Print Friendly and PDF

GÖKYÜZÜ LÛGATI / Erdal Durdu

Bunlarada Bakarsınız

 

[Huccetü’l-İslâm el-Gazzalî «Mişkâtü’l-envâr kitabının ikinci faslında temsîlî sırrı, usûlü, mânâ ruhlarının misâl kalıblarıyla zabtının beyânında der ki:

«Âlem, rûhanî ve cismânî olmak üzere iki kısımdır. İstersen hissî ve aklî, yahud ulvî ve süflî de diyebilirsin. Bu tâbirlerin hepsi birbirine yakındır. Ancak anlatılmak istenilen mânâlar ibârelerin değişmesiyle değişir. Bir şeyi göze hitâben anlatmak istediğin zaman hissî ve aklî gibi tâbirleri, bunların birini diğerine anlatmak istediğin zaman da ulvî ve süflî gibi tâbirleri kullanırsın. Bu âlemleri de âlem-i mülk ve şehâdet diğerini de âlem-i gayb ve melekût diye isimlendirirsin. Hakîkatleri lâfızlardan anlamak isteyen çok zaman lâfızların çokluğu ve mânâların sonsuzluğu karşısında şaşar kalır. Fakat kendisine hakîkatler açılan bir ârif ise mânâları asıl kabul eder, lâfızları ise mânâlara tâbi kılar. Yâni mânâya göre lâfız kullanır. Zayıf bir tâlibin yaptığı ise aksinedir. Lâfızlar sâhilinde bocalar durur. Çoğu kerre bir dalga gelir boğulur. İşte Allah bu iki tâifeyi,

Ölçü meâli:

—«Acaba yüzüstü düşe kalka yürümekte olan kimse mi daha doğru yoldadır, yoksa dosdoğru yol üzerinde gâyet düzgün ve dosdoğru yürüyen mi daha doğru yoldadır?» (Mülk/22)

Kavl-i celîliyle anlatır. Burada yüzüstü gidenler lâfızlardan kurtulamayan âlimlerdir.

Âlem-i melekût, âlem-i gaybdır. Bir çoklarına gâib olduğu için böyle denilmiştir. Âlem-i hissî ise âlem-i şehâdettir. Çünkü onu zâhirde herkes hisseder, görür. Âlem-i hissî, âlem-i âkliye terakkî edilecek yerdir. Eğer ikisi arasında bir alâka, bir münâsebet olmazsa idi terakkî yolu kapanmış olurdu. Bu da bir özür olsaydı, Hazret-i rubûbiyyete sefer ve Allah’a yaklaşmağa çalışmak özür olarak kabul edilirdi. Neticede hiçbir kimse Allah’a yaklaşamaz, Hazîratü’l-kuds’ün kokusunu duyamazdı. His ve hayâl ile idrâk edilemeyecek kadar yüksek bulunan âleme âlem-i kuds diyoruz. Onu bir bütün olarak düşünüp ondaki hiçbir şeyi ondan hâriç tutmadan ve ondan olmayan hiçbir şeyi ona izâfe etmeden kendi hâli ile düşündüğümüz zaman ona hazîratü’l-kuds diyoruz. Beşerî rûha bir isim verecek olursak, mukaddes vâdînin kuds lâhiyalarının mecrâsıdır, deriz. Sonra bu hazîrede kuds mânâsında bazı hazîreler daha vardır ki mânâca daha derindirler. Fakat el-Hazîra lâfzı onların bütün tabakalarını cem’ eden bir mânâ ifâde eder. Bunların basîret erbâbı tarafından bile anlaşılmaz şeyler olduğunu zannetmeyesin. Şimdi ben zikrettiğim her lâfzı mânâsıyla berâber kafana sokmağa uğraşıyorum. Sana düşen de lâfızları birbirine karıştırmadan doğru belleyip mânâya ve gâyeye yönelmektir.

Öyle ise, âlem-i şehâdet, âlem-i melekûta terakkî etme yeri olup, sırât-ı müstakîme girip bu yoldan gitmek de bu terakkînin ifâde şeklidir. Böyle olunca bazan buna din denilmiş, bazan ise hidâyet menzilleri denilmiştir. Eğer bu ikisi arasında bir ittisâl ve münâsebet olmasaydı, birinden diğerine terakkî tasavvur olunamazdı. Rahmet-i ilâhiyye, âlem-i şehâdenin, âlem-i melekût muvazenesine göre olmasını takdîr etti. Bu âlemde ne varsa o âlemdeki bir şeyin misâlidir. Bazan bu âlemdeki bir şey, melekût âlemindeki birden fazla şeye misâl, bazan da yalnızca bir şeye misâl olur. Âlem-i şehâdeden pek çok misâlleri vardır. Fakat buradaki bir şey oradaki bir şeye nev’an mümâsil olursa misâl olur. Tabakası mutâbık olursa mesel olabilir. Bu misâllerin hepsini bilmek demek, âlemlerdeki mevcûdâtın tamamını bilmek demektir. Buna da beşer kudreti kâfî değildir. Beşer kudreti bunlardan hangi birinin esrârına vâkıf olursa, sâdece birinin şerhi, nicelerinin kısa kısa ömürlerini tüketmeye kâfîdir. Benim gâyem sana bunları şerhetmeğe uğraşmak değil, azdan çoğa istidlâl edebilmen için bir örnek vermek, basîretini esrârı görmeğe hazırlamaktır.

Şimdi dinle: Melekût âleminde nûrânî, şerefli, ulvî cevherler vardır. Bunlara melâike denilir. Ervâh-ı beşeriyyeye nûrlar bunlar vasıtasıyla yayılır. Bunlara erbâb da denilir. Allah ise Rabbu’l erbâbdır. Her birinin nûrâniyyetleri mertebe mertebedir. Âlem-i şehâdedeki güneş, ay ve yıldızlar nasıl derece derece ise, bu yola düşen bir sâlik evvelâ yıldızları görür, onlarla istidlâle çalışır. Çünkü vüs’ati ancak onu anlayacak kadardır. Âlem-i süflî onların ışıklarının hükmü altındadır, der. Onların yüksekliği, sonsuzluğu, hoşuna gider. Güzelliklerine hayran olur. «İşte bu benim rabbım!» der. Sonra Ay’ın nûrunu görüp de yıldızların nûrunun fevkında olduğunu anlayınca müstakim fıtratı îcâbı birini diğerine mukayese ile «Ben batanları sevmem» der. Sonra güneş misâlinden ibret almağa başlar. Onu hepsinden büyük görür. Güneşi kendi nev’inden bir şeye misâl olmağa kaabil görür. Halbuki bir şeyi noksanla mukayese noksanlıktır. Sonra bunların cümlesinden kurtularak:

Ölçü meâli:

— Ben yüzümü hanîf olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim.» (En’am/79) der.

İşte güneşten sonra böyle demek arada münâsebet bulunmayan mübhem bir işârette bulunmaktır. Birisi kalkıp cevap verilmesi tasavvur olunmayan mefhumun misâli nedir? derse, işte o el-Evvelü’l-Hakk celle celâluhu’dur, deriz. Bütün münâsebetlerden münezzehdir. Çünkü Fir’avn, Mûsâ –aleyhisselâm-‘a (Vema rabbu’l âlemîn...) diye mâhiyetten soran bir tâlib gibi sual edince Mûsâ –aleyhisselâm- Hak Teâlâ Hazretlerinden ancak O’nun fiilerini târif yoluyla cevab verdi. Çünkü böyle bir sual soran kimse ancak fiilleri görebilir.

Şimdi yukarıdaki misâle dönerek diyeyim ki: Tefsir ilmi, darb-ı mesel yolunu sana öğretir. Bu cinsden mevzularla ünsiyet ettirir. Şimdi bundan daha fazla bahsedebilmem mümkün değildir.»

Mirsâdü’l-ıbad kitabının sekizinci faslının üçüncü bâbında müşâhedât-ı envâr ve mertebeleri hakkında der ki:

«Bilesin ki gönül, kelime-i tevhîd cilâsıyla tedrîcen cilâlandıkça envâr-ı gaybiyyeyi görmeğe başlar. Bidâyette bu envâr kesret hâlindedir. Şimşekler, lemhalar, lâyihalar görünür. Sonra çıra, mum ve meş’ale şeklinde ve mikdarında zuhûr eder. Her bir yerde yakılmış bu ateşleri müşâhede eder. Envâr-ı ulviyyeyi müşâhedeye müstâid bulunanlar başlangıçta yıldız ışıması mikdarında, sonra ay tarzında, sonra da güneş şeklinde müşâhede eder ve bunları mahalden mücerred şekilde görür. Nûrlar, hicâblardan kurtulup tamamen meydana çıkınca artık müşâhedeye hayâlin tasarrufu ve tesiri kalmaz. Renkler kaybolur, renklerden, suretlerden, mahalden, şekilden, kemmiyyetten, keyfiyyetten temizlenmiş olarak müşâhede eder. İşte nûr-ı mutlak diye bütün bunlardan pâk ve münezzeh olan nûra denir. Bazan olur ki, Cenâb-ı Hakk’ın sıfâtlarının nûrları rûhânî hicâbların hemen arkasından gönül aynasına aksediverir. O gönlün temizlik derecesine göre İbrâhim –aleyhisselâm-‘ın aynasına başlangıçta bir yıldız mikdarı aksetmişti. Çünkü onun gönlü o vakitte o kadar safâ bulmuştu. Onun tab’ gözünden perde kalkıp halâs bulunca onu kamer sûretinde müşâhede eyledi. Gönül aynası daha fazla safâ bulunca güneş sûretinde müşâhede etti. Hakk’ın nûrlarından hangi birisi gönül tarafından müşâhede edilmişse hemen o gönlün mârifet nûru olur. Onun müşâhede eden hem târif edebilir, hem de zevkini gönlünde duyar ve gönlünde duyduğu bu zevkten başka bilmez. Ağyâra O’nun hazretinden bu mânâ nasîbleri yoktur. Çünkü onlar daha kelime kalıblarında bile bocalamaktadırlar. Ayrıca bu zevkler de farklı farklıdır. Eğer mârifet Mûsâ –aleyhisselâm-‘a geldiği gibi (İnnî enallahu rabbul-âlemîn) diye kulak kapısından gelirse hitâbı vâsıtasız işitir. Onun için mutlak tâbir ile (Ve kellemallahu Mûsâ teklîme) buyurulmuştur. Eğer mârifet İbrâhim –aleyhisselâm-‘a geldiği gibi göz kapısından gelmişse hicâblar hâlâ vardır ve vâsıta ile gelir. (Vaktâ ki güneş doğmak üzere iken gördü, ‘Bu imiş rabbim, bu hepsinden büyük’ dedi. En’am/79) Fakat bunda can (Ena rabbuke) diye gelen mârifetin zevkinin hakîkatını duymaz.

Müşâhedeye (Haza rabbî) gibi sözlerle lisân tercüman olmayıp hicâblar tamamen kalkarak Hâce-i kâinat –sallallahu aleyhi ve sellem-‘e geldiği gibi vâsıtasız olarak gelir:

(Ma kezebe’l fuâdu…)

Ömer’ül-Fâruk –radıyallahu anh’e böyle bir yoldan mârifet geldi de «Kalbim rabbimi gördü.» dedi. Hâce-i Kâinat –sallallahu ve sellem- Efendimiz ihsân makamını beyân ederken bu zevkin husûlünü,

—«İhsan, Allah’a sanki O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.» diyerek anlatmıştır.

Cenâb-ı Halillulah –aleyhisselâm-‘ın can gözünün müşâhedesine akseden rubûbiyyet sıfâtlarının nûrlarını parlaması idi ki gönlünün müşâhede aynasına aksetti. Fakat rûhânî ve kalbî hicâbların arkasından aksetti. Fakat telvîn makamında tulû’dan sonra ufûl (doğuştan sonra batış) vardır. Halbuki Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretleri ufûlden münezzehdir. Gönül, biraz evvel nâil olduğu basit bir müşâhedeye «İşte bu benim rabbim» dediğine aldırmaz. İlerisini ister. Hakk’ın nûru da kalbî ve rûhî hicâblardan uzak olarak zuhûr eder. Renklerden, keyfiyetlerden, hududlardan, mesellerden, zıdlardan mücerred olarak aşikâr olur. Aklın ve gönlün zarurî gördüğü her şeyden muarrâ ve müberrâ olarak temkîn ve temekkün ile zâhir olur. Artık ne tulu’ kalmıştır ne gurub, ne sağ kalmıştır ne sol. Ne alt kalmıştır, ne üst. Ne mekân, ne zaman, ne kurb, ne bu’d, ne gece, ne gündüz, ne sabah, ne akşam, ne arş, ne ferş, ne dünya ne âhiret. Hepsi kaybolmuş, ancak Cenâb-ı Hak kalmıştır.

—«Bâki o rabbinin yüzü, o zülcelâl-i ve’l ikram!» (Rahman/27)

Birisi sual edip «o yıldız, ay ve güneş İbrâhim –aleyhisselâm-‘a bâtın âleminde müşâhede ettirilmişti. Zâhir âleminde de müşâhede ettirilmiş miydi?» derse cevâben deriz ki:

Gönül aynası safî olup bu müşâhedeye ister gönül âleminde hayâl vâsıtasıyla ve gaybda ersin, isterse âlem-i zâhirde ve his vâsıtasıyla müşâhede etsin, farkı yoktur. Zaten iki âlem arasında sıkı bir münâsebet vardır. Bu âlem Cenâb-ı Hakk’ın nûrlarının mahallidir. Güneş, ay ve yıldızlar hep semâların ve arzın nûru Allah’ın – sübhânehu ve teâlâ – nûrlarının parlamasıdır. Hakîkatı gören ve gösterenlere bunların hepsi bir mânâdır, bir rûhdur. «İşte bu benim rabbim» diyebilme zevki mârifet-i Hakk’a ermek isteyen bir tâlibin gâyet sâfiyâne söyleyişidir ki rabbını ondan müşâhede edeceği için şehâdet ve gayb, zâhir bâtın bir olur. Gönlün temizliği kemâl derecesine ulaşınca artık hicâblar bile şeffaf olur.

—«Onlara âyetlerimizi âfakda ve kendi nefislerinde göstereceğiz.» (Fussilet/53)

Artık buna eren kendini görmez, hep Hakk’ı görür. Eğer o gözüyle mevcûdâta nazar ederse o büyük zât gibi nazar ettikçe hiçbir şey yoktur ki onda Allah’ı görmüş olmayayım, der. Şuhud makamında bütün hicâblar kalkar ve müşâhede vâsıtasız olarak müyesser olur. Buna eren: Hiçbir şeye nazar etmedim ki onun önünde Allah – sübhânehu ve teâlâ –‘ yı görmüş olmayayım, der.

Eğer uçsuz bucaksız bir müşâhede denizine daldıysa müşâhedeyi de kaybedip vücûd-i şâhid lisânında Hazreti- Cüneyd –kuddise sirruh- gibi «Varlıkta Allah’dan başka yoktur,» der. Şahid ve meşhûd O’dur. İşte burada vahdet ve vahdâniyyetin hakîkatı meydana çıkar. Bir zamanlar her iki âlemde nereye baksa nûr ve zulmet, sıfât-ı ilâhiyyenin parlayan nûrları, lûtuf ve kahır olarak görülüyorken, Kâinâtın Efendisi –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz,

—«Ey rabbımız, bize eşyâyı olduğu gibi göster,» yâni hakîkatını göster diye duâ etti. Sıfât-ı ilâhiyyenin kahr u lûtuf nûrlarını taleb ediyorsunuz. Çünkü âlemde gördüğünüz Herşey ya O’nun lûtuf nûrlarının parlayışıdır, yahud kahr nûrlarının parlayışıdır. Hiçbir şeyde O’nun vücûd-i hakîkîsi bizâtihi zuhûr etmez. Çünkü,

—«Evvel, Âhir, Zâhir ve Bâtın’ın kendisi bizzat O’dur.» (Hadîd/3)

Huccetü’l-İslâm el-Gazzâlî der ki: «Benim misâller ve misâl verme yollarını anlatmamı yanlış anlayıp da hakîkatleri anlamak için zâhirleri ortadan kaldırmak ve ibtâl etmek gerektiğini iddia ettiğimi zannetme. Kalkıp «Efendim Mûsâ –Aleyhisselâm-‘ın na’leyni yoktu. Aslında mukaddes Tuvâ vâdisinde iken na’leynini çıkar!» (Tâhâ/12) diye bir hitâb işitmişti, demekten Allah’a sığınırım. Çünkü zâhirleri ibtâl, bu iki âlemden birine şaşı gözle bakan ve iki âlem arasındaki ince muvâzeneyi görmeyen Bâtınîlerin ve Kur’ân’ı anlamayanların görüşüdür. Sırları ibtâl de kabukta kalanların görüşüdür. Sadece zâhire saplananlar, haşvîler, yâni kabukta kalan, madde hududundan öte gidemeyenlerdir. Sadece bâtına saplananların Bâtınî, ikisini ilâhî muvâzene ile cem’edenler de kâmillerdir. Nitekim Nebî –sallallahu aleyhi ve sellem-:

—«Kur’ân’ın zâhiri ve bâtını, haddi ve matlaı vardır,» buyurmuşlardır.

Emîriü’l-mü’minin Ali –kerremallahu veche-‘den mevkûfen naklolunmuştur ki, Mûsâ –aleyhisselâm- ayağındaki na’leynini çıkarmakla emrolunmasından iki âlemi gönlünden çıkarmakla emrolunduğunu anlamıştır. Emrin zâhirine na’leyni çıkarmakla bâtınına da kevneyn endîşesini gönlünden çıkarmakla imtisâl etmiştir. İşte bu, itibar yahud uburdur. Yâni bir şeyden öbür şeye geçmektir.

Peygamberlerin menzillerinin evveli, his ve hayâl bulanıklığından, sislerinden âlem-i kudse terakkî etmektir. İşte bu menzilin dünyada görünür misali el-vâdi’l-mukaddesdir. Yâni mukaddes Tuvâ vâdisidir. Bu vâdiye ayak basmak ise ancak iki âlemi, yâni dünya ve âhireti gönlünden çıkarıp el-Vâhidü’l-Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretlerine tam yönelmekle mümkündür. Dünya ve âhiret karşılıklıdır. Bunlar beşerî ve nûrânî cevher üzerinde araz kabîlindendir. Evvelâ bunları gönülden atmak sonra Allah’ın buyurduğu şekilde her ikisinde de vazîfesini yapmak ancak mümkün olabilir.] (1)

AFTAB: Güneş. Pek güzel şahıs. Çok parlak çehre. (484) (Parantez içindeki sayılar, kelimenin Ebced değeridir.)

AGMA: Yıldız. Yıldız akması. (1046)

AHTER: Yıldız. Baht, talih. (1201)

AHVER: Akıllı. İri gözlü güzel. Müşteri yıldızı. Jüpiter. Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam. (215)

AKREB: Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. Saatin kısa ibresi. (372)

ÂNE: Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi. Dişi yabani eşek. Yabani eşek sürüsü. Cedi (Keçi) burcundan bir kısım yıldızlar. Kasık kılı. Apış arası, kasık. (Keçi burcundaki v: n. v. ı. yıldızları) (126)

ARRAF: Falcı, kâhin, müneccim. Hekim. Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (351)

ARUS: Süslenmiş gelin, güveyi. Güneş. Gök. Kükürt. (336)

ARŞ: Bağ çardağı. Gölgelik. Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kainatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de her şeyi kaplar.) Fevkiyyet, ulviyyet. Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (Arş, sakf demektir ki, bir binanın veya yerin mühit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (570)

ASUMAN: Gökyüzü. Semâ. Felek. (152)

AŞKU: Tavan; kat, tabaka. Gökyüzü. Gök. (327)

ATLAS: İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. Düz tüysüz. Büyük harita. Atlas Okyanusu. (100)

ATLAS: Eskitmeler, yıpratmalar. Eski, aşındırılmış, yıpranmış. (100-101)

AVA’: Alçak kimse. Menazil-i Kamer’den bir menzildir ve beş yıldızlıdır. (77-78)

AYYUK: Samanyolu’nun devamlı sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. Gökyüzünün pek yüksek yeri. (186)

BAŞE-İ FELEK: Nesr-i Tâir ve Nesr-i Vâki denilen iki yıldız. (Başe: Atmaca) (438-9)

BEDR: Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. Bir şeyin tamam olması. Sibâk ve sür’at etmek. Bir işin ansızın zâhir olması. Tam ve münasib olan âzâ. Dolu şey. İyi hizmet eden köle. (206)

BEHRAM: Eskiden bir İran padişahının ismi. Bir pehlivan adı. Merih yıldızı. (248)

BENÂT-I NA’Ş: Naaş kızları. Dübb-ü Ekber yıldız kümesinin kuyruğu ucunda bulunan en sönük yıldız. Lat: Eta Ursus Majoris; Fr:Benetnash; İng: Alkaid. (Na’ş: İçinde ölü bulunan tabut, cenâze, kefene sarılıp tabuta konmuş ölü.) (873)

BERCİS: Müşteri denilen gezegen. Bol sütlü deve. (265)

Bİ-DUHT: Kızı olmayan. Zühre yıldızı. (1016)

BURC: Muayyen bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi. Tek hisar kule, kale çıkıntısı. Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin on ikide bir kadarı. (205)

BURC-U ÂBÎ: Sulu burç. [Seretan (yengeç), akreb, hut (balıklar) burcu.]

BURC-U ÂTEŞÎ, BURC-U ÂZERÎ: Ateşli burç [Hamel (kuzu), esed (arslan), kavis (yay) burcu.]

BURC-U BÂDÎ: Havalı burç. [Cevzâ (ikizler), terâzi, aquarius burcu.]

BURC-U DELFİN: Yunus burcu.

BURUC-U İSNA AŞER: Hamel, Sevr, Cevzâ, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akreb, Kavs, Cedy, Delv, Hut.

BUTİN: Menazil-i Kamer’den üç yıldız. (71)

BÜHT: Yalan, iftira. Bir seyyarenin bir günlük hareketi. (407)

CEBBAR: İstediğini mutlak yapan. Dilediğine muktedir olan. Gökyüzünün cenubunda bulunan bir yıldız kümesi. (206)

CEDİ: Güneş medarının on iki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneş cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) Keçinin erkek yavrusu, oğlak. (17)

CEBHE: Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. Alın. Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. Gökteki ayın menzillerinden olup aslan suretinin cephesidir; dört yıldız aslan alnına benzetilmiştir. Bir kavmin ve cemaatin seyyidi. (15)

CEVZÂ’: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burçtur. Güneş mayıs ayında bu burca girer. Lat: Geminus; Fr: Les Jumeaux. İng: Gemini. (18)

CİRM: Vücut, ten, cüsse, hacim, büyüklük. Cansız cisim. Yıldız. (248)

CÜNBİŞ-İ EVVEL: Kaza ve kaderin başlangıcı. Feleğin hareketi. Gezegenlerin Hamel burcundaki hareketi.

DARE: Vazife. Daire. Değirmi. Ay ağılı. (210)

DARİCE: Ay ve güneş ağılı. Hâle. (213)

DEBERAN: Gök cismi. Ayın dördüncü durağı. (257)

DEBİR-İ FELEK: Utarid (Merkür) gezegeni. Debir: Katib, yazıcı. Müsteşar. (346)

DEH-SAL: Gezegen, yıldız. (100)

DELV: Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. Oniki burçtan birisi. (40)

DERARİ: Parlak yıldızlar. Renkli şeyler. (215)

DERDEME: Yedi seyyare.

DÜBBE: Dişi ayı. Dübb-i Ekber adlı yıldız kümesinin dörtgenindeki parlak iki yıldızdan biri. Lat: Alpha ursus Majoris; Fr,İng: Dubbe. (Yedili kümenin en parlak yıldızıdır.) (11)

DÜBB-Ü ASGAR: Küçük Ayı denen ve Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi. (1297)

DÜBB-Ü EKBER: Büyük Ayı tâbir edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız. (229)

DÜCACE: Tavuk. Kuğu burcu, semânın kuzey yarım küresinde Lyre burcunun yanında çok parlak birkaç yıldızdan meydana gelen bir burç. Lat: Cygnus. Fr: Cygne. (16)

ECSAD-I SEB’A: Yedi cisim: Altun, gümüş, kalay, kurşun, demir, bakır, harçini.

EFLAK-I SEB’A: Kamer, Utarid, Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zuhal.

EL-CASÎ: Herkül, İklîl-i Şimâlî ve Şilyâk burçları arasında bulunan bir yıldız kümesi. Lat: Hercules. (105)

EL-CEBBAR: Semânın kuzey yarım küresinde görülebilen, dörtgen biçimli ve içinde eğik olarak bir hizâda üç parlak yıldızın dizildiği çok güzel ve çok parlak yıldızlardan olma yıldız kümesi. (Orion) (237)

EL-FÂRİS: Semânın kuzey yarım küresinde imreet-ül müsellese (Andromeda) burcunun kuyruğunda altı parlak yıldızdan müteşekkil bir burç. Lat: Perseus; Fr: Persée. (372)

EL-HEVA: Semânın kuzey yarım küresi eteğinde Herkül burcunun altında zincirvâri bir yıldız kümesi. Lat: Ophiucus. (42)

EL-UKAB: Kartal, karakuş, tavşancıl. Kartal burcu. (Dübb-ü Ekber’in kuyruktan üçüncü yıldızı (yega) yıldızına birleştirilip bu mesâfenin yarıdan fazlası aynı istikamette eklenip uzatıldığı takdirde el-Ukab burcunun en parlak yıldızı olan Nesr-üt tâir (Altair) yıldızına rastlanır. Bu yıldızın sağında ve solunda iki istikamette uzanan bir doğrultu da Ukab burcunun ikinci derecede parlak yıldızları ve bu iki doğrultuya ortadan amut olan bir hat üzerinde de diğer yıldızlar bulunur.) Lat: Aquila; Fr: L’Aigle. (204)

ENAHİD: Venüs gezegeni. Zühre. (71)

EN-NEHR: Semânın güney yarım küresine ait bir burç olup Orion ve Sevr burçları altında uzanır. (286)

ERENDİZ: Müşteri gezegeni. Jüpiter. (272)

ESED: Arslan. Dırgan, Gazanfer, haydar, hizebr, hizber, leys, şîr. Güneşin Rumî temmuzun dokuzunda ve Efrenci temmuzun yirmi üçünde içine girdiği ve semânın kuzey yarım küresi eteğinde bulunan bir çok yıldızdan müteşekkil beşinci burç. Lat: Leo; Fr:Le Lion. (65)

EZFAR: Tırnaklar. Tırnak bahuru denilen tıbbi bir koku. Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar. (1182)

EZHER: Pek beyaz ve parlak. Ay, kamer. Saf ve parlak olan. Cuma günü. Vahşi sığır. (213)

FAKHA: Her nebatın yeni açmış çiçeği. Bir yıldız adı. Dübür halkası. (193)

FEHT: Ay aydınlığı, ay ışığı. (1080)

FELEK: Gök, gök katı, devir. Tali’, baht. Büyük ve dâirevi olan şey. Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. Dünyâ, âlem. Bir zilli âlet. Yuvarlak kütük, kızak. (130)

FELEKİYYAT: Göklerin ilmi. Kozmoğrafya. Astronomi. (441)

FELKE: Ayın dolunay şekli. (135)

FERENGÎS: Zühre yıldızı, Venüs, çoban yıldızı. (420)

FERES-İ A’ZAM: Semânın kuzey yarım küresinde Keykavus (Cassiopée) ile El-Fâris (Persée) burçları yakınında parlak yıldızlardan müteşekkil bir burç. Lat: Pegasus; Fr: Carrée de pégase

FERKAD: Kuzey kutbuna yakın ve Küçük Ayı kümesine tâbî iki parlak yıldızdan her biri olup, bulundukları yerden doğup batarlar. Bu yıldızların ikisine birden Ferkadân denir. (384)

FERKADÂN: Şimâl kutbuna yakın parlak ve Küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (ikizler mânâsına.) Dübb-ü Ekber denilen yıldız kümesinin en parlak yıldızları olan Dübb ve Merak’ın müşterek adı. (435)

GAFR: Örtmek, setretmek. Menazil-i Kamer’den üç küçük yıldız. (1280)

GAMS: Yıldız kayması. Suya dalmak. (1100)

GASIK: Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. Ay doğmak. (1161)

GUMA: Hava bulutlu olmasından dolayı ayın görünmemesi. (1050)

HABİKE: Kehkeşan, Samanyolu. Çizgi. Dikkat ve itina ile sağlam ve sanatlı dokunmuş yol yol hâreli güzel kumaş. (45)

HADÎM-İ PİR: Zuhal yıldızı. (257)

HAMEL: Kuzu. Semânın kuzey yarım küresinde Sevr burcu ile Süreyyâ manzumesinin yakınlarında bulunan bir burç ki güneş buraya martın dokuzunda dâhil olur. Lat:Lacerta; Fr:Belier. (78)

HATİB-İ FELEK: Müşteri, Jüpiter.

HEFT-EVRENG: Büyük ve küçük ayıyı meydana getiren yedi yıldız.

HEK’A: Menazil-i Kamer’den bir yıldız. Atın göğsü üstündeki dâire. (180)

HEN’A: Devenin boynunun altına konan işaret. Menazil-i Kamer’den bir menzil. (130)

HERKUL BURCU: Gök küresi kuzey cihetinde isim verilen bir takım yıldız kümesi.

HEY’ET: Şekil, suret, kıyafet. Görünüş. Hâl, durum. Birlik teşkil eden şahısları mecmuu. Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibillet. Bir şeyin cibilli vaziyeti. (416)

HİLÂL: Yeni ay şekli. Yeni ay. Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayım üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27nci gecelerdeki aya da hilâl, ondan sonrakilere kamer denir. Cami kubbeleri ve minare külahları tepesine konulan alemlerin hilâl şeklinde olan uç kısmı. (66)

HİNDÛ: Satürn (Zühal) gezegeni. Benek, ben. Hind’in Brahman ahalisinden olan. Hindliler gibi pek esmer olan adam. (65)

HUNNAS: Beş seyyare. Zuhal (Satürn), Müşteri (Jüpiter), Merih (Mars), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür). (710)

HUNNES-KUNNES: (Hanis-Kanis) Kanis süpürge demektir. Umumiyetle akıp akıp yuvalarına giden veya ayrı yollarında gidip gelen yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib gece zahir olan yıldızlara denir. Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarid, Uranüs, Neptün) (850)

HUR: Güneş, şems. (800)

HUR: Güneş. Yiyecek şey. (806)

HUR: Güneş, şems. (210)

HURŞİD: Güneş. Afitab. Hur. Mihr. Şems. (1120)

HUSUF: Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi. (746)

HÛT: Büyük balık. Balık burcu. Semânın güney yarım küresinde Sevr burcundan ileride Hamel burcunun istikametinde bir burç. Fr: Poisson (Semânın güney yarım küresinde olmasına rağmen kuzeyde de görülebilir ve güneş şubatta bu burca girer.) (412)

HÜRMÜZ(D): Zerdüştlerin hayır tanrısı. Jüpiter, Erendiz, Müşteri. Eski İran takviminde güneş yılının ilk günü. (252-256)

IKD-I SÜREYYA: Ülker denilen ikişer ikişer karşılıklı yıldız kümesi.

İCMAR: Bir araya toplamak. Süratle yürümek. Atın sıçrayarak yürümesi. Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesap yapmak. Yeni ayın görünmesi. (245)

İDBAR: Geriye gitmek. Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir gezegenin on iki burç tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibine göre gitmesine de ikbal denir.) (208)

İHTİYARAT: Yapılması veya yapılmaması takvimlerde gösterilen günlere göre verilen hükümler. Yıldızlar ilminin bir şubesi olup yedi seyyarenin üzerindeki türlü vaziyetlere göre herhangi bir işin yapılacağı ve teşebbüsten çekineceği zamanı tayin imkanı belirtme. (1613)

İLTİYAH: Vücudun güneşten yanması. Susama. Şimşek çakma. Yıldızın parıltısı. (450)

İMREET-ÜL MÜSELLESE: Semânın kuzey yarım küresinde Feres-i A’zam ile Zat-ül Kürsi burçlarının arasında bulunan ve Feres-i A’zam kuyruğu gibi duran birkaç parlak yıldızlı bir burç. Lat: Andromeda; Fr:Andromedé

İMTİDAD: Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. Boy. tul. Uzunluk. Feza, uzay. (450)

İSTARE: Yıldız. Perde, zar. (667)

İŞTİBAK: Tokuşma, karışma, örülme, örgülenme. Birbirine geçme. Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen yıldızlara Arap uleması tarafından verilen ad. (724)

İZMİHRAR: Surat asma. (Yıldız) parlama. Kış mevsiminin şiddetli olması. (454)

KABİS: Hz.Yusuf’un (A.S.) rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. (163)

KAMER: Gökteki ay. Hilâl. Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. (340)

KAVS: Yay. Eğri, yay biçiminde olan şey. Dokuzuncu burç olan yay burcu. (166)

KAYTUS: Bir yıldız kümesi. Kaytas: Balina balığı. Kadırga balığı. (185)

KEHKEŞAN: Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi. Uzayıp giden ışıklı manzara. (396)

KELB: Köpek, it. Meşhur bir yıldız. İki adım arasına konularak dikilen kayış. Yolcuların yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. Şiddet. Hırs. (52)

KERVANKIRAN: Kervan burcu, Zühre (Venüs) gezegeni. (638)

KETD: Bir yıldız adı. Omuz ile sırt arası. (424)

KEVKEBE: Necim, yıldız. İnsan cemaati. Süvari alayı. Parlamak. (53)

KEYKÂVUS: Keyaniyan’ın ikinci padişahı olup Keykubad’ın torunu ve halifesidir. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan ve Küçük Ayı ile Kuğu burçları arasında Tanîn burcunun dirseği hizasında üç parlak yıldızdan müteşekkil bir burç. Lat: Cepheus; Fr: Céphée.

KEYVAN: Zuhal, Satürn. (87)

KIRAN: Yakınlık. İki şeyin birleşmesi. Seyyarelerden ikisinin bir burçta birleşmesi. (351)

KIRAN-I NAHSEYN: Mars (Merih) ile Satürn (Zuhal)ün aynı burçta birbirine yakınlaşması. (Kutsuzluk işareti sayılır.)

KIRAN-I SA’DEYN: Venüs (Zühre) ile Jüpiter (Müşteri)in aynı burçta birbirine yakınlaşması. (Kutluluk işareti sayılır.)

KIYAN (kiyan): Merkez. Yıldız, seyyare. (81)

KURS: Yuvarlak ve yassı nesne, teker, tekerlek nesne, ağırşak. Çörek. Küre, daire ve her türlü dairevi nesne. Bir yıldızın görünen yüzü. (390)

KURSÎ: Koltuk’un x yıldızı, şedir. Fr: Schedir. (400)

KUTUP YILDIZI: Saplı bir tavaya benzetilen Küçük Ayı denilen takımyıldızının (bir tavaya benzetildiği takdirde tavanın) ucunda bulunan yıldız, demir kazık. Lat: Polaris; Fr: Etoile Polaire. Alpha Ursus Minoris.

KUZAH: Bulutlara karışan bir melek. Şeytan adlarından biri. Renk renk olan çizgi. Kavs-i Kuzah: Ebem kuşağı, yağmur kuşağı. (115)

KÜSUF: Güneş tutulması. Ayın dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. Mc: Birisinin felâketi hâlinde çok teessür göstermesi hâli. (166)

LÛHEN: Ay, mah. (686)

LİV: Güneş. (46)

MAGRİZ: Bir şeyin dahil edildiği, sokulduğu yer. Bir şeyin çektiği, yetiştiği yer. Kuyruk dibi. Dübb-ü Ekber denilen yıldız grubunun dörtgeniyle kuyruğunun birleşme noktasında bulunan kümesin dördüncü parlak yıldızı. Lat: Delta Ursus Majoris. (1247)

MAH: Ay. Gökteki ay. Kamer. (46)

MAHÎ: Güneybalığının Alpha yıldızı. Fr: Fomalhout. Aylık. (56)

MAHİ-DAN: Balık havuzu. Hut burcu. (111)

MAHREK: Bir gezegenin bir devre üzerinde gittiği farz edilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu. (268)

MANENDE: Benzeyen. Orion’un Beta yıldızı. Fr: Rigel. (150)

MANG: Ay, kamer. (111)

MASAHA: Sıhhat mevzii. Kamer, ay. (143)

MATLA’: Tulu’ edecek yer. Güneş ve sâir yıldızların doğması. Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (149)

MECERRE: Samanyolu. (643)

MEDÂR: Sebep, vesile. Bir şeyin döneceği, devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. Etrafında dönülen nokta. Bir seyyarenin güneş etrafında dönerken çizdiği dâire. (245)

MEDÂR-I SERETAN: Ekvatorun iki cihetinde varsayılan iki daireden kuzeyde bulunanı. Yengeç dönencesi.

MEHİR: Ay, kamer. (255)

MEHR: Aşk, şefkat, muhabbet. Güneş. Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli. (245)

MEH-ŞİD: Ay, ay ışığı. (359)

MENZİL: Yollardaki konak yeri. Ev. Bir günlük yol. Konak. Mesafe. Benât-ün Na’ş yıldızı. (127)

MERAKK: (Atta) Sağrı. Dübb-ü Ekber yıldız kümesinin dörtgeninde bulunan parlak yıldız. Fr,İng: Merak; Lat: Beta Ursus Majoris. (Yedili kümenin ikinci derecedeki parlak yıldızıdır.) (340)

MERİH: Dünyadan sonra güneşe en yakın olan seyyare. Sakıt, mirrih, mars. [Merih’de su ve hava vardır, sathının yarısı karlarla kaplıdır; Güneş’in etrafındaki devresini 687 günde tamamlar.] (258)

MERKAB(E): Gözetleme, gözetleme yeri kulesi. Semânın kuzey yarım küresinde Feres-i Ekber (Pegasus) burcunun büyük dörtgenin büyük kenarının sağ köşesinde bulunan yıldız, merkab. Lat: Beta Pegasus. (342)

MEŞHUR-ÜL KAVÎL: Semânın kuzey yarım küresinde Andromeda ve Persus burçları arasında parlak bir yıldız. (Beta Perseus)

MISBAH: Kandil. Çıra. Meş’ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem’e (A.S.M) bu isim verilmiştir. (141)

MİCDAH: Kavut karıştırdıkları ağaç. Menazil-i Kamer’den bir yıldız. (55)

MİRFAK: Dirsek. Mutfak. Kiler. Semânın kuzey tarafında bir yıldız ismi. (420)

MİRRİH: Uzun ok. Pertev oku. Yeleği olmayan ok. Bir yıldız ismi. (850)

MÎRZÂ: Beyzade. Dübb-ü Ekber yıldız kümesinin kuyruk ortasındaki çukurda bulunan, kümenin altıncı derecede parlak yıldızı. Lat: Zeta Ursus Majoris. (248-258)

MİZAN: Terazi. Ölçü aleti, tartı. Ölçek. Terazi burcu. Semânın kuzey yarım küresinde görülebilir ve Sünbüle (Başak) burcunun yanında bulunan bir yıldız kümesi olup belli başlı dört yıldızdan müteşekkil küçük bir burç. Lat: Libra. (Mizan burcunun en parlak yıldızına (Alpha) Kiffa Australis, ikinci derecede parlak yıldızına (Beta) Kiffa Borealis denir.) Yapılan hesabın doğru olup olmadığını ölçmeye yarayan bir başka hesab. (108)

MÜLUK-U SELASE: El-Cebbar burcunun dörtgeni içinde bir sıraya dizilmiş üç parlak yıldızın müşterek ismi. Fr: Trois Rois.

MÜSELLES-İ ŞİMALÎ: Kuzey yarım kürede bulunan üç parlak yıldızdan meydana gelen bir yıldız kümesi. Lat: Triangulum; Fr: Triangle Boureal.

MÜŞTERİ: Erendiz, Jüpiter. İştira eden, satın alan. Alışverişte bulunan. İstekli, arzulu. (950)

NAHİD(E): Venüs (Zühre). Çulpan. Yeniyetme kız. Turunç memeli kız. (85)

NAİKAN: Cevzâ burcundan iki yıldız. (272)

NAKA: Dişi deve. Bir yıldız ismi. Sivilce. (156)

NAŞIT: Büyük yoldan ayrılan küçük yol. Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. Neşeli ve şen adam. (360)

NEAYİM: Menazil-i Kamer’den dört nurlu yıldızın adı. (171)

NECM: Yıldız. (ahter, kevkeb, sitare). Kur’ân (Furkan, Hüda, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Zikr) Ülker yıldızı. Ülker on bir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M) hepsini de görür idi.) Belirli olan vakit. (Araplar vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi.) Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat. Belirli vakitte yapılan vazife. Ceste ceste, kısım kısım oluş. Kur’ân-ı Kerim’in her defa inzal edildiği kısım. Bir borcun taksitlerini ödemek için hulûl eden muayyen borç. (93)

NERGİSE: Nergis şeklinde fil veya başka hayvanların kemiklerinden yapılıp tavanlara süs olarak asılan yapma çiçek. İçine nergis konulan şişe. Ülker, Süreyya yıldızı. (138)

NESR: Hamel-i Arşta olan bir melek. Akbaba, kartal. Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. Yarayı deşmek. Kuşun eti didiklemesi. Birinin aleyhinde konuşmak. Güneyde parlak bir yıldız. Buna Nesr-ül Vâki denir. Batıdaki yıldıza ise Nesr-üt Tair denir. Atın tırnağının içi veya tırnağının üstündeki et. (310)

NESR-İ VAKİ’: Güney yönünde görülen parlak bir yıldız.

NESR-İ TAİR (Nesr-üt Tair): Batı yönünde görülen parlak bir yıldız. Kartal burcunun T şeklindeki yapısında iki hattın birleşme yerinde bulunan en parlak yıldız. (Alpha Aquilla) Fr: Altair.

NESRE: Büyük geniş gömlek. Hayvanın tıksırıp burnunda sümüğünü çıkarması. Üst dudağın üstünde burun deliklerin ortasına doğru olan çukur. Menazil-i Kamer’den iki yıldız. (Bir yıldızın adı.) (755)

NEYYİR: Nurlu, parlak, ışıklı cisim. Yıldız. Cisim hâlindeki nur. Güneş, şems. (260)

NİD’ET: Ayın ve güneşin etrafında görülen parlak daire. (455)

PÂYE: Rütbe, derece. İlmiyenin, sarıklıların bir rütbesi. Basamak, merdiven basamağı. İkizlerin bir yıldızı, Cevzâ burcu. Fr: Pollux. (18)

PERDEDAR-I FELEK: Ay.

PEREN-PERVİN: Ülker yıldızı. (Ülker denilen yıldızın tamamı.) (268)

PEYK-İ FELEK: Ay.

REME: Sürü. Asker taburu veya insan kalabalığı. Ülker yıldızı. (245)

RİCL-ÜL CEBBAR: El-Cebbar (Orion) burcunun ikinci dereceden parlak yıldızı olup dörtgenin sağ alt köşesinde bulunur. (Rigel) Lat: Beta Orion

RİŞA’: Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. Menazil-i Kamer’de "Balık Karnı” dedikleri menzilin adı. (501-502)

SABİHAT: Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. Ehl-i İmânın ruhları. Yıldızlar. (472)

SABİÎ: İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar. (103-104)

SABİTE: Yerinde durur gibi olan yıldız. Yerinde durup hareket etmeyen bir şey. (Seyyarenin zıddı) (908)

SABUDE: Ay ağılı. Çocukların bayram ve eğlence günlerinde ağaçlara kurdukları ip salıncak. Sarmaşık. Yosun. Güreşte sarma oyunu. (78)

SA’D-I ASKAR: Venüs (Zühre, Nahid) yıldızı.

SA’D-I EKBER: Jüpiter (Müşteri) yıldızı.

SAD’EYN: İki uğurlular. Zühre ve Müşteri yıldızları. Kır’an-ı Sa’deyn: Zühre ve Müşteri’nin aynı durumda olması ki kutluluk işareti sayılır.

SAHUR: Gece uyanıklığı, uykusuzluk. Ayın etrafındaki hâle. Yeryüzünün gölgesi. (272)

SARFE: Boncuk. (Menazil-i Kamer’den) nurlu bir yıldız ismi. (375)

SEFİNE: Gemi. Çeşitli mevzulara dair kitap. Semânın güney yarım küresinde bir burç adı. (Sefine-i Nuh) (205)

SEKUB: Ateşin alevlenmesi. Yıldızın parlaması. Işıklı, ışık veren. Parlamak. (608)

SEMÂ: Gökyüzü. Asûman. Gök. her şeyin sakfı. Gölgelik. Bulut ve emsali örtü. (101)

SERETAN: Kanser hastalığı. Yengeç. Cevzâ burcu ile Esed burcu arasındaki burcun adı. (Rumi 9 haziranda başlar.) (320)

SEVR: Öküz, boğa. Boğa burcu. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan bir burç. (Dübb-ü Ekber’in "alpha" yıldızını Ayyuk’a birleştirdikten sonra hemen ona yakın bir mesafe ile mailen gidilecek olursa kırmızı renkli bir yıldıza tesadüf olunur ki bu yıldız Sevr burcunun en parlak yıldızı olan Ayn-üs Sevr veya Ed-Deberan’dır. Lat: Taurus; Fr: Taureo. Arapça’da reis mânâsına da kullanılır. (Dünyaya müekkel melaikelerden biri.) (706)

SEYYAR(E): Bir yerde durmayıp yer değiştiren. Gökte veya güneş etrafında dolaşan yıldız. Gezegen. Kervan, kafile. Otomobil. (271)

SİMAK: Balıklar. Parlak yıldız. İki parlak yıldızdan birisi. Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet. (121)

SİMAK-I A’ZEL: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan sünbüle burcunun en parlak yıldızı. Fr: Alpha Virgo.

SİMAK-I RÂMİH: Sığırtmaç takımyıldızının baş yıldızı. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan el-Avva burcunun en parlak yıldızı.Arcirrus (Alpha Bootes)

SİNİMMAR: Ay, kamer. Gece uyumayan erkeke. Harami. (351)

SİTARE: Yıldız, kevkeb. (666)

SU’BAN: Büyük yılan. Ejderha. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan Tınnîn burcunun çevirdiği büyük kavsin ortasında ve Küçük Ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. Alpha Draco. (623)

SUFLÎ(YYE): Aşağıda bulunan. Alçak, bayağı. Kılıksız, kıyafetsiz. Utarid (Merkür) ve Venüs (Zühre) yıldızları. (140-145)

SUUD: Mübarek. Mübarek sayılan yıldızlar. Yukarı çıkma, yükselme. (140)

SÜHA: Bir yıldız ismi. Dübb-ü Ekber yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız. (Eskiden görüş derecesi bu yıldızla tecrübe olurdu.) (66)

SÜHEYL: Kolay, uygun ve yumuşak. Semânın güney yarım küresinde bulunan Sefine-i Nuh burcundaki parlak ve büyük bir yıldızın adı. Fr: Conopus. Yemen’de daha iyi görülebildiği için Süheyl-i Yemânî derler. (Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.) (100)

SÜHEYL-İ FERD: (veya SÜHEYL-İ ŞAM) Şüca’ burcunda bir yıldız.

SÜHEYL-İ HUZZAR: Sefine-i Nuh ile Süheyl-i Rakkaş arasında çekilen hat üzerinde bulunan ve Sefine-i Nuh’a yakın olan yıldız.

SÜHEYL-İ MAHLEF: Sefine-i Nuh ile Süheyl-i Rakkaş arasında ve Süheyl-i Huzzar’dan sonraya kalan yıldız.

SÜHEYL-İ RAKKAŞ: Sefine-i Nuh ile Süheyl-i Mahlef’den sonra gelen yıldız.

SÜHEYL-İ YEMÂNÎ: Sefine-i Nuh ile Recul-i Yesar-ı Cevzâ arasına çekilen hat üzerinde Sefine-i Nuh’dan sonra gelen yıldız. (Süheyl doğduğu zaman Yemen’de çıkan akik taşı rengini ondan almıştır.)

SÜNBÜLE: Başak. Başak burcu. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan yedi yıldızdan müteşekkil bir dörtgen ve iki kuyruklu bir burç. Lat: Virgo; Fr: Viérge. (147)

SÜREYYA: Ülker yıldızı. Semânın kuzey yarım küresinde Sevr burcunun en parlak yıldızı olan Ed-Deberan’ın ilerisinde ve Feres-i A’zam istikametinde görülen güzel bir yıldız kümesi. (Pleiades). Pervîn. Ikd-ı Süreyya: Ülker gerdanlığa benzetildiğinden bu ad verilmiştir. (711)

ŞARTEYN: Hamel burcundaki iki yıldızın adı. (569)

ŞEBGERD: Gece dolaşan kol, bekçi. Ay. (526)

ŞELYAK: Lyra burcu. Lat: Lyrae; Fr: La Lyre (Herkül burcunun yanındadır.) (541)

ŞEMS: Güneş, âfitab. (400)

ŞEVLET: Menazil-i Kamer’den birinin adı. Akreb kuyruğunun yuvarlak kısmı. (736)

ŞİHAB: Parlak yıldız. Kıvılcım. Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir ân görünüp kaybolan göktaşı. Cesur, yürekli kimse. (308)

Şİ’RA: Yaldırık adı verilen iki yıldızın adı. (580)

Şİ’RÂ-ÜL YEMÂNÎ: Semânın güney yarım küresinde bulunan Kelb-ül Ekber (Büyük Köpek) burcunun ve bütün semânın en parlak yıldızı. Sirius. Lat: Alpha Canis Majoris.

Şİ’RA-ÜŞ ŞÂMÎ, Şi’ra-i Şâmî: Küçük Köpek (Kelb-ül Asgar) burcunda en parlak yıldız. (Procyan) Lat: Alpha Canis Minoris.

ŞÜCA’: Şecaatli, cesur, yiğit. Arslan ve Yengeç burçları arasında bulunan yıldız kümesi. Fr: Hydre. (374)

TALİ’: Doğan. Tulu’ eden. Kısmet, kader, baht. Nişangâhın arkasına düşen ok. Yeni hilâl. (110)

TÂRÂ: Yıldız. (602)

TARF: Göz, bakış, nazar. Göz ucu. Soyu temiz kimse. Her şeyin nihayeti, sonu. Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. Göze bir şey dokundurtmakla yaşartmak. Menazil-i Kamer’den bir menzilin adı. (Kamer menzillerinden birisinde arslanın alnını teşkil eden dört yıldızdan ikisi Arslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de Tarf denilmiştir. Bu iki yıldız daha evvel doğarlar. (289)

TARFE: Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. Göz kırpmak. Bir yıldız ismi. Ayın bir menzili. (294)

TÂRIK: Sabah yıldızı, Çulpan, Venüs, Zühre. (310)

TINNÎN: Büyük yılan, ejder, ejderha. Yedi burç boyunca uzanan hafif beyazlık. Ejderha burcu. Semânın kuzey yarım küresinde Küçük Ayı burcunu çepeçevre saran ve S gibi kıvrılıp bir yıldız dörtgeniyle nihayet bulan zincirvâri bir burç. Draco; Fr: Dragon. (510)

TINNİNEYN: İki yılan. İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazi kavisleri. (570)

TÎR Ü KEMAN: Ok ile yay. Utarid (Merkür, Arzıtilek) (717)

TUFAVE: Güneş dairesi. Ay ağılı, hâle. Kabile. (101)

UKAB: Karakuş, kartal, tavşancıl kuşu. Peygamberimizin (A.S.M) alem (bayrak, sancak)larından birisi. Nesir burcu. Kartal takımyıldızı. (173)

ULVİYYAN: Büyük melekler. Erendiz, (Müşteri, Jüpiter) ile Sekendiz, (Zuhal, Satürn) (167)

UTARİD: Arzıtilek (Merkür) Kalem-i Utarid-rakam: Utarid gibi yazan kalem. (Bu seyyare Pazar gecesi ile çarşambaya hakimdir. Bunun altında doğanlar anlayışlı, kavrayışlı, zeki, kurnaz olurlar. Araptan bir kabile. (284)

ÜLKER: Süreyya. (262)

VESENÎ: Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere meyleden. (Vesen: Uyku ağırlığı, uyku ile uyanıklık arası. Uyku ânında aklın gitmesi. Hâcet.) (566)

ZAHR-ÜD DÜBB-Ü EKBER: Dübb-ü Ekber’i meydana getiren yedi yıldızdan biri olup ikinci kaderdendir.

ZAHR-ÜL CEBBAR: El-Cebbar (Orion) burcunun en parlak yıldızı olup dörtgenin üst sol köşesinde bulunur. Lat: Alpha Orion.

ZAHR-ÜL ESED: Esed (Arslan) burcunu meydana getiren on sekiz yıldızdan biri olup hemen üçüncü kaderdendir.

ZAYİÇE: Yıldızların belli zamandaki yerlerini ve durumlarını gösteren cetvel. (26)

ZENEB-ÜD DÜCACE: Dücace burcunun sonundaki yıldız.

ZENEB-ÜL FERES: (Zeneb-ül Hayl) At kuyruğu şeklinde görünen ve semânın kuzey yarım küresinde bulunan kuğu burcunun en parlak yıldızı. Lat: Alpha Cygnus; Fr: Deneb

ZEVAHİR: Çiçekler. Parlak yıldızlar. Ziynetli; parlak ve berrak olanlar. (219)

ZEVAİL: Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. Yıldızlar. (45)

ZİBERKAN: Ay, kamer. Ay ve güneş. Arap reislerinden birisinin adı. (360)

ZİRA’: El, kol uzunluğu. 24 parmak uzunluğu. Arşın. Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar.) Gökte ayın menzillerinden birisi. Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap. (971)

ZİRKAN (Zibrikan): Ay.

ZÜHAL: Sekendiz, Satürn. (45)

ZÜHRE: Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Güneşten ikinci derecede uzak olan seyyare. Berraklık, safilik. (217)

ZÜKA: Güneş. (722)

ZÜRUR: Ay, güneş ve yıldızın doğması. (1106)

Menazil-i Kamer(2)

 

Zahir Dairesi

Batın Dairesi

 

 

 

İlahî İsimler

Varlık Derecesi

Harf

Ay Konağı

Makam

Ebced

 

1.

El-Bedî’

Akl-ı Evvel

Hemze (Elif)

Eş-Şeretan/Koçun boynuzları; arietis

 

1

2.

El-Bâis

Levh-i Mahfuz

He

El-Butayn/Koçun karnı;arietis

 

5

3.

El-Bâtın

Tabiat-ı Külliye

Ayn

Es-Süreyya/Ülker

 

70

4.

El-Âhir

El-Hebâ

El-Deberân/tauri ve hyade

 

8

5.

Ez-Zâhir

Cism-i Küllî

Gayn

Re’sul Cevzâ/Hek’a/ Cebbar; Orionis’in başındaki üç küçük yıldız

 

1000

6.

El-Hakîm

Suret (Şekil)

En-Nahye/Hen’a; Ez-Zirve ve El-Maysa yıldızları; geminorum

 

600

7.

El-Muhît

Arş

Kaf

Ez-Zirâ’/Aslan pençesi; geminorum

 

100

8.

Eş-Şekûr

Kursî

Kef

En-Nesre;Arslanın burun yarığı veya yeniliş ile eşik; cacri

 

20

9.

El-Ganî

Atlas Feleği

Cîm

Et-Tarf/Arslanın gözü; cancri-leonis

 

3

10.

El-Muktedir

Menziller Feleği

Şîn

Cebhetü’l Esed/Arslanın alnı

 

300

11.

Er-Rabb

1.Gök:Satürn

Ye

Kîvân/Zübre/Arslanın yelesi; leonis

Hz.İbrâhîm

10

12.

El-Alîm

2.Gök:Jüpiter

Dad

Es-Sarfe/Hava değişikliği; leonis

Hz.Mûsâ

800

13.

El-Kâhir

3.Gök:Mars

Lâm

El-Avvâ/Havlayanlar (veya köpekler); virginis

Hz.Hârûn

30

14.

En-Nûr

4.Gök:Güneş

Nun

Es-Simâk/Yüksek veya simak-ül a’zel; silahsız simak; virginis

Hz.İdrîs

50

15.

El-Musavvir

5.Gök:Venüs

Re

El-Gafr/Örtü; virginis

Hz.Yûsuf

200

16.

El-Muhsî

6.Gök:Merkür

Ez-Zübânâ/Akrebin kıskacı; librae

Hz.İsâ

9

17.

El-Mubîn

7.Gök:Ay

Dal

El-İklîl/Taç; librae

Hz.Âdem

4

18.

El-Kâbıd

Esir

Te

El-Kalb/Akrebin kalbi; antares(scorpi)

 

400

19.

El-Hayy

Hava

Ze

Eş-Şevle/Akrebin kuyruğu; scorpii

 

7

20.

el-Muhyî

Su

Sîn

En-Naâîm/ Deve kuşları; kavis burcundaki 8 yıldız;sagitarii

 

60

21.

El-Mumît

Toprak

Sad

El-Belde/Şehir (yay burcundaki yıldızsın bir alan); sagitarii

 

90

22.

El-Azîz

Madenler

Sa’du’z-Zâbıh/Kurban kesenin saadeti; capricorni

 

900

23.

Er-Rezzak

Bitkiler

Se

Sa’du’l-Bul’a/Yutanın saadeti; aquarii

 

500

24.

El-Muzill

Hayvanlar

Zâl

Sa’du’l-Suûd/ En yüksek saadet; aquarii

 

700

25.

El-Kavî

Melekler

Fe

Sa’du’l-Ahbiyye/Çadırlar saadeti; aquarii

 

80

26.

El-Latîf

Cinler

Be

El-Mukaddem mined-Dâl/Fer’ül Evvel/Kovanın ön deliği; pegasi

 

2

27.

El-Câmi’

İnsan

Mîm

El-Fer’u’l Muahhar/Fer’ul Sanî/Kovanın art deliği; andromedae-pegasi

 

40

28

Refîu’d-derecât

Mertebelerin Tayini

Vav

Er-Rişâ/Batn’ul Hût/Balığın Karnı; andromedae

 

6

Güneş, Ay ve Yıldızlarla ile İlgili Âyetler

·Bakara Sûresi, Âyet 258:

Baksana ona, kendine Allah meliklik verdi diye, İbrahim’e rabbi hakkında hüccet yarışına kalkana! İbrahim ona ‘Benim rabbim o kâdir-i kayyum’dur ki hem diriltir hem de öldürür!’ dediği vakit ‘Ben (de) diriltirim ve öldürürüm!’ demişti. İbrahim ‘Allah güneşi meşrıktan (doğudan) getiriyor, haydi sen onu mağribden (batıdan) getir!’ deyiverince o küfreden herif donakaldı. Öyle ya, Allah zâlimler gürûhunu muvaffak etmez!

·En’am Sûresi, Âyet 75-79

"Biz İbrahîm’e (hakikati nasıl öğrettiysek, istidlâl de bulunması ve) kesin ilme erenlerden olması için göklerin ve yerin mülkünü de öylece gösteriyorduk.

İşte O, üstüne gece bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş «Bu mu benim Rabbim?» demiş o sönüp gidince ise şöyle demişti: «Ben böyle sönüp batanları (Tanrı diye) sevmem.»

Sonra ayı doğar hâlde görünce de «Bu mu benim Rabbim?» demiş, fakat o da batıp gidince: «And olsun ki demişti, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar gürûhundan olacakmışım.»

Sonra güneşi doğar vaziyette görünce de: «Bu mu imiş benim Rabbim? Bu, hepsinden de büyük!» batınca da (şöyle) söylemişti: «Ey kavmim, (gördünüz ya, bunların hepsi fânî ve mahluktur) Ben sizin (Allah’a eş katageldiğiniz nesnelerden kat’iyyen uzağım.»

«Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah’ı bir tanıyıcı) olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.»"

·En’am Sûresi, Âyet 96-97:

"O, tan arttırıp sabah çıkaran! Geceyi bir aramgah (dinlenme zamanı) kılmış, şems u kameri de birer nişane-i hisab (hesab ölçüsü)! O (bütün bunlar) işte o azîz-alîm’in takdiridir.

Hem odur O ki karada ve denizde yolu doğrultmanız için size yıldızları sebep kılmıştır. Hakîkat ilim ehli olanlar için âyetleri tafsîl eyledik."

·A’raf Sûresi, Âyet 54:

"Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerine hükümrân olan Allahdır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter. Güneşi, ayı, yıldızları –hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O). Haberin olsun ki yaratmak da emretmek de Ona mahsus. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!"

·Yunus Sûresi, Âyet 5:

"O, odur ki güneşi bir ziya yaptı, kameri bir nûr ve buna menzil menzil miktarlar tayin buyurdu ki senelerin adedini ve hesabını bilesiniz! Allah bunu ancak hak/hikmet ile yarattı. Bilecek bir kavim için âyetleri tafsîl ediyor!"

·Yusuf Sûresi, Âyet 4:

"Bir vakit Yusuf, babasına: "Babacığım, demişti gerçek ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicidirler."

·Ra’d Sûresi, Âyet 2:

"Allah odur ki semâlara direksiz irtifâ (yükseklik) verdi –onları görüyorsunuz- sonra arş üzerine istiva buyurdu ve şems ü kameri teshîr eyledi; her biri müsemma bir ecel için (belirli bir süre) cereyan ediyor; emri tedbîr, âyetleri tafsîl ediyor ki sizler, rabbinizin likasına (karşısına çıkacağınıza) yakîn hasıl edesiniz."

·İbrahim Sûresi, Âyet 33:

"Güneşi, ayı âdetlerinde dâim (ve hizmetlerinde kâim) olarak size teshîr eden O, geceyi gündüzü sizin (faidenize) tahsîs eden Odur."

·Nahl Sûresi, Âyet 12:

"Hem sizin için geceyi ve gündüzü ve şems u kameri teshîr buyurdu; bütün yıldızlar da O’nun emrine müsahhardırlar (âmâdedirler). Elbette bunda aklı olan bir kavim için âyetler vardır."

·Nahl Sûresi, Âyet 15-16:

"Hem arzda ağır baskılar bıraktı ki sizi çalkar (sarsar) diye hem de nehirler ve yollar, gerek ki doğru gidesiniz; ve alâmetler, yıldızla da onlar yol doğrulturlar!"

·İsrâ Sûresi, Âyet 11-12:

"İnsan da şerri öyle davet ediyor ki hayra duâ eder gibi ve insan pek aceleci olmuştur. Halbuki biz geceyi, gündüzü iki âyet yaptık, sonra gece âyetini mahvettik (gideriverdik) ve gündüz âyetini gösterici kıldık ki fazl taleb edesiniz ve senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Hem her şeyi tafsîl (beyan) etmiş de etmişiz."

·Enbiyâ Sûresi, Âyet 33:

"O, geceyi, gündüzü, güneşi, ayı yaratandır ve bütün bunlar kendi dâiresi içinde yüzmekte (devr etmekte)dirler."

·Hacc Sûresi, Âyet 18:

"Görmediniz mi Allah’a secde ediyor göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan bir çoğu? Bir çoğunun da üzerine azab hak olmuş, her kimi de Allah tahkir (zelil) ederse artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah ne dilerse yapar."

·Mü’minûn Sûresi, Âyet 17:

"Andolsun ki biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan gafiller değiliz."

·Furkan Sûresi, Âyet 61:

"Tebârek, ne yücedir O ki semâda burçlar yapmış, hem içlerinde bir kandil bir de nurlu (munir) bir ay asmış!"

·Ankebut Sûresi, Âyet 61:

"And olsun ki onlara: «O gökleri, o yeri kim yarattı? O güneşi, o ayı kim müsahhar kıldı?» diye sorarsan mutlaka «Allah» derler. O hâlde nasıl çevrilip döndürülüyorlar?"

·Lokman Sûresi, Âyet 29:

"Görmedin mi Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor ve şems ü kameri teshîr etmiş, hepsi müsemma bir ecele (belirli bir sona) doğru cereyan ediyor ve filvâki Allah bütün yaptıklarınıza habîrdir!"

·Fatır Sûresi, Âyet 13-14:

"Geceyi gündüze sokuyor, şems ü kameri râm etmiş, her biri müsemma bir ecele / mukadder bir gayeye akıp gidiyor, işte bu gördüklerinizi yapan Allah rabbiniz, mülk O’nun! O’ndan beride çağırdıklarınız bir Kıtmîr idare edemezler, kendilerine dua edersiniz, duanızı işitmezler, işitseler bile cevabını veremezler, kıyamet günü de şirkinize küfrederler. Sana bir habîr gibi haber veren olmaz!"

·Yasin Sûresi, Âyet 38-40:

"Güneş de; kendisine mahsus bir müstekarr için cereyan ediyor. O, işte azîz-alîmin takdiridir.

Aya da; menzil menzil ona miktarlar biçmişizdir; nihayet dönmüş eski urcûn gibi olmuştur.

Ne güneş kendine aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçer, her biri birer felekte yüzerler"

·Zümer Sûresi, Âyet 5:

"Gökleri ve yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü gecenin üstüne sarıyor, ay ve güneşi musahhar kılmış, her biri müsemma ecele cereyan ediyor. Uyan! O öyle azîz, öyle gaffar!"

·Fussilet Sûresi, Âyet 37:

"Ve O’nun ayetlerindendir leyl u neher, şems u kamer. Şems u kamere secde etmeyin de onları yaratan Allah’a secde edin, gerçek O’na ibadet edeceksiniz."

·Necm Sûresi, Âyet 1-11: (Toplam 62 âyet)

"O necm’e kasem ederim indiği dem ki şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da ve hevâdan söylemiyor; o (Kur’ân) sade bir vahiydir, ancak vahyolunur. Tâlim etti ona kuvveleri şiddetli bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı ve o en yüksek ufukta idi, sonra yaklaştı da tedellî etti (alçaldı veya yükseldi) ‘gâbe gavseyni ev edna’ (iki yay kadar yahut daha yakın) oldu da verdi kuluna verdiği vahyi! Gözün gördüğünü kalb tekzîb etmedi."

·Kamer Sûresi, Âyet 1-3: (Toplam 55 âyet)

"Yaklaştı saat, yarıldı Kamer! Hâlâ bir ayet görseler, yüz çevirip derler: "Müstemirr bir sihir!" Yalan dediler, hevâlarına uydular, halbuki her emir müstekırr."

·Rahman Sûresi, Âyet 5:

"Güneş ve Ay hesablı; çemen, ağaç secdedân!"

·Mülk Sûresi, Âyet 3-5:

"O, birbiriyle âhenkdâr yedi gök yaratmış olandır. O çok esirgeyici (Allah)ın yaratışında hiçbir nizamsızlık görmezsin. İşte gözü(nü bir defa daha göğe) çevir (bak, orada) hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) iki kere daha çevir. (Nihâyet) o göz, hor ve hakîr yine sana dönecektir ve o (artık bir kusur bulabilmekten) yorulmuştur. Andolsun ki biz yere en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara da atış taneleri (rücum) yaptık ve onlara çılgın ateş (cehennem) azâbı hazırladık.

·Nuh Sûresi, Âyet 15-16:

"Görmediniz mi nasıl yaratmış Allah yedi semâyı uygun tabaka tabaka? Kamer’i kılmış bir nûr, güneşi de kılmış bir lamba."

·Müddessir Sûresi, Âyet 26-37:

"Yaslayacağım onu Sekar’a! Bilir misin hem ne sekar? Ne bâkiye kor; ne bırakır; beşere susamış bir susuz, üzerinde on dokuz!

Hem biz o ateşin muhafızlarını hep melâike yaptık, sayılarını da ancak küfredenler için bir fitne kıldık ki kitab verilmiş olanlar yakîn edinsin ve iman edenlere iman artırsın, kitab verilenler ve mü’minler şüphelenmesin, kalblerinde bir maraz bulunanlarla kafirler de desin: "Allah bununla meselâ ne murad etmiş?" İşte böyle, Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir ve rabbinin ordularını ancak kendisi bilir ve o ancak bir öğüttür düşünmek için beşer!

Hayır, hayır o kamere (aya) ve döndüğü dem o geceye ve açtığı sıra o sabaha kasem olsun ki her hâlde büyüklerin biridir o sekar, gocundurmak (ikaz etmek) için beşeri; içinizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyen kimseleri!"

·Kıyamet Sûresi, Âyet 5-10:

"Fakat insan ister önünde fücur etmesini, sorar ‘Ne zaman’ diye; ‘o kıyamet günü?’ Ne vakit ki o göz şimşek çakar ve ay tutulur ve güneş ve ay toplanır, der o insan o gün: ‘Nereye kaçmalı?’ (Eyne’l-mefer)"

·Mürselât Sûresi, Âyet 8-12:

"Hani o yıldızlar silindiği vakit ve o semâ açıldığı vakit ve o dağlar savurulduğu vakit ve o elçiler mîkatlarına erdirildiği vakit onlar hangi güne tecil edildi (ertelendi)?"

·Tekvir Sûresi, Âyet 1-14:

"O güneş dürüldüğü vakit ve yıldızlar bulandığı vakit ve dağlar yürütüldüğü (yerle bir edildiği) vakit ve kıyılmaz mallar bırakıldığı vakit ve vuhûş (vahşi hayvanlar) toplandığı vakit ve ‘O diri gömülen (kızcağız) hangi günahla öldürüldü?’ (diye) sorulduğu vakit ve defterler açıldığı vakit ve semâ sıyrıldığı vakit ve cehennem kızıştırıldığı vakit ve cennet yaklaştırıldığı vakit anlar bir nefs ne hazırlamıştır!"

·İnşikak Sûresi, Âyet 18:

"Toplu bir hâle geldiği (nuru tamamlandığı) zaman aya ki siz (ey insanlar!), hiç şüphesiz, o hâlden bu hâle bineceksiniz."

·Şems Sûresi, Âyet 1-2: (Toplam 15 âyet)

"And olsun güneşe ve onun aydınlığına

(Işık almakta) ona tabî olduğu zaman aya"

 

Dipnotlar

1. Hâce Muhammed Parsâ, Tevhîde Giriş –Faslu’l-Hitâb-, Ter: Ali Hüsrevoğlu, Erkam yay., İstanbul,

2. Muhiddin-i Arabî’nin Nefesu’r-Rahman’ın Zâhir ve Bâtın Dâireleri Şeklindeki Tecellileri; Titus Burckhardt, Astroloji ve Simya, Çev:Mehmed Temelli, Verka yay., Eylül 1999, İstanbul. Eserinden faydalanılmıştır.

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar