Print Friendly and PDF

YİRMİ DÖRDÜNCÜ SİFİR 2.Bölüm



 

ÜÇ YÜZ ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM

İlahi Mertebeden Hayvanların Menzilinin ve Onların İki Musevî Sır Altında Ezilmesinin Bilinmesi

Örtüler ye kilitler çekildi Çok büyük ve yüce bir iş için

Çekilmeseydi onlar gözlerimize gözükürdü Ortaya çıktığında bizde milel ve nihai

Dürüldüğünde hastalık ortaya çıkmazdı Veya ilaç veya tıp veya hastalıklar

Veya nefsin giyeceği bir yenilik olmazdı

Vasıta da olmaz veya kapsama                                     .

Perdeler gözde suretleri görür Onlar yorulmaz, bu görmeden

Âlemin gözleri perdenin ardından bakar                                 

Perdeler aklın görmediğini görürler

Ey talib! Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki, işleri kendiliklerin­de mahiyeti üzere bilmen, Allah Teâlâ sana kendinden yardım edip onu sana zatından gösterdiğinde mümkün olabilir. Böylece, zevk yoluyla öğ­renmek istediğin şeyin bilgisini keşf yoluyla öğrendiğinde elde edersin. Bu bilginin gerçeklemesinin yegâne yolu ise ezeli inayettir. Bu inayet sana kendisini kabul etmeni sağlayacak tam bir istidat ihsan eder. Söz konusu istidadı sen nefsanî riyazeder, bedeni-mücahedeler, ilahi isim­lerle ahlaklanmak, meleki-temiz ruhlarla tahakkuk etmek, meşru bir yolla temizlenmek -makul yolla değil-, varlıklara ilgiden uzaklaşmak ve kalbini Hakkın dışındaki her şeyden boşaltmakla elde edebilirsin. Kal­bini boşaltman gerekir, çünkü Hakk kendisi için senden kalbini seçip onu imanla nurlandırdı ve böylece kalp Hakkın celalini sığdırabildi. Bu nitelikteki bir insan mümkünleri Hakkın gözüyle görür ve mümkünler de ona görünür; mevcut olmasalar bile, onun adına yitmiş de değiller­dir. Mümkünlerin üzerine yayıldığında iman nuru böyle bir insanın kalp gözüne, hatta baş gözüne yolduk hallerinde mümkünlerin görü­nen, duyulan olduklarını gösterir.

Onlar dış varlığı olmayan sübutî bir duyma ve görmeyle görülür ve duyulurlar. Hakkın gözü onlardan hangisini dilerse, benzerlerinden başka biri olmaksızın, Arapçada ‘küri (ol)’ sözüyle ifade edilen emriyle ona yönelerek emrini kendisine duyurur. Emir alan hakikat ve ayn ise emre koşarak Hakkın £ol’ sözünden meydana gelir, daha doğru bir ifa­deyle kelimenin aynı olur. Mümkünler kendilerine ait ezeli yoklukta özü gereği varlığı Zorunlü’yu bilir, O’nu tespih ederler. Bu, ezeli bir tespih ve kadim-zatî bir övgüdür. Bu esnada onların mevcut hakikatle­ri olmadığı gibi bulunmayan bir hükümleri de yoktur (kendileri yok fakat hükümleri sabit). Bütün mümkünler belirttiğimiz nitelikteyken Hakka dair bir cehalet onlara eşlik etmezken, kendileri için var olup zuhur etiklerinde söz gelişi konuşmayan bir donuk iken durumları na­sıl olabilir? Ya da bir bitkiyken Yaratıcısını nasıl tazim etmesin ve O’nu haka’l-yakin bilmesin? Veya hayvan iken kendi haliyle nasıl tasdik et­mesin? Veya insan iken, Rablerine bağlanmasın? Böyle bir durum im­kânsızdır. ;

Her mevcut kendi diliyle Allah Teâlâ’ya hamd eder. Bu dil anlaşılmaz ve herkes buna dikkat çekmez. Keşif ehli müşahede ederek bu tespihi du­yarken mümin iman ederek ve Allah Teâlâ’ya ibadetin gereği olarak onu kabul eder. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her şey O’nun hamdini tespih eder, fakat siz anlamazsınız. Çünkü O Halim ve Gafur’dur.,37S Burada perde ve örtmek anlamındaki el-Gafur ismi zikredilmiştir. Öte yandan Allah Teâlâ ceza­landırmayı sonraya erteleyen ve hükmünü hemen uygulamayan bir isim zikretmiştir Ki o da el-Halim’dir. Çünkü Allah Teâlâ kullarının bir kıs­mının keşif ve imandan mahrum olacaklarını bilir. Bunlar, fikirlerine köle olmuş akılcılar ile ‘itibar’ ile yetinenlerdir. Onlar, zahirden bâtına geçip zahiri bırakan kimselerdir. Böylelikle onlar, keşif sahibi olmadık­ları ve imandan da mahrum oldukları için, zahiri bırakarak bâtını ifade ederler. Çünkü Allah Teâlâ onların gözlerini varlıkları gerçekte bulundukları durumda görmekten perdelemiş, önlerini görmelerini sağlayacak bir nuru verecek imanın kalplerine girmesinden mahrum kalmışlardır.

Ulu’l-azm sahibi veliler arasından özü sözü doğru müminlere ge­lirsek, zahiri bırakıp bâtına geçmezler! Zahir ile birlikte bâtına, harf ile birlikte manaya geçerler, harften yüz çevirmezler. Böylelikle işleri iki gözle görür, iman nuruyla iki tepeyi müşahede ederler. Binaenaleyh onların gördüklerini inkâr etmeleri mümkün olmadığı gibi yakînen bildilderini de inkâr etmezler. Allah Teâlâ onlara mümkünlerin konuşmasını, daha doğru bir ifadeyle var olmalarından önce (sübut halinde) müm­künlerin konuşmalarını duyurmuştur. Çünkü onlar bu esnada sübutî bir hayatla canlı, sübutî bir konuşmayla konuşan ve idrak sahibidir. Çünkü onlar, kendiliklerinde sübutî şeylerdir. Varlık şeyliğini kabul et­tiklerinde, onu bütün nitelik ve özellikleriyle birlikte kabul ederler. Onların nitelikleri kendilerinden başka değildir. O halde onlar varlık şeyliklerinde vücûdî bir hayada canlı, vücûdî bir konuşmayla konuşan ve idrak edendirler.

Allah Teâlâ bazı kullarının gözlerini bu mümkünlere ve bütün var olanlara yayılan hayatı, konuşmayı ve idraki görmekten perdelemiştir. Nitekim Allah Teâlâ akıl ve fikir sahiplerinin baş gözlerini bütün var­lıklarda ve bütün mümkünlerde zikrettiğimiz hali idrakten perdelemiştir. Keşif ve iman sahipleri de bu varlıklarda yokluk ve varlık hallerinde gerçeğin bilgisine sahiptir. Bunlardan hangisinin canlılığı gözükürse,

‘canlı’ diye isimlendirilirken canlılığı gizli kalıp bütün gözlere görün.. meyenler, ‘bitki’ veya ‘donuk’ diye isimlendirilmiştir. Böylelikle varlık­lar perdelilere göre taksim olunmuşken keşif ve iman sahiplerine göre . taksim olmamıştır. İhtisas' ehli olan keşif ve müşahede ehline müşahe­deleri bu bilgiyi vermişken perdelilere müşahede bir şey vermemiştir. Müşahede ehli bu nedenle ‘duyduk ve gördük’ derken perdeliler ‘ne gördük ne duyduk’ der. İman ehli ise ‘iman ettik ve doğruladık’ der. Allah Teâlâ ise şöyle der: ‘Her şey onun/O’nun hamdini tespih eder.’376 Burada ‘şey’ kelimesi belirsizdir. Başka bir ayette ‘Görmez misin ki, Allah Teâlâ’ya gökte ve yerdeki her şey, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, canlılar secde eder377 bu­yurur. Burada fikir ehli perdeliler ile müşahede ve iman sahipleri ara­sında haklarında görüş ayrılığı, bulunan donuklar, bitkiler ve hayvanlar zikredilmiştir. Allah Teâlâ ‘Göklerde ve yerde olan hayvanlar Allah Teâlâ’ya secde eder378 buyurur. Başka bir ayette ‘Şimşek O’nun hamdini tespih, eder379 buyurur. Başka bir ayette ‘Göklerde ve yerdeki her şey dileyerek ve isteye­rek Allah Teâlâ’ya secde eder, onların gölgeleri de secde eder380 buyurur. Başka bir ayette ‘Karınca, ey karıncalar, evlerinize girin, Süleyman ve askerleri sizi farkında olmadan çiğnemesin’ demiş, Süleyman karıncanın sözlerine_ gülmüştür381 buyurur. Başka bir ayette ‘Bize kuşdili öğretildi382 denilir. Hüdhüd Süleyman’a şöyle der: ‘Ben senin bilmediğini bilirim sana Sebe’den kesin bir bilgi getiririm, bir kadın onların hükümdarıdır, ona her şey verilmiştir, büyük bir tahtı: vardır. Onun ve kavminin Allah Teâlâ’ya değil de güneşe taptıklarını gördüm.’383 Allah Teâlâ’nın Hüdhüd’e zikredilen konuda marifetullah hakkında ihsan ettiği bilgiye bakınız!

Allah Teâlâ şöyle der:: ‘Onlar için kendileriyle konuşan bir canlı çı­kartırız384 Sonra. kulların bir grubunun ona inanmayacağını ve onu tevil ederek zahirinden çıkartacaklarını belirterek ‘İnsanlar Allah Teâlâ’nın ayet­lerine inanmaz385 buyurur. Yani bu ayetlerin de bir kısmını olûşturduğu ayetlere iman etmek onların kalplerine yerleşmez. Önlar bunu iman ‘ ederek kabul ederler fakat bir kısmı ayetleri Allah Teâlâ’nın kastettiğinden başka bir anlamda yorumlar. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Müezzinin se­sinin ulaştığı yere kadar kuru yaş her şey onun lehine şahitlik eder.’ Uhüd dağı hakkında işe ‘Bü bizi seven bizim de kendisini sevdiğimiz bir dağdır’ buyurur. Başka bir hadiste ‘Mekke’de bir taş bilirim, pey­gamber olarak gönderilmezden önce bana selam verirdi’ der. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin avucundaki taşların Hakkı tespih ettiği sahih bir rivayetle

aktarılır. Kendisine minber yapılmazdan önce hutbe îrad etmek üzere yaslandığı hurma kütüğünün daha sonra ağladığı sahih bir rivayede ak­tarılır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem minber yapılınca o kütüğü bırakmış, kütük in­lemiş, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem minberinden inerek kütüğün yanma gelmiş, ona dokunmasıyla kütük sakinleşmişti. Zehirli koyun budunun onunla ko­nuştuğu sahih olarak aktarılır.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Kıyamet, kişi kırbacıyla konuşmadıkça ve ayakkabı bağı ailesinin evde yaptığını kendisine bildirmeden kop­maz.’ Ahir zamanda Yahudilerin öldürülmesi hakkında Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Yahudi bir ağacın ardına saklandığında, ağaç ‘ey Müslü­man! Ardımda Yahudi var, onu öldür’ diyecek. Garkad ağacı ise lanet­lidir ve ardındaki Yahudi’yi haber vermeyecektir.’ Burada garip-ilahi bir sır vardır, şöyle ki: Demek ki ağaçların arasında ağaçtan Allah Teâlâ’nın rahmetini uman ve komşu hakkına vefaya itimat ederek komşu edinen­lere karşı ‘komşu hakkına’ riayet edenler vardır. Komşu hakkına riayet bütün toplumlarda ve dinlerde övülen bir niteliktir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, müşrik olduğu halde, amcasının kızı Ümmü Haniye’ye şöyle demiş: ‘Ümmü Haniye! Senin komşu edindiğini biz de komşu edindik.’ Yahudiler her halükarda ehl-i kitaptır. Bu yönüyle onlar komşuluk hakkı­nın yerine getirilmesine daha layık insanlardır. Bu, bir Yahudi’nin ken­disine komşu olduğu ağaç hakkında Allah Teâlâ’nın bir ihsanıdır.

Binaenaleyh garkad ağacı ‘Allah Teâlâ rahmetini dilediği kimseye tahsis eder386 ayetinin hükmü bizde tam olarak ortaya çıksın diye onları giz­lemiştir. Ayette ‘her kim/kimse (men)’ edatı gelmiştir. Bu lafız belir­sizdir ve her şeyi ihata eder. Çünkü her şey canlıdır ve konuşandır ve ‘kimse’ edatının altına girer. Çünkü bazı dilciler, bu edatın sadece akıl­lılar için kullanılabileceğini ileri sürer. Her şey Allah Teâlâ’nın hamdini tespih eder. Tespihi ve hamdi ise kimi tespih etiğini ve Hakk ettiği övgüye göre kime hamd etiğini bilen yapabilir. Öyleyse ‘her kim (men)’ edatı her şey için kullanılabilir, çünkü her şey kendisini neyle öveceğini Allah Teâlâ’dan öğrenir. Allah Teâlâ bu gerçekleri görmek üzere bizi müşahede, görme ve keşiften mahrum kaldığımızda, iman ile bizi rızıklandırsın. Söz ko­nuşu gerçeklerden Allah Teâlâ, fikirlerine kölelik yapan akıl sahiplerini;öldü­ğü gibi kalplerini mühürlediği imandan mahrum kimseleri de perde­lemiştir.                                                        ^

Her şeyin natık (konuşan) ve rabbine baktığını bilen kimsenin ay­rılmaz özelliği her şeyden utanma duygusudur. Böyle birisi kendinden ve komşularından bile utanır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘O gün dilleri ve ayaklan yaptıklarına karşılık aleyhlerine şahitlik eder.’387 Başka bir ayette ‘O gün ağızlarını mühürleriz, elleri bizimle konuşur, ayakları yaptıklarına şahitlik eder388 buyurur. Allah Teâlâ aleyhlerine şahidik edilen insanla­rın bir kısmının derilerine şöyle diyeceğini bildirir: ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz. Onlar ise bizi Allah Teâlâ konuşturdu der.’389 Yani bu şahitliği bize Allah Teâlâ söyletti. ‘O her şeyi konuşturandır.’390

Dostum! Deriler işleri senden daha iyi biliyor değildir. Üstelik akıllı ve basiretli olduğunu iddia edersin. Deriler her şeyin konuştuğu­nu ve dilediği şekilde onları konuşturanın Allah Teâlâ olduğunu bil­miştir. Sonra Allah Teâlâ şöyle der: ‘Gözlerinizin, kulaklarınızın aleyhinize şa­hitlik etmesinden kendinizi perdeleyemezsiniz.’391 Yani böyle bir perdele­me mümkün değildir, çünkü siz yerine getirdiğiniz çirkin işleri ancak organlarla yaparsınız. Organlar, Allah Teâlâ’ya itaat ederken ve günahta kul­landığınız araçlardır. Sizin onlarla yapabileceğiniz bir şeyi onlardan gizlemeniz mümkün değildir. ‘Fakat siz Allah Teâlâ’nın yaptıklarınızın çoğunu _ bilmediğini zannedersiniz.’392 Bu ifade, bilhassa Allah Teâlâ’nın tikelleri bilme­diğine inananlara dönük hitaptır. Sonra şöyle der: ‘Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan sizi mahvetti393 Yani sizi ehil kıldı. ‘Böylece zarar eden­lerden oldunuz.’394 Hüsran kazancın zıddıdır ve sermayedeki eksilmedir. Çünkü burada iş ticaretle anlatılınca, kazanç ve hüsranla nitelenmiştir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Onların ticaretleri fayda vermedi, doğru yolu da bulmadılar.’395 Bu ayet ‘Onlar dalalet karşılığında hidayeti satanlardır396 ayetinden sonradır. Binaenaleyh dalalet karşılığında hidayeti sattıkla­rında, zarara uğramışlardır.

Başka bir ayette şöyle denilir: ‘Sizi acı azaptan kurtaracak bir ticare­ti bildireyim, mi?’397 Sonra bu ticaretin ne olduğunu belirtirken ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine iman eder, O’nun yolunda savaşırsınız398 buyurur. Bu işlerde başkasına değil ticarete dönülmüştür. Çünkü Kuran Hicaz’daki Kureyş kabilesinin diliyle bir Kureyşli’ye inmiştir. Onlar, diğer Araplardan farklı olarak, tacir kimselerdi. Onlara hakim özellik ticaret olun­ca Allah Teâlâ şeriata ve imana ticaret lafzını giydirmiştir ki onlarm hallerine daha yakm ve anlayışlarına uygun olsun!

Akıl veya iman sahibiysen, işlerin kendiliklerinde bulunduğu du­rumu sana açıklamış olduk. Çünkü sana imkânsız bir şeyi değil, müm­kün bir şeyi bildirdim. Şimdi de bu yeterli açıklama ve kâfi izahtan sonra, özellikle Allah Teâlâ yolunun ehli ve kulları arasındaki seçkinleri olan keşif sahiplerine ve müminlere açıklamayı sürdürelim:

Hayvanlara ‘ibham’ (belirsizlik) ve ‘müphem’ kelimesinden türe­tilmiş behrme (belirsiz) ismi onlardaki durumun karışık ve belirsiz ol­masından hareketle verilmiştir. Çünkü onlarm Allah Teâlâ ve varlıklar hakkındaki bilgilerinin durumunu sana açıklamıştık. Hayvanlar böyle isimlendirilmiştir, çünkü Allah Teâlâ onların durumlarını bizde belirsizleşmiştir ve haklarındaki bu belirsizlik, gerçeği bilmeyişimizden veya hak­larındaki hayretimizden kaynaklanır. Böylelikle keşif ehlinin bildiği tarzda gerçeği öğrenmedin. Hayvanlar, keşif ve iman ehli olmayanlara göre de behaim, yani anlaşılmayacak varlıklardır. Çünkü onlar, bazı hayvanlardan sadece fikirden veya doğru düşünceden veya ince bakış­tan kaynaklanabilecek bir takım fiiller görürler. Hâlbuki bu fiiller hay­vanlardan bir fikir veya ön düşünme olmaksızın fıtraten gerçekleşir.

Böylece Allah Teâlâ hayvanların durumunu insanların bir kısmında be­lirsizleştirir. Onlar hayvanlardan gerçekleşen hikmetli fiilleri inkâr edemezler. Bu durum, Kitap ve Sünnette yer alan hayvanların konuş­ması, onlara sözün izafesi gibi hususları tevil etmelerine yol açar. Keş­ke onlardan gerçekleşen hikmetli fiilleri gördüklerinde böyle yapmasa­lardı. Söz gelişi örümcekler sinekleri avlamak üzere -ki Allah Teâlâ onların rızıklarmı böyle belirlemiştirağlarını kurarlar. Ya da bazı havanlar be­sinlerini belli bir ölçüye göre depolarlar. Onlar, zamanları bilir, besin­leri hususunda kendileri hakkında ihtiyatlı davranırlar. Böylece aç kal­ma korkusuyla sakladıklarının sadece yarısını yerler ve söz gelişi karın­calar gibi kuvvetlerini kendisinden alacakları bir şey bulamazlar. Bu ihtiyatlılık düşünmeden kaynaklansaydı, onlar akılcılara benzerdi. Öyley­se kendilerine nispet edilen akılsızlık nerede, bu davranış nerede? Hay­vanların bu davranışı zorunlu bilgiden kaynaklanmışsa, zorunlulukla idrak ettikleri hususlarda hayvanlar bize benzerdi. Bu durumda Allah Teâlâ gözlerimizden müşahede perdesini kaldırsaydı aramızda bir fark kal­mazdı. Nitekim Allah Teâlâ basiret ve müşahede sahibi iman sahiplerinden perdeyi kaldırdı. Aynı şey hayvanların döllenmelerini sağlayan birbirle­rine dönük sevgilerinde gözükür. Bütün bunlarda Allah Teâlâ, insafla hare­ket ettiklerinde, teorik düşünce sahiplerinin anlayabileceği bir takım ayetler yerleştirmiştir.   .            * -

Bilmelisin ki, herhangi bir akıl sahibi -âlemdeki hangi sınıftan olursa olsuniçindeki düşünceyi sana ulaştırmak istediğinde, bunun için harfleri düzenlemekten ibaret bir anlatımla yetinmez; Gaye içinde­ki düşünceyi sana bildirmek olunca, bunu aktarmak maksadıyla bazen dilde söylenip örfte ‘söz’, ‘kelam’ denilen lafzı bir ibareden yararlanır, bazen elle veya başla işaret dilini kullanır, bazen yazı veya rakam kulla­nır, bazen -Hakkın irade etmesine göreanlamam mümkün kılacak herhangi bir araç kullanır. Bu durumda içinde bir etki bulursun ve on­dan sana o bilgiyi ulaştıranın içindeki düşünceyi anlarsın. Bütün bunla­ra ‘kelam’ denilir. Allah Teâlâ ‘Onlar için yeryüzünden kendileriyle konu­. şan bir canlı çıkartırız’3*’ buyurarak o canlının bizimle konuşacağını bildirmiştir. Şöyle ki: O Kcvad’dan çıkar ve çok lallı bir hayvandır. Önüyle ardı ayırt edilemez. Ona cessase denilir. Bu hayvan bir nefes verir ve bu üflemeyle doğuda, batıda güneyde ve kuzeyde denizde ve karada insanların yüzü yanar. Her şahsın alnında Allah Teâlâ’nın bilgisinde bulunduğu durumu iman veya küfür, olmak üzere çizilir. O kadar bel­lidir ki bü çizgi, alnında mümin yazan kimse ‘kâfir’ yazana ‘ey kâfir ba­na şunu ver, bunu ver’ diyerek söylemek istediğini söyler. Kâfir de böyle bir addan dolayı öfkelenmez, çünkü alnında izale edemeyeceği şekilde bu adın yazüdığmı bilir. Bunun üzerine kâfir ihtiyacının karşı­lanmasıyla ilgili olarak mümine ‘peki’ veya ‘hayır’ der. Öyleyse söz ko­nusu hayvaiıa nispet edilen söz, genel nezdinde sayesinde üflemesiyle yüzlerin belirginleştiği bir hareketten ibarettir. Onu gören veya kendi­siyle oturan birisiyle konuşması olacaksa, Arapça veya başka farklı bir dilde o İmale üzere, bu canlı onunla kendi dilinde konuşur, onunla ko­nuşan da bütün söylediklerini anlar. Müslim’in Deccal hadisinde, zik­rettiği üzere, sahih rivayette onun durumu aktarılmıştır. Deccal, Te­mini ed-Dari’ye rastlamış aralarında uzun bir konuşma geçmiştir. Şimdi kuzey tarafına bakan bir adada bulunmaktadır. Orası Deccal’in bulunduğu adadır.              .                                        

Bilmelisin ki, süfli âlemdeki her suretin ulvi âlemde bir benzeri vardır. Ulvi âlemin suretleri, süfli âlemin suretlerinin varlıklarını korur ve onlarda eşya hakkında -bildikleri şeyi hakka’l-yakin kavradıkları içininkâr edemeyecekleri bilgiler meydana getirirler. İşte bu ulvi ve feleki suretlerin süfli-unsuri suretlerdeki etkisinin neticesidir. Unsuri-süfli su­retler ise ulvi feleki suretlerde güzellik, çirkinlik, sahip oldukları istidat­lara göre ihtiyaç duydukları şeye vehbi olarak yönelmeyi oluştururlar. Ulvi suretler, kendilerini bu etkiden alıkoyamaz, çünkü bunun için ya­ratılmışlardır. İki âlem arasında her suretten öteki âlemdeki benzerine uzayan kesintisiz bağlar vardır. Bu bağlar üzerinde yükselme ve inme gerçekleşir. Öyleyse bu bağlar merdiven ve basamaklar sayılabilir. Ba­zen bu bağlar, ‘münasebet5 diye de ifade edilir. Felek kaynaklı ulvi su­retler ile doğa arasmda da bağlar vardır. Onların üzerinde, doğadan o suretlere onların varlıklarının bağlı olduğu şeyler iner. Onunla boyan­dığında, unsurdan oluşan o suretlere varlıklarının -fakat sadece cisim veya beden olmaları bakımındanvarlıklarının bağlı olduğu şeyi ulaştı­rırlar ve bu sayede onların suretlerini korurlar. Felekî-ulvi suretler ile Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ5tan aktarırken Levh-i mahfuz (korunmuş lev­ha) dediği ‘tümel nefs arasında da bağlar vardır. Allah Teâlâ’nın kendisine yazdığı şeyleri koruması nedeniyle böyle adlandırılmıştır ve bu nedenle de silinme ve değişmeden korunmuştur. Böylece her şey ondadır ve Kuran’da ‘her şey3 diye isimlendirilir. Bu, ilahi bir isimlendirmedir. Allah Teâlâ kitaplarını onda yazmış, peygamberlerini ve nebilerine indirdiği sayfaları oradan indirmiştir. Nitekim Allah Teâlâ ‘Onun için levhalara her şeyi yazdık400 buyurur. Kastedilen, Levh-i mahfuzdur. ‘Öğüt ve her şeyin tafsili olarak.’401 Bu da Levh-i mahfuzdur. Kitaplar onun mücmelliğini tafsil etmiş, öğüderini açıklamıştır. Bu suretler ile bedenlerin suretleri­ni yöneten ruhlar yönünden nefis arasmda bağlar vardır. Bunların üze­rinden ya kendisini bilmekle veya O’nun dilediği mevcut ve makul bi­linenleri hakkındaki bilgiler, marifetler, Allah Teâlâ’nın dilediği şeldlde iner.

Ulvi-feleki suretlerin ruhları, Allah Teâlâ’nın dilediği ilimleri elde ettikle­rinde, bu ilimler onların cisimsel suretleri için gıdadır; varlıkları, nimet ve hazları onlara bağlıdır. Bu nurlar ile boyanıp onlarla tahakkuk ettik­lerinde ise süfli unsuri suretlerin nefislerine bu ilimlerden onların istidadarının kabiliyederine göre yayarlar. Böylelikle istidadardaki derece­lenmeleri nedeniyle bilgide de derecelenirler, sonra da birbirlerini ta­nırlar. Öyİeyse öğretme, süfli suretlerin istidadarının (ulvi suretlerden kendilerine dönük) feyzi kabullerini engelleyen perdeleri kaldırmaktır ve bu kaldırma ‘öğretmek’ (talim) diye ifade edilmiştir. O halde talim, ulvi-feleki suretlerin (süfli suretlere dönük) feyzinden başka bir şey de­ğildir. Misal olarak, suyun akışını engelleyen bir engeli düşünebiliriz. Engelin kalkmasıyla su, daha önce engelin alıkoyduğu yerden akmaya başlar. Gerçekte engeli kaldıran, suyu akıtan değildir. Süfli suretlerden kendisi gibi bir surete öğretmenlik yapan, gerçekte ondan bilgisizlik ve kuşku perdesini kaldırmıştır ve bu durumda ruhani feyiz ortaya çıkar ve istidadar da daha önce sahip olmadıkları bilgileri bu feyizden alırlar. Zannederler ki onlara bilgi öğreten ldmse, kendilerinden bilgisizlik perdesini kaldırandır. Hâlbuki gerçek öyle değildir.

Bu ulvi-feleki suretler ile süfli-unsuri suretler arasında ilahi isimler ve rabbani hakikatler nedeniyle uzayan bağlar vardır. Bu bağlar her mümküne ait özel yöndür ve her mümkün Hakkın kendisini var etme­ye yönelmesiyle birlikte ‘kün (ol)’ kelimesinden bu yönlerden meydana gelir. Söz konusu özel yönü ondan var olandan (müsebbep) başkası bilmez; kendinden özel bir yönü varsa, bunu bilebilir veya bilmeyebi­lir. Bu özel yönden her şey, kendi kevni sebebine değil, Allah Teâlâ’ya muh­taçtır ve bu yön, kevni sebepten (varlığa) daha yakın ilahi sebeptir. Çünkü kevni sebep varlıktan ayrıyken bu sebep Ondan ayrı olmakla ni­telenmediği gibi insan için ‘şah damarından daha yakın’ olsa bile ona bitişik olacak şekilde ittisalle de nitelenmez: Çünkü o, bitişiklikten de yakındır!              

Böylece Allah Teâlâ, ulvi ve süfli her surete dilediği, özel bilgiler­den verir. Bunları ancak özel olarak kendisine verilen kimse verebilir. Söz konusu bilgiler aktarılmayan veya hikâye edilmeyen, sadece kendi­sini tadanların bilebileceği zevk ilimleridir. Onları zevk edenin, tadanı tatmayana bu bilgileri ulaştırması mümkün değildir. Sahipleri de bu bilgilerde derece derecedir ve bir varlık üstün olduğu yönü bilmez ve hatta onu bilmesi mümkün değildir. Bilgide böyle bir tahsis ve ayrıca­lık söz konusu olunca, ihtisaş cennederi var olmuştur.

Bilmelisin ki, menziller veya makamlar arasında bütün âlemi ve in­sanı kuşatan yegâne menzil budur. Bu menzil âlemde genel rahmet sa­hibidir. Çünkü âlem, cisimsel ve ruhani sureti itibarıyla hakikati yö­nünden dört unsura dayanır. Binaenaleyh âlem doğası yönünden dört­lüyken ruhu yönünden de dörtlü, cesedi yönünden ise dört rükünden meydana gelen dört doğaya sahiptir. Ruhu yönünden âlem, baba, an­ne, üfleme ve ilahi yönelmeden meydana gelmiştir ve bu nedenle rah­met kendisine dört yönden gelir: Her yönün kendine özgü bir rahmeti vardır. Bir varlığın yaşlığını koruyup kuruluğun etkisinden onu kur­tarmayı sağlayan rahmet, onu kuru tutup yaşlığın kendisini yok etme­sini engelleyen rahmetten farklıdır; sıcaklığı kendisini yok etmesin diye bir varlığı soğuk tutan rahmet, soğukluk kendisini yok etmesin diye onu sıcak tutan rahmetten farklıdır. Bu unsurlar birbirlerini engeller ve bu engelleme ve eşideme devam ettiği sürece cismin sureti korunur.

Bu menzilden söz konusu dört rahmet ortaya çıkar. O halde kim nefsinden bunları öğrenirse, nereye varacağını öğreneceği gibi kim on­ları kendi nefsinden tanımazsa, halinin cahilidir o. Allah Teâlâ’nın bazı insan­ları onları müşahede etmekten perdelemesinin nedeni, Hz. Ömer ve Muaz’ın konuşmalarında geçtiği gibi, onların dillendirilmesini engel­lemektir. Buna mukabil Allah Teâlâ, emaneti mutlaka ehline ulaştıracaklarını bildiği eminleri adına söz konusu perdeleri kaldırır. Çünkü Allah Teâlâ bilgi için bir ehil belirlediği gibi bu gibi hususlarda bilginin onlara ulaştı­rılmasın iki yolla belirlemiştir: Birinci yol bilginin O’ndan kendilerine ulaştırılmasıyken ikinci yol başkasmın emanetini bilen bir öğretmenin onlara öğretmesidir. Bu kişi emaneti sahibini bildiği gibi aynı zamanda emindir ve ehlini görünce emanet olan bilgiyi ona ulaştırır. Çünkü ona Allah Teâlâ emaneti sahibine ulaştırma emri vermiştir.

Bu rahmederi nefsinden öğrenmen, Allah Teâlâ’dan ve muduluğundan seni uzaklaştıracak her işin arasında engel teşkil eder. Artık her du­rumda seni çağırdığı işlerde O’na boyun eğersin. İşte bunlar, kendile­rini müşahede ettiğinde söz konusu rahmetin şendeki neticesidir. Bu rahmet, sana Hakk karşısındaki edebi kazandırır. O bilgiyi sana getiren, seni ve hayatının bağlı olduğu şeyi bilen birisi olabilir. O harekedi ruh­lardan ve farklı tabakalarıyla kanatlı meleklerden biridir. Onların en üs­tünü kanatları en az olandır. Kanadı en az olan ise iki kanadıdır. Çün­kü ya bir kanattan veya başkasından yardım almayan tek kanatlı melek yoktur.

Mağrib şehirlerinden birisinde, adamın birinde papağana benze­yen bir hayvan görmüştük. Havyan adamın göğsünden çıkıyor ve adam onu kanatlarının hareket ettirmesi gibi hareket ettiriyor, o da

hızla koşuyordu. Bir adımını öyle hareket ettiriyordu ki iyi koşan adar bile ona yetişemezdi. Bu nedenle yardımcısı olmayan dedik. Melekler arasında ikiden altı yüze ve daha fazla kanada sahip olanlar vardır. Böyle bir bilgi, melek Allah Teâlâ’nın emrine asi olmayan saygın ve itaatkâr bir melek eliyle insana gelebilecek bir bilgidir. Bu bilgiyi getiren melek sayelerinde kulun kalbine indikleri iki kanada sahiptir. Meleklerin ka­natları yükselmek için değil inmek için vardır. Unsuri cisimlerin kanat­ları ise, inmek için değil, yükselmek içindir. Melekler cisimlerinin su­retlerine ait doğaları gereği var oldukları feleklere doğru giderler. Yer­yüzüne inerken de kanatiarla uçarlar. Feleklerine dönerken doğal bir hareketle dönerler. Kanadarını hareket ettirseler de ettirmeseler de, kendi yerlerine ve özü gereği sahip oldukları makamlarına yükselirler. Unsurlardan oluşmuş kuşların cisimleri ise, kanatlarını yükselmek için hareket ettirirler; bir an için kanatlarını çırpmayı bıraksalardı, doğalara gereği yere düşerlerdi. Ancak inişteki ölçü nedeniyle inmek amacıyla kanadını açabilir. İnişi hesaplamaz ve doğal olarak hareket ederse, do­ğanın etkisiyle inerken eziyet görür. Onun inişte kanat hareketi ise ko‘ runma amaçladır, bunu bilmelisin.

Bilmelisin ki,' hayvanlar, insan, ahiret hayatı ve varlığın üzerinde bulunduğu hakikatlere dair insanların bir kısmının bilmediği ve aşina olmadığı şeyleri bilir. Birisinden şöyle bir hadise aktarılır: Adamın biri bindiği eşeğin başına bir sopayla vuruyordu. Onu gören başka bir adam eşeğin başına vurmasını engellemek isteyince, eşek ‘bırak onu, kendi kafasına vuruyor’ demiş. Eşek kendisine vuran adamı eşek say­mış, adamın kendisine yaptıği davranışlarla cezalandırılacağını anlamış­tı. ‘Onu bırak’ demesi, eşeğin adamın kendisine vurmasıyla Allah Teâlâ ka­tında elde ettiği hayrı bilmesinden kaynaklanabileceği gibi yaratılış ga­yesini teşkil eden hizmet hakkını yerine getirdiğini de düşünmüş olabi­lir. Başka bir ifadeyle eşek, dayağı Hakk ettiğini bilir ve dinleyenin dik­katini şuna çeker: Bir şahıs sahibinin hakkını yerine getirmediğinde, tedip için veya yaptığına karşılık olarak dövülmeyi Hakk edebilir. Bütün . bunlar eşekten meydana gelen fiil ve sözün gerçek yorumlarıdır ve bu davranışın gereği olan başka yorumlar da olabilir.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Medine’ye hicret edip devesini serbest bıraktığın­da Eyyub el-Ensari’nin evine gitmişti. Sahabesinden orada bulunanlar

deveyi durdurmak istemiş, peygamber ise devenin üzerinden şöyle demişti: ‘Bırakın onu, çünkü o emirle hareket eder.’ Başka bir hadiste ‘Onu fil engelledi’ der. Yani Mekke’den. Fil hadisesi meşhurdur. İnsan ve cinlerin dışındaki varlıklar ile insanların ve cinlerin bir kısmı, hay­van, bitki, donuk, melek ve ruh olmak üzere, hepsi kendi durumları hakkında rablerinden gelen açık bir delile sahiptir.

Bu menzil çeşitli ilimler içerir. Bunların araşmda sayıların ve harf­lerin ilmi vardır. Bu ilim, velilerin ilmidir. Nitekim Muhammed b. Ali Hakim Tirmizi böyle demiştir. Mücmel ve insana özgü rahmetler bu menzilden öğrenilir. Tibyan ilmi, müjdeler ilmi, imanın mertebeleri, yükümlü olan ve olmayanların amellerini yerine getirmeleri, Hakkın meleğin değililhamının mazharı olan ruhani telakki, bu menzilden öğrenilir. Başkasının haklarını yerine getirmek, Allah Teâlâ’dan kardeşinin hakkını yerine getirmek üzere çalışana hangi sevabın verileceği bu menzilden öğrenüir. Hakkın bu işi bizzat üstlenmesi bu menzilden öğ­renilir. İlahi mertebenin sahip olduğu ve Allah Teâlâ’yı bilenlerden başkasının zevk yoluyla bilmediği ilahi mertebenin emanı bu menzilden öğrenilir. Hallerin başkalaşması, bu menzilden öğrenilir.

Böylece ilahi hibeleri kabul etmek üzere kalpler de başkalaşır. Ayetler ve deliller, bu menzilden öğrenilir. Bunlar neyi gösterir? Med­lul bir iken, bunlar niçin farklılaşırlar? Kalp bir şeyi bilmekten niçin perdelenir? Bununla birlikte bu konuda açıklama vardır. Bilginin vehbi olpıası hakkında ilahi inayet, bu menzilden öğrenilir. Bilgiden veraset yoluyla meydana gelen şey bu menzilden öğrenilir. Hayvanların mer­tebeleri ve hangi konuda derecelendikleri, hangi konuda eşitlendikleri bu menzilden öğrenilir. İnsan hayvana katılır mı? Yoksa özel bir tür müdür o? Bütün canlıların natık olduğunu öğrenmiş iken, insan hay­vandan hangi özelliğiyle ayrışır? Hükümdarların adabı ve hükümdarın mülkünde nasıl davranması gerektiği biı menzilden öğrenilir. Bu ko­nuda et-Tedbiratü’l-ilahiyye fi ıslahi’l-memleketi’l-ilahiyye diye isimlen­dirdiğimiz bir kitap yazmıştık.

Zararları uzaklaştırmak ve onlardan sakınmak tavsiyesi bu menzil­den öğrenilir. Hayvanlara özgü tevhit bu menzilden öğrenilir Doğru olduğunu bildiği halde, insan ve cinlerin dışındaki bütün natıklar için yalan söylemenin imkân dahilinde olması bu menzilden öğrenilir? Bu iki sınıf verdikleri haberlerin çoğunda yalan söylerler. Hükümdarların casus edinmesi, onun işini yaparken sahip olması gereken özellikler, yalan olsa bile övülenler, bu menzilden öğrenilir. Daha üsttekinin aşağıdakiyle istişaresi bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte üstte olan istişare olmaksızın öğrenmek istediği bilgiye ulaşacağını bilir. Allah Teâlâ Peygamberine kendisine vahiy göndermediği hususlarda sahabesiyle istişare etmeyi emretti. Hz;. Peygamber ‘Hediyeleşin birbirinizi sever­siniz’ buyurur, ihsanın nefislerde meydana getirdiği ve imana etki eden tesiri bu menzilden öğrenilir. Bu övülen bir şey midir, değil midir? İh­san özü gereği sevilirken ihsan eden de sevilir mi yoksa ihsandan ayrılır mı? Çünkü bu konu, Allah Teâlâ’nın sana düşmanlık etmeni emrettiği kimse­nin ihsanı hakkında dikkate alınması gereken önemli ve büyük bir me­seledir. Sen, Allah Teâlâ’nın katını tercih ederek ve O’nun emrine bağlanarak, sende bir sevgi meydana getirmeyecek şekilde onun ihsanını kabul edersin! Böyle bir davranış doğanın dışına çıkmak demektir ve gerçek­leşmemesi tasavvur edilemeyecek çetin bir meseledir. Zahirde hükmü gözükmese bile, bâtmın bu duyguyu kendinden uzaklaştırması müm­kün değildir. Bir tek şahsa iyilik yaptıklarında ihsan sahipleri asındaki denge bu menzilden öğrenilir. Nefs için -ihsan yönünden değilihsan edilen şey bakımından bir tercih gerçekleşir mi? Bu konuda bir derece­lenme gerçekleşirse, Allah Teâlâ’nın ihsanını tercih edene göre iş kolaylaşır.

Seçkinlerin bilgisi ve Allah Teâlâ’ya -yakınlık mertebesinde bu bilgiyle zu­hur edenlerin durumu bu menzilden öğrenilir. Nimet yerene şükür, bu menzilden öğrenilir. Rabliğin Hakk ettiği ve kendisinde ortaklık gerçek­leşmeyen hususlar, bu menzilden öğrenilir. Sınanmada karıştırma bu menzilden öğrenilir. Hitaba bakmak ve bakan kimseye buradan dinen -ki bu emredilmiştirortaya çıkartılması mubah işler bu menzilden öğ­renilir. Bilgiyi öğrenmenin tarzı, bu menzilden öğrenilir. Muallimin önünde bilgisizliği itiraf, bu menzilden öğrenilir. Çözüm, tuzak, hile ve bu konuda kınanan ve övülenler, bu menzilden öğrenilir. Genel ye özel sena, bu menzilden öğrenilir. Lafız kendisini mudaklaştırsa bile, mutlak övgü halle mümkün müdür, değil midir? Bütün öven ve övülenlerde, senanın kendisiyle sınırlandığı şey bu menzilden öğrenilir. Alemin Hakk nedeniyle muhayyer olması bu menzilden öğrenilir.

Yeryüzünün menzili ve kendisiyle süslendiği şeyler, bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın kâfir ve müşrikin duasına karşılık vermesinin nedeni, bu menzilden öğrenilir. Müşrik Rabbini ne zaman birler? Nu­run karanlığa dahil olması, yaratma ve rızık bu menzilden öğrenilir. Kıyamet bu menzilden öğrenilir. Mümkünün inkârı, bu menzilden öğ­renilir. Gayb mertebesinde gaybın keşfi, bu menzilden öğrenilir. Nida edip icabet edilmeyenin durumu bu menzilden öğrenilir. Haşir bu menzilden öğrenilir. Bütün ölüler mi, yoksa bir kısmı mı haşredilir? Nakur -ki suretler demektirnedir? Acaba hangi ceza daha üstündür? Veya bütün ceza amelinden üstün müdür? Bu, değerli bir bilgidir. Herhangi bir varlığa izafesi yönünden rabbe ibadet, bu menzilden öğ­renilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

 

ÜÇ YÜZ ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Nurları, Yerleşimleri, Dolunayları Farklı Üç Sırrm Bilinmesi ve Doğru Haberler

Miktarlar düzenlenmiş ölçüler

Onları bulutlar getirir, üzerlerinde de bulutlar olan

Kalın bir buluttan veya bulutsuz Tenezzül ederken, icazında durumlar var

Her manayı ihtiva eder

Onu hatabet, şiirler ve misaller izhar eder ancak

Bunun bir kısmı övülmüş ve yükseltilmiş Bir kısmı kınanmış ve süfli

Söylediğim konuda benimle tartışan varsa bilsin ki:

Herkes düşman kesilir bilmediğine

Allah Teâlâ bizi ve seni ebedi saadetle mutlu kılsın, bilmelisin ki: Natık nefs dünyâ ve ahirette mutludur ve onun bedbahtlıktan bir payı yok­tur, çünkü bedbahdık âleminden değildir. Allah Teâlâ ona hayvani nefs deni­len ve kendisi için binek mesabesindeki bu bedenî terkibi giydirmiştir. Natık nefs bineğin üzerindeki bir süvaridir ve Hakkın kendisi adına belirlediği doğru yolda yürümek için bineği kullanır. Hayvani nefs bu iradeye icabet ederse, bu durumda boyun eğmiş ve horlanmış binek olur; natık nefse direnirse, asi binek sayılır. Süvari onu yola yönlen­dirmek istese bile, direnir, itaat etmez, mizacının kötü terkibi ve başı­nın gücü nedeniyle sağa sola döner. Gerçekte hayvani nefsin maksadı karşı gelmek ve şeriatı ihlal etmek değildir. O sadece doğası gereği ha­reket eder, çünkü hayvani nefs şeriatı, tanımaz. Veya süvarinin kendi­sinden istediği işe uygun olmayan bir mizaca sahip olması da ihtimal dahilindedir. Natık nefs ise muhalefet edemez. Çünkü o, korunmuşluk ve temiz ruhlar âlemindendir. Kıyamette cezalandırma gerçekleşince, hayvani nefs cezalandırılır. Süvari kendisine itaat etmeyerek sahibinin kendisine yürümesini istediği yoldan çıkan hayvanı döver. Hırsızlık, zina suçu, savaşma, iftira etme gibi suçlara verilen cezaların mahallinin hayvani nefis olmasına dikkat buyurun! Bu mahal, öldürmek, elin ke­silmesi, sırta vurulması gibi cezaların acısını hisseder. Binaenaleyh dini cezalar, bedene uygulanır. Acı ve elem ise onu hisseden hayvani nefse tatbik edilir. Bu nefiste bütün acıları hisseden hayvanlar ortaktır. O halde insandaki azap mahalliyle tüm hayvanların dünya ve ahiretteki azap mahalleri arasında fark yoktur. Natık nefs ise, daimi muduluğu ve şerefiyle kendi âlemiyle baş başadır.         .

Bakınız! Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir Yahudi’nin cenazesi geçerken ayağa kalkmış, onun Yahudi olduğu söylendiğinde Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Teki bir nefs değil miydi?’ diyerek zatından başka bir sebep söylememiş, nefse saygı ve değerini göstermek amacıyla hürmeten ayağa kalkmıştı. Natık nefs (düşünen nefs) nasıl şeref ve üstünlük sahibi olmasın ki? O Allah Teâlâ’nın ruhundan üflenmiştir ve eh şerefli ve en temiz âlemdendir. Hay­vani bedeni yöneten natık nefs ile süvarinin yönettiği binek arasında şekil itibarıyla bir farklılık yoktur; binek ya itaatsizdir veya boyun eğ­miştir. Natık nefsin asi olmadığı, sadece hayvani nefsin kendisinden ta­lep ettiği işe karşı kendisine yardımcı olmadığını açıklamış olduk. Hayvani nefs ise yükümlü değildir ve bu nedenle itaatkâr veya gü­nahkâr olmakla nitelenmez. Onun asi olması, özel mizaç nedeniyle, doğasının bir gereğidir. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ merhametiyle herkese merhamet etsin! O’nun merhameti, insana varmak üzere yarıştıkların­da gazabını geçer.

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ yokluk hallerinde mümkün eşyanın ha­kikatlerine sürekli bakmaktadır ve ilahi bilginin yaratılıştaki önceliksonralık sıralanışlarını belirleyişine göre, ilahi cömerdik onlara ihsanla­rını sürdürür. ‘Tüm cevher’in (heyela’l-kül) bekasını sağlayan şey kendi başına var olmayan mümkünlerin bir kısmının onda bilfiil bulunması olunca, ilahi koruma onların varlıklarını tüm cevher vasıtasıyla korur. Gerçekte onların var olma zamanının dışında varlıkları yoktur. Dolayı­sıyla ilahi cömerdik, tüm cevher için -ki Allah Teâlâ onda âlemin suretlerini açmıştıronun bekasının kendisine bağlı olup dolayısıyla şart hük­mündeki mümkünleri var eder. Allah Teâlâ sürekli yaratan ve tüm cevheri sürekli koruyandır. O hayat sırrını mevcudara yaymamış olsaydı, onlar natık (konuşan) olamazdı. Bilgi kendilerine yayılmamış olsaydı, Allah Teâlâ’yı, yani yaratıcılarının övgüsünü söyleyemezlerdi. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Her bir şey O’nun hamdini tespih eder402 buyurur. Burada (her bir şey ifadesiyle) Allah Teâlâ, sabit bir şeyi mevcut bir şeyden ayırmamak için, hep­sini ifade etmek üzere belirsizlik ifadesi kullanmıştır. Çünkü o, sabitlik şeyliğindeki halinde varlık şeyliğini kabul etmiştir. Kuşkusuz Allah Teâlâ bi­ze sabit hakikate (ayn-ı sabite) yokluk halinde hitap ettiğini ve onun da hitap kendisine yöneldiğinde emrine bağlandığını bildirmiştir. Böylece sabit hakikat, Allah Teâlâ’nın kendisine verdiği emre koşmuştur. Şayet sabit hakikat yokluk halinde varlık halinde sahip olduğu niteliklerle nitelen­memiş olsaydı, Hakk kendisini böyle özellikler (emri duyma, emri yeri­ne getirmek gibi) ile nitelemezdi. Allah Teâlâ kendiliklerinde bulun­dukları hal üzere eşyanın hakikatlerini bildiren doğru sözlüdür.

Varlıklar ancak yoklukta üzerinde bulundukları Hakk göre dışta zu­hur etmişlerdir ve onlar, bekalarını sağlayan şey cihetinden sadece var­lık kazanmışlardır. Öyleyse kendi başlarına var olan hakikatlerin sahip oldukları her özellik onlar adına zati bir özelliktir. Birbirine zıt veya benzer arazlar nedeniyle hallerinin değişmesi ise onların kendiliklerin­deki durumlarıyla varlıktaki durumlarının belirli bir yönden aynı ol­mayışından kaynaklanır. Şöyle ki: Onların yokluktaki halleri ve durum­ları kendilerinden kaynaklanır, Hakkın onlarda bir hükmü yoktur. Ol­saydı, bu durumda yokluk onların zati bir niteliği olmazdı. Dolayısıyla mümkünler yoklukları halinde sahip oldukları halleriyle sürekli olarak hakka bakarlar ve varlıkla nitelenene kadar herhangi bir halleri değiş­mez. Onların halleri ancak bir hakikatin bekasını sağlayan şeye hızla ulaşan yokluk nedeniyle başkalaşır. Yokluk halinde durum böyle değil­dir, çünkü yoklukta onların üzerinde herhangi bir başkalaşma olmaz, aksine hakikatlerin yokluk halindeki durumları sabittir. Çünkü yokluk­taki durum değişseydi, varlığa doğru değişmesi gerekirdi. Hâlbuki bel­li bir mümkünün kendisinde bulunduğu bu hakikat yokluk halinden varlığa ancak varlıkla nitelendiğinde ulaşır. Öyleyse ayan-ı sabite’de iş, özel hallerde yokluk ve varlık arasındadır. Açıkladığımız bu konuyu tam anladıysan, yaratmayı ve Yaratan’ı, yaratılana yakışan hükümler ile Yaratan’ın nitelenmesi gereken özellikleri öğrendin demektir. Çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur"403 ve ‘0 her gün bir iştedir.’404 Öyleyse mevcut veya sabit hiçbir şey O’na benzemez.

Bu konuda ulaştığım bilgilere ulaştığımda, bu bilgi beni O’nunla baki olmaya götürdü ve şü bilgiyi verdi: Eşyaya karşı zahidik, sahibin­de bulunan cehalet -ki cehalet bilginin olmayışı demektirile gözünde­ki perde örtüsünden kaynaklanabilir. Perde zikrettiğimiz meseleyi mü­şahede edememek ve keşf edememek demektir. Bütün âlemin Yaratıcı­sına hamd eden ve O’nu bilen olduğunu müşahede ve keşf ederken bir insan nasıl olur da bu nitelikteki bir şeye karşı zahit davranabilir? Üste­lik zahidin kendisi, zatı ve nitelikleri de âlemin bir parçasıdır. Allah Teâlâ ayetlerini ona ufuklarda ve nefsinde göstermiştir. Ufuklar, insanın dışı iken nefsi insanın sahip olduklarıdır. Başkasından çıksa bile, insan ken­di dışına çıkamaz. Alemden ve kendinden çıkan, hiç kuşkusuz, Haktan çıkmıştır. Haktan çıkan ise imkândan çıkarak imkânsıza katılır. İmkâ­nın hakikati ve gereği imkânsıza katılmamaktır.

Öyleyse zahidin Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden çıkma iddiası kuru bilgisizliktir. Onun zahitliği sadece hallerdeki yer değiştirmeden ibaret­tir ve bilgisizliği nedeniyle bunun farkında değildir. Zahidin bilgisizli­ği, âlemin Allah Teâlâ’dan Allah Teâlâ’nın âlemden ayrı olduğunu kendisine zannet­tirir ve bu nedenle Allah Teâlâ’ya kaçmak ister. Bu kaçış mevhum bir kaçma­dır ve onun nedeni eşyayı zevk yoluyla bilmemek ve şöyle ayetleri duymaktır: ‘Allah Teâlâ’ya kaçın405 Ayetin anlamı doğru, fakat buradan hare­ketle Allah Teâlâ’ya kaçan insanın aklı bu ayetin ardındaki diğer ayette söyle­nene varmamıştır. Bu ayette ‘Allah Teâlâ karşısında başka ilahlar kabul etme­yin406 denilir. İnsan buradaki tamamlamayı anlarsa, ‘Allah Teâlâ’ya kaçın407 ayetinde kastedilenin bilgisizlikten bilgiye kaçmak olduğunu öğrenir. Gerçekte var olan tektir. İnsanın ilah zannettiği şeye ilahlığı isnat et­mesiyle ortaya çıkan varlık, ne mümkün ne vaciptir, bir imkânsızdır. İşte ayette emredilen kaçmanın anlamı budur ve ilahlığın o şeye nispe­tinden Allah Teâlâ’ya kaçmak gerekir. Bunu anla!

Zahidin kendisine gerekçe yaptığı diğer ayetteki ikinci kaçmaya gelirsek, bu Hz. Musa’dan aktarılan ‘Korkunca sizden kaçtım408 ayetin­de belirtilir. Hz. Musa Allah Teâlâ’nın âleme koyduğu sebepleri bilmiş, onla­rın gayelere uygun olmasına göre âlemde etkileri olduğunu anlamıştır. Sebeplerin bir kısmı gayelere uymaz, bir kısmı doğaya yatkın gelmez, bir kısmı yatkın ve uygundur. Allah Teâlâ hayvanı acı ve hazzı kabul edecek mizaçta yaratmıştır. Bitkiler ve donuklar ise öyle değildir. Bu ikisi, ke­şif ehline göre, canlılık özelliğiyle nitelenseler bile onlar acı ve hazza kabiliyetli olmayan bir mizaçtadır. Yaşadığı hadiseden sonra Hz. Mu­sa, Kıpti’yi öldürüp kaçmca, kendisi için ancak kaçmakla gerçekleşecek kurtuluşa ulaşmak istemiştir. Kaçmanın bazı yerlerde kurtuluşun ger­çekleşmesi için konulan ilahi sebeplerden birisi olduğunu görmüştür. Öyleyse bu doğal bir kaçıştır. Çünkü Hz. Musa korkunun kendisini kaçmaya zorladığını zikretmiştir. Fakat o Hakkın âleme yerleştirdiği sebepler hakkında belirttiğimiz bilgiden yoksundu. Dolayısıyla akla ve düşünmeye hakkını vermemiştir. Bu kaçma, peygamber olmasından ve Hakkın hadiselerdeki maksadını öğrenmesinden önceydi.

Hz. Musa Firavun’dan korkarak kaçtığında, Hakk kendisini kurtu­luş ihsanıyla karşılamış, bir peygamberi, yani Şuayb’ı önüne çıkartmış, sonra ona nebilik vermiş, Kıptilerin ve İsrailoğullarının kendisine göre yaşamakla yükümlü oldukları hükmü öğretmiş, o hükümlerle birlikte daha önce korkarak kaçtığı kimseye peygamber olarak göndermişti. Bu görevlendirme, gerçekte, âleme yerleştirilen sebepten korkması ve yer­yüzüne yerleştirilen sebebe hakkını vermeyişi nedeniyle bir cezaydı -ki kast ettiğim akli düşüncedir-. Allah Teâlâ ise kaçmanın kendisinden kork­maktan kaynaklandığına dikkatini çeker, çünkü mümkün, başka bir

mümküne iyiliği veya kötülüğü ulaştırabilecek kudrete ve güce sahip değildir. Bütün tesir Allah Teâlâ’ya aittir. Böylece Hz. Musa’ya Allah Teâlâ katından resullük ve hüküm gelmiş, Firavun ve .halkıyla yaşayacağı hadiselerin sonunun neye varacağını kendisine öğreterek, ona emniyet duygusu vermiştir. Allah Teâlâ kendisiyle konuştuğunda, elindeki asanın yılana dön­mesi şeklinde gerçekleşecek mucizeleri de gösterdi.

Dedik ki: Hz. Musa’nın Firavun’a peygamber olarak gönderilme­si, bir cezaydı ve bu esnada da Firavun’dan korkmaya devam ediyordu. Böyle dememizin kaynağı ‘Bize karşı taşkınlık etmesinden korkuyoruz409 demeleriydi. Allah Teâlâ ise Hz. Musa ve Harun’un sözüne karşılık, ‘Ben si­zinle beraberim, duyarım ve görürüm410 demiştir/Ardından ‘Ona yumu­şak söz söyleyin, umulur ki öğüt alır/hatırlar411 demiştir. Kastedilen Firavun’uri dâha önce aşina olduğu ilahi ihsanı hatırlamasını sağlamaktır. ‘Ya da korkar.’412 Kastedilen, Firavun’un selefleri hakkında sahip oldu­ğu bilgiye göre, Allah Teâlâ’nın kendisi gibi konuşanları şiddetle cezalandır­masını bilmesidir.. Buradaki durum Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’e söylenen ‘Onlarla en güzel şekilde tartış413 ve ‘Allah Teâlâ’nın rahmetiyle onlara yumuşak davran­dın, katı kalpli ve sert olsaydın dağılırlardı414 ve ‘Onları affet, onlara mağ­firet dile, işlerde onlarla istişare et415 ayetlerinde geçen durumun ayriıdır. Bu, Allah Teâlâ’nın peygamberine emredilen, yumuşak sözle tartışmak ve merhamet göstermektir. Allah Teâlâ ‘umulur ki’ derse, kesin olarak gerçekle­şir demektir. Bu nedenle alimler şöyle der: ‘Allah Teâlâ için ‘umulur’ demek, hiç kuşkusuz, gerçekleşir ve vaki olur demektir.’ Bu nedenle alimler ' ‘Umulur ki’sözü Allah Teâlâ için zorunlüluk bildirir’ der. Allah Teâlâ Firavun’un hatırlamasını ve korkmasını‘ummuştur.’                                                                                                 .

Öyleyse.Firavun’un içinden hatırlamış olması ve korkması gerekir. Fakat bu durum, onun dışında gözükmemiştir. Bununla birlikte hatır­lama ve korku, onun içinde hükümrandı ve bu nedenle bulundukları mecliste Hz. Musa’yı ve kardeşini cezalandırmamıştır. Orada otorite ve hükümranken, kendisini cezalandırmaktan alıkoyan yegâne sebep, Haktan korkması ve önceki hükümdarların başına gelenleri hatırlamasiydi. Başka bir engel yoktu. Çünkü-zahirde gözüken bir engeİ olsaydı, Hz. Musa ona sığınır ve ‘Bize taşkınlık etmesinden korkarız416 demezdi. .Korkunun nedeni görünür kuvvette eşit olmamaktı. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘yumuşak söz söyle’, tavsiyesiyle onu desteklemişti. Bu karşılıklı ko-

nuşma da Allah Teâlâ’nın askerlerindendir. Bu askerlerle Hz. Musa Firavun’un bâtınındaki ve içindeki askerlerle karşı karşıya gelmiş, Allah Teâlâ’nın izniyle onları hezimete uğratmıştır. Kendilerinden güç aldığı içindeki ordu hezimete uğrayınca, Firavun korkmuş ve hatırlamış, içinde zelilleşmiş, bu zillet ve bilgi, dış gücüyle hükmünü icra etmekten engelle­miş, o mecliste Hz. Musa’yı ve Harun’u cezalandırmamıştı. İşte bilgi­nin faydası budur. Çünkü bilgi sahibine hakikatinin gereği olan sonu­cu vermezse, ortada ne bilgi vardır ne de o kişi bilgilidir. Daha önceki bölümlerde bu konudan söz edilmişti. İnsanlar Hz. Musa’nın kaçması­nı incelerler, fakat neyi incelediklerini bilmezler, bazıları da bizim zik­rettiğimiz şekilde incelemez.

Bunu öğrenince şunu da bilmelisin ki: Allah Teâlâ, insanı her şeyi bilen olarak yaratmamıştır. Bu bağlamda peygamberine bile daha çok bilgi istemesini emretti. Nitekim ‘Rabbim! Bilgimi artır de417 diye emreder. Kastedilen insanın muduluk ve kemalinin bağlı olduğu her durumda bilgi elde etmektir. Alemin ve insanın fıtratında bulunan bilgi, sadece Allah Teâlâ’nın varlığını ve yaratılmışın muhtaçlığını bilmektir. Öyleyse bu ni­telikteki herkesin yoksulluğunu ve bu yoksulluğun nefse verdiği acıyı müşahede etmek üzere Allah Teâlâ’ya kaçması gerekir. Bu sayede kendisine yöneldiği Allah Teâlâ, onu zengin eder. Bazen yöneldiği kimse, haz almasını sağlayacak şekilde, fakirlik acısını ondan kaldırır Ki bu ‘Allah Teâlâ ile zen­ginlik’ demektir ve böyle bir talebin gerçekleşmesi mümkün değildir. Çünkü bir insan Allah Teâlâ ile müstağni olursa, O’ndan da müstağni kalır­dı. Allah Teâlâ’dan müstağni kalmak ise imkânsızdır. Öyleyse Allah Teâlâ ile müs­tağnilik imkânsızdır. Allah Teâlâ bu talebinde onda bir durum yaratır ve bu sayede insanı müstağni kılabilir. Söz konusu şey, belirli bir yoksunlu­ğun acısını kişinin hissetmiş olduğu haz nedeniyle giderir, yoksa fakir­lik acısmı bütünüyle kaldırmaz. Çünkü fakirlik ve yoksulluk mümkün­den ayrılmayacak bir özelliktir. Onun fakirliği zati niteliktir, yoksa yokluk veya varlık halinde kazanılmış bir nitelik değildir.

Bu nedenle Allah Teâlâ, fakirliğin kalkmasıyla ilgili olarak mümküne an­cak böyle bir zenginliği vermesiyle talebin acısını ortadan kaldıracak bir hazzı vermiştir. Mümkün içinde sadece bu hazzı bulur. Ardından mümkün başka bir durum nedeniyle talepte bulunur veya elde ettiği nimetin dünya ve ahirette sürekliliğini talep edebilir. Bu haldeki bir in­san, Allah Teâlâ onun baş ve kalp gözünü açana kadar, kendini meşgul edici işlerden uzaklaştırıp o işlerden kaçmalıdır. Gözler açılınca, gerçeği ol­duğu hal üzere müşahede ederek nasıl ve kimden talep edileceğini, ki­min talep edeceğini öğrenir. Ayrıca ‘Allah Teâlâ Gani ve Hamid’dir418 ayeti­nin anlamını da öğrenir. Yani Allah Teâlâ el-Gani ismiyle övülendir. ‘Cinleri ve insanlar bana ibadet etsinler diye yarattım419 ayetini düşün! Çünkü O’nun nefsine ibadet imkânsızdır.. Bunu söyleyince, el-Hamid ismi gelmiştir. Çünkü el-Gani’nin niteliği, kendisinden daha üstün kimsenin olmaması demektir. Bu, Hakkın niteliğidir. Buradaki işareti anla, bunu ibareyle açıklamak haramdır.

Bu durum sabit olunca, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Hira mağarasma niçin çekildiğini tam olarak öğrenirsin. Orada ibadet eder, kendilerini gö­rünce içinde darlık ve sıkıntı duyduğu insanlardan kaçardı. Hâlbuki Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem onlarda Hakkın yüzünü görseydi, kendilerinden kaç­maz ve bir başına kalmazdı. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir müddet bu halde kal­mayı sürdürdü. En sonunda hakikat kendisine geldi ve bu kez yaratık­lara dönerek onların içinde kalmayı sürdürdü. Hira’dâ ise nefsiyle be­raberdi ve dolayısıyla o esnada bütün insanlar olmasa da ‘insanların bir kısmı’ (kendisi) oradaydı. Bunu anlamalısın! Rabbini talep eden her­kes, sırrında Rabbiyle yalnız kalmalıdır. Çünkü Allah Teâlâ insan için zahiri ve bâtını ancak bâtınında Allah Teâlâ ile baş başa kalsın diye yarattı. Bâtınında ve içinde kendisine bakıp sebeplerde O’nu temyiz ettikten sonra, zahirinde de O’nu müşahede etmelidir. Böyle yapmasaydı, O’nu bilemezdi. O halde bâtınında ve içinden Allah Teâlâ ile halvete yönelen in­san, sadece bu nedenle halvete girer. İnsan bilgisini Allah Teâlâ’dan alıyorsa, bâtını bir halvethanedir.

Tasavvufa intisabımın ilk zamanlarında işin söylediğim gibi oldu­ğunu öğrenince, bu bedenden bilgi ve hal olarak soyutlandım. Çünkü henüz Hakkın beden karşısındaki yerini bilmiyordum ve Allah Teâlâ’nın her şeyde özel bir yüzü ve vechi olduğundan habersizdim. Bedene yabancı­laştığımda, onu adeta bir ‘kara kilim’ gibi gördüm. Kilimin uçları kap­karanlıktı ve onda ışıktan eser yoktu. Bu karanlığın nereden geldiğini sorduğumda, şöyle denildi: ‘O doğanın karanlığıdır.’ Karanlıklar bir­birlerine eklenmek üzere üç tanedir. Bir kimse elini çıkartmak istesey­di, elini görmeyebilir, hatta görmemesi daha mümkündür. Böylelikle görme ihtimalini olumsuzlamışken görmek nasıl mümkün olabilir ki? ‘Karanlık Hakkın varlığını perdeleyen ilahi perdedir.’ Şöyle dedim: ‘Söylediğiniz üç karanlık nelerdir?’ Bana denildi ki: ‘Birinci karanlık sana görülen doğa karanlığıdır. Bu, senin gözüne yakın olan birinci ta­bakadır. Bu doğa üçüncü mertebede var oldu. Onun üzerinde, yara­tılmış mümkünün kendisinden var olduğu sebebinin karanlığı gelir. Bu, bir yaratılmıştan başka bir yaratılmışın var olmasıdır ve o nefistir. Yani nefs, ikinci karanlıktır. Böylece birbirine eklenmesiyle doğanın karanlığı güçlenmiş ve artmıştır.’ Bunu derken nefsi göstermişti. Bu kez karanlığın üzerinde bir karanlık daha gördüm. Sonra bana şöyle denildi: ‘Bu ikinci karanlığın üzerinde üçüncü bir karanlık daha vardır. O ise nefsin kendisinden var olduğu sebep olan ilk akıldır.’

Bana ilk akıl gösterildi ve ben de birbirinin üzerine yığılmış karan­lıklar gördüm. Şöyle sordum: ‘Bunun da kendisinden var olduğu başka bir sebebi mi vardır?’ ‘Hayır’ denildi. ‘Hakk ilk akıl’ı vesilesiz var etti. ‘Peki karanlık olmasının nedeni nedir?’ diye sorunca, bana şöyle denil­di: ‘Bu karanlık onun için zati niteliktir ve mümkün olmasından kay­naklanır. Bu karanlıkla ilk akıl, gaybın karanlığından yardım diler. Söz konusu gayb görülemez. Hâlbuki bu gaybten bir şey zuhur edip ayrıl­dığında ve şehadet (mertebesine) geldiğinde görülür. Bu üç karanlık nedeniyle, insan bir canlı olması yönüyle annesinin karnında üç karan­lıktan var olur. Birincisi rahmin karanlığı, İkincisi döl yatağının karan­lığı ve üçüncüsü karnın karanlığıdır. Doğduğunda, karanlığı içinde ka­lır ve böylece zahiri nur iken bâtını karanlık olur. İnsan içinin karanlı­ğında her zaman bilgi kandiliyle yürüyebilir. Bu kandile sahip olmazsa, o karanlıklarda doğru yolu bulamaz.

Bedenimi ve onun karanlığını gördüğümde, belirli bir şekilde nura sahip olmasaydı kendisine bakamayacağımı veya onu idrak edemeye­ceğimi anladım. Bunun üzerine, kendisini görmemi mümkün kılmak üzere kendisini hazırlayan ışığın nereden geldiğini sordum, bana şöyle denildi: ‘O varlığın nurudur ve onunla kendisini görürsün.’ Söz konu­su karardığın gören olmam nedeniyle, kendime baktım. Gölgesinin üzerime yayıldığını gördüm, herhangi bir ışık kendisini kaldırmıyordu. Şaşırdım.

Bana şöyle denildi: ‘İmkân karanlıkları sürekli şendedir, çünkü o karanlık senin adına zati bir niteliktir. Çünkü sen zatın gereği varlığı zorunlu olan değilsin!’ Ben de şöyle dedim: ‘Karanlığın bulunmadığı bir nuru nasıl elde edebilirim?’, Bana şöyle denildi: ‘Onu hiçbir zaman . bulamazsın.’.Sordum: ‘Demek ki hiçbir zaman beni var edeni müşahe­de edemeyeceğim?. Çünkü O sırf nur ve sırf varlıktır.’ Bana şöyle .de­nildi: ‘O’nu kendinden müşahede edebilirsin. O’nu bir surette göre­mezsin ve dolayısıyla bilgi bakımından O’nu müşahede edemezsin. Bü nedenle O kendini gördüğü tarzda görünmez ve tecelli etmez. Allah Teâlâ

-                                                                                          âlemlerden müstağnidir. O’nun delili sadece kendisidir. Allah Teâlâ sadece keşif ve müşahede yoluyla zikrettiğimiz tarzda bilinir. Nazarî deliller bakımından -kendisi değilhükmü bilinebilir. Akıl kendi deliliyle an­cak varlığı zorunlu mevcudun sahip “olduğu ‘mümkünün kendisine muhtaçlığı’ gibi özelliğini bilebilir. Aklın O’na dair bilgisi bu kadardır. Müşahedenin bunun üzerindeki mertebesi ise zevk yoluyla bilinirken söylenmez ve anlatılmaz. .             ' v'                                 ;

Allah Teâlâ bana zatımı ve bedenimi gösterdiğinde, ardından tüm âle­min benimle ilişkisini ve beni yaratırken âlemin bana yönelmesini gös­terdi. Onun benden önce gelişini ve bendeki eserlerini gördümAlem­den meydana geldiğimi anladım ve âlem olmasaydı dışta var olmaya­caktım. Bunu öğrenince, içimde bir eziklik duydum: Kendim gibi bir mümkünün tesiri ve kahrı altındaymışım meğer! Bu. esnada ‘azlardan’ biri olduğumu anladım. ‘Azlar’ göklerin ve yerin yaratılışının -ki gökler benim varlığımın ülvi sebepleriyken yer varlığımın süfli sebepleridirinsanların yaratılışından daha büyüle olduğunu bilenlerdir. Buradaki büyüklük, değer bakımından büyüklüktür. Onların özelliği faillik iken insanlar edilgendir. Bu esnada beni bir kırıldık tuttu. Öyle ki, sebeple­rin kendisini müşahede ettiği şekilde Hakkı müşahedeye ısınamadım; söz konusu sebepler, fail olmaları nedeniyle benden üstündüler.

Bu kırıldık bende oluiıca, bana şöyle denildi: ‘Bu sebepler, ortaya çıkan mertebe yönüyle senden üstün olsalar bile, maksat varlık sensin. O sebepler senden dolayı ve sen ortaya çıkasın diye vardır. Yoksa onlar kendileri nedeniyle var olmuş değillerdir. Çünkü Allah Teâlâ bilinmeyi iste­diğine göre, O’nu kendi suretine göre olan biri bilebilir. Allah Teâlâ -hayvan insanı değilinsan-ı kâmili kendi suretinde yaratmıştır ve onun var ol-

masıyla da âlemle amaçlanan marifet gerçekleşir. İşte insan-ı kâmil’in varlığı ortaya çıksın diye, Allah Teâlâ yarattığı sebepleri yaratmıştır.’ Bu ilahi bildirim, kırıklığımı telafi etti. Anladım ki, kâmillerden imişim ve bir hayvan değilmişim! Bu ihsana karşı Allah Teâlâ’ya şükrettim.

Allah Teâlâ bana âlemin benimle ve benim âlemle ilişkimi gösterince, iki mertebeyi ayırt ettim. Anladım ki ben olmasaydım, bütün âlem de ol­mayacaktı. Benim var olmamla, Allah Teâlâ hakkındaki ve Kadim Varlığın suretinde yaratılmış hâdis varlık hakkındaki bilgi meydana gelmiştir. Yine anladım ki, Allah Teâlâ hakkındaki hâdis bilgi -ki o bilgi Allah Teâlâ hakkındaki kadim bilginin suretindedirilahi surete göre yaratılan için müm­kündür. O ise insan-ı kâmil’den başkası değildir ve zaten bu nedenle ‘kâmil’ diye isimlendirildi. Çünkü o âlemin ruhudur ve âlem ulvi ve süfli kısımlarıyla ona amadedir. Üstelik hayvan insan da, insan-ı kâmile amade kılınan âlemin bir parçasıdır ve o görünür suretinde -yoksa mertebe itibarıyla bâtınında değilkâmil insana benzer. Hayvan insan ile insan-ı kâmilin benzerliği, maymunun bütün dış uzuvlarında insana benzemesini! andırır. Öyleyse hayvan insanın, msan-ı kâmil karşısındaki derecesini iyi düşün ve hangi insanlardan olduğunu öğren! İyi düşü­nürsen, bilirsin ki, kemale kabiliyetin vardır. Bu nedenle âlemde tem­bih ve uyarılar vardır. Kemali kabul eden istidatta olmasaydın, uyarı­nın bir anlamı olmaz ve bu konudaki ihbar anlamsız ve geçersiz kalır­dı. Davete karşılık vermezsen, sadece kendini kınamalısın. Çünkü seni çağıran ve davet eden, basiretle seni çağırmıştır ve seni basirette kendi­sine katmak istemiştir. Bunu öğrendiğinde ve Hakk sana âlemle ilişkini gösterince, geride Hakkın seninle ve senin O’nunla ilişkisini öğrenmen kalır. Allah Teâlâ bana maksat olan suret benim adıma gerçekleşsin diye ilahi isimlerin benimle ilişkisini bana bildirdi. Allah Teâlâ’ya verilen bütün ilahi isimler, bana da verilir ve onlardan hiçbiri herhangi bir şekilde dışta kalmaz.

Bilmelisin ki, isim, mutabakat ve örtüşme yoluyla isimlendirileni gösterir. Böyle olunca, ondan isimlendirilenden başkası anlaşılmaz. İsim, ‘isim’ denilen bir surette onun aynıdır. Öyleyse isim, kendisinin ve isimlendirilenin adıdır. Allah Teâlâ daha önce de ifade ettiğimiz üzere marifet mertebelerinin kemale ermesi için hâdis bilgiyle bilinmek istemiştir. Hâdisin var olmasıyla da varlığı kemale erdirir. Bir şeyi an­cak kendisi veya benzeri bilebilir. Bu nedenle Allah Teâlâ’nın kendisini bilmek amacıyla yarattığı hâdis varlığın onu var edenin suretinde olması gere­kir ki adeta O’nun benzeri olsun. Kâmil insan, şahıs itibarıyla birden çok olsa bile, tek bir hakikattir. Allah Teâlâ onun hakkında ‘O’nun ben­zeri (benzerinin benzeri) bir şey yoktur420 buyurur. Böylece insan-ı kâ­mili misil yapmış, ona benzerliği reddetmiştir.

Allah Teâlâ onu varlıkta bir misil yapınca, suret, lafız ve harf sahibi ol­maları yönüyle ilahi isimler örtüşme tarzında kendisine komşu olmuş­tur. Nitekim insan da cisimsel suret sahibidir. İlahi isimler insan-ı kâ­mili ‘Allah Teâlâ’ müsemmasına mutabakadarından daha güçlü bir şekilde göstermişlerdir. İki benzerden birisi ötekinden sadece kendisine ait olan bir özellikle ayrışır. Bu durumun ilahi isimlerde bir karşılığı var­dır. Hakk söz konusu olduğunda, Hakka ait olup insana ait olmayan isim ‘Allah Teâlâ’ ismiyken insana ait olup Hakka ait olmayan isim halife insan-ı kâmil adıdır. Bu isim, kevni varliğa mahsustur.

Hakkın diğer isimleri ruh ve suretten bileşiktir: Her isim sureti balcımından örtüşme ve mutabakat yoluyla insanı gösterirken ruhu ve manası yönünden örtüşme yoluyla Allah Teâlâ’yı gösterir. Bizim bir halimiz olduğu gibi O’nun da bir hali vardır ve isimler hallere tabidir. Biz ne zaman istersek, suretlerden soyudanabiliriz. O halde zatımızdan bize ait olan suretlerdir. Fakat zatımızın başka bir hakikati de dileyince su­retlerden soyutlanmaktır. Böylelikle suretlerinden soyudanan ruhları yönüyle bu soyudanmada isimlere tabiyiz. Aynı zamanda isim suret­lerde giyer. Öyleyse isim özü gereği suretten başkadır ve aynı zamanda özü gereği bizim için surette tecelli etmeyi kabul eder. İsimler de suretieri yönünden ona tabidir. Dileyince sureti giyer. Öyleyse iş bizimle O’nun arasmda eşittir. Bununla birlikte kesin ve gerçek bir fark vardır: Allah Teâlâ Yaratan, biz yaratılanız. O Allah Teâlâ, ben halife insanım! Allah Teâlâ suret tam olarak gerçekleşsin diye, halifelikte de bize ortaktır. Allah Teâlâ bize O’nu vekil edinmemizi emretti ve vekillik bir halifeliktir.

O halde Hakkın bizden ayrışmasını sağlayan kendisine özgü isim ‘Allah Teâlâ’ ismidir. Bu, suret ve mana itibarıyla ortaya çıkan farklılıktır. Allah Teâlâ surette tecelli ettiğinde, mutabakat ve örtüşme yoluyla kendisine ‘Allah Teâlâ’ adının sureti verilir. Surede sınırlanmaksızın bulunduğu halde kalınca, bu ismin ruhu verilir: İnsan ismi de böyledir. Bu isim kendisi­ni Allah Teâlâ’dan ayırır. İnsan zatındaki suretinde kalma özelliğine sahip iken dilerse ondan soyutlanabilir. Alemde Hakkın suretinde olan kimse bulunmamış olsaydı, Hakkın bilinme maksadı, yani hâdis bilgi de ger­çekleşmeyecekti. Bu maksat ‘Ben bir hâzineydim, bilinmiyordum, bi­linmek istedim, halkı yarattım, onlara tanındım, onlar da beni tanıdı’ hadisinde belirtilir. Allah Teâlâ kendisini hazine saymıştır. Hazine, bir şeyde saklanabilir. Hakk kendisini insan-ı kâmilin suretinde, yani onun ‘sabit­lik şeyliğinde (ayn-ı sabite) saklar. Hakk orada gizlenmiştir. İnsana var­lık şeyliğinin elbisesini giydirince, hazine de insanın zuhuruyla ortaya çıkar. Böylece insan-ı kâmil, kendi varlığıyla O’nu tanır ve sabitlik şey­liğinde hazine olarak gizlendiğini öğrenir. Hâlbuki kendisi bunun far­kında değildi.

İlahi isimlerin onunla ilişkisini sana açıklamış olduk. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Âdem’e bütün isimleri öğretti.’421 Burada ‘bütün’ ihata ve genellik bildirir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine dua ederken şöyle der: ‘Allah Teâlâ’m! Ben kendini (nefs-ke) isimlendirdiğin tüm isimlerle senden isterim.’ Bu, (mecaz değil) gerçek bir ifadededir ve bir şeyin kendisine izafesi demektir. İki farklı lafız zikrettiğinde, hakka’l-yakîn ve ilme’l-yakîn ifa­delerindeki gibi, izafet geçerli ve doğrudur. Hakikat tektir. Buradaki iki lafız, nefs ile ikinci tekil şahıs zamiridir (senin). Böyle dememizin nedeni, bazı dilcilerin delilden hareketle ‘bir şey kendisine izafe edile­mez’ demiş olmalarıdır. Bu doğrudur, fakat burada izafet ve tamlama, surette gerçekleşmiştir. Suret ise iki tanedir. Birinci suretin ötekine iza­fesi mümkündür. Burada birinci kelime nefs, İkincisi ikinci tekil şahıs zamiridir. Bu yönüyle bu ifade, hakka’l-yakin, ilme’l-yakin ve ayne’lyakin ifadelerine benzer.                    |

.

Hadisin diğer yorumu ise nefsin (hadiste kendini diye geçen) bü­tün ilahi ve kevni isimleri kabul eden insan-ı kâmilin nefsi olmasıdır. Çünkü kevni isimler de örtüşme yoluyla onu gösterir. Şu var ki bunla­rın içinden bir kısmı hadis şeklinde ona gözükür. Söz gelimi Allah Teâlâ için el-Gani ve insan için hatta bütün âlem için fakirlik ismi gibi. Bu yo­rumda hadisteki nefs kelimesi ikinci tekil şahıs zamirine izafe edilir ki, burada ikinci şahıs Haktır. Bu durumda izafet, bir mülkiyet, şereflen­dirme ve istihkak izafesi olur. Mülk izafesi, ‘Zeyd’in malı’ mişalindekine benzer. Teşrif ise ‘hükümdarın kölesi’ tamlamasına benzer. İstihkak

bildiren isim tamlaması ise ‘atın semeri’, ‘evin kapısı’ gibi ifadelerdir. Bütün bunlar hadisteki nefs kelimesiyle insan kastedilmişse, mümkün olabilecek yorumlardır. Bu yoruma misal olarak Hz. İsa’nın ‘Ben senin nefsinde bulunanı bilmem422 ifadesini verebiliriz. Burada nefs kelimesiy­le Hz. İsa’nın nefsi kastedilir. Hz. İsa nefsini Hakka izafe etmiştir ki, gerçek öyledir. Bü davranış, Allah Teâlâ’yı övmede ve insana nispet edilen şeyden uzaklaşmada en yetkin ifadedir. Allah Teâlâ bunu onaylamış: ye ken­disinden öğrenmek üzere Hz. İsa’ya şöyle sormuştur: ‘Sen mi insanlara demiştin, Allah Teâlâ’yı bırakın da beni ve annemi ilah edinin.’423 Hz. İsa ise Allah Teâlâ’ya ‘Sen, benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, sen gaybleri bilensin’424 demiştir. Çünkü orada sadece senin yarattığın şey bulunur. Yaratma ye emrin sahibi olan nasıl olur da birisinden öğ­renmek üzere soru sorabilir ki? Hz. İsa ‘İlah olmadığımı söylemedim’ dememiştir. Çünkü halife ve insan-ı kâmil olduğunu, ilahi isimlerin kendisine ait olduğunu'bilir. Bu nedenle ‘Ben onlara bana emrettiğini . söyledim’425 demiştir. Yani ona bir şey eklemedim.                                                   ' -

Birisi şöyle sorabilir: ‘Allah Teâlâ’nın peygamberine insanlara.söylemesini emrettiği şeyi söylemesi, halini bütünüyle onlara söylemesini gerektir­mez. Çünkü Allah Teâlâ ona. bunu söylemesini emretmedi ve tebliğiyle so­rumluluktan kurtulmuştur.; Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle der: ‘Ya da yaratıkla­rından birisine öğrettiğin veya gaybınm bilgisinde kendine ayırdığın isimlerle senden isterim.’ Burada Allah Teâlâ’nın bazı şeyleri kendi bilgisine bıraktığı ve onları başka kimsenin bilmediği zikredilmiştir. Böyle bir ifade insan-ı kâmil adına olabilir. Fakat Allah Teâlâ onunla sadece kendinin bilebileceği bir şeyi gaybının bilgisine ayırmıştır. Böylelikle Allah Teâlâ, ger­çekte bulunduğu duruma göre insan-ı kâmil’den onun kendisi hakkın­da bilemeyeceği şeyleri Öğrenir. Çünkü insan-ı kâmil Hakkın gaybıdır, çünkü o, bir misildir. Burada Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ifadesiyle Hz. İsa’nın ifadesi bir durumda bir araya gelir. Bü söz ‘Senin nefsinde olanı bil­mem426 ayetiyle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Gaybm bilgisine ayırdıkların’ ifade­sidir. Kâmil insan bütün isimlerin zuhur mahallidir ve o bu isimleri kabul gücüne sahiptir. Kabul etme kuvvetine sahip olmadıklarının da kabulGedilmesi mümkün değildir. Öyleyse bu isim, kendisinde eksik olduğu hükmü verilen isimlerden değildir. Misal olarak insana özgü isimleri verebiliriz. Bu isimlerin Allah Teâlâ’ya verilmesi doğru olmadığı gibi O’nun böyle bir ismin verilmesiyle eksik kaldığı da söylenemez. Bütün

' ' .

' . • '  ! • isimlerin manası, isimlendirilenin hakikatinde her ismi kabul etmesidir,

bunu bilmelisin.

' j İlahi isimlerin insanla ilişkisinin keyfiyetini ve kevni isimlerin Allah Teâlâ’ya nasıl verilebileceğini bilen, insanın mertebesini ve onun âlemden farklılaşmasını, kuşatıcılık özelliğiyle bütün âlemden üstünlüğünü de anlar. Âlemle ilişkisinde insan, her bilgide uzman mütehassısa benzer.

Bazen bilgide ortaklık olsa bile başka bir ilim sahibi olur ve ondan üs­' ' • ' ' . • • i ' tün olamaz. Söz konusu ilim sahibi özel bir yönden kendisinden üstün

olsa bile, diğeri kuşatıcılık nedeniyle ondan üstündür. Nitekim eksiklik ve noksanlıkta da derecelenmeden söz edebiliriz. Mesela ahmağa eşek deriz. Kesin olarak biliriz İti, eşek ahmaklıkta insandan üstündür, çün­kü insandan daha ahmaktır. İnsan karşısmda melek de böyledir.

Melek itaatte insandan üstündür, Allah Teâlâ bu konuda meleklerin le­hine şahitlik etmiştir. Bunun nedeni, onun beşerilik elbisesinden soyut olmasıdır. Bu nedenle melek verdiği emrinde Allah Teâlâ’ya asi olmaz, çünkü o kendisinin belirli vakitlerde çekecek ve bazen gafil düşürecek zıt ha­kikatlere sahip olmadığı gibi çağrıldığı işten alıkoyacak hakikatlere de sahip değildir. Söylediğimiz bu durum unsurdan yaratılanlarda bulu­nur. İnsan unsurdan oluşmuştur ve onu bilfiil birbirini çeken hakikat1er talep eder. Bu nedenle de gaflet ve unutma özelliğine sahiptir. Ona emredilir, yasak konulur, kendisinden emre muvafakat ve karşı gelmek beklenir. Melek ise insana göre Allah Teâlâ’ya daha çok itaat eder. Bunun ne­deni insanın ve onun yaratılışıdır. Allah Teâlâ onlar hakkında ‘Onlar emirle­rinde Allah Teâlâ’ya asi olmaz'427 der. Onlara isimleri öğreten halife hakkında ise ‘Adem rabbine asi oldu, ve taşkınlık yaptı*428 diyerek Âdem’i günahkâr­lıkla nitelemiştir. Öyleyse melek Allah Teâlâ emrine uymada Âdem’den üs­tün iken Âdem isimleri bilme yönüyle üstündür. Çünkü halife kendisi­ni halife yapanın hakkı olan isimlerle gözükmezse -ki bu sayede kendi­sine isyan edilir ve itaat edilirhalife değildir. İnsan kuşatıcılıkta daha tam ve üstün iken melek bir yönden veya iki yönden insandan üstün­dür. Fakat o bütün yönlerden üstünlüğe sahip değildir. İlahi suret ise toplam ve kuşatıcılıkla meydana gelebilir; aksi halde benzer suret mey­dana gelmeyeceği gibi bir suretin mislinden ayrışmasını ve farklılaşma­sını sağlayan özellikler de surete zarar vermez. Böyle bir farklılık bu­lunmalıdır, çünkü bu fark olmasaydı, öteki misil değil ilk suretin aynı olurdu. Gerçeğin böyle olmadığı malum!

Bu menzil hakkında konuşmak sonsuza kadar sürecek şekilde sözü uzatır. Söylediklerimizle yetinip şimdi daha önce yaptığımız gibi men­zilin içerdiği bazı ilimleri zikredelim. Bunlardan birisi, silinmiş izler ve onun mertebeleri, kendisinde sınırlandıkları hakikarierde sınırlanması­nın ilmidir. Emrini reddedip de daha sonra kendisini öldürecek Hakk gelen kimsenin durumu bu menzilden öğrenilir. Bu daralmaya ve sı­kıntıya delildir. Böyle bir davranış insanın kemalinden mi kaynaklanır? Allah Teâlâ kendisini gazap ve intikamla nitelemiştir. Böyle bir insan intika­mını alarak öfkesini ve gazabını yönlendireceği birisini bulamayınca, kendisine yönlendirmeye niyetlenmiş ve canına kast etmiştir. Böyle bi­risi nakıs-kâmildir. Allah Teâlâ ona eziyete tahammül özelliği vermiş, o da sözünü ve emrini reddedip kendisini cezalandırmak isteyene yönelik doğasının öfkesine karşı direnebilmiştir. Teskin ilmi ve kendisine da­yanılanla sevinmek bu menzilden öğrenilir. Dayanak, hissettiği şeye karşı yumuşaklık göstermek üzere konuşurken kendi seviyesine indi­ğinde, onunla sevinmenin varlığı bu menzilden öğrenilir. Bu, içinde bulduğu şeyle ona hitap etmesidir. Böylece ona kendinden daha büyü­ğün kim olduğunu gösterir ve daha çok öfkelenir ve kendinde bir izzet bulur. Bu nedenle Allah Teâlâ peygambere şöyle der: ‘Sana önceki peygamber­lerin haberlerini aktarmaktayız. Bu sayede kalbini sabit tutmaktayız.’429 Suç işleyen herkes kendine karşı suç işler. Bu mesele bu menzilden öğ­renilir. Çünkü ameller sahibine izafe edilir. Başkasına izafe edilince, haklarını gasp etmiş olursun. Basireti elde etme çabası, bu menzilden öğrenilir. Mizaçlar, bu menzilden öğrenilir. Zeyd’e zarar veren şeyin Amr’a nasıl fayda verdiği ya da Halid’in ilacının Hasan’m hastalığının sebebi nasıl olduğu bu menzilden öğrenilir.

Hakkın nidasıyla bu nidanın kendisi bir olsa bile değişmesi bu menzilden öğrenilir. Nida edilene karşılık vermenin adabı bu menzil­den öğrenilir. Lütuf talebi bu menzilden öğrenilir. Cebir bu menzilden öğrenilir. Kevni onaylama ve takrir ile üsttekinin aşağıdakine lütuf göstermek üzere inmesi, bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte su­rette ezici görünür. Onu bundan alıkoyan nedir? Fark edilmeyen yön­den gizli bir kahır mıdır, yoksa üzerinde yaratıldığı rahmetten mi kay­naklanır? Alemin kendilerini bilmeyenler için sebeplerini izhar etmekle yüce işleri elde etmek üzere uyarılması bu menzilden öğrenilir. Soru­nun cevabından dolayı düşülen hayret sebepleri bu menzilden öğreni­lir. Bu durum, soranın talep ettiği mutabık cevap düşünülmezse ger­çekleşir. Her soru bir cevabı gerektirir mi, gerektirmez mi? Soru sözün birliği yönünden cevabm aynıdır; birde tafsil veya bölünme meydana gelmez. Öte yandan soru cevabm aynı değildir, kelam ise tek şeydir. Öyleyse bölünme nerede gerçekleşir? Hasmınm haklı kendisinin haksız olduğunu bildiği halde cedelcinin niçin cedel yaptığı bu menzilden öğ­renilir. Bu bilgiye rağmen cedeli niçin sürdürür? Kendinde gerçek or­taya çıkmıştır.

Acaba cedel yapanın hakikate dönük bir yüzü var mıdır veya her yönden haksız mıdır? Cedel bütün yönlerden batıl ise, batıl yokluk; yokluk ise varlığa karşı koyamaz. Çünkü la-şey olan şeyden güçlü de­ğildir. Müsaadenin neticesi bu menzilden öğrenilir. Zecir, korkutma bu menzilden öğrenilir. Kazadan ve gereğinden razı olmak, bu men­zilden öğrenilir. Bu, razı olanda bulunan bir güçten kaynaklanır. Ka­zada hükmünden razı olunması gereken ile gerekmeyen kısım bu men­zilden öğrenilir. Farkında olmasa bile, çokluğa dayanmanın dayananın içinde güç oluşturmadaki tesiri bu menzilden öğrenilir. Bazen birin gücü çoğun gücünden fazla olabilir ve çok bire karşı koyamaz.

Var olanın var olana tesiri bu menzilden öğrenilir. Bu tesir için ilahi bir emre mi muhtaçtır, yoksa bilgiye mi muhtaçtır? Yoksa bir kısmı ilahi emre bir kısmı bilgiye mi muhtaçtır? Yaratıkların bu konu­daki mertebeleri bu menzilden öğrenilir. Haberlerin serdedilmesi bu menzilden öğrenilir. Bunların nefisleri ısındırmadaki faydaları nelerdir? Nefisler doğalarına göre olan haber ve hadiselerden haz alır. Alemin bilgideki derecelenme, bu menzilden öğrenilir. Hakka izafe edilen şey­lerle kendisine ait olsalar bile izafe edilmeyecek şeyler, bu menzilden öğrenilir. Nefsin izzetinin kınanacağı durumlar, bu menzilden öğreni­lir. Bununla birlikte nefs bu izzetle nitelenmiştir. Öyleyse kınananla ni­telenecek şekilde kendisini perdeleyen ve kendisini sevmediği şey ne­dir? Nefislerin genel olarak birbirlerinden üstünlüğü bu menzilden öğ­renilir. Nimederin sürekliliği ve bunun zıddmın devamlı olmayışı, bu menzilden öğrenilir. Yardım, bu menzilden öğrenilir. İşin sonunda ne­reye varır? Ondan biten şey kendisinden var olan fiile mi yoksa başka bir şeye mi aittir? Kendisi bir iken, zamanın zamanlara taksimi bu menzilden öğrenilir. Sahipleri bunlardan soyutlansa bile, amellerin karşılık talebi bu menzilden öğrenilir. Mertebe bakımından daha üstün olan bu menzilden öğrenilir. Acaba bedel istemekten uzaklaşan mı, yoksa bedel talep eden mi üstündür? Alemde peygamberliğin ilkesi bu menzilden öğrenilir. Onun sebebi nedir? Alemde yükümlülüğün dışın­da kalan kimse var mıdır, yok mudur? Üstte olanın aşağıdakinden ay­rışmasını sağlayan özellik nedir? Kendinden dolayı mı, yoksa nisbî bir nedenle mi ayrışır? Hangisi üstündür? Zamanların ve hallerin değiş­mesiyle ayetlerin değişmesi bu menzilden öğrenilir. İlahi bilgide bu­nun karşılığı nedir? ~

Dar genişletilmeden veya geniş daraltılmadan genişin dara girmesi bu menzilden öğrenilir. Her sınıf içinde dişilik ve erkeklik arasındaki farklar nelerdir? Kendisine kardeşlik adı verilecek ile verilmeyecek olanlar, kardeşlik mertebeleri bu menzilden öğrenilir. İlahi ve mevzu teraziler, bu menzilden öğrenilir. İnsanda bulunup kalbini doğru yola karşı körleştiren sebep bu menzilden öğrenilir. Bununla birlikte insan imkânı bilir. Bu bilgi eşyanın en gariplerinden birisidir. Misal olarak ayette zikredilen ‘Bu senin katında Hakk ise, onu. bizim başımıza taş olarak yağdır430 ifadesini verebiliriz. Hâlbuki onlar böyle bir şeyin imkân da­hilinde olduğunu biliyorlardı: Allah Teâlâ onlara ‘Tövbe ettik, bizi mutlu ef demeyi nasip etmedi. İnsanda ilahi vahyin mertebeleri, bu menzilden öğrenilir. Reddedilmesi mümkün olmayan delalet, bu menzilden öğ­renilir. Nazım-manzum, nesir-mensur arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Bu, sınırlı ve mutlak bilgidir. Bir halden başka bir Hakk, bir menzilden başka bir menzile intikal, bu menzilden öğrenilir. Ateş kay­naklı ruhların nereden indikleri, kime indikleri, yerlerinin neresi oldu­ğu ve onlara neyin nispet edileceği bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’

'Kızım sana diyorum, gelinim sen işit' İşin Ayrıştırıl­ması ve Açıklıkta Gizleme Menzilinin Muhammedi Mertebeden Bilinmesi

Bak, gölgenin eksilmesine, bak!

Güneş yükselirken gölge de kaybolur

Sürekli hareket vermesine bir delil bu

Başlar, gölge olur; bu bize yeter

Bir vakit eseri gözükmeden sakin kalsa bile

Oluşta, ‘ol’ emrinden hüküm ondadır

Alem Rahman’ın nefesinden, yok ki

Başka bir aslı, sözün hükmü izhar eder onu

Aklın gereğinin aksine, at sen onu

Çünkü Allah Teâlâ’nını hikmeti gerektirir bunu

Ne varlığını ne eserini görsen bile

Yine de akıl onu gizlerdi -

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile seni desteklesin bilmelisin ki, Allah Teâlâ eş­yayı asıl varlığın -ki o bu hal üzere bulunuriktiza ettiği durumla var etti. O’nun dışındaki her şey kendisi için var olmuştur. Allah Teâlâ yarattığı her şey için bir zıt, misil ve hilaf yaratmış, muvafakati hilafa, münafereti zıdda ve münasebeti misle yerleştirmiştir. Eşya arasında birbirine kavuşması, sevgisi ve bir olması en güçlü olanlar, muhalif ile muhalifin ilişkisidir. Bu nedenle hilaf, muhalifine göre gerçekleşir ve arkadaşından kendi hükmüyle ayrışır. İki muhalif bir yerde bir olurken hükümleri itibarıyla ayrılırlar. Mislin misille ilişkisine gelirsek, karşılıklı ilişki ve münasebet onları sevgide birleştirir. Böylelikle her misil kendi mislini sever ve bir araya gelmeseler bile aralarındaki misillik ilişkisi nedeniyle mislini sever. Misil sevgide hilafa benzer. Bununla birlikte onların arasında hakikatler bakamından fark vardır. Buna karşılık hiç-

bir zaman bir araya gelmemeleri yönüyle de zıdda benzer. Bu yönüyle onlar, birbirini görmeden sevip bütünüyle kendisini o sevgiye veren fakat engellerin bir araya gelmelerine imkân vermediği iki kişiye ben­zer. Zıt ile zıddın ilişkisine gelirsek, bunların birbirini itmesi (münaferet) zatidir ve iki hilafta olduğu üzere aralarında sevgi yoktur, iki zıttan her birisi ötekinin varlıktan yok olmasını ister. Hâlbuki iki muhalif böyle değildir. Onların arasındaki sevgi birinin ötekini yok etmeyi arzulamasına imkân vermez. Fakat her biri şunu diler ve ister: Muhalifiyle bir olması mümkün olsaydı da bir tarzda onu görebilseydi ve ötekisi kendinde gizlenseydi. Bu durum, her muhalifin kendisini ötekine tercih etmesinden kaynaklanır. Fakat iki muhalif, özü gereği, hiçbir zaman bir araya gelmez. Bu bağlamda iki mislin benzeri iki be­yaz iken iki zıddın benzeri beyaz ve siyah, iki muhalifin benzeri koku ve renk veya bir yerdeki koku, renk veya tattır. Bunları zikretmemizin maksadı, kulun Allah Teâlâ karşısındaki yerinin bunlardan hangisiyle ilişkili olduğunu açıklamaktır.

Bilmelisin ki, insan-ı kâmil bütün bunları özü gereği kendinde toplamıştır. Bu özellik başkasında bulunmaz. O Hakkın karşısında mi­sil, muhalif ve zıttır. Aynı zamanda bütün bu zikrettiklerimiz üç şeye ait hükümler ona aittir. Söz gelişi beyaz mahal nedeniyle beyazın mu­halifidir, çünkü mahal onu ayırır ve ‘şu beyaz, bu beyaz değildir’ deni­lir. Aynı zamanda mislinin zıddıdır, çünkü bir mahal o ikisini bir araya getirmez. Ve onun mislidir. Çünkü tanım ve hakikat onları her yönden kuşatır. Öyleyse zikrettiklerimizden her birisi ötekinin kabul ettiği zıt ve hilafı kabul eder. Bu konuda bilinmesi gereken şey, insanın hem­cinslerinin karşısındaki durumudur. Bu ilişki genel olabileceği gibi özel olduğunda belirli bir yönden âlemdeki bir şeyle ilişkisi bilinmelidir. İn­sanın Hakk karşısındaki yerinin bilinmesi de bu konuyla ilgilidir. Bu sa­yede suretinin neye göre meydana geldiği öğrenilir. Çünkü Allah Teâlâ insa­na başka bir varlığa göstermediği şekilde inayet etmiş, onu halife yap­mış, isimleri bilmekle ona kemal mertebesini vererek ilahi surete göre yaratmıştır. İlahi suretten daha mükemmel bir şey olamaz.

Öyleyse insan-ı kâmil ilahi surete göre yaratılmış olması bakımın­dan ‘misil’ iken kul iken kulu olduğu kimsenin rabbi olamayışı bakı­mından zıttır. Hakkın onun duyması, görmesi ve güçleri olması bakı­mından hilaftır. Böylelikle Hakk onu ve kendisini aynı hakikatte ispat etmiştir. ‘Kim kendini bilirse, Rabbini’ misil, zıt ve hilaf bilgisiyle ‘bi­lir.’ O halde insan, dost-düşmandır. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Düşmanımı ve düşmanınızı dost yapmayın, onlara sevgi göstermeyin:431 Burada Allah Teâlâ müminlere hitap etmiştir. Başka bir ifadeyle, iki misil arasındaki zıtlık nedeniyle, sizin misliniz olduklarını zannedip onlara dostluk göster­meyin. Allah Teâlâ mümine şöyle der: Düşmana misil zıdığıyla davranın, misil sevgisiyle değil! Sizin hakikatiniz birdir. Düşman seni varlıktan çıkartmak ister, nitekim zıddın böyle olduğunu belirtmiştik. Allah Teâlâ bu ayette şöyle der: ‘Onlar kendilerine gelen hakikati/hakkı inkâr ettiler. Pey­gamberi ve sizi çıkartırlar.’432 Öyleyse düşman size -misliniz oldukları haldemisil dosduğuyla değil düşmanlığıyla davranmıştır. İşte ‘zıt zıddını yok etmek ister’ derken kastettiğimiz budur. Düşmanlar bizi yok etmek isteyince, Allah Teâlâ bize onlarla savaşmayı ve bulundukları yerden kendilerini çıkartmayı emretmiştir. Biz de onları öldürerek berzaha göndeririz.

Kuran’ın ne kadar sırlı olduğunu ve işler hakkında verdiği bilgiye balcınız! Bu zıtlık mislin zatma yayılmasaydı, böyle birisi mümin ol­madığı gibi Allah Teâlâ katında bir mertebede de değildir. Fakat insan bir teraziye ve sahih keşfe muhtaçtır. Bu sayede zati düşmanı arızi düş­mandan ayırır. Zati düşman kendisine (ayette belirtildiği gibi) davranılması gereken düşman iken arızi düşman kendisine düşmanlık hali­nin iliştiği sonra da kendisine düşmanlık kazandıran bu halin ortadan kalktığı kimsedir. Allah Teâlâ kıyamette bazı kulların şöyle diyeceğini bildirir: ‘Keşke peygamberin yoluna uy saydım da falanı dost edinmeseydim. O beni bana gelen zikirden saptırdı. Şeytan insanın düşmanıdır:433 Kaste­dilen cinler değil, insandan olan şeytanlarıdır. Çünkü kul ‘Beni zikir­den falanca saptırdı’ demiş, onu kendisi gibi bir insan olarak isimlen­dirmiştir. Ona kulak vermiş, sözüne uymuş, bu durum kendisiyle Allah Teâlâ’nın uymasını emrettiği şey arasına girmiştir. Kastedilen peygambe­rin getirdiği vahiydir. Başka bir ifadeyle kendileri de bir kural içinde olsalar bile peygamberin onlara getirdiği yeni kurallardır. Alemin mas­lahatı için bu kurallar zorunludur. Fakat onlar daha önceki kurala aşina olmuşlar, o kuralla yetişmişler, başkasını tanımamışlardır.

Binaenaleyh onlar kuralı reddetmemiş, sadece bu özel kuralı inkâr etmişlerdir. Doğa gereği alışkanlığı bırakmak zordur. Bu nedenle in­san, özü gereği acıya alışmaz. Acı uzun sürüp sonradan ortadan kalktı­ğında insan, doğanın alışık olmadığı bir şeyin gitmesiyle sevinir. Acıyla ülfeti olsaydı, acı kalkınca üzülürdü. Her insan, insanlığın arzusu olan kemal mertebesine sahip değildir. Bununla birlikte insanlar kemalde derecelenirler. Menzilin en aşağısındaki, hayvan insan iken en yukarı­sındaki Allah Teâlâ’nın gölgesidir. O, insan-ı kâmil ve Hakkın vekilidir. Hakk onun lisanı ve güçleridir. Bu iki makam arasında ise sebepler vardır.

Resuller zamanında insan-ı kâmil resul iken, onun ardından kâmil, varisidir. Varis peygamber yaşarken gözükmez, çünkü varis, mirasçısı ölünce varis olabilir. Dolayısıyla peygamber varken sahabenin böyle bir mertebeye sahip olması mümkün değildi. Binaenaleyh emir Allah Teâlâ’dan sürekli ve kesintisiz bir şekilde iner ve onu kemaliyle sadece peygamberler kabul edebilir. Peygamber yok ise, peygamber olmayan­larda bu istidat bulunur ve kalplerine gerçekleşen ilahi tenezzülü kabul ederler. Söz konusu insanlar bu nedenle ‘varisler’ diye isimlendirilir ve ilahi tenezzül sayesinde Allah Teâlâ’dan haber vermelerine rağmen ‘resul’ adı verilmez. İlahi tenezzülde bir hüküm bulunursa, kendisine inen kişi hükmü alarak, Ona göre hüküm verir. Bu durumda varis, şekilci alim­lerin terimiyle ‘müçtehit/içtihat5 denilen ve hükmü istinbat eden kim­sedir. Müçtehit, Allah Teâlâ’nın onun hakkında ‘kuşkusuz onu istinbat edenler kendisini bilir5434 buyurduğu kimsedir. Günümüzde peygamberden son­ra insanların teşriden olan nasipleri bu kadardır. Biz de bunu kabul ederiz fakat içtihadın şekilci alimlerin kabul ettiği şey olduğunu söyle­meyiz Bize göre içtihat, bâtındaki istidadı meydana getirmek üzere bütün gayreti harcamaktır; insan o istidada kalbine gelen ilahi tenezzü­lü (ilham) kabul etmişti. Söz konusu ilahi tenezzülü (vahiy) nebilik ve resullük döneminde sadece nebi ve resul kabul edebilirdi. Şu var ki peygamberin gerçekte onaylamış olduğu sabit bir hükme muhalefete yol verilmemiştir. Müçtehidin ulaştığı hüküm gerçekte öyle olmasa bi­le, müçtehide hükmün gerçekte bulunduğu durum ilham edilir. Öyle ki peygamber yaşasaydı, aynı hükmü verirdi. Bununla birlikte pey­gamber müçtehidin hükmünü onaylamıştır. Müçtehit hata ederse, da­ha önce zikrettiğimiz gibi, istidatta hata eder; orada hata etmezse, hiç­bir zaman yanılmaz. Hatta müçtehit hüküm veren birisi değil, tecel­lisinde kendisine gelen ve onun da kabul ettiği hakikati aktarandır. Bu durum ümmet içinde nadir gerçekleşen ve ancak fertlerde bulunan bir durumdur. Onlarm alameti, bu zamandaki resullüğün tekliği neniyle, verdikleri hükümde görüş ayrılığına düşmemektir. Görüş ayrılığına düşerlerse, sözü edilenler değillerdir. Buna göre hükümler sınırlı sayıda bölünürse, haklı olan içlerinden birisi olabilir. Kendisiyle hüküm ve­rilmemiş bir şık kalırsa, belki hakikat ondadır. Bununla birlikte, herkes kendi deliline göre ibadet eder; isabet ederse iki, yanılırsa bir sevap alır. Böylelikle içtihatta içtihat gerçekleşir. İlahi tenezzül hiçbir zaman kesilmeyeceğine ve farklı tarzlarda olduğuna göre, bunun hepsi bilgi­dir. Onun meşru bir hüküm olmasıyla mertebelere göre başka bir şey olması durumu değiştirmez. Bakınız! Ahiret hayatında tenezzül sürek­lidir. Fakat orada dünyadakinin aksine kural yoktur. Mertebelerin hükmüne göre derken kastedilen budur, yoksa hepsi ilahi bildirimdir.

İnsan-ı kâmil’de zıt, hilaf ve misil bulunduğu gibi ilahi isimlerde de misil bulunur. Buna misal olarak Rahman ve Rahim isimlerini ve­rebiliriz. Onlarm arasında hilaf da vardır. er-Rahman ve es-Sabur isim­leri gibi. Veya ed-Dar ve en-Nafi isimlerinde olduğu gibi zıtlık bulu­nur. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem himmetlerimizi yüce mertebelere yönlendirmek üzere şöyle der: ‘Dost edinseydim, Ebu Bekir’i dost edinirdim. Fakat sizin arkadaşınız Allah Teâlâ’nın dostudur.’ Allah Teâlâ şöyle der: ‘Allah Teâlâ İbrahim’i dost edindi.’435 Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem Rabbine şöyle dua eder: ‘Sen yolculukta arkadaşsın.’ Allah Teâlâ’nın kullarını dost edinmesinin imkânsız olmadığını öğrenince, O’nun dostunun sen olması için çalışmalısın! Bu dosduğu o yüce rütbeyi elde etmeni sağlayacak işleri incelemekle elde edebilirsin. O mertebeye ulaşmak için Hakka uymaktan başka yol bulamazsın. Hakka uymak hakkında bildiğimiz tek şey ise O’nun şeriatına uymak­tır: Neyi yasaklamışsa yasak, neyi helal kılmışsa helal, neyi mubah ve mekruh yapmışsa mekruh veya mubah sayarız. Neyi teşvik etmişse ona koşarız, neyi vacip kabul etmişse onu vacip sayarız. Nefsine bunları genelleştirip bu davranış senin niteliğin haline gelirse, bu emirlerde Rabbin makamında bulunur ve senin için dostluk, hatta dosduktan daha büyük ve özel bir hal olan muhabbet geçekleşebilir. Çünkü dost seninle senin için dost olurken, seven kendisi için seninle dost olur. Dosdukla muhabbet arasında ne büyük fark vardır! İki makamı elde etmeni sağlayacak davranışı sana gösterdim. Dost dostundan güç alır­ken, seven sevdiğinde gizlenir ve nefsiyle onu korur. Hakk sevilenin kalkanıyken dost dostunun kalkanıdır. Bakınız! Allah Teâlâ insanlarda nasıl bir alışkanlık yaratmıştır: Onlar karşılıklı olarak ekmek ve tuz yedikleri arkadaşları için fedakârlık yapar, onu her türlü nahoş işe karşı korur, canını koruduğu gibi onu sakınır. Burada da durum aynıdır. Hakk kar­şısında müşahedeyle bu hali görüp ‘karşılıklı tuz yeme’ âdeti gerçekle­şince, bunun etkisini gördüm. Allah Teâlâ’ya hamd olsun. Bunu kesin bir burhan sayarak, bu konuda şu dizeleri söyledim:

Yemin ederim, ekmek ve tuz yedik birlikte Öyle ki, fetih ve burhan gördüm

İşe bak, ortaya çıkmış işe Levhada sabit, bir daha yok olmaz

Düşman nedeniyle savaş iste Ne barış ne sulh iste

Bana emir onun katından gelirse Keşfi ve şerhi gösteren bir emir

Yükseği taleple kendimi bağlarım ona Marufu ve nasihati etki etsin diye

Dedim ki yapana, benim için bina et Ruhların amelinden benim için bir yapı

Belki Belius’ı eteğini toplarken görürüm Havuzu gördü f vakit toplamıştı eteğini

Onun su olduğunu zannetmişti de Tahtından inerek aşağıya

Kendisini görünce tanımadı

Perde olarak veya keşif veya tecelli olarak

Binaenaleyh ona ekmek ve tuz verilmiştir ki, Allah Teâlâ’ya düşman olan birisini ne seven ne de sevilen edinmesin. Allah Teâlâ insanın yaratılı­şında ihsanı sevmek özelliği bulunduğunu bilir. İnsan kendisine yapı­lan iyiliği sevdiği gibi benzerlerinin sevgisini kazanmak için de onlara iyilik yaptığını bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ onlara ‘düşmanımı (dost edinme­yin)’436 dediğinde, daha önce zikrettiğimiz gibi, onların bu yasaklama­da Hakkın yanında durmayacaklarını ve O’nun Hakk ettiği davranışı ye­rine getirmeyeceklerini de bilir. Bu nedenle Allah Teâlâ sözüne devamla ‘ve sizin düşmanınız437 demiştir. Bu ilavenin nedeni, Allah Teâlâ düşmanlarını sevimsizleştirmektir, çünkü Allah Teâlâ bizim kendimizi ve arzularımı­zı sevdiğimizi ve arzularımızı Allah Teâlâ’ya tercih ettiğimizi bilir. Kuran’da bizim hakkımızda bu ifadeden daha büyük bir kınama tarzı gelmemiş­tir. Çünkü Allah Teâlâ bizim O’nu arzularımıza tercih edeceğimizi bilseydi, ‘benim düşmanım438 demekle yetinirdi. Aynı bağlamda başka bir ayette şöyle buyurur: ‘Onlar peygamberi çıkartırlar.’439 Kastedilen vatanından çıkartılmasıdır. Çünkü vatandan ayrılmak, insanın başına gelecek en çetin işlerden biridir.

Allah Teâlâ insanlar kendi yerlerinde otururken peygamberin va­tanından çıkartılmasının onlarda yeterli bir tepkiyi meydana getirme­yeceğini bildiği için ‘ve sizi’440 demiştir. Böylece insanları daha önce düşman sahibi olmada Allah Teâlâ’ya ortak yaptığı gibi şimdi de peygamberin çıkartılmasında ortak yapmıştır. Böylelikle kendilerine sevgi göster­meme ve onları düşman saymada daha haris davranırsınız. Burada ‘müminler’ peygamberin dışındaki herkestir. Çünkü peygambere bir şahsın Allah Teâlâ’nın düşmanı olduğu belli olunca, hemen ondan uzaklaşır. Allah Teâlâ bu durumu Hz. İbrahim peygamber ile babası Azer’in ilişkisi hakkmda bize bildirmiştir. Hz. İbrahim babası Azer’e şefkat göstermiş, olabilirse onun şirki bırakarak Allah Teâlâ’ya dönmesini ve O’nu birlemesini sağlamak için ona nasihatte bulunmuştu. Allah Teâlâ vahiyle babasının durumunu bildirip Hz. İbrahim de babasmın Allah Teâlâ’nın düşmanı oldu­ğunu tam olarak öğrenince, babası olmasına rağmen ondan yüz çevir­miştir. Allah Teâlâ onun bu davranışını överek, şöyle buyurur: ‘Babası­nın Allah Teâlâ düşmanı olduğu belli olunca, kendisinden uzaklaştı.’441 Hâlbuki Hz. İbrahim babası adına ‘çok ah çeken’, güçlüyken görmezden gelen birisiydi. Vahiyden sonra ise öyle olmadı. Bir rivayette şöyle denilir: ‘İbrahim babasını ayaklarının önünde bir koyun suretinde bulur da onu cehenneme tutar atar.’ Binaenaleyh Hakkın mertebesini tercih, Hz. İbrahim’de babasma karşı Allah Teâlâ uğrunda nasıl bir düşmanlık mey­dana getirmiştir, görünüz? Allah Teâlâ bizi O’nu arzusuna tercih edenlerden ve bunu gayesi sayanlardan etsin. Bana göre, Allah Teâlâ katında böyle bir makama sahip olamamak ne büyük üzüntü sebebidir ki, onların Allah Teâlâ’ya düşman olmaları ve peygamberi çıkartmalarını zikretmekle ye­tinmiyoruz?  :

Burada ibarelerin açılması gerekir: Mutlu, bunu kendi nefsinden bulup bu hitaba dahil olmayandir. Bu halden ne kadar eksik kalırsa, Allah Teâlâ hakkındaki bilgi o kadar eksilir. Allah Teâlâ bana bu yolda fetih insan ettiği andan itibaren, kendisiyle karşılaşıp tanıdığım kimse bu kademde değildi. Bununla birlikte bazı insanlar gerçekte bu kademdedir, fakat Allah Teâlâ bana onların halini bildirmemiş olabilir. Belki kendisine yönelmişimdir fakat bu halin zıddını onda bulmuşumdur. Fakat bilirim ki, Allah Teâlâ’nın yeryüzünde bu makama sahip kulları vardır. Bana bu makamı açan Allah Teâlâ’ya hamd olsun! Allah Teâlâ’nın izniyle bu hal üzerinde kalmayı umut ederiz. Çünkü Allah Teâlâ’yı bilme kapılarının büyük kısmı, bu makam ile müminler ve alimler arasında perdedir. Bu kapı, tasavvuru güç ve anlaşılmaz bir kapıdır; pek çok ilahi bilgi ona zarar verir. Bu makam bir insan adına zevk yoluyla gerçekleşmemişse, bilmelisin ki, böyle bir insan ile Allah Teâlâ düşmanı arasında bir münasebet vardır ve söz konusu münasebet nedeniyle düşmanlığı kendisine belli olduğu halde ondan yüz çeviremez. Düşmanlığı belli olmazdan önce ise mazurdu. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Cehennem ehli oldukları ortaya çıktıktan sonra, peygamberin ve müminlerin akrabaları bile olsa müşrikler için bağışlanma dilemesi yakışık almaz.’442 Başka bir ayette ‘Medine ehli ve çevresindeki Araplar için Allah Teâlâ’nın peygamberinden geri durmaları ve onun canından ön­ce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz443 denilir. Cehennem ehli olan­lar sadece Allah Teâlâ düşmanlarıdır. Onlar cehennem ehlidir.

Hakk ile beraber ol, bir bedel arama O’na

Sen sadece Hakkı birle, misal arama O’na

Yardım edecek ve başarıya erdirecek Allah Teâlâ’dır.      .

Bilmelisin ki, bu menzil, hayrın artmasının bilgisini içerir. Hakkın batıldan ayrışmasını sağlayan özellik ile hadlerin bilgisi bu menzilden öğrenilir. Bu hadler eşyayı birbirlerinden ayrıştıran tanımlardır. İsimle­rin kullan değil, kinayelerin (zamirlerin) kulları bu menzilden öğreni­lir. Bunların arasındaki mertebelerin yükseklik, şeref bakamından du­rumu bu menzilden öğrenilir. Hangisi kullukta daha güçlü bir şekilde vuslata erer? Kinayenin kulu mu, isimlerin kulu mu? Bütün ilimlerle ilgili husus bu menzilden öğrenilir. Yaratıklar olmadan, sadece Hakka özgü nitelikler bu menzilden öğrenilir. Tenzih ilmi neye döner? Varlı­ğa mı, yokluğa mı? Vezinler bu menzilden öğrenilir. Alemde (Allah Teâlâ’ya) ortak benimsemeyi gerektiren sebep bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki her doğan fıtrat üzerinde doğar. Böyleyken, ilk inkâr nasıl ortaya çık­mıştır? İslam fıtratında doğan çocuğu anne ve babası Yahudileştirir, Hıristiyanlaştırır veya müşrik veya Mecusi yapar. Acaba bir insan dü­şünme gücüyle fıtratından şirke çıktığında, akıl anne ve babanın işlevi­ni mi yerine getirir? İnsanın özü gereği sahip olduğu şeyler ile sahip olmadıkları bu menzilden öğrenilir. İnsanın sahip olmadığı işlerde ta­sarrufu bu menzilden öğrenilir. Acaba niçin sahip olmadığı bir işte ta­sarruf eder? Yalan söyleyenin ve yalan şahidik edenin durumu neye döner? Hâkimin arzusuna uyduğunda masum olmayışı bu menzilden öğrenilir. Onun durumu neye döner? Allah Teâlâ onu işin zahirinde hâkim olarak bırakmışken, arzusuyla hüküm verdiği hususta bâtında azledil­miştir. Allah Teâlâ ‘De ki, Rabbim, Hakk ile hüküm ver444 buyurur.

Doğru sözlünün yalancıdan ayrışmasını sağlayan alametler, bu menzilden öğrenilir. Bunlar, söylenmeyecek, sadece hallerini murakabe edenin kendinde bulacağı şeylerdir. Böyle yaparsa bu bilgiden mahrum kalmaz. Halini murakabe etmeyen kimse ise o alametleri kesinlikle bi­lemeyecektir. Müminler teorik düşünce sahiplerine göre bunları bilme­ye daha Hakk sahibidir. Bu yolda şeyhlere özgü olan ve müriderin halle­rini bilmelerini sağlayan durumlar bu menzilden öğrenilir. Acaba mü­ritler ne zaman mürit olma hakkı kazanır ve şeyh de kendilerine (bilgi) vermek üzere ne zaman onları kabul ederek yönelir?

Tasavvuf yolunda şeyhin manasının nefsinde meydana gelmesiyle onun adına fethin gerçekleşmesini sağlayan bir surete müridin dikkati­ni çekmesi uygun değildir. Böyle bir durumda mürit sureti izhar eder­ken bâtını o sureti gerektiren manadan yoksun kalır. ‘Şeyhin böyle bir şeyi müridinden gizlemesi uygun değildir’ dersen, şöyle deriz: ‘Hayır, onu müridinden gizlemelidir ve bu ona farzdır. Çünkü şeyh bilir ki, bu suretin gözükmesini gerektiren mananın müridde bulunması, o suretin ortaya çıkmasını icbar eder. Şeyh buradan Hakkı, o müridi kendi ehünden olmaya ehil yapmıştır. Şeyh sureti izhar etmeyi gerektiren ma­nayı müride bildirirse -ki nefis hainlik ve doğru sözlü olmamak özelli­ğinde yaratılmıştırmana olmaksızın; surede zuhur eder ve hatalar, ka­rıştırmalar ortaya çıkar. Böyle bir durumdaki mürid, içi ve bâtını ame­lin sebebi olan imandan yoksun iken'dışıyla mümin gibi davranan mü­nafığa benzer. Bütün genişliğine rağmen, ateşteki darlığın sebebi bu menzilden öğrenilir. Cennette mümine ilişecek haller ile ateşte müşrike ilişecek haller bu menzilden öğrenilir. Varlık ile tevhit arasındaki fark bu menzilden öğrenilir. Müşrik varlığa inanırken birlemeyendir. Onu azaba düşüren zorunlu neden -varlığı kabul etmemek değiltevhidin olmayışıdır. Müşrikin yakınıyla müminin yakını buradan öğrenilir.

Bütün mümkünlerin cinsleri ve türleri bakımından -şahısları ve te­killikleri yönünden değilvarlığa girmeleri, bu menzilden öğrenilir. Gerçi bütünü olmasa bile bir kısmının şahısları varlığa girebilir. Bura­da keşfin verdiği ince bir düşünce/vardır: Acaba yeniden yaratma -ki insanların bir kısmı ondan kuşku içindedirvarlıktaki bütün suretlerin taşıyıcılarında mı gerçekleşir, bir kısmında mı? Yenilenmeyi gören şöy­le der: Hiçbir türün nevi sonsuz değildir. Yenilenmeyi kabul etmeyen ise ahirette insan türünün sona ereceğini ve ondan sonra da insan meydana gelmeyeceğini ileri sürer. Bu, ince bir meseledir ve genel ola­rak bu mesele hakkında konuşmamız mümkün değildir. Çünkü bu me­sele sadece ehline açıklanabilecek sırlardandır. Başka bir ifadeyle bu mesele, koku ehline aktarılabilecek bir meseledir. Koklama gücü olma­yan kimse, onun hakikatinden haber veremez.

Verilen ve verilmeyen şeyler bu menzilden öğrenilir. Cehaletteki muduluğun ne olduğu bu menzilden öğrenilir. Çünkü bilgi sahibinin daha önce bilip yetindiği bir şey hakkında yeni bir bilgi arama duygusu verir. Çünkü âlemde olan aranmaz. ‘Şunu öğrendim’ derse, gerçekleş­tikten sonra nefsin ona arzu duyması mümkün değildir. Bunun anla­mı, kimsenin Allah Teâlâ’yı bilemeyeceğidir. Çünkü bilgi kendisini bilmek yönünden bu bilgiyle Allah Teâlâ’dan müstağniliğe yol açar. Şöyle diyebilir­sin: ‘Hayır, O’nu bilmek, insana O’ndan müstağni kalmamayı verir.’ Biz de şöyle deriz: O’nu bilmek bu bilgi değildir. Benim zikrettiğim bilgi, O’ndan müstağni kalınmayacağını bilmektir. Kastettiğimiz başka bir bilgidir. Sen O’nu değil, hükmü bilensin. Bize karşı ileri sürdüğün itirazla söylediğimiz arasında bir çelişki yoktur. Anla!

Alemdeki şeylerin birbirleriyle imtihanı bu menzilden öğrenilir. Acaba bu âleme dönük rahmetin bir parçası mıdır, yoksa bedbahtlıkla mı ilgilidir? Nefisler garip bir şeyi görmeye ve kendisini kabul etmeye özlem duysa bile, Allah Teâlâ katından gelen şeyleri kabulü engelleyen mani­ler, bu menzilden öğrenilir. Çünkü şeriatın rahmetini ancak alimler al­gılayabilir ve bunun için gördüğü bir yerde alim onu reddetmez. Bu nedenle, neshedilmiş olup hükmü ortadan kalksa ve onunla amel et­mek haram kılınsa bile kendisine iman etmemiz bize emredildi. Bir şey görürsün ve bir şey değilken bir şeydir, çünkü sen onu ‘şey5 olarak görmüşsündür. Bunun misali su olarak gördüğün seraptır. Başka bir misal gölgedir. O insanın seraptaki şahsıdır: büyür ve büyüdüğünden kuşkuya kapılmazsın. Yanma geldiğinde, onu gördüğün gibi bulamaz­sın. Hâlbuki gördüğünden kuşku da duymazsın. Bu esnada senin dur­duğun yerden daha yakın bir mesafede olan kimse ise onu senden bü­yük görebilir. Hâlbuki yanına geldiğinde gölgeyi büyük görmezsin. Bu değerli bir ilahi bilgidir.

İki zıt arasındaki derecelenme, bu menzilden öğrenilir. Misal ola­rak siyah ile beyaz arasındaki derecelenmeyi verebiliriz. Bu derecelen­me rengin onları birleştirmesinden kaynaklanır ve bu sayede karşılaş­tırma mümkündür. Her karşılaştırma ve mukayesede iki şeyi bir araya getiren birleştirici bir özellik olmalıdır. Başka bir ifadeyle varlıktaki her şeyin toplandığı bir özellik olmalıdır. Bu nedenle Bâtınilere ‘Allah Teâlâ mevcuttur’ denildiğinde, bu ifadeden ‘madum değildir’ ifadesine kaçar­lar. Hâlbuki kaçtığı şeye düştüğünün farkında bile değildir! Çünkü hâ­dis varlığa da mevcut adı verildiği gibi ‘madum olmayan’ adı da verile­bilir. Bu durumda ‘madum olmamak’ isminde Allah Teâlâ ile hâdis varlık arasında ortaklık gerçekleşmiştir. Bâtınînin ele aldığı bütün meseleler­de de durum böyledir. Bu nedenle onlar insanlar arasında hakikatler karşısında en cahil olanlardır.

Bulut (ğamam) bu menzilden öğrenilir ki kelime ‘gam’dan türe­tilmiştir. Hakkın veya meleklerin veya Hakk ile meleklerin kıyamet gü­nü onun içinde gelmesi bu menzilden öğrenilir. Verdiği gam nedir? Hakkın mülkün tek sahibi ne zaman olacağı bu menzilden öğrenilir.

Yoksa her zaman öyle midir bir mertebede bilinir bir mertebede bi­linmez mi? O, O’dur, başkası değildir. Çünkü Allah Teâlâ hakikat iti­barıyla hükümdardır (el-Melik). Yaratılmışın hükümdar olması Allah Teâlâ’nın bu imkânı vermesiyle gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Si­zi melikler yaptı.’445 Buradan, hükümdarın hükümdarının kim olduğu­nu öğrenirsin. Şeriadarın getirdiği karanlıklar ve etkileri, aklın getirdi­ği karanlık ve etkileri bu menzilden öğrenilir. Kınanmış ve övülmüş zulüm/karanlık nedir? İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar arasın­daki fark, bu menzilden öğrenilir. Bu türden bir insanla arkadaşlık et­menin uygun olduğu kimseyle hiçbir şekilde uygun olmadığı kimse bu menzilden öğrenilir.

İster nebi ister varis olsun, davederi duyulduğunda davetçilerin Hakka ilticası bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’nın her şey için bir zıt ya­ratması, bu menzilden öğrenilir, iki zıttan birisinin ilahi sevgiye, öteki­nin ilahi nefrete tahsisi bu menzilden öğrenilir. Hâlbuki hepsi aynı ha­kikatten çıkar. Ya da bunlar hüküm bakımından iki farklı elden çıkmış­tır. Hadiselere bağlı olarak hükümlerin ortaya çıkması bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ yeryüzüne ve üzerindekilere varis olana kadar, şeriatın kesilmeyeceği bu menzilden öğrenilir. Nebilik kesilmiş olsa bile, âlemde müçtehit bulunduğu sürece şeriat kesilmeyecektir. Hakk ile varlıklar ara­sındaki benzerlik, bu menzilden öğrenilir. Bunun sebebi var olanların kadrinin yüksekliği midir, yoksa başka bir nedeni mi vardır? Başka bir nedene misal olarak ‘Sana bir misil getirdiklerinde biz hakkı getiririz veya daha iyi tefsiri446 ayetini verebiliriz. İnsanlar arasında karnı üzerinde yü­rüyenler, bu menzilden öğrenilir. Böyle yürüyenler nasıl haşredilir? Üs­te olanı bildiği halde aşağıdaki karşısında sabredenin durumu bu men­zilden öğrenilir. Üstteki onu kendine davet ederken aşağıdaki onu da­vet etmez. Acaba onu daha aşağıdakine çağırıp nefsini tutmasını sağla­yan sebep nedir? İnsanın -ki hangi insan olursa olsunkendisini veya başkasını bilmesinde sınırı aşması bu menzilden öğrenilir.

Keyfiyederi müşahede bu menzilden öğrenilir. Bize göre keyfıyetle nitelenen kimdir? İnsan-ı kâmilin rabbine ilhakı bu menzilden öğre­nilir. İnsan bilfiil surede zuhur ettiğinde, bu makama karşı ortaya çı­kan ilahi gayret bu menzilden öğrenilir. Çünkü bir şeyin bilfiil olmak bakamından hükmü ile bilkuvve sahip olduğu hüküm birbirinden baş-
kadir. Bilfiil iken verilen hüküm daha güçlüdür. Zuhur, gizlenme ve rahat, bu menzilden öğrenilir. Alemde rahmetle ortaya çıkan nefesler ile bunun sebebi, bütün yaratıkların nefeslere dahil olması bu menzil­den öğrenilir. Hakkın zuhur etmesini irade ettiği şey ile muhalif insa­nın gizlenmesini irade ettiği şey bu menzilden öğrenilir. Böyle birisi maslahatı olduğu yerden başka yerde arayandır. Meşru ölçülerin varlığı nedeniyle, bu makam sahibinin keskin bir göze ihtiyacı vardır. Çünkü Hakkın göz önünde bulundurduğu maslahadarı bilmemek, âlemde or­taya çıkan maslahatların akli düşünceye ve akıl sahiplerinde maslahat olmadıklarım bilmekten daha yaygındır. Bu ince bir bilgidir. İnsan ke­şif ve tahkikten hareketle bu bilgiyle amel ederse, yanılmaz; bu niteliğe sahip olmayan onu kullanırsa, yanılır. Bu durum sıradan insanların hakkında ‘mudunun hatası doğrudur, mutlu olmayanın doğrusu hata­dır’ dedikleri şeydir. Bu durumu Malatya’da Hadaha’da gördüm.

Ayrımın, mümkün olmadığı karışım bu menzilden öğrenilir. Bu, aralarında vasıta bulunan iki zıttır. Misal olarak sıcak ile soğuk arasın­daki ılığı verebiliriz. Bir insanın bu ılık içinde sıcaklığı soğukluktan ayırması mümkün değildir. ‘Allah Teâlâ’ya ait olan kimse’ ile ‘Allah Teâlâ üzerinde olan kimse’ arasındaki fark, bu menzilden öğrenilir. Niyet vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya giden yol bu menzilden öğrenilir. Meşru olmasa bile böyle bir gidiş her bakımdan yararlıdır, çünkü böyle bir insan sadece Allah Teâlâ’yı amaçlamıştır. İlahi tecellinin genelliği malumdur. Öyleyse kula düşen bu konuda irade sahibi olmaktır. Diğer isimlerden ayrı olarak, Rah­man ismine özgü hususlar bu menzilden öğrenilir. Diğer isimlere değil de, bilhassa Rahman ismi karşısında nasıl davranmak gerekir? Şey diye isimlendirilen nedir? Mahiyeti nedir? Naip yapmak ve iki naibin bir araya gelmeyişi, bu menzilden öğrenilir. Bunlardan insan âleminde or­taya çıkan nedir? Ağır başlılık, sükûn bu menzilden öğrenilir: Bu ikisi nerede övülür? Akla ve şeriata göre mudularm özellikleri nelerdir?

Nitelikler içinde değişme kabul edenler ile etmeyenler ve onu ki­min kabul etmeyeceği bu menzilden öğrenilir. Allah Teâlâ’yı bilenlerden ko­

runmuş

Öğütün

ve sakınılmış olanların kimler olduğu bu menzilden öğrenilir, mümine ne kazandıracağı bu menzilden öğrenilir. Başkan ol­

mak isteyip bu konuda yardım edilenin durumu bu menzilden öğreni­
lir. Allah Teâlâ’ya dua etmenin inayeti ve onların Allah Teâlâ katındaki yerlerinin değeri bu menzilden öğrenilir.

‘Allah Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola ulaştırır.’ .

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar