Hz. ALİ kerrem'allahü veche radiyallâhü anh
Orijinal Adı: Ali Kist
Yazar: Fazlullah KUMPANİ
Hazırlayan: Bahri AKYOL
Hamd ve sena, yaratığın uyumlu bedenine varlık
elbisesini giydiren ve sonsuz kudret tecellilerini tabiat eserlerinde
sergileyen Allah’a mahsustur.
O belirsiz ki, hayal kuşu, O’nun azametinin sonsuz
fezasında u- çamaz ve akıllar O’nun sonsuz ebediyet sahrasında seyredemez.
İnsanları hidayet etmek için din hidayetçilerini birer
nurlu meşale misali yol üzerine dikip insanlığın toplumsal düzenini onların
hüküm ve kanunlarını uygulamaya bağımlı kıldı.
Sonsuz salat ve selam, insanlık aleminin eğiticileri,
tevhid ve hakikat yolu önderleri olan risalet ve velayet ailesine olsun.
Aziz okurlar elinizde bulunan bu kitap öyle bir
şahsiyetin hayat öyküsünü konu edinmiştir ki, şüphesiz tarih hiç kimse hakkında
bunca fazilet kaydetmemiş ve yaratılış kalemi alemin renkli sayfasında böyle
güzel bir tasvir çizmemiştir.
Her ne kadar Hz. Emir-ül Mü’ıninin Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hayatı ve özellikleriyle ilgili çok
geniş incelemeler yapılmış ve konu hakkında yazılmış olan bir çok kitap
yayınlanmışsa da bu kitap, O hazreti daha iyi tanıtmak amacıyla sade bir
şekilde hazırlanmış ve aşağıda belirtilen noktalar bu kitabın yazımında dikkate
alınmıştır:
1-
Kitapta
kullanılan cümlelerin güzel ve açık olmalarının yanı sıra sade ve akıcı
olmalarına dikkat edilmiş ve alışılmamış kelimelerle karmaşık cümlelerin
kullanımından kaçınılmıştır.
2-
Kitapta
yer alan konular hiç bir taassup ve art- niyetlilik gözetilmeksizin incelemeye
dayalı olarak yazılmış ve bu günkü ilmin kabul etmediği delilsiz sözler ve
zayıf hadislere yer verilmemiştir.
3-
Hz.
Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın, Peygamberi Ekrem (salla'llâhü
aleyhi ve sellem)’den hemen sonra aralıksız olarak halife olduğu konusunu
ispatlarken, hiç bir taassup ve duygusallığa kapılmadan genel olarak Şia
kaynaklarına baş vurmaktan sakınılmış ve bu konuda her türlü mazeret ve bahane
yolunu kapatmak amacıyla yalnızca Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarında yaralan
sözlerden yararlanılmıştır.
4-
Hz.
Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın imameti konusunda Ehl-i Sünnetçe de
kabul edilen ayet ve hadislere ilave olarak diğer kitaplarda fazla dikkate
alınmayan iki akli delile de deyinilmiştir.
5-
Şia’nın
inançlarını ispatlamakta gerekli olan bazı önemli konular Ehl-i Sünnetin
muteber kitaplarından faydalanılarak yazılmış ve onların senetleri dipnotlarda
belirtilmiştir. |
Yukarıda zikrettiğimiz noktaları nazara alarak Hak
Teala’nın sonsuz lütuflan ümidiyle ve Hz. Emir’ül Mü’ıninin Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh’ın mukaddes ruhlarından imdat dileyerek kitabın konuları
aşağıda belirtilen şekilde düzenlenmiştir:
1.
Bölüm:
Hz. Ali’nin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hayatta bulunduğu
dönemdeki yaşantısı.
2.
Bölüm:
Hz. Ali’nin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin vefatından sonraki
dönemdeki yaşantısı.
3.
Bölüm:
Hz. Ali’nin hilafet dönemi.
4.
Bölüm:
Hz. Ali’nin kişiliği ve ahlaki üstünlükleri.
5.
Bölüm:
Hz. Ali’nin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in hemen ardından
halife olduğunun ispatı.
6.
Bölüm:
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın ashap ve evlatları.
7.
Bölüm:
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın sözlerinden seçmeler.
(Not: Bu yayında sadece birinci bölüm alındı. Çünkü diğer bölümlerde aşırı üzüntü veren konular olduğundan iç yangınıma neden olduğundan eklemek istemedim. İhramcizade)
Burada şunu da belirtmeliyiz ki, bu kitabın birinci baskısı
1958 yılında gerçekleşmiştir ve şimdiye kadar aziz okurların gösterdiği ilgiden
dolayı dokuz baskı yapmıştır. Bu baskılar neticesinde kitabın bazı harf ve
kelimeleri kolaylılıkla okunamaz bir duruma gelmiş ve kitabın yemden dizgiye
alınması gereği ortaya çıkmıştır. Bu yüzden yazar bunu bir fırsat bilerek
kitabın baskısından önce onun içeriğini tekrar gözden geçirmiş, muteber
kaynaklara baş vurarak ona birtakım yeni ve değerli konuları da ilave etmiştir.
Ayrıca kitabın yazılış yönteminde de bir takım değişiklikler yapmıştır. Dolayısıyla
kitabın onuncu baskısı önceki baskılara nazaran incelik ve nitelik açısından
belirgin bir fark kazanmış ve kitabın çekiciliği bir kaç kat daha artmıştır.
Böylelikle velayet şahı Mevla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhın
sevgisini kalplerinde taşıyanların, tarihin o eşsiz şahsiyetinin iftiharlarla
dolu yaşantısı hakkında daha fazla bilgi edinmeleri için oldukça gayret, sarf
edilmiştir. Dolayısıyla elinizde bulunan bu kitap aslına sadık kalınarak
içeriği yeniden gözden geçirilip basiret sahiplerine takdim edilmiştir. Bu
vesileyle yaratılış aleminin o büyük ve engin şahsiyetinin tanınmasında küçük
de olsa bir adım daha atılmış olur inşallah. Gerçi onu tam anlamıyla tanımak
Allah ve Resulünden gayri hiç kimse için mümkün değildir.
Nitekim Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali’ye
hitaben şöyle buyuruyor: “Seni, Allah’tan
ve benden başka kimse hakkıyla tanıyamaz”
Ama yine de bu kitabı okumak aziz okurlar için tam
anlamıyla yeterli olmasa da faydasız da olmayacak ve en azından bin konudan bir
konuya açıklık getirecektir. “Denizin suyunu tümüyle içmek mümkün değildir,
ama susuzluk miktarınca tatmak gereklidir.” (Farsça bir atasözü) Muvaffakiyet
Allah’tandır ve O’na tevekkül edilir.
Fazlullah KUMPANİ “1979 M. 1357 H. Ş.”
HZ. Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellem)’İN DÖNEMİNDE HZ. ALİ
Annesi onu (Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü
anh) Allah’ın hareminde doğurdu.
Kabe
ve Mescid onun avlusu olduğu halde.
Onun
temiz elbiseli olan nurlu annesi idi.
O
annenin yavrusu ve doğurduğu yer de tertemiz idi.
Bugün Kabe nazar ehlinin seyir yeridir.
Ki hak sarayından Allah’ın nuru parlamaktadır.
Çıktı kıbleden bir kıble gösteren ki.
Nazar sahibi halkın kalbinde olan her ne varsa
ondadır.
Yoksa rüzgar çimenlikten gül kokusu mu getiriyor?
Ki seher rüzgarı gibi fezaya ıtır yaymaktadır.
Yoksa haremin ahusu miskli karnını mı açmış?
Ki bütün gökte ıslak misk yayılmaktadır.
Aşıklar sevinçten ayrı bir şölen açmışlar.
Arifler neşeden ayrı bir havaya girmişler.
Göklerde parlak yıldızlar sanki.
Sevinçten yüze akan göz yaşlarıdırlar.
Esed’in kızı Fatıma, bir oğlan doğurmuş aslan gibi.
Ki bütün tilkiler o aslandan kaygıdadırlar.
Geldi o varlık merkezinin parlayan meşalesi.
Ki onun aşkının ateşi her yerde alevlenmektedir.
Cihanın adalet isteyenlerine haremden müjde geldi.
Ki görünen adalet padişahının kutlu ordusudur.
Nasıl bir yüz ki gündüz güneş gibi parlıyor.
Nasıl bir alın ki geceleyin ay gibi nur saçıyor.
Felekten daha yüce bir yücelik yıldızlardan daha çok
bir ilim.
Nimeti sınırsız, varlığının keremi sayısız.
Kazânm emir çizgisine başını teslim eder.
Kaderin kendine itaatkar kul olduğu kimse.
Hilafet elbisesine ondan gayri kim layık olabilir?
Ki herkesten daha yüce, daha bilgili daha layıktır.
İslam Ali’nin pazusuyla güçlendi.
Tevhid ağacı Ali’nin kılıcıyla meyve verdi.
Kulluk için mihrapta secdeye kapanır.
Ne zaman Allah’ın aslanı zulüm kılıcından çekinir?
Edeple o hacetler kıblesi önünde yüzünü yere koy.
Ki şahlar köleler gibi o kapının toprağına alın
koyarlar.[1]
Tarih yazarları, Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anhın, otuzuncu fil yılında[2] Recep ayının
on üçünde şaşılacak bir şekilde Kâbe’nin içinde doğduğunu yazıyorlar.
Araştırmacı bir alim olan Hüccet-ül İslam Nayyir bu
konuda şöyle diyor:
Ey o kimse ki Kabe senin yuvandır.
Ve Betha senin eşsiz cevherinin sedefidir.
Eğer senin doğumun Kâbe’de olduysa bunda şaşılacak ne
var.
Ey İbrahim’in soyu Kâbe senin kendi evindir.
Hz. Ali’nin babası Ebu Talip’tir. O, Abdulmuttalib’in
oğludur. O da Haşim b. Abdu Menaf’ın oğludur. Annesi ise Haşim oğlu Esed’in
kızı Fatma’dır. Dolayısıyla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh her iki taraftan da Haşim soyundandır.[3]
Ama Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
doğumu diğer çocuklar gibi normal bir şekilde olmamış, aksine bir takım
şaşılacak ve manevi değişimlerle birlikte vuku bulmuştur. Hazretin annesi
Allah’a inanan ve Hz. İbrahim (aleyhisselâms)’ın hanif dinine göre amel eden
bir hanım idi. Sürekli Allah-u Teala’nın dergahına el açıp münacat ederek doğum
yapmayı kendisine kolay kılmasını niyaz ederdi. Zira Hz. Ali’ye hamile olduğu
günden beri kendisini İlahi nur içerisinde görüyordu sanki melekuttan kendisine
bu mevlud’un diğer çocuklardan farklı olduğu ilham olmuştu.
Şeyh Saduk ve Fettal-i Nişaburi Yezid b. Kâbe’den
şöyle dediğini rivayet ediyorlar:
“Ben, Abbas b. Abdulmuttalip ve Abdül Uzza’dan bir
grup Kâbe’nin kenarında oturmuştuk. Bu arada Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın annesi olan Esed’in kızı Fatıma doğum sancısı tuttuğu bir
halde gelerek şöyle dedi: Ey Allah’ım, ben sana ve senin tarafından gelen
peygamberlere ve kitaplara inanıyorum. Ben ceddim İbrahim’in söylediklerini
kabul ediyorum. Bu Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) yapan da odur. Bu evi yapanın ve
karnımda olan çocuğun hakkı hürmetine onun doğumunu bana kolay kıl.”
Yezid b. Ka’nep şöyle diyor:
Biz kendi gözümüzle Kâbe’nin arka taraftan yarıldığını
ve Fatma’nın Kâbe’nin içerisine girip gözümüzden kaybolduğunu gördük, sonra Kâbe’nin
duvarı birleşerek eski halini aldı. Biz Kâbe’nin kapısının kilidini açmak
istedik ama açılmadı. Bunun üzerine bu işin Allah tarafından olduğunu anladık.
Fatıma dört gün sonra ellerinde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh olduğu halde Kâbe’den çıkıp geldi ve şöyle
dedi: “Ben bütün geçmiş kadınlardan daha üstünüm. Zira Asya Allah’a tapmanın
korkulu olduğu bir yerde Allah’a gizli olarak ibadet etti. îmran’ın kızı
Meryem ise elleriyle kurumuş bir hurma ağacım silkerek ondan taze hurma toplayıp
yedi. Ancak Beyt’ül Mukaddeste doğum sancısı tutunca ona şöyle nida edildi:
“Buradan çık, burası ibadet yeridir, doğum yeri değil.” Fakat ben Allah’ın
evine girdim. Cennet meyvelerinden ve yapraklarından yedim. Dışarı gelmek
istediğimde ise bir münadi bana şöyle seslendi: “Ey Fatıma !Onun ismini Ali
koy. Zira o Ali (yüce)’dir ve Aliyyül Allah olan Allah-u Teala buyuruyor ki;
“Ben onun ismini kendi ismimden aldım, onu kendi huylarımla huylandırdım ve ona
ilmimin sırrını öğrettim. Putları benim evimden kıracak olan odur ve benim
evimin üzerinde ezan okuyup beni ululayacak olan odur. Onu sevip emirlerine
uyan kimseye ne mutlu, ona düşman olup emirlerine karşı çıkan kimseye de
yazıklar olsun.”[4]
Emir-ül müminin Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’a Kâbe’nin içinde doğma sonucu nasip olan iftihar ister
geçmişte ve isterse gelecekte hiç kimseye nasip olmamış ve olmayacaktır da. Bu
öyle açık bir gerçektir ki, Ehl-i sünnet alimleri dahi onu kabul etmişlerdir.
Nitekim îbn-i Sabbağ-i Maliki Fusul-ül Muhimme adlı kitabında şöyle yazıyor:
“Ondan “(Ali’den)” önce hiç bir kimse Kâbe’de
doğmamıştır. Bu, Allah-u Teala’nın onun bulunup, makamını yüceltmek ve azametini
belirtmek için ona has kıldığı bir fazilettir.”[5]
Bihar’ul Envar kitabının 9. cildinde Hz. Ali’nin Ali
ismiyle adlandırılmasının sebebiyle ilgili şöyle yazıyor: “Ebu Talip çocuğu
annesinden alınca onu bağrına basıp Hz. Ali’nin annesi Fatıma’nın elinden
tutarak Kâbe’nin yanına geldi ve Allah-u Teala’ya şöyle münacat etti: Ey bu
kapkaranlık gecenin Rabbi ve ey aydınlık saçan dolunayın Rabbi bize kesin
hükmünü açıkla. Bu çocuğun ismi hakkında nazarın nedir?
Bu arada gayp aleminden şöyle bir nida geldi:
Siz ikiniz tertemiz çocuğa mahsus kılındınız?
O tertemiz seçilmiş ve sevilen çocuktur.
Onun ismi yüce olan Allah’tan Ali’dir.
Ali, Aliyy-ül A’la’dan ahnmıştır(türemiştir).
/
Ehl-i Sünnetin büyük alimleri de bu konuya
değinmişlerdir. Muhammed b. Yusuf El-Genci El-Şafii Kifayet-üt Talib adlı kitabında
az bir farkla şöyle yazıyor:
Hz. Ebu Talib’in cevabında şöyle bir nida yükseldi:
Ey seçilmiş peygamber’in Ehl-i Beyti, siz masum çocuğa
mahsus kılındınız.
Onun ismi Aliyy- ül A’la’dan alman (türeyen) Alidir.” [6]
Bazı rivayetlerde de şöyle nakledilmiştir:
Esed’in kızı Fatıma, doğumdan sonra “henüz gaybi nida
tarafından hazretin ismi Ali bırakılmadan önce” onun ismini Haydar koyarak
çocuğu belleyip kocasına verirken şöyle demiştir: Al bunu, bu Haydar’dır işte
bundan dolayı, Hazret Hayber savaşında Yahudilerin ünlü pehlivanı Merhaba şöyle
seslendi:
“Ben o kimseyim ki, annem ismimi Haydar koymuştur.
Ormandaki aslan gibi pek güçlüyüm.”
Hazretin ismi Ali koyulduktan sonra, Haydar ismi onun
diğer lakapları arasında yer aldı. Hazretin ünlü lakapları olarak,” Haydar,”
“Esedullah” “Mürtaza,” Emir-ül mü’ıninin” ve “Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
kardeşi” lakaplarını sayabiliriz. Ebu’l- Hasan ve Ebu Turab ise Hazretin
künyeleri idi.
Yukarıdaki rivayetlerden Ebu Talip ve Esed’in kızı
Fatıma’nın Allah’a inandıkları ve İslam dinini kabul ettikleri anlaşılıyor. Zira
cahiliyet döneminde bile onlar çocuklarının isminin koyulması için Allah
Teala’ya dua ediyorlardı. Esed’in kızı Fatıma Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme
karşı adete annelik yapmıştır ve bu insan Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme
iman getirip Medine’ye hicret eden ilk gruplar arasında yer almıştır. Vefat
ettiğinde de Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gömleğini ona kefen
yapmış ve ona namaz kılmıştır. Onu kabir azabından kurtarmak için onu mezara
koymadan önce kendisi onun mezarında yatmış ve bizzat kendisi ona telkin verip
dua etmiştir.[7]
Aynı şekilde Hz. Hz. Ebu Talib de Allah’a inanan biri
idi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğe seçilmesinden
sonra onun peygamberliğine inanmıştır. Ancak Kureyş kabilesinin ileri geleni
olduğundan dolayı maslahat icabı kendi imanını açığa vurmamıştır. Şeyh Saduk
Amali adli kitabında şöyle yazıyor: Adamın biri îbn-i Abbas’a; şöyle dedi: Ey Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin amcası oğlu!? Acaba Ebu Talip İslam dinini kabul
etmiş miydi? İbn-i Abbas ona şöyle cevap verdi: Nasıl olur da iman etmemiş
olabilir? Oysa ki o, şöyle diyordu: Şüphesiz (Mekke müşrikleri Hz. Muhammed
salla'llâhü aleyhi ve sellemin) bizim katımızda yalanlanmadığını bilmiş
oldular, o batıl sözlere de itina etmez.”
Hz. Ebu Talib’in misali Ashab-ı Kehfın misaline benzer
ki zahirde müşrik görünürken imanlarını kalplerinde gizliyorlardı. Dolayısıyla
Allah Teala onlara iki sevap verdi; biri iman getirdiklerinden dolayı bir de
takiyye yapıp imanlarını gizlemelerinden dolayı idi. İmam Sadık (a.s) da şöyle
buyurmuştur: “Hz. Ebu Talib’in değeri Ashab-ı Kehf’in misalina benzer ki, onlar
kalben iman getirdikleri halde zahirde müşrik görünüyorlardı, Allah da onlara
iki sevap verdi.”[8]
Ebu Talip’den Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
övgüsünde söylenen bir çok şiir bize ulaşmıştır. Onların içeriğinden Hz. Ebu
Talib’in İslam dinini kabul etmiş olduğu apaçık anlaşılmaktadır. Nitekim Ebu
Talip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme hitaben söylediği bir
şiirinde şöyle diyor:
Beni davet ettin, ben senin istediğini bilmekteyim.
Şüphesiz sen doğru konuşuyorsun, önceden de Emin’ din.
Bir dini andın ki
şüphesiz o din.
İnsanlara gelen en
hayırlı dindir.”[9]
İmam Sadık (aleyhisselâm)’a, bazılarının Hz. Ebu Talib’in
iman getirmeyip kafir olarak öldüğü kanaatında olduklarını söylediklerinde İmam
(aleyhisselâm) şöyle dedi: Onlar yalan söylüyorlar. O “Acaba Muhammed’in Musa
gibi bir peygamber oluşunu geçmiş kitaplarda yazılmış bulduğumuzu biliyor
muydunuz?” dediği halde nasıl kafir
olabilirdi?
Şeyh Süleyman Balhi Meveddet adlı kitabında Ebu Talip
hakkında şöyle yazıyor:
“Ebu Talip peygamber’in koruyucusu ve yardımcısı idi.
Onu çok severdi, Peygamberi kendi himayesine alan ve terbiye eden odur.
Peygamberin peygamberliğine ve resul olduğuna inanıp
onu tasdik ederdi. Peygamberin methinde bir çok şiirler söylemiştir.”[10] [11]
“Hz. Ebu Talib’in iman ettiğini ispatlamak için dini
kitaplarda bir çok deliller vardır ve hatta “Kureyş’in Mümini Ebu Talip” kitabı
gibi bu konuda müstakil kitaplar da yazılmıştır.
Evet Hz. Ali’nin Kâbe’nin içinde doğmuş olması, Beni
Haşim’in iftiharlarına bir iftihar daha katmıştır. Arap ve Arap olmayan
şairler bu konuda bir çok şiirler söylemişlerdir. Bu bölümü, Seyyid Himyeri’nin
konuyla ilgili söylemiş olduğu bir şiirle bitiriyorum:
Annesi onu (Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü
anhi) Allah’ın hareminde doğurdu.
Kabe ve mescid onun avlusu olduğu halde.
Onun temiz elbiseli olan nurlu annesi pak idi
O annenin yavrusu ve doğurduğu yer de tertemiz, idi.
Öyle bir gecede ki onun uğursuz yıldızları gaip idi.
Dolunayla birlikte yıldız belirmişti.
Ebelerin bezlerine onun benzeri sarılmamıştır
Amine’nin oğlu Muhammed peygamberin dışında”.[12]
“Benim Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme olan
soy yakınlığımı ve özel mevkimi biliyorsunuz. Ben henüz küçük çocukken bana
kendi odasında yer verdi. Beni bağrına basıyor ve beni yatağında kendi yanında
yatırıyordu...”
Nehc’ül Belağa- Kasia hutbesi
HZ. ALİ kerrem'allahü veche radiyallâhü anhın İLK EĞİTİMİ
Hz. Ali’nin Babası Hz. Ebu Talip Kureyş kabilesi
içerisinde mevki sahibi ve sayılan biri idi. Çocuklarının terbiyesi hususunda
gereken dikkati gösterir, onları takva ve fazilet sahibi olarak yetiştirirdi.
Arap gelenekleri gereği onlara küçük yaştan at binme, güreş ve ok atma metodunu
öğretiyordu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem çocuk yaşta babasını kaybettiğinden büyük
babası Abdülmuttalib’in himayesi altında idi. Abd-ül Muttalib de vefat edince
Hz. Ebu Talip kardeşi oğluna sevgi kucağını açarak onun bakım sorumluluğunu
kendi üzerine aldı.
Hz. Ebu Talib’in hanımı olan Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh’ın annesi, Esed’in kızı Fatıma da Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı bir anne gibi şefkatli idi. Bu yüzden o
vefat ettiğinde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da Hz. Ali gibi çok
üzülmüş ve kendi gömleğini ona kefen yapmıştı.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem amcası Hz. Hz. Ebu Talib’in evinde büyüdüğünden
fedakarlıkları ve çektiği zahmetler karşılığında O’na teşekkür etmek
fikrindeydi. Bu yüzden mümkün olan bir yolla amcasına yardımda bulunmak
istiyordu.
Tesadüfen Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh altı yaşında iken o yıl Mekke’de çok büyük
bir kıtlık oldu. Hz. Ebu Talib’in çocuklarının sayısı fazla olduğundan dolayı
onların geçimini sağlamak ona zorlaşmıştı. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem altı
yaşında olan Hz. Ali’yi geçimini sağlama bahanesiyle babasından alarak, O
hazretin eğitimini üstlendi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , amcası
Hz. Ebu Talip ve hanımı Esed kızı Fatıma’nin himayesinde büyüdüğü gibi Ali de
Hz. peygamber ve hanımı Hatice’nin yanında büyüdü. Onlar Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh’a şefkatli bir anne ve baba gibi davranıyorlardı. İbni
Sebbağ, Fusul-ül Mühimme adlı kitabında ve merhum Allame Meclisi, Bihar-ül
Envar kitabında şöyle yazıyorlar:
Mekke’de kıtlık olduğu yıl Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem, büyük servet sahibi olan amcası Abbas b. Abd-ül Müttalib’in yanma
gelip şöyle buyurdu: “Kardeşin çoluk çocuk sahibidir ve şimdi zor durumdadır.
İnsanın akrabası ve yakınları insana yardım etmek açısından herkesten daha
önde gelir. Gel onun yanma gidip de omuzundan bir ağırlığı kaldıralım. Her
birimiz onun çocuklarından birini evimize götürüp geçimini temin edelim ve
yaşantıyı Hz. Ebu Talib’e kolaylaştıralım” Abbas: “Evet olsun, gerçekten de bu
büyük bir fazilet ve sıla-i rahimdir” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Talib’i
ziyaret edip, kararlarını ona bildirdiler. Ebu Talip de; Talip ve Akil’i, bir
ayrı rivayete göre de Akil’i bana bırakın hangisini alıp götürürseniz götürün
dedi. Bunun üzerine Abbas Caferi, Hamza Talibi ve Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı kendileriyle
birlikte götürdüler”[13]
Burada şu noktayı da hatırlatmak gerekiyor ki, Hz. Ebu
Talib’in çocukları arasında Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh ile diğerleri mukayese edilemez. Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali’yi babasından alıp kendi evine
götürdüğünde söz konusu olan akrabalık bağı ve himaye altına alma meselesine
ilave olarak o ikisi arasında çok güçlü bir bağ mevcuttu, öyle ki bu olayı
güneşe kavuşan bir nur parçası veya denizde kaybolan bir su misaline benzetmek
mümkündür. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem yapmış
olduğu bu güzel seçiminden dolayı çok hoşnut idi. Çünkü: “Ali’nin kadrini
ancak Peygamber, Altının değerini de ancak Sarraf bilir.
Açıktır ki, hakkında “ona güçlü kuvvet sahibi, ilim öğretmiştir”[14]
ayeti nazil olup bizzat ilahi mektepte eğitilmiş olan “Beni Rabbim eğitti ve
güzel de eğitti” buyuran Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gibi bir öğretmen
ve eğiticiye Ali gibi bir öğrenci gerekirdi.
Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh küçüklükten Hz. Peygamberin sevgi ve şefkatine
şayan olmuştur. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’e
karşı kalbinde benzeri bulunmayan bir sevgi ve ilgi taşıyordu. Onların arasında
bulunan bağ asla kopmayacak güçlü bir bağdı. Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh bir gölge gibi sürekli
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’le birlikte hareket ediyordu. O
doğrudan doğruya peygamberin eğitimi altında bulunup bütün durum ve hallerde
onun inanç ve davranışlarından ders alıyordu. Öyle ki kısa bir süre içerisinde
o Hazretin bütün huylarını öğrendi ve onları kendinde uyguladı.
İnsanın yaşantısı bir kaç döneme bölünür. İnsan o
dönemlerin her birinde yaşının gerektirdiği bir takım işleri yapar. Mesela insanın
çocukluk dönemi bir takım özel hal ve hareketleri gerektirir. Fakat Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh diğer normal çocukların aksine çocukluk döneminde
asla çocuksal oyunların peşine gitmedi. O bu gibi işlerden devamlı sakınıyordu.
Aksine çocukluk döneminden itibaren büyüklük fikrinde idi. O çocukluk
zamanından itibaren manevi bir erginliği ve ilahi bir azameti sergiliyordu.
Hz. Ali sekiz yaşına kadar Hz. Peygamberin himayesinde
kaldıktan sonra babasının evine dönmüştür. Ancak bu onu peygamberle birlikte
olmaktan alıkoymamıştır. Baba evine dönüş sadece bir dış görüntü idi. Yine Hz.
Ali vaktinin çoğunu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la geçiriyordu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da Hz. Ebu Talib’in ona göstermiş
olduğu şefkati kalbinde taşıyor ve onu Ali’ye aksettiriyordu. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sahip olduğu üstün ahlak, fazilet ve ruhi yücelikleri A-
li’ye aktararak onu eğitiyordu. Böylece Hz. Ali’nin çocukluk dönemi,
Peygamberin bi’setine kadar O Hazretin himayesi altında geçmiştir. İşte bu
eğitim ve öğretim O hazretin herkesten daha önce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin peygamber olduğuna inanıp onun davetini kabul etmesine ve
ömrünün sonuna kadar da devamlı olarak hak yolunda fedakarlığa hazır olmasına
zemin hazırlamıştır. Bu konuda kendisi şöyle buyuruyor:
“Henüz küçük çocukken, buluğ çağma ermeden hepinizden
önce İslam dinini kabul ettim.”
BİSET ZAMANINDA HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)
Bu bölümde Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın
biset dönemindeki yaşantısı konusuna girmeden önce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin bisetine kısaca değinmek gerektiğinden, önce O Hazretin
biseti hakkında kısaca bir açıklama yapacağız daha sonra Hz. İmam Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın bu dönemdeki önemli rolü üzerinde
duracağız.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , gençlik
döneminde genellikle o günün çirkinliklerle dolu toplumundan uzaklaşarak yalnız
başına tefekkür ve ibadetle meşgul olarak vaktini yaratılış düzeni, tabiatın
genel kanunları ve varlık aleminin sırları üzerinde inceleme yapmakla geçiri
yordu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem kırk yaşma ulaştığında ibadet yeri olan Hira
dağında, ebediyet nurundan bir ışık O’nun mübarek kalbini aydınlattı ve
yaratılışın gizli sırlarından bir kapı hazretin yüzüne açıldı. Mübarek dili
hakikat sırrını konuşmaya başladı. Daha sonra halkı hidayet ve irşad etmekle
görevlendirildi. Bundan sonra artık Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem karşılaştığı her şeyde hakikatin kokusunu
hissediyor ve bulunduğu her yerde ve gördüğü her şeyde hakikat nurunu müşahede
ediyordu. Coşkun bir kalbe sahipti ama aynı zamanda dili suskundu. Fakat
melekuti siması şairin şu beytinde belirttiği gerçeğe mazhar idi:
Ben yorgun yüreklinin içinde bilmem ne var ki,
Ben susmuşum ama o nale ve figan etmektedir.
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bazen kendi sırrını Hatice’ye açıyor ve diğer
kimselerden gizliyordu. O da Hazrete kendi sözleriyle yardımcı olmaya
çalışıyordu. Durum bir süre böyle devam etti. Ancak bir gün Hira dağında bir
sesin şöyle seslendiğini duydu:
Ey Muhammed (salla'llâhü aleyhi ve sellem) oku!
- Ne okuyayım?
-Yaratan Rabbi’nin adıyla oku. O insanı pıhtılaşmış
bir kandan yaratmıştır. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle
(yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretti.”[15]
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin mübarek
kalbine gayıp aleminden İlahi nur saçılmaya başlayınca Hazret titremeye
başladı ve Hira dağından ayrıldı. Ancak her nereye baksa o nuru görüyordu.
Mustarip bir halde evine geldi. Ancak mübarek vücudu titriyordu. Hatice’ye
benim üzerimi ört dedi. Hatice hemen hazretin üzerini örttü. Bu halde Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem uykuya daldı. Ancak kendine gelir gelmez şu
ayetlerin nazil olduğunu far ketti:
“Ey bürünüp örtünen, kalk (ve) bundan böyle uyarıp
korkut. Rabbini yücelt. Elbiseni de temizle. Pisliklerden (putlardan) kaçınıp
uzaklaş. Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma. Rabbin için sabret” [16]
Fakat böyle bir daveti yaymak kolaylıkla mümkün
değildi. Zira bu inanç sistemi Arap kavminin ve diğer milletlerin itikadı
ilkeleriyle çelişiyordu. Bu davet Arap milleti başta olmak üzere bütün
insanların toplumsal ve dini açıdan kutsal saydıkları şeyleri aşağılıyordu.
Bu yüzden, ister yakın ve isterse de uzaktan bu daveti
duyan herkes Ona karşı cephe alıp muhalefet etmeğe başladı. Hatta Hazretin
yakın akrabaları bile O’na karşı çıkıp alaya aldılar. Ancak bütün bunlara
rağmen ilahi cazibe Hazretin bütün varlığını sarmış ve Hazret de bu büyük ilahi
nimete karşı Hak Teala’ya senada bulunmakla meşguldü. Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğe seçildiğinden haberdar olduğu ilk
andan itibaren İslam dinini kabul ederek Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
itaatine koyuldu. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh erkeklerden Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve selleme iman eden ilk şahıstır. Bu bütün, Ehl-i sünnet tarih ve hadis
yazarlarının tasdik ettikleri bir gerçektir. Nitekim Muhibbuddin Taberi
Zehair’ul Ukba kitabında İkinci Halife’den şöyle dediğini rivayet ediyor:
“Ben, Ebu Ubeyde, Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh) ve
bir grup cemaat birlikte idik. Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem Ali b. Hz. Ebu Talib’in omuzuna
vurarak şöyle dedi: “Ey Ali! Sen müminlerin ilk iman getirenisin ve sen
Müslümanların ilk İslâmî kabul edenisin ve sen bana oranla Harun’un Musa’ya
oranla olan mevkisine sahipsin”16 [17]
Yine tarihçilerin kaydettiğine göre: Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Pazartesi günü peygamber olmuş. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh ise salı günü
İslâmî kabul etmiştir.”[18]
Yine Süleynıan-i Belhi Yenabi-ül Meveddet kitabının
12. bölümünde Enes b. Malikten naklettiği bir hadiste Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin şöyle buyurduğunu yazıyor: “Melekler, yedi yıl
yalnızca bana ve Ali’ye salat gönderdiler (Allah’tan rahmet dilediler) zira bu
süre içerisinde ben ve Ali’den başka la ilahe illallah diyen yoktu.[19]
Hazreti Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın
kendisi de Muaviye’nin övünmesine cevap olarak gönderdiği şiir de kendisinin İslamı
kabul eden ilk kimse olduğuna işaret ederek şöyle buyuruyor:
Hepinizden önce İslam’ı kabul ettim.
Oysa küçük çocuktum ve buluğ çağma ermemiştim”[20]
Üstelik Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Allah’ın emri gereği kendi yakın akrabalarım
davet edip resmen onları İslam dinine davet ettiği günde on yaşında olan Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden başka hiç kimse O’nun davetine o- lumlu
cevap vermedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’de o mecliste Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanını kabul edip onu, mecliste hazır
bulunanlara kendisinden sonra yerinde oturacak vasi ve halife olarak tanıttı.
Tarih yazarları bu olayı şöyle kaydetmişlerdir:. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve selleme “Yakın akrabalarını korkut”[21] ayeti nazik
olunca, Hazret Abdülmuttalip çocuklarını davet edip onları Hz. Ebu Talibin
evinde topladı. Onlar toplam kırk kişi idiler, “Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellem davetinin doğruluğunu kanıtlamak
amacıyla bir mucize göstermek için bir koyun budunu 700 gram buğday ve üç kilo
sütle pişirip yemek hazırlamalarını emretti. Oysa onlardan biri bunun bir kaç
katını bir oturuşda yiyordu. Yemek hazırlandığında davet edilenler gülmeye
başlayıp “Muhammed bir kişinin yemeğini bile hazırlamamıştır” dediler.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem: “Allah’ın
ismiyle, yiyin” buyurdu. O yemeği yiyip hepsi doyunca, Ebu Leheb: “Bu
Muhammed’in size yaptığı bir sihir idi” dedi.
Bu arada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ayağa kalkıp bir giriş konuşması yaptıktan
sonra şöyle buyurdu: “Ey Abdülmüttalip oğulları! Allah- u Teala, beni bütün
halka genel olarak ve size de özel olarak peygamber göndermiş ve bana “yakın
akrabalarını korkut” emrini vermiştir. Ben de sizi dile hafif olup terazide
ağır olan iki söze davet ediyorum. Eğer onları kabul ederseniz Arap ve gayri
Araba hakim olursunuz ve bütün ümmet 1er sizin emriniz altında olurlar.
Onlarla cennete girer ve onlarla cehennem ateşinden kurtulursunuz. O iki söz
Allah’tan gayri bir mabudun olmadığına ve benim de onun elçisi olduğuna
şehadet getirmektir. Her kim bu konuda (herkesten önce) benim davetime icabet
eder ve bu risaleti gerçekleştirmemde bana yardımcı olursa, benim kardeşim,
vasim, vezirim, varisim ve benden sonra halifem olacaktır.” O mecliste hazır
bulunanlardan on yaşında olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden
başka hiç kimse cevap vermedi.
Evet Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin o
mecliste konuşma yaptığı sırada Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh
hakikati gören gözlerini O Hazretin mübarek gözüne dikmiş can kulağıyla O
Hazretin mübarek sözlerini dinliyordu. İşte bu sırada yalnızca O Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh) ayağa kalktı ve şehadet kelimelerini açıkça dile
getirerek “Allah’tan gayri bir mabudun olmadığına ve senin de O’nun kulu ve
Resulü olduğuna şehadet ederim.” dedi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem:
“Ey Ali sen otur” buyurdu ve üç defa mezkur sözünü
tekrarladı. Her üç defasında da Ali’den gayri O’nun davetine icabet eden
olmadı. Bunun üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem orada hazır
olan cemaate şöyle buyurdu: “Bu sizin aranızda benim kardeşim, vasim ve
halifemdir.” Bazı kitaplarda da Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
kendisine hitaben şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Ey Ali sen benim kardeşim,
vezirim, varisim ve benden sonra halifemsin” Abdülmuttalip oğulları meclisten
kalkıp Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin peygamberliğini alaya
alarak çekip gittiler. Ebu Leheb alaylı bir şekilde Hz. Ebu Talibe şöyle dedi:
“Artık bundan sonra sen kendi kardeşinin oğluyla kendi oğluna itaat etmelisin”
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin mezkur İnzar ayeti gereği
Abdülmuttalip ailesini Hak Teala’nın ibadetine davet ettiği güne İnzar günü
denmektedir.[22]
Ehl-i Sünnetten bazıları, Hz. İmam Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh’ın İnzar günü ve ondan önce olan iman getirme konusunu
önemsiz göstermek için şöyle diyorlar: Evet Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir radiya'llâhü
anh ve diğerleri dahil olmak üzere herkesten önce iman getirmiştir. Ancak o
zaman henüz Hz. Ali ergenlik çağına ermemişti ve teklifle yükümlü değildi.
Dolayısıyla Hz. Ali’nin iman getirmesi akıl ve mantığa dayalı olmayıp sadece
çocuksu bir taklit yüzünden olmuştur. Oysa ki Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh)
ve Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) iman getirdikleri zamanda yaş ve akıl açısından
kemal haddinde olup anlayarak ve düşünerek Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’e iman getirmişlerdir. Açıktır ki, akıl ve incelemeye dayanan bir iman
çocuksu taklide dayalı imandan üstündür.
Bu şüphenin cevabında şöyle diyoruz: Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı diğerleriyle kıyas etmek doğru değildir
ve-gerçekte bu şüpheyi ortaya atanlar Mevlana’nın dediği gibi
pakları kendileriyle kıyas etmişlerdir.
Evvela; buluğ çağma ermek şer’i hükümlerle yükümlü
olmak açısından şarttır ama akli konularda şart değildir. Allah’ın birliğine ve
Peygambere inanmak şer’i değil akli bir meseledir.
İkinci olarak; insanların yaşları ilerledikçe akıl
güçleri de artacaktır şeklinde bütün insanları kapsayan genel bir kaide
yoktur. Bir çok insan vardır ki ömrünün ilk yıllarında kırk ve elli yaşında bulunan
diğer insanlardan akıl ve mantık açısından daha güçlüdür. Özellikle de bu çocuk
Allah-u Teala tarafından Ruh’ul Kudus’la teyit edilmiş olursa. Nitekim Hz. İsa
(aleyhisselâm) yeni doğmuş çocuk olduğu halde “Ben Allah’ın kuluyum. Allah
bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı demiştir.”[23]
Allah Teala Yahya Peygamber (aleyhisselâm) hakkında
şöyle buyuruyor:
“Ey Yahya kitabı (Tevrat’ı) kuvvetle al ve biz Ona
küçük çocukken hüküm (hikmet) verdik”[24]
Seyyid Himyeri İmam Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın övgüsünde okuduğu bir şiirinde bu konuya işaret ederek
şöyle demiştir:
Küçük çocukken ona hidayet ve hikmet verildi.
Yahya’ya çocukluk gününde hikmet verildiği gibi.
Yine Hz. Yusuf peygamber’in hikayesini anlatan “Ve
onun ailesinden olan bir tanık tanıklık etti ki...” Yusuf suresi 26.
ayetinin tefsirinde[25]
müfessirler diyorlar ki:
Ayette geçen tanıktan maksat Züleyha’nın ailesinden
olan küçük bir çocuktu. O halde küçük yaşta olmak aklın kemale ermediğine bir
delil teşkil etmez.
Üçüncü olarak: Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
iman getirmesi diğerlerinin iman getirmesiyle kıyaslanamaz. Zira Hz. Ali’nin
imanı fıtrattan kaynaklanıyordu, oysa diğerlerinin imanı “doğru olup
münafıklık yüzünden olmasa bile” kafirlikten imana dönmek idi. İmam Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh hayatında bir an bile Allah’a kafir
olmamıştır. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Peygamberliğe
seçilmesinden önce de tevhid ehlindendi. Nitekim Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü
anh Nehc-ül Belağa kitabında bulunan bir
hutbesine şöyle buyuruyor: “Ben doğuştan fıtrat (tevhid) üzereyim ve Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve selleme iman getirmek ve hicret etmek hususunda da
diğerlerinden önce davrandım.”[26]
İmam Hüseyin (aleyhisselâm) da Aşura günü İbn-i Sad’ın
askerlerine karşı okuduğu şiirde babasıyla iftihar ederek şöyle buyurmuştur:
Fatıma-i Zehra annemdir, babam ise Bedir ve Huneyn’de
kafirleri kırandır.
Henüz küçük çocukken Allah’a ibadet ediyordu.
Oysa Kureyş’liler o iki puta (Lat ve Uzza’ya)
tapıyorlardı.
Muhammed b. Yusuf-i Genci, İbn-i Ebi’l Hadid ve
Muhibbidin Taberi gibi diğer alimler Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden
şöyle buyurduğunu rivayet ediyorlar: Ümmetler içerisinde her keşten önce iman
getirip
bir an bile Allah’a şirk koşmayanlar üç kişidir: Onlar
Ali b. Hz. Ebu Talib, Sahib-i Yasin (Yasin suresinde geçen kimse) ve Firavun
kavminin müminidirler. İşte sıddıklar “imanlarında gerçekten doğru olanlar”
bunlardır.[27]
Dördüncü olarak: Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
sözü ve yaptıkları bizler i- çin ilahi bir delildir ve onda hiç bir tartışma
yapılamaz. Zira Allah- u Teala Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem
hakkında şöyle buyurmuştur “O kendi heva hevesinden bir şey konuşmaz, O’nun
sözü O’na olan vahiyden başka bir şey değildir.”[28] Dolayısıyla
eğer Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanı çocukça bir
taklitten kaynaklanmış olsaydı Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem O’na; “Ey Ali! Sen henüz çocuksun ve ergenlik
çağma ulaşmamışsın” derdi, oysa böyle bir söz söylemedi, İmam Ali’nin imanını
kabul buyurdu ve orada hazır bulunanların hepsine Hz. Ali’nin kendi varisi,
vasisi ve halifesi olduğunu da açıkça ilan etti. Bu durumda Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın imanı konusunda bu gibi itirazları
yapanlar gerçekte ne Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi tanımaktalar
ne de Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı.
Allah Teala İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın
imanını herkesten daha üstün bilip Kur’an’da onu övmüştür.
Nitekim Şia ve Sünni müfessir ve tarihçilerin
naklettiklerine göre Abbas b. Abdülmüttalip ile Şeybe Arap adetleri üzerine
birbirlerine karşı övünüyorlarmış. Bu sırada Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh onların yanından
geçerken ne için iftihar edip övünüp duruyorsunuz diye sorunca, Abbas, hacılara
su verme görevi bana aittir ve ben bu hizmetle övünüyorum. Şeybe de: Ben
Beytullah’ın hizmetçisiyim ve onun anahtarları benim yanımdadır, ben bununla
övünüyorum. Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhde övünme ve iftihar
etmeye ben daha layığım, çünkü ben sizden daha önce iman getirdim ve bu kıbleye
doğru namaz kıldım, Onlardan hiç biri diğerinin sözünü kabul etmediğinden
dolayı onların arasında hükmetsin diye Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
huzuruna gittiler. Bu sırada Cebrail nazil olup şu ayeti getirmiştir:[29]
“Acaba hacılara su dağıtmayı ve Mescid-ül Haram’ı
onarmayı Allah’a ve kıyamet gününe iman edenin (ameli) gibi mi saydınız?” Onlar
Allah katında eşit olamazlar, Allah zalimleri hidayet etmez.”[30]
Bütün tarihçiler Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
davetini ilk kabul edip iman getiren kimsenin Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh olduğunu tasdik
etmekteler. Yine Şia ve Sünni tarihçiler Hz. peygamberin “Kim davetimi
herkesten önce kabul ederse halifem olacaktır.” buyurduğunu nakletmişlerdir. Bu
durumda bu konuda şüphe edip itiraz edenlere, niçin bunu kabul etmediklerini
sormak gerekir. Biz beşinci bölümde bu konu üzerinde genişçe duracağız.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli nokta şudur ki;
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın iman getirip îslamı kabul
etmesini, diğer insanların İslam dinine girmeleriyle kıyas etmek mümkün
değildir. Zira Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh yalnızca dış görüntülere kapılarak veya
Peygamberle O Hazret arasında bulunan akrabalık yakınlığı dolayısıyla iman
getirmiş değildir. Aksine İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh,
çocukluk döneminden itibaren hakikate aşık idi ve onun uğruna her şeyi feda
ediyordu. Bu yüzden hakikatin mazharı olan Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
selleme karşı mutlak fani idi. O hakikat ve dininin tebliği uğrunda fedakarlığı
doruk noktasına u- laştırmıştı.
Şu kesindir ki, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anhden daha fedakar bir
kimseye sahip değildir. Hiç bir kimse de Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın İslam’ın yücelmesi uğrunda gösterdiği eşsiz fedakarlıklarını
inkar edemez. Bütün tehlikeli ve zor durumlarda Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh kendi canını Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve selleme siper ederdi. O bu görevi severek ve bütün
kalbiyle kabul etmişti.
İslam’ın ilk doğuşundan itibaren Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Kureyş’in muhalefetiyle karşılaştı. Onlar mümkün
olan her yoldan Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme eziyet etmeye
çalışıyorlardı. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bisetten sonra Mekke’de
bulunduğu on üç sene süresince bîr an bile Kureyşin ve hatta Ebu Lehep gibi çok
yakınlarının baskı ve eziyetlerinden güvende değildi. Bütün bu süre içerisinde
İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh gölge gibi Peygamber’in arkasında yer alarak
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i Mekkeli müşriklerin eziyet ve
baskılarından koruyordu. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
yanında bulunduğu sürece hiç kimse O’na eziyet etmeye cesaret edemiyordu.
Tevhide davetin bazen gizli ve bazen de açık yapıldığı
bu dönemde, İmam Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh hiç bir fedakarlıktan sakınmıyordu. Neticede
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin daveti gün geçtikçe daha da
güçleniyordu ve artık Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem açıkça halkı
putperestliği bırakıp Allah’a tapmaya davet etmeğe başlamıştı. Bu sırada erkek
ve kadınlardan bir grubun İslam dinini kabul etmeleri Kureyş kabilesi ve diğer
kabilelerden olan müşriklere ağır geldi. Neticede müşrikler Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve selleme ve müminlere karşı olan eziyetlerini bir kaç kat
daha artırdılar.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin en büyük
düşmanları: Ebu Cehil, Ahnes b. Şerik, Ebu Süfyan, Amr b. As, Hz. Ömer
(radiya’llâhü anh) b. Hattab[31]
ve kendi amcası Ebu Leheb idi. Bunlar Ebu Talip’den açıkça Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemden himayesini kaldırıp onu Kureyş’e teslim
etmesini istediler. Fakat Ebu Talip hayatta bulunduğu sürece peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’i himaye etmeğe devam etti ve Hazretin davetini yayması için
elinden gelen kolaylıkları temin etmeğe çalıştı.
Müşriklerin şiddetli baskıları sonucu, Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem, kendi akraba ve arkadaşları ile birlikte üç yıl
boyunca Hz. Ebu Talib deresinde abluka altında ibadetini yapmak zorunda kaldı.
Bu süre içerisinde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ve dostları
açıkça toplumda ibadet yapma imkanına sahip değillerdi.
Bütün bu dönemlerde Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh sürekli Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem’la beraberdi. Aslında onların arasında öyle bir
ruhi bağlılık ve uyum vardı ki, onların yaşantısının birbirinden ayrılması
mümkün değildi.
İslam dini, karşılaştığı engellerden dolayı on üç yıl
boyunca Mekke’de pek fazla bir ilerleme kaydedemedi ve takriben durgun bir
haldeydi. Dolayısıyla İslam fidanının gelişip büyüyeceği yeni bir ortam bulmak
gerekiyordu. İşte bu düşünce Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
Medine’ye hicret etmesine yol açtı. Sonraki bölümde Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin hicreti konusunda gereken açıklamayı yapacağız. Bu kısmı da
yine Hz. Ali’nin bir sözüyle tamamlıyoruz. “Kumların üzerine ayak basanların ve
beyti Atig’i (Kâbe’yi) ve Hicr-i İsmail’i tavaf edenlerin en hayırlısı olan
Allah’ın Resulüne tuzak kurdukları zaman canımla onu korudum. Büyük bahşiş ve
ihsan sahibi olan Allah da O’nu onların tuzağından korudu.”
HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’IN HİCRETTEKİ RÖLÜ
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin, Medine
şehrine hicret etmesine ortamı hazırlayan nedenlerden birisi de İslam dininin
o şehirde yayılmasıdır. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Medine’den Mekke’ye ticaret ve benzeri gayeler
ile gelen Arap kabileleriyle mülakat edip onları İslam dinine davet ederek bu
çalışmalarından iyi neticeler alıyordu. Nitekim Hz. Ebu Talibin vefatından
sonra Medine’den gelen Evs kabilesinden bir grup Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem’la görüştüğünde onlardan altı kişi İslam dinini kabul etmiş
ve Medine’ye döndüklerinde orada İslam dinini tebliğ etmeye başlamışlardı.
Sonuçta çok geçmeden yetmiş kişiyi aşkın erkek ve kadın Medine’den Mekke’ye
gelip İslam dinine müşerref oldular. Böylece İslam dini hızlı bir şekilde
Medine şehrinde yayılmaya başladı. Medine şehri, Kureyş kabilesinin kötü niyet
ve eziyetlerinden uzak olduğundan İslam dininin yayılması için Mekke’den daha
uygun bir ortama sahipti. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Mekke’de
ki müminlere Mekke müşriklerinin şerrinden kurtulmaları için Medine şehrine
hicret etmelerini emretmişti. Onlar da gizli ve aleni olarak Medine şehrine
hicret etmeye başlamışlardı. Medine halkı ise Mekke’den oraya hicret eden
Müslümanları çok sıcak karşılayarak ellerinden gelen yardımı onlardan
esirgemişlerdir.
Peygamberi Ekrem’in kendisi de Medine’ye hicret etmek
istiyordu. Ama kendisi Allah tarafından görevlendirilmiş bir resül olduğundan
bunu Allah’dan bir emir gelmedikçe yapamaz ve görev yerini değiştiremezdi.
Fakat bu sırada vuku bulan bir takım olaylar zorunlu olarak Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin Medine’ye hicret etmesini gerektirdi.
Şöyle ki İslam dininin Medine’de süratle yayılmasını
ve Müslümanlardan bir grubun oraya hicret etmesini gören Kureyş kabilesi ve
Mekke müşrikleri, İslam dininin orada güçlenme ve sonraları kendilerine bir baş
ağrısı olmasından korkmaya başlamışlardı. Bu yüzden kendilerini tehdit
edebilecek her türlü muhtemel tehlikeyi yok etmek için peygamberi Ekrem’i yok
etmeye ve böylece kendilerini ebedi olarak rahatlatmaya karar verdiler.
Ancak bu öyle kolay yapılabilecek bir iş değildi. Zira
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Abdülmuttalip kabilesindendi. Eğer peygamber
belli kişiler tarafından öldürülseydi kesinlikle, onlar Beni Haşim gençlerinin
intikam kılıcından kurtulamazlardı. Dolayısıyla Kureyş kabilesinin büyükleri
gizlice toplanıp bir takım görüş alış verişlerinde bulunduktan sonra şöyle bir
karara vardılar: Her kabileden bir genç seçilecek ve bunlar birlikte geceleyin
peygamberin evine saldırıp O’nu yatağında gizlice öldürecek ve böylece Beni
Haşim kabilesi de yalnız başına bütün Arap kabilelerine karşı koyma gücüne
sahip olmadığına göre peygamberin intikamını almaya kalkıŞam’ayacak ve sonuçta
peygamber’in kanı heder olacaktı.
Bu şeytani plan, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi
yok etmek için gizlice alman kesin bir karardı. Ancak Hira dağında peygamber’in
yüzüne kendi cemal nurundan bir kapı açıp onu kendi azamet nurunda hayrete
düşüren Allah Teala, yine Hazretin nurlu kalbini Kureyş’in bu şeytani kararından
haberdar etti ve geceleyin Mekke’den Medine’ye hicret etmesine izin verdi.[32]
Ancak Kureyş kafirlerinin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin hicret etmesinden haberdar olmamaları için bir plan
çizilmesi ve peygamberin yatağının boş kalmaması gerekiyordu. Şimdi Kureyş
saldırganlarının kılıçlarına hedef olması planlanan bu yatakta Peygamber-i
Ekrem’in yerine kimin yatacağı söz konu idi.
İşte burada hadisenin kahramanı kendini
göstermektedir. Bütün bu sözleri söylemekten maksat da bu yüce kahramanı
tanıtmaktı. Evet böyle bir yatakta ancak tarihin eşini görmediği aslan
yürekli Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh
yatabilirdi.
Peygamberi Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz.
Ali (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’ı pek iyi tanıdığından onun iman ve
ihlas derecesinden haberdardı. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın
nezdine gelip şöyle buyurdu: “Ey Ali Allah-u Teala, Mekke’yi terk edip
Medine’ye hicret etmemi emretmiştir. Fakat bu yolculuk normal bir yolculuk
değildir. Bu yolculuğun tam anlamıyla gizli yapılması gerekir ve Kureyş
kafirleri ondan haberdar olmamalıdırlar. Zira onlar bu gece beni yatağımda
öldürmeye karar vermişlerdir. Bu yüzden onları aldatmak için evim boş
kalmamalı, birinin benim yatağımda yatması gerekiyor. Allah-u Teala gizlice
hicret edebilmem için benim yatağımda yatmanı emrediyor.” Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem sözünü bitirir bitirmez, Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh bütün can ve
ruhuyla Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin davetine icabet edip şöyle
dedi: “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, emrinize itaat ediyo rum
ve bu görevi yerine getirmekten duyduğum sevinci teşekkürlerimle beraber
huzurunuza arz ediyorum.”
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem):
“Ya Ali, çok
tehlikeli bir görev sana verilmiştir: Zira Kureyş’in erkekleri geceleyin evime
gelecek ve yerimde yattığın bir sırada yatağımı kendi yalın kılıçlarına hedef
kılacaklardır!” buyurdu.
Her ne kadar Peygamberi Ekrem, bu işin ağırlığım ve
tehlikeli oluşunu Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Tn gözünde
büyüterek canlandırıyorsa da, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın
sevinci de aynı oranda artıyordu. Neticede Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
selleme şöyle arz etti: “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, bu yolda
öldürülmekten başka bir şey de mi var? Allah’ın emriyle dininin yayılması için
sana feda olmamdan daha büyük saadet nedir?”
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ali’den, hak ve hakikat yolunda
gösterdiği bu açık fedakarlığı görünce mübarek gözleri yaşla doldu ve bu
duygusal haliyle, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın başını öptü ve
daha sonra Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’la vedalaşarak Medine’ye
gitmek üzere hicretini başlattı[33]
Yirmi üç yaşında bir genç olan Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh da peygamber’in
uyuduğu zaman giydiği özel elbiseyi giyerek peygamber’in yatağına uzanıp o
tehlikeli anı beklemeye başladı.
Fusul-ül Muhimme ve Kifayet-üt Talip kitaplarının
yazarları ve diğer kimseler kendi kitaplarında şöyle yazmışlardır:
Hz., Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Peygamber-i Ekrem’in yatağına yatınca Allah-u
Teala Cebrail ve Mikail’e şöyle buyurdu: “Ben sizleri birbirinize kardeş edip
birinizin ömrünü diğerinden daha uzun ettim. Sizden hanginiz ömrünün fazla olan
miktarını kardeşine bağışlamaya hazırdır?” Onlar şöyle arz ettiler: “Ey
Rabbimiz, bu konuda biz mecbur muyuz yoksa muhtar mı?” Allah-u Teala onlara
muhtar olduklarını bildirince onların hiçbiri ömrünün fazlasını diğerine bağışlamaya
razı olmadı. Bu sırada Allah-u Teala onlara şöyle buyurdu: “Ben velim Ali’yi
peygamberim Muhammed’e kardeş kıldım. O peygamber’in yatağında yatmıştır. Bakın
görün, nasıl kendi canını kardeşine feda etmekte ve onun hayatını kendi
yaşantısına tercih etmektedir. Öyleyse inin yere ve siz de onun canını
düşmanlarından koruyun.” Allah-u Teala’nın bu emri üzerine iki melek yeryüzüne
indiler ve Cebrail Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın başı ucunda
Mikail de ayak ucunda durup O Hazreti korumaya başladılar. Bu arada Cebrail Hz.
Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a seslenerek şöyle diyordu: “Ne mutlu
sana ne mutlu sana ey Hz. Ebu Talib’in oğlu Ali! Kim senin gibi olabilir? Allah
senin vesilenle meleklere iftihar ediyor.”[34]
Evet Peygamberi öldürmek amacıyla Dar-ün Nedve’de
toplanan Kureyşin savaşçı gençleri, gecenin evvelinden orayı terk edip ellerinde
yalın kılıçlar olduğu halde peygamberi Ekrem’in evini sarmışlardı. Onlar
karanlık ve sessizliğin Mekke’yi sardığı bu gecenin seher vaktinde kendi
şeytani niyetlerini gerçekleştirmek amacıyla Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellemin evine girer girmez, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh peygamberi Ekrem’in yatağından kalkarak;
“kimsiniz ve ne istiyorsunuz” diye haykırdı? Kureyş gençleri Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı önlerinde görünce şaşırarak donup
kaldılar ve sonra sessizliği bozarak “Muhammed nerededir?” diye bağırdılar.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh büyük bir metanet içerisinde onlara; “Ben
Muhammed’in gözeticisi değildim ve sizler de onu bana teslim etmemiştiniz ki,
benden istiyorsunuz.” cevabını verdi.
Saldırganlardan biri bu Muhammed’in en büyük
yardımcısı Ali’dir, en iyisi onun yerine Ali’yi kanına bulayalım dedi!
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh onlara “ne yazık ki Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem bana savaşmak izni vermemiştir yoksa, sizin bu cüretinizin
cevabını verir, O Hazretin evine girmenin cezasını size tattırır ve hepinizi kılıçtan
geçirirdim” cevabını verdi. Daha sonra onları oradan dağıttı ve “gidin sizler
saadetten uzak bir grupsunuz” dedi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
hicretinden haberdar olan Kureyş’liler O Hazreti takibe koyuldular ve Hz. Rasûlüllah
salla'llâhü aleyhi ve sellemle, Hz. Ebu Bekir’in saklanmış oldukları Sevr mağarasının
önüne kadar gittiler.
Ancak Allah Teala O hazreti korudu ve Kureyş
müşrikleri O Hazreti bulmaktan ümitlerini kestiler. Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın hicret anında gösterdiği fedakarlık tasvir edilemeyecek
kadar büyüktür. 23 yaşında bulunan bu genç, o cesaretli ve hakikati arayan
güçlü kalbiyle îslam dininin yayılması için canını Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin uğrunda ölüm tehlikesine attı. Nitekim Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh bir şiirinde bu
olaya işaret ederek şöyle diyor:
Canımla, kumların üzerine ayak basanların ve Beyt-i
Atiki (Kâbe’yi) ve Hicri İsmaili tavaf edenlerin en hayırlısı olan O Allah’ın
Resulünü korudum. Ona tuzak kurdukları zaman da büyük bağış sahibi olan Allah
onu onların tuzağından kurtardı.”[35]
Allah-u Teala da bu fedakarlığı takdir etmek için şu
ayeti Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme nazil etti: İnsanlardan öyleleri
de var ki, Allah’ın rızasini kazanmak için kendi nefislerini satarlar” [36]
Bütün Şia ve Sünni müfessirler bu kimsenin Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh olduğunu
nakletmişlerdir.[37]
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hicret
zamanında gösterdiği fedakarlık sadece O Hazretin yatağında yatmasından ibaret
değildir. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden sonra Mekke’de kalan
Müslümanların sorunlarının halledilmesi ve peygambere verilmiş olan emanetlerin
sahiplerine geri çevrilmesi de, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh tarafından yerine getirilmiştir.
Peygamber-i Ekrem Medine’ye gittikten bir kaç gün
sonra bazıları Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin Küba mescidinde
beklediğini ve Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh geldikten sonra Medine’ye girdiğini
yazmışlardır. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da kendi annesini, Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin kızı Fatıma (aleyhisselâm), iki ayrı Müslüman
kadını ve Müslümanların zayıf olanlarını alarak Medine yoluna koyuldu.
Medine’ye ulaştığında, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , fazla yol yürümekten
dolayı ayakları yara olmuş olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı
kucaklayıp O Hazrete kavuşmanın sevincinden dolayı ağlamaya başladı.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Medine’de de daima peygamber’in .yanında idi. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem , hicretin birinci yılında muhacir ve ensar arasında
kardeşlik ilan ederken, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ıda kendi
kardeşi olarak ilan etti.[38]
Hicretin ikinci yılında da kendi aziz kızı Fatımat-üz
Zehra alehisselâmı Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’la evlendirerek şöyle
buyurdu:
Ey Ali! Allah-u Teala Fatıma’yı seninle evlendirme mi
emretmiştir. Ben de onu sana dört yüz miskal gümüş mihriyesi karşılığında
nikahladım. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da; Ya Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem ben de buna razı oldum ve bu lütfundan dolayı da,
yüce Allah’ımdan ve O’nun büyük Resulün den razı oldum” dedi ve Allah’a şükür
için secdeye kapandı.[39]
Bu yıl içerisinde Allah-u Teala tarafından müşriklerle
savaşma emri geldi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem kafirlerle
savaşmaya başladı. Bu savaşlarda İslam ordusunun zafer kazanmasında en büyük
rolü oynayan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh idi. Bu tarihten itibaren Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın hayatında yeni bir dönem başlıyor ki,
onu Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın hizmetleri olarak adlandırabiliriz.
İşte sonraki bölümde bu konuyu ele alıp onlardan bazısına değineceğiz.
HZ. ALİ (kerrem'allahü veche radiyallâhü anh)’IN ASKERİ HİZMETLERİ
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleminbisetinden
14 sene geçinceye kadar, Hazretin mantık ve akla dayalı nasihatları Arap
milletinin putperest kabilelerini hidayet etmekte etkili olmayınca kafirlerle
savaş emrini veren ayetler nazil olmuştur. Böylece hicretin ikinci yılından
itibaren Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hayatta bulunduğu 9 sene
içerisinde Arabistan’ın müşrik ve Yahudileri ile 82 civarında savaş
yapılmıştır. Bu savaşların bir kısmına bizzat Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellemin kendisi de katılmıştır. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
katıldığı savaşlara gazve denmektedir.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın bu
savaşlarda gösterdiği fedakarlık ve cesareti hiç kimseye gizli değildir. İşte O
Hazretin göstermiş olduğu bu eşsiz yiğitlik ve cesaretinden dolayısıyladır ki O
Hazrete “Savaşların aslanı, “Arapların savaşçısı” isimlerini vermişlerdir.
Kısacası, İmam Ali Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bizzat
Medine’de kalmasını emrettiği Tebük savaşı hariç bütün bu savaşlarda hazır olup
kahramanlık ve zafer bayrağını kendi elinde bulundurmuştur.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın Arap
kahramanlarını kılıçtan geçirdiği ve önemli gazvelere örnek olarak Bedir, Uhud,
Ben-i Nezir, Ahzap, Hendek, Hayber, Hüneyn, Taif gazveleriyle Mekke’nin fethini
sayabiliriz.
Bu bölümü yazmaktan maksadımız İmam Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh‘ın fedakarlık ve askeri hizmetlerini beyan etmek
olduğundan biz Hazretin katılmış olduğu bu savaşların niçin ve nasıl meydana
geldiği hususuna değinmeksizin O’nun bu savaşlarda Arabın ünlü kahraman ve savaşçılarına
karşı göstermiş olduğu kahramanlıklarını açıklamakla yetineceğiz. Zira Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın yapmış olduğu savaşlara değinmeden
O’nun hayatım yazmak eksik ve anlamsız bir şey olur. Dolayısıyla hazretin
göstermiş olduğu kahramanlıklarına dair bir kaç önemli gazveye değinmek
durumundayız.
Her ne kadar Bedir savaşından önce Müslümanlarla
müşrikler arasında bazı küçük savaşlar “(seriyye savaşları)” vuku bulmuşsa da
Bedir savaşı Müslümanların sınandığı ilk ciddi savaştı. Bu savaşta müşriklerin
korkusu Müslümanları tedirgin etmişti ve onlarla savaşmak istemiyorlardı.
Nitekim Allah Teala buna işaret ederek şöyle buyuruyor:
“Nitekim Rabb’in seni hak olarak kafirlerle savaşmak
için evinden çıkardı, şüphesiz müminlerden bir grup buna isteksizdi”[40]
Çünkü müşriklerin sayısı bin kişi civarındaydı, onlar
Ebu Süfyan’ın komutanlığında Müslümanları mahvetmek için yedek atları olduğu ve
tam teçhizatla donatılmış bir halde hareket etmişlerdi. Oysa Müslümanların
sayısı 313 kişi idi, onların bir çoğunun savaş teçhizatı yoktu ve sadece yetmiş
deve ve bir kaç at vardı. Velhasıl hicretin ikinci Ramazan ayının 17. gününde,
bu iki grup Medine ve Mekke arasında Bedir -bir su kuyusunun ismidir-denilen
bir yerde karşılaştılar. Bu savaşta Allah-u Teala melekler göndererek
müminlere yardım etti. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Allah Bedir’de
size yardım etti oysa siz çok zayıf bir durumdaydınız...”40 [41]
İlk olarak müşriklerden üç kişi “Utbe, Şeybe ve Velid
b. Utbe” meydana gelerek Müslümanlardan savaşçı istediler. Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem onların karşısına Hz. Ali, amcası Hamza ve Ubeyde
b. Haris b. Abdulmuttalib’i gönderdi. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü
anh rakibi olan Velid’le karşılaşır
karşılaşmaz onu öldürdü ve sonra arkadaşlarının savaşçılarını öldürmek için
onların yardımına koştu onlar da öldürülünce müşriklerin kalbine korku düştü.
Daha sonra diğer savaşçılar da meydana çıktı, ancak onların çoğu Hz. Ali (kerrem'allahü
veche radiyallâhü anh)ın kılıcıyla helak oldular. Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın gösterdiği yiğitlik Müslümanların bu savaşı zaferle
bitirmelerine yol açtı. Kafirler de yetmişten çok ölü ve yetmiş kişi esir
vererek büyük bir hezimete uğradılar. Abbas b. Abdulmuttalib ve Akil b. Hz. Ebu
Talib de bu savaşta esir olanlar arasmdaydılar. Onlar fidye vererek hürriyete
kavuşup İslam dinini kabul ettiler. Tarihçiler müşriklerden bu savaşta
öldürülenlerin yarısından çoğunun Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh [42]
tarafından geri kalanının da diğer Müslüman ve meleklerin eliyle öldürdüklerini
yazıyorlar. Bu savaşta Hz. Ali’nin öldürdüğü kişilerin arasında As b. Said
Muaviye’nin kardeşi Hanzele b. Ebu Süfyan ve Talha’nın amcası Umeyr b. Osman da
vardı.[43]
Neticede savaş Müslümanların zaferi ve müşriklerin
yenilgisiyle sona erdi. Daha sonra Müslümanlar zafer gururuyla Medine’ye
döndüler. Hz. Ali’nin ismi de eşsiz bir kahraman olarak Arap toplumu arasında
yayıldı. Öyle ki artık hiç kimse, O Hazretin karşısına çıkmayı bırak, bunu
zihninden geçirme cesaretini bile gösteremiyordu.
Uhud, takriben Medine şehrinin altı kilometre
uzaklığında bulunan ünlü ve büyük bir dağın ismidir. Uhud savaşı da hicretin
üçüncü yılının şevval ayında bu dağın eteklerinde vuku bulmuştur.
Kureyş’in Bedir savaşında hezimete uğraması onların
bazı büyüklerinin öldürülmesi ve bazılarının ise haysiyetinin zedelenmesine
sebep olmuştu. Bundan dolayı yeni bir savaş için ortam hazırlıyorlardı. Zira
İkreme b. Ebu Cehil ve Safvan b. Beni Ümeyye gibi bu savaşta hayatlarını
kaybedenlerin aileleri kendi ölüleri için yas tutmaya başlamış ve Mekke halkını
intikam almak için onların aleyhine savaş başlatmaya tahrik ediyorlardı. Kureyş
kafirlerinin lideri olan Ebu Süfyan Mekke halkım etrafına toplayarak gölge
düşürülen gururlarını yeniden geri almak için onları savaşmaya davet ediyordu.
Hatta kendi şahsi servetini savaşta kullanılmak üzere tahsis etmişti.[44]
Ebu Süfyan’ın karısı olan Utbe’nin kızı Hind ve bir
grup kadın birlikte tef çalıp halkı ölenlerinin intikamını almağa
çağırıyorlardı. Böylece Ebu Süfyan ortalama beş bin süvari ve yaya askeri
hazırlayarak kendi komutasında olan kişilerle birlikte Medine’ye doğru yola
koyuldu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bundan
haberdar olunca, hemen ashabını toplayıp durumu onlara bildirerek ne yapmaları
gerektiği hususunda görüşlerini sordu. Ashabın bazısı şehirde kalarak savunma
yapmaları gerektiğini söylerken .diğer bir grup da şehrin dışına çıkarak hamle
etmeleri gerektiği görüşünü savundular. Neticede şehrin dışında onlarla
savaşılmaya karar verildi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
kendisi de savaş elbisesi giyerek yedi yüz kişiyle birlikte düşmana karşı
koymaya hazırlandı. Bütün savaşlarda olduğu gibi bu savaşta da Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem, bayraktarlık görevini Hz. Ali’ye verdi. Uhud bölgesine
gelince Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem düşmanın arkadan ansızın
saldırmasından korunmak amacıyla elli kişi civarındaki bir grubu Abdullah b.
Cubeyr’in komutanlığında böyle bir saldırı için kullanılma ihtimali olan iki
dağ arasına dikti. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu önsezisi
tamamiyle doğru ve yerinde idi. Zira Ebu Süfyan da takriben bu grubun, dört
katı bir grubu savaş başladıktan sonra arkadan Müslümanlara saldırmak için
Abdullah b. Cubeyr’in grubunun karşısında pusuya koymuştu.
Evet, savaş artık başlamış ve Kureyş’in bir çok
savaşçısı Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh tarafından öldürülmüştü.
Çok güçlü biri olup ordunun tufanı olarak adlandırılan
Ebu Süfyan’ın bayraktarı olan Talha b. Ebu Talha Hz. Ali kerrem'allahü veche
radiyallâhü anhile karşı karşıya geldiğinde Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın onun başına vurduğu şiddetli darbe sonucu gözleri yerinden
çıkmış ve kendisi bağırarak can vermiş ve onun yerine şirk bayrağını taşıyan
kardeşi de öldürülmüştü.
Hamza da kahramanlıklar göstermiş ve Kureyş’in bir çok
kahramanını kılıçtan geçirmişti. Kureyş kahramanlarının öldürülmesi, müşrikler
ordusunda büyük bir yenilgi havasını estirmeye başlamıştı, Müslümanların
sayıları kafirlerden daha az olmasına rağmen, onlara galip olmuşlardı. Zafer
nesimi İslam bayrağını dalgalandırmağa başlamış, düşman kaçmaya yüz koymuş ve
Müslümanların bir grubu onları takibe koyulmuşken diğer bir grubu ganimet toplamaya
başlamıştı. İşte bu sırada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin iki
dağ arasına gözetleyici olarak koymuş olduğu Müslümanlar tam olarak zafer
kazandıklarını zannederek Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin hiç bir
durumda burayı terk etmeyeceksiniz emirlerine rağmen Abdullah b. Cübeyre isyan
edip bir kaç kişi dışında hepsi gözetleme yerlerini terk ettiler. Böyle bir
fırsatı bekleyen Halid b. Velid süvarileriyle birlikte bu bölgeye yönelip orda
bulunan bir kaç kişiyi şehit ettikten sonra dağınık halde olan İslam ordusuna
arkadan saldırdı. Halid b. Velid’in sesini duyan Kureyş’in firar halinde olan
askerleri geri dönüp iki taraftan yeniden şiddetli bir şekilde Müslümanlara saldırdılar.
Bu durumda Müslümanlar, sayılarının az olması ve dağınık bir şekilde olmaları
yüzünden yenilgiye uğradılar. Sonuçta dağılıp kaçmaya başladılar. Bu savaşta
Hz. Hamza şehit oldu ve mübarek ciğeri Muaviye’nin annesi Hind’in emriyle
göğsünden çıkarıldı. O lanetli kadında Hz. Hamza’nın ciğerinden bir miktarını
koparıp ağzına alarak çiğnedi. O günden itibaren o lanetli kadın ciğer yiyen
Hind olarak ün kazandı. Bu savaşta Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem
mübarek alnından yara aldı ve mübarek dişi kırıldı. İşte bu savaşta
peygamberin etrafında Hz. Ali ve diğer iki Müslümandan başka hiç kimse
kalmamıştı. Bütün Müslümanlar kaçıp dağlara tırmanmışlardı. Yalnızca Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh , kahramanca saldırılarıyla Peygamberi
savunup O’na saldıran müşrik gruplarını dağıtıp kovuyordu.
Hz. Ali’nin Uhud savaşında göstermiş olduğu
fedakarlıklar onun kahramanlık destanına yeni sayfalar ekleyip yeni iftiharlar
kazandırdı. İşte bu savaşta Hz. Cebrail altınla yazılmaya layık olan kahramanlık
sloganını, yani “Zülfikardan başka bir kılıç ve Ali’den başka bir yiğit
yoktur” sloganını yerle gök arasında yüksek sesle nida etti.[45]
Şeyh Mufid’in İkreme’den o da Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anhden naklettiği bir hadiste Hazret şöyle buyuruyor:
“Uhud savaşında Müslümanlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin etrafından dağılıp kaçınca beni, Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve selleme karşı daha önce benzerine rastlamadığım bir korku sardı. Ben
Hazretin önünde şiddetle savaşıyordum. Bir an geri döndüm, Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem51 göremedim, kendi kendime Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem ki kaçmaz, öldürülenler arasında da değildir. Öyleyse
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem göğe çıkarılmıştır dedim. Sonra
kılıcımın kılıfını kırdım ve kendi kendime, Şehid oluncaya kadar bu kılıcımla Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin uğrunda savaşacağım dedim ve müşriklere hamle
ettim. Onlar kılıcımın önünden kaçıp dağılıyor ve bana yol açıyorlardı. Aniden
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin baygın olarak yere düşmüş olduğunu
gördüm, gidip baş ucunda durdum, bu sırada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem mübarek gözlerini açıp bana baktı ve şöyle buyurdu:
“Ey Ali, Müslümanlar ne yaptılar.?” Cevap vererek “Ey Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem onlar gerisin geriye döndüler, düşmana sırt çevirip
seni bırakıp kaçtılar” dedim. Bu arada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem
düşman askerlerinden bir grubun ona doğru gelmekte olduğunu gördü. Bana “Ey Ali
bunları benden uzaklaştır” buyurdu. Ben onlara saldırdım, sağlı-sollu kılıç
salladım, nihayet onlar kaçtılar. Bu sırada Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem bana “Ey Ali gökte söylenen kendi övgünü duymuyor musun? Rızvan isminde
bir melek “Zülfikar’dan gayri bir kılıç ve Aliden başka bir yiğit yoktur” diye
sesleniyor. Bu esnada sevinçten gözlerim yaşardı ve Allah-u Teala’ya bana
nasip ettiği bu nimetinden dolayı şükrettim.”[46]
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh ve diğer bir kaç Müslümanın mukavemetleri neticesinde
müşrikler, artık Medine’ye saldırmaktan vazgeçip Mekke yolunu tutup gittiler.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın kendisi
şiddetle yaralandığı halde gözünü Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemden
ayırmadı. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin el ve yüzünü yıkaması için
kalkanında su getirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem el ve yüzünü yıkadığında; Allah’ın gazabı
peygamberlerinin yüzünü kana boyayan bir kavme olsun” dedi.[47]
Bu savaşta Müslümanlardan yetmiş kişi şehit edilmiş,
geri kalanları da kaçmışlardı. Gösterdiği eşsiz fedakarlıklarla bu savaşın tek
kahramanı olan Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh‘ın mübarek bedenine,
her biri bir yiğidi devirmeye yeterli olan bir çok kılıç darbesi değmişti.
Hazretin bedeninde bulunan kılıç yaralarının çokluğu ve 26 yaşında olan bu
gencin bunca aldığı yaralara rağmen henüz yaŞam’ası herkesi hayrete
düşürmüştü. Ama o yaralarla dolu kanlar içerisinde kalan bedende büyük bir ruh
ve güçlü bir imanın var olduğunu ve güçlü ruh ve imanla bütün zorluklara göğüs
gerdiğinin bilincinde değillerdi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Medine’ye
döndüğünde Hz. Zehra, babasının el ve yüzünü yıkamak için hazırladığı suyla
dolu bir kapla babasını karşıladı. Hz. Ali de elleri dirseklerine kadar kana
boyanmış olarak geldi ve “Al bu kılıcı, bu kılıç bu gün benim “iman ve
şecaatimi” tasdik etmiştir” diyerek Zülfıkarı Fatımat-üz Zehra’ya verdi. Sonra
şu şiiri okudu:”
Ey Fatıma al bu kılıcı ki kınanılacak değildir.
Ben de korkan veya kınanılan değilim.
And olsun ki, Ahmed’ (salla'llâhü aleyhi ve sellem)in
yardımında ve kullarından haberdar olan Rabbi’ınin itaat yolunda çaba harcadım.
Ondan bu kavmin kanlarını temizle çünkü o Abdud dar
ailesine -Kureyş’in bayraktarlarına ölümün sıcak kadehini içirmiştir.
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’ta Fatıma’ya
yönelerek şöyle buyurdu:
“Al onu Ey Fatıma, kocan bugün kendi borcunu ödemiş ve
Allah onun kılıcıyla Kureyş’in büyüklerini öldürmüştür”[48]
Müslümanların bu savaşta aldıkları yenilgi, onların
küçük bir disiplinsizlik yaparak Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
vermiş olduğu askeri emri yerine getirmede gösterdikleri dikkatsizlik sonucunda
olmuştu. Bu olay aynı zamanda onlar için bir tecrübe ve ders oldu.
Allah-u Teala Kur’an’ı Kerim’de bu olayı şöyle
anlatıyor: “Şüphesiz siz onları Allah’ın izniyle öldürmekteyken Allah size
vaadini doğrulamıştı. Nihayet siz korkuya kapıldınız, (yapılacak) iş hususunda
birbirinizle çekiştiniz ve Allah sevdiğiniz şeyi “zaferi” gösterdikten sonra
isyan ettiniz. İçinizden bir kısmı dünyayı bir kısmınız da ahireti istiyordu.
Sonra sizi imtihan etmek için onlardan uzaklaştırdı. Şüphesiz o sizi
affetmiştir. Allah müminlere karşı lutüf sahibidir. Siz şaşkınlıkla dağa
tırmanıyor ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz Resul ise arkanızdan sizi
çağırıyordu...” [49]
Uhud gazvesi sona erdikten sonra Beni Nadr ve Beni
Kureyza Yahudileri gibi Medine’de yaşamlarını sürdüren bazı gruplar,
Müslümanların bu yenilgisine sevindiler ve Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem ile dostluk veya dokunulmazlık antlaşması yapan bazı kabileler de bu
antlaşmayı bozdular.
Kureyş ile savaşa gitmeden önce Medine’de yeterli
egemenlik ve emniyetin sağlanması ve daha sonra Kureyş’e karşı koyulması
gerekiyordu. Bu yüzden hicretin dördüncü yılında Müslünıanlar Beni Nadrle
savaşa hazırlanıp mezkur yılın Rebiül evvel ayında onları muhasara etmek
amacıyla Medine’den çıktılar.
Beni Nadrle savaş için gönderilen grubun komutanı Hz.
Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anh idi. Hz. Ali gösterdiği eşsiz
kahramanlığıyla onları teslim olmak zorunda bıraktı. Yahudiler yaptıkları
anlaşma teklifinde Rasûlüllah salla'llâhü aleyhi ve sellemin canlarını
bağışlaması karşılığında Medine’yi terk edip Şam’a gideceklerini söylediler. 49
[50]
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bu
antlaşmayı kabul etti ve onlardan her üç kişinin yalnızca bir deve
götürebileceğini ve kendi eşyalarını da o deveye yüklemelerini emretti.
Böylece Beni Nadr’in Medine’den çıkıp gitmelerinden sonra onların malları ve
ekili arazileri Müslümanlara kaldı.
Uhud gazvesinden sonra meydana gelen bu olay
Müslümanların durumlarını güçlendirmek için çok uygun bir hareketti. Böylece
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem üstün tedbir ve maharetiyle kısa
bir süre içerisinde yok olan otoritesini yeniden elde etti ve İslam
düşmanlarını ezerek iktidarını güçlendirdi.
Beni Nadr ve Beni Kureyze gibi bazı Yahudi
kabilelerinin Medine’nin etrafından çıkarılması, onları Müslümanlara ve
özellikle de Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme karşı çok sinirlendirdi.
Dolayısıyla adı geçen kabilelerin büyüklerinden bir kaçı Mekke’ye gidip
Kureyş’in yanında Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin aleyhine onlara
yardıma hazır olduklarını bildirdiler. Kureyş’in büyükleri onların bu
önerilerini kabul ettiler. Sonuçta Arapların bütün putperest kabileleri,
Yahudilerle birlikte Hicretin beşinci yılında genel bir seferberlik ilan
ederek on bin kişilik bir grupla Ebu Süfyan’ın komutanlığı altında Yahudilerin
de yardımıyla İslam’ın yeni dikilmiş fidanını kökten kurutmak amacıyla
Medine’ye doğru harekete geçtiler.
Bu haber Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme
ulaşınca Müslümanları topladı ve yapılacak saldırı karşısında nasıl savunma
yapılması gerektiği hususunda onlarla istişarede bulundu. Selman-i Farisi,
Medine şehri etrafında Hendek (çukur) kazılmasını ve şehrin etrafında düşmanın
geçmesinin mümkün olamayacağı veya zor olacağı suni engellerin icat edilmesini
önerdi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Selman’ın bu önerisini beğendi
ve Müslümanların hemen hendek kazmak için hazırlanmalarını emretti.
Müslümanlar şehrin etrafında hendek kazmaya başladılar. Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi de diğer Müslümanlar gibi hendek kazma
işine iştirak ediyordu.
Düşman ordusu gelip çatmadan hendek kazma işi bitti.
Müşrikler gelipte böyle bir şeyi görünce hayrete düştüler. Zira Arabistan
bölgesinde böyle bir savunma yöntemi önceden görülmemişti. Bu yüzden; “Allah’a
and olsun ki bu Arabm düşündüğü bir hile değildir. Araplar böyle bir hile
yapmaz” dediler.[51]
Sayıları üç bin kişi civarında olan Müslümanlar
hendeğin öte tarafında karargâh oluşturmuşlardı. Bu iki ordu birkaç gün
hendeğin iki tarafında birbiri karşısında durdular. Bazen birbirlerine taş ve
ok atıyorlardı. Nihayet Amr b. Abduved ve bir kaç kişi atlarının yardımıyla
hendeğin en dar yerinden öte tarafına atlamayı başardılar.
Amr b. Abduved hendeğin öte tarafına ulaşır ulaşmaz
yüksek bir sesle “Hel min mübariz” (benimle savaşacak biri var mı?) diye
haykırdı. Amr b. Aduved’in o haşin ve korkunç sesi Müslümanların çadırlarında
yankı yapınca soluklar kesilip yüzler korkudan sarardı. Zira herkes onu çok
iyi tanıyordu. O Arapların ünlü pehlivanlarmdandı. Arabistan bölgesinde onun
benzeri yoktu. O savaşlara katılmış tecrübe kazanmış eski kahramanlardandı.
Tek başına bin kişiye bedel sayılırdı. Amr b. Abduved’in “Benimle savaşacak
biri var mı?” haykırışı ikinci kez Müslümanların kulaklarında çmladı. Medine
ordusuna korkuyla beraber olan bir sessizlik egemendi. Hiç kimse konuşup
varlığını belirtme cesaretini gösteremiyordu.
Amr b. Abduved:
“Sizler, öldürüldüğünüzde cennete gideceğinizi
söylüyorsunuz, acaba aranızda cennete gitmeyi isteyen biri yok mu?” diye tekrar
haykırdı.
Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem
bu sessizliği kırarak şöyle buyurdu:
“Bu putperestin şerrini Müslümanların başından
kaldıracak bir kimse yok mudur?”
Nefesler
göğüslerde hapsedilmişti. Kimseden bir ses çıkmadı. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh ayağa kalkarak;
“Ben hazırım ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem” dedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem; “Sen sabret, belki başka
bir istekli ortaya çıkar.” dedi. Ama Araplardan bu kahramana denk olabilecek
bir kimse yoktu. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem tekrar sözünü tekrarladı ve yine sadece Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh peygamberin, davetine lebbeyk dedi. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a
yönelerek Ey Ali, “Bu Amr b. Abduved’tir.” Hz. Ali şöyle buyurdu: “Ya Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem! Ben de Ali b. Hz. Ebu Talibim” Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem kendi
sarığını Hz. Ali’nin başına bağlayıp kılıcını beline taktı ve “Git ey Ali,
Allah koruyucun olsun” buyurdu. Sonra da mübarek başını göğe kaldırarak
üzüntülü bir halde şöyle dua etti: “Ey Allah’ım! Benim amcam oğlunu savaş
meydanında yalnız bırakma.” Amr b. Abduved recez okuyup sürekli Müslümanları
savaşa davet ediyordu.
Size benimle savaşacak biri var mıdır? diye
haykırmaktan sesim kesildi.
Şecaatli kimselerin durmasından korktuğu bir yerde
kahramanca durmuşum.
Böylece her zaman ben belalara karşı koşmaktayım.
Çünkü yiğitte şecaat ve cHz. Ömer (radiya’llâhü anh)tlik
iyi hasletlerdendir.
Bu sırada Hz. Ali, pusudan avının üzerine sıçrayan
öfkeli bir aslan gibi süratle Amr b. Abduvede doğru hareket edip onun yukarıda
geçen küstahça recezine ilmi bir edeple şöyle cevap verdi:
“Acele etme sesine cevap verecek aciz olmayan biri
geldi.
îyi niyetli ve basiret sahibi olan biri, doğruluk ise
her muzafferin kurtarıcısıdır.
Ben ağıt okuyan kadınları cenazenin başına dikmek
ümidindeyim.
Anısı savaştan sonra kalacak olan ağır bir darbe ile.”
Kendini Arab’ın ünlü kahramanlarından bilen Amr b.
Abduved, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a tahkir edici bir şekilde
bakarak; “Senden başka cenneti arzulayan biri yok muydu? Ben baban Ebu Talip
ile dost idim. Bundan dolayı senin, pençelerim altında kolu kanadı kırılmış
olan bir kuş gibi can vermeni görmek istemiyorum. Benim Arapların kahramanı
Faris-i yelyel Amr b. Abduved olduğumu bilmiyor musun?” dedi
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh ona şöyle cevap verdi: “Ben seni ilk önce
İslam dinini kabul edip Allah’ın birliğine ikrara davet ediyorum. Eğer bunu da
kabul etmezsen o zaman geldiğin yoldan geri dön ve peygamberle savaşmaktan
sakın.”
Amr b. Abduved Hz. Ali’ye cevaben şöyle dedi:
“Ben babalarımın yolunu terk edip de İslam’ı kabul
etmem. Savaşmadan da geri dönersem Kureyş kadınları tarafından alaya alınırım.”
Bunun üzerine Hz. Ali ona; “Öyleyse attan in de
yaya savaşalım. Çünkü ben Allah yolunda öldürülmeni istiyorum.”
Amr b. Abduved, Hz. Ali’nin bu sözüne çok sinirlenerek
attan yere indi ve kılıcıyla kendi atının ayaklarını keserek Hz. Ali’nin
karşısına dikildi. Bu sırada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu: “Şimdi imanın tümü, şirkin tümünün karşısına çıkmıştır.”
Gerçekte de böyle idi. Zira Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh halis iman ve hatta
imanın tümü idi. Eğer Ali olmasaydı İslam ve Müslümanlardan bir isim kalmazdı.
Amr b. Abduved de bunun karşısında şirk ve küfrün temsilcisi ve Kureyş’in ümit
kaynağı idi.
Nihayet bu iki savaşçı birbirlerine öyle saldırdılar
ki toz duman etrafı bürüdü ve artık iki taraftan da onları seyredenler bir şey
göremez oldular. Amr b. Abduved Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
başına öyle indirdi ki, mihveri bölündü ve mübarek başı da bir miktar yara
aldı, Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da buna karşılık Amr b.
Abduvede öyle ağır bir darbe indirdi ki, bu darbe onu yere serdi. Hz. Ali “Allah-u
Ekber” diyerek tekbir getirdi. Hz. Ali’nin tekbir sesinden Amr b. Abduved’in öldüğü
anlaşıldı, onun ölümüyle de Kureyş’in yenilgisi kesinleşti. Nitekim Amr b.
Abduved’in kız kardeşi Amr’ın yasında okuduğu şiirde buna işaret ederek şöyle
diyor:
“İki aslan savaşın darlığında birbirlerine hamle
ettiler.
Her ikisi de birbirine eş, yüce ve kahraman idi.”
Ey Ali git ki, şimdiye kadar onun gibi birine galip
gelmedin.
Bu söz doğru bir sözdür ve onda herhangi bir abartmada
söz konusu değildir.
Böyle bir süvarinin öldürülmesi Kureyş’in
aşağılanmasına neden oldu. Daha sonra bu aşağılama onların hepsini helak edecek
yaygın bir hal alacaktır.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Amr b. Abduved’in başını Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna getirince "Hazret şöyle buyurdu:
“Ali’nin Hendek günü vurduğu darbe, insan ve cinlerin
ibadetinden daha üstündür.
Bazı tarihçiler şöyle buyurduğunu da yazmışlardır:
Ali’nin Amr b. Abduvede vurduğu darbe ümmetimin
kıyamete kadar yapacağı ibadetten daha hayırlıdır.”[52]
Gerçekten de Hz. Ali’nin o günkü vurduğu darbe çok
önem taşıyordu. Zira Hz. Ali kerrem'allahü veche radiyallâhü anhin Amr b.
Abduvede indirdiği bu darbe sonucu İslam müşriklerin şerrinden kurtuldu. Eğer
o günde Ali olmasaydı, Amr b. Abduved tek başına Müslümanları dağıtıp
kendisinin deyimiyle İslam’ın ismini tarih sayfasınden silmeye yeterli idi. Bu
yüzden Müslümanların kıyamete kadar yapacakları ibadetleri, Hz. Ali
kerrem'allahü veche radiyallâhü anhin Amr b. Abduved’in Ölümüne ve onunla birlikte
hendeğin bu tarafına geçen diğerlerinin kaçmasına yol açan, o günde ki vurmuş
olduğu darbe sayesindedir. Amr b. Abduvedin ölmesi ve onunla birlikte
gelenlerin kaçmaları, müşriklerin kalbine korku düşmesine, büyük bir moral
kırıklığı ve sarsıntıya uğramalarına yol açtı. Bu arada Allah’ın emriyle çıkan
korkunç bir tufan da Kureyş’i tümüyle dehşete düşürdü. Ebu Süfyan artık kalmayı
uygun görmeyip geceleyin askerleriyle birlikte Medine’yi terk edip Mekke yolunu
tuttu.
Şeyh Ezri Amr b. Abduved’in Hz. Ali’nin darbesiyle
ölmesine işaret ettiği şu şiirinde şöyle diyor:
Nasıl bir darbeydi ki değer ve büyüklükler içermiştir
İnsan ve cinlerin ibadetlerinin sevabı ona eş değer
olamamıştır.
Bu onun yüceliklerinden sadece biridir.
Diğer yüceliklerini de sen buna kıyas eyle.”
Hendek savaşından sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem, anlaşmayı bozup müşriklerle işbirliği yapan Beni Kurayza
Yahudilerine bir ders vermeyi gerekli gördü. Çünkü Müslümanlarla saldırmazlık
anlaşması yapan Beni Kureyze Yahudileri bu anlaşmayı bozmuş ve Kureyş’le işbirliği
yapmıştı. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali’yi bir grup Müslümanla birlikte
onlarla savaşmaya gönderdi, 25 gün kuşatmadan sonra vuku bulan bu savaşta
onların erkekleri öldürülüp kadınları esir alındı ve mallan da ganimet olarak
Müslümanların eline geçti. Beni Kurayza kabilesi Hz. Ali’nin eliyle yok olup
gitti. Böylece Müslümanlar Medine etrafında bulunan Yahudilerin şerrinden artık
tamamen rahatlığa kavuşmuş oldular.
Hayber İbranice bir kelimedir ve sağlam bir kale
anlamını ifade eder.
Medine şehrinin kuzeyinde 120 kilometre uzaklıkta bir
kaç yakın köyden ibaret olan bir Yahudi yerleşim merkezi bulunuyordu. Orada
sükunet edenler bir kaç sağlam kale içerisinde yaşıyorlardı. Bunun için oraya
Hayber deniliyordu. Bu yerleşim merkezi geniş ekin tarlalarına bol ürün veren
hurmalıklara ve bol akar sulan olan çeşmelere sahipti. Orada her birinin özel
bir ismi olan yedi kale bulunuyordu onlar arasında en ünlüsü Naim ve Kamus
kaleleriydi.
Hayber’de yaşayanların sayısının miktarı hususunda
bazı tarihçiler onların yirmi bin[53] bazıları on
bin[54]
bazıları da dört bin olduklarını yazmışlardır. Ancak Yahudilerin sayısının
Müslümanların bir kaç katı olduğu kesindir. Zira Müslümanların sayısı bin dört
yüz ya da başka bir nakle göre bin altı yüz kişi idi.
Müslümanlar Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
emriyle hicretin yedinci yılında Hayber kalelerine doğru hareket ettiler. İki
veya üç gün yol gittikten sonra Hayber kalelerinin bulunduğu bölgeye ulaşıp
kalelerin yakınında karargâh oluşturdular.
Sabahleyin uyanan Hayber ahalisi İslam ordusunu Hayber
kalelerinin yakınlarında müşahede edince kalelerin içerisine geri dönüp
kapılarını kapadılar. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da 25 gün boyunca
kalelerin arkasında Yahudileri kuşatmağa devam etti. Onları açıp fethetmek amacıyla
sancağı bir gün Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh)’in, diğer bir gün de Hz. Ömer
(radiya’llâhü anh)’in eline verdi. Fakat onlar hiç bir iş yapamadıkları gibi,
Yahudi savaşçılarını özellikle de Merhab’ı görünce çekindiler.[55]
Hayber kalelerini fethetmek için diğer komutanlar da
gitti ancak hepsi de Yahudi savaşçıların güçlü savunmaları karşısında aciz
kalıp geri döndüler. Hayber kalesini fethetmek için gönderilen komutanlar
böylece bir sonuç alınmadan geri dönüyor ve Müslüman ordusunda büyük moral
kırıklığına yol açıyorlardı. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bir gün şöyle buyurdu:
“Yarın bayrağı öyle bir kişinin eline vereceğim ki
Allah ve Resulü onu seviyor, o da Allah ve Resulünü seviyor, o dönüp dönüp
hamle edendir, asla kaçmaz, Allah onun eliyle kaleyi fethetmeyinceye kadar geri
dönmeyecektir.”[56]
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu buyruğu zaferi kazanacak o kişinin
kim olduğu hususunda herkesi hayrete düşürmüştü. Herkes Hazretin bu sözünü
değişik bir şekilde yorumluyordu.
Bazıları da bu iftiharın kendilerine nasip olacağını
sanıyorlardı. Hiç kimse Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu sözlerden
maksadının yalnızca Hz. Ali olduğunu düşünmüyordu. Belki de onlar bu tür
düşünmekte haklı idiler. Zira o zaman Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü
anh ağır bir göz hastalığına tutulmuştu.
Bu yüzden hiç bir kimse bu karmaşık düğümün Hz. Ali’nin güçlü elleriyle
çözüleceğini akimdan bile geçirmiyordu.
Vaadedilen gün gelince Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu: “Ali
nerededir?”
Orada bulunanlar: “Gözlerinden rahatsız” dediler. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem “Ali’yi çağırın”
diye buyurdu. Müslümanlardan biri Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
çadırına gidip Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emrini O’na ulaştırdı.
Hz. Ali hemen Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
huzuruna geldi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem önce Hz. Ali’nin
halini sordu. Hz. Ali, “Ey Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, başım ve
gözlerim ağrıyor ve doğru göremiyorum.” Dedi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem Hz. Ali’yi bağrına basıp mübarek ağzının suyunu Ali’nin gözlerine sürdü.
Hz. Ali’nin gözleri hemen iyileşti ve bu olaydan sonra artık Hz. Ali ömrünün
sonuna kadar göz ağrısı görmedi.
Hissan b. Sabit-i Ensari bu hadiseyle ilgili okuduğu
şiirinde şöyle diyor:
Ali’nin gözleri ağrıyordu ve ilaç arıyordu.
Ama tedavi edecek birini bulamıyordu.
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem O’na ağzının
suyu ile şifa verdi.
Ne de mübarektir şifa bulan ve ne de mübarektir şifa
veren.
Buyurdu ki, bu gün bayrağı öyle birine vereceğim ki,
O Resulü seven ve O’na uyan bir yiğittir.
O benim Allah’ımı seviyor, Allah da onu seviyor.
Allah onun eliyle sağlam kaleleri fethedecektir.
Böylece (Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bütün Müslümanların arasından Hz. Ali’yi seçti. O’nu kendi vezir ve kardeşi
olarak tanıttı.
Evet Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
gözleri* iyileştikten sonra Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem O’na şöyle buyurdu: “Ey Ali, komu tanlarımız
bir iş yapamadılar. Henüz Hayber kaleleri alınamamıştır. Bu önemli görevi ancak
sen yapabilirsin.”
Hz. Ali, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
emrine uyarak; “Ya Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, onlarla ne kadar
savaşmalıyım?” dedi Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, “Allah’ın
birliğini ve benim peygamberliği mi ikrar edip şehadet getirinceye kadar savaş”
buyurdu.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh avına doğru ilerleyen bir aslan gibi hareket
edip Hayber kalesinin duvarının kenarına ulaştı. Bayrağı yere dikerek kaleyi
almaya hazırlandı. Bu sırada Hayber kalesinin güçlü savaşçılarından bir grup
kaleden dışarı çıkarak hamle ettiler ve şiddetli bir şekilde savaş başladı. Hz
Ali kendine layık kahramanca bir kaç hamle ile onları dağıttı. Bunu gören
Yahudiler kaçarak kalenin içine girdiler. Hz. Ali de onların peşi sıra kaleye
girmek istedi. Kale’nin koruma komutanı olan ünlü pehlivan Haris, Hz. Ali’nin
kaleye girmesini önlemeğe çalıştı, ancak Hz. Ali’hin kılıç darbesiyle yere
düşüp can verdi. Bu sırada kalenin en savaşçı ve en cesur pehlivanı olan
Harisin kardeşi Merhab kardeşinin intikamını almak amacıyla dışarı fırladı.
Merhab çok ilginç bir pehlivandı. Çünkü iki tane zırh
giymiş ve iki kılıç beline bağlamıştı. Başına bağlamış olduğu bir kaç sarığa
ilave olarak kılıç darbesini önlemek için başıha çelik bir başlık giymiş ve
onun üstüne değirmen taşma benzer, ortası delik bir de taş geçirmişti.
Onunla Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh arasında iki darbe alış verişi oldu. Ancak
İslam’ın güçlü kahramanı Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh onun başına öyle ağır bir darbe indirdi ki,
onun başında olan taş ve çelik siper yarıldıktan sonra Zülfıkar Merhab’ın
başını çeneye kadar ikiye böldü. Merhap kanlar içerisinde yere düştü.
Müslümanlardan Allah-u Ekber sesi yükselirken, Yahudiler de yenilgiye uğramanın
acısıyla gama büründüler.
Merhab’ın ölümünden sonra cesarette Merhap ve Haris5ten
aşağı olmayan Yasir ismindeki üçüncü kardeşleri dışarı atılarak Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’a saldırdı. Fakat oda Hz. Ali kerrem’allahü
veche radiyallâhü anh’ın bir darbesiyle yere serildi. Bunu gören Yahudiler
kalenin kapısını kapayıp içine sığındılar.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh olağanüstü ilahi gücüyle kalenin kapısını
kopararak bir kaç metre öteye attı ve böylece Hayberin en güçlü kaleleri olan
Naim ve Kanus kaleleri Hz. Ali’nin güçlü elleriyle fethedildi
Şeyh Müfid, Abdullah-ı Cedali’den şöyle dediğini
naklediyor: Ben Hz. Ali’nin şöyle buyurduğunu duydum:
“Hayber kalesinin kapısını kopardığımda, onu kendime
bir siper kılıp Yahudilerle Allah onları zelil edip yenilgiye uğratıncaya kadar
savaştım. O kapıyı Müslümanların onun üzerinden geçmesi için kalenin etrafında
kazılmış olan hendeğin üzerine koydum ve daha sonra onu o hendeğin içerisine
attım. Döndüğümüzde Müslümanlardan yetmiş kişi onu yerinden kaldıramadı.”
Bir şair bu konuca şöyle diyor:
O yiğit ki Hayber’in büyük kapısını kopardı.
Yahudilerle savaş gününde (Allah tarafından) onaylanan
bir güçle götürdü o büyük kapıyı. Yani Kamus kalesinin büyük kapısını
Müslümanların ve Hayber halkının toplandığı bir halde onu attı uzağa oysa onu
geri çevirmekte zahmete düştüler.
Yetmiş kişi ki, opların hepsi güçlü insanlardı.
Nihayet zahmet ve zorlukla onu
kendi yerine getirdiler.[57]
[58]
Birbirlerine onu yerine geri getirin dedikleri bir
halde.”[59]
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın Hayber
savaşında gösterdiği güç kaleleri fethetmesi, Yahudilerin ünlü pehlivanlarını
öldürmesi ve özellikle kalenin kapısını koparıp eline alması, Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’da zuhur eden olağanüstü kerametlerden
sayılır. Bu kerametler O’nun dışında diğer bir kişide görülmemiştir. Bu
hadiselerle ilgili bir çok şiirler söylenmiştir. Örneğin İbn-i Ebi’l Hadid bu
hadiseye işaret eden şiirinde şöyle diyor:
Ey o kapıyı koparan ki onu hareket ettirmekten.
Kırk dört kişinin elleri aciz kalmıştır.[60]
Hayber savaşı sona erince Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem Fedek Yahudilerinin
isteği üzerine onlarla barış anlaşması yaptı. Karşılığında Yahudiler Fedek
arazisini Hazrete teslim etmekle birlikte kendi servetlerinin yarısını Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve selleme gönderdiler. Fedek arazisinde yaşayanlar, barış
zamanında kendi rızalarıyla onu Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme teslim
ettiklerinden orası Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin şahsına ait
idi. Hayber arazisi savaşla alındığından dolayı Müslümanların umumuna ait oldu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hayber’den
dönerken, isyan eden bazı Yahudi kabilelerini de cezalandırmayı unutmadı. Onlar
da itaat etmeğe mecbur kaldılar. Böylece Müslümanlar artık Yahudilerin düşmanlıklarından
kurtuldular ve Medine şehri tam bir güvenliğe kavuştu.
Hicretin sekizinci yılında İslam ordusu karşılaştığı
bir çok küçük büyük savaşlar sonucu artık tecrübe açısından ilerlemiş, sayı
açısından da büyük bir miktara ulaşmıştı. Dolayısıyla Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Kureyş’in
komplosu yüzünden geceleyin terk etmek zorunda kaldığı kendi doğum yeri olan
Mekke şehrine doğru hareket edip orayı, fethetmeyi gerekli gördü.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem on üç sene süresince Mekke müşriklerini ve
Kureyş’i tevhide davet etmişti ama bu davetinden bir sonuç alamamıştı. Üstelik
onlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’i incitmek için ellerinden
gelen her türlü çabayı da harcamışlardı. Hazretin Medine’ye hicret etmesinden
sonra da sürekli Müslümanlarla savaşmışlardı.
Artık geceleyin zillet ve korku içerisinde Mekke’den
kaçıp Medine’ye hicret eden Müslümanların, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
peşince azametle Mekke şehrine girme zamanı gelmişti.
Müslümanlardanbazıları işlerinin akıbetinden endişe ve
korku içerisindeydiler. Ama Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem onları zaferle müjdeliyordu. Zira şu ayeti
kerimeden Allah’ın ona vaad ettiği zaferi anlıyordu:
“Andolsun, Allah, Resulünün o gördüğü rüyanın hak
olduğunu doğruladı. Eğer Allah dilerse siz Mescid-i Haram’a, güven içinde
saçlarınızı traş etmiş (kiminizde) kısaltmış olarak güven içinde korkusuzca
gireceksiniz.”[61]
Yine Mekke’nin fethedilmesinden önce nazil olan Nasr
suresi, Mekke’nin fethedileceğini ve onun halkının İslam dinini kabul edeceğini
ifade ediyordu.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin amacı,
Mekke’nin fethinin orada bulunan Allah’ın evinin hürmeti için savaş
yapılmaksızın kan dökülmeden gerçekleşmesiydi. Bu yüzden Kureyş’in meseleden
haberi olmaması için ilk önceleri Mekke’ye gitmek düşüncesini ve zamanını
Müslümanlardan gizli tutuyordu. Bu konuda güvendiği ve kendisine sırdaş bilip
istişare yaptığı kimse sadece Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh idi.
Fakat bir müddet sonra konuyu bir kaç diğer sahabeye
de bildirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu maksadından haberdar
olan Hatip isimli bir muhacirin Mekke’de akrabaları vardı, mektup yazıp
Kureyşli bir kadını Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleminbu
maksadından haberdar etmek için Mekke’ye gönderdi.
Allah-u Teala durumu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve selleme bildirdi. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’da Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı Zübeyr ile birlikte mektubu almak için o
kadının peşine gönderdi ve onlar yolda o kadına ulaşarak mektubu ondan aldılar.61
[62]
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , hicretin
sekizinci yılının Ramazan ayının başlarında Muhacir ve Ensardan oluşan on iki
bini aşkın ordusuyla Mekke’yi fethetmek kastıyla Medine’den çıktı.
Mekke’nin yakınlarına geldiklerinde Abbas b.
Abdulmüttalip Kureyş’i tam teçhizatta donanmış olan İslam ordusundan korkutmak
için Mekke’ye doğru ilerledi.
Mekke ahalisi de az çok Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellemin Mekke’ye gelmekte olduğundan önceden haberdar olmuşlardı. Bu
yüzden Ebu Süfyan bilgi edinmek için Mekke’den çıktı ve yolda Abbas b.
Abdulmuttalib’le karşılaştı.
Abbas b. Abdulmuttalib Ebu Süfyan’a Müslümanların
sayılarının çokluğunu ve özellikle de onların güçlü iman ve savaşa hazırlıklarını
bildirip onu İslam ordusu karşısında direnmenin doğurabileceği acı sonuçlardan
korkutarak bundan sakındırdı. Daha sonra onu Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellemin huzuruna giderek teslim olmaya ikna etti.
Ebu Süfyan mecburi olarak buna kabul etti ve Abbas b.
Abdulmüttalib himayesi ile İslam ordusunun arasından onun kudret ve azametinden
şaşkına dönmüş bir halde geçip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin huzuruna
gitti ve kısa bir konuşmadan sonra İslam dinini kabul etti. 21 sene süresince
Kureyş’in müşriklerini Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin aleyhine
kışkırtıp donatan Ebu Süfyan şimdi İslam ordusunun o kudret ve azametinin
karşısında boyun eğmek zorunda kalmış ve İslam ordusunda gördüğü o üstün düzen
ve disiplinden dolayı şaşkına dönmüş bir halde kendi geçmişinin affedilmesini
bekliyordu.
Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de de açık bir şekilde
beyan buyurduğu gibi Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem yüce ahlak sahibi
olup bütün alemler için bir rahmetti.[63]
Bu yüzden İslam dinini kabul edenlere güvence vermesi
için Ebu Süfyan’ı Mekke’ye gönderdi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem başta Sad
b. Ubade’nin elinde olan İslam ordusunun bayrağını (onun Mekke ahalisine sert
davranma ihtimali olduğundan) onun elinden alıp Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın eline verdi. Daha sonra azameti gözleri kamaştıran İslam
ordusuyla birlikte Mekke’ye girdiler ve Kâbe’nin kapısı önünde durup vahdet
duasını okudular.
O gün Mekke’de tevhid ve Allah’a ubudiyet
sloganlarının açıkça okunduğu ilk gündü. Kâbe’nin üzerine çıkmış olan Bilal’in,
kalpleri okşayan sesiyle okunan ezan sesi Mekke’nin etrafında yayılmaya
başladı. Müslümanlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme iktida ederek
namaz kıldılar. Sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem,
cezalandırılma ve intikam alınma bekleyişinde olan Mekke halkına hitap ederek
şöyle buyurdu: Ne söylüyorsunuz ve beklentiniz nedir?
Mekke halkı, “Biz hayır söylüyoruz ve beklentimiz de
hayırdır. Sen kerim bir kardeşsin, kerim kardeşin de oğlusun, şimdi hakimiyet
ve kudrete ulaşmışsın” cevabını verdiler.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem onların bu
sözleri karşısında şefkat ve merhamet dolu sözlerle şöyle buyurdu: “Ben de
kardeşim Yusuf’un sözlerini söylüyorum:
“Bu gün sizler için bir azarlama yoktur...”
Sonra da şöyle buyurdu: “Gidin hepiniz serbestsiniz”[64]
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin bu genel
affı Mekke halkının ruhlarında çok iyi bir etki bıraktı ve ister istemez
kalplerine Hazretin sevgisinin yerleştiğini hissettiler.
Sonra Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem
bütün putların kırılmasını emretti. Hz. Ali’yi kendisiyle birlikte Kâbe’nin
içerisine götürdü ve orada bulunan bütün putperestlik kalıntılarını kırarak
dışarı attılar.
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın yüce
sıfatlarından birisi de put kırma özelliğidir. Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh asla şirk ve küfür
görüntülerinin halk arasında bulunmasına tahammül edemiyordu. Mekke’nin
fethinde de Hubel gibi bazı büyük putlar Kabe evinin üzerinde bulunduğundan
bunları kırmak için, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin emri gereği
Hazretin omuzlarına çıkarak o putları kırdı ve Kâbe’nin mukaddes mekanını
putperestlik lekesinden temizledi.
Mekke’nin fethedilmesinden sonra Mekke halkı grup grup
İslam dinini kabul edip Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme biat
ettiler, Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da bir süre o şehirde
kalıp oranın işlerini düzene soktular. Gereken emniyet ve düzen sağlandıktan
sonra, zafer kazanan askerleriyle birlikte Mekke’yi terk edip Medine’ye dönmeğe
karar verdi. Bu arada yeni Müslüman olan Mekke halkından da iki bin kişiyi
kendi ordusuna kattı öyle ki İslam ordusunun sayısının fazlalığı Müslümanian
şaşırtmaya başlamıştı. Hz. Ebu Bekir (radiya’llâhü anh), biz bu kadar fazla
sayıdaki askerle artık asla yenilmeyiz dedi. Ama onlar askerlerin sayısının
çok oluşunun fazla bir önem taşımadığını ve önemli olanın Allah’a sığınıp
O’ndan yardım dilemenin gerekli olduğunu bilmiyorlardı. Nitekim düşmanla
karşılaştığında örneğin, Hüneyn savaşında olduğu gibi çok geçmeden Hz. Ebu
Bekir (radiya’llâhü anh) de dahil olmak üzere bütün Müslümanlar kaçmış ve Beni
Haşim’den dokuz kişi ve Ümmi Eymen’in oğlu Eymen’den başka kimse Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin etrafında kalmamıştı. Ancak Allah onlara yardım
edince kaçan Müslümanlar geri dönüp yeniden kafirlere saldırmış ve zafer
kazanmışlardır. Bu konuda Allah’a Teala şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Allah size bir çok yerde yardım etti. Hüneyn
gününde de. O zaman çokluğunuz sizi böbürlendirmişti, ama bu hiç bir işinize
yaramamıştı. Derken yeryüzü tüm genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra da
sırtınızı dönüp kaçmıştınız. Sonra Allah, Resulünün ve müminlerin üzerine
sükunetini indirmiş ve sizin görmediğiniz askerler göndererek küfre sapanlara
azap etmişti. Küfrün cezası işte budur”[65]
Bu olay şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Mekke’den
dönmeye karar verdiği zaman, henüz İslam dinini kabul etmemiş olan Hevazin ve
Sakif kabileleri birbirleriyle anlaşarak Müslümanlarla savaşmaya karar
verdiler.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
Mekke’den Medine’ye dönmekte olduğunu duyan bu iki kabilenin savaşçılarının
sayıları Müslümanların sayısından daha fazla oldukları halde Malik b. Avf’in
komutanlığı altında Hüneyn boğazında pusu kurup Müslümanların oradan geçmelerini
beklemeye koyuldular.
Halid b. Velid’in komutanlık ettiği İslam ordusunun
öncüleri pusu bölgesine girince ansızın düşmanın saldırısına uğradılar. Bu arada
gecenin yarıdan geçip havanın büsbütün karanlık olması yüzünden Halid b.
Velid’in grubu düşmanın ansızın saldırısından vahşete kapıldılar, geri dönerken
de bölünmeler başladı. Ebu Süfyan ve yandaşları gibi can korkusundan yeni
Müslüman olan bazıları ise bu olaya çok sevinip kaçmaya başladılar, geri
kalanlar ise Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemi korumaktan vazgeçmeyen
Beni Haşim’den dokuz kişi ve Ummü Eymen’in oğlu Eymen dışında peygamber’i
bırakıp kaçtılar. Bu savaşta da savaş meydanının tek kahramanı Hz, Ali’ idi.
Hazreti Ali, Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin önünde bulunup düşmana
hamle ediyor, onları öldürüyor ve kimsenin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
selleme yaklaşmasına müsaade etmiyordu.
Şeyh Müfid şöyle yazıyor: “Beni Haşim’den bir kaç
kişinin Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin yanında kalıp kaçmamaları
da Hz. Ali’nin mukavemetinden dolayıydı. Nitekim Müslümanların kaçtıktan sonra
tekrar geri dönerek düşmana karşı zafer kazanmaları da yine Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın mukavemetinden kaynaklanmıştır.”[66]
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem gür sesli
olan amcası Abbas b. Abdülmüttalib’e şöyle buyurdu: Muhacir ve Ensarı
toplanmaya çağır ve onların dağılıp gitmelerini önle” Abbas gür sesiyle onları
sükunete ve toplanmaya çağırarak peygamber’in sağ olduğunu onlara bildirdi.
Böylece kaçanlar yavaş yavaş geri döndüler. Artık hava da aydınlanmıştı ve hep
birlikte düşmana saldırdılar. Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh Havazin kabilesinin reisi olan Malik b. Avfı
ve bu grubun bayraktarı olan Ebu Cerul’u kılıç darbesiyle öldürdü. Bu kabilenin
başkan ve bayraktarının öldürülmesi onların dağılıp kaçmalarına sebep oldu. Bunun
üzerine Müslümanlar onları kovalamaya başladılar ve onlardan bir grubunu
öldürüp bir çoğunu da esir aldılar.”[67]
Huneyn savaşı sona erdikten sonra Müslümanlar Taif’e
yöneldiler. Çünkü Sakif kabilesi orada yaşıyordu. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem tarafından Taif’i fethetmek için gönderilmiş olan Ebu Süfyan
b. Haris de yenilgiye uğrayarak geri dönmüştü. Bu yüzden bizzat Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin kendisi ordunun başında Taif’e giderek orayı
kuşattı ve bu kuşatma yirmi günden fazla sürdü.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Hz.
Ali’yi bir grup askerle Taif’in etrafında bulunan putları kırmakla
görevlendirdi.
Hz. Ali bu görevinde Haşim kabilesinin yiğitlerinden
olan ve Hazretin önünü kesip engel olmak isteyen Şahap isminde birini kılıçla
iki parça ederek yoluna devam etti ve bütün putları kırdı. Yine bir grup
askerle birlikte Müslümanlarla savaşmak için dışarı çıkan mezkur kabilenin ünlü
kahramanı Nafi b. Gilan’ı öldürerek müşrikleri bozguna uğratıp dağıttı ve
neticede onlardan bir grup ölüm korkusuyla İslam dinini kabul etti diğer bir
grup dağılıp kaçtı. Hz. Ali zafer bayrağı ile Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellemin huzuruna döndü ve böylece Hevazin ve Sakif kabilelerinin savaşı
sona erdi.
Taif savaşı Müslümanların Araplarla yaptığı en son iç
savaş idi. Zira bu savaştan sonra artık Arabistan bölgesinde hiç kimse peygambere
karşı çıkacak bir güce sahip değildi ve bütün Arabistan yarım adası Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin hakimiyeti altına girmişti. Dolayısıyla artık
İslam dininin yayılması için dış ülkeleri İslam dinine davet etmek gerekiyordu.
İşte bu karara bir hazırlık olarak Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
en son savaş yolculuğu Tebük savaşı olmuştur. Bu savaşta Hz. Ali, Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin emri gereği Medine’de kaldı ve bu savaşa
katılmadı. Dolayısıyla burada bu savaşı ayrıntılı olarak açıklamaya gerek
görmüyoruz.
İşte bunlar Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
hayatı döneminde İslam dininin yücelip yayılmasına sebep olan Hz. Ali’nin
askeri hizmetlerinin kısa bir açıklaması idi. Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi
ve sellem bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Eğer
Ali’nin kılıcı olmasaydı İslam dini ayakta duramazdı.”
Gadir günü peygamberleri Hum’da onlara sesleniyordu.
Dinle peygamberi nida eden olarak ki söyledi ona.
Kalk ey Ali gerçekten ben razı oldum sana.
Benden sonra imam ve hidayetçi olmana.
Hassan b. Sabit
HZ. ALİ’NİN İMAMLIĞA TAYİN EDİLİŞİ
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Hac
merasimini yerine getirmek amacıyla Hicretin onuncu yılında Medine’den
Mekke’ye doğru hareket ettiler. Tarihçiler bu yolculukta Peygamberi Ekrem’le
birlikte bulunan Müslümanların
sayısını değişik yazmışlardır. Ancak “Veda Haccı”
olarak bilinen bu hac merasimine en azından binlerce kişi katılmıştır. Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem hac merasimini yerine getirdikten sonra Mekke’den
Medine’ye dönerken Zilhicce ayının on sekizinde Gadir-i Hum denilen bir yerde
konakladılar. Zira Allah Teâlâ tarafından Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve selleme
çok önemli bir emir vahyedilmişti ve onu halka bildirmesi gerekiyordu. O emir
Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın velayeti ve hilafeti konusu idi.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, “Ey Peygamber, Rabbin’den sana
indirileni tebliğ et ve (bu görevi) yapamayacak olursan, O’nun risaletini
tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”68 ayeti gereği bunu halka tebliğ etmekle görevlendirilmişti.
Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bütün
hacıların orada toplanmalarını emretti. Geride kalanların ulaşmalarını ve
ileri gitmiş olanların da geri dönmelerini beklemeye başladılar. Ne olmuştu
acaba? Herkes diğerinden niçin Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem bizi bu
yorucu sıcak havada susuz ve kurak bir çölde durdurup toplanmamızı emretmiştir,
diye sorup duruyordu. Yer o denli sıcaktı ki, bazıları ayaklarını bezle sararak
develerin gölgesine sığınmışlardı. Nihayet bekleme sona erdi. Hac||âr^
toplanınca Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem develerin semerlerinden bir
minber yapılmasını emretti. Minber hazır olunca Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem, bütün hacıların onu görüp sesini rahatlıkla duymaları için
minberin üzerine çıktı, Hz. Ali’yi de sağ tarafına oturttu. Uzunca bir hutbe
okudu, halka Kur’an ve Ehl-i Beyti hakkında çokça tavsiyede bulunduktan sonra
şöyle buyurdu: “Ben müminlere onların kendi canlarından daha evla değil miyim”?
Orada hazır bulunanlar elbette sen evlasın dediler. Bunun üzerine şöyle
buyurdu:
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ım onu seveni sep de sev, ona düşman olana sen
de düşman ol, ona yardım edene sep de yardım et, onu yalnız bırakanı sen de
yalnız bırak.”[68]
Daha sonra da bütün hacılara grup grup kendi çadırının
önündeki çadırında oturmakta olan Hz. Ali’nin yanma giderek ona vilayet ve
hilafetini tebrik etmelerini ve bir emir olarak ona selam vermelerini emretti.
Hz. Ali’nin huzuruna giderek ilk tebrik eden kimse Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)
b. Hattab idi. Hz. Ömer (radiya’llâhü anh) Hz. Ali kerrem’allahü veche
radiyallâhü anh’ın huzuruna giderek şöyle dedi: Ne mutlu sana, ne mutlu sana ey
Ali sen benim ve bütün mümin erkek ve kadınların mevlası oldun.”[69]
Böylece Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem,
Hz. Ali’yi kendi yerine halife olarak tayin etti ve orada hazır bulunanların
bunu orada hazır olmayanlara bildirmelerini özellikle emretti.
Bu arada Hassan b. Sabit Hz. Rasûlüllah salla’llâhü
aleyhi ve sellem ’den Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın velayet ve
hilafetiyle ilgili bir şiir söylemesine müsaade etmesini istedi. Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem ona izin
verince şu şiiri okudu:
Gadir günü Peygamberleri onlara sesleniyordu.
Hum çölünde Peygamber ne de duyurucu bir sesleyendi.
Onlara; sizin mevtanız ve veliniz kimdir? dedi.
Hepsi orada hiç bir düşmanlık olmadan dediler ki.
Allah’ın bizim mevlamızdır ve sen bizim velimizsin.
Bugün bizden sana isyan eden birini bulamazsın.
Öyleyse ona kalk ey Ali dedi.
Şüphesiz benden sonra imam ve hidayetçi olmana razı
oldum.
Öyleyse ben kimin mevtasıysam Ali’de onun mevtasıdır.
O halde onun için gerçek yardımcı ve dost olun.
İşte burada Allah’ım onu seveni, sen de sev dedi.
Ali’ye düşman olana sen de düşman ol buyurdu’
Bunun üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem Hassan’a dönerek; “Ey Hassan bana dilinle yardım ettiğin sürece Ruh’ül
Kudus ile te’yit edilesin.” diyerek ona dua etti.
Bu hadis mütevatir olarak hem Şia ve hem de Ehl-i
Sünnet uleması tarafından nakledilmiştir ve bu konuda hiç bir şüphe ve tereddüde
yer yoktur. Zira Ehl-i Sünnetin tarihçileri ve tefsir yazarları da kendi
kitaplarında az bir tabir farkıyla inzar ayetinin “Ey Resül sana Rabbin’den ineni
tebliğ et...” Zilhicce ayının on sekizinci günü Gadir-i Hum çölünde, Hz. Ali
hakkında nazil olduğunu ve bunun üzerine Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellemin
uzun bir hutbe okuyarak “Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır"
buyurduğunu yazmaktalar.[70]
[71]
Ancak Mevla kelimesi Arap dilinde çeşitli manalar ifade ettiğinden
bazıları burada kelime oyunu yaparak mevla kelimesinin Veliyy-i Emr ve ihtiyar
sahibi anlamında olmadığını, aksine dost ve yardımcı anlamını ifade ettiğini
kaydetmişlerdir. Yani onlara göre Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem;
“Ben kimin dostuysam Ali de onun dostudur” demiştir. Nitekim İbn-i Sabbağ-ı
Maliki, Fusul-ül Mühimme adlı kitabında mevla kelimesi için bir kaç mana
saydıktan sonra şöyle yazıyor: “Buna göre hadisin anlamı şu oluyor ki, ben
kimin yardımcısı, dostu veya arkadaşıysam Ali’de ona böyledir”[72]
Bağnazlıkları, akıl ve düşünce gözlerini hakikatları
görmekten alıkoyan bu gibi insanlara cevap olarak ilk önce mevla kelimesi için
lügat kitaplarında zikredilen çeşitli manalara işaret edeceğiz. Böylece Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin maksadının onlardan hangisi olduğunu göreceğiz.
Mevla kelimesi Veliyy-i emr ve ihtiyar sahibi, azat
edilmiş köle, köle azat eden kimse, komşu, antlaşma ortağı, ortak, damat, amca
oğlu, akraba, nazu nimette büyüyen, dost ve yardımcı anlamlarına gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de de mevla kelimesi bu anlamların bazısında kullanılmıştır.
Mesela Duhan Suresinde mevla kelimesi akraba anlamında kullanılmıştır:
“O gün akraba akrabanın bir işine gelmez.”
Muhammed suresinde de mevla kelimesi dost anlamında
kullanılmıştır:
“Şüphesiz kafirler için bir dost bulunmaz.”
Nisa suresinde de antlaşma ortağı anlamında
kullanılmıştır:
“Ve her biri için antlaşma ortakları karar kıldık.”
Ahzap suresinde de azat edilmiş köle anlamına
gelmiştir:
“Eğer onların babalarını bilmezseniz, onlar sizin
dinde kardeşinizdirler ve sizin azat etmiş olduğunuz kölelerinizdirler.”[73]
Açıktır ki, bu manaların bazısı Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem hakkında doğru değildir. Mesela Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem bir kimsenin azat ettiği kölesi, nazu nimette
büyüttüğü ya da antlaşma ortağı değildir.
Onların bazısının ise tavsiye edilmesine bir gerek
yoktu ve onları dile getirmek bir nevi alay sayılırdı. Zira Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellemin halkı o şiddetli sıcakta çölün ortasında
durdurup toplaması sonra da ben kimin amcası oğluysam Ali de onun amcası
oğludur veya ben kimin komşusu isem Ali de onun komşusudur... demesi düşünülemez.
Yine o zamanda bulunan durum, mevla kelimesinin birçok Ehl-i sünnet ulemasının
dilinde destan olan dost ve yardımcı anlamlarını ifade etmediğini
göstermektedir. Zira tebliğ ayetinde “eğer bunu yapmazsan Allah’ın risaletini yerine
getirmemiş olursun” şeklindeki geçen
şiddetli tehdit bunun çok önemli bir konu olduğunu göstermektedir. Peygamberin
sadece, “Ben kimin dost ve yardımcısıy sam, Ali de onun dost ve yardımcısıdır.”
demesi için halkı o kavurucu sıcak altında ve kuru bir çölde toplayıp
bekletmesi düşünülemez. Faraza maksadı bu da olmuş olsa, o zaman Hz. Ali’ye;
ben kimin dost ve yardımcısıysam sen de onun dost ve yardımcısı ol demesi
gerekirdi, halka değil. Eğer maksadı halkın muhabbetini Ali’ye sağlamak olsaydı
bu durumda halka, her kim beni seviyorsa, Ali’yi de sevsin demesi gerekirdi.
Oysa “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.” cümlesinden böyle bir şey
anlaşılmıyor.
Üstelik bu konuyu halka söylemek herhangi bir korkuyu
gerektirmiyordu. Allah Teala’nın da bu görevi ifa etmekte Peygamberine bizzat
himaye garantisi vererek “Allah seni halktan koruyacaktır” demesine de gerek
yoktu.
Yine burada mevla kelimesinin hiç bir karine ve delil
söz konusu olmadan bunca manaları içerisinden sadece dost ve yardımcı
anlamında kullanılmış olduğunu iddia etmek, usul ilminin ilkelerine ters
düşmektedir ve batıldır.
O halde burada mevla kelimesinin anlamları içerisinden
sadece “veliyy-i emr ve ihtiyar sahibi olma” anlamı ortada kalıyor ki; burada
mevla kelimesinin bu anlamda kullanılmış olduğunu söylemek mümkündür. O halde
burada mevla kelimesini bu anlama tahsis etmek Ehl-i sünnet alimlerinin
iddiasının aksine delilsiz de değildir. Aksine mevla kelimesinin mezkur
anlamda kullanılmış olduğunu gösteren bir çok delil ve şahitler de vardır.
Onlardan bazısına değiniyoruz:
1-
Allah’u
Teala’nın konunun iblağı hakkındaki: Şu vurgulu sözü “Eğer bunu yapmazsan
O’nun (Allah’ın) risaletini tebliğ etmemiş olursun” konunun basit bir şer-i hükmü tebliğ etme meselesi
olmadığını aksine Peygamberlik makamı gibi çok önemli bir mesele olduğunu
göstermektedir. Bu ise mevla kelimesinin ihtiyar sahibi olan veli anlamını
ifade ettiğini ispatlamaktadır. Zira ancak böyle önemli bir konunun bütün
Müslümanlara tebliğ edilmesi gerekirdi. Özellikle de mezkur ayet hacıların
çeşitli bölgelere ayrıldığı yol ayrımı olan Cuhfe’nin yakınındaki Gadir-i Hum
denilen yerde nazil olması bunu gösteriyor ki, Allah Teala hacıların dağılmasından
önce bu hükmün onlara tebliğ edilmesini istemektedir. Çünkü Müslümanlar bu
bölgeye ulaştıktan sonra artık çeşitli bölgelere giden yollara ayrılacaklardı
ve onların bir daha bir araya toplanması mümkün olamayacaktı. Elbette bu hüküm
bir kaç gün önceden peygamberi Ekrem’e nazil olmuştu, ama O’nun tebliğ zamanı
kesin olarak belirlenmemişti. Bu arada Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem halkın bir çoğunun Hz. Ali’nin hilafetine karşı çıkacağını biliyordu.
Çünkü Hz. Ali onların bir çoğunun akrabalarını savaşlarda öldürmüştü. Bu ise
onların kalbinde Hz. Ali’ye karşı bir nevi düşmanlığın yerleşmesine sebep
olmuştu. Bu yüzden Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem , Hz. Ali’nin kendisinden
sonra halife olduğunu halka söylemektert çekiniyordu. Zira onların böyle bir
hükme karşı çıkacaklarında!) korkuyordu. îşte bunun içindir ki, Allah Teâla
peygamberine bu hükmü Gadir-i Hum’da tebliğ etmesini emrederken O’nun
endişesini gidererek güven vermek için “Allah seni halkın şerrinden korur”
garantisini de vermiştir.
2-
Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem halka; “Ben
kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” hükmünü tebliğ etmeden önce onlara
“Ben müminlere, onların kendi canlarından daha evla değil miyim?” ve ya “Size
kendi canınızdan daha evla değil miyim?” demesi ve onların da hep birlikte sen
daha evlasın cevabını vermelerinden sonra” Ben kimin mevlasıysam Ali’de onun mevlasıdır”
buyurması şunu göstermektedir ki; mevla kelimesi işte önde olan ihtiyar sahibi
anlamını ifade etmektedir. Birinci cümle ve sözün akışı şunu açıkça göstermektedir
ki, mevla kelimesinden peygamberin Müslümanlara olan üstünlüğü kastedilmiştir.
Yani Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Müslümanlara olan
üstünlüğünün kendisinden sonra Hz. Ali için de olduğunu belirtmekte dir.
3-
Önceden
de işaret edildiği üzere Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem, Allah
Teala’nın Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın hilafeti konusundaki
emrini tebliğ ettikten sonra, Müslümanlara, Ali’ye müminlerin emiri olarak
selam verin” emrini verdi.[74]
Bu, mevla kelimesinin amir ve ihtiyar sahibi manasında
kullanıldığını göstermektedir. Yoksa Müslümanlara, Hz. Ali’ye Müslümanların
dost ve yardım cısı olarak selam verin derdi. Hz. Ömer (radiya’llâhü anh)’in
Hz. Ali’ye hitaben “Ne mutlu sana ey Ali, benim ve bütün mümin erkek ve
kadınların mevlası oldun” sözü de mevla kelimesinin amir ve velayet anlamını ifade
ettiğini göstermektedir.
4-
Şia
kitaplarına ilaveten Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarının bir çoğunda da yer
aldığı üzere Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem Allah’ın bu emrini
tebliğ ettikten soma: “Ey Allah’ım Ona dost olana sen de dost ol ve Ona
düşman olana sen de düşman ol, Ona yardım edene sen de yardım et Onu yalnız
bırakanı sen de yalnız bırak. ” şeklinde dua ettikten sonra Allah’u Teala
şu ayeti nazil etti: “Bu gün artık sizin için dininizi kamil kıldım ve
nimetimi size tamamladım ve İslam’ın sizin için din olmasına razı oldum”[75]
Açıktır ki, dinin kemale ermesine ve nimetin
tamamlanmasına sebep olan şey Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
imametidir. Nitekim Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem ’de bundan
sonra şöyle buyurmuştur.
“Allah-u Ekber! Dinin kamil olmasına, nimetin
tamamlanmasına, Allah’ın benim risaletime ve benden sonra Ali’nin vilayetine
razı olmasına.”[76]
5-
Dinin
kemaline ermesi ve nimetin tamamlanması hakkında ki mezkur ayetten önce Allah
Teala şöyle buyuruyor:
“Bugün küfre sapanlar sizin dininizden (dininizi
yıkmaktan) umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın. Benden korkun.
”(Maide/3)
Yani her zaman dininizin yok olmasını bekleyen kafir
ve müşrikler bugün ümitsiz oldular. Çünkü onlar Peygamberin yerine bırakacağı
erkek çocuğu olmadığını, ondan sonra dinin ortadan kalkacağını ve dine
rehberlik edecek birinin olmayacağını düşünüyorlardı. Ama o günde Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Allah’ın
emriyle Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı kendi yerine seçtiğinde
müşriklerin hayalleri suya düştü ve bu dinin her zaman için var olacağını
anladılar. Dinin kemale erip nimetin tamamlanması hakkındaki bu ayet Maide
suresinin üçüncü ayetidir. Yine maide suresinin 67 ayetinin tebliği ile irtibat
vardır. Buradan, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in mevla kelimesinden
kastının muhabbet ve yardım değil Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
vilayet ve hilafeti olduğu sonucuna varabiliriz.[77]
6-
Mevla
kelimesine delalet eden bütün değişik manaların içinden sadece tasarruf etmeye
herkesten daha evla ve yetkili olmak onun gerçek manasını yansıtmaktadır. Diğer
manalar fer’i olup mecazi olarak kullanılmıştır. Bu manaların anlaşılabilmesi
için ayrı karine ve kayıtların zikredilmesi gerekir. Usul İlmine göre hakiki
mananın mecazı manaya karşı önceliği vardır. Buna göre bu hadiste Mevla’dan
kasıt emir sahibi, tasarruf etmeye evla manası kastedildiği anlaşılmaktadır.
7- Önceden de değindiğimiz gibi bu merasimden sonra
Hassan b. Sabit çok hoş bir şiir okuyarak Mevla kelimesinin manasını güzel bir
şekilde açıklamıştır.
Böylece düşmanların sonradan yanlış tefsirlerinin önü
alınmış oldu. Şiirinde şöyle diyor:
“Kalk ey Ali gerçekten ben razı oldum sana,
Benden sonra, ümmetim için imam ve hidayetçi olmana.
Eğer Mevla kelimesi dost ve yardımcı manasında olsaydı
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hassana itiraz eder ve “Ben ne zaman
Ali imamdır yol göstericidir dedim, ben sadece o benim dostum ve yardımcımdır.”
diye buyuru yordu. Burada Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in itiraz
etmediğini O’na dua ettiğini görmekteyiz.
Hassan’ın ve diğer şairlerin bu konu hakkındaki
şiirleri Ehl-i Sünnetin muteber kitaplarında mevcuttur.
Ehl-i Sünnetin birazcık insaflı olan alimlerinden
bazıları mecburen konunun çok önemli olduğunu itiraf etmiş ve açıkça; “O gün Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem Hz. Ali
kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ı Veli ve Halife olarak tayin etti”
demişlerdir. Nitekim Sibt b. Cevzi “Tezkire” kitabında “Mevla” sözcüğünün mana
sim izah ettikten sonra, “Ben müminlerin kendilerin den onlara daha evla değil
miyim?” hadisinin karinesiyle, Mevla’nın “tasarruf etmeye evla” manasına
olduğunu benimseyip şöyle yazmıştır:
Bu Hz. Ali kerrem’allahü veche radiyallâhü anh’ın
îmamet ve itaatinin kabulü hakkındaki açık bir nastır.”78 [78]
[1] Doktor Kasım Resa’nm
şiir kitabından.
[2] Ashab-ı fil olarak
tanınan Habeşiler Kabe’yi yıkmak için Ebrehe’nin komutanlığında fillere binmiş
olarak Mekke’ye geliyorlardı. Allah-u Teala onların hepsini helak etti.
Ebrehe’nin kendisi ise onlardan en son helak olan kimse idi. Nitekim Allah-u
Teala bu olaya işaret ederek şöyle buyuruyor: “Görmedin mi senin Rabbin ashabı
file ne yaptı?...” Dolayısıyla Hicaz Arapları bu yılı kutlu bir yıl olarak
kabul edip ona fil yılı anlamına gelen Amm-ül fil ismini vermişlerdir. Hz.
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem da bu yılda dünyaya gelmişlerdir. Bu
olaydan 71 yıl sonrasına kadar yani Hicretin 18. yılına kadar Müslümanlar
Amm-ül fili kendilerine tarih başlangıcı olarak kabul etmişlerdir. Ama ikinci
halifenin hilafetinin altıncı yılına rastlayan bu yılda Müslümanlar Hz.
Emir-ül Müminin Ali (a.s)Tn irşadı üzerine Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem’ın hicret ettiği yılı kendilerinin tarih başlangıcı olarak kabul
ettiler.
[3] Ebu Talib’in Hz.
Ali’den büyük olan üç oğlu daha vardır. Onlar sırasıyla;
Talib, Akil ve Cafer’dir.
[4] Emali-i Saduk 27.
meclis 9. hadis Revzet-ül vaizin c. 1 s. 76 Bihar-ül Envar c.
35 s. 8 Keşf-ül Gumme s. 19
[5] Fusul-ül Muhimme s.
14.
[6] Yenab-ül Mevedde
bab. 56. s. 255 Kifayet-üt Talib s. 406.
[7] Elam-ül Vera kitabı
Usul-u Kafi c. 2 Tarih bölümleri Emali-i Saduk s. 1 meclis 14. Hadis.
[8] Emali-i Saduk 89.
Meclis 12. ve 13. Hadisler Revzet-ül Vaizin c. 1 s. 139.
[9] Bihar-ül En var c.
35 s. 124
[10] Usul-u Kafi c. 2
Tarihler Bölümü.
[11] Yenabi’ül Meveddet
kitabı 52. Bölüm s. 152.
[12] Revzet-ül Vaizin c.
1 s. 18.
[13] Fusül-ül Mühimme s. 15 Bihar-ül Envar c. 35 s.
118.
[14] Necm /5.
[15] Alak/1-5.
[16] Müddessir/1-7.
[17] Zehair-ül Ukba s. 58
Fusul-ül Mühimme s. 125.
[18] Zehair-ül Ukba s. 59
Yenabi’ül Mevedde s. 60 Sireti İbn-i Hişam c. 1 s. 245 ve diğer kitaplar.
[19] Yenabi-ül Meveddet
12. bölüm s. 61 İrşadi Müfid c. 1 . s. Bölüm 2. Hadis.
[20] Fusül-ül Mühimine s. 16.
[21] Şuara/214.
[22] Tarhi Teberi c. 2-
s. 217 İrşadi Müfid e. 1 Bölüm: 7. Kifayet—üt Talip 51. Bölüm s. 205 Şevahid-üt
Tenzil c. 1. s. 421 Yenabi’ül Meveddet s. 105 Tarih-i Ebu’l Fida c. 1 s. 216.
Tefsir-i Fahri Razı ve diğer kitaplar.
[23] Meryem/30.
[24] Meryem/12.
[25] Yusuf/26.
[27] Kifayet-üt Talip 24. Bölüm s. 123.
[28] Necm/3-4.
[29] Fusul-ül Mühimme s.
123 Şevahid-üt Tenzil c. 1 s. 248 Yenabiul Meveddet
22 Bölüm s. 93 Tefsir-i Kummi s. 260 ve diğer kitaplar.
[30] Tevbe/19.
[31] Üsdül Gabe’nin 4.
cildinin 53. sahifesinde şöyle yazıyor: Ömer Müslüman olmadan önce Hz.
Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’a karşı herkesten daha fazla baskı
yapıyordu.
[32] Enfal/30. Hani o
küfre sapanlar, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla,
tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarhyorlarken, Allah da bir düzen (bir
karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık
verenlerin) hayırlısıdır.
[33] Hz. Rasûlüllah
salla’llâhü aleyhi ve sellem’a bisatm 13. yılının Rebiulevvel ayında Mekke’den
hicret etmişlerdir.
[34] Fusul-il Mühimme s.
33 kifayet-üt Talip s. 239 Yenabi-ül Mevedde 21. Bölüm s. 92 Keş-ül Gumme s.
91 Tefsir-i Salebi-Tefsiri fahri Razı ve diğer kitaplar.
[35] Bihar-ül Envar c.
36. s. 46
[36] Bakara/207
[37] Şevahid-üt Tenzil c.
1, s. 96 İrşad-ı Müfid c. 1. bab: 4. Bölüm 9 Kifayet-üt Talip s. 239 Tefsir-i
Kummi s. 61 ve diğer tefsirler.
[38] Fusul-il Mühimine s.
22.
[39] Yenabi’ül Mevedde s.
176.
[40] Enfal/5.
[41] Ali İmran/123.
[42] Şeyh Müfıd İrşad adlı kitabında Hz. Ali
(a.s)’ın öldürdüğü 36 kişinin isimlerini kaydetmiştir.
[43] İrşadı Müfıd Bab 4 Fasl: 18 Keşf-ül Güme s.
53. İlam-ül Vera ve diğer kitaplar.
[44] Tarih-i Teberi.
[45] Siret-i İbn-i Hişam
c. 2 s. 700 ve Tarih-i Teberi.
[46] İrşadi Müfıd c. 1
2. bab 22. fasıl 6. Hadis ve İlam-ül Vera.
[47] Tarih-i Yakubi.
[48] Keşfiı! Gümtne s.
56 İrşad-i Müfıd c. 1,2. Bab 22 Bölüm ve İlam-ül Vera.
[49] Ali İmran/152.
[50] Tarih-i Teberi.
[51] İrşadi Müfid c.l 2.
Bab 25. Fasıl.
[52] İbn-i Ebi-1
Hadid’in şerh-i Nehc’ül Belağa kitabı ve Bihar-ül Envar c. 39 s. 2 ve Keşfiıl
Gumme s. 56.
[53] - Tarih-i Yakubi.
[54] - Sire-i Halebi.
[55] îrşadi Müfıd c. 1,2. bab 16 Bölüm Tarihi Teberi ve diğer
kitaplar.
[56] İrşad-ı Mufid,
Fusul’ul Muhimme. S. 21, Zehair’ul Ukba, s. 72. Kifayet’ul Talib, s. 98.
Yenabi’ul Mevedde, s. 48. Usd’ul Gabe, c. 4, s. 28.
[58] Zehair-ül Ukba s.
73. Bu konunun kabulü belki de bazıları için zor gelecektir. Ancak bu konunun
bir mucize olmasına ilave olarak bu gün insanın ruhunda gizli bulunan güçten istifade
edilinerek normal tedavi yöntemi uygulanmadan bir takım hastalık iyileştirmenin
mümkün olduğu ispatlanmıştır. Bu durumda Hz. Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve
sellem böyle bir gücü kullanmağa herkesten daha layıktır.
[59] İrşadı Müfıd c. 1.
s. Bab 31. Fasıl.
[60] Gesaid’us Sab’e.
[61] Feth/27.
[62] Tarihi Teberi Siret-i İbn-i Hişam 2. c. s. 398
İrşad-i Müfid ve Elam-ül Vera.
[63] “Biz seni ancak
bütün alemlere bir rahmet olarak gönderdik “Enbiya/102” ve şüphesiz sen yüce
bir ahlak üzeresin.” (Nun/4)
[64] Tarih-i Teberi.
Müntehal Amal.
[65] Tevbe/24-25.
[66] İrşadi Müfid c. 1-2
Bab 40 Bölüm. Şeyh Müfid bu bölümde şöyle yazıyor: Bu savaşta Hz. Ali’nin
mukavemeti sebebiyle kaçmayan bir kaç Beni Haşim gencinin dışında bütün
Müslümanlar kaçtı. Nitekim Müslümanların geri dönerek düşmana hamle ederek
zafer kazanmaları da O Hazretin Rasûlüllah salla’llâhü aleyhi ve sellem’la
birlikte mukavemet ederek sabit kalmasındandı.
[67] İbn-i Hişam’in
Siret ün Nebi Kitabı, İlam-üi Vera ve İrşadi Müfid c. 1, Bab.
38. Fasıl.
[68] Bihar-ül Envar c.
37 s. 123 Mean-ül Ahbar’dan naklen Menakıb-i îbn-i Meğazili s-24 Şevahid-üt
Tenzil c. 1 s. 190 Fusulül-Muhimme s. 27 ve diğer kitaplar.
[69] İrşad-i Müfıd c. 1
2. bab 50. fasıl El-Gadır c. 1 s. 4 ve 156 Menakib-i îbn-i Meğazili s. 19 ve
diğer kitaplar.
[70] Revzet-ül Vaizin c. 1 s. 203 İhticac-ı
Tebersi c. 1 s. 161 İrşad-i Müfid ve diğer kitaplar.
[71] Fusul-ül Mühimine İbn-i Sabbağ-i Maliki s. 25
Şevahid-ül Tanzil c. 1 s. 190 Menakibi, İbn-i Meğazili s. 16 ve ,27 şerh-i
Nehc-ül Belağa îbn-i Ebi-1 Hadid c. 1 s. 362 Zehair-ül Ukba s. 67 Yenabi’ül
Meveddet s. 37 Tefsir-ül kebir-i Fahri Razi ve diğer tefsir ve kitaplar.
[72] Fusul-ül Mühime s.
28.
[73] Vucuh-u Kur’an s.
278.
[74] Biharül Envar c. 37
s. 199 Naklen Tefsir-i Kurni s. 277 ve İrşadi Mufid.
[75] Şevahid-üt Tenzil c. 1 s. 193 Menakibi İbn-i
Meğazili eş-Şafıi ve el-Gadir c.l.
[76] Bihar’ul Envar, c.
37, s. 156. Şevahid’ut Tenzil, c. 1 s. 157.
[77] Daha çok bilgi için
bkz. Tefsir’ul Mizan c. 5.
[78] Tezkire-i İbn-i Cevzi, Eski baskı, bab 2, s.
20.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar