Print Friendly and PDF

Kibriti Ahmer (FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE ’DEN SEÇMELER)



Hz. Şeyhu’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî (kuddise sırruhu'l-celî)
(FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE’DEN SEÇMELER)
KİBRÎT-İ AHMER
el-İMÂM el-ÂRİF er-RABBÂNÎ
ABBÜLVEHHÂB eş-ŞA’RÂNÎ
(Rahmetu’llâhi aleyh, kuddise sırrûhu ve nefe’anâ’llâhu bi-berekâtihî ve füyûzâtihî ve şefâatihî. Âmin, bi-hurmet-i Tâhâ vü Yâsîn.)

ARAPÇA’DAN OSMANLI TÜRKÇESİNE ÇEVİRİ M. Sâbit ÜNAL Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU
GÜNÜMÜZ TÜRK HARFLERİNE ÇEVİRİ
Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU Hüseyin ELMALI

MUHYİDDÎN İBNİ ARABÎ:
Tarihte, İslam kültürü ve düşüncesinin kökleşip yaygınlaştığı çeşitli merkezler vardır. Bunlardan birisi de Endülüs’tür. Endülüs, bugünkü İspanya’nın İslam kültür tarihindeki adıdır. Bu bölge 740’lı senelerden 1030 yıllarına kadar 300 sene Müslümanların hakimiyetinde kaldı. Endülüs Emevileri denen bu devirlerde ilim edebiyat, tasavvuf, felsefe ve mimari alanında bu bölgede çok değerli eserler ortaya kondu. İşte Endülüs’te yetişmiş İbn Arabi bunlardan biridir.
Muhyiddin İbn Arabi 1165’de Ispanya’nın Mürsiye şehrinde doğdu. Küçük yaşından itibaren iyi bir eğitim gördü. Kurtuba’ya geldi. Devrin büyük filozofu İbn Rüşd’le tanıştı. Tasavvuf konularına meraklıydı. Bu tür sohbetlere devam etti. 20 yaşından itibaren sufiyane bir hayat yaşadı. Bu arada edebiyat, gramer, hadis ve fıkıh dersleri alıyordu. Eserlerinden anlaşıldığına göre kendisi tasavvuf düşüncesinin en büyüklerinden biridir. Aynı zamanda tefsir, hadis, fıkıh ve felsefe alanında da söz sahibidir.
İbn Arabi İspanya’dan Kuzey Afrika’ya geçti. Bilginlerle, ariflerle ve yöneticilerle görüştü. Kahire yoluyla Hacc’a gitti. Burada El Fütuhat’ül Mekkiye adlı eserini yazmaya başladı. “Mekke’ye ait fetihler” yani orada içine doğanlar anlamındaki bu hacimli eseri, İbn Arabi’nin başta gelen kitabıdır. Elinizdeki kitap, Şa’rânî tarafından Fütûhat’tan yapılmış seçmeler ve kısa açıklamalar mâhiyetindedir.
İbn Arabî Bağdat’a, Musul’a nihayet Anadolu’ya geldi. Selçuklu hükümdarı I. Keykavus tarafından iyi karşılandı. Fikirleri dolayısıyla başka yerlerde pek hoş tutulmazken Anadolu’da çok yakınlık gördü. Sadreddin Konevi’yle Konya’ya geldiler. Daha sonra Şam’a yerleşti. Orada Fusus’ül Hikem adlı kitabını kaleme aldı. Bunların dışında daha pek çok eseri vardır.
İbn Arabi 1240 yılında 77 yaşında vefat etti. Kabri bir ara ihmal edildi. Hatta mezbelelik haline geldiği söylenir. Yavuz Sultan Selim Mısır seferi dönüşünde bir süre Şam’da kalmıştı. Bu sırada İbn Arabi’nin kabrini ve çevresini imar ettirdi. Buraya bir türbe ve gerekli binalar yapıldı. Bakımlı hale getirlidi.
İslam tasavvuf düşüncesinde İbn Arabi vahdet-i vücud yani varlık birliği inanışının temsilcisi sayılır. Bu inanışa göre bir tek gerçek varlık vardır. O da Allah’ın varlığıdır. Diğer varlıklar bu gerçek varlığın birer görüntüsü yani tecellisidir. Bunların hepsi Hak’tandır. Fakat Hakk’ın bizzat kendisi değildir. Ağaç çekirdektendir. Ama çekirdeğin kendisi değildir.
Mısır'da yetişen önemli bir İslam âlimidir. Evliyanın büyüklerinden sayılmıştır. İmam-ı Şa'rânî ve Kutb-u Şa'rânî lakablarıyla meşhur olmuştur.
898/1493 tarihinde Mısır'ın Kalkaşend kasabasında doğmuştur. Kahire'de küçük yaşta ilim tahsiline başlamış, henüz yedi yaşındayken Kur'ân-ı Kerîm’i ezberlemiştir. Zamanının büyük alimlerinden maddi ve manevi ilimleri okumuş, zekası, çalışkanlığı ve anlayışıyla hocalarının gönlünü fethetmiştir. Kendisine ilim öğreten ve feyz veren alimler arasında; Şeyhülislam Zekeriyya el-Ensârî, Aliyyü'l-Havâs, Efdalüddin, Muhammed Mağribî, Hasan Iraki gibi meşhur alimler vardı. Genç yaşında hadis ve fıkıh ilimlerinde üstad/hoca olmuş, Mısır'daki Şafiî âlimleri arasında en yüksek mertebeye ulaşmıştır. Kendisini tasavvuf alanında da yetişerek pek çok velînin feyz ve teveccühüne mazhar olmuştur. Zamanında Ezher Camii’nde civar yerlerden akın akın gelenlere ders vermiş ve bir çok talebe yetiştirmiştir. Pek çok kerametleri görülmüştür. Kendisinin zamanının kutbu (en büyük velîsi) olduğu belirtilmiş, aleyhinde konuşanların rüyalarında ikaz edildiği ve ona düşmanlıktan vazgeçtikleri ifade edilmiştir. Ayrıca darda, sıkıntıda kalanların ve hasta olanların sığınağı ve manevi doktoru olmuş, Cenâb-ı Hak, onun dualarının bereketiyle belaları, sıkıntıları kaldırmıştır.
Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır'ı fethi sırasında hazır bulunan İmâm Şa’rânî, 973/1565 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir.
Abdulvehhâb eş-Şa'rânâ dini sahada çok sayıda kıymetli eser kaleme almıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Dört mezhebin fıkıh bilgilerini bir araya topladığı el-Mîzânü’l-Kübrâ, evliyâların hayatlarını anlatan et-Tabakâtü’l- Kübrâ, el-Envâru’l-Kudsiyye, el-Ecvibetü’l-Merdiyye, el-Bahru’l-Mevrûd, ed- Dürerü’l-Mensûre, el-Kibritü’l-Ahmer, Esmâü’l-Müelliffn ve Keşfü’l-Hicâb ve’r- Ran an Vechi’l-Es'ileti’l-Cân.
SUNUŞ
1986 yılında kurulan İzmir îlahiyat Vakfı, Dokuz Eylül Üniversitesi îlâhiyat Fakültesi ve buna bağlı yan kuruluşların her bakımdan gelişmesine yardımcı olma, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin sürdürülmesi için gerekli maddî-manevî katkıyı sağlama, ihtiyaç sahibi öğrencileri destekleme, akademik personelin daha iyi yetişmesini sağlama vb. amaçları gerçekleştirme doğrultusunda faaliyet göstermektedir. Vakfımızın en önemli amaçlarından biri de, îlâhiyat sahasında yetkin ilim adamları tarafından kaleme alınan eserlerin basım, yayın ve dağıtımını sağlamak suretiyle millî ve dinî kültürümüze katkıda bulunmaktır.
Vakfımız, daha kuruluşunda, son derece mütevazi bütçesi ile bu amaç doğrultusunda eserler neşretme gayreti içindeydi. Maalesef çeşitli sebeplerden yayın faaliyetimizde arzu ettiğimiz hedefe ulaşamadık. Duraklama zamanlarımız oldu. Elhamdülillah bu alanda yeni bir hamle ile bir çok eseri yayınlamayı planladık.
İlk yayınladığımız eserlerden ikisi, merhum M. Sâbit ÜNAL Hocaefendi ’nin Gazâlî’den tercüme ettiği, “İki Madnûn ” ve “Halkın Kelâmî Tartışmalardan Korunması ”dır. Bu yeni dönemde M. Sâbit ÜNAL Hocaefendi ’nin üçüncü bir tercüme eseri ile karşınızdayız.
1963 yılında Antalya İmam Hatip Okulu ’nda meslek dersleri öğretmeni olarak vazifeye başladıktan kısa bir süre sonra, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü ’nden Antalya ’lı dostlarım Hüseyin TULPAN ve merhum Doç. Dr. Osman CİLACI hocalar beni ilkokul öğretmem bir Hocaefendiyle tanıştırdılar. Uzun yıllar Türk maarifinde pek çok değerli insan yetiştirmiş, dînî ve millî kültürü yüksek, mütevazi fakat ilminin verdiği ağırlığından etkilendiğim bu öğretmen M. Sâbit ÜNAL Hocaefendi idi. Daha sonraları kayınpederim merhum Mehmet YORGANCIOGLU’nun can dostlarından biri olması hasebiyle münasebetlerimiz devam etti. Bu yakınlık sebebiyle olsa gerek muhterem kerîmeleri Meliha TAPANOĞLU ablamız Hocaefendi vefat edince muhterem pederinin uzun yıllarını verdiği tercemelerini, neşredilmelerinin sağlanması için, gerekli maddi desteği de sağlayarak bana verdi. Onun, bana olan bu güveni ve emanetinin ağırlığını üzerimde hep hissettim.
Bu tercemelerin neşre hazır olanlarından yukarıda sözünü ettiğimiz ikisini Vakfımızın ilk yayınları arasında neşrettik. Elinizdeki bu eser ise, Sâbit Hoca merhumun Osmanlı harfleri ile defterlere yazdığı halinden 1992 yılında neşre hazırlanması maksadı ile ilgilendiğimizde, tamamı dört defter olan tercemenin III. defterini bana teslim edilen kitaplar arasında bulamadık. Kayıp defterin yeniden tercemesi ile diğer üç defterin bugünkü harflerle yazımı için Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU ve Hüseyin ELMALI Hoca efendilere rica ettik. Himmet ettiler, kısa zamanda hazırladılar. Bu vesile ile kendilerine şükranlarımı arz ediyorum. Fakat -maalesef- bugüne kadar neşrine imkan bulunamadı. Nasip bugüne imiş. Muhterem Meliha TAPANOGLU ablanın benim kısa zamanda bu işi başaramayışınlı anlayışla karşılayacağını umuyor ve kendisinden helallik diliyorum.
Eserin yazarı ve mütercimine Allah ’tan rahmetini niyaz ediyorum. Bu kitabın elinize ulaşmasında en büyük katkı şüphesiz eserin dörtte birini terceme eden ve büyük kısmını bugünkü yazıya aktaran, son olarak da büyük bir titizlikle bütün eseri baştan sona gözden geçiren Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU’nundur. Kendisine bir kere daha teşekkür ediyorum.
Dört defterden birincisini okuyup bugünkü yazıya geçiren Prof. Dr. Hüseyin ELMALI’ya da minnet borcum vardır. Katkılarından dolayı kendisine teşekkür ediyorum.
Son olarak basıma hazırlanmasında en büyük pay sevgili kardeşim Yard. Doç. Dr. Muammer ERBAŞ’indir. Ona da minnet ve şükranlarımı sunuyorum.
Başta Hatice DAĞLI olmak üzere eserin dizgisinde ve diğer işlerde hizmeti geçen öğrencilerimize de ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Prof. Dr. Avni İLHAN
Mütevelli Heyeti Adına Başkan
MÜTERCİMİN ÖNSÖZÜ
Yüce Rabbimin Adıyla,
İmâm Şa’rânî, İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât’mdan birçok daldaki ilim adamının yararlanabileceğini söylemektedir. Biz de aynı kanaati paylaşıyor ve bugünkü teknolojik gelişmelerin de bunu teyid ettiğini düşünüyoruz. Şöyle ki, kanaatimizce İlm-i Ledün’deki fenâ-beka, kesret-vahdet zevkleri, bugün kuantum fiziğinin sağladığı ve ortaya çıkardığı madde-manâ, fizik— metafizik yalanlaşmasımn, hattâ birlikteliğinin özünü teşkil etmektedir. Nitekim “Biz ona şah damarından daha yalanız” (Kaf 50/16) ayetinin işaret ettiği manâ, içerik ve öz, gerçeğe ulaşmanın bu zevklere ve ilme sahip olmakla mümkün olacağını ifade ediyor. O halde bize çok yakın olanı uzaklarda aramanın anlamı nedir? Fakat bunun için o yakınlığı bütün güzelliğiyle ve açıklığıyla bize bildiren ehl-i zikir biri olmak gerekmektedir, îşte Şeyh-i Ekbeı* Muhyiddîn İbııü’l-Arabî bunlardan biridir. Nitekim o, diyor ki: “Bunlar hep kendi başına kazanılmış hasletler değil, peygamberlere varis olmanın ve her halinde onlara uymanın hiiküm ve neticesidir.” (Bâb 373)
Bu bedîhî gerçeği haykıran Yüce Üstadın o büyük eserinin özetinin özetini bizlere sunan İmam Şa’rânî’nin (k.s.) Kibrît-i Ahmer (Kırmızı Kükürt) adını verdiği bu eserini elde edilmesi çok zor, belki de mümkün olmayan bir varlıkla isimlendirmiş olması, bu ulvî değerlerin var, ama bulunması zor olduğuna işaret etmektedir. Çok şükür ki bugün de onların izinde aynı yüce değerlere ulaşmaya gayret eden gönül erlerinin mevcut olduğunu görmekte ve bunu sizlerin idraklerinize sunmaktayız. Bu mana yolundaki sınır çizgileri ise, hep aynıdır: Allah’ın âyetleri ve Peygamber Efendimizin sünneti. Yani bu sahada kendimizden bir şey katmak yoktur.
Sizlerin istifadesine sunulan bu eser, İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât-ı Mekkiyye isimli eserinin İmâm Şa’rânî tarafından yapılan Levâkıhu’l- Eııvâri’l-Kudsiyye isimli muhtasarının yine aynı müellif tarafından yapılan ikinci muhtasarı olan Kibrît-i Ahmer isimli eserinin tercümesidir.
Söz konusu eser, önce merhum M. Sâbit Ünal Hoca Efendi tarafından dört defter halinde Osmanlı Tüıicçesine aktarılmış ve basılması karşılığında İzmir İlahiyat Vakfı’na bağışlanmıştır. 1992 yılında bu değerli çalışmanın günümüz Türk harflerine aktarma görevini, o dönem Vakıf yetkilisi olan kıymetli hocam Avni îlhan Bey’in delâletiyle ben Hasan Fehmi Kumanlıoğlu ve meslektaşım Hüseyin Elmalı birlikte üstlendik. Eserin birinci defterini Hüseyin Bey, ikinci ve dördüncü defterlerini de ben yeni harflere aktardım. Bu noktada çalışmanın üçüncü defteri kayıp olduğundan bu kısma denk düşen bölümün, Arapça orijinal metin esas alınmak suretiyle tarafımdan tercüme edilmesi talep edildi. Hizmetin büyüklüğü, eserin manevi ağırlığı v.e taşıdığı ehemmiyet karşısında Yüce Allah’a sığınarak bu yüce görevi yerine getirmeye gayret ettim. Zira Şeyh-i Ekber’in yüceliğine erişmek hiç de kolay değildir. Onun rûhâniyetine sarılmamız, aynı neşve ile dolu bir aileden gelmemiz ve olaya objektif (dışarıdan) değil, sübjektif olarak (içeriden, yaşayarak) da katılmamız, bu ulvî hizmeti îfâda bize kolaylık sağlamıştır. Bütün bunların yanında hata ve kusurlar olmuşsa -ki olmuştur- o da bizim acizliğimizin eseridir.
Üstâd merhum M. Sabit Ünal Bey; “Eserin tercümesine 1 Mayıs 1959 Cuma günü başlanmış, 14 Kasım 1959 Cuma günü bitirilmiştir” diyor. Sonuca, günde ortalama 4 saat çalışarak varılmıştır.
Eserin tarafımızdan Osmanlı Türkçesinden günümüz Türk harflerine çevirisi 1992-1993 yılları arasında yapılmıştır.
Eserin üçüncü defterine denk gelen kısmın Arapça’dan tercümesi, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi 297.401 şar 1305 c: 1-2/1319 numarada kayıtlı eserden gerçekleştirilmiştir. Bu eser, 1305 yılı Mısır Ezher Matbaası basımıdır.
Üçüncü deftere ait bölümlerdeki tercüme sistemimizde asla uygunluk gözetilmiş olup, tasavvuf! ifadelerin özellikle vahdet ve vahdet-i sırfa kokusu barındıran cümlelerin zorluğu, tercümede kendini göstermiş, buna rağmen anlaşılır bir dil kullanılmaya çalışılmıştır.
Eserin bir bütünlük arzetmesi amacıyla dağınık halde bulunan Osmanlı Türkçesinden aktarılan kısımlar ile tercüme kısımlara ait evraklar, ince bir titizlikle bir araya getirilmiş ve tekrar gözden geçirilmiştir. (28.01.2003)
Son olarak bilgisayar ortamında yazılmış ve çıktısı alınmış eserin, tarafımızdan nihâî bir gözden geçirilmesi ve tashihi istenmiş ve bu görev de seve seve yerine getirilmiştir. (Temmuz 2005) Bu aşamada tashih, inceleme ve düzenleme çalışmalarında bana yardımcı olan ilim yolunda kardeşlerim
Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Araş. Gör. Nazmı Anlcaralıgil ve Dr. Ahmet Vedid Maviş Beylere şükranlarımı arz ediyorum. Bu hususta emeği geçen -bende özel hatıraları olan- kardeşimiz Yard. Doç. Dr. Muammer Erbaş Beye de teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu vesileyle Ulu Mevlâ’nın lütfiıyla 1985-1999 yılları arasında Arapça Okutmanı olarak görev yaptığım İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesindeki değerli hocalarım, meslektaşlarım ve öğrenci kardeşlerimi hayırla, sevgi ve saygıyla yâd ediyor, rahmete erenlere bol bol Fatiha’lar gönderiyorum.
Çalışmalarım boyunca bana büyük sabır gösteren ev halkıma ve can dostlanma da teşekkürü bir borç biliyorum.
Tasavvuf kültürü ve düşünce dünyamıza büyük katkı sağlayacak bu eserin, okuyucularının zevk ve neşve ufkunu açması dileğiyle yazarlarına ve mütercimi M. Sâbit Ünal Beye Yüce Allah’tan rahmetler diliyorum.
Böyle değerli bir eserin gün yüzüne çıkmasına vesile olan İzmir İlahiyat Vakfı çalışanlarına da bol gayret ve çalışma azmi temenni ediyor, Cenab-ı Hak’tan herkese sağlık ve esenlikler diliyorum.
Karşıyaka - İzmir, 29.01.2006 Hasan Fehmi KUMANLIOĞLU
DEÜ İlahiyat Fakültesi Emeldi Öğretim Elemanı
Rahmân ve RaMm olan Allah’ın adıyla.
Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd ve seııâ, efendimiz Hz. Mııhammed’e, diğer nebî ve resûllere, onların âl ve ashâbımn hepsine salât ve selâmdan sonra ...
Fütûhât-ı Mekkiyye’yi kısaltmak sûretiyle yazmış olduğum; [Levâlahu’l-Envâri’I-Kııdsiyye (V4^' j'ji) Kudsî Nârların Parıltıları] adlı kitabımdan uyurtladığım (özetlediğim) bu güzel kitabım  büyük bilginlere mahsûstur. Ondaki derin mânâları onlar anlar. Onlardan başkası ise, o mânâların zâhirinde kalır. Zira bu kitap öyle ilimleri, mârifet ve sırları ihtiva eder ki, onların ilmi, bunları daha önce burada görüp teemmül etmeden (düşünmeden) onlara üstünden sathî şekilde bakanın kalbine o derin mânâlardan bir şey hatırlatmaz.
Bu kitaba, Şeyh-i Ekber’în ilimlerini bildiren Kibrît-i Ahmer adım
- verdim. ‘Kibrît-i Ahmer/Kızıl Kükürt’ten maksadım da, altun kimya iksiri/ele geçmez kimyadır}
Şeyh-i Ekber’den muradım da, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’dir.
Allah ondan razı olsun.
Kitaba verdiğim bu isimle; ‘Bu kitaptaki ilimlerin diğer kitaplardald sûfiyye kelâmlarına göre derecesi kimya altın iksirinin mutlak altına nisbeti gibidirdemek istiyorum. Nitekim bu hususa, Hazreti Şeyh’in Fütühât’ından nakletmiş olduğum değerli sözlerinde işâret edeceğim. Kibrît-
i Ahmer yalnız bu noktaya işâret edecek, onların ehemmiyet ve derinliğini beyân etmeyecektir.
Ey kardeşim! Şunu peşin olarak kaydedeyim ki; ben sûfiyye ve tasavvuf ehlinin kitaplarından pek çoğunu, hemen hepsini mütâlaa ettim (okudum.) Bunlar içinde hakikat yolcularının sözlerini kendisinde toplayan (Futûhât-ı Mekkiyye) gibisini görmedim. Bâ husûs (özellikle) Fütûhât’ta,
şerîatin esrarından ve sözlerini şer’î naslardan istiııbat eden müctehidlerin anlayış farklarından, ictihad ayrılıklarından bahsedilmiştir. Her hangi bir ictihatçı Fütûhât’ı dikkatle okur ve incelerse onun bu husustaki bilgisi artar, şer’î delillerden hüküm çıkarmanın ve gâyet doğru ta’lîl ve tahliller yapmanın türlü yollarında kendisinin bilmediği gizli hakikatlere muttali olur. Kur’ân tefsircisi, hadis şerhçisi, hadis bilgini, ilm-i kelâmcı, mantıkçı, Kur’ân ulemâsı (kırâatçı), lügatçi gramerci, rüya tabircisi, tıp âlimi, hekim, filozof, mühendis, harfler ilmine vâkıf, sofi, mutasavvıf, ârif, İlâhî isimlerin esrar ve makamlarım bilenler için de hâl (durum) böyledir. (Fütûhât’ı okuyup anlamaktan bunlar da istifa ederler.)
Fütûhât öyle bir eserdir ki, (mütâlâasından) yukarıda sayılanlardan mâadâ (başka) diğer bilgi dallarında behre (bilgi)si olanlara da faydalar sağlar ve hepsine kendi mesleklerine ait hiç hatırlamadıkları bilgileri kalplerine duyurur.
Biz bu çeşitli bilgilerden üç bin kadarına (Tenbîhu’l-Ağbiyâ ‘alâ Katratin min Bahr-i ‘Ulûmi ’ l-Evliy â/Evliyâ Bilgileri Denizinden Bir Damla İle Gafilleri Uyandırma) adlı kitabımızda işâret etmiş bulunuyoruz.
Hakîkaten Şeyhin bütün bilgileri keşf ve ilhâm iledir. Şüphe ve tahriften beridir. Nitekim kendisi Fütûhât’m birkaç yerinde buna işâret etmektedir. Meselâ 367. bâbmda; “Cenâb-ı Hakka hamd ve senâ ederim ki bizim için Hz. Peygamber’den başka bir kimseyi taklîd eylemek yoktur,” demektedir.
Aynı bâbm ezan bahsinde; “Allah’ın lütuf ve keremiyledir ki ben bu kitapta meşrû olmayan hiçbir şey yazmadım ve yazdıklarımda da Kitap ve sünnetten dışarı çıkmadım,” diyor.
365. bâbmda; “Azîzim! Bilmelisin ki, benim İlmî toplantılarda veya yazdığım eserlerde bahsettiklerimin hepsi Hazreti Kur’ân’dan ve onun hazinelerindendir. Çünkıi bana Kur’ân’m sırlarını anlamanın ve ondan imdat almanın anahtarları verilmiştir. Değil bunlar, hattâ Hak Teâlâ ile (rûhen) beraber olmaktan ve onun kelâmıyla münâcaât etmekten ayrılmam,” demiştir.
Esrar (sırlar) bahsinde de; “Kalbe üflenmek (İçine doğmak) kudsî vahiydendir. Fakat bu (peygamberlere gelen) söz, işâret veya mânâ vahyi gibi değildir. İşte kardeşim, sözlü vahiy ile ilhâmlı vahyi buna göre anla! Ve birbirine karıştırma da celâl ve ikrâm sahibi olan Allah adamlarından ol!” demiştir.s
366. bâbında, şöyle demektedir: “Bilmek gerektir ki, eserlerimde yazdıklarımın hepsi kendi görüş ve düşünüşümden değildir. Onlar ancak illıâm meleğinin eliyle kalbime üfürülmüş nefestendir.”
373. bâbında; “Bütün yazdıklarını ve bu kitaba yazacaklarım, hep İlâhî bir dikteniıı, Rabbânî bir duyuşun yahut kiyânî ruha yapılan rûhânî bir nefesin eseri, ve ifâdesidir. Bunlar hep kendi başına kazanılmış hasletler değil peygamberlere vâris olmanın (ve her hâlinde onlara) uymanın hüküm ve neticesidir,” demiştir.
89 ve 348. bâblarda şunları yazmıştır: “Şurasını kaydedeyim İd Fütûhât’ın bâtları da kendi isteğim ve düşüncemle tertip edilmemiştir. Yazacaklarımın cümlesini Cenâb-ı Hak bana ilhâm meleğinin eliyle dikte ettirmiştir. Bu şekilde yazdıklarımın içinde öyle sözler vardır ki, bunların ne önündeki ne de arkasındaki sözlerle (zâhiren) bir alâkası bulunmaz. Bunlar, âdeta Cenâb-ı Hakkın: çjljLJl Jk. Ijkâlk /Namazları
kaçırmayın, hele orta namazı!!”  kelâmına benzer. Bu emir, boşanma ve evlenme ile ölüm sebebiyle ayrılmadan sonraki bekleme müddetini beyân eden âyetlerin arasındadır ki, âyetlerin yerlerini değiştirerek, takdim ve tehir yaparak aradaki bu emrin hüküm ve hikmeti bozulmaz. ’
Fütûhât’m ikinci bâbında şöyle demektedir: “Bil İd ârifler, yalnız kendilerini açılmış olan kapılardan verilen şeyler üzerinde konuşmakla kayıtlanmış, bağlanmış değillerdir. Çünkü onların kalpleri, İlâhî huzürda bulunmakta ve o makamdan belirtilecek (hakikatleri) gözetleyip durmaktadır. Ne zaman ki o kudsi ve İlâhî divandan bir emir ve iş zuhûra gelirse âriflerin kalpleri onu imtisale (kabullenmeye) koşar. Aynı makamda kendisine ayrılmış şeyi isti’tâd ve istihkaki nisbetinde kendine mal eder. Aynı zamanda bir şeyi Rabbinin emrine uyarak kendi cinsinden olmayan başka bir şeye bırakır.”
47. bâbında, şu cümleler bulunmaktadır: “Şunu da hatırdan çıkarma ki bizim dostlarımızın ilimleri fikir yoluyla hâsıl olan bilgiler değildir. Onlar, ancak İlâhî feyzin birer eseri ve ifâdesidir.”
Ben de bu kitabı dikkatle okuyan her okuyucudan (Ulu Tanrımızın aşkına) rica ederim ki, Hz. Peygamber’in: “Bir kul, mü’min kardeşinin yardımında oldukça Allah da onun yardımında olıırkelâmı ile amel ederek bu ldtapta göreceği hata ve bozukluğu düzeltsin.  Bunu bildiğine (ve yapacağına inandığım) için Allah’ın tevfikine sığınarak sözüme devam ediyorum:
Hazreti Şeyh (rahmet olsun), Fütûhât’mm ikinci bâbmda : “ ÖUİÎC.
^ /Biz, ona (Peygambere) şiir öğretmedik ve şiir esasen ona
lâyık değildir”  mealindeki Allah kelâmı hakkında diyor ki: “Şiir bir icmâl mahalli, bir bilmece, bir remz ve tevriyedir.  Cenâb-ı Hak bu kelâmı ile: “Biz, Muhammed’e remz ve rumuzda bulunmadık ona bilmece de söylemedik. Murad ettiğimiz bir şeyin gayrisini ifâde eden bir söz demedik. Ayetlerimizi, onun anlayamayacağı bir tarzda kırık kırık şekilde bildirmedik,” demek istemiştir.”
Şeyh bu konuda daha başka şeyler de yazmaktadır. Bir kaçı şunlardır: “Edep ehlinin hâiz olduğu derecelerin en aşağısı edep erbâbımn (edep ve fazilet sahasında demiş oldukları) ve diyecekleri (değerli ve hikmetli sözlerini) kabul etmek ve en yükseği de onlan kat’î sûrette tasdîk etmektir. Bu iki makamdan gayrisi (edep ve irfan ehlinden olmayanlar) için bir mahrumiyettir.
Bizde ve yolumuzda hilaf (ayrılık zıtlık) yoktur. Çünkü kâmil kişiler, her şeyi aynıyla olduğu gibi görürler. (Kâmil: Ebu’l-‘uyûn diye künyelenir) Yani kâmil kimseye, çok gözlü, tam gören denilmesi bundandır. “ V jU-ajVl /Gözler onu idrak edemez”  âyetindeki “ebsâr”dan maksat, perdeli gözlerdir.  Bu âyetin sonunda da; üukîll 'J»j /Halbuki o son derece latîf ve her şeyden tamamiyle haberdardır.” Yani uluhiyetin bahşettiği kudsi tecellîsine kullarının tahammüli zayıf olduğundan onlara her birisinin takat ve tahammülleri derecesinde tecellî etmek suretiyle lütuflcârdır,” diyor. 
“iükj ji Jja (> (jljHb ÜJ /Allah’ın sana vahyi tamam
olmadan Kur’âe’ı (sana okunanı) tekrarlamakta acele etme!”  âyeti hakkında, şu beyânda bulunmuştur:
“Şunu iyi bil ki Kur’ân, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e Cebrail’in tâlim ve tebliğinden önce bin defa âyet ve sûreleri tafsil ve ta’yiıı edilmemek süreriyle icmâlî olarak verilmiştir. Cenâb-ı Hak bu âyetinde ona: “Habibim! Cebrail’den evvel sana verilen Kur’ân’ı tebliğde acele etrrie! (Haber et! Cebrail gelsin sana tafsilâtıyla versin!) Yoksa bu hâliyle ümmetine tebliğ edersen bir kimse onu lâyıkıyla anlamaz. Çünkü mücmeldir, mufassal değildir. Sen yalnız: vj (Sj /Ya Rabbi bana ilmi ziyâdeleştir!” 
(Yani; “Tevhîd ve ahkâm hakkında ki mücmel mânâları tafsil eyle) de] diye emir buyurmuştur.
Buradaki tafsil, furkaııdır. Bazılarının zannettikleri gibi; “Dinin hükümlerini artır!” demek değildir. Çünkü Hz. Peygamber; “Beni sizi bıraktıklarımla bırakınız/”  buyurmuştur. 
İkinci bâbında, (kelâm-ı matlûb faslında,  ilim ve ilhâm meselelerine temasla) diyor iki: “Eğer vehbî ilimler fikir ve nazarın neticesi olsaydı, insan onları kısa zamanda beller ve kendine mal ederdi. Çünkü kesik kesik zaman zaman gelir; darlık ve tutukluk hâsıl olur. Halbuki vâridât ve ilhâm, Hak Teâlâ tarafından kulun kalbine arka arkaya devamlı olarak gelmektedir.  Zira Hak Celle ve Alâ dâima vehhab ve hiç aralıksız feyyazdır. Gönül de, bu vâridâtı dâima alabilen bir mahaldir. Amma bunun alışı ve kabul edişi bilgiye ait olduğu gibi bilgisizliğe dâir de olur. (Gönül, ilmi de cehli de kabul eder.) Bu cihet, gönül aynasının temizlik ve berraklığına göredir. Gönül (nefsanî ve hayvani sıfatlardan arınarak) sâfîleşince (onda öyle ilim ve mârifetler doğar ki bunlardan) bir anda husûle gelen bilgi uzun zamanda yazılamaz. Çünkü maddî ve cismânî âlem dar, manevî ve rûhânî âlem ise çok geniştir. Nihâyeti henüz tasavvur edilemeyen bir âlemin vâridâtı tükenir mi?! Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed’e: “Rabbim bana ilmi ziyâde et de!”  emrini vermiştir.”
Şeyh-i Ekber, buradaki ziyâdeden maksat; “Hazret-i İlahiyyeye ait bilgilerin ziyâde edilmesidir,” demiş ve bu hususta sözü uzatmıştır.
Beşinci bâbında, (Rahîm isminin izahında)  şöyle diyor: “Hz. Âdem, esmâyı, Hz. Muhammed de o isimlerin mânâlarını yani kelâmları hâmildir. “fİSJl cjiJjl /Bana, kelâmların özlüsü, fakat geniş mânâlısı verilmiştir,” hadisinden maksat budur. İhatalı bilgi varlığın özüne tahsîs olunan İlâhî bir nûrdur.
Bir adamın kendisini övmesi, başkasının onu övmesinden daha kuvvetli ve tam olur. Meğer ki onu öven, (Hz. Yahya ve îsâ hakkında olduğu gibi) Allah Teâlâ Hazretleri ola. Kur’ân, Yahya (a.s.) hakkında :
/Hem de ona selâm”  dedi. îsâ (a.s.)’m sözü de: /Selâm da benim
üzerime”dir.
Bundan anlaşılır İd, her kim zâtı tahsil ederse esmâ da onun hükmü altına girmiş olur. Halbuki esmâyı kazanan bir kimse, aynı zamanda o isimlerin sahibini de kazanmış olmaz.
Sahâbenin bizden efdal olmasının hikmeti budur. Zira onlar peygamberi bizzat kazandılar, tanıdılar; biz ise onun ismini kazandık. (Onu görmedik, yanında bulunmadık, isim ve sıfatlarıyla gıyaben tanıyoruz.) Onların peygamberin kendisine zâtınla riâyet ettikleri gibi biz de isme onun adına hürmet ve riâyet edersek, bizim ecrimiz de katlanır. Buna mukabil biz de bu yüzden katmerli ecre nâil olacağız; bununla beraber biz kardeşleriz. Onlar ise Resûl-i Ekremin dostlarıdır. Bizler de ona hasretiz. Onu şiddetle özleriz. Bu sebeple onların ameli ile amel edenden ziyâde ecre nâil oluruz. Lâkin bu derecemiz ashabın emsâlindendir, kendilerinden değildir. İyi anla!
Altıncı bâbda da:  “Akıl ve nazar yoluyla âlim olanların çoğu ve belki hepsi cemâdâtm, yani gözle hareketi fark edilmeyen taş, toprak ve madenlerin aklı yoktur diyorlar. Onlar, bu sözlerini gözleriyle görebildikleri hâl ve maddelere bakarak söylüyorlar. Ama iş, bizce böyle değildir. Onlara bir peygamber veya velîye taşın söylediği haber verilse, onlar bunu reddetmezler, yalmz bu hâdisenin sebebi olarak meselâ; “Hak Teâlâ o anda o taşta bir hayat ve ilim yaratmıştır,” derler. Halbuki işin hakîkati bizce böyle değildir. Doğrusu bütün varlıklarda hayatın sırrı ceryan etmektedir. “Yaş kuru her şeyin ezan sesi işittiğine ve müezzin ile birlikte Alllah’a şehâdet getirdiğine” dâir (Peygamberimizden bize sağlam) haber gelmiştir. Bu keyfiyeti fikir ve nazar erbâbı değil, ancak keşf ehli müşâhede eder,” diyor ve bu hususta daha sözler ediyor. 
Yedinci bâbda, (hilkatten bahsederken)  şunları söylüyor: “İyi bil ki insan, büyük âlemde var olan son cins canlı varlıların son sınıfıdır. Cenâb-ı Hak tabiat, madde âlemini yarattıktan 71 bin sene sonra cemâdât, bitki ve hayvanların yaratılmasını ikmâl eyledi. Tabiat âlemini yarattıktan 51 sene sonra da dünyayı yaratmıştır.
Dünyanın yaratılmasından dokuz bin yıl sonrçı da âhireti yani cennet ve cehennemi yarattı. Ona, dünyadan bu kadar zaman sonra yaratıldığı için âhiret denilmiştir. Dünyaya da “^J' /İlk” denilmesinin sebebi, âhiretteıı evvelce yaratılmasmdandır. 
Hak Teâlâ, cennet ve cehennem için nihâyet bulacak bir müddet tâyin buyurmainıştır. Binâenaleyh onlar, dâima kalacaklardır.
Hak Teâlâ, Adem’in çamurunu dünyanın ömründen 17 bin sene ve ııihâyeti olmayan âhiret üzerinden de sekiz bin sene geçtikten sonra yaratmıştır.”
Hazret, bundan sonra hilkat ve tekvine ait bir şeyler daha söylemiştir.  esas tutan birkaç meşhur alim: Dünyanın bir milyar yedi yüz milyon sene evvel vücuda geldiğini beyan etmiştir.
Mösyö Layaraıı’a göre, 60-70 kilometre kalınlığında olan dünyanın kabuğunun en eski tabakasının yaşı yüz milyon senedir.
Dünyanın yaşım kayaların ve fosillerin teşekkülüne göre hesap ve tahmin edenler olmuştur.
Görülüyor ki bu hesapların hiçbirinde ittifak yoktur. Zâten buna imkân da bulunmuyor. Bunların hepsi zan ve taliminden ibarettir. Şu kadar ki âlemin ve dünyanın yaratılma müddeti hakkında eski ve yeni inanışlar bize bir fikir vermektedir...
Şeyh-i Ekberin Fütûhât-ı Mekkiyye’si mühim ve derin pek çok İlâhî hakikatleri ve Rabbâni marifetleri ihtiva etmelde beraber, tıb, teşrîh/anatomi ve şâir ilimlere aid bugün kabul edilen fikirlere uymayan beyânâtı lıâvîdir.
“Fütûhât’a ilâhî imla, Rabbani ilkâ ve rûhânî nefes haricinde bir şey yazmadığını yemin ile beyan etmiştir” denilecek olursa, cevabında denilir ki:
Şeyh’in bundan maksadı, İlâhî hakikatler ve Rabbaııî mârifetlere dâir olan hususlarda kendinden bir şey yazmamış olduğunu haber vermektedir. Çünkü Fütûhât’ta kendi şahsına ait olan veya huzûrunda cereyan eden bir hayli maddî hâdise ve içtihada dâir meseleler de vardır. Bunların ilhâm olmadığı âşikârdıı*. Şeyh’in dünyevi bilgilerle ilgili haberlerinin bazısında hata etmiş olması muhtemeldir. Ama bunlar keşifden ziyâde o devrin bütün tabiat âlimlerinin kabul ettiği bilgiler, faraziye ve inançlardır ki Şeyh, bu zâhirî bilgiler üzerinde bizzat durmayarak ve kendi sahası dışında olduğu için de tedkîlc ve tevsikine lüzum görmeyerek olduğu gibi nakletmesindendir.
Fakat hakîkatî mârifetler, ilâhî ve vehbî ilimler böyle değildir. Bunlar hakîkaten Şeyh’in kendini verdiği ve derinliklerinde yüzdüğü ınârifet deryasıdır. Onun bu sahadaki beyânı, tabiat ve dünya bilgileri alanındaki mâlümâtı cinsinden olmayıp sahîh lceşf ve meşhude müstenid olması lâzım gelir.
Bunları iyi niyetle mütâlaa edenler, hakîkaten taraf-ı İlâhîden te’yidli kâmil bir velînin sözleri olduğunu tasdik etmek mecbûriyetini hissederler.
Şeyh’in tabiî hâdiselerde ve dünya işlerine ait bazı hususlarda verdiği haber ve söylediği sözlerin günümüzün bilgilerine uymaması, onun ilâhî hakikatler, rabbani mârifetler, rûhânî haller, kalbi duygular ve Kur’ân’a ait hükümler hakkında lceşf ettiği ilim ve esrarın önemini ve değerini hiçbir veçhile eksiltmez. Kendisinin iyi bir astronomi veya tabiat: alimi olmaması büyük bir ârif ve kâmil bir velî olmasına asla mâni değildir. Kendisinden zuhıır eden ilıııî kemâllerin bir misli ve benzeri daha görülmemiştir. Te’lifâtmm sayısı 450’den fazladır. Bunların ihtiva ettiği hakâik ve dekâika hiçbir müellifin eserlerinde rastlanmaz. Şeyh’in çok geniş, derin ve taşkın bir mârifet deryası olduğu meydandadır.
Fütûhât’m dokuzuncu bâbmda;  “Âdemden altmış bin sene önce dünyada can (bir nevi canlı, cin gibi göze görünmeyen ve fakat onlardan ayrı latif cisimli/saydam yaratıklar) vardı,” diyor ve devam ediyor:
“Cin taifesinden de ilk defa yaratılan, şeytan adı verilen ve ilk önce Allah’ın emirlerine karşı gelen “Hâris” denilen cindir. Allah-ü Teâlâ ona; “İblis” dedi. (Rahmetinden tardetti). Bu Haris, sanıldığı gibi ilk cin ve cinlerin babası değildir. Cinlerden birisidir. Cinlerin ilk şakîlerindendir.
Nasıl ki (Hz. Âdemin evlatlarından birisi olan) Kabil de, beşerden olan şakilerin birincisidir.
Şeyh-i Ekber, bundan sonra cinden olan şeytanların hayatlarından ve âhiretteki azâblarmdan uzun beyânda bulunuyor. 
Bize verilen haberlere göre; ehrâm (piramitler) üzerindeki eski yazı (hiyeroglif) ile ehrâmm (nesr-i tâir) denilen parlak yıldızın esed/arslan burcunda iken yapıldığı yazılı imiş, şimdi ise, (şeyhin bulunduğu zamanda) bu yıldız oğlak burcundadır.
“Arada geçen zamanı hesap et de bil!” diyor.  Mâlûmdur ki nesr-i tâirin bir burçtan diğer burca geçmesi ancak otuz bin senede vâki olur. 
İnsan-ı kâmil adlı eserin müellifi Şeyh Abdülkerim Cîlî Hazretleri de, (bu meseleyi ele alarak): “Nesr-i tâir yıldızı bu günlerde delv/kova burcundadır. Bundan evvel on burç geçmiştir. Bu burca ancak üç yüz bin senede gelmiştir,” demiştir. 
Bu meseleye dâir Şey-i Ekber’in bir sözü de 390. bâbda gelecektir. Doğrusu eski tarihler bize ehramın inşa tarihi olarak nesr-i tâir yıldızının esed/arslaıı burcunda bulunduğu zamandır diye bildirmektedir. Bu yıldız da, hâlen aynı burçtadır. 
Buna göre hesap et de ehram (piramitler)’m yapıldığı tarih (ile aranızda geçen zaman) hakkında bir düşünceye dal!
Şurasını da kaydedeyim ki, ehramın kimin tarafından ne maksatla ve ne sûretle yapıldığı ve kimlere yaptırıldığı kesin olarak bilinememiştir. 
Ehramın ömrü bu kadar uzun olursa, dünyanın ömrüne nisbetle kendi varlığını (önünü, sonunu iyi) düşün! (îşte ibret alınacak nokta budur) kardeşim!
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’ının on üçüncü babında:  “Allah’ın celâlindeki müheymin meleklerinden başka hiçbir melek arştan evvel yaratılmamıştır. Bunlardan sonra Kalem-i Âlâ/Yüksek Kalem (ki, Allah’ın hüküm, kaza ve takdirlerini yazandır) yaratıldı.
Müheymin melekleri ‘amâ’da (zaman ve mekân olmayan âlemde) zuhûra gelen ilk varlıklardır. ‘Kalem’ de onların tedvir ve tasdir bilgilerinin ilkidir,” diyor ve ilk yaratılmış olanların değerlerine ve tertiplerine ait uzun beyânda bulunuyor.
On dördüncü babında:  “Hz. Âdem’den Hz. Muhammed (s.a.v.) zamanına kadar gelip geçen ümmetler içindeki kâmil kutupların sayısı 25’tir. Hak Teâlâ Hazretleri onları bana Kurtuba şehrinde bulunduğum sırada berzahlık âlemi makamında ve kırsal meşhette birer birer gösterdi. Bunlar da isimlerini Arapça olarak şöyle haber verdiler: Mefrik, mudâvî’l-kulüm, bûkâ, mürtefi’, şifâ’, mahık, akıb, menhur, şeceru’l-mâ, unsuru’l-hayat, tirid, râcî’, sâih, tayyâr, sâlim, halîfe, maksûm, hayy, ramî, vâsi’, nahr, mulsak, hadi, mükellim, bakî’dir.
Birinci ve yegâne kutup da Kz. Muhammed’iıı ruhudur. İnsan olarak neşetinden kıyâmet gününe kadar o imdâd etmektedir,” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Teşriî tazammun eden vahy(in kapısı), Hz. Muhammed’den sonra bağlandı. Bu sebepledir ki İsâ peygamber, bulunduğu semâvî âlemden yeryüzüne indiği zaman yeni bir vahiy ile değil de Hz. Muhammed’in şeraiti ile hükmedecektir. Bundan da anlaşılıyor ki, velîlere ancak ilhâmî vahiy kalmıştır. Bu da, erenlere görülmeyen bir melek dili ile verilecektir.
İşte bu ilhâm meleği, göze görünmeden evliyâya bıraktığı ilhâm ile onlara haklarında (zayıftır veya sahihtir) denilen bir hadisin doğru veya yanlışını öğretir. Velîler, meleği görmez ve sözünü işitmez. Bu hâl nebîlere mahsûstur. Ama bir velî eğer (hâtiften) bir ses işitirse sahibini görmez. Eğer bir melek görürse, onun kelâmını işitmez. Çünkü evliyâya gelen vahy/ilhâmda teşrî’ yoktur. Anla!”
Şeyh, Fütûhât’m 22. bâbmda bu meseleye dâir bir nice kelâm etmiştir.
On beşinci bâbmda  şöyle demektedir: “Dünyanın (eski coğrafya telakkisine göre) yedi ikliminde (erenlerden) yedi ebdal  vardır. Bunlar (tasarruflarında) göklerde bulunan (miraçta Resûl-i Ekrem’in mülaki olduğu) peygamberlerin ruhlarından istimdâd ederler. Bu peygamberlerin başındaki İbrahim Halil’dir. Arkasından Mûsâ ve Iiârun sonra sırasıyla İdris, Yusuf, Isâ gelir. (Hepsine salât-u selâm olsun.) Yahya peygambere gelince, bunun makamı îsâ ile Hârun’dan biri olmasında tereddüt vardır. Ebdallarm her birinin mededi bu peygamberlerden birinin hakikatinden gelir. Haftanın her bir gününde bunlara ve aynı peygamberlerden birinin rûhânîyetinden muayyen vakitlerde bir bilgi gelir.”
On altıncı bâbında  şunları yazıyor: “Sofıstâîlere  giren telbis/şüphe ve aldatma, onların duygu organlarında iblisin yaptığı hile ve şüpheden, lıiss- i galattandır. Halbuki müşâhede ve nazar ehli olanlar, (İlmî istidlallerinde bütün hükümlerini) hâsselere, duygu organlarına istinad ettirmekte ve onların verdikleri mâlûmâtm doğruluğunu kabul etmektedir. İblis, bu husustaki galatı, yanıltmayı, yanlış gösterişi onlarda meydana getirince (dış âlemde kendimizden ayrı yerde itimada şayan bilgi yoktur) dediler.
Eğer onlara: “Hariçte bir bilgi yoktur,’ demeniz de, bir bilgidir. (Bilmediğiniz bir şey hakkında nasıl vardır veya yoktur diyorsunuz). Bu husustaki istinadınız nedir? Halbuki siz buna kâil değildiniz,” denilse; cevabında; “Bizim böyle dememiz bir bilgi değildir. (Çünkü tasdîk etmiyoruz, nefy ediyoruz. Duygularımızın bizi aldatmasmdandır. Biz bunu ifâde ediyoruz,) derler. İşte onların bu sözleri kendilerine iblisin soktuğu şüphe, benzetme ve aldatmanın neticesidir.
Fakat biz, (Allah bizi bu hatadan korusun!) bir kere hislerimizin vereceği bilgilerde (hiss-i galatı) diye bir şey kabul etmiyoruz. Ancak galat eden/yanılan (hissimiz değil) hisse hâkim (ve müessir olan) şeydir. (Ruh, akıl ve idraktir). Meselâ: Safrası zehirlenmiş olan kimse, balın tadını acı bulur. Halbuki bal haddizâtında acı değildir. Çünkü kendisinden başkası aynı balı tatsa onu tatlı bulur.
Eğer bu safralı, sözünde isâbet ettiyse (hâdisedeki) illeti bilir ve “şeker de acıdır” diye hükmetmezdi. (Yakînen temas ettiği şeyler hakkında) şâhidlik eden hastalık ve tesirlerden azade) bir hissin (şehâdetinde) hislere hüküm ve tesir edenin de, hata ve isâbet edeceğini bilirdi.
Hz. Şeyh, Fütûhât’mm 94. bâbında his, idrak ve akla dâir uzun îzâhat veriyor. Oraya bak. 
[Şeyh-i Ekber, Fütûlıât’mm on altıncı bâbımıı önlerinde (aşağı menzilleri beyân sırasında,  İblisin iğvâ yollarını beyân eden] “ <j£ ı> p C>J /Sonra onlara her halde önlerinden,
arkalarından bir de sağlarından ve sollarından geleceğim,”  âyet-i kerimesi hakkında diyor ki: “Bu âyette (İblisin geleceği yollardan) yalnız ‘yukarı ile aşağı’ anılmamıştır. Çünkü şeytan insana bu dört yönden gelebilir. Eğer önden gelirse onu yalnız lceşf ve burhan ile defet! Zâten başkası ile olmaz.
Arkandan gelirse onu doğruluk ve nefsin hayvanı arzularını bırakma yolu ile ko!
Sağından gelirse ki bu, delillerini (şüphe bırakmak sûretiyle) şeytanın îmân ve yakînini çürütmek için dâima saldırdığı kuvvetli bir yöndür. Musevî makam ol, ve onun sihirbazlarla olan vakasını imâna geldikleri ana kadar iyi hatırla!
Eğer solundan gelirse onu tevhîd delilleri ve nazarî ilimlerle tard eyle!
Arkadan hücum münkirlere, yahut müşriklere, sağ taraf îmânı zayıf ve sathî olanlara; ön taraftan da hâssselere şek ve şüphe verilir.
İşte yukarıda geçtiği ve az sonra temas edileceği üzere sofistâîlere şüphe ve aldatma bu ön taraftan girmiştir.”
On yedinci bâbında,  şöyle diyor: “Hak Teâlâ’nm nazarında mazi, hâl ve istikbal diye ayrı bir zaman yoktur. Varlıkların, işlerin, oluşların hepsi onun nezdinde bütün mertebeleri ve saymakla bitmeyen şekil ve vasıflarıyla mâlûmdur. Hak Teâlâ’nm bu âlemi ve mümkinatm hepsini gerek varlık gerekse yokluk hallerini bilişi ve idrak edişi böyledir. Hallerin, durumların çeşitlenmesi, mümkinatm bilgisinde değil onların hayâlindedir, mümkinat hallerin açılmasından ona dâir bir bilgi elde etti. Bu bilgiye bundan evvel malik değildi. Kendisinde de böyle bir hâl yoktu. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, a’yân yani var olan şeyleri kendileri için îcâd etti, yoksa kendisi için değil.
Zira kâinat, bütün varlıklar, şimdiki hâli, mekân ve zamanıyla dâima Allah’ın ilminde mevcuttur.
Varlıklara gelince onların hallerinde, durumlarında mütemadiyen ve sonu gelmeyen oluş ve işlenişlerle azar azar ve fasılasız keşifler, değişmeler olur.
Binâenaleyh meseleyi buna göre iyi anla ve güzel kavra. Zira kaderin sırrına bağlı bulunduğu için bundaki sırrı pek az kişiler kavrayabilir.
On sekizinci bâbmda : “Farzları tamam olmayanlar her gece kıldığı teheccüd namazının meyvelerini toplayamaz ve Allah’ın dostlarına akıttığı feyyaz ilimlere nâil olamaz. Eğer farzları noksansa nâfilelerinden tamamlanır. Bu sûretle farzlar, nâfıleleri yutarsa gece namazı kılanın bir nâfilesi kalmaz ve o da teheccüd kılmış olmaz,” diyor. Bunu iyi bil!
Yirminci bâbında : “Cehennem ehlinin (halkının) nimetlerden alacağı zevk, azabın bir gün kesileceği ümidi ve bir müddet azâb vâki olmamasıdır. Onların azâbdaıı aldığı acı da, azabın kesildiği anda tekrar başlaması korkusudur.
'3
Allah'tan gelen haberler yoluyla ve “f4^- ^/Onlardan (azâb) eksiltin eyecektir”  kelâmıyla eman yoktur,” diyor ve daha daha bir şeyler söylüyor.
Yirmi ikinci bâbmda şöyle diyor: “ûjA LJ ûUl^kt /Biz her
şeyi açık bir Mtapta saydık,”  âyetindeki; “Her şeyi saydık” kelâmı, Ceııâb-ı Halde’m bizlere sayılı ve sayıya ait bilgiler verdiğine, ilimlerin de sayılamayacak kadar çokluğuna delâlet eder.
Hakîkaten ben Tanrı bilginlerinden birisine sordum, ona: “İlimlerin sayısını bilmek mümkün müdür?” dedim. “Evet, onlar 129600 çeşittir. Bunlardan her nevi de bir çok ilimleri ihtiva etmektedir ki, bu tarafı (bunların sayısını) ancak Allah bilir,” dedi. (Şeyh bu hususta sözüne devam eder)
Yirmi dördüncü bâbında : “Kulun Tanrısına suâlinin (Ya Rabbi şunu ver! Şunu şöyle yap! gibi hitapların) eıııir olmayıp duâ ve dilek olduğunu ilk defa terim hâline getiren Timıizli Alizâde Muhammed’tir. Allah ondan razı olsun. Kendisi gayb erenlerinin büyüklerinden (evtâd) idi. Biz, bu terimi ondan başkasından işitmedik. Hakîkatte emir olsa da (zira mânâ ona şâmildir) büyük bir edeptir diyor. Temnıül et!
Yirmi beşinci bâbında : “Ben, sûfılerin (önemle) bahsettikleri hırkayı Kâbe kapısının karşısında Hızır (a.s.)’m elinden giyinceye kadar; ‘Ben hırka giydim,’ demedim,”(diyor ve ilâve ediyor);
“Bizim dilimizde hırka, muhabbet, edep ve ahlâklanmaktan ibarettir. Hızır (a.s.)’m ıııâlûm mânâdaki hırkası, Hz. Peygamber’e muttasıl değildir. Ama onun da muhabbet ve edebi vardır.
Meşhur hadisçilerden Hafız İbn-i Hacer: “Hırka giyme hadisi, Hz Peygamber’e kadar gider, muttasıldır ve nevileri de inanılır zâtlardır,” demiştir. Nitekim bu hususu, Fütûhât’m hülasasında (Levâkıhu’ 1-Envâr’da) izah ettim. Hakikatini Allah bilir.”
Yirmi yedinci bâbmda,  şöyle diyor: ^ ^
/Ey adem oğulları her câmide zilletlerinizi alınız (edebinizi takınınız, güzel elbisenizi giyiniz)” âyeti nâzil olduğu zaman Resûl-i Ekrem’e namazda nalınlarını giymesi emrolundu. Bunda namaz kılanlara bir tenbîh (uyarı) vardır. Evet namaz kılanın, namazında okuduğu âyetlerle Rabbine münâcaât etmek sûretiyle huzûrunda adım adım yürümek hâli vardır. Çünkü her âyetin bir mevkii ve durumu buna işâret eder, onları okuyan oraya varır demektir. Halbuki oturup duran nalın giymez.
Gerçi Hz. Mûsâ’ya nalınlarını çıkarması emr olundu. Ama (o, Huzûr-ı Akdes’e varmış), Cenâb-ı Hak ona vâsıtasız kelâm ediyordu. (Namaz kılan böyle midir?!). O, Hz. Mûsâ’nm dahil olduğu makama girmekten perdeli (uzakta)dır. Şu halde eğer makama varmış olsaydı muhakkak ona da ayakkabılarını çıkarması emredilirdi. Devlet reisinin (en yüksek makamdaki bir zâtın) huzûruna girmenin usûlü de budur, yürümesi nihâyet bulunca (yani huzûra vardığı zaman) ayakkabılarını edeben çıkarır.
Namaz kılanın rütbesi ise, ayakkabılarıyla açıklanmıştır.
Şeyh, bu konuda daha bir hayli mütâlaa beyân ediyor.
Otuz birinci bâbmda,  Hızır ile (Mûsâ) (a.s.)’dan hikâye eden; “
^ /Anaya babaya bu oğlanın yerine Rablerinin daha
hayırlı bir çocuk vermesini istedik, diledik”  âyetinde, şunları beyân ediyor: “Bu âyette Hızır (a.s.) sözünü /diledik, istedik” diye cemi’ nûnuyla beyân etmiştir. Bundaki hikmet şudur:
“Uijî kelimesinin mânâsı altında iki iş vardır. Birisi hayra bakar, diğeri de Hz. Mûsâ’nm nazarında ve yerleşmiş âdette hayırlı olmayana.... Hızır’ın yaptığı işte (yani suçsuz ve masum bir çocuğu öldürmekte) bir hayır varsa görünüşte bu cemi nunu yani çoğul zamiri ile Allah’a aittir. Eğer o iş, görünüşte (ve Hz. Mûsâ’nm o andaki görüşünde) münker ve fenâ ise, aynı zamirin delâletiyle iş Hızır (a.s.)’a aittir. İşte bu sûretle kelimedeki (birinci şahıs çoğul zamiri olan) cemi nûnunun iki yüzü (yönü) olduğu anlaşılmıştır 
ki, hayra bakan yüzü ile Hızır (a.s.) işi Allah’a izafe etmiş, üçüncü şahsa ait olan yüzünde ise, kusuru kendisine yüklemiştir.”
Şeyh-i Ekber devam ediyor: “Eğer peygamberin huzûrunda; “ c>j (_£jğ Sik /Her kim de o ikisine (yani Allah’a ve Resûlüııe) âsî olursa
muhakkak azmış sınırı tecâvüz etmiştir” diyen ve Allah’la Resûliinü bir zamirde toplayan hatip, anlattığımız bu iki vechi Hızır’ın bunları bildiği gibi bilmiş olsaydı, Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) ona: ‘Sen ne kötü hatipsin! Allah’a ve Resûlüne âsî olursa diye tasrîh ve tefrîk eylesene!’ ihtar ve ikazıyla onu mahcup eylemezdi. Resûl-i Ekrem (o hatibe ihtar ettiği bu kelâmında) kendisini Rabbi ile bir zamirde toplamıştır. (Ama Allah ve Resûlü diye de açıklamıştır.)
Bir rivâyette de, Resûl-i Zîşâıı bir hutbesinde: “ t>j ^ ^ t>j 11^ M yjaj Vj ila /Her kim Allah ’a ve Resûlüne itâat ederse
o muhakkak olgun ve kâmil olur. Her kim de o ikisine âsî olursa artık o kimse yalnız kendisine yazık eder. Allah’a hiçbir şeyle zarar veremez buyurmuştur ki, bu kelâmında Allah’ı ve kendisini ayrıca zikrettikten sonra ikinci cümlesinde Allah’ı ve kendisini bir zamirde toplamıştır. Zira Peygamber boş söz söylemez. (Bu hakîkati) anla!”
Otuz ikinci bâbmda,  şunları beyân ediyor:
/Sîzin gece ve gündüz uyumanızda onun âyetlerinden birisidir,”  kelâmında Hak Teâlâ dememiştir. Bunun sebebi, mûtadımız olan
uyanık hâlimizde bile uykuda bulunduğumuzu murad etmiş olmasıdır. Bu da, bizde tahakkuk etmiştir. Yani Cenâb-ı Hak bize; ‘Siz bu dünyada kaldıkça ister uykuda, ister uyanık olun, gününüze ve yarınınıza nisbetle uyku hâlinde (gaflet uykusundasmız)’ demek istemiştir.
İşte kelimesinde ‘V! getirmeyip de, bunu “LPV” de
bulundurmasının hikmeti budur.
urljÜ b'Jp] dili Q\ /Şüphe yok ki bunda basiret sahipleri için
ibret vardır,”  ilâhî kelâmındaki “*kelimesi “jj^”dandır. “jUic.i”dan değildir. Ayetin işâri mânâsı şöyledir: “Sûretlerin dış görünüşlerinde (şekilde ve zâhirde) kalmayın bunların dışından içine, asıl maksatlara geçin”! Nasıl ki insan rüyasında bir şeyler görür, bunlar kendisine değil başkasına ait olur. Uyanınca rüyada görülen o şekil ve sûretlerden geçerek (onların işâret ettiği hakikatleri yine o şekil ve sûretlerden istidlâl etmek sûretiyle) uyanıklık âleminde maksûd olan mânâlara iletir. Dünyadaki insanın hâli de böyledir. Halden, amelden, sözden ve sûretten ne görüp bilirse, onlarda arananın (dünya değil) âhiret olduğunu bilmesi gerektir.
(İbret ve geçiş budur) ki, uyanıklık hâleti. (âhiret âlemi) ona da zâhir olur ve buradan geçilir.
Hazret-i Şeyh, bu bahiste bedenî uyku ve rûhî gafletin hikmet ve izahı noktasında sözü daha bir hayli uzatmıştır.
Otuz üçüncü bâbında,  bil İd diyor: “Mükelleflerin bütün işlerinde (niyet), yeryüzündeki bitkilerin çimlenmesine ve hayatına âmil olan yağmur gibidir. Niyet, haddizâtmda birdir. Taalluku (yani niyet edilen şeyler) itibariyle değişir ve çeşitlenir. Netice niyetin miktarına değil, niyetin bağlandığı şeylerin sayısına tâbidir. Çünkü niyetin özü ancak bir işi yapmak veya yapmamaya azmetmektir. Bir işin güzel, çirkin; hayır veya şer olması niyetin eseri değildir. Bu haller, sonradan olmuş bir şeydir. Bunların hükmünü şerîat vâzıı belirtmiş ve mükellef insana tâyin etmiştir. Bilhassa bu yüzden elbette niyetin bir eseri yoktur. Nasıl ki yağmur da böyledir. Çünkü onun durumu yukarıdan aşağıya inmesi ve toprak üzerinde yüzmesidir. Ölü ve cansız toprak onunla hayat bulur. Yahut da fakir bir kocakarımn evi yıkılır. Yağmurun yağmasından maksat, o evi yıkmak değildir. Gerçi yağmurdan sonra güzel ve çirkin kokulu çiçekler açar, tatlı veya acı meyveler olur. Bunlar, kendisinden ve onun eseri değil, toprağın mizaç ve ondaki özelliğin îcâbıdır. Yani çamurundaki iyi veya fenâ kabiliyet, topraktaki tohumun cins ve tabiatındaki mahiyetten ileri gelir. Hak Teâlâ (bu hususu Kur’âıı’mda): ^ (l^i^û $şSj elÂj /Toprak (aynı cinsten) bir suyla sulanır da, biz (o toprağın) gıda maddelerini bitirmesi hususunda birini diğerinden üstün kılarız,”  buyurmuştur.
Binâenaleyh (İlâhî emâneti vaktiyle üzerine almış olan) mükellef bir insan, eğer hayrı niyet ederse hayır meyvesini bitirir. Şerre niyet ederse, o şerrin meyvesini meydana getirir.”
Hazreti Şeyh’in niyete ait birkaç sözü daha Fütûhât’m 68. bâbmda gelecektir ki, orada özet olarak şöyle demektedir: “Arif-i billâh olan, bu diyarda bal ve tatlı yemektedir. Kâmil muhakkikse, (acı ve kekre olan) Ebû Cehil karpuzu yer. Dünya nimetinden lezzet almaz. Çünkü kâmil insan Allah’ın kendisini mükellef kıldığı nimetlere şükretmek ve bundan başka insanların elem, keder ve şâir dertlerini (şiddetli ve ağır yüklerini) taşımakla meşguldur.
Hazret-i Şeyh, Cenâb-ı Hakk’m:
Jk. LuS /Rabbiııiz merhamet ve rahmeti kendi üzerine yazdı (vâcib kıldı.)” 
jLaj üîlc. ilk jlSj /Mü’minlere yardım etmek üzerimize aldığımız bir haktır (borçtur.) 
“JJJIİİI İLaS AHI /(Doğru) yolu kastetmek Allah’a aittir
(gerektir)” 
âyetleri hakkında şunları söylüyor: “Bu âyetlerdeki ilâhı taalıhüd, şer’î mânâsındaki “vâcip” anlamında değildir.  Hak Teâlâ, böyle bir mecbûriyet altına girmekten münezzehtir. Bu ifâdeden maksat, İlm-i İlahi’nin ezelde bizim saâdetimizi sağlayacak bir şeye taalluk etmesiyle onu yapmakta muhtar olmakla beraber ilminin taalluk ettiği şeyin muhakkak ve bizzamrî (zorunlu) vücûda gelmesi ve bu bakımdan vucub ifade etmesidir.
Aynı bâbda : “Enbiyânın vahyi alırken sırt üstü yatmalarının sebebi şudur; İlahi vâridât ki kayyumluk sıfatıdır geldiği zaman insanın ruhu cismini idare etmekten vazgeçerek o vâridâtm tedbiri ve tesiri ile meşgul olduğu için vücûdun ayakta durmasını veya oturmasını sağlayan kuvvet kalmaz ve Binâenaleyh aslına dönerek toprağa yaslanır,” diyor ve ilâve ediyor: 
“Yerde sürünen hayvanlar aslına (yani toprağa) yakın oldukları için ayakları üzerinde duranlardan daha zayıftırlar. Aslî durumundan uzaklaşan her hayvan, yükselmesi nisbetinde aslını bilmekten noksandır. Hastalan görmüyor musun ki, (aslî durumuna) âcizlik devrine döndürülüp kuvvetleri zayıflayınca nasıl zavallı ve miskin oluyorlar! Çünkü ona, yaklaşmış olduğu aslı (toprak hâli, aczinin ve zayıflığının ilk mertebesi) hükmediyor. Sonra şifâ bulup ayağa kalkınca aslından uzaklaştığı için firavunlaşır, ululanır, ceberutluk ve azamet taslar. Kuvvet (ve galibiyet) iddia eder. İşte kâmil er odur ki, sağlığında Allah ile olan bir kişinin hâli de onun hastalığındaki miskinlik ve âcizlik hâli gibi olur,” diyor.
Otuz dördüncü bâbında : “Hak Teâlâ’mn öyle kulları vardır ki, beş duygu yoluyla göz kulak ve şâirden biriyle olmayarak darb,  hareket veya sükûn gibi hâl ve hislerle idrak ettikleri (derûnî) bilgilerden kendilerine âdetler hark olur (harikalar zuhûr eder). Nitekim Hazret-i Fahr-i Âlem, bir hadisinde: “Hak Teâlâ (kudret) eliyle iki omzumun arasına vurdu da, parmak uçlarının soğukluğunu iki memem arasında hissettim,” demiştir. Bu ilmin husûlü, hissî veya mânevi kuvvetlerden birinin eserinden değildir. Enbiyâda görülen bu ilimlerin verâset yoluyla evliyâda da vâki olması, akıldan uzak sayılmaz,” diyor.
Aynı bâbda:  “Kur’ân’m tamamıyla Kadir gecesinde indirilmesinde, eşyânm miktarım ve vezinlerini bilmeye işâret vardır. Kur’ân’m inişi de, o gecenin son üçte birindeydi:
Otuz altıncı bâbında,  şöyle demiştir: jj /Âlimler
peygamberlerin vârisleridir” hadisindeki ‘ulemâ’ bu ümmetin âlimleridir. Çünkü 4jjj” buyrulmuş, ‘Husûsî bir peygamberin vârisidir,’
denmemiştir. Bu itibarladır ki, Hz. Muhammed (a.s.)’m şerîati ile amel eden bütün peygamberlerin şerîatiyle amel etmiş ve hepsiyle amel etmenin sevap ve mükâfâtmı kazanmış olur.
Şurasını unutmamalıdır ki, eski şerîatlerden maksat, bizim şerîatimizle teyid olunanlardır. Yoksa önceleri veya Kur’ân’ımızla hükümleri kaldırılmış (neshedilmiş) olanlar değildir.
Kırkıncı bâbında,  şunları yazmaktadır: “Sihirbazlar: “ s-Cy
/Alemlerin Rabbine inandık” demekle yetinmeyerek “ ujJ^j < /Mûsâ ve Hârun’un Rabbine”  sözünü de ilâve etmişlerdir. Çünkü onlar, birinci cümleyle kalsalardı, Firavun hemen: “Ben de âlemlerin Rabbiyim, bunlar bu sözleriyle beni kasdettiler,” derdi. Buna mahal bırakmamak için Mûsâ ve Hârun’un Rabbine inandık cümlesini ilâve ettiler. Bu sûretle şüphe ve ihtimal ortadan kalktı.
Asânııı yılan oluvermesinde Hz. Mûsâ’nm korkup ürkmesi, sihirbazlara da bu hâlin (kendilerininki gibi) sihir olmadığı kanaatim getirdi. Çünkü insan kendi yaptığı bir işten korkmaz; zira onun hâriçde bir varlığı olmadığını bilir.
Hz. Mûsâ’nm asâsınm, sihirbazların sihir aletlerini, yılanlar sûretinde görülen iplerini yutması (hakîkaten onları bildiğimiz mânâda yutup vücûdlarmı ortadan kaldırması ve içine doldurması gibi olmayıp) bir dâvâcmm, karşısındaki hasmınm delil ve hüccetini hak ile iptal etmesi ve onları çürütmesi gibi olmuştur. Böyle olmayıp bazı müfessirlerin tevehhüm ettikleri gibi onları yok edivermek gözden kaybettirmek sûretiyle olsaydı, sihirbazlar da asâ hakkında şüpheye düşerler ve onun işini de kendilerinin işine benzeterek, îmâna gelmezlerdi. Hak Teâlâ Hazretleri, (bu hâdise hakkında): /Yaptıklarını (amellerinin eserlerini)
yutuversin!”  buyuruyor. Gerçekten onlar sihir ile bir takım ipler ve değnekler vücûda getirmemişlerdi. Yaptıkları şey (sihir aletleri vâsıtasıyla ) insanların gözlerinde hâsıl olan (hayâli) bir çok yılanlardır ki, Hz. Müsâ’mn asâsı (en büyük yılan olarak) işte o yılanları yuttu.
Bazılarının sandığı gibi yutulan şeyler sihir aletleri olsaydı, Hak Teâlâ Hazretleri: /Onların değneklerini ve iplerini yutuversin!”
buyururdu.
Hz. Müsâ’nm korkması ile ip ve değneklerden yılan sûretlerinin almışı sihirbazlar için bir âyet (ve hüccet) oldu.
Hâsılı bu hâdiseyi bazıları yanlış tevehhüm etmiş ve; “Hz. Mûsâ’nm o zamanda getirdiği şey de, sihirbazlar tarafından (getirilen) şeyler cinsindeııdi. (Onların değnekleri, Hz. Mûsâ’nm asâsı) şu kadar var ki Hz. Mûsâ’nm ki sihir bakımından onlarınkinden daha kuvvetli idi,” diyenler olmuştur.
Şeyh-i Ekber, bu konuda sözünü bir hayli uzattıktan sonra şöyle devam ediyor: “Sihir, fecr-i evvel, fecr-i sâni (birinci ve ikinci sabah arasına) verilen “seher” isminden alınmıştır. Bu zaman, aydınlık ile karanlığın birbirine karıştığı bir vakittir. Bu vakit gece değildir. Çünkü içine sabahın ışığı karışmıştır. Gündüz de değildir; zira henüz güneş doğmamıştır. Sâhirlerin (sihirbazların) işi de buna benzer. Sihir, muhakkak (kesin olarak) bâtıl bir şey değildir. Öyle olsaydı büsbütün yok olurdu. Halbuki göz, ortada hiç de şüphe etmediği bir olayı idrak etmiştir. Sihir tamamıyla hak da değildir. Gerçi seyredenin gözünde bir görünüşü, vücûdu vardır. Ama o, hakikatte gözün gördüğü ve görenin zannettiği gibi değildir.”
Hazret-i Şeyh, bu meseleye asim (cWit) on altıncı bâbmda da işâret etmiştir. Bence bu, benzerini işitmediğim güzel bir kelâmdır.
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’ımn kırk birinci bâbmda:  “Hak Teâlâ Rabbânî hâtifleriııden bazısıyla: ‘Ey kulum! Gecelerin benim içindir, Kur’ân ile meşgul olman için değil, “Ikjk Ula çşl ^ ü) /Gündüzleri senin için bol bol iş vakitleri vardır   gecenin tamamını bana ayır. Sen geceleri Kur’ân okurken ben sana âyetlerin mânâları üzerinde durup kalmanı emretmedim. Çünkü onun mânâları (üzerinde durmaklığın) seni, benden ve hikmetlerini müşâhedenden ayırır.
Bir âyet-i kerime (bakarsın ki), seni cennetime ve orada dostlarıma hazırladığım nimetlere götürmüş; sen, cennette hurilerle birlikte, astarlan istebraktan (en pahalı ve şahane kumaşlardan) yapılmış minderlere, koltuklara dayanmışsın, o anda ben neredeyim!
Bir âyet de seni cehenneme götürmüş, orada çeşitli azâbları gösteriyor. Sen orada bunları tasavvur ile meşgulken, ben neredeyim!!
Bir âyet seni Adem kıssasına, yahut Nüh veya Sâlih veya Mûsâ yahut Isâ (hepsine salât-ü selâm olsun) kıssalarına götürmüş; sen oralardasın, ya ben neredeyim!
Ben sana Kur’ân okurken (benden ayrılıp bir takım işleri) tedebbür ve tefekkür ile meşgul olmanı emretmedim. Ancak gönlünü bana bağlamanı (ruhunu ve akimı bana vermeni) istedim.
Kur’ân’dan hükümler çıkarma işine gelince, onun vakti ayrıdır. (Bu maksatla işe başlar,, ona göre çalışırsın); ‘orada da yüksek ve daha ulvî makam vardır,’ diye nidâ ettirir,” diyor ve bu hususta daha îzâhat veriyor.
Kırk üçüncü bâbında : û)j 4^ câiji /Müftüler sana fetvâ
verse de, sen fetvâyı (yine) kalbinden al!” şerefli hadisi hakkında şöyle diyor: “Bu hadiste müteverrilerin (Allah’tan korkan ve fenalıklardan sakınanların) makamını örtmek, saklamak vardır. Zira onlar, bu makamdan bahsederlerse hemen tanmıverirler. Nitekim büyük sûfîlerden Bişru’l- Hâfî’niıı kız kardeşi (mezhep sahibi) İmam Ahmed’e:
-Geceleri vâlileriıı (devlet büyüklerinin konaklarında yakmakta oldukları) meşalelerinin ışığında yün eğirmek meselesini sorması yüzünden tanınmıştı. İmam Ahmed Hazretleri, ona:
-“Evinizden sâdık (sâfî) bir verâ çıkıyor. Onların ışığında yün eğirmeyin,” dedi.
Bu mübârek hanım, eğer “fetvâyı kalbine sor!” hadisinin mânâsını bilseydi, meşalelerden şüphelendiği zaman ondan bir şey sormaz, hem sormaya lüzum görmeden o durumda yün eğirmeyi bırakır, hem de kendi makamını örter ve bu yüzden halkın senâsma (övgüsüne) uğramazdı. Çünkü Hz. Peygamber, bu ölçüyü kalplerimize ancak; ‘Makamımız halktan gizli kalsın! Amellerimiz sâfî ve hâlis olsun, onu Allah’tan başkası bilmesin,’ diye vermiştir.
Fakat birimiz kendisine uyulan bir imam (mürşid) olursa, verâıııı açığa vurması lâzımdır ki, o meselede kendisine uyulsun.”
Kırk beşinci bâbında : “Evliyânm kâmilleri (insanları) Allah’a (din ve ahlâk yoluna) dâvet etmekle beraber makamını gizleyebilenlerdir. Bu zâtlar, hadis kitaplarını, ince mânâlı kıymetli sözleri ve eserleri, avâmın bilmediği meşayıh hikâyelerini okuyup anlatmakla halkı Allah’a dâvet ederler. Yalnız bu işte sağlam ve ibretli olan rivâyetlerin nakledilmesi ve kendi hallerinden bir şey bahsetmemeleri lâzımdır,” diyor.
Bu hususa tamamıyla riâyetleri görülenler, muhterem hocalarım Şeyh İbrahim Ca’berî, Alımed Zâhid ve Hüseyn Hâlcî idi. Allah onlardan razı olsun.
Hazret-i Şeyh, yine bu bâbda  -nitekim- diyor: Resûl-i Ekrem (s.a.v.), peygamberliğinden önce Allah’tan bir inâyet olarak İbrahim (a.s.)’in şerîati ile ibâdet ederdi. Kendisine vahy ve risâlet gelinceye kadar bu hâl üzereydi.
Kâmil bir velîye gereken de tertemiz şerîatle amel etmeye sarılmaktır.
O kadar ki Hak Teâlâ, bir anlayış gözü açıp Kur’ân’m mânâlarını ilhâm buyursun. Bu sûretle muhaddesînden (derûnî doğuşa ve buluşa erenlerden) olsun. Hak Teâlâ onu bu dereceden sonra halkı irşada memur eder. Nasıl ki Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de, risâletle vazifelendirildiği zamanda böyleydi.”
Kırk yedinci bâbmda,  diyor ki: “Bir muhakkik için Allah’ı Kur’ân’da vârid olanlardan gayrisiyle zikretmek münasib olmaz. Hattâ o, zikrinde (aynı zamanda) bir Kur’ân okuyucusu da olmalıdır ki, hem zikri hem de tilâveti bir sözde toplayabilsin. Bu sûretle zikredenler, hem zikir hem de Kur’ân okumanın ecrini kazanır.
Kur’ân’ı.tilâvet niyeti olmadan zikir kasdıyla okursa, zikir ecrine nâil olur, tilâvet ecrini almaz. Bu itibarla da, niyetinden eksik bıraktığı şey kadar faziletinden noksan olur.
Şeyh-i Ekber, bu hususta bir hayli izahtan sonra, “ ^ ajj «.Lal jüc. 4-^jâj ûjJaâ /Oruçlu için iki sevinç vardır. Birisi iftar zamanında, diğeri de Rabbine kavuştuğundadır,” hadisi hakkında şunları söylüyor : “Madem ki oruç Tanrı’ya kavuşmaya sebeptir, bu bakımdan namazdan üstündür. Çünkü namaz, müşâhede değil, münâcaattır. Halbuki oruç, Allah’ın müşâhedesi olan mülâkatım neticelendiriyor. Namaz ile müşâhede arasında perde vardır. Fakat oruçta yoktur. Bilmez misin ki Cenâb-ı Hak; “Kulum ile namazı aramda ikiye böldüm,” demiştir. Halbuki oruç bölünmez.”
Hazret-i Şeyh, bu bâbda daha sonra şunları söylemiştir:  “Meleklerin terakkisi ilimdedir, amelde değildir. Onlar ilimde yükseldikleri gibi amelde terakki etmezler. Eğer melekler ilimde terakki etmemiş olsalardı, Hz. Âdem’e esmânm hepsi öğretildiği (ve onları meleklere bir bir söylediği) zaman onlar bu ziyâdeliği kavramazlardı. Öyle ya; onlar, evvelce bilmedikleri isimleri bilmekle hakîkaten kendilerinde bir bilgi artması oldu. Teemmül et (düşün)!”
Hazret-i Şeyh, 48. bâbmda : “Uj^' /Allah’a itâat
ediniz, Resulüne de itâat ediniz!”  mealindeki İlâhî emir hakkında diyor ki (birinci emrin açık mânâsı):
“Resûlünün lisanıyla size emrettiği ve peygamberin de: “Allah size şöyle emrediyor” dediği şeylerde Allah’a itâat (ve emirlere riâyet) ediniz,’ demektir. Sonra buyurmuştur. Burada, Allah’a itâat emrini,
Resûlüne itâatten ayırmıştır. Resûlüne itâatten maksat, eğer onun Allah’ın emirlerinden bize tebliğ ettiği şeyler olsaydı, bunda (yani Resûle itâat edin demekte evvelkinden) fazla bir fayda olmazdı.
Resûl-i Kerim’e itâat etmemizden maksûd olan, onun bize (Allah adına olduğunu söylemeden doğrudan doğruya) emir ve nehy ettiği şeylerdir. Bunu bize söylerken, ister “Allah size şöyle emrediyor veya şundan men ediyor” diye açıklamış olsun, isterse açıklamasın bu emirler de Kur’ân gibidir. 
Hak Teâlâ bir âyet-i celîlesinde: “ ^ <Uj^jl'
/Peygamber size ne emrederse onu tutunuz! Her ne şeyden men ederse, ondan vazgeçiniz!” ’ buyurmuştur ki, bunun mânâsı: “Kullarımıza, Kur’ân ile tebliğ ettiğimiz emir ve yasaklara ilâveten, peygambere de namımıza emir ve yasaklamaya yetki verdik” demektir.
Şeyh, bu âyetin tefsirinde daha bir çok beyânda bulunduktan sonra ülü’l-emre (emir sahibine, emir vermek mevkiinde olana, devlet reisine veya onun tâyin ettiği vâli ve kumandanlara) itâat meselesine geçerek diyor ki: 
“Ülü’l-emre itâatm mânâsı (hakkında) Allah ve Resûlü’nün sarih bir emir veya nehyi bulunmayan) mübah işlerde (onlarmda emirlerine itâat ediniz demek)’dir. Onlar bize bir mübahı emir veya yasak ettiklerinde bu emirlere de itâat edeceğiz. Bu itâatımızla da, Allah’ın bize vâcip kıldığı şeylere itâat edenlerin aldığı ecre nâil olacağız.
ÜlüT-emr için Resûl-i Ekrem gibi din ve şerîat kurmak (veya onun şerîatinde yeni bir yol açmak, yahut dinin bir hükmünü değiştirmek veya kaldırmak) hak ve selâhiyeti yoktur. Bu sebepledir ki, âyet-i celilede, emir sâhipleri için, Resûlü hakkmdaki gibi; /İtâat ediniz” kelimesi
zikredilmemiştir.
Şeyh Hazretleri, yine bu kırk sekizinci bâbda  diyor ki: “Hak Teâlâ, secde etmeyi yalnız insanlara emretmiş ve bu secdeyi de;
/Secde et de, yaklaş!”  kelâmıyla kendisine en yakın bir makam kılmıştır.
Hazret-i Peygamber de: 4jj t> ±i*l\ jjlı U ı_ıjai /Bir kulun
Mevlâsına en yakın oluşu, secde hâlindedir,” hadisiyle de bize bu makamı bildirmiştir.
Buradaki yakınlık, bize Hak Teâlâ’nm üstünlük nisbetini bildirir: “ j*j üja /O kullarının fevkinde kâhir ve galebe edicidir. Yegâne hükümdardır.” 
^441) /Onlar, Rablerinden üstlerindekinden
korkarlar,”  âyetlerindeki “‘•^M /üstünlük” nisbetinin, /altta, aşağıda
olmaldık” nisbetine eşitliğini ifâde etmektedir. Zira secde eden (bir kul), yüzünü yere koymakla bir süflilik arar, nasıl ki, ayağa kalkan ve duâda ellerini ve yüzünü semâya kaldıran bir ulvilik ister, Hak Teâlâ hiç şüphesiz ki secdeyi kendine en yakın hâl kılmıştır. Hak Subhânehû yukarıyı aşağıdan, aşağıyı yukarıdan takyîd etmemiştir. Çünkü üstü, altı, yukarıyı ve aşağıyı yaratan kendisidir.
Arş üzerine istivasını, dünya göğüne inişini de bunun gibi takyîd eylemez. (Her nerede olursak Allah bizimledir) kelâmının mânâsı budur.
Hak Subhaneh, “amâ (c.U*Jl)”da (zaman, mekân yok âlem yaratılmamış) iken de, arş üzerine istiva etmiş iken de dünya göğünde ve dünyada olması hâlinde ve her birimize şah damarımızdan daha yakın bulunuşunda da bizimle beraberdir.
Kırk dokuzuncu bâbında:  “Yaratılmışlar içinde yalnız cin ile insanın övünme ve böbürlenmesinin sebebi, bu iki sınıfın îcâdma Cenâb-ı Hakk’m
Latîf, Haıınân, Raûf ve Rahîm isimleriyle İlâhî tenezzülün teveccüh etmiş olmasıdır. Binâenaleyh bunlar varlık âlemine çıkarıldıklarında azamet, izzet ve kibriyalığı yalnız kendilerinde gördükleri için kibirlenir ve büyüklenirler; fakat diğer mahlûkatm îcâdına yüz tutan İlâhî isimler Ceberût, Kibriyâ, Azamet ve Kahırdır. Bu itibarla onlar varlık âlemine İlâhî kahr altında zelîl ve mütevâzî bir halde çıktıkları için ululuğa, tekebbüre yeltenmesini bilmek keyfiyeti kendilerinde yer etmemiştir,” diyor ve her iki hususa ait izahta bulunuyor.
Şeyh, yine bu bâbmda  her sûrenin başında besmele yazılmasının sebeplerini de izah ediyor ve diyor ki: “Sûreler azamet ve iktidar isimleri isteyen bir takım korkulu iş ve meseleleri ihtiva eder. (Ruhu bunlara) alıştırmak ve mü’minlere bir müjde olmak üzere (besmeleyle) rahmet isimleri başa alınmıştır. Bu sebepledir ki, (başında besmele bulunmayan) Tevbe sûresi Enfal sûresinin devamıdır demişlerdir.”
“Her müstakil sûre besmeleye ihtiyaç gösterir,” diyenler de, Nemi sûresindeki besmele, Tevbe sûresinin besmelesi yerindedir. Bu sûretle Kur’ân 114 besmeleden eksik olmaz. Bu sebepledir ki, Nemi sûresindeki besmelenin elifi (diğer sûrelerin evvelindekiler gibi) yazılmamıştır ki bunun da, sûre başlarındaki besmeleden olduğu bilinsin!
Buna delil de: Kur’ân’daki IÂI'JL* 411 ^Lu”  ile ^jSi” 
kelâmındaki iki kelimede de olduğu gibi (elifi) hazfetmemeleridir. 
Fütûhât’m 301. bâbmda Hazret-i Şeyh’in yazdığı üzere en güzeli ve hattâ bence de uygun görüleni, Enfal Sûresiyle Tevbe Sûresinin bir sûre olmasıdır. Aralarındaki besmele bu yüzden terkedilmiştir.
Başka bir yönden terkedilmiş ise, onun rahmetle berâe (hesabını yüz akıyla verme, borcundan kurtulma) arasında bir münâsebet görülmüş olmasıdır. Fakat bu yönde o kuvvet yoktur, hattâ bu zayıf bir vecihtir. Doğrusu, evvelinde veyl: tehdit ve yazıklama bulunan bütün sûrelerde besmele vardır. Azâb ve tehditten (hâsıl olmuş) bir merhamet nerede var ki!
Şeyh, bu meseleye dâir 327. bâbmda da, şunları yazmıştır: “(İlham-ı Rabbânî) İlâhî vâridât bana haber verdi, bir şahid de beni bu meselede
Rabbimden bir belge üzerine tuttuktan sonra onun bana doğru söylediğine şehâdet eder ki, her sûrenin başında besmele tahsis edilmesi, ancak o sûrenin menşûrumuzdaki ilâhî rahmeti taçlandırmak, aynı zamanda sûrede adı geçen müslümanlara o rahmetin erişeceğini i’lâm içindir. Çünkü oradaki besmele, sultanın fermanları başındaki tuğrası ve hükümdarlığa mahsûs nişanı ve hükmü gibi Allah’ın bir rahmet nişanı ve damgasıdır. Çünkü o, bu alâmetle kabul edilecek ve Allah’tan olduğu onunla bilinecektir.
İşte ilâhî vâridâtm bize verdiği haber budur. Biz de buna şehâdet ederiz ve böyle kabul ederiz. Allah’a şükür bunu aklımıza da uygun buluyoruz. Fakat şerîatlerin zuhûr mahallini müşâhede edemeyen (gönül gözü kapalı) bir kimse (perde arkasından) velâyet makamı ile risâlet makamını ayıramaz. Anla!
338. bâbmda da aynı mesele etrafında şunları yazmıştır: “Bil ki Hak Teâlâ Kur’ân sûrelerinin evvelindeki besmeleyi o sûrede mü’minlerden birisine ait va’îdlerin (tehditlerin) hepsine hâkim kılmıştır. Bu sebepledir ki her muvahhid, (Allah’ı bir bilen) besmele okumakla (Allah’ın Rahman ve Rahim sıfatlarıyla) ilâhî rahmet ve merhametine meyi ve iltica eyler, bu da günahkâr müvahhidlerden birisine şekavet (kötü işler) yaptıran fenâ sıfatların zevâli hususunda büyük müjdedir.
Lâkin Tevbe sûresini Enfal sûresinden ayrı kabul edenlere gelince onlar, bu sûrenin ismi olan ‘Tevbe’ kelimesinin mânâsı üzerinde durmuşlar ve; “Tevbe: kullar üzerine şefkat ve merhameti tazammun eden ilâhî bir dönüş ve teveccühtür. Bu itibarla Tevbe ismi besmele yerine kaim olmuştur. Zira Allah’ın kullarına teveccühü ancak rahmetiyle olur,” demişlerdir.
Fütûhât’m ellinci bâbmda:  “Hak Teâlâ hakkmdaki hayretimizin sebebi, aklî deliller veya (rûhânî) müşâhede yollarından birisiyle Hak Teâlânm zâtını bilmek istememizdendir. Aklî delil, keşf ve müşahedeyi reddeder. Naklî delil de buna işâret etmiş, fakat hükmünü tasrîh etmemiştir. Aklî delil, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’m zâtıyla kaim olan bütün sıfatları yolundan onun zâtını ve hakikatini idrakten âcizdir. Akıl, kendi nazarıyla ancak selbi (Hak Teâlâ hakkında câiz olmayan) sıfatları kavrayabilir. Buna da, mârifet adı verilmiştir.
‘Her ne zaman hayret artarsa, Allah’a ait bilgi de çoğalır. Bu sebepledir ki keşf ehlinin hayreti daha büyüktür,’ dedikten ve bir hayli de izah da bulunduktan sonra, ulemâ ile ülü’l-emrin, Allah adamı olanları kabul 
veya inkâr etmek hususundaki çekişmesi olmasaydı bir nazîri peygambere gelmiş olan: Teaccüb, ferah, dahlc, nüzûl; yani hoşlanmak, sevinmek, gülmek ve inmek gibi ilâhî sıfatları ehlullah da getirirdi.
‘Gerçi âlimler onu inkâr etmekle ne kazandı! Ehlullah da, Cenâb-ı Hakkın kendilerini muttali kıldığı mârifetten bir şey bahsetmemelcle sanki ne yaptı!! ’ diyor ve uzunca kelâm ediyor.
Hazret-i Şeyh, elli birinci bâbmda,  şunları söylemiştir: “Allah adamlarından öyleleri vardır ki, Hak Teâlâ yemek, içmek, giymek ve şâire hakkmdaki helâl ve haram hükümlerini tanıtan alâmet ve nişanı onlara bahşetmiştir ki bu, ancak rahmânî nefesle olur. Bu zâtlar, bu meziyetleri yüzünden insanların hâlini, iç yüzlerini aramaktan ve Allah için mal ve servet toplayanlara kötü zan beslemekten (dünya işleriyle) yorulmaktan kurtulup istirahata kavuşmuşlardır. Sonra bu hâl onlarda ancak haramdan ve şüpheli şeylerden son derece sakınmakta şiddetli sıkıntı çektikten sonra zuhûra gelir. Bu noktada Hak Teâlâ onları mükâfatlandırmış, meselâ yenilip içilecek şeyler hakkında o alâmetleri vermekle kendilerinden külfeti kaldırmıştır. Bu itibarla onlar (her işlerinde) bu ölçüyü kullanırlar. Bu hususu bilmeyenler de, onları haram yiyorlar sanır. Ama iş öyle değildir”.
Şeyh, bu hususta daha îzâhatta bulunmuştur.
Elli ikinci bâbmda,  bil ki diyor: “İnsanın babasından ziyâde anasına nisbet edilmesi daha uygundur. Çünkü insan baba cihetinden bir izdivacın mahsulü, ana cihetindense hakîkaten onun oğludur.”
(Ruh da, bedenin tabiatının oğludur ki, bu tabiat kendisini emzirmiş, onun kamından çıkmış, onun kanıyla beslenmiştir. Bu itibarla tabiatının hükmü, annesinin hükmü gibidir. Yaşadıkça dâima onun gıdalandırılmasma muhtaçtır.) 
Elli üçüncü bâbmda:  “Şeyhi olmayan bir kimsenin bir şeyh buluncaya kadar dokuz şeyi yapması lâzımdır. Bunlar da; az yemek, az uyumak, susmak,  halktan uzakça kalmak, doğruluk, sabır, tevekkül, azimet ve yakînden ibarettir,” diyor.
Elli yedinci bâbında da: /Allah insana
fâcirliğini de takvâsını da ilhâm etti”  âyeti halanda şöyle diyor: “Cenâb- ı Hak, bu âyette fucûru takvâdan önce anmakla insanda fıslc ve fücûrun galib ve nefsin fücûr ve takvâyı kabul eden bir mahal olduğunu, kulun kendisine mukadder olan fenâ bir hâlin vukûunda Rabbine döneceğini ve Hak Teâlâ’nın da onun tevbesini kabul edeceğini bildirmiştir/”
Şeyh, fücûr, takvâ ve şeytanın iğvâları hakkında uzun izahtan sonra fücûrun ilhâmı diyor: “ c-Vjj Lu
/Biz onlara da bunlara da hep Rabbinin lütuf ve ihsânmdan imdâd ve yardım ederiz. Rabbinin kerem ve ihsânı ise, bitip tükenmez ve kimseden men edilemez”  İlâhî beyânına dahil olanlaradır:
Nefis, kendisine ilhâm edilen fücûr ve takvâdan her şeyi kabul eden bir mahaldir. Fücûr nefsin ondan ictinab etmesiyle; takvâ da, nefsin o yola düşmesiyle belli olur. Nefis zâtı itibariyle kötülüğü emretmez. Çünkü kendiliğinden tecâvüz edemez. Gerçi Allah Kelâmında: “foj&V Jj) /Muhakkak nefis kötülüğü çokça emreder”  diye vârid olmuştur. Ama bu söz, Allah’ın hükmü değildir. Mısır maliye bakanının -hanımının (Kur’ân’da Azîz’in karısı diye anılan Züleyhâ’nm) kocası Azîz’in meclisinde söylediği bir sözdür ki Cenâb-ı Hak, ancak bunu hikâye buyurmuştur. Bu, ayrı bir meseledir. Kur’ân bu noktada sükût etmiştir. Âyetin yüzüne bağlanıp kalmak (diğer âyetlerin hüküm ve işâretlerini dikkate almamak) doğru değildir. ‘Bir delile ihtimal dahil olursa, onunla ihticâc sâkıt olur’ kelâmı muhkem bir kaziyyedir.
Elli dokuzuncu bâbında,  diyor ki: “Deccâl hadisinde bildirilen “ <»JJ
<uU JLJİJ fjjj f jjj Âiu£ /Bir gün bir sene gibi, bir gün bir ay gibi, bir gün bir hafta gibi ve diğer günleri de şâir günleriniz gibi (olacaktır)” haberini bazı kişiler, o uzun günleri ve uzunluğu; o zamandaki şiddetli korkudan dolayı uzun hissedecek diye tevehhüm etmişlerdir ki, hâl böyle değildir. Çünkü hadisin tamamı, Hz. Aişe’nin sözüyle bu noktadaki tereddüdü kaldırmıştır.
Hz. Aişe, Resûl-i Ekrem’e:
- ‘O uzun günlerde namaz vakitlerinde nasıl hareket edilecektir?’ diye sormuş, Resül-i Ekrem de:
- ‘Vakitler takdir olunur,’ buyurmuştur.
“Eğer bu iş, yıldızların hareketlerinde bir değişme olmadan bulundukları hâli muhafaza etmek sûretiyle vukû bulmayacak olsaydı, bulutlu günlerde vakitleri bildiren saatlerle o uzun günleri tâyin ve takdîr etmemiz doğru olmazdı. Öyle ya, o günlerde de güneşin görünmediği zamanlar olacaktır. Çünkü Deccalm çıkışında, gök yüzünü bulut kaplayacak, gittikçe kalınlaşarak geceyle gündüz fark edilmeyecektir. Bu hâdise, âhir zamanda vâki olacak acâib olaylardan biridir ki, bugün bile (bazı vakitler) o kaim ve siyah bulutlar semâ ile aramızda yığılarak (gündüzü geceye çeviriyor) da astronomlar, rasatçılar, aynı hareketlerle geceyle gündüz müddetlerini ve namaz vakitlerini gâyet isâbetli bir sürette tâyin ve takdîr ediyorlar,” dedikten sonra:
“Eğer bir sene kadar uzun olacak gün bu günkü gibi bir gün olsaydı, namaz vakitlerini takdîr sûretiyle tâyin etmemiz gerekmezdi. Bilakis güneşin zevâline intizâr ederdik. Binâenaleyh güneş (şimdiki görünüşü gibi yürümeyecek) dâima bir yerde kalacak, zevâl noktasına gelmeyecek, biz de meşrû olan öğle namazım tam vaktinde kılamayacağız. Eğer güneş yirmi sene ve daha ziyâde zamanda aşmadan veya zevâle yaklaşmadan kalsa Ceııâb-ı Hak (namaz vakitlerini takdîr etmemizden) başkasını teklif etmezdi,” diyor ve sözü zaman meselesine getirerek:
“Zaman mefhûmunu ve medlûlünü anlamakta bilginler ihtilâf etmişlerdir. Felsefecilerin çoğu; ‘Zamanın mevhum bir müddet olup, göklerin onu hareketleriyle parçalamasıdır,’ diyorlar. Kelâmcılar da; ‘Kendisinden, ne zaman?’ diye sorulan bir oluşun birbirine yaklaşması (arka arkaya akışı)dır,’ derler. Araplar ise, zaman kelimesiyle gece ve gündüzü murad ederler.
Bizim bu bâbdaki maksûdumuz da budur.
Altmış sekizinci bâbmda,  şöyle diyor: “Bazı ulemânın; “niyeti” toprakta (teyemmümde) şart kılıp da, suda (abdestte) luzum görmemelerinin
sebebi:
“Su, hayatın sırrıdır. Bizâtihi hayat verir. Bunda niyet ve kasd olmuş, olmamış müsâvîdir. Toprak buna benzemez; çünkü o, kesîftir. Organlar (azalar) da su gibi akmaz, istenilen bunda yapılmaz. Bu itibarla teyemmüm eden husûsî bir kasd ve niyete muhtaç olur. Su ise, bunun tersinedir. Çünkü Hak Teâlâ, abdest için “ljLel /Yıkayın”  buyurdu da, teyemmüm hakkında: /Temiz bir toprağa”  diye vasfettiği gibi; “ e'-*
WîPa /Temiz bir su ile teyemmüm ediniz!” demedi.
(Buna itiraz olarak) JUC-SH L*3l /Amellerin hükmü niyetlere
göredir,” abdest de bir ameldir derlerse, cevabımız şudur:
Evet! Bu sözlerinizi biz de kabul ederiz ve biz de böyle deriz; fakat buradaki niyet suya değil niyetin taalluk ettiği işedir, ameledir. Su, bir amel değildir, teyemmümdeki kasd yani niyet ise, toprağa aittir. Bu itibarla abdest, suya ait bir amel olmadığı için husûsî bir niyete ihtiyaç göstermez; zira su, amele tâbidir.
Teyemmümdeki niyet ise, temiz toprağa mahsûstur. Amel de buna tâbi kılınmıştır. Bu itibarla işe başlanacağında husûsî bir niyete ihtiyaç gösterir. Nitekim su ile alman abdest ve yapılan gusülde ve bütün dînî amellerimizde bulunması emredilmiş olan ihlâsa ihtiyaç gösterir ki, bu da bir niyettir.
Hazreti Şeyh, su ve ahkâmına ait meselede sözü uzatıyor. Niyete taalluk eden mesele, otuz üçüncü bâbda  geçmişti. Oraya bak!
Aynı bâbda : “Her millet ve cemâatin ilim adamları, şu noktada ittifak etmişlerdir ki, dünyaya rağbet etmemek, onun faydasız zevk ve menfaatlerini terk edip elindeki cüz’î ve zarûrî ihtiyacına kâfi meta’ı ile dünyadan ayrılmak her aklı başında olanın nazarında en doğru ve uygun bir harekettir. Hele ta’n ve takbih edilecek şüpheli mallara gelince, onları elde tutmak hiç doğru değildir. Şüpheli şeylerden el çekmek verâdır; zühd değildir” diyor ve bu hususta izahlarda bulunuyor.
Aynı bâbda,  büyük abdestte ufak taşlarla temizlenmenin ve bu işte üç veya fazla fakat tek sayıda taş kullanmanın hikmetini beyân ediyor ve diyor ki: “(îsticmâr kelimesinin kökü olan) cemre kelimesi cemidir, cemâattir. Tek olan da, Allah Teâlâ’dır. Hak Teâlâ isticmâr (taşlarla temizlik yapma) hâlinde bile halka meşhûd olmaktan hâli kalmaz.”
Hazret-i Şeyh, isticmarm delâleti, cemâat ve teklik işâretleri üzerinde çok şeyler söylüyor ve sonunda da:
“Benim de bu hususta kabul ettiğim budur,” diyor ve devam ediyor: “İsticmârda bir taş kullanmak câiz değildir. Bu isticmâr ile kasd olunan amele aykırı düşer; zira cemre, çoğul mânâsındadır. Birden fazlaya da çoğul denir. Bunun en küçük tek sayısı da üçtür.”
Hac kitabında, hacıların attığı çakıllardan (şeytan taşlamaktan) bahsederken de bu meseleye temas ediyor ve ‘bil ki’ diyor: “Bir taşla istincâ etmeyi câiz görenlerin sözünde isticmar mânâsı yoktur. Çünkü (kelimenin aslı olan) ‘cemr’ bile üç harflidir. Araplarda bir taşa ‘cemre’ demezler.
Aynı bâbda,  şunlardan da bahsediyor: “Bir şeyin yüzü demekle kasdolunan (o şeyin ismi değil) hakikati, zâtı ve kendisidir. (Buna misal de) Hak Teâlânm: (^jali /Q gün öyîe yüzler vardır
ki, ekşi ve pusarık (asık)tır. Öyle İd çekecekleri şiddetli azab ve uğrayacakları büyük belâ ve musibetlerin belini kıracağını anlamıştır.”  Çünkü yüzler, insanın ön tarafmdadır. (Açıkça görülüyor) bunlar, zanla vasıflandırılmaz; zira buradaki zan, insanın hakikatine aittir,” diyor.
Şeyhin bu hususa dâir bir sözü de: “(-hKî /Allah’ın
yüzünden başka her şey helâk olacaktır)  İlâhî kelâmının tefsiri sırasında gelecektir ki, Şeyh orada: “Bir şeyin yüzü ile murad olunan mânâ, yüzden kinâye olan zâtı ve aslıdır. (Bu asıl ve esas insanda) ucb-u zeneb/kuyruk sokumu kemiğinde mevcud olan bir maddedir. Çünkü bu madde fam olmayacaktır. Nitekim bu noktayı şerefli hadisler de ifâde ve tasrîh etmektedir. Ayetteki (vecih)ten maksat, sanıldığı gibi Hak Teâlâ değildir. Çünkü onun fâııî olmayacağını (dâima bâlcî kalacağını) tenbîhe ihtiyaç yoktur,” demiştir. 
Hazret-i Şeylı’in bu meseleyle ilgili diğer bir kelâmı da, Ftitûhât’m 381. bâbmda Hz. Peygamber’in: Vj jU-S ^iıo /Hakîkaten gözlerim
uyur, ama kalbim uyumaz,” hadisinin izahında gelecektir ki, özetini şimdiden buraya aldım.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) hayâl âlemine intikal edince sûretini orada gördü. Kendisi abdestli iken uyumuştu. Gördüğü bu sûrette kendisine abdestini bozduracak bir hâl görülmedi. Bundan uyku hâlinde iken abdest bozduracak bir şey olmadığını anlıyor, bu sebeple de ‘uyumak abdestin bozulmasına sebeptir. Abdest bozmak değildir,’ diyor ve şunları da ilâve ediyor: “Her kim bu makama ulaşırsa onun (uyumakla) abdesti bozulmaz.” 
Ebû Abdullah el-Kureşî’nin şeyhi olan Ebu’r-Rabi’ el-Mâlikî böylesi bir zâttır. Ama onun bu makamı hâssaten pazartesi günündedir.
Aynı bâbda,  istinşakm (buruna az su vermek) zâhiri ve bâtmî yönünü anlatıyor. Kulun (abdest ve bilhassa gusülde) burnuna su vermekle emrolunmasmm sebebini izah ediyor.
Arap örfünde burun, izzet ve ululanmak mahallidir. Bunun içindir ki Arap birine bedduâ ettiğinde ^ ^ lAllah
burnunu yere sürtsün! Çünkü burun doğrusunda şöyle şöyle yaptı,” der.
/Ruğam’, toprak demektir. Yani Allah seni izzetinden zillete, büyüklüğünden küçüklüğüne indirsin, demek ister. Topraktan maksat budur (ki sözü kinâye yoluyla söylemiş oluyor). Zira Cenâb-ı Hak yere,* ,‘JA /son derece alçak’ sıfatını vermiştir.  Alçak ve zelîl olanın düşürdüğü de, alçağın alçağı, ondan daha alçak demektir.
Bir de kibir ve gurur (insanın) içinden ancak kulluğa ait hüküm (ve muameleleri) yapmak sûretiyle def edilir. İşte şerîatin buruna su çekmekle içindeki pislikleri dışarı çıkartması bundandır. Bununla, ona şöyle denilmek istenmiştir: “Burnuna su doldur, sonra onu nefesinle dışarı saç! Çektiğin su, senin kulluğa mahsûs bir amelindir. Onu kibir ve gururunun mahallinde kullandığın zaman (kendini alçaltmak ve suyu geri vermek suretiyle suyun oradan alıp çıkardığı pislikler gibi) kibir ve gururun da oradan çıkacaktır.”
Yine aynı bâbda;  “Hak Teâlâ’ya hiçbir şey hâil olmadığı halde kuluna tenhâda bile avret mahallini örtmekle emir buyurmuştur. Çünkü Hak Teâlâ’nm kulları baklandaki hükmü, onların yapmakla (tab’an) mükellef oldukları işler hakkındadır. Şerîat, bu hususta da örfe tâbi olmuştur,” diyor.
Ayııı bâbda,  kulakları temizlemenin hikmetini beyân sırasında: “Kulakların iç temizliği sözün en güzelini dinlemekle olur; zira sözde bir güzellik vardır. Onu Allah’ın Kur’ân’da zikretmesi, güzelliğini bir kat daha artırdı. Hak Teâlâ bu sûretle iki güzelliği bir yerde topladı. Binâenaleyh medlûlü yalnız Allah’ı zikretmekten ibaret olan her âyet gibi, Allah’ın Kur’ân’da zikrettiğini dinlemekten daha yüksek ve efdal bir şey yoktur. Çünkü Kur’ân’m her âyeti Allah’ın zikrini ve kelâmını tazammun etmez. Hakîkaten Kur’ân’da teşriî hükümleri, firavunların hikâyelerini, onların sözlerini ve küfürlerini beyân eden sözler vardır. Bunları da, Kur’ân olmak itibariyle kendisi veya başkaları için okuyandan dinlemekte büyük ecir vardır.”
“îşte Allah’ın, Kur’ân’mda zikrettiği sözü dinlemek, kâfirlerin Hak Teâlâ hakkında lâyık olmayan sözlerini dinlemekten daha efdal olduğu bundan anlaşılmıştır,” diyor:
Yine aynı bâbda,  başa mesh meselesine temas ediyor ve: “Abdestte başa meshetmenin aslı” diyor: Allah’a vuslat talebetmektir. Vuslat da yalnız (insan kendisinde) zillet ve tevâzû görmekle olur. Teyemmümde başa meshetmeye lüzum görülmemesinin sebebi budur. Çünkü başa toprak koymak firak alâmetidir ki en büyük musibettir. Zira sevgilisini ölüm sebebiyle kaybetmiş olan, başına toprak saçar.”
Aşağıda geleceği üzere Şeyh, bu hususta fazla izahda bulunuyor.
Aynı bâbda,  şunları söylüyor: “Abdestte başlık üzerine meshetmek hakkında Müslim’den rivâyet edilen bir hadis ile baş yerine başına giyilen bir şey üzerine meshetmeyi kâfi görmek hususundaki istidlâl, ma’lûldur. Bunun sakat (yanlış) olduğunu Abdulberr vesâire söylemiştir. Çünkü bu
şekildeki mesh, alm ile başlık üzerine yapılmış olur, su saça temas edemez demişlerdir.”
“Başın bir kısmına meshetmek câizdir” diyenlere göre de, (bu kadarlık bir temasla ve her cüz’ün külle şümûlü kaidesiyle) asim hükmü hâsıl olmuştur.
Yine aynı bâbda;  “Abdestte ayaklara meshetmek Kur’ân ile, onları yıkamak da Kur’ân’m hükmünü açıklayan sünnet iledir,” diyor ve şöyle devam ediyor:
“Buna dâir olan âyet, dış (zâhir) mânâsından inhirafa müsaade eder. Bu da, yalnız re’y ve kıyas mezhebinde olanlara yahut da mesh kelimesinin Arapça’da yıkamak mânâsında kullanıldığını söyleyenlere göredir. Bu takdirde mesh kelimesiyle /gasP kelimesi elfâz-ı müterâdifeden olur.
Bizim mezhebimize göre de, kelimesinin lâmı üstün
okunmakla ayakların yıkanması lâzım gelmez. Çünkü beraberlik mânâsında kullanılan ‘j /vâv’m dahil olduğı kelime üstün okunur, ^jj denilir
ki, ‘Zeyd, Amr ile birlikte ayağa kalktı,’ demektir.”
Şeyh’in buradaki ‘bizim mezhebimizde’ sözü, gramer yönündendir. Ahkâm cihetinden değildir.
Aynı bâbda,  şunları söylemiştir: “Bir insamn beşer olarak gizli ve açık hallerinde her nefesinde Allah’ı murâkabe eylemesine (şuurla hatırlamasına) imkân yoktur. Çünkü bu, yani yüksek ruhların
hâssâlarmdandır. Bunlar, gece gündüz durmadan dâima tesbîh ederler. însan ise, gaflet üzerine yaratılmıştır. Bu gaflet, ricâlullahdan bazılarına nâdiren gelir.”
“Resûl-i Ekrem’e gelince, bu rütbe ona mahsûstur. Çünkü o, bütün hallerinde teşri’cidir. (Bütün gün tebliğ ettiği dinin ahkâm ve nizâmıyla meşgul olacağından) mutlaka bir vâcib veya mendup, yahut bir mübah içindedir. Mübah içinde bile Allah’ı zikreder.” (Hatırından çıkarmaz.)
Hazret-i Aişe’nin (r.a.): “Allah’ın Resûlu her vakit Allah’ı zikrederdi,” demesinde, buna işâret vardır.” Anla!
Hazret-i Şeyh, aynı bâbda  diyor ki: “Şer’an fenâ sayılan garip bir hatıra gönüle düştüğü zaman insana gerek olan onu şeriat ile istidlâl etmektir. Yoksa şerîati ve peygamberi inkâr eden Brahmanlar taifesinden birisi gibi ona sırf akıl ile nazar etmemektir. (Brahmî, akla itimad eder.) Akimın seçtiği bir sözü iptal eden şer’î delili kabul etmez. Zira şerîat onunla aramızda bir çekişme konusudur. O şer’i isbat etmez. Onun için aklî delilden başka deva yoktur. Bu yüzden biz de ona: “Bu meseleye aklın ile nazar et!” demekle tedâvi ediyoruz.”
Aynı bâbda,  şu beyânda bulunmuştur: “Dişi deve eti yemekle tekrar abdest almak lâzımdır. Ama bu teabbüden yani müstakil bir ibâdet olmak üzeredir. Yoksa dişi deve eti yiyenin tahâreti bozulmuş olduğundan değildir. Bu maksatla yeniden abdest almayarak eski abdestiyle namaz kılsa namazı sahihtir. Yalnız bu sözü benden evvel söyleyen olduğunu da bilmiyorum,” diyor ve ilâve ediyor: “Teabbüd (ibâdet) niyetiyle bir abdest daha alsa mâni gider ve daha iyi olur.”
“Dişi deve eti yemek tahâreti bozar,” diyenlerin delili: “Dişi develer şeytanlardır. Şeytanlar Allah’tan uzaktır,” mealinde rivâyet edilen bir hadistir. Namaz da, Cenâb-ı Hakka bir yalanlık ve müııâcaattır. Bu itibarla tahâreti bozulmuştur,” diyorlar.
Aynı bâbda,  diyor ki: “Humıa şarabı ile abdest ve gusül etmenin câiz olmaması, bu hususta rivâyet olunan hadisin sahih görülmemesindendir. Bu hadis sahih olsaydı onunla tahâret yapılma sebebi hususunda yine bir sened olmazdı. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (diğer bir hadisinde hurma hakkımda): “Helâl bir meyve, temiz bir sudur,” demiştir. Yani su olmak, vasffbozulmadan ve başka bir şeyle karışmadan demektir. Zira Hak Teâlâ Hazretleri su olmadığı zaman abdest ve gusülde bize ancak ve hâsseten ve toprakla teyemmüm etmemizi emir buyurmuştur.
Aynı bâbda  da: “Bir mest delindiği zaman deliği fazla bile olsa mestlik adını taşıdıkça üzerine mesh yapılması bence daha uygundur,” diyor ve ilâve ediyor: “Bu meselede ne kitap ve ne-de hadiste sarîh bir nass yoktur. Binâenaleyh bu sözümüze göre delinmiş bir meste meshedileceğinde - madem ki ona mest denilmektedir- hem üstüne, hem de delikten görülen ayak kısmına birden mesh olunur.”
Aynı bâbda:  “Kur’ânı mushaftan ve açık sesle okumak, hem de elini (parmaklarını) âyetlerin üzerine koyarak takip etmek müstehaptır. Bu sûretle dil, hareketi ile, göz bakması ile, el de dokunması ile payını alacaktır.”
“Şeyhlerimizden üç zât Kur’ân’ı böyle okurdu. Bunların birisi Mücahid oğlu Abdullah, diğerleri de Kaysum oğlu Ebû Abdullah ile Şibrili Ebu’l-Haccâc’dır,” diyor/
Aynı bâbda,  boy abdesti alırken buruna su vermek ve fazlaca çekmek meselesine temas ediyor ve: “Gusl; yıkanmak, abdesti de tazammun ettiği için her ikisinin hükmünü îfâ eder. Çünkü o, gusletmek bakımından abdest alıyor. Yoksa yıkanıyor olmasından değildir.
Hazreti Peygamberin ağza ve buruna su vermesi de, (abdesttekinden fazlaca) mazmaza ve istinşak yaptığı yalnız gusül abdestinde görülmüştür. Bu şekildeki mübâlağanm vâcib veya sünnet olduğu üzerinde (fakihler arasında) ihtilâf edilmiş, fakat (diğer müstakil abdestlerde) gusül abdestindeki gibi yapılmasını tenbîh eden bir kişi görülmemiştir. Bence bunun hükmü, abdestin hükmüne râcîdir. Bize göre de, cünüplükten yıkanma da önce abdest almak (vâcip değil) müekked sünnettir,” diyor. 
Yine aynı bâbda:  “Şer’î bir sebep olmaksızın yalan söylemek, nifas hayzıdır. Şer’î bir sebeple söylenen yalan da zararsız hayız (özür) kanıdır . Bu evvelkinin aksine namaza mâni olmaz. Çünkü İkincisi vücut sıhhatte iken çıkar. Bunun için evvelkisi hakkında şiddet gösterildi,” diyor ve şunları ilâve ediyor:
“Nifas kanma ııifasm gayrisi olan hayız kanından ziyâde önem vermek muvâfıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak, onu kudretiyle rahimde tutmuştur. Sonra onu doğum sırasında salıvermiştir. Bundaki hikmet, doğum yapmakta olan anneye merhameten kolaylık sağlaması ve çocuk yolunu kaygan bir hâle getirmesidir. Binâenaleyh bu kanın çıkması özel bir vasıf yönünden Cenâb-ı Hakk’ı zikreden bir varlığın doğumuna yardım etmektir”.
Hazret-i Şeyh, istihâza kanının temizliği faslında  sözü yine yalan söylemeye getirerek -bil ki- diyor: “Bir kimseyi insanlara karşı yalan söyletmeye iknâ edemezsin. Meğer ki o, yalan söylemek istidâdmı zaman zaman kazanmış olsun. (İstidracım artırıp yalan ile bir hayli ülfet edince) nihâyet Allah ve Resülüne yalan söylemeye de cüret eder.
Şer’an doğru görülen bir maksat için yalan söylemek adalet nazarında mezmunı değildir. Hattâ muvâfık ve (yerine göre) lüzumlu görülmüştür. Nitekim büyük zâtlardan kâmillerin çoğu bu kanaattedir. Ama Haccac’m Hasan Basrî’yi katletmek için aradığı zaman Habib-i Acemi’nin yalandan çekinmesi (ve bulunduğu yeri söylemesi) Haccac’m kendisini yalancılıkla itham edeceğinden korktuğu içindir.” Habib, arı duru bir zat idi. Her makamın ricâli vardır.
Şeyh devam ediyor: “Benim bu hususta diyeceğim nâsa (insanlara) zarar verecek (gayr-i meşrû) şeylerde doğruyu söylemek câiz değildir. Meğer ki birine zulmedecek zâlimin zulmünden (birini 'kurtarmak isterken) kendisini zulme çarptırmak gibi -zararlı- bir hâl mevcut ola. Habib-i Acemî’niıı hâli buna hamlolunur,” diyor:
Aynı bâbda şöyle diyor: “Her âlime lâyık olan, ilmini kabul edecek ve ona susamış olan bir kafaya bırakmaktır. Böyle bir kimse olmazsa beklemeli ve talibin çıkmasını gözlemelidir. Bunun için çok sabra ihtiyaç vardır.”
Aynı bâbda; “Teyemmümde (dil ile) niyet şart değildir,’ diyenin sözünü, İslâm içinde doğup büyüyen bir kimse ile kayıtlamak uygun olur. Fakat bir kâfir İslâm olunca ona niyet herhalde lâzımdır. Çünkü onda İslâm’dan önce kendisini Allah’ına yaklaştıran hiçbir şey yoktur. Yoksa o sözde bir küfür ve inkâr görülürdü. Küfre girmek ise, (insanı) Allah’tan uzaklaştırır,” diyor.
Aynı bâbda,  teyemmüm faslında: “Benim bu husustaki fikrim şudur,’ diyor. Teyemmüm ile tahâret, abdest ve guslün bedeli değildir.
Ancak şer’in itibar ettiği şartlara (uyularak yapılan) husûsî ve meşrû bir temizlenmedir. Teyemmümün abdest ve gusüle bedel olduğu hakkında şerîat bize açık bir beyânda bulunmamıştır. Bu itibarla (diyebilirim ki) teyemmüm ile herhangi bir tahâret arasında fark yoktur.
Şeyh-i Ekber, sözüne devam ediyor: “Meşrû kelimesiyle dinin emrettiği bir işi kastediyoruz. Çünkü şer’î tahâret, lügat mânâsındaki fiili bir tahâret değildir. Binâenaleyh biri diğerine bedel olamaz.”
Biraz aşağıda sayfa 483’te şöyle diyor: ‘Şer’î tahâret, ancak husûsî bir ibâdet olan (abdest ve gusül için) su kullanmamızı meşrû kılan Cenâb-ı Hakkın ve Resûlünün meşrû kıldığı aynı ibâdetin diğer bir husûsî hâlini bildiren husûsî ve meşrû bir ibâdettir.
Şer’î tahâret Kitap veya Sünnette varid olan nâstan bu hususta hüküm çıkarmaktan neşet etmiştir ki, bu mesele hakkmdaki hüküm fıkha (dini meselelere) ait kelâmın icmâline girer. Bu hususta kıyasa ihtiyaç yoktur.”
Şeyh-i Ekber, şer’î tahâret meselesi üzerinde sözü bir hayli uzatmıştır. İyice teemmül olunsun!
Aynı bâbda,  teyemmümün diğer bir meselesine temas ederek:
“Benim fikrime göre, teyemmümün sahih olabilmesi için su aramak icab etmez. Ancak su olmadığı ve kullanma imkânı bulunmadığı zaman teyemmüm edilmelidir,” diyor ve devam ediyor:
“Gerçi fukahadan bir çoğu -mutlaka su aranmalıdır- demişlerdir. Bu söz bana; ‘Bir mukallide dinin esasına veya füruuna ait bir meselede tâbi olduğu imamının delilini araması lâzım gelir mi, gelmez mi?’ meselesini açıklıyor ki; ‘su aramak şart değildir,’ diyen bu meselede; ‘Mukallide imamının delilini aramak lâzım değildir,’ demiş oluyor. ‘Bilakis su aramak lâzımdır,’ diyen de aynı zamanda mukallide, imamının bu husustaki fetvâsmm Kitap ve Sünnetteki delilini araması lâzım geldiğini ifâde etmiş oluyor.”
Hazret-i Şeyh teyemmümün hükmüne, su, niyet ve zaman meselelerine dâir geniş izahlardan ve teyemmüm şekli üzerindeki ihtilâftan bahsettikten
136
sonra;
“Benim kanaatime göre teyemmümde ellerin toprağa bir kere vurulacağım bildiren hadis, iki kere vurmak haklcmdaki hadisten daha kuvvetlidir,” diyor.
Yine bu bâbııı teyemmüm faslında ve Fütûhât’m 337. bâbmda teyemmümün toprağa tahsîs edilmesi sebebini şöyle izah ediyor:
“Şunu iyi bil ki, Allah-u Teâlâ’nm toprak ile temizlenmemizi emir buyurması, insanın şerefindendir. Hakîkaten Allah-u Teâlâ inşam topraktan yarattı ve ona kendi aslı ile tahâret yapmak hususunda emretti ki bu, insan için bir şereftir.
îşte bunun içindir ki toprak ile tahâret yapmak üzere (Kur’ân ile) kat’i bir nass ibka eyledi de arz ismi verilebilen şeylerden toprak ile alâkası bulunmayanları bıraktı. Çünkü azdan ayrılan (ve toprak sayılmayan) her şey ile temizlik yapılamaz. Her halde toprak olması gerektir. Her ne kadar yerden ayrılsa dahi kendisi ile temizlik yapılan toprak, (mahiyeti itibariyle) onlara benzemez. Zira Allah, yerden topraktan ayrılmış olmakla beraber ‘zımıh/mermer, maden ve benzeri şeylerin hilafına /arz’, ismini ancak
toprak üzerine vermiştir.
Yine bunun içindir ki; ‘Allah insanı taştan veya zımıhtan yarattı,’ demedi. Ancak ‘topraktan yarattı,’ dedi.
Fütûhât’m 69. bâbmda, şöyle diyor: “Bil ki ‘salât/namaz’ kelimesi, musalli kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin mânâsı; ‘at koşusunda ileri geçeni takib eden’dir. İleri geçen (birinci olan) burada tevhîddir. Musalli de, namazdır.  Bu tertibe, şu hadis-i şerif şehâdet etmektedir.
“İslâm, beş şey üzerine kurulmuştur. (Bunlar sırasıyla) Allah’tan başka Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazanda oruç tutmak ve hacca gitmektir.”
“Sehabe-i Kiram, Resûl-i Ekrem (bu cümleleri birbirine ‘vav’ ile bağlamasında) vavm dahil olduğu esasların birbirine münâsebetlerini ve şerîat kurucusunun (bu tarzdaki ifâdesiyle) tertibe riâyet etmiş olduğunu bildikleri için bu hadisi haccetmek ve Ramazanda oruç tutmak şeklinde rivâyet etmiş olan zâtın (bu şekilde) haber vermesini reddetmişler ve Hazret-
i Peygamber’in îslâmm esaslarını beyân ederken tertip gözettiğine işâret olmak üzere ona, oruç tutmak ve haccetmek süretinde ihtar etmişlerdir.
(İşte buna göre de) namaz İslâm’ın esaslarında İkincidir. Hazret-i Şeyh sözüne devam ediyor: “Resül-i Ekrem Hazretleri namazdan sonra zekâtı söyledi. Çünkü zekât, temizlenmedir. Hak Teâlâ, “lÂ&j ı> ^ /Nefsini tezkiye eden yani tâatlerle temizleyen felah buldu,’  demiştir,” diyor ve devam ediyor:
“Temizlik ve temizlenme namazın şartı olunca zekât da insanın yiyip içecekleri ve giyecekleri şeylerin en mühimini teşkil eden malların temizlenmesi olduğu için namazın yanı başında yer almıştır.”
Zekâta yakın olan da oruçtur, hac değildir. Çünkü orucun kazasında fıtır zekâtı (fıtır sadakası) meşrû kılınmıştır.”
“Artık hac için beşinci olmaktan başka bir mertebe kalmamıştır,” diyor. Buna dâir bir söz de cenâze namazı bahsinde ve; “ cip u)
* takalı /Namaz insanı fenâlıklardan ve kötü hallerden men eder,”  ilâhî kelâmının tefsirinde gelecektir. (Oraya bak.)
Hazret-i Şeyh, aynı bâbda: “Bir ârifin Rabbine varlıkları yaratmasındaki evvelliği itibariyle ibâdet etmesi (ariflik) şanmdandır. Yoksa ârifin kendinden evvelki pek çok evvellerden de evvel olması bakımından değildir. Yani (bu sözümle) Cenâb-ı Hakk’m illet-i ula olmasını değil, illet-i ulaya doğru giden (birbirine bağlı) sebepleri (illetler silsilesini) kastediyorum ki, bu sebeplerin birisi de, ilk vaktinde kılman namazdır. (Yani namazların ilk vaktinde kılınmasıdır.)”
İşte bir ârif, hiçbir şeyin önceliği kendisinden ileri geçmekten münezzeh olan Rabbine bu evvellik (hâli içinde) ibâdet ettiği zaman onun ibâdeti, buradan, Allah’ın yarattığı ilk varlıklardan ârifin bulunduğu zamana kadar yaratmış olduğu bütün mahlûkatm ibâdetleri üstüne çekilir. Her kim bu evvellik ile namazın mâlûm vakitlerinin bidâyeti arasını birleştirirse, o ibâdet muhakkak ki iki fazileti hâiz olur,” demiştir.
Yine aynı 69. bâbda: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bize haber verdi ki: Akşam namazı, Cenâb-ı Hakk’m bize geceleri vitir namazını emretmeden evvel gündüz namazlarının vitri (tek rekâtlı) namazıdır. Çünkü Allah’ın Resûlü: Cenâb-ı Hakk namazınıza bir namaz ilâve etti demiş ve üç rekâtlı vitir namazını zikretmiş; bunu farzlara benzetmiş ve kılmamızı emretmiştir.”
“Bu sebepledir ki (İmam-ı Azam) Ebû Hanife (r.a.) vitir namazını farzın altında ve sünnetin üstünde görmüş ve bunu kılmayanı suçlu saymıştır.”
“Ebû Hanife’nin görüş ve anlayışı 11e kadar güzeldir. Allah ondan razı olsun. Zira Hazret-i Peygamber (s.a.v.) vitri nâfıle ve sünnetlere ilhak etmemiş, belki; “Allah size namazınıza bir namaz daha ziyâde yani farz etti,” demiştir. Bu itibarla bize iki vitri emretmiş ve bu sûretle kendisi bir tek vitirle tekliğini muhafaza buyurmuştur.”
Cenâb-ı Hakk’ın; “û^jj ISk L& <>j /Biz her şeyi çift olarak yarattık”  buyurması, bu hakikati beyân eder. Anla!
Aynı bâbda şöyle diyor: “Uyumadığın müddetçe uyanık da bulunsan yatsı namazının vakti fecre kadardır, ’ diyen garip bir söz gördüm. Ama nerede gördüğümü ve kimin dediğini hatırlamıyorum.” 
Aynı bâbda şunları söylemiştir:
“Müezzinin ^ ^ yerine (haydin; amellerin en hayırlısına!)
demiş olmasını mekruh sayan kimsenin bu husustaki dayanağını anlayamadım. Halbuki Resûl-i Ekrem’in Hendek Muharebesi gününde (ashabını) aynı kelâm ile dâvet etmesini (müezzinine) emretmiş olduğu rivâyet edilmiştir.”
Haberde geldiği üzere namaz da en hayırlı bir ameldir. Binâenaleyh ezanda öyle diyen asla hata etmiş olmaz. Hattâ eğer bu rivâyetin doğruluğu sabit olursa uymak (o şekilde söylemek) uygun olur.”
Hazret-i Şeyh, bu konuda daha bir şeyler yazmıştır.
Aynı bâbda şunları söylemiştir: “Bizim mezhebimizde bir vâizin halka yaptığı vaaza karşılık (maddî) ücret alması doğrudur. Bu da, onun gıdaya ihtiyacmdandır. Almaması (almasından) daha efdaldir. İzahı şudur ki: Allah’a dâvet makamı ücrete istihkâk bahşeder. Zira hiçbir peygamber yoktur ki, halkı Allah’a dâvet ederken: Benim ücretim (ecr ve mükâfâtım) ancak Allah’a aittir dememiş olsun. İşte onlar bu sözleriyle duâ ve dâvet karşılığında ücret alınabileceğini ispat etmiş oluyorlar; velâkin bu ücreti kullardan değil, Allah’tan almak hususunu tercih buyuruyorlar”.
Şeyh’in bu bâbda daha söyledikleri vardır. 437. bâbmda da buna dâir sözü gelecektir. Oraya bak.
Yine 69. bâbmda şöyle diyor: “Benim mezhebimde fecirden evvel okunan ezan hakîkî ezan değildir. Ancak müslümanlan Allah’ın zikriyle uyandırmak üzere ezan şeklinde bir zikrullahtır. Şafak attı mı; sabah namazı vaktinin girdiğini bildiren meşrû ezan o zamanda okunandır.
Şeyh-i Ekber sözüne devamla: “Bizden ileri geçen iyi zâtlar; müezzinlerin (minarelerde) duâ ve niyâzda bulunması Kur’ân âyetleri okuması, öğütlerde ve tezkirde bulunması, geceleri ihyâ etmeyi, zühde ve takvâya teşvik eden şiirler okuması ile birinci ezanın; sabah namazı vaktinin girdiğini değil, yalmz uykuda olanları uyarmak maksadıyla okunduğunu halka i’lâm etme (bildirme)lerini bunun için faydalı buldular,” diyor.
Aynı bâbda şunları yazmıştır: “Müezzinin (kamet ederken, henüz namaza başlanmadan) dula iâ /namaz başladı’ demesi, şu hikmetleri
ifâde eder:
‘Namaz, mescide gelip de namaza intizâr eden (bekleyen) mü’minlere, yahut henüz yolda namaza gelmekte olanlara veya bu maksatla abdest almakta yahut abdeste niyet edip de henüz başlamak üzere bulunanlara Allah’tan bir müjdedir. Bu durumların ve yerlerin bazısı namazdan evvel fevt olur da, Cenâb-ı Hak ona (müezzinin lisanıyla) o mevkide bulunanların her birisine (namaz başladı) diye haber vermiş oluyor ki, o namaz henüz üzerinden düşmemiş (kastettiği namazın cemâatine erişmemiş) ise de, onu cemâatle kılanın ecrine ııâil edeceğini müjdelemiştir. Husûlü muhakkak olduğu için mâzî sîgasıyla gelmiştir. Namaz bilfiil tahakkuk edince ona ait olan ecir de bittabi hâsıl olmuş olur. Buna ait hadiste: ‘Sizden biriniz (namazı) intizâr etmiş olduğu müddetçe, namazda (onun ecrinde)dır,’ diye gelmiştir.’
Hazret-i Şeyh bu meseleye, Hac kitabının sonlarında, kurbanlık deveyi ayakta iken kesmek hakkmdaki beyânâtı sırasında da temas ederek şunları yazmıştır:
“Resûl-i Ekrem (s.a.v.): Kul namaza durmadan önce namaza kalkması için Allah’ın rahmetinin kulun üzerine kalkacağına bir tenbîh olmak üzere: ‘dula /başladı’ diye ihbarda bulunmuştur. Zira İlâhî rahmetin çıkması, kulun namaza, duâya kalkması ile kaim olur. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri:
ySj /O, öyle bir Tanrı’dır W, üzerinize rahmet saçar” 
buyurmuştur.”
Şeyh-i Ekber devam ediyor: “Kıyâm; Arafat’ta durmak (Mina’da) taş atmak vb. gibi şâir ibâdetlerde de muteberdir.”
Aynı bâbda, şöyle demiştir: “Benden önce bir icmâ/İslâm hukukçularının ittifakı geçmemiş olsaydı; ‘Namazda kıbleye dönmek, namazın sahih olmasının şartı değildir,’’ derdim. Çünkü Hak Teâlâ’nm; “ '^4* 4S1 ÎjİjS /Nereye dönersiniz Allah’ın yüzü oradadır”  kelâmı, “ Üja
û'jLIİ ^ U ilûkj /Nerede olursanız
yüzünüzü Mescid-i Harâm tarafına döndürün!”  emrinden sonra nâzil olmuştur. Bu âyet ise, mensûh değil muhkemdir. Fakat kıbleye dönme hususunda icmâ vâki olmuş; “Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü; rızâsı oradadır” kelâmı, kıblenin ne tarafta olduğunu bilmeyen ve kestiremeyen kimseler hakkında muhkemdir denilmiştir. Binâenaleyh bu gibiler, kıbleyi tâyin hususunda ictihad ve galip zannıyla amel ederek namaz kılacaktır. Bunda ihtilâf yoktur.”
O halde mesele, buna göre teemmül olunsun ve yazılsın.
Aynı bâbda, şunu demiştir: “Namazda kıblen ancak Kâbe’den karşına gelen yerdir. Kâbe’nin içinde namaz kıldığın zaman arkanı Kâbe’ye çevinnekte zarar yoktur. Çünkü Şari’ Teâlâ Hazretleri, arka döndürmek hususunda bir şey bildirmemiştir. Mesele, yalmz kıbleye dönmek hakkındadır. Şüphesiz biz de elbette söylenilenin hükmü üzerine hak ile beraberiz.
“Bir şey ile emretmek (her yerde) onun zıddmı neyh etmeyi icap etmez. Yalnız sana emredilen şeyi yapmazsan o zaman emrine karşı gelmiş, isyan etmiş olursun.”
“Eğer bir şeyi emretmek, onun aksini neyh etmek demek olsaydı insan iki veya daha ziyâde zıtları emredilenlerin sayısınca hata yapmış olurdu. Halbuki kimse böyle bir şey dememiştir. Binâenaleyh insan ancak Cenâb-ı Hakk’m kendisine emretmiş olduğu şeyleri terk ettiğinden dolayı sorumlu olur. Bu da bir günah ve suçtur; ancak misli ile cezâlandırılır.”
Her ne kadar usûl ulemâsından bir kaçı aksini tercih etmişlerse de (emir zıddına da şâmildir demişlerse de) Şeyh’in görüşü haddizâtmda pek güzeldir. Buna göre düşünülüp yazılsın.
Yine aynı bâbda, kadınların namazda başlarını örtmekle emr olunması meselesini şöyle izah etmiştir:
“Çünkü /baş’, riyâsettendir. Nefs ise, âlemdeki; hariçte reisliğiyle görünmeyi sever. Kadın da, bu itibarla nefsin bir zuhûr ve gösterişidir. Binâenaleyh onun da Rabbinin huzûrunda zillet ve inkisârım izhar etmek üzere namazda reisliğinin yüzünü (başını, saçını) örtmesi emredilmiştir. Kanaatime göre kadının (asıl) avret mahalli, yalnız sev’eleri (mâlûm iki uzvu)dir. Hak Teâlâ, “ £jj t> /Adem ile Havva
hemen avret yerlerini (sevelerini; ön ve arkalarım) cennet yaprağı ile örtmeye başladılar”  buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu kelâmı ile (mahrem yerlerin mâlum iki mahal olduğunu anlattığı gibi) avret mahallini kapamakta, Hz. Âdem ile Havva’yı eşit tutmuştur.”
“Ama kadının namazda baştan aşağı örtünmesi, her târafımn mahrem; avret yeri olduğundan değildir. Bu, ancak örtünme hakkında vârid olan şer’î bir hükümdür. Sonra mahrem olan bir şeyin mutlaka kapalı bulundurulması da lâzım gelmez.”*
Okuyucu düşünsün ve mânâları yazsın.
Aynı bâbda: “Namaz kılanın diliyle Allah-u Ekber demesinin mânâsı; ‘Rabbim olan Allah, her hangi bir hâl ile kayıtlanmaktan çok büyüktür. Hattâ O, bütün hallerde en büyüktür. (O, bizâtihi ekberdir. Büyüklüğü hiçbir şeye kıyaslanamaz’ demektir,” diyor ve îzahma devam ediyor:
“Namaza başlarken alman ilk tekbire talırim tekbiri denilmesi, Allah’ın büyüklüğünü oluşlardan hiçbir oluşa benzetmeye imkân olmadığına işâret içindir.”
Şeyh-i Ekber bu konuda daha bir şeyler söylemiştir.
Aynı bâbda, Hazret-i Peygamberin: “Ya Rabbi! Benim ile hatalarımın arasını doğuyla batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır/” demesini şöyle izah ediyor:
“Resûl-i Ekremin bu duâsını, ilk tekbir ile Fâtihaya başlaması arasında yaptığı sabit olmuştur. Resûl-i Kerîm bu duâsıııda: ‘Beyaz ile siyahin arasını uzattığın gibi ...’ dememiştir. Zira renkler yan yana getirilmek sûretiyle araları birleştirilebilir. Bu sebeple yekdiğerinin zıddı olan ve birbirine yaklaştırılması asla mümkün olmayan Doğu ile Batıyı zikretmiştir.” 
Bundaki sebebi de, şöyle açıklıyor: “Hak bir kulu, kendine münâcaâta dâvet edince muhakkak ki ona kendine yakınlık mahalli tahsîs etmiştir. Bu makamdan uzakta bulunan hatalarını ona yakınlık makamında gösterdiği zamanda uzak mahaldeki kul kendisinden hakkı istemek hususunda yakın (makamda) olur.”
“İşte bunun içindir ki bir kul, münâcaatıııa başlamadan önce kendisiyle müşâhede etmiş olduğu hatası arasını, onların bu makamda gerek hatırlanması ve gerekse tahayyül edilmesi sûretiyle gönlünde bir ârıza bırakmamak üzere ayırması için duâ etmekle eııır olunmuştur.”
“Hele şu İlâhî ta Timi dikkatle bir düşün, bak ki Allah’a yakınlık makamında İlâhî edeple edeplenmek hususunda kendisini hatalarından uzak bulundurmasını isteyip de, bu makamda nefsinin arzusu peşinde koşan birisi olmamak için onların kendisinden tamamıyla silkilip atılmasını istemesi, ne kadar ince, derin ve hakîmânedir.”
Hazret-i Şeyh, burada güzel sözlerle bahsi bir hayli uzatmıştır.
Aynı bâbda, şunları söylemiştir: “İmama uyarak namaz kılanın, niyetinde imanıma muvâfakatı icap etmez. Çünkü niyet gizli bir şeydir. İmam edinmek ise, yalnız görülebilen şeylerde yapılır. Bu sebeptendir ki şerîat kumcusu Ceııâb-ı Resûl-i Kibriya, (namazda) imamlık hususunda mücmel bırakılan şeyler, tafsîl eylemiştir. (İmam tekbir alınca siz de tekbir getiriniz!) ve şâire gibi işleri zikrettiği halde niyet hakkında bir şey beyân eylememiştir. Binâenaleyh namazda imama uyanın niyeti, imamın niyetine
bağlı değildir; ancak namazın dış yüzü ve hareketlerinde yalmz ona uymaktan ibarettir ve Binâenaleyh her birisine niyet ettiği şey vardır.”
Yine aynı bâbda, ‘Şunu kaydedeyim ki,’ diyerek sözüne devam ediyor:
çşHİ’ âyetini, yalnız nâfile ve teheccüd namazlarında okumak uygun olur.  Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bunu farzlarda okuduğuna dâir bize (sağlam) bir haber gelmemiştir. Gelmiş olan bir haberin de (aksini ifâde eden bir şey gelinceye kadar) üzerinde durmak daha muvâfıktır.”
Düşünülsün ve (gereği) yazılsın. Çünkü bazı ulemâ, bu âyetin farzlar hakkında geldiğini söylemişlerdir.
Aynı bâbda, şunları söylemiştir: “Edip bir âlime yakışan, Cenâb-ı Hakk’a ancak onun mânâca zengin kelâmıyla niyâzda bulunmaktır. Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem: “Ana Kur’ân'dan başkasıyla namaz kılınmaz demiştir. Buradaki ‘««a' kelimesi, câmi’/toplayan demektir. Bu şerefli hadis: “Al» jLüj Ua /Kur’ân’dan kolayına geleni oku!”  âyetini tefsir
ediyor.”
“Ne zaman ki bir iş, Şeri’at Kurucusu tarafından mücmel/kısa olarak gelir de sonra o mücmeli tefsir edecek olandan özel bir vech/yön zuhûr ederse, işte bunun üzerinde durulması, âlimler ve edipler yanında daha iyi olur.”
Hazret-i Şeyh, bu meseleyi 443. bâbda149 da ele alıyor ve; “Bil ki”
diyor:
“Hakîkaten namaz, kendisinde Fâtiha okunmakla Allah ile kulun arasım birleştiren bir mahal olunca namazda Fâtiha okumanın namaz kılan üzerine farz olduğuna dâir olan söz taayyün etmiştir. Bu itibarla da namazda Fâtiha okumamış olan bir mü’min, Allah’ın kendisi ile kulu arasında taksim ettiği namazı kılmamış olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, (kudsî hadisinde); ‘Fâtihayı buldum’ dememiş, ancak ‘namazı kulum ile aramızda buldum’ buyurmuştur. Hem salât kelimesini ‘ J' /elif-lam’ ile getirmiştir ki, ahd ve ta’rif ifâde eder. Yani ma’hûd ve ma’lûm namaz demektir. Bu itibarla Cenâb-ı Hak, bu namazı hadiste bildirilen taksim ile ayırınca bölüm mahallini Fâtiha olcuma yaptı. îşte bu da, namazda Fâtiha okumanın farz olması hakkında bulunan en kuvvetli delildir.”
Hazret-i Şeyh, 295. bâbmda150 şunu yazmıştır: “Bil ki düğümsüz lcaf, düğümlü kaf ile kâf harfleri arasındadır. Bu da, ne kaftır ve ne de kâftır (ikisi ortası bir harftir). Lisan âlimleri, bu (yumuşak) kâfi kabul etmemişlerdir. Ama bizim Kur’ân okuma bilgisi üstâdları kâfi sert okumazlar. Kendilerine bu şekilde öğretenden, aynıyla üstâdlarmdan, onlar da kendi üstâdlarmdan aldıklarını (üstâddan üstada) nihâyet Araplara yani Resûlullah’m ashabına vardığını, hepsinin de (kendileri gibi) kafları yumuşak okuduklarını sanırlar. Fakat anadilini bozmamış olan Araplardan kendilerine mülâki olduklarımız; meselâ Fehmoğullan kafları sert söylüyorlar. Diğer Araplar da, böyle yapıyorlar. O halde bizim batı memleketimizdeki dostlarımıza Kur’ân’da ‘<3 /kafları yumuşak okumak (âdeti) nereden girmiştir bilmiyorum.”
Şeyh, aynı bâbda şunları söylemiştir: “Namazın (kıyâm, rükû, secde, ka’de gibi) türlü durumları ve münâcaatları içinden yalnız kıyâm hâlinde Allah’a kendi kelâmı ile münâcaatta bulunmanın meşrû olması ancak (Allah’ın) kayyumluk (sıfatına) iştirak içindir. Devlet reislerinin huzûrunda konuşmak ve mâruzâtta bulunmak için de ayağa kalmak, ayakta durmak bundan dolayı edep ve örf olmuş, Şeriat de namazda bu örfe uymuştur.”
Şeyh, bu hususta daha bir şeyler söylemiştir. Yine aynı bâbda, şunları demiştir:
“Hak Teâlâ’mıı bize cemî ııunu (birinci şahıs çoğul zamiri) ile: “ ^
/Yalnız sana ibâdet ederiz ve ancak senden yardım dileriz,”
dememizi emir buyurması; Allah’ın bütün iç ve dış organlarımızla kendisine ibâdet etmemizi ve bütün varlığımızla kendisinden yardım istememizi murâd etmiş olduğuna işarettir. Şu halde Rabbine ibâdetinde iç ve dış âleminin hepsini bu mertebede toplamadan namaz kılanın, demesi
yalan olur. Ceııâb-ı Hak onu (namaz ve niyâzmda) başka bir şeye iltifat ettiğini görünce ona; ‘ Yalan söyledin! ’ der. Kul bütün varlığıyla kendisine hamdettiği zaman Hak Teâlâ’nm; ‘Kulum bana hamdettV demesi de bunun gibidir. Çünkü Allah’a hakkıyla hamdetmek, ancak tam bir şuur ve gönül duygusuyla olur.
Bu derûnu bulunmazsa o, Allah’a bütün varlığıyla değil, yalnız dili ile hamd etmiş olur. Bu takdirde Allah’a onun hakkında; ‘Kulum bana hamdettV demez. Ancak; ‘Kulum bana lisanıyla hamdetti,’ der. Öyle ya!
Hak Teâlâ bir kula hamd etmeyi vâcip kılınca, onun bütün külliyetiyle Allah’a münâcaat etmesi ve organlarından hiç birisinin ondan gaflet etmemesi lâzımdır.”
379. bâbda geleceği üzere Şeyh-i Ekber: “Şeriat kurucusu Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in bazı zikirleri üç defa tekrar eylemesi, ancak hissî, hayâli ve mânevi olmak üzere üç türlü sevabı kazanmak içindir. Nitekim onları his, hayâl ve akıl (âleminde) zikrettiği gibi onların hissî, hayâlî ve aklî nimet ve zevklerine nâil olur,” demiş ve bu bâbda, daha bir şeyler söylemiştir... 
Aynı bâbda, şunları yazmıştır: [“Her kimin duâsmdaki ‘ûh' /âmîn'i meleklerin (o duâ hakkında yaptığı) âmînine uygun düşerse, onun geçmiş günahları yarlıganır,”] şerefli hadisindeki muvâfakat; tahârette, takdîste, telaffuzda ve şâire hakkındadır.”
Hazret-i Şeyh 73. bâbında, şunu yazmıştır:“Bil ki ‘û^'’ kelimesinin mânâsı: ‘(Kasd ve kabul etmek olduğu için) Ya Rabbi duâmızı kabul et T demektir. Birisi, bir şeyi kastettiği zaman; ‘Falan, falanın parafını tuttu, ’ denir. Hak Teâlâ da: 6^' Vj /Onlar, Kâbe’yi kastetmiyorlar,’
demiştir. 
kelimesi, mîmin şeddesi kaldırılmak sûretiyle ‘öA'’in hafıfletilmişidir. Bu hafifletme de, dâvete icabette aranılan sürate tenbîh içindir. Zira hafiflik, eşyânm naklinde sürati gerektirir.
“Hazret-i Peygamber, hadisinde: ‘Günahları mağfiret olunur,’ demiş, ‘Duâsı kabul edilir, ’ dememiştir. Çünkü eğer duâsı kabul olunsaydı mağfirete nâil olmazdı. Zira doğru yola hidâyet edilenin mağfiret edilecek bir şeyi kalmamıştır.”
Şeyhimizin cevaplarından bu kadarını yazmakla yetindik.
Aynı 73. bâbda bu konuda yazdıklarında şunlar da vardır:
‘Her kimin âmîni meleklerin aminine tevâfuk ederse’ kelâmındaki tevâfuktan maksat, zamana ait bir muvâfakat olmasa gerektir. Böyle olması da, ihtimal dahilindedir. Hattâ meleklerin ‘âmîn’ demeleri, belirli bir zaman içinde de olur. Bir de melekler gerek bir şekl-i mahsûsa girerek veya girmeyerek ‘âmîn’ der dururlar. Eğer ‘âmîn’ kelimesini bir cesede büründükleri halde derlerse çoğu vakit bu tevâfuktan maksat, hâsseten
zemânî uygunluk olur. Çünkü cesetlerime hâlinde onların ‘âmîn’ kelimesine harfleri sırasıyla söylediklerine hükm olunur.
Eğer bir şekl-i mahsûsa girmeden melelclik hâlinde derlerse muvâfakatm mânâsı kalmaz. Ancak o zaman kulun bu kelimeyi üzerinde bulunan meleklik hâli ile söyledikleri anlaşılır.”
Şeyh-i Ekber, bu mesele üzerinde dikkate şayan şeyler söylemiştir. İstersen oraya bak.
Şeyh, yine aynı bâbda namazlardaki oturum hakkında şunları söylüyor.
“et-Tehıyyât duâsmdaki: “çş^' W 4^ /Selâm sana ey
Peygamberi” sözündeki kelimesinin başında bulunan ‘J' /elif-lâm’
cins içindir, ahd için değildir. ciıU^ji’deki ‘J /elif-lâm’ da aynıyla umûmî ve şâmil bir mânâ ifâde eder. Yani ^ 4^ !Bütiln ve umûmî mânâsıyla sana selâmı demektir.”
Burada peygambere ııebî sıfatıyla selâm verilip de, Resûl lafzı amlmamasmm sebebi ancak Resûl-i Ekreme peygamberin zâtı hakkında nebîlik (Resûllükten) daha umûmî ve şerefli olmasındandır. Çünkü nübüvvet, onun kendisine tahsîs eylemiş olduğu bir sıfattır ki, bunda peygamberin nefsine tahsîs edilen ve ümmetine tebliği emrolunan şeyler dahil bulunuyor ki o, bundan (bunları tebliğ ile mükellef olduğundan) dolayı aynı zamanda Resûldür. Binâenaleyh nübüvveti umûmîdir. (Bunun için de Resûllüğü de vardır.)
“Resûl-i Ekrem’e uzaklığı ifâde eden nidâ harfiyle W V
denilmeyerek ile selâm olunması da, Resûl-i Ekrem’i zihninde
hazırlamış olduğu için, kendisine pek yakın bir halde bulunduğu içindir.”
“İkinci şahıs hitap zamiri olan ile ‘<4^’ denilmesi de, bu yakınlıktandır.”
Hazret-i Şeyh, Fütûhât’mm 73. bâbında153 şöyle demiştir:
“Selâma mü’minlerden başlanır. Çünkü peygamberlerin makamı, insanlara hevâ ve heveslerine hoş gelmeyen şeyler emrettiği için peygamberlere itiraz edenler, sanki mü’min (tehıyyattaki selâm ile) Cenâb-ı Peygamber’e; ‘Ey Allah’ın Resulü sen, sana içten yapacağım itirazdan selâmettesinder.
iıl ±ic. (Jk. /Selâm, Allah’ın iyi ve hayırlı kullarına olsun!” demek de, aynı maksadı ifâde eder. Zira onlar da, peygamberlere vâris olmalarının hükmüyle insanlara nefsânî arzularına uymayan şeyler emrederler.
“liik füuJl /Selâm üzerimize olsun!” diye kendimize selâm vermemize gelince, bizim de levm (kınama) ve itiraz edilecek hallerimiz vardır. Ruhumuzun onlardan arınıp paklanmasını lüzumlu görerek sağlık ve selâmet dileriz ve bir itirazda bulunmayız.
Nasıl ki bir insan; ‘Nefsime şöyle dedim, fakat o, ‘Bırakmam, vazgeçmem,’ dedi diye söyler, haber verir.
Bir de namaz kılanın, (elif-lam ile): ^
demekle emr olunmasında: Selâmı bütün cins ve şekilleriyle kendisine ve hayırlı kişilere teşmil etmek vardır.
Selâm da (bana) demeyip de, (bize) diye çoğul sığasıyla söylememizin sebebi de, selâm verdiğimiz her bir parçamızın, azamızııı bu selâmı, gönlünü Allah’tan gayri her şeyden hâlî bulduğunda diğer parçalarına ve kendi âlemine tekrar edeceğini îlan içindir. Nasıl ki bir insan boş ve kimsesiz bir eve girdiği zaman da gönlünde müşâhede ettiği Hak Teâlâ namına selâm vermekle emrolunmuştur.
Hak Teâlâ, £yS iıl /Allah, kendisine hamd edeni işitti”
kelâmını bizim dilimizden söylemiştir.
Kendimize selâmdan sonra Allah’ın sâlih kullarına selâm verirken ‘füuı’ kelimesini tekrar etmeyerek ‘j’ ile bağlamamızı ‘ ^
(jjaJL-alI’ dememizde de bu sâlih kulların müslümanlar içinden, İslâmm mutlak işlerinde kullanılan sâlihler olduğuna yoksa örf ve âdette sâlih ve iyi tanılan kimseler olmadığına işâret ve teııbîh vardır.
Namaz kılanın (oturuşlarda okuduğu et-tehiyyat duasında) kendisine verdiği selâmı müteâkib peygamberine verdiği selâma ‘j’ ile bağlamamanın vechi vardır.
Şâyet kendi selâmını peygamberin selâmına bağlasaydı, peygamberlik yönünden de kendisine selâm vermiş olurdu. Halbuki Ceııâb-ı Hak, bu kapıyı kapamıştır. Nasıl ki risâlet kapısını Hz. Muhammed (s.a.v.) ile kıyâmet gününe kadar bütün yaratıklara kapamıştır.
İşte Allah’ın Resûlu ile aramızda (hem bütün hem de risâlet/Tann elçiliği yönünden) bir münâsebet olmadığı bu sûretle tebeyyün etmiştir. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bize lâyık olmayan en yüksek bir mertebededir. Bu itibarla biz kendimize hâs olan selâmı ona bir atıf ve bağlama yapmadan kendi durumumuza veririz.”
Hazret-i Şeyh’in bu sözünde, Hz. Peygamberin; hadisine
karşı, Âmine’nin oğlu; ‘Benden sonra hiç peygamber yoktur, ’ demekle geniş bir hacr etmiştir,’ yani; ‘kendinden sonra bir kimsenin peygamberlik makamına girmek ümit ve ihtimalini kesip atmıştır,’ diye peygambere iftira etmiş olanları reddetmek vardır.
Şeyh-i Ekber (Tercümânu’l- Eşvâk) şerhinde de, şunları yazmıştır:
‘Bil ki Muhammedîlik makamına girebilmemize imkân yoktur. O makamı tanımamızın nihâyeti, bizim yıldızlara baktığımız veya alt tabakadaki cennet ehlinin üst derecedekilere baktıkları gibi uzaktan seyretmekten ibarettir. Bayezid-i Bestamî Hazretlerine peygamberlik makamından (içeri girmek şöyle dursun) iğne deliği kadar bir tecellî açıldı da, koca Bayezid bu kadarcık tecellîden yandı. (Şaşırdı, şaşaladı; ‘Bu cübbemin içinde Allah 'tan başkası yoktur, ’ dedi.)
Şeyh-i Ekber’in sözleri karşısında ona: ‘Peygamberlik makamına tecâvüz etti, ’ diye söylemediği sözleri isııâd edenler, vallahi yalan söylemişler ve iftirada bulunmuşlardır. Allah onların gayretlerini boşa çıkardı ve emellerinden mahrum etti.
Namazda ikinci rekâtta oturmak ve et-tahiyyât okumak farz değildir. Çünkü bu, üçüncü rekâta kalkmak için arızî/esasta olmayan bir haldi. Arızî yani sonradan olan bir hâl, farz makamına getirilemez.
Bu sebeptendir ki, birinci oturuşu unutup yapmayanlar son oturuşun aksine sehiv secdesi yaparlar.
Namazdaki oturuş, berzah âleminin tecellîlerindendir. Çünkü Hak Teâlâ, kulunu kendisi hakkında yaptığı tehiyyatta kendisine selâm vermeğe dâvet etmiştir. Kul da kendisini tehiyyâta (Cenâb-ı Hakkı medh-ü senâya) dâvet eden makamı görünce (hayretinden ayakta duramayıp) oturmuştur. Bundaki hikmet şudur: Namaz ikilik ister. Çünkü Hak Teâlâ: “Namazı kulum ile aramda taksim ettim,” buyurmuştur.
Şeyh-i Ekber, bu hususta daha bir şeyler söylemiştir.
Hazret-i Şeyh, mevzuun diğer bir cephesine bakıyor ve; ‘Bil ki,’ diyor, devam ediyor:
Hz. Peygamber de, namaz kılarken okuduğu et-tehiyyat duâsmda acaba bizim gibi mi derdi? Yoksa /Selâm üzerime’ diye kendisine selâm mı verirdi? Yahut kendisine ait olan selâm kısmını bırakıp, ‘û^SL-^Sl M tiic. ile mi yetinirdi? Bilmiyoruz.
Bu hususta peygamberden yapılan rivâyetlere vâkıf değiliz.
Şâyet o da, bize emr olunduğu gibi; ‘Ey peygamber! Selâfrı sana!) diyor idiyse, bunun iki yönü vardır:
Birisi; üzerine selâm verenin hakikatte Cenâb-ı Hak olması ve kendisinin ona tercüman olmasıdır. Nitekim CyA M dememiz de böyledir.
İkincisi; kendisinin namazda meleklerin makamında durdurulması bu halde bulunduğu makamdan ve bir peygamber olması bakımından kendi nefsine hitap ederek, üçüncü şahıs gibi 4^ demiş olmasıdır.
Çünkü bu durumda kendi nefsinden tecerrüd etmiş, âdeta başka bir şahıs olmuştur.
Şehâdet kelimesinde Hz. Peygamberin (ve her birimizin); ‘ j) ^ deyip de ^ j)’ demememizin hikmetini şöyle beyân
ediyor:
“Çünkü (burada kasd olunan) risâlet, nübüvveti de içine aldığı için daha umûmîdir. Yoksa Hz. Peygamber, ^ ’ dediği takdirde, ayrıca bir de Resûllüğiinü zikr ve îlan etmeye ihtiyaç görürdü. Çünkü Allah’ın peygamberlik verdiği kullarından risâlet makamında bulunmayanlar üzerine kendisinin ihtisasını (Resûllüğünü) izhâr etmek lâzımdır.”
“İbn Abbas (Allah kendisinden de razı olsun), namazlardaki oturuşunda ‘fSU’ kelimesini (nekre) ile okuyarak 4^ diye
söylemesi, namaz kılanın husûsî bir hâle riâyet etmiş olmasındandır. Bu itibarla her namaz kılan, gerek Peygamber (s.a.v.) üzerine ve gerekse Allah’ın sâlih kullarına verdiği selâm makamlarından hâl ve isti’dadına göre kendisine (selâmdan bir pay) alabilmek için et-tehiyyattaki selâmı nekre  olarak okumasına işâret edilmiştir.”
“İşte, şehâdet sözündeki kelimesinin birinci cümle de söylenip de ikinci cümlede tekrar edilmeyerek j) j şeklinde ‘j’ ile iktifâ
edilmesi, bu sebebe tahsîs olunmuştur. Çünkü bu şekildeki şehâdette, iştirâk kuvveti vardır.
“(Diğer bir yoldan gelmiş olan) bu şekildeki rivâyette ‘ û' JJ j U'J’ tarzında olup ‘V^’den başka kelimesi
de düşürülmüştür. Çünkü resûllük, kulluğu da tazammun etmektedir.”
Ey kardeşim! Şehâdete tealluk eden bu noktayı teemmül et ki, bu inceliği hiçbir kitapta bulamayacaksın. Allah seni hidâyetinde dâim etsin.
Hazret-i Şeyh, 73. bâbda sözlerine devam etmektedir: “Bilhassa Mesih Deccalııı fitnesinden Allah’a sığınmakla emr olunduk. Zira Cenâb-ı Hak ona, Allah’ın dâvâsmda yaratıcılığa ait bir şeyler yaptıracak, ölüleri diriltmek vesâire gibi sahih rivâyetlerle sabit olan harikulade işler gösterecek ve bunları dâvâsmm doğruluğuna birer âyet ve delil yapacaktır. Bu, (içinden çıkılması) son derece güç bir meseledir. Çünkü bu (harika olaylar), kelâm bilginlerinin, peygamberliğin tebeyyün etmesi hususunda tâyin eylemiş oldukları evsaf ve şartları zedeliyor ve bu fitnelerle onların tespit ettikleri bütün deliller baltalanıyor. Kulların saâdetini temin eden prensip ve delile taamız eden fitneden daha büyük hangi fitne vardır ki....
Hemen Dilerim İd Allah, bizi eri keşf ve buluş erbâbmdan eylesin!!”
Çok mühimdir. Düşünülsün ve yazılsın.
Şeyh, devam ediyor: “Her musallî/namaz kılan, namazdan ancak iki selâm ile çıkar. Çünkü bir hâlden diğer hâle geçiyor. Birinci selâm ile kendisinden intikal eden zâta, ikinci selâm ile de kendisine gelecek olana selâm veriyor. Halbuki her namaz kılan, namazında Cenâb-ı Haktan başkasında gâib olmamıştır. Binâenaleyh o, varlıklardan, oluşlardan, olaylardan tamamen ayrılmış ise, acaba kime selâm veriyor. Yok eğer bir varlık ile birlikte ise, Allah’tan utanması lâzım değil midir? Öyle ya! Bu adamın, Allah’ın hıızûrunda kendinden bile geçmiş bir halde iken insanlara selâm vermesi ile onları görmüş olması utanacak bir haldir. ‘ V) SjS Vj Vj isb’ dönüş ve kuvvet de ancak Ulu ve Yüce Allah’ın irâdesiyledir!!
Namazda elleri kaldırmanın hükmü, ellerde hâsıl olan her şeyin onları kaldırdığı zaman tamamıyla düştüğünü bildirmektir.
Hak Teâlâ Hazretleri, kul, huzûrunda durduğu zaman (İlâhî huzûrun edebini bildirmek üzere) sanki ona; ‘Hiçbir şeye malik olmayan bir fakir ve muhtaç olarak dur! Ellerinin elde ettiği her şeyi arkana at da ellerin boş kal. Çünkü ben karşındayım!’’ diyor.
. İşte kul, ellerinin içini kıbleye bunun için döndürür.”
Hazret-i Şeyh, 69. bâbmda (ilâhı huzurda durmanın edebini beyân için) şunları yazmıştır:
“Bil ki Allah’ın huzurunda durmanın edeplerinden birisi de: Âciz bir kulun efendisine yalvarış hâlindeki zavallı tavrı gibi namazda başı eğik, boynu bükük, boyu düşük, vücûdu büzük, eli bağlı bir niyâz ve ilticâ hâlinde bulunmaktır.
Bu hususta bir şerefli hadis de vardır.
Bence bu hâl (namazda elleri bağlı durmak), elleri salıvermekten daha güzeldir. Şöyle izah edelim:
“Hak Teâlâ, namazı, kulu ile kendi arasında ikiye bölmüştür. Bunun birinci kısmı Fâtihanm evvelinden kelâmına kadar Allah’a
mahsûstur. Bu kısım ilâhî kuvvete işâret olmak üzere kulun sağ eli hükmündedir. Nitekim Hak Tealâ, /Hakikat onu sağından
tuttuk,”  demiştir. ‘^U2LÜJI Jale’den başlayan ikinci kısım da kula aittir. Bu da onun en zayıf tarafı olan sol eli mesabesindedir.
^b -4*^ âyeti de, Allah ile kul arasında müşterektir. Böyle olunca da kul, namazda Allah’ın huzûrunda yalvarıp yakarmanın (münâcâtm) hepsini bir mevkide toplamış, huzûrundaki bu toplanışı ile de kulun kulluk sıfatı tam ve kâmil olmuştur. Bu itibarladır ki ellerini bağlamaz da salarsa kulluk sıfatı tekemmül etmez.
Şu hikmete bak; gören gözü olana ne kadar parlaktır!
Şeyh-i Ekber, sözüne devam ediyor: “Şurası da mâlûmdur ki, namazda elleri göğse koymak; kulu tanrısına münâcaâttan alıkoyduğu vakit onları salıvermek daha uygundur. Muhakkak olan hüccet de şudur:
Elleri göğse koymak, kâmillere mahsûstur ki bu hareket ve halleri kendilerini Allah’tan gayrisi ile meşgul etmez. Kâmil olmayanlar için elleri yanlarına salıvermek daha muvâfıktır. Zira elleri göğüs üzerine koymak, tutmak, salmak gibi hâl ve hareketler kâmil olmayanları Allah’a tam yönelmekten (kalbini her an ona bağlı bulundurmaktan) alıkor.
Kulun namazda rükûdan belini doğrultunca ^ ^ V/ okumasının mânâsı; ‘dünya adamına, Allah’tan gayrisine dayanana, malı, serveti, mevki ve rütbesi bir fayda sağlamaz’ demektir.  Çünkü kıyâmet gününde gözlerdeki perde kaldırılınca insan malının ve mevkiinin Allah yanında kendisine bir fayda sağlamayacağını görecektir.
İmam Ebû Hanife’nin, itidalde ve iki secde arasında vücûdun (bir müddet) sakin kalmasını ve tabiî durumunu almasını uygun bulmaması; koşmakla memur olduğu hayırlara koşmamış olmak (bekleyip kalmak) düşüncesidir. Çünkü koşmakla kazanılacak hayırların, durmakla elden çıkacağından endişe etmiştir. Bununla beraber -Allah ondan razı olsun- lcavme ve secde aralarında vücûda tam sükûneti vermenin müstehab olduğunu da söylemiştir. Bu sözün doğru tarafı şudur: Namazın rükünleri arasında vücûda tam bir sükûnet vermek hayırlara koşmağa münâfı sayılmaz.
Alın üzerine secde edilmesinin vâcib olmasında ittifak, burun üzerine de yapılması gerektiğinde ihtilâf vardır. Zira burun sırf kemik değildir, kemikten ziyâde ete yakın (kıkırdak)tır. Bu sebeple alından ayrılmış bulunmakla secdeden asıl maksat alın olmuştur. Buna dâir olan şerefli hadis;
6 Yedi kemik üzerinde secde etmekle emr olundum’ mealiııdedir. Bu kemiklerin ismi söylenirken evvelâ alından başlanmıştır. Anla!
Şeyh-i Ekber, aynı bâbda sözlerine devam etmektedir: “Kul (rükû ve secdelerde Rab kelimesini nisbet yâ’sı ile) o4j ûWul Isîj
demekle emr olunmuştur. Çünkü her kuldaki Tanrı bilgisi (birbirinden farklıdır). Bu sebeple her kulun Allah tasavvuru ve inancı da bu yüzden yek diğerinin aynı değildir.
Bu itibarladır ki her kul, ancak kendi kafasında, tahayyül ettiği Rabbini tesbîh eder. Başkalarının Tanrı hakkında inandıkları şeylere itikad etmeyen niceleri vardır. Hattâ onlara inanmamakla kalmaz. Rabbi hakkında öyle inanmasından dolayı kendilerini tekfir ederler. Eğer bir kul, her inananın inandığı şeyle mutlaka Rab Teâlâ’yı tesbîh etmesi emrolunsaydı o, Rab olarak inanmadığı bir şeyi tesbîh etmiş olurdu. Bunun içindir ki C'Jtj demekle); ‘Yalnız ve ancak benim tanıdığım ve inandığım Rabbimi tesbîh ederim, ’ diyor.
İlâhî ve dînî olmayan bir bilgiyi kazanmaya çalışan (ve öğremuiş olan) onu bilmeyenden üstündür. Zira o dünyevî ilmi tahsîl edince ona tevfîk de nasip olur. Neticede Rabbine nasıl ibâdet edileceğini öğrenir.
Bir piçin imanı olmasının câiz görülmesi bundandır. Zira o, Allah yanında makbul olmayan bozuk bir maksattan meydana gelen doğru bir ilim gibidir ki fâsid bir mukaddimeden doğan doğru bir neticedir.
Piçin imamlığı bu itibarla câiz olduğu gibi riyâ ve şehvet maksadıyla ilim tahsil etmiş olan bir âlimin verdiği fetvâya da öylece uyulmak câizdir.
Zira bundaki asıl maksat, meşrû değilse de şahsın varlığında ilmin husûlü bir fazilettir.
İmamlık meselelerini bilmeyen bir câhilin imam olması doğru değildir.
Ona uyan da dalâlete düşer. Bu mesele nâfile kılan bir imamın arkasında farz kılanın namazı mevkiinde değildir. Çünkü nâfile kılan bir imama uyan, niyetinde imama muhâlefet etmiş olsa da namazda farz olan rükünlerde ona muhâlefet etmemiştir. Öyle ya nâfile kılan bir imam, rükû, sucûd vesâire gibi namazın erkanından olan vazifeleri yapmak süretiyle ancak ve yalnız kendi üzerine farz olanları îfâ eylemiştir.
Nâfile kılan imamın arkasında niyet ettiği farz namazda duran da, yalnız nâfile kılanın üzerine farz olan vazifelerde de imama uymuştur.
Farzlardaki eksikliğin kıyâmet gününde nâfilelerle tamamlanacağına, farzlarından ancak nâfilelerde sünnet olanlarla değil de yalnız farz olanlar ile ikmâl olunabileceğine dâir söz, Fütûhât’m 376. bâbında gelecektir.”
Şeyh (aynı) bâbda sözlerine devam ediyor: “Namazda saf saf olmanın hikmeti; Kıyâmet gününde Allah’ın huzûrunda durulacağını, o korkunç mahallerde olacakları, peygamberlerin meleklerin ve namazda safların önüne geçmiş olan imamlar gibi ileri derecedeki mü’minlerin şefâatlerini namaz vesilesiyle insana hatırlatmaktır.
Her kim ki bu hâli çokça ve sıkça hatırlarsa kıyâmet gününün korku ve dehşeti bu hatırlamanın idmanı sebebiyle onda hafifler ve azalır.
Hazret-i Şeyh, cemâat ile namazla ilgili olan bu meseleyi de Fütûhât’m 347. bâbında zikretmiş ve şöyle demiştir:
“[Cebrail (a.s.) Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e namaz tâlimi yaparken] Hazret-i Peygamber, (imam arkasında tek başına kalanın imamın sağma durduğu gibi) Cebrail (a.s.)’in sağma durmamıştı. Resül-i Ekrem (s.a.v.) bir gün sabah namazının farzını Cebrail (a.s.)’in arkasında kılacağı zaman meleklerin Cebrai’lin ardında saf saf olmuş namaz kılmakta olduklarını gördü. Bu sebeple kendisi onların safları içinde ve Cebrail’in arkasına durdu. Eğer melekleri Cebrail’in arkasında görmemiş olsaydı, muhakkak Cebrail’in sağında dururdu.
Filhakika Hazret-i Peygamber’in arkasında namaz kılan melekleri müşâhede eden ve kendisine evvelce sağ tarafında durulması emredilmiş olan bir kimse, Resûlullah’m arkasına durmuştu. Fakat Resûl-i Ekrem ona: ‘Sağ yanıma geç, ’ dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), burada tek başına imama uymuş olanın hükmüne riâyet etti. Halbuki işleri gözleriyle müşâhede edenin hükmü, onları müşâhede etmemiş olanın hükmü gibi değildir. Teemmül et!
Hazret-i Şeyh, 431. bâbda bu mesele ile ilgili olarak: “Bir kimse, hüküm ve idaresi altında bulunduğu kişiye asla ve hiçbir vakit imamlık etmesin. Onun sofrasına da izni olmadıkça oturmasın’ şerefli hadisini zikretmiş ve şöyle devam eylemiştir:
“İsterse bu adam o zâtın raiyesi/tebaası efradı hakkında en büyük makamda bulunan bir zât (hani halîfe bile) olsun. Çünkü misâfır, ev sahibinin hüküm ve idaresi altındadır. Onu nereye oturtursa emin ve irâdesinde kaldığı müddetçe orada oturacaktır. Gerçi ev sahibinden bir balcıma çok büyük riâyet olur. Ama menzilin, durağın hükmü o mekânın sahibini reis yapar, oraya hâkim kılar.
Bir halîfe de kendi namına iş gören velî veya vekillerinin beldelerine vardıkları veya kendisinin yanma başka bir halîfe geldiği zamanda aynı halîfe hâkim olur, diğer halîfe veya vekili onun hükmü altında bulunur.
Aynı bâbda, sözüne devam ediyor: “Bizler de Allah’ın evleri olan her hangi mescide girdiğimiz zaman aynı kaideye tevfıken Allah’ın hüküm ve idaresiııdeyiz. Zira bulunduğumuz mekânın kendisine izafeti /Allah’ın evi denilmesi’ sebebiyle halckımızdaki hüküm ona aittir.
İşte câmilere girdiğimiz zaman Ceııâb-ı Hakka tehiyyeten (hürmet ve ta’zim resmi) olarak iki rekât kılmamız, orada yapılmasına izin vermemiş olduğu şeyleri yapmaktan çekinmemiz bundan (onun hâkimiyetini kabul ve emrine boyun eğmeyi vazife bildiğimizden)dir.
Aynı bâbda, şöyle bir şey yazmıştır: “İmam, kendine uyanların sünnetlerden gayri olan hatalarından hiçbir şey üzerine almaz. Namazın rükünlerine ait cemâatten bir mesuliyet taşımaz. Zira rükünler farz-ı ayndırlar. Farzlarda bir insan diğer insanın eksik ve artığından hata ve cezâsmdan bir şey telafi edemez. Farz olmayan amel ve ibâdetler böyle değildir. Farzdan maadakiler şer’î olması bakımından gerçi bir haktır. Bu da iki kısımdır; birinin bedeli ve karşılığı vardır ki, sehiv secdesidir. Bu da bazı meselelerdedir. Diğer kısım, kulu tergîb itibariyle haktır, kul dilerse onu yapar, dilerse yapmaz, bu amelin bir bedeli yoktur. Her eğilip doğrulmakta el kaldırmak ve benzerleri gibi.
Her kim asıl ve erkâna ait bazı amelleri terk etmek hususunda sehv secdesi yaparsa onun için düşmanını öldürmüş veya yaralamış olanın ecri
vardır. Nitekim; ‘İki secde şeytan için ve kâfirlerden olan şeytan için zillet ve hakaret oldu’ hadisi buna işâret etmektedir.
Hak Teâlâ Hazretleri de, “ V)
tX*c. ^ /Onlar, kâfirlerin hiddet ve gayzıııı çeken bir yurda basmazlar ve düşmandan bir şeyi ele geçirmeye nâil olmazlar, illa ki bu hareketleriyle kendilerine muhakkak iyi bir amel yazılmış ola,”157 buyurmuştur.”
Hazret-i Şeyh, farzların nâfileleıie tamamlanması hususunda Fütûhât’m 376. bâbında daha bir şeyler söylemiştir. Oraya da bak.
Şeyh, cenâze namazı bahsinde şunları yazmıştır:
“Kim ki namazında bir noksanlık ve kusur biralarsa Flak Teâlâ Hazretleri o noksan ve kusurlu namazı kabul etmez. L.akiıı böyle namazları birbirine katıp noksanları kapatmak sûretiyle ikmal eyler.
Eğer bir kimsenin noksan ve hatalı yüz namazı olursa bunlar yek diğeriyle tamamlanır sonra Flakkın huzûruna çıkarılır. Bu sûretle o yüz namaz seksen namaza veya yirmi yahut da ona belki daha aşağıya iner. İnsan ve cinlerin namazındaki hüküm böyledir. Ama meleklerin, hayvanların, nebatların ve hattâ taşların, toprak, su ve maden gibi cansızların namazlarına gelince onların hepsi kâmildir. Onlara noksanlık girmez.”
‘İnsanın namazında akıl ve şuur ile yaptıklarından başkası kabul edilmez’ hadisinin açıklaması, 376. bâbda gelecektir. Oraya da bak!
Kitabın son bâbında (konuyla ilgili olarak) şu sözleri yazmıştır:
“Bil ki nâfile diye ancak farzlarda bir aslı olanlara denir. Farzlarda asıl ve esası olmayanlar, îcâd edilmiş müstakil bir ibâdettir, bunların bir çoğuna ‘bid’at; sonradan çıkarılan uydurma’ denir. Resûl-i Ekrem de bazısına ‘güzel âdet’ adını vermiş ve; ‘Her kim miislümanlar arasına güzel bir âdet koyarsa bu âdetin kendi ücreti ve onunla amel edenlerin kazandıkları sevabın bir misli hiç eksilmeden kıyâmet gününe kadar o âdeti çıkarana aittir, ’ buyurmuştur.
Nâfileleri fevt etmekten farzın kalesinde açılacak bir gedik kapanmayınca Cenâb-ı Şari’ Teâlâ Hazretleri nâfılelere bir takım farzlar koydu ki farzlar, farzları telafi etsin de aslın hükmüne giren nâfile namazı gibi olsun. Sonra nâfileler yine aslında ııâfıle olmakla beraber zikr, kıraat, rükû ve sücûd gibi farzlara da bürünmüşlerdir. İşte bir satır evvel yazılan söz
ve fiiller nâfilelerde de farzdır. Bundan da bir nâfılenin sahih olması farzın kâmil olmasına bağlı olduğu anlaşılmıştır. Hakîkaten nâfilelerin kendisinde farzlarda olan farzlar ve farzları tamamlayan nâfileler vardır.
Hz. Ali’nin mezhebinde, namazda tutulup arkasını getiremeyen imamın kıraatim açmak yoktur. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın yolunda ise, açmak lâzımdır. Hz. Ali’nin nazarında imam; Hak Teâlâ’nm kelâmını kullara okumakta, Hakkın yerine durmakta ve ona vekâlet etmektedir. Bu itibarla hiçbir kimsenin Hak Teâlâ’ya (karşı imama) yardım ve müdahale etmesi uygun olmaz. Anla!”
Hazret-i Şeyh, ‘Bir kul namazında deyince Allah Teâlâ da ‘ til
jA1 /Evet ben na mütenâhi büyüğüm, ’ der. Kul ‘<-ül Y/ ^ V /Senden başka hiçbir tanrı yoktur, ’ deyince, Allah da; ‘LU yj <11 V/Benden özge hiçbir tanrı yoktur, ’ hadisi hakkında şunları ilâve etmiştir.
Şu halde kul, Hak Teâlâ hakkında mutlaka bir şey söylemeyinceye kadar Allah Teâlâ ona bir söz ile mukabelede bulunmaz. Bundan da kulun, imanıma uymasının evlâ olduğu anlaşılır. Şeyh’in bu buluşu da güzeldir.
Hazret-i Şeyh, Cuma bahsine ait fasıllarda şöyle demiştir:
Benim anladığıma göre Cuma namazını zevâlden önce kılmak daha efdaldir; zira bu zamanda kılınması emr olunan hiçbir farz namazımız yoktur.
Şeyh’in bu ta’lilinde bakılacak cihet vardır. Teemmül olunsun!
“Kanâatime göre üç müezzin olan câmide müezzinlerin ayrı ayrı bir biri arkasından ezan okuması lâzımdır. İkisi veya üçü birden ezan okumaları sünnete aykırıdır. Uç müezzin tek tek ezan okuyacaklarında (meselâ) birinci
Jic. der, ikinci de der. Bunu bir topluluk (umûm)
hakkında söyler. Üçüncü J&. derken, cemâate hitap eyler.
İşte bu sûretle her müezzin, diğerinin bilmediği bir hâli îlân etmiş
olur.
Bunda (bir incelik vardır.) Teemmül edilsin ve yazılsın.
Şeyh-i Ekber, aynı fasılda sözlerine devam etmektedir:
“Bence bir şehirde iki yerde Cuma kılmak câizdir. Çünkü bunun menine dâir Kitap ve Sünnette bir delil yoktur.
Benim anlayışıma göre de, Cuma hutbesi farz değil, sünnettir. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bunun farz olduğunu bildirmemiştir. Bu itibarla Cuma hutbesinin farz olduğunu iddia etmemiz doğru olmaz.
Mezhep imamları da, her zaman Cuma namazlarım, sünnet olduğunda ittifak ettikleri bayram namazları hutbesi gibi bir hutbeye vasi ederek kılmışlardır. Nasıl ki bayram hutbelerinde de hâl böyledir. Bununla beraber bayram hutbelerinin sünnet olduğunda ittifakımız vardır.
Cuma hutbesinin farz olduğunu söyleyenler; “ fji <> tjiJ* ta] /Cuma günü ezan okunduğu vakit derhal Allah’ın zikrine koşun!”  ilâhî kelâmında ki ‘ kelimesinin mânâsını te’vil ederek; ‘Bundan maksat hutbedir. Allah’ın zikrine koşun! Yani hutbedeki öğütleri dinleyin! demektir,’ demişlerdir ki, bu da açık bir vecihdir.”
Hazret-i Şeyh, bu hususta sözü bir hayli uzatmış, sonra da şunları ilâve etmiştir:
“Şu halde Cuma hutbesinin farz olduğuna ve bunun hakkında ne denileceğine dâir açık ve kat’î bir nass olmayınca, (farzdır) diye kestirip atmak bizce doğru değildir.
Bu hususta bize gerek olan (yapmamızı istediği ibâdetleri) farz yolu ile değil de sabır ve sükût tarikini iltizâm etmek sûretiyle yapan Allah’ın Resûlünden gördüğümüz gibi yapmaktır.
Hak Teâlâ Hazretleri; “ 4İ]' ^ âil /İzzet ve celâlim
hakkı için (dikkat edin) Allah’ın Resûlu’nün (her işinde) sizin için güzel örnek vardır,”  dedi ve bir de; “ ^11' ^11' luM ü) cia
/(Peygambere hitâben) onlara: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız hana uyun ki Allah’ta sizi sevsin! De”  diye emir buyurdu.
Binâenaleyh Resülullah’m sünnet ve farz olduğunu beyân ettiği (ve ne olduğunu açıklamadan yaptığı ve bizlere emrettiği) ibâdetlerde ona uymağa memuruz. Bu sûretle kılman namazlarımızda (ve yapılan tâat ve ibâdetlerimizde iki farz edâ etmiş olacağımızdan) Allah’tan iki farzın mükâfatını alacağız ki, bu farzların biri Resûlullah’a tabî olmamız, diğeri de tabî olduğumuz işi yapmamızdır.
Sünnetlerde de böylece iki türlü ecre nâil olacağız. Bunlar da ona uymamızın ve bir de o sünneti yapmış olmamızın mükâfâtıdır.
Şâyet bu ibâdetlerin her birisi ayrı ayrı farzları da ihtiva ediyorsa, ayrıca o farzların da sevabını alacağız. Meselâ: Nâfıle bir namaz kılmak, ihtiyarî bir hac yapmak gibi. Çünkü bunların içinde farzlar ve sünnetler vardır. Aıııa sadaka böyle değildir. Onun içinde farzlardan bir şey yoktur.
Cuma namazında Cuma sûresini okumanın sünnet olması: Namazla sûre arasındaki münâsebetten ve bir de Resûlullah’a uymaktan dolayıdır.
iiEj ç-clu!5 sûresini okumağa gelince; bu sûrede ibâdetler içinde izhar edilen fiillerden Cenâb-ı Hak Celle ve Âlâ’yı tenzîh etmek vardır. Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri kendisini /namaz kılar’ diye
vasıflandırmıştır. 
sözünden nefsin ihdâs ettiği bir tehayyül ile Allah’ın bir tesbîh etmesi de olduğu nasıl tasavvur olunabilir. Bu itibarla ‘ 4b ^ ^ sûresi pek münasib olur.
Bu mânâ, vitrin de nazîridir. Çünkü vitr namazında da bu sûrenin okunması sünnettir. Bunun veclıi de; vitr (teklik)den anlaşılan, her türlü şekil ve sûretlerdeıı hatır ve hayâlimize gelen varlıklardan Cenâb-ı Hakk’ı tenzîh etmek içindir.
(Resûl-i Ekrem’in Cuma namazlarında) ‘ uŞİeU. 13)’ ve
sûreleri oloımasınm sebebi de, bu sûrelerdeki va’d ve va’idler hutbelerde bahsedilen şeyleri tazammun etmesi itibariyle namazda okunanın, hutbede söylenenin (kıraat ile hutbenin) yek diğerine münâsib ve alâkalı bulunmasıdır.
Hak Teâlâ Hazretleri; “İzzetim hakkı için size Allah’ın Resûlü örnektir,” buyurdu.
Rabbine münâcaât etmenin şartı, onu kalbinde müşâhede etmektir. Ne zaman ki bir kimse namazında Allah’tan başkalarıyla beraber olup onlarla konuşur. (Zihnini ve gönlünü Allah’tan ayırır) ise, o namazında Rabbine münâcaât ve onu kalbinde müşâhede eden bir kul demektir. Öyle ya, hiçbir mahluk Rabbine münâcaât ve müşâhede hâletinden aklını, fikrini ayırmağa cüret etmez.
Cuma günü haftanın günleri içinde en hayırlı ve efdal olanıdır. Arefe ve aşüre (Kurban bayramı ve arefesi Muharrem’in onuncu) gününü efdal görenler yanılmıştır. Zira bu iki gün (Cuma gibi) haftanın günlerinde değil, senenin bütün günlerinde döner, dolaşır. Bu sebepledir ki Cuma günü, bâzen arefe ve aşûre günü de olur. Halbuki cuma değişmez. Hiçbir zaman cumartesi veya başka bir gün olmaz. Çünkü Cuma gününün şeref ve fazîleti zâtîdir. Arefe, aşûre ve şâir mübârek günlerin şerefi ârizîdir. Hayırlı ve mübârek işlerin kendilerine ilâve edilmesidir. Bu işler haftanın hangi gününde bulunursa, o gün bu ârızî haller sebebi ile mübârek ve efdal olur.
Bu sebepledir ki bazı ulemâ, Cuma günü gusl etmek günün zât-ı şerefi içindir. Yoksa o güne mahsûs olan namaz sebebiyle değildir demiştir.
Cuma namazına erken gelmenin faziletini bildiren şerefli hadiste bir yumurtanın hayvana mukârin, muâdil yapılmasının hikmeti şudur: Hayvan yumurtadan meydana gelmiştir. Tavuk onun içinde tekevvün eder ve bu mânâya yumurtlayan bütün hayvanlar dahildir.
Bu hadiste yalnız eti yenen hayvanların; deve sığır, koç ve tavuğun arka arkaya getirilmesi, beslenen bir şahısta hayâtı kuvvetin bu hayvanlar ile artmasından nâşîdir. Sanki bu hayvanlara yaklaşan, hayatına yaklaşmış gibidir. Halbuki Allah Teâlâ’ya nefs (ruh) ile yaklaşmak yaklaşmaların en parlağıdır.
İşte bu, Allah’a yaklaşmak bahsinde eti yenilen hayvanlardan başkasımn niçin zikredilmemiş olduğunu (sezdiren) bir nüktedir.
Cuma’ya gitmenin fazileti hakkında vârid olan vakitler, benim kanaatime göre ilk ezandan başlayarak imamın hutbeye başlamasına kadar hesap olunur. İlk ezandan evvel câmiye gidenlerin erken gidişine göre ayrıca ve derece derece ecri vardır. Bunlar, deve kurban etmenin ecri üzerine (Resûlllah’m tâyin ettiği vakitler için) ziyâde edilen mükâfâtlardır.
Cumaya koşmak iki türlüdür: Birisi menduptur; güneşin doğmasından ilk ezana kadar sürer. Diğeri vâciptir; ilk ezandan başlar, imama ikinci rekâtta erişinceye kadar devam eder.
Bence her seferde (uzak, yakın; mübah veya günah olsun) dört rekâtlı farzları iki kılmak câizdir.”
Şeyh-i Ekber, bu meselenin delilleri üzere bir hayli konuşmuştur.
Fıkıh âlimlerinin hepsi, hac günlerinde Arafat’ta öğle ile ikindi namazını öğlenin ilk vaktinde, akşam namazını geciktirerek yatsının ilk
vaktinde birleştirmek sûretiyle her İlcisini birden Müzdelife’de kılmanın câiz olduğunda ittifak etmişlerdir.
Benim kanaatime göre Arafat ve Müzdelife’den başkasında namazı birleştirmek câiz olmaz. Çünkü namaz vakitleri hiç ihtilâfsız tespit edilmiştir. Binâenaleyh kat’î ve sarih bir nass olmadan namazları vaktinden çıkarmak doğru değildir. Bir ihtimale dayanarak sabit bir esastan ayrılmak uygun olmaz. İlmin kokusunu alan böyle bir şey söylemez. Bu hususta vârid olan hadis, üzerinde (olur olmaz) ihtimalleri taşımaktadır. (Müspet meııfı hükümlere yol vermektedir). Belki bu hadis, (rivâyet yolu ile) sahih olabilir. Ama lcoııu hakkında kat’î bir nass olamaz.
Hazar zamanında bir zaruret de olmadan öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namazlarını birleştirmek işine gelince; bu Hak Teâlânm “Allah sizin içinde hiçbir güçlük murad etmedi”163 kelâmı ile ‘Allah’ın dini kolaylıktır’ şerefli hadisine ve bir de Resûlullah’m bir mazeret olmadan hazar vakitlerinde öğle ile ikindiyi birleştirmiş olduğu hakkında İbn Abbas Hazretlerinin: (Peygamber bunda ümmetine güçlük olamamasını ıııurad etti) demesine uygun geliyor.
Zâhiriyecilerdeıı bir cemâat böyle demişlerdir. Zâhiriyecilik de mecrûh/tercih edilen bir mezheptir. Ama (başka mezhepteki) ulemâ topluluğu bu (ve şâir birkaç) meselede zâhiriyecilere muhâlefet etmişlerdir.
Rahmetü’l-Ümme kitabında imamların ihtilâfı hakkında şöyle bir yazı gördüm: Muhammed b. Sîrin ve İbnü’l-Münzir yolundan gelmiş bir hadîse göre; bir ihtiyaç peşinde olan kimse için (âdet hâline gelmedikçe) namazı vaktinden evvel kılması câizdir.
Bu meseleyi, bazı kardeşlerimize anlatmaklığım icab etti. Kasetçilerden birisi, benim bu yolda fetvâ verdiğimi zannetmiş ve beni zannedildiği şekilde Mekke ve Medine’ye yaymış. Halbuki kendisi bunu benden bir fetvâ olarak değil, hikâye olmak üzere istemişti. Üstelik bir de ona, İbn Abbas’m: ‘Her kim hazar zamanında mazeretsiz olarak iki namaz arasını birleştirirse, o büyük günahlardan birinin kapısından girmiştir’ dediğini de söylemiştim. Allah onun bu iftirasını lutf ve keremi ile yarlığasııı.
Hazar vakitlerinde hastaların namaz birleştirmelerini câiz görüyorum. Kesel; ağırlık, tembellik de rûhî bir hastalıktır. Bununla beraber onun namazları birleştirmesi câiz olmaz. Ama bir kimsenin marazı bütün hallerine sirâyet eder de, bunlardan bir hâlin şiddetleneceğinden, meselâ hastaya baygınlık gelmesinden korkulduğu gibi endişe edilirse, o vakit namazları bir vakitte birleştirmek câiz olur. Çünkü bu hâl, bir marazdır. Makam ise, sağlıktır.
İyice teemmül olunsun ve şerîatin zâhirine göre yazılsın.
Korku namazı  hakkmdaki kanaatim şudur:
Bu hususta imam, Hazret-i Peygamber’den sabit olan şekil ve hareketlerden birisini kabul etmekte serbesttir. Hangi namazı ve ne şekilde kılarsa mükâfâtım görür. Cemâatin namazı da sahih olur. Yalnız imam selâm verdikten sonra intizâr edileceği hakkmdaki rivâyet tahkike lüzum göstermektedir. Zira intizâr mevkiindeki imam bu namazda (tâbî) durumuna geçmiş oluyor. Halbuki Hak Teâlâ, onu matbû tâyin eylemiştir.
Mânâ yolundan kanaatsiz durmanın sebebi; Efendimiz (s.a.v.)’in imama hastalara, fakr ve zarûret içinde bulunanlara namaz kıldırmasını emretmiş bulunmasıdır.
Bir rivâyette de;  sahâbe, Ebû Bekr’e uymuş, o da Resûl-i Ekrem’e uymuştur. (Bu rivâyetin doğruluğu kabul edildiği takdirde) Resûl-i Ekrem’e hastalığı sebebiyle vazifesinde bir kolaylık sağlamış olduğuna ihtimal verilir. Şu halde bu gibi hallerde imam bir cihetten imam edinmiş, bir cihetten de imamlık yapmış olur.
İşte bundan dolayı imanım namazda cemâatin namazını ikmâl eylemesine intizâr etmesi hakkmdaki rivâyette bir tercih sebebi bulamadım.
Düşünülsün ve ona göre yazılsın.”
“Bir kulun namazda vesvesesinin artması şeytandandır. Bu itibarla onun namazının hükmü şiddetli korku namazı gibidir. O, âdeta harp cephesinde namaz kılıyor demektir. Bu muharebede namazını büsbütün kesmiş ve yalnız zâhirî rükünleri (farzları), ilk rastladığı ve şer’in câiz gördüğü kadar bir huzûr içinde edâ eylemiş ise o, iç âleminde yine namazdadır. Nasıl ki bir mücahid kılıç kılıca (meydan muharebesinde ve mubareze hâlinde) dahi bâtını ile namazını edâ eder (denilmiştir). Bittabi
böyle bir namazın hâricî şekli, Şer’in takdîr etmiş olduğu en basit ve kolay ameller (kıyâm, kırâat, rükû ve secdeler dahi) gözleri ima etmek ve karşısındaki düşmanı ile uğraşırken dili ile tekbir getirmek gibi şeyler olacaktır.
Bununla beraber şeytan yine vesvese verirse, artık o vesvesenin ona bir zararı olmaz. Nasıl ki bir insan tam ihlâs ile bir cihada (ibâdete ve hayır bir işe) başlarsa ve neden sonra bu mücâhedesi esnasında kendisine ârız olan riya ve sum’a ile de çarpışmak lâzım gelse İkinciye aldırış etmez. Çünkü muharebenin ilk çıkışındaki asıl ve esası sağlamdır. (Asıl mücahedesini bırakıp onu mahvedecek şeylerle) amelini iptal etmesi ve Hak Teâlâ’nm: (Amellerinizi iptal etmeyiniz!) emrine muhâlif ve şeytanın maksadına muvâfık bir harekette bulunması asla doğra değildir.”
Hasta namazı bahsinde Şeyh-i Ekber, şunu da söylemiştir:
(Namaz kılanın önünden geçmek meselesinde) benim kanaatim ancak secde edeceği yerden ve secde edeceği zaman def etmektir. Zira insan bir şey kendisi ile secde edeceği yer arasına girdiği (ve secdesine mâni olacağı) zaman onu def etmek veya öldürmek ile memurdur. Böyle olmadıkça namaz kılana onu def veya katletmek lâzım değildir. Burada günah namaz kılana Araplarca u# /ön’ adı verilen yer kadar yakın mesafeden geçen kimseye taalluk eder. Çünkü biz, şeriat kurucusundan namaz kılanın secde mahallinin biraz ilerisinden geçenleri men etmesine dâir (emir verdiği hakkında) sahih bir haber almadık. Her iki halde de namaz sahihtir.
‘Namazda üflemek (bir şeye üfürmek) dünya kelâmı mıdır, değil 'midir?’ meselesinde fakihler ihtilâf etmişlerdir. Meselenin esası şudur: Hazret-i îsâ’nm Allah’ın emriyle çamurdan yapılan kuş kalıplarına üflemesi, Hak Teâlâ ile huzürunu bozar mı, bozmaz mı? En doğru cevap; bozmaz. Her kim üflemeyi ‘ol’ emri yerinde tutarsa (bir emir olarak söylerse), onu bir dünya kelâmı sayar. Her kim de onda bir emir mânâsı görmez, belki ona münâsip bir sebep kılarsa onu bir kelâm addetmez. Cenâb-ı Halck’m /iznim ile” sözünü, /ona üflesin” sözüne de değil de “b^3 /kuş
olurdu”166 sözüne hamleder.”
Düşünülsün ve ona göre yazılsın.
“Kanaatime göre namaz kılan kendisine verilen selâmı iâde etmelidir. Çünkü selâm, zikrullahtır ki namazların oturumunda söylenmesi emrolunmuş olan zikirlerdendir. Bunun kendisine döndürülen bir esası 
vardır. Namazda duâ caizdir. Hattâ bu duâda insanlar da anılabilirler. Kur’ân’da; ^=4? /Size selâm verenlere
(hayat ve selâmetinize dâir güzel dileklerde bulunanlara) hemen ona söylediğinden daha güzel bir söz ve temenni ile mukabele ediniz”167 buyurulmuştur. Bianaenaleyh mukabelenin geciktirilmesi câiz olamaz. (Cenâb-ı Hakkın bu emri mutlaktır) namaza ve nemazdan gayrisine tahsis buyurmamıştır.
Duâda ve duânııı haricinde Allah’ı anmanın hepsi meşrûdur. Teemmül olunsun ve ona göre yazılsın.
“Unutmak veya uyumak sûretiyle bir namazı geçiren kimsenin onu hatırladığı zaman kılması bence kazâ değil edâdır. Çünkü uyuyan veya unutan, uyku ve unutma hâlinde o namazı kılmakla muhatap değildir. Bu iki hâl, onlar hakkında namaz vakti değildir ki, onu diğer vakitte kılmaları kazâ olsun.”
Şeyh-i Ekber, namaz vakitleri hakkında uzun tafsilât vermiştir. Oraya bakınız!
Fütûhât’m 532. bâbmda Hazret-i Şeyh, şunları yazmıştır:
“Her hangi bir namazda kalp huzüru hâsıl olmazsa o namaz ölür, onda ruh yoktur. Bir namazda ruh olmazsa, o namaz kıyâmet gününde sahibini elinden tutamaz.”
Şeyh, sözüne devam ediyor: “Böyle bir namaz, kıyâmet gününde kendisine; [‘yaptığın insanları (haydi bakalım şimdi) dirilt!’] denilecek olan, fakat (onlara can vermeye muktedir olmayan ressam ve heykeltraş bir münafığın namazıdır.
Bunun izahı şöyledir:
Hak Teâlâ Hazretleri ibâdetleri mücerred onların yalnız dış şekillerini göstermek sûretiyle yapmamızı emretmemiş, fakat onları ancak kendisine kavuşturan yola kılavuzluk etsin ve ona göre Hak Teâlâ’yı tanıtacak bilgi ve mârifeti kazansın diye teşrî buyurmuştur.
“Benim anlayışıma göre; bir namazı bilerek ve isteyerek £'-^’ terk edenin üzerine o namazın kazası yoktur. (Kaza etse da kabul edilmez). Çünkü o bile bile Allah’ın yolundan sapmış kimselerdendir. Bu sebeple fakihler topluluğu onun büyük bir günah işlediği üzerinde ittifak etmişlerdir.
Binâenaleyh onun İslâmiyetini yenilemesi muvâfık olur.” Düşünülsün ve yazılsın.
Unutulan namazların kazasında aslına çevrilmek sûretiyle bir tertip meşrûiyeti ve böyle bir meşrûiyetin aslı yoktur. Zira unutulan namazların vakitleri muhteliftir. Bunların kazasında tertip yapılamaz. Yalnız bir vakitte tertip yapılabilir ki, o vakit de aynı zamanda iki namaz beraber kılmabilir. Bu da ancak iki namaz arasını birleştirmeyi câiz görenin mezhebinde tasavvur olunabilir. Bu tarz hareket, onun nazarında kendisine döndürülen bir asıl sayılabilir.” Düşünülsün de yazılsın.
Şeyh-i Ekber, sehiv secdeleri hakkında şöyle demiştir: “Benim bu husustaki re’yim; sehiv secdelerinin yeri sehvedilen vazifelere göredir. Doğrusu Resûl-i Ekrem’in selâmdan önce secde ettiği konularda sehiv
oo»1 nmrî ^/otMİn* Calomrlon cAnrp pftı iri A/prl ArrİP
o^u\^oı ooıd-iiıvicıiı v_/ııv^o ydpıııı. kjv»/idııiuicııı awxxjL ci vlngı J/VÜVİUV
selâmdan sonra yapılmalıdır.
Sehiv secdesini dilerse selâm vermeden evvel dilerse selâm verdikten sonra yapabilir. Resûlullah’m, ümmetine teşri’ maksadıyla sehvettiği namazın erkân ve vâciplerinden birini yapıp yapmadığından şüphelenip secde ettiği yerler beştir:
1. İkinci rekâtta oturmadan kalktı. Secde etti.
2. İkincide (tehiyyatı okumadan veya okuyacak kadar) oturmadan selâm verdi. Secde etti.
3. İkincide selâm verdi, (kalktı üçüncü rekâtı kıldı.) Secde etti.
4. Üçüncüde selam verdi (kalktı dördüncü rekâtı kıldı.) Secde etti.
5. Sehven beş rekât kıldı. (Beşinci rekâta kalktı, rükûdan doğrulunca oturdu.) Secde etti.
Resûl-i Ekrem’in bu secdeleri namazda bir ziyâde veya noksanlık yaptığı yahut sırf unuttuğu için yapmış olduğunda fakihler ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunların bir kısmı, unuttuğu; bir kaçı da, ziyâde ve noksan yaptığı için secde etti demişlerdir. Ben de; her ikisi içindir, secdenin birincisi sehvine, İkincisi eksik veya fazla yapmış olmasına aittir, diyorum.
Namaz kılanın secdelerde yrU teşbihini üç kere demesinin
sünnet olması; birinin hissine, birinin hayâline, birinin de akima ait olduğundandır. Çünkü o, Allah’a yakınlık makamında ya his veya hayâl ile; yahut akıl ile müdrik olarak Cenâb-ı Hakk’ı tenzih ediyor. Bu sûrette şeytanı hor ve hakîr kılıyor.
Namazda yapılan sehvin telafisinde yalnız secde edilmesi meşrû kılınıp da, namazdaki diğer fiil ve sözlerle yapılmasının hikmeti şudur:
Sehvin bir çoğu şeytandandır. Binâenaleyh bu sehvi telafi etmek ancak şeytanda yer bulmamış olan bir sıfat ile mümkündür ki, o sıfata bürünerek kula vesvese vermeğe muvaffak olmasın, şeytanda bulunmayan bu sıfat da secdedir. 
Zira secde eden secde hâlinde Rabbini müşâhede makamına yakınlığı sebebiyle şeytan mahfuzdur/bağlıdır. Şâyet şeytan kulun sehiv secdesine yaklaşmış olsaydı kul sehv secdesini de unuturdu, sehivler birbirine ulanır giderdi. İşte bu sebepten dolayıdır ki sehv secdesini unutan kimsenin yapacağı hakkında Hz. Peygamber bize bir yol göstermemiştir. Bu hususta bize açık bir hüküm gelmemiştir.
Sonra yine bir sehv vâki olsaydı onun, şeytandan olduğu taayyün etmezdi. Şeytandan olmayınca da, sehiv secdeleri şeytan için bir horlama ve hakaret olmazdı. Bu ise sehvin şeytan işinden veyahut insanın ibâdetinde kendinden geçmiş (vazifelerini ihmal etmiş. Dünya işlerini düşünmeye gitmiş, Allah’ın huzûrundan ruhunu ayırmış ) bulunmasından ileri geldiği zaman yapılacak şeyin aksine bir hareket olurdu. Çünkü sehiv secdeleri şeytana hakaret üstüne hakaret oluyor. Birinci hakaret secdelerle, ikinci hakaret de sehvin telafi edilip bir kusur kalmamış olmakla vesveselerinin boşa çıkarılmış bulunması itibariyledir.
Bu izahtan anlaşılmıştır ki sehvin mutlaka ve her halde şeytandan olması lâzım gelmez. Sehvin sebebi ancak namaz kılanın ibâdetinde kendisinden geçmiş (başka şeylere dalmış) olmasıdır. İbâdetinden bizzat gaflet ve gaybet etmesi de ibâdetinde bir sehv olur. Zira şeytandan olmayan sehvin sebeplerinden birisi de Cenâb-ı Hakk’m kelâmını okuduğu sırada (içine doğan) tevhîd (lem’aları) veya müz’ic korku ve şâir hallerin galebesiyle İlâhî ahkâmın hayret verici mânâ tecellîlerini müşâhede etmesidir.
Benim kanaatime göre imam cemâatten birinin yaptığı sehvi üzerine almaz. Bunu da İmam Meklıûl söylemiş ve bu hususta cumhûra muhâlefet etmiştir. Çünkü biz, hakîkaten şerîat kurucusunu sehv secdeleri meselesinde
imam ile cemâatini birbirinden ayırmış görmedik. O, bu hususta hâssaten musallî/ııamaz kılan demiş birinin hâlini diğerinin hâline tahsîs etmemiştir. Hak Teâlâ Hazretleri de, “ jjj 1)Jp Vj /Bir kimse başkasının günahını taşımaz”  demiştir.
Diğer bir âyette; ı> V /Bir can diğer bir canın ^
yerine bir şeyle cezalandırılmaz.” 
Bir başka yerde de: j ^ ^ /Herkes kendi kazancına bağlıdır”  demiştir.
Bu mânâları inceleyen bir kimse, imanım namazda kendine uyanların yaptıkları sehv ve hatalarından mesul olmadığını anlayacaktır. Doğrusu İmam Mekhûl bu meselede (isminin mânâsına uygun bir şekilde) gözünü isâbet sürmesiyle sûmıelemiş, gönül gözü parlamıştır.
Kanaatime göre bir insanın uyku, bayılma, delilik, aşk gibi bir hâlin galebesi ile kendinden geçerek akıl, şuur ve irâdesini kaybetmesi sebebiyle ondan dînî teklif (vazifelerini fiilen yapmak mükellefiyeti) kaldırıldığı zaman şer’i hitab kalkmaz. Cumhur (fakihler topluluğu), bu noktada benden ayrılmışlardır. Sözümü açıklayayım:
“Burada bir mükellefi şer’in hükmünden çıkaran bir hâl ve sıfat yoktur. Çünkü şerîat kurucusu gerçi deli, sabi ve benzerlerini kendilerine tehlike getirecek ve zarar verecek şeylerde tasarruf yapmasını mübah kılmış ve bu hususta onları güç durumdan kurtarmıştır ama o vaziyette onlardan şer’î hükmün kalktığı nasıl söylenebilir? Halbuki şerîat, mübah kılınan şeylerde üzerine bil-icmâ ibahe ile hükmettiği gibi ona da ibahe ile hükmetmiştir. Bu meselede hüküm akla değil, şer’a mahsûstur. Hiçbir kimse şer’in hükmünden dışarı da bırakılmamıştır.
Şurası da mâlûmdur ki şer’î hükümler, eşyâıım maddî varlığına değil, halleri üzerine bina edilmiştir. Nitekim İmam Malik Hazretleri: “Deniz domuzunun (ismine tebean) etini yemek haramdır,” diye fetvâ vermiştir.
Şeyh-i Ekber, bu hususta sözü uzatmıştır.
“(Hazret-i Peygamber’e İslâmm esaslarını sorup cevabını alan) bir Arabî (nihâyet): ‘'Üzerime bundan başka bir vecibe var mıdır?" deyince, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ona: ‘Hayır, yalnız kendi arzun ile yapacakların
vardır, ’ cevabım verdi”. Yani onları yapmaklığın zarûrî değil, fakat lüzumludur. Aym farzlar gibi nâfileleri de tamamlamaklığm icab eder, demek istedi. Bu şekil ifâde ile nâfile ibâdetleri isteğe bağlı işleri terk etme bâbmdan bir korku salmış oldu. Cenâb-ı Hak: “Amellerinizi iptal etmeyiniz!”  buyurdu.
Bir kimsenin namazda Fâtihadan sonra okuyacağı sûreyi (veya âyeti) o anda düşünüp kararlaştırması, zaman geçirmemesi, belki hatırına ilk defa geleni okuması muvâfık olur. Zira ilk hâtıranın ikinci üzerine üstünlük ve derecesi vardır.”
Şeyh-i Ekber, 388. bâbda da bu hususa temas etmiş ve şunları yazmıştır:
“Bir ârifin herhangi bir namazında muayyen bir sûre veya belirli bir âyet okuyacağını önceden akima koyması âriflik edebindendir. Zira o, münâcaât yollarının hangisi ile Rabbine münâcaât edecek İlâhî kelâmı ile Rabbinin hatırına getireceği kelâmı arasında muhayyer durumdadır. İkinciye itibar etmesi lâzımdır.
Benim re’yime göre sabah namazlarının iki rekât sünnetinde okunacak kıraatta yanı başındaki işitmeyecek ve fakat kendisi duyacak kadar canlı okumalıdır. Zira sünnetin vakti berzâh/gece ile gündüz arası bir zamandır. Bu sünnette uykusunda bir çok işler gören ve yanı başındaki adama onlardan bir şey bildirmeyen uyur kişiye benzer. Binâenaleyh bu vaktin muamelesi, o gibi kıraate uygundur.
Sabah namazının sünneti ile farzının arası da böylece ayrılsın. Bu mertebeleri ayırt etmek (ve o zamanki alacakaranlık içinde) eşyâdaki belirsizliği kaldırmak da (ayrıca) hikmettendir.”
Ramazan gecelerini ihyâ (etmek hususunda Şeyh-i Ekber on üç rekât namaz kılmasını tercih ettiğini söylemiş ve sebebini şöyle açıklamıştır):
“Çünkü Resûl-i Ekrem’in Ramazan gecelerinde ve Ramazan gayrisinde mûtacl olarak kılman) on üç rekât namaza bir şey ilâve etmediği sabit olmuştur.  Şu kadar ki rekâtları uzatır (erkan ve adabına daha fazla itina etmek sûretiyle onları güzelleştirirdi. Binâenaleyh (on üç rekât namazında) böyle yapan Ramazanı ihyâ ile beraber Resûlullah’a uymanın arasım birleştirir, (her ikisini de yapmış olur).
Dediğimizden fazla sayıda namaz kılanlar onların rükûunu, secdelerini lâyıkıyla yapmadıklarından çok hatalı ve fenâ şekilde edâ ederler. Böyle kılman namaz hakkında Resûlullah: “(Ta’dil-i erkansız namaz kılan birisini görünce;) Dön, yeniden kıl. Çünkü sen namaz kılmadın/” demiştir.
Ramazan gecelerini sünnet veçhile (usûl ve adabına uygun bir şekilde) ihyâ etmek isteyen Hak Teâlâ’nın emir (ve Resûl-i Ekrem’in tâlim) buyurduğu gibi rükû ve secdelerini tam yapması dört mahalde (rükûda, kavmede, secdelerde ve aralarında) hakkıyla sükûnet ve istirahate varması, vakar (saygı duruşu) göstermesi, durumunu tedebbür, tefekkür ve tesbîh eylemesi lâzımdır. Yoksa o (içi dışı bozuk) namazı kılmaması daha iyidir.
Hiç bırakılmayacak olan te’lddli sünnetler: sabah namazından evvel kılman iki rekât, dört rekât kuşluk namazı, öğlenin farzından evvelki dört ve sonraki dört rekât, ikindiden önceki dört rekât, akşamın farzından sonraki iki rekât, farzından sonraki altı rekât yatsı namazlarının farzından evvelki dört ve sonraki dört rekât ve ayrıca iki rekât. Üç rekât vitir, Cumanın farzından sonra dört rekât (ki hepsi 43 rekât)tır. Bunlara ilâveten fazla namaz kılmak elbette güzeldir. Ama her işte peygamberin sünnetine uymak daha güzeldir. 
Şeyh-i Ekber, Futûhât’mm 421. bâbmda: “Melekler için nâfıle ibâdet yoktur. Onlar dâima nefesleri sayısınca farz içindedirler. Onlar bizim gibi ihtiyari ibâdet edemezler. (Çünkü her an vazifelidirler, boş zamanları yoktur)” demiştir.
(Tahiyya namazı hakkında) Benim kabul ettiğim şudur:
“Oturmak niyeti olmadan câmiye girene tahiyya namazı müstehap değildir. Girdikten sonra çıkar veya biraz kalırsa, isterse kılar isterse kılmaz. Ama kılmadan oturursa mekruh olur.
Her kimin de hâli Allah ile huzûra devam etmek olursa; ‘Câmi her müttekinin evidir, ’ hadisi ile kendisini evine giren muttakilerdeıı kılması hususunda Allah’a şükür maksadıyla iki rekât namaz kılmalıdır. Anla! Ve (bunda kabul etmediğin) bir şey olursa yaz! (Not et).
Şeyh-i Ekber, bayram namazları bahsinde şunları söylemiştir:
(Mâlûm günlere) ‘îd/bayram’ denilmiştir. Zira mübah olan (dînen memııû olmayan) oyun ve eğlenceler meşrû, her mükellefe oruç tutmak haram kılınmıştır. (Tabiî hâl avdet etmiştir). Binâenaleyh namazda vesâir ibâdetlerde meşrû olan sünnetlerde kazandığı ecirler gibi bayram günlerinde meşrû kılman amellerinde (yiyip içmesinde, gülüp eğlenmesinde) kendisine ecirler avdet edecektir. (Çünkü mübah olanlar meşrû olmuş, ücretsiz iken ücretliye çevrilmiştir). Bazı âlimler de; [‘Bayramlara denilmesinin sebebi her sene avdet ettiği içindir,’] demişlerdir.
Eğer bu doğru olsaydı, beş vakit namazın günlerine de dememiz uygun olurdu. Çünkü onlar da her gün gidip (sonraki gün) gelmektedir.
Bu ismin sebebini bayram namazlarındaki zînete (yeni ve temiz elbiseyle namaza gelinmesine) hamleden olursa, biz de; ‘Zînet, her namazda meşrûdur,’ deriz.
Doğrusu esasen mübah olan yiyip içmek Ramazanda men edilmiş iken bayram günlerinde mutlaka yenilip içilmesi farz kılınmakla (eski hâl avdet etmiş) adına /îd’ denilmiştir.
Bayram namazlarında ezan ve kâmetin sünnet olmaması, o iki günde halkı bayram namazına çağıran (düdük, davul, silah vesâire gibi) îlânların çok oluşundan ve bir de namaza gidilirken tekbir ve zikirlerin müstehap kılınmış olmasındandır.
Ezan ve kâmet ancak îlan ve gafilleri uyarmak için sünnet olmuştur. Bayram sabahında ise, bu maksat hâsıl ve hazır bulunmaktır.
Cenâze namazları ölü hakkında şefâat olarak meşrû olmuştur. Hazırlık hâlinde bulunan bir âhiret yolcusuna kelime-i tevhîd telkin etmek de bunun için sünnet olmuştur İd, telkini yapan tevhîde ait bilgi vermekle (Allah birdir, ondan başka Tanrı yoktur, Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir demekle) ona şefaat etmiş bulunuyor.”
Âhiret yolculuğuna çıkmağa hazırlanmış olanların ahvâline dâir îzâhat 176. bâbda gelecektir.
Hazret-i Şeyh, orada; “İhtizâr hâlinde Mûsâ veya îsâ ismini söyleyenler vardır. (İnsan bu sözlerden) onların Yahudi veya Hıristiyan olduklarını zanneder. Halbuki işin hakîkati (hastanın, ismini söylemiş olduğu peygamberin dinine girmiş olmasından değil), o peygamberin vârisi olduğu için (son deminde) kendini ziyârete gelmiş görmekle sevinmiştir,” diyor. Oraya bak!
Harp cephesinde şehid olanları yıkamamakla emrolunduk. Çünkü şehid, Kur’ân’m beyânı veçhile diridir ve rızıklanıyor. Biz, ancak ölüleri yıkamakla memuruz. Şehid ise, diridir. Ona ölü denilemez. Hak Teâlâ
Hazretleri şehidler hakkında: “Onlar, Rafolermin yanında rızıklanıy orlar ”  demekle şehidin Allah yanında hazır bulunduğuna tenbîh etmiştir. Bir ölü ise, Rabbinin yarımda temiz olarak bulundurulmak ve kabir âlemine tahâret üzere bırakılmak için yıkanır ve temizlenir. Halbuki bir şehid, mücerret şehidlik rütbesi ile Tanrısının yanında hazır bulunmaktadır. Bu itibarla yıkanmağa ihtiyacı yoktur.” Anla!
559. bâbda bu konu hakkında fazla malûmât vardır.
“Kişi zâhir ve bâtın ilmini kendinde birleştirinceye kadar kâmil olmaz. Hak Teâlâ bir kavmi zemmetmek/kötülemek konusunda; “ î> 0^ jjîâtc. pb öjâÜI <j& Jvij UjâİI sijkJl /Onlar dünya hayatının dış yüzünü biliyorlar. Fakat onlar âtıiret âlemine ait bilgiden gâfil bulunuyorlar”  buyurmuştur.
Hazret-i Şeyh (Allah ondan razı olsun) diyor ki: “Cenâze namazında Fâtiha okumak meşrû kılınmıştır. Çünkü cenâze Rabbi ile mülâkatma Fâtihanm cem ettiği bir hâl içindedir. (Onun Rabbine kavuşması hâlinde Fâtihanm mühim rolü vardır). Bu itibarla Fâtiha okumak münasib olmuştur. Zira Fâtiha Kur’ân yani bir cem’, katma, toplama, birleştirme, buluşturmadır. Bir de Fâtiha’da Allah’a senâ vardır. Şefaatin evvelinde senâda bulunmak şefaatin kabulüne vesile olur. Bunun için hadiste vârid olmuştur ki; Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kıyâmet gününde şefaat etmek istediği zaman Hakkın divanında ilerleyecek ve Allah’ı şimdiki bilmediği ancak Allah’ın o zaman kendisine bildireceği sözlerle medh ve senâ edecek, övecek, sonra (alacağı izin ile) şefaat edecektir.
Hak Teâlâ Hazretleri cenâzeye namaz kılmamızı, ancak onun hakkında şefaatimizi kabûle vesile olmak üzere irâde buyurmuştur. Ona şefaat etmek üzere Allah’tan bize izin verilmiş olursa, hakkmdaki isteğimizi kabul etmeyeceğini bildiği halde kendisinden bir şey istememize bize izin vermezdi. Hak Teâlâ Hazretleri; ^ Vj /Allah’ın
yanında hiçbir şefaat fayda vermez. Meğer ki (şefaat etmesi hususunda) Allah kendisine izin vermiş ola!   buyurdu.
Filhakika namaz kılmak ve duâda bulunmak sûretiyle ölüye şefaat etmemiz hususunda bize izin vermiştir. Binâenaleyh her mü’minin cenâze hakkmdaki duâ ve dileği hiç şüphesiz tahakkuk edecektir.
Dördüncü tekbirden sonraki selâma gelince; bu, cenâzeden ayrılış (bitirip geriye dönüş) selâmıdır. Yani £Rabbinden bir selâm ve rahmete kavuştun'' demektir. Bundan anlaşılan şudur: Artık o cenâzeyi (hayır ile anacaktır). Fenâlıkla anarsa ona ‘4^ demiş olması ile yalan söylemiş olur. Çünkü ölümünden sonra onu kötülükle andığı için kendi yalan ve kötülükten kurtulmamıştır.
İyi anla! Ve bunda (kabul etmediğin) bir şey var ise yaz, not et!
Şeyh-i Ekber, “c^' ÂÜI jj) /Hiç şüphesiz Allah ve
melekleri peygambere salât ederler”178 âyeti hakkında şöyle buyuruyor:
“Cenâze namazını kılan bir mü’mine yakışan hareket; Allah’a yanında ona şefaat etmek istediğinde duâsmı onun muayyen ve belirli kusurlarına tahsis eylememek, belki bütün günahlarına teşmil ederek her türlü fenâlığı (ölü) hesabına itiraf edip onların bağışlanmasını ve bu sûrette ona umûmî af ve rahmet dilemektir.
Namaz kılan (duâsıııı bu şekilde) umûmî yapar ise, ölünün durumu Allah’a kalmıştır. Hak Teâlâ Hazretleri dilerse onu umûmîleştirip bütün günahlarına teşmil ve mağrifet eder. Dilerse şefaatçinin şefaat etmek istediği günah ve kusurlara göre ölüye muamele eyler.
Bu itibarla cenâze namazı kılanın ölüye yapacağı duâsmda, Allah’tan yalnız azaptan onun kurtulmasını istemesi cennete koymasını zikretmesi uygun olur. Çünkü orada üçüncü bir âlem yoktur. Cennet ve cehennem gibi iki diyar vardır. Eğer onu sorusuz, suâlsiz cennete koymasını istese yine o, azâbdan kurtulmuş olmaz. Zira (sora suâlden vaz geçilir cennet yoluna girilir) fakat yolda ona tehlikeli ve korku verecek hallere düşebilir. Onun için cenâze namazını kılanın şefaatmda Hak Teâlâ’nm o ölüyü kendisi ile bağış edeceği afiyet arasına girecek her hangi bir engelden kurtarmasını dilemesi, ölü için daha uygun ve faidelidir. Bir hadis-i şerifte; ‘ Ya Rabbi! Ölüye afıyet- muafîyet ver ve onu affeyleP denilmiştir. Yukarıdan beri verdiğimiz îzâhattan bir müslüman hakkında şefaatinin makbul olduğu anlaşılmıştır.
Hakîkaten bir müslüman hakkında şefaatin kabul edilmeyeceğini zanneden kimsenin yanında âyet ve hadisten (zannım teyid edecek) hiçbir delil yoktur. İş vallahi öyle değildir. Belki onun kumlar sayısınca günahları olsa dahi (hakkında şefaat edilen) ölü sa’îttir. Bir kere Allah’a ait olan günahları mağfiret edilmiştir. Kullara yaptığı haksızlıklara gelince, Allah (onları kıyâmet gününde kulları arasında barıştırmak süretiyle) ıslah eder.
Her hâle göre hayır muhakkaktır. İsterse bu hâl cennete girmeden evvelki zamandan sonra (cennet yolunda uğraması muhtemel olan korku ve tehlikelere ait) olsun.
Cenâze namazındaki tekbirlerde el kaldırmak her halde acz ve yoksulluğu îlân etmektir. Sanki şefaatçi bu hareketi ile; ‘Elimizde hiçbir şey yoktur. Her iş sana aittir, AllahımızP diyor. Cenâze hakkmdaki işin dört tekbir üzprine yerleştirilmesi de, ekseri farzların dört rekâtlı olması itibariyledir. (Tekbirlerin her birisi bir rekât yerindedir.)
Mâlûmdur ki cenâze namazında rükû/bel bükme yoktur. Hep ayakta durulur. Kıyâm, Kur’ân okumağa mahsûstur. Cenâze namazında her kıyâma ait birer tekbir vardır. 0
Şeyh, bu meselede sözü uzatmıştır.
“Benim anladığıma göre ister erkek veya kadın her hangi bir cenâze namazında imamın duracağı; cenâzenin başı, göğsü veya ayakları hizasıdır diye bir yer tahsîs edilmemelidir. Çünkü ona namaz kılanın maksadı Hak Teâlâ’dan niyâzda bulunmaktadır. Bu itibarla önünde hazır bulunan bir ölünün neresinde duracağı keyfiyeti ile ilgilenmez; (dilediği yerde durur. Ancak Şari’den Allah ve Resûlünden) bu hususta bir tavsiye yapılmış ise, ona tâbi olur.
Bir de şu var ki cenâze önünde duracağı yer tâyininde tereddüd etmek, gönlünde hâsıl olan fikri gayesinden ayırır, parçalar. Bâhusus cenâze kadın olursa tevehhümü daha fazla olur. Çünkü kadın cenâzenin ortasında durmakla onu, arkasında bulunduğu kimseden gizlemiş olduğunu tevehhüm edecektir. Tabiîdir ki kadının hususiyetine ve mahrem yerine ait olan bu fikri imam evvela kendi nefsinde bulmadıkça başkası hesabına hatırlayamaz. O halde kadının mahrem yerlerini niçin ondan gizlemiştir! İşte bu hâl ve düşünceler imanım Hak ile olan huzûrunu hırpalar, zira Hak Teâlâ hakîkaten onun kalbine musalladan/namazgâhtan istikbal eder. Kalp ise, kadının mahrem yerlerinden hatırlanması lâyık olmayan şeyleri hatırlamış olmakla huzûrunu, yakînini bozmuş bir haldedir.”
Şeyh, bu hususta daha bir çok şeyler söylemiştir.
Aynı bâbda, şunları da yazmıştır: “Kanaatimce her zaman kabir üzerine cenâze namazı kılmabilir. Bunun için muayyen bir müddet yoktur. Zira bu namazın şartı ancak cenâzenin kefen veya toprak ile gözlerden kapalı bulunmasıdır. Eğer bu namazdan maksat bu cismi idare eden ruha kılmıyor ise, bu ruh cesedinden ayrılmış, Yaradanma urûc etmiştir. Bu itibarla ona namaz kılmağa hiçbir mâni yoktur. Eğer maksat ruh değil de (onun kalıbı olan) ceset ise, onun yer üstünde olması veya yer altında bulunması müsâvîdir. Çünkü şerîat kurucusu bu ciheti ayırmamıştır. Her birisi aslına dönmüştür. Ruh kalıbından ayrılmış, ruhlara iltihak etmiş; dünyadan gelenler de asıl unsuruna avdet eylemiştir.”
•Düşünülsün, (kabûle mâni bir hâl var ise) yazılsın!
Şeyh-i Ekber; “<&! V) A1\ T diyenin cenâze namazını kılınız!’ hadisi hakkında şunları demiştir:
“Şerîat kurucusu, ölüye kılınacak namazın sahih olmasını tevhîd kelimesine (ölünün sağ iken bu sözü söylemiş olmasına) bağlamıştır.
Söz söylemeyenlerin (dilsiz, samut ve tutukların) veya bu kelimeyi söylemeyen memedeki çocukların namazlarını da kılarız. Çünkü memedeki çocuk, hükümde babasına tâbi sayılır. Söz söylediği işitilmemiş olan dilsizlerin hükmü ise, yurduna ilhak olunur. Yurt da İslâm yurdudur.”
Hazret-i Şeyh, bu meselede sözü uzatmıştır.
Şeyh, aynı bâbda benim de kabul ettiğim şu sözü söylemiştir:
“İntihar edenin cenâze namazını kılmak lâzımdır. Gerçi bunu câiz görmeyen bazı fakih de vardır. Bunların dayanağı, intihar edenin dâimî cehennemlik olduğuna dâir rivâyet olunan bir hadistir. Bu hadisteki ‘Jjlâ.’ kelimesini ebedilik mânâsına almalarıdır; ‘Ebedî cehennemlik olan da kâfirlerdir. O halde kâfirler gibi olanın cenâzesine namaz kılınmaz,’ demeleridir. Fakat biz de, şöyle diyoruz.
“İntihar edenin namazını kılmamak hususunda bir nass gelmemiştir. Kendini öldürene dâir olan bu hadis (ona namaz kılınmasını açıktan neyhetmediği halde) namazı kılınmayacağım (nasıl) hamlolunur! Bâhusus (namazı kılınmayacak olanlara dâir) gelen sağlam haberler ve bu hususta tatbîk olunan usûller, intihar edenlerin dışta bırakılmasını gerektiriyor ve müntehilin cehennemden çıkacağına delâlet ediyor. İntihar edenin cehennemde /dâimî olarak’ kalacağına dâir olan hadis ya (bu hareketten şiddetle) men (etmek veya) tehdit maksadıyla söylenmiştir. Yahut bu hâl, kâfirlerden kendilerine kıyanlar hakkındadır. Zira hadiste ‘ınü’minlerden’ diye bir kelime yoktur ki, hadisin hükmü mü’minlere teşmil edilsin.
(Herhangi bir haberin) böyle başka bir şeye ihtimali olunca usûl ve esaslara müracaat etmemiz gerekir. Bu takdirde en kuvvetli bir esas olan iman ile cehennemde sonsuz ve nihâyetsiz olarak kalınmasına imkân olmadığı hükmüne varılır.
Şer’î deliller türlü yönlerden alınır, birbirine ilâve edilmek süretiyle en kuvvetlisi elde edilir.
‘41=Jl AAC. cıuja Ajuâh JAJ /Kulum bana kavuşmak için canını
vermekte acele etti; cennet ona haram oldu'’ hadisine gelince ‘beni görmeden bana kavuşmadan önce cennete girmeyecek’ demektir. Bâ husus Rabbine iştiyakından kendini öldürenler!... Çünkü canına kıyan Rabbiııin yanında rahat edeceğine inannıasaydı kendini öldürmez ve ona kavuşmakta acele etmezdi. Allah-ü Teâlâ; 'Ben kulumun sanışı yanındayım? diyor ya!
Şeyh-i Ekber, sözüne devam ediyor: “İşte bu ilâhî haberin lafzını bu mânâya almak (hâle ve maksada) daha uygundur. Zira bu te’vile muhâlif olan açık bir nass yoktur. Gerçi bu te’vîlde biraz uzaklık görülüyor ama zâhirde esasa uymayan haberlerin (yakın münâsebetlerle) te’vîliııde tenakuz bulunduğu zaman uzak münâsebetlere bakılması kararlaşmış olan esaslardandır. Çünkü hakîkaten (İmam Buhari’nin doğru hadisleri toplayan bir kitabı olan) Sahîh’de (Resûl-i Ekrem’in şu hadisi vardır):
“Kalbinde hardal tanesi miktarından da az îmânı olan (günahkârlar cezâ ve azâb müddetleri bitince veya daha evvel bir affa erince) cehennemden çıkarılacaklardır.” Bu itibarla mesele anlattığımızdan başka bir şeye ihtimal bırakmamıştır. Düşünülsün ve ona göre yazılsın.
Şeyh aynı bâbda, şöyle demiştir: “Harp şehitlerine namaz kılınmamasınm sebebi, şehidin Zeyd ve Amr’m hayatı gibi (diri olduklarına dâir Kur’ân’da ) bir beyân olmasıdır. Her kim bu mesâbede olursa onun cenâzesine namaz kılınmaz.
Harp şehidine (diri olduğuna inanmakla beraber cenâze namazı kılınır) diyenin delili de; amelinin kesilmiş olmasıdır. O her ne kadar (hükmen) diri ise de, amelden kalmıştır. Ona duâ edilir. Bu sebeple derecesi yükselir. Bu duâ onun ameli gibi olur.”
Şeyh-i Ekber, (aynı bâbda) benim de diyeceğim şu beyânda bulunmuştur:
“Harpte esir edilenlerin çocukları henüz akıl ve temyîz melekesi hâsıl olmadan (büluğ çağma girmeden) ölürlerse onlara cenâze namazı kılınır. Çüııkü onlar İslâm fıtratı üzerindedirler. Nitekim bu hususta (şu nıeâlde) bir şerefli hadis vardır: “Her doğan İslâm fıtratı üzerine doğar, anası-babası onu sonra Yahudi veya Hıristiyan yapar
Şeyh, diyor ki: “Bizim bu sözümüz (onların namazı kılınmaz diyenierinkinden daha evlâdır. Çünkü tıfl/çocuk, kelimesinden alınmıştır. de sabah vakti ve akşamdan sonra gökten yağan (çiğ
denilen) şeydir ki ufak taneli, sessiz, çilenti ve çiseleme hâlindeki yağmur çeşitlerinin daha zayıfıdır. Yağmurun bu en zayıf derecesi rahmet olunca namaz da bizden duâ Allah’tan rahmettir. Bu itibarla tıfl iken bir yavruya namaz kılınması her yönden muvâfık olur.”
Şeyhin bu sözü teemmül edilsin ve ona göre yazılsın.
Hazret-i Şeyh (yine aynı bâbda) şöyle demiştir: “Cenâzeye namaz kılmakta vâli (beldenin en büyük emiri cenâzenin en yakınından önce gelir. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in cenâze namazlarını kendisinin kıldırdığı ve cenâzenin velîsini sorduğuna veya velîsinin iznine itibar ettiğine dâir hiçbir haber nakledilmemiştir.
Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin ağabeyisi Hz. Hasan’m (cenâze) namazında Medine vâlisi olan Âs oğlu Saîd’i ileri sürmüş, (vâli imam olmuş)tur.
Bu meselede vâlinin cemâat ve Cuma namazlarına ilhâkı, onun bir cenâzeyi gömmesi ve örtmesi hususunda velîye ilhakından evlâdır.
Bunun sebebi, vâlinin (idaresinde bulunanların) umûmî ve husûsî işlerinde geniş hüküm ve salâhiyete sâhip olmasıdır. Evet (umûmî velâyeti hâiz olan) vâli, husûsî velâyete sâhip olandan (elbet) daha kuvvetlidir. (Bu itibarla da) vâli, cenâze için Allah yanında rahmet dilemekte (velîsinden) evlâdır. Çünkü vâli (o bölgede) din ve şerîatin naibi (mümessili)dir. Şerîat kurucusunun, kendi yerine geçirdiği (kendine nâib vekil yaptığı) kimseye bakışı (verdiği değer, böyle bir vazife verilmemiş olan) başka birine bakışından çok büyüktür. Sözü de onun yanında (elbet) daha ziyâde geçkindir. Çünkü ona, idaresi altmdakilerin üzerinde (geniş) hüküm ve yetki verilmiştir. (Dini işlerin uygulanması kendisine havale edilmiştir.)
Şeyh-i Ekber: [“ AjSILj j&ilo JL4 j* /O, öyle bir Allah’tır ki, sizde salât eder ve melekleri de (salât ederler)”]  ilâhî kelâmını izah için şunları demiştir:
“Cenâb-ı Hak Teâlâ bu kelâmında, bize kendi salâtı ile meleklerin salâtım ayırmış, (ayrı söylemiştir). (Efendimiz) Hz. Muhammed (s.a.v.)’e olan salâtmda böyle değildir. (İşte bak!) üJ^4. aSILj Âli' ol
/Hakîkaten Allah ve melekleri peygambere salât ederler”  demiştir.
(Evvelinde ‘ur^’ müfrettir. Salât eden Allah’tır. Bunda ‘ÛJ£-*=4’ cemî/çoğuldur. Salât eden Allah ve meleklerdir. Bundaki hikmet; Efendimiz (s.a.v.)’i halk içinde kendinden gayri üzerine tercih ve tahsis eylemiş olduğunu beyân etmektir. Bununla beraber yine de Efendimiz (s.a.v.) Hak Teâlâmn salâtmdaki /size’ kelâmında ıııânen dahildir. Binâenaleyh
Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine hem topluluk hem de tek başına salât hâsıl olmuştur.
Şe}4ı-i Ekber, (aynı bâbda) şöyle demiştir: “Hiçbir yaratık bu kadar onun üzerinde diğer bir yaratığın her hangi yönden bir eli (tesiri) olmasın. Bu Allah Teâlâ Hazretlerinin gayretinden (kıskanmasından)dır. Çünkü eğer bir yaratık diğer bir yaratığa, ona yapmış olduğu hayr ve (iyilikler) ile iftihar edince, kendisine de başka bir yaratığın (iyilikleri geldiğini, başkasına minnettar olduğunu hatırlayarak) başını önüne eğer (utanır ki, böylelikle) minnet yalnız ve yalnız Allah Teâlâ’ya olsun diye... Bunun içindir ki Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri Medinelilere, Allah Teâlâ Hazretlerinin onlara kendisi vâsıtasıyla hidâyet etmiş olduğunu söylediği vakit; 'Siz de bana; ‘Biz de seni yurdundan yuvasından uzak kalmış bulduk da aramızda barındırdık. Seni zayıf, kuvvetsiz bulduk da sana cana başla yardım ettik, ’ diyebilirsiniz, ’ demiştir. (Bu sûretle) onların da kendi üzerinde olan haklarını hatırlamış ve hatırlatmıştır.
Muhakkak ki Hak Teâlâ Hazretleri, Peygamberine hiçbir sebep (ve vâsıta) yapmadan da yardım etmeye kâdirdir. Fakat irâdesini bir takım sebeplere bağlaması onun yüksek hikmetinin iktizâsmdandır.”
Şeyh Hazretleri sonunda diyor ki: ‘İşte bu da, mârifet sırlarındandır, aklını buna yatır. ’
Şeyh-i Ekber (aynı bâbda) “ ^ ^ ^ LŞ£
ûlSjîl öHLaii j (jc. d jiLoüij jAiu
CjjÛÎİ Ajâ LJ&l /Allah’ın yükseltilememesine ve içinde isminin anılmamasma izin verdiği evlerde (câmilerde) sabah akşam onun şanını yücelterek tenzih ve tesbîh eden öyle adamlar vardır ki ticaretler, âlimlar» satımlar onları Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan,
zekâtı vermekten alıkoyamaz, onlar kalplerle gözlerini döneceği yönden korkarlar”181 İlâhî kelâmında şunları demiştir:
“Yükselmenin mânâsı; halka ait evlerden ayırt edilmesidir. İçinde isminin anılması da; ezan okumak, ikâmet etmek, Kur’ân tilâveti, zikir ve vaaz edilmek sûretiyledir. Tesbîh eder demek; orada akşam sabah erkekler Allah için namaz kılarlar demektir. (Burada) yalmz (erkekler denildi,) kadınlar anılmadı. Çünkü erkek, kadını da tazammum eder; zira Havva anamız Hazret-i Âdem’den bir parçadır. Bu sebeple ve aynı zamanda erkeğin şerefine işâret olmak üzere kadınlar anılmadan erkekleri zikretmekle iktifa edilmiştir. (Âyette erkekler Allah’ı zikreden diye övülmüştür.)
Hazret-i Şeyh, bunların izahını daha da uzatmıştır.
Şeyh-i Ekber, (aynı bâbda) “j^'j *UikIÎI t5*SS öUL=]I q\ /Hiç şüphesiz ki namaz, kötülük ve hayasızlıklardan alıkoyar”182 İlâhî kelâmının izahında şunları söylemiştir:
“Gerçekten böyledir. Çünkü namaz kılan namazı ihram gibi üzerine bürünüp haram olanlardan kendini ayırması sebebiyle namazın gayri vakitlerde de haksız bir tasarrufta bulunmayı (ihramdaki bir hacı gibi) kendine haram kılar. Bu ihram onu çirkin amellerden ve kötülüklerden men eder. O da (böyle böyle git gide) vaz geçer. Binâenaleyh ona (iki yönden) ecir (ve mükâfât verilmesi) doğru olur. (Birisi) Allah’ın emrini yapmanın ve ona itâat etmenin ecri, (diğeri de) namaz içinde Allah’ın yasaklamış olduğu haram şeylerden vaz geçmesinin ecridir. (Namazdan önce) niyet etmese (bilmese, karar vermiş olmasa) dahi (bu iki mükâfâta nâil olur). Şimdi namazın yüksek şerefini bir kere düşün bak ki bu hayret verici neticeyi (insana) nasıl kazandırıyor. Bunu (bundaki derin îman ve hikmetleri) düşünen ve anlayan dostlarımız azdır.
Şeyh-i Ekber, (aynı bâbda) şöyle demiştir: Kendisinin muhtaç olduğu gıdayı başkasına veren kimse âsîdir. Onun sadakası Allah için değil, keyfî arzusu içindir. Çünkü şeriat kurucusu; ‘Kendini başa al, kendinden başla!’ demiştir.
İnsan bir sadakayı (vermek üzere olduğu yerden) çıkardığı zaman onu bırakacağı ilk şey her candan evvel kendi canıdır. Öyle ya; o sadakayı muhtaçlara vermek için çıkarmıştı. Gerçekten Hak Teâlâ Hazretleri, o (vereceğimiz sadaka ve yapacağımız) hediyelerde de bize en yakın olandan ve komşunun daha yakın bulunanından başlamamızı bildirmiştir. Uzaktan başlarsak, hevâya, keyfe uymuş ve Rabbimizin çizdiği sınırlardan dışarı çıkmış oluruz.”
Şeyh-i Ekber, (aynı bâbda) Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin Kıyâmet gününde (mahşer yerindeki) duraklarda kendilerine husûsî minberler (kürsüler) konulacak kimseleri haber verince; ‘Bunlar peygamberler değildir, şehitler de değil; bunlara peygamberler ve şehitler bile imreneceklerdir’ (dediğini ifâde eden) hadisini şöyle açıklamıştır:
“(Bu hadisteki) şehitlerden maksat Resûllerdir. Çünkü onlar, ümmetlerinin üzerine birer şahittirler (şehide şâhid de denilir). Peygamber ile Resûllerin bu kavme (o kişilere) imrenmeleri onların orada kederden, korkudan kurtulmuş rahat ve emniyet içinde olmalarmadır. (Onları tebrik ve takdîr etmeleri, sevinmeleridir). Yoksa kendilerinden yüksek mertebede olmalarından değildir. Kendileri ise, ümmetlerinin halleri ile meşgul ve endişeli bulunmaktadırlar. Halbuki ötekilerin, peygamber ve resûller gibi ne ümmetleri ve ne de müctehid ve mezhep sahibi imamlar gibi kendilerine uyanları vardır. Peygamberler, ümmetleri; imamlar, tâbîleri hakkında korku ve keder içindedirler. İşte bu sebeptendir ki (kendinden başkası ile ilgisi olmayan o topluluğun gönlünde o gün başkaları için hiçbir korku ve keder kalmamıştır. Halbuki peygamberler kendileri için değil, ümmetleri hakkında korku ve endişe içindedirler.”
Şeyh-i Ekber, sonunda diyor ki: “Bu, lafı, sözü büyük, değeri yüksek bir meseledir. Bizden ileri geçenlerden bu meseleyi diline dolayan ve bu hususta bizim dediğimizi söyleyen bir kimse görmedik. Şâyet böyle bir söz var ise, o da bize ulaşmadı.”
Şeyh-i Ekber, (namaz bahsini ve meselelerini bitirdikten sonra zekât bahsine geçmiş ve Fütûhât’m) 70. bâbmda zekâtın sırları hakkında ve Hak Teâlâ’nm: [“ tLık Hbji 4ÜI tolijll IjjÎj elîLJi Ijljatj /Namazı dosdoğru kılın! Zekâtı verin! Allah’a güzel karz ile ikrazda bulunun! (Mü’min kardeşinize para yardımı yapın, ödünç verin, ecrini Allah’tan dileyin”]183 İlâhî kelâmını başa alarak şöyle demiştir:
“Bu İlâhî kelâmdaki güzel karz (verilmesi mecbürî olan zekât değil, arzu ve ihtiyâra bırakılmış olan) nâfile sadakadır. Bu itibarladır ki emir, Allah için ödünç vermek şeklinde vârid olmuştur. Nasıl ki zekât emri (tasrîh edilmek sûretiyle) verildiği gibi, zamanı ve miktarı belirli olmamak ve ihtiyarımıza bırakılmak üzere sadaka vermemiz de emredilmiştir. Bu da, üzerimize farzdır,” diyor. Bu mesele üzerinde deliller getirmiş ve îzâhat vermiştir. Sonra da şunları söylemiştir.
“Farz olan zekât ile nâfıle olan sadaka bir mânâda iki ayrı kelimedir. Hak Teâlâ Hazretleri Tevbe Sûresinin 103. âyetinde; “ "A
^ /Onların mallarından sadaka al da bu sadaka ile onları
temizle, pakla!’ buyurdu. 
Aynı sûrenin 60. âyetinde de; ‘Sadakalar ancak fakirlere ve miskinlere verilir,’ dedi. (Bu âyetlerdeki zekât sadakadır). Cenâb-ı Hak verilmesi gerekli olan şeylere sadaka adını vermiştir. Sadakanın farz olanına (Kur’ân dilinde) zekât da denir, sadaka da. Farz olmayanına ise, tatavvu sadakası/nâfîle sadaka adı verilir. Bu sadakaya şer’an zekât denilmez. Yani nâfile sadakaya, kendinde zekât gibi artma, bereket ve temizlenme olmakla beraber şeriat zekât adını vermemiştir.”
Şeyh-i Ekber (sözüne devamla) demiş ki: “Allah Teâlâ’nm zekâta, sadaka demesi, ancak onda nefse ağır gelen bir iş olduğunu tenbîh içindir. Arap; ‘<3^ der. Yani; ‘sağlam, katı ve kuvvetli süngü’ demektir. Çünkü nefis zekât malını ayırıp vermekte şiddet ve güçlük bulur. Nitekim Hâtıp oğlu Sa’lebe (bu güçlüğü) ifâde etmiştir. 
Şeyh, bu hususta sözü uzattıktan sonra diyor ki:
“Şâyet Sa’lebe: [“ UIJÎ jjî.ÂUl İÂli.
tjjjJlLail /Yemin ederim ki eğer Allah Teâlâ bize fazl-u kereminden mal ve servet verir ise, biz de hiç şüphesiz sadaka ve zekât veririz ve her halde iyi, yararlı kimselerden oluruz”]  dediği zaman; ‘ İnşallah/Allah dilerse demiş olaydı dediğini yapar, bahillik (cimrilik) etmezdi.”
Şeyh, (sözüne devamla) diyor İd; “Gerçekten Resûl-i Ekrem (s.a..v.)’in (neden sonra) onun getirmiş olduğu zekâtı almaması, Allah Teâlâ’nm kendisine SaTebe’nin (tam) bir münâfık olarak geldiğini haber vermiş olmasındandır. (Hakîkaten) zekât, vereni (maddî ve mânevi her iki alanda) temizleyip paklar. Halbuki münafık ne temizlenir, 11e de paklanır.
İşte Resûl-i Ekrem (s.a.v.) onun getirdiği zekâtı, bundan dolayı kabul etmemiştir.
Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de (Allah ikisinden razı olsun) SaTebe’den zekât almamıştır. Hz. Osman (Allah ondan razı olsun) halîfe olunca SaTebe’nin durumunu bir başka yönden ele alarak ve meseleye bir te’vil yolu bularak SaTebe’den zekât aldırmış ve; ‘'Hiç şüphesiz bu zekât, Allah Teâlâ’nın (Kur’ân’ında beyân ettiği) sekiz sınıfa verilmesini farz ettiği bir haktır. Bu hak da, bu adamın matındadır. (Ben onların hakkını Sa ’lebe 'den alıp kendilerine veriyorum) ’ demiştir.”
Şeyh-i Ekber, sözüne devam ediyor:
“Bu iş, Hz. Osman’a karşı (Allah ondan razı olsun) yapılan tenkitlerden birisidir ki, onu bu hususta tenkit etmek doğru değildir. Çünkü kendisi bir müctehittir. İctihâdmm kendine verdiği hüküm ve kanaati yapmıştır. Şeriat da müctehidin hükmünü tanımış mûteber saymıştır. Resûl-i Ekrem, halifelerinden birini o adamdan zekât almaktan men etmemiştir. Peygamber (s.a.v.)’den gayrisine de zekât verenleri temizlemek ve paklamak lâzım gelmez. Bu itibarla Hz. Osman SaTebe’nin zekâtını onu temizlemeyecek olsa da umûmun işi (âmme hukuku) olarak (hak sâhiplerine verilmek üzere) alıyor. Allah Teâlâ, daha iyi bilir.
Şeyh-i Ekber (aynı bâbda, Tevbe Süresi 35. âyetinde) Cenâb-ı Hakk’ın:
^ jU Igjlc. fjj /O mahşer ve
hesap günü zekât vermeyenlerin verilmesi gereken paraları cehennemde kızdırılacak. Bunlarla onların alınları, yanları ve arkaları dağlanacaktır”] İlâhî kelâmını (izahı sırasında) şunları söylemiştir:
“Dağlamanın bu üç âzâya tahsîs edilmesinin (hakîkî hikmetini tamamıyla) Allah bilir. (Ya şu olsa gerektir). Çünkü zekât borçlusu (kendinden hakkını isteyecek) fakiri kendine doğru gelmekte görünce onun kendinden mal veya para isteyeceğini bildiği için alm kırışır, yüzü pusarır, çizgileri bozulur. Bu sebepledir ki onun alm damgalanır. Bir de kendisinden zekât istenilen zengin isteyeni görmemezlikten (hak sahibini bilmemezlikten gelerek) yanını döner. Sanki ondan haberi yokmuş gibi (yaparak, ona vermesi gerekeni) yanmdakine (sağmdakine, solundakiııe) uzatıverir. Bu sebepledir ki, onlara verdikleri ile iki tarafı dağlamr.
Bir üçüncü de; fakirin kendisinden zekât ve sadaka isteyeceğini bilince ve her halde vermesi lâzım gelince (canı sıkılarak) ona arkasını çevirir ve bırakır gider. Bu sebepten de arkası dağlanır). İşte altın ve gümüşün zekâtını vermeyenlerin hâli budur.
Şeyh-i Ekber, bu konuda uzun söz etmiştir. Sonra da şunlan söylemiştir:
“Allah Teâlâ Hazretlerinin fazlu kereminden dileriz ki; zekât ve sadakasını nefsine güç gelerek (istemeye istemeye) çıkarıp verenlerin ecir ve mükâfâtı iki kat olsun. Bunun birisi sıkıntının ecri, diğeri de vermenin mükâfâtı olsun. Nitekim Kur’ân’ı okurken turkuyanlara, dili dönmeyenlere, ders ve tahsilde zahmet çekenlere katmerli mükâfât verileceğine dâir müjde verilmiştir ki, bu mükâfâtm biri Kur’ân’ı öğrenmek zahmetinin, diğeri de Kur’ân’ı okumanın ecridir.”
Şeyh-i Ekber, (sonunda şöyle) demiştir: “Ama zekât ve sadakasını hiçbir sıkıntı ve meşakkat duymadan (gönül hoşnutluğu ile) çıkarıp vermiş olanın (alacağı mükâfât) katlanma itibariyle daha çoktur ki (ötekine) kıyaslanamaz ve sınırlanmaz.”
Yine aynı bâbda Hz. Ebû Bekr Sıddîk’in (Allah ondan razı olsun): ‘ Vallahi akılcılar beni men etselerdi; Köstekçiler beni köstekleselerdV hadisine dâir sözü üzerinde şunları söylemiştir:
Bil ki ‘JSe-’ kelimesi ‘JU^’dan hayvan bağladıkları ipten (köstekten) alınmıştır. Hakikatte ise, hayvan /köstek’i ‘J^’den alınmadır. Çünkü ‘JÜ&’, ‘Jüt /köstek’ten çok evvel (lisanda) vardır. Evet ‘JS&’ olmasaydı köstek bulunmaz, hayvan da bağlanmazdı. Bu ip ile hayvan bağlanınca bu ipin hayvanı serbest gezmekten alıkoyacağını akıl edilmemiş olsaydı ona ‘Jlio’ denilmezdi.
Şeyh-i Ekber, (aynı bâbda) benim de diyeceğim şu sözleri söylemiştir:
“Kâfire zekât vermek farz değildir. Bununla beraber (kendisi) bize getirip verirse kabul ederiz ve onu müslümanlarm mal sandığına koyarız. Her kim bir kâfirin verdiği zekâtı kabul etmez geri gönderirse o, Allah ve Resûlu’nün emrine hiç şüphesiz karşı gelmiş olur.”
Yine (aynı bâbda), benim de kabul ettiğim şu sözü yazmıştır:
“(Zekât borçlusu olan zengin bir müslümanm) başkasının zimmetinde olan malından, parasından zekât ayırması lâzım gelmez. (Zekât elinde ve idaresinde bulundurduğu maldan verilir). Halbuki alacak, borçlunun elinde bulunan maldır. Bunun zekâtını kendi eline geçirdiği ve üzerinden de bir yıl geçtiği zaman verecektir.”
Şeyh, yine (aynı bâbda) şöyle demiştir: “İlmin zekâtı da onu öğretmektir. Samimi ve ilme susamış bir tâlip (öğrenci) kendisine gelir de bilmediği bir meseleyi sorarsa onu ona öğretmek, müddetini doldurmuş belirli ölçüdeki ıııalm zekâtını vermek gibi farzdır.
Eğer sorduğu ve istediği bilgiyi ona öğretmezse hiç şüphe yok ki Allah o âlimden o meseleye ait bilgiyi bir zaman sonra da olsa alır da kum bir câhil kalır. Artık o meseleyi kendisinde arasa da bulamaz.”
Zekât vermek hususunda Allah’ın Kur’ân’mda beyân etmiş olduğu sekiz sınıfa (hacdald tavâf ve safâ denilen mahalde koşmaktaki başlamaya kıyas ederek) Allah’ın zikrettiği şekilde sıraya riâyet etmek müstehaptır (sevimli ve sevaplı bir harekettir.) Cenâb-ı Halde’111 andığı her şeyde, başa aldığını önde tutmak böyledir. Meselâ: “J=43'j L$' /O, öyle
bir Allah’tır ki, sizi karada ve denizde gezdiriyor”187 kelâmında kara, denizden mukaddem olduğu gibi. Her kim hâl ve hareketlerinde bu hususa dikkat ve riâyet ederse fayda görecektir.
“Zekâtta haddini aşan ve haksızlık eden, zekâta mâni olan, vermeyen gibidir, ’ şerefli hadisinin izahında; çünkü kişinin fiilinden nefsinin nefret etmediği şey, diğer bir kere daha yapmasını teklif etmek onun hayır murad ettiği bir amelin kendisinde bulunan hayırdan nefsini men eden birisi olmaktır,” diyor.
İki melekten birisinin; ‘Allah ’ım sadaka verene halef/arka, destek veri ’ diğerinin de; 'Allah ’ım vermeyip tutana, cimrilik edene telef/harcama ve ziyan ver, ’ demesini şöyle izah ediyor:
“Bil ki meleklerin lisânı sâfî hayırdır. ‘Allah’ım, cimriye telef ver!’ demesinin mânâsı; sadaka veren filana verdiğin şeyin (cömertliğin) benzerini, cimriye de ver de, o da yanmdakiııi telef etsin. Bu da cömerdin arkasına bıraktığı hayırlı eserler gibi, kendini hayr ile andıracak eserler bıraksın demektir. Sanki melek âdeta; ‘ Ya Rabbi! Cimriye cömertlik ihsân eyle ki, o da (nefsine, âilesine, komşu ve beldesine senin yolunda) para ve mal harcasın. Ya Rabbi! Eğer onun kendi arzu ve isteği ile hayır ve iyiliklerde bulunmasını takdîr ve taksim eylememişsen malını telef ile de zarar ve felaketlere uğramış olanların nâil oldukları ecir ve sevabı buna da kazandırmak sûretiyle ona bir hayır isâbet eylesin/’ demiş oluyor.
İşte bu, ona hayırlı bir duâdır. Yoksa meleklerin mertebelerini bilmeyen kimselerin sandığı gibi (bedduâ) değildir. Zira herhangi bir melek, hiçbir kimseye, hususiyle mü’min hakkında Allah’tan kötü şeyler istemez.
Şeyh-i Ekber, sözüne devamla; “Hiç şüphe yoktur ki (hakîkî) bir mü’minin  duâsı iki yönden kabul olunur. Birisi; onun iç ve dış temizliği, diğeri de; bu duânın başkası hakkında ve aynı zamanda Cenâb-ı Hakka isyan etmemiş olan (tertemiz) bir dille olmalıdır ki bu, melek lisanıdır,” demiş ve bu konuyu bir hayli uzatmıştır.
îmam Tirmizi’nin naklettiği şerefli bir hadiste; ‘Resûlullah’m (sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü bir oluşu def eder’ kelâmı hakkında şunları beyân ediyor:
“Bil ki Allah’ın gazabı, kendisine lâyık olan bir veçhe hamlolunur. Çünkü bizim birbirimize hitap ettiğimiz ve gösterdiğimiz hiddet ve gazâb hiç şüphesiz ki bizce mâlûmdur. Fakat hâssaten bu nisbeti bilmiyoruz. Bu da Cenâb-ı Hakka mensup oluşumuzu bilmediğimizdendir. Yoksa gazaba mensup olunmamızı bilmediğimizden değildir. ‘İlâhî gazâb, bizim anlamadığımız bir mânâya hami olunur,’ denilemez. Zira bu hüküm, Hak Teâlâ’nm bize anlayamadığımız şeylerle hitap ettiğini iffde etmiş; sözleri bizde bir tesir ve öğüt hâsıl etmemiş olur. Halbuki ilâhî maksat; bizim bileceğimiz ve anlayacağımız şeylerle öğütlenebilmemiz için bize kelâmım ve hitâbım anlatmaktır. Kötü ölüme gelince bu, insanın şekavete götüren haller içinde olmasıdır. Çünkü Hak Teâlâ ancak şakî olanlardan başkasına gazâb eylemez.
“üj^ lyîl c) /Sizler elbette sevdiğiniz şeylerden
(Allah yolunda) vermedikçe iyilik ihsân mertebesine ve dürüstlüğe nâil olamazsınız”  ilâhî kelâmındaki infakta (varlığından muhtaç ve müstehaklara mal ve para vermekte) kulun Allah yolunda kuvvetlerini (câmnı) da harcamak dahildir. Çünkü insana nefsi, varlıklarının en sevgilisidir. Onu Allah yolunda harcamış olan cenneti hak eder.
Kul, Allah’tan ecir talep etmekle kulluğundan çıkmaz.-Çünkü o, ücretli sûrette bir kuldur. Ama ücretle çalışan bir uşak veya amele değildir. Zira ücretle çalışan hakîkaten ücretle tutulan kimsedir. Hem de (onu çalıştırana) yabancıdır. Halbuki efendi kulunu muayyen bir ücretle tutmaz, çalıştırmaz. Ancak yapılan bir amel ücreti gerektirir. Lâkin o ücreti alması amelden tasavvur edilmez. Ancak o ücreti, ameli yapan kul alır. Kul, bu durumda efendisinden ücreti alandır. O, ücret almakta bir uşak ve ameleye benzerse de îcaı* ile tutan (namına çalıştığı) zât itibariyle onlardan ayrılır. Düşünülsün.
“jf ^ /Sâile gelince o, kovulmaz, azarlanmaz”190
âyetindeki sâil/isteyici de, ilim soran da dahildir. Öğrenmeye ve anlamaya ehliyeti bulunduğu takdirde âlim, ona (bilgisinden vermekle) ilim sadakası yapmış olur ve bu sadaka Allah yanında ecir ve sevapla mükâfatlanır. Şu şartla ki, bilgi verdiği kimse üzerinde kendisi için bir üstünlük görmez ve ondan bir hizmet ve ücret beklemez. Eğer bunlardan birisini yaparsa onun veımiş olduğu ilim sadakası Allah yanında bir mükâfâta hâk kazandırmaz.
Bundan sonra Şeyh-i Ekber, and içerek şöyle diyor:
“Bütün şeyhlerimizi (üstadlarımızı) hep bu hâl ve karakterde bulduk ve Allah dilerse bizim de yolumuz aynı olacaktır.”
Şükreden zengin, sabreden fakir meselesinde şöyle demiştir: “Bu, davul dünbek edilmiş bir meseledir. Mâsın bu hususta dediklerinin son ucu; zengin efdaldir. Çünkü sadaka veriyor. (Kendisinden fert ve cemiyet, vatan, millet ve devlet, herkes fayda görüyor.)”
Benim bu husustaki fikrim de şudur: Hakîkaten zenginin fakirden efdal olması ancak fakirlik makamına geçmesi, iyi ve hayırlı yerlere mal ve para harcamak sûretiyle varlığını azaltıp yoksulluğa doğru koşmasıdır. Tabiîdir ki, onun ecri ziyâdedir. (Zenginin kazandığını fakir alamaz). Bunun misali, her birinin yanında on altın olan iki kişiye benzer ki; birisi on altından birini tasadduk etmiş, diğeri on altının dokuzunu vermiştir. İnsanların çoğu dokuz altın veren İkinciyi efdal sayar.
İşte meselenin ruhunu anla! (Ki halk, üstünlüğü ve fazileti vermekle, fazla ecir kazanmakla ölçer). Biz de (bu meselede) servetleri müsâvî olan iki kimseyi farz ederek onlardan misal verdik. Halbuki faziletin vechi, ancak servetinin büyük bir kısmım tasadduk etmek sûretiyle az bir kısmını verenden ziyâde fakirlik makamına girmiş olmasındandır. Onun fazileti zenginlikten fakirlik tarafına geçmiş olmasıdır. Başka değildir. Benim bu sözümü mânevî haller, makamlar ve keşiflerde zevki olanlardan bir kimse red ve inkâr eylemez. Onlar bu sûretle başkalarının üzerine geçmişlerdir. Eğer varlığının hepsini verip de (tamamıyla yoksul) ehli gibi hiçbir şeysiz kalmış olsaydı, (hepsinden) daha âlâ ve üstün olurdu. Onun derecesinin noksanlığı elinde tuttuğu dünyalığın miktarına göredir, vesselâm...
“HA tlkajî ÂİİI /Allah’a karz-ı hasen ile ödünç veriniz” 
âyetindeki karz-ı haseni (şöyle) izah ediyor:
“Karz-ı hasen; kat kat ecir (fâiz) istememektir. O ancak Allah emrettiği için ihsân ile (dilediği şekilde mükâfâtmı vereceğine inanarak ve razı olarak ihtiyaçlı bir mü’min kardeşine) ödünç para verir.
'(Allah yolunda bir fakir veya muhtaca) verdiği sadakayı gizleyen, o kadar ki sağ elinin ne verdiğini sol tarafı bilmeyen...’’ hadisi hakkında, şunları beyân ediyor:
İnsan azalarının eşyâyı bildiği bu hadisten anlaşılıyor. Allah Teâlâ da âzâlarm kıyâmet gününde şâhidlik edeceklerini “
jjLkj SjjlS Uu /O gün onların dilleri, elleri ve ayakları aleyhlerinde
şâhidlik edeceklerdir”  kelâmı ile bildirmiş ve âzâlan şâhid diye vasıflandırmıştır. Anla! Sonra şunu da bil ki, sadaka verirken gizlemenin türlü vecihleri vardır.
a) Sadaka verdiğin adamın seni tanımaması ve kendisine sadaka verdiğini dahi bilmemesi; (Bunun için sadaka fakirin cebine veya önüne o farkına varmadan konur.)
b) Zekât, yahut sadakanı, zekât toplayan memura, müstehakkı olan sekiz sınıftan birine verilmesi niyet ve kanaati ile verirsin; Bu sûretle sadakanı almış olan fakir, o malın sahibinin kim olduğunu bilmez. Ve sadakasını aldığı kimseye fakirin minneti olmaz. Gizlemenin bundan daha gizlisi yoktur.
Müslim hadisindeki sadakanın efdali; ‘Sıhhatin yolunda, elin sıkı, gönlün dar, fakirliğe düşmek korkusu içinde, uzun zaman yaşamak ümidinde ve nihâyet canı boğaza gelince; filana şu kadar, şunlar da filana diyebilirim’ karar ve kanâatinde iken verilen sadaka (yapılan bağış)’.
(Bu hadisi yazdıktan sonra diyor): “Bu, sonra vâsıl olup birisine bir şey vermek isteyen kimseye lâyık olan (kendi malından kimseye bir şey) vermiş
olmayıp yalnız kendisindeki bir emâneti sahibine edâ etmiş olduğunu nefsinde hazırlamaktır. Bunu yaptığı takdirde o sadaka verenler (Allah için hayır ve bağışlarda bulunanlar) ile değil de emânetlerini yerlerine vermiş olanlar ile haşr olunacaktır. Çünkü efdal olan bir mahal ve makamı o elinden kaçırmıştır. Allah daha iyi bilir.
‘Her kimi ki, benim zikrim benden bir şey dilemekten alıkorsa, ona isteyenlere verdiklerinin daha fazlasını veririm,’ mealindeki kudsî hadisinde verilecek olan efdalden maksat, Allah’ı bilmek (İlâhî mârifet, mârifetullah)tır. Çünkü bu, hakîkaten isteyenlere verilenlerin görünürde en efdalidir. Bundan gayrisinin efdal olması zanna müsteniddir.
Hak Teâlâ’mıı sadaka ve zekâtların alınmasını Kur’ân’mda zikretmesi, sadaka vereni uyarmak içindir. Bu sebeple o, fakire eşyanın iyisini verecektir. Bu itibarladır ki kıyâmet gününde bir tellâl: ‘Ey! Nerededir o Allah yolunda verilen şeyler/...’ diye bağıracak.... Hemen kura kırıntılar (para yerine) pullar, atılmış eski elbiseler... gösterilecek sonra dönüp bir de: ‘Allah’ın rızâsından başkası için verilmiş olanlar neredel...' diyecek. Büyük (pay ve kıymette) mallar, nefis yiyecek getirilecek. (Bunları gören mahşer halkı) utancından eriyecek.
Bir çocuğun vücûdu büyüdükçe ömrü küçülür. Cismi küçüldükçe ömrü artar. Bu itibarla onun ziyâdeliği, noksanlığı, eksilmesi de artmasıdır. Binâenaleyh ona büyüklük küçüklük izâfetinden ayrılmaz. Dikkatle düşün, bak ki, bu İlâhî tedbir ne kadar hayret vericidir.
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’mm 71. bâbmda orucun esrârı bahsinde şunları beyân ediyor:
“Cenâb-ı Hakk’ııı (bir kudsî hadiste); ‘Oruç benim içindir,’ demesi; kulun İlâhî sıfata bürünmesi için İlâhî bir gayret (üzerinde durduğu ve önem verdiği bir nokta)dır. Çünkü oruç samedânî bir sıfattır. Oruç hakkında diğer ibâdetlerde misline tesadüf edilmemiş özellikler vârid olması bundandır.
Evet çünkü oruç selbî bir vasıftır. (Üzerinden bir sıfatı kaldırmaktır). Zira oruç (insanın aslındaki) üç fıtratı; orucu bozan şeyleri terk eylemektir. Oruçta aklın alacağı bir vücûd ile sıfatlandırılacak bir ayn/hariçte mevcut bir şey yoktur. Zira oruç, hakîkatte bir ibâdet ve amel değildir. Buna ibâdet ve amel ıtlak olunması mecâzendir. Eğer bir kul bununla sıfatlanırsa o sıfat onun üzerinde mutlak değil, mukayyettir. (Dar ve sınırlı mânâda) bir sıfat olarak durmaktadır; Hak kelimesi ve sıfatı gibi. Çünkü Hak, mutlaka yiyip içmekten münezzehtir. Kul ise, belirli bir vakit için bu sıfattan uzak bulunmaktadır.”
Şeyh-i Ekber, bu konuda sözü uzatmıştır.
Oruçlunun ağız kokusunun Allah yanında misk kokusundan daha güzel olduğunu bildiren hadis hakkında şunları söylüyor: “Hak Teâlâ’mn halktan bir kula ağız kokusunu misk gibi kokütacağma dâir bize bir haber gelmemiştir. Bunu başka bir zâttan da işitmedik. Kendi nefsimizde de böyle bir hâdise ile karşılaşmadık. Fakat bu hususta meleklerin, olgun ve kâmil insanların fenâ kokulardan eza duyduklarına dâir nakiller vardır.
Fenâ bir kokuyu miskten daha güzel idrak edebilecek olanın Hak Teâlâ olması da, meseleyi tek başına bir tarafa bırakamaz. Çünkü hadiste;
/daha güzel’, ism-i tafdîldir. (Bir şeyi diğer şeyden daha üstün kılmaktır). Bunu Cenâb-ı Hak tarafına vermek muhaldir. Çünkü onun yanında bütün kokular müsâvîdir. Kokuların yek diğerinden ayrı ve farklı oluşu mizaç ve tabiata tâbidir. Cenâb-ı Hak ise, bundan münezzehtir.
Sonra Şeyh, hayvanların ağız kokularını fenâ ve bozuk hissedip etmediklerini bilmiyorum. Çünkü Hak Teâlâ Flazretleri beni, insandan başka hayvan sûretinde (tabiatında) hiç bulundurmadı. Hiçbir zaman da beni, meleklerden birinin sûretinde, (sîretinde) tutmadı, diyor.
Düşün, teemmül et, ona göre yaz. Allah alîm ve hakimdir.
‘çs-M ı> -uUL /Benim için yemeği ve içmeği bırakır’ kudsî
hadisi hakkında; “Burada yemek, içmekten önce söylenmiştir. Beslenmekte esas olan yemektir, içmek (tâlîdir). Onu terk etmek mümkündür. Çünkü susamak yalancı (geçici) bir arzudan gelir. İnsan susadıkça nefsi sudan çekmek âdetini kazanırsa, (suya sabr ile su içmemeği âdet edinirse) yemin ederse ki aylarca ve senelerce su içmez, su içmek arzusu duymaz ve bu hâl onun mizacına ve bedenine hiçbir fenâ tesir yapmaz. Tabiat, yemeklerde ve meyvelerde ki su ile kanaat der. Onlardan istifâde eyler. Su ihtiyacı duymaz,” diyor.
Halvete girenin âdâbı hakkmdaki sözlerinde de bu bahsi ele alıyor ve uzatıyor.
‘Ramazan gelince cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır. Şeytanlar ayaklarından bukağılanır'1 hadisini, şu sûretle izah ediyor:
Cennet kapılarının açılmasının oruçla münâsebeti vechi, oruçlunun hariçte vücûdu olmayan gizli ve örtülü bir amele girmiş olmasıdır. Az önce geçtiği üzere oruç, hâricî azalarm bir ameli olmadığı halde (âsârı) göze zâhir olur. Cennet de, örtülü ve gizlilik (mânâsı taşıyan kelime)den alınmıştır.
Cehennem kapılarının oruçluya kapatılmasındaki münâsebetin vechi de şöyledir: Ateş (cehennem) kapatılınca harareti artar. (İçindekiler) birbirini yer, mahveder. Bunun gibi oruçlu da oruç tutunca tabiat, cehennemin kapılarım kapamış demektir. Bu sûretle orucunda şiddetli hararet bulur. Çünkü (onu söndürecek) yaş ve sulu şeyler kullanmamıştır. Bunun acı tesirini içinde bulacaktır. Yiyip içme kapısını kapamış olduğundan arzu ve iştihâ ateşi kuvvetlenmiştir.
Şeytanların köstekienmesi ki, Allah’tan uzak kalmanın hâl ve sıfatlarıdır. Oruçlunun (bu halden kurtulup) samedânî sıfatlara yakın olması demektir.
Şeyh, bu konuda daha birçok şeyler söylemiştir.
“Benim İlmî kanaatime göre; aynı zamanda bu, İbn eş-Şehîr’in de mezhebidir. Ramazanın ilk veya son günü bulutlu olursa iki miktarın, (ölçünün) büyüğü ile amel etmeyiz.
Ancak tesyîr ehline/müneccimlere, gözlemcilere onun menzilini sorarız. Eğer o görülecek bir derecede fakat bulut mâni oluyor ise, o günü Ramazan veya bayram kabul ederiz. Eğer görülemeyecek derecede ise, Şaban veya Ramazanı otuz gün sayarız.
Cünüp iken oruç tutmanın mekruh olduğunu söyleyenin maksadı şudur: Oruç, insanı Allah’ın sıfatlarına yaklaştıran bir haldir. Cünüplük ise, onun makamından uzak tutar. Uzaklık ile yakınlık bir yerde toplanmadığı gibi, oruçla cünüplük de bir arada bulunmaz. ‘Mekruh değildir’ diyenlerin muradı da, tabiatın hükmüne riâyet etmiş olmaktan ibarettir.
Oruç, İlâhî bir nisbettir. Her işi yerinde isbât et, (sabit kıl!)”
Cinsi yakınlığın keffâretine/cezâsma dâir olan sözler hakkında, şöyle
diyor:
“Keffaretleriıı hasletlerinde/cinslerinde tercih yapan bazıları; ‘Nefse en çok meşakkat vereni tatbîk etmelidir. Çünkü cezâ ve ukubetten maksat şiddettir, ’ demiştir. Benim bu husustaki kanaatim, keffâret cezâsmda ehven olanı işlemektir. Çünkü din, kolaylıktan ibarettir. Eğer kendiliğinden zahmetli olanı tercih ederse güzeldir. Zira dinde cezâ, zecr ve şiddet için konmuştur. Bu hususta Allah ve Resülünden sarîh bir ııass yoktur. Fikir ve nazar gerektirdiği hükümlerde bâzen isâbet, bâzen de hata eder.
Bazı büyük günahlar vardır ki, hakkında mutlak bir cezâ hükmü beyân edilmemiştir.
(Şerîatin tâyin ettiği) hududlar/sıııırlar, eğer zecirler şiddetli mâniler olsaydı cezâlar şu âlemde (günahların husûle getirdiği) zararların çokluğu derece ve nisbetinde artardı.
Benim kanaatime göre; Ramazan’da oruçlu hâlinde kocasının cinsi münâsebet arzusuna boyun eğmiş olan kadına keffâret cezâsı yoktur.
Zira Resûl-i Ekrem Hazretleri, arabî hadisinde (geçen çiftleşmede) kadına söz etmemiştir. Kendi durumunu sormamıştır. Bu itibarla şerîatin sükût ettiği, (hakkında bir şey beyân etmediği) meselelerde bir şey söylemek, hüküm vermek doğru değildir.
Benim kanaatime göre; yarın hasta olacağını keşfen bilen bir ârifın o gün hastalık başlamadan oruç tutmaması câiz değildir. Çünkü Allah, oruç yemeği ancak hastalık hâlinde meşrû kılmıştır. Bunun benzeri şöyledir: ‘Bir ârife keşf vâki olsa ki, kendisinde günah ve mâsiyetlerden birisi vâki olacaktır; o ârif muhakkak ki hemen o fenâlığı asla yapmaz. Allah Teâlâ’nm bu hususta kendisini muâheze etmeyeceğini bilse dahi ona yanaşmaz. Çünkü Allah görünürde Şer’in hükmüne riâyet ister. Gerçi böyle bir şey aklen câiz olsa da, bizde asla vâki olmamıştır.
Şeyh, bu hususta sözünü ve izahını bir hayli uzatmıştır.
Resûl-i Ekrem Ramazan’da iftar edeceği zaman yaş hurmayı kuru hurmaya hakîkaten tercih etmiştir. Çünkü yaş olan şeyler, Rabbi ile yeni bir ahde başlamıştır, (yani; Rabbine yaklaşmıştır).
Seher, fecr-i sâdık ile fecr-i kâzib (yalancı şafak ile hakîkî şafak) arasıdır. Çünkü seherin bir yüzü geceye, bir yüzü de gündüze dönüktür. İşte sahur da seherden türemiştir. Böyle iki yüzlü bir zamandan başkasına sahur denilmez.193
Benim kanaatime göre nâfile orucunu bozan bir kimse, eğer bunu nefsinin arzusunu yerine getirmek için yapmış ise, üzerine kazâ (bir başka gün ödemek) lâzımdır. Eğer onu (rûhânî) bir makam ve (İlâhî bir) hâlin meşgul etmesi ile yapmış ise, ona kaza lâzım gelmez.
Müslim hadisinde beyân olunan aşûre, Muharrem’in onuncu günü orucu hakkmdaki; jâlı <ji A\ ı,,n„>rui /önceki sene (yaptığı
günahları) af ile örteceğini Allah üzerine hesap etsin/umsun'1 ibaresini şöyle tefsir ediyor:
“Aşure günü oruç tutan, bütün o sene içinde bilmeyerek yaptığı fenâlıklardan birisi ile sorumlu olmaz. Resûl-i Ekrem, bu hadisinde; Cenâb-ı Haklan o günahları örteceğini bilmekle beraber ^ /Allah’tan
umsun,’ demiştir. Bunu edeben söylemiştir, Çünkü bir ârif5 hakîkati bilen ‘M dediği zaman bu kelâmı ile iyi zan ve ümit murâd etmez. Aynı
zamanda ve hakîkaten bunu kat’î bir vâkıa olarak söyler. Nitekim Hz. Peygamber; ^ u) /Biz inşaallah size ulaşacağız, ’ demiştir.
Burada ulaşması kat’î olan, bir işte; ‘Allah dilerse’ diye sözüne bir kayıt koymuş ve istisnâ yapmıştır. Bu gibi istisnalarda, ilâhî bir edep ve terbiye vardır. (Hakîkati Allah bilir).
Ramazan Bayramından sonra Şevval’in ilk haftasında tutulacak altı gün orucuna dâir olan) hadisteki ‘ü'j^ t> a*j3İj /Ramazan orucuna Şevval’den altı gün eklerse’ kelâmım izah için, bil ki diyor;
“Bu günler oruç tutulması yasak edilen altı günün karşılığıdır. Bunlar, iki bayramın birinci günleri üç teşrik, Kurban bayramının 2., 3. ve 4. günleri, bir de şek günüdür.” 
[‘Şaban ’ın 15. günü oruç tutmayın/’] hadisinin izahını, şöyle yapıyor.
Şaban’m yarısı 15. gecesinde Hak Teâlâ ölüm meleğine önce, gelecek sene içinde ölecek, ruhları alınacak olanları yazar. Şakî/fenâ akibetli, cehennemlik olanın ismi üzerine siyah çizgi, saîd/cennetlik olanın ismi üstüne beyaz hat çeker. Ölüm meleği bu sûretle saîd ve şakî olanlan tanır. Ölüm bu geceden sonra (hakîkî ve kâmil) mü’min için meşhûd olur. O derece ki, kendisini baygın ve can vermek üzere görebilir.
îşte şerîat kurucusu, ona bir şefkat ve merhamet olarak o gün oruç tutmaktan mü’mini men etmiştir.
Dikkatle ve etraflıca düşünülsün, ona göre ya kabul veya red olunsun.
Teşrik günlerinde oruç tutmanın mübah olduğunu söyleyen de vardır. Onun dayanağı da Resûl-i Ekrem’in (Ramazan ve Kurban bayramlarının birinci günleri oruç tutmak doğru değildir) buyurmuş olmasıdır. Çünkü buradaki hitap, senede bu iki günün maadasında oruç tutmanın câiz olmasını gerektirir. Yoksa bu iki günü tâyin ve tahsîs etmesi mânâsız olur.
Sülük makamında bulunan bir kimse, oruçlu iken (bulunduğu mahalde) yemeğe veya içmeğe dâvet edilse Allah ile yapmış olduğu bir ahdi
bozmamak için teklif olunan şeyi yemesi veya içmesi uygun olmaz. Kâmil ve ârifler böyle değildir. Onlar nâfıle oruçlarını bozabilirler. Böyle yapmalarında kerâhet yoktur. Çünkü nefislerine riyazeti âdet yapmışlardır. (Dâima aç bulunduklarından her zaman oruçlu sayılırlar. İstedikleri zamanda bir şey yiyip içebilirler.)
Dâvud peygamber bir gün oruç tutar, bir gün yer içerdi. Hz. Meryem ise, iki gün oruçlu bir gün oruçsuz bulunurdu. Çünkü erkeklerin kendi üzerine olan derecelerini bilirdi ve ikinci günün orucu belki erkeklerin benden fazla olan bir derecesine tekâbül eder, derdi. Nitekim de öyle olmuştur. Çünkü Cenâb-ı Peygamber, erkeklerin kemâline şahâdet ettiği gibi Hz. Meryem’in de kemâline şehâdet etti. Bunun izahı şöyledir:
Hz. Meryem baktı ki, iki kadının şehâdeti bir erkeğin şâhidliğiııe muâdildir. Bu itibarla erkeğin bir günlük orucuna mukâbil iki gün oruç tutmak lâzımdır, dedi. Bu sûretle Hz. Dâvud’un makamına erdi ve fazilette onunla eşit oldu.
Hz. Şeyh bu konuda sözü uzatmış, Meryem’in oğlu Hz. îsâ’nm senenin bütün günlerinde oruçlu olduğundan etrâfiyle bahsetmiştir.
‘Oruçlu iken iftar edene onun bir misli ecri vardır’ hadisi hakkında diyor ki: Bu ecir, orucunu açma ecridir. Yoksa oruç tutma ecri değildir. Çünkü oruçlunun oruç tutma ecri olduğu gibi, aynı zamanda kendisine orucunu tamamlayıp akşamı bulduğu için iftar ecri de vardır. Bir kimse kendisinin ortak bulunduğu bir işte birisine yardım ederse, o işin müşterek hayrından kendisine verilecek mükâfatı, onun yardım yapmasıyla noksan verilmesini gerektirmez. Nasıl ki her peygambere dâvete memur edildiği ümmetin (ister îmân etsinler, ister etmesinler) iyilik ve hayırlarından ecir verilir.
Şeyh-i Ekber, bu konuda daha izahta bulunmuştur.
‘Ramazan ’ın son on günleri başlayınca Resûl-i Ekrem geceyi ihyâ eder ve âilesini de uyandırırdı’ haberindeki ihyâdan maksat, o gecelerde nâfıle namaz kılmasıdır. Şer’î örfte geceyi ihyâ etmekten, (gece kalkmaktan) anlaşılan budur.
Benim görüşüme göre Kadir gecesi her sene devreder, (zamanı değişir). Çünkü ben, onu Şaban’da, Rebi’ ayında ve Ramazan’da, (muhtelif zamanlarda) gördüm. Fakat en fazla gördüğüm Ramazan ayı ve bunun son günleridir.
Bir kere de orta onları içinde çift sayılan gecesinde ve bir de o günlerin tek gecelerinde gördüm, gâyet iyi bilirim ki senede bir ayın tek ve çift sayacağın günlerinde devreder.
Kadir gecesini Ramazan’m ilk on günlerinin birinde gördüm diyen bir kimsenin bulunduğuna dâir bize bir haber nakledilmemiştir.
Bunun sebebi, o gecelerin ilk tecellî geceleri olmasıdır. Hak Teâlâ’nm (herhangi) bir gecenin ilk üçte birinde tecellîde bulunduğuna dâir hiçbir hadis, haber gelmemiştir.
Beıı (İmam Şaranî) diyorum ki, Hak Teâlâ’nm Cuıııa geceleri güneş battıktan şafak sökünceye kadar tecellî ettiğine dâir bir haber vardır. Olabilir İd Hak Teâlâ bazı kuluna keşif ihsân eder de o, tecellîyi görür ve o gecenin Kadir olduğunu sanır. Belki bu şüphe ona (Cuma gecesi, Ramazanın tek gecelerinden birine tesadüf ederse, o gece Kadir’dir) demiş olan kimsenin sözünden gelmiştir. Allah bilir.
Benim anlayışıma göre câmiden gayri bir mahalde îtikâfa girmek câizdir. Şu kadar vardır ki cânıide olması efdaldir. Câmiden başka bir yerde, îtikâf eden kimsenin, kadınına yaklaşması ve temas etmesi de câiz değildir. Bu da, şundan dolayıdır; çünkü Hak Teâlâ’yı dâima (kalbinde) müşâhede ve (mülâhaza) etmek, îtikâfııı şartlarmdandır. Nefsinin arzusuna dönmek ile bu şart bozulmuştur. Haldc’ı görmekle, nefsini görmek bir yerde toplanamaz. İşte namazda bir şey yemek de bunun için haram olmuştur. Aııla!
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’mm 72. bâbında ve haccm esrarı hakkında diyor ki: Beytin (Kâbe’nin) köşeleri İlâhî, melekî, nefsanî ve şeytanî dört hatıranın sayısına göredir. İlahi köşe, Rükn-i Hacer’dir. Melekî olan Rükn-i Yemânî’dir. Nefsi olan Hacer rüknünde Mek’ab (küp kısmı)dır. Şeytânî olan da ‘Rükn-i Irakî’ demlendir. Bu köşede; ‘nifaktan, şikâktan ve kötü ahlâktan Allah’a sığınırım’ denilmesi bundan dolayı meşrû kılınmıştır. Her rükünde yapılan zikirlerin sebebini, o rükünlerin mertebelerini tanıyan ârifler bilir.
Nice bir çocuk hacca gidip baliğ olmadan (kendini bulmadan) ölürse, Hak Teâlâ o haccı onun farzına bedel sayar. (Ona göre farz olan hac sevabı verir). Nitekim anasının beraberinde hacca götürmüş olduğu sabî bir çocuğu anası yukarı kaldırıp da; ‘ Ya Resûlallah! (Bu yavruma) hac sevabı var mıdır?’ dediği zaman Cenâb-ı Resül ona: [''Evet, sana da vardır,’] demiştir.
Keşfe mâlik olmayan ulemâya göre (sabînin haccı hac olmaz. Çünkü) peygamberin bu cevabında hac, kasıt ve irâdeye mâlik olmayan bir kimseye nisbet edilmiştir. Bizim yanımızda, (iş böyle değildir). Resûl-i Ekrem o çocuğun kasıt ve niyetini her hangi bir yönden bilmemiş olsaydı, ona hac nisbet etmesi doğru olmaz, bu sözü yalan olurdu.
Şeyh-i Ekber, (sözüne devamla sabilerin şuuruna dâir bir vakayı misal vererek) diyor ki:
“Bir gün aklıma doğdu. Henüz yaşını doldurmamış olan kız çocuğuma:
‘ Yavrum! Sözüme kulak ver! Karısına yakın olup da inzâl olmayan bir erkek üzerine vâcip olan nedir?" (diye sordum.) Yavrucak hemen: ‘Gusletmesi lâzımdır, ’ dedi. Çocuğun bu konuşmasından ninesi hayrete düşüp bayıldı. Bu olayı bizzat ben müşâhede ettim.”
Hz. Şeyh, bu konuda başka misaller veriyor. Bunlardan bir kaçı 480. bâbda etraflıca anlatılacak ve beşikte konuşanların sayısı verilecektir. Oraya bak.
Kanaatimce gidip gelmek imkân ve şartlarını hâiz olan bir kölenin üzerine de hac farzdır. Çünkü Hak Teâlâ hazretleri “ ı> ğ?- u-^'
!lıiuı AJİI /Beyti tavaf, (haccetmek imkânına sâhip olan) insanlar,
üzerine farzdır”  kelâmında ta’mîm yapmış, hür olanlar üzerine dememiştir.
Efendinin kölesini hacdan men etmesi (müsaade vermemesi) günahtır. Teemmül olunsun ve yazılsın.
Hacda dikilmiş ihrama bürünmek kadınlara değil, erkeklere haram kılınmıştır. Çünkü erkekler her ne kadar mürekkep/bileşik (su)dan yaratılmış olsa da basitlere daha yakındır. Fakat kadın muhakkak bir bileşikten meydana getirilmiştir. Zira (aslı) erkekten yaratılmış, bu itibarla basitlerden uzaklaşmıştır. (Sanki) kadına; ‘asim üzerine kal, erkeğe benzeme,’ erkeğe de; ‘bileşimindenyüksel!’ denilmiştir.
İşte (ihramdan) tecerrüdüne (dâir olan) emrin sebebi budur. Kendisinde dikiş bulunmayan basite yakın olması içindir. Gerçi dikişsiz ihram iliklerle dokunmuş olmak itibariyle bileşiktir. Ama bu, hebâ/toz, toprağa ve boşluktaki zerrelere don, gömlekten ve diğer dikişli şeylerden daha yakındır.
îhramlmm yalnız izâr ve ridâ  giymesi caizdir. Çünkü bunlar hem dikişli, hem de bileşik (parçalı) değildir. Bu sebeptendir ki Cenâb-ı Hak kendisini don gömlek ile değil, bunlarla vasıflandırmıştır. (Meselâ;) “
Benim kanaatime göre hac veya umre için ihrama girmiş olanların /Harem’de iken ihramdan çıkması vâcip değildir. Onun hac ve umresi Harem’de bulunduğu için sahih olur. Ama fakihlerin, Hz. Aişe’nin /Ten’îm’e ihramsız çıkmış olmasıyla istidlal etmiş bulunmalarına gelince; bu istidlâl, ancak Hz. Âişe’nin afakiyette bulunması, âdetini görmüş olmasıyla ihramdan ihramdan çıkmış bulunması sebebiyledir. Çünkü Hz. Aişe, fert etmiş olduğu şeyin şeklini kaza edecektir.
Şeyh-i Ekber, bu mevzû ile ilgili daha bir hayli izahta bulunmuştur. Teemmül olunsun ve ona göre tahrîr olunsun.
Kabe bir yüzünde Allah’ın yemini olan Hacer-i Esved/karataş ile hem Beytü’l- Mamûr’a, hem de Arş-ı Azam üzerine temâyüz etmiştir. Şeyh-i Ekber, bu konuda îzâhat vermiştir.
Allah’ın evi, Kâbe, tahrîr kabul etmez. (Bir kimse veya bir zümrenin irâde ve tasarrufuna verilemez). Hacer  de Kâbe’den kalan kısım, daha doğrusu Beytullah’tır. Buranın üzerine de hacir konamaz. Çünkü Allah’ın sahih beytidir. Civarındaki Hacir denilen muayyen sahaya giren Beytullah’a girmiştir. Orada namaz kılan Beytullah’ta namaz kılmıştır. Binâenaleyh Şeybeoğullan vesâireniıı burasım hüküm ve nezaretleri altında tutmaları doğru değildir. Bu itibarla âriflerin, bu hakikati bilenlerin onların minnetine hiç ihtiyacı yoktur.
Arefe günü, o günün zevâlinden bayram günü gecesinin güneşi doğumuna kadar hesap alınmıştır. Bu itibarla diğer zamanî günlerden, 24 saatten noksandır.
Arefe gecesinin, Arefe gününden sonraya bırakılmasında hem Şer’ ve hem de örf birleşmiştir. Çünkü Hz. Peygamber; ‘Her kim cem birleşme/toplanma gecesine güneş doğmadan evvel yetişirse o muhakkak hacca erişmiştir. Hac,  Arefe ’dir, ’ buyurmuştur.
îşte bu gecenin, gününden geriye kalışının sebebi budur. Yoksa esasta, bir günün gecesinin gündüzünden evvel gelmesidir. Hak Teâlâ “ ÜP $ jlpl Ala yiau /Gece onlar için bir âyet, ibret, hikmet ve nimettir ki, gündüzü ondan sayarız”  buyurmuş, burada geceyi esas kılmıştır ki, koyunu derisinden soyduğum gibi Cenâb-ı Hak da gündüzü geceden soyup meydana çıkarıyor.
Bu itibarla zuhur, dış/haricî şekil geceye mahsûstur. Gündüz de, onun içinde bulunmaktadır.
JUAIJJ) (> /İbrahim’in makamından namazgah
edininiz”  âyetini şöyle tefsir ediyor:
“Hz. İbrahim’in makamında namaz kıldığınız zaman yani İbrahim (a.s.) için olan o makamların benzerini kazanabilmek hususunda, arasını kendiniz için duâ mevkii yapınız demektir.
Bu âyetteki musallâ, duâ yeri mânâsmdadır. Burada yapılacak duâ da: cYcî Rabbi! Beni, İbrahim, (a.s.) gibi evvâh,2(h halım  bir kimse, kanût2<beden bir ümmet, Allah ’ın nimetlerine şükreden, onun emirlerine boyun eğen, salih ve ahdine vefalı bir adam yap,’  denir. Ve Cenâb-ı Hakk’m ICur’ân’mda bize anlatmış olduğu duâlardan buna benzerleri okunur.
Zemzemi kana kana içmekle emr olunduk. Sebebi, onda gizli bir hikmet bulunmasmdadır. Bu da kibir ve gururundan sonra zillet ve hakîrliğe düşmesi, mahza kulluk mânâsını kendisinde bulmasıdır. Nitekim bu, sınanmış ve tahakkuk etmiştir.
Ben Şârânî, nefsimde şâhid olduğum bir vakayı arz edeyim ki, bir defa bir yanımda hâsıl olup karpuz kadar büyüyen bir şişlik ve oradan, şifâ bulmaklığım için zemzem içtim; hemen kesildi, oturağımdan erimiş siyah bir zift gibi çıktı. Âlemlerin Rabbine binlerce hamdü şükür, kurtuldum. İşte bu sûretle her ne maksatla içilmesine dâir olan zemzem hadisinin, bazı münekkitlerce zayıf denilmiş olsa da zevkini ve faydasını buldum. Allah bilir.
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’ımn 454. bâbmda diyor ki: ‘Her mü’mine lâyık olan nisbetini/mensûbiyetini, müslüman dede ve atalarıyla Hz.Âdem’den en yakın babamıza bağlamaktır. Onları zaman zaman hayır duâ ile anmaktır. Çünkü rahim sılası ömrü arttırır.
Şârânî bir defa Hz. Âdem babamızdan itibaren, hayâlî bir hayat yaşamış ve dostlanma da bu hususu tavsiye etmiştim. O gece, gök kapılarını açılmış, sayısız melekleri üzerimize inmiş bulduk. Bizi merhabalar, sevinç
ve güzel iltifatlarla karşıladılar. Bu hâl, bir müddet geçinceye ve gördüklerimizi kaybediııceye kadar devam etti.
Şeyh-i Ekber, mânevî rahim sılası konusunda etraflı îzâhat verdikten
sonra:
“Ehlullahtan bir çoçuğunun yanında ilk babamız Hz. Adem’den zamanımıza kadar rahim sılası/babalar silsilesi/atalar zinciri kesiktir. Bunlardan olmayan ıılemâ-i avâm bu hususta ne yapsın!” diyor ve ilâve ediyor:
“Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâ ederim ki ben, kendi rahim sılamı ashabımdan kendi sebebimle, atalarımı düşünüp bir mertebeye bağlayarak hayâlî yoldan Hz. Âdem’e kadar ulaştırdım. Bu, bana Allah’ın bir lütfü keremidir.
Ben hakîkaten bu hususta kendi eseri üzerine yürüyüp bundan önce sılasını bu şekilde tamamlayan bir kimse tanımadım. Hak Teâlâ Kur’ân’dan başka bir yerde: ‘Ey adem oğulları! ’ diye hitapta bulunmadı. Şüphe yoktur ki Cenâb-ı Hak bize, Âdem babamızla rahim sılası yapmamız için bu şekilde hitap ediyor. Bununla beraber hiçbir kimse bu âyetten böyle bir tenbîh almamıştır. Ceııâb-ı Hakk’m bu öğüdü, Hz. Meryem’e: ‘ûjj* ^ !Ey Hârun peygamberin kız kardeşi!'1 dediklerini zikir ve beyân etmesine benzer. Hz. Meryem ile Hz. Hârun arasında 11e kadar uzun zaman vardır.”
Hz. Şeyh, 30 yaprak kadar süren haccm esrârı bahsinde de bu konuyu çok genişletmiştir. Ben burada bu kadarını naklettim. Bu meselenin hakikatini Allah bilir.
73. bâbmda Hakim et-Tirmizî’nin sorularını açıklama bahsinde, şöyle demektedir:
“İyi bil ki bu meselede sûfîlerin: ‘Allah ehli, olanların reddedeceği bir delil olmadığı gibi Şer’in ve aklın kabul etmesine mâni hiçbir şey de yoktur. Bunları reddeden ancak hakikati bilmediğinden yapar. Çünkü ehlullahm yoluna, görüşüne, fikrî nazar ve aklî zaruretlerle erişilmez. O, ancak Kitap ve sünnete uymak vâsıtasıyla kalbe doğan bir nûrdur. Bu işlerin iç yüzü, meselelerin hakikati, bu nûr ile yakînen idrak olunur, zan ve tahminlerle değil.
Cenâb-ı Hakle’m Hızır hakkmdaki ^ <> eLul&j /Biz ona kendi yanımızdan bir ilim verdik”207 kelâmında ilim kelimesini nekre/belirsiz
olarak ifâde buyurması ve başlarında Hızır bulunan ve Allah’a yakınlık mertebesine eren mevki sâhiplerine tahsîs buyurmuş olduğu dört ilme şâmil olmak içindir. Bunlar da, İlâhî kitabet,  cem ve tefrik,  Nûr ve ledünnî  ilimleridir.
Kurbet (Allah’a yakınlık) ehlinin mertebesi Sıddıklar makamı ile Teşri Nübüvveti arasındadır. Anla! îmam Gazali bu makamı kabul etmemiştir.
Tatlı ve yumuşak sözlerle olmasaydı ne Firavn’un gılzatı/kalmlık ve sertliği kırılır ve ne de Resûlullah’m ashabı etrafına toplanır, o içtimâ’m her biri meydana gelmezdi. Cenâb-ı Hak, Hz. Mûsâ ile kardeşi Hârun’a, Firavun’u vahdet dinine dâvet için gönderirken, Ujii Âl Ujaa /Firavun’a tatlı/yumuşak söyleyiniz” (Taha, 44) buyurdu. Hz. Peygamber Efendimize de, c> mSÎI i»#- Üia °Jfj /Eğer sen kaba ve katı yürekli
olsaydın onlar etrafından dağılırlardı,”  diyor. Teemmül et, ibret al.
İsa (a.s.) ile çok defalar buluştum. Onun önünde günahlarıma tevbe ettim. Din ve dünya hayatında Hak din ve doğru yolda da sebatım hususunda bana duâ etti. Bana sevgili diye çağırdı, hitap etti. Dünyadan el etek çekmekliğimi, gönlümü Allah’tan başka şeylerden arıtmamı emir buyurdu.
Ben de buna garip, eşi görülmemiş bir iştir diyorum. Ama Şeyh-i Ekber, bundan daha garip ve acaiptir. Bu da, onun sûre başlarındaki harflerin isimleriyle anılan meleklerden yol almış olmasıdır. Nitekim aşağıda beyân edilecektir.
Nâsm efendisinin, oğlunu sîretinde/keşf âleminde Fars’lı Selmân’m İslâm oluşu hikâyesinde Hz. îsâ’nm göğe kaldırılmasından sonra yeryüzüne inmek için belirli günü gelmeden yere inmesini Şeyhin müşâhede etmiş olduğunu nakletmesidir.
Şeyh-i Ekber, bu hususta diyor ki: Madem ki göklere kaldırılmasından sonra bir defa yeryüzüne inmesi câiz olunca, birkaç defa inmesinde bir mâni yoktur. Allah bilir.
İnsana saâdet getiren mertebeler dörttür. Bunlar: îman, velâyet, nübüvvet ve risâlettir. Her mertebenin de kendine mahsûs zevki, çekici ve hoşa giden bir hâli vardır. Fakat her bir peygamber de, îman ve velîlik zevki,
eğer Resûl ise, nebîlik ve fazla olarak da risâlet zevki vardır. Çünkü kendisi Resûl’dür, nebîdir, velîdir, mü’mindir.
(Dört mertebeyi de hâiz bulunmaktadır.) Bâzen onun bu mertebelerde bir zevki olmayabilir. Hızır, Hz. Mûsâ’ya (ikisine selâm saygı) “
^ J&- /İç yüzünü kavramana imkân olmayan bir şeye nasıl sabredebilirsin. Sen bu meseleye ait haberi (hakîkî bilgiyi) kavramış olmadıkça (benimle arkadaşlık edemezsin)”  dedi. Buradaki /hubraıı’, zevktir.
İlim, îmânın şartından değil, velîliğin şartmdandır. Çünkü îmanın dayanağı, muhbir-i sâdık’m/peygamberiıı kendisine ulaşan haberidir. Böyle bir haberin bulunmadığı zamanda meselâ fetret devrinde  yaşayanlardan Allah’ın birliğini tasdîk eden kimseler gibi ki, böylelerden her birine tam mânâsıyla mü’min denilmemekle beraber muvahiıid denir ve saîddir. Bir mü’min de muhakkak ki muvahhiddir. (Allah’ın birliğine inanır). Ama muvahhidin Allah’ı birlemesi (peygambere dayanan bir haberle değil) Allah’ın kalbine koyduğu bir nûr iledir. O, (bizim kabul ettiğimiz mânâda) bir mü’min olmaz. Bunu teemmül et ve ona göre kabul eyle.
İbâreye (yazılı bir söze) şu sebepten ibâre denilmiştir. Çünkü o sözden kasd olunan mânâya geçiyorsun. Vahye vahy denilmesinin sebebi süratinden dolayıdır. Zira vahy, anlamanın, anlatmanın ve anlatılanın, (üçünün de) aynıdır. Nitekim bunu, evliyâdan ilhâma mazhar olanlar tanıyorlar.
Varlıklar içinde insan-ı kâmilin üstünde ancak melek mertebesi vardır. Meleklere esmâ öğretildiği zaman Hz. Âdem’e secde etmeleri Âdem’in meleklerden hayırlı (üstün) olduğuna delâlet etmez. Ancak Hz. Âdem’in meleklerden daha kâmil bir neş’ette yaratıldığına delâlet eder, başka değil. Şeyhin ilk mezhebi bu idi. Sonra bundan caydı. Nitekim Fütûhât’m 198. ve 383. bâblarmda buna işâret etmiştir: ‘İhtilaf, Hz. Muhammed (a.s.) ’den gayri olan zâtlar hakkındadır. Ama o, bilittifak hallan efdalidir,'' demiştir. Oraya bak. Bunların bazısını vahiy, ibâre (sahih bir nakil) olmayan meselede ibâre yerine kaim olan ve vâki bir işâret olarak tanımıştır.
Hak Teâlâ bu dünyada mekruh kıldığı şeylerle iştigal edenleri kıyâmet gününde onlann geriye görecekleri amellerine uygun bir cezâya daldıracaktır.
Şerîatin, Cenâb-ı Hakk’ı noksan sıfatlardan tenzih hususudaki beyânlarının ekserisi avâmm fehm ve idrak seviyesine göre gelmiş, havâssm anlayacağına göre gelmemiştir. Ancak (o ifadeler, havâs için) bazı telvîhler/belirtiler, işâretler vardır: /Allah’ın benzeri hiçbir
(şey) yoktur,” ^ /Rabbin izzet sahibi, onların
vasıflandırdığı şeylerden münezzehtir”  gibi.
Sûfıyeden bazıları; ‘Cenâb-ı Resûl (a.s.)’m kendisine verilmesini rica ettiği (vesile) makamının kendimiz için de Allah’tan istememiz câizdir,’ kanaatindedirler. ‘Zira Resûl-i Ekrem, bu makamı yalmz kendisine tahsis etmemiş ve onu aynıyla bir kimsenin hacr ve idaresine vermemiştir,’ dediler.
Halbuki biz, o makamı ancak Resûlullah için tercih ederiz ve yalnız ona verilmesini Allah’tan dileriz. Çünkü vesile makamının kendisine verilmesi hususunda, Allah’tan dilememizi, bizden istemiştir.
Şeyhin bu kelâmı hadisin mânâ ve maksadına uygundur. Biz de, (vesile) makamının onun ümmetinden olan bir kimsenin kendisine istemesinin asla câiz olmadığına inanıyoruz. Çünkü o makamın ancak Resûlullah’a mahsûs olduğuna dâir ulemânın icmâ’ı vardır. Hakîkati Allah bilir.
Tevbe kapısı kapanınca, mü’minin de îmânı, üzerine kapımn kapanmasıyla hapsolunmuştur. Ondan sonra bir mü’min asla dinden çıkamaz. Çünkü ondan îmânın çıkacağı kapı yoktur. Nitekim (kâfir için de böyledir.) Kapının kapanmasıyla bir kâfirin içine de îmân girmeyecektir. Bundan anlaşılıyor ki, Tevbe kapısının kapanması mü’mine bir rahmet, kâfire de büyük bir felakettir. Tevbe kapısı doğuda değil, muhakkak batıdadır. Zira batı, ketm ve esrâr mahallidir.
Şatah  üzerinde sersemlik kokusu ve geniş bir dâvâ bulunan bir sözden ibarettir. Bu söz, şerîatle kayıtlı bulunan zâtlardan nâdiren vâki olur.
Lâkin ehlullahm şartmdandır. (Onlardan çoğu şatahta bu=s_lı^nul)• ^ erme (şatah yaptığı) haber verilince, hatırlayıp hemen tevbe i^S^r e er er-
Bunun izahı 197. bâbta gelecektir.”
Şeyh-i Ekber, 74. bâbmda diyor ki: “Ârif-i billahi--, tevbesinde babası Hz. Âdem’in itiraf ve nedâmet mesleğinde gidendir. Arr^O-^1 tevbesinde azım ve sebât etmesine gelince, bu onun elinden değildir. (B rü-î" daha işlememeğe azmettim demesi,) ancak (Rabbine karşı kulluğunda) bir ^z^ar etm® tır- ;
Yani; ‘(Bütün irâde) elimde olsaydı kat’iyen sana isyan etmez im, demektir. Bunu iyi anla, ona göre kabul et.
77. bâbmda: Birisini ‘0*413' L_ıj a!1 a^JI’  diyorkersu işiten bn ^âta lâyık olan, bu kelâmı Kur’ân dinler gibi dinlemektir. Çünkü t»* U- ^a’ ^ur an ır^ âyetidir. Onun bu âyeti zikir maksadıyla değil, tilâvet oku uğuna
hamletmelidir. Ta ki bu suretle Kur’ân dinlemiş olmanın ^^vâbına nâL o-sun, bu lâzımdır, diyor ve ilâve diyor:
“Bu tek başına ve uzakça bir görüştür ki, bunda_rs3- nasibini alana ve
zevkine varana az tesadüf edersin. Halbuki (m^^l^û^ ^a^an ve (kazanılması) kolaydır. Bir külfet de yoktur. (Sermaye^^ i} insanlara iyi zan beslemekten gelir.”
90. bâbmda: Beyaz renk (daha doğrusu renksizli Cenâb-ı Hakk a
sevimli ve Cuma günleri Resûl-i Ekrem bize rerı^s^z ® ıs®
giymemizi emretmiştir. Çünkü diğer renklerin (birbirine rlP ımtızac e
kendi hallerini az çok değiştirmek sûretiyle istiklaS—1 kaybetme e
beraber hiç birisinin) tam beyaz olmasına ve beyaza döî=-3-<^ürühlıesıne ı an yoktur. Ama beyaz renk (böyle değildir,) diğer renkler*^^ bürünmekle en ı hususiyetini büsbütün kaybeder.
Şunu bil ki beyaz iki çeşittir. Birisi (hakîkaten rer^r^J^siz; olan ve beyaz görülen, diğeri de haddi zâtında renksiz olduğu JErti-^de) göze re ı görülendir. Ulu dağların tepelerinin uzaktan bize siy- görünmesi gı^ ı.
Yanma yaklaşınca onları beyaz görürsün. Halbuki onlarr-"^- sİYah görme ıgm bir hiss-i galatîdir.  Gökyüzünün mavi görünmesi de h\^^^SXVL S^idiı. n a ı
kaçınmalıdır. Çünkü gönüller, tabiatın îcâbı kendisine iyi muamele edenlere meyleder. Halbuki bu mevkilerde onun nefsanî arzularını def edecek İlâhî kuvvet ve anlattığımız smıftakîlerin (câzibesinden kendisini koruyacak) mârifet onda yoktur.
Şurası, da mâlûmdur ki, müridi erden her kim kendisini nasihatle terbiye eden kâmil bir üstadın hüküm ve telkini altında buluniırsa bahsi geçen hususlarda şeyhinin hüküm ve tavsiyelerine tâbîdir.
Eğer bir şeyhi yoksa, kendisini sapıtan ve o cürümlere götüren her bir kimse ile sohbet etmesindeki vebâl ve güçlük, Allah’tan yalnız kendisi üzerine yüklenir. Nasıl ki Hak yolunda sağlam ayağı (tam kemâli) olmayan şeyhlerin bu yoldaki (zaaf ve hataları oğlan ve kadınlarla sohbet hususuna dâir) ta’n ve teşriîler kendilerine, (liyakatsiz mürşitlere savrulur). 
Bundan sonra genç oğlan veya kadınlarla ancak iyi niyetle ve Allah yolunda konuştuğunu iddia eden bir müridin, derûnî hâlini ölçmesi lâzımdır.
Eğer onlardan ayrıldığı zaman, içinde bir acı ve yalnızlık bulur, onlarla buluşmak arzu ve heyecanı duyar, karşılaştıkları zaman da bir ferahlık hâsıl olursa iyi bilsin ki onlarla yaptığı sohbet ma’lüldür. Eğer bu sohbetinde kendisinden o gence, bir menfaat sağlanırsa, genç saîddir. Ama onu seven şakîdir.”
Şeyh sözüne devamla: ‘Eğer bu müridin muhabbeti, bütün yaratıklara bir düzeye şâmil olur, bunların içinde genç oğlanlar ve kadınlar da bulunursa müride lâyık olan yine öyle bir muhabbete temayül etmemektedir. Çünkü bu, bâzen nefsin bir numarası, aldatması olur. Bunun ölçüsü de; halktan birisinin ayrılması ile kendisinde bir yalnızlık ve üzüntü bulmamaktadır, madem ki yanında herkes müsâvîdir ve onların her biri Allah’ın kulu ve halkıdır. Hattâ bu hususta bir duvar (mal, eşyâ v.s.) de ayniyle bir halktır. Onun iddiasına göre insanlardan gayri olan canlı cansız şeylerin sevgisinde birbirinden ayrılık yoktur. O halde niçin ayrılık acısı ve hâlinde bir başkalık duyacaktır,’ diyor.
Ben de diyorum ki; ricâl (kâmil kişiler) derecesine ulaşanların oğlan ve kadınlarla topyekün sohbet etmemesi lâzımdır. Bir de böylelerinin (kendi ifâdelerine) genel bir iktida ile herkesin kendisine uymalarına müsaade etmemesi şarttır. Çünkü azgın ye sapkın nefis sâhipleri çoğu vakit kendisini taklîd ederler, hâl ve hareketlerini başkalarına karşı bir hüccet tutarlar.
Şeyh-i Ekber, şehvet ile irâdenin farkını şöyle anlatmıştır:
“İrade nefsin ve aldın nıurad ettiği şeylerin hepsine taalluk eder. Bu ıııurad ve istekler ister sevilmiş olsun, ister sevilmiş olmasın. Ama şehvet, yalnız nefsin, hâssaten zevk ve lezzet alacağı şeylere taalluk eder. Çünkü şehvetin mahalli, hayvânî nefis, irâdenin İd ise, ruhtur.”
Hz. Şeyh, bu konuyu 109. bâbda da ele almış ve açıklamıştır.
112. bâbıııda diyor İd: “Nefsin muhâlefeti yalnız üç işte olur. Bunlar mübah, mekruh ve haramdır. Başka değildir. Ama bir nefis eğer husûsî bir tâatten ve insanı Hakka yaklaştıran amellerin birisinden hoşlanırsa bunda gizli bir illet vardır. Çünkü diğer tâat ve yaklaştıncı amel ona muhâlif geliyor. (Başkalarından mânevî zevk almıyor). Eğer çeşitli fenlerde ve bunlardaki (iyilik ve ibâdetlere dâir) bütün tasarruflar nefsin yanında nıüsâvî olursa o zaman onun diğer bir tâatten, iyilik ve ibâdetten aynı zevk ve lezzet alacağını kabul ve teslim ederiz.
Eğer o dâima zevk aldığı ve yapmak istediği amelden gayri diğer hayırlı ve Allah’a yaklaştıncı bir ameli yapmakta bir meşakkat bulursa onun (evvelki ameline değil) bir başka meşakkatli amele dönmesi lâzımdır. Çünkü nefse sevdiği ve arzu ettiği bir ameli yapmağa müsaade edilir ve onu itiyad edinirse bu müsadeyi haram, mekruh ve mübah olan işlere de tercih ederek âdet hâline getirir.
115. bâbıııda Resûl-i Ekrem’in; ... JM-â ^ V /Fâsık hakkında gıybet yoktur' hadisinden benim anladığım; ‘T nefıy değil, nehiydir. Verâ ehli olanların, bu hadis hakkmdaki anlayışları da bu sûretle cerayaıı etmektedir. Yani bir fasığı tâyin etmek (ismini söylemek) sûretiyle gıybet etmeyiniz. Hâlin icâbına göre gayr-i muayyen bir ifâde ile gıybet ve ona ta’riz ediniz, demektir. Nitekim Resûl-i Ekrem; ‘Şöyle şöyle yapan kavimler e, cemâate ne oluyor?’ demedi. Bununla beraber fıkıh kitaplarında beyân edilen yerlerde gıybet de beğenilir, hoş görülür. Ne de olsa sahibinin adını vermemekle efdaldir. Şu kadar var ki, hakkında şer’î bir hüküm terettüp etmemelidir.
116. bâbıııda şöyle diyor: “Bana göre kanâat, lisan ve lügat bakımından istemektir. Kanaat eden isteyen demektir. Fakat Allah’tan istemektir. Başkasından değil...
Cenâb-ı Haklan kıyâmet günü zâlimler hakkında şu;
/Başkalarını kaldıracaklar’  kelâmı, cürüm ve cinâyetlerinden dolayı Allah’ın af ve mağfiretini isteyecekler mânâsmdadır. Böylesinin mahrumiyet ve hüsranından korkulur. Zira isteyen, istediği zâta baş eğmekle, meyletmekle vasıflanır. Hak Teâlâ da ;‘ Jj Vj
/Zâlimlere baş eğmeyiniz! Yoksa size ateş dokunur’  diyor. Şu halde kendi cinsine baş eğen bir kimse, bir zâlime boyun eğmiş, meyletmiş olur. Hak Teâlâ, insan hakkında ‘Ü/İnsan hakîkaten çok zâlim ve bilgisizdir,’  buyurdu. Şeyhin bu sözü güzel bir kelâmdır.
124. bâbmda; Cenâb-ı Hakk’m Hz. Süleyman’dan hikâye eden ‘
JJ jpJl LA /Hakîkaten ben hayrı sevmeği
Rabbimi zikirden (dolayı) hoşlandım. O kadar ki (güneşi) perdeye bürüdü (gözden kayboldu, gurûb etti).’  Gerçekten de ben güzel atları, Rabbimi anarak severim demişti. Ve sonunda güneş perde altına girmişti, dediğini haber veren kelâmının mânâsı şudur: ‘Hayrı, Rabbimi zikretmekten dolayı sevdim. Hayır, hayırlılık mukâbilidir. Onu bu itibarla sevmiş oldum.’
Hayır burada üç ayağını yere basıp bir ayağını bükerek, tırnağı üzerinde duran en güzel cins ve soydaki atlardır. Âyetteki (jâLi’225
kelâmı da; ‘Süleyman, eli ile atların boyunlarını, ayaklarını okşamağa başladı. Bu hâl ve hareketleri ile Rabbinin hayır ve ihsânından mesrûr oldu, hikmetlerinden hayrete vardı,’ demektir.
Hz. Süleyman’ın atları sevmesi ve okşaması ile hissettiği ferahlık (malı ve serveti) için değildir. Çünkü peygamberler maddî düşünce ve nefsânî zevklerden münezzehtir. Bu vakanın benzeri Eyüp peygamberde olana benzer ki, Hak Teâlâ Hazretleri ona altından bir çekirge sürüsü gönderdiği zaman Hazreti Eyüp onlardan bir kaçını alıp, elbisesine sürmüş ve; ‘Ya Rabbi! Senin bereketinden bana doyum yoktur,’ demiştir. Binâenaleyh Hz. Süleyman’ın atı sevmesi, Cenâb-ı Hakk’m at sevgisinden daha sevgili olmasındandır ve onlara gözden kayboluncaya, akşam karanlığı basıncaya kadar bu sebeple arzu ve iştiyak duymuştur. Çünkü Rabbini zikirden olan hayır sevgisini kendisine icap ettiren bir mahalli ve vesileyi kaybetmiştir. Ve; ‘Hemen onları geri getiriniz!’ demiştir.
Bu kelâmdaki tevârî/gizlenmek, belirsiz olmayı güneşe hami ile (akşam oluncaya kadar) diyen müfessirlerin delili yoktur. Çünkü bu âyette ne güneşin ne de onların zannettikleri ikindi namazının adı zikredilmemiştir.
Bu itibarla âyetin zahir mânâsı dahi onların dediklerine kat’iyyen delâlet etmez. Ama onların bu şekildeki tefsirlerinde kendilerine soluk veren, yol açan ‘ cJC^ U5â °Sa\j /Andolsun ki biz Süleyman’ı sınamıştık. Biz
hakîkaten Süleyman’ı fitneye düşürdük,’  kelâmıdır.
Filhakika fıtııe, sınamak, imtihana çekmektir. (Yoklamak, muayene etmektir). Arapçada; ‘Â^aâll ji cûüâ /Altını yahut gümüşü sınadım,
(muayene ettim)’ denilmesi ve bunlar ateş ile tecrübe edildiği zaman söylenmesi bizim dediklerimize münâfı olmaz. Çünkü kelâmın mevzuu attır. Hz. Süleyman’ın da onu görünce muhakkak muayene etmesi gerekir.
Acaba Hz. Süleyman atı, Allah’ın zikrinden (ona vesîle olduğundan) dolayı mı, yoksa onun yalnız bir at olarak kendisini mi sevmiştir? Bu noktayı Hz. Süleyman haber vermiş ve onları ancak Rabbini zikre vesîle oldukları için sevdiğini yoksa atların güzelliği, kemali ve ona ihtiyacı ile beraber yalnız vücutlarını sevmiş olmadığını ifâde etmiştir. Çünkü atlar, Hz. Süleyman’ın kendisinden sonra bir kimseye verilmemesi kaydıyla Hak Teâlâ’dan istemiş olduğu mülk ve devletin bir parçası (en faydalı elemanı)dır. Kendisinin bu isteğini Cenâb-ı Hak kabul etmiş, topluluk içinde istediği şeyleri vermiş ve ondan güçlükleri kaldırmıştır.
Hak Teâlâ bu hususu da Kur’ân’mda; ‘ A üjtLc l&
j1>Lj Ujûe. 4İ JjJj /Bu bizim vergimiz, ihsanmızdır. İstersen sen de sayısız olarak ihsân et, ister elini yum verme! İşte bizim ihsanımız... Çok şükret, alabildiğine artır, yahut (böyle) sayısız, hesapsız (derecede) tut!... Şüphe yoktur İd Süleyman’ın yanımızda yakınlık dercesi (yüksek mevkii) ve (dönüp geleceği) güzel bir akıbeti vardır’  kelâmı ile bildirmiştir. Yani Hz. Süleyman’a öyle bir mülk ve devlet verdik ki, bu mülk ona başkalarında olduğu gibi âhiret mülkünden hiçbir şey eksiltmez, demiştir. *
Bu garip bir tefsirdir. Şeyh’ten başkasında görmedim. Teemmül olunsun, ona göre yazılsın! Allah bilir.
128. bâbıııda diyor ki: “Cenâb-ı Hakk’ııı kulundan hoşnut olması onun şeriat üzerinde yürüyüşünün az ve çokluğuna göre olur. Her kim amelinde şerîatten bir şey ihlal etmezse o tam bir hoşnutluğa sâhiptir. Her kim de ameli ile şerîatten bir şey bozarsa ondan nzâ ve hoşnutluğu bozduğu şeyin dercesine göre eksilir. İşte gâyet vâzıh bir ölçü. İnsan kendisini herkesten daha iyi bilir.”
Şeyh-i Ekber’in bu konudaki sözlerinden bazısının mânâsı burada bitmiştir.
129. bâbmda şöyle demektedir: “Kula gerek olan Allah’ın (tecellî eden) kazasına razı olmaktır. Yoksa Allah’ın hüküm ve takdîr ettiği şeylerin hepsine değildir, Mâsiyetlere (onlarda her ne kadar bir hikmet vechi görsen dahi) razı olmak uygun değildir. Sen bu noktada eğer doğru bir görüş ve keşfe sâhip bulunduğun vakit o mâsiyetlerin işlenmesinde Hak Teâlâ’nm (onları takdîr etmiş olmakla beraber) senden razı olmadığını göreceksin. Eğer görüyorsan (keşf ehlinden değilsin,) o zaman şerîatin hükmüne başvur: ‘ ’J&Î' /Allah kullarının (kâfir oluşuna) kâfirlik ve
nankörlüğüne razı olmaz.’ ”
Ben (Şa’rânî) diyorum ki; ‘Günah ve mâsiyetlerde rızâya düşenlerin (fenâlıklardan Hak Teâlâ’nın razı olduğuna inananların) ekserisi umûmî tevhîd makamının sâhipleri (vahdet-i mevcutçular)dır. Bunların bir mürşidi olmayınca kendi zanlarma kapılırlar. Ve Hak Teâlâ tarafından şerîatle gelenlerin hilâfına bir emirle muhatap bulunduklarını sanırlar. Bu bir küfür ve telbîstir. Çünkü Hak Teâlâ Hazretleri, peygamberlerinin lisâm ile men ettiği şeyleri, onların arkalarından hiçbir ümmetin her hangi ferdine asla mübah ve müsaade etmez. Anla! ’
146. bâbmda şöyle diyor: “Resmi (yazılı) bilgide (dînî ve ilâhî ilimlerde) şerîat terazisini sakın elinden bırakma! Üstelik onun hükmüne sarıl! Eğer ondan âlimlerin aldığı şeylerin aksine, senin ile onun zâhir hükmü arasına girilen bir şeyler anlarsan kendi anlayışına itimad etme. Çünkü bu, sana bilinmeyen yerden gelen ilâhî ilim sûretinde nefsanî bir hiledir. Biz bu aldatıcı makama düşmüş ehlullahtan saf ve samimi bir cemâate rastladık ki onlar, kendi keşiflerine itimad etmişler ve şer’î hükümleri iptal eden özel anlayışlarım tercih eylemişlerdir. Halbuki onlar, bu hususta hata ediyorlar.
Şunu iyi bil ki ne bizim, ne de ehlullahm yanında keşfi nassa tercih etmek yoktur. Nassı bırakıp da keşfe itimad eden herkes muhakkak ki hataya düşmüş, ehlullahm yolundaki nizam ve intizamdan çıkmış, amel ve inamş itibarıyla büyük zarar ve hüsrâna düşmüş olanlara katılmıştır.
Şeyh bu konuda sözü uzatmış ve sonra; ‘keşf ehlinden birisine ilhâm/doğuş gelir ve bu da Hz. Muhammed’in şerîatinde, ııefsüT-emirde haram/memnu’ sayılan bir şeyi helâl ve mübah kılarsa bu doğuşu kat’iyyen terk etmek onun üzerine vâciptir. Çünkü bu, muhakkak nefsin ve şeytanın telbîsidir. Bunu bırakıp şer’an sabit olan hükme dönmesi lâzımdır.
Zâten resûllük ve peygamberlik kesildikten sonra hiçbir kimse için her hangi bir şeyi helâl veya haram kılmak (hak ve yetkisi) olmadığı bütün keşif ehlince de kabul edilmiştir,’ demiş ve daha sonra da şunları ilâve etmiştir:
“Ey kardeşlerim! Bu noktada zekâ ve fetânetinizi kullanınız. Keşif gâilelerinden korununuz.
Ben size bu meselede bana düşen öğüdü yapmış ve gerekeni yerine getirmiş bulundum.”
148. bâbmda ve Hz. Peygamber’in; ‘Mü’minin ferâsetinden sakının! Çünkü o, Allah ’ın nûru ile bakar’ hadisi hakkında diyor ki:
“Resül-i Ekrem bu hadisinde ferâset nûrunu Cenâb-ı Hakk’m isimleri içinden yalnız ALLAH ismine bağlamıştır. Çünkü Allah ismi bütün isimlerin hükmünü câmîdir. Bu itibarla öğülen, yerilen şeyleri, saîdlik, şakilik hareketlerini keşfeder. Eğer Resül-i Ekrem (a.s.) ferâset nûrunu (Hamîd) ismine izâfe etseydi, meselâ: ‘Hamîd’in nûru ile bakar’ deseydi, o zaman ferâsetli mü’min ancak saîd, hayırlı ve makbul olanları görürdü.
Her kimin ki ferâseti Rabbânî alâmet ve nişanlar olursa, onun ferâseti hata etmez. Fakat fikrî ve felsefî esaslara dayanan kimselerin ferâseti böyle değildir. Meselâ: Onların; ‘Bir kimsenin buğday benizli ve gözlerin fazlaca mavi olması hayasızlığına, hıyanetine, akimın hafifliğine delildir,’ demeleri gibi... Çünkü bu söz, umûmî bir kaide değildir.
Şeyh-i Ekber bu konuda sözü uzatmış, hikmet-i ferâseti (morfoloji; insanın hâl ve evsafını vücut yapısından anlamak, kısacası sîreti sûrette seyrelemek) hakkında üç yaprak kadar tutan misaller vermiştir. İstersen oraya bak!
İnsan şerîate nazaran İlâhî mârifet hususunda üç hâlden hâli olmaz:
1- Tam bâtmî olur: Bu karakterdeki bâtmî bizce hâl ve fiil itibarıyla tecridine kâil olanlardır. Bu şekilde inanışı Şer’î hükümleri ta’tîle müeddî olur. Nitekim Bâtmiyeciler, şer’in rnurad ettiği mânâların zâhirinden ayrılıp, bâtınına itibar etmişlerdir.
Dînî esasların yıkımına müeddî olan her mânâ, mü’min nazarında mutlaka mezmûmdur.
2- Tam zâhiri olur: (Dış mânâlara saplanıp) onlan akıl çerçevesi içinde mütâlaa etmek sûretiyle Cenâb-ı Hakk’ı cisme veya cismin levâzımmdan olan şeylere benzetir. (Kelâmda mecazı kabul etmez. Nakli akla uydurmağa çalışır. İlmî tefsir ve te’vile itibar etmez. Tenzîh ve takdîsten uzaklaşır. Neticede sapık mezheplerden Mücessimeci ve Teşbîhçi olur). Bu da şer’an mezmûm ve merdûttur.
3- Şer’in sınırı içinde kalır: Lisanın kaidelerine göre şerîatle birlikte akar. Şer’in yürüdüğü yerlerde o da yürür. Durduğu zamanda durur. Şerîati adım adım takip eder. İşte bu orta hâldir. Hak Teâlâ’mn; ‘ ^ ûî D* 4111 J&ikj /Ya Muhammed onlara; ‘eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!,’ de’  kelâmında beyân buyurulan bize muhabbeti, bu mütevassıt derecede sahîh ve hâsıl olur.
Bu noktaya dikkat et ve iyi bil. Çünkü çok nefistir. Allah peygamberine uymakla, onun gösterdiği şerîat yolunda yürümekle seni hidâyetine mazhar eylesin!
153. bâbında; /Mü’min erkek ve
mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır’  İlâhî kelâmını şöyle izah ediyor:
“Erkek ve kadın mü’minlerin yek diğerine dost, yardımcı ve koruyucu (oluşları), şu kevn/oluş âleminde belirli ve ihtiyaçlarından kendilerinde mevcut olan (yardım ve alâka) kuvvet ve nüfuzunu (birbirlerinin hayır ve menfaatlerine) kullanmaları, onların bazısını bazısına musahhar eylemiş, üstün tabakadakilerin aşağı derecede bulunanlara nâfiz olması ve aksine olarak aşağı mertebedekilerin üst derecedekilere faydalı olabilmesidir. Bu hakikati aklı başında olan hiçbir kimse inkâr edemez. Çünkü bu hâl bir vakıa ve bir bedâhettir. 
Hele bir kere teemmül et! Bütün tebeasmm en üstün mertebesinde bulunan bir padişahı, sultanı gözönüne getirîbütün tebeası kendisine musahhar (emir ve idaresi altına girmiş ve irâdesine boyun eğmiş) olduğu gibi kendisini de onların hizmetinde (rahat ve ihtiyaçlarını sağlamak işinde onlara) musahhar görürsün. İşte bu karşılıklı musahhariyet/hizmet ve bağlılık mü’mini erin birbirlerine velâyeti, (riâyeti, hizmet ve himayesidir.”
154. babında melekler üç sınıftır diyor ve şöyle anlatıyor:
“1- Miiheymûn: Allah’ın celâlinde hâyiııı ve hayrandırlar. Hak Teâlâ onlara Cemîl ismi ile tecellî etmiş. Onlar bu tecellîden hayrete düşmüş, kendilerinden geçmiştir. Onlar (kendi varlıklarından geçmişler) ne kendilerini ve ne de hayrân oldukları zâtı bilmezler. (Cemâl, güzellik tecellîsinin şa’şaası ile mest ve hayrandırlar.)
2- Musafafaarûn: (Küllî irâdenin tesiri altında olanlardır). Bu sımf meleklerin başı Kalenı-i A’lâ/Yüksek Kalem’dır ki (İlâhî takdîr ve kazanın zuhûr, yazılış, idare ve akış) âleminin sultanıdır. 
3- Müdebbirim: İdâre ve tedbircilerdir. Bunların her biri çeşitli ve sayısız âlemlerin her birinde bulunan türlü varlıkların, cisimlerin hepsini tedbir ve idare hususunda muayyen vazifelidirler.”
Şeyh-i Ekber bu konuda uzun izahta bulunmuştur.
155. bâbıııda diyor ki: ‘Keşif ve vücûd ehline göre nübüvvet her mevcutta sâri olan şeyden haber vermektir. Fakat (eşyâda sârî olan esrârdan haber vermekle) ehl-i keşiften hiçbir kimseye nebî veya resûl ismi verilemez. Ancak bu isimler, rûhânîlerdeıı yalnız resüllük yapan meleklere verilir. Melekler içinden resül (yani âlemlerin tekvin ve tedbirinde vazifeli, ihbâr ve ilhâm ile memur) olmayanlara melâike denmez. Ancak onların her birine Ruh denir. Bunun misali Allah’ı zikredenlerin nefeslerinden halk olunan ruhlar gibidir.
Şunu da bil ki Hak Teâlâ kendisine (velî) ismini vermiştir de, (nebî) ismi ile adlanmamıştır. Bununla beraber bize haber verir, duâmızı işitir. Bizlere emir ve yasaklar verir. Biz de onun emir ve nehiylerine; ‘İşittik, itâat ettik, (başımız üstüne)’ demekteyiz. Nübüvvet de, buna ilâve edilen fazla bil¬iş değildir. ’
Şeyh Hazretleri, emir ve nehiy hakkında bir çok misal vermek sûretiyle bahsi uzatmıştır.
157. bâbmda şöyle diyor: Bir vâize lâyık olan vaazında Allah’ı dâima murakabe etmek, haram ve memnû olan, dînî emir ve beyânlara aykırı şeyleri beyân etmekten ve tarihçilerin Yahudiler’den aldıkları rivâyetleri hikâyeleri (israiliyyatı) anlatmaktan, meselâ; Davud ve Yusuf Peygamberler hakkında ki (asılsız) haberleri söylemekten son derece çekinmektir. Hak Teâlâ Hazretleri, Davud ve Yusuf Peygamberleri ve diğerlerini Kur’ân’mda övmüştür. Ve onları peygamber olarak seçmiştir. Hele bunların en tehlikelisi (bu merdûd hikâyeleri) Kur’ân’m tefsirlerine almak (nıüfessirler şöyle şöyle demiştir) diye söylemektir. Bu gibi hikâyelerin cümlesi çürük isnadlara dayanan (akıl, mantık, din ve hikmetin kabul edemeyeceği) fasit te’vîllerden ve Allah’ın gazabına uğramış bir milletten alman şeylerdir. Cenâb-ı Hak Yahudilerin ne fesatçı bir millet olduklarını ve Allah hakkında neler (ne hezeyanlar) söylediklerini bize Kitabında yer yer anlatmış bulunmaktadır. Her hangi bir vâiz, meclisinde peygamberlerin şahsına ve peygamberlik şerefine yakışmayacak (onları halkın ve din düşmanlarının nazarında adaletsiz, şehvetperest, yalancı, gaddar, çirkin hâl ve bedeni ile tiksinti veren  bir durumda gösteren) şeyleri anlatırsa o Allah’ın ve meleklerin maktine (lanet ve gazabına) uğrar.
Ben (Şa’rânî bunlara ilâveten) derim ki; vâizlerin şu noktalara da dikkat etmeleri lâzımdır:
1- Vaazlarında (şiddet ve hiddet göstermemek, şuna buna çatmamak, açıktan takbih ve hücumlarda bulunmamak, bağırıp çağırmamak) Hak
Teâlâ’nm; c<^j^ î> h±& /Eğer sen katı yiireldi, sert
ifadeli olaydın onlar senin etrafından dağılırlardı’  kelâmındaki hüküm ve hikmetin menâtım tahakkuk ettirmektir.
2- i Işjj o* /Sizden dünyayı dileyen olduğu gibi âfıireti de dileyen vardı. Sizden bir. kısmı dünyayı, bir kısmınız da âhireti isterler’  mealindeki âyetin hükmünü cemâat içinde tatbik ve tahkike giriştirmemelidir.
3- V) ^ /Onların pek azı müstesna, dâima hainliklerini duyarsın. Habibim sen onların bir çoğunu dâima hâin (sana, bana Myânet etmekte) göreceksin. Ancak onlardan az bir tasım vardır ki onlardan ayrıdır. (İman ve ibâdetlerinde, muamele ve münâsebetlerinde samimidirler.)’  âyetinin hüküm ve ifâdesini tahlil ve izaha girişmemelidir. Çünkü (bu ayatlerin hakîkî mânâsını ve delâletlerini) lâyıkıyla anlatamaz. Kâfirler, müşrikler bu âyetin hükmünde dahil olmakla beraber asıl bunlardan maksat ashâb içindeki münafıklardır. Böyle olunca da cemâat içinde bulunan fikri bozuk, îmânı sarsık avâm ruhlu kimseler bu ve benzeri âyetleri işittiklerinde sahâbeııin yüksek kadir ve meziyetlerini küçümserler. Amelleri ile ihticâca kalkarlar. (Onları kendi hâl ve hareketlerine delil tutarlar; ‘Sahâbeler içinde de bizim gibileri varmış, onlar kendilerini tamamıyla çekip çevirememişlerse bizler ne yaparız. Tam adam ve hatasız olmak mümkün değildir,’ gibi söz ve kanâatlerle kendilerini mâzur göstererek yollarını ve adımlarını düzeltmezler.)
159. bâbmda diyor ki: ‘Resül, Tanrı elçiliği yalnız kalbe Resûllüğü indiren kudsî bir ruh vâsıtasıyla olur. Bu kudsî ruh bazı zaman ona bir erkek sûretinde temessül eder. Bu hâl ve evsafla olmayan her vahye beşerî risâlet denilemez.
Ona ancak vahiy, ya ilhâm veya (kalbine verilen) yahut denir. Veyahut bunların mânâsında olan başka isimler verilir.
Nebî ile resûlün birbirinden farkı şöyledir:
Nebî; kendisine husûsî bir şerîat vahyolunan zâttır. (Anlatılan şekilde Ruh ona bir vahiy bıraktığı zaman, bu vahyin ihtiva ettiği hüküm, şerîat, ancak onun kendisine mahsûs ve münhasır olup başkalarını o hüküm ve şerîate uymalarına dâvet etmekle memur kılınmaz. Min aslihi ona Cenâb-ı
Hak tarafından;) ‘Sana, indirileni tebliğ et,’ denilirse o resûldür. İsterse bu vahiy ve tebliğ özel bir kavim ve memlekete ait olsun. (Resûl-i Ekrem’den başka) diğer peygamberler gibi. İsterse (Resûl-i Ekrem’de olduğu gibi) bütün beşeriyete ait umûmî olsun (ki umûmî tebliğ yalnız Hz. Muhammed’e mahsûstur.) Bu cihetten (kendisine vahy olunan hükmü başkalarına tebliğ ve onları dâvet etmekle memur kılınması bakımından) ona resûl denilmiştir. Eğer kendisinde tebliğe memur olduğu kimselere mahsûs olmayan, yani haddi zâtında evliyâya verilmemiş olan teşrî’/şerîat kurmak hak ve selâhiyeti bübüvvet/peygamberlik hükmü tahsîs olunmasa dahi o zât resûl’dur, nebî değildir.
İşte bundan anlaşılmıştır ki, emir ve tebliğ ile beraber kendisi hakkında ayrı bir şey tahsîs olunmayan her Resûl aynı zamanda nebîdir.
Anlattığımız bu esasa göre her resûl, nebî değildir. Her nebî de hilafsız resûl değildir. Şeyh bu hususta bir hayli izahta bulunmuştur.
161. bâbıııda: ‘İmam Gazali; ‘sıddıklık ile peygamberlik arasında ayrıca bir de Allah’a yakınlık makamı bulunduğunu kabul etmemiş ve (bunların arasında başka bir makam yoktur. Sıddıklık makamından yükselen nübüvvet makamına çıkabilir. Ama nübüvvet makamının kapısı kapalıdır) demiştir,’ diyor.
Şeyh-i Ekber (ara makamı kabul ediyor ve bu makamın Hızır’a mahsûs olduğunu beyân ile;) ‘doğrusu Hızır’ın makamı sıddıklık ile peygamberlik arasındadır,’ diyor ve bu hususta bir hayli mütâlaada bulunuyor.
163. bâbmda: ‘ l&j JaiLi \ /Habibim onları
Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet eyle!’237 mealindeki âyet-i kerime hakkında şu izahta bulunuyor:
“Şunu bil ki Hakka ve Hak yoluna çağıranlara (öğüt veren, hayır ve iyiliklere teşvik edenlere, vâizlere, yazarlar, muallim ve mürşidlere) lâyık olan dâvet ettikleri kimselerin malına (parasına, servet, nufuz ve itibarlarından istifâde etmelerine) asla tama etmemek hattâ onların kendilerini sevmelerini, saymalarım ve öğmelerini bile arzu eylememektir. Çünkü Hakka, hayra dâvet edenlerin mevki mertebesi haddi zâtında, dâvet ettikleri kimselerden üstün olması şarttır. Bu itibarla davetçilerin kendilerine Cenâb-ı Hakkın giydirmiş olduğu şeref kisvesini (maddî ve nefsâııî arzuları hesabına) çıkarıp atmaları (mânevî mevki ve şereflerini kaybetmeleri) doğru değildir.
Hz. Şeyh, bu konuda bir hayli izah ve mütâlaada bulunduktan sonra: Her kim halkın elinde bulunan (maddî ve mânevî) menfaatlarden nefsini çekip gönül zenginliğine erememişse onun evvela vaaz ve irşadını kendisine yapması ve halka (halktan gelecek şeylere) meyletmekten kendisini tamamıyla kurtarması ve ondan sonra da halka öğüt vermesi gerektir.
Nasıl ki peygamberler ve onların kâmil vârisleri (âlimler, mürşidler) halkı bu sûretle Hakka ve Hak yoluna çağırmışlardır. Hak Teâlâ Hazretlerinin ‘ öjJ*^ /Kendinizi unutup da insanlara
hayrı ve iyilikleri nasıl emrediyorsunuz. (Nefsinizde tatbîk etmediğiniz bir iyiliği başkasına mı emrediyorsunuz!)’  kelâmında bu kemal makamına (pek açık) .bir teııbih vardır. Çünkü kâmil insan kendi yapmadığı şeyleri nâsa, yapın diyemez  demektedir. Anla!..
166. bâbmda; oUjjîj ÂS31 Lftüj /giz O’na
peygamberlik ve gerçekle bâtılı ayırt eylemek bilgisi verdik. Biz Davud’a hikmet ve fasl-ı hitab verdik’  İlâhî kelâmındaki hikmet, amele, fasl-ı hitap da söze mahsûstur, diyor’ ve ilâve ediyor:
“Hikmet; mâlûm ve özel bir ilimdir. Hüküm ve tasarruf onun şartmdandır. Hikmet ile hüküm edilir. Fakat onun üzerine hüküm ve tasarruf olunmaz. İnsanın atı hüküm ve idaresi altında bulundurmaya âmil olan (geme)/kaytarmaya bu sebeple hikmet denilmiştir. Her hangi bir bilgi ve nişanda bu sıfat mevcut ise, o şey aynı zamanda bir sıfattır.
177. bâbmda şöyle diyor:
Tasarruf sahibi olan kâmil velîlerin /ol’ emri vermek sûretiyle eşyâda tasarruf etmeleri uygun değildir. Böyle bir tasarruf ekseriya onlar için bir ibtilâ, imtihan ve fitne olur. Ve bu yüzden onlar istedikleri bir işi yapacaklarında ‘ol’ emri yerine ^ /Allah’ın adı (izin ve müsaadesi) ile’ derler.
Resûl-i Ekrem (hâiz bulunduğu rûhânî tasarrufunu) Tebük gazasında /ol’ demek sûretiyle kullanmıştır. Bundan maksadı da, has dostlarına Allah’ın yaratışındaki esrârmdan bir kaçını bildirmek istemesidir. Resül-i
Ekrem’in bu kabil tasarrufları evvelce işitilmediği gibi o vakadan sonra da öyle bir tasarrufta bulunmamıştır.
Aynı bâbmda: ‘Hak Teâlâ’mn Kur’ân ve hadislerde geçen ilâhî isimlerindan kendi zâtına delâlet eden ve bunda hiçbir şüphe ve ulemâ arasında bir anlaşmazlık bulunmayan (Allah) ismi gibisini bilmiyoruz,’ diyor ve izah ediyor: Çünkü bu öyle bir hâs isimdir ki, bundan ancak bu ismin verildiği zât anlaşılır. Aynı zamanda bu isim medh ve zem gibi isim ve sıfatlara da delâlet etmez. İşte bu görüş (Allah) isminin bir kelimeden türememiş olduğunu kabul edenlerin mezhebidir.
Allah isminin müştak türemiş olduğunu ifâde edenlere göre acaba ismin (doğrudan ve tamamıyla) zâta delâlet etmesi noktasında (medh ve zem mânâlarından ayrı olması veyahut) türetilmiş mânâ, adlandırılan için kasdedilmiş midir?, yoksa böyle bir mânâ istenilmemiş midir! Nasıl ki bizim bir kimseye (Zeyd) adını vermemiz, alemlik/özel isim yoluyladır. Bu (Zeyd kelimesi,) her ne kadar ziyâde mânâsı taşıyan bir fiil dahi olsa (maksadımız o şahsın zâtıdır. Yoksa ziyâdelik veya eksiklik tarafı değildir. Çünkü bizim ona (Yezid) adını vermemekliğimiz, onun vücudunda ve bilgisinde (maddî ve mâııevî varlığında) bir gelişme ve artma olduğu için değildir, ancak ona bu ismi vermemiz, sırf onu tanımamız ve istediğimiz zaman onu çağırmamız, ona hitap etmemiz içindir. Binâenaleyh isimler içinde özel mânâsı kastolunan ve özel bir maksat için konulanlar vardır. Bunun üzerine söz edilirse, bu isimler alemdirler/yalnız zâta ve bir tek kişiye mahsûstur.
Eğer medh yolu ile denilirse o zaman isim ve sıfat olurlar.
Cenâb-ı Hakk’m güzel isimlerinin cümlesi bu sûretle vârid olmuştur. Hak Sübhânenin zâtı bu isimlerin hepsine mânâ yolundan birer sıfattır. Fakat (Allah) ismi Celâli ise, sözün konumu yolundan zât-ı İlâhîye bir na’t/sıfattır. Bu itibarla (Allah) ismi, her ne kadar kendisinde bir türeme kokusu olmakla beraber türeme murad olunan şeylerin bir has/özel ismi gibi yalnız zâta mahsûstur. Nasıl ki ulemâdan bazıları da böyle söylemişlerdir.
Zamir isimlerine gelince; bunlar da doğrudan doğruya ve şüphesiz zâta delâlet eder. Ve başka isim ve kelimeden türeme değildir: Hüve/O, Zâ/O, Ene/Ben, Ente/Sen, Nahnü/Biz, imıî’deki ye, inneke’deki ke gibi.
Hüve; Gâib zamirine/üçüncü şahsa ait olan bir isimdir.
Zâ; Bir işâret isim, işaret zamiridir, anlamındaki ‘ta’ gibi.
‘Size söylerim ki o Allah, hakîkaten Rabbimizdir,’ demektir.
Mütekellime/birinci şahsa (sözü söyleyene aid olan /y) de böyledir. ollLall ^li’  ilâhî kelâmındaki ‘c/ler gibi. Mânâsı: ‘Bana ibâdet et ve beni anmak için namaz kıL’ demektir.
‘ciûi /Ente’ kelimesi, ‘f&jk vJj-'* ^ £±&'’  kelâmındaki; ile ‘ciûS’ kelimesinin muhatap (ikinci şahıs) ‘^>’si de böyle. ‘Sen onların üzerine rakîb müşâhedeci bulunuyordun,’ demektir. (Birinci şahıs çoğul zamiri olan;) ^ ‘c>^’ zamirleri de aynı mânâdadır. (Bunları bir atada bulunduran ilâhî kelâmı): ‘Hiç şüphe yok W Kur’ân’ı biz evet biz indirdik, biz5 meâlindeki: ‘ jSili U1'jj jkj Ü),243dir. (İkinci şahsa mahsûs olan) hitap si de bu kategoriye dahildir. Sen üstünsün. Hüküm ve hikmet sahibisin... Sen hakîkaten sen Azız ve Hakîmsin demek olan ‘ ^ ^£kî!’  gibi. İşte bunların hepsi birer zamir işâret ve kinâye isiinleridir.
Bunlar (ismin yerine kullanılan) bütün zamirlere, kendisine hitap ve işâret olunanlara, kinâye edilenlere ve zâta delâlet için söylenilen benzeri sözlere şâmildir.
Bu son kısımda benzeri diye ifâde edilen kelime veya harfler birer alem/özel isim olmayabilir. Ama bunların zâta delâletleri alemlerden/özel isimlerden daha kuvvetlidir. Çünkü alemler bâzen sıfatlara muhtaç olur. Bunların ise, sıfatlara ihtiyacı bulunmaz.
(Hüve) kelimesine gelince bu, vasfının, konuşamn esasında (Allah) isminden ziyâde Zât-ı Bârî’ye delâlet ettiği bütün ehlullah yanında daha çok bilinmiştir. Zira ‘j* /hüve’ kelimesi doğrudan zâtın hakîkatine, kendisinden başka hiçbir kimsenin bilmediği Hak Teâlâ’nm hüviyetine delâlet etmektedir.
Şeyh-i Ekber, bu hususta fazla îzâhatta bulumnuş ve bu meseleye Fütûhât’m 379. bâbında temas etmiş ve orada şöyle demiştir:
“Esmâ-i hüsnâ içinde mutlaka alem arayan Rab, Kâdir, Hâlık, Nâfı’, Dârr, Muhyî, Mümît, Kâhir, Muizz, Muzill ve benzeri isimler olduğu gibi bir alem talep etmeyen fakat alem isimlerinden nefsin huzûr ve istirahat bulduğu Ganî, Azîz, Kuddûs v.s. gibi isimler de vardır.
(Bunlar içinde) hâsseten fazla mânâ ile akıl ve teemmül edilmeksizin doğrudan doğruya Allah’ın zâtına delâlet eden isimler bulmadık. Çünkü orada (müstakillen bir mânâ taşıyan isimler yoktur.). Ancak iki şeyden birisine delâlet eden isimler vardır ki bunlar, ya mutlaka bir alem isteyen fiile, yahut da tenzihe delâlet eder. Tenzihe delâlet eden isimlerden kevnî/oluş ve yaratılış âlemine ait noksan sıfatlar giderilir. Hak Teâlâ o sıfatlardan ve onlardan başka bize vermiş olduğu acz ve noksanlıklardan münezzeh olur.
Yine İlâhî isimler içinde, kendisinde Allah için alem/özel isim olmaktan başka şeyler üzerine delâlet eden bir isim asla yoktur.  Böyle olması da ancak onun ilminde ve gayb âleminde bir tercihi bulunup da bize açıklanmamış olan gizli bir hikmettendir.
Bunun sebebi şudur ki Hak Teâlâ bize isim ve sıfatlarını ancak kendisini senâ etmemiz için izhar buyurmuştur. Binâenaleyh bu isimler içinde alem/özel isim olması aslen muhaldir. Çünkü özel isimlerle adlandırıldığı şeyler üzerine senâ yapılamaz. (Özel isimler, kendilerini isim olarak alan varlıkların medhü senâsmı, güzel hâlini ifâde etmez.) Fakat bunlar kendilerine delâlet eden mânâlara mahsûs özel isimlerdir. Bunlar öyle mânâlardır ki, bizde hâsıl olan hükmü, kendisinde zâhir olan bir kimse senâ olunur, öğülür. O, bu isimlerin mânâsıyla adlandırılmış olur. O mânâlar ki her biri ve hepsi söz ile ifâde olunan isimlerde bulundurulmakta (her isim birkaç mânâ taşımakta)dır. Âlim, Kâdir v.s. gibi Allah’a mahsûs güzel isimlerdir. Bu isimlerde maksûd olan şey ancak mânâlardır. Yoksa isimlerin lafzı (sesi, yapısı, şekli) değildir. Çünkü lafızlar güzel, çirkin diye vasıflanamaz. Bu olsa olsa kendilerine delâlet eden mânâlarına uymak hükmü ve sûretiyle (güzel veya çirkin) denilebilir. Yoksa isimlerin zâtı (lafız ve kelimesi) itibariyle bu mânâlarda hiçbir itibarı yoktur. Çünkü söz ve lafızlar ıstılah/terim denilen özel bir nazm ve bileşik harflerin üzerine ziyâde edilen ayrı bir şey değildir.
Hz. Şeyh bu bahsi 558. bâbmda tekrar ele alıyor:
“Bil ki (Allah) ismi vaz’/konuşu itibarıyla ancak her şeyin melekûtu elinde bulunan Hak Teâlâ’nm zâtına verilmiş bir isimdir,’ diyor sözü bir hayli uzaktıktan sonra:
“Bu îzâhattan anlaşıldı ki bütün ilâhî isimler Cenâb-ı Hakk’m zâtına delâleti itibarıyla tenzîh isimlerini de tazammun eder. Lâkin Hak Teâlâ’nm Allah isminden gayrı olan isimleri Hakkın zâtına delâlet etmekle beraber iştikâk/türeme bakımından (bu ismin zâta delâletinden birisinin kuvveti sağlam olmakla beraber) nefy ve isbattan ayrıca bir mânâya da delâlet eder. Meselâ; Rahman ismi ve Allah’ın güzel isimlerinden diğerleri gibi. Allah Teâlâ, kendi zâtına hâs olan bu özel (Allah) ismini kendisinden başkasına verilmekten muhafaza buyurmuştur. Bunun içindir ki ulûhiyeti Allah’tan gayrısma nisbet eden kimselere karşı hüccet ibrâzmda Hak Teâlâ Resûl-i Kerim’ine: ‘ /De ki, bir ad talan bu Tanrımıza.... Habibim onlara
mâbudunuza bir isim veriniz de! ’  diye emir buyurmuştur.
Onlar eğer mabud olarak tanıdıklarına mutlak ve özel bir isim vermiş olsalardı ancak (Allah) diyeceklerdi. 
‘Bu sözlerden her halde sen, özel isimlerin adlandırıldıkları şeye hâs olan mânâya delâlet ettikleri gibi Allah isminin doğrudan doğruya ve mutâbakat hükmü ile zâta delâlet ettiğini anlamış bulunuyorsun’ diyor ve bu konuda bir hayli beyânda bulunuyor. Artık bu mahalli sen iyice düşün ve ona göre yaz. Allah seni hidâyetine mazhar kılsın.
Şeyh-i Ekber (aynı bâbmda) şunları söylemiştir:
“Allah’ın isimleri içinde ilâhî genişliğe mahsûs arka arkaya birbirine uyan mânâda hiçbir isim yoktur. Hattâ varlıkta da böyle şey yoktur. Varlıkta olanların hepsi tek bir cümledir.” 
[‘Allah Teâlâ için 99, yüzden bir eksik isim vardır. Bunları sayanlar (zikir ve virdedenlerj cennete girer’] şerefli hadisi hakkında şunları yazıyor:
“Resûl-i Ekrem bu kelâmıyla bizim aldığımızı çıkarmıştır. (Bu sûretle bizim tuttuğumuz yol ortaya çıkmıştır). Biz (bu noktada) medh-ü senâ yönü üzere iştikâk yolundan gidiyoruz. Çünkü Hak Teâlâ’nın isimleri sayılamayacak derecede çoktur. Hadiste geçen bu 99 ismi, sağlam rivâyet yoluyla tâyin ve tesbit edemiyoruz. Zira, ilâhı isimler hakkında vârid olan hadislerin hemen hepsi sarsıntılıdır.
Onlardan bir şey (gerek rivâyet, gerekse dirâyet yoluyla ve inanılacak şekilde) sahih olamıyor. Fakat keşif yoluyla bizde husûle gelen İlâhî isimleri bir kitapta irad ve tahrir edemiyoruz. 0Onlan her ne kadar biz nefsimizde bulup (Cenâb-ı Hakka) nidâ ediyor ve yalvarıyorsak da onları bir kimsenin inkâr etmesine mahal bırakmamak için açığa vurmuyoruz.”
Şeyh, bu hususta bir hayli beyânda bulunuyor. 178. bâbmda şöyle yazmıştır:
“Rabbimizi sevmemizin mânâsı; eşyâya Allah’ın yüzünden muhabbet etmemiz ve onun sebebiyle eşyâya buğz eylememizdir. Bundan gayrisi değildir. Hak Teâlâ ile aramızda mücâneseti/cins birliği gütmemizi yok etmek, aradan kaldırmak içindir.
Allah Teâlâ kıyâmet gününde kendisine muhabbet iddia etmiş olanlara (bir hadis-i şerifte bildirdiği gibi): ‘Benim için bir dost tuttun mu, yahut benim 'yüzümden birisine düşmanlık güttün mü?’ diyecektir.
‘&JUÎI <Sia Lîa /Habîbim (onlara) en olgun hüccet Allah’a aittir
de!’  İlâhî kelâmı hakkında diyor ki:
“Bu âyette Hak Teâlâ’nm, kullarına (beşer hayat ve âdetinde cârî olanlardan gayri) kaldıramayacakları, güçlerinin yetmeyeceği şeylerden başkasım teklif etmediğine bir delil vardır. Meselâ^onlara; ‘sebepsiz olarak göğe çıkın! Göğe doğru yükselin! Veya yek diğerine zıd olan iki şeyi birleştirin! ’ diye bir teklifte bulunmamıştır. Eğer böyle bir teklifte bulunmuş olsaydı; ‘olgun hüccet Allah’a mahsûstur,’ demezdi. O ancak istediğini yapmak ona mahsûstur derdi. Nasıl ki bir kimsenin kendi nefsinden; ‘Yapılmasını bize kısmet etmediğin bir işi (yapmamız için) bize nasıl emredersin! Yahut yapmamızı takdîr eylediğin bir şeyden bizi niçin men edersin?’ diyecek olanlara karşı ‘ İ&4 U /O, yapacağından
(işlerinden) sorumlu değildir’  buyurmuştur. İşte bu da Cenâb-ı Hakka yaptıklarından dolayı sorulmayacak olan bir mahal ve meseledir.
Bazı rivâyet yoluyla bize şu haber gelmiştir; ‘Bir serçe kuşu dişisinden kâm almak istediği zaman, ona; ‘sevgim (o kadar derin ve kuvvetlidir) ve içime doğuyor ki sen bana şu kubbeyi (şimdi) Süleyman’ın başına göçür demiş olsan aşkının kuvveti ile (derhal) kubbeyi başına yıkardım,’ demiş. Hz. Süleyman (bunu işitince) hemen o serçeye adamını göndermiş, (huzünına gelince) ona; ‘yerine getirmekten âciz olduğun bu sözü neye söyledin? Bundan maksadın nedir?’ diye sormuş. Serçe cevabında:
‘Ey Allah’ın peygamberi! Bana lutüf ve müsaade buyur. Sevenler (gönlünde samimi ve hakîkî muhabbet taşıyanlar) çok zaman sözlerini akıl ve şuur ile söylemezler. Aşk ve muhabbet dili ile konuşurlar,’ demiş. Hazreti Süleyman da, serçenin bu tuhaf sözüne gülmüş ve ona hiçbir cezâ vermemiştir. Ben (Şa’rânî) de diyorum ki; bu sözde büyük bir mâzeret vardır. Bu gibi mübâlagalı ve cesûrâne sözler (âşıkların efendisi diye anılan) Fârız oğlu Ömer’in ve benzerlerinin gazellerinde çok geçmektedir.
Bu itibarla âşıkların sözlerini âkillerin koydukları oluş (ilim, mantık) terazileri ile ölçmek uygun değildir. Zira onlar hakîkaten aşk lisanı „ile konuşurlar. Anla! Kabul et de (o sözlerin kabîl-i icrâ ve hakîkate mutabık olup olmaması hususundaki düşünce ve münâkaşasından) kurtul! Selâmet bul!
184. bâbmda: Velîlerin kerametleri iki kısımdır. Birisi hissî, diğeri de mânevidir. Hissî kerâmetler avâma, mânevî kerâmetler de havâssa mahsûstur,’ diyor ve devam ediyor:
“Hissî kerâmetler; bir kimsenin hatırında olanı bilmek, söylemek, geçmiş, hâl ve istikbale ait olan gayb ahvâlinden haberler vermek, madde âleminden (yeme, içme, giyme vesâireye dâir) bir şey almak, su üzerinde yürümek, (ateşe girmek) havayı ateşlemek, yer yüzünü dürmek/mesafeleri kısaltmak, uzun yolları pek az bir zamanda almak gözlerinden nihân olmak, duâsıııın derhal tesiri görülmek vesâiredir.
(Bunlar, aşağı derecedeki velîlere, yani velîlerin avâmma mahsûstur. Halkımız ise, böyleleriııi en büyük velî sayarlar. Halbuki yanlıştır.)
Havassa/büyük rütbeli kâmil velîlere hâs olan mânevî kerâmetlere gelince; bunlar en üstün ahlâktan (ibaret bulunan) şerîat adabını gözetmek (nefsinde tatbîk ve îtiyad eylemek) ve bu âdâbııı şaşmasından (mânâsız) ve ileri hâl ve hareketlerinden, süsünden, şöhretinden içtinap eylemek, farz, vâcip ve sünnetleri mutlaka vakitlerinde edâ etmeğe ve muhafazalarına çalışmak. Hayırlara (iyiliklere, devlet, millet, fert ve cemiyete ve bütün insaniyete yarayan işlere) koşmak, nâsa ait gönlünde gıllü gış (kötü zan ve fenâ düşünceler) tutmamak, kin, garaz ve haset beslememek kalbini (ucb, riyâ, kibir, gurur, temellük, yaltaklanma, gıybet, hiddet, gazâb, koguculuk, yalan, hile, düzen, aldatma, medh-ü senâ, şöhret ve menfaat arzusu, vesâire gibi) kötü sıfatlardan temizlemek. Bunlara mukabil olan güzel sıfat ve huylarla bezemek, her an kendisini murakabede bulundurmak, gerek kendi nefsinde ve gerek hariçte (insan, hayvan, canlı, cansız her şeyde) Allah’ın haklarına riâyet etmek, her nefes alış verişinde kendini kollamak, (hata ve günahlardan sakınmak) teneffüsünü bile edep dâiresinde yapmak. (Nezâketten ayrılmamak, ifrat ve tefritte ileri ve geride bulunmamak, her şeyin ortasını gözetmek) göııüle huzûr ve istirâhat giydirmektir.
İşte bunların hepsi bizce birer kerâmettir. (Hem de en üstün lcerâmet). Çünkü bunlara, diğer hissî ve avâmın gösterdikleri kerâmetlere girebilen (şüphe ve düzenler gibi) hile, oyun, aldatma, şeytan vesvesesi ve istidrâclar gidemez.
Bunu biraz daha açıklayâlım. Hâs/üstün velîler nezdindeki kerâmette bulunması gerek olan şeylerin başlıcası sağlam ve şaşmaz bir ilim ve ahitlere vefâdır. Mâlûmdur ki şer’î hudûd ve sınırlara İlâhî mekrin (istidrâc yani Allah’ın dostu olmayanlarda zuhûra gelen ve onları gurur, kibir, ucb, sapıklık, şaşırtma vesâire gibi netice itibariyle tehlike ve felaketlere ve en nihâyet Allah’ın rahmet kapısından uzaklaştırmağa sebep olan harikaların) ipleri asla takılamaz. Çünkü bu dünya harikalar mahalli değildir. Harikaların zâhir olacağı yer ancak dâr-ı âhirettir.”
Hz. Şeyh, bu konuda daha bir hayli izahta bulunmuştur.
185. bâbmda şunları yazmaktadır: “Bil ki dünyada konulmuş şerîat mîzânı ulemânın elinde tuttuğu şerîattir. Her ne zaman ki bir velî, kendisinde aklî teklif mevcut (aklı başında, İlâhî aşk ile sarhoş bir halde değil) iken adı geçen şerîat ölçüsünden (birini ihmal eder ve bir adım) dışarı çıkarsa biz onun veliliğini inkâr ederiz.
Eğer ona İlâhî aşktan bir hâl galebe eder de ondan âyet ve hadîse veya ulemânın ittifak ettiği bir esâsa muârız olmayan bir söz ve hareket işitilirse onu kabul ve teslim ederiz. Fakat onun akıl ve anlayışı tarikine ait olan bir şeye muhâlefet etmiş olması mûteber bir söz olmaz. (Fakat akıl ve nakil yoluyla mânâ ve hakikati anlaşılamayan söz ve hareketleri bir kıymet ifâde etmez.) 
Eğer bir velîden, şerîat hükümlerine aykırı bir söz ve hareket işitilir ve bu da şerîatin zâhir hükmüne göre haddi ve şer’î bir cezâyı gerektirir ve aynı zamanda onun vukuu hâkim huzûrunda isbat olunursa her halde ona had ikamesi (şer’î cezânın verilmesi) lâzımdır. Bu meselede Bedir ehli gibi başka bir şeye ihtimal mevcut olması onu cezalandırmaktan kurtaramaz. Çünkü Bedir ahâlisinden muâheze, ancak dâr-ı âhirette sâkıt olmuştur.
Her kim o velî veya her hangi bir şahsa; ‘Sen istediğini yap. Muhakkak ben seni yarlığarım,’ derse, muhakkak ki o fiil bir günahı iktizâ eder. Ona, senden cezâyı kaldırdım demeyip de seni yarlığadım, affettim demesi bunun içindir. (Buna delildir.) Bundan anlaşılıyor ki şer’î haddi ifâde edecek, cezâ tatbîk ettirecek bir kâdî, hâkim ecir ve mükâfâta nâil olacaktır. Bu aynıyla Mansuı* Hallaç’ta vâki olmuştur.” 
Hz. Şeyh, bu konuda bir hayli söz söylemiştir.
186. bâbmda diyor ki: “Hârika ve kerâmet izhârı, nefsânî arzularını terketmek sûreti ile insan âdetini bozan ve beşer âdetinin üstüne çıkabilen kimselerde vukü bulur. Şer’iıı emir ve âdâbı üzere istikâmette gitmeyen kimselerde zuhüra gelen âdet üstü hâl ve harikalar o kimseler için bilmedikleri bir sebepten ve yönden bir meldr ve istidrâctan ibarettir. Bu hâl hakîkaten çok kuvvetli hîle ve neticesi felaket olan bir uçurumdur.
Şeyh-i Ekber sözlerine devamla; ‘Bil ki,’ diyor, ‘harika izhârı türlü yönlerden olur’:
1- Nefsin (ruhun, irâdenin) kuvvetli olmasındandır. Çünkü şu âlemdeki ecrâm (küçük, büyük maddî varlıklar irâdenin) nefsin kuvvet ve himmetinin şiddetinden müteessir olur.
2- Tabiî hileler: (Ziyâ, hava, harâret vesâirenin çeşitli hâssalarmm bir takını alet ve vâsıtalarla seyircilerine acaip ve şaşırtıcı bir halde gösterilmesiyledir.) Hokkabazlıklar, sihirbazlar v.s. gibi. Bunların usûl ve erkânı bu iş ve sanatların bilginlerince mâlûmdur. (Asrımızın matine sanatkârları, Zât-ı Sungurları, hattâ ipnotizm, manyetizm, ispirtualizm, fakirizm hâdiseleri ve üstadlannın gösterdikleri şayân-ı hayret hareket ve olayların ve bu günün son derece müterakkî, müsbet ilmi ile izahı mümkün olmayan harikalarının bir çoğu bu gruba dahildir.)
3- Müneccimliktir. Yıldızların ve burçların tali’lerine ait harfler nazım ve dizgilerle yapılır. Bunlar da, rasat erbâbma (yıldızlan durmadan gözetleyen, onların hâl ve ahvâlinden mâlûm kaidelere göre bir takım hükümler çıkaranlara) mahsûs bir sanat (daha doğrusu bir nevi falcılık)tır. 
4- Esmâ (ve azîmetler)dir. Bunlar, (kendi bâblarmda muayyen olan kaidelerle tesbit olunan sayıya, halvet, perhiz, riyazet gibi bir takım şartlara göre) zikre devam olunmak sûretiyle yapılır. Neticede nefsülemirde değil de görenin gözünde hârika denilen bir şeyler ve işler zuhûra gelir. 
İşte dört grubta topladığımız âdet üstü harikalarla acâip hâl ve hâssalar gösteren bu işlerin ve olayların hepsi Allah’ın yapması ve yaratması ile insanın kudret ve tasarrufu altındadır. Fakat bu acaip sanat, hâssa ve harikaları gösteren kimselerin Allah katında şeref ve kerâmetli bir mevkii yoktur. Bunlar anlattığımız veçhile (yapanların şerefinden değil) ancak yapılan işteki hâssanm (ve Allah’ın onda yarattığı tesirin) zuhûra gelmesidir.
Bunlar tıpkı (mide ve bağırsak pekliğini giderip) ishal veren devâ gibidir. Bu devâyı bilenin, verenin, kullananın Allah katında üstün bir şerefi yoktur.) İshal ve iç sürgünü olayını meydana getiren o devâ veya otta mevcut olan bir kudret ve hâssadan ibarettir. (Bu kudreti ona bahşeden Allah’tır.) (İnsan bunu keşfetmiş, kullanan da onun tesirini nefsinde görmüş ve başkalarına da gösterebilmiştir.)
187. bâbmda: “Peygambere mucize olan bir olayın, velîye kerâmet olması câiz midir, değil midir?’ meselesinde ulemâ ayrılmışlardır. Büyük bir çoğunluk, bunu câiz görmüşler fakat üstad Ebû İshâk İsfarâînî onlardan ayrılmış, mucizenin velî için kerâmet olmasını kabul etmemiştir. Bizce de 
doğrusu budur. Şu kadar ki ben, üstadın zikretmediği bir işi şaıi; koşuyorum. Bu şart:
‘Bir velî o kerâmeti (Allah yanında şerefi olmayanların göstermekten âciz olduğu harika işi) kendisi için bir şeref ve kerâmet olmak kasdıyla değil, ancak peygamberini tasdîk ve doğrulamak için izhâr eder dememizdir. İşte bu bizde vâkîdir. Hattâ biz bunu müşâhede de ettik. Bu itibarla bir peygamber için mucize olan şey, söylediğimiz veçhile velîden zâhir olur. Bu nokta üstâda hatırlatılmış olsaydı o da herhalde bunu söyler ve reddetmezdi. Zira bu cihet onun kabul ettiği kapıdan dışarı çıkmış bir şey değildir. İşte üstâd Ebû İshâk’m bu meselede gittiği ve tuttuğu yol budur ki, ona bunu aklî görüş vermiştir.
Şu var ki resûl, kendisine meydan okunan bir yerde iken (mucize göstermekte) özel bir zamanda veya hâssaten hayatı müddetinde bundan çekinmektedir,’ demiştir. Çünkü bu, peygamber için şart koştuğu zamanın nihâyet bulmasından sonra başkası için kerâmet olması câizdir. Ama resûl bunu her zaman itlak etmiş ve umûmîleştirmiş ise, o zaman üstadın dediğine yol yoktur.
188. bâbmda; “Bir müslimin rüyasını onu başkasına haber vermedikçe talih kuşunun ayağına takılıdır. Birisine anlattığı zaman (kuşun ayağından ayrılır) düşer. 
Sahih hadis hakkında şu îzahta bulunur:
‘Bil ki Hak Teâlâ Hazretleri rüyaya ıııüvekkel ve ruh denilen bir melek yaratmıştır. Bu melek dünya göğünün altında durur. Elinde bütün cesetlerin sûretleri vardır. Uykuda bulunan herkes kendisini veya başkasını bu sûretlerde idrâk eder.
Aynı zamanda rüyâ meleğinin elinde madde ve mânâ âlemindeki oluşlardan haber veren şeylerin sûretleri de vardır. Bir insan uyuduğu yahut kendisini kaybettiği veya bir fânîlik hâline girdiği, yahut da kuvvetli bir idrâke sâhip bulunduğu zaman onu uyanık hâlindeki mahsûsât (beş duyu organıyla his ve idrak ettiği şeyler) rüya meleğinin elindeki sûretleri idrâke mâni olmaz. O gece (hâiz olduğu mânevî kuvvetle) uyuyanın rüyasında gördüğü şeyleri aynıyla uyanık hâlinde idrak eder. Zira (ruh denilen) inşâm latîfe bütün kuvvetleriyle his ve müşâhede âleminden yeri dimağın ön tarafı olan bitişik hayâl âlemine intikal eder. Bu sûretle, sûretlere, şekillere müvekkel olan o ruh, munfasıl hayâl âleminden bitişik hayâle Hak Teâlâ’nm izin verdiği şeyleri o uyura yahut gâibe veya fânîye idrak edilebilecek mânâları cisim ve cesetlenmiş (şekil ve timsaline bürünmüş) ve benzeri bir halde verir, akıtır. O da hakkı ve hakikati bu sûrette görür.’
Şeyh-i Ekber, bu konuyu iyice uzattıktan sonra şunları söylemektedir:
“Anlaşıldı ki rüya yoran herkes o rüyayı nakledenden evvela kendi hayâlinde tasavvur edinceye kadar tabir edemez. Bu sûretle rüyayı anlatanın hayâlinde hâsıl olan sûret bulunduğu mahalden hadîs-i nefsî/gönül sözü yahut şeytanın keder verici bir ilkâsı olarak o rüyayı yorumlayanın hayâline intikal eder. Sonra Hak Teâlâ bir kimseye bir rüya göstermek istediğinde rüya sahibi için gördüğü rüyasında rüyanın gerektirdiği şeylerin mahiyetine göre hayır veya şerden bir nasîb halkeder. Yalnız bu nasîbi Hak Teâlâ Hazretleri bir kuş şeklinde tasvir eyler ki aslında kuş sûretinde bir melektir.
Nasıl ki hayırlı amellerden de Cenâb-ı Hakle meleklik, ruhânîlik, misal âlemine mahsûs olan cisim ve cesetlerde şekil ve sûretleri yaratıyor. Hak Teâlâ rüyayı, rüya meleğini kuş şeklinde yaratmıştır. Zira (Arapça’da;) ‘Oııun nasîbi (hissesi, bir şeydeki payı) böylelikle uçtu’ denir. (Buradaki) kuş da, haz (hisse, nasîb) demektir. Hak Teâlâ; ‘Talih kuşunuz sizinle beraberdir,’ dedi. ‘Hayır ve şerden hisseniz nasibiniz sizinledir,’ demektir. Rüyayı bu kuşun ayağına asılmış olarak bırakmıştır ki, rüya bu kuşun kendisidir. Rüya yorulunca yorumlanan şey için oradan düşer. Düştüğü zaman kuş yok olur. Zira kuş rüyanın aynıdır.
Rüyanın (tabirine) düşmesi ile bittabi kuş yok olacak, his (müşâhede) âleminde rüyanın üzerine çıktığı hâle te’vil ve tabire) göre şekil ve sûret alacak, ve binnetîce rüyanın sûreti başkasına değil, hâlin aynına dönecektir.
O hâl ya bir araz (sıfat) veya bir cevher (madde) yahut bir velîlik veya sâireden bir nisbet olsun, hepsi de o rüyanın sûretinin ve o kuşun aynıdır. Bu hâlet ondan yaratılmıştır. Bu halet cisim araz veya nisbet olsa da o .sûret muhakkaktır. Nasıl ki Hz. Âdem topraktan, biz de değersiz ve hakîr bir sudan yaratılmış bulunuyoruz.”
Şeyh-i Ekber, bu bahse ait sözü uzatmış ve sonra da şunları söylemiştir:
“Hakîkaten Resûl-ü Ekrem Efendimiz sabahları ashabıyla buluştukları zaman onlara; ‘İçinizden biriniz bir rüya gördü mü?’ diye sorar ve; ‘Rüya peygamberliğin bir parçasıdır, zira vahyin başlangıcıdır,’ derdi.
Efendimiz Hazretleri ümmetine rüyayı (nübüvveti) isbat etmesini severdi. Halbuki insanlar Resûl-i Ekrem’in önem verdiği ve her gün sorduğu rüyanın bu mertebesinden son derece bilgisizlik içinde idi. O zamanla câhiller, uykuda yahut gayb ve fenâ hâlinde olmuş bir işi işittikleri zaman bu habere karşı baş kaldırmazlar, doğrulup bakmazlardı (önem vermezlerdi). Ve; ‘ Şu adamlar, uyku ve rüyalarla iyi, sâlilı zâtların ulaştıkları derecelere ulaşmak istiyorlar,’ derler, güzel bir rüya görüp ona inanmış olanlarla alay ederlerdi. Bu, rüyanın makamını bilmemektir. Sen bil ki, rüyanın mahalli neş’et-i unsuriyye/maddî âlemdeki tabiî elemanların çıkış ve oluşudur. Melek için rüya yoktur. (Melekler rüya görmez. Çünkü onlar uyumazlar). Zira rüyanın yeri hâssaten ay âleminin dünyayı saran kubbesinin içe dönük tarafının altıdır. (Aym dünya etrafında dönerken çizdiği yörüngenin diğer bir deyimle aym medârmm yayma yakın yerlerdir).
Eğer bir kimse bir rüya mekânından dışarı çılcabilseydi, artık ondan sonra bir tek rüya görmezdi. Zira onda uyku hâli durmayacak, uyumayacaktı.”
Hz. Şeyh bu konuda bir hayli izahta bulunmuştur.
419. bâbmda da; Resûl-i Ekremi rüyada görenler hakkında bir takım şartlar beyân etmiş, Allah Resûliinü rüyada görmeğe dâir meselelere 335 ve 540. bâblarda da temas eylemiştir.
363. bâbmda rüya ile mübeşşirât arasındaki farkı izahla neticede: Rüya umûmîdir. Mübeşşirât husûsîdir. Zira insan bâzen rüyasında kendi kafasından, gönlünden geçenleri; şeytanın oynayacağı, sevindireceği ve kederlendireceği şeyleri de görür. Eğer rüyada görülen şeylere dâir onu görenler veya gösterilenlerin nefislerinde bir eser olmasaydı, şerîat kurucusu Hz. Peygamber, bu biçim rüyalara ait korku ve endişeleri giderecek (bir tedbir ve teselli) tâyin buyurmazdı. Halbuki Resûl-i Ekrem korkulu, sıkıntılı, bağırıp çağırtıcı rüya görenlerin (heyacan ile uyandığı zaman derhal) sol tarafına üç kere (hafifçe) tükürüp gördüğü rüyanın şeninden Allah’a sığınmasını, uykuda iken yattığı taraftan diğer tarafa dönmesini emir buyurmuştur. Böyle yapınca o rüyadan kendisine bir zarar gelmeyeceği ve bir yandan diğer yana dönmekle rüyasının zararlı halden çıkarak kendisi gibi yön değiştireceği anlatılmak istenilmiştir.
Bu hareket tıpkı yağmur duâsı yaparken insanın, üzerindeki cübbe, palto veya ceketinin yönünü değiştirmesine (dış yüzünü iç yüzüne getirmesine) benzer.
Bu süretle; ‘Hak Teâlâ Hazretleri kıtlığı bolluğa, pahalılığı ucuzluğa döndürür,’ demiştir. Allah bilir.
198. bâbmda: ‘Rahmanın nefesi bana Yemen tarafından geliyor’ şerefli hadisi hakkında şu izahta bulunuyor:
“Buradaki (nefes)ten maksat (‘amâ)dır ki bu, (Hak) ile tefsir olunan ve göklerin, yerin ve bunların aralarında bulunan her şeyin kendisi (Hak) ile yaratılmış olduğu (bazı âyetlerde)  beyân buyurulan buhar (gaz, kâinatın aslî maddesini teşkil eden nebülöz maddeleri ve daha doğrusu atomlar olsa gerek)tir. Yoksa buhar (mâlûm mânâdaki) hava değildir. Bunun içindir ki Resûl-i Ekrem Efendimiz (‘ Amâ)yı şu sûretle tarif ve izah buyurmuştur:
‘Amâ öyle bir şeydir ki, ‘Amâ’da üstlük ve altlık sıfatı var’ demektir. Üst denilmesi, Hak Teâlâ Hazretleri varlıkları yaratmadan önce hulul etmeksizin onun içinde bulunuyordu. ‘Ama’nın altında da, üstünde de hava yoktur. (Bu ifâdeye göre) Hak Teâlâ’nın üstte olmasını kendisine nisbet etmiş olmasındandır. Alta gelince bunda ilim olması itibariyledir. ‘Ama, eğer hava olsaydı yaratılmış olması lâzım gelirdi. Hadis ise, ‘ama’nm varlıkların yaratılmasından evvel olduğunu isbat etmektedir. İşte (alt) demenin mânâsını bundan anla!
Şeyh Hazretleri, bu bâbm /kün’ kelimesini beyân eden beşinci faslında:
“4İlLk (TİFS f-* UlkLı AÎİ1 £jî JÜ “kil
/Görmez misiniz Allah bulutları sürmede, sonra onları birbirine katıp birleştirmede, sonra yığın hâline getirmededir görüyorsun ki bulutlardan yağmur yağmadadır.’ 
^ ûİjc. *lüu (> AJ LiLJ liü /O, yağmuru kullarından
dilediğine nasıp eder. Onlar da birbirlerini müjdelerler ve sevinirler.... Onu kullarından dilediğine dokundurunca birden sevinirler’  âyetleri hakkında şu izahta bulunuyor:
“Bil ki bulutu ancak su (buharı) ağırlaştırıyor. Ağırlaştığı zaman da (yağmur olarak) ineceğini insanlara müjdeliyor. Bulut kendisinde bulunan hararetin artması sebebiyle yükseldiği gibi (eksilmesiyle de) alçalır, iner. Ağırlaştığı zaman havaya dayanır. Hava sıkıştırınca aşağısını tutar. Yeryüzünü deşer kazır. Bu sûretle havada hararet kuvvetlenir ve binnetice 
hava kendisinde bulunan kuvvetli hararet sebebiyle en büyük rükne yükselmek ister. Orada bulutu birikmiş bulur. Tekasüfü ile onu bir yükselişe döndürmekten men eder. Aynı zamanda onu ve havayı iştiâl ettirir. Hak Teâlâ bu şûleden bir melek yaratır ki, ona şimşek diye ad vermiştir. Bu melek (yani şimşek) ile cevvi/fezâyı, boşluğu aydınlatır. Sonra o, kandilin sönmesi gibi rüzgârın kuvveti ile söner. Kendisi aynıyla bâkî kalmakla beraber ziyâsı zâil olur. Şimşek olması giderse de kendisi Allah’ı tesbîh ederek olduğu gibi kalır. Sonra bulutun bir yüzüne gelen tarafı çatlar, yarılır. Tekrar birleşirse âdeta nikâh, evlenme gibi olur. Bu birleşmeden bir melek yaratır ki ona Ra’d/gök gürültüsü adını vermiştir. Allah’ı hamd ile tesbîh eder. Bu gürültü, her halde şimşekten sonra olur. Her şimşeği muhakkak bir gök gürlemesi takip eder. Zira hava iştiâl ederek yükselecek ve Cenâb-ı Hak şimşek dediği meleği yaratacaktır. Bundan sonra da bulutun alt tabakası sarsılıp yarılacak, hemen Allah Ra’dı/gök gürlemesini yaratıp kendisini îcad ettiği için Hak Teâlâ’ya hamd ve tesbîh edecektir.
Hz. Şeyh bu konuda daha hayli izahta bulunduktan sonra diyor ki:
“Şüphe yok ki Allah bizi sudan yarattığı gibi Ra’d meleğini de sudan halk etmiştir. Gök gürlemesi dediğimiz bu ses Allah’ı tesbîh eder. Allah Teâlâ onu (sesin husûle geldiği) o anda îcad buyurur. Sesin aynı, sûretinin kendisidir.
Şimşek ve kayan yıldızların görünüp geçmesi gibi, meleğin vücûdu da sesi ile birlikte geçer gider. Ra’d’m/gök gürlemesinin hakîkati havanın esmesinden (hareketinden) meydana gelir. Hava, birikmiş (kümeleşmiş, sıkışmış) olan bulutu altından sarsar, çatlatır. Bunun neticesinde elbisenin yırtılışında çıkardığı ses gibi bir ses meydana getirir. Düşünülsün ve yazılsın. 
Hz. Şeyh aynı bâbda: “Müşrike en çok ümit veren âyet; ‘ 5İİI t>j 4J jjlÂjj Ü jil \4J) /Her Mm Allah ile beraber diğer bir tanrıya yalvarırsa
onun bu hususta burhanı yoktur. Bu inancına dâir kendisinde hiçbir burhan yoktur’260 İlâhî kelâmıdır.
Her kim cehd ve tâkat sarfı ile delillere nazar eder de bu çalışma ve incelemeleri onu bir şüpheye götürür ve bunu da bir burhan gibi saydırırsa muhakkak ki o, Allah yanında bir mazeret kapısı açmak için (beyhûde yere) taarruza geçmiştir,’ diyor ve ilâve ediyor:
“Bu kelâmdaki burhandan maksat delillere nazar edenin zu’mü, sanısıdır. Yoksa bu meselede haddi zâtında Allah’tan gayri bir ilâhın varlığına delil bulmak muhaldir. Ancak burhan sûretinde zâhir olan şüpheden başka (delil namına) bir şey kalmaz. Halbuki (delillik) kuvvetinde burhandan fazla bir şey yoktur.”
Şeyh-i Ekber, bu konu (etrafında) üç yaprak tutan sözler yazmış, sonra da şu beyânda bulunmuştur:
“Hak Teâlâ (âyetteki) c^)’ kelimesini (belirtilmeyen mânâsında iki üstün) ile nekre olarak söylemiştir. Çünkü kâinatta (kendinden başka) Allah yoktur. Eğer orada (bir başka ilâh olsaydı tâyin eder /el-ilâh’ diye kelimenin başına ‘J* /el’ harfini getirmek sûretiyle belirtili yapardı. Eğer tâyin etmiş (belirtmiş) olsaydı tenkîr/belirtisiz yapmazdı. Binaenaleyh ‘^)’ kelimesinin nekre oluşu) Allah ile beraber bir başka tanrı olduğunu iddia eden bir kimsenin âdeta memeden sağdığı sütü bir başkasının memesine üflemek sûretiyle iâde etmek ve bir ur içindeki maddeyi hâlis yağa çevirmek istemesine delâlet etmektedir. Çünkü onun bu şekilde hareket etmeğe belirli bir hakkı ve bunda muvaffak olabilmesine vazıh ve tebeyyün etmiş bir selâhiyeti yoktur. Onun böyle bir şeye cür’et etmesinin medlûlü sırf bir adeıııden/yokluktan ibarettir. Bütün bu çalışmalarında onun için evvelce tahakkuk etmiş olan şeyden başka elinde bir şey kalmaz.
Şeyh-i Ekber, bu konuda sözü hayli uzatmıştır. Ben de buna ilâveten diyorum ki:
‘Şeyhin bu kelâmı mefhûm (hakikati sâbit ve anlaşılmış olan bir şey) ile amel etmenin (tekrar uğraşmanın) zayıflığına (boşa çıkacağına) delâlet eden (sözlerin) en kuvvetlisindendir.
Sonra hakîkaten bu hususta dinî ve İlâhî meselelerin tâli noktalarına dâir (ictihadlarmda) hata etmiş olanların mazur görüldüğü gibi esas ve prensiplerinde de hata ve isâbetsizliklerde bulunanların üzerine bir vebâl
bulunacağım söyleyenlerin mezhebinden gayri gidilecek bir kurtuluş ve çıkar yol yoktur. Ama bu mezhebi kabul edenler ulemâdan bir kaç kişidir. Büyük çoğunluk ise, onlara muhâlefet etmiştir. (Onlar dinin usûl ve esasında yapılan ictihad hatasını ınâzur görmezler).
Kur’ân okuduğun vakit kimden tercüme ettiğini (kimin dili ile söylediğini, kimin sözü olduğunu ve ne okuduğunu) bil! Zira Hak Teâlâ bâzen kulunun sözünü aynıyla ifâde, bâzen de onu mânâsıyla hikâye eder. Birincinin misali (Hz. Peygamber’iıı Hira mağarasında Ebû Bekr’le söylemiş olduğu); ‘ ^ u) V /Korkma hiç şüphesiz Allah bizimledir,’  kelâmıdır. İkinciye misal, Firavundur ki; ‘ ÛJ' U /Ey Hâman,
benim için bir saray (köşk) yap!’  demiştir. Çünkü Firavun bu sözü (Mısırlıların dili olan) Kıptîce söylemiş, (Kur’ân’da) bu dilden Arapça’ya ayın mânâda tercüme olunmuştur. (Firavuıı’un Kıptice söylediği bu sözü, Kur’ân’da aynı mânâda Arapça ile ifâde olunmuştur). İşte mânâ ile hikâyedir. (Bu kabilden olan işler Kur’ân’da) var olduğu zaman bilmelisin ki Allah’ın kendi kelâmı ile (bir başkasına ait olan) sözü o lisanda olduğu gibi lafzeıı veya manen mi beyân buyurmuş olduğu ayırd olunabilsin.
Bir de Hak Teâlâ’nm; * (j-* UJ (jîlıllt (jlİLo 4İ]| j>lj
1 jlla j (Jla AJ ^Lojj] ^ Uaî J/Ali
o zamanı ki, Allah, peygamberlerden size kitap ve hikmet verdim. Sonra da sîzdeki kitabı gerçekleyen bir peygamber gönderdim. Ona mutlaka inanacaksınız, mutlaka yardım edeceksiniz diye söz almıştı ve ikrar ettiniz mi, size yüklediğim bu ağır yükü aldınız, yüldendiniz mi? demişti. Onlar da ikrar ettik, demişlerdi. Hatırla o zamanı id Allah kendilerine indirdiği kitap ve hikmet ile iş yapacaklarına ve o kitapları tasdik ederek gelecek peygambere her halde îmân dâvasına yardım edecelderine dâir peygamberlerden ahdü mîsak almıştı. Ve onlara bu ahdimi kabul ve ikrar ettiniz mi ve yükümü üzerinize aldınız mı? demişti. Onlar da ikrar ettik demişlerdi’  kelâmına dikkat olunsun!
Müfesiıier bu âyette Hak Teâlâ’ya ait olan kelâmın ‘b^a’ kelimesinde nihâyet bulduğunu ve ‘Ujjâî’ ikrar ettik sözünün tercüme sûretiyle hikâye buyurulduğunu söylemişlerdir. 
Bir diğeri de, Ijâi ^Jj /İnananlarla buluştular mı,
inandık derler. (Münafıklar) mü’minlere mülâkî olduklarında, biz de îmân ettik dediler’  kelâmıdır. Bu âyette de Cenâb-ı Hakka’a ait olan kelâm; /dediler’ kelimesine kadardır. /İnandık’ sözü aynıyla onların kelâmıdır. Bir üçüncü misal de; ‘ lp^ '^Jj
/Şeytanlarıyla yalnız kaldılar mı şüphe yok ki derler, biz sizinleyiz, biz ancak alay etmekteyiz.” Fakat onlar (münafıklar) kendi şeytanlarıyla (arkadaşlarıyla) tenha kaldıklarında hakîkaten biz sizinle beraberiz, ancak (Muhammed’e inanlarla ) cidden alay ediyoruz, dediler’  âyetidir.
Bu kelâmda da Allah’ın sözü ‘>j^ /dediler’ kelimesine kadardır. Alt tarafı münafıkların sözlerini hikâyedir. Diğer âyetleri de buna göre kıyas et!
lliaüJa LıÂİ 3! jjUl lij /Balık sahibi (Yunus Peygamber) hiddet ve gazâbda kavminden ayrılıp giderken bizim kendisine bir şey yapmayacağımızı sanmıştı’  âyetindeki kelâmı, /üzerine bir sıkıntı ve darlık vermeyeceğiz, ’ demektir.
Neticede Hz. Yunus’a verdikleri bu elem karşılığında uğrayacakları azabı gördükleri zaman (insâf ve intibâha gelerek) îmânlarından faydalanmaları hususunda Hz. Yunus da neticede onlara imdat etmiş oldu. İşte bu sûretle Hak Teâlâ onun ümmetine Yunus yüzünden (kendi rızâsı uğruna onlara kızmış olmasından) kendisinden önce geçmiş olan hiçbir ümmete bahşetmemiş olduğu lütuf ve keremi, afv ve ihsânı Yunus’un ümmetine tahsîs buyurdu.”
Şeyh-i Ekber, bu beyân ve izahından sonra: ‘Ben Endülüs’te bulunduğum zaman orada Hz. Yunus’un ümmetinden bir cemâatle 585 senesinde buluştum. Onlardan birisinin ayak izini ölçtüm. Ayağının uzunluğu 3 karıştan üçte bir de fazla bulmuştum,’ demiştir.
Şeyh-i Ekber, aynı bâbda: ‘Ancak mele-i alâ’daki yüksek rütbeli meleklerin beşerin en üstlerinden efdal olduğuna kanî bulunuyorum. Zira Resûl-i Kibriya Efendimiz başıma gelen bir vakada bana bu hususta bir delil verdi. Zâten bu vakadan evvel de ben bu meselede bir topluluğun kabul etmiş olduğu (has kulların en büyük meleklerden de şerefli bulunduğu) mezhebine gitmemiştim,’ demiştir.
Abdülkerim Cîlî Hazretleri de, Hz. Şeyh’in vefatından bir sene evvel bu sözünden rücû ile hâs kulların hâs meleklerden efdal olduğunu kabul edip bu meselede Ehli Sünnetten büyük topluluğun kanaatine iştirak eylediğini beyân eylemiştir.’ Bu mesele, Fütûhât’m 73. bâbmda geçmişti.
Bir de 383. bâbmda gelecek. Orada uzun uzadıya bahsedilen sözlerden sonra netice de şöyle yazılmaktadır:
“Bizim bu sözlerimizi ulvî âlemin ve Resûllerin makam ve mertebelerini görüp geçmiş olan bütün halkın ulaştığı ve kazandığını sandığı makam ve mertebelerde hayrete düşüp kendi kendinden geçen o Allah’ın en üstün Resûlüne ki bizim yegâne Ahmed’imiz ve onu kemâliyle medhü senâ etmek isteriz. Yüksek evsafında vesîle makamının sahibi saydığımız ekmel zâttan sorup hakîkati öğrenmiş olan bir recul-i kâmilden  başkası idrak edemez. Hz. Şeyh bu kelâmı ile Resûl-i Ekremimiz Efendimizin bütün meleklerden vesâir peygamber ve resûllerden efdal olduğunu tasrîh eylemekle beraber ondan başkasının (yüksek dereceli meleklerden efdal olup olmayacağı hakkında) sükût etmiş bulunuyor.
Şeyhin 25. bâbta şeyhlerin sözlerini kabul ve tesellümüne Hızır’dan ahit aldığına dâir bir sözü geçmişti. Sahîfede kendisinden naldl etmiş olduğumuz efdallik hakkmdaki sözü belki onun ilk kanaati olup sonra bu kanaatinden caymış olabilir. Bir de (bu meseleye dâir) 69. bâbta: ‘Bizden hiçbir kimsenin risâlet makamına girmiş olması doğru değildir. Biz ancak bu makamı hariçten ve kendimiz yeryüzünde iken gökteki yıldızları gördüğümüz gibi görebiliriz’ sözü geçmiştir. Fütûhât’m aynı bâbıııa bak. En doğrusunu Allah bilir.
Süreyya burcunun yıldızları 7, Surfe’ııin 2, Zirâ’m 3, Batin’in 4, Cepha’nin 5, Debrân’ın 6, Neâim’in ki de 9’dur. Ayın menzillerinde 8 yıldızlı bir burç görmedik. Bu sebepledir ki sekizinci ayda doğan (sekiz aylık) çocuklar yaşamaz, ölür ve hastalıklı olur. (Birden hasta olur). 7 ve 9
ayda doğanların aksine hayatına bir fayda sağlanmaz. (Hastalığına çare bulunmaz). Bunun sebebi sekizinci ayda ana kamındaki çocukta ölüm tabiatı olan burûdet (soğukluk) yubûset (kumluk) galip olmasıdır.
Şeyh bu konuda daha bir çok şeyler beyân etmiştir.
Arş-ı A’zam dâire şeklindedir. Onun ihâta ettiği varlıklar da hep aynı şekilde birer dâire (küre)den ibarettir. Hz. Peygamber’in şu teşbihine dikkatle bak ki; kürsü, Arş-ı A’zam’m içinde yeryüzünün en geniş sahrasına atılmış bir halka gibidir. Gökler de, kürsünün içinde aynı sûretle birer halkaya benzer demiştir.
Bil ki arş, bâzen azîm, bâzen kerîm, bâzen de mecîd sıfatıyla vasıflanmıştır. Azîm oluşu, ihatası (bütün varlıkları içine almış olması) itibariyledir. Çünkü cisimlerin en ulusudur. Kendisinde mevcut olan kuvvetleri, kavrayıp kapladığı şeylere vermekte oluşundan kerîm vasfına lâyıktır.
Kendisinden gayrı varlıkları ihata etmekle hâiz olduğu nezâhet bakımından (mecîd)dir. Zira bu itibarla da bütün cisimler üzerine bir şerefi vardır.
Bir som: Arş, kâinatı ihata etmiş olunca arşın etrafını tavaf eden meleklerin, içinde bulundukları hâlâ /boşluk’ nerededir? ‘Çünkü arş bütün fezâ ve hâlâyı içine almıştır,’ der isen, cevap şudur:
‘Arşın etrafında dolananlarla arş üzerine istivâ (arşın üzerinde bulunmak) arasında bir fark yoktur. Çünkü hayyiz/mekân kabul etmeyen bir zât ayrılma ve birleşme de kabul etmez. Bundan anlaşılmalıdır ki, meleklerin tavaf ettiği arşa Allah Teâlâ kıyâmet gününde fasl ve kaza (en büyük mahkemede hüküm ve âdetini icra etmek) için gelecektir. Bütün boşlukları içine alan ve Rahman’m üzerine istivâ ettiği arş (cisim) değildir. Görmüyor musun ki Hak Teâlâ: ‘ c>
LJJ 4j] imi üij İJIIJ /Habibim (önünde) melekleri, Rablerini hamd ile tesbîfa ederek arşın etrafında dönmekte olduğunu, (benim de) mahşer ehli arasında Hak (ve tam adalet) ile hükmettiğimi (hüküm ve kazâ nihayet bulunca); ‘Hamdü sena âlemlerin Rabbine mahsûs ve ancak O’na lâyıktır,’ denildiğini göreceksin! ’269 diyor.
Bir kulun cennette Rabbini ziyâreti, onun bu dünyada kıldığı, namazları sayısınca olacaktır. Rabbiniıı cemâlini görmesi de yine bu
dünyada Rabbi ile geçirdiği huzûru kadar (huzûrunun şuur ve derecesine göre)dir.
Keşf ehlinden olmayan Kur5ân okuyucularına Kur’ân’dan bahsetmek ve ulemâ nezdinde Kur’ân, nâsıh, mensûh olarak sabit olan her şeyden şeriat bilginlerine sormak, Kur’ân’ı ve her hükmünü muhafaza etmek yaraşır. Bu sûretle kıyâmet gününde kendisine (oku ve yüksel!) denileceği zaman Hak Teâlâ onun cennetteki derecelerini arttırır.
Keşf ehlinden bazıları hükmü kaldırılmış olan âyetlerden bir çoğunun Hz. Osman’ın mushafmdan düşürüldüğünü zannetmiştir. Eğer Resûl-i Ekrem Efendimiz Kur’ân’ı bizzat toplayıp tertiplemiş olsaydı, biz işin hakikatine tamamıyla vâkıf olur ve kıyâmet gününde okuyacağımız Kur’ân işte bundan ibarettir, derdik. Kalpleri zayıf olanlara geçecek bir şey (şüphe ve itiraz) ve hikmeti, hikmet ehli olmayanlara vermek (mahzuru) olmasaydı Hz. Osman’ın (yaptığı) ana mushaftaıı düşürülmüş olan (âyetlerin) hepsini bir bir beyân ederdim. Ama Hz. Osman’ı mushafmda yazılan âyetlerin hepsi Kur’ân’dır. Bunlar hakkında (sahâbeden) hiçbir kimse itiraz ve söz etmemiştir. 
Hz. Şeyh, Fütûhât-ı Mısriyye’sinde; Kur’an’da Allah’ın kelâmından bir şey düşürülmediğine inandığını, zira bu hususta ulemânın ittifakı bulunduğunu beyân etmiştir.
Kur’an sûreleri başındaki kesilmiş (tek başına okunan) harflerin hakikatini keşf ve varlık ehlinden başkası bilmez. Çünkü o harflerin her biri meleklerin sûretleri, isimleri de olsa o harflerin adlarıdır. Bu melekler, harflerin ruhu, herfler de o meleklerin telaffuzu ve yazılışı itibarıyla vücutlarıdır.
Ben bir vakıada bu meleklerle buluştum. Onlardan her birisi bana, bilmediğim bir ilim ifâde etti. Onlar, benim meleklerden olan mürşitlerindendir. Kur’ân okuyucu bu harfleri söylediği zaman o isimdeki meleği çağırmış olur. Ve onlar da okuyanın dâvetine gelirler. Meselâ, Kur’ân okuyucu ‘fJl’ dedi mi meleklerden üç tanesi (gelip ona); ‘Ne söylüyorsun?’ der. Okuyucu bu harflerden sonraki âyeti okuyunca melekler eğer hayırsa;
‘Doğru söyledin,’ derler ve birbirlerine de; ‘Bu hakîkaten mü’mindir, hakkı söylemiş ve hakkı haber vermiştir,’ derler. Onun için Allah’tan dilemeğe başlarlar. ve arkadaşlarında da böyledir. Onlar 14 melektir.
Sonuncuları jjj’dır. Bunlar türlü yönlerde Kur’ân’m menzillerinde
zâhir olmuşlardır. Menzillerden öylesi var ki, orada tek bir melek zâhir olur; nün gibi, sad gibi.
Menzillerden birisinde de iki melek zâhir olur. Tâsîn, Yâsîn, Hâmîm gibi. İşte böylece o menzillerde harflerin tekrarı ile 79 melek zuhûra gelir ki, her birisinin elinde îmânın şubelerinden (bir ağaca benzetilen îmânın) bir dalı vardır. Çünkü (bir şerefli hadiste bildirildiğine göre) îmân 70’ten fazla daldan ibarettir. (Hadisin metnindeki) /bıd’a’ Arapça’da birden dokuza kadar demektir. Bu hadisteki /küsûr’ son parça (yani dokuz
mânâsmda)dır. (Bu itibarla sûre başlarında ayrı okunan harfler cins itibarıyla ve on dört yerde geçenlerin sayı itibarıyla toplamı 79 olup, îmânın 79 dalma tevâfuk etmektedir).
Her kim bu harflere kendisine açtığım bu kapılardan nazar ederse, çok acâip (tecellîler) görecektir. Vücutları o harflerden ibaret olan meleklerin ruhları kendisinin teshîr ve tesiri altında olacak, her birisi elinde tuttukları îmân dalı ile ona imdat edecek, hem de onun îmânını koruyacaktır.
‘eUSj Ifj vj^Va /Hak Teâlâ yıldırımlar gönderir,
onları deilediği kimselere isâbet ettirir’  İlâhî kelâmındaki (‘c^L^ /yıldırımlar’ yanmış, parlamış (akkor hâline gelmiş) hevâlardır ki, her iıeye dokunursa muhakkak onda kat’î bir eser (ve tesir) husûle getirir. Eğer gök ile yer arasında bulunan nârdan  ibaret esîr ‘jjjİ’ olmasaydı dünya göğündeki soğukluğun şiddetinden yeryüzünde ne insan, ne hayvan, bitki ve maden olmazdı.
Azîz ve alîm olan Allah’ın takdîri ile hayatı, eşyâya sereyan ve cereyan ettirmek için dünya ve havayı ısıtan bu (‘/esir’)dir.
Bil ki havaya bitişik olan ‘ j^’ıııa rüknü ve esasıdır. Hava rutubetli bir hararettir. Havadaki rutubet sebebiyle bu nâr, esir ile ittisal ettiği zaman havayı harekete getirmek için onda bir eser husûle getirir. Bu hareketten (sürtünme ve tazyikten) nemli havanın bazı parçalarında (doğan şiddetli hararet neticesinde) bir iştiâl (ziyâ ve parlama) meydana çıkar. (Geceleri gökyüzünde gördüğümüz) uçan (ve arkasında ziyâdar bir kuyruk bırakan) yıldızlar (hep bu sebeple) görülür. Zira bu kuyruklar bizâtihi iştiâl (o yıldızların kendi ziyâsı) değil, yanmış (onların havaya sürtünme ve hareketleri neticesi şiddetle ısınmış olmalarından parlamış olan) havadır. Bu da, (birden soğudukları için) çabucak zâil olur.
Bu hâdiseyi tahkik etmek istersen ateşin havası, bir süpürge vesâire ile (şiddetle ve mükerreren) döğüldüğü zaman ateşten iplik gibi şerârelerin çıkıp uçtuğuna dikkat et. Bu çizgiler gözle görülür ve az sonra söner, zâil olur. îşte o yıldızlar da böyledir. Hak Teâlâ, onları cinlerin kâfirleri olan şeytanlara recm (birer ok ve taşlama) olarak halketmiştir. Nitekim bu hususu Kur’ân’mda haber vermiştir. 
Şurasını da bil ki, havaya hareket edip dalgalanmadıkça rıh/rüzgâr adı verilmez. Hareketi şiddet ve sürat bulunca (hız derecesine göre )fıı*tma, kasırga, tayfun olur. Hareketi şiddetli olmazsa yumuşak, tatlı ve gevşektir. Hava, ruh ve şuur sahibidir. Alemin diğer eczâ ve parçaları gibi o da (kendisini ve Rabbini) akıl ve idrak eder. Esmesi, akması onun (bir nevi) teşbihidir. Etrafı onunla cereyan eder. Kandil onunla söner. Ateş onunla yanar. Onun varlığı ve hareketi ile sular akar. Ağaçları sallar, yaprakları oynatır, denizi dalgalandırır. Yeryüzünü sarsar, bulutları o sürer, her tarafa sevk eder.
Şunu da bil ki, suyun ruhu havadandır. Hava sakin olsaydı nefes alan her canlı helâlc olurdu. Bu âlemdeki her şey nefes almaktadır. Çünkü esas Rahman’m nefesidir. İnsan bir kere düşünüp, teemmül etmelidir ki yaz mevsiminde vücûdu ısındığı zaman bedenini soğutmak için bir yelpaze ile etrafındaki havayı hareket ettirince onda bir hararet bulmaz (vücûdunda sıcaklık hissetmez, serinlik duyar). Çünkü havada suyun soğukluğu vardır.
(Havadaki su buğusu soğumuştur). Havanın sûreti sudandır. (Havanın hakîkati sudur). 
Şeyh, bu hususta uzun izahta bulunmuştur.
‘ÛjL ilki 'tjJÇh /Bunların (denizlerin, göllerin) hepsinden taze
taze et yiyiyorsunuz’ (Fatır 12) âyetini şöyle izah etmiştir:
“Bil ki Allah Teâlâ, tuzlu deniz hayvanlarını o denizden bir hâssa ile tatlılık içinde halk ve tekvin buyurmuştur. Zira Hak Teâlâ denizin dibinde tatlı pınarlar ve ırmaklar akıtmaktadır. Ve yeryüzü için de havadan bir nefes yarattı. (Suyu hava ile karıştırdı). Bu iki hususiyetten bir ‘û^i /ta’fin’ süzülme, arınma tari oluyor. Neticede tuzlu deniz hayvanları tatlı suda tekevvün ediyor. Eğer tuzlu ve tatlı suda hava olmasaydı onda hiçbir hayvan tekevvün etmezdi, görmüyor musun ki, nehirlerden yükselen buhar ile yerden ve denizlerden yukarı çıkan buhara  dikkat ediyor musun, (soğuk günlerde) soluyanların (ağzından duman şeklinde) nasıl çıkıyor?
Binâenaleyh sular (buğu hâlinde) en büyük rüknünü, esasını teşkil ettiği havayı arıyor değil mi? Bu itibarla da sulardan istihâle olunacak şeyler, istihâle oluyor. Ve bu istihâleden Hak Teâlâ’mn ezelî ilminde geçmiş (hüküm ve takdîr edilmiş) olan elemanlar miktarlarınca kendi hâllerine lâhılc oluyor. Bu bir devr-i daimdir ki, bir dolap gibi dâima dönmekte, dâirenin bir
noktasından çıkıp yine aynı noktaya döndüğü gibi dâima devredip durmaktadır. 
‘üfk» [3li AHİ /Allah o dur İd, yedi kat göğü
ve arzdan da onların benzerini yarattı’  İlâhî kelâmında şunları söylemiştir.
Bil ki arzın tabakaları göklerin birbiri üstüne (konulmuş) tabakalaıı gibi yedi kattır. Resûl-i Ekrem Efendimiz; yerden bir karış gaspetmiş olan kimse hakkında; [‘Onun (kıyâmet günündeki) bukağısı yedi arzdan (o toprağın yedi katından) olacaktır,’] buyurmuştur. Bunun izahı şöyledir:
‘ Şüphesiz ki arzdan bir şey gasbederse zappettiği yerin altında bulunan yerlerde tâ yedi katma kadar gasbedilmiş olur. Arz birbiri üstüne tabaka tabaka olmasaydı aklın bu haberden aldığı mânâ bâtıl olurdu.
Kulun muayyen bir yere secde etmesi ile Cenâb-ı Haklan o mahalli onun secdesi sebebiyle yedi arza kadar temizleyeceğine dâir gelen haber de böyledir.
(LÎjIjj /Emir onların (göklerle yerlerin) katları arasına iner (nüfuz eder)’  İlâhî kelâmı da bu hakikati beyân eder. Eğer arz bir tane olsaydı yerine /gökler ile yer arasına,’ derdi. Bizim bu
anlattıklarımız açık ve meydandadır. Hak Teâlâ bunu bizim keşfimize vermiştir.  Hakikati Allah bilir.
lükkj /Biz her canlıyı sudan yarattık.
Hâlâ mı inanmıyorsunuz?’  âyeti şöyle izah ediyor:
“Şunu iyi bil ki âlem, hepsi Hak Teâlâ’nm kabzasmdadır. Ondan ayrılmasına imkân yoktur. Kabzedilmiş olan şeylerdeki inkıbâz/tutukluk da
hiç şüphesiz kuruluktur. Zâten kendisine nemlilik veren şey ile üzerine kuruluk galebe ettiği için o bizzat kendisini arar.
^ /Hâlâ mı inanamıyorsunuz? ’ Yani hâlâ bunu tasdîk etmeyecek misiniz? Zira bunun yani vaki’m zıddı olan hilâfı da aklen câizdir. Çünkü üzerine soğukluk ve yaşlık birlikte galebe ederse helâk olur. Ona hayat veren şifâ, ancak harâret ve kuruluktan başkası olmaz. Bu hâlet içinde iken; ‘Biz her canlıyı nârdan yarattık,’ denilirdi. Eğer üzerine soğukluk ve kuruluk galebe etseydi onun hayatı muhakkak hava ile olurdu. Bu hâlet içinde de ona (Biz her canlıyı havadan yarattık) denirdi. Eğer üzerine fazla derecede hararet ve rutubet galip olursa onun hayatı ancak toprak iledir. Bu hâlet içinde de (Biz her canlıyı topraktan yarattık) denilirdi.
Şeyh-i Ekber, bu konuyu uzatmıştır.
Hak Teâlâ’ya ne zaman ki rızık isnad edilir; (‘Allah’ın rızkı,’ ‘Rızk Allah’a aittir,’ vesâire gibi mâlûm ifâdelerden birisi söylenir)se bundan maksat helâl ve temiz olan kazançtır. Kulun hayatına yarayan her şey Allah’ın rızkıdır. Bu sözün mânâsında bir hasr ve tahdîd yoktur. ‘Zaruret hâlinde bulunana hacr ve men yoktur’ denilmesi bundandır. Ama bundan yenilmesi, kullanılması haram ve memnû olan rızkın Allah’a isnad edilmesinin edebeıı muvâfık olmadığı anlaşılmıştır.
Ben de buna şunu ilâve ediyorum. Allah yolunda yokluğu ve fakirliği ihtiyar etmiş sufilerin (umûmî tabiri ile dervişlerin) iyice acıkmadan bir şey yememeleri de (helâle önem vermekten) şüpheli şeylerden bir şey almış olmak korkusundan, yemeleri (içmeleri) hâlinde (helâl olanları seçebilmekte gerek olan) bir vâcibin veya acıkmadan yemenin aksine bir müstehabbm hükmü altında bulunmakta (titizlik göstermelerinden) ileri gelmektedir. Anla!
Açlık mertebelerinin başı; tabiî ve maddî gıdaları (hazım ve temessül neticesi) kalmamış olan bağırsakların birbirbirlerini yemeğe başlamalarıdır. (Mideden başka bağırsaklarda dahi sindirilecek gıda kalmayıp açlığın tesirini son derece hissedecek hâl gelmiş olmaktır). Allah bilir.
V aLjSj 'Jb £\'j> AjI /o ve ona mensup olanlar sizi, sizin
göremeyeceğiniz yerlerden görür ve kollar. Siz şeytan ve kabilesini görmediğiniz yerde onlar sizi görür’281 âyeti hakkında şu izahta bulunuyor.
Bil ki Allah Teâlâ cin (tarifesini) latiflik ile vasfetmedi ve onları mârie bir nârdan yarattı. Mâric, karmaşık demektir. Onlar, içinde maddelerin rutûbeti/ııemliliği bulunan bileşik bir nârdan  meydana gelmişlerdir. Bunun içindir ki ateşten bir yalın (alev) zâhiı* olur. Alev: /hârr ratb/(nemli
hararet)tir.
Bil ki şeytanlar da cindendir. Cinlerin en şakilerinden ve hâsseten Allah’ın rahmetinden uzak kalanlardır. Cinlerden saîd olanlara gelince; onların üzerinde cinslerinin ismi kalmışdır ki, bunlar da (cân)dır. Câıı denilir. Meleklerle beşer yani insan arasında bir sınıf olarak yaratılmıştır. İnsan ise, unsurîdir. (Tabiat elemanlarından yaratılmıştır.) İnsanın kibirlenmesi, öğünmesi bu sebeptendir. Eğer kendisinde madde ve anâsır hükmü olmayıp hâlis tabiî  olsaydı, kibirlenmez, bönürlenmezdi. Melekler gibi olurdu. Halbuki insanın neş’eti Berzahîdir. (Ruh ile maddenin birleşmesindendir.) İnsanın (iki yüzü vardır). Bir yüzü, ondaki nârın letafeti sebebiyle nûrânî ruhlara dönüktür. Bu yüz için hicap, perde ve şekillenme vardır. Bir yüzü de bize bakar. Bununla unsurî ve karmakarışık olur. Bu itibarla Hak Teâlâ ona ademoğlundan o farkına varmadan, bilmeden bir kan yolu aksın diye latîf ismini vermiştir.
Bunun içindir ki (cân) kavmi latîf isminin (letafetiyle) insanların gözünden örtülü, gâib oluyor. Gözler onları ancak bir cesede büründükleri zaman görebilir, demiştir.
202. bâbmda şunları yazmıştır: “Bil ki şerîat adabının hepsi anlattığımız şeylere rücû eder. Bu da kulun her hangi bir hükmün mevziini tecâvüz etmemesidir. Bu mevzi, ister bir cevher (madde)de, ister bir araz (sıfat)da yahut zaman veya mekânda: Ya bir vaz’ (esas)da, yahut izafet (isnad)da, ya halde, ya miktarda, ya sayıda veyahut bir müessir veya müteessir (tesiri almış) olanda olsun (fark etmeyecek, hükmün mevziine riâyet olunacaktır. Şimdi bunların her birine ait olan edepleri sıra ile beyân edelim):
1- Cevhere (bir şeyin özel maddesine, zâtına) ait olan edep: Kulun buna ait olan şer’î hükmü bilmesi ve o hükmü gereğince icrâ etmesidir.
2- Arazlar hakkmdaki edepler: Mükellefin işlerine dâir olan helâl, haram, mekruh, mübah ve müstehablardır.
3- Zamana ait olan edep: İbâdetlerin bağlı olduğu vakitlerden başkasına taalluk etmez. Mükellef hakkında her vaktin bir hükmü vardır. Vaktin ona daralıp genişlemesi bu hükümdendir.
4- Mekâna ait edep: İbâdet yerleridir. Câmiler, mescitler gibi. Buna dâir olan edep, Allah’ın evlerini, halka nisbet olunan evlerden yükseltir. Ve orada Allah’ın ismi zikredilir.
5- Vaz’ hakkında edep: Bir şeye isminin gayrisini söylememek. Çünkü isminin değişmesi ile ona ait olan şer’î hüküm de bozulur. Binnetîce haram olan helâl, aksine helâl olan da haram kılınır. Nitekim bir şerefli hadiste: ‘Ümmetime bir zaman gelecektir ki, o zamanda şaraba başka bir isim verecek kavim ve cemâatler ortaya çıkacaktır, ’ buyurulmuştur. Şarabın adını değiştirmek verecekleri ismin mânâsı itibarıyla şarabın helâl olduğuna bir kapı açmak içindir. (Mezhep sahibi) İmam Ahmed -Allah rahmet eylesin-, anlattığımız noktayı (daha evvel) çok iyi akıl etmiş de dikkatle nazara aldığı için kendisine, deniz domuzunun etinden suâl eden birisine; ‘Yemek haramdır,’ demiştir. Bu cevabına karşı ona; ‘Bu hayvan denizde yaşayan bir cins balıktır,’ denilince o da: ‘Siz kendiniz ona domuz dediniz’ cevabını vermiştir.
İşte bu sûretle Hz. İmam o hayvanın etini yemekte ona verilen isim yüzünden haram hükmünü giydirmiştir. Nitekim (zamanımızda) şaraba nebîz ve teriz adını verenler olmuş bu isim sebebiyle de onun helâl olacaiğı kanaatine varmak istemişler ve Cenâb-ı Hakkın bize haram kıldığı ancak ismi şarap olan içkidir demişlerdir.
6- İzafet edebi: Hızır’ın; /Gemiyi arızalı saydırmak istedim’  sözü ile d tftLM /Bu çocuğun yerine Rablerinin ana ve babalarına (bundan daha hayırlı, daha temiz ve merhametçe daha duygulu) bir başka evlat vermesini istedik’  demesidir. Hızır’ın bu iki kelâmındaki övmek ile zemmetmek arasında bir iştirak (kendisi ile Rab Teâlâ’nm irâdesi arasında bir ortaklaşma)dır ki Hızır, (bu sözüyle) kendisi hakkmdaki övülmekten kurtulmak için; ‘^j Jİjtâ /Rabbim diledi,’  demiş, bir şeyin bir cihete nisbetle zem, diğer cihete nisbetle medh kazanacağım ifâde etmiştir. Halbuki o şey hakîkatini aynıyla muhafaza etmektedir. (O şey aynı şeydir.) Ancak nisbet sebebiyle hüküm bozulmuştur.
7- Hallerde edep: Tâat maksadıyla yapılan sefer/yolculuk ile mâsiyet niyetiyle olan yolculuk hakkmdaki hâl gibidir ki, hüküm hâle göre değişir.
8- Sayılarda edep: Tahâret işlerinde abdest azalarmı yıkamağa mahsûs olan sayılarda ziyâde ve eksiklik yapmamaktır. Namazların ve rekâtların, zekâtların ve benzerlerinin (belirli) sayılarında aynı şey söylenebilir. Boy abdestinde bir sa’dan, namaz abdestinde bir müd’den fazla su kullanmak da bunun gibidir.
9- Müessirdeki edep: Kati ve gaspı meselâ yapana izâfe edip üzerine şer’î hudüdu (hüküm ve cezâyı) tatbîk eylemektir.
10- Müteessir: Müessirin tesir ettiği şeydeki edep; kısas sûretiyle öldürülen bir kimse misalidir ki o kimsenin öldürülmesi öldürmüş olduğu adamın ölümü gibi midir, yoksa başka şekilde midir? Bu noktaya dikkat edilir. Bir de gasp olunan bir mal ele geçirilince o malın durumu gaspedildiği zamanda mıdır, değil midir, bu cihete bakılır. İşte bunlar hep şerîat âdâbınm kısımlarıdır.
203. bâbmda diyor ki: “Her kim nefsine riyâzet ederse, o kimse Allah’ın kendisinden razı olduğu makama yükselir. Çünkü riyâzet, nefsi Hak Teâlâ’nm hâs kulları derecesine erişinceye kadar (arzu ettiği ve başladığı şeylerden tedrîcî fakat devamlı olarak mahrum etmek sûretiyle) zelîl ve hakîr etmektir. Bir âyette  yeryüzüne zelîl denilmesi bundandır ki, dünyanın üzerine iyi, doğru olanlar da fenâ ve fâcirler de basıyor. Yer bu iki zümrenin kendisini çiğnemelerinde bir hareket ve ayırımda bulunmaz. Üstelik (kendisini yaratan) efendisinin rızâsını kazanmak (hüküm ve irâdesine boyun eğmek) için iyi ve doğru zâtları severek taşır. Kötü ve fâcir kimseleri de Allah Teâlâ’nm ona verdiği rızık ve nimetlere nankörlük ve (hattâ) onları inkâr ve (hiç değilse) nimetin sahibine şükretmeyi unutmalarına ve buna benzer idrak ve takdîrsizlikte bulunmalarına karşılık onları besleyip büyütmek hususunu kendisine yüklemiş olduğu için taşır.
Ben (Şa’rânî) diyorum ki, bundan anlaşılan şudur:
“Bir kulun ilâhî mârifet dâiresi genişlediği zaman ondan kendi hâl ve mârifet derecelerinin farkına göre cümle âlemin zahmet ve ezâsım yüklenmesi, tahammül etmesi istenmiştir. Her ne zamanda bir kulun (İlâhî mârifet) derecesi yükselmiş ise, ona uyanlarm kendisine isyanı da çoğalmıştır. Çünkü o yüksek derecesinde hilm, şefkat ve müsâmahası artmıştır. Fakat bundan evvel müridleri onu kendilerini daha sıkı tuttuğu ve baskı yaptığı için dinliyor ve emirlerine itâat ediyorlardı. Eğer onlar o sıkı terbiye ve baskı hâlinde şeyhlerine isyan ve itirazda bulunsalardı, o zât muhakkak onlardan nefret eder, yüz çevirir, sabredemez, ayrılır; onları terbiye etmek hususundaki azmi kırılırdı.
İşte mürşid ve mürîd (uyulan, uyan; âmir, memur) arasındaki uyuşmazlık ve ayrılışların türlü sebeplerinden birisi budur. Bu sebep değişmez, hükmü kıyâmete kadar sürer. Hakîkî bir ârifm muhâlifleri çoğaldıkça onun hüküm ve müsâmaha dâiresi artacaktır. Arif ki kendisine itiraz ve isyan hususunda Allah’ın ahlâkıyla huylanan bir zâttır. Bu sözlerimizi: Hak Teâlâ’nın rahmetinden yüzde 99’unu dünya ehlinden tutmuş bulunması ve âhirette ise rahmetinin bütün parçalarım (yüzde yüzünü, tamamını) yayacağı (hadisi) teyid eder. Bizlerse gâyet az (yüzde bir nisbetinde ve bir taraftan sayısız derecede insan) olarak üzerimize yapılmış olan İlâhî rahmetin bütün parçalarına (dünyayı bırakmak sûretiyle âhiret âlemine) yaklaşmış bulunuyoruz. (Mâlûmdur ki) yaklaşan bir şey hükmünü yürütür, ne ise yapar. Bu inceliği anla! Doğrusunu Allah bilir.”
207. bâbmda şunları yazmıştır: “Has kulların günahları, başkalarımn günahlarına benzemez ki, onlar gibi tabiatları gereğince şehvetlerinin hüküm ve tesiriyle suç ve günahlara düşsünler. Hâsların günahları ve hataları (sarîh ve kat’î şekilde olmaz) ancak te’vîlde hata etmek yüzünden olur. Bunun izahı şudur.
Hak Teâlâ ârif-i billâhtan şer’a muhâlif bir hâl ve hareket zuhûrunu murad ederse o ameli iyi şekilde te’vîl etmek sûretiyle ona hoş ve câzip kılar (da ârif o ameli iyi diye yapar). Çünkü ârifın bilgisi onu (doğrudan doğruya) açık bir günah ve hata işlemekten men eder. O, bile bile Allah’a ve şer’a muhâlif bir iş yapmaz. Ancak ve daha önce, onu te’vîl ve şer’a uygun olarak tefsir etmiş ve bu sûretle o amelde Hakk’m bir vechini görmüş olduğu için yapmıştır. (Amelinin icrasına te’vîlinin hatası bâis olmuştur.) Zira ârif haram ve yasak olan bir işin hükmünü kat’iyyen bozmaz. Sonra bir ârif tezyin ve te’vîl sûretiyle Hakk’m takdîr etmiş olduğu hataya düşünce Hak Teâlâ ona, o işi yaptırmağa imkân vermiş olan te’vîlin fesadını, çürüklüğünü açığa vurur. Nitekim bu hâl, aynı ile Hazreti Âdem’de vâki olmuştur. Zira onun da Allah’ın enirine muhâlefeti te’vîl yüzündedir. İşte böyle bir durumda ârif kendi nefsine isyan ile hükmeder. (Ben âsî oldum. Allah’ın emrine muhâlif iş yaptım der). Şerîat lisanıyla da onun hakkında âsî hükmü verilir. Halbuki te’vîldeki şüphesi sebebiyle o ameli yapmazdan önce âsî değildi. Nitekim bir müctehid de bir iş hakkında fetvâ vereceği (bu meselede benim kanaatime göre meşrû olan hüküm budur) diyeceği zaman da kendisine hata isnad olunmaz. Sonra ikinci halde onun hata ettiği delil ile kendisine zâhir olunca o zaman ona (hüküm ve içtihadında hata etmiştir) denir İd o, evvelce değil delilin zuhûru zamanında hata etmiş demektir.
İşte bundan anlaşılıyor ki; bir ârifin bir te’vîl veya tezyin olmadan yahut bir gaflet veya nisyana düşmeden açıktan Rabbine isyan etmesi asla mümkün değildir. Ama Ebû Yezîd (Bestâmî)nin kendisine: ‘Keşif ehlinden olan bir ârif (büyük) günah işler mi?’ diyene: ‘Evet,’ demiş, arkasından da ‘ »j3 4İÎ> ö&j /Allah’ın işi takdir olunan bir kader (hüküm)diir. Takdir edilmiş ve yerine gelmiştir,’ meâlindeki Ahzab sûresinin 38. âyetini okumuş olması, bizim bu sözümüze münâfî değildir. Çünkü ârifler, Rableri ile birlikte olmakla beraber Rabbi üzerine takyîd ile hükmetmemeleri âriflik edebindendir. Sanki Ebû Yezid bu cevabı ile şunu demek istiyor: ‘Eğer Hak Teâlâ ezeli ilminde âriflerin üzerine bir şey takdîr etmişse onun vukuu muhakkaktır. (Takdîr elbette zuhûra gelecektir.) Zuhûra gelince de, onlar da bir hicap (Hak ile aralarına perde çekilmesi) lâ büd ve zarûrîdir. Bunun en hafifi, şer’î bir (hükmü) hatalı bir şekilde te’vil ve tezyîn etmeleridir. İşte bunu iyi bil.”
208. bâbmda: “Arifleri hata ve muhâlefetlere düşürmek için İblis’i uğraştırması Allah’ın gizli bir mekrindendir. (Hikmetine akıl ermeyen bir düzenidir). Halbuki onları bu hususta şeytana uymaktan (onun hile ve vesveselerine aldanmaktan) Hak Teâlâ muhafaza buyurmuştur. Böyle iken şeytan durmadan dâima boşuna çalışıp duruyor. Her ne zaman ki şeytan bir velîye bir şey hakkında bir vesvese verirse o velî şeytana (vesvesesine) muhâlefet eder. Bu muhâlefeti ile o velî şeytanın bilmediği yönden terakkî eder. Hâl böyleyken melun İblis ârifleri derecelerinden düşürmek için gece ve gündüz çalışmaktadır. Onun bu gayreti âriflerin derecelerini yükseltir. Eğer o bilseydi onlardan yüz çevirir, (peşlerine derhal bırakırdı.) Anla! diyor.”
209. bâbmda şöyle diyor: “Hz. Mûsâ’nm Cenâb-ı Hakk’ı görmek istediği zaman onu dağa havale eylemesindeki hikmet şudur: Çünkü dağın bir çok sıfatından en mühimi sübût (sâbit ve kararlı olmak, yerinde durmaktır). Yani Hak Teâlâ Mûsâ’ya; ‘Eğer dağ kendisine tecellî ettiğim anda yerinde durur, durumunu değiştirmezse şüphesiz kendi zâtındaki dağların sübût ve sebâtı itibarıyla sen de beni görebileceksin. Zât-ı tecellîye
dayanabileceğin anlaşılacaktır’ demiştir. Şiddetler ve büyük (zorluklar) zamanında sarsılmayıp sebat edenlere dağlardan bir dağ (dağ gibi) denilir. Bunun izahı şöyledir: Hakîkaten bir dağ Allah yanında Mûsâ’dan şerefli değildir. Ancak arzdan olan bir dağın, yaratılması vücûdu/yapısı nastan olan Mûsâ’nm yaratılışından, bedeninden büyüktür. Nitekim Hak Teâlâ da: ‘Göklerin ve yerin yapısı ve yapılışı insanların yapısı ve yapılışından büyüktür. Yani vücut ve yapı itibarıyla daha kuvvetli olan dağ Allah’ın (zât) tecellîsi amnda param parça olunca Mûsâ, şu gerçek yapısı itibarıyla beni görmeğe tahammül edebilir mi?’ demektedir.
Şeyh-i Ekber, bu konuyu bir hayli uzatmıştır.
210. bâbmda: ‘Bir kimse kendisine Allah’ın muhabbet mi, buğz mu ettğini (Allah’ın kendisini sevip sevmediğini) bilmek isterse o kendi hâline Resûlullah’a, ashâbma dikkatle baksın. Eğer kendisini onların izinde, zühd, verâ ve geceleri devamlı namaz ve ibâdet ve ahlâkı üzerinde bulursa, şer’in bütün emirlerini yapar, yasak ettiklerinin hepsini öylece bırakırsa hattâ (üzerine çöken) belâ, mihnetler ve geçim sıkıntısı ile ferahlar, servet ve mevkiini, zevk-u sefa, hayat ve vâsıtalarını kaybetmekle içi açılırsa muhakkak bilsin ki Allah onu sevmektedir.
Ve eğer kendisinde bu saydıklarımızın aksini bulursa, Allah’ın ona buğzettiğini muhakkak bilmelidir. İnsan herkesten daha iyi bilir,’ demiştir.
211. bâbmda; ‘j^Vl &J4. t V /Gözler onu idrak edemez. Fakat o gözleri ve gönülleri sarar’288 İlâhî kelâmı hakkında şöyle diyor:
“Bu söz, iki yöne ihtimal vermektedir. Biri; Hak Teâlâ’yı gözlerin görememesi (mânevî) hakikatlere tenbîh ve işâret yoluyladır. Yani Hak Teâlâ’yı idrak edebilecek olan şu gözler değildir. Ancak gözleri gördürenlerdir. (Göz vâsıtasıyla gören yani ruh ve onun hakikatleridir) mânâsına gelir.
Diğeri Hak Teâlâ’yı (bir çok alet ve) âzâ ile kayıtlı olan gözler (baş gözleri) idrak edemez. Zira bunlar, zayıf ve İlâhî nûrla karşılaşmaktan âcizdir. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, kendisine: ‘Rabbini gördün mü, yani şu baş gözünle gördün mü? (nasıldır)’ diye sormuş olan kimseye: ‘O bir nûrdur. Ben onu nasıl görürüm’ cevabını vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, gözler, âdî ve uzvî kayıtlardan âzâde olduğu zaman (yani mânevî gözler,
gönül gözleri) Hak Teâlâ’yı kandil teşbihinde beyân edilen  kendi nûru ile idrak edebilir. Yoksa teşbihi kabul eden mukayyed gözlerin ziyâsı ile göremez.1’
Hz. Şeyh, bu konuda bir hayli izahta bulunmuştur.
213. bâbmda: ‘Allah Teâlâ hiç (bir kelâmında) bir kimseyi bütün azalarının toptan gaflette bulunduğunu zikretmemiştir. Çünkü kalbe ve ruha tercüman olan lisan hakîkaten Allah’ı zikreder de gaflet ancak onun şuurunda ve kendisinin zikir hâlinde ve neyi zikretmekte olduğunda (dili zikirde gönlü gaflette) bulunur.
Böyle iken de ona bir ecir ve mükâfat vardır. Bu ecir ve mükâfat dilin zikir hâlindeki hareketinden gelir. (Yalnız dili ile zikredene lisanın zikr ecri vardır.) Bu hâl, zikri büsbütün terketmekten efdaldir,’ diyor.
216. bâbmda: ‘Kimin ki (gönül) gözünden perdesi kalkarsa o, Resûlullah’m vârisi olması hükmüyle (baş gözüyle) önünü gördüğü gibi arkasından da görür. Cenâb-ı Hakka hamdü senâlar olsun İd biz bu makamın (içine girip) zevkini tattık,’ diyor.
219. bâbmda: ^ il /Söyleyin öyleyse,
(rahimlere) döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?’  Meni adıyla çıkarıp (yerli yersiz) attığınız o suyu biliyor ve görüyorsunuz değil mi? Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratmaktayız. (Bir kere ciddi olarak düşünün ve samimi olarak kendinize cevap verin bakalım) İlâhî kelâmını izah ile diyor ki:
‘Hak Teâlâ bu kelâmında; ‘Meniyi siz mi yaratıyorsunuz,’ dedi de; ‘Siz ondan mı veya onun içinde mi halk oluyorsunuz?’ demedi. Bunun sebebi şudur: Çünkü Hak Teâlâ bu kelâmında meninin hâssaten bizâtihi kendisinin îcâdmı ve (zerreler, sûretler ve şayân-ı hayret şekiller vücûda getiren) musavvir ismini ki kendisindeki sûretin gerek kendi cinsinden ve gerek gayrisinden dilediği her hangi bir sûret ve şekli açıp izhar etmeğe bunu (teveccüh ve azim) ettiğini murad etmiştir. Bu husus; 11 fjjLa [g\
/Allah seni dilediği her hangi bir sûrette terkip ve îcâd etti’  âyetinde beyân edilmiştir ki, ‘dilediği’ demek, ‘musavvir isminin dilediği’ demektir.
225. bâbında; Hak Teâlâ’mn İbrahim (a.s.)’den hikâye eden: ‘ jJj qLalaj j JL (Jlİ (j-ajj jl (Jlâ (_5jkj ı—iH ^jî Ljj /İbrahim; 6Ya Rabbi! Ölüyü nasıl dirilteceğini bana göster,’ dedi. Allah da; ‘İnanmadın mı yoksa?’ dedi. İbrahim, ‘Hayır inandım. Fakat kalbimin mutmain olması (gönlümün yatışması) için istiyorum,’ cevabını verdi,’  âyetleri hakkında şu izahta bulunmuştur:
‘Hz. İbrahim bu cevabı ile: (Hiç şüphesiz inandım ama, yaratmakta olduğu gibi dirilmekte de türlü yönler vardır. Öyle yaratış vardır ki, Ya Rabbi sen onu (-‘L£ /kün/ol’ emrinle meydana getirdin. Öylesi vardır ki onu bir elin ile vücûda getirdin. Yine öylesi vardır ki iki elinle îcâd eyledin. Yaratılmışlardan bir kısmını ibdâ’, bir kısmını da bir yaratışla halk eyledin. İşte ben bu dileğimle diriltme keyfiyetinin nasıl olacağını bilmek istedim. Eğer ölüyü diriltme işi bir tarzda ise, bu bir tarz bu kadar çeşitli işlerden ve nevilerden hangisidir. Bunları bana (gösterirsen) gönlüm rahat edecek. Gözlerimle de göreceğim için merakım büsbütün gidecek ve bize (inanmakla) emrettiğin bir şey hakkmdaki bilgim de artacak’ demek istemiştir,’ diyor ve devam ediyor:
“Bunun üzerine Hak Sübhânehû, İbrahim (a.s.)’i dört tabiatın (dört unsurun) misali olan dört kuşun (diriltme) keyfiyetine dikkat etmesini emreyledi.
Bununla da âhiretin varlığının tıpkı (tabiat âleminden) olacağını iş’âr ve işâret etmiştir. Yani tabiî maddelerden (tabiat âleminin zerrelerinden) meydana getirilmiş olan cisimlerin haşr olunacağı (toplanıp dirilecekleri) gösterilmiştir.
(Haşrin rûhânî veya cismânî olacağına dâir ulemâ arasında münâkaşalar olmuş ve olmaktadır). Çünkü (cisimler haşrolunmaz. Haşir/tekrar dirilme ve toplanma) ancak ölüm sebebiyle (cesetlerinden ayrılmış olan) ruhların dünyadaki tabiî şekillerden mücerred olarak mahşer yerinde toplanmalarıdır,’ diyenler vardır. 
İşte Hak Teâlâ, işin onların zan ve iddia ettikleri gibi olmadığını (bilakis kuşların tabiî madde ve cisimlerini ele almak ve biri birine karıştırmakla aynı zamanda vücutlarını teşkil eden maddelerin birbirlerini süratle ve hiç şaşmadan gelip gitmeğe) haşrın ruh ve cesetle olacağını Hz. İbrahim’e haber vermiştir. Ve ona (istediği işin maddî safhasında) yapabileceği bir iş havale ederek tabiatlar (vücûdu teşkil eden tabiî maddeler) Allah’ın yanında mâlûm, meşhûd ve birbirinden farklı olmasaydı (o kuşların bir arada döğülmek sûretiyle yekdiğerine karışmış olan beden parçalarından her bir zerrenin uçuşup koşuşarak eski kuşun bedenini evvelki gibi teşkil etmek üzere bulundukları yerden) ayrılamayacaklarını bildirmek istemiştir. Bu itibarla Hak Teâlâ Hazretleri tabiat âlemini, ilminde mevcut ve meşhûd ve onlarda tasarrufu nâfiz olan maddelerden vücûda getirmiş, o maddeleri yek diğeriyle birleştirmiş ve onlardan husûle gelen husûsî şekillere göre (ayrı ayrı milyarlar kere milyarlar had ve hesaba gelmeyen) cisimler meydana gelmiştir.
Hz. İbrahim’e havale eylediği dört kuş ile de tabiî ve unsurî cisimlerin îcâdmda Zât-ı Bârîsi’nin yaptığı işin varlığım (emir ve nüfuzunu) beyân eylemiştir.
Şurasım işâret edeyim ki, saâdet ehlinin cisimleri tabiî, cehennem halkının cisimleri de unsurîdir. Bu sebepten unsurî olanlara gök kapıları açılmaz. Zira onlara yüksek kapılar açılsaydı (bulundukları feza sınırlarım geçerler) unsurluktan çıkarlar, bizim âlemimizden başka bir âleme giderlerdi. İyi anla! Allah sana hidâyet versin.”
231. bâbmda diyor ki: ‘Bir kul için mekrin en büyüğü, kendisine amel isteyen bir ilim verilip de onunla amel (ondan istifâde) etmesi, yahut o ilimle amel edip de ihlâstan mahrum olmasıdır.
Ey kardeş! Eğer sen bu hâli kendinde görür veya başkasından işitirsen iyi bil ki bu fenâ hâllerle sıfatlanan kimse mekre, hile ve düzene uğratılmıştır.’
234. bâbmda: ‘Üzerinde tenbîhi lâzım gelen büyük nüktelerden azâb ve ukûbeti va’d olunan şeyleri yapmasıdır. Meğer ki bunlardan birini yapınca hemen akabinde kalben pişmanlık duymasıdır. Resûl-i Kibriya Efendimiz: ‘Nedâmet tevbedir,’ dedi. Tevbe de, nedâmet ile ayakta durabilir. Yaptığına nâdim olan, tevbe eden demektir. Hak Teâlâ o nedâmetini kabul ederse ondan cezâ düşer. Zira bir mü’min için gerek olan; emre muhâlefeti kerih görmek, muhâlefet yapması hâlinde bu nufalefete asla razı olmamaktır. Çünkü mü’min, emre muhâlefeti kerih, çirkin görür. Onun mâsiyet, günah olduğuna inanır. Böyle bir hâle düşünce nâdim ve pişman olur. Mü’min güzel ve iyi amellidir. Bir de o muhalefeti ile kötü amel sahibi bir kimse olmasındandır. Bu itibarla o güzel ve çirkin amelleri birbirine katıştıran kimselerden olmuş olur. Bu gibilere Allah’ın tevbe nasîp etmesi veya vukûu gerek (neticesi tevbeye götüren) bir sebep ihsân etmesi me’mûldür.
Hâsılı; Muhâlefete düşen bir kimse üç bakımdan iyi amelli, bir bakıma da yukarıda geçtiği gibi kötü hallidir.
‘ijj IjaS (JIaLs ISAJ c>j ijj Ijlk JüS, /Her kim zerre
miktan hayır yaparsa onu görecektir. Her kim de zerre mikdarı şer işlerse onu görecektir’  âyetleri hakkında şu mütâlaa da bulunmuştur:
‘Hak Teâlâ bu âyette şer işleyeni cezâlandıracağım beyân etmemiştir. Ama herkes yaptığı her hayır ve şerrin karşılığını elbet görecektir. Eğer (herhangi) şer yapan kimse affa mazhar olursa herhalde o yaptığı, topladığının fazlasını (affedilen o fenâlığa karşılık ayrıca sevaba nâil kılmak sûretiyle) kendisine Allah’ın verceği nimetin büyüğünü görecektir.
Kerem sahibi olan bir zât birisine ceza vereceğini haber verince (bakarsın ki) o vaadinden geçmiş (ve onu) affeylemiştir. Allah Teâlâ ise, bu lutfu kerem afv ve ihsân sıfatına kullarından kerîm olanlardan çok ziyâde lâyıktır.’ Hz. Şeyh, bu konuyu uzatmıştır. Allah daha iyi bilir.
235. bâbmda: ‘Kalp hastalıklarını bilen kâmil bir mürşidin (irşade memur olgun bir zâtın) emir ve işâreti olmadan müridlerden birinin (bir mecliste) vecd halleri göstermesi câiz değildir,’ demiş ve;
236. bâbmda bu konuya dâir şunları yazmıştır:
‘Ehlullah’m simâ’  hakkında koymuş oldukları şartlardan birisi (simâ’ meclisindekilerin) bir kişinin kalbi üzerine bulunması (hepsinin kalbi bir nokta üzerinde toplanması  bu cins ve karekterde olmayanların veya kendi tariklerine inanmamış olanların simâ’ meclisinde bulunmamasıdır. Zira bu gibilerin huzûru onların (gönül birliğini) teşviş eder.
240. bâbmda: ‘Peygamberlerin istiğfâr etmeleri (af dilemeleri) bizim günahlarımız gibi hakîkaten bir günahtan dolayı değildir,’ diyor ve şöyle izah ediyor:
‘Peygamberlerin affedilmesi diledikleri günahlar, bizim aklımızdan kestiremediğimiz (inceliğinden dolayı idrak edemediğimiz) işlerdendir. Çünkü onların makamından bizim zevk ve nasibimiz yoktur. Binâenaleyh onların günahım bizim günah diye anladığımız ve aklımıza koyduğumuz şeylere hamletmemiz doğru olmaz.’
Ben de (Şeyh’in bu kelâmına şunları ekleyerek) diyorum ki:
‘Hak Teâlâ’mn ‘L>=^ ^ ^ ji/Allah ümmetinin
önce yapılan ve sona kalmış olan suçlarını sana bağışlasın diye (Allah evvelki ve sonraki günahını) Allah (sana o feth-i mübini) evvelki ve sonraki birkaç günahı yarlığamak için açtı,’  kelâmında geçen günahı tesis ettiği şerîatinin onun şerîati olmak bakımından Resûl-u Kerimine nisbet etmiş olduğuna hamletmek doğru olur. Zira o günahı Rasûlüne vahyetmemiş olsaydı o şey günah olmazdı. Bu itibarla ümmetinin bütün günahlarım Peygamber’ bu takdirle onun kurduğu şerîate nisbet ve isnâd olunur. Allah’ın her peygambere ait zikretmiş olduğu günahlar da bunun gibidir. Hakikaten ‘^jj ^ ls-^j /Âdem Rabbine âsî oldu’  âyetinin tefsirinde) tefsircilerin bir çoğu; ‘Âdem âsî olmadı. İsyan eden onun (o zaman) belindeki zürriyetidir ve yapılacak) günahlarını yarlığamak için söz konusu ayette zikredilen günah ve yarlığamak ile herhalde Efendimiz, memnun ve tatmin eylemek murad olunmuştur. Hakikaten Hak Teâlâ Hazretleri şerîati kendisine ulaşan ümmetinin bütün günahlarını her halde yarlıgamış ve yarlıgayacaktır. İsterse bu Mâiz  hakkında olduğu gibi şu dünyada mahkemeler tarafından hüküm ve infaz edilmiş günahlar olsun. O halde her mii’mine gerek olan büyüklere mahsûs cevapları intihâl (öğrenip bellemek ve bilmek)tir. Bu da Azız Celîl olan Allah’ın sevdiklerinden ve bize onları sevdirmiş olmasındandır.
(Bunu iyi anla İd!) Allah dilerse kendisinin huzûruna arzedilecek inancımız budur.
248. bâbmda şöyle diyor: ‘Allah yolunu arayana gerek olan, eğer âilesi ve şeyhi yoksa, dünyalığı elinden atmak ve eğer kâmil bir mürşidin terbiyesi altında ise, onları getirip şeyhin önüne koymak, bu sûretle dünya varlıklarından tamamı ile içli dışlı olarak çıkıp kendisinde hiçbir (malî ve nefsânî) varlık bırakmamaktır. Elinde ve idaresinde bulundurduğu dünyalığı çıkarıp atmakla ferahlayacağı bir hâli beklememesi, bilakis onlara karşı gönlünde muhabbet ve alâka var iken atması uygundur.
Bizim de elimizdeki dünya malından kurtulup (yokluğa) çıkışımız böyle bir şeyhimiz olmadığı zamandaydı. Çıkarıp attığım o malların ne olduklarını bu güne kadar hiç sormadım.
Şeyh-i Ekber, bu konu üzerinde istidlallerde bulunmuş ve bahsi iyice uzatmıştır.
251. bâbmda: s-0 Jaj /Ya Rabbi, bilgimi arttır, de!’  âyeti
hakkında şu izahta bulunmuştur:
‘Bil ki, bir şeyin ziyâde olmasını isteyen elde ettiği ziyâdelik ile ona doymaz. Bunun içindir ki, Hak Teâlâ belli bir zamana kadar ilim talep etmekliğimizi bize emir ve bu hususta bir sınır tâyin buyurmamıştır.  Bilakis ziyâdeyi istemek, dünya ve âhirete ait ihsan talep etmek hususundaki kelâmım geniş mânâda kullanmış, (bize nihâyetsiz serbestlik vermiş)tir.
Bu itibarladır ki, ilim arayan (bilgisini arttırdıkça) dâima susuzdur. Asla kanmaz.  Çünkü ilme (daha bir şey öğrenmeye) istidat (ve ihtiras) verir. (îlme doyulur) diyen, bunu ancak daimî istimrârlı bir şekilde (durmadan, aralık verilmeden her an) yaratılmakta olan (yeni yeni) şeyleri bilmediğinden söylemiştir. Kimin ki nefsine (ruh ve bedeninin yapılışına çalışma, değişme, eskime ve yenilenmesinp aklî, nakli ve tecrübî çeşitli ilimlerden esaslı) bilgisi yoksa onun Rabbi (isim ve sıfatlarının gerek şahsında ve gerekse dünya ve kâinattaki ef âl ve tecellîleri) hakkında da doğru ve sağlam bir ilmi yoktur. 
Hak Teâlâ bizim içimizde, dışımızda (ve kâinatta) hiç durmadan ve mütemâdiyeıı ve nâmütenâhî yaratan (ve her an yeni ve başka şeyler) yaratmakta olan bir hallalc olunca ilimlere (yeni şeyler öğrenmeye, keşif ve ihtirâlara) da nihayet olmaz.
Şeyh bu bahiste daha bir şeyler yazmıştır.
262. bâbmda diyor ki; şerîate hakikat de denilir. Çünkü hepsi ve tamamıyla haldır. Şerîatle hükmeden Hakk ve Allah’tan bir hidâyet üzeredir.
Hüküm bâtıl da olsa böyledir. Bâtıl hükme giden de Hakk üzeredir. Ama bu Hakk, Allah yanında ve o Hakimin hükmettiği gibi mi veya nefsülemirde olduğu gibi midir? Burası sözlüdür. (Bilginler bu meselede iki parça olmuştur). Her görüşün de taraftarı vardır. Mesele delillerinin seyrine, ve reylerin tahkikine ihtiyaç göstermektir. Çünkü şeri cezaların tatbikini gerektiren bir ihbâr ve muhâkemede Hak Teâlâ, namuslu kadınlara iffetsizlik isnad eden muhbirler hakkında: ‘ ijjfc jU ili elimli AJİC.
JjjjjlSîi ’pk 411 /Dört şâhid getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şâhid getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır’  demekle cezâyı kadından kaldırıp iftiracılara tevcih ettirmiştir.
Yine aynı konuya dahil başka ve husûsî bir kaziyye de  muhbirler iddiasında yalancı idiler. Hak Teâlâ onlar içinde (onlar hükümde karar verildiği gibi) dört şâhid getirselerdi ya! Madem ki dört şâhid getirmediler onlar evet onlar hiç şüphesiz yalancıdırlar) büyümüştür. Yukarıdaki âyette geçen /Onlar’ zamiri ile bu özel kıssayı mı işâret etmiştir. Yoksa bu husustaki umûmî hükmü mü murad etmiştir. Eğer o iftiracı dayak cezâsma uğratılırsa (o cezâ ona) evli bir kadına iffetsizlik isnad etmesinden ve dört şahid getirmemiş olmasındandır. Bâzen de şâhidler haddizâtmda yalan şahidi olur ve onların yalan şâhidliği ile suçsuz bir kimsenin aleyhine hüküm (ve hattâ ölüm cezâsı) verilir. Adamcağız haksız yere öldürülür. Böyleleri için âhirette tam ecir vardır. Hüküm dünyada aleyhine sabit olmakla ve kendisi suçlu sayılmakla beraber onun için âhirette tam ecir, yalan şâhidleri ile iftiracıya da (her ne kadar Hak, dünyada onun isnad ve şâhidlerin yalanı ile hüküm olunsa da) âhirette büyük cezâ ve ukûbet vardır.
îşte Resûl-i Ekrem’in (bir hadisi): ‘Ben de sizin gibi bir beşerim. Siz de dâvâlarmızı bana açıyor, huzûrumda murâfaa ve muhâkeme olunuyorsunuz. (Olur ya ben de) biriniz diğerinden daha güzel ve düzgün konuşur dâvâsmı iyi müdafaa ve hüccetlerini isbat etmekte ötekinden üstün olur da bu yüzden onu haklı ve ötekini haksız görürüm. (Ve ona göre hüküm veririm). Bu hükümle haksız olana, haklı kardeşinin bir hakkını vermiş olabilirim. (Böyle bir hâl ve durumla vermiş olduğum hükme dayanarak) sakın ha ondan bir şey almasın. Çünkü ben (o hükümle) ona kardeşinden bir hak değil ancak cehennemden bir parça ayırmış olurum. (Onun aldığı, ancak kendisi için muhakkak cehennemden bir parçadır).’
îşte Resûl-i Ekrem, o kabil sebeplerle verdiği hükümde dâvâcıdan birinin hakkını diğer tarafa hükmetmiş (isâbetsiz hükmüyle) âhirette cezâsım çekmek kaydıyla diğer tarafın hakkını, haksız olana bir hak sağlamış olduğunu beyân etmiştir. Nitekim bir insan yaptığı gıybet ve koğuculuktan haddizâtmda doğru da olsalar (gıyabında yaptığından dolayı) âhirette cezâ görecektir. Çünkü her doğru söz ve hareket, şerîat nazarında onu saâdete yaklaştırmaz.’
Şeyh-i Ekber, bu konuda uzun izahta bulunmuştur.
263. bâbmda: ‘Bizâtihi şerîat aynı hakikattir. Şerîatin kendisi hakikatin kendisidir. Zira haktır. Her hak da bir hakikattir. Şerîatin hakkı onun gözle görülen ve toptan şüpheye yer bırakmayan duygu organlarımızla varlığı hissolunabilen dereceye gelmiş olan hakîkati ve aynıyla mevcut olan vücûdudur. Zira hakîkat hakkı arar, ve hakka muhâlefet etmez. Bu meselede şerîate muhâlif olan bir hakîkat asla yoktur. Zira şerîat hakikatler kümesidir. Lâkin hakikatlere muttali olabilmek, herkesin tanımadığı (ulaşabilmesi güç en büyük maksat olduğu için insanlar aralarını (şerîat-hakîkat diye sözle) ayırmıştır,’ diyor.
Bir iyice düşünülsün. Ona göre yazılsın ki, bu noktada Allah sana doğru yolu ilhâm edecektir.
264. bâbmda: g-li&t ^ILûUI US& Ül /Hiç şüphe yok ki biz insanı (türlü yönlerden) imtihan etmek için (çeşitli maddelerin bulunduğu) bileşik bir sudan yarattık’  İlâhî kelâmı hakkında şunları yazmıştır:
‘Bil ki ademoğulları doğumundan cennete girinceye kadar zaman zaman ard arda bir takım belâ, şiddet, cezâ, mihnet ve elemlere dûçâr olacaktır. Onun dünyada ilk elemi doğduğu andaki feryadı ile başlar. Çünkü o anasımn rahminden, sıcak yatağından ayrılınca hava onu döğer (ciğerlerine giren havadan) hissettiği soğuğun elemi ile ağlar. Eğer yaşamaz ölürse (o bu kadarcık da olsa) belâdan bir nasîp almıştır. Eğer yaşarsa dünya hayatında elbette, çeşitli acı ve sıkıntılar çekecektir. Çünkü her canlı (İlâhî kanun, yaratma ve yaşatma nizamı gereğince) bu tabiat ve istidatta yaratılmıştır. Berzah âlemine (kabre) girince orada da eleme maruzdur. Bunun en hafin münker ve nekirin sorusudur. Tekrar dirildiği zaman da kendisi ve başkası hakkında (nice korku ve endişe çekecektir. Nihâyet cennete varınca her türlü elemlerin hükmü artık ondan kalkacak ve ebedler ebedi nimetler içinde yaşayacaktır.
268. bâbmda: /Habibim sana ruhtan soruyorlar’  (İsra 85) İlâhî kelâmında şu açıklamada bulunuyor:
‘(Bu somdan maksatları) ruhun nereden geldiğidir. (Hak Teâlâ da;) ‘Ruh, Rabbimin emrindendir de!’  şeklinde cevap vermesini emir buyurmuştur. Yoksa bazılarının anladığı gibi ruhun mahiyetinden değildir. Zira onlar; ^ /Ruh nedir?’ dememişlerdir. Gerçi sorunun buna da
ihtimali vardır. Fakat bizim fikrimizi Kur’ân’da gelen (soruya muvâfık düşen) cevabın şekli kuvvetlendiriyor. Sorularının cevabında; ‘Ruh Rabbimin bir emridir,’ denmemiştir. ‘Rabbimin emrindendir,’ denilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ, Hz. îsâ hakkında ‘tiJ^ o* /İşte
bunun gibi sana da emrimizden bir ruh vahyeyledik’  demiştir.®
Şeyh-i Ekber, bu konuda tafsîlâta girişmiştir. Düşünülsün, yazılsın.
269. bâbmda: ‘û_A^ ^ P ^ /Hayır, hayır öyle değil. İyiden iyiye bir bilseydiniz yakîn ilmini bir bilseydiniz’  âyetinde geçen ilm-i yakîni izah ediyor ve yakîn ilmi diyor, şüphe ve müdâhele kabul etmeyen kat’î delilin verdiği bilgidir. Aynel-yakîn de keşf ve müşâhedenin verdiği (beş duyumuzla elde edilen müsbet) bilgidir.
îçine şüphe girmeyen, deliline itiraz ve müdahele kabul etmeyen ilm-i yakîne misal; bizim Mekke adlı bir şehirde Kâbe denilen bir Tanrı evi olduğunu zengin olanlar, her sene hac maksadı ile Mekke’ye gidip o binanın etrafını dolaşmakta olduklarını bilmemizdir. Bir zaman oraya bizzat girip Beyt-i Şerif, Tanrı evi müşâhede olunursa, işte bu (görmekle biliş) ayne’l- yakîndir İd, onun Tanrı evi hakkmdaki bilgisi onu bizzat gözleri ile görmeden önce bulunmayan bir zevk-i mânevî husûle gelmiş ve sonra Hak
Teâlâ onun gönül gözünü açar da dünya üzerindeki binlerce câmi/Tann evi içinde yalnız o binaya mahza Allah’a izafetle ^ /Tanrı evi’ denilmesinin sebep ve hikmetini, delil, nazar ve ictihad ile değil de sırf Allah’ın ona yapacağı bir keşif ve ilhâm ile anlarsa işte bu (gönülden doluş) Hakka’l- yakîndir ki, Allah’tan gelen bu bilgi onun ruhunda sarsılmaz bir kanaat olarak kökleşmiş (ve tarifi mümkün olmayan derin bir zevk hâsıl etmiş)tir. Muhakkak ki her Hakk’m (hakikatin kalpte böyle) bir kararı ve tutunuşu vardır ki (bu derece esaslı ve zevkli bir bilgi) her ilm-i yakîn ve ayne’l- yakînde bulunmaz.
İşte o binaya (Beytullah) diye Allah’a izâfeti bu sebeple sahih olmuştur. Eğer ilm-i yakîn, ayne’l-yakîn ve Hakka’l-yakîn bizâtihi yakının kendisi olsaydı yakînin ilme, ayne, Hakka izafeti sahih olmazdı.
Mâlûmdur ki izâfet, muzaf ile muzaf ileyh (biri diğerine dayandırılan) iki şey arasında olur. Hattâ varlığı tesbit edinceye kadar ikiden fazlayı da ister.’
Şeyh-i Ekber, bu mertebelerin farkını özden böyle anlatmıştır. Düşünülsün! Çok nefistir.
271. bâbmda; ‘Cp'J* ıP^1 /Boşamak iki keredir’311 İlâhî kelâmı hakkında bil ki diyor. Şeriat kurucusu âile boşamayı çirkin saymış ve (helâl olanlar içinde Allah’ın en çok hoşlanmadığı boşamadır) demiştir. Bunun hikmeti iki eşin birbiriyle ülfet, dirlik, düzenlik etmesi, topluluk nizamının muhafazasıdır. Bir de Hak Teâlâ, eşlerin birbirinden ve biribirine ülfet ve ünsiyet etmiş olan her şirket ve topluluğun (sebebi çoğu insanlara gizli bulunan bir hakikatten dolayı bâzen) ayrılmalarının lâzım ve zarûrî olacağım bildiği için boşama, boşanma ve ayrılmayı kollayana bir rahmet olmak üzere meşrû kılmıştır. Çünkü o zarûrî hallerde ayrılmak onlar için hayırlı ve kazançlı olacak, beğenilecek, hareketleri doğru ve isâbetli görülecek, ayıplanıp kötülenmeyecekler, ancak şeytanları ve düşmanlarını üzecektir. Onların arzu etmedikleri ve devamını istedikleri hâlin aksine bir netice olacaktır. Zira onlar bu hususta İlâhî izin ve müsâade ile hareket etmişlerdir.
Ancak talak helâl ve müsâdeli olduğu halde Allah’ın hoşuna gitmez. (Allah’ın en fazla buğzettiği helâl, kadın boşamaktır). Zira boşamak yokluğa dönüştür. Öyle ya evvelce tabiatların birbirini almasıyla, birbirine ısınmasıyla bir birlik ve bileşim vücûda gelmişti. Ülfet ve itilafın kalkmasıyla o varlık ve birlik ortadan kalktı, yok oldu. İşte bu fenâ koku
sebebiyle karı-koca arasında vukûa gelen ayrılık fenâ ve çirkin oldu. Zira bir birlik bozulmuştur.
272. bâbında: Mil > LJ* /O Allah birdir de!’  âyeti hakkında diyor
ki:
‘Hak Teâlâ bu kelâmında bir mânâsında kullanılan ‘vâhid’ yerine ‘ehad’ demiştir. Çünkü (ehad) birliğinde eşi ortağı olmayan bir mânâsmdadır. ‘Vâhid’de bu mânâ bulunmayabilir. Biz Kur’ân’da (baştan sona tetkik sûretiyle) vâhid kelimesini ehad kelimesindeki gibi kendisinden başkasına ıtlak edip etmediğine baktık. Fakat vâhidi ehad gibi geniş mânâda kullandığını bulmadım. Hala bu mânâya geldiğine tam mânâsıyla inanmış değilim. Böyle olunca vâhid kelimesi, ehad kelimesinden ayrı ve husûsî bir mânâ taşır. Ve bu kelime ehad ve ehadiyet gibi sıfat olmayıp Allah’ın zâtına özel bir isim olur. Zira sıfat bir iştirak mahallidir. (Sıfatlar kendileri ile beraber başkasının hâlini de bildirir. Başka bir deyimle sıfat mevsufu ile mânâ ifâde eder). Bu itibarladır ki (ehad) kelimesi Kur’ân’da Allah’tan gayri olan her şeye ıtlak olunmuştur. Meselâ: Uj /Rabbine
kavuşmayı uman, iyi işler yapsın ve ona kulluğunda hiç kimseyi eş tutumasm. Rabbine ibâdetinde hiçbir şeyi ortak yapmasın’  buyurulmuştur. Her ne kadar mezhebimiz ehad ve ehadiyeti yalnız Allah’a tahsîs etmek ve yarattıklarını hariç tutmak ise de, (Kur’ân’daki kullanılış anlattığım gibidir).’ Hz. Şeyh, bu bâbta ve bu konuda uzun söz etmiştir.
274. bâbında: fi /Sonra bir ecel takdir etti’  ilâhî kelâmı
hakkında diyor ki:
‘Bu ecel, ölümü kabul eden her canlının ömrünün nihâyetidir. (Ecel-i müsemma)da, ilk hayatında, yani dünyada ölümü kabul etmiş olan herkesin ikinci hayatının vaktidir ki yeniden dirilme ile tabir olunur. Bunun içindir ki Hak Teâlâ’mn; ‘öfi /Sonra şüphe ediyorsunuz’  ilâhî kelâmı; ‘Bir de durup tekrar dirilmek hakkında şüphe ediyorsunuz,’ demektir. Çünkü onlar öleceklerine şüphe etmezler. Zira onlar ölümü her canlıda müşâhede etmektedirler. Şüphe ancak dirilmede olur. Zikrolunan ecel-i müsemmâdır.
Hak Teâlâ ölüm ecelini, müsemmâ eceli yapmamıştır.  Çünkü birinci sur üfürüldüğü zaman göklerde ve yerde bulunan herkes (her canlı)  yıldırım çarpmışa dönecek bayılıp düşecektir. Ancak Allah’ın dilediği kimselere tesir etmeyecektir. (Aynı ile bir âyetin  ifâdesi olan bu beyândan anlaşıldığına göre) Hak Teâlâ (canlılardan) bir zümreyi (sûrun tesirinden) hariç tutmuştur.
Onlar bayılıp düşmeyeceklerdir. Bu itibarla da ölmeyeceklerdir.’  Şeyh-i Ekber bu konuda fazla izahta bulunmuştur.
276. bâbmda: ‘ f&lj* <> IjîSV üjjî
Lİ'a..') (j-a j /Tevrat’ın, Incil’in ve Rablerinden indirilen kitabın hükümlerini tutsalardı tepelerinden, ayakSarmm altlarından nimetlere nail olurlar, onları yerlerdi. Onlar Tevrat ve İncil ile Rableri tarafından kendilerine indirilen şâir kitaplara îmân ve gereğince amel etselerdi göklerin ve yerin bereketlerine, yani rızık genişliğine nâil olurlardı. Eğer onlar Tevrat’ı ve Incil’i ve Rablerinden kendilerine' indirilmiş olanları ikâme etselerdi, ortaya koysalardı, meydana çıkarsalardı) başlarından ve ayaklarının altından yerlerdi’  meâlinde olan İlâhî kelâmdaki Tevrat’ı ve arkasında zikredilenleri ikâme eden maksat onları (kendi arzularına göre) te’vîl ve tefsir etmektir,’ diyor ve izah ediyor:
‘Her kim Allah’ın murad (ve açıkça beyân) ettiği kelâmını te’vîl ederse muhakkak ki onu ayakta iken oturtmuştur (yürürlükten kaldırılmıştır). Her kinı de onu te’vîlden ve kendi düşüncesiyle onun hüküm ve mânâsında bir işlem yapılmaktan tenzîh ederse hiç şüphesiz onu ayakta (yürürlükte) tutmuş demektir. Zira fikir herkesin hakkında galattan (yanlış ve hataya düşmekten) masum değildir.
‘Başlarından yerlerdi’den maksat vehbî ilimdir. Ayaklarının altından yemelerinden maksat da kazanılmış bilgidir.’ Şeyh bu meselede uzun söz etmiştir.
281. bâbmda; ‘İkindi namazını geçiren sanki ehlini ve malını vitretmiş yani ehlini, malını kaybetmiştir,’ hadisini izah ile bil ki diyor: ‘Resûl-i Ekrem’in bu teşbihi namazlar içinde ikindiye tahsîs etmesinin sebebi, diğer namazların vakitlerinin belli ve sınırlı olup ancak ikindi namazı vaktinin öğle ve akşam namazı vakitlerine yakın olmakla beraber belirli ve sınırlı olmamasıdır. Çünkü akşam namazı güneşin batmasıyla sınırlıdır. Güneşin batışı da muhakkak ve mahsûstur. Yatsı vakti sınırlıdır. İlk vakti gurupta kırmızılığın gâip olmasıyla başlar. Bu da muhakkak ve müşâhede olunabilir. Yani bu meselede sözlü sayılan şafak/kırmızılığm gâib olması görülebilir.
Sabah namazı sınırlıdır. İlk vakti müstatîl ufukta yayılan beyazlık ile başlar. Bu da muhakkak ve görülebilir. Öğle namazı da güneşin zevâli ile sınırlıdır. Gölge ile tâyin olunur. Gölge ise, zâhirdir. Muhakkak ve müşâhede edilebilir. Halbuki ikindi namazının vaktinde bu sınırlar gibisi gelmemiştir. O bu gibi kat’î ve muhakkak sınırlardan yoksundur. Zira Resûl-i Ekrem Efendimiz ikindiyi güneşin yüksekte (ziyâsmm parlak) ve keskin olduğu zamanda kılmıştır. Bu sınır, diğer namazların (ilk vakitlerinin) ki gibi zâhir değildir. Ama bir şahsın gölgesinin uzunluğunu zevâlin gölgesinin gayrisi kılması işine gelince bu her zaman öyle değildir. Bu yüzden ona diğer kardeşleri gibi bir sımr tahakkuk etmemiştir.
Resül-i Ekrem’in ikindi namazına tâzim göstermesi, onun ile Hak Teâlâ’nın sıfatları arasında (hudûd ve sınırın olmaması bakımından bir münâsebet mevcut olmasındandır.
Şeyh, burada şu beyti yazmıştır:
l ui\İM 1 a / LûjoUİ AAİLÛ IjJ / " \x«saxJİ
» ••• • VJ *• ç »*« w LJ ••
‘İkindi namazının (namazlar içinde) benzeri yoktur. Zira onda (vaktinde) Habîb/(Allah) ile birleşme dizisi vardır.’
Şeyh sözüne devam ediyor. Çünkü diyor: ‘Asır, hakikatte istenilen şeyi çıkarmak için bir şeyi diğer şeye ilâve etmek, katmaktır.  İkindi namazında da türlü yönlerden rubûbiyet şâibesi ânz olmayan ubûdiyette serbest bir kulun zâtî (hakikatini, ruhun) Cenâb-ı Hakk’m ve mutlakm rahim, gaffar ve benzerleri gibi isimleri yönünden asla ubûdiyet şâibesi dokunmayan zâtına zam olunmuştur. Böylece iki zât karşılaştı mı, aralarından sıyrılıp çıkanla, her zât için kendisine lâyık olan bir vasıfla aynı kemal olur. İşte bu aranılan şey de asırda (ikindi namazında) vardır. Ben de (bu izahımla) sana kemal (olgunluk) derecesine ait bir fikir vermiş oldum.’
Şeyhin bu kelâmı nefistir.
Şeyh-i Ekber aynı bâbta şunları da yazmıştır: ‘Hasta bir kulun (mü’min) kardeşine kendi öz kardeşinden bir hususta yardım istediği gibi 
hastalığından şikâyet etmesinde (dînî) bir vebâl yoldur. İnsan (kendi derdiyle) tek başına kalırsa o sıkıntı onda büyür. (Ona büyük ızdırap verir). Derdini paylaşacak birisini bulunca uzvî ağrılar ve sancılar da olsa elemi hafifler. (Mânen ve maddeten) istirahat bulur.’
282. bâbmda: ^ ^ Ijjj ûliukti IfSla <jlS ^ j\ /O
(mânen) ölü bir halde değilmiydi de biz onu (rûhen) dirilttik. Ona halk içinde yürütecek nûr verdik.... Ölü iken diriltip insanların arasında yol alması için kendisine bir ışık verdiğimiz kimse karanlıklara dalmış olan ve bir türlü de çıkamayan kimseye benzer mi hiç!’322 İlâhî kelâmı hakkında şu izahta bulunuyor:
“Bil ki, canlara ölüm ancak onların sağlığında gelir. Zira ölüm, sadece canlıları bulur. Ayrılık kavuşmadan, birleşmeden sonra bâkî olur. Canın (nefsin, kişinin) bilgiden sonraki ölümü hakkında hüküm de böyledir, denilirse ki; Allah’ı bilmek ki canların hayatıdır, sonradan olan bir şeydir. Cehâlet ise -zâten- nefislerde ilimin (bilginin) varlığından önce vardır, sâbittir; nasıl olur da câhil ölüm ve ondan önce hayat bulduğu bilginin öncesiyle vasıflandırılabilir? Deriz ki; Allah’ı bilmek, Allah’ın nefisleri şâhid tuttuğunda (Elestü bezminde) aldığı mîsakta nefislere, öncelikler verilmişti. Nefisler dünyada tabiattaki bedenleriyle ma’mûr olduğunda (cisimlere girdiğinde) Allah’ın birliğini bilmeleri onlardan uzaklaştı. Ondan nefisler Allah’ın birliğine câhil olarak ölü halde kaldılar. Bundan sonra Allah bazı nefisleri tevhîdiyle diriltti ve hepsini de Allah’ın varlığını bilmekle diriltti. (Bazıları Allah’ın birliğini, hepsi ise Allah’ın varlığını bilmek üzere diriltildi, yaratıldı.) Zira, Allah’ın varlığını bilmek akim zarureti, ihtiyacıdır. Bunun için onu -aklı- ölü diye adlandırdık. Ona ilmi geri verilirse, onunla dirilir. Aynen, âhirette ba’s gününde ruhların bedenlere döneceği gibi.
Sözü olan; karanlıklarda olanın misali demekten murad, insanların içinde kendisini yürüten nûrun karşısında olduğunu (ifâde ediyor). Zira nûr, hayatın ta kendisidir. Hayat da Allah’ın varlığını ikrar, nûr ise Allah’ın birliğine delildir. Ölüm, Allah’ın varlığını, zulumât (karanlıklar) ise, Allah’ın birliğini bilmemektir. Bu sebeple Yüce Allah, söz alırken (Elestü’de) Allah’ın birliğini değil, Onun varlığını ikrar etmeyi zikretti, tevhîde (birliğine) değinmedi ve: îj&S /Ben sizin Rabbiniz değil miyim; Evet dediler”  deyip hükümranlık demek olan Rubûbiyetini ikrar ettiler.Bu hususta sözü uzatmıştır.
Jujj ^ jSlSSil £0 /Sizi eğlence (çokluk), (Hak’tan) alıkoydu. Kabirleri ziyaret edinceye kadar”  yüce âyetinde şunları söyledi:
‘Bilmelisin ki, kesreti şuhûd etmek kula nefsini câhil olmayı îcâb ettirir. Açarsak; ruh kendini ancak kemmi'yyet ve kesret (nicelik ve çokluk) yeri olan bu cisimle beraber düşünür. Kendisi bir olmakla beraber, lcat’iyyen kendisini şuhûd edemez. İnsaniyetini de ancak bu cisimler varlığıyla bilir, tanır. Zâtında tekliğini (ehadiyetini) hiçbir zaman düşünemez. Yalnız hakîkî ehadiyeti değil, cins ehadiy etini düşünür. Kazançla elde edilen, kendisinde bir olan fikrî delilin bilgisi olup, şuhûdi ve keşfi zevkin bilgisi değildir.’ Bu hususta sözü çok uzatmıştır.
Sonra dedi: ‘Ziyâret kelimesinin zûrdan alındığını bil. O, ‘meyletmek’ demektir. Kim bir kavmi ziyâret ederse o onlara gönlünce meyletmiştir. Eğer onları öç duygusuyla ziyâret etmiş ise, o onlara kalbî (mâneviyatıyla) meyletmiş demektir. Zûr şehâdeti demek, Hak’tan bâtıla meyletmek demektir.
Ölüleri ziyâret ise, ölüm sıfatını (onun yerini almayı arzulamaya) meyletmektir. Çünkü ölümün kendine hükmü olmayıp, ancak onda tasarruf edenin hükmündedir. Ölüden herhangi bir engelleme, karşı koyma, hamdetme, kötüleme ve itiraz düşünülemez. Aksine o, teslim alınmıştır. Kim bu makamın hakkını verirse -korursa- işte o riçâlullah’taıı (Allah’ın sevdiklerinden) dır. Dedi ki; işin özeti, onun (teklif, taalluk eden) efâli zâhiresiııde (dış yüzünde) bâtmasmda (iç yüzünde) diri olmasıdır. Ve her şeyde kendisine hükmolunana teslim olması, başına gelene (makziye) teslim olmamasıdır. En iyisini Allah bilir.’
283. bâbmda diyor ki: ‘Şeytan, peygamberlerin kalplerine muttalî ve haberdar olamaz. Ama, evliyâmn kalplerine olabilir. Görmez misin; şeytan masumiyet mesabesindeki (yerini) bildiğinde Resûlullah’m kalbine girip, namaz kılarken kıblesine hayâlı bir ateş şûlesi getirip, yüzüne atmış ve böyleee onunla (peygamberle) namazı arasına girmeyi arzu ettiğinden Allah’ın lanetine uğramıştır. (O, bu hareketiyle) namazda peygambere hayırlar geldiğini biliyor ve tabiatıyla onu kıskanıyordu. Peygamber bu durıımda bir adını geriledi ama namazını kesmedi ve olayı ashabına haber verdi.
Velîye gelince, onun kalbine şeytan ilkaatta (vesvese vermede) bulunur. Sonra da kişinin nefsinin kendisine ne yapacağına kulak verir ve onun durumunun karmakarışık olmasını arzular.’ Şeyh bu konuda sözü uzatmıştır.
284. bâbmda diyor ki: ‘Arif, meclisinde söz dinlemeyen anlayışsız biri varsa ince meseleleri konuşmasın. Eğer ehl-i tarîk olmayan birinin yanında (böyle) ince bir konu geçmişse, şöyle konuşması edeptendir. (Bu konuşulanlar) hâle ait sözlerdir, kâle değil. Yeryüzünün kazığa dediği gibi: ‘Beni niçin deliyorsun?’ Kazık da ona; ‘Beni çakana (vurana) sor,’ der.’
Bu hususta diyor: ‘Şüphesiz fetih (mânevî açılma) mücâhade ve riyâzâttaıı sonra gerekli bir iştir, (lüzumdur). Bunu ameller talep eder, gönüller elde eder. Ama ne zamandır bu fethin gerçekleşmesi (zuhûru), dünyada mı yoksa âhirette mi? Bu, Allah’a aittir, (onun bileceği zamandadır.)
Ey kardeş doğru yapanı (âmil-i sıdk) görür veya görmez de nefsinde onu bilirsen, o sana bâtınında, amelde kademin üzerine gördüğün kişiyi açtığı (fethe müyesser kıldığı) gibi açar. Rabbini itham etme. Çünkü o senin için (bir bilsen neler) biriktiriyor. Nefsinden bu hususta töhmet (duygularını) sök at. Ve töhmet edenlerden olmamaya bak, töhmet ehlinden olmaktan (kaçabildiğince) kaç. ’
Dedi ki: ‘Bâzen Allah, velîye kalplerin gizlediği (şeyleri)bildirir. O da arkadaşının bütün hareket ve sekenâtını (her şeyini) ona ruh verildiğinden arkadaşlık anma kadar olan zamanda, (her şeyini) bilir. Bununla beraber (velî) bizzat kendisi, kendi cebindekini bilmez. Çünkü ârif, Allah’ın kendisini bilgilendirdiğince, Allah ile beraberdir.’
Dedim: ‘Bu durum, Mısır’daki Şeyh Muhaysin el-Meczûb’da (r.a.) görülmüştür. O memleketinin dışında bir yerde çocukluk zamanında yaptığını Şeylı’e (r.a.) haber veriyordu.
Şeyhimiz Seyyîd Ali el-Havâss’a gelince; onu (şöyle) derken duymuştum: “Bizim katımızda adam kemâle ermez. Tâ ki, müridinin sulbte yani Elestü bi Rabbiküm gününde nutfe iken intikalinden, cennet veya cehennemde istikrar edinceye kadar (sürede her şeyini) bilmiş olsun. Yüce Allah bilir. ’
285. bâbmda diyor ki: ‘Bil ki hisler yanılmaz. Çünkü onların eşyâyı kavraması, zâtı idraktir. Bir arızî illet hâsıl olursa, o zâtiyette müessir olmaz.’
Bu hususta sözü uzatmıştır.
Sonra dedi ki: ‘Bil ki aklın kavraması iki kısım üzerinedir.
1. İdrâk-i zâtî: Akıl bunda hisler gibi olup hata etmez.
2. İdrâk-i gayr-ı zâtî: Akim bir şeyi fikir veya his olan âletle idrak etmesidir. (Hayâl, verdiklerinde hissi taklid eder.) Hayâl, verdikleriyle hissin üzerindedir. Fikir, hayâlî düşünür ve işleri müfredât (bölüm bölüm) bulur ve akim hıfzettiği (müfredâttan bir sûreti) unutması gerekir. [Aklın koruduğu (müfredâttan) bir sûreti inşâ etmeyi sever.]
Bazı müfredâtı (parçaları) bazılarına nisbet eder, (bağlar) da bâzen işin mevcut (nasılsa öyle) durumuna bağlantısında hata eder. Bâzen de isâbet eder. Akılsa bu çerçeve üzerine hüküm verir. O zamanda ya hata eder ya da isâbet. Akıl (bilindiği üzere) taklitçidir. Bundan dolayı hata ile muttasıf olunmuştur.
Sûfıyye, nazar ehlinin hatasını görünce, kendisinde hata bulunmayan yola sapmışlar ve eşyâyı ayne’l-yakîn (penceresin)den (ele) almışlar, değerlendirmişlerdir.’ Bu hususta sözü uzatmıştır. Allah daha iyi bilir.
287. bâbmda diyor ki; ‘Kulun söylediği her kelimeden, Allah Tealâ bir melek yaratır. (Kelime) hayırsa, o rahmet meleğidir, şer ise nikmet (azâb) meleğidir. Allah’a tevbe eder ve tevbesini telaffuz ederse, (dille söylerse); Allah onun bu ifâdesinden rahmet meleği yaratır. Kul; ‘Ya Rabbi, razı olmadığın her şeyden sana tevbe ediyorum,’ derse, Allah bu lafız (ifâde)da (geçen) şer’ (razı olmadığın,her şey) kelimeleri sayısınca melâike halkeder. Çünkü ‘Küll/her şey’ çokluğu göstermektedir. ‘Her şeyden Allah’a tevbe ettim’ demek, ‘şundan Allah’a tevbe ettim, şundan Allah’a tevbe ettim, şundan Allah’a tevbe ettim,’ demektir. (Aynen) ‘Zeydün/Zeydler’ dediğinde; ‘Zeyd, Zeyd ve Zeyd’i kastettiğin gibi.’
Sonra diyor ki: ‘Şer meleklerinin hepsi, tevbe ile rahmet meleklerine dönüşür. Yüce Allah’ın “İşte, Allah onların günahlarını iyiliklere dönüştürür”325 dediği (âyeti) gibi.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
288. bâbmda diyor ki: “İnsanı alakadan (kan pıhtısından) yarattı”326
Allah’ın yüce sözünde (şunları söylüyor):
‘Allah’ın onu alakadan yaratması, onunla Hakk’ın arasındaki alâkaya işârettir. Çünkü insan, Allah’ın yeryüzünde halîfesidir.
Keza alâka, kulun yaratılışı devrelerinde 3. mertebededir. Bu (alaka), yalnız Halde’a mahsûs olan ferdiyet makamında bulunmaktadır. Bak (gör); Allah’ın o sözü ne yücedir! ’
Allah’ın en yüce ismi (İsm-i A’zam) hakkında diyor ki:
‘Bil ki; Allah’ın bütün isimleri yücedir. İnan ve ihtiyacını, İlâhi isimlerden istediğin herhangi biriyle hallet (gidermeye çalış, duâ et). Biri, Bayezid Bestâmî’ye: “Allah ’m yüce ismini (îsm-i A ’zamı) bana öğret” dedi. O da ona: “Sen bana asgar (a’zam olmayanını, küçüğünü) göster” dedi ve onu bu sözünden dolayı kınadı, azarladı.
Dedi ki; İnsana insan denmesi, onunla varlıkta kemal mertebelerine ünsiyet hâsıl olmasındandır. Zira insandan başkasına varlık mertebeleri giydirilmez, (bu mertebelere kavuşturulmaz). /İnsandaki elif ve nun u) İmran (ü'j^)da (olanlar) gibi fazladır. Bu hususta sözü uzatmıştır.’
289. bâbında diyor ki: ‘Allah Tealâ’nm “Allah, göklerin ve yerin nûrudur”327 âyeti hakkında şunları diyor:
‘Bil ki, kesif (yoğunlaşmış) cisimdeki nürâniyet olmasaydı, keşfedenin, duvarların arkası, yerin altı ve göklerin üstündekileri keşfetmesi sahîh (ve mümkün) olmazdı.
Nûrâniyetin aslı olan letâfiyet (incelik) de olmazdı. Bazı velîlerin duvarları yarıp (delip) geçmesi, ölünün üzerinde toprak varken veya çivilenmiş, üzerine toprak atılmış tabutta iken ayağa kalkması doğru (ve mümkün) olamazdı. Bu saydıklarımızdan) hiçbiri onun (kalkıp) oturmasına engel olmuyor.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
290. bâbında diyor ki; ‘Her mübah (olanı) çokça yaptığından dolayı utanç perdesi ardından sana parıldayan görüntüler (levhalar) gördüğünde ve (bundan sonra) mekruh’a düşmekten korktuğunda, bu işler için Cenâb-ı Hakk’m sana tiksinti (duygusu) yaratmasını iste, dile. Yoksa (aksi halde) mahv-ı perişan olursun.’
Ye dedi ki: ‘Kim Cenâb-ı Hakk’m (kendisi hakkında) güzel övgülerle dolu diller yaratmasını dilerse, (o kişi) mukarrabin (yakın olanlar)’in amellerini yapsın, fâsıklarmkinden de kaçsın. Hem birden (toptan) hem de zâhir ve bâtın (açık ve gizli).
Kim de mukarrabin yoluna sülük etmeden övgü beklerse, vah onun zahmetine, vah onun yorgunluğuna.
Bu dünyada âriflerin hepsi, insanların katında (gözünde) nasıl sabahladılar ve nasıl akşamladılar, ilgilenmezler. Çünkü (ârifler) teklif makamındadır ve bu mükellefiyetler (teklifler) onları Allah (C.C.)’dan başkasına yönelmeye sevlcetmez (bırakmaz).’
291. bâbmda diyor ki: ‘Her som soran sorusuna cevap almaya ehildir, lâyıktır.
Peygamber efendimizden rivâyet olunduğuna göre; A’rabî’nin biri Peygamber efendimize ashabının önünde bir soru sordu. Dedi ki: “Ya Resûlullah! Ben sana cennet ehlinin elbisesi (nin ne olduğunu)ni soruyorum. (O elbiseler Allah tarafından) yoktan mı var edilecek, yoksa (birileri tarafından) dokunacak mı?” Oradakiler, adamın sorusuna güldüler. Peygamberimiz (de buna) kızdı. Ve: “Bilen birine soru soran câhile mi gülüyorsunuz?” (Adama dönüp;) “ Be adam,
Onun hoşnut olduğu cevabı verdi ve bilmediği şeyi öğretti. Soru soramn utancını, soruyu sorduğu anda onunla beraber ashabına edep(li davranmayı) öğretmekle giderdi. Arabî böylece neşeli bir halde bilen birine dönüştü.’
292. bâbmda Allah Tealâ’nm şu âyeti hakkında (şunları) diyor: ‘
AJJ ALJ «.ilil 13) t> oAic. /Onun katında hiç kimsenin mükâfat
verilecek bir nimeti yoktur, ancak en Yüce Rabbi için iş yapanların müstesna.”328
‘Bil ki, âlimler Hak Tealâ’mn özel bir iş (durum) için ivaz (bedel) olup olmayacağı konusunda ihtilâf ettiler. Gerçeği; Hak Tealâ’nm zâtı ve varlığı yönünden hiç bir şey onun yerine geçemez ve zâtı için böyle bir talepte bulunulamaz olmasıdır.
Yalnız tâlib (arzulayan, isteyen) Rabbinin vechini öğrenmek veya müşâhede (seyr) etmek veya görmek isteyebilir. İşte bunların hepsi, Hak Tealâ’nm aynı (tâ kendisi-zâtı) değildir. Aynı (tâ kendisi) olmadığına göre (o zaman) ivaz (bedel) olabilir. Şunun gibi: Bir kimse Allah Tealâ’ya ibâdet
ederken, sanki Onu görüyormuş gibidir. Onun âhiretteki (kavuşacağı) mükâfatı, Onu görmesidir. Bu hususta sözü uzatmıştır.
Sonra şunları (ilâve etti) dedi: İki kişi Malik bin Enes’e dâvâ açtılar (arz ettiler). Onlardan biri diğeri için bir hediye hususunda iddiada bulundu ve (hasmmdaıı) hediyenin ücretini istedi. Malik ona dedi: “ O hediyeyi ona verdiğin anda ne arzuluyordun? Eğer onunla cennette bir karşılık veya dünyada bir bedel bekliyordun idiyse ve aslı kalmış (duruyor)sa aslını, yoksa kıymetini (parasını) git (al). Eğer onunla Allah’ın vechini (rızâsını) arzu etti isen (kusura bakma) senin lehine bu hususta hüküm veremem (bir şey almada).’
293. bâbmda Allah’ın şu âyeti hakkında diyor ki: ^
/Rahmetim her şeyi kuşatmıştır (kaplamıştır.)” 
Bil ki; Allah Tealâ’nm bir mutlak bir de mukayyed (sınırlı) cömertliği vardır. Bu âyet mutlak cömertliği kısmmdandır. Mukayyed cömertliğine gelince, Lû£ /O, kendisine rahmeti yazdı (şart koydu)” 
Yani, nefsine havâs topluluğu için rahmet(le muâmeley)i farz ve gerekli (vâcip) kıldı. Havâssm özelliği, hâs (özel) amelli oluşlarıdır.
Bu da Allah’ın c^-aîj ^ Uğ ajÎ /Kim
içinizden cehaletle bir kötülük işler de sonra arkasından tevbe eder ve düzelirse...”  âyetidir. Bu âyet, sıfatı bu olanlara vücûp (gereklilikle mukayyed olan cömertliği (gösteriyor). Bu (cömertlik) de, hâs amele bedel olarak (verilmiştir). Tevbe ve ıslah (düzelme), mutlak cömertlikten (olduğu) gizli değildir. Cömertliğine cömertliği ile mukabele etmiştir. Allah’a başkası hükmedemez. Ve yine onu kendisinden gayrisi takyîd edemez (siniri ayamaz).
Sonra (Şeyhu’l-Ekber) şunları dedi: ‘Âlim ve imamımız Sehl b. Abdullah’tan şu hikâye (rivâyet) edilir: “Sehl anlatıyor: İblis’le karşılaştım. Ve derhal onu tanıdım. O da benim kendisini tanıdığımı anladı. Ve aramızda bir münazara geçti. O bana dedi, ben ona dedim. Konuşma(nm harareti) arttı ve çekişme uzadı. Öyle ki o durdu, ben durdum ve o söyledi, ben cevap verdim.
En sonunda bana şunu söyledi: ‘Ey Sehl! Allah Tealâ demiyor mu;
/Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.”  Böylece genelliyor (ta’mim ediyor) ve benim tereddütsüz “şey” olmam sana gizli değildir. Çünkü “küll/her” lafzı ihâta (kuşatma) ve umûm (genel) ifâde eder
0 ve “şey” de nekrelerin içinde en koyusudur (en bilinmezidir). (Böyle olunca) Onun rahmeti beni de kuşatmıştır. ’
Bunun üzerine Sehl şunları söyledi: ‘Vallahi (şeytan) beni susturdu ve bu gibi âyetle söz yönlendirme ve başarmadaki inceliği, benim anlamadığımı anlaması, âyetin delâletinde benim bilmediğimi bilmesi beni hayrete (ve dehşete) düşürdü. Şaşkın ve düşünceli kaldım ve (mezkûr) âyeti kendi içimden okumaya başladım.
Ve biM /Onu muttakilere yayacağım”  âyetine gelince sevindim, bir delil ele geçirdiğime ve onun sırtını yere vuracak (nesne, delil) ile ona galip geleceğime inandım.
Ona şöyle dedim: ‘Ey lânetli, şüphesiz Allah Tealâ, onu (rahmeti) umûmîlikten çıkartan özle sıfatlarla kayıtlamıştır ve “£Î'
/Onu muttakilere yazacağım” demiştir. ’
İblis tebessüm etti ve: ‘Vallahi ey Sehl, Allah’ın sıfatları hakkında bu derece câhil olacağım sanmaz ve senin burada (cehâlette) kalacağını da tahmin etmezdim. Keşke sussaydm, keşke sussaydm, keşke sussaydm. Bilmiyor musun ey Sehl! Şüphesiz takyîd (kayıtlandırma) senin sıfatın olup, Allah Tealâ’nın sıfatı değildir.’
Sehl dedi: ‘(Bunun üzerine) kendime döndüm (düşündüm), boğazım düğümlendi ve tükürüğümü yutamadım. Vallahi ona cevap bulamadım ve yüzüne kapıyı kapatamadım. Onun bir tama’ (arzu) içinde olduğunu anladım, çekilip gittim ve o da sıvıştı (gitti). Vallahi bundan sonra ne olur, bilemem. Allah, bu müşkili giderecek bir nass sunmadı. Netice, (durum) benim katımda onun kulları içindeki meşîetine (dilemesine) kalmıştır. Bu hususta ben, ancak Allah’ın kendisine, îmân etmeyi vâcip kılma yönünden hükmettiğiyle, (iblis üzerine) hükmederim.’ Sehl’in sözü bitti.
Şeyhu’l-Ekber Muhyiddin diyor: ‘Allah sana acısın, bil ki, ben İblis’ten hikâye edileni takip edip, inceledim. Ondan, delil ikâmece daha zayıfını, âlimler arasında daha câhilini görmedim. Sehl b. Abdullah’ın ondan rivâyet ettiği olaya vâkıf olduğum zaman hayretimi gizleyemedim ve Onun
(şeytanın) içinde cehâlet bulunmayan bir ilmi bildiğini anladım. O, bu hususta Sehl’in hocasıdır. Allah en iyisini bilir.
Allah’ın, /Güneşi çerağ laldı”334 âyeti hakkında
şunları söylüyor:
‘Bil ki, havada dolaşan (mevcud, sârî) güneşin ışığından olan yeryüzüne yayılmış bulunan ııürun gerçek varlığı yoktur. O ancak kendisini idrak eden (kavrayan) göz nûruyla (ortaya çıkar, var olur). İki göz; güneş ve basar (baş) gözü birleştiğinde görülenler ışıldar, nûrlanır, (eşyâ görünür).
Denildi ki, onların (görülenlerin) üzerine güneş yayılmıştır. Bundan dolayı, bu ışıklandırma (parlaklık) engelleyen bulutun varlığıyla kaybolur. Çünkü göz, bulutun varlığıyla diğer göze fark atmıştır.
(Muhyiddin b. Arabî) dedi ki: ‘Bu gâyet kapalı bir meseledir. Çünkü ben derim; ‘Eğer gökyüzünde güneş olsa da, âlemdeki canlılarda gören göz olmasaydı (o zaman) onun yeryüzünde asla yayılan bir şuası (ışık parıltısı) olmazdı. Çünkü her yaratılanın nûru kendine aittir. Başkası onunla aydınlanamaz. Gözlerimizin ve güneşin varlığıyla (ancak) yayılan nûr zâhir olur (görünür).’
(Şeyhui-Ekber) dedi ki: ‘Hırba /bukalemun)’mn yeşilden
kırmızıya veya diğer renklere dönüşmesi hasebiyle renginin zâhir olduğu (bilenlerine) gizli değildir. (Zira) bu renkler onun vücûdunda yoktur. Kardeşim, bu (renklerin) mevcudiyetinin gerçek değil bir nisbet (başka varlıkla var) olduğunu anlamışsmdır. İşte yeryüzünde yayılan nûr da böyledir. ’
(Devamla) dedi: ‘Buradan anlaşılıyor ki, âlem (kendi) yokluğu hâlinde Allah’ı idrak edendir. (Belki) o gözden kaybolmuştur, (ama) Allah’ı görerek idrak etmiştir. Onun varlığı, kendisinde ilâhî kudretin nüfuz etmesi içindir.’
Ben de derim ki; ‘Bu ince bir sözdür. Anlaşılması zordur. (Dibi derindir). İyice düşünülüp öyle yazılsın. Allah iyisini bilir.’
295. bâbmda diyor ki: ‘Güneşin sirac (çerağ/ışık saçan) olması demek; âlemin kendisiyle ziyâlanması (ışıldaması) ve karanlığın örttüğü (gizlediği) eşyânm kendisiyle görünmesi demektir. Güneş ve yeryüzü yıldızlarının ortaya çıkmasıyla, gece ve gündüz oluşur, meydana çıkar. ’
Dedi ki: ‘Gece, güneşin nûrunun yayılmasından yeryüzünün örtülü kalan karanlığıdır. Ehl-i keşf katında bütün yıldızlar nürludur, bazılarının dediği gibi güneşten faydalanmaz.’
Dedi ki: ‘Aym aslında kat’iyyen nûru yoktur. Allah onun nûranu almış, yok etmiştir. Kendisine nisbet alman nûr, gözlerin önünde (karşısında) bulunması hasebiyle aym aynasında güneşin göze taalluk eden nûrudur. Zira ay, güneşin parıltı yeridir (aynasıdır). Ayda güneşin nûmndan bir şey yoktur. ’
Dedi ki: ‘İnsanlara yeryüzünde olan olayların yıldızlarla alâkalı bilgilerini ilk öğreten îdris (a.s.)’dır. Bu doğru bir bilgidir. Kendi içinde yanılmaz. Yalnız, bu hususta inceleme yapan (nâzır) incelemesinin herşeyi kapsamadığından hata eder. Hatâ, bu (inceleyenlerin) incelemesinde olur. İlâhi sırlar bilgilerinden biri olan ilm’in kendisinde değil (olmaz). Allah doğruyu bilendir.’
297. bâbmda; ‘Allah’ın kullarına kendilerinden hata ve unutmayı kaldırdığından, onları dünya ve âhirette muâheze (sorumlu) etmeyeceğinden dolayı rahmetle (muâmele edeceğinden) bahsediyor ve (devam ederek diyor;) âhiretteki husus üzerine herkesçe icma edilmiştir. (Âlimler buna ittifak etmiştir).
Dünyadakine gelince, (âlimler) günahın kaldırılacağına icmâ (karar) etmişler, yalnız giyeceği (alacağı) hüküm hakkında ihtilâfa düşmüşlerdir.
Cüneyd, Şiblî’nin (r.a.) büyük üzüntü ve şaşkınlığı neticesi namazları vakitleri içerisinde tekrar etmesinden sorulduğunda dedi ki:
‘Onun aleyhine zem (kötüleme) veya zenb (günah) isnad edilen dil kullanılmadığından Allah’a şükürler olsun.’
Şeyh dedi ki: ‘Cüneyd’in bu söyledikleri, haketmemişken bu mertebeye yükselip, onu izhâr eden kişinin (sonradan) hata edip günaha düşmesinden korktuğundandır. (O kişi için çekinmesindendir). ’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
298. bâbmda; Allah Tealâ’nm, ‘jy jjj /O, nûr üstüne nûrdur”335 âyeti hakkında şunları söylüyor:
‘O, başarı ve hidâyet gözünün nûru ile beraber, şerîatin nûrudur. Şer-i şerîfin yolunda yürüyene bu iki nûra bağlanması gerekir. Şerîat nûru bulunmadan, basîret (göz) nûru bulunsa da, kulun sülûkü nasıl olur, onu bilemez. Çünkü o, kendisinde ne olduğunu ve nerede bittiğini bilmediği meçhul bir yoldadır. Sonra bu yolcu bu yolda ışıldak (sirac)ıııı hevâ ve hevesin esintilerinden koruması gerekir, (buna muhtaçtır). Çünkü o, (yolcu)nun üzerine titreten rüzgâr (fırtına) eserse, o (rüzgâr) ışıldağını söndürür ve onun ııûmnu giderir. Titreten rüzgârdan maksadımız, o (yolcu)nun îmân ve tevhidinin nûruna tesir eden her rüzgârdır. Titretmeyen (rüzgâr) bunun aksinedir. Çünkü o, ışıldağın nûrunu söndüremez. Yalnız dilini çevirir, tâ ki yolda hayrete düşsün. Başkaca değil. Bunun misali, şerîatin fürûatmda (tali işlerinde) hevâ-ü hevese uymak yani, insanın küfre düşmediği günahları işlemesi, tevhîd ve îmânında zedelenmemesi gibi. Vallahi, biz büyük bir iş (gaye) için yaratılmışızdır.
Allah’ın, ‘ÂJJÜ! U» ÜJJ ALJ5 Jli /Arkadaşı (şeytan) der W: ‘Rabbimiz! Ben onu azdırmadım”336 âyetinde şöyle diyor: Karîn (arkadaş), ancak aralarında şer’in (yürürlükte) olduğu bir topluluk içinde bulunur. Eğer onların arasında şerîat (yürürlükte) olmazsa karin de olmaz. Zira karîn olan şeytan, ancak kula şerîat lisanıyla hayrı emreden melek’in karşıtıdır (karşısmdadır). Eğer şerîat olmazsa, (o zaman) kul yalnız tabiatının (huyunun) gereği hükmü uygular. (Nefsinin kölesi olur). Çünkü onun nâsıyesi (kaderi) özellikle Rabbinin elindedir. O kula eğer İlâhî dine girerse iki karin (melek) tevkîl olunur (verilir). O bizzat kendisi onun (din) ile kulluk eder. Çünkü akıl yalnız başına Allah Tealâ’ya yaklaştıran teşrîi (şerîati) bilmeyi beceremez.’ Sözü bu hususta uzatmıştır. Böyle düşünüle ve yazıla.
Ve Şeyhu’l-Ekber dedi ki: ‘Tabiatçılar (materyalistler), biri olmaksızın iki eşten (sadece) birinin suyundan (menisinden) çocuk olacağını inkâr ederler. Bu (görüşleri), îsâ (a.s.)’m (var edilmesiyle) çürütülmüştür (geçersizdir). Çünkü o, (İsa a.s) yalnız anasının suyundan (dölünden) yaratılmıştır. Şöyle ki, melek (Cebrâil A.S.) Ona (Meryem a.s.) bir yakışıklı erkek sûretinde temessül edince (görününce), (önce) ondan Allah’a sığındıktan sonra, kendisine (meleğe) baktığında (hayran kalıp gönül) ılıklığıyla sevindi. Onun, kendisine zeki bir çocuk bağışlaması için (Allah tarafından gönderilen) Hak Peygamber olduğunu anlayınca da, bu (durumu) kabûle hazırlandı. Ona mücerred (sadece) bakmakla kendisinde nikâh tadı (kıvâmı)nm sevincini buldu ve suyu (dölü) kendisinden rahmine indi (aktı). İşte böylece kendisinde zevki gerektiren (sağlayan) bu nefhadaıı meydana gelen (mütevellid) su (döl)den îsâ (a.s.)’m vücûdu oluşuyor. Bu (vücûd) da yalnız ananın suyundandır (dölünden hâsıl olmuştur).
300. bâbında; j) /Sadaka, Rahman’ın eline düşer. Sizden
birinizinfölüv (sıpa) ve fasîlini (buzağı-torun) büyüttüğü gibi (Allah da) Onu (sadakayı) büyütür (arttırır)..." hadisinde şöyle diyor:
‘Burada böyle söyledi (fülüv ve fasîl dedi) de; ‘çocuğunu (evlâdını) büyütür gibi,’ demedi. Çünkü çocuk eğer kötü (ahlâklı) ise, ondan yararlanılamayabilinir. Çocuktan yararlanmak, tahakkuk etmez. Aksine, babasına zararlı olabilir de. (Bunun üzerine) babası da onu Allah’ın yaratmamasını temenni edebilir. Fülüv (sıpa) ve fasîl (buzağı veya torun, deve yavrusu) böyle değildirler. Çünkü onlardan yararlanmak, gerçekleşir, muhakkak gerçekleşir; ya binmekle, ya üzerlerine yük vurmakla, ya satıp parasıyla veya ihtiyaç duyduğunda etini yemekle...
Bu durumu peygamber, sadaka verenin verdiği sadakadan yararlanacağını bilmesi için, bu işten menfaat tahakkuk edeceğine benzetmiştir. O sadakadan yararlanılır. Sadaka, (vereni) kıyâmet günü insanlar arasında hüküm verilinceye kadar güneşin sıcaklığından korur.
Ben derim ki, çocuğun dışında fülüv (sıpa) ile misal getirmesi muhtemelen, çocuğun sıpanın hilâfına tasadduk edilen bir mal olmayışındandır. Allah en iyisini bilir.’
303. bâbında diyor ki: ‘Bilginler ölüm konusunda ihtilâfa düştüler. O, ric’î talâk mı, yoksa bâin talâk mı sayılır. Bazıları, kadın ölürse kocasına yabancı düşer (hükmüne) gittiler (vardılar). Kesinlikle kadını açamaz (ona dokunamaz). Diğerleri de, evlilik bağının devamına zâhib oldular. Onu (karısını) yıkayabilir. Onun şimdiki hâli, yaşarken ki gibidir (dediler).
Eğer (talâk-ı) ric’î olursa eşler, ba’s (yeniden dirilme)deki cevherler yönünden bu cisimlerin aynlarma (özlerine) döndürülür.
(Talâk-ı) bâin olursa, bu cisimlerin aynlarma telif çeşitliliğiyle beraber döndürülür. Allah Tealâ cennet ehline başka, seçkin ve güzel cisimler yaratır, şakîlere (cehennem ehline) de bunların tersi cisimler yaratmıştır.
Ama birincisi daha açıktır. Bunu ^ ^ /Kabirdekiler
çıkartılır’337 âyeti (destekler) o halde ölüm, talâk-ı ric’îdir. Allah iyisini bilir. Şeyh-i Ekber; jljül Jâia. <> /Kim Kur-an’ı
ezberlerse onun iki yanı arasına peygamberlik (sevgisi) dercolunur 
(yerleştirilir)’. Dikkat olunursa, nübüvvet göğsüne veya iki gözü arasına yahut kalbine demedi. Çünkü o, nebinin rütbesidir, velînin değil. Husûsî olanı elde etmek ne mümkün! Kim velayeti kazanmak için çalışırsa, bu ona mümkün (hâsıl) olur. Eğer velâyeti tahsilde aynı çalışma (gayret), keza Allah’tan özellikle (ihtisasan) olursa o da rahmetini istediğine tahsis eder. Velâyet ancak, nübüvvet nûranda yürümekle kazanılır.’ Bu konuda sözü uzatmıştır.
Şeyhu’l-Ekber dedi ki: ‘Ebû Bela Sıddık (r.a.)’da Peygember (s.a.s.)’in ölüm günü görülen kuvvet, peygamberin risâletine delâlet etmede mucize gibi olmuştur. Cemâatin güç yitirdiği zaman o güçlü kalmıştır. Çünkü imamette (liderlikte) ilerleyecek olan ancak uyanık olup sarhoş olmayan (kişi)diı*. Uyanık (sahv)lığmdan dolayı o gün yalnız kendisi, o makama ilerleme hakkına (sâhipti). Bazı insanların onu beğenmeyişi onun hilâfeti hakedişine gölge düşüremez (o hakedişi yaralayamaz, engelleyemez.) Çünkü orası ilâhî makamdır. Allah Tealâ bu hususta; “Göklerde ve yerde ne varsa gönüllü ve gönülsüz Allah’a secde eder”338 buyurmuştur.
Bu konuda sözü uzatmıştır. Sonra demiştir ki; ‘Halîfelerin tertip üzere gelip insanları idare etmede bazısının bazısından önce gelmesi, o bazıların diğerlerinden faziletli olduklarına kesin inanmayı gerektirmez. Bu esasında Allah’a ait bir husustur. Çünkü onların kendi katındaki mertebelerini, Allah bilir. Ve bize de bu hususta bildiğini bildirmemiştir. Allah fuzulî şeylerden bizi eri korusun. Amin.’
Ben diyorum ki: Şeyhu’l-Ekber, 558. bâbmda, Allah Tealâ’nm ‘Mu’tî/yrk*-^ /Veren’ ismi hakkında aynen şunları zikrediyor:
‘Bil ki, Allah Tealâ bize, Hz. İbrahim’in dînine uymamızı emretmesi onun Hz. Muhammed (s.a.s.)’den daha haklı olduğundan değil, zamanca ondan önde bulunduğundandır. Zamanın, kendi açısından takaddüm (öne geçme)de hükmü vardır, mertebede değil. Aynen Allah’ın, belli olduğu üzere her birinin zamanındaki görevlerini takdîr ettiği Ebû Beler, Ömer, Osman ve Ali (r.a.)lerin hikmet-i İlâhîye bağlı hilâfetleri gibi. Herbiri bu göreve, kendinden önce geçenin ehil olduğu vakitte (ki gibi) ehildir. Onlardan herbirinin idareciliği tartışılmaz. Ve eğer arkadan gelen, öne geçse hal’ edilir (azledilir). O, Allah’ın ezelî ilminde düzenlediği idarecilik sırasını takip eder. Allah Tealâ, hilâfeti ömürlere göre zaman sırasına koymuştur. Tâ ki herbiri müstehak olmasıyla beraber önden geçen, sonra gelen (mütekaddim-müteahhir) arasında hal’ (azil) (söz konusu) olmasın. Bu (sırayı) sahabe ancak ölüm (tahakkuku) ile bilmiştir. (Ölenin yerine diğeri geçmiştir).’
(Şeyhu’l-Ekber devamla) diyor ki: ‘Bu açıklama ile beraber (görüyoruz ki), hevâ ve heves ehli kendi denizlerinde yüzmekteler, (hem de) bunların dil ve dudakları ile beraber gözleri de var (ve) sabahın pırıl pırıl olmasını (görmüyorlar).’
(Şeyhu’l-Ekber) Allah Tealâ’nın adı geçen bâbta “Ahir” isminde de şunları aynen söylüyor:
‘Bil ki; birincinin arkasından gelen İkinciden onun altmdakine kadar uzanan (sınır) Âhir’in sınırıdır. İşte bu “Ahir” ile isimlendirilendir. Çünkü bunun öncekinden (birinci olandan) tereddütsüz geri kalma (teahhur) hükmü vardır. Bu geri kalanın evveliyet (öncelik) hakkı olsaydı, birinciden geri kalmazdı. Ancak zamanın tesbit ettiği bir durum müstesna.
Zaman, Hakk’m adlarından biridir. Çünkü zamanda ilâhîlik (mührünün) bulunması bütün yönlerdendir. Birinin tehir, diğerinin takdimi gerçekte efdaliyete (üstün olmaya) değil, zamana bağlıdır. Önce Ebû Bekr (r.a.) daha sonra Ömer (r.a.), Osman (r.a.) ve Ali (r.a.)Terin halifelikleri gibi. Hiçbiri yoktur ki birinciliğe (öne geçmeye) aday ve de halifeliğe ehil olmasın. Birinin diğerinden önce gelmesi için bir hüküm yoktur. Ve halifeliğin istediği bir ilmin üstünlüğü de yoktur Allah katında. Bu iş ancak “zaman”a bağlıdır. Bu da Allah’ın ilminde Ebû Bekr (r.a.)’in Ömer (r.a.)’den, Ömer (r.a.)’in Osman (r.a.)’dan, Osman (r.a.)’m Ali (r.a.)’den önce ölecekleri tahakkuk etmesiyle görülür. Tabiî ki, her birinin Allah katında (gerekli) saygınlığı ve fazileti vardır. Hak Siibhâne ve Teâlâ hilâfete, bu dörtlerden ölümü önce olanını bildiğini geçirdi. (Yoksa) bu dörtlerden öne geçirdiği onun geri kalanlardan bilgimizdeki çok daha ehliyetli olduğundan değildir. Öyle ise, bu hususta yalnız ecel ve (makama) itina (gösterilme) hükmü kalıyor. (Sırada riâyet, ecellere ve itinâyadır.)
Hadiste; ‘îki halîfeye biat edildiğinde, o ikisinden sonuncusunu öldürünüz’ (geçmektedir.) Eğer insanlar Ebû Bekr (r.a.)’in dışındaki 3 kişiden birine biat da etseydi, şüphesiz Ebû Bekr (r.a.)’in halîfe olması gerekirdi. İki halîfenin anlaşması düşünülemez. 3 kişiden biri hal’ olup, Ebû Bekr (r.a.) halifeliğe getirilseydi, o zaman hal’ olunana saygısızlık olurdu. Ve onun hal’i için koşan, halifeliğe lâyık ve müstahak olan, hal’ etmeye bağlanmış (meyletmiş) olurdu. Ve hevâ, zulüm ve saldırganlığa da meyletmiş olurdu. O hal’ edilmeseydi ve Ebû Bekr (r.a.) halîfe olamadân onun (hilâfet) günlerinde ölseydi, onun Allah’ın ilmindeki hilâfeti takip
etmesi gerekirdi. Ve onun, arkadaşından önce eceli gelmesinden dolayı (hilâfete de) önce gelmesi gerekirdi. Ve Ömer b. Hattâb (r.a.), Osman (r.a.), Ali (r.a.) ve Hasan’m sıralanışı da aynen böyledir. Önce gelen sonrakilerden daha haleli olduğundan önce gelmiş ve onlardan sonra kalan da ehil olmadığından dolayı geri kalmış değildir.’
(ŞeyhuT-Ekber) diyor: ‘İnsanların bu hususu bilmeleri ancak (kendilerine) Allah’ın onların birbiri ardınca ecelleri ve ölümlerini açıkladıktan (belirttikten) sonradır. Zira önce gelme (olayı) bizce ve bizim açık görüşümüzce onların ecelleri sebebiyledir. Ve bu husus keza, Allah’ın bilemediğimiz ve onların (r.a.) mertebelerini koruduğu (sır) ilmine de mütevakkıftır (uygundur)
Şeyhu’l-Ekber Muhammed İbnü’l-Arabi, 369. bâbta Hz. Ebû Beler (r.a.)’in göğsünde yer tutan sır ilmi üzerine sözü hayli uzatmıştır. İnşallah bu konu özet olarak adı geçen bâbta gelecek, anlatılacaktır.
Ben derim ki (İmam Şa’rânî): Bizim inancımız, dört halîfenin takdimi (sıralanışı) hem fazilet hem de zaman ile birliktedir. Bu (görüş) Şeyhu’l- Ekber’inicinden daha evlâdır. Allah daha iyisini bilir. Böyle düşünüle ve yazıla.
Allah vâsî (güçlü) ve alîmdir.
304. bâbmda diyor ki: ‘Zâhidler (dervişler) kral, emîr ve zenginlerin gözlerinde, onların elindeki dünya malına ilgisiz kaldıklarından büyümüşler, yer tutmuşlardır. Eğer onlar insanlardan, dünyaya ait bir şey isteselerdi, zenginler onlara mütevazı davranıp ihtiyaçlarını giderseler bile onların gözlerinde talep ettikleri miktarca küçülürler, noksanlaşırlardı (gözlerinden düşerlerdi). Ve eğer zâhid (derviş) melikin kalbinde tuttuğu yeri ihtiyacı için talep etmeden önce ve sonra tartsa (sonra tarttığında) mertebesinin çok azaldığını (düştüğünü) görür. Bu konuda sözü uzattı.’
308. bâbta Vâ /İnsana adı anıîmadığı zaman geldi
mi?”339 âyeti hakkında şöyle diyor:
‘Yani, insana (zaman) gelmiştir. Bil ki, insanın ortaya çıktığı son sûret (şekil) Âdem’e ait şeklî unsurların gelişmesinin sonucudur, (gelişmesinden sonradır.) Çünkü onun bu sûretten önce her makam, her hazret-i felek ile her hazret-i seıııâ’da bir sûreti (şekli) vardı. Bu unsurlardan oluşan Âdemî sûretiyle hiçbir sûrette anılmamıştı. Bunun için Allah Tealâ onu bu 
sûretleriııin (eski) hiç birinde imtihana tâbi tutmadı ve o da (buralarda) Rabbine asî olmadı. Ve de o, ancak bu sûret içinde ölür.’
Şeyhu’ 1-Ekber diyor ki: ‘İnsanın müsemmasmm hakikatinin, lâtife (ruh) ve cisim, birlikte olduğu gizli değildir. Onun şerefi (arazî) sonradan olup zâtî değildir. Çünkü onun şerefi, Allah’ın ona ilim, hilâfet ve saltanat (güç)ten verdikleriyledir, başkaca değil.’
309. bâbında diyor: ‘Ricâlullah 3 sınıftır, onların 4.sü yoktur. Ubbâd (abîdler), sûfiyye (sûfîler) ve melâmetiyye (Melâmîler). Bunlar ricâlin kâmilleridir.
Abîdlerin alâmeti, bunlar kendilerine ziihd ve takvâyla övülen zâhir fiillerin galebe çaldığı kimselerdir. Bulundukları (yerin) üzerinde bir şey görmezler (tanımazlar). Hâl ve makamlarla ilgili bilgileri yoktur. Kendilerinde ne vehbî İlâhi ilimlerden, ne mârifetten ve 11e de keşiflerden bir (nebze) koku vardır. Allah’ın dışında amellerine güvendikleri için onların yok olmasından, boşa çıkmasından korkarlar.
Sûfıyenin alâmeti, bunlar âbidlerin üzerindeki ricâldir. Çünkü bunlar, üzerlerinde bulundukları ciddiyet, gayret, verâ, zühd, tevekkül vs. ile birlikte bütün fiilleri görürler (tanırlar). Bunlar içinde bulundukları (durumu) üzerlerindeki makamâta bakarak ‘lâ şey’/değersiz’ görürler, sayarlar. Ama bunlar güzel ahlâk ve civanmertlikleriyle birlikte (üçüncü tabakaya bakarak) ehl-i râûne/varlık ehli ve ehl-i nefistirler. Bunlarda aynı zamanda dâvâ kokusu vardır.
Ebû Bekr (r.a.)’a kademi üzere olan Melâmîler’e gelince, onların alâmeti, bunlar 5 vaktin üzerine Revâtip namazlarından başkasını ilâve etmezler. İnsanların kendilerini tanıdığı hâlin üstünde bir tavırla temâyüz etmezler, sivrilmezler. Sokak ve çarşılarda gezerler, yürürler, insanlara halkın diliyle konuşurlar. Kalplerinde Allah ile baş başa kalırlar. Kulluklarından hiç sapmazlar, sallanmazlar. Kalplerine mbübiyet taht kurduğundan, başkanlık (sevgisi) tadını tatmazlar (oraya iltifat etmezler). Bunlar, makamca ricâlin en üstünüdürler. Allah onların hepsinden razı olsun.’
310. bâbmda Allah Tealâ’111 n: ‘j^â ^ jS&Ji U /Ey örtülü (kişi) kalk ve (kavmini) korkut’340 âyeti hakkında şunları diyor:
/et-tedessür/örtünme, vahyin akabinde hâsıl olan üşümekten sonra olduğunu bil. Şöyle ki, Melek Peygamber (s.a.s)’e bir ilim ve hüküm getirdiğinde, bu sûret İnsanî ruh ile buluşur. Bu (melek) ilkâ/verme ve bu (rûlı-i İnsanî) da ısgâ/dinieme ile buluştuklarında mizaç kızışır ve tutuşur. Arkasından mizaca bağlı gaıızî (tabiî) hararet artar ve bu şahsın yüzü bu sebepten değişir. Bu da olanın (meydana gelenin) en ağırı (şiddetlisi)dır. Bundan dolayı bedenî rutubet (soğukluk/nem)ler sanki buhar gibi (vücûd) ısısını bastımıak(isti’lâ) için beden küresinin üst yüzüne (sathına) doğru yükselir. Bu gelişmelerden adı geçen hâl sâhiplerine, iki ruhun kavuşmasından mütevellid tabiatlar arasında hâsıl olan baskıdan ter doğar, basar. Sonra bedenden çıkan hava/gaz, kuvvetli olursa gözenekleri nemliliğiyle örter ve dışarıdan soğuk havinin girmesine mâni olur. Bu olay peygamber veya sâhib-i hâl’den cereyan eder ve melek (çekip ) giderse mizaç durulur, sükünete erer ve bu hararet düşer ve gözenekler açılır. Beden de (böylece) dışarıdan soğuk havayı kabul eder, alır o da bedene nüfûz eder. Böylece mizaç soğur ve harareti istilâ edip (sarıp), onu zayıflatır, güçten düşürür. İşte bu da sâhib-i hâl’in bulup ele geçirdiği soğukluk/berd’dir. Bundan dolayı o kişiyi titreme alır. Isınmak için üzerine örtü/elbise (ilâve edilir) atılır. Bundan sonra ayılır, eğer o kişi peygamber ise vahiyden sonrakini (vahiyde olanı), velî ise ilhâmdan sonrakini (sonra olanı) haber verir. Bu hususta sözü uzatmıştır.
311. bâbmda diyor ki: ‘Bu gün ubûdiyet makamında benden daha ileride birinin olduğunu görmedim, bilmiyorum. Eğer orada (o makamda) biri varsa o yalnız benim gibidir, (benim dengimdir). Çünkü ben ubudiyet makamının gayesine/sonuna ulaşmışımdır. İşte ben başkanlıkta tat (haz) bulmayan, tanımayan hâlis, saf, sırf bir kulum. Yüce Allah bunu bana hibe etmiştir. Bununla in’am ve ihsânda bulunmuştur. Bu (makama) çalışarak değil, İlâhi bir tahsîsle kavuşmuşumdur. Rabbimin bunu bana bağışlamasını, benden almamasını dilerim. Ona kavuşuncaya kadar benimle kulluğumun arasına bir şey girmesin; “İşte bunlarla sevinsinler. Çünkü bu, onların (dünya malı olarak) topladıklarından daha hayırlıdır.”341
Ben de derim ki: Şeyh’in AJ*JI jli /Ben sadece (saf) bir kulum’
sözü, Şeyh’e hulûl ve ittihadı nisbet edene, cevap olmaktadır. (Şeyh bu sözüyle hulûl ve ittihadı reddetmektedir.) Allah daha iyisini bilir.
Seyhu’l-Ekber burada şunları der: ‘İnsanoğlundan kâmil olanın, başka birinin suretinde görünmesi gerçektir, kuvvetle mümkümdür. Kadib el-Ban’ ve diğerlerinde de vâki olduğu gibi.
Meleklerin kâmil olanının başka bir sûrette görünmesi mümkün değildir. Cebrâil (a.s.), ne İsrafil (a.s.) ne de Mikâil (a.s.) sûretinde görünür. Ve ne de bunun aksi/tersi mümkün olabilir.
Meleğin kuvasında olmayan, insanın kuvasmda vardır. Aralarındaki farkı uzun uzadıya anlatmıştır. ’
312. bâbmda, evliyânm ilhâmî vahy bilgisi hakkında diyor ki:
‘Bil ki, Hak Tealâ, evliyâsmdan birinin kalbine her hangi bir durumu/işi vahyetmelc, bildirmek isterse, Hak o velînin kalbine perdeleri kaldırmakla tecellî eder. Velî de bu tecellî ile, Hakk’m kendisine -o işi- bunu öğretmek istediğini anlar. Hemen bu velî kendi içinde, daha öğrenmemiş olduğu bilgiyi bulur. Tıpkı Peygamber (sîa.s)’in, süt içme olayında göğsüne vurmasıyla bildiğini anladığı gibi. Evliyâdan bu durumu/olayı hatırlayan var, hatırlamayan var. O (hatırlamayan) da bilâkis şöyle der: “Hatırımda şunları şunları buldum (şöyle şöyle hatırlıyorum).” Onu kimin sağladığını hatırlamıyor, bilmiyor. Ama kim bilirse işte o en olgun kişidir.’
313. bâbmda diyor ki: ‘İlk gönderilen resülün Nûh (a.s.) olduğunu bilesin. Ondan önce gönderilenler nebî idiler. Her biri Rabbinden bir şeriat üzerine (gelmi'ş)tir. Kim isterse, (isteyen) onun şerîatine Onunla birlikte dahil olur, istemeyen girmez. Girip de dönen/çıkan kâfir olur, girmeyen kâfir olmaz. Kendini (bu dine) sokar da sonra, peygamberleri yalanlarsa o kâfir olur. Böyle yapmaz da beraet üzere kalırsa kâfir olmaz.
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Allah’ın ‘ilk il) 4^ c> ü)j /Hiçbir ümmet yoktur ki kendilerinde bir korkutucu olmasın”342 bu âyeti risâlet hakkında bir nass değildir. O sadece o ümmette Allah’ı ve âhiret işlerini bilen biri vardır (hükmüne) ııassdır. Bu da onun resûl değil nebî olduğunu gösterir. Zira o resûl olsaydı o zaman (âyette) /onlara’ derdi /onların’ içinde demezdi.’
Şeyhu’l-Ekber diyor: ‘O ve biz diyoruz ki: ‘Şüphesiz onların içinde Allah’ı bilen nebîler vardı. (İnsanlardan) dileyen onlara uymuş onlarla beraber dinlerine ve şeriatlerinin hükümleri altına girmiştir. İstemeyenler de, bu hususlarla mükellef tutulmamışlardır. İdris (a.s.) bunlardandır. Kur’ân da 
onun risâletine dâir bir nass gelmemiştir. Onun hakkında ‘Lm /Sıddîk Peygamber’, denilmiştir. Risâletin ilk başladığı kişi Nûh (a.s.)’dır.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
314. bâbında diyor ki: ‘Bir velî, ne zaman Kitap ve sünnetten bir ilimde keşifte bulunmaya kalkarsa o yaptığı bir ilim de değildir, velâyet ilmi de değildir. Aksine, bunu ilmi (keşfi) incelersen onu cehil/bilgisizlik olarak bulursun. Cehil yokluk, ilim ise varlıktır. Bundan da anlaşıldı ki, bir velînin ilâhî ilimlerdeki keşfi peygamberinin, Kitabının ve vahyinin verdiklerinin/sunduklarının üstüne kat’iyyen çıkamaz.
Şeyhu’l-Ekber Peygamber (a.s.)’m: ‘ajj Uj j) /Namaz kılan
Rabbine miinâdâ. da bulunur” sözünde şunları söylüyor: ‘Yaııi (aradaki) vâsıtaları kaldırarak. Tıpkı kıyâmet günü Rabbine aralarında tercüman olmadan yüz yüze , doğrudan doğruya konuşacağı gibi. Vârid olduğuna göre, (bize ulaştığına göre) âhiretin ayırıcı özelliği orada kul kime konuştuğunu bilecektir, burada (dünyada) onu bilmiyor.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
317. bâbında; /Onun arşı suyun üzerindedir”343
âyeti hakkında şöyle diyor:
‘Bil ki, burada /(üzerinde), ^ /(de) mânâsmdadır. Yani “Arş sudadır” demektir. Tıpkı, insanın suda olduğu gibi. Yani, ondan tekevvün etmiştir (oluşmuştur). Su şüphesiz bütün mevcûdatm aslıdır. O, hayatın arşıdır. Allah her şeyi ve kendinden başka her canlıyı sudan yaratmıştır. Bundan ötürü Onu hamd ile tesbîh ederler. Eğer diri olmasalardı, tesbîh edemezlerdi.’
Şeylıu’l-Ekber diyor: ‘İnsanların bazıları bunu te’vîl eder ve; ‘bu ancak tesbîh-i hâldir,’ derler. İhtilâfın, onun hayatında değil hayatının (diriliğinin) sebebinde olması gerekir. Burada “arş” mülkten ibarettir. Harf-i vûcûdîdir. Yani mülkün hepsi, suda mevcuttur. Zira su, aynen zuhurun aslıdır. O mülk için (mülkteki) heyûlâ gibidir ki, bunda Allah’ın mülkü olan âlemin sûretleri/şekilleri zâhir olmuştur. ’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Şeyhu’l-Ekber, mevt/ölüm ile nevm/uyku arasındaki farkı şöyle (açıklıyor ve) diyor:
‘Şüphesiz ölüm, ruhun bedenden bilkülliye/tamamen ayrılması (i’râzı)dır. Böylece bütün kuvvetler zâil olur, gider. Güneşin batmasıyla gecenin (oluşması) gibi. Uykuya gelince; o ise, bedenden tamamen ayrılmak
değildir. Sadece uyuyan kişinin canlı kalmasıyla birlikte kuvvetleri ile hissî müdrikelerinin arasına giren buğu (buhar/duman)’nun perdelemesidir. Tıpkı bulutun güneşle yeryüzünde özel bir yerin arasına girip mâni olması gibi (ki) ışığın canlılık misali var olmasına rağmen. Velev ki güneşin (ışığının) ulaşması, kendisiyle semâ/gökyüzü arasına giren üst üste yığılmış bulutlardan dolayı vakî ve mümkün olmasın. ’
320. bâbmda; Allah’ın ‘Vj>^ AJC. û)
/Kulak, göz ve kalp, hepsi ondan sorumludur”  âyetini şöyle açıklıyor ve diyor:
‘Bil İd, burada /kâne (oldu, idi)’nin ismi (gramer bakımından) ‘(joıüll /nefs’dir. Nefs, kulağı (duyması), gözü (görmesi), fuâdı/kalbi (anlaması)ndan sorumlu tutulur. Ona sorulur, râiyene (emrin altındakilere) ne yaptın? Tıpkı melikin, zâlim vâliden şikâyet edip kendisinden yardım dileyen halk için o vâliyi çekip alması ve cezalandırması gibi.
ŞeyhuT-Ekber, c> cı> ^ /Sırlarına
kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği peygamber bunun dışındadır” 
hakkında dedi:
‘Resûlümün muttalî olduğu (inceleyip bildiği) bu gaybten ıııurad, âbidlerin (kulların) bilmediği ilm-i tekliftir. (Kulların yükümlü tutulduğu ilimdir.) Bu ilmi anlamak, idrak etmekle (etmek için) kulların aklı uğraşmaz. Bu nedenle Allah melekleri ona şeytanlardan; gaybda, Allah’ın kullarının mutluluğu için yarattığı emir ve nehiyden oluşanı şeytanın kendisinde ürettiği teklifleri (işleri) atmaktan (sunmaktan) korumak ve sakındırmak için (gayba) bir koruyucu (gözetleyici) yaratmıştır (koymuştur).
Bu gayb, risâlet (peygamberlik) ilmidir. Bunun için demiştir: ‘ J
/Böylece O, (Allah) peygamberlerin Rablerinin gönderdiklerini hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin.”  Risâleti (dâveti, peygamberliği), peygamberler, şeytanların kendilerine ilkâatta bulunmadıklarından dolayı /Rableriııe’ sözüne bağlamıştır. Böylece onlar (peygamberler) bu risâletin (dâvetin) başkasından değil de Allah’tan olduğunu yakînen bildiler.
Sonra, Allah’ın razı olduğu resûl acaba (gaybten) bu miktara, meleğin haber vermesiyle mi muttali olmaktadır, yoksa vâsıtasız mı? Yani meleksiz mi? Zâhir ve makbul olan ikinci (görüştür). Meleklerin nûrları Peygamber (s.a.s)’in çevresinde aym etrafındaki hâle gibi dönerler. Şeytanlarsa, meleklerin nûrları arkasından bu peygambere (ulaşmaya) yol bulamazlar.
Oyle ki Allah, ona (peygambere) kendisinden ve kullardan bilinmesi gizli kalan ilm-i tekliften dilediğini açar, izhar eder.
(Şeyhu’l-Ekber devamla) diyor ki: ‘Bu ve bunun dışındaki kitabımızda, Hakkın münferid kaldığı bir gayb tasavvurundan daha zoru yoktur. Buna ‘gayb-ı muhâlî/<^'^' /Düşünülmesi mümkün olmayan gayb’ denir. Bundan kat’iyyen her hangi bir hâl ve vakti müşâhede ile muttasıf hiçbir şey zâhir olmaz. Bu şehâdet âlemi ile gayb âlemi arasında bir gaybtır. İki taraftan birinden kurtulamaz. Yaratılanlar bu gayb hakkında hayrete düştüler. O muhâl değildir İd adem-i mahz olsun. Ve o, vâcibü’l- vücûd değildir ki, vücûd-u mahz olsun. Ve o, iki tarafı eşit (denk) mümkün de değildir. Ve o, gayr-ı mâlûm (bilinmez) de değildir. (Peki öyleyse o nedir?) O, ancak ma’kûl’dür. Onun sınırı bilinmez. İşte o, Hakkın münferid kaldığı gaybtır ki (kendisine) ‘4-^' ^ /Gaybı Bilen’ denmiştir.’
322. bâbmda diyor ki: ‘Unutulmamalıdır ki, cihanda İlah’m bir olduğunu duyurmak için bir imam ııasp ve tâyin etmek vâciptir. Bu iş, âlemin her yerinde imam isteğinin var olmasıyla birlikte, şer’an vâciptir. Çünkü bunların arzu ve istekleri her belde veya köy yahut cemâatte kendilerinin başvuracakları ve emri altında olacakları bir “Başkan”m olması için tamamlanmış olup, tekmil olmuştur.
‘Allah, imam edinmeyi emreden bir nass/hüküm getirmemiştir, bu nereden vâcip oluyor,’ dersen biz de deriz ki: ‘Allah bize şüphesiz dîni ikame etmeyi/ayakta tutmayı emretmiştir. Onu ikame etmenin yolu da ancak insanların içlerinde (aralarında), nefislerini, mallarını ve çoluk çocuklarını birbirlerine saldırmaktan korumayı (emniyeti) var etmeleri, sağlamalarıdır. Bu da, gücünden çekinilen, merhametinden ümit kesilmeyen, kendisine baş vurulan ve üzerinde anlaşılan birinin olmaması durumunda kat’iyyen gerçekleşemez, mümkün değildir. Nefislerine, mal ve çoluk çocuklarına gelecek korku ortadan kalkarsa o zaman (Müslümaıılar) kendilerini Allah’ın onlara vâcip kıldığı dîni yaşatmaya hasreder, verirler. Vâcibe ancak ulaşılacakla ulaşmak da vâciptir. Öyleyse imam edinmek vâciptir. Sonra imanım, ihtilâfa düşmemeleri için bir tane olması gerekir. Aksi halde bu durum fesada ve iyiliğin doğmasına mâni olmaya götürür.’
323. bâbmda; Allah’ın ^ J ^ ^ /Allah katında yapmadıklarınızı söylemeniz büyük suçtur”  âyeti hakkında şunları diyor:
‘Kula Allah’ın gazabı ancak, yüce Allah’ın meşieti/isteği olmadan (inşallah demeden), fiili kendi nefsine izafe etaıe/nisbet etme kapısından ulaşır, gelir. Eğer o, yaptığı işe ilahi meşieti koysaydı (ekleseydi), Allah Tealâ ona gazâb etmezdi. Bundan dolayı Hak Tealâ kullarına, kendilerinden gazabın kalkması için istisna-i İlâhiyi meşrû kılmıştır. Ve (biri) gelecek bir işe yemin ettiğinde “illâ” derse istisnâda bulunursa günahkâr olmaz. Çünkü o, o fiili nefsine değil Allah’a izafe/nisbet etmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu fiillerin hüküm yönünden mahlûkata izâfe edilmesine engel, ters değildir. Çünkü kulun, amelin zuhuruna, meydana gelmesine hükmü olup amelin îcâdma, yaratılmasına tesiri yoktur. Tesir ile hüküm arasında fark vardır. (İkisi başka başkadır).’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu miktar ile akıllıların dereceleri değişiklik arz etmekte olup yükselip, alçalmaktadır. Görmüyor musun Allah Tealâ ne diyor?!: “Ey îmân edenler! Yapmadıklarınızı niçin söylersiniz?”  “Yâ üli’l-elbâb/Akıl sâhipleri” ve “Yâ üli’l-ilm/ilim sâhipleri” demedi. Çünkü akıllı âlim yapmadığını demez. Ancak fiili yaratanın kendisi değil Allah olduğunu bildiğinden istisnâ ile’ (der).
Bu hususta sözü uzatmıştır. Âyetin tefsiri ileride bundan daha açık bir şekilde verilecektir.
İnsanoğlu, amelin kula değil Allah’a ait olduğu kendisine keşfolunca açılınca Allah katında nefsini suçlar, kınar ve bundan dolayı utanır.
324. bâbmda; Hz. Peygamber’in; ^^ <jl /Kadım, işlerinin başına geçiren kavim iflah olmaz’’’ hadis-i şerifi hakkında şöyle diyor:
‘Bil ki, kadın baba olmakta (babalık görevini yapmakta) ve bazı yerlerde erkeklerin (seviyesine) ulaşır. Kadın iki erkek yerine geçer, iki erkeğin şâhidliğiyle verilen hüküm bir kadının şâhidliğiyle verilir. Bu da, hâkimin onun iddetindeki hayız günleri konusundaki sözünü kabul etmesinde ve kocanın onun “bu çocuk çocuğudur” demesini kabul etmesinde -ihtimalli durumda- ve kendisinin hayızlı olduğunu söylemesini
kabullenmesinde (işte bütün bunlarda şâhidliği geçerlidir.) O (kadın) burada iki adil erkek şâlıid mertebesinde tutulmuştur. Tıpkı bir erkeğin borç şâhidliğinde iki kadın yerine tutulması gibi. Hükümde birbirine girift olmuşlardır, (biri diğerinin yerine geçmiştir). Bu (gerçek) kadına Allah tarafından (verilmiş) bir tevliye/lûtuf ve şereftir, görevlendirmedir. Hadise gelince, orada ise insanların ona verdiği pâye ve görevlendirme (derecesi) söz konusudur.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Eğer kadınlar hakkında yücelten bif şey olmasaydı, Peygamberin; “Kadınlar erkeklerin bir bütünden ayrılmış parçalarıdır (yarılarıdır)'” hadîsi bu hususta yeter atardı. Burada şu (gerçeğe) işâret vardır; o da, erkeğin makam ve mertebelerden nâil olduğu her şey, Allah’ın kadınlardan dilediği her birine de mümkün olabilir. (Kadın, erkeğin kavuştuğuna kavuşur.)
Kadını isimlendirmede erkek üzerine fazladan sâhip kıldığı Yüce Allah’ın hikmetine bakmaz mısın? Erkek hakkında; /el-mer’u, kadın hakkında; i\j^\ /el-mer’etü -diyerek- durunca ^ /Iıâ, geçince eti /Tâ’lı -adı- söyledi, kullandı. Böylece kadının erkek için gelen /Adamların kadınlar üzerine bir dereceleri vardır”-'49 âyeti karşısındaki bu makamda (yerde) erkeğe bir üstünlüğü vardır. (Erkekleri üstün tutan bu âyetin dışında kadınların üstünlüğü ve fazileti vardır.) Bu halel’i (açıklığı) sii /el-mer’etü “kadm”daki bu fazlalıkla kapatmıştır. (Erkeklere âyet, kadınlara yazı (harfte) üstünlük vermiştir.)’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
“Zât” lafzının ve “sıfat”m Allah’a ıtlâkı (her ikisinin de müennes (kadına ait) lafız olarak gelmiş olduğu halde) müennesliği şeref olarak yeter (de artar bile). Çünkü bunda (bilinen gerçek) durumu bilmeyen/câhil adamların kırdığı kadının kalbinin tamiri ve yüceltilmesi vardır.’
Ben derim ki, Şeyhu’l-Ekber 345. bâbta aynen şöyle diyor:
‘Allah Tealâ’ııın “Hiçbir şey ona eş, denk olmadı” demesi, arkadaşı (sahibeyi) nefyetmek (kaldırmak) içindir. Çünkü küfüv/(denk) ’den murâd, sahibedir. Bu da “Mesih Allah’ın oğludur ve Üzeyir Allah’ın oğludur” diyenler içindir, onlaradır. Çünkü kefâet/denklik, misillik (ü^)tir. Kadına gelince o, kat’iyyen adama mümâsil/eşdeğer değildir. Allah diyor ki, ‘Adamların o kadınların üzerine bir derece (üstünlüğü) vardır.’ O halde kadın, erkeğin dengi değildir. Çünkü münfail/etkilenen, fâil/etkileyene denk değildir. Âlemin de hepsi/(bütün âlem) Allah’ın irâdesinden etkilenendir. O
halde o, Allah’a denk olamaz. Havva da Âdem’den etkilenmiştir. Onun (Âdem’in) de Havva üzerine fâiliyet/etkinlik derecesi vardır. Bu yüzden Âdem’e denk değildir. Allah Tealâ “Adamların, o kadınların üzerine bir derece (üstünlüğü) vardır” dediğinde, îsâ (a.s)’yı Meryem’den etkilenmiş biri kılmış değildir. Tâ ki erkek kadından etkilenmiş olmasın; Havva’nın Âdem’den etkilenmiş olduğu gibi. (Bilindiği üzere) Melek, Hz. Meryem’e düzgün (civanmert) bir adam sûretinde göründü. Melek ona dedi: ‘Ben sana temiz bir çocuk hibe etmek için Rabbinden gönderilen bir Resûlüm.’ Kendisine îsâ (a.s)’yı bağışladı. îsâ (a.s)’nm etkilenişi, adam sûretinde görünen melekten olmuştur. Bundan dolayı, ruh-beşer’in temessül ettiği (göründüğü) babası süreti/şekli üzerine beşer adam (LA1 L£J) olarak ortaya çıktı. İki şekli kendinde topladı. Özü cihetinden ruh, beşer sûretinde görüntüsünden de insan oldu. Bu husus, bu durumla beraber düşünülsün.’
325. bâbmda; Allah Tealâ’nm; ‘ul /Şüphesiz şeytan sizin düşmanmızdır. Onu düşman olarak benimseyin, kabul edin’ ’  ve‘^U
<> ^ V /Ey Âdem oğulları! Anne ve
Babanızı cennetten çıkardığı gibi şeytan size fitne vermesin”  (ayetleri hakkında şöyle der:)
‘Bil ki, İblîs’in Âdemoğullarına düşmanlığı, babaları Âdem (a.s.)’a olan düşmanlığından daha fazladır. Bu da şöyledir: Âdem oğulları sudan yaratılmıştır, su da ateşe zıddır. Âdem (a.s.)’a gelince onu ve İblis’i toprakta var olan yübs/kuraklık birleştirmiştir. O, toprakla ateş arasında birleştiricidir. Bunun için, Allah’a kendisi için; “Muhakkak o nasihat edicidir” diye yemin ettiğinde onu tasdik etmiştir. Çocuklar onu, kendilerine her yönden zıd° olduğu için tasdik etmemişlerdir. Bu sebeple çocukların ona düşmanlığı babanın düşmanlığından daha zorludur, fazladır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu düşman, gözlerin onu idrak etmesinden saklı/mahcûp olduğundan, (o zaman) Allah Taelâ bize onu şerîat yolundan kalpte tanıyabilmemiz için bir alâmet koydu. (Bu alâmet) bizim için görünen göz yerine geçiyor ve. bu alâmetle onun ilkââtmdan (vesveselerinden) korunuyoruz. Ve Allah bize ona galip gelmek için onun karşısında ‘gayben li gayb/kesin görünmez’ yarattığı bir melekle yardım ediyor.’ Sözü bu hususta uzatmıştır.
Burada dedi ki: ‘Kur’ân kalpte olduğu sürece harfi ve sesi yoktur. Okuyucu onu nutkedip söylediğinde, ses ve harfle (onu) nutketmiştir. Yine onu yazdığında da ancak ses ve harfle yazar.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Sonra dedi: ‘Kur’ân’m ikiden beş muttasıl (bitişik) ve münferid (ayrı ayrı) harfe kadar (uzanan) manzum harflerle indirilmesinden anlaşılan şu iki durumdur, a) Onun lcâvl kelâm lâfız olması ve b) Kitâbet (yazı), rakam ve hat olmakta da adlandırılmasıdır.
Kur’ân’a ezberlenmiş olması bakımından bakarsan onun rakam harfleri(ni görürsün). Ve eğer ona, nutkedilmesi açısından bakarsan, onun lâfız harfleri(ııi görürsün). Onun nutkedilen harfler olması neye (nereye) dönüyor, râcîdir? Onlar (harfler) Allah’ın sıfatı olan kelâmına ıııı yoksa onu okuyana mı? Bu izaha muhtaçtır.’ Burada da sözü uzatmıştır.
Sonra dedi: ‘Bu hususta haberde gelen şu (durum) gerçektir. Şüphesiz Allah Tealâ, kıyâmette çeşitli sûretlerde tecellî eder. Ya tanınır ya da tanınmaz. Kimin hakîkati münkir olursa, o tecellîyi sûretlerde kabul eder. O, Yüce Allah’ın “Onun gibi bir şey yoktur. O duyar ve görür”  âyetine dayanarak teşbih ve keyfıyetsiz, Onun celâline lâyık harflerle konuşmuş olması uzak (ihtimal) değildir. Böylece ona denk olmaklığı, mânâyı düşünmek ve bağlantıyı bilmemekle ortadan kaldırdı. Düşünüle.’ Bunun daha fazla açıklaması 329. bâbta gelecektir. Oraya müracaat oluna.
Yüce Allah’ın; ‘ ts'-^ j ^ UJ ç.ULujj !ıS ^tül l^jj U
A^kjj /Ey insanlar, size Rabbiniz’den bir nasihat ve göğüslerde olana şifâ, mü’miıılere hidâyet ve rahmet gelmiştir”  ve ‘ ^ 'o* ^
jjm /Size Allah’tan bir nûr gelmiştir”  ve 'L&>j /Takvâ
sahiplerine hatıra ve ışık vardır”  âyetlerinde dedi:
‘Kur’ân’m nûr olmasına gelince; kendisinde aldatan şüphelere çeken (çaldıran) âyetler var olduğundan, meselâ; ‘l&uaî 4Ü' ^ıâ ^3 /Eğer
yer ve gökte İlâhlar olsaydı -Allah’tan başka- her ikisi de bozulurdu” 
ve ‘âj)âVl V /Kaybolanları sevmem’  ve ‘ /Eğer
konuşurlarsa, onlara sorun”  ve ı> ^ ^ /Onu batıdan getir” 
vb.
Onun nasîhat olmasına gelince ise, bu çok açıktır.
Şifâ olmasına gelince de; bu da Fâtihatü’l-Kitâb ve bütün duâ âyetleri gibidir.
Ve hidâyet olmasına gelince de; o da Allah’ın; ‘ u4^'j 0^'
/Ben, cin ve insleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım’  ve ‘aüİ ejkta ^İLaîj 11x1 /Kim affedip, sâlih olursa da, onun mükâfatını Allah verir.”  Kur’ân’da vârid olan benzeri nassları, bunlara ihtimal girmez. İlk bakışta yalnız zâhirleri anlaşılır. Bu iki âyet gibi.
Rahmet olmasına gelince; kendisinde müjdeler olmasındandır. Allah’ın ‘4İİ! Aİkj (> tjlalij U /Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz”^  ve ÜS /Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”  ile içinde ümit
bulunan her âyeti gibi.
Ziyâ (ışık) olmasına gelince; o da içinde durumları ve hakikatleri açığa çıkaran âyetlerin olmasındandır. Allah’ın; ^ J» fj} V& /O her an bir şe’ndedir, durumdadır”  ve ‘ Aillj /Allah sizi ve
yaptıklarınızı da yaratmıştır”  âyetleri ile hakikat mecrâsma götüren diğer âyetleri gibi. (Bundan) anlaşılıyor ki, bu isimlerden her birinin kendine hâs kelimeleri var.’ (Böyle) düşünüle ve kaleme alma.
326. bâbında diyor ki: ‘Bil ki, Allah Azze ve Celle’yi en çok bilen- tamyaıı ruhlar, tedbir alabilmekte imkân ve nasipleri olmayan cemâd (cansız varlıkların)’m ruhlarıdır. Bunların ardından Allah Tealâ’yı bilmekte nebât (bitki)’m ruhları, bunların arkasından hayvanın ruhları ve bunların ardından da akılla kayıtlananlarm ruhları (gelir.) Nitekim ilk üç (grup) 4.nün aksine, Allah Tealâ’yı bilme üzerine yaratılmışlardır, fıtrî olarak.
Meleklere gelince, onlar da cemâd gibi Allah’ı bilme üzerine yaratılmışlardır ama kendilerinde ne akıl ve ne de şehvet vardır.
Hayvana gelince, onlar Allah’ı bilme ve şehvet üzerine yaratılmışlardır.
Cinler ve insanlara gelince, onlar ise şehvet ve mârifetler (maârif) üzerine yaratılmışlardır, ama ruhları değil, sûretleri (bedenleri) yönünden.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Allah onlarda aklı, şehveti şer’in istediği ölçüye getirsinler/(mîzân-ı şer’î) diye yaratmıştır. Onlardaki aklı, ilim elde etsinler diye îcâd etmemiştir, yaratmamıştır. Bu gerçeği, kendilerine lütfettiği kuvve-
i müfekkire/(düşünen kuvve) ile (elde ederler).’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Ben de derim ki: ‘Şeyhu’l-Ekber Fusûs adlı kitabında, buradakiııe uygun olanına nazmen (şiirce) şöyle zikrederek söylüyor: Orada (kâinatta) ne varsa (cemâd ve nebâttan) belli bir miktar ve ölçü üzerinedir.
Ayrıca bitkilerin dışındaki hayvanlar da aynı tarzdadır. Bunların hepsi Yaradam’m keşfen (apaçık) ve delilleri ile bilir.
Âdem adıyla isimlendirilen varlığa gelince o, akıl, düşünce veya îmân süsüyle kayıtlıdır.
Sehl ve Muhakkik de tıpkı bizim gibi söylediler çünkü biz ve onlar ihsân mertebesindeyiz. Söylediğim şeyi kim bilirse, gizli ve âşikâr benim söylediğimi söyler, sözümüze ters düşen bir söze yeltenmez çorak yerde tohum ekilmez (veya ekmez,) onlar (öyle) sağır ve dilsizlerdir ki, onların durumlarını Hz. Peygamber Kur’an-ı Kerim âyetlerinde kulaklarımıza duyurmuştur.
Ben nazımda (şiirde) Şeyhu’l-Ekber’e; ‘Koç nasıl olur da İsmail (a.s.)’m yerine fedâ edilmek üzere gönderilir? Halbuki o, nebîdir. Koçun makamı nerede, peygamberinki nerede!.’ diye soran bir kişinin sorusuna cevaptır.
Sorunun metni şudur:
‘Peygambere fedâ edilen kurban, yakınlaşmak için kesildi. İnsanın değerinin yanında koçun değeri nedir ki Yüce Allah onu titizlenerek yüceltti.
Onunla (İsmail) veya bizimle, bilemiyorum hangi ölçüyle Allah Allah, nasıl da onun yerine geçti. Koç gibi biri Rahmân‘111 halîfesinin yerine... ’
Sözünün sonuna kadar (böyle) bitti. Düşünüle ve yazıla. Allah daha iyisini bilir.
32.7. bâbmda Allah Tealâ’nın Kalem’e “yaz” sözü hakkında şöyle
diyor:
‘Yani kıyâmete kadar mahlûkatm hakkmdaki ilmimi (yaz). Yazı, âhiretin aksine, sona ereceğinden sadece dünya işleriyle ilgili meselelere tahsîs edilmiştir. Kalem, Allah’ın âhiretteki ilmini yazmaya muktedir olamaz. Çünkü âhiret işleri sona ermez. Ve süresi bitmeyen/süresizi, varlık ihtiva edemez (saramaz), (mâlûm olduğu üzere) kitabet/yazı varlıktır (vücuttur). Sözü burada uzatmıştır.
328. bâbmda Allah Tealâ’nın; ^ /Sizin için orada
nefislerinizin çektiği her şey vardır”366 âyeti hakkında şunları diyor:
‘Burada ‘^jâj MJİ U l^ıâ /Sizin için orada nefislerinizin irâde ettiği/istediği her şey vardır” demedi. Çünkü her murad oluııan/istenen, müştehâ/iştah duyulan değildir. Çünkü irâde/istek, şehvetin/arzunun aksine lezzet alman ve alınmayan şeylere taalluk eder. Şehvet/arzu ise, özellikle lezzet alman şeylerden başkasında olmaz.’
Bu hususta sözü uzatmıştır. Sonra demiştir: ‘Saîdler (mutlular) irâde ve amaçla işe başladılar. Neticeyi de şehvet/arzu ile elde ettiler. Kim iş başında arzu ile beslenirse, neticesini tada tada işi bitirir. Ve ona nimetleri hemen verilir. Kimler ise, iş başında arzu duymadan irâde ile beslenir, işte o mücâhede sahibidir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Amellerinden lezzet alan insanların en çoğu, ubbâd (âbidlerdir) ve en azı da âriflerdir. Bundan dolayı ibâdetler (külfet/zahmet kökünden gelen) tekâlif/teklifler diye isimlendirildi.
Burada Resûlullah (s.a.s.)’in ^ hadisi hakkında şunları
dedi: “Bir dirhem, bin dirhemi geçti.”
Açıklaması; çünkü dirhem sahibi, kendisinde başkaca dirhem olmadığından onu Allah için sarfetti ve Allah Tealâ’ya sarıldı. Bin dirhem sahibi ise, yanında olanı verdi, verdiğinden geri kalanı yanma alıkoydu. Allah Tealâ’ya tam sarılır olmadı böylece. O zamanda bir dirhem sahibi bu yüzden onu geride bıraktı. Bu makuldür. Eğer bin dirhem sahibi, bir dirhem sahibi gibi yanmdakinin hepsini bezl/sarf etseydi, bu makamda ona denk düşerdi; (bir dirhem=bin dirhem.)
Şâri’ (idareci) ihsâmn miktarına değil, sadece, ihsân/atâ’dan sonra verenin döndüğü şeye itibar ediyor. O da Ona (Allah’a) henüz dönmemiştir, sığmmamıştır. (Veren geri kalan parasına mı dönmüştür -bin dirhemli gibi-
yoksa Allah’a mı dönmüştür -bir dirhemli- gibi.) (İtibar, Allah’a dönmekte, Ona yönelmektedir.)
Sözü bu hususta uzatmıştır. Buna benzer konu 70. bâbta ganî-şâkir (şükreden zengin) ile fakir-sâbir (sabreden fakir) meselesinde geçmiştir. Ona mürâcaat oluna.
329. bâbmda; Allah’ın; ‘û'L$' ^ o^L^’  âyeti hakkında şöyle diyor âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, Kur’ân kesilmeyen dâimî vahiydir. O, eskimeyen yenidir. O âlimlerin kalplerinde, dillerindeki gibi zâhir olmayan bir sûrette görünür. Çünkü Cenâb-ı Hak her yere, başkasında olmayan bir hüküm/güç vermiştir. O, iki gözden (özden) biri olan kalpte zâhir olur. Hayâl onu kalıplaştırır ve böler. Sonra ondan dil alır ve onu terazisinde harfli, sesli (hâle) dönüştürür (yapar). Onu kulakların duyusu kaydeder (zapteder). Allah Tealâ diyor ki: ‘ /Allah’ın kelâmım işitip dinîeyiııceye kadar ona
emân ver.”  Onu Peygamber (s.a.s.) diliyle sesler ve harfler olarak okudu ve A’rabî onları söylenirken tercümesi hâlinde kulağının duyuşuyla duydu, işitti. Kelâm, şüphesiz Allah’a; tercüme (telaffuz) ise, kim olursa olsun mütekellime (söyleyene) aittir. Kalp, Rabbin evidir, iyice anla.’
330. bâbta dedi: ‘Bil ki, kazâ ve kader birbirinden ayrı (mütebâyin) iki husustur. Kazâ, eşyâ üzerine şöyle, şu kadar diye verilen İlâhî hükümdür. Onun bütün işlerdeki hükümde geçerliliği vardır. Kudrete gelince o, hükmün açığa çıkarılması için belirlenen vakittir. Kazâ, kadere hükmeder. Kader, kazâda hükmedemez. Bilâkis, mukadderde hükmü geçerlidir, başkasında değil. Kadı, hükmeden (hâkim)dir. Mukaddir (takdir) eden muvakkit (vakit belirleyen)dir. Kader de tevkît (vaktin belirlenmesidir. ’ Sözü uzatmıştır.
Ben de derim ki, buna benzer hususları Şeyhimiz (r.a.) cevaplarında genişçe dile getirdik. Ona müracaat oluna.
331. bâbmda dedi: ‘Bil ki, Mûsâ (a.s.) kendisinde ancak İlâhî yakınlaşma (duygusu) uyandığı zaman ‘^) /Rabbim bana kendini göster, seni görmek istiyorum”  dedi. Akabinde görmeyi/m’yeti arzu etti. Ve kendisi, sorulması aklen değil, zevkan ve naklen câiz olanı sordu, istedi. Çünkü bu, akılların muhâveresinden, konuşmalarındandı. Ve bilinen şu ki, peygamberler Allah Tealâ’yı insanların en çok bilenleridir.
Onlar Hak Tealâ’mn idrak ile kavranabileceğim biliyorlar. Gözler Onu idrak edemez, kavrayamaz. Bununla beraber gözler, kulun Rabbiııi idrak ettiği bir âlettir. Hz. Mûsâ’nm rü’yetten men olunuşu, onun vahy-i İlâhînin dışında görmeyi istemesindendir. Onların makamı ise edeptir. Bunun için ona ‘
/Beni göremezsin’  denilmiştir. Sonrası ise, Allah Tealâ Hz. Mûsâ’nm vahiysiz rü’yet isteme yönünden haddinin bittiğini bildiğinden kendisinin lâtif bir idrak ile idrak edilmesini istemiş (ve Müsâ’yı) tecellî zamanında istikrar edecek dağa (bakmaya) çevirmiştir. Zira dağ, mümkinattandır. Hak dağa tecellî edip dağ da yıkıldığında Mûsâ (a.s.), kendisinin gerekmeyen (yer)de olduğunu bildi, anladı. Velev ki, Allah’ı çok sevmesinden hâsıl olan sekr/sarhoşluktan vukû bulması gibi bir şey, kendisini böyle bir arzuya -şevke- hamletmiş olsun. Akabinde dedi: Sana tevbe ettim ve ben mü’miıılerin ilkiyim. caii’  (bu sözü de) vukûu câiz olandan sonra söylemiş olsa bile.’
İnsanların, Allah Azze ve Celle’yi görme hususundaki sıfatlarını (anlatmada) sözü uzatmıştır.
Bu bâbta; Allah’ın; “fk- ^ Cıûîjaî /Hevâsmı
tanrı edinen ve Allah’ın bir bilgiye göre saptırdığı İdmseyi gördün
mü?”  sözü üzerine şöyle diyor:
‘Bil ki, hevâ Allah’tan gayrisine tapan kişinin en büyüle (dayanağıdır). Çünkü hevâ onun nefsi için bir hükümdür. O, kulun her taptığının (hükmünü) koyandır. Eğer onun inSanda saltanatının gücü olmasaydı, onun ilâh olmadığını bilen bir kimsede bu gibi tesiri olmazdı. Ve Şeyhu’l-Ekber, kullardan ilâhlık taslayan, kendisinde ilâhlık bulunduğunu iddia etmediği halde kendisinde ilâhlık iddiasında bulunulan ve sekr/sarhoşluk hâlinde ilâhlık iddiasında bulunan kimseler hakkında sözü uzatmıştır. Sonra şunları demiştir:
‘Hallâc (Mansur) yakîn ile sarhoşlukta/sekr hâlinde ulûhiyyet iddiasında bulunmuş ve sarhoşların sözünü söylemiş, şaşırmıştır. Sarhoşluğun üzerine galebesinden karıştırmıştır. Tıpkı sarhoşun, seki* hâlinde dünyanın en büyük melikine sövüp saydığı ve ona edepli bir davranışta bulunmadığı gibi. Hallaç Saîd (günahsız)’dir, velev İd diğerleri günahkâr olsun.’Burada sözü uzatmıştır. Sonra demiştir ki:
‘Kıyamet günü olduğunda Allah hevâyı, ölümü, boğazlanmayı kabul etmek için (hazırlanan) bir koç kalıbına koyduğu gibi, kalıba koyar. Ve ona bu sûreti içinde azabeder, ceza verir, mânâların tecessüdünü/kesâfete dönüştürülmesini, Allah Tealâ’yı bilen âlimler inkâr etmezler.
Hevâsına tâbi olan Müslüman biri ise, o cezası bittiğinde ateşten çıkar. Hevâsmm sûreti cezâsmı çekmekte/muazzeb olarak kalır. O kişi eğer kâfirse, sonsuza kadar hevâsmm sûreti ile birlikte kalır.’
332. bâbmda; Allah’ın; /Onda (balda) insanlara şifâ
vardır”  âyeti hakkında şöyle diyor:
‘Yani balı (kastediyor). Bil ki, Allah Tealâ bal için zararlı demedi, lcat’iyyen. Meğer ki bazı vücutlara kullanması zarar verse de. Çünkü ondan en büyük maksat, şifâdır. Tıpkı yağmurdan maksadın, yağdığında rızkın meydana getirilmesi gibi. Ama ola ki bu yağmur, fakir, güçsüz, yaşlı bir kadının evini de yıkabilir. Bu özel sebepten bu yağmur o kadın hakkında rahmet olmamıştır. Çünkü adı geçen evin yıkılması, yağmur yağmasından doğan genel bir maksat değildir. Bu sadece evin, sağlam yapılmayışından (kaynaklanan bir sebeple) istidâdmm yıkılmaya (elverişli) olmasındandır. Ve bal yiyene gelen zarar da böyledir. Bu sadece onun vücûdunun müsait olmayışındandır, genel maksadın böyle oluşundan değil.
Ben de derim ki: ‘Buna benzer bir konu, niyetin esas olarak ihlâs için konulmuş olduğundaki söz ve anlatımda geçmiştir. Allah bilir.
Şeyhu’l-Ekber burada Yüce Allah’ın; ‘ü&U Lşj^ /(Gemi) gözlerimizin, önünde akıp gidiyordu”  âyeti hakkında şunları söylüyor:
‘Gözleri burada ve de /Sen gözlerimizin önündesin” 
âyetinde cemî/çoğul yapmıştır. Bu çoğuldan (gözlerden) murad, âlemi diğer yaratılanlardan ‘uyünü’l-hâfızm/korayanlarııı gözleri” olmasıdır.
Alemde her hangi bir şeyi koruyan, işte o koruyucu, Hak Tealâ’nın gözleri cümlesiııdendir.
Ben derim ki, Seyyid-i Muhammed Vefâ (r.a.)’nm şu sözü ile ona işâreti vardır: Muhammed Allah’ın aynı/gözüdür. Sahabeler de aynlar/gözlerdir. İlâ âhir. Bunu bil.
Şeyhu’l-Ekber Mulıyiddin 505. bâbta aynen şunları zikrediyor:
‘Allah Tealâ’mn ^ /Çünkü seıı gözlerimizin önündesin”376
demesi Hz. Peygamber (s.a.s)’e hükmedilenin; onu sevindirsin veya üzsün, Hakk’ın katında ona ancak en uygunu olduğunu öğretmek içindir. İşte bu, onun /gözlerimizin önünde’ sözleriyle de murâdıdıı*. Yani, seni
unuttuğumuz ve bilmediğimizden değil. (Sen, her zaman gözlerimizin önündesin.) Allah daha iyisini bilir.
333. bâbmda diyor: ‘Îblîs, (şöyle diyerek) Hakk’a karşı gelip, diklendi:
- Ya Rabbi, benden secde etmemi irâde etmediğin halde nasıl oluyor da onu talep ediyorsun? Eğer onu irâde etseydin, ben de secde ederdim ve karşı gelemezdim. Hak (c.c) ona dedi:
- Benim senden secde etmeni istemediğimi (irâde etmediğimi) ne zaman bildin, anladın. Senin yüz çevirmenden önce mi yoksa sonra mı?
İblîs dedi:
- Bunu ancak, benden yüz çevirme vukû bulduktan sonra anladım, bildim.
Allah Azze ve Celle ona dedi:
- Ben de seni bu sebeple muaheze ettim (ya). Yüce delil (el-huccetü’l- bâliğa) Allah’ındır.
Buharî’niıı; “Okudukları Kur’ân’ın boğazlarını aşmayanlar” hadisi hakkında şunları diyor:
‘Bil ki, kim Kur’ân’ı, tilâveti makamında peygambere vâris olmadıysa, o kimse hayâlinde ancak temessül eden (canlanan) harfleri okumuştur. Onu, eğer telkin (ta’lim) ile öğrenmişse öğretmeninin lafızlarından, yahut yazıdan öğrenmişse yazı harflerinden elde etmiş olur. Hayâlinde bu harfleri canlandırır (hazır eder) ve onlara hayâl gözüyle bakarsa, lisanı oradan (gözden) tercüme eder, söyler (çevirir) ve onu düşünmeden, anlamadan ve basiretsiz okur. Esasen o harfler, hazret-i hayâlinde kalmıştır da ondan.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: “Bu okuyucuya Kur’ân sevabı değil tercüme (okuma) sevabı vardır. Çünkü o mânâların yerine dimağın önü olan hayâlden lisana inen (dökülen) harfleri okumuştur. Ve onu tercüme (ifâde) eder. (Bu) boğazından göğsünde ki kalbe geçmez. O (işten) kalbine bir şey ulaşmaz.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
337. babında, bu ümmet-i Muhammed’in diğer milletlere üstünlüğün (şerefm)den bahisle der:
‘Şüphesiz Allah Tealâ, ümıuet-i Muhammed’i, Resûlullah (s.a.s.)’in âlemin zuhurundan önceki halîfeleri mertebesine koydu. Allah Tealâ, onun peygamberlerden olan halîfelerine teşrî/şerîatle hükmetme verirken, bu ümmete de hüküm koymada içtihadı vermiş, lütfetmiş ve onlara ictihadlarımn gerektirdiğini hükmetmelerini emretmiştir. Bu da, bir teşrî/kanun koymadır. Bu hususta peygamberlerin makamlarına iltihak etmişlerdir. Peygamberler kendilerinden önce geldiklerinden onlara “verese” olmuşlardır. Çünkü tereddütsüz, geriden gelen önden geçene vâris olur.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Bu bâbta jVI /Arz bana secdegâh/mescid kılınmıştır”
hadisinin mânâsı hakkında şunları dedi:
Bu hadiste, bütün yeryüzünün Allah’ın evi olduğu, kulun da nerede bulunursa bulunsun mescidlerde emrolunduğu gibi edep ve terbiyeyi gözetmesine işâret vardır. Bu ümmetten edepli olanlar devamlı olarak Allah’ın konuklarıdır, sohbet erleridir. Çünkü onlar mesciddedir. Orası da ümmetin hayat ve ölümlerinde (üzerinde bulundukları) arzdır. Zira onlar kabirlerinde, yerin üstünden yerin altına intikal ederek (bulunurlar). Mescide hürmet (olayı) yedi kat yeryüzüne şâmildir.’
Şeyhu’l-Ekber burada şunları dedi: ‘Allah Tealâ, Hz. Muhammed’e lütfettiği dört menzileyi/mertebeyi başka peygamberlere vermemiştir. Onlar da:
a) Müjdeleyici vahyin bütün şekillerini ona vermiştir, göstermiştir. O vahyi kalbe ve kulağa inzal etmiş, indirmiştir.
b) Ona bütün hallerin ilmini (inhâsım/sonunu) vermiştir. Çünkü onu bütün insanlara, ayırmadan; halleri bilâşeklc (tereddütsüz) değişik, çok çeşitli olduğu halde, göndermiştir. O zaman onun risâleti tabiî ki bütün halleri bilme (ilmini) kapsar.
c) Manevî ve hissî olarak ölüleri diriltme ilmini de vermiştir.
d) Ve ona, geçen bütün şerîatleri bilme (ilmini) de vermiştir. Ve de onlarla değil, onların hidâyetiyle hidâyet/yol bulmasını emretmiştir.
Bu dört mertebe, işte bunlarla (peygamberimiz) husûsiyet kazanmıştır.
Bu bâbta Şeyhu’l-Ekber Allah Tealâ’nm ‘ UJ-3 ı> ^
/De ki: Dikkat edip baktınız mı hiç, Allah’ı bırakıp
taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana”  âyeti hakkında şunları dedi:
‘Bil ki: îsâ (a.s.)’ın kuşu yaratması, sadece Allah’ın izniyle olmuştur. Onun kuşu yaratması, Allah’a yaklaşması için bir ibâdettir. Çünkü o bu hususta izinlidir. Allah Tealâ yaratma (olaym)da iznini vermiştir. îsâ (a.s.) bir kuldur. Kul ise ilâh olamaz.’
Dedi: Bu âyette bu meseleyi öne sürüşümüz /ma” (varlıklara kullanılır şey demektir) kelimesinin umûm (ifâde ettiği) içindir. Bu (kelime) akıllı ve akılsız (canlı-cansız) her şeye itlak olunur.
Sîbeveyh böyle demiştir. Kendisi, dil ilminde başvurulan bir (otoritedir). Bu daldaki bazı söz sâhipleri diyorlar ki; “mâ” lafzı akılsızlara, “men” ise akıllılara aittir.
Şeyhu’l-Ekber diyor: Bu (yaklaşım) araştırılmadan (söylenen) bir sözdür. Çünkü biz Arap kelâmında; “men”in akıllı olanla akıllı olmayanı ceııı’ ettiğini ve “ma” nm da akıllı olana itlak edildiğini gördük.
Bunu dememizden maksat /Allah’tan başkasına
taptığınız şeyler’  âyetinde (mâ ile) akıllı olmayan irâde edilmiştir. Halbuki îsâ (a.s.) akıllıdır ve bu hitaba girmez denmemesi içindir. Şeyhu’l- Ekber, Sîbeveyh’in sözünün evlâ olduğunu söylemiştir.
338. bâbmda şunları söyledi: ‘Şâri’in, sebebini açıklamadığı (ama) kulunda onu öğrenip, kendisiyle amel ettiği her ilim, mahza/yalnız taabbüd/kulluk içindir. ’
341. bâbmda şöyle diyor: ‘Noksan kişilerin hiç birinin, milel ve nihai kitaplarını incelemesi câiz değildir. Keşf sahibine gelince o da, sadece oralara onların sözlerinin hangi vecihten/sebepten çoğalıp, teferruata döküldüğünü incelemek için bakar. O, sağlam keşfine istinâden onların itikatta/inançta muvâfakat/birlik üzere olduklarına emindir, (o hususta tereddüdü yoktur.)’
342. bâbmda; ‘İsim müsemmânııı aynıdır’ diyenin sözünü teyid bakımından diyor:
‘Allah’ın ^ /İşte size; Allah Rabbimdir”  bu sözü
yukarıdaki görüşü destekler. Zira “O, esmâsınm gayrı değildir, (isimlerinin dışında başkası değildir).
Çünkü ‘û^j-5' J <-£ /Söyle: Allah’a veya Ratıman’a duâ
edin”  diyen Odıır. Burada ismi müsemmânm ayn’ı yaptı, başka yerde gayrisini yaptığı gibi. Eğer isim müsemmânm ayn’ı olmasaydı, Allah’ın; ‘ iı! ^ /işte size Allah’ «sözünde, o zaman /Rabbimdir’ sözü geçerli olmazdı. (Burayı iyice) anla.’
346. bâbmda şöyle diyor: ‘Allalı Tealâ hadis-i kudsîde; “... l-^ ^ IBen onunla duyduğu kulağı, onunla gördüğü gözü... olurum”
dedi ve (burada) hayâl, fikir, hıfz, tasvir, vehim ve akıl gibi ruhanî kuvvetlerin dışında, hissî sûretleri zikretti. Çünldi bunlar, hislere muhtaçtır. Halbuki Hak Tealâ, mahlûkattân kendisinden başkasına muhtaç olanın mertebesine düşmez, tenezzül etmez. Zâhiri hislerin hilâfına, çünkü bunlar Allah Tealâ’ya muhtaçtır, bundan gayrısma değil. Hak Tealâ, kendisine muhtaç olana tenezzül buyurmuştur. Kendisine de hiçbir şeyi ortak koşmamıştır (bu hususta). Buradan anlaşılan şudur: Hisler, ruhanî kuvvetlere herhangi bir şeyde ve bu kuvvetlerin İlmî hayatiyetlerini sağlayan şeyde tasarruf etme (gücünü) bağışladığından eksiksiz tamdır, ekıııeldirler.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hak Tealâ’nm tecellîsinin gecenin son üçte birinde ilim ve mârifetler bahşetmesinin, ilk ve orta üçte birdekine nazaran daha fazla olması; bu ümmetin ömür müddetinden son üçte birinin sahibi olanların ilminin daha kâmil ve tastamam olduğuna (işârettir). Bu da şöyledir: Zira Resûlullah (s.a.s.) Allah onu küfür ortada iken (görevlendirerek) gönderdiğinde, sahabeyi sadece ve özellikle îmâna dâvet etti. Onlara gizli ilimden bir şey açmadı. Ve onlara Kur’an’dan inmiş olan kısımlardan, o çağın geneline tebliğ edilen kadarıyla beyân ediyordu. Sahabe îmân, tabiûn ilim, tâbiu’t-tâbiîn de amel makamında en kâmil, (hiç noksansız) idiler. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Sahabenin îmân açısından en güçlü olmalarının hikmeti şudur: İnsanın oluşumu hased üzerine kurulmuştur. Ne zaman kendilerine kendi cinslerinden bir peygamber gönderilir, bu kişiye ancak içlerindeki hasedi ve gösteriş sevgisi ile başkasının hükmü altına girmemeye direnmeye gücü yetenler îmân edebilir. Bu açıdan sahabenin îmânı, kendilerine hemcinslerinden birini önder etmeyi şuhûd ve zevk ettikleri için (işte bu açıdan) onların îmânı en kuvvetli idi. Onların en büyük uğraşıları, kendilerini diklendiren hased gücünü defetmekti. Bu onların ilim ve esrarın kapalı, derin mevzularını anlamalarına mâniydi. Böylece onlar bize îmân gücüyle üstün geldiler. Ama Allah bizdeki noksanlığı, bize şerîatten onlarca nakledileni tasdik etme gücünü vermekle giderdi, telafi etti. Böylece de sahabeye (nasîp) olmayan gayba îmân derecesi bize nasîp oldu. Bilinen şu ki onlar, bize ancak îmân ve önce gelme (sebkat) gücüyle üstün geldiler. Ama ilim ve amele gelince bu hususta başkaları onlarla müsâvî/eşit olmaktadır.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Sonra Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bizi âhir zamanda getirmesine, yaratmasına hamdola, elhamdülillah. Kalplerimizi, siyah beyaz kağıtlarda nakledilmiş bulduğumuz her şeyde tereddüt ve şüphe getirmeden tasdîk etme gücüyle pekiştirdi, güçlendirdi. (Nakledilenlerde) ne bir delil ne de bir âyet zuhûru talep ettik. Eğer biz Resûlullah (s.a.s.) devrinde (dünyaya) gelseydik, bilmiyoruz, onu görünce hâlimiz nice olurdu? Hased mikrobu bize galip gelir de ona itâat etmez miydik yoksa nefislerimize biz galip gelir, ona itâat mı ederdik? Allah bize bu hususta kâfi gelmiştir. Her hâlükârda Allah’a hamdolsun. ’
347. bâbında ind-i ilâhî/ilâhî kat hakkında şunları diyor.
‘Allah; /Allah’ın katindakiler bakîdir”  ve ‘
UJc. IİÂÎ (> ûüllcj ÜAjp o* /Ona katımızdan rahmet verdik ve lediinnî ilmi ona öğrettik”  ve /Onun katında gaybın anahtarları
vardır”  buyurmuştur.
Hadiste de; ^ /Meleklerin Rahleri katında
hizaya geldiği (saf tuttuğu) gibi saf tutunuz” ve Allah Tealâ; ‘ fip u)
/Şüphesiz Saat/kıyâmetin bilgisi Allah katindadır”  ve ‘ o* üIj UÂjp V] /Hiçbir şey yoktur ki onların hâzineleri katımızda
olmasın”  buyurmuştur.
Bil ki bu ındiyet/katmda olmak, kendisine isim, zamir ve kinâye eklenmesi hasebiyle izafeti/bağı değişmiştir. O, üçüncü bir zarftır. O zarf-ı zaman ve sırf zarf-ı mekân değildir. Aksine o kesinlikle toptan zarf-ı mekân da değildir.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu husus, Allah Tealâ’nm; ‘ 1*
/Sizin katınızdaki biter ve Allah’ın katındaki bakîdir”  âyetinde böyledir. Ve (burada) bize de “kat/mdiyet” verilmiştir. O, bizim hakkımızda zarf-ı mekân değildir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Ehlullah’tan hiçbiri bu üçüncü zarf üzerine dildcat etmemiştir, o nedir, bilinsin diye. İnsanın ve Hakk’m muttasıf olduğu bu mdiyetin hakikatine vâkıf olmaktan gafil olan ulemâya hayretler doğrusu.’ Bu hususta sözü uzatmış ve sonra şunları demiştir:
‘Rabbııı indiyetine akıl erer. Hüve’ninkine ise ermez. Allah’ın indiyeti meçhuldür. Yaratıklarınla ise değil.
“inde” bu ikisinde zarf değildir. Bunun başka bir yorumu da yoktur. (Allah’ın bir yerde olduğu anlamına gelmez).
Şeyhu’l-Ekber dedi: ^ /(Ona) sözündeki zamir zarfıyete ve ^ /(o ikisi) sözündeki ise, “mdiyetü’l-Hak ve Halk/Hakk ve Halk katmda/ikisiııde”ye döner. Allah en iyisini bilir.
348. bâbmda Allah Tealâ’nm; /Onun nûru,
içinde ışıldak bulunan yuva gibidir”  âyetinde şöyle demektedir:
‘Bil ki, ışıldağın yakıldığı ağaç Allah Tealâ’nm hüviyetine misaldir. Çünkü Yüce Mevlâ’nın hüviyeti 11e şarkî ne de garbidir. Ve cihetleri kabul etmez. Burada zeytûne, ııûrun maddesi olan zeyt/zeytinyağmm asıl maddesidir. Hüviyetten ağaç (demek) ile kinâye edilmiştir. Çünkü ağaç/şecere tezad (mânâsı taşıyan) teşâcürden alınmıştır. Ve hüviyet de, muiz/yücelten, müzill/alçaltan, nâfî/fayda veren, dârr/zarar veren bütün bu karşıt isimlerin hepsini hâmildir, içine alır. Bak kardeşim, gerçeği haber vermede ilâhî ibareler/sözler ne kadar mükemmeldir...’ Bu hususta sözü uzattı.
Şeyhu’l-Ekber, Hz. Peygamber (s.a.s.)’iıı ‘ 15-1' J-*0'
^ t> /Ümmetimin ömürleri 60 ilâ 70 arasıdır. Onların azı bu yaşları aşandır” hadisinde şöyle diyor:
‘Bil ki, bu hadiste muhakkak ki ihtisas/öz kılınmış ümmete işâret vardır. Onlar da, hâssaten Muhammedi velîlerdir. 70 seneyi aşan kişi o
Muhammedi makamda değildir. O ancak Âdem (a.s.)’den Hâlid b. Sinan (a.s.)’a kadar uzanan peygamberlerden Allah’ın istediği birine vâris olur.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Ve Şeyhu’l-Ekber, “Cennete hesap görmeden giren yetmişlikler” hakkında şöyle diyor: ‘Bu (hesap görmfeme) onların düşüncesinde (hesabında) yoktu ve onu hayâl de etmiyorlardı. Allah’tan kendilerine bir hayır göründü ki onu beklemiyorlar, hesap etmiyorlardı.’
Hadisin kelimelerinin açıklaması üzerinde sözü uzattı.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Geceleyin Rabbani tecellî üç kısımdır. Gündüzleyin tecellîsi de böyledir.
Yüce Rabbimiz gecenin ilk üçte birinde yanık/susamış ruhlara, ortadaki üçte birinde musahhar/boyun eğen ruhlara, son üçte birinde de anâsırdan oluşan cisimleri hareket ettiren tabiî ruhlara tecellî eder.
Gündüze gelince, Yüce Rabbimiz gündüzün ilk üçte birinde gözlerin kavrayamadığı lâtif cisimlere, ortadaki üçte birinde şeffaf cisimlere ve son üçte birinde de kesif/yoğunlaşmış cisimlere tecellî eder. Bu hususta sözü uzatmıştır. Buna benzer konu Şeyhimiz (r.a.)’ın cevaplarında da geçmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Güneş doğarken de batarken de yeryüzünden kaybolmaz. O ancak içinde bulunduğu âlemde doğar ve batar. Yeryüzünde sonradan meydana gelen karanlık, ancak güneşle âlemden (kaynaklanan) gölgelerin ardarda gelmesidir. O (karanlık) gerçekte gölgedir. İnsanlar onu karanlık diye adlandırıyorlar. Keşfi olmayanlar da onu üzerindeki kesâfetinden dolayı yeryüzünün gölgesi diye adlandırıyor.
Dehr/zaman, özü itibariyle bir gündür, çoğalmaz, taaddüt etmez. Onun gecesi ve gündüzü yoktjır; pljUUl jjj ÂIll /Allah göklerin ve yerin
nûrudur.’388 Yani onların münevviri, nûrlandırıcısıdır. Bu nûr da sürekli olup, kesintisi yoktur. îyice anla.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Kıyamet, keşif husûsî, umûmî herkeste zâhir oluncaya kadar kopmayacaktır. Kıyâmet her yaklaştıkça, keşif insanlarda en olgun ve noksansız olur.’
Ve dedi: ‘Nil ve Fırat, SidretüT-Müntehâ’nm kaynağından doğarlar. Ve cennete uzanır, giderler. Sonra oradan Dârü’l-Celâl’e çıkarlar. Nil, Kamer dağından görünür, Fırat ise Ürdünür-Rûm’dan. Onların (her) ikisi son
derece tatlıdır. Cennetteki üzerinde bulunan yeryüzü özelliklerinden (mizaç) dolayı tatları değişmiştir. Kıyâmet günü geldiğinde cennete dönerler.’
Derim ki ben: ‘İnsanlar kabirlerinden kalktıkları andan cennete girecekleri zamana kadar nerede içecekler yahut, cennete girinceye veya havuza ulaşıncaya kadar hiç kimse içmeyecek mi? Kim bir şey bulursa onu bu yere ilhak etsin. Allah, bilir ve haberdardır. ’
Peygamber’in sözü hakkında dedi ki:
■yjj ı-Jb-aj l&lâ ciiç.Lnl jlj fjj Igiâ cimi jl /Ümmetim iyilik yaparsa ona bir gün, kötülük yaparsa yarım gün vardır.” Yani (o gün) sizin saydığınız bin sene olan Rabbin günlerindendir. Ümmetin iyiliğinden, ihsânından murad, onların nebileri (s.a.s.)’in şerîatiyle amel etmeye (bakışları), itinalarıdır. Peygamber (a.s.) demiştir ki: İyilik ederse, kötülük ederse. O, (s.a.s.) ümmetinin ahvâlinin Hâzil/(J^') Rezil eden ve Nâsır/Yardım eden isimlerinin hükmü arasında olduğunu bildiğinden kesin bir şey demedi. Bu iki ismin günlerinin mâlûm mikdarı yoktur, bizim katımızda. Hattâ, onun ölçüsünü Allah’tan başkası bilemez.’
Ben de derim ki: ‘(Ümmet) iyilik yapmıştır. Allah’a hamdolsun, Muaviye’nin idaresinden beri sayılı 500 yıl geçmiştir. Rabbiilâlemin Allah’a hamdolsun.
349. bâbmda şunları diyor: ‘Allah beni ve bütün nebilerini bir vakıada bir araya getirdi. Öyle ki, onlardan görmediğim ve tanımadığım biri kalmadı. Yine Allah Tealâ beni onların vereseleri ile de cemetti. Ben onları tanıdım. Onlar, hiçbir asırda 124 binin altına düşmezler.’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
351. bâbmda şunları diyor: ‘Bazı âlimler, zina etmeye zorlamanın geçerli/sahîh olmadığını söylediler. Bu da, tenâsül organının ancak şehvetin sürüklemesiyle canlanabilecek olmasındandır. Şehvetin hükmü zinadadır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi:
‘Bize göre o, bu gibi (durumlarda) mecburdur, cimâyı (birleşmeyi) istemeye zoıianmıştır/mükrehtir. Cimâda ancak intişâr/dikleşme, sertleşme ve şehvetin bulunmasıyla gerçekleşir.
O zaman, kendisini, yapmadığında ölüm veya dövme yahut hapisle tehdid edildiği zorlanan fiilde korumuş olur. Bu halde de küfrün hilafına, bâtmen/iç âlemde ikrah/zorlama sahîh/geçeıii olur. Çünkü o, küfürde zâhiren/açıkça kanaat bahşeder, içi/gizlice buna muhâlefet etse de. Zina eden ise, şehvet sahibidir, istiyor, îmânı yönünden bu şehveti kerih/çirkin buluyor.
Şehvetin, “lezzet alma isteği” olduğu (hükmüne) varılmasaydı, biz onun/zânînin şehvet duyduğu şeyi istemediğini söylerdik. Şiir söyledi:
Bir işi (şeyi) isteyeni görüyorsun,
Şehvet duyduğu şeyi, irâde edici değil,
Ama o zorlanıyor ona ve iştahlanıyor,
İşin zâhirinde, zira onu (vakayı) görüyor (iştahı kabarıyor.)
354. bâbmda diyor: ‘Yüce Allah’a ârif olanın edebi, kendisine bir sıkıntı geldiğinde, Eyüp (a.s.)’m tevbesi gibi şikâyetini Allah’a yapmasıdır. Burada, Allah Tealâ ile beraber olmanın edebini kollayarak ve kahr-ı İlâhîye direnmemek için acziyetini göstererek hareket etmesi gerekir. Allah’a câhil olanların yaptığı gibi değil. Zira onlar kendilerini teslimiyet ile tefviz ve kabul ehli zannediyorlar ve iki câhilliği cem’ ediyorlar.’ Sözü burada uzattı.
359. bâbmda; Ü İjLî U /Ey îmân edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dostlar edinmeyin”389 âyeti hakkında şunları diyor:
‘Bil ki, insanoğlu kendisine iyilikte bulunan bir kimseyi bu iyiliğinden dolayı sevmek eğilimindedir. Ve dostlarına gösterdiği sevgiden dolayı da bu sevgi onu onlara celbeder. Allah, insanın zikrettiğimiz bu özelliğini bildiğinden sadece ^ /Düşmanlarını ittihaz etmeyin” kavliyle
yetinmedi. Çünkü Allah, Hakkın tarafındaki bu yasaklamada gerçekten Hak’tan korkan bir kişinin makamında durmayacağımızı bilir. O halde Yüce Allah /(düşmanınız)” ilâve etti ki, biz de mevcut sevgilerine
karşılık/bedel, onlara buğzedelim ve hevâmızı, Rabbııı yüce rızâsına tercih etmiş olmayalım.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bizim hakkımızda Kur’an’daki zeminin bundan daha büyüğü olamaz, yoktur. Çünkü Allah Tealâ bilseydi ki biz, Onu hevâmıza tercih edeceğiz, o zaman O, /düşmanım sözüyle yetinirdi.’ Bu hususta sözü uzattı.
360. bâbta hadis hakkında şunları dedi:
‘Peygambere denildiğinde ‘*4?j Ja /Rabbini gördün mü? ’ Dedi ki: ö!ji JJj /Nûr’dur. Onu orada nasıl göreyim” Burada Hakk’m nûrunun diğer nûrlardan farklı/mübayiıı olduğuna işâret vardır. Kendisinde idrak nüm dercolunduğundan/bulunduğundan idrak edilmez. Bunun için onu idrak
etmedi. Bununla beraber, nûraıı özelliği idrak etmesi ve idrak olunmasıdır. Tıpkı zulmetin idrak etmesi (ama) onunla idrak olunmaması gibi.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘O halde en büyük nûr idrak eder, kendisi letâtetının şiddetinden idrak olunmaz, sonra idrak (olayı) ancak idrak edilenden (çıkan) bir nûrla olur. Bu da aklen ve hissen lüzumludur.’ Sözü burada uzatmıştır.
Ve Allah Tealâ’nm meleklere ^ j)
/Doğrıılardaıısanız, şımlarm adlarını haber veriniz”  sözü hakkında şunları söylüyor:
‘Bu âyette melekleri tevbih/kmama ve takrir/ikrar getirtme vardır. Sanki Yüce Allah şöyle diyor: ‘Siz beni tesbîh mi ettiniz veya takdîs mi ettiniz?’ Hani dediğinizde; iy^j /Biz seni hanıdile tesbîh
ve takdîs ederiz”  Siz bununla, kendinizi temize çıkardınız da yeryüziindeki halîfemi rencide ettiniz. Bu ise size gerekmezdi. Beni gerçekten takdîr edemediniz.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Burada isimlerden maksat, yaratılış ve hükümlerinde kendilerine onlarla «•VjA diye işâret edilenlerin istinad ettiği İlâhî isimlerdir. Burada sözü uzattı.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Melek, hayvan ve nebâtın herhangi bir şeye taalluk eden bir irâdeleri yoktur. Onlar, Allah’a secde ve Onu medhü senâ etmek üzere yaratıldıkları bu haller iledir. Onların meşgalesi Allah iledir, ondan uzak kalmak değil. İnsana gelince onun meşgalesi Allah ile olduğu gibi ondan uzak kalmak da olur. Uzak kalmaktan (^ Ji^l) gaflet ve unutmak kastedilmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber, Beyazid-i Bestâmî’niıı; çş-^-K1 /kainim yücedir” sözü hakkında dedi:
‘Batşün, yani (kâhir,güç); hayvani nefis cihetiyledir. Bu da şöyledir: Çünkü o (Bestâmî), yaratmadığına kahrediyor. Tabiî ki Onun ona merhameti yoktur. Hak Tealâ ise, yarattığına kahrettiğinde onun kahrında rahmet gizlenmiştir her mü’mine. O, kula, ana ve babasından daha merhametlidir. Ona hamdolsun. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Âhiret tecellîsindeki inkâr (olayı) keşif ehline değil, nazar-ı aklî ehline hâstır. Çünkü onlar (akılcılar) Hak Tealâ’yı akıllarıyla kayıt altına aldılar.
Ne zaman ki o kayıtladıklarını âhirette göremediler (bu sefer) onu inkâr ettiler. Görmez misin, tecellî onların kayıtladıkları alâmetle vâki olduğunda (nasıl da) Onu rubûbiyetle ikrar ediyorlar... Eğer o birinci defada bu alâmetle tecellî etseydi, Onu inkâr etmeyeceklerdi. İyice anla.’
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm; “££>« /Ve Meryem’e
ulaştırdığı kelimesidir”  ve “'4îj îı&La'j /(Meryem) Rabbinin
kelimelerini tasdik etti”  âyetleri hakkında şunları dedi:
‘Bu, ancak Isâ (a.s.)’dır. Allah Tealâ onu (Meryem’e) “kelimeler” olarak lütfetmiştir. Çünkü (İsâ a.s.) neş’et-i zâhire ve bâtınası cihetiyle çoktur. Ve bâtın veya zâhir olsun her bir parçası yönüyle de o, bir kelimedir. Bunun için (Allah ) dedi: /Rabbinin kelimelerini
(Meryem) tasdîk etti.” Bir itibarla kelimeyi tekil kıldı, bir itibarla da çoğul.
Şeyhu’l-Ekber, Allah’ın; u) /Muhakkak ki Rabbin
hallâk/yaratıcı ve âlimdir”  kavli hakkında şöyle diyor:
‘Bil ki, Hak Tealâ devamlı olarak hallâk/yaratıcıdır. Eğer durum ehl-i Hakkın muhaliflerinin dediği; a’razın sürekliliği üzere olsaydı (o zaman) Hak Tealâ’nm devamlı olarak yaratıcı olması geçerli/sahîh olmazdı. O, her bir mahlûk ile beraberdir. ^ cl$ /O nerede olursanız olun,
sizinle beraberdir.”  O, sizin vücûdunuzu korur. Siz, şüphesiz bir emr-i vücûdî idiniz. Ondan ancak vücûd ve îcad/var etmek bilinir. Bundan dolayı mevcûda kat’iyyen “(Adem) yok ol” ve “ma’dûm (yok edilmiş) ol” denilmez, bunun ıııuhâl oluşundan.’
ŞeyhuT-Ekber, Peygamberimiz (s.a.s.)’in; “ V} aJ) V ji J&J cjU <> /Kim lâ ilahe illallah’ı bilerek ölürse, o cennete girer” hadisi hakkında; burada “ı>3d CjU /O îmânlı ölürse’ demektir. Yahut (bu sözü) her bir muvalıhidin cennette olduğunu bize öğretmek için ve îmân ile vasıflaıımasa bile (bu muvahhidin) bir şefâatçmm şefâatine gerek duymadan da cennete girebileceğini (beyân etmek için) diyor. Aynen, Kuss bin Saîde ve emsâli gibi ki onların arasında ne bir şerîate ne de bir şerîat sahibine îmân etmiş olanlar vardır. Kuss (r.a.) bir ıııuvahhid olup, mü’min değildir. İyice düşün.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Nefis, hem erkek hem dişi için kullanılır. Allah Tealâ buyurdu: ^4 tijâ U» U [jJsj JJSJ q\ /Kişinin; ‘Allah’a
karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun5 diyeceği”  bu âyette dişi (müennes/feminen) kılınmıştır. Sonra Allah dedi: “ ^
^ /Evet, âyetlerim sana gelmişti de sen onları yalanlamıştın.”  Müzekker (erkek)e hitap olan üstün harekeli (^) te (getirilmiştir burada). Ayn da (<j^') birdir. Çünkü nefs ve ayn Araplarda erkek için de kullanılır (müzekker), kadın için de (müennes). Bu da kadın ve erkek arasında vâki neslin devamı içindir. Bunun için İlâhi icâd’da müzekker olan “kavi” ve müennes olan “irâde” gelmiş, âlem kavi ve irâdeden yaratılmış ve müennes ve müzekker isimden zâhir olmuştur. Allah buyurdu: Uul /Bir şeye
kavlimiz...”  “kavi” müzekker/erkeğe ait ve yine “öUijt lij /Biz onu irâde ettiğimiz zaman”  ve irâde de müennes/kadma aittir. “uj&£ C& ^
/Ona ‘ol’ demenizdir. O da olur.”  Kavi’den irâdeye (geçen sırda) tekvin/oluş zâhir olur. Öz (ise,) birdir.’ Bu hususta tevhide ait nefis kelâmlar ile sözü uzattı. Allah daha iyisini bilir.
361. bâbmda; Allah Tealâ‘nm Âdem hakkında dediği uLf^ ^4 /İki elimle yarattığıma”  sözünü şöyle açıklıyor: İkil ile (yani iki elimle).
Bil ki, âlemdeki her mahlûkun yaratılışı İlâhî bir el’e bağlıdır, muzaftır. Allah buyurdu: “HUûî UJAİÎ il* /Ellerimizin (eseri olarak) pek çok faydalı hayvanlar...”  Eller’i çoğul getirdi. Hadiste de (şöyledir): “ u) ^ û-^ ^ /Allah Tealcı Tûıba
ağacım eliyle dikti, Adn cennetini eliyle yarattı ve Tevrât’ı eliyle yazdı.’’’’ Böylece El’i (Yed) tekil, ikil ve çoğul getirdi.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Iiak Tealâ’mıı Âdem’in yaratılışına “iki eli”ni izafe etmesi ancak onun Allah katındaki şerefine dikkat çekmek içindir. İşte o, evet o, âlemden, âlemin yaratılışından maksat odur. Hayvanları (en’âmı)
da “elleri” ile yarattı. Ama bununla beraber onlar Âdemoğlunun emri altındadır. Bu konunun açıklaması şöyledir:
‘İkil, çoğul ve tekil arasında bir berzahtır, geçittir. O, zâtıyla iki tarafa da bakar, mukabele eder. Onun kemâl derecesi vardır. Çünkü müfred/tekil, cem’e/çoğula ancak onunla ulaşmaktadır. Cem’ de müfrede ancak onunla bakmaktadır. İyice anla.’
Ben de (İmam Şa’rânî) derim: ‘Bu gibi (gerçekleri) Şeyhimiz (r.a.) cevaplarında zikretmiştik. Allah en iyisini bilir.
Sonra Allah Tealâ’nm ^ o* <> IjSH jûIj /Biz
insanı salsâlden (pişmiş kuru bir çamur), hame-i mesnûndan (şekillenmiş cıvık bir balçık) yarattık”403 âyeti hakkında şunları söylüyor:
‘Allah Tealâ Âdem (a.s.)’i yaratmak istediğinde bir parça yapışkan toprak aldı ve onu suyla karıştırdı. Onu yüce iki eliyle celâline lâyık olan tarzda tîn/çamur yaptı. Zîra, hiçbir şey Onun misli olamaz. Daha sonra onu (çamuru) tıynetinin cüzlerine giren sıcak havanın üzerinden geçmesiyle ekşileşmesi/mayalanması için bir müddet bıraktı. O da hamur oldu, mayalandı. Kolcusu değişti. Değişik kokulu hame-i mesnûn (şekillenmiş cıvık bir balçık) oldu.’
Şeyh dedi: ‘İnancında şüpheli olan biri bu gerçeği doğrulamak istiyorsa, dirseğinin derisinden harareti buluncaya kadar dirseklerini birbirine kuvvetlice sürtsün. Sonra onları koklasın. Oralarda hame kokusunu bulacaktır. İşte o da (koku) cisminin yaratıldığı özdür.’ Bu konuyu, dayanağı keşif olan, nefis sözlerle uzattı.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Allah’ı Allah ile zikrettiğini iddia edenin alâmeti, Onun dilinde yanmayı hissen duymasıdır. Öyle ki dili yanar ve onda konuşmaktan, kat’iyyen bir eser kalmaz (konuşamaz). Şeyhlerden kim bu yanmayı yaşamamışsa, o Allah’ı Allah ile zikretmiş değildir. O ancak evhâm etmiştir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu gerçeği, Allah’ı Allah ile zikrettiğim zaman zevkettim. Bu hâl üzere tam altı saat kaldım. Sonra dilim bana geri verildi ve ben Onu Onunla değil (^) Onun beraberinde huzûrla (onunla beraber bulunarak) (<*-» jj^Jb) zikrettim.’ Burada sözü uzattı. Oraya danışıla.
Şeyhu’l-Ekber, “ ^ ^ û!” hadisi hakkında şunları
söyledi:
‘Bil ki, sûret denilince ondan emi', şe’n (durum) ve hüküm kastedilir. Yani Adem’i; emreder, nehyeder, azleder, tâyin eder, muâheze -müsâmaha- eder, affeder ve merhamet eder vb. kıldı. Sûretten murad işte budur. İyice anla.’
Şeyhu’l-Ekber dedi; ‘Her akl-ı selim sahibince, insan kendi ihtiyarında (seçiminde) mecbûrdur. Bizden zâhir olan bütün fiillerle birlikte, Yüce Allah’ın onları bizim ellerimizle değil yalmz başına kendisi yapması câizdir. Ama bu şahidde (görünürde) ancak bizim elerimizle vâkî ve zâhir olur. Zira amellerin hükümleri ancak bir cisimde zâhir olur.
Ben derim ki; eğer bu hak ve doğru ise... Şeyhu’l-Ekber dedi:
‘Bir tarafını bırakıp, bir tarafını tuttu. Olgun olanı; senin, ameller yaratılma açısından Allah’ın, isııâd/yükleme açısından bizimdir, dememizdir, onları bir yüzden Allah’a, diğer bir yüzden de bize izâfe ederiz, bağlarız. Tıpkı Allah’ın 4İJ'j /Allah sizi ve amellerinizi
yaratmıştır”  âyetinde dediği gibi. Bu Seyyid İbrahim’in (İbrahim Peygamber’in) sözünden nakledilmiş olsa bile. O sözü Hak, gerçek olanın tersini söylemekten nebilerin makamının âlî olup müsaade etmediği için kabul etmiş ve o sözden razı olmuştur. Allah iyisini bilir.’
363. bâbta dedi: ‘Peygamberlerin lisanıyla, sıfatlarla (Allah’ın sıfatlan) (ilgili) gelen haberlere îmân edip de, aynı şeyi ulemâ-i vârisinden biri getirip söylediğinde îmân etmemek insafsızlıktır. Çünkü deniz/kaynak birdir. Evliyânm getirdiğine inanmazlar- ve onu hikâye kabilinden bir şey olarak alırlarsa bu daha büyük insafsızlıktır. Peygamberlerin sıfatlardan akıllara durgunluk veren şeyleri getirip de ona îmân ettikleri gibi mahfuz velîlerin de getirdiğine îmân gerekir. Aslın getirdiğine razı olduğunuz gibi, camî’il muvâfaka (câmiuT-muvâfaka; aynı özellikleri taşıyanların aynı hükmü alacakları mantık kuralıdır. Ağaçlar yapraklıdır. Elma da yapraklıdır. O da ağaçtır.) yoluyla da fer’in getirdiğine razı olmalıyız.’ Sözü bu hususta uzatmıştır.
ŞeyhuT-Ekber dedi: uS /Onun misli bir şey yoktur”  daki
“c-it£ /kâf” hakkında söz söylemek fuzûlîdir. Çünkü bu husus kıyas ve nazar/inceleme ile anlaşılmaz. Aksine konuşamn kasdma bağlıdır. Hiçbir kimse konuşanın içindekini kendisi açmadıkça anlayamaz. Hak Sübhânehû
ve Tealâ da bu kâfin aslî mi yoksa zâid mi olduğu hususunda bize bir şey açmadı.’ Bu hususta sözü uzattı.
Ben de derim: ‘Şeyh, geçen 360. bâbta şunları zikretmişti: “Onun misli gibi bir şey yoktur”da “kâf’ zâidedir diyenler ancak hakîkat bilgileri olmayanlardır. O dedi: “Doğrusu, o (kâf), kâf-ı sıfattır. (‘Aslan gibi çocuk’ta, ‘aslan gibi’ sıfattır meselâ.) Böyle düşünüle ve yazıla.’
365. bâbta; Allah’ın; /Öyle ise siz beni zikredin, ben
de sizi zikredeyim”406 âyeti ile V j) /Allah, siz yorulmadıkça
yorulmaz” hadisi hakkında şunları diyor:
‘Bil ki, Hak Tealâ kullarına kendileri Ona neyle muâmele ederlerse onunla muâmele eder. Yüce Allah, onlara bu hususta uyum durumundadır, işin başlangıcı ondan olsa bile. Ama biz böyle öğrendik ve katımızda bu karar kılındı. Biz Rabbimiz Tealâ’ya, kendisinin nisbet ettiklerini nisbet ederiz. Bize ancak bu yakışır. Bu da Hak Tealâ’mn mahlûkuna; akıllara tenezzül için (akıllar kavrasın diye) uyum sağlaması gerçeğindendir. ’ Bu hususta sözü uzattı.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hükemâdan (filozoflardan) peygamberliği inkâr edenlerin sözlerindeki yanılmanın sebebi; dedikleri şu sözdür: “Eğer insanoğlu, nefsinin özünü şehevî pisliklerden arındırır ve örfün (tanıdığı) ahlâkî yücelikleri yaparsa, bilkuvve yüce âlemdeki sûretleri içine nakşetmiş olur.” Gaybtekileri söyler (açıklar) ve vâsıtalara ihtiyaç duymaz.
Ehlullah katında ise, durum böyle değildir, bu zikrettiklerinin bazı şahıslarda vukûu câiz olsa bile. Şöyle ki, hiçbir nebî ve hikmet ehlinden bize, onların ölünceye kadar herkesin, hâline hâvî bir bilgiyi ihata ettiği ulaşmamıştır. Aksine onlar bâzen bilir, bâzen de bilmez. Cenâb-ı Hakk’m yazdığı ilimlerin bulunduğu Lehv-i Mahfuz hakkında sorulsa o bilemez. Peygamberliği inkâr edenlerin sözlerine verdiği cevabı uzatmıştır.’
Bu hususta dedi: ‘İmanımı, Allah’ın katından gelenlerle tahsile çalıştım. Duymakla (elde edilenle) yetinmedim. Öyle ki nereden ve ne ile îmân ettiğimi bildim, aıııa mücmel (toptan) olarak gördüğüm ve şâhid olduğum bilgiler, beni îmânımdan uzaklaştırmadı. Hâlâ söylüyorum ve söylediğimi yapıyorum. Söylediklerimi Peygamberin şu sözüne dayanarak yapıyorum. O da; “Benim ne ilmime, ne şuhûduma (gördüğüme)... Ben îmân ile lyânı (gönül gözü ile) görmeyi kardeş ettim” hadisidir. Bu zamana kadar bu sözü zevkedeni görmedim. Buna nâil olanı Ricâlullah’tan birileri vardır diye bildim, öğrendim ama onunla buluşmadım, (bir yerde oturup) tanışmadım.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: 349. bâbta geçtiği gibi, Cenâb-ı Allah, Adem (a.s.)’den kıyâmete kadar (geçecek) özel ve genel bütün nebî ve velîleri bana gösterdi.
Ben de derim: ‘463. bâbta Şeyhu’l-Ekber, mü’minleri de hepsini - yaşadığı zamandan kıyâmete kadar olanlarını- bir düzlükte gördüğümü ve Hz. Muhammed (s.a.s) dışında peygamberlerden bir grupla sohbet ettiğini zikrediyor. Onlardan İbrahim Halîl (a.s.)’a Kur’ân okuduğunu, îsâ (a.s.)’m huzûrunda yola ilk girdiğinde tevbe ettiğini, Mûsâ (a.s.)’m kendisine durumları aydınlatan ve keşfeden ilim ile (keşif ve ifsah ilmi) gece ve gündüzün değişim (taklîb) ilmini verdiğini (de zikrediyor) ve devamla diyor:
‘Bu ilim bende oluşunca gece gitti ve gündüz kaldı geriye o gün, bütün gün. Güneşim ne battı, ne de doğdu. Bu keşif bana, dâr-ı âhirette bana şakâvetten bir ııasîbim olmadığını haber verdi.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘(O gün) bana sadece Hûd (a.s) konuştu.’
Biz, Şeyh’e yalnız Hûd (a.s.)’un konuşması olayının hikmetini Şeyhimizin cevapları bahsinde zikretmiştik. Oraya müracaat oluna. Allah daha iyisini bilir.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘İman hâkimler katındaki şehâdetimin kabulü gayesiyle, kendi nefsi için değil de başkasının hakkı için sa’y kapısından koşturması gerekir. Bu da fevkalâde durumlarda olur. Çünkü kişi adil olmazsa, hâkim onun şâhidliğini kabul etmez. Ola ki bâtıl haklan üzerine çıkar. Onun için adaleti sağlamada koşmak gerekir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (a.s.); “Ben kıyâmet günü Ademoğlunun efendisiyim. Övünmek yoktur” buyurdu. Peygamber efendimizin muradı burada sadece ümmetine makamım, onları kıyâmet gününün yorgunluğundan dinlendirmek için, bildirmekten ibarettir. O gün ümmetlerin bir nebiden diğerine koşturmaları gibi, koşturmasınlar.
Böylece, bu hususta onlara öğrettiği şeylerde yalnız Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.s.)’e bağlansınlar (ile yetinsinler). Çünkü en son iş ona dönüştür, ona bağlanıştır. Allah en iyisini bilir. ’
366. bâbta şunları diyor: ‘Hâkimin hükmünün uygulandığı yerlerin tümü üçtür. Kan, ırz ve mallar. Başkaca değil.’
Bu hususta dedi: ‘Allah Tealâ; ^1' /Allah onlara gazâb
etmiştir”  buyurrhuştur.
Bil ki, Allah Tealâ’nın kullarına dünyadaki gazabı, onlara uygulanmasını emrettiği hadler ve ta’zîrattır. Âhiretteki gazâbma gelince o ise, hadlerden, ateşi (cehennemi) hak edenlere uyguladıklarıdır. O da kâfirlerin hakkmdaki hariç, (diğerleri için) bir temizliktir. İyice anla.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hâkim; gazâblı iken hüküm vermekten nehyedildi. Çünkü hâkim ola ki hadleri/cezâları uygulama ile nefsinin hazzı için cezâ alana affı karıştırır. Böylece bu yönden ecr ve mükâfattan mahrum kalır. Çünkü durum ortaklığa (af-had) ihtimal vermez. Nefsinin hazzmdan kurtulan doğru hâkimin alâmeti, had cezâsmı uyguladıktan sonra mezkûr şahsa karşı kendisinden öfke ve gazabın zâil olmasıdır, yok olmasıdır. Öyle ki, ona doğru kalkıp, ona sarılacak, onu kucaklayacak ve ona sevinç ve güler yüzlülük gösterecek, Allah Tealâ’nm onu temizlemesinden dolayı... ’
Allah Tealâ buyurdu: /Haberlerinizi açıklaymcaya
kadar sizi imtihan edeceğiz.”  Allah, kullarım görevlendirdiği şeyle imtihan eder. Onu yaptıklarında, o zaman amellerini imtihan eder. Amelleri, Hakkın dediğiyle mi yoksa onun dışında mı yaptılar? Bu da Allah’ın sözüdür. “jj'IAJ' (JÇj /Gizlenen işlerin ortaya döküldüğü gün. ”  Bu hususta sözü uzattı.
Sonra dedi: ‘Hâkimin cezâlıya haddi/cezâyı uyguladığı için mutlaka sevinmesi gerekir. Bu da, bu haddi (uygulamasının) onu âhirette soruşturmadan kurtardığı için olsun.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bizce özellikle zinâdan daha zor bir şer’î meselenin hükmü yoktur. Çünkü zinâ edene hadd cezâsı uygulansa bile, kulların zulmünden doğan talepler devam etmektedir.’ İyice düşünüle ve yazıla.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kur’ân okuyan kimse gezen meleklerin dinlemesi için tam sevap isterse Kur’ân tilâveti önüne bir şey geçirmesin. (İlk hedefi tilâvet olsun). Çünkü onlar (melekler) Kur’ân okumanın önüne bir şeyi geçirmezler. Zira o (Kur’ân tilâveti) en değerli ve yüce rızıklandır onların. Kur’ân okuyamayan kişi ise, gıdaları ilim olan ruhlara ilim yaymak için otursun (çalışsın). Ama (bu), Kur’ân ilimlerinin ötesine geçmesin.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bil ki, benim meclislerimde ve eserlerimde dile getirdiğim bütün her şey, sadece Hz. Kur’ân ve hazinelerindendir. Ben onu anlamanın ve ondan yardım istemenin anahtarlarını sundum. Bütün bunların hepsi, Hakk’m sohbet meclislerinden çıkmamak gayesine matuftur.
Peygamber’in ûj° üj^ /Kul, kardeşinin yardımında
olduğu sürece, Allah da onun yardımındadır” hadisi hakkında şunları dedi:
‘Bil ki, bütün adil imamların hareketleri, kendi lehlerine olmayıp, asâleten hep başkalarının lehinedir.
Sultaıı’ı, halkının iyiliği ve onların ihtiyacı olan işlerin dışında çalıştığını görürseniz, biliniz ki onu bu fiildeki mertebe azletmiştir. O zaman onunla halkın arasında bir fark kalmaz. Mûsâ (a.s.)’m kıssasını düşününüz.
O, ehlinin ihtiyacını görmek için çıktığında Allah Ona kendi ihtiyacı olan ateş hakkında konuştu. Hızır da böyledir. Mensup olduğu ordu komutanı onu, kendisine su bulmak için gönderdi -ki onlar suyu kaybetmişlerdi.- Aynü’l-hayata/ölümsüzlük pınarına ulaştı. Ondan içti ve şu ana kadar o, bu hayat suyundan içene Allah’ın (bu suyla neyi) tahsîs ettiğini bilmeden yaşamaktadır. îşte bu da, başkası için koşturmanın sağladığı semeredir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hızır ile İşbiliye şehrinde buluştum. Şeyhlerin söylediklerine teslim olmamı ve onlarla, hakikâtte hatalı olsalar bile tartışmamamı belirtti.
Allah Tealâ’mn; “Ijkî ^ /Ey îmân edenler, îmân
ediniz”  “âpM” {onlar)dan murad, yani îmân adıyla olanlar, onlar bâtıla îmân edenler ve Allah’a kâfir olanlardır. Tıpkı Allah’ın “tjkjj oh
/Ona şirk koşulunca, îmân ediyorsunuz”  dediği gibi müşriki mü’min diye adlandırdı.’ Sözü burada uzattı. En iyisini Allah bilir.
367. bâbta dedi: ‘Ruhum ikinci gökte îsâ (a.s.) ile buluşup görüştü. Huzürunda tevbe ettim. Onun bana büyük yardımı oldu. Şimdiye kadar terbiye ve bakımımı hiç ihmal etmedi. Onunla olan vakasını anlatmada sözü uzattı. Göklerde olan peygamberlerle de aynen böyle görüşmüştür.’
Sonra Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘İbrahim (a.s.) ile buluştuğumda ona: ‘Ey babacığım, niçin aksine onların büyüğü yaptın” dedim. O da bana: “Çünkü onlar, Hâlık’ın onların kabul ettikleri ilâhlarından yüce olduğuna kaildirler.”
Ona dedim ki: /Bu sözünle işâretin nedir?’ Bana dedi ki: ‘Sen onu biliyorsun.’ Ona dedim: ‘Şüphesiz o, haberi mahzuf/y azılmayan mübtedâ/başta bulunan isim, işâretidir. Senin şu sözün (haberi) gösteriyor: IİÂ Aika LİJ”  Aksine onların büyüğü o işi yaptı. Onlara
(durumu) sorunuz (isterseniz), onlara “putlardan” hüccet ikame edebilmek için (böyle dedi). İbrahim (a.s.) bana dedi ki: ‘Mevcut durumun üzerine hiç ilâve yapmadın. (Aynısını söyledin).’
Ona dedim: ‘Üç nûr hakkında ne dersin? Yani yıldız, ay ve güneş. Bu bir itikadın sonucu mudur?’ Dedi: ‘Hayır. Sadece o kavme hücceti ikameyi anlatmak olmuştur. Hak Tealâ’nm kitabınızdaki şu sözünü görmüyor musun? Jk. IÂUjjÎ USkk. /İşte bunlar, hüccetimizdir. Biz onu, kavminin karşı koymasına rağmen İbrahim’e verdik.”  Kavmin ilâh olarak itikadı yalnız Nemrud bin Ken’an olup, (adı geçen) o nürlar değil.’
Şeyh dedi: ‘Kavmi Nemrud’un Hak ilâh olduğuna itikad etmiyor, sadece yonttukları ilâhlara ibâdet ediyorlardı. İnce açıklamalarla bu hususta sözü uzattı. İyice düşünüle ve yazıla.’
368. bâbta; Allah’ın; <3^- /Gök ve yeryüzünü
(semâvât ve arzı) hak için yarattı”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, Ehlullah’tan bir topluluk, kendisi için yaratılan bu Hak hakkında yanlışa gittiler. Onu mevcut bir ayn/öz olarak düşündüler. Gerçekte ise /bâ” harfi cerri burada (lâm) mânâsmadır. Bunun için Allah Tealâ âyetin devamında “ûA>4î ^ /Ortak koştuklarından” dedi, “bâ”dan dolayı. (Bi’l-hakki) demek (li’l-hakki) demektir. Bâ burada lânı’ın ta kendisidir. Allah Tealâ’nm şu âyetinde (ki gibi): İJ4^J
/Cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” 
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bunun izahına gelince: Allah Tealâ bir şeyi bir şey ile (û-rA*) yaratmaz. Yalnız bir şeyi bir şey yanında yaratır. Her
“bâ” istiâne/sığınma ve sebebiyet gerektiriyor, o da “lâm”dır. Allah bir şeyi ancak Hak için yaratır. O da, yaratılan bu mahluklar Allah’a kendisine yakışan şekilde ibâdet etmeleri içindir.’ Bu hususta sözü uzattı. Düşünüle.
369. bâbta dedi: ‘Arkadaşlarımız şu nevide (hususta) anlaşamadılar. (Sıısan nev’inin) şahısları dünya müddetinin bitmesiyle inkıtâya uğrar mı, uğramaz mı?
Keşfi olmayanlar, sona erer dediler. Keşfi olanlar ise sona ermez dediler. İnsan nevinde tevâlüd/çoğalma, neslin devamı cennette hâkidir.’ Sözü bu hususta uzattı.
Allah Tealâ’mn; ÛJP1^ V ?jSÎI /Şu kavme ne oluyor
ki bir türlü söz anlamaz oluyorlar”  âyeti hakkında şunları dedi:
‘Ey perdeliler, size ne oluyor da bahsettiklerimizi bilmiyor, anlamıyorsunuz!?...
Şer-i şerîfm hepsi akim ve vehmin kabul ettikleri ile birer hadis/yeni ve haber-i İlâhîdir.
Ey Allah’ı bilenler, siz ise kadîmi/eskiyi bilirsiniz. Sizin yanınızda yeni olan, gerçek yeni değildir.
Allah Tealâ buyurdu. o* ^ ı> ^ /Onlara
Rableıinden yeni bir ihtar gelmeye görsün”  Bu ancak ezelî İlâhi kelâmdır. Duyduklarında onların katında o şeyin bilgisi/ilmi yeni olur. O (haber) özü eski, gelişi yenidir. Şöyle deyişin gibi: ‘Bize bugün bir misâfir geldi, . Malüm, o gelmeden önce de mevcud idi. Kur’ân, (^-^Jl)
duyulmak ile ilgili yeni/(^^) maddeler hakkında gelmiştir. Aynı; kelimelerin delâlet ettiğiyle ilişkili anlayış (^') gibi. Anlayışın bir yönden hudûsû/(yeni) bir yönden de kıdemi/(eski) vardır.’ Sözü bu hususta uzatmıştır.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kul (Hakkın), sıfat(larla ilgili) haberlerinin Allah (a.c.)’a bağlantı hakikatini öğrenmeyi istemez. Her kim bunları (haberleri) te’vîl ederse, kıyâmet gününde tecellî vukû bulduğu zamanı Hakk’m görülmesini yasak kılar. Onun hasretten daha büyüğü ne ola ki!...’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Cinlerin içinde Hak Tealâ’yı bilmeyen ver Ona şirk koşan yoktur. Onlar müşriklere değil kâfirlere ilhak edilmişlerdir. Velev ki bu cinler insanlara şirk koşmaları (hususunda) vesvese versinler. ’ Söfeü bu hususta uzattı. Düşüntile ve yazıla.
Peygamber (s.a.s.) dedi: “ ^ _>uu j SV Vj jjS U
o/Ebû Bekr size, çok oruç ve namazla üstün olmamıştır. Ama göğsünde yerleşen sır ile (üstün olmuştur)”
Bil ki, bu sırrı -Allahu a’lem- Hz. Ebû Bekr (r.a.)’in Resûlullah (s.a.s.)’m ölüm günü sahabenin akıllarının uçtuğunda gösterdiği sebât işâret eder. O duyulması mümkün olmayanı söyledi. (Hz. Peygamber’in ölümünü). (Öyle ki, o gün kendi nefsinin kusurlarına şâhidlik yaptı). Ebû Bekr (r.a.)’in hâli değişmedi. Aksine minbere çıktı ve ^ <> cjîl İS Vj
/Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir”  âyetini okudu. Bunun üzerine oradakilerden evhâmı galebe çalanlar, (bu düşüncelerinden) vazgeçtiler. Ve insanlar Ebû Bekr (r.a.)’in o topluluk üzerindeki faziletini (üstünlüğünü) anladı. İmameti ve önde bulunmayı hak etti böylece. Ona kim beyat etmişse boşuna beyat etmemiştir. Ona beyat etmekten geri duran; ancak onun göğsündeki yerleşen sırrı bilmeyen veya bu hususta mahall-i nazarda olan yahut (meselede) te’villi davranandır. Nitekim Peygamber (s.a.s.) hayatında onun göğsündeki yerleşen sır ile topluluğa olan üstünlüğüne şâhid olmuştur. Bu sırrın hükmü de ancak Resûlullah (s.a.s.)’m ölüm günü ortaya çıkmıştır. Ebû Bekr (r.a.)’in sebât göstermesinin aslı, peygamberin ölümünün hak olduğu ve rubûbiyet ahkâmının ölümünde üzerine cârî olduğuna şâhid olduğu makama vusletidir. Bu makamda Ebû Bekr (r.a.) kalbiyle Hak tarafına geçmiştir ve Tek Yüce Allah’a tevekkül etmiştir.
Resûlullah (s.a.s.) Hz. Ebû Bekr’in kalbinin Allah ile olduğunu, Allah’tan başkasına itimad etmediğini ve kendinden duyduğu her şeyde Allah’ın ona Resûlullah’m lisanı üzere vahyettiğini gözetliyor olduğunu bildiğinde; onun hakkında (övücü her şeyi) söyledi.’
Ben de derim: ‘Buradan hareketle, (ehl-i îmân) kavim Hz. Ebû Bekr’in mezkûr hâlini, mürîdânm olgunluğu için bir ölçü olarak kabul etti.
Bir mürid ne zaman ki şeyhini kaderlerin cereyan yeri ve her şeyin de Allah’a ait olduğunu görürse, bir ölen veya uzak bir sefere çıkmış olan şeyhinin kaybolmasına müteessir olmaz. Bütün bu müteessir olmalar, onun hâlini kemâle getirmedir. Böylece ayrılmayı/(f^') hak etmiş olur.’ Bu hususta sözü uzattı.
303. bâbta dört halîfenin veliliklerindeki sıralama hikmeti geçmiştir. Oraya mürâcaat olun.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kim ki Cenâb-ı Allah sûrete hulûl eder derse, o, basar ve basireti kör olandır. Çünkü insanların gayesi, ihsân mertebesi (ne ulaşmak)tır. Sonra da Hz. Peygamber’in “OIJJ ^ JJOI /Allah’a onu görüyormuşsun gibi ibâdet et” sözüyle işâret ettiği îkam mertebesine... Onu hayâlimizde görünür halde koydu. Şarî/Kanun koyucu, mabudumuzu putlar gibi elle dokunulan bir varlık gibi değerlendirmemizi yasakladı. Ancak onu bir sûret olarak hayâl etmemize ise karışmadı.
Çünkü Şarî biliyor ki, mertebesi hayâl olan ceset ve sûret olmayan şeyleri bulur ve tasvir eder. Bu da bize Allah’ın her şeyi kaplayan rahıııetindendir. Sözümüzde şüphe duyan kişi, namazdaki münâcaât hâlinde Halde’ı, arkasında, o da önünde imiş gibi tahayyül etsin. Buna gücü yetmez. Bu, evhâmdan doğan bir hükümdür.
Allah’a îmân açısından ise, Allah Tealâ bir yere münhasır değildir. O, herhangi bir tarafta olmaz (değildir). Bunu iyice bil.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Peygamber Efendimiz (s.a.s.) sihre uğradığında, kadınlarına varmadığı halde, sanki onlara varıyormuş gibi hayâlinde görüyordu. Onlara hayâlde varıyordu. Histe/fıilen varamıyordu. Bu sebepten dediler: Şüphesiz sihrin bir yüzü Hakk’a, bir yüzü de bâtıla (bakar). Zira o, /sehar’dan türetilmiştir. Onun da; ışık ve zulmetin birbirinden kurtulmadan karışması (mânâsı var)dır.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Kim sihrin iptalini isterse, sihirbazın bağladığına baksın. Her bir bağla onu çözen ne olursa olsun, bir kelime verir, okur. Bundan kelimeler eksik kalırsa, o kişinin üzerinde bağlardan mecburen bir şey/eser kalır. Sihir ise, ancak bütün bağların çözülmesiyle bozulur. Vesselâm.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu, İlâhi ilimlerdendir. Çünkü Peygamber (s.a.s.) demiştir: “ç^jj ^ cjj ü) /Şüphesiz ruhûl kudûs, rûuma (kalbimin
ortasına) üflemiştirT /Üfleme” ise, ancak tükürüklü “soluk/^j^'” ile
olur. Bu lâzımdır. Tâ İd /üfürmenin hilâfı olduğu bilinsin. Çünkü bu (nefh) mücerred/yalm soluktur. Bu hususta sözü garib şeyleri zikrederek uzatmıştır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Nefsin sözü (hadis-i nefsî), (onunla) amel etmez ve konuşmazsan bağışlanmıştır. Çünkü kelâm, ameldir ve kul gıybet ve dedikodu gibi söylenilen söz açısından onunla sorumlu tutulur. Çünkü kul, bu lâfzın icap ettirdiğince sorumlu olur. O sözü telaffuz ederse. Onun söylenilen söz üzerine fazla bir ameli olur ve onunla da amel etmezse, onun aleyhine sadece telaffuz ettiğinin öz (ayn)’ünün günahı vardır. Kul, onu dile getirmekle Allah katında sorumlu olur.’
Şeylıu’l-Ekber dedi: ‘Bir şeyi arzulamak (kasdetmek), evhâııı olunduğu gibi hadis-i nefsiye girmez. Zira bir şeyi arzulamanın hadis-i nefsinin hilâfına şerîatte başka bir hükmü vardır. Bunun da bir yeri vardır. Meselâ, bir kimse Mekke’nin hareminde zulüm ile Hak’tan sapmak isterse, Allah ona, o zulmü yapsın veya yapmasın azabı tattırır. Ama Mekke’nin hareminin dışında ise, o zaman bu kişi bu arzu ve kastından sorumlu tutulmaz, eğer arzusunu yerine getirmezse. Bu arzusunu hâssaten Allah rızâsı için terk ederse ona bir hasene/iyilik yazılır. Allah rızâsı için terk etmezse, onun ne lehine ne de aleyhine bir şey yazılır. İşte bu hadis-i nefsî ile arzu (f^') olan irâde arasındaki farktır.’
Ben de derim: ‘İnşallah 422. bâbta Şeyh’in sözü gelecek. Bil ki içinizde yer tutmayan bütün havâtırı Allah Tealâ, Mekke’deki hariç, affetmiştir. Çünkü Şer’i Şerifte vârid olduğuna göre Allah Tealâ, orada (Mekke’de) zulm ile davranmak isteyeni muâheze eder. Bu sebepten Abdullah b. Abbas kendi nefsine ihtiyaten Taif te oturmuştur. Çünkü insanın kalbine gelen havâtıra mâni olması, kuvvetinde değildir. Hakkın kötü havâtır vermediği kimseler, mahfuz/koruıımuş olanlardır. Bunu bize ihsan etmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Süleyman ed-Deneblî nimetleri ifâde bâbmda, kendisine elli seneden beri Hak Tealâ’dan kalbine kötü havatır gelmediğini bana haber vermiştir. ’
Yine dedi: ‘Hak Tealâ (bizulmiıı) ifâdesiyle “zulm”ü nekre
getirdi. Bununla büyük olsun küçük olsun kim Mekke’de oturursa “bütün zulüm” lerden korunsun diye. Allah iyisini bilir.’
Şeyhu’l-Ekber, UJlL j^\ /Kardeşine zâlim veya mazlum
olsun yardımda bulun” hadisi hakkında şunları söyledi:
‘Mazluma yardıma gelince o, herkesçe malîmi. Ya zâlime yardım (nasıl olacak?) şöyle: İblis’in onun göğsüne koyduğu, nefislerin hoşgörüp, beğendiği ve boyun eğdiği söz ile zulmün içine düştüğü vesveseden onu (kurtarıp) yardımda bulunmak. İşte burada şeytanın verdiği vesveseyi reddetmesinde onun elinden tutmak. (Kardeş)in zâlim olanına yardım bu (olsa gerek)tir. Haberde geldiğine göre de zâlime yardım şöyle olur: Onun elinden tutmak. Bundan murad, (yukarıdaki) anlattığımızdır. Yardımın mutlaka herhangi bir şey üzerine vârid olması şarttır. İyice anla.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Vahy ile şehâdet etmek görerek (muayene) şehâdetten daha kemâllidir. Huzeyme’nin Cemel Bey’atı kıssasında (vâki) şehâdeti gibi. Çünkü kendisi orada hazır değildi, yoktu. Ama; ‘Ya Resûlallah! Senin doğruluğuna şehâdet erdim’ dedi. Peygamber Efendimiz 
(s.a.s.) Huzeyme’nin yalnız başına yaptığı şehâdetiyle hükmetmiştir. Çünkü o şehâdet, vahy ile olan bir şehâdettir. Eğer Huzeyme’nin şehâdeti ayn/görme şehâdeti olsaydı iki kişinin makamına geçen şehâdet olmazdı. Allah bizi böylece korumuştur.
“^4ujûi /Sizin içinizden bir Resûl gelmiştir.”  Çünkü
bu Huzeyme’nin tek başına yaptığı şehâdette sâbit olmuştur. Çünkü Kur’ân’ı cem’ eden/toplayan kişi bu âyet hariç her bir âyeti ancak iki veya daha fazla kişinin şehâdetleriyle kabul ediyordu.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kelâm’m Allah’a, tercümenin (dile getirmenin) de mütekellim/konuşaııa ait olduğuna şu âyet delâlet eder. Allah yemin ederek; “Muhakkak ki o -yani Kur’ân- şerefli bir peygamberin sözüdür.”  Kelâm (burada) vâsıta ve mütercime (söyleyene) izafe etmiştir, bağlamıştır.
Tıpkı şu yüce sözüyle kendine bağladığı gibi /Allah’ın kelâmım işitip diııleyinceye kadar ona emân ver.”  (Her ikisi) birdir, müsâvîdir.
Bize Kur’ân okunduğunda, biz Allah’ın kelâmını işitiriz. Mûsâ (a.s.) da Rabbi onunla konuştuğunda Allah’ın kelâmını işitmiştir. Ama her iki işitme arasında Doğu ile Batı (arasındaki) uzaklık (kadar) mesafe vardır. Çünkü Allah’ın kelâmını vâsıtasız duyup idrak edenlerle, vâsıtalarla duyup idrak edenler denk olamazlar.’
Şeyhu’l-Ekber, Allah’ın; c-AjSİ! öjjt p /Sonra
kitabı, kullarımız arasından seçtilderimize miras verdik”  âyetinde şöyle diyor:
‘Bil ki Allah Azze ve Celle bir kulunu ancak onu nazar ilimlerine dalıp gitmekten koruduktan sonra seçer (görevlendirir). Onunla bu ilimlerin arasına girer ve Onu Allah’a îmân ile ve Allah’tan Resûlunun (s.a.s.) lisanıyla gelen ile besler. Nazar-ı aklî sahibi saîd olsa bile, içindeki Allah bilgisi ile değil ancak îmân ve takvâsı hasebiyle sazec/muhlas mertebesinde olur. İşte bu kişi bu sıfatla vârisüP enbiyâdır. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Peygamberliğinden önce hiçbir peygambere Allah’ı bilme hususunda kat’iyyen nazar-ı aklî geçmiş olduğu (verilmiş olduğu) bize ulaşmamıştır. Bu, ona gerekmez de.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Velîlerden kim nazar-ı aklî sahibi olmuşsa o Allah’tan “Kitab”a miras kılınanlardan olmamıştır. Bu konuda sözü uzattı.’
Ben de derim: ‘368. bâbm az öncesinde, Hz. İbrahim (a.s.)’in yıldızlarla delil getirmesi, kavmine hüccet ikame/(delil koyma) için olup, itikadından dolayı olmadığı (konusu) geçmiştir. Allah daha iyisini bilir.’
Şeyhu’l-Ekber: ‘Devlet başkam şu üç şeyin dışındakileri affedebilir: 1. Irza tecâvüz, 2. Sırrım ifşâ etme, 3. Devlet başkanı hakkında kötü söz yayma.’
370. bâbmda Şeyhu’l-Ekber diyor: ‘Hak Tealâ Yüce Sultan olduğundan Ona ihtiyaçların sunulduğu kendisinin içinde olacağı bir yer gerekir. Onun yer kabul etmemesiyle beraber, “Mertebe” Kendisinin bir arş yaratmasını gerektirmiştir. Sonra Hâlık, duâları kabul ve hacetlerin (giderilmesini) taleb maksadıyla oraya oturmuştur. Bütün bunlar da kullarına bir rahmet ve akıllarına (anlamaları için) bir tenezzül olarak (yapılmıştır). Eğer böyle olmasaydı kul o zaman kalbiyle nereye yöneleceğini bilmeyen bir şaşkın (kişi olarak) kalırdı. Hak Tealâ da kulu, ancak kendisinin olduğu (bulunduğu) ciheti kabul eden bir cihete bağlı olarak yaratmıştır.
Allah Tealâ şu âyetiyle kendisine semâdan, arştan ve bütün cihetleri ihata etmekten (de öte) bir yükseklik nisbet etmiştir: >A^j ^ Ijlji Ulıta /Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.” ve şu sözüyle; ‘ uA' cJjii U3İ! /Rabbimiz dünya semâsına iner” ve Resülullah’m şu hadisiyle de: ‘
4li ^ Â\ j) /Muhakkak Allah sizden her birinizin kıblesindedir.” (Aynı adı geçen gerçeği vurgular).
Hâsılı, Allah bütün işleri/(umûru), a’yân/varlıklar için değil, mertebeler için yaratmıştır. Allah daha iyisini bilir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kim Hz. Muhammed (s.a.s)’e ve getirdiği her şeye îmân ederse o kişiye bütün peygamberlere tâbi olma, bütün kitap ve sahifelere îmân etme sevabı vardır. Ama bu, onlara îmân etme sevabıdır, onların bütün ahkâmıyla amel edenin sevabı değil. İyice anla.’
371. bâbda diyor ki: ‘Âsî bilse ki Allah, onu ma’siyetinden dolayı sorumlu tutacak, kat’iyyen isyan etmezdi. Azapta göz göze göre olması kat’iyyen geçerli olmazdı.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘İşte bu nefisleri haram işlemeye cür’et ettirendir. Ancak bundan müstesna olanlar, Allah Tealâ’nın korku, haya, umut veya Allah’ın ilminde bu üçten hariç ismet/güııahsızlıkla korumasında olanlardır. Bu dördün bir beşincisi yoktur. İyice düşün.’
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nın; ‘%'j *1^1' pSüulj /Gök de
yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar”  âyeti hakkında şöyle dedi: O, onu (ayakta) tutan direğinin gitmesiyle yarılmıştır. O da insan-i kâmildir. Bu da zâil/yok olursa, (gökyüzü) yere düşer. Malûm olduğu üzere gökyüzü/semâ, sert şeffaf bir cisimdir. Gökyüzü düştüğünde onun cismini ateşin sıcaklığı sarar. İlk başta olduğu gibi ateşin şûlesi misali akıcı yağ/sıvıya benzer kızıl dumana döner, güneşin ışığı kaybolur, yıldızlar söner, onların ışığı kalmaz ve ateşte yüzerler. Ama dünyada seyreden veçhile değil. ’ Bu hususta sözü uzatmıştır.
Sonra Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Âdemoğullanndan ruhu en son alınacak olanın insan-i kâmil olduğu anlaşıldı, bilindi. O insan-ı kâmil ki onu anmak, yolduğu farz edilirse, bütün âlemi anmak yerine geçer, kaim olur. İşte bu Hz. Peygamber’iıı; âjk ^ aJ JSLU 7 V /Yeryüzünde
Allah Allah diyen bir kimse kalmayıncaya kadar kıyâmet kopmaz” hadisinde işâret edilen (kişi)’dir. Allah Tealâ göklerin sûretlerinin yeryüzüne düşmesini ancak ııefy/olumsuz konuşması mümkün olmayan bu muvahhid insan için önlemektedir. Zirâ, onun hatırında sadece Vâhid-ü Ehad olan Allah vardır. ’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Allah Allah diye yapılan bu zikir, bu büyük zikrullahtır ki buna ‘ 4İÎ' /Allah’ı zikretmek en yücedir”  âyetiyle işâret olunmuştur. “Muattıla” (fıkrası) bize itiraz edemez. Çünkü onlar, insan-ı kâmildeki felçli bir organ gibidir.’ Bu hususta sözü uzattı.
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Hz. Aişe; “Resûlullah (s.a.s) her anında Allah ’ı zikrederdi” demiştir. Yani, bütün hallerde. Bu sözde Resûlullah (s.a.s)’m bütün hallerde Rabbini (zikir) oturumu/mücâlese (yaptığı) ve her kulun Rabbiyle zikir miktarmca olduğu/(cülüs)’riun isbatı vardır. Hz. Aişe bunu ya keşfinin yoluyla bildi veyahut Hz. Peygamber ona bu hususta haber vermiştir.’ Bu hususta sözü uzattı.
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Allah yeryüzünü küre/top gibi yaratmıştır. O da bazısı bazısına eklenen toprak ve taş parçalarının toplamıdır. Allah
İstediğini tâyin etmez, c) İstemiyorum diyemez, d) Allah’ın yarattığını ister,
e) Böylece onun isteği Allah’ın isteği olur.)’ Sözü uzattı.
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Yüce Allah’ı görmek taleple olmaz. Çünkü o (görme/rü’yet) Allah’ın bir lütfudur. Lütuf olan şeyin talebi doğru olmaz. Ancak koşturma ile (elde edilenin) talebi doğru olur, geçerli olur.’ Bu hususta da sözü uzattı.
Sonra dedi: ‘Bir talebe karşılık rü’yetten vâki olan, o talepten hâsıl olan hakîkî rü’yet değildir. Buradaki rü’yet görülmesi istenilenin, bizzat kendisinin gerçek olan (varlığıyla) murad edilmiş olmasıdır ki bu da imkânsızdır. Çünkü tecellî; kulun ancak Onu bildiği sûret üzerine vâki olur. Yoksa, Onu inkâr eder. Hak Tealâ rü’yet talep edene ancak, talebettiği şeyin dışında (başka bir şekilde) tecellî eder. Bu sebeple, eğer rü’yet vâki olmuşsa o kula bir lütuf olmuştur, bir hak ediş ve karşılık değil. Eğer o matlubudur diyerek gördüğü ve tahayyül ettiği ile zevk alırsa, bundan sonra Hak ona böylece, talep etmeden tecellî eder. Bu tecellî de bir İlâhî lütuftur. Onu, kulun bilgisi olmadan ve hatırına da gelmeden ona (kula) vermiştir. Bu rü’yetle kulun nimetlenişi tıpkı, cennet ehlinin nimetlenişi gibidir.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Bildiğim kadarıyla bu meseleye benden başka hiçbir kimse dikkat çekmemiştir.’
375. bâbta; Allah Tealâ’nm; ^ /Her grup kendi
sâhip olduklarıyla sevinçlidir”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, her câhil, işlerin (neticesini) bilmemesiyle huzûrludur. Ama o kendisi, onlan bilmediğini bilmiyor. Eğer o orada yaptığının hilafına bir bilgi olduğunu bilirse, onu (o zaman) bir sıkıntı alır ve o kesinlikle bilgisizliğiyle huzûr bulamaz. Her grup sâhip olduğuyla dünyada sevinçli olamaz. Ancak bu âhirettedir. Dünyadakine gelince de bu insanların hepsinde değil, çoğundadır.’
ŞeyhuT-Ekber, Allah Tealâ’mn münafıklar hakkında; ‘ ft)j
e(_5<3$jLuu 4İİI (jki UûjI A IjJ ]jîlii lijj IÎÂÎ1 j3l5 /(Onlar)
îmân edenlerle karşılaştıklarında, îmân ettik derler; şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında da derler: ‘Biz sizinleyiz. Biz Sadece (onlarla) alay ediyoruz.’ (Halbuki) Allah, onlarla alay eder”  âyetinde dedi:
‘Bil ki, şüphesiz münafık mü’min ile kâfir arasında bir berzahtır, geçittir. (Münafıklıktan) ayrılırsa iki taraftan birine geçer ki o da küfür tarafıdır. İnıaıı tarafına geçmez. Çünkü zâten îmân tarafında, olsaydı ve berzahta olmasaydı, ayrıldığı takdirde şeref yurdunda sadece Allah’a dönerdi. (O), müııafıkı âlimlerin çoğunun hissetmediği ince bir hesapla/emr muaheze etmiştir. Buna da ^^ ^jj /İman edenlerle karşılaştıklarında, îmân ettik derler”  âyeti ile dikkat çekmiştir. Eğer onlar (münafıklar) bu sözü hakîkaten söylemiş olsalardı saîdlerden/kurtulaıılardan olurdu. Üj ]J\1 \°JL lilj
/Şeytanlarıyla başa kaldıklarında da derler: Biz sizinleyiz”  sözü de böyledir. Yani bunu söyleseler ve sussalar, üzerlerine vâki olan kınama gelmeyecekti. Ama onlar burada (durmadılar ve;) i^ /Biz
Sadece (onlarla) alay ediyoruz”  sözlerine de ilâve ettiler. Böylece kendilerinin kâfir olduklarına şehâdet ettiler. Ve ancak ikrar ettikleriyle sorumlu tutuldular. Yoksa onlar ilâvesiz nifak üzere kalsalardı, kıırtulurlardı/(saîd olurlardı). Allah onları muâheze ettiğinde kendisinden haber verirken nasıl dedi?! ^ /Allah, onlarla alay eder.”  “
/Biz sizinleyiz” demeleriyle onları sorumlu tutmadı. Onları -geçmiş olduğu gibi- yalnız /Biz ancak alay ediyoruz” sözlerini
nifak üzerine ilâve etmeleriyle sorumlu tutmuştur.
Hadiste; “<a-^ l\J^ /İnsanlara müdârâ etmek (yüze gülmek/hoş geçinmek) sadakadır,” (buyuruldu.) Mü’min iki tarafla hakîkî mânâda hoş geçinir. Müdâra’ya, alay cinsinden hiçbir şey ilâve etmez ve meyvasmı alır.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bunun için kafa yorarsın. Çünkü bu Kur’ân’da kapalı bir sırdır. Onun açıklanışı (vüzühu) gizlemektir. Her bir münafıkııı yüzüne bak, görürsün; o nifakın üzerine ilâve ettiğiyle muâheze olunmuştur. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Müdârâ (yüze gülme/hoş geçinme) yapan mü’min de münafıktır. Ama o (mü’min) kurtulmuştur ve hayır işlemiştir. Çünkü o iki taraftan biriyle olsa onunla birlik/ittihad olur. Yanında bulunmayan diğer grubu dile getirmeye kapı aralamaz. (Gerektiğinde) diğer gruba gitse bu mesâbede (davranışta) onunla da (aynı) olur. Her iki halde özde o, Allah Azze ve Celle ile beraberdir. Allah Tealâ Mûsâ ve Hârun (a.s.)’a dedi: UjS Âl Ujla /Ona (Firavun’a) tatlı söz söyleyiniz”  işte bu, müdâranm ta kendisidir. Çünkü sen bu makamda, ‘onunla beraber olduğunu’ düşünürsün. ’
Şeyhu’l-Ekber (r.a.) dedi: ‘Bu makamda olup da melik ve sultanlarla birlikte bulunduğumda, insanların ihtiyaçlarını ancak (bu yol) müdârâ yolu ile gidemıişimdir. Bundan dolayı onlar hiçbir kimse hakkmdaki şefâati reddetmediler.
Bendeniz Melik’in (önüne) bir halı yayıyor (yazıyor), ihtiyaç sahibi derdini anlatmcaya kadar onu orada tutuyorum ve (melik) o işte bir fayda gördüğünde hemen (kalkıp) gönül hoşluğuyla o işi görüyordu.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Sultan Melik Zâhir Biemrillah fetihler babası Halep komutanı Baybars ile insanların bir çok ihtiyacı hususunda görüştüm. Benim (hatırım) için bir günde tam 118 (kişinin) ihtiyacını giderdi. O gün bana bundan daha çok kişi müracaat etseydi, benim için onlarınkini de görürdü, giderirdi.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kim Hakk Tealâ’nm güçlüler (cebâbira) ile beraber olduğunu bilirse, onlarla konuşmanın edebini de kollar. Bu çok yüce (bir husus)dur.’ Bu hususta sözü uzattı.
376. bâbta buyurdu: ‘Hâkim, ilmiyle değil de beyyine (delil) ile hükmetmesi gerekir diyenlerin dayanakları; Hak Tealâ kullarının ne yapacaklarını bilmesiyle beraber, onları kıyâmet günü ancak beyyine (delil) ikamesiyle sorumlu tutacağıdır. Bu da hâkimler için dünya ve âhirette en doğrusudur ve töhmetten de en uzak kalanıdır.
Buradan da anlaşıldı ki Hak Tealâ, kullarım ancak dünyada onlar için koyduğu kural üzerine sorumlu tutar. Bunun için Peygamber (s.a.s.) Rabbinin emri hakkında; “6=^ s-u /Rabbim, Hakk ile hükmet” diyor. Yani, beni gönderdiğin ve beni onlar hakkında kendisiyle hükmetmemi emrettiğin Hakk ile. Zira o (Hakk) rahmettir.
(Peygamber) bu sözüyle tazarrû/yalvarış yoluyla Allah’tan ümmetine rahmet dilemiştir.
Şeyhu’l-Ekber, burada Allah Tealâ’nm; 4_uâj Jüc.
/Rahibiniz, nefsine (kendisine) rahmeti yazdı, farz kıldı”  ve “ ^
jlöj 1&1& /Mii’minlere yardım etmek bizim üzerimize hak olmuştur”434 sözleri vb. âyetler hakkında dedi:
‘Bil İd, Hak Tealâ’nm kendi nefsine, dilediğini vacip kılma (hakkı) vardır. Çünkü O, yapar. Ama kulları için (kendine) vâcip kıldığının mecbûriyeti (sınırı) altına girmez. Allah, yazdığının ötesine de geçebilir. O kulun hilâfına, ne zemnı olunur 11e de levm olunur (kötülenir), (kul) kendisine meselâ bir adak sözü verirse o, vâcibin sınırı altına girmiş olur. Adayan, onu yerine getirmediğinde cezâ olarak günahkâr olur. Öyle ki (o,) kendine Allah’ın vâcip kılmadığını vâcip kılmıştır. Teşri’de (şerîatte) sıkışıldık yapmıştır. Bunun içinde Şâri’ adağı nehyetmiştir. İyice anla. Sonra o kimseler adaklarını yerine getirdiklerinde, Allah onlara kendisinden bir lütuf ve rahmet olarak şer’î vâcip sevabını verir.’
Şeyhu’l-Ekber, Hz. Peygamber’in; “ _>• üj%
4/Allah Azze ve Celle kıyâmet günü buyurur: Kuluma farzı, nâfılelerinden tamamlayın” hadisi hakkında diyor:
‘Yani vâcip olan farzdan noksan olanlar, nâfilelerdeki sünnetlerden tamamlayınız. Kırâat, rükû ve secde vb. olanlardan. Yine vâcip olan farzın sünnetlerinden noksan olanları, nâfilelerdeki sünnetlerden tamamlayınız. Her şey kendi misliyle olacaktır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bil ki, şüphesiz nâfileler kendi cinsinden farzlara zâid (ilâve) olarak yazılandır, getirilendir. Bu ilâve (fazla) olarak getirilenin, farzlardaki şeklinin aynısı yoksa, o nâfile değildir. Olsa olsa, bağımsız bir ameldir. Onun nâfılelerde uygulanmayan bir sevap derecesi vardır.’
Şeyhu’l-Ekber L* V) d=\^' <> V /Kişinin namazından
ancak ondan düşünebildiği kabul edilir” hadisi hakkında şöyle dedi:
‘Bil ki, /Namazı kulum ile kendi, aramda
bölüştürdüm” hadisinde namazda Allah’ın en çok hakkının fazlasız yarısı olduğuna işâret vardır. Burada ise, kulun namazda alacağı miktarı Hak Tealâ kuluna tâyin etmektedir. O da onda birdir. Çünkü o dedi: Onun onda, dokuzda, sekizde, yedide, altıda, beşte, dörtte, üçte, ikide biri (yarısı) nısfı (yarımı) ancak Fatiha’da zikretti, mânâyı anladık ve onu namazın bütün fiil ve sözlerinde tâyin ettik. Hattâ mükellef kılındığımız bütün işlerde. Onun tâyin ettiğine gelince, o Fâtiha’mn münhasır kaldığmdadır (yalnız Fâtiha’da olandır). O da dokuz kısımdır. Birinci kısım; Bismillâhirrahmânîrrahim, ikinci Elhamdülillahi Rabbilâlemin, üçüncü ErRahmânîrrahim, dördüncü
Mâlikiyevmiddin, beşincisi iyyâkena’büdü (sadece sana ibâdet ederiz), altmcısı ve iyyâkenesta’în (sadece senden yardım dileriz), yedincisi ihdinessıratalmüstakim (bizi doğru yola gönder), sekizincisi sırâtallezîne en’amte aleyhim (nimet verdiklerinin yoluna), dokuzuncusu gayrılmağdûbi aleyhim veleddâllin (kızdıklanmn ve sapıtanlarm yoluna değil.)
Namazında gafil olan, kaybeden (kişi) Fâtiha’da zikrettiğimiz bu dokuz kısımdan birinde Allah ile huzûrda olmayandır. O, Allah’ın onda birden yarıma kadar olanda kabul ettiğinde zikrettiği, Besmele’yi Fâtiha’dan bir âyet olarak gören ve onu ayırmayanm indindedir. Taksim, Fâtiha’da zikrettiğimiz üzeredir. Çünkü Allah’ın eşyâdaki hükmü, müctehidin hükmüdür. O, içtihadında Allah ile beraberdir. Kimin içtihadı ayırmaya (Besmele’yi Fâtiha’dan ayrı tutma) götürürse, o Besmele’yi Fâtiha’dan ayrı tutar ve onu Fâtiha’dan bir âyet saymaz. Allah da bu müctehid için; “ Vj jjljall /Veleddâllîn”i dokuzuncu parçada saymıştır. Halbuki Besmele (buna) daha lâyık ve daha müstehaktır. Allah’ı bilen âlimler katında şüphesiz o, Kur’ân’dandır. Onun sûrelerdeki tekrar edilmesi, Kur’ân’da diğer kelimelerin ve dokuzun üzerine ziyâde olanın tekrar edilmesi gibidir. Okumada kelimenin harflerinin sayısının üzerinde onu anlar. Namaz kılan kişi, kelimenin harflerinden birini arılar, sonra da diğerlerinden gafil olur. İşte bu “Allah Onun ancak düşündüğünü, anladığını kabul eder” sözünün genel mânâsıdır. Akıllı olan, namazı Allah’ın tamamen kabul etmesi için, onu tamamen (kâmilen) kılar. Namazında bir şey eksilenin eksiği, nâfile namazlardaki Fâtiha kıraatinden telâfi edilir. O halde ııâfilelerde arttırmaya gidilsin. Nâfilelerdeki Fâtiha kırâati kâfi gelmez, farzlardaki Fâtiha kırâati de yetmezse, o zaman belirli (muayyen) namazların dışındaki huzûrda okuduklarından tamamlanır.
Eğer o, bütün işlerinde namazda oluyorsa, tıpkı namazlarında dâimî olanlar gibi (salât-ı dâiminde olanlar gibi). Bunu iyice öğren, bil.’
377. bâbmda diyor: ‘Bil ki, kulun Rabbini kalbi ile, o işte matlûb olan O’dur diye şuhûd etmesi lâzım değildir. Ancak Allah’ın öğretmesi ve O’nun zarûrî bilgiyi kulun içine yerleştirmesi hariç. Tıpkı uyuyan kişinin uykusunda Resûlullah (s.a.s.)’m sûretini veya Hak Tealâ’yı görmesi gibi ki böylece nefsinde zâhiri bir sebep olmaksızın bir ilm-i zarûrî bulmaktadır. Bu da, o görülenin resûl eğer o resûlse veya o Hak ise, Hak olmasıdır. Böylece o, nefsinde Hak olanı, öylece gördüğünde gerçeğe mutâbık bulur. Allah’ı bilmek (de) işte ancak öylece idrak olunur. Nazar ve filere gelince, bunlar ise böyle değildir (Bilmek başka, nazar ve fikir başkadır). Resûlullah’m (s.a.s.)
“IL^ı UL^u) Jjiii /Allah’ın rahmetinden uzak olsun, uzak olsun diyorum”  sözünde diyor:
‘Yani, solun teslim aldığı tâife hakkında (söylendi). O (s.a.s) Raûf ve Ralıîm olduğu halde; &*->■*> /Uzak, uzak olsun” dedi. Çünkü durumu bilen kişi, vaktin gerektirdiği hükmün üzerine ilâve yapmaz. Bunun için; ‘sûfî, vaktinin oğludur’ dediler. Sonra hâl geçerse, meselede lâtifleşir ve ümmetinden rüzgârın yakıcı yere (cehenneme) götürdüğü her muvahhide şefâat talep eder.’
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm; /Yeryüzü uzatılıp
düzlendiği zaman”  âyetinde dedi:
‘Bil ki, yeryüzünün uzaması dağlarının toprak oluncaya kadar yıkılması, parçalanmasıdır. Onlardan havada yüksek olanlar, yayıldığında (genişlediğinde), yerin genişlemesi de artar (dağlar düzleşince genişleme olur).
Dedi: ‘Bunun için haber de gelmiştir. Şüphesiz Allah kıyâmet günü yeryüzünü tabaklanmış derinin uzaması gibi uzatır. Yeryüzünün uzamasını derinin uzamasına benzetti. Çünkü insan deriyi uzattığında, gerdirdiğinde deri özünde olmayan bir şeyin kendisine ilâve edilmemesiyle uzar. Onun uzaması ancak kendisinde olan çekilme ve şişmedendir (elâstikiyet). (Onu) gerdirdiğinde (deri) kasılmasından (büzülmesinden) genişlemeye geçer. Ve kendisinde bulunan elâstikiyet de yayılır. Arzın genişlemesinde artma olur. Alçak olan kısmı düzgünlük sağlanıncaya kadar yükselir. Sathındaki 3ağa kadar olan uzunluğunda da artma görülür. Tıpkı deride olduğu gibi; birdir, aynıdır. Yeryüzünde ne bir eğrilik ne de bir yükseklik görürsün. Bakacak İçişinin gözleri, engel olabilecek bir yükseklik veya alçaklık olmaksızın mahşer yerindeki herkesi görecek. Böylece insanların hepsi birbirini görmüş olacak ve onlar Allah’ın, kulları hakkmdaki hesaba çekme ve hüküm vermesini seyredeceklerdir.’ Sözü uzattı.
379. bâbmda dedi: ‘Kur’ân, Kur’ân diye adlandırıldı. Çünkü o, kitaplarda indirilenlerle indirilmeyenleri cemetmiştir. Onda kitaplarda indirilen her şey ile herhangi bir kitap ve sahifede indirilmeyen her şey vardır, Fâtiha’da denildiği gibi.
Şüphesiz Allah Tealâ onu (Fâtiha5yı) peygamberlerden hiçbirisine değil, özellikle Nebîsi Hz. Muhammed (s.a.s)’e vermiştir, arşın altındaki
hâzineden, Fâtiha, ne indirilen bir kitapta ne de bir sahifede bulunur. O, ancak bâhusus Kur’ân’dadır.
Şeyhu’l-Ekber, Hz. Peygamber (s.a.s.); “‘^'j <j! j ±=J\j o) /'Muhakkak Rabbiniz birdir, babanız da birdir” hadisi hakkında dedi:
‘Peygamber (s.a.s) şüphesiz, “ana babamız ikidir” demedi. Yani zâhirde olduğu gibi Âdem ve Havva (dır demedi). Çünkü Havva, Âdem’in aynıdır, özüdür. Zira O, Âdem’in kaburga kemiğinin aymdır, özüdür. Ancak, iki değişik sûrette, bir baba olmuştur. Baban, ancak sen onun aynı olduğun kişidir. Orada sadece bir baba vardır.’ Bu hususta sözü uzattı.
Şeyhu’l-Ekber, /Bana kadınlar ve güzel koku
sevdirildi” hadisi hakkında dedi:
‘Peygamber (s.a.s) kendisine bunları sevdireni açıklamadı. Ama biz yakînen, onun ismeti (günahsızlığı) açısından, maksadın Allah Tealâ’nın, kendisine bunları sevdirdiğini biliyoruz. Çünkü o, tama’ veya tab’ (yaradılış) yahut sakınmak için sevmekten masum olur. (Bundan da) anlaşılan o ki, kim tab’111111 hükmüyle kadın ve güzel kokuyu severse o, bu makamda nebî (s.a.s.)’in vârisi olamaz. “Gözümün0parlaklığı namazda verilmiştir” in mânâsı 388. bâbta gelecek, oraya başvurula.’
Şeyhu’l-Ekber, Peygamber (s.a.s)’in; eLAJl !Alimler
peygamberlerin varisleridir'1'1 hadisi hakkında dedi:
‘Bil ki, burada ilimden maksat, haberler olmadan, müstakillen akıl ve duyuların idrakiyle elde edilenler değildir. Çünkü böyle verâset olmaz. Burada onunla kasdoluııan ise, akılların onu müstakillen, nazar (fikir) cihetiyle idrak etmesi değil, aksine onu akılların (kavradığı) delillerle anlatmasıdır. Bunu iyice bil.’
381. bâbta dedi: ‘Ricâlin büyüklerinin belli bir makamı yoktur. Çünkü onların şuhud ettikleri, Hak Tealâ’dır. Kim böyle olursa, onun, meşhûduııun ve şuhûdunun, sufîlerden makam sahibi olanların hilâfına sınırı yoktur. Çünkü bunların arzuları, gaye ve sonuçlara bağlı olarak sınırlanmıştır. Bu gayelere ulaştıkları her defasında, kalplerinde başka gayeleri harekete geçer, yenilenir. Ulaştıkları bu gayeler, diğer gayelerin başlangıcı olurlar. Gayeler, onlara (yeni) gayeler elde etmeleri için hükmeder (durur). Bu durum, ricâlden kâmil olanların dışında hep böyle olur, gider.’
Bu bâbta dedi: ‘Bil ki, hayâlin tabiat (huy) üzerine büyük bir etkileme gücü vardır. Öyle ki, kalıplaşmayacak şeyleri kalıplaştırır. (Meselâ) sana
İslâm’ı kubbe, Kur’ân’ı yağ ve bal, kayıtlı olmayı da dinde sebat etme diye gösterir.’
Şeyhu ’l-Ekber dedi: ‘Kim çocuğunun âsîl olmasını isterse, ciıııâ anında âlimlerin büyüklerinden; istediği birinin sûretini içinden geçirsin. Kim bunu yapmaya (niyet) ederse, meselâ o âlime perde arkasından bakarak (zevcesiyle) cimâda bulunsun. Ve onun güzelliğini düşünsün. Bu güzelliği hanımına da söylesin ve ikisi Onun güzelliğini seyirde baş başa kalsınlar. Eğer bu cimâdan dolayı kadın hâmile kalırsa, Yüce Allah’ın kudretiyle tahayyül ettikleri şey bu hâmile kalmakta müessir olmuştur. Bebek, bu gelişme ile doğmuştur şüphesiz. Yok, böyle doğmazsa, o zaman nutfeııin rahime gidişi esnasında ebeveynin içinde fevkalade bir hâl zuhûr etmiştir ve bu durum onları, hayâllerindeki o sûreti müşâhede etmekten alıkoymuştur. Bundan dolayı (gerçeği) düşünemez, hissedemezler. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bizim bu zikrettiğimize avâm katında tevahhum (şehvet, orgazm, aşerme) diye ad verilir. İttifakla vâkidir ki, bu tevahhum cimâ anında karı-kocadan birinin içine köpek veya aslan yahut herhangi bir hayvan sûretinde düşer, vâki olur ve bebek bu cimâdan, ana babanın güzellik veya çirkinlik açısından hayâl ettikleri sûretin ahlâkıyla doğar.
Hayâlin, Meryem’in mihrabta yanma girdiğinde Zekeriyya’da nasıl tesir ettiğini düşün. Onu betül -yani erkeklere (varmaktan) kesilmiş- olarak gördü ve Allah katından kendisine, lütfundan velî bir çocuk vermesini talep etti. Yani Allah’ın rahmet, yumuşaklık ve sevgi dolu mdiyyetinden (yanından) (istedi). Meryem, mertebesi hasebiyle onun (Zekeriyâ) hayâliııdeydi. Yahya da Meryem’in sûretinde yani kadınlarla birleşmekten kesilmiş olarak geldi, aynen Meryem’in erkeklere yaklaşmaktan uzak olduğu gibi.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Onuıı (Meryem’in) ismi Hanne idi. Meryem Ona lâkap olarak verildi.’
382. bâbta; Allah’ın ^ Alil /Böylece Allah
her mütekebbir cebbarın kalbini mühürler”437 âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, Hak Tealâ her kalbi ona Rubûbiyet girmesin diye mühürler. Halktan kesinlikle kimseye, içinde kendisinin Rab ilâh diye (bir duyguyu) bulması verilmemiştir. Aksine onlardan her biri kendi içinden, kendisinin zavallı, miskin ve muhtaç bir kul olduğunu bilir. Bundan ötürü Allah her mütekebbir cebbar olanın kalbini, içine İlâhi kibir girmesin diye 
mühürlemiştir, sonsuza dek. Bunu, her kulun bâtınına, içine ilâhlık duygusu girmesin diye hatmetmesinden/mühürlemesinden dolayı yapmıştır. Dillere gelince, onları ulûhiyet dâvâsmı söylemekten konamamıştır. Tıpkı nefislerin kendilerinden başkalarında “ulûhiyet vardır” inançlarına mâni olmaması gibi. Kendilerinin ise, ulûhiyet inançlarını başkalarının -emsâllerinin- dışında korumuştur.’ Sözü burada uzattı. (Başkalarının; ‘Ben ilâhım’ demesine karışmıyor, kişi kendisi; ‘Ben ilâhım’ demesine karışıyor, dedirtmiyor Allah.)
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kim Rabbinin kelâmını anlamaya yönelmek »isterse, aklım terk etmeli, önüne şer-i şerifi koymalıdır ve akima demeli: Sen benim gibi bir kulsun. Hakkın kendine nisbet ettiğini nasıl terk edebilirim? Sen ki Onu düşünmekten uzaksın. Bununla beraber sen Rabbini bilmekte de noksansın. Eğer kendine insafı mecbur edersen, îmân ve (doğruyu) kabulü hükmetmiş, almış olursun. O zaman nazar ve istidlâli Rabbiııden vârid olmayan yerde değerlendirmiş olursun.’ Sözü uzattı.
Sonra Hak Tealâ’mn; <> o* ^ /Onlara
Rablerinden ne zaman yeni bir ihtar gelse”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, bir işin yeniliği senin yanında, onun kendisinde yeniliğini gerektirmez, ne aklen ne de örf ve şer’an. Meselâ sen dersen: ‘Bugün bize bir misâfir geldi (^-^).’ Onun yeni gelmesi (^j-^) senin katında doğrudur. Ama onun o vakit yeni gelmesi (^j-^) Onun kendi katında doğru değildir. Aksine onun (misâfmn) ayn’ı/zâtı önceden de var idi, meselâ 70 yıl veya daha çok gibi.’ Sözü uzattı. Bunu “Şeyh’in Cevaplarında” da anlatmıştık.
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm; jlîj uii&îl p tı£&ki cjUÎ
/Onda muhkem âyetler vardır. Onlar ümmü’ 1-Kitaptır ve diğerleri
müteşâbihlerdir”439 âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, âyetlerden muhkem olanların hepsi Arabîdir. Müteşâbihse hepsi Mûsevîdir. Çünkü o a’cemidir. Acmiyye, acemiyelilerce Arabîdir. Arabi ise acemiler katında a’cemidir. A’cemilik sadece terim, lafız ve görünen şekillerde vardır, mânâlarda a’cemilik yoktur, aksine hepsi Arabîdir. Kim meânî ilmini (biliyorum) iddiasında bulunur da teşâbüh/benzerlik’ten bahsederse, onun ben bu ilmi biliyorum iddiasında bulunmasının aslı astarı yoktur. Çünkü meânî/manâlar ehl-i elfâz/lafızcılar katında aynen metinler gibidir. Çünkü olan basit (cümlelerdir) kendilerinde terkip (birleşik cümle)
yoktur. Ucme’nin (yabancı olmanın) ise terkip şartlarmdandır. Terkip olmazsa, ucmenin de varlık (âleminde) bir şekli zâhir olamaz.’
383. bâbta dedi: ‘Peygamberimizin Bilâl’e (r.a.) sorup öğrendiği (hususun) mânâsı; ‘Ey Bilâl! Cennete girmekte beni ne ile geçtin (ne yaparak beni geçtin). Halbuki Peygamber öncelik hakkının kendisinde olduğunu biliyordu. Yani, ne yaptın da cennette önümde hazır bulundun, tıpkı dünyada meliklerin önünde hazır bulunanlar (el pençe divan duranlar) gibi.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Peygamberimiz bize anlatmak istedi ki, kim Bilâl gibi her abdest bozduğunda abdest alır ve iki rekât namaz lalarsa yani böyle davranırsa, o işte böyle Resûlullah (s.a.s.)’in huzûmnda el pençe divan durur. Tabiî ki bu hususta öncelik hakkı Bilâl’indir, diğerleri onu izler.
385. bâbta; Peygamberimiz (s.a.s.) Sevda’ya; /Allah nerededir?”
sözü hakkında şöyle dedi:
‘Bil ki, aklî delil, Allah’ın nerede oluşunu sınırlandırmanın imkânsızlığına işâret etmektedir. Ama kanun koyucu olan (Şâri’) Resûlullah (s.a.s.) adı geçen câriyesinin Allah’ın mevcud olduğu yeri ancak nefsinde tasavvur ettiğince düşünebileceğini bildiğinde ona bu şekilde hitap etmiştir. Eğer ona tasavvur ettiğinin dışında hitap etseydi, nıatlub olan fâide temin edilmez ve kabûle mazhar olmazdı. Peygamber (s.a.s.)’in bu gibi câriyelere böyle suâl sorması ve bu gibi ifâdelerde bulunması onun hikmetindendir. Bunun için (câriye) göğe işâret ettiğinde Resûlullah dedi: /Orada (gökte)dir.” O (câriye) inanmıştır. Yani Allah’ın varlığını tasdîk etmiştir. Peygamber demedi: O (câriye) âlimdir. Çünkü o (câriye) Allah’ın “ ^ j&j pijUıluli /O Allah göklerdedir”  sözünü tasdîk etmiştir. Eğer câriye âlim olsaydı, Allah’ı “gökte”(dir diye) kayıtlamazdı. (Buradan da) anlaşılan (şu ki); bir âlim kişinin câhil kişi ile onun anlayışına inerek arkadaşlık etmesi gerekir. Câhilin ise, tenezzül edilmeden âlimin sohbetinde (arkadaşlığında) (bulunmasına) gücü yetmez. Eyniyyet/Nerede olduğu hususunda söylediğimizin açıklamasına gelince:
‘Şüphesiz şeriatlerin hepsi, milletlerin dillerindeki vâki uyum üzerine ' inmiştir. Allah Tealâ buyurur: “Biz bir peygamberi onlara açıklasın diye yalnız kendi kavminin lisanıyla göndermişizdir.’’  Sonra, şüphesiz uyum, hakikatlerin üzerinde bulunduğu bir şekil üzere olabilir, olmayabilir de. Hak Tealâ bu hususta onlara va’d ve tehdid ifâde eden hükümlerinden indirdiklerini anlatmak için onlara tâbidir. Ve Şâri’ Hak hakkında eyniyyet/neredelik lafzını sadece kendilerine gönderilen elçinin lisanıyla uyum sağlayabilmek için getirmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Eğer bu eyniyyet sözünü Resûl’den başka biri deseydi delil-i aklî bunu diyenin cehline şehâdet ederdi. Çünkü Allah Tealâ için “nerede”lik yoktur. Ne zaman ki Resûl bunu dedi ve hikmeti ile ilmi (zâten) bellidir, biz de anladık ki, o (Resûl) câriyenin (seviyesine) tenezzül buyurmuştur. Allah daha iyisini bilir.’
388. bâbmda Peygamberimizin; oJâ /Gözümün
nûru namazda parlamıştır” hadisi hakkında dedi: Bundan murad münâcat/yakarış değildir. Ancak bundan murad, münâcat edenin namazdaki şuhudu ve zevkidir.
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Bunun için Resülullah (s.a.s.) demiştir: “ ^ isi <j)
Aİi /Allah şüphesiz sizden her birinizin kıblesindedir” ve makamında olmayan birine hitaben; “o'Ji /Allah’a, onu görüyormuşçasına
ibâdet et” buyurmuştur. Çünkü Resülullah (s.a.s.) o kişinin ibâdetinde Onu görüyormuşçasına olmadığını görüyordu.’ Sözü burada uzattı.
ŞeyhuT-Ekber Allah Tealâ’nm; /İhsân edenlere
Hüsnâ ve daha ziyâdesi vardır”  âyeti hakkında dedi:
‘Şeyhimize bu ziyâdeliği sordum. O da dedi: ‘Hatıra gelmeyen şeyler... ’ Allah Tealâ buyurdu: ^ /Hiçbir kimse (kendileri
için) ne gizlendiğini bilmez.”  Böylece bilinmez kıldı ve onlar için gözlerin aydın olacağı şeyleri gizlemekle (ilgili) bilgiyi vermedi. Böylece biz de özetle şunu anladık: Bu, bir gözle görülür iştir, durumdur. Çünkü gizlenen bu şeyi “göz”e bağlamıştır, kulağa ve idrak ile elde edilebilen şeylere değil.
Hadis’te; s-^ V j tiutAuı jiı Vj ‘»iıij o-p- V L» ÂiaJl ^ (jl
/Şüphesiz cennette gözün görmediği, kulağın duymadığı ve beşer kalbine gelmeyen (nimetler) vardır” (buyuruldu). Muhakkak (bu şeyler) beşere bilinmez olmuştur ve beşerin bilinmez ve görünmez bir sıfatı olması da muhakkaktır. Bu da o şahsa meçhulden meçhule denge sağlamak için kalbine gelmeyen (doğmayan) bir karşılık, bir mükâfat hâsıl olsun diyedir. ’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Şâri’iıı kendi tarafından bir illet göstermediği her amel, katıksız bir kulluk görevidir (taabbüd-i mahz). İbâdet, illetini
bilmemekle beraber, illetli amelden daha açık daha nettir. Çünkü amel, illetli olduğunda (illeti araştırıldığında), ola ki kulu bu amele iten sebep, o illetin hikmeti olabilir. İlleti araştırılmadığında ise, onu bu ameli yapmaya hiçbir sebep itmemiş, yalnız ve yalnız, sadece Allah’ın emrine bağlılık olsun diye “katıksız kulluk” ibâdet-i mahza, sevketmiştir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Orada peygamberler için, Hak Tealâ’nm görülmesini talep etmelerini isteyen bir makam vardır. Bundan ötürü Mûsâ (a.s.) rü’yeti talep etmiştir.’ Sözü uzattı ve Allah iyisini bilir.
389. bâbmda dedi: ‘Kim muammalı mânâları anlamak istiyorsa o, farzlardaki nâfileleri çoğaltmada gayret göstersin. Eğer o, nikâhın nâfılelerini çoğaltabilirse bu daha iyidir. Zira o hayırlar (saçan) nâfılelerin en büyüğü olup, kendisinde izdivaç ve üretimden doğan faydalar vardır. O makul ile mahsûsü birleştirir. (Akıl ile hissî cem’eder). Onu İsm-i Zâhir ve Bâtın’dan çıkan âleme ait ilimden hiçbir şey aşmaz, geçmez. Onun bu gibi nâfileyle uğraşması, istediğini elde etmeğe daha yakın ve daha münâsiptir. Eğer o bunu yaparsa, Hak da onu sever. O da Ehl-i Kur’ân gibi Ehlulllah’tan olur. O, ehl-i Kur’ân olursa Onun ihsânma bir mahal, oturmasına bir arş, inmesine bir semâ ve emirle nehyine bir kürsü yapılır. Ondan kendisine Onun orada olmasıyla birlikte kendisinin görmediği (şeyler) görünür, zuhûr eder. Sözü burada uzattı.
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm; “ Sjljâ -k^juı c'-ûlj] Çjxî3a' jl
/Üzerlerine tırmanıp da (hallerini bir) görseydin mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve herhalde için onlardan korku ile dolardı”444
sözü hakkında şunları söyledi:
‘Bil ki, peygamberler kat’iyyen hezimete uğramaz ve masaf ta (savaş alanında) öldürülmez. Hak Tealâ ise, Resûlullah (s.a.s.)’ı hezimetle vasfetti. Allah’ın sözü de doğrudur. Ama onun yüz çevirişi, onların bedenlerini görmesinden değildir. Çünkü onlar onun gibi insanlardır. Onun yüz çevirişi ancak onların başına gelenden dolayı peygamberi ürküten bir durumun görülmesindendir. ’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Bir seyahatimizde onları görmüştük de kalplerimize bir korku dolmamıştı. Çünkü biz onların ancak vücutlarının şekillerini görmüştük. Onları kendimiz gibi gördük. Bununla beraber Resûlullah (s.a.s.) isra gecesi ifrkütücü durumlar görmüş, Ashab-ı Kehf e muttali olduğunda duyacağı teessürü, o zaman duymamıştı, o geceden müteessir olmamıştı.’
Beyhakî rivâyet ediyor: ‘Peygamber (s.a.s.) dedi: Refref bana bir gece beni miraca götürmek için gönderildiğinde, Cibril kendinden geçti, ben geçmedim. Cibril’in bu durumu bildiğinden dolayı, bana üstünlüğünü anladım.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Burada bir nükte, incelik vardır. O da, Allah’ın “onlara ıttıla”ı demekle sadece onların kendilerini görmeyi zikretmiş olmasıdır. Onlar makamca peygamberden aşağıydılar. Bununla beraber, onlara katılmaktan ve makamından nüzûl etmekten korktu. îçi, onların kendisine ednânm alâda tesiri gibi tesir etmemeleri için korku ile doldu. Hoşnutluk ondan, kınamak onun üzerine... Bunun için peygamberin korkulu bir yerde durup da düşme korkusu içinde olan bir insanın oradan kaçtığı gibi onlardan yüz çevirmesi çok tabiîdir ve onun hakkıdır.’ Burada sözü uzattı, oraya başvurula.
390. bâbında dedi: ‘Kendilerini bilip tanımadığım bir insan topluluğu ile Kâbe’yi tavaf ettim. Bana iki beyitli bir şiir okudular. Birini ezberledim, diğerini unuttum.
Tavaf ettik, tavaf ettiğimiz gibi yıllarca
Bu evi, hep birlikte beraberce.
Onlardan biri bana dedi: ‘Beni tanımıyor musun?’
Dedim: ‘Hayır.’
Dedi: ‘Ben, senin ilk dedelerindenim.’
Ona dedim: ‘Öldüğünden bu yana kaç senen geçti?’
Bana dedi: ‘40000 seneden biraz fazla.’
Ona dedim: ‘Âdem (a.s.)’m bu kadar yaşı yoktur.’
Bana dedi: ‘Hangi Âdem’den bahsediyorsun, sana yakın olandan mı yoksa başkasını mı? Peygamberden rivâyet edilen bir hadisi hatırladım; “Şüphesiz Allah yüz bin Adem yaratmıştır.” Kendi kendime dedim: ‘Beııi kendisine mensup kılan bu dede onlardan olabilir. Bu husustaki tarih, âlemin yaradılışıyla birlikte şüphesiz meçhûldür. Çünkü âlemin evveliyet (ilklerden olma) mertebesi yoktur. Çünkü o (âlem) Allah Tealâ’mn bir eseridir.’
391. bâbta; Allah Tealâ’mn; “ ıl£L? ^11' u^j ^
c^j 4İİ1 /Siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü. Attığında sen atmadın, ama Allah attı”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil 1-d, bu âyette kendisinden öldürülme ve atmayı (lcatl ve ramy) ortadan kaldıran kişi için bunların isbatı vardır. Sonra o, isbat üzerine isbat sergilemedi. Aksine, isbatı nefyden/olumsuzluktan sonra getirdi. Tıpkı “
/Ama onları Allah öldürdü” ve dAj /Ama Allah atmıştır”
âyetlerinde nefyi isbâtm takip ettiği gibi. Bir göz açıp kapamada ne çabuk nefyediş ve ne çabuk isbat ediş!...’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bunun açıklaması şöyledir: Allah Tealâ buyurdu: /Onları öldürünüz”  Bu kitapta emri, âmiri ve memuru açıkladı. Emre uyum vâki olup, mahlûkatın vücutlarında öldürme bilfiil ortaya çıkınca Allah dedi ki; ‘Onları öldüren siz değilsiniz, esasında ben onları öldürdüm. Siz benim için size göre kılıç yahut öldürmede (kullanılan) herhangi bir alet menzilesindesiniz. Öldürme işinin maktûlde aletle olması gibi bir şey. Alet hakkında; o katildir denmez. Aksine, vuran (kişi) katildir, denir. Vuran da bize göre katil değildir. Aksine o (vuran), kılıç gibidir Ona (Hakk’a) göre. (Yani vuran Hak’tır, insan kılıç mesâbesindedir). İyice anla.’
392. bâbında; Allah Tealâ’mn; /Kötülüğün karşılığı kendisi gibi bir kötülüktür”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, dünyada insanlardan kim gazaba gelir de intikam alırsa o, bu intikamla o gazabın eleminden şifâ bulmuştur. İnsanın kendisine yaptığı sadaka, en üstün sadakalardandır. Sonra kendine acır ve gazâb yok olursa hemen onu merhametin izlemesi lâzımdır, o da insanın nefsinde bulduğu nedâmet (duygusu)dur. Bu da birini cezâlandırdığı ve; Allah dilerse onu affetmek daha iyidir dediğinde olur. Bu sözü dünya veya âhirette söylemesi kaçınılmazdır. Yani bu, kendine; cezâ uygulamak bu kabildendir diyerek tahayyül etmemesi için verdiği intikam (uygulamasmda)dır. Çünkü cezâlan uygulamak, Allah katından konulmuştur. İnsanın bunlarda bir dahli yoktur.’ Sözü burada uzattı.
Sonra Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bil ki, Kur’ân’dan Allah’ın; JJA.
/Öcalanlann hayırlısı’ ve /Ezenlerin hayırlısı ve azabedenlerin ve
intikam alanların hayırlısı’ (gibi ifâdeler) geçmemiştir. Ama şunlar
geçmektedir: /Acıyanların hayırlısı, /Hükmedenlerin
hayırlısı, /Şükredenlerin (şükrünü kabul edenlerin) hayırlısı,
“âo^1 /Mağfiret edenlerin hayırlısı, /Hile düzenlerin en
hayırlısı”na gelince, o ancak ehlullah arasında zikredilmesi gereken bir hikmete mebnidir. Onun altındakini iyice düşün. ’
393. bâbmda; Allah Tealâ’nm; ^ ^ UJJ /Ondan
(yani taştan) Allah korkusundan düşen vardır”448 âyeti hakkında dedi:
‘Bu, taşın “korktuğuma” şehâdet eden bir delil-i sem’î/duyulan delildir. Ancak idraki olan canlı bir varlık korkar.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Allah Tealâ insanların ve cinlerin gözlerinden cemâdm canlılığını idrak etmeyi almıştır, kaldırmıştır. Yalnız Allah’ın dilediği kimseler, biz ve bizim gibi olanlar hariç. Çünkü biz, bu hususta Hak Tealâ’mn bize onların canlılığıyla ilgili göz ihsân etmiş, onların teşbihlerini ve nutuklarını duyurmuş olmasından dolayı, (başkaca) bir delile muhtaç değiliz.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Tecellî vâki olduğunda dağın parçalanması gibi. Bu, dağın Allah’ın (c.c.) azametini bilmesinden dolayı olmuştur. Allah’ın katında azamet olmasaydı, dağ da parçalanmazdı. Çünkü varlıklar kendi emsâlinde müessir olmaz.
Eşyâda tesir eden onun kendisine tecellî edenin kudretini ve sadece mertebesini bilmesidir. Mertebeyi bilmek, işte budur müessir olan, yoksa kendisinde gizli mertebe bulunan zât/varlık değil.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Melik’e bak, halktan biri sûretinde çarşıya girdiğinde ve onların arasında, halk Onun melik olduğunu bilmezken yürüdüğünde, onların içlerinde onu tartan bir ölçü nasıl da bulunmuyor!.. Sonra onu tamyan biri, onunla bu halde karşılaştığında, içinde Melik’in büyüklüğü ve kudreti belirir ve onu bilmesi kendisinde müessir olup, Melik’e saygı gösterir ve edepli davranıp, boyun eğer.
Tanıyan insanlar, bu boyun eğen kişinin Melik’e yakınlığını ve bu işi ancak Melik’le beraber olunduğunda onun mertebesinin verebileceğini (sağlayabileceğini) gördüklerinde, Melik’e olan bakışları hayrete dönüşür, ona karşı sesleri kısılır, onun için yolu açarlar, onu görmeye ve ona saygı göstermeye can atarlar. Onlara (burada) tesir eden şey, ancak onların içinde hâsıl olan bilgidir. O zaman onun sûretine saygı göstermediler. Çünkü onun dış görünüşü, onu Kral olarak bilmediklerinde onlarca meşhüd/görünür idi. Onıııı Melik oluşu, dış görünüşünün aynı değildir. O, ancak emri altında olup, onu bilende tahakkümü (hüküm vermeyi) sağlayan bir bağlayıcı rütbedir. Bunu iyice düşün. Çünkü bu nefistir. ’
396. bâbmda dedi: ‘Hak Tealâ’nm kullarından, yarattığı her şey ve indirdiği ilimlerle istediği, onların bunları ilim üzerine cem etmesidir. Kim kendini, ilimleri cem ederken, onların Hak Tealâ üzerine delâletlerine bakmaksızın yorarsa -ki bu delâlet en yüce gayedir- ve mantık, geometri ve matematik vb. ilimlerinde dahi bunların kendisinde Hakka delâlet eden yeri örterse, (bilmiş olmalı ki) orada hiçbir ilim yoktur ki, onun Yüce Allah’ı bilmeye» (götüren) yolu olmasın. Ama insanların çoğu, bu Allah’a delâlet eden veclı açısından, bu konuyu düşünmezler. Bu sebeple âriflerden, bu ilimlerde Hakka delâlet eden (hususu anlamaya) ilimleri mâni olan bu ilim sâhiplerine kınama vâki olmuştur.’ Bu hususta sözü uzattı.
397. bâbmda dedi: ‘Şeyh Abdülkâdir el-Cîlî (Geylâni), varlıkta tasarruf ve tesir icra etmeyle ve geniş da’vâlarla ortaya çıkmıştır. Çünkü onun Hak Tealâ’dan aldığı zevk ve şuhûdu, “zâhir” isminin hazretinden olmuştur. Allah ona savlet, himmet, pervasız söz söyleme/(şatah) ve emsâl ve akranına üstün gelmeyi izhar etme makamını vermiştir. Hattâ kendisinin makamından daha üstün makamda olanlara bile.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu edep, alçalma ve zavallılık gösterme makamıdır. ’
Ve yine dedi: ‘Allah’ın ahkâmına, kim sınırdan öteye söz söylerse o, Allah’ın kullarına söz söyleyenden (şatah) daha edeplidir. Çünkü Allah Tealâ geniş olduğundan şatahı kabul eder. Aksine kullar dar ve sıkıntılı olduklarından bunu kabul etmez.’
Ve yine dedi: ‘Orada, hazreti hayâliyedeki şuhûdlarmdan dolayı ehlullaha şatah eden (dil uzatan) kavimler vardır. Bizim onlara bir şey dememiz gerekmez. Çünkü onlar Allah’ın kapısından kovulmuşlardır. Onların alâmeti, şer’î ahkâmı baş tacı etmemeleri ve Allah Tealâ’nm, kendilerinde mükellefiyet aklı bulunmasına rağmen sınırlarında durmamalarıdır. (Allah’ın sınırlarını korumamalarıdır.)’ Sözü burada uzattı.
398. bâbmda; Allah Tealâ’nm; ‘cP'L^j ıj^ LE
/Allah için çifter ve tek olarak kalkmanızı biriyle size hatırlatıyorum,
de.” 
el-Vâhide/(Bir) vâizin Allah için gayret ve tâzim maksadıyla hareket etmesidir.
Mesnâ/(çiftler) sözü ise, Allah ve Resûlünü (ifâde eder). Çünkü ‘ o* ÂUl g-üî :ûa ^4 /Kim Resûle itâat ederse, Allah’a etmiştir.”  Bu
makamın sahibi Allah’ın kitabı ve Resûlü (s.a.s)’nün sünneti, nefsi hevâsı ve dünyalık bir saygı ve nefsanî bir gayretle olmadan yerine getirir. Furâdâ/(Tek) sözü de, özellikle Allah veya özellikle Resûlü ile (demeyi kasteder.)
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Meselâ yoldaki bir kadına bakan bir adamı gördüğünde hiçbir kimsenin onu ayıplamaya can atması câiz değildir. Ola ki o (bakan kişi) o bayanla nişanlanmak kasteder veya o kişi doktor olabilir. Ayıplamaya can atmak, koşmak ancak (böyle) ihtimaller bulunmadığı zaman mümkündür.’
Ve yine dedi: ‘Mütedeyyin olanlardan -ashab-ı dinden olanlar değil- çoğu bu hususta hata etmişlerdir. Çünkü sâhib-i din nefsine karşı ihtiyatlı olmada (hemen) ilk baştadır. Özellikle de ayıplama konusunda. Şüphesiz Hak Teâlâ bizlerin insanlar hakkında sû-i zan değil husn-i zanla olmamızı mendup kılmış, öğütlemiştir. Sâhib-i din, zan ile birlikteliğinde kat’iyyen ayıp ve kusur bulmaz. Çünkü o, bazı zanlarm günah olduğunu bilmektedir. Ve der ki: Belki bu (zan) o (kınanan) bazı zanlardandır. Onun günah oluşu, onun söylenişindedir, hakikatte bilgiye denk düşse bile. O (hep) zandır, ilim değil. Kendisinde ihtimal bulunan bir işi söylemek, o (kişiye) gerekmez. ’
Ve yine dedi: ‘Mâlûm, insanın kendisi için sû-i zanda bulunması başkası için sû-i zanda bulunmasından evlâdır. Çünkü o kendini (yakînen) görür, bilir, ama başkasını bilemez. Ve onun hakkında; falanca kişi kendine sû-i zanda bulundu denmez. Çünkü o, nefsini bilmektedir. Bizim, “kişi kendine sû-i zanda (bulundu)” diye ifâde kullanışımız, “başkasına sû-i zanda (bulundu)” ifâdemize uyması içindir. Bu, “sözün uygunluğu/(tenâsüb-i
kelâm)/(söz gelimi) bölümündendir.’
Ve yine dedi: ‘Şimdiye kadar âlimlerden dîni için bu kadar temizlenen birini görmedim. Bizi bunu kullanmaya muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm; lJ u) /Bunda
şüphesiz her sabreden ve şükredene alâmetler vardır”  âyeti hakkında dedi:
‘Yani, fırtına ve soğuk arttığında denizde yolcu olan hakkında. Onda nimet olan bölümlerde, kendisinden (yolcudan) şükür, zorluk ve korku olan kısımlarda da sabır istenmektedir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘İnsanların çoğunun gafil olduğu şey, nimetlerin içinde belâ ve belâlann içinde nimetlerin bulunduğudur. Şöyle ki Allah’ın kullarına lütfettiği hiçbir nimet yoktur ki, belâ ile çevrilmiş olmasın. Bu da Allah Teâlâ’nm o kulun nimetin hakkını vermesi; (meselâ) nimete şükretmesi, onu hak edene bulundurup sunması, nimeti Hak Teâlâ’nm emrettiği yerde sarf etmesi (gibi işleri yerine getirmesini) ister. Mükellef olan kimse bu işleri, onlardan lezzet aldığı zaman yapar. Ta ki kendi hakkında (bunlar) hâlis birer nimet olsun.
Belâ ve felaketler hakkında da söz böyledir. Bunlar, esasında, musîbet ve derttirler. Ve bunlar kendilerine sabredilmesi istenen bela ile sarılıdır. Ve (buna uğrayanın) bunların üzerinden kalkmasında Allah’a dönmesi ve bunları hoşnutluk veya kesinlikle Allah’tan başkasına şikâyette bulunmamak için kendini hapsetmek olan sabır ile karşılayıp kabul etmesi (gerekir). Musibetlerde nimeti bulmanın yönü, ahrette ecre (kavuşmak) ve dünyada havâs ve avâm herkese karşı nefsini tevazuda tutmak (gibi özetlenebilir). Çünkü belâlar, cebabirenin (ağaların) nefislerini alçaltır, zelil kılar. ’
416. bâbmda dedi: ‘Bil ki, her kim sıfât-ı ilâhiyyenin (zâtının) aynı mı yoksa gayrı mı olduğunda kendilerini delil serdetmeye zorlarsa, onun (getirdiği) delili medhûldür, kusurludur. Şeyhimiz Fas Kelâmcılarmm İmâmı Ebü Abdullah El-Kinânî böyle diyordu.
417. bâbmda; Allah Tealâ’nm Nûh (a.s)’dan haber veren; ‘ V] u! aİÎI /Benim ecrimi ancak Allah verir”  âyeti hakkında dedi:
‘Onların ecri zâten Allah’ın üzerineydi. Çünkü Allah Tealâ, evet O, onları “tebliğ”de görevlendirmişti.’ Sözü burada uzattı.
Sonra Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Her bir nebinin tebliğdeki ecrini, kendisine muhâlif olanlardan hâsıl olan meşakkatlerden elde ettikleri miktar ve onlardan gördükleri baskı miktarıyla (orantılı) olduğu gizli değildir. Bu hususu sadece Allah bilir.
Peygamberin katında bilinmeyen ecrin Allah’tan istenmesi doğrudur. Çünkü Allah, halktan istenecek meçhul ecrin hilafına bu (ecri) biliyor. İstenmeden önce onu takdir etmiş olması kaçınılmaz (bir husus).’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Her kim nebinin risâletini reddedip bu risâlete hiç îmân etmezse, bu peygambere musibet ecri vardır. Ve musibetler için Allah, tebliğ ulaşan ümmetinden peygamberin peygamberliğini reddeden kimselerin sayısınca ecir vereceğini üzerine almıştır. O (peygamber)’na hidâyet ecri ve musibet ecri vardır. Buna göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)’den daha çok ecir alacak birisi yoktur. Peygamberlerden, Peygamberimizin ümmetinden itâat edenlerle, isyan edip dâvetine icâbetten kaçanlardan ulaştığı çokluğa, hiç biri ulaşamamıştır.’ Bu hususta sözü uzattı.
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’mn; “4ÜI ijkta yiJj /Kim
affeder, ıslah ederse, onun miikâfâtını Allah verir”  âyeti hakkında dedi:
‘Burada ıslahtan murad, kendisine kötülük edeni affetmenin üzerine ekstradan iyilik etmektedir. Eğer insanlar affettiklerinde Allah katındaki ecirlerini bilselerdi, bir kimse diğer bir kimseye kötülükle karşılık vermezdi. Alemde de yalnız ıslah eden, affeden olurdu sadece. Ama insanların çoğunun basiret gözlerinin üzerindeki perdeler kesiftir, yoğundur. Ve (bu perdeler) garazlar, öç alıp rahatlama aceleciliği ve muâhezenin haricinde de olmadı. (Bu amaçlarla perdeler asılmış, kalmlaştırılmıştır.) Kim kendisine kötülükte bulunana iyilik yapmışsa o, kötülükte bulunmayı gerektireni yaptıracak şeyi izale etmiştir. Şüphesiz bu şahıs sevimli olmuştur. Ve Allah iyilik edenleri sever. Eğer o hiçbir şeyin denk olamayacağı Allah’ın sevgisinin husûlu haricinde “ıslah” diye tabir olunan “ihsân”mda bulunmasıydı, Onun hakkında onu bu işe yöneltmede bu (hareket) kâfi gelirdi. Lâkin bu (ihsân) zordur. Onu herkes yapmaya .muktedir değildir. Tıpkı Allah’ın şu âyetiyle işâret ettiği gibi; ‘'jjf*-3 Ü] /Ona
ancak sabredenler kavuşturulur.”  Yani, kendilerini kötülük yapanın kötülüğüne kötülükle karşılık vermekten menedenler.’ Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: ‘Bil ki, yazıcı melekler, kulun kötü fiillerinden ancak konuşmuş olduklarım yazarlar. Bu da Allah’ın şu sözündendir; ‘ <> Jiâlj U» ^ /İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetleyen, 
dedilderini zapteden (bir) melek hazır bulunmasın.”  O da “yazıcı”dır. Onlar, onların (kulların) ne yaptıklarını bilmiş olsalar bile, onu yazmazlar. ’
Ben de (İmam Şa’rânî) derim:
‘Şeyh’in bu kelâmı üzerine Allah Tealâ’nın; ^ ^
/Biz sizin yaptıklarınızı kaydediyorduk” ^6 âyeti vârid olmuştur. Yalnız Şeyh istinsah (kayıt) sözünü “yazının hilafına” hamletmiştir. Allah iyisini bilir. Böyle düşünüle ve yazıla. ’
418. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ ^j ^ üjjla IJJISJ
J>j /Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz anlamaya mâni örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık var”  ve ûO ^ ^
/Hayır! Öyle değil, bilâkis kalplerini paslandırmıştır”  ve ‘ ^
l^JüSİ /Yoksa kalpleri kilitli mi?”  vb. âyetleri hakkında şunları dedi:
‘Bil ki, ‘l£I /(kinn)’ örtüden murad olunan, kulun tabiat evinde anasıyla meşgul olmasıdır. Onun “ruh” olan babasından haberi yoktur. O halde “örtü”nün karanlığındadır. O da tabiatın perdesidir. Öna şu âyetle işâret olunur; ^ t>j /Bizimle senin aranda bir hicap/perde
vardır.”  Kim, kinn/örtü ve zulmet perdesinde olursa şeriate dâvet edenlerin sözünü duymaz ve anlamaz.
‘ JM /(vakr)/ağırlık’a gelince, o kula âhirette fayda sağlayacak uğraşıdan alıkoyan dünyevî sebeplerin ağırlığıdır.
/(Rân)/pas’a gelince de, o da Allah’ın bakmayı emretmediğine bakmaktan hâsıl olan kalbin aynasındaki pas ve kirdir. Kalbin cilâsı zikrullahtır ve Kelâm’ım okumaktır.
‘cJsSil /(Kufy)/kilit’e gelince, bu da kıyâmet günü özür dileyen muvahhidinedir. Onlar derler ki: Rabbimiz, biz kalplerimize kilit vurmadık. Ama onları kilitli bulduk, onları kim kilitlemiş bilmiyoruz. Çıkmağı meram ettik, mühür ve baskıyı açmaya korktuk. Onu kilitleyeni beklemeye koyulduk. Umulur ki, o onu açmayı üstlenir. Bu hususta yapabileceğimiz bir şey yok.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Ömer ibni Hattâb ve Müslüman olan benzerleri, bu kalbi kilitli olanlardandı. Allah onun fethedilmesini üstlendiğinde ve o da îslâm’a girdiğinde, Allah onunla (r.a.) îslâm’ı güçlendirdi ve sevindirdi.’
Ve Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kime Kur’ân’ı anlama gücü verilmişse, ona hikmet verilmiştir. Kime de hikmet verilmişse, ona çok hayırlar verilmiştir, onun çokluğu da çeşitli yönlerdendir.’
Dedi: ‘Bunun açıklaması; sözü anlamada iki kısım vardır: a) Mâddeden kazanılmış kısım, b) Maddenin dışından kazanılmış olan kısım.
Maddenin dışından kazanılmış olan kısım, onda “anlama”dan söz edilir. O, ilme özel bağlantılıdır. Kelimeyi söyleyenden duyan veya yazıyı gören kişi bildiği zaman bunu açmak gereklidir.
Eğer kişi, konuşanın muradının aksine ıstılahtaki taşıdığı bütün mânâlarıyla beraber konuşanın söylediği o kelimeden muradını bilirse, işte ona “anlama” denir. Eğer konuşanın kelimesini tafsilâtıyla bilemez ve onun yanında kelimenin delâlet ettiği bir çok vecih var ve konuşanın maksadı bu vecihlerden hangisidir bilinmiyor, -acaba onun hepsini mi yoksa bazısını mı kastediyor- bu gibi yerlerde, ona Kur’ân’da “anlama” verildi denmeyip ancak anladığı Istılah’ta o lâfızların delâlet ettiklerini “bilme” verildi (denir).’Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: ‘Şüphesiz Allah kelâmı, Arap lisanıyla indirildi. Allah’tan (geleni) anlamada ihtilâf ettiklerinde kelâmıyla ne istedi? Şu kelime veya kelimelerin delâlet ettikleri eşyânın çeşitli oluşuyla (bu kelâmıyla ne istedi?) (O zaman anlıyorlardı ki) Allah’ın kelâmı anladıkları bütün vecihleri kaplıyordu. Çünkü Allah Tealâ bütün bu vecihleri bilendi. Onda bir vecih yoktu ki, o vecih Allah’ın maksûdu olmasın; bu kelimeden, kastedilen vecih anlayana bakmakla (anlaşılıyordu). Bu, hakkın maksadı olduğu gibi, o söyleyen şahsın da Arap lisanının dışında olmamak şartıyla maksûdu oluyordu. Eğer Arap lisanının dışına çıkarsa o zaman ne “anlama” olur ne de “ilim”.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu ifâde ettiğimiz hüküm mahlûkattan birinin kelâmı için değildir. Bazı vecihler bu söyleyen şahıs için maksûd olmayabilir. Düşünüle ve yazıla. Allah daha iyi bilir.’
419. bâbta; Peygamberimizin (s.a.s); ‘ dp ^ ^ J* üH'j t> Lş-i cJİûjj V jtkuili /Beni rüyada gören, gerçekten görmüştür. Çünkü şeytan benim sûretimde görünmez” hadisi hakkında şunları dedi:
‘Bil ki, şüphesiz mübeşşirât/müjdeleyici rüyalar, İlâhi tevfîkât (başarılar)’tandır. Onlar da (mübeşşirât) müslümanm gördüğü veya ona görünen rüyâ-i sâlihadır. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bu rüyayı gören, yalnız kendisi için onda gördüğü hükümle amel etmesi gerekir. Bir şartla ki, o da Resûlullah (s.a.s)’i dünyada yaşadığı beden sûretinde görmesidir. Aynen kendisine, kendi katında doğru olan veçhile naklolunan (bilgi) gibi. Öyle ki Resûlullah’ı büyük seniyyesini (ön dişler) kınk görecek. Eğer onu bu alâmetle görmezse o, o değildir.
Onun Resûlullah’ı rüyada gördüğü gerçekleşir ama, Peygamberi (normal) bir şalııs veya dünyadaki sûretinin dışında bir genç, yahut kendisine anlatılandan onu daha fazla güzellikte yada çok çirkin bir surette görürse veyahut ondan peygamberle beraberken edep dışı, bir şey vâki olmuşsa bütün bunlar rüyayı görene râcîdir, döner, Peygamber (s.a.s)’e değil. Ona gördüğünün sağlamlığıyla hükmetmek câiz değildir. Ve onun haber verdiğiyle de amel etmesi uygun düşmez, özellikle (bu durum) şerîatte açık bir nassa muhâlif olur veya değişmeyen bir hükmün neshini vb. iktizâ ederse...’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Biz onun sâhip olduğu sûret üzere gördük ve kendisinden zayıf oldukları kabul edilen çeşitli hâdisleri sordum; o da bana onların doğruluğunu haber verdi ve biz de onları bilip öğrendik.
İmam Müslim Kitab’mm başında bir şahsın rüyada Resûlullah (s.a.s.)’ı gördüğünü ve ona, zihninde sahîh (bildiği) bin hadisi arz etti. Peygamber (s.a.s.) o binden altısını kabul, geri kalanını reddetti.
Peygamber (s.a.s)’i rüyada görenin, sûreti kendine değişmediği sürece onu yakazada görmüş olduğu bilinmiştir (böylece). Çünkü şeytan, asla onun sûretine bürünemez. O, diri ve ölü sûretçe korunmuştur. Onu gören her hangi bir sûrette (de olsa) onu görmüştür. Ama o sûretlerde daha açık ve net olam vardır. 188. bâbta rüya ile ilgili bahis geçmiştir. Ona müracaat oluna.’
Ben de derim (İmam Şa’rânî): ‘Şeyhimiz Seyyid Muhammed el- Mağribi eş-Şâzelî (r.a.) Peygamber (s.a.s)’i uyanıkken görmek hususunda, bazılarının dediği gibi (şöyle) diyor: Burada yakazadan murad, kalp yakazası/uyanıklığı olup bedenî his uyanıklığı değildir. Nitekim, kim olgun istidâda ve yakınlığa ulaşırsa, o Hakk’a sevgili olur. Kimi Hak severse onun kalbî uyanıklığının çokluğundan uykusu, başkalarının uyanıklığı hâli gibi olmuş olur.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Resûlullah (s.a.s)’ı gören ancak, onun zât-i şerifini Berzah âleminden görenin görme yerine intikal edip gelmesi ile değil, peygamberin ruhunun beden sûretinde şekillenmesi ile görür. Çünkü peygamberin zât-i şerîfı gelmek ile gitmek külfetinden münezzeh ve masundur. Açık ve net olan doğru budur işte.’ Allah daha iyisini bilir.
421. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “jllajVl V /Onu gözler kavrayamaz”461 âyeti hakkında dedi:
‘Yani bütün yüz ve kalp gözlerinden. Çünkü kalpler yalnız basar/göz ile görür. Yüz gözleri de ancak basar/göz ile görür. Basar/göz, idrakin kendisiyle sağlandığı (organ)dır. Ama akıldaki basar, aynü’l-basîre/basîret gözü diye adlandırılır. Zira zâhirdeki göz, basarın mahallidir. Aynen bâtındaki basiretin yüzde bulunan gözün görmesine mahal olduğu gibi. Üzerinde bulunan isim değişti, o kendi özünde değişmedi. Tıpkı, Onu gözlerin basarlarıyla görmediği gibi, basiretler de Onu gözleriyle idrak edemez.’
Ben (İmam Şa’rânî) de derim: ‘Efendim Şeyh Abdulkâdir el-Cîlî (r.a.)’ye bir şahsın Rabbini basarının gözüyle gördüğümü iddia ettiğini haber verdiler. O da dedi: ‘Bu (meseleleri birbirine) karıştırmış bir şahıstır. Bu şahıs, basiretinin gözünden yüz gözündeki görene geçmiştir. O zaman Rabbini görmüş olup, basarının gözüyle gördüğünü zannetmiştir.’
Bu hikâyede, dünyada basiretle görmenin doğruluğuna işâret edilmiştir. Şeyh Muyhiddin (r.a.)’nin sözüyle beraber (bu) düşünüle.
Ben her ikisini cem etmeğe gayret ettim. Bana, basiret gözü, yüz gözü ve kalp gözü ile değil, ancak basiretin kendisiyle görmenin câiz olduğuna ittifak edilenden başka bir (bilgi) hâsıl olmadı.
Bunun üzerine basiret, hepsinden fazla bir miktar almış oluyor. Hepsinde kelâm, Peygamber (s.a.s)’in dışındakilerin Yüce Rabbi dünyada görmeleri üzerinde kararlaştırmış olduğumuz tarzdadır. Ama Onun Peygamberce dünyada ve âhirette görülmesi, tabiî ki, baş gözüyle olduğuna îmânımız tamdır. Allah iyisini bilir.’
422. bâbmda dedi:
‘İzahı 369. bâbta geçtiği gibi, bizde yer tutmayan bütün havâtın, Allah Mekke dışındaki her yerde bağışlamıştır.
Allah’ın; ^ CJj (> &ta
/Ölçüsü ağır basan hoşmıtkâr bir yaşamdadır. Ama hafif basan ise, onun anası yanmıştır”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, kıyâmet gününde mîzân, halkın ağırlıktan doğan sûreti üzere zâhir olur, çünkü onlar tabiî bedenler içinde toplanır ve dağıtılırlar. Kimin tartısı ağır gelirse o saîddir. Çünkü hasenenin ondan yüz bin misline ve daha yukarıya (karşılığı) vardır.
Bunu bedeninin dışıyla işleyen (esasında), bâtınında güzel (olsun) istemiştir. Tartısı hafif gelene gelince o, şakidir, çünkü o, kötüyü işlemiştir. Kötülük, (karşılığında) bir (değerlendirme) vardır. Bunun ölçüsü, saîdin ölçüsünün ağırlığına göre hafif gelmiştir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hak Tealâ tartıda şer kefesini değil sadece hayır kefesini nazarı itibara almıştır. O, saîdin hakkında ağır, şakinin hakkında kötülüğün katlanmamasına rağmen hafiftir.
Bununla beraber hayır kefesi hafiftir. Saîd için ağır olan kefenin aynısı, şakı için; içindeki hayrın azlığından veya tamamen yokluğundan hafiftir. Allah’ın kat’iyyen hayır işlemeyen birini ateşten çıkardığı gibi, bunun da mîzânmm sağ kefesinde asla bir şey yoktur. Bunun kalbinde yalnız ilm-i zarûrîden hâsıl olan tevhîdden (bir nebze) vardır. Onun bu hususta diğer zaruriyât gibi yaptığı bir ameli yoktur. Eğer Hak Teâlâ ağır ve hafif iki kefeyi beraberce hayır kefesi ve şer kefesi olarak nazar-ı itibara alsaydı, bu hususta daha geniş beyânda bulunurdu. Zira iki kefeden biri ağır geldiğinde, diğeri hayır veya şer olsun şüphesiz hafif kalır, işte bu, hayır ve şer ölçüsünün hükmüdür. Ölçü, kul için olduğu zamanda ise o iki kefeden birinde, ameli de diğerinde olur. Bu da başka bir ölçüdür. Kimin terazisi (tartısı) ağır basarsa onun ameli aşağıya iner. Nitekim, dünyadaki ameller, nefislerin zorluklarmdandır. Meşakkatin mahalli ise ateştir. Amelinin ateşi taleb eden kefesi (aşağıya) iner. Kendisinin bulunduğu kefe, hafifliğinden yükselir ve de cennete girer, çünkü cennet yüksektedir. Şakî ise, onun bulunduğu terazinin kefesi ağır basar ve amelinin kefesi hafif gelir ve o da ateşe düşer. Bu da Allah’m; ^ /Onun anası yanmıştır”  âyetinde (belirtilmiş)tir. Amel terazisinin kefesi, saîdde sahibini ağırlıkla kaldırma ve şakide sahibinin ağırlığından hafiflikle vasf olunan bu çeşit ölçüde geçerlidir. Allah’ın; /Günahlarım sırtlarında yüklenirler’  sözü, onların anGak cehennem ateşine girdikleri ağırlıktan dolayı onlara verilmiştir.
Özetle, bazısı bazısıyla olan amellerin ölçüsünde hasenâtm kefesine itibar edilir. Amellerin, yapanlarma göre olan ölçüsünde de amelin kefesine itibar olunur. Böyle düşünüle ve yazıla. ’
424. bâbında dedi: ‘Müslüman kul, Allah’ı sever ve Allah tarafından sevilir; (muhib ve mahbûbtur.) Onun imtihanı Allah’ı sevme yönünden olup, Allah tarafından sevilme (mahbüb) yönünden değildir. Nitekim, muhabbet hususunda yapılan bir imtihanla sâdık, yalancıdan ayrılır.’ Sözü burada uzattı.
Şeyh’e Peygamber (s.a.s)’in şu; Â\ ujJ lil /Allah bir kulu
severce onu imtihan eder” hadisi gölge düşürmez. Çünkü biz diyoruz; kulun cAllah (ç.e)’ye muhabbeti, Allah’ın kula muhabbetinin gereğidir. Böyle
@iunca da Şeyh’in sözü doğrudur.
434. bâbında; Yüce Allah’ın; ^ °Jj /Allah, onlar (Mkkın) da bir hayır bilseydi onlara duyururdu”  âyeti hakkında dedi:
‘Bunda, ilmin taallukunun nefyi olup, ilmin nefyi yoktur. Esasında aklayana, ilmin nefyedilişi de bir ilimdir.’
435. bâbında; Peygamberin; “ jâlılâ Ijjâ. UJJC. Uık
/Kim bir şeye yemin eder de başkasını ondan daha hayırlı görürse, yemininde keffâret verip, daha hayırlı olanı yapsın” hadisi hakkında dedi:
‘Bu kişi keffâretle cezâlandırıldı. Çünkü bunda yüce ahlâkî değerleri işlemeye teşvik, kötü ahlâktan olan hayır işlemeyi terk etmeye yemin vardır. Onun için keffâretle cezâlandırılmıştır. Burada bize, şer’î bir had yoksa tehditten vazgeçme işâreti vardır. Ve bize bu hususta seçme hakkı vardır. Bu işi terk etmenin Allah katında yapmaktan daha değerli olduğunu öğrendik. Biz burada, olumsuzluk ve sözden cayma ile vasıflanma gibi bir durum yoktur, deriz. Sözü burada uzattı. Sonra dedi, burada bir incelik vardır. O da kim bize bir kötülük yaparsa o bize muhtaç olmadığımız âhiret hayırlarından verir. Öyle ki, örtü kaldırılsa biz, şu kötülük yapamn bize yaptığı iyilik gibisini kimse yapmamıştır, deriz. Kimin şuhûdu bu olursa ona kötülük edenin yaptığına cezâ; mahrumiyet olmaz. Aksine onu affeder, onu cezâlandırmaz. Ona Allah Tealâ’nın; “4İİ1 yLalj Uâ [>a /Kim
affedip, iyi davranırsa onun mükâfatını Allah üstlenmiştir”  âyeti yeter. Yahut ona nefsinin hoş gördüğü kadarıyla sâhip olduğu faziletlerden ihsânda bulunur. Buna da Allah’ın şu sözü işâret eder; “ û' Uj
^jî /İçlerinden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara (mallarından veremeyeceklerine) yemin etmesinler.”  Bunu iyice düşün. Allah en iyisini bilir.
436. bâbmda diyor: ‘Kulun, kendisine eziyet edenin aleyhine, kendisini tatmin etme gayesini gütmemek kaydıyla felaket, uğursuzluk ve ölümün husûlü için bedduâda bulunma (hakkı) vardır. Bu onun azması ve küfrünün artmasından korkulduğu için yapılır. O zaman Allah’tan cezâ da artacaktır. Ama eziyet edenin lehine ıslahı için yapılan duâ, onun helâkiyle (sonuçlanacak) aleyhine yapılan bedduâdan evlâdır. Allah Sübhânehü daha iyi bilir. ’
438. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ el* aâ CiijSlSll J&utı jt âS\ [jl J /Onun hükümdarlığının alâmeti, Tâbut’un size gelmesidir. Onun içinde Rabbinizden size bir ferahlık ve sükûnet, (meleklerin taşıdığı, Âl-i Mûsâ ve Âl-i Hârun’un bıraktıklarından bir miktar) bakiyye vardır”  âyeti hakkında dedi:
‘Sekîne, İsrail oğullarından çıkmış, uzaklaşmıştı. Allah onu bu ümmetin kalbine yerleştirdi. İsrail oğullarının kalplerinde yoktur. Sekîne, Allah Tealâ’nm; “vj^' aIİI jSİj Vî /Dikkat! Allah’ın zikriyle kalpler mutmain olur”  âyetiyle itmi’nandır.
Bütün bu ümmetin ilimleri ve sırları onların kalplerindedir. İnsanlara onlardan ancak delil ikame edecek veya ittibâ ve iktidâ/uyum kapısı açacak olam zâhir oldu -olacak-. Bunun için insanlar ehlullahm üzerlerinde, izi zâhir olmayan her şeyi inkâr ediyorlar. “İsrâ” olayım düşün.
Peygamber o gecenin ilk saatlerinde çıkıp, arkadaşlarına o gece neler olduğunu anlattığında, nasıl onu bazıları üzerinde açıkta bir iz görmemiş olduklarından inkâr ettiler!. Mûsâ (a.s.) Rabbinin yanından geldiği zaman, Rabbi Onun yüzüne nûrdan bir kisve girdirdi. İnsanlar onun iddia ettiği her şeyde doğruluğunu biliyorlardı. Onu gören kör oluyordu. Kendisinde bulunan şeyden ötürü ona bakan yüzünü bir bezle siliyordu. Allah da onun görme gücünü onun nûrunun şiddetinden ona geri veriyordu. Bundan dolayı onun (Mûsâ a.s.) yüzü, onu seyredenin yüzüne baktığında eza çekmemesi için perde ile örtülüyordu.
Fas’taki şeyhimiz Ebû Ya’zî, Mûseviyyü’ 1-makam olup onun yüzüne kimse bakamazdı, bakan da körleşirdi. Onu görenlerden şeyhimiz Ebû Medyen körleşti ve Ebû Ya’zî’nin üzerindeki elbise ile gözlerini oğuşturdu, sildi. Allah da bunun üzerine ona görmesini lütfetti.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Ebû Ya’zî benim zamanımda idi. Meşguliyetimin çokluğundan onunla buluşup-oturamadım.’ Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: ‘Allah nûrunu kimin kalbine yerleştirirse onun iki elini hayırla doldurur. Düşün ve Allah iyisini bilir.’
439. bâbmda dedi: ‘Allah azze ve celle kullarından birinin ancak ona sözünü düz yazı/nesir veya şiir/ııazım olarak duyurduğunda velâyetini üstlenir.
Tıpkı Resûlullah (s.a.s.)’e Hassân’a kendisinin (a.s.) başarısı için Kureyş’i hicvetmek istediğinde dediği şu söz gibi: ‘Söyle ey Hassân! Çünkü Rûhu’l-Kuds seni, Resûlullahı (s.a.s.) övdüğün müddetçe teyid eder. Resûlullah (s.a.s.) şeytana Hassân‘m üzerine gitmesine yol ve izin vermedi.’ Sözü burada uzattı.
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Âhiret neş’esi bazı hükümlerde Berzah neş’esine benzer. Bu sebeple âhirette bir anda çeşitli yerleri ve çok şekilleri tek olarak görebilirsin. İnsan cennetin sekiz kapısından önde -geride kalmaksızın bir anda girer. İnsan kendini her kapıdan girmiş olarak bulur. Nitekim Ebû Bekr (r.a.): “Ya Resûlallah! Bütün cennet kapılarından giren kimse hakkında ne beis var?” demiştir.
Bunun için insanlar Resûlullah (s.a.s.)’ı kıyâmet yerleşim alanlarında görmek dilerler. Onun bu isteklerinin gerektirdiği her yerde talepleri istikâmetinde ve başka bir tâlibin de istediği anda bulurlar. (Aynı anda buluşurlar. Peygamber herkese her yerde görünür.)’ Sözü bu hususta uzattı.
441. bâbta dedi: ‘Bil ki, ilim, mârifet ve fehim ıstılahta bir mânâyadır. Ama aralarında, delâletleri konusunda lafızlarında olan ayrıcalık gibi aklî ayrıcalık/farklılık vardır. Allah için “O âlimdir” denilir ama “O âriftir” veya “O fehim/anlayışlıdır” denilmez. Bu üçü için bunlar insanın lâkaplarıdır, denir,’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Ne zaman Allah Teâlâ’nın kullarından ilim vererek özellik kazandırdıklarını, mârifet verdiklerinden daha çok övdü biz de bundan kendisine sıfatta ortak olanı tahsîs etmesinin, onun katında daha büyük yeri olduğunu anladık. (Allah’ın âlim olması, ilmin değerini, hususiyetini gösteriyor, âlimler üstün tutuluyor.)’ Sözü burada uzattı.
443. bâbmda; Ebû Beler Sıddîk (r.a.)’m; V) ^
/Hiçbir şeyi görmedim ki ondan önce Allah’ı görmüş olmayayım” sözü hakkında dedi:
‘Ebû Bekr (r.a.), kâinatın hareketinin tek olan Hak’tan çıktığını görüyor olduğunu ispat etti. Bunda kâinatın bir tesiri olmamıştır kat’iyyen. Bu şuhûd, Sıddîk’in makamının dışındakilerde görülmez, yoktur. Anla.’
448. bâbmdan, Mûsâ (a.s.)’m; “4^' cPj' /Rabbim bana (kendini) göster; Seni göreyim”  sözünden tfîj ^ /Sana
tevbe ettim ve ben mü’minlerin ilkiyim”  sözüne kadar olan hususta dedi:
‘Bil ki, onun “Sana tevbe ettim” sözünden muradı, yani; seni ilk defa talep ettiğim vech üzere görmeyi istemiyorum. Çünkü ben dağın parçalandığında senden bilmediğimi- öğrendim Ya Rabbi, işte ben mü’minlerin ilkiyim. Yani senin; “Beni göremezsin” sözüne. Çünkü, sen bu sözü sadece bana dedin. O, bir haberdir. Bunun için bu sözü “ilm”e değil “îmân”a ekledi, kattı. İmân ile murad, “Beni göremezsin” sözüne îmân olmasaydı, o zaman “ilk”lik sahîh olmazdı. Çünkü, mü’minler ondan önce (var) idiler. Ama o, bu kelimeyle mü’min olmadı.’ Sözü burada uzattı. Allah daha iyisini bilir.
456. bâbmda dedi: ‘Şeyhlerin; müridin, mecliste olanı biteni hissetmekle birlikte var olan vecd hareketini hoş görmeleri gerekmez, yakışmaz. Onun hareketi ancak kendinden geçince hoş görülür. Meclistekini her ne zaman hissederse, ona ancak orada bulunanlara kendisinin mütevâcid olup sâhib-i vecd olmadığını bildirip oturması gerekir. Daha üst makama bakmakla bu hâl üzere olmanın övülen durum olmadığı (hatırlatılıp) onun bu hâli hoş görülür.’
460. bâbmda Müslim’in rivâyet ettiği; ‘Hakkın kıyâmet günü bir kavimden inkâr vâki olduğu zaman sûretler içinde tecellî etmesi,’ hadisi hakkında şunları dedi:
‘Bil ki, ihsan makamının sahibi, Allah Tealâ’yı tecellîlerinin hiç birinde inkâr etmeyendir. Çünkü o, İslâm ve îmân makamını geçmiştir. îman makamının sahibi, ihsân makamındakine olan tecellîsinde (Hakk’ı) tanımaz. İslâm makamının sahibi, îmân ve ihsân makammdakinin tecellîsindeki (Hakk’ı) tanımaz. Çünkü, her insan, dâr-ı dünyada zevk etmediğini inkâr eder. İslâm’ın amel, îmâmn tasdîk ve ihsânın rü’yet veya rü’yet gibi olduğu (bilenlere) gizli değildir. İslâm’ın şartı boyun eğme, îmâmn şartı itikat ve ihsâmn şartı da işhâd/şehâdet getirmektir.’
Ben de (İmam Şa’rânî) dedim: ‘Efendim Ali bin Vefa (r.a.)’m sözünde; ihsân makamının ötesinde îkan makamının olduğunu gördüm. Bunu, ondan başka hiçbir kimsenin sözünde görmedim. Allah, iyisini bilir.’
462. bâbmda dedi: ‘Bil ki, üzerinde konuşmak için bizim, peygamberlerin makamlarında zevkimiz olmaz. Ancak zevkimizin gayesi/sonucu özellikle verâsettedir. Resûller hakkında sadece resûl, nebîler hakkında yalnız nebî, velîler hakkında da ancak bir velî konuşur, fikir beyân edebilir. İşte bu İlâhi terbiyedir, Allah’ın öğrettiği edeptir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Her bölgede, her bir beldede veya her bir köyde Allah (cc)’m bir velîsi bulunması kaçınılmazdır. Allah o bölgeyi, oradakileri mü’min veya kâfir olsun o (velî) ile korur. ’
463. bâbta bazı sûre ve âyetlerin diğer bazılarına üstünlüğü hakkında vârid olan (yer)de şunları dedi:
‘Bu, okuyana râcî olup, okunana değildir. Çünkü okunanda (kendi arasında) mufâdale/üstünlük, değerlilik yoktur. Çünkü onun hepsi Allah Tealâ’mn kelâmıdır. Değerlilik ise, âyetin konuşulmasındaki oluşuma olup, kelâma râcî değildir. Düşünüle ve yazıla.’
ŞeyhuT-Ekber, Peygamber (s.a.s.)’m; “ jp-
<wj3l£ 4ii Mj .!İS>j dıi*i <~jj U YdjLijuaJl (j* CıUi La S4İ JjSjâ
(j£j j liİli dulc. .ü :t5ilau j ciljLu j&I JJLıâ ,ı_ıil£ <ul t_jj b Jjiiâ ,4işJl ^1 AJ
Ajiiu u-oSI (jS Alo /Kıyâmet günü Allah (c.c.)’m huzûruna bir pîr-i fânî
getirilir. Allah ona der: ‘Hasenâttan ne yaptın?’ O da der: ‘Rabbim şunları şunları yaptım.’ Halbuki Allah onun yalancı olduğunu bilir. Allah onun cennete (girmesini) emreder. Bu sefer melekler; ‘Ey Rabbim! O yalancıdır,’ derler. Allah (c.c.) da: ‘Bunu biliyorum. Ama ben onun ihtiyarlığım yalanlamaktan utandım,” diye cevap verir” hadisi hakkında şunları dedi:
‘Bil ki, bu hadiste bizi, bize yalan söyleyen yalancıya, bize karışmadan onu tasdîk eder sûrette görünmemize teşvik vardır. Çünkü Şari’, insanlarla ancak bu tavır üzere olmamızı haber vermiştir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bazı kutuplar, Rablerinden makamlarının çocuklarına verilmesini talep ettiler. Hak Tealâ sırlarında onlara dedi: Hilâfet makamı verâsetle olmaz. O iş, sadece ilim veya mallarda olur.’
Şeyhu’l-Ekber. dedi: ‘Allah Tealâ tâlibe, şeyhinin lisanından şeyhte olmayan ilimleri, Allah’a ve şeyhine olan güzel davranışından dolayı lütfeder. (Onun zihnini açar.) Bu bana Vâki oldu ve ben talibe, onun sormasından önce aklıma gelmeyen ilimleri söyledim,’ dedi.
Ve Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kim Muhammed (s.a.s)’i yakaza hâlinde görürse, o bütün mukarrabîni onun altında topladığı için görmüştür. Onun hidâyetiyle doğru yola erenler, bütün peygamberlerin hidâyeti ile doğruyu bulmuşlardır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Allah’tan başka Mücîd/Yaratan olmadığına ve Onun bütün her şeyi yerli yerine koyan bir Hakîm olduğuna ittifak etmişizdir. Bunu şuhûd ve zevk eden, bu âlemde zâhir olan her şeyin onun yerli yerine oturttuğu hükmü olduğunu bilir. Ama bu şuhûdun yanında, Allah’ın reddettiğini de inkâr etmek lâzımdır. Yanlışa dikkat ediniz.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Tarikata ilk girdiğimde ben kadınlara ve cimâ’a, Allah’ın kullarından en çok buğz edeniydim. Bu hâl üzere, Peygamber (s.a.s)’e sevdirilene muhâlefet ettiğimden nefsime bir zarar gelecek korkusuna (kapıldığım âna) kadar, yaklaşık 18 sene kaldım. Allah’ın bana /sevdirildi”nin anlamını fehmettirdiğinde, onları (kadınlan) tab’an/yaratılışça değil, Allah’ın sevdirmesiyle sevdiğimi anladım. Bu çirkin görme (duygusu) benden böylece zâil oldu. Ben şimdi kadınlara en şefkatli davranan kullardanım. Çünkü ben bu hususta nefsî sevginin (esiri olmayıp), basîret üzere olan (biriyim).’ Sözü Allah’ın; ‘ jlj
yiloj /Ve eğer Peygambere karşı birbirinize arka
verirseniz, şüphesiz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrâil ve mü’miıılerin iyileridir’472 âyetinde uzattı.
Ben (İmam Şa’râııî) derim:
‘Bu âyet üzerine olan sözler Fütûhât’ta 22. bâbta da geçmişti. Oraya mürâacaat edersen, hayretini gizleyemezsin. Allah daha iyisini bilir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Hak Tealâ, halk etmeyi kullarına; ‘
/Yaratanın en güzeli Allah yüce oldu’473 âyetiyle vermiştir. Çünkü orada (çeşitli) yaratıcıların var olduğu sâbit olmuştur. Ama Allah Tealâ, onların en güzelidir. Nitekim Allah Tealâ bir şeyi yarattığı zaman onu, ilmindeki müşâhedesinden yaratır ve o yatılana halkın şuhûdun da ma’dum/yok olduktan sonra vûcud/varlık iskeleti giydirir. Bu, kulun hilafmadır. Allah onun eliyle bir şey yarattığı zaman onu ancak “geçmiş bir tasawur”dan (sonra) yaratır. Yani, onun gibi yaratmak ve îcâd etmek istediği mevcut aynlardan/obj elerden birinin tasavvur edilmesiyle yaratır. Böylece Allah’ın yaratması ile kulların yaratması arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ve bundan daha fazlası da söylenmez.’
465. bâbmda dedi: ‘Yüce Hübel, Yüce Hübel. Bu, câhiliyette tapılan bir puttu. Beni Şeybe’nin kapısında insanların alt eşiğe koyup çiğnedikleri taştır. O, şimdi yüzüstü kapanmıştır. Melikler onun üzerine saray kurmuştur.’
467. bâbmda dedi: ‘Aklen ve şer’an hilafsız olarak bizce en yüce övgüde olan kavlimiz; “ <jıu! /Onun gibi bir şey olmadı”dır. Çünkü
kulun aklının ermediğiyle Allah Tealâ’yı övmek sahîh olmaz. Geriye ancak kulun aklettiği ile övülmek kalmıştır. Hak Tealâ, kulun her şerefli övgüsünün ötesindedir. Bir şeyi bildiğinde veya akıl ettiğinde o senin sıfatın olmuştur.
Şüphesiz, teşbihin hakîkati, teşbihten tesbîhe geçmektir, (tesbîhi bırakmaktır.) Şu sözleri gibi: Tevbe, tevbeden tevbe etmektir. Zira tesbîh, tenzih etmektir. Mâlûm olduğu üzere, Hakk’m tarafında noksanlık yoktur.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Her şey Onu hamd ile tesbîh ettiğine göre, bundan sonra tesbîh et veya etme, şüphesiz sen tesbîh edensin, istesen de istemesen de, bilsen de bilmesen de...’ Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: ‘Biz Allah’a ancak Onun bize öğrettiği hamd ile hamd ederiz. Çünkü Ona hamdetmenin dayanağı, tevkifidir. Zira, yakınlaşma amacıyla “Hamd”’i dile getirmek ancak, şer’ cihetinden olmakla sahîh ve geçerli olur. Buradan hareketle; kulun Allah Tealâ’yı örfen hakîr kabul edilen şeyleri, tab’an da kazûrât kabul edilen nesneleri yaratmasıyla övgüde bulunması yakışık almaz. Velev ki bu husus kulun; “ <-£ /Her
şeyin yaratıcısı Alllah ’a hamd olsun” sözüne delil olsun. Ama ahlâken, hakîr bir şeyi belirtmek kulun kötü inanca bağlı olmaması için, yakışık alır değildir. Esasında bu doğru olmakla beraber, yakışık almamaktadır. Kul bu (yakışık almayanı) der ise der. Ben onu misal göstermem ve almam. Çünkü ben, Allah’a varlıkta itina gösterip meydana çıkarması açısından hakîr bir şey görmememe rağmen, böyle bir şeyin kitabımda okunmasından utanç duyarım. Allah bilir.’
471. bâbmda; Peygamberin Allah’tan naklettiği; “ LA' ^
(CİLj-\r>il) .AjaJ (Jâi jjJb l—l JAU (_)' JJ Vj cLbJa_)İ3İ La ç.bl (J1«J
/Mukarrabinden bana kendilerine farz kıldığım (emirlerin) edâsı gibisiyle yaklaşan yoktur. Kulum bana, ben onu sevinceye kadar nafilelerle yaklaşmaya devam eder” hadisinde şöyle dedi:
‘Bil ki, farz olan ibâdet, mecbûrî ibâdettir. Nâfile ibâdet ise, kendisinde “Dâvâ kokusu” bulunan ihtiyârî bir ibâdettir. Çünkü o tevazu gibidir.
Bilinir ki, şüphesiz tevazu, yükselmede nasibi olandan zuhûr eden bir ameldir (zorlamadır.) Kulun ise, efendilik konusunda bir nasibi olamaz. Bunun için; “Kul, kendisinin kulu olmayandır,” derler. Nâfile, farz derecesinden noksan olur. Bunun açıklaması:
‘Kulun Rabbini bilmesi, ona nâfılelerden olan itikadı miktarmca azalır. Hattâ nâfıleye koyduğu ilk adımından (itibaren) gerçeği bilmede noksanlıkla vasıflanır.’Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: ‘Allah’ın farz sâhiplerini sevmesi, nâfile sâhiplerini sevmesinden daha fazladır (ekmeldir). Tıpkı şu sözün işâret ettiği gibi: Bir köle kardeşine; “Ben seni seviyorum” dediğinde, diğeri de onu sever. Ama o (ikinci) onun (birincinin) sevgideki mertebesine kat’iyyen ulaşamaz. Çünkü birincinin sevgisi “başlangıç”, İkincisinin sevgisi ise “karşılık’”tır. Bu da ona hiçbir zaman denk düşmez. Tıpkı Allah’ın Peygamberlere gösterdiği itina sevgisinin, evliyalara olan kerâmet sevgisinden daha yüce olduğu gibi.’
Ben de (İmam Şa’rânî) derim:
‘Buradan hareketle, kavmin en büyüklerinden olan Melâmetiyye, farzlarla beraber, ancak kaçınılması imkânsız müekked nâfileleri kılarlar. Bu da farzları, mümkün olan kemâl-i vech ile yerine getirdiklerinden dolayı içlerine doğacak “dâvâ”dan korktukları içindir. Bundan dolayı farzların üzerine (nâfileleri) eklemişlerdir. Çünkü nâfile ancak farzın kemal ile (kılınmasından) sonradır. Anladıkları mânâ ne güzeldir!. Ama orada daha âlâsı vardır. O da nâfileleri, Allah’ın kendilerini sevmesine bir hazırlık çalışması/(merdiven) için çokça yapmalarıdır. Sonra bunu, bazıları
farzlarındaki noksanlığı kapatmak için değerlendirdiler ve öyle anladılar. Allah daha iyisini bilir.’
472. bâbında; Allah Taelâ’nm; V /Allah,
söze dayalı kötülüğü açığa çıkarıp söylemeyi sevmez”  âyeti hakkında şunları dedi:
‘Allah, “sevgi”nin bağlantı yerinin “söze dayalı kötülüğü ilân etmiş” olmayı olumsuz kıldı. Bununla beraber, kötülüğü îlân etmek kavlen de olabilir fiilen de. Bununla murad, kavlî kötülük olmuştur. Fiili kötülüğe gelince, onun yasaklandığının açıklaması, başka âyetlerde geçmiştir. Belki bu (hüküm) bu âyetten daha evlâ/anlamlı yol ile elde edilebilir. Cehriye/(ilan etmek)’ten maksad, kuldan terbiyesizliğin/(fahşâ’nm) zuhûrudur. Hadiste geçtiği gibi “Sizden kim bu kazurattan bir şeyle imtihan olursa onu örtsün” yani onu îlân etmesin.’ Sözü burada uzattı.
Sonra dedi: *Kötülüğün/(sû’) iki çeşit olduğu anlaşıldı: a) Meşrû kötiilük/(sû-i şer’î), b) Seni kötülüğe götüren kötülük. Şer’ bunu övüp, kınamamış olsa bile. Bu kötülük, seni kötülüğe sevk eden kötülük/sû’ olması cihetiyledir. Bu kötülük de Allah Tela’nm; /Kötülüğün
karşılığı onun gibi bir kötülüktür”  âyetindeki “ikinci kötülük”te olan gibi kendisinde “Allah’ın hükmü” bulunan kötülük değil. Çünkü âyette geçen birinci kötülük şer’îdir. (Hükmü şerîatte vardır.) Çünkü bu kötülüğün sahibi, Allah’ın sınırım aşmıştır. Karşılık olarak zikredilen ikinci kötülük ise, şer’î değildir. Onun kötülük diye isimlendirilmesi, kendisiyle cezâlandınlana kötülük vermesindendir. Çünkü Allah, kötülükle başlamayı meşrû kılmaz. Ama dildeki terimde kötü ve iyi (seyyie ve hasene) diye kullanılmasından, bu hüküm “uyum sağlama” hasebiyle Allah katından inmiştir. Çünkü onlar, kötü/(sû’) ismi verdiler ve şüphesiz kötü (diye bir şey) vardır dediler. Allah da bize, kendisinin zulme uğrayanlar hariç sözlü kötülüğün ilân edilmesini sevmediğini haber verdi.
Yani Allah, sizin maksatlarınıza uygun olmadığından “kötü” diye isimlendirdiğiniz kötülüğü sevmez. Orada seyyie/kötüye nispetle hakikatle bakacak olursak ancak hasen/güzel vardır. Ama sözden maksatlara uygun olan her şey güzeldir. Tıpkı Allah’tan olan her şeyin güzel olduğu gibi; bu ister üzsün isterse de sevindirsin. Düşünüle ve yazıla.’
Şeyhu’l-Ekber, Allah Tealâ’nm ; “jj&s ^ uj /Bunda
a İdeden bir kavini için alâmetler vardır şüphesiz”  âyeti hakkında şunları dedi:
‘Bil ki şer’in seni yürüttüğü yere yürü îti en, durdurduğu yerde durman edeptendir. Sana, en akıllıyı dediğini düşünmeli ve en inanılırı dediğine îmân etmeli ve en düşüncel iyi dediğine de bakmalısın. Yani düşün ve sana selâmet olan şeyi dediğine, teslim olasın. Nitekim Kur’ân’da âyetler çeşitlenmiş olarak vârid olmuştur. Alcleden kavine âyetler, îmân eden kavnıe âyetler, tefekkür eden kavine âyetler, işiten kavme âyetler, âlimlere âyetler, mü’minlere âyetler, iykan sâhiplerine âyetler, nühâ (derin akıl) sâhiplerine âyetler, ülül-elbâb’a âyetler ve ülül’ebsâr’a âyetler. Hakle’111 sana açıkladığı gibi tafsilâta gir. Sana zikrettiğinin dışına çıkma. Ve her âyet ve ibreti yerine koy. O âyetle kime hitap ettiğini düşün. Kendini muhatabın yerine koy. Çünkü sen, onun zikrettiğinin ıııecmûusun (toplamısın). Ve çünkü sen akıl, îmân, tefekkür, takvâ, ilim, duyma, lübb, gömıe ve diğerleri ile sıfatlanmışsın. Seni vasıflandırdığı bu özelliğini derin düşün. Bu vasfınla görünürsen, Kur’ân’m cem olduğu, Furkan’ın verildiği kimselerden olursun. ’
473. bâbmda; Allah Tealâ’nm; £4 jî V «Ali ul /Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez”  âyeti hakkında şöyle dedi:
‘Muhakkak ki şerîk/(ortak) yoktur, onun varlığı bulunmaz. Bunu mü’min îmânıyla yakînen bilir. O yok olursa, tabiî ki şirk koşma da yok olur. Şirk koşma yok olduğu zaman da Allah onu affetmez. Zira af (mağfiret) örtmektir/(setr.) Ve vücudu olan ancak örtülür. Şerik yok (adem)tur. Pekiyi kim örtülecek. Bu hakîkate ait bir sözdür. Allah’ın “Muhakkak Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez” âyetinin mânâsı; onun vücûdu yoktur. Eğer vücûdu bulursa, o zaman (hüküm de) geçerli olur ve mağfiretin de kendisine tealluk eden bir ayn’ı/objesi olurdu.’ Sözü burada uzattı.
475. bâbıııda; Allah Tealâ’nm; /Büdnii
(develeri) size Allah’ın alâmetlerinden laldık”  ayetinde dedi:
‘Bil ki, Allah’ın şeâiri, alâmetleridir. Alâmetleri de, onu bilmeye götüren delillerdir. Hayret, nasıl olur da onun yanında olan ona vuslat eder?!’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Büdn, Allah’ın alâmetlerinden olduğundan bu sebeple o, iş’âr edilmekteydi, yani o (büdn)’ün Allah’ın alâmetlerinden olduğunun bilinmesi için onda yara açılıyordu. Allah için hibe edilen, geriye alınamaz. Görmüyor musun, onun Beytü’l-Haram’a varmadan önce öldüğü zaman sahibi nasıl olur da onu boğazlayacak! Onunla, insanların arasım açar ve ondan bir şey yemez.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bil ki, şeâir, şaîre’nin çoğuludur. Her şaîre, Allah’a bir delildir.’ Sözü burada uzattı.
476. bâbta dedi: ‘İlimlerden bir ilim vardır ki bilinir, itikat edilmez, dile gelmez ve sadece sıkıntılı haller haricinde kulun özel lisam üzere cereyan etmez.’
478. bâbta; Allah Tealâ’mn; V] ı>
fYeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah üzerine olmuş
olmasın”  âyeti hakkında şunları dedi:
“Bil ki, Hak Tealâ her mahlûka taksim ettiği rızkını mutlaka ulaştırır. Dedi: Bu, onun kulu ne aşağılamasından, ne de Rabbin ikramındaııdır. Zira Allah Tealâ, berr/iyiyi de fâciri de, mükellef ve mükellef olmayanı da rızıklandırır. Allah Tealâ’mn kula yüce itinası; ona helâli, kendisinde şüphe olmayan şeyi kısmet olarak ayırmasıdır. Allah Tealâ buyurdu: “Allah’ın geri bıraktıkları sizin için hayırlıdır.”  Yani, Rabbimize itâat etmek için kuvvet kazandığımız şeyden yenilmesini size helâl kıldıkları...(sizin için hayırlıdır.)”
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Kulun rızkı, ancak onun büyümesini sağlayan, kuvvet ve hayatını devam ettiren şey olup, toplayıp biriktirdiği değildir. Bu topladıkları başkasına, onların hesabım vermek de toplayanına kalır.’ Sözü burada uzattı.
480. bâbmda; Peygamber (s.a.s)’in; “gays/yağmur” hakkmdaki hadisinde dedi:
“4-^ ^ <j) /Çünkü yağmur, Allah ’ın katından yeni gelmektedir.” Yani, oluşumu yakındır. îsâ (a.s.) da böyledir. Unsun bir babadan olmadığından onunla Allah’a yakın kılan idraki arasına bir mâni girmedi. Zira yaradılışı rükunlar/asıllar âleminden uzaktır. Ondan sadır olanı kaybedecek bir şey olmadı. O (Hz. îsâ), beşikte bebek iken müşâhede ettiğini derhal haber vererek dedi; Annesinin suçsuzluğu cihetinden dediğini (dedi). Ve Allah Meryem’i, kendisine yaptıkları iftiradan Hz. Isa’nın konuşmasıyla tebrie etti, suçsuzluğunu ilân etti. Onun konuşması iki şahitten biri oldu. Hurmanın ona yeşerip eğilmesi de ikinci şahittir. Hükümlerde de iki adil şâhidle yetinilir. Bu ikiden daha adili yoktur.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Onun “Ben Allah’ın kuluyum” sözünü dile getirmesi ile kendisinin Allah’a kullukta olduğuna hükmetmiştir. O, “Filânın oğluyum” dememiştir. Çünkü O, (öyle) değildi. Sonra “Bana kitap verdi” böylece ona “Hikmet” bi’setinden önce verildi. Rabbinden bir beyyine üzerine idi. “Beni peygamber kıldı.” Böylece peygamberliğin ca’l/kılmmak ile olduğuna hükmetti. “Beni mübârek kıldı.” Yani, bana bir ziyâdelik/(ekstra özellik) tahsîs etti ki bu başkasında yoktu. Bu ziyâdelik, onun velâyet devrini tamamlaması, kapatması, âhir zamanda nüzulü ve Hz. Muhammed (s.a.s) ‘in şerîatiyle hükmetmesidir. Bu da Rabbini kıyâmet günü en kâmil ayna olan Hz. Muhammed (s.a.s)’in aynasında seyretmesi içindir. “Nerede olursam” dünya ve âhiret “Ve bana namazı vasiyet etti.” Yani, Muhammed (s.a.s) ümmetine farz kılmanı. “Onu yerine getirmem için” ııâzil olduğu zaman. Çünkü o, namazı elif ve lâm ile (eX-all /el-salât) getirmiştir. “Ve zekât ile.” Bu da namaz gibidir. “Yaşadığım sürece” hayat, teklif/görevlendirme zamanıdır. O (zaman) dünya hayatıdır. “Anama iyi davranmam için.” Çünkü o (ana) Onun (Hz. îsâ’nm) oluşum mahallidir. “Beni cebbâr, şakî olarak yaratmadı.” Bu da ancak cehâletten olur. Peygamberler ise bundan münezzehtir. “Doğduğum gün bana selâmet gelmiştir.” Bunun anlamı; bebekleri doğduklarında bağırdıkları zaman rahatsız etmekle görevli İblis’ten korumak, selâmette kılmaktır. İblis’in rahatsız kılıcı ta’nesi (vuruşu) olduğu zaman ise îsâ (a.s.) bağırmadı, aksine çıktığı zaman Allah’a secde edici oldu. “Öldüğüm gün” ona öldürüldü diye iftira edenleri yalanlamak için. Çünkü o, (öldürüldüğüm zaman) demedi. “Ve tekrar diriltileceğim gün” büyük kıyâmette. Onun beşikte emen bir bebek iken verdiği hüküm de Rabbine kavuştuğunun tam bir beyânı olmuştur. Ve o (Hz. îsâ) teyzesinin oğlu Yahya (a.s.)’dan daha olgundur. Çünkü îsâ (a.s.) nefsini, Rabbinin selâmıyla selâmladı. Bunun için de, kendisi hakkında, o ilâhtır iddiasında bulunuldu. Yahya (a.s.) ise, onu Yüce Rabb’i selâmladı.’ Bu hususta sözü uzattı.
‘Bil ki, insanlar büyüklerin dışında küçük çocuktan sadır olan hikmeti garip karşılıyorlar. Çünkü onlar ancak düşünce ve görüşten hâsıl olan hikmeti tanırlar. Çocuk ise buna mahal olmamıştır âdet ve geleneklerine göre. Onlar diyorlar ki, o, hikmeti dile getirendir. Allah’ın inâyeti bu temiz mahalde zuhûr eder. Yahya ve îsâ (a.s.)’a nutkettikleriyle, onlara bir ilim; zevk ilmi fazladan verildi. Çünkü bu gibi şeyin, bu zamanda ve yaşta zuhûru ancak zevkan (olursa) sahih olur. Çünkü Allah, ona çocukken “hükmetme” (yeteneği) vermiştir. O, sadece zevkan olan peygamberlik hükmüdür. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bir defasında, yaşı bire yaklaşan emzikteki kızım Zeyneb’e dedim: ‘Eşine yaklaşıp da kendisinden inzal vâki olmayan bir adam hakkında ne dersin?’ Dedi: ‘Onun gusletmesi gerekir.’ Orada bulunanlar bu duruma hayret etti. Sonra ben bu kızdan ayrıldım ve bir yıl Mekke’de uzak kaldım. Annesine haccetmesi için izin vermiştim. Şam hacılarıyla geldi. Onu karşılamak için çıktığımda, o emzikli halde bana devenin üstünde daha annesi görmeden önce fasîh bir sesle bağırdı: ‘Bu babamdır.’ Güldü ve kendini bana doğru attı.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Ben aksırdığında anasına, ona kamında iken cevap vereni gördüm. Onun adı DımeşkTı Şeyh Abdulkâdir idi. Nitekim bunu 303. bâbta da zikretmiş ve demişti:
‘Benim bu gördüğüme sika/(güvenilenler) olanlar şâhid olmuşlardır. Annesi aksırdığında, onun, annesinin kamında iken kendisini teşıııîti ve de orada bulunanların ana karnından çocuğun sesini işittiğini zikretmemişti.’
Ben de derim (İmam Şa’rânî): 52. bâbta buna benzer bir (konu) geçmişti. Bu kıssa, Şeyh Celâleddin es-Suyûtî (r.a.)’nin şöylece nazmettiği (şiire) eklenebilir:
Beşikte Nebî Muhammed konuştu,
Mûsâ, îsâ, Halîl ve Meryem.
Çüreyc’i temize çıkaran, Yusuf un şâhidi Ve Uhdûd’un yanındaki bebek.
(Bunu Müslim rivâyet etmiştir)
Kendisine; “Sen zinâkârsm” denilip de konuşmayan Câriye’nin yanından geçirilince konuşan bebek,
Firavun zamanında annesi tarafından bakımı
Yapılıp da saçı taranan bebek.
el-Hâdi el-Mübârek zamanında konuşan son bebek,
Ama Muhyiddin’in (k.s.) kızını da ekleyebiliriz.
Allah bizi de afvının işçine alsın.
481. bâbmda dedi: ‘İhsân, ibâdet esnasında sanki Hakk’m huzûrunda ve müşâhedesinde oluncaya kadar Allah’ın celâl ve azametinden mümkün olam elde etmek üzere çalışmaktır. Burada dikkat çekici bir uyarı vardır.
Çünkü bıı (mertebede olan) görüşle yapanın, kendisi değil Allah olduğunu görür. Ve kul, sadece ve sadece bu amelin zuhûr mahallidir.’
486. babında; Allah Tealâ’nm; ^ i> /Kim Resûl’e
itâat ederse, Allah’a itâat etmiş olur”  (Nisa, 4/80) âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, “Resûl’e isyan eden Allah’a isyan etmiş olur” diye bir âyet gelmedi. Çünkü mahlûkun Allah’a itâati, zâtidir. İsyanı ise arızîdir. Çünkü o (ma’siy et) vâsıta iledir. Allah Tealâ burada (isyan olayında) peygamberi tâatteld gibi ifâde etseydi, o zaman o ilâh olduğu halde ilâh olmazdı. Bizden Ona isyan eden ancak perdelilerdir. Perde de, bizimle Allah arasındaki vâsıtadan başkası değildir.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Biz bugün ashaptan, bize göre onların altındakilerden ma’siyetce daha uzağız. Çünkü biz zamanımızda ancak, bize Allah’ın emrettiğini emreden, yasakladığını yasaklayan içimizdeki âlimlere isyan ediyoruz. Böylece biz sorumlulukta az, sevapta çok alan (bir topluluk oluyoruz). Çünkü bizden bir kişiye, sahabenin amelini yapandan 50 kat fazla ecir vardır. Hadiste vârid olduğu gibi: “Onlardan birine, sizin amelleriniz gibi amelleri yapan 50 kişinin ecri vardır.” Akıllı ol, onun (sizden)
dememiş olmasına...[hadisinbaşında (onlardan) demiştir.]’
487. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ ^
eUk /Kadın veya erkekten Mm mü’min olarak, bir amel-i sâlih işlerse onu güzel bir hayatla yaşatırız”  âyeti hakkında dedi:
‘Allah’ın, kulun günahlarım iyiliklere dönüştürmesi “güzel hayat”tandır. Öyle ki o (kul), günahların (iyiliğe) dönüştürüldüğünü gördüğü an, yaratılıştan doğan başka günahlar da yapmayı arzular.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Bütün ömrüm boyu bu makamda olan iki kişi gördüm: Biri, Şeyhimiz, garb-ı Endülüs’te oturan Ebu’l-Abbas el-Arînî, İkincisi, Mekke’de bir adam.’
488. bâbmda; Allah Tealâ’nm; <jjjj /Rabbinin rızkı
daha hayırlı ve daha kalıcıdır”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, Rabbimin rızkı; içinde bulunduğun vakitte Rabbinin sana verdiği ve vermediğidir. O, senin ise muhakkak saııa ulaşacaktır. Senin değilse, sana asla ulaşamaz. Arzulanmayan şeyde kendini yorma.’
Ve dedi: ‘(O) “senin ise” sözümüzden maksat; Şâri’in sana mübah kıldığı İlâhi sınır üzere onu almandır, (demektir.) Çünkü haramdan alman şeyi (rızkı) Allah’a izafe etmek edep bakımından yakışmaz. O, sadece tab’a (nefse) izafe edilir.’ Sözü burada uzattı.
489. bâbmda geçen; “ ^ cıûü 7} aJUc. ^Lijl (jji cjLû 13} 4jİ1 joju 4i j\ 'ih /Adem oğlu öldüğünde ameli kesilir. Şu üç grup
hariç: Sadaka-ı câriye, kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine duâ eden bir sâlih oğul” hadisi hakkında dedi:
‘Hadiste geçen bu ilimden maksat, müctehid imamların üzerinde anlaştığı gibi güzel sünnetlerden tespit edilen, olunan (hususlar)dır. Sâlih’ten maksat, Müslüman olandır. Sadaka-ı câriye ise, kuyu açmak vb. gibi.’
490. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ ^ 'J& Ü U» İjÎjaİ ljİ«I ^
U U İJİJSJ jt AÜİ Aiç /Ey îmân edenler! Yapmadıklannızı niçin
söylersiniz! Yapmadıklannızı dile getirmeniz Allah katında büyük
günahtır”484 âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, günah/(makt)m birbirinden farklı ve büyük dereceleri vardır. Kim söz söyler de onu yapmazsa o Allah katında kendine en büyük günahı yüklemiştir. Zira istenilen şekilde hareket etmemekle, elde edeceği bir iyiliği kendisine haram kıldığını görünce bunun farkına varacaktır. Özellikle başkasının bundan yararlandığını görünce daha da iyi anlayacaktır.’
Dedi: ‘insanlar bu âyete esas anlamının dışında bir anlam veriyorlar ve; “Allah onları kahretti” diyorlar. (Ve bunu söylerken) Allahu Tealâ’nm; “iıl jic.” (Allah katında) sözünü hiç incelemiyorlar. Zira bunun anlamı; “Siz Allah katında, dünya veya âhirette ona döndüğünüzde (onun huzûruna çıktığınızda) kendi kendinizi kahretmiş olursunuz,” demektir.’
Dedi: ‘Sözün özeti: Sanki Hak Tealâ diyor; ‘Ey îmân edenler! Niçin fiilin size ait olduğunu söylüyorsunuz, o sizin olmadığı halde. O benimdir, siz yapmadıklarınızı nasıl oluyor da kendinize izafe ediyorsunuz?’
“Muhakkak Allah, kendi uğrunda bir saf olarak savaşanları sever.” Yani, fiillerin izafe edilmesinde Hak ile çekişip, “fiil halkındır” diyen Mûtezile gibilerle; niza’mdan dönüp de fiillerin hepsini Allah’a izafe edinceye kadar savaşanları (Allah sever.)”
Dedi: Burada “4^*11” (Yanmda)dan murad, Hakkın yalnız başına fâil olduğunun şuhûd edilmesidir. Nefsini cezâlandırması ise, fiili nefsine
izafetten herhangi bir vecihle (yolla/sebeple) rücû etmesidir. Böylece o kişi saîd olur ve ulemâ (sınıfına) ilhak olur. Düşünüle ve yazıla.’
492. bâbında dedi: ‘Resûlullah (s.a.s)’den bir vâsıta veya bunun dışında bir şeyle elde edilen ilim, kulun Allah’tan ilhâm gibi özel vecihten, vâsıtasız elde ettiği ilimden daha sağlam/(mevsûk)tur. Oysa, şu anda bizim için Hz. Muhammed (s.a.s)’in bâtınıyyetinin dışından, Allah’tan (doğrudan) alman bir ilim yoktur. Çünkü Peygamberimiz bu hususta dedi: “Zz'ra bana evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi öğretildi.'’'’
Ey kardeşim! Sen şüphesiz âhirindensin. “Geniş olanı daralttın” deme. Çünkü ben sana ilmi mutlak olarak sınırlamadım. Yalnız sana ben, vâsıtalı ilim haricinde geleni yasakladım. Bu da sınırlama ve yasaklama olmasa gerek. Düşün.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bizim bu dediğimizi Ebu’l-Kâsım b. Kıssî uygun görmüştür. Bu nefesi ondan başkasında görmedim.’
495. bâbında; Allah Tealâ’nm; jAı* ükk IM /Sizden her
biriniz için kıldık. (Yani, Ey Peygamberler!) Bir şeriat ve metod.”  /Minküm (sizden)deki zamir [‘^ /Küm/(siz)’] peygamberler içindir, ümmetler için değil. Zira, o zamirden murad ümmetler olsaydı, o zaman bir ümmete peygambeıier/Resül gönderilmezdi. Ona ümmet ancak kendinden öncekini sırf teyid edici olacak gönderilmiştir. Ne fazla ne eksik. Durum bu merkezdedir. ’
Şeyhu’l-Ekber dedi: deki zamiri ümmet ve peygamberlerin her
ikisi için kılanlar te’vilde ifrata zorlanmışlardır. Zamirin “peygamberler” ‘e ait olması akla daha yakın, ilme daha uygundur.’ Sözü burada uzattı.
497. bâbında; Allah Tealâ’nm; “ü-AP^ ^J ^
/Onların çoğu Allah’a ancak müşrik olarak îmân eder”  âyeti hakkında dedi:
‘Yani, nefislerini îmâna ortak ediyorlar ve kendilerinin nazar ve istidlâllerinde îmân ettiklerini görüyor, burada Allah Tealâ’nm onlara îmânı nasîp ve lütfettiğini görmüyorlar. Bu yerde “şirk”ten murad budur. Anla. Çünkü burada îmândan murad, varlığa îmân olup birliğe îmân değildir. Zira, “tevhîd” murad olunsaydı o zaman Allah Tealâ’nm; /Ancak onlar müşrik olarak”  sözü sahih olmazdı, buna rağmen “îmân” vardı ve sâbitti.’
Ben derim (İmam Şa’rânî): ‘Bazıları dedi: Burada şirkten ıııurad, sebeplere itimad etmektir. Düşün ve yaz/
500. bâbmda; Allah Tealâ’nm; ^S44<> A\\ <_>j
/Kim o varken; 6Beıı ilâhım’ derse, biz onu cehenncmle cezalandırırız böylece”  (âyeti hakkında dedi:)
‘Bil ki, kim kendini “ilâh” kılarsa, o nefsini “yakınlığın en üstünde” kılma iddiasında bulunmuştur. Bunun için bu sözü söyleyenin cezasının, onu aslına döndüren saâdet yolundan en uzak noktasındaki şekavetin doruğunda olacağını haber verdi. İşte bunun, için cezâsı cehennem olmuştur. Onun ortasına düşer. Çünkü o, arşa kurulan ulûhiyet makamına saldırmıştır.
Ka’r (dip, en alt)m uzağında olduğunda (ona) bi’rü cihnâm/(cehennem kuyusu) denilir.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Bil ki, bu söze, Firavun’dan başka kimse muhatap düşmedi. O da kavminin aklını halife aldığında şöyle demişti: “ ^ LSJP ^ /Ey topluluk, benden başka sizin bir İlâhiniz
olacağım zannetmiyorum.” 
Sonra o, “ ^53^ ÂlkÜ /Umulur ki ben sebeplere ulaşırım. Göklerdeki sebeplere ve Mûsâ’nm ilâhına muttali olurum. (Ben onu yalancı zannediyorum)”  sözünde, şekten (şek-zan-ilim) sonra zanna dönüştürdü.’ Sözü burada uzattı.
506. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “<j/Bir hile düzdüler, biz de onlar farkına varmadan bir hile yapmışızdır”  âyeti hakkında dedi:
“Bil ki, her kim bir hile hissederse, o, bir hâlin dışında o hileye düşürülmemiştir. O da Allah’ın hilesini yapmış olduğu bir işte hissetmesidir. Sonra o kişi onu Allah’tan bir hile bildiği halde o işe devam ederse, bu devam etmeklik de Allah’tan bir hiledir. O Allah’ın; “ft /Allah onu bildiği üzere de sapıklığa iletmiştir”  âyetine tıpatıp uymaktadır.’ Sözü burada nefis sözlerle açıklayıp, uzatmıştır.
527. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ <4TJ t*
/Sen, Rabîerine sabah akşam duâ edip onun vechini (görmek) isteyenlerle beraber, kendin sabret”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, Allah Tealâ’mn Nebisi (s.a.s.)’e yaptığı bu hitabı, onu eğitmek içindir. ’
Deriz, burada kaçınılmaz bir iştirak (katılım) vardır. O da (s.a.s.)’in Allah Tealâ edeplendirmeden asâleten hedefi ve maksûdu olmasıdır. Biz ise onu takip etmekle (Allah’ın) maksûdu olmaktayız.
Allah Tealâ buyurdu; “<Iuık Sjluî fül' üj^j ^ ^ /Allah’ın
resulünde sizin için güzel bir örnek vardır»”  Peygamber (s.a.s.) bu âyet indikten sonradır ki, Ehl-i Suffe’deıı birisiyle karşılaşsa veya onların bulunduğu bir mecliste olursa onlar orada oturdukları sürece onlarla beraber kendini de bağlar, hapsederdi. Öyle ki onlar çekip giderdi de, peygamber o zaman oradan ayrılırdı. Ehl-i suffe peygamber (s.a.s.)’in bu durumunu anladıklarında, onunla oturup sohbet etmeyi azalttılar.’
ŞeyhuT-Ekber dedi: ‘Allah Tealâ “Rableriııe duâ edenleri” sabah ve akşam ile kayıtladı. Çünkü bu zamanlar rızıklananlarm nzıklarını tahsil zamanlarıdır. Bunlar da Araplarda sabûh ve gabük (adıyla anılır).’ Burada sözü uzattı.
Ben (İmam Şa’râııî) derim:
‘Peygamber (s.a.s.)’in (yukarıda) adı geçenlerle (duâ edip veclli isteyen) beraber sabretmesi emredilmiştir. Çünkü kâmilin ibâdetleri cismanî olmayıp rûhanîdir. Onun yoğun alanlara dönüşü, işlerin ona en zor olanlarmdandır, ancak yapılması emredilenler hariç. Mukarrabîn’in durumu işte böyledir. Buna Peygamberin şu sözü işâret eder: “ j-f- V ^
/Benim bir vaktim vardır, ki onda Rabbim’in dışında kimse beni kucaklayamazYani, zikir veya onun dışındaki bir şeyle Haktan başkasına yönelmek (iltifat) o zamanda, beni sarmaz (sevindirmez). Allah, daha iyisini bilir.’
529. bâbmda dedi: ‘Ehlullah yoluna giren herkes için belli bir dönem vardır. Bu dönemi müteâkib insan, ya önceden yaşadığı ibâdet ve gâyret hâline döner ki bunlar İlâhî inâyete mazhar olanlardır ya da bu duruma dönüş olmaz. Ve cennete  selâsil ile götürülen topluluktan olur.
Ve dedi:
‘Dünyanın çocukları vardır, âhiretin de çocukları vardır. Ve mecmûun da (dünya-âhiret) çocukları vardır. Kâmil olan her ikisini de cem edendir, o dünya ve âhiretin çocuğu olandır.’
Malûm, kim dünyayı âhiret için isterse o her ikisinin mecımıunun çocuğudur. O, Ehl-i Suffe gibi yalnız âhireti isteyenden daha kâmildir. Allah daha iyisini bilir.’
537. bâbmda; “Allah Tealâ’nm;
/İnsanlardan korkuyorsun, halbuki Allah, korkacak olduklarının en lâyıkıdır”  âyeti hakkında dedi:
‘Bil ki, şüphesiz kâmil insan Allah’ın kesin emri gelinceye kadar kendisini kuşatan örfî mürüvvetle birliktedir. O, kesin emir gelince ona bağlanır.’
Dedi: ‘Peygamber (s.a.s.) için onun sözünün yerine zikredilen şeyin vukuu, onun kendi katında beraatini tespit içindir. (Sözü şudur:) (hadis) “ J ^Lîl «-iuıjj ja /Yusuf’un yerinde olsaydım, çağırıcının dâvetine icabet ederdim.’ Yani, kralın çağrı görevlisi onu (Yusufu) ne zaman hapishaneden çıkmaya dâvet etti, o çıkmadı. Hattâ; /Sahibine
dön, git”  dedi. Azîz’in katında beraatini tespit için onun hapishaneden kendi çıkışında Azîz’e minnet altında kalması sahîh olmazdı. Resûl ise, adâletinin ümmeti yanında sâbit olmasını istiyor. Yani onu hapseden Aziz’e (Bakan’a); jfjLull [}ü MtLAi /Sor, ellerini kesen kadınların
hali nedir.’ 
Buradan anlaşıldı ki, Resûl (s.a.s.)’in korkusu, insanların yapacağı dâveti reddetmemesi içindi. Bu, evlâtlık edilenlerin hanımlarım nikâhlamakta kendini gösterdi. Zira, bu davranış, Arapların arasında şerefi ve haysiyeti zedeleyen hareketlerden biriydi. Bunun için Allah bu hususta illeti açıkladı, şu âyetle: üt [jlS ^ /Muhammed, sizin adamlarınızdan birinin babası değildir.”  Ve mü’minlerden bu fiili işlemekteki zorluğu kaldırdı. Allah Tealâ’dan Resûlü hakkında; “Yusuf’tan çağırıcıya icâbet etmediğinde olan icraatının aynısıdır. Allah’ın hidâyete erdirdikleri, işte bunların (çağırdığı) hidâyete uyunuz. ”  Yani, Resülullah (s.a.s.) Yusuf (a.s.)’m yerinde olsaydı, çağırıcıya icâbet etmezdi ve Yusuf (a.s.)’m dediğinin (aynısını) derdi.
Bundan da anlaşıldı ki, Resülullah’m; “Yusuf’un yerinde olsaydım, çağırıcıya icâbet ederdim’’’ sözünden maksadı ancak Yusuf (a.s.)’ı ta’zimdir. Tıpkı şöyle dediği gibi: “Biz şüphelenmekte İbrahim’den daha evlâyız.” (Biz İbrahim’den daha fazla şüphe etmeye lâyıkız.) Kitap’ta açıklaması geçmişti. Düşünüle ve yazıla.’
Ben de (İmam Şa’rânî) derim:
‘Peygamber (a.s.)’m; “Çağırıcıya icâbet ederdim” sözünden maksadın şu olması muhtemeldir. Yusuf (a.s.)’m insanlara verdiği itibarı, ben onlara vermezdim, (onları dinlemezdim). Velev ki ben başka bir yoldan Ehlullah’m bildiği gibi, insanlara itibarı uygun görsem bile. Özellikle vârid olmuş olan “Rabbim bana farz (ibâdetleri) edâ etmemi emrettiği gibi insanlarla iyi geçinmemi de emretmiştir” (hadisinin ışığı altında) (ben insanlara kulak aşmazdım.)
Peygamber (a.s.)’m; “Biz şüphelenmede İbrahim (a.s.)’dan daha evlâyız” sözü, zihinlere ilk gelen üzere akan tarafa (doğru) oluyor.
Yüce Allah’ın mezkûr âyette onu (a.s.) kınaması, Allah’ın kendisini şerefli makamından daha yüceye muttali kılmasından öncedir. Allah daha iyisini bilir.’
544. bâbmda; Allah Tealâ’nm; “ c> C>J ^ o*
4ÜI /Onun önünden ve arkasından izleyen (melekleri) vardır. Ondan unu Allah’ın emrinden muhafaza ederler”  âyeti hakkında dedi:
‘Bu meleklerden maksat Hafaza (melekleri) değildir. Bunlardan murad, Teshir (j^nll) melekleridir. Onlar kul ile, kulun Allah’ın emrinde olduğu kadarıyla beraber olurlar. Kulu, onun emrine verilmeyen ters bir durumun kendisine arız olmasından korurlar. Onlar kulu izlerler.’ Bu hususta sözü uzattı.
555. bâbmda dedi: ‘Allah Tealâ geçmiş ve kıyâmet gününe kadar da gelecek olan bütün evliyâlara beni muttali kıldı. Onları inkâr ve tasdîk etmeme’ korkusunun dışında, zamanımızdaki kutup, bedel ve diğerlerini insanlara açıklamam hususunda bana engel olmadı. Ola ki bu hususta, Allah’ın bu gibileri izhar etmekle bizi mükellef kılmadığından onların cezâlandırılmasma sebep olabilirim. Bu gibilerin belirtilmesini terk ederek de bu seferde âsîlerden oluruz. Müslümanların hepsinin üzerine rahmeti saçıp-yayması, o rahmeti (bazılarına) tahsîs etmesinden evlâdır.’
Şeyhu’l-Ekber dedi: ‘Bunun benzerini Kuşeyri (r.a.) risalesinde yaptı. Risale’nin başında ricâlden ilkleri zikretti, içlerinde Hallâc’ı, düştüğü muhâlefetteıı dolayı zikretmedi. Tâ ki Risâle’de zikrettiği adamlara töhmet bulaşmasın. Sonra o ricâlin Kitap ve sünnete olan akidelerini zikrettiği esnada, evvelâ Hallâc’m akidesini zikretti. Onun akidesiyle söze başladı ki, bazı insanların onun (r.a.) hakkında içlerinde besledikleri sû-i niyeti yok etsin. ’
556. bâbmda dedi: ‘Şeyhimiz Ebü Medyen iki imamdan biri idi. Sonra 589. senede ölünceye kadar kutup oldu. Onun imam olduğunu gösteren şey, kendisinin; “Benim Kur’ân’daki sûrem; “Tebârakellezî biycdihi’l- mülk”tür,” diyor olmasıydı. Bu sûre de iki imamdan birine mahsûstur.’
FÜTÛHÂT’IN ESRÂR BAHSİ VE BUNLARDAN PARÇALAR:
559
559. bâbta dedi: (Bu bâb Fütûhât’m başından sonuna kadar bütün sırlarını kendinde toplamıştır.)
‘Bil ki, şüphesiz tenzih, münezzeh (tenzih olunan) sınırlamaya râcî olur. Teşbih ise, müşebbehin tesniyesine (iki olduğuna) râcî olur. Bunun kemali ise, vahid olduğu gibi her iki mertebenin cem’ edilmesidir. (T enzîh+T eşbih=T evhîd.)
Dedi ki: (Şeyhu’l-Ekber:) ‘Şüphesiz âlem, bir alâmettir. Onun başlangıcı “c>” (canlı varlıklar için kim) dendir. O da “ı>” üzerine alâmettir. Orada ancak Allah ve Onun ipi (<Jf=») vardır. Bu da bilinmemesi imkânsız bir husustur.’
Dedi: ‘İhtilâf ancak, insafsızlıktan (paylaşmamaktan) doğar.’
Dedi: ‘Fikrin doğurduğu her ilime koşulmaz. Çünkü bilinmeyene (nekire) itibar (daha) fazladır.’
Dedi: ‘Dalâlet, hidâyetten sonra olur. Tıpkı azlin velâyetten (görevlendirmeden) sonra olduğu gibi.’
Dedi: ‘Komşulukta cins şartı aranmaz. Çünkü cins lübs (karıştımıa)te bir alemdir. Allah da kuluna maiyyet ile komşudur, misliyyeti kaldırsa da.’
Dedi: ‘Şebeli (benzerlik) olmasaydı, şebeh (benzerlik) olmazdı. (Âdem’i Allah’ın kendi sûretinde yaratması gibi.)’
Dedi: ‘Vârid olanların en hayret vericilerinden, Onun doğurmamış olması ve Ondan adedin zâhir olmasıdır. Allah Tealâ için adedin tekliği (ahadiyeti) vardır. Evde hiçbiri yoktur. ’
Dedi: ‘İzafat kendisine kimi kul ederse, o afetlerin sahibidir. (İzafât/âfât; Tevhîd, ıskât-ı izâfattır. Unutma.)’
Dedi: ‘İllet ma’lûl ile müsâvî olsaydı, âlemin kendi kendine olması gerekirdi ve sonradan olanlardan hiçbir şey ondan geri kalmazdı. Kesret, ma’küldür (akılla idrak olunur.) İllet ise, her nerede olursa ma Tüldür.’
Dedi: ‘Ateşi ateşle korkutmak, büyük işlerdendir. Çünkü kovulan şeytan, yıldızların zâtıyla yakılmıştır. ’
Dedi: ‘İlham ilimlerinin yanında nazar (akıl) ilimleri evhâm (dan ibarettir.)’
Dedi: ‘zaman mazrûfun zarfı gibidir. Tıpkı harflerle beraber olan mânâlar gibi. Mekân zarf olmamıştır. O, harfe benzemez.’
Dedi: ‘Tenzihte teşbihin aynısı vardır. Pekiyi o halde mârifetin sağladığı rahatlık nerededir ve bu özellikteki vücûd nerededir?’
Dedi: ‘Haklar sayılırsa (sonuna dek) insan, kazandıkları ile hesaba çekilir.’
Dedi: i> ££ /(Yeryüzünde bulunan her şey fânidir)”  âyeti
hakkında dedi:
‘Bil ki, her mevzuda vârid olan bütün hepsi (her şey) hasr için olmaz. Çünkü o bütün) bir yerde gelir ve orada kasr murad olunur. Meselâ Allah’ın rîh-ı akım için geçen âyetinde; /Rabbinin emriyle her
şeyi yıkar”  (hâs’a) ve Ul jGlo liiiî ’Jsi U /Onların (Ad
milleti) üzerine, uğradığı her şeyi bırakmayıp toza çeviren kuru bir
Allah’tan başkasına kul olan, ancak kendi hevâsma kulluk eder. Çünkü düşman onu hidâyet yolundan çevirmiştir.
Allah Tealâ’mn; açıklayana kadar”  âyeti hakkında
dedi:
‘Oluşumundan önce bir şeyi bilen, onu oluşmadan önce bilmemiştir. İlim, mâlûmun değişmesi ile değişir. Mâlûm ise ancak ilim ile değişir. Bize söyleyiniz, hüküm nasıldır, nedir? Bu meselede akıllar hayrete düşmüştür ve nakil yoluyla bir şey de gelmemiştir.’
Dedi: ‘Allah’ın; ^ ^ /Onu, güvene al; tâ ki Allah’ın sözünü dinlesin”  âyetine göre; “Biz O’yuz” deme. Çünkü sen tercümansın, konuşan da Rahman’dır. Onun “Allah’ın kelâmı”nı mekânlarla kayıtlaması, onun Mushaflarda ve dillerde olması itibariyledir. Okuyucu (kârı’;) “Allah dedi” diyor, sonra o (kendisi) okuyor.
Harfler zarftırlar. Sıfat ise; keşif ve şuhûd ehlince mevsûfuıı gayrıdır.
Konuştuğunda, kiminle nutkettiğine şâhid ol. Tenzîh, -tahdîd- sımrlamadır, salcın “soyutlamadır” -tecrîd- deme. û1' /Adem oğlu bana dil uzattı” hadisi hakkında dedi:
‘Kim şikâyet edilmeyecek (olmayacak) yere şikâyetim arz ederse, o, (doğru) yoldan sapmış ve gerçek mecralardan yan çizmiştir. Kulun, eziyeti defetmesine gücü yetmeseydi, Hak da onu kula şikâyet etmezdi. (Yani, kula; kulun bana dil uzattı demezdi.). O halde halk, Hakk’m şikâyet mercii; Hak da halkın şikâyet merciidir. Kim de kendi cinsinden birine şikâyette bulunursa o, ancak kendine şikâyette bulunmuştur.’
Dedi: ‘Kim Allah için alçalırsa, şüphesiz o furû’a benzemiştir. Kim de kibirlenirse, muhakkak ki o usûl’e benzemiştir. Furû’a dönmek, usûle vuslattan daha iyidir. ’
Dedi: ‘Hak Tealâ kulunun emelini kesmek istediğinde, ona ecelini gösterir. Hak Tealâ kulun seyyiel erini (günahlarım) hasenâta tebdil ettiğinde,
o (kul) keşke yeryüzü dolu hata getirebilse veya bütün günahsızların günahlarını yüklenebilse (idim) diye temenni eder. Bu da değiştirmenin güzelliğine ve tebdil sûretlerinin çekiciliğine katlanmaktan (doğmaktadır). Bu kişi, dünyada hevâsma uymakla, âhirette de cennet’ül-me’vâ’ya (girmekle) kazanmıştır.
Buna göre, bazı günahkârların cezâsı (ödülü) bazı muhsinlerden daha büyüktür. Günahkârlara onların tahmin edemedikleri hayır görülmektedir. Dünyada ki insanların çoğu bunu bilip, düşünmezler. Kardeşlerim, Rabbiniz hakkında iyi düşünün; (ona) yakın olmakla kurtulasınız. ’
Dedi: ‘Azimetlere tutunmak sağlam adamın sıfatıdır. Resûllerden ulü’l-azm olanlar, yolun başında zorluklarla karşılaşanlardır.
Ruhsatlara (kolaylıklara) ancak dertlere düşenler sarılır. Kim burada (dünyada) zorluklara dalarsa, ona âhiretinde, bu zorluklarına kolaylıklar doğar.
Arkana (sırtına) sadece günahların ağırlık verir. Burada (dünyada) günahları; amel ve sözlü günahları at, bırak.
îttiba (uyum) hâlinde ibtidâ’ (uydurma)’dan kaçın.’
Dedi: ‘İlâhi isimlerle alelıtlak kaynaşmak (tehalluk) kendilerinde uyumsuzluk (hilâf) ve uyum (vifâk) olduğundan, ahlâkın en zor olanıdır. Aman dikkat! “Senden sana sığınırım” diyen kişinin şuhûdunu yaşamadan senden böyle bir şeyin çıkmasına dikkat et. Kim istiâze (sığınma) de bulunursa o, sığındığı kişiye tâbi olur, sever. Bak.’
Dedi: ‘Emsâlin uyuşması, kişilerin özellilderindeııdir. Kim kendini bir hâle mecbur ederse, o çok dirâyetli ve akıllıdır. Çünkü bağlılık, devamlılık sağlamaktır ve İlâhi işlerde devamlı bağlılık, güçlenmektir. ’
Dedi: ‘Na’îm cenneti ilim ehlinedir. Firdevs cenneti akıl ehlinindir ve Me’vâ cenneti takvâ ehlinin, Adn cenneti ölçüyle hareket edenlerin, Huld cenneti sevgiye yemin edenlerin, Mukâme cenneti kerâmet ehlinindir.’
Dedi: ‘İtidal (li davranmak) zordur. İtidalle olmak ancak hâlin devamlılığıyla olur. Halkın vücûdunu düşün, onu Halde’111 irâdesinden (yapılmış) bulursun. İrade ise, hilâfsız inhiraf (manâsma)dır. Öyleyse itidal nerede (kalmıştır?). Asıl ise meyyâl (dir. Orada ancak, kavuşmaya talep için bir arzudan diğerine meyil vardır. Orada itidal bulunsaydı, insan heves de edemezdi, meyil de. Tenzih meyildir, teşbih de meyildir. İtidal ise, bu ikisinin arasıdır. Bu da gözde olmaz. Eğer orada (onda) itidal olsaydı o vakfede (durmada) olurdu (dururdu, kıpırdamazdı). Terazideki kefelerden biri meyi etmezdi.
Kim, istivâ ve zevâli demişse o, inhiraf ve itidali demiştir (aslında). cP' çffl (3^ ^ /Gece ve gündüzde sükûn eden her şey
O’nundur”  (Hak’tan) gayri şeylerde sükûnet yoktur, ne besâirde ne de ebsârda. Onu ulû’l-ebsâr için bir ibret (vesîlesi) kıldığını görmüyor musun? Bak ve ibret al.’
Dedi: ‘Hak, itidaldedir. Kim zulüm eder, (Hak’tan) saparsa, o muhakkak, meyletmiştir. Ama senin (tarafına) meylederse, o faziletli olmuştur. Eğer senin aleyhine meylederse, o muhakkak cimrice davranmıştır. ’
Dedi: ‘Karı-koca (birbirlerine) yakınlaşmada ortak olmuşlardır (karışmışlardır). Çünkü bu (iş,) çoğalmanın düzenidir, (çoğalma) olmasa da. Aksi halde, evlâ olan birbirinden uzaklaşmadır. Zira uzaklaşmada tenzih, intizamda teşbih vardır. Ondan onunla doğanı överiz ve yakın kılarız. Kim; ‘o tevhîd etmiştir’ dese, muhakkak ki o küfretmiştir, mülhid olmuştur. Zira, ahadiyet Allah’ındır. O (ahadiyet) hiç kimsenin tevhîd etmesiyle olmaz. Onun hiç dengi yoktur. Onun eş ve çocuktan tenzih edilmesine hayret (ediyorum). Öyle ki onun ile hiçbir şey yoktur. Mevcud olan ondan vücûd bulmuştur, canlılar, cisim ve cesedliler (gibi). Sonra, sağlam delillerin doğumu akıl ve şerîatlerin (yasaların) nikâhından olur. Bunda noksanlık ve günah yoktur. Ama akıl ve bedenlerde yapılan şebeh (benzetme) nikâhından doğanlar ise, o noksandır, günahtır. Bu kapı kilitlidir. Ben de sana anahtarı attım.’
Dedi: ‘Allah Tealâ, ruhları heykellerinden (iskeletlerinden) şekilleriyle çağırdığında, bu duâya (çağrıya) ses verdiler.
Onların üzerine beden (kap) ayrılığı (elbisesi) kolay geldi (uydu). Onlara bu bedenlerden serbestçe ayrılma (hakkı) vardır. Sonra dönüp gelen olursa, ilk duruma ruh ve cisim durumuna döner. îşte bu, dönüşün (rucûun) mânâsıdır. ’
Dedi: ‘Yüzlerin siyahlığı çirkin (hoş görülmeyen) doğrulardan (kaynaklanmakta)dır. Tıpkı gıybet, dedikodu, sırrı yaymak gibi. Bunlar yerilmektedir, doğru olsalar bile. Bundan dolayı Allah Tealâ; “
CP /Sâdıklara sıdklarmı sorsun diye.”  Yani, onlara sırrı ifşâ etme izni verildi mi, yoksa verilmedi mi? Çünkü her sıdk hak (hukuk) değildir.
Bil ki, bizim Ona (Hakkı) nisbetimiz gerçek olsaydı, hiç kimse hakkı zemmetmezdi. Eğer zemmetmiş olsaydı, (o zaman) da kâfir olurdu. Eğer örtülü bir şey varsa o da yüce Allah’tır. Zira tanınmamakla (künhü, mahiyeti;
zâtı itibariyle bilinmemekle) bilinmeyen Odur. Söylenebilecek gerçek söz şudur: ‘Kabahat ve kınama bizden, güzellik ve övülmeler bizim dışımızdandır.’ (Eller yahşi, ben yaman. Herkes buğday, ben saman sözüne uyuyor.)
Dedi: ‘Arif, dünya ve âhirette kara yüzlüdür (bürünmüştür). Ama üzerinde ibâdetten (kaynaklanan) efendiliğin (siyâdet) karalığı (bürünmeli). Çünkü bir şeyin vechi (yüzü) onun oluşumu, zâtı ve aynı (özü) (demek)tir.
Lıj Jaj /De ki; ‘Rabbim ilmimi arttır”  sözü hakkında
dedi:
‘İnsan tama’ etmek (istemek) üzere yaratılmıştır. Onun hakkında bir gün; “Şüphesiz o kanî olmuştur.” Denilemez. Eğer kanî olursa (yetinirse) muhakkak ki o câhillik ve edepsizlik etmiştir. Buradan hareketle; ârif, istemekte kafiyyen çekingenlik etmez (denilir). Bununla, senden ancak gece ve gündüz fakirliğin devamını istemiştir: “m&jÜ Jjj Lû-ailâ cj&ja 131b /(Elbette güçlükle beraber şüphesiz bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.)” 
Hak, kullarından ancak kendilerinde var olan güzellik ve cömertliği kabul eder. Ve kerem kendisinden doğup yine Ona döner. Ey, Kadim’i (Hakk’ı) isteyen kişi, sen yoksun. Rabbiııe de: Biz ancak seninleyiz ve şeniniz. Bizi kendine ibâdet etmemiz için yarattın. İbâdetimizde seni müşâhede ediyoruz. Sonra, senden şehâdetten istediğimiz mikdar kadar ibâdetten azaltıyorsun.’
Dedi: ‘Hırs, ancak kaderde varsa, yazılmışsa, kadere (miktara) tesir eder. Nice haris olanlar var ki, söyleyenden bir emir çıkmadığından basit şeylere bile nâil olmamıştır. Kimin, çoğu istemeye meyli az olursa o kâmil kullardan olamaz. Hakkın hibe ettiğini çok sayma. Çünkü o, eğer sana varlığa (vücûda) giren her şeyi hibe etmiş olsa bile o, cömertlik hâzinelerine girene nazaran az olur. Karşılıksız verilenlerde (mevâhibte) zâhidlik yapmaktan sakın. Çünkü verenin yanında bu tavır, bir saygısızlık örneğidir. Zira Onun sana hibe ettiği şey ancak senin için halk ettiğidir. ’
Dedi: ‘Hak erenler bütün işlerin onun elinde olduğunu bildiklerinden ona itimad ettiler (ederler) ve hakkın Allah’a ait olduğunu bilirler. “(Ve Tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gider.” 
İhtiyaçlar kalkmış olsa, mecbûriyetler ve zorluklar yok olsa, (o zaman) hikmet (olgusu) ortadan kalkar ve zulmet ortalığı kaplar (yığılır), sırlar açığa çıkar, onun katında takdîr ve miktarla sâbit her şey zâil olur ve itibar (ibret alma) gider, kaybolur. Bu ise, kalkmaz. Kullarda mutlaka itimat (Hakk’a güvenme) olması gerekir. Çünkü bizâtihi kulluk, hakîkaten ve hilkaten rubûbiyeti talep eder.’
Dedi: ‘İnsanları (ricâli) ancak emsallerinin varlığı perdeler. İşte bunun için Hak kendisinden, kudsiyetini yüceltmek için misliyeti (denkliği) kaldırdı.
Tasavvur, temsil (benzetme) ve hayâl ettiğin (hayâllendirdiğin) her şey yok olucudur. Allah Tealâ ise, bunun hilâfmadır. Bu, kıyâmet amna kadar cemâatin inancıdır.’
Dedi: ‘Tahmîd (hamdetmek) ve temcîd (övmek)’in fazla yapılması nasıl sahîh olur! Halbuki Allah Tealâ her şeyin yaratılışım vermiş (yaratmış), hakkını da tam teslim etmiştir. Şükrün özü, nimetin özüdür. İnsanlar ise, gaflet içinde arz-ı endâm ederler. Ve onların çoğu da şükretmez.’
Dedi: ‘Dünya az bir meta’dır. Onun üstündeki herkes, yol oğludur (gelip geçendir). Herhangi bir kuşak ve kabileden biri yoktur ki kıtmîr, nakîr ve fetîl’in malı olmasın, insanların çoğu şaşkındır. Bundan dolayı geçersiz (ucuz) şeylere kanaat ederler. Kesretle artış ancak şehâdet âleminde vardır. Gayb âlemine gelince, orada eşitlik olduğunda şüphe yoktur. Aza razı olan, koyu bir gölgede yaşar. Mevcud olan her şey, azdır. Maksadına kavuşamayan kimsenin, dünyada marazı (hastalığı) artar. ’
Allah Tealâ dedi: ^ Işr^J /Allah onlardan râzı, onlar
da ondan râzı olmuştur.”512 Rızâ, bizden ve O’ndandır. (“t>”da uzaklık, “ı>”de ise yakınlık esprisi vardır.)
Dedi: ‘Az ile yetinen ancak önden sonunu bilmeyendir. Hakkın az (nâdir)’a önem vermesi o şeyin büyük (kıymetli) olduğuna delâlet eder. Gören gözlerden gizlenmeyen (hakikattir ki) Allah iki âlemde ne varsa onlara itina etmiştir. Bir şeyi yokluktan varlığa çıkarmak, onun saâdet menzillerinde olduğuna delildir. Haktan kim vefa talep ederse, Allah ona cefayı bağlar (verir). Rab’de tereddütsüz boşluk (verimsizlik) yoktur. Her şey ondan olduğu zaman “Allah onlardan razı, onlar da ondan”m mânâsı ne ola ki! Âlemde her şey onun katindadır ve huzûrunda mevcuttur. “ ^4 V
ı> /Allah sözlü kötülükte açıklanma (yapılmasını) 
sevmez”513 Her hak ille de yoksulluk (el-avl) (gereklilik) gerektirmez. Câriye ile nikâhlanmak gibi ki o ancak güç (imkân) bulamayanlar içindir.’
Dedi: ‘Senin ile hak edişin arasına ancak söylediğinle elde ettiklerin girer. Çünkü rızık taksim edilmiştir. Ne azalır, ne de artar, kullardan herhangi birinin istemesiyle. Bununla beraber, fazlaca istemek her arının ve insanın (bütün varlıklarda) yaratılışında mevcuttur (yerleştirilmiştir).
Kazâyı, geciktirici kılmadı, takdir edilen kazâ müstesna. İllet ezelde olaydı, ma’lûl o zaman zâil olmazdı. Ne ma’lûl ne de illet. Şüpheler, deliller şeklinde ve sürelinde zâhir olur. Burhanlar hata etmez. Çünkü onlar güçle takviyelidirler. Hata ise burhan getirene (veya getirilene- “t> ) râcîdir, aittir. Delil, ancak delille bilinirse, onu bilmeye bir yol yoktur. Bir şeyi mâlûm olarak bilir ve ona câhil olursan, onu bilmemişsin demektir. Çünkü sen onu onunla bilmedin. Dikkat et! ’
II. CÜZ:
Dedi: ‘Ölüm, mü’mine bir hediyedir. Tabut ise bir tahtırevandır.’ Çünkü tabut onu, fitne ve musibet olmayan bir yere nakletmektedir. Emeli ölüm olan, ne kaybetmiş ne de aklanmıştır. Çünkü onda (ölümde) İlâhi buluşma ve evrensel sonsuzluk vardır.’
Dedi: ‘Hasad (amellerin toplanması) kabirde, harmanlama haşirde, stoklama ise sonsuz yaşam diyarında (âhiret yurdunda)dır.
Ölümü boğazlamak üzücü olsa bile, kendisinde bir daha dönüşün olmamasıyla ilgili müjde vardır. Allah’ın “Sizin bilmediğiniz bir şekilde sizi yaratırız” ifâdesine göre, ilk hâle dönüş nerede (kalmıştır?) Kâfirler; ‘İlk hâle mi döneceğiz?’ diyorlardı. Bu âyet buna cevaptır. Allah istediği şekilde yaratır.”
Ölümü boğazlamak, mutsuzluk ve mutlulukta sonsuz kalmanın alâmetidir. Ölümü boğazlamada, ölümün terk edilmesi ve eğrilmiş ipinin çözülmesi vardır. ’
Dedi: ‘Muhakkak ki Allah’ın, doğra ve gerçek sözü ile öncelikli rahmetiyle, cennete zincirlerle sevkedilen adamları (sevgilileri) vardır. Onlar cennete yorulmadan, zahmet çekmeden, kavgasız ve gürültüsüz girerler.’
Dedi: ‘İmtihanlarda olan musibetlerdeki en hayretâmiz olanlardan biri de Cenâb-ı Hakk’ın; /Öğreninceye kadar sizi imtihan edeceğiz”514 sözüdür. Halbuki o, onlardan ne zuhûr edeceğini biliyor. Anlamaya çalış. Anladığında da gizle. Sorulursan “Allahu a’lem” de. Âlim bâzen bilmeyebilir ve câhilden habersiz kalabilir. Allah ise, gafil değildir. O her yerde sizinle beraberdir. Nereye kaçacaksınız? O, ancak âlemlere hatırlatıcıdır, (bir zikirdir.)’
Dedi: ‘Allah, meşîetini (dilemesini) ‘ji /lev’ (şâyet, eğer) kanalı ile irtibatlandırdığmda, şöyle söylenebilir: Allah bunu dileseydi (dendiğinde, bunun anlamı) Allah bunu dilememiş; şâyet dileseydi olacaktı, demektir. Çünkü şâyet anlamındaki “jl /lev” harfi, bir şeyin olmayışının başka bir şeyin olmayışından kaynaklandığını ifâde etmektedir. Güç yetirilemeyen bir şeye nasıl güç yetirilebilir? Eğer “tek” çeşitlenirse, o zaman o “tek” değildir. Başka bir şey de söz konusudur. Bir bilen için en enteresan şey, kadîm (olan Allah)in irâdesinin çeşitliliğidir.’
Dedi: ‘Akim delili bâzen sıhhatini kabul ettiği menkul delile aykırı olabilir. Ey şaşkın insan, sakın müteşabihin peşine düşme zira onun peşine ancak Hak’tan sapanlar düşebilir. Onun te’vilini ise, ancak âkil baliğ olanlar terk eder.
Eğer kendisine Rabbi tarafından bu hususta doyurucu bilgi getiren var ise, o da, Mustafa diye adlandırılan Hz. Peygamberdir.’
Dedi: ‘Canları almak, hislerle bilineni (el-ayak gibi) almaktan (kesmekten) daha çok elem vericidir. Görüş ayrılığı, düşmanla karşılaşmaktan daha tehlikelidir. Irz ve namuslardan (yabancıların) kaçınmak, hastalıklardan (korunmanın nihaî) gayesidir. Kim nefsine karşı koymakta başarılı olmuşsa o Hz. Kuds’te (Yüce Hızır’da) mesken tutmuş (demek)tir.’
Dedi: ‘Eğer insanları Mevlâ’ları dünyada murâkabe etseydi onlar ahretlerinde ondan emin olurdu. Bu dünyada yükselen düşer, kaybeder. Burada yanılma olmuştur.’
Dedi: ‘Efendi, hizmetkârdır. Çünkü o, emrindekilere tâat (ve bağlılık)ta dimdik ayaktadır. Efendi, hizmetkâr ismine başkalarından daha lâyıktır. Çünkü bütün iyilikler onun elindedir. Kölesi için, kölesi hakkında hüküm verir. Çünkü o, kölesine hükmeder. Şâyet nefsi için hüküm verseydi, kutsallığında kalırdı. Meliklerden olma. Melik (kendisi) memlûktür (mülk edinilmiştir). Kimin efendiliği gerçekleşti, onun yorgunluğu da gerçekleşti ve büyüdü, çoğaldı. Vallahi, onun meşakkati dâimî bir üzüntü ve kasâvettir.
Çünkü o, kölesinin hizmetini terk etse, (toplumdan) ayrı düşer ve o (şerefli) mertebesine isyan etmiş ve ayağı kaymış (olanlardan) olur. Hepiniz yöneticisiniz ve emrinizdekilerden sorumlusunuz.’
Dedi: ‘Şakalaştığında (şakayı) az yap ve sebebine kaçma. İhtiyarlar ve feverân edenlerle şakalaş. Sadece hayır söyle, Peygamber (s.a.s.)’in dediği gibi: ‘(Ey Ebû Umeyr, nuğayr (kızmak veya -burada- bülbül) ne yaptı?’ (şakalaşmada kullanılır.)
Ve yiııe peygamberin dediği gibi:
‘İhtiyar kadın, Cenâb-ı Hak kendisine gençliğini geri verdiğinden dolayı cennete giremez. Şaka böyle olmazsa, o eziyet olur. Eziyet ise, Resûl-
i Ekrem’den (sadır olmaz), muhaldir. Dînin salâbeti, (asaleti) olmasaydı, o (Resûl) mizah yapanlardan olmazdı. (Din sağlam olduğundan mizah yapılır.) Çünkü mizah, gözü (hakîkati) görmeyenlerin (körlerin) yanında heybeti ve ağırbaşlılığı giderir (kabul edilir.)
Henad’ı (rahmetinden) çıkarıp onu istidrâc edip (istediği gibi yaşama imkânı verip) mühlet verdiği zaman O, Allah’a: ‘Sen Rabbü’l-âlemin olduğun halde bile benimle alay mı ediyorsun?’ dedi. Onu (Rabb’ı) güldürdü. Bu sözü söylemesi zâten Allah’ın ondan beklediği idi. İşte bundan dolayı onu helâk etmedi. Aksine ona ikram etti, nimet verdi, mülk ve imkân verdi.
Bu hakîkat, her tarikatta gizlenmiştir, sırdır. Bununla Naim’e (ulaşmak) olmasaydı, Yüce peygamber (s.a.s.) bu sıfatla (hakikatle) muttasıf olmazdı.’
Dedi: ‘Rehâvette ifrata kaçma, (aksi halde), örtülü olursun. O da aşağılanmıştır, aynen kasâvet gibi. Bununla beraber dindeki rehâvet, dindendir; (emr-i İlâhîdir). Bunun için Allah Hz. Peygamber’i “yumuşaklık sâhiplerinden” kılmak sûretiyle yüceltmiştir.
Yüce Allah âyetinde; ciûi 41! Uui /Allah’ın rahmetiyle sen
onlara yumuşak davrandın’515 buyurmaktadır. Bundan dolayı onları (yumuşak davranmaları) üstün ve faziletli kılmıştır. Eğer o (Peygamber) hareket ve sözünde kaba olsa idi, etrafından dağılırlardı. Onlar bu af ve yumuşaklıkla (gerçeği) kabul etmiyorlar da, ya şiddet ve sertlikle, nasıl kaçmasınlar, nefret etmesinler?
Yılanın zarar vermesinden; hayrı, faydası umulmakla beraber korkulur. Zira o, ölüm geldiği zaman nefes (almayı) sağlayan panzehir cümlesindendir. Buna rağmen yıkanın hayrı, şerrini karşılamaz. (Gene de yılandan korkulur ve kaçılır.) Ey, gönül gözü açıklar, ibret alınız.’
Dedi: ‘Kim utanırsa o öldürür (nefsini) ve diriltir (hakîkati) hep istediği olan kimse, kullardan utanmaz, çekinmez. Herhangi bir halde utansa, o müsemmâ olan (öz olan) ismin talebi (sonucudur). Teklif (mükellefiyet/görevlendirme) olmasaydı, iffetli kimselerin üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Kuvvet latif olana mahsûs (ait) olduğunda, latîfi kesîf (olan) nasıl (olur da) örtebilir?’
Dedi: ‘Dost, incedir, rikkatlidir. Yüce dostun (Refîk-i Âlâ/Allah) sohbeti ise daha evlâdır. Bu dost, yolu aydınlatanı seçmiştir. Çünkü o hayırlıdır. (Onu) seçti ve o da aramızdan bir müddet sonra ayrıldı ve hemen gitti. Böylece mütekaddim-i sâbık (önde giden eski)’ye ulaşır ve müteahhir-i lâhık (yetişen geç kalmış) ona yetişir. (Dosta ulaşılsın ve dostla buluşulsun.) İçtima’m (toplanmanın) kaçınılmaz bir gerçek olduğu biline. Darlıktan genişliğe çıkışı seçti. Yunus (a.s.)’ı görmüyor musun, Rabbine ııidâ ettiğinde onu gamdan kurtarmıştı. O balığın kamında idi de onu deniz kenarına atıverdi. Ve onun üzerine yumuşak olduğu ve sineklerin çevresinden kaçması için kabak sebzesi bitirdi. Bu ince gazel (sebze) refik’in (dostun) şefkatlerindendir. ’
Dedi: ‘Yeni, hâdiselerden uzak kalamaz. Yeninin yerine eski zikir (Kur’an-ı Kerim) geçseydi, o zaman tecsîm ehlinin (Mücessime: Her şeyi cisimlendirenler) şu sözü doğru olurdu: Kadîm (eski) yer tutmaz ve mahal de almaz. Kur’ân’ın zikri kurtuluştur. Onun Rahmanın sözü olduğuna îmân etmek gerekir, dilde (söyleyişte) harflerinin kesik kesik olmasıyla beraber. Harflerin tanzimi, Beyân’m kalemle süslediğinin içindedir. Levhalar ve kalemler hâdis (yeni)dir, ama kelâm (söz) yeni (hâdis) değildir. Düşüncelerin idrakından âciz kaldığıyla evhâm, akıllan hükmediyor.’
Dedi: ‘Eski zikir, o Hakk’m zikridir. Onu halk nutkedip telâffuz etse bile. Tıpkı yeni zikrin, halkın dilinin telâffuz edip söylediği (şey) olması gibi. Velev ki o (yeni zikir) Hakkın kelâmı ola. Hak Tealâ kulun lisanı olduğunda, o zaman zikir kadim (eski) olur. Onun (zikrin) katkısı yüce kaynak (tesnimdendir).
Şüphesiz ki Allah Tealâ kulunun lisanı ile; /Allah,
kendini hamdedeni işitir” demiştir. İyice anla.’
Dedi: ‘Hisler olmasaydı, mukayese edebilme gerçekleşmezdi. Şüphesiz bütün her şey sebeplere bağlıdır. Allah’ın muradı (keyfiyet) ise mechûldür. O, sebepleri bilmekte tektir. Onun aslı, ebedin ezelden olduğudur. Yenilikleri (olmadık şeyleri) (îcâd etmeyi) düşünenlere cezâlar gelmiştir. Çünkü akl(a ait) hükümlerde delil ile medlûl arasında muhakkak bir arabulan yön lâzımdır. Hak, delille idrak olunmaz. Kendisini tamyıp bilmeye bizi dâvet etmiş olduğu halde, Hakkı bilmeye, tammaya yol yoktur. O bizi ancak sıfatlarını (bilmeye) dâvet etmiştir. Ve her bir sıfatın mutlaka kendisiyle alâkalı bir mârifeti, bilgisi vardır. Akılda sadece Tenzîh sıfatı vardır. Nakil (peygamberin getirdiği) buna teşbih sıfatını da ilâve etmiştir. (Bu hususta) güvenilen, benimsenen, sonuncusu (âhir) veya ilki (evveli)dir.’
Dedi: ‘Genç adam kat’iyyen; /Ne zaman?” demez. Aksine vakte sarılır, cezâdan, tehditten korktuğu için.
Ali’den başka genç (fetâ) yoktur. Çünkü vasi ve velî olan odur. Genç, ilm-i sır’da Huzeyfe’nin yolu üzere olandır. ’
Dedi: ‘Kendini fetâ (genç) gören ve iddia eden genç değildir. Genç (dediğin) kelîm “Hak’la konuşan” olandır. Ama nerede o ki, ona (Hızır’a) tâbi olup tâlim talebettiğinden dolayı Hakk’m kelâm (sıfatının) rütbesi (verilsin). Fetâ (genç) hep ilim talebeden ve cehâletteıı kaçandır.’
Dedi: ‘Gayûr (kıskanç), nefreti seri olandır. O zaman isâbet etmesi, hata etmesinden daha çok olur. Hak ise ondan daha kıskançtır. O halde neden ondan almıyorsun? Yüce Allah nikâhı ve zinayı ruhların temâyüz etmesi için birbirinden ayırt etti. Zinanın bulunması kaçınılmazdır. O arkadaşına; ondan gizlen, ondan korun der. Bununla beraber o, onu bilir, görür, takdir eder ve onaylar. Ondan sonra da bununla beraber onu yasaklar. O, kendi cinsinin çocuklarından gizlense de, kendisinden daha yakın olana (Allah’a) gizlenemez. (Ondan saklanamaz. Kötü fiili insanlardan gizler de Allah’tan gizleyemez.)’
Dedi: ‘Vaziyet (iş) iki eş (kişi) arasında (olmakta)dır. Allah bir adamın içine iki kalp koymamıştır. Ama her kalbe iki yüz yerleştirmiştir. Çünkü Allah Tealâ her şeyden iki eş (benzer) yaratmıştır. Cem’i, şef (çift)in üzerine kurdu. Hakk’m tekliğinden başka (teldik) yoktur. Bunlar, gözler görmese de üzerinde toz olmayan sırlardır.
Bu (gerçeğe) şu âyet işâret eder: “Bu dünyanın iyi sonucu (cennetler) ne güzeldir.”516 İşte sen, bu dârsın (dünyasın), devrân da senin üzerinde (etrafında) olmaktadır. (Sen bu âlemsin, yörünge de sana bakar.)’
Dedi: ‘Kur’an-ı Kerim, hürmette sultandan daha lâyıktır. Çünkü Kur’ân zulmetmez ama sultan zulmedebilir. “Şüphesiz Allah, Kur’ân’la nizama koymadığını (yasaklamadığını) sultanla nizama koyar (yasaklar)” sözü, yukarıda dediğimizi sana perdelemesin. Bu sultamn konuşan, Kur’ân’ın susan (biri) olduğu (cihetten)dir. Furkan’ı anla, Kur’ân’ı anlarsın.’
Dedi: ‘Haber vermek, gizlemeyi (esrârı) açığa çıkarır. Haber vermek, mü’minin îmânına şehâdet ettiği gibi, onun aleyhine bühtanla da şehâdet edebilir. Bunun delili Hüdhüd’ün Hz. Süleyman’a verdiği haberdir:
“Demişti ki: ‘Bakalım, görelim sen doğru mu söyledin yoksa yalancılardan mı oldun?’ Eğer ona ıyân (açık seçik görme) veya kalpten gelen mecburî (bilgi) şehâdet ederse, o zaman îmân vâki olur, aksi halde bühtânı hak eder. Eğer mutlak îmân saâdet verseydi, o zaman bâtıla îmân eden kişi en büyük ibâdeti (yapmış) olurdu. Bâtıla, bâtıldır diye\îmân eden kimsenin hâli âtıl (boş, yaramaz) değildir.”
Dedi: ‘Şâri’ (kanun koyucu) yollarını üçe ayırdı: 1- İslâm 2- İmân 3- İhsân.
İslâm ile başladı ve onu şehâdetleri söylemek (Eşhedüen... demek), namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve oruç tutmak gibi; bedenî amellere bağladı. İkinci (sırada) îmânı koydu. O da kalbin şehâdet etmesidir ki; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kadere; hayır ve şer, tatlı ve acısına, canlanma yurduna (doğru) olan son diriliş gibi hususlara şehâdet etmektir. Üçüncü olarak da ihsâm koydu. İhsan, mânânın gözde hissedilen mertebesine indirilmesidir. O da ancak hayâl âlemi(nde)dir.’
Dedi: ‘Türük (arda kalan şeyler) adem/yok da olsalar onlar sıfatlardır. O halde susmayı yeğle, sus. Bir şeyi emretmek, zıddını yasaklamaktır. O da terk etmektir, arda koymaktır. Bu ise şirktir. Ağyâr ancak ağyârı geriye bırakır. Eğer Hak, halkı terk etseydi, onu kim korur, ayakta tutar ve onunla ilgilenirdi. Hakkın isimlerini giyinmenin kemâlindendir; Allah ile ve halk ile iştigal etmek. Eğer ağyârı terk edersen, haberlerin getirdiği teklifleri de terk edersin. Eğer teklîfâtı terk edersen, ya asî bir muannid veya kâfir olursun.’
Dedi: ‘Kuvvetliye yardım etmek muhâldir, imkânsızdır. O zaman Allah Tealâ’nın; “Eğer Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder”517 âyetini (izah) durumu nasıl olacaktır? Eğer ona yardım etmezseniz, O da size yardımı keser. Sizden yardımı kestiğinde de size Ondan başka kim yardım edecektir? Onun yardımı, Ona olan ahitte bizden aldığı (sözler) cümlesindendir. Ey ahit verenler! Akitlerinizi yerine getiriniz. Allah’ın size kendisine yardım diye emrettiği şey, ancak onun işinde size Ona iştirak (katılma) hakkı vermesidir. Kim benim gücüm yok der ve (bu sözüyle) iktidarı kastederse, o haberleri reddetmiş (demek)tir. O yeminini bozanlardan ve Hakk’m teklifini (emrini) abesle karıştıranlardandır. (Boş söz diye değerlendirenlerdendir.)’
Dedi: ‘Haberlerin en doğrusu hâl ile olanıdır. Kim kendisini cömertlikle över (ben cömertim) derse bunu işiten kişi onun ikramını göstermesine kadar durur, bekler. İkram ve atâ olursa, örtü kalkar.’
Dedi: ‘(Şurası) gerçek ki Allah, her konuşanın dilinin yanındadır. Konuşan yalnız dildir. Şahitte söyleyen insanın (ta kendisidir). İmanda ise Rahman’dır. Hakk’m şu sözünden dolayı: “Ben onun duyan kulağı ve konuşan dili olurum.’'’ (Hadis)
Kim görüneni yalanlarsa, o îmânı kuvvetli olandır. İmanda mütereddid olan, görünen de (âyânda) de tereddütlüdür. Onun katında ne îmân, ne de a’yân vardır. Görüneni tasdîk edip imanı teslim (kabul) eden, emniyette olandır. Dil, organların tercümanıdır. Rab, ancak kalbe sığmıştır. Sen Hakk’m halka tercümanısın. Bu şuhûd edenin katında yalan nerdedir? (Nerde kalır?) Orada ancak ezeli ve tek olan Hak, nâtıktır, (dile gelmiştir.)’
Dedi: ‘Ruh (Cebrâil) vâsıtadır. O beşer Peygamber’le Hak arasında bir râbıtadır. (Rab) onunla (ruhla) ona (Peygambere) vahyeder. Ona vahyi getirdiğinde, onunla birlikte iken edeple emrolunmuştur, ta ki onu (vahyi) (peygamber) cem’ edebilsin (toplayıp, ezberlesin). Vahyi keşfedinceye kadar acele etmeyecek ve onu anlayıncaya kadar da onu nutketmeyecek. Ona denildi: ‘Sırrı ört, sakla. Ta ki sendekini melek de bilmesin.’
Dedi: ‘Peygamber güzel sûrette olduğunda bu, kendisine gönderilenin güzelliğine işâret olmaktadır. Böylece Cebrâil’in Dıhye sûretinde inişi ile, gayenin anlaşılması sağlanmıştır. Rıdvan’ın sûreti yanında Malik’in sûreti nedir ki (nerede kalmıştır?) Cennetlerin yanında cehenneme ne ola ki (nerededir?)’
Dedi: ‘Kalbe gelen fısıltı Kuddûs’ün vahyindeııdir. O (fısıltı) ilhâmın ta kendisidir. Ama o, ne kelâmın vahyi ne de işâret ve ibarenin (cümlenin) vahyi gibidir. Orada sadece ilhâm edilen vardır. O da akıldır, (ruhtur). Akıl, yağmurlu buluttan (inici)dir. Ve o ilk akıl diye adlandırılır. Çünkü fısıltının durması (tutunup beklemesi) yoktur. Onun (kalbe ) girişi ile çıkışı, doğuşu ile yok oluşu bir olur. (îlham, gelir gider; bir yerde durmaz.)’
Dedi: ‘Kim geçen (konular) ile senin aleyhine delil getirirse muhakkak ki o haklı olarak seninle mücadeleye girişmiştir. Bununla beraber o sahibine fayda vermeyen ve yamndakini (hatadan) korumayan bir delildir. O faydasız olmasıyla birlikte, dinlenmiş ve söylenmiştir. Eğer Şer-i Şerîf o görüşe aykırı ise de, o yaptığından sorumlu değildir, fakat onlar (diğerleri) sorumludurlar. Ama insanların çoğu (bunun) şuurunda değildir.
Bu tür bir mesele açıktan olmaz, ancak işârî olarak konuşulabilir. Gerçi, bu mesele açığa vurulsa, o ilim olur, anlayışı düzenler ve kalbin içine kelim (ruh) îrâs eder (kor). Bu bir yana, herkesin anlaştığı ana yol (şerîat)un derslerinin edindirdiği zirveleri (ahkâm-ı şer’iyyeyi) yaralar, parçalar. Her koyun kendi bacağından asılmış olsa bile. (Bu açığa çıkarma, topluma zarar verir.)’
Dedi: ‘Şu kadar var ki bazı kelâmcılar, cisimlerin değil arazın bizzat kendisinin yok olacağına hüküm verdiler. Bu da, Hakk’m devamlı halkedici olduğuna delil olsun diyedir. Âlem, ona (yaratıcıya) muhtaçtır, varlığı için ona gerek duymaktadır.
Hüsbân (hesap) ehli ise, her zamanda bütün ayrıların (arazlar değil) yenilendiğine kâildirler, (yenilendiğini dile getirirler). Bir ayn (öz)den diğerini, bir kevnden (oluştan) de diğerini ayırmazlar. ‘Mütehayyiz (yer tutan)’in; arazdan her kaim (mevcut) olandır,’ olduğunu bilenlere gelince işte onlar, mezheplerle (yollarla) gayelerin arasını cem’ edenler, bulanlardır. ’
Dedi: ‘İstemek (talepte bulunmak) edeptendir. Çünkü yüce Allah, seni ancak isteyesin diye yaratmıştır. Şüphesiz sen, ilk fakirsin, cömert olandan iste, cimrilik yapma. Muhakkak O (c.c.) uçsuz-bucaksız fazilet ve kerem sahibidir. Kim nefsine uyarsa, gayesine ulaşamaz. ’
Dedi: ‘Âriflerin (şu) sözünün anlamı: “Kim Allah’ı tevhîd ederse o mülhid olur.” Yani, Hakk’a meyleder. Çünkü mülhid, her söyleyenin lügatinde, meyleden demektir.’
Dedi: ‘îlhad, kendisinden kaçınılmayan bir lüzumlu (nesne)dir. Hiçbir yaratık onsuz yapamaz, ondan kaçacak bir yer bulamaz.
A’raf (cennet-cehennem arası) ehlini görmüyor musun? Terazilerinin kefeleri eşit olduğunda nasıl da cennet ile cehennem arasında kalıyorlar. Ne kötülerle, ne de seçkin iyilerle olabiliyorlar... Hak, kendisine secde etmelerinden dolayı onlara lütfetmeseydi, onlar hâlâ orada (A’rafta) kalacaklardı. Ne zaman secde ettiler, sûrun esâretindeıı kurtulup, sürür yurduna katıldılar, girdiler.’
Dedi: ‘Gezici okuyan, indirileni okumayı tekrar edendir. Onun sonu, başlangıcının aynıdır. Ama, kimin okumasında mânâ, tekerrür ederse, o, okumayı hakkıyla yapmış olmaz. Bu da onun câhilliğini gösterir. Kimin her defasında okuması ilmini, artırır ve hükümce ona fayda sağlarsa, işte o okuyandır.’
Dedi: ‘Önemli bir ihtiyaç olmaksızın borç isteyen kimse himmet ve gayreti eksik olandır. Şu kadar var ki, kim nefsine ârif olursa o Rabbine de ârif olur. Çünkü onun kalbindeki ilim, Rabbini kaplamıştır. Zât, mutlak ifâde edilse de ancak mukayyed (kayıtlı) olarak bilinir. İşte böylece, eşbâh (benzerler) bilinir ve tahkik olunur. Itlâk (mutlak kılmak) seyyidler (efendiler) ve abîd (köleler) hakkında takyîddir (kayıtlamaktadır). Çünkü halk (yaratılanlar) soyunmada ve giyinmede nefeslerle birliktedirler. Bunu insanlardan ancak az kimse bilir, anlar.
Zât, bilinmez. O ne illet, ne de illetlenendir. Delile medlûl de gerekmez. Çünkü delilin bir yüzü, delili medlûle bağlar. Zât ise ne bağlamr, ne karışır.’
Dedi: ‘Ahbâb (dostlar) erbâbdır. Sevgili ise, kapının arkasındadır. Bununla beraber seven dertlidir. Çünkü o, dâvâ sahibidir. Bundan dolayı o, sevgilinin tersine imtihana uğrar. ’
Dedi: “Allalıümme salli alâ Muhammedin....” sözü, “Ben Âdem oğlunun efendisiyim” sözünün yanında nerededir? Halil’in (dostun) iç yüzü, Âdem için secde, Muhammed için makam-ı Mahmûd oldu. Ah bilseydim; ‘Dostluk, Muhammedi risâletin her milleti içine almış olma makamının yerine geçer mi?’ Muhammed (s.a.s.), cennetinde vesile sahibidir. Oraya ancak ümmetinin duâsıyla kavuşmuştur. Faziletle, ümmetinin kendi yanındaki yeri ne ola ki? Bununla beraber, onların duâsıyla vesile onun olmuştur. Duâ olunan, duâ edenden yakîn (kesin bilgi) yönünden daha yücedir. Haydi bizim ^ ^ /İbrahim’e salât ettiğim gibi”
sözümüzü ezberleyen ve anlayan olasın. ’
Dedi: ‘Şevk, buluşma ile sona erer. îştiyâksa iltika (kavuşma) ile artar, îştiyâkı ise ancak âşıklar bilir. Buluşmada oturup kalam sıkıntı basar. O, hakikat erbâbı katında âşık değildir.’
Dedi: ‘Hürmet ve hayâyı bir tarafa koyarak hizmet yapan, aldanmıştır, başarısızdır, hüsrâna uğramış olup kazancım yitirmiştir. Hizmetleri izlâl (yokluk) makammdadır. Ona ne nazlanma ne de sorma, isteme (hakkı) vardır. Eğer hizmet eri; “yıkayıcının önündeki ölü gibi” olmazsa, hizmet ettiği (varlık)tan (şeyh) hiçbir fayda elde edemez. Hizmet eri efendisinin (şeyhinin) huzûrana girer de itiraz ederse, onun kalbinde hastalık vardır. “Allah, onların hastalığını arttırmıştır. Onlara yalanladıklarından dolayı elim bir azâb vardır. Onlar şuur da etmezler.” Bütün mezheplerde rağbet ve iltifatlara hürmet etmekle ulaşılır.’
Dedi: ‘Mütevâcidin (vecde gelmeyi isteyen) hareketi nefsi (nefsinden) ise, o kudsî değildir. Bunun da alâmeti (belirtisi), manşetlerle (gömlekteki) göstermek, arkaya-öne gitmek (eğilmek), bir yandan bir yana sallanmak, gelen-gideni fark etmektir. İleri gelen (şeyh)ler bu gibi olanların mahrum ve semâdan (sohbet ve zikirden) kovulmuş olduklarına karar verdiler. Örf ve âdetlerde alışılmış, bilinmiş nağme ve musikilerle yetinmemiştir onlar. Zira bunda da cehl-i sırf (kara câhillik) vardır. Çünkü kâinatın (zuhurun) hepsi duyabilenler (gönlü açıklar) için semâ’dır (devrandır, zikirdir). îka’ (notalı çalıp-söylemek) ise vezindir, ölçüdür. Allah da mîzânı koymuştur. Varlığın hepsi mevzûndur (vezne örnektir). Sakın mahrum ve aldananlardan olma. Bu gece, kalp ve azalarla semâ’ yapanların katında dünkü geceye ne kadar da benziyor!.’
Dedi: ‘Kıyâmete ulaşmayan (onunla ilgisi olmayan) hiçbir kerâmet, kerâmet değildir. Mizaçtaki istidrâc (kerâmetimsi hâl)dan sakın.
Kur’ân’m hepsi Allah demiştir (kavi). Onda kat’iyyen Allah’ın tekellümü yoktur. Eğer Onda Allah’ın tekellümü gelseydi, Onu hiçbir kimse inkâr edemezdi, faziletini reddedemezdi ve kâfirlikte bulunamazdı.
Yüce Allah’ın; AB /Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.)’a güzelce
konuştu, (tekellüm etti)”518 sözünü görmez misin? Onunla nasıl da sağlam bir yol (metod) tutmuştur? O (yol)da kelâmı iz bırakmış, ahkâmı zâhir olmuştur. Kavi (söz)ün tesiri ise bizâtihi değildir. Anla ve kavi ile kelâm arasındaki (inceliği) fark et; celâl ve ikram ehlinden olursun. Aynen
uyanıldıkta ve uykudaki ilhâm ile vahyin arasındaki (inceliği) fark ettiğin gibi.5
Dedi: ‘Varlık (âleminde) bir şey tekrar etse, (o zaman) alan daralırdı. Tek isim ittifakla sahîh olmaz, mümkün vaıiıldarm nâmütenâhi olması da geçersiz olur, onların bünyelerini ayakta tutan nesne de sâbit olmazdı.
Boşadıktan sonra ric’atı (geriye almayı/ric’î talâkı) söyleyen kişi, boşamamıştır. O şüphe sahibidir. Ve talâk-ı ric’î câhil ve akılsız kişi için ona rahmet (acımak) için geçerli değildir (kabul edilir). Eğer adamlar hakkında; boşamayı geri almayı (talâk-ı ricTyi) dile getirirsek, üzerinde ittifak edildiğinden o yeni bir nikâhtır. Şerlilerin mezhebi ise, iâde edilmeye îmân etmek ve âdetin sâbit olmasıyla beraber tekrarın (tekrar gelmenin) olmadığıdır.’
Dedi: ‘Kur’ân’daki âyetlerden her biri diğerinden daha büyüktür.
O, ondan doğar ve kızının yerine kaim olursa (bilinir ki) çocuk babasından kadir kıymetçe daha büyük daha seçkin olur. Ama bu görünende olup, gaybdakinde olmaz. Yalnız bir yer müstesna: O da senin katında nefsini bilmekten Rabbini bilmenin doğmasıdır, senin cinsinden olmasa bile. O ilim, bu ilim içindir. Tıpkı çocuk gibi. Bu çocuk, herkesin katındaki (fikrinde) şu babadan daha büyüktür. Bu gaybtakinin dışında isâbetli değildir. Gaybdakiııi, görünene kıyas etme. Çünkü o bozuk bir mezheptir.
Allah Ebû Hanife’ye rahmet eylesin ve onu her türlü tehlikeden korusun; ki o, gâibin aleyhine hükmetmedi.’
Dedi: ‘Korunma altında olan uyuyan ldşi (nâim-i mahfuz)nin ilhâmınm hükmü, uyanık olanın delil ve hüccet ile verdiği hüküm (gibi)dir. O, ittibâ edenlerin yanında, işitmeye sâhip kişinin mertebesindedir. Ama bu şahıs bunu kullukta bulunduğu bir kural olarak kabullenmesi gerekmez; velev ki onu övsün. Bu, isimlerin sürtüşmesinden oluşan mübârek ağaçtan parlatarak süsleyen bir faydadır. Bu îmâ (işâret) sana yeter.’
Dedi: “Yolculuk azabtan bir parçadır.” Çünkü kendisinde dostlar arasında (baş gösteren) ayrılık vardır.’
Dedi: ‘Yolcu, cemâatten uzaklaştığı için şeytan bir kişi olur. îki kişi ise, yardımcı olmadığından şeytandırlar. Şefâatin onunla gerçekleşeceği umulur. Üç ldşi ise, korunmuş bir topluluktur. Bunlar (üçler) Allah’ın katında bilinir. Onlar, üzerlerindeki vefakârlıklarından dolayı seferde/yolculukta çoğunlukla emniyetli ve emniyettedirler.
Teslis (üçleme) muhdis, mahdes ve hadisten dolayı oluşmuştur. Üç’ü söyleyen kâfir olmaz, ancak “üçün üçüncüsü” diye söyleyişle küfre girmiştir. Eğer “ikinin üçünçüsü” deseydi, Hakkı, hakîkati dile getirmiş olur, yalan da ortadan kalkardı.
“Üçüncüleri Allah olanların iki kişi hakkında ne dersin?” (Hadis) Allah’ın (bu sözle) onları koruduğunu (demek) istiyor. Yani mağarada, evden hicret ettiği zamanda (olan bir olay.)’
Dedi: ‘Muhdesâtta, ilâve (artış) talep ettiğinden dolayı bu halde kalmaları mümkün değildir. Zira emir (durum), çok çeşitlilik gösterir. Eşyâya devamlı “ol” demekte o (eşyâ) da olmaktadır. Varlığın hepsi girişim (hareket) ve yorgunluktur. Bunun için (âyette şöyle) demiştir: “Bir işi bitirdiğinde diğerine giriş.”  İşi bitince işe koyulur, bir iş bitince de işe talip olur. O (kişi) iş yaparken rahat eder. Çünkü o (iş) istirahat (vesîlesi)dır. “Rahman (Allah) her gün bir şe’nde (iş peşinde)”  olduğuna göre, kâinattakiler neden bu durumda olmasın?
‘Yokluk bir şerdir,’ diyen, durumu (gerçeği) bilmeyendir. Şer olan yokluk; kendisinde öz olmayan adem (yokluk)tur ancak. Böyle bir yoklukla vasıflananm, var olmasa bile câiz değildir. Bu ancak muhâldir (Allah’ın isimlerinin ulaşmadığı bir yer) ki o da her hâlükârda şerr-i mahzdır. Ve bu öze sâhip olan ademin (yokluğun) hilâfmadır (zıddmadır).’
Dedi: ‘Şath (kayıtsız konuşma) bir fetihtir (ilhamdır). Kim Hak hususunda şath yaparsa (ölçüyü bırakırsa) o şath yapmamıştır. Bu (şath), tatlı sözlerin en yücesidir. Yalnız o, dinleyeni(n aklını) karıştırır. O kişi hikmet dolu sözleri hikmetli olmayanlardan ayırt edemez. Bu karışıklıktan dolayı bazı insanlar şathı, sedd-i zerîa (günaha götüren vâsıtaları terk etmek) kabilinden noksan saymışlardır. Çünkü şerîatin cevap vermediği bu lafızları kötü bir şekilde, yaratılan bir kişi söylemektedir. Kim, Fettah olan Allah’ın verdiği fetihte (ilhâmda) güçlenirse, (Fütûhât-ı Rabbâniye mazhar olursa) onda şathtan bir eser görülmez.
Temkîn ve kuvvet sahibi olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in işini yaparken söylediği sözü görmüyor musun? Ki o; “Ben, Âdemoğlunun efendisiyim. Ama gururlanmam'1'1 derken (4^ /Seyyidin’ diyerek) süslenmesindeki edebine bak. Nasıl da babasını edeple anmış ve kardeşlerinden başka (amca, dayı gibi) kimseyi zikretmemiştir.’
Dedi: ‘Kelîm (Hz. Mûsâ)’i ancak büyük dağı deviren çarpmıştır. Ve Kelîm’i bayılmasından ancak nübüvvetini edâ etmekten üzerine kalan kısmı için (o) ayırtmıştır. Gökyüzü ve yeryüzünün yaratılma olayının, insanların yaratılmasından daha büyük olması, onun insanlardan daha güçlü olmasını gerektirmez. Hakkı teslim et, selâmete er, (kurtul,) gerçeği bil, öğren ama sus, söyleme. ’
Dedi: ‘Sen, bütün işlerini deruhte eden Zâtın yaıımdasm, huzûmndasm. Ondan hiç ayrılmadın ki, (kalkıp) onu sorasın.
‘İsimlerin hilâfına, sıfatlarda âfet vardır’ diye bir haber vârid olmadı. O’nu (Allah’ı) mevsûf sayanı (“Zâtı, sıfatının gayrıdır” diyeni) görmüyor musun, Nasıl diyor: “Eğer mevsuf olmasaydı, meûf (bozuk) olurdu, meûf lafzı da şerîat âlimlerince kötüdür.”
Allah’ı mevsûf sayan bilmedi ki, zâtın kemâli vasfa (sıfata) dayalı (bağlı) olduğu zaman, zâtın sırf noksan olduğuna hükmedilir. Kimin kemâli zâtı için değilse, onun kemâli sıfatlarına muhtaçtır. İcıııâ ile gerçek olan şudur. Hiçbir vâcid (varlık), fazla (ilâııe) bir şey değildir.’
Dedi: ‘Ağyâr olmasaydı, esrar (sırlar) da olmazdı. Sır ise, seninle onun arasında olandır. Sırdan daha gizli olan ise, özü senden gizli kalandır. ’
Dedi: ‘Ehl-i Tevhidin inandığı şu inancı ne tuhaftır! Onlar Allah Tealâ’yı; “Uzak olan yakın” diye vasfettiler. O kime yakın, kimden uzaktır? Halbuki o, bütün kullarına şahdamarmdan daha yakındır.’
Dedi: ‘İttisâl (hulûl) ricâlin (gerçek erlerin) makamlarından değildir. Yabancı biri ona nasıl ittisâl (hulûl) edebilir. Bunu ancak geri zekalılar söyler. ICur’ân-ı Kerim, misliyeti (benzerliği) ortadan kaldırmıştır: (Bak.
' 4Jiû£) Ameller de, niyetlerine göre değerlendirilir. ’
Dedi: TIulûl kabul eden şey, ma’lûldür (arızalıdır). Bu devâsı bulunmayan ve şifâ sunmaya koşacak doktoru olmayan bir hastalıktır. Kiııı seninle Onun arasını açarsa, muhakkak ki o senin ve Onun aynının (varlığını) isbat etmiştir. Onun şu sözünü (hadis-i kudsî) görmüyor musun (mı diyor?): “Onun duyan kulağı olurum.” Zamiri sana göndermekle Sen’i isbat etmiş oldu. İttihâd (kul-Hak kaynaşması)’ı ancak ilhad (küfür) ehli söyler. Hulûl’ü söyleyenler ise, sadece celıl (bilgisizlik) ve fuzûlî işler ehlidir. Çünkü onlar hâl (hulûl eden) ve mahal (hulul eden yer) ortaya koydular. Haram ve helâl tâyin ettiler. Kim (kul ile Hak arasını) açarsa o ne güzel yapmıştır! Kim de ittisal ederse (birleştirirse) o kendisinin faslettiğine (açtığına) şalıid olur. Bir şey ancak parçalanırsa vasi (ittisâl/birleşme) olur.
Birde ise, parçalanmak ancak onun Zâtına ilâve edilen bir şeyle mümkün ve doğru olur. Bu da ancak yaratıklarda olur. ’
Ben (Şa’rânî) de derim: ‘Vallahi, Şeyh-i Ekber, hulûl ve ittihadı savundu diye iftira edenler, yalan söylemişlerdir. Düşün. Allah daha iyi bilir.’
Dedi: ‘Şâyet asıl kesilmiş olsaydı nesil de kesilirdi. Tevâsul (asim devamlı oluşu), tenâsül (neslin devamlılığı) sebebidir; ister nikâhla olsun, ister sifahla (nikâhsız).’
Dedi: ‘Başkasının gözüyle bakarsan, ona kavuşmanın büyüklüğüyle (ulu vuslat ile) kazanırsın (Yüce vuslatı elde edersin). Beyn/(arası) demek fazla ve kavuşmak demektir. Bundan dolayı şârihler (yorumcular) tarafından bu kelime terim oldu; yani o, zıd anlam taşıyan kelimelerdendir. «■ /Kur’ kelimesi gibi ki hem tuhr/temizlik, hem de mûtâd (bilinen) hayız mânâsmadır.’
Dedi: ‘İllet öne sürmek, dinden, şeriatten değildir. Zira şerîat ehlinin katındaki hakkın, bizim için illet olması doğru değildir. Çünkü Hak Tealâ, ben yokken var idi. Niçin zorluk (var ki?) İllet olan (varlık) ma’lûliinden ayrılmaz, tıpkı delilin medlûlünden ayrılmadığı gibi . Eğer ayrılsaydı delil olmazdı. Diğeri de alîl (illetli) olmazdı. İlleti ancak, delillerin verdiğini (açıkladığını) bilmeyenler söyler (savunur.) İlleti savunmak, açık delille ma’lûldür (sakattır.) Buna karşı gelmeye lüzum ve sebep yoktur. Çünkü Yüce Hakk’m kullar hakkmdaki hükümleri ta’lil edilmez (sebepleri söylemez). İşte bu hedeflenen maksattır.’
Dedi: ‘Kışı ve yazı ancak cehennemin gayz (kızgınlık) sebebiyle teneffüsü ortaya çıkarır. Onun âcilen (şimdi) bize kızmasa, eninde sonunda (âcilen) kızacağına delildir. Birbirini yer. Allah onu (cehennemi) bize ödenmek üzere borç vermiştir. İnşallah, mü’minin burada gördüğü sıcaklığı, yakıcılığı ve kavuruculuğu, kıyâmette onunla cehennemin dehşeti arasına girer de engel olur. Cehennem, onu dünyada borç olarak değerlendireni, âhirette ateşi sönerek görmezlikten gelir, affeder ve der: “Çekil ey mü’min! Çünkü nûrun alevimi söndürüyor.” Bilgin edipler, lcazâya inanır ve geçmişteki (olaylarla) kendilerini hesaba çekerler. ’
Dedi: ‘Allah Tealâ’nm üstte olduğuna îmân etmek, ona bir yön tâyin etmek değildir. Benzerliğe (teşbihe) de lüzum yoktur. Zira cihet (yön) vârid değildir, ama fevkıyyet (üstünlük, üstte olmak) sâbittir (gerçektir). Bak, ne diyeceksin?!.. İnsanlardan Ehl-i Sünnet olanlarla beraber ol.’
Dedi: ‘Telvîn’in varlığı temkîn’in varlığına delildir. Rahman Süresi’nde nâzil olmuştur: “O her gün bir şe’ndedir, tecellîdedir.”521 Sadece gecenin son üçte birinde bereket vardır. Çünkü onda hareket vardır. (Bu vakitte Cenâb-ı Hakkın yeryüzüne nüzulü, kullarına nazar etmesi söz konusudur.) Şöyle diyene kulak verilmez:
‘Her gün rengârenk görünürsün şu kadar var İd; şu halde daha güzelsin (Celâlinde, cemâlinden daha güzelsin diyene kulak asma).’
Dedi: ‘Varlıkta olan her şey/(ne varsa) onun fiilleridir. Halbuki O, kötülükleri haram kılmıştır. Hakkı teslim et ve münâkaşa etme.’
Dedi: “İsterseniz gidin, isterseniz kaim; siz usanmadıkça (bıkmadıkça) Allah usanmaz.” Yüce Allah kendisini sizin akitlerinize (sözlerinize) bağlamıştır ve demiştir. “Ahdimi (verdiğim görevi) yerine getirin, (getirirseniz) ben de sizin ahitlerinizi (isteklerinizi) yerine getireyim. Bu da sizi, edepli davranmaya bir uyarı ve mânevî şüphelerden kurtulmanız içindir.’
Dedi: ‘Kim gölgesine bakarsa bilir: Harekette ve hareketsizlikte gölgenin hükmü, kişinin aslındandır/(kendisindendir). Çünkü gölge kişinin hareket etmesiyle hareketlenir, yoksa gölgeyi hareket ettirmekle değil. Bid’at işlemekten (olmadık yeni bir şey çıkarmaktan) sakın! ’
Dedi: ‘Kim hakikati yerine getirirse o kişi her dediğinde doğrudur, tasdik olunur. Kim kılıcı ortaya korda saparsa/dönerse o kişi zulüm sahibidir. Eğer asıl, illetli/hastalıklı olursa, onun sahibi de rezil olur. Çünkü o, kulu faydadan mahrum bırakan bozuk bir asildir.’
Dedi: ‘Yol, rehber ve yöneticidir; ya mutsuzluğa, ya da mutluluğa. Yolu bil, tanı, (ona göre) arkadaş seç de ateşin azabından kurtulasın.’
Dedi: ‘Geliri (vâridâtı) sadece cömertlerin kapısı önünde çoğalt. Çünkü cimrinin kapısı kapalıdır. Cömert adamın cömertliği mutlaktır, kesindir. Kerim insan, cömertlik hâlinde cömertlik şühûdundan fâni olur geçerse, bu onun vecdiııin ve varlığının sağlıklı olduğuna delildir. Çünkü o halka ancak Hakkın hâzinelerinde onlar için var olanı vermiştir. Bununla beraber o (kerîm) bu işte bunu kullandığı için ecir ve sevap kazanmıştır. Kim ikram eder, cömertlik yapar (sonra) da bununla kulların üzerinde bir üstünlük hayâl ederse o kişi cömert davranmamış (demektir.) Zira minnet (başa kakmak) ezâdır, cefâdır. Bunu da iyice bil.’
Dedi: ‘Hikmet sahibi, ilim sahibinin düzenlediği (ortama) saldırmaz. Velînin yaratılanlar için hükmettiği hususu Hak onaylar. Velev onu zâlim hâkim reddetse bile onun reddine bakılmaz. Çünkü o (Hak) vaadinde sâdık olandır. Ve o vaadinden dönmez. O zaman ilhad (küfür) ehlinin reddedilmesi (inkârı) gerekir.’
Dedi: ‘Hak vardı ve onunla birlikte bir şey yoktu. O sâbıktır (ilktir). O ki bize duâ (salât) eder işte o da lâhıktır (ilk’e bağlanandır). Bâzen ilk ismiyle, bâzen de son ismiyle tecellî eder.’
Dedi: ‘Kimin bağlılığı kolay ve yumuşak olursa onun fesada maruz kalacağından korkulur. Ama o inat etmekten kurtulmuştur, güvendedir. Uyarı kişiyi ancak ittifakla verilen hüküm, mesud eder. Mutlak uyum (boyun eğme), güzel ahlâktan değildir. Selâmet ve ganimet bilgi (den doğan) hüküm (netice) ile elde edilir. ’
Dedi: ‘Himmeti yüce olup da o himmetin bu fânî dünyada tesiri görülmez; işte o himmet, bu dünyanın fânî olmasıyla biter ve dünya sahnesinden göçer, gider.’
Dedi: ‘Meşkûr (Yüce Allah) bâzen hile yapabilir, dener. Çünkü hak edene hakkını ulaştıran, veren gerçekten görevini yapmıştır. O halde şükür neyin üzerine vâki oluyor? (Orada) ne bir fazladan verme ne de bir lütûf vardır. Allah, “ziyâde” vermeyi “şükre”; şükür de mekir (hile/deneme) olduğunu bildiği için eklenmiş, irtibatlandırmıştır.’
Dedi: ‘Allah’ın bütün ihsânı hibedir, lütûftur, mahrum etmek olsa bile.
Mü’minlerden kim nefsine (başkasını) tercih ederse, o, kurtulmuş olsa da hüsrâna uğramış, kaybetmiştir. Çünkü mü’min nefsini Allah’a satmıştır. Satılan, satın alanındır. Allah’ın hakkı daha üstündür, öncedir. Ama dâvâ (dünyalık olay) kulu belâlara düşürür. însanoğullarmdan önce, ilkin kendi nefsinden başla.’
Dedi: ‘Kim kâinatı, bağımsız bir ayn (cevher) olarak görürse o illet sahibidir, rahatsızdır. Alem ezelîdir diyen ancak, illetli konuşur. O âleme kıdem (vasfını) vermiştir. Halbuki vücûbî vücûd (vaıiık)ta âlemin kıdemi yoktur. Eğer âlem için kıdem sâbit olsaydı, o zaman onun için adem (yokluk) söz konusu (mümkün) olmazdı. Adem (yokluk) ise imkân dahilindedir, hattâ o (her şeyi) cem’ eden âlemin katında vâkidir, olmuştur. Fakat kulların çoğu yeni yeni yaratılışlarda şüphe içindedirler. A’yâmn teceddüdü (yeni zuhûru)’nü ancak Ehl-i Hisbân (şüpheciler/septikler) bilir. Bunu (bu hükmü) Eş’arî, araz için (araz hakkında) tesbit etmiştir. Filozoflar 
bu hususta hayâle kapılmıştır. Onlar zencinin kara ve altının sarı olduğuna câhil olduklarından hastalıklı olmuşlardır. ’
Dedi: ‘Vakit kılıç (gibi)dir. Ondan tam anlamıyla korkulur. Zamanın (hayatın içinde yaşadığın) hâlindir. Senin oturuşunda gidişin vardır. Yolculuğuna kardeşim, iıısaıı dolu bir geminin seyr-ü seferi gibi, oturmadır. Halbuki yelkenleri dalgalanmakta, uçmaktadır. ’
Dedi: ‘Bir kul, kendisine söylenen bir sırrı saklarsa, ona; “Bilinmeyen değil, acayip bir şey yaptın,” denilmez. Eğer sırrı örtülü bırakırsa, konuşan kişi mağlup olmaz. “Bu ancak senin ikâzındır. Bu da zevkten doğan şevkin fazlalığmdandır.”
Dedi: ‘Yaşanan azâb, akılla bağlantılıdır. Kim üzülürse, dinlenir ve kayıttan kurtulur gider. Ünsiyet/kaynaşma ancak zorluklarda olur. Zorluklar, benzerlikler (in aymsı)dir. Misl/benzerlik ise, zıddır, karşı olmaktır. Zıddiyet de ünsiyetten sonra (gelmekte)diı*. Ünsiyet içinde sadece meftûn/tutkun olanlar bulunur. Kitab-ı Meknûn/örtülü, sır dolu kitabı (Kur’an-ı Kerim’i) ise, içi dışı temiz olanlardan başkası tutamaz.’
Dedi: ‘ İçkinin bu âlemde haram edilişi, daha dağınık sırları ortaya döktüğünden ve perdeleri kaldırdığındandır. Dünyada saltanatının güçlü oluşundan dolayı haram kılınmıştır. O güç de, kendisinde varolup içenlere verdiği lezzettir. Ama içki dünyada haram, âhirette ise helâldir. Ve o, cennet nehirlerinin en lezzetlisidir, onun için ihsân makamı vardır.’
Dedi: ‘Kul, Rabbini hiçbir işte boykot edemez. Çünkü O (Rab), dilediğini işler. Ona ancak onun ilmi (çerçevesinde) isyan edilir, hükmü (çerçevesinde) muhâlefet edilir. İşte, kıyâmet kopuncaya kadar ona itâat edene (uygulanacak) hüküm böyledir.’
Dedi: ‘Cennettekiler için bilinen, tanınan bir akıl yoktur. Yalnız tasarruf eden hevâ ve heves vardır.
Cehennemdekilerdeki akıl, onların battığı yerdir. Orada oturanların/bulunanların ve âilesinin hüznü akılları sebebiyle artmakta. Akıl, mahlûkatm sıfatlarmdandır. Bu nedenle Hak Teâlâ bununla vasıflanmamıştır. Akıl, mükellefiyet aracıdır. Mükellefiyet kalktığında akıl geri kalır. ’
Dedi: ‘Hakkın nüzûlü (tenezzül buyurusu) halka yakın semâya geceleyin olur. O yaratılanların dilek ve arzularına, yaratılanlar da onun zikir ve istiğfarına koşar gece gece. O söyler, onlar da söyler. O dinler, onlar da dinlerler. İşte akıl sahiplerinin katında nüzulün anlamı budur. Mahluk zayıf
(karakterli)dir. Maslahatlar olmasaydı, mükellefiyet de olmazdı. Gücün yettiğince bu husustan (ibret ve ders) al. Her topladığın şeyle amel etmen gerekmez. Cenâb-ı Hak ancak verdikleri ile nefsi mükellef kılar. Ve onu yaratıp sevdiğinde o nefse zorluklardan sonra nice kolaylıklar lütfetmiş, göstermiştir. O kendi ahkâmı içinde mübahı meşrû kıldı ve mübahı nefislerin kurtuluşu ve rahata ermesi için bir sebep olarak îcâd ve halketti.
Dinde zorluğun kaldırılmasını ancak Hakkın çizdiği metod üzerinde bir yol bulanlar dile getirirler. Allah’ın dîni kolaydır, ona hiçbir zorluk bulaşmamıştır. Kim bu ümmete zorluk çıkartırsa o, kıyâmet günü zulmet içerisinde diriltilip (mahşer yerine) gönderilir.
Dedi: ‘Allah’ın şu sözü (âyeti ne) hayret vericidir! “Emrin/işin hepsi ona döndürülür.”  Nasıl olur da; “Ona döndürülür” denildi? Halbuki o (işlerin hepsi) Onun katindadır. Onun huzûrunda hâlâ örtülü perdeler, kilitli kapılar ve muamma ibareler vardır. Bunlar çok yönden şüpheli (sözler)dir. ’
Dedi: ‘Kalb (sahibi) Hakkı müşâhedesini yaşadığında o, o zaman misâfırliğe gelen bir konuk (gibi)dir. Mü’mine, onun hakkını ifâ etmek ıııecbûriyeti doğar. Kerâmet/yücelik kalb kudretince olup, ona gelen (doğan feyiz) ile olmaz. Genelde (bu husus) nâzil/inen üzerinde değerlendirilir, kendisine indirilen üzerinde değil. Seni engellemesin (şu söz): “İnsanları mertebelerinde tutunuz.” Çünkü biz Hak ile böyle muâmele etsek, bizimle onun arasında iletişim/vuslat sağlanmazdı.’
Dedi: ‘Halka düşen yalmz Haktan inandıklarına ibâdet etmeleridir. “Bana verdiğiniz sözü tutun, ben de size verdiğim sözü tutayım.”  Her şey sizin katmızdandır. Delilim Allahu Ekber’in kıyâmet günü süretlere dönüşümüdür, değişimidir.’
Dedi: ‘Sadece orada (kolay yerlerde) otur, eğer ehlullahtan olmak dilersen. Allah ile kulları arasına girme, onun katında beldelerini harap etmeye çalışma, koşma. Onlar her hâlükârda Onun kullarıdır. O kulların kalbleri, Rabbin beldeleridir. Oralardan başkası onu kapsayamaz. Onu, oraları ihtiva etmediği gibi o da onları ihtiva etmez. Ama bunlar işitilen nükteler ve toplayan dağınık ilimlerdir. Sâlih kulların şöyle dediği gibi söyle: “Eğer onlara azâb edersen, onlar senin kullarındır.”524
Dedi: ‘Bazı ileri görüşlüler, âlemi bütünüyle, ebediyen Yaradamnm onun nüzûlünü istemesiyle (yücelerden) nâzil olmuştur. Hak Teâlâ ona ulaşmaz. Çünkü ilk hareketle ona dayanması gerekirdi. Çünkü Hak Teâlâ’nm önünde zaferler, kurtuluşlar gerçekleşir. Araya giren onu bilmeye engel olur. Nereye gidiyorsunuz? Ârif kişi Ebû Yezid’e diyor: ‘Senin istediğini ben Bestam’da bıraktım.’ Bu makama delâlet eder.’
Dedi: ‘Sır, kirlendiği sürece, kalp gözü kör olur. Karışıklık ise, insanların fazilet farklılığıyla ortadan kalkar. ’
Dedi: ‘Hiçbir şahıs yoktur ki Cenâb-ı Hak ona kalbinden hitap etmesin, gönlünden konuşmasın. Ama o bunu bilmez de sadece, işte içine şunlar şunlar doğdu der. Bu (doğuşun) nereden olduğunu, özü bilmediğinden dolayı
fark etmez, idrak etmez.
Ehlullah vücûduyla değil, ancak şuhûdu ile kurtulmuştur. Bununla beraber Hakkı şuhûd etmek kayıt altına alınamaz. Çünkü o âlemle, kölenin efendisi, memlûkün sahibi ve makhûrun sultanıyla olan bağlantısı gibi bağlantılıdır. ’
Dedi: ‘İçerdeki cenin, ana kamında olduğu sürece doğuncaya kadar, örtüsünün zulmeti içindedir. Kendisinin sıkıntılı bir durumda olduğunu bildiğinde (bu kez) çıkmak ve yükselmek istedi. Onu (Rabbiniz) ilk defa (ilk anda) bulunduğu fıtrat üzere (bu âleme) çıkardı, getirdi. Şakî olan, üzerindeki örtüden dolayı anasının kanımda da şakîdir. Mutlu olan da, kendisine (Rabbinin) ilminden tahsîs ettiğinden dolayı anasının kamında mutludur/saîddir.
Ben, ana kamında iken annesinin aksırıp hamdettiğinde anasına; (‘Çok yaşa’) diyen kimseyi görnıüşümdür. Bu kişi, Cenâb-ı Hak, kendisini ana kamında iken ilmiyle temâyüz ettirdiği biridir. Allah’ın şu âyeti seni perdelemesin: “Allah sizi analarınızın karnında bir şey bilmediğiniz halde bu âleme getirdi.”525 Bu şu kimseye benzer; bir şeyi bildikten sonra erzel-i ömr’e (berbat hayata) bilmemesi için döndürülen kimseye. (Şu bilinmeli ki) âlime dâima ilmiyle (beraber) bulunması lâzım gelmez. îşte anasının kamından dünyaya gelen ceninin hâli de böyledir. ’
Dedi: ‘Hayret ki ne hayret! Hakkın kadîmen, hâli adem/yokluk olan a’yâıı (-1 sâbite) olmak görülmesi, bilinmesi. Sonra (Hakkın, varlıkları) vücudlanna yolladığında onlar sınırları (kulluk özellikleri) ile a’yânda temâyüz ettiler, belirdiler. Bak; düşün ve sana açıkladığımı incele ve sakla.
Allah dünya âleminde keşif ve rüyayı yarattı. Onlar da, oluşmadan önce; gerçekte varlığı olmayan şeyleri gösteriyor. Vakti (kıyâmeti) onların aynasında gösteriyor. Hak, kullan arasında o işlerde, aynaya tecellî edip parlattığında hüküm icra eder. Orada ne istediğin bir zaman, ne de onun görüp de senin müşâhede ettiğin bir hâl vardır. Bundan sonra o işlerin aynasında onları görenin gördükleri gibi (tecellîler) bulunur. Eğer işi inceliğine kavrarsan, o zaman kendini yola atarsın. İşte bu Tahkik (erbâbmm) usûlü ve metodudur.’
Dedi: ‘Allah Teâlâ; “Ey nebî! Allah’tan çekin, kork”  buyurdu. Bilmelisin ki, küçüğü büyük (vâsıtası) ile edeplendirmek Habîr olan Allah’ın öğretimindendir. Ümmeti, Peygamberinin edeplendirmesiyle terbiye etmek; bu edep ve terbiye (yolunu) kullanmak sûretiyle onları gayesine kavuşturmaya ulaştırmak içindir. Peygambere hitap edilmiştir, fakat murad ümmettir. Bunu araştır. ’
Dedi: ‘Allah Teâlâ; “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye bir kısmını böylece kendilerine tattırır”  buyurdu.
Allah Teâlâ bunun bir başlangıç değil yapılana bir karşılık/cezâ olduğunu haber vermiştir. Halk/yaratılanlar, yaratık oldukları için imtihana ve belâya uğramamıştır. Bu zor bir meseledir. Yüksek dereceye ancak buluşma ile ulaşılır. Bu hususta iki büyük tâife ihtilâf etti. Biri diğerinin câiz gördüğüne karşı geldi. Onların ihtilâf etmeleri yüzünden peygamberler peşi peşine gelmiştir. Onlardan hiçbiri peygamberlerin getirdiğini gerçekten bilemedi ve bu hususta doğru yolu tutamadı. Aksine her biri kendi maksadına uygun hedefi destekliyor, halbuki o hastalığının özüdür. Sadece - bunlardan- yüce tabakada olanlar hariç. Onlar işleri dünyada tanıdılar. Dünyada bir işi bile elem verici göraıediler, ancak o işi bir karşılık/cezâ bildiler, başlangıç (en başta verilen hüküm diye) bilmediler. 6
Doktor, hasta elem çektiğinde der: ‘Acı veren ilaçlardan sunduğumda ben ona ancak iyilik vermeyi kasdetmişimdir. ’
İşte Yüce Mevlâ doktora, hastalanıp da hastalığın nereden geldiğini bilmediğinde şöyle demekte: ‘Seni üzen bu hastalık, ancak hastalara verdiğin elemin cezâsı, karşılığıdır. Yaptığının cezâsmı da çek/gör, (bakalım).’
Dedi: ‘ Sözün en doğrusu, indirilen kitaplardaki ve tertemiz mushaflardakilerdir. Hiçbir tenzihin ulaşmadığı tenzîh olmasıyla birlikte o, hiçbir teşbihin mümâsil/denk olmadığı teşbihe nüzûl etmiştir. (Âyetlerde tenzîh ve teşbih vardır.) Âyetler, Peygamberinin kendi lisanıyla inmiştir. Resûlü de kendi kavminin lisanıyla tebliğ etmiştir. Meleğin getirdiği şekli zikretmesi, o ikisi gibi olmayan (tenzîh+teşbih gibi) olmayan bir üçüncü tarz mıdır yoksa (ikisinin arasında) müşterek/ortak (bir yer) midir? Her ne olursa olsun, meselede zorluk vardır. Çünkü ibareler/ifâdeler bizim lahnımız/dilimizdir. Ama Kur’ân-ı Kerim ise, Allah’ın kelâmıdır. O halde nüzül (eden) nedir? Mâlûm, mânâlar ııüzûl etmez. İbareler ise, ilâhî kavl/söz değillerdir. Kavi ise de, lafz-ı kiyânî (oluşan, mevcut söz) değildir. O, şüphesiz lafızdır. O halde şehâdet ve gayb nerededir? Eğer o (söz) delil olursa, o nasıl en kuvvetli söz olur? Bu hususta söylenen ancak bu kabildendir. Bu da rüsûm/zâhir âlimlerince bilinmektedir. Tahkik ehli ol ve söyleme, sus.’
Dedi: ‘Allah, korumayı/ismeti, hares/bekçilik makamına koyduğunda Peygamber (s.a.s) ases/bekçilere ihtiyaç duymadı. O, “Bizi geceleyin kim bekler, korur” der dururdu. Halbuki takdîr olunan olur, meydana gelir. Bekçi ise, mukadderâta mâni olamaz. O koruyucu da olamaz. Ama ma’bûd/Rab, gayret sarf edilmesini ister. O dilediğini yapar. Bu da dilediğindendir. O ancak bildiğini ister. Bildiği de ancak ortada var olandır. “Hüccet-i bâliga/üstün delil AHlah’m delilidir.”528 İyice anla.’
Dedi: ‘Halkın yaptığı işi ve malı kendisine iâde edilmiş olmasa, nasıl olur da halk Hakkın davetini geri çevirebilir? Bu (durum) yankıya ne kadar da benzemekte., ortaya çıkınca, kötü oluyor. Haykıran kişi o sesin kendisinden başkası olduğunu hayâl ve zan ediyor. Halbuki orada onun yaptığından, onun işinden başka bir şey yoktur. Hak tektir de itikatlar bunu çeşitlendirmekte, bölmekte ve toplamakta. O kendi içinde değişmez ve o özünde tahavvülâta/değişimlere uğramaz. Diğer taraftan onu bir varlıktan diğerine değişmeler sınırlıyor ve yorulmalar sarmalıyor. (Yaratılanlarda bu özellikler görülüyor.) Bu hususta sadece uyanık olanlar hayrete düşerler. Ve bu uyarıya da ancak teşbih ve tenzîh konusunda serdedilene îmân edenler, akıl erdirebilir. Yalnız tenzîh veya yalnız teşbihte kalanlar, yanlış yapmışlardır. Çünkü teşbih, akıllar (m seviyesine) iniş ve kabul etmeye bir hazırlık (ameliyesi)dır, ’
Dedi: ‘Efendi, kölesini sözüyle (emriyle) kullanır. Köle ise efendisini hâliyle (hareketleriyle) kullanır, lisân-i hâl, söz dilinden daha açıktır, nettir. Zira sözlerin içerdiği hükümler ancak, hâllerin karineleriyle bilinmektedir. Istılah’m (terim ifadesinin) her konuda bir anahtarı bulunmayabilir. ’
Dedi: ‘Bazı güçlerin Cenâb-ı Hakka karşı mukavemet göstermesinde ve direnmesinde o güçlerde bir niza/çekişme kokusu olduğunu ortaya koyar. Kulların mutlu olanı Allah’ın dilediği şekilde Allah’la beraber olanıdır. Kim onunla çekişmek isterse çekişir. Fakat bu şeriatin hükmündeki çekişme olup, tabiat hükmündeki çekişme değildir. Allah Tealâ tarafından gelen bir lütuf olmasaydı tevbekâr tevbe edemezdi. Rabbânî yüz gülme/tebeşbüş olmasa idi, mescide gelen sevapları götürücü günahları dökülmüş olarak vasıflanmazdı. ’
Dedi: ‘Hak Tealâ müııâcatin/(yalvarışın) topluluk mescitlerinde yapılmasıdır. İstediğinde, kulak sâhiplerine (sağır olmayanlara) ezanın îlân edilmesini, emir buyurur. Kim bu çağırıcıya kulak verirse o, işe yarayan bir kulağa sâhiptir. Nidâda ahadiyet makamının bir eseri yoktur. Ve onun ağacında da bir meyve yoktur. Allahu Ekber bir üstünlük (işâreti)diı*. Lâ ilâhe illâllah, ayrıcalık ifâde eder. Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah demek vuslattan ayrılığa geçişi ifâde eder. (Haktan halka niizûldür.) Hayye ale’ler mukabele (karşılama)dır. Nidâ uzaktakini çağırır. Ezanda bize, herkesin reşid/(olgun) olmadığına bir delil vardır. Çünkü vakitleri gözetenler mîkâta (buluşma yer ve vakitlerine) ârif olanlardır. Ezan ise, ancak dünya işleriyle meşgul olanlar içindir. Orada zâten herkes meşguldür. Çünkü meşgul olan kişi aslen münfaildir (etkilenendir). Fâil her ne kadar bir etkilenenin etkileneni ise de yine bu onun faziletidir. Ondan dolayı Allah; “Bana duâ edin icâbet edeyim”529 buyurmuştur.
Dedi: ‘İmtihan, iman iddiası miktarmca olur. Mü’min ancak hayvânî kirler içerisinde iken emniyette olur. (Hastalık, dert gibi imtihanlardan emniyette olur.)’
Dedi: ‘!sâr/(başkasmı kendine tercih etmek) esrâr-ı ilâhi’ye vâkıf âlimlerin özelliklerinden değildir. Çünkü sana ait bir şeyi geri çevirmeye muktedir olamazsın ve başkasına ait bir şeyi de vermemeye gücün yetmez. Öyleyse îsâr nerede? Yapacağın iş emânettir. Onun gereğini yerine getir. Yoksa senden eminlik ismi alınır, selb ediliı.’
Dedi: ‘Kötü yola gidene şaşılmaz. Yerine geçecek kişiyi kendine vekil tâyin etmek; işte acayip olan budur. Bu hususta Rabbani bir emir olmasaydı, zâten bunu fıtrî terbiye reddederdi. İnsanların çoğu terbiye noktalarını bilmekte 11e kadar da câhiller!. İşte bu durum onları bozulmaya sevk ediyor. Bâzen edepli davranmayı terk etmek edep sayılır. Tıpkı sebebi (aramayı) terk etmek sebep (sayıldığı) gibi. Kim sebeplerin kaldırılmasını söylerse, ona mutlaka imtihan ve dert (gelmesi) kaçınılmazdır. Ey öze sevdalılar, ibret alınız.’
Dedi: ‘Arap olmayanlar kendi semâlarında yükselmelerine rağmen Araplar’m ulaştığına ulaş(a)maz. Delilimiz hayl-i Arab/(Arapatları)dır. Acemi olmak/(î’cam) kapalılık iken, î’rab sözün açığa kavuşturulması demektir. î’caz az söz ile çok ifâde etme sanatı, mucizelik) Kur’ân-ı Kerim’e mahsûstur, bütün kitaplar Rahman’111 sözü olsa bile.’
Dedi: ‘Yüksek mertebeler, şerîate bağlanmadadır. Kesinlikle, kendi nefsinden hüküm koyma. Ve; “Rabbim, ilmimi arttır,” de.’ 
Dedi: ‘Müşâvere (danışma) görüş zayıflığına vâkıf kılsa bile, o re’y/(görüş)tendir. Akim mertebelerine ancak müşavere edenler, danışanlar muttalî olur. Çünkü danışma, karar, dilek ve düşünceyi en sağlam (şekilde) toplar.’
Dedi: ‘Ulaştım deme. Çünkü nihâyeti yoktur. Ulaşmadım da deme. Çünkü bu da körlük ve sapkınlıktır. Allah’tan öte bir maksat, bir hedef olmamıştır ve yoktur. İşte burada gören de görmeyen de müsâvîdir, eşittir.’
Dedi: ‘Şerîatin kapısının anahtarı kayboldu, ipi de koptu. Onun sabahı aydınlanmaz ve kapısı da kâmil birine hitap edilse de aralanmaz, açılmaz. O değişmez (olanı) tanıtır ve sükût geçileni (konuşulmayanı) ortaya döker, belirtir. Sen ilk sıralarda yer tut. Oralardan ezeli seyredersin. Aman gecikme, yoksa geciktirilirsin. Sen arka (tarafı) olan bir varlıksın, (her yeri) göremezsin. (Sen noksansın.)’
Dedi: ‘Hak Tealâ sana bilmediğin bir dille seslendiğinde dur ve; “Rabbim ilmimi arttır”  de ve dahi o hususta fikir yürütme. Kur’ân ile amel et de, Furkan’a muttalî olasın. Mutlak Kur’ân, kayıtlı Kur’ân’m vermediğini verir. Allah Kur’ân’mı azamet, şeref ve iyilikle kayıtlandırdı.’
Dedi: ‘Cevâd’ı atâ (cömertliği ihsân) ile vasıflandırana şaşma. Ama, onu (cevâdı) tutmak, vermemek/(imsâk) diye vasıflandırana şaş. Ve yine Hakk’ı lâyık olmadığı şeyle vasıflandırana da şaş. Bununla beraber, dillere bu şekilde (konuşmasını) sağlayan da Odur.’
Dedi: ‘Gübrelikte biten yeşillikten kendini kora. O, kötü bahçedeki güzel câriye/(kadm)dır. Çünkü Allah Tealâ, buyuruyor: “Bunlar (şeytanlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar”532 0/(yaldızlı söz), şeytanın amellerden güzel gösterdiği, süslediğidir. Velev ki onda Hakk’a bakan bir taraf olsun. Çünkü mâden habîs/(kirli)dir. İblis, Isâ (a.s.)’a gelip dedi: ‘Lâ ilâhe illâllah,’ de. İşte bu, habîs mâdenden (yani şeytandan çıkan) güzel bir kelimedir. O da dedi: ‘Onu söylerim, yalnız sen dediğin için değil.’ İblis’in emrettiği; ‘Lâ ilâhe illâllah’ı demedi. İşte bu (olay) kötü bahçede olan güzel bir câriye/(kadm)dır.
Dedi: ‘Âdem (Hakk’a) yalnız te’vile sarılmak, iblis ise zâhire sarılmak sûretiyle isyan ettiler. Her kıyas isâbet etmediği gibi her zâhir de hata etmez. Eğer kıyas etmeye kalkarsa, sınırlan çiğnersin. (Yok) zahiri ile olursan eğer, senden o zaman da çok ilim eksilir. Mükellefiyette zâhir ile birlikte kıyasta bulun. Bunun dışında olanları kıyas edersen büyük fayda elde edersin ve bu ümmetin (yükünü) hafifletirsin. Bu da zâten Peygamber (s.a.s.)’in maksadıdır. O demiştir: ‘Kitaplarında zâhiri alıp uygulasalardı, onu (kitabı) arkalarına atmazlardı. Onlan ancak te’vil (etmeleri) vurdu. Te’vilin gâilesinden sakının. Çünkü mükellef, açık ve net dille muhatap (edilmiş)tir. Ama ayıp ve kusur, anlayıştan (kaynaklanmakta)dır.’
Dedi: ‘Allah; “Ey îmân edenler” dediğinde, sen, o “eyyü” diye hitap edilenlerden ol. Sana haber verdiğinde anla ve ibret al. Emreder veya yasaklarsa onları yerine getir. Mâlûm bir dördüncü bölüm yoktur. Çünkü üç bölüm vardır. Onlar da haber, emir ve yasaklamadır. ’
Dedi: ‘Allah Tealâ, kendisini sana olan hitabında şefkat bakımından anne menzilesine indirdi. Senin annenden (şefkat açısından) daha yüksek dereceye çıkman mümkün olmadığına göre Allah sana anneden kesinlikle daha şefkatlidir. Sana takdîr ettiği şeyi rahatlıkla kabul edersin. Çünkü o, sana yararlı olmak için seni kendine muhatap seçmiştir.’
Dedi: ‘Bağlarını sadece Rabbinin eline o da ızdırarî değil ihtiyarî olarak irtibatla, ver. Çünkü alnın (kaderin) istesen de istemesen de onun
elindedir. Bil ki, ihtiyarî bağlanmanın semeresi izdırarî bağlanmanmkinden daha verimlidir. ’
Dedi: ‘Takvâya bağlanman lâzım. Allah’tan korkanın (takvâ üzere bulunanın) nesebi (bağlantısı) sahih (sıhhatli) olur. Toprağa dayanan ııesebten sakın. Çünkü o mûteber değildir. Ali b. Ebû Talip Kayravânî’nin şu sözünde işâret ettiği gibi:
İmamlar temsil cihetinden eşittirler.
Babaları Âdem, amıe de Havva’dır.
Fazilet ancak ilim ehlinindir.
Onlar hidâyet üzeredir ve hidâyeti arayanlara da rehberdirler...
Dedi: ‘Gayb (âleminin) içinde insanların, senin Allah’tan korkman ölçüsünde senden korkup çekinmeleri aynı derecededir. Sakın onunla senin aranda bilinen rezaletlere düştüğün halde insanların senden korkmalarını, çekinmelerini isteme. Sen kendini daha iyi bilirsin.’
Dedi: ‘Evine yani kalbine tavan çakma. Yoksa seninle semâ arasına girer de görüşü engeller. O zaman semânın bereketinden sana bir şey ulaşmaz. Gays (bereket) Allah’tan gelen bir rahmettir. Onunla kullarına merhamet eder. Evlerden ancak duvarı en dayanıksızında otur. Bu da şundandır. Çünkü harab olma o eve çabuk gelir. O zaman sen Allah’ın korumasında kalırsın, evin korumasında değil.’
Dedi: ‘Peygamberlerle oturmak, onlara tâbi olmakla, Hak’la oturmak da onun ne dediğine kulak vermekle olur. Dinleyici ol konuşan değil.’
Derim (Şa’rânî):
‘Allah bana, dinleyici olduğum zaman bu makamda kıymeti takdîr edilemeyen bir lezzet ihsân etti, okuyucu olduğum zamanda ise, bu lezzeti bulamadım. Şimdi benim katımda dünyada Kur’ân dinlemekten daha lezzetli bir nimet yoktur. Her hâlükârda Allah’a hamd olsun.’
Dedi: ‘Allah’tan gayrı her şey ma’lûldur, sakattır. Ma’lul, mecburî olarak hastalığı bol olandır. Doktorun onu tedâvisi ve bakımı kaçınılmaz bir görevdir, vecibedir.’
Dedi: ‘Cehennemliklerin amellerinden işlediğin her bir amelden sonra tevhîd et. Et ki layâmet günü (o amel) senin elinden tutsun. Çünkü tevhîd etmek suç ve cezâlann vukûundan sonra da olsa her amele tercih edilir.’
Dedi: ‘Aşığın (şöyle) dediği gibi demekten salan: “Ben yere gömenim. Yere gömen de ben.” Çünkü sen, sensin, o da O’dur. Bak, böyle diyen biri
gözü bir tane yapmaya gücü yeter mi? Hayır. Vallahi gücü yetmez. Çünkü o cahilliktir. Ve câhilliğe de takat getirilmez. Her ârifın mutlaka aralanacak bir perdesi olması lâzımdır. Nefsinle ağız dalaşı yapma.’
Dedi: ‘Muhabbet makamında Kur’ân’ı dinlediğinde Hak kulağıyla değil, nefsinin kulağıyla dinle. Çünkü Hak kendisine ne emreder, ne de yasaklamada bulunur. Burası, Hakk’m sevgililerden kulak olduğu kişinin ayak kayma yerlerindendir.’
Dedi: ‘Secde ancak kıyâmdan (canlılıktan sonra) olur. Kâinat içinse kıyâm yoktur. Çünkü kayyûmiyet (var olma) tek olan Allah’a mahsûstur.’
Dedi: ‘Sehl b. Abdullah’ın kalbinin secde ettiğini bildiren sözünden dolayı onun makamının noksan olduğunu anladık.
Durum bu olduğu halde, kendisinin Rabbini secde ederken gördüğü haber verilmedi de, onun secde ettiği haber verildi. Halbuki secdeden önce kıyâmm şuhûd edilmesi gerekir, geçtiği üzere.’
Dedi: ‘Her grup ellerinde var olanlarla sevinçlidirler”533 (âyeti) onlara ait olanları bilmediklerine (işârettir). Onlara ne verileceklerini bilmiş olsalardı, üzülmesi gerekecek olanlar hüzünlenirdi.’
Dedi: ‘Hâdisin (yaratılanın) sözü yenidir. Allah’ın kelâmıysa onun hudûsü (sonradan oluşu) da vardır, kıdemi (başlangıçsızlığı) da. Onun sözünün sıfatı umûmîdir. Çünkü Hakk’m her şeyi ihata etmesi vardır. Onun hudûsü bize vurûdudur (gelişidir). Şöyle denilir: Bize bugün bir misâfir geldi (hudûs etti). Velev ki ömrü bin yıl osun.’
Dedi: ‘Hudûs, Allah’ın kelâmına izafe edilemez, yalmz onu hâdis (yaratılanların) kelâmına izafe edilemez. Yalnız Allah birine onun kelâmım duyurmak istediğinde o zaman müstesnâ. Tıpkı Mûsâ (a.s.) veya dünya ve âhirette istediği kullarından birinin kelâmını duyurduğu gibi. (Kulların o sözleri kıdem sıfatını kazanır.)
Dedi: ‘“Rabbimiz, halkı yaratmazdan önce nerede idi?” kelâmı hakkında... Amâ (ince bulut) arş gibidir. Suâl, soran tarafından bakî olup, devam etmektedir. “Halk” demek ile Allah’tan gayri her şeyi kastetmişse o Halde amâ nedir? Bu meselenin gâyet çetrefilli olduğunu söylemiştir (Şeyhimiz).’
Dedi: ‘Allah Tealâ’nm arşa istiva etmesi (ihata edip, oturması) ile, Onun her gece dünya semâsına nüzûlü (teşrifi) gerçekleşmektedir. O bununla beraber, nerede olurlarsa olsunlar kulları ile birliktedir.’
Dedi: ‘Adem’in kadınlara bir derece üstünlüğü vardır. Meryem’in de Isa’ya bir derece üstünlüğü vardır, erkeklere değil. Derece, hâlâ geçerlidir. Ortada bir eşitlik yoktur.’
Dedi: ‘Dünya ve âhiret, iki kız kardeştir. Allah Tealâ, iki kız kardeşi cem’ etmeyi (bir nikâh altında tutmayı) yasaklamıştır. İki hanımı cem’ etmeye ise cevaz vermiştir. Halbuki bu İlcisi gerçekten “dârretân” (iki hanım) değildir. Ama iki kız kardeşten birine nikâh yapmakla ihsân etme söz konusu olunca, diğerine zarar verme (kendiliğinden ortaya çıkıyor). Bundan dolayı bu ikisi hakkında dârretân (iki eş) denildi. Anla.’
Dedi: ‘Müktesep (kazanılan) ilimin alâmetlerinden (biri) onun akıl ölçüsüne girmesidir. İlm-i mevhûb (Hak’tan verilen ilim)in alâmetiyse, onu, ölçünün nadiren kabullenmesidir. O ilmi akıllar, fikirleri cihetinden reddeder. ’
Dedi: ‘Allah Tealâ’nm hâzineleri, Mukarrebleriıı (Hakk’a yakın olan ehl-i tevhîd’in) gönülleridir. Bu hâzinelerin kapıları da, onların dilleridir. Konuştuklarında, dinleyicileri eğer anlayış gözleri kapalı (kör) değilse, doyururlar, onların ihtiyaçlarını giderirler.’
Dedi: ‘Öldükten sonra konuşmak, harf ile mi yahut ses ile midir? Bil ki, öldükten sonra konuşmak kendini (içinde) gördüğün süret hasebiyle olur. Eğer o sûret, harf ve ses gerektirirse, kelâm da bu hükümdedir. Yok eğer harfsiz ses gerektirirse, o da olur. Eğer işâret veya bakış yahut olanı gerektirirse, o da öyledir. Ve eğer sûret, zâtın kelâmın aynısını olmasını îcab ettirirse o da öyle olur. Bütün bunların hepsini, Hz. Berzah iktizâ ve îcâb ettirmektedir.’
Ve dedi: ‘Eğer kendini insan sûretinde görürsen, sen konuşmada (kelâmda) bütün mertebelere hâiz olmuşsundur. Çünkü burası, bütün sûretlerin hükümlerini içine alan makamdır.’
Dedi: ‘Allah tealâ’nm bize bu dünyada uykuyu lütfetmesi, bizim öldükten sonra Berzah’taki hâlimizi (tanıyıp onunla) kaynaşmak içindir. Çünkü ölenin hâli, uyuyanın hâli gibidir. Yalnız bedenin iş yapma bağlantısı uykuda varken, ölümde yoktur.’
Dedi: ‘Nefsinden soyunan, uzaklaşan birini görürsen onun arkadaşlığına, sohbetine tama’ etme, arzu duyma. Çünkü senden daha çok uzaklaşır.’
Dedi: ‘İlm-i İlâhîde bize yazılana (başımıza geleceklere) câhil olursak, o zaman bizim halimize güvenimiz olmaz. Ne (büyük) bir musibet! ’
Dedi: ‘İman ettiğin hususlarda te’vilden sakın. Çünkü (bundan) bir yarar elde edemezsin. İmanın bağlı olduğu, ancak Allah’ın indirdiğidir, senin akimın te’vil ettiği değil: “Peygamber ve mü’minler ona Rablerinden indirilene îmân ettiler.” 
Dedi: ‘Allah’ın peygamberlerine verilen gibi okuduğunda, eğer nefsin yüceliğe, azamete bağlanırsa (onunla baş başa kalırsa) çok güzel. Aksi halde bu (hâli) arzula ve sonra başla: “Allah peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir”  diye.
Dedi: ‘Sen, Halck’m sana olan ahdini yerine getirsin diye ahdim (sözünü) yerine getirmek (dâvâsmdan) sakın. Aksine sen ahdine sâdık ol, onu ifâ et ve Hakk’ı, “dilediğini yapsın” diye bırak. Çünkü bir kimse, Hak ona ahdini uygulasın diye, (kalkar ona olan borcunu yerine getirirse) onun mîzânma (bu iş) bir katkıda bulunmaz. Ahdine vefada ilâve bir şey düşünmeden çalışmaya bak. ’
Dedi: ‘Rabbine münâcâtta bulunursan sadece onun kelâmıyla münâcâtta (yalvarışta) bulun. Kalkıp kendinden bir kelâm îcad edip de ona yalvarışta bulunma, bundan sakın. O seni işitmez, sen de ondan (gelecek) cevabı işitmezsin. Bundan korun. Çünkü burası ayak kayma yeridir.’
Ben de derim: ‘Müridlerin okuduğu hizipler (duâ ve virdler)in, sadece Hak’tan ve Resûlullah’tan Özel yolla alanlarınki hariç, okunması câiz değildir. Efendim Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî demiştir: “Bahr hizbini ben Resûlullah’tan harf harf aldım.” (İşte bunun gibi olanlar müstesnâdır). Allah daha iyisini bilir.’
Dedi: ‘Bileşik ismin zikrine tutun. O da; ‘er-Rahmâni’r-Rahîm’dir. Bu isim Baalbek ve Râmıhürmüz gibidir. (İkisi de bileşik isimdir.)’
Dedi: ‘Allah’ın muhatap zamiriyle hitabetmesi bir sınırlamadır. Gâib zamiriyle olam bir sınırlamadır. Ve her ikisi de lâzımdır.’
Dedi: ‘Allah Tealâ bize dünya semâsına inmesini sadece, zannımızda bizden daha aşağısı diye kabul ettiğimiz kişiye tenezzül etmek için tevâzu kapışım açmak maksadıyla olduğunu haber vermiştir. ’
Dedi: ‘Aklınla meleklerin Adem’e secde etmelerini düşün. Onların yüzleri (bizim secdemiz gibi) yere çevrilmedi. Ancak onlar gözle görürcesine Hz. Âdem’de Hak Tealâ’yı müşâhede ettiler.’
Dedi: ‘Nefisler, Hak’tan bildikleriyle yetinselerdi her şeyin, olduğu gibi yerinde olduğunu görürlerdi. Onlar devamlı, kendilerine gizli olan şeyi ararlar. Onların istekleri, örtünün kendisidir. Onun için Allah Tealâ buyurdu: “Olduğu gibi Allah’ın kadrini takdir edemediler.”  Bu da kendilerinden gizli olan bâtını talep etmekle uğraştıklarmdandır. Vallahi nefislere, sadece bilgisinde öncelik bulunmayan (daha önce bilmediği şeyler) gizli kalır. (İnsan, Allah’ı yaratıldığından beri bilir.) Allah Tealâ bize kendini tanıtırken; “O evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır”  demesinin sebebi sadece bize gizlide (bâtın) istediğimiz şeyin zâhir olduğunu bildirmek içindir. Öyleyse kendimizi onu düşüneceğiz diye (boşuna) yormayalım. ’
Dedi: ‘Allah Tealâ sana bazı işleri verdiği zaman, oııun önce söylediği şeylere bak ve onlarla amel et. Onu önce söylemesinin sebebi senin onunla ilgilenmen içindir. Sanki o seni onu öncelikle alman (uygulaman) için uyarmıştır. (Çünkü Hz. Peygamber, sa’y yaparken Safa tepesinden başlanacağını ifâde etmek için ilgili âyete işâreten;) “Allah’ın başladığıyla başlayınız” (buyurmuştur.) (Allah şöyle demektedir:) “Allah’ın resulünde sizin için güzel örnekler vardır.” 
Dedi: ‘Hâk Tealâ’nm bize verdiği ve vermediği her şey bir nimettir, iyiliktir, rahmettir. Halbuki avâm nimeti maksadına uygun olarak verilmiş şeylere tahsîs etmiştir. Bu ise, tertemiz şerîatle sâbit olan bir marazdır.’
Dedi: ‘Hâkim, şâhid ve yemin ile hükmeder. Halbuki yemin bâzen yalan, şâhid yalancı oluyor. (Bu takdirde) hükmün sübûtu kat’i bir bilgiye dayanmaz. (Zira hâkim, bu yalancılığı bilmez.) Bununla beraber hâkim hükmünde isâbetli sayılır. Zira hâkim zâhire göre hükmünde bir ilim sahibidir. Allah her şeye ancak ilmiyle hükmetmiştir. Hâkime de galip zaıına göre hükmetmesini meşrû kılmıştır. Hâkimin galip zannı (vicdanî kanaati) Allah’ın yanında bir ilimdir. Anla!...’
Dedi: ‘Hilâfet, risâlet üzerine ziyâde olunmuş bir hâkimiyettir. Çünkü risâlet tebliğ, hilâfet ise nâfiz ve müessir bir hükümdür.’
Dedi: ‘Allah seni bir zarar ve mâsiyete mübtelâ kılarsa onu senden kaldırması için kendisine yalvar, kalırına sabretmek isteme. Dayanamaz mağlup olursun. Allah’ın sana sabırlı demesi ancak halka şikâyet etmemekliğin bakımındandır. Yoksa Hakka dert yanmak, yalvarmamaktan değildir. Anla! Eyüp Peygamber’in: “Rabbim, bana zarar dokundu” demesini Allah’ın bize Kur’ân’da hikâye buyurması ancak senin de onun yoluna gitmekliğin içindir. Beşerin ulusu efendimize de: “Onların yoluna (huy ve âdetlerine) uy!” diye emir verilmesindeki anlayışın bundan başka bir şey midir?’
Dedi: ‘Sakın hiçbir yerde Hak Tealâ (kendi hakkında câiz olmayan ve bize mahsûs olan) inme, gelme, gülme ve benzeri ile kendisini sıfatladı, deme. Bu bir kötü edep ve Hak Tealâ’yı seni değil kendisini vasfetmiş olduğu şeylerde yalanlamaktır. Hattâ, evet! Hak Tealâ bu sıfatların sahibidir. Ama keyfiyeti bizce mâlum değildir. (Şurası muhakkaktır ki, bunlar bizdeki sıfatların hiçbir sûretle aynı olamaz.) Zâten her şey Hak Tealâ’nm sıfatlarıdır. Halk o sıfatları istiâre yoluyla Tanrı’dan almıştır. Çünkü memnû olan cihet ancak o sıfatların Hak Tealâ’ya nisbetiııde, onların aynı ile kula nisbetindeki ölçü, sınır ve keyfiyet gibi telâkki edilmesidir.’
Dedi: ‘Hak Tealâ’ya nisbet olunan fevk/üst kelimesinden hakkında bir hüccet isbatı lâzım gelmediği gibi (arş üzerine) istivâdan da yukarıda geçtiği üzere mekân isbatı, îcâbetmez.’
Dedi: ‘Sizden biriniz ölünceye kadar Rabbini görmez’ meâlindeki şerefli hadiste (Allah’ı görmenin ölmeden evvel değil) ‘Allah’ı öldükten sonra görür’ demektir. Yoksa bazılarının tevehhüm ettiği gibi (ölüm amnda görür) demek değildir. Şeriat kurucusu, Allah’ı görmemizi başka değil, ancak şu dünya hayatında nefyetmiştir.’
Dedi: ‘Hak Tealâ Hazretleri l> û'L$'
/Kur’ân okuduğun vakit taşlanmış şeytandan (vesvesesinden) Allah’a
sığın”539 emrinde; ‘Kur’ân okuduğun zaman’ dedi de, ‘Furlcan okuduğun zaman’ demedi. Çünkü Kur’ân cem/toplamadır. O, iblisi de huzûruna çağırır. Furkan ise, bunun aksinedir. Şeytanı tard eder.’
Dedi: ‘Her kim senden bir şey anlamak isterse muhakkak ki o, senden öğrenmek istediği şeyi senin bildiğini ikrar etmiştir. Bâzen istifham/sormak 
(kalbinde şek ve şüphe olan kimseleri düşündürmek, şüphelerini gidermek, muhâkemesini doğru işletmek için) âlimden de vâki olur. (Yani bâzen âlim olan da suâl sorar.) Bu itibarladır ki Rabbini bilen kimse, bilmeyenden temâyüz eder/ayırdedilir. Bunun nazîrini <j^' ^ /Ey mü’mmler
îmân ediniz”540 ilâhî emridir ki, buradaki hitap mü’minleredir. îman ettiği şeylere îmân etmesi (hakkıyla inanması ve Rabbini bilmesi) ile emrolumnuştur.5
Dedi: ‘Allah benden daha gayretlidir/kıskanır’ meâlindeki şerefli hadiste fenâlıkları haram etmesi, yani Mekke’de vesâir yerlerde kötü işler yapmayı meneylemesi ve kaçınılması gerek olan bir yasak kılmış olması Allah’ın gayretindendir. (Mekke’de fenâlık yapmak haram kılınmıştır. Orası hürmetli tutulmuştur.) Her kim orada suç işler ve yasaklanmış işleri yaparsa o kimse o hürmetli beldenin hürmetini bozmuş olması sebebiyle günaha girmiş, suç işlemiş olur.
İnsanlar bunu fenâlıkları hafif görmek ve küçümsemek telakkî etmişlerse de, böyle değildir. Bilakis onlara, Allah’ın nişanlan ve yasakları olması bakımından öneme almak, tâziııı etmek, saygı göstermektir. Her kim Allah’ın yasak ettiği, öneme aldığı şeylere tâzim ederse (saygı gösterirse) bu, onun için Rabbinin yanında daha hayırlıdır. Yasaklanmış, saygılanmış şeylere düşmenin haram edilmesi, Allah’ın zâtı hakkında düşünmenin yasak edilmesi gibidir. Çünkü düşünmenin yasak edilmesi yasak olmanın önemine, ona saygı gösterileceğine delildir. Şeyhin bu kelâmının mânâsında teemmül olunsun. ’
Dedi: ‘Hz. Ali (r.a.); “Hiçbir âyet yoktur ki onun bir dışı ve içi, bir haddi ve bir de matla ’ı olmasın” demiştir. Bil ki âyetten zâhir olan; sana verdiği sûretidir/açık mânâdır. Âyetten bâtın olan da; o şekil ve sûretin üzerinde tutunduğu şey/ifâde ettiği diğer mânâdır. Âyetin haddi; âyet ile âyetin gayrisini ayıran şey/âyetleri birbirinden ayıran hükümdür. Âyetin matla’ı; seni kendisine vasleden/eriştiren şeydir. Bu mertebelerin arasını keşf ehli ayırt eder. ’
Dedi: ‘Kendisinin bir eşi ve benzeri olmayan Zât (Bari Tealâ) hayat ve mevt sahibi değildir. Çünkü hayatı ve ölümü yaratan bunlarla vasıflanmaz. Ölüm, dirim yok iken de Cenâb-ı Hak mevcut idi. Binâenaleyh O, hayat sahibi olmayan mutlak bir hay/diridir.’
Dedi: ‘Daha bunlar gibi Hak Tealâ’ya mahsûs olan isimler vardır. (Onlar da Allah’ın sıfatı olmazlar). Zâten Allah için (sonradan olma mânâsında) sıfatlar yoktur. Kitap ve hadislerde vârid olan sıfatların hepsi Allah’ın isimleri içinde toplamr. Hak Tealâ da Kur’ân’mda t-aIIj
/Güzel isimleri (n hepsi) Allah’a mahsûstur,”  (A’raf, 180) “ ^Tj
şjJl Lıj /Rabbin, izzet sahibi (izzetli Tanrın) onların vasfetmiş olduğu şeylerden münezzehtir,”  buyurmuş, bu sûretle kendisini isimden değil sıfattan tenzih eylemiştir.’
Dedi: ‘Melekler, Allah ile Resûlleri arasında perdedir. Resûller de, melek ile ümmetleri (elçiler ise, padişah ile milleti) arasında perdedir/vâsıtadır. Aramız bu hâiller ile açılmıştır. Halbuki Allah, bizim isnadımız/dayanağımızdır. Rivâyetten maksûd olan da, yüksek isnâddır. Hadis rivâyet edenlerin sayısı azaldıkça isnâd âli/yüksek olur. Şerîat Kurucusunu biz böyle bildik. ‘Allah’a basîret üzere vicdanınızda duyarak duâ edinizP dedi. Bu itibarla Cebrâil aradan zâil oldu. (Ben ve bana uyanlar) demesiyle de Resûl aradan kalktı. Bunun içindir ki Bayezid Bistâmî: ‘Kalbim, Rabbimden haber verdi, hitabını doğrudan doğruya Allah’tan alıyor. İşte bu inkârcı onun sözüdür,’ demiştir.’
Dedi: ‘İsimlerin değişmesiyle hükümler de değişir. Eğer bir balık hakkında: ‘Bu deniz domuzudur’ dersen (onun etini yemek) haram olur. İşte ismin hükmü (budur).’
Dedi: ‘Kerem’in keremi, kula (uşağına, maiyetine ve kendisine fenâlık edenlere) cezâ vermekten vazgeçmekle ikram eylemek, varlığı mevcut günah ve hataları affetmektir. Kerem sahibi affeder, safheder. Çünkü af ile safhı keremdir. Bunları kullanmak Kerem’in keremidir. Kötülüğün kötülüğü hakkında da böyle denilir. Çünkü kötülük eden (kötülükleri) kötülük veren şeyleri getirendir. Kötülüklere verilen cezâ da olsa böyledir. Cezâ da, bir kötülüktür. Şu kadar ki cezâ ismi ve tatbikinin uygulanmasının hükmü kulların muâmelesine aittir. Cezâ tatbikini Hak Tealâ hakkında (kötülüğe kötülük, keremsizlik saymak) Hak Tealâ’nm bize öğretmiş olduğu edeple câiz olmaz.’
Dedi: ‘İslâm ve îmân, ihsândan öncedirler. Hattâ îmân en öncedir, esastır. İslâm tâlidir. Yoksa (İslâm îmândan evvel olursa) kabul olunmaz.
İman tasdiktir. Tahayyül olunan bir haberi müşâhede etmedikçe tasdik vâki olmaz. İslâm ve ihsân için inkıyad/itâat, baş eğmek gerekir. İnkıyad da, ancak kendi arzu ve ihtiyârı ile olmazsa makbul sayılmaz. Bu da yalnız perçemini elinde tutan Hak Tealâ’yı (vicdanında) hisseden kimselere olur. Bunu hissetmemiş olan inkıyâd etmez. İnkıyâd etmiş ise, (kendi arzusuyla değil) zor altında yapmıştır. İhsan da, Hak Tealâ’yı müşâhededir. Görür gibi görmekliktir.’
Dedi: 4Ü' '-“j /Habibim, Bedir gazasında
düşmanlara o toprağı) attığın zaman sen atmamıştın. Fakat onu Allah
atmıştı”543 âyetini okuduğu halde ‘Allah yarattıklarını ve yaratacaklarını vâsıtayla yaratmaz’ diyen ne kadar câhildir! Böylesi nasıl bir mü’mindir? (İnandığı şeylere acaba ne sûretle îmân ediyor?) Doğrusu bu cidden şaşılacak bir şeydir. Yukarıda; ‘Kılınç senin için bir alettir. Sen de, kılınç da Allah için bir aletsiniz’ sözümüz geçmiştir. En doğrusu/yaratma bir alet ve vâsıtamn hakikat varlığı ile olur. Yoksa aletle değildir denilmiştir. Allah bilir.’
Dedi: ‘Teşbih (tevhidi) tecrîh/yaralamaktır. Zira tenzih olunan (Zât-ı İlâhî) ancak hikâye yoluyla tenzih olunur. Bunun nazîri adeniti’l- adem/yokluğun yokluğudur. Çünkü bu da hakîkaten bir varlıktır. Hak Tealâ hakkında hakîkaten bir noksanlık yoktur ki, ondan tenzih olunsun. Bunun izahı şöyledir: Şüphesiz zâtı takdis, tenzih edenlerin tenzihinden teberrî talep eder. Çünkü onlar, (Hak Tealâ hakkında varlığım) tahayyül ve tevehhüm ettikleri (noksanlıkları) tenzih etmişlerdir. Halbuki orada (Hak Tealâ’nm isimlerinde zâta ne bir tahayyül ve 11e de tevehhüm edici vardır. Yahut ona taalluk etmesi câiz olan bir şey yoktur ki, Allah ondan tenzih olunsun.
Doğrusu O, lizâtihi Kuddûs’tür, arı ve temizdir. Şeyh-i Ekber, bu bahiste sözü daha uzatmıştır.’
Dedi: ‘Allah düşmanlarının öldürdükleri (hakikatte) ölmemişlerdir. Belki onların iki hayatı birleşmiştir. Çünkü Hak Tealâ Hazreti Yahya’ya küçük iken ihtimâm etti. Büyüyünce üzerine zorbalar musallat oldu. Bir zâlim onu öldürdü de, Allah Yahya’yı o cânîden korumadı. O zâlim bu cinâyeti ile Hz. Yahya’ya bir zarar vermiş de olmadı. Çünkü küçük yaştaki bir çocuk zayıf (ve bakıma muhtaç) olduğu için şefkat ve merhamet edilir. Büyüyünce kendi başına bırakılır. Eğer büyüklüğünde de çocukluğundaki zayıflık ve âcizlik hükmü ile bırakılırsa rahmet ve merhamet yine ona
yardımcı olur. İhtiyar, her ne kadar ca’lî/yapmacık bir kuvvet iddiasında bulunur. Küçüklüğündeki acz ve za’fı unutur. (Bu hâlinin çocukluk devresindeki acz ve ihtiyacına benzediğini hatırlamaz ve idrâk edemez) ise de Allah, ihtiyarlığında ona zaaf vermek sûretiyle ondaki eski kuvveti ziyâ’a uğratmıştır. Hele bir çocuğu düşün!. (Sevgi ve merhametle) nasıl öpülüyor. Bedeni ve elbisesi kir-pas olmakla beraber kucağa, göğse nasıl çekilir. Babası (ve anası) onun yaşamasını ne kadar arzu eder. Halbuki ihtiyar ve doksanlık bir adam yerini, üstünü-başmı kirletir de (onu hiçbir kimse hoş görmez. Yüzü ve eli) öpülmez. Ailesi ölümünü temenni eder.’
Dedi: ‘1&& 0^ [> L>W 5^ U 13] /Biz güzel bir iş yapanın ve işini güzelleştirenin ecir ve mükâfatını zayi etmeyiz”544 İlâhi kelâmı (aynı zamanda) güzel ameller temenni etmenin makbul olduğunu ve özlenen amellere de mükâfât verileceğini beyân ediyor. Her kim ki; ‘Ah benim de malım olsaydı, sadaka etseydim, Hak yoluna harcasaydım!! ’ diye (sıdk ile) özlerse Hak Tealâ ona hiç bir zahmet ve meşakkat çekmeden o malı kazanmış ve niyet ettiği hayırlı yerlere harcamış gibicesine (aynı yerlere aynı miktarda para) mal veren kimselere verdiği sevabı verir. ’
Dedi: ‘Sevgilinin nefeslerinin güzel kokusu bilinmeseydi misk de koklayana kokmazdı. Nefeslerin güzel kokusunun mikdarı ve onların İlâhî mârifetten neler verdiğini hayvanlardan başkası bilmezdi. Görmez misin ki hayvanlar, (hâssaten karıncalar) buluştukları zaman birbirlerini kokluyorlar. Bir hayvan gezerken gördüğü ve yiyeceği her şeyi koklamadan geçmiyor.’
Dedi: ‘Bir ârif (ona) Hakkın vâridâtı gelirken (Hak5dan ilhâm alırken) duruşunu ve metânetini bozmaz, bayılmaz, kendinden geçmez. Vücûd heykelinin dağı sarsılmaz. Görürseniz biliniz ki o, mahbûbtur. (Hakkın sevgisine mazhar olmuştur.) Fakat bunun alâmeti vardır. O da, bu hâl ona geldiği zaman halk onu bayılmış, aklı gitmiş sanır. Şu kadar ki bu hâl, bayılmanın bir benzeri olsa da tıpkısı değildir. (Ârifın aklı ve şuuru yerindedir.) Çünkü Hakkın tecellîsine ancak Hakkın teyid eylediği bir kimse sebat (ve tehammül) eder. Ama bir kimse, tecellî hâlinde büsbütün bayılıp kendinden geçer, bulunduğu hâli ve hey’eti bozulur, yahut irâde ve metanetini kaybedip yere düşer veya sayha eder, bağırıp coşar, yahut da direnip sarsılır veya fenâ ve ölüm hâline girerse iyi biliniz ki o, mahbûb/sevgili değildir. Ve onun yanında Hakdan bir koku yoktur.’
[Bence şeyhin (vâridât) sözünden maksad, bâtmî hâllerdir. Hârici âzâlar ile hissolunan şeyler değildir. Çünkü Hz. Mûsâ, bütün ulemânın ittifakıyla (Cenâb-ı Hakça) sevgili olmakla beraber İlâhî tecellîyi seyre dayanamamış) bayılıp düşmüştür. Aııla!..]
Dedi: ‘Hak Tealâ; “ lP' İS&
jlpi Lji\'JL\j yiui /(Gecenin bir lasını ile gün ortasında, gecenin bazı vakitlerinde) Gecenin lâtif saatlerinde ve gündüzün uçlarında tesbîh et!” buyurmuştur. 
Bil ki, ‘etrâf tan maksat sabah ve akşamdır. Akşam, gecenin ibtidâsı, sabah gecenin nihâyetidir. Gündüz de, ibtidâ ile nihâyetin arasıdır. Nitekim gece de, bunun gibi nihâyet ile hidâyetin arasıdır. Hakîkaten Hak Tealâ bize gecenin anlarında (başladığı ve sona erdiği saatlerde) gündüzün etrafında (ibtidâ ve nihâyetinde) tesbîh etmekle emir buyurmuştur. Bu hükümde gündüzün zikrine (ıııânî) bir söz etmemiştir. Zira diğer bir âyette: “ ^ ^ û) ILjL llluı jl^İSi /Gündüzde senin için uzun sebili, yani boş zamanlar vardır”  buyurmuştur. (Şüphe yok ki gündüzün işin, gücün vardır).
Binâenaleyh (gündüz senin için, gece ve gündüzün ilk ve son saatleri de benim içindir) demek istememiştir. Her kim gecede ve gündüzün iki uçlarında Allah ile meşgul olursa Allah gündüz de onun içindir. Zira gece ve gündüz uçlarındaki bu meşguliyet, Hak için başlamağa, zaman bulmağa hazırlanmakdır. ’
Dedi: ‘Şerîat akim lübbü/özü, hakîkat de şerîatin özüdür. Bu, kabuğu muhafaza eden, özdeki (çekirdek ve içteki) yağ gibidir. Öz/iç, çekirdek yağı muhafaza eder. Kabuk da özü/içi muhafaza eder. Bunun gibi akıl, şerîati korur. Şerîat da hakikati korur. Her kim akılsız şerîat iddia ederse, onun dâvâsı sahîh değildir. Nitekim şerîatsız hakîkat iddia edenin (sözü) kabul edilmez.’
Dedi: ‘Âhirette sûretinin güzelliği, burada şerîatçe makbul olan hatıralarının değerine göre olur. Âhirette sûretinin çirkinliği de, mezmûm hatıralarının çirkinliği derecesine göre olur. Binâenaleyh son pişmanlık sana fayda vermezden evvel nefsin hakkında (ona göre) çalış.’
Dedi: ‘Ta’zîm hususunda Allah yanında merteben senin Allah’a kalbindeki ta’zîmin ve ondan utanmanın derecesine göredir. Bu itibarla eğer sen Allah’a (ta’zîmde ne kadar) îtina edersen Allah da sana o kadar îtina eder. Sen ondan haya edersen Allah da senden haya eder. (Sana azâb etmeyi şanına lâyık görmez). Sen onun emir ve arzularına riâyet etmez, öneme almazsan o da sana (dileklerine) ehemmiyet vermez. Binâenaleyh mızânm kendi elindedir. Dilersen ağır tarttır, dilersen eksik çektir. (Amel terazini her iki âlemde ağdırmak da eğdirmek de elindedir. Bu hususta ) kendinden gayrisini kınama.’
Dedi: ‘İlim, ameli gerektirir. Her kim amelsiz ilim olur derse onun dâvâsı bâtıldır. Mü’minlerden Allah’ın çizdiği sınırları tecâvüz edenlere uymamak yüzünden bu meselenin münâzaa mahalli (çekişme yeri) cidden incedir. Çoğu zaman; [Onlar âlim olsaydılar muhâlefet etmezler (ilimleriyle amel ederleı*)di. Halbuki onlar hiç şüphe yoktur ki Hak Teâlâ’nm kendileri için belli başlı sınırlar çizdiğini, onları tecâvüz etmenin kendilerine haram eylediğini bilirler. Onların bunu bilmeleri de, tabiîdir ki ilim ile ameli zarûrî kılar. Şu halde onlar Hak Teâlâ’nm belirli noktalarda kendisine isyan edenleri (emirlerini tutmayanları) muâheze edeceğini bilmiyorlar. (Yoksa bildikleri gibi iş yapmaları gerekirdi). Muâhezeyi (cezâ göreceğini) bilen kimseler, Allah’ın emirlerine aykırı hareket etmezler. Bunu bilmeyenler ancak isyan ederler) deniliyor.
Bundan anlaşılıyor ki âlim olan asla ilmine muhâlif iş yapmaz. Bilakis o ilminin tesir ve teshîri altındadır. İşte bu noktayı iyi teemmül et. Çünkü incedir. ’
Dedi: ‘İlâhî emir, İlâhi irâdeye kat’iyyen muhâlif olmaz. Çünkü irâde emrin haddinde ve hakikatinde dahil bulunuyor. İltibas/belirsizlik, karışıklık ancak onların emir sıygası (iyi düşünen ve anlayan için) bir emir olmadığı halde ona (emir) demelerinden ileri gelmiştir. Çünkü sıyga (emir) şüphesiz murâd olunan bir şey (ifâdeden ibaret)dir. Bu emir sıygaları tebliğcilerin dilleri üzere vârid olmuş (zıddı da) isyâıı sayılmıştır. Binâenaleyh hiçbir kimse Allah’ın emirine asla karşı gelemez, (isyan etti denilemez). Ancak bu (lisân ve ifâde) itibariyledir. İşte bu sûretle anlıyoruz ki hakîkaten Hz. Âdem’i ağaca yaklaşmaktan menetmek ancak bu keyfiyeti kendisine vahyetmiş olan meleğin bir sıygası (ifâde şekli) idi. Yoksa Âdem’in hareketinde bir isyan vâki olmamıştır. Yalnız bu kendi dili ve ifâdesi ile Allah’ın emrini tercüme edenin (kullanmış olduğu emir) sıygasına aittir. Yoksa Allah’ın emrinin hakikatine karşı değildir. İşte bu noktayı teemmül et/iyi düşün. Çünkü mesele incedir.’
Dedi: ‘Hâsirlerin hâsiri/zararlılarm zararlısı, kendi aleyhine şâhitlik eden (küfrünü ve fenâlığım itiraf ve ifâde eyleyen) kimsedir. Nitekim
saîdlerin en saîdi/hayırlılarm en hayırlısı da, kendi lehine şâhidlik edendir. Bu, iki tarafta (saadet ve şekavette) kendi aleyhine şehâdet eden bir başkasının mertebesi üzerine mukaddemdir. “ ılyjâlS 1
/Kâfir olduklarına dâir kendileri kendi aleyhlerine tanıklık edecekler”547 (âyetinde bu noktaya delâlet vardır). Kendi ifâde ve şehâdetleri ile nefislerini şâkî ve âsî yaparlar. Eğer onlar işin ne üzerinde olduğunu ve bulunduğu hâli bilmiş olsalardı, onu muhakkak kendilerinden reddederler, kendi nefislerine ma’siyet olan bir hüküm ile değil de bilfiil (makbûl olan bir işle) şâhitlik ederlerdi. Çünkü organlarımız şâhitlik ettikleri zaman hâssaten bir fiili tanıtır. Ama hüküm böyle değildir. Eğer onlar yalnız bir fiile şâhitlik etselerdi bu şâhidlik en az bir fazîha/rüsvaylık olurdu. Kendi aleyhine açık bir küfür ve Allah’ın emirlerine muhâlefet ettiklerine şehâdet edenlerden daha gizli, kapalı olurdu. İşte meseleyi lâyıkıyla anla.’
Dedi: [‘ Cüd sâhipleri/zenginler şüphe yok mahpusturlar'] şerefli hadisi (doğrudur. Evet) onlar, cennetten hapsedilmişlerdir. Çünkü mâlları ile/zenginlikleri ile fakirlik olan asıllarmdan çıkmışlardır. Hakîkaten bir kul her ne zaman Hakkın emrettiği yerlere ve adamlara bağış ve sadaka verirse Allah da onun verdiği şeylerin kat katını onun üzerine ihsân eder. Bu sûretle ona bir hicâb/perde artırır. (Çünkü malı, serveti dolayısıyla meşakkat ve meşguliyeti artar. Hakla unuttuğu anlar çok olur.) Eğer onlar kendi fakirlik sıfatıyla kalsalar, kendileri için Hakk’m katlayacağı katmerli gıdaları aramasalardı, Hak Tealâ anlara ancak kendi kıvamlarını sağlayan (hâllerine en muvâfık olan) şeylerden başkasını vermezdi.’
Dedi: ‘Vaktâ ki ilim, ‘û^j£ /varlıktan’ oluştan /Tâ ki
bilelim...’ ilâhî kelâmının zâhiri ile kendisine intikal edince ârif denilen, söylenilen şeylere karşı sükût etmiş (bir şey) konuşmamıştır. Halbuki nazarî bilgin bu sözü (Allah’ın bir şey hakkında “bilelim” demesini ilmine lâyık olmayan şeyleri) tevehhümden ve şüphecinin kalbini hastalandırmaktan, acındırmaktan hazer ederek; ‘meydana çıkaralım, bildirelim şeklinde’ te’vil etmiştir. Halbuki ilâhî bilgin bu kelâmın sırrını bilir ve bu söz onlara sürür verir. Ama o, bunu gizler/açığa vurmaz da zâhiri âlimin dediği gibi Allah-u A’lem/Hakîkatini Allah bilir,’ demiştir.
Binâenaleyh ilâhî olan bilmiş, muhaddisA^^» olan da selâmete ermiştir. Sen de bilmediğin şeyleri sana bildiren Allah’a (hiç durmadan) hamd-ü senâ eyle. Allah’ın sana (bu husustaki) fazl-u keremi çoktur, büyüktür.
Şeyh Hazretleri bu konuyu bir hayli uzattıktan sonra sözüne şöyle devam etmiştir:
“İşte bu îzâhattan anlaşıldı ki (her şeyi hakkıyla ve kemâliyle bilen) âlime mahsûs olan ve istifâdeli ilim (her ne kadar inat edip kabul etmesen de) buna göre (hâdis ve kadîme/yeni ve eskiye, âm ve şâmil olur.
/Celâlim hakkı için sizi iyice biîinceye kadar imtihan edeceğiz. Belâ ve musibetlere uğratacağız”  İlâhi kelâmını, (Cenâb-ı Hakkın bu beyânıyla) nefsi üzerine ne ile hükmeylediğini anla da sıfat âyetlerinin nazîrleri gibi hükmet! Bunların keyfiyetinden sana sorulursa (Allah bilir) dedi.
Bana zâhir olan mânâya göre Hak Tealâ’mn böyle demesi, ancak kullarını imtihan, onların makamlarını ve îmânlarını kendilerine tebeyyün ettirmek içindir. (Bakalım) îmânları akıllarına galebe edecek midir? Bu takdirde hiç durmadan ve düşünmeden buna inanacaklardır. Yoksa akıllarının hükmü imanlarma mı galip gelecektir? Bu takdirde onlar, hüsrâna uğrayacaklardır. Hakikatini Allah bilir.”
Dedi: ‘Dünya için kız kardeşinde/âhirette olmayan hüküm vardır. Çünkü ana, kızının üzerine nikâh olunmaz. (İnsan kaymvâlidesiyle evleııemez.) Müteşabihe/(Kur’ân ve hadisteki benzeyişin birkaç mânâ taşıyan sözlere) uyanlar muhakkak (doğru yoldan) sapmış ve Hakle’tan (bâtıla) eğilmiştir. Resûl üzerine tebliğden başkası yoktur. Allah bilir. 
Fütûhât’ın son bahsi olan (560.) bâbmda şunlardan bahsediliyor:
1- Bil ki Allah’ın kuvvet mânâsında olan eli cemâatle beraberdir/(topluluktadır.) Topluluk hiç bir zaman yenilmez. Meğer ki birbirinden ayrılalar. Din ile duran/dine bağlı olan cemâat de, bunun gibi tuttukları herhangi işte asla mağlup olmazlar. Onlardan muâraza ve mücâdele eden her fert ve dine bağlanmayan her topluluk hızlâne düşer. (Çünkü Allah onlara yardım ve muâveneti keser.) Ayrıldılar, parçalandılar mı mağlup olurlar. İnsan azalarının birleşmesi (bir işe hep beraber çalışması) da böyledir. Yekdiğerine dayanıp bir maksat üzerinde toplandıkları zaman şeytan onları asla yenemez. Ama ayrılırlar, her biri tek başına kalırsa mağlup olur.
2- Allah7m zikrini herhalde kalbinde dâima duyuyorsan muhakkak zikrin nûruyla kalbin nûrlanacaktır. Ve bu nûr, sana keşif getirecektir. Sana keşif gelince (haya) da gelecek ve keşif arkadaş olacaktır. Buna delilimiz; sana cevr ve haksızlık edene (kötülükle mukabele etmekten) ve kendisinde Hak gördüğün kimseden utanmaklığmdır.
Şeyh, bu konuda daha açıklamada bulunmuştur.
3- ['Her kim, bir iyiliği kasıt ve niyet eder de onu yapmazsa ona o iyiliği yapmadığı müddetçe (yapmış gibi) bir hasene/iyilik yazarım'1] kudsî hadisinde geçen ^ da İd burada zaman zarfıdır. Kulun üzerine geçen her zaman ki, kul o iyiliği yapmayı içinde kurdukça Allah Tealâ ona hasene/iyilik/sevap yazacaktır. Bu zaman isterse alabildiğine uzasın, sayıları artsın, muhakkak onun her hangi bir zamanda o iyiliği yapmayı niyet etmiş olması ve arzulaması için ona bir hasene vardır.
Kötü bir işi yapmayı içinden kuran için de söz aynıdır. Zira buradaki (iyilikte dediğimiz gibi) zarfıyet içindir. O da, o kötülüğü işlemek arzu ve niyetini besledikçe ve hatırladıkça bunun adedi ne kadar çok (ve zamanı ne kadar uzun) olursa olsun ve ne kadar zamanda tekrar edilirse edilsin her defasında ona bir kötülük yazılacaktır. Sonra bir defa fırsat bulup kul içinden geçen (özleyip durduğu) o iyiliği veya fenâlığı yaparsa Allah Tealâ o zaman ona iyilik için fazlu keremi ile on hasene, fenâlık için de adaleti ile muâmele ederek bir seyyie yazar. 
4- Kalp ile Hak’tan işitmekte meşhedlerin/müşâhede etmenin en âlâsı, kalbi Hazreti Muhammed’in ruhu ile beraber hazır bulundurmaktır. Bunu yapabildiğin takdirde Hak Tealâ’nm Resûlüne hitap ettiği şeyleri işitirsin. Çünkü Hakk’m, peygamberine yaptığı hitap yalnız sana yapmış olduğu hitabı gibi değildir. Hakîkaten Rubûbiyet makamı ki, kul orada çoğu zaman (kitaplarda) naklolunan şeyleri işitir. Sen de bu sûretle o makamda peygamberine tâbi olursun. O sana söylerse sen de ona söyle! O ketmeder, saklarsa sen de ketmet/sakla, kimseye açma.
Hiçbir (huzûr) makamı yoktur ki, herhangi bir şahıs veya velî, peygamberden daha büyük olsun. Şu kadar var ki huzûr makamının sözü ancak ona sarfolunur.
5- Allah ricâlinin büyüklerini ı’yân (her şeyin hakikatini olduğu gibi görmek) îmândan müstağni kılmıştır. Çünkü onların emâniyeti taşımağa kudretleri vardır. Zayıfladılar mı a’yânları (gider,) îmân ile perdelenirler. Makamın esrarını ifşâ edenleri insanların inkâr etmeleri buradandır. Bu inkârları ile de güzel iş yapmışlardır.
6- İrfan makamından kemâlleşen Hak Tealâ’nm nübüvvet, risâlet ve velâyet sâhiplerinin kalplerine vurduğu İlâhi mührü elinde tutan ismini müşâhede eder ki, kalplere girmesinin ancak Hakkın cemâlini (hizmet ve işi yönünden) müşâhede ettikten sonra vâkî oluşuna şâhid olur. Sonra bu oluşu süratle kalpten çıkar. Eğer bu mühürlenişten sonra vâki olacak hatıranın bir şeye takılması meselâ bir câriyeye tutulması ancak onun tabiatımn hüküm ve tesiri iledir. Yoksa üzerine mühür vurulmuş olan Rabbanî sırrın âdetâ bir evi mevkiinde (sayılabilen) mertebesiyle değildir.
Âmmenin esrânna gelince, hakîkaten bunun üzerine mühür vurulmuştur. Zulmet ve amâ/körlük, yokluk onun içindir. Allah’ın muhabbeti için (ondan) halâs olamazsın. Çünkü bu, ‘ /önüne
bakmayan kör deve gibi ayaklanıp gezmektir.’
7- İtikada ait meselelerin çekişme mahallerinden bahsetmeyi iltizam eyle ki, Hak Tealâ âhirette inandığın şeylerin aksi ile sana tecellî ettiği zaman Hakkın tanınmadığı, inkâr edildiği mevkileri bilesin. Her kimin ki inkâr olunma ve tanınmama mertebeleri ve tecellîleri hakkında esaslı bir bilgisi olmazsa onun orada rüsvay olacağından korkulur. O, evvelâ inkâr ettiğini ikrar etmeye döner. Bu hakîkat ise, münafıkları nifakında riyâkarları riyâlarmda ve bunların peşinden ve izinden gidenleri de yollarında uzatır. (Yol erir yürütür.) Hak Taelâ Hazretleri, ^
/Düzene koydular. Allah da düzenlerine karşılık cezâlarım verdi. Allah düzencilere cezâ verenlerin hayırlısıdır”550 buyurdu ki, burada Allah’ın mekrinden maksat, Allah’ın onlara mekretmesi/oııları kendi mekirlerine uğratması, kendi hileleriyle ancak kendilerini aldatmış olmasıdır. Bunların mekri de kendilerine aittir. Mekrin, üzerine çıktığı bir çok meslek vardır. İyi anla!..
8- Resûl-i Ekrem, ‘Arap şâirlerinin söylediği beyitlerin en doğrusu; ‘İyi bil ki, Allah’tan başka her şey bâtıldır’ sözüdür,’ buyurdu. Bil ki varlıkların hepsi bâtıl ile vasıflansalar dahi varlıkları bakımından Haktır. Lâkin makamın sultam/(tesir ve hâkimiyeti, hâssa ve mehâbeti) sahibinin
üzerine galebe çaldığı (bastığı) zaman o makamda bulunan zât, Allah’tan başka ne varsa hepsini varlıkları kendi zâtından olmadıkları için bâtıl görür. Onun hükmü yolduğun hükmü gibidir.
Burada bazı yönden (ve özel görüşten)dir ki, Hak Tealâ buna bir derece imtiyaz vermiştir. Sebebi; o varlığın varlığı, Allah’ın yarattığı varlıktan olmasındandır. Bununla beraber hakikatte Allah ile o varlığın arasında hiçbir yönden iştirak yoktur.
9- İnsan bütün varlıkları kendisinde toplayan bir nüsha (kâinat minyatürü) olunca onda her varlıktan bir hakikat bulunur. Ve o varlığa bu hakikatle bakar. Ve onunla münâsebette bulunur. Binâenaleyh ne zaman ki Hak Tealâ seni âlemlerden bir âlemde, yahut varlıklardan bir varlığın üzerinde durdurur ise, o varlığa bu hakikatin diliyle; ‘Ben her şeyimle seninle beraberim. Ben senden gayrisi değilim. Ben bizzat seninleyim’ de. O varlık senin bu sözünü işitince seni süzer, seni seçer. Kendi kuvvetinde bulunan hâssalardan sana sırlar açar. Bu makamda tahakkuk edebilen yalnız her şeyle beraber Hakkın maiyyet/beraberlik tecellîsini tadan kimsedir.
10- Bir yaratılmışın diğeri üzerine üstünlük taslaması ancak kendisinin diğer yaratılmışla beraber Hak Teâlâ’nm maiyyetinde bulunduğundan gaflette ve perdeli bulunmasmdandır. Eğer o Hak Teâlâ’mn yanında olduğunu müşâhede etmiş olaydı, muhakkak ki (öğünmek, kibirlenmek değil) tevâzûda bulunur, boynunu bükerdi.
11 - Her kimi zarf bağlamış (bir hâl içine almış) ise o, bir mahallin kaydında mahsûr, birbiri üzerine yıkılmış zulmetlerin içinde mahpûs kalmıştır, “jjj ^ ^ ^ $ t>İ9 ^ ^ /O elini
çıkarsa onu bile neredeyse göremeyecektir. Allah her kime kendi yanından bir nûr vermemişse, onun kendi kendinden bir nûru yoktur.”551
12- Hak Tealâ zâhir ve âşıkâr kılındığı zaman (bu görüş ve gösteriliş) ancak ilim ve iııamlış itibariyle olur. Çünkü Allah ihâta ve kavranış itibariyle müşâhede olunmaktan yüksek ve münezzehtir.
13- Ayrılığı birleştirip (Allah ile) vuslat(ta bulunduğunu) iddia etmekten sakın. Çünkü ben bu buluşmanın hakîkaten Allah ile değil, kendi kendinle (evhâmmla) birleşmiş olduğundan korkuyorum. Bu takdirde sen tam bir ayrılık ve uzaklık içinde bulunuyorsan (bunu bil de) nefsine karşı mugalâta yapma.
Hak Tealâ’yı müşâhede sûretiyle vuslatın doğru alâmeti şüphesiz ki senin kalbinin aynası, haricî âleme aksettiği zaman halkın zihninde ve kafasında bulunan hatıra ve düşüncelerin hepsini bilmekliğin, halkın da seni yaptığın bu keşifte (verdiğin haberde) tasdîk etmeleridir.
14- Her kim Hak Tealâ’ya ait mârifetini harflerden alırsa o, Hakk’ı bilmeyen bir adam demektir. Zira kendisinden İlâhi bir mârifet alman harfler onu perdeler (Hak ile arasına hâil olur). îşte bu hâl, Allah’a bir harf üzerine ibâdet eden kimselerde olur ki, onun için cûd/ilâhi feyiz nefhalanndan bir koku (bile) yoktur. Belki o, kokusunu (Haktan değil) harften almıştır. İşte bu adam oluştan oluşa, bidâyetten nihâyete döner durur. Gerçi onun bu hareketi bir çalışma ve araştırma olduğu için kendisine bir ecir ve mükâfat vardır. Ecir de öyle bir oluştur. Bu, (oluş) sahifesinden ve harf dökümlerinden dışarı çıkmaz.
15- Her kim kemâl ehlinden olursa, o ekvândan (âlemin hâdisâtmdan) perdeli olur. O kadar ki cebinde ne olduğunu dahi bilmez. Beş duygu ile hissedenlerin farklarını o günde bulundukları halde ayırt etmez. O kâmilin bu hâli, onları bilmediğinden, unuttuğundan veya onlardan gaflet ettiğinden değil, onlarla alâka ve ilişki edinmediğindendir. Hem de bu hâl onda Hak Tealâ’mn visâl hakikatlerini, tahakkuk ettirmesinden (Haktan gayrisiyle ilişiğini kesip kendini büsbütün Hakka vermiş olmasmdan)dır. Bu makamın efendisi Hz. Peygamber (a.s.), hurmayı aşılamanın lüzumsuz olduğunu söylemesi üzerine hurma bahçesi olan ashabın aşıyı terk etmekle, aşılandığı zamanki meyveyi vermediklerini kendisine haber vermeleri üzerine; ‘Siz dünyanıza uygun ve elverişli olanları daha iyi bilirsiniz, ’ buyurmuştur.
16- Müctehidlere itiraz etmekten ve onları toptan perdeli saymaktan sakınınız. Çünkü gayblerde (zâhir olmayan meselelerde) râsih kademleri/ihtisasları vardır. Onlar her ne kadar zan ile hükmederlerse de, onların zanlan birer ilimdir. Onlarla keşf-i aslî arasındaki görüş farkı ancak yol ayrılığmdandır. Fakat keşif ehli Allah’a basîret üzere dâvet ederler. Çünkü (bu hususta) vârid olan (emir ve beyânların) hudûdu üzerinde durmaları ile ittibâda (peygambere uymakta) sıdk ve sadâkatleri vardır.
İctihad erbâbı ise, bugün bir hüküm ile hükmederler. (İlmî kanâate varırlar). Yarın da ondan dönerler. Çünkü onlar basîret üzere değildirler. Ve çünkü şerîat kurucusundan yeni bir emir gelmedikçe basiretin hükmü kaldırılmaz.
17- Hiç hatırında olmayan şeylerin bir anda zihnine doğması ile konuşan nice evliyâ vardır. Evliyâdan bir kısmı da ilâhî kazâ yeryüzüne
inmezden evvel kaderlere muttali olur. Çünkü kazâ, kamer göğünün (ay yörüngesinin) içe bükük yüzünden arza kadar fezâda üç sene kadar dolaşır. Ve o günkü günlerde iner.
18- Kâmil/ergin kişi; ‘Allah’ım, bizim iç yüzümüzü (açığa vurup) rüsvay eyleme’ demez. Çünkü oııun içi de dışı gibidir. İkisi de birdir. Böyle yalvarmayı ancak kemal makamına erişmemiş olanlar yapar. Endülüs’lü kefîf Mâlıklı Şeyh Ebî Rebia’dan bana şöyle bir haber geldi; “Şeyh bir gün talebesi Ebû Abdullah Kureşî mübtelâyı işitir ki, duâsmda; ‘Allah’ım, bizi iç yüzümüzle meydana koyııp rezil rüsvay eyleme,’ diyor. Hemen ona: ‘Ey Şeyh Muhammed! İzhar etmediğin hangi şeyi Hakka izhar ediyorsun, için dışına müsâvî; hem de Allah ile değil midir?’ dedi. Kureşî bu sûretle uyandı, itirafta bulundu. Şeyhinin delâlet ettiği şeyi kullandı. İnsaf etti. Şeyhinden de talebesinden de Allah razı olsun.
19- Hak Tealâ seni kendisi ile birleştirdiği anda seni senden ayırır. O zaman seıı âlemde tesir, tasarruf sahibi olursun. Seni kendinle birleştirdiği vakit de seni senden ayırır. Sen de o zaman kulluk makamında durursun. İşte bu velayet makamıdır. Öteki ise, hilâfet makamıdır. İki birleşimden hangisini dilersen onu ihtiyar et.
(Hakîkat ehline) gizli değildir ki, senin kendinle toplanman, Hak Tealâ ile toplanmandan âlâdır. Çünkü sen, seninle birleşmende Hak Tealâ meşhûdun olur, (Hakkı görürsün). Senin Hak ile birleşmende ise, kulluk makamından ayrılıp Hak ile (dolmuş olmaklığın) sebebiyle Hakkı kaybetmekliğin vardır. İşte anla!...
20- (Vecd ve istiğrak duyulan ve görülen) hallerin zevkinden hazer eyle. Çünkü haller semm-i katil, perde ve mânîdir. Bir de haller, seni kendi cinsinin çocukları üzerine üstün, olgun kılar. Hâlin (onlar üzerine olan) tesir ve nüfuzu, onları sana (alâka, hürmet ve tâzim âdetâ) kulluk ettirir. Bu ise, rubûbiyet sıfatıyla onların üzerine bir tasallut ve tahakkümdür. Halbuki sen,
o vakit yaratılmış olduğun gayeden ne kadar uzakta kalırsın. Binâenaleyh sen, (öyle zararlı ve tehlikeli zevklerden kaçın da) ilim öğremneye, ilim ile meşgul olmaya bak. Zira ilim en şerefli makamdır. İlim sana ancak noksanlarını, hatalarını bildirir. (Kişi, noksamnı bilmek gibi irfan olamaz).
Haller, şimşekler gibidir. (Çakar, geçer). Nitekim, haller seni fevtetmez. (Zaman zaman sana gelir, sende haller zuhûr eder.) Bunun gibi sen de onları fevtetmezsin. (Ara sıra kendinde haller müşâhede edersin). Bunlar, (devam ettiğin) evrâd (ve zikrin) neticeleridir. (Evrâd ve zikre müdâvim olan) her kim zuhûru muhakkak olan hallerden bir şey ararsa (zikir ve evraddan maksadı kendinde hâl zuhûr etmesi olursa) o câhildir. Hak Tealâ ise, câhilden dost edinmez.
21- Ârif olan Allah’ın melerinden hiçbir an emin olmaz. Arif, bâzen Hakkın nidâsmı işiten kimselerden olur. Bu taktirde o âriflik makamından dönmüş, kevni (âlemi ve ondaki İlâhî isimlerin bedâyiini) müşâhede ile Hakkı (onlardaki İlâhî sadâyı ve Rabbânî nidâyı) işitmekten perdelenmiş olur da onun yanında (ruhunda) Hakkın nidâsmı duyabilmekten bir sağırlık doğar, (hâsıl olur). O kevnden (Haktan değil de, hâricî âlemden) nidâ olunduğu zaman (o nidâyı) işitir. (Onu Hakkın nidâsı sanır ve öyle inanır da) dalâlete düşer. (Hak yolu şaşırır). Ve başkalarını da sapıtır. (Öyle nidâlar, sesler yalmz Haktan olmaz. Şeytandan, cinden de gelir. Böylelerine onlar daha çok musallat olur. Bunları ayırt edecek İlmî ve İlâhî mârifete ait şaşmaz bilgisi olmayanların hâli, bu mevkilerde çok tehlikelidir, gümbürtüye gider). Biz bundan Allah’a sığınırız.
22- Halik’m zâtını bilmek iddiasından sakın ha. (Bilemezsin). Çünkü varlığın iki mertebesindesin. Şâyet (böyle bir fikre saplanır) fitneye düşürülürsen Vâhid Tealâ’yı (zâtını ve hakikatini) ancak ve yalnız kendisi bilir. Zevkten geçerek Tevhîd’in mânâsım yükselt. (Allah’ı birle ve birliğini ulula). Tevhîdden bizler için tecridden başka ne var ki. Mutasavvıfların yanında tevhîd ile tâbir olunan şey bu tecriddir. (Allah’ı âlem ve eşyâdan ayrı bilmek ve mutlak varlık olarak birlemektir.)
23- Eğer Hak Tealâ illet olsaydı irtibat (birbirine bağlanmak) lâzım gelirdi. Bir başkasına bağlı olan şey için kemâl, kâmil olmak doğru olmaz. Hak Tealâ (illet değil,) illetlerin Hâlik’ıdır.
24- Ruhum Hallâc ile buluştu. Ona dedim ki: ‘Niçin evini harap olarak terk ettin?’ Gülümsedi ve cevap verdi: ‘Onu boş bıraktığım zaman ekvân/oluşlar, olaylar ellerini onun üzerine uzattı. Kavmim içinde Hârun’u yerime vekil bıraktım. Benim ortadan kaybolmamla kavmim onu zayıf addettiler. Evimi tahrip etmek üzere toplandılar. Derken işte temellerinden yıkabildikleri kadar yıktılar. Ben o zaman fânî olmuştum. Fânîlikten sonra tekrar kendime getirildim. Evime gönderildim. Ne göreyim, bir de baktım ki ona fenâ akıbetler gelmiş. Gönlüm de onu nefyetti, kabul etmedi. Artık ben (büsbütün harabolmuş) bir evi imar etmem, dedi. Ekvanm/zamanm eli üzerinde hâkim oldu. (Tabiî hâdiseler hükmünü icra etti). Ben de bir daha oraya girmekten çekindim. (Bir yerde bozuldum kaldım.) Hallaç öldü denilmiştir. Halbuki Hallaç ölmedi. Fakat o ev harap olmuş, içinde duran göçmüştür.’
25- İbn-i Atâ’ıım devesinin ayağı (lcuma-çamura) dalınca İbn-i Atâ: ‘Cellallâhü/Allah’ın şânmı ulularım,’ dedi. Deve de ona: 'Allah senin bu ta’zîminden uludur. Çünkü baş onu yukarıda aradığı gibi, ayak da onu aşağıda arar,’ dedi.
Bir şerefli hadiste: ‘Yukarıdan aşağı bir ip sarkıtmış olaydınız, muhakkak Allah’ın üzerine inerdi,’ denilmiştir. Bu itibarla deve Allah’ı, İbn-
i Atâ’dan daha iyi tanıyordu. Hem de onun şeyhlerinden birisi idi.
26- Hak Teâlâ’ya lâyık olan tevhidi ancak Hak Tealâ bilir. Biz onu tevhîd ettiğimiz (birlediğimiz) zaman yalnız O’nun rızâsının ve lisânının tevhîdi ile birleriz. Çünkü istihlcâk tevhidi (öyle ki) ne ilim, ne kasıt, ne irâde ve ihtiyar hiçbir şey onunla beraber olmaz. Akil olan bilmediği bir konağa girmez. Çünkü çoğu zaman orada tehlike ve mehlekeler olur da mahvu helâk olur. Konak ancak bânisi ile bilinir. Hak Tealâ senin için bir konak bina etmiştir, onu imar edesin diye. Onu sen yapmadın. “ ^ °M\ fjMjaî
jjjlJUül jkj /Rahimlere döktüğümüz suyu görüyorsunuz. Söyleyin bakalım, onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz mi yaratmaktayız? (Fırlatıp attığımız meniyi/insanm sermayesi olan o suyu siz mi yarattınız, yoksa yaratan biz miyiz?”552
Binâenaleyh konağının kapısı önünde dur. O kadar ki Hak Tealâ seni elinden tutsun ve seni sende bekletsin.
27- Yerde yürüyen niceleri vardır ki, toprak ona lânet eder. Yere ne kadar secde edenler vardır ki toprak onun secdesini kabul etmez. Ne kadar duâ edenler vardır ki onun duâsı dilini, hatırası da mahallini geçmemiştir. Kilise ve manastırlarda sevgili nice velîler, namazgâh ve câmilerde de Allah’ın buğzettiği nice düşmanları vardır.
28- Kelime (Allah’ın irâde ve hükmü) tahakkuk etmiş, hikmet durmuş, yerini bulmuş, emir infaz edilmiş, ne ziyâde ne de noksan... (Ayniyle tatbik olunmuştur.) Allah’ın emrini geri aldıracak, hükmünü geri döndürecek (hiçbir kuvvet, kudret) yoktur. Boyunlar bükülmüş, eller aşağı indirilmiş, ameller dağılmış, bilgiler bitmiş atılmış, asırların darbesiyle beller kırılmış, zaman ve hâdise yüzmeyi ve soymayı yok etmiştir. Bundan yüzülür, ona giydirilir.
29- Lâ ilâhe illallah sözünü çok söyle. Çünkü bu, İslâm kelimesidir. Hem de zikrin efdalidiı*. Zira ilmin ziyâdesini bu kelime ihtiva eder. Nefıy ve isbat arası bu sözde birleşmiştir.
30- Lâ ilâhe illallah ehli ile mücadele ve düşmanlık etmekten sakın. Çünkü onlar için Allah’tan umûmî velâyet vardır. Onlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak sûretiyle yeryüzü dolusu hata ve günahlara da gelseler Allah’ın dostlarıdır. Zira Allah, onları günahlarının bir misli mağfiret ile karşılayacaktır. Her kimin ki velîliği sâbit olursa onunla savaşmak men olunmuştur. Her kimi de Allah seni onun Allah’a düşmanlığına muttali kılmamış ise, sen onu düşman tutma! Onun Allah’ın emrini ihmal ettiğini bilmediğin zaman ahvâlini (fenâ hallerini, kötü sanışlarmı) azalt. Eğer sence onun Allah’ın düşmanı olduğu ve müşrikten başka birisi olmadığı tahakkuk ederse, teberrî et. (Ondan ayrıl, uzaklaş). Allah’ın kullarına imkân (ve ihtimal) ile lisâna zâhir olan şeylerle adâvet eyleme! Ancak onlara sağlam bir bilgi ile husûmet göster. Halbuki onunla senin ne alâkan vardır!
Şeyh-i Ekber, bu konuda daha bir şeyler söylemiş, sonra sözüne şöyle devam eylemiştir:
“Allah’ın yarattıklarının cümlesine (hayvan, bitki, cemâd/cansızlar her şeye) şefkat ve merhamet göstermeye çalış. Onların yanında kendileri ile beraber yapacağımız (birlik olacağımız) hiçbir hayır ve fayda yoktur, deme! Evet, onlarda hayır da vardır. Halbuki (böyle düşündüğün için) senin yanında (görüşünde) hayır yoktur.
31- Amelden bir şeyi hakîr görmekten sakın. Zira Hak Tealâ onu yarattığı ve îcâd ettiği anda hakîr görmemiş, sana emrettiği hiçbir işi ancak o emri ile o işe itina etmiş ve değer vermiş olduğu için teklif eylemişti. Hattâ seni, kendi yanında büyük mertebede olmaklığmla beraber seni o iş ile mükellef kılmış (ona değer ve önem vermekle vazifelendirmiş)tir. Bu da senin, teklif ettiği o işe mahal ve onun varlığına sebep oluşundandır. Sen olmasaydın o işe mahsûs bir şekil ve sûret zuhûr etmezdi. Amellerine riâyet ettiğin gibi sözlerine de dikkat ve riâyet etmekliğin gerektir. Zira sözün de amelinden sayılır. Bir şerefli hadiste: ‘Allah, her söyleyenin lisanı yanındadır,’’ denilmiştir. Allah neyi söylemeyi menetmiş ise, ona inanmış olsan dahi lisanın ile söyleme! Zira, sana ondan (söylediğinden) soracaktır. Allah’ın sana vermiş veya vermemiş olduğu şeylerde Hakka riâyet et. Zira Allah’ın sana (istediğin) şeyi vermemiş (bir şeyden seni men veya mahrum etmiş) olması, ancak senin sabır ve tahammül etmekliğin içindir ki, sana bu sûretle muhabbet edecektir. Muhakkak ki o, sabredenleri sever. Sana vermiş, ihsân etmiş olduklarını da ancak şükretmekliğin için vermiştir. Sana bu yüzden muhabbet edecektir. Muhakkak ki o, şükredenleri sever.
32- Bir şerefli hadiste: “Siz günah işlememiş olsaydınız herhalde Allah sizi göçürür, (yerinize) günah işleyen ve Allah ’a istiğfâr (afinnı niyâz) eden bir kavim getirir. Ve onları yadigardı” buyurulmuştur. (Ki burada dikkat olunacak bir nokta vardır:) Resûl-i Ekrem (s.a.s.) yalnız; /Bir kavim getirir,’ demiş de İlâhi hükümleri muattal bırakmamak için onların götürülmesi/göçürülmesi ile yetinmemiş, (yerine diğerinin getirileceğini beyân buyurmuş)tur. Çünkü Hak Tealâ kullarının günah ve hatalara düşmesini ve neticede ancak kendisinden af niyâzında bulunmalarını ve bu sûretle onları affetmeyi, suçlarından geçmeyi ve hatalarını örtmeyi hüküm ve irâde buyurmuştur.
33- Şerîat kumcusunun sükût ettiği şeylerde (kıyas ve istidlâl ile bir hükme varılarak onlara) bir yol bulmayı terk etmek, öyle bir yol bulmak ve öyle bir yola uymaktan daha evlâdır. Hem de ecir ve sevabı daha çoktur. İsterse o yol, güzel bid’at olsun. (Ona uymamak, Peygamber ve ashâbımn yapmadığını yapmamak ve sonradan çıkarılan dinî âdetlere tâbi olmamak doğrudur.) Çünkü yeni bir sünnet ve dinî bir âdet ihdâs eden, muhakkak ki ümmete zahmet, külfet verecek bir şeyi teklif etmiş (ve ilâve yapmış)tır. Eğer o makbûl olsaydı, onu Rasûl-i Ekrem yapar veya emir ve işâret ederdi. Böyle bir sünneti, âdeti korumak herkesten ziyâde ona lâyık idi. İşte akıl ve muhâkemeyi bu benim sana zikretmiş olduğum şeye ver. (Düşün de doğrusunu bul). Bundan anlaşılmıştır ki, her kim bu ümmete (Kur’an ve hadislerde) vârid olandan gayrisini yüklemişse o, zamanın hükmüdür. Onun bulduğu ve koyduğu âdet kâmil ve mükemmel olan Resûl-i Ekrem’in koyduğundan (elbette) üstün değildir.
34- İtimat etmemek sûretiyle sebepler üzerinde dur. Çünkü Allah seni sebepler üzerinde durmaktan menetmemiştir. Ancak sebeplere meyil ve onlara dayanmaktan men eylemiştir. Nitekim Hak Tealâ’nm “
V) 4İLı /Onların ekserisi, Allah’a ortak koşmadan (hâlis olarak) îmân etmiyorlar”553 kelâmı bu hususa işâret etmektedir. Yani gizli şirk yapıyorlar ki, bu sebeplere dayanmaktadır. Eğer, nefsini ey kardeşim, sebeplerin yanında eşit ve beraber görürsen, muayyen sebebi ve o sebebin varlığı hâlini yukarıdan aşağıya kes, ayır! Buna muvaffak olduğun takdirde bil ki sen hakkıyla mü’minsin. Bu makamda Allah sana bilmediğin, ummadığın yerden rızık ihsân eder. Her kim de tam bir tevekkül ve ummadığı yerden rızıklandığım iddia ederse o, kâmil kişi değildir. Rızıklardan öylesi vardır ki, kul o rızkı Allah’ın hâzinelerinde olan ve onun tasarrufu altındaki şeylerden yemeği akima getirmez, hesaba almaz. O Allah’a (hakkıyla) inanmış değildir. Zira onun hesabında Allah’ın kendisine rızık vereceği yoktur. Ve o rızık onun yanında hâsıl olan zarûrî bir şeydir. O kimse ummadığı yerden başka bir şeyden rızıklanmış değildir. Bu öyle ince bir meseledir ki, onu Azîz ve Celîl olan Allah’tan gayrisi bilmez. îşte bunu böyle bil!
35- Yeryüzünde ululuk, üstünlük istemekten, yahut bozgunculuk yapmaktan sakın. Hakîrlik, gönül alçaklığı, kırılmak ve silik yaşamayı iltizam et.
Eğer Allah senin kelâmını yükseltir, sözünü nâfîz kılarsa, onu ancak Hak Tealâ yükseltmiş ve nâfîz kılmıştır. Bu da, Hak Tealâ’nm sana halkın gönüllerinde yükseklik ihsân etmesi olmuştur. Bu sözümüzün izahı şöyledir: Hak Tealâ seni ancak topraktan vücûda getirmiştir. Senin annene karşı üstünlük taslaman uygun olmaz. Zâhid/âbid ve keremli görünmekten hazer et. Bunların zevk ve halâvetini tatmak arzusu ve bunların yükseltecek olduğu kanâati nafsinde vardır. Doğrusu işte bu arzu, seni emsâl ve akrânın üzerine ve kanaat yeryüzünde yükselmek isteğindeııdir.
36- Şerîat kurucusu, Resûl-i Kibriyâ’nm ümmetini (Allah’ın sıfatları, hâssaten kazâ ve kader meseleleri üzerinde) ‘haklı dahi olsa’ mücadele ve mübaheselere girişmeyi terk etmeleri hususuna teşvik etmesi, anlayış ve kavrayışı kıt kimselerin onları işitmiş olacağı eııdişesindendir. Neticede bunlarla bâtıl bir mezhep yapar, yanlış bir yola sapar. Meselâ, bâtıl mezhepte olanın muhabbetin zâhirini bıraktığını ve hasmı üzerine mugâlebe/pekiştirme yaptığını görecektir. (Hak yolda olana karşı yapacağı mugalataları doğru sanacak, açık delillere edeceği itirazlar onun kafasında yer edecektir.) Sonra nefis, çoğu zaman sahibini aldatır ve ona: "Sen Hakka yardım etmek yahut zihni açmak ve parlatmak için onunla mücadele ve münâkaşa ediyorsun. Yoksa onun mezhebi, imamının söylemiş olduğu vâhî/mânâsız sözlere yardım etmek (önem vermek) gayesiyle değildir,’ der. Halbuki bu zât; [‘Allah, her söyleyenin lisanı yanındadır,’] şerefli hadisini bilmez. Evet mücadeleci her ne kadar (durumunu ayniyle) bilmese (ve görmese) de Hazreti Aynında (Hakk’m huzûr ve divanmda)dır. Madem ki biz büyüklerin huzûrunda sesimizi yükseltmekten men olunduk ise, Hakk’m divanında nasıl olur da bir başkasıyla çekişip atışabiliriz. İşte meselenin inceliğini ve edebini anla!
37- Ehlullah vaktâ ki bir kulun bütün halkın mizacına uygun gelebilecek güzel ahlâkı getirmeye (herkesi memnun edebilmeye) muktedir olmadığım gördüler de (onlardan geçerek yalnız) Allah’ın razı olacağı
İşte bu, akılların kısalığından, kısırlığından ve her yerde onların aklî delilleriyle beraber durmalarmdandır. Halbuki Mûtezilecilere böyle hareket etmek (her zaman ve her yerde sırf akıl ve mantığa dayanmak) .uygun olmaz. Belki onlara lâyık olan, hitaptaki şer’î maksada nazar etmek (lâzıııı)dır. Hitâbeden hangi lisan (ve tarzda) hitabetmiştir. Ve o husûsî ümmet hakkında hangi örf ile muâmele vâki olmuştur. (Dikkate almak gerektir.) A’rabîden birkaçı, kendisinin güzel huyunda üstün ahlâkını (beyân maksadıyla) şöyle demiştir: ‘Ben hakîkaten bir vaîdde bulunduğum yahut va’dettiğim zaman vaîdimi bozarım. Ama va’dimi (mutlaka) îfâ ederim. Fakat Ceııâb-ı Bârî Tealâ hakkında vaîdini bozdu denilemez. Bil ki Allah Gafûrdur, yarlıgayıcıdır. Kulunu cezâlandırmaktan vazgeçer, affeder,’ denilir. Doğrusunu Allah bilir.
Aıtık bundan sonra kitaba, kıyâmet gününe ve onda vukû bulacak şeylere, cennete ve cehenneme (ondan Allah’a fazlu keremiyle sığınırız. Ya Rab, duâmızı kabul buyur) ait söze ve meseleler hakkında güzel bir hülâsâ, Fütûhât-ı Mekkiyye’nin bâblarmdan alınmış özetler ve şeyhlerimizden bir kaçının kelâmiyle perçinlemek sûretiyle nihâyet vereceğiz:
1- Bil ki Hak Tealâ, İsrafil’e; “Sûr’u üfür” diye emrettiği zaman kabirlerde ne varsa deşilip açılacak. Sonra insanlar ve bütün hayvanlar dirilip bir yere toplanacak. Bu da, arzın ağırlıkları (yerin içinde tuttuğu canlı mahlukların vücûdunu teşkil eden maddeler) çıkarıldıktan yerin içinde yerin esas kendine ait maddesinden gayrı bir şey kalmadıktan sonra olacak (insan ve canlı varlıklar) âleminin hepsi mahşer yerinin önündeki zulmete getirilecek, oraya bırakılacak. Ta ki birbirini görüp tanımayacak, gökte ve yerde vâki olan değişme keyfiyetini dahi görmeyecekler. O zaman yeryüzü bir deri gibi çekilip gerilerek uzatılacak (düzlenip yapılacak.) O kadar ki, yeryüzünde hiçbir eğrilik, çukurluk, yükseldik (dağ, tepe) göremeyeceksin. (Her taraf dümdüz bir ova, uçsuz bucaksız bir sahra olacak) ve o zaman dünyaya sâhire (uyanık) adı verilecek. Zira, onda uyku olmayacak ve çünkü dünyanın zevâlinden sonra hiçbir kimse için uyku yoktur.
2- Soııra dünyadan yıldızlı göğün sathına doğru yükselen istikâmette sırat (köprü) konulacak. Bu sıratın nihâyeti, cennet sûrunun hâricî olan otlukta (yeşil sahada) bitecektir.
Şeyh Ekber, diyor ki:
“Nâsın ilk gireceği cennet, na’îm cennetidir. Me’dübe (ziyâfete) gelince, bu yeşil sahada olacak. Bu ziyafet, beyaz hâlis undan yapılmış (zerde) olacak. Ziyâfette bulunanlar bundan yiyecekler. Sonra bazıları kalkıp
ceııııet ağaçlannm sum üzerine düşen dallarından aşağı sarkan meyvelerinden toplayacaklardır.
3- Mîzân (teraziler) de, mahşer yerine konulacak. Her mükellefe mahsûs bir terazi olacak. Cennet ile cehennem arasına A’rafm sûru çekilecektir. Hak Tealâ A’raf ı terazilerinin iki başı (günah ve sevapları) denk mü’minler için yaratmıştır. ‘Her mükellef için bir terazi vardır’ dememizin mânâsı; her bir adam için terazi televvün edecek. Yani, kulun bu dünyada bulunduğu hâlin sûretine göre renge girecek. (Onun hâlini aksettirecek)tir. Yoksa haddi zâtında terazi birdir. Müteaddid mîzân yoktur. Hak Tealâ hazretleri vakıalardan birinde bana (âhirette kurulacak) mîzânı böyle gösterdi. Bir de Hak Tealâ insanın vücûdunu terazi şeklinde yaratmıştır. (Hele bir kere dikkat et;) terazinin iki başını, insanın sağı ve solu yapmıştır. Terazinin dili (gösterge) ciheti de, ayakta ve dik duruşudur ki, o hangi tarafa olsa meyleder. Hak Tealâ buna (işâretle); “ JaLıŞlb
/Ölçüyü adaletle (dosdoğru) tutunuz, teraziyi bir tarafa eğdirmeyiniz”554 buyurmuştur. Yani; “mâsiyetlere meyletmeyiniz, günah ve fenâlıklarda bulunmayınız,’ demektir. Hakîkaten Allah Tealâ seâdeti sağ başa, şekaveti de sol kefeye mukârin kılmıştır. Tam ortada durmak, Beka’ya inhirâf (sola eğilmek) helâka sebeptir.
Âhiret terazilerinin hepsi dünya terazileri gibi göz hâssamızla idrak olunabilir. Fakat, âhiret mîzânları dünyanın aksine temsîl olunmuştur. Bu da amellerin maddeyi temsîl ettiği gibidir. Sonra amelleri tartmak için mîzânlar konulduğu vakit bütün halkın amellerinin hepsini ihtiva eden (içinde bulunduran) kitaplar onlara konacaktır. Ama bu ameller, dışta görünen (zâhiri) ameller olacaktır. Bâtınî ameller değildir. Çünkü Bâtınî ameller gözle görülebilen mîzâna asla katılmayacaktır. Fakat bâtmî amellerde adalet ikame olunacaktır ki, bu manevî ve hükmî bir mîzândır. Beş duyu organımızdan biri ile yapılan ameller his olunana, dış organlarımızdan biriyle his olunmayan mânevî ameller de aynı sûretle mânevî olana, his olunmayana mahsûstur ki, her birisi kendi benzeri ile karşı karşıyadır. Mîzâna en son konulacak olan “Elhamdülillâh” olacaktır. Buna dâir; ‘Elhamdülillâh mîzânı dolduracaktır’ diye hadis vârid olmuştur.
Evet hakîkaten Lâ ilâhe illallah kelimesi mîzânı Elhamdülillah gibi doldurmayacaktır. Çünkü hayırlı işlerin her birine kendi cinsinden diğer bir amel mukabele edecektir. Ki bu hayır, onu dengesinde tutacaktır. Halbuki Lâ ilâhe illallah cümlesine tekâbül eden, şirkten başka bir şey yoktur. Bir kimsenin mîzânmda tevhîd ile şirk asla birleştirilmeyecektir. Diğer günahlardan şirkten gayrisi ise, bunun tersinedir. (O günahların hayırdan bir karşılığı vardır.) Çünkü bir insan tam inançla bir kere Lâ ilâhe illallah derse o, Allah’a şirk etmez (ortak ve denk tutmaz). Eğer şirk ederse o, Lâ ilâhe illallah sözüne lâyıkı ile itibar etmemiştir. Eğer bunların arasını birleştirmek doğru olursa Lâ ilâhe illallah (tevhîd) kelimesi de mîzâna katılmaz, konmaz. Çünkü bu cümlenin terazinin diğer kefesine konacak bir muâdili/dengi yoktur.
Defterler sahibine gelince, bir Lâ ilâhe illallah cümlesi mîzânma konulacaktır. Zira, o inanarak Lâ ilâhe illallah diyordu. Fakat bununla beraber hiçbir hayır işlememiş, üstelik bu kelimeyle beraber fenâlıklar yapmıştır. Bu takdirde Lâ ilâhe illallah kelâmı, kötülük defterinden 99’a karşılık olarak konulacak, yine de Lâ ilâhe illallah kelimesi terazinin bulunduğu başını tamamiyle basacak, amel defteri hafif gelecektir. (Hiçbir şey ağırlıkta Allah’ın adıyla boy ölçüşemeyecektir.)
4- İnsanlar, mîzânlardan (amelleri tartılmadan) boşaldıktan sonra Hafaza melekleri onların önlerinde elleriyle dünyada yazmış oldukları (mükelleflerin işlerini ve sözlerini hâvî) kitaplarla duracaklar. Bu kitapların içinde (yalnız yaptıkları amelleri ve söyledikleri sözleri vardır.) İnançlarına ait bir şey yoktur. Ancak itikada ait olanlardan konuşmak sûretiyle kendi nefisleri üzerine şehâdet ettikleri şeyler vardır. (Her birisi kendi amel defteri olan) bu kitapları kendi elleriyle boyunlarına asacaklardır. Onlardan bir sımf kitabını sağ eli ile alacak, bir sınıf da sol eli ile alacaktır. Kitabını arkasından alacak olanlar da vardır ki bunlar, (dünyada) kitabı (Kur’ân’ı okumaya lüzum görmeyip) arkasına atmış ve ona mukâbil az bir para (küçük bir menfaat ve mevki) satın almış olanlardır. Bunlar ancak (dinini, kitabının hükmünü dünyaya değişen kendisi) saymış (ve başkalarını da ) satmış imamlar (hocalar, müftüler, şeyhler)dir. Şunu da bil ki, kitabı sağından verilen kimse mü’mindir. Kitabı solundan verilen kimse münafıktır. Çünkü müşriğiıı okuyacağı kitabı yoktur. İşte bunun içindir ki Hak Tealâ münafığa; “lluA iilumj ^ tjii /Kitabım oku, bugün hesap görmek için
sen sana yetersin” (Kitabım oku! Nefsinin bugün sana hesap vermesi kâfidir)”555 buyuracaktır. Bu sûretle Hak Tealâ kitabını solundan almış olanı itâbetmiş, (hem de) onun ulu Allah’a îmân etmez idiğini mahşer halkına îlân eylemiştir. Binâenaleyh ondan İslâm değil, îmân selbolunmuştur. Çünkü görünür hâlinde kanını, ehlini ve malını kurtarmak için İslâm’a (İslâm’ın 
emir ve hükümlerine) boyun eğmiş, (şehâdet kelimesini söylemiş ve belki zâhirini korumak, İslâm’ın bahşettiği nimet ve menfaatlerden faydalanmak ve hattâ nimet sahibine itimad vermek için bir çok iyi ameller ve hayırlar da yapmıştır). Ama iç âleminde yine de bir müşrik, ya münkir yahut mütekebbir veya kâfirdir. İçinden îmân etmemiştir. Bâtını îmânın tersinedir. Çünkü îmân, kalp işlerindendir. Ona kimse muttali olamaz.
Kitaplarım arkalarından alanlara gelince, bunlar kendilerine kitap (ilim) verilenler, fakat onu arkasına atanlar (amel etmeyenlerdir. Kıyâmet günü olunca onlardan birisine; ‘Kitabını arka tarafından, dünya hayatında bıraktığın yerden (atmış olduğun yerden) al!’ denilecek ki bu kitap, (Allah’tan kendileri için gönderilmiş olan semâvî) münzel kitaptır. Yoksa amellerinin kitabı değildir. Çünkü o kimse bu kitabı arkasına attığı vakit onu artık bir daha geriye gelmeyeceğini zannetmişti. İşte bu da, Cenâb-ı Hakk’m kıyâmet gününde onu bu hareketiyle itabedeceği ve hâlini anlatacağı zaman ona diyeceği şudur: ‘Sen bu kitaba kavuşacağını (o zaman dünyada) zannetmiş miydin?’ ‘(Hayır, artık bu kitabı bir daha görmem ve elime almam,’ demiştin, değil mi?)
5- Sonra: (Havuz getirilecek ki) bunun suyu bardaklarından fırlayıp içine dökülmekte, bardakları da kendisinden içeceklerin sayısınca (etrafında sıralanmış) bulunmaktadır. İçine iki enbûbe/musluk takılmıştır. Birisi altın, diğeri gümüştendir. Havuz, bir sûra yanaşmış, sûrdan iki musluk çıkarılmıştır. İşte mü’minler bu havuzdan içecekler. Şunu bil ki havuz ve sırat, ilim ve amel şekillerinde televvüıı edecekler. (Örnek ve sürette görünecekler.) Havuz ve sırat, şerîatin hakîkati ve hükümleridir. Havuz, şerîatin ilimleri, sırat da amelleridir.
Binâenaleyh havuzdan içmek şerîat ilmini kavrayış derecesine, sırat üzerinde yürümek ve dosdoğru gidebilmek de, şerîate uymanın derecesine göre olacaktır.
Kim ki şu dünyada Allah’ın hoş görmediği şeylerden çekinmek, kaçınmak ile nefsine darlık, sıkıntı gelmiş ise, sırat ona geniş gelecektir. Her kim burada verâı terk etmiş (Allah’ın sevmediği şeylerden uzak durmamış) ise, sırat ona (buradaki şehvânî zevk ve sefasında, şerîate aykırı hâl ve hareketlerindeki) ifratının derecesine göre dar gelecektir. Sırat, hakikattir. Ama buradadır. Orada değildir. Zira bir kul orada ancak, bu dünyada iyi amellerden veya kötü fiillerden yapmış olduğu surat üzerinde yürüyecektir. Fakat bu sırat, şu dünyada (zâhir değil) bâtındır. (Dış duygularımızla hissolunabilen) bir şekil ve sûret ona şâhidlik etmez. (O İlişlerimizden
birisine dokunmaz). Fakat kıyâmet gününde hissolunur, (görünür halde) uzun ve uzatılmış bir köprü olarak cehennem üzerine çekilecektir. Bu köprünün başı mahşerdeki durak yeri, nihâyeti de cennet kapısı olacaktır. Her kul onu görünce onu azalarıyla bina ettiğini, eliyle yaptığını anlayacaktır. Herkes bu sırat üzerinde kendi nûru ile yürüyecektir. (Kimse kimsenin yüzünden faydalanmayacaktır.) Orada bize nûr lütfetmesini Allah’tan niyâz ederiz.
6- Sonra türlü renk ve ziyâlarla süslü minberler getirilecek, mahşer yerine dikilecek. Peygamberler onların üzerine oturacaklar, nûrlar onları saracak, hiçbir kimse onları üzerlerinde parıldayan göz kamaştırıcı ilâhî hiPatinden (peygamberlik kisvelerinden) ilelebed (hangi çeşit) rahmette (şefâat ve mevkide) olduklarını tanıyıp (tâyin) edemeyecektir.
7- Her insan beraberinde şeytan ve melekten arkadaşı, dostu ile gelecektir.
8- O gün saîd ve şakîlere mahsûs bayraklar yapılacak, her zümrenin Hakk’a yahut bâtıla dâvet eden imamları, önderleri ellerinde birer bayrak tutacak. Her cemâat (dünyada sevdiği, uyduğu) Rasûlünün (imam ve liderinin bayrağı altında) toplanacak, (bu sûretle mahşer halkı içinde) îmân ve inkâr edenler (dünyadaki gibi ayrılıp bölük bölük şeflerinin etrafında) bulunacaktır. Ferdler (tek başına yol tutmuş olanlar) ve peygamberler insanlardan uzak bir yerde toplanacaklar. Rasûller ise, bunların aksine (halkın içinde bulunacaklardır. Zira, onlar asker (ümmet) sâhipleridir. (Tâbîleri, taraftarları çoktur). Onlara tahsîs olunmuş makamlar vardır. Hak Tealâ Hazretleri, o arzda (mahşer yerinde) fasl ve kazâ (mutlak adaletin tecellî edeceği büyük mahkemenin muhâkeme ve hüküm) salon ve sahasının önünde yüksek bir makam tâyin buyurmuştur ki bu, cennetteki Makam-ı Mahmûd denilen (vesîle)den uzatılmıştır. Bu makam, hâssaten Hz. Muhammed (a.s.)’e aittir.
9- Her gökteki melekler de birbirlerinden, her gökte olanlar diğerlerinden fark olunacak nişan ve alâmetlerle gelecekler. Her gök ehli bir saf teşkil etmek üzere yedi saf olacaklar. Ruh da gelip cemâatin, melâikenin ilk safı önünde duracaktır. Ruh, rasüllere şerîatleri indiren ve tebliğ eden melektir.
10- Sonra, indirilen sernâvî kitaplar ve suhuflar getirilecek. Her kitabın arkasında onun kime ve kimler için indirilmiş olanlar bulundurulacak, bu sûretle onlar Fetret devrinde (iki peygamber arasında hakîkî dînin bozulduğu bir zamanda) yaşayanlardan bir de kendisi için indirilmiş olan bir kitap ile kendi başına ibâdet etmiş olanlardan ayırdolunacaktır. (îkinci nebîden olan yani kendine ait olmayan bir kitap ile amel eden kimsenin o kitaba tâbi oluşu) onun Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olmasına inanması ve bu itibarla kendi vakar ve sırrına sâhip olmayı bırakıp ancak o kitabı takdîr etmiş ve Hak bilmiş olmasındandır. Hakîkaten onun (din ve itikat meselelerinde) kendi görüş ve inanışı fikrî bir görüş ve ona sevk eden bir âkilin (filozofun) düşüncesine yaptığı tesirdendir.
11- Sonra, Hak Tealâ arşının üzerine gelecek sekiz melek o arşı taşıyacak, getirip mahşer arazisine koyacak. Cennet, arşın sağ tarafında, cehennem de sol tarafında bulunacak. Allahlık heybeti, insan, cin, melek ve hayvan bütün mahşer ehlinin kalblerini bürüyecek. (Sesler kesilecek,) hiçbir canlı (açıkça) konuşamayacak. Ancak göz işâreti ve fısıltı yapabilecek. Sonra, Allah ile kulları arasındaki perdeler kaldırılacak. [Kur’ân’da geçen; “jjU ciuis /Perdelerin açılışı” budur.] Hakle’m çağırıcısı, dellâlı mahşer halkına bildiğimiz şekilde secde etmelerini emredecek. (O anda herkes ve her şey secdeye varacak). Allah’a hulûs ile (hâlisâne) secde etmeyen kimse (bir canlı) kalmayacak. Mutlaka secdeye kapanacak ve bu secde riyâ ve gösterişten tamamiyle âzâde, hâlis ve samimi bir secde olacak. (İlâhi heybet ve haşyetten her şey) başının üzerine düşecek, A’raf ehlinin mîzânı da işte bu secde ile (sevap tarafına) ağır basacak, (günah kefesini hafifletecektir). Zira bu bir teklif secdesidir. Bu emri yerine getirmekle onlar saâdeti bulacak ve cennete gireceklerdir.
Hak Tealâ kulları arasında onların birbiri erinde olan alacak, hukuk ve dâvâlarmı görüp hükmetmeye başlayacak. Fakat onlar ile Allah arasında olan haklara gelince İlâhî kerem onu ıskât edecek (düşürecek) Allah Tealâ o anda (kullarının kendi aralarındaki dâvâlarmı görürken) İlâhi lütuf ve keremi ile kullarından hiçbir kimseyi (kendi hakkından dolayı) muâheze etmeyecektir. Bu Cenâb-ı Halde’m kendisiyle halktan birisi arasında olacak muhâkemeyi müşâhede etmemiş olan, yahut mutlaka hiçbir günah işlememiş olan bir kimseye mahsûs İlâhî bir kerem ve âsânlıktır.
Bu, müşâhedecinin tevhîd hususundaki (görüşünün) değişmesi ile değişir.
12- Sonra her şefâatçinin şefâat etmesi hususunda ilk şefâat Hz. Muhammed (s.a.s)’den olacak. (Şefâat faslının başladığını ilk defa o îlân edecek)tir.
Bunun üzerine şefâatçiler, şefâata başlayacak, Allah Tealâ onların şefâatinden dilediğini kabul edecek, dilediğini de reddeyleyecektir. Hak
Tealâ o gün şefâatçilerin kalplerinde merhamet ve şefkati yapacaktır. Hak Tealâ o gün herkimin şefaatini reddeder, geri çevirirse bu onun Allah yanındaki mevkiinin noksanlığından ileri gelmediği gibi şefâat ettiği kimseye de Allah’ın rahmet etmemiş olduğunu ifâde etmez. Ancak bu, kulları üzerine İlâhi minnetin/lütuf ve keremin izhârı maksadıyla yapılmıştır ki, Allah Tealâ onların saâdetini, onların şekavetini kaldırmayı kendi üzerine alınış demektir.
Bil ki, o gündeki şefâatçiler bir ve üçtür. Bir olan Cenâb-ı Erhamürrâhimîn/acıyanların en çok acıyıcısı Allah’tır. Uç de; melekler, peygamberler ve mü’minlerdir. Hak Tealâ o gün: ‘Melekler, peygamberler ve mü’mini er şefaatlerini yaptılar. Bir tek Erhamürrâhimîn kaldı,’ diyecektir. Her şefâatçinin (şefâat edeceği) makamına mahsûs bir cemâat olacaktır. Erhamürrahimin ise, (o gün) ancak Allah’ı birlemekten başka hiçbir hayır yapmamış olanlar defter sahibi (fakat defterlerinde hayır namına bir şey bulunmayan) mü’miııler hakkında şefâat edecektir. Ve işte bunlar diyecek Allah’ın ve meleklerin şehâdeti ile beraber Allah’tan başka Tanrı olmadığını ikrar ve ilân ettiler... Meleklere gelince; güzel ahlâkta bulunanlar hakkında şefâat edeceklerdir. Onların şefâati bir tertibe göre ve sonuncusu 19 (011 dokuz) olacaktır. Çünkü melekler şefâat ettiler mi, bu 19 şefâat etmeyecek (ve şefaatlerini) muâheze müddetinin tamamıyla tükenmesine kadar tehir edecekler ve kendileri rahmet ve merhamet ile tavsif olunacaklardır. Bu da, muvahhidler/Allah’ 1 birleyen (âsî ve günahkârlardan Allah’ın gazabım kalkmış gördüklerindedir.
Mü’mini er de, hâsseten mü’min olanlara şefâat edecekler. Mü’minler iki zümredir. Birisi, nazar ve istidlâl ile hâsıl olan îmâna sâhip bulunanlar (îmânlarını nazar ve istidlâlden alanlar)dır. Bunlara peygamberler şefâatçi olacaktır. Zira peygamberler ümmetlerine haber getirmişlerdir. Bu habere inanmak, îmâna taalluk eder. İkinci zümre mü’minler de taklitçi olanlar, îmânlarını ana ve babasından yahut yaşadığı muhitten/çevreden alanlar!.. Bu mü’minler hakkında şefâat edecek olanlar da (şefâatçiler içinde Allah’ın Rasûlünün şefâati ile kurtulduktan sonra) kendilerinden derece itibariyle üstün olan mü’minlerdir.
Erhamürrahimin olan Allah’ın şefâatinin sûreti de: Hannân, Rahim ve Latif isimlerinin, Müntakim, Cebbar ve Şedidü’l-İkâb isimlerinin yanında şefâat etmesidir. Bu sûret hakîkî bir şefâat değil, İlâhi isimlerin mertebeleridir. İşte bu sûretle Hak Tealâ dilediği bir kimseyi cehennemden cennete çıkarmayı kendi üzerine alacaktır. Halbuki Allah Tealâ cehennemi gazabı ve ilcâbı ile, cenneti de rızâsı ve rahmeti ile dolduracaktır.
13- Cennet ve cehennemin şu anda mevcut olup olmadığında âlimler anlaşamamışlardır. Bu husustaki ihtilâf meşhurdur. Her taife kendi görüşüne hüccet saydığı bir delil ortaya atmıştır.
Şeyhi Ekber bu konuda sözü uzatmış ve Fütûhât’ınm 61. bâbmda bu hususa dâir uzun beyâııatta bulunduktan sonra şöyle demektedir:
“Bize ve keşif ve irfan ehlinden olan arkadaşlarımıza göre; cennet ve cehennem, yaratılmış olmayarak yaratılmış (bir halde mevcutturlar. Yaratılmış olmayarak dememizin mânâsı, bir konak bina etmek isteyip de o binanın bütün dış duvarlarım tamamen yapmış olan (binanın ihata duvarlarım inşa eden) bir kimseye benzer ki ona; ‘bir konak yapmıştır,’ denilir ama, bir adam o binanın içine girip de etrafına bir göz gezdirse orada ancak etrafı duvarla çevrilmiş bir sahadan başka şey görmez. Bundan sonra o, o konakta ikâmet edeceklerin rahatça yaşayabilmelerine uygun bir şekilde odalarını, her birinin derece ve mertebelerine uygun ayrı ayrı köşklerini, balkon ve cihannümalarım, yazlık, kışlık odalarını, depo ve mahzenlerini, tehlikeli mahalleri, çilehaneleri, zindanları, dehlizleri, çukurları, koruma ve sığınma yerlerini, su ve elektrik tesislerini ve içinde barınacakların esbâb-ı istirahatı için gerekli bulunan bütün âlet ve edevâttan istedikleri şeyleri (hülâsa bulunması uygun olan eşyâ, mefruşat ve mobilyaları) inşâ, ikmal ve tedârik edecektir.”
Şeyhi Ekber, bu hususta daha bir şeyler söyledikten sonra sözüne devamla diyor ki:
“Hak Tealâ’nm; (cennetler hakkında) “Mûttakîler için hazırlanmıştır,” (cehennemler hakkında) “Kâfirler için hazırlanmıştır” kelâmı herkesin cennet ve cehennemdeki yerlerinin tâyin edildiğine işârettir. Nitekim bir mühendis de bir binanın temellerini atmadan önce binanın duvarlarım (duvar yapılacak yerleri) kerpiçle bellik eder. (Binanın temellerini kazıklarla tespit ve aralarına ip çekerek tâyin eder). Bundan sonra sûrun/dış duvarlarının temellerini açtırır. Duvarım yapmaya başlar. Sonra dehlizleri, sonra meyve ağaçlarını (bahçesini) daha sonra da köşkleri veyahut yer altı mahzenlerini, derin çukurlarını yapar. Eğer bu konak cennet ise, sûru/ihâta duvarı tevhîdden yapılır. Eğer cehennem ise, şirkten veya küfürden veya nifaktan yahut da kibirden ve benzeri (büyük bir günahtan) derin tabaka ve çukurlarda duracak olanların derekelerine uygun bir şekilde yapılır. Bu itibarla herkesin (lâyık olacağı) cemıeti bu dünyadaki amelleri nihâyet bulmadan (ölmeden) tamamlanmaz. Dünyada tamamlandı mı, süknâdan başkası kalmaz. Artık ona; ‘Llaydi konağına çık! İşte binan tamamlanmıştır,’ denir. Ruhu da bedenden çıkınca sakin olacakların sayısı tamamlanıp müddetleri bitinceye kadar Berzah âleminde hapsolunur/bırakılır. Sonra bir nidâcı; [‘Hepiniz sekenlerinize çıkınız, (duraklarınıza gidiniz!)’] diye nidâ eder. İşte ‘hazırlandı’ denmenin mânâsı buna göre kararlaştırılmıştır. Yani onlar için o mekân ve makamlarına girmeden önce yerleri hazırlandı ve yukarıda geçen surdan (ihata duvarından) mâadâsı îcâd edildi demek değildir. Bu hususu Resûl-i Ekrem’in: [‘Her kim şöyle yaparsa, Allah onun için cennette bir ev yapar,’] demiş olması teyit eder ki, evin vücûda gelmesini o işin yapılmasına bağlamıştır. İşte bu da o evin, o işten evvel yapılmış olmayacağına delâlet eder. Yine aynı hususu teyit eden Resûl-i Ekrem’in diğer bir sözü vardır ki; [‘Cennet; toprağı temiz, suyu tatlı hem de /otluk, çayırlıktır. Cennetin ağaçları (dalları ve meyveleri) Subhanallah ve Elhamdülillâh ve Lâ ilâhe illâllah’tır ve benzeri zikir ve teşbihlerdir,’] buyurmuş olmasıdır. Ama Hak Tealâ Hazretleri Adn cennetini kendi eliyle yarattı. Bu cennetin ırmaklarını, (yatağını) orada yardı, (akıttı.) Meyvelerini orada (yarattığı ağaçlarda) sarkıttı, demiştir. Bu haber ve hâl doğrudur. Çünkü Hazret-i Haktır. (Hakkın huzûru ve divanıdır.) Bu makamda ne geçmiş, ne gelecek, ne sabah, ne de akşam vardır. ^ /Allah’ın emri
geîdi” İlâhî kelâmı gibidir. Adı geçen Hazretten (huzür, divan ve makamdan) dilediği bir şeyle haber vermek Allah’a ait ve ona hâs bir keyfiyettir. Çünkü Hak Tealâ dillerde söylenen halkın ıstılahı gibi o Hazret (huzûr varlık) bizim anladığımız (manâda) bir zamanla takyîd (ve ifâde) olunamaz. Allah bilir.”
[“Benim fikrime göre Hak Tealâ’mn cennetleri yaratışı cennet adı verilen ağaçlardan, ırmaklardan, sulardan teşekkül eden vasıflardan dilediği şekil ve vasıfta yaratmış olduğuna ihtimal verilir. Sonra da orada boş mahaller, mükelleflerin yaptığı işlerin nihâyetinde Hak Tealâ’nm o amellerine karşılık olarak değil de kendilerine lütuf ve ihsân buyuracağı şeyleri kabul edecek olan ağaç dikilecek, bina yapılacak yerler bırakmışlardır. Allah bilir.”]
[Şeyhi Ekber] bil ki, [diyor;] Hâs mü’minler için amellerinden dolayı yapılan (ve yapılacak olan) binalar ancak cennettedir. Aıııa hâs olmayanların amelleri sebebiyle ve amellerinin tâat ve mâsiyet oluşuna göre, bâzen cennette bâzen de cehennemde kendileri için yerler yapılır.
[Şeyhi Ekber Fütûhât’m 289. bâbmda şöyle yazmıştır:]
“Bize gelen haberlere göre; “Erenlerin imamı Şeyh Ebû Medyen (Allah ondan razı olsun) saîdler cennete Allah’ın lütfü ile, şakî olanlar da cehenneme Allah’ın adli ile girerler. Bu iki zümreden her birisi amelleri ile (lâyık oldukları) duraklara inerler üzerinde ısrar ile durdukları niyetleri sebebiyle de o meskenlerde ebedi olarak kalırlar. Şu mânâ ile ki, meselâ o mü’min olarak ölmüş (ama daha fazla yapamamış olsaydı) ancak bir sene günah işlemeğe azmetmiş (ve artık bir seneden soma günah işlemekten vazgeçecek) olsaydı (her türlü imkânlardan ve imtihanlardan istifâde edemeyerek atıldığı cehennemde bir sene kalacaktır. Yahut bir adam da ne kadar yaşasa ölünceye kadar tevbe etmeye azmetmemiş olsa, o da cehennemde dünyadaki ömrü müddetince ebedi olarak kalır. Bunların hepsi de Allah’ın dilemesiyledir. Eğer Allah bundan gayrisini dilerse elbet onun affı çok geniştir,” diyormuş. Hakikati Allah bilir.
Şu var ki bizim bilgimize gelen sağlam bir habere (hadîse) göre: [‘Günahkâr muvahhidlerden cehennemde en çok kalacak olanların en uzun müddeti elli bin sene duracak olandır,’] denilmiştir. Belki bu o kimsenin dünyada elli bin sene yaşasa dahi günah ve suçlarında nıusırr kalacağı farz ve beyânı ile söylenmiştir. Yoksa onlardan birisinin hiçbir nassa istiııad etmeden dâima böyle istemekte olduğuna inanmak (lâzım gelir.) Bu bir sahîh keşif ve serbest bir kelâmdır ki kat’iyyet ifâde eder.
14- Şeyh Muhyiddin (Allah ona rahmet etsin) diyor ki: ‘Cennet ehli dört sınıftır. Birincisi; Resûller ve nebiler, İkincisi; Basiret ve Rablerinden bir beyyine üzerine olmaları şartıyla onlara uyanlardır ki, velîler ve ilmi ile amel eden bilginlerdir. Üçüncüsü; Mü’minler, yani peygamberleri ve onların getirmiş oldukları şeriatleri tasdik edenler. Dördüncüsü de, Allah’tan başka Tanrı olmadığını aklî deliller ile bilip Allah’ı birleyenler, (muvahhid mütefekkirlerdir). Her sınıfın makamı diğerlerinden farklı ve belirlidir. Eğer derecede aşağı olursa bu inişi ve eğer yukarı olursa yükselişi itibariyledir. Aşağıdaki ile yukarıdakinin arasında çekememezlik yoktur. Orası dünyadakinin aksinedir.
15- Allah’ı görmeye mahsûs olan İlâhi tecellî vâki olduğu vakit herkes kendi mertebeleri üzerinde, velîler tahtlar, Tamı bilginleri kürsiler üzerinde, Allah’ı birlemekte başkasını taklîd eden (imamlara, âlimlere tâbi olan) mü’minler de (koltuk, sandalye, bank, tabure gibi oturaklardan kendi derecelerine uygun) mertebeler üzerindedirler. Bu oturumun hepsi Adn cennetinde beyaz tepenin üzerinde olacaktır. Ama delillerde aklî görüş yolundan Allah’ı birlemiş olan da yer üzerinde oturacaktır. Allah’ı yalnız kendi aklı ile bulmuş ve birliğine inanmış olanların Allah’ı birlemekte mukallid olanlardan (imamlara, âlimlere uyanlardan) derece itibariyle aşağıda bulunması, Allah dostları hakkmdaki delillerin ve sözlerin yek diğerine muârız olmasından şüphe ve tereddüde yol vermiş, îmân ve tasdikinin tam ve kat’î olmamış bulmımasmdandır. Bundan dolayı ki her kimin taklidi kat’î (şüphe ve tereddütten azade, sağlam) olursa o, iman ve tasdik halamından tevhidini (Allah’ı birlemesini aklî buluş ve) kendi te’vîl ve tefsir ettiği delillerde ki nazardan (görüş ve incelemeden) almış olanlardan daha keskin ve kat’idir.
16- Cennet ehlinin cennete girdikleri zaman ziyâfeti (cennette ilk yiyecekleri) kendilerine oradaki hayatın bekasıııa/(bâkî ve sonsuz olduğuna) bir müjde olmak üzere balık ciğerinin ziyâdesi olacaktır. Zira balık cennet hayatına münâsip olan hayat unsurlarından mâî/suya ait bir hayvandır ki, cehennem halkının ziyâfetine aykırıdır. (Onların ilk yiyecekleri) gam, keder yatağı ve beden kirlerinin toplanma yeri olan öküz dalağıdır.
17- Allah Tealâ cenneti ıklîd/anahtar olan esed/arslan burcu tâlimde yaratmıştır. Çünkü bu burç sâbittir. Yer değiştirmez. Cennetler için de dâimîlik, arslanlar için de kuvvet ve galebe vardır. Bunun içindir ki cennet ehli bir şeye ‘oP dedi mi, o şey oluştan ayrılmaz, (vücûda gelir). Burçlar içinde arslan burcu gibi satvetlisi yoktur.
18- Mâııevî cennete gelince; bu mahsûs (maddî) cennetin ruhu gibidir. Hak Tealâ Hazretleri cenneti ferah, sürür ve ibtihâc/neşeden yaratmıştır. Bu itibarla cennet ehlinin cisimleri maddî şeylerden zevk alacak, ruhları da hoş kolcular, lâtif nefhalar, güzel sesler (güzellikler) vesâire gibi mânevî şeylerden mütelezziz olacaktır. Eğer cisimler mânâlardan (maddî olmayan hallerden) zevk almış olsaydı, behâyimden olan her hayvan mutlaka güzel bir yüzü görmekten zevk alırdı. Halbuki iş böyle değildir. Cennet ehlinin her nimeti, onların ancak hisseden ve mânen (madde ve ruhu ile) o nimetlerden zevk alabildikleri takdirde nimettir. Zira orası, dârui-hayevan/hayat yurdudur. Hattâ biz, [‘cennet oraya girecekleri zevk ve sefalandırmağa isteklidir,’] diyeniz. Nitekim bir hadiste şöyle denilmiştir: [‘Cennet; Ya Rabbi, bana ehlimi/adamlarmı getir. Ziynetlerim, servetlerim çoğaldı,’] diyecektir.
19- İnsanlar, zevk, şevk itibariyle kısımlara ayrılmıştır. Meselâ, günahkâr mü’minler cenneti özlerler. Halbuki cennet onları gözlemez. Evliyâdan hâl sâhiplerine cennet iştiyak duyar. Fakat onlar kendi hallerinin sarhoşluğu ile cennet arzusu duymazlar. Din/hesap gününü yalanlayanlar ve; [‘maddî bir cennet yoktur’] diyenler de ne cenneti umar, ne de cennet onları arar.
Şeyh-i Ekber, cennetin evsâf ve cennet hayatına ait Fütûhât’mm 65. bâbında uzun îzâhat vermiş, (ve ezcümle şöyle demiş)tir:
“Bil ki, cennet ehline ait nimetlerin en büyüğü temenni sûretiyle (hâsıl) olan zevk ve lezzetlerdir. Cennet ehlinden olan hiçbir kimse yoktur ki (zevk alıp durduğu) nimetten üstün bir nimeti (zan ve tevehhüm) ederek onu (yaşamak) temenni eylesin de o nimet hâsıl olmasın. Ve kendini zan ve tasavvur eylediği gibi onun içinde bulsun. Eğer onun tevehhüm (tahayyül ve tasavvur) ettiği şey (madde değil) mânâ ise mânevî, eğer tahayyül ettiği (özlediği) hissî (maddî) ise hemen mahsûs (maddî) olur. Temenni ettiği ne ve nasıl ise, muhakkak o (istediği şekilde) vücûd bulur. Bu türlü olan nimet ve çok büyük mükâfât. Onların bu dünyadaki ibâdet ve tâatlarmm müddetine göre değil, ancak dünyada yapmak niyetinde ve maksadında bulundukları iyi ve yarayışlı amellere olan azim ve kasıtlarına göredir. Bu da meselâ; böylelerinin birisi: [‘Ne olaydı, Hak Tealâ bütün (her çeşit) tâatları yapmamı bana kısmet edeydi de, ben onları yapaydım. Asırlar boyunca yapmaya devam edeydim,’] temennisinde bulunur. Fakat bu teklif âleminde onun bu arzu ve emelinin tahakkukuna imkân verilmeyince Allah ona arzu ve iştiyakının bir nazîrini cennette verir. Orada ne dilerse dilediğine nâil olur. Bu sûretle dünyada yorulmadan ve rahatta olmasına rağmen âlıiret derecelerinde o amellerin sâhiplerine (kendisinin yapmak arzusunda bulunduğu güzel işleri yapmış olanlara) erişir. Nitekim bu hususta şu mânâda şerefli bir hadis gelmiştir: ‘Her kim gece kalkıp ibâdet etmek niyeti (kararı) ile uyuşa da Hak Tealâ onun ruhunu sabaha kadar (geri döndiırmeyip) tutsa (yani gece uyanamasa) ona gece kalkıp ibâdet etmenin (o niyeti ile yapmak istediği ibâdetin) ecri verilir. ’
20- Bir de bizler için Berzah cenneti (yani tam maddî ve mânevî olmayan, ikisi ortası bir cennet) varolur ki, Hak Tealâ Kur’ân’m da:
ûAİ j pAJlî
JZLeL j^îj. /Müttakilere va’d olunan cennetin misali ki
orada bozulup kokmayan dâima tatlı ve berrak su ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere sâfî lezzet şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır,’  kelâmında buna işâret etmiştir. Bu ancak berzahlık cennetidir. Zira ne; (‘3-M^ /Sıra sıra koltuklara
yaslanacaklar,’]  beyânı gibi cismânî, ne de [‘j.^i tiL Âip >1» yi /Gerçeklik makamında, çok büyük ve kudretli bir padişah katında,’]  kelâmı gibi rûhânîdir.
Hâsılı Hak Tealâ Hazretleri, cennetleri insanları birbirinden farklı olan akıl ve idraklerinin derece ve seviyelerine göre tavsif buyurmuştur.
21- Hz. Mesih (İsa a.s.) kendisine işâret etmiş olduğumuz rûhânî cenneti bize açıklamıştır ki, bir gün havarilere (kendisine inanan 12 dostuna) öğüt ve tavsiyede bulundu ve bu vasiyetten ayrıldığı zaman dedi İd; [‘Benim size emrettiğim şeyi yaparsanız yarın size benimle semâ melekûtunda Rabbimin ve Rabbiniziıı yanında bulunursunuz. Hak Tealâ’nm arşı etrafında onu hamd ve tesbîh ve takdis eden melekleri görürsünüz. Hem de siz orada yiyip içmeden bütün lezzetlerden zevkiyâb olursunuz.’] Mesih (a.s.) (bu sözüyle) rûhânî cennete işâret etmiş değil, ıııahza onu açıklamıştır. Zira onun hitabı Tevrat ve peygamberlerin kitapları kendilerine tezhib olunmuş (süslenmiş, edibâne sözlerle bezenmiş) bu sözleri ve mânâları tasavvur ve kabul etmeğe (idrak ve hayâllerinde canlandırmaya) hazırlanmış (okur-yazaı* ve medeni) bir kavme aitti. Peygamberimizin kavmi ise, bunların aksinedir. (Hemen hepsi) ümnıî (okuma yazma bilmez,) bâdiye ehli/(göçebe, çölde, çadırda yaşar, şiir ve hitabetten başka çeşitli) ilimlerden hoşlanmaz. Ba’si, nüşûru (tekrar dirilmeyi ve mahşerde toplanmayı) ikrar etmez. Hattâ cennet sâhiplerinin nimetlerini geç, dünya devletlerinin nimetini dahi tanımaz bir kavim içine rastlamıştı. Bunun içindir ki onların kitabında (Kur’ân’da) cennetlerin evsâfının ekserisi bu kavinin idrakine yakınlaştırmak ve canlarını çektirmek üzere cismânî ve maddî olarak gelmiştir.
22- Madem ki cennet ırmakları fazla değil, dört olunca, bundan kat’î olarak bildiğimiz şudur ki (cennette Allah’ı tanıtacak) ilm-i tecellî ancak, su, süt, şarap ve baldan ibaret dört sûrette vâki olacaktır. Su ırmakları re’y (düşünce ve muhâkemelerdeıı hâsıl olan kanaat)larııı vasıl olduğu ilim sâhiplerine mahsûstur. Kaymağı alınmasından veya yağı çıkarılmasından yahut (başkaca) bir terbiyeye tâbî tutulmasından dolayı tadı bozulmamış olan süt ırmakları; müctehid imamlardan şeriat sırlarını bilenlere mahsûstur. Şarap ırmakları Hızır (a.s)’m ilmi gibi zevk (ledün) ilmine sâhip olan ümenaya/gayb erenlerinin eminlerine mahsûstur. Süzme bal ırmakları da vahy, iman ve saf ilhâm yoluyla ilini sahibi olanlara hâstır.
Şeyh-i Ekber, bu hususta 149. bâbmda uzun beyânatta bulunmuş ve ezcümle şöyle demiştir:
“Bil ki, cennet ehline Tekvin cennetinde her şey verilecektir. (Orada) hatırına gelen her oluş göz açıp yummaktan daha seri bir anda tevekkün edecek (meydana gelecektir.) Bunlar Allah’ın izin ve irâdesi ile (orada) dâima (her istediğini) yaratıp duracaklardır. Bu da horluk ve hakîrliğin, çile ve fakirliğin orada kaldırılmış olmasındandır. Çünkü cennet ihtiyaç ve zaruret, zillet ve mahrumiyet yeri değildir. Bunların yeri cehennemdir. Şeyh, bu konuda daha bir şeyler söylemiştir.
23- Cennet meyveleri Allah’ın vasfettiği gibi ne eksilir, ne biter, tükenir. Hem de kesmeden kesilmeden (yerinden ayrılmadan) yenilir. İnsan (bizzat ağacından) koparır, yer, ortada bir yemek vardır. Ama aynı meyve (aynı zamanda) yine ağacın dalında fakat kesilmeden durmaktadır. (Kesilmez demekten) maksat bazılarının zannettiği gibi yaz, kış bulunur, yahut birisi gidince derhal bir başkası biter, demek değildir.
24- Bunun bir nazîri de cennetin (resim) pazarmdadır ki, orada güzel süretler gösterilir. Cennet ehli onlara bakınca (zevk alır.) (Seyircilerden) birisi herhangi bir sûreti (beğenir, kendisinin o kılıkta görünmesini) arzu ederse o sûrete girer, o kılığa bürünür. Mülkünde (muhitinde) ve kendi gözüne aynı sûrette görünür. Bir taraftan da o sûreti çarşıda yerinden ayrılmamış, kaybolmamış görür. Eğer cennetteki herkes o sûrete girmeyi arzu ederse, ona girebilir. Halbuki o şekil ve sûret bu olduğu hâl üzere aynı ile çarşıda eski yerinde durmaktadır.
25- Şeyh-i Ekber, bunu, Fütûhât’nm 99. bâbmda da zikretmiş ve demiştir ki:
“Dünyada bu hâle benzemekte en yakın olan şey, bir velînin türlü kıyafetlerde görünmesi, yani bir çok yerlerde bulunmasıdır. Halbuki o, görünüşte müteaddid zuhûr etse de hakîkate bir tek zâttır.
Bir de bunun benzeri aynada gelir. Karşındaki aynada gördüğün sûret kendinindir. Bâzen de elinde bir elma bulunur. Onu ayniyle aynada görürsün. Onun kendi elindeki şeyin sûreti olduğuna şüphe etmezsin. Bu iki misâlin birincisi (cennetteki hâle) daha uygundur. Allah bilir.
382. bâbmda da, bil ki diyor; Cennet şekil ve sûretler mübahtır. Herkes arzu ettiği sûrete girebilir ve âilesine de o şekilde gidebilir. Nasıl ki o sûretlerin müşterisi bir hâcet için çarşıdan gider. Bâzen de bir cemâat o çarşımn sûretlerinden bir sûret görür. O cematten birisi o sureti almak (o şekilde görünmek) hepsi o şekle girmek ve o kılığa bürünmek isterse o cemâatten her biri bu sûreti hâiz olur. Her kim de o şekil ve sûretleri ayniyle arzulamaz da o cemâatten her birisine bakmaya durursa, hakîkaten her birisini o şekle girmiş görür. Ve âilesinin yanma da o sûrette gitmiştir. Halbuki eski sûret olduğu gibi yine çarşıda duruyor. Oradan çıkmamıştır.
Bu işin hakikatini Hak Teâlâ’nm âhiret âleminin neş’etine keşif yolundan muttali kıldığı zâtlardan başkası bilmez.
26- Sahîh keşfin verdiği mâlûmâta göre cennet ehlinin vücutları ruhlarında dürülür d e ruhlar dünyadakinin aksine vücutlara zarf olur. (Ruhlar vücutları sarmış, bedenler, içinde kalmıştır.) Ahirette zuhûr ve hüküm cisme değil, rûha mahsûs olur. Bunun içindir ki cennet ehli bugün yanımızda melekler ve ruhlar âleminde olduğu gibi diledikleri herhangi bir şekil ve sûrete girerler. Cennet ehlinin bedenlerinin cevherleşmesi, maddî hâle gelebilmesi bu dünyadaki güzel işlerinin şâibelerden/ayıp, noksan ve yaramazlıklardan temiz ve sâfîlik derecesine göredir. İlminde ve amelinde ihlâs en çok olan her zât bedeni daha çok şeffaf ve nûrlu olandır.
27- Cennet ehli döllenmek arzu ettiği zaman erkek insan, cinsinden yahut hûriden olan karısına yakın olur. Hak Tealâ her defasında bir çocuk halkeder. Çünkü Hak Tealâ insan nevini yanındaki şerefinden dolayı sonu gelmeyen şahıslar olarak devam ettirmeyi murad etmiştir.
28- Oradaki cinsi münâsebetin zevki dünya adamlarının hissettiği zevkten kat kat fazladır. Erkek ve kadından her biri târif ve izahı mümkün olmayan lezzet alacaktır. Öyle ki onlar bu lezzeti dünyada bulsalardı tadının şiddetinden mutlaka baygınlık geçirirlerdi. Fakat bu lezzet ancak (vücûdunun her tarafından veya ma’hût azalarmdan bir yelin çıkmasıyla olacaktır. Zira orada dünyadaki gibi (meni) yoktur. Nitekim bu hususu âyetler tasrîh eylemiştir. Bu itibarla karı kocanın her birinden misk gibi kokan bir hareketli yel çıkacak, bunlar rahimde buluşacak ve bu yakınlıktan kısa bir zamanda orada çocuk tekevvün edecek, iki defalık birleşme arasında çocuğun neşeti tamamlanacak ve çocuk kadının yanında çıkan bir nefes ile beraber tasvir olunmuş (bütün azası tam ve endamı mütenasip) bir halde çıkacaktır. Bu çocuk yapma işi, onlar için diledikleri her zamanda dâima böyle olacaktır. Ana babada her defasında o birleşmeden doğan her çocuğu müşâhede edecekler ve bir daha yanlarına asla dönmeyeceklerdir.
Onların bu hâli âdetâ bu dünyada adem oğullarının nefeslerinden tetavvur eden (yaratılıp, etrafında uçuşan) ve artık bir daha onlara dönmeyen melekler gibidir. Bir de her gün Beyt’ül-Mamur’a giren (etrafını dolaşıp giden ve bir daha gelmeyen) yetmiş bin meleklere benzer.
Cennette doğan çocukların ne cismânî ve ne de rûhânî nimetlerden bir nasîbi yoktur. Onların nimet ve zevkleri ancak rüya gören gibi berzâhîdir. Bunun bir benzeri şu dünyada bazı velîlerde vâki olmuştur ki velî, kendi ruhu ile kaıısmm ruhunu yek diğeriyle birleştirmek sûretiyle çiftleştirir.
(Yani cinsî münâsebette ruhlarını birleştirir rûhânî çiftleşmede bulunur. Ve bu şekildeki münâsebetten) aralarında doğan çocuklar cisimleriyle mahsûs/maddî sûret ve şekillerde (olmakla beraber rûhânî olurlar). Hakîkaten bizde bu defalarca vâki olmuştur.
Şeyh-i Elcber, Fütûhât’mm 369. bâbmda bu hususa dâir uzun izahta bulunmuştur. Ben de şunu ilâve edeyim ki: Cennet ehlinin dübürleri/(arka delikleri) yoktur. Zira o, büyük çişe bir çıkış olmak üzere bu dünyada yaratılmıştır. Orada ise, büyük çiş yoktur. (Zira yenilip içilen şeyler posa bırakmaz. Hepsi sindirilip gaz hâlinde bedenden çıkar). Eğer cinsî münâsebet ve çocuk yapmakta tenâsül uzuvlarına ihtiyaç olmasaydı, cennette ön delikler de bulunmazdı. Zira orada ufak su dökmek de yoktur. Hakikatini Allah bilir.
29- Şeyh-i Ekber, diyor ki:
“Cennet ehli orada mutlak rahat ve huzûr, alabildiğine her çeşit zevk ve istirahattadırlar. Yalnız orada uyku rahatı yoktur. Çünkü onların yanında uyku rahatının nimetinden bir şey yoktur. Onlar uyumazlar, bir şey de ancak zıddınm zevkiyle bilinir. (Zıddı olmayan bir şeyin zevki duyulmaz.)
Cehennem halkına gelince, onlar Hz. Muhammed’in bereketiyle bazı vakitlerde uyurlar... Bu da (dünyada) nâil oldukları nimetlerin kadr-ü şerefidir. Hak Tealâ bizlere af ve afiyet ihsân buyursun. Amin.
Bu hâl (yani cehennemde uyku ve hafif istirahat) sana cehennemin mahsüs/(cismânî) olduğuna hiç şüphesiz delillik edebilir. Nitekim Hak Tealâ’nm; ‘ ^ /Orasının ateşi sakin oldukça alevini
fazlalaştırır, yakar, yandırırız/Her ne zaman ateşi azalırsa hemen artırırız.) (Ateşin alevi kesilip körelmeye başladı mı tekrar şiddetlendirir, alevlendiririz)’559 kelâmı buna işâret etmektedir.
Hakîkaten ateşin kıyâmı/kalkması, yükselmesi cisimlerle olduğu içindir ki cehennem ancak cismânî olarak vasıflandırılmıştır. Çünkü ateşin hakîkati, zâtı ve mahiyeti itibarıyla bu sıfatı yani azalma ve çoğalmayı kabul etmez. Bu hal ve sıfat ancak ateş ile yakılan, ateşte kaynatılan bir cisimde olur.
Şeyh-i Ekber, bu sözleri Fütûhât’ınm 65.. bâbmda zikretmiştir.
30- Diyor ki: ‘Cennetler mertebe itibariyle üçtür. Bunlar; ihtisas, miras ve amel cennetleridir. Bunların her birine mahsûs adamlar vardır.
Fütûhât’ımn 277. bâbıııda anlattığı üzere İhtisas Cennetinin adamları; nebiler, sabiler, deliler, kendine bir peygamberin dâveti (tebligatı, dîni, kitabı sağlam olarak) gelmediği halde Allah’ın birliğini aldı ile bulan ve bilenlerdir. Bu cennete İhtisas adının verilmesi de, ancak geçmiş bir amelden (iyilikler, ibâdetler karşılığı) olmaması (ve bir hususiyet arzetmesi) dolayısıyladır.
Miras Cennetinin adamları; yukarıda anlattıklarımızdan (amel sahibi olanlardan) ve mü’miıılerden cennete girmiş olanlardır. Bu cennet cehennem halkı için (eğer girmiş olsalardı) tâyin olunan mekânlardır. (Onların yerleri bunlara kalmıştır). Nitekim bir şerefli hadiste: ‘Mü’min, işte senin cehennemdeki yerin bıırasıydı. Fakat Allah Tealâ buraya karşılık sana cennetten yer verdi, denilecektir, ’ diye haber verilmiştir.
Mü’mine böyle denmesinin sebebi şudur: Varlığın hepsi insan arar. Halbuki bazı varlık insan hakkında diğer varlıktan daha dost ve samimi değildir. Bu itibarla Hak Tealâ Hazretleri kuluna fazl-u keremi ile; ‘Haydi cennete,’ diye emrettiği zaman onun cehennemden nisbeti (cehennemin isteği, haklcı) kalır ki bu nisbet, cehennemin nasibini ve adamlarını dâvet eder. Cehennem, bu nisbetin hazzını ve kendisinin adamlarını ister, çağırır. Cehenneme giren mü’minler için de hâl böyledir. Mü’minin de cennetteki nisbeti kalır ki cennet de kendi nasibini ve adamlarını diler, arar. İşte bu sebepten ona; ‘Hele cennetteki yerine bir bak, Allah’a (bütün emir ve yasaklarına) inanmış olsaydın elbette sen buraya girecektin,’ denilecek. Ve bu hâl onun hasret ve nedâmetini arttıracak (ona dâima ve çok müessir fakat faydasız bir iç sıkıntısı verecektir.)
Ameller Cennetinin adamlarına gelince; bunlar iyi ve hayırlı iş yapmış olanlardır. Her kimin dünyada iyi ve yarayışlı bir işi olmazsa onun ameller cennetinden bir nasîbi yoktur. Çünkü insanlar bu cennete ancak amelleriyle girerler. Hak Tealâ bu cennet hakkında: “ ^ ^ AİâJl /Yaptığınız işlere karşılık girin ceneete/Yaptığımz amellerin mükâfâtı olarak Cennete giriniz,”  buyurmuştur. Bir de “ ^ ^ ^
/Şu vâris olduğunuz cennet, yapmış olduğunuz amellere göredir,”  demiştir. (Bu iki İlâhî kelâm, ameller cennetine ki her mü’min ve müslimce inanılan umumî cennete aittir.) Ameller cenneti sayısı artıp eksilmeyen iman dalları sayısınca 71 küsür cennetleri ihtiva eder (ki bunların sayısı 71’den eksik 79’dan fazla olmaz). Çünkü (îmânın dalları hadisinde geçen) /Bıd” kelimesi birden dokuza kadar olan sayıyı ifâde eder. Bu itibarla her kim îmânın bütün dallarını kendisinde toplayabilmiş ise o, Hak Tealâ’mn “ î> /Cennetten dilediği yeri hazırlamıştır”  müjdesi
veçhile ameller cennetinin içinde bulunan 71 küsür cennetlerde istediği yerde yaşayacaktır.
31- Birbirine komşu cennetin durumu cennetin içinde cennet olmak üzere merkezleri bir, içi içe sekiz dâire şeklindedir. Bunların en yükseği “Adn” cennetidir. Bu, sultanın sarayı gibi cennetlerin merkezi olup bunun etrafına (son derece uzaklardan dâire şeklinde) sekiz sur çekilmiş, her iki surun arası birer ayrı cennettir. Adn cennetini yükseklik ve fazlalıkta takip eden “Firdevs” cennetidir. Sonra sırasıyla Huld, Na’îm, Me’vâ, Darüsselâm ve Darulmukâme cennetleri gelir. Her cennete diğerlerinin adlarını vermek de doğru olur. Meselâ; “Huld” cennetine, Darüsselâm ve Me’vâ ve Dâr-ı Mukame denilebilir. Diğerleri de böyledir.
32- “Vesîle” Resûl-i Ekrem’e tahsîs olunmuştur. Adn cennetinin en yüksek yerinde olup Darulmukâme de denilir.
Diğer cennetlerin bu Vesîle’ye birer bitişik, görünür bağlı tarafı vardır ki, oranın sahibi bulunan Resûlullah’m tal’atından cennet ehlinin hepsi teııa’um edebilirler.
Diğer cennetler bu sûretle hep Vesîle’den ayrılmışlar, dallanmışlardır. Vesîle’nin her cennette bir şubesi/dalı vardır ki, Resûl-i Ekrem cennet ehline bu şûbeden zâhir olur, görünür. Her cennetteki bu Vesîle’nin şubesi oradaki makamların en büyük ve şereflisidir.
33- Şeyh-i Ekber, Fütühat’mm 296.bâbmda diyor ki:
“Cennet dereceleri cehennem derekelerinin (çukurlarının) sayısına göredir. Zira cennette hiçbir derece yoktur ki onun cehennem çukurundan bir mukabili olmasın. Hattâ Hak Tealâ cennet ehli hakkında; “ /Yanımızda ziyâdenin (bunlardan fazlası) vardır,’  dediği halde cehennem halkı hakkında; “ /Onlara azâb üstüne azabı
arttırdık”  buyurmuştur. Şu kadar ki aşağıda geleceği üzere cehennemde ihtisas derekesi yoktur. Bunun izahı şöyledir:
“Kul ister yapsın ister yapmasın emir, nehiy (buyruk ve yasak)dan hâli olmaz. Kul eğer emri yerine getirirse hâssaten o amel için tâyin olunan cennette bir derece vardır. Bu husus amel için tahsîs olunan bu derecenin dengesinde de insan onu terk ettiği zaman cehennemde bir dereke (çukur) mevcuttur. Şâyet cennetteki bu dereceden bir taş düşmüş olsaydı o taş muhakkak cehennemin o çukurundaki hatt-ı istivanın üzerine (tam ortasına) düşerdi. Bir insan da emrolunan bir şeyle amelden düştüğü (yani o işi) yapmadığı vakit de onun bu işi terk etmesi ayniyle o çukura düşmesi demek olur.
İyi bilmelisin ki (a5raf) emir, nehiy/buyruk ve yasak ile amel etmeyi bir yere toplamak, dürmek ve her ildsi ile ameli terk etmeyi de derk etmek, derin çukura düşmektir. Bu itibarla a’raf sahibini o kötü amellerin çukuruna inmekten ancak tevhîd/Allah’ı birlemekten başka bir şey mâni olmaz.”
Şeyh bu konuda daha bir şeyler beyân ettikten sonra bil ki diyor;
‘Hz. Muhammed (a.s.) cennetlerin hepsini doldurmuştur. Hiçbir velî kendi cennetinden, Resûl-i Ekrem’in o cennette kendisiyle ortaklamasına beraber nimetinden istifâde etmeden tek başına onun nimetlerinden nimetlenemez, (o nimetlerin zevkini alamaz, sefasını süremez, duyamaz.) Zira o nimetlere ancak, Resûl-i Ekrem’e uymak (onun yolunda, izinde gitmek) ile vasıl olmuştur. İşte nâil olduğu cennet nimetlerinden istifâdesi hususunda nübüvvet sırrının kendisiyle durumu bundandır. Hem de Resûl-i Kibriyâ’nm; “Her kim güzel bir yol tutarsa ona hem o yolda yürümenin ecri ve hem de o yolda iş yapanların ecri vardır” demesinin mânâsı budur. Bu itibarladır ki Resûl-i Ekrem’e (her birinin yolunda yürüdüğü için) bütün peygamberlerin ve onlara uyanların ecri vardır. Çünkü kendisi peygamberler peygamberidir. Her peygamber için de kendine uyanların, onların ecirlerinden hiçbir şey eksilmeden alacakları ecrin bir misli vardır.
34- En büyük ziyâret gününde Resûl-i Ekrem’in bulunacağı yer, arşın sağ tarafıdır. Arşın da kıyâmet gününde duracağı yer, ilâhî emirlerin infazı için ilâhî isimler makamlarından (el-Hükm, el-Adl)’in önüdür. Mahşer yerinde duranların hepsi (ilâhî emir ve hükümleri) o yerdeki arştan alacaklardır. Zira arşın her yüzü bütün yönlerden görülecektir. Arşın her yanından Allah tarafından (dikilmiş bayraklar) bildirimler/(hoparlörler) vardır ki, dilediği şeyleri (nimet ve ünsiyetin kemali için) melek lisanı üzere harf ve sesle (hep) oradan anlatır, (ilan eder.)
35- Tûbâ ağacına gelince bu, Ebû Talip oğlu Ali’nin (Allah ondan razı olsun) makammdandır. (Aynı zamanda) Fatıma Zehra (Allah ondan razı olsun) nûranun mazharma/(görüntüsüne) hicaptır (perdedir).
Hiçbir cennet, hiçbir derece, hiçbir ev ve mekân yoktur ki, orada Tûbâ ağacının dalı olmasın. (Her cennet, derece, ev ve yerde mutlaka Tuba’nın dalı vardır.) Bu da: Tuba’nın her cennetteki bütün nimetlerin sırrı, cennetteki bütün velîlerin oradaki Tuba dalının perdesinde Resûl-i Ekrem’in kızı Fatıma’nın (Allah ondan razı olsun) nûmndan bir nasîbi olduğu içindir.
Şeyh-i Ekber bu konuda 371. bâbıııda îzâhat verdikten sonra sözüne şöyle devam ediyor:
“Tuba ağacı cennetlerin bütün ağaçları için oğullarının (beşeriyetin) kendisinden zuhûra gelen Hz. Âdem gibidir. Çünkü hakîkaten Hak Tealâ Hazretleri Tuba ağacını kudret eliyle diktiği ve ruh üflediği zaman Tuba’yı her takmana birer ziynet olan bezek, ziynet ve hüllelerle süsledi. Biz de hakîkat üzere o ziynetlerin arzı (toprağı, yeri)yiz. Nitekim Hak Tealâ Hazretleri JOz. Uİkk Ül /Biz arzı/yer üzerinde olan her şeyi
(Tuba için) kendisine, arza ziynet kıldık”565 buyurmuştur. Tuba ağacı da kendi hakikatinden cennet meyvelerine, bulunduğu mahiyetin aynını vermiştir. Nasıl ki çekirdek de hurmayı (ve ona) meyvesindeki çekirdekler ile birlikte taşıdığı (bütün ziynet ve lezzetleri) vermiştir.
36- Şunu da bil ki peygamberler arasında Naîııi (cennette ve nimetlerde) vâki olacak ayrılık ve farklılık ancak bu ihtisas cenneti bakımından; ameller cennetinde ise her işleyenin ameline göre mükâfat olarak cennet verilmesi itibariyle orada peygamberler nıüsâvî derecededirler. Farklılık (olsa olsa) amellerdeki görüş ve müşâhede, bir de istidâdm (onlara hazırlanmanın) kuvvet ve zayıflığı itibariyle olacaktır.
37- Allah Tealâ’nm cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan gönlüne gelmediği şeyleri vereceği kimseler tevhîd ehlidir. Öyle ki bunlar, fiillerinde/işlerinde de Allah’ı birlerler. (Allah’ın birliğini görür ve gösterirler). Amellerine başlayacakları sırada onların vücûda gelmesinde kendilerinin hakîkatte bir rolü olmadığını, yaratmanın, vücûda getirmenin Allah’a ait olduğunu müşâhede ederler. Ve o işleri sırf Allah’ın enirini yerine getirmek için yaparlar. Onlara karşılık kendileri için ücret ve mükâfât tâyin (ve ümit) etmezler. İşte böylelerinin ecir ve mükâfâtı sayısızdır, hesapsızdır. Zira bunların gözleri amellerini gönnemiş, kulakları onu işitmemiş. (Çünkü ihlâsla yapılmış, kimseye duyurulmamış, onun îlânı ve methiyesini işitmenıiş)tir. Amellerini kendilerinden gayrisi, yahut
amellerinden yalnız Allah için tecerrüd ettikleri, teklif nisbetinden mâada bir şey kalmadığı için kendileri bile hatırlamamıştır.
38- Cennet ehli orada geceyle gündüzü keşifle, görmekle, atlas mülkünde (yıldızlı gökte) burçlar ile (yıldız kümeleriyle) tâyin ve hesap edilen ölçülerle bilecektir. İşte onlar, dünyada, sabah akşam denilen müddetlerin oradaki zamanlarını böyle bilecekler, o zaman da onlar için dünyada kuşluk, yatsı denilen hâl olacak, onları orada bu sûretle hatırlayacaklardır. Hak Tealâ o hususu (sabah, kuşluk, akşam ve yatsıyı andıran) zamanlarda kendilerine husûsî rızık verecektir. Hak Tealâ’nm “
fpjj /Sabah akşam onlara rızıkları gelecek/Sabah, akşam onlara mahsûs razık vardır”  İlâhî kelâmı bunun içindir. Zira orada güneş de yoktur ay da...
39- Hak Tealâ’nm cennet hayatı hakkında “ /Meyveleri ve yenmesi daimîdir”  kelâmının mânâsı; hakîkaten cennet ehlinden yemek- içmek ne zaman arzu ederlerse hiç kesilmeyecek demektir. Yoksa onlar hiç durmadan yiyecekler demek değildir. Yemekte devam, bir cisim için kendisine gıda olan şeylerle tena’um etmenin (zevk ve lezzet almanın) kendisidir. Bir insan tıka basa doyuncaya kadar yerse bu (onun için tam) bir gıda değildir. Gereği veçhile yenmiş değildir. Ancak (ne bulursa boğazına atan, bulduğunu midesine kakan bir obur) sandığında mal derleyip toplayan (bir bahîl) gibidir.
Mide (bu şekilde) yemenin toplamış olduğu yenilip-içilecek şeyleri cem’eder, (bir yerde toplar). Bir insan bunları (bu kadar çeşit ve fazla şeyleri) midesinde saklar. Elini kaldırırsa (çok yemek yerse) o anda tabiat (vücut) tedbir ile mideye sâhip olur. (Onun sıkıntısını almak çarelerine başvurur.) O yemek bir halden diğer hâle intikal eder. Ve bu hareketiyle her nefeste o yemeği mide (sahibine) gıda/besin olabilecek durama getirir. O da hiç durmadan dâima gıda içinde bulunur (besin alır durur). Eğer böyle olmasaydı her gıdalananm neş’eti (doğuşu) tertibindeki hikmet bâtıl olurdu. Sonra toplamak, bir araya yığmak yemekten hâli kalınca (mide boşalınca) toplayıcı tabiat (vücut) midesini dolduracak şeyleri elde etmek üzere hareket eder. (Açlık duygusu başlar ve gittikçe aıtar). İşte böylece devam eder. Mide kendine verilen şeyleri gıda/besin yapar. Besin vücûda yayılır. Mide boş durmak istemez. Gıda yapacak şeyler ister. Bulamazsa tabiat harekete geçer, onları elde ettirmeğe çalışır. Huzûr ve rahatını kaçırır. Aramak, vermek mecbûriyetinde bırakır. Bu her zaman böyledir. Bu bir hayat nizamı ve İlâhî hikmetin icâbıdır.
Şeyh-i Ekber, Fütûhât’ınm 398. bâbmda bunun uzun izahını yapmıştır. Oraya bak.
40- Bil ki güneşle beraber seyreder (görünen) hareket ve bu hareket yüzünden zuhûra gelen doğuş-batış cennetin damı olan atlas feleğinde (kara boz renkli, sâbit yıldızlı gökte) mevcut olacaktır. Gezgin yıldızların hepsi de cehennemde, şimdi kendi semâlarında düzgün bir hudûd/yörünge üzerinde yüzdükleri/gezdikleri gibi cehennemin semâsında yüzeceklerdir. Böyle olmasaydı bugünkü takvimciler (yıldızcılar, rasatçılar, gök bilginleri) güneşin ne zaman tutulacağını ve ziyâsımn ne kadarının gözlerimizden gideceğini bilmezlerdi. Evet konulmuş sâbit ölçüler ve Hak Tealâ’nm bu takvimcilere bildirmiş olduğu muhkem (şaşmaz) teraziler olmasaydı rasatçılardan hiçbirisi bunu/güneş ve ay tutulmasını bilemez, hesap edemezdi.
41- Bil ki Adn cennetindeki (ziyâret, Allah’ın cemâli seyredilecek) tepe, Misk-i Ebyâs (nur saçan misk)tir. Adn cenneti cennetlerin köşkü, sarayı, sultamn hâs makamıdır. Oraya hâs kullardan başkası giremez. Diğerleri ancak ziyâret günü kabul edilirler. Bu tepede minberler, tahtlar, kürsüler ve mertebeler vardır. Çünkü bu tepenin adamları; Resûller, peygamberler, velîler ve mü’minler olmak üzere dört sınıftır. Her sınıfın mertebesi, meselâ; minberlerde müşterek olsalar da mevki ve dereceleri birbirinden farklı (yukarı, aşağı, ileri ve geri durumda)dır. Hak Tealâ bu derece farkım,. “ ^ /İzzette namına haber veriyorum ki biz, peygamberlerin bazısını bazısına üstün kıldık”  kelâmıyla beyân etmiştir. Diğer bir kelâmında da; “şh^Lp 'Sj*
/Bir kısmınızı bir kısmınızdan mevki ve paye bakımından yüceltir; Allah sizin bazınızı diğerinin üstündeki derecelere yükseltti”  demiştir. Yani yarattı demektir. Hak Tealâ’nm bu beyânında ademoğullarmm hepsi dahildir. Bu üstünlük dünyada olduğu gibi âhiret hayatında da olacaktır. Hâsılı insanlar cennetteki yerlerini aldığı (her kendi cennetine ve oradaki mevki ve makamına yerleştiği) zaman Hak Tealâ onları kendini görmeğe dâvet edecek. Onlar da kendi mertebelerine, Rablerinin bu dünyadaki tâat, emir ve yasaklarına riâyet hususundaki yürüyüşlerine göre koşacaklar. Onlardan kimisi ağır, kimisi orta, kimleri de hızlı yürüyüşle gelecek. Hepsi (o nûrlu) tepede toplanacak, bir çoğunun (bir çok kadınlar ve anneler için de yalnız kendi annesini tanıyıp memesine aktığı gibi, oğlaklar da emiştirme zamanında bir ağıldan salınınca koca bir sürü içinde yalnız kendi annesine koşar ve onun memesini bulur) her şahıs da kendi mertebesini (ve oradaki yerini) o mertebeye akan zarûrî bir bilgi ile bilecek. Her birisi ancak kendi mertebesine/mevkiine inecek (kimse kimsenin yerine oturmayacaktır). Onlardan birisi kendi mertebesinin gayrisine geçmek için sıçramış olsa ona muktedir olmayacak (olsa da duramayacak). Ve eğer başkasının mevkiine oturmak arzu ve hevesine düşse buna muvaffak olmayacak. Belki o, kendi arzu ve emelinin nihâyetine ulaşmış olduğunu görecek, içinde bulunduğu nimetle tebiî ve zâtî olarak sevinecek (kendi mevkii ve o mevkideki zevki kendine uygun ve başkalarından sevimli gelecek)tir. Böyle olmasaydı orası 11e bir cennet ve ne de nimet (zevk-ü sefa) diyârı olmaz, bir elem yurdu, dirliği tatsız eden bir âlem olurdu.
Şu var ki orada herkesin içinde yaşadığı nimetler ve üzerinde bulunduğu mevki, başkalarının gözünde en aşağı fakat kendi nazarında en yüksek görülmektedir. (Her şahıs kendi mevki ve hayatını başkalarından üstün görecektir).
İnsanların mevki itibariyle en aşağısı gerçi orada en aşağı diye bir şey olmamakla beraber kendine hâs olan mevki ve makamından gayri bir şey ile kendisi için nimet bulunmayandır. Onların en yükseği ve kendinden daha yükseği olmayanı da kendisi için küllî/(umuıııî/genel) olan nimetlerdir. Bu itibarla her şahsın nimetinin kendine maksûr/mahsûs olduğu bundan bilinmiştir. Aman bu ne kadar hoş bir hükümdür.
42- Sonra insanlar Hak Tealâ’nm cemâlini müşâhede için ziyâret tepesine indikleri (her birisi kendi mevki ve makamlarına oturdukları) ve Hak Tealâ’da umumî tecellî ile tecellî ettiği (cemâlini gösterdiği) vakit bu tecellî ayni (hakikat) itibariyle bir olmak ile beraber (görülüş ve görünüş yönünden) türlü ve müteaddit şekil ve sûrette olacaktır. Oradakiler Hak Tealâ’yı gördükleri anda bu tecellînin nüru ile diğerlerinden, gerilerinden boyanacaklardır. Her kim ilâhî tecellîyi şer’î inanışların hepsinde (türlü inanış ve samşlarda) bilirse onun için o inanılan şeklin nûrandaıı gayrisi olmayacaktır.
Bil ki Hak Tealâ’yı müşâhede hâlinde muhakkak kendilerinden geçecekler (kendilerini kaybedecekler) müşâhedeleri zamanında kendileri için bir zevk ve lezzet olmayacaktır. Çünkü zevk ve lezzet ilk tecellî anında olacak, derhal kendilerinden geçirecek ve bıi lezzet içinde fânilik hâlinde 
kalacaklardır. Çünkü bu lezzetin tesiri büyük ve kuvvetlidir. Bu öyle bir garip (ve eşsiz) bir zevktir ki, bunu tatmayanlardan gayrisi bilmez. (Târif ve izah da edilemez). Bu zevki tadan bir kimse de onu içinden/vicdanmdan inkâra muktedir olamaz.
43- Cennet ehline Azız ve Celîl olan Allah’ı görmek nasîp olunca insanlar görüş ve müşâhede keyfiyetinde birkaç kısım üzere bulunacaklardır. Onlardan kimisi Rabbini baş gözüyle (gözünün bebeğiyle) kimisi gözlerinin tamamı (her tarafı) ile, kimisi (gözleri ile beraber aynı zamanda) yüzü ile, kimisi de vücûdunun her tarafı ile görecektir.
Bütün vücûdu ile görmek peygamberlere ve onlara tâbi olmanın hükmü ile peygamberlerin tam vârisi olan kâmil zâtlara mahsûs olacaktır.
Halk ile Rableri arasında orada azamet perdesinden başka bir hicap olmayacaktır. Hem de onlar, Rablerini başka değil, ancak kendi takat ve kudretleri miktarmca göreceklerdir. Yoksa onu tamamıyla ihâtâ ve kavramak sûretiyle göremeyeceklerdir. Allah’ı ihâtaya mâni olan azamet/ululuk (hudutsuzluk) perdesidir. (Allah’ın azametini ihâta mümkün değildir. Çünkü Allah nâmütenahi büyük ve azametinin hudâdu yoktur. Yoksa Allah’ın vücûdu mahdut olsaydı, o mekân içinde kalmış bir cisim olurdu. Allah cisimler gibi mekân ile sınırlanmaktan münezzehtir.)
Resûl-i Ekrem’in; Allah’a ait görüşümüze güneş ve aya mahsûs görüşümüzü benzetmesi (Allah’ı, cennetten dünyada güneşi ve ayı gördüğümüz gibi göreceğiz mealindeki hadis) ve bu görüşteki maksadı ay ile güneşi parlaklık hâlindeki görüşümüz değildir. Bunları görüşümüzden maksat ancak onların tutulmuş, kararmış hallerindeki görüşümüzdür. Zira göz, ay ile güneşi tutulmuş hâlinde görüp idrak edebilir. Bu öyle bir görüş ve idraktir ki nürluluğun (ziyâ ve parlaklığın) ne eksik ne de ziyâdeliğini kabul etmez. İşte bu güneşin zâtına mahsûs olan muhakkak bir idraktir. Bu sebeptendir ki Resûl-i Ekrem’e: ‘Ey Allah’ın Resûlü, Rabbini gördün mü?’ denildiği zaman; ‘O bir nûrdur. Ben onu nasıl görebilirim, demiştir. Yani nasıl idrak edebilirim ki onun ııûru bana yaldırması (beni sarması) gözleri kapıyor (kamaştırıyor). Zira Hak Tealâ yaratılmış nûr cinsinden (ışık ve ziyâdan) değildir,’ demektir. Binâenaleyh (Resûl-i Ekrem’in yaptığı) o teşbih, ihâta (kavrayış) tamamıyla bilmek bakımından değil, mahûd nimetin onunla kemâle erdirmek için zâtî idrak/(anlamak, görebilmek) yönündendir.
Binâenaleyh biz Hak Teâlâ’yı, güneşi ve ayı tutuk vesâir haklarında tamamıyla bildiğimiz gibi bileceğiz. İşte meseleyi (böyle) anla! Sonra (bundan şu da) bilinir ki Rab Teâlâ’nm kıyâmet gününde ve cennette vaki olacak tecellîsindeki rıûrun ziyâ ve şâşaası olmayacak ve bunun ziyâsı kendisine taaddî etmeyecektir. (Kendisine geçmeyecektir.) Çünkü göz onu gayet vazıh olarak görecektir.
44- Hak Teâlâ’ya nazar edenlerin alcsârm (herhangi bir sayıya) iııhisâr etmez. Zira Hak Teâlâ’yı görmek, onların bu dünyadaki itikadının geniş ve darlığına iclâl ve ta’zimine tâbîdir. Bu da, herkesin itikadının meyvesini toplaması içindir. Öyle ki, onlardan bazısının Rabbiııe nazarından zevk ve nasini aklî bir lezzet, kimisinin hazzı da hayâlî bir lezzet, kimisininld keyif getiren bir lezzet, kimisininki keyif vermeyen lezzet, kimisinin hazzı keyif verdirecek bir lezzet, kimisininki de keyfiyeti tarif edilemeyen bir lezzettir.
Onlar işte böylece Allah yanında dünyada oldukları gibi dereceler içindedirler. (Zira) fıtrat (yaratılış) Hak Teâlâ’nm üzerine bindirdiği mîzâcın (tabiat ve istidâdm) aslından değişiktir. İşte halkın ma’kûlât (aklın sahası içinde bulunan şeyler) hakkında kendi düşünüşlerine ait görüşlerindeki ihtilâfın sebebi bu (fıtrat, istidat ve nıîzâc ayrılığı)dır. Binâenaleyh onların görüşü ve lezzeti hakkmdaki hazzı/zevki görüşlerinde kendilerine tahayyül ettirilen şeylere/zevklere müsâvîdir.
45- Bil İd evliyâ ve ulemânın hâsları Rablerine ancak ııebîleri Hz. Muhammed’in aynasında nazar edeceklerdir. Çünkü Resûl-i Ekrem’in aynası aynaların kâmili, hem de bütün aynaları hâvîdir.
Hâs zümreden olmayan velîler ve alimler geçmiş peygamberlerin ayakları üzerinde bulunan aynalarda nazar edecklerdiı*. Bu da çünkü Hak Teâlâ’nm, peygamberlerin kalplerinin mârifetlerindeki tecellîsi, peygamberlerden başkalarının kalplerindeki tecellîsinden daha tam ve daha kâmildir.
Hele bu, peygamberlerin getirmiş (haber vermiş) oldukları şeylere, akılların tahayyül edebildiği (alabildiği) Allah’ın sıfatlarına îmân etmek hususunda olursa...
İşte bir kâmil, o Peygamber’e (a.s.)’a uymak yolunda onun izini görmediği bir yere asla ayak basmayan bir zâttır.
Evliyâdan öyleleri vardır ki; Hak Tealâ bütün inananın (inanılanın) istinadına (dayandığı şeye) onu muttali kılar. İşte böyle bir kâmil Allah’ı görmek nimetinde umuma (herkese) ortak olur. Acaba bundan daha büyük bir lezzet var mıdır? Bu, Allah’ın dilediği kimselere ihsân buyurduğu bir fazl-u keremidir. Allah çok büyük fazl-u kerem sahibidir.
46- Şeyhi Ekber (Allah ona rahmet eylesin), (cehennemin vasıf ve hayatına geçerek) cehenneme gelince; ‘Ondan Allah’a sığınırız. Bil ki ey kardeşim,’ diyor ve devam ediyor: ‘Allah Tealâ onu; Ey kulum ben acıktım da sen beni doyurmadın. Ben susadım, fakat beni suvarmadın...’ (diye başlayan ve daha devam eden) kudsî bir hadisindeki kelâmının tecellîsinden yarattı. İşte bu (İlâhî beyân ve hitap) tenezzülün en büyüklerindendir ki Hak Tealâ kullarına bu hitabıyla onlara lütuf ve merhamet olmak üzere tenezzül buyurmuştur. İşte cehennem, bu (tenezzül) sıfatından yaratılmıştır. Cehennemin cebbarlara ceberût göstermesi, mütekebbirleri (heybet ve dehşeti ile) kırıp kahretmesi bundan ileri geliyor.
47- Bil ki cehennem halkının azabı, cehennemin kendisi ile değil cehennemdeki şeylerle (azâb aletleri ve vâsıtalarıyla) olacaktır. Çünkü cehennem, içine atılacaklara (dışarıdan katılacaklara) yalnız bir zindan, bir hapishaneden başka değildir. Cehennemlik olanlara azab ise, ancak Hak Tealâ’nm onlar hakkında ne zaman isterse halk edeceği elemler ile yapılacaktır. Hak Tealâ’nm cehennem halkına azabı haktır, hakîkattır. Onlar, o azaba bir mahaldir.
48- Cehennemde derilerin yanması, hakîkaten ateşten değildir. Bu ancak ateş ile halkının arasından doğacak, bu ikisinin yekdiğerine yaklaşmasından meş’et edecektir. Çünkü ateş közlerinin kendisi bizzat ateşi yakar. Binâenaleyh, ateş közleri ateş değildir. İyi bak ve teemmül et.
49- Ateşten olan soğukluk ateşin rükünlerinden (esaslı unsurlarından) birisidir. Zira hakîkatler değişmez. Hakîkaten Hak Tealâ ateşe; “ ^ ^
/Biz, ey ateş! İbrahim’e soğuk ve selâmet ol dedik”570 kelâmiyle hitabetmiştir. Eğer soğukluk ateşin hakikatinden olmasaydı, ateş (bu İlâhî emre itâat ederek) soğumazdı. Binâenaleyh ateş sıcaklığı kabul ettiği gibi, aynı seviyede soğukluğu da kabul eder.
Ben Şa’rânî diyorum ki: ‘Bu mahal (mesele) teemmül edilmeye ve yazılmaya muhtaçtır. Şeyh-i Ekber, Fütûhâtmm 61 ve 62. bâblarmda ateşe dâir uzun söz etmiştir. Hakikatini Allah bilir.
50- (Şeyh yine sözü cehennem ateşine getirerek) bil ki diyor, ateş muvahhid (Allah’ın birliğine inanan) günahkârların yalnız dış organlarından başkasını yakmayacak. Çünkü îmân onların kalplerine (içlerine) ateşin dolmasına mâni olacaktır. Şimdi ey kardeşim, şu tevhidin sahibine yaptığı inâyete bak ki, cesedin dış organlarını ateşi hissetmeyinceye kadar nasıl öldürüyor. Uyuyan bir duruma uygun hâle getiriyor. Hattâ onları kendilerine şefâat erişiııceye kadar (uyuşuk bir halde) tutuyor. Hak Tealâ onları o uyku uyuşukluğundan uyandırdığı zaman onlar îmânlarını cehennem kapısının önünde de hayat ırmağına daldırıldıktan zaman cennete girecekler, bu sûretle Hak Tealâ’nm bir cümlede (bütün âlemlerde) yegâne ve tek ilâh olduğunu bilen (inanan bir kimse) cehennemde kalmayacaktır.
51- Gazab sultanının cehennemde zuhûr mahalli ancak cehennem halkının cehenneme girdikleri zamandadır. Fakat bir kimse olmadığı zaman ne cehennemin kendisinde ve ne de oradaki meleklerinde (onun nazır, bekçi, idareci ve hizmetçilerinde) hiçbir elem (acı, keder ve sıkıntı) yoktur. Hattâ oradaki melekler ve ruhanîlerden bazıları nimetlerden istifâde ve lezzet alacaklar ve hiç durmadan, bıkmadan Allah’ı tesbîh edecekler.
52- Kur’ân âyetlerinde ve sahîh hadislerde vârid olduğu üzere cehennemin zincirlerle çekilmesine lüzum ve ihtiyaç gösterilmesi ancak muvahhidlere cehennemin fazlaca merhamet ve şefkatinin galebe etmesindendir. Hattâ cehennem: [‘Kendime yavaş yavaş çekilmek, (birden bire karşılarına çıkmamak,) böylelikle Allah Tealâ’nın kullarına rahmetinin uzamasını (azabının tehire uğramasını) istiyorum,’] diyecektir. Nitekim bu (şekildeki niyet ve hareket) bir padişah yanında hâlis dostluğun şanı ve nişanıdır.
53- Bir kavim (cemâat, topluluk) üzerine İlâhî gazâb hak olunca (bir cemiyet ilâhı gazaba müstehak olursa sen de onlara) Haklan gazabettiği için gazab edersin. Nasıl İd Resûl-i Kibriya efendimiz ümmetinden sol tarafı tutan (solcu ve bid’atçi olan) kimseler için kendisine: ‘Senden soııra onların neler ihdâs edeceğini (din yolunda ne yanlış, tehlikeli çığırlar açacaklarını) sen bilmezsin, denildiği zaman, (benden veya Allah’ın rahmetinden) ırak olsunlar, ırak olsunlar...’ diyor. Resûl-i Ekrem (bu nefretini) onları ilk defa kendileri ateşe (cehenneme) çekiliyorken gördüğü zaman (acıyıp acınarak) ümmetim, ümmetim demiş olduktan sonra söylemiştir.
54- Şeyh-i Ekber bir başka yerde de: ‘Cehennemin süratle getirilmekten çekinip zincirlerle çekilmesine (ihtiyaç göstermesi) ancak kendisinden intikam alacağı bir kimse üzerine kendinde bulunan merhamettendir,’ demiş ve şöyle izahta bulunmuştur:
‘Hakîkaten cehennem yaratılmış olduğu zamandan beri yalnız Allah’ın haindi ile Allah’ı tesbîh ve tenzîh edenin üzerine açılmaktan gayri hiç bir şeyin üstüne açılmamıştır. O mükellef bir insanı ateşe atılmaya hak kazandıran hükümlerin ne olduğunu bilmez. Bunu ancak, Allah’ın o zaman
kendisine bildirmesi ile bilecektir. (Kendisine azap aletleri ve ateşler doldurup yapacağı vazifeler bildirildiği ve) mahşer yerine getirilip cebbarlardan (zâlimlerden) âsîlerden intikam alması emrolunduğu vakit mıknatısın demiri kendisine çeken hâssası gibi bir hâssa ile (azab edeceği) halkı kendisine çekecektir. Bu da, şehvetlerin (nefsânî ve hayvânî arzular) ve haram, memnû’ olan fiillerin onları ateşe (cehenneme) çekmesi sebebindendir. Resûl-i Ekrem ise, onları cehennemden men etmek isteyecek, onları tutacak (geri çekecek) fakat onlar Resûlullah’m elinden kurtulacak (cehenneme doğru çekilip gidecek)tir.
55- Hak Tealâ cehennemi sevr/öküz (burcunun) tâliinde (tabiatında) yaratmıştır. Bu yüzden cehennemin sûreti camız şeklindedir.
56- Cehennem halkının cehenneme girecekleri zaman ilk yiyecekleri öküz dalağıdır ki bu, kan ve kirler evi ve kendisinde bozuk kanı toplayan bir organdır. Zira öküz (dört tabiî esas elementin birisi olan) türâbîdir. Tabiatı soğuk ve kurudur. Bu itibarladır ki (öküz dalağı) cehennem halkına çok münâsiptir. Kendisinde bulunan demevîlik (kanlılık) mizacı sebebiyle cehennem halkı ölmeyecekler. Hem de onda mevcut olan beden kirleri ve elem ve başı bozuk kan yüzünden (onu) sevmeyecekler ve (ondan hoşlarına gidecek bir söz ve ses) işitmeyecekler. Üstelik ondan ne zaman yerlerse hastalıkları ve dertleri artacaktır.
57- Bil ki cehennemin yeri (her tarafından) cehennemin damı (tavanı) olan cennet arzının iç yüzünün (içe bükük tarafının) altıdır. Güneşin bu dünyada meyvelerin olmasına müessir olduğu gibi cennetteki meyvelerin ve yenilecek şeylerin iyileşmesi, bu (durumdaki) cehennem ile olacaktır.
58- Güneş, ay ve yıldızların hepsi cehennemdedir. Cehennem orada; eşyâya ait tesirini ve meyvelerin olgunlaşmasını yukarıda yapar. Nitekim burada meyvelerin ermesi ve olgunlaşması aşağıda olur. îş burada böyle olduğu gibi aynı iş orada sûretler ve hükümler birbirine uymasa dahi mânâya intikal edecektir. Bilmiyor musun ki cennetin toprağı misktir. Misk de tabiat itibariyle sıcaktır. Zira kendisinde nâriyet (ateş mizacı, sıcaklık) vardır. Cennetin ağaçları o misklik toprağına değmiştir. Orada misk burada meyveleri güzelleştirmek, toprağı verimli hâle getirmekte (kullanılan ve toprak içinde çürütülen) hayvan tersi (gübre) makammdadır.
Şeyh-i Ekber, bu hususu 68. bâbta da zikretmiştir.
59- Bil İd cehennemdeki bütün yıldızların nûrları sönük, ziyâlan yoktur. Ay ve güneş de cehennemde doğarlar, aşarlar. Fakat ışıksızdırlar. Orada yıldızların durumu burada bizim gözümüze (ay ve güneşin) tutulmuş hâli gibi (ziyâsız ve karanlık)tır. Cehennemin güneşi doğar, fakat parıldamaz. Cehennem halkı yıldızların ziyâsıııı duman içinde, bulanık olmalarından dolayı müşâhede etmezler. Nasıl ki bunlar, Hak :ıalından getirilmiş olan şerîatleri idrakten bu dünyada kör (vc görmemekten gelirler) idi. Böylece orada da nûrlaıı idrakten kör (ve mahrum) olacaklardır.
Cennet ehlinin gecesi olmadığı gibi cehennem halkının da sabahı yoktur bu hâl her iki âlemdekiler için sonsuz olarak devam edecektir. Bu sebepledir ki Hak Tealâ kıyâmet gününe akîm (kısır gün) adını vermiştir. Zira kendisinden sonra bir gün yoktur. Bugün (kıyâmet günü) de Cumartesi günüdür. Çünkü kıyâmet Cuma günü kalkacak, Cumartesi gününün kuşluğunda gelecektir. Hattâ kıyâmet günündeki hesapların cümlesi bu iki müddet arasında vâld olacak (bütün mahşer ve kıyâmet hâli ve hayatı bir buçuk günden az bir zaman içinde görülüp bitecektir). Cennet ve cehennem adamlarına o zamandan imar (ihzar) olunacak, cehennem de halkının üzerine öyle bir kapanışla kapanacaktır ki ondan sonra açılmak yoktur. Şeytanlar cehennemde altına kuvvetli ateş yaktığın zamanda tenceredeki et yanıkları gibi kaynayacaktır. Allah’tan af ve afiyet niyâz ederiz.
Ben Şa’rânî de diyorum ki; her iki âlemin (cennet ve cehennem) adamlarının orada kıyâmet gününde (mahşer yerinde) bulunmaları, aşağıda şeyhin buna dâir sözünde geleceği üzere Cumartesi gününün kuş] uğu nihayet bulmazdan evvele kadar olacak ve kıyâmetteki muâhezelerin hepsi, kıyâmet gününün (bir günlük müddetinin) olup bitmesiyle nihâyet bulacaktır.
60- Şeyh-i Ekber, bil ki diyor:
‘Şu yıldızlı gök, Atlas feleğinin (en geniş ve en ııihâyetteld gök dâiresinin) içinde yaratılmıştır. Cennetlerin ve içindekilerin yaratılması da, bu iki göğün arasında olup bu gök cennetlerin arzı (toprağı); Atlas göğü de onların semâsıdır. Yıldızlı göğün iç yüzü (iç bükey tarafı) işte bu dünyadır. Gördüğün bütün şeylerin âhirete kadar istihâlesi (hâl ve şekil değiştirmeleri) buradan ta o yıldızlı semânın arasında olur. Bu itibarla bu dünyadan intikal eden (yer değiştiren) insanlar vesâir canlı şeyler cennete intikal eder. Bundan sonra kalan da cehennemdedir.
Şeyh-i Ekber bunu, Fütûhât’mın 371. bâbında zikretmiştir. Bu îzâhattan anlaşılmıştır ki cehennemin sınırı, sâbit yıldızlar göğünün iç yüzünden (iç bükey dâiresinden) Esfel-i Safilin’e (aşağıların aşağısına) kadar devam eder. Bu da, insanların hesaptan ferağından (hesap ve muhâkemelerinin nihâyet bulmasından) sonradır.
61- Bil ki cehennem halkından dört bölük oradan hiç çıkarılmayacaktır. Bunlar, mütekebbirler, münafıklar, Allah’ı inkâr edenler ve müşriklerdir. Bunların hepsini (mücrimler) tabiri içine alır. Hak Tealâ,
fjİÜ IjjUiltj /Ey mücrimler, bugün ayır dolunun”  buyurmuştur. Yani; ‘ey müstahaklar (cehennemi hak etmiş olanlar)’ demektir. Çünkü bunlar, cehenneme kalmaya ehil ve lâyık olmuş bulunacaktır.
Cehennemden hiç çıkmayacak olan cinden ve insandan bu dört bölüğün her biri de birkaç gruba ayrılmışlardır. Bu ebedî cezâlılar dört sınıftan fazla değildir. Çünkü Allah Tealâ, iblis/şeytanm bize önümüzden, arkamızdan, sağımızdan ve solumuzdan geleceğim, dediğini Kur’ân’mda haber vermiştir.  Bir kimse de, yalnız bu şeytanın araya girmesi ile cehenneme dahil olur ki şeytan, müşriklerin önünden, mütekebbirlerin sağından, münafıkların solundan ve münkirlerin de arkasından gelir. Müşrikin önünden gelmesine sebep, müşrikin önünü kaybettiği yönde görmesidir. Bu sebeple Allah’ın varlığını inkâr edemeyerek isbât (kabul) eder. İblis de ona (üstün ve kudretli) gördüğü ve gösterdiği bir şeyi (tanrılık sıfatı verdirmek sûretiyle) Allah’a, Allahlığmda ortak saydırmaya muvaffak olur. Mütekebbire sağdan gelir. Çünkü sağ taraf çok kuvvetlidir. Bu sebepten o kendi nefsinde hissettiği kuvvetle kibirlenir. Münafığa solundan gelmesi; sol tarafın en zayıf taraf ve münafığın da insan gruplarının en zayıfı olmasındandır. Nitekim sol taraf sağ yandan çok zayıftır. Bu sebeptendir ki münafık cehennemin en aşağı çukurunda olacaktır. Kitabı da ona sol tarafından verilecektir. İblis, münkire arkasından gelir. Çünkü nazar mahalli (bakılacak dikkat olunacak taraf)tır. Şeytan ona: ‘(Korkma), arkada (bak) bir şey yok,’ der. (Bu sûretle münkire gözüyle görmediği şeyleri ve Allah’ı inkâr ettirir.)
İşte bu dört mertebe (şeytanın geleceği, kandırabileceği dört taraf) bu dört sımfa mahsûstur. Bunlardan cehennemin her kapısı için ayrılmış olan insanlar vardır; ^ ^ 0^ /Her kapıya onlardan bir kısım
ayrılmıştır.”573
62- Bir de bunların azâb mahalleri, bu dört mertebe (sınıf) yedi kapı (azâb mahalli) ile çarpılınca 28 çıkar ki, bu sayı; aym ve diğer gezegen yıldızların menzillerine tevâfuk eder.
63- Gezgin yıldızların (gezip dolaşmalarıyla fezâda uğradıkları) 28 menzilden 28 harf zuhûra gelmiştir ki, bunlardan birincisi; kelimelerden münezzeh olan Allah isminin elifidir. Bu elif (harfler bilgisine göre delâlet ettiği hüküm) ile âlemde küfür ve îmân zâhir oldu. Her şahıs bununla kendi nefsindeki îmân, küfür; yalan ve doğrudan söyler ki Allah’ın kulları üzerine hücceti (delil ve burhanı) söylemiş oldukları ifâdeleriyle açıkça tutulabilsiıı, (meydana çıksın).
64- Hakîkaten, cehennemin yedi kapısı vardır. Çünkü cennet kapıları da bunun gibi yedidir. (Gerçi cennetin sekiz kapısı vardır). Ama bu sekizinci kapı Allah’ı görmek cennetine mahsûstur. Bu kapı ise, cehennemde kapalıdır. Ona cahîm kapısı denir. Asla açılmaz. Şüphesiz bu iş anlattığımız gibidir. Zira bu kapıların şekli, birisi açılınca diğer tarafı açık yeri) kapanan bir kapıya benzer ki, açtığı durağın diğer bir durağı kapadığını biliriz. İşte (böylece) cehennem kapıları da kapanınca cennet kapılarının açıldığı taayyün eder.
Ben (Şa’rânî) de (burada şunu) haber vereyim ki, cehennem kapılarının her birisi Kur’ân’da beyân edilmiştir. Şöyle ki, cehennem halkı Rableriııi inkâr ve nimetlerine nankörlük edenlerdir. Saîr ehli, şeytanlardır.
Lezâ’dakiler; Jjüj jjjt /Geriye dönen (Hak’tan) yüz
çeviren, mal ve servet toplayıp (sadaka ve zekâtını vermeyen kendi nefsi için) saklayanlardır.’ 
Sakar adamları, namaz kılmayan, yoksulları yedirip giydirmeyen, oyun, eğlence, nefsânî arzu ve şehvetlerine dalanlarla birlikte dünya zevklerine kendini kaptıran ve bir de hesap gününü yalanlayanlardır.
Cahıym gürûhu: ‘ ^ ^ S**
JJMIMÎ ÜlS t&j' ^ 13) /Müslümanlarla alay eden (hakir
gören) koğııcu (arada laf taşıyan, dedikoducu), hayır ve iyiliklere mâni olan, ilâhı hududu çiğneyip geçen, büyük günahlar irtikap eden ve bir de kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman; ‘Geç canım (bunlar) eskilerin masalı,’ diyenlerdir.’  Hutame sürüsü, Müslümanlarla istihzâ eden, göz kaş işâretiyle eğlenceye alan küçümseyen, kendisini boyuna yaşatacağı (hastalık ve her türlü derdine çare olacağı) kanaatiyle mal ve servet yığanlardır.
Hâviye ahâlisi de; terazileri (hayır tarafları) hafif gelmiş olanlardır. Hakikatini Allah bilir.
6.5- Şeyh-i Ekber, diyor ki: İblis (koca şeytan) cehenneme girdiği zaman oranın ileri geleni (en büyük suçlusu) olacaktır. Zira cehennemde hiçbir kimse yoktur ki azâb olunsun da şeytanın onun cezâlandırılmasma sebep olmuş ve onunla suç ortağı (teşvikçi, tahrikçi) olmasın! Vâki değildir. Resûl-ü Ekrem şerefli bir hadisinde; [‘Her kim dinde insanlara fenâ bir yol açar, kötü bir âdet kurarsa ona hem o kötülüğün aslî cezâsı, hem de o işi yapanların vebâıli vardır,’] demiştir. İşte bu itibarla şeytan da hakikati ile cehennemin melîi (tamamıyla dolduranı) olacaktır. Çünkü cehenneme ancak o şeytana muvafakat etmesi, uyması yüzünden girmiştir. Bu da, şeytanın dördüncü tabakada durdurulacak oluşunun sırrıdır. Bu tabakanın aşağı dereke ve çukurlara nisbetle (biraz rahat olduğu sanılmasın) şeytanın cezâ ve azabında bir hafifletme değildir. Bu tabaka ve ifâde ancak şümûl ve ihâta mânâsmdadır. Şeytanın cehennemdeki azabı, bâzen yaratıldığı maddenin zıddı olan soğuk ile bâzen de ateş ile olacaktır. Bunun nazîri; hassas bir cisimdir ki, hayatı nefes ile çıkar. Nefes boğmakla veya ağzını kapamakla çıkmaktan men edilirse geriye, kalbe dönerek onu tıkar. Ve hemen de ölür.
66- Cinlerden olacak cehennem halkı yalnız kâfir olanlardır. Zira cinler içinde müşrik (Allah’a ortak koşan) muattıl (Allah’ın varlığım alâka edinmeyen, Allah filerini atalete uğratan, Allah’ı inkâr eden) ve münafık yoktur. Bu sebepledir ki, Hak Tealâ; “ Lîlâ jE İllâ jaSI (jllüÜl i)
Ljj 4İSI ıLaüJ cp) IM* Itsjt yrj) /Şeytana benzer M insana; ‘kâfir ol; (Allalı5! inkâr et,)5 dediği ve insan da inkâr ettiği zaman; ‘(Ya işte şimdi) ben senden beriyim, (bu inkârla senden uzaklaşıyorum)’ der,’576 diye bunıı bize haber vermiştir. Hak Tealâ (bu beyânıyla) şeytanı müşriklere değil kâfirlere ilhak eylemiştir. Gerçi şeytan insanlara şirk etmesini de vesvese eder. Ve bu yüzden müşrik olanlar da vardır. Bu itibarla her müşrik kâfirdir. Ama her kâfir müşrik değildir. Müşrikin kâfir oluşu Hak olan Tanrı’yı birlemekten meyil ve inhiraf ettiğinden, delil ve âyetlere dikkatle bakmaktan ayrılıp, birliğin hakikatini örttüğü (Allah’a benzer, kâinatı tasarrufta O’na bir şahsı veya kuvveti ortak tuttuğu) meselâ; Hz. îsâ’da Tanrılık kabul ve onda biıiik (birleşine) tâyin ettiği içindir. Ama müşrikin şirkine gelince; Allah ile beraber, (O’na benzer diğer) bir Tanrı kabul etmiş olmasıdır. Allah’ın emir ve yasaklarının, haber ve sıfatlarının bazısına inanıp bazısını inkâr eden de müşrikten sayılır. Hak Tealâ’mn şu âyetini hele teemmül et: “ ^ 0^' 'J& 'fij* cjj' 5^' j^> û) /İzzetim hakla için; ‘Meryem oğlu Mesih (İsa) Allah’tır,’ diyenler muhakkak M kâfir oldular.”577 Hak Tealâ bu kelâmında; ‘şirk ettiler’ dememiştir. Çünkü böyle diyenler, Allah ile birlikte ayrı bir Tanrı kabul etmemiştir. (Allah ancak îsâ’dır demiştir. îsâ Allah idi, Allah îsâ şekline girdi ve yine göğe çıktı. İnen de çıkan da Allah’tır. Ve îsâ şeklindedir, diye inanmaktadır.) Bu mahal açıklansın ve not edilsin. Çünkü ince bir noktadır. (Hıristiyan mezheplerinden birisi Allah hakkında aynen böyle inanmaktadır. El’ân da bunun taraftarları vardır. Hele avâmııı inancı bu merkezdedir.)
67- Bil ki cehennem halkı birbirlerini ziyâret edecekler. Lâkin bu ziyâret husûsî bir hâlette olacaktır. Bu da her tabakada olanların birbirlerini ziyâret etmesidir ki, mahrûrlann (hür olanların, köle, uşak olmayanların veya soğukla azâb edilenlerin) mahrûrları makrûrlannda (gezmekten memnû ve bir yerde durmaya mahkum olanları) makrûrları ziyâretleri gibidir. Yerleşik olan (bir tabakada tutulan,) serbest olan (diğer tabakalara nakledilmiş olanları) veya mahrûrlar, makrûrları (soğuk ile azâb edilenler, ateş ile azap edilenleri) ziyâret etmezler.
Cennet ehli bunun aksinedir. (Onlann yek diğerini ziyâretleri) mutlaktır. (İstediklerini her mekân ve mevkide ziyâret edebilirler.) Cennet ehlinin meydanı (gezme görme sahası, cennetin her yerinde bulunabilen) bir nimete benzer. Bu (olabildiğine serbest) hayat, cehennem halkının dar, sıkışık ve sınırlı durumuna mukabil ve onların (sıkıcı) hâline muhâliftir.
68- Cehennemde, cennetteki ihtisas derecesi gibi husûsî bir dereke yoktur. Zira insanlar cehemıemde başka değil, ancak amellerine göre azâb olunacaklardır. Hak Tealâ Hazretleri nikmetini/azâb ve ukubetini dileyeceği bir güruha (doğrudan doğruya, bilâ sebep) daimî olarak tahsîs edeceğini bize kat’î ve sarîh bir beyân ile haber vermemiştir. Buna binâen cehenneme inen (düşen) her şahıs oraya yalnız ameli sebebiyle düşmüştür.
İşte bunun içindir ki cehennemde boş (adamsız) yerler kalacaktır. Hak Tealâ oraları imar edecek, halk yaratacaktır. Bu da, Hak Tealâ’nm kelâmıdır. (Kelâmından anlaşılmaktadır ki) Cebbar, (eksikleri tamamlayan Hak Tealâ) oralara (halkın) ayağını koyacaktır. (Yahut) oralara Cebbar ayağını basacaktır. Cehennem de; ‘Hiç, hiç artık yeter, istemem yeter,’ diyecektir.
69- Hak Tealâ’nm haklarında; Üja /Onlara azâb üstüne azabı arttıracağız”  dediği tâifenin azabına ziyâdelik getirmesi şu cihettendir ki; bu tâife başkalarını saptırmışlar ve onların kafa ve kalplerine şüphe sokmuşlardır. Bu itibarla zikrolunan artırım, saptıran önderlere (başkalarını bozuk yollara ve inanışlara saptıran, sözleriyle, vaazlarıyla, eserleriyle onlara bâtıl ve sakat fikirler aşılayan, telkin ve tesirde bulunanlara) ve hakîkaten onları (doğru yol ve) amellerinden (sapıtıp iğfâl ve) idlâl edenlere mahsûstur. îşte cehennemde (azabında) arttırma yalnız bu cihetten olacaktır. Anla!
70- Cehennem halkına yapılacak azabın en şiddetlisi onların içlerinde (kafalarında) vâki olan tevehhümlerdir. Zira onlar, içinde bulundukları azâbdan daha şiddetlisini (tevehhüm edecekler,) tevehhüm ettikleri anda o azâb kendi nefislerinde derhal tekevvün edecektir. (Yani tevehhüm ettikleri o şiddetli azâb hemen başlarına gelecektir.) Hakîkaten Hak Tealâ’nm “
/(Hutame cehennemi:) Allah’ın yüreklere çıkan (gökleri saran) yakılmış bir ateşidir”  kelâmı buna işârettir.
71- Bil ki muvahhid âsîlerden cehennemde en uzun kalacak olan elli bin sene kadar kalacaktır. Sonra bunlar şefâat ile çıkarılacaktır. Biz bu sözümüzde; ‘tam elli bin yıl’ demeyip de ‘elli bin yıl kadar’ dedik. Çünkü, bunu da Cenâb-ı Hakk’m; “3-^ fj* J* /Miktarı elli bin yıl olan bir günde”  kelâmının işâretinden anlamış bulunuyoruz ki, ancak takrîbî olur; sınırı, sayısı kestirilemez. (On kadar, bin kadar sözümüz tam onu veya bini ifâde etmez. Daha aşağı olabileceğini ve fakat fazla olmadığını anlatır.) Muvahhidlerin âsîlerine (cehennemde) yapılacak muâhezelerin (cezâlarm) hepsi kıyâmetin (buranın elli bin yılı mikdarmda olan) bir gününde (zamanında) nihâyet bulacak ve ondan sonra (kıyâmet gününden elli bin yıl sonra) cehennemde, Allah’ı bu dünyada birlemiş (tevhîd kelimesini söylemiş) velev ki hayatında bir kere demiş ve bunun üzerine (bu inancında sâbit kalarak) son nefesi vermiş olanlardan tek bir kişi dahi kalmayacaktır.
72- Kıyâmetin günü dünyanın gününe bitişiktir. îkisi arasında yalnız Berzah gecesi vardır. Bu gecenin sabahında dirilme nefhası üfurülecek. O günün güneşinin doğmasında Hak Tealâ’nm fasl-ü kazâ (mahşer halkının hesap ve muhakemelerini görmek) için celâline lâyık olduğu veçhile gelmesi 
olacak. İki rekât kuşluk namazı kılınabilecek kadarlık zaman içinde Allah’ın hükmü bitecek, cennet ve cehennemde yukarıda geçtiği üzere adamlarına tevcîh ve ihzâr edilecektir. Onlardan her biri, içinde bulunacakları hâl ve mevkilerde dâima kalacaktır.
73- Cehennemde ebedî olarak kalacaklar da (ağır cezâlılar da) uyku yoktur. Cehennemde uyumak ancak muvahhitlerin (Allah’ın birliğine inananların) günahkârlarında olacaktır. Bu da, onların cehennemde zevk alacakları ve istirahat edebilecekleri (muayyen) bir miktar (ve zamandan ibaret)tir. Onlardan (muvahlıitlerden, tevhîd kelimesini inanarak söylemiş olanlardan, Allah’tan başka tamı olmadığına inananlardan) bazıları bin sene, bazıları onbir bin, bazıları da az yukarıda geçtiği üzere elli bin seneye yakın bir zaman uyuyacaklardır. Bu da, muvahhitlerin günahkârlarına Allah’ın rahmet ve merhametindeııdir. Artık (hadislere dayanan bu sözlerimizden) Hak Tealâ’nm ^ LJ u)
/Onlardan azâb kesilmeyecek, hem onlar bu azâb içinde (her türlü nimet, istirahat ve kurtuluştan) mahrum ve ümitsizdirler. Azâbları hafifletilmeyecek ve orada ümitsiz bir halde kalacaklar”581 kelâmından cehennemin asıl malı olan halkının uyumayacakları (ve istirahat etmeyecekleri) anlaşılmıştır. (Ayette beyân edilen sürekli azâb mü’min ve muvahhit olmayan kâfir, münkir, müşrik ve münafıklar hakkındadır.
Şeyh-i Ekber, bu meseleyi Fütûhât’m 21. bâbmda anlatmıştır.
Muvahhitlerin günahkârları uyudukları zaman onların uykularındaki nimeti (emniyet ve lezzeti) güzel rüya (görmek) iledir. Meselâ; onlar kendisini cehennemden çıkmış, ferah, sürür içinde, yiyip içmekte (kadınları ile) cinsî münâsebette görür. Sonra uyanınca bir şey görmez. Nitekim dünya adamları da, güzel ve zevkli rüyalar görürler. Uyanınca aynı durumda olurlar. Onlardan bazıları da, Allah bizleri korusun rüyasında kendisini, varlık, şiddet, zarar, ukubetler ve dikenli yatakta ve buna benzer (korkunç ve dehşetli) haller içinde göreceklerdir. Hak Tealâ’dan bu hususta selâmet dileriz.
Şeyh-i Ekber’in; ‘cehennemde ateşle yakıla yakıla artık ona alışacaklar ve lezzet bile alacaklar. Hattâ ateşten çıkarılanlar bu çıkış ve ayrılıştan müteessir ve rahatsız olacaklar,’ diyor idiğini nakledenler, Allah’a yemin ederek haber vereyim ki, yalan söylemiş ve iftira etmiştir. Her kim Şeyh’in kitaplarından birisinde buna benzer bir şey bulursa, muhakkak ki o medsûstur. (Şeyh’in veya din düşmanı bir hâin elin hilesiyle o kitaba sonradan sokuşturulmuştur ki Şeyh’i gözden düşürmek için aleyhinde olanlara silah vermiş ve taraftarlarını Ehl-i Sünnet5ten ayırmak için güya şeyhin sözünü bir hüccet tutturmak istemiştir.)"
Fütûhât’mı baştan sona tetkik ettim. Onu cehennem halkının azâb göreceğine dâir sözlerle dolu buldum. Fütûhât ki, onun en büyük ve ömrünün sonlarında yazdığı son eseridir. Şu eserin nihâyetinde Şeyh’in eserlerini okuyan, inceleyen her zâttan Ulu Tanrı hakkı içün rica ediyorum ki, Şeyh’in kelâmını teyid eden âyetten ve hadisten bir delil bilir ve bulursa onu ait olduğu mahalle yazsın. Yahut Şeyh’in kelâmına muğayir olan bir nassa şâhid olur veya bilirse onu da aynı şekilde ilgili bulunduğu yere not etsin. Çünkü keşf ehlinin bütün kelâmı (nakil erbâbımn ekseri ihtilâfına göre) nakillerin dış mânâsı üzerinde yürümez. (Mâlûmdur ki) keşif ehli ancak keyfiyet ve illetler üzerinde durur. (Onlar bir şeyin nasıl ve niçin tarafını beyân eder). Ahkâma (dini meselelerin sağlam ve zâhiri hükümlerine) gelince bu hususta aralarında hiçbir hilâf (ayrılık) yoktur. Çünkü sahîh keşif ancak ve yalnız şeriati teyid ve kabul etmekle olur. Şeriat âlimi eğer keşif sahibinin şerîate muhâlefet ettiğini takdir ederse o sözü kabul etmez.
Şunu da iyi bil ki ey kardeşim, ben bu hâtimede (bu kitabın son kısmında cennet ve cehennem hayatına ve meselelerine dâir olan bahiste, Şeyh-i Ekber’in (Allah ona rahmet eylesin) bütün sözlerini yazmadım. Yazdıklarım ancak akılların kabul ettiği bazı mesele ve hallerdir. Akılların alamayacağı sözlerini (nakletmedim. Onları) cennet ehlinin cennete girdikleri, cehennem halkının da cehenneme atıldıkları zaman müşâhede etmelerine bıraktım.
Hamd-ü senâ ancak âlemlerin Rabbine lâyıktır. Allah’a hamd-ü senâlar olsun ki buna (kendisine îmân ve hamdü senâ etmemize) hidâyet etti. Allah bize hidâyet etmemiş olsaydı, biz hidâyete eremez (doğru yolu bulamaz) idik. (Yine de Allah’a hamd-ü senâlar olsun ki) hakîkaten şu kitabımız (ancak onun) hamdi ile (lütuf ve keremi ile) her insaf sahibinin taassup (haksız yere husumeti) ve nefsî hamiyeti (onur ve kıskanmayı) terk ederek
îbn Arabi’nin, cehennem azâbmın ebedî olmayacağına inandığına dair görüş yaygındır. Bu meselenin Fütûhât ve Fusûsu’l-Hıkem’âoki yerleri ve bu görüşe yapılan itirazlara verilen cevaplar hakkında bk. İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn-i Arabî, haz. Mustafa Kara, s. 145-154, 2. baskı, İnsan yayınları, İstanbul, 1997. (M. Demirci)
ona boyun eğdiren (onur ve gururunu kırıp, değerini, önemini itiraf ettiren) nefis (pek güzel) bir halde (vücûda) geldi. (Bunda Şeyh’in Allah yanındaki manevî kemalinin ve Allah’ın izniyle ruhundan gelen feyzinin eser ve ilhâmı vardır). Çünkü kitabın ön kısmında da söylediğimiz gibi Şeyh, -Allah ondan razı olsun- (Resûl-i Ekrem’in velâyetine, ilim ve ahlâkına) vâris olanların en büyüklerindendir.
Şeyhul-İslâm Şihabuddin Hanbelî ve Fütûhî -Allah rahmet eylesin-, bu kitaba muttali olduktan, üzerine (intibaını) yazdıktan ve Allah’a yemin ettikten sonra, (gerek bu kitapta, gerekse Cevâhir ve Dürer adlı eserimde bulunan meselelerden bir tek hükmün ömrü hayatında hatırından geçmediğini) haber vermiştir. Allah insaf sâhiplerinden razı olsun.
Evvela Allah’ın mededinden sonra Resûlullah’m mededinden dilerim ki, parmaklarımızın uçlarıyla yazdıklarımız, canlarımıza da nakledilmiş, ruhlarımızda saklanmış olsun. Bu sûretle olacak hâlimiz (bu nakış ve muhafaza,) bu kitaptaki şer’î edep ve Muhammedi ahlâkın hiç olmazsa bazısı ile edeplenmeye vesîle olsun.
Bir de şu dünyadan rızâ ve teslim üzere ayrılmamızı Allah’tan niyâz ederiz. Hem de dünya adamlarının kendi ayıp ve kusurlarını bırakıp da bizim gizli ve kapalı taraflarımıza bakmaktan vazgeçmelerini, gerek kendi iddia ve zanlarımızla ve gerek bilmeden yaptığımız büyük suç, kötü dilek ve mühim tehlikelerden dolayı bizi rüsvay etmemelerini kendilerinden istirham eyleriz.
Bir çok acayip ve kötü hallerin zuhûr ettiği şu zamanda öyle kusurlar bizden nasıl vâki olmaz. Biz ise, şu zamanda Hak Tealâ’nm amelleri sebebiyle mahv ve helâk ettiği eski ümmetlerin kapadığı, geçmiş devirlerin âdet ve amellerinin çoğunu üzerimizde toplamış bulunuyoruz. İtiyad hâline getirilen amellerimizle niyet ve maksatlarımız ruhumuza iyice yerleşmiş, niyetimizdeki arzu ve sâikleriıuiz amellerimize tahakküm etmiştir. Zulüm ve dalâlet ordusunun kuvvetlenmesiyle (bu hâl içinde) şüphe yoktur ki kıyâmet sabahının parlaması, ilimlerle amelden kalınması, dalâlet ve sapıklığın ortalığı alıp yürümesi yaklaşmıştır. Muhakkak ki şu dünya, hubûbâtm/tahıllarm soyulup atılan kabuğu, her şeyin tortusu gibi işe yaramaz, değersiz şeyler (mânevî kıymet ve insanlık faziletini kaybetmiş, tamamıyla maddî zevk ve servet, menfeat ve şehvet esiri insanlar) üzerinde sona erecektir. Nasıl ki bir tahlil eleğinde (kıymetli şeyler alınır, ortada) kepekten başka bir şey kalkmaz, kalmaz.
Altıncı yüzyılda yaşamış bir zât, zamanını şöyle tasvir etmiştir:
‘Zamanımız hukemâsı (pislikler nakleden) karasinek ulemâsı (ahlâk ve itikatlara saldıran) birer canavar oldu. Şu devrin maymun (tabiatlıları) fâzılları; parsları, âkilleri; ticârî sûfî/(soyguncu bir aşiret) fâcirleri (sahte birer) sufi, (kurnaz) tilkileri zâhitler (sûretinde) koca yılanları âbidler, muttakileri fasihler (açık deliller yalan ve mübâlağadan çekinmeyen edebiyatçılar), şâkîleri nasihate kalkışanlar, akrepleri vâizler, yılanları hafızlardır.
Edebiyata/yaldızlı sözlere değer verip güzel öğüt ve hikmetlere ihtiyaç görmediler. Cehlin karanlığı içinde maâriften müstağni kaldılar. Ayıpların şerlerine dalıp gayblarm sırlarından mahrum oldular. Öyle ki bunları ne semâvî âyetler uyandırıyor, ne de nefsânî ibretler menediyor. (Öyle gaflet ve sahtelik içindeler, yollarından bir türlü dönmezler. Halkı aldatmaktan, şöhret ve menfaat sağlamaktan asla geçemezler). Hakîkaten dönüş ve kuvvet ancak ulu ve yüce Allah’ın izni ve yardımıyladır. Ve şu vakte kadar dış ve iç organlarından vâki olan bütün hata ve kusurlardan Hak Tealâ Hz.’ne varlıktaki zerreler sayısınca istiğfâr (af ve merhamet) talep ederim. O zât böyle demiş. Rabbinin affına, mağfiretine ve müsamahasına muhtaç bir kul (olan) Şa’ranlı Ali oğlu Ahmetzâde Abdülvahhâb da (Allah onu, ana ve babasını, üstadlarmı ve bütün Müslümanları affeylesin) bu kitabı yazmıştır. Kitabın yazılması Hicrî/Göç 942/Mîlâdî 1536 senesi, kadri yüce Ramazan ayının on birinci Pazar gününde sona erdi.
Allah Tealâ Efendimiz Muhammed’e, âline ashâbma daimî ve ebedî olarak din ve hesap gününe kadar çok, pek çok salât-ü selâm eylesin.
Allah bize yeter. O ne güzel vekildir! Hem de ben, Ulu Allah’a istiğfâr eder (razı olmadığı) sözlerden, işlerden ona tevbe ederim. Hamd-ü senâ ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsûstur.
(îmam Şa’rânî Hazretleri’nin son sözlerine ve bütün dileklerine ben de iştirak eder, bütün enbiyâ, evliyâ, ulemâ, fukahânm ve cümle mü’min kardeşlerimin ruhlarına Fâtiha ithaf ederek tercümeye son veriyorum.)
243 Hicr 15/9.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar