun kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar ise kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve Hıristiyanların büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkında sebatkâr olduğunu ve onu ısrarla savunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel konularım yerine getirmede Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum üzerinde yürümekle bedbahtlığa gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına delildir. Bu durum herkesin fark etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden gelen bir basirete sahip olanlar bu tuzaktan emin olabilir. Onlar ise azdır.

Mümin veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz. Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ onları müşriklere katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk edenler onlardır. İnsan şirk koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol diyen şeytan gibi.. ’ Bu, batıl ile Hakk ehli olanlarla mücadele etsin diye şeytanın dostuna ve arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Böylece şeytan Allah Teâlâ’dan korkmakla nitelenmiştir, fakat kendisi hakkında değil, insan hakkında korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil, saptırdığı kimse hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil ümmetleri adına korku duyar.

Şeytandan kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının nedeni, tevhit ehli olduğunu bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine yemin olsun ki, hepsini saptıracağım’ demiştir. Binaenaleyh şeytan rabbini bildiği için, O’nun izzetine yemin etmiştir. Adeta Hakkın insanın kendine aktarılan her şeyi kabul etme özelliğinde yaratıldığım görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vermiş ve insanı kendisiyle saptıracağı şeyi ona emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden istediğin işi yapmaya git! Sonra cezasını da zikretmiştir: Bu ceza ona uyanların cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden yaratıldığı aslına dönmekken onu takip eden insanın cezası da öyledir. Fakat insanın cezası İblis’in cezasına baskın gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis orada azap görür. Çünkü cehennem bütünüyle soğuktur ve onda ateş bulunmaz. Öyleyse cehennem kendisine uyan insandan daha çok şeytan için bir azaptır.

Durum böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali -maksadı nedeniyle-kendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır: Herhangi bir kimsenin bedbahtlığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin yolunda bulunandır. Bununla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’, ‘saptır’, ‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi emirlerdir. Fakat bunlar Allah Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis bedbaht olmazdı.

Fakat bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin izzetine yemin olsun ki, hepsini saptırırım’ ve ‘Onların zûrriyetini kendime bağlayacağım’ der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yükümlü insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir. Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkardı.

Bu bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu ayetin okunduğunu gördüm:

‘Sizin için dinde Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya daha vasiyet etmiştik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin. Müşriklere çağrıldıkları şey ağır geldi.’ Kastedilen birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na aittir. Her isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat ötekinden farklıdır. Âlemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve o yönler isimleri, yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat birdir. Nitekim âlem ‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla çoktur. Sonra bana ‘Allah Teâlâ dilediğini kendine çeker ve yönelenlere hidayet verir’ ayeti okundu. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal zikredilmeden iş seçim ve hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana seçilme ve hidayet bilgisinden, peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme ve hidayetin her ikisi de O’na döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu nefsine bırakmaz. Allah Teâlâ hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu açıklayarak onu Mutlu yapar ve o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya şükreder veya kâfir olur, yolu gösterdik ona.’

Allah Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zikretmeden seçilme ve hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demektir-her iki sini de kendine ait kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşatan rahmete varacağını anladık. Müşrik hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan nefsini ‘çokta bir veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini bildiği şekilde bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe çağırması, müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak davranmış, işin seçilme ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir. Burada Allah Teâlâ seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu, müşrike karşı yumuşaklık ve onu tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk yoluyla ortaya çıkan rahmete değil, O’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde tasarruf ederse etsin, (emrinden çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla birlikte ayette adı geçenlere tavsiye edilen şeriatın hükümleri birbirinden farklıdır ve onların bir kısmının hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygamberlere şeriatı uygulamak ve kendisinde farklılık var diye görüş ayrılığına düşmemek emredilmiştir. Öyleyse şeriat çokluk vasıtasıyla tek hakikate veya birlikle hakikatlere davet etmektedir. Manayı değiştirmedikten sonra, bunlardan hangisini istersen onu diyebilirsin!

Hepsi varlığın hükmünde

Sanki müşahededeki gibi

Rahmeti kuşatsın varlıkları diye

İnkâr alametlerini açıklar

Rahman olur bedbahtı

Ve mutluyu davet edene

Biri cehennemde

Öteki Huld cennetlerine

Allah Teâlâ zatıyla yüce

Sınırlardan ve sınırlanmaktan

Bu bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sahibi) ve İlah ismi ile ehadiyetin neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.

Allah Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah yoktur’ der. Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak ‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’ ayetini verebiliriz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’, ‘İnsanların ilahı’ vb. ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin değişmesiyle değişir mi?

Rablık ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ katından geldiği bu menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendisine verilen isimlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir.

Yirmibeşinci Sifr,  c.XIII,  Sh: 171-177

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Allah Teâlâ şükredenleri de sever. O, kendisini  “şükredenleri sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür,  Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken)  kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.

Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri bilmeyen bazı insanların iddia ettiği gibi,  belaya şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum,  hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini bilmeyenlerin işi karıştırmasına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini  zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.

 Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı beladır  ki  o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela, elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı  sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır.

Bu konuyu düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu da iyileşmek ve hastalığın ortadan kalkmasıdır.  Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: 

“ Şükrederseniz,  sizin için artıracağız.”(İbrahim, 7)  İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet veren insana eziyet edersek, bu davranış,  Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer.  Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir. 

Allah Teâlâ, peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş  -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış. Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,  evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak  da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.

Davud aleyhisselâm:

‘Allah’ım! O kanlar senin için akıtılmadı mı?’ deyince,  Allah Teâlâ;

‘Haklısın, benim uğruma akıtıldı, fakat onlar  benim kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle yapılacaktır’ demiş. Davud aleyhisselâm 

‘Allah’ım o benim (soyumdan) olsun’ diye dua edince,  Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’i inşa etmiştir.

Düşünürsen, bu durumdan gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.

İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu anlarsın.  Bunu bilmezsen, onu anlamamış olursun! 

………

Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum  “Allah  ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân, 134)  ayetinde dile getirilirken, yine Allah Teâlâ, kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever.  Allah Teâlâ  şöyle buyurur: “Allah  kendi yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf, 4)

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR- YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 (HZ. MUSA ALEYHİSSELÂMIN ASASI VE SİHİRBAZLARIN İPLERİ)

Bu yazıyı aklı bırakıp sihrin hayali hırsına kapılıp hayyallere düşenler okuyabilselerdi

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Hz. Musa aleyhisselâm asasını atıp ‘koşan bir yılan’ olduğunda, önce içinden doğal akışa göre (insan yılandan korkar) korkmuştu. Hâlbuki asanın koşan bir yılan haline gelmesinin Allah Teâlâ katından bir mucize olduğuna tam olarak inanması için, sihirbazlar toplanmazdan önce bu durumu ve kendisine zarar vermeyeceğini öğrensin diye Allah Teâlâ bu mucizeyi ona göstermişti. Sihirbazların attığı asa ve iplerin orada bulunanların gözlerinde yılana dönüştüklerindeki ikinci korku ise ümmeti adına duyduğu korkuydu. Çünkü Hz. Musa ümmetinin gerçeği karıştırıp yanılsama ile gerçeği, ya da Allah Teâlâ katından olan ile olmayanı ayırt edemez hak gelmesinden korkmuştu. Böylelikle iki korkunun bağlamı değişir: Çünkü Hz. Musa Rabbinden açık bir kanıta sahipti ve daha önce kendisine gösterilen mucize nedeniyle metanetliydi. Birinci kez asasım attığında kendisine ‘Onu al, korkma, onu eski haline döndüreceğiz’ denilmişti. Başka bir ifadeyle, daha önce kendisini gördüğün gibi asaya dönüşecektir. Allah Teâlâ, asayı yılanın ara âlemdeki ruhaniliğinde gizlemiş, yılan (haline gelen asası) orada bulunanların yılan zannettiği sihirbazların ‘yılanlarını’ yalayıp yutmuştur. Bu sayede, sihirbazların yılan ve asalarının insanların gördüğü bir dış varlığı kalmamıştır. İşte bu, ip ve asa suretlerinde, sihirbazların kanıtlarına karşı Hz.Musa aleyhisselâmın kanıtının üstünlüğüydü.

Sihirbazlar ve insanlar, sihirbazların ip ve asa olarak yere attığı ip ve asalarını görmüş, Hz. Musa aleyhisselâmın yılana dönüşen asası ise onları yalayıp yutmuştu. Yoksa ip ve asalar yok olmamıştı. Çünkü onlar yok olsaydı, insanlar Hz. Musa aleyhisselâmın asası hakkında da gerçeği karıştırır, hiç kuşkusuz, kalplerine kuşku girerdi. İnsanlar ipleri ip olarak gördüğünde, onun ruhsal hilekârlık gücünün desteklediği doğal bir hile olduğunu anlamıştır.

Hz. Musa aleyhisselâmın asası ise ip ve asadan meydana gelen yılan suretlerini yuttu. Nitekim hasmın sözü doğru olmadığında, delil olma özelliğini kaybeder. Yoksa onun getirdiği şey yok olmaz. Bilakis duyanlarda akledilmiş ve duyulmuş olarak kalır. Sadece o sözün dinleyenlerde kanıt olması ortadan kalkar. Sihirbazlar Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şeyin (taşıdığı) delâlet gücünü ve onun kendi yaptıkları sihrin dışındaki bir şey olduğunu anlayıp getirdiği şeyin kendi getirdiklerine (sihir) üstünlüğünü kavramış, (fakat) Hz. Musa aleyhisselâmın korktuğunu da görmüşlerdir. Böylelikle, Hz. Musa aleyhisselâmın yaptığı işin Allah Teâlâ katından olduğunu anlamışlardır. Şayet kendiliğinden kaynaklansaydı, gerçekleşen olayı bildiği için Hz. Musa aleyhisselâm korkmayacaktı.

O halde sihirbazlar nezdinde Hz. Musa aleyhisselâmın mucizesi(nin belirtisi), korkması, insanların nezdindeki mucizesi ise asasının (sihirbazların asalarını) yutmasıydı.

Rivayete göre Hz. Musa aleyhisselâmın karşısındaki sihirbazlar, seksen bin kişiydi.

Onlar, bu mekânda en büyük mucizenin insanların gözlerinin önünde bu suretlerin yutulması ve onların gözlerinde sadece Hz. Musa aleyhisselâmın asasının suretinin kalması olduğunu anlamışlardı. Halleri ise bir idi. Böylelikle sihirbazlar, kendilerini çağırdığı konuda Hz. Musa aleyhisselâmın doğru söylediğini ve Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği bu şeyin sihirdeki yöntemler ve bilinen hilelerin dışında olduğunu anladılar. Şu halde Hz. Musa aleyhisselâmın getirdiği şey, Allah Teâlâ katından gelen bir işti ve Hz. Musa aleyhisselâmın onda bir katkısı yoktu. Böylelikle gerçeği görerek Hz. Musa aleyhisselâmın peygamberliğini tasdik edip Firavun’un vereceği azabı Allah Teâlâ’nın azabına, ahireti dünyaya tercih ettiler. Sihirbazlık bilgilerinden, ‘Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetiren’, ‘her şeyi bilgi olarak kuşatan’ olduğunu, hakikatlerin değişmeyeceğini, Hz. Musa aleyhisselâmın asasının yılan suretinde insanların gözlerinden olduğu gibi kendisini atanın gözünden de gizlendiğini anlamışlardır. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın korkması buna tanıktır. İşte bilginin faydası budur.

Ondördüncü kısım, c.I, 459-461

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

(ÂDEM VE HAVVA’NIN BEDENLERİNİN YARATILMASI)

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Adem’in bedeni belirttiğimiz üzere ortaya çıktığında, kendisinde cinsel arzu yoktu. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ilminde, bu dünya hayatında üreme, çoğalma ve cinsel ilişkinin olacağı takdir edilmişti. Bu dünyada cinsel ilişki, türün varlığını sürdürmesi içindir. Bu nedenle Allah Teâlâ, Âdem’in sol kaburgasından Havva’yı çıkartmıştır. Allah Teâlâ’nın ‘Erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır’  buyurduğu gibi kadın bu nedenle erkekten bir derece eksiktir. O halde kadınlar, hiçbir zaman erkeklere katılamaz. Havva, kaburgadaki eğiklik (ve de düşkünlük) nedeniyle kaburgadan meydana gelmiştir. Bu sayede çocuğuna ve kocasına muhabbet besler. Bu meyanda erkeğin kadına düşkünlüğü, gerçekte kendisine düşkünlüğüdür. Çünkü kadın erkeğin bir parçasıdır. Kadının erkeğe düşkünlüğü ise kaburgadan yaratılmış olmasından kaynaklanır. Erkekte kaburga, sevgi ve düşkünlük demektir.

Allah Teâlâ Havva’nın kendisinden çıktığı Âdem’deki yeri, Havva’ya arzu ile doldurmuştur. Çünkü varlıkta boşluk kalamaz. Allah Teâlâ o boşluğu arzu ile doldurulduğunda, Âdem kendisine özlem duyar gibi Havva’ya özlem duymuştur. Çünkü Havva kendisinden bir parçaydı. Havva da, kendisinden geldiği vatanı olduğu için, Âdem’e sevgi duydu. Şu halde Havva’nın sevgisi vatan sevgisi, Âdem’in sevgisi kendisini sevmesidir. Bu nedenle erkek, kendisinin aynı olduğu için, kadına sevgisini gösterebilirken, kadına ise erkekleri sevmede hayâ diye ifade edilen güç verilmiştir. Böylelikle gizleme gücü artmıştır. Çünkü Âdem’in kadınla birleştiği tarzda vatan ile birleşilemez.

Allah Teâlâ ö kaburgada Âdemin bedeninde biçimlendirdiği ve yarattığı her şeyi şekillendirmiştir. Allah Teâlâ’nın kendi suretinde Âdem’in bedenini yaratması, çömlekçinin toprak ve taşta meydana getirdiği şeye benzer. Havva’nın bedeninin yaratılışı ise marangozun ahşapta yonttuğu şekillere benzer. Allah Teâlâ onu kaburgada biçimlendirip ve ona suretini yerleştirdiğinde ve onu düzenleyip dengeye kavuşturduğunda, ona ruhundan üflemiştir. Böylelikle Havva diri, düşünen ve türemeden ibaret olan doğumun meydana gelmesi için ekin ve ziraat mahalli olarak var olmuştur. Âdem onda, o da, Âdem’de dinginlik buldu. Böylece Havva, Âdem için bir elbise olduğu gibi Âdem de onun için bir elbise olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kadınlar sizin için siz de onlar için bir elbisesiniz.’ Âdem’in Havva’ya duyduğu arzu, bütün parçalarına yayılmış ve onu istemiştir.

(Üçüncü Cismin Oluşturulması)Çocuk

Âdem Havva’yı kucaklayıp erlik suyunu rahmine bıraktığında, sudan olan bu meniyle Allah Teâlâ’nın kadınlara yazmış olduğu hayız kanı birleşmiş, o cisimde Âdem’in ve Havva’nın cisminin oluştuğu tarzdan başka, üçüncü bir beden meydana gelmiştir. İşte bu, üçüncü cisimdir. Allah Teâlâ onun rahimde  halden Hakk oluşumunu deruhte eder. Bu meyanda önce sudan sperme, ardından alaka’ya, sonra mudga’ya sonra kemiğe dönüşmüş, sonra Allah Teâlâ kemiklere et giydirmiştir. İnsanın hayvanı yaratılışı tamamlandığında, Allah Teâlâ onu başka bir şekilde inşa etmiştir. Bu insanda ona İnsanî ruh üflemiştir: Binaenaleyh, ‘Yaratanların en güzeli münezzehtir.’ 

Söz uzamasaydı, insanın rahimde halden Hakk geçerek oluşmasını ve doğuncaya kadar rahimlerde suretleri inşa etmekle sorumlu meleklerden bu işi kimin üstlendiğini açıklardık. Fakat maksadımız, tanım, hakikat, duyusal ve manevî surette bir olsalar bile, insan cisimlerinin birleşimindeki nedenselliğin farklılığını bildirmekten ibarettir. Böylece yaratmanın sebebinin kendisine bağlı olduğu zannedilmez. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir! Bilakis bu durum, fiilinde özgür bir failin eseridir. Ö dilediğini dilediği şekilde zorlama veya eksiklik olmaksızın yapar. ‘O’ndan başka ilâh yoktur. O azız ve hakimdir.’

Doğa bilimciler ‘kadının suyundan bir şey oluşmaz, rahimde meydana gelen cenin, sadece erkeğin suyundandır’ diye iddia edince, İsa’nın bedeninin oluşmasını başka bir oluşum saydık. Bununla birlikte, onun rahimde idare edilmesi, Âdemoğullarının bedenlerinin idaresine benzer. İsa’nın bedeni kadının suyundan ya da su olmaksızın üflemeden meydana gelmiş olsa bile, her iki halde de o, yaratılışında diğer cisimlerden farklı dördüncü bir cisimdir. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kuşkusuz İsâ’nın benzeri’  yani İsa’nın yaratılışının ‘Allah Teâlâ nezdindeki benzeri Adem’dir. Onu topraktan yaratmıştır.’ Burada onu zamiri, Âdem’e döner. İsa’nın babasız yaratılması nedeniyle kuşkular ortaya çıkmıştır. Başka bir ifadeyle İsa’nın yaratılışının özelliği, Âdem’in yaratılış özelliğine benzer. Şu var ki, Âdem topraktan yaratılmış, sonra ona ‘ol’ denilmiştir.

Rivayete göre Hz. İsa, anne karnında bebeklerin mutat süreleri kadar beklememiştir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bir mucize yapıp doğa bilimcilere göndermek istediğinde Hz İsa’ya oluşum süratle ulaşmıştır. Hz. İsa’nın bir ayet olarak gönderilmek istendiği doğa bilimciler, Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirmiş sırlar ve şaşılacak oluşumlara göre değil, âdete göre doğa hakkında hüküm vermişti. Kuşkusuz bu sahanın kimi uzmanları, doğaya karşı insafla hareket etmiş ve şöyle demişlerdir: Doğadan sadece özel olarak bize verdiği şeyleri bilebiliriz. Onda bizim bilmediklerimiz de vardır.

Futûhât-ı Mekkiyye, Onbirinci Kısım,  Türkçesi: Cilt, I, sh 359-362

Not: Kadın çocuk doğurmakla erkeğe karşı üstünlük veya eşleşme seviyesini yakalamanın hazzını duyacağı kesindir. Cinsel ilişkiye girdiği erkekten, kadın  bir çocuk beklentisini dize getiremeyecektir.

Çocuk sahibi olmak kadında bir zorlama değil içsel duygudur. Acı çekeceğini bile bile çocuk doğurmaya yönelişinde, bu kuvvetli duygu olmasaydı, nesillerin kurumasına sebep olurdu. Neslin devamını sağlayan istek erkekte değil, kadından doğar.

 

İhramcızade

SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA

Doğru sözlü adamların rüyası da doğrudur
Doğru sözlü olmayanın, rüyası doğru çıkmaz
Ahiret hayatının doğruluğu onun menzilleri
Zıddı ise dünya hayatıyla onun zıddıdır
Doğru rüyalar, nebiliktir, fakat eksiktir
Şeriatı neshedemez, yüce bir mertebedir o
Heva için kılıçların çekildiğini gördüm
Sağ elimde ise dünyada heva için bir kılıç vardı
Onun ne varlığını ne izini bıraktım
Eldeki kılıçla dünyada ve ahirette

Allah sana yardım etsin ki, bilmelisin ki, insanın iki hali vardır:

Birincisi uyku, diğeri uyanıklık diye isimlendirilir. Her iki halde de Allah, onun adına eşyayı idrak etmesini sağlayan bir idrak yaratmıştır. Uyanıkken bu idrak ‘duyu’ diye isimlendirilirken uykuda ‘hiss-i müşterek’ diye isimlendirilir, insanın uyanıkken gördüğü her şey ‘görme’ diye isimlendirilirken uykuda gördükleri rüyadır. Uykuda idrak ettikleri ise, hayal gücünün uyanıkken duyulardan zabtettiği şeylerdir. Bu ise, iki türlüdür: Birincisi, sûretini duyuda idrak ettiği tarzda iken, diğeri, sûretinin parçalarını -ki onları uykuda duyuyla idrak etmiştir- duyuyla idrak ettiği şeylerdir. Duyuların idrakinde yaratılıştan gelen bir eksiklik var ve uyanıkken duyusal anlamı idrak edememişse, uykuda da onu idrak edemez. Dolayısıyla uyanıkken dışta idrak edemediği şeyi, uykusunda idrak edemez. Öyleyse asıl olan, duyudur ve uyanıkken ve hayaldeki idrak, duyuya tabidir. Bazen idrak insanların bir kısmında güçlenir ve yakaza halinde uykuda idrak ettikleri şeyi idrak ederler. Bu ise, ender gerçekleşir ve bu yol ehlinden olan nebi ve velilere aittir.Biz onu böyle gördük.

Bunu öğrendiğinde bilmelisin ki: Nebilik (haber vermek), uyku veya uyanıklıktan ibaret bu iki halden birisinde Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına dönük hitabı veya sözüdür -hangisini istersen onu söyleyebilirsin-,

………………..

Baştaki konuya dönebiliriz. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle dediği sabittir: ‘Risalet ve nebilik kesilmiştir. Benden sonra resul ve nebi yoktur.’ Bu ifade insanlara ağır gelmiş, sonra peygamber şöyle demiştir: ‘Fakat müjdeli rüyalar (mübeşşirat) vardır.’ Bunun üzerine sahabe ‘mübeşşirat da nedir?’ diye sorunca, Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Müslümanın rüyasıdır, rüya nebiliğin bir parçasıdır’ diye cevap vermiştir. Bu, Hz. Enes radiyallâhü anhten aktarılan sahih-hasen hadistir. …………

Bunu öğrenince, şöyle deriz: Rüya üç türdür: bir kısmı müjdeli rüyalardır. Bu, bu bölümde ele aldığımız kısımdır. İkincisi ise, İçişinin uyanıkken yapıp hayaline nakış olan iç konuşmalardır. Uyuduğunda, hiss-i müşterek ile onları idrak eder. Çünkü onu uyanıkken tasavvur etmiş ve hayalinde resmedilmiş halde kalmıştır. Uyuduğunda ve duyular hayal hâzinesine yöneldiklerinde, onu görürler. Bütün bunların nasıl olduğu daha sonra gelecektir. Üçüncü rüya türü ise, şeytandandır.

Bu konuda bize Ebu İsa et-Tirmizi’den sahih bir hadis aktarılmıştır: Bize Nasr b. Ali, Abdulvahhab Selcafi’den, o Eyyub’dan, o Muhammed b. Sirin’den, o Ebu Hureyre’den aktarmıştır. Hz. Peygamber şöyle der:‘Kıyamet yaklaşınca, müminin rüyası yalan çıkmaz. Müminlerin içinde rüyası en doğru olanı, sözü en doğru kişidir.Müslümanın rüyası, nebiliğin kırk altıda birlik parçasıdır. Rüya üçe ayrılır. Salih rüya Allah’tan müjdedir. İkincisi şeytanın üzmesinden ibarettir. Üçüncüsü ise insanın iç konuşması şeklindeki rüyadır. Biriniz hoşlanmadığı bir rüya görünce, kalksın nafile kılsın ve rüyasını kimseye anlatmasın.’  Tirmizi hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Katade’nin aktardığı hadiste ise şöyle denilir:‘Aranızdan biri nahoş bulduğu bir rüya görürse, üç kez soluna tükürsün ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Böyle yaparsa, şeytan ona zarar veremez’ demiştir. Başka bir sahih hadiste ise‘Müslümanın rüyası, anlatmadığı sürece bir kuşun ayağındadır. Rüyasını anlatınca, gerçekleşir.’

Bilmelisin ki, Allah Teâla’nın rüyayla görevli bir meleği vardır. ‘Ruh’ diye isimlendirilen bu melek yalan semanın aşağısındadır ve uyuyanın kendisini ve başkasını kendilerinde idrak ettiği bedenlerin sûretleri onun elindedir. O sûretlerden meydana gelen varlıkların sûretleri de meleğin elindedir, insan uyuduğunda ya da gaybet veya fena haline geçtiğinde veya uyanıkken duyulur şeylerin meleğin elindeki sûretleri algılamasına engel olmadığı derecede güçlü bir idrak düzeyindeyse, uyuyanın uyku-sunda gördüğü şeyleri (uyanıkken) algılar. Şöyle ki: İnsanın hakikati, güçleriyle duyuruların mertebesinden ona bitişik hayal -ki yeri dimağın önüdür- mertebesine intikal eder. Sûretlerle görevli ruh, ayrık hayal mertebesinden -Allah Teâla’nın izniyle- Hakkın uyuyana ya da (duyularından) gaybet halinde olana veya kendinden geçene veya güçlü olana, sûretlerde bedenlenmiş manaları gösterir. Meleğin elindekl sûretlerde bulunan manaların bir kısmı Allah ile ilgiliyken bir kısmı Allah Teâlâ’nın kendisiyle nitelendiği isimlerle ilgilidir. Böylelikle kişi Hakkı bir sûrette idrak eder veya Kuran’ı veya bilgiyi veya şeriatına uyduğu peygamberi (bir sûrette) görür.

Bu esnada rüya gören insan adına üç mertebe veya onlardan biri gerçekleşir.

Birincisi, kişinin menzillerinden birisine ve ona ait niteliklere göre, idrak edilen sûretin görene dönmesidir. Bu, kendisine döndüğü haliyle, bir şeyi bulunduğu halde idrak etmektir.

İkincisi ise, görülen sûretin görenin kendiliğindeki haline dönmesidir.

Üçüncüsü ise, görülen sûretin meşru hakikate ve vaat edilen yasaya dönmesidir. Başka bir ifadeyle o, sûretin görüldüğü bölgede geçerli yasaya döner.

Söz konusu olan, bölgenin yönetimini elinde tutan ve yasayı uygulayan valilerden birinin bölgesidir. Zikrettiklerimizin dışında dördüncü bir mertebe yoktur. Birincisi -ki sûretin bizzat görülene dönmesidir-, tamdır ve iyidir, çirkinlik veya eksiklikle nitelenmemesi gerekir. Diğer ilk mertebede ise görülen sûret, güzellik, çirkinlik, eksildik ve kemal gibi hallerle ortaya çıkar. Böyle bir sûretten hitap gelirse, hitap, gerçekleştiği hale göre ve onu anlaması ölçüşünce değerlendirilir.

(Böyle bir rüyadan sonra) Duyu âlemine döndükten sonra tabire güvenilmez, fakat kişi tabiri biliyor veya bu konuda bilene sorarsa, durum farklıdır. Aynı zamanda onun hareketine bakılmalıdır. Kastettiğim, görenin gördüğü sûret karşısındaki saygı ve hürmet vb. davranışıdır. Onun hali, surete karşı kendisinden ortaya çıkan davranışla irtibatlıdır. Çünkü görülen, her bakımdan gerçek bir sûrettir. Bazen bu mertebeyi elinde tutan ruh görülebilir bazen görülmez.

Bu tarzın dışındaki rüyalar ise -üzücü rüyalar ise- şeytandan veya kişinin uyanıkken yaptığı iç konuşmalardan oluşur. Böyle rüyalara güvenilmez. Güvenilmese bile bu tarz bir rüya tabir edildiğinde, bir hükmü olur ve bu hükmün onun adına -kendisinden değil- tabirin gücü nedeniyle ortaya çıkması kaçınılmazdır.

Rüyayı yorumlayan kişi, kendisini anlatandan (alarak) hayalinde tasavvur etmeksizin tabir edemez. Tasavvur ettiğinde ise rüyada görülen bu sûret, iç konuşması veya şeytanın üzmesi şeklinde bulunduğu (rüyayı gören) kişinin algısından tabircinin hayaline geçirir. Tabirci için rüya, artık bir iç konuşması değildir ve zatında resmedilmiş gerçek bir sûret hakkında hüküm verir. Böylelikle rüyanın bir hükmü ortaya çıkar.

Bu hükmü söz konusu sûretin tabircinin nefsinde meydana gelmiş olması gerçekleştirmiştir. Yusufun hapishanedeki iki adamla yaşadığı hadisede bu durum zikredilir. Onlar, Yusuf’a anlattıkları rüyalarda yalan söylemişlerdi. Böylece onların rüyaları, bir iç konuşmasından ibaretti ve -rüya görmeksizin- onu tahayyül etmişlerdi. Konuyla ilgili en uzak durum budur. Çünkü rüya olsaydı, tabir kapsamına sokmuş olurdu. Adam hikayesini Yusuf’a anlattığında, Yusuf’un hayalinde anlatılandan bir sûret meydana gelmiş. Söz konusu sûret, Yusufun kendi kendine bir (iç) konuşması olmadığı için, sûret Yusuf adına ‘gerçek’ olmuştu. Sanki o adam için rüyayı gören Yusuf idi. O iki adam ise Yusuf için ‘rüya sûretlerini elinde tutan melek’ konumundaydı. Rüyalarını tabir ettiğinde adamlar Yusuf’a şöyle demişti: ‘Biz seni sınadık, rüya falan görmedik.’ Yusuf ise ‘Hakkında görüş sorduğunuz konuda hüküm verildi’(Yusuf, 41) demiş, hadise, tabir edildiği gibi dışta ortaya çıkmıştır.

Bir insan rüya gördüğünde, gördüğünün gerektirdiği duruma göre, rüyada iyilik veya kötülükten payı vardır. Ya da payı, o bölgedeki geçerli yasaya göredir. Görülen sûrete gelirsek, onda görenin payı yoktur. Allah Teâlâ o payı bir kuş sûretine çevirir. Gerçekte o, kuş şeklindeki melektir. Nitekim Allah amellerden, ruhanî, bedenli ve berzahî melek sûretleri yaratır. Allah onları kuş sûretinde yaratmıştır, çünkü şöyle denilir:‘(Talih) kuşu ona şöyle bir pay getirdi.’ Kuş, pay demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin tair’iniz (uğursuzluk, talih, kuş) sizinle beraberdir.’(Yasin, 19) Başka bir ifadeyle iyi veya kötü nasibiniz ve payınız, sizinle birliktedir. Allah rüyayı o kuşun ayağına bağlar ki o, kuşun kendisidir. Kuş yerden bir toprak almak isteyince, onu ayağıyla alır, çünkü onun eli yoktur, kanatları ise yerden bir şey almaya imkân vermez. Bu nedenle rüya, kuşun ayağına bağlanmıştır. Öyleyse kuşun ayağı bağlanılan yerdir ve kuşun kendisidir. Tabir edildiğinde ise, rüya anlatıldığı için, oradan düşer. Rüya düşünce, kuş da yok olur, çünkü o, rüyanın kendisidir. Dolayısıyla onun düşmesiyle, kuş da ortadan kalkar. Bu suret, duyu âleminde rüyanın kendisinde gözüktüğü hale göre tasavvur edilir. Böylelikle rüyanın sûreti, halin kendisine döner. Söz konusu hal, ya bir araz veya cevher veya vilayet nispeti veya başka bir nispettir ve o rüyanın sûreti ve (aynı zamanda) bu kuşun kendisidir. Bu hal ondan yaratılmıştır ve onun, yani sûretin cisim veya araz veya nispet olması birdir. Nitekim Adem bir topraktan yaratılmış iken biz kokuşmuş bir sudan yaratıldık. Rüya bir çocuğun var olacağını gösterdiğinde, çocuk rüyadan babasının sulbünde ‘su’ olarak yaratılmıştır. Su rahme yerleşmişse, bu rüya çocuğu suretlendirir. Öyleyse o çocuktur. Rüyadan önce rüya yok ise, çocuk diğer çocuklar gibi ille yaratılışına göre doğar, bunu bilmelisin! Bu garip bir sır ve doğru keşftir.

Rüyadan meydana gelen her çocuğun başkasından farklılığı görülür ve diğerlerine göre o ruhlara daha yakındır. Aklını bu konuya verirsen, meseleyi anlarsın! Rüyadan meydana gelen bir hal veya araz veya bir nispetten yaratılmış her şeyin rüyadan meydana gelmeyene karşı bir ayrıcalığı vardır. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin annesi Amine’nin rüyasında bu meseleyi incelersen, zikrettiğimiz konunun doğruluğunu görürsün. Peygamber annesinin rüyasının ta kendisiydi! O, annesinin gördüğü sûret ile babasının suyunda zuhur etmişti. Bu nedenle onun hakkındaki rüyalar artmış ve başkasına göre ayrıcalıklı olmuştur. Söylediğimiz meseleyi ancak bilgi sahipleri keşf sayesinde öğrenebilir. Bu, Allah Teâla’nın yaratıklarındaki sırlarındandır. Zikrettiğimiz meseleye aşina olmak istersen, doğa ilmine bakmalısın! Kadın hamileyken bir şeye arzu duyarsa, çocuk o şeye benzer doğar.

Cinsel ilişki esnasında kadın (birine) bakar veya meninin rahme düşmesi ve suyun inmesi esnasında (birini) tahayyül ederse, çocuk tahayyül ettiği kişinin huyunda doğar. Bu nedenle hakimler, büyük hakimlerden erdemli insanların resimlerinin mekanlara çizilmesini tavsiye etmiştir. Kadın ve erkek cinsel ilişki esnasında onları görür, görülen sûret hayale kazınır, görenin doğasını etkiler. Ardından, sûretin sahip olduğu güç, o sudan (meni) doğan çocukta ortaya çıkar. İşte bu, doğa ilmindeki garip sırlardandır.

Meryem’in Cebrail’i beşer sûretinde görmesi nedeniyle, Hz. İsa’nın ölüleri dirilten bir ruh ile beşeriliği kendinde nasıl topladığına bakınız! Çünkü ruh vasıtasıyla doğal cisimler hayat bulur. Bundan daha güçlüsii ise, Samiri’nin Cebrail’in ayak izinden aldığı bir tutam toprak ile yaptığıdır. Samiri, ruhun yerleştiği her yerde hayatın kendisine da eşlik ettiğini biliyordu. Bu nedenle aldığı tutamı, buzağıya bırakmış, buzağı ruhun ayale izinden alınmış tutamın etkisiyle böğürmüştü. Onu atın sûretine atsaydı, at kişner veya insanın sûretine atsaydı insan konuşurdu. Çünkü istidat hayat ile ortaya çıktığında, kendisini kabul edene göre tezahür eder. Burada mazharlarda zuhur edenin nasıl zuhur ettiği öğrenilir. Mazharlar, istidatlarıyla, kendilerinde zuhur edene kendisiyle zuhur edeceği taşınan ve taşıyan sûretleri verir. Bu nedenle Allah bu hikmeti izhar etmiştir ki, buradan işin kendiliğindeki durumu öğrenilsin!

Peygamber rüyaları müjde ve ‘mübeşşire’ (deri anlamındaki beşer’den türetilerek müjde) diye isimlendirdi. Bunun nedeni, onların insanın derisindeki etkileridir. Çünkü beşeri sûret, tahayyül ettiği veya duyduğu hüzünlü veya sevinçli bir kelime nedeniyle başkalaşır ve değişir. Bunun sonucunda ise, deride bir etki ortaya çıkar ki bu zorunludur. Çünkü bu, Allah Teâla’nın doğaya yerleştirdiği doğal bir hükümdür. Öyleyse ancak böyle olabilir.

 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 Kaynak:

Futuhât-ı Mekkiyye Yüz Onyedinci Kısım-188. Bölüm,  Türkçesi: c. 8, sh:321-329

 

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

ALLAH TEÂLÂ MELEKLER İLE CİNLERİ GİZLİLİK ÖZELLİĞİNDE ORTAK YAPMIŞTIR

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

İKİ YÜZ YETMİŞİNCİ BÖLÜMÜN İLAVESİ:

Allah Teâlâ melekler ile cinleri gizlilik özelliğinde ortak yapmıştır

Bu menzil ile iki yüz yetmişinci bölüm arasında özel bir bağ vardır ve bu nedenle onu o menzile kattık. Allah Teâlâ izin verirse, bu miktarı söyleyeceğiz.

Allah Teâlâ nur ve ateş kaynaklı ruhları yaratınca -ki melekleri ve cinleri kastediyorum-onları bir noktada ortak yapmıştır. Bu ortak özellik, insanlara görünmemektir. Bununla birlikte onlar bulundukları her yerde ve meclislerinde insanlarla birlikte bulunabilir. Fakat Allah Teâlâ insanlar ile onların arasında bir perde çekmiştir. Bu perde bize çekilmiş ve onlar bu perdeyle bize gizlenmişlerdir. Bize gözükmek istediklerinde, onları görebiliriz. Bu nedenle Allah Teâlâ ruhlardan iki grubu ‘cin’, yani bize ‘görünmeyeler’ diye isimlendirmiştir. Yani onları göremeyiz. Bazı kimseler meleklerin Allah Teâlâ’nın kızları olduklarını iddia etmiş, kendisiyle cinler arasında gizlenme ve görünmemede bir bağ kurmuşlardır ki, kastedilen meleklerdir. Bunun nedeni, cinler ile melekler hakkında daha önce söylediğimiz ortak özelliktir. Onlar kızları kendilerine nispeti hoş görmemişlerdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Beğenmedikleri şeyi Allah Teâlâ’ya ait sayarlar.’ Çünkü onlar kız evlattan hoşlanmıyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Onlardan birisine kız çocuğu olduğu bildirilince öfkesinden yüzü kararır’ der. Kastedilen verilen haberden duyduğu üzüntüyle bir insanın yüzünün kararmasıdır:

Çocuğu kendi halinde mi bırakmalı yoksa gömmeli midir?

Bu durum ‘çocuğa sorulunca hangi günahtan dolayı öldürüldün diye?’ ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ dişilerin meleklere nispet edilmesinde tepki göstermiştir: ‘Yoksa melekleri dişi mi yarattık, onlar da şahit miydiler?

Allah Teâlâ melekler ile şeytanlar arasında gizlenmede ve görünmemede ortak özellik yaratınca, hepsini ‘cin’ diye isimlendirmiştir. Şeytanlar hakkında ‘vesveseci ve hamasin şerrinden, o insanların gönüllerine vesvese verir, insan ve cin şeytanlar’ buyurur. ‘Cin’ derken şeytanlar kastedilir. Melekler hakkında ise ‘Onlarla cinler arasında bağ kurdular’ der. Kastedilen meleklerdir. ‘Kuşkusuz cinler orada bulunduklarını bildiler.’

Melekler Allah Teâlâ’nın insana gelen elçiler, onu koruyan, kendisiyle sorumlu ve fiilleri yazan kimselerdir. Şeytan ise Allah Teâlâ’nın emriyle insana musallat olur ve şeytanlar da Allah Teâlâ’nın bize elçileridir. Allah Teâlâ İblis’in cinlerden olduğunu, yani meleklerden olduğunu ve sonra ‘Rabbinin emrine fasık olduğunu’, yani emrinden çıktığını bildirmiştir. Yani insanlarla birlikte bulunsalar bile, melekler gibi insanlara görünmeyenlerin arasından çıkmıştır. Allah Teâlâ onları elçilikte ortak yapınca, İblis’i de meleklerle birlikte secde emrine katmıştır. ‘Meleklere secde edin dediğimizde secde ettiler, İblis etmedi.’ Böylece Allah Teâlâ secde emrinde İblis’i meleklere katmış, böylece istisna mümkün olmuş, onu mansup getirerek munkati istisna yapmış, böylece de kendisini yaratırken ayırt ettiği gibi meleklerden ayırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ adeta şöyle der: Allah Teâlâ’nın secde etmekle memur olanlardan uzaklaştırdığı kimse secde etmedi.

Ruhlara ‘cin’ adının verilmesi bize görünmeyişlerinden kaynaklanır. Bununla birlikte onlar, bizimle birliktedir fakat biz onları görmeyiz ve bu nedenle onlara böyle bir nitelik verildi. Meleklerden olan cinler, insanlarla beraber olup gece gündüz bizimle dolaşan ve adet gereği görmediğimiz kimselerdir.

Allah Teâlâ, insanlara kendi iradelerinin dışında onları göstermek isteyince, onları göstermek istediği kimsenin özünden perdeyi kaldırır ve o da cinleri görür; bazen de meleğe ve cine bize görünme emri verir, onlar da bizim için bedenlenir ve biz de kendilerini görürüz. Bazen gözümüzden perdeyi kaldırır, bazen suretler üzerinde bedenler olarak görürüz. Bazen beşeri surete girmeden kendi suretlerinde onları görürüz. Nitekim onlardan her birisin kendisini ve üzerinde bulunduğu sureti böyle görür. Meleklerin cisimlerinin aslı nur iken cinlerinki dumanlı ateştir. İnsan ise bize söylenenden meydana gelmiştir. Fakat insan yaratılış aslını yitirdiği gibi melek ve cin de yaratılış aslından başkalaşarak bulundukları surete dönüşmüşlerdir.

Cin ve meleklerin ortak özellikleriyle ve birbirlerinden ayrıştıkları özellikler belli olmuştur. Allah Teâlâ her birisini bize ifade ederken ya ortak özelliği veya her birisinin ayrıştığı özelliği zikretmiştir. Allah Teâlâ bunları dilediği şekilde bu konuda sahih düşüncesi olan kimseye açıklamıştır.

Allah Teâlâ cinleri bedbaht-Mutlu olarak yarattığı gibi insanları da böyle yaratmıştır. Melekleri ise Mutlu yaratmıştır, meleklerin bedbahtlıktan nasipleri yoktur. İnsanlardan ve cinlerden bedbaht olanları kâfir, mutluyu mümin diye isimlendirmiştir. Bunun yanı sıra onları şeytanlık özelliğinde ortak tutarak ‘insan ve cin şeytanları’ demiştir. Başka bir ayette ‘insanların gönüllerine vesvese veren cin ve insanlar’ demiştir. Nefs -kendisi özü gereği sınırlı olsa bile-sınırlanmayı istemediğini biliriz. O bir daralma ve sınırlama olmaksızın aklına geldiği gibi tasarrufta bulunmak ister. Nefse sınırlanmanın sevdirilmiş olduğunu ve kendisinde bulunurken ondan memnun kaldığını ve hoşlandığını, buna mukabil başka bir sınırlanmayı sevmediğini görebilirsin. Nefs böyle bir sınırlanmayla karşılaşırsa, ondan hoşlanmadan ve memnun kalmadan sınırlanır. Böyle bir sınırlanmanın nefse zatından olmaksızın dışarıdan ilka edilen bir sınırlama -hangi türde olursa olsun-olduğunu bilmen lazımdır. Sıradan insanların nefislerine özel bir sınırlamanın memnunluk verdiğini görünce, şunu bilmelisin: Böyle bir sınırlama, gereğini yapana ve sınırında durana bedbahtlık kazandıran bir sınırlamadır. Çünkü insanın gönlüne vesvese veren şeytan ona sürekli vesvese verir ve kendisini sevdirir. Şeytanın gayesi de insanı bedbaht yapmaktır. İnsan (şeytanın kendisine verdiği) sınırlamayı nahoş bulup onun gereğini terk etmede bir tevil aradığında, bu sınırlamanın insanı mutluluğa ulaştıran Hakkın bir sınırlaması olduğunu anlarsın. Keşif ehli ise bu konunun dışındadır: Allah Teâlâ onlara imanı güzel göstermiş, onu kalplerine süslemiş, küfrü, günahı ve taşkınlığı onlara çirkin göstermiştir. Bununla birlikte bu durumun kendilerine keşf edildiğini bilmezler. Biz onlardan bunu biliriz, onlar ise kendilerinden bu durumu fark edemez. Bu nedenle Yahudilerin ve Hıristiyanların büyük kısmı gibi Müslüman olmayan birisinin dini hakkında sebatkâr olduğunu ve onu ısrarla savunduğunu görürüsün. Onlar dinin tikel konularım yerine getirmede Müslümanlardan daha ısrarlı ve sebatkârdır. Bu durum üzerinde yürümekle bedbahtlığa gittiği bir yol üzerinde bulunduklarına delildir. Bu durum herkesin fark etmediği gizli tuzaklardandır ve Rabbinden gelen bir basirete sahip olanlar bu tuzaktan emin olabilir. Onlar ise azdır.

Mümin veya kâfir cinlerin içinde Hakkı bilmeyen veya O’na şirk koşan kimse bulunmaz. Bu nedenle onlar, kâfirlere katılmış, Allah Teâlâ onları müşriklere katmamıştır. Bununla birlikte insanları şirke sevk edenler onlardır. İnsan şirk koştuğunda ise şirk koşan insandan uzaklaşır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘İnsana kâfir ol diyen şeytan gibi.. ’ Bu, batıl ile Hakk ehli olanlarla mücadele etsin diye şeytanın dostuna ve arkadaşına verdiği ilhamdır. ‘Kâfir olunca, ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der. Böylece şeytan Allah Teâlâ’dan korkmakla nitelenmiştir, fakat kendisi hakkında değil, insan hakkında korkar. Öyleyse şeytanın korkusu kendisi adına değil, saptırdığı kimse hakkındadır. Nebiler de kıyamette kendileri adına değil ümmetleri adına korku duyar.

Şeytandan kendisi adına korkma duygusunun kalkmış olmasının nedeni, tevhit ehli olduğunu bilmesidir. Bu nedenle ‘İzzetine yemin olsun ki, hepsini saptıracağım’ demiştir. Binaenaleyh şeytan rabbini bildiği için, O’nun izzetine yemin etmiştir. Adeta Hakkın insanın kendine aktarılan her şeyi kabul etme özelliğinde yaratıldığım görür gibidir. Bunu dileyince, Allah Teâlâ da onun dileğine karşılık vermiş ve insanı kendisiyle saptıracağı şeyi ona emrederek ‘git’ demiştir. Yani benden istediğin işi yapmaya git! Sonra cezasını da zikretmiştir: Bu ceza ona uyanların cezasıdır. Şeytanın cezası kendinden yaratıldığı aslına dönmekken onu takip eden insanın cezası da öyledir. Fakat insanın cezası İblis’in cezasına baskın gelmiştir. Çünkü Allah Teâlâ o ikisinin cezasını da cehennem yapmıştır ve İblis orada azap görür. Çünkü cehennem bütünüyle soğuktur ve onda ateş bulunmaz. Öyleyse cehennem kendisine uyan insandan daha çok şeytan için bir azaptır.

Durum böyledir, çünkü İblis başkasını bedbaht yapmak istemiş, onu saptırma vebali -maksadı nedeniyle-kendisine dönmüştür. Bu, Hakkın bize dönük bir uyarısıdır: Herhangi bir kimsenin bedbahtlığına yol açacak bir şeyin gerçekleşmesini istememiz gerekir. Çünkü öyle bir şeyi ilahi bir niteliktir, bu nedenle Allah Teâlâ hidayet yolunu dalalet yolu karşısında açıklamıştır. Doğru kul, Rabbinin yolunda bulunandır. Bununla birlikte şeytan rabbinin emrindedir. ‘Git’, ‘saptır’, ‘onlara ortak ol’, ‘onlara vaatte bulun’ gibi bütün bu ifadeler ilahi emirlerdir. Fakat bunlar Allah Teâlâ’dan kendiliğinden gelmiş olsaydı, İblis bedbaht olmazdı.

Fakat bu emirler şeytanın dileğinin karşılığıdır. Çünkü şeytan ‘Senin izzetine yemin olsun ki, hepsini saptırırım’ ve ‘Onların zûrriyetini kendime bağlayacağım’ der. Bu nedenle İblis bedbaht olmuştur. Nitekim yükümlü insan da Allah Teâlâ’dan talep ettiği yükümlülük nedeniyle yorulur. Çünkü şeriatın bir kısmı kendiliğinden inmişken bir kısmı isteğe bağlı inmiştir. Rahmet kuşatıcı olmasaydı, iş genelde ortaya çıktığı gibi ortaya çıkardı.

Bu bölümü yazarken hafif bir uyku tuttu. Sadık bir rüyada bana şu ayetin okunduğunu gördüm:

‘Sizin için dinde Nuh’a ve sana vasiyet ettiğimiz şeyi şeriat yaptı. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya daha vasiyet etmiştik ki dini doğruca uygulayın, ayrılığa düşmeyin. Müşriklere çağrıldıkları şey ağır geldi.’ Kastedilen birliktir. O hükümleri itibarıyla çoktur, çünkü Güzel İsimler O’na aittir. Her isim makul bir hakikat üzerindeki alamettir ve her hakikat ötekinden farklıdır. Âlemin yokluktan varlığa çıkışında pek çok yönü vardır ve o yönler isimleri, yani isimlendirileni talep eder. Bununla birlikte hakikat birdir. Nitekim âlem ‘âlem’ oluşu bakımından bir iken hüküm ve şahısları itibarıyla çoktur. Sonra bana ‘Allah Teâlâ dilediğini kendine çeker ve yönelenlere hidayet verir’ ayeti okundu. Burada bedbaht için bir nitelik veya hal zikredilmeden iş seçim ve hidayet arasında belirsiz bırakıldı. Sonra bana seçilme ve hidayet bilgisinden, peygamberlerin getirdiği bilgi verildi: Seçilme ve hidayetin her ikisi de O’na döner. Allah Teâlâ kimi kendine seçmişse, onu nefsine bırakmaz. Allah Teâlâ hidayet ettiği kimseye kendisine ulaştıran yolu açıklayarak onu Mutlu yapar ve o kimse kendi görüşünü bırakır: ‘Ya şükreder veya kâfir olur, yolu gösterdik ona.’

Allah Teâlâ bu genel ayette bedbahtlığın adını veya varlığını zikretmeden seçilme ve hidayeti zikredip -ki burada hidayet beyan demektir-her iki sini de kendine ait kılınca, buradan hükmün her şeyi kuşatan rahmete varacağını anladık. Müşrik hakkında ise davet edildiği kimsenin kendisine ağır geldiği söylenmiştir. Çünkü müşrik tek bir yöne çağrılmıştır, hâlbuki o, Allah Teâlâ’nın kendisine delil yaptığı varlığından çokluğu görmektedir. Şâri ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’ diyerek insanın varlığını kendine delil yapmıştır. İnsan nefsini ‘çokta bir veya birde çok’ olarak görür. Dolayısıyla Rabbini de kendini bildiği şekilde bilir. Bu nedenle Haklcın diğer yönlerden farklı olarak birliğe çağırması, müşrike ağır gelir, çünkü müşrik bu hitapla Allah Teâlâ’nın neyi kastettiğini bilemez. Allah Teâlâ müşrikin durumun görünce ona yumuşak davranmış, işin seçilme ve hidayet arasında kendisine döneceğini bildirmiştir. Burada Allah Teâlâ seçilme ve hidayet derken ortaklığa (işaret etmiş), ‘O’na (ileyhi)’ ifadesinde ise iki durumda birliğe dikkat çekmiştir. Bu, müşrike karşı yumuşaklık ve onu tevhide ısındırma amacı taşır. Bu sayede müşrik, Allah Teâlâ’nın kendilerine karşı haddi aşanlar için er-Rauf olduğunu öğrenir. İblis Allah Teâlâ’nın ihsanının âleme yayıldığını öğrenince, (ibadetlere bağlı olan) zorunluluk yoluyla ortaya çıkan rahmete değil, O’nun ihsan rahmetine tamah etmiş, O’na sınırlı olarak değil, kayıtsız anlamda ibadet etmiştir. Binaenaleyh hangi yönde tasarruf ederse etsin, (emrinden çıksa bile) Hakkın dışına çıkmaz. Bununla birlikte ayette adı geçenlere tavsiye edilen şeriatın hükümleri birbirinden farklıdır ve onların bir kısmının hükümlerini nesheder. Yine de bütün peygamberlere şeriatı uygulamak ve kendisinde farklılık var diye görüş ayrılığına düşmemek emredilmiştir. Öyleyse şeriat çokluk vasıtasıyla tek hakikate veya birlikle hakikatlere davet etmektedir. Manayı değiştirmedikten sonra, bunlardan hangisini istersen onu diyebilirsin!

Hepsi varlığın hükmünde

Sanki müşahededeki gibi

Rahmeti kuşatsın varlıkları diye

İnkâr alametlerini açıklar

Rahman olur bedbahtı

Ve mutluyu davet edene

Biri cehennemde

Öteki Huld cennetlerine

Allah Teâlâ zatıyla yüce

Sınırlardan ve sınırlanmaktan

Bu bölüm geniştir: Bu bağlamda sadece Şâri’ye özgü emirler bu menzilden öğrenilir ki Şâri peygamberdir. İlahi isimlerden kendisiyle sakınılacak şeyler, bu menzilden öğrenilir. Malikü’l-mülk (mülkün sahibi) ve İlah ismi ile ehadiyetin neyi gösterdiği bu menzilden öğrenilir.

Allah Teâlâ ‘Bir ilahtan başka ilah yoktur’ der. Bu isim zamire de tamlama yapılır. Buna misal olarak ‘Sizin ilahınız (ilahüküm)’ ayetini verebiliriz. Bazen de isme izafe edilir: ‘Musa’nın ilahı’, ‘İnsanların ilahı’ vb. ifadeler gibi. Hüküm birdir ve tamlama ve niteliğin değişmesiyle değişir mi?

Rablık ilmi ve onun ancak bir sınırlama olmaksızın Allah Teâlâ katından geldiği bu menzilden öğrenilir. İlham ve geldiği yönden kendisine verilen isimlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir.

Yirmibeşinci Sifr,  c.XIII,  Sh: 171-177

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

ALLAH TEÂLÂ VE KUL ARASINDAKİ İLİŞKİ TERAZİSİNİ DENGEDE TUTMAK

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Allah Teâlâ şükredenleri de sever. O, kendisini  “şükredenleri sever” (Âl-i İmrân, 144) olmakla nitelemiştir. Şükür,  Allah Teâlâ’nın nimetidir, çünkü O, şükreden ve bilendir. Öyleyse Allah Teâlâ (şükredeni severken)  kulda kendi niteliğini ve özelliğini sever.

Şükür, bir nimete karşı olabilir, yoksa hakikatleri bilmeyen bazı insanların iddia ettiği gibi,  belaya şükür olmaz. (Onlara göre) Allah Teâlâ nimetini intikamında intikamını ise nimetinde gizlemiştir. Bu durum,  hakikatleri, yani işlerin hakikatlerini bilmeyenlerin işi karıştırmasına yol açmış, belaya karşı sabredebileceğini  zannetmişlerdir ki, bu, yanlıştır.

 Örnek olarak nahoş ilacı içen insanı verebiliriz. Bu da bir bela sayılır, fakat kendisini helak eden bir şeye karşı beladır  ki  o da, kendisinden dolayı ilacı kullandığı hastalıktır. Öyleyse elem, bu ilacın düşmanıdır ve onu talep eder. Fakat bela, elemi duyan bu yerdedir. Onu varlıktan kaldırmak isteyen karşı koyan ise ona karşı çıkar ki bu ise ilaçtır. Hastalığın bulunduğu yer, ilaçtan bir hoşnutsuzluk duyar. Bilir ki, bu nahoş şeyi kullanmakta bir nimet vardır, çünkü o acıyı kaldıracaktır. Bunun üzerine içerdiği nimet nedeniyle Allah Teâlâ’ya şükreder ve onu kullanmaktan duyduğu rahatsızlığa karşı  sabreder. Çünkü ilacın acıyı yok etmek üzere geldiğini bilir. Öyleyse ilacın gayesi, hastalığın bulunduğu kişiyi rahatlatmaktır.

Bu konuyu düşün! Bundan dolayı insan şükreden olur. İlacın nahoş olmasına rağmen içerdiği gizli nimet nedeniyle insan şükrettiğinde, başka bir nimet daha ona ulaşır. Bu da iyileşmek ve hastalığın ortadan kalkmasıdır.  Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: 

“ Şükrederseniz,  sizin için artıracağız.”(İbrahim, 7)  İlaç afiyeti artırdığı gibi aynı şey Hakka yapılan eziyet için geçerlidir. Biz eziyet vereni ortadan kaldırmak üzere çalışırız, bunun için ona eziyet ederiz veya Hakka verdiği eziyetten vaz geçmesi için mücadele ederiz. Savaşarak veya benzeri bir fiille (Hakka) eziyet veren insana eziyet edersek, bu davranış,  Hakk için hastanın nahoş ilacı içmesine benzer.  Hâlbuki onu kendisine acı veren hastalığı gidereceği için bir nimet sayar. Böyle dememizin nedeni, her şeyin Allah Teâlâ’nın fiil, takdir ve kazasıyla gerçekleşmesidir. 

Allah Teâlâ, peygamberi Davud’dan kendisi için bir ev yapmasını istemiş  -ki kastedilen Beyt-i Makdis’tir-, Davud aleyhisselâm binayı her yaptığında bina yıkılmış ve bu birkaç kez tekrarlanmış. Bunun üzerine Rabbi kendisine vahiy göndererek,  evinin onun eliyle yapılamayacağını bildirmiş ve (gerekçe olarak  da) ‘Çünkü sen kan akıttın’ demiş.

Davud aleyhisselâm:

‘Allah’ım! O kanlar senin için akıtılmadı mı?’ deyince,  Allah Teâlâ;

‘Haklısın, benim uğruma akıtıldı, fakat onlar  benim kullarım değil miydi? Bu ev kan akıtmakla kirlenmemiş temiz bir elle yapılacaktır’ demiş. Davud aleyhisselâm 

‘Allah’ım o benim (soyumdan) olsun’ diye dua edince,  Allah Teâlâ, evinin oğlu Süleyman aleyhisselâmın eliyle yapılacağını bildirmiş, Hz. Süleyman, Beyt-i Makdis’i inşa etmiştir.

Düşünürsen, bu durumdan gerçeğin ne hal üzere olduğu öğrenilir.

İlahi iş, her zaman ‘odur-o değildir’ esasında olduğunu anlarsın.  Bunu bilmezsen, onu anlamamış olursun! 

………

Allah Teâlâ, ihsan edenleri de sever. Bu durum  “Allah  ihsan edenleri sever” (Âl-i İmrân, 134)  ayetinde dile getirilirken, yine Allah Teâlâ, kendi yolunda özel bir nitelikle savaşanları sever.  Allah Teâlâ  şöyle buyurur: “Allah  kendi yolunda savaşanları sever. Sanki onlar birbirini tutan bir binaya benzer.”(Saf, 4)

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler, doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ON ALTINCI SİFR- YÜZ ON DÖRDÜNCÜ KISMI Allah'ın Peygamberine Uyma Emri]- hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

ALLAH TEÂLÂ,  GİZLİ DEĞİL Kİ

İnsanlar, ne'yi ve neden arıyorlar?

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

ALTINCI VASIL

Cömertlik Hâzinelerinden: Allah Teâlâ’ya Gayb Halinde İbadet Şehadet Üzere İbadet Etmektir

Cömertlik hâzinelerinden biri altıncı menzille ilgili bu hazinedir.

Hakkı gizleyip de ifşa etmeyen

Kâfirdir o şahıs

Kimseye gizli değildir

O Akla veya baş güzüne aşikâr

Ezeli Allah Teâlâ münezzeh      

Zuhur eden suretlerde zahir

Çünkü sürekli yaratır onları

 Zuhur eden veya etmiş her şeyde

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, Allah Teâlâ’ya görmeden ibadet görür gibi ibadet etmektir. Çünkü insan ve ibadet eden herkes, mabuduna bir müşahedeye göre ibadet etmelidir. Bu müşahede ya akılla veya görmeyle veya kalp görmesiyle gerçekleşmelidir. Kul kalp gözüyle Allah Teâlâ’yı müşahede eder ve ibadet eder; aksi halde ibadeti sahih değildir. Böyle bir durumda kul görünmeyene (gayb halinde olana) değil, görülene ibadet etmiştir. Allah Teâlâ göze görünen suretlerdeki tecellisinde kendisini kula bildirir ve kul göz görmesiyle O’nu temyiz etmesi, kalp gözüyle, yani basiret gözüyle O’nu görmesinden sonra olabilir. Basiret gözüyle baş gözünü birleştiren kimsenin ibadeti, zahirde ve batında kemale erer. O’nun suretlere hulul ettiğini söyleyen ise, iki durumu birden bilmeyendir. İşin doğrusu ise Hakkın suretlerin kendisi olmasıdır.

Çünkü bir mekân Allah Teâlâ’yı sığdıramayacağı gibi bir suret de kendisini gizlemez.

Allah Teâlâ’yı sadece cahilin bilgisizliği görünmez hale getirebilir.

Bu cahil Allah Teâlâ’yı görür, fakat matlubunun O olduğunu bilemez.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada Peygamber Allah Teâlâ’yı akılda canlandırmayı ifade etmiştir. Kişi bilir ki ancak ‘huzur’u, yani bir yerde bulunmayı kabul eden kimseyi zihninde canlandırabilir. Öyleyse kulun rabbini ibadet halinde aklına getirmesi, ibadet ettiği Mabudun onun için hazır olması demektir. Bununla birlikte kul O’nu tanımda ve takdirde bilebilir. Hakkı bundan münezzeh olarak bilirse, Onu sınırlamaz. Sanki görür gibi O’nu aklına getirse bile, kendisini takdir edemez. Kul O’nu tanımlayamaz ve kendini bilen O’nu takdir edemez. Çünkü kul O’nu bütün suretler olarak görür. Onu bir suretle tanımlamaya kalkarsa başka bir suret karşısına çıkar ve tanım geçersiz olur. Dolayısıyla var olan ve olmayan bütün suretleri ihata edemeyeceği gibi kul Hakkı sığdıramaz. Dolayısıyla bilgi bakımından Allah Teâlâ’yı ihata edemez. Nitekim Allah Teâlâ ‘O’nu bilgi bakımından ihata edemezler’ der.

Allah Teâlâ yine de insana şah damarından yakın olmakla nitelenmiştir.

Öyleyse Hakk kula kulun kendinden daha yakındır.

Burada fiili ‘min’ '-den’ edatıyla getirmiştir ki daha yakın demektir.

Eşyanın en yakını zahirin batına yakınlığıdır. Zahirden batına zahirin kendinden daha yakın bir şey yoktur. Batından da zahire batının kendisinden daha yakını yoktur. Allah Teâlâ insana şahdamarından daha yakındır. Demek ki insan şahdamarı sahibi olmakla nitelenendir. Bura-dan Allah Teâlâ’nın bütün suretlerin aynı olduğunu öğrendik. Biz varlıktaki bütün suretleri ihata edemeyeceğimize göre Allah Teâlâ’yı bilgice de ihata edemeyiz.

Şöyle diyebilirsin: Sen de bir suretsin! Şöyle deriz: İşte biz de böyle diyoruz. Şu var ki suretler matlubun aynı olsa bile matlubun hükümleridir. Dolayısıyla onlara nispet edilen bilgi ve bilgisizlik ve niteliklerin bir önemi yoktur. Ben O’nu nasıl niteleyeceğimi ve tavsif edeceğimi bilirim. İşin başında ve sonunda emir Allah Teâlâ’ya aittir.

Hakk, Hakk’tır sen olmasan bile

Sen olduğunda da Hakk Hakk’tır, bir fark yok.

O halde zahirin bir hükmü vardır ki, o hüküm ibadette batın olduğunu söylediğim yönden batın için yoktur. Batın için de bir hüküm vardır ki o hüküm zahire ait değildir. Her hükmün belli bir makamı vardır ve her makamın bir hükmü vardır. Bir şey ancak O’nunla bilinir ve O’nun nedeniyle ibadet edilir. Bu nedenle Hakk zikrettiğimiz hususta bilgisi olmayanların dikkatini ariflerin mertebesine çekerek şöyle demiştir: Hakk kulunun duyması ve görmesidir. Gördüğün bir şeyi Hakk ile görürsün, duyduğunu Hakk ile duyarsın. Hakk senin duyman ve görmendir. Sen ona ancak kendisiyle ibadet edersin. Hakkın ismi ve şanı yücedir. Bildirmesinin ötesinde bir bildirme olamaz. Hüküm verdiği hususlarda bir hüküm olamaz.

Habere göre, her şey O’nun aynı

Görmede ise O’ndan başkası yok

Zatı hakkında düşünenler nerede

Onda büyük tehlikeye düşmüşler

İş birbirine girdi

Onlarda düşünmenin bir bilgisi yok

‘O’ denilirse, yok denilir onlara

Çünkü fikirle aradığınızdır O

Ya da O nedir diye sorulur ve cevap verilir:   .

O suretlerde gördüğünüzdür

VAKIA

Tertemiz bir süt pınarı gördüm. Daha önce onun kadar beyaz ve güzel bir süt görmemiştim. Oraya girdim. Göğsüme kadar yükseldi, fışkırıyordu. Şaşırdım. İlahi-garip bir ses duydum. Şöyle diyordu:

‘Allah Teâlâ’ya yaklaşmak ve itaat emek üzere O’nun emriyle O’ndan başkasına secde eden kurtulmuş ve mutlu olmuştur. [Meleklerin Âdem aleyhisselâm’a secdesi]

O’nun emri olmadan kendisine yaklaşmak üzere başkasına secde eden ise bedbahttır.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Mescitler Allah Teâlâ’ya aittir. Allah Teâlâ ile ‘beraber’ başkalarına dua etmeyin.’

Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarıyla beraberken yaratıklar Allah Teâlâ ile birlikte değillerdir.

Çünkü Allah Teâlâ onları bilir ve hangi mekân, zaman ve halde olurlarsa olsunlar yaratıklarıyla beraberdir.

Yaratıklar ise O’nunla birlikte değillerdir. Allah Teâlâ böyle bir şeyden münezzehtir. Çünkü yaratıklar O’nu bilemezler ki, O’nunla olsunlar!

Yaratıklarla beraber Allah Teâlâ’ya dua eden Allah Teâlâ ile beraber yaratıklara dua eden gibi değildir. Allah Teâlâ ile beraber kimseye dua etmemelisin.

O’ndan başkasına secde etmek, Allah Teâlâ’nın yaratıklarla beraber olmasıyla mümkündür.

Onlar her nerede olurlarsa Allah Teâlâ onlarla beraberdir.

Biz Allah Teâlâ’yı yaratıklar vasıtasıyla bilir ve buluruz. O halde gerçekte secde, yaratıklarıyla beraber olmakla nitelenen Allah Teâlâ’ya aittir. Bu nedenle ‘Allah Teâlâ namaz kılanın kıblesinde bulunur hadisinde belirtildiği üzere namazda kıble farz kılınmıştır.

Kıble Allah Teâlâ değildir, fakat Allah Teâlâ oradadır. Allah Teâlâ bize kıbleye doğru secde etmemizi emretmiştir, çünkü O oradadır ve onunla beraberdir.

Baş gözüyle yaratıkları gören kimse, basiretiyle, yani kalp gözüyle Hakkı mutlak ve sınırsız olarak görür. Bunu görünce, secdeyi sadece kendisine emredilince yapar. Duyuda Allah Teâlâ’dan başkası adına gerçekleşmiş olsa bile (kıbleye doğru secde vb.) gerçekte Allah Teâlâ’yadır, çünkü secde Allah Teâlâ’ya olabilir. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Öyleyse bütün cihetlerin Hakk ile ilişkisi veya Hakkın onlarla ilişkisi birdir. Hâlbuki her kim ensesi üzerine düşerse, Allah Teâlâ’ya secde etmemiştir. Bununla birlikte Allah Teâlâ önünde olduğu gibi ardında da bulunur. Fakat Allah Teâlâ onun yüzünü dikkate almış, yüzünden başka bir yönünü dikkate almamıştır. O halde Allah Teâlâ’dan başkasına secde, O’nun emriyle olabilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Âdem’e secde edin’ Burada secde Allah Teâlâ’dan başkasına yapılırken ibadet O’ndan başkası için olamaz, çünkü bundan daha büyük şirk yoktur. Müşrik şöyle der: ‘Biz onlara ancak bizi Allah Teâlâ’ya yaklaştırsınlar diye ibadet etmekteyiz.’  

Müşrikler onların varlıklarına ibadet etmemişler ve sadece onlara ibadet ettikleri için cezalandırılacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ yaratıklarına bir yaratılmışa ibadeti emretmediği gibi böyle bir şey doğru da olamaz. Hâlbuki bize bir yaratılmışa secdeyi emredebilir. O halde bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emrinden veya emir olmadan ibadet eden kimse bedbaht iken -ibadet etmeden-sadece secde eden kimse Allah Teâlâ’nın emriyle secde etmişse, bu secde bir itaattir ve onu yapan mutludur. Kendisine ibadet etmeksizin bir yaratılmışa Allah Teâlâ’nın emri olmadan secde etmek, insanın kendiliğinden ürettiği bir ruhbanlıktır ve Allah Teâlâ’nın rızasını gözetmenin dışında onu yaparsa, ruhbanlığa hakkıyla riayet etmemiş demektir. O kişi bu ibadetiyle Allah Teâlâ’ya yakınlığı amaçlamıştır ve bu hal de Allah Teâlâ’dan yoksun kalamaz.

Allah Teâlâ her kulun zannında bulunur, kulunu hüsrana uğratmaz.

Bu nedenle herkes Allah Teâlâ’ya karşı iyi zanda bulunmalıdır. Bu nedenle müşrikler, Allah Teâlâ’dan bir emir gelmeden, ilahi bir ismi mahallinin ve mevzuunun dışına taşıdıkları için cezalandırılmalıdır. Mahallin bir kısmı, hakkında secde emri gelmiş olsa bile, kendisine ibadet edilemez. İlahlık ismi ortak kılınan şeye verilmemiş olsaydı, ona ibadet edilmezdi. İnsanların nefisleri esas itibarıyla yaratıklara ibadetten nefret eder, özellikle benzerlerine! Bu nedenle Allah Teâlâ’ya ortak koştukları şeylere ilahi isimler vermişler, bu sayede O’ndan ayrı olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Başka bir ifadeyle bir yaratılmış olarak onlara ibadet etmemişlerdir. Müşrik ilahi bir ismi sadece Müteâl ve Kebir Allah Teâlâ’yı tenzih amacıyla bir yaratılmışa verip şirk koşar. Çünkü müşrikin ibadetinde zahirî hareketlerle sınırlamayı talep etmesi gerekir ve hayali de olsa bir tasavvur sahibi olmalıdır, çünkü onun hayali vardır. Akli delille bilen insan ise Hakkı sınırlılıktan tenzih etmesi ve benzerliği reddetmesi gerekir. İşte bu nedenle ismi Allah Teâlâ’ya koştukları ortağa vermişlerdir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail’e Allah Teâlâ’nın kullarına öğretmek bağlamında şöyle der: ‘Sanki O’nu görür gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et.’ Burada hayalde görülecek şekilde Allah Teâlâ’yı tasavvuru emreder. Allah Teâlâ kullara tenzihi yasaklamadığı gibi tahayyülü de yasaklamamıştır. Onlara sadece tahayyülün duyulur olmasını yasaklamıştır. Bununla birlikte hayalin hakikatinin beden veya sureti olmayan şeyleri surete sokmak olduğunu bilir, çünkü hayal böyle idrak edebilir. Hayal makul, yani akledilir olan ile mahsus, yani duyulur olan arasında sınırlı bir duyudur. Hakk bütün bunları her şeyi kuşatan rahmeti nedeniyle ortaya koymuştur.

Öyle ki Allah Teâlâ cezalandırılana rahmet ettiğinde, yaratıkları bu ilahi rahmetin dünya hayatında ve yükümlülük diyarında bildirilmiş rahmet olduğunu anlarlar ve bilenler de kendisini inkâr etmezler.

Allah Teâlâ âlemi kötülükten ibaret olan yokluktan kendisi için irade ettiği iyiliğe çıkartmıştır ki iyilik ve hayır varlıktır.

Öyleyse âlem asıl itibarıyla mutluluğa çıkarak var olmuştur ve hüküm itibarıyla işi rahmette sonlanır. Çünkü kendisinde ortak koştuğu yer, bir karışım yeridir; orası kuşku yeri olan dünyadır. Onun bir yönü mevcut oluşu bakımından Hakka bakarken bir yönü kendisinde yok oluşu bakımından ötekine intikal etmesi yönüyle de yokluğa bakar. Kuşku helallik ve haramlığın eşit ölçüde nispet edilebildiği şeydir. Allah Teâlâ’nın âlemi bu nitelikte yaratmasının nedeni, kendilerine genel rahmetiyle merhamet etmeyi irade ettiğinde, kulların mazeretlerini ortaya koyma amacı taşır.

Allah Teâlâ kullarına karşı son derece latiftir.

Yaratan yarattığı işe özen gösterir.

O halde bilgili insan inançlı müşrikin Allah Teâlâ’nın kulu olduğunu inkâr etmez.

Çünkü o müşrikin ‘Bizi Allah Teâlâ’ya daha çok yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ettik’  dediğini bilir. Müşrik Allah Teâlâ’yı inkâr etmemiş, O’nu kabul ettiği gibi yakınlık vesilesi edindiği putlara karşı üstünlüğünü de kabul etmiştir. Cezalandırılanın hangi sebeple cezalandırılacağını ve ahiret hayatındaki cezalandırmanın dünya hayatındaki cezalar gibi olduğunu bilirse, bu durum Allah Teâlâ’nın varlığına imana etki etmeyeceği gibi büyüklüğün O’na ait olduğuna inanmaya da tesir etmez. Allah Teâlâ herkesin nezdinde bütün şeylerden büyüktür. Allah Teâlâ rahmetinin bir gereğiyle şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelten...’  Başka bir ayette Allah Teâlâ’nın yasaklarını der. Şiarlar alametler demektir. Menasik ise Allah Teâlâ’ya yaklaşma vesileleridir. Bütün bunlar ‘kalplerin takvasından kaynaklanır.’ Bu da büyüklük ve azametteki ortaklıktan kaynaklanır ve bize emredilen bir husustur. Müşrik ortak koştuğu şeyi Allah Teâlâ’nın büyüklüğü nedeniyle yüceltmiştir, çünkü büyüklük ve azametin yaratıklara da yayıldığını ve herkesin yaratılışta onu bulduğunu bilir.

Bununla birlikte müşrik kalbinden sadece Allah Teâlâ’nın büyük olduğunu bilir.

Bu konudaki cezalandırma Allah Teâlâ’nın bir izni olmadan belirli şahıslar hakkındaki davranışından kaynaklanır.

Başka bir ifadeyle müşrik bu adı o şahıslara taşıdığı için cezalandırılır.

Yirmibeşinci Sifir, c.XIII, Sh:194-200

Bilmediklerinden mi..

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

FutALLAH TEÂLÂ’NIN GENİŞ RAHMETİNE GÜVENMENİN TEHLİKELİ YÖNLERİ

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Allah Teâlâ’nın kulları ikiye ayrılır:

Bir kısmı şeytanın üzerinde otoritesinin bulunmadığı kullardır. Böyle kullar ‘ihtisas’ kullarıdır. Onlar sadece Allah Teâlâ vasıtasıyla konuşan ve Allah Teâlâ’yı duyan kimselerdir. Buna göre kesin delil, ona değil, Allah Teâlâ’ya aittir. ‘De ki kesin delil Allah’a aittir.’ (En’am, 149) Kulların bir kısmı, Allah Teâlâ’dan aktarır ve O’ndan duyar. Bu kullar kesin delil sahipleridir, çünkü Allah Teâlâ ‘O arzusundan konuşmaz, onun konuştukları vahiydir’(Necm, 3-4) buyurur. Allah Teâlâ isteyen ve icabet edendir. Kulların geneli ise Allah Teâlâ’nın peygamberine haklarında şöyle dediği kimselerdir:

‘Kullarım sana beni sorduklarında, Ben onlara yakınını, dua edenin duasına karşılık veririm.’(Bakara, 186) Burada Allah Teâlâ herhangi birini ayırmadan bütün kulları kendisine izafe etmiştir. Başka bir ayette ise ‘Ey kendilerine zulmeden kullarım!’ (Zümer, 53) der. Burada da aşırı gitmede kayıtsız olmalarına rağmen Allah onları kendisine izafe etmiş, onlara rahmetinden umut kesmeyi yasaklamıştır. Bu ve benzeri ifadeler, İblis’in de Allah’ın ihsanından kaynaklanan rahmetine tamah etmesine yol açmıştır. O’nun rahmetinden umut kesmiş olsaydı, günahlarına günah katılacaktı. Allah onun aşırılığı hakkında bizi yoksullukla korkutmasını zikreder. İblis bize taşkınlığı emrederken Allah onun bizi korkuttuğu fakirliğe karşı ihsanını lütfeder. Şeytan böyle yapmakla memurdur, çünkü Allah ona ‘Onlara vaatte bulun,(İsrâ, 64) diye emretmiştir. İblis, kendisinden aktarmış olduğu üzere, bu emrinde Allah’ı tasdik ederken kuşkuyla O’nun emrine bağlanır. Bu emir ‘Onlara vaatte bulun, (İsrâ, 64) ayetinde belirtilir. Allah Teâlâ ise taşkınlığın karşısına mağfiretini yerleştirmiştir. Taşkınlığı emretmek bir taşkınlıktır. İblis, Hakk’ın mağfiret vaadinin altına girmiş ve bu da onun tamahını artırmıştır. Bununla birlikte onun yeri cehennemdir, çünkü İblis cehennem ehlindendir. Ateş ehlinden olup da kendisine uyanların günahları onun üzerine yüklünse bile, İblis ancak belli bir süre sonra sona erecek şeyleri yüklenmiş olur. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın ihsanı kesilmez, çünkü o ihsan, uygun karşılığın dışındadır. Allah Teâlâ’nın rahmeti herhangi bir mahalle özgü olmadığı kadar herhangi bir yere özgü de değildir. O her şeyi kuşatmıştır. Öyleyse rahmet diyarı, varlık diyarı demektir.

Zikredilen bu kulları Allah Teâlâ kendisine izafeyle zikretmiştir ve O’na izafe edilmek şereftir. Böylece Allah Teâlâ, rahmetinden umut kesmeyi yasaklamış olduğu ‘haddi aşan kullar’ ile şeytanın otoritesinin nüfuz etmediği kulları kendisine izafede birleştirmiştir. Allah söz konusu kullarını -herhangi bir vakit belirlemeksizin- bütün günahları bağışlamakla müjdelemiştir. Bu nedenle bazı kullar için mağfiret öne geçerken bazı kullar için sonra gelir.

Sadece kul var ve O kolun Rabbi

Sadece rahim ve rahim (merhamet edilen) var

‘Rahim’ merhamet edilen demektir. Bu ifade katil, cerîh ve tarîd gibi ism-i meful kalıbındadır. ‘Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur.'(Yunus,64) Bunlar âlemin cevherleridir. Değiştirme onlardan değil, Allah’tan kaynaklanır. ‘Bir ayeti neshetsek veya unuttursak, daha hayırlısını veya benzerini getiririz.,(Bakara, ,156) Bir okumada ise biz onu unutursak şeklinde gelmiştir. ‘Onlar günahlarını Allah’ın iyiliğe çevirdiği kimselerdir.,(Furkan, 70), ‘Kim Allah’ın nimetini değiştirirse...,(Bakara, 211) Kastedilen nimet, daha önce Allah Teâlâ'nın müjdelemiş olduğu mağfiretin herkesi kapsamasıdır. ‘Kendisine geldikten sonra...‘Den sonra’ şart olsa bile, içinde istifham kokusu vardır. Cevapta şöyle der: ‘Allah cezası şiddetli olandır.’ (Bakara, 211)  Hâlbuki Allah nimetini değiştireni cezalandıracaktır dememiştir. Allah gerçekte Şedidü’l-ikab’dır, yani cezalandırırken şiddetle cezalandırır. Öyleyse ‘Allah'ın nimetini kendisine geldikten sonra değiştiren’(Bakara, 211)  ayetini takdir edecek yoktur.

Nimeti değiştiren kişi, vaktin ihtiyacına göre daha hayırlı bir şeyle Allah Teâlâ’nın nimetini değiştirir, çünkü hüküm vakte aittir. Veya benzeri bir nimet ile değiştirir. Nesih tebdil demektir, ortadan kaldırmak demek değildir. Sonra şöyle der: ‘Ben kulumun benim hakkımdaki zannındayım. Benim hakkımda iyi zanda bulunsun.’ Her kim Allah’a karşı iyi zanda bulunmazsa, emrine karşı çıkmış ve Rabbini bilmemiş demektir. İblis’ten daha bedbaht birisi olabilir mi? Bununla birlikte Allah onun (kendisine uyan) kâfirden uzaklaşacağını söylemiş, onu âlemlerin Rabbi Allah’tan korkmak özelliğiyle nitelemiştir.

Bir ayette ‘Allah’tan ancak âlim kulları korkar’(Fatır, 28)  buyrulur. Sonra ayet ‘Allah Aziz ve Gafur’dur’(Fatır, 28)   diye tamamlanır. Yani Allah, kendisiyle kulları hakkındaki genel mağfiretinin arasına perde teşkil edecek bir şeyden etkilenmekten münezzehtir. Ayetteki isimler, mağfiret ve bağışlamanın genelliğini bildirmek üzere, mübalağa kipinde gelmiştir. Bu mağfiret, farklı tabakalarına göre günahkârlar için mutlak bir umuttur. Kendisine geldikten sonra nimeti değiştiren hakkında söylediği Şedidü’l-ikab olması ise bu nitelikteki birisine ‘ikab’ ile süratle ulaşması demektir. Ona ulaşarak değiştirdiği işte değiştirmenin -ona değil- Allah’a ait olduğunu bildirir. Böylece ona ‘Her şeyin melekûtunun O’nun elinde olduğunu’(Yasin, 83) bildirir’. Çünkü Allah Teâlâ burada ‘ikab’ kelimesine acı (elim) bitiştirmemiştir. Elem ve acı ikaba ve azaba bitiştirilmediğinde, acı veren işin kendisinde, kelimenin başka bir şekilde yorumlanma ihtimali vardır. Çünkü sadece elemden korkulurken bilhassa haz arzu edilir. Elem ve hazzı kabul edenin kendisinde bulunduğu doğanın gereği budur. Allah Kuran’da kullarına sayısız deliller vermiştir ki bunlar, Allah Teâlâ’nın kullarına öğretişinin bir yönüdür. Bedbahtlık bedbahtın kendi aslından kaynaklanmış olsaydı, Allah kullarına rahmeti böyle açmaz ve zikrettiği delilleri serdetmezdi. Bu durum ‘Allah sana bilmediğini öğretti, O’nun senin üzerindeki ihsanı büyüktür' (Nisa, 113) ayetinde belirtilir. İlahi ihsan ancak günahkâr ve müsrifler hakkında büyük olabilir. İhsan sahipleri hakkında ise ‘İhsan sahipleri üzerinde bir yol yoktur’(Tövbe, 91) denilir. Çünkü ilahi ihsan onlara doğrudan ve sebepsiz gelmiş, bu sayede de onlar ‘muhsin’ yani ihsan sahibi (Allah’ı görür gibi ibadet eden) olmuşlardır. Bu nedenle ilahi lütuf ve inayet, ihsan sahibi olmayanlarda kalmıştır.

‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

Kaynak:

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [DÖRT YÜZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM- ‘Kullarıma karşı delilim yok, onlardan birine ‘niçin yaptın?’ desem, bana mutlaka ‘sen yaptın der?’ Münazelesinin Bilinmesi .”]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

 

ALLAH TEÂLÂ’NIN MEKRİ (ALDATMASI) SIRRI

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak) günah işlerken nimetlerin art arda gelmesi, edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması, emir ve tanım olmaksızın kerametleri göstermek karşılığında kullanırlar.

Bilmelisin ki, bize göre kulun aldatılması, ameli gerektiren bir bilgiyle rızıklandığı halde bilgiyle amelden mahrumiyeti demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir, fakat bu kez, ihlastan yoksun kalır. Böyle bir durumu kendinden gördüğünde veya başkasında öğrendiğinde, böyle bir insanın ‘aldatılmış’ olduğunu bilmelisin.

Altı yüz sekiz yılında Bağdat’ta bir vakıa görmüştüm:

Göklerin kapılarını açmış, sağanak yağmura benzeyen ilahi mekrin (Hakkın aldatması) hâzinelerine girmiştim. Bir meleğin şöyle dediğini duydum:

‘Bu gece hangi tuzak ve mekr inmiştir?’

Korkuyla uyandım. Ondan kurtulacak bir çare aradım. Bu çareyi ancak meşru ölçüye göre bilgide bulabildim. Allah İçime iyilik dileyerek, mekrin ve aldatmanın sıkıntılarından kendisini kurtarırsa, elinden şeriat terazisini bırakmamalı ve sürekli halini gözlemelidir. İşte korunmuş ve sakınılmış kimsenin hali budur.

Günah işlerken nimetlerin peş peşe gelmesi, günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna yönelenlerde vardır. Onların arasından aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların sayısını sadece Allah bilir ve bu yaygın bir duruma dönmüştür. Edepsizlik yaparken halin sürmesi ise himmet sahiplerinde görülür ve sayıları azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu şehirlerde görmüştüm. Onlar, kurallarının dışına çıkarak Hak karşısında saygısızlık yapmalarına rağmen, -Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarak- âlemde etkin olan halleri devam etmekteydi. Bu nedenle, hakikat üzere olmasalardı hallerinin değişeceğini zannederlerdi. Allah Teâlâ’nın gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâla şöyle buyurur:

‘Bilmedikleri yönden onları aldatırız.’ (Araf, 182)  

Başka bir ayette ise ‘Onlara mühlet veririm, benim aldatmam sağlamdır.’ (Araf, 183) 

Başka bir ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar ise farkında değildir.’ (Neml, 50)   ve ‘Onlar bir tuzak kuruyor, ben de tuzak kuruyorum’ (Tarık, 15-16) buyrulmuştur. Burada (tuzak kurmak anlamındaki) kâde, yekîdu yalanlık anlamı taşıyan fiillerden biridir. Bunun anlamı, Hak niteliğiyle zuhur ettiği için, hak olmaya yakın olmasıdır. Öyleyse bu kelime (kade-yekidu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze dönük olan seher kelimesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana, (sihirden) ‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder. Bilgisizlikten Allah Teâlâ’ya sığınırız!

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ tuzağını bilhassa aldanandan gizlenmiştir, yoksa başkalarından gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların farkında olmadığı yönden’(Araf, 182)   demiştir. Burada zamiri ‘onlara aldatacağız’ (Araf, 182)   ayetine döndürmüş ve şöyle demiştir. ‘Onlar bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk onlar farkında değildir.’ (Neml, 50)    buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak kurdular’ fiilindeki zamirdir. Böylece Allah onlara olan tuzağı, farkında değiller ilçen, kendisiyle nitelendikleri tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra onları kendi tuzaklarına ilave bir durum aldatmıştır. Bazen Hakk’ın tuzağı ve aldatması, aldatılan bazı insanları bedbaht yapar ki, bu, genel hakkında böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir. Bu ise, ilahi bir hikmet nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki ilahi tuzaktır. Buradaki hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından güvende olmamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette kınanmış ve şöyle buyrulmuştur: ‘Allah’ın tuzağından sadece hüsrana uğrayan bir topluluk güvende kalabilir. (Araf, 99)   ‘Hüsrana uğrayanların ise ‘ticaretleri kendilerine kar vermez, doğruyu da bulamazlar.’ (Bakara, 16)  

En gizli ve örtülü ilahi tuzak, tevil yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin isabet ettiğini kabul eden içtihat ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere ve kesin bilgiye dayanarak Allah Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri olamaz. Çünkü müçtehit, hüküm koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz ise farklıdır. Çünkü bize göre müçtehit, hüküm vermek üzere delil ararken ‘içtihat’ eder, yoksa kast edilenin kendisinin zıddı olabileceği bir teville hükmü haberden çıkartmak üzere içtihat etmez. Böyle bir şey mümkün ise, bu içtihat sahibi basiret sahibi değildir. Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit ise, (gerçeğe ulaşması) tesadüf yoluyla (olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak değil- iki sevap kazanır. Çünkü müçtehit, (hükmü verirken) basirete sahip değildir. Hakikate ulaşamazsa, sadece doğruyu arama sevabı kazanır ve payı eksilir. İşte bu, tevil yapan bu bilgine dönük Hakk’ın gizli aldatmasıdır. Çünkü o, takva sahibi olduğunda, -kendisine Allah Teâlâ öğrettiğinde- basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet edebilecek kimselerdendir.

Öyleyse genel hakkında ilahi aldatma, günahların ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve ibadetlerle birlikte ise kesilmesi ve dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada) ceza görmemektir. Böyle bir insan Allah yolunun genel âlimlerinden biri ise, bu durumun insanın üzerinde yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kaynaklandığım görür, ilahi hükümde tesir ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin ilahi isimlere hakkını vermek olduğunu görür.

Söz gelişi el-Gaffar, el-Gafur ve kardeşlerinin günahlarda etkisinin olabileceğini görür. Günah işlemezse, dünya hayatında söz konusu isimlere hakkını vermemiş olacağını düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık yapan kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah bütün günahları bağışlar.’ (Zümer, 53)   ayetinde delil getirir. Nitekim o da böyle yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasında aklına gelmez, günah işledikten sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu düşünce kendisini günahtan alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede dince yasaklanan bir işe dalmaktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle denilir:

‘Allah kaza ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinden akıllarını çekip alır. Kaza ve kaderini uyguladıktan sonra ise, akıllarını iade eder.’ Artık bir kısmı ibret alır (ve tövbe eder), bir kısmı ibret almaz.

Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.(Zariyat, 56)  

Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir kısmı ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere işlemesi zorunlu değildir. Dolayısıyla akılları kendilerinde bırakılmış olsaydı, işledikleri günahları işlemezlerdi. Günah işlemeye niyetlendiklerinde gördükleri şey ilahi isimler olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük diyarında haram diye isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse günahkâr ilahi kahra karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak olur. Bu haldeki bir insana nimetler art arda gelirse, bunun nefsinin gücü, himmetinin etkisi ve Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden kaynaklandığını zanneder. Allah Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddetle cezalandıran) ismine etki edebileceği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim (gücü yettiği halde bağışlayan) isminden, -ihmal değil- mühlet vermekten habersiz kalır. Sahip olduğu ilahi ismin hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi sıradan günahkârlar gibi harama düşmek istemeyen kimse aldatılmış değildir. Sıradan insanların arasından günahkârlar, gaflet nedeniyle günah işler, günah işledikten sonra ise pişmanlık duyar. Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma nedeniyle nimetlerin sürekli gelişine karşı sabırlı davranmak, belalar ve sıkıntılar karşısında sabırlı davranmaktan daha büyük bir iştir. Çünkü Allah kuluna şöyle der: ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Bunu açıklarken de şöyle der: ‘Falan kulum hastalanmıştı, sen ise onun ziyaretine gitmedin. Gitseydin, beni orada bulurdun.’ Nitekim çölde susuz kalan insan da, serabın su olmadığı ortaya çıktığında, (su zannettiği şeyin yanında) O’nu bulur. Böylelikle Hakk’a döner. Nimetler ise böyle değildir. Çünkü nimetler, Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan perdeleyen en büyük perdelerdir.

Allah Teâlâ’nın seçkinleri (Havass) aldatmasına gelirsek bu aldatma kendisinden meydana gelen edepsizliğe rağmen halinin korunmasında gizlidir.

Bu, halden haz almak, onunla durmak, halin sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya karşı şımarıklık ve halden ayrılmayı istememektir. Allah Teala’nın peygamberine ‘De ki Rabbim! Bilgimi artır’(Ta-Ha, 114)    diye emredip de bunu bize duyurmasının yegane nedeni, biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim diye, bir uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya kendisine özgü olduğunu belirtirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.

Halin nefiste bir hazzı ve tadı vardır. Bazı nefislere bu halin meydana getirdiği hazdan ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece bu durumun artmasını ister ve hallerin vergi olduğunu bilmez.

(Havas-sül Havas) Seçkinlerin seçkinlerindeki aldatmaya gelirsek, herhangi bir emir veya sınırlama -ki sınır onların ölçüsüdür- olmaksızın, kerametleri ve olağanüstü işleri göstermede gizlidir.

 Çünkü nebilerin mucizelerini göstermesi zorunlu iken velilerin de kerametlerini gizlemesi zorunludur. Bir veliye keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı verildiğinde, aldatılan kimsenin derecesi başkasının derecesinden bir derece eksilir. Hak bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda kerametleri gösterme yolunu istemeyi yaratır.

Hâlbuki bunun payın eksilmesine yol açan ilahi bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah Teâlâ’ya itaat edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre, keramet göstermek, kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu olduğunu düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah Teâlâ’nın velilere kerametleri gizlemeyi farz kıldığından kendisini perdelediği gibi kendiliğinden Allah Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için peygamberlere mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir. O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah Teâlâ’ya davet eder. Yoksa Allah Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına meydana getirdiği bir dille insanları Allah Teâlâ’ya davet etmez.

Şeriat, kendisini bilen âlimler nezdinde, onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah Teâlâ’nın bildirdiği meşru hükümlere göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir basirete sahiptir, Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldırır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan haber verdiği (iddiasında) doğru sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve alamet göstermesi kaçınılmazdır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır. Keramet göstermeye kalktığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Öyleyse kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur. Allah bizi işimiz hakkında basiret sahibi etsin ve bize makamımızın gerektirdiği durumu aşırmasın.

Allah Teâlâ’dan istediğim şey, katında en üstün veli adına gerçekleşen en üstün makamla bizi rızıklandırmasıdır. Çünkü risalet ve nübüvvet kapısı kapalıdır. Âlim kişinin imkânsızı istememesi gerekir.

İlahi bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve ona dair bir istemek uygun değildir. Çünkü bu konuda bir şey isteyen kimse ‘soğuk demiri döver.’ Çünkü böyle bir talep, bu konuyu bilen bir müminden kesinlikle meydana gelmez. Yeli için velilik makamının ve (peygambere) uymanın gerektirdiği şekilde basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir. Nitekim peygamber de risalet ve teşri makamının gereği yönünden basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet eder.

Allah Teâlâ bizi tuzağından korusun ve bizi eksik kimselerden etmesin. Allah bize dünya ve ahirette sürekli artış nasip etsin.

 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [İKİ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM Mekr (Aldatma)]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

ALLAH TEÂLÂ’NIN SEÇTİĞİ ŞEYLER

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Zeki insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.

Güzel isimlerden Allah Teâlâ ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri, feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı seçmiştir.

Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir.

Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.

Allah Teâlâ’nın namazın sözlerinden ‘Allah Teâlâ’ zikrini seçmesine gelirsek,

çünkü Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’ Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.

Allah Teâlâ gazaba karşı rahmeti seçti.

Rahmetin fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı. Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).’ Böylece gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.

Allah Teâlâ iki zıttan varlığı tercih etti,

çünkü varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir. İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.

Allah Teâlâ (olumsuzlamaya karşı) ispatı tercih etti.

İspat kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.

Nurların arasından seçilen ışığa gelirsek, nurlar perdelerdir.

Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.

Allah Teâlâ Adem’in suretini tercih etti,

çünkü Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin konusu ise O’nu bilmemektir.

Allah Teâlâ cedel ve diğer kanıtların arasından varlık kanıtını seçti.

Bu kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.

Allah Teâlâ indirilmiş şeriatı seçti.

Bunun nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir. Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü, derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir. Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap belirlenmiştir.

Allah Teâlâ’nın doğru hareketi tercihine gelirsek, Allah Teâlâ -kendi hakkında belirttiği gibi-doğru yol üzerindedir.

Allah Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu, kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki, günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu ‘halife’ diye isimlendirdi.

Allah Teâlâ güneşi seçmiştir, çünkü güneş bütün ulvî ve süflî aydınlık yıldızlara yardım eder.

Bu nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş, Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (aleyhisselâm) oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.

Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçmesinin nedeni ise,

diğer insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış, onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:

Kalpler sıralı askerlerdir  .

Toplanma mertebesinde, gözüken ve ayrılan

Orada tanışmış olanlar birbiriyle uzlaşır

Birbirini tanımayanlar ise burada ayrı düşer

Ahirette herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar, uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.

Allah Teâlâ kadınlar içinden Meryem ve Asiye’yi seçti.

Bu durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir, kaybolmaz.

Allah Teâlâ ağaçların içinden Sidre’yi seçti.

Sidre, kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır. Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.

Allah Teâlâ evlerin içinden Beyt-i mamur’u seçti,

çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz.

Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.

Hakk taşlar içinden Hacer-i evsedi seçti,

çünkü onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi. Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında, kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum. Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.

Allah Teâlâ insandan kalbi seçti.

Kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’ Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran, Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları bağışlar.’ Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı, cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse herkesin rahmete ulaşması zorunludur.

Allah Teâlâ olguların içinden toplanmayı seçti,

çünkü toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.

Allah Teâlâ renklerden beyazı seçti.

Çünkü bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı, kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.

Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,

çünkü melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir. Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O, hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında ‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli olan cennetlikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.

Allah Teâlâ bineklerden Burak’ı seçti,

çünkü Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları öyledir.

Allah Teâlâ Arefe günü duasını seçti.

Bu dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.

Allah Teâlâ surelerden ‘De ki, Allah Teâlâ birdir’ (ihlas) suresini seçti.

Çünkü bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ isminden Ahir’i talep eder.

Bu surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’

Allah Teâlâ ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi seçti.

Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O, kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir. ‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir. ‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir. ‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil! ‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu ariflerin kalplerinde Yücedir.

Bu sure, isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar, irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.

Allah Teâlâ Kuran’dan Yasin’i seçti,

çünkü bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi, canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nler, bu burca aittir.    

Allah Teâlâ sözden Kuran’ı seçti.

Çünkü Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama, çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de) ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.

Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini seçti.

Çünkü bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.

Allah Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.

Allah Teâlâ mekânlardan cenneti seçti.

Orası mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden gizler.

Allah Teâlâ görmeyi seçti,

çünkü o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •

Allah Teâlâ sayılardan doksan dokuzu seçti,

çünkü o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’

Allah Teâlâ ibadetlerden farzları seçti.

Çünkü farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır. Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen sözleri söylemezdi.

Allah Teâlâ zamanlardan kadir gecesini seçti.

Çünkü eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi gibi örtünür.

Allah Teâlâ günlerin içinden Cuma gününü seçti,

çünkü onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise, nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür. Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında (nî şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:

Vikaye nun’una benzemez

Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası

Fütüvvet ve isar onun varlığıdır

Lafızda, koruyucu’dan (vikaye) başka bir şeyimiz yok

Varlığın yarısı Yaratan’ın niteliğinden ona ait

 Mertebeden de; o daim ve baki olandır

Allah Teâlâ sıralı olarak üç asrı (ve nesli) seçti.

Bunların ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.

İşte bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:

‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’

Peygamber buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz. Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.

Allah Teâlâ orucu tercih etmiştir,

çünkü Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih Allah Teâlâ’ya ait olabilir.

Ayların içinden Ramazan’ı seçti.

Bunun nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır. Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.

Unsurlardan suyu tercih etti.

Çünkü her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek), en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en büyük unsurudur.

Feleklerden Arş’ı seçti,

çünkü Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felekler içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş, ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği, yani ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.

Allah Teâlâ kullardan melekleri seçti,

çünkü onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.

Allah Teâlâ yerlerden Amâ’yı seçti.

Amâ, âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış, onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her nerede olursak bizimle beraberdir.

Allah Teâlâ insanlardan resulleri seçti.

Bunun nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise, zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle ilgilidir.

Allah Teâlâ isimlerden Allah Teâlâ ismini seçti.

Onu kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın olamayacağını kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.

Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar, kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır. Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme, birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!

Sünnetler akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.

Ey Allah Teâlâ’nın kulları!

Kitabında ya da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız. Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız. Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin. Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.

Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

İçindekiler

ALLAH TEÂLÂ’NIN SEÇTİĞİ ŞEYLER. 1

Güzel isimlerden Allah Teâlâ ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri, feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı seçmiştir. 2

Allah Teâlâ’nın namazın sözlerinden ‘Allah Teâlâ’ zikrini seçmesine gelirsek, 3

Allah Teâlâ gazaba karşı rahmeti seçti. 3

Allah Teâlâ iki zıttan varlığı tercih etti, 3

Allah Teâlâ (olumsuzlamaya karşı) ispatı tercih etti. 3

Nurların arasından seçilen ışığa gelirsek, nurlar perdelerdir. 3

Allah Teâlâ Adem’in suretini tercih etti, 4

Allah Teâlâ cedel ve diğer kanıtların arasından varlık kanıtını seçti. 4

Allah Teâlâ indirilmiş şeriatı seçti. 4

Allah Teâlâ’nın doğru hareketi tercihine gelirsek, Allah Teâlâ -kendi hakkında belirttiği gibi-doğru yol üzerindedir. 4

Allah Teâlâ güneşi seçmiştir, çünkü güneş bütün ulvî ve süflî aydınlık yıldızlara yardım eder. 5

Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçmesinin nedeni ise, 5

Allah Teâlâ kadınlar içinden Meryem ve Asiye’yi seçti. 5

Allah Teâlâ ağaçların içinden Sidre’yi seçti. 6

Allah Teâlâ evlerin içinden Beyt-i mamur’u seçti, 6

Hakk taşlar içinden Hacer-i evsedi seçti, 6

Allah Teâlâ insandan kalbi seçti. 7

Allah Teâlâ olguların içinden toplanmayı seçti, 7

Allah Teâlâ renklerden beyazı seçti. 7

Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti, 7

Allah Teâlâ bineklerden Burak’ı seçti, 8

Allah Teâlâ Arefe günü duasını seçti. 8

Allah Teâlâ surelerden ‘De ki, Allah Teâlâ birdir’ (ihlas) suresini seçti. 8

Allah Teâlâ ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi seçti. 8

Allah Teâlâ Kuran’dan Yasin’i seçti, 9

Allah Teâlâ sözden Kuran’ı seçti. 9

Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini seçti. 9

Allah Teâlâ mekânlardan cenneti seçti. 9

Allah Teâlâ görmeyi seçti, 9

Allah Teâlâ sayılardan doksan dokuzu seçti, 9

Allah Teâlâ ibadetlerden farzları seçti. 10

Allah Teâlâ zamanlardan kadir gecesini seçti. 10

Allah Teâlâ günlerin içinden Cuma gününü seçti, 10

Allah Teâlâ sıralı olarak üç asrı (ve nesli) seçti. 10

Allah Teâlâ orucu tercih etmiştir, 11

Ayların içinden Ramazan’ı seçti. 11

Unsurlardan suyu tercih etti. 11

Feleklerden Arş’ı seçti, 12

Allah Teâlâ kullardan melekleri seçti, 12

Allah Teâlâ yerlerden Amâ’yı seçti. 12

Allah Teâlâ insanlardan resulleri seçti. 12

Allah Teâlâ isimlerden Allah Teâlâ ismini seçti. 12

 

Zeki insanın amelinin gayesi, asli bir nübüvvet olmalıdır, feri değil! Çünkü seçimlerde onun ihtiyarı olsa bile, işler gerçekte seçimi kabul etmez. Hakk bütün varlıklarda böyle yapmıştır. Allah Teâlâ her cins içinde bir şeyi seçmiştir.

Güzel isimlerden Allah Teâlâ ismini seçmiş, insanlardan peygamberleri, kulların içinden melekleri, feleklerden Arş’ı, rükünlerden suyu, aylardan Ramazan’ı, ibadetlerden orucu, devirlerden Peygamber Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin devrini, haftanın günlerinden Cuma gününü, gecelerden Kadir gecesini, amellerden de farzı seçmiştir.

Allah Teâlâ, sayılardan doksan dokuzu, diyarlardan cenneti, cennetteki mutluluk hallerinden görmeyi, hallerden rızayı, zikirlerden ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ zikrini (kelime-i tevhid), kelamdan Kuran’ı, surelerden Yasin’i, ayetlerden Ayete’l-Kürsi’yi, mufassalın kısalarından ‘Allah Teâlâ birdir (ihlas)’ ayetini, zamanların dualarından Arefe günü duasını, bineklerden Burak’ı, meleklerden Ruh’u, renklerden beyazı, olgulardan bir araya gelişi, insandan kalbi, taşlardan Hacer-i evsedi, evlerden Beyt-i mamuru, ağaçlardan Sidre’yi, kadınlardan Meryem ve Asiye’yi, erkeklerden Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçti. Yıldızlardan güneşi, hareketlerden doğru hareketi, yasalardan indirilmiş şeriatı, kanıtlardan varlık kanıtını (burhan), suretlerden Âdem’in suretini seçmiş ve onu ilahi surete göre izhar etmiştir.

Allah Teâlâ, nurlarda görmeye vesile olan ışığı, iki zıttan ispatı, iki çelişikten varlığı seçmiştir. Allah Teâlâ, rahmeti gazaba seçmiş, namazın hallerinden secdeyi, sözlerinden Allah Teâlâ’yı zikri seçmiştir. Allah Teâlâ irade sınıflarından niyeti seçmiştir. Bu nedenle niyet, âlemin kabul ve reddinde hükümrandır. ‘Herkes için niyetlendiği vardır.’ Amel edenden başkasını ise sevapta ve ziyadesinde amel edene katarsın.

çünkü Allah Teâlâ’yı zikretmek namazdaki en büyük unsurdur. Allah Teâlâ böyle buyurdu: ‘Namaz taşkınlık ve kötülükten alıkoyar. Allah Teâlâ’yı zikretmek ise daha büyüktür.’ Namaz bir münacattır. Allah Teâlâ’yı zikreden ise, Hakk ile oturandır. Kul Hakk’ı zikrederse, Hakk onun dili olur. Namazın fiillerinden secdeyi seçmesine gelirsek, bunun nedeni, secdede şeytandan korunmadır. Şeytan namazın fiillerinde özellikle secdede insandan uzaklaşır. Çünkü secdesizlik şeytanın hatasıydı. Secde esnasında şeytan ağlar, üzülür ve pişman olur. Pişmanlık, tövbedir ve bu kadarlık bir tövbenin de kabul edilmesi gerekir. Allah Teâlâ, ısrarla tövbe edenleri sever. Secdeden kalkınca şeytan tekrar saptırmaya başlar.

Rahmetin fiili minnetle gerçekleşir ve zorunlulukla faildir. Rahmet her şeyi kuşattı. Gazap da rahmetin kuşattıklarından biridir. Rahmet ile katışık olmayan saf gazap yoktur. Rahmete ise gazap katışmaz. ‘Gazabım bir insana helal olursa o, düşer (yıkılıp gider).’ Böylece gazabı düşme özelliğiyle nitelemiştir. Gazap düşünce rahmete yuvarlanır, rahmet de kendisini kuşatır ve içerir. Dolayısıyla gazap rahmete düşebilir ve gazaptaki rahmet vasıtasıyla düşmüştür (düşmek de rahmetin bir sonucudur). Binaenaleyh gazabın düşmesini sağlayan şey, rahmettir ve saf rahmet, bu sayede gazabı kabul eder. Gazaptaki rahmet, tıpkı içimi nahoş ilaçtaki rahmete benzer. Hasta -nahoş olsa bile-onu içer. Onda gizli bir rahmet vardır ve bu nedenle insan hasta olunca nahoş ilacı içmiş, gizli rahmet de hastayı iyileştirmiştir. Bu ise saf rahmettir. Bu nedenle ahirette rahmete ve onun hükmüne ulaşılır. Cehennemlikler ateşten çıkmasa bile onların da ateşte bir nimeti olacaktır. ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’ Allah Teâlâ’nın dünyada ateşte yarattığı yarar ve rahata bakınız! Allah Teâlâ’nın dünya hayatında bazı hastalıklara karşı ateşte yarattığı ‘tütsüleme’ yönteminden başka bir şey olmasaydı, bu bile yeterli bir kanıt olabilirdi. Çünkü tütsüleme ilaçların en keskinidir. Etkisinin gücü nedeniyle de tevekküle zarar verir. Gerçekte o, eş-Şafı ve el-Muafı isimlerinin yerini alır. Bu nedenle ilahi gayret, bu yöntemi kullananın tevekkül sahibi olmadığı hükmünü verir.

çünkü varlık O’nun niteliğidir. Allah Teâlâ mümkünler için de kendi niteliğini tercih etti. Ancak bu olabilirdi zaten, çünkü Allah Teâlâ iktidar sahibidir. İktidardan ise varlık meydana gelir. ‘Allah Teâlâ dilerse sizi götürür, başkasını getirir’ der. İktidar varlıkta diretmiştir. İrade ise yok etmeyle ilgilidir. Bu durumda onun adı, el-Mani’dir. Men etmek yokluktur.

İspat kendisine ‘ol’ denilen şeyin ta kendisidir. O şey yoklukta iken Allah Teâlâ onun adına ispatı olumsuzlamaya tercih etti. O şey de yokluk halinde mümkün olmayı sürdürür. Bu husus, yokluk halindeki tercihle ilgili ince bir meseledir. Mümkün kendisindeki bu zâtî yoksunluk nedeniyle -Hale kendisinden bunu istediğinde-varlığı kabul etmiş ve üzerinde bulunduğu ispat hükmü nedeniyle hızla varlığa koşmuştur.

Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem perde nurları hakkında ‘Nur idi, nasıl gerebilirim ki?’ demiştir. Sonra Allah Teâlâ, kendisi nur iken, görmeyi vaat etmiştir. Hakk’ın kendisinde kullarına gözüktüğü nurun bu perde nurlarının arasından seçilmiş olması gerekir. Perde nurlarına örnek olarak, mutlak birlik, izzet, kibir ve azamet nurlarını verebiliriz. Bütün bunlar, göz (algısından) yüksek iken hükümleri kalpte kalır. Onların kalkmasıyla Hale görülürken hükümlerinin kalpte kalmasıyla kullar görme esnasında kendilerinden geçer. Bu olmasaydı, Hakk’ı müşahede esnasında kendilerini görürlerdi.

çünkü Allah Teâlâ onu kendi suretine göre yaratmış, böylece bütün güzel isimlerini ona vermiştir. Bu isimlerin gücüyle de, kendisine teklif edilen emaneti üstlenebilmiştir. Bu hakikatin gereği ise, emaneti ehline ulaştırmaktır. Gökler, yerler, dağlar o emaneti taşımaktan çekinmiş, insan ise onu üstlenmiştir. İnsan -onu taşımasaydı- ‘zalim’ ve cahildir. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilmek, O’nu bilmemek demektir. ‘İdraksizliği idrak, idraktir.’ İnsan bilinmeyen birisi bulunduğunu öğrendiğinde, bilmiş sayılır. Bu ise, bilinmeyenin olduğunu bilmektir. Bilginin konusu ise O’nu bilmemektir.

Bu kanıt, gerçeğin sübutunu tam olarak bilmeyi ve hasmın kanıtını geçersiz kılmayı sağlar. Cedelci kanıtların bu gücü yoktur. Onlar, bazen gerçek olmasalar bile, sadece hasmın kanıtını geçersizleştirir. Bir hayrete yol açan sofist kanıt ise, metafizik bilgide bir açıdan cedelci kanıtlardan daha çok varlık kanıtlarına yakındır.

Bunun nedeni, onda ahiret hayatını ve dünya yararlarını genel anlamda içermesidir. Dünya hayatındaki iyiliğin sürekliliği için konulmuş akli yasalar ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı sağlayıcı özelliklerden yoksundur. Onlar, amellerin kabulü, derecelerin yükseltilmesi ve cennet ve cehennemlerin ispatıyla ilgili değildir. Bütün bunları Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş şeriatlar ifade edebilir. Allah Teâlâ’nın kendilerine yazmadığı ibadetler geliştirip onlara Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak amacıyla hakkıyla riayet edenler, Allah Teâlâ nezdinden indirilmiş bir şeriat sahipleridir. Onlar bu şeriat içinde iyi adetler ortaya koymuşlardır. Bu adetler, kendilerine indirilmiş şeriata göre Şâri’nin yasasına uygundur ve onlara bu adetleri ortaya koyma izni veren Şâri’dir. Akli yasalar ise bu insanların yaptığı bu adetler değildir. Bu nedenle onlar için bir sevap belirlenmiştir.

Allah Teâlâ’nın suretine, göre yarattığı insanı da bu yola tahsis etmiştir. Mutlu, kıyamet günü bu yolda haşredilecektir. Öyleyse dünya ve ahirette bu yol insana özgüdür, çünkü günahkârlar gerisin geri harekete göre diriltilecektir. Allah Teâlâ günah-kârlar hakkında şöyle der: ‘Görsen ki, günahkârlar Rablerinin nezdinde başlarını öne eğmiştir Yatay-eğik hareket ise, hayvanlara özgüdür. Bu nedenle dikey hareket, Allah Teâlâ’nın ilahi surette yarattığı insana aittir. Söz konusu varlık, dünya ve ahirette bu niteliğin sahibi olan insan-ı kâmildir. Bu nedenle Allah Teâlâ Âdem’i bu surete tahsis etti. Çünkü insan, bu doğrusal hareketin üzerinde-baki kalan mutluluk ehlidir ve bu nedenle onu ‘halife’ diye isimlendirdi.

Bu nedenle İbrahim Peygamber, ‘Bu en büyüktür’ demişti. İki yaklaşıma göre güneş, Kürenin kalbine tahsis edilmiştir. Burası, dördüncü göktür ve İdris (aleyhisselâm) oradadır. Allah Teâlâ İdris’i yüksek bir mekâna yükselttiğini bildirmiştir. Bu mekânın yüksek olması, feleklerin kalbi olmasından kaynaklanır. Dördüncü gök, mertebece (mekanet) yüksektir. Onun üzerinde olan ise -dördüncü gök altında olsa bile-mesafe bakımından ve başlarımıza nispetle yüksektir. Güneş doğumu ve batımıyla gece ve gündüzü oluşturur. Allah Teâlâ o ikisi için iki perde yarattı ki, bu, ‘nikâh’ demektir. Gecenin gündüze girmesi, türeyenlerin varlıklarının ortaya çıkmasını sağlar. Allah Teâlâ’nın gece ve gündüzde yarattığı yaratıklar, bu girme ve gizlenmeden doğar. Allah Teâlâ bu varlıklardan her biri adına güneşin hareketinden gizli bir talep yaratmıştır. Bu talep, varlıkları o talepten ortaya çıkartmayı amaçlar.

Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi seçmesinin nedeni ise,

diğer insan mizaçlarından ayrı olarak, onun mizacının gerektirdiği kemal ve itidaldir. Bu mizaç sayesinde Hz. Peygamber, ‘Âdem henüz toprak ve su arasındayken peygamberliğini görmüştür. Bu esnada Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin parçaları, unsurdan oluşan türeyenlerde dağınık bir haldeydi. Bu konu, Misak ayetinde dile getirilen hususu bilenlerin kavrayabileceği ince bir meseledir. Allah Teâlâ kendilerini kendilerine tanık tutarak ‘Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?’ diye sorduğunda, Âdemoğullarını Âdem’in sırtından çıkartmış, onlar da ‘Evet’ demişti. Sözü edilen şey insanların üzerinde doğdukları fıtrat iken sonuçta insanlar da ona varır. Bu toplama hakkında Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ruhlar sıralı askerlerdir.’ Allah Teâlâ onları toplayınca, suretlenme mertebesinde toplamıştır. Onlardan yüz yüze gelmiş olanlar, burada birbirlerini tanır. Orada sırt sırta gelenler ise, burada birbirlerini tanımaz. Orada yüzü başkasının sırtına dönük olanlar ya da bir yanına dönmüş olanlar da, burada aynı şekilde davranır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:

Kalpler sıralı askerlerdir  .

Toplanma mertebesinde, gözüken ve ayrılan

Orada tanışmış olanlar birbiriyle uzlaşır

Birbirini tanımayanlar ise burada ayrı düşer

Ahirette herkes bu tanıklığı onaylayacak ve inkâr etmeyecek, kendi adına Rablik iddiasında bulunmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün uyanlar, uyduklarından uzaklaşacaktır.’ Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem, en büyük ilahi tecelligâh olmuştur ve ‘Bu sayede öncekilerin ve sonrakilerin bilgisini öğrenmiştir’. Öncekilerin bilgisinin bir yönü, Âdem’in isimleri öğrenmesiydi. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme ise ‘cevamiü’l-kelim’ verilmiştir. Allah Teâlâ’nın kelimeleri tükenmez. O, kıyamet günü bütün yaratıklar üzerinde efendi olacak; melek, resul, nebi, velî ve müminler gibi şefaatçilerin şefaat etmeleri için şefaat edecektir. Görülen günde makam-ı mahmud Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve selleme aittir.

Bu durum, o ikisinin erkeklere ait kemale katılmaları demektir. Bununla beraber erkeklerin kadınlar üzerinde bir derecesi vardır ve bu derece gerçektir, kaybolmaz.

Sidre, kulların amellerinin ulaştığı yer ve ayrım mekânıdır. Amellerin suretleri onun altında kalır. Allah Teâlâ onları nurlardan -Ki amellerin nurlarıdır-diledikleriyle örter ve dolayısıyla kimse onları niteleyemez. Daha önce de söylediğimiz gibi bu nurlar, amellerin nurlarıdır ve amellerin suretlerinden ortaya çıkar. Böylelikle amelleri gizler, kimse onları betimleyemez. Eşyayı betimlemek, sınırlamak ve temyiz etmek demektir. Ameller ise farklı farklıdır ve bir takım mertebeleri olduğu gibi nurları da mertebeleri sayısıncadır. Bir kısmı üstün, bir kısmı daha üstün; bir kısmı aydınlık, bir kısmı daha aydınlıktır. Üstünün niteliği daha üstün olandan, aydınlık olanın niteliği daha aydınlık olanınkinden farklıdır. Dolayısıyla amellerin nurları, herhangi bir nitelikle sınırlanmaz. Onları bir nitelikle sınırlarsan, zıddı bunu ortadan kaldırır ve dolayısıyla nitelemede onlara haklarını vermemiş olursun. Amellerin nurları, tek bir derecede değildir ve bu nurlar, onları örtmüş ve perdelemiştir. Dolayısıyla kimse, onları niteleyemez. Onlar, böyle gölgelenmiş olsalar bile, bütün ağaçlara fazla gelecek nur elbiseleri onlara giydirilmiştir. Sidre, yemektir ve yıkayıcıdır. Kirazları iricedir, şehiderin ruhları ondan beslenir.

çünkü o, her gün hayat nehrinin damlalarından yaratılmış meleklerin doldurduğu yerdir. Bu damlalar, hayat nehrine dalan Ruhu’l-Emin’in kanatlarını çırpmasından meydana gelir. Cebrail bu meleklerin, yani Beyt-i mamur’u dolduran meleklerin yaratılması için her gün bu nehre bir kez dalar. Bunların sayısı, yetmiş bindir. Bir kez çıktıklarında bir daha geri dönmezler. Meleklerin imar ettiği yerdeki sır ise orada kalır ve bir boşluk yoktur. Âlemin tümü, boşluğu doldurmuştur. Artık bunu araştır! Çünkü o pek yüce bir bilgidir. Bunu araştırmak, varlıkların varlıklar içindeki dönüşümlerinin; yaratıkların tavırdan tavra girmesinin bilgisini öğrenmeni sağlar. Böylece Allah Teâlâ’nın her şeye -şey olmayana değil-güç yetiren olduğunu öğrenirsin. Şey olmayan ise, ‘şeyliği’ kabul etmez; kabul etseydi; hakikati ‘şey olmamak’ olmazdı. Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz.

Dolayısıyla hakkında ‘şey değil’ hükmü verilen bir şey yoktur. Şey hakkında ise ‘şey değil’ hükmü verilemez.

çünkü onu Allah Teâlâ biatleşmede sağ elinin yerine yerleştirmek üzere indirdi. Donuklardan daha çok (Allah Teâlâ’yı) bilen ve O’na daha sürekli ibadet eden kimse yoktur. Çünkü donuklar, bitki ve canlının hakikatinin yerine getirmekten aciz oldukları marifet ve mutlak ibadet üzere yaratılmıştır. Bu nedenle donuktan herhangi bir şey insanda bulunmaz, insanda bulunan her şey, gelişme özelliğine sahiptir ki, o da bitkilere ait bir özelliktir. Canlı ise, yönlerde tasarruf imkânına sahiptir. Öyleyse herhangi bir varlık madenden ayrıştığında, kendi hakikatiyle iddiayla bezenir. Bu ise, her bilenin farkına varmadığı gizli bir çatışmadır. Sehl (Tüsteri) buna kısmen dikkat çekmiş, fakat gerçeği olduğu gibi söylememişti. Sehl bu meseleyi biliyordu da söylediğiyle mi yetindi ya da Allah Teâlâ o esnada söylediğinden fazlasını kendisine bildirdi mi bilemiyorum. Allah Teâlâ onu sağ el olarak seçmiştir.

Kalp Allah Teâlâ’yı sığdıran organdır, çünkü Allah Teâlâ her gün bir iştedir. Gün ise, an içinde teneffüs edenin nefesi miktarıdır. Sürekli başkalaşması nedeniyle ‘kalp’ diye isimlendirildi. Bakınız! Kalp Rahman’ın iki parmağı arasındadır ve onu Rahman halden hale çevirir. Başka bir isim Rahman ismiyle birlikte kalbe etki edemez. Dolayısıyla Rahman ismi, hakikatinde bulunan şeyi verir. Öyleyse Allah Teâlâ’nın rahmeti, her şeyi kuşatmıştır. Başkalaşma esnasında gördüğümüz her şey -ki bu, bir sıkıntı, azap ve bedbahtlığa ulaştırabilir-bir rahmet içerir. Çünkü değişme, Rahman’ın parmaklarıyla gerçekleşmiştir. Çünkü Rahman kalbi söz konusu durumla doğrulttuğu gibi aynı şekilde diğer hal ile de saptırmıştır. Öyleyse bu, göreli bir sapmadır. Kalp, doğrulukta değiştirdiği gibi eğrilikte de kendisini değiştiren ismin (Rahman) otoritesi nedeniyle rahmete varacaktır. Bu, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük bir müjdedir: ‘Ey kendilerine karşı aşırıya giden (zulmeden) kullarım!’ Burada herhangi bir aşırıya gitme türü zikredilmeyerek, müsriflerin bütüıı halleri dile getirilmiştir. ‘Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyiniz., Çünkü sizi saptıran, Rahman’ın parmağıdır. ‘Allah Teâlâ, bütün günahları bağışlar.’ Bu, nesh edilemeyecek bir rivayettir. Bu ifadeyle ‘Allah Teâlâ kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz’ ayetini uzlaştırırız. Hakk şirki dilediği şekilde cezalandırır, sonra Rahman’ın parmağı onun üzerinde hüküm verir. Bu durumda müşrik rahmete varır. Şirkin dışında (kalbin değişmesiyle ilgili) başka sapma türleri ise bağışlanır. Bunların bir kısmı, cezalandırmadan sonra bağışlanır. Söz konusu kimseler, müşrik olmadıkları halde, büyük günah işleyen ve kömüre döndükten sonra şefaat ile ateşten çıkanlardır. Buna inanmak vaciptir. Bir kısmı ise, herhangi bir cezalandırma olmadan işin başında bağışlanır. Öyleyse herkesin rahmete ulaşması zorunludur.

çünkü toplanma, cem’de (birlik) ayrım ve temyizi sağlar. Dolayısıyla Rab ve merbub, kadir ve makdur (güç yetirilen) olmalıdır. Toplama, seçilen şeydir ve ilahi isimlerin hakikatlerinin ilgileri nedeniyle zorunludur.

Çünkü bütün renkliler, ona dönüşürken beyaz onlara dönüşmez. Onun beyazlığı, kendinde, gizlidir ve siyah, kırmızı sarı ve diğer renklerin perdesiyle varlıkta gözükür. Böylece herhangi bir yerde bulunan renk beyazdan var olduğu gibi görenin gözündeki renk de beyazdan meydana gelir. Renklinin kendisinde ise aynı şey yoktur. Örnek olarak beyaz dağların uzaktan kara görünmesini verebiliriz. Onların yanına geldiğinde beyaz olduklarını görürsün. Halbuki haklarında kara hükmünü vermiştin. Verdiğin yargında yanılmış, siyahlığı ise doğru görmüş sayılırsın. Bunun niteliği meçhuldür. Göğün maviliği de öyledir. Gök gözün görmesi nedeniyle mavi iken kendiliğinde başka bir renkte olabilir.

Allah Teâlâ meleklerden Ruh’u seçti,

çünkü melek, felek, unsur, madde ve doğa kaynaklı bütün suretlere bu Ruh’tan üflenir. Ruh, eşyanın hayatının bağlı olduğu ve Allah Teâlâ’ya izafe edilen ruhtur. O, hayatın kendisinden meydana geldiği Rahman’ın nefesidir. Hayat, nimet; nimet ise mizaca göre gerçekleşen hazzın kaynağıdır. Nitekim serin mizacı hakkında ‘hararetlinin azap gördüğü şeyden nimetlenir’ demiştik. Bunu anla! Şâri’nin –anlarsan-‘Ateş ehli olan cehennemlikler bulunduğu gibi cennet ehli olan cennetlikler de vardır’ demesi yeterlidir. Allah Teâlâ cehennemlikler hakkında ‘orada ölmeyeceklerini ve diri de kalmayacaklarını’ söylemiştir. Onlar, soğukluğun varlığı nedeniyle ateşle nimeti talep eder. İşte bu, mizacın hükmüdür.

çünkü Burak, miraçların bineğidir. Burak dört ayaklılar ile kanatlıları kendinde toplamış ve hem yüksek hem süflidir. Nitekim bazı deniz ve kara hayvanları öyledir.

Bu dua, soyutlanma, horluk ve zamanı belli bir günün bilinmesi mertebesinde huşuyla yapılan duadır. Arefe, gece ve gündüzü bir araya getirir.

Çünkü bu sure, O’na özgüdür ve onda herhangi bir varlık zikredilmemiştir. Herhangi bir şeyin mutlak birliği, O’nun özel birliğine benzemez. Her şeyin birliğinin bu surede ispatı, Allah Teâlâ’nın kalbini açtığı kimseye ait garip bir bilgidir. Allah Teâlâ bu sureyi kendi birliğiyle açmış ve yaratılmışların birliğiyle bitirmiştir. Bilmelisin ki, var olanlar, el-Ahir’in el-Evvel (Son ve İlk) ile irtibatı gibi -Evvel’in el-Ahir ile irtibatı gibi değil-Allah Teâlâ ile irtibatlıdır. Çünkü Ahir evveli talep ederken evvel ahiri talep etmez, çünkü O, âlemlere muhtaç değildir. Bu, özü gereği müstağniliktir. Evvel ise, mutlak birlik ile nitelenen Allah Teâlâ isminden Ahir’i talep eder.

Bu surenin sonunda gelen birlik ile içerdiği bilginin kaynağına dikkatini çektim. Bu, el-Evvel ile irtibatıyla beraber, ona benzemez. Çünkü yaratılmışların birliği Allah Teâlâ’yı talep ederken Allah Teâlâ onları talep etmez. ‘Siz Allah Teâlâ’ya muhtaçsınız. Allah Teâlâ zengin ve övülendir.’

Ayetler alametlerdir. Hiçbir şey için kendinden daha ilk olanı yoktur. Ayete’l-Kürsi ise O’nun isimleri ve nitelikleridir. Bu ise başka bir ayette bulunmaz. Böylelikle Hakk, kendisine kendisiyle delil oldu. ‘Allah Teâlâ O’ndan başka ilah olmayandır.’ Burada Allah Teâlâ, mevcut bir ismi gaip zamirle ispat etmiş ve olumsuzlamıştır. O’nun görünmeyen bir isimlendirileni vardır. ‘Hayy’dır.’ Bu ise sahip olduğu isimlerin varlık şartı olan niteliktir. ‘Kayyum’dur.’ O, kazanmış olduğu her şey ile kendisinin dışındaki üzerinde kaimdir, çünkü O, her şeye yaratılışını verdi. ‘Onu uyku ve dalgınlık almaz.’ Bu, âlemi korumasıyla çelişen şeylerden tenzih niteliğidir. Allah Teâlâ Kaim olmasaydı, âlem bir an bile var olamazdı. ‘Onundur.’ Zamir Allah Teâlâ’ya döner ve gaip zamirdir. ‘Göklerde ve yerde olan şeyler.’ Bunlar, mülk ve köle olarak O’na aittir. Allah Teâlâ ulûhiyetiyle hükmün bekası için korumayı açıklamaktadır. ‘Kim şefaat eder?’ Şef (çift ve şefaat) kelimesi, hükümle ikilenmesi demektir. ‘O'nun nezdinde.’ Burada da gaip zamir vardır. ‘O'nun izni olmaksızın.’ Bu, Allah Teâlâ olmaksızın, kimsenin bağımsız olamayışından kaynaklanır. Dolayısıyla her şeyin O’nun izninden olması gerekir. Çünkü burada, şefaat eden ve şefaat edilenler vardır. Onlar, göklerde ve yerde şefaatçileri ve haklarında şefaat edilenleri bilir. ‘Önlerindekini bilir.’ Bu, onların üzerinde bulundukları durumdur. ‘Artlarındakini de bilir.’ Bu ise, kendisine dönmeleridir. ‘Bilgisinden bir şeyi ihata edemezler.’ Kastedilen, eşyaya dair bilgisidir. ‘Ancak O’nun dilediğini.’ Bir kısmını ihata edebilirler, bütününü değil! ‘Kürsüsü kuşattı.’ Kastedilen, bilgisidir. ‘Gökleri ve yeri.’ Yani, ulvî ve süflî âlemi bilgisi kuşattı. ‘O ikisini korumak ağır gelmez O'na.’ Çünkü söz konusu olan, manevi bir koruma, gaybi yardım, ulvî ve süflide sürekli yaratmadır. ‘O Yücedir.’ O’nun yaratıklarından müstağni olması, zâtından kaynaklanır. ‘Azim-dir.’ Celaliyle Allah Teâlâ’nın heybetinin bulunduğu ariflerin kalplerinde Yücedir.

Bu sure, isim ve zamir arasında on altı yerinde Allah Teâlâ’nın zikredildiği bir ayettir. Aynı şey başka bir ayette bulunamaz. Ayette beş isim açıkça zikredildi: Bunlar, Allah Teâlâ, Hayy, el-Kayyum, el-Alî ve el-Azim’dir. Dokuz zamir de açıktır. Bunlar zâhirde gizlenmiştir. İkisi ise bâtında gizlenmiştir, görünüşte yoktur. Bu iki zamir, bilgi ve meşiyet zamiridir. Aynı şekilde, Allah Teâlâ’nın bilgisini ve meşiyetini kendisi bilebilir. Dolayısıyla kimse O’nun bilgisinde ya da meşiyetinde neyin bulunduğunu bilemez. Bunlar, irade edilen gerçekleşip bilinenin ortaya çıkmasından sonra öğrenilebilir. Bu nedenle zamir, bilgi ve iradede gözükmemiştir.

çünkü bu sure, Kuran’ın kalbidir Onu okuyan, Kuran’ı on kez okumuş gibidir. Kalp Sad harfine mensup suretteki (beşerî suret) en şerefli parça olduğu gibi Sin’e (Ya-sin) mensup bu sure de en üstün suredir ve o bir mertebedir. Burçlardan ona ait olan, güneşin şerefli evidir. Burası, başlangıç burcu, ilkbahar mevsimi, canlanmanın geri gelmesi, başlangıcın zuhuru, doğa âleminin süslenmeye başlamasıdır. Bunun yanı sıra nefeslerin buharlarının inceldiği dönemdir. Söz konusu nefesleri kış mevsimi havanın soğukluğu nedeniyle yoğunlaştırmıştı. Soğuk hava, dışarıya çıkan nefeslere bir donukluk kazandırır. Nefes dışa çıktığında önce onları yoğunlaştırır, sonra suya çevirir. Bu, kış mevsiminde eline üflediğinde bulduğun nemliliktir. Hakkın (cc.) her nefes kendilerinde bulunduğu ilahi şe’nler, bu burca aittir.    

Çünkü Kuran, toplama özelliğine sahiptir ve toplamada ayrım bulunur. Çünkü toplama, çokluğun delilidir. Çokluk ise teklerdir. Öyleyse çokluk toplamda (cem’de) ayrımın ta kendisidir. O halde Kuran, Furkan-Kuran’dır.

Çünkü bu, olumlama ve olumsuzlamayı içerir. Başkasında bu özellik yoktur.

Allah Teâlâ hallerden rızayı seçti, çünkü o, Hakk’tan mutlular adına gerçekleşecek son müjdedir. Bundan sonra bir müjde yoktur. Çünkü rıza, bir rivayette yer aldığı gibi, ebediyete eşlik eden ve insanların (Hakk’ı) görme yerinden dönmelerinden sonra gerçekleşecek bir müjdedir. Hayır! O, büyük ziyaret esnasında görmenin geçekleştiği Kesib’te gerçekleşir.

Orası mutluluk ve bakışın gerçekleştiği yerdir. Bu ise ehlini onun mukabili olan yerde bulunan sevimsiz şeylerden ve intikam isimlerinin otoritesinin gereğinden gizler.

çünkü o gözün son noktasıdır. Hiçbir haz, görme hazzına benzemez. Çünkü o, ibadet edilen hakkındaki görme kesinliğidir (ayne’l-yakîn). •

çünkü o, isimlerin tekliğini gösterir ve tek ve bileşik sayıları bir araya getirendir. ‘Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Onları sayan kimse cennete girer.’ Kastedilen sayma, bilgi, ezber ve lafız bakımından öğrenmedir. ‘Allah Teâlâ tektir ve teki sever.’

Çünkü farzların sonucu, kulun Hakk’ın duyması ve görmesi gibi nitelikleri olmasıdır. Nafilelerle gerçekleşen sevme ise, Hakk’ın kulun duyması ve görmesi olmasını sağlar. Nafile, farzlardan sonra ikinci derecededir ve bu nedenle farz önceliklidir. Hakk celalinin gereğine göre (kutsi hadiste) belirttiği gibi ‘kulunun kulağı’ olmaya inmez. Öyleyse Hakkın kendi niteliğiyle inmesi gerekir. Bu ise, üzerinde yaratıldığı suret nedeniyle, kulun Hakk’ın niteliği olmasıdır. Öyleyse kulun niteliği, ‘ilahi suretten’ koparılmıştır. Nitekim ‘Rahim Rahman’dan bir daldır.’ Farz, kesmedir, insan onu yerine getirdiğinde Hakk’ın niteliği olabilir. Nafile kıldığında ise Hakk onun niteliği olur. Böylelikle farz nafileden ayrışır ve üstün derece farza ait olur. Farz bunu sağlamasaydı, Allah Teâlâ ‘Acıktım, beni yedirmedin’ ve ‘Ben kulumun kavuşmasını daha çok özlerim, hiçbir şeyde tereddüt etmedim...’ gibi kutsi haberlerde bildirilen sözleri söylemezdi.

Çünkü eşya Hakk’ın nezdinde kendi kaderleriyle ayrışır. Hakk, gaybdır. Böylelikle kader, (gayb konumundaki) geceye tahsis edildi. Gece de tıpkı gaybın gizlenmesi gibi örtünür.

çünkü onda iki suret ortaya çıkar. Allah Teâlâ bu günü suretlere tahsis etti. Bu ise, nutfenin (rahme) düştüğü beşinci aydır. Cuma, müennes (dişi) bir gündür. Süslenme ona ait iken yaratılış da onda tamamlanmıştır. Allah Teâlâ onda bir saati belirlemiştir ki, bu saat aynadaki nokta gibidir. Bu yer, aynaya yansıyanın gün aynasındaki yeridir ve orada kendisini görür. Ayna ile aynaya bakan arasında gerçekleşen surete göre hitap ve teklif gerçekleştiği gibi işaret isimleri de onunla meydana gelir. Örnek olarak şu, bu, bunlar vb; o, o ikisi, onlar, sen, siz, siz ikiniz, sizler, sen, seni, ikinizi, vb. gibi zamirler (şahıs zamirleri-işaret zamirleri); -vikaye nun harfi korumadığında (nî şeklinde)birinci tekil şahıs zamirini verebiliriz. Bu zamirin zorunlu olarak enniyette (benlik) bir etkisinin olması gerekir. Bu nedenle vikaye nun’una harfler âleminden ait olan şey, fütüvvet ve işardır ve yine bu nedenle ‘vikaye nun’u diye isimlendirilmiştir. O ‘Sana sığınırım hadisindeki ‘sana (ke)’ zamiri konumundadır. Bu konuda şu dizeleri söyledim:

Vikaye nun’una benzemez

Varlıkta oruçtan ve ahlâktan başkası

Fütüvvet ve isar onun varlığıdır

Lafızda, koruyucu’dan (vikaye) başka bir şeyimiz yok

Varlığın yarısı Yaratan’ın niteliğinden ona ait

 Mertebeden de; o daim ve baki olandır

Bunların ilki, Hz. Peygamber’in kemalinin görünmeksizin ve görünerek ortaya çıktığı dönemdir. Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kendi başına şeriatı ortaya koymuş,, vekillerinin şeriat yaptığı şeyleri varlığıyla geçersizleştirmiş, dilediklerini onaylamış, hepsine imanı ortaya koymuştur. Söz konusu şeriatlardan neshedilen ve edilmeyen her şeyi ispat etmiştir.

İşte bu birinci asırdır. Ondan sonra, hepsi de fetih ve zuhur ehli olan iki asır daha gelir. Bu üçü, her ayın üç gününe benzer. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der:

‘Bir grup savaşa çıkar ve onlara aranızda Peygamber’i gören var mıdır? diye sorulur. Onlar ‘evet’ diye yanıt verir. Bu durumda onlara fetih nasip olur. İnsanlardan bir grup savaşa çıkar. ‘Aranızda Peygamber’i göreni (sahabe) gören (tabiin) var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’ Bu ikinci nesildir, diğeri ise birinci nesildi. ‘Sonra bir savaşa çıkar. Onlara aranızda Peygamber’i göreni göreni gören var mıdır?’ diye sorulur. Onlar da ‘evet’ der. Onlara da fetih nasip olur.’

Peygamber buna bir eklemede bulunmadı. Çünkü ilahi mertebenin dışında bir şey yoktur. İlahi mertebe ise, zât, sıfat ve fiillerden ibarettir. İşte bu asırların en hayırlısının anlamıdır. Öyleyse ilk asrın (neslin) inayetiyle hepsine fetih nasip olmuştur ki kastedilen Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin zâtıdır. Onun nurunun gücü ve otoritesi, kendisini görene veya onu göreni görene ya da onu göreni göreni görene fetih nasip etmiştir. Hz. Peygamber’in, ‘En hayırlı asır benim asrım, sonra onu takip eden, sonra ondan sonra gelendir’ diye dile getirdiği durum budur. Biz onları ayın üç gününe benzettik. Peygamber’in davet dönemini ise bir aya benzettik. Çünkü insanlar ‘karn (asır, nesil)’ ve onun zaman ölçüsü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda ileri sürülen görüşlerden birisi, onun otuz yıl olmasıdır. Bu nedenle asırları Peygamber’den kıyamete kadar bir ‘ay’ kabul ettik ve üç karnı (asır) ayın üç günü gibi saydık.

çünkü Hz. Peygamber kendisine soru soran birine ‘Oruç tutman gerekir, oruç misilsizdir’ diyerek orucun benzersizliğini dile getirmiştir. Bu durumda oruç ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ ifadesine benzer. Allah Teâlâ kutsi hadiste ‘Oruç benim içindir’ der. Halbuki bütün ibadetleri insana ait saymıştır. Oruç ise tenzih niteliğidir ve tenzih Allah Teâlâ’ya ait olabilir.

Bunun nedeni isimdeki ortaklığıdır. Ramazan ilahi isimlerden biridir ve böylelikle senenin diğer aylarına göre saygınlığı ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber onu kameri aylardan saymıştır. Bunun nedeni, bereketinin senenin tüm aylarına yayılmasını sağlamaktır. Böylelikle bu bereket, senenin her ayında ortaya çıktığı gibi senenin her günü için ondan bir pay gerçekleşir. Bize göre, ayların en üstünü Ramazan, sonra Rebiülevvel, sonra Recep, sonra Şaban, Zilhicce, Zilkade ve Muharrem’dir. Kameri ayların fazileti hakkındaki bilgim bu kadardır. Senenin diğer aylarının faziletinin sıralanışını bilmiyorum. Bunlar Safer, Rebiulahir ve Cemâziyelevvel ve Cemâziyelahir aylarıdır. Bu aylarda faziletin sıralanışı hakkında bilgim yoktur. Bunlar, fazilette denk midir? Zannı galibime göre, iş böyle olmalıdır. Çünkü bana gösterilmişti, fakat onu kesin olarak öğrenmemiştim. Bilgim olmadığı bir konuda ise konuşmam söz konusu değildir.

Çünkü her şeye sudan hayat verildi. Allah Teâlâ’nın su üzerinde var ettiği Arş bile öyledir. Böylelikle hayat Arş’a sudan yayılmıştır. Su, Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemin ‘Hac Arafat'tır’ hadisindeki (ifade biçimine benzetirsek), en büyük unsurdur. Bununla beraber hayatın sebebi, suyla beraber başka şeylerdir. Fakat su (Arafat Haccın en önemli unsuru olduğu gibi) bu şeylerin en büyük unsurudur.

Feleklerden Arş’ı seçti,

çünkü Arş bütün cisimleri ihata eder. Allah Teâlâ her şeyi ihata edendir. Arş, felekler içerisinde ve onun altında bulunan şeylerde öncelik sahibidir. Öyleyse Arş, ilktir ve ihata edendir. Er-Rahman istiva etmele için bu iki niteliği, yani ilklik ve ihatayı seçmiştir. Arş mülk ise, onun seçimin dışında olması yerindedir. Çünkü sadece Allah Teâlâ ve mülkü vardır. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey O’nun mülküdür. Arş bir ifadede de diğer şeylerden ayırt edilmiştir. Bu durumda Arş’ın ille olma ve ihata bakımından seçilmesi ortaya çıkar. Çünkü gölder ve yer Kürsü’nün içerisinde ‘ipe atılmış düğüm gibidir; Arş’ın içinde Kürsü ise ipe atılmış düğüm gibidir’.

çünkü onlar nurdan yaratıldı. Onlarm cisimleri nuranidir. Melekler diğer yaratıklara göre ilahi nura daha yakın olanlardır. Bu nedenle Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Bunun nedeni, doğanın karanlığını bilmesidir.

Amâ, âlemi yaratmazdan önce O’na ait idi. Buradan Allah Teâlâ güçlü melekleri yaratmış, onları kendi celalinde hayrete düşürmüştür. Sonra, âlemi yaratmış, onları başkasını görmeleri için cemalinin celalinde hayrete düşürmüştür. Onlar, Allah Teâlâ’nın bir kimseyi yarattığını bilmeyenlerdir. Bunun ne üstün bir hal olduğuna bakınız! Allah Teâlâ Amâ’yı mekânı, Arş’ı istivagâhı, yakın semayı iniş yeri, yeryüzünü ise beraberliğinin mekânı olarak seçti. Allah Teâlâ her nerede olursak bizimle beraberdir.

Bunun nedeni, onların hakikati Allah Teâlâ’dan tebliğ etmeleridir. Allah Teâlâ onları kendisini bilmek için (dünya hayatına) çıkarttı. Allah Teâlâ bilinmeyi sevmiş, peygamberler vasıtasıyla yaratıklarına tanınmıştır. Bu bilinme onlarla gönderdiği kitap ve sayfalarla gerçekleşti. Böylece zâtı bir bilgiyle onu bildikleri gibi kendilerinde yaratılmış akıllarla da Allah Teâlâ’yı tanırlar. Allah Teâlâ onlara fikri araştırma gücü verdi. Böylelikle delil ve kanıtlarla selbî-vücudî (olumsuzlayıcı) bir bilgiyle Allah Teâlâ’yı bilmişlerdir. Akıl kendi başına bundan fazlasını bilemez. Bundan sonra ise, zâtî bir bilgiyle peygamberler geldi. Böylelikle yaratıklar, şeriatıyla onlara tanınan İlah’a ibadet etti. Çünkü akıl, herhangi bir ameli ya da Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı ya da Hakk’a ait olumlu zâtî bir niteliği ortaya koyamaz. Düşünce deliliyle hareket ettiği sürece, aldın şeriattan payı, ‘O’nun benzeri bir şey yoktur (ke-mislihi), ifadesinden ibarettir. Burada ‘ke’ benzetme değil, zait bir harf olarak bulunur. Allah Teâlâ aldın kendi başına algılayamayacağı bilgileri tebliğ etmesi için peygamberleri seçmiştir. Söz konusu bilgiler, Allah Teâlâ’nın zâtı ve O’na yaklaştırıcı ameller, terkler ve nispetlerle ilgilidir.

Onu kelimelerde kendi makamına yerleştirdi. Bu isim, nitelenen fakat başkasının nitelenmesinde kullanılmayan bir isimdir. Bütün ilahi isimler bu ismin niteliğiyken o bir nitelik olmaz. Bu nedenle onda kök aramaya kalkmak, bir zorlamadır. Binaenaleyh ‘Allah Teâlâ’ ismi, türetilmemiş, özel ve kelimeler ve harfler âleminde ilahi zât için konulmuş bir isimdir. Allah Teâlâ’dan başkası o isimle isimlenmemiştir. Böylelikle Allah Teâlâ, akü başka bir ilahın olamayacağını kanıtladığı gibi, onu da ortaklıktan korumuştur.

Böylece Allah Teâlâ’nın seçimlerinden uyarı yerine geçecek hususları zikretmiş olduk. Bu uyarı, davet edildikleri ibret ve basiretle bakmaktan habersiz kalan akıllara yöneliktir. Meseleyi tam olarak açıklamış değiliz. Çünkü bizler, Allah Teâlâ’nın yarattığı varlıkların ayrıntısını tam olarak bilmiyoruz. Allah Teâlâ’nın verdiği güçle, varlıkları belli esaslarda sınırlamayı başarırsak, bu taksime her şey girer. Bu bölümde Allah Teâlâ’nın varlıkta sınırlı yaratıkları içinden her türden seçip ayırdığı tek tek bireyleri tanıtmayı amaçladık. Onlar, kendi başına var olan veya var olmayan, mekânlı veya mekânsız ya da dolaylı olarak bir mekâna yerleşen türler, bundan bir araya gelen ve gelmeyen varlıklardır. Âlemin ve varlıkların kısımları, belirttiğimiz hususlarla sınırlıdır. Burada aklın tek başına anlayabileceği göreli bir tafsilat vardır. Bu ise, eşyanın mertebelerinin ayrışması, birbirlerinden etkilenme, birbirlerini etkileme ve birbirlerine dayanma bakımından derece derece olmasıdır. Fakat bu üstünlük, kendilerine olan inayet yoluyla ilahi yakınlığın üstünlüğüdür. Yoksa hakikatleri onu gerektirmez. Bu üstünlük, kalplerimize bildirdiği ilham bilgileri ya da indirilmiş kitap ve nebevi haberlerde tebliğ ettiği bilgilerle öğrenilebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur!

Sünnetler akli delillerdir, çünkü onlar bir takım yollardır. Farzlar ise kendisine ve yaratıklarına göre Hakk’ın durumunu bildiren şer’î bilgilerdir.

Ey Allah Teâlâ’nın kulları!

Kitabında ya da Peygamber’in dilinde kendisini nitelediği şekilde Allah Teâlâ’ya kulluk ediniz! Ne bir ilave ne çıkarma ne de bir üstünlüğe yol açacak te’vil yapınız. Kendisini nitelediği şeyi O’na bırakınız. Bu nitelik (akla göre) imkânsız ya da çelişik bir şey ise, bu, bizim işin kendiliğindeki durumunu anlamadaki eksiklik ve acizliğimize yorulur. Teorik akıl gücünün O’nun varlığının bilinmesiyle ve Hakk’tan kullarına haberleri bildirenlerin doğruluğuyla ilgili yargısını ifade etmiştik. Dolayısıyla herhangi bir itiraz olmaksızın, çelişik ya da imkânsız hususları bile kabul etmemiz gerekir. Zâtı kendisince meçhul olan birini akıl zâtıyla ilgili hususlarda zorunluluk, imkân ya da imkânsız hükmüne nasıl sokabilir ki; Akıl haddini aşmamalıdır ve kendisine ait hususlarda bize indirdiği ve bildirdiği işleri Hakk’a bırakmalıdır. Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır. Biz ise, Allah Teâlâ’ya ve bu konudaki bilgisinde Kitap ve Peygamber’in diliyle O’nun nezdinden gelen hususlara inanmak zorundayız. Allah Teâlâ bizi nezdinde bulunan şeyleri öğrenmeye muvaffak etsin. Allah Teâlâ’ya ancak yok olacak kimse itiraz edebilir.

Doksanbeşinci Kısım, c. VII, sh:175-190

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Fakir diye Allah Teâlâ’ya nispet edilmek, zengin diye nispet edilmekten üstündür. Çünkü zenginlik Hakk’ın zatıyla yaratıkların arasındaki ilişki­yi ortadan kaldıran zâtî bir niteliktir. Her talep, bir münasebet ve ilişki­ye imkân verir, çünkü mevcut olan, arzulanmaz. Dolayısıyla talep ve is­tek, talep esnasında sahibinde bulunmayan bir şeyle ilgilidir. Bu neden­le talep, yokluğa -ki madum demektir- ilişebilir. Bununla birlikte talep edilen şey, var olan bir varlıkta bulunabileceği gibi var olmayan bir şey­de de bulunabilir. Âlemde sadece talep eden vardır. Dolayısıyla âlemde sadece istediği şeye muhtaç olan vardır.

Fakirlik başkalarında bulunmayan bir özellikle diğer niteliklerden ayrılır. Bu özellik, onun madum (yok olan) ve mevcudun niteliği olma­sıdır. Her olumlu nitelik, bir mevcutta bulunmalıdır. Bakınız! Müm­kün, yok iken bir tercih edene muhtaçtır. Var olunca bu kez varlığını sürdürmede ve korumada muhtaçtır. Dolayısıyla mümkün, hem varlık hem yokluk halinde ‘fakir’ kalmayı sürdürür. Öyleyse fakirlik, hüküm bakımından makamların en genişidir. Bu nitelikten kazanılmış olan ise, özel bir izafettir. Bu ise -başkasına değil- Allah Teâlâ’ya muhtaçlıktır ki, bu­nunla Allah Teâlâ övülür. Bu muhtaçlık, insanı mutlu eder ve kendisini Allah Teâlâ’ya yaklaştırır. Bu izafette ise, insanda yaratılmış olan her nitelik ona ortaktır. Örnek olarak cimrilik, hırs, haset, aç gözlülük gibi göreli ola­rak ve yerine göre üstün-değerli ve değersiz ve düşük olan nitelikleri ve­rebiliriz.

Hükümdarların yoksunluğundan daha büyük bir yoksulluk yoktur. Çünkü hükümdar, askerlere olduğu kadar yönetimini ayakta tutmasını sağlayacak kimselere de muhtaçtır. Hükümdar, bu adı onun için koruyacak yönetim ve mülke muhtaçtır.

Sultan Selahaddin Yusuf b. Eyyub’a (ra.) 581 senesinde Ebu’l- Kamil el-Müneccim, ulaştığı her yeri toza çevirecek büyüle bir fırtına çıkacağını söylemiş. Bazı arkadaşları fırtına gecesi saklanacağı güvenli bir yer bulmasını tavsiye edince, hükümdar şöyle demiş: Fakat insanlar ölecek, öyle mi?’ ‘Evet’ diye cevap verdiklerinde şöyle demiş: ‘İnsanlar ölürse, ben kime hükümdar ya da sultan olacağım? Hükümdarlık gittik­ten sonra, hayatta ne iyilik kalır ki? Bırakın beni de, hükümdar olarak öleyim. Yemin olsun ki, dediğinizi yapmayacağım.’

Bunun ne kadar güzel bir söz olduğuna bakınız! Her izafi varlık -bunun farkında olmasa da- yoksundur. Onu fark etse bile, ‘yoksulluk’ denilen şey olduğunu bi­lemez. Yoksunluğun durumu böyle olunca, Allah Teâlâ’ya -ki her şeyin melekûtu O’nun elindedir- muhtaçlık, sabit ve mevcuttur. Bu nedenle Allah ‘Onların sözlerini yazacağız (Al-i İmran, 181)buyurdu. Yani, onu zorunlu kılacağız. Başka bir ifadeyle onlar, yoksulluğun kesinlikle şikâyette bulunmaya­cakları zorunlu bir nitelik olduğunu anlayacaklardır. Hâlbuki onlar ‘Biz zenginiz  (Al-i İmran, 181) demişlerdi. Çünkü onlar, gerçekte yoksul olduklarından per­delenmiş, bu nedenle de kâfir olmuşlardır. Onlar, zevk yoluyla öğren­dikleri ve inkâr edemeyecekleri bir durumu örtmüşlerdir. Sussalar bile, halleri onları yalanlar. Böylelikle zengin olmadıkları halde ‘biz zenginiz (Al-i İmran, 181)derler. Onlar, Kuşkusuz Allah fakirdir (Al-i İmran, 181) der. Hâlbuki Allah, zatı yönün­den fakir değildir. O, âlemlerden müstağnidir. Bu kitabın pek çok ye­rinde Allah’ın âlemlerden müstağni olmasının anlamı zikredilmiştir. Bu ifade ‘Allah zengindir (Al-i İmran, 181) ayetinin benzeri olmadığı gibi ‘Allah zengindir, siz yoksulsunuz(Muhammed, 38)ayetine de benzemez.

Yoksulluğun bu kadar yaygın olduğunu öğrenince, onu herkes için ve her durumda dikkate almalısın. Yoksulluğunu -herhangi bir belirle­me olmaksızın- kayıtsız anlamda Allah Teâlâ’ya bağla! Binaenaleyh Allah (se­nin maslahatını bilmede) senin için daha uygundur. İsteğini belirlemek­ten kendini geri tutamazsan bile, -belirlemiş olmakla birlikte- en azın­dan yoksulluğunu Allah Teâlâ’ya bağlamaya çalış! Allah Hz. Musa’ya şöyle vahyetti:

‘Ey Musa! Benden başkasına ihtiyaçlarını sunma. Hamuruna katacağın tuzu bile benden iste.’ İşte bu, Allah Teâlâ’nın Musa’ya öğretmesidir.

Rüyamda Allah’ı gördüm. Bana şöyle diyordu:

‘İşlerinde beni vekil edin.’ Ben de O’nu vekil ettim. Artık sadece Allah Teâlâ’nın korumasını gör­düm ve bu nedenle O’na hamd olsun. Allah, bizi kendisine muhtaç olanlardan etsin! Çünkü Allah sayesinde Allah Teâlâ’ya muhtaç olmak, zengin­liğin ta kendisidir. Çünkü Allah, zengindir ve sen O’na muhtaçsın. Do­layısıyla sen O’nun sayesinde âlemlerden müstağnisin. Bunu bilmelisin!

‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [YÜZ ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM- Allah Teâlâ’nın Vasıtasıyla Zengin Olan O’na Muhtaçtır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah, melekleri ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri Allah’tan başka ilâh olmadığına tanıklık etti. O aziz ve hakimdir.’ (Âl-i imran 3/18) Ardından şöyle buyurdu: ‘Allah katında din İslâm’dır.’ (Âl-i imran 3/18) Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, şöyle buyurdu:

'İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muham­med’in onun elçisi olduğuna tanıklık etmendir.’ Allah Teâlâ, âyette ‘ilim sahipleri’ demiş, ‘iman sahipleri’ dememiştir. Çünkü Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığı, bir haberden kaynaklanmaz ki iman olsun. Bu nedenle bir ko­nuda tanıklık, ancak bilgiden meydana gelebilir. Aksi halde, tanıklık ge­çerli olmazdı.

Ardından Allah, melekleri ve bilgi sahiplerini ‘ve’ edatıyla kendisine atfetmiştir. ‘Ve’, [ilgili olduğu hususta] ortaklık gerektiren bir edattır.

Burada ise, kesin tanıklıkta ortaklık söz konusudur. Sonra, onları da imana değil, bilgiye izafe etti. Buradan, [Haktan gelen] bildirim yolun­dan değil, nazarî veya zorunlu bilgi yolundan tevhidin [bilgisini] elde edenleri kastettiğini öğrendik. Adeta Allah şöyle demiştir: Melekler, te­celliden doğan zorunlu bilgiyle benim birliğime tanıklık etmiştir. Bu te­celli, onlara bilgi vermiş ve onlar için kanıtlardaki doğru düşüncenin ye­rine yerleşmiştir. Böylece benim birliğime tanıklık etmişlerdir. Nitekim ben de tanıklık ettiğim gibi bilgi sahipleri de kullarıma yerleştirdiğim aklî düşünceyle [birliğime] tanıklık etmiştir.

Allah Teâlâ imanı ise, bilginlerin ardından ikinci mertebede bilginin ar­dından getirdi. İman, mutluluğa ulaşmada zorunlu unsurdur. Çünkü Allah, bize inanmayı emrettiği gibi kendisini bildiren Allah olduğu için biz de onu ‘ilim’ diye isimlendirdik. Allah, şöyle buyurur: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını bil.’ (Muhammed 47/19) Başka bir âyette ise şöyle buyurur: ‘O'nun tek ilâh olduğunu biliniz .’(İbrahim 14/52) Bu âyet, İbrahim suresinin sonunda mertebeleri taksim eden bir âyettir. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de, sahih bir hadiste şöyle bu­yurur: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını bildiği halde ölen insan cennete girmiştir.’ Hadiste ‘iman ettiği halde’ denilmedi. Çünkü iman habere bağlıdır. Nitekim Allah şöyle buyurur: ‘Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.’ (el-isra 17/15)

Allah Teâlâ’nın ‘fetret’ dönemlerinde yaşamış ve bilgi yoluyla Allah Teâlâ’yı  bir­lemiş kimi kullarının olduğunu öğrendik. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden önce peygamberlerin daveti genel olmadığı için, bütün zamanlarda yaşayan insanlar inanmak zorunda değildi. Bu ifadeyle ise âyet, ister mümin ol­sun ister olmasın Allah Teâlâ’nın birliğini bilen herkesi içermiştir. Burada mü­min, habere inanması bakımından değil, kesin bilgi ifade eden bir doğ­ru haber olması yönünden Allah Teâlâ’nın  birliğini bilmeyenlerdir.

……………………………..

Peygamber gelip önünde Allah Teâlâ’yı  bilenleri ve bilmeyenleri buldu­ğunda hepsine birden şöyle der: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığını söyle­yiniz.’ Buradan peygamberin Allah Teâlâ’nın birliği hakkında bilgi sahibi ol­mayan müşrikler için de bir öğretmen olduğunu öğrendiğimiz gibi bu söz ile peygamberin Allah Teâlâ’yı  [varlığını] ve O’nun birliğini bilenler için bu bilgiyi telaffuzun zorunlu olduğunu, bu telaffuzun onların kanlarını dökülmekten, mallarına el konulmaktan ve zürriyetlerini esaretten kur­taracağım öğreten olduğunu öğrendik. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöy­le buyurur: ‘İnsanlarla ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ deyinceye kadar sa­vaşmakla emrolundum. Bunu söyleyince, İslâm’ın hakkının dışında, benden kanlarını ve mallarını kurtarırlar. Hesapları ise Allah’a kalmış­tır.’ Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘öğreninceye kadar’ demedi. Çünkü onların içinde zaten bunu bilenler vardı.

Dünyada hüküm bilgiye değil söze aittir. ‘Sırların ortaya çıkarıla­cağı günde hüküm ise’ söze değil bilgiye ait olacaktır. [Kelime-i tevhit] Bu ifadeyi dünyada bilen, inanan, iki yüzlü -ki ne mümindir ne de bilen- söyler. Bu ifadeyi söyleyince, dünya ve ahirette üzerlerinde bulunan hakların dışında, kanlarını ve mallarını kurtarmış olurlar. Ahirette ise, ‘hesapları Allah'a kalır.’ Bunun nedeni, onların içinde ikiyüzlülerin ve üzerinde kul hakkı olan kimselerin bulunmasıdır. Dünyada ise, saptan­mış cezalar nedeniyle hesapları Allah’a kalmıştır. Çünkü ‘Allah’tan başka ilâh yoktur’ demek, dünyada ve ahirette bu hakları düşürmez. Hesapla­rının Allah’a kalması ise ahirettedir. ‘O gün Allah peygamberleri toplar ve kendilerine der: Size nasıl karşılık verildi’(el-Maide, 109) Peygamberler, hal deliliyle, sorulan şeyin kalplerle verilen cevapla ilgili bir soru olduğunu anlar. ‘Bi­zim bir bilgimiz yoktur, derler.’ (el-Maide 5/109) Başka bir ifadeyle, biz kalpleri bileme­yiz. Sen bilinmeyenleri en iyi bilensin.' (el-Maide 5/109) Bu ifade, söylediğimiz durumu destekleyen ve pekiştiren bir delildir.

Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem el-Melik isminden [hareketle] şöyle buyurur: ‘İs­lâm beş şey üzerine kuruludur.’ Böylece İslâm’ı bir yapıya dönüştür­müştür. ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına tanıklık etmek.’ İşin kalbi budur. ‘Muhammed'in O'nun peygamberi olduğuna tanıklık etmek’ kapı­nın teşrifatçısı, ‘namaz kılmak’ sağ yön, ‘zekât vermek’ sol yön, ‘oruç tutmak’ ön taraf ve ‘hacca gitmek’ arka taraftır.

Belki de, ön taraf [oruç değil] namazdır. Çünkü namaz, nurdur. Namaz, hükümdarı perdeler. Bir rivayette şöyle bildirilmiştir: ‘Allah Teâlâ’nın  perdesi nurdur.’ Zekât ise, sağ taraf olur. Çünkü zekât, sahip olunan mülkü elden çıkarmak için güce ihtiyaç duyan bir harcamadır. Hac ise, sol taraftır. Çünkü hacda infak ve verme ameli vardır. Böylece hac, sa­daka ve hediye olmada zekâtla birleşir. İkisi de mülkiyet amelidir. Oruç ise, arkada bulunur. Çünkü arka, önün zıddıdır. Oruç bir aydınlıktır. Çünkü sabır aydınlıktır. Aydınlık ise, nurdur. Öyleyse dengeyi sağla­mak için orucun arkada' bulunması daha uygundur. Çünkü sonradan gelen, öncekinin izinden yürür.

Kıyamet günü Hakkın ‘gelmesi’ de böyle olacaktır. İman, kıyamet günü hükümdar suretinde bu nitelikte gelir. ‘Allah'tan başka ilâh yok­tur’ diyenler kalpte, namaz kılanlar önde, zekât verenler -ki sadaka de­mektir- sağda, hacca gidenler solda, oruç tutanlar ise arkada bulunur. Allah bizi evinin yapısını bu esaslara göre kuran kimselerden eylesin! Allah Teâlâ’nın evi imandır. Bu evin sınırı kıble tarafından (yani güneyden) namaz, kuzeyden oruç, batıdan gizli verilen sadaka, doğudan ise hacdır. Böyle bir evin oturanı ise, hiç kuşkusuz mutludur!

‘Allah'tan başka ilâh yoktur’, bir olumsuzlama ve olumlama ifadesi olduğu gibi peygamberlerin söylediği en üstün cümle de budur. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur:

‘Duaların en faziletlisi, Arefe günü yapılan duadır.’  Burada Allah Teâlâ’yı  bilenlerin duasına bir işaret vardır. ‘Ben ve ben­den önceki peygamberlerin söylediği en faziletli cümle ise ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ cümlesidir.’ Hadis, anlam ve rivayet zinciri bakımın­dan sahih bir hadistir.

Olumsuzlamanın sabit (var olan) bir şey hakkında olup onu olumsuzlaması gerekir. Sabit olmayan -ki olumsuz demektir- bir şey hakkın­da olumsuzlama, onu olumlar. Çünkü olumsuzun olumsuzlanması, olumlama demektir. Nitekim yokluğun yokluğu varlıktır. Öyleyse ‘La-ilahe, ilah yoktur’ derken kişi neyi olum­suzlar?

Size sorduk, bize cevabını söyleyiniz?

Öte yandan, olumlanan şeyin hükmü de olumsuzlanan şeyin hükmüyle bir midir?

Başka bir ifa­deyle, ancak olumsuzlanan şey mi sabit olabilir?

Yoksa olumlanan şeyin hükmü, olumsuzluğun hükmünden ayrışmasını sağlayacak şekilde, baş­ka bir şey midir?

Acaba, olumsuzlayan neyi olumsuzlamıştır, olumlayan neyi olumlamıştır?

Allah Teâlâ’nın  izniyle, bütün bunların araştırılması gerekir.

[Kelime-i tevhitteki] Olumsuzlama, ilahlıkla nitelenip kendilerine ilahlık nispet edilerek ‘ilahlar’ denilen bazı yaratıkların dış varlıkları hakkında gelmiştir. Bundan dolayı Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendilerini tek ilâh Allah'a davet ettiğinde, müşriklerden şaşıranlar olmuştur. Allah Teâlâ, böyle bir müşriğin şöyle konuştuğunu bildirir:

‘İlahları tek bir ilâh mı yapacak? Tuhaf bir iş!’ (Sâd 38/5) Çünkü onlar, söz konusu şeyleri icat etmiş ve böyle bir niteliğe sahip olmadıkları halde onları ilâhlar diye isimlendirmişti. Öy­leyse olumsuzlama, gerçekte öyle olmasa da, insanların inancına göre [ilah sayılan] bu şeylerle ilişkilendirilen ilahlığa yöneliktir, yoksa burada ilahlığın. olumsuzlanması söz konusu değildir.

Çünkü Şâri (şeriatı ortaya koyan) Allah Teâlâ, olmayan bir şeyi olumsuzlasaydı, hiç kuşkusuz bu durum, müşriğin zannettiği şeyin olumlanması anlamına gelirdi. Halbuki Şari Teala, müşriğe şöyle der: ‘Söylediğin bu hüküm, doğru değildir.’ Başka bir ifadeyle gerçek, zannettiğin gibi değildir. Bir ilâhın olması ise, zorunludur. Kuşkusuz [müşriklerin var saydığı] ilahlardaki çokluk, olumlama edatıyla reddedilmiştir. Bu edat, ‘illa’ ifadesidir. On­lar, olumlama edatından sonra zikredilen şey haklarıda bu nispeti olumlamışlardır. Zikredilen ise, Allah diye isimlendirilendir. Böylece şunu demişlerdir: ‘[Müşriklerin ilahlık nispet ettiği] İlah yoktur, ancak Allah vardır.’ Allah'a ilâhlık nispeti, bunu olumlayanın fiiliyle gerçekleşmez. Allah, kendisi nedeniyle ilâhtır. Böylelikle olumlayan kişi, Ancak Allah vardır derken ilâhlık niteliğine tek başına haiz olduğuna inanmayan müşriğin nefsinde bu durumu ispat etmiştir. İspatın ispatı imkânsız iken olumsuzluğun olumsuzlanması ise imkânsız değildir [Kısaca, mut­lak yokluk imkânsız iken varlık imkânsız değildir].

Gerçekte ise, müşrik Allah'tan başka bir şeye ibadet etmedi. Fakat o, ibadeti ait olmayan kimseyle ilişkilendirmede yanılmıştır. Bir müşrik ortak koştuğu şeyde ilâhlık bulunduğuna inanmasa, kendisine ibadet etmezdi. Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemezine hükmetti.’ (el-Isra 17/23) Bu nedenle Hakk, bu nitelik hakkında kıskanç olmuş, kendisine gerekli say­gıyı göstermediklerinde dünyada onları cezalandırmıştır. Buna karşın kendi zanlarında, ilâhlarına dua ettiklerinde bile onları rızıklandırmış, dualarını işitmiş, kendilerine karşılık vermiştir. Çünkü Allah, nispette yanılsalar bile, onların gerçekte bu mertebeye [ilâhlık] yöneldiklerini bi­lir. Bununla birlikte onlar, ahirette sonsuza kadar bedbaht olacaktır. Çünkü peygamber, ilâhlık nispetinin kendisine ait olması zorunlu ola­nın birliği hakkında onları uyarmıştı. Onlar ise, uyarıya bakmamış ve samimi davranmamışlardı. Bu nedenle, kesin kanıt ortaya çıkıp ‘yetkin delil Allah'a ait olsun’ diye, her peygamberin rehberliği yaşadığı dö­nemdeki insanlara hâkim olan özelliğe göre olmuştur.

Bu cümle, varille ve yokluk mertebesini kuşatır. Binaenaleyh olum­suzluk ve olumlu altına girmeyen hiçbir mertebe olmadığı gibi kuşatıcılık bunlara aittir.

Bu bağlamda bazıları nefsiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ derken,

kimi sıfatıyla ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,

kimi Rabbiyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur der,

kimi Rabbinin niteliğiyle ‘Al­lah'tan başka ilâh yoktur’ der,

kimi haliyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der,

kimi hükmüyle ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ der.

Bu kişi, özellikle [taklit ederek] mümin olandır. Kalan beş kişinin ise, bu anlamdaki imanda bir payları yoktur.

…………………….

Bütün bu sınıflar, iman ile nitelenmez. Çünkü onların içinde bu kelimeyi taklit ederek söyleyen kimse bulunmaz. Kendi hükmüyle ‘Al­lah'tan başka ilâh yoktur’ diyen ise, onu Şari’nin sözü olması nedeniyle söyleyen kimsedir. Çünkü Şari, bunu söylemeyi kendisine farz kılmış ve onu söylemesine hükmetmiştir. Bu hüküm olmasaydı, Allah’a yaklaş­mak maksadıyla onu söylemeyecekti. Hatta söylese bile, öğreten ve öğ­renen biri olarak söyleyecekti.

Şeyhimiz Ulya’lı Ebu’l-Abbas el-Ureybi’nin huzuruna girmiştim. Şeyh, Allah Teâlâ isminin zikriyle kendinden geçmiş, ona başka bir şey ekle­miyordu. Bunun üzerine şöyle dedim:

‘Efendim! Niçin ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ demiyorsun.’ Şöyle dedi:

‘Evladım! Nefesler Allah Teâlâ’m elin­dedir, benim elimde değiller ki! Ben de Allah ‘yoktur’ veya ‘ilâh yoktur’ derken canımı alır diye korkuyorum. Bu durumda olumsuzlamanın vahşetinde (yalnızlık ve korku hali) canım alınır.’ Başka bir şeyhe bunu sordum. Şöyle dedi:

‘Allah'tan başka ‘Ben Allah’ım’ diyen birini ne gör­düm ne duydum. Dolayısıyla yok sayacağını kimse görmedim ki, senin duyduğun [şeyh] gibi ‘Allah, Allah’ diyeyim.’

Bu ismi Allah Teâlâ’yı birleme ibadetini yerine getirirken kullandık. Çün­kü Allah ismi, bütün İlâhi isimlerle nitelenmiş toplayıcı isimdir. [Al­lah’tan başka] Tapınılan herhangi bir şeyin bu isimde bir ortaklığının olduğu aktarılmamıştır. İlâh ve benzeri gibi diğer isimler ise, böyle de­ğildir. İşte bu kadar bir sözle, Şari söylemeyi emrettiği için söylendi­ğinde, iman gerçekleşir. Şari ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ deyinceye ka­dar demiş, ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın  elçisidir’ deyinceye kadar dememiştir. Bunun nedeni, tevhide dair bu tanıklığın peygamberlik hakkındaki ta­nıklığı da içermesidir. ‘Allah'tan başka ilâh yoktur’ diyen kimse, onu an­cak Allah Teâlâ’nın  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin sözü olduğu için söylediğinde mü­min olabilir. Allah Teâlâ’nın peygamberinin sözü olduğu için söylediğinde ise, bu davranış, peygamberin peygamberliğini onaylamanın ta kendisidir.

Bu özel ifade peygamberliğe tanıklığı da içerdiği için, Şari şöyle demedi: ‘Muhammed Allah Teâlâ’nın  rasülüdür’ deyinceye kadar [onlarla savaşmakla emrolundum]. Başka bir yerde ise, onu söylemiştir ki, kas­tettiğimiz imandır [hadisidir]. İman, duyuyla algılanan bir şey değil, bir anlamdır. Söz konusu hadiste Peygambere ve onun -Allah’tan bir akta­rım olmaksızın- kendi nezdinden yasa yapıp getirdiği şeylere [sünnet] inanmak Allah’a inanmaya bitiştirilmiş tir. Allah’a iman etmek, namaz kılmak, zekât vermek, haccetmek ve oruç tutmak zikredildiğinde -ki bü­tün bunlar Allah katından olan şeylerdir- İbn Ömer hadisinde şöyle ek­ler: ‘Allah'tan başka ilâh olmadığına iman edip bana ve getirdiğime inanıncaya kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.’ Burada iman denil­mesinin nedeni, taklitçi münafıkların varlığının dikkate alınmasıdır. Çünkü bu münafık, bunu kalbiyle inanmaksızın söyler. İnkarcı münafık ise, bunu ne peygamberin sözü olduğundan -ki o Allah Teâlâ’nın  kitabından onun Allah Teâlâ’nın  peygamberi olduğunu bilir- ne de akıl delilinden söyler.

Tevhit tanıklığına bitişmiş peygemberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah Teâlâ’nın  öğrettiği ilahi bir sır vardır. Bu sır şudur: Şari’nin bildir­diği ve nitelediği tek ilâh aklın algıladığı birlenen ilâh değildir. Çünkü aklın tevhit anlayışı, Allah’ın birliğine tanıklığa peygamberliğe tanıklığı da bitiştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla Şari’nin kendisini bilmesi ba­kımından tevhit, teorik aklın kabul ettiği tevhidin aynı değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye çağırdığı ilâh, zatında değil, ilâh olduğu mertebedeki ilâhtır. Bunun için, O’nun kendisini nitelediği in­mek, istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek, düşünmek vb. gibi şeri­attan soyutlanmış sırf aklın tevhid anlayışının kabul edemeyeceği özel­liklerle nitelememiz geçerli olabilmiştir.

İşte [şeriatın bildirdiği] bu ilah, kendisini gönderenin birliğine ta­nıklığına peygamberin kendi peygamberliğine tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir mabuddur [ibadet edilen]. Bu nedenle peygamberliğe ta­nıklık Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığa eklenir ve her gün beş vakit namazın ezan ve kametlerinde otuz kere şöyle denilir: ‘Allah'tan başka ilâh ol­madığına tanıklık ederim. Muhammed’in Allah Teâlâ’nın  rasülü olduğu­na tanıklık ederim.’ Peygamberlikle ilgili bu tanıklığı telaffuz edenler­deki bu ayrıştırma, tevhidin tanıklığındaki ayrıştırma gibidir. Öyleyse, [bütün] mertebelerde bu üsluba göre yürümelisin!

Allah’a ve peygamberine iman etmek, peygamberin Allah katından ve kendi katından getirip sünnet ve şeriat olarak ortaya koyduğu her şe­ye inanmayı içerir. Onun sünnet yaptığı şeylere inanmak ise, iyi bir adet ortaya koyan kimsenin sünnetine imanı içerir. Böylece [bir yandan] şe­riat ve [öte yandan] sabit hükmü geçersizleştirmeyen teşvik edilmiş ibadetin ortaya çıkışı, kıyamet gününe kadar sürer.

Bu hüküm, bu ümmete özgüdür. Hüküm derken, bu ümmeti şe­reflendirmek için ortaya konulan şeyin sünnet diye isimlendirilişini kas­tetmekteyim. Daha önceki ümmetlerde ise, ruhbanlık diye isimlendirilirdi. Allah şöyle buyurur: ‘Onların icat ettiği ruhbanlık.’  (el-Hadîd 57/27) Bu ümmetin yaptıkları hakkında Şari’nin ‘sünnet’ diye isimlendirdiği şeye ‘bidat’ di­yen kimse, sünnete uymamıştır. Bunun bilgisinin ulaşmadığı kimse ise farklıdır.

[Sünnete] uymak bir şey üretmekten daha iyidir. Uymak ile bir şey üretmek arasındaki fark bilinir. Bu nedenle Şari onu ‘bidat’ diye isimlendirmemiş, ‘sünnet’ diye isimlendirme eğiliminde olmuştur. Bir şey üretmek, aslı olan bir örneği olmaksızın bir şeyi ortaya çıkarmak demektir. Allah kendisini şöyle niteler: ‘Gökleri ve yeri örneksiz yara­tandır.’ Yani Allah, önceki bir örnek olmaksızın onları var edendir.

İnsan şeriatta aslı olmayan bir adet uydurmuş olsaydı, yaptığı bidat olacağı gibi onu kabul etmemiz de doğru olmazdı. Bu nedenle Şari, uydurmak-üretmek lafzı yerine sünnet lafzını kullandı. Çünkü sünnet meşrudur. Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Muhammed’e peygamberlerin [kendile­rine değil] rehberliğine uymayı emretti.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ (el-Ahzab,4)

 

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM-"Allah'tan Başka İlâh yoktur ve Muhammed Allah Teâlâ’nın  rasülüdür' Cümlesinin Bilinmesi”]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

ANNE VE BABAYA ŞÜKRETMEK

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Göksel feleğin hareketinden meydana gelen gezegenlerin ışıklarının unsurlara bitişmesine gelince -ki unsurlar türeyen bütün şeylerin anasıdır-, Hakk onu cennet ehlinin cennette aynı anda bütün eş ve cariyeleriyle duyusal bir tarzda cinsel ilişkiye girebilmelerinin örneği yapmıştır. Nitekim bu birleşmeler de duyusaldır. Bu bağlamda bir geciktirme ve öne alma olmaksızın, erkek arzuladığı zaman bir anda bütün eşleriyle bedensel ve duyusal bir tarzda cinsel ilişki kurabilir. Bu ilişki, (cinsel uzvun) girmesi ve bundan kaynaklanan özel hazzın bulunmasıyla gerçekleşir. İşte bu daimi nimet ve İlâhî iktidar(ın kanıtı)dır.

Akıl, düşünme (fikir) yeteneği yönünden bu hakikati algılayamaz, lâkin Hakkın dilediği kullarının kalbindeki başka bir güç vasıtasıyla algılayabilir. Nitekim cennette suretler çarşısı vardır: Kul bir sureti arzuladığında, ona girer. Nitekim dünyada da ruh, bize göre şekilden şekle girer. Cisim olsa bile, Allah Teâlâ burada ona bu gücü vermiştir: ‘Allah Teâlâ her şeye kadirdir.’

Cennet çarşısı hadisini Ebû İsa Tirmizî el-Musannef in de zikretmiştir, oraya bakılabilir.

Bu nuranî ışıklar dört unsura bitiştiğinde, bu cinsel birleşmeden Allah Teâlâ’nın belirlediği türeyenler meydana gelir. Böylelikle türeyen şeyler, babalar ile -ki onlar felekler ve yüce nurlardır-analar arasında meydana gelir. Analar ise doğanın süflî unsurlarıdır. Bunlardan unsurlara ulaşan ışıklar cinsel birleşme, feleklerin hareketleri ve nurların dönmesi ise bir-leştirici hareket haline gelmiştir. Unsurların hareketleri ise doğumla ortaya çıkan çocuğu meydana getirmek için kadının doğum vaktine benzer.; Çocuk, bu unsurlarda gözle görülen maden, bitki, hayvan, cin ve insan gibi türeyenlerin suretleridir. ,

Dilediğine güç yetiren Allah Teâlâ münezzehtir. Ondan başka ilâh yoktur. Her şeyin Rabbi ve hükümdarıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bana ve ana babana şükret.”

Dostum! En yakın baba ve en yakın anne ve bunların arasındaki anne-babalara varıncaya kadar, anne ve babalarının kim olduğu sana bildirildi: En yakın baban, somut varlığının ortaya çıkmasını sağlayan kimse olduğu gibi sana en yakın anne de böyledir. Ebeveyninin mutlu olacağı ve sevineceği teşekkür ve övgün, onları sahiplerine ve Yaratıcılarına nispet edip fiili kendilerinden düşürmen ve onu (seni meydana getirme fiilini) her şeyin yaranası olan sahibine ait görmendir. Böyle yaptığında, bü fiilinle ebeveynini mutlu etmiş olursun. Bu mutluluğu onlara sağlamak anne babalara teşekkürün ta kendisidir. Bunu yapmaz ve Allah Teâlâ’yı unutursan, kendilerine şükretmemiş ve onlara şükretmekle ilgili Allah Teâlâ’nın emrini tutmamışsın demektir.

Çünkü Allah Teâlâ “bana şükret” demiş ve O’nun ilk ve öncelikli sebep olduğunu öğrenmen için kendisini önce zikretmiştir. Ardından kendisine atıf yaparak Ve anne babana’ demiştir. Anne baba, vesileleriyle Hakkın seni yarattığı sebeplerdir. Böylece sebepleri Allah Teâlâ’ya nispet edersin ve sebeplerin senin üzerindeki iyiliği tesir değil, özellikle varlık önceliği olur. Çünkü gerçekte (kendilerinden) ortaya çıkan eserlerin varlığının sebepleri olsalar bile, onların etkileri yoktur. Bu kadarı ile anne ve babanın iyiliği gerçekleşmiş, buna karşın senden onlara şükretmen istenmiş, Hakk onları kendin ve sahip olduğun şeyler için tesirde değil, senden önce gelmede kendi yerine koymuştur. Fakat şu şartla ki, ‘Rabbinin ibadetine hiç kimseyi ortak koşma.’

Allah Teâlâ’ya hamd edip ‘Rabbimiz ve yüce babalarımızın ve süflî analarımızın Rabbi dediğimde’, benim bunu söylemem ile bütün Ademoğullarının bunu söylemesi arasında hiçbir fark yoktur. Dolayısıyla ana ve babalarını ortaya koymak için Adem ve Havva’dan kendi zamanına kadar bizzat belirli bir şahsa hitap etmiyoruz. Bizim amacımız, insanın yapısıdır. Böylece, bu övgü ile unsurlar âleminden, doğa ve insan âleminden meydana gelmiş her şeyin mütercimi oldum. Ardından etken ve edilgin arasında meydana gelmiş her şeye vekil olma derecesine yükselirim ve bütün dillerle Allah Teâlâ’yı överim, bütün yüzlerle ona yönelirim. Böylece ödülümüz, Allah Teâlâ katından bu tümel makamdandır.

Bir şeyhim ‘Bize ve Allah Teâlâ’nın iyi kullarına selâm olsun’ veya ‘Size selâm olsun’ dediğimde şöyle demişti: ‘Bir yoldaşına selâm verdiğinde, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde ve gökteki ölü ve diri bütün iyi kullarını aklına getir. Çünkü selâmın bu makamdan sana iade edilir. Selâmının ulaştığı Hakka yakın her melek veya temiz ruh, mutlaka selâmını alır. Selâm bir duadır. Böylece duan kabul edilir ve kurtuluşa erersin. Allah Teâlâ’nın heybetinde kendisini kaybetmiş, O’nunla ilgilenip kendinden geçmiş kullarından birisine selâmın ulaşmadığında -Hâlbuki bu genel ifadenle onlara da selâm verdin, -onlar adına selâmını Allah Teâlâ alır. Hakkın selâmını alması, sana şeref olarak yeter. Keşke kimse verdiğin selâmı duymasaydı da, Hakk onların yerine selâmını alsaydı. Böyle bir şey senin adına daha büyük şeref olurdu!’

Allah Teâlâ Yahya’yı şereflendirmek için şöyle demiştir: ‘Doğduğu, öldüğü ve diri olarak diriltileceği gün ona selâm olsun.’ Bu bir ihsan ve bildirim selâmıdır. Peki, Hakkın emrini yerine getiren kimsenin adına aldığı zorunlu selâm hakkında ne söylenebilir? Farzların ödülü, hakkında ‘doğduğu gün ona selâm olsun’ denilen kimse için faziletlerin ödülünden daha büyüktür. Böylece Allah Teâlâ onun için iki iyiliği birleştirmiştir.

Allah Teâlâ’nın bize salâtı (rahmet, Allah Teâlâ size salât eder) kendiliğinden gerçekleşmiştir. Selâmının ise salâtı gibi, kendiliğinden gerçekleşip gerçekleşmediği hakkında bir rivayet bana ulaşmadı. Bu konuda kendisine bir şey aktarılıp onu öğrenen kimsenin, bildiği o rivayeti Allah Teâlâ’nın bize salât etmesinin yanma katması boynunun borcudur. Böyle yaparsa bu bilgi, müminler için bir müjde, benim bu kitabım için de bir şeref olur. Allah Teâlâ yardımcı ve başarıya ulaştırandır. Ondan başka Rab yoktur.

Onikinci kısım, c. I,  sh: 410-411

**

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

ARAFAT’IN URENE BÖLGESİNDE DURANIN DURUMU

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

FASIL İÇİNDE VASIL

Arafat’ın Urene Bölgesinde Duranın Durumu

Bilginler, Arafat’ta Urene bölgesinde vakfe yapanın durumu hakkında görüş ayrılığına düşmüştür. Bazıları, haccının tam olduğu, fakat kan borcu [ceza kurbanı kesmek] olduğunu söylemiştir. Bir kısmı ise, haccının tamamlanmadığını söylemiştir.

Urene, İblis’in Arafat’taki durma yeridir. İblis, her sene hac yapar ve bu yer onun durduğu yerdir. İblis orada Rabbinin itaatindeki mahrumiyetine ağlar.

İblis, gerçekte kulları saptırmada mecburdur. Bununla birlikte o, Rabbine karşı yaptığı yemini yerine getirmek üzere bunu seçimiyle yapar. Gerçekte İblis’in bunu yapacağı önceden belirlenmiş ise de, onun hüküm gerçekleştikten sonra efendisinin emrine bağlammada bir kuşkusu vardı. Söz konusu hüküm, bir ayette belirtilen azap hükmüdür. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Git ve onları kandır, kendine çek ve onlara vaatte bulun.’ İblis, bu davranışla bir rahatlama bulur. Bununla birlikte o, Arafat ehlini kuşatan rahmeti görmekle üzülür. İblis de, Arafat’tadır, dolayısıyla ona göre, belirli bir süre sonra bile olsa İlâhî ihsanın kendisine de ulaşması zorunludur. Bu, onun Rabbi hakkındaki zannıdır. İblis’in Cehennemden çıkmasına ise yol yoktur. Çünkü o ve kendisine uyan müşrikler -ki onlar Cehennemliktir-ile Allah Teâlâ cehennemi doldurur. Dolduktan sonra ise, onda bir eksilme olmayacağı gibi çıkma da söz konusu değildir.

Allah Teâlâ hacıya İblis’in bulunduğu yerden uzaklaşmayı emretti. Orası, uzaklaşma yeridir. İblis el-Baid isminin hükmü altındayken Arafat’takiler el-Karib isminin hükmü altındadır. O halde onların hiç biri, isimlerin hükmünden ayrı kalmamıştır. Urene’de hacı yapan kişi, o bölge Arafat’tan sayıldığı için tam hacıdır, fakat sevabı eksiktir. Nitekim imamdan önce Arafat’tan ayrılmada da aynı şeyi açıklamıştık. O halde Urene bölgesi, şeytana ortaklık anlamı taşıdığı için vakfe için kerih sayılmış bir yerdir.

Dikkat ediniz! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem orada sabah namazını kaçırdığı vadinin içinden ayrılmış, bunun nedenini belirtirken şöyle demişti: ‘Burası şeytanın bulunduğu bir vadidir.’ Çünkü İblis Hz. Bilal radıya'llâhu anhi uyutup fecri gözetmesine engel olmuştu. Bir hadiste şöyle denilir: Şeytan her birinizin başına bir ip bağlar. Uyuduğunda her bir düğüm yerine üç düğüm daha artar. Uzun bir geceden sonra kalkacaksın.’ Öyleyse Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Urene’nin içinden hızla ayrılmakla şeytana komşuluktan uzaklaşmayı kastetmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem orada namaz kılmış olsaydı, bu geçerli olurdu. Başka bir ifadeyle kendisine uyku fitnesinin isabet ettiği o yerde namaz kılsaydı, geçerli olurdu. Halbuki Peygamber tenzih anlamıyla o yerden ayrılmıştı, yoksa haram kılma şeklinde ayrılmamıştı.

İblis’in de marifetten payı vardır. Bu nedenle melekler onu Arafat’tan uzaklaştıramamış, o da burada vakfe yapmıştı. Şu var ki, insanlar imamları indiği için onun başka bir yerine inmiştir. Arafat’ın her bir yeri, durma yeridir ve Urene de Arafat’tandır. Öyleyse bize belirttiğimiz nedenle Urene’nin içinden yukarı çıkmak emredildi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin bu emrini farz anlamında yorumlayan kimse, haccı geçersiz sayar. Hacılar, Arafat’tan inerken Urene’nin içinden ayrılır. Çünkü Müzdelife’nin sınırı, Urene’den ibaret olan vadinin ucudur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Arafat’tan ayrıldığınızda.”  Herhangi bir mekanı belirtmemiş, bütünüyle Müzdelife’ye çıkmayı kastetmiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın hacı olan ve olmayan bütün vakfe yapanları bağışladığı-nı anladık: Allah Teâlâ’nın rahmeti her şeyi kuşatır. Sınırlama ise, mutlak varlık sahibinin bir niteliği değildir. Allah Teâlâ’nın rahmetiyle Allah Teâlâ’dan başka her varlık hayat bulur ve rızıklanır. Öyleyse rahmet, kuşatıcıdır. O her yerde o yerin gereğine göre verir. Bu rahmetin söz gelişi ateşteki etkisi, cennetteki etkisinden farklıdır. Allah Teâlâ, başarıya erdirendir. O’ndan başka Rab yoktur.         

Almışsekizinci kısım, c.V, sh: 399-400

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

https://youtu.be/mYB76V4vAo0

EK BİLGİ

Mekke Urene Vadisi-Ebrehe ordusunun Ebabil Kuşları tarafından helak edildiği yer. Arafat Mekke de haccın en önemli rükünlerinden vakfenin ifa edildiği yerdir. Bu isim Bakara Suresi 198. Ayette geçmektedir. Cebel-i rahme Arafat meydanında etrafında ki dağlara nispetle küçük, mütevazı bir tepedir. Peygamberimiz salla’llâhu aleyhi ve sellem bu dağın tepesinde şimdi yerleri tespit edilemeyen Neb’a ve Nübey’a kayalıkları arasında bulunan Nabit tepesinde vakfeye durmuştu. Taif yolu üzerinde 13.680 km2 alandır. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem vakfe yapmak için belirtilen vakitte (Kurban bayramından bir gün önce sabah güneşin doğuşundan sonra başlar) Arafat ta durmaya çok önem vermiş, münadisine Arafat ta iken “Hac Arafat tır” diye ilan ettirmiş, bu rüknü yerine getirmeyenin haccının tamam olmayacağını bildirmiştir.

Aslen yunanlı bir tüccarın kölesi olan Ebrehe, Yemene önce Habeşistan naibi, sonra da müstakil kral oldu. Yemenin başkenti San’a da Kulleys isminde büyük ve yüksek bir kilise inşa ettirdi. Hristiyanlar Yemende siyasi bir iktidar elde ettikten sonra Kabe nin yerine başka bir kabe inşa edip burayı Arapların merkezi haline getirmek istediler. Bir rivayette Ebrehe kendi yaptırdığı kiliseyi yine kendi adamları tarafından kirletilerek suçu Kureyşlilerin üzerine atarak Mekke ye saldırmak için komplo kurdu.

Ebrehe Kabe yi yıkmadan rahat edemeyeceğine yemin etmişti. Nihayet m.s. 570 yılında 60 bin asker ve 13 fil ile Mekke ye hareket etti. Güçlü bir orduyla gittiği için önüne hiçbir güç çıkmadı. Taif cihetinden Mekke ye varmayı planladı. Taif lilerin öncülük etmesiyle Mekke ye yaklaşık olarak 10 km yakınında harem sınırında bulunan Urene Vadii üzerinde Muğammes adlı bölge vardı. Burada konakladı. Elçisi Himyeri yi Mekke ye gönderip karşı çıkmamaları halinde kendilerine mal ve can güvenliği vad etmişti. Mekke nin reisiyle de görüşmeyi kabul etti. Haber Abdulmuttalibe ulaşınca “Bizim Ebrehe ile savaşacak gücümüz yok, bu ev Allah’ın evidir, dilerse onu korur” dedi.

Abdulmuttalib Ebrehe nin yanına gitti. Mekke nin reisi sıfatıyla gelen bu insanı görünce tahtından indi ve yanına geldi. Kendisiyle savaşmayacaklarını, sadece kendi develerini istediğini bildirdi. Kabe ye gelince “onun sahibi var ve onu sahibi koruyacaktır” dedi. Ebrehe bu teklifi biraz tuhaf karşıladı. Bu asil insan, Kabeyi yıkmaya gelen insandan Kabeyi korumasını değil de develerini geri istemesini anlayamadı. Halbuki Mekke, kendine ihanet edenleri helak eden bir özellikteydi. Ebrehe de Kabeyi yıkmakta kararlıydı. Abdulmuttalip develerini alıp gitti.

Abulmuttalip Kureyşlileri toplayarak dağlara çekilmelerini, ancak böylelikle katliamdan kurtulabile ceklerini söyledi. Kureyşliler Kabeye gidip dualarını yaptıktan sonra şehir halkıyla beraber topluca dağlara çekildiler.

Ertesi gün Ebrehe Mekke ye girmek üzere hareket ettiğinde ordunun en önünde Mahmud adlı fil vardı. Ve bir türlü Mekke ye doğru gitmiyordu. Fakat geri çevirdiklerinde Taif - Yemen tarafına doğru hızla ilerliyordu. Deveyi ne kadar dövdülerse de, hırpaladılarsa da Mekke yönüne doğru bir türlü gönderemediler. İşte tam bu esnada deniz tarafından gelen, kırlangıca benzeyen Ebabil kuşları, biri gagalarında diğer ikisi ayaklarında olmak üzere nohut tanesi kadar büyüklüğünde ki üç taşı kurşun gibi Ebrehe’nin ordusunun üzerine atmaya başladılar. Ebrehe başta olmak üzere ordu helak edildi. Kaçmaya çalışanlar kaçtıkları yerde taşlanarak öldüler. Mahmud dan başka diğer filler de öldüler. Taşın isabet ettiği herkes ölürken Ebrehe ölmemişti. Allah ona biraz daha azap çektirmek istiyordu. Gün geçtikçe etleri küçük parçalar halinde vücudundan ayrılmaya başlamıştı. Kan ve irin akar vaziyette San’a ya kadar böyle geri götürdüler. Vücudu iyice küçülmüştü. Kalbi parçalanıncaya kadar ölmedi. Nihayet kalbi de parçalandı ve hareketinin cezasını ödedi.    

Bu olaydan sonra sadece Ebrehe ve ordusu değil, onun Yemende ki hakimiyeti de dört sene sonra yok oldu (m.s. 575)

Bu hadise Araplarda büyük tesir yapmış, bu olayın meydana geldiği yıla “Fil yılı” denmişti. Peygamberimiz s.a.v. ise bu olaydan elli gün sonra dünyayı teşrif buyurdular. Hz. Aişe diyor ki: Ben Mekke de iki kişi gördüm ki eller ayakları eğri, dileniyorlardı. Meğer bunlar Ebrehe nin ordusuna katılanlardanmış.”

Hicretin 132. Yılında Abbasiler devrinde Yemene Vali olarak tayin edilen Abbas bin Rebi, Ebrehenin yaptırdığı kiliseyi yıktırdı. Eser kalmadı. Fakat Kabe 15 asırdan beri milyarlarca insanların ziyaretleriyle dolup taştı.. Kıyamete kadar da dolup taşacak. Her yıl Müslümanların “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk..” sesleri semalara yükselecek.

www.naimozguner.com  

 ARİFLERİN BİLDİĞİ SIRLARDAN: ŞEYTANIN ELÇİLİĞİ

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

 

BEŞYÜZ ONDOKUZUNCU BÖLÜM

Menzili 'Allah Teâlâ’ya ve peygamberine size hayat verecek bir işe çağırdıklarında icabet ediniz' Ayeti Olan Kutub'un Halinin Bilinmesi

Çağrıldığında icabet et, çünkü seni çağıran Allah Teâlâ

Allah Teâlâ seni sana vermek için çağırmakta

Sen zenginsin, verilenden ihsan et!

Hakka muvafık olanı; 'Rahman tilavet eder sana

Hakka aykırı her şeyi at bir yana bâtını yorumda

Çünkü fikir sana nida etmekte

Sakın deme ‘rabbimden değil’ ve atma :

İşin gerçeğini bilen getirir sana onu

Sen onu al, ölçüye vur, öğreneceksin!

Çünkü onun varlığındaki her şey sende       

Bilmediğin bir şeyi atma bir yana

Yada sana uymayan hitabı reddetme

Allah Teâlâ bir grup hakkında mekr sahibidir

Manalar hakkında iyi düşün

Deme ki ‘bu akıl terazisine girmez’

Sen O’na uy, mükâfatını verir

Allah Teâlâ Ruhu’l-kuds ile bize ve sana yardım etsin, bilmelisin ki:

Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ’nın ve Peygamber’in birlikte zikredilmesi nedeniyle, insan-ı kâmil’in ilahi surete göre yaratılmış olduğunu yukarıdaki ayetten daha çok belirten bir delil yoktur.

Allah Teâlâ müminlere hitap ederken Allah Teâlâ’nın ve peygamberin davetine uymalarını emretmiş, peygamber de Allah Teâlâ ile birlikte zikredilmiştir. Allah Teâlâ ve O’nun peygamberi bize hayat verecek bir hususa bizi davet eder ve biz de davet ettiklerinde her halükarda O’na icabet ederiz, çünkü biz ancak O’ndan meydana gelen bir halde bulunuruz ve bunun için davet ettiğinde Allah Teâlâ’ya icabetimiz şarttır. Çünkü bizi hallerimize yerleştiren Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ’nın davetiyle peygamberin daveti arasında ayrım yapılmıştır. Bunun amacı peygamberin kendisine göre yaratıldığı Hakkın suretini öğrenmemizi sağlamaktır. Her iki durumda da bizi davet eden Allah Teâlâ’dır, çünkü bizi Kur’an ile davet ettiğinde peygamber sadece tebliğci ve tercüman; davet ise Allah Teâlâ’nın davetidir. Biz de O’na icabet ederken O’nun peygamberini dinlemiş oluruz. Allah Teâlâ bizi Kur'an’ın dışında bir şeyle davet ettiğinde ise davet peygamberin davetidir ve biz peygamberin davetine uymuş oluruz. Bizim icabetimiz yönünden her iki davet arasında bir fark yokken davetçinin farklı olması nedeniyle her davet ötekinden ayrılır. Çünkü Allah Teâlâ’nın peygamberi bir hadiste şöyle der:

İçinizden biri koltuğuna uzanmışken, benden kendisine bir söz geldiğinde zinhar ‘Bana Kur'an'dan okuyun’ demesin. Çünkü benim sözüm Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki Kur’an gibidir ve onda bulunanları ve fazlasını içerir.’

‘Fazlası’ demek Ebu Yezid el-Bestamî’nin ‘Benim tutuşum daha şiddetlidir’ sözüne benzer. Çünkü Allah Teâlâ’nın kelamını ister O’ndan ister peygamberden dinleyelim, her durumda O’nun kelamıdır. Allah Teâlâ kulunun diliyle peygamberinin tebliğ ettiğini söylediğinde ise -Ki peygamber arzusundan konuşmaz-, bu durumda peygamberin sözleri hiç kuşkusuz daha çoktur. Çünkü biz peygamberi çokluktan duyarız. Bu itibarla kelam peygamberden geldiğinde aramızdaki benzerlik nedeniyle kulaklarımıza daha münasip iken Allah Teâlâ’dan olduğunda hakikatlerimize daha yakındır; çünkü Allah Teâlâ bize peygamberden, hatta bize bizden yakındır. Çünkü Allah Teâlâ bize şah damarından daha yakındır. Peygamberin bize yakınlığının en ileri derecesi aramızda üçüncü bir şahsın bulunmayacağı şekildeki mekân yakınlığıdır. Böylece peygamberde yakınlık (ve uzaklık) mekân itibarıyla ortaya çıkarken, tebliğ ettiği vahiyde mertebe ve değer halamından ortaya çıkar. Allah Teâlâ’dan ise mertebe bakımından farklılaşırız, çünkü Allah Teâlâ bize bizden yakındır. Bir şeye kendinden daha yakın kimse olamaz! Binaenaleyh bu yakınlık, iman edeceğimiz fakat bilemeyeceğimiz ve hatta müşahede edemeyeceğimiz bir yakınlıktır. Müşahede edebilseydik, bilirdik.

Allah Teâlâ bizi davet ettiğinde, zorunlu bir şekilde O’nun vasıtasıyla davete icabet ederiz. Aramızdaki peygamberin diliyle davet ettiğinde ise -onun vasıtasıyla değil-Allah Teâlâ vasıtasıyla peygambere icabet ederiz. Öyleyse biz her iki davette de Allah Teâlâ ile beraberiz. Başka bir ifadeyle hem Allah Teâlâ’ya ve hem de peygamberine Allah Teâlâ’nın vasıtasıyla icabet ederiz. Bu itibarla davet edilen kimin vasıtasıyla davet edildiğini iyi incelemelidir. İnsan davette sahip olduğuna ilave ‘ilmi hayat’ bulur ve bizzat davette o hayatı yaşarsa, Allah Teâlâ’nın veya peygamberin davet ettiği kimsenin bu davete icabeti vaciptir. Çünkü Allah Teâlâ hayat veren bir işe davet ettiğinde, davete icabeti emretmiştir; zaten Allah Teâlâ ve peygamberi insanı ! ona hayat verecek bir işe davet ederler. İnsan sahip olduğuna ilave ve yabancı hayatın tadını bulmazsa davetçiyi tanımamıştır ve bu nedenle icabet etme zorunluluğu ortaya çıkmamıştır. Bizden istenilen ise kendisiyle hayat bulacağımız şeyin gerçekleşmesidir. Bu nedenle ‘duyduk ve itaat ettik’. Öyleyse davet edilen, icabetin varlık sebebi olan bu tesiri hissetmiş olmalıdır. Bu nitelikteki biri davete icabet ettiğinde, dinlediği vahiyde kalbinin kendisini yaşayacağı başka bir hayat bulur. Duymuş olduğu vahiy amel etmesini gerektirir ve o da buna uyarsa, üçüncü bir hayat ortaya çıkar. Demek ki kul Allah Teâlâ’nın ve peygamberin davetini duymadığında nasıl bir nimetten mahrum kalacağına bakmalıdır!

Varlık bütünüyle Allah Teâlâ’nın kelimeleriyken bütün varidat (gelen elçiler) O’ndan gelen elçilerdir. Allah Teâlâ’yı bilen arifler varlığı böyle görür. Onlara göre konuşan herkes Allah Teâlâ iken her söz ilahi bilgidir; sözün tarzı ise dinlemede ortaya çıkar. Bazı sözler dini bakımdan emre uymak anlamı taşırken bazı sözler sınama amaçlı olabilir. Öyleyse geride kalan, derecelenmenin sebebi olacak anlayıştır. Şekilci âlimler Allah Teâlâ’nın kelamını kendisine ‘Furkan’ ve ‘Kur'an’ denilen belirli kelam ile ve (elçiyi de) Muhammed [salla’llâhu aleyhi ve sellem] denilen belirli bir peygamberle sınırlı kılmışken arifler duymayı bütün sözlere yaymış, Kur'an’ı ‘furkan’ olarak değil, Kur’an olarak dinlemiş, er-Resul ifadesindeki belirlilik takısını cins ve kapsam anlamında yorumlamış, bir peygamberle sınırlamamışlardır. Bu itibarla âlemdeki her davetçi gerçekte Allah Teâlâ’dan gelen bir peygamberdir. Bununla birlikte davetçiler zahirde birbiriyle ayrışırlar.

Allah Teâlâ’dan en çok uzaklaştırılmış kişi olan İblis’in durumuna bakınız!

Ya da ondan sonra sihirbazların durumuna bakınız!

Allah Teâlâ onların ‘elçilik’ yaptıklarına şahitlik etmiş ve ‘Onlar Allah Teâlâ’nın izni olmadıkça kimseye zarar vermezler’ buyurmuştur.

 Peygamberliğin manası da böyle bir hükme sahip olmaktır. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın iznine sahip olmaktır. Allah Teâlâ elçiliğini tespit etmek üzere İblis’e ‘Git! onlardan sana tabi olanların cezası cehennem olacaktır’ demiştir. Ardından bize onun elçilik görevini bildirerek şöyle demiştir: ‘Onlardan gücün yettiği kimseleri sesinle ayart, onları kendine çek, onların mal ve evlatlarına ortak ol, onlara vaatte bulun.’ Bütün bu haller kendilerine kılıç kullanma yetkisi verilen kâmil peygamberlerin getirmiş oldukları hususlardır.

Binaenaleyh arif şeytanın elçiliğini anlamakla saadete ulaşır ve onu nasıl karşılayacağını bilirken başkaları bu elçilik nedeniyle bedbaht olur; onlar böyle bir marifetten yoksun kalanlardır.

Bütün müminler ve arifler ise peygamberlerin elçiliğini anlayarak saadete ulaşırlar. Bu elçilikte belirtilenleri yapan kişi ise sözde iman edip davranışları ve sözüyle günahkâr olanlardan mutludur.

Alemde yer değiştiren her hareketli -her kim olursa olsun-ilahi bir peygamberdir, çünkü her zerre O’nun izniyle hareket eder. Arif hareket ederken her zerrenin getirdiği bilgiye bakar ve sahip olmadığı bilgiyi ondan kazanır. Bununla birlikte ariflerin elçilerden aldıkları bilgiler elçilerin değişmesine göre değişir. Bu itibarla delil sahibi olan peygamberlerden bilgi almalarıyla, kendileri farkında değilken ilahi izinle gelen elçilerden bilgi almaları bir değildir. Onların içinden bazıları şuurludur ve davet ettiği şeyi bilir.

Misal olarak arkadaşına ‘kâfir ol’ diyen İblis’i verebiliriz. Arif bu sözü ondan ilahi bir ifade olarak alıp Hakkın kendisine emretmiş olduğu ‘gizlenme (küfür kelimesinin ikinci anlamı; örtmek, gizlemek)’ ve ‘örtünme’ anlamında yorumlayarak onu örter.

Bu durumda Allah Teâlâ’dan kovulan şeytan elçi, O’ndan gelen bir uyarıcıya dönerken arif de kendini örtmekle saadete erer. Bu gizlenme kendisine vahyedilen şeytanın maksadı değildi. Arif olmayan kişi ise kendine ‘kâfir ol’ diyen şeytanın sözüne uyarak kâfir olur. Kâfir olduğunda, bu kez şeytan ona ‘ben senden uzağım, ben âlemlerin rabbi Allah Teâlâ’dan korkarım’ der.

Allah Teâlâ yükümlülük diyarında şeytanın âlemlerin rabbinden korktuğuna ve kendisine inandığına şahitlik etmiştir. Bu iki kişinin akıbeti kalıcı olmak üzere cehennemde kalmaktır, çünkü orası her ikisinin de yeridir.

Şeytan ateşten yaratılmışken öteki insan ateş için yaratılmıştır. Bununla birlikte insanda da ateş unsuru bulunur. Böylece şeytan ve (ona uyan) arkadaşı, ehli olmak üzere ateşe yerleşir ve Allah Teâlâ’nın dilediği bir süre cezalarını çekmek üzere azap görürler.

Arife göre bütün âlem Allah Teâlâ’dan gelen bir elçi ve peygamberdir.

O ve elçiliği, yani bütün âlem, arif için bir rahmettir, çünkü peygamberler rahmet olarak gönderilmiştir. Bela vesilesi olarak gönderilmiş olsalardı, yine de belanın içinde de ilahi rahmet bulunurdu, çünkü ilahi rahmet her şeyi kuşatmıştır ve ilahi rahmette bulunmayacak hiçbir şey yoktur. ‘Kuşkusuz senin rabbin mağfireti geniş olandır.’ Sen de genişi daraltmamalısın, çünkü geniş daraltmaya elverişli değildir. Bir bedevi şöyle demiş: ‘Rabbim! Bana ve Muhammed'e rahmet eyle, bizimle birlikte bir başkasına değil!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu sözü duyunca şöyle demiş: ‘Sen geniş bir şeyi sınırladın.’ Yani sözün ve talebinle genişi daralttın. Arife göre böyle bir ifade de Allah Teâlâ’nın kelamıdır ve onu özel rahmet içerisinde değerlendirir. Allah Teâlâ bedevideki bu sınırlı rahmet vasıtasıyla o sözü söyleyen kişiyle Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem arasında bir münasebet ve ilişki yaratır. Buna mukabil Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın kendisiyle başkalarına da merhamet edeceği (genel) rahmete bedeviyi ortak kılmıştır. Hâlbuki başkalarının bu özel münasebetten nasibi yokken peygamberin ümmetinin her bir ferdiyle arasında münasebeti vardır. Ümmet bu münasebet nedeniyle kendisine iman etmiştir. Başka bir ifadeyle peygamber ümmetinden her birisiyle o müminin belirleyeceği üzere özel bir münasebet içindedir. Çünkü peygambere tabi olan herkesin gerçekte bir menzili vardır ve o menzil sayesinde peygamber katında başkalarından ayrışır.

Bu zikir hakkındaki açıklama yeterlidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Otuzbirinci Sifir, c.XVI ,  sh:98-102

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

ÜÇ YÜZ ON BEŞİNCİ BÖLÜM

Hakikatlerimiz gerçekleşince bir olduk

Fakat vuslata imkân yok yine de!

Hiçbir yönden bu makama ulaşılmaz

İniş karşısında, istiva nedeniyle

Ona nasıl ulaşılsın ki?

el-Celil’in övgüsü Halil’in karşısında nerede

Görürsün ki sevgilisi ona dua ediyor

Dostunun kendisine dua ettiği gibi

Cem’ farkın kendisidir

Peygamber böyle buyurdu hadisinde

Bilgi güneşleri kaybolunca

Delil ile bilgiye ulaşan akıllar hayrete düşer 

Gözler gaybı görseydi

Onların doğuşu batışı kendisi olurdu

Ey samimi dost, bilmelisin ki: Azabın ‘vücubu’ denilen şey, azabın azap edilen kimsede gerçekleşmesidir. Duvar yıkılıp düştüğünde, vecebe el-hait denilir. Düşmek, özü gereği yükseklik sahibi olmayandan ve yüksekliği hak etmemiş kimseden meydana gelebilir. Bu nitelikteki birisi yükseldiğinde, onu yüksekte tutacak bir hakikati yoktur ve bu nedenle düşer. ‘Burası ahiret hayatıdır, onu yeryüzünde yükseklik istemeyenlere veririz.’  Nefsi nitelikler, kendileriyle nitelenen için irade edilmemiştir. Başkası nedeniyle yükselen birisi yükselip de onun adına yüksekliğini koruyacak kimse yok ise, düşer ve öldürülür. O halde yüksek olan, mertebesini Allah Teâlâ’nın yücelttiği kimsedir. Allah Teâlâ ‘Onu yüce bir mertebeye yükselttik’ buyurdu. Yükseklik özü gereği yüksekliğin sahibi olan Allah Teâlâ’dan meydana geldiği için, menzilini yükselttiği herkesin yüksekliğini de Allah Teâlâ korumuştur. Kendi başına yücelen zorba ve kibirlileri ise, perişan etmiş, cezalandırmış ve şöyle demiştir: ‘Akıbet takva sahipleritıindir,’  Başka bir ifadeyle, yüksekliğin sonu -ki yeryüzünde yükseklik isteyenlerin yükseldiği yerdirtakva sahiplerine aittir. Allah Teâlâ onlara dünya ve ahirette mertebe yüksekliği verir. Ahirete gelirsek, oradaki yükseklik zorunludur. Çünkü Allah Teâlâ’nın vaadi doğru ve sözü haktır. Ahiret hayatı mertebelerin ayrışması ve yaratıkların değer ve mertebelerinin Allah Teâlâ nezdinde belirlenme yeridir. Dolayısıyla kıyamet günü takva sahiplerinin yükselmesi zorunludur. Dünyaya gelirsek, insan takva ve zühtte dürüstlük makamına ulaştığında, zorba ve büyüklenenleri böyle bir zahide saygı göstermeye yönelten amiller çoğalır. Çünkü söz konusu zahit dünyadaki mertebelerinde o insanlarla didişmez. Bu durumda onların nefislerine yerleşen ‘takva sahiplerine saygı duygusu’ büyüklenen insanları yüksek konumlarından indirir ve takva ve züht sahiplerine hizmet ederek onlara saygı gösterirler. Bu kez sayesinde başkalarından üstün oldukları bu yükseklik, takva sahibine geçer ve ‘yüksekliğin sonu takva sahibine ait olur.’ Zorba ise, bunun farkına bile varmaz. Aksine takva sahibine tevazu gösterip ona tenezzül ettiği kendisine söylendiğinde, bundan haz alır. Böylelikle zorba, takva sahibinin daha aşağı mertebede olduğunu ve kendisine ‘indiğini’ zanneder. Halbuki zorbanın yüksekliği -farkında olmadan-takva sahibine geçmiş, zorla takva sahibinin yüksekliği altına girmiştir. Takva sahibine yüksekliği sorulsaydı, bu yükseldikten onun yanında bir şey bulunmazdı. Binaenaleyh insanda yükseklik, kulluk makamına ulaşmak ve gerçekte kendisine ait olmayan bir özellikle nitelenmemektir. Ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın hikmetine bakınız! ‘Su kaynadığında...’ Yani yükseldiğinde demektir. Burada yüksekliği ona izafe etmiştir. Halbuki Hakk onu kendisine izafe etmemiştir. Su kabarıp da yukarılara çıktığında, Allah Teâlâ yükselen suyun dalgalarından kurtarmak istediği kimseleri, birbirlerine eklenerek gemi haline gelen ahşabın içerisinde taşır. Böylelikle Allah Teâlâ’nın kurtulmasını irade ettiği bütün müminler o gemiye biner. Böylece gemi de içindekilerle birlikte suyun üzerinde yükselir ve su altında kalarak gemi için suyun kabarması (tehlikesi) ortadan kalkar, suyun içinde kırıklık meydana gelir. Bunun nedeni, Allah Teâlâ tarafından ve O’nun emriyle bile gerçekleşse, yüksekliğin suya izafe edilmiş olmasıdır. Fakat Allah Teâlâ yüksekliği suya izafe etmiştir. O yüksekliği kendisine (Allah Teâlâ’ya) izafe etmiş olsaydı, yüksekliği korunur, üzerine bir gemi çıkmaz, hiçbir şey su üzerinde kalmazdı. İşte iddia sahibi olmanın uğursuzluğudur, (bütün bunlara yol açan). Öyleyse azabın azap çekene ‘düşmesi’, onun kendi yükseldiğinden düşmesi demektir. Yükseklik, azap eden Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir. Bu koku, kendisine yükseklik özelliği vermiştir. Çünkü yükseklik, ulvilik sahibinin niteliğidir Ki, o da el-Muazzib ismidir. el-Muazzib azabın kendindeki yüksekliği görünce, onun sebebiyle,0 kendisini azap çekene düşürür. Böylelikle azap gören, el-Muazzib kendisiyle nitelenmiş iken, sayesinde böbürlendiği yüksekli. ği yitirir. Bu nedenle azabın azap görene düştüğü söylenir.

İşin gerçeğini şöyle açıklayabiliriz:

Hükümdar cezalandırmak istediği birisine karşı öfke hissetmeden, onu cezalandıramaz. Onu cezalandırmak istemesi, azaba uğramayı gerektiren bir fiil işlemesinden kaynaklanır. Söz konusu fiil, hükümdarın eziyet çekmesine yol açan bir öfkeyi hükümdarda oluşturur. Hükümdar yüce birisidir ve onun makamı herhangi bir şeyin kendisine azap etmesinden münezzehtir. Bu şahıs ise, hükümdarı kızdıran bir fiil işlemiştir ve hükümdarın içinde ‘gazap’ denilen bir duygu oluşmuştur. Ya da bu fiil, hükümdarın nefsinde gazap sonucunu oluşturmuştur. Bu gazabın nedeni o şahıstır. Yani ona bu öfkeyi ‘düşürmüştür.’ Şahsın azap görmesi gerekince, hükümdar cezalandırarak rahatlar. Halbuki burada durum farklıdır. Rahatlığın varlığı, söz konusu şahsın fiilinin meydana getirdiği hükümdarın sıkıntı çekmesine yol açan azabın ortadan kakmasına bağlıdır. Hükümdar çektiği azabı şahsa aktarınca, gazap hükümdardan uzaklaşmış ve hükümdar rahatlamıştır. Genel nezdinde bu durum ‘şifa bulmak’ denilen şeydir. Şifa illetin ve hastalığın ortadan kalkması demektir. Hastadaki illet başka bir şahıs nedeniyle ortadan kalkmaz. Şifa ve rahatlığın gerçek anlamı budur. Acı başka bir şahsa ulaştığında, hükümdar bundan bir haz duyar. Bu da, azabın 'ortadan kalkmasından duyulan hazza ilave başka bir hazdır. Burada yükseklik, gerçekte, ilahi isme aittir. Bu nedenle azap ‘düşme’ diye nitelenmiştir ki, vücub (vacip olma) da demektir. Allah Teâlâ ‘Hakkında azap kelimesinin gerçekleştiği kimse...’ buyurdu. Yani hakkında vacip olduğu ve kendisine düştüğü kimse demektir. Şöyle diyebilirsin: Böyle bir durum yaratıklar hakkında geçerli olabilir, fakat Allah Teâlâ’nın yüce mertebesi hakkında aynı durum nasıl geçerli olabilir?

Şöyle deriz:

Allah Teâlâ’yı bilmekten aciziz, zaten bize layık olan da, acizliktir. O nedenle akıllarımızı ve hakikatlerimizi bıraktığımızda,bunu kabul etmemiz, bu ve benzeri bir hükmü Allah Teâlâ’dan olumsuzlamak gerekir. Çünkü aklın yeteneği bunu gerektirir. Şu var ki aklın ve açık delilin gücü, Allah Teâlâ’nın bize gönderdiği peygamberinin sözlerini doğrulamaya aklı icbar eder. Peygamber, Allah Teâlâ’nın yaratıkları hakkındaki fiili ile Allah Teâlâ’nın kendiliğinde bulunduğu hali ve kendisini nitelediği durumları bize bildirir. Bunların (bir kısmı), Şâri olmaksızın, kendi deliliyle hareket eden aklın imkânsız saydığı şeylerdir. Öyleyse üstün akıl sahibi, şeriatın hizmetinde hor ve el pençe divan durur. O peygamberin Rabbinden bildirdiği kendisiyle ilgili bütün durumları kabul eder. Allah Teâlâ’nın kendisinden bildirdiği şeylerden birisi de, ‘Allah Teâlâ’ya eziyet edenler’ ayetinde belirtilen eziyettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Allah Teâlâ’dan daha çok eziyete sabırlı kimse yoktur’ der. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ademoğlu beni yalanladı, beni kınadı.’ Bir ayette ise ‘Allah Teâlâ onlara azap etti’ buyurdu. Bütün peygamberler şunu söylemiştir: Allah Teâlâ kıyamet günü daha önce hiç kızmadığı ve bir daha da kızmayacağı bir şekilde kızacaktır.’ Akıllı insan, Allah Teâlâ’nın kendisi hakkında bildirdiği bütün bilgilerin (tevilini) Allah Teâlâ’ya havale ettiği gibi kulunun tövbesiyle sevinmesinin (ne anlama geldiğini) Allah Teâlâ’ya biralar. Sevinmeyle nitelenen herhangi birisi, onun zıddı olan bir nitelikle de nitelenebilir. Allah Teâlâ taşkınlığı olmayan delikanlıya şaşırma özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ kıyamette ‘Sen âlemlerin rabbiyken benimle alay mı edersin?’ diyen Hannad’ın sözüne gülmekle kendisini nitelemiştir. Allah Teâlâ namaz kılmak üzere mescide gelen kulundan dolayı sevinmekle, kulları için inançsızlığı hoş görmemek, şükür ve iman sahibi olmalarından ise razı olmakla kendisini nitelemiştir. Bütün bunlara Müslümanların imanı farzdır. Burada akıl, ‘nasıl veya niçin böyle olur’ diyemez. Aksine kabul eder, teslim olur ve onaylar ve niteliğini bilemez. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’.

Allah Teâlâ kendisini gazap ve eziyet görmekle, azabı ise vücub, yani düşme özelliğiyle nitelemiştir. Düşme yüksekten olabilir ve yükseldik Allah Teâlâ’ya aittir. Buradan şunu öğrendik: Hakkın kendisini nitelediği eziyet görmek bu demektir. Öyleyse eziyet, niteliği olduğu kimsenin yüksekliğiyle yükselmiş, Allah Teâlâ o yükseklikten bu eziyeti kendisini hak edene düşürmüştür. Eziyeti hak eden, Allah Teâlâ’ya ve peygambere eziyet edendir. Böylelikle başarısızlık ve hüsran diyarında azap o kişiye ilişir.

İfade ettiğimiz meseleyi öğrendiğinde, iman ile -ki saf dindarlık demektir-kulluk mertebesinin hak ettiği bütün haberlerde Allah Teâlâ’ya teslimiyeti birleştirmiş olursun. Böyle bir makamın daha fazla açıklanması mümkün değildir ve Hakkın kendisi hakkında haber verdiğinden daha açık ve daha belirgin bir ifade de yoktur. Yaratıkların salt akılla bu konuda bilebilecekleri husus bu kadardır. Bazı akıllara ihsan ulaşır ve böyle hususları tevil ederler. Biz ise, onların durumunu kabul etmekle birlikte, tevilde kendilerine katılmayız. Çünkü biz, Allah Teâlâ’nın söylediği hu-susta muradının bu olup olmadığını bilemeyiz ki o tevile itimat edelim veya ‘muradı bu değildir’ diyelim de, onu reddedelim. Bu nedenle, kabul ve teslimi düstur edindik. Bize böyle bir husus sorulunca şöyle deriz: Biz Allah Teâlâ katından gelen haberlere O’nun kastettiği anlamda iman ettik. Allah Teâlâ’nın peygamberinden ve diğer peygamberlerinden gelen hususlara da peygamberlerin kastettiği anlamda iman ettik ve bu konulardaki bilgiyi peygamberlere bıraktık. Bazen böyle durumlarda Allah Teâlâ karşısında peygamberler de bizim gibidir. Allah Teâlâ’dan bu haberler kendilerine ulaşır ve bu haberleri -tıpkı bizim Allah Teâlâ’ya havale etmemiz gibi-Allah Teâlâ’ya bırakırlar, rivayetlerin tevilini bilmezler. Bazen ise Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle haberlerin herhangi bir yorum tarzını bilebilirler ki, bu da uzak bir ihtimal değildir. İşte selefin yöntemi buydu. Allah Teâlâ ihsanıyla bizi onlara halef yapsın! Rabbini murakabe eden, günahından korkan ve Allah Teâlâ’yı zikretmekle kalbini ihya eden, bütün sevgisini Allah Teâlâ’ya tahsis eden insana ne Mutlu! Kim üzerinde olursa olsun, ‘azabın vacip olması’nın anlamını açıkladık, daha fazlasını bu bölüm kaldırmaz. Çünkü bu bölümün imkânı, sıradan insanlar için dardır. Allah Teâlâ’nın bizim gibilere ihsan ettiği kendisi hakkındaki bilgi nedeniyle, bizim için geniştir. Fakat arzu, başkanlık tutkusu, yarışma ve hem cinslerinin üstüne çıkma duygusuyla perdelenmiş akıllar, o insanların sözlerini kabul etmek ve kendilerine boyun eğmekten nefisleri alıkoyar. Biz Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberler değiliz ki, bize ihsan ettiği (bütün) bilgileri tebliğle yükümlü olalım. Bu konuda söylediklerimiz, iman sahibi akıllılara yöneliktir. Onlar, Allah Teâlâ karşısında nefislerini arındırmayla meşgul olmuş, nefislerini kulluğa ve bütün hallerde Allah Teâlâ’ya muhtaçlığa zorlamıştır. Allah Teâlâ da onların basiretlerini ya bilgiyle veya Allah Teâlâ’dan gelen haberlere, O’nun kitaplarına ve peygamberlerine teslim olma ve iman etmeyle nurlandırmıştır. Bu nurlandırma, büyük bir inayet ve yüce bir mertebe, benzersiz bir yol ve büyük bir mutluluktur. Allah Teâlâ bizi bu niteliğe sahip kimselere katsın!

Bu menzilin içerdiği bilgilere gelirsek, bu menzil, Hakk bilgisini içerir. Onun bir yönü de açıklamakta olduğumuz azabın vacip olmasının bilgisidir. Hakk’ın kullarına soru sorduğu ilahi isim bu menzilden öğrenilir. Misal olarak, Allah Teâlâ’nın peygamberlerini toplayarak kendilerine söyleyeceği ‘Size nasıl karşılık verildi?’ ayetini verebiliriz. Halbuki Allah Teâlâ daha iyi biliyordur. Başka bir misal ‘Kullarımı nasıl bıraktınız’ ifadesidir. Allah Teâlâ bu sözü içimizde geceleyip sonra Allah Teâlâ’nın huzuruna yükselen meleklerine sorar. Bu bilgi değerli bir bilgidir. Bu menzilde ilahi zorlayıcılar vardır.

Acaba onlar kevni mi, yoksa ilahi midir?

 

Kâfir iken ümmetlerin helak olmasının nedeni bu menzilden öğrenilir?

Onların helak olması sayesinde helak olan müminler ile onlara uyanların helak olması bu menzilden öğrenilir. Bütün bunlar, dünyadadır.

Ahirette bu helakten kim kurtulur?

 

Kâfirler helak olurken, niçin müminler de helak olmuş, bela hepsini kuşatmıştır?

 

Halbuki nitelikleri farklıdır. Acaba bunun nedeni müminlerin kâfirlere meyletmesi midir?

Allah Teâlâ ‘Zalimlere meyletmeyin’ buyurur. Acaba onlara ateşin değmesini gerektiren bu meyletme maddi midir, manevi midir? Azabın meyledenlere artarak verilmesinin nedeni, iyilik amaçlanmış olsa bile, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Nerede ise onlara birazcık yönelmiştin. Bu durumda sana ölüm ve hayat acısını tattırdık.’

Acaba tam yönelme nedeniyle hak edilen azaptan daha şiddetli olan bu azabın sebebi nedir?

 

Allah Teâlâ’nın böyle ayetlerdeki -ki bunların amacı O’nun bildirmesiyle öğrenilir-muradı nedir?

 

Bu konu, bu menzilin içerdiği büyüle bir bilgidir. Kendisi nedeniyle helak olan ve başkası nedeniyle helak olan kimdir?

 

Başkası nedeniyle helale olmanın sınırı, kendisi nedeniyle helak olmanın sınırı ve zamanı nedir?

 

Farklı türlerinde helak, helale olanların hallerindeki farklılıktan mı, ilahi isimlerin hakikatlerindeki farklılıktan mı kaynaklanır -ki her isim bu makamda azaptan payını alabilsin-?

 

Var olduktan sonra isimlerden yok olan veya geride kalan ya da başkasının helakiyle yok olanlar nelerdir?

 

Allah Teâlâ’ya asi olan ile peygamberine ve yöneticilere asi olan arasındaki fark nedir?

 

 Peygambere asi olmanın ve yöneticiye asi olmanın içerdiği ‘Allah Teâlâ’ya asi olmak’ fiili ne demektir?

Çünkü onlara asi olmak, Allah Teâlâ’nın emrine karşı gelmek demektir. Halbuki Allah Teâlâ’ya asi olmak yöneticilere asi olmayı, gerektirmez, fakat peygambere asi olmayı içerir. Çünkü Allah Teâlâ’ya asi olmak peygambere de asi olmak demektir. Çünkü günah ve isyan ilahi emir ve yasaklarla ilgilidir ki bunlar da peygamberin tebliği ve onun diliyle öğrenilebilir. Allah Teâlâ emrini ancak peygamberleriyle gönderir. Peygamberlerin dışındaki insanlar ise, bu makama sahip değildir. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın kendisine isyan edilen bir emri olduğu gibi peygamberin de isyan edilen bir emri vardır. Burada başka bir emir daha vardır ki, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine asi olmak onda birleşir. Allah Teâlâ’nın mertebesiyle ilgili olan ve herhangi bir yaratılmışın giremediği her emre yönelik itaatsizlik, Allah Teâlâ’ya yönelik itaatsizliktir. Yaratılmışın mertebesiyle ilgili -ki o Allah Teâlâ’nın peygamberidir-emirle ilgili itaatsizlik ise, peygambere itaatsizlik demektir. Her ikisiyle ilgili emre itaatsizlik ise, Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaatsizlik demektir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine itaat eden:'  Başka bir ayette ‘Peygambere itaat edin’  diyerek sadece peygamberi zikretmiştir. Başka bir ayette ise ‘Allah Teâlâ’ya şirk koşan delalete düşmüştür’.  Burada sadece kendisini zikretmiştir. Büyüklük ve onu talep eden niteliği bilmek, hatırlatma bilgisi, Haktan duymanın bilgisi, mülkü ve mülkün mülkünü bilmek, izzetin mülkünü bilmek, taşıyıcı meleği bilmek, taşınan mülkü bilmek, heba mülkünü bilmek, büyük korkuyu bilmek, Arş’ın altındaki hâzineyi bilmek, bu menzilden öğrenilir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: 'La Havle vela kuvvete illa billâh' demek, Arş altındaki bir hâzineden çıkmıştır.’ Bu hazine nedir ve ‘La-havle vela kuvve’ sözünden başka hangi gizli zikirleri içerir?

İlahi ve kevni kuvvet, anlamları kelimeler mertebesinde birbirine eklemenin bilgisi, onların kelimelerin maddelerinden soyut olarak birbirlerine eklemlenmeleri var mıdır, yok mudur?

 

 Anlamların kendiliklerinde bir eklemlenmesi yok ise, bir imkânsızlıktan dolayı mı böyledir?

 

 Öyle ise, eklemlenmeyi kabul etmezler. Yoksa Allah Teâlâ’nın iradesiyle mi böyledir?

 

 Yaratılmışın yazısı ile Yaratanın yazısı arasındaki fark nedir?

Bu bilgi, gördüğümüz ve müşahede ettiğimiz garip bir bilgidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir gün elinde ilâ dürülmüş kitap olduğu halde çıka-gelmiş.

Kitaplar bütün yazılı kitapları içermekteydi. Sahabesine sormuş: ‘Bu iki kitabın ne olduğunu biliyor musunuz?’

 Ardından onlara sağ elindeki kitabın cennet ehlinin adlarını, onların babalarının, kabilelerinin, aşiretlerinin ve Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı andan kıyamete kadarki aşiretlerinin adları yazılıydı. Sol elindeki kitapta ise kıyamete kadar cehennemliklerin, babalarının, kabile ve aşiretlerinin isimleri vardı. Herhangi bir yaratılmış o isimleri iki kitapta bulunduğu şekliyle yazmaya kalksaydı, âlemdeki kâğıtlar yeterli gelmezdi. Allah Teâlâ’nın yazısı ile yaratılmışın yazısı arasındaki fark buradan öğrenilir.

Hacca giden safdillerin birisinden aktarılmıştır: Veda tavafı yaparken bir adamla karşılaşmış. Adam, o saf adama takılmaya başlamış:

‘Cehennemden kurtuluş beratını mı aldın Allah Teâlâ’dan?’ Saf adam karşılık vermiş:

‘Hayır almadım, peki insanlar bunu almış mıdır?’ diye sorunca, adam ‘Evet’ diye karşılık vermiş.

Bunun üzerine safdil ağlamış ve kapalı bir yere girerek Kâbe’nin örtülerine bağlanmış, ağlaya sızlaya Allah Teâlâ’dan kendisini cehennemden kurtaracak bir yazı vermesini dilemiş. Arkadaşları ise onu kınamaya ve söz konusu kimsenin kendisiyle alay ettiğini anlatmaya çalışıyormuş. O ise, arkadaşlarının söylediklerine bakmıyor, ağlamaya ve yalvarmaya devam ediyordu. Safdil bu haldeyken, üzerine oluk yönünden havadan bir yaprak düşmüş. Yaprakta cehennemden kurtulmuş olduğu yazıyordu. Sevinçle o yazıyı insanlara okumuş. O kitabın bir alameti, her yönden eşit ölçüde okunabilmesidir. Sayfa değiştirildiğinde, yazı da değişiyordu. Bunun üzerine insanlar kâğıdın Allah Teâlâ katından geldiğini anlamışlardı.

Günümüzde bir kadın uykusunda sanki kıyametin koptuğunu ve Allah Teâlâ’nın ona bir ağaç yaprağı verdiğini görmüş. Yaprakta ateşten kurtulmuş olduğu yazılıydı. Kadın kâğıdı eliyle tutmuş ve yaprak hala elinde dürülmüş bir haldeyken uykusundan uyanıvermiş. Elini açamıyor, avucunda yaprağı hissediyordu. Elini tutmak ona ağır gelmişti, sanki kendisine acı veriyordu, insanlar kadının başına toplanmış, elini açmaya çalışmış, hiç birisi elini açamamıştı. Tasavvuf ehline bu durum sorulmuş, hiç biri meselenin sırrını bilememişti. Şekilci alimlerden fakihler ise bu konuda bir bilgiye sahip değildi. Doktorlar ise kadının elinin açılmayışını üzerine dökülen ve ona böyle bir etkide bulunan güçlü bir karışıma bağlamıştı. Bazı insanlar ise, beni kast ederek, ‘falan kişiye sorsak, belki bu konuda onun bir bilgisi olabilir’ demiş. Kadını bana getirdiler. Yaşlı kadının eli kendisine acı verecek ölçüde sıkılmıştı. Rüyasını sordum, insanlara anlattığı şekliyle rüyasını bana anlattı. Elini öyle kapatmasının sebebini anlamıştım: Bunun üzerine kulağına eğildim ve ona bir şey söyledim ve ardından şöyle dedim: ‘Elini ağzına yaklaştır ve Allah Teâlâ karşısında avucunda hissettiğin bu yaprağı yutmaya niyetlen. Böyle niyet edersen, Allah Teâlâ bu konudaki dürüstlüğünü bilir ve elin açılır.’ Kadın elini ağzına yapıştırınca, eli açılmış. Orada bulunanlar hayrete düşmüş, bana bunu nereden bildiğimi sormuşlar.

İFTİRA CEZASI

Ben de kendilerine şöyle dedim: ‘Malik b. Enes -ki hicret diyarı Medine’nin imamıdır-on üç yaşındayken imamlardan fıkıh okuyan zeki ve kavrayışlı birisiydi. Bir kadın bir ölüyü yıkıyormuş. Cinsel organına ulaştığında, eliyle cinsel organına vurarak, şöyle demiş: ‘Ey ferc! Senin üzerinden kimler geçmiş kimler!’ Bu sözü söyler söylemez, kadının eli ölünün cinsel organına yapışmış. Kendisi elini çekemediği gibi hiç kimse de kadının elini oradan çekip alamamıştı. Medine fakihlerine bu konudaki hüküm sorulmuş. Bir kısmı elinin kesilmesi gerektiğini, bir kısmı ölünün bedeninden kadının elinin uzadığı yerin veya boyu kadar bir bölümün kesilmesi gerektiğini söylemiş, tartışma uzamış. Şu tartışılıyordu: Neye saygı göstermemiz gerekir? Ölüye mi saygı göstereceğiz ve ondan hiçbir şey kesmeyeceğiz. Yoksa diriye mi saygı gösterip elini kesmeyeceğiz? Malik onlara şöyle demiş: ‘Bana göre kadına iftira cezası uygulanmalıdır. Kadın iftirada bulunmuşsa, eli çözülür.’ Bunun üzerine ölüyü yıkayan kadına iftira cezası uygulanmış, kadının eli çözülmüş. Fakihler bu duruma şaşırmışlar ve o esnada Malik’e saygıyla bakmışlar, onu hocalardan kabul etmişlerdir.

Nitekim Ömer b. El-Hattab da Abdullah b. Abbas’ı bilgideki üstünlüğü nedeniyle saygıda Bedir savaşına katılanlarla bir değerlendirirdi. Allah Teâlâ’nın gönlüme attığı ilhamla şunu anladım: Allah Teâlâ o kâğıtta yazanları başkasının kendisine ulaşmasından sakınmış, bunun için de kadının elini kapatmıştı. Kâğıtta yazanlar, o kadına tahsis edilmiş bir sırdır. Kadına söylediklerimi söyleyince, kadının eli açılmış, o yaprağı yutmuştu.

Bu menzil cennet ve cehennem bilgisini, kıyamet duraklarının bilgisini, ahiret hallerinin bilgisini, şeriatlar bilgisini, Allah Teâlâ katındaki değerlerinin yüksekliğine rağmen peygamberlerin şeriatların değerini bilmesini sağlayan sebebin bilgisini, onların Allah Teâlâ katındaki yerleri ile kendilerine iman eden mümin insanlar nezdindeki yerleri arasındaki farkın bilgisini, Hakkın onlara hangi gözle baktığının bilgisini içerir.

Hakk onlara hangi isimle hitap eder?

Tenzih, takdis, büyüklük ile rablik mertebesinin sınırlı isimler mertebesi karşısındaki yerinin ne olduğu bu menzilden öğrenilir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmibirinci Sifr, c. II, sh:90-

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Bazı insanların kalbine ağır gelen siyahlık ve taşlaşma sebep olan “HACER-İ ESVED”

İnanç ve iman bahsinde bazen aklın açıklayamadığı konular bulunur. Bunlar aslında imanı düzeydeki manevî halin tartılmasında imtihan olarak vazedilmiş hususlardır. Bu nedenle Kâbe’yi dönmek, Hacer-i esved-i öpmek, şeytanı taşlamak gibi hükümleri bulunan Hacc ibadeti diğer ibadetlere kıyasla aklın daraldığı ve bunaldığı ibadetlerdendir. İnsanın ömründe bir kere yapması farz olan bu ibadetin bir dönüm noktası olmasına sebep oluşu, temelinde bu tür ritüellerin yer alması neden oluyor. [Haccdan sonra bu kişi çok değişti..] Hacc en çok tevili olan ibadet olmuştur. Hacc için ne söylenilse bir o kadar az iken,  yoksa o kadar da çok mu denilecek tereddütleri barındırarak, kulun son imtihanı durumuna dönüşmüştür. Genelde insanların ihtiyarlığa kadar bıraktığı bu ibadet İslâmın en son farzlarındandır. Sapıtmanın arefesinde olan insanlar bu ibadet yüzünden ayakları kaymış, inançlarını yitirmiştir. Hacc bir ayıklama potasıdır.

İhramcızâde İsmail Hakkı

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Hacer-i Esved'e Secde Etmek

el-Bezzar, Cafer b. Abdullah b. el-Mahzuni’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Muhammed b. Abbas b. Cafer, Hacer'i öpmüş, sonra secde etmişti. Ona ‘ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Dayın İbn Abbas'ın Hacer'i öpüp sonra secde ettiğini gördüm’ diye karşılık verdi. Sonra şöyle ekledi: ‘Ömer'in Hacer'i öptüğünü, sonra da ona secde ettiğini gördüm.’ Başka bir rivayette, ‘Peygamberin Hacer'i öpüp ona secde ettiğini gördüm’ demiştir.

Hacer (taş, hacer-i esved) yeryüzü kaynaklıdır ve Allah Teâlâ yeryüzünü ‘zelil ve hor’ yapmıştır. Zelil horlukta aşırılığı bildiren bir kalıptır, çünkü kelimenin geldiği feûl (zelûl) kalıbı Arapça’da mübalağa bildirir. Şair şöyle der:

Kılıcın ucuyla köklerinden vurulmuş halde

Yeryüzüne -mübalağa kalıbında-zillet verilmiştir, çünkü zelil kimseler ki onlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır onun omuzlarında, yani üzerinde yürümekle memurdur. Hor bir kimsenin temas ettiği şey, kendisine temas edenden daha zelildir. Allah Teâlâ bu horlukta yeryüzünün kırıklığını secdeyle yüzlerin ona sürülmesiyle giderdi. Yüzler insan bedenindeki en şerefli organlardır. Taş da yerdendir. Öyleyse bu kırıldık ona da eşlik eder, çünkü o, yüzlerin ve alınların secde ettiği yerdir. Bu sayede yerin ve taşın kırıldığı onarılır. Allah Teâlâ, topraktan ayrılmış ve kırıklık duygusu içindeyken taşa secdeyi emretti. Bu secdeyle taşın da onarandan bir payı olur. Çünkü o, ilgi gösterilen bir taştır ve Allah Teâlâ’ya nispet edilen ‘sağ el’ olması nedeniyle de öpülmüştür. Öyleyse onun öpülmesi biat etmek amacı taşır. ‘Sana biat edenler Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’ Taşa secde etmenin sebebi budur.

Hacer-i Esved'in Siyahlığı

Tirmizi, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber şöyle der: ‘Hacer-i esved cennetten sütten daha beyaz bir halde inmişti. Âdemoğlunun günahları onu karartmıştır.’ Ebu İsa şöyle der: Hadis, hasen-sahih hadistir.

Âdem’in hatası olmasaydı, dünyada efendiliği ortaya çıkmayacaktı. Hata Âdem’i efendi yapan ve ona seçilmişliği kazandıran şeydir (İbn Arabi burada siyah anlamındaki sevd ile efendi anlamındaki seyd kelimeleri arasında anlam ilişkisi kurmaktadır.) Öyleyse Âdem’in hatası nedeniyle cennetten çıkması, onun efendiliğini ortaya çıkartmak içindi. Hacer-i esved cennetten çıkarken beyaz idi. Cennete döndüğünde de, sayesinde başkalarından farklılaştığı ve Hakka yakınlık elbisesinin üzerinde göründüğü bir izin onun üzerinde kalması gerekir. Allah Teâlâ onu ‘Hakkın sağ eli’ konumuna yerleştirmiştir. Söz konusu el Allah Teâlâ’nın kendisini yaratırken Âdem’in çamurunu yoğurduğu eldir. ‘Âdemoğullarının hataları onu karartmıştır.’ Başka bir ifadeyle, onu öperek kendisini ‘efendi’ haline getirmişlerdir.

Renkler arasında efendiliği gösteren renk, siyahtır. Allah Teâlâ Hacer-i esvede siyah rengi giydirmiştir. Bunun amacı, Âdem’i efendi yaptığı gibi, dünyaya çıkışıyla onu da efendi yaptığını öğretmektir. Âdem’in yeryüzüne inişi -uzaklaşma değil-halife olmak demekti. Hz. Peygamber, Hacer-i esved’in siyahlaşmasını Âdemoğullarının hatalarıyla ilişkilendirmiştir. Nitekim Âdem’in efendiliği ve seçilmesi de onun hatasıyla gerçekleşmiştir. Başka bir ifadeyle hataları sebebiyle Âdemoğullarına bu taşa secde edip onu öpmeleri ve kendisiyle teberrük etmeleri emredildi. Bütün bunlar, hatalarına karşı insanlar için bir kefarettir. Hacer-i esvedin efendiliği bu nedenle ortaya çıktı. ‘Âdemoğullarının hatası Hacer-i esvedi kararttı’ sözünün anlamı budur. Yani onu efendi yaptılar. Siyah renk, bu anlama delil yapıldı. Öyleyse bu, Âdemoğulları hakkında bir kınama değil, övgüdür.

Adem (aleyhisselâm) ile melekler arasında geçen hâdiseye balcınız! Allah Teâlâ önce meleklere Adem’in yeryüzünde halife olduğunu söylemiş, melekler Adem hakkında bilinen sözlerini söylemişlerdir. Böylece kendilerini üstün görüp bu göreve Âdem’den daha layık olduklarını iddia etmiş, düşüncelerini Allah Teâlâ’nın bu konudaki bilgisinden üstün tutmuşlardı. Onların bu davranışı, Âdemoğullarının hatalarının yerini aldığı gibi Âdem'in meleklere efendi olmasının da sebebi olmuştur. Âdem’in efendiliği ortaya çıksın diye de meleklere kendisine secde etmek emredildi.

Mutlu, başkasından öğüt alan kimsedir. Akıllı ise, kullarında uyguladığı hükümlerinde Allah Teâlâ’ya itiraz etmeyen kişidir. Bu yönüyle akıllı insan, arzusunun hükmüne uymayacağı gibi yönettiği kimselere de arzusunun hükmüne göre davranmaz. Bu konularda Allah Teâlâ’nın bir hükmü ve idaresi vardır. Çünkü Allah Teâlâ duymayı, itaat etmeyi ve ‘yöneticilere itiraz etmemeyi’ emretti. Allah Teâlâ bunu bir emir yapmıştır, çünkü hükümdarın adil olması, hem bizim hem onun lehinedir; zalim olması ise, bizim lehimize, onun aleyhinedir. Öyleyse biz, her iki durumda da kârdayız ve mutluyuz. Allah Teâlâ, bizi mutlu yaptıktan sonra kullarında yarattıklarında yaptığı işler bize bir zarar vermez.

Yönetici ve hükümdarlarımızın işledikleri haksızlıklardan söz edersek, onların zulümleri nedeniyle elde ettiğimiz sevap ortadan kalkar. Aynı zamanda, düşüncemizi bu konudaki fiiline yeğlediğimiz için Allah Teâlâ’ya karşı saygısızlık yapmış oluruz. Çünkü yöneticilerin zulümlerinde lehimize olan şey, hiç kuşkusuz, uhrevî bir paydır. Halbuki bu davranışımızla kendimizi ondan mahrum bırakırız. Nefsini ahiret ödülünden mahrum bırakan kişi ise, başarısızlığa uğrayandır. Yöneticilerin adaletinde lehimize olan pay, dünyevîdir. Dünya ise fani ve geçicidir. Öyleyse biz, gafletin bizi kuşatması nedeniyle, farkında olmaksızın dünya payını ahiret payına tercih etmekle geçici bir sevinç elde ettik. Öyleyse bu davranışımızla dünya malını isteyenlerden oluruz. Nitekim Hz. Peygamberin ‘hükümdarların adil olmaları onların lehinedir’ sözündeki pay da, uhrevidir. Halbuki hükümdarlar yaptıkları zulümle bu paylarını değersizleştirmişlerdir. Zulmün vebali ise onlara döner.

Müslüman Allah Teâlâ’ya teslim olan, tevekkül eden ve bütün işlerin Allah Teâlâ’nın hükmünde olduğunu gören kimsedir. Bu nedenle de, sadece karşı çıkması emredilen işe karşı çıkar ve bu karşı çıkma ibadet olur. İtiraz yerinde susarsa, susması gereken yerde itiraz eden kimse gibi olur. Allah Teâlâ, bizi adalet ile hükmeden ve ona göre adil davranan saygılı kullarından etsin!

Yetmişüçüncü Kısım,c. VI, sh:62-65

Kıyamet Günü Hacer-i Esved'in Tanıklığı

Tirmizî, İbn Abbas’ın şöyle dediğini aktarır: Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Hacer hakkında şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ onu kıyamet günü diriltecektir. Kendileriyle gördüğü iki gözü, kendisiyle konuştuğu bir dili olacaktır. Böylece, Hakk üzere ona temas edenler için tanıklık edecektir.’

Kur’an-ı Kerim’deki garip ifadelerden birisi, alâ (üzerinde) edatının lam (için) anlamında kullanılmasıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’dan başkası adına (alâ nusub) kesilen  Kast edilen başkası için kesilen kurbandır. Çünkü aleyhte tanıklık, razı olmayacağın bir şeyle yapılır. Çünkü aleyhinde tanıklık yapılan kimse bu tanıklığı kabul edip inkâr etmezse, itirafı nedeniyle bir zarar umabilir. Burada ‘alâ’ edatını kendi anlamında almak gerekir. Her edat da böyle yorumlanmalıdır. Hal karinesi olmaksızın hiçbir edat asıl anlamından çıkartılmamalıdır. Aynı şekilde, buradaki ‘alâ’ edatını kendi anlamından çıkartıp onu ‘için’ anlamında yorumlayan kimse de böyle yapmıştır. Bu kişi, hal karinesini şunda bulmuştur: Hz. Peygamber bu hadisiyle Hacer-i esved’e dokunmamızı yüceltmiş ve inanarak ona temas ettiğimizde bizim adımıza büyük bir hayrın gerçekleşeceğini kast etmiştir. Bu yorum ‘Hakk üzere’ sözünden çıkar. Kast edilen, dince belirlenmiş haktır. Çünkü Hacer-i esved, bu imana sahip her ümmetin temas etmesi için, öpülmek ve dokunulmak üzere konulmuş Allah Teâlâ’nın sağ elidir. Bu nedenle chak’ sözü belirsiz gelmiş, belirlilik takısı almamıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Herkes için bir yol ve yöntem belirledik.’ Burada da belirsiz gelmiştir. Öyleyse, bütün şeriatler haktır. Hacer-i esved’e ‘Hakk üzere’ dokunan kimse, Hacer-i esved’in onun hakkında yapacağı mümin olduğuyla ilgili tanıklığın kapsamına girer. Hangi dinde ve hangi şeriade olursa olsun, aynıdır.

‘Alâ’ edatını kendi anlamında bırakmak da mümkündür ki, bu daha doğrudur. Çünkü burada ‘hale’ kelimesi belirsiz gelse bile, anlamı belirlidir. Belirsiz gelmesi, her şeye yayılmasından kaynaklanır. Öyleyse var olan ve varlıkla nitelenen her şeye, Hakk eşlik eder. Allah Teâlâ ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir’ buyurdu. Her nerede olursak olalım, Hakk varlık ve oluş bakımından münezzeh ve kendisine layık bir halde, bizimle beraberdir. Biz, var olan bir şeyiz; bâtıl yokluk; Hakk ise varlıktır.

Hacer-i esved Allah Teâlâ’nın sağ eli, dokunulma ve öpülme yeri sayıldığı için, kulluğumuz gereği olarak, onu öpmemiz gerekir. Onu öperken, Hakkın bizim görmemiz, işitmemiz ve bizdeki gerçek fail olduğunu düşünmemeliyiz. Çünkü böyle bir müşahede içinde olursak, Hakk kendi sağ elini öpmüş, kendi sağ eline temas etmiş olur. Sağ el, Hacer’dir. Bir şey kendi kendine temas etmez. Âdem (aleyhisselâm) Rabbinin sağ elini seçmiştir. Rabbinin her iki elinin mübarek sağ el olduğunu bildiği halde, yine de sağ eli seçmiştir. Kul kıyamet günü Hacer’e dokunma ağacının meyvesini devşirmek isterse, ona şöyle denilir: ‘Sen Hacer’e dokunmadın, Hakk kendi eliyle kendisine dokundu.’ Sonra Hacer-i esved getirilir ve ‘bu adamı tanıyor musun?’ diye sorulur. Hacer ‘evet’ der. Ona ‘sana teması hakkında nasıl tanıklık edersin?’ diye sorulur. Şöyle karşılık verir: ‘Bana kendi kulluğuyla değil, Senin vasıtanla temas etti.’ Bunun üzerine kula ‘Bu tanıklık sayesinde Hacer’e dokunmanın senin vasıtanla değil, Hakk ile olduğunu öğrendin.’ Bu esnada tanıklık, insanın lehine değil, aleyhine gerçekleşir. Artık onun talep edeceği bir şey kalmaz. Şâri’, işin kendiliğinde bulunduğu durumu bize bildirmiştir ki, kul olarak ve bu ibadede yükümlü-mecbur kimseler olarak Hacer-i esved’e temas edelim. Nitekim Ömer b. Hattab böyle yapmıştı.

Şöyle sorulabilir. Hz. Peygamber Rıdvan biatinde kendi elini diğer elinin üzerine koyarak, biat etmiş ve şöyle demişti: ‘Bu, Osman adınadır.’ Osman ise o biatte yoktu. Kul da Hakk vasıtasıyla Hacer’e temas ettiğinde, Hakk sağ eliyle sağ eline temas etmiş demektir. Çünkü Hakkın her iki eli de sağ eldir ve bu temas ‘Hakk üzere’ ona temas eden kul adına yapılmıştır. Kul da, bunun ürününü kıyamet günü devşirir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ‘bu el Osman içindir’ demişti. Bu yorumda kulun mazereti, müşahede halinin otoritesinin onu etkisi altına almasıdır. Çünkü kul, dış varlıklarda Allah Teâlâ’dan başkasını müşahede etmemiştir.

Bu soruya şöyle karşılık veririz: Hz. Peygamber’in kendi eliyle diğer eline temas etmesiyle aynı şeyin Allah Teâlâ için düşünülememesi arasındaki fark şudur: İki benzer arasında ilişki geçerlidir. Peygamber ile Osman’ı birleştiren şey, kulluk ve yaratılışın hakikati demek olan insanlık hakikatidir. Bu nedenle Hz. Peygamber Osman adına vekil olabilmiş, her biri diğerinin yerini alabilmiştir, ikinci ayırıcı ise, biat ettiği elin Allah Teâlâ’nın eli olmasıdır. Böylece sahabe, elleriyle o ele biat etmişlerdir. Dokunulan şey Allah Teâlâ’nın eli, dokunan ise, yine Allah Teâlâ’nın elidir. Allah Teâlâ ile kullar arasında bir ilişki yok iken burada bir ilişki vardır.

Şöyle sorulabilir: Burada ilişki, insanın ‘ilahi sûrete’ göre yaratılmış olmasıdır ve bu nedenle insanın Allah Teâlâ’nın isimleriyle ahi aklanması mümkün olabilmiştir. Bu soruya şöyle yanıt verebiliriz: Sûrete gelirsek onu inkâr etmeyiz. Ahlâklanmadan söz edersek, onu da inkâr etmeyiz. Fakat burada (hacer-i esved’e) temas kula izâfe edilmiş, teması ise Hakk vasıtasıyla yaptığı düşünülmüştür. Gerçekte temastan başka bir şey yoktur ve o Hakk vasıtasıyla gerçekleşmiştir. Öyleyse Hakk, temas etmiştir. Sûret, hiç kuşkusuz, Hakkın aynı değildir, çünkü sûret Hakk’ın aynı olsaydı ‘Adem’i kendi sûretine göre yarattı’ denilmezdi. Bu noktada ‘Hakk kulun işitmesi görmesi ve eli olur.’ Burada duyan bakan ya da herhangi bir fiilin faili olması yönünden o Hakkın aynıdır. Başka bir ifadeyle kul, bu esnada oluşta bir etkisi, hükmü ve hali olan niteliğin aynıdır.

Kardeşim! Hepsi güzel haller olsa bile, hacer-i esved’e dokunurken hangi halde olacağını seç! Hepsi güzel haller olsa bile aralarında açık bir fark vardır. Alâ (‘e, üstüne) edatını kendi bağlamından çıkartmak sıradan insanlar adına daha uygun, anlamında bırakmak ise seçkinler için uygun yorumdur. Büyüklerimiz, her iki yorumla Hacer’e temas edenlerdir; bir (yandan) Hakk vasıtasıyla ona temas ederlerken bir de kulluk bakımından ona temas ederler. Böylece iki niteliği birleştirir, iki ödül elde eder, kıyamet günü Hacer onun lehinde ve aleyhinde tanıklık eder. Nitekim büyük insanlar, Hakk’tan Hakk’a sülük eder.

Makamın Ardında Namaz

Ebu Davud, Abdullah b. Ebi Evfa’dan şöyle bir hadis aktarır: ‘Hz. Peygamber umre yapmış, Kâbeyi tavaf etmiş ve makamın ardında namaz kılmıştır.’

Allah Teâlâ İbrahim’in makamını namazgah edinmemizi emretmiştir. Bunun bâtını yorumunu, daha önce belirtmiştik. Namaz kılarken ondan habersiz kalmayalım diye, o namazgâhı görebileceğimiz şekilde önümüze aldık. Böylece onu görmek, içinde değilsek bile o makamı elde etmeyi Allah Teâlâ’dan istemeyi hatırlatır. Onu görmek bizim halimiz ise, bu kez, Allah Teâlâ’dan o makamın sürekliliğini ve bizim o halde kalmamızı istemeyi hatırlatır. Her iki durumda da, onun ardında bulunmamız gerekir. Bunun amacı, onu ardımıza atarak -kendisini görmediğimiz için de hatırlamayanlardan olmam azı sağlamaktır.

Yetmişüçüncü Kısım, c. VI, sh:66-69

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

BESİNLERİ BELİRLEME MERTEBESİNDEKİ HAKİKAT

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

el-Mukit İlahi İsmi

Bütün besinleri takdir etmiş olan

Kulu için şeriat gönderen el-Mukit

O bütün vakitleri takdir edendir

Onları yaratmış, meydana getirmiş, rızık kılmış

Abdulmukit, Abdurrezzak’ın ikiz kardeşidir; çünkü rızık, rızıklananın besinidir ve artmayan ve eksilmeyen özel bir miktara sahiptir. Başka bir ifadeyle cennetlerde türlü şehvetlerde, dünyada da acı ve şehveti uzaklaştırmada belirli bir ölçüsü vardır. Dünya karışık işlerin ve şeylerin yaratıldığı bir karışım yeridir. Bu mertebeden varlıkta suretinin kendisiyle bilfiil var olduğu her şeyin besini ortaya çıkar. Besinlerin vakitlerinin ve ölçülerinin belirlendiği mertebe bu mertebedir Allah Teâlâ yeryüzünün yaratılışı hakkında ‘Orada besinler takdir etti’ der. Yani besinlerin vakitlerini ve ölçülerini verdi. Söz konusu besinler, gökteki vahyin ta kendisidir. Başka bir ifadeyle yeryüzündeki besin, gökteki emrin benzeriyken yeryüzünde besinin takdiri gökteki vahyin benzeri, hatta aynıdır. Allah Teâlâ göğe emrini vahyetmiştir; vahiy oradaki besinleri belirlemek demektir. Yeryüzünde de besinleri belirlemiş ve takdir etmiştir.

Göğün burçlarının kuvveti var  

Allah Teâlâ ölülere onlarla hayat verir .

Yerdeki hikmeti yürümesi

Bu yürümeyle farklı türleri birleştirir

İlah onu bizim için var etti        

Seyir ile vakitlerini belirledi

Vakti onun için gıda oldu

Yeryüzünde besinleri takdir etti

Takdir etmek işini kendisine vahyetmektir. Mahallin ve suretlerin değişmesiyle isimler de değişmiştir. Gök ve yer derken ulvi ve süfli âlem kastedilir. Varlıkta ulvi ve süfli kısımlar vardır. Bu itibarla Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisi el-Alî ile Refiu’d-derecat’tır (dereceleri yükselten) . isimlerin emri ve besinleri, mümkünlerde eserlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu bakımdan ilahi isimlerin varlıkları, eserleri vasıtasıyla öğrenilirken eserleri var olduğu sürece onlar da var olur. İsmin besini kendi eseri demek iken onun belirlenmesi herhangi bir mümkünde hükmünün süresini belirlemektir.

Bu mertebeden ‘Her şeyin hâzineleri bizim katımızdadır, onu belli bir ölçüyle indiririz’ ayeti nazil olmuştur. Hazineler Allah Teâlâ’nın katında ulvi ve süfli olarak bulunur. Ert ulvi olanı Kürsü’dür ve kürsü Allah Teâlâ’nın bilgisi, O’nun bilgisi ise zatı demektir. Hâzinelerin en düşüğü, insan düşüncesinin saklamış olduğu fikirlerdir. İki hazine arasında duyulur ve akledilir hazineler bulunur. Onların hepsi Allah Teâlâ’nın katandadır, çünkü O varlığın kendisidir. Bu mertebe hakikatleri, nispetleri, hâdisliği ve kadimliği birleştiren mertebedir. Bunun yanı sıra yaratılan-yaratan, takdir edilen-kadir (güç yetiren), mülk-sahip bu mertebede birleşir. Her biri öteki için emir ve besindir. Bu bağlamda Hakkın gökteki emri yüksekliği iken yeryüzündeki emri yakınlığı ve tenezzülüdür. Ben yeryüzündenim, demek ki bu hitapla muhatap olanız, bizden başkası o hitabın muhatabı değildir. Bu nedenle Kur’an nazil olmuştur. Yükselme yukarıya doğru olduğu gibi inzal ve inme de yukarıdan aşağı doğrudur.

Aşağıdan yukarıya doğru miraçlar

Yukarıdan aşağıya doğru nüzul var

Hepsi bize gelen vahiyde bildirilmiş

Her ne dersen dediğine bak     

Oluşta illet ve malul (sebep ve sebepli) bulunduğuna göre, ulvi ve süfli besinlerin hastalıkları izale etmek üzere kullanılan ilaçlar olduğunu anladık. Bu itibarla muhtaç olmaktan başka bir hastalık yoktur. Bu nedenle göklerde ve yeryüzünde bulunan herkes Rahman’a kul olarak gelirken gök ve yer O’na itaat edici olarak gelirler. Her kul efendiye muhtaçtır. Kavmin hizmetçisi maslahatlarını yerine getirdiği için kavmin efendisiyken kul/köle bu adı koruyabilmek için efendisine hizmet edendir. Efendi de efendilik adını muhafaza edebilmek için kölelerinin maslahatlarını yerine getirir. Sahip adı kalkmış olsaydı, kendisi var olsa bile, sahiplik niteliği, dolayısıyla hükmü ortadan kalkar, varlığı geride kalsa bile hükmünden soyutlanmış olarak kalırdı. Eşyadaki fayda hükümlerine bağlıdır, varlıklarına değil! Onların hükümleri varlıklarına bağlıdır. Binaenaleyh eşyanın varlıkları hükümlerine muhtaç olduğu kadar hükümleri de onların ve kendilerinde hüküm verdikleri şeylerin varlıklarına bağlıdır. Demek ki sadece hüküm ve varlık vardır! Muhtaç olan ve muhtaç olunan vardır. ‘Bütün iş Allah Teâlâ’ya aittir.’ O her nefsin kazanmış olduğunu bilir. Burada kapsamlılık bildiren bir edat olan ‘bütün’ kelimesi zikredilmiş, her nefs kastedilmiş, herhangi bir şey terk edilmemiştir. Dünyada bu bilginin kendisinden gizlenmiş olduğu kâfir, ahirette işin ve sonucun kime ait olduğunu görecektir. Orada perde gözlerden kalkar ve cahil gerçeği öğrenirken dünya hayatında gerçeği öğrenmiş kişi ondan üstün olur. Onlar müjdelenenlerdir. Herhangi bir şeyi hakkıyla öğrenen kimse için bilgi onun öğrenişine göre ortaya çıkar.

Besini takdir eden takdir etmiş

Besin yaratıkların haline mahsus değil

Onun hükmü yaygın, hepimizi kuşatır

Kendini de kuşatmış; bak, ne göreceksin

Her besin O’nun varlığında Bıkmadan devam eder

Binaenaleyh besine gıda olan besin, onun kullanılmasıdır. Demek Ki onu kullanan, onun gıdasıdır. Çünkü besin kendisiyle beslenildiğinde besin olma vasfı kazanır.

Senin besininin kim olduğunu, kendinin de kimin besini olduğunu bilmelisin.

 

 

Bu konuyu bilen âlimlerden birisi olan Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye gıdanın ne olduğu sorulmuş, o da ‘Allah Teâlâ'dır’ demiş. ‘Biz gıdanın ne olduğunu sorduk’ dediklerinde, üzerindeki halin etkisiyle yine ‘Allah Teâlâ’ diye cevap vermiş; çünkü haller sufilerin dilleridir ve zevkleridir.

 

Sehl soru sorana halinin gerektirdiği bilgiyi verince adam şöyle demiş: ‘Sehl! Sana bedenlerin ve cisimlerin besinlerinden soruyorum.’ Bu kez Sehl onun maksadını anlamadığını fark etmiş, cevapta birinciden farklı bir tarza dönerek soranın anlayışına göre cevap vermiş, adamın onun halini bilmediği gibi kendisinin de onun halini anlamadığını fark etmiş ve şöyle demiş: ‘Niçin bedenle ilgileniyorsun ki? Yurdu sahibine bırak, dilerse mamur kılar, dilerse tahrip eder!’ Sehl ilk cevabından vazgeçmemiş, sadece onu başka bir şekilde ifade etmiştir. Bir yerin mamur olması oranın sakinleriyle gerçekleşir.

 

Demek ki gıda ve besin Allah Teâlâ’dır.

Sehl ilk cevabında bunu belirtmiş, adam ise nastan zahirî anlama geçmesi nedeniyle ikinci cevapla tatmin olmuştu. Ariflerin cevaplarının çoğu böyledir: Halde iken naslara göre cevap verirlerken makamda iken zahire göre cevap verirler. Demek ki onlar vakitlerine göre hareket ederler.

Bu mertebenin değerini göstermek için bu kadar açıklama yeterlidir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Otuzikinci Sifir, c.XVI ,  sh: 353-357

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

BEŞ VAKİT NAMAZI TERK EDEMEZSİN

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Bayılan kişiyle ilgili batını yoruma gelirsek, bayılan kişi, celalin kendinden geçirdiği yâ da cemalin egemen olduğu hal sahibine benzer. Bu nedenle, aklı yerinde değildir. Hakk ise, duyusal varlığından habersiz kaldığı bu anda, kendisinde uygulamak istediği fiilleri bizzat kendisi üstlenir. Ben de bir süre bu Hakk yerleştirilmiştim. Bir imam olarak olabilecek en yetkin tarzda kıldığım namazın hiçbir hareketini ihlal etmiyordum. Bütün bunlar hakkında bir bilgim de yoktu. Ayılıp şehadet âleminde duyusal varlığıma döndürüldüğümde ise, orada bulunanlar, tıpkı bir akıllıya yönelik olan yükümlülükler gibi bana yönelmiş yükümlülüklerden hiçbirini kaçırmadığımı bildirdiler. Yolumuzdan bazıları, böyle bir Hakk sahip olmamıştır. Bu hal, günah sözünün ulaşamayacağı kıymetli bir haldir.

İmam Şibli’nin ilahi sevgiden kendinden alınıp namaz vakitlerinde kendisine döndürüldüğü anlatılır.

Namazını bitirdiğinde ise, tekrar kendinden geçerdi.

Hz. Cüneyd’e Hz. Şibli’den söz edildiğinde şöyle demiş: ‘Hakkında kötü konuşulmasına imkan vermeyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun!’ Belki de Şibli’ye bu esnada namaz kıldırılıyordu da kendisi bunun farkında değildi. Orada bulunan insanlar ise, namazı kıldığını gördükleri için tıpkı bizim durumumuzdaki gibi, duyusal varlığına dönmüş olduğu yargısını veriyordu. Böylece onlar, Şibli’nin görünen durumunu dile getirmişti. Gerçekte ise, Şibli’nin herhangi bir bilgisi yoktu. Bu haldeki bazı insanlar ise, kendilerine döndürülür.

Kırküçüncü Kısım, c. IV, sh: 83

*****

Bayram süslenme, yeme, içme ve eğlenme gibi nefsanî durumlarla ve işlerle ilgilenme günü olduğu için, kuldan gününü Rabbiyle konuşacağı namazla açması istendi. Böylece bilhassa bayram günü Hacda olmayan kimseler, günün kalan kısmını koruyabilir. Çünkü bayram gününün ilk vaktindeki namaz, (günü bir namaz sayarsak) namaza niyetlenmek gibidir. Niyet namazı koruduğu gibi bayram günündeki namaz da niyetin yerine geçerken gün de namazın yerini alır. Namaz kılarken bir gaflet gerçekleştiğinde, niyet onu telâfi eder. Çünkü niyet varsa, namaz tamdır. Dolayısıyla niyetin hükmü, namaz kılan kişi farkında olmasa bile, namaza yayılmıştir. Bayram günü içinde insandan meydana gelen eğlence, oynama ve sair mübah fiiller günün sonuna kadar namazının koruması kapsamındadır. Bu nedenle, ‘salatü’l-îd (bayram namazı, dönüş namazı)’ diye isimlendirilmiştir. (Kelimenin kök anlamından hareket edersek) Ki, insanın işlediği bütün fiillerin karşılığının kendisine dönmesi demektir. Bu mükâfat, niyet geçerli olduğu için, insan gafil olsa bile namazdaki haline göre verilir.

BEŞ VAKİT NAMAZIN TEKRARI YOKTUR

Bu nedenle, başlama tekbirine benzetilerek ve orucun vaciplik halinde oruç niyetinin karşılığı olsun diye, bayram günü oruç tutmak haramdır. İnsan orucunu açtığında, Ramazan ayında farz oruç tuttuğu gibi, farz işlemiş sayılır. O gün insanın işlediği bütün mübahlar, namazın sünnetleri gibidir; yaptığı bütün farzlar ve vacipler ise, namazın şartları gibidir. Dolayısıyla, kulun bayram gününde yaptığı her işteki durumu, namaz kılanın hali gibidir. Bu nedenle ‘îd namazı (tekrarlama, dönme, avdet etme namazı) diye isimlendirildi’ dedik. Yolumuzdan olmayan ve içtiğimizden içmeyenler ise şöyle derler:

‘Bayram namazının îd diye isimlendirilmesinin sebebi, her sene tekrarlanmasıdır.

Hâlbuki beş vakit namaz da her gün yinelenir ve ‘tekrar namazı’ diye isimlendirilmez.

Bu yorum, bağlayıcı olmasa bile, söylene gelen bir görüştür. ‘Bayram namazı o günün süslenmeyle ilgili olması nedeniyle böyle isimlendirilmiştir’ denilirse, buna karşı şöyle yanıt veririz: Süslenme her namazda gereklidir. Çünkü Allah Teâlâ insanoğluna şöyle buyurur: ‘Her mescide girdiğinizde zînetinizi (süslerinizi) alınız’ Orucu açmak farz bir ibadete dönüştüğü için îd diye isimlendirilmiştir. Mübah olan ise, vacibe dönmüştür.

Kırkyedinci kısım, c. IV, sh:205

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

 

BİLGİSİZLİK

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Ruhlara olan en büyük azap, bilgisizliktir. Çünkü bilgisizlik, tam bir aldanıştır. Bu nedenle nefislerin azap günü, aldanış günü diye isimlendirildi. Nefs o gün şöyle der: ‘Yaptığımız taşkınlık nedeniyle vah bize!”  O gün, pişmanlık (hasret) günüdür. (Pişmanlık diye karşıladığımız) Hasret, keşif ve açma günüdür. Bir şey açıldığında ‘o şeyi açtım’ anlamında hasertü ani’ş-şey denilir. Adeta şöyle demiş olur: ‘Keşke gerçeği dünyada keşfetseydim de, davranışım hakkında basiretli olsaydım.’ Böylece kişi, kendi kendini aldatır.

Aldanış (ve pişmanlık), emre isyan ve itaat eden herkese ulaşır. İtaatkâr kişi, mutlu olduğu halde, şöyle pişmanlık duyar: ‘Keşke daha çok gayret sarf etseydim, bütün gücümü kullansaydım, Rabbimin sözünü dinleyip gereğiyle amel etseydim.’ Emre karşı gelen ise şöyle der: ‘Keşke, emrettiği ve yasakladığı şeylerde Rabbime itaatsizlik etmeseydim.’ İşte o gün, aldanma (pişmanlık) günüdür.

Yirmiyedinci kısım; c.II, sh.408

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

İLAHİ BİLGİNİN ASLI

Bilmelisin ki, yaratılmışlar ya bedbaht veya mutludur. Kesif-latif ve karanlık olan ve olmayan kısımlarıyla nurun varlıklara yayılmasıyla bütün varlıklar, kendilerini var eden yaratıcının varlığını hiçbir kuşku ve tereddüt olmaksızın kabul ederler. Yaratanın, mutlak gayb sahibi olması bakımından, sübut yoluyla zatı bilinemez. Fakat sonradan olanlara layık özelliklerden tenzih edilir. Nitekim gayb hakkında da bir gayb olduğu bilinir, fakat içinde neyin bulunduğu ve mahiyeti bilinemez. Ruhanilerin dilleriyle ilahi haberler gelip ruhaniler (melekler) onları peygamberlere, peygamberler de bizlere aktardığında, bir kısımız onlara inanır ve kendi fikrini ardına atar.

Söz konusu kişi, bu haberleri aklındaki kabul niteliğiyle ve kendilerini bildirenin doğru sözlülüğüne güvenerek kabul eder. Bu haberler kendilerini tasdik etmeye ilave bir şey yapmayı gerektirirse, kişi onu yapar. Böyle biri, ‘Mutlu’ denilen kimse ve ‘kulak veren ve şahit olan’  kimsedir. Allah Teâlâ’nın kendisine vaat ettiği iyiliklere göre, yerleşme yerinde ona karşılık ve belirli bir süreyle sınırlanmayan daimi nimet verilecektir. Bu nimet, kendi ecelinin gelmesiyle sona erer, yoksa ortadan kalkmaz ve değişmez. Peygamberlerin bildiklerine iman etmeyip bozuk fikrini önder edinerek ona uyan kimse ise ya aslını yalanlayarak veya bozuk bir teville reddeder. Böyle bir insan kendisine verdiği haberde peygamberi yalanlar ve kendisini tasdike ilave olarak bir şey yapmayı gerektiren bir haber olduğunda söylenenin gereğiyle amel etmediğinde ise bedbaht diye isimlendirilir.

Söz konusu kişi kendisindeki karanlık yön nedeniyle bedbaht olmuştur. Aynı şekilde Mutlu olan da içerdiği nur nedeniyle iman etmiştir. Böyle bir bedbaht yalanladığında azap ve kararsızlık diyarında ceza görecektir. Bunun nedeni, sürekli bir azabın orada bulunmasıdır. Bu azap, belli bir süreye bağlı değildir. Bununla birlikte bütün olarak hüküm yönünden belli bir süresi vardır. Bu durum ilahi adaletten kaynaklanırken mutludaki ödül ise ihsandan kaynaklanır. Bu ödül, değişmez, başkalaşmaz ve ortadan kalkmaz. Bu hususta keşif ehli arasında görüş ayrılığı vardır. Aynı zamanda bu mesele, keşif ehli ile akılcılar arasında (tartışılan) mühim bir konudur.

Keşif ehli arasında da konu üzerinde görüş ayrılığı vardır.

Acaba onlara uygulanan azap sonsuza değin sürecek midir, yoksa bedbahtlık diyarında onlar adına bir nimet olacak mıdır?

Bu durumda onlar adına azap belli bir sürede biter. Keşif ehli sonsuza dek orada kalacaklarında ve çıkmayacaklarında ise görüş birliğindedir. Çünkü her diyarı dolduracak kimselerin bulunması gerekir. Zahirde kendilerine uygulanan elem sebepleri değişir ki bu kaçınılmazdır. Onlar, acı intikamını aldıktan sonra, içlerinde ilkinden farklı olarak bu azabı çekerken haz duyarlar.

Abdullah el-Mevrürî başkalarının da bulunduğu bir toplulukta cemaatin imamı Ebu Medyen’in şöyle dediğini aktarmıştır: ‘İki yerin ehli yerlerine girerler. Mutlular Allah Teâlâ’nın ihsanıyla, cehennemlikler ise Allah Teâlâ’nın adaletiyle cehenneme girer. Girdikleri yerde ise amellerine göre yerleşir, niyederine göre orada kalıcı olurlar.’ Bu, sahih bir keşiftir ve haşmetli hür bir adamının sözüdür.

Ukubet cezası, acıyı dünya hayatında şirk içinde geçirilen ömrün süresine denk olarak verir. Süre dolduğunda ise Allah Teâlâ onlar adına ateşte bir nimet yaratır. Öyle ki cennete girselerdi, Allah Teâlâ’nın kendilerini üzerinde yarattığı mizaca uygun olmayışı nedeniyle acı duyarlardı. Öyleyse onlar, içinde bulundukları ateşten, soğuktan, yılan ve akrep sokmalarından haz aldıkları gibi cennetlikler de gölgelerden, ışıktan, güzel hurilerden haz alırlar. Çünkü onların mizacı da bunu gerektirir.

Bakınız!

Pislik böceği dünyada gül kokusundan rahatsızlık duyan ve gübreden haz alan bir mizaçtadır.

Aynı durum, onun mizacında yaratılan şeyler için geçerlidir. Dünyada bu mizaçta yaratılmış varlıklara tanık olduk. Öyleyse âlemdeki her bir şey, kendisine uygun şeyden haz alırken kendisini iten şeylerden de acı duyar.

Bakınız!
Öfkeli kimse misk kokusundan acı duyar.

Öyleyse hazlar yatkınlığa tabi iken acılar da yatkınlığın olmayışından kaynaklanır. Bu durum kendiliğinde kesin bir şeydir ve hiçbir akıl sahibi onu inkâr edemez.

Soru şudur:

Acaba süre dolduktan sonra da, cehennemlikler bu mizaç üzere bu konumda kalacak mıdır, kalmayacak mıdır?

Yoksa onlar, acılarla acı veren şeyleri hissetmelerini gerektiren bir mizaçta mıdır?

Kendisinde kuşku bulunmayan sarih ve açık nass bilgi ifade etmek üzere var olduğunda, hiç kuşkusuz ki, onunla hüküm verilir. Allah Teâlâ her şeye kadirdir. Gerçi bu konuda gerçeği bilmiyor değilim, fakat onu açıklamak gerekmez. Çünkü onu açıklamak, âlemdeki görüş ayrılığını ortadan kaldırmayacaktır.

Bir keşif ehli şöyle demiştir:

‘Onlar cennete çıkacak ve cehennemde hiç kimse kalmayacaktır.

Cehennemin kapıları bir-birine çarpmaya başlar, içinde cırcır otu biter.

Allah Teâlâ, cehennem için kendi mizacında olan bir grup yaratır ve bunlarla onu doldurur.

Nitekim Allah Teâlâ balığı suda, hava âlemini (canlılarını) havada yarattığı gibi ancak toprağın içinde yaşayabilen canlıları da toprakta yaratır.

Bu kısma örnek olarak köstebeği verebiliriz.

Bu hayvanlar yer üstüne çıktıklarında ölürler.

Bu konuda bize ait gam, onlar için hayattır.

Balık sudan çıktığında, ölür.

Onun gamı havadadır ve hayat nuru onda söner, insan ve karada yaşayan hayvanlar suda boğulduklarında, yok olurlar.

Öyleyse bu kısmın gamı sudadır ve bu nedenle onların hayat ışığı söner.

Hem karada hem denizde yaşayan canlılar da vardır.

Örnek olarak timsahları, su insanı, su köpeği ve bazı kuşları verebiliriz.

Bütün bunlar, Allah Teâlâ’nın kendilerini yarattığı mizaca göre böyledir.

Bu menzil hakkında yeterli açıklama yaptık ve menzilin esaslarını Allah Teâlâ’nın yardımı ve ilhamıyla dile getirdik.

‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirminci Sifir, c. X. Sh:215-217

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

CENNETE BİLENLER GİRER

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen kimse, cennete girer.’

Bu hadisi Osman b. Affan rivayet etmiş, İmam Müslim el-Haccac Sahih’inde zikretmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Bilerek ölen.’ Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘iman ederek’ dememiştir. (Tekrar hadise dönersek) ‘Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen kimse, cennete girer.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘söyleyen’ dememiş, özellikle ‘bilgiyi’ tercih etmiştir. Cehennemdeyken bu insanlar hakkında Allah Teâlâ’nın inayeti (azaptan) öne geçer. Çünkü cehennem, herhangi bir şekilde Allah Teâlâ’yı birleyen insanın ebedi olarak (kendisinde) kalmasını kabul etmez. Tevhidin en yetkin yönlerinden birisiyse, bilgiden dolayı (Allah Teâlâ’yı) birlemektir. Böyle bir insan, bilgiyle imanı birleştirmiş demektir.

Şöyle bir eleştiri yöneltebilirsin: ‘İblis de Allah Teâlâ’nın bir olduğunu bilir.’

‘Haklısın’ deriz. ‘Fakat İblis ortak koşanların ilkidir. Dolayısıyla ortak koşan kimselerin vebali onun boynunadır. Onların günahlarının cezası ise, ateşten çıkmamaktır.

İblis birleyerek ölmüşse bile böyledir.

Nereden biliyorsun ki?

Belki de, düşüncesine ilişen bir kuşku nedeniyle Allah Teâlâ’ya ortak koşarak ölmüştür.

Öyleyse İblis ateşten çıkmayacaktır. Hangi nedenle ateşten çıkmayacağını ise (şirki icat ettiği için mi yoksa kendisi de sonradan müşrik olduğu için mi) en iyi Allah Teâlâ bilir.

Bu meseleler hakkında pek çok ilim vardır. Bunların hepsini ifadeye kalksaydık, kitaptaki amacımız olan özetleme gayesinden uzaklaşırdık. Bununla beraber, kıyamet mekânlarından çok bilinen bazı mekânları zikredeceğiz.

Örnek olarak (amellerin) sunum yeri, defterlerin alınması (yeri), terazi, sırat, Araf, ölümün kurban edilmesi (yeri), cennet meydanındaki ziyafet sofrasıdır. Bunların hepsi, yedi tanedir. Aynı zamanda onlar, cehenneme ait yedi kapının olduğu gibi cennetin yedi kapısının da esaslarıdır. Çünkü sekizinci kapı, Görme Cenneti’ne aittir. O ise, cehennemde kapalı olan kapıdır. Söz konusu kapı, perde kapısıdır. Dolayısıyla hiçbir zaman açılmayacaktır. Çünkü cehennemlikler ‘Rablerini görmekten perdelenirler.’

Yirmi sekizinci kısım: C.II, sh: 450

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

ÇOCUĞUN KEMALİ, BABANIN KEMALİNDEN FAZLADIR

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Allah Teâlâ erkeği -ki Âdem’dir- kendi suretine göre yaratmış, Havva ise Âdem’in suretine göre yaratılmıştır.

Çocuklar ise -sadece bi­rinden değil- ebeveynin karışımına göre yaratılmıştır. Başka bir ifadey­le çocuklar, duyusal ve vehim olarak, bir toplamdan yaratılmıştır. Ço­cukların istidadı, anne-babanın istidadından güçlüdür, çünkü çocuk her ikisinin istidadını içerir. Kâmil bir çocuğun kemali, babanın kema­linden fazladır. Bu nedenle Hz. Peygamber, bir çocuk olması bakımın­dan yetkin kemal sahibidir. Her çocuk yaratılışının aslında bu kemale sahip olmakla birlikte, çocuklar yetkinlikte derece derecedir. Bunun nedeni, ulvi hareketler, nurani tecelliler ve mutluluğa yaklaşmalarıdır. Her çocuk, yaratılışına eklenen bu ikinci kemalin sahibi değildir. Bura­da, tecellide ilâhı özel yönün vermiş olduğu başka bir sır daha vardır. Bu sır ise, çocuğun kendinden oluştuğu sebebe aittir. Bu özel yönü, diğer isimlerden daha yetkin bir ihata ve kapsama sahip olan İlâhî isim belirler. Söz gelişi, el-Alim ismini burada örnek verebiliriz. el-Alim (Bilen) ismi, kapsam bakımından diğer isimlerden karşılaştırılamayacak ölçüde yetkindir.

Babası, annesi, kendisine özgü ilâhî bir ismi -söz gelişi Refıü’d- derecât (dereceleri yükselten)- olan bir çocuk, babası, annesi, ihata ve derece bakımından daha aşağıdaki bir isme sahip olan başka bir çocuktan daha üstündür. Bir çocuk, bir anne ile mevhum-misal suretindeki bir babadan doğmuş olabilir. Böyle biri, bir babadan yoksun kaldığı için annesinin atasına benzer. Örnek olarak, Hz. İsa’yı verebiliriz. Bu çocuğun niteliği de, (Hakka ait) emirden ortaya çıkışı bakımından dedesinin niteliğidir. Nitekim Allah bunu bize bildirmiş ve dile getirmiştir. Allah Teâla “Kuşkusuz Allah katında İsa Âdem gibidir” (Al-i İmrân, 59) buyurur. Yani, Âdem’in kendinden var olduğu ilâhî isimden İsa da var oldu. “Onu topraktan yarattı.” (Al-i İmrân, 59)  Zamir Âdem’e döner. Hz. İsa ise Havva’nın kardeşidir ve o, (aynı zamanda Havva’nın) kız kardeşinin oğludur. Bir çocuk, annesi olmaksızın bir babadan meydana gelmişse, babasının derecesinden daha aşağıdadır. Örnek olarak Havva’nın sol kaburgadan yaratılışını verebiliriz. Bu nedenle Havva eksik kalmış ve onun eğildiği doğruluğu sayılmıştır. Bu nedenle Havva’nın ilgisi, çocuklarına ve kocasına ait olan hâzinelere yönelmiştir. Bu durum, (Havva’nın kendisinden yaratıldığı kaburgaların insanı koruması gibi) kaburgaların sahibinin yararı için kaburganın altındaki ciğerleri, mideyi vb. şeyleri korumasına benzer. Öyleyse kadının (veya kaburganın) eğikliği, kendisinden istenilen doğruluğunun ta kendisidir. Kavisin eğildiği, onun doğruluğudur. Onu bilinen çizgisel bir doğruluğa zorlarsan, kırarsın ve istediğini elde edemezsin. Böyle yapman, söz konusu şeye özgü doğruluğu bilmeyişinden kaynaklanır.

Âlemdeki her şey, Allah’ı bilenlere ve Allah Teâlâ’nın yaratıklarındaki sırlarını bilenlere göre dosdoğrudur. Bunun böyle olduğunu Allah bize “Her şeye yaratılışını verdi” (Ta-Hâ, 50) ayetinde açıklamıştır. Söz konusu durum, her şeyin kemali ve yetkinliği demektir. Hiçbir şey kemalden yoksun değildir. Bunun nedeni, mutlak kemal sahibinin suretine göre yaratılmış olmamızdır. Bu nedenle, sınırlılığımızla O’nun mutlaklığına benzedik. Çünkü mutlaklık, hiç kuşkusuz, bir sınırlama demektir, çünkü bu sayede o sınırlıdan ayrışır. Kâmilden sudur eden bir şey, O’na yaraşır kemale göre ortaya çıkar. Başka bir ifadeyle, âlemde kesinlikle bir eksildik yoktur. Hastalıkları doğuran geçici durumlar olmasaydı, hiç kuşkusuz, insan (bütün bunları bilen) bir âlim gibi âlemde dolaşır ve gezinirdi. Çünkü âlem Hakkın bostanı, isimler ise ortak bir şekilde onun sahipleridir. Öyleyse her isim âlemde bir pay sahibidir. Hakikatlerin verisi budur.

Şu halde eşyanın kemali, özsel bir nitelik iken eksiklik geçicidir. Her şeyin özünde yetkin olduğunu anlamalısın!

Kendi kıymetini ve değerini bilen biri helak olmaz. Kuşkusuz, erkeğin kadın karşısındaki durumu açıklanmış oldu. Bunlar bir açıdan farklı olsa bile başka bir açıdan ortaktır.

 ‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ KISMI-Kadının Durumu Erkekten Farklıdır]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

ÇOCUK FİTNEDİR,

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Çocukların fitne olmasına gelirsek, çocuk babanın sırrı, ciğerparesi, kendine en bağlı ve yapışık olan varlıktır. Çocuğu sevmek, bir şeyin kendi kendisini sevmesi demektir. İnsana kendinden daha sevimli bir şey yoktur. Bu nedenle Allah Teâlâ insanı onun dışında ‘çocuk’ diye isimlendirdiği bir surette bizzat kendisiyle sınamış, kendine bakmanın Hakkın onu mükellef tuttuğu hakları yerine getirmekten alıkoyup koyamayacağını görmeyi murat etmiştir. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın hakkı ve onun kalbinde bilinmeyen mertebesi hakkında şöyle demişti: ‘Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı elini keserdim.’ Hz. Ömer radiyallâhü anh oğluna zina cezası olarak dayak cezası vermiş, çocuk ölmüş, Hz. Ömer bundan rahatsızlık duymamış, had cezası uygularken -ki canın telef olmasına yol açmıştır- cana ağır gelen evladını feda edebilmişti. (Benzer bir durum zina ettiğini itiraf eden bir) kadın hakkında gerçekleşmişti. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem o ikisinin tövbesi hakkında ‘bundan daha büyük tövbe olur mu?’ demişti. Nahoş bir hakkı ve cezayı evlada tatbik edebilmek, en büyük imtihan vesilesidir. Allah Teâlâ baba hakkında çocuğun ölümüne dair şöyle der: ‘Çocuğunun canını kabzettiğim bir mümin kulumun ödülü ancak cennet olabilir.’ En büyük imtihan ve en çetin fitne olan bu üç esası sağlam ve muhkem bir şekilde icra eden ve Hakkın mertebesini tercih edip bütün bu hususlarda Allah Teâlâ’nın hakkına riayet eden insan, hemcinsleri arasında kendinden daha üstün kimsenin bulunmadığı biridir.

Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:207

BEDDUA ETME DENİR,

Kıbleye yönelen herhangi bir günahkârı tekfir etme. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem birisini tekfir etmişse, onu tekfir edebilirsin. Cemaatle namaz kılmak isteyen bir eşin olduğunda, onu cemaate gitmekten alıkoyma, fakat evinin onun adına daha hayırlı olduğunu kendisine öğret. Öfkeyle veya sakinken, kendine, evladına, hizmetçine veya malına beddua etmekten uzak dur ve kendini koru. Hastayı yemeye zorlama, hiç kimseye ateşle azap etme, et yediğinde onu bıçakla kesme, çiğneyerek ye!

Oztuzaltıncı Sifr, c. XVIII, sh:323

BEDDUAYI DÜZELTMEK İÇİN DUA

Hz. Peygamber yaralandığında şöyle dua etmekteydi: ‘Allah Teâlâ’m! Kavmime hidayet et, onlar bilmiyor.’ Böylece Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem insanlar için Rabbine mazeret sunuyordu. O bir beşer olduğunu ve beşeriyet hükümlerin bazen kendisine baskın geldiğini bildiği için de Rabbine şöyle dua ederdi:

‘Allah Teâlâ’m! Bir insan olduğumu bilirsin, bir insan gibi razı olur, bir insan gibi öfkelenirim.’ [Yani kendim için kızar, razı olurum.] ‘Allah Teâlâ’m! Kime beddua edersem, bedduamı onun adına rahmet ve rıza vesilesi yap.’

Yirmi Beşinci Sifir, c. XIII, sh: 91

Kaynaklar:

Muhyiddin İbnü’l Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye

Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

DAVUD aleyhisselâm, Hz. MERYEM Validemiz VE İSA aleyhisselâmın ORUÇLARI

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

En faziletli ve en dengeli oruç, bir gün kendin için bir gün Rabbin için oruç tutup bunların arasında bir gün yemendir. Bu, nefse karşı en büyüle mücadele ve hüküm bakımından dengeli davranıştır. Böyle bir durumda kul adına, tıpkı güneş ışığından aydınlanma hali gibi, nama­zın hali gerçekleşir. Namaz nur, sabır ise aydınlıktır ve sabır oruçtur. Namaz kul ile Allah Teâlâ arasında bölünmüş bir ibadettir. Davud orucu ise, bir gün tutmak ve bir gün yemektir ve bu oruç, sana ve Rabbine ait şeyleri birleştirir.

Bazı bilginler ise Allah Teâlâ hakkının öncelikli olduğunu dikkate alarak, Allah Teâlâ’ya ait olan ile kula ait olanı eşitlemeyi uygun görmedi. Bu yakla­şıma göre, iki gün oruç tutulur, bir gün yenilir. Meryem’in orucu böyleydi.

Çünkü o, erkeklerin kendisinden bir derece üstün olduğunu gör­düğünde şöyle düşünmüştü: ‘İkinci gündeki oruç, belki de o derecenin karşılığı sayılır.’ Gerçekte de öyle olmuştu. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, erkekler hakkında yaptığı tanıklıkla. Meryem’in de erkekler gibi kâmil olduğuna tanıklık etmişti, iki kadının tanıklığının bir erkeğin tanıklığı­na denk olduğunu gördüğünde Meryem şöyle demişti:

‘Benim iki gün oruç tutmam, erkeğin bir gün oruç tutmasının yerini alır.’ Böylece er­keklerin makamını elde etmiş, oruçtaki fazilet bakımından Davud ile eşitlenmişti. Bir insanı nefsi etkisi altına alırsa, onu ilahlık (duygusu) etkisi altına almış demektir. Bu nedenle, nefsini aklına bağımlı hak ge­tirebilmek için, ona Meryem’in nefsine davrandığı gibi muamele etmelidir. Bu, anlayan için güzel bir işarettir.

Meryem erkeklere katılmakla kemal sahibi olabiliyorsa, onun Rabbine katılması daha büyük kemal meydana getirir. Bu kısma örnek olarak Meryem oğlu İsa aleyhisselâmı verebiliriz. Çünkü o, bütün seneyi oruçla geçirir ve orucunu bozmaz, geceyi ibadetle geçirir ve uyumazdı. O, âlemde gündüz ed-Dehr ismiyle, gece ise kendisini uyuma ve gafletin almadığı el-Kayyum ismiyle zuhur ederdi. Bu nedenle onun hakkında ilahlık iddiasında bulunulmuş ve şöyle denilmiştir: ‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir.’ Daha önce hiçbir peygamber hakkında böyle denilmemiştir. Üzeyr aleyhisselâm hakkında söylenen nihai şey, onun Allah Teâlâ’nın oğlu olduğuydu. Fa­kat onun Allah Teâlâ olduğu söylenmedi.

Bu niteliğin gayb perdesinin ardından keşf ehlinin kalplerine ne kadar etki ettiğine bakınız. Sonuçta onlar ‘Allah Meryem oğlu Me­sih’tir’ demişti. Bu sözleri nedeniyle Kur’an, bu konuda adlarına maze­ret ortaya koyarak, şirke değil inançsızlığa nispet etti, çünkü onlar şirk koşmadı. Bilakis ‘O Allah Teâlâ'tır’ demişlerdi. MÜŞRİK, ALLAH TEÂLÂ İLE BİRLİKTE BAŞ­KA İLAH KABUL EDEN KİMSEDİR. (Hristiyanlardan) Böyle birisi, müşrik de­ğil kafirdir.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler kafir oldu., Böylelikle onları örtme (küfr) özelliğiyle nitelemiş, onlar da İsa aleyhisselâmın beşeriliğini (nasut) bir tecelligah edinmişti. Hz. İsa aleyhisselâm ise, Allah Teâlâ’nın kendisinden aktardığına göre, onların söylediklerini kendileri adına tes­pit ederek bu makama dikkat çekmiştir. Mesih İsa şöyle der: ‘Ey Israiloğulları, Allah Teâlâ’ya ibadet ediniz, Rabbime ve sizin Rabbinize. Onlar ise şöyle karşılık verir: ‘Biz de öyle yapıyoruz.’ Böylelikle onlar, Mesih’te Allah Teâlâ’ya ibadet etmişti. Sonra onlar şöyle der: ‘Kim Allah Teâlâ’ya ortak koşar­sa, Allah Teâlâ cenneti ona haram kılar.’ Yani Allah Teâlâ, kendisini örttüğü perde­yi ona haram kılar. Allah Teâlâ, kafir olmakla kendilerini nitelerken, onları örtme özelliğiyle nitelemiştir.

İşte bu, zâhirinin işin gerçekte olduğu durumu verdiği bir ayettir. Burada tevil, kınanır. Sana zikrettiğimiz şeyi anladığında, büyük bir deryaya düşersin. O deryada boğulan kişi, hiçbir zaman, kurtulamaz, çünkü o, ebedilik deryasıdır. Kendisini inceleyip basiret gözüyle bakan ve bu konuda Allah Teâlâtan gelen bir basirete sahip kimseler için Allah Teâlâ’nın kelamı ne kadar hikmetlidir!

Ellidokuzuncu Kısım, c. 5, sh.195

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

DİKKAT ETMEDİĞİMİZ SÜNNETLERDEN

Cuma Günü İçin Boy Abdesti Almak

 

Cuma günü için yıkanmanın bâtınî yorumu, haftanın günleri olan yedi gün karşılığında günlük zaman için ezelle temizlenmektir. Allah Teâlâ kula her hafta yıkanmayı zorunlu bir ödev olarak emretti. Öyleyse Cu­ma günü yıkanmak namaz için değil, gün içindir.

Böylece Cuma nama­zı için yıkanmak hal temizliği, bu temizlik ise, zaman temizliğidir. Çünkü bilginler bu yıkanmanın hükmü hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bir kısmına göre yıkanmak Cuma gününe aittir. Bizim görü­şümüz de budur. Cuma namazından önce temizlik yapılırsa ve [günle birlikte] Cuma namazı için yıkanmaya da niyetlenilirse daha iyidir. Bir kısmına göre ise, bu temizlik Cuma günü Cuma namazı içindir. Bu ise hiç kuşkusuz, daha üstün bir davranıştır. Öyle ki, insan namazdan önce yıkanmazsa, güneş batmadıkça yıkanması zorunlu olur.

Kulun bütünüyle Hakka yönelmesi, zamansal olarak bu günde ger­çekleşir dedik. Bu nedenle, bu günün Hakkın katına nispeti, Hakkın önce, sonra, şimdi gibi edatların eşlik ettiği farklı zamanlarda varlıkları yaratmaya yönelmesiyle ezelin girdiği zamansal takdirler gibidir.

‘Önceden ve sonradan emir Allah Teâlâ’ya aittir.’ Bu meseleyi öğreniniz! Çün­kü son derece hassas bir konudur.

Cuma namazı için yıkanan kimse ise, hal için yıkanmayla namaz için yıkanmayı birleştirmiş demektir. Namazdan sonra Cuma günü için yıkanan ise, tekleştirmiştir. Bu ise, Cuma denilen şeye zarar verir. En güçlü yorum, bu günde yıkanmanın hem Cuma günü hem de Cuma namazı için emredildiğidir. Şari’nin bu konuda maksadının bu olması, uzak bir ihtimal sayılmaz.

Otuzikinci kısım, c.3, 152

CUMA GÜNÜ YIKANMAK

Bize göre, Cuma günü yıkanmak -ki kast edilen gün için yıkan­maktır-tüm yetişkinlere farzdır. (Gün için değil de) Namaz için yıkanılması ise, daha üstündür. Cuma günü yıkanmak ise, bir grup tarafın­dan sünnet, bazı bilginler tarafından ise, farz sayılmıştır ki, ben de farz olduğu görüşündeyim. Vacip olduğunu söyleyenlerin bir kısmı yıkan­manın günden dolayı olduğunu kabul eder. Bizim görüşümüz budur. Namaz kılınmazdan önce namaz için yıkanmak ise, daha üstündür. Bazı bilginler ise, yıkanmanın Cuma namazından önce farz olduğu görü­şündedir.

VASIL

Batınî Yorum

Batınî hayat vasıtasıyla (bilgi) insanın içini ve batınını -ki kalbidir-genel olarak temizlemesi, Allah Teâlâ’yı bilmek amacı taşır. Kalplerin canlılığı, bu bilgide bulunduğu gibi yine bu bilgiye bağlıdır. Bu durum, Allah Teâlâ’nın kendisini bu özel tarzda ortaya koyması yönüyle Cuma namazının sağ­ladığı bilgi bakımından böyledir. Çünkü Cuma, Allah Teâlâ’nın bu ümmetine ihsan ettiği en büyüle hidayettir. O gün, ümmetin görüş ayrılığına dü­şüp Allah Teâlâ’nın görüş ayrılığına düşülen konuda doğruyu gösterdiği gün­dür.

Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah Teâlâ her cinsten bir tür, her türden, bir şahıs seçmiş, seçtiği bu şahsı ya kendisine ya da onun sebebiyle başkası­na bir iyilik olsun diye tercih etmiştir. Allah Teâlâ bazen bir cinsten iki ve üç tür seçer, bazen türden iki, üç ya da daha fazla şahıs seçer. Bu bağlamda insan türünden müminleri, müminlerden velileri, velilerden nebileri, nebilerden resulleri seçmiş resullerin de bir kısmını diğerlerinden üstün yapmıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ‘Peygamberleri birbirine üstün tutmayın’ diye yasaklamasaydı, hiç kuşkusuz, en üstünlerinin kim olduğunu belir­tilirdi. Fakat Allah Teâlâ peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün yap­tığını bize bildirmiştir.

Öyleyse (inkâr edilemeyecek bir raviler topluluğunun aktardığı) mütevatir bir nas ya da gerçek bir keşif bulan kişi, onun sınırında dur­malıdır. Tek kişinin rivayet ettiği sahih bir hadise sahip olan ise, -konu dünyevi davranışlarla ilgiliyse-onunla hüküm vermelidir; ahiretle ilgiliyse, onu inancında esas yapmamalıdır. Bunun yerine şöyle demeli­dir: Bu hadis bize ulaştığı tarzda gerçekte peygamberden gelmişse, ben o hadise ve peygamberin ve Allah Teâlâ’nın katından gelen bilip bilmediğim her şeye inanırım. Çünkü inanç konularında ancak kesin olduğuna hükmedilen şeyler kullanılabilir. Söz konusu olan bir rivayet ise, onun tevatür yoluyla güvenilir olması gerekir; söz konusu olan akıl ise, mütevatir bir nassla çelişmediği sürece, kesin aklî kanıta dayanan bir hüküm kullanılabilir. Mütevatir bir nas aklın deliliyle çelişip onları uz­laştırmak mümkün olmazsa, nassa inanılır, delil terk edilir.

Bunun sebebi şudur: Şeriat diliyle belirtilen şeylere inanmak, zik­redilen şeyin gerçekte imanın bildirdiği tarzda olmasını zorunlu kılmaz. Akıllı kişi, Allah Teâlâ’nın yükümlüden bu kesin nassın verisine inanmasını is­tediğini anlar; tevatür zinciri, akıl deliliyle çelişse bile, o hadisi peygam­berin söylediğini bildirir. Böylece akıllı, bilgi olması bakımından bilgi­sini muhafaza eder ve Allah Teâlâ’nın söz konusu nassın varlığıyla imanı o bili­nene bağlamadığını anlar. Yoksa, akıllının (bu nas nedeniyle) bilgisin­den ayrılarak Allah Teâlâ’nın istediği şekilde o nassa inanması gerekmez. Allah Teâlâ, bildiğiyle çelişen bu nassla neyi kastettiğini keşfinde kula bildirirse, bu hitaba tahsis edilen kimse, Hakkın belirlediği bağlamda ona inanır. Böyle bir keşfi, karışıklığa yol açacağı için sıradan insanlar arasında açıklayamayız. İhsan ettiği nimetlerinden dolayı Allah Teâlâ’ya şükrederiz! Bu, Allah Teâlâ yolunda yararlı olan bir öncüldür.

Allah Teâlâ ayların içinden Ramazan ayını seçmiş ve onu kendi adıyla ni­telendirmiştir. Çünkü Ramazan Allah Teâlâ’nın isimlerinden birisidir.

Allah Teâlâ haftanın günlerinden ise, Cuma gününü seçmiş ve bu yedi günün için­den seçtiği bir gününün olduğunu bildirmiştir. Söz konusu günü de haftanın diğer günlerinden üstün yapıştır. Bu nedenle. Cuma günüyle Arefe ya da Aşure gününü karşılaştıran kimse yanılır. Çünkü Arefe’nin üstünlüğü haftanın günlerine değil, yılın bütün günlerine dayanır. Bu nedenle Arefe günü bazen Cuma gününe denk gelebileceği gibi Aşure günü de Cuma’ya denk gelebilir. Cuma ise, değişmez, hiçbir zaman Cumartesi veya başka bir gün olamaz.

Öyleyse Cuma gününün üstünlüğü kendindendir. Arefe ve Aşure gününün üstünlüğü ise, geçici durumlardan kaynaklanır. Haftanın han­gi gününde bulunurlarsa bu geçici haller nedeniyle üstünlük o güne ait­tir. Böylece Arefe ve Aşure günlerinin üstünlüğü, o tür içindeki üstün­lüğü gerektiren geçici durumlar arasındaki bir üstünlük haline gelir. Ramazan ayının diğer aylardan üstünlüğü de, Güneş aylarında değil Kameri (ay yılı) aylardadır. Çünkü Güneş yılı aylarının en üstünü, gü­neşin en şerefli burcunda bulunduğu gündür. Ramazan ayı ise, güneş yılının her ayına denk gelebilir. Bu nedenle Ramazan’ın bulunduğu gü­neş ayı, diğer güneş aylarından daha üstün olur. Ramazan’ın bir Güneş ayında bulunmasıysa, dönerken kendisine ilişen geçici bir durumdur.

Binaenaleyh Cuma günü, Arefe veya başka bir günle mukayese edi­lemez. Bu nedenle yıkanmak, namazdan dolayı değil, günden dolayı ge­rekli görülmüştür. Cuma günü sadece namaz nedeniyle yıkanılsaydı, o günün en faziletli gün olduğu konusunda aramızda bir görüş ayrılığı kalmaz, bilginler arasında gerçekleşen görüş ayrılığı ortadan kalkardı.

Allah Teâlâ (günler içindeki bir) günün değerini ve üstünlüğünü ümmet­lere zikredip tam olarak belirtmeyerek, günü bilmeyi onların içtihatlarına bırakmış, insanlar da görüş ayrılıklarına düşmüştür. Bu bağlamda Hristiyanlar en faziletli günün Pazar günü olduğunu iddia etmiştir, çünkü Pazar, güneşin günüdür. Pazar göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların yaratıldığı /ilk gündür. (Hristiyanlara göre) Allah Teâlâ, diğer günlerden üstün olduğu için yaratmayı Pazar gününde gerçekleştirmiş­tir. Böylece o günü bayram sayıp şöyle demişlerdir: ‘Allah Teâlâ’nın kastettiği gün Pazar'dır.’ Hâlbuki peygamberleri bu konuda onlara bir şey söyle­memişti. Bu konuda bir rivayet olmadığı için, Allah Teâlâ’nın peygamberlerine bu günü bildirip bildirmediğini de bilmiyoruz. Yahudiler ise şunu ileri sürmüştür: ‘En faziletli gün Cumartesidir, çünkü Allah Teâlâ yaratmayı Cu­ma günü bitirmiş, Cumartesi dinlenmiş, sırt üstü yatmış, ayaklarını üst üste koymuş ve ‘ben her şeyin sahibiyim demiştir.’ Allah Teâlâ bu ve benzeri sözler karşısında şöyle der: ‘Onlar Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler: " Yahudiler, Cumartesi hakkındaki bilgilerinin Tevrat’ta bulunduğunu iddia eder. Biz, bu konuda Yahudileri ne doğrular ne de yalanlarız. Kı­saca, Yahudiler şunu iddia etmiştir: ‘Cumartesi, Allah Teâlâ’nın haftanın en fa­ziletli günü olarak seçtiği gündür.’ Böylece Yahudiler ve Hristiyanlar, haftanın en üstün günü hakkında görüş ayrılığına düşmüştür.

Ardından bu ümmet gelmiştir. Bir keresinde ‘Cebrail Hz. Muhammed’e içinde bir nokta bulunan cilalanmış bir aynayla gelmiş ve şöyle demiştir: ‘Elimdeki ayna Cuma günüdür. Şurası ise öyle bir saat­tir ki, bu saatte namaz kılan her müslümanı Allah Teâlâ bağışlar.’ Bunun üze­rine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir: ‘Allah Teâlâ, Ehl-i kitabın görüş ayrılığı­na düştüğü bir konuda bize doğru yolu göstermiştir.’ Kastedilen ayna vasıtasıyla gerçekleşen ilahi bildirimdir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hidayeti ise, Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir.              

Cuma gününün üstün olmasının nedeni, Pazar’dan Perşembe’ye kadar diğer yaratıkların kendisinden dolayı yaratıldığı insan türünü Allah Teâlâ’nın Cuma günü yaratmış olmasıdır. Bu nedenle Cuma’nın en üstün vakit olması gerekir. İnsan ise (Cebrail’in getirdiği) aynada nokta şek­linde gözüken o saatte yaratılmıştır. Nokta aynada gözükünce, bu ör­nek, onun yer değiştirmeyeceğini gösterdi. Nitekim o nokta da, aynada yer değiştirmez. Öyleyse bu vakit, Allah Teâlâ’nın bilgisinde belirlenmiş bir sa­attir. Bu örneğin duyudaki durumunu dikkate alırsak -ki almalıyız-şöy­le dememiz gerekir: Nokta aynada yer değiştirmediği gibi (insanın kendisinde yaratıldığı) saat de yer değiştirmez. Bu örneğin verilişini ha­yalde dikkate alırsak ve onu duyuya çıkarmazsak şöyle deriz: O saat gün içinde yer değiştirir. Çünkü hayalin etkisi, surette yer değiştirmektir. Çünkü hayal, duyulur bir şey değildir ki kontrol (zabt) edilebilsin. Ha­yal, sadece duyulur surete benzeyen hayalî suretteki bir anlamdır. Bir anlam aynı anda pek çok lafız kalıbında farklı dillere geçebildiği için, bu durum hayale benzemiştir. Öyleyse (benzetmeyi duyulur değil, hayal­deki bir örnek olarak alırsak), insanın yaratıldığı saat de Cuma günü yer değiştirir. Her iki dürüm da olabilir. Bu ise, ancak Allah Teâlâ’nın bildirmesiy­le bilinebilecek bir iştir.

Cuma günündeki (insanın kendisinde yaratıldığı en şerefli) saat, sene içindeki Kadir gecesinin durumuna benzer. Allah Teâlâ, Kadir gecesinin durumu hakkında şöyle der: ‘İnsanlar tek bir ümmet idi, Allah Teâlâ peygamber­lerini müjdeleyen ve korkutan kimseler olarak gönderdi. Onlarla hakkı in­dirdi ve böylece görüş ayrılığına düştükleri konuda insanlar arasında hüküm verirler. O konuda sadece daha önce kendilerine Allah Teâlâ katından apaçık delil­ler gelen kimseler kıskançlıkları nedeniyle görüş ayrılığına düşmüştür. Allah Teâlâ iman edenleri görüş ayrılığına düştükleri konuda hidayete ulaştırmıştır: ' Bu ayet, Kadir gecesi hakkındaki görüş ayrılığı hususunda inmiştir.

Cuma günü için yıkanmak, (saatin hangisi olduğuyla ilgili) bu gö­rüş ayrılığından kaynaklanır. Bu sayede insan, Allah Teâlâ’nın iç gözünü açma­sıyla temizliği hakkında kesin bir bilgiye ulaşır. Allah Teâlâ’nın iç gözünü aç­ması, o gündeki saati bilmektir. Çünkü daha önce (en şerefli) gün belir­sizdi. Allah Teâlâ, peygamberinin diliyle bize günü tanıttı. Geride, gün için­deki saatin belirsizliği kaldı. Öyleyse -saat yer değiştiriyorsa- her Cuma günü o saati ya da -saati değişmezse-onun belirli vaktini bilen kişi, bu bilgiyle bilgisizlikten temizliğini yapmış demektir. Bu nedenle, yıkan­manın (namaz için değil) günden dolayı olması gerekir. Çünkü gün, daha geneldir.

Kırkbirinci Kısım, c.4, sh:35-40

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

DUA’NIN EMİRLE İLGİLİ İLİŞKİSİ

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (Kuddise sırruhu'l-athar), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Kevni İlimlerin Nereden Geldiğinin Bilinmesi. Bunların İçerdiği Sırlar Nelerdir? Alemde Onları Elde Edenler Kimdir? Kutuplarının Mertebeleri Nelerdir? İki Şeriat Arasındaki Ortaklık Sırları? Nefesler Âlemine Aşık Olmuş Kalpler ve Onlarm Aslı Nedir? Menzillerin Sayısı Kaçtır?

Bize mülk olarak dönen bir mülke şaşırdım

Öyle bir hükümdardan ki, sahip olduğu şeyin mülkü olmuştur

Bu, mülkün mülküdür, şayet şiir söyleyeceksen

Bizim saçılmış inci gibi olan ilmimizden.

Hakkın varlığından mukaddes bir ilim al

Dileyen senden o bilgiyi alsın diye

İlimlerde benim gibi isen, görürsün

Oluş’unda senden bir nüsha bulunanı

Yücelerde sizin emrinize karşı koyan bir şey var mıdır?

Harpte kılıçlarınız paramparça oldu

Ey sevgilim! Onun varlığım bilseydin

Ve senin kim olduğunu? Âlemin efendisi olmuştun

Halkın ilahı sana daha çok gelirdi

Senin ona gittiğinin; onu mülk edebilseydin

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin kbAllah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bana dua edin, duanızı kabul edeyim!’ Bunu öğrendiğinde, Allah Teâlâ’nın her şeyin Rabbi ve hükümdarı olduğunu anlarsın. Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, bu Rabbin kulu ve bu Gerçek Sahib’in (el-Meliku’l-Hakk) mülküdür. Âlemin Allah Teâlâ’nın mülkü olması, herhangi bir engelleme olmaksızın âlemde dilediği gibi tasarruf etmesi, âlemin ise hükümdarın tesir mahalli olmasıdır. Âlemin içinde bulunduğu hallerin çeşitlenmesi, iradesinin hükmüne göre, Hakkın dilediği tarzda ondaki tasarrufudur.

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

‘Rabbiniz rahmet ve merhameti kendisine ilke edinmiştir.’ Böylece, zorunlu kılan kendisi olsa bile, bir şeyi nefsine zorunlu kılmada kendisini kuluyla ortak yaptı. Allah Teâlâ’nın sözü doğru, vaadi gerçektir. Hakkın kendisine kulun duasına karşılık vermeyi zorunlu kılması, Allah Teâlâ kendisine zorunlu yapmadığı, insanın herhangi bir zorlama olmadan adağı kendisine farz yapmasına benzer. Allah Teâlâ da, kendisine vacip yaptığı adağı yerine getirmeyi ona farz kılmış, farzı ifa etmesini emretmiştir.

Sonra gördük ki, Allah Teâlâ kendisine farz kıldığı şekilde kul dua ettiğinde ona icabet etmektedir.

Kul da, Allah Teâlâ onu duaya çağırmadığı sürece, Hakkın bu emrine icabet edemez.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Onlar da Bana karşılık versinler.’ Böylece kul ve âlem -ki o Allah Teâlâ’nın mülküdür-adına en korunmuş mertebede ilahi bir tasarruf gerçekleşir. Bu tasarruf, âlemin özünden kaynaklanan isteğine göre gerçekleştiği gibi, başka bir tasarruf da şeriat koymanın gereğiyle meydana gelir.

Durum zikrettiğimiz gibidir. Başka bir ifadeyle, dua ettiğinde Hakk kulun duasına karşılık verdiği gibi kendisine emrettiğinde kul da Allah Teâlâ’nın emrini yerine getirir. Allah Teâlâ’nın kuluna emretmesine şu ayette işaret edilmiştir: ‘Bana verdiğiniz sözü tutun.’ Böylece hükümde ortak yapmıştır. Kulları için amel belirlese de belirlemese de Hakk, özü gereği karşısında zelil olunmasını gerektirdiği gibi, kul da Allah Teâlâ hüküm yaptığı şeyi hüküm yapmış olsa da olmasa da dış varlığının bekasıyla Hakkın kendisini korumasını Hakk eder. Allah Teâlâ kula ameller farz kıldığı gibi, amelleri yaptığında, sorumlu olduğu şeyi yapması karşılığında kulu ödüllendirmeyi de kendi üzerine farz kılmıştır. Böylece yüce mertebe, kulun dilediğinin karşılığındaki ihsanda etkisinin ortaya çıkması nedeniyle, mülkün mülkü -ki mülk âlemdir-haline gelir.

Binaenaleyh Allah Teâlâ’ya mülkün mülkü diye tabir edilen bir nitelik verilmiştir. Allah Teâlâ, maliktir (sahip) ve kullarına emrettiği şey nedeniyle meliktir (hükümdar). Aynı zamanda Allah Teâlâ, kulun kendisine emrettiği şey nedeniyle de mülktür. Allah Teâlâ kula ‘beni anmak için namaz kıl’ dediği gibi kul da ‘Rabbim beni bağışla’ der. Hakk katından kula dönük olan şey emir diye isimlendirildiği gibi kulun mertebesinden Hakka dönük şey dua diye isimlendirilir. Bu isimlendirme, Allah Teâlâ karşısında edebin gereğidir. Gerçekte ise, her iki yönde de emirdir. Çünkü tanım iki emri birlikte içerir.

Bildiğim kadarıyla, terimleştirmeyi yapan ille kişi Muhammed b. Ali (Hâlâm) et-Tirmizî’dir. Biz bu lafzı ondan başkasından duymadık. Belki daha önce bu deyimi kullanmış İçimseler olabilir, fakat bize ulaşmamıştır. Her durumda terimleştirme doğrudur. ‘Akıl bakımından Allah Teâlâ hakkında bir şeyin zorunluluğu’ meselesi, akılcı kelamcılar arasında hakkında görüş ayrılığı bulunan bir meseledir. Bazıları bunu kabul ederken bir kısmı kabul etmez. Şerî zorunluluğa gelince, onu ancak Allah Teâlâ katından gelen şeye inanmayan kimse inkâr edebilir.

Birbirine tamlama olan iki şeyden, her birinde tamlamanın verdiği bir isim ortaya çıkar. Zeyd dediğinde, bir insandan söz etmektesin ve bundan başka bir şey de anlaşılmaz. Ömer dediğinde, o da, bir insandır ve bundan başka bir şey anlaşılmaz. ‘Ömer’in oğlu Zeyd’ ya da ‘Zeyd’in oğlu Ömer’ dediğinde ise, hiç kuşkusuz,. Ömer’in oğlu olduğu için Zeyd adına evlatlık ismi meydana gelmiş, Ömer için de Zeyd’in babası olduğunda babalık adı meydana gelmiştir. Başka bir ifadeyle Zeyd’in evlatlığı, Ömer’e babalığı; Ömer’in babalığı ise, Zeyd’e evlatlığı verdi. Tamlama olan iki şeyden her biri, bir diğerinde tamlamadan önce nitelenmemiş olduğu bir anlam meydana getirir. Başka bir örnek ise, Ömer’in kölesi Zeyd’dir. Bu örnekte kölelik, Zeyd’in köle, Ömer’in sahip olmasını gerektir. Zeyd’in köleliği, Ömer hakkında sahip ismini meydana getirmişken, Ömer’in sahipliği, Zeyd için köleliği meydana getirmiştir. Böylece ona köle, Ömer’e sahip denilir. Tamlamanın öğelerinden her biri için, bu tamlamadan önce bu iki ismin anlamı yoktu.

O halde Hakk Haktır, insan insandır, ‘insan ya da insanlar Allah Teâlâ’nın kullarıdır’ dediğinde, hiç kuşkusuz, ‘Allah Teâlâ insanların sahibidir’ demişsindir ki, bu kaçınılmazdır. Mülk oluşu yönünden âlemin varlığını bütün olarak zihinden atmış olsaydın, âlem ortadan kalktığı için Hakkın varlığı ortadan kalkmaz, ancak sahiplik anlamının varlığı Haktan zorunlu olarak düşerdi. Âlemin varlığı fiil ve uygunluk (edilginlik) olarak Bilen-Hakkın varlığına bağlı olduğuna göre, Allah Teâlâ için el-Melîk ismi ezelidir. Âlemin varlığı ise dışta yoktu. Fakat onun aklîliği, el-Melîk ismiyle irtibatlı ve mevcuttu. O halde âlem, varlık, belirleme, güç ve fiil olarak Allah Teâlâ’nın mülküdür.

Hakikatler nedeniyle gerçekleşen ayrımın dışında, Hakk ve âlem arasında akledilebilen bir ayrılık yoktur. O halde Allah Teâlâ vardı ve ‘O’nunla beraber başka bir şey yoktu.’ Şimdi de öyledir ve öyle olmaya devam eder. Onunla beraber bir şey yoktur. Allah Teâlâ’nın bizimle beraberliği, şanının gerektirdiği ve şanına yaraşır tarzdadır. Allah Teâlâ bizimle beraber olmayı kendisine nispet etmemiş olsaydı, akıl O’na beraberlik anlamını yüklem yapmayı gerektirmeyecektir Aynı zamanda selim akıl da, bu beraberlikten âlemin parçalarının birbirleriyle olan beraberliğinden anladığını anlamaz. Çünkü Allah Teâlâ ‘O’nun benzeri yoktur’, ‘Nerede olursanız olun, o sizinle beraberdir’ buyurmuştur: Allah Teâlâ, Hz. Musa ve Hz. Harun aleyhimesselâma da ‘Şüphesiz (Ben her şeyi) işiterek ve görerek, sizin yanınızda olacağım’ diye hitap etmiştir.

O halde şöyle deriz: Hakk, belirttiği tarzda ve kastettiği anlamda, bizimle beraberdir. Şöyle söylemiyoruz: ‘Biz Hakk ile beraberiz.’ Çünkü böyle bir ifade, nassta geçmediği gibi, akıl da bunu gerektirmez. O halde bizim Hakk ile beraber olduğumuzu gerektirecek ne aklî bir yorum vardır ne de şeriat bu ifadeyi kullanmıştır,

Müslüman olduğu halde Allah Teâlâ’ya mekân izafesini reddedenlere gelince, böyle bir kişi eksik imanlıdır. Çünkü akıl, mekân anlamını Allah Teâlâ’dan nefy ettiği halde, Kitap’ta olmasa da Sünnet’te mekân lafzı sahih şeriat tarafından Allah Teâlâ hakkında kullanılmıştır. Söz konusu kullanım, başka bağlamlara çekilemez, ona kıyas yapılamaz ve sadece Şâri’nin kullandığı bağlamda kullanılabilir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, efendisinin dövdüğü bir cariyeye şöyle demiş:

‘Allah Teâlâ nerededir?’ Kadın göğü işaret etmiş. Bunun üzerine Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kadının işaretini kabul edip sahibine şöyle demiştir: ‘Onu azad et, çünkü mümindir.’ Neredeliği soran kişi, Allah Teâlâ’yı en iyi bilen insan ve Allah Teâlâ’nın peygamberidir. Bazı şekilci âlimler, cariyenin göğü göstermesini ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bu ifadeyi onaylamasını ibadet edilen ilahların yeryüzünde bulunmasıyla (buna mukabil Allah Teâlâ’nın gökte olması şeklinde) tevil etmiştir. Böyle bir tevil, gerçeği bilmeyen kimsenin tevilidir. Arapların Şira adında ve rablerin rabbi olduğuna inandıkları gökteki bir yıldıza taptıklarını biliyoruz. Bu âdeti Ebû Kebşe çıkarmıştı. Ben de onlarm gökteki bu Tanrı’ya yakarışlarına vakıf oldum. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Şira (yıldız)nın Rabbi O’dur.’ Gökteki bir yıldıza tapılmasaydı, bu kişinin yaptığı tevil caiz olabilirdi.

Şira’ya tapma âdetini çıkaran Ebû Kebşe, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ana tarafından atasıydı. Bu nedenle, dedesi Şira’ya tapmayı ortaya çıkardığı gibi kendisi de tek ilaha tapmayı ortaya koyduğunda Araplar onu Ebû Kebşe’ye nispet edip şöyle derlerdi: ‘Ebû Kebşe’nin oğlu ne yapıyor!’

Bu makamın kutuplarından biri, bizden öncekilerden Muhammed b. Ali et-Tirmizi, kendi pirlerimizden ise Ebû Medyen idi. O, yüce âlemde ‘Ebu’n-Necâ’ diye bilindiği gibi Ruhanîler de onu böyle isimlendirirdi. Ebû Medyen şöyle derdi: ‘Benim Kuran’da surem, ‘Mülkün sahibi olan Allah Teâlâ kutludur, yücedir. (Mülk) suresidir. Biz de onun için şöyle diyoruz: Ebû Medyen iki imamdan biridir. Çünkü bu, imamın makamıdır.

Hakk, kendisine dua eden ve bir şey isteyen zorda kalmış kuluna yardım ettiği için, bir mutasarrıf haline gelmiştir. Bu nedenle Ebû Medyen Allah Teâlâ hakkında MÜLKÜN MÜLKÜ derdi. Bu tamlamanın doğruluğu ise, kendisine bu halle çelişen bir iddia katışmaksızın, her nefeste kulun Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu tam olarak kavramasıyla gerçekleşir. Kul bu halde olduğunda, Allah Teâlâ’nın onun mülkü olduğunu söylemek doğru olabilir. Bir iddia kokusu ona bulaşırsa bu makamda bulunmuş olmaz. Bu iddia, ‘Allah Teâlâ’nın kendisini ‘ona ait mülk’ ya da ‘milk’ diye isimlendirdiği bu duruma sahip kılma halinde bulunmaktan uzaklaşmış olarak, kendisi nedeniyle bir mülke sahiplik’ iddiasıdır. Ayrıca Hakkın ‘mülkün mülkü’ olduğunu söylemesi bu kişi için geçerli değildir. Gerçekte böyle olsa bile, bu kişi, Allah Teâlâ’nın mülkü olduğunu bilmemesi ve herhangi bir durumdaki gafletinden kaynaklanan iddiası nedeniyle kendisini bu halden çıkarmıştır. Bu makam sahibi, sürekli elinde bulunacak ve gözünün önünde dikilecek büyük bir teraziye muhtaçtır.

Onyedinci Kısım, c.II ,  sh: 73-78

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

DUÂ YA İHTİYACIM YOK DEME

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya şöyle der: ‘Bana kendisiyle günah işlemediğin bir dille dua et.’ Hz. Musa, ‘O dil nedir?’ diye sormuş, Allah Teâlâ ise, ‘Senin kardeşine, kardeşinin de sana dua etmesidir’ demiştir! Çünkü her biriniz, bir diğerinize dua ettiğiniz dilinizle bana asi olmadınız. Dolayısıyla kardeşi adına bana dua eden kişi, temiz bir dille dua etmiş demektir. Allah Teâlâ duayı ona izafe etmiştir, çünkü dua eden, edilenin vekilidir. Dua edenin diliyle ise, dua edilen insan günah işlememiştir.

Elli İkinci Kısım; c. IV, sh. 383

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye

Futuhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

ECEL BİTİMİNDEKİ SIRLI HALLER

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

YÜZ YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM

Sûfilerin Ölüm Esnasındaki Hallerini Öğrenmek

Sûfilerin ölüm gelirken halleri var

Türlü türlü, birbirine benzer haller

Bir kısmı isimlerin onu talebini görür

Bir kısmı melekleri görür

Halleri ise vecdde farklı farklıdır

O hakikatleri verir, tafsil ise icmaldir (özet)

Bir kısmı elçinin ona hediyeler getirdiğini görür

Elçiler ise amellerdir

Bir kısmı tenzihin onu aradığını görür

Ona göre teşbih saptırmadır

Hepsi mutlu, hakikat bir!

Onlarm ebedilik cennetlerinde meşguliyetleri var

İşte bu, gerçektir ve ona bedel arama

O kuşkunun bulunmadığı doğrudur

Peygamber şöyle der: ‘Kişi yaşadığı gibi ölür, öldüğü gibi diriltilir.’ Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Senden perdeni kaldırdık, artık bugün gözün keskindir.' Kastedilen ölüm anıdır. Başka bir ifadeyle insan ölüm esnasında Allah Teâlâ ehline yakîn geldiğindeki -ki onlar Rablerine ibadet edenlerdir-özel hallerinde olduğu gibi kendi durumunu görür. Allah Teâlâ Peygamber’ine şöyle der: ‘Sana yakîn gelene kadar, Rabbine ibadet et." Kastedilen ölümdür, çünkü ölüm, kesin olarak gerçekleşecektir. Hiçbir canlı buna karşı çıkamaz. Görüş ayrılığı, onun mahiyetinde olabilir. Şair şöyle der:

Ölümden (şecb) başka her konuda görüş ayrılığı vardır

Ölümdeki görüş ayrılığı ise mahiyetinde olur ancak!

‘Şecb’ ölüm demektir. Ölüm gelince, hiç kuşkusuz, on iki suretin ya hepsini veya bir kısmını görmek gerekir ki, bu durum zorunludur.

On iki suret, amelinin sureti, bilgisinin sureti, inancının sureti, makamının sureti, halinin sureti, Peygamber’inin sureti, meleğin sureti, fiil isimlerinden bir ismin, sıfat isimlerinden bir ismin ve nitelik isimlerinden birinin sureti, tenzih isimlerinden birinin sureti ve zat isimlerinden birinin suretidir.

En uygunu, bütün bu suretlerin -‘sad’ harfiyle değil-‘sin’ harfiyle olmasıdır. Çünkü bunlar, manaların menzilleridir. Manalar somutlaşınca ve şekil ve miktarlarla ortaya çıkınca suretlerde tasavvur edilirler. Çünkü görmek, gözle gerçekleştiği gibi mertebe ise mertebe de berzahî-hayalî durumla hüküm verir. O halde manaların intikal ettiği yerde ölüm ve uyku birdir.

Bazı insanlar için ölürken ameli gözükür. Ameli, sahibinin kendisini yaptığı süs ve güzellik ölçüşünce ortaya çıkar. Amelini kendisine belirtildiği şekilde tamamlayıp ameli zedeleyecek tarzda hiçbir yönü eksik olmazsa, en güzel ve tam surette meydana gelir. Ameli zahirî ve bâtınî unsurlarıyla tamamlanmış ise, bu şekilde (kendisine gözükür). Bâtınî unsurları, namaz kılarken sahibinin kalbinde ve kıblesinde huzur ve Rabbî müşahedenin bulunmasıdır. Her meşru amel namaz sayılır. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kutsi hadiste Allah Teâlâ’dan şöyle aktarır: Kıyamet günü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bakınız kulumun namazına, tam mıdır, eksik midir?’ Tam ise lehine tam olarak yazılır. Eksik ise şöyle der: ‘Bakınız, nafilesi var mı?’ Varsa, der ki: ‘Kulumun farzını nafilesinden tamamlayınız.’ Sonra ameller bu şekilde ele alınır.

Amel, amel sahibinin zatından başka ise -örnek olarak zekât vermeyen, alması yasaklanmış bir şeyi gasp edeni verebiliriz-, bu mal, o kulun amelinin iyi veya kötü suretini giyer. Suret kötü ise, zekât vermeyen, ayette denildiği gibi, onun boynuna bağlanır. ‘Yaptıkları cimrilik kıyamet günü boyunlarına geçirilir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de zekât vermeyen insan hakkında malının bir yılan haline geleceğinden söz etmiştir. Sonra bu mal zekât vermeyen insana şöyle der: ‘Ben senin hazinenim. Sonra da boynuna dolanır.’ Hazine, kulun maldaki amelindendir. Aynı şey, iyiliği kendilerine dönen amellerinde veya zatlarından başkasında tasarruf ettiklerindeki cömertliklerinde Allah Teâlâ’nın salih kulları için söz konusudur. Bütün bunların belirtilerini ölüm esnasında görürler. Bu da, ‘Onlara ufuklarda ve nefslerinde ayetlerimizi göstereceğiz’ ayetine dâhildir.

Burası, insanın amelinin bir yönünü göreceği yerlerdendir. Böylelikle salih kul, ölüm esnasında ruhu için üzerinde yürütüldüğü Burak mesabesindeki iyi amelini görür. Burak o temiz ruhu yüksek derecelere çıkartır. Artık o, illiyyin’e ulaşır. Çünkü Allah Teâlâ’nın kulları amellerinde derece derecedir. Bir kısmı güzelde, bir kısmı daha güzelde, bir kısmı iyide bir kısmı da daha iyidedir.

Bir kısmına ölüm esnasında ilahi mertebeyle ilgili bilgisi tecelli eder.
Bunlar iki tür insandır:

Birincisi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini nazar (teorik inceleme) ve istidlalden almıştır. Diğeri ise, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisini keşften almıştır. Keşf bilgisi tecellide daha tam ve iyidir. Çünkü keşf ve bilginin elde edilişi, takvadan ve salih amelden kazanılmıştır. Bu durum, ‘Allah Teâlâ’dan takva edin (korkun), O size öğretir, ayetinde dile getirilir. Bu bilgi ölüm esnasında güzel bir surette ya da öleni çevreleyen bir ışık şeklinde gözükür, insan da sevinir. Bilgiyi kazanırken nefsani bir iddia insana etmiş olabilir. Böyle bir insanın ameli, bilgiyi edinirken iddianın eşlik etmediği -aksine bilgiyi ilahi bir ihsan, bağış ve lütuf saymıştı-kişinin amelinden daha aşağıda güzel bir surette görünür, ikinci kişi ise, bilgiyi elde ederken kendine ait bir çaba görmeyip amelinden habersiz olanlardandır. Böylelikle amelinde vasıtadır. Böyle bir insan, (amelde kendisini) sanatçının kullandığı araç gibi sayar. Amel, sanatçıya nispet edilir, alete değil! Övgü de -alete değil-onu kullanana gider. Aynı şey ilahi ilimleri elde ederken Allah Teâlâ’nın kullarından bir kısmı adına gerçekleşir. Böylelikle bilgi ve inancın sureti, son derece güzel bir şekilde ortaya çıkar.

Bir kısmı ise bilgisi olmayan inanç sahipleridir. Fakat söz konusu insanın inancı, işin kendiliğinde bulunduğu duruma uygundur. Bu kişi, Allah Teâlâ hakkında bilenin inandığı şekilde inanır. Fakat bu, Allah Teâlâ’yı bilenlerden birini taklit ederek gerçekleşmiştir. Fakat onun da inandığını tahayyül etmesi gerekir, çünkü inancını hayalden soyutlaması mümkün değildir. O ise, şimdi ölüm anındadır ve ölüm anının doğru hayal -ki kuşku kendisine ulaşamaz-mertebesine ulaşma imkânı vardır. Doğru hayal, insanda dimağın önündeki güç değildir. Aksine o, tıpkı Cebrail aleyhisselâmın Dıhye suretinde gözükmesi gibi, dıştan gelen bir hayaldir. Bu mertebe gerçek, doğru ve bağımsız müstakil bir mertebe olduğu gibi manalara ve ruhlara elbise giydiren bedeni suretlere sahiptir. Böylelikle onun derecesi, o makamdan inandığı şeye göre gerçekleşir. Kul makam sahibiyse, hiç kuşkusuz, nurani ruhlar derecesine katılır, çünkü onlar Allah Teâlâ’nın haklarında ‘Her birimizin belli bir makamı vardır’  dedikleridir. Böylelikle onun makamı bir surette ortaya çıkar. Kendisi de o makama -tıpkı valinin valiliğine yerleşmesi gibi-yerleşir. Bu durumda ise makamına göre orada bulunur. Bütün bunlar, dünya hayatının müjdeleridir. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle der: ‘Onlar iman eden ve takva sahibi olanlardır. Dünya hayatında onlar için müjdeler vardır.’

Can çekişme anında kişi hal sahibiyse, ona Allah Teâlâ’dan bir hal döner ve bu haldeyken can verir. Bu durum, hal sahibine aittir. Allah Teâlâ’dan ona gelen şey onun için bir hil’at -valilik gibi bir makam değil-gibidir. Onu giyinir ve o halin durumuna göre onunla süslenir. Bu hal onun konumunu gösterir. Bazen hal kendiliğinden olabilirken bazen önceden yapılan bir amelden meydana gelir ve bunların arasında fark vardır. Bununla birlikte hal her durumda vehbidir.

Fakat insanlar iki kısımdır: Bir kısmı önceden hizmet ederek kendisine giydirileni Hakk eder. Bir kısmı önceden hizmet etmemiştir. Böylelikle ona dönük ihsan ve inayet daha açıktır, çünkü onun halinin belli bir sebebi yoktur. Bununla birlikte bütün haller vehbi, makamlar ise peygamberlerin Hakk edişidir.

Bazı insanlara can çekişirken varis olduğu -çünkü âlimler nebilerin varisleridir-peygamber gözükür.

Söz gelişi can çekişirken Hz. İsa’yı veya Hz. Musa’yı veya Hz. İbrahim’i  [aleyhimüsselâm] veya Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’i veya herhangi bir nebiyi görür.

Bir kısmı geldiğinde sevinerek -çünkü bütün peygamberler, Mutlu insanlardır-peygamberin adını söyler.

Can çekişirken ‘İsa’ der veya onu Allah Teâlâ’nın isimlendirdiği gibi ‘Mesih’ adıyla zikreder. Bu, daha yaygın isimdir.

Orada bulunanlar ise, velinin böyle bir kelimeyi telaffuz ettiklerini görüp kötü zanda bulunarak ölüm esnasında Hristiyan olduğunu ve İslam’dan çıktığını zanneder.

Ya da Hz. Musa aleyhisselâmı veya ben-i İsrail’den bir nebinin adını söyler. Yanındakiler ise, adam için ‘yahudi oldu’ derler. Hâlbuki o, Allah Teâlâ nezdinde mutluların en mutlularındandır. Böyle bir müşahedeyi sıradan insanlar anlamaz.

Onu keşf sahibi Allah Teâlâ ehli bilebilir.

Gerçi söz konusu insan, içinde bulunduğu bu hali Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in dininden elde etmiştir, fakat önceki bir nebiye ait bu ortak Hakk varistir. ‘Onlar kendilerine hidayet ettiği kimselerdir, onların hidayetlerine uyulur’  ayetinde dile getirilen husus budur. Suret ortak olunca Hakk, bu insana söz konusu (duruma ait) sureti o nitelik sahibi peygamberde gösterir. Bu nitelik söz konusu peygambere aittir ve Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de onda ortaktır. Örnek olarak, ‘Beni hatırlamak için namaz kılın’ ayetini verebiliriz. Peygamberin görünmesinin gayesi, bu şahsın varis olduğu peygamberin başka birinin varis olduğu peygamberden ayrışmasını sağlamaktır. Varis olunan diğer peygamber Hz. Muhammed salla’llâhu aleyhi ve sellemin suretinde görünseydi, diğer nebi ve meleklerden ayrı olarak sadece kendisine özgü hususlarda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e varis olan şahıs işi karıştırırdı.

Bir kısmına ölüm esnasında makamda ortak olduğu meleğin sureti görünür. Bu bağlamda meleklerin bir kısmı, ‘saf duranlar’, bir kısmı ‘tespih edenler’, bir kısmı ‘okuyanlardır.’ Meleklerin sınıfları makamlarına göre değişir. Böylelikle kişiyle aynı makama sahip olan melek, onunla sohbet ve oturmak üzere iner. Başka bir ifadeyle meleği indirten şey aradaki ilişkidir. Bazen can çekişen insan meleği adıyla zikreder. Bu esnada meleğe önem gösterdiği, yüzünde bir sevinç, rahatlama ve mutluluk görülür. Biz can çekişme esnasında sadece karıştırmaları söz konusu olmayan velilerin hallerini betimledik. Yoksa müminlerin genelinin hallerini zikretmiyoruz, çünkü o konu ayrı bir tecrübeyi (gerektirir). Velilerde özellikle zikrettiğimiz bu haller gerçekleşir. Bu nedenle, sıradan insanların can çekişme esnasında karşılaştıkları ve görülmesi istenmeyen ve yüzün sararması gibi durumlarla ilgilenmedik. Bunlar, amacımızın dışındadır. Böyle bir hal genellikle Allah Teâlâ ehlinde görünmez. Onlar, böyle bir halle karşılaşırsa, gördüklerini bilenlerdir.

Bir kısmında can çekişme esnasında düstur edindiği ilahi isim tecelli eder. Bu isim, fiil isimlerinden ise can çekişme halindeki insan o isim karşısındaki davranışına göre hareket eder. Örnek olarak var eden anlamında el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir, er-Rezzak, el-Muhyi gibi bir fiili gerektiren isimleri verebiliriz. Böylelikle kişi, o ismi en güzel surette görür ve ona şöyle der: ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin, sen kimsin? İsim ‘Ben senin düsturunum’ der. Düsturlar, elinizdeki kitabın ‘Kutupların halleri’ bölümünde, daha sonra gelecektir. Düstur edindiği isim, herhangi bir kemal niteliğini gerektiren isim olabilir. el-Hayy, el-Alim, elKâdir, es-Semi’, el-Basîr ve el-Mürîd isimlerini örnek verebiliriz. Bütün bunlar, murakabe ve hayâ isimleridir. Ölüm anında (bu isimler karşısında) onlar, zikir yaparken dünyevi amaçlardan (hangi ölçüde) arınmış oldukları halde bulunurlar. O amaçlar beşeri yaratılışa yerleşip insanın kendilerinden ayrılmasının mümkün olmadığı şeylerdir. Bu amaçlardan kurtulmanın yegâne ilacı, arızî olan ya da olmayan her varlıkta Hakkın yüzünü müşahede ederek ‘huzur’ kazanmaktır.

(Can çekişenin) düsturu nitelik (na’t) isimleri olabilir. Bunlar el-Evvel, el-Ahir ve bu bağlama giren nispet isimleridir. Bu isimlerde o, böyle isimlerle Rabbini zikretme esnasında sahip olduğu ‘görelilik’ (izafet) bilgisine göre bulunur. Böylelikle -şifadan kabul edenlerden ise-onun bir varlığı olduğunu veya olmadığını bilir.

Bazı insanlara can çekişme arımda tenzih isimleri tecelli eder. Örnek olarak el-Ganî ismini verebiliriz. Bu isim ömrü boyunca insanın düsturu olmuşsa, o kişi bu ismi müşahede edişine göre onu karşılar. Acaba insan Hakk’ı ‘bir şeyden müstağni’ olması bakımından zikretmiş midir? Ya da -bir şey aklına gelmezden-tıpkı diğer tenzih isimleri gibi sadece Ğanî ve Hamid (müstağni ve övülen) diye mi zikretmiş midir?

Bazı insanların düsturu, Allah Teâlâ veya Hüve (O) ismidir. Hüve, Ebu Hamid gibi bazı sûfılere göre isimlerin en üstünüdür.

Bir kısmı ise, ‘Sen (Ente)’ ismini daha yetkin sayar. Bu görüş, ‘Ey Hayy, Ey Kayyum! ‘Ey, senden başka ilah olmayan!’ ifadesi hakkındaki görüşünde el- Kettani’nin benimsediği düşüncedir.

Bir kısmı, ‘Ben (Ene)’ zamirini en üstün saymıştır. Bu ise Ebu Yezid’in görüşüdür.

Zikri böyle olan biri ölüm anında, o zamir hakkındaki inancına göre bulunur. Bu inanç, sınırlama vehmi veya sınırlamadan soyutlanma şeklinde olabilir. Bir kısmı, tecrit ve tenzihin sınırlamanın ta kendisi olduğunu düşünmüştür. Bir sınırlama olmaksızın, bir şeyi düşünmek imkânsızdır. Çünkü bir şey  ‘dışta olan’ veya ‘içte olan’ veya ‘dışta ve içte olmayan’ diye düşünülebilir. Ya da o, o şeyin kendisidir ve ondan başkası değildir. Bütün bunlar, sınırlamadır. Çünkü her mertebe özü gereği başkasından ayrışmıştır. Öyleyse sınırın başka bir anlamı yoktur. Bu kadar açıklama yeterlidir.

Yüz dokuzuncu kısım sona erdi

Yüz dokuzuncu kısım, c. sh: 98-103

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

FERASET MAKAMININ BİLİNMESİ VE SIRLARI ve [KIYAFETNÂME-İLMİ SÎMA]

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Feraset, nafile ibadet nuru

Seçilmiş ve rehber Peygamber buyruğudur bu

Feraset sahibi, Hakk’ın gözü ve kulağı olduğu kişidir

Mutlu ve sevinçlidir o

İşin sonu bu yargının tersinin gerçekleşmesi:

Gaybte ve şehadette

(Saldırmak anlamındaki) ‘iftiras’ kelimesinden türetilen feraset, kahır özelliğindeki ilahi bir niteliktir. Hükmü, bu niteliğe sahip birinden korkarak kaçanlarda gözükür. Kaçmanın nedeni, tabii korkudur. Bu korku, can hakkında olabilir. Can korkusu, nefsin alıştığı ve otoritesini sergilediği bedenden ayrılmayla ilgilidir. Ya da feraset sahibinin doğal

feraset veya ilahi feraset vasıtasıyla kendisiyle ilişkilendirdiği kınamadan kaçmakla ilgilidir. Bu nedenle feraset, sadece firarilere ilişir. Çünkü âleme baskın olan şey, kendileri hakkında bilgisizliktir. Bilgisizliklerinin nedeni ise bileşikliktir. Unsurlardan bileşik olmaksızın, yalın olsalardı, bu nitelikle nitelenmezlerdi.

Bilmelisin ki, kul feraset özelliği kazandığında, feraset sahibi olduğu sonucuna varılan bir takım alameder taşır. Bir kısmı mizaç kaynaklı doğal alametler iken -ki bu hikemî ferasettir-, bir kısmı ruh, iman ve nefs kaynaklıdır -bu ise ilahi ferasettir-, İlahi feraset müminin iç gözün-deki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur vasıtasıyla mümin, kendisine keşf olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana gelen hali veya kendisine ulaştıracak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti, doğal ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai bilgi, kötü ve iyi ahlâkı bilmek, eşyada ve bütün bedeni hareketlerde acele ve yavaşlığa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir. Bu bölümde her iki feraset türüne kısmen değineceğiz.

İlahi feraset, doğal ferasetin sağladıklarını verdiği gibi aynı zamanda fazlasını da verir. Bu ilave ise, ilahi ferasetin mutluyu bedbahttan ayırmanın bilgisini olduğu kadar bu nur sahibinin yanında olmaksızın işlenen Allah Teâlâ’nın razı olduğu ve olmadığı hareketlerin bilgisini de vermesidir. Böyle bir insan bir davranışı yaptıktan sonra bu nur sahibinin önüne gelir. Söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir alamet bırakır ve bu alameti sadece feraset sahibi bilebilir. Bu sayede, günah ya da itaat olmak üzere hareketin durumuna göre, sahibine bir şey söyler. Nitekim aynı iş Hz. Osman radiyallâhü anhda gerçekleşmişti. Hz. Osman huzuruna giren birine şöyle demiş: ‘Subhanallah Teâlâ! Erkekler niçin gözlerini kadınlardan uzak tutmuyor ki?’ Birinin avret yerlerine ya da meskûn bir evin köşesinde vb. bakması helal olmayan birisine bakmış olan yanına giren adam Hz. Osman radiyallâhü anh’aya şöyle demiş: ‘Yoksa Peygamberden sonra bir vahiy mi var?’ Hz. Osman radiyallâhü anh şöyle demiş: ‘Hayır! Fakat bu ferasettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müminin ferasetinden korkun, çünkü o Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar’ dediğini bilmiyor musunuz? İçeri girdiğinde, gözlerinde onu gördüm.’ insanın hareketinin -itaat ya da günah olmak üzere kendisinden çıktığı organda bir belirti geride bıraktığı sözümüzün anlamı budur.

Doğal feraset, bütün davranışlarda, sözlerde, duruş ve hareketlerde dengenin bilgisini verdiği gibi bütün bu hususlarda sapmanın bilinmesini de sağlar. Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır.

Öncelikle bilmelisin ki: iman feraseti -ki onunla başlıyoruz-müminin basiret gözüne verilmiş ilahi bir nurdur. Bu nur, baş gözüne ait nura benzer. Ferasete konu olan şeyde ise, göz için duyulurların görünmesini sağlayan güneşin ışığına benzeyen bir alamet vardır. Bu bağlamda göz, hem kendi nuruyla hem de güneşin ışığının göstermesiyle duyulurları ayırt ederek küçüğü büyükten, güzeli çirkinden, beyazı siyah ve sarıdan, hareketliyi durağandan, uzağı yakından, yukarıdakini aşağıda olandan ayırdığı gibi iman ferasetinin nuru da övülen davranışı kınanmış davranıştan ayrıştırır ve öğretir.

İlahi feraset nuru, ‘Allah’ ismine izafe edildi. Burada ‘Allah’ ismi, bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayan isimdir. Çünkü feraset nuru, ahiret hayatında bedbahtlık ve mutluluğa yol açan kınanmış ve övülmüş hareketleri tanıtır. Feraset öyle bir dereceye ulaşır Ki, bazı insanlar toprakta bir şahsın ayak izini -ki onun izi demektir-gördüğünde, şahıs bulunmadan ‘bu ayak mutlu bir insanın ayağıdır’, ‘şu bedbaht bir insanın ayak izidir’ diyebilir. Nitekim gözcü izi takip ederek şöyle der: ‘Bu izin sahibi söz gelişi beyazdır, gözü şaşıdır.’ Böylece -adeta görmüşçesine-onun yaratılışını ve yaratılışına ilişen geçici durumları betimler. Bütün bunlar, şahsı görülmeksizin onun izinde görülür. Ensab ilminde buna göre hüküm verilir ve -baba ile oğullar arasında alışılagelmiş benzerlik bulunmadığı için bir kuşku ortaya çıktığında-çocuğun gerçek babası bulunur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu nedenle feraset nurunu Allah ismine izafe etti. Halbuki onu -söz gelişi-el-Hamid ismine ait saysaydı, bu nur sahibi, özellikle övülen ve Mutlu olanı görürdü. Başka bir ifadeyle, Peygamber iman nurunu herhangi bir ilahi isme izafe etseydi, söz konusu ismin gereğine göre bu nur etkin olurdu. Bu nuru Allah Teâlâ’ya izafe edince, feraset sahibi onunla dünya ve ahirette meydana gelebilecek iyilik ve kötülükleri, kınanan ve övülen davranışları, çirkin ve güzel ahlâkı, doğanın ve ruhanîliğin ortaya çıkarttığı durumları bilir. Ayrıca feraset sahibi, bu nur vasıtasıyla dini hükümleri de ayırt eder -ki bunlar, beş hükümdür. Öte yandan, bir hareketin dayandığı ilahi isimleri, hareketin sahibine bakan ulvî ruhları, yıldızların hareketlerinden ortaya çıkan alametleri de bu nur sayesinde öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ yıldızları feleklerinde boş yere yüzdürmemiştir. Yıldızların feleklerinde yüzmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın onların bütün hareketlerine ve yakın felekteki varsayımsal burçları aşmalarına yerleştirdiği amaçlardır. ‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti’ ayetinin doğruluk ölçütü budur. Kısaca bu yüzüş esnasında yıldızların hareketleri, kendilerine bırakılan emanetleri -ki onları unsur âlemi talep eder-sahiplerine ulaştırmayı hedefler.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ doğayı nefsin aşağısında ve Heba’nın üzerinde yarattı. Allah Teâlâ doğal cisimleri yaratmak istemiştir ki, bize göre sadece doğal ya da unsurî cisimler vardır. Unsurlar ise başka cisimler kendilerinden doğsa bile doğal cisimlerdir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’nın doğayı üzerinde yarattığı şeydeki eserlerden meydana gelir. Doğa, dört şeyden ibarettir. Bu dört şey özel bir tarzda bir araya geldiğinde, -Aziz ve Alîm’in takdirine göre-bu bir aradalığa uygun bir varlık oluşur. Bu nedenle, mizacın farklılığı nedeniyle âlemin cisimleri de farklılaşmıştır. Her cisim, âlemde karışımının (mizaç) gerektirdiği şeyi vermiştir.

İş böyle devam ederek, Allah Teâlâ’nın unsurları yaratmasına kadar ulaşır -unsurlar rükünlerdir-. Sıcaklık özel bir tarzda kuruluğa eklenir, bu karışımdan ateş unsuru oluşmuştur ve ‘ateş unsuru’ diye ifade edilir. Sonra, hava sonra su, sonra toprak aynı tarzda meydana gelir. Allah Teâlâ, vasıtalı ve vasıtasız olarak unsurları birbirine dönüşebilme özelliğinde yarattı. İki unsur her açıdan birbirini iterse (nefret), o şey kendine uygun olana dönüşür. Ardından bu uygun olan da, kendisine en yakın diğer uyguna dönüşür ki o ilk dönüşüme uğrayanı itmekteydi. Böylelikle ısınma ve yoğunlaşma yoluyla, bu en yakın uygun vasıtasıyla kendine dönüşmeyi kabul etmiştir.

Allah Teâlâ, hayvanî cismi dört doğadan yarattı. Bunlar İki acı, kan ve balgamdır. Allah Teâlâ bu karışımlarda ruhanî güçler de yaratmıştır ki eserleri, kendilerinden oluşan cisimde gözükür. Bu karışımlar, kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidal ölçüsünde ya da itidale yakın bir ölçüde bulunurlarsa, itidalin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidal üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkartırlar. Böylelikle bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalıklar iliştiği gibi nefse de (kötü) ahlâk ilişir.

Beden doktoru, itidali gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı artırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlahi doktor ise -ki peygamberlerdir-ahlâkı tedavi eder ve nefsanî amaçları öğüt, zikir, tavsiye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi eder. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, insanların ve yüce ruhların nezdinde mutluluk sağlayan övülen davranışları öğreterek ahlâkı tedavi eder. Bu sayede, düşünen nefs (nefs-i natıka) güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizacı ıslaha yardımcı olduğu gibi aynı zamanda bedenin doğasını ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhanî tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzelirler. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karşıma göre yapılan tedavilerdir.

Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örnek olarak, gözlerdeki patlaklık, ya da aşırı ölçüde içe batması ya da son derece ince burun ya da son derece kaim burun ya da bunun zıddını ya da burun deliğinin çok geniş veya dar olması veya aşırı beyazlık ya da aşırı siyahlık ya da saçın kıvırcıklığı veya aşırı düzlüğü ya da gözdeki aşırı maviliği veya aşırı sürmeliliği verebiliriz. Aynı şekilde, itidalde olmayan diğer organları da verebiliriz. Bunlar, itidalden saparak, belirttiğimiz şekilde iki uçtan birine varmıştır. Çünkü insanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidal ve sapmaya göre belirlenir.

İlahi doktor gelir -ki o peygamber, ya da varis ya da hakîmdir-kendisine boyun eğen bu yaratılışın neyi gerektirdiğini bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor -sapma söz konusu ise-yaratılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlahi doktor (peygamber), tedaviyi sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar. Bu yerler, Allah Teâlâ’nın övdüğü ve nefsin mutluluğunu sağlayan yerlerdir. Çünkü doktor insan için yeni bir yaratılış meydana getiremez: ‘Rabb’in yaratmayı ve ahlâkı (hulk ve hilkat) tamamlamıştır.’ Öyleyse yapılabilecek nihai şey, kullanım yerlerini açıklamaktır. Yaratılışı mutedil biri Allah Teâlâ nezdinde mutluluk sağlayan şeyleri bilmiyorsa, bu bilgiye ulaştıracak birisine -ki Allah Teâlâ’nın peygamberidir-muhtaçtır ve Allah Teâlâ nezdinde mutluluğu sağlayacak şeyleri bilenlere sormalıdır.

Güzel ahlâka gelirsek, yaratılışı itidalde olan insan, bunlarda kendisini yönlendiren birisine muhtaç değildir. Çünkü onun yaratılışının mizacı ve itidali, kendisine sadece güzel ahlâkı verir. Hatta böyle biri bazı durumlarda sapmayı kullanmak üzere bir öğreticiye muhtaçtır. İnsan belirli durumlarda sapmadaki yararlar nedeniyle onu yapmakla yükümlüdür. Bu yarar dünyevi olabileceği gibi ahiret ile ya da her ikisiyle de ilgili olabilir. Mizacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve bayağı ahlâk ortaya çıkar, nefsanî gayelerin kendisine etki etmesini ister. Böyle biri, işinin sonunda neye varacağını önemsemez. Öyleyse akıllı doktor, daha önce belirttiğimiz gibi, (kötü huyların) kullanım yerlerini göstermekle bu kişiyi aşama aşama tedavi eder.

Ferasete konu olan İçişinin yararının nerede bulunduğu bilen iman ferasetinin sahibi biri gelir ve insanın kınanmasına yol açan ya da kendisinden kınanmış olarak bir hareketini çıktığını gördüğünde, onu yönlendirir. Böylece -kendisini hükmü altına almak üzere-nefsini teslim edinceye kadar onu kontrol eder. Bu insan (itidalden) sapmış ise, seyr ü sülukunda mücahede ve riyazet yolunu takip eder. İtidal halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir. Başkasına güç gelen işler, ona kolaylaşır. Herhangi bir güzel ahlâk onda güçlük çıkartmaz. Böyle bir insanın nefsi arınır, tezkiye olur ve temiz âleme katıldığında, ilahi göz ile bakar, (ilahi kulak ile) duyar, onun gücüyle hareket eder. Bu durumda ise işlerin nereden gelip nereye gittiğini, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. cİman feraseti’ denilen budur. Söz konusu feraset, Allah Teâlâ nezdinden verilen bir şeydir. Doğası selim olan ve olmayan herkes, buna ulaşır.

Âlemdeki sapma ve itidalin esası veya bileşiklerde bazı unsurların başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ilahi bilginin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah Teâlâ, dilediklerine merhamet eder, dilediklerini bağışlar, dilediklerine azap eder, kerih görür, razı olur ve öfkelenir.

Öfke nerede, razı olmak nerede?

Af nerede, intikam nerede?

Cezalandırma nerede, hoşnut olmak nerede?

Bütün bunları indirilmiş kitaplarda ilahi haberler dile getirmiş, keşf ehli ise -göz görmesiyle-onları öğrenmiştir. Söz konusu haberler nebi ve peygamberlerin diliyle gelmemiş, Allah Teâlâ nezdinden gelen kitaplar onları bildirmemiş ve peygamberler mucizeler ile desteklenmemiş olsaydı -ki peygamberler yabancıların nezdinde bu haberlerle ilgili sözlerinin doğruluklarının kanıtlanması için mucizelerle desteklenmiş ve bu sayede bu haberleri getirdiklerinde haberler kabul edilmiştir-nefsler bu haberleri kabul etmezdi. Çünkü aklın kanıtları, ilahi mertebe hakkında böyle bilgileri imkânsız sayar. Bu haberleri gören ve keşfeden bir insan, doğruluğu hakkında bir mucize desteği olmaksızın, onları söyleseydi, cahil ilan edilir, düşüncesi nedeniyle kınanırdı. Böyle bir insanın aklının ve fiillerinin bozukluğu, hayalinin hükmü altına girdiği hususunda kanıtlar serd edilir, akla göre Allah Teâlâ’nın böyle niteliklerle nitelenemeyeceği iddia edilirdi. Söz konusu haberlerin peygamber ve kitaplar vasıtasıyla indirilmiş olmasının nedeni budur. Müşahede sahibi de, onlara dayanarak bu tür bilgi getirdiğinde onun sözüne aşina olunur.

Böyle haberleri bildirmek üzere şeriatlar gelmiş, başkanlara ve önderlere peygamberlerden başkasından duyduklarında ters gelecek hükümleri bildirmiştir. İnsanlar böyle bilgilere peygamberden aşina olup nefsler ilahi yasaların hükümleriyle ülfet ettiğinde, salih insanlara öğrencilik yapmak ve nefslerini -kendilerine ağır gelse bile onların yönetimlerinin altına sokmak, hükümdarlara ve başkanlara kolaylaşmıştır. Onlar, bu konudaki bilgilerini karşılaştıkları amaçlarıyla ters düşme güçlüğüne yeğlemişlerdir. Çünkü bu şarta göre nefsini salih insanın hükmü altına sokmuştur. Öyleyse onun kendisine karşı kanıtı vardır. Alîm ve Hakîm Allah Teâlâ münezzehtir. Bilginin üstünlüğü olmasaydı, feraset üstün olamazdı. Çünkü bilginin otoritesi olmasaydı, feraset üstün gelemeyeceği gibi bir değeri de olamazdı. Öyleyse bilgi niteliklerin en üstünüdür. Kurtuluş -insan onu kendisine hakim yapıp işlerinde ona göre davrandığında-bilgidedir.            .

Rabb’im! Bilgimi artır,

Rabb’im, bilgimi artır,

Rabb’im, bilgimi artır!

Beni bilgide kullan,

Beni bilgi için kullan,

Bilgiyi bende hüküm sahibi yap

Onu benim gözetmenim yap

Sen bilen, bilgi ve bilinensin

Bilgi şenindir, bizim değil

Bize ondan değerimiz kadar verdin

Hâkimler nezdinde zikredilen ferasete gelirsek, bu ferasetin hâkimlerin esas sayıp tecrübe ettikleri bir yönünü zikredeceğim. Sonra onun niteliklerdeki bâtını yorumunu, belirteceğim. Bunu ise, kitaptaki yöntemimize göre -Allah Teâlâ’nın izniyle-özet ve yeterli bir şekilde yapacağız:

Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaratılışı mutedil bir insan yaratmak istediğinde, babaya mizacını düzeltecek şeyleri (yemeyi) nasip eder. Aynı şekilde, annesine de mizacını düzeltecek şeyleri nasip eder. Böylece, erkekten ve dişiden çıkan meni düzgün olur (salih). Öte yandan rahmin mizacı da düzgün olur ve karışımlar (ahlât-ı erbaa) nutfenin düzgün olmasını sağlayacak ölçüde itidal halinde bulunur. Allah Teâlâ suyun (meni) rahme indirilmesi için, mutlu bir yıldız (tali’) belirler. Bunu ise, Allah Teâlâ’nın o esnada var olanlarda meydana getirdiği şeye göre iyiliğe alameti kendisinde yarattığı feleklerin hareketlerine göre gerçekleştirir. Erkek ve kadın, mutedil bir mizaç ile Mutlu bir tali’de birleşir. Meni mizacı dengeli rahme iner. Rahim onu alır ve Allah Teâlâ anneye mizacını düzgün tutacak ve rahimde çocuğun besleneceği şeylere karşı arzu duyma imkânı verir. Böylelikle meni, mutedil bir yerde, mutedil maddeler içinde ve feleklerin doğrusal hareketlerinin içerisinde şekillenmeyi kabul eder.

Bu durumda yaratılış en mutedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Sahibinin yaratılışı da dengeli bir şekilde meydana gelir. Böyle biri, ne uzundur ne kısa! Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür ne bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yakıındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paraleldir. Boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabadır ne de incedir. Kalın veya ince olması beğenilen kısımları dengelidir. Parmakları ince ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Doğası sarılığa ve siyahlığa eğilimlidir. Bakışında rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakimlerin söylediğine göre, yaratılışı en mutedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de bu yaratılışta yaratılmıştır. Bu sayede, (manevi) mertebede kemali gerçekleştiği gibi yaratılışta da kemali gerçekleşir. Böylelikle o, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.

Rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarında gözükür.

Başarıya erdiren Allah Teâlâ’tır, bunlardan birisi şudur:

Aşırı kumrallık ve mavilikle birlikte gerçek beyazlık hainliği, fâsıklığı ve aklın hafifliğini gösterir.

Bununla birlikte kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, feraset sahibi hakimler ‘Bu nitelikteki birisinden öldürücü yılanlardan kaçmak gibi kaçmak gerekir’ demişlerdir.

Saçın serdiği, cesarete ve dimağın doğruluğuna işaret eder. Saç yumuşaklığı korkaklık, zekâ azlığı ve dimağın soğukluğuna işaret eder. Saçın her İki omuz ve boyun üzerinde çok olması, insanın ahmaklığına ve cüretine delildir.

Karında ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına ve zulmü sevmesine işaret eder. (Saçta) Kumrallık korkaklığa, öfkeye, hızla sinirlenmeye ve zalimliğe işaret eder. Saçın siyahlığı, akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adaleti sevmeye işaret eder. Bunların arasında olan saç rengi ise itidale işaret eder.

Kırışıklık bulunmayan geniş alın düşmanlığa, arsızlığa, kışkırtıcılığa ve kendini beğenmişliğe işaret eder.

Genişlik ve darlık halamından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alnın sahibi doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık, yönetici ve uzmandır.

Kulakları büyük kişi bilgisizdir. Şu var ki o, hafız olabilir. Kulakları küçük kimse, hırsız ve ahmaktır.

Kaş çokluğu, meramını anlatamamak ve zayıf konuşmaya işaret eder. Kaşlar şakağa kadar uzamışsa, sahibi kendini beğenmiş şaşkının tekidir. Kaşları ince, uzun ve kısalıkta dengeli ve siyah olan kimse, uyanıktır.

Gözü mavi olan, en şerli kişidir. Mavilerin en kötüsü ise, turkuaz mavisidir.

Büyük ve patlak gözlü kimse hasetçi, yüzsüz, tembel ve güvenilmezdir. Bir de mavi olursa -ki bazen koyu olabilir-daha da hasetçidir. Gözleri orta büyüklükte olan ve derinlik (koyu) ve siyahlığa yakın olan kimse, zeki, güvenilir ve sevecendir. Göz bedenin uzunluğunda olursa, sahibi habistir. Gözü donuk, tıpkı hayvan gibi az hareketli ve bakışı ölgün olan kimse, bilgisiz ve katı doğalıdır. Gözünde hızlı hareket ve keskin bakış olan kişi hırsız, hilekâr ve aldatıcıdır. Gözü kızıl olan kimse, atılgan ve cesurdur. Gözünün çevresinde sarı noktalar bulunan kimse, insanların en şerlisi ve alçağıdır.

Burnu ince olan kimse, pervasızdır. Burnu -adeta ağzına girecek kadar-büyük olan kimse, cesurdur. Burnu basık olan kimse, şehvetlidir. Burnu çok kabarık olan kimse, çok öfkelidir. Burnunun ortası basıklığa mütemayil ve sert olan kimse, geveze ve yalancıdır. Burunların en mutedili, aşırı uzun olmaksızın, belli ölçüde uzun olanıdır. Burun serdiğinin vasati olması ve deliklerin abartısızlığı, anlayışa ve akla delildir.

Ağzı geniş olan kimse, cesurdur. Dudakları kalın olan kimse, ahmaktır. Tam kızıllıkla birlikte orta kalınlıkta olan kimse, dengelidir.

Dişleri birbirine girmiş ya da çıkıntılı olan kimse, aldatıcı, güvenilmez bir hilekârdır. Dişleri arasında boşluk bulunup seyrek olan kimse, akıllıdır, güvenilirdir, yönetici ve emin bir insandır.

Yüzünün etinde avurtları şişkin olan kimse, cahildir ve katı doğalıdır. Yüzü zayıf ve sarı olan kimse, alçak, hilekâr, tuzakçı, habis ve huysuzun tekidir. Yüzü uzun olan kimse, arsızdır.

Şakakları şişkin ve damarları şişkin olan kimse, öfkelidir. Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan biridir.

Yüksek ses, cesarete işaret eder. Yavaş ile hızlı, yumuşaklık ile serdik arasındaki dengeli ses, akla, tedbire ve doğruluğa işaret eder. Hızlı ve ince konuşmak, bilgisizliğe, yalancılığa ve arsızlığa işaret eder. Sesin kalınlığı, öfkeye ve ahlâksızlığa işaret eder. Sesin genizden gelmesi, ahmaklığa, zekâ azlığına ve kibre işaret eder.

Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır.

Oturuştaki ağır başlılık, sözdeki süreklilik ve gereksiz sözlerde eli hareket ettirmek, aklın tamlığına, tedbire ve aklın doğruluğuna kanıttır.

Boynun kısalığı hilekârlık ve habisliğe kanıttır. Boynun uzunluğu ve inceliği ise, ahmaklığa, velvele çıkarmaya ve korkaklığa kanıttır. Bu ikisine bir de başın küçüklüğünün eklenmesi, ahmaklık ve akılsızlığa delildir.

Boynun katılığı, bilgisizliği ve oburluğu gösterir. Boynun uzunluk ve sertlikte itidali, akla, tedbire ve samimi dosduğa, güvenilirliğe delildir. Büyük karın ahmaklığa, bilgisizliğe ve korkaklığa kanıttır. Karnın latifliği ve göğsün darlığı, aklın çokluğuna ve doğru düşünmeye kanıttır. Omuzların ve sırtın genişliği, cesarete ve aldın hafifliğine kanıttır. Sırtın eğikliği, sabırsızlığa ve huysuzluğa kanıttır. Sırtın düzgün olması, övülen bir belirtidir. Omuzların öne çıkması, kötü niyete ve gidişatın kötülüğüne delildir.

Avucun dize kadar uzayacağı şekilde kolların uzunluğu, cesarete, cömertliğe ve soyluluğa kanıttır.

Kollar kısa ise, sahibi korkaktır ve kötülüğü seven biridir. Uzun parmaklarla birlikte uzun kol, sanatkârlığa, işleri sağlam ve başkanlığı iyi yapmaya kanıttır.

Ayaktaki sert et, bilgisizliğe ve zulmü sevmeye kanıttır. Yumuşak-küçük ayak, günahkârlığa kanıttır. Topuğun inceliği, güzelliğe delil iken topuğun kalınlığı cesarete kanıttır. Aşil kirişleriyle birlikte inciklerin kalınlığı aptallığa ve düşüncesizliğe kanıttır. Adımları geniş ve ağır olan kimse, bütün davranışlarında başarılı, işin sonuçlarını düşünen kişidir. Böyle olmayan da, bunun tersidir.

Bunlar, doğa bilginlerinden tecrübe sahibi hâkimlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır.

Bu nitelikler çoğalır ve azalır, fakat hüküm galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler. Bu durumda bir nitelik diğerinin hükmünü bir yönden ortadan kaldırabilir. Bazen de bir konuda bu niteliklerden birisi etkin olurken başka bir konuda ise diğer bir nitelik etkin olabilir.

Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet, beşinci doğadır ve onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar, tecrübe edilmiştir.

VASIL

Söylediğimiz Alametlerin -bunlar tecrübeyle sabittir

Bâtını Yorumu

Bilmelisin ki, insanın bedenini yöneten latifesinin (düşünen nefs) bir yönü, onun babası olan saf nura bakarken bir yönü sırf karanlık olan doğaya bakar. Doğa ise, onun annesidir. Bu nedenle latif nefs, ışık ve karanlık arasmda meydana geldi. Onun orta yerde olmasının nedeni, yöneticiliğidir. Bu yönüyle o, tüm heyula ve akıl arasındaki tümel nefse benzer. O, karanlık bir cevher iken akıl saf ışıktır. Böylece bu düşünen nefs, ışık ve karanlık arasında bir berzah haline gelmiş, her birisine kendi hakkını vermiştir. Bu iki uçtan birisi kendisine baskın gelirse, baskın gelene göre olur. İki uçtan birisine meyli olmadığında ise, işleri itidal üzere algılar ve insaflı olur, gerçeğe göre hüküm verir. Bu bölümde bedendeki ferasetin alametleri hakkında zikredilen şeylerin bâtınî yorumunu belirteceğiz.

Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün nur âlemine vermesidir. Öyle ki artık doğa âlemini kendisiyle yöneteceği hiç bir şey kendisinde kalmaz. Ebu İkal el-Mağribi ve benzerleri böyleydi. Bu durumda, kemale ulaşmazdan önce hızla bozulmaya uğrar. Aynı şey, aşırı siyahlığın yorumu için de geçerlidir. Bu ise insanın şehvet ve doğa âlemine kendisini bırakmasıdır. Bu bırakma, kendisiyle nur bilgilerine -ki ilahi ilimler demektir-bakmak arasında bir perde haline gelir. Hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, böylelerinin hali kınanmıştır. Bununla birlikte bu durum, zaman zaman gerçekleşir ve kişi ‘her Hakk sahibine hakkını veriyor’ olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim bir vaktim vardır ki, onda Rabbimden başkası benimle olamaz’ buyurur. Hali böyle olan insan, adil imamdır. Uzunluk ve kısalık, insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işaret eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Sürenin, ihtiyaç ölçüsünde olması gerekir. Etin yaşlığının katılık ve incelik arasında dengeli olması ise, tıpkı etin kemik ve deri arasında bir berzah olması gibi, insanın mana ve duyu arasındaki berzahlarda itidal üzere bulunmasıdır. Saçın dengeli olması ise, insanın kabz ve bast halleri arasında bulunuşudur.

Yüzün genişliği, rahatlığa ve sevince işaret eder. İnsanın görüyor olması, işleri inceleyişindeki doğruluk demektir.

Gözün siyahlık ve koyuluğa çalması, bilinmeyen işlere bakması, gizli şeyleri ortaya çıkartması demektir. Gözlerdeki patlaklık, şehadet âleminde bilimleri istinbata yönelmesi demektir ki söz konusu kimseler yorum sahipleridir.

Baş kemiğinin dengeli olması, aklın çokluğu demektir. Omuzların genişliği, bir eser olmaksızın, gaybet halinde eziyete tahammül demektir.

Boynun istiva halinde olması, kendilerine yönelmeksizin eşyayı öğrenmek demektir.

Boyundaki fazla uzunluk, tecessüs etmek gibi, gereksiz işlerle ilgilenmek demektir.

Aşırı kısalık, öğrenilmesi gerekli işlerde ihmalkârlıktır.

Göğsün üst kısmının dengeli olması, dinleyene yarar sağlayan ölçüye göre, anlatım yeteneği demektir. Baldır ve belde etin azlığı, kendisini iki uçtan birisine yönlendirmesi için insanın bel bağladığı ve önemsediği işlere bakması demektir. (İki uçtan birisine varmadan) Arada kalırsa, genellikle aldanır.

Sesin kısalığı, açıklanacak yerde sırrı gizlemektir. Sesin duruluğu, sırra bir şey katmamaktır. Parmakların uzunluğu, nazikçe almak demektir. Avuç genişliği, kendisine bağlanmadan dünyayı atmak demektir.

Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler. Doğasının iki acıya meyletmesi, safrada (sarı su) ulvîliğe yönelişin sevdada (siyah) ise süflî âleme yönelişin kendisine hakim olmasıdır. Süflî âleme yönelmenin nedeni, orada bulunan ve doğanın birçok akıldan perdelediği ‘göz aydınlığına yol açacak’ değerleri ortaya çıkartma talebidir. Akılların (bu değerlerden) perdelenmesi, zihinlerde doğanın kınanmışlığıyla ilgili bulunan inançtır.

Bakışında sevinç ve neşe bulunması, sevgiyle başkalarının gönlünü çelebilmek demektir.

Mal tamahkârlığının azlığı, faydasız şeylere yönelmekten yüz çevirmektir.

Mutedil insanın tahakküm ve başkanlığı istemeyişi, -kendisiyle değilkulluğunu kemaline ulaştıracak işlerle ilgilenmesidir. Aceleci ya da yavaş olmayışı, kudreti var iken ve aciz değilken cezalandırmaydı demektir.

Hikemî (aklî) feraset sahiplerine baktığımızda da, onların bu konuda iki uca ve aracıya başvurduklarını gördük. Onlar, işleri -kast ettiğim ahlâktır-övülen ve kınanan diye ikiye ayırmışlardır.

Söz konusu insanlar bütün iyiliği ortaya verirken sapmayı iki uca ait saymışlardır. Onlar, aşırı beyazlık ve aşırı mavilik hakkında kınayıcı sözler söylemiş ve onun övgüye değer olmadığını belirtmişlerdir. Aynı şey aşırı siyahlık ve burun inceliği için de geçerlidir. Bütün bunları kötü bulmuşlardır. Bunların arasında dengeli olan ise, her iki uçtan birisine sapmadan ve sınırın dışına çıkmadan, söylediğimiz şekilde övülmüş olandır. Onların zikrettiğimiz hususlarla sınırlı kaldıklarını gördüğümüzde, beşeri âlemde güzellik ve çirkinliğin nerede ortaya çıktığını inceledik, şu sonuca vardık: Allah Teâlâ katında üstünlüğü sağlayan bir güzellik ya da uzak durmayla iyiliğin meydana geldiği herhangi bir kötülük, ancak şeriatın güzel bulması ya da çirkin görmesiyle belirlenebilir. Bir fiil hakkında övgü ve yerginin sadece şeriat tarafından belirlendiğini gördüğümüzde, iki ucu ortanın -ki itidal yeri demektir-hükmüne ayları olarak ortaya koymak üzere, iki ucu ve ortayı nasıl bir araya getireceğimizi düşündük.

İnsan, şeriata göre üç kişiden biridir:

Ya, katıksız bir bâtınîdir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından tevhidi soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, bâtınîde olduğu gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve Şâri’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi bir dini ilke-nin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır.

İkinci şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir zâhirî olabilir. Bu tavır onu (Tanrı’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara) teşbihe sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı bâtınî gibi, din tarafından kınanır.

Üçüncü olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatla paralel yürür. Öyle ki Şâri’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayale O’nu takip eder. İşte bu, orta haldir. Allah Teâlâ’nın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle (müminlere) demesini emretti: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlası n.’

O halde Şari’ye uymak ve izini takip etmek, Allah Teâlâ’nın kullarını sevmesini sağladığı gibi daimi muduluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki suretin (ilahı ve beşerî suret) karşılıklı olmasının tarzıdır.

Biri şöyle diyebilir: ‘Bu, özet bir anlatımdır. Ayrıntısını nereden öğreneceğiz? Çünkü biz sakin bir adamın namazları kıldığını ve cemaate katıldığını görürüz. Bununla birlikte o, katıksız bir münafık olabilir.’

Şöyle deriz: Durağanlık, namazlara katılmak vb., şehadet âleminde görülen şeylerdir. Onun kalbinde bunları inkârı ise gayb âlemindendir. Daha önce söylediğimiz ve bilahare -Allah Teâlâ izin verirse-tamamlayacağımız üzere, bizim adımıza iman kaynaklı feraset gerçekleştiğinde, içimizden onun kâfir olduğu yargısını veririz. Fakat onun malını ve kanını dini bir yükümlülük olarak koruruz. Bunun nedeni, onun kelime-i tevhidi söylemesidir. Bu nedenle ona böyle davranırız. Bizim yükümlü olduğumuz davranış budur.

Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehadet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu, Allah Teâlâ’nın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu Hakk etmiş değildir. Öyleyse şehadet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. Bunun nedeni, canlı ancak bir kasıt ve iradeyle hareket edebilir. Bunlar ise kalbin amelidir. Başka bir ifadeyle irade, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehadet âlemindendir. Şehadet âlemi, adeten, duyuyla algıladığımız, gayb âlemi ise dinî haberler veya teorik düşünceyle algıladığımız ve duyuda gözükmeyen şeylerdir.

Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basiret gözüyle algılanabildiği gibi şehadet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehadet âlemini idrak edemez. Engeller ortadan kalkıp ışıklar duyulurlar üzerine yayıldığında ve göz ışığıyla eşyayı ortaya çıkartan ışık bir araya geldiğinde, insan gözüyle görülenleri algılar. Aynı şey, basiret gözü için de geçerlidir. Onun perdesi, kirler, arzular, doğal-kesif âlemden (Allah Teâlâ’dan) başkalarını düşünmektir. Bütün bunlar, basiret gözüyle melekût âlemini -ki kastedilen gayb âlemidir-idrak arasına perdeye dönüşür. İnsan kalp aynasına yönelip onu zikir, Kur’an-ı Kerim okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir nur meydana gelir. Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara yayılan ve ‘varlık nuru’ diye isimlendirilen bir nuru vardır. Bu iki nur bir araya geldiğinde insan, bulundukları hal üzere ve varlıkta gerçekleştikleri şekliyle, bilinmeyenleri keşf eder. Şu var ki bunların arasında mana bakımından bir incelik vardır. Şöyle ki: Duyuyu duvar, aşırı uzaklık ya da aşırı yakınlık perdeleyebilirken basiret gözü böyle değildir. Onu sadece zikrettiğimiz kirler ve kilitler vb. perdeleyebilir. Bununla birlikte burada şimdi zikredeceğim ince bir perde daha vardır.

Şöyle ki: Cömertlik mertebesinden gayb âlemine yayılan nur, varlık mertebelerindeki her şeyi kuşatmayabilir ve bu keşf sahibi adına söz konusu nurdan eşyaya Allah Teâlâ’nın dilediği ölçüde bir nur yayılır. İşte bu, ‘vahiy makamı’ demektir. Bu konudaki kanıtımız, onu bizzat tecrübe etmemizdir. Başkası hakkında kanıtımız ise ‘De ki, Rabbimin bana ve size ne yapacağım bilmem, bana vahyedilene uyarım’ ayetidir. Bununla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (basireti) son derece duru idi. Başka bir ayette ise ‘Ya da perde ardından’ denilir. Herhangi bir şahsın zâhirinde bunlardan birinin gerçekleşmesi, ‘feraset1 diye isimlendirilir. Bu yönüyle feraset, mükaşefe derecelerinin en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kitabından onun yeri ise ‘Bunda mütevessim için ayet vardır’ ifadesidir. Ayetteki ‘mütevessim’, daha önce de belirttiğimiz gibi alamet anlamındaki ‘simme’ kelimesinden türetilmiştir ve o -hikemî ferasetin zıddına-hiç bir zaman yanılmaz.

Ferasette başka bir keşf daha vardır. Allah Teâlâ âlemde ‘simalar (alametler) mertebesini’ de yaratmıştır. Ademoğlunun suret ve halleri, ayrılıncaya kadar kendi dönemlerinde oradadır. Bunlar, Kalem ve Levha’nın dışındaki bütün ulvî ve süflî yaratıklardan gizlenmiştir. Allah Teâlâ bir kulunu seçip bu makama tahsis etmek isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa imanından aydınlatıcı bir kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise, ilahi isimlerden el-Mümin ve el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elinde de bu mertebe vardır. Ulûhiyet mertebesinden olan bu kandili, el-Mümin ismi alır. Kalp bu ilahi ışık vasıtasıyla aydınlandığında ışık, basiret gözünün ışığıyla birlikte, kalbin köşelerine yayılır. Artık kalp, (görmenin şartı olan) bu ışıldar kendisinde bulunduğu için, keşf ve mücahede yoluyla idrak edilenleri idrak edebilir. Kalp söylediğimiz Hakk ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu mertebe yerleştirilir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir.

Yüz üçüncü Kısım; c.VII, Sh:369-384

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

archive.org/details/ilm-i-sima-yuz-okuma-sanati-   

archive.org/details/Fizyomomi-miSima

 

FUTUHÂT-I MEKKİYYE’DEN ALINTILAR

 

ALLAH TEÂLÂ’NIN GENİŞ RAHMETİNE GÜVENMENİN TEHLİKELİ YÖNLERİ

ALLAH TEÂLÂ’NIN MEKRİ (ALDATMASI) SIRRI

ALLAH TEÂLÂ’NIN VASITASIYLA ZENGİN OLAN O’NA MUHTAÇTIR

HAYAL MERTEBESİ VE ETKİLERİ

İNSANLARA ÖĞÜT VEREN BENİ TANIMAMIŞTIR, ONLARA HATIRLATAN BENİ TANIMIŞTIR

NİÇİN NAFİLE İBADET YAPMALIYIZ?

SAHİH RÜYALARI BİLMEK HAKKINDA

FUTÛHÂT-I MEKKİYYE'DE İNTİHAR

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn  ibn Arabî (kuddise sırruhu'l-celî) bu konuda buyurdular ki;

İntihar Edenin Namazı Kılınır mı Kılınmaz mı?

Bazı bilginler intihar edenin namazının kılınmayacağı, bazı bilgin­ler ise kılınacağı görüşündedir. Benim görüşüm, intihar edenin cenaze namazının kılınacağıdır.

Batınî Yorum

Allah Teâlâ namazını kılarak cenazeye şefaate izin vermiştir. Buradan Allah Teâlâ’nın (cenazesi kılınan her) ölüden razı ve yapılan duanın makbul ol­duğunu anladık. ‘İntihar edenin ebedi olarak cehennemde kalacağı’ ve ‘cennetin intihar edene haram olduğu’ bildirilmiştir.

Halbuki intihar edenin cenaze namazının yasaklandığı hakkında bir ifade gelmemiştir.

Öyleyse hadisteki ifade, intihar eden ve cenazesi kılınmayan kimseye yorumlanmalıdır. Dolayısıyla bu yorum nedeniyle, müminlerin intihar edenin namazını kılmaları vaciptir. Bu sayede Allah Teâlâ, namaz kılanın ölü hakkındaki şefaatini kabul edebilir. Özellikle güvenilir rivayetler ve ilke­ler, onun da ateşten çıkmasına hükmeder. Bu durumda, cehennemde ebedi kalacağı hakkındaki rivayet tehdit olarak yorumlanır.

Bu meselede işaret edilen hikmet Allah Teâlâ’nın ‘Kendi isteğiyle bana ko­şana (canına kıyana) cenneti haram kıldım’ ifadesinde yer alır. Burada bir işaret ve hakikat vardır. İşaret ‘koşarlar’, ‘koşunuz’, ‘bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım’ gibi ifadelerdir. Ölüm, Allah Teâlâ’ya ka­vuşma sebebidir. İnsan hayatında yolculuk eder ve Rabbine kavuşunca­ya kadar nefesleriyle menziller aşar. Allah Teâlâ onun için özel bir sınır (ömür) belirlemiştir. O ise kavuşma vaktini öne almak istemiş, bu sını­ra ulaşmazdan önce ona koşmuştur. İşte bu, kavuşmada bir etkisi ol­mayan sebeptir. (Kulun kavuşmaya koşması) Hakk’a kavuşma özle­minden kaynaklanmışsa, perdeleri ortadan kaldırarak O’na kavuşur (seyr ü sülük). Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ona cenneti haram ederim.’ Cennet örtmek, gizlemek demektir. Başka bir ifadeyle, ‘benden gizlen­mesini engellerim.’ Çünkü o bana canıyla koşmuştur. Bunu ayrıntılı olarak söylememiştir. Dolayısıyla hadisin mümin için en hayırlı olan anlama yorumlanması, esasların da bunu desteklemesi bakımından daha uygundur.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘kılıçla veya zehir içerek ya da dağdan atlayarak’ intihar eden kişi hakkındaki ifadesinde ise müminler ya da mümin ol­mayanlar denilmemiştir. Dolayısıyla ifade yoruma açıktır. İhtimal orta­ya çıktığında ise, ilkelere ve asıllara döneriz. Asıllara döndüğümüzde ise, imanın otoritesinin güçlü olduğunu, sonsuza dek cehennemde kal­manın imanın gücü karşısında duramayacağını görürüz. Böylelikle Şari’nin bu ifadesiyle ebedi çekecekleri azabı belirlemede Allah Teâlâ’ya şirk koşanlardan söz ettiğini kesin olarak anladık.

Şöyle der: ‘Nefsini kesici' bir şey ile öldüren’, yani bir müşrik, ‘elindeki kılıcıyla cehennem ateşine döner ve orada ebedi kalır.’

Yani cehennemde çekeceği azabın böyle bir azap olması onun hakkında verilmiş bir yargıdır. Aynı şekilde, zehir içip kendini öldüren kişi de cehennem ateşinde sonsuza değin kalmak üzere azap çeker. Başka bir ifadeyle ö kâfire böyle azap edilir. Bir riva­yette ‘herhangi bir şey ile kendisini öldürene cehennemde öldürdüğü şey ile azap edilir’ denilir.

Bu bağlamda mümine gelirsek, Allah Teâlâ’nın birliğine inanmak karşısın­da hiçbir şey duramaz. Öyleyse ifadenin müşrik hakkında olduğu ortaya çıkmıştır. Şari, bu ifadede bizzat bir türü belirlemese bile, dinî kanıtlar farklı kaynaklardan alınabilir ve kanıtlar birbirlerini destekleyecek şekil­de birbirlerine eklenir. Çünkü mümin için mümin, birbirini tutan bina­ya benzer. Aynı şekilde, bir şeye inanmak başka bir şeye inanmakla des­teklenir, Böylelikle birbirlerini güçlendirirler. Çünkü cennet ehli, cenne­te girdikten sonra bir nimet olarak, rablerıni görür. Nitekim rivayette Rabbi ‘ziyaret etmek’ hakkında böyle bildirilmiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem: ‘İnsanlar cennetteki mekânlarına yerleştiğinde, Hakk’ı görmeye davet edilir’ buyurmuştur.

Binaenaleyh acele edip intihar eden kişi hakkındaki ‘Cenneti ona haram kıldım’ ifadesinin ‘benimle kavuşmazdan önce’ (cenneti ona ha­ram kıldım) anlamında söylenmiş olması mümkündür. Bu durumda in­tihar eden insanın nimeti görmesi Rabbine kavuşmayı önceler ve sonra cennete girer. Çünkü intihar eden kişi, onu bu davranışa zorlayan hal­den, yani içinde bulunduğu durumdan Allah Teâlâ’nın ona daha merhametli olacağını görmüştür. İçinde bulunduğu azaba karşı Allah Teâlâ’nın nezdindeki rahatı hayalinde canlandırmasaydı, kendini öldürmeye kalkışmazdı.

Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ben kulumun zannına göreyim, hakkımda iyi zanda bulunun.’ intihar eden insan mümin ise Rabbi hakkındaki zannı iyidir. Rabbi hakkında iyi zan beslemesi onu intihara sevk etmiştir.

Bu kutsi rivayetin lafzının yorumlanabileceği en uygun anlam budur. Çün­kü bu tevile aykırı açık bir nas yoktur. Bu yorum uzak görülebilir. Fakat uzak görmek, sabit ilkeleri inceleyen kişinin düşüncesindeki uzaklık­tan kaynaklanır. Onları zihnine getirip tartarsa söylediğimizi anlar. Gü­venilir bir rivayette şöyle denilir: ‘Kalbinde zerre miktarı iman bulunan herkesi cehennemden çıkarın.’ Dolayısıyla geride ancak zikrettiğimiz yorum kalmıştır ve Allah Teâlâ bu rivayette, özel anlamda cenneti ona haram kıldığını söylemekten başka bir şey dememiştir.

İntihar eden kimsenin bir ceza çekeceğini kabul etsek bile -ki bu kaçınılmazdır-cennetin ona yasaklanması, ceza çekmezden oraya gir­mesinin yasaklanması anlamına gelir. Onun durumu, büyük günah iş­lemiş kişilere benzer. Dolayısıyla bu ifade, intihar eden ve büyük günah işleyenlerin Allah Teâlâ’nın mutlak iradesinin hükmü altında bulunduklarını ifade eder. Çünkü sicilli İçimseler, büyük günah sahibi olsalar bile ce­henneme girmezler. Böyle bir insanın dünya hayatı boyunca söylediği yegâne şey, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ ifadesi olsa bile, bu ona yeterlidir.

O halde söylenebilecek nihaî şey, intihar eden için tehdidin cennete girmezden önce uygulanacağı ve ona mağfiret edilmeyeceğidir. Halbu­ki Allah Teâlâ, tehdidini gerçekleştirmenin kendisiyle ilişkilendirilmeyecek kadar cömertlik ve kerem sahibidir. Bunun yerine, mutlak iradeyi ve cömerdiği yeğlemek Allah Teâlâ ile ilişkilendirilebilir. Bir bedevi dünyevi ga­yeleri olsa bile kendisine şöyle niteler:

Ona bir vaatte bulunsam veya tehdit etsem Vaadimi yerine getiririm de tehdidimden vazgeçerim

Bu nedenle, şeriatta tehdit hakkında bir ifade geçtiği her yerde vaat de geçer. Söz gelişi Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın vaadinden döneceğini zannetme.’ Öyleyse tehdit, özel olarak kötülük hakkında kullanılırken, vaat iyilik ve kötülük hakkında beraberce kullanılır.

Futûhât-ı Mekkiyye, Kırk Sekizinci Kısım,  Türkçesi: Cilt, IV, sh 263-265

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

FUTÛHÂT-I MEKKİYYE'DEN KURBAN YORUMU

Kurban eden kişi, kendi (hayvanı) hayatını kurban etmiş gibidir. Allah Teâlâ yoluna nefsi kurban etmek ise, kurbanların en üstünüdür.

Allah Teâlâ yolundaki şehitleri görmez misin?

Onlar, Allah Teâlâ düşmanlarıyla savaşırken canlarını Allah Teâlâ’ya kurban olarak verdiklerinde, sürekli bir ha­yat, sürekli bir rızık ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği şeyler karşılığında sevince sahip olmuşlardır. Bu nedenle, şehitler hakkında ‘ölü’ denile­mez. Çünkü Allah Teâlâ böyle demeyi yasaklamıştır. Allah Teâlâ yaratıkların gözle­rini şehitlerin canlılığını algılamaktan engellediği gibi melekleri ve cin­leri algılamaktan da engellemiştir. Bununla beraber, onların bizimle be­raber olduğunu biliriz ve şehitlerin ölmediğine inanırız. Çünkü Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir buyuruyor. Allah Teâlâ’nın haberi doğrudur. Şehitler canlarını Allah Teâlâ’ya kurban etmek iradesi­ni ortaya koyunca, hayat sahibi olmuşlardır.

Erdemli bir gençten şöyle bir olay anlatılır:

Kurban bayramında Mina’da bulunuyormuş. Bu genç fakir, bekâr ve dünyalık hiçbir şeye sahip olmayan birisiymiş. İnsanların Allah Teâlâ’ya deve, inek, koyun ya da sa­hip oldukları hayvanları keserek yaklaşmaya çalıştıklarını görmüş. Bu­nun üzerine şöyle demiş:

‘Allah Teâlâ’m! İnsanlar bu günde kendilerine ver­diğin nimetlerden sahip olduklarıyla sana yaklaşmaya çalışıyor. Bu yoksul-çaresiz kulunun ise, sana kurban olarak canından başka verebileceği hiçbir şeyi yok, bari onu kabul et!’

Sözünü bitirir bitirmez, vefat etmiş. Allah Teâlâ da onu kendi uğruna öldürülen şehitler gibi kabul etmiştir.

Bu konuda şöyle bir beytimiz vardır:

Kurban olarak ayıplı bir nefis sunuyorum

Ayıplı şeyleri kurban eden kimse görülmüş müdür?

Bir şair buna benzer şeyler söylemiştir: Mina’da bu gencin gördü­ğünü görmüş ve şöyle demiştir:

Kurbanlar sunuluyor. Ben ise, kanımı ve canımı sunuyorum..    

Sh: Futûhât-ı Mekkiyye, Kırkbirinci Kısımı;  Türkçesi: c:IV, sh.41-43

HACCIN İLK EYLEMİ OLARAK İHRAM VE BATINΠYORUMU VE KURBANIN SIRRI

İhram (elbisesi, bâtını yorumuyla insanın kendine yasak koyması), bu ibadete başlarken giyilen ille şeydir.

Şibli’nin konuyla ilgili hikâyesi şöyledir: Şibli’nin bir arkadaşı -hikâye onunla Şibli arasında geçer- şöyle aktarır: Şibli bana şöyle sordu:

Hacca niyetlendin demek!

Ben de:

‘Evet’ dedim.

Bunun üzerine bana şöyle sordu:

Bu sözleşmenle yaratıldığın günden beri buna aykırı olarak yaptığın bütün sözleri geçersiz yaptın mı?

Ben:

‘Hayır’ dedim.                                                                       ,

Şibli:

‘Öyleyse sen sözleşme yapmadın’ dedi.

Bana:

‘Elbiseni çıkardın mı?’ dedi. Ben ise ‘evet dedim.

 Şibli ‘Demek her şeyden soyutlandın?’ dedi. Ben ‘hayır’ diye karşılık verince, Şibli ‘Elbiseni çıkarmamışsın’ dedi.

Şibli, ‘Temizlendin mi’ diye sordu. Ben ‘Evet’ dedim.

Şibli ‘Bu temizlikle her türlü hastalık gitmiş olmalıdır’ dedi. Ben ‘Hayır’ deyince, Şibli ‘Öyleyse temizlenmedin’ dedi.

Şibli ‘Lebbeyk’ (Allah Teâlâ’ım emrindeyim) dedin mi diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli, ‘senin söylediğin gibi Lebbeyk diyen bir cevap aldın mı?’ diye sordu. Ben ‘hayır’ dedim.

‘O zaman Lebbeyk demedin’ diye cevap verdi.

Sonra ‘Harem’e girdin mi?’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Oraya girerken yasaklanmış her şeyi bıraktın mı?’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.

‘Öyleyse girmedin’ dedi.

Sonra bana ‘Mekke’de bulundun mu?’ dedi. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Mekke’ye girerken Haktan sana bir şeref geldi mi?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.

‘Öyleyse oraya girmedin’ diye cevap verdi.

Sonra ‘Mescide girdin mi?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Mescide girerken bildiğin yönden Hakka yaklaştın mı?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.

‘Öyleyse girmedin’ dedi.

‘Kabe’yi gördün mü?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.

Şibli ‘Öyleyse neye yöneldiğini görmüş olmalısın’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.

 Şibli ‘O zaman Kâbe’ye girmedin’ diye karşılık verdi.

Sonra, ‘üç kez koştun mu ve dört adım yürüdün mü?’ dedi. ‘Evet’ dedim.

Şibli ‘Dünyadan sanki kendisinden ayrılır ve koparcasına kaçmış; bu dört yürüyüş ile kaçtığın dünyadan güvene kavuşmuş ve bundan dolayı Allah Teâlâ’ya şükrün artmış olmalıdır’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.

Şibli ‘Öyleyse bunu yapmadın’ dedi. Sonra ‘Hacer’e (Hacer-i esved’e) el sürüp onu öptün mü?’ diye sordu. Ben de ‘evet dedim.

Bir feryat atıp şöyle dedi: ‘Yazık sana! Hacer’e el süren kimse, hiç kuşkusuz, Hak ile tokalaşmış demektir. Hak ile tokalaşan kimse ise, emniyete ve güvene kavuşmuştur. Allah Teâlâ senin üzerinde güven ve emniyet eserini ortaya çıkarttı mı?’ ‘Hayır’ dedim.

Şibli ‘Öyleyse Kâbe’ye el sürmedin’ diye karşılık verdi.

Sonra, ‘Makam’ın önünde durup iki rekât namaz kıldın mı?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Rabbinin mertebesindeki mekânda durduğuna göre sana niyetin gösterilmiş olmalıdır’ dedi. Ben ‘hayır’ dedim.

 Şibli ‘O zaman namaz kılmadın’ diye karşılık verdi.

Sonra, şöyle sordu: ‘Safa’ya çıkıp orada durdun mu?’ Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Ne yaptın?’ diye sordu: Ben de ‘Yedi kez tekbir getirip orada durdum ve Allah Teâlâ’dan (ibadetimi) kabul etmesini niyaz ettim’ dedi.

Bunun üzerine ‘Meleklerin tekbirini getirmiş ve o yerin hakikatini idrak etmiş olmalısın’ dedi. Ben de ‘hayır’ dedim.

Şibli ‘Öyleyse tekbir getirmedin’ dedi. Sonra ‘Safa’dan indin mi?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Bütün hastalıkların ortadan kalkıp safa (duruluk ve afiyet) buldun mu?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim.

Şibli ‘Ne Safa’ya çıkmışsın ne oradan inmişsin’ dedi.

Sonra ‘Hervele (Safa Merve arasında koşmak) yaptın mı?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘O’na kaçtın mı ve kaçmaktan kurtuldun mu? Varlığına ulaştın mı?’ diye sordu. Ben de ‘hayır’ dedim. ‘Öyleyse hervele yapmamışsın’ dedi.

Sonra ‘Merve’ye ulaştın mı?’ diye sordu. ‘Evet5 dedim.

 Şibli, ‘(Merve kelimesiyle mürüvvet arasındaki ilişkiye dikkat çekerek) Mertlik üzere dinginliği bulup onu aldın mı?’ dedi. ‘Hayır’ dedim.

Şibli, ‘Öyleyse Merve’ye ulaşmamışsın’ dedi.

Sonra ‘Mina’ya çıktın mı?’ diye sordu.

 Şibli ‘Allah Teâlâ’dan kendisine isyankâr olduğundan başka bir hal temenni etmiş olmalısın?’ dedi. Ben ‘hayır’ deyince,

Şibli ‘O zaman Mina’ya çıkmamışsın’ dedi.

Sonra, ‘Havf mescidine girdin mi?’ diye sorunca ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Girerken ve çıkarken korkmuş ve sadece orada bulabildiğin bir korku duymuş olmalısın’ dedi. ‘Hayır’ diye karşılık verdim.

Şibli ‘O zaman oraya girmemişsin’ dedi. Sonra ‘Arafat’a gittin mi?’ dedi. Ben ‘Evet1 diye cevap verdim.

Şibli ‘Orada vakfe yaptın mı? (durdun mu)’ dedi. ‘Evet’ dedim.

Şibli ‘Uğruna yaratıldığın hali anlamış ve istediğin hali öğrenmişsindir. Bu halle sana tanıtan kimseyi de öğrendiğin gibi işaretlerin kendisini gösterdiği mekânı da öğrenmiş olmasın. Çünkü O, her durumda nefesleri yenileyendir.’ Ben ‘hayır’ deyince

Şibli, ‘O zaman Arafat’ta vakfe yapmamışsın’ diye karşılık verdi.

Sonra ‘Müzdelife’ye kaçtın mı?’ diye sordu. ‘Evet’ diye karşılık verdim.

Şibli ‘Meş’ar-i haram’ı gördün mü?’ diye sordu. Ben de ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Allah Teâlâ’yı başka her şeyi sana unutturup kendisiyle ilgileneceğin tarzda O’nu zikrettin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’ diye cevap verdim.

‘Öyleyse sen Müzdelife’de vakfe yapmamışsın’ dedi.

Sonra, ‘Mina’ya girdin mi?’ diye sordu. Ben ‘evet' dedim.

 Şibli, ‘Kurban kestin mi?’ diye sordu. Ben ‘evet diye karşılık verdim.

Şibli ‘Nefsini değil mi!’ dedi. ‘Hayır’ diye cevap verdim.

Şibli ‘Öyleyse kurban kesmemişsin’ dedi.

Sonra bana taş attın mı diye sordu. Ben evet dedim.

Şibli ‘Senin üzerinde ortaya çıkan bilgini artışıyla bilgisizliğini kendinden uzaklaştırdın mı diye sordu. ‘Hayır’ dedim.

Şibli ‘O zaman atmamışsın’ dedi. ‘Saçını kestin mi’ diye sordu. Ben ‘evet’ dedim.

Şibli ‘Arzuların azaldı mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim. O zaman ‘Saçını kesmemişsin’ dedi.

Sonra ‘Ziyaret etini mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.

Bunun üzerine şöyle sordu: ‘Sana hakikatlerden bir şey gösterildi mi? Ya da bu ziyaret nedeniyle Allah Teâlâ’nın sana olan ikramlarını gördün mü? Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Hac veya umre yapanlar, Allah Teâlâ’nın ziyaretçileridir. Ziyaret edilen, ziyaretçisine ikramda bulunur.’ ‘Hayır’ diye cevap verdim.

Şibli ‘Öyleyse ziyaret etmemişsin’ diye karşılık verdi.

Sonra ‘İhramdan çıktın mı?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.

Şibli ‘Helal yemeye niyetlendin mi?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim.

 Şibli ‘O zaman ihramdan çıkmamışsın’ dedi.

Sonra ‘Veda (haccı) ettin mi?’ diye sordu. ‘Evet’ dedim.

Şibli ‘Peki bütünüyle nefsinden ve ruhundan çıktın mı?’ diye sordu. ‘Hayır’ dedim.

Şibli şöyle karşılık verdi: ‘Öyleyse veda etmiş değilsin, bu yükümlülük sende kalmıştır. Artık nasıl hac yapacağına bak! Kuşkusuz sana haccı anlattım. Hac yaparken, betimlediğim şekilde davranmaya çalış.’

Allah Teâlâ seni desteklesin bilmelisin ki, bu öyküyü anlatmamın nedeni, Allah Teâlâ ehlinin yönteminin bu şekilde olduğuna dikkatini çekip bunu hatırlatmak ve bildirmektir. Onlar, böyle hareket ederdi.

 Şibli de, haccı böyle algılamıştı, çünkü o, sadece kendi tecrübesinden (zevk) soru sormuştu. Başka bir insan onu yaşamış mıdır, yaşamamış mıdır? Gerçekte, bir başkası onu idrak edebilir. Bazen, daha üstün veya daha düşük bir şeyi de idrak edebilir. Öyleyse, herkesin belli bir makamı vardır.

Bu ibadetlerin bâtını yorumlarında bizden önce kimsenin bilmediği bir yöntem takip etmiş değiliz. Şu var ki, Allah Teâlâ’nın bu konuda kuluna olan inayet ve ihsanına göre zevkler değişir.

Sh: Futûhât-ı Mekkiyye, Altmış ikinci Kısımı;  Türkçesi: c. V, Sh:275-278

 

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

GÖZDEN KAÇIRDIĞIMIZ HUSUSLAR

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Tavsiye

·        Yapabildiğin ölçüde öfkeni tutmaya çalış; öfke şeytandandır. Öfkeliysen sesini yükseltme, o da şeytandandır.

·        Namazda hapşırmak şeytandan iken namazın dışında şeytandan değildir.

·        Falcılıktan uzak dur, kastedilen taşlarla oynamaktır.

Şâir şöyle der:

Yemin olsun ki taşlarla oynayanlar bilmiyor

Uğursuzluk sayanlar da bilmiyor;

Allah Teâlâ ne yapacak onlara!

·        Bir şeyi uğursuz saymak veya falcılıktan sakınman gerekir. Falcılık ve uğursuz saymak kötülük olarak insana yeter. Buna mukabil tefe’ül yapabilirsin. Tefe’ülü olumsuz saymak ise insana zarar verir.

·        Mescide tükürme! Farkında olmadan yapmışsan üzerini ört (onu temizle). Tükürmek üzere veya abdest bozmak üzere kıbleye yönelme. Küçük veya büyük abdesti bozmak üzere de kıbleye dönme. Kıbleye saygı göstermek peygamberlik adabındandır.

·        Yemeğe niyetlendiğinde, yemeden önce ve sonra ellerini yıkamalısın.

·        Yemekten sonra bir de ağzını çalkamalısın.

·        Cariyen veya kölen olduğunda onlara karşı iyi davranmalısın; güçleri yetmeyecek işlerle onları sorumlu tutmamalısın.

·        Öyle bir işle sorumlu tuttuğunda ise kendilerine yardım etmelisin; çünkü ‘köleler kardeşlerinizdir’. Sadece Allah Teâlâ onları sizin mülkünüz haline getirmiştir, yoksa herkes Âdem’in oğullarıdır. Bu itibarla köleler bizim kardeşlerimizdir. Köleler hakkında Allah Teâlâ’nın (hukukunu) gözetmelisin. Bilmelisin ki, sen de kıyamette kölelerden dolayı hesaba çekileceksin. Suç karşılığında birini cezalandırırsan, bilmelisin ki, Allah Teâlâ kıyamette köleyi ve efendiyi önüne alacak, işlediği suça ve efendinin suça verdiği cezaya karşı her ikisini hesaba çekecektir. Suç ile ceza birbirine denk ise tamam; ceza suçtan fazlaysa, köle adına efendiden hakkını alacaktır. Böyle bir durumda üç kırbaçtan fazla ceza vermemen gerekir. Daha artırman gerekirse, en çok ona kadar çıkabilirsin. Allah Teâlâ’nın belirlediği cezaları uygulamada artış söz konusu olamaz, onun sayısını Allah Teâlâ belirlemiştir, sen o sayıyı aşamazsın. Bir suça karşılık köleyi bağışlamak, senin için daha uygun ve ihtiyadı bir davranıştır.

·        Bir kavmin evine girerken üç kez izin istemen lazımdır; izin verilirse girer, verilmezse dönersin.

·        Seni fark etmedikleri bir yönden, kardeşinin evine bakmaman gerekir. Öyle bir yerden kardeşinin evine bakınca, içeri girmiş sayılırsın. Hâlbuki izin, görmekle ilgili olarak emredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ey iman edenler! İzin verilinceye kadar başkalarının evlerine girmeyin.’ Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Size, izin verilene kadar evlere girmeyin. Geriye dönün denildiğinde de geriye dönün.’ Hadiste izin talebinin üç kez olacağı zikredilmiştir. İzin verilirse içeri girersin, yoksa geriye dönmek gerekir.

·        Hayvanın boynuna zil takmaktan sakın! Zil takılı bir hayvandan melekler kaçarlar.

Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden gelen bir hadis vardır.

Mekke’de İbnu’l-Esad denilen ve Ebu Medyen’in arkadaşlarından olan keşif ehli biri vardı. Becaye’de Ebu Meyden ile arkadaşlık yapmıştı.

Bir gün tavaf ederken meleklerin de insanlarla beraber tavaf ettiğini müşahede etmiş. Onlara bakarken melekler bir anda tavafı bırakmış, süratle Kâbe’nin dışına çıkmışlar. Bunun sebebini anlamamış. Bir anda Kabe’de hiçbir melek kalmamış.

Biraz sonra boyunlarında ziller takılı olan develerin insanlara su vermek üzere çobanlarıyla beraber Kâbe’ye girdiklerini görmüş.

Develer dışarıya çıktıklarında melekler tekrar geri dönmüş.

Zilin şeytanın çalgı aleti olduğu aktarılmıştır.

·        Sana yapacağım bir tavsiye de kendini Allah Teâlâ’ya satarak cehennemden azat olmanı sağlamandır. Bunu ancak yetmiş bin kere ‘La-ilahe illallah’ diyerek yapabilirsin. Yetmiş bin kere bu cümleyi söylediğinde, Allah Teâlâ onun karşılığında seni cehennemden azat eder. Veya kimin adına bu zikri yaparsan Allah Teâlâ onu cehennem ateşinden azat eder. Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den gelen bir rivayet vardır.

70 BİN KELİME-İ TEVHİD

Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali b. Meymun b. et-Tevzeri -ki Kastalani diye bilinir. Mısır’da bu konuda bana şöyle demişti: Şeyh Ebu’r-Rebi’ el-Kefıf el-Malikî bir yemek sofrasındaydı. Bu zikri yapmış, fakat kimseye bağışlamamıştı. Sofrada onlarla beraber salihlerden keşif sahibi bir delikanlı varmış. Delikanlı elini yemeğe uzattığında ağlamaya başlamış. Oradakiler ‘niçin ağlıyorsun?’ diye sorduklarında şöyle demiş: ‘Cehennemi görüyorum, annemin orada olduğunu görüyorum. Bu nedenle yemekten elimi çektim ve ağlamaya başladım.’ Şeyh Ebu’r-Rebi’ şöyle demiş: ‘İçimden şöyle dedim: Allah Teâlâ’m kelime-i tevhidi yetmiş bin kez söylediğim sana malumdur. Okuduğum kelime-i tevhidi bu delikanlının annesinin ateşten azat olması için bağışlıyorum.’ Bunu içimden söylemiştim. Çocuk hemen şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ’ya şükür! Annemin cehennemden çıktığını gördüm, fakat niçin çıktığını bilmiyorum.’ Çocuk mutluluk içinde oradakilerle beraber yemeye başladı. Bu çocuğun keşfiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisi benim için sahih olduğu gibi hadis sayesinde de çocuğun da keşif sahibi olduğunu öğrenmiş oldum.’ Ben bu hadise göre amel ettim. Hadisin bereketini eşim öldüğünde kendisinde tecrübe ettim.

·        İnsanların arasını bulman lazımdır; ara derken kastedilen ayrılıktır. İnsanların arasını bulmak Kitap’ta belirlenmiş bir iyilik ve hayırdır. Allah Teâlâ bunu teşvik etmiş, hatta kâfirler barışa yöneldiklerinde barışı kabul etmeyi Müslümanlara emretmişlerdir. Hal böyleyken birbirlerine küsen Müslümanları barıştırmak daha önemlidir. Ara bozmaktan sakınmalısın; kastedilen birliktir. Böyle bir davranış günahtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (berber anlamına da gelen halika) bozgunculuğun iyilikleri tükettiğini bildirir. Berber saçları kestiği gibi bozgunculuk da iyilikleri keser ve yok eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sizin aranızı bölmüştür.’ Burada ‘ara’ derken kastedilen vuslat ve beraberliktir. Bu itibarla ara kelimesi dilde zıt anlamlı kelimelerden birisidir.

Dostum!

Kölene yediğinden yedir, giydiğinden giydir, onun değerini gözet, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in onlar hakkında söylemiş olduğu sözü dikkate al. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Onlar sizin kardeşlerinizdir, Allah Teâlâ onları sizin kudretinize vermiştir’ der.

·        Bir kardeşi tasarrufunun altında bulunan insan kardeşine yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir. Beden sağlığını ve dünya işlerinden uzak kalmayı bir nimet saymalısın. Allah Teâlâ’nın sana ihsan ettiği iki nimeti (boş vakit ve sağlık) Allah Teâlâ’ya itaatte kullanman gerekir.

Beden sağlığının veya dünya gamlarından zihninin boş olmasının gayesi, Allah Teâlâ’ya itaat etmek, O’nun kurallarını uygulamak olmalıdır; aksi halde sağlık ve boş vakit aleyhine delildir. Allah Teâlâ’nın senin hasmın olmasından sakın.

·        Her sabah yüz kere şu zikri söylemelisin: ‘Subhanallahi ve bihamdihi subhanallah el-azim (Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, O’na hamd ederim, Allah Teâlâ’yı tenzih ederim, O yücedir.)’

Bu zikir, üzerinde günah bırakmaz.

Otuzaltıncı Sifir, c.XIII, sh: 251-254

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

GURBET (Kalbini Arayanlar)

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

İKİ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

Gurbet

Vatandan, halden ve Haktan garip kalırsın

Umulur ki doğruluk oturağına yerleşirsin

İstediğin her şeye hükmün işler artık

Sana Hakk, Hakk ile gelirse, korkma

Yeryüzünde ve gökte parçalanma olmasaydı

Parçalanmanın şiddetinden felekler dönmezdi

Akılların gökleri ve yeri de öyledir

Yaratılışta etkin doğadır o

Güçlerin felekleriyle döner sonra izhar eder

Konuşmayı dinleyenlere bilgileri

Bilmelisin ki sûfıler ‘gurbet’ terimini maksada ulaşmak üzere vatandan ayrılmak anlamında kullandıkları gibi halin (etkisinden) uzaklaşmak anlamında da kullanmışlardır. Onlar, ‘gurbet, kendisine işlemesin diye Hakk yabancılaşmaktır’ derler. ‘Haktan gurbet5 korku nedeniyle Hakkı bilmekten uzaklaşmak demektir. Sûfilerin vatandan ayrılarak gurbette olmaları, vatana bağlanma alışkanlığından kurtulma amacı taşır. Alışkanlıklar ise kendisini tövbe ederek -ki tövbe de onları uyandırır-aradıkları maksatlarından perdeler. Onlar, Hakkın yüzünü eşyada görmeyen kimselerdir ve bu nedenle maksatlarının ancak vatandan ayrılarak gerçekleşebileceğini zannederler. Hakkı vatanlarının dışında zannederler.

Nitekim Ebu Yezid el-Bestamî bu makamdayken Hakkı aramak üzere Bestam’dan ayrılmış. Yolda Allah Teâlâ adamlarından bir adamla karşılaşmış. Adam kendisine sormuş: ‘Ey Ebu Yezid! Bestam’dan ayrılmanın nedeni nedir?’ Bestamî ‘Hakkı arama arzusu’ deyince, adam şöyle demiş: ‘Sen aradığını Bestam’da bırakmışsın.’ Bunun üzerine Ebu Yezid uyanmış, Bestam’a dönmüş ve kendisine fetih nasip olana kadar ibadete devam etmiş. Sonra da kendisinden meydana gelen (haller) meydana gelmiş. Bu insanlar, seyahat edenlerdir. Allah Teâlâ bu ümmetin seyahatini ‘Allah Teâlâ yolunda cihat’ yapmıştır.

Bilmelisin ki, bu iş, kulun seçimine bağlı değildir. Bu işin sahibi, Rabbi karşısındaki halinde ‘kalbini bulmak’ ister. Kalbini bir yerde bulamadığında şöyle düşünür: ‘Allah Teâlâ bu yerde kalbime zuhuru takdir etmemiş.’ Bunun üzerine (gayenin) gerçekleşmesi umuduyla, oradan ayrılır. Bilir ki, Allah Teâlâ işler belirlemiş, ezelî bilgisi bir şeyin belli bir yerde, belli bir burçta, belli bir nedenle gerçekleşeceğini takdir etmiştir. Onun hakkında imkân hükmü verilince ve varlığından önce gelen (ezelî bilgiyle) kalbini o yerde bulamayınca, gayesine ulaşmak amacıyla oradan ayrılır. İşte bu, sûfılerin vatanlarından ve benzeri şeylerden ayrılmalarının ve uzaklaşmalarının nedenidir. Çünkü bir kısmı, gördüğü saygı nedeniyle vatanını terk eder. Sûfi zühdü ve tövbesi gibi bir nedenle bir mekânda itibarının arttığını görür ya da daha önce tanınan biri değilken zühdü ve iyilikleri nedeniyle şöhrete kavuşur. Bu durum insanların kalplerinde onun saygınlığını artırır, kendisine hürmet ve iltifat edilir. Bunun üzerine vatanından kaçarak tanınmadığı bir yere gider. Orda Rabbi karşısında nefsini bilmeye çalışır. İnsanların hürmeti, insanı yok edecek öldürücü etkili bir zehirdir. Bu da vatandan ayrılmaya ve aileden uzaklaşmaya yol açan nedenlerden biridir.

Sûfi Allah Teâlâ karşısında ‘kalbini her nerede bulursa’, oraya yerleşir. Şeyhim zahit ve hadisçi Ebu’l-Hasan b. Es-Saiğ Sebte’de bana şöyle demişti: ‘Şeyhimiz Ebu Abdullah Muhammed b. Rızk -Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin-ile bir seyahatte birlikteydik. Kendisine bir hadisin bölümlerini okuyordum. Rivayet sahibi birisiydi ve şöyle dedi:

‘Bir seyahatimde ıssız bir yerde yıkık bir mescitle karşılaştım ve şöyle dedim: İçeri gireyim de iki rekat namaz kılayım. İçeri girdim ve orada ‘kalbimi buldum. Bunun üzerine orada iki sene kaldım.’ İki sene nerede, iki rekat namaz süresi nerede? Öyleyse sûfilerin gurbetteki amaçları, Allah Teâlâ karşısında ‘kalbi bulmak’tır. Her nerede kalplerini bulurlarsa, oraya yerleşirler.

Bir sûfi şöyle demiştir:

‘Mekke’ye gidiyordum. Yolda bir ağaç altında bir genç gördüm. Orada tek başına namaz kılıyordu. ‘Mekke’ye mi gidiyorsun?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verdi. ‘Geçen sene Mekke’ye gidiyordum. Bu ağaca uğradığımda, kalbimi buldum. Bir yıldır buradayım ve kalbimi yitirmedikçe buradan ayrılmayacağım.’ Sonra şöyle ekledi: ‘Bir sene sonra, aynı yere ve aynı ağaca uğradım, genci bulamadım. Biraz yürümüştüm. Genci gördüm, namaz kılıyordu, selam verdim, beni tanıdı, kendisine sordum: ‘O ağaçtan ayrıldığını görüyorum.’ Şöyle dedi: ‘Kalbimi yitirince, daha önce niyetlendiğim üzere Mekke’ye doğru yola çıktım. Buraya geldiğimde, kalbimi buldum. Şimdi de buraya yerleştim.’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Yemeğin ve içeceğin nereden geliyor?’ Şöyle dedi: ‘O’nun katından! Beni yedirmek istediği vakit beni doyuruyor.’ Üstat şöyle devam etti: ‘Yanından ayrıldım. Bundan sonra durumunun nasıl olduğunu bilmiyorum.’

Öyleyse sûfıler, gurbet ederek
‘Allah Teâlâ karşısında kalplerini bulmayı’ amaçlarlar.

Âriflerin vatanlarından ayrılarak gurbete gitmeleri ise, imkân hallerinden ayrılmalarıdır. Çünkü mümkünün vatanı, imkândır (olabilirlik). Böylelikle ârife kendisinin Hakk olduğu keşf olunur. Hakkın vatanı ise imkân değildir. Bu nedenle mümkün (ârif), bu müşahedesi nedeniyle, imkân olan vatanından ayrılır. Mümkün vatanındayken -ki vatanı hakikati sabit iken yokluktur-Hakkın kendisine ‘ol’ dediğini duyar. Bunun üzerine hemen varlığa koşar. Bunun amacı, kendisini var eden görmektir. Bu durumda ise kendisine ‘ol’ diyeni müşahede etmek amacıyla, yokluktan ibaret olan vatanından gurbete düşer. Ayn-ı sâbitesi açıldığında, Hakk ona yaratılmış şekillerini gösterir, fakat kendisinden dolayı varlığa koştuğu Hakkı göremez. Bu halde şu dizeyi söyledim:

Yabancı oluş gözümüze gözükünce

Özlem duyanlar gibi vatanıma özlem duydum

Bu esnada tekrar şöyle der: ‘Tekrar yokluğa dönmek istiyorum.’ Çünkü ben yoklukla nitelendiğimde, Hakka daha yakınım. Başka bir ifadeyle, varlıkla nitelendiğim halime kıyasla yoklukla nitelendiğimde kendimden daha çok hakka yakınım. Bunun nedeni, varlıkta iddianın bulunmasıdır. Hakk ile baki kalmak için Haktan fena talebi hali ise, (ayn-ı sâbite’nin) üzerinde bulunduğu yolduk haline dönmektir. İşte bu, kulun iarede ve seçimi olmaksızın, gerçekleşen vatandan ayrılık ve gurbettir.

Allah Teâlâ’yı bilenlerin gurbetinin bir yönü de, Hakkı kendi niteliklerinin aynı olarak bulduklarında, niteliklerinden uzaklaşmalarıdır (gurbet). Bu, gerçek gurbettir." Çünkü nitelik, doğru sözlü Hakkın sözüyle onlara izafe edilmiştir. Öyleyse onlar nitelik sahibidir. Fakat bu niteliğin mahiyeti nedir, gerçekte kime izafe edilir?

Çünkü âlem, Allah Teâlâ’nın kulu olması anlamında Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Aynı şekilde Allah Teâlâ da âleme izafe edilir, çünkü O, âlemlerin Rabbidir. Öyleyse kulun izafesi, Hakkın (âleme) izafe edilişine dayanır.

Vatanımızdan duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, rabliğine bizi şahit tutarken bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Sonra, annelerin karınlarına yerleştik. Böylelikle rahimler bize vatan oldu. Doğarak o vatandan da ayrıldık. Bu kez dünya bizim vatanımız oldu. Orada vatanlar edindik. Sonra, sefer ve seyahat denilen yolculuklarla oradan da ayrıldık. En sonunda oradan büsbütün ayrılarak, ‘berzah’ denilen yere göçtük. Ölüm sürecince orayı doldurduk ve orası bizim vatanımız oldu. Sonra, ‘uyanış yerine’ gitmek üzere oradan dirilerek ayrıldık. İçimizden bazıları orayı, yani kıyameti vatan kabul ederken bir kısmımız kabul etmez. Çünkü o, zamansal bir zarftır. İnsan o yerde yolculuğunda iki konak arasında yürüyüp de bundan sonra iki yerden birine yerleşene benzer: Bu yerler, ya cennet veya ateştir. Artık bir daha oradan ayrılmaz ve gurbete çıkmaz. İşte bu, insanın kendilerine yerleştiği vatanların sonuncusudur. Bundan sonra, ebedî bekayla birlikte, bir vatan yoktur.

Sûfıler gurbeti ‘kendisine nüfuz etmesin diye halden uzaklaşmak’ diye tanımlamıştı.

Bu ise başka bir gurbettir.

Şöyle ki: Hal sahiplerinin (halleri) nüfuz eder ve tahakküm edicidir. Bu sayede harikulade olaylar meydana gelir, bu nedenle âlemde şöhret kazanırlar. Keşfin verisiyle, onlarda gerçekleşen fiilde halin etkisinin olmadığını öğrendiklerinde, memnun olmazlar ve ondan uzaklaşarak şöyle derler: ‘Bu hal ile kalmak, sahibinin boynuna yük ve vebaldir.’ Bu nedenle bu halden uzaklaşmayı mutluluğun zirvesi olarak görürler. Bu, insanın kendisiyle perdelenebileceği en büyük perdedir. Aynı zamanda o, bir aldatma ve kandırılma konusudur. Çünkü akıllı insan, aldatma ihtimalinin bulunduğu yerde durmaz. Aksine akıllı insan, sadece basiret sahibi olduğu yerde durabilir.

Nitekim Hz. Musa aleyhisselâm vatandan ayrılırken ‘Sizden korkunca kaçtım, Rabbim ise bana hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı’ demiştir. Böylelikle Hz. Musa aleyhisselâm, kendilerinden korkarak, bedeniyle vatanından uzaklaşmıştır.

Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti gibi olsaydı, korkusu onlardan kaynaklanmaz, bu durumda Allah Teâlâ’nın onları kendisine musallat edişini müşahede ederdi.

Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine resullükle birlikte âlemlere karşı efendik vermişti. Çünkü hicret onun adına istenmişti. Hicret ise vatandan ayrılmaktır. Bu nedenle de kast edilen gurbeti yaşamamıştı. Müridin vatanından ayrılışında dürüstlük alameti, maksadının gerçekleşmesidir. Maksadı gerçekleşmez ve gurbet (niyetinde) gedik bulunursa, dürüst değildir. Zâhirde ve bâtında büs-bütün vatanı terk edebilirse, maksadın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Gurbetteyken kalbi vatanına bağlı olan insan, arzulanan gurbeti gerçekleştirmemiştir.

Hakk’tan gurbete gelirsek -ki o mârifetten dehşetin hakikatinden kaynaklanır-, bilmelisin ki: İmkânın yeri zorunluluk yerinden başkadır. İmkân ve zorunluluk, mümkün ve zorunluya ait iki yerdir. Mümkünün yeri öncelikle yokluktur ki, yokluk onun asıl yeridir. Varlıkla nitelendiğinde ise, hiç kuşkusuz ki, vatanından ayrılmış demektir. Vatanında yerleşikken, Hakkı müşahede ediyordur, çünkü O’na komşudur. Çünkü yokluk niteliği ezelî olarak mümküne ait iken varlık niteliği de ezelî olarak Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle varlıkla vatanından uzaklaşmış, bu nedenle de Hakka komşuluktan ayrılmış, bu gurbet nedeniyle ‘sonradanlık (hudus)’ onun ayrılmaz özelliği olmuştur. Hakk ise, bu nitelikle nitelenmediği gibi mümkün ezelde yokluk halindeyken de hâdislik ile nitelenmemişti. Böylelikle mümkün hadis olmakla Haktan uzaklaşmıştır. Mümkün adına ‘hadis varille’ gerçekleşip varlıkta Hakk ile kendisi arasında bir ortaklık meydana geldiğinde, dehşete kapılır. Çünkü o, bilmediği bir şeyi görmüştür. Çünkü mümkün, yokluk haliyle kendisini Haktan ‘ayrı’ olarak tanımıştı. Varlıkla bu halden ayrıldığında ise, birinci bilgiden dolayı bir korku kendisini kaplamıştır.

Bu gurbet iki adamın halidir:

Birincisi, bu Hakk ünsiyet etmeyen veya istidrac yoluyla veya bir halden diğerine yükselmeyle bu makama ulaşmayan adamın halidir. Aksine bu hal kendisine ansızın gelir. Böylece aşina olmadığı ve bilmediği bir şey kendisine gelir. Bu durumda kendisini onu taşımaktan aciz görür. Bunun üzerine, ayn’ının yok olacağından korkarak bu bilgiyi elde edemeyeceğinden dehşete kapılır, hemen duyusuna geri döner. Bu dönüşte ise Haktan uzaklaşır. Biz bu makamın sahiplerinden Ebu’l-Abbas Ahmed el-Asad’ı -ki Mısır’da Hariri diye bilinir-gördük ve ondan başkasını görmedik.

Diğer adam ise, kendisine gelen her bilginin ürküttüğü bir adamdır. Bunun nedeni, gördüğü şeyin onun adına daha önce gerçekleşen ve gerçekleşmesi de mümkün olan bilgiden daha yüce olduğunu görmesidir. Bu nedenle, (daha önce bildiği) Haktan uzaklaşarak kendisine yeni bir tecelli gerçekleşene kadar bu marifetten bir hakikat elde eder. Bu yeni tecelli de, belirttiğimiz üzere, kendisini dehşete düşüren bir bilgi daha kazandırır. Bunun üzerine kişi, bir önceki bilgide elde etmiş olduğu Hakka dair (bilgiden) uzaklaşır ve iş böyle sürer gider.

Kamil âriflere gelirsek, onlar, onların nezdinde kesinlikle gurbet yoktur.

Onlar, bulundukları mekânlarda sabit olarak kalan kimselerdir. Vatanlarından ayrılmamışlardır. Hakk onların aynası olduğunda, tıpkı suretlerin aynada görünmesi gibi, suretleri bu aynada zuhur eder. Öyleyse bu suretler onların hakikatleri değildir. Çünkü onlar, aynanın şekliyle zuhur ederler. Ya da bu suretler aynanın kendisi de değildir. Çünkü ayna, kendiliğinde kendilerinden ortaya çıkan veya şeyin tafsilini içermez. Öyleyse onlar gurbete çıkmamıştır. Onlar, varlıkta müşahede ehli olan kimselerdir. Onlara varlığın izafe edilmesinin nedeni, hükümlerin meydana gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümler, ancak bir varlıktan ortaya çıkabilir. Öyleyse gurbet mertebesi, adamların menzillerinden birisi değildir.

Öyleyse gurbet, orta derecedekilerin ve müritlerin kendisine yerleştiği daha aşağıdaki menzillerdir. Büyükler ise, herhangi bir şeyin kendi vatanından ayrıldığını görmezler. Aksine Zorunlu, zorunlu; mümkün ise mümkün; imkânsız da imkânsızdır.

Öyleyse her bir şeyin vatanı bellidir. Onlar gurbete çıksaydı, hakikatler başkalaşmış olur, zorunlu mümküne, mümkün zorunluya, imkânsız mümküne dönüşmüş olurdu. İş ise böyle değildir.

Öyleyse bu makamda hakikatleri bilenlere göre gurbet, gerçekleşen veya mevcut bir şey değildir.

 ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Onsekizinci Sifir, c.IX, sh:325-331

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

GÜNAHKÂRLAR NEDEN CEZA ÇEKERLER

Bu yazıyı ateistler okumalı, Allah Teâlâ insanı kendi zulmü sebebiyle cezalandırır. Çünkü Allah Teâlâ’nın rahmeti ölçülemez mahiyettedir.

Ateistler, Allah Teâlâ kötülüklere neden izin veriyor, demeleri yerine insanın dağları taşımadığı yükü kabullenmesindeki cehalet sorgulanmalıdır.

 

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Allah Teâlâ bir kuluna keşif yoluyla bedbahtlar hakkında müddetin sona ere­ceğini bildirirse -ki ona merhamet etsin-kitabımın bu bölümüne onu eklesin. Ben de tafsili olmaksızın genel anlamıyla onu öğrenmiştim. Allah Teâlâ O gün dönüş Rabbinedir, der. Rabb ıslah eden demektir. Allah Teâlâ kıyamette insanların arasını bulur ve düzeltir. Nitekim Peygamberden gelen bir hadiste böyle denilir:

‘Davalı iki adamdan birisinin ötekinden alacağı vardır. Allah Teâlâ’nın huzurunda dururlar ve alacaklı şöyle der: ‘Be­nim hakkımı şundan al.’

Allah Teâlâ ona şöyle der: ‘Başını kaldır.’ Başını kaldırınca pek çok hayır ve iyilik görür ve şöyle der: ‘Rabbim! Bunlar kimindir?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bedelini verenin.’ Mazlum şöyle der: ‘Bu­nun bedelini ödemeye kim güç yetirebilir ki?’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Sen kardeşini affedersen o bedeli ödemiş olursun.’ Mazlum ‘onu bağışla­dım’ der ve kardeşinin elinden tutarak birlikte cennete girerler. Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem bunu söyledikten sonra şu ayeti okumuş: Allah Teâlâ’dan korkun ve birinizin arasını düzeltin.'

Allah Teâlâ kıyamet günü kıllarının arasını dü­zeltir ve ıslah eder. Çünkü O’nun özelliği, mazlumun hakkının düşme­si ve kardeşini bağışlaması gibi, kulların arasında barışı temindir. Kul böyle yapmışken, Allah Teâlâ kullarına hakkını bırakmada kulundan daha çok bu niteliğe layıktır.

Allah Teâlâ başkasına haksızlık yaptığı için diledi kul­larını cezalandırır,
fakat kendi hakkı nedeniyle cezalandırmaz.

Bu bağ­lamda şirki de başkasına zulüm yapmanın gereği olarak cezalandırmış­tır.

Allah Teâlâ kendi adına intikam almaz, başkası adına intikam alır.
Allah Teâlâ dilediğinin intikamım alır, çünkü Allah Teâlâ’ya ortak koşulanlar, kendilerine uyanlardan kıyamet günü uzaklaşır.

Yirmialtıncı sifir, c.XIII, sh: 218

 

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

 

HAYAL MERTEBESİ VE ETKİLERİ

İnsanların köpek sahibi olmasının niçin çocuk sevgisi yerine geçtiğini, görsel medya etkilerinin nerelere vardığı hakkında bilgi sahibi olmak için önemli bir bilgi.

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde buyurdu ki;

Hayal mertebesinin değerini ve otoritesinin gücünü ancak Allah Teâlâ, sonra o bilgiye ehil kıldığı peygamber ve veliler bilebilir. Bu iki sınıfın dışındakiler onun değerini bilemez. Hayal mertebesini bilmek, nübüvvet makamlarının birincisidir. Bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sabahladığında sahabesiyle oturur, onlara şöyle sorardı:

‘Aranızda rüya gören var mıdır?’ Böyle demesindeki maksat, Allah Teâlâ’nın âlemde ertesi gün veya gelecekte var edeceği şeyleri görme arzusudur. Allah rüyayı görene uykusunda ya açık bir vahiy (ilham) veya görenin aşina olduğu suretteki vahiyle onları bildirir; bununla birlikte rüyayı gören kişi o surede neyin kastedildiğini anlayamaz ve bu nedenle Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’nın o suretle neyi irade ettiğini bildirmek üzere rüyayı tabir ederdi. Hz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin âlimlerin nezdinde meçhul kalan bu mertebeye ilgi göstermesinin nedeni buydu. Allah Teâlâ kulları arasından derin akıl sahipleri ve ibrede düşünenlerin dikkatlerini şu ayete ne güzel çekmiştir:

‘O sizi rahimlerde dilediği şekilde tasvir edendir.’ (Al-i İmrân,6)

 Rahimlerin bir türü de hayal olan (rahimlerdir). Söz konusu rahimlerde hayali şeyler manevi bir yüklemeyle tasvir edilir ve Allah Teâlâ o rahimlerde manaları dilediği suretlerde terkip eder. Bu bağlamda Allah Teâlâ hayalde İslam’ı ve Kuran’ı yağ, bal şeklinde; bağı ise dinde sebatkârlık şeklinde; dini, renkli gömlek veya güçlü bir kale veya kir veya bilinmeyen bir şey şeklinde gösterir. Rüyadaki bu suretler rüyayı görenin veya rüyanın adına görüldüğü kimsenin dinle ilişkisine göre gerçekleşir.

Dımeşk (Şam) kadısı Şemseddin Ahmed b. Mühezzibiiddin Halil el-Cüveynî’yi –Allah Teâlâ onu başarıya erdirsin ve melekleriyle desteklesin, verdiği hükümlerde masum kılsın- kadı olarak görevlendirildiğinde rüyamda görmüştüm. Birisi ona şöyle diyordu:

‘Allah sana temiz ve renkli bir elbise giydirdi. Onu kirletme ve rengini bozma!’ Uyandım ve rüyayı kendisine anlattım. Allah onu ilahi tavsiyeyi muhafaza edenlerden etsin.

Hayal suretlerin kendisinde tezahür ettiği rahimlerden birisidir. Hayali mertebe suretleri kabul ettiği için Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle demiştir:

‘İnsanlara şehvetlerden kadınlar sevdirildi.’ (Al-i İmran, 14)

 Yani kadınlarda sevdirilmiştir. Öyleyse sevgi suretleri, Allah Teâlâ’nın dilediği kullarına süslü gösterdiği bir surettir ve kişi onu -başkası nedeniyle değil- kendisi nedeniyle sever. Çünkü Allah Teâlâ ona ancak belirttiği hususta şehvet sevgisini süslemiştir. Binaenaleyh Allah Teâlâ salt sevgiyi insana sevdirmiş, sonra da onu zikrettiği hususlarda şehvete bağlamış, ardından da dilediği kimseler için şehvette başka bir duruma bağlamıştır. Allah Teâlâ ayette şehveti zikretmiştir, çünkü şehvet, doğal bir surettir ve hayali doğa sınırlar, sonra da hayal onun üzerinde hüküm verir ve dilediğinde onu bedenlendirir. Bu yönüyle hayal aslı üzerinde hüküm veren bir ferdir, çünkü hayal, saygın ve kerim bir ferdir. Allah Teâlâ hayalden daha yüce menzili olan bir şey yaratmadığı gibi ondan daha genel hükme sahip bir şey de yaratmamıştır. Hayalin hükmü, bütün var olanlara ve aralarında imkânsızın vb. bulunduğu var olmayanlara yayılmıştır. Binaenaleyh var ettiği şeyler içinde ilahi kudretin en yüce varlığı hayalde bulunur. Hayal vasıtasıyla ilahi kudret ve iktidar ortaya çıktığı gibi Allah onun vasıtasıyla kendi üzerine rahmeti vb. yazmış ve herkese vacip kılmıştır. Hayal kıyamette ve inançlardaki tecellinin gerçekleştiği bir yerdir. Bu yönüyle hayal, Allah Teâlâ’nın en büyük şiarı ve delilidir.

Hayalin otoritesinin ve gücünün bir tezahürü, hâkimlerin hayal hakkında tespit ettiği bir husustur. Bununla birlikte onlar ne söylediklerini anlamamış veya hayale hakkını vermemişlerdir: Hayal doğanın bir parçası olsa bile Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği ilahi gücü nedeniyle doğa üzerinde büyük otoriteye sahiptir. (Onlar demişlerdir ki) ‘Çocuğunun asil bir evlat olmasını isteyen bir insan eşiyle cinsel ilişkiye girerken büyük  âlimlerden birisini zihninde canlandırmalıdır.’ Bu işin etkisini göstermesini istiyorsa, o zaman gördüğü sureti (hayal âleminde) nakledildiği surette veya tasavvur sahibinin kendisini gördüğü surette görüp eşine de o suretin sahip olduğu güzelliği söylemelidir. Öyle bir kâmil insan tasavvur edildiğinde, onu bilgi ve ahlakının güzelliğini dikkate alarak tasavvur etmelidir. Bedensel sureti çirkin bile olsa, bilgi ve ahlakının güzelliğine göre güzel bir şekilde tasavvur eder. Bu esnada erkek söz konusu manaları bedenlendirir ve o sureti eşinin ve kendi gözünün önünde canlandırır, İkisi birlikte kendilerini o suretin güzelliğine teksif ederler. Birleşmeyle kadın hamile kalırsa, tahayyül ettiği suret çocuğuna etki eder ve doğan çocuk (tahayyül edilen kâmile ait) menzille doğar. Bunun böyle olması zorunludur. Çocuk böyle doğmazsa, bunun sebebi, meninin rahme düşmesi esnasında anne ve babadan birinin - kendileri farkından değilken- nefsinin maruz kalıp o sureti tahayyül etmekten uzaklaştıran bir durum olabilir. Sıradan insanlar bu durumu ‘kadının iştahı’ diye ifade ederler. Bazen cinsel birleşme esnasında karı kocadan birisi veya her ikisi de hayallerinde köpek, aslan veya herhangi bir hayvanın sureti canlandırabilirler. Böyle bir birleşmeden doğan çocuk, ebeveynin tahayyül ettiği hayvanın ahlakı üzere doğar. Birbirlerinden farklı sureti tahayyül ederlerse, çocukta annenin ve babanın tahayyül ettikleri suret ortaya çıkar. Öyle ki dış surete veya çirkinliğe bile etki eder. (Bunlar filozofların hayal gücü hakkındaki görüşleridir).

Filozoflar hayalin bu otoritesini bilmiş olsalar bile, ilahi ilimleri elde etmek üzere onu müstakil bir bilgi aracı saymazlar. Çünkü onlar bilgisizlikleri nedeniyle talep edilmeyen bir işin peşinden Onların peşinden koştukları ise maddelerden soyutlanmaktır. Hâlbuki böyle bir hal ne dünyada ne de ahirette mümkündür. Binaenaleyh maddelerden soyutlanmak düşünülür, fakat görülemez. Teorik düşünce sahiplerinin böyle bir düşünceden daha büyük bir hataları yoktur. Üstelik bu hatanın farkına varmadan başardıklarını zannederler, hâlbuki zarardadırlar! Ömürlerini elde edemeyecekleri bir işi elde etme uğrunda harcarlar. Bu nedenle akıl, velimin veya hayalin etkisinden ve hükmünden kurtulamaz. Hayal melekler ve ruhlar âleminde ‘imkân’ şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla ruh veya Allah Teâlâ’yı bilen bir kimse, müşahede ettiği her şeyde ‘imkân’ hükmünden uzak kalamaz, çünkü Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyin hakikati, kendisi itibarıyla ‘imkândır.’ Bir şey kendi hakikatinin dışına çıkmaz. Herhangi bir varlık kadim veya hâdis bir şeyi ancak kendi nefsiyle gördüğüne göre, sürekli olarak ‘imkân’ hükmü görene eşlik eder. Bunun farkına ancak gerçeği olduğu hal üzere bilenler varabilir. Böyle bir insan soyutlanmanın ancak vehimde mümkün olduğunu bilir, yoksa gerçekte ona güç yetiremez, çünkü böyle bir şey yoktur! Allah ehlinin seçkinlerinin dışında pek çok kimsenin ayakları burada kayar. Allah ehli ise bu meseleyi Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenmiştir.

‘Allah Teâlâ, hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

Kaynak:

Muhyiddin İbn Arabî-Futuhât-ı Mekkiyye [Kitap]. [ÜÇ YÜZ SEKSEN BİRİNCİ BÖLÜM, Tevhit ve Cem' Menzilinin Bilinmesi]- hzl:Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

ONLAR ASLINI UNUTMAZ

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

ÜÇ YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM

Bitkilerin Bütün Zamanlarda Vaktin Sahibi Olan Kutub'a Biat Etmelerinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Yemin ettim Allah Teâlâ’ya ki

O da yemin etmiş kendine.

Rabbe yemin olsun,

Vallahi ve billahi diye

O, birleyen olmadan Bir

Yeryüzünde ve her neredeyse yaratıklarıyla

O Arşından iner    

Arşına ise Amâ’dan inmişti

Keyfiyetsiz ve ayrım olmaksızın

Çünkü her ikisinden münezzehtir Allah Teâlâ

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, genel biatleşme, bilhassa zamanın tekine (vahidu’z-zaman) yapılabilir. Çünkü zamanın teki, varlıklarda ilahi suretle ortaya çıkan kimsedir ve onun kendiliğindeki alameti budur. Bunun amacı, hükmün uygulanmasında veya uygulanmamasında veya o şeyle başkasında gözükmede irade ve seçimin kendisine ait olduğunun öğrenilmesidir. Onların bir kısmı zahir iken bir kısmı görünmez ve Hakk kendisine gözükmeyi emretmedikçe kul olarak kalır. Hakk ona görünmesini emretmedikçe, ilahi emrin kendisiyle gerçekleştiği ölçüde, ortaya çıkar ve ona bir şey eklemez. Bu yolda itimat edilen yüce makam, budur.

Çünkü kul asıl itibarıyla sadece Allah Teâlâ’ya ait olsun diye yaratılmıştır ve sürekli kuldur, ‘rab’ olarak yaratılmamıştır.

Allah Teâlâ ona efendilik elbisesi giydirip elbise ile yaratıklarında gözükmesini emrettiğinde, kendiliğinde kul, kendisini görene ‘efendi’ olarak görünür.

Bu, Rabbinin süsü ve üzerindeki hilatidir.

 

Ebu Yezid el-Bestami’ye insanların kendisine ‘teberrük’ niyetiyle el sürmeleri sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş:

‘Onlar bana el sürmüyor, Rabbimin beni kendisiyle süslediği bir süse el sürüyor. O süs bana ait değilken, onları bundan engelleyeyim imi?’

 

İnsanların teberrük niyetiyle kendisine ellerini süren ve böyle yapmalarına müsaade eden Ebu Medyen’e ‘İçinden etkileniyor musun?’ diye sorulunca, şöyle demişti:

‘Hacer-i esved peygamberler, nebiler ve Allah Teâlâ’nın velileri tarafından öpülürken, onu Allah Teâlâ’nın sağ eli olan bir taş olma halinden çıkartacak bir duyguya kapılmış mıdır?’

 ‘Hayır’ denilince, şöyle demiştir:

‘İşte ben o taşın kendisiyim.’ Allah Teâlâ şöyle der:

‘Sana biat edenler, Allah Teâlâ’ya biat etmiştir.’

Böylelikle suret itibarıyla kendisini olumladıktan sonra, olumsuzlamıştır. Aynı şeyi taş atmayla ilgili bir ayette yaparak, şöyle buyurur:

‘Atmadın sen attığında, fakat Allah attı.’

Allah Teâlâ, biatleşmede elini biat edenlerin ellerinin üzerine koymuştur.

Yirmikinci Sifir, c.XI, Sh: 299-300

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

Hz. ALİ kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh HAKKINDA

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

ÜÇYÜZ OTUZ BEŞİNCİ BOLUM

Kardeşlik Mertebesinin Muhammedî-Musevî Mertebeden Bilinmesi

Amâ ve istiva arasında    

Üstün akıllar hayrete düştü

İnişi esnasında da

İstiva yerinden göğe inerken

O yerinde bulunurken

Ve kalbimizde ve her neredeysek

Bütün bu alametler

Körlük ve sınırlama bildirir

Onlar yönler gibi altı tanedir .

Allah Teâlâ zatıyla münezzehtir

Her türlü nitelikten

Allah Teâlâ şöyle der: ‘İyilik ve takva hakkında yardımlaşın: Bir rivayette ‘Mümin, mümin kardeşinin aynasıdır’ denilir. Mümin, Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir. Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı ve bu nedenle âlem Mümin ismiyle ahlaklarıma imkânına sahiptir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Hicret sonrasında Medine’de sahabe arasında kardeşlik kurarken, kendisi de Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin elini tutarak şöyle demişti: ‘Benim kardeşim de Ali’dir.’ Allah Teâlâ ‘Müminler kardeştir’ demiş, imanı onların babası yapmıştır. Onlar, tek babadan olma kardeşlerdir. Hz. Musa kendisini Firavun’a gönderen rabbine şöyle demişti: ‘Rabbim! Gönlümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz, sözümü anlaşılır yap, kardeşimi bana yardımcı yap, onu işimde ortağım yap.’ Allah Teâlâ da kendisine dilediğini vermişti.

Yirmi ikinci sifir, c. XI, sh:288

**

Allah Teâlâ’nın kendi üzerine bir Hakk ve yükümlülük olarak belirlediği ücretlerden birisi, rahmettir; Allah Teâlâ rahmeti kötülük yapıp tövbe eden ve durumunu düzeltenler adına üzerine zorunlu bir ücret yapmıştır. Bazen gönüllü, kendisi adına değil, başkası adına yapılan bir işin karşılığını gönüllü olarak ödeyebilir. Misal olarak zulme uğramış birinin zalimi affederek hakkını ondan istememesini ve barışmasını verebiliriz. ‘Böyle birinin ücreti Allah Teâlâ’ya kalmıştır.'' Onun ücreti, zulmü nedeniyle ondan hakkını almayana kalması gerekir. Allah Teâlâ o ücreti üstlenerek, o günahkâra merhamet eder ve onu bağışlar. Artık mazlumun talep edeceği bir hakkı kalmaz. Amel özü gereği bir ücreti gerektirir ve bu ücret çalışana döner. Peygamberlik görevlerinin yerine getirilmesi onu yapanın bir işidir, çünkü gönderen, peygamberi tebliğini ulaştırmak üzere çalıştırmıştır. Öyleyse peygamberin (elçi) ücretini onu gönderen Ödemelidir. Gönderildiği kimseler onu görevlendirmemiştir ki, ücreti onlar ödesin! Bu nedenle peygamberler, Allah Teâlâ’nın emriyle, insanlara gerçeği şöyle bildirmişlerdir: ‘De ki, sizden ücret istemiyorum, ücretimi Allah Teâlâ ödeyecektir.’ Onlar, peygamberlik ücretinin kendilerini gönderen Hakka kaldığını söylemiş, bunu ise Allah Teâlâ Teala’nın emriyle bildirmişlerdir. Çünkü Allah Teâlâ her peygambere şöyle demiştir: ‘De ki, ben buna karşı sizden ücret istemiyorum’

Allah Teâlâ Teala, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e başka bir peygambere tahsis edilmeyen bir üstünlük vermiş, onun bu üstünlüğü ümmetine dönmüş, hükmü ise ücretinin Allah Teâlâ’ya kalması hususunda önceki peygamberlerin hükmüne dönmüştür. Allah Teâlâ ona peygamberliğine karşılık olan ücretinin (bir kısmını) ümmetinden almasını emretmiştir. Bu ücret, yakınlığın gereğini yerine getirmektir. Allah Teâlâ ona ümmetine şöyle demesini emreder: ‘Sizden bir ücret istemiyorum’ Yani size getirdiğim şeyi tebliğ ederken ücret istemiyorum. ‘Sadece yakınlar hakkında sevgi istiyorum.’ Allah Teâlâ’nın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetine vacip kıldığı tebliğ ücretini ödemek bir borç olmuş, bu borca karşılık Peygamberin akrabasını ve Ehl-i beyt’i sevmeleri vacip olmuştur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ‘meveddet’ kelimesiyle zikretti.

Meveddet sevgide sebat demektir. Allah Teâlâ bu ayrıcalığı ona tahsis etmiş fakat Allah Teâlâ üzerinde bir ücretinin kaldığını veya kalmadığını söylememiş, onu mutlu edecek şeyleri bildirmekle sürekli yeni nimetler vermiştir. Ardından ümmetine, ümmetine söylemiş olduğu hususu söylemesini emretmiştir: ‘De ki, sizden bir ücret istemiyorum, benim ücretim Allah Teâlâ’ya aittir’ demiştir.

Burada Allah Teâlâ Teala, yakınlarına sevgi göstermekle ilgili ücreti ümmetinden düşürmemiş, sadece belirlendikten sonra bu ücreti onlara döndürmüştür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin hak ettiği bu ücret, onlara dönerken sevginin fazileti de sevenlere döner. Hiç kimse Allah Teâlâ’nın peygamberinin akrabalarını sevenlere verilecek ücreti bilemez, onu sadece Allah Teâlâ bilebilir. Fakat ‘ehl-i kurba’ onlardandır. Bu nedenle (manevi yakınlık anla-mındaki) ‘kurba’ kelimesi getirilmiş, (kan bağı anlamındaki) ‘karabe’ kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü nesep yakınlığında Akil ile Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh arasında fark yoktur: Her İkisi de nesep bakımından peygamberin amcaoğludur. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh hem nesep bağını hem manevi yakınlığı kendinde birleştirdi. Biz de Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in akrabası içinden manevi akrabalarını, yani kendisine iman edenleri sevdik. Bu nedenle Kuran’ın diliyle indiği bir Arap olan Hz. Ömer radıya'llâhu anh, nesep akrabalığıyla manevi akrabalığı ayırt etmiştir. Arapçada nesep bağı ile manevi bağ arasında ayrım bulunmasaydı, bu iki yakınlığı ayırt etmezdi. Bu ayrıma Kuran’da ganimetler hakkındaki şu ifadede rastlanabilir. ‘Onun beşte biri Allah Teâlâ’nın, peygamberin ve yakınlarınındır (zi’l-kurba).’ Kastedilenler mümin yakınlardır ve bu nedenle ayette ‘karabe’ kelimesi değil, ‘kurba’ kelimesi kullanılmıştır. Nesep bağıyla akraba olanlar iman yakınlığına sahip değillerse, onların ganimette hakları olmadığı gibi mirasta da paylan yoktur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’ye girerken söylediği ‘Akîl bize ev bırakmamıştır’ sözünde bu husus belirtilir. Çünkü Akîl, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhden farklı olarak, babasına varis olmuştu. Bunun nedeni Ali’nin mümin, Akîl’in kâfir olmasıydı. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ’ya ve ahiret gününe iman eden bir toplumun Allah Teâlâ’nın ve peygamberin sınırlarını aşanlara sevgi duyduğunu görmezsin. Onlar babaları veya kardeşleri çocukları veya akrabaları bile oha böyledir.’  Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bizden istediği ‘akrabalık sevgisi’ ile nesep bağı kastedilmiş olsaydı, Allah Teâlâ şu ayette bunu olumsuzlamazdı: :Onlar Allah Teâlâ’ya ve peygamberine taşkınlık yapanlara sevgi duyarlar.’ Onlar akrabaları bile olsa onları sevmezler. Buradan akrabalık sevgisinin iman eden akrabalarla ilgili olduğunu anladık ve onlar Allah Teâlâ’ya yakın kimselerdir.

Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın ümmetine yüklediği akrabaları sevmek göreviyle diğer peygamberlerden ayrılırken ümmeti de bu konudaki üstünlükleriyle diğer ümmetlerden ayrılır. Çünkü üstünlük fazlalık demektir ve bu fazlalık sayesinde onlar, ‘insanlar için çıkartılan en hayırlı ümmet’ olmuştur. Kastedilen Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetidir. Bununla birlikte bütün ümmetler iyiliği emreder ve kötülükten alı koyar, Allah Teâlâ’ya iman ederler. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ümmetine başka ümmetlere tahsis edilmemiş özellikler verilmiştir. Onlar, kendilerine tahsis edilen ve diğer ümmetlerin yerme getirmediği amellere karşılık verilen ücrederi alarak, kıyamet günü diğer ümmetlerden ayrılır, üstünlükleri ortaya çıkar. O halde ücretler, Hakk ile yaratıklar arasında gider gelir: Yaratıklar kendileri adına yaptığı işlere karşılık Hakka borçlanırken yaratıklar hem kendisi hem de Hakkın (rızasını gözeterek) birbirleri için yaptıkları işler nedeniyle Allah Teâlâ’dan ücret alır. Bu-kısma misal olarak, insanları bağışlamayı-verebiliriz. Bunun yanı sıra yaratıklar, Hakkın belirlemesi ve bu konudaki hükmüne göre, birbirlerinden ücret alırlar.

İşin esası şudur: Ücretler Hakk ile Hakk arasında gider gelir, yaratıkların bu işte bir payı yoktur. Fakat ücretlerin ortaya çıkmasının vesilesi onlardır. Onlar var olmasaydı, ücretle çalıştırmanın veya ücretin varlığı olmazdı ve işte bu nedenle ücret, uygun bir karşılıktır. Çünkü ücretli çalıştıran Hakk olduğu gibi çalıştırılan da Hakktır. Ameli yaratandan başka amel yapan yoktur, o da Hakktır. Yaratılmış olan bir iş ve amel olduğu gibi amel de onda ortaya çıkar. Bunun için mücadele etmiş, kendisini bu işe dahil etmiştir . Hakk ise, bu mücadelede onu onaylamış ve kabul etmiştir. Yaratıkların bir kısmı bunu bilirken, bir kısmı bunu bilmez.

Bu menzil hakkında konuşursak, özelikle de ücretleri ve sahiplerinin belirlenmesinden söz edersek söz uzar. Şimdi menzilin içerdiği ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, Hakk olmaksızın, yaratıkların ücretlerinin bilgisidir. Kavuşmanın kime olacağı, ayrılmanın kimden olacağı, kavuşma ve ayrılmanın kimde gerçekleşeceği bu menzilden öğrenilir. Bu, bütün var olanları ve var olmayanları içeren bir bilgidir. Çünkü sınırlı varlık, yokluk halinden ayrılıp varlık haline bitişir; söz konusu ayrılma ve bitişme, tercihle gerçekleşir. Mutlak varlık ise bir tercih olmaksızın zatıyla ayrışır. Bunu bilen, nerede olduğunu, kimden ayrıldığını ve kime bitiştiğini bilir. Anlamlarda münasebetlere bağlı teşbih, bu menzilden öğrenilir. Vaktin belirlenmesindeki tertip bu menzilden öğrenilir ki, kaza ve kader bilgisi, bununla ilgilidir. Sahip olmak ve sahip yapılmak, bu menzilden öğrenilir. Asıl sahibin hükmüyle gerçekleştiğinde, sahip yapmanın hükmüyle onun hükmü bir midir, farklı mıdır?

Yirmi üçüncü sifir, c.XII, sh: 20-23

**

ONSEKİZİNCİ KISIM -OTUZUNCU BÖLÜM

Süvari Kutuplardan Birinci ve İkinci Tabakanın Bilinmesi

Allah Teâlâ’nın öyle kulları vardır ki

Kapkaranlık gecede amel bineklerine binmişlerdir

Düşük himmetler onlar sayesinde yükselmiştir

Her şeyi bilen Tek Aziz’in katına.

Onları seçti ve kendilerine tecelli etti

Dostum kaseleriyle onları karşıladı

Zillet içinde yükseklik sahibi olan kimse

el-Azim’in (Yüce, azametli) kıymetini bilir

Yaratılmışın rütbesi, eğer iyice araştırırsan

Onda el-Kadîm ile ortaya çıkar.

Allah Teâlâ’nın öyle genel ilimleri vardır ki

Nebi, resul ve velide bulunur.

Bu bilgilerin varlıkları latifleşmiştir

Onları nefesler âleminden başkası algılayamaz.

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki: Asalet (Nucûb) sahipleri, yaygın kullanımda süvariler demektir. Şair şöyle der:

Keşke şöyle bir topluluğum olsaydı, bineklerine bindiklerinde Atlı ve deve binicileri (fürsan ve rükban) olarak şiddetle hücum ederler.

Şiirde geçen fürsan, at süvarileri, rükban ise, deve binicileri demektir. Atlar ise, Arap olan ve olmayan herkesin bindiği şeylerdir. Yarış devesini ise sadece Araplar kullanır. Araplar, düzgün konuşan, övünen ve cömert insanlardır. Söz konusu nitelikler bu grupta baskın olduğu için onları süvari diye isimlendirdik. Bu bağlamda onların bir kısmı himmet bineklerine, bir kısmı amel bineklerine biner. Bu nedenle onları iki tabaka saydık: Birinci ve ikinci tabaka.

Süvariler, bu yolda Efrad’dır (fertler, telder). Çünkü onlar, tabaka tabakadır: Kutuplar, İmamlar, Direkler, Bedeller, Nakipler, Necipler, Recebiyyûn ve Efrad onlardandır. Onlardan her bir grubu gördüm ve batı şehirlerinde, Hicaz ve doğu şehirlerinde onlarla oturup kalktım.

Bu bölüm Efrad’a aittir. Onlar, Kutub’un hükmünün dışındaki yegâne gruptur. Kutub’un onlarda tasarrufu yoktur. Sayıları üç ve daha yukarısı olan tek sayılardır. Onların veya başkalarının ilk tek sayı olan ki o üçtür-sayının aşağısıyla ilişkileri yoktur. Çünkü mutlak birlik anlamındaki ahadiyet -ki o, bir demektir-Hakkın zatına aittir. İki ise mertebeye aittir, o da, ulûhiyetin birlenmesidir. Üç ise oluşun (âlem) Allah Teâlâ’dan var olmasının ilkesidir.

Melekler sınıfında Efrad, Allah Teâlâ’nın cemal ve celalinde kendilerinden geçmiş meleklerdir. Onlar, amade kılınmış ve yazı ve tedvin âleminde (oluş âlemi, şehadet âlemi) bulunan yönetici meleklerin dışındaki meleklerdir. Onlar, Kalem ve Akıl’dan aşağıya doğru mertebelerde bulunan meleklerdir.

İnsanlar içinde Efrad, melekler içinde kendilerinden geçmiş güçlü melekler gibidir. Teklerin ilki, üçtür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: Üç, bir topluluktur.’, ille topluluk, üç kişidir ve ondan yukarıya doğru devam eder.      

İlahi mertebelerden onlara ait mertebe, ferdâniyet (teldik) mertebesidir. Bu mertebede onlar ayrışır. Onlara ait ilahi isim, el-Ferd ismidir.

Onların kalplerine gelen maddeler, kendilerinden geçmiş meleklere gelen makamdan gelir. Bu nedenle makamları ve getirdikleri şey bilinmez. Bu durum, Hz. Musa aleyhisselâmın Hızır’a tepki göstermesine benzer. Hâlbuki Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Hızır’ın lehinde tanıklık etmiş, onun mertebesini bildirmiş, onu tezkiye etmiş, onunla arkadaş olmak istediğinde kendisine itiraz etmeyeceğine dair Musa’dan söz almıştır.

Hızır, Hz. Musa aleyhisselâmın kendisinin bulunduğu makam hakkında bir tecrübesinin olmadığını anladığı gibi Hızır da Musa’nın sahip olduğu ve Allah Teâlâ’nın ona öğretmiş olduğu bilgi hakkında herhangi bir zevke sahip değildi. Şu var ki Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel bir müşahede nedeniyle, Allah Teâlâ’nın herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi gerektirmemiştir. Hz. Musa’nın ve peygamberlerin makamları ise, getirdikleri vahyin dışında olduğunu gördükleri her işte, peygamber olmaları yönünden itirazı gerektirir.

Bu konuda vardığımız görüşün kanıtı, Hızır’ın Musa aleyhisselâm hakkındaki şu ifadesidir: ‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin.’
 Hızır bir peygamber olsaydı, Hz. Musa’ya
‘bilgice kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın davranışı, peygamberlik makamından değildi.

Ayrıca Musa’ya farklılıklarından söz ederken şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır Musa’ya şöyle demiştir: ‘Ey Musa! Ben Allah Teâlâ’nın bana öğretmiş olduğu senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Sen de, Allah Teâlâ’nın sana öğretmiş olduğu ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’ Böylece Hızır ve Musa ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a) tepki göstermesiyle de farklılaşmışlardır.

(Başkalarının getirdiği bilgiyi veya bu bilgi nedeniyle onların dindarlığını) İnkâr etmek, Efrad’ın özelliği değildir. Çünkü onlar, her işte öncelik sahibidir. Dolayısıyla kendileri inkâr edilir, fakat onlar inkâr etmez. Cüneyd (el-Bağdadî) şöyle der: ‘Bir kimse, bin güvenilir insan tarafından zındık diye suçlanmadıkça hakikat derecelerine yükselemez.’ Onların inkâr edilişi, Allah Teâlâ’dan sadece kendilerinin bildiği şeyleri öğrenmiş olmalarından kaynaklanır. Onlar, Ali b. Ebû Talib kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin eliyle göğsüne vurup dile getirdiği bilginin sahipleridir: ‘Burada öyle ilimler vardır ki, keşke onları taşıyacak kimseler bulabilseydim.’

Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efrad’dan idi.

Böyle bir ifade, onun devrinde başkasından duyulmamıştı. Ebû Hureyre radıya'llâhu anh, buna benzer başka bir şey söylemişti. Buhari, es-Sahih’inde

Ebû Hureyre’nin şöyle söylediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den iki ilim aldım. Birincisi size bildirdiğimdir. İkincisini açıklamış olsaydım, şu gırdağım (bulgum) kesilirdi.’ Hadiste geçen bulgum, yemek borusu demektir.

Ebû Hureyre, bu ilmi Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aldığını belirtir. Dolayısıyla o, kendi zevki olmaksızın, salt bir taşıyıcıdır. Fakat yine de o ilimdir. Çünkü Ebû Hureyre onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den duymuştur. Biz ise, Allah Teâlâ’nın kelamı hakkında bir anlayışın verildiği kimseden söz ediyoruz. Söz konusu anlayış, Efrad’ın ilmidir.

Efrad’dan biri de, Abdullah b. el-Abbas idi. O, bilgisinin genişliği nedeniyle, ‘derya’ diye isimlendirilmişti. İbn Abbas radıya'llâhu anh, ‘Yedi gökleri ve yeri yaratan Allah Teâlâ’dır"ayeti hakkında şöyle derdi: ‘Size bu ayetin tefsirini söyleseydim beni taşlardınız.’ Başka bir rivayette ise ‘kâfir olduğumu söylerdiniz’ demiştir. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebû Talip, Zeyne’l Abidin aleyhisselâm den aktardığı bir ifadesinde bu ilme işaret etmiştir. Gerçi hangisinin bu sözü söylediğini tam olarak bilmiyorum:

Nice bilgi cevheri vardır ki, onu açıklasaydım

Bana ‘sen puta tapanlardansın’ denilirdi      

Müslüman adamlar kanımı helal görür

Yaptıkları en çirkin işi (beni öldürmeyi) iyi sayarlardı

Burada, ‘puta tapanlar’ sözüyle maksadına dikkat çekmiştir. Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellemin ‘kuşkusuz Allah Teâlâ, Adem’i kendi suretine göre yaratmıştır’ sözünde zamir Allah Teâlâ’ya döndürüldüğünde hadisin tevili söz konusu ifadeye benzer. Bu da, onun yorumlarından biridir.

Kardeşim, Allah Teâlâ aşkına!

Sana söylediğim konuda, bana karşı insaf göster. Kuşkusuz, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sahih olarak gelen ve rabbini sevinmek, gülmek, şaşırmak, neşelenmek, kızmak, tereddüt etmek, kerih görmek, sevmek, arzu duymak gibi hallerle niteleyen bütün haberlere inanman ve onları doğrulaman gerekir. Bu ilahi mertebeden keşif, tecelli ve ilahi bildirim olarak, velilerin kalplerine esintiler gelse ve onlar peygamberin diliyle bu gibi lafızlarla ifade edilmiş böyle şeyleri Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle öğrenip göstermesiyle müşahede ederlerse, kuşkusuz ben ve sen bunların hepsine iman etmişizdir. Diyorum ki; bir veli, Allah Teâlâ hakkında böyle bir bilgi getirdiğinde, Hz. Cüneyd (Kuddise sırruhu’l-azîz)in söylediği gibi, onu zındık ilan etmez misin? Bu adam, (Allah Teâlâ’yı yaratıklarına benzetiyor anlamında) teşbih yapmaktadır ve ‘o, putperestir’ demez misin?

‘Hakk, yaratılmışın nitelendiği özellikle nasıl nitelenebilir’ (demez misin)?

‘Putperestler, bundan daha fazlasını yapmamıştır’ (demez misin).

Nitekim Ali b. Hüseyin böyle söylemiştir. Sen öyle bir insanı öldürmez misin veya İbn-i Abbas’ın söylediği gibi ölümüne fetva vermez misin?

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den Allah Teâlâ hakkında akıl delillerinin imkânsız gördüğü ve tevil edilmesi yasaklanmış ifadeleri duyduğunda, gerçekte neye iman etmiştin?

 Tevil yasaklansa bile Eş’arî, kendince bir tenzih anlamına göre onları tevil etmiştir. İnsaf, nerede kalmıştır?

 ‘İlahi kudret, peygambere verdiği sırların bilgisini bu veliye verecek kadar geniştir’ diyebilir misin?

Çünkü böyle bir bilgi peygamberliğin özelliklerinden olmadığı gibi (çünkü peygamberliğin özelliği olan şey hüküm koyma, teşrîdir) Şarî de, ümmetini bu konuda engellememiş, herhangi bir şey söylememiş ve şöyle demiştir: ‘Ümmetim içinde sezgi sahipleri var ise, Ömer onlardan biridir.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmeti içinde peygamber olmayan sezgi sahiplerinin bulunacağını belirtmiştir. Bazen böyle bir sezgi gerçekleşebilir. Çünkü bu durumda sezgi, helal ve haram gibi teşriî hükümlerin dışındadır. Teşri’ (helal veya haram gibi hüküm koyma) yetkisi, peygamberlik özelliğidir. İlahi ilimlerin gizemlerine ulaşmak, (yasa koyucu anlamında) teşriî peygamberliğin bir özelliği değil, peygamber, veli, uyan ve uyulan gibi Allah Teâlâ’nın kullarına yayılmış bir özelliktir.

Dostum! Hiç mi insafın kalmadı?

Peygamberin getirdiği bilginin sırlarına vakıf olmak, velilerin firavunları ve Allah Teâlâ’nın salih kullarının deccalları olan fakihler ve akılcılar içinde de mevcut değil midir?

 Allah Teâlâ, kendisine farz kılınan şeyle amel eden herhangi birimize şunu der: Allah Teâlâ, emrini yerine getiren kimseye öğretir ve amellerinin meydana getireceği bilgilerin öğretim işini üstlenir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkunuz, o size öğretir: Allah Teâlâ her şeyi bilendir." Başka bir ayette ise şöyle buyurmuştur: ‘Allah Teâlâ’dan korkarsanız, size bir furkan verir.’

Bu makamın kutuplarından biri de, Ömer b. Hattâb radıya'llâhu anh ve Ahmed b. Hanbel (Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu) dir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ömer b. Hattâb’a Allah Teâlâ’nın verdiği gücü zikrederek şöyle demiştir: ‘Ömer! Şeytan bir mevzide şenle karşılaşsa, yolunu değiştirir.’ Bu durum, masum peygamberin tanıklığıyla Ömer’in korunmuşluğunu gösterir. Şeytanın bizi sadece batıla yönlendireceğini biliyoruz. Batıl ise, Ömer b. el Hattâb radıya'llâhu anhın gittiği yol değildir. Ömer, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in tespitiyle, sadece doğruluk yollarına giderdi. Böylece de, Allah Teâlâ yolundaki bütün işlerinde kınayanın kınamasının alıkoyamadığı kimselerden olmuştur. Kudret, doğruluğa aittir.

Doğruluk ulaşılması zor, nefislerde taşınması ağır olduğu için, nefisler onu taşıyamaz ve kabul edemez, bilakis onu reddeder. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur: ‘Doğruluk Ömer’de bir gedik bırakmamış!’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem hiç kuşkusuz doğru söylemiştir. Hz. Ömer radıya'llâhu anh, dışında ve içinde doğru idi. Dışında doğru idi, bunun nedeni, başkasından insaf beklemeyişi, riyaset sevgisinin olmayışı, Allah Teâlâ’ya kulluktan çıkmayışı, kendisini ilgilendirmeyen işlerle meşgul olmayışı, kendisiyle ve eksiğiyle ilgilenerek insanların ayıplarını görmediği için Hakkın çağırdığı işten yüz çevirmeyişiydi.

Ömer içinde de doğru idi, çünkü Allah Teâlâ, Ömer’in kalbinde bir gedik bırakmamıştır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan başkasına bir ilgisi yoktu.

En şaşılacak iş, söz konusu inkârcı gruptan birine ‘kendinle ilgilen’ dediğinde, şöyle yanıt vermesidir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın dinini koruyorum ve ona düşkünlüğümden hareket ediyorum. Allah Teâlâ hakkında gayret imandandır... vb.’ Durmaz ve düşünmez ki: Acaba böyle bir şey imkan dâhilinde midir, değil midir? Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ bir velisine -Hızır’a olduğu gibi-yaratıklarında uygulayacağı şeyleri bildirmiş ve Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in dile getirdiği ifadelerle anlatılabilecek bilgileri kendi nezdinden ona öğretmiş olamaz mı? Hızır şöyle demişti: ‘Ben bunu kendiliğimden yapmadım.’ Bu inkârcı kişi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onu getirdiğinde kendi zannınca buna inanır.

Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki: Bu inkârcı o ifadelere (gerçekte) iman etmiş olsaydı, veli de (onları söylediğinde) inkâr etmezdi. Çünkü Şâri’, istiva etmek, inmek, beraberlik, gülmek, sevinmek, neşelenmek ve şaşırmak gibi ifadeleri Allah Teâlâ hakkında kullanmayı reddetmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Allah Teâlâ’nın kullarından birini bunları kullanmaktan men ettiği kesinlikle aktarılmamıştır. Bilakis Allah Teâlâ’nın bize şöyle söylediğini bildirmiştir: ‘Sizin için Allah Teâlâ’nın peygamberinde en güzel örnek vardır.’ Böylece Allah Teâlâ, bize bu kapıyı açmış ve bizi ona uymaya teşvik etmiştir: ‘Allah Teâlâ’yı seviyorsanız bana uyun ki, Allah Teâlâ da sizi sevsin.’ İşte söz konusu durum, peygambere uymak ve onu örnek almanın bir parçasıdır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymanın bir yönü de şudur: Haktan bir varid bize gelip onun mertebesinden bir bilgi öğrendiğimizde, Allah Teâlâ’nın kendisiyle bizi kuşattığı bir rahmet ve inayet o bilgide bulunur. Her nerede bulunursak, Rabbimizden gelen bir delile sahip oluruz ve bizim tarafımızdan bir şahit o delili okur. Bu durum, peygamberin sünnetine uymamız ve bizim için ortaya koyduğu hükmü takip etmemiz anlamına gelir. Biz ondan hiçbir şeyi ihlal etmeyiz. Ve emre karşı çıkmak hatasını işlemedik. Örnek olarak, Allah Teâlâ’nın yasakladığı şeyi helal saymak veya helal saydığı şeyi haram saymayı verebiliriz. Böylece Hakkın katından öğrendiğimiz bu bilinenle bu gibi nebevi ifadeleri talep ederiz. Çünkü Allah Teâlâ, bu özellikteki kişinin ‘Allah Teâlâ’ya basiret üzere çağırdığını bildirmiştir.’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e uymakla ilgili emrin bir yönü de, söz konusu anlamlara peygamberlerin kullandığı bu gibi lafızları vermemizdir. Onlardan daha anlaşılır ifadeler olsaydı, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onları kullanırdı. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kendisine indirilen şeyi bize açıklamakla memurdur. Bu nedenle ‘O’nun benzeri yoktur’ hükmünü bilmekle birlikte, (benzetme anlamı taşıyan bilgiyi) açıklamak istediğimizde başka lafızlara yönelmedik. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in kullandığından başka lafızlara yönelseydik Allah Teâlâ’nın hakkını Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden daha iyi ve daha nezih şekilde bildiğimizi iddia etmiş olurduk. Bu ise, olabilecek en kötü saygısızlıktır.

Anlamın dinleyene nüfuz etmesi gerekir. Çünkü senin karşı çıktığın lafız, insanların en fasihinin lafzıdır ki, o da, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’dir. Kuran ise, büsbütün örtüşecek şekilde o anlama delalet etmez. Bu nedenle bize Peygamber’e uymayı farz kılmıştır. Böyle bir bilgi getiren veliyi inkâr ve tekfir eden insan, bütün bunları düşünmekten bihaberdir. Bunun iki nedeni -veya iki nedenden sadece biri-vardır. İnkâr eden kişi, bilgiliyse kıskançlığı nedeniyle böyle davranmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘içlerindeki kıskançlık nedeniyle: Cahil ise, (veliye tepki gösterirken) bu durumda o, peygamberliği hiç bilmemektedir.

Ey dostum!

Bu makamın kutuplarından yetmişten fazla bir grupla Mekke’de Ebû Kubeys dağında karşılaştık. Bu sınıfın kendi yollarında hiçbir talebeleri yoktu. Onlar, hiç kimseyi terbiye ederek sulûk ettirmiyordu. Bunun yerine tavsiye ediyor, nasihat ve bilgi yayıyorlardı. Kim muvaffak olursa, onu alırdı. Ebu’s-Suud’un onlardan biri olduğu söylenir. Ben onunla karşılaşmadım ve onu görmedim. Fakat ona dair güzel bir koku ve hoş bir nefes kokladım. Abdüllcadir el-Cilî’nin -ki o güvenilir biri ve vaktinin kutbu idi-Muhammed b. Kâid el-Evânî’nin bu makamda olduğuna tanıklık ettiği bana ulaşmıştır. Bize böyle nakledilmiştir, sorumluluk ise nakledene aittir.

İbn Kâid, bu makamdayken önünde peygamberin ayağından başka bir ayale görmediğini iddia etmiştir. Böyle bir durum ise, vaktin Tek’i için olabilir. Efrad’dan olmasaydı, peygamberin ayağının yanı sıra şayet imam ise-vaktin kutbunun ayağını da görmesi gerekirdi; direk ise, bu durumda önünde üç ayale; bedel ise, dört ayale görmelidir vs. Şu var ki bunun olabilmesi için ‘uyma’ mertebesine yerleştirilmiş olması gerekir. Uyma mertebelerine yerleştirilmemiş ve yolun sağından saptırılmışsa, başka bir ifadeyle, yol ile odacık (Kutub’a ait özel oda) arasında bulunursa, önünde herhangi bir ayak görmez. İşte bu, özel yön yoludur. Bu özel yön, Haktan her bir varlığa yöneliktir. Tepki görmelerine ve zındıklıkla suçlanmalarına yol açan bütün bu ilimler, velilere söz konusu özel yönden açılır. Peygamberden geldiğinde onlara inanan kimse, velileri bu bilgiler nedeniyle zındık ilan edip tekfir eder. Hâlbuki bunlar, aynı ilimlerdir. Nitekim bu hususu daha önce belirtmiştik.

Bu makam mensupları, âlemde tasarruf ve güç sahibidir. Onların birinci tabakası, Allah Teâlâ kendilerine bu gücü vermiş olmakla birlikte, yaratıklarında tasarrufu Allah Teâlâ’ya bırakmış kimselerdir. Allah Teâlâ, onlara bu gücü bir emir olarak değil, sunum olarak vermiştir. Bu nedenle onlar, gizliliğe bürünmüş, bilinmezlik örtülerine girmiş, alışkanlık perdeleriyle gizlenmiş, kulluk ve yoksunluğa bağlanmışlardır. Onlar yiğitler, zarifler, melâmîler, gizliler ve iyilerdir.               :

Ebu’s-Suud onlardan biri ve ‘O’nu vekil edin’ ayetindeki Allah Teâlâ’nın emrine uyanlardandı. Vekil, tasarruf yetkisine sahip demektir. Kendisine emredilse, emre uyardı. Bu durum, onların özelliklerindendir. Hz. Seyyid Abdülkâdir (Kuddise sırruhu'z-zâhir )e gelince, halinden anlaşıldığı kadarıyla Abdülkadir (Geylani) kuddise sırruhu'l-âlî tasarruf etmekle, memurdu. Bu nedenle tasarruf onda görünmüştür. Binaenaleyh böyle dememiz, onun gibiler hakkındaki zannımızdır.

Muhammed el-Evânî ise, Allah Teâlâ’nın tasarruf yetkisi verdiğini kendisinin de bunu kabul ettiğini söylerdi. Bu nedenle tasarruf ederdi. Eğer tasarruf etmesi emredilmeseydi, denenirdi. Bu durum, onu Ebu’s-Suud’un üstün olduğu bilgiden eksik bırakmıştır. Ebu’s-Suud, süvariler grubunun birinci sınıfının diliyle konuşurdu.

Onlara kutuplar dedik, bunun nedeni, sabit olmalarıdır. Ayrıca bu makam, yani kulluk makamı, onların üzerinde döner. Onların kutup olduğunu söylerken, emirleri altında bir grup var da, onlar da bu grubun reisleri ve kutuplarıdır demek istemedik. Onlar, böyle bir şeyden münezzeh ve yücedir! Gerçek kulluğa ulaştıkları için, içlerinde asla başkanlık sevdası yoktur. Hakkın işi, öne geçmiştir. Dolayısıyla, onlara her ne gelir ise, kulluğu tam olarak yerine getirdikleri için o emre bağlanmaları gerekir. Böylece, kulluk makamında efendilerinin emrine bağlanarak emri yerine getirirler. Serbest bırakıldıklarında veya kendilerine söylenen şey bir emir değil de arz olduğunda veya makamı elde etme talebi var ise, kendisi için yaratılmış olduğu kulluk makamına ulaşmayan kimse onu izhar edemez.

İşte ey dostum!

Bu bölümde sana onların makamlarını bildirdim. Geride ise, onların esaslarını bildirmek, ikinci tabakadaki yönetici kutupların hallerini açıklamak kaldı. Bunları, Allah Teâlâ’nın izniyle daha sonra belirteceğiz.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ O’ndan başka rab yoktur.

Onsekizinci kısım, c.II, sh: 121-129

**

ÜÇ YÜZ SEKSEN ALTINCI BÖLÜM

'Şah Damarı' ve Beraberlik Mekânı Münazelesinin Bilinmesi

Ben kulumla beraberim her nerede olursa

Gelecekte geçmişte ve şimdi

Sınırlı mutlak veya münezzeh iken

Mukaddesken veya bir mekânı doldururken

Kim özlemden söz edip beni görmek isterse

Sıkıntı vermiş olur bize

Ben neredeyim, sen neredesin!

Niçin fiil ve zamanı düşünmedin?

Nasıl olur da celalimi görebilir

Bayılma bizi göreni gördü

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Biz ona şah damarından daha yakınız’ Başka bir ayette şöyle der: ‘Her neredeyseniz O sizinle beraberdir’  Allah Teâlâ hüviyetiyle bizimle beraberken isimleri itibarıyla bize bizden yakındır. Hakk mutlak birliğiyle birlikte kendini çoğul zamirle ifade ettiğinde, kendine delil olmaları bakımından farklı hakikatlere sahip isimlerini dikkate alarak çoğul yapmıştır. İsimlerin medlulü ve gösterdikleri ise Hakk’tan başkası değildir, çünkü onların medlülleri Hakk’tır ve hepsi O’nun isimleridir. Bu durum, lafız ve kelimeler âleminde cem’ (yani çoğul) lafzıyla ifade edilir, başka bir ifadeyle çoğul zamirle anlatılır. Misal olarak ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi ayetlerde geçen ifadeleri verebiliriz. Ayette ‘Biz her şeyi ölçüyle yarattık’ ve ‘Biz zikri indirdik ve biz onu koruyacağız’  buyrulur. Allah Teâlâ -isimlerini değil de-yalnızca hüviyetini anlatmak isterse ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım, benden başka ilah yok’320 buyurur. Burada tekil yapmıştır. Biz nerede, ben nerede! ‘Biz’ zamirinin azameti ifade ettiğini söylemenin manası yoktur, aksine o çokluğun ta kendisidir. Bu bağlamda çokluk, esma-i hüsna’nın (güzel isimler) delil olduğu şeylerdir. Bazen de çokluğun anlamı, Hakk’ın var olanların aynı olmasıdır. Bu durumda suretler, bileşik mümkünlerin hakikatlerinin değişmesi nedeniyle, değişir. Çünkü Allah Teâlâ kendi hüviyetinin suretlerin bütün güçleri olduğunu söylemiştir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde, ona kendini gösterir ve kul mümkün sabit kalmakla birlikte-Hakk’ı Hakk ile görür. Hakk kendisinden ibaret olan kuvveti kula izafe eder. Allah Teâlâ ‘Ben kulun duymasıyım’ der. Burada onun zamiri kula dönerken duyma (gücü) Hakk’ın ta kendisidir. Kul ancak duyma gücü vasıtasıyla kul olmuştur. Aksi halde yaratılırken ve bütün tasarruflarında çağrıldığında ‘İşittik ve itaat ettik’  diyecek kimdir? Kendisine ‘ol’ denilen şey sözü duymamış olsaydı, var olmazdı. Rabbine itaati de olmasaydı, var olmazdı. Allah Teâlâ bütün hallerde kulun duymasıdır ve bu durumu ona keşfettirir.

Durum Allah Teâlâ’nın kendinden haber verdiği ve müşahede ve keşfin verdiği bilgiye göre olunca, Allah Teâlâ hakkında ‘biz’, ‘kuşkusuz biz’ gibi çoğul zamirler kullanılabilmiştir. (Mümkünlere ait) güçler ve varlıklar O’ndan başka olmadıkları için de ‘Kuşkusuz ben Allah Teâlâ olanım’ ayetinde geçen teklik geçerli olmuştur. Bunun yanı sıra hüve (O) ve sen gibi tekil şahıs zamirleri Allah Teâlâ hakkında kullanılabilmiştir. Misal olarak ‘Ancak sana ibadet ederiz’ vb. ayederde geçen zamirleri verebiliriz. Allah Teâlâ ‘biz’ zamirinin çokluğu karşısında kendini birleyerek şöyle buyurmuştur: ‘O sizinle beraberdir’ Başka bir ayette bizim birliğimiz karşısında kendini çoğul yaparak ‘Biz ona daha yakınız’  buyurmuş, insana dönen zamiri tek yapmıştır. Öyleyse çokluk bizimle ortaya çıkmışken birlik O’nunla vardır.

Yaratılmışlar her nerede bulunurlarsa, Hakk er-Rahman ismiyle onlara eşlik eder, çünkü rahim O’nun bir dalıdır ve bütün insanlar rahimdir ( ve akraba). Çünkü onlar bir babanın ve annenin oğullarıdır. Allah Teâlâ bizi bir nefisten yaratmıştır ki o da Adem’dir. Sonra Adem’den ve Havva’dan pek çok erkek ve kadın meydana getirmiştir. Öyleyse biz, rahim Rahman’ın bir dalı olduğu için, rahimiz (akraba). Bu sayede akrabalık mümkün olabilmiş, yine bu nedenle Allah Teâlâ akraba ziyaretini emrederek, ‘Akrabalar birbirlerine Allah Teâlâ’nın kitabında daha yakındır’ buyurmuştur. Allah Teâlâ akraba ziyaretini emretmiştir. Bize göre Allah Teâlâ böyle bir vasfa daha layıktır. Bu nedenle rahim için vuslat kaçınılmazdır, çünkü Rahman’dan bir daldır. Allah Teâlâ babasından başkasına ait olduğunu iddia edeni veya efendisinden başkasına ait olduğunu söyleyen köleyi lanetlemiştir. Lanet uzaklık demektir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ, kendi ‘rahminden’ başkasına intisap etmeyi lanetlemiştir. Biz rahim itibarıyla yakın akrabayız. Mertebe ve rütbemiz ise kulluktur (köle). Dolayısıyla sadece O’na müntesibiz ve O’ndan başkasına dayanmayız. Sahih bir rivayette Allah Teâlâ ‘Bugün nesep bağınızı indiriyorum’ der. Çünkü nesep bağı bize ilişmiştir, asıl değildir. Çünkü ayrılırız ve bir daha toplanmayız ve bazen de birbirimizi tanımayız. Dolayısıyla aramızdaki nesep bağı aslî değildir. Asıl olsaydı, geçici durumları kabul etmeyeceği gibi akrabaların birbirine yabancılaşmaları da söz konusu olmazdı. Kutsi hadisin devamında Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kendi nesebimi ise yükseltiyorum.’ Çünkü biz O’ndan ayrılmadığımız gibi kendisinden ayrılmamız da söz konusu değildir. Hakk da bizden ayrılmaz ve uzaklaşmaz. Nasıl olur da ‘avucunda bulunduğumuz’ ve ‘her nerede olursak olalım bizimle beraber olan’ kimseden ayrılalım? Varlık veya yoklukla nitelendiğimiz hangi durumda olursak olalım Allah Teâlâ bizimle beraberdir.

Sonra şöyle der: Takva sahipleri nerededir?’ Bunun üzerine hepimiz O’na doğru gideriz, çünkü içimizden her biri kendine gelen zorlukları uzaklaştırmada Allah Teâlâ’yı siper edinir. Bu anlamıyla takva, ‘Size denizde bir zarar isabet ettiğinde, O’ndan başka dua edecek kimseler kaybolur ayetinde belirtilir. Aynı zamanda her birimizi Hakk, kendisi hakkında kötü olduğu söylenen şeye karşı siper edinir. Kötülük okları bize fırlatılırken Hakk’a siper oluruz ve nahoş olan her şey bize nispet edilir. Bu durum Hakk’ı kendimize tercihimizden kaynaklanır. Böylece bütün insanların takva sahibi oldukları geçerli olmuştur.

Fakat takva iki kısımdır: özel takva ve genel takva. Bu ikisini ayıran şeriatlardır. Söylediğimiz meseleyi bilen, takva fiilini genel anlamıyla bütün yaratılmışlara yükler, insanlar katında bilinen takvayı dikkate alan ise, onu özel anlamda kullanır. Bu meseleye sadece şeriatın riayet etmesi nedeniyle dikkat çektik, çünkü şeriat bu konuya dikkat çekmiş ve riayet etmiştir. Öyle ki insan bu meseleyi öğrenip hakka’l-yakîn olarak idrak ederse, başkasına karşı üstünlüğü ortaya çıkar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bilenler ile bilmeyenler bir midir?

Allah Teâlâ bize sıla-ı rahmi emretmiştir. Rahman ise bizim için rahimdir ve bu nedenle biz ona döneriz. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın emrine itaat edenin sıla-ı rahim yapması kaçınılmazdır. O ise Rabbiyle sıla-i rahm yapar. Çünkü Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz, rahmimiz (yakan ve varlık sebebi) olması itibarıyla bize vasıl olmuştur. Allah Teâlâ rızık veren, metanetli, kuvvetli ve her durumda -ister emrine itaat edelim, ister günah işleyelim, yoluna uyalım veya uymayalım-nimet verendir. Allah Teâlâ hiçbir durumda kendi yönünden sıla-ı rahmi kesmez. Hâlbuki bilgisizliğimiz nedeniyle bizim tarafımızdan O’na dönük sıla-i rahm (akraba ziyareti) kesilebilir. Allah Teâlâ akrabalarla sıla-ı rahmi sadece Mutlu olsunlar diye emretmiştir. Her şahsın sadece selam vermekle bile yerine getirebileceği bir sıla-ı rahmi vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Sadece selam vermekle bile olsa sıla-ı rahim yapınız.’ Sıla-ı rahim yaptığımızda, yani rahme vuslat ettiğimizde (kavuştuğumuzda), gerçekte Allah Teâlâ’ya ulaşmış ve O’nunla sıla yapmış oluruz. Biz O’nu rahmimize yüklemiş olsak bile, Allah Teâlâ kendini bilir. Nitekim sadaka alıcının eline düşmezden önce Rahman’ın eline düşer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onların etleri veya kanları Allah Teâlâ’ya ulaşmaz, sizden takva duygusu Allah Teâlâ’ya ulaşır.’ Gerçekteyse her türlü kötülüğe karşı O’nun siperi olduğumuzu söylemiştik. Her insanın bir dostu olmalıdır ve hangi dinde olursa olsun dostunun haklarını gözetmelidir. Dostu nesep itibarıyla onun rahmi, yani akrabasıdır, çünkü anne ve baba bir kardeştirler. Bir insandan başka birine yönelik ortaya çıkan her iyilik, bir sıla-ı rahimdir (akraba ziyareti) ve Allah Teâlâ bir ihsan ve nimeti olarak onu herkesten kabul eder. Bununla birlikte insanlar arasında yakınlıkta bir derecelenme vardır.

Ali b. Ebu Talib el-Kayrevanî bu konuda şu beyitleri söylemiştir:

İnsanlar temsil itibarıyla eşit

Babaları Adem, anneleri Havva

Asılları bakımından nesepleri olsa

Kalkıp övünseler onunla;

Toprak ile sudur onların aslı

Demek ki üstünlük bilgi sahiplerinin

Delillere uyanlara rehberlik ederler

Herkes güzel gördüğü şeyi takdir etmiş

Cahiller bilgi sahiplerine düşman olmuş

Akrabalık iki kısımdır: Birincisi din akrabalığı, diğeri kan akrabalığıdır. İki akrabalığı kendinde toplayan kimse, sıla-ı rahimde önceliklidir. Sadece din bağıyla akraba veya kan bağıyla akraba olduğunda, din akrabalığı kan akrabalığının önündedir. Nitekim Allah Teâlâ mirasta böyle yapmış, din kardeşliği miras sebebi olmuşken dinde farklı olduklarında kan akrabalığı miras sebebi olamamıştır. Başka bir ifadeyle birisi Allah Teâlâ’nın birliğine iman eden diğeri inkâr eden iki kardeşten biri öldüğünde, ötekinin mirasta payı olmaz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘İki ayrı din mensubu birbirine varis olamaz.’ Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh değil fakat kardeşi Akîl, Peygamberin amcası Ebu Talip öldüğünde baba malına varis olabilmişti. Bir şahısla akrabalığını ve ilişkisini kesen kimse, hiç kuşkusuz, başka biriyle akrabalığı yerine getirmiş demektir. Allah Teâlâ’nın burada dikkate aldığı ise vuslat yönüdür, kesme yönü değildir. Çünkü Allah Teâlâ peygamberin diliyle şöyle demiştir: ‘Kötülüğün ardından iyilik yap.’ Yani akrabalığı kesmek gibi bir kötülüğün ardından iyilik yap, yani sıla-ı rahim gibi bir iyilik yap ki ‘o kötülüğü siler.’ Başka bir ifadeyle Zeyd ile akrabalık bağı kurmak ve ziyaretleşmek (sıla-ı rahim) Ömer ile akrabalığı kesmek günahını siler; hâlbuki her ikisi de kardeşidir. Allah Teâlâ ilişkiyi korur ve kesmez. Allah Teâlâ sıla-i rahmi koruyanı desteklerken kim akrabalık bağını ve sıla-i rahmi keserse, onunla (ilişkiyi) keser, çünkü Hakk, kişinin kestiği ‘rahmin’ kendisidir. Sıla-i rahimde işin failine dönük ilahi inayet varken kesmede tahkik, yani işin bu şekilde olduğunu bildiren bir kelime bulunur. Öyleyse âlemde en yakın ve en güçlü akrabaya vasıl olan (sıla-i rahm) vardır. Çünkü ‘rahimler’ içinde en faziletli sıla en yakın akrabayla sıladır (akrabalık bağının korunması). Ondan sonra ikinci yakın gelir. Sadakalar arasında en üstün sadakanın insanın kendi ağzına verdiği lokma olduğu zikredilmiştir, çünkü insana kendinden daha yakın biri yoktur. Allah Teâlâ ise kula kulun kendinden daha yalandır. Çünkü Allah Teâlâ ‘Biz ona şah damarından yakınız’ buyurur. Kul Allah Teâlâ ile sıla ve vuslat etiğinde, hiç kuşkusuz, en yakın olanla vuslat etmiş, akrabalar arasında en öncelikli olan sıla-ı rahmi yerine getirmiş demektir. Vahiy bunu böyle beyan buyurmuştur!

Bu nedenle Allah Teâlâ’nın rahmetinin genişliği her şeyi kuşatmıştır. Allah Teâlâ’nın rahmetini sınırlayan, onu kendisi hakkında sınırlamış olur. Gerçek söylediğimizden farklı olsaydı, rahmeti sınırlayan ve daraltana Allah Teâlâ’nın rahmeti ulaşmazdı. Yine de Allah Teâlâ rahmetinin hükmünü sınırlayanla sınırlamayıp ihsanından dolayı onu mutlak ve sınırsız sayanı bir tutmamıştır. Nitekim Allah Teâlâ kitabında rahmeti kayıtsız zikrederek ‘Benim rahmetim her şeyi kuşatmıştır’ buyurur. Bu nedenle her şey O’nun rahmetine tamah eder; bir kısmına rahmet zorunlulukla ulaşır-ken bir kısmına Allah Teâlâ’nın ihsanıyla ulaşır.

Bir gün İşbiliye’de bu yolda şeyhimiz olan Ebu’l-Abbas El Ureynî’nin -Batı Endülüs’ün Ulya şehrindendi-huzurundaydım. Bir adam huzuruna girdi, maruftan ve sadakadan söz edilmeye başlandı. Bunun üzerine adam şöyle dedi: ‘Allah Teâlâ yakınlar maruf ve iyilikte önceliklidir demektedir.’ Buna karşılık şeyhin ağzından şu sözler döküldü: ‘Allah Teâlâ’ya yakın olanlar!’ Böylece adamın heyecanını yatıştırdı. Gerçekte de durum öyledir ve Allah Teâlâ’dan daha yakın akraba yoktur. Allah Teâlâ tenzihin olmaksızın kendisinden uzaklaşılmayan ‘yalandır.’ Rahimler ve akrabalıklar ölümle birlikte sona ererken Allah Teâlâ’ya nispet edilen akrabalık sona ermez. Çünkü Allah Teâlâ her nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Biz ise kendi aramızda bazen sıla-ı rahim yaparken bazen ölümle veya kaybolmayla veya yer değiştirmeyle ilişkiyi keseriz. Dileğe ve suale ihtiyaç bırakmayan bir halle hangi hal karşılaştırılabilir ki! Kendini bilmeyen kimse, başkasının daha da cahilidir. Başkasını bilen ise kendini daha iyi bilir. Kendini bilen ise Rabbini bilir.

Üçyüzseksenyedinci bölüm, Yirmisekizinci sifir, c. XIV, sh: 234-238

***

ŞİFA MERTEBESİ

eş-Şafi İlahi İsmi

Şifa acıları gidermek

Ruhlar ve cisimler ona yönelir

işte bu söylediğimiz hakikat

Büyük efendiler ona delil

Şeriat onu destekler, bu nedenle onu getirdik

Akıllar ve hayaller onu destekler

Ben bir hastayım (illetli, malûl)

Bana kimse bildirmedi

Allah Teâlâ’nın eş-Şafi olduğunu

Gayret ettim, Hakk ise beni muhafaza eder

Ben telef olurken şifayı bilmem ki

Bir süre verdiğim sözü yerine getirdim

Yerine getirenin kendisi olduğunu bana bildirmedi

Her gruba göre, Hakk beni ispat eder

Severek; beni olumsuzlayarak da zuhur eder

Her şahsın Kur’an’dan bir suresi var

Okurken benim surem Li-ilafi (ülfet) suresi

Bu mertebenin sahibi Abduşşafi (şifa verenin kulu) diye isimlendirilir. Allah Teâlâ dostu Hz. İbrahim’in şöyle dediğini aktarır: ‘Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.

eş-Şafi hastalıkları gideren, gayeleri veren kimse demektir. Zira hastalıklar ancak gayelerin kaybolmasıyla-ortaya çıkarlar; gaye olmasaydı talep de olmaz, hastalık da olmazdı. Bu itibarla ‘şifa mertebesi’ sahiplerini gayelerine ulaştıran mertebe demektir. Demek ki belli bir gayenin olması kaçınılmazdır. Gaye ile kendisinde bulunduğu ve iliştiği kimse arasında engel meydana gelirse, hastalık ortaya çıkar. Gayeye ulaşmak hastalıktan şifa bulmaktır, gayeye ulaştıran ise şafi, yani şifa verendir. Öyle kimseler gördük ki, onlar, göreli olarak daha çetin ve ağır acıları ortadan kaldırmak üzere acı veren birtakım durumları aramışlardır. Bu sayede o acılar kendilerine daha kolay gelmiştir. Öteki acıları kolaylaştıran söz konusu acılar, o kişiler için şifa ve afiyet sayılır, çünkü onlar şiddetli acıları ortadan kaldırmak üzere aranmışlardır. Bu acılar ‘acı’ oldukları için talep edilmemişlerdir; zaten acı ve elem, özü gereği talep edilmez, insanlar acıları vehimde daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmak üzere talep etmişlerdir. Bir diken batması bile olsa, acı her ne zaman bulunursa hüküm ona aittir ve acıya maruz kalan insan hiç kuşkusuz onu ortadan kaldırmak ister. İnsan bir acıyı talep ederken, onu ancak daha şiddetli bir acıyı ortadan kaldırmayla ilgili olduğu vehmiyle talep eder. Daha çetin acıya aşina olmak üzere talep edilen acı meydana gelip de şiddetli acı ortadan kalktığında, bu kez daha önce talep edilen acı insan için çetin bir acıya dönüşür, o da ya afiyet arayarak veya içinde elem bulunmayan başka bir sebeple onu ortadan kaldırmak ister.

Bir rivayette şöyle denilir:

‘Allah Teâlâ’m! Üzüntüyü gider, ey insanların Rabbi! Sen şifa ver, eş-Şafi sensin. Senin verdiğin şifadan başka şifa yok.’ Allah Teâlâ’nın verdiğinden başka şifa yoktur. Bununla birlikte her şey O’nun tarafından yaratılmıştır. Bu nedenle Hz. İbrahim salla’llâhu aleyhi ve sellem ‘O bana şifa verir’ der. Allah Teâlâ bize Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e de salât ve selam getirmemizi emretmiştir. Allah Teâlâ yoruma açık bir iş meydana getirmiş, Hz. İbrahim ise ihtimali ortadan kaldırarak (şifayı Allah Teâlâ’ya izafe etmiştir). Zaten İbrahim’e insanlara indirilen vahyi açıklaması emredilmişti. Zira indirilen vahiy ancak hidayet, yani açıklamasıyla kendileri adına meydana gelecek bilgiye göre bir rahmet ve beyan olarak indirilmiştir. Hz. İbrahim ‘O bana şifa verir’ demiş, şifanın eş-Şafi’ye ait olduğunu belirtmiş, başkasının şifasından söz etmemiştir. Hz peygamber de bir duasında şöyle der: ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yok!’ Allah Teâlâ’nın ilaçlarda yaratmış olduğu şifa ve hastalıkları giderme özelliği hakkında bir ihtimal ve imkân ortaya çıkar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise hadisinde hastalığı gideren her şeyin Allah Teâlâ’nın verdiği şifa olduğu, O’nun şifayı hastalığı gideren ilaçlara yerleştirdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu yorumla Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sebepleri kabul etmiş, bütün sebepleri Allah Teâlâ’ya irca etmiş demektir. Sebepleri ispatlarken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in gayesi buydu. Çünkü âlemdekiler, Allah Teâlâ’nın şifasını bir sebep olmaksızın bilemez. Bununla birlikte onlar, şifa verenin Allah Teâlâ olduğuna da inanırlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in hadisinin şifa verenlerin varlığını ispat anlamında olması da mümkündür; fakat onlar şifa verme fiilinde Allah Teâlâ’nın yerini alamazlar. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Senin verdiğin şifadan başka şifa yoktur’ der. Birinci yorum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamına daha yakındır. Şifa bahsinde (ilaçlar nedeniyle) bir ihtimal ortaya çıktığı için, söz konusu ihtimalin bu anlamda yorumlanması Hz. İbrahim’in sözünde yer alır. Bu nedenle bize (Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ile arasındaki ilişki nedeniyle) namazda Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e olduğu gibi Hz. İbrahim’e salât ve selam getirmemiz emredilmiştir. Allah Teâlâ için salât rahmet olduğu kadar şifa da rahmetin tezahürüdür. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı, sebepleri kullanma vesilesiyle gerçekleşen şifaların da Allah Teâlâ’nın şifası olduğunu beyan etmiştir. Çünkü âlemden sebeplerin bütünüyle kaldırılması mümkün değildir. Bir rivayette Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu her hastalık için bir ilaç yarattığı belirtilir. Salât ve selam ile birlikte Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e İbrahim’e verdiği nimeti vermeyi irade etmiştir. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’de bulunan başkasında yoktur. İşte Allah Teâlâ’nın peygamberinin iyiliklerinden bir iyilik ve güzellik olan Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh şöyle der: ‘Beni hasta eden doktordur.’ Hz. İbrahim ise ‘Hasta olduğumda bana şifa verir’ demiştir. İki ifadeye baktığında, Hz. Ebu Bekir’in sözünün daha doğru olduğunu görürsün. Bununla birlikte iki sözdeki edebe baktığında, Hz. İbrahim’in sözünün daha edepli olduğunu görürsün, çünkü hiç kimsenin edebi peygamberliğin edebine ulaşamaz. Nitekim Hz. Musa aleyhisselâmın öğretmeni ‘Ben onu ayıplamak istedim.’  ‘Rabbin ise o ikisinin baliğ olmasını irade etmiştir’76 der. Hz. İbrahim’in dili böyleydi.

Her vaktin bir hali var ki onu söyler

Her halin bir manası var ki onu tahkik eder

Hz. İbrahim’in ‘hastalandığımda’ ifadesi sözün bitimi, ‘bana şifa verir’ ise başlangıçtır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Senin şifandan başka şifa yoktur’ ifadesi ise ‘sonun sonudur’. Bu nedenle daha tamdır ve her ikisini birden söylemek daha uygundur. Allah Teâlâ Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem için Hz. İbrahim’e salât ve selam getirdiğimiz gibi kendisine salât ve selam getirmeyi emretmekle her iki durumu birleştirmiştir. Allah Teâlâ bize Hz. İbrahim’in dinine (millete) uymayı emretmiştir, bunun nedeni onun bu konudaki önceliğidir, yoksa Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’e göre daha Hakk sahibi olmasından dolayı değil! Burada zaman hüküm sahibidir, yoksa mertebe hüküm sahibi değildir.

Aynı durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den sonra gelen halifelikte de tezahür eder. Allah Teâlâ’nın hikmeti -ömürlerine göre-halifeliği önce Hz. Ebu Bekir’e, sonra Hz. Ömer’e, sonra Hz. Osman’a, sonra Hz. Ali’ye [radıya'llâhu anhüm] vermek şeklinde tecelli etmiştir.

Bununla birlikte her birinin kendisinden önceki halifenin devrinde de halifelik ehliyeti vardır. Bu itibarla onlardan hangisi önce halife olsa, ötekinin kendisine uyması gerekir ve bunun aksi düşünülemez. Bununla birlik-te Allah Teâlâ halifeliği ömürlere göre tertip etmiş, herhangi birisi önce gelen veya sonra gelen halifeliği hak etse bile görevinden azledilmemiştir. Sahabe ise bu durumu ancak ölümle birlikte öğrenmiştir. Bu ilâhı beyana rağmen arzu sahipleri kendi arzularına, oyuna dalmışlardır; hâlbuki iki göz, bir dil ve iki dudak sahibi olanlar için gerçek apaçıktı! Allah Teâlâ’dan bizi arzulara uymaktan korumasını temenni ederiz. Bütün bunlar, İlâhî şifalardır. Onları kullanmak taassup ve cahiliye hamaseti hastalığını giderir.

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:59-63

***

SONRA GELME MERTEBESİ

el-Ahir İlahi İsmi

Allah Teâlâ ne İlk ne Son’dur zira .

Dönen âlemi korumak irade eder

Alem kendini koruyamaz

Yaratılmış aciz diye nitelenmiş

el-Ahir ismiyle korur âlemi Allah Teâlâ

Bir ötekine bağlansın diye

Bize her şey bir devir (döngü) demiş

İlk sona bağlanmış

O zatını bize göstermiş

Bâtın ve zahir suretinde

Bu mertebenin sahibi Abdulahir diye isimlendirilir. Onun sınırı birinciden sonra gelen İkinciden başlayarak en aşağıdakine kadar uzar. Allah Teâlâ el-Ahir diye isimlendirilendir, çünkü O hiç kuşkusuz ilk olmak mertebesinden sonra gelmek hükmüne de sahiptir. Sonra gelen birinci olmayı hak ettiği halde geride kalışının en basit ve açık nedeni zamandır, çünkü her bakımdan kendisinde ehliyet vardır. Birinin geride kalıp ötekinin öne geçmesinin hükmü zamana aittir.

Buna misal olarak Hz. Ebu Bekir’in, Hz. Ömer’in, sonra Hz. Osman’ın, sonra Hz. Ali’nin -Allah Teâlâ hepsinden razı olsun-halife olmalarını verebiliriz.

Her birisi öncelik sahibi olduğu gibi halifeliğe de ehildirler. Birinin önce gelip diğerinin sonra gelmesinde halifeliğin şartı olan herhangi bir üstünlük etkili olmamış, burada söz konusu olan tek âmil zamandır.

Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ömer’den önce, Hz. Ömer’in Hz. Osman’dan önce Hz. Osman’ın Hz. Ali’den önce vefat edeceği sabittir. Hepsinin Allah Teâlâ katında bir değeri ve hürmeti vardı ve bu nedenle Allah Teâlâ hepsini fiilen gerçekleştiği üzere halife kılmış, eceli daha önce gelenleri öne almıştır. Benim görüşüme göre, önce halife olan kişi, diğerlerinden üstün olduğu için halife olmamıştır. En iyisini Allah Teâlâ bilir de, önceliğin ecellerle ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü iki halifeye biat edilmiş olsaydı, bu konudaki nas nedeniyle, öteki öldürülecekti. İnsanlar Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhe biat etmeden diğer üçünden birine biat etmiş olup Allah Teâlâ’nın bilgisinde Hz. Ebu Bekir’in halife olacağı takdir edilmiş olsaydı, halife olmazdı. Üçten biri görevinden alınıp Hz. Ebu Bekir yerine getirilseydi, azledilene saygısızlık olur, görevinden almaya çalışan kişi hak ettiği bir işi ondan zorla almış sayılır, hevaya uymak, zulüm işlemek ve halifeye karşı haddi aşmak suçlarını işlemiş olurdu. Buna mukabil görevinden alınmasaydı Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh halife olmaksızın onun halife olduğu dönemlerde vefat etmiş olacaktı. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın bilgisinde böyle takdir edildiği için Hz. Ebu Bekir’in halife olması gerekecekti. Bu nedenle eceli önce geldiği için diğer arkadaşlarından önce halife olması zorunlu olmuştur. Aynı şey Ömer İbnu’l-Hattab, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan için geçerlidir. [radıya'llâhu anhüm]  Önce halife olanlar bu göreve diğerlerinden daha layık olmadığı gibi geride kalan da ehil olmadığı için geride kalmış değildir. İnsanlar bunu anlamamıştır. Allah Teâlâ halifelerin ecellerini izhar edip halifelikteki sürelerini gösterdikten sonra, bizce, önceliğin ecellere bağlı olduğu belli olmuştur. Ya da bu hususta bizim bilmediğimiz Allah Teâlâ katında başka bir neden vardır. Allah Teâlâ onların hepsi için halifelik mertebesini muhafaza etmiştir. Geride kalmak ve önce gelmenin hükmü budur.

İlk olmak Allah Teâlâ’ya aittir, çünkü Allah Teâlâ her şeyi yaratandır. Son olmak da Allah Teâlâ’ya ait bir niteliktir, çünkü Allah Teâlâ ‘Bütün iş O’na döner’ buyurur. Başka bir ayette ‘O’na döndürüleceksiniz’, başka bir ayette ‘Dikkat edin işler Allah Teâlâ’ya döner’ denilir.

Demek ki Allah Teâlâ Evvel olduğu gibi aynı zamanda Ahir’dir.
Evvel ile Ahir arasında ise bütün İlâhî isimlerin mertebeleri ortaya çıkar.

el-Ahir’in hükmü her işin kendisine dönmesiyle gerçekleşir. Binaenaleyh Allah Teâlâ evvel olduğunda insan-ı kâmil ahir olur, çünkü o ikinci mertebededir ve halifedir. Aynı zamanda tabii yaratılışı bakımından da sonra gelir (ahir), çünkü insan son türeyendir. Allah Teâlâ onun halife ve imam olmasını irade edince âlemi yaratmış, hazırlamış, düzenlemiş, itidal vermiş, gerçek bir memleket olarak tertip etmiştir. Alem cemaat olmak üzere istidad kazandığında, Allah Teâlâ insanın tabii cismini (beden) yaratmış, İlâhî ruhtan üflemiş, onu kendi suretinde yaratmıştır. Bunun nedeni insanı halife olarak yaratmış olmasıdır. İnsan cismiyle ortaya çıkmış, ona Âdem denilmiş, Allah Teâlâ kendisini yeryüzüne halife olarak görevlendirmiş, melekler ile onun arasında Allah Teâlâ’nın kitabında bize aktardığı hususlar gerçekleşmiş, Allah Teâlâ imamlığı kıyamete kadar Âdem’in oğullarına bırakmıştır.

İnsan İlâhî surete göre son olduğu gibi tabii doğal ve kevnî suret itibarıyla da sondur.

O halde Âdem hem nefs hem cisim bakımından sondur. İnsan âlemin işinin kendisine dönmesi itibarıyla sondur. Bu itibarla insan maksat olan varlıktır. Dünya onunla mamur olduğu gibi bilfiil onunla var olur. İnsan kendisinden ayrıldığında dünya yok olur, gökler parçalanır, yıldızlar dağılır, güneş söner, dağlar yürütülür, develer yavrularını düşürür, denizler kaynar, dünya yurdu bütünüyle harap olur, insanın oraya göçmesiyle birlikte mamurluk bu kez ahirete intikal eder, cennet ve cehennem mamur hak gelir. Artık dünya bir yer olmaktan çıkar ve sadece cennet ve cehennem vardır. Demek ki ilk, yani evvel ismi birinciye aittir ve orası dünya hayatıdır; ahir, yani son ismi ise otelcine aittir ki o da ahirettir. Allah Teâlâ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir’ diye hitap etmiştir. Çünkü ahir(-et; sonra gelen) ardında bir amacın bulunmadığı yerdir. Bu anlamıyla ahiret, gaye demektir. O dereceye ulaşan kişi başka bir yere intikal etmez. Dolayısıyla ahir (veya ahiret) sübût, beka ve devamlılık özelliğine sahiptir. Evvel ise öyle değildir ve o gaye demek olan ahir’e varana kadar bütün mertebelerde intikal eder; oraya ulaşınca durur. Bu nedenle Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ahiret senin için ilkinden daha iyidir, Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın.’  Allah Teâlâ ona beka, devamlılık, kendisinden ayrılmanın olmadığı sürekli nimet vermiştir. Bu da söz konusu mertebenin hükmünün bir neticesidir. ‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:128-131

***

Yüz otuz ikinci bölümden efendiliğin kulluk demek olmasıdır:

Efendi hizmetkârdır. Bu itibarla efendi de kendi kulluğunu yerine getirendir ve bu sayede efendiler birbirinden ayrışır. Kul irade edilen ve irade sahibini dile getiren kişidir. Efendi başkasına göre bu adı almaya daha layıktır. Çünkü bütün hayırlar onun elinde olduğu gibi onun hükmü ve maksadı işler. İşin başında ve sonunda emir O’na aittir. Kulu hakkında kulu adına hüküm verir. Kulu için hüküm veren O’dur. Kendisi için hüküm vermiş olsaydı kutsiyetinde kalırdı.

Hal böyleyken kulluk karşısında efendilik nerededir?

Her efendim dediğinde

‘Benim sahibim sensin’ dedi bana

Vallahi! kulumun varlığı engel oldu

Yollarımın üzerinde

Bizi O’ndan kimse çevirtemez

Bütün idrak edilenlerde

Ne aynıyım ben O’nun

Ne de ortağım fiiline

O öyle bir sahip ki

Malik olduğunu iddia etmez

Ben hizmetkârım

Kölelerine inayet eden biri

Dedim ki: Ey Rabbim!

Tehlike yollarından koru beni ‘

‘Duydum’ dedi ‘Benim yanımdasın’

Korunmuş kimselerdensin

Gıpta edilen bir mutluluk içerisinde    -

İdrak ehlinden biri!

Hükümdar olma! Çünkü hükümdar köle ve memlûk olduğu kadar aynı zamanda onun güneşi de batıcıdır. Salik mücahede edenlere ve yol ehline katılmış olması itibarıyla sülukuyla aldanır. Sen kimin elini tutarsan (kimin kölesi olursan, sana hizmet ederken) onun alnı terler. Kim efendi olursa, yorulur ve işleri artar. Allah Teâlâ onu sürekli bir kedere ve daimi bir endişe haline yerleştirmiş demektir. Çünkü hükümdar hakimdir ve kölesi üzerinde ancak onun haline göre hüküm verir. Binaenaleyh hükümdar güçlü halde zayıf, katı iken yumuşak, zayıflık içinde güçlü olandır. Efendi kölesine (ve yönettiklerine) hizmet etmeyi terk ederse, görevinden düşer ve efendilik mertebesine haksızlık edenlerden olur. Binaenaleyh efendi hemcinslerine hizmet ediyor görünürken sadece kendisine hizmet etmiştir.

Yüz otuz üçüncü bölümden latifeleşmenin salâbet ve katılık olmasının sırrıdır: Mizah yaptığında onu az yapıp sıkıntıya yol açma! Mizah yaparken doğruyu söyleyen (hakka uyan) kişi kendi kurtuluşu için çalışmış demektir. Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin maruz kaldığı durum ancak latifeleşmesi ve şaka yapmasından kaynaklanmıştı.

Ebu Hureyre radıya'llâhu anh topuğuna (şakayla) bir taş attığında müstağni bir üslupla Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhe şöyle demiştir: ‘Bu nedenle seni geride bıraktılar da emir yapmadılar.’ Doğruysa bu rivayet yeterlidir. Yaşlılarla ve hali değişenlerle şaka yapabilirsin, fakat her durumda doğruyu ve iyiyi söylemelisin. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamı ve görevi onu yaşlılarla şakalaşmaktan alıkoymamış ve şöyle demiştir: ‘Yaşlılar cennete giremeyecektir.’ Yani Allah Teâlâ’nın kendisinin üzerindeki ihsanını öğrenmeden cennete giremeyecektir. Allah Teâlâ onu gençlik haline döndürecek, gençlik elbiseleri giydirecektir. Mizah böyle yapılmazsa insana eziyet olurken asil bir insanın başkasına eziyet etmesi uygun değildir. Bu söze bir halle ulaşmak mümkün değildir. Dindeki salâbeti ve katılığı olmasaydı, mizah yapmazdı. Çünkü mizah gözleri hakikatten perdeliler nezdinde saygınlığı ve vakarı ortadan kaldırır. Hünnad kıssasında Allah Teâlâ’nın fiiline bakınız? Allah Teâlâ o kişiyi ateşten çıkartıp sınadığında, adam en sonunda ‘Sen âlemlerin Rabbiyken benimle alay mı ediyorsun?’ diyerek Rabbini güldürmüştür. Allah Teâlâ zaten onun böyle bir söz söylemesini istemiş, bu nedenle kendisini helak etmemiş, ona mal ve mülk vermiş, sahip kılmıştır. Bu olgu ve hakikat her yola nüfuz etmiş, her düsturda ve ahlakta ortaya çıkmış, varlığa yayılmış, gören ve görülen üzerinde hüküm vermiştir. Nimetlerden birisi olmasaydı, onunla nimetlenmek mümkün olmaz, saygın peygamber böyle bir ahlakla nitelenmez, yaratılmış ve kadimde hükmü Ortaya çıkmazdı.

Ey insan! Terazide haksızlık yapma, eksik ölçme! Adil ve dengeli ölç, tartıyı bozma, makamında dur ve oradan ayrılma!

Otuzüçüncü Sifir, c.XVII, sh:307-308

**

ÜÇ YÜZ DOKSAN ALTINCI BÖLÜM

'Bilgileri ve ilimleri toplayanı kendimden perdelerim' Münazelesinin Bilinmesi

Bu menzil Muhammedi mertebeden öğrenilir.

Dikkat edin! Bütün işler

Allah Teâlâ’ya döner

Sen ey dünya!

Bir aldanıştan ibaretsin

Takva ehli onun hilesinden emin değil bilseler bile

Günahkârlar nasıl emin olsun ki?

Hakkın sıfatı tuzağında âlemde

Onun tuzağı hakkında bir şuurumuz yok

O kendi halinde nitelenmiş olsaydı

Korkutucu ve müjdeleyen kendisine ait olurdu

Kendiliğinde onları tasdik eden kimse

Bakarız ki ölüm değirmeni üzerimizde dönmekte

Benim onda ve onun nezdinde bir öğüdüm var ki

Hatırlatır bana el-Habir’i

Onun vasıtasıyla kul dünyada ulaşır

Diriliş gününde Hakkın kemal niteliğine

O geçerken benim yarımımdadır

Bunu inkâr eden kimse zalimdir

Onun mizanı kendindedir

Onu bilen âlim ve kadir

Mesela fiilde Ahmet es-Sebtî gibi

Allah Teâlâ işlerin gemini eline vermiş

Kul ancak O’nun isimlerini izhar eder

O açıklayan ve bağışlayandır

Allah Teâlâ Ruhu’l-Kuds ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki, kendinde Allah Teâlâ kulunun tanıyamayacağı kadar yücedir. Bu bakımdan O’nu tanımak ve bilmek, imkânsızdır. Bizim bilebileceğimiz yegâne şey, nispetler, mümkünler veya onlara nispet edilen şeylerdir. O halde marifet, mümkünlerin zatlarıyla ilgili olduğu kadar bilgiler de O’na nispet edilen şeylerle ilgilidir. Böylece düşünme ve nazarî inceleme olmaksızın, zorunlu bir şekilde zatları ve dış varlıkları biliriz. Nefis onları Allah Teâlâ’nın kendisine yerleştirdiği bir güçle algılar ve onlara ait nispetleri öğrenir. Bu bilgi, onların nitelikleri veya haklarındaki hükümlere dair nazarî delille veya masum peygamberin getirdiği haberle elde edilen bilgi demektir. Bunun dışında, bu konudaki bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Hüküm ve haberler ise sonsuzdur. İncelemeye kalkan araştırmacı, onları bir araya getiremez, dağıtır. Allah Teâlâ kullarından bir kısmının onları toparlamasını istemiştir, yoksa öğreninceye kadar bu çokluğu incelemelerini irade etmemiştir. Bunun yanı sıra bazı kullarına onları öğrenmek üzere nazarî araştırmayı mubah kılmıştır. Bu durum nazar hakkındaki ifadesinde geçer ki, bu ayet, ‘ta ki onun Hakk olduğunu öğrenirler’ ayetidir. Öyleyse bilgileri toplama hususunda kendinde bir dağılma gören kimse Hakka delil oluşları bakımından bilgileri görmüş değildir. Bu durumda o bilgiler Hakka delil oldukları bağlamdan insanı perdelerler. Böyle bilgilere misal olarak aritmetik, geometri, matematik, mantık ve doğa bilimlerini verebiliriz. Bu alanlardaki herhangi bir bilimde Allah Teâlâ’yı bilmeye götüren bir yol ve delil vardır. Fakat insanların çoğu söz konusu bilime Allah Teâlâ’yı gösteren yönü aramak üzere eğilmez. Bu durumda bilim eleştirilir ve onun Hakka delil olduğu yön görülmez olur. Allah Teâlâ bazı insanların dikkatlerini bütün bilinenlerin Allah Teâlâ’ya delalet yönlerini aramaya çeker. Allah Teâlâ o delilleri bilinenlere taksim etmiştir. Onun aradığı, Allah Teâlâ delil olacak husustur. Bu durumda onun bilinenlerde dağılmış delilleri toplamasının Allah Teâlâ’dan perdelenmeye yol açacağından kuşku duymayız. Başka bir ifadeyle herhangi bir yaratılmışın kabiliyetinde olduğu kadarıyla Allah Teâlâ’dan öğrenebileceği yönden o bilgiler kendisini perdeler. Onu bu bilgiye ulaştıracak yegâne yol, bütün bilinenleri ve bütün âlemi zihninden uzaklaştırarak, boş bir kalple Allah Teâlâ karşısında huzur, murakabe ve dinginlik halinde oturmasıdır. Kalbiyle Allah Teâlâ ismini zikreder ve kendisini Allah Teâlâ’yı bilmeye ulaştıracak delil aramaz. Bu itibarla kapıya bağlanıp zikrederek kapıyı çalması, Allah Teâlâ katından ona verdiği bir rahmettir. Yani belirttiğimiz davranışa Allah Teâlâ’nın kendisini ulaştırması ve bunu ona ilham etmesi Allah Teâlâ katından bir rahmettir. Böyle yaptığında Hakk Hızır ve benzerlerinin talim işini üstlendiği gibi, müşahedeye ulaşacak şekilde ona öğretim işini üstlenir ve Allah Teâlâ ona katından bilgi öğretir. Bu bağlamda Allah Teâlâ Hızır hakkında ‘Ona katımızdan rahmet verdik ve ledünden bilgi öğrettik’  buyurur. ‘Ledün’ derken kastedilen, Hızır ile Allah Teâlâ arasındaki özel yöndür. Bu yönüyle ‘özel yön’ bütün yaratıklar ile Allah Teâlâ arasında sabittir. Çünkü sebeplerin sonuçlarda (gerçek anlamda) müessir olması imkânsızdır (müessir özel yönden Hakk’tır). Sebeplerin etkisi hakkında söylenen, Hz. İsa hakkında söylenmiş olan ‘zahir dilidir.’ Hz İsa aleyhisselâm için ‘Ona üfler ve Allah Teâlâ’nın izniyle kuş olur’  denilir. Senin üflemenle değil demektir. Üfleme zahirde var olma sebebidir. Var olma ise gerçekte ilahi izinden meydana gelebilir. (Her varlık ile Allah Teâlâ arasındaki) Özel yön, kulların arasından peygamberlerin veya (hadiste belirtildiği üzere) ‘Hakka yakın meleğin’ bile muttali olamadığı yöndür.

Melek veya peygamber veya veli gibi bir şahsa Allah Teâlâ’nın en büyük inayeti, başka bir yöne değil, kendisini ‘özel yöne’ muttali kılmış olmasıdır. Nitekim Hızır Hz. Musa aleyhisselâma şöyle demiştir: ‘Ben Allah Teâlâ’nın bana öğrettiği ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim.’ Çünkü Hızır o bilgiyi Allah Teâlâ ile kulu arasındaki ‘özel yön’den (vech-i has) almıştı. Allah Teâlâ bir kuluna inayet ettiğinde, o özel yönü kuldan başkası öğrenemez. Her yaratılmışın (Allah Teâlâ ile kendi arasında) böyle bir yön vardır. Allah Teâlâ o yönden kendisine pek çok şey öğretir. Fakat kulların bir kısmı bu bilgilerin özel yönden geldiğini bilemez. Özel yönden gelen bilgiler, öncesinde fikir veya düşünmenin bulunmadığı tüm zorunlu bilgilerdir. İnayet sahibi insan, Allah Teâlâ’nın o bilgiyi sahibine özel yönden verdiğini bilir.

Sonra Hızır, Hz. Musa’ya şöyle demiştir: ‘Sen de Allah Teâlâ’nın sana verip benim bilmediğim bilgiye sahipsin.’ Hz. Musa aleyhisselâm kendi özel yönünü bilmiş olsaydı, o yönden kendisine gelen bilgiyi de bilirdi; onu bilmiyorsa, Hızır onu öğrenmesi için Allah Teâlâ’ya dua etmesine dikkatini çekmiştir. Bütün eşyayı bu özel yönden bildiğinde, o bilgi bu müşahedeye eşlik eder. İlahi işler ve eşya Allah Teâlâ’dan meydana gelir ve bu bilgi sahibi onlara bakar. Dolayısıyla âlemde gördüğü çokluk kendisini engellemez. Bu durum Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhin ‘Gördüğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ ifadesinde dile getirilir. Bu söylemesinin nedeni, daha önce söylediğimiz gibi, eşyanın yaratılış yoluyla Allah Teâlâ’dan çıkışını görmüş olmasıdır. Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anh sürekli müşahede halindeyken eşyanın yaratılışı gerçekleşmektedir. Bu sayede Allah Teâlâ’dan meydana gelen herhangi bir şeyden önce bizzat Allah Teâlâ’yı müşahede eder. Bize ulaştığına göre, Allah Teâlâ ile her bir yaratılmış arasındaki özel yöne (vech-i has) ve kendini müşahede halinde bütünüyle Allah Teâlâ’ya veren birinin kalbinde o yönden gelecek bilgilere Hz. Ebu Bekir radıya'llâhu anhden başkası dikkat çekmemiştir. Fakat biz bu husustaki bilgiyi Hz. Ebu Bekir’in uyarısından almadık, çünkü biz onun kastettiğini anlamadık veya onun sözleri üzerinde düşünerek bu bilgiyi elde etmedik. Allah Teâlâ bize inayet etmiş ve herhangi bir sebep olmaksızın ansızın bilgi bize gelmiştir. Daha önce özel yön hakkındaki bu bilgiyi bilmiyorduk. Bu nedenle bize ansızın gelen bilgiyi yadırgadık ve ‘bu bilgi de nereden çıktı?’ dedik. Allah Teâlâ bize özel yön kapısını açtığında, Hakk’tan özel yönden bize ait hususları öğrendik. Bunun yanı sıra onun Allah Teâlâ’dan kendisinden var olan her varlığa yönelik ‘özel yön’ olduğunu anladık. Bunun üzerine kapıya bağlandık ve sekinet bulduk.

Özel yönün bilgisine ulaştığını iddia eden insanın şeriatın edebine uyması gerekir. Bununla birlikte gerçekleşmesi zorunlu ilahi takdirin ona nüfuz etmesiyle günah meydana gelebilir. Kişi öyle bir davranışı günah ve şeriatın emrine aykırılık olarak görürse, onun özel yönden bilgi aldığı bilinir. Şeriata aykırı davranışın ‘günah’ olmadığına inanırsa, Allah Teâlâ’nın onu özel yöne muttali kılmadığını ve bu konuda ona kapı açmadığını biliriz. Böyle bir insan, Allah Teâlâ’nın kendisine değer vermediği biridir. Çünkü özel yönden bilgi alanlardan daha çok şeriat karşısında edepli davranan ve -bir ümmi gibi-onun Hakk ve hakikat olduğuna inanan başka kimse yoktur. Özel yönden bilgi alanlar, işleri oldukları hal üzere bilen kimselerdir. Bu nedenle onlar, şeriatın emri ve teklifi karşısında kendi paylarıyla onu getiren peygamberin ve onunla yükümlü sıradan insanın nasibinin bir ve eşit olduğunu bilirler. Bu bağlamda teklif alanında kimsenin diğerine bir üstünlüğü yoktur. Çünkü şeriat, başka bir nedenle değil, bizatihi kendisi nedeniyle gelmiştir. Şeriatın genel hitabında herhangi birine haram olan bir iş, bir tahsis olmaksızın, herkese haramdır. Özel yönden bilgi (aldığını iddia eden insan), belirli bir şahıs hakkında haramın helal olduğunu ileri sürerse, zahirde kınanır ve bütün âlimlere göre kâfir olur. Aynı zamanda özel yönden bilgi aldığı iddiasında da yalancıdır. Çünkü özel yönün bilgilerinin en özeli, şeriatların getirdiği bilgilerdir. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, kızı Hz. Fatıma aleyhisselâmın üzerine eşi Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhin Ebu Cehil’in kızını kuma getirmek üzere evlenme teklifi yaptığı kendisine söylendiğinde şöyle demiştir:

‘Fatma benden bir parçadır, onu üzen, beni üzer, onu sevindiren, beni sevindirir. Fakat Allah Teâlâ’nın helal kıldığı bir şeyi haram ve helal kıldığı bir şeyi de haram yapamam.’

 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kendisini bilmekle birlikte özel yön ona haramı haram, helali helal olarak bıraktırmış, Hz. Ali’nin Ebu Cehil’in kızıyla evlenmesini yasaklamamıştı, çünkü onunla evlenmesi helaldi. Fakat şöyle demiştir: ‘Onunla evlenmek istiyorsa, kızımı boşamalıdır. Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki, Allah Teâlâ düşmanının kızıyla Allah Teâlâ peygamberinin kızı aynı adamın eşi olamaz.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem kızını övmüş, Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anhde niyetinden vazgeçmiştir. Özel yön (teklifin düştüğünü ileri süren) tartışmacının iddia ettiği bir bilgiyi insana getirseydi, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda öncelikli olurdu. Hâlbuki öyle yapmamıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem en yetkin keşif, en genel hüküm ve en geniş pay sahibiydi, çünkü en büyük efendi O’dur.

Her şahsın özel bir vasfı olmalıdır. Söz konusu vasfı ve niteliği ona Allah Teâlâ özel yönden vermiştir. Söz konusu nitelilde Allah Teâlâ, hakkında Mutlu olmayacağı ve her şeyi kuşatan ilahi rahmete eremeyeceği söylenenleri ahirette Mutlu kılar. (İlahi rahmet herkese ulaşır), çünkü o rahmet, tahsis (özel) yönünden sudur etmiş, âlimi, cahili, itaatkârı ve günahkârı kuşatmıştır. Allah Teâlâ bizi bütün hallerinde rahmetin ulaştığı kişilerden etsin. Bu haldeyken O’na kavuşalım. Ayrıca özel yönü tanıdıktan sonra şeriatın diliyle kınanmayanlardan etsin! Müçtehitlerin ve şeriatlerin bütün hükümleri, özel yönden ortaya çıkmıştır. Herhangi bir kitaba veya delile bakmaksızın, rüyanın (tabir) gücüyle yorumlanması bu özel yönden mümkün olabilir. Onu elde etmek isteyen kimse, söylediğimiz şartlara uymalıdır. [1]

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Yirmisekizinci sifir, c.XIV, sh:312-317

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 [1] Ancak Hz. Rasûlu'llâh salla’llâhu aleyhi ve sellem bu olaydan sonra Hz. Ali kerrema’llâhu vechehû ve radıya'llâhu anh Efendimize çok kırılmıştı,  arayı ancak Hz. Osman radıya'llâhu anh düzeltebildi.

Kırkdokuzuncu Menâkıb:

 Osmân “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden süâl etdiler. Yâ Emîr-el mü’minîn! Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri hakkı için söyle ki, bu makâma ne ile ulaşdın. Cevâb verdi ki, Kitâbullahı sağ tarafıma koydum. Sünnet-i Resûlullahı sol tarafıma koydum. Bilirdim ki,  Allahü teâlâ hazretleri benim sırlarımı bilir.

Haberde gelmişdir. Hazret-i Alî kerremallahü vecheh ve radıyallahü anh”, Fâtimâ-tüz-zehrâ “radıyallahü teâlâ anhâ” üzerine bir başka hanım dahâ almak istedi.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine kerîh [Nefse kerahetlik vercek kabahat] gelip, Hazret-i Alî’ye üzüldüler.

Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü  teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.

Ömer-ül Fârûk “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv etmedi.

Osmân bin  Affân  “radıyallahü teâlâ anh” şefâ’at etdi.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem afv buyurdular.

Sonra sordular ki,

Yâ Fahr-i âlem ve yâ seyyid-i veledi benî âdem! neden Ebû Bekr ve Ömerin şefâ’atini kabûl etmediniz de Osmânın şefâ’atini kabûl edip, afv etdiniz.

Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki,

(Bir kimsenin şefâ’atini kabûl etdim ki, Allahü tebâreke ve teâlâ hazretlerine hitâb edip dese ki, yâ Rab! Bu yer ile gökü yer değişdir, yer değişdirir. Veyâ dese ki, yâ Rab! Ümmet-i Muhammedin cümle âsîlerine rahmet eyle! Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri şefâ’atini kabûl edip, cümlesini afv eder.)

Kaynak: Seyyid Eyyûb bin Sıddîk , MENÂKIB-I ÇİHÂR YÂR-İ GÜZÎN (Dört Halîfenin Üstünlükleri),Hakîkat Ltd.Şti. Yayınları No: 13 Altıncı Baskı, 2001-Fâtih-İSTANBUL

HAZRET-İ OSMÂN “radıyallahü teâlâ anh”ı NİÇİN ÇOK SEVERİZ?

 

 

 

 

HZ. MUHAMMED SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM'İN  HZ. EBU HUREYRE’YE TAVSİYELERİ

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

 

‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Hureyre radiyallâhü anhe bazı tavsiyelerde bulunmuştur. Bu tavsiyelerden manalara delalet eden harfleri kendisiyle inşa ettiğim kalemime Allah Teâlâ’nın yazdırdığı kısmını zikredeceğim. [İzin verilenleri] Önce benim için lambayı yakan hizmetçiye hitap ederek şunları söyledim. O lambayı yakmıştı, ben de Allah Teâlâ’nın gönlüme ilka ettiği ilahi sırları ve rabbani marifetleri yazabildim:

Lambayı yak, belki görebilirim

Varaklara yazılmış manaları düzenlerim

Onun hizmetini yapanlar

Onun hallerinden haber verirler

Haddi olmayan ve sınırlanmayan harfler içerisinde

Manaları düzenli bir şekilde gözlere görünür

Ulvi kalem suretini yazar

Benim elimde kalem bulunduğu sürece

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

-Ey Ebu Hureyre!

 Abdest alınca şöyle de: ‘Bismillah-ve’l-hamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur).’ Böyle söylediğinde halaza melekleri o abdestten ayrılıncaya kadar senin adına sevap yazarlar.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yemek yerken ‘Bismillah ve’l-hamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de. Hafaza melekleri yemek senden ayrılıncaya kadar sürekli senin için iyilikler yazmaya devam ederler.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ailenle ve cariyenle bir araya geldiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur)’ de. Bunu söyleyince hafaza melekleri boy abdesti alana kadar sana iyilik yazmayı sürdürürler. Boy abdesti aldığında Allah Teâlâ günahlarını bağışlar.

-Ey Ebu Hureyre!

 O birleşmeden dolayı bir çocuğun olursa, kendisinden geride bir şey kalmayıncaya kadar, o çocuğun nefesleri adedince senin için iyilik yazılır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir bineğe bindiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de. Bunu dersen, binekten ininceye kadar ibadet etmiş kişilerden olursun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Gemiye bindiğinde, ‘Bismillah ve’lhamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de. Gemiden ininceye kadar abidlerden olursun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir elbise giydiğinde, ‘Bismillah ve’l-hamdülillah (Allah Teâlâ’nın adıyla, hamd Allah Teâlâ’ya mahsustur) de. Böyle dersen elbisedeki her iplik sayısınca senin için on iyilik yazılır.

 

-Ey Ebu Hureyre!

 Elinle vermiş olduğun şey seni korkutmasın. Böyle bir haldeyken ölürsen Allah Teâlâ katında muteber birisi olursun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Eşine sadece kendi evinden çıkmama cezası ver, din işlerinin dışındaki bir hususta onu dövme, azarlama. Böyle davrandığında dünya yollarında yürürken bile Allah Teâlâ’nın cehennemden azat ettiği kimselerden olursun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Senden büyük veya küçük olanlardan gelen eziyetlere tahammül et, senden daha hayırlı veya daha kötü olan insanlardan gelen eziyetlere tahammül et. Böyle davranırsan Allah Teâlâ meleklerine karşı seninle övünür. O birisiyle meleklerine karşı övünürse, o kişi kıyamette bütün kötülüklerden kurtulmuş bir durumda gelir.’

-Ey Ebu Hureyre!

 Komutan veya komutanın veziri veya hükümdarın huzuruna giren birisi veya onun istişare ettiği birisi olduğunda, benim siret ve sünnetimi ihlal etme. Bir hükümdar veya onun veziri veya onun yanına girip çıkan veya onun kendisiyle istişare ettiği birisi benim siretime ve sünnetime aykırı gelirse, kıyamet gününde cehennem onu her yerden kendine doğru çeker. ‘Ebu Hureyre! Bir saat adil davranmak, iki sene gecesi ibadet ve gündüzü oruçla geçirilmiş ibadetten hayırlıdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Küçük veya büyük günah işleyen müminlere de ki: Hiç kimse işlediği günahta ısrar ederken ölmesin. Rabbiyle günahında ısrar edici olarak karşılaşanın küçük günahının cezası, büyük günah işleyerek O’nunla karşılaşanın cezasıyla birdir. Bunun sebebi günahta ısrarlı olmaktır.’ Ebu Hureyre! Allah Teâlâ’la tövbe etmiş olduğun büyük günahları işleyerek karşılaşmış olman, O’nun herhangi bir kitabını öğrenip de unutmuş bir halde karşılaşmandan hayırlıdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Valilere lanet etme, Allah Teâlâ cehennem ümmetini oraya valilerine lanet etmeleri nedeniyle sokmuştur.

-Ey Ebu Hureyre!

 Şeytandan başka hiçbir şeye kötü söz söyleme. Kötü söz söylememişken ölürsen Allah Teâlâ’nın bütün peygamberleri ve müminleri seninle musafaha eder, cennete ulaşıncaya kadar böyle devam edersin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Sana zulmedene kötü söz söyleme ki, ecrin sana kat be kat verilebilsin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yetimi ve dulu doyur, yetim için merhametli bir baba, dul hanım için şefkatli bir eş gibi öl. Böyle yapınca dünyada alıp verdiğin her nefesin karşılığında cennette sana öyle bir köşk verilir ki, onlardan her biri dünya ve içerisindeki her şeyden hayırlıdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Gece karanlıklarında Allah Teâlâ’nın mescitlerine yürü. Böyle yaparsan ayağını attığın her adımda her şeyin ölçüsüne denk iyilikler sana yazılır. Bunlar yedi kat aşağıya varıncaya kadar sevip veya sevmediğin her şeye denktir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Mescitler evin, Allah Teâlâ yolunda cihat, hac ve umre düsturun ve âdetin olsun. Böyle yaparak ölürsen, kabirde ve kıyamet günü sırat köprüsünde Allah Teâlâ seninle ünsiyet eder, cennette seninle konuşur.

-Ey Ebu Hureyre!

 Fakiri kovma, yoksa kıyamette melekler de seni küçümser.

-Ey Ebu Hureyre!

 Öfkelenme, Allah Teâlâ’dan kork denildiğinde öfkelenme. Kötü bir iş yapmaya niyedendiğinde, Allah Teâlâ’dan kork denilince öfkelenme. Kötü bir işe niyetlendiğinde ve sana ‘Allah Teâlâ’dan sakın’ denilince, öfkeye kapılma. O işi yaptığında, hatanın cezası cehennemdir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir kişiye ‘Allah Teâlâ’dan kork’ denilir de, o kişi öfkeye kapılırsa, kıyamet günü getirilir ve bir yere yerleştirilir, bütün melekler yanından geçerken kendisine şöyle derler: ‘Sen kendisine ‘Allah Teâlâ’dan kork’ denilmiş, buna karşılık öfkeye kapılmış birisisin.’ Bu söz onu üzer. Kıyamet gününün kötülüklerinden veya kötülüğünden -kuşku ravidendir-sakınmalısın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın sana emanet verdiği kimselere karşı O’nu görür gibi davran, çünkü Allah Teâlâ’nın emanet ettiği bir şeye karşı kötülük yapanı Cenab-ı Allah Teâlâ sıratta bekler ve ceza verir. Nice mümin sırata kısas için gönderilir!

-Ey Ebu Hureyre!

 Her Müslüman gecenin ortasında birkaç rekât ile olsa namaz kılmalıdır. Gece ortasında Allah Teâlâ’yı razı etmek maksadıyla namaz kılanın dünya ve ahiret ihtiyaçları karşılanır. Ebu Hureyre şöyle sormuş: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Hangi gece namaz daha faziletlidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Gece ortasındaki namaz’ diye cevap vermiştir.

 

-Ey Ebu Hureyre!

 Gücün yettiği ölçüde, Müslümanların kanları, malları ve ırzları hakkında yükün hafiflemiş bir halde Allah Teâlâ’ya kavuşmalısın. Böyle bir durumda Allah Teâlâ’ya yakın insanların birincilerinden olursun. Allah Teâlâ’nın yarattığı hiç kimse hakkında bir maksadın olmasın. Aksi halde Allah Teâlâ kıyamet günü cehennem kötülüklerine seni arz eder.

-Ey Ebu Hureyre!

 Cehennemi hatırladığında, ondan Allah Teâlâ’ya sığın, kalbini ondan uzaklaştır, nefsin ve derin onun karşısında titresin. Böyle yaparsan Allah Teâlâ seni cehennem ateşinden kurtarır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Cennete arzu duyduğunda, orada senin için bir nasip ve iyi söz yaratması için Allah Teâlâ’ya dua et, kalbin cennete arzu duysun, gözlerin yaşarsın, sen de ona iman et. Böyle yaparsan Allah Teâlâ cenneti ihsan eder, seni geriye çevirmez.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kıyamet günü cennete benimle beraber girinceye kadar benden ayrılmak istemiyorsan, hiçbir zaman unutmayacak şekilde beni sevmelisin. Bilmelisin ki, beni seversen üç şey seni terk etmez. Ebu Hureyre şöyle demiş: ‘Onları bana bildir, ey Allah Teâlâ’nın peygamberi?’ Şöyle buyurmuş:

‘Allah Teâlâ’nın taksimine razı ol. Allah Teâlâ’nın taksimine razı olmuş bir şekilde dünyadan çıkan insandan Allah Teâlâ razı olur. Allah Teâlâ bir insandan razı olursa, onun varacağı yer cennettir.’

-Ey Ebu Hureyre!

 Marufu emret ve münkerden alıkoy. Ebu Hureyre şöyle demiş: ‘Marufu nasıl emredeyim, münkerden nasıl uzaklaştırayım?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

‘İnsanlara hayrı öğret, onlara iyiliği telkin et, günah işleyen birisini görüp onun Allah Teâlâ’nın azabından ve kılıcından korkmadığına şahit olduğunda, onun kılıcından ve kırbacından korkman doğru olmadığı gibi kendisine ‘Allah Teâlâ’dan kork’ demeden geçip gitmen de caiz değildir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kur’an’ı öğren ve onu insanlara öğret. Ölüm gelinceye kadar bu hal üzere kal. Bu halde ölünce, melekler kabrine gelir, sana selam verirler, kıyamete değin senin için bağışlanma dilerler. Müminlerin Allah Teâlâ’nın evini haccetmeleri gibi, melekler de seni ziyarete gelir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Müslümanlara güler yüz göster, onlarla musafaha ederken selâmlaşarak musafaha et. Bulunduğun her yerde ve zamanda böyle davran. Hafaza meleklerinin dışındaki bütün melekler senin için bağışlanma dilerler, sana dua ederler. Bil ki dünyadan çıkarken melekler birine istiğfarda bulunursa, Allah Teâlâ onun günahlarına mağfiret eder.

-Ey Ebu Hureyre!

 Dünyada ve ahirette övgü ve iyiliğin seni kuşatmasını istersen, dilini insanları gıybetten uzak tut. Çünkü insanların gıybetini yapmayana Allah Teâlâ dünya ve ahirette yardım eder. Dünyada yardım etmesi insanların kendisini suçladıkları durumda meleklerin onları yalanlaması demek iken ahirette yardım etmesi yapmış oldukları kötülükleri bağışlayarak amellerini en güzel şekilde yapılmış amel olarak kabul etmesidir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ yolunda yürü ki, rızkını genişletsin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Akrabalarını ziyaret et ki, hesap etmediğin yönden Allah Teâlâ sana rızık versin. Kâbe’yi ziyaret et ki, Allah Teâlâ Harem beldede işlemiş olduğun günahlarını bağışlasın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Köle azat et ki, Allah Teâlâ onun her uzvuna karşılık senin bir uzvunu azat etsin. Köleyi azat etmede kat be kat sevaplar vardır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Açları doyur ki, onun iyiliğinin bir misli sana yazılsın ve kötülüklerinden hiçbir şey sana yazılmasın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yapmış olduğun hiçbir iyiliği küçük görme; senden su isteyenin kabına su koymanı bile küçümseme. O da iyiliklerden birisidir. Büyük veya küçük bütün iyiliklerin ve hayırların sevabı cennettir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ailene namaz kılmayı emret, çünkü Allah Teâlâ rızkı hesap etmediğin yerden verir. Şeytan evine girecek bir yer veya yol bulamasın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Müslüman kardeşin hapşırdığında ona ‘yerhamukellah (Allah Teâlâ sana merhamet etsin)’ de. Böyle dersen Allah Teâlâ sana yirmi iyilik sevabı yazar. Şöyle dedim:

‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Annem ve babam sana feda olsun, bu nasıl oluyor?’ Şöyle dedi:

‘Sen mümin kardeşine ‘Allah Teâlâ sana merhamet etsin’ dediğinde sana on iyilik yazılır. O da sana ‘Allah Teâlâ sana hidayet etsin’ diye karşılık verince on iyilik daha yazılır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Müslüman erkek ve kadınlar, mümin erkek ve kadınlar için istiğfarda bulun. Böyle yaparsan onların hepsi senin adına şefaatçi olurlar ve sen de onların sevaplarına sahip olursun. Bununla beraber onların sevaplarından hiçbir şey eksiltilmez.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ katında sadık birisi olmak istersen, O’nun bütün peygamberlerine, nebilerine ve kitaplarına iman etmelisin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bedenine ateşin haram kılınmasını istersen, sabahladığında ve akşamladığında şu duayı okumalısın:

 ‘La-ilahe illAllahu vahdehu la şerike leh

 la ilahe illAllahu  lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdu,

la-ilahe illAllahu  vAllah Teâlâu ekber,

la-ilahe illAllahu  ve la-havle ve la-kuvvete illa billâh.

(Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, mülk ve sonsuz sena O’na aittir, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Allah Teâlâ en büyüktür, Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.)

-Ey Ebu Hureyre!

 Ölüm vaktinde can çekişen birinin yanına girdiğinde yapman gereken iş ona telkinde bulunmaktır. Bir peygamber bile olsa ona kelime-i şahadeti telkin etmelisin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir insan can çekişirken hastaya ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, O’nun ortağı yoktur’ diye kelime-i şahadet telkini verirsen ve hasta da onu söylerse, bütün iyiliklerinin bir misli telkin edene de verilir. Hasta kelime-i şahadeti söylemese, telkin verenin boynu ‘la-ilahe illAllah’ sözü karşılığında azat edilir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ölülere ‘La-ilahe illAllah, rabbi iğfır lî (Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur, Rabbim, beni bağışla)’ diye kelime-i şahadet telkini vermelisin. Bu ifade bütün günahları siler götürür. Şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bu buyurduğun ölüler için de, diriler için durum nedir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ifadesini yirmiden fazla tekrarlayarak ‘Yok eder, yok eder’ demiştir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Gücün yeterse yağmur yağınca onun altında iki rekât namaz kılmaya çalış. Böyle bir namaza karşılık yağan her damla sayısınca sevap verilirken yağmurun bitirdiği her yaprak sayısınca sevap verilir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Suyu sadaka olarak ver, çünkü bir kişi abdest alırsa -onun sevaplarından hiçbir şey eksilmeksizin-sevaplarının bir misli sana verilir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir insanın günahlarının bir ot yetiştirmesinin karşılığında bağışlandığını biliyor musun? Hayvanlar gelmiş, otu yemişler, bunun karşılığında otu yetiştiren adamın günahları bağışlanmış.

-Ey Ebu Hureyre!

 insanlara güzel söz söyle ki, kıyamet günü felaha eresin.

-Ey Ebu Hureyre!

 İster kâfir ister Müslüman ölsün, yoksula karşı iyi davran. Kâfir bir yoksula yardım ettiğinde, Allah Teâlâ sana merhamet ederken müslüman bir yoksula yardım etmenden ise daha sevaplı bir iş yoktur.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ailenin ihtiyaçlarını karşılarken veya annenin veya oğlunun ihtiyacını karşılarken onun izni olmaksızın sadaka vermemen lazımdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Eşinin malından herhangi bir miktar senin için helal değildir; sen istemeden verdiği ise bunun dışındadır. Bu durum ‘Kendi istekleriyle size verdikleri size helaldir’ ayetinde ifade edilir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kadınlara eşlerinin evlerinden herhangi bir şeyi sadaka olarak vermelerinin helal olmadığını söyle. Fakat eşleri evde olmadığında ve evde bozulacak yaş bir şey varsa, ondan verebilirler.

-Ey Ebu Hureyre!

 İnsanlara benim sünnetimi öğret. Bunu yaparsan kıyamette senin için parlak bir nur ortaya çıkar, senden önceki ve sonraki bütün nesiller o nur nedeniyle sana gıpta ederler.

-Ey Ebu Hureyre!

 Müezzin veya imam ol. Ezanda sesini yükseltirsen sesin arşa varana kadar yükselir. Bu esnada sesinin üzerine vurduğu her şey karşılığında sana on sevap verilir, imam olduğunda, ardında namaz kılanların sayısınca sana sevap verilir, namazlarının sevabının bir misli de senin için yazılır. Bununla beraber onların namazlarından hiçbir şey eksiltilmez. Fakat bunun böyle olması hain bir imam olmaman şartına bağlıdır.’

Şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! İmam hain nasıl olabilir ki? Şöyle dedi: ‘Onları düşünmeden duayı kendine tahsis edersen cemaate ihanet etmiş olursun.’

-Ey Ebu Hureyre!

(Çocuğuna veya kölene) Edep öğretirken üç defadan fazla dövme. Üçten fazla döversen, kıyamete kısas cezasıyla karşılaşırsın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Evinin küçüklerine namaz ve abdest adabını öğret. On yaşına ulaştıklarında döverek zorlayabilirsin. Fakat üçü geçmemek gerekir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yolda kalmışlara karşı görevini unutma. Yolda kalanı evine veya kendi evine ulaştır, böyle yaparsan melekler de seni sırata taşır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Fakirlerle otur, kalk. Allah Teâlâ’nın rahmeti bir an bile olsa onlardan uzak değildir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Müslümanların yollarında kendilerine eziyet etme, çünkü yollarda onlara eziyet edeni bütün

Müslümanlar ve melekler kınar.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yolda eziyetle karşılaştığında, onu toprakla örtmelisin. Böyle yaparsan kıyamette Allah Teâlâ senin günahını örter.

-Ey Ebu Hureyre!

 Amaya yol gösterirken, sol elini sağ elinle tut, böyle bir davranış sadakadır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kendisine yolu göstermek maksadıyla gözleri görmeyen birisiyle bir mil yürüyene, attığı her adım karşılığında kıyamet günü Allah Teâlâ onu memnun edecek sözleri ona duyurur.

-Ey Ebu Hureyre!

 Senden iyilik isteyen sağıra kulak ver. Böyle yaparsan kıyamette Allah Teâlâ seni memnun edecek sözleri sana işittirir.

-Ey Ebu Hureyre!

Yolunu şaşırmışa yolunu göster, böyle yaparsan kıyamette melekler seni en iyi yere yönlendirirler.

 

-Ey Ebu Hureyre!

Bir Yahudi’yi Havra’ya veya Hıristiyanı kiliseye, Sabii’yi kendi ibadethanesine, Mecusi’yi ateş tapınağına, müşriki ise put haneye yönlendirme! Onları ibadet hanelerine götürürsen, tövbe edinceye kadar onların işledikleri günahların misli sana yazılır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Hiç kimseyi Allah Teâlâ’nın sınırlarının dışında bir yere yönlendirme. Öyle davranırsan, o kişinin işlediği günahın misli sana verilir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın kullarını O’nun mesciderine, Harem şehre ve kabrime yönlendir. Böyle yapınca onların ecirlerinin bir misli sana verilirken kendi ecirlerinden hiçbir şey eksiltilmez.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kadınlara kabrimi ziyaretin üzerlerine farz olmadığını bildir. Yanlarında mahrem erkek bulunursa, Allah Teâlâ’nın evini ziyaret onların görevidir. Mahremleri yoksa onu da ziyaret edemezler. Şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Yaşlı bir kadın bile olsa, öyle mi?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘yaşlı da olsa böyle’ diye cevap verdi.

-Ey Ebu Hureyre!

 Gücün yeterse hiçbir zalim hakkına el uzatmasın veya sana dil uzatmasın. Ben senin adına bunu isterim.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir komutanın (olursa) senin gibi adil davranmalıdır. Sen adil davranıp da görevlendirdiğin kişi zalim olursa, işlediği günahta sen onun ortağı olurken sevapta o senin ortağın olmaz.

-Ey Ebu Hureyre!

 Zekât vacip olacak miktarda malın olduğunda zekâtını ver. Zekâtını vermiş bir halde malına afet gelirse, verdiğin zekât kıyamet gününe onu taşır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir Yahudi veya Hıristiyan ile karşılaştığında abdesdiyken onlarla musafaha etme; musafaha edersen abdestini tazele.

-Ey Ebu Hureyre!

 Yahudi, Mecusi ve Hıristiyan için künye kullanma, onları kendi adlarıyla isimlendir ki, tahkir etmiş olasın. Onlardan herhangi birine saygı göstermen doğru değildir. Müslümanlarla yaptıkları zimmet sözleşmesi nedeniyle üzerinizdeki hakları, rızaları olmaksızın mallarını almamak, izinleri olmaksızın evlerine girmemek, çocuklarıyla aralarına girmemek, eşleri hakkında hıyanet etmemektir. Dinin ne olduğunu öğrenmen için sana böyle emredilmiştir.

-Ey Ebu Hureyre!

Bir Yahudi veya Hıristiyan veya Mecusiyle baş başa kaldığında, onu İslam’a davet etmeden yanından ayrılman doğru değildir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ehl-i kitap içinden birisiyle tartışma, çünkü tartışırken o sana (kitabındaki) vahiyden bir şeyi söylemiş, sen onu yalanlamış veya sen bir vahiy söylemiş o da seni yalanlamış olabilir. İslam’a davet etmen bunun dışındadır. Bu durum şu ayette belirtilir: ‘Onlarla en güzel şekilde tartış.’ Kastedilen İslam’a davettir.

-Ey Ebu Hureyre!

 İster imam ol, ister olma, temiz olduktan sonra bir elbiseyle namaz kıl.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bedir şehitleri gibi sevap almak ister misin? Cuma günü giyebileceği bir elbisesi olmayan yoksul Müslüman ara! Ona bir elbise hediye et veya ödünç ver.

-Ey Ebu Hureyre!

 Ateşin sesini duymamak, kötülüğünün sana ulaşmamasını ister misin? Senden yardım isteyene yardım et; ister yanan, ister hırsız, ister sele kapılmış ister boğulan biri olsun, birdir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Sıkıntıya düşenlerin sıkıntısını, endişelilerin endişelerini gider ki kıyametin endişelerinden kurtulasın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Borçluya hakkını ödemek üzere gayret et ki, melekler de sana istiğfar etmek maksadıyla seninle beraber yürüsün.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ birinin borcunu yerine getirmek istediğini bilirse, onu hesap etmediği yönden rızıklandırır, hayatında veya ölümünden sonra borcunu ödemeyi onun adına kolaylaştırır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Helal mal kazanıp zekâtını veren sonra miras olarak malı bırakan kişinin varisleri o malla hangi iyiliği yaparsa -kendi ecirleri eksilmeksizin-bir misli de kendisine yazılır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kim iffetli bir erkek veya kadına zina iftirasında bulunursa, kıyamette cehennem vadilerinden birisinde hapsedilir; ta ki söylediği sözün beyanı gelene veya ortaya çıkana kadar! Ebu Hureyre şöyle demiş: ‘Hibal vadisi ne demektir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘içinde sel bulunan cehennem vadisi’ demiştir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir adam borçluyken ölür ve ellerinde kesin bir delil olmadığı halde varisleri bu borcu inkâr edebilir. Allah Teâlâ onun borcunu ödeme iradesine sahip olmadığını biliyorsa, öyle bir borç kıyamet gününde hayırlarından ödenir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ yolunda öldürülenin bütün günahları bağışlanır; bunun istisnası borcu veya iffetli bir kadına veya erkeğe zina iftirasıdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Her günah kıyamette bir üzüntü vesilesidir. Nice günahlar gamdan ortaya çıkmışken nice gamlar günahtan ortaya çıkar. Bir müslümanın üzerindeki en büyük günah, başkasının kanını veya malını veya ırzını ihlalden kaynaklanan zulüm günahıdır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bu günahlardan herhangi birisini işleyip ölümünden önce Allah Teâlâ’ya tövbe eden ve bağışlanması için yakaran bir kul, o günaha sahip olmaz; Allah Teâlâ kıyamet günü dilediği şekilde kendi katından verecekleriyle hasımlarını razı eder.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir insan sana zulmettiğinde, onu şikâyet etme ve insanlara duyurma! Onun halini insanlara duyurduğunda sen ve o kişi eşit olursun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Küçük veya büyük bir haksızlığı bağışlayanın ecri Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Bir kişinin ecri Allah Teâlâ’ya kalırsa, o kişi, Hakka yakın ve cennete girecek olan kullardan birisidir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın yaratıklarından herhangi birisini korkutma; yoksa kıyamet günü Allah Teâlâ’nın melekleri de seni korkutur.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın rahmetinin yaşarken, ölürken, kabirde ve diriltilirken üzerinde olmasını istersen, geceleyin kalk ve namaz kıl. Bu namazla sadece rabbinin rızasını maksat edin, ardından ailene de namaz kılmalarım söyle! Namazı kılmalarının ardından seni uyandırırlar. Bu esnada geceden üç saat, gündüz üç saat üzerinden geçmiştir. Bu esnada evinde Allah Teâlâ’ya ibadet eden kimse bulunduğunda, Allah Teâlâ o ibadetin bir mislini de sana verir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Evin bütün köşelerinde namaz kıl ki, evinin nuru, gökteki yıldız ve ışıklı cisimlerin yeryüzündekilerin göreceği şekilde parladığı gibi parlar.

-Ey Ebu Hureyre!

 Sabah akşam muhtaç akrabaların için çalış ki, dünya ve ahirette Allah Teâlâ’nın veli ve sevdiklerine taksim etmiş olduğu hayırdan büyük pay elde edesin.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın bütün yaratıklarına merhamet eyle ki, kıyamette Allah Teâlâ da seni ateşten kurtarsın. Şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Ben suda bulunan sineklere bile merhamet ederim.’ Allah Teâlâ’nın Peygamberi şöyle buyurdu: ‘Allah Teâlâ sana merhamet eder, Allah Teâlâ sana merhamet eder, Allah Teâlâ sana merhamet eder.’

-Ey Ebu Hureyre!

 Sana bir musibet indiğinde, Allah Teâlâ’nın verdiği nedeniyle razı ol. Allah Teâlâ da bilir ki, musibetin sevabı senin için musibetin kendisinden sevimlidir. Bu durumda Allah Teâlâ sana mağfiret, rahmet ve hidayet ihsan eder.

-Ey Ebu Hureyre!

 Mahzun iken teselli edilmeyi istediğin kadar, mahzun insanı teselli et. Ona Allah Teâlâ’nın musibet için hazırlamış olduğu sevabı hatırlat. Bunun için attığın her adıma karşılık Allah Teâlâ bir köle azadı sevabı verir.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir kadın cemaatine uğradığında, onlara selam verme; onlar selam verirse, onların selamını al.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir Müslüman diğer bir müslümana selam verir, o da selamını alırsa, melekler yetmiş kere o Müslüman için dua ederler.

-Ey Ebu Hureyre!

 Bir müslümanla karşılaşıp da ona selam vermeyen müslümana melekler şaşırır.

-Ey Ebu Hureyre!

 Selam vermeyi alışkanlık haline getir. Selam vermek cennetliklerin özelliklerindendir. Bu itibarla selam cennet ehlinin selamlaşmasıdır. İbn Şahin şöyle demiştir: ‘Selam kıyamette cennetliklerin selamlaşmasıdır.’

-Ey Ebu Hureyre!

 Sabah akşam dilin Allah Teâlâ’yı zikretmekle meşgul olsun ki, sabah akşam dilinde hiçbir hata kalmasın.

-Ey Ebu Hureyre!

 Suyun kiri temizlemesi gibi, iyilikler kötülükleri siler.

-Ey Ebu Hureyre!

 Kardeşinin ayıbını ört ki, Allah Teâlâ senin yardımcın olsun.

-Ey Ebu Hureyre!

 Allah Teâlâ’nın belirlediği hadlerden birisiyle ilgili olarak hükümdarın huzuruna çıkmadan önce, kardeşine yardım et ve ayıbını ört. Fakat canınla veya malınla destek olma. Allah Teâlâ’nın herhangi bir haddi hususunda aracı olmaya çalışan kişi de onun gibidir.’

Otuzyedinci Sifr, c.XVII, sh: 352-362

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

İBLİS BİR KERESİNDE DOĞRU SÖYLEDİ

Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî), Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Yalancı İblis bir keresinde doğru söylemiş! İblis, peygamberimizle karşılaşmış, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem de ona şöyle sormuş:

‘Ne haber?’ İblis cevap vermiş:

‘Ey Allah Teâlâ’nın Rasûlü! Bilmen gerekir ki Allah Teâlâ seni hidayet için yarattı. Buna rağmen hidayette bir katkın yoktur. Allah Teâlâ beni saptırmak için yarattı.

Saptırmada da benim bir etkim yoktur.’

Bu konuda Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem İblis’in sözüne bir şey eklemeyip ayrılıp gitmiş. Ardından melekler, İblis ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem arasına perde olmuşlar.

Otuzuncu Kısım, c.III sh: 64

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 

 

 

İMAM ALİ B. EBU TALİB  kerremallâhü veche ye NEBEVÎ TAVSİYELER

Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

Hz. Ali b. Ebu Talib kerremallâhü veche ve radiyallâhü anhın şöyle dediği bize aktarılmıştır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bana tavsiyede bulunarak şöyle demiştir:

-Ey Ali!

 Sana bir tavsiyede bulunacağım. Onu aklında tut, o tavsiyeye uyarsan sürekli hayır ve iyilikte bulunursun.

-Ey Ali!

 Müminin üç alameti vardır: Namaz, oruç ve zekât.

Tekellüf sahibinin üç alameti vardır: Gördüğünde yağcılık eder, yanında yokken gıybet eder, musibet gelince bela okur.

Zalimin üç alameti vardır: Kendinden aşağı derecedekini zorbalıkla ezer, üzerindekine karşı isyan eder, zulme taraf olur.

Riyakârın üç alameti vardır: İnsanlar arasındayken dinçtir, tek başına kalınca tembelleşir, bütün işlerinde övülmeyi sever.

Münafığın da üç alameti vardır: Konuşunca yalan söyler, söz yerince tutmaz, emanet alınca ihanet eder.

-Ey Ali!

 Tembellerin üç alameti vardır: İhmal edinceye kadar geciktirir, zayi edinceye kadar ihmal eder, günah işleyinceye kadar zayi eder.

Akıllı şahıs üç yerde tezahür eder: Geçimi için mücadele eder, haram olmayan işlerden hazzını kazanır, günahın peşinde koşmaz.’

-Ey Ali!

 Yakînin bir alameti de Allah Teâlâ’yı kızdıracak bir işle kimseyi razı etmemendir. Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği bir şeye karşılık kimseyi övmemen gerekir, emretmediği sürece kimseyi kınamaman lazımdır. Rızkı harisin hırs getirmediği gibi istemeyenin isteksizliği de rızkı engellemez. Allah Teâlâ rahatlığı, kendi taksimiyle; genişliği, yakîne ve rızaya yerleştirmiştir. Buna mukabil üzüntü ve gamı da kendisini kızdıran işlere yerleştirmiştir.

-Ey Ali!

 Bilgisizlikten daha şiddedi fakirlik, akıldan daha cömert mal, kendini beğenmekten daha tehlikeli yalnızlık, istişareden daha güçlü dayanışma yoktur. Yakîn gibi iman, kendini haramdan korumak gibi vera, güzel ahlak gibi iyilik, tefekkür gibi ibadet yoktur.’

-Ey Ali!

 Her şeyin bir afeti vardır: Sözün afeti yalan, bilginin afeti unutmak, ibadetin afeti riyakârlık, zarifliğin afeti sululuk, cesaretin afeti taşkınlık, müsamahanın afeti başa kakmak, güzelliğin afeti kendini beğenmek, değerin ve asaletin afeti iftihar, hayanın afeti zayıflık, keremin afeti böbürlenmek, ihsanın afeti cimrilik, cömertliğin afeti israf, ibadetin afeti kibir, dindarlığın afeti hevadır.

-Ey Ali!

 Bir kişi seni yüzüne karşı överse şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! Beni söylediklerinden daha hayırlı birisi yap, bilmedikleri işlerimi bağışla, hakkımda söyledikleri hususta beni yargılama.’ Böyle yaparsan onların sözlerinden emin olursun.

-Ey Ali!

 Oruçlu akşamladığında orucunu açarken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! Senin için oruç tuttum, rızkınla iftar ettim.’ Böyle dersen o gün -kendi ücretlerinden hiçbir şey eksilmeksizin-oruç tutan herkesin sevabı sana yazılır. Oruç tutan her insanın kabul edilen bir duası vardır. Birinci lokmada şöyle der: ‘Rahman ve Rahim Allah Teâlâ’nın adıyla! Ey mağfireti geniş olan Allah Teâlâ, beni bağışla.’ İftarda bu duayı okuyana mağfiret edilir. Bilmelisin ki oruç cehennemden koruyan bir kalkandır.

-Ey Ali!

 Güneş’e ve Ay’a yönelme, onlara sırtını dön. Onlara yönelmek hastalık iken onlara sırtını dönmek ilaçtır.

-Ey Ali!

 Yasin suresini çok oku. Yasin suresini okumanın on bereketi vardır: Aç insan Yasin’i okursa doyar, susamış okursa suya kanar, çıplak okursa giyinir, hasta okursa iyileşir, korkak okursa emniyet bulur, hapisteki okursa kurtulur, bekâr okursa evlenir, yolcu okursa yolculuğunda ona yardım edilir, malını kaybeden okursa malım bulur. Bunun yanı sıra eceli gelen birinin başında okunursa ölümü kolaylaşır. Sabah vakti Yasin’i okuyan, akşama kadar; akşam okuyan da sabaha kadar güvendedir.’

-Ey Ali!

Cuma gecesi Duhan suresini oku ki, mağfirete mazhar olasın.

-Ey Ali!

 Ayete’l-Kürsü’yü her namazın sonunda oku. Onu okursan şükredenlerin kalpleri, peygamberlerin sevabı ve iyilerin amelleri sana verilir.

-Ey Ali!

 Haşr suresini oku. Onu okursan kıyamette her şeyden güvende olarak diriltilirsin.

-Ey Ali!

 Tebareke ve Secde surelerini oku. Bu iki sure seni kıyamette korkularından kurtarır.

-Ey Ali!

 Yattığında Tebareke suresini oku. Bu sure seni kabir azabından, Münker ile Nekir’in sorularından kurtarır.

-Ey Ali!

 Abdestliyken ihlas suresini oku. Onu okursan kıyamette sana şöyle hitap edilir: ‘Ey Allah Teâlâ’yı öven kişi! Kalk ve cennete gir.’

-Ey Ali!

 Bakara suresini oku. Bu sureyi okumak bereket, okumamak pişmanlıktır. Tembel insanlar uykusuzluk nedeniyle bu sureye güç yetiremez.

-Ey Ali!

 Güneşin altında uzun süre kalma. Güneş altında kalmak hastalığa yol açar, elbiseyi eskitir ve rengini soldurur.

-Ey Ali!

 Yangından güvende kalmanı sağlayacak dua şudur: ‘Allah Teâlâ’m! Seni tenzih ederim, Senden başka ilah yoktur. Sana tevekkül ettim. Yüce Arş’ın sahibisin.’

-Ey Ali!

 Kuruntulardan kurtulmak için şu ayeti okuman gerekir: ‘Kur’an’ı okuduğunda seninle ahirete inanmayanlar arasında bir perde çekeriz’ Ayetin bu kısmından ‘Gerisin geriye kaçarlar’ kısmına kadar okumalısın. ‘

-Ey Ali!

 Her türlü kem gözden uzak kalman için şöyle demen gerekir: ‘Allah Teâlâ neyi dilerse o olur, neyi dilemezse o olmaz. Ben Allah Teâlâ’nın her şeye güç yetirdiğine şahitlik ederim. Allah Teâlâ her şeyi bilgisiyle ihata etmiş, her şeyi sayıca saymıştır. O’ndan başka güç ve kuvvet sahibi yoktur.’

-Ey Ali!

 Zeytin ye, zeytinyağı kullan. Zeytin yiyen ve yağını kullanana şeytan kırk sabah yaklaşamaz.

-Ey Ali!

 Yemeğe tuzla başla, tuzla bitir. Tuz yetmiş hastalığın ilacıdır ki onlardan birisi delilik, diğeri cüzzam, ayrıca abraş, boğaz ağrısı, kemik ağrısı, mide ağrısı vardır.

-Ey Ali!

 Yemek yemeye başlarken ‘Allah Teâlâ’nın adıyla’ diye başla, bitirdiğinde ‘Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ de. Böyle yaparsan muhafaza melekleri sürekli iyiliklerini yazarlar.

-Ey Ali!

 Ayın başlangıcında hilali gördüğünde üç kere ‘Allahu ekber’ ve üç kere ‘Beni yaratan, seni yaratan, senin için menziller belirleyip âlemlere ayet kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun’ de ve ardından şöyle ekle: ‘Allah Teâlâ meleklerine karşı seninle övünmüştür. O şöyle der: ‘Ey meleklerim! Böyle diyen bir kulu cehennemden azat ettim, şahit olunuz.’

-Ey Ali!

 Aynaya bakarken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı güzel yap ve beni rızıklandır.’

-Ey Ali!

 Bir aslan görüp başın sıkıntıya girdiğinde, üç kere tekbir getir ve şöyle de: ‘Allah Teâlâ korkup çekindiğim bu hayvandan daha büyük, daha yüce ve daha izzetlidir. Allah Teâlâ’m! Bu hayvanın kötülüğünden sana sığınırım.’ Böyle demek Allah Teâlâ’nın izniyle yeterlidir. Havlayan bir köpek gördüğünde şöyle de:

‘Ey insanlar ve cinler topluluğu! Göklerin ve yerin çeperlerinden, çıkmaya çalışsanız bir sultan olmaksızın oradan çıkamazsınız’

-Ey Ali!

 Evinden bir ihtiyaç maksadıyla çıktığında, Ayete’l-kürsü’yü okumalısın. Bu sureyi okumakla ihtiyacın -Allah Teâlâ’nın izniyle -  karşılanır.

-Ey Ali!

 Abdest aldığında şöyle demelisin: ‘Allah Teâlâ’nın adıyla, salât ve selam Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in üzerine olsun.’

-Ey Ali!

 Geceleyin az da olsa namaz kıl, seherlerde Allah Teâlâ’ya dua eyle, duan reddedilmez, çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onlar seher vakitlerinde bağışlanma dileyenlerdir.’

-Ey Ali!

 Ölüyü yıkamak gerekir. Kim bir ölüyü yıkarsa kendisine yetmiş kere mağfiret edilir. Bu mağfiretlerden birisi bütün yaratılmışlara dağıtılsaydı, hepsini kuşatırdı.’

Hz. Ali kerremallâhü veche diyor ki, bunun üzerine şöyle dedim: ‘Ey Allah Teâlâ’nın Peygamberi! Bir ölüyü yıkayan kişi ne demelidir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dedi: ‘Ey Rahman! Mağfiret eyle.’ Yıkamayı tamamlayıncaya kadar böyle dua eder.

-Ey Ali!

 Tek başına yolculuğa çıkma, çünkü şeytan yalnızla beraber, iki kişiden nispeten daha uzaktır.

-Ey Ali!

 Bir kişi tek başına yolculuğa çıktığında, sapıtır, iki kişi de sapıtır, hâlbuki üç kişi bir cemaattir.’

-Ey Ali!

 Yolculuğa çıktığında vadilerde konaklama. Vadiler yılanların ve yırtıcı hayvanların mekânlarıdır.’

-Ey Ali!

 Üç kişi bir hayvanın üzerine binmesin. Öyle bir durumda en öndeki lanetlenmiştir.’

-Ey Ali!

 Kölenin veya cariyenin bir çocuğu olduğunda, sağ kulağına ezan oku ve sol kulağına kamet getir. Böyle yaparsan şeytan çocuğa zarar veremez.’

-Ey Ali!

 Hilal gecesi veya ayın yarısının olduğu gece ailene yaklaşma. Aksi halde (doğacak) çocuğun deliliğe maruz kalır. Hz. Ali kerremallâhü veche şöyle demiştir: ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi! Niçin öyle olur?’ O da şöyle cevap vermiştir: ‘Çünkü cinler kadınlara en çok ayın ortasında ve hilalin çıktığı gece musallat olurlar. Delilerin gece yarısı ve hilalin çıktığı gece çığlık attıklarını görmez misin?’

-Ey Ali!

 Sana bir sıkıntı geldiğinde şöyle demelisin: ‘Allah Teâlâ’m! Muhammed hakkı için ve onun ailesinin hakkı için beni kurtarmanı istiyorum.

Bir şehre girmek istediğinde veya bir köye girmek istediğinde orayı görünce şöyle de: Allah Teâlâ’m bu şehrin hayrını ve bu şehir hakkında takdir ettiğin iyilikleri diliyorum. Bu şehrin kötülüğünden ve orada takdir ettiğin kötülüklerden sana sığınırım. Allah Teâlâ’m! Bu şehrin hayrıyla beni rızıklandır, kötülüklerinden koru. Beni o şehir halkına sevdir, o şehir halkının salihlerini de bize sevdir.’

-Ey Ali!

 Bir yere yerleştiğinde şöyle de: Allah Teâlâ’m! Bizi mübarek bir menzile yerleştir, Sen yerleştirenlerin en hayırlısısın. Böyle dua edersen oranın hayırlı rızkını yer, kötülüğü ise senden uzaklaşır.

-Ey Ali!

 Mürailikten sakın. Çünkü onun sebebini bilemez, fitnesinden kurtulamazsın.

-Ey Ali!

 Peştamal takmadan hamama girme, çünkü avret mahalline bakan ve bakılan kişi lanetlenmiştir.

-Ey Ali!

‘İşaret parmağına ve orta parmağa yüzük takma, bu davranış Lut kavminin fiillerindendir.’

Not: Günümüzde bu modanın ne anlama geldiğini anladınız zannedersem. İhramcızâde İsmail Hakkı

-Ey Ali!

 İpekli elbise giyme, ipekli elbise şeytânı çağırır.

-Ey Ali!

 Rükû veya secdedeyken Kur’an okuma.

-Ey Ali!

 Tartışmaktan uzak dur, tartışmak amelleri ortadan kaldırır.

-Ey Ali!

 Dilenciyi küçümseme, at üzerinde sana gelse bile istediğini ver. Sadaka dilencinin eline düşmeden önce Allah Teâlâ’nın eline düşer.’

-Ey Ali!

 Sadakayı erken ver, çünkü sadakayla beraber bela bulunmaz.

-Ey Ali!

 İnsanlara güzel davran. İnsanlara güzel davranmakla gündüz oruç tutan ve gece ibadet edenlerin derecelerine erersin.

-Ey Ali!

 Öfkeden sakın, şeytan Âdemoğluna en çok öfkelendiğinde hâkim olur.

-Ey Ali!

 Mizah ve şakadan sakın, mizah Âdemoğlunun heybet ve vakarını götürür.

-Ey Ali!

 İhlas suresini oku, ihlas suresi fakirliği ortadan kaldırır.

Faizden uzak dur, faizde altı özellik vardır ki üçü dünyada, üçü ahirette ortaya çıkar:

Dünyadakiler, zenginliği yok etmek, yokluğu hızlandırmak ve rızkı yok etmektir. Ahirette olan özellikleri, hesabın kötü olması, Allah Teâlâ’yı öfkelendirmek, cehennemde kalmak veya orada yalnız başına kalmaktır. -Kuşku ravidendir.-

-Ey Ali!

 Evine girerken evdekilere selam ver; evdekilere selam vermek, evin hayrını artırır.

-Ey Ali!

 Fakir ve miskinleri sev ki, Allah Teâlâ da seni sevsin.

-Ey Ali!

 Miskinleri küçümseme, kıyamet günü melekler de seni küçümser.

-Ey Ali!

 Sadaka vermen gerekir, sadaka kötülüğü senden uzaklaştırır.

-Ey Ali!

 Ailenin ihtiyaçlarını cömertçe karşıla ve geçimlerini sağla ki Arş’ın sahibinden korkmana gerek kalmasın.

-Ey Ali!

 Bineğe binince şöyle dua et: ‘Bize ikramda bulunan ve İslam’a ulaştıran Allah Teâlâ’ya hamdolsun. O bize Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem vasıtasıyla hidayet etmiş ve ihsanda bulunmuştur. Bu bineği bize amade kılan Allah Teâlâ’ya hamdolsun, biz Rabbimize gidenleriz.’

-Ey Ali!

 Allah Teâlâ’dan kork denildiğinde, öfkelenme; yoksa Allah Teâlâ kıyamet günü sana kötülük yapar.

-Ey Ali!

 Allah Teâlâ kulunun şöyle demesini sever: Allah Teâlâ’m! Bana mağfiret eyle, günahları senden başka kimse bağışlayamaz.’ Kul bu sözü söyleyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘Ey meleklerim! Bu kulum günahları benden başka kimsenin bağışlayamayacağını bilmiştir, onu bağışladığıma şahit olun.’

-Ey Ali!

 Yeni bir elbise giydiğinde şöyle de: ‘Allah Teâlâ’nın adıyla; hamd bu elbiseyi bana giydiren ve avret mahallimi örtüp insanlara muhtaç olmaktan kurtaran Allah Teâlâ’ya olsun.’ Böyle deyince elbise henüz üzerindeyken Allah Teâlâ sana mağfiret eyler.

-Ey Ali!

 Kim yeni bir elbise giyer ve bir yoksulu veya çıplak bir yetimi giydirirse, Allah Teâlâ’ya komşu olur, Allah Teâlâ ona eman verir, bu elbise üzerinde olduğu sürece onu muhafaza eder.

-Ey Ali!

 Çarşıya girerken şöyle de: Allah Teâlâ’nın adıyla; Allah Teâlâ için şahitlik ederim ki, O’ndan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem O’nun kulu ve peygamberidir.’ Bunu söyleyince Allah Teâlâ şöyle der: ‘insanlar gafil iken kulum beni zikretti, şahit olun ki kulumu bağışladım.’

-Ey Ali!

 Allah Teâlâ ismini sokaklarda zikreden bir kulunu beğenir. O kul mescide girdiğinde şöyle der: Allah Teâlâ’nın adıyla giriyorum; Allah Teâlâ’nın peygamberinin üzerine salât ve selam olsun. Allah Teâlâ’m! Bana rahmetinin kapılarını aç.’ Çıkarken de şöyle der: ‘Allah Teâlâ’nın adıyla çıkıyorum, Allah Teâlâ’nın peygamberine salât ve selam olsun. Allah Teâlâ’m bana ihsanın kapılarını aç.’

-Ey Ali!

 Müezzinin ezan okuduğunu duyduğunda, sözlerini tekrarla ki müezzinin aldığı sevap sana yazılsın.

-Ey Ali!

 Abdestini bitirdiğinde şöyle de: ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de O’nun elçisi ve kuludur. Allah Teâlâ’m! Beni tövbe edenlerden ve temizlenenlerden eyle. Bu duayı yaptığında annenin seni doğurduğu gündeki gibi günahlarından temizlenmiş olursun, sekiz cennet kapısı açılır ve ‘dilediğinden gir’ denilir.

-Ey Ali!

 Yemeğini bitirince şöyle de: ‘Hamd beni yediren, içiren ve bizi Müslüman yapan Allah Teâlâ’ya mahsustur.’ Ey Ali içtiğinde şöyle de: ‘Hamd, bizi suyla içiren Allah Teâlâ’ya mahsustur. Allah Teâlâ onu merhametiyle tatlı ve içilebilir bir su kılmış, onu günahlarımız nedeniyle acı ve tuzlu yapmamıştır. Böyle dua eden biri şakir (şükreden) diye yazılır.

-Ey Ali!

 Yalan söylemekten uzak dur, yalan yüzü karartır, insan yalan söyler, söyler, en sonunda Allah Teâlâ katında yalancı diye yazılır ve isimlendirilir; insan doğru söyler, söyler, en sonunda Allah Teâlâ katında dürüst ve doğru sözlü diye isimlendirilir. Hiç kuşkusuz yalan imandan uzaktır.

-Ey Ali!

 Kimsenin gıybetini yapma, gıybet oruçlunun orucunu bozar. İnsanların dedikodusunu yapan kişi kıyamette onların etini yer.

-Ey Ali!

 Laf taşıyıcı olmaktan sakın. Laf taşıyıcılar cennete giremez.

-Ey Ali!

 Allah Teâlâ adına yalan veya doğru yemin etme.

-Ey Ali!

 Yeminlerinizi Allah Teâlâ’nın karşısına koymayınız. Allah Teâlâ yalan yere kendi üzerine yemin edene merhamet etmez, onu temize çıkarmaz.

-Ey Ali!

 Dilini tut, dilini hayra alıştır. Kıyamet günü kul en çok dilinden dolayı azap görür.

-Ey Ali!

 Israrcı olmaktan sakın, ısrarcılık pişmanlık getirir.

-Ey Ali!

 Hırslı olmaktan sakın, hırs babanı (Hz. Adem aleyhisselâmı) cennetten çıkarmıştır.

-Ey Ali!

 Hasetten sakın, haset ateşin odunu yemesi gibi iyilikleri yer.

-Ey Ali!

 İnsanları güldürmek üzere yalan söyleyene yazıklar olsun, yazıklar olsun, yazıklar olsun!

-Ey Ali!

 Misvak kullanman gerekir; misvak ağzı temizlerken Rabbin rızasını kazandırır, dişleri parlatır.

-Ey Ali!

 Dişlerini temizlerken parmaklarını kullanarak temizlemelisin. Meleklere en nahoş gelen şey bir kulun ağzında yemek görmektir.

Hz. Ali şöyle demiştir:

 ‘Ey Allah Teâlâ’nın peygamberi ‘Âdem Rabbinderı kelimeler alıp tövbe etti’ ayetinde kastedilen nedir?’ O kelimeler nelerdir?’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

‘Allah Teâlâ Adem’i Hint toprağına, Havva’yı Cidde’ye, yılanı İsfahan’a, İblis’i Bisan’a indirdi. Cennette yılan ve tavustan daha güzel bir şey yoktu. Yılanın üzerinde katırda olduğu gibi çizgiler vardı. İblis onun arasına girdiğinde, Âdem’i kandırmış, aldatmış, Allah Teâlâ da yılana gazap etmiş, güzelliğini kendisinden alarak şöyle demiştir: ‘Senin rızkını topraktan vereceğim! Karnın üzerinde toprak üzerinde yürüyeceksin. Sana merhamet edene Allah Teâlâ merhamet etmeyecektir. Allah Teâlâ tavus kuşuna da gazap etmiş, İblis’in ağaca gitmesine kılavuzluk ettiği için ayaklarını mesh etmiştir.

Âdem yüz sene başını göğe kaldırmaksızın hatasına ağlayarak kalmıştır. Bu esnada mahzun bir şekilde oturmaktaydı. Allah Teâlâ Cebrail’i kendisine göndererek şöyle demiştir:

‘Ey Âdem! Allah Teâlâ sana selam ediyor ve sana şöyle diyor: Seni iki elimle yaratıp ruhumu üflemedim mi?

Meleklerim sana secde etmedi mi?

Seni kulum Havva ile nikahlamadım mı?

Bu ağlama da nedir öyle?’

Âdem şöyle cevap vermiş:

‘Ey Cebrail! Beni ağlamaktan uzak tutacak nedir ki?

Ben Rabbime komşuluktan uzaklaştırıldım.’

Cebrail şöyle demiş:

‘Ey Âdem! Şu kelimeleri söylersen Allah Teâlâ günahına mağfiret edip tövbeni kabul eder.’

Hz. Âdem ‘Onlar nelerdir?’ diye sorunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle cevap vermiş:

‘Allah Teâlâ’m! Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ve onun ailesinin hakkı için senden isterim.

Allah Teâlâ’m! Seni tenzih ederim, sana hamd ederim.

Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, günahları senden başkası bağışlayamaz, sen merhametlilerin en hayırlısısın.

Allah Teâlâ’m! Seni tenzih ederim, senden başka ilah yok!

Bir kötülük işledim, kendime zulmettim. Benim tövbemi kabul et çünkü tövbeleri kabul eden ve merhamet eden sensin.

Allah Teâlâ’m! Sana hamdederim, senden başka ilah yok.

Bir kötülük işledim, kendime zulmettim, mağfiret eyle, mağfiret edenlerin en hayırlısısın. İşte Âdem’in kelimeleri bunlardı.’

-Ey Ali!

 Ev yılanlarına dokunmanı yasaklarım; yassı ve kuyruğu kesikler hariç! Onlar iki şeytandır. Yolunda yılan gördüğünde, üç kez ‘yolumdan çık’ demeden onu öldürme; dördüncüyü söyledikten sonra öldürebilirsin.

-Ey Ali!

 Yolda bir yılan gördüğünde, onu öldür. Ben cinlere yolda yılan suretinde görünmemeleri şeklinde şart koştum. Kim yılan suretinde görünürse, kendisini ölüme atmış demektir:

-Ey Ali!

 Dört özellik bedbahtlık özelliğidir: Göz katılığı, kalp katılığı, uzun emel ve dünya sevgisi!

-Ey Ali!

 Dört özellikten seni sakındırırım: Kuvvetli haset, hırs, yalan ve öfke.

-Ey Ali!

 İnsanların en kötüsünün kim olduğunu sana bildireyim mi?’

Şöyle dedim:

‘Evet, ey Allah Teâlâ’nın peygamberi, bildir!’

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘tek başına yolculuk yapan, misafirine cimrilik yapan ve kölesini döven kişidir’ dedi. Ardından ekledi:

‘Bütün bunlardan daha kötüsünü bildireyim mi?’

‘Bildir ey Allah Teâlâ’nın peygamberi’ dedim.

‘Bütün bunlardan daha kötüsü kendisinden hayır beklenmeyen ve kötülüğünden emin olunmayan kişidir’ dedi.

-Ey Ali!

 Cenaze namazı kılarken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! bu senin kulun ve kulunun oğludur. Henüz bir şey değilken yaratılıştaki hikmetin ona işlemiştir. O sana misafir gelmiştir, sen onun yerleşeceği en hayırlı menzilsin. Allah Teâlâ’m! Onun delilini ortaya koy, peygamberine kat, sabit bir sözle onu sabit kıl. O sana muhtaç iken Sen kendisinden müstağnisin. O, ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ diye kelime-i şehadet getirirdi. Onu bağışla, merhamet eyle, sevabından „ mahrum kılma, bizi ondan sonra fitneye düşürme. Allah Teâlâ’m! Temiz birisiyse temizliğini artır, hatalıysa günahlarını bağışla.’

-Ey Ali!

 Bir kadının cenaze namazını kılınca şöyle dua et: ‘Allah Teâlâ’m! Sen onu yarattın, onu sevdin, onun sahibisin, gizlisini ve açığını bilensin. Biz şefaatçi ve duacı olarak sana geldik. Bu kadını bağışla, merhamet et, ecrinden mahrum bırakma, bizi onun ardından fitneye düşür-me.’ Çocuğun namazını kılınca şöyle dua et: ‘Allah Teâlâ’m! Onu anne ve babasının takipçisi yap, o ikisine sabır ver, çocuğu onların öncüsü kıl, onlara nur ver. Bu çocuğu onlar için nur kıl, anne-babasını cennete koy, onları çocuğun ecrinden mahrum bırakma.’

-Ey Ali!

 Abdest alırken şöyle de: ‘Allah Teâlâ’m! Abdesti tam almayı, mağfiretini tam elde etmeyi diliyorum.’

-Ey Ali!

Mümin kul kırk seneyi yaşadığında, Allah Teâlâ onu üç beladan emin kılar: Delirme, cüzzam ve abraş hastalığı.

Altmışa geldiğinde, ahirete yüz dönmüştür artık. Altmıştan sonra Allah Teâlâ ona sevdiği işlerde kendisine yönelmeyi nasip eder.

Yetmişe geldiğinde, gök ehli ile yeryüzündeki Salihler onu severler.

Seksene geldiğinde, iyilikleri yazılır, günahları silinir.

Doksana geldiğinde, geçmiş ve gelecek günahları bağışlanır.

Yüz yaşına geldiğinde, onun adı gökte ‘Allah Teâlâ’nın yerdeki esiri’ diye yazılır.

-Ey Ali!

 Tavsiyemi dinle, sen Hakk üzeresin, Hakk da seninle beraberdir.

Otuyedinci Sifr, c.XVIII, sh: 336-344

Kaynaklar:

Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye

Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul

 


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar