Print Friendly and PDF

DR. ALEXİS CARREL DUA

Bunlarada Bakarsınız




Bencillik, cimrilik ve ihtiras, şahsiyeti kısırlaştırır, manevi duyguyu karartır, zekâyı söndürür.

Alexis Carrel, 28 Haziran 1873'de Fransa'nın Güney Doğu kesiminde bulunan ticaret ve sanayi şehri Lyon yakınında ( Sainte-Foy- Les-Lion )da dünyaya geldi. Hali vakti yerinde bir ailenin çoçuğuydu. Dokuma sanayinde çalışan babasını pek genç yaşta kaybetti. O zaman, küçük Carrel, henüz beş yaşında bulunuyordu. Annesinin yanında, şefkat ve ihtimamla büyüdü. Bir aralık, hareketli oluşuna kapılarak, silahlı ve üniforma altına girmek istedi. Fakat annesinin rıza göstermemesi üzerine, askerliği meslek olarak seçmekten vazgeçerek, yine annesinin nasihatiyle 1891 de Lyon Tıp ve Eczacılık Fakültesine kaydoldu. Hareketli bir meslek olarak doktorlukta onu kendisine çekmişti. Bir müddet sonra, dostlarından birine tıbbı seçmesinin sebeplerini anlatırken; '' Bulmak, gerçekleştirmek, keşfetmek istiyor; mucizevi ameliyatlar, cerrahi hünerler, kimsenin kullanmadığı yepyeni usuller, hayal ediyordum '' diyerek, mesleğine karşı beslediği sevgiyi belirtiyordu.

Fakülteyi bitirdikten sonra, doktoraya hazırlanmaya başladı. Tez mevzu olarak, boğaz kanserini seçti. 1896 da doktorasını müteakip, hastanelerde ihtisasa başladı. 1898 de anatomi asistanı ve ertesi sene de, anatomi dersleri için, kadavra parçaları hazırlama vazifesini üzerine aldı.

İlk Çalışmalar;

1894'de, o zaman ki Fransız Cumhurbaşkanlarından Carnot, Lyon'da katledilmişti. Bir yakınına, hadiseyi Carrel şöyle nakleder; '' Onun hemen yakınında bulunuyordum, ilk tedavisinde hazır bulundum. Çok kan kaybediyordu. O zaman, kanaatim, hatta içimdeki ses, alman tedbirlerin faydasızlığı merkezinde idi. Tek kurtuluş çaresi, harp yaralılarına şimdi yapıldığı gibi, kan deveranı yavaşlatılacaktı. Böyle, güzel bir bayram akşamı, herkes eğlenirken, onun hayatı terk edişine sebep olan kanının, damla damla akışını, hala duyuyor gibiyim. İşte o zaman bu çeşit ölümleri önlemek için, kendimi bu işe hasretmeye karar verdim.''

Bunlar genç doktorun kanla ilgili araştırmalar sahasında ihtisas yapmasına vesile olan hadiselerdir ki, çalışmalarına, bundan sonra hız vermiştir. İlk çalışmaları, onu 1902 de yeni bir keşfe sevk etti. Carrel'in bu keşfi, ameliyat yaralarının dikişine dair yeni bir usuldu. Bu yeni buluşunu, o zaman yazdığı bir kitapta etraflıca ortaya koymuştu. Fakat hocaları, fikirlerini çok şahsi bulduklarından, kendisini şüphe içinde karşıladılar.

Karşılaştığı anlayışsızlıktan çok muzdarip olan Carrel, Amerika'ya gitmeye karar verdi. Çok sevdiği doktorluğu, araştırmayı terk edip, Kanada da hayvan yetiştiriciliği ile meşgul olmayı aklına koymuştu.

Rockefeller Enstitüsü;

Carrel, Kanada'da hayvan yetiştiriciliği yapmadı. Amerikalı milyarder Rockefeller, Newyork ta tıbbi araştırma tecrübeleri yapan bir enstitü kurmuştu. ( Rockefeller İnstitute for Medical Research ) Genç bilgin buraya çağırılmakta gecikmedi. İkinci Dünya harbine kadar, biyolojik araştırmaları ile ün salan ve en faal merkezlerden olan bir laboratuarı, Carrel inşa etmiştir.

Carrel'in araştırmaları, umumiyetle dokuların aşılanması, organların organizma dışında yaşamaları ve hücrelerin tabii muhitleri dışında gelişmeleri ile ilgilidir.

1912 de Carrel. Dr.Ebeling'le beraber, en ilgi çekici tecrübesini gerçekleştirmişti. Henüz, yumurta içindeki bir civcivin kalbinden aldığı hücre lifini ( fibroplaste) tüplerde yaşatmaya ve üretmeye muvaffak oldu. Bu tecrübe, tıpkı lif, pilicin bütününden ayrılmamış gibi, normal bir gelişme seyri takip etti. Bu deney 1940 senesi Ocak Ayına kadar tam yirmi sekiz sene, aralıksız devam ettirildi. Belki daha da devam edecekti; fakat 1940'da Carrel, Fransa'ya dönüyordu. Sonra, beraber çalıştıkları Dr. Ebeling'de alevi sebepler yüzünden, laboratuarla meşgul olamadığından, Carrel'in eşi Anne Carrel, bu deney son vermek mecburiyetinde kaldı.

Bu temel deney ile Carrel, canlıların en küçük parçası olan hücrelerin ölmezliğini ispat etmişti.

1912 senesinden itibaren, dokuların üreme devri açılmış ve Carrel, bu buluşundan dolayı, o sene tıp Nobel mükâfatını kazanmıştı. 1914 de vatani vazifesini yapmak üzere Amerika'dan memleketi Fransa'ya döndü. Birinci Dünya harbinin patladığı bu sıralarda, dört sene, yeni bulduğu usullerden faydalanarak, eşi Anne Carrel'le beraber, binlerce harp yaralısını ölümden kurtardı. Bunun için, seyyar hastaneler kurdu ve o zaman yeni olan antiseptik usulleri tatbik etti.

Harpten sonra, tekrar New- York' taki laboratuarında ve deneylerinin başında döndü. 1931 senesinde, kanser araştırmalarından dolayı, Nordhoff-Jung madalyasını kazandı. Dört sene sonra, Carrel'i çalışmaları yeni keşiflere doğru sürükledi. Bu araştırmalarından dolayı, genç bilgine hayran kalan Charles Lindberg isimlibir pilot, Carrel'in emrinde çalışmaya başlamıştı. 1935'de bu pilotun teknik ve mekanik bilgilerinden de istifade ederek, hücre dokularının kültüründe ( üreme ) olduğu gibi, tabii ortamları dışında organların kültürünüde mümkün kılacak yeni bir cihaz meydana getirmeyi tasarladı. İnsanlığın, büyük bir önemle üzerinde durduğu bu usul sayesinde, yıpranmış bir uzuv, vücuttan çıkarılacak ve tıpkı hastanın, tedavi maksadıyla hastahâne ye yatırılması gibi, eskimiş organ da, bu cihaz içine yerleştirilerek, eski haline iade edilecekti. Bu sayede, organ yeniden gençleştirilmiş bir halde, vücut bütünündeki yerini alacaktı. Böylece, yerinden sökülen parça, eski halini aldıktan sonra, yine kendi buluşu olan gayet ince dikiş metotlarıyla, damarlar da dâhil, vücuda yamanacaktı.

Beşeri meselelerin tetkiki için kurulan tesis;

Canlı uzviyetin bu şekilde derinden tetkiki ve sırları hakkındaki istifhamlar, Carrel'i yavaş yavaş insanın tetkiki mevzuuna temas eden ve insanın istikbalini ilgilendiren problemler üzerinde düşünmeye sevk etti.

Bu vesile ile 1935 senesinde, büyük bir yankı bırakan '' İnsan, bu meçhul '' adlı eserini neşretti. Carrel, burada, çeşitli bilgiler açısından, fakat daha çok psikolojik ve fizyolojik yönlerden, insanı içine alan tam bir tahlil yapmakta ve modern hayatın geniş bir tenkidine girişmektedir. Eser '' insanın yeni baştan inşası'' luzumu ve bu yenileştirmeyi tahakkuk ettirecek yeni bir seçkinler zümresinin teşkili gerekçesi ile sonuçlanmaktadır.

Carrel, 1941 de Fransa'ya döndükten sonra Aralık ayında, '' Beşeri meselelerin tetkiki için Fransız tesisi'' ( Fondation Française pour l'Etüde des Problemes Humains ) adıyla bir tesis kurdu. Bu kurum, ''insan'' a ahenkli bir hayat teminini mümkün kılan şartları hazırlayarak yukarıda bahsedilen modern medeniyetin getirdiği buhranı izale edecek bir beşeri araştırmalar merkezini teşkilatlandırmak suretiyle kendi ideallerini gerçekleştirecekti. Tesisin gayesi, '' medeni insanlığın manevi ve uzvi durumlarını islah etmek '' yani her bakımdan üstün bir insan neslinin yetişmesi için çalışmaktı. Fakat ömrü buna kafi gelmedi.

1944'de Carrel, '' Dua'' hakkındaki küçük eserini neşretti. Burada yazar, manevi temayüllerini ifade etmekle '' İnsan, Allah'a su ve hava kadar muhtaçtır '' diyerek, insandaki ahlak duygusu, güzellik duygusu, zeka ve diğer fiziki ve ruhi faaliyetler kadar, din duygusunun da, ferdin gelişiminde önemli bir rol oynadığını, kısaca müspet ilimler yanında dine de ehemmiyet verilmesinin zaruri olduğunu göstermekte ve din duygusunun bir ifadesi olan duanın, insan ruh ve bedeninde hasıl ettiği mucizevi değişikliklere işaret ederek insanlığın bu duyguyu ihmal edemeyeceğini delilleriyle izah etmektedir.

Hayatın son demleri çok ıstıraplı geçti. Kendisi harpten sonra, düşmanlarla işbirliği yapmak suçuyla itham edildi. Bu ağır itham, ölümünü çabuklaştırdı ve nihayet 1 Kasım 1944 de akciğer ödemi denilen bir hastalıktan, Paris'te vefat etti.

Carrel geriye, ölümünden sonra neşredilen birçok eser bıraktı.

Lourdes ziyareti ( 1949 ) Hayatın sevk ve idaresi üzerine düşünceler ( 1911 ) günden güne ( 1916 ) gibi eserlerinde de yine müdafa ettiği fikirler görülmektedir.

Carrel'in Fikirleri;

'' Hayatın sevk ve idaresi üzerine düşünceler '' yazarı, '' bizi dejenerelik ve başıboşluk içinde bozulmak, tehlikesinden korumak amacıyla devamlı bir medeniyet kurmak'' için artık insanlığın kendi mukadderatının mühim bir çağına ulaştığını ifade ediyor.

Mücerret kavramlara itimadı olmayan Carrel, '' müşahhas hakikate doğru ilerlememiz'' ve gayesi '' her fertte insanlık örneğini gerçekleştirmek '' olan hayat kanunlarının samimi suretle tabi olmamız icap ettiğine inanmaktadır.

Carrel'e göre başlıca hayat kanunları üç tanedir;

1- Hayatın korunması kanunu

2- Hayatın idamesi kanunu

3- Ruhun tekamülü kanunu

 

Birincisi bize, hayata hürmet etmemizi emreder. Yani öldürmeyi men eder. Carrel maddi cinayetler yanında manevilerinden de sayısız örnekler vererek müphem ihtiyaçlarımızın fiyatlarını bizzat arttıran muhtekiri, zararlı maddelerin imalatçısını, zararlı maddelere karşı işçilerini korumayan sanayiciyi, de imtihanlarına hedef tutar. Hayata kast etmek, sadece onu ortadan kaldırmakla değil, fakat onu kösteklemek, söndürmek ve ıstıraplı hale koymakla da olabilir. Fiziki veya manevi olsun, uğranılan ıstıraplar, kötü tedaviler, iftiralar, hayatiyetimizi söndüren, sinir sistemimizin ahengini bozan, hastalıklara yol açan, ömrün devamı ve saadetini azaltan düşünce, hareket ve itiyatlarda aynı mahiyettedirler. Mesela, gurur ve hiddet zararlıdır, çünkü bunlar zihin ve sinir muvazenesini altüst ederek hükümlerimizi sahteleştirir.

Bencillik, cimrilik ve ihtiras, şahsiyeti kısırlaştırır, manevi duyguyu karartır, zekayı söndürür.

Bu kanunu yalnız menfi manada anlamamak lazımdır. Bize aynı zamanda hayatımızı daha geniş, daha derin daha cesur, daha neşeli hale koymak, ruhi ve bedeni faaliyetlerimizi keyfiyet, kemiyet ve kuvvet bakımından arttırmamızı emreder.

 

Hayatın idamesi kanununa gelince, bu insanlığın geleceği ve kökleri ile ilgilidir. Carrel modern medeniyet nimetlerinin evi istikbali için varlığı arzu edilmeyen, kusurlu fertlerin çoğalmasına, imkan verişinden endişe ediyor. Birçok doktor ve biyolojist tarafından da ortaya koyulan formülleri ileri sürerek Carell, şu neticeye varıyor; '' Cemiyet için büyük bir yük olacak dejenerelerin, ahmakların, alkoliklerin, tüberkilozların artmasını önlemek lazımdır. Yine burada mesele fiziki olmaktan çok psikolojiktir. Geçimsizlikleri, ifratları, zinaları, boşanmaları ve tekrar evlenmeleriyle çocukların varlığını tehlikeye sokan ana-babalar , hayatın idamesi kanunu vahim bir şekilde ihlal etmektedirler.

İlk iki kanun, daha amirane olduğu halde, mukadderatımızın gerçek manasını aksettirmesi bakımından ruhun tekamülü kanunu, ayrı bir hususiyet taşır. Carrel '' bazen hayatı ruha feda etmek mümkündür ama hayatı kurtarmak için ruhu feda etmek çok defa men edilmiştir. Bunun tekâmülü en ulvi kanunlardan biridir.'' demektedir.

Akılla, izahı kabil olmayan veya anlatılamayan hadiselerle daha çok meşgul olan Carrel, ruhu sadece zekanın kapasitesine sığdırmaya asla teşebbüs etmemiştir. Umumiyetle mistizme büyük bir güven duyduğunu belirtmiştir. Yine, zekâyı geliştirmekle yetinilecek olursa, ruhun tekâmülü kanununa çok az riayet edilmiş olunacağına inanmaktır. Carrel bu kanun doğuştan sahip olduğumuz zihni varlığımızın bütününü değerlendirmeye bizi icbar ediyor'' demektedir.

İşte bu kanunlar vasıtasıyla Carrel, insan için büyük bir yenileştirme taraftarıdır. Tehlikeli addettiği müsavatçılığın aleyhinde bulunarak, kuvvetlileri azaltmak, zayıfları arttırmak suretiyle, orta derecelilerin çoğalmasına bir son verilmesini arzulamaktadır. Bu konuda Carrel, '' zihni ve uzvi eşitsizlikleri, ayrı seviyeye indirmektense, bunları ihmal ederek, daha büyük insanlar yetiştirmeliyiz. Böylece, ırsi olmayan bir aristokrasi meydana getirilmiş olacaktır. '' demektedir.

Netice;

'' Matematik ve Fizikte Einstein ne ise, tıbda da Alexis Carrel odur.'' demekle hiçte mübalağa edilmiş olunmaz. İzafiyet teorisi ile matematik ve fizik ilimlerinde reform yapan Einstein, nasıl kendi sahasından bir '' kuyruklu yıldız '' gibi gelip geçmişse, Carrel de keşifleri ve eserleri ile öyledir.

Büyük mütefekkir ve fizyolojist Carrel, tıbbi buluşlarıyla Nobel mükâfatı kazanmış, bütün dünya dillerinde tercüme edilen '' İnsan denilen muamma'' adlı eseriyle büyük akisler uyandırmıştır. '' İnsan ''ı ihmal eden makine ve madde dünyasına büyük darbeler indirmiş, Garpta ruh ve maneviyat cephesinin alemdarlığını yapmıştır.

Büyük adamların çoğunun kaderinde görüldüğü gibi, onun da hayatının son demleri türlü iftira ve ithamlarla geçmiştir. Mesela, ölümden bir kaç sene evvel Fransanın almanlar karşısında çökmesi sırasında düşmanla işbirliği yapan bir vatan haini sayılmıştır. Fransanın kurtuluşunda da '' Biyoloji bakımından elverişsiz '' şahısları kısırlatmış olmakla suçlandırılmış ve vazifesinden atılmıştır. Carrel, bütün bu ithamları reddetmiş, hatta mahkemeye bile verilmemiştir. Bu ağır ithamlar, büyük mütefekkirin ölümünü süratlendirmiştir. Memleketi Fransa bile ona gereken hürmet ve alakayı göstermemiş. Akademilerinde sadece muhabir üye ve irtibat üyeliği sıfatlarını vermekle iktifa etmiş, asil üye olarak seçmemiştir.

Memleketinde çeşitli ithamlar altında kalan Carrel'i bütün medeni âlem tanımakta gecikmemiş, ilmi buluşları, tıp kitaplarına girmiş ve ona hayatının son demlerinde çok görülen hürmet ve itibarı fazlasıyla göstermiştir. Eserlerinin, defalarca yeni baskısı yapılmış ve hala da yapılmaktadır. Hatta evvelce müsvettelerini hazırlayıp, neşrine ömrü vefa etmeyen çalışmaları da yakınları tarafından bastırılmıştır.

Komünist ve materyalistlerin nefret ettiği doktor Carrel, yeryüzündeki bütün ruhçu ve maneviyatçıların sevgisini kazanan büyük alim ve filozoflar arasındadır.

DUA KİTABI

 

Giriş

Biz, Batılı insanlara; akıl,sezgiden, histen daha üstün görünüyor. Zekâyı, hislerimize daha çok tercih ediyoruz. İlim parlarken din sönüyor. Descartesi’i takip ediyor, Pascal’ı bırakıyoruz. Rene Descartes (1596-1650) ve Blaise Pascal (1623-1662) birbirlerine benzer iki Fransız filozofudur. İkisi de matematikçi, ikisi de Allah'çı ruhçudur. Fakat vardıkları neticeler ve o düşüncelerin zamanımız düşüncesine şekil veren tesirleri çok farklıdır.

Descartes, herşeyden şüphe ile işe başladı. Fakat şüphesi, ‘’şüphe etmek için şüphe değil’’,’’anlamak için şüphe’’ olmuştu.(je pense,donc je suis = düşünüorum, o halde varım) da felsefesini kurmuştu. Bu dayanak noktası, onu, (rationaliste=akıcı) ve (spiritualiste=ruhçu)yapmıştı. Fakat; hakikatte (emprisme =görgücülük,deneycilik) ve metaryalizm’e (maddecilik)yaklaşıyordu.

Fizikte ve matematikte Descartes’in rakibi olan Pascal da,aynı fikir ve çilelerini çekmiş fakat ondan daha ötelere varabilmiştir.Aklın bütün kudretsizliğinigörmüş,şüpheci olmuş;insan tabiatının bütün çirkinliklerini farkediş onu(pessimiste=bed’bin)yapmıştı:ama nihayet iç duygu veya sezgi diyebileceğimiz kalp gözü ile Allah’I bulmuştur.

Hem de kendimizde,evvela zekayı geliştirmeye bakıyoruz.Ahlak.güzellik ve bilhassa din duygusu gibi ruhun akla,zekaya ait olmayan faaliyetlerine gelince,bunlar hemen tamamiyleihmal ediliyorlar.Bu temel faaliyetlerin,cılızlaşması,modern insanı ruhen,manen kör bir mahluk durumuna sokuyor.Böyle bir illet,onun cemiyette iyi bir terkip maddesi olmasın mani oluyor.Medeniyetimizin çöküşünü,işte ferdin bu fena kalitesine affetmek gerekir.Hayatta muvaffak olmak için akıl ve madde kadar,maneviyatın da zaruri olduğu görülmektedir.O halde zekadan daha çok;şahsiyete kuvvet verendimagi,zihni faaliyetleri kendimizde sür’atle diriltmeliyiz.Bunların arasında,en bilinmeyeni,kudsiyet veya din duygusudur.

Yorum; Descartes için Allah,meçhullerin boşluğuna asılan bir çengel gibi idi,onun üzerine,artık sadece aklın düzenlediği sonsuz çengeller eklenebilir ve akla sarsılmaz bir güvenle bağlanabilirdi.Bu yüzdendir kiPascal: ‘’Descartes’i affedemem;bütün felsefesinde Tanrı’yı işe karıştırmamayı çok istiyordu;fakat alemi harekete geçirmek için.ona ilk fiske vurdurmamazlık edemedi;bundan sonra artık Tanrı’’ya ihtiyacı kalmadı’’diye muaheze etmiştir. Günümüzün inkarcı ve maddeci bütün görüşlerinde Descartes’in Dekartçılığın izlerini bulmak kabildir.Halbuki,bugün pozitivizm ve meterializm çoktan iflas etmiştir. Modern fizik ve fizikçi,Allah’çı ve Allah’lıdır.İnsanda hissi kablel vuku veya altıncı his denilen duyguyu inceleyenparapsikoloji diye genç bir ilim doğmuştur.Bu itibarla Pascal gibi filazoflar,ehemmiyetlerini gün geçtikçe daha çok hissettiriyorlar.

Din duygusu,ekseriya dua ile ifade olunur.Dua ,din duygusu gibi tamamen ruhi bir hadisedir.Halbuki,Ruhi alem,tekniğimizin varamadığı,nüfus edemediği, bir yerdedir.O halde,duanın müspet olarak bilinmesini nasıl temin edebiliriz?İlmin sahası,çok şükür,gözle takibi mümkün her şeyi ihtiva ediyor ve fizyoloji ilmi sayesinde ruhi tezahürlere kadar yayılabiliyor.O halde,dua hadisesinin,meydana geliş tekniğinin ve tesirlerinin nelerden ibaret bulunduğunu,dua eden insanın sistematik bir müşahadesiyle öğreneceğiz.

Yorum; Aklı sezgiyle yıkan meşhur filazof Bergson,iki filazof Bergson,iki filazof için: ‘’Bilhassa saf aklı müdafaa eden felsefeler Descartes’e bağlandğı gibi,vasıtasız bilgiyi,iç hayatı ön plana alan ve bunlara başlıca ehemmiyeti veren modern felsefe cereyanları da Pascal’a bağlanırlar’’der.

Şimdi ,Batıda uyanmakta olan modern maneviyatçılık doğrudan doğruya Pascal’a bağlanmakta ve insana ne olduğunu,nereden geldiğini,nereye gittiğini bilmek kadar faydalı ve lüzümlu bir şey olmayacağı fikrini yerleştirmektedir.Yine insanın neye bağlanabileceğinin cevabını da Pascal şöyle veriyor:’’Allah’tan uzaklaşan ,Allah’ı aramayan insan,ne kendi sinde,ne de dışında hakikati ve saadeti bulamaz.’’

Duanın Tarifi

Dua, daha ziyade, ruhun iç aleme doğru bir gerilmine benzemektedir.Umumiyetle dua,bir şikayetten, bir ıstırap çığlığından, bir yardım dilemeden ibarettir;bazen herşeyin üstünü ve ezeli aslisinin huşu içinde bir nevi temaşası olmaktadır. Duayı ,ruhun Allah’a yükselişi şeklinde de tarif etmek mümkündür. Yahut da hayat harikasını, mucizesini yataran bir varlığa karşı gösterilen sevgi ve tapma fiili şeklinde…Hakikaten dua, insanın görünmez bir varlıkla,mevcudatın yaratıcısıyla,hepimizin kurtarıcısı ve hamisiyle fikren ve hissen münasebete geçmek için yapılan gayreti temsil eder. Ezberlenmiş, basit formullerden uzak olan gerçek dua,Şuurunun Allah düşüncesiyle kendinden geçtiği mistik,esrarlı bir haldir. Bu hal akli ve zihni cinsten değildir; filozof ve bilginler için hala anlaşılmaz olduğu kadar, aklın kavrayamadığı bir durum olarak da kalmaktadır.

Tıpkı, hiçbir kitabi bilgiye dayanmayan güzellik ve aşk duyguları gibi..Basit ve sade insanlar, Allah’ı güneşin harareti ve bir çiçeğin kokusu olarak tabi olarak hissederler. Fakat, Sevmesini bilene çok yakın olan Allah,aklı ile anlamak isteyene de o kadar uzaktır, gizlidir. O’nu anlatmak icabettiği zaman,söz ve fikir aciz kalır. İşte ,bunun içindir ki,dua ,en yüksek ifadesini, zekanın karanlık gecesine doğru atılan bir aşk hamlesinde bulmaktadır.

Usulu - Dua Nasıl Edilir ?

Duanın şekline gelince: Allah’a yöneltilen kısa emellerden tefekküre, köylü kadının,yol kavşaklarındaki çarmıhların önünde kullandığı basit kelimelerden, katedral kubbeleri altında yükselen muhteşem Gregoryan namelerine kadar değişiktir.

Nasıl dua etmek lazımdır? Saint-Poul’den-Saint-Benoit’ye kadar ve yirmi asırdır Batı halkına dini hayatı öğreten isimsiz havariler kalabalığı mistik hıristiyanlardan duanın usulünü öğrendik..Platon’un Tanrı’sı kendi büyüklüğünde, ulaşılmaz bir varlıktı. Epiktet’inki ,eşyaların ruhu ile karışıyordu.Yahova, aşk değil, korku ilham eden Doğulu bir despot idi.

Bunların aksine, Hristiyanlık, Tanrı’yı insan anlayışına yaklaştırmış,Ona bir veçhe vermiştir.Ve onu hamimiz,sırdaşımız,kurtarıcımız yapmıştır. Allah’a ulaşmak için kanlı fedakarlıklara, karışık merasimlere lüzüm yoktur. Dua, Çok kolaylaşmış, Usulü de basitleşmiştir. Dua etmek için sadece bir ceht ile Allah’a yönelip, Kalbini ona bağlamak lazımdır. Bu ,ceht, akıl ve fikir yoluyla değil, sevgi hissiyle olmalıdır.Mesela Allah’ın büyüklüğünü tefekkür etmek kafi değildir;bununla birlikte, en azından bir aşk ve iman ifadesi taşimalıdır. Böylece dua, sevgi ve aşkla inkilap edebilmesi için evvela akli ve fikri tasavvurlardan hareket eder.Uzun veya kısa olsun, sesli veya içten olsun, dua, bir çocuğun babasıyla konuşmasını, sohpetini andırmalıdır; olunduğu gibi görünmelidir.Hülasa, bütün varlığıyla, sevilir gibi dua edilir.

Duanın şekline gelince: Allah’a yöneltilen kısa emellerden tefekküre, köylü kadının,yol kavşaklarındaki çarmıhların önünde kullandığı basit kelimelerden, katedral kubbeleri altında yükselen muhteşem Gregoryan namelerine kadar değişiktir.

Duanın müesseriyetine, tantananın, büyüklüğün ve güzelliğin luzumu yoktur. Pek az insan azizler gibi dua etmesini bilir fakat, duanın üstün söz sahibi olmaya ihtiyaç yoktur. Neticeleri bakımından duanın değerine hükmedildiği vakit, en mütevazi yakarış ve hamd bile, en güzel münacaatlar kadar bütün varlıkların Maliki indinde kabulu mümkün görünmektedir. Şuursuz olarak okunan düsturlar, bir mumun alevi bile ,bir nevi duadır.Yeter ki, bu cansız, ruhsuz formüller ve bu maddi alev, insanın Allah'a doğru atılışını, hamlesini sembolleştirsinler. Bir iş veya hareketle dahi dua edilebilir. Bir azizin dediğine göre (St.Louis Gonzague) vazife görme duayla eşittir. Allah'a bağlanmanın, O'nunla birlik olmanın en güzel şekli, hiç şüphesiz tamamen onun ifadesini yerine getirmektedir. ''Rabbimiz, hükmün gelsin, gökte olduğu gibi,yer de de iraden tecelli etsin''Allah'ın isteğini, iradesini yerine getirmek,hiç şüphesiz ,dokularımızda,kanımızda ve ruhumuzda yazılan hayat kanunlarına itaat etmekten ibarettir.

Yeryüzünden bulutlar gibi yükselen dualar,sahipleri kadar birbirinden farklıdırlar.Fakat, değişik olarak,iki temadan,mevzudan ibarettirler:aşk ve ızdırap.Muhtaç olduğumuz bir şeyi Allah'tan dilemek tamamiyle meşru bir harekettir.Fakat,bu ihtirasın mükafatlandırılmasını veya kendi gayteinizle kolayca elde edebileceğimiz bir şeyi Allah'tan istemek abes ve manasızdır.Sıkıntılı,devamlı ve ısrarlı istekler muvaffak olur.
Yol kenarına oturan bir ama,kendisini susturmak isteyenlere rağmen,yalvarışlerını ggittikçe yükselterek inliyordu.oradan geçmekte olan Hz.İsa:''İmamın kurtardı seni,'' demişti.
En yüksek ifadesiyle dua bir istekle nihayet bulur.İnsan herşeyin sahibine,O'nu sevdiğini,nimetlerinden dolayı şükrettiğini,ne olursa olsun O'nun iradesini yerine getirmeğe hazır olduğunu arzeder,anlatır.Dua bir temaşa,dalma haline gelir.

Yaşlı bir köylü,boş mabedin arka sıralarından birinde oturmuştu.Kendisine: Niye bekliyorsunuz diye sorulduğu vakit:O'na bakıyorum,o da bana bakıyor diye cevap vermiştir. Bir usulün kıymeti, onun neticeleriyle ölçülür. İnsanı Allah'la temasa getiren her şey iyidir.

Nerede ve Ne zaman Dua Edilir?

Nerede ve ne zaman dua edilebilir? Her yerde dua edilebilir. Sokakta, otomobilde, trende, broda, mektepte, fabrikada,..Fakat kırlarda , dağlarda veya korularda veya sessiz bir odada daha iyi dua edilir. Mabette yapılan merasimli dualarda vardır. Fakat, Dua mahalli ne olursa olsun, Allah yalnızca iç huzuruna kavuşan insana mukabele eder, onunla konuşur. İç huzuru bazen uzvi ve zihni durumumuza ve içinde bulunduğumuz muhite bağlıdır. Bugün ,şehir sakinlerinin, kısa bir müddet için bile olsa, iç sukunetlerini tesis için fizik ve psikolojik şartları bulabilecekleri dua mahallerine, tercihen ibadethanelere, ihtiyaçları vardır.

Şehrin gürültüleri arasında, böylece güzel ve hüsna kabul gösteren sulh adacıkları meydana getirmek ne zordur ve ne de büyük bir masrafa bağlıdır.Bu melcelerin,sığınakların, sessizliği içinde insanlar, düşüncelerini Allah'a yükselterek, medeniyetimizin tahrip ettiği uzuv ve adaletlerini dinlendirmek, ruhlarını teskin etmek, hükümlerini berraklaştırmak ve,çetin hayat şartlarını omuzlarında taşımak gücünü kazanabileceklerdir.

Dua,bir alışkanlık haline gelmek şartıyla,karektere tesir eder.''O halde,sık sık Allah'ı düşünün.'' der. Sabahtan dua edip de günün geri kalan kısmını barbarca geçirmek, manasız ve saçmadır. Bir anlık düşünce veya zihni münacaatlar, İnsanı Allah huzurunda tutabilir. Bütün hattı hareketimiz ilhamını, o duadan alacaktır. Böyle anlaşılırsa dua, bir yaşayış tarzı haline gelir.

Dua'nın Tesirleri

Dua uygun şartlar içinde yapılacak olursa, daima bir neticeyi takip eder. Ralf Walda Emerson (1803-1882)'' Hiç bir insan karşılığını almadığı bir dua etmemiştir'' diye yazar.

Böyle olduğu halde,modern insanlara göre,dua,hükmünü doldurmuş,battal bir alışkanlık;faydasız boş bir batıl itikat;bir medeniyetsizlik,barbarlık kalıntısı olarak tasavvur edebilmektedir.Fakat hakikatte,duanın tesirlerinden hemen tamamiyle habersiz yaşıyoruz. Bu husustaki bilgisizliğimizin sebepleri nelerdir? İlk sebep,duanınn nadir yapılışı seyrekliğidir. Din veya mukaddes duygusu,medenilerde kaybolmak üzeredir. Muhtemeldir ki, devamlı olarak dua eden Fransızların,nüfusa nispeti % 4 veya 5 i geçmez.Sonra başka bir sebepte duanın ekseriya yemişsiz,verimsiz ve akim kalışıdır.Çünkü,dua edenlerinin çoğunun, egoist, bencil, yalancı, kibirli, aşk ve iman yoksulu mürailer teşkil etmektedir.

Nihayet,bazen tesirleri görülüncede,onlar bizden kaçar uzaklaşırlar.İstek ve aşkımıza,adet üzere his hissolınmaz, hemen işitilmez bir şekilde cevap verilir. bu cevabı fısıldayan,içimizdeki zayıf sesde,dünyanın hır gürü arasında kaybolup gider, duanın maddi neticeleri bile, meçhul ve umumiyetle diğer hadiselerle karıştırılmaktadır. Din adamları arasında dahi, pek az kimse bu neticelerin tam bir müşahahedesini yapmak fırsatını bulabilmişlerdir.

Hekimler de kendi sahalarına giren hususları ilgisizlik yüzünden tetkik etmeden geçmektedirler. Diğer taraftan ,müşahitler, alınan cevabın beklenenden daima uzak olması yüzünden yollarını şaşırmaktadırlar.

Mesela; uzvi, organik bir hastalığının iyi olmasını arzulayan bir kimse,yine hasta kalmakta devam etmekte;fakat derin ve ifade edilmez bir moral,ruhi değişikliğe maruz kalmaktadır.Böyle olduğu halde,dua etme alışkanlığı her nekadar nüfus çoğunluğu içinde, istisnaii bir durum arzediyorsa da nispeten ecdadının inançlarına sadık kalmakta devam eden topluluklarda sık görülen bir haldir. Bugün ancak duanın tesirini,bu gruplar içinde tetkik etmek kaabildir.Sayısız tesirleri arasında hekim, ekseriya psiko-fizyolojik ve tedaviye ait olanlarını müşahede etmek fırsatına sahiptir.

Psiko - Fizyolojik Tesirleri

Dua , kalitesine (keyfiyeti), şiddet ve kuvvetine, frekansına(tekerrürüne)göre, ruh ve beden üzerinde tesir yapar. Duanın frekansını ve belli ölçüler içinde şiddetini tanımak kolaydır. Fakat kalitesi meçhul olarak duruyor; çünkü başkasının aşk ve iman derecesini ölçecek bir vasıtaya sahip değiliz. Bununla beraber dua edenin yaşama tarzıbizi, Allah'a yolladığı isteklerinin, yalvarışlarının kalitesi hakkında aydınlatabilir. Duanın değersiz ve bazı distturların şuursuz okunmasından ibaret olduğu zaman bile, davranış üzerine bir tesiri olur. Mukaddes ve ahlak duygusunu aynı zamanda kuvvetlendirir.

Dua edilen mahaller, vazife duygu ve mesuliyetinin devamlılığiyle, kıskançlık ve kötülüğün daha az olması ve başkaları hakkında biraz iyilik, hayırseverlikle temayüz ederler. İspat edilmiştir ki fikri ve zikri gelişmenin eşit olması halinde karekter ve ahlaki değer, dua eden kimselerde, ortalama bir durumda da olsa, etmeyenlere nazaran daha yüksektir.Dua alışkanlık haline geldiği ve yanık olduğu zaman, tesiri çok berraklaşır. Duayı ,iç iflaz guddelerinden birine benzetmek mümkündür.

Mesela;troid ve böbrek üstü guddeleri gibi. Dua, bir nevi, zihni ve uzvi istihaleden, değişiklikten ibarettir. Bu istihale gittikçe artan bir sür'atte olur. Sanki şuurun derinliklerinde bir ışık yanmıştır. İnsan, kendini olduğu gibi görür. Egoizmini, hırsını, hatalarını, gururunu keşfeder. Ahlaki vazifelerini yapmaya hazırdır. Fikri ve zihni tevazuu, olgunluğu kazanmaya çalışır. Böylece,o insanın önünde iyilik saltanatının kapıları açılır.Yavaş, yavaş ruhi bir sukuna kavuşur;asabi ve ruhi faaliyetlerinebir ahenk hakim olur;fakirliğe,iftiraya,kadere karşı büyük bir sabır kazanır;ölüme, hastalığa, ıstıraba, yakınlarının kaybına azim bir tahammül gösterir. Duaya koyulmuş bir hastasını gören hekim sevinebilir. Duanın doğurduğu huzur, tedavide kuvvetli bir yardımcıdır.

Bununla beraber, duayı morfine benzetmemelidir.Dua edenin saf ve temiz bakışları, berrak, neşeli ifadesi, vakur, efendi hali, icap ettiği zaman askerin veya şehidin ölümü küçümsememesi, hepsi birden ,uzuvların ve ruhun derinliklerinde saklanan gizli hazinelerin mevcudiyetini ifade ederler.Duanaın,insani eğitim,öğretim ve irsiyetle elde edilen dimaği seviyenin üstüne çıkardığı görülmektedir. Allah'la olan bu temas, onları sulh ve sukuna garkediyor,yüzlerinde huzur ve neşe okunuyor.Gittikleri her yere sulh ve sukunuda yanlarında götürüyorlar. Maalesef ,şimdiki dünyada tesirli şekilde dua etmesini bilen pek az sayıda insan var.

Tedavideki Tesirleri

Her devirde, duanın tedavi üzerindeki tesirleri, insanların dikkatini çeken başlıca mevzulardan biri olmuştur. Bugün dahi dua ile meşgul olunan yerlerde, Allah'a ve azizlerine hitap eden yalvarışlar neticesinde elde edilen şifalardan çok sık bahsedilmektedir.

Fakat,kendi kendine veya mutat tedavi ile iyi olabilen hastalıklar bahis mevzu olunca, şifanın gerçek amillerinin ne olduğunu anlamak zor olmaktadır. Sadece,her türlü tedavinin imkansız veya başarısız olduğu hallerde,duanın neticeleri, kat'i şekilde tayin ve tespit edilebilmektedir. Lourdes(Fransa'da dua ve telkin yoluyla tedavi yapılan mukaddes mahal)sağlık bürosu,bu şifaların gerçekliğini ispat ederek ilme büyük hizmetlerde bulunmuştur. Dua adeta infilaki bir tesire sahip:bu yolla;kanser, böbrek iltihapları, ülser, deri, akciğer, kemik veya karın zarı veremi gibi hastalıkların sür'atle iyileştikleri görülmüştür. Hadise, hemen tamamiyle aynı şekilde vuku bulmaktadır.Evvela büyük bir ıstırap,sonra iyi olduğunu hissetmek..Bir kaç saniye, en fazla bir kaç saat içinde arazlar kaybolmakta ve anatomik yaralar kapanmaktadır. Mucize,normal iyileşme süresinin son derece kısalmasiyle temayüz etmektedir.Gerek fizyolojistler, gerekse cerrahlar, tecrübeleri esnasında, şimdiye kadar tedavide böyle bir çabukluğa şahit olmamışlardır.

Bu hadiselerin meydana gelmesi için, hastanın bizzat dua etmesine lüzum yoktur.Henüz konuşmasını bilmeyen küçük çocuklar ve Allah'a inanmayanlar bile Lourdes'da iyi olmuşlardı.Fakat,onların yanında biri dua ediyordu.Başkası için yapılan dua,bizzat yapılan duadan daima çok daha verimlidir.Duanın tesirinin,onun şiddet ve kalitesine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.Bugün,Lourdes'da meydana gelen mucizeler, kırk elli sene evvelki gibi sık görülmektedir. Zira, hastalar eskiden burada hakim olan şefkatli ve deruni, havayı bulamıyorlar.Artık,ziyaretçilerin çoğunu turistler teşkil etmekte ve dualarda tesirsiz kalmaktadır.

İşte, şahsen benim, duanın neticeleri hakkında edindiğim bilgiler bunlardır. Bunların yanında daha bir çok, hatta bugünkü modern tarih bile,böyle mucizevi vak'alardan bahseder.Hiç şüphe yokki, mesela Ars papazına (asıl ismi Vianney olan papaz,1786-1859 arasında yaşamış ve 1925 de Hristiyan azizleri arasına ithal edilmiştir.) atfedilen mucizeler gerçektir.Bu hadiselerin hepsi,bizi keşfi henüz başlamamış ve suprizlerle dolu olan yeni bir aleme sokmaktadır. Kat'i olarak bildiğimiz bir şey varsa.o da duanın elle dokunabilir,gözle görülebilir tesirler meydana getirdiğidir.Ne kadar garip görünürse görünsün, bir hakikat olarak kabule mecburuz ki, her kim bir kapı çalsa, kapı ona açılır ve eğer isterse, içeri alınır.

Dua'nın Manası

Hülasa olarak dua, Allah, insanı dinliyormuş ve ona cevap veriyormuş gibi cereyan etmektedir. Duanın tesirleri bir hayalden ibaret değildir.

Kainatın esrarı ve etrafını çeviren tehlikeler karşısında insanın duyduğu korkunun neticesi diye dini duyguyu küçümsememek lazımdır. Ne de duayı teskin edici bir ilaç ve ıstırap, ölüm, hastalık korkusu karşısında başvurulan bir vasıta zannetmemelidir. O halde dini duygunun manası nedir? Gerçekte bu yer çok mühimdir.Garp,hemen heryer devirde dua etmiştir.Eski site,başlıca dini müesseselerden biriydi,Romalılar,her yere mabetler dikiyorlardı. Ortaçağda ki atalarımız, Hristiyan toprağını Katedral ve Gotik kiliselerle donattılar. Bugün bile her kilisede,bir çan kulesi yükselir.Yeni dünyadaki Batı medeniyetini,Üniversite ve fabrikalardanolduğu kadar,mabetlerden giden Avrupalı din adamları kurdular.Tarihimiz boyunca dua,çalışmak, fethetmek, yapmak, sevmek kadar basit ihtiyaçlar arasındaydı. Hakikatte dini duygu, tabiatımızın derinliklerinden gelen bir itişe benzemektedir.Bir grup insan üzerindeki değişiklikleri,hemen daima diğer temel faaliyetlere yani, karekter,ahlak ve bazende güzellik duygusuna bağlıdır. İşte, bizdeki bu mühim kuvvetin zayıflamasına ve ekseriya kaybolup gitmesine göz yumduk.

Şunu unutmamak lazımdır ki, insani keyfinin isteğine göre,tehlikesizce kendi yaşayışına istikamet veremez. Muvaffak olmak için, hayatın kendi bünyesinin icab ettirdiği değişmez kaidelere itaat şarttır. İster ruhi veya ahlaki, ister fizyolojik olsun, kendimizdeki bu temel faaliyetleri, ölüme terk ettiğimiz zaman, vahim bir tehlikeyle karşılaşmış oluruz.Mesela; bazı entellektüellerde, fikir adamlarında, adelelelerin, iskeletin ve ruhun akli olmayan faaliyetlerinin noksan gelişmiş olması,bazı atletlerdeki zeka ve ahlak düşüklüğü kadar bir felakettir. Ecdat inançlarının ve namus,şeref ve haysiyetlerinin kaybolmasından sonra,ocakları sönen veya sadece soysuz yetiştiren,nice doğurgan,velut ve kuvvetli aileler vardır. Acı tecrübelerden sonra gördük ki,bir milletin en faal unsurlarının çoğunda din ve ahlak duygularının sönmesi,o milletin düşmesini ve yabancıların esiri olmasına zarıri kılmıştır. Eski Yunan'ın düşmesibuna benzer bir hadise sonunda oldu. Bütün berraklığıyla görülüyor kitabiatın ortadan kaldırdığı zihni faaliyetler,hayattaki başarı ile bir uyuşmazlık halindedirler.

Tabiatta dini ve ahlaki faaliyetler birbirine bağlıdırlat. Ahlak duygusu,din duygusundan pek az bir müddet sonra kaybolur.Sokrat'ın da ( Yunan filazoflarından M.Ö 470-399 Eflatun'un hocası;baldıran zehirini içmeye mahkım edilmişti.)istediği gibi,insanlık,dini doktirinden tamamen müstakil bir ahlak sistemi kurmağa muvaffak olamadı.Dua etme ihtiyacının kaybolduğu cemiyetler,umumiyetle,soysuzlaşmaktan uzaklaşmış değillerdir.İşte bunun içindir kibütün medeni alem-inananlar ve inanmayanlar-beşeri varlığın muktedir olduğu her temel faaliyetin gelişmesi problemiyle alakalanmalıdır.

Acaba hangi sebeple,hayattaki başarımızda,din bu kadar mühim bir rol oynamaktadır? Ve hangi mekanizma ile dua,üzerimizde bu kadar tesir yapıyor? Burada faraziye yüzünden müşahede sahasını terkediyoruz, Fakat,faraziye tehlikeli de olsa,İlmin terakkisi için zaruridir.Evvela,şunu unutmamak lazımdır ki İnsan,dokulardan,organik mayilerden ve şuurdan ibaret bir bütündür. Kendini maddi alemden yani,kozmik alemden,hakikatte ondan ayrılması imkansız olduğu halde,müstakil zannediyor.Halbuki,arzın kendisine verdiği devamlı gıda,oksijen ihtiyacıyla bu muhite sıkı sıkıya bağlıdır. Diğer taraftan vüvut tamamen fiziki yapıdan ibaret değildir.Meddeden olduğu kadar da ruhtan müteşekkildir,Ve ruh, her ne kadar organlarımızda mukimse de, zaman ve uzayın dört boyutunun dişına uzanır.Bazen kozmik alemde ve şuura benzeyen gözle görünmez, elle tutulmaz, gayrı maddi bir muhitte yaşadığımıza ve kolayca maddi ve beşeri alemden vaz geçemeyeceğimize inanıyormuyuz?

İşte bu manevi ortam,bütün yaratıklar içinde ezeli ve hepsinin en yücesi oan, Allah'dediğimiz varlıktır.Din duygusunu,o halde oksijen ihtiyacına benzetebiliriz. Duanın teneffüz fonksiyonuna az çok benzer tarafları mevcuttur.Bünyemize göre değişen biyolojik bir faaliyet veya diğer bir ifadeyle ruh ve bedenimizin normal bir fonksiyonu gibi dua ,şuur ve onun kendi muhiti arasında,tabii münasebetlerin saiki olarak tasavvur edilmektedir.

Netice

Hülasa olarak, din duygusu, ruhun diğer faaliyetlerine nispetle, hususi bir ehemmiyet kazanmaktadır. Çünkü dua, ruhi alemin esrarlı sonsuzluğuyla bizim itibarımızı sağlamaktadır. İşte dua ile insan Allah'a ulaşır ve Allah onun kalbine girer.

Dua etmek normal gelişmemiz için zaruri görülmektedir. Duayı; sadece zayıf ruhların, dilencilerin veya miskinlerin meşgul oldukları bir fiil olarak ele almamalıyız. Nietzsche(Friedrich Nietzsche 1844-1900 Alman filozoflarından, Zerdüşt böyle dedi adlı eserin yazarı.) Dua etmek ayıptır diye yazar. Fakat,hakikatte dua etmek,yemek,içmek veya teneffüs etmekten daha ayıp değildir.İnsan,suya ve oksijene muhtaç olduğu gibi,Allah'a da muhtaçtır.

Sezgiye, ahlaki duyguya, güzellik duygusuna ve zekanın aydınlığına ilave olarak din duygusu,şahsiyetin çiçeklenmesini sağlar. Şüphe yoktur ki,muvaffakiyet,fizyolojik,entellektüel,hissi,ruhi faaliyetlerimizden her birinin tam inkişafına bağlıdır.Ruh.bazan akıl ve histir.O halde,ilmin ve aynı zamanda Allah'ın güzelliğini sevmemiz gerekir.Descartes'i dinlediğimiz iştiyakla,Pascal'ı da dinlemek zorundayız.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar