Print Friendly and PDF

Hz. ALİ kerrem'allahü veche radiyallâhü anh


Orijinal Adı: Ali Kist

Yazar: Fazlullah KUMPANİ

Hazırlayan: Bahri AKYOL

Hamd ve sena, yaratığın uyumlu bedenine varlık elbisesini giy­diren ve sonsuz kudret tecellilerini tabiat eserlerinde sergileyen Allah’a mahsustur.

O belirsiz ki, hayal kuşu, O’nun azametinin sonsuz fezasında u- çamaz ve akıllar O’nun sonsuz ebediyet sahrasında seyredemez.

İnsanları hidayet etmek için din hidayetçilerini birer nurlu me­şale misali yol üzerine dikip insanlığın toplumsal düzenini onların hüküm ve kanunlarını uygulamaya bağımlı kıldı.

Sonsuz salat ve selam, insanlık aleminin eğiticileri, tevhid ve hakikat yolu önderleri olan risalet ve velayet ailesine olsun.

Aziz okurlar elinizde bulunan bu kitap öyle bir şahsiyetin hayat öyküsünü konu edinmiştir ki, şüphesiz tarih hiç kimse hakkında bunca fazilet kaydetmemiş ve yaratılış kalemi alemin renkli sayfa­sında böyle güzel bir tasvir çizmemiştir.

Her ne kadar Hz. Emir-ül Mü’ıninin Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hayatı ve özel­likleriyle ilgili çok geniş incelemeler yapılmış ve konu hakkında yazılmış olan bir çok kitap yayınlanmışsa da bu kitap, O hazreti daha iyi tanıtmak amacıyla sade bir şekilde hazırlanmış ve aşağıda belirtilen noktalar bu kitabın yazımında dikkate alınmıştır:

1-            Kitapta kullanılan cümlelerin güzel ve açık olmalarının yanı sıra sade ve akıcı olmalarına dikkat edilmiş ve alışılmamış keli­melerle karmaşık cümlelerin kullanımından kaçınılmıştır.

2-            Kitapta yer alan konular hiç bir taassup ve art- niyetlilik gö­zetilmeksizin incelemeye dayalı olarak yazılmış ve bu günkü ilmin kabul etmediği delilsiz sözler ve zayıf hadislere yer verilmemiştir.

3-            Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın, Peygamberi Ekrem (salla'llâhü aleyhi ve sellem)’den hemen sonra aralıksız olarak halife olduğu konusunu ispatlarken, hiç bir taassup ve duygusallığa kapılmadan genel olarak Şia kaynaklarına baş vurmaktan sakınılmış ve bu konuda her türlü mazeret ve bahane yolunu kapatmak amacıyla yalnızca Ehl-i Sünnetin muteber kitap­larında yaralan sözlerden yararlanılmıştır.

4-            Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın imameti konusunda Ehl-i Sünnetçe de kabul edilen ayet ve hadislere ilave olarak diğer kitaplarda fazla dikkate alınmayan iki akli delile de deyinilmiştir.

5-            Şia’nın inançlarını ispatlamakta gerekli olan bazı önemli ko­nular Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarından faydalanılarak yazılmış ve onların senetleri dipnotlarda belirtilmiştir. |

Yukarıda zikrettiğimiz noktaları nazara alarak Hak Teala’nın sonsuz lütuflan ümidiyle ve Hz. Emir’ül Mü’ıninin Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın mukaddes ruhlarından imdat dileyerek kitabın konuları aşağıda belirtilen şekilde düzenlenmiştir:

1.            Bölüm: Hz. Ali’nin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hayatta bulun­duğu dönemdeki yaşantısı.

2.            Bölüm: Hz. Ali’nin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin vefatından son­raki dönemdeki yaşantısı.

3.            Bölüm: Hz. Ali’nin hilafet dönemi.

4.            Bölüm: Hz. Ali’nin kişiliği ve ahlaki üstünlükleri.

5.            Bölüm: Hz. Ali’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hemen ardından halife olduğunun ispatı.

6.            Bölüm: Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın ashap ve evlatları.

7.            Bölüm: Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın sözlerinden seçmeler.
(Not: Bu yayında sadece birinci bölüm alındı. Çünkü diğer bölümlerde aşırı üzüntü veren konular olduğundan iç yangınıma neden olduğundan eklemek istemedim. İhramcizade)

Burada şunu da belirtmeliyiz ki, bu kitabın birinci baskısı 1958 yılında gerçekleşmiştir ve şimdiye kadar aziz okurların gösterdiği ilgiden dolayı dokuz baskı yapmıştır. Bu baskılar neticesinde kita­bın bazı harf ve kelimeleri kolaylılıkla okunamaz bir duruma gel­miş ve kitabın yemden dizgiye alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bu yüzden yazar bunu bir fırsat bilerek kitabın baskısından önce onun içeriğini tekrar gözden geçirmiş, muteber kaynaklara baş vurarak ona birtakım yeni ve değerli konuları da ilave etmiştir. Ayrıca kita­bın yazılış yönteminde de bir takım değişiklikler yapmıştır. Dolayı­sıyla kitabın onuncu baskısı önceki baskılara nazaran incelik ve nitelik açısından belirgin bir fark kazanmış ve kitabın çekiciliği bir kaç kat daha artmıştır. Böylelikle velayet şahı Mevla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhın sevgisini kalplerinde taşıyanların, tarihin o eşsiz şahsiyeti­nin iftiharlarla dolu yaşantısı hakkında daha fazla bilgi edinmeleri için oldukça gayret, sarf edilmiştir. Dolayısıyla elinizde bulunan bu kitap aslına sadık kalınarak içeriği yeniden gözden geçirilip basiret sahiplerine takdim edilmiştir. Bu vesileyle yaratılış aleminin o bü­yük ve engin şahsiyetinin tanınmasında küçük de olsa bir adım da­ha atılmış olur inşallah. Gerçi onu tam anlamıyla tanımak Allah ve Resulünden gayri hiç kimse için mümkün değildir.

Nitekim Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Hz. Ali’ye hitaben şöyle buyuruyor: “Seni, Al­lah’tan ve benden başka kimse hakkıyla tanıyamaz”

Ama yine de bu kitabı okumak aziz okurlar için tam anlamıyla yeterli olmasa da faydasız da olmayacak ve en azından bin konudan bir konuya açıklık getirecektir. “Denizin suyunu tümüyle içmek mümkün de­ğildir, ama susuzluk miktarınca tatmak gereklidir.” (Farsça bir ata­sözü) Muvaffakiyet Allah’tandır ve O’na tevekkül edilir.

Fazlullah KUMPANİ “1979 M. 1357 H. Ş.”

BİRİNCİ BÖLÜM

HZ. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem)’İN DÖNEMİNDE HZ. ALİ 

Annesi onu (Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) Allah’ın hareminde doğurdu.

Kabe ve Mescid onun avlusu olduğu halde.

Onun temiz elbiseli olan nurlu annesi idi.

O annenin yavrusu ve doğurduğu yer de tertemiz idi.

Doğumu ve Soyu

Bugün Kabe nazar ehlinin seyir yeridir.

Ki hak sarayından Allah’ın nuru parlamaktadır.

Çıktı kıbleden bir kıble gösteren ki.

Nazar sahibi halkın kalbinde olan her ne varsa ondadır.

Yoksa rüzgar çimenlikten gül kokusu mu getiriyor?

Ki seher rüzgarı gibi fezaya ıtır yaymaktadır.

Yoksa haremin ahusu miskli karnını mı açmış?

Ki bütün gökte ıslak misk yayılmaktadır.

Aşıklar sevinçten ayrı bir şölen açmışlar.

Arifler neşeden ayrı bir havaya girmişler.

Göklerde parlak yıldızlar sanki.

Sevinçten yüze akan göz yaşlarıdırlar.

Esed’in kızı Fatıma, bir oğlan doğurmuş aslan gibi.

Ki bütün tilkiler o aslandan kaygıdadırlar.

Geldi o varlık merkezinin parlayan meşalesi.

Ki onun aşkının ateşi her yerde alevlenmektedir.

Cihanın adalet isteyenlerine haremden müjde geldi.

Ki görünen adalet padişahının kutlu ordusudur.

Nasıl bir yüz ki gündüz güneş gibi parlıyor.

Nasıl bir alın ki geceleyin ay gibi nur saçıyor.

Felekten daha yüce bir yücelik yıldızlardan daha çok bir ilim.

Nimeti sınırsız, varlığının keremi sayısız.

Kazânm emir çizgisine başını teslim eder.

Kaderin kendine itaatkar kul olduğu kimse.

Hilafet elbisesine ondan gayri kim layık olabilir?

Ki herkesten daha yüce, daha bilgili daha layıktır.

İslam Ali’nin pazusuyla güçlendi.

Tevhid ağacı Ali’nin kılıcıyla meyve verdi.

Kulluk için mihrapta secdeye kapanır.

Ne zaman Allah’ın aslanı zulüm kılıcından çekinir?

Edeple o hacetler kıblesi önünde yüzünü yere koy.

Ki şahlar köleler gibi o kapının toprağına alın koyarlar.[1]

Tarih yazarları, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhın, otuzuncu fil yılında[2] Recep ayı­nın on üçünde şaşılacak bir şekilde Kâbe’nin içinde doğduğunu yazıyorlar.

Araştırmacı bir alim olan Hüccet-ül İslam Nayyir bu konuda şöyle diyor:

Ey o kimse ki Kabe senin yuvandır.

Ve Betha senin eşsiz cevherinin sedefidir.

Eğer senin doğumun Kâbe’de olduysa bunda şaşılacak ne var.

Ey İbrahim’in soyu Kâbe senin kendi evindir.

Hz. Ali’nin babası Ebu Talip’tir. O, Abdulmuttalib’in oğludur. O da Haşim b. Abdu Menaf’ın oğludur. Annesi ise Haşim oğlu Esed’in kızı Fatma’dır. Dolayısıyla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  her iki taraftan da Haşim soyundandır.[3]

Ama Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın doğumu diğer çocuklar gibi normal bir şe­kilde olmamış, aksine bir takım şaşılacak ve manevi değişimlerle birlikte vuku bulmuştur. Hazretin annesi Allah’a inanan ve Hz. İbrahim (aleyhisselâms)’ın hanif dinine göre amel eden bir hanım idi. Sürekli Allah-u Teala’nın dergahına el açıp münacat ederek doğum yapma­yı kendisine kolay kılmasını niyaz ederdi. Zira Hz. Ali’ye hamile olduğu günden beri kendisini İlahi nur içerisinde görüyordu sanki melekuttan kendisine bu mevlud’un diğer çocuklardan farklı oldu­ğu ilham olmuştu.

Şeyh Saduk ve Fettal-i Nişaburi Yezid b. Kâbe’den şöyle dedi­ğini rivayet ediyorlar:

“Ben, Abbas b. Abdulmuttalip ve Abdül Uzza’dan bir grup Kâbe’nin kenarında oturmuştuk. Bu arada Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın annesi olan Esed’in kızı Fatıma doğum sancısı tuttuğu bir halde gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ım, ben sana ve senin tarafından gelen peygamber­lere ve kitaplara inanıyorum. Ben ceddim İbrahim’in söylediklerini kabul ediyorum. Bu Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) yapan da odur. Bu evi yapanın ve karnımda olan çocuğun hakkı hürmetine onun doğumu­nu bana kolay kıl.”

Yezid b. Ka’nep şöyle diyor:

Biz kendi gözümüzle Kâbe’nin arka taraftan yarıldığını ve Fatma’nın Kâbe’nin içerisine girip gözümüzden kaybolduğunu gördük, sonra Kâbe’nin duvarı birleşerek eski halini aldı. Biz Kâbe’nin kapısının kilidini açmak istedik ama açılmadı. Bunun üzeri­ne bu işin Allah tarafından olduğunu anladık. Fatıma dört gün son­ra ellerinde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  olduğu halde Kâbe’den çıkıp geldi ve şöyle dedi: “Ben bütün geçmiş kadınlardan daha üstünüm. Zira Asya Allah’a tapmanın korkulu olduğu bir yerde Allah’a gizli ola­rak ibadet etti. îmran’ın kızı Meryem ise elleriyle kurumuş bir hurma ağacım silkerek ondan taze hurma toplayıp yedi. Ancak Beyt’ül Mukaddeste doğum sancısı tutunca ona şöyle nida edildi: “Buradan çık, burası ibadet yeridir, doğum yeri değil.” Fakat ben Allah’ın evine girdim. Cennet meyvelerinden ve yapraklarından yedim. Dışarı gelmek istediğimde ise bir münadi bana şöyle ses­lendi: “Ey Fatıma !Onun ismini Ali koy. Zira o Ali (yüce)’dir ve Aliyyül Allah olan Allah-u Teala buyuruyor ki; “Ben onun ismini kendi ismimden aldım, onu kendi huylarımla huylandırdım ve ona ilmimin sırrını öğrettim. Putları benim evimden kıracak olan odur ve benim evimin üzerinde ezan okuyup beni ululayacak olan odur. Onu sevip emirlerine uyan kimseye ne mutlu, ona düşman olup emirlerine karşı çıkan kimseye de yazıklar olsun.”[4]

Emir-ül müminin Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a Kâbe’nin içinde doğma sonucu nasip olan iftihar ister geçmişte ve isterse gelecekte hiç kimseye nasip olmamış ve olmayacaktır da. Bu öyle açık bir gerçektir ki, Ehl-i sünnet alimleri dahi onu kabul etmişlerdir. Nitekim îbn-i Sabbağ-i Maliki Fusul-ül Muhimme adlı kitabında şöyle yazıyor:

“Ondan “(Ali’den)” önce hiç bir kimse Kâbe’de doğmamıştır. Bu, Allah-u Teala’nın onun bulunup, makamını yüceltmek ve aza­metini belirtmek için ona has kıldığı bir fazilettir.”[5]

Bihar’ul Envar kitabının 9. cildinde Hz. Ali’nin Ali ismiyle ad­landırılmasının sebebiyle ilgili şöyle yazıyor: “Ebu Talip çocuğu annesinden alınca onu bağrına basıp Hz. Ali’nin annesi Fatıma’nın elinden tutarak Kâbe’nin yanına geldi ve Allah-u Teala’ya şöyle münacat etti: Ey bu kapkaranlık gecenin Rabbi ve ey aydınlık saçan dolunayın Rabbi bize kesin hükmünü açıkla. Bu çocuğun ismi hak­kında nazarın nedir?

Bu arada gayp aleminden şöyle bir nida geldi:

Siz ikiniz tertemiz çocuğa mahsus kılındınız?

O tertemiz seçilmiş ve sevilen çocuktur.

Onun ismi yüce olan Allah’tan Ali’dir.

Ali, Aliyy-ül A’la’dan ahnmıştır(türemiştir).

/

Ehl-i Sünnetin büyük alimleri de bu konuya değinmişlerdir. Muhammed b. Yusuf El-Genci El-Şafii Kifayet-üt Talib adlı kita­bında az bir farkla şöyle yazıyor:

Hz. Ebu Talib’in cevabında şöyle bir nida yükseldi:

Ey seçilmiş peygamber’in Ehl-i Beyti, siz masum çocuğa mah­sus kılındınız.

Onun ismi Aliyy- ül A’la’dan alman (türeyen) Alidir.” [6]

Bazı rivayetlerde de şöyle nakledilmiştir:

Esed’in kızı Fatıma, doğumdan sonra “henüz gaybi nida tarafın­dan hazretin ismi Ali bırakılmadan önce” onun ismini Haydar ko­yarak çocuğu belleyip kocasına verirken şöyle demiştir: Al bunu, bu Haydar’dır işte bundan dolayı, Hazret Hayber savaşında Yahudilerin ünlü pehlivanı Merhaba şöyle seslendi:

“Ben o kimseyim ki, annem ismimi Haydar koymuştur. Orman­daki aslan gibi pek güçlüyüm.”

Hazretin ismi Ali koyulduktan sonra, Haydar ismi onun diğer lakapları arasında yer aldı. Hazretin ünlü lakapları olarak,” Hay­dar,” “Esedullah” “Mürtaza,” Emir-ül mü’ıninin” ve “Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kardeşi” lakaplarını sayabiliriz. Ebu’l- Hasan ve Ebu Turab ise Hazretin künyeleri idi.

Yukarıdaki rivayetlerden Ebu Talip ve Esed’in kızı Fatıma’nın Allah’a inandıkları ve İslam dinini kabul ettikleri anlaşılıyor. Zira cahiliyet döneminde bile onlar çocuklarının isminin koyulması için Allah Teala’ya dua ediyorlardı. Esed’in kızı Fatıma Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı adete annelik yapmıştır ve bu insan Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme iman getirip Medine’ye hicret eden ilk gruplar arasında yer almıştır. Ve­fat ettiğinde de Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gömleğini ona kefen yapmış ve ona namaz kılmıştır. Onu kabir azabından kurtarmak için onu mezara koymadan önce kendisi onun mezarında yatmış ve bizzat kendisi ona telkin verip dua etmiştir.[7]

Aynı şekilde Hz. Hz. Ebu Talib de Allah’a inanan biri idi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğe seçilmesinden sonra onun peygam­berliğine inanmıştır. Ancak Kureyş kabilesinin ileri geleni oldu­ğundan dolayı maslahat icabı kendi imanını açığa vurmamıştır. Şeyh Saduk Amali adli kitabında şöyle yazıyor: Adamın biri îbn-i Abbas’a; şöyle dedi: Ey Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin amcası oğlu!? Acaba Ebu Talip İslam dinini kabul etmiş miydi? İbn-i Abbas ona şöyle cevap verdi: Nasıl olur da iman etmemiş olabilir? Oysa ki o, şöyle diyor­du: Şüphesiz (Mekke müşrikleri Hz. Muhammed salla'llâhü aleyhi ve sellemin) bizim katı­mızda yalanlanmadığını bilmiş oldular, o batıl sözlere de itina et­mez.”

Hz. Ebu Talib’in misali Ashab-ı Kehfın misaline benzer ki zahirde müşrik görünürken imanlarını kalplerinde gizliyorlardı. Dolayısıyla Allah Teala onlara iki sevap verdi; biri iman getirdiklerinden dola­yı bir de takiyye yapıp imanlarını gizlemelerinden dolayı idi. İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: “Hz. Ebu Talib’in değeri Ashab-ı Kehf’in misalina benzer ki, onlar kalben iman getirdikleri halde zahirde müşrik görünüyorlardı, Allah da onlara iki sevap verdi.”[8]

Ebu Talip’den Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin övgüsünde söylenen bir çok şiir bize ulaşmıştır. Onların içeriğinden Hz. Ebu Talib’in İslam dinini kabul etmiş olduğu apaçık anlaşılmaktadır. Nitekim Ebu Talip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme hitaben söylediği bir şiirinde şöyle diyor:

Beni davet ettin, ben senin istediğini bilmekteyim.

Şüphesiz sen doğru konuşuyorsun, önceden de Emin’ din.

Bir dini andın ki şüphesiz o din.

İnsanlara gelen en hayırlı dindir.”[9]

İmam Sadık (aleyhisselâm)’a, bazılarının Hz. Ebu Talib’in iman getirmeyip kafir olarak öldüğü kanaatında olduklarını söylediklerinde İmam (aleyhisselâm) şöyle dedi: Onlar yalan söylüyorlar. O “Acaba Muhammed’in Musa gibi bir peygamber oluşunu geçmiş kitaplarda yazılmış bul­duğumuzu biliyor muydunuz?”  dediği halde nasıl kafir olabilir­di?

Şeyh Süleyman Balhi Meveddet adlı kitabında Ebu Talip hak­kında şöyle yazıyor:

“Ebu Talip peygamber’in koruyucusu ve yardımcısı idi. Onu çok severdi, Peygamberi kendi himayesine alan ve terbiye eden odur.

Peygamberin peygamberliğine ve resul olduğuna inanıp onu tasdik ederdi. Peygamberin methinde bir çok şiirler söylemiştir.”[10] [11]

“Hz. Ebu Talib’in iman ettiğini ispatlamak için dini kitaplarda bir çok deliller vardır ve hatta “Kureyş’in Mümini Ebu Talip” kitabı gibi bu konuda müstakil kitaplar da yazılmıştır.

Evet Hz. Ali’nin Kâbe’nin içinde doğmuş olması, Beni Haşim’in iftiharlarına bir iftihar daha katmıştır. Arap ve Arap ol­mayan şairler bu konuda bir çok şiirler söylemişlerdir. Bu bölümü, Seyyid Himyeri’nin konuyla ilgili söylemiş olduğu bir şiirle bitiri­yorum:

Annesi onu (Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhi) Allah’ın hareminde doğurdu.

Kabe ve mescid onun avlusu olduğu halde.

Onun temiz elbiseli olan nurlu annesi pak idi

O annenin yavrusu ve doğurduğu yer de tertemiz, idi.

Öyle bir gecede ki onun uğursuz yıldızları gaip idi.

Dolunayla birlikte yıldız belirmişti.

Ebelerin bezlerine onun benzeri sarılmamıştır

Amine’nin oğlu Muhammed peygamberin dışında”.[12]

“Benim Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme olan soy yakınlığımı ve özel mevkimi bili­yorsunuz. Ben henüz küçük çocukken bana kendi odasında yer ver­di. Beni bağrına basıyor ve beni yatağında kendi yanında yatırıyor­du...”

Nehc’ül Belağa- Kasia hutbesi

HZ. ALİ kerrem'allahü veche radiyallâhü anhın İLK EĞİTİMİ

Hz. Ali’nin Babası Hz. Ebu Talip Kureyş kabilesi içerisinde mevki sahibi ve sayılan biri idi. Çocuklarının terbiyesi hususunda gereken dikkati gösterir, onları takva ve fazilet sahibi olarak yetiştirirdi. Arap gelenekleri gereği onlara küçük yaştan at binme, güreş ve ok atma metodunu öğretiyordu.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  çocuk yaşta babasını kaybettiğinden bü­yük babası Abdülmuttalib’in himayesi altında idi. Abd-ül Muttalib de vefat edince Hz. Ebu Talip kardeşi oğluna sevgi kucağını açarak onun bakım sorumluluğunu kendi üzerine aldı.

Hz. Ebu Talib’in hanımı olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın annesi, Esed’in kızı Fatıma da Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı bir anne gibi şefkatli idi. Bu yüz­den o vefat ettiğinde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da Hz. Ali gibi çok üzülmüş ve kendi gömleğini ona kefen yapmıştı.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  amcası Hz. Hz. Ebu Talib’in evinde büyüdü­ğünden fedakarlıkları ve çektiği zahmetler karşılığında O’na teşek­kür etmek fikrindeydi. Bu yüzden mümkün olan bir yolla amcasına yardımda bulunmak istiyordu.

Tesadüfen Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  altı yaşında iken o yıl Mekke’de çok bü­yük bir kıtlık oldu. Hz. Ebu Talib’in çocuklarının sayısı fazla olduğun­dan dolayı onların geçimini sağlamak ona zorlaşmıştı. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  altı yaşında olan Hz. Ali’yi geçimini sağlama bahanesiyle babasından alarak, O hazretin eğitimini üstlendi.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , amcası Hz. Ebu Talip ve hanımı Esed kızı Fatıma’nin himayesinde büyüdüğü gibi Ali de Hz. peygamber ve hanımı Hatice’nin yanında büyüdü. Onlar Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a şefkatli bir anne ve baba gibi davranıyorlardı. İbni Sebbağ, Fusul-ül Mühimme adlı kitabında ve merhum Allame Meclisi, Bihar-ül Envar kitabında şöyle yazıyorlar:

Mekke’de kıtlık olduğu yıl Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, büyük servet sahibi olan amcası Abbas b. Abd-ül Müttalib’in yanma gelip şöyle buyur­du: “Kardeşin çoluk çocuk sahibidir ve şimdi zor durumdadır. İn­sanın akrabası ve yakınları insana yardım etmek açısından herkes­ten daha önde gelir. Gel onun yanma gidip de omuzundan bir ağır­lığı kaldıralım. Her birimiz onun çocuklarından birini evimize gö­türüp geçimini temin edelim ve yaşantıyı Hz. Ebu Talib’e kolaylaştıra­lım” Abbas: “Evet olsun, gerçekten de bu büyük bir fazilet ve sıla-i rahimdir” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Talib’i ziyaret edip, kararlarını ona bildirdiler. Ebu Talip de; Talip ve Akil’i, bir ayrı rivayete göre de Akil’i bana bırakın hangisini alıp götürürseniz götürün dedi. Bunun üzerine Abbas Caferi, Hamza Talibi ve Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı kendileriyle birlikte götürdüler”[13]

Burada şu noktayı da hatırlatmak gerekiyor ki, Hz. Ebu Talib’in ço­cukları arasında Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ile diğerleri mukayese edilemez. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali’yi babasından alıp kendi evine götürdüğünde söz konusu olan akrabalık bağı ve himaye altına alma meselesine ilave olarak o ikisi arasında çok güçlü bir bağ mevcuttu, öyle ki bu olayı güneşe kavuşan bir nur parçası veya denizde kaybolan bir su misaline benzetmek mümkündür. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem yap­mış olduğu bu güzel seçiminden dolayı çok hoşnut idi. Çünkü: “Ali’nin kadrini ancak Peygamber, Altının değerini de ancak Sarraf bilir.

Açıktır ki, hakkında “ona güçlü kuvvet sahibi, ilim öğretmiş­tir”[14] ayeti nazil olup bizzat ilahi mektepte eğitilmiş olan “Beni Rabbim eğitti ve güzel de eğitti” buyuran Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gibi bir öğ­retmen ve eğiticiye Ali gibi bir öğrenci gerekirdi.

Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  küçüklükten Hz. Peygamberin sevgi ve şefkatine şayan olmuştur. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’e karşı kalbinde benzeri bulunmayan bir sevgi ve ilgi taşıyordu. Onların arasında bulunan bağ asla kopmayacak güçlü bir bağdı. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  bir gölge gibi sürekli Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’le birlikte hareket ediyordu. O doğ­rudan doğruya peygamberin eğitimi altında bulunup bütün durum ve hallerde onun inanç ve davranışlarından ders alıyordu. Öyle ki kısa bir süre içerisinde o Hazretin bütün huylarını öğrendi ve onları kendinde uyguladı.

İnsanın yaşantısı bir kaç döneme bölünür. İnsan o dönemlerin her birinde yaşının gerektirdiği bir takım işleri yapar. Mesela insa­nın çocukluk dönemi bir takım özel hal ve hareketleri gerektirir. Fakat Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  diğer normal çocukların aksine çocukluk döne­minde asla çocuksal oyunların peşine gitmedi. O bu gibi işlerden devamlı sakınıyordu. Aksine çocukluk döneminden itibaren bü­yüklük fikrinde idi. O çocukluk zamanından itibaren manevi bir erginliği ve ilahi bir azameti sergiliyordu.

Hz. Ali sekiz yaşına kadar Hz. Peygamberin himayesinde kal­dıktan sonra babasının evine dönmüştür. Ancak bu onu peygam­berle birlikte olmaktan alıkoymamıştır. Baba evine dönüş sadece bir dış görüntü idi. Yine Hz. Ali vaktinin çoğunu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la geçiriyordu. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da Hz. Ebu Talib’in ona göstermiş olduğu şefkati kalbinde taşıyor ve onu Ali’ye aksettiriyordu. Hz. Peygam­ber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahip olduğu üstün ahlak, fazilet ve ruhi yücelikleri A- li’ye aktararak onu eğitiyordu. Böylece Hz. Ali’nin çocukluk dö­nemi, Peygamberin bi’setine kadar O Hazretin himayesi altında geçmiştir. İşte bu eğitim ve öğretim O hazretin herkesten daha önce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamber olduğuna inanıp onun davetini kabul etmesine ve ömrünün sonuna kadar da devamlı olarak hak yolunda fedakarlığa hazır olmasına zemin hazırlamıştır. Bu konuda kendisi şöyle buyuruyor:

“Henüz küçük çocukken, buluğ çağma ermeden hepinizden önce İslam dinini kabul ettim.”

BİSET ZAMANINDA HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)

Bu bölümde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın biset dönemindeki yaşantısı konu­suna girmeden önce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bisetine kısaca de­ğinmek gerektiğinden, önce O Hazretin biseti hakkında kısaca bir açıklama yapacağız daha sonra Hz. İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın bu dönemde­ki önemli rolü üzerinde duracağız.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , gençlik döneminde genellikle o günün çirkinliklerle dolu toplumundan uzaklaşarak yalnız başına tefekkür ve ibadetle meşgul olarak vaktini yaratılış düzeni, tabiatın genel kanunları ve varlık aleminin sırları üzerinde inceleme yapmakla geçiri yordu.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  kırk yaşma ulaştığında ibadet yeri olan Hira dağında, ebediyet nurundan bir ışık O’nun mübarek kalbini aydınlattı ve yaratılışın gizli sırlarından bir kapı hazretin yüzüne açıldı. Mübarek dili hakikat sırrını konuşmaya başladı. Daha sonra halkı hidayet ve irşad etmekle görevlendirildi. Bundan sonra artık Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  karşılaştığı her şeyde hakikatin kokusunu hisse­diyor ve bulunduğu her yerde ve gördüğü her şeyde hakikat nurunu müşahede ediyordu. Coşkun bir kalbe sahipti ama aynı zamanda dili suskundu. Fakat melekuti siması şairin şu beytinde belirttiği gerçeğe mazhar idi:

Ben yorgun yüreklinin içinde bilmem ne var ki,

Ben susmuşum ama o nale ve figan etmektedir.

Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  bazen kendi sırrını Hatice’ye açıyor ve diğer kimselerden gizliyordu. O da Hazrete kendi sözleriyle yardımcı olmaya çalışıyordu. Durum bir süre böyle devam etti. Ancak bir gün Hira dağında bir sesin şöyle seslendiğini duydu:

Ey Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) oku!

- Ne okuyayım?

-Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. O insanı pıhtılaşmış bir kandan yaratmıştır. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.”[15]

Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin mübarek kalbine gayıp aleminden İlahi nur saçıl­maya başlayınca Hazret titremeye başladı ve Hira dağından ayrıldı. Ancak her nereye baksa o nuru görüyordu. Mustarip bir halde evine geldi. Ancak mübarek vücudu titriyordu. Hatice’ye benim üzerimi ört dedi. Hatice hemen hazretin üzerini örttü. Bu halde Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem uykuya daldı. Ancak kendine gelir gelmez şu ayetlerin nazil oldu­ğunu far ketti:

“Ey bürünüp örtünen, kalk (ve) bundan böyle uyarıp korkut. Rabbini yücelt. Elbiseni de temizle. Pisliklerden (putlardan) kaçı­nıp uzaklaş. Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma. Rabbin için sabret” [16]

Fakat böyle bir daveti yaymak kolaylıkla mümkün değildi. Zira bu inanç sistemi Arap kavminin ve diğer milletlerin itikadı ilkele­riyle çelişiyordu. Bu davet Arap milleti başta olmak üzere bütün insanların toplumsal ve dini açıdan kutsal saydıkları şeyleri aşağı­lıyordu.

Bu yüzden, ister yakın ve isterse de uzaktan bu daveti duyan herkes Ona karşı cephe alıp muhalefet etmeğe başladı. Hatta Hazretin yakın akrabaları bile O’na karşı çıkıp alaya aldılar. Ancak bütün bunlara rağmen ilahi cazibe Hazretin bütün varlığını sarmış ve Hazret de bu büyük ilahi nimete karşı Hak Teala’ya senada bu­lunmakla meşguldü. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğe seçildiğinden haberdar olduğu ilk andan itibaren İslam dinini kabul ederek Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin itaatine koyuldu. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  erkeklerden Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme iman eden ilk şahıstır. Bu bütün, Ehl-i sünnet ta­rih ve hadis yazarlarının tasdik ettikleri bir gerçektir. Nitekim Muhibbuddin Taberi Zehair’ul Ukba kitabında İkinci Halife’den şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Ben, Ebu Ubeyde, Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh) ve bir grup cemaat birlikte idik. Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Ali b. Hz. Ebu Talib’in omuzuna vura­rak şöyle dedi: “Ey Ali! Sen müminlerin ilk iman getirenisin ve sen Müslümanların ilk İslâmî kabul edenisin ve sen bana oranla Harun’un Musa’ya oranla olan mevkisine sahipsin”16 [17]

Yine tarihçilerin kaydettiğine göre: Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Pazartesi gü­nü peygamber olmuş. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ise salı günü İslâmî kabul etmiş­tir.”[18]

Yine Süleynıan-i Belhi Yenabi-ül Meveddet kitabının 12. bölü­münde Enes b. Malikten naklettiği bir hadiste Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu yazıyor: “Melekler, yedi yıl yalnızca bana ve Ali’ye salat gönderdiler (Allah’tan rahmet dilediler) zira bu süre içerisinde ben ve Ali’den başka la ilahe illallah diyen yoktu.[19]

Hazreti Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın kendisi de Muaviye’nin övünmesine cevap olarak gönderdiği şiir de kendisinin İslamı kabul eden ilk kimse olduğuna işaret ederek şöyle buyuruyor:

Hepinizden önce İslam’ı kabul ettim.

Oysa küçük çocuktum ve buluğ çağma ermemiştim[20]

Üstelik Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Allah’ın emri gereği kendi yakın akra­balarım davet edip resmen onları İslam dinine davet ettiği günde on yaşında olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden başka hiç kimse O’nun davetine o- lumlu cevap vermedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’de o mecliste Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanını kabul edip onu, mecliste hazır bulunanlara kendi­sinden sonra yerinde oturacak vasi ve halife olarak tanıttı. Tarih yazarları bu olayı şöyle kaydetmişlerdir:. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme “Yakın ak­rabalarını korkut”[21] ayeti nazik olunca, Hazret Abdülmuttalip ço­cuklarını davet edip onları Hz. Ebu Talibin evinde topladı. Onlar top­lam kırk kişi idiler, “Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  davetinin doğruluğunu ka­nıtlamak amacıyla bir mucize göstermek için bir koyun budunu 700 gram buğday ve üç kilo sütle pişirip yemek hazırlamalarını emretti. Oysa onlardan biri bunun bir kaç katını bir oturuşda yiyordu. Ye­mek hazırlandığında davet edilenler gülmeye başlayıp “Muhammed bir kişinin yemeğini bile hazırlamamıştır” dediler.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem: “Allah’ın ismiyle, yiyin” buyurdu. O yemeği yi­yip hepsi doyunca, Ebu Leheb: “Bu Muhammed’in size yaptığı bir sihir idi” dedi.

Bu arada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  ayağa kalkıp bir giriş konuşması yaptıktan sonra şöyle buyurdu: “Ey Abdülmüttalip oğulları! Allah- u Teala, beni bütün halka genel olarak ve size de özel olarak pey­gamber göndermiş ve bana “yakın akrabalarını korkut” emrini vermiştir. Ben de sizi dile hafif olup terazide ağır olan iki söze da­vet ediyorum. Eğer onları kabul ederseniz Arap ve gayri Araba ha­kim olursunuz ve bütün ümmet 1er sizin emriniz altında olurlar. Onlarla cennete girer ve onlarla cehennem ateşinden kurtulursunuz. O iki söz Allah’tan gayri bir mabudun olmadığına ve benim de o­nun elçisi olduğuna şehadet getirmektir. Her kim bu konuda (herkesten önce) benim davetime icabet eder ve bu risaleti gerçek­leştirmemde bana yardımcı olursa, benim kardeşim, vasim, vezi­rim, varisim ve benden sonra halifem olacaktır.” O mecliste hazır bulunanlardan on yaşında olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden başka hiç kimse cevap vermedi.

Evet Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin o mecliste konuşma yaptığı sırada Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh hakikati gören gözlerini O Hazretin mübarek gözüne dikmiş can kulağıyla O Hazretin mübarek sözlerini dinliyordu. İşte bu sı­rada yalnızca O Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh) ayağa kalktı ve şehadet kelimelerini açık­ça dile getirerek “Allah’tan gayri bir mabudun olmadığına ve senin de O’nun kulu ve Resulü olduğuna şehadet ederim.” dedi.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem:

“Ey Ali sen otur” buyurdu ve üç defa mezkur sözünü tekrarladı. Her üç defasında da Ali’den gayri O’nun daveti­ne icabet eden olmadı. Bunun üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem orada hazır olan cemaate şöyle buyurdu: “Bu sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve halifemdir.” Bazı kitaplarda da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın kendisine hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ey Ali sen benim karde­şim, vezirim, varisim ve benden sonra halifemsin” Abdülmuttalip oğulları meclisten kalkıp Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğini alaya alarak çekip gittiler. Ebu Leheb alaylı bir şekilde Hz. Ebu Talibe şöyle dedi: “Artık bundan sonra sen kendi kardeşinin oğluyla kendi oğ­luna itaat etmelisin” Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin mezkur İnzar ayeti gereği Abdülmuttalip ailesini Hak Teala’nın ibadetine davet ettiği güne İnzar günü denmektedir.[22]

Ehl-i Sünnetten bazıları, Hz. İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın İnzar günü ve ondan önce olan iman getirme konusunu önemsiz göstermek için şöyle diyorlar: Evet Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir radiya'llâhü anh ve diğerleri dahil olmak üzere herkesten önce iman getirmiştir. Ancak o zaman henüz Hz. Ali ergenlik çağına ermemişti ve teklifle yükümlü değildi. Dolayı­sıyla Hz. Ali’nin iman getirmesi akıl ve mantığa dayalı olmayıp sadece çocuksu bir taklit yüzünden olmuştur. Oysa ki Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh) ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) iman getirdikleri zamanda yaş ve akıl açısından kemal had­dinde olup anlayarak ve düşünerek Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’e iman ge­tirmişlerdir. Açıktır ki, akıl ve incelemeye dayanan bir iman çocuk­su taklide dayalı imandan üstündür.

Bu şüphenin cevabında şöyle diyoruz: Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı diğerleriyle kıyas etmek doğru değildir ve-gerçekte bu şüpheyi ortaya atanlar Mevlana’nın dediği gibi pakları kendileriyle kıyas etmişlerdir.

Evvela; buluğ çağma ermek şer’i hükümlerle yükümlü olmak açısından şarttır ama akli konularda şart değildir. Allah’ın birliğine ve Peygambere inanmak şer’i değil akli bir meseledir.

İkinci olarak; insanların yaşları ilerledikçe akıl güçleri de arta­caktır şeklinde bütün insanları kapsayan genel bir kaide yoktur. Bir çok insan vardır ki ömrünün ilk yıllarında kırk ve elli yaşında bu­lunan diğer insanlardan akıl ve mantık açısından daha güçlüdür. Özellikle de bu çocuk Allah-u Teala tarafından Ruh’ul Kudus’la teyit edilmiş olursa. Nitekim Hz. İsa (aleyhisselâm) yeni doğmuş çocuk oldu­ğu halde “Ben Allah’ın kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı demiştir.”[23]

Allah Teala Yahya Peygamber (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyuruyor:

“Ey Yahya kitabı (Tevrat’ı) kuvvetle al ve biz Ona küçük çocuk­ken hüküm (hikmet) verdik”[24]

Seyyid Himyeri İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın övgüsünde okuduğu bir şii­rinde bu konuya işaret ederek şöyle demiştir:

Küçük çocukken ona hidayet ve hikmet verildi.

Yahya’ya çocukluk gününde hikmet verildiği gibi.

Yine Hz. Yusuf peygamber’in hikayesini anlatan “Ve onun aile­sinden olan bir tanık tanıklık etti ki...” Yusuf suresi 26. ayetinin tefsirinde[25] müfessirler diyorlar ki:

Ayette geçen tanıktan maksat Züleyha’nın ailesinden olan küçük bir çocuktu. O halde küçük yaşta olmak aklın kemale ermediğine bir delil teşkil etmez.

Üçüncü olarak: Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın iman getirmesi diğerlerinin iman ge­tirmesiyle kıyaslanamaz. Zira Hz. Ali’nin imanı fıtrattan kaynakla­nıyordu, oysa diğerlerinin imanı “doğru olup münafıklık yüzünden olmasa bile” kafirlikten imana dönmek idi. İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  hayatın­da bir an bile Allah’a kafir olmamıştır. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Peygam­berliğe seçilmesinden önce de tevhid ehlindendi. Nitekim Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Nehc-ül Belağa kitabında bulunan bir hutbesine şöyle buyuruyor: “Ben doğuştan fıtrat (tevhid) üzereyim ve Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme iman getir­mek ve hicret etmek hususunda da diğerlerinden önce davran­dım.”[26]

İmam Hüseyin (aleyhisselâm) da Aşura günü İbn-i Sad’ın askerlerine karşı okuduğu şiirde babasıyla iftihar ederek şöyle buyurmuştur:

Fatıma-i Zehra annemdir, babam ise Bedir ve Huneyn’de kafirle­ri kırandır.

Henüz küçük çocukken Allah’a ibadet ediyordu.

Oysa Kureyş’liler o iki puta (Lat ve Uzza’ya) tapıyorlardı.

Muhammed b. Yusuf-i Genci, İbn-i Ebi’l Hadid ve Muhibbidin Taberi gibi diğer alimler Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar: Ümmetler içerisinde her keşten önce iman getirip

bir an bile Allah’a şirk koşmayanlar üç kişidir: Onlar Ali b. Hz. Ebu Talib, Sahib-i Yasin (Yasin suresinde geçen kimse) ve Firavun kavminin müminidirler. İşte sıddıklar “imanlarında gerçekten doğ­ru olanlar” bunlardır.[27]

Dördüncü olarak: Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin sözü ve yaptıkları bizler i- çin ilahi bir delildir ve onda hiç bir tartışma yapılamaz. Zira Allah- u Teala Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkında şöyle buyurmuştur “O kendi heva hevesinden bir şey konuşmaz, O’nun sözü O’na olan vahiyden baş­ka bir şey değildir.”[28] Dolayısıyla eğer Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanı ço­cukça bir taklitten kaynaklanmış olsaydı Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  O’na; “Ey Ali! Sen henüz çocuksun ve ergenlik çağma ulaşmamış­sın” derdi, oysa böyle bir söz söylemedi, İmam Ali’nin imanını kabul buyurdu ve orada hazır bulunanların hepsine Hz. Ali’nin kendi varisi, vasisi ve halifesi olduğunu da açıkça ilan etti. Bu du­rumda Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanı konusunda bu gibi itirazları yapanlar gerçekte ne Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi tanımaktalar ne de Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı.

Allah Teala İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanını herkesten daha üstün bilip Kur’an’da onu övmüştür.

Nitekim Şia ve Sünni müfessir ve tarihçilerin naklettiklerine gö­re Abbas b. Abdülmüttalip ile Şeybe Arap adetleri üzerine birbirle­rine karşı övünüyorlarmış. Bu sırada Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  onların yanından geçerken ne için iftihar edip övünüp duruyorsunuz diye sorunca, Abbas, hacılara su verme görevi bana aittir ve ben bu hizmetle övünüyorum. Şeybe de: Ben Beytullah’ın hizmetçisiyim ve onun anahtarları benim yanımdadır, ben bununla övünüyorum. Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhde övünme ve iftihar etmeye ben daha layığım, çünkü ben sizden daha önce iman getirdim ve bu kıbleye doğru namaz kıldım, Onlar­dan hiç biri diğerinin sözünü kabul etmediğinden dolayı onların arasında hükmetsin diye Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna gittiler. Bu sırada Cebrail nazil olup şu ayeti getirmiştir:[29]

“Acaba hacılara su dağıtmayı ve Mescid-ül Haram’ı onarmayı Allah’a ve kıyamet gününe iman edenin (ameli) gibi mi saydınız?” Onlar Allah katında eşit olamazlar, Allah zalimleri hidayet et­mez.”[30]

Bütün tarihçiler Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin davetini ilk kabul edip iman getiren kimsenin Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  olduğunu tasdik etmekteler. Yine Şia ve Sünni tarihçiler Hz. peygamberin “Kim davetimi herkesten önce kabul ederse halifem olacaktır.” buyurduğunu nakletmişlerdir. Bu durumda bu konuda şüphe edip itiraz edenlere, niçin bunu kabul etmediklerini sormak gerekir. Biz beşinci bölümde bu konu üzerin­de genişçe duracağız.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta şudur ki; Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın iman getirip îslamı kabul etmesini, diğer insanların İslam dinine girmeleriyle kıyas etmek mümkün değildir. Zira Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  yalnızca dış görüntülere kapılarak veya Peygamberle O Hazret arasında bulunan akrabalık yakınlığı dolayısıyla iman getirmiş de­ğildir. Aksine İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh, çocukluk döneminden itibaren haki­kate aşık idi ve onun uğruna her şeyi feda ediyordu. Bu yüzden hakikatin mazharı olan Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı mutlak fani idi. O hakikat ve dininin tebliği uğrunda fedakarlığı doruk noktasına u- laştırmıştı.

Şu kesindir ki, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden daha fe­dakar bir kimseye sahip değildir. Hiç bir kimse de Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın İslam’ın yücelmesi uğrunda gösterdiği eşsiz fedakarlıklarını inkar edemez. Bütün tehlikeli ve zor durumlarda Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  kendi canını Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme siper ederdi. O bu görevi severek ve bütün kalbiyle kabul etmişti.

İslam’ın ilk doğuşundan itibaren Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Kureyş’in mu­halefetiyle karşılaştı. Onlar mümkün olan her yoldan Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme eziyet etmeye çalışıyorlardı. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bisetten sonra Mek­ke’de bulunduğu on üç sene süresince bîr an bile Kureyşin ve hatta Ebu Lehep gibi çok yakınlarının baskı ve eziyetlerinden güvende değildi. Bütün bu süre içerisinde İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  gölge gibi Peygamber’in arkasında yer alarak Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i Mekkeli müş­riklerin eziyet ve baskılarından koruyordu. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin yanında bulunduğu sürece hiç kimse O’na eziyet et­meye cesaret edemiyordu.

Tevhide davetin bazen gizli ve bazen de açık yapıldığı bu dö­nemde, İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  hiç bir fedakarlıktan sakınmıyordu. Netice­de Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin daveti gün geçtikçe daha da güçleniyordu ve artık Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem açıkça halkı putperestliği bırakıp Allah’a tap­maya davet etmeğe başlamıştı. Bu sırada erkek ve kadınlardan bir grubun İslam dinini kabul etmeleri Kureyş kabilesi ve diğer kabi­lelerden olan müşriklere ağır geldi. Neticede müşrikler Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme ve müminlere karşı olan eziyetlerini bir kaç kat daha artırdılar.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin en büyük düşmanları: Ebu Cehil, Ahnes b. Şe­rik, Ebu Süfyan, Amr b. As, Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) b. Hattab[31] ve kendi amcası Ebu Leheb idi. Bunlar Ebu Talip’den açıkça Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden himayesini kaldırıp onu Kureyş’e teslim etmesini istediler. Fakat Ebu Talip hayatta bulunduğu sürece peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i himaye etmeğe de­vam etti ve Hazretin davetini yayması için elinden gelen kolaylık­ları temin etmeğe çalıştı.

Müşriklerin şiddetli baskıları sonucu, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, kendi ak­raba ve arkadaşları ile birlikte üç yıl boyunca Hz. Ebu Talib deresinde abluka altında ibadetini yapmak zorunda kaldı. Bu süre içerisinde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ve dostları açıkça toplumda ibadet yapma imkanına sahip değillerdi.

Bütün bu dönemlerde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  sürekli Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la be­raberdi. Aslında onların arasında öyle bir ruhi bağlılık ve uyum vardı ki, onların yaşantısının birbirinden ayrılması mümkün değil­di.

İslam dini, karşılaştığı engellerden dolayı on üç yıl boyunca Mekke’de pek fazla bir ilerleme kaydedemedi ve takriben durgun bir haldeydi. Dolayısıyla İslam fidanının gelişip büyüyeceği yeni bir ortam bulmak gerekiyordu. İşte bu düşünce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Medine’ye hicret etmesine yol açtı. Sonraki bölümde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hicreti konusunda gereken açıklamayı yapacağız. Bu kısmı da yine Hz. Ali’nin bir sözüyle tamamlıyoruz. “Kumların üzerine ayak basanların ve beyti Atig’i (Kâbe’yi) ve Hicr-i İsmail’i tavaf edenlerin en hayırlısı olan Allah’ın Resulüne tuzak kurdukları zaman canımla onu korudum. Büyük bahşiş ve ihsan sahibi olan Allah da O’nu onların tuzağından korudu.”

HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’IN HİCRETTEKİ RÖLÜ

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin, Medine şehrine hicret etmesine ortamı hazır­layan nedenlerden birisi de İslam dininin o şehirde yayılmasıdır. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Medine’den Mekke’ye ticaret ve benzeri gayeler ile gelen Arap kabileleriyle mülakat edip onları İslam dinine davet ederek bu çalışmalarından iyi neticeler alıyordu. Nitekim Hz. Ebu Talibin vefatından sonra Medine’den gelen Evs kabilesinden bir grup Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la görüştüğünde onlardan altı kişi İslam dinini ka­bul etmiş ve Medine’ye döndüklerinde orada İslam dinini tebliğ etmeye başlamışlardı. Sonuçta çok geçmeden yetmiş kişiyi aşkın erkek ve kadın Medine’den Mekke’ye gelip İslam dinine müşerref oldular. Böylece İslam dini hızlı bir şekilde Medine şehrinde ya­yılmaya başladı. Medine şehri, Kureyş kabilesinin kötü niyet ve eziyetlerinden uzak olduğundan İslam dininin yayılması için Mek­ke’den daha uygun bir ortama sahipti. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Mek­ke’de ki müminlere Mekke müşriklerinin şerrinden kurtulmaları için Medine şehrine hicret etmelerini emretmişti. Onlar da gizli ve aleni olarak Medine şehrine hicret etmeye başlamışlardı. Medine halkı ise Mekke’den oraya hicret eden Müslümanları çok sıcak kar­şılayarak ellerinden gelen yardımı onlardan esirgemişlerdir.

Peygamberi Ekrem’in kendisi de Medine’ye hicret etmek isti­yordu. Ama kendisi Allah tarafından görevlendirilmiş bir resül ol­duğundan bunu Allah’dan bir emir gelmedikçe yapamaz ve görev yerini değiştiremezdi. Fakat bu sırada vuku bulan bir takım olaylar zorunlu olarak Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Medine’ye hicret etmesini gerek­tirdi.

Şöyle ki İslam dininin Medine’de süratle yayılmasını ve Müslümanlardan bir grubun oraya hicret etmesini gören Kureyş kabilesi ve Mekke müşrikleri, İslam dininin orada güçlenme ve sonraları kendilerine bir baş ağrısı olmasından korkmaya başlamışlardı. Bu yüzden kendilerini tehdit edebilecek her türlü muhtemel tehlikeyi yok etmek için peygamberi Ekrem’i yok etmeye ve böylece kendi­lerini ebedi olarak rahatlatmaya karar verdiler.

Ancak bu öyle kolay yapılabilecek bir iş değildi. Zira Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Abdülmuttalip kabilesindendi. Eğer peygamber belli kişiler tarafından öldürülseydi kesinlikle, onlar Beni Haşim gençlerinin intikam kılıcından kurtulamazlardı. Dolayısıyla Kureyş kabilesinin büyükleri gizlice toplanıp bir takım görüş alış verişlerinde bulun­duktan sonra şöyle bir karara vardılar: Her kabileden bir genç se­çilecek ve bunlar birlikte geceleyin peygamberin evine saldırıp O’nu yatağında gizlice öldürecek ve böylece Beni Haşim kabilesi de yalnız başına bütün Arap kabilelerine karşı koyma gücüne sahip olmadığına göre peygamberin intikamını almaya kalkıŞam’ayacak ve sonuçta peygamber’in kanı heder olacaktı.

Bu şeytani plan, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi yok etmek için gizlice alman kesin bir karardı. Ancak Hira dağında peygamber’in yüzüne kendi cemal nurundan bir kapı açıp onu kendi azamet nurunda hayrete düşüren Allah Teala, yine Hazretin nurlu kalbini Kureyş’in bu şeytani kara­rından haberdar etti ve geceleyin Mekke’den Medine’ye hicret et­mesine izin verdi.[32]

Ancak Kureyş kafirlerinin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hicret etmesinden haberdar olmamaları için bir plan çizilmesi ve peygamberin yatağı­nın boş kalmaması gerekiyordu. Şimdi Kureyş saldırganlarının kı­lıçlarına hedef olması planlanan bu yatakta Peygamber-i Ekrem’in yerine kimin yatacağı söz konu idi.

İşte burada hadisenin kahramanı kendini göstermektedir. Bütün bu sözleri söylemekten maksat da bu yüce kahramanı tanıtmaktı. Evet böyle bir yatakta ancak tarihin eşini görmediği aslan yürekli Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  yatabilirdi.

Peygamberi Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’ı pek iyi tanıdığından onun iman ve ihlas derecesinden haberdardı. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın nezdine gelip şöyle buyurdu: “Ey Ali Allah-u Teala, Mekke’yi terk edip Medine’ye hicret etmemi emretmiştir. Fakat bu yolculuk normal bir yolculuk değildir. Bu yolculuğun tam anlamıyla gizli yapılması gerekir ve Kureyş kafirleri ondan haberdar olmamalıdırlar. Zira onlar bu gece beni yatağımda öldürmeye karar vermişlerdir. Bu yüzden onları aldatmak için evim boş kalmamalı, birinin benim yatağımda yatması gerekiyor. Allah-u Teala gizlice hicret edebil­mem için benim yatağımda yatmanı emrediyor.” Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem sözünü bitirir bitirmez, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  bütün can ve ruhuyla Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin davetine icabet edip şöyle dedi: “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, emrinize itaat ediyo rum ve bu görevi yerine getirmekten duyduğum sevinci te­şekkürlerimle beraber huzurunuza arz ediyorum.”

Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):

 “Ya Ali, çok tehlikeli bir görev sana veril­miştir: Zira Kureyş’in erkekleri geceleyin evime gelecek ve yerim­de yattığın bir sırada yatağımı kendi yalın kılıçlarına hedef kıla­caklardır!” buyurdu.

Her ne kadar Peygamberi Ekrem, bu işin ağırlığım ve tehlikeli oluşunu Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Tn gözünde büyüterek canlandırıyorsa da, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın sevinci de aynı oranda artıyordu. Neticede Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme şöyle arz etti: “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, bu yolda öldürülmekten başka bir şey de mi var? Allah’ın emriyle dininin yayılması için sana feda olmamdan daha büyük saadet nedir?”

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem,  Hz. Ali’den, hak ve hakikat yolunda gösterdiği bu açık fedakarlığı görünce mübarek gözleri yaşla doldu ve bu duygusal haliyle, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın başını öptü ve daha sonra Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’la vedalaşarak Medine’ye gitmek üzere hicretini baş­lattı[33]

Yirmi üç yaşında bir genç olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  da peygamber’in uyuduğu zaman giydiği özel elbiseyi giyerek peygamber’in yatağına uzanıp o tehlikeli anı beklemeye başladı.

Fusul-ül Muhimme ve Kifayet-üt Talip kitaplarının yazarları ve diğer kimseler kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır:

Hz., Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Peygamber-i Ekrem’in yatağına yatınca Allah-u Teala Cebrail ve Mikail’e şöyle buyurdu: “Ben sizleri birbirinize kardeş edip birinizin ömrünü diğerinden daha uzun ettim. Sizden hanginiz ömrünün fazla olan miktarını kardeşine bağışlamaya ha­zırdır?” Onlar şöyle arz ettiler: “Ey Rabbimiz, bu konuda biz mec­bur muyuz yoksa muhtar mı?” Allah-u Teala onlara muhtar olduk­larını bildirince onların hiçbiri ömrünün fazlasını diğerine bağış­lamaya razı olmadı. Bu sırada Allah-u Teala onlara şöyle buyurdu: “Ben velim Ali’yi peygamberim Muhammed’e kardeş kıldım. O peygamber’in yatağında yatmıştır. Bakın görün, nasıl kendi canını kardeşine feda etmekte ve onun hayatını kendi yaşantısına tercih etmektedir. Öyleyse inin yere ve siz de onun canını düşmanlarından koruyun.” Allah-u Teala’nın bu emri üzerine iki melek yeryüzüne indiler ve Cebrail Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın başı ucunda Mikail de ayak ucunda durup O Hazreti korumaya başladılar. Bu arada Cebrail Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a seslenerek şöyle diyordu: “Ne mutlu sana ne mutlu sana ey Hz. Ebu Talib’in oğlu Ali! Kim senin gibi olabilir? Allah senin ve­silenle meleklere iftihar ediyor.”[34]

Evet Peygamberi öldürmek amacıyla Dar-ün Nedve’de toplanan Kureyşin savaşçı gençleri, gecenin evvelinden orayı terk edip elle­rinde yalın kılıçlar olduğu halde peygamberi Ekrem’in evini sar­mışlardı. Onlar karanlık ve sessizliğin Mekke’yi sardığı bu gecenin seher vaktinde kendi şeytani niyetlerini gerçekleştirmek amacıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin evine girer girmez, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  peygamberi Ekrem’in yatağından kalkarak; “kimsiniz ve ne istiyorsunuz” diye haykırdı? Kureyş gençleri Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı önlerinde görünce şaşıra­rak donup kaldılar ve sonra sessizliği bozarak “Muhammed nere­dedir?” diye bağırdılar.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  büyük bir metanet içerisinde onlara; “Ben Muhammed’in gözeticisi değildim ve sizler de onu bana teslim etmemiştiniz ki, benden istiyorsunuz.” cevabını verdi.

Saldırganlardan biri bu Muhammed’in en büyük yardımcısı Ali’dir, en iyisi onun yerine Ali’yi kanına bulayalım dedi!

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  onlara “ne yazık ki Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bana savaşmak izni vermemiştir yoksa, sizin bu cüretinizin cevabını verir, O Hazretin evine girmenin cezasını size tattırır ve hepinizi kılıçtan geçirirdim” cevabını verdi. Daha sonra onları oradan dağıttı ve “gidin sizler saadetten uzak bir grupsunuz” dedi.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hicretinden haberdar olan Kureyş’liler O Hazreti takibe koyuldular ve Hz. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemle, Hz. Ebu Bekir’in sak­lanmış oldukları Sevr mağarasının önüne kadar gittiler.

Ancak Allah Teala O hazreti korudu ve Kureyş müşrikleri O Hazreti bulmaktan ümitlerini kestiler. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hicret anında gösterdiği fedakarlık tasvir edilemeyecek kadar büyüktür. 23 yaşın­da bulunan bu genç, o cesaretli ve hakikati arayan güçlü kalbiyle îslam dininin yayılması için canını Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin uğrunda ölüm tehlikesine attı. Nitekim Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  bir şiirinde bu olaya işaret ederek şöyle diyor:

Canımla, kumların üzerine ayak basanların ve Beyt-i Atiki (Kâbe’yi) ve Hicri İsmaili tavaf edenlerin en hayırlısı olan O Al­lah’ın Resulünü korudum. Ona tuzak kurdukları zaman da büyük bağış sahibi olan Allah onu onların tuzağından kurtardı.”[35]

Allah-u Teala da bu fedakarlığı takdir etmek için şu ayeti Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme nazil etti: İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasini kazanmak için kendi nefislerini satarlar” [36] Bütün Şia ve Sünni müfessirler bu kimsenin Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  olduğunu nakletmişlerdir.[37]

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hicret zamanında gösterdiği fedakarlık sadece O Hazretin yatağında yatmasından ibaret değildir. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden sonra Mekke’de kalan Müslümanların sorunlarının halledilmesi ve peygambere verilmiş olan emanetlerin sahiplerine geri çevrilmesi de, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  tarafından yerine getirilmiştir.

Peygamber-i Ekrem Medine’ye gittikten bir kaç gün sonra bazı­ları Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Küba mescidinde beklediğini ve Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  geldikten sonra Medine’ye girdiğini yazmışlardır. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da kendi annesini, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kızı Fatıma (aleyhisselâm), iki ayrı Müslüman kadını ve Müslümanların zayıf olanlarını alarak Medine yoluna koyuldu. Medine’ye ulaştığında, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , fazla yol yürü­mekten dolayı ayakları yara olmuş olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı kucaklayıp O Hazrete kavuşmanın sevincinden dolayı ağlamaya başladı.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Medine’de de daima peygamber’in .yanında idi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , hicretin birinci yılında muhacir ve ensar arasın­da kardeşlik ilan ederken, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ıda kendi kardeşi olarak ilan etti.[38]

Hicretin ikinci yılında da kendi aziz kızı Fatımat-üz Zehra alehisselâmı Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’la evlendirerek şöyle buyurdu:

Ey Ali! Allah-u Teala Fatıma’yı seninle evlendirme mi emret­miştir. Ben de onu sana dört yüz miskal gümüş mihriyesi karşılı­ğında nikahladım. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da; Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ben de buna razı ol­dum ve bu lütfundan dolayı da, yüce Allah’ımdan ve O’nun büyük Resulün den razı oldum” dedi ve Allah’a şükür için secdeye ka­pandı.[39]

Bu yıl içerisinde Allah-u Teala tarafından müşriklerle savaşma emri geldi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem kafirlerle savaşmaya başladı. Bu savaşlarda İslam ordusunun zafer kazanmasında en büyük rolü oynayan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  idi. Bu tarihten itibaren Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın hayatında yeni bir dönem başlıyor ki, onu Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın hizmetleri olarak adlandırabili­riz. İşte sonraki bölümde bu konuyu ele alıp onlardan bazısına de­ğineceğiz.

HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’IN ASKERİ HİZMETLERİ

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleminbisetinden 14 sene geçinceye kadar, Hazretin mantık ve akla dayalı nasihatları Arap milletinin putperest kabilelerini hidayet etmekte etkili olmayınca kafirlerle savaş emri­ni veren ayetler nazil olmuştur. Böylece hicretin ikinci yılından itibaren Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hayatta bulunduğu 9 sene içerisinde Arabistan’ın müşrik ve Yahudileri ile 82 civarında savaş yapılmıştır. Bu savaşların bir kısmına bizzat Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi de ka­tılmıştır. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin katıldığı savaşlara gazve denmektedir.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın bu savaşlarda gösterdiği fedakarlık ve cesareti hiç kimseye gizli değildir. İşte O Hazretin göstermiş olduğu bu eşsiz yiğitlik ve cesaretinden dolayısıyladır ki O Hazrete “Savaşların aslanı, “Arapların savaşçısı” isimlerini vermişlerdir. Kısacası, İmam Ali Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bizzat Medine’de kalmasını emrettiği Tebük savaşı hariç bütün bu savaşlarda hazır olup kahra­manlık ve zafer bayrağını kendi elinde bulundurmuştur.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın Arap kahramanlarını kılıçtan geçirdiği ve önemli gazvelere örnek olarak Bedir, Uhud, Ben-i Nezir, Ahzap, Hendek, Hayber, Hüneyn, Taif gazveleriyle Mekke’nin fethini sayabiliriz.

Bu bölümü yazmaktan maksadımız İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın fedakarlık ve askeri hizmetlerini beyan etmek olduğundan biz Hazretin katıl­mış olduğu bu savaşların niçin ve nasıl meydana geldiği hususuna değinmeksizin O’nun bu savaşlarda Arabın ünlü kahraman ve sa­vaşçılarına karşı göstermiş olduğu kahramanlıklarını açıklamakla yetineceğiz. Zira Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın yapmış olduğu savaşlara değin­meden O’nun hayatım yazmak eksik ve anlamsız bir şey olur. Do­layısıyla hazretin göstermiş olduğu kahramanlıklarına dair bir kaç önemli gazveye değinmek durumundayız.

BEDİR GAZVESİ

Her ne kadar Bedir savaşından önce Müslümanlarla müşrikler arasında bazı küçük savaşlar “(seriyye savaşları)” vuku bulmuşsa da Bedir savaşı Müslümanların sınandığı ilk ciddi savaştı. Bu savaşta müşriklerin korkusu Müslümanları tedirgin etmişti ve onlarla sa­vaşmak istemiyorlardı. Nitekim Allah Teala buna işaret ederek şöyle buyuruyor:

“Nitekim Rabb’in seni hak olarak kafirlerle savaşmak için evin­den çıkardı, şüphesiz müminlerden bir grup buna isteksizdi”[40]

Çünkü müşriklerin sayısı bin kişi civarındaydı, onlar Ebu Süfyan’ın komutanlığında Müslümanları mahvetmek için yedek atları olduğu ve tam teçhizatla donatılmış bir halde hareket etmiş­lerdi. Oysa Müslümanların sayısı 313 kişi idi, onların bir çoğunun savaş teçhizatı yoktu ve sadece yetmiş deve ve bir kaç at vardı. Velhasıl hicretin ikinci Ramazan ayının 17. gününde, bu iki grup Medine ve Mekke arasında Bedir -bir su kuyusunun ismidir-deni­len bir yerde karşılaştılar. Bu savaşta Allah-u Teala melekler gön­dererek müminlere yardım etti. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyu­ruyor: “Allah Bedir’de size yardım etti oysa siz çok zayıf bir du­rumdaydınız...”40 [41]

İlk olarak müşriklerden üç kişi “Utbe, Şeybe ve Velid b. Utbe” meydana gelerek Müslümanlardan savaşçı istediler. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem onların karşısına Hz. Ali, amcası Hamza ve Ubeyde b. Haris b. Abdulmuttalib’i gönderdi. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  rakibi olan Velid’le karşıla­şır karşılaşmaz onu öldürdü ve sonra arkadaşlarının savaşçılarını öldürmek için onların yardımına koştu onlar da öldürülünce müş­riklerin kalbine korku düştü. Daha sonra diğer savaşçılar da mey­dana çıktı, ancak onların çoğu Hz. Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)ın kılıcıyla helak oldu­lar. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın gösterdiği yiğitlik Müslümanların bu savaşı zaferle bitirmelerine yol açtı. Kafirler de yetmişten çok ölü ve yet­miş kişi esir vererek büyük bir hezimete uğradılar. Abbas b. Abdulmuttalib ve Akil b. Hz. Ebu Talib de bu savaşta esir olanlar arasmdaydılar. Onlar fidye vererek hürriyete kavuşup İslam dinini kabul ettiler. Tarihçiler müşriklerden bu savaşta öldürülenlerin ya­rısından çoğunun Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh [42] tarafından geri kalanının da diğer Müslüman ve meleklerin eliyle öldürdüklerini yazıyorlar. Bu sa­vaşta Hz. Ali’nin öldürdüğü kişilerin arasında As b. Said Muaviye’nin kardeşi Hanzele b. Ebu Süfyan ve Talha’nın amcası Umeyr b. Osman da vardı.[43]

Neticede savaş Müslümanların zaferi ve müşriklerin yenilgisiyle sona erdi. Daha sonra Müslümanlar zafer gururuyla Medine’ye döndüler. Hz. Ali’nin ismi de eşsiz bir kahraman olarak Arap top­lumu arasında yayıldı. Öyle ki artık hiç kimse, O Hazretin karşısına çıkmayı bırak, bunu zihninden geçirme cesaretini bile gösteremi­yordu.

UHUD GAZVESİ

Uhud, takriben Medine şehrinin altı kilometre uzaklığında bulu­nan ünlü ve büyük bir dağın ismidir. Uhud savaşı da hicretin üçün­cü yılının şevval ayında bu dağın eteklerinde vuku bulmuştur.

Kureyş’in Bedir savaşında hezimete uğraması onların bazı bü­yüklerinin öldürülmesi ve bazılarının ise haysiyetinin zedelenmesi­ne sebep olmuştu. Bundan dolayı yeni bir savaş için ortam hazırlı­yorlardı. Zira İkreme b. Ebu Cehil ve Safvan b. Beni Ümeyye gibi bu savaşta hayatlarını kaybedenlerin aileleri kendi ölüleri için yas tutmaya başlamış ve Mekke halkını intikam almak için onların aleyhine savaş başlatmaya tahrik ediyorlardı. Kureyş kafirlerinin lideri olan Ebu Süfyan Mekke halkım etrafına toplayarak gölge düşürülen gururlarını yeniden geri almak için onları savaşmaya davet ediyordu. Hatta kendi şahsi servetini savaşta kullanılmak üzere tahsis etmişti.[44]

Ebu Süfyan’ın karısı olan Utbe’nin kızı Hind ve bir grup kadın birlikte tef çalıp halkı ölenlerinin intikamını almağa çağırıyorlardı. Böylece Ebu Süfyan ortalama beş bin süvari ve yaya askeri hazırla­yarak kendi komutasında olan kişilerle birlikte Medine’ye doğru yola koyuldu.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bundan haberdar olunca, hemen ashabını topla­yıp durumu onlara bildirerek ne yapmaları gerektiği hususunda görüşlerini sordu. Ashabın bazısı şehirde kalarak savunma yapma­ları gerektiğini söylerken .diğer bir grup da şehrin dışına çıkarak hamle etmeleri gerektiği görüşünü savundular. Neticede şehrin dı­şında onlarla savaşılmaya karar verildi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi de savaş elbisesi giyerek yedi yüz kişiyle birlikte düşmana karşı koymaya hazırlandı. Bütün savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, bayraktarlık görevini Hz. Ali’ye verdi. Uhud böl­gesine gelince Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem düşmanın arkadan ansızın saldırma­sından korunmak amacıyla elli kişi civarındaki bir grubu Abdullah b. Cubeyr’in komutanlığında böyle bir saldırı için kullanılma ihti­mali olan iki dağ arasına dikti. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu önsezisi tamamiyle doğru ve yerinde idi. Zira Ebu Süfyan da takriben bu grubun, dört katı bir grubu savaş başladıktan sonra arkadan Müslümanlara sal­dırmak için Abdullah b. Cubeyr’in grubunun karşısında pusuya koymuştu.

Evet, savaş artık başlamış ve Kureyş’in bir çok savaşçısı Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh tarafından öldürülmüştü.

Çok güçlü biri olup ordunun tufanı olarak adlandırılan Ebu Süfyan’ın bayraktarı olan Talha b. Ebu Talha Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhile karşı kar­şıya geldiğinde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın onun başına vurduğu şiddetli darbe sonucu gözleri yerinden çıkmış ve kendisi bağırarak can vermiş ve onun yerine şirk bayrağını taşıyan kardeşi de öldürülmüştü.

Hamza da kahramanlıklar göstermiş ve Kureyş’in bir çok kah­ramanını kılıçtan geçirmişti. Kureyş kahramanlarının öldürülmesi, müşrikler ordusunda büyük bir yenilgi havasını estirmeye başla­mıştı, Müslümanların sayıları kafirlerden daha az olmasına rağmen, onlara galip olmuşlardı. Zafer nesimi İslam bayrağını dalgalandır­mağa başlamış, düşman kaçmaya yüz koymuş ve Müslümanların bir grubu onları takibe koyulmuşken diğer bir grubu ganimet top­lamaya başlamıştı. İşte bu sırada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin iki dağ arasına gözetleyici olarak koymuş olduğu Müslümanlar tam olarak zafer kazandıklarını zannederek Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hiç bir durumda bura­yı terk etmeyeceksiniz emirlerine rağmen Abdullah b. Cübeyre is­yan edip bir kaç kişi dışında hepsi gözetleme yerlerini terk ettiler. Böyle bir fırsatı bekleyen Halid b. Velid süvarileriyle birlikte bu bölgeye yönelip orda bulunan bir kaç kişiyi şehit ettikten sonra dağınık halde olan İslam ordusuna arkadan saldırdı. Halid b. Velid’in sesini duyan Kureyş’in firar halinde olan askerleri geri dönüp iki taraftan yeniden şiddetli bir şekilde Müslümanlara sal­dırdılar. Bu durumda Müslümanlar, sayılarının az olması ve dağı­nık bir şekilde olmaları yüzünden yenilgiye uğradılar. Sonuçta da­ğılıp kaçmaya başladılar. Bu savaşta Hz. Hamza şehit oldu ve mü­barek ciğeri Muaviye’nin annesi Hind’in emriyle göğsünden çıka­rıldı. O lanetli kadında Hz. Hamza’nın ciğerinden bir miktarını koparıp ağzına alarak çiğnedi. O günden itibaren o lanetli kadın ciğer yiyen Hind olarak ün kazandı. Bu savaşta Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem mü­barek alnından yara aldı ve mübarek dişi kırıldı. İşte bu savaşta peygamberin etrafında Hz. Ali ve diğer iki Müslümandan başka hiç kimse kalmamıştı. Bütün Müslümanlar kaçıp dağlara tırmanmışlar­dı. Yalnızca Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh , kahramanca saldırılarıyla Peygamberi savunup O’na saldıran müşrik gruplarını dağıtıp kovuyordu.

Hz. Ali’nin Uhud savaşında göstermiş olduğu fedakarlıklar onun kahramanlık destanına yeni sayfalar ekleyip yeni iftiharlar kazan­dırdı. İşte bu savaşta Hz. Cebrail altınla yazılmaya layık olan kah­ramanlık sloganını, yani “Zülfikardan başka bir kılıç ve Ali’den başka bir yiğit yoktur” sloganını yerle gök arasında yüksek sesle nida etti.[45]

Şeyh Mufid’in İkreme’den o da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden naklettiği bir hadiste Hazret şöyle buyuruyor:

“Uhud savaşında Müslümanlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin etrafından da­ğılıp kaçınca beni, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı daha önce benzerine rastla­madığım bir korku sardı. Ben Hazretin önünde şiddetle savaşıyor­dum. Bir an geri döndüm, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem51 göremedim, kendi ken­dime Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ki kaçmaz, öldürülenler arasında da değildir. Öy­leyse Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem göğe çıkarılmıştır dedim. Sonra kılıcımın kılıfını kırdım ve kendi kendime, Şehid oluncaya kadar bu kılıcımla Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin uğrunda savaşacağım dedim ve müşriklere hamle ettim. Onlar kılıcımın önünden kaçıp dağılıyor ve bana yol açıyor­lardı. Aniden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin baygın olarak yere düşmüş olduğunu gördüm, gidip baş ucunda durdum, bu sırada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem mübarek gözlerini açıp bana baktı ve şöyle buyurdu:

“Ey Ali, Müslümanlar ne yaptılar.?” Cevap vererek “Ey Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem onlar gerisin geriye döndüler, düşmana sırt çevirip seni bırakıp kaçtılar” dedim. Bu arada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem düşman askerlerinden bir grubun ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Bana “Ey Ali bunları benden uzaklaştır” buyurdu. Ben onlara saldırdım, sağlı-sollu kılıç salladım, nihayet onlar kaçtılar. Bu sırada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bana “Ey Ali gökte söylenen kendi övgünü duymuyor musun? Rızvan isminde bir melek “Zülfikar’dan gayri bir kılıç ve Aliden başka bir yiğit yoktur” diye sesleniyor. Bu esnada sevinçten gözle­rim yaşardı ve Allah-u Teala’ya bana nasip ettiği bu nimetinden dolayı şükrettim.”[46]

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ve diğer bir kaç Müslümanın mukavemetleri neti­cesinde müşrikler, artık Medine’ye saldırmaktan vazgeçip Mekke yolunu tutup gittiler.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın kendisi şiddetle yaralandığı halde gözünü Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden ayırmadı. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin el ve yüzünü yıka­ması için kalkanında su getirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  el ve yüzünü yıkadığında; Allah’ın gazabı peygamberlerinin yüzünü kana boya­yan bir kavme olsun” dedi.[47]

Bu savaşta Müslümanlardan yetmiş kişi şehit edilmiş, geri ka­lanları da kaçmışlardı. Gösterdiği eşsiz fedakarlıklarla bu savaşın tek kahramanı olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın mübarek bedenine, her biri bir yiğidi devirmeye yeterli olan bir çok kılıç darbesi değmişti. Hazretin bedeninde bulunan kılıç yaralarının çokluğu ve 26 yaşında olan bu gencin bunca aldığı yaralara rağmen henüz yaŞam’ası her­kesi hayrete düşürmüştü. Ama o yaralarla dolu kanlar içerisinde kalan bedende büyük bir ruh ve güçlü bir imanın var olduğunu ve güçlü ruh ve imanla bütün zorluklara göğüs gerdiğinin bilincinde değillerdi.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Medine’ye döndüğünde Hz. Zehra, babasının el ve yüzünü yıkamak için hazırladığı suyla dolu bir kapla babasını karşıladı. Hz. Ali de elleri dirseklerine kadar kana boyanmış olarak geldi ve “Al bu kılıcı, bu kılıç bu gün benim “iman ve şecaatimi” tasdik etmiştir” diyerek Zülfıkarı Fatımat-üz Zehra’ya verdi. Sonra şu şiiri okudu:”

Ey Fatıma al bu kılıcı ki kınanılacak değildir.

Ben de korkan veya kınanılan değilim.

And olsun ki, Ahmed’ (salla'llâhü aleyhi ve sellem)in yardımında ve kullarından haberdar olan Rabbi’ınin itaat yolunda çaba harcadım.

Ondan bu kavmin kanlarını temizle çünkü o Abdud dar ailesine -Kureyş’in bayraktarlarına ölümün sıcak kadehini içirmiştir.

Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’ta Fatıma’ya yönelerek şöyle buyurdu:

“Al onu Ey Fatıma, kocan bugün kendi borcunu ödemiş ve Allah onun kılıcıyla Kureyş’in büyüklerini öldürmüştür”[48]

Müslümanların bu savaşta aldıkları yenilgi, onların küçük bir di­siplinsizlik yaparak Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin vermiş olduğu askeri emri yerine getirmede gösterdikleri dikkatsizlik sonucunda olmuştu. Bu olay aynı zamanda onlar için bir tecrübe ve ders oldu.

Allah-u Teala Kur’an’ı Kerim’de bu olayı şöyle anlatıyor: “Şüphesiz siz onları Allah’ın izniyle öldürmekteyken Allah size vaadini doğrulamıştı. Nihayet siz korkuya kapıldınız, (yapılacak) iş hususunda birbirinizle çekiştiniz ve Allah sevdiğiniz şeyi “zaferi” gösterdikten sonra isyan ettiniz. İçinizden bir kısmı dünyayı bir kısmınız da ahireti istiyordu. Sonra sizi imtihan etmek için onlar­dan uzaklaştırdı. Şüphesiz o sizi affetmiştir. Allah müminlere karşı lutüf sahibidir. Siz şaşkınlıkla dağa tırmanıyor ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz Resul ise arkanızdan sizi çağırıyordu...” [49]

BENİ NADR GAZVESİ

Uhud gazvesi sona erdikten sonra Beni Nadr ve Beni Kureyza Yahudileri gibi Medine’de yaşamlarını sürdüren bazı gruplar, Müslümanların bu yenilgisine sevindiler ve Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ile dostluk veya dokunulmazlık antlaşması yapan bazı kabileler de bu antlaş­mayı bozdular.

Kureyş ile savaşa gitmeden önce Medine’de yeterli egemenlik ve emniyetin sağlanması ve daha sonra Kureyş’e karşı koyulması gerekiyordu. Bu yüzden hicretin dördüncü yılında Müslünıanlar Beni Nadrle savaşa hazırlanıp mezkur yılın Rebiül evvel ayında onları muhasara etmek amacıyla Medine’den çıktılar.

Beni Nadrle savaş için gönderilen grubun komutanı Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh idi. Hz. Ali gösterdiği eşsiz kahramanlığıyla onları teslim olmak zo­runda bıraktı. Yahudiler yaptıkları anlaşma teklifinde Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin canlarını bağışlaması karşılığında Medine’yi terk edip Şam’a gide­ceklerini söylediler. 49 [50]

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bu antlaşmayı kabul etti ve onlardan her üç kişi­nin yalnızca bir deve götürebileceğini ve kendi eşyalarını da o de­veye yüklemelerini emretti. Böylece Beni Nadr’in Medine’den çıkıp gitmelerinden sonra onların malları ve ekili arazileri Müslümanlara kaldı.

Uhud gazvesinden sonra meydana gelen bu olay Müslümanların durumlarını güçlendirmek için çok uygun bir hareketti. Böylece Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem üstün tedbir ve maharetiyle kısa bir süre içerisinde yok olan otoritesini yeniden elde etti ve İslam düşmanlarını ezerek iktidarını güçlendirdi.

AHZAB /  HENDEK GAZVESİ

Beni Nadr ve Beni Kureyze gibi bazı Yahudi kabilelerinin Me­dine’nin etrafından çıkarılması, onları Müslümanlara ve özellikle de Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı çok sinirlendirdi. Dolayısıyla adı geçen ka­bilelerin büyüklerinden bir kaçı Mekke’ye gidip Kureyş’in yanında Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin aleyhine onlara yardıma hazır olduklarını bildir­diler. Kureyş’in büyükleri onların bu önerilerini kabul ettiler. So­nuçta Arapların bütün putperest kabileleri, Yahudilerle birlikte Hic­retin beşinci yılında genel bir seferberlik ilan ederek on bin kişilik bir grupla Ebu Süfyan’ın komutanlığı altında Yahudilerin de yar­dımıyla İslam’ın yeni dikilmiş fidanını kökten kurutmak amacıyla Medine’ye doğru harekete geçtiler.

Bu haber Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme ulaşınca Müslümanları topladı ve ya­pılacak saldırı karşısında nasıl savunma yapılması gerektiği husu­sunda onlarla istişarede bulundu. Selman-i Farisi, Medine şehri etrafında Hendek (çukur) kazılmasını ve şehrin etrafında düşmanın geçmesinin mümkün olamayacağı veya zor olacağı suni engellerin icat edilmesini önerdi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Selman’ın bu önerisini be­ğendi ve Müslümanların hemen hendek kazmak için hazırlanmala­rını emretti. Müslümanlar şehrin etrafında hendek kazmaya başla­dılar. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi de diğer Müslümanlar gibi hendek kazma işine iştirak ediyordu.

Düşman ordusu gelip çatmadan hendek kazma işi bitti. Müşrik­ler gelipte böyle bir şeyi görünce hayrete düştüler. Zira Arabistan bölgesinde böyle bir savunma yöntemi önceden görülmemişti. Bu yüzden; “Allah’a and olsun ki bu Arabm düşündüğü bir hile değil­dir. Araplar böyle bir hile yapmaz” dediler.[51]

Sayıları üç bin kişi civarında olan Müslümanlar hendeğin öte ta­rafında karargâh oluşturmuşlardı. Bu iki ordu birkaç gün hendeğin iki tarafında birbiri karşısında durdular. Bazen birbirlerine taş ve ok atıyorlardı. Nihayet Amr b. Abduved ve bir kaç kişi atlarının yardımıyla hendeğin en dar yerinden öte tarafına atlamayı başardı­lar.

Amr b. Abduved hendeğin öte tarafına ulaşır ulaşmaz yüksek bir sesle “Hel min mübariz” (benimle savaşacak biri var mı?) diye haykırdı. Amr b. Aduved’in o haşin ve korkunç sesi Müslümanla­rın çadırlarında yankı yapınca soluklar kesilip yüzler korkudan sa­rardı. Zira herkes onu çok iyi tanıyordu. O Arapların ünlü pehlivanlarmdandı. Arabistan bölgesinde onun benzeri yoktu. O savaş­lara katılmış tecrübe kazanmış eski kahramanlardandı. Tek başına bin kişiye bedel sayılırdı. Amr b. Abduved’in “Benimle savaşacak biri var mı?” haykırışı ikinci kez Müslümanların kulaklarında çmladı. Medine ordusuna korkuyla beraber olan bir sessizlik egemen­di. Hiç kimse konuşup varlığını belirtme cesaretini gösteremiyordu.

Amr b. Abduved:

“Sizler, öldürüldüğünüzde cennete gideceğinizi söylüyorsunuz, acaba aranızda cennete gitmeyi isteyen biri yok mu?” diye tekrar haykırdı.

Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bu sessizliği kırarak şöyle buyurdu:

“Bu putperestin şerrini Müslümanların başından kaldıracak bir kimse yok mudur?”

Nefesler göğüslerde hapsedilmişti. Kimseden bir ses çıkmadı. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ayağa kalkarak;

“Ben hazırım ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem” dedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem; “Sen sabret, belki başka bir istekli ortaya çıkar.” dedi. Ama Araplardan bu kahramana denk olabilecek bir kimse yoktu. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  tekrar sözünü tekrarladı ve yine sadece Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  peygamberin, davetine lebbeyk dedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a yönelerek Ey Ali, “Bu Amr b. Abduved’tir.” Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem! Ben de Ali b. Hz. Ebu Talibim” Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  ken­di sarığını Hz. Ali’nin başına bağlayıp kılıcını beline taktı ve “Git ey Ali, Allah koruyucun olsun” buyurdu. Sonra da mübarek başını göğe kaldırarak üzüntülü bir halde şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Benim amcam oğlunu savaş meydanında yalnız bırakma.” Amr b. Abduved recez okuyup sürekli Müslümanları savaşa davet ediyor­du.

Size benimle savaşacak biri var mıdır? diye haykırmaktan sesim kesildi.

Şecaatli kimselerin durmasından korktuğu bir yerde kahraman­ca durmuşum.

Böylece her zaman ben belalara karşı koşmaktayım.

Çünkü yiğitte şecaat ve cHz. Ömer (radiya’llâhü anh)tlik iyi hasletlerdendir.

Bu sırada Hz. Ali, pusudan avının üzerine sıçrayan öfkeli bir aslan gibi süratle Amr b. Abduvede doğru hareket edip onun yuka­rıda geçen küstahça recezine ilmi bir edeple şöyle cevap verdi:

“Acele etme sesine cevap verecek aciz olmayan biri geldi.

îyi niyetli ve basiret sahibi olan biri, doğruluk ise her muzafferin kurtarıcısıdır.

Ben ağıt okuyan kadınları cenazenin başına dikmek ümidinde­yim.

Anısı savaştan sonra kalacak olan ağır bir darbe ile.”

Kendini Arab’ın ünlü kahramanlarından bilen Amr b. Abduved, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a tahkir edici bir şekilde bakarak; “Senden başka cen­neti arzulayan biri yok muydu? Ben baban Ebu Talip ile dost idim. Bundan dolayı senin, pençelerim altında kolu kanadı kırılmış olan bir kuş gibi can vermeni görmek istemiyorum. Benim Arapların kahramanı Faris-i yelyel Amr b. Abduved olduğumu bilmiyor mu­sun?” dedi

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ona şöyle cevap verdi: “Ben seni ilk önce İslam di­nini kabul edip Allah’ın birliğine ikrara davet ediyorum. Eğer bunu da kabul etmezsen o zaman geldiğin yoldan geri dön ve peygam­berle savaşmaktan sakın.”

Amr b. Abduved Hz. Ali’ye cevaben şöyle dedi:

“Ben babalarımın yolunu terk edip de İslam’ı kabul etmem. Sa­vaşmadan da geri dönersem Kureyş kadınları tarafından alaya alını­rım.”

Bunun üzerine Hz. Ali ona; “Öyleyse attan in de yaya savaşalım. Çünkü ben Allah yolunda öldürülmeni istiyorum.”

Amr b. Abduved, Hz. Ali’nin bu sözüne çok sinirlenerek attan yere indi ve kılıcıyla kendi atının ayaklarını keserek Hz. Ali’nin karşısına dikildi. Bu sırada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Şimdi imanın tümü, şirkin tümünün karşısına çıkmıştır.”

Gerçekte de böyle idi. Zira Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  halis iman ve hatta imanın tümü idi. Eğer Ali olmasaydı İslam ve Müslümanlardan bir isim kalmazdı. Amr b. Abduved de bunun karşısında şirk ve küfrün temsilcisi ve Kureyş’in ümit kaynağı idi.

Nihayet bu iki savaşçı birbirlerine öyle saldırdılar ki toz duman etrafı bürüdü ve artık iki taraftan da onları seyredenler bir şey gö­remez oldular. Amr b. Abduved Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın başına öyle indirdi ki, mihveri bölündü ve mübarek başı da bir miktar yara aldı, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da buna karşılık Amr b. Abduvede öyle ağır bir darbe in­dirdi ki, bu darbe onu yere serdi. Hz. Ali “Allah-u Ekber” diyerek tekbir getirdi. Hz. Ali’nin tekbir sesinden Amr b. Abduved’in öl­düğü anlaşıldı, onun ölümüyle de Kureyş’in yenilgisi kesinleşti. Nitekim Amr b. Abduved’in kız kardeşi Amr’ın yasında okuduğu şiirde buna işaret ederek şöyle diyor:

“İki aslan savaşın darlığında birbirlerine hamle ettiler.

Her ikisi de birbirine eş, yüce ve kahraman idi.”

Ey Ali git ki, şimdiye kadar onun gibi birine galip gelmedin.

Bu söz doğru bir sözdür ve onda herhangi bir abartmada söz ko­nusu değildir.

Böyle bir süvarinin öldürülmesi Kureyş’in aşağılanmasına neden oldu. Daha sonra bu aşağılama onların hepsini helak edecek yaygın bir hal alacaktır.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Amr b. Abduved’in başını Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzu­runa getirince "Hazret şöyle buyurdu:

“Ali’nin Hendek günü vurduğu darbe, insan ve cinlerin ibade­tinden daha üstündür.

Bazı tarihçiler şöyle buyurduğunu da yazmışlardır:

Ali’nin Amr b. Abduvede vurduğu darbe ümmetimin kıyamete kadar yapacağı ibadetten daha hayırlıdır.”[52]

Gerçekten de Hz. Ali’nin o günkü vurduğu darbe çok önem taşı­yordu. Zira Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhin Amr b. Abduvede indirdiği bu darbe sonu­cu İslam müşriklerin şerrinden kurtuldu. Eğer o günde Ali olma­saydı, Amr b. Abduved tek başına Müslümanları dağıtıp kendisinin deyimiyle İslam’ın ismini tarih sayfasınden silmeye yeterli idi. Bu yüzden Müslümanların kıyamete kadar yapacakları ibadetleri, Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhin Amr b. Abduved’in Ölümüne ve onunla birlikte hendeğin bu tarafına geçen diğerlerinin kaçmasına yol açan, o günde ki vur­muş olduğu darbe sayesindedir. Amr b. Abduvedin ölmesi ve onunla birlikte gelenlerin kaçmaları, müşriklerin kalbine korku düşmesine, büyük bir moral kırıklığı ve sarsıntıya uğramalarına yol açtı. Bu arada Allah’ın emriyle çıkan korkunç bir tufan da Kureyş’i tümüyle dehşete düşürdü. Ebu Süfyan artık kalmayı uygun görme­yip geceleyin askerleriyle birlikte Medine’yi terk edip Mekke yolu­nu tuttu.

Şeyh Ezri Amr b. Abduved’in Hz. Ali’nin darbesiyle ölmesine işaret ettiği şu şiirinde şöyle diyor:

Nasıl bir darbeydi ki değer ve büyüklükler içermiştir

İnsan ve cinlerin ibadetlerinin sevabı ona eş değer olamamıştır.

Bu onun yüceliklerinden sadece biridir.

Diğer yüceliklerini de sen buna kıyas eyle.”

Hendek savaşından sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, anlaşmayı bozup müş­riklerle işbirliği yapan Beni Kurayza Yahudilerine bir ders vermeyi gerekli gördü. Çünkü Müslümanlarla saldırmazlık anlaşması yapan Beni Kureyze Yahudileri bu anlaşmayı bozmuş ve Kureyş’le işbir­liği yapmıştı. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Hz. Ali’yi bir grup Müslümanla birlikte onlarla savaşmaya gönderdi, 25 gün kuşatmadan sonra vu­ku bulan bu savaşta onların erkekleri öldürülüp kadınları esir alındı ve mallan da ganimet olarak Müslümanların eline geçti. Beni Kurayza kabilesi Hz. Ali’nin eliyle yok olup gitti. Böylece Müslümanlar Medine etrafında bulunan Yahudilerin şerrinden artık ta­mamen rahatlığa kavuşmuş oldular.

HAYBER GAZVESİ

Hayber İbranice bir kelimedir ve sağlam bir kale anlamını ifade eder.

Medine şehrinin kuzeyinde 120 kilometre uzaklıkta bir kaç ya­kın köyden ibaret olan bir Yahudi yerleşim merkezi bulunuyordu. Orada sükunet edenler bir kaç sağlam kale içerisinde yaşıyorlardı. Bunun için oraya Hayber deniliyordu. Bu yerleşim merkezi geniş ekin tarlalarına bol ürün veren hurmalıklara ve bol akar sulan olan çeşmelere sahipti. Orada her birinin özel bir ismi olan yedi kale bulunuyordu onlar arasında en ünlüsü Naim ve Kamus kaleleriydi.

Hayber’de yaşayanların sayısının miktarı hususunda bazı tarih­çiler onların yirmi bin[53] bazıları on bin[54] bazıları da dört bin ol­duklarını yazmışlardır. Ancak Yahudilerin sayısının Müslümanların bir kaç katı olduğu kesindir. Zira Müslümanların sayısı bin dört yüz ya da başka bir nakle göre bin altı yüz kişi idi.

Müslümanlar Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emriyle hicretin yedinci yılında Hayber kalelerine doğru hareket ettiler. İki veya üç gün yol gittik­ten sonra Hayber kalelerinin bulunduğu bölgeye ulaşıp kalelerin yakınında karargâh oluşturdular.

Sabahleyin uyanan Hayber ahalisi İslam ordusunu Hayber kale­lerinin yakınlarında müşahede edince kalelerin içerisine geri dönüp kapılarını kapadılar. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da 25 gün boyunca kalelerin arka­sında Yahudileri kuşatmağa devam etti. Onları açıp fethetmek ama­cıyla sancağı bir gün Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh)’in, diğer bir gün de Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)’in eline verdi. Fakat onlar hiç bir iş yapamadıkları gibi, Yahudi savaşçıları­nı özellikle de Merhab’ı görünce çekindiler.[55]

Hayber kalelerini fethetmek için diğer komutanlar da gitti ancak hepsi de Yahudi savaşçıların güçlü savunmaları karşısında aciz kalıp geri döndüler. Hayber kalesini fethetmek için gönderilen ko­mutanlar böylece bir sonuç alınmadan geri dönüyor ve Müslüman ordusunda büyük moral kırıklığına yol açıyorlardı. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  bir gün şöyle buyurdu:

“Yarın bayrağı öyle bir kişinin eline vereceğim ki Allah ve Re­sulü onu seviyor, o da Allah ve Resulünü seviyor, o dönüp dönüp hamle edendir, asla kaçmaz, Allah onun eliyle kaleyi fethetmeyinceye kadar geri dönmeyecektir.”[56] Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu buyruğu zaferi kazanacak o kişinin kim olduğu hususunda herkesi hayrete düşür­müştü. Herkes Hazretin bu sözünü değişik bir şekilde yorumluyordu.

Bazıları da bu iftiharın kendilerine nasip olacağını sanıyorlardı. Hiç kimse Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu sözlerden maksadının yalnızca Hz. Ali olduğunu düşünmüyordu. Belki de onlar bu tür düşünmekte haklı idiler. Zira o zaman Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  ağır bir göz hastalığına tutulmuş­tu. Bu yüzden hiç bir kimse bu karmaşık düğümün Hz. Ali’nin güçlü elleriyle çözüleceğini akimdan bile geçirmiyordu.

Vaadedilen gün gelince Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu: “Ali nerededir?”

Orada bulunanlar: “Gözlerinden rahatsız” dediler. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  “Ali’yi çağırın” diye buyurdu. Müslümanlardan biri Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın çadırına gidip Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emrini O’na ulaştırdı.

Hz. Ali hemen Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna geldi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ön­ce Hz. Ali’nin halini sordu. Hz. Ali, “Ey Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, başım ve gözlerim ağrıyor ve doğru göremiyorum.” Dedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali’yi bağrına basıp mübarek ağzının suyunu Ali’nin gözlerine sürdü. Hz. Ali’nin gözleri hemen iyileşti ve bu olaydan sonra artık Hz. Ali ömrünün sonuna kadar göz ağrısı görmedi.

Hissan b. Sabit-i Ensari bu hadiseyle ilgili okuduğu şiirinde şöyle diyor:

Ali’nin gözleri ağrıyordu ve ilaç arıyordu.

Ama tedavi edecek birini bulamıyordu.

Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem O’na ağzının suyu ile şifa verdi.

Ne de mübarektir şifa bulan ve ne de mübarektir şifa veren.

Buyurdu ki, bu gün bayrağı öyle birine vereceğim ki,

O Resulü seven ve O’na uyan bir yiğittir.

O benim Allah’ımı seviyor, Allah da onu seviyor.

Allah onun eliyle sağlam kaleleri fethedecektir.

Böylece (Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün Müslümanların arasından Hz. Ali’yi seçti. O’nu kendi vezir ve kardeşi olarak tanıttı.

Evet Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın gözleri* iyileştikten sonra Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  O’na şöyle buyurdu: “Ey Ali, komu tanlarımız bir iş yapamadılar. Henüz Hayber kaleleri alınamamıştır. Bu önemli görevi ancak sen yapabilirsin.”

Hz. Ali, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emrine uyarak; “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, onlarla ne kadar savaşmalıyım?” dedi Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, “Allah’ın birliğini ve benim peygamberliği mi ikrar edip şehadet getirinceye kadar savaş” bu­yurdu.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  avına doğru ilerleyen bir aslan gibi hareket edip Hayber kalesinin duvarının kenarına ulaştı. Bayrağı yere dikerek kaleyi almaya hazırlandı. Bu sırada Hayber kalesinin güçlü savaş­çılarından bir grup kaleden dışarı çıkarak hamle ettiler ve şiddetli bir şekilde savaş başladı. Hz Ali kendine layık kahramanca bir kaç hamle ile onları dağıttı. Bunu gören Yahudiler kaçarak kalenin içi­ne girdiler. Hz. Ali de onların peşi sıra kaleye girmek istedi. Ka­le’nin koruma komutanı olan ünlü pehlivan Haris, Hz. Ali’nin ka­leye girmesini önlemeğe çalıştı, ancak Hz. Ali’hin kılıç darbesiyle yere düşüp can verdi. Bu sırada kalenin en savaşçı ve en cesur pehlivanı olan Harisin kardeşi Merhab kardeşinin intikamını almak amacıyla dışarı fırladı.

Merhab çok ilginç bir pehlivandı. Çünkü iki tane zırh giymiş ve iki kılıç beline bağlamıştı. Başına bağlamış olduğu bir kaç sarığa ilave olarak kılıç darbesini önlemek için başıha çelik bir başlık giymiş ve onun üstüne değirmen taşma benzer, ortası delik bir de taş geçirmişti.

Onunla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  arasında iki darbe alış verişi oldu. Ancak İslam’ın güçlü kahramanı Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  onun başına öyle ağır bir darbe indirdi ki, onun başında olan taş ve çelik siper yarıldıktan sonra Zülfıkar Merhab’ın başını çeneye kadar ikiye böldü. Merhap kanlar içerisinde yere düştü. Müslümanlardan Allah-u Ekber sesi yükselirken, Yahudiler de yenilgiye uğramanın acısıyla gama bü­ründüler.

Merhab’ın ölümünden sonra cesarette Merhap ve Haris5ten aşağı olmayan Yasir ismindeki üçüncü kardeşleri dışarı atılarak Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a saldırdı. Fakat oda Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın bir darbesiyle yere seril­di. Bunu gören Yahudiler kalenin kapısını kapayıp içine sığındılar.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  olağanüstü ilahi gücüyle kalenin kapısını kopararak bir kaç metre öteye attı ve böylece Hayberin en güçlü kaleleri olan Naim ve Kanus kaleleri Hz. Ali’nin güçlü elleriyle fethedildi

Şeyh Müfid, Abdullah-ı Cedali’den şöyle dediğini naklediyor: Ben Hz. Ali’nin şöyle buyurduğunu duydum:

“Hayber kalesinin kapısını kopardığımda, onu kendime bir siper kılıp Yahudilerle Allah onları zelil edip yenilgiye uğratıncaya kadar savaştım. O kapıyı Müslümanların onun üzerinden geçmesi için kalenin etrafında kazılmış olan hendeğin üzerine koydum ve daha sonra onu o hendeğin içerisine attım. Döndüğümüzde Müslümanlardan yetmiş kişi onu yerinden kaldıramadı.”

Bir şair bu konuca şöyle diyor:

O yiğit ki Hayber’in büyük kapısını kopardı.

Yahudilerle savaş gününde (Allah tarafından) onaylanan bir güçle götürdü o büyük kapıyı. Yani Kamus kalesinin büyük kapısı­nı Müslümanların ve Hayber halkının toplandığı bir halde onu attı uzağa oysa onu geri çevirmekte zahmete düştüler.

Yetmiş kişi ki, opların hepsi güçlü insanlardı.

Nihayet zahmet ve zorlukla onu kendi yerine getirdiler.[57] [58]

Birbirlerine onu yerine geri getirin dedikleri bir halde.”[59]

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın Hayber savaşında gösterdiği güç kaleleri fethet­mesi, Yahudilerin ünlü pehlivanlarını öldürmesi ve özellikle kale­nin kapısını koparıp eline alması, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da zuhur eden ola­ğanüstü kerametlerden sayılır. Bu kerametler O’nun dışında diğer bir kişide görülmemiştir. Bu hadiselerle ilgili bir çok şiirler söy­lenmiştir. Örneğin İbn-i Ebi’l Hadid bu hadiseye işaret eden şiirin­de şöyle diyor:

Ey o kapıyı koparan ki onu hareket ettirmekten.

Kırk dört kişinin elleri aciz kalmıştır.[60]

Hayber savaşı sona erince Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Fedek Yahudi­lerinin isteği üzerine onlarla barış anlaşması yaptı. Karşılığında Yahudiler Fedek arazisini Hazrete teslim etmekle birlikte kendi servetlerinin yarısını Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme gönderdiler. Fedek arazisin­de yaşayanlar, barış zamanında kendi rızalarıyla onu Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme teslim ettiklerinden orası Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin şahsına ait idi. Hayber arazisi savaşla alındığından dolayı Müslümanların umumuna ait oldu.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hayber’den dönerken, isyan eden bazı Yahudi kabilelerini de cezalandırmayı unutmadı. Onlar da itaat etmeğe mecbur kaldılar. Böylece Müslümanlar artık Yahudilerin düşman­lıklarından kurtuldular ve Medine şehri tam bir güvenliğe kavuştu.

MEKKE’NİN FETHİ

Hicretin sekizinci yılında İslam ordusu karşılaştığı bir çok kü­çük büyük savaşlar sonucu artık tecrübe açısından ilerlemiş, sayı açısından da büyük bir miktara ulaşmıştı. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Kureyş’in komplosu yüzünden geceleyin terk etmek zorunda kaldığı kendi doğum yeri olan Mekke şehrine doğru hareket edip orayı, fethetmeyi gerekli gördü.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  on üç sene süresince Mekke müşriklerini ve Kureyş’i tevhide davet etmişti ama bu davetinden bir sonuç alamamıştı. Üstelik onlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’i incitmek için elle­rinden gelen her türlü çabayı da harcamışlardı. Hazretin Medine’ye hicret etmesinden sonra da sürekli Müslümanlarla savaşmışlardı.

Artık geceleyin zillet ve korku içerisinde Mekke’den kaçıp Me­dine’ye hicret eden Müslümanların, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peşince azametle Mekke şehrine girme zamanı gelmişti.

Müslümanlardanbazıları işlerinin akıbetinden endişe ve korku içerisindeydiler. Ama Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  onları zaferle müjdeliyor­du. Zira şu ayeti kerimeden Allah’ın ona vaad ettiği zaferi anlıyor­du:

“Andolsun, Allah, Resulünün o gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse siz Mescid-i Haram’a, güven içinde saçlarınızı traş etmiş (kiminizde) kısaltmış olarak güven içinde korkusuzca gireceksiniz.”[61]

Yine Mekke’nin fethedilmesinden önce nazil olan Nasr suresi, Mekke’nin fethedileceğini ve onun halkının İslam dinini kabul edeceğini ifade ediyordu.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin amacı, Mekke’nin fethinin orada bulu­nan Allah’ın evinin hürmeti için savaş yapılmaksızın kan dökül­meden gerçekleşmesiydi. Bu yüzden Kureyş’in meseleden haberi olmaması için ilk önceleri Mekke’ye gitmek düşüncesini ve zama­nını Müslümanlardan gizli tutuyordu. Bu konuda güvendiği ve kendisine sırdaş bilip istişare yaptığı kimse sadece Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  idi.

Fakat bir müddet sonra konuyu bir kaç diğer sahabeye de bildirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu maksadından haberdar olan Hatip isimli bir mu­hacirin Mekke’de akrabaları vardı, mektup yazıp Kureyşli bir kadı­nı Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleminbu maksadından haberdar etmek için Mekke’ye gönderdi.

Allah-u Teala durumu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme bildirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı Zübeyr ile birlikte mektubu almak için o kadının peşine gönderdi ve onlar yolda o kadına ulaşarak mektubu ondan aldılar.61 [62]

Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , hicretin sekizinci yılının Ramazan ayının başlarında Muhacir ve Ensardan oluşan on iki bini aşkın ordusuyla Mekke’yi fethetmek kastıyla Medine’den çıktı.

Mekke’nin yakınlarına geldiklerinde Abbas b. Abdulmüttalip Kureyş’i tam teçhizatta donanmış olan İslam ordusundan korkut­mak için Mekke’ye doğru ilerledi.

Mekke ahalisi de az çok Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Mekke’ye gelmekte olduğundan önceden haberdar olmuşlardı. Bu yüzden Ebu Süfyan bilgi edinmek için Mekke’den çıktı ve yolda Abbas b. Abdulmuttalib’le karşılaştı.

Abbas b. Abdulmuttalib Ebu Süfyan’a Müslümanların sayıları­nın çokluğunu ve özellikle de onların güçlü iman ve savaşa hazır­lıklarını bildirip onu İslam ordusu karşısında direnmenin doğura­bileceği acı sonuçlardan korkutarak bundan sakındırdı. Daha sonra onu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna giderek teslim olmaya ikna etti.

Ebu Süfyan mecburi olarak buna kabul etti ve Abbas b. Abdulmüttalib himayesi ile İslam ordusunun arasından onun kudret ve azametinden şaşkına dönmüş bir halde geçip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna gitti ve kısa bir konuşmadan sonra İslam dinini kabul etti. 21 sene süresince Kureyş’in müşriklerini Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin aleyhine kışkırtıp donatan Ebu Süfyan şimdi İslam ordusunun o kudret ve azametinin karşısında boyun eğmek zorunda kalmış ve İslam ordusunda gördüğü o üstün düzen ve disiplinden dolayı şaşkına dönmüş bir halde kendi geçmişinin affedilmesini bekliyordu.

Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de de açık bir şekilde beyan bu­yurduğu gibi Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem yüce ahlak sahibi olup bütün alemler için bir rahmetti.[63]

Bu yüzden İslam dinini kabul edenlere güvence vermesi için Ebu Süfyan’ı Mekke’ye gönderdi.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem başta Sad b. Ubade’nin elinde olan İslam ordu­sunun bayrağını (onun Mekke ahalisine sert davranma ihtimali ol­duğundan) onun elinden alıp Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın eline verdi. Daha son­ra azameti gözleri kamaştıran İslam ordusuyla birlikte Mekke’ye girdiler ve Kâbe’nin kapısı önünde durup vahdet duasını okudular.

O gün Mekke’de tevhid ve Allah’a ubudiyet sloganlarının açıkça okunduğu ilk gündü. Kâbe’nin üzerine çıkmış olan Bilal’in, kalple­ri okşayan sesiyle okunan ezan sesi Mekke’nin etrafında yayılmaya başladı. Müslümanlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme iktida ederek namaz kıldı­lar. Sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, cezalandırılma ve intikam alınma bekle­yişinde olan Mekke halkına hitap ederek şöyle buyurdu: Ne söylü­yorsunuz ve beklentiniz nedir?

Mekke halkı, “Biz hayır söylüyoruz ve beklentimiz de hayırdır. Sen kerim bir kardeşsin, kerim kardeşin de oğlusun, şimdi hakimi­yet ve kudrete ulaşmışsın” cevabını verdiler.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem onların bu sözleri karşısında şefkat ve merhamet dolu sözlerle şöyle buyurdu: “Ben de kardeşim Yusuf’un sözlerini söylüyorum:

Bu gün sizler için bir azarlama yoktur...”

Sonra da şöyle buyurdu: “Gidin hepiniz serbestsiniz”[64]

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu genel affı Mekke halkının ruhlarında çok iyi bir etki bıraktı ve ister istemez kalplerine Hazretin sevgisinin yerleştiğini hissettiler.

Sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bütün putların kırılmasını emretti. Hz. Ali’yi kendisiyle birlikte Kâbe’nin içerisine götürdü ve orada bulu­nan bütün putperestlik kalıntılarını kırarak dışarı attılar.

Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın yüce sıfatlarından birisi de put kırma özelliğidir. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  asla şirk ve küfür görüntülerinin halk arasında bulun­masına tahammül edemiyordu. Mekke’nin fethinde de Hubel gibi bazı büyük putlar Kabe evinin üzerinde bulunduğundan bunları kırmak için, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emri gereği Hazretin omuzlarına çıkarak o putları kırdı ve Kâbe’nin mukaddes mekanını putperest­lik lekesinden temizledi.

HUNEYN VE TAİF GAZVESİ

Mekke’nin fethedilmesinden sonra Mekke halkı grup grup İslam dinini kabul edip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme biat ettiler, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da bir süre o şehirde kalıp oranın işlerini düzene soktular. Gereken emniyet ve düzen sağlandıktan sonra, zafer kazanan askerleriyle birlikte Mekke’yi terk edip Medine’ye dönmeğe karar verdi. Bu arada yeni Müslüman olan Mekke halkından da iki bin kişiyi kendi ordusuna kattı öyle ki İslam ordusunun sayısının fazlalığı Müslümanian şaşırtmaya başlamıştı. Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh), biz bu kadar fazla sayı­daki askerle artık asla yenilmeyiz dedi. Ama onlar askerlerin sayı­sının çok oluşunun fazla bir önem taşımadığını ve önemli olanın Allah’a sığınıp O’ndan yardım dilemenin gerekli olduğunu bilmi­yorlardı. Nitekim düşmanla karşılaştığında örneğin, Hüneyn sava­şında olduğu gibi çok geçmeden Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh) de dahil olmak üzere bütün Müslümanlar kaçmış ve Beni Haşim’den dokuz kişi ve Ümmi Eymen’in oğlu Eymen’den başka kimse Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin etrafında kalmamıştı. Ancak Allah onlara yardım edince kaçan Müslümanlar geri dönüp yeniden kafirlere saldırmış ve zafer kazanmışlardır. Bu konuda Allah’a Teala şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz Allah size bir çok yerde yardım etti. Hüneyn gününde de. O zaman çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama bu hiç bir işi­nize yaramamıştı. Derken yeryüzü tüm genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da sırtınızı dönüp kaçmıştınız. Sonra Allah, Resu­lünün ve müminlerin üzerine sükunetini indirmiş ve sizin görmedi­ğiniz askerler göndererek küfre sapanlara azap etmişti. Küfrün ce­zası işte budur”[65]

Bu olay şöyle cereyan etmiştir:

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Mekke’den dönmeye karar verdiği zaman, henüz İslam dinini kabul etmemiş olan Hevazin ve Sakif kabileleri birbirleriyle anlaşarak Müslümanlarla savaşmaya karar verdiler.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Mekke’den Medine’ye dönmekte olduğunu duyan bu iki kabilenin savaşçılarının sayıları Müslümanların sayı­sından daha fazla oldukları halde Malik b. Avf’in komutanlığı al­tında Hüneyn boğazında pusu kurup Müslümanların oradan geç­melerini beklemeye koyuldular.

Halid b. Velid’in komutanlık ettiği İslam ordusunun öncüleri pu­su bölgesine girince ansızın düşmanın saldırısına uğradılar. Bu ara­da gecenin yarıdan geçip havanın büsbütün karanlık olması yüzün­den Halid b. Velid’in grubu düşmanın ansızın saldırısından vahşete kapıldılar, geri dönerken de bölünmeler başladı. Ebu Süfyan ve yandaşları gibi can korkusundan yeni Müslüman olan bazıları ise bu olaya çok sevinip kaçmaya başladılar, geri kalanlar ise Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi korumaktan vazgeçmeyen Beni Haşim’den dokuz kişi ve Ummü Eymen’in oğlu Eymen dışında peygamber’i bırakıp kaç­tılar. Bu savaşta da savaş meydanının tek kahramanı Hz, Ali’ idi. Hazreti Ali, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin önünde bulunup düşmana hamle ediyor, onları öldürüyor ve kimsenin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme yaklaşmasına müsa­ade etmiyordu.

Şeyh Müfid şöyle yazıyor: “Beni Haşim’den bir kaç kişinin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin yanında kalıp kaçmamaları da Hz. Ali’nin mukave­metinden dolayıydı. Nitekim Müslümanların kaçtıktan sonra tekrar geri dönerek düşmana karşı zafer kazanmaları da yine Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın mukavemetinden kaynaklanmıştır.”[66]                                                                

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gür sesli olan amcası Abbas b. Abdülmüttalib’e şöyle buyurdu: Muhacir ve Ensarı toplanmaya çağır ve onların da­ğılıp gitmelerini önle” Abbas gür sesiyle onları sükunete ve top­lanmaya çağırarak peygamber’in sağ olduğunu onlara bildirdi. Böylece kaçanlar yavaş yavaş geri döndüler. Artık hava da aydın­lanmıştı ve hep birlikte düşmana saldırdılar. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh  Havazin kabilesinin reisi olan Malik b. Avfı ve bu grubun bayraktarı olan Ebu Cerul’u kılıç darbesiyle öldürdü. Bu kabilenin başkan ve bay­raktarının öldürülmesi onların dağılıp kaçmalarına sebep oldu. Bu­nun üzerine Müslümanlar onları kovalamaya başladılar ve onlardan bir grubunu öldürüp bir çoğunu da esir aldılar.”[67]

Huneyn savaşı sona erdikten sonra Müslümanlar Taif’e yönel­diler. Çünkü Sakif kabilesi orada yaşıyordu. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem tara­fından Taif’i fethetmek için gönderilmiş olan Ebu Süfyan b. Haris de yenilgiye uğrayarak geri dönmüştü. Bu yüzden bizzat Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi ordunun başında Taif’e giderek orayı kuşattı ve bu kuşatma yirmi günden fazla sürdü.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi bir grup askerle Taif’in etrafında bu­lunan putları kırmakla görevlendirdi.

Hz. Ali bu görevinde Haşim kabilesinin yiğitlerinden olan ve Hazretin önünü kesip engel olmak isteyen Şahap isminde birini kılıçla iki parça ederek yoluna devam etti ve bütün putları kırdı. Yine bir grup askerle birlikte Müslümanlarla savaşmak için dışarı çıkan mezkur kabilenin ünlü kahramanı Nafi b. Gilan’ı öldürerek müşrikleri bozguna uğratıp dağıttı ve neticede onlardan bir grup ölüm korkusuyla İslam dinini kabul etti diğer bir grup dağılıp kaçtı. Hz. Ali zafer bayrağı ile Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna döndü ve böylece Hevazin ve Sakif kabilelerinin savaşı sona erdi.

Taif savaşı Müslümanların Araplarla yaptığı en son iç savaş idi. Zira bu savaştan sonra artık Arabistan bölgesinde hiç kimse pey­gambere karşı çıkacak bir güce sahip değildi ve bütün Arabistan yarım adası Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hakimiyeti altına girmişti. Dolayı­sıyla artık İslam dininin yayılması için dış ülkeleri İslam dinine davet etmek gerekiyordu. İşte bu karara bir hazırlık olarak Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin en son savaş yolculuğu Tebük savaşı olmuştur. Bu savaşta Hz. Ali, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emri gereği Medine’de kaldı ve bu savaşa katılmadı. Dolayısıyla burada bu savaşı ayrıntılı olarak açıklamaya gerek görmüyoruz.

İşte bunlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hayatı döneminde İslam dininin yücelip yayılmasına sebep olan Hz. Ali’nin askeri hizmetlerinin kısa bir açıklaması idi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle buyurmuş­tur:

“Eğer Ali’nin kılıcı olmasaydı İslam dini ayakta duramazdı.”

Gadir günü peygamberleri Hum’da onlara sesleniyordu.

Dinle peygamberi nida eden olarak ki söyledi ona.

Kalk ey Ali gerçekten ben razı oldum sana.

Benden sonra imam ve hidayetçi olmana.

Hassan b. Sabit

HZ. ALİ’NİN İMAMLIĞA TAYİN EDİLİŞİ

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hac merasimini yerine getirmek amacıyla Hicre­tin onuncu yılında Medine’den Mekke’ye doğru hareket ettiler. Tarihçiler bu yolculukta Peygamberi Ekrem’le birlikte bulunan Müslümanların

sayısını değişik yazmışlardır. Ancak “Veda Haccı” olarak bilinen bu hac merasimine en azından binlerce kişi katılmıştır. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem hac merasimini yerine getirdikten sonra Mekke’den Medine’ye dönerken Zilhicce ayının on sekizinde Gadir-i Hum denilen bir yerde konakladılar. Zira Allah Teâlâ tarafından Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme çok önemli bir emir vahyedilmişti ve onu halka bil­dirmesi gerekiyordu. O emir Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın velayeti ve hilafeti konusu idi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, “Ey Peygamber, Rabbin’den sana indirileni tebliğ et ve (bu görevi) yapamayacak olursan, O’nun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koru­yacaktır.”68 ayeti gereği bunu halka tebliğ etmekle görevlendiril­mişti.

Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bütün hacıların orada toplanmalarını emretti. Ge­ride kalanların ulaşmalarını ve ileri gitmiş olanların da geri dön­melerini beklemeye başladılar. Ne olmuştu acaba? Herkes diğerin­den niçin Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bizi bu yorucu sıcak havada susuz ve kurak bir çölde durdurup toplanmamızı emretmiştir, diye sorup duruyordu. Yer o denli sıcaktı ki, bazıları ayaklarını bezle sararak develerin gölgesi­ne sığınmışlardı. Nihayet bekleme sona erdi. Hac||âr^ toplanınca Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem develerin semerlerinden bir minber yapılmasını emretti. Minber hazır olunca Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, bütün hacıların onu görüp sesini rahatlıkla duymaları için minberin üzerine çıktı, Hz. Ali’yi de sağ tarafına oturttu. Uzunca bir hutbe okudu, halka Kur’an ve Ehl-i Beyti hakkında çokça tavsiyede bulunduktan sonra şöyle bu­yurdu: “Ben müminlere onların kendi canlarından daha evla değil miyim”? Orada hazır bulunanlar elbette sen evlasın dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sep de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sep de yardım et, onu yalnız bıra­kanı sen de yalnız bırak.”[68]

Daha sonra da bütün hacılara grup grup kendi çadırının önünde­ki çadırında oturmakta olan Hz. Ali’nin yanma giderek ona vilayet ve hilafetini tebrik etmelerini ve bir emir olarak ona selam verme­lerini emretti. Hz. Ali’nin huzuruna giderek ilk tebrik eden kimse Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) b. Hattab idi. Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın huzuruna giderek şöyle dedi: Ne mutlu sana, ne mutlu sana ey Ali sen benim ve bütün mümin erkek ve kadınların mevlası oldun.”[69]

Böylece Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali’yi kendi yerine halife olarak ta­yin etti ve orada hazır bulunanların bunu orada hazır olmayanlara bildirmelerini özellikle emretti.

Bu arada Hassan b. Sabit Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’den Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın velayet ve hilafetiyle ilgili bir şiir söylemesine müsaade etmesini istedi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  ona izin verince şu şiiri oku­du:

Gadir günü Peygamberleri onlara sesleniyordu.

Hum çölünde Peygamber ne de duyurucu bir sesleyendi.

Onlara; sizin mevtanız ve veliniz kimdir? dedi.

Hepsi orada hiç bir düşmanlık olmadan dediler ki.

Allah’ın bizim mevlamızdır ve sen bizim velimizsin.

Bugün bizden sana isyan eden birini bulamazsın.

Öyleyse ona kalk ey Ali dedi.

Şüphesiz benden sonra imam ve hidayetçi olmana razı oldum.

Öyleyse ben kimin mevtasıysam Ali’de onun mevtasıdır.

O halde onun için gerçek yardımcı ve dost olun.

İşte burada Allah’ım onu seveni, sen de sev dedi.

Ali’ye düşman olana sen de düşman ol buyurdu’

Bunun üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hassan’a dönerek; “Ey Hassan bana dilinle yardım ettiğin sürece Ruh’ül Kudus ile te’yit edilesin.” diyerek ona dua etti.

Bu hadis mütevatir olarak hem Şia ve hem de Ehl-i Sünnet ule­ması tarafından nakledilmiştir ve bu konuda hiç bir şüphe ve tered­düde yer yoktur. Zira Ehl-i Sünnetin tarihçileri ve tefsir yazarları da kendi kitaplarında az bir tabir farkıyla inzar ayetinin “Ey Resül sana Rabbin’den ineni tebliğ et...” Zilhicce ayının on sekizinci gü­nü Gadir-i Hum çölünde, Hz. Ali hakkında nazil olduğunu ve bu­nun üzerine Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin uzun bir hutbe okuyarak “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır" buyurduğunu yazmaktalar.[70] [71] Ancak Mevla kelimesi Arap dilinde çeşitli manalar ifade ettiğinden bazıları burada kelime oyunu yaparak mevla kelimesinin Veliyy-i Emr ve ihtiyar sahibi anlamında olmadığını, aksine dost ve yardım­cı anlamını ifade ettiğini kaydetmişlerdir. Yani onlara göre Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem; “Ben kimin dostuysam Ali de onun dostudur” demiştir. Nitekim İbn-i Sabbağ-ı Maliki, Fusul-ül Mühimme adlı kitabında mevla kelimesi için bir kaç mana saydıktan sonra şöyle yazıyor: “Buna göre hadisin anlamı şu oluyor ki, ben kimin yardımcısı, dostu veya arkadaşıysam Ali’de ona böyledir”[72]

Bağnazlıkları, akıl ve düşünce gözlerini hakikatları görmekten alıkoyan bu gibi insanlara cevap olarak ilk önce mevla kelimesi için lügat kitaplarında zikredilen çeşitli manalara işaret edeceğiz. Böylece Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin maksadının onlardan hangisi olduğunu göre­ceğiz.

Mevla kelimesi Veliyy-i emr ve ihtiyar sahibi, azat edilmiş köle, köle azat eden kimse, komşu, antlaşma ortağı, ortak, damat, amca oğlu, akraba, nazu nimette büyüyen, dost ve yardımcı anlamlarına gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de de mevla kelimesi bu anlamların ba­zısında kullanılmıştır. Mesela Duhan Suresinde mevla kelimesi akraba anlamında kullanılmıştır:

“O gün akraba akrabanın bir işine gelmez.”

Muhammed suresinde de mevla kelimesi dost anlamında kulla­nılmıştır:

“Şüphesiz kafirler için bir dost bulunmaz.”

Nisa suresinde de antlaşma ortağı anlamında kullanılmıştır:

“Ve her biri için antlaşma ortakları karar kıldık.”

Ahzap suresinde de azat edilmiş köle anlamına gelmiştir:

“Eğer onların babalarını bilmezseniz, onlar sizin dinde kardeşinizdirler ve sizin azat etmiş olduğunuz kölelerinizdirler.”[73]

Açıktır ki, bu manaların bazısı Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkında doğru değildir. Mesela Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bir kimsenin azat ettiği kölesi, nazu nimette büyüttüğü ya da antlaşma ortağı değildir.

Onların bazısının ise tavsiye edilmesine bir gerek yoktu ve onla­rı dile getirmek bir nevi alay sayılırdı. Zira Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin halkı o şiddetli sıcakta çölün ortasında durdurup toplaması sonra da ben kimin amcası oğluysam Ali de onun amcası oğludur veya ben ki­min komşusu isem Ali de onun komşusudur... demesi düşünüle­mez. Yine o zamanda bulunan durum, mevla kelimesinin birçok Ehl-i sünnet ulemasının dilinde destan olan dost ve yardımcı an­lamlarını ifade etmediğini göstermektedir. Zira tebliğ ayetinde “eğer bunu yapmazsan Allah’ın risaletini yerine getirmemiş olursun” şeklindeki geçen şiddetli tehdit bunun çok önemli bir konu olduğunu göstermektedir. Peygamberin sadece, “Ben kimin dost ve yardımcısıy sam, Ali de onun dost ve yardımcısıdır.” deme­si için halkı o kavurucu sıcak altında ve kuru bir çölde toplayıp bekletmesi düşünülemez. Faraza maksadı bu da olmuş olsa, o za­man Hz. Ali’ye; ben kimin dost ve yardımcısıysam sen de onun dost ve yardımcısı ol demesi gerekirdi, halka değil. Eğer maksadı halkın muhabbetini Ali’ye sağlamak olsaydı bu durumda halka, her kim beni seviyorsa, Ali’yi de sevsin demesi gerekirdi. Oysa “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.” cümlesinden böyle bir şey anlaşılmıyor.

Üstelik bu konuyu halka söylemek herhangi bir korkuyu gerek­tirmiyordu. Allah Teala’nın da bu görevi ifa etmekte Peygamberine bizzat himaye garantisi vererek “Allah seni halktan koruyacaktır” demesine de gerek yoktu.

Yine burada mevla kelimesinin hiç bir karine ve delil söz konu­su olmadan bunca manaları içerisinden sadece dost ve yardımcı anlamında kullanılmış olduğunu iddia etmek, usul ilminin ilkeleri­ne ters düşmektedir ve batıldır.

O halde burada mevla kelimesinin anlamları içerisinden sadece “veliyy-i emr ve ihtiyar sahibi olma” anlamı ortada kalıyor ki; bu­rada mevla kelimesinin bu anlamda kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür. O halde burada mevla kelimesini bu anlama tahsis etmek Ehl-i sünnet alimlerinin iddiasının aksine delilsiz de değil­dir. Aksine mevla kelimesinin mezkur anlamda kullanılmış oldu­ğunu gösteren bir çok delil ve şahitler de vardır. Onlardan bazısına değiniyoruz:

1-            Allah’u Teala’nın konunun iblağı hakkındaki: Şu vurgulu sö­zü “Eğer bunu yapmazsan O’nun (Allah’ın) risaletini tebliğ etmemiş olursun” konunun basit bir şer-i hükmü tebliğ etme me­selesi olmadığını aksine Peygamberlik makamı gibi çok önemli bir mesele olduğunu göstermektedir. Bu ise mevla kelimesinin ihtiyar sahibi olan veli anlamını ifade ettiğini ispatlamaktadır. Zira ancak böyle önemli bir konunun bütün Müslümanlara tebliğ edilmesi ge­rekirdi. Özellikle de mezkur ayet hacıların çeşitli bölgelere ayrıldı­ğı yol ayrımı olan Cuhfe’nin yakınındaki Gadir-i Hum denilen yer­de nazil olması bunu gösteriyor ki, Allah Teala hacıların dağılma­sından önce bu hükmün onlara tebliğ edilmesini istemektedir. Çün­kü Müslümanlar bu bölgeye ulaştıktan sonra artık çeşitli bölgelere giden yollara ayrılacaklardı ve onların bir daha bir araya toplanma­sı mümkün olamayacaktı. Elbette bu hüküm bir kaç gün önceden peygamberi Ekrem’e nazil olmuştu, ama O’nun tebliğ zamanı kesin olarak belirlenmemişti. Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem halkın bir çoğu­nun Hz. Ali’nin hilafetine karşı çıkacağını biliyordu. Çünkü Hz. Ali onların bir çoğunun akrabalarını savaşlarda öldürmüştü. Bu ise onların kalbinde Hz. Ali’ye karşı bir nevi düşmanlığın yerleşmesi­ne sebep olmuştu. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , Hz. Ali’nin kendi­sinden sonra halife olduğunu halka söylemektert çekiniyordu. Zira onların böyle bir hükme karşı çıkacaklarında!) korkuyordu. îşte bunun içindir ki, Allah Teâla peygamberine bu hükmü Gadir-i Hum’da tebliğ etmesini emrederken O’nun endişesini gidererek güven vermek için “Allah seni halkın şerrinden korur” garantisini de vermiştir.

2-            Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  halka; “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” hükmünü tebliğ etmeden önce onlara “Ben mü­minlere, onların kendi canlarından daha evla değil miyim?” ve ya “Size kendi canınızdan daha evla değil miyim?” demesi ve onların da hep birlikte sen daha evlasın cevabını vermelerinden sonra” Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır” buyurması şunu gös­termektedir ki; mevla kelimesi işte önde olan ihtiyar sahibi anlamı­nı ifade etmektedir. Birinci cümle ve sözün akışı şunu açıkça gös­termektedir ki, mevla kelimesinden peygamberin Müslümanlara olan üstünlüğü kastedilmiştir. Yani Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Müslümanlara olan üstünlüğünün kendisinden sonra Hz. Ali için de olduğunu be­lirtmekte dir.

3-            Önceden de işaret edildiği üzere Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Allah Teala’nın Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hilafeti konusundaki emrini tebliğ ettik­ten sonra, Müslümanlara, Ali’ye müminlerin emiri olarak selam verin” emrini verdi.[74]

Bu, mevla kelimesinin amir ve ihtiyar sahibi manasında kulla­nıldığını göstermektedir. Yoksa Müslümanlara, Hz. Ali’ye Müslü­manların dost ve yardım cısı olarak selam verin derdi. Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)’in Hz. Ali’ye hitaben “Ne mutlu sana ey Ali, benim ve bütün mümin er­kek ve kadınların mevlası oldun” sözü de mevla kelimesinin amir ve velayet anlamını ifade ettiğini göstermektedir.

4-            Şia kitaplarına ilaveten Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarının bir çoğunda da yer aldığı üzere Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Allah’ın bu emrini tebliğ ettikten soma: “Ey Allah’ım Ona dost olana sen de dost ol ve Ona düşman olana sen de düşman ol, Ona yardım edene sen de yardım et Onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak. ” şeklinde dua ettikten sonra Allah’u Teala şu ayeti nazil etti: “Bu gün artık sizin için dininizi kamil kıldım ve nimetimi size tamamladım ve İslam’ın sizin için din olmasına razı oldum”[75]

Açıktır ki, dinin kemale ermesine ve nimetin tamamlanmasına sebep olan şey Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın imametidir. Nitekim Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’de bundan sonra şöyle buyurmuştur.

“Allah-u Ekber! Dinin kamil olmasına, nimetin tamamlanması­na, Allah’ın benim risaletime ve benden sonra Ali’nin vilayetine razı olmasına.”[76]

5-            Dinin kemaline ermesi ve nimetin tamamlanması hakkında ki mezkur ayetten önce Allah Teala şöyle buyuruyor:

“Bugün küfre sapanlar sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın. Benden kor­kun. ”(Maide/3)

Yani her zaman dininizin yok olmasını bekleyen kafir ve müş­rikler bugün ümitsiz oldular. Çünkü onlar Peygamberin yerine bı­rakacağı erkek çocuğu olmadığını, ondan sonra dinin ortadan kal­kacağını ve dine rehberlik edecek birinin olmayacağını düşünü­yorlardı. Ama o günde Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Allah’ın emriyle Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı kendi yerine seçtiğinde müşriklerin hayalleri suya düştü ve bu dinin her zaman için var olacağını anladılar. Dinin kemale erip nimetin tamamlanması hakkındaki bu ayet Maide suresinin üçüncü ayetidir. Yine maide suresinin 67 ayetinin tebliği ile irtibat vardır. Buradan, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mevla kelimesinden kastının mu­habbet ve yardım değil Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın vilayet ve hilafeti olduğu sonu­cuna varabiliriz.[77]

6-            Mevla kelimesine delalet eden bütün değişik manaların için­den sadece tasarruf etmeye herkesten daha evla ve yetkili olmak onun gerçek manasını yansıtmaktadır. Diğer manalar fer’i olup mecazi olarak kullanılmıştır. Bu manaların anlaşılabilmesi için ayrı karine ve kayıtların zikredilmesi gerekir. Usul İlmine göre hakiki mananın mecazı manaya karşı önceliği vardır. Buna göre bu hadiste Mevla’dan kasıt emir sahibi, tasarruf etmeye evla manası kastedil­diği anlaşılmaktadır.

7-      Önceden de değindiğimiz gibi bu merasimden sonra Hassan b. Sabit çok hoş bir şiir okuyarak Mevla kelimesinin manasını güzel bir şekilde açıklamıştır.

Böylece düşmanların sonradan yanlış tefsirlerinin önü alınmış oldu. Şiirinde şöyle diyor:

“Kalk ey Ali gerçekten ben razı oldum sana,

Benden sonra, ümmetim için imam ve hidayetçi olmana.

Eğer Mevla kelimesi dost ve yardımcı manasında olsaydı Pey­gamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hassana itiraz eder ve “Ben ne zaman Ali imamdır yol göstericidir dedim, ben sadece o benim dostum ve yardımcımdır.” diye buyuru yordu. Burada Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in itiraz etmedi­ğini O’na dua ettiğini görmekteyiz.

Hassan’ın ve diğer şairlerin bu konu hakkındaki şiirleri Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarında mevcuttur.

Ehl-i Sünnetin birazcık insaflı olan alimlerinden bazıları mecbu­ren konunun çok önemli olduğunu itiraf etmiş ve açıkça; “O gün Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem  Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı Veli ve Halife olarak tayin etti” demişlerdir. Nitekim Sibt b. Cevzi “Tezkire” kitabında “Mevla” sözcüğünün mana sim izah ettikten sonra, “Ben müminlerin ken­dilerin den onlara daha evla değil miyim?” hadisinin karinesiyle, Mevla’nın “tasarruf etmeye evla” manasına olduğunu benimseyip şöyle yazmıştır:

Bu Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın îmamet ve itaatinin kabulü hakkındaki açık bir nastır.”78 [78]



[1]  Doktor Kasım Resa’nm şiir kitabından.

[2]  Ashab-ı fil olarak tanınan Habeşiler Kabe’yi yıkmak için Ebrehe’nin komutan­lığında fillere binmiş olarak Mekke’ye geliyorlardı. Allah-u Teala onların hepsini helak etti. Ebrehe’nin kendisi ise onlardan en son helak olan kimse idi. Nitekim Allah-u Teala bu olaya işaret ederek şöyle buyuruyor: “Görmedin mi senin Rabbin ashabı file ne yaptı?...” Dolayısıyla Hicaz Arapları bu yılı kutlu bir yıl olarak kabul edip ona fil yılı anlamına gelen Amm-ül fil ismini vermişlerdir. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da bu yılda dünyaya gelmişlerdir. Bu olaydan 71 yıl sonrasına kadar yani Hicretin 18. yılına kadar Müslümanlar Amm-ül fili kendilerine tarih başlangıcı olarak kabul et­mişlerdir. Ama ikinci halifenin hilafetinin altıncı yılına rastlayan bu yılda Müslü­manlar Hz. Emir-ül Müminin Ali (a.s)Tn irşadı üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’ın hicret ettiği yılı kendilerinin tarih başlangıcı olarak kabul ettiler.

[3]   Ebu Talib’in Hz. Ali’den büyük olan üç oğlu daha vardır. Onlar sırasıyla;

Talib, Akil ve Cafer’dir.

[4]   Emali-i Saduk 27. meclis 9. hadis Revzet-ül vaizin c. 1 s. 76 Bihar-ül Envar c.

35 s. 8 Keşf-ül Gumme s. 19

[5]   Fusul-ül Muhimme s. 14.

[6]   Yenab-ül Mevedde bab. 56. s. 255 Kifayet-üt Talib s. 406.

[7]  Elam-ül Vera kitabı Usul-u Kafi c. 2 Tarih bölümleri Emali-i Saduk s. 1 meclis 14. Hadis.

[8]  Emali-i Saduk 89. Meclis 12. ve 13. Hadisler Revzet-ül Vaizin c. 1 s. 139.

[9]   Bihar-ül En var c. 35 s. 124

[10]  Usul-u Kafi c. 2 Tarihler Bölümü.

[11]  Yenabi’ül Meveddet kitabı 52. Bölüm s. 152.

[12]  Revzet-ül Vaizin c. 1 s. 18.

[13]  Fusül-ül Mühimme s. 15 Bihar-ül Envar c. 35 s. 118.

[14]  Necm /5.

[15]  Alak/1-5.

[16]  Müddessir/1-7.

[17]  Zehair-ül Ukba s. 58 Fusul-ül Mühimme s. 125.

[18]  Zehair-ül Ukba s. 59 Yenabi’ül Mevedde s. 60 Sireti İbn-i Hişam c. 1 s. 245 ve diğer kitaplar.

[19]  Yenabi-ül Meveddet 12. bölüm s. 61 İrşadi Müfid c. 1 . s. Bölüm 2. Hadis.

[20]  Fusül-ül Mühimine s. 16.

[21]   Şuara/214.

[22]   Tarhi Teberi c. 2- s. 217 İrşadi Müfid e. 1 Bölüm: 7. Kifayet—üt Talip 51. Bölüm s. 205 Şevahid-üt Tenzil c. 1. s. 421 Yenabi’ül Meveddet s. 105 Tarih-i Ebu’l Fida c. 1 s. 216. Tefsir-i Fahri Razı ve diğer kitaplar.

[23]   Meryem/30.

[24]  Meryem/12.

[25]  Yusuf/26.

lö-'Nehc’ül Belağa.

[27]   Kifayet-üt Talip 24. Bölüm s. 123.

[28]  Necm/3-4.

[29]   Fusul-ül Mühimme s. 123 Şevahid-üt Tenzil c. 1 s. 248 Yenabiul Meveddet

22 Bölüm s. 93 Tefsir-i Kummi s. 260 ve diğer kitaplar.

[30]  Tevbe/19.

[31]   Üsdül Gabe’nin 4. cildinin 53. sahifesinde şöyle yazıyor: Ömer Müslüman olmadan önce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’a karşı herkesten daha fazla baskı yapıyordu.

[32]   Enfal/30. Hani o küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarhyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır.

[33]   Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’a bisatm 13. yılının Rebiulevvel ayında Mekke’den hicret et­mişlerdir.

[34]  Fusul-il Mühimme s. 33 kifayet-üt Talip s. 239 Yenabi-ül Mevedde 21. Bö­lüm s. 92 Keş-ül Gumme s. 91 Tefsir-i Salebi-Tefsiri fahri Razı ve diğer kitaplar.

[35]   Bihar-ül Envar c. 36. s. 46

[36]  Bakara/207

[37]  Şevahid-üt Tenzil c. 1, s. 96 İrşad-ı Müfid c. 1. bab: 4. Bölüm 9 Kifayet-üt Talip s. 239 Tefsir-i Kummi s. 61 ve diğer tefsirler.

[38]  Fusul-il Mühimine s. 22.

[39]  Yenabi’ül Mevedde s. 176.

[40]   Enfal/5.

[41]  Ali İmran/123.

[42]   Şeyh Müfıd İrşad adlı kitabında Hz. Ali (a.s)’ın öldürdüğü 36 kişinin isimle­rini kaydetmiştir.

[43]     İrşadı Müfıd Bab 4 Fasl: 18 Keşf-ül Güme s. 53. İlam-ül Vera ve diğer ki­taplar.

[44]  Tarih-i Teberi.

[45]   Siret-i İbn-i Hişam c. 2 s. 700 ve Tarih-i Teberi.

[46]   İrşadi Müfıd c. 1 2. bab 22. fasıl 6. Hadis ve İlam-ül Vera.

[47]   Tarih-i Yakubi.

[48]   Keşfiı! Gümtne s. 56 İrşad-i Müfıd c. 1,2. Bab 22 Bölüm ve İlam-ül Vera.

[49]  Ali İmran/152.

[50]  Tarih-i Teberi.

[51]  İrşadi Müfid c.l 2. Bab 25. Fasıl.

[52]   İbn-i Ebi-1 Hadid’in şerh-i Nehc’ül Belağa kitabı ve Bihar-ül Envar c. 39 s. 2 ve Keşfiıl Gumme s. 56.

[53] - Tarih-i Yakubi.

[54] - Sire-i Halebi.

[55] îrşadi Müfıd c. 1,2. bab 16 Bölüm Tarihi Teberi ve diğer kitaplar.

[56]   İrşad-ı Mufid, Fusul’ul Muhimme. S. 21, Zehair’ul Ukba, s. 72. Kifayet’ul Talib, s. 98. Yenabi’ul Mevedde, s. 48. Usd’ul Gabe, c. 4, s. 28.

 

[58]  Zehair-ül Ukba s. 73. Bu konunun kabulü belki de bazıları için zor gelecektir. Ancak bu konunun bir mucize olmasına ilave olarak bu gün insanın ruhunda gizli bulunan güçten istifade edilinerek normal tedavi yöntemi uygulanmadan bir takım hastalık iyileştirmenin mümkün olduğu ispatlanmıştır. Bu durumda Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem böyle bir gücü kullanmağa herkesten daha layıktır.

[59]   İrşadı Müfıd c. 1. s. Bab 31. Fasıl.

[60]   Gesaid’us Sab’e.

[61]   Feth/27.

[62]  Tarihi Teberi Siret-i İbn-i Hişam 2. c. s. 398 İrşad-i Müfid ve Elam-ül Vera.

[63]  “Biz seni ancak bütün alemlere bir rahmet olarak gönderdik “Enbiya/102” ve şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin.” (Nun/4)

[64]  Tarih-i Teberi. Müntehal Amal.

[65]  Tevbe/24-25.

[66]   İrşadi Müfid c. 1-2 Bab 40 Bölüm. Şeyh Müfid bu bölümde şöyle yazıyor: Bu savaşta Hz. Ali’nin mukavemeti sebebiyle kaçmayan bir kaç Beni Haşim gencinin dışında bütün Müslümanlar kaçtı. Nitekim Müslümanların geri dönerek düşmana hamle ederek zafer kazanmaları da O Hazretin Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la birlikte mukavemet ederek sabit kalmasındandı.

[67]   İbn-i Hişam’in Siret ün Nebi Kitabı, İlam-üi Vera ve İrşadi Müfid c. 1, Bab.

38. Fasıl.

[68]    Bihar-ül Envar c. 37 s. 123 Mean-ül Ahbar’dan naklen Menakıb-i îbn-i Meğazili s-24 Şevahid-üt Tenzil c. 1 s. 190 Fusulül-Muhimme s. 27 ve diğer kitaplar.

[69]   İrşad-i Müfıd c. 1 2. bab 50. fasıl El-Gadır c. 1 s. 4 ve 156 Menakib-i îbn-i Meğazili s. 19 ve diğer kitaplar.

[70]   Revzet-ül Vaizin c. 1 s. 203 İhticac-ı Tebersi c. 1 s. 161 İrşad-i Müfid ve di­ğer kitaplar.

[71]   Fusul-ül Mühimine İbn-i Sabbağ-i Maliki s. 25 Şevahid-ül Tanzil c. 1 s. 190 Menakibi, İbn-i Meğazili s. 16 ve ,27 şerh-i Nehc-ül Belağa îbn-i Ebi-1 Hadid c. 1 s. 362 Zehair-ül Ukba s. 67 Yenabi’ül Meveddet s. 37 Tefsir-ül kebir-i Fahri Razi ve diğer tefsir ve kitaplar.

[72]  Fusul-ül Mühime s. 28.

[73]  Vucuh-u Kur’an s. 278.

[74]  Biharül Envar c. 37 s. 199 Naklen Tefsir-i Kurni s. 277 ve İrşadi Mufid.

[75]  Şevahid-üt Tenzil c. 1 s. 193 Menakibi İbn-i Meğazili eş-Şafıi ve el-Gadir c.l.

[76]  Bihar’ul Envar, c. 37, s. 156. Şevahid’ut Tenzil, c. 1 s. 157.

[77]  Daha çok bilgi için bkz. Tefsir’ul Mizan c. 5.

[78]  Tezkire-i İbn-i Cevzi, Eski baskı, bab 2, s. 20.





Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar