GÖKYÜZÜ LÛGATI / Erdal Durdu
[Huccetü’l-İslâm
el-Gazzalî «Mişkâtü’l-envâr kitabının ikinci faslında temsîlî sırrı,
usûlü, mânâ ruhlarının misâl kalıblarıyla zabtının beyânında der ki:
«Âlem, rûhanî ve
cismânî olmak üzere iki kısımdır. İstersen hissî ve aklî, yahud ulvî ve süflî
de diyebilirsin. Bu tâbirlerin hepsi birbirine yakındır. Ancak anlatılmak
istenilen mânâlar ibârelerin değişmesiyle değişir. Bir şeyi göze hitâben
anlatmak istediğin zaman hissî ve aklî gibi tâbirleri, bunların birini diğerine
anlatmak istediğin zaman da ulvî ve süflî gibi tâbirleri kullanırsın. Bu
âlemleri de âlem-i mülk ve şehâdet diğerini de âlem-i gayb ve melekût diye
isimlendirirsin. Hakîkatleri lâfızlardan anlamak isteyen çok zaman lâfızların
çokluğu ve mânâların sonsuzluğu karşısında şaşar kalır. Fakat kendisine
hakîkatler açılan bir ârif ise mânâları asıl kabul eder, lâfızları ise mânâlara
tâbi kılar. Yâni mânâya göre lâfız kullanır. Zayıf bir tâlibin yaptığı ise
aksinedir. Lâfızlar sâhilinde bocalar durur. Çoğu kerre bir dalga gelir
boğulur. İşte Allah bu iki tâifeyi,
Ölçü meâli:
—«Acaba yüzüstü
düşe kalka yürümekte olan kimse mi daha doğru yoldadır, yoksa dosdoğru yol
üzerinde gâyet düzgün ve dosdoğru yürüyen mi daha doğru yoldadır?» (Mülk/22)
Kavl-i celîliyle
anlatır. Burada yüzüstü gidenler lâfızlardan kurtulamayan âlimlerdir.
Âlem-i melekût,
âlem-i gaybdır. Bir çoklarına gâib olduğu için böyle denilmiştir. Âlem-i hissî
ise âlem-i şehâdettir. Çünkü onu zâhirde herkes hisseder, görür. Âlem-i hissî,
âlem-i âkliye terakkî edilecek yerdir. Eğer ikisi arasında bir alâka, bir
münâsebet olmazsa idi terakkî yolu kapanmış olurdu. Bu da bir özür olsaydı,
Hazret-i rubûbiyyete sefer ve Allah’a yaklaşmağa çalışmak özür olarak kabul
edilirdi. Neticede hiçbir kimse Allah’a yaklaşamaz, Hazîratü’l-kuds’ün kokusunu
duyamazdı. His ve hayâl ile idrâk edilemeyecek kadar yüksek bulunan âleme
âlem-i kuds diyoruz. Onu bir bütün olarak düşünüp ondaki hiçbir şeyi ondan
hâriç tutmadan ve ondan olmayan hiçbir şeyi ona izâfe etmeden kendi hâli ile
düşündüğümüz zaman ona hazîratü’l-kuds diyoruz. Beşerî rûha bir isim verecek
olursak, mukaddes vâdînin kuds lâhiyalarının mecrâsıdır, deriz. Sonra bu
hazîrede kuds mânâsında bazı hazîreler daha vardır ki mânâca daha derindirler.
Fakat el-Hazîra lâfzı onların bütün tabakalarını cem’ eden bir mânâ ifâde eder.
Bunların basîret erbâbı tarafından bile anlaşılmaz şeyler olduğunu
zannetmeyesin. Şimdi ben zikrettiğim her lâfzı mânâsıyla berâber kafana sokmağa
uğraşıyorum. Sana düşen de lâfızları birbirine karıştırmadan doğru belleyip
mânâya ve gâyeye yönelmektir.
Öyle ise, âlem-i
şehâdet, âlem-i melekûta terakkî etme yeri olup, sırât-ı müstakîme girip bu
yoldan gitmek de bu terakkînin ifâde şeklidir. Böyle olunca bazan buna din
denilmiş, bazan ise hidâyet menzilleri denilmiştir. Eğer bu ikisi arasında bir
ittisâl ve münâsebet olmasaydı, birinden diğerine terakkî tasavvur olunamazdı.
Rahmet-i ilâhiyye, âlem-i şehâdenin, âlem-i melekût muvazenesine göre olmasını
takdîr etti. Bu âlemde ne varsa o âlemdeki bir şeyin misâlidir. Bazan bu
âlemdeki bir şey, melekût âlemindeki birden fazla şeye misâl, bazan da yalnızca
bir şeye misâl olur. Âlem-i şehâdeden pek çok misâlleri vardır. Fakat buradaki
bir şey oradaki bir şeye nev’an mümâsil olursa misâl olur. Tabakası mutâbık
olursa mesel olabilir. Bu misâllerin hepsini bilmek demek, âlemlerdeki
mevcûdâtın tamamını bilmek demektir. Buna da beşer kudreti kâfî değildir. Beşer
kudreti bunlardan hangi birinin esrârına vâkıf olursa, sâdece birinin şerhi,
nicelerinin kısa kısa ömürlerini tüketmeye kâfîdir. Benim gâyem sana bunları
şerhetmeğe uğraşmak değil, azdan çoğa istidlâl edebilmen için bir örnek vermek,
basîretini esrârı görmeğe hazırlamaktır.
Şimdi dinle:
Melekût âleminde nûrânî, şerefli, ulvî cevherler vardır. Bunlara melâike
denilir. Ervâh-ı beşeriyyeye nûrlar bunlar vasıtasıyla yayılır. Bunlara erbâb
da denilir. Allah ise Rabbu’l erbâbdır. Her birinin nûrâniyyetleri mertebe
mertebedir. Âlem-i şehâdedeki güneş, ay ve yıldızlar nasıl derece derece ise,
bu yola düşen bir sâlik evvelâ yıldızları görür, onlarla istidlâle çalışır.
Çünkü vüs’ati ancak onu anlayacak kadardır. Âlem-i süflî onların ışıklarının
hükmü altındadır, der. Onların yüksekliği, sonsuzluğu, hoşuna gider.
Güzelliklerine hayran olur. «İşte bu benim rabbım!» der. Sonra Ay’ın nûrunu
görüp de yıldızların nûrunun fevkında olduğunu anlayınca müstakim fıtratı îcâbı
birini diğerine mukayese ile «Ben batanları sevmem» der. Sonra güneş misâlinden
ibret almağa başlar. Onu hepsinden büyük görür. Güneşi kendi nev’inden bir şeye
misâl olmağa kaabil görür. Halbuki bir şeyi noksanla mukayese noksanlıktır.
Sonra bunların cümlesinden kurtularak:
Ölçü meâli:
— Ben yüzümü hanîf
olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim.» (En’am/79) der.
İşte güneşten sonra
böyle demek arada münâsebet bulunmayan mübhem bir işârette bulunmaktır. Birisi
kalkıp cevap verilmesi tasavvur olunmayan mefhumun misâli nedir? derse, işte o
el-Evvelü’l-Hakk celle celâluhu’dur, deriz. Bütün münâsebetlerden münezzehdir.
Çünkü Fir’avn, Mûsâ –aleyhisselâm-‘a (Vema rabbu’l âlemîn...) diye mâhiyetten
soran bir tâlib gibi sual edince Mûsâ –aleyhisselâm- Hak Teâlâ Hazretlerinden
ancak O’nun fiilerini târif yoluyla cevab verdi. Çünkü böyle bir sual soran
kimse ancak fiilleri görebilir.
Şimdi yukarıdaki
misâle dönerek diyeyim ki: Tefsir ilmi, darb-ı mesel yolunu sana öğretir. Bu
cinsden mevzularla ünsiyet ettirir. Şimdi bundan daha fazla bahsedebilmem
mümkün değildir.»
Mirsâdü’l-ıbad kitabının
sekizinci faslının üçüncü bâbında müşâhedât-ı envâr ve mertebeleri hakkında der
ki:
«Bilesin ki gönül,
kelime-i tevhîd cilâsıyla tedrîcen cilâlandıkça envâr-ı gaybiyyeyi görmeğe
başlar. Bidâyette bu envâr kesret hâlindedir. Şimşekler, lemhalar, lâyihalar
görünür. Sonra çıra, mum ve meş’ale şeklinde ve mikdarında zuhûr eder. Her bir
yerde yakılmış bu ateşleri müşâhede eder. Envâr-ı ulviyyeyi müşâhedeye müstâid
bulunanlar başlangıçta yıldız ışıması mikdarında, sonra ay tarzında, sonra da
güneş şeklinde müşâhede eder ve bunları mahalden mücerred şekilde görür.
Nûrlar, hicâblardan kurtulup tamamen meydana çıkınca artık müşâhedeye hayâlin
tasarrufu ve tesiri kalmaz. Renkler kaybolur, renklerden, suretlerden,
mahalden, şekilden, kemmiyyetten, keyfiyyetten temizlenmiş olarak müşâhede
eder. İşte nûr-ı mutlak diye bütün bunlardan pâk ve münezzeh olan nûra denir. Bazan
olur ki, Cenâb-ı Hakk’ın sıfâtlarının nûrları rûhânî hicâbların hemen
arkasından gönül aynasına aksediverir. O gönlün temizlik derecesine göre
İbrâhim –aleyhisselâm-‘ın aynasına başlangıçta bir yıldız mikdarı aksetmişti.
Çünkü onun gönlü o vakitte o kadar safâ bulmuştu. Onun tab’ gözünden perde
kalkıp halâs bulunca onu kamer sûretinde müşâhede eyledi. Gönül aynası daha
fazla safâ bulunca güneş sûretinde müşâhede etti. Hakk’ın nûrlarından hangi
birisi gönül tarafından müşâhede edilmişse hemen o gönlün mârifet nûru olur.
Onun müşâhede eden hem târif edebilir, hem de zevkini gönlünde duyar ve
gönlünde duyduğu bu zevkten başka bilmez. Ağyâra O’nun hazretinden bu mânâ
nasîbleri yoktur. Çünkü onlar daha kelime kalıblarında bile bocalamaktadırlar.
Ayrıca bu zevkler de farklı farklıdır. Eğer mârifet Mûsâ –aleyhisselâm-‘a
geldiği gibi (İnnî enallahu rabbul-âlemîn) diye kulak kapısından gelirse hitâbı
vâsıtasız işitir. Onun için mutlak tâbir ile (Ve kellemallahu Mûsâ teklîme)
buyurulmuştur. Eğer mârifet İbrâhim –aleyhisselâm-‘a geldiği gibi göz
kapısından gelmişse hicâblar hâlâ vardır ve vâsıta ile gelir. (Vaktâ ki güneş
doğmak üzere iken gördü, ‘Bu imiş rabbim, bu hepsinden büyük’ dedi. En’am/79)
Fakat bunda can (Ena rabbuke) diye gelen mârifetin zevkinin hakîkatını duymaz.
Müşâhedeye (Haza
rabbî) gibi sözlerle lisân tercüman olmayıp hicâblar tamamen kalkarak Hâce-i
kâinat –sallallahu aleyhi ve sellem-‘e geldiği gibi vâsıtasız olarak gelir:
(Ma kezebe’l
fuâdu…)
Ömer’ül-Fâruk
–radıyallahu anh’e böyle bir yoldan mârifet geldi de «Kalbim rabbimi gördü.»
dedi. Hâce-i Kâinat –sallallahu ve sellem- Efendimiz ihsân makamını beyân
ederken bu zevkin husûlünü,
—«İhsan, Allah’a
sanki O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.» diyerek anlatmıştır.
Cenâb-ı Halillulah
–aleyhisselâm-‘ın can gözünün müşâhedesine akseden rubûbiyyet sıfâtlarının
nûrlarını parlaması idi ki gönlünün müşâhede aynasına aksetti. Fakat rûhânî ve
kalbî hicâbların arkasından aksetti. Fakat telvîn makamında tulû’dan sonra ufûl
(doğuştan sonra batış) vardır. Halbuki Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretleri
ufûlden münezzehdir. Gönül, biraz evvel nâil olduğu basit bir müşâhedeye «İşte
bu benim rabbim» dediğine aldırmaz. İlerisini ister. Hakk’ın nûru da kalbî ve
rûhî hicâblardan uzak olarak zuhûr eder. Renklerden, keyfiyetlerden,
hududlardan, mesellerden, zıdlardan mücerred olarak aşikâr olur. Aklın ve
gönlün zarurî gördüğü her şeyden muarrâ ve müberrâ olarak temkîn ve temekkün
ile zâhir olur. Artık ne tulu’ kalmıştır ne gurub, ne sağ kalmıştır ne sol. Ne
alt kalmıştır, ne üst. Ne mekân, ne zaman, ne kurb, ne bu’d, ne gece, ne
gündüz, ne sabah, ne akşam, ne arş, ne ferş, ne dünya ne âhiret. Hepsi
kaybolmuş, ancak Cenâb-ı Hak kalmıştır.
—«Bâki o rabbinin
yüzü, o zülcelâl-i ve’l ikram!» (Rahman/27)
Birisi sual edip «o
yıldız, ay ve güneş İbrâhim –aleyhisselâm-‘a bâtın âleminde müşâhede
ettirilmişti. Zâhir âleminde de müşâhede ettirilmiş miydi?» derse cevâben deriz
ki:
Gönül aynası safî
olup bu müşâhedeye ister gönül âleminde hayâl vâsıtasıyla ve gaybda ersin,
isterse âlem-i zâhirde ve his vâsıtasıyla müşâhede etsin, farkı yoktur. Zaten
iki âlem arasında sıkı bir münâsebet vardır. Bu âlem Cenâb-ı Hakk’ın nûrlarının
mahallidir. Güneş, ay ve yıldızlar hep semâların ve arzın nûru Allah’ın –
sübhânehu ve teâlâ – nûrlarının parlamasıdır. Hakîkatı gören ve gösterenlere
bunların hepsi bir mânâdır, bir rûhdur. «İşte bu benim rabbim» diyebilme zevki
mârifet-i Hakk’a ermek isteyen bir tâlibin gâyet sâfiyâne söyleyişidir ki
rabbını ondan müşâhede edeceği için şehâdet ve gayb, zâhir bâtın bir olur.
Gönlün temizliği kemâl derecesine ulaşınca artık hicâblar bile şeffaf olur.
—«Onlara
âyetlerimizi âfakda ve kendi nefislerinde göstereceğiz.» (Fussilet/53)
Artık buna eren
kendini görmez, hep Hakk’ı görür. Eğer o gözüyle mevcûdâta nazar ederse o büyük
zât gibi nazar ettikçe hiçbir şey yoktur ki onda Allah’ı görmüş olmayayım, der.
Şuhud makamında bütün hicâblar kalkar ve müşâhede vâsıtasız olarak müyesser
olur. Buna eren: Hiçbir şeye nazar etmedim ki onun önünde Allah – sübhânehu ve
teâlâ –‘ yı görmüş olmayayım, der.
Eğer uçsuz bucaksız
bir müşâhede denizine daldıysa müşâhedeyi de kaybedip vücûd-i şâhid lisânında
Hazreti- Cüneyd –kuddise sirruh- gibi «Varlıkta Allah’dan başka yoktur,» der.
Şahid ve meşhûd O’dur. İşte burada vahdet ve vahdâniyyetin hakîkatı meydana
çıkar. Bir zamanlar her iki âlemde nereye baksa nûr ve zulmet, sıfât-ı
ilâhiyyenin parlayan nûrları, lûtuf ve kahır olarak görülüyorken, Kâinâtın
Efendisi –sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz,
—«Ey rabbımız, bize
eşyâyı olduğu gibi göster,» yâni hakîkatını göster diye duâ etti.
Sıfât-ı ilâhiyyenin kahr u lûtuf nûrlarını taleb ediyorsunuz. Çünkü âlemde
gördüğünüz Herşey ya O’nun lûtuf nûrlarının parlayışıdır, yahud kahr nûrlarının
parlayışıdır. Hiçbir şeyde O’nun vücûd-i hakîkîsi bizâtihi zuhûr etmez. Çünkü,
—«Evvel, Âhir,
Zâhir ve Bâtın’ın kendisi bizzat O’dur.» (Hadîd/3)
Huccetü’l-İslâm
el-Gazzâlî der ki: «Benim misâller ve misâl verme yollarını anlatmamı
yanlış anlayıp da hakîkatleri anlamak için zâhirleri ortadan kaldırmak ve ibtâl
etmek gerektiğini iddia ettiğimi zannetme. Kalkıp «Efendim Mûsâ
–Aleyhisselâm-‘ın na’leyni yoktu. Aslında mukaddes Tuvâ vâdisinde iken
na’leynini çıkar!» (Tâhâ/12) diye bir hitâb işitmişti, demekten Allah’a
sığınırım. Çünkü zâhirleri ibtâl, bu iki âlemden birine şaşı gözle bakan ve iki
âlem arasındaki ince muvâzeneyi görmeyen Bâtınîlerin ve Kur’ân’ı anlamayanların
görüşüdür. Sırları ibtâl de kabukta kalanların görüşüdür. Sadece zâhire
saplananlar, haşvîler, yâni kabukta kalan, madde hududundan öte gidemeyenlerdir.
Sadece bâtına saplananların Bâtınî, ikisini ilâhî muvâzene ile cem’edenler de
kâmillerdir. Nitekim Nebî –sallallahu aleyhi ve sellem-:
—«Kur’ân’ın zâhiri
ve bâtını, haddi ve matlaı vardır,» buyurmuşlardır.
Emîriü’l-mü’minin
Ali –kerremallahu veche-‘den mevkûfen naklolunmuştur ki, Mûsâ –aleyhisselâm-
ayağındaki na’leynini çıkarmakla emrolunmasından iki âlemi gönlünden çıkarmakla
emrolunduğunu anlamıştır. Emrin zâhirine na’leyni çıkarmakla bâtınına da
kevneyn endîşesini gönlünden çıkarmakla imtisâl etmiştir. İşte bu, itibar yahud
uburdur. Yâni bir şeyden öbür şeye geçmektir.
Peygamberlerin
menzillerinin evveli, his ve hayâl bulanıklığından, sislerinden âlem-i kudse
terakkî etmektir. İşte bu menzilin dünyada görünür misali
el-vâdi’l-mukaddesdir. Yâni mukaddes Tuvâ vâdisidir. Bu vâdiye ayak basmak ise
ancak iki âlemi, yâni dünya ve âhireti gönlünden çıkarıp el-Vâhidü’l-Hak
Sübhânehu ve Teâlâ Hazretlerine tam yönelmekle mümkündür. Dünya ve âhiret
karşılıklıdır. Bunlar beşerî ve nûrânî cevher üzerinde araz kabîlindendir.
Evvelâ bunları gönülden atmak sonra Allah’ın buyurduğu şekilde her ikisinde de
vazîfesini yapmak ancak mümkün olabilir.] (1)
AFTAB: Güneş. Pek güzel
şahıs. Çok parlak çehre. (484) (Parantez içindeki sayılar, kelimenin Ebced
değeridir.)
AGMA: Yıldız. Yıldız
akması. (1046)
AHTER: Yıldız. Baht,
talih. (1201)
AHVER: Akıllı. İri gözlü
güzel. Müşteri yıldızı. Jüpiter. Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam. (215)
AKREB: Zehirli ve
tehlikeli küçük hayvancık. Saatin kısa ibresi. (372)
ÂNE: Bir aşiretin
bütünlüğü veya işleri veya şerefi. Dişi yabani eşek. Yabani eşek sürüsü. Cedi
(Keçi) burcundan bir kısım yıldızlar. Kasık kılı. Apış arası, kasık. (Keçi
burcundaki v: n. v. ı. yıldızları) (126)
ARRAF: Falcı, kâhin,
müneccim. Hekim. Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (351)
ARUS: Süslenmiş gelin,
güveyi. Güneş. Gök. Kükürt. (336)
ARŞ: Bağ çardağı.
Gölgelik. Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allah’ın kudret ve
saltanatının tecelli yeri. (Arş kainatı kaplar. Allah’ın kudreti ve ilmi de her
şeyi kaplar.) Fevkiyyet, ulviyyet. Arş-ı Alâ, Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı
Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs, Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı
Hakkın izzet ve saltanatından kinaye olarak söylenir. (Arş, sakf demektir ki,
bir binanın veya yerin mühit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı,
tavanına nisbetle üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu,
cihannüması hep arş medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak
gibi yükselen ve gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (570)
ASUMAN: Gökyüzü. Semâ.
Felek. (152)
AŞKU: Tavan; kat,
tabaka. Gökyüzü. Gök. (327)
ATLAS: İpekten yapılmış
kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. Düz tüysüz. Büyük harita. Atlas Okyanusu.
(100)
ATLAS: Eskitmeler,
yıpratmalar. Eski, aşındırılmış, yıpranmış. (100-101)
AVA’: Alçak kimse.
Menazil-i Kamer’den bir menzildir ve beş yıldızlıdır. (77-78)
AYYUK: Samanyolu’nun
devamlı sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. Gökyüzünün pek
yüksek yeri. (186)
BAŞE-İ FELEK: Nesr-i Tâir ve
Nesr-i Vâki denilen iki yıldız. (Başe: Atmaca) (438-9)
BEDR: Dolunay. Ayın en
parlak olduğu hâli. Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer
ismi. Bir şeyin tamam olması. Sibâk ve sür’at etmek. Bir işin ansızın zâhir
olması. Tam ve münasib olan âzâ. Dolu şey. İyi hizmet eden köle. (206)
BEHRAM: Eskiden bir İran
padişahının ismi. Bir pehlivan adı. Merih yıldızı. (248)
BENÂT-I NA’Ş: Naaş kızları.
Dübb-ü Ekber yıldız kümesinin kuyruğu ucunda bulunan en sönük yıldız. Lat: Eta
Ursus Majoris; Fr:Benetnash; İng: Alkaid. (Na’ş: İçinde ölü bulunan tabut,
cenâze, kefene sarılıp tabuta konmuş ölü.) (873)
BERCİS: Müşteri denilen
gezegen. Bol sütlü deve. (265)
Bİ-DUHT: Kızı olmayan.
Zühre yıldızı. (1016)
BURC: Muayyen bir şekil
ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi. Tek hisar kule, kale çıkıntısı. Dünyaya
göre güneşin döndüğü yerin on ikide bir kadarı. (205)
BURC-U ÂBÎ: Sulu burç.
[Seretan (yengeç), akreb, hut (balıklar) burcu.]
BURC-U ÂTEŞÎ,
BURC-U ÂZERÎ: Ateşli burç [Hamel (kuzu), esed (arslan), kavis (yay)
burcu.]
BURC-U BÂDÎ: Havalı burç. [Cevzâ
(ikizler), terâzi, aquarius burcu.]
BURC-U DELFİN: Yunus burcu.
BURUC-U İSNA AŞER: Hamel, Sevr,
Cevzâ, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akreb, Kavs, Cedy, Delv, Hut.
BUTİN: Menazil-i
Kamer’den üç yıldız. (71)
BÜHT: Yalan, iftira. Bir
seyyarenin bir günlük hareketi. (407)
CEBBAR: İstediğini mutlak
yapan. Dilediğine muktedir olan. Gökyüzünün cenubunda bulunan bir yıldız
kümesi. (206)
CEDİ: Güneş medarının on
iki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneş cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini
bildirir.) Keçinin erkek yavrusu, oğlak. (17)
CEBHE: Yüz, ön taraf.
Harp sahası. Muharebe edilen yer. Alın. Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön
tarafı. Gökteki ayın menzillerinden olup aslan suretinin cephesidir; dört
yıldız aslan alnına benzetilmiştir. Bir kavmin ve cemaatin seyyidi. (15)
CEVZÂ’: İkizler burcu.
Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burçtur.
Güneş mayıs ayında bu burca girer. Lat: Geminus; Fr: Les Jumeaux. İng: Gemini.
(18)
CİRM: Vücut, ten, cüsse,
hacim, büyüklük. Cansız cisim. Yıldız. (248)
CÜNBİŞ-İ EVVEL: Kaza ve kaderin
başlangıcı. Feleğin hareketi. Gezegenlerin Hamel burcundaki hareketi.
DARE: Vazife. Daire.
Değirmi. Ay ağılı. (210)
DARİCE: Ay ve güneş ağılı.
Hâle. (213)
DEBERAN: Gök cismi. Ayın
dördüncü durağı. (257)
DEBİR-İ FELEK: Utarid (Merkür)
gezegeni. Debir: Katib, yazıcı. Müsteşar. (346)
DEH-SAL: Gezegen, yıldız.
(100)
DELV: Kova. Su koyulan
ve kuyudan su çekilen bakraç. Oniki burçtan birisi. (40)
DERARİ: Parlak yıldızlar.
Renkli şeyler. (215)
DERDEME: Yedi seyyare.
DÜBBE: Dişi ayı. Dübb-i
Ekber adlı yıldız kümesinin dörtgenindeki parlak iki yıldızdan biri. Lat: Alpha
ursus Majoris; Fr,İng: Dubbe. (Yedili kümenin en parlak yıldızıdır.) (11)
DÜBB-Ü ASGAR: Küçük Ayı denen ve
Kutup yıldızı etrafında devreden yedi tanelik yıldız kümesi. (1297)
DÜBB-Ü EKBER: Büyük Ayı tâbir
edilen, kutup yıldızı ile beraber etrafındaki yedi yıldız. (229)
DÜCACE: Tavuk. Kuğu burcu,
semânın kuzey yarım küresinde Lyre burcunun yanında çok parlak birkaç yıldızdan
meydana gelen bir burç. Lat: Cygnus. Fr: Cygne. (16)
ECSAD-I SEB’A: Yedi cisim: Altun,
gümüş, kalay, kurşun, demir, bakır, harçini.
EFLAK-I SEB’A: Kamer, Utarid,
Zühre, Güneş, Merih, Müşteri, Zuhal.
EL-CASÎ: Herkül, İklîl-i
Şimâlî ve Şilyâk burçları arasında bulunan bir yıldız kümesi. Lat: Hercules.
(105)
EL-CEBBAR: Semânın kuzey
yarım küresinde görülebilen, dörtgen biçimli ve içinde eğik olarak bir hizâda
üç parlak yıldızın dizildiği çok güzel ve çok parlak yıldızlardan olma yıldız
kümesi. (Orion) (237)
EL-FÂRİS: Semânın kuzey
yarım küresinde imreet-ül müsellese (Andromeda) burcunun kuyruğunda altı parlak
yıldızdan müteşekkil bir burç. Lat: Perseus; Fr: Persée. (372)
EL-HEVA: Semânın kuzey
yarım küresi eteğinde Herkül burcunun altında zincirvâri bir yıldız kümesi.
Lat: Ophiucus. (42)
EL-UKAB: Kartal, karakuş,
tavşancıl. Kartal burcu. (Dübb-ü Ekber’in kuyruktan üçüncü yıldızı (yega)
yıldızına birleştirilip bu mesâfenin yarıdan fazlası aynı istikamette eklenip
uzatıldığı takdirde el-Ukab burcunun en parlak yıldızı olan Nesr-üt tâir
(Altair) yıldızına rastlanır. Bu yıldızın sağında ve solunda iki istikamette
uzanan bir doğrultu da Ukab burcunun ikinci derecede parlak yıldızları ve bu
iki doğrultuya ortadan amut olan bir hat üzerinde de diğer yıldızlar bulunur.)
Lat: Aquila; Fr: L’Aigle. (204)
ENAHİD: Venüs gezegeni.
Zühre. (71)
EN-NEHR: Semânın güney
yarım küresine ait bir burç olup Orion ve Sevr burçları altında uzanır. (286)
ERENDİZ: Müşteri gezegeni.
Jüpiter. (272)
ESED: Arslan. Dırgan,
Gazanfer, haydar, hizebr, hizber, leys, şîr. Güneşin Rumî temmuzun dokuzunda ve
Efrenci temmuzun yirmi üçünde içine girdiği ve semânın kuzey yarım küresi
eteğinde bulunan bir çok yıldızdan müteşekkil beşinci burç. Lat: Leo; Fr:Le
Lion. (65)
EZFAR: Tırnaklar. Tırnak
bahuru denilen tıbbi bir koku. Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar. (1182)
EZHER: Pek beyaz ve
parlak. Ay, kamer. Saf ve parlak olan. Cuma günü. Vahşi sığır. (213)
FAKHA: Her nebatın yeni
açmış çiçeği. Bir yıldız adı. Dübür halkası. (193)
FEHT: Ay aydınlığı, ay ışığı.
(1080)
FELEK: Gök, gök katı,
devir. Tali’, baht. Büyük ve dâirevi olan şey. Her gök seyyaresinin gezdiği
âlem. Dünyâ, âlem. Bir zilli âlet. Yuvarlak kütük, kızak. (130)
FELEKİYYAT: Göklerin ilmi.
Kozmoğrafya. Astronomi. (441)
FELKE: Ayın dolunay şekli.
(135)
FERENGÎS: Zühre yıldızı,
Venüs, çoban yıldızı. (420)
FERES-İ A’ZAM: Semânın kuzey
yarım küresinde Keykavus (Cassiopée) ile El-Fâris (Persée) burçları yakınında
parlak yıldızlardan müteşekkil bir burç. Lat: Pegasus; Fr: Carrée de pégase
FERKAD: Kuzey kutbuna
yakın ve Küçük Ayı kümesine tâbî iki parlak yıldızdan her biri olup,
bulundukları yerden doğup batarlar. Bu yıldızların ikisine birden Ferkadân
denir. (384)
FERKADÂN: Şimâl kutbuna
yakın parlak ve Küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan sık
sık karşı karşıya gelen iki yıldız (ikizler mânâsına.) Dübb-ü Ekber denilen
yıldız kümesinin en parlak yıldızları olan Dübb ve Merak’ın müşterek adı. (435)
GAFR: Örtmek, setretmek.
Menazil-i Kamer’den üç küçük yıldız. (1280)
GAMS: Yıldız kayması.
Suya dalmak. (1100)
GASIK: Gecenin ilk
karanlığı. Gece. Karanlık. Ay doğmak. (1161)
GUMA: Hava bulutlu
olmasından dolayı ayın görünmemesi. (1050)
HABİKE: Kehkeşan,
Samanyolu. Çizgi. Dikkat ve itina ile sağlam ve sanatlı dokunmuş yol yol hâreli
güzel kumaş. (45)
HADÎM-İ PİR: Zuhal yıldızı.
(257)
HAMEL: Kuzu. Semânın
kuzey yarım küresinde Sevr burcu ile Süreyyâ manzumesinin yakınlarında bulunan
bir burç ki güneş buraya martın dokuzunda dâhil olur. Lat:Lacerta; Fr:Belier.
(78)
HATİB-İ FELEK: Müşteri, Jüpiter.
HEFT-EVRENG: Büyük ve küçük
ayıyı meydana getiren yedi yıldız.
HEK’A: Menazil-i
Kamer’den bir yıldız. Atın göğsü üstündeki dâire. (180)
HEN’A: Devenin boynunun
altına konan işaret. Menazil-i Kamer’den bir menzil. (130)
HERKUL BURCU: Gök küresi kuzey cihetinde
isim verilen bir takım yıldız kümesi.
HEY’ET: Şekil, suret,
kıyafet. Görünüş. Hâl, durum. Birlik teşkil eden şahısları mecmuu. Gök ve
yıldız ilmi. Astronomi. Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibillet. Bir şeyin
cibilli vaziyeti. (416)
HİLÂL: Yeni ay şekli.
Yeni ay. Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayım üçüncü gecesine kadar
aya hilâl denir. 26 ve 27nci gecelerdeki aya da hilâl, ondan sonrakilere kamer
denir. Cami kubbeleri ve minare külahları tepesine konulan alemlerin hilâl
şeklinde olan uç kısmı. (66)
HİNDÛ: Satürn (Zühal)
gezegeni. Benek, ben. Hind’in Brahman ahalisinden olan. Hindliler gibi pek
esmer olan adam. (65)
HUNNAS: Beş seyyare. Zuhal
(Satürn), Müşteri (Jüpiter), Merih (Mars), Zühre (Venüs), Utarid (Merkür).
(710)
HUNNES-KUNNES: (Hanis-Kanis) Kanis süpürge demektir.
Umumiyetle akıp akıp yuvalarına giden veya ayrı yollarında gidip gelen
yıldızlar demektir. Bazılarınca gündüz gaib gece zahir olan yıldızlara denir.
Ekseriyetle yedi seyyar yıldızlara denmiştir. (Zuhal, Müşteri, Merih, Zühre,
Utarid, Uranüs, Neptün) (850)
HUR: Güneş, şems. (800)
HUR: Güneş. Yiyecek
şey. (806)
HUR: Güneş, şems. (210)
HURŞİD: Güneş. Afitab.
Hur. Mihr. Şems. (1120)
HUSUF: Ay tutulması.
Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. Bir şeyin nuru ve ışığı
gitmesi. (746)
HÛT: Büyük balık. Balık
burcu. Semânın güney yarım küresinde Sevr burcundan ileride Hamel burcunun
istikametinde bir burç. Fr: Poisson (Semânın güney yarım küresinde olmasına
rağmen kuzeyde de görülebilir ve güneş şubatta bu burca girer.) (412)
HÜRMÜZ(D): Zerdüştlerin hayır
tanrısı. Jüpiter, Erendiz, Müşteri. Eski İran takviminde güneş yılının ilk
günü. (252-256)
IKD-I SÜREYYA: Ülker denilen
ikişer ikişer karşılıklı yıldız kümesi.
İCMAR: Bir araya
toplamak. Süratle yürümek. Atın sıçrayarak yürümesi. Bir şeyin umumi olması.
Ateşe öd ağacı koymak. Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesap yapmak. Yeni ayın
görünmesi. (245)
İDBAR: Geriye gitmek.
Geri dönmek. İşlerin ters gitmesi. Talihsizlik. Bir gezegenin on iki burç
tertibine zıt olarak hareketi. (Asıl tertibine göre gitmesine de ikbal denir.)
(208)
İHTİYARAT: Yapılması veya
yapılmaması takvimlerde gösterilen günlere göre verilen hükümler. Yıldızlar
ilminin bir şubesi olup yedi seyyarenin üzerindeki türlü vaziyetlere göre
herhangi bir işin yapılacağı ve teşebbüsten çekineceği zamanı tayin imkanı
belirtme. (1613)
İLTİYAH: Vücudun güneşten
yanması. Susama. Şimşek çakma. Yıldızın parıltısı. (450)
İMREET-ÜL
MÜSELLESE: Semânın kuzey yarım küresinde Feres-i A’zam ile Zat-ül Kürsi
burçlarının arasında bulunan ve Feres-i A’zam kuyruğu gibi duran birkaç parlak
yıldızlı bir burç. Lat: Andromeda; Fr:Andromedé
İMTİDAD: Uzanmak. Uzayıp
gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. Boy. tul. Uzunluk. Feza, uzay. (450)
İSTARE: Yıldız. Perde,
zar. (667)
İŞTİBAK: Tokuşma, karışma,
örülme, örgülenme. Birbirine geçme. Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri
gibi görünen yıldızlara Arap uleması tarafından verilen ad. (724)
İZMİHRAR: Surat asma.
(Yıldız) parlama. Kış mevsiminin şiddetli olması. (454)
KABİS: Hz.Yusuf’un (A.S.)
rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. (163)
KAMER: Gökteki ay. Hilâl.
Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. (340)
KAVS: Yay. Eğri, yay
biçiminde olan şey. Dokuzuncu burç olan yay burcu. (166)
KAYTUS: Bir yıldız kümesi.
Kaytas: Balina balığı. Kadırga balığı. (185)
KEHKEŞAN: Samanyolu. Saman
uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi. Uzayıp giden
ışıklı manzara. (396)
KELB: Köpek, it. Meşhur
bir yıldız. İki adım arasına konularak dikilen kayış. Yolcuların yük üstünde
azıklarını astıkları demir çengel. Şiddet. Hırs. (52)
KERVANKIRAN: Kervan burcu,
Zühre (Venüs) gezegeni. (638)
KETD: Bir yıldız adı.
Omuz ile sırt arası. (424)
KEVKEBE: Necim, yıldız.
İnsan cemaati. Süvari alayı. Parlamak. (53)
KEYKÂVUS: Keyaniyan’ın
ikinci padişahı olup Keykubad’ın torunu ve halifesidir. Semânın kuzey yarım
küresinde bulunan ve Küçük Ayı ile Kuğu burçları arasında Tanîn burcunun
dirseği hizasında üç parlak yıldızdan müteşekkil bir burç. Lat: Cepheus; Fr:
Céphée.
KEYVAN: Zuhal, Satürn.
(87)
KIRAN: Yakınlık. İki
şeyin birleşmesi. Seyyarelerden ikisinin bir burçta birleşmesi. (351)
KIRAN-I NAHSEYN: Mars (Merih) ile
Satürn (Zuhal)ün aynı burçta birbirine yakınlaşması. (Kutsuzluk işareti
sayılır.)
KIRAN-I SA’DEYN: Venüs (Zühre) ile
Jüpiter (Müşteri)in aynı burçta birbirine yakınlaşması. (Kutluluk işareti
sayılır.)
KIYAN (kiyan): Merkez.
Yıldız, seyyare. (81)
KURS: Yuvarlak ve yassı
nesne, teker, tekerlek nesne, ağırşak. Çörek. Küre, daire ve her türlü dairevi
nesne. Bir yıldızın görünen yüzü. (390)
KURSÎ: Koltuk’un x
yıldızı, şedir. Fr: Schedir. (400)
KUTUP YILDIZI: Saplı bir tavaya
benzetilen Küçük Ayı denilen takımyıldızının (bir tavaya benzetildiği takdirde
tavanın) ucunda bulunan yıldız, demir kazık. Lat: Polaris; Fr: Etoile Polaire.
Alpha Ursus Minoris.
KUZAH: Bulutlara karışan
bir melek. Şeytan adlarından biri. Renk renk olan çizgi. Kavs-i Kuzah: Ebem
kuşağı, yağmur kuşağı. (115)
KÜSUF: Güneş tutulması.
Ayın dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. Mc:
Birisinin felâketi hâlinde çok teessür göstermesi hâli. (166)
LÛHEN: Ay, mah. (686)
LİV: Güneş. (46)
MAGRİZ: Bir şeyin dahil
edildiği, sokulduğu yer. Bir şeyin çektiği, yetiştiği yer. Kuyruk dibi. Dübb-ü
Ekber denilen yıldız grubunun dörtgeniyle kuyruğunun birleşme noktasında
bulunan kümesin dördüncü parlak yıldızı. Lat: Delta Ursus Majoris. (1247)
MAH: Ay. Gökteki ay.
Kamer. (46)
MAHÎ: Güneybalığının
Alpha yıldızı. Fr: Fomalhout. Aylık. (56)
MAHİ-DAN: Balık havuzu. Hut
burcu. (111)
MAHREK: Bir gezegenin bir
devre üzerinde gittiği farz edilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu. (268)
MANENDE: Benzeyen. Orion’un
Beta yıldızı. Fr: Rigel. (150)
MANG: Ay, kamer. (111)
MASAHA: Sıhhat mevzii.
Kamer, ay. (143)
MATLA’: Tulu’ edecek yer.
Güneş ve sâir yıldızların doğması. Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti.
(149)
MECERRE: Samanyolu. (643)
MEDÂR: Sebep, vesile. Bir
şeyin döneceği, devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. Etrafında dönülen
nokta. Bir seyyarenin güneş etrafında dönerken çizdiği dâire. (245)
MEDÂR-I SERETAN: Ekvatorun iki
cihetinde varsayılan iki daireden kuzeyde bulunanı. Yengeç dönencesi.
MEHİR: Ay, kamer. (255)
MEHR: Aşk, şefkat,
muhabbet. Güneş. Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen
nikâh bedeli. (245)
MEH-ŞİD: Ay, ay ışığı.
(359)
MENZİL: Yollardaki konak
yeri. Ev. Bir günlük yol. Konak. Mesafe. Benât-ün Na’ş yıldızı. (127)
MERAKK: (Atta) Sağrı.
Dübb-ü Ekber yıldız kümesinin dörtgeninde bulunan parlak yıldız. Fr,İng: Merak;
Lat: Beta Ursus Majoris. (Yedili kümenin ikinci derecedeki parlak yıldızıdır.)
(340)
MERİH: Dünyadan sonra
güneşe en yakın olan seyyare. Sakıt, mirrih, mars. [Merih’de su ve hava vardır,
sathının yarısı karlarla kaplıdır; Güneş’in etrafındaki devresini 687 günde
tamamlar.] (258)
MERKAB(E): Gözetleme,
gözetleme yeri kulesi. Semânın kuzey yarım küresinde Feres-i Ekber (Pegasus)
burcunun büyük dörtgenin büyük kenarının sağ köşesinde bulunan yıldız, merkab.
Lat: Beta Pegasus. (342)
MEŞHUR-ÜL KAVÎL: Semânın kuzey
yarım küresinde Andromeda ve Persus burçları arasında parlak bir yıldız. (Beta
Perseus)
MISBAH: Kandil. Çıra.
Meş’ale. Lâmba. (Aya, güneşe, yıldızlara ve mecâzen de Resul-i Ekrem’e (A.S.M)
bu isim verilmiştir. (141)
MİCDAH: Kavut
karıştırdıkları ağaç. Menazil-i Kamer’den bir yıldız. (55)
MİRFAK: Dirsek. Mutfak.
Kiler. Semânın kuzey tarafında bir yıldız ismi. (420)
MİRRİH: Uzun ok. Pertev
oku. Yeleği olmayan ok. Bir yıldız ismi. (850)
MÎRZÂ: Beyzade. Dübb-ü
Ekber yıldız kümesinin kuyruk ortasındaki çukurda bulunan, kümenin altıncı
derecede parlak yıldızı. Lat: Zeta Ursus Majoris. (248-258)
MİZAN: Terazi. Ölçü
aleti, tartı. Ölçek. Terazi burcu. Semânın kuzey yarım küresinde görülebilir ve
Sünbüle (Başak) burcunun yanında bulunan bir yıldız kümesi olup belli başlı
dört yıldızdan müteşekkil küçük bir burç. Lat: Libra. (Mizan burcunun en parlak
yıldızına (Alpha) Kiffa Australis, ikinci derecede parlak yıldızına (Beta)
Kiffa Borealis denir.) Yapılan hesabın doğru olup olmadığını ölçmeye yarayan
bir başka hesab. (108)
MÜLUK-U SELASE: El-Cebbar burcunun
dörtgeni içinde bir sıraya dizilmiş üç parlak yıldızın müşterek ismi. Fr: Trois
Rois.
MÜSELLES-İ ŞİMALÎ: Kuzey yarım kürede
bulunan üç parlak yıldızdan meydana gelen bir yıldız kümesi. Lat: Triangulum;
Fr: Triangle Boureal.
MÜŞTERİ: Erendiz, Jüpiter.
İştira eden, satın alan. Alışverişte bulunan. İstekli, arzulu. (950)
NAHİD(E): Venüs (Zühre).
Çulpan. Yeniyetme kız. Turunç memeli kız. (85)
NAİKAN: Cevzâ burcundan
iki yıldız. (272)
NAKA: Dişi deve. Bir
yıldız ismi. Sivilce. (156)
NAŞIT: Büyük yoldan
ayrılan küçük yol. Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. Neşeli ve
şen adam. (360)
NEAYİM: Menazil-i
Kamer’den dört nurlu yıldızın adı. (171)
NECM: Yıldız. (ahter,
kevkeb, sitare). Kur’ân (Furkan, Hüda, Hitab, Kitab, Mushaf, Nur, Zikr) Ülker
yıldızı. Ülker on bir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi
de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M) hepsini de görür idi.) Belirli olan vakit.
(Araplar vakti yıldızlarla tahdit ederlerdi.) Kabak ve hıyar gibi yayvan nebat.
Belirli vakitte yapılan vazife. Ceste ceste, kısım kısım oluş. Kur’ân-ı
Kerim’in her defa inzal edildiği kısım. Bir borcun taksitlerini ödemek için
hulûl eden muayyen borç. (93)
NERGİSE: Nergis şeklinde
fil veya başka hayvanların kemiklerinden yapılıp tavanlara süs olarak asılan
yapma çiçek. İçine nergis konulan şişe. Ülker, Süreyya yıldızı. (138)
NESR: Hamel-i Arşta olan
bir melek. Akbaba, kartal. Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. Yarayı
deşmek. Kuşun eti didiklemesi. Birinin aleyhinde konuşmak. Güneyde parlak bir
yıldız. Buna Nesr-ül Vâki denir. Batıdaki yıldıza ise Nesr-üt Tair denir. Atın
tırnağının içi veya tırnağının üstündeki et. (310)
NESR-İ VAKİ’: Güney yönünde
görülen parlak bir yıldız.
NESR-İ TAİR (Nesr-üt Tair):
Batı yönünde görülen parlak bir yıldız. Kartal burcunun T şeklindeki yapısında
iki hattın birleşme yerinde bulunan en parlak yıldız. (Alpha Aquilla) Fr:
Altair.
NESRE: Büyük geniş
gömlek. Hayvanın tıksırıp burnunda sümüğünü çıkarması. Üst dudağın üstünde
burun deliklerin ortasına doğru olan çukur. Menazil-i Kamer’den iki yıldız.
(Bir yıldızın adı.) (755)
NEYYİR: Nurlu, parlak,
ışıklı cisim. Yıldız. Cisim hâlindeki nur. Güneş, şems. (260)
NİD’ET: Ayın ve güneşin
etrafında görülen parlak daire. (455)
PÂYE: Rütbe, derece.
İlmiyenin, sarıklıların bir rütbesi. Basamak, merdiven basamağı. İkizlerin bir
yıldızı, Cevzâ burcu. Fr: Pollux. (18)
PERDEDAR-I FELEK: Ay.
PEREN-PERVİN: Ülker yıldızı.
(Ülker denilen yıldızın tamamı.) (268)
PEYK-İ FELEK: Ay.
REME: Sürü. Asker taburu
veya insan kalabalığı. Ülker yıldızı. (245)
RİCL-ÜL CEBBAR: El-Cebbar (Orion)
burcunun ikinci dereceden parlak yıldızı olup dörtgenin sağ alt köşesinde
bulunur. (Rigel) Lat: Beta Orion
RİŞA’: Kuyudan su
çekmekte kullanılan urgan. Menazil-i Kamer’de "Balık Karnı” dedikleri
menzilin adı. (501-502)
SABİHAT: Yüzücü olanlar,
yüzenler. Gemiler. Ehl-i İmânın ruhları. Yıldızlar. (472)
SABİÎ: İtaattan
ayrılmakla bâtıla meyleden. Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i
dalâlet kimselerden olanlar. (103-104)
SABİTE: Yerinde durur gibi
olan yıldız. Yerinde durup hareket etmeyen bir şey. (Seyyarenin zıddı) (908)
SABUDE: Ay ağılı.
Çocukların bayram ve eğlence günlerinde ağaçlara kurdukları ip salıncak.
Sarmaşık. Yosun. Güreşte sarma oyunu. (78)
SA’D-I ASKAR: Venüs (Zühre,
Nahid) yıldızı.
SA’D-I EKBER: Jüpiter (Müşteri)
yıldızı.
SAD’EYN: İki uğurlular.
Zühre ve Müşteri yıldızları. Kır’an-ı Sa’deyn: Zühre ve Müşteri’nin aynı
durumda olması ki kutluluk işareti sayılır.
SAHUR: Gece uyanıklığı,
uykusuzluk. Ayın etrafındaki hâle. Yeryüzünün gölgesi. (272)
SARFE: Boncuk. (Menazil-i
Kamer’den) nurlu bir yıldız ismi. (375)
SEFİNE: Gemi. Çeşitli
mevzulara dair kitap. Semânın güney yarım küresinde bir burç adı. (Sefine-i
Nuh) (205)
SEKUB: Ateşin
alevlenmesi. Yıldızın parlaması. Işıklı, ışık veren. Parlamak. (608)
SEMÂ: Gökyüzü. Asûman.
Gök. her şeyin sakfı. Gölgelik. Bulut ve emsali örtü. (101)
SERETAN: Kanser hastalığı.
Yengeç. Cevzâ burcu ile Esed burcu arasındaki burcun adı. (Rumi 9 haziranda
başlar.) (320)
SEVR: Öküz, boğa. Boğa
burcu. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan bir burç. (Dübb-ü Ekber’in
"alpha" yıldızını Ayyuk’a birleştirdikten sonra hemen ona yakın bir
mesafe ile mailen gidilecek olursa kırmızı renkli bir yıldıza tesadüf olunur ki
bu yıldız Sevr burcunun en parlak yıldızı olan Ayn-üs Sevr veya Ed-Deberan’dır.
Lat: Taurus; Fr: Taureo. Arapça’da reis mânâsına da kullanılır. (Dünyaya
müekkel melaikelerden biri.) (706)
SEYYAR(E): Bir yerde durmayıp
yer değiştiren. Gökte veya güneş etrafında dolaşan yıldız. Gezegen. Kervan,
kafile. Otomobil. (271)
SİMAK: Balıklar. Parlak
yıldız. İki parlak yıldızdan birisi. Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet. (121)
SİMAK-I A’ZEL: Semânın kuzey
yarım küresinde bulunan sünbüle burcunun en parlak yıldızı. Fr: Alpha Virgo.
SİMAK-I RÂMİH: Sığırtmaç
takımyıldızının baş yıldızı. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan el-Avva
burcunun en parlak yıldızı.Arcirrus (Alpha Bootes)
SİNİMMAR: Ay, kamer. Gece
uyumayan erkeke. Harami. (351)
SİTARE: Yıldız, kevkeb.
(666)
SU’BAN: Büyük yılan.
Ejderha. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan Tınnîn burcunun çevirdiği büyük
kavsin ortasında ve Küçük Ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak
yıldız. Alpha Draco. (623)
SUFLÎ(YYE): Aşağıda bulunan.
Alçak, bayağı. Kılıksız, kıyafetsiz. Utarid (Merkür) ve Venüs (Zühre)
yıldızları. (140-145)
SUUD: Mübarek. Mübarek
sayılan yıldızlar. Yukarı çıkma, yükselme. (140)
SÜHA: Bir yıldız ismi.
Dübb-ü Ekber yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en
küçük yıldız. (Eskiden görüş derecesi bu yıldızla tecrübe olurdu.) (66)
SÜHEYL: Kolay, uygun ve
yumuşak. Semânın güney yarım küresinde bulunan Sefine-i Nuh burcundaki parlak
ve büyük bir yıldızın adı. Fr: Conopus. Yemen’de daha iyi görülebildiği için
Süheyl-i Yemânî derler. (Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.) (100)
SÜHEYL-İ FERD: (veya SÜHEYL-İ
ŞAM) Şüca’ burcunda bir yıldız.
SÜHEYL-İ HUZZAR: Sefine-i Nuh ile
Süheyl-i Rakkaş arasında çekilen hat üzerinde bulunan ve Sefine-i Nuh’a yakın
olan yıldız.
SÜHEYL-İ MAHLEF: Sefine-i Nuh ile
Süheyl-i Rakkaş arasında ve Süheyl-i Huzzar’dan sonraya kalan yıldız.
SÜHEYL-İ RAKKAŞ: Sefine-i Nuh ile
Süheyl-i Mahlef’den sonra gelen yıldız.
SÜHEYL-İ YEMÂNÎ: Sefine-i Nuh ile
Recul-i Yesar-ı Cevzâ arasına çekilen hat üzerinde Sefine-i Nuh’dan sonra gelen
yıldız. (Süheyl doğduğu zaman Yemen’de çıkan akik taşı rengini ondan almıştır.)
SÜNBÜLE: Başak. Başak
burcu. Semânın kuzey yarım küresinde bulunan yedi yıldızdan müteşekkil bir
dörtgen ve iki kuyruklu bir burç. Lat: Virgo; Fr: Viérge. (147)
SÜREYYA: Ülker yıldızı.
Semânın kuzey yarım küresinde Sevr burcunun en parlak yıldızı olan
Ed-Deberan’ın ilerisinde ve Feres-i A’zam istikametinde görülen güzel bir
yıldız kümesi. (Pleiades). Pervîn. Ikd-ı Süreyya: Ülker gerdanlığa
benzetildiğinden bu ad verilmiştir. (711)
ŞARTEYN: Hamel burcundaki
iki yıldızın adı. (569)
ŞEBGERD: Gece dolaşan kol,
bekçi. Ay. (526)
ŞELYAK: Lyra burcu. Lat:
Lyrae; Fr: La Lyre (Herkül burcunun yanındadır.) (541)
ŞEMS: Güneş, âfitab.
(400)
ŞEVLET: Menazil-i
Kamer’den birinin adı. Akreb kuyruğunun yuvarlak kısmı. (736)
ŞİHAB: Parlak yıldız.
Kıvılcım. Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir ân
görünüp kaybolan göktaşı. Cesur, yürekli kimse. (308)
Şİ’RA:
Yaldırık adı verilen iki yıldızın adı. (580)
Şİ’RÂ-ÜL YEMÂNÎ:
Semânın güney yarım küresinde bulunan Kelb-ül Ekber (Büyük Köpek) burcunun ve
bütün semânın en parlak yıldızı. Sirius. Lat: Alpha Canis Majoris.
Şİ’RA-ÜŞ ŞÂMÎ,
Şi’ra-i Şâmî: Küçük Köpek (Kelb-ül Asgar) burcunda en parlak yıldız. (Procyan)
Lat: Alpha Canis Minoris.
ŞÜCA’: Şecaatli, cesur,
yiğit. Arslan ve Yengeç burçları arasında bulunan yıldız kümesi. Fr: Hydre.
(374)
TALİ’: Doğan. Tulu’ eden.
Kısmet, kader, baht. Nişangâhın arkasına düşen ok. Yeni hilâl. (110)
TÂRÂ: Yıldız. (602)
TARF: Göz, bakış, nazar.
Göz ucu. Soyu temiz kimse. Her şeyin nihayeti, sonu. Göz kapaklarını yummak
veya oynatmak. Göze bir şey dokundurtmakla yaşartmak. Menazil-i Kamer’den bir
menzilin adı. (Kamer menzillerinden birisinde arslanın alnını teşkil eden dört
yıldızdan ikisi Arslan gözüne benzetildiğinden bu menzile de Tarf denilmiştir.
Bu iki yıldız daha evvel doğarlar. (289)
TARFE: Göz kapağının bir
defa kapanıp açılması. Göz kırpmak. Bir yıldız ismi. Ayın bir menzili. (294)
TÂRIK: Sabah yıldızı,
Çulpan, Venüs, Zühre. (310)
TINNÎN:
Büyük yılan, ejder, ejderha. Yedi burç boyunca uzanan hafif beyazlık. Ejderha
burcu. Semânın kuzey yarım küresinde Küçük Ayı burcunu çepeçevre saran ve S
gibi kıvrılıp bir yıldız dörtgeniyle nihayet bulan zincirvâri bir burç. Draco;
Fr: Dragon. (510)
TINNİNEYN: İki
yılan. İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazi kavisleri. (570)
TÎR Ü KEMAN: Ok ile yay. Utarid
(Merkür, Arzıtilek) (717)
TUFAVE: Güneş dairesi. Ay
ağılı, hâle. Kabile. (101)
UKAB: Karakuş, kartal,
tavşancıl kuşu. Peygamberimizin (A.S.M) alem (bayrak, sancak)larından birisi.
Nesir burcu. Kartal takımyıldızı. (173)
ULVİYYAN: Büyük melekler.
Erendiz, (Müşteri, Jüpiter) ile Sekendiz, (Zuhal, Satürn) (167)
UTARİD: Arzıtilek (Merkür)
Kalem-i Utarid-rakam: Utarid gibi yazan kalem. (Bu seyyare Pazar gecesi ile
çarşambaya hakimdir. Bunun altında doğanlar anlayışlı, kavrayışlı, zeki, kurnaz
olurlar. Araptan bir kabile. (284)
ÜLKER: Süreyya. (262)
VESENÎ: Putperest.
Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere meyleden. (Vesen: Uyku
ağırlığı, uyku ile uyanıklık arası. Uyku ânında aklın gitmesi. Hâcet.) (566)
ZAHR-ÜD DÜBB-Ü
EKBER: Dübb-ü Ekber’i meydana getiren yedi yıldızdan biri olup
ikinci kaderdendir.
ZAHR-ÜL CEBBAR: El-Cebbar (Orion)
burcunun en parlak yıldızı olup dörtgenin üst sol köşesinde bulunur. Lat: Alpha
Orion.
ZAHR-ÜL ESED: Esed (Arslan)
burcunu meydana getiren on sekiz yıldızdan biri olup hemen üçüncü kaderdendir.
ZAYİÇE: Yıldızların belli
zamandaki yerlerini ve durumlarını gösteren cetvel. (26)
ZENEB-ÜD DÜCACE: Dücace burcunun
sonundaki yıldız.
ZENEB-ÜL FERES: (Zeneb-ül Hayl) At
kuyruğu şeklinde görünen ve semânın kuzey yarım küresinde bulunan kuğu burcunun
en parlak yıldızı. Lat: Alpha Cygnus; Fr: Deneb
ZEVAHİR: Çiçekler. Parlak
yıldızlar. Ziynetli; parlak ve berrak olanlar. (219)
ZEVAİL: Zeval bulanlar.
Zail olan şeyler. Yıldızlar. (45)
ZİBERKAN: Ay, kamer. Ay ve
güneş. Arap reislerinden birisinin adı. (360)
ZİRA’: El, kol uzunluğu.
24 parmak uzunluğu. Arşın. Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar olan
uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar.) Gökte ayın menzillerinden birisi. Tulum.
İçine peynir veya su, yağ gibi şeyler konan deriden kap. (971)
ZİRKAN (Zibrikan): Ay.
ZÜHAL: Sekendiz, Satürn.
(45)
ZÜHRE: Çoban yıldızı.
Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Güneşten ikinci derecede uzak olan
seyyare. Berraklık, safilik. (217)
ZÜKA: Güneş. (722)
ZÜRUR: Ay, güneş ve
yıldızın doğması. (1106)
Menazil-i Kamer(2)
Zahir Dairesi |
Batın Dairesi |
|
|
|
||
İlahî İsimler |
Varlık Derecesi |
Harf |
Ay Konağı |
Makam |
Ebced |
|
1. |
El-Bedî’ |
Akl-ı Evvel |
Hemze (Elif) |
Eş-Şeretan/Koçun
boynuzları; arietis |
|
1 |
2. |
El-Bâis |
Levh-i Mahfuz |
He |
El-Butayn/Koçun
karnı;arietis |
|
5 |
3. |
El-Bâtın |
Tabiat-ı Külliye |
Ayn |
Es-Süreyya/Ülker |
|
70 |
4. |
El-Âhir |
El-Hebâ |
Hâ |
El-Deberân/tauri
ve hyade |
|
8 |
5. |
Ez-Zâhir |
Cism-i Küllî |
Gayn |
Re’sul
Cevzâ/Hek’a/ Cebbar; Orionis’in başındaki üç küçük yıldız |
|
1000 |
6. |
El-Hakîm |
Suret (Şekil) |
Hı |
En-Nahye/Hen’a;
Ez-Zirve ve El-Maysa yıldızları; geminorum |
|
600 |
7. |
El-Muhît |
Arş |
Kaf |
Ez-Zirâ’/Aslan
pençesi; geminorum |
|
100 |
8. |
Eş-Şekûr |
Kursî |
Kef |
En-Nesre;Arslanın
burun yarığı veya yeniliş ile eşik; cacri |
|
20 |
9. |
El-Ganî |
Atlas Feleği |
Cîm |
Et-Tarf/Arslanın
gözü; cancri-leonis |
|
3 |
10. |
El-Muktedir |
Menziller Feleği |
Şîn |
Cebhetü’l
Esed/Arslanın alnı |
|
300 |
11. |
Er-Rabb |
1.Gök:Satürn |
Ye |
Kîvân/Zübre/Arslanın
yelesi; leonis |
Hz.İbrâhîm |
10 |
12. |
El-Alîm |
2.Gök:Jüpiter |
Dad |
Es-Sarfe/Hava
değişikliği; leonis |
Hz.Mûsâ |
800 |
13. |
El-Kâhir |
3.Gök:Mars |
Lâm |
El-Avvâ/Havlayanlar
(veya köpekler); virginis |
Hz.Hârûn |
30 |
14. |
En-Nûr |
4.Gök:Güneş |
Nun |
Es-Simâk/Yüksek
veya simak-ül a’zel; silahsız simak; virginis |
Hz.İdrîs |
50 |
15. |
El-Musavvir |
5.Gök:Venüs |
Re |
El-Gafr/Örtü;
virginis |
Hz.Yûsuf |
200 |
16. |
El-Muhsî |
6.Gök:Merkür |
Tı |
Ez-Zübânâ/Akrebin
kıskacı; librae |
Hz.İsâ |
9 |
17. |
El-Mubîn |
7.Gök:Ay |
Dal |
El-İklîl/Taç;
librae |
Hz.Âdem |
4 |
18. |
El-Kâbıd |
Esir |
Te |
El-Kalb/Akrebin
kalbi; antares(scorpi) |
|
400 |
19. |
El-Hayy |
Hava |
Ze |
Eş-Şevle/Akrebin
kuyruğu; scorpii |
|
7 |
20. |
el-Muhyî |
Su |
Sîn |
En-Naâîm/ Deve
kuşları; kavis burcundaki 8 yıldız;sagitarii |
|
60 |
21. |
El-Mumît |
Toprak |
Sad |
El-Belde/Şehir
(yay burcundaki yıldızsın bir alan); sagitarii |
|
90 |
22. |
El-Azîz |
Madenler |
Zı |
Sa’du’z-Zâbıh/Kurban
kesenin saadeti; capricorni |
|
900 |
23. |
Er-Rezzak |
Bitkiler |
Se |
Sa’du’l-Bul’a/Yutanın
saadeti; aquarii |
|
500 |
24. |
El-Muzill |
Hayvanlar |
Zâl |
Sa’du’l-Suûd/ En
yüksek saadet; aquarii |
|
700 |
25. |
El-Kavî |
Melekler |
Fe |
Sa’du’l-Ahbiyye/Çadırlar
saadeti; aquarii |
|
80 |
26. |
El-Latîf |
Cinler |
Be |
El-Mukaddem mined-Dâl/Fer’ül
Evvel/Kovanın ön deliği; pegasi |
|
2 |
27. |
El-Câmi’ |
İnsan |
Mîm |
El-Fer’u’l
Muahhar/Fer’ul Sanî/Kovanın art deliği; andromedae-pegasi |
|
40 |
28 |
Refîu’d-derecât |
Mertebelerin
Tayini |
Vav |
Er-Rişâ/Batn’ul
Hût/Balığın Karnı; andromedae |
|
6 |
●
Güneş, Ay ve
Yıldızlarla ile İlgili Âyetler
·Bakara Sûresi,
Âyet 258:
Baksana ona,
kendine Allah meliklik verdi diye, İbrahim’e rabbi hakkında hüccet yarışına
kalkana! İbrahim ona ‘Benim rabbim o kâdir-i kayyum’dur ki hem diriltir hem de
öldürür!’ dediği vakit ‘Ben (de) diriltirim ve öldürürüm!’ demişti. İbrahim
‘Allah güneşi meşrıktan (doğudan) getiriyor, haydi sen onu mağribden (batıdan)
getir!’ deyiverince o küfreden herif donakaldı. Öyle ya, Allah zâlimler
gürûhunu muvaffak etmez!
·En’am Sûresi, Âyet
75-79
"Biz İbrahîm’e
(hakikati nasıl öğrettiysek, istidlâl de bulunması ve) kesin ilme erenlerden
olması için göklerin ve yerin mülkünü de öylece gösteriyorduk.
İşte O, üstüne gece
bürüyüp örtünce bir yıldız görmüş «Bu mu benim Rabbim?» demiş o sönüp gidince
ise şöyle demişti: «Ben böyle sönüp batanları (Tanrı diye) sevmem.»
Sonra ayı doğar
hâlde görünce de «Bu mu benim Rabbim?» demiş, fakat o da batıp gidince: «And
olsun ki demişti, eğer Rabbim bana hidayet etmemiş olsaydı muhakkak sapanlar
gürûhundan olacakmışım.»
Sonra güneşi doğar
vaziyette görünce de: «Bu mu imiş benim Rabbim? Bu, hepsinden de büyük!»
batınca da (şöyle) söylemişti: «Ey kavmim, (gördünüz ya, bunların hepsi fânî ve
mahluktur) Ben sizin (Allah’a eş katageldiğiniz nesnelerden kat’iyyen uzağım.»
«Şüphesiz ki ben,
bir muvahhid (Allah’ı bir tanıyıcı) olarak, yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış
olan Allah’a yönelttim. Ben müşriklerden değilim.»"
·En’am Sûresi, Âyet
96-97:
"O, tan
arttırıp sabah çıkaran! Geceyi bir aramgah (dinlenme zamanı) kılmış, şems u kameri
de birer nişane-i hisab (hesab ölçüsü)! O (bütün bunlar) işte o azîz-alîm’in
takdiridir.
Hem odur O ki
karada ve denizde yolu doğrultmanız için size yıldızları sebep kılmıştır.
Hakîkat ilim ehli olanlar için âyetleri tafsîl eyledik."
·A’raf Sûresi, Âyet
54:
"Şüphesiz
Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerine hükümrân
olan Allahdır. Kendisini durmayıp kovalayan gündüze geceyi O bürüyüp örter.
Güneşi, ayı, yıldızları –hepsi de emrine râm olarak- (yaratan O). Haberin olsun
ki yaratmak da emretmek de Ona mahsus. Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne
yücedir!"
·Yunus Sûresi, Âyet
5:
"O, odur ki
güneşi bir ziya yaptı, kameri bir nûr ve buna menzil menzil miktarlar tayin
buyurdu ki senelerin adedini ve hesabını bilesiniz! Allah bunu ancak hak/hikmet
ile yarattı. Bilecek bir kavim için âyetleri tafsîl ediyor!"
·Yusuf Sûresi, Âyet
4:
"Bir vakit
Yusuf, babasına: "Babacığım, demişti gerçek ben rüyada onbir yıldızla
güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde edicidirler."
·Ra’d Sûresi, Âyet
2:
"Allah odur ki
semâlara direksiz irtifâ (yükseklik) verdi –onları görüyorsunuz- sonra arş
üzerine istiva buyurdu ve şems ü kameri teshîr eyledi; her biri müsemma bir
ecel için (belirli bir süre) cereyan ediyor; emri tedbîr, âyetleri tafsîl
ediyor ki sizler, rabbinizin likasına (karşısına çıkacağınıza) yakîn hasıl
edesiniz."
·İbrahim Sûresi,
Âyet 33:
"Güneşi, ayı
âdetlerinde dâim (ve hizmetlerinde kâim) olarak size teshîr eden O, geceyi
gündüzü sizin (faidenize) tahsîs eden Odur."
·Nahl Sûresi, Âyet
12:
"Hem sizin
için geceyi ve gündüzü ve şems u kameri teshîr buyurdu; bütün yıldızlar da
O’nun emrine müsahhardırlar (âmâdedirler). Elbette bunda aklı olan bir kavim
için âyetler vardır."
·Nahl Sûresi, Âyet
15-16:
"Hem arzda
ağır baskılar bıraktı ki sizi çalkar (sarsar) diye hem de nehirler ve yollar,
gerek ki doğru gidesiniz; ve alâmetler, yıldızla da onlar yol
doğrulturlar!"
·İsrâ Sûresi, Âyet
11-12:
"İnsan da
şerri öyle davet ediyor ki hayra duâ eder gibi ve insan pek aceleci olmuştur.
Halbuki biz geceyi, gündüzü iki âyet yaptık, sonra gece âyetini mahvettik
(gideriverdik) ve gündüz âyetini gösterici kıldık ki fazl taleb edesiniz ve
senelerin sayısını ve hesabı bilesiniz. Hem her şeyi tafsîl (beyan) etmiş de
etmişiz."
·Enbiyâ Sûresi,
Âyet 33:
"O, geceyi,
gündüzü, güneşi, ayı yaratandır ve bütün bunlar kendi dâiresi içinde yüzmekte
(devr etmekte)dirler."
·Hacc Sûresi,
Âyet 18:
"Görmediniz mi
Allah’a secde ediyor göklerdeki kimseler, yerdeki kimseler, güneş, ay ve
yıldızlar, dağlar, ağaçlar, bütün hayvanlar ve insanlardan bir çoğu? Bir
çoğunun da üzerine azab hak olmuş, her kimi de Allah tahkir (zelil) ederse
artık ona ikram edecek yoktur. Şüphesiz Allah ne dilerse yapar."
·Mü’minûn Sûresi,
Âyet 17:
"Andolsun ki
biz sizin üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan gafiller değiliz."
·Furkan Sûresi,
Âyet 61:
"Tebârek, ne
yücedir O ki semâda burçlar yapmış, hem içlerinde bir kandil bir de nurlu
(munir) bir ay asmış!"
·Ankebut Sûresi,
Âyet 61:
"And olsun ki
onlara: «O gökleri, o yeri kim yarattı? O güneşi, o ayı kim müsahhar kıldı?»
diye sorarsan mutlaka «Allah» derler. O hâlde nasıl çevrilip
döndürülüyorlar?"
·Lokman Sûresi,
Âyet 29:
"Görmedin mi
Allah geceyi gündüze sokuyor, gündüzü geceye sokuyor ve şems ü kameri teshîr
etmiş, hepsi müsemma bir ecele (belirli bir sona) doğru cereyan ediyor ve
filvâki Allah bütün yaptıklarınıza habîrdir!"
·Fatır Sûresi,
Âyet 13-14:
"Geceyi
gündüze sokuyor, şems ü kameri râm etmiş, her biri müsemma bir ecele / mukadder
bir gayeye akıp gidiyor, işte bu gördüklerinizi yapan Allah rabbiniz, mülk
O’nun! O’ndan beride çağırdıklarınız bir Kıtmîr idare edemezler, kendilerine
dua edersiniz, duanızı işitmezler, işitseler bile cevabını veremezler, kıyamet
günü de şirkinize küfrederler. Sana bir habîr gibi haber veren olmaz!"
·Yasin Sûresi, Âyet
38-40:
"Güneş de;
kendisine mahsus bir müstekarr için cereyan ediyor. O, işte azîz-alîmin
takdiridir.
Aya da; menzil
menzil ona miktarlar biçmişizdir; nihayet dönmüş eski urcûn gibi olmuştur.
Ne güneş kendine
aya çatması yaraşır, ne de gece gündüzü geçer, her biri birer felekte
yüzerler"
·Zümer Sûresi, Âyet
5:
"Gökleri ve
yeri hak ile yarattı, geceyi gündüzün üstüne sarıyor, gündüzü gecenin üstüne
sarıyor, ay ve güneşi musahhar kılmış, her biri müsemma ecele cereyan ediyor.
Uyan! O öyle azîz, öyle gaffar!"
·Fussilet Sûresi,
Âyet 37:
"Ve O’nun
ayetlerindendir leyl u neher, şems u kamer. Şems u kamere secde etmeyin de
onları yaratan Allah’a secde edin, gerçek O’na ibadet edeceksiniz."
·Necm Sûresi, Âyet
1-11: (Toplam 62 âyet)
"O necm’e
kasem ederim indiği dem ki şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da ve hevâdan
söylemiyor; o (Kur’ân) sade bir vahiydir, ancak vahyolunur. Tâlim etti ona
kuvveleri şiddetli bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı ve o en yüksek ufukta
idi, sonra yaklaştı da tedellî etti (alçaldı veya yükseldi) ‘gâbe gavseyni ev
edna’ (iki yay kadar yahut daha yakın) oldu da verdi kuluna verdiği vahyi!
Gözün gördüğünü kalb tekzîb etmedi."
·Kamer Sûresi,
Âyet 1-3: (Toplam 55 âyet)
"Yaklaştı
saat, yarıldı Kamer! Hâlâ bir ayet görseler, yüz çevirip derler:
"Müstemirr bir sihir!" Yalan dediler, hevâlarına uydular, halbuki her
emir müstekırr."
·Rahman Sûresi,
Âyet 5:
"Güneş ve Ay
hesablı; çemen, ağaç secdedân!"
·Mülk Sûresi, Âyet
3-5:
"O, birbiriyle
âhenkdâr yedi gök yaratmış olandır. O çok esirgeyici (Allah)ın yaratışında
hiçbir nizamsızlık görmezsin. İşte gözü(nü bir defa daha göğe) çevir (bak,
orada) hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözü(nü) iki kere daha çevir.
(Nihâyet) o göz, hor ve hakîr yine sana dönecektir ve o (artık bir kusur
bulabilmekten) yorulmuştur. Andolsun ki biz yere en yakın olan göğü kandillerle
donattık. Bunları şeytanlara da atış taneleri (rücum) yaptık ve onlara çılgın
ateş (cehennem) azâbı hazırladık.
·Nuh Sûresi, Âyet
15-16:
"Görmediniz mi
nasıl yaratmış Allah yedi semâyı uygun tabaka tabaka? Kamer’i kılmış bir nûr,
güneşi de kılmış bir lamba."
·Müddessir Sûresi,
Âyet 26-37:
"Yaslayacağım
onu Sekar’a! Bilir misin hem ne sekar? Ne bâkiye kor; ne bırakır; beşere
susamış bir susuz, üzerinde on dokuz!
Hem biz o ateşin
muhafızlarını hep melâike yaptık, sayılarını da ancak küfredenler için bir
fitne kıldık ki kitab verilmiş olanlar yakîn edinsin ve iman edenlere iman
artırsın, kitab verilenler ve mü’minler şüphelenmesin, kalblerinde bir maraz
bulunanlarla kafirler de desin: "Allah bununla meselâ ne murad
etmiş?" İşte böyle, Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir
ve rabbinin ordularını ancak kendisi bilir ve o ancak bir öğüttür düşünmek için
beşer!
Hayır, hayır o
kamere (aya) ve döndüğü dem o geceye ve açtığı sıra o sabaha kasem olsun ki her
hâlde büyüklerin biridir o sekar, gocundurmak (ikaz etmek) için beşeri;
içinizden ileri gitmek veya geri kalmak isteyen kimseleri!"
·Kıyamet Sûresi,
Âyet 5-10:
"Fakat insan
ister önünde fücur etmesini, sorar ‘Ne zaman’ diye; ‘o kıyamet günü?’ Ne vakit
ki o göz şimşek çakar ve ay tutulur ve güneş ve ay toplanır, der o insan o gün:
‘Nereye kaçmalı?’ (Eyne’l-mefer)"
·Mürselât Sûresi,
Âyet 8-12:
"Hani o
yıldızlar silindiği vakit ve o semâ açıldığı vakit ve o dağlar savurulduğu
vakit ve o elçiler mîkatlarına erdirildiği vakit onlar hangi güne tecil edildi
(ertelendi)?"
·Tekvir Sûresi,
Âyet 1-14:
"O güneş
dürüldüğü vakit ve yıldızlar bulandığı vakit ve dağlar yürütüldüğü (yerle bir
edildiği) vakit ve kıyılmaz mallar bırakıldığı vakit ve vuhûş (vahşi hayvanlar)
toplandığı vakit ve ‘O diri gömülen (kızcağız) hangi günahla öldürüldü?’ (diye)
sorulduğu vakit ve defterler açıldığı vakit ve semâ sıyrıldığı vakit ve
cehennem kızıştırıldığı vakit ve cennet yaklaştırıldığı vakit anlar bir nefs ne
hazırlamıştır!"
·İnşikak Sûresi,
Âyet 18:
"Toplu bir
hâle geldiği (nuru tamamlandığı) zaman aya ki siz (ey insanlar!), hiç şüphesiz,
o hâlden bu hâle bineceksiniz."
·Şems Sûresi, Âyet
1-2: (Toplam 15 âyet)
"And olsun
güneşe ve onun aydınlığına
(Işık almakta) ona
tabî olduğu zaman aya"
Dipnotlar
1. Hâce Muhammed
Parsâ, Tevhîde Giriş –Faslu’l-Hitâb-, Ter: Ali Hüsrevoğlu, Erkam yay.,
İstanbul,
2. Muhiddin-i
Arabî’nin Nefesu’r-Rahman’ın Zâhir ve Bâtın Dâireleri Şeklindeki Tecellileri;
Titus Burckhardt, Astroloji ve Simya, Çev:Mehmed Temelli, Verka yay., Eylül
1999, İstanbul. Eserinden faydalanılmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar