EBU’L HASAN ŞÂZİLÎ VE ŞÂZİLÎYYE 1
Hazırlayan: M. Salim Güven
Ömür, insanın hizmetine verilmiş en güzel ni’metlerden biridir. Ancak
zaman denen akıcı bir hat üzerinde gelip geçmektedir. Bu açıdan ne kadar uzun
olursa olsun gerçekte kısa ve sonludur. Oysa ki, önemli olan ömrün uzunluğu
kısalığı değil, mevcûdun değerlendirilerek yediveren başaklar hâline
getirilmesi ve âhirete taşınmasıdır. Bunu gerçekleştirmek de insamn kim ve ne
olduğunu bilmesinden geçer. Varlık ve insan problemi adı verilen bu husus,
felsefe, tıp ve psikoloji gibi ilimlerin ilgi alanına girmiş, İslâmî ilimlerden
de özellikle tasavvufun konusu olmuştur.
Kısaca, “İnsanın kendini bilme ve
yaratıcısını tanıma çabası.” diye ta’rif edebileceğimiz tasavvuf, bu çabayı
ortaya koyarken farklı bir takım usuller ve metodlar geliştirmiş, her biri
tasavvufî bir ekol olan tarikatların doğmasını sağlamıştır. Genelde
tasavvufun, özelde de onun alt kurumu olan tarikatlar ile tarikat pirlerinin,
İslâm’ın ilim ve kültür hayâtında önemli yer tuttuğu inkâr edilemez bir
gerçektir. Bu önemli müessesenin temsilcilerinden birisi de Ebu’l-Hasan Şâzilî
ve Şâziliyye tarikatıdır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî İslâm âleminin
siyâsî, İktisâdi ve içtimâi yönden en bunalımlı dönemlerinden birinde yaşamış
ve toplumu canlı tutan ma’neviyat büyüklerinden birisi olmuştur. Endülüs’ün
çöküşünü, Abbâsîler’in yıkılışım, Moğol zulmünü ve Eyyûbîler ile Memlûkler’in
mücâdelelerini görmüştür. Onun temellerini attığı, talebelerinin geliştirdiği
ve yaydığı Şâziliyye tarikatı, Afrika’nın Müslümanlaşma- sında büyük rol
oynamış, Yavuz Selim’in Hicaz ve Mısır’ı fethi ile Osmanlı kültürünün bir
parçası hâline gelmiştir. II. Abdülhamîd şehzâdeliği sırasında Şâziliyye’ye
intisâb etmiş, böylece bu tarikatın Anadolu ve Türkler ile olan ilişkileri
artmıştır.
Târihte Osmanlı kültürü içinde
yaşamış olan Şâziliyye tarikatı ve mensupları hakkında Prof. Dr. Mustafa
Kara’nm belli konuları ele aldığı bir kaç makalesi ve ansiklopedik mâhiyette
yazılmış birkaç madde hâricinde Türkçe çalışma bulunmamaktadır. Mevcut
çalışmalar da Ebu’l-Hasan Şâzilî ve onun tarikatını yeterince tanıtacak,
memleketimizde bu konudaki açığı kapatacak nitelikte değildir. Bu durum bizi,
Ebu’l-Hasan Şâzilî ve tarikatını tez konusu seçmeye şevketti.
Ebu’I-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye adını verdiğimiz bu çalışma iki kısımdan o- luşmaktadır.
îlk kısımda tezimizin kaynakları ile Şâzilî’nin yaşadığı dönemin özelliklerini
anlatan bir giriş, hayâtını ve şahsiyetini ele alan iki bölüm bulunmaktadır.
İkinci kısımda ise üç bölüm vardır. Bunlarda sıra ile Şâzilî’nin tarîkat
silsilesi- şeyhleri, Şâziliyye usûlü, yayılışı ve kolları ele alınmaktadır.
M. Salim Güven
Üsküdar, 10
Ağustos 1999
(Hayatı
ve Şahsiyeti)
I.
TEZ İLE İLGİLİ
KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
A- EBU’L-HASAN
ŞÂZÎLÎ İLE İLGİLİ KAYNAKLAR
Bir tarîkat
pirinin hayâtını ve fikirlerini tesbîtte, varsa öncelikle kendi eserleri
önemlidir. Ebu’l-Hasan Şâzilî, arkasında çok az sayıda yazılı eser
bırakan süitlerdendir. Hizbleri hâricinde eseri olduğu bilinmemektedir. Hepsine
birden Ahzâb
adı verilen hizblerde ise kendi hayâtı
hakkında her hangi bir bilgi yoktur.[1] Ancak
araştırmalarımız sırasında Şâzilî’nin Mısır’dan Tunus’daki mürîdlerine yazdığı
bir mektubun varlığını tesbît ettik. Tasavvuf! içerikli olan bu mektupta Şâzilî
Mısır’daki hayatına dâir bazı bilgiler vermektedir.[2] Bunların dışında eseri olmadığı
için Şâzilî’nin hayâtım ve görüşlerini, başkalarının onun hakkında yazdığı
eserlerden öğreniyoruz. Bu eserleri de şöyle değerlendirebiliriz:
1-
Şâzilî’nin Hayâtını
Anlatan ve Sözlerini Nakleden Kaynaklar
a- Ahmed b.
Atâullah Îskenderî’nin (ö. 709/1309) Letâifö’l-minen’i:
Bir mukaddime ve
on bâb hâlinde kaleme alınmış olan Letâifîi’l-minen’de îskenderî’nin öncelikli hedefi, mürşîdi Ebu’l-Abbas
el-Mursî (ö. 686/1287)’yi anlatmaktır. Bunu yaparken tarikatın pîri
Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi de tanıtma ihtiyâcı hisseder. Bu sebeple kitabının ilk
bâbını Şâzilî’ye ayırmıştır. Eserin diğer bölümlerinde de Mursî’yi daha iyi
anlatabilmek için Şâzilî’nin hayatı, sözleri, fikirleri ve hizblerine yer
vermiştir. Ayrıca birçok tasavvuf! terime de açıklık getiren Îskenderî, daha
Letâifin başında kendisinden önce hiç bir kimsenin Şâzilî ve Mursî’nin görüşlerini
kaleme almadığını net bir şekilde ifâde etmektedir.
Letâifîi’l-Minen’in târihi bilinen ilk baskısı 1304/1884’de Kahire’de yapılmıştır.
Târihsiz olarak da Tunus’da basılmıştır. Her ikisi de tahkiksiz olan bu
baskılar bir kaç kez tekrarlanmıştır. Daha sonra Abdülhalim Mahmûd (ö. 1978)
tarafından tahkîk edilerek dört ayrı fasikül hâlinde 1976 yılında Kahire’de
yeniden basılmıştır. Bizim elimizdeki nüsha, bu dört fasikülün Dâru’l-Maârif
tarafından tek ciltte toplanan 212 sayfalık 1992 Kahire baskısıdır.
b- Muhammed b.
Sabbâğ el-Kasım el-Himyerî’nin (ö. 724/1324 veya 733/1333)[3] Dürretü’l-esrâr ve
tuhfetü’I-ebrâr’ı:
îbn Sabbâğ
ünvânı ile meşhur olan Tunuslu Muhammed el-Kasım el-Himyerî, Iskenderî’nin
aksine kendi şeyhinden bahsetmeksizin Dürretü’l-esrâr ismini verdiği bu eserini tamamen Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye
tahsis etmiştir. Ayrıca İskenderî, Şâzilî’nin sadece Mısır’daki talebelerinden
ve özellikle de Mursî’den nakilde bulunurken, kitabının başında kaynaklarını
açıklayan İbn Sabbâğ ise, Şâzilî’nin hem Tunus hem de Mısır’daki talebelerinden
nakilde bulunduğunu, sırf bu iş için İslâm dünyâsını batısından doğusuna kadar
dolaştığını belirtir. En önemli kaynağının Şâzilî’nin hizmetçisi Ebu’l-Azâim
Mâzî b. Sultan (ö. 710/1310)[4] olduğunu
ifâde eden İbn Sabbâğ, Yâkut el-arşî (602-732/1205-1332)[5] ve Şâzilî’nin oğlu Ebû Abdullah
Muhammed Şerefuddîn’den[6] de çeşitli
bilgiler aldığını söyler. Diğer taraftan İskenderî Letâifin mukaddimesinde, muhtemelen İbn Teymiye (Ö.728/1328) ve
taraftarlarına malzeme vermemek için, “Şâzilî ve Mursî’den anlattıklarım
duyduklarımın tamamı değildir. Onlarda ihtisâra gittim. Bu kitaba anlaşılması
ve isbâtı mümkün olanları koydum.”[7] der. Bu
nedenle Şâzilî’yi tanıma ve tanıtma açısından Dürretü’l-esrâr, Letâifü’l-minen’den daha iyi bir kaynaktır. Nitekim Dürretü’l- esrâr’da mevcûd olan bir çok söz ve bilgi Letâifîi’l-Minen’de yoktur. Bunun en güzel örneği, İbn Sabbâğ’m Şâzilî’ye âid Umûm ve husûs ismi verilen bir konuşma ile bir mektubu eserine aldığı
halde İskenderî’nin almamasıdır.
Beş ayrı fasla
bölünmüş olan Dürretü’l-esrâr’da, bir mevzû
ile ilgili bilgilerin tamamını tek bir fasılda bulmak mümkün değildir. Bu
nedenle tasnîfi pek İlmî sayılmaz ve Letâifii’I-minen’den eksik olan yönü burasıdır. İlk baskısı Ali Ahmed
İskenderî’nin yazdığı bir zeyl ile birlikte 1333/1915 yılında İskenderiye’de
yapılmıştır. Daha sonra Rabat’ta İbrâhim Rifaî’nin takdimi ile
Mektebetü’l-muhâcir tarafından tarihsiz ve 223 sayfa olarak neşredilmiştir.
Bizim kullandığımız nüsha budur.
Basılmış olan her
iki nüsha da tahkiksiz olup içlerinde bir takım hatâlar bulunmaktadır.
Çalışmamız sırasında bu hatâları Süleymaniye Ktp. Rşd. no: 1067’de bulunan
yazma nüshadan faydalanarak düzeltmeye çalıştık.
c-
Dâvud b. Ömer el-Bâhilî’nin (ö. 730/1329) el-Latîfetii’l-Marzıyye fi Şerhi
duâi’ş-Şâzilîyye’si:
İbn
Atâullah İskenedrî’nin talebesi ve halîfesi olan Dâvud Bâhilî bu eserinde a-
ğırlıklı olarak Şâzilî’nin Hizbu’l-bahr’ını ve bazı
duâlanm şerheder. Yer yer Şâzilî hakkında da bilgiler verir. Bu bilgilerin çoğu
mukaddime kısmında toplanmış olup Şâzilî’yi öven ve tavsîf eden cümlelerdir.
Biz bu eserin 77 varak olan ve Süleymaniye Ktp. Esad Efendi, no: 187’de bulunan
nüshasını inceledik. Diğer bir nüshası da İstanbul Üniv. Ktp. no: 5691’da
bulunmaktadır.
d-
Ahmed b. Muhammed b. lyâd eş-Şâfıî eş-Şâzilî’nin (ö. 1153/1739) el- Mefahinı’ l-aliyye
fi’ I-maâsiri’ ş-Şâziliyy e’ si:
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin hayatı, fikirleri, sözleri ve hizbleri hakkında yazılmış en derli
toplu eserdir. Müellifi İbn lyâd’ın belirttiğine göre el-Mefâhirıı’l-aliyye’nin öncelikli kaynakları Letâifii’I-minen ve Dürratii’I-esrâr’dır. Bunun
yanı sıra el-
Letîfetii’l-Marzıyye ile Şihâbüddin Ahmed
b. Fahruddin el-Yemenî’nin Tercemetü üstâz Ali b. Ömer el-Kuraşî[8] isimli eserinden yararlanmıştır.
el-Mefâhiru’l-aliyye’nin en mühim özelliği, müellifinin kendisinden önceki
kaynaklarda geçen bilgileri toplaması, onları çok iyi yorumlaması ve güzel bir
tasnife tabi tutmasıdır. Öyle ki, bu eserde Şâzilî’nin bir çok sözü konusuna
göre ayrılmış, ahzâbın hemen hepsi müstakil başlıklar altında ve haklarında
açıklama yapılarak verilmiştir. Sadece Şâzilî’ye âid bilgilerle yetinilmemiş,
tarikatın usûlü hakkında da ma’lûmat dercedilmiştir. Usûl kısmında özellikle
zikir konusu üzerinde durulmuştur.
Yazma
nüshalarından biri Süleymaniye Ktp. Veli Ef. no: 1059’da bulunan el- Mefâhiru’l-aliyye, tahkiksiz olarak bir kaç kez basılmıştır. Târihini tesbît
edebildiğimiz en eski baskısı 1961’de Kahire’de yapılmıştır. îki kez de
Fecru’l-cedîd matbaası tarafından târihsiz basılmıştır. Bu nedenle en eski
baskının hangisi olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Ayrıca yine Mısır’da
Mustafa Halebî tarafından sonuncusu 1314/1993 yılında olmak üzere iki baskısı
daha yapılmıştır. Biz çalışmalarımızda Halebî’nin 239 sayfa olarak neşrettiği
son baskıyı kullandık.
e-
Şeyh Muhammed Zâfîr el-Medenî’nin (ö. 1321/1903) el-Envâru’l-Kudsiyye fî
tenzihi turuki’ I-kavmi’ l-aliyye’ si.
Te’lîfi
1297/1880’de tamamlanan eserin en mühim özelliği, müellifinin sağlığında
1301-1304/1884-1307 yılları arasında İstanbul’da Maârif Nezâreti’nin ruhsatıyla
matbaa-i Osmâniye’de üç kez basılmasıdır. Diğer bir özelliği ise, 423 sayfa
olan 1302/1885 yılındaki baskısında aynı sayfada Arapça metnin kenarına Türkçe
tercümesinin de konmasıdır. Türkler’e Şâzilîliği, Araplara da Türkçe’yi tanıtma
gibi bir kültür hizmeti amaçlandığı anlaşılan bu tercümeyi adliye müfettişi
Yusuf Şetvân Bey yapmıştır.[9] Diğer İslâm
ülkelerinde başka baskıları da olan eserin çalışmamızda biz 1302/1885 İstanbul
baskısını kullandık. Metni Arapça ve Osmanlıca olarak aynı anda görme imkânımız
olduğu için bu baskıdan çok faydalandık.
el-Envâru’I-Kudsiyye’nin, müellifinin sağlığında basılması ve Türkçe’ye tercüme
edilmiş olmasının hâricinde bir orjinalliği yoktur. İskenderî, İbn Sabbâğ ve
İbn lyâd’m verdiği bilgileri tekrar eder. Farklı olarak Medeniyye’nin kuruluşu
ve usûlü hakkında bilgiler verir.
Saydığımız
bu beş eser çalışmamızın ana kaynaklarıdır. Bunlardan başka, tabakat
kitaplarından öğrendiğimize göre doğrudan Şâzilî ile ilgili Ali b. Ömer eş-
Şâzilî (ö. 828/1425)’nin Bâbu’ş-Şâzilî[10] ve Muhammed Murtazâ Zebidî (ö. 1205/1790)’nin Tensîku kalâidi’l-minen
fî tahkiki kelâmi’ş-Şâzilî Ebi’l-Hasan[11] isimli eserleri vardır. Fakat bizim bu iki esere ulaşıp
tetkik etme imkâmmız olmadı.
Tasavvuf!
Şahsiyetlerin hemen hepsi için müstakil menâkıb kitapları yazıldığı bir
gerçektir. Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi de bu geleneğin dışında mütâlaa etmek mümkün
değildir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî hakkında yazılan menâkıbnâmeleri araştırırken hiç de azımsanamayacak bir
literatürle karşılaştık. Ancak faydalanabileceklerimizi tesbît etmeye
çalıştığımızda bunların sayısının o kadar da fazla olmadığını gördük. Tabakat
kitaplarında Muhammed b. Ahmed er-Rabiî et-Tûnusî (ö. 910/1504 den sonra)’ye
izafe edilen Şifâü’I-ğalîI ve âfiyeîü’l-alîl fî ecvibeti li’s-sâili’n-nebîl alâ
ahvâli ve menâkıbi Ebi’l-Hasan Şâzilî[12] ve Murad b. Yusuf Rûmî (ö. 1030/1621)’ye izâfe edilen Menâkıbu
sâdati’ş-Şâziliyye[13] gibi erken tarihli eserlere ulaşamadık. Ulaştıklarımız ise
daha çok XI/XVI1. yüzyıldan itibaren yazılmış olanlardır. Bunlardaki bilgilerin
çoğu da Şâzilî’nin hayâtından bahseden ilk kaynaklarda geçen menkabelerin
tekrarı niteliğindedir. Bu nedenle biz, Şâzilî’nin menkabelerini öncelikle ilk
kaynaklardan tevsîk etmeye çalıştık. İhtiyaç halinde ve tekrarlanmamış olan
menkabelerde muahhar kaynaklan kullandık. Ebu’l-Hasan Şâzilî hakkında yazılan
menâkıbnâmelerden istifade edebildiklerimiz şunlardır:
a-
Ali b. Muhsin es-Saîdî er-Rumeylî’nin (ö. 1130/1718)[14] Ta’rîriı’I-enfâs bi
menâkıbi Seyyidî Ebi’l-Hasan eş-Şâzilî ve Seyyidî Ebi’l Abbas’ı (Süleymâniye Ktp., Dâru’l-Mesnevî, no: 359):
İki
bölümden oluşan bu eser, önce Şâzilî’nin sonra da Mursî’nin kerâmetlerine
değinir. 112 varaktır.
b-
Ali b. Muhammed Mahallî eş-Şâfıî’nin (ö. 1153/1740 tan sonra) Ezkâru’l- aliyye
ve’l-esrâru’ş-Şâziliyye’si (Süleymâniye
Ktp., Düğümlü Baba, no: 494):
Süleymâniye
Kütüphânesinde bir nüshası bulunan eseri yazar, bir mukaddime ve bir de ahzâb
olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Şâzilî’nin menkabelerine mukaddime bölümünde
yer vermiştir. Aynı müellifin yer yer Şâzilî’nin kerâmetlerine değinen Kenzö’s-sûfiyye fî
umûri’ş-Şâziliyye adında bir eseri daha
vardır.[15]
c-
Abdullah b. Muhammed Eyyûbî’nin (ö. 1252/1836)[16] Menâkıbu Ebi’l- Hasan
Şâzilî’si:
Arapça olarak
yazılan bu eser , Revnakoğlu’nun arşivinde bulunan 43 varaklık tercüme
nüshasına iliştirdiği ekten anladığımıza göre yine müellifi tarafından Osmanlıca’ya
çevrilmiştir.[17] Menkabeler,
Şâzilî’nin hayâtım yansıtan kronolojik bir seyirle kaleme alınmıştır.
d- Haşan b.
Muhammed el-Kûhin et-Tâzî’nin (ö. 1347/1928)[18] Câmiu’l-
kerâmâti’l-aliyye fi’t-Tabakâti’ş-Şâziliyye’si (Kahire, 1342/1923):
Matbû olan bu
eser, isminden de anlaşılacağı gibi Şâziliyye meşâyıhının kerametlerini
anlatır. Ahmed Bedevî (ö. 675/1276) ve İbrahim Desûkî (ö. 676/1277)’yi
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye mensup sayarak onların kerametlerine de değinir. Şatahâta
önem verdiği ve anlattığı bazı kerametler târihî gerçeklere uymadığı için
tenkit edilebilir.
e- Abdullah b.
Sâlih’in eHMevâridü’I-celiyye
fi’l-umûri’ş-Şâziliyye’si (İstanbul
Üniversitesi Ktp., Ty., no: 4644):
Abdullah b.
Sâlih’in bu eseri, Şâziliyye usûlüne uygun eğitim sonucunda ulaşılacak
hedefleri ve sülük esnâsındaki vâridâtı anlatır. Müellif verdiği bilgileri
Şâzilî’nin menkabeleri ile ömeklendirmiştir.
Bunların dışında
Tunus Millî Kütüphanesinde Şâzilî ve arkadaşlarının ilk dönem kerâmetleri ile
ilgili tasnif edilmemiş bir çok el yazması menâkıb eseri bulunduğu
bildirilmektedir.[19] Maalesef
bunları görme imkânımız olmadı.
Şâzilî’nin
kerametlerini ve tercüme-i hâlini kaydeden muahhar kaynaklardan bir başkası ise
Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî (ö. 1350/1932)’nin Cânriu’l-kerâmâti’l- evliyâsı’dır.[20] Bu eser öncekilere yeni bir şey ilâve etmemekle birlikte
Şâzilî ile ilgili menkabelerin sıhhatini teşhis açısından önemlidir.
B- ŞÂZİLİYYE
TARİKATI İLE İLGİLİ KAYNAKLAR
1-
Şâziliyye’nin
Usûlüne Dâir Kaynaklar
a-
İbn Atâullah Îskenderî’nin (ö. 709/1309) et-Tenvîr fi ıskâti’t-tedbîr’i:
et-Tenvîr fî ıskâti’t-tedbîr, Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin görüşlerinin temel dayanağım anlatan
bir kitaptır.[21] Muhtevâsmda
Allah’ın takdirinin her şeyden üstün olduğu, kulun tedbîrinin O’nun takdiri
karşısında hükümsüz kaldığı açıklanır. Kula, tedbîr telâşına girmeden
istikbâle yönelik planları bırakması, dünyâya ve âhirete müteallik önünde
mevcut olan görevini yapması ve sonucu Allah’a bırakılması tavsiye edilir. Bu
fikirler, Hz. Âdem’in yeryüzüne indirilişi hakkında Şâzilî’nin söylediği
sözlerle aklî, İlmî, tecrübî ve Kur’ânî temellere oturtulur. Sonuçta Allah’a
teslimiyetin şart olduğu vurgulanır. Yazma nüshalarından biri Süleymâniye
Ktp., Hâlet Efendi no: 312/1’de bulunan et-Tenvîr fî ıskâti’t-tedbîr, Mısır ve Beyrut’ta birçok kez basılmıştır. Elimizde 313
sayfa olan[22] 1990 Kahire
baskısı vardır.
b- îbn Atâullah İskenderî’nin Miftâhu’l-felâh ve
misbâhu’l-ervâh’ı.
Bir mukaddime ve iki kısımdan
oluşan MiftâhuT-felâh’ın
birinci kısımda yirmiyedi, ikinci kısımda
ise onbeş fasıl bulunmaktadır. Ana konusu zikir olmakla birlikte halvet, tevhîd
ve ma’rifete dâir bilgiler de içerir. İlk baskısı Matbaatü’l- melîciyye
tarafından 1322 yılında Mısır’da yapılmıştır. Bundan sonra Mısır’da bir kaç kez
basılmıştır. Arapça baskılarının en azı 80 sayfa olan Miftâhu’l-felâh’ı, Abdülkadir Akçiçek Felaha Anahtar (İstanbul, 1988) adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir.[23]
Miftâhu’l-felâh’ın sonunda, “Yâ Rabb! Yaptığımız bu hayırlı işten dolayı şeyhimiz
Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi bizden hoşnûd eyle.”[24] sözlerinin bulunmasından, bu
eserin Şâziliyye usûlünü beyân için yazıldığı anlaşılmaktadır.
Ancak burada
şunu belirtmeliyim ki, Miftâhu’l-felâh’ın İskenderî’ye
âid olup olmadığı hakkında şüphe uyaran bir yaklaşım vardır. Hayreddin Ziriklî,
“Miftâhu’l-felâh
İbn Atâullah’a nisbet edilir, fakat onun
te’lîfi değildir”[25] der. Onu bu
kanaate götüren husus, matbû olan Miftâhu’l-felâh nüshalarının son sayfasında geçen , “601/1204 yılında
Musullu tabîb Ebû Haşan Ali b. Ebu’l-Feth el-Kabbârî evimde bana şunları
anlattı”[26] cümlesidir.
Bu ibâreler sadece 861/1456 yılının Şa’bân ayının 19. günü istinsâhı tamamlanan
nüshada vardır ve muhtemelen de müstensihin ilâvesidir. Çünkü elimizdeki matbû
nüshayı Süleymâniye Kütüphâne- si’nde bulunan iki yazma nüsha ile (Hacı Mahmûd
Efendi, no: 2310/7; Hâlet Efendi, no: 312/5) karşılaştırdığımızda, matbû
nüshaların son sayfalarındaki ifadelerin bunlarda olmadığını gördük. Matbû
nüshaların hepsi de 861/1456 târihli istinsâhı esas aldıklarından, müstensihin
bu ilâvesi Miftâhu’l-felâh
metnine dâhil edilmiştir.
Ayrıca
matbû Miftâhu’l-felâh’lardaki bir sayfalık bu ilâvenin siyâk ve sibâkma
bakılldığında Fütûhât-ı Mekkiyye’den yapılmış bir alıntı olduğu
anlaşılmaktadır.
Netîce
olarak şimdiye kadar Miftâhu’l-felâh hep
İskenderî’ye nisbet edilmiş ve onu başka bir müellif ile irtibatlandıran
çıkmamıştır. İskenderî’yi ve esrlerini en iyi bilenlerden birisi olan Şeyh Ahmed
Zerrûk da Miftâhu’l-felâh’ı
ona nisbet etmektedir.[27] Dolayısıyla
Miftâhu’l-felâh’ın İskenderî’ye âid olduğu şüpheye mahal bırakmayacak şekilde
açıktır.
c-
İbn Atâullah İskenderî’nin Tâcü’l-arûs el-hâvî li tehzîbi’n-nufûs’u:
Konusu
tevbe, günahlardan uzak durma ve hayırlı amellere teşvîk olan Tâcü’l- arûs,
ilmî bir gaye güdülmeksizin, daha çok mürîdlere nasîhat amacıyla yazılmıştır.
Eserin muhtevâsında tevbenin çeşitleri ve aşamaları üzerinde durulurken,
Allah’a yaklaşmada günahlardan arınmış olmanın sâlik’e kazandıracağı faydalar
ve günahların vereceği zararlar anlatılır. Mısır’da bir kaç kez basılmıştır.
Çalışmamız sırasında faydalandığımız nüsha tarihsiz olup 75 sayfadır.
Süleymâniye Kütüphâne- sin’de Hacı Mahmûd Efendi, no: 2310/1 ve Hâlet Efendi, no:
312/2 olmak üzere iki tane yazma nüshası bulunmaktadır.
d-
İbn Atâullah İskenderî’nin IJnvânii’t-tevfîk fî âdâbi’t-tarîk’ı:
Bu
eser, Muhyiddîn et-Tu’mî tarafından tesbit edilen ve ilim muhitine yeni sunulan
10 sayfalık bir risâledir. İskenderî bu risâlesinde tarikat âdâbından bahseder.
Muhyiddin et-Tu’mî’nin Tabakâtü’ş-Şâziliyyeti’l-kübrâsı’nın 117 ile 128. sayfaları arasında neşredilmiştir (Beyrut,
1996).
e-
Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ahmed b. Muhammed Zerrûk’un (ö. 899/1493) Usûlü
tarîkati’ş-Şâziliyye’si:
Kısaca Usûl ismi verilen Şeyh Zerrûk’un bu eseri, Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin sözleri ve İskenderî’nin kitapları ile uzun uzun anlattıkları
Şâziliyye esaslarım dört sayfada özetleyen bir risâledir. Şeyh Zerrûk, Usûl risâlesinde Şâziliyye usûlünün beş esas üzerine kurulduğunu
belirtmiş, daha sonra bu beş esasa taalluk eden hususları beşerli maddeler
hâlinde sıralamıştır. Hacmi küçük olmasına rağmen muhte- vâsı geniş olan bu
risâle, Şâziliyye usûlünü sistemleştiren bir eserdir. Bu nedenle kendisinden
sonraki Şâziliyye literatürünü doğrudan etkilemiş, bazı müellifler onu eserine
aynen kaydederken[28] bazıları da
hakkında şerh yazmıştır.[29] Şâziliyye
usûlü hakkında en mevsuk kaynak olan Usûlü tarîkati’ş-Şâziliyye’nin Süleymâniye Ktp., Antalya Tekelioğlu, no: 992’de bulunan
nüshası, Mustafa Kara tarafından Şâziliyye Tarikatının Esasları (İstanbul 1983) adı ile Türkçe’ye tercüme edilmiştir.[30] Biz
çalışmamız sırasında bu tercümeyi kullandık.
f- Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Ahmed
Zerrûk’un el-Ümmehât’ı:
el-Ümmehât da, Usûl risalesine benzer bir tarzda yine Şeyh Zerrûk tarafından
sistematik olarak kaleme alınmış başka bir risaledir. Bu eserde Şeyh Zerrûk,
müridin tarikatını binâ edeceği kalbi ve amelî on husus ve bu on hususu
destekleyici unsurları belirtir. Usûl risâlesi
el-Ümmehât
risalesine göre daha nazarî bir eser i-
ken, el-Ümmehât
direk uygulamaya yöneliktir. Usûl risâlesinde maddeleri açıklayıcı bilgiler yoktur. el-Ümmehat’ta ise yapılması tavsiye edilen hususlara açıklık getirilmiş,
bunlar Şâzilî ve İbn Meşîş’in sözleri ile desteklenmiştir. İbn lyâd’ın iktibas
ettiği bu risâle, el-Mefâhiru’l-aliyye’nin içinde
sekiz safya olarak basılmıştır.[31]
g- Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ahmed
Zerrûk’un Kavâidü’t-tasavvuf’u:
Şeyh Ahmed
Zerrûk’a âid bir başka eser olan Kavâidü’t-tasavvuf, Şâziliyye tarikatının tasavvuf! kurallarını ve
inceliklerini içeren 217 kaideden oluşur. Muham- med Zehrâ en-Neccâr tarafından
139 sayfa olarak 1989 yılında Kahire’de neşredilmiştir.
h- Ali b.
Meymûn’un (ö. 917/1511) Mebâdiü’s-sâlikîn ilâ makâmâti’l- ârifîn’i:
Ali b. Meymûn’un Süleymâniye
Ktp., Şehid Ali Paşa, no: 2835 de bulunan bu eseri, mübtedî bir sâlikin sülük
makamlarını aşamada takip edeceği kalbi ve amelî metotları ele alır.
ı- Mulay el-Arabi ed-Derkavî’nin
(ö. 1239/1823) er-Resâil’i:
Şeyh Derkavî’nin mektuplarının
toplandığı bir eserdir. Mürîdlere Şâziliyye u- sûlünü öğretmek amacıyla nasihat
tarzında yazılmıştır. Titus Burckhardt tarafından Letters of a Sııfî Master
adıyla İngilizce olarak neşretmiş, İbrâhim
Kahn da Titus Burckhardt’ın bu neşrini, Bir Mürşidin Mektupları ismiyle Tükçe’ye çevirmiştir (İstanbul, 1995).
i- Afîfî el-Vakkâd’m Hidâyetü’s-sâil ilâ mecmûi’r-resâil’i:
1316/1898 yılında Kahire’de
basılmış olan bu eser, Şâziliyye usûlü ile ilgili yazılmış risalelerden
yararlanarak tarikatın âdabını açıklar. İki bölümden oluşur. Birinci bölümde
Afifiyye’nin kurcusu Abdülvehhâb b. Abdüsselâm el-Afîfî (ö. 1172/ 1758)’nin
tarikat usûlü ve silsilesine dair halifesi Abdurrahman b. Süleyman el-
Gureynî’nin yazdığı Risâletii’s-silsile yer alır.
İkinci bölümde ise Şeyh Zerrûk’un Usûl ve Ümenehât risâlelerinden hareketle Şâziliyye âdâbı açıklanmaya
çalışılır.
j- Harîrîzâde M.
Kemâleddin Efendi’nin (ö. 1299/1882) Cevâhiru miilûki’l- aliyye fi bevâhiri
siiIûki’ş-Şâziiiyye’si (Süleymâniye Ktp.,
Unkapanı Şâzilî Tekyesi, no: 57):
Arapça
ve 66 varak olan bu eser, önce Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hayâtım (4b- 20a), daha
sonra da, Harîrîzâde’nin Şâziliyye’de temel prensip olarak gördüğü yedi esası
genişçe anlatır (20a-62b). Son bölümde ise, Şâziliyye ile onun bir şu’besi olan
îseviyye tarikatlarını Harîrîzâde’nin hangi yolla aldığını îzâh eder (63a-66a).
k- Ahmed Ziyâuddîn
Gümüşhânevî’nin (ö. 1311/1893) Câmiu’l-usûl’ü:
İlk defa 1328/1910 yılında
Mısır’da basılan bu eser, Rahmi Serin tarafından Türkçe’ye de tercüme edilerek
İstanbul’da bir kaç kez yayınlanmıştır. Şâziliyye erkânını tanıtan eserlerden
biri olma özelliğine sahiptir. Dokuz bölüme ayrılır. Birinci bölümde tasavvuf
ve tarikatlara dâir bir çok ıstılah ele alınır. İkinci bölümde esmâ-i hüsnânm
insanlar üzerindeki tecellîlerine değinilir. Üçüncü bölümde tarikat usulleri
anlatılır. Bundan sonraki bölümlerde de sırayla makamlar, haller, mertebeler,
şeriat, tarikat, hakikat, ma’rifet ve vahdet-i vücûd mevzûları işlenir. Kitabın
bir çok yerinde Şâziliyye tarikatının bu mevzûlara bakış açısı hakkında bilgi
verilir ve Ebu’l-Hasan Şâzilî’den sözler nakledilir.
1- Muhammed
Zâfır el-Medenî’nin (ö. 1321/1903) en-Nûru’s-sâtı’ ve’l- burhânü’l-kâtı’ı:
1301/1884 yılında
İstanbul’da basılan 62 sayfalık bir eserdir. İki bölümden o- luşmaktadır.
Birinci bölümde Şâziliyye’nin tarikat senedi, teslîk ve zikir âdabı hakkında
bilgiler vardır. İkinci bölümü ise Muhammed Zâfir kendisi yazmamıştır.
Şâziliyye’yi tenkîd edenlere ve tarikat muânzlarına karşı farklı şeyhlerin
verdiği bazı cevapları derlemiştir.
m-
Mahmûd Ebu’ş-Şâmât ed-Dımaşkî’nin (ö. 1341/1922) el-İlhâmât-ı Üâhiyye alâ
Vazifeti’ş-Şâziliyye’si:
Şâziliyye’nin
özelliklerini, günlük evradını ve toplu zikrin ehemmiyetini anlatan bir
eserdir. Mahmûd Ebu’ş-Şâmât bu bilgilere ilâve olarak günlük evrâdın önemli bir
kısmını teşkîl eden el-Vazîfetii’ş-Şâziliyye’yi şerhetmiştir.
Bir kaç baskısı vardır. Biz çalışmalarımızda 1980’de ikinci kez yapılan 73
sayfalık Dımaşk baskısından istifade ettik.
n-
Abdülkâdir Zekî’nin en-Nefehâtü’l-aliyye fî evrâdi’ş-Şâziliyye’si:
1321/1903
yılında Kahire’de basılmış olan en-Nefehâtü’l-aliyye, Şeyh Zer- rûk’un Usûl ve Ümmehât risâlelerinin
neşrinden ibârettir. Şâziliyye usûlü açısından oıjinalliği yoktur. Daha önceki
eserleri tekrâr eder.
o-
Hâmid İbrâhim Muhammed Sakr eş-Şâzilî’nin Nûru’t-tahkîk fî sıhhati a’mâli’t-tarîk’ı:
Çağdaş
müelliflerden Hâmid İbrahim’in Nûru’t-tahkîk’i 1369/1950 ve 1390/1970 yılları olmak üzere Mısır’da iki kez
basılmıştır. 276 sayfadır. Önce amelî ve i’tikâdî bazı mevzûlara dâir bilgiler
verilen eserde daha sonra Şâziliyye prensiplerine geçilir. Eserin oıjinal
tarafi, konular ele alınırken İbn Meşîş, Şâzilî, İskenderî ve Suyûtî gibi
Şâziliyye büyüklerinin sözlerinin zikredilmesi ve okuyucuya sentez imkânı
tanımasıdır.
ö-
Mustafa b. Muhyiddin Necâ’nın (ö. 1351/1932) Kitâbu keşfi’l-esrâr li ten-
vîri’l-efkâr’ı:
Şâzilî’nin kısa
bir tercüme-i hâlini veren eser, Şâziliyye’nin esaslarını, kitap ve sünnete
uygunluğunu ve bazı tasavvufî kavramları izah eder. Vazife-i Şâziliyye şerhi
ile sona erer. Bir çok defa basılan eserin biz 1982’de Beyrut’ta yapılan 179
sayfalık beşinci baskısından istifâde ettik.
p- Fâtıma
Yeşrûtî’nin (ö. 1979) Nefahâtü’l-Hakk’ı (ikinci
baskı 1982) ve Müseyyeratî fî tarîki’l-Hakk’ı (birinci
baskı 1981):
Her iki eserinde
de ağırlıklı olarak tarikat usûlü ve tasavvufî düşünce konularını ele alır. Ele
alınan mevzûların bir kaçı hâriç çoğu farklıdır. Özellikle ikinci kitapta
müellif, yer yer kendi hayâtından ve seyr u sülûkundan örnekler vererek
Şâziliyye usûlünü anlatır.
r- Abdülkâdir
îsâ’nın (ö. 1992) Hakâik ani’t-tasavvuf u:
Asrımızdaki
Şâziliyye şeyhlerinden birisi olan Abdülkâdir îsâ, eserinde Şâziliyye usûlünün
muhabbet ve ma’rifet, zikir ve sohbet gibi mevzûlannı tasnife tâbi tutarak ele
alır. Allah’a vusûl yollarını kalbî ve fiilî olmak üzere iki çeşit amele
dayandırarak anlatır. Bunların paralel yürütülmesinin gerekliliği üzerinde
durur. Bir çok defa basıldığı anlaşılan eserin biz 1993 de Dımaşk’ta yapılan beşinci
baskısından istifâde ettik.
Şâziliyye
usûlüne dâir saydığınız bu kaynak eserlerin hepsini görüp inceledik ve
çalışmamızda bunların çoğundan yararlandık. Ancak, bir de bibliyografik kaynaklardan
Şâziliyye usûlü hakkında yazıldığını tesbît ettiğimiz fakat ulaşamadığımız ya
da mevcut olup olmadığım öğrenemediğimiz eserler bulunmaktadır. Bunların
müellifleri ve isimleri şunlardır:
Muhammed
Abdüddâim (ö. 797/1395)’in Hâlü’s-sülûk’u,[32] Muhammed b. Hüseyin Şâzilî (ö. 848/1444)’nin er-Ravdu’n-neşîk fî ilmi’t-tarîk’i,[33] Ebû Bekir b. Abdullah eş-Şâzilî (ö. 914/1509)’nin Tasavvuf alâ
tarîkati’ş-Şâziliyye’si,[34] Alâuddîn Ali b. Atiyye (ö. 936/1529)’nin el-Cevheru’l-mahbûk bi
keyfiyyeti’s- siilûk’u,[35] Ahrned b. Muhammed Kuşâşî (ö. 1071/1661)’nin es-Sımtu’l-mecîd fî
şe’ni’l-bey’ati ve’z-zikr’i,[36] Ali b. Abdüssâdık (ö. 1138/1725)’m Hidâyetü’l- âbid’i,[37] Ebû Bekir b. Muhammed el-Bennânî (ö. 1284/1867)’nin Medâricii’s- sülûk ilâ
Meliki’l-mülûk’u[38] ve Abdülkâdir b. Abdülkâdir el-Hasenî el-Edhemî (ö.
1325/1907)’nin[39] matbû olan İrşâdü’l-miirîd
li’l-menheci’s-sedîd, (Trablus,
1301/1884)’i.
2-
Şâziliyye’nin
Tarihçesi ve Kolları ile İlgili Kaynaklar
Şâziliyye
tarikatının tarihçesi ve kolları hakkında daha çok umûmî kaynaklardan
yararlandık. Bunların başında tabakat-ı sûfıyye kitapları, bibliyografik
eserler ve tasavvuf târihleri bulunmaktadır. Bu tip eserler, şahıslar hakkında
kısa ve öz bilgiler verirler. Müellifleri genellikle mevzuya dışardan bakan
İlmî ciddiyete sahip kişilerdir. Bu nedenle verdikleri bilgiler objektif ve daha
güvenilirdir. Ayrıca hakkında araştırma yapılacak şahıslarla ilgili ip ucu
niteliği taşıyan ön bilgiler, bu e- serlerden elde edilir.
Bahsettiğimiz umûmî kaynaklarda,
Ebu’l-Hasan Şâzilî ve onun çizgisini devâm ettiren şahıslar hakkında
araştırmamıza yardımcı olacak mâhiyette bilgiler bulduk. Bu bilgileri doğrudan
Şâzilî’nin hayatını ele alan kaynaklarla mukayese ettik. Böy- lece Şâzilî’nin
hayatını sağlam bir şekilde ortaya koymaya ve tüm yönleriyle aydınlatmaya
çalıştık. Öte yandan Şâziliyye literatürünü tesbîtte ve kol kurucularını
tanıtmada yine bu umûmî kaynaklardan yararlandık.
Çalışmamız
sırasında Şâziliyye’nin tarihçesi ve kolları konusunda yararlandığımız umûmî
ve husûsî kaynaklar şunlardır:
a- Afîfiiddîn
Ebû Muhammed Abdullah b. Es’ad b. Ali b. Süleyman el- Yâfiî‘nin (ö. 768/1366) Mir’âtü’l-cinân ve
İbratü’l-yakzân fî ma’rifeti mâ yu’teberu min havâdisi’z-zamân’ı (IV c. Beyrut, 1972):
Aynı zamanda
Şâziliyye’den Yâfıiyye kolunun kurucusu olan İmam Yâfiî, bir târih kitabı olan
bu esrinin IV. cildinde Ebu’l-hasan Şâzilî, Ebu’l-Abbas Mursî ve Necmüddîn
Isfahânî hakkında bilgi verir. Kendisinin Şâziliyye ile olan irtibatım anlatır.
b- Ebû Abdullah
Şemsüddîn Muhammed İbn Batûta’nın (ö. 779/1377): Rıhietü İbn Batûta’sı (Beyrut, trs.):
Seyahatnâme
türünde yazılmış bir eserdir. Müellifi İbn Batûta seyahati sırasında görüştüğü
şeyhler hakkında bilgi verir. İskenderiye’ye geldiği sırada 725/1325 yılında
Mursî’nin halîfelerinden Yâkut el-Arşî el-Habeşî ile görüştüğünü belirtir.
Ondan Hizbü’I-bahr’ı
ve Şâzilî’nin kısa bir terceme-i hâlini
nakleder.
c- İbn
Mülakkın’ın (ö. 804/1402) Tabakâtii’l-evliyâ’sı (nşr.,
Nûruddîn Şeribe, Mısır, 1994, ikinci baskı):
230 sûfînin hayâtını ve
görüşlerini anlatan tek ciltlik ve alfabatik bir sûfî tabakatıdır. Ebu’l-Hasan
Şâzilî ve Şâziliyye tarikatına mensup on kadar sûfî hakkında bilgi verir.
d- Nûruddîn
Abdurrahman b. Ahmed el-Câmî’nin (ö. 898/1492) Nefahâtü’I- üns min
hazarâti’l-kuds’ü:
616 sûfînin terceme-i hâl ve
menkabesini anlatan önemli bir tabakat kitabıdır. Ebu’l-Hasan Şâzilî ve
tarikatını devâm ettiren on civârında talebesinin kısa hayat hikayesi ve
sözlerini ihtivâ eder. Lâmiî Çelebi tarafından Türkçe’ye çevrilen eser,
Osmanhca olarak birkaç defa basılmıştır (İstanbul, 1270, 1289). Yeni harflerle
yapılan en son neşri ise Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara trafindan
gerçekleştirilmiştir (İstanbul, 1995).
e- Celâleddin
Abdurrahman b. Muhammed b. Osman es-Suyûtî’nin (911/1505) Hüsnü’ 1-muhâdara fî
ahbâri’l-Mısr ve’l-Kahire’si (II c.,
Lübnan, 1997):
Mısır
ve Kahire’nin VI-IX/XII-XV. asırlar arasındaki içtimâi yapısından, siyâsî
hayâtından, ilim ve tasavvuf muhitlerinden bahseden bir kaynaktır. Suyûtî bu
eserinde Ebu’l-Hasan Şâzilî ve yakın çevresi hakkında gayet mevsuk bilgiler
verir. Ülemâ ve fukahâdan Şâzilî’ye intisâb edenleri belirtir.
f-
Abdülvehhâb b. Ahmed b. Ali el-Ensârî eş-Şa’rânfnin (ö. 973/1565): Levâkıhu’l-envâr fî
tabakâti’l-ahyâr - et-Tabakâtii’l-Kiibrâ’sı (trc.
Abdülkadir Akçiçek, IV c. İstanbul, 1968-1970):
Önemli
sûfî tabakatlarından biri olan Tabakâtii’l-kübrâ, özellikle Mısırlı sûfîler hakkında doyurucu bilgiler ihtivâ
eder. Eserde Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hayâtına ve sözlerine geniş yer verildiği
gibi, kendisinden sonraki halîfeleri hakkında da yeterli ma’lûmât vardır.
Şâziliyye’nin Vefaiyye ve Hanefiyye kollarının doğuşu ve kurucuları ile ilgili
olarak da ilk elden bilgiler içerir.
g-
Abdurraûf el-Münâvî’nin (1031/1622) el-Kevâkibü’d-dürriyye fî
terâcimi’s-sâdati’s-sûfiyye’si (IVc.,
Mısır, 1994):
Bir sûfî tabakatı
olan eserinde kısaca Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hayâtını anlatan Münâvî, daha çok
onun sözlerini nakletmiştir. Ayrıca hakkında bilgi verdiği sûfîler arasında
XI/XVII. asrın başlarına kadar yetişmiş bir çok Şâziliyye şeyhi de vardır.
h-
Ebu’l-Felâh Abdülhayy İbn îmâd el-Hanbelî’nin (ö. 1089/1688) Şezerâtii’z- zeheb fî
ahbâri men zeheb’i (VIII c., Beyrut,
1994):
İbn îmâd’m bu
eseri XI/XVH. yüzyıla kadar İslâm dünyâsında yetişmiş meşhur insanlar hakkında
kronolojik bir sıra ile kısa bilgiler verir ve bazı önemli olayları anlatır.
Eserde Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye ekolününden gelen yirmi kadar sûfî
hakkında kısa veyâ uzun çeşitli bilgiler kaydedilmiştir. Bu bilgilerin en kısa
olanı vefat tarihleridir.
ı-
Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî’nin (ö. 1205/1790) Ikdii’l-cevheri’s-semîn fî’z-zikr ve’t-turuki’l-ilbâs
ve’t-telkîn’i (M. Tancî nüshası fotokopisi
67 varak) ile İhtilâfa’l-asfiyâ bi reFi selâsili’l-evliyâ’sı (aynı nüsha 52 varak):
Zebîdî’nin
bu iki eseri, tarikatları ve şu’belerini alfabetik bir sıra ile inceleyerek
onların silsilelerini verir, haklarında bazı açıklamalarda bulunur.
Tarikatların bir kısmı aynı ifadelerle her iki eserde de geçmekle birlikte,
birinde ele alınıp diğerinde ele alınmayan tarikatlar da vardır. Bu açıdan bu
iki eser birbirinin mütemmimi sayılır. Biz Zebîdî’nin bu iki eserinden, en
fazla Ali b. Meymûn’a (ö. 917/1511) nisbet edilen Havâtıriyye ve şu’beleri
konusunda istifade ettik.
i-
Harîrîzâde Muhammed Kemâleddin Efendi’nin (ö. 1299/1882) Tibyânii vesâiti’
1-hakaik fî beyâni selâsili
ve’t-tarâik’i (Süleymâniye Ktp., İbrâhim
Efendi, no: 430-432):
Üç cilt hâlinde
sadece müellif nüshası bulunan Tibyânü vesâil, yazma eserler arasında güzîde bir kıymete sahiptir.
Tarikatlar ansiklopedisi niteliği taşıyan eserde Harîrîzâde bir çok tarikatı ve
şu’belerini tanıtmıştır. Ele aldığı tarikatların sadece kurucularım ve
silsilelerini vermekle yetinmemiş, o tarikat hakkında kaynaklarda bulabildiği
tüm bilgileri naklettikten sonra, bunlara devrinde karşılaştığı şeyhlerden elde
ettiği bilgileri de ekleyerek mümkün olduğunca geniş ma’lûmât vermeye çalışmıştır.[40] Bu nedenle Tibyânü vesâil, Şâziliyye tarikatı ve kollarım tesbitte en çok
yararlandığımız kaynaklardan birisi olmuştur.
j-
Hocazâde Ahmed Hilmi’nin (ö. 1335/1916) Hadîkatü’l-evliyâ’sı (İstanbul, 1318/1901):
Tarikatları,
tarikat pirlerini ve tarikat şu’belerini silsileleri ile birlikte ele alan bir
eserdir. Biz, özellikle Şâziliyye’den doğan kollan tesbitte Hocazâde’nin bu eserinden
faydalandık.
k-
Hüseyin Vassâf Bey’in (ö. 1929) Sefîne-i evliyâ-i ebrâr şerh-i esmâr-ı es- râr’ı:
Baskı
için matbaaya verilmişken, harf inkılâbı sebebiyle basılamayan Hüseyin Vassâf
Tn tarikatlar hakkındaki bu kıymetli eserinin ilk cildi, bazı okuma hatalan
olsa da Mehmed Akkuş ve Ali Yılmaz tarafından yeni harflerle neşredilmiştir (İstanbul,
1990). Eserde önce, ele alman tarikatın kurucusuna kadar olan silsilesi verilir.
Arkasından tarikat kurucusunun hayâtı anlatılır. Daha soma şu’belerine geçilerek
şu’be kurucuları tanıtılır, silsileleri kaydedilir ve varsa eserleri
belirtilir. Şâziliyye tarikatı ve şu’beleri eserde 246-260 sayfalan arasında
incelenmiştir.
1- Ebû Rıdvân M.
Sâdık Vicdânî’nin (ö. 1939) Tomar-ı turuk-ı aliyye’si:
Osmanlıcası dört
cilt olan Tomar-ı
turuk-ı aliyye, İrfan Gündüz tarafından
yeni harflerle neşredilmiştir (1995). Eserde Şâziliyye tarikatı Kadiriyye’den
bir şu’be sayılmış ve Kadiriyye bölümünde hakkında çok kısa bir bilgi
verilmiştir.
m-
Muhammed b. Muhammed Mahlûfun (ö. 1353/1934) eş-Şeceratü’n- nûru’z-zekiyye fî
tabakâti’l-Mâlikiyye’si (Dâru’l-fıkr, trs
):
Muhammed Mahlûf eserinde, asırlara göre tabakalara ayırarak
Mâlikiyye mezhebine mensup fakihleri ele alır. Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi de Mâliki
fakihi kabul eder. Ayrıca Şâzilî’nin Mâliki mezhebine mensup şeyhleri ve
halefleri hakkında kısa fakat güvenilir bilgiler verir.
n- Mahmûd
Ebu’l-Feyz el-Menûfî’nin Cemheratii’l-evliyâ ve a’lâmu ehli’t- tasavvufu (Kahire, 1967):
Cemheratii’l-evliyâ asrımızın başlarında yazılmış bir sûfî tabakatıdır. Özellikle
son devir meşâyıhı hakkında önemli bilgiler ihtiva eder.
o- Cemâleddin Server
Revnakoğlu’nun (ö. 1974) Arşiv’i:
İstanbul’un târihi, tekkeleri ve
şeyhleri ile ilgili ma’lûmâtın toplandığı zengin bir arşivdir. Revnakoğlu,
gençliğinden itibaren ele aldığı her konu için ayrı bir zarf oluşturmuş,
topladığı ma’lûmâtı bazen yazarak bazen de matbû eserlerden alarak ilgili zarfa
koymuştur. Yer yer konunun mütehassıslarından yazılı olarak istediği bilgileri
arşivine aldığı gibi, eğer o konu hakkında yazılmış kitap varsa ilgili zarfa
onu da dâhil etmiştir. Bugün İstanbul Dîvan Edebiyâtı Müzesinde bulunan
arşivden biz, İstanbul Şâzilî tekkeleri ve şeyhleri konusunda yararlandık.
ö- Fâtıma
Yeşrûtî’nin (ö. 1979) Rıhletün ile’l-Hakk’ı (1990)
ve Mevâhibii’l-
Hakk’ı (1979):
Fatıma Yeşrûtî bu iki eserini
Şâziliyye’nin Yeşrûtiyye kolunu tanıtmak için kaleme almıştır. Bu arada
tarikatın Şâzilî’den Ali Nûreddîn Yeşıûtî’ye (ö. 1316/1898) kadar intikali
hakkında bilgi verdiği gibi, bazı tasavvuf ıstılahları ve son devir Şâzilî
şeyhlerinden de bahseder.
p- Enver Behnan
Şapolyo’nun Mezhepler ve Tarikatlar Târihi (İstanbul,
1964):
Mezhepleri ve
tarikatları özet bilgilerle tanıtan Şapolyo, Türkçe olan eserine Şâzilî,
hayâtı, silsilesi ve Şâziliyye’nin kolları hakkında dört sayfalık ma’lûmât
dercetmiştir.
r- Ebu’l-Vefâ Taftazânî’nin (ö. 1995) et-Tunıku’s-sûfiyye fi
Mısr’ı (Mısır,
Taftazânî’nin Mısır’daki
tasavvufî hayat ve müseccel tarikatları işlediğiği 72 sayfalık bir eserdir.
Kendisinin reisliğini yürüttüğü Meclisü’s-sûfî’ye kayıtlı olan ve o zamana
kadar ReîsüT-meşîyıhlardan onay alan tüm tarikatları ve şu’belerinin listesini
verir. Bu arada Mısır’daki Şâziliyye şu’belerini de belirtir.
s- Abdülmü’im Hufenî’nin (hâlen sağ) el-Mevsûatü’s-sûfîyye’si (Kahire,
Günümüz
müelliflerinden olan Hufenî eserinde alfabetik sıra ile meşhur sîfîleri tanıtır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî başta olmak üzere bir çok Şâzilî şeyhi hakkında bilgi verir.
ş- Muhyiddin
et-Tu’mî’nin (hâlen sağ) Tabakâtü’ş-Şâziliyyeti’l-kübrâ’sı (Beyrut, 1996):
Bu eser sadece Şâziliyye
tarikatına mensup sûfîlere tahsîs edilmiş bir tabakat kitabıdır. Alfabetik sıra
ile günümüze kadar zuhûr etmiş 98 Şâziliyye meşâyıhı hakkında bilgi verir. Bu
arada eserin içinde Îskenderî’ye âid Unvânü’t-tevffli fî âdâbi’t-tarîk isimli risâle ile İbn Acîbe’nin (ö. 1224/1809) Muhammed b.
Dâvud es-Sanhacî’nin el-Ecrûmiyye’sine yazdığı
şerhi ve îbrâhim Halil’in (ö. 1377/1956) er-Riyâzü’ r-rûhiyye’ sini neşretmiştir.
Bunların dışında
Şemsüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed ez-Zehebî (ö. 748/1347)’nin Siyeru a’lâmi’n-nübelâ (I-XXÜI c., Beyrut, 1981-1985)’sı, Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünûn (İstanbul, 1971)’u, İsmâil Bağdâdî’nin İzâhu’l- Mcknûn (Beyrut, 1982)’u ve Hediyyetü’l-ârifîn (Beyrut, 1982)’i, Cari Brockelman’ın Geschichte der Arabischen
Litaratür (GAL) (Leiden 1943)’ı, Ömer Rızâ
Kehhâle’nin Mu’cemu’l-müellifîn (Beyrut,
trs.)’i ve Hayreddin Ziriklî’nin el-A’Iâm (Beyrut,
1979)’ı araştırmalarımız boyunca baş vurduğumuz kaynaklardandır.
Şâzili’nin yaşadığı dönemin
târihi ve o dönemde cereyân eden olaylar için özel bir araştırma yapmadık. O
dönemi de içine alacak şekilde yazılmış mevcut İslâm Târihi kitaplarından
istifâde ettik. Bu konudaki en önemli kaynaklarımız Şehbenderzâde Filibeli
Ahmed Hilmi (ö. 1914)’nin İslâm Târihi (yeni
harflerle nşr. M. Rahmi, İstanbul 1987), Hassan îbrâhim Hassan’ın İslâm Târihi (trc. Komisyon, VI e.,nşr. Kayıhan Yayınevi, İstanbul,
1991), İsmâil Yiğit’in Endülüs ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri (İstanbul, 1995) ve Tevfîk Tavîl’in et-Târih ve’t-tasavvuf fî
Mısr ibbâne’l-asri’I-Osmânî (Mısır, 1988)
isimli eserleri oldu.
Şâziliyye’nin doğuşundan bu güne
kadar ki târihini, kollarını ve kol kurucularını incelerken saydığımız bu
eserlerin hepsinden az veya çok istifâde ettik. Bunun yanı sıra bir de
Şâziliyye’nin târihçesi ile ilgili yazıldığını tesbît ettiğimiz fakat ulaşamadığımız
veya ulaştığımız halde inceleme fırsatı elde edemediğimiz eserler bulunmaktadır.
Bizden sonraki araştırmacılara kolaylık sağlıyacağı düşüncesiyle onların
isimlerini belirtmekte fayda görüyorum. Bu eserlerin müellifleri ve isimleri
şöyledir:
Ahmed b. Ahmed Hanefî (ö. 938/1575)’nin Senedu
tarîkati’ş-Şâziliyye’si (Dımaşk Zâhiriyye
Ktp., no: 5903), Abdüsselâm b. Tabîb Kadiri (ö. 1119/1698)’nin el-Eşrâf alâ
nesebi’l-aktâbi’l-erbaa’sı,[41] Muhammed b. îbrâhim et-Türkmenî ed- Dakdukcî (ö.
1131/1719)’nin Terâcimu ricâli silsileti’ş-Şâziliyye’si,[42] Muhammed b. Mes’ûd el-Fâsî
(ö. 1289/1872)’nin Risale fî’t-tarîkati’ş-Şâziliyye’si (Dımaşk Zâhiriyye Ktp., no: 245), Muhammed b. Halil Kavukcî
(ö. 1305/1887)’nin Şevâriku’l-envâri’l-celiyye fî esânîdi’s-sâdati’ş-Şâziliyye’si,[43] Muhammed Haşan?nin Mecmûu alâ silsileti’l-aliyye
fî’t-tarîkati’ş-Şâziliyye’si (Mısır,
1312), Nûruddin Haşan Ali Şâzilî’nin ez-Zehratü’l-mâziyye fî esmâi turukı’ş-
Şâziliyye’si (Kahire
Daru’l-Kütübü’l-Mısriyye, no: 826) ve Ahmed Hasan’ın İmam Ebu’l-Abbâs (Mısır, 1965)’ıdır.
Şâziliyye tarikatının faziletine
dâir kaynaklar da bulunmaktadır. Bunların başında Celâlüddin Suyûtî (ö.
911/1505)’nin Te’yîdii’l-hakîkati’l-aliyye ve teşyîdü tarîkati’ş-Şâziliyyesi gelir. 1934’de Kahire’de basılmış olan bu eserin
Süleymâniye Ktp., Şâziliyye 1131 ve İstanbul Üniversitesi Ktp., 929, 5485 ve
5538 numaralarda yazma nüshaları mevcuttur. Suyûtî bu eserinde Şâziliyye
tarikatı hakkında doğrudan bilgi vermez. Ancak Şâziliyye mensuplarının üzerinde
durduğu hızır, rûh ve ricâlü’l-gayb gibi tasavvufî konulara, Ebû Nasr Serrâc
(ö. 378/988), Kelâbâzî (ö. 380/990), Sülemî (Ö.412/1021), Kuşeyrî (Ö.464/1072)
ve Gazzâlî (ö. 505/1111) gibi sârilerden nakillerde bulunur. Bu yolla Şâziliyye
tarikatının görüşlerini te’yîd ederek haklılığını ve fazîletini ortaya koyar.
Ayrıca yine bu
konuda Haşan b. Sinan’ın (ö. 1082/1671)[44] en-Nefhatii’ş- Şâziliyye
fî îzâhı mâ eşkeie fi’t-Tarîkati’s-sûfiyye (İstanbul
Ünv. Ktp., no: 2773), Haşan b. Ali Füvvî (ö. 1176/1762)’nin el-Hülelii’s-sündüsiyye
alâ esrâri dâireti’ş-Şâziliyye,[45] Yahyâ İsmetî Şâzilî (ö. 1220/1805 den sonra)’nin Kitâbu
ce!îleti’r=Rabbâniyye min tarîki havâssı hazreti Şâziliyye (İstanbul Ünv. Ktp., no: 5636), Harîrîzâde Kemâleddin
Efendi (ö. 1299/1882)’nin Ravzatû’l-aliyye fi’t- tarîkati’ş-Şâziliyye,[46] Muhammed b. Afîfuddîn (ö. 1316/1898)’in Ravzatü’ş- Şâziliyye
fi’I-makamâti’l-İslâmiyye[47] ve İbn Ukbe’nin Tafdîlü tarîkati’ş- Şâziliyye alâ gayrihâ min
turuki’s-sünniyye (Kahire
Dâru’l-kütübi’l-Mısriyye, no:3383)[48] isimli eserleri vardır.
C- ARAŞTIRMA VE
İNCELEMELER
1-
Arap Düyâsındaki
Araştırma ve İncelemeler
a-
Haşan Sundûbî’nin Ebu’l-Abbas Mursî’si (Mısır,
1944):
Eserin
mukaddimesinden öğrediğimize göre, Mısır Evkaf Bakanlığı tarafından yaptırılmış
bir çalışmadır. Daha çok Şâzilî’nin halîfesi Ebu’l-Abbas el-Mursî’yi anlatır.
Bu arada Şâzilî hakkında da önemli bilgiler verir.
b- Ali Salim
Ammâr’ın Ebu’I-Hasan
Şâzilî asruhû târîhuhû ulûmuhû ve tasavvufuhû’su
(Mısır, 1951):
Ali Salim Ammâr’ın bu eseri,
Şâzilî’nin hayâtını ve yaşadığı dönemi ele alan bir araştırmadır. Çalışmamızda
Şâzilî’nin hayâtı bölümünü işleme tarzımıza ışık tutmuştur.
c- Abdülhalîm
Mahmûd’un (ö. 1978) Kadıyyetii’t-tasavvuf el-Medrasetü’ş- Şâziliyye’si (Kahire, 1988):
Önce Ebu’I-Hasan Şâzilî ve Ebu’l-Abbas el-Mursî adlarıyla
iki ayn kitap hâlinde yayınlanan bu eser, daha sonra Abdülvâhid Yahyâ ve Şeyh
Abdülfettah Kâdî (ö. 1955) bölümleri eklenerek el-Medresetii’ş-Şâziliyye
ismini almıştır. Adı geçen şahısların
hayâtı, Şâzilî’nin bazı tasavvufi görüşleri ve hizbelerinden bahseder.
Günümüzde Şâzilî hakkında yazılmış eserler içinde en fazla şöhrete ulaşan e-
serdir. Ancak İlmî esaslara riâyet edilmeden klasik üslûpta kaleme alınmış ve
kullanılan kaynaklar gösterilmemiştir.
d- Ebu’l-Vefâ
Taftazânî’nin (ö. 1995) İbn Atâullah el-İskenderî ve Tasavvufuhû’su (Mısır, 1969):
Taftazânî’nin bu
eseri İbn Atâullah İskenderî hakkında yapılmış bir doktora çalışmasıdır.
Eserde İskenderî’nin beslendiği kaynaklar anlatılırken Ebu’I-Hasan Şâzilî,
Ebu’l-Abbas el-Mursî ve Şâziliyye tarikatı hakkında az fakat mevsuk ve kıymetli
bilgiler verilmiştir.
e- Fâruk Ahmed
Mustafa’nın el-Binâii’l-İctimâî li’t-tarîkati’ş-Şâziliyye fî Mısr’ı (Mısır, 1980):
el-Binâü’l-İctimâî li’t-Tarîkati’ş-Şâziliyye fî
Mısr, Şâziliyye tarikatının Hâmidiyye kolu
üzerine yapılmış bir doktora çalışmasıdır. Kısaca Ebu’I-Hasan Şâzilî’nin
hayatımn da anlatıldığı eserde, daha çok Hâmidiyye kolu üzerinde durulur.
Hâmidiyye’nin tekkeleri, şeyhleri ve Mısır’ın ictimâî yapısındaki yeri hakkında
bilgi verilir.
f- Muhammed Necîb
îbrâhim’in Ebu’l-Hasan Şâzilî el-Velî’si
(Tunus, 1985):
Aynı zamanda Tunus
Ma’had-ı âlîsi’nde hoca olan Muhammed Necîb, Ebu’l-
Hasan Şâzilî el-Velî ismi ile kaleme aldığı bu eserde, Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin hayâtı ve tasavvuf tarihindeki yeri üzerinde durur.
g- Muhammed Bûzîne’nin Ebu’l-Hasan Şâzilî’si (Mısır, 1989):
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
hayâtım ele alan bir eserdir.
h- Muhammed Ahmed
Demîka’nın et-Tarîkatü’ş-Şâziliyye ve
a’lâmuhâ’sı (Beyrut, 1990):
Demîka, eserinin
başında Şâzilî’nin hayâtını, şahsiyetini ve tarikatının bir kaç esâsım anlatır.
Daha sonra alfabetik bir sıra ile Şâziliyye tarikatına mensûb olduğu bilinen
meşhur kişilerin isimlerini verir. Demîka’nın eseri İlmî esaslara göre hazırlanmış
bir eserdir. Ancak, Şâzilî’nin hayâtını ve tasavvufî görüşlerini incelerken son
dönemde yazılmış kaynakları kullanması ve bu bölümü çok kısa tutması, İlmî bir
eser için kusûr teşkîl etmektedir.
ı- Abdulhalîm Mahmûd’un
(ö. 1978) “Ebu’l-Hasan Şâzilî fî ma’riketi’I-
Mansûra”sı (Mecelletü’l-Ezher, c. 32, V/472-475, Kahire, 1960):
Fransız kralı IX.
Lui’nin komutasındaki haçlılara karşı 647-648/1249-1250 yılları arasında
yapılan Mansûra savaşına, Şâzilî’nin katılmasını ve bu sırada İcrâ ettiği rolü
konu alan bir makaledir.
2-
Batı
Dünyâsındaki Araştırma ve İncelemeler
a- Ferid De Jong’un Turuq and Turuq-Linked Institutions in Nineteenth Century
Egypt’i (Leiden, 1978):
Abdulhamîd Fehmi
el-Cemâl tarafından Târîhu’t-turuku’s-sûfiyye
fî Mısr fî karni’t-tâsi’ aşar (Mısır, 1995) adıyla Arapça’ya da çevrilen
Ferid De Jong’un eseri, ciddî bir çalışmanın ürünüdür. 19. yüzyıl Mısır
tarikatları hakkında genel bir bilgi vermektedir. De Jong, çalışmasına, 20.
yüzyılın başlarına kadar Mısır’da kurulmuş ve tescîl edilmiş tarikatların bir
listesini de koymuştur. Bu çalışma, Mısır’daki Şâziliyye kollarını tesbitte
bizim işimize yarayan kaynaklardan biridir.
b- Elmer H. Douglas’ın “Al-Shadhili a North African Sufi According to Ibn
al-Sabbâgh”si (The Müslim World c. 38, IV/257-279, New York, 1948):
îbn Sabbağ’a göre
Şâzilî’nin anlatıldığı bir makaledir. Douglas Şâzilî’nin hulûl ve iddihâd
içermeyen tevhîd anlayışına sâhip ortodoks bir sûfî olduğu belirtilir.
Şâzilî’nin hayâtımn kısa ele alındığı makalede, daha çok îbn Sabbağ’dan
nakillerle Şâzilî’nin öğretisi üzerinde durulur.
c- Stephan Ronart’ın “Ebu-al-Hasan Ali Shadhili”si (CEACS
478-479, Amsterdam, 1959):
Ronart makalesinde çok
kısa olarak Şâzilî’nin hayatım anlatır ve Hizbü’l-bahr’ı hakkında bilgi verir.
d- A.M. Mohammed
Mackeen’in ‘The Rise of al-ShadhiIi”si (Journal
of the American Oriental Sociely, 91/477-486, 1971):
Şâziliyye tarikatının
oluşumu hakkında bilgi veren Mackeen, makalesine İbn Meşîş’in hayâtım
anlatmakla başlar. Daha sonra Şâzilî’nin hayâtım ele alır. Tarikatın
temellerinin İbn Meşîş’in sağlığında atıldığım, ancak Şâzilî’nin Mısır’a
hicreti ile kurulduğunu savunur. İki şeyhin hayat hikâyesi ile Şâziliyye’nin
oluşumunu irtibatlandırır.
e- Paul Nwyia’nın İbn Ata Allah Et La Naissance De La Confrerie Sadilite’si (Beyrut,
I. baskı 1972, II. baskı 1986, IH. baskı, 1990):
Poul Nwyia’nın eseri
İbn Atâullah İskenderî’nin H i kem’i
üzerine yapılmış bir doktora çalışmasıdır. İki ana bölümden oluşur. İlk bölümde
İskenderî’nin hayâtı, Şâziliyye tarikatı ve Ebu’l-Hasan Şâzilî ele alınır.
İkinci bölümde ise Hikem’in arapça metni ile Fransızca tercümesi verilir.
f- Emst Bannerth’in “Aspects Humains De La Shadhiliyya En Efypte”ı (MIDEO,
11/236-250, Kahire, 1972):
Bannerth makalesinde,
Mısır’da Şâziliyye’nin insânî görünümlerini ele alır ve sosyal dengeye
katkısını anlatır.
g- William Chittick’m “A Shadili Presence in Shi’ite Islam”ı (Sophia
Porennis, 1/97-100, İran, 1975).
Türkçesi “Şiî İslâm’da
Bir Şâzilî’nin Varlığı” anlamına gelen makalesinde William Chittick, Şâziliyye
tarikatının Şiî müslümanlar üzerindeki etkilerini inceler ve bu etkileşime
İskenderî’nin Miinâcât’ımn Şiîler
tarafından okunmasını kamt olarak gösterir.
h- Terry Graham’ın “Abo’l-Hasan Shadheli And The Shadheliya”si (Sufı,
VU722-26, Austumn, 1990).
Graham makalesinde
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hayâtını ve Şâziliyye tarikatının doğuşunu ele alır.
ı- Victor Danner’ın “The Shadhiliyyah And North African Sufizm”i (Islamic
Spirituality, 11/26-48, New York, 1991).
Danner Şâziliyye
tarikatını ve Kuzey Africa tasavvufunu ele aldığı bu makalesinde,
Şâziliyye’nin bir takım özelliklerini anlatır ve onu hayat ile içli dışlı olan
bir tarikat olarak tanıtır.
Batılılara âid saydığımız
bu çalışmalar, Ebu’l-Hasan Şâzilî veyâ Şâziliyye tarikatı ile ilgili
olanlardır. Bir de genel olarak tasavvuf ve tarikatların anlatıldığı çalışmalar
vardır. Bunların içinde de Şâzilî ve tarikatı hakkında gayet önemli bilgilere
rastlamak mümkündür. Bunlardan biri Titus Burckhardt’ın (ö. 1992) Du Soufisme’sı (iyon, 1951) ile M.
Gilsanan’ın S o m e Factors in Decline of teh
Sufi Orders in Modern Egypt (Oxford, Jonuary, 1967) ve Saint And Sufi in Modern Egppt (Oxford,
1973) isimli makaleleridir. Annemarie Schimmel’in Tasavvufun Boyutları adı ile Türkçe’ye çevrilen[49] eserinde de
Şâziliyye hakkında birtakım bilgiler bulunmaktadır. Elbette Şâzilî ve
Şâziliyye hakkında batıda yapılmış çalışmalar bizim saydıklarımızla sınırlı
değildir. Bu çalışmalar bizim tesbît edip inceleyebil- diklerimizdir.
3-
Türkçe Yapılmış
Araştırma ve İncelemeler
Maalesef Türkiye’de
yakın tarihimizde Şâziliyye hakkında yapılmış fazla bir çalışma yoktur.
Mevcutların çoğu da ansiklopedik bilgi vermekten öte gitmez, içlerinde en
ciddî olanı Prof. Dr. Mustafa Kara Bey’in makaleleridir. Bunların ilki Şâzeliyye Tarikatı ve Üç Büyük Şeyhi (Fikir
ve Sanatta Haraket, 24/23-35 İstanbul 1981) ismini taşıyan makaledir. Hocamız
bu çalışmasında Ebu’l-Hasan Şâzilî, Ebu’l-Abbas Mursî ve Atâullah İskenderî’yi
tanıtır. Şâziliyye erkânı hakkında da kısa bir bilgi verir. Bu mevzûların hepsi
oniki sayfaya sığdırılmıştır. Halbuki bunlar oniki sayfada anlatılacak mevzûlar
değildir. Hocamız sadece konunun ana başlıklarını tesbît etmiştir. Bu yönü ile
bize ışık tutan en önemli Türkçe çalışmadır.
Sayın Mustafa Kara
hocamızın diğer bir çalışması da Şâzeliyye
Literatürü a- dını taşır (Uludağ Ünv. İlâhiyat Fak. Dergisi, IV/20-27,
Bursa, 1992). Tezimizin kaynaklarını tesbitte hocamızın bu çalışması bizim
işimizi kolaylaştırmıştır. Hocamızın Şâziliyye hakkındaki en son çalışması
ise, Ebu’l-Hasan Şâzelî’den Dualar ve
Nasîhatlar adını taşır (Dergâh Dergisi, c. VI, 68/21, İstanbul, 1995).
Bu çalışmada, Şâzilî’nin Hizbü’l-bahr ve Hizbü’l-berr isimli duâlarınm adı
zikredilir. Şâzilî’nin nasîhat içerikli bazı sözleri verilir. Ancak bu sözlerin
kaynağı belirtilmemiştir.
Mustafa
Kara Bey’in çalışmalarının dışındaki diğer Türkçe çalışmalar da şunlardır:
a- Mehmet Zeki
Pakahn’ın “Şâzeliyye” maddesi
(Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, in/312-313, İstanbul, 1971).
b- Orhan
Hançerlioğlu’nun “Şâziliyye” maddesi
(İslâm İnançları Sözlüğü, 573, İstanbul, 1984).
c- A Cour’un “Şâzilî” maddesi (İslâm Ansiklopedisi, XI/365-366,
İstanbul, 1970).
d- D. S. Margoliouth’un
“Şâziliyye” maddesi (İslâm
Ansiklopedisi, XI/366-368, İstanbul, 1970).
e- Bahâ Tanman ve Ömer
Tuğrul İnançer “Şâzelîlik” maddesi
(Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, VII/139-141, İstanbul, 1994).
Şâzilî ve Şâziliyye
hakkında yapılmış araştırmaların çoğu Şâzilî’nin hayâtı ve Şâziliyye’nin doğuşu
üzerinde durmuşlardır. Tarikatın usûlü hakkında çalışmalar var ise de gayet
yetersizdir. Şâziliyye’nin yayılışı, kolları ve Anadolu’ya girişi hakkında ise
kayda değer bir çalışma yoktur. Bizim çalışmamızın öncekilerden farkı, onların
eksik kalan yönlerini tamamlayacak nitelikte olmasıdır. Bu arada daha önce
yapılmış olan çalışmalardan konuyu ele alış tarzımızı tesbîtte, ulaştığımız
sonuçları karşılaştırmada ve bibliyografyalarım tarayarak mevzûmuz ile ilgili
kaynakları kolayca öğrenmede yararlandığımızı söylemeliyim. Sonuç olarak
ulaşabildiğimiz bütün kaynakları kullanarak Şâzilî’nin hayâtı, Şâziliyye
tarikatının kuruluşu, asrımıza kadar olan yayılışı ve kolları hakkında bilgi
vermeye, âdap ve erkânını tesbît etmeye çalıştık.
Il-EBL’L-HASAN
ŞÂZİLÎ’NİN YAŞADIĞI DÖNEMDE
Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi
daha iyi tanıyabilmek için yaşadığı asrın içtimâi yapısını şekillendiren
siyâset ve kültür olaylarına bir göz atmak gerekir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
atmışüç yıllık ömrünü hacc seferleri ve seyahetleri hâriç, Mağrib,[50] Tunus ve
Mısır topraklarında geçirmiştir. O, yaşadığı süre içinde bu topraklarda
hükümrân olan dört devleti gezmiştir. Bu sırada Mağrib ve Endülüs’de Muvahhid
(524-667/1130-1269), Tunus’da Hafsî (615-941/1218-1534), Mısır’da Eyyûbî
(567-647/1171-1250) ve Memlûklü (648-923/1250-1517) devletleri vardı. Şâzilî
hayatta iken Muvahhid devleti gücünü yitirdi. Toprakları üzerinde Merîni
(591-875/1195-1470), Zeyyânî (623-796/1226-1394) ve Abdülvâdî (633-866/1236-
1461) devletleri kuruldu.
Hz. Ömer (ö. 23/644)’in
hilâfeti sırasında Amr b. Âs’ın Mısır’ı fethiyle (20/641) başlayan Afrikâ’nın
îslâm topraklarına katılması çalışmaları, Emevîler döneminde Târik b. Ziyâd’m
Ispanya’yı fethetmesi (92/710) ile Avrupa’ya kadar ulaştı. II. Mervan’ın Zap
suyu muharebesinde yenilmesi sonucu bütün Emevî topraklan Abbâsîler’in eline
geçti (132/749). Bu toprakların sınırları doğuda Çin Seddi’ne, batıda Kuzey
Afrika ve Ispanya’yı da içine alacak şekilde Atlas Okyanu- su’na, kuzeyde
Kafkaslar’a ve güneyde de Hint Okyanusu’na kadar uzanıyordu. Dünya tarihinde
hiçbir savaşta bu kadar geniş toprak el değiştirmemiştir.[51] Ancak Abbâsîler ele
geçirdikleri bu topraklarda Emevîler gibi idârî bir otorite kuramadılar. Bir
süre sonra merkezden uzak bölgelerde yeni devletler ortaya çıktı. Bunlardan
ilki, Zap muharebesinden altı yıl sonra Avrupa’da kurulan Endülüs Emevî Devle-
ti’dir (138-422/756-1031). Bunu Afrika ve Asya’da peşi sıra oluşan diğer
devletler izler.
Mağrib’in siyâsî ve
kültürel yapısının şekillenmesinde Ebu’l- Haşan Şâzilî’nin doğumundan önce
Mağrib ve Endülüs’de kurulan devletler önem arzeder. Bunların başında,
Şâzilî’nin dedeleri tarafından kurulan[52] ve başkenti Merakeş olan Îdrîsî
Devleti (172-375/788-985) gelir. Kuzey Afrika’da Hulefa-Î Râşidîn ve Emevîler
dönemindeki fetihlerin akabinde, bu bölgenin dört bir tarafında islâmiyetin
yayılması husûsunda İdrîsîler’in büyük hizmetleri olmuştur.[53] Aynı bölgede
İdrîsîler’in yanısıra, sırayla Ağlebî (184-296/800-909), Fâtimî
(297-567/909-1171), Hammûdî (407-449/1016-1057) ve Murâbıt (448-571/1056-1146)
devletleri kuruldu.
Bu devletlerden
Hammûdîler, Hz. Ali soyundan gelen İdrîsîler’in devamıdır.[54] Fâtimîler de
Îdrîsîler gibi Hz. Ali soyundan geldiklerini ileri sürmelerine rağmen bu konuda
tereddütler vardır.[55] Fâtımîler’in
ilk kuruluşu Tunus’da gerçekleşmiş, sonra Mısır’a geçmişlerdir (362/973).
Ayrıca Fâtımîler’den önce Mısır’da Türk asıllı Tolunoğulları (254-292/868-905)
ve Îhşidîler (325-358/935-969) hüküm sürmüşlerdir.[56]
Ispanya’da Endülüs
Emevî Devleti (138-422/756-103 l)’nin üç asırlık çaba sonucunda ortaya koyduğu
yüksek medeniyetin değerini, sonra gelenler bilemediler. Aynı yükselişi devam
ettiremedikleri gibi rahat ve rehâvete dalarak iç çekişmeler sonucu mevcûdu da
kaybetmeye başladılar. Hicrî dördüncü asrın sonlarında Endülüs Emevî
Devleti’nin başında II. Hişam vardı (366-399/796-1009). Yönetimi Âmirî
ailesinden seçtiği vezirlerine bıraktı. Onun döneminde problemler gittikçe
arttı. Âminlerden memnun olmayan Kurtuba halkı ayaklanarak ikinci Hişam’ı
tahttan indirdi (399/1009). Bundan sonra kanşıklıkların ardı arkası kesilmedi.
Hükümdarlar birbiri ardınca tahta çıkıp indiriliyordu. 21 yıl süren bu anarşi
dönemi, son Endülüs Emevî halîfesi İÜ. Hişam ortadan kaybolunca devletin
yıkılmasıyla son buldu.[57]
Endülüs Emevî
devletinin yıkılmasından sonra Ispanya’da ortaya çıkan karışıklıkları fırsat
bilen vâliler ve ileri gelen kişiler, irili-ufaklı yirmiden fazla devletçik
kurdular. Bunlara “Tavâif-i Mülûk” denir.[58] Bu devletçikler birbirlerinin
topraklarını ele geçirmek için mücadeleye başladılar. Bu konuda kendilerini yok
etmek için hazır bekleyen Hırıstiyanlarla bile ittifak kurdular. Kastil ve
Lion kralı I. Ferdinand, dağınık Müslüman devletçiklerin üzerlerine yürüyerek
onları yurtlarından çıkardı. Bu sırada korkunç zulümler ve kötülükler yaptı
(477/1055).
Müslüman şehir
devletçikleri, dağınıklık ve tefrika sebebiyle kendilerini koruyamadıkları
için Kuzey Afrika devletlerinden yardım istediler. Bunun üzerine Cezayir ve
Mağrib’e hâkim olan Murâbıt devletinin güçlü hükümdarı Yusuf b. Taşfin,
Endülüs’e çıktı. Alfonso komutasındaki Hıristiyanlan Zelika savaşında yendi
(479/1086). Huzuru bozan melikleri sürdü, kontrolü altındaki yerlerde birliği
ve emniyeti sağladı (479/1086). Yusuf b. Taşfin’in 500/1106 yılında ölümüyle
halifeleri tarafından hem Mağrib’de hem de Endülüs’de Murâbıtlar’ın hâkimiyeti
devam ettirildi.
Daha sonra Murâbıtlar
zayıflayınca yerini Kuzey Afrika’da kurulan yeni bir devlet aldı.39
Bu devlet, Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin sınırları içinde doğduğu ve hayatının bir
bölümünü geçirdiği Muvahhidler Devleti’dir. Muvahhidler, Kuzey Afrika’daki
Murâbıt topraklarına hakim oldukları gibi zaman içinde Endülüs’de de
hâkimiyetlerini sağladılar. Özellikle Kastilya kuvvetleri karşısında Erek
zaferini kazanmaları (592/1195), hem Muvahhid devletinin hem de Müslümanların
Ispanya’daki konumunu pekiştirdi. Muvahhidler, Ispanya’daki bu konumları
sebebiyle, Müslümanların faziletini göstermek için, Erek savaşında esir ahnan
yirmidörtbin Hırıstiyanı serbest bıraktı.®
Bu arada Selâhaddin
Eyyûbî (ö. 597/1192), Kudüs’ü Haçlılardan kurtarmıştı (583/1187). Bunun üzerine
papanın intikam arzusundan doğan teşvîk ve isteği ile bütün Hırıstiyanlar,
Müslümanlar’dan öc almak için Endülüs’e mukaddes harp ilan ettiler.[59] [60] [61] Kastil,
Aragon, Portekiz, Lion, Navar, Fransa, İtalya ve Almanya askerlerinden oluşan
Hıristiyan orduları karadan ve denizden Endülüs’e saldırdılar. Ukâb savaşı
denilen bu muharebede Muvahhidler’in idaresi altındaki Müslümanlar, kahramanca
mücadele ettilerse de yenilgiyi önleyemediler (609/1212).[62] Bu sırada Ebu’l-Hasan Şâzilî,
tahsil için gittiği Tunus’da bulunuyordu.
Ukâb savaşından sonra
Muvahhidler’in Endülüs üzerindeki güçleri kırılmış oldu. Ispanya’da
Muvahhidler’in yerini daha önceden Endülüs Emevî devletinin yıkılışı sırasında
olduğu gibi, Benî Hûd, Benî Zeyyân ve Benî Ahmer adındaki küçük devletçikler
aldı. Bunlar birbiriyle meşgulken Kastilya kralı III. Ferdinand Kurtuba’yı
işgal etti (663/1236). Hemen arkasından Valansiya’yı Aragon krallığı ele
geçirdi. Hicrî VII. asrın ortalarında Ispanya’da Müslüman olarak sadece Gırnata’ya
sıkışmış Benî Ahmer Devleti kaldı.
Bu olumsuz gelişmeler,
Ispanya’daki Müslümanların Mağrîb başta olmak üzere muhtelif yerlere
kaçmalarına sebep olduğu gibi, bir kısmını da Gırnata’ya toplamıştır. Bu arada
bir çok âlim ve sanatkâr da Gırnata’ya gelmiştir. Ayrıca Benî Ahmer Devleti ile
Mağrîb devletleri arasındaki ilişkiler de sürmüştür.® Gımata’da son birkez daha
yeni bir İslâm medeniyeti oluşturulduysa da, bir süre sonra ortaya çıkan iç
çekişmeler ile saltanat kavgaları, devleti güçsüz hale getirmiştir. Bunu firsat
bilen Katolik Ferdinand, şehri uzun süre muhasara altında tutarak teslîm
almıştır (897/1492). Böylece Avrupa’da sekizyüz sene devam eden Müslüman
Endülüs uygarlığı da son bulmuştur.[63] [64]
Ebu’l Haşan Şâzilî’nin
yaşadığı yıllarda İslâm dünyasıyla ilgili olarak Avrupa’da bu gelişmeler
olurken, Kuzey Afrika’da da Müslüman devletlerin biri kurulup diğeri yıkılıyordu.
Şâzilî, 593/1198 yılında Septe civânndaki Gammâra’da dünyaya geldiği sırada, bu
topraklara Muvahhidler hâkimdi. Muvahhid Devleti, Mehdî Muhammed b. Tumart
(ö.524/1130)’ın “Tumartiyye” akidesi üzerine talebesi Abdulmü’min b. Ali
(Ö.558/1168) tarafından kurulmuştur.[65] Muhammed b. Tumart’ın akidesi,
Mağrib halkım Allah’a cisim izâfe etme ve O’na teşbihte bulunmaya sevk eden
Selefiyye mezhebine ve Murâbıtlar’ın katı tutumlarına kaşı tepki olarak
doğmuştur.[66] O,
Hâriciyye, Eş’ariyye, Selefiyye, Mu’tezile ve Hazmiyye’yi tek tek ele alarak
tenkîd etmiştir. Bu mezheblerinin hiçbirinin tek başına İslâm dünyasındaki
akide yanlışlıklarını düzeltemiyeceğini belirtmiştir.
Bu sebeble İbn
Tumart’ın mezhebi, İbn Hazm (ö.456/1064)’ın, Eş’arî (ö.324/1025)’nin ve Gazzâlî
(ö.505/llll)’nin görüşlerinin karışımından oluşur.[67] Muvahhid
hükümdârlan genel olarak, Murâbıtları yıkmak, Mağrîb’de birliği sağlamak,
Endülüs’ü Hıristiyan saldırılarından korumak, ilmi ve tefekkürü yaymak için
uğraşmışlardır.[68] [69] İbn Bâcce
(ö.533/1138), İbn Tufeyl (ö.582/1185) ve İbn Rüşd (Ö.595/1198) gibi âlim ve
düşünürler Muvahhidler döneminde yetişen meşhurlardandır.®
Endülüs’de Ukâb
savaşında Hristiyan birliğine yenilen Muvahhidler,[70] Mağrib’de de yavaş
yavaş güç kaybediyorlardı. Bu arada hânedân içinde taht kavgaları ortaya
çıktı. Ayrıca İbn Tumart’ın akidesi de ulemâ tarafından irdelenirken, Muvâhhid
ailesine mensûp bazı kişilerce de tenkîd edilmeye başlandı.[71] Buna, yönetimleri altındaki
bir takım kabilelerin isyanı da eklendi. Böylece Muvahhid Devleti yıkıldı
(667/1268). Yerine Mağrib-i Aksâ’da Muvahhid hakimiyetinden çıkan kabilelerin
lideri konumunda olan Merînîler, Mağrib-i Evsat’ta da Hafsîler geçti.
Mağrib-i Evsat
bölgesinde Muvahhidler’in en önemli merkezi olan İfrikiyye (Tunus) vâliliğini,
Hafsî âilesi yürütüyordu. Muvahhid Devleti gücünü kaybedince, Tunus vâlisi Ebû
Zekeriya Yahya b. Abdulvâhid el-Hafsî bağımsızlığım ilan etti. Ancak
başlangıçta Muvahhid sultanları adına hutbe okutmaya devam ederken, zamanla
güçlenince Muvahhidler’in aşırılıklarını ve ehl-i sünnet akidesine muhâlif olan
görüşlerini bid’at sayıp, halktan bey’at alarak kendi adına hutbe okutmaya
başladı (634/1237). Onun bu tutumu, Endülüs’deki Gırnata, İşbiliyye ve
Balensiya emirlikliklerinden de destek gördü. Bu emirler Ebû Zekeriya adına
hutbe okutmaya başladılar.[72] Böylece
Muvahhid toprakları üzerinde Hafsî ve Merîni gibi güçlü devletlerin yanısıra,
Mağrib’de Zeyyânî ve Abdulvâdî, Endülüs’de de İbn Hûd, Benî Zeyyân ve Benî
Ahmer adlarında küçük devletler kuruldu.
Ebû Zekeriya
(Ö.647/1249), Tunus’da Hafsî Devletini kurup hâkimiyetini sağlamaya çalıştığı
sıralarda, EbuT-Hasan Şâzilî de Şeyh İbn Meşîş’in emri ile Tunus’un Şâzile
beldesinde inzivâda bulunuyordu.[73] İnzivâsım
tamamladıktan sonra Şâzile’den Tunus’a geldi.[74] [75] Tunus’da bâzı âlimler onu
çekemeyip iftirâ ettiler. Sultan bu vesile ile Şâzilî’yi huzuruna çağırdı.
Karşılıklı görüştüler konuştular. Sultan Ebû Zekeriya, bu konuşmalar esnâsında
Ebu’l-Hasan Şâzilî hakkında şikayette bulunanların ona haset ettiklerini
anladı.73 Ebû Zekeriya zühd ve takvâsıyla meşhurdu. Kendisi sade
yaşamayı tercih etmesine rağmen, devrinin medeniyetinden halkını mahrûm
etmemiş, Endülüs mimârî ve medeniyetini Tunus’a taşımıştır. Dindarlığıyla
meşhur olan Ebû Zekeriya, kendi adına Tunus’da bir câmi yaptırmış ve bu câmide
ilk ezam bizzat kendisi okumuştur. İlme önem vermiş, medreseler ve kütüphaneler
yaptırmıştır.[76]
EbuT-Hasan Şâzilî daha
sonra Tunus’tan ayrılarak Mısır’a yerleşti (642/1236).[77] Bu sırada Mısır’a
Eyyûbîler hâkimdi. Çünkü daha önce Selâhaddin Eyyûbî Mısır’ı Fâtimîler’den
almış; hâkimiyeti altındaki Mısır, Sûriye ve Yemen’de Abbâsî halîfesi adına
hutbe okutmaya başlamıştı. Selâhaddin’in bu başarılan gerçekleştirdiği
sıralarda Abbâsî hilâfet makamında el-Mustazîbillah (ö.575/1179) vardı.
Selâhaddin Eyyûbî, Mezkur ülkelerde halîfe adına hutbe okutunca, halîfe de ona
buraların idâ- resini kendisine verdiğine dâir bir menşur göndermiştir.[78] Selâhaddîn
Mısır’ı fethetmenin yanısıra, Arslan Yürekli Richard’m başlattığı Haçlı seferlerinde
Frenklere gerekli dersi vererek bölgede belli bir sükûnet sağladı.[79]
Ebu’l-Hasan Şâzilî
Mısır’a geldiğinde Eyyûbî Devleti’nin başında Melik Sâlih Necmeddin Eyyûb vardı
(637-646/1240-1249). Fransa kralı IX. Lui, 646/1249 yılında Mısır üzerine bir
Haçlı seferi düzenledi. Dimyat şehrini ele geçirerek Mansura’ya doğru
ilerlemeye başladı. Tam bu sırada savaş hazırlığı yapan Melik Necmeddin Eyyûb
öldü. Yerine oğlu Turan Şah tahta geçti. O, Haçlıları yenerek IX. Lui’yi esir
aldı (647/1250).[80] Yaklaşık bir
buçuk yıl süren bu savaşa gözlerini kaybetmiş olmasına rağmen Ebu’l-Hasan
Şâzilî de katılmıştır.[81]
Bu zaferden kısa bir
süre sonra Turan Şah’ın Memlûklerden müteşekkil ordusu ile arası açıldı.
Askerler isyan ederek Turan Şah’ı öldürdüler. Onun ölümüyle Eyyûbî Devletinde
karışıklıklar başladı. Memlûk komutanları Turan Şah’ın yerine, cesâreti,
dirâyeti, zekasıyla ma’ruf annesi ve Melik Necmeddin Eyyûb’un da dul eşi olan
Şecerüddürr’ü sultân îlân ettiler. Ancak bir kadının hükümdâr olması Müslümanların
alışmadığı ve hoş karşılamadığı bir işti. Bağdat Abbasî Hilâfeti’nin son
temsilcisi Muşta’sim da Mısır idaresinin bir kadına verilmesini uygun bulmadı.
Bu sebeble Suyûtî (ö. 911/1505), Muşta’sım’ın Mısır emirlerine, “ Eğer sizde
erkekler tükendi ve başınıza getireceğiniz bir adam dahi kalmadıysa bize haber
verin bir a- dam gönderelim.”[82] şeklinde bir
mektup yazdığını belirtir. Bu gelişmeler üzerine Eyyûbî Devleti’nin başında
bulunan kadın sultân Şecerüddür, Memlûk Atebek’i İzzettin Aybek’le evlenerek
tahtı yeni kocasına devretti. Böylece Mısır’da Eyyûbî Devleti yıkıldı, yerine
Memlûklü Devleti kurulmuş oldu (648/1250).[83]
Mısır’daki saltanatın
kendilerinden birinde olmasını isteyen Sûriye Eyyûbîleri bu duruma karşı
çıktılar. Melik Nâsır Yusuf’un komutasında İzzettin Aybek’i tahtdan indirmek
için Mısır üzerine yürüdüler. İzzettin Aybek, her ne kadar ülkesinin Abbasî
halîfesine ait olduğunu, kendisinin onun bir me’muru sıfatıyla bu makamda
bulunduğunu ve birbirleriyle savaşacaklarına topluca Bağdat’a yaklaşmış olan
Moğollar’a karşı savaşmaları gerektiğini söylediyse de Sûriye Eyyûbî emirlerini
iknâ edemedi. Çıkan savaş sonucu Sûriye Eyyûbîler’i yenildi.[84] İzzettin
Aybek, Eyyûbîler problemini hallettikten sonra bir de Memlûk emirlerinin
isyanları başladı. Bir süre hem onlarla hem de diğer emirliklerle meşgul olarak
devleti güçlendirmeye çalıştı. Bu münâsebetle Musul emîrinin kızıyla evlenmek
istedi. Durumu öğrenen karısı Şecerüddür, onu has adamlarına boğdurmak
suretiyle öldürttü.[85] Bunun üzerine
İzzettin Aybek’in memlûkleri, sultanlarının yerine diğer hanımından olan oğlu
Nureddin Ali’yi tahta geçirdiler (655/1257).
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
Eyyûbî yönetiminden Memlûklü yönetimine geçiş sırasında Mısır’da idi. Bu geçiş
dönemindeki olayların bizzat içinde yaşadı. Şâzilî, Nureddin Ali Memlûklü
sultânı iken çıktığı hacc yolculuğu esnâsında öldü (ö.656/1258).
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşadığı dönemde, îslâm coğrafyasının Avrupa ve Afrika’daki topraklarında
mezkûr siyâsî çalkantılar olurken, Asya’da durum bundan farklı değildi. O sırada
Bağdat, İslâm âleminin meşru halîfesi sayılan Abbâsî Dev- leti’nin merkezidir.
Şâzilî’nin yaşadığı çağ, İslâm dünyâsının doğusundaki Abbâsî Devleti’nin
yıkılışına tekaddüm eden yıllardır. Selçuklu Devleti’nin kurulmasından sonra
Abbâsî halîfelerinin nüfuzu hayli zayıflamış ve hilâfet makamı âdetâ dînî,
ma’nevî otoriteden ibâret bir duruma düşmüştü.[86]
Hilâfet makamının
siyâsî yönü halîfenin elinden alınmaktan öte, dînî temsil yönü de
zedelenmişti. Selçuklu sultanları, kendilerini “zıllüllah fi’l-ard” sıfatıyla
tak- dîm ederlerken, bâzı devletlerin hükümdârları da sadece halîfenin
kullandığı ‘‘Emîru’l-mü’minîn” sıfatım kullanmaktan çekinmemişlerdi. Şâzilî’nin
yaşadığı çağda, Emevîler döneminde olduğu gibi tek hilâfet merkezi yoktu.
Fâtimî Devleti şiîleri temsîlen hilâfetini îlân etti. Sünnîler arasında ise,
Abbâsî hilâfetinin yanısıra Endülüs Emevî, Muvahhid ve Hafsî halîfelikleri
vardı. Bu devletlerin başındaki hükümdârlar adlarına hutbe okutuyorlardı. Bu
dönemde hilâfet makamı o kadar zayıfladı ki, Mağrib’in iç bölgelerinde bulunan
Sicilmâse hâkimi bile “Emîru’l- mü’minîn” ve “Halîfe” ünvânını kullanmaya
başladı.[87]
Hilâfet makamı adına
bütün bu olumsuzluklara rağmen Selçuklu sultanları Abbâsî hilâfet makamına
bağlı kalmışlardır. Bu bağlılığın bir nişânesi olmak üzere onlarla sıhriyyet
kurmuş, halîfelere kız vermişlerdi. Sultanlar, halifelere Rasûllüllah’ın halefi
ve dînî otorite gözüyle bakarak iyi muamele etmişlerdi.[88] Selçuklu sultanlarıma
halîfelere karşı bu iyi muâmelesi, Abbâsîler’i Selçuklularda iş birliği yaparak
kaybettikleri siyâsî nüfuz ve otoriteyi yeniden ele geçirme gayretlerine
yöneltmişti. Özellikle Şâzilî’nin muâsın olan en-Nâsır ile selefleri el-Muktefî
(ö.530/1136) ve el-Müstencid (ö. 555/1160) bu konuda gayret gösterenlerdendir.
Şâzilî’nin yaşadığı
çağda Abbâsî hilâfet makamında dört halîfe bulunmuştur. Bunlar en-Nâsır
li-dînillah (575-622/1179-1225), ez-Zâhir billah (622-623/1225- 1226),
el-Mustansır billah (623-640/1226-1243) ve son halîfe Musta’sım (640-
656/1242-1258)’dır.
Bu dönem, Büyük
Selçuklu Devleti’nin zayıflayarak parçalandığı, yerine bir takım küçük
devletler ve beyliklerin kurulduğu dönemdir. Bu küçük devletler ve beylikler,
Harezmşahlar Devleti, Artukoğulları, Şam, Musul, Suriye, Erbil ve Fars
atabekleridir. Yine bu dönem Haçlıların başlattığı saldırıların belli
aralıklarla devam ettiği bir çağdır. Bu yıllarda îslâm âleminin doğusunda,
batıdan gelen Haçlı felâketinden daha beter bir tehlike zuhur etmiştir. Bu
tehlike, îslâm ülkelerini târ ü mâr eden ve teker teker onları işgal etmeye
başlayan Moğol istilâsıdır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşadığı yıllarda Anadolu, Anadolu Selçuklularının hâkimiyetinde bulunuyordu.
Büyük bir medeniyet oluşturan Anadolu Selçukluları, îslâm dünyâsını özellikle
Kudüs ve Bağdat’ı, Anadolu üzerinden gelen Haçlı seferlerinden koruyarak
Haçlıları Anadolu’nun sinesinde eritiyordu. Ancak Şia İtikadının telkiniyle ve
Şâmanizm inancının kalıntılarıyla oluşan Babaî isyanları sonucu devlet zayıfladı
(639/1242). Babaî isyanları tam bastırılmıştı ki, Moğollar Anadolu’ya akın
düzenlemeye başladılar.[89] Moğollarla
yapılan Kösedağ savaşındaki mağlubiyet (641/1243), Anadolu’nun Moğol
hâkimiyetine girmesine neden oldu. Bu durum, Anadolu’da istikrarın bozulmasına
ve gün geçtikçe Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılışa geçmesine zemin
hazırladı.[90]
Türk bir câriyeden
dünyâya gelen en-Nâsır, Abbâsîlerin son döneminde insicamlı bir siyâset takip
etmekle tanınır. Önceleri doğuda Büyük Selçukluların enkazı üzerine kurulan
Harezmşahlar ile arası iyi idi. Fakat sonraları, Harezmşahlar’ın hilâfet
makamını nüfuzları altına almak istemeleri sebebiyle araları açıldı. Bunun
üzerine Bağdat, Harezmşahlar’ın saldırısına uğramıştı. Kışın ansızın bastırması
Bağdat’ı Harezmşahlar’ın istilâsından kurtardı. Ancak Harezmşahlar Devleti,
Abbâsî hilâfetinin o günkü en önemli hasmı durumuna geldi. Bu dönemde Abbâsî
halîfesi, en-Nâsır li-dînillah; Harezmşah sultanı ise sultan Muhammed’dir.
Nasır, hilâfet
merkezini tehdîd eden tehlikelere karşı, putperest Moğol sultanı Cengiz Han ile
işbirliği yaparak Harezmşahlar’ı etkisiz hale getirdi.[91] Ancak Abbâsî Devleti’nin o
günkü yararına ilerisi düşünülmeden yapılan bu işbirliği, İslâm ülkelerinin
Moğol istilâsına açılmasına zemin hazırladığı gibi, Nâsır’dan sonra onun takip
ettiği ince siyâset devam ettirilemeyince Bağdat’ı da tehdîd etmeye başladı.
en-Nâsır’ın, hilâfet
makamının siyâsî gücünü arttırmak maksadıyla çeşitli yollar denediği görülür.
Şia’nın İmâmiyye görüşünü benimseyen halîfe, Hz. Ali soyundan gelenleri
sarayına alarak, Abbâsîler’in gücüyle Hz. Ali taraftarlarının gücünü
birleştirmeye çalışmıştır.
Ayrıca halîfe en-Nâsır,
tasavvuf târihi açısından önem arzeden “Fütüvvet Teşkilâtım” iç disiplini
sağlamak amacıyla güçlendirmiş, örgütlendirmiş ve bu teşkilâtın nüfuzunu
arttırıcı tedbirler almıştır. Bu cümleden olarak bir çok emîre ve devlet
ricâline “Fütüvvet pâyesi” vermiştir. Bu devrin en mu’teber şeyhi olan ve
halîfe tarafından “Şeyhu’ş-şüyûh” ta’yîn edilen Sühreverdî’nin “Fütüvvetnâme” adıyla bir eser kaleme alması,
halîfe en-Nâsır’ın teşvikiyle olmuştur.[92]
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
kırkyedi yıl gibi uzun bir süre hilâfet makamında duran Halîfe en-Nasır
döneminde doğmuş ve yine onun halifeliği döneminde yirmibir yaşında bir genç
iken Bağdat’a gelmiştir (618/1222).[93]
Şâzilî Irak’tan ayrılıp
Mağrib’e döndükten bir süre sonra halîfe en-Nâsır öldü, yerine ez-Zâhir billah
geçti (622/1225). Ancak ez-Zâhir’in hilâfeti ondört ay kadar sürdü. Onun
ardından hilâfet makamına geçen el-Mustansır billah (623-640/1226- 1243) ise
mühim bir siyâsî hizmet görmemiş olmasına rağmen adâleti ve dindarlığı
sebebiyle herkes tarafından sevilirdi. İlme ve ilim erbâbına hizmetten
hoşlanırdı. Bu yüzden “Nizâmiyye” medresesi gibi kendi adıyla anılan
“Mustansıriyye” medresesini yaptırdı. Halîfe Mustansır’ın vefatı üzerine,
yerine oğlu Musta’sım geçti (640- 656/1242-1258). Musta’sım, ilim ve ahlak
sahibi çok iyi bir kimse idi. Fakat siyâsî kararlarında, Abbâsîler’e gerçekte
muhabbeti olmadığı halde, zâhirî sempatizanh- ğıyla vezirlik makamına kadar
yükselen Şiî Müeyyidüddîn b. Alkamî etkili oluyordu. Bu sebeble en-Nâsır’ın
Harezmşahlar’a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinin bedeli Musta’sım’m
hilâfeti döneminde ödendi. Moğol hükümdarı Hülâgû’nun halîfe Musta’sım’a yazdığı
mektuba cevâben, Alkemî telkinleriyle halîfeye sert bir mektub yazdırttı. Bu
durum Hülâgû’yu kızdırdı ve halîfe Musta’sım’a karşı sefer düzenlemesine sebep
oldu.[94] Bağdat’ı
kuşatarak teslim alan Hülâgû, günlerce Bağdat’ı yağmaladı. Kütüphaneleri ateşe
verdi. İlim ve ticaret merkezlerini talan ederek harabeye çevirdi. Böylece
Abbâsî Devleti ve hilâfeti yıkıldı (656/1258)?'
Abbâsî Devleti’nin
yıkıldığı târihde Mısır’da bulunan Ebu’l-Hasan Şâzilî, çıktığı hacc yolculuğu
sırasında Hakk’a yürüdü (656/1258). Onüçüncü asrın ortalarında Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin vefat ettiği günler, İslâm dünyâsı açısından saâdetlerin felâketkere
dönüştüğü günlerdir. Bu asırda İslâm âlemi bir çok küçük devlete bölünmüştü.
Bu devletlerin hükümdârları birbirleriyle uğraşıyor, her biri diğeri aleyhine
topraklarını genişletmek için çalışıyordu. Bu dönemde batıdan gelen Haçlı
seferleri, doğudan gelen Moğol istilâsı ve Müslüman devletler arasındaki iç
çekişmeler, İslâm dünyasını perişân bırakmıştı. Ne yazık ki, bu devletlerin
başındaki hükümdârlar, kalabalık Moğol ordularının, Harezmşahlar Devleti’ne
taarruz etmesinden önce, Moğol tehlikesini sezememişlerdi.
Şâzilî’nin yaşadığı
çağda Moğol istilâsı, kısa süre içinde Çin’e, Türkistan’a, Hindistan’ın bir
kısmına, İran’a, Anadolu’ya ve Doğu Avrupa’ya kadar yayıldı. Geleceği
hissedilen bu tehlikeye rağmen Müslüman hükümdârlar, İslâmî bir ittifak kurmayı
hiç düşünmediler. Bunun tam aksine birbirleriyle uğraşmaya devam ettiler?6
Moğollar geçtikleri yerleri kasıp kavurmuş, İslâm ülkelerinden, önce
Harezmşahlar Devletini yıkmış, sonra da sırayla diğer Müslüman devletleri târ ü
mâr ederek işi Abbâsî Devleti’ni yıkmaya kadar getirmişlerdir. Anadolu Selçuklu
Devletini ise parçalayarak kendilerine bağlı hale sokmuşlardır.
Abbâsî Devletinin
yıkıldığı ve Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin öldüğü yılda, bütün bu olumsuzlukların
yamsıra, Söğüt’te İslâm âlemi için güzel günlerin habercisi olacak bir gelişme
yaşandı. Osmanlı Devletinin bânîsi Osman Bey doğdu (656/1258). [95] [96]
m- EBU’L-HASAN ŞÂZİLÎ’NİN YAŞADIĞI DEVRİN
Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi
daha yakından tanımak, onun günümüze kadar ulaşıp varlığım sürdüren
prensiplerinin, tasavvuf! hayat ve tarikatlar arasındaki yerini daha iyi tesbit
edebilmek için yaşadığı asrın tasavvuf! yapısına ve kültür olaylarına bir göz
atmak gerekir. Burada söz konusu olan kültür olaylarından maksat, daha çok o
devrin tasavvuf! yapısıyla direk ya da dolaylı bağlantısı bulunan olaylardır.
Bu açıdan devrin kültürel faaliyetlerine, ağırlıklı olarak tasavvuf ve tarikat
penceresinden bakarak genel bilgiler verecek, onun yaşadığı yıllardaki
meslektaşlarına ve onların faaliyetlerine kısaca temas edeceğiz. Yeri geldikçe
tasavvufla ilişkisi olan kültürel boyutlu diğer hususlara da değineceğiz.
Çalışmamızın giriş bölümünde böyle bir bir konuyu ele almamızın, Ebu’l-Hasan
Şâzilî’yi ve Şâziliyye tarikatım daha iyi tanımamıza yardımcı olacağını ümid
ediyoruz.
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
593/1198 - 656/1258 yılları arasında yaşamıştır.[97] Bu da hicri yedinci, mîlâdî
onüçüncü asra tekabül eder. Bu yüzyıllar, İslâm’ın kültür ve medeniyet tarihi
açısından önemli gelişmeleri bünyesinde barındırdığı bir zaman dilimidir.
Özellikle ehl-i sünnet çizgisindeki İslâm tasavvufu, baştan beri oluşan birikim
üzerine bir asır önce yaşayan Gazzâli’nin de geliştirip sistematize ettiği ilâvelerle
bu asırlarda bir adım daha ilerleyerek müesseseleşmeye başladı. VI. ve VII.
hicri, XII. ve XIII. milâdî asırlar, tarikat şeklinde tasavvuf kurumlannın
oluşmağa başladığı çağlardır. Bu sebeble Şâzilî’nin yaşadığı devri anlamak için
konuyu bir asır öncesine giderek ona altyapı hazırlayan tarikatların oluşma
dönemiyle birlikte ele almak gerekiyor.
Bu
dönemde bir yandan İslâm âleminin temsilcisi konumunda bulunan Abbâsî hilâfeti
gün geçtikçe güç kaybediyor, diğer yandan da batıdan gelen Haçlı seferleri ve
doğudan gelen Moğol istilâsı İslâm dünyasını perişân bırakıyordu. Bu yıllar,
başlangıçta Abbâsî hilâfetinin siyâsî ve askerî açıdan Selçuklular’ın
himâyesine girdiği,[98] sonraları
gerek Büyük gerekse Anadolu Selçuklulan’nın yıkılmasıyla beyliklerin oluştuğu,
hilâfet merkezinin yeni kurulan çeşitli İslâm devletleri ve beyliklerinden
meded umduğu bir dönemdir. Siyâsî otoritenin zaafa uğradığı bu yıllarda yeni
yeni devletler ile kendi içinde bir devletçik olan beylikler sahneye çıktı. Sultanların
çokluğundan doğan rekâbet, siyâsî otorite zaafı meydana getirdi." Bu durum,
halkın mânevî otoritelere yönelmesine sebep olmuştur. Böylece insanlar onların
rûhânî himâyesinde ferahlığa ulaşıyorlardı.[99] [100] Halka parelel olarak
yöneticiler de sıkıntı ve dertlerine karşı sûfîlerden devâ istemişler, onların
mânevî kanatlan altında huzûra ermişlerdir.[101]
Bu dönemde halkın ve
yöneticilerin mutasavvıflara gösterdiği saygı ve hürmet, gün geçtikçe artarak
devam etti. Doğudaki Moğol zülmünden kurtulmak için batıya doğru gelen sûfıleri
Anadolu’da Selçuklular ile beyliklerin başındaki beyler himaye etti.[102] Endülüs
Emevî Devleti’nin yıkılışı sırasında zulümden kaçan Endülüs ülemâsı ve
meşâyıhına, Kuzey Afrika’daki Murâbıt, Muvahhid ve Hafsî devletleri sahip
çıktı. Kudüs ve havâlisine yönelik Haçlı yağmalarından kurtulmaya çalışanları
başlangıçta Eyyûbîler, sonraları Memlûkler korumaya gayret gösterdi. Böylece diğer
âlim ve edipler gibi bir çok sûfî de bu devletlerin topraklarına yerleşme imkâm
buldu.Bu tutum, mezkur devletlerin bünyesinde İlmî, fikrî ve tasavvuf! hayata
canlılık getirdi. [103]
A- TARİKATLAR
Hicrî VI.ve VII.,
mîlâdî XII. ve XIII asırlar tarikatların tekevvün dönemidir . Tekkesi, zâviyesi,
şeyh ve mürîd münâsebetleriyle günümüze kadar ulaşan tarikatlar ilk defa hicri
VI. yüzyılda kurulmuştur. Bağdat’da Abdülkadir Geylânî (Ö.561/1165), Türkistan
bölgesinde Ahmed Yesevî (ö. 562/1166), Basra’da Ahmed Rifaî (ö.578/1182) ve
Mağrib’de Ebû Medyen Şuayb et-Tilemsânî (ö.589/1193) bu dönemde yetişen ilk
tarikat kurucularıdır. Bu zâtların hemen hepsi Şâzilî’nin doğumundan önce
yaşamışlardır. Ancak onların ölümü ile tarikat oluşumu bitmemiş, bilakis bu
şahıslar kendilerinden sonraki yeni oluşumlara zemin hazırlamışlardır.
Tarîkatlerin tekevvün
dönemiyle birlikte tasavvuf! tefekkürün İbn Fârıd (Ö.632/1235), İbn Arabî
(Ö.638/1240) ve İbn Seb’în (ö.669/1270) gibi en önemli sîmâları da bu asırda
yetişmiştir.
Tam adı Muhyiddin Ebû
Muhammed b. Ebû Sâlih Zengidost olan Abdülkadir Geylânî, 471/1078 yılında
Hazar’ın güneyinde îran sınırlarındaki Gîlan’a bağlı Neyfde doğdu. 561/1165
yılında Bağdat’da vefat etti.. İlk tahsiline memleketinde başladı. Onsekiz
yaşında Bağdat’a geldi. Burada memleketinde başladığı dînî ilimler tahsilini
çeşitli âlimlerden ders alarak tamamladı. Dînin zâhirî ilimlerinde kendisini
yetiştirip önce Şâfiî, arkasından Hanbelî mezhebinde müctehid seviyesine yükseldi.
Ebu’l-Hayr Muhammed b. Müslim Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvuf yoluna
girdi. 521/1127 yılından i’tibâren Bağdat’da irşâd ve nasihat faaliyetlerine
başladı. Etkili ve çoşkulu vaazları vesîlesiyle sevilen bir mürşîd oldu.
Halktan, ilim ve devlet ricâlinden pek çok kimse onun mürîdleri arasına
katıldı.[104] Geylânî’nin
tasavvufî eğitim anlayışı ve sohbetleri neticesinde Kadiriyye tarîkatı oluştu.
Başta îbn Arabî olmak
üzere kendisinden sonra gelen ehl-i tahkikçe “kutub” ve “İnsan-ı kâmil” olarak
vasıflandırılan Abdülkadir Geylânî’nin tarîkatı, İslâm dünyâsının her tarafında
yayılmıştır. Geylâni’nin belli başlı eserleri şunlardır: Fiitûhu’l- Gayb, Fethu’r-Rabbânî, Gunyetû’t-Tâlibîn,
Behçetiil-Esrâr ve Dîvân-ı A’zam.[105]
Abdülkadir Geylânî ile
çağdaş olan tarikat pirlerinden biri de Ahmed Yesevî’dir. O, Türkistan’ın
Çimkent-Sayram şehrinde kesin tarihi bilinmemekle beraber hicri V. asrın
ortalarında dünyaya gelmiştir. Yine Türkistan bölgesinde yaşayıp o çevredeki
insanları kendi dilleriyle tarikat, tasavvuf ve İslâm yoluna çağıran bir
mutasavvıf olarak tezâhür etmiştir. Bu çağrının neticesinde tesir ve nüfuzu tüm
Orta Asya’da etkili olduğu gibi küçük Asya dediğimiz Anadolu’ya, oradan da Bal-
kanlar’a kadar uzanan Yeseviyye tarikatı oluştu. Ahmed Yesevî, Yusuf Hemadânî
(ö.525/1140)’den sonra onun halîfelerinden olmuştur. Zâhirî ve bâtinî ilmini
Buhâ- râ’da tahsil eden Yesevî, Yesi’ye yerleşerek ölünceye kadar irşâd
hizmetlerini oradan yürütmüştür. 562/1166 yılında vefat eden Ahmed Yesevi’nin
kendisinden sonra mürîdlerince manzum sözlerinden derlenen “Dîvân-1 Hikmet” isimli bir eseri vardır.[106]
Diğer taraftan Ahmed
Yesevî ile aynı dönemde, aynı coğrafyada yaşayan ve aynı sûfînin terbiyesinde
yetişen bir mutasavvıf daha vardır. İzi ve etkileri yaşadığı dönemden sonra
daha etkin bir tarzda ortaya çıkan bu sûfî Abdülhâlık Gucdüvânî (ö. 595/1199)
dir.’m Daha sonra, hicri VHL, milâdî XIV. asırda kurulan ve
özellikle bugün bile Türkler arasında en yaygın tarikat konumunda olan
Nakşîbendiyye’nin kurucusu Muhammed Bahâüddîn Buhârî (ö. 791/13 89), “Üveysî
tarik”[107] [108] ile
Gucdüvânî’den feyz almıştır.[109]
Bu yüzyıllarda Irak
bölgesinde, Basra’ya yakın Ümm Âbide köyünde dünyaya gelen, aynı karyede
mülkiyeti babasından kendisine intikal eden tekkede dayısı ve şeyhi olan Mansur
el-Bataihî (Ö.540/1145)’nin vefatı üzerine irşâd makamına geçen Ahmed er-Rifaî
vardır. Ahmed er-Rifâî 512/1118 yılında doğdu, 578/1182 de vefat etti. Kabri bu
gün çöl haline dönüşen Vâsıt şehrindedir. Dayısının yanısıra asıl şeyhinin Ali
Ebu’l-Fazl el-Vâsitî el-Kureşî (Ö.539/1144) olduğu bilinen Rifaî, aynı zamanda
bir Şâfıî fakihidir. Ahmed er-Rifaî’ nin tasavvuf adına ortaya koyduğu prensipler
kendisine nisbetle anılan “Rifaîyye” tarikatını meydana getirmiştir. Riyâzat ve
mücâhede ağırlıklı olan tarikatta, zikir sırasında “bürhan” adı verilen ve
sıradan insanlara göre imkansız olan şiş vurmak, ateşe girmek ya da cam
çiğnemek gibi bir takım hârikulâde olaylar izhar ederler. Ebu-1 Haşan Şâzilî bu
tarikatı Irak’ta iken Ebu-1- Feth el-Vâsitî (ö. 632/1236)’den almıştır. [110] Vâsıtî daha
sonra Irak’tan İskenderiyye’ye giderek orada Rifâiyye tarikatının yayılmasına
çalışmıştır.[111]
İslâm âleminin hemen
hemen her bölgesinde mensubu bulunan Rifâîiyye tarikatı diğer yerlere nazaran
Ortadoğu, Anadolu ve Balkanlar’da daha etkin yayılma alanı bulmuştur. Ahmed
er-Rifâî’nin insanların irşâdına yönelik olarak kaleme aldığı eserlerden
bazıları şunlardır: el-Hikemü’r-Rifaiyye,
el-Biirhânü’I-müeyyed, el- Mecâlisû’s-seniyye, el-Eş’âr, Hâletü ehli’l-hakîka
maallah, en-Nizâmü’l hâss li- ehli’l-ihtisâs ve Kırk Hadîs.[112]
Ebu’l Haşan Şâzili’nin
yaşadığı devir, tasavvuf ve târikatler târihinin en mühim simâlannın geçit
töreni yaptığı bir zaman dilimidir. Bu mühim simâlann arasında Endülüs’ün
Mursiye şehrinde 560/1164 târihinde dünyaya gelen; Mağrib, Mısır, İskenderiyye,
Hicaz, Irak, Şam ve Anadolu başta olmak üzere o günkü İslâm topraklarını bir
ucundan diğer ucuna kadar dolaşan ve 638/1240 da Şam’da vefat eden Muhyiddin
İbn Arabi vardır. O, Ekberiyye tarikatının müessisidir.[113] Tasavvuf çevrelerinde
“Şeyh-i Ekber” namıyla ma’rûftur.
İbn Arabi “Vahdet-i Vücûd”
anlayışını sistemleştiren sûfî sayılır. Aynı yıllarda Mısır’da İbn Fând (ö.
632/1235), Kuzey Afrika’da ise Abdülhak b. Seb’în (ö. 669/1270) “Vahdet Vücûd”
düşüncesini temsil eden insanlardı. Fusûsu’I-hikem,
Ankâ-i Muğrib, el-Fiitûhâtii’l-Mekkiyye gibi eserlerle tasavvuf!
tefekkürün doruk noktasına ulaşan İbn Arabi, Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)’yi
yetiştirmiştir.[114]'4
Bu zat da Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin yaşadığı dönemleri idrak edenlerdendir. Hatta
İskender! (ö.709/1309), Konevî’nin elçi[115] olarak Mısır’a geldiğini ve
orada Şâzilî ile görüştüğünü nakleder.[116] Konevî’nin Mısır’a gittiği
sıralarda İbn Seb’în de Mısır’dadır. Her ikisinin de vahdet-i vücûd fikrini
benimsemeleri sebebiyle birbirlerini görmüş olmaları muhtemeldir. Konevî, İbn
Arabi’nin talebesi sıfatıyla onun fikirlerini yaymış, Miftâhu’l-ğayb, en-Nusûs, el-Fukûk, en-Nefahâtü’l-İlâhiyye ve Kırk Hadîs Şerhi gibi eserleri kaleme almıştır.[117] Hocası İbn
Arabi “Şeyh-i Ekber’’ ünvânı ile ma’rûf iken, Konevî’ye de “Şeyh-i
Kebîr” denmiştir. Konevî’nin, çağdaşı “Molla Hünkâr” ünvânımn
sahibi Mevlâna ile de ilişkisi vardır.[118]
Konevî Mısır’da iken
Şâzilî ile de görüşüp konuşmuştur. Bu durum dolaylı da olsa Şâzilî’nin
Anadolu’daki meşâyıhdan haberdar olduğunu gösterir. Bu arada Konevî yaşadığı ve
gezdiği yerlerdeki sûfîler hakkında da bilgi vermiş olmalı ki Şâzilî ona: “
Bana kutbu’z-zamandan haber ver, kimdir o?” diye sormuştur.[119]
Mevlânâ Celâleddin
Rûmî’ye nisbet edilen “Mevlevîlik” de Şâzilî’nin yaşadığı yıllarda Anadolu’da
kurulan bir tarikattır. Mevlânâ Babası Bahâeddin Veled (ö.628/1231) ve
Burhâneddin Muhakkik Tirmizî (ö.642/1244) vasıtasıyla aldığı Kübrevîliği,
Şems-i Tebrîzî (ö.645/1247)’den aldığı vecd ve çoşkuyu, İbn Arabî tesiriyle
aldığı vahdet-i vücûd telakkisiyle yoğurmuş ve yepyeni bir mektep ortaya
koymuştur. Ömrünün çoğunu seyahatlerle geçiren ve Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin çağdaşı
olan Şems, 642/1244 yılında Konya’ya gelerek Mevlânâ ile tanışmış, onun hayatım
değiştirmiştir. Şiir, edebiyat ve semaa önem veren bu yol, yıllarca Osmanlı aydınlarının
tarikatı olarak devam edegelmiştir. Mevlânâ’nın İslâm dünyasında en çok tutulan
şaheseri Mesnevi’nin
yam sıra, Dîvan-ı kebîr, Fîhi mâ fîh,
Mecâlis-i seb’a ve Mektûbât gibi
eserleri de vardır..[120]
Şâzilî’nin yaşadığı
yıllarda önceki saydığımız tarîkatlerin yanısıra daha sonra te’sîr ve nüfuzu
devam edecek olan Kübreviyye, Sühreverdiyye Bedeviyye ve Desûkiyye gibi
tarîkatler teessüs etmiş ve bunların bânîleri de Şâzilî ile aynı devirlerde
yaşamışlardır.
Bunlardan Kübreviyye,
540/1145 yılında doğan ve 618/1221 yılında vefat eden Harezmli Necmeddin Kübrâ
tarafından kurulan tarîkattir. Kübrâ, ilim tahsil etmek için Mısır’a da
gelmiştir. Mısır’a ilk gelişinde hadis ilmiyle meşgul olmuş daha sonraki
gelişlerinde şeyhi ve kayınpederi olan Ruzbihân Kebîr Mısrî(ö.584/1188) ile
tanışarak tasavvuf yoluna sülük etmiştir. Necmeddin Kübrâ tarîkat ve nüfuzuyla
Türkistan bölgesinde saygın bir şeyhtir. Moğollarla yaptığı savaşta şehit
olmuştur.[121]
Şafiî mezhebine mensub
olan Kübrâ’nın tarikatı Orta Asya, İran ve Rusya taraflarında yaygındır.
Kübreviyye tarikatı Sovyetler Birliği döneminde bile varlığını gizliden gizliye
devam ettirmiştir.[122] Yeni oluşan
Türkî Cumhuriyetlerde de temsilcileri bulunduğu kulağımıza kadar gelmektedir. Usûlü aşere, Risale ile’I-hâini, Fevâihu’l-Cemâl ve Aynü’l-hayât, Kübrâ’nın belli başlı
eserleridir.
Feridüddin Attar
(ö.627/1230)’ın bildirdiğine göre Kübrâ’nın halifelerinden Mecdüddîn Bağdadî
(Ö.607/1210), Harzemşah sultanı Muhammed tarafından Ceyhun nehrine atılarak
öldürülmüştür.[123] Necmeddin
Kübrâ’nın yetiştirdiği sûfılerden biri de Seyfiiddin Baharzî’dir (Ö.658/1259).
“Necm Dâye” adıyla ünlü Necmüddin Râzî (ö.654/1256) bu dönemde yetişen sûfî
müelliflerdendir. Mirsâdü’I-ibâd adlı
eseri meşhurdur. Necmeddin Kübrâ’nın halifelerinden Şems-i Tebrîzî’nin üstâdı
Buhara yöresini aydınlatan Baba Kemal Cündî ve Sa’deddin Hamevî (Ö.650/1252) de
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin çağdaşları arasındadır.[124]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
doğumundan önce Ebu’nrNecîb Sühreverdî (ö. 563/1167) tarafından kurulan
Sühreverdiyye tarikatı, Ebu’l-Hasan’la çağdaş olan ve Abbasî halifelerince
zamanının “Şeyhu’ş-şuyûh”u sayılan Ebu Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî
vasıtasıyla geliştirilip sistemleştirilmiştir. Sühreverdi 539- 632/1144-1234
yıllan arasında yaşamıştır. Çocukluğunu Zenca’nın Sühreverd kasabasında,
hayatının diğer kısmını ise Bağdat’ta geçirmiştir.[125] Sık sık seyahatlerde bulunan
Sühreverdî, halife tarafından diplomatik vazifelerle de görevlendirilmiştir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî
618/1222 yılında sırf Bağdat ve çevresindeki şeyhlerle görüşmek, onların
içinde kutbu’z- zamân olanına intisâb etmek maksadıyla Irak’a gelmiştir.[126] Bu sırada
bir çok şeyhle görüşmesine rağmen Sühreverdiyle görüşeme- miştir. Muhtemel ki o
sırada Sühreverdî halîfenin Selçuklu Sultanı’na elçi olarak göndermesi[127] sebebiyle
Konya’da olsa gerektir. Şâzilî, Sühreverdî ile görüşememiş olsa da
halifelerinden Mısır müftüsü İzzeddin b. Abdüsselâm (ö.660/1262) ile beraber
bulunmuştur. Birlikte Kuşeyrî Risalesi ve
Süreverdî’nin Avârifu’l-maârif ini
okumuşlardır.[128] Hatta Şâzilî,
tzzeddin b. Abdüsselâm’ın tasavvufî yönüyle beraber fıkhî yönünü daha da öne
çıkararak onu övmüştür.[129]
Tezkiretü’l-evliyâ
sahibi Feridüddîn Attar (ö.627/1230)’da Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin yaşadığı
dönemlerde İslâm aleminin doğusunda Farsça eser veren sûfî bir müelliftir.
Şâzilîyye tarikatı gibi
Kuzey Afrika kökenli bir tarikat olan Bedeviyye’nin kurucusu Ahmed b. Ali
Bedevi 596/1200-675/1276 yılları arasında yaşamış bir mutasavvıftır. Fas’ta
doğmuş ve Mısır’ın Tanta şehrine yerleşerek orada vefat etmiştir.[130] Ebu’l-Hasan
Şâzilî ile görüşerek ondan tarikat almıştır.[131] Bedeviyye Şâzilîyye’nin bir
şubesi gibi sayılsa da ortaya koyduğu prensipler ve tarikatın özellikleri
itibariyle müstakil olmuş, Ahmed Bedevi de “aktâb’ı Erbaa”[132]dan sayılmıştır.
Bedeviyye tarikatı,
Kuzey Afrika’nın ve özellikle Mısır’ın halk kültürüne damgasını vurduğu kabûl
edilen bir tarikattır. Alevî meşreb bir tarikat olmasına rağmen meseleyi âl-i
beyt sevgisi içerisinde ele almış, mezheb ifrâtına götürmemiştir. Bu
özelliğiyle Anadolu’daki Bektâşîlik gibidir. Şâzilîliğe bu açıdan bakılınca
Anadolu’da mektep-medrese görmüş tahsilli insanlarla “kalem efendisi” tabir
edilen OsmanlI aydınlarının intisâb ettiği Nakşîbendiyye ve Mevleviyye’ye
benzediği görülür. Ahmed Bedevî, gençliğinde döneminin bütün şeyhlerim tek tek
gezerek görmüştür.[133]
Aynı dönemde Mısır ile
Sudan arasında kalan Saîd bölgesinde İbrahim Desûkî (ö. 676/1277) vardır. Desuk
Güney Mısır’da bir kasabadır. Amed Bedevi’den bir yıl sonra vefat eden İbrâhim
Desûkî, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Şâzilîyye ve Bedeviyye’den müstahleftir. Yirmi
yıl gibi uzun bir süre halvette yaşadığı ve bir çok dil bildiği
nakledilmektedir.[134]
Fakat bütün bunlardan
önce Mağrib’de tasavvufî hayatın yerleşmesine zemin hazırlayan bir sûfî vardır.
Abdulkadir Geylanî (Ö.561/1165) şarkta ne ise o da Mağrib de odur. İbn Arabî
(ö.638/1240)’nin en önemli üstadları arasında yer alan bu zât, Ebû Medyen Şuayb
et-Tilemsâni el-Mağribî (ö.589/1193)’dir. Geylânî ile haccda görüşüp ondan
hadis ve tarikat almıştır.Hayâtı süresince bir çok şeyhle görüşüp onlardan
hırka giyen Ebû Medyen’in asıl şeyhi Ebû Yeazzâ (ö.572/1176)’dır.[135] Arkasında Hikem[136]' isimli
eserinin yanısıra bir çok talebe bırakmıştır. Ebû Medyen’in tarikatı
Ebu’l-Hasan’a, Ebû Abdullah b. Harrâzim (Ö.633/1237) vasıtasıyla ulaşmış ve
Şâzilî ondan hırka giymiştir.[137] Bu sebeble
Harîrîzâde (ö. 1299/1882) Tibyân’da Şâzilîyye’yi
Medyeniyye’nin şubeleri içerisinde sayar.[138]
Mağrib’de Ebû Medyen’in
îbn Arabi’den başka yetiştirdiği belli başlı talebeleri şunlardır: Ebû Muhammed
el-Mehdivî (ö.621/1225), Ebû Saîd el-Bâcî (ö.628-1232) ve Ebû Abdullah b.
Harrâzim (Ö.633/1237).[139] Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin bu zâtlarla talebelik yıllarında Fas ve Tunus’da çeşitli şekillerde
irtibatı olmuştur. Bunlar hakkında ileride daha geniş bilgi verilecektir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
şeyhi Abdüsselâm İbn Meşîş(ö.622/1226), Abdur- rahman el-Medenî’nin yanısıra
Ebû Medyen’e de talebe olmuş, ondan tarikat almıştır.[140] Bütün bunlar bize, Kuzey
Afrika’daki tasavvuf telakkilerinin hemen hemen hepsine tesiri olan Ebû
Medyen’den Şâzilî’nin direk olmasa da dolaylı olarak etkilendiğini
göstermektedir.
Afrika’da özellikle
Mısır’da tasavvufun ilk öncüsü Zünnûn Mısrî (ö.245/859) sayılmıştır.O’nu Ebû
Bekir ez-Zekkâk el-Mısrî[141],
Ebu’l-Hasan b. Bennân el- Hammal (ö.316/928) ve Ebû Ali Ruzbârî (ö.322/934)
takip eder. Aym bölgede hicri IV. ve V. asırlarda da Ebu’l-Hasan Dîneverî
(ö.331/942), Ebû Ali b. Kâtib (Ö.343/953), Ebû Bekir en-Nablusî (ö.363/973),
Ebû Kasım es-Sâmit (Ö.427/1036) ve İbn Tercümân (0.448/1057) gibi sûfîlerden
bahsetmek mümkündür.
Ebu’l-Vefâ Taftazânî
(ö,1994)’ye göre Afrika’da tasavvuf ve zühd hareketleri, ismi geçen sûfîlerle
birlikte Mısır’ın güneyinde Sudan’a yakın Saîd bölgesinde çok erken zamanlarda
başladı. Burada gelişerek Mısır ve Afrika’nın muhtelif yerlerine yayıldığı
gibi, Endülüs’e de Kuzey Afrika’dan geçti.[142]
Bu arada Şâzilî’nin
yaşadığı devirde İslâm aleminin tasavvufî yapısının oluşmasına damgasını vuran
Sühreverdî’nin Hindistan’daki halîfesi Bahâüddîn Zekeriya Multânî
(ö.666/1268)’yi, Konevî ile görüşüp İbn Arabi’nin fikirleriyle tanışınca “Lemeât” adlı eserini yazan Multânî’nin damadı
Fahreddin Irâkî (ö.688/1289)’yi, Mesnevî’ye ilham
kaynağı olân Hüsamettin Çelebi (ö.673/1274)’yi[143] ve hepsinden önemlisi
Anadolu’nun müslümanlaştırılmasmda büyük rol oynayan Ahî Evren (ö. 660/1262)
ile 606-727/1206-1326 seneleri arasında 120 yıl yaşayan Şeyh Edebâlî’yi
unutmamak lazımdır.[144]
Bir yandan ehl-i sünnet
tasavvufu gelişip kurumlaşırken bir yandan da Kalenderi, Haydarî gibi Şia
fırkalarıyla, şeytanı tanrı tanıyan Yezidîlik, Nusayrîlik ve Dürzîlik gibi
batıl mezhebler, tasavvufî örtü içinde tarikat prensiplerini kullanarak
gizliden gizliye faaliyet gösteriyorlardı. Haşan Sabbah’ın geliştirdiği cereyan
ile îhvan-ı Safa örgütünün teşkilatlanması da Şâzilî’nin yaşadığı yıllara
rastlar.
Buraya kadar
belirttiğimiz hususlardan anlaşıldığına göre, Şâzilî kendi dönemindeki
şeyhleri ve tasavvuf düşüncelerini direk veya dolaylı olarak tanıyordu. O, bu
bilgilere gerek seyahatları ve hacc seferleri, gerekse çeşitli sebeblerle
muhtelif İslâm memleketlerinden Mısır’a gelen ülemâ ve meşâyıh vasıtasıyla
ulaşmış- tır.Kendisinden önce yaşayan mutasavvıflar ve onların düşüncelerini ise
hocalarından öğrenmiştir.
Ebu’l-Hasan Ali b.
Abdullah eş-Şâzilî, mezkûr birikimler üzerine bu yüzyıllarda Kuzey Afrika’da
teşekkül eden ve günümüze kadar tesirini devam ettiren “Şâzilîyye Tarîkatı”m
kurmuştur. Tarikatın teşekkülü Mağrib’de başlamış, gelişmesi ve yayılması ise,
talebeleriyle birlikte 642/1236 yılında yerleştiği Mısır’da gerçekleşmiştir.[145]
Mısır’da kurulan ya da
merkez olarak Mısır’dan dünyaya yayılan diğer tarikatların da şeyhleri aynen
Ebu’l-Hasan Şâzilî gibi Mısır’ın yerlisi değildir. Mısır’a ya Mağrib’den ya da
Irak tarafından gelmişlerdir.Ahmed Bedevî aslen Mağriblidir. İbrahim Desûkî,
Mısır ile Sudan arasındaki Saîd yöresindendir. Mısır’daki ilk Rifaiyye
şeyhlerinden olan Ebu’l-Feth el-Vâsıtî de İraklıdır.
Hicrî VI. ve VII.
asırda Afrika’da intişâr eden tarikatların bâriz bir takım hususiyetleri
vardır. Bu tarikatların müessisi olan sûfîler, değişik merkezlerden gelerek
Mısır’a yerleşmelerine rağmen görüşlerinde kayda değer bir farklılık görülmez.
Hatta birbirinin mütemmimi ve muzâhiridirler. Tasavvufun nazarî ve düşünce yönünden
ziyade özü sayılan amele önem vermişlerdir. Afrika’da ehl-i sünnet çizgisindeki
tasavvuf anlayışından doğan tarikatlar yaygındır. Mısır uzun bir süre bütün
bölgeyi tehdid eden Fâtımî idaresi altında kalmasına rağmen; Afrika’da
Fâtımîler- den sonra şîî düşünce, tesirini kaybetmiştir.
Bunun sebebi, Kuzey
Afrika insanlarının İslâmiyet! çok erken târihlerde tanıyıp hazmetmeleri, kitap
ve sünnete bağlanmaları olsa gerektir. Ayrıca Fâtımîler zamanında gulât-ı şîa
fikirlerine karşı oluşan teyakkuz hâli, bu bölgede şîî düşüncenin tekrar
nüksedip gelişmesine engel olmuştur.
Genel
batlarıyla saydığımız bu özellikler, Şâzilîyye tarikatında da vardır. Şâzilîyye
tarikatı Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerinde en yaygın tarikat olmakla birlikte
bugün Avrupa’da da etkili bir İslâm tarikatı haline gelmiştir.
B- KÜLTÜREL VE SOSYAL
DURUM
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşadığı devirde İslâm dünyâsı, her ne kadar siyasal bir birlik altında
gözükmese de kültür ve medeniyet açısından büyük hamleleri gerçekleştirmiştir.
Zîrâ Abbâsîlerin merkezî bir otorite kuramamalan, hür düşünme imkânına ve
fikir özgürlüğü ortamının doğmasına zemin hazırlamıştır. Her sahada İslâm adına
bağımsız ve serbest düşünebilen insanlar yetişmiştir. Öte yandan Abbâsî hilâfetinden
ayrılıp müstakil hale gelen devletler, biraz da aralarındaki rekabetin etkisiyle,
devrin meşhur alimlerine, sûfîlerine, ediplerine ve diğer münevverlerine kapılarını
açmışlardır. Çünkü bu devletler her sahanın meşhur sımalarına kapılarını
açmakla kuvve-i maneviyye ve rakiplerine karşı karizmatik güç kazanıyorlardı.
Buna bir de İlmî ve kültürel faaliyetlerini, siyâsî veya dînî amaçlarına
ulaşmak için araç edinmiş bir çok firka ve mezhebin çalışmaları eklenince,
Şâzilî’nin yaşadığı devir, soyal ve kültürel açıdan yeni bir çok gelişmenin
temellerinin atıldığı dönem haline gelmiştir. Bu moral gücü ile yapılanlar,
yeni kurulan devletlerin güçlenmesinde, servetin artmasında ve medeniyetin
gelişmesinde etkili olmuştur. Müslüman münevverlere gösterilen hüsn-i kabul
ise, îslâm âleminde İlmî ve fikrî hareketin canlanmasını, kültür seviyesinin
yükselmesini sağlamıştır.[146] Bunun
yansıması, gerek Şâzilî’nin yaşadığı çevrede, gerekse diğer İslâm muhitlerinde
edebiyat, mîmârî, güzel sanatlar, fikıh, hadis, tefsir, astronomi ve matematik
gibi bütün ilimlerde görülürken toplum hayatında da hissedilmiştir.
Bu cümleden olarak
Şâtıbî (Ö.590/1193), İbnü’l-Cevzî (Ö.597/1201), Fahreddîn Râzî (0.606/1209),
Îzzeddîn b. Abdüsselam (0.660/1222), Feridüddîn Attâr (Ö.632/1235), Muhammed b.
Yusuf b. İmran (Ö.665/1257), Kurtubî (ö.671/1273), Nevevî (ö.676/1277) ve Sa’dî
Şirâzî (ö.691/1292), İslâmî ilimlerde yetişmiş belli başlı isimlerdir. Aklî
ilimlerde ise Ebû Huleyka (ö.660/1262), Ali b. Yusuf (Ö.667/1268), İbn Ebî
Usaybia (ö.668/1270), İbnu’l-Lebbûdî (ö.670/1271), İbnü’n- Nefîs (ö.687/1288),
Muhammed el-Hüveyyî (Ö.693/1294) gibi şahıslar göze çarpar. Sosyal Bilimler ile
Edebiyatta da Abdullatif Bağdadî (Ö.629/1231), İbnü’l-Esîr (Ö.630-1232), Baha
Züheyr (ö.656/1258), İbnü’l-Ebrâr (ö.657/1260), Ruaynî (Ö.661/1263), İbn
Müyesser (Ö.677/1278), İbn Hallikân (Ö.681/1282), Cüveynî (Ö.681/1283), İbn
Şeddad (ö.683/1285), İbn Abdûzzâhîr (ö.692/1293), İbn Vâsıl (ö.697/1297), İmam
Bûsîrî (ö.696/1297) ve Ebû’l-Âlâ el-Maarrî gibi şahsiyetler yetişmiştir.[147]
Şâzilî’nin yaşadığı
dönem, İslâm dünyâsında medrese, tekke ve zaviyelerin kurulup yaygınlaşmaya
başladığı hareketli bir çağdır. Ukbe b. Nâfî (ö.75/704)’nin Afrika valiliği
sırasında kurduğu Kayravan şehri Endülüs’ün,[148] Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
dedelerinden[149] İdrîsî
sultam n. İdris (ö.213/828)’in kurduğu Fas şehri de Mağrib’in kültür
çekirdeğini oluşturur.[150] İslâm
târihinin ilk sistemli medresesi Fas şehrinde hicrî üçüncü asrın ortalarında
yapılan Karaviyyîn camii ve medresesidir. Bu medrese üniversite niteliği
kazandığı gibi, Fas’ı da İslâm kültürünün en önemli merkezi haline getirmiştir.
Burada demokratik eğitim-öğretime önem verilmiş, tedris usulleri belirlenmiş,
öğretim derecelenmiş ve üstâziyye(profesörlük) kürsüleri tahsis edilmiştir.
Buradan muhtelif ilim ve sanatlarda şöhret kazanan bir çok insan yetişmiştir.[151] Fakat
Karaviyyîn medresesi Nizâmiyye medreselerinde olduğu gibi diğer şehirlerde şube
açma faaliyetini gerçekleştiremediğinden Mağrib’ de yayılma imkanı bulamamıştır.
Ayrıca, Fas şehri
kurulduğu sıralarda Endülüs’den gelen muhacirler, şehrin bir bölümüne
yerleştirildi. Bunlar Hakem b. Hişam (ö.206/822)’ın yönetimini eleştirdikleri
için Endülüs’den sürülmüşlerdi. İçlerinde bir çok fakih vardı. Bu fakihlerin
bir kısmına Karaviyyîn medresesinde görev verilmiştir. Yahya b. Yahya el-Leysî
ve fakih Tâlut bunlardan ikisidir. İdrisîlerin Hz. Ali soyundan gelmelerine
rağmen, Emevîlere yakın olan bu insanları Fas’a yerleştirme amaçları,
topraklarında göçebe Berberi kültürü yerine Endülüs kültür ve medeniyetini
hakim kılmak ve yerlileri eğiterek medenileştirmek olsa gerektir.[152]
Bağdat’ta da
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den bir asır önce kurulan Nizâmiyye medresesi ilim ve
kültür dünyasının değerli sîmâlarını yetiştirmiştir. İşbiliyye ve Kurtuba,
İslâmî ilimler, tıp, hendese, astronomi ve riyâziyyede Endülüs Emevî devletinin
ilim ve kültür merkezi olarak tezahür ederken; Mursiye de bir çok mütefekkir ve
sûfî yetiştirmiştir. İbn Arabî ve Şâzilî’nin halefi Ebû’l-Abbas el-Mursî
bunlardan sadece ikisidir.
Diğer taraftan Şâzilî
zamanında kurulan Mustansıriyye medresesinde İslâmî i- limlerden başka diğer
aklî ve naklî ilimlerin de tedrisâtı yapılıyordu.
Kahire’de Fâtimîler’in
kurduğu el-Ezher medresesi İslâm ülkelerinin her tarafına şîî dâîler
gönderirken, buna mukabil Sünnî müslümanlar da kendi düşüncelerini yaymak ve
halkı karşı propagandalardan korumak için medreseler ve tekkeler kuruyorlardı.
Nizâmiyye medreselerinin ilki Bağdat’ta kurulmuş; İsfahan, Rey, Nişabur, Merv,
Belh, Herat, Basra ve Musul şehirlerinde de şu’beleri açılmıştır.[153] Bu dönemde
Abbasî hilâfeti güç kaybederken ondan doğan boşluğu Selçuklu sultanları ve
beyleri dolduruyordu. Selçuklular’m vakıflar kurarak medreseler açtırması, ilim
adamları ve tasavvuf ricalini himaye etmesi, o günkü İslâm dünyasının doğusunda
İlmî ve tasavvufî hayatın yükselmesine âmil olmuştur. Nitekim H. İbrahim
Hasan’m naklettiğine göre İbn Hallikân (ö.681/1282), Selçuklu sultanı
Melikşah’ın (Ö.485/1092) ve ünlü veziri Nizâmülmülk’ün meclislerinin fakihlerle
ve tasavvuf ehliyle dolup taşdığını, onların tasavvuf ehline bol mâlî yardımda
bulunduğunu belirtmiştir.[154]
Mağrib’de ise, hilâfet
merkezinden uzak olmanın getirdiği problemler vardı. Sık sık yeni devletler
kuruluyor, bir öncekiler yıkılıyor, kurulan yeni devletlerden bir kısmının
sultanları halifeliklerini îlân edip adlarına hutbe okutuyorlardı.[155] Böyle
olunca da sultanların himâyesindeki resmî eğitim-öğretim ve fikrî hareketlilik,
belli yerlerde rekabetten dolayı gelişme kaydederken, bazı yerlerde de aşırı
baskı yüzünden gelişme gösterememiştir.[156] Kahire’deki el-Ezher
medresesi ise Fâtımî devleti yıkılıncaya kadar (567/1171) Şîî ulemâların
etkisindeydi. Fâtımîlerden sonra Sünnî eğitim ve öğretim anlayışı Ezher’de
yerleşene kadar bir süre daha geçti.[157] Ayrıca Mağrib’in Mısır
sınırlarından daha da ileride bulunması, işi biraz daha zorlaştırıyordu. Bu
durumlar Mağrib’de medreselere göre daha küçük fakat yaygın bir yapı sergileyen
tekke ve zâviyelerin gelişmesine neden oldu.
Tekke ve zaviyeler
ferdî gayretlerle, âlimlerin ve şeyhlerin teşvikiyle faaliyetlerini
sürdürüyorlardı. Bunda, Endülüs Emevî Devleti’nin güçsüzleşip yıkılmasına kadar
devam eden süreçte, oradan Mağrib’e gelen ülemâ ve meşâyıhm da etkisi olmuştur.
Onlar için buralar başlangıçta sığınak, arkasından derlenip toparlanma merkezi,
sonra da karargâhtır.[158]
Hayatının bir bölümünü
Kuzey Afrika’da geçiren son devir Osmanlı ülemâsmdan Şehbenderzâde Filibeli
Ahmed Hilmi (ö. M. 1914)’nin tekke konusunda bir tesbiti var. Ona göre şarkta
medrese ile tekkeler, îslâmî ilimlerin zâhirî ve bâtmî yönünü temsil eden iki
ayrı kurum gibi mütalaa edilirken, Mağrib’de durum aksinedir. Orada tekke ve
zâviye demek her şeydir. Zaviye mekteptir, medresedir, karargâhtır,
yetimhânedir, dâra’l-acezedir, misâfirhanedir ve nihayet hastahanedir.[159] Kısaca
Kuzey Afrika’da eğitim ve öğretim medrese merkezli değil, zâviye merkezlidir.
Zâviyeler aynı zamanda medrese fonksiyonu icra ediyorlardı.[160]®
Endülüs Emevî devleti
422/1031 yılında yıkılınca çözülme başlamış, Kuzey Afrika’daki Müslüman
devletler Endülüs’ü muhafazaya çalışmış, oradaki medrese ve zâviyelerin
fonksiyonunu ise Mağrib üslenmiştir. Mağrib’de tekke ile medresenin içiçe
olması, teori ile pratiğin birlikte yürümesini sağlamış; Mağrib’de eğitim ve
öğretimin cazibesini arttırarak seviyesini yükseltmiştir. Hatta daha iyi eğitim
ve öğretim görmek için iç çekişmelerin yaşandığı Endülüs’den ve Afrika’nın
muhtelif yerlerinden buraya gelenler olduğu söylenebilir. İşbiliyye’de
(Sevilla) doğan Ebû Medyen (Ö.589/1193), böyle bir maksadı da göz önünde
tutarak Endülüs’den Mağrib’e gelmiştir.[161]
İslâm târihicisi Prof.
H. İbrahim Haşan (ö,1968)’a göre Selahaddin Eyyûbî, şiflerin mukavemetini
kırmak ve sünnî akaidini güçlendirmek maksadıyla medreseli ve zâviyeli cami
anlayışım destekleyerek yaymaya çalışmıştır. Nitekim sultanların yaptırdığı bu
tip mescidlere halk da sahip çıkmıştır.Sultan Haşan, Berrak, Kalavun ve
Nâsıriyye gibi medreseli-zâviyeli mescidler buna örnektir. Vakıflar kurularak
bu mescidler yaşatıldığı gibi yenileri de yapılmıştır.[162]
İsmail Yiğit’in
naklettiğine göre tarihçi Makrizî (ö.845/1441), Kahire’de medreselerin
yanısıra 22 hahkâh, 11 ribat ve 25 zâviye olduğunu, buralarda fıkıh, hadis ve
tasavvuf derslerinin okutulduğunu, hankâhlardan bazılarının mezheplerden birine
ait olduğunu ve medrese görevi yürüttüğünü bildirmektedir. Ayrıca kadın
şeyhlerin ve kadınlara mahsus tasavvuf kuramlarının olduğunu belirtmiştir.[163]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşadığı devrede tasavvufun siyâsî yapı içindeki yerini tesbit önem
arzetmektedir. O’nun mürşid olarak kabul edildiği dönem takriben hayatının son
yirmibeş yılıdır. Çoçukluğunu ve ilk tahsil hayatını doğum yeri olan Mağrib’de
Muvahhid Devleti sınırlan içinde geçiren Şâzilî, hayatının bu son yirmibeş
yılının ilk kısmını Tunus’da, ikinci bölümünü de Mısır’da yaşamıştır. Bu sırada
Tunus’da Hafsî, Mısır’da ise önce Eyyûbî sonra Memlûklü devletleri vardı.
Şâzilî, başlangıçta
Tunus’da ülemânın hasedinden dolayı sıkıntılar çektiyse de, sonra ilmi ve
ameliyle kendisini isbatlayarak Hafsî sultam Ebû Zekeriya el-Hafsî
(ö.647/1249)’nin takdirini kazanmmıştır. Ayrıca sultanın Tunus’da daha önce yaşamış
îbn Harrâzim gibi şeyhlere karşı saygısı olan ve onları seven Ebû Abdullah
el-Hayyânî adında bir kardeşi vardı. Ebu’l-Hasan Şâzilî, zaman içinde onunla tanışarak
dost oldu.14’
Mısır’da tarikatlar ilk
defa Selahaddin Eyyûbî (Ö.597/1192) zamanında riyâset ile temsil edildi.[164] [165] Selahaddin,
dışardan gelen sûfîlerin ikameti için 569/1165 yılında bir hankâh yaptırdı. Bu hankâhm şeyhine “Şeyhu’ş-şuyûh”luk pâyesi vererek vakfetti. Bu
hankâhm şeyhinin mertebesi diğer şeyhlere göre yüksek ve sultan katındaki yeri
daha önde idi. Takvâ, ilim ve yaşça daha ileri olanlardan seçilip tayin
edilirdi. Burada devamlı kalanlar olduğu gibi çeşitli devlet adamları da sık
sık uğrarlardı.[166] [167]
Selahaddin Eyyûbî
Mısır’da olduğu gibi hakimiyeti altındaki Musul, Şam ve Haleb’de de benzer
uygulamalarda bulunmuş, bu beldelerdeki sûfilerle güzel ilişkiler kurmuştur.161
Bu davranış, bir yandan Selahaddin’in nüfuzunu arttırırken, diğer yandan da
tasavvuf ve tarîkatlerin sosyal bünyede kökleşmesini sağlamıştır. Yer yer
devlet başkanlannın tasavvufu hakimiyetlerine araç yaptığı gibi bir izlenimin
doğması, bağımsız düşünce açısından tenkit edilse de, Eyyûbîler devrinde ümerâ
ve meşâyıhm aynı ideal için çalıştıkları göz önünde tutulursa; devlet-tekke
yakınlaşmasının tasavvuf adına bir sakınca oluşturmadığı, tam aksine fayda
temin ettiği görülecektir.[168]
Eyyûbîler döneminde
tarikatların resmiyet kazanmasının ardından Memlûkler döneminde de tarikatların
teşkilatlanması başlamıştır. Dervişlerin toplum nazarında değeri artmış,
tarikatların hiyerarşik yapısı oluşmuş ve müntesiplerin tarikat içi derecelendirmeleri
yapılmıştır. Şeyhi temsil eden hilâfet sistemiyle bir çok yerde teşkilatlanma
sağlanmıştır. Böylece şeyhler, müridlerine halîfeleri vasıtasıyla ulaşıp; emir,
istek, telkin ve talimatlarım iletmişlerdir. Daha önce var olmalarına rağmen kutub, evtâd ve abdal gibi tasavvufî ıstılahların Mısır’da
kullanılmaya başlaması yine Memlûkler dönemine rastlar.[169]
Memlûkler döneminde
Mısır’daki sûfî hareketler devlet tarafından tanzim e- dilmiştir. Bu tanzim
çalışmaları sadece şeyhlere değil, aynı zamanda medrese ve hankâhlardaki
cemaatlere de şâmil olmuştur. Bu düzenlemeler sırasında Memlûk sultanları bir
çok hankâh inşâ etmişlerdir. Nâsır Muhammed b. Kalavun’un 725/1324 yılında
yaptırdığı hankâh bunlardan birisidir. Bu hankâhm şeyhi, Memlûklü sınırlan
içindeki hankâh şeyhlerinin en yüksek mertebeye hâiz olam i- di.[170]
Bu gelişmelerin
başladığı yıllarda Ebu’l-Hasan Şâzilî hayattaydı. O hayatta i- ken tarikatın
prensipleri ve diğer tarikatlara olan metot farklılıkları net bir şekilde
belirlenmişti. Ancak kendisi, marifetullah ışığında Kur’an ve sünnetten ilham
alarak koyduğu prensiplerin etkilerini yer yer gördüyse de, resmî
düzenlemelerin neticelerini göremeden vefat etmiştir. Yerine halîfe olarak
Ebu’l-Abbas el-Mursî (ö.686/1287)’yi bırakmıştır. Şâzilîyye tarikatının
yayılması ve teşkilatlanması onun dönemine rastlar. O da iki güçlü halîfesiyle
bunları gerçekleştirmiştir. Halifelerinden birisi İbn Atâullah el-İskenderî
(ö.709/1309), diğeri Yakut el-Arşî el-Habeşî (ö.732/1332)’dir.
Eyyûbîler ve Memlûkler
döneminin en dikkat çekici hususlarından birisi de, düşmana karşı cihadda
sultanlarla tasavvuf ehlinin işbirliği halinde olmalarıdır. Sultanlarla
dînî-dünyevî meseleleri konuşma ve düşmana karşı mücadelede yardımlaşma
konusunda Şâzilî meşhurdur.[171] Fransız
kralı IX. Lui’nin düzenlediği Haçlı seferine karşı koymak için gözü görmediği
halde o da cihada iştirak etmiştir. Bizzat cihad meydanı olan Mansura’ya gitmiş
ve bir çadırda meşâyıhdan bazılarıyla birlikte kalmıştır.[172] Bu da bize şeyhlerin toplum
hayatından uzak olmadıklarını, toplumdan soyut yaşamadıklarım gösterir.
Şeyhlerin bu
tutumlarının neticesi olarak içtimâi hayatta saygın bir yerleri vardı.
Şeyhlerin ötesinde mürîdlerin bile topluma takdim ettikleri hayırlı
faaliyetlerden dolayı hürmet gördükleri bir ortam oluşmuştu. Tasavvuf ehlinin
yanısıra toplum içinde de şeyh, mürîd ve kutub gibi tasavvufa ait hiyerarşik
kavramlar kullanılıyordu.[173]
Netice olarak batılı
müellif Andre Miquel’in belirttiği gibi Sünnîlik ve sûfîlik, İslâm
medeniyetinin canlılığını sağlayan rûha benzer. İslâm medeniyeti ne zaman yok
olma tehlikesi ile karşılaşmışsa, bu rûhun değişik şekillerde tezahür etmesiyle
tekrar dirilmiştir.[174] Üzerinde
çalıştığımız tarih dilimi, Miquel’in tezini doğrulayan en canlı örnektir. Şöyke
ki:
İslâm âleminin hicri
VI. ve VII. asn, siyâsî dalgalanmaları bir tarafa bırakacak olursak; kültürel
ve İlmî sahada gelişmelerin yaşandığı münbit bir asırdır. Kuramlarının
teşekkülü itibariyle en büyük gelişmeye ehl-i sünnet düşüncesi ve bu düşünce
çizgisindeki tasavvuf ilmi sahip olmuştur. Bu dönemde insanlar siyâsî
çalkantıların ve otorite boşluklarının getirdiği sıkıntılara karşı manevî
dayanaklar aramış, onu da gönül sultanı olan mutasavvıfların yanında
bulmuşlardır.[175] Ehl-i
sünnet tasavvufunun geniş hoşgörüsü içinde sıkıntıların yavaş yavaş yok olması
ve arkasından toplum düzeninin gelmesi, tasavvufa olan yönelişi arttırmıştır.[176] Halkın
tasavvufa olan bu rağbeti, mutasavvıfların tekke ve zaviyeleriyle birlikte
tarikat kuramunu oluşturmalarım sağlamıştır. Tarikat kurucusu mutasavvıflar,
Peygamberimize kadar ulaşan bir silsileyle şeyhlerinden kendilerine intikal
eden bilgiler ışığında, insanları eğitme ve onların kalbî marazlarını giderme
yollarını geliştirmişlerdir. Geliştirdikleri bu usûller bütününe “tarikat”
denmiştir.
Bütün bu birikimler,
tasavvufî yapısını incelemeye çalıştığımız Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin yaşadığı
asırlarda tarikatların oluşması için zemini müsâit hale getirdi. Mezheb
imamlarının hiçbirisi mezheb kurmak için ortaya çıkmadığı gibi, tarikat sâhibi
şeyhler de tarikat kurmağa özenmiş değillerdi. Bunlar, zâhidlerin ve halkın
hürmetini kazanmış kimselerdi. Etraflarına toplanıp sohbetlerini dinleyenler,
onların öğütlerini tuttular; hareketlerini, zikirlerini aynen yapmaya
çalıştılar ve böylece o zâtların adına muzâf tarikatlar doğmuş oldu. [177] Bu
tarikatlardan biri de Ebu’l-Hasan nisbet edilen “Şâzilîyye tarikatı
”dır.
BİRİNCİ
BÖLÜM
EBU’L-HASAN
ŞÂZİLÎ’NİN HAYATI
A-ADI
Tasavvuf târihimizde
“Ebu’l-Hasan Şâzilî” olarak bilinen Şâzilî’nin, gerek haleflerince' gerekse
diğer tabakat müelliflerince[178] kaleme
alınan terceme-i hâlinden, asıl adının “Ali” olduğu anlaşılmaktadır. Künyesi
“Ebu’l-Hasan”dır.[179]
Kerametleri, “Şâzile” isimli beldede[180] zuhûr ettiği için “Şâzilî”
ünvânı ile meşhur ve ma’ruf olmuştur.[181] İki lakabı vardır:
“Takıyyüddîn”[182] ve
“Nûruddîn” [183]
B- DOĞUMU
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
doğum tarihinden bahseden kaynakların çoğu, onun, 593/1196 yılında dünyâya
geldiğim belirtmektedirler.[184] Çok az da
olsa daha farklı bir tarihde doğduğunu kaydedenler de olmuştur. Ken’an Rifâî,
Şâzilî’nin 594/1197 yılında doğduğunu ve altmışüç yıl yaşayarak 656/1258
yılında vefat ettiğini
belirtmektedir.’
Fakat buna göre hesap yaptığımızda altmışüç değil, altmışiki yıl yaşadığı
görülmektedir. Bu konuda en farklı tarihi Mâliki tabakat müellifi Muhammed
Mâhlûf, 571/1176 olarak kaydetmiştir.[185] [186] Ancak münferid kalan bu görüş,
başta Ali Sâlim Ammâr olmak üzere, Mahlûf dan sonra Ebu’l-Hasan Şâzilî hakkında
bilgi veren müelliflerce kabul görmemiştir. Onlar da Şâzilî’nin doğum târihi
olarak 593/1196 senesini tercih etmişlerdir. [187]
Şâzilî’nin doğum
yılını vefat târihinden hareketle tesbit etmek mümkündür. Çünkü Câmî’nin Nefahâtü’l-üns’ünde verilen târih hariç,[188] Şâzilî’nin vefat târihinin
656/1258 yılı olduğu konusunda hemen bütün kaynaklar müttefiktirler.[189] Revnakoğlu’nun,
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin ömrünün Hz. Peygamberin ömrü gibi atmışüç yıl olduğunu
halk arasındaki yaygın bir kanaate dayanarak arşivinde nakletmesi,[190] İbn lyâd ve
Ken’an Rifâî’nin de Şâzilî’nin atmışüç yaşında iken vefat ettiğini belirtmesi,[191] bize
Şâzilî’nin doğum târihini tesbit konusunda hesap yapma imkânı veriyor. Yapılan
hesaplar neticesinde, onun doğum târihinin 593/1196 olduğu kuvvet kazanıyor.
C- SOYU
Şa’rânî
hariç kaynakların hepsi, Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin babasının adının “Abdullah”
olduğunu naklederler.[192] Şa’rânî ise
Şâzilî’nin babasının adının “Abdülcebbâr” olduğunu belirtir.[193] Fakat diğer
kaynaklarda Abdülcebbâr adındaki zâtın, Şâzilî’nin dedesi olduğu
kaydedilmektedir.[194] Bu durumda
Şa’rânî, ekseriyyetin ittifakı karşısında münferid kalmış, ya da Şâzilî’nin
babasının yerine dedesinin ismini yanlışlıkla vermiştir. Ayrıca Şa’rânî’nin
böyle bir tercih yapmasında, Şâzilî ile babasından ziyâde dedesinin ilgilenmiş
olması ihtimali rol oynamış olabilir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin nesebiyle ilgili olarak kaynaklarda iki ayrı şecere verilmektedir.
Bu şecereler şunlardır:
1.
Takiyyüddîn
Ebu’l-Hasan Ali b. Abdullah b. Abdülcebbâr b. Temim b. Hürmüz b. Hatim b. Kusay
b. Yusuf b. Yûşa’ b. Verd b. Battal b. Ahmed b. Muhammed b. îsâ b. Muhammed b.
el-Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib.[195]
2.
Ebu’l-Hasan
Ali eş-Şâzilî b. Abdullah b. Abdülcebbâr b. Temim b. Hürmüz b. Hâtim b. Kusay
b. Yusuf b. Yûşa’ b. Verd b. Ebî Battal Ali b. Ahmed b. Muhammed b. îsâ b.
îdrîs b. Ömer b. İdrîs (el-mübâya’ lehû bi- bilâdi’l-Mağrib) İbn Abdullah b.
el-Hasan el-Müsennâ b. el-Hasan b. Ali İbn Ebî Tâlib ve îbn Fâtımete
binti’r-Rasûl (s.a.).[196]
Bu iki şecerenin birbirinden farkı, Şâzilî’nin 15, 16 ve
17. göbekten dedeleri olan İdrîs b. Ömer b. İdrîs’in isimlerinin ilk şecerede
zikredilmemesi, bunun aksine ikinci şecerede ise zikredilmesidir. Ayrıca
Şâzilî’nin soyu birinci şecereye göre, Peygamberimizin torunu Hz. Hasan’ın iki
oğlundan biri olan Muhammed’den, ikinci şecereye göre ise diğer oğlu Hasan’dan
gelir.
Hadîkatü’l-evliyâ sahibi Ahmed Hilmi Efendi, el-îskenderî ve İbn Sabbâğ’ın
verdiği birinci şecereyi Şâzilî’nin neseb silsilesi olarak nakletmekle birlikte
bunda bir hata olduğunu belirtir. Bu hata da îsa’nın, Haşan b. Muhammed’in oğlu
olarak zikredilmesidir. Halbuki yine Ahmed Hilmi’nin tesbîtine göre Hz. Haşan b.
Ali’nin evlâdından ismi Muhammed olup da zürriyeti devam eden yoktur. Evlâd-ı
Hasan’dan sadece Zeyd ve Haşan el-Müsenna zürriyet bırakmışlardır. Bu durumda
şecerenin son kısmının şöyle olması gerektiğini belirtir: Muhammed b. Haşan el
- Müsennâ b. Haşan es-Sebt b. Ali îbn Ebî Tâlib.[197]
Görülen
odur ki, Ahmed Hilmi her ne kadar birinci şerecedeki hatayı düzeltmeye çalışsa
da, ikinci şecere daha sıhhatlidir. Çünkü ikinci şecere, Şâzilî ve dedeleri
hakkında hem daha doyurucu bilgiler ortaya koymakta, hem de Ahmed Hilmi’nin
I.senette yaptığı düzeltmeye ihtiyaç bırakmadan hatanın kendiliğinden düzelmesini
sağlamaktadır.
Ancak her iki
şecerenin de bize verdiği kesin bilgi şudur: Ebu’l-Hasan Şâzilî seyyid nesebdir
ve Peygamberimiz (s.a.)’in torunu Hz. Haşan soyundan gelmektedir. Nitekim ünlü
seyyâh İbn Batûta (ö. 704-779/1304-1377), “Şâzilî’nin türbesini ziyaret
ettiğimde kabri üzerinde Hz. Haşan b. Ali’ye kadar nesebinin yazılı olduğunu
gördüm.” der.[198]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî bir sözünde, “Mansûra savaşında iken rüyamda Hz. Peygamberi gördüm.
Huzuruna doğru yaklaşırken neseb itibariyle kendisine yakın olduğum için
sevinçliydim. Fakat müslümanların içinde bulunduğu durum sebebiyle de
üzgündüm.”[199] der. Bu
söz, Şâzilî’nin Hz. Peygamberin nesebinden geldiğini göstermeye yeterli bir
kanıttır. Ancak Şâzilî’nin nesebinin Hz. Peygambere kadar nasıl ulaştığını
tesbit etmek, onu ve ailesini daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır.
îbn lyâd
kendisinin vermiş olduğu ikinci şecerenin, Ebu’l-Hasan Şâzilî için verilen
şecerelerin en sıhhatlisi olduğunu zikreder.[200] Ali Sâlim Ammâr da,
verdiğimiz birinci silsilede kopukluk bulunduğunu ve Şâzilî’nin dedelerinin
Hicaz’dan Mağrib’e nasıl geldiklerini açıklamadığım belirtir. Bu sebeble İbn
lyâd’ın verdiği silsileyi tercih eder. Ancak el-îskenderî’nin Ebu’l-Abbas
el-Mürsî’den naklen verdiği şecerenin de önemine dikkat çekerek, Mürsî’nin
şeyhinin nesebini ince ayrıntılarına kadar bilmemesi insana ma’kûl gelmiyor,
der.[201]
Muhammed Zâfir
Efendi (ö. 1321/1903), hem el-İskenderî ve İbn Sabbâğ’ın verdiği ilk şecereyi,
hem de İbn lyâd’ın verdiği ikinci şecereyi zikrederek İbn lyâd’ın naklettiği
neseb zincirini daha sıhhatli bulur. İdris b. Abdullah’a Mağrib halkının bey’at
ettiğini belirtir.[202] Fakat
bununla birlikte o, bu şecerede “el-Mübâya’ lehû bi-bilâdi’l-Mağrib” ibâresi
açıkça kaydedildiği için, müstensihin yanlışlık yaptığı ve şecerede kopukluk
olduğu görüşündedir. Ona göre, Mağrib diyârında saltanat eden İdrîs’in, İdrîs-i
Asğar (II. İdrîs)’dan başka evlâdı olmadığından, neseb zincirinin doğru
sıralanışı şöyledir: Ömer b. İdris (el-Asğar) b. İdris el-Mübâya’ lehû.[203] Kısacası
II. İdrîs’in adının senede sehven kaydedilmediğini belirtir.
Bu durumda hicri
II. asırda Mağrib’de kurulan İdrîsî Devleti’nin (172-375/788- 985) kurucuları,
aynı zamanda Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin dedeleridir. Şöyle ki:
Emevî
Devleti’nin yıkılması konusunda, amca çocukları olan ve Hz. Abbas’ın soyundan
gelenlerle Ebû Tâlib’in soyundan gelenler, Hâşimoğullan adı altında ortak
hareket ediyorlardı. Hatta başlangıçta Hz. Hasan’ın soyundan gelen Muhammed b.
Abdullah’a, Câfer Sâdık hâriç hepsi bey’at etti. [204] Evlâd-ı Rasûl’ün böyle bir
organizenin içinde olması, bu hareketin destek görmesini sağladı. Daha sonra iş
değişti, Abbasoğullan hilâfeti ele geçirdiler. Bunun üzerine Alioğullan,
hılfu’l- va’dde bulundukları ve hilâfeti ele geçirme konusunda evlâd-ı Nebî’yi
kendi emellerine alet ettikleri gerekçesiyle Abbâsîler’e karşı yer yer isyan
ettiler. Rasûl-i Ekrem’e yakınlıkları sebebiyle, hilâfete ve imâmete
kendilerinin daha lâyık olduklarım düşünüyorlardı.[205]
Bu isyanlardan birisi, Abbâsî
Halîfesi Hâdî zamanında (169-170/785-786) Hüseyin b. Ali (ö. 169/785)
önderliğinde başlayan isyandır. Hüseyin b. Ali yukarıdaki sebeblere ilâve
olarak; Abbâsîler’in evlâd-ı Rasûl’e kötü muâmele ettiklerini, onları nebîz[206] içmekle
itham ederek halkın gözünde küçük düşürmeye çalıştıklarını, iftirâ- da
bulunduklarım ve hapse atarak eziyete maruz bıraktıklarını ileri sürdü. Medine’de
çevresine büyük bir kalabalık toplayarak Abbâsîler’e karşı harekete geçti.
Medine’deki Abbâsî vâlisi kaçmak zorunda kaldı. Halk hapishaneleri basıp içindekileri
çıkardı ve Hüseyin b. Ali’ye bey’at etti. Bundan sonra Hüseyin Mekke’ye
yöneldi. Mekke yakınlarındaki Fah vâdîsinde Abbâsî ordusuyla karşılaştı.
Meydana gelen savaşta Hüseyin b. Ali’nin ordusu yenildi. Kendisi de öldürüldü
(169/785). Kerbelâ (61/680)’dan sonra ehl-i beyt için en şiddetli faciâ budur.
Bu savaş, Hz. Ali soyundan gelenlerin kaderini belirledi. Bir çoğu “Fah
Vak’âsında” öldürüldü. Sağ kalanlar tarassut altında tutuldu. Abbâsîler’in
çemberim yarıp kaçabilen iki kişi de Hicaz’dan uzaklaştı. Bunlardan biri Deylem
hâkimi Yahyâ b. Abdullah, diğeri de âzâdlı kölesi Râşid[207] ile birlikte Mağrib’e kaçan,
Yahyâ’mn kardeşi İdrîs’dir.[208] İşte bu
İdrîs, ehl-i beytin Mağrib’e geçmesini sağlayan, îdrîsî Devleti’nin temellerini
atan ve Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin 18. göbekten dedesi olan İdrîs b. Abdullah’tır.
Mağrib’de Berberîler İdrîs b.
Abdullah’ın etrafında toplandılar. Ona bey’at ettiler. Halîfe Hârun Reşid
(170-193/786-809), İdrîs’in faaliyetlerinden haberdâr o- lunca, Mağrib’in,
hilâfet merkezi Bağdat’a uzaklığı hasebiyle asker göndererek bu problemin
çözülemeyeceğini anladı. Bunun için hile yolunu seçti. Zekî bir adam olan
Şemmah’ı tutarak İdrîs’e gönderdi.[209] Bu adam, Abbâsîler’e düşman
olduğunu söyleyerek İdrîs’e yaklaştı ve onu zehirledi. İdrîs, 177/793 yılında
yerine hükümdâr olacak birisini bırakmadan öldü. Taraftarları, hâmile olan
câriyesinin doğumunu beklediler. Câriyeden bir erkek çoçuğu dünyâya gelince,
çoçuğa, babasının adını vererek ona bey’at ettiler. Mağrib’de kurulan İdrîsî
Devleti, işte bu II. İdrîs’e nisbet edilir.”
İdrîsîler neseb itibari ile “Ali
soyundan” olmalarına rağmen, meseleyi ehl-i beyt sevgisi içerisinde ele
almışlar, mezheb ifratına götürmemişlerdir. Mağrib’de dört bir taraftan
îslâmiyetin yayılması husûsunda İdrîsîler’in büyük hizmetleri olmuştur.
Özellikle Berberîler’in müslümanlaşmasında ve yanlış inançların ortadan kalkmasında
İdrîsîler’in etkisi büyüktür. Ayrıca bu bölge daha önceden Hâricîler’in etkisi
altında kaldığı sırada, onların katı tutumları sebebiyle kabilelerin arası
iyiden açılmış ve kopma noktasına gelmiştir. İdrîsîler’in Rasûlüllah’ın soyuna
mensub olmaları, kısa sürede, bunalmış durumdaki Mağrib halkının desteğini
kazanmalarını sağladı. İdrîs b. Abdullah, gayretli çalışmaları sonucunda
medenî olan sâhil bölgesiyle bedevi olan iç kısımdaki kırsal yöre halklarını
birbiriyle kaynaştırmış, onları din kardeşi yapmış ve Mağrib’de birliği
sağlamıştır.[210] [211]
Hz. Ali soyundan
gelenler tarafından kurulan İdrîsî Devleti, yine Hz. Ali soyundan geldiğini
iddia eden Fâtimîler tarafından yıkılmıştır (313/923).[212] Fâtimîler ile İdrîsîler
arasında bir çok fark vardır. Öncelikle Fâtimîler’in Bâtınîliğin de etkisiyle
gizli hareket etmeleri, birtakım şüpheleri üzerlerine çekmiştir. Neseblerinin
Hz. Ali’ye dayamp dayanmadığı konusunda bile tereddüdler oluşmuştur.[213] Ayrıca
Fâtimîler’in devlet anlayışı, İsmâiliyye mezhebinin etkisiyle ifrat derecedeki
şia tarafgirliği üzerine binâ edilmiştir.[214] îdrîsîler’de ise kesinlikle
şia taassubu olmamasına rağmen, Fâtimî hâkimiyetine girmelerinden sonra
istisnâ olarak bir iki kişi şîî propagandası yapmıştır. Ancak bu propagandalar
daha sonra etkisini kaybetmiştir.[215]
İdrîsî Devleti
yıkıldıktan sonra devletin ileri gelenleri Tanca ve Septe vâliliğini
sürdürmüşlerdir.[216] Soyları
İdrîsîler’e dayanan bu insanlar, zamanla Tanca, Septe ve Endülüs’ün güneyini
bir süre hâkimiyeti altına alan Hammudîler Devletini (407- 449/1016-1057)
kurdular.[217] Fakat
Hammudîler, İdrîsîler kadar güçlü olamamıştır. Hammûdî âilesi Şâzilî’den daha
önce yaşamış olmasına rağmen, onlardan hiç bir isim, Şâzilî’nin nesep
zincirinde geçmez. Bu da bize, Şâzilî ile Hammûdîler’in farklı kollar
vâsıtasıyla İdrîsîler’e bağlı olduklarını gösterir.
Netice olarak
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin baba tarafından nesebi, Fah vak’âsında Hicaz’dan kaçıp
Mağrib’e gelerek İdrîsî Devleti’nin temellerini atan I. îdrîs b. Abdullah’a
dayanır. Onun vasıtasıyla Hz. Haşan, Hz. Ali ve nihâyet Hz. Peygamber (s.a.)’e
kadar ulaşır. Anne tarafından ise Hz. Hüseyin soyundan geldiği kaydedilmektedir.[218] Yani o, hem
seyyid hem de şeriftir.[219]
Onun dedelerinin sultan olduğunu
gösteren en büyük delillerden birisi de, seyr u sülûkunu tamamladıktan sonra
irşâd için Tunus’a geldiğinde, Şâzilî’yi çekemeyenlerin, dedeleri gibi
saltanat peşinde deyip ona ithamda bulunarak Hafsî sultânı Ebû Zekeriya’ya
jurnallemeleridir.[220] Bunun
üzerine sultân Ebû Zekeriya (Ö.647/1249), Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi huzuruna
çağırıp nesebini bizzat kendisine sordu. Peygamber (s.a.)’in soyundan
geldiğini öğrenince, neseb zincirinin sıhhatini tahkik için defalarca
tekrarlattı.[221]
Şâzilî’nin şeceresinde bir çok
kez îdrîs ismi geçtiğinden, karışıklığa neden olmaması için Îdrîsîler’in
nesillerinin devamı hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır. I. îdrîs
(ö. 177/793)’in oğlu II. îdrîs (0.213/ 828)’dir. İdrîs-i Asğar diye meşhurdur.[222] n. îdrîs’in
de Muhammed (Ö.221/836), îsâ, Kâsım ve Ömer adında dört oğlu vardır. Şâzilî’nin
neseb zinciri, Miknâse valisi[223] olan Ömer
vasıtasıyla yukarıya doğru gider. Ömer’in de oğullarından birisinin adı, yine
Îdrîs’dir. Şâzilî’nin soyu, bu III. îdrîs’in oğlu îsâ’dan gelir.
Bütün bu
anlatılanlardan sonra tesbît edebildiğimiz kadarı ile Ebu’l-Şâzilî’nin neseb
silsilesinin doğru sıralanışı şöyledir:
Ebu’l-Hasan Ali eş-Şâzilî (ö.
656/1258) b. Abdullah b. Abdülcebbâr b. Temîm b. Hürmüz b. Hâtim b. Kusay b.
Yusuf b. Yûşa’ b. Verd b. Ebî Battal Ali b. Ahmed b. Muhammed b. îsâ b. III.
îdrîs b. Ömer (ö. 225/840) b. n. îdrîs el-Asğar (ö. 213/828) b. I. îdrîs
el-Mübâya’ lehû bi-bilâdi’l-Mağrib (ö. 177/793) b. Abdullah (ö. 145/752) b.
Haşan el-Müsenna (ö. 98/717)[224] b. el-Hasan
(ö. 49/670)[225] b. Ali İbn
Ebî Tâlib (ö. 17.09.40/4.01.661)[226] ve İbn Fâtımete binti’r-Rasûl
(ö. 11/633).
II- İBN MEŞÎŞ İLE TANIŞMASINDAN ÖNCEKİ
HAYÂTI
A- YETİŞMESİ
Ebu'l - Haşan
Şâzilî'den bahseden kaynaklardan bir kısmı, onun Tunus şehrine yakın
"Şâzile" beldesinde,[227] bir kısmı
da Mağrib-i Aksâ'da bugün İspanya sınırları içinde kalan Sebte[228]
yakınlarındaki "Gammâra"da[229] doğduğunu belirterek iki
değişik rivayet öne sürerler. Gammâra nâhiyesinin köylerinden birinde dünyâya
geldiğini belirtenler de olmuştur.[230] Ancak el-İskenderî (ö.
709/1309) Letâifinde, Şâzilî'nin Mağrib-i Aksâ'da neş'et ettiğini zikrederek,[231] Gammarâ'da
doğduğuna dâir kaydı te'yîd edici bilgiler vermektedir. Yine el -
İskenderî'nin, Ebu'l- Haşan Şâzilî'nin kerametlerinin zuhur etmeye başladığı
yerin Şâzile olduğunu belirtmesi,[232] İbn Sabbâğ'ın da Ebu'l -
Hasan'ın daha ileri yaşlarda şeyhinin emriyle Şâzile'ye gittiğini nakletmesi,[233] bize, onun
doğum yerinin Gammâra olduğu kanaatini veriyor. Nitekim muahhar kaynaklar da
Şâzilî'nin doğum yerinin Gammarâ olduğu konusunda müttefiktirler.[234]
Doğduğu kabile
konusunda ise Ali Salim Ammâr, biyografi yazan Haşan Sündûbî” ve Abdullah
Sıddık el - Gammârî’den naklen şunlan söyler:
Gammâra yöresi dokuz civannda
kabileyi içine alır. Bunlardan birisi "Beni Mansûr", diğeri
"Umvân" kabilesidir. Abdullah Sıddık'a göre Ebu'l-Hasan Şâzilî,
Sıddık ailesinin akrabası olan Benî Mansûr kabilesinde doğmuştur. Sündûbî'ye
göre ise Şâzilî Ümvân kabilesindendir.[235] [236] Berberîlere yakınlığı
dolayısıyla Ebu’l-Hasan’a, Derkaviyye kolunun kurucusu Ebû Hâmid Mulay Ahmed
el-Arabî ed-Derkavî (ö. 1823)’nin mensub olduğu Berberi Zerval kabilesine nisbetle
“Zervilî” de denmiştir.[237]
Şâzilî'nin çocukluk yıllarına
dair sahip olduğumuz bilgi hemen hemen yok denecek kadar azdır. Ana
kaynaklardaki mevcut bilgiler de yeterli değildir. Ancak çocukluğunun büyük bir
bölümünü doğduğu yer olan Mağrib-i Aksâ'da geçirerek yetiştiğini
el-İskenderî'den öğreniyoruz.[238] Ayrıca
diğer kaynaklar küçük çocukken Şâzilî’nin Tunus şehrine gittiğini belirtirler.[239]
Küçüklüğünde Fas şehrine gittiği de rivâyet edilir.[240]
Ebu’l - Haşan Şâzilî’nin
nerelerde tahsil gördüğü ile ilgili olarak birden fazla yerin ismi geçmektedir.
İlk tahsilini memleketinde yapan Şâzilî’nin[241] öğrenim hayatında Tunus’un
mühim yeri vardır.[242] Ancak
Tunus’a daha fazla ilim öğrenmek maksadıyla biraz daha ileri yaşlarda gittiği
anlaşılmaktadır.[243] Çünkü
bizzat kendisi bir sohbetinde, “Ben Tunus’a gittiğimde küçük bir gençtim.” der.[244]
Muhammed
Zâfir’in belirttiğine göre Ebu’l - Haşan Şâzilî, meleke ve maharet gerektiren
ilimleri doğduğu bölgede öğrenmiştir.[245] [246] Ali Sâlim Ammâr da ed- Dibâcü’l-nıüzehheb,
ed-Dürarü’l-behiyye, Şeceratü’n-nûru’z-zekiyye ve el-Bürhânü’I-vâdıh gibi eserlerdeki bilgilerden hareketle, Şâzilî’nin küçük
yaşta iken Fas’ta Ebû Abdullah b. Harrâzim (ö. 633/1236)’den hem zahirî
ilimleri öğrendiği hem de tasavvuf hırkası giydiği sonucuna ulaşır.[247]
Şâzilî küçük yaşta ilim tahsiline
başladığına göre, doğum yeri Sebte’ye en yakın ilim merkezi olan Fas’a gitmesi
veya Fas ile bir şekilde irtibatı olması normaldir. Ancak biz ilk kaynaklardan
belde ismi zikredilmeksizin, Şâzilî’nin tahsil için Tunus’a gelmezden evvel
Fas’ın yamsıra başka yerlere de gittiğini öğreniyoruz.[248] Amir en-Neccâr,
ilk kaynakların muğlak ifadelerle verdiği bu bilgiyi biraz daha açarak net
ifadelerle şöyle der:
“Gammâra’da doğup büyüyen Şâzilî,
ilk tahsilini burada yaptı. Küçük yaşta tasavvuf ilmine merak sardı. Bunun
üzerine Fas’a gitti. O sırada Fas’ta büyük sûfı Ebû Medyen (ö. 589/1193)’in
talebesi şeyh Ebû Abdullah b. Harrâzim (ö. 633/1236) vardı. Şâzilî küçük yaşta
ondan tasavvuf hırkasını giydi. Arkasından önce “Zevîle”[249]’ye, sonra Tunus’a gitti.”[250] [251]
Buna göre
Şâzilî, 602/1206 yılı civarında on yaşlarındayken Zevîle’ye gitmiş olabilir.73
Kaynaklardan
edindiğimiz bilgilere göre Ebu’l - Haşan Şâzilî, tahsilinin önemli bir kısımını
Tunus’ta yaptı.[252] Ancak o,
Tunus’a okuma-yazmayı biliyor, Kur’an-ı Kerîm’i ezberlemiş ve hadis ilmi okumuş
olarak geldi.[253] Bundan
sonra kimya öğrenmeyi arzuluyordu.[254] Onun Tunus’a geliş amacı da,
kimya ilminde mütehassıs olmaktı. Şâzilî’nin bu tercihinde yaşadığı çevrede
kimya ilmine gösterilen rağbet etkili olmuş olabilir. Çünkü o dönemde Mağrib’de
kimya ilmi revaçtadır. O kadar ki, tüccarlar bile mağriblilerin bu ilim
yardımıyla düşük kırattaki altını çeşitli işlemler sonucu yüksek göstererek
kendilerini kandırabileceklerini düşünür, ihtiyatlı davranırlardı.[255]
Şâzilî
Tunus’ta önceden çizdiği planını uygulayamadı. Karşılaştığı çeşitli o- laylar,
hangi ilimde ihtisaslaşacağı konusunda kafasında soru işaretlerinin meydana
gelmesine sebep oldu. Yeniden bir plan yapması gerekti. Zîrâ kendisinin belirttiğine
göre, Tunus’a yeni geldiği sıralarda kafası çelişkilerle doludur. Bu
çelişkilerden kurtulmasında ve müşkillerini halletmesinde hocası Ebû Said
el-Bâcî (ö.627/1229)’nin büyük rolü olmuştur.[256]
Şâzilî’nin
hayatımn dönüm noktası olarak müridlerine defalarca anlattığı[257] bu olaylar
şunlardır:
Kimya
ilmi öğrenmek isteyen Şâzilî, isteğini kuvveden fiile dönüştüreceği sırada, bu
ilim ile meşgul olmaması konusunda uyarıldığım belirtir. Allah tarafından,
“Kimya senin bevlindedir. Dünyalık ne istersen bevlinden ona koy; istediğini
elde edersin.” şeklinde ma’nevî bir îkâz aldığım söyler.[258]
Yine
kendisinin anlattığına göre Şâzilî, Tunus’a geldiği zaman burada büyük bir
kıtlık ve açlığın hüküm sürdüğünü görüyor. Hatta bu durum karşısında merhametinden
dolayı parası olmadığı halde kendi kendine, “Keşke param olsada şu açları
doyursam.” diye düşünüyor. Bu düşüncesinin akabinde gâibden cebine para konduğunu
hissediyor. Fakat çıkarıp bakınca bunların kalp olduğunu görüyor. Bir zât bu
paralan alıp avucunda sallayınca geçer hale getiriyor.[259]
İşte
bu ve buna benzer olaylar, Şâzilî’nin kimya tahsilinden vaz geçip şer’î i-
limlere yönelmesini sağladı.[260]
Şâzilî’den
nakledilen bu olayların sıhhatini tahkik etmek için Tunus ve havalisinde
Şâzilî’nin talebelik yıllarında herhangi bir kıtlık vâkıâsımn târihen sabit
olup olmadığını araştırdığımızda şunu gördük:
Muvahhid
hükümdârı Nâsır döneminde (595-610/1199-1213) İbn Gâniye isyan ederek önce
Mehdiyye şehrini istilâ etti. Arkasından 599/1202 yılında da Tunus'taki
Muvahhid vâlisini yenerek Tunus'u işgal etti. Halka ağır vergiler yükledi.
Muvahhid Devleti'ne karşı koyabilmek maksadıyla ordusunu güçlendirmek için
halkın elinde- kileri aldı. Bu sırada halk arasında kıtlık ve açlık baş
gösterdi. Bu durum, îbn Gâniyye’nin muvahhid sultam Nâsır tarafından
603/1206'da etkisiz hale getirilmesine kadar dört yıl sürdü.[261] Bu olay
bize, Tunus'a geldiği sırada halkın açıklıkla karşı karşıya olduğuna dair
Şâzilî’nin verdiği haberin sıhhatini te'yid etmektedir. Buraya kadar
anlatılanların ortaya koyduğu husus şudur:
Ebu'l-Hasan Şâzilî ilk öğrenimini
memleketi olan Sebte ve civarında yapmıştır. Arkasından ilmini artırmak için
sırayla Fas, Zevîle ve Tunus'a gitmiştir. Tunus'a geldiği tarih muhtemelen İbn
Gâniye'nin Tunus'u işgal ettiği 599-603/1202-1206 yılları arasına tekabül
etmektedir. Kendisi, "Bu sırada küçük bir gençtim."[262] dediğine
göre, onbir yaşlan civarında olsa gerektir.
Şâzilî’nin talebeliği döneminde
Tunus’ta kaç yıl kaldığı konusunda kesin bilgiye sahip olmamakla birlikte, kaynaklardan
uzun bir süre Tunus’ta ikamet ettiği anlaşılmaktadır.[263]
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre Mâliki fakihi olan Şâzilî,[264] fıkıh dersleri de verirdi.[265] İ'tikatda
ehl-i sünnet[266] ve
Eş'ariyye mensubu idi.[267] Gençliğinde
zâhirî ilimlerde münâzara yapmayı severdi.[268]
Hocaları hakkında
geniş ve ayrıntılı bilgiye sahip değiliz. Ancak Ebu'l-Hasan Şâzilî’nin
Necmeddin Isfahânî,[269] Ebû
Muhammed Mehdevî (ö. 621/1224),[270] [271] İbn Meşîş
(ö. 625/1228),93 Ebû Saîd el-Bâcî (ö. 627/1229)[272] ve Ebû Abdullah b. Harrâ- zim
(ö. 633/1236)[273]'den ders
aldığı nakledilmektedir. İsimlerini verdiğimiz hocalarının hangisinden ne ders
aldığı konusunda ise kaynaklarda net ifadeler geçmemektedir. Bu zâtların hemen
hemen hepsinin tasavvuf! yönleriyle meşhur olmaları, Şâzilî'nin fıkıh, tefsir
ve kelâm gibi dersleri başka hocalardan okumuş olabileceğini aklımıza getirse
de, kaynaklarda farklı isimlere rastlayamadık. Fakat bu zâtlar, tasavvufun
yanısıra diğer şer'î ilimleri de biliyorlardı. Nitekim bu zâtlar, Mâliki
tabakat müelliflerince, Mâliki fakihleri arasında zikredilmişlerdir.[274] [275] Çünkü
Mağrib'de tekkeler aynı zamanda medrese görevini icrâ ederken, şeyhler de müderrislik
vazifesini ifâ ediyorlardı." Nitekim Şâzilî, Tunus'ta talebeleği
sırasında, herhangi bir ilmi sahaya ait kayıt koymadan genel olarak Ebû Sâid
el-Bâcî'den çok faydalandığını zikretmektedir.[276]
Bu
zatların içinde Şâzilî'nin eğitiminde en son noktayı koyan şahıs şüphesiz ki
şeyhi[277] İbn
Meşîş'ti. Şâzilî, îbn Meşîş'in yanına Ebu'l-Feth el-Vâsıtî (ö. 632/1235)'nin
delâletiyle[278]” 618/1222
yılından sonra şer'î ilimlerdeki tahsilini bitirmiş olarak gelmiştir.[279] Ondan daha
ziyâde tasavvuf ve tarîkat ilmi almıştır.[280]
Netice
olarak el-İskenderî (ö.709/1309)'nin kaydettiğine göre Şâzilî, yüce makamlara
ve ulvî ilimlere sahipti. Ancak o, zahiri ilimlerde metodlu münazara yapacak
derinliğe ulaşmadan ve hem şer'i hem de fennî olarak devrinin bütün ilimlerini
cem etmeden tarîkat yoluna girmedi.[281]
Bu
sebeble Ebu'l-Hasan Şâzilî, tasavvufî yönünün yanı sıra; fıkıh, tefsîr, hadis,
nahiv ve usûl sabâlarında da devrinin alimleri arasında sayılmıştır.[282] Hem şer’î
i- limlere hem de fen ilimlerine vâkıf olan Şâzilî, ahzâb adıyla bilinen
duâlarındaki şâirâne üsluptan dolayı da edîb kabul edilmiştir.[283]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, tahsil hayatının ilk yıllarında müsbet ilimlerle şer’î ilimler arasında
gidip-gelen bir tercih problemi yaşadı. Bu sırada tercihini şer’î ilim tahsili
yönünde kullandı. Zamanla kalbinde gelişen şer’î ilimlerde daha da derinleşme
duygusu, onu, şer’î ilimlerin zâhiri ile batım arasında bir seçim yapma durumu
ile karşı karşıya getirdi. Bu noktada karşısına tasavvuf çıktı.
Şâzilî’nin
hayatına baktığımızda tasavvuf konusundaki arayışlarının, hayatının iki ayrı
döneminde farklı şekillerde tezâhür ettiğini görüyoruz. Bunlardan biri talebeliği
sırasında, diğeri de tahsil hayatını tamamladıktan sonraki devrededir.
a- Talebeliğindeki Tasavvuf! Arayışı
Küçük yaştan
itibaren tasavvuf çevreleriyle irtibat içinde olan Şâzilî’yi, aldığı telkinler
ve duyduğu sözler zamanla tasavvuf! bir arayışa şevketti. Çünkü o devirde
Mağrib’de tasavvuf ve tarikatların etkisi çok büyüktü. Meselâ, vefat etmiş
olmasına rağmen Şeyh Ebû Medyen Şuayb et-Tilemsânî (ö. 589/1193)’nin tesiri,
gerek halk gerekse ilim çevrelerinde hâlâ devam ediyordu. Onun talebeleri
Mağrib’in her tarafına yayılmıştı. Şâzilî’nin çocukluk ve tahsil dönemlerinde
Ebû Medyen’in talebelerinden Ebû Abdullah b. Harrâzim (ö.633/1236)’in Fas’da,[284] Ebû
Muhammed Abdülaziz el-Mehdevî (ö. 621/1224) ile Ebû Said el-Bâcî (ö.
627/1229)’nin de Tunus’da olduğu bilinmektedir.[285] Şâzilî, talebeliği sırasında
bu zâtların hemen hepsiyle görüşüp, sohbetlerinde bulunarak onlardan ders
almıştır.[286] Hatta küçük
yaşta İbn Harâzm’a intisâb ederek ilk tasavvuf hırkasını onun elinden giydiği
rivâyet edilir.[287] Bu
açıdan Şâzilî’nin böyle bir ortamda tasavvuftan etkilenerek bir arayış içine
girmesi tabiîdir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin talebelik
döneminde vuku bulan tasavvufî arayışı, daha çok bir tercih problemidir. Zîrâ
Şâzilî’nin kendi ifadelerinden, Tunus’da tahsil yaptığı sıralarda bir derdi
olduğu ve onu çözmesi için arzedeceği bir şeyh aradığı anlaşılmaktadır.[288] Onun bu
derdi, tahsili sırasında elde ettiği birikimler ve karşılaştırdığı olağanüstü
hadiseler[289]
neticesinde, iç dünyasında oluşan duygular ile dış dünyanın yapısı arasındaki
çakışmadan doğan bir ruh haletidir. Bu ruh hâletini Şâzilî, bir şeyhe intisâb
ederek tasavvuf yolunda zühdü seçmek ile âlimlerin huzurunda devrinin
ilimlerini öğrenme arzusu arasında tercih yapamama olarak ifade ediyor. Bu
sebeple Şâzilî’nin kafasında şöyle bir soru oluşuyor: “Nefsi mâsivâdan âri
kılarak zikre ve ibadete yöneltmek için dağlara çıkıp inzivaya mı çekilmek
lazım? Yoksa şehirlere inip alimlerin ilim meclislerine mi devam etmek lazım?”[290]
Şâzilî bu iki tercih arasında
kalmayı kendisi için bir problem haline getirince problemi çözecek birisini
aramaya başladı. Arayış esnâsında bir çok insana gittiyse de tatminkâr cevap
bulamadı. Sonunda Ebû Saîd el-Bâcî ile karşılaştı. Henüz derdini anlatmadan
konuşma sırasında Bâci, ilim, amel ve nefis terbiyesi konularına girerek
bunların birbirine manî olmadığını, her üçünün de beraberce yürütebileceğini
söyleyince Şâzilî’nin problemi çözüldü. Bu sebeble Şâzilî, zihindeki
düşünceleri okuyarak problemini çözen el-Bâcî’ye talebe olduğunu, derslerine
devam ettiğini ve ondan çok faydalandığını açıklamaktadır.[291]
Problemi çözülen Şâzilî’nin
şehirlerde ilim tahsili ile dağ başında inzivâya çekilmeyi birlikte
yürüttüğünü görüyoruz. Çünkü bundan sonra talebeliği sırasında yer yer şehrin
gürültüsünden uzaklaşarak daha fazla ibâdet ile meşgul olmak için dağ başında
inzivâya çekildiği belirtiliyor. Bu inzivâlar hakkında kaynakların verdiği
bilgilerden, Şâzilî’nin değişik dağların başında ve farklı farklı mağaralarda
inzivâyı tercih ettiği anlaşılıyor.[292] Ayrıca bunların bir kısmı
münferid,[293] bir kısmı
da bir veya bir kaç kişiyle gerçekleşmiştir.[294]
Kaynaklarda geçenleri tahlil
ettiğimizde, Şâzilî’nin belli hocalardan belli dersleri almadığını ve tahsilini
tamamlayana kadar belli bir şeyhe intisâb etmediğini görüyoruz. O, şehir ve
kasabalarda ilim öğrenirken aynı zamanda tasavvufla ilgilenmeyi de devam
ettiyordu. Şâzilî hadis öğrenmek maksadıyla sefere çıkan muhaddisler gibi,
ilmini ve zühdünü arttırmak için sık sık seyahate çıkardı.[295]” İlim ve irfan sahibi olarak
duyduğu herkesle görüşerek onlardan istifâde etmeyi düşünürdü.[296] Maksadı
Allah’a hicret etmekti.[297] Bu
seyahetleri sırasında, bazan bir müddet yolculuğuna ara verir, dağ başında bir
mağarada üç-beş gün inzivâya çekilirdi. Nitekim Şâzilî, bu seyahetlerinin
birinde bir mağarada, kendisinden ders aldığı hocalarından birisi ile
karşılaştığım belirtir.[298] Şâzilî’nin
mağarada karşılaştığı bu hocası, muhtemelen henüz daha intisâb etmediği îbn
Meşîş olsa gerektir.
b- Talebeliğinden Sonraki Tasavvuf? Arayışı
Ebu’l
- Haşan Şâzilî diğer tarikat kurucusu sûfiler gibi önce şer’î ilimleri tedris
ile meşgul oldu. Giriştiği münazaralarda karşısındakilere galebe çalacak kadar
yükseldi.[299] Bir müddet
sonra şer’î ilimlerin zâhirindeki başarısı onu tatmin etmemeye başladı. Kesbî
ilimlerdeki tahsilini tamamladıktan sonra kalbinde vehbî ilimlerde de
derinleşme isteği doğdu. Bu sebeble yeniden bir arayışa başladı.
Şâzilî’nin
talebeliği dönemindeki arayışının, daha çok ülemâ ile meşâyıh arasında gidip
gelen bir tercih problemi olduğunu belirtmiştik. Bu durum talebe iken onun
tasavvuf hayatına ilgi duyduğunu gösterir. Ancak bu dönemdeki tutumu ilgi
bazından öteye geçmemiştir. Çünkü el-îskenderî ve diğer müelliflerin kayıtlarından,
Şâzilî’nin zâhiri ilimleri tahsil etmeden herhangi bir tarikata girmediği ve bu
anlamda hiç bir şeyhe intisâb etmediği anlaşılıyor.[300] Bu itibarla Şâzilî’nin gerçek
anlamda tasavvufî faaliyet içine girmeye yönelik arayışları talebliğinden
sonraki döneme tekâbül eder. Talebeliğinden sonra tercih aşamasını geçip,
tasavvuftaki ilk hedefini belirledi. Hedefi kutubla görüşmek ve ondan feyz
almaktı. Bunun için devrinin kutbu kimse onu bulup, intisâb etmeye karar
verdi.[301] Şâzilî’yi
kutbu’z-zamân arayışına iten sebep, talebeliği döneminde bir çok şeyle
karşılaşması olsa gerektir. Zîrâ bir çok şeyh ile karşılan insanın, makamı en
yüksek olana intisâb etmeyi istemesi, insan fıtratının doğal bir özelliğidir.
Kaynakların
naklettiklerine göre Şâzilî, kutbu’z-zâmân’ı bulabilmek için seyahatlere başladı.[302] Muhammed Zâfir bu gezilerin,
Şâzilî’nin dağ başında yaşayan velî bir zât ile görüşmesinden[303] sonra,
ondan etkilenerek başladığını belirtir.[304] Şâzilî’nin
tasavvufî arayışını sürdürdüğü bu seyahetler, önce Tunus ve Mağrib havâlisinde
başladı; arkasından Mısır üzerinden Irak civârında devam etti.[305]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin yaşadığı dönemde Bağdat ilim, kültür, medeniyet ve devlet
merkeziydi. Fıkıh, tefsir, hadis gibi dînî ilimlerle meşgul olan devrin büyük
âlimlerinin yanısıra; siyâset ve askerî sahânın da önde gelen isimleri orada
yaşıyordu. Buna ilâveten o devirde tasavvufun en meşhur temsilcilerinden
bazıları bu kültür merkezinde bulunuyordu. Bunların başında devrin Şeyhu’ş-şiiyûh’u Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî (ö. 632/1234) gelir.[306]
Bu sebeple Şâzilî, aklındaki
sorulan cevaplandıracak, kalbindeki şüphe ve tereddütleri izâle edecek “kutbu’z-zamân’ın” böyle bir merkezde olabileceğini düşünerek 618/1221
yılında Irak’a geldi.[307] Irak’ın
Bağdat ve Vâsıt[308] gibi mühim
yerleşim birimlerini de gezdiği anlaşılan Şâzilî,[309] aradığı vasıflara hâiz
intisâb edeceği bir şeyh bulabilmek için bir çok velî ile görüştü.[310] Bu velî
zâtların herbirinin farklı farklı yönlerinden istifade ettiğini söyleyen
Şâzilî, “En çok Ebu’l-Feth el - Vâsıtî (ö. 632/1234)’[311] den faydalandım.” der.[312] Bu sebeple
orada bulunduğu sürece Vâsıtî’nin sohbet meclislerine katıldığını ifade eder.[313]
Irakta iken
görüştüğü velilerden birisinin,[314] “Sen kutbu
Irak’ta arıyorsun. Halbuki kutub senin memleketindedir. Memleketine geri dön.
Onu orada bulacaksın.”[315]’ tavsiyesi
üzerine Şâzilî, Irak’ta daha fazla kalmayıp Mağrib’e geri döndü.[316]
HI- ABDÜSSELÂM B. MEŞÎŞ’E İNTİSÂBINDAN
SONRAKİ HAYATI
A- ÎBN MEŞÎŞ İLE TANIŞMASI
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin îbn Meşîş
(ö. 625/1228) ile ne zaman ve nasıl tanıştığı konusunda, kaynaklarda kesin
bilgilere rastlayamadık.Ancak Şâzilî’nin hayatının daha iyi anlaşılmasına
yardımcı olacağını düşünerek bu konuyu ilgilendiren teşditlerimizi belirtmekte
fayda var.
Aslında şartlar
gözönünde bulundurulduğunda Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin İbn Meşîş’i çok küçük
yaşlardan itibaren tanıması gerekiyor. Çünkü her ikisi de Mağribli ve
akrabadırlar. Nesebleri İdris b. Abdullah (ö. 177/793)’ın oğlu n. İdris
(ö.213/836)’de birleşmektedir.[317] Hatta bazı
kaynaklar İbn Meşîş’in ikâmet ettiği dağın bulunduğu beldenin, Şâzilî’nin doğum
yeri olan Gammara’da olduğunu belirtirler.[318] Fakat bütün bunlara rağmen,
kaynaklarda Şâzilî’nin küçüklüğünde îbn Meşîş ile ilişkisini gösteren herhangi
bir bilgiye rastlayamadık. Çünkü meşhur olmayı istemeyip aksine gizli kalmayı
tercih ettiği anlaşılan îbn Meşîş, herkesi münte- sibliğe kabul etmezdi.[319] Bu sebebden
olsa gerek hayatının büyük bir kısmını insanlardan uzak kalarak değişik
yerlerde inzivâ ile geçirmiştir.[320] Doğal olarak yaşadığı dönemde
yazılan kaynaklarda onun hakkında kayda değer bir bilgi aktarılmamıştır. Bundan
dolayı Şâzilî’nin verdiği bilgiler üzerinde yoğunlaşmak durumundayız. Ancak
Şâzilî’nin sözlerini kaleme alan ilk kişiler olmalarına rağmen Îskenderî ve îbn
Sabbâğ’ın kayıtlarında da, İbn Meşîş’in Şâzilî’ye şeyh olması hâricinde tanışmaları
ile ilgili doyurucu bir bilgi yoktur. Buna ilâve olarak başlangıçta Şâzilî’nin
tasavvuftan ziyâde kimya ilmi ile ilgilenmesi,[321] önce İbn Meşîş’e değil de
henüz çocuk denecek yaşta iken îbn Harrâzim (ö. 633/1236)’e intisâb ettiğinin
belirtilmesi,[322] bizde,
küçüklüğünde onun İbn Meşîş ile tanışmadığı kanaatini oluşturmuştur.
Bir önceki
başlıkta, talebe iken Şâzilî’nin tasavvuf ile diğer dînî ilimler arasında
gidip-gelen bir tercih problemi yaşadığını ve bu sırada kendisine dağ başında
yaşayan bir velînin durumu haber verilince onun yamna gittiğini belirtmiştik.
Şâzilî burada bir takım olağanüstü hallere şâhid oldu. Bu velî zâtla
sorulu-cevaplı sohbette bulundu ve sorularına aldığı cevaplar karşısında hayretler
içinde kaldı.[323] Kaynakların
çoğu bu velî zât’ın kimliği ile ilgili herhangi bir açıklama yapmazken,
Harîrîzâde onun Şeyh İbn Meşîş olduğu kanaatindedir. Bu sebeble de, Şâzilî ile
ibn Meşîş’in tanışmalarına ilk kez bu olayın vesile olduğunu kaydeder.[324] İbn
Meşîş’in daha çok dağ başlarındaki mağaralarda münzevî yaşayan[325] bir şeyh
olduğunu belirtmiştik. Bu açıdan Şâzilî’nin, mağarada görüştüm dediği şeyhin
İbn Meşîş olma ihtimali yüksektir.
Ayrıca mağarada yaşayan bu zâtın
yaptığı zikir ve duâlar ile daha sonra müridliği döneminde İbn Meşîş’în
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye öğrettiği duâlar ve yaptığı tavsiyeler mukâyese
edildiğinde bir benzerlik görülecektir. Şöyle ki: Şâzilî’nin belirttiğine
göre, bu zât’ı ziyâret için mağaranın kapısına vardığında, şeyhin içerde
Allah’dan başka sığınağı kalmamacasına mahlûkâtın kendisinden yüz çevirmesi
için duâ ettiği ve Allah’a yalvardığı duyuluyordu. Şâzilî bunun sebebini
sorunca şeyh, “Evlâdım, yâ Rabbi mahlûkâtını benim emrime musahhar kıl
diyeceğine; yâ Rabbi benim için ol desen, ne kaybedersin?” cevabını verir.[326] Daha sonra
Şâzilî’ye hocası îbn Meşîş’in aynı duâyı telkin ettiğini ve bu mahiyette
tavsiyelerde bulunduğunu görüyoruz.[327]
Netice olarak bu
benzerlik bizi, dağ başında mağarada yaşayan velî zâtın İbn Meşîş olduğu kanaatine
götürüyor. Bu açıdan bu görüşme, Şâzilî’nin şeyhi İbn Meşîş ile ilk
karşılaşması sayılabilir.
Bu tanışmadan
sonra Şâzilî’nin İbn Meşîş ile sık sık beraber olduğu ve ondan ders aldığı
anlaşılıyor. Zira bir aralık şehirdeki tahsilini tatil ederek inziva için
dağbaşmdaki bir mağaraya giden Şâzilî, orada henüz intisâb etmediği fakat ders
aldığı hocası İbn Meşîş ile karşılaştığım söyler.[328]
B- İNTİSÂBI VE
MÜRÎDLİĞİ
Kaynaklara
baktığımızda Irak’ta Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye “Kutb memleketinde- dir.”[329] tavsiyesini
yapan şahsın, kutbun kim olduğuna dair isim vermediği anlaşılıyor. Ancak biz,
onun üstâdım diye tanıttığı,[330] fakat
sonradan şeyhi olan[331] Ebû
Muhammed Abdüsselâm b. Meşîş (ö. 625/1228) ile Irak seyahetinden evvel tanışıyor
olduğunu az önceki başlık altında belirtmiştik. Bu tanışıklıktan olsa gerek kaynakların
büyük bir kısmı, Şâzilî’nin Irak’tan intisâb etmek maksadıyla doğruca İbn
Meşîş’e geldiğini naklederler.[332] Abdulhalim
Mahmûd ise, Şâzilî’nin doğruca îbn Meşîş’e geldiğini kabul etmediği gibi; daha
önceden onun îbn Meşîş’i tanımadığı görüşüne sahiptir.[333] Bu nedenle o, Şâzilî’nin
Irak’tan doğum yeri olan Gammara’ya geldikten sonra, burada kutbun kim
olabileceği konusunda araştırma ve soruşturma yaptığını belirtir.[334]
Bu farklı
görüşlerin ötesinde söyleyebileceğimiz bir husus var ki, o da, kutbu’z- zamân’m
kendi memleketinde olduğunu öğrenmek için Irak’a gidip-gelmiş gibi gölükse de
bu seferin Şâzilî’ye çok şeyler kazandırdığıdır. Bu sefer seyr u sülûkunda
kemâle ermesi için ona bir basamak teşkil etmiştir.[335] [336] Çünkü Şâzilî bu seyahatin
neticesinde doğuyu tanıma, oradaki entelektüel ve kültürel havayı tatma imkânı
bulmuştur. Daha önce bir çok şeyh ile tanışmış, hatta bazılarına intisâb etmiş
olmasına rağmen,'“bundan sonra şeyh arayışını bırakarak, îbn Meşîş’e intisâb
etme kararına varmıştır. Bu sebeple o, kendisini aktif tasavvuf hayatında
yetiştiren şeyh olarak sadece İbn Meşîş’i kabul eder.[337]
Şâzilî Irak’tan döndüğü sırada
îbn Meşîş, Mağrib’de “Rabâta”[338] denilen
mevkide bulunan bir dağın tepesindeki mağarada ikâmet ediyordu.[339] Bazı
kaynaklar bu dağa “Alemdağı” dendiğini kaydetmektedirler.[340]
Kendisinin anlattığına göre, İbn
Meşîş’e intisâb etmek için onun yaşadığı yerdeki dağın eteğine gelerek önce
oradan çıkan kaynak suyu ile gusül abdesti alır. Sonra tevbe ve istiğfarda
bulunur. İnsanlar arasında değer ölçüsü kabul edilen ilim ve amel gibi
maddî-manevî rütbelerin hepsini kendisi için yük sayarak kalbinden atar.
Böylece maddeten ve ma’nen temizlenmiş olur. Arkasından dağa tırmanmaya başlar.
Tırmanırken Şeyh Absüsselâm b. Meşîş tarafından karşılanır. Sonra ona intisâb
eder ve dağ başındaki mağarada şeyhinin yamnda kalarak seyr u sülûka başlar.[341]
Genelde bey’at
sırasında şeyh, müridinden fahra sebep olup kalp ile ruhun kemâle ermesine
engel teşkil edebilecek dünyalık mal, mülk ve makamları bırakmasını ister.[342] Şâzilî
bunun şuûrunda olsa gerek. Çünkü onun İbn Meşîş’in ikâzına lüzum kalmadan
intisâb için şeyhinin huzuruna varmazdan evvel dünyalık nesi varsa terkettiğini
görüyoruz. Nitekim bazı kaynaklar, Şâzilî’nin bu davranışına mukabil şeyhi
tarafından iltifatla karşılandığını nakletmektedirler.[343]
Bu intisâbın
hangi tarihte gerçekleştiğine dair kaynaklarda herhangi bir bilgiye
rastlamadık. Ancak Şâzilî’nin kendi ifadelerinden, İbn Meşîş’e intisâbının
618/1221 tarihindeki[344] Irak
seyahatinden sonra gerçekleştiğini öğreniyoruz.[345] Buradan hareketle Şâzilî’nin
619-620/1222-1223 yılları içinde İbn Meşîş’e intisâb ettiği sonucuna
ulaşıyoruz. Bu durumda şeyhine intisâb ettiği sırada Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yirmialtı yaş civârında olması muhtemeldir. Ayrıca Şâzilî bu sırada henüz
bekardır.
Bekar iken seyr u
sülûka başlayanların, maslahat açısından sülûkunu tamamlayana kadar evlenmeleri
câiz görülmediğinden[346] olsa gerek
o, daha ileri yaşlarda kâmil bir şeyh olarak Mısır’a yerleştiğinde evlenmiştir.[347] [348]
Bu intisâbdan sonra seyr u sülûka
başlayan Şâzilî, kendisinin belirttiğine göre basireti açılana kadar îbn
Meşîş’in yanından ayrılmamıştır. Şeyhinin kontrolünde iken onun kerametlerine
ve olağan üstü bir takım hallerine şahid olmuştur.171 îbn Meşîş,
sağlam kitap ve sünnet bilgisiyle onu doyurup, velâyet ve kerâmet feyzinden
sirâyet ettirerek tasavvuf! yönden yetişmesini sağlamıştır. Bunun için müridine
sık sık tavsiyelerde bulunmuş[349] ve
karşılıklı sohbet etmişlerdir. Şeyhinin sözlerini can kulağı ile dinleyen
Şâzilî, merak ettiği hususları sorup cevap almıştır. [350] Sülûkunu tekmil ederken
erdirici ve oldurucu özelliğe sahip sohbet metodu[351] ile isticvâb usûlünden[352] faydalanmıştır.
Mürîdliği
döneminde şeyhinin yanından ayrılmayan Şâzilî’ye[353] İbn Meşîş’in - zaten dağ
başında ikâmet ettiklerinden olsa gerek- ikinci bir inzivâ önermediği anlaşılıyor.
Ancak yanından gönderirken ondan, önce Şâzile denilen beldede inzivâya çekilerek
sıkı bir riyâzat yapmasım istemiştir.[354] Şâzilî’nin şeyhiyle beraber
olduğu günler, daha çok tasavvuf! hayatı müşahhas bir şekilde yaşama, bu konuda
karşılıklı bilgi alış-verişi ve ders işleme şeklinde geçmiştir. Aralarında
geçen konuşmaları tedkik ettiğimizde dua,[355]’ zikir,[356] nefs,[357] ism-i a’zam,[358] sıfatullah,[359] kurb-bu’d,[360] sahv-sekr,[361] [362]
muhabbetullah-ma’rifatullah184 ve kutup[363] gibi konularda îbn Meşîş’in
Şâzilî’yi bilgilendirdiğini görüyoruz.[364]
C- ŞEYHİNİN İRŞÂDA İZİN VERMESİ
VE HİLÂFETİ
Tasavvufun nazarî ve amelî
yönlerini öğrenerek seyr u sülûkunu tamamlayan Şâzilî’ye şeyhi, bir müddet
sonra ayrılık vaktinin geldiğini belirterek ona irşâd ve hilâfet görevi verdi.
Ancak yanından göndermeden evvel müridinin daha iyi yetişmesi ve kutupluğa
kadar yükselmesi için ona bir hayat planı çizdi. Kaynaklarda nakledildiğine
göre İbn Meşîş bu planı ifâde ederken: “Ey Ali, İfrikiyye’ye git, orada Şâzile
denilen beldede iskân et. Çünkü Allah senin “Şâzilî” ünvâm ile isimlendirilmem
takdîr etse gerek. Arkasından Tunus şehrine geç. Orada idarede etkili olanlar
kanalıyla sıkıntıya uğrayacaksın. Daha sonra da doğuya, Mısır diyarına git. Orada
kutupluğa vâris olacaksın.”[365] der.
İbn Meşîş bu sözleriyle âdetâ
Şâzilî hakkında takdir edilenleri okuyor gibiydi. Nitekim çalışmamızın
devamında görüleceği gibi, Şâzilî’nin hayatı İbn Meşîş’in haber verdiği şekilde
tahakkuk etmiştir.
Şâzile’ye gitme teklifine karşı
önce çekimser davrandığı anlaşılan[366] Ebu’l- Hasan Şâzilî, daha
sonra şeyhinin ısrân sebebi ile Rabâta’dan ayrılarak Şâzile’ye gitmiştir.
Ayrılık sırasında, üzerindeki ürkekliği atmak ve herhangi bir hata yapmamak
için şeyhinden son kez tavsiyede bulunmasını istemiştir. Bunun üzerine İbn
Meşîş, insanlardan gelecek iltifatın Allah’ı unutturup kişiyi gaflete
sürükleyebileceği hususu üzerinde durmuş; Şâzilî’yi insanların şerrinden
ziyâde hayrından korkması, şöhret ve Allah’ı unutturucu her şeyden uzak
durması gibi konularda uyarmıştır.[367] Zîrâ İbn Meşîş’e göre hayr
kalbe, şer cesede te’sîr eder. Kalbe te’sîr eden hayr, cesede te’sir eden
şerden daha kötüdür.[368] Bunun için
İbn Meşîş’in Şâzilî’ye son sözleri şunlar olmuştur:
“Allah’tan kork! O’nu unutup
gaflete dalma. İnsanlara dikkat et! İnsanları zikretmekden dilini, onların sana
olan teveccühlerine karşı da kalbini temiz tut. Farzları yerine getir.”
Tavsiyesinin devâmında, azalarını uygun olmayan davranışlardan koruyamayan
kişinin, onları yorarak farzları yerine getirmede zorlanacağını belirten İbn
Meşîş, bu sebeble Şâzilî’nin insanları sadece onlara karşı üzerine farz olan
vazifelerini yerine getirmede hatırlamasını ister. Çünkü ona göre Allah’a âid
farzları yerine getirmek, Allah’ın dostluğunu (velâyeti), insanlara karşı
sorumluluklarını yerine getirip lüzumsuz münâsebetlerden kaçınmak da verâyı
tamamlar. Son olarak İbn Meşîş Şâzilî’ye sık sık şöyle duâ etmesini öğütler:
“Yâ Rabbî, beni
insanların hatırlamasından ve meşhur olmaktan koru. Onların şerrinden muhâfaza
et. Beni insanlardan gelecek hayırlara mukabil senden gelen hayırlarla müstağni
kıl. Onların arasında iken bana özel velîlik yap. Çünkü sen her şeye kâdirsin.”[369]
Görülen
o ki İbn Meşîş, Şâzilî’nin insanlarla ilişkisi üzerinde çok durmuştur.
Münâsebetlerin seviye ve dengesinin ne olacağını belirtmiştir. Bunun sebebi,
kendisinin insanlardan uzak yaşamasına mukâbil, müridini toplum içinde irşâd
ve tebliğ görevine hazırlıyor olmasından kaynaklanır.
Elimizdeki
bilgilere göre İbn Meşîş’in hilâfet verdiği tek müridi vardır. O da Ebu’l-Hasan
Şâzilî’dir.[370] Âdetâ İbn
Meşîş sırf Şâzilî’yi yetiştirmek için görevlendirilmiş bir şeyhtir. Buna
karşılık Şâzilî’nin ise müridi çoktur. İbn Meşîş’in aksine Şâzile beldesinden
sonraki hayatı hep toplum içinde geçmiştir. Halk ile içli-dışlı olmuştur.
Şâzilî’nin toplum içinde hizmet vermek için yetiştirildiğini düşünürsek,
şeyhinin daha müridliği döneminde ona insanlarla kurulacak ilişkilerin
ölçülerini öğretmesi normaldir.
Bu
görevlendirmenin ne zaman vukû bulduğuna gelince şunu söyleyebiliriz:
Ebu’l-Hasan Şâzilî şeyhinden Şâzile beldesine gitme emrini aldığı sırada İbn
Meşîş sağ idi. O’nun ölümü hakkında kaynaklarda verilen târihler, 622/1224 ile
625/1228 arasında değişmektedir.[371]’5 Şâzilî’nin
618/1221 yılındaki Irak seyahatinden sonra İbn Meşîş’e intisâb ettiğini
biliyoruz. Muhtemelen bu da en erken 619/1222 yılına tekabül eder. Şeyh İbn
Meşîş, sülûkunu tamamlayan Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi, Şâzile’ye bizzat kendisi
göndermek istediğine göre, onu vefatından bir süre evvel gözetiminden ayırdığı
anlaşılmaktadır. İbn Meşîş’in 622/1224 ile 625/1227 yılları arasında vefat
ettiği rivâyet edilir.[372] Bu açıdan şeyhinin
Şâzilî’ye de bu yıllar arasında irşâd izni verdiği söylenebilir.
Netice
olarak bu verilerden hareketle, Şâzilî’nin çok sıkı bir seyr u sülûke tâbi’
tutularak üç ya da en fazla beş sene gibi kısa bir sürede hilâfet alacak
seviyeye yükseldiğini görmekteyiz. Ancak Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye her ne kadar
irşâd için hilâfet izni verilmiş ise de, olgun bir kâmil-i mürşîd sıfatı ile
irşâda başlayacağı asıl yer, şeyhi İbn Meşîş tarafından Şâzile ve Tunus’tan
sonra gideceği Mısır olarak belirlenmiştir.
D- ŞEYHLİĞİ
1- Seyahatleri
ve Yaşadığı Yerler
a- Şâzile Hayâtı
Bir önceki
başlık altında yaptığımız hesaplara göre Ebu’l-Hasan Şâzilî, 622/1224 ile
624/1226 yılları arasında şeyhi İbn Meşîş’in emrine uyarak Şâzile’ye gitmek
için onun yanından ayrıldı. Yolculuk sırasında güzergah üzerinde bulunan
Tunus’a da uğradı. Çünkü Şâzile, Tunus yakınlarında bir beldedir.[373] Tunus’da
karşılaştığı Şâzileli bir oduncu ile[374] Şâzile’ye gitti.[375]
Burada Şeyh
Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi, Şâzile ahâlisinden muttaki bir zât olan Ebû Muhammed
Abdullah b. Selâme el-Habîbî (ö.?) karşıladı.[376] Aynı zamanda bu zât Şâzilî’ye
intisâb ederek ilk müridi olma şerefine erişti.[377]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, daha iyi ibâdet ve mücâhedede bulunmak için Şâzile’de yerleşim birimi
içinde ikâmet etme yerine, müridi Habîbî ile birlikte yakındaki Zağvân dağında[378] uzlete
çekilmeyi tercih etti. İntisâbından sonra Şâzilî Mısır’a yer- leşinceye kadar
yanından ayrılmamaya özen gösteren Habîbî, şeyhi ile birlikte uzun bir süre[379] Zağvân
dağının başındaki mağarada yaşadıklarını, berâberce çok sıkı bir riyâzat
yaptıklarını ve erbaîn çıkardıklarım belirtir.[380]
Ayrıca
kaynaklarda nakledildiğine göre yine Habîbî bize, riyâzat esnâsında günlerce aç
kaldıklarını,[381] yer yer
ağaç kabuğu ve ot yemekle iktifa ettiklerini, bu yüzden avurtlarının yara
olduğunu, su çıkması imkansız görülen mağaranın önünde Allah’ın lütfuyla tatlı
su kaynağı oluştuğunu, açlıklarını yatıştırmak için bu sudan içtiklerini,
Şâzilî’nin ruhanilerle konuştuğunu[382] ve zikrederken ne tarafa
sallanırsa dağın o tarafa meylettiğini haber veriyor.[383]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin kalp gözünün önündeki perdelerin açılması için, günlerce ibâdetle
meşgul olup Rabbine tazarrû ve niyazda bulunduğu Zağvan dağındaki mağarayı
gezen Abdulhalim Mahmûd (ö. 1978), burayı bize şöyle tanıtıyor:
“Mağaranın girişi
bir grup insanı içine alacak genişlikte. Ancak içerde ilerledikçe mağara
daralıyor. En son kısmı ise, yalnız bir kişinin sığabileceği genişliğe sahip.
Mağarada, Ebu’l-Hasan’m ibadet ettiği bu son kısma kadar gittim. Gönlümün
huzurla dolduğunu hissettim. İçimi-dışımı sükûnet sardı. Zihnim eşine az
rastlanacak bir şekilde duruldu.”[384]
Sonuç olarak
inzivâya çekilmekle birlikte kapısı gelen herkese açık olduğu anlaşılan[385] Şâzilî’nin
Zağvân dağında yaşaması, etrafına bir takım gâfıl ve parazit insanların
üşüşmesini engelledi. Çevresinde samîmi bir kadronun oluşmasını sağladı. İbâdet
ve riyâzet ile geçen Şâzile hayatının ona kazandırdığı en mühim fayda, kalbinin
seçkinleşmesi, rûhunun cilâlanması ve mâneviyât derecesinin daha da yükselmesidir.
Bu açıdan Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin Zağvân dağındaki hayatı, Hz. Peygamber
Efendimizin peygemberlikten önce Cenâb-ı Hakka daha yakın olabilmek için sırf
ibâdet amacıyla çıktığı Hira dağındaki hayatına benzemektedir.[386]
Ebu’l-Hasan
Ali’nin “Şâzilî” ünvânı yanlış teleffuz edildiği için, bu konuyu müstakil
başlık altında incelemeyi uygun bulduk. Türkiye’de bu ünvân, galat-ı meş- hûr
olarak daha çok zel harfinin fethasıyla “Şâzelî” şeklinde teleffuz edilmekte ve
kendi adına izâfe edilen tarikat da “Şâzeliyye Tarikatı” diye bilinmektedir.
Arapça konuşulan yerlerde ve özellikle de Kuzey Afrika da ise, Ebu’l-Hasan
Ali’ye çoğunlukla “Şâzülî” dendiği, buna bağlı olarak kurucusu bulunduğu
tarikata da “Şâzüliyye Tarikatı” isminin verildiği nakledilmektedir.[387]
Cemâleddin
Server Revnakoğlu, Türkiye’de yaygın olan “Şâzeliyye” şeklindeki telaffuzun
yanlışlığına dikkat çekerek, muhtemelen araplar arasında daha çok kullanılan
telaffuz tarzından hareketle, “Şâzeliyye”nin esâsında “Şâzüliyye” diye okunması
gerektiğini savunur.[388] Ancak
burada şunu belirtmekte yarar var: Araplar arasında yaygın olan bu teleffiız
şeklinin tek ve doğru bir telaffuz şekli olduğu kesin değildir. Zîrâ bu
teleffuz şeklinde, bir beldeye nisbeten ziyâde, şeyhin kendisine niçin Şâzilî dendiğine
dair anlattığı bir hadisenin etkisi vardır. Kaynaklarda belirttiğine göre
Şâzilî bu konuda şunları söyler:
“Şâzileli
olmadığım halde, halk beni bu beldeye nisbet ederek Şâzilî ünvânıyla çağırmaya
başladı. Tunus’a gitmek için Şâzile’den ayrılacağım sırada:
“-Yâ
Rabbi, ben Şâzileli olmadığım halde bana neden Şâzilî ismini verdin?” diye
kalbimden bir soru geçirdim.
Bunun
üzerine:
“-Yâ
Ali, ben seni Şâzilî diye isimlendirmedim. Ancak sen Şâzzülî’ sin[389]” denildi.”[390]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin anlattıklarında en önemli nokta, niçin Şâzile beldesine nisbetle
isimlendirildiğini sormasıdır. Dolayısıyla buradan hareketle onun ünvânının
beldenin ismine bağlı olarak verildiği anlaşılıyor. Nitekim Şeyhi İbn Meşîş de,
onun Şâzile beldesine gitmesini istemiş, Cenâb-ı Hakk tarafından bu beldeye
mensûbi- yetle anılmasının takdir edilmiş olabileceğini belirtmiştir.[391] Konuya bu
açıdan bakılınca Ebu’l-Hasan Ali’nin ünvânmı, Araplar arasında yaygın olduğu
gibi “Şâzülî” veya “Şâzzüleklinde telaffuz etmenin yanlışlığı ortaya
çıkıyor. Çünkü Allah için yalnız kalma manasına gelen[392] Şâzzülî kelimesi, olsa olsa
halvetin yaşandığı beldenin ismi ile mâsivâdan uzaklaşarak Allah’a yaklaşma
konusunda gösterilen gayretin benzerliğinden doğan ilham kaynaklı edebî ve
izâfî bir terim olabilir. Ebu’l-Hasan Ali’ye ünvân olamaz. Bu nedenle biz, İlmî
usul açısından Ebu’l-Hasan’m ünvânının doğru teleffuzunu, ancak mezkûr beldenin
isminden hareketle bulabiliriz.
Kâmus’da
belirtildiğine göre söz konusu beldenin ismi, sonuna kapalı “te” veya “he”
harfi ilâve edilmiş “şâzil” kelimesinden gelmektedir. Şâzil, “sâhib” veznin-
dedir. Dolayısıyla sonuna kapalı “te” veya “he” harfi ilâve edilince bu
beldenin ismi “Şâzile” olur. Buraya mensûb olana da “Şâzilî” denir.[393] Muhammed
Zâfir el- Medenî de Kâmus’da verilen bu bilgilerin sıhhatini te’yid etmektedir.[394]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin kerâmetleri ilk defa Şâzile’de zuhûr ettiği gibi, tasavvu- fî manâda
şeyh sıfatıyla irşâd ve tebliğe de ilk defa yine bu beldede başlamıştır. Bundan
dolayı el-İskenderî, Şâzile beldesinin Ebu’l-Hasan’m mebde-i zuhûr mekânı
olduğunu ve buraya mensûb kabul edildiğini belirtmektedir.[395]
Netice
olarak Ebu’l-Hasan Ali’ye, “Şâzile beldesine nisbetle Şâzilî ünvânı verilmiş
ve bu ünvân ile meşhur olmuştur.”[396] demek en doğru görüş olsa
gerektir.
Tasavvuf ve
tarîkatler tarihine baktığımızda, irşâd ve tebliğe ehliyetli kâmil bir şeyh
olabilmek için iki önemli devreden geçmek gerektiğini görürüz. Bunlardan
birincisi, kalb ve rûhu olgunlaştıran hazırlık ve idman dönemidir. Esâsı, seyr
u sülük denilen mânevi bir yolculuğa dayanır. İkincisi de hazırlık safhasından
fi’liyâta geçme ve aldığını diğer insanlara verme dönemidir. Bu dönemin esâsı
da, kazanılan tecrübeleri ve elde edilen birikimleri diğer insanlara aktararak başkalarını
yetiştirmeye yönelmektir. Kendi içinde şeyhlikten başlayıp kutupluğa kadar
çeşitli basamakları bulunan bir yoldur.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, yukarıda belirttiğimiz devrelerden birincisini, önce şer’i i- limleri
öğrenerek, sonra şeyhinin huzûrunda seyr u sülûkunu yaparak tamamlamıştı.
Şâzile beldesinde iken de ikinci devrenin basamaklarında ilerlemeye başladı. Bu
sırada aldığı bir takım mânevî işâretler, onu, halk içinde irşâd ve tebliğ için
Şâzile’den ayrılması gerektiği sonucuna götürdü.[397] Bunun için Zağvân dağındaki
mağaradan inerek Tunus’a gitti.[398]
Şâzilî daha önce
çocuk denecek yaşta tahsil için geldiği Tunus’a, bu sefer en az otuzdört veya
otuzbeş yaşlarında iken zâhirî ilimlere ilâve olarak bâtınî ilimleri de tahsil
etmiş bir mürşîd sıfatıyla tekrar geliyordu.
Kaynaklarda belirtildildiğine
göre, Şâzilî Tunus’a geldiğinde burada Hafsî hü- kümdân Ebû Zekeriyâ el-Hafsî
(ö. 647/1249) sultan idi.[399] Tarihçiler,
aynı zamanda Hafsî Devleti’nin kurucusu da olan Ebû Zekeriyâ’nm 626/1229
yılında Kayvaran’dan Tunus’a gelerek burayı merkez yaptığını haber veriyorlar.[400] Buna göre
Şâzilî’nin 626/1229 yılından sonraki bir tarihte Tunus’a geldiği anlaşılıyor.
Ayrıca bu tarihler bize üst sınır için kesin bir bilgi vermese de, Şâzilî’nin
en az dört yıl kadar Şâzile’de kaldığını gösteriyor.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, Şâzile’den
Tunus’a geldiği sırada Bulâd Mescidi’nin kıble istikametinde,[401] şehrin
Kayseriyye kapısı üzerinde bulunan[402] bir evde ikâmet ediyordu.[403] Buradayken
kısa bir süre içinde ilim ve Fazîlet sahibi mühim zâtlar[404] ile birlikte halk, Şâzilî’den
istifade etmek için etrafında toplanmaya başladı. Gün geçtikçe ders ve
sohbetlerine katılanlar artıyor, çevresindeki insanların sayısı çoğalıyordu.[405] Halk
nezdinde Şâzilî’nin itibârının yükselmesi, resmî olarak devletin kâ- dı’l-kudâtlık
vazifesini yürüten[406] Mâlikî
fakihi Ebu’l-Kâsım İbn Berrâ (580- 677/1184-1278)’yı[407] rahatsız etti.
İbn Berrâ’nın, ortada hiç bir şey
yokken makamımı elimden alacak endişesi ile Şâzilî’ye karşı kıskançlık
duygusuna kapıldığı anlaşılıyor.[408] Zîrâ kendisini garantiye
almak için, devlet başkanıyla Şâzilî’yi karşı karşıya getirecek bir senaryo
ürettiği[409] ve
Hafsî Sultânı Ebû Zekeriyâ’ya, “Bu şahsın sultanlıkta gözü var. Halkı sana
karşı kışkırtmak üzere hazırlık yapıyor.” dediği kaydedilmektedir.[410] İbn Berrâ’nın
iftira dolu bu iddiasını güçlendirmek için Şâzilî’nin nesebini delil olarak
kullandığını görüyoruz.[411] Çünkü uzun
bir süre her mahfilde Şâzilî’nin dedelerinin İdrîsî sultânı olduklarını,
İdrîsîler’in Ali soyundan geldikleri için Fatımîlerle yakınlıkları bulunduğunu
ve Şâzilî’nin de tekrar Fâtımî saltanatı kurma peşinde koştuğunu dile getirmesi[412] bizi bu sonuca
götürüyor.
Sultan
Ebû Zekeriya durumu tesbît için düzenlettiği İlmî bir münâzarada sütre
arkasından Şâzilî’nin zâhirî ve bâtınî ilimlere vukûfıyetine şâhid oldu ise de;
İbn Berrâ’nın ithamlarının etkisinden kurtulamadı.[413] Halk ile irtibatım kesmek için
Şâzilî’yi bir eve hapsettirdi.[414] Böylece
şeyh İbn Meşîş’in, daha önceden başına gelecek sıkıntılara dair mürîdi
Şâzilî’ye verdiği haber tahakkuk etmiş oldu. Kısa bir süre sonra sultan, kendi
kardeşinin ikazları ve başına gelen bazı musibetlerden çıkardığı mânevî
işâretler[415] sonucu,
Şâzilî’ye karşı haksızlık yaptığım anlayarak onu serbest bıraktı.[416] Hatta
sultanın kardeşi, sultan adına Şâzilî’ye gelerek, “Efendim, Allah’a yemin
ederim ki, kardeşim senin kadrini bilmiyor. Onu affet.” diyerek özür diledi.[417]
îbn
Berrâ ise Şâzilî’nin serbest kalmasını hazmedemedi. Çeşitli entrikalarla onu
ta’cîz etmeyi sürdürdü. Bize ulaşan nakillere baktığınızda, İbn Berrâ’daki kin
ve hasedin, Şâzilî’nin verdiği selâmı almayacak kadar aşın olduğu anlaşılıyor.[418]
Tunus’da
kaldığı süre içinde gün geçtikçe mürîdi ve talebeleri çoğalan Şâzilî’ye,
zamanla Sultan Ebû Zekeriyâ’nın da hürmeti arttı. Öyleki, Şâzilî’yi kendi
memleketi için bir bereket vesîlesi ve bir paratoner gibi görmeye başladı.
Hatta, Şâzilî hacca gitmek için evini satarak mevsiminden önce hazırlık yapmaya
başlayınca, [419] durumdan
haberdar olan Sultan Ebû Zekeriyâ, onun hacca gitmesine müsade etmek istemedi.
Bunun iki sebebi olduğu anlaşılıyor: Birincisi, sultan ile ilişkileri çok iyi
olduğu için, sultanın, Şâzilî tekrar geri gelmez ise bir dost kaybedebilirim
endişesi. İkincisi de yine sultanın, Şâzilî’ye yeterince iyi davranamadıkla-
rından dolayı, Allah’ın velî bir kulunun memleketlerinden ğayr-ı memnûn
ayrıldığını zannedip arkasından başlarına helâk edici musibetlerin
gelebileceğini düşünmesidir. Ancak Şâzilî, hacca gidip tekrar geri döneceğine
dair söz verince Ebû Zekeriyâ el-Hafsî rahatlar ve Şâzilî’nin hacca gitme
isteğini olumlu karşılar.[420]
Bu gelişmelerin
arkasından hazırlıklarını tamamlayan Şâzilî, mürîdlerinden bazılarını da
yanına alarak hacca gitti. [421] Bir süre
hacc yolu üzerindeki Mısır’da kalmayı düşündüğü için Tunus’dan erken ayrıldı.[422]'16
Ancak hacc
yolculuğu sırasında da yine îbn Berrâ’nın onu rahat bırakmadığı anlaşılıyor.
Zîra kaynakların belirttiğine göre, Şâzilî Mısır’a varmadan önce îbn Berrâ,
Fâtımîler’e karşı hassasiyeti bulunan Mısır Sultânına bir mektup ulaştırır.
Mektupta Şâzilî’nin Fâtımîlerle ilişkisi olduğu, bunun için Tunus’da
karışıklıklar çıkardığı ve hacc yolculuğu bahanesiyle Mısır’da da aynı şeyleri
deneyebileceği yazılıdır.[423]
Hacca gitme
niyetiyle yola çıkan Şâzilî, önce Mısır’ın İskenderiyye şehrine uğradı. Burada
iken îbn Berrâ’nın iftiraları yüzünden sultanın emriyle vâli tarafından göz
hapsine alındı.[424] Şehrin
meskun mahalli dışına çıkmasına izin verilmeyince, vaktinin çoğunu ders ve
sohbet meclisi akdederek geçirmeye başladı. Bu sırada etrafına ülemâdan ve
halktan bir çok insan toplandı. Böylece kısa zaman içinde ilmi ve ameli ile
İskenderiye’deki bütün çevrelerin takdirini kazanan Şâzilî,[425] bir yolunu bulup[426] sultanla
görüşmek için Kahire’ye gitti. Görüşme esnasında geçen olağan ve olağanüstü bir
takım hadiseler[427] karşısında
sultan, îbn Berrâ’nın Şâzile’ye tuzak kurduğunu hissetti. Şâzile’den özür
dileyerek ona çeşitli ikrâm ve ihsânlarda bulundu. Hacca gideceği âna kadar
Şâzilî’yi kendisine yakın tutarak kaldığı kalede ikâmet etmesini sağladı.
Belirtildiğine göre, Şâzilî Mısır’da iken yer yerinden oynadı, buradan hacca
gitti ve sonra Tunus’a geri döndü.[428]
Şâzilî’nin Mısır
üzerinden gerçekleştirdiği bu hacc yolculuğunun tarihini ve bu sıradaki Mısır
sultanını tesbit için yaptığımız araştırmada şu bilgilere ulaştık:
Konumuzla
ilgili bilgi veren bazı kaynaklar, Şâzilî’nin İskenderiye yakınlarına
geldiğinde, buranın mâneviyât büyüklerinden olan Şeyh Ebu’l-Feth el-Vâsıtî’den
izin alarak şehre girdiğini ve o akşam Vâsıtî’nin, ‘Bir takkeye iki baş
sığmaz.” diyerek vefat ettiğini belirtiyorlar.[429] Vâsıtî’mn vefat ettiği tarihe
baktığımızda ise 632/1235 olarak kaydedildiğini görüyoruz.[430] Buna göre, Şâzilî’nin
şeyhliği döneminde Tunus’da iken çıktığı hacc yolculuğunu, 632/1235 senesinde
gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Bu târihde Mısır’a Eyyûbîler hakim idi. Devletin
başında da Melik Kâmil (616-635/1218-1238) vardı.[431]
Hacc ibâdetinden
sonra tekrar geri dönen Şâzilî, Tunus’un Bâbü’l-hadîd semtinde penceresi
vâdiye açılan bir eve yerleşerek[432] burada uzun bir süre daha
irşâd ve tebliğ görevini sürdürdü. Her ne kadar İbn Berrâ’nın hasedinden dolayı
kini ve iftiraları hala devam ediyor olsa da, artık eski etkisini göstermediği
anlaşılıyor.[433] Zîrâ şeyhe
tâbi’ olanların sayısı her geçen gün arttığı gibi, daha sonra bir çok müridi
içinden en önemli halifesi olarak seçeceği Ebu’l-Abbas el-Mursî de bu dönemde
Şâzilî’ye intisâb etmiştir.[434]
Ayrıca
Şâzilî’nin Tunus’da iken bir aralık müridi Mursî ile beraber Kayravan’a
gittikleri ve kadir gecesi dahil ramazan ayının bir bölümünü orada geçirdikleri
kaydedilmektedir.[435]
Şâzilî’nin
hayatının bu safhasını değerlendirmeye tâbî tutacak olursak, şunu söylemek
mümkündür: Şâzilî’nin Şâzile hayâtı şahsının olgunlaşması, Tunus hayâtı da
tarikatının olgunlaşması için kuluçka dönemi mahiyetindedir.
2-
Şâzilî’nin Mısır’a
Yerleşmesi
Şâzilî her ne
kadar Tunus’a geri döndü ise de, şeyhi îbn Meşîş’in kendisine verdiği haber
gereği, burada geçici bir süre için kalacağını biliyordu. Nitekim kaynaklarda
belirtildiğine göre, 640/1243 yılında gerçekleşen Ebu’l-Abbas el- Mursî’nin[436] intisâbmdan
sonra Şâzilî: “Ben Tunus’a sırf bu genç için döndüm.” demiştir.[437]
Bir yandan mürîdlerinin
ve özellikle Mursî’nin yetişmesiyle meşgul olurken,[438] diğer yandan da
Tunus’dan ayrılmak için mânevî izin beklediği anlaşılan Şâzilî, rüyâsında Hz.
Peygamber (s.a.v)’i gördüğünü ve ondan, “Ey Ali, Mısır’a git. Orada kırk
arkadaş göreceksin.” sözü ile irşâd için Mısır’a gitme emri aldığını ifade
eder.[439] [440]
Bu mânevî emirden sonra
hazırlıklarım tamamlayan Şâzilî, yaz mevsimi olmasına rağmen, mürîdlerinden
bazılarını da yamna alarak Mısır’a doğru yola çıktı. Bu yolculuk, zahmetle
rahmetin iç içe girdiği, bir çok kerametin gerçekleştiği bir yolculuk oldu.251
İskenderî’nin naklettiğine göre, Şâzilî ile birlikte Tunus’dan Mısır’a hicret
eden ve ona yol arkadaşlığı yapan mürîdlerinin isimleri şöyle:
Ebu’l-Abbas el-Mursî
(ö. 685/1286), onun kardeşi Cemâleddin, Şâzilî’nin özel hizmetlerini gören[441] Ebu’l-Azâim
Mâzî b. Sultân, el Hâc Muhammed el-Kurtubî, Ebu’l-Hasan Becâvî, Ebû Abdullah
Becâî, Vechânî ve Harrâz.[442]
Bazı kaynaklarda ise
yolculuk esnâsında Şâzilî’nin yanında şeyh Ebû Ali Yûnus b. Semmât ile güzel
sesli bir kâri olan Ebû Abdullah en-Nâsih’in bulunduğu belirtilmektedir.[443] Şâzilî’nin
müridlerinden Mısır’a gelmeyip Mağrib’de kaldıkları kaydedilenler ise,
Ebu’l-Hasan es-Sakalî[444] ve Abdullah
el-Habîbi’dir.[445]
Şâzilî’nin Tunus’dan
ayrılıp Mısır’a yerleşmesinde, mânevî işâretin yanısıra siyâsî istikrarsızlık
ve bunalımların da etkili olduğu anlaşılıyor. Zîrâ o dönemde Endülüs şehirleri
birer birer müslümanların elinden çıkıyordu. Mağrib’de ise Hafsî Sultanı Ebû
Zekeriya Muvahhidler adına hutbe okutmayı bıraktı, kendi adına okutmaya
başladı. Muvahhidlerin emri altındaki diğer kabileler de onu örnek ahp isyân
ettiler. Zeyyânî ve Abdülvâdî gibi küçük devletçikler oluştu. Mezhebler arası
sürtüşmeler gün geçtikçe arttı.[446] Öte yandan hayat
tarzlarındaki kabalığın da etkisiyle Berberî kabîleler arasında huzursuzluklar
baş gösterdi. Öyle ki, sık sık yalancı Peygamberler türedi. îbn Tavâcin[447] adındaki
sihirbaz da, Şâzilî’nin memleketi Gammâra’da Peygamberliğini îlan etti.
Kendisine karşı çıkan Şâzilî’nin şeyhi Abdüsselâm îbn Meşîş’i efsunladığı
taraftarlarına öldürttü (ö. 625/1228).[448] [449]
Bütün bunlar bize o
devirde Mağrib’de sert ve isyanlarla dolu bir atmosferin hâkim olduğunu
göstermektedir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
Mısır’a yerleşmek için Tunus’dan çıktığı yolculuğun, Mursî’nin intisâbından iki
yıl sonra 642/1244 tarihinde gerçekleştiği tesbit edilmiştir.173
Yolculuk sırasında, daha önceden şeyhi îbn Meşîş’in verdiği müjdenin[450] tahakkuk
ettiği ve Şâzilî’nin kutupluk mertebesine ulaştığı kabul edilmektedir.
Şâzilî hakkında bilgi
veren kaynaklara göre, Mısır’da ikâmet eden şeyh Ebu’l- Haccâc el-Uksurî (ö.
642/1244),[451] zamânının
kutbu sayılıyordu. Ebu’l-Hasan Şâzilî Mısır sınırlarına girdiği sırada vefat
etti. Böyle bir anda gerçekleşen vefat olayı, cenâb-ı Hakk’ın Ebu’l-Hasan’ı
onun yerine kutup ta’yin etmesi olarak yorumlandı.[452] Bunun yanısıra Şâzilî’nin,
“Mısır’a geldiğim zaman bana: “Yâ Ali, mihnet ve zahmet günleri bitti, minnet
ve bolluk günleri başladı. Adım adım, karış karış ceddin Hz. Peygamber
(s.a.)’e uy.” diye bir nidâ geldi.”[453] şeklindeki ifadelesi, onun
kutupluğunun tasdikine ve Mısır’a giriş iznine delil olarak gösterilmiştir.[454] Ancak
İskenderî’nin belirttiğine göre Şâzilî kutupluğu kabul etmez, kendisini
Allah’ın bir kölesi sayardı.[455]
Ebu’l-Hasan Şâzilî
Tunus’dan hacca giderken yaptığı gibi, bu sefer de yine önce îskenderiye’ye
geldi ve buraya yerleşti.[456] Bu sırada
Mısır’da Eyyûbî hükümdarı Melik Sâlih Necmeddin (637-647/1240-1249) sultan idi.[457] Melik Sâlih
Necmeddin, İskenderiye’yi çevreleyen surlardan bir burcu, daha sonra
hürriyetinden geleceklere de intikal etmek üzere Şâzilî’ye tahsîs etti.[458] Şâzilî’ye
tahsis edilen bu yeri 715/1315 yılında ziyaret ettiğini bildiren İbn Sabbâğ,
buranın üç kattan oluştuğunu, birinci katın hayvanlara ahır, ikinci katın
mürîdan için kalacak yer ve mescid, en üst katın da Şâzilî’nin âilesi için
ikâmetgâh yapıldığını nakletmektedir.[459]
Şâzilî, İskenderiye’de
bulunduğu sürece her gece yatsı namazlarını mutad olarak buranın ikinci
katındaki mescidde kılardı.[460] Namazdan
sonra da cemaate bir müddet ders verir ve sohbet ederdi. Arkasından halvete
çekilirdi. Bu sohbetlere İskenderiye’nin çevresindeki beldelerden grup grup
insanların gelmesi sağlanır ve bunlar misafir edilirdi.[461] Misafirhane olarak
kullandıkları yer, muhtemelen ikinci katta mürîdlerin kalması için ayrılan
bölüm olsa gerektir. Sonuç olarak bu burçların zaviye gibi kullanıldığı ve
Şâzilîyye Tarîkatı’nın İslâm âlemine yayılmasında bir merkez görevi üstlendiği
anlaşılıyor.[462]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, bir
taraftan tekke haline getirdiği bu burçlarda mürîdlerini eğitirken; diğer
taraftan da İskenderiye’nin Attârin Mescidinde vaazlarıyla halka irşâd ve
tebliğde bulunuyordu.[463]
Şâzilî’nin
İskenderiye’yi merkez edinmekle birlikte devamlı burada kalmadığı anlaşılıyor.
Zîra sık sık Kâhire’ye gittiği, orada âlimlerle sohbet ettiği ve bir çok
insanın irşâdına vesîle olduğu bildiriliyor.[464] Buna ilâve olarak yine irşâd
ve tebliğ için Demenhur, Dimyat ve Mansûra gibi şehirlere gittiği de
nakledilmektedir.[465] Ka- hire’de
iken Kâmiliyye medresesinde[466] ders
verirdi. Şâzilî’nin buradaki ders meclislerine ülemâdan ve fiıkahâdan bir çok
kişinin katıldığı,[467] bunların
şer’î ve tasavvuf! konularda Şâzilî’nin engin bilgisine hayran kaldıkları
belirtilmektedir.[468]
Şâzilî’nin hayatı ile
ilgili verdiğimiz bilgilere bakıldığında onun Mısır’a gitme nedeni daha iyi
anlaşılır. Zîrâ tasavvufa olan ilgisi, tıpkı îbn Arabî gibi ona İbn Meşîş’e
intisâb etmezden evvel, İslâm dünyasının doğusundaki önemli şehirleri
gezdirtmişti. 632/1235 yılında çıktığı hacc seferinde ise bir müddet
İskenderiye ve Kahire’de kalmış, Mısır’ı tanımıştı. Burada Mağrib’deki kadar
bunaltıcı bir havanın olmadığını görmüştü. İki muhit arasındaki farkı
kıyaslayan Şâzilî, doğup büyüdüğü yerlerin hizmetlerine mekan olmayacağını
anlasa gerek. Sorumluluk taşıyan her liderin yapması gerektiği gibi o da
kendisine ve cemaatine daha güvenli bir yer aradı ve İskenderiye’yi seçti.
Endülüs’de ric’atm
başlaması, Mağrib’deki siyâsî bunalımların sonunun gelmemesi ve bu arada İbn
Meşîş’in katledilmesi göz önünde tutulduğunda, Şâzilî’nin Tunus’dan Mısır’a
niye geldiği ve niçin İskenderiye’yi seçtiği daha iyi anlaşılmaktadır.
Gençliğinden itibâren
ömrünün büyük bir kısmını şevkle okumaya adayan Şâzilî, Mısır’da da İlmî
mütâlâalarına devam etti.[469] Devrin
şartları gereği kitaplar el yazması olduğu için her eser her yerde bulunmazdı.
Şâzilî kendini okumaya o kadar vermişti ki, başka şehirlerde bile varlığını
duyduğu yazma eserleri getirtir, inceledikten sonra tekrar geri iâde ederdi.
Nitekim kaynaklardan, Şâzilî’nin Mısır’da iken kitap mübâdelesi konusunda Fakih
Fahreddin Fâtizî ile mektuplaştığını ve bunları getirip-götürmesi için
hizmetçisi Mâzî b. Sultan’ı görevlendirdiğini öğreniyoruz.[470]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
İlmî araştırmalar konusundaki gayreti o kadar fazla idi ki, çok çalışmaktan
ömrünün son yıllarında ağır bir göz hastalığına yakalandı. Gözü devamlı
sulanmaya başladı[471] ve bir süre
sonra a’mâ oldu.[472] Şâzilî
kendisi, gözlerini kaybettiğini mürîdi Ebu’l-Abbas el-Mursî’ye, “Ey
Ebu’l-Abbas! Basarım basirete dönüştü. Bu sebeble külliyyen mubassır oldum.”
sözü ile anlatmıştır.[473]
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
a’mâ olma nedenini, maddî hastalıklardan ziyâde mânevi sebeblere bağlar. Mânevi
sebep olarak da şu olayı nakleder:
“Seyahatlanmm birinde
Allah dostu bazı insanlarla karşılaştım. Onlardan birine tevhîd konusunda bir
söz söyledim. Adam sözlerimi duyunca bağırdı ve öldü.
Bunun üzerine bana: “Ey Ali! Bunu niçin
yaptın? Seni gözünü alarak cezalandıracağız.” denildi.”[474]
Şâzilî bu hadiseyi,
“Tevhîd konusunda o adama söylediklerim, onun algılama ve hazmetme
kapasitesinin çok üstünde olduğundan nefesi tıkandı, çatladı ve öldü.” diyerek
açıklarken; kendisi bu olaydan hemen sonra göz hastalığına yakalandığı için,
a’mâ olmasını da adama anlayış seviyesinin üstünde konuşmasının mânevî cezası
olarak yorumlamıştır.[475]
Burada bir hususu
belirtmekte yarar görüyorum. Şâzilî’nin hayatı hakkında bilgi veren batılı
müelliflerden bazıları, onun genç yaşta a’mâ olduktan sonra ilim tahsil edemez
duruma düştüğünü, bundan dolayı bunalıma girdiğini ve bunalımdan kurtulmak için
tasavvufa yöneldiğini belirtmişlerdir.[476] Bu tamamen yanlış bir
tesbittir. Zîrâ bu görüşün arkasından Şâzilî’nin zaruretler neticesinde
tasavvufa yöneldiği veya tasavvufa âciz insanların ilgi duyduğu gibi yanlış
çıkarımlar yapılabilir. Bu tür ihtimallere meydan vermemek için konuya netlik
kazandırmalıyız.
Bize göre Şâzilî
gençliğinde değil, âhir ömründe gözlerini kaybetmiştir. Zîrâ biz onun 642/1244
yılında Mısır’a geldiğinde sağlam olduğunu biliyoruz. Eğer Mısır’a ilk geldiği
yıllarda gözleri kör olsa idi, Fahreddin Fâtizî’ye bizzat kendisi mektup
yazamaz, kitap okuyamaz ve gerek medreselerde gerekse başka mahfillerde
sağlıklı ders veremezdi.
Şâzilî hakkında eser
veren günümüz müelliflerinden Ahmed Demîka, detaya girmeden şeyhin gözlerinin
646/1248 yılında görmemeye başladığını kaydetmektedir.[477]
Detaya indiğimizde bu
tarihin eldeki veriler çerçevesinde yapılacak tahminî hesaba yakın olduğunu
görüyoruz. Çünkü Şâzilî, “Basarım basirete dönüştü.” sözünü söylediğinde, Mursî
kendisinin otuz yaşında olduğunu belirtiyor.[478] Mursî’nin doğum yılı
616/1219 olarak kaydedilmektedir.[479] Otuz yıl sonrası 646/1248
yılıdır. Ayrıca îskenderî’nin belirttiğine göre Şâzilî, Mısır’da iken haçlılara
karşı yapılan Mansûra savaşına katılmıştır.[480] Bu sırada Şâzilî a’mâ idi.[481] Bu savaş
647-648/1249- 1250 yıllan arasında yapılmıştır.[482] Dolayısıyla bu savaş
sırasında gözleri görmüyor olduğuna göre, Şâzilî görme yeteneğini 647/1249
yılından önce kaybetmiş demektir. Bu da Mursî’nin otuz yaşına tekâbül eden
646/1248 senesine denk düşer. Nitekim Ali Salim Ammâr da, Şâzilî’nin Mısır’a
yerleştikten dört sene sonra kör olduğunu belirtmektedir.[483]
4-
Fizikî Görünüşü ve
Hayat Tarzı
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
hilyesi hakkında bilgi veren kaynaklar, onun uzuz boylu, zayıf, ince yüzlü ve
hafif esmer tenli bir fiziğe sahip olduğunu belirtiyorlar. Ayrıca el
parmaklarının uzun olduğu, kusursuz bir vücûda sâhip bulunduğu ve onu ilk
görenlerin kendisini Mağribli değil de Hicazlı zannettikleri kaydedilmektedir.
Yine aynı kaynaklar
tarafından nakledildiğine göre Şâzilî, tatlı dilli, çok güzel ve fasih bir
konuşmaya sahip idi. Konuşurken kendisini dinleyenler ona hayran kalırlardı.[484]
Ebu’l-Hasan Şâzilî
güzel ve temiz giyinir, yumuşak elbiseleri tercih ederdi.[485] Bunda, onun zühd anlayışı[486] ile “Elbisesini temiz tut.”[487] ayetinden
çıkardığı zâhirî yorum[488] etkili olsa
gerektir. Çünkü ona göre elbise, bir kişi hakkında karşısındakine bilgi veren
en iyi göstergedir. Sahibinin içini dışına yansıtır.[489] Bir taraftan müslümanların
mescidlere giderken temiz ve güzel elbiseler giymeleri istenirken, diğer
taraftan Muhammed ümmetine tüm yeryüzü mescit kılınmıştır. Bu sebeple her yer
mescit hükmünde olduğu için, Şâzilî nereye giderse gitsin sürekli temiz ve
güzel elbiseler giymiştir.[490]
Diğer taraftan
Şâzilî’nin yiyecek-içecek konusunda Allah’ın nimetleri arasında fark
gözetmediği,[491] fakat güzel
yemekleri sevdiği ve soğuk su içmekten hoşlandığı kaydedilmektedir. Zîrâ ona
göre şükrünü eda ettikten sonra, yumuşak elbise giymek, nefis yemekler yemek
ve soğuk su içmek Allah’ın kınamasını gerektirecek şeyler değildir.[492]
Ebu’l-Hasan Şâzilî
binek konusunda da hassas idi. Her hayvana binmez, asil atları seçerdi. Kendisi
iyi bir biniciydi ve binince insanı sarsıp yormayan bir atı vardı.[493]
Yeme, içme, giyme ve
gezme gibi dünyaya ait mübah davranışlarda Şâzilî’nin tatbik ettiği ve herkese
hatırlattığı kural, onun, “Allah’ı bil ve tam da nasıl istersen öyle ol.”[494] sözünde
gizlidir. Zîrâ mühim olan kulun dünyaya ve nimetlerine hakim olması ve onlara
hükmetmesidir. Allah, kuluna verdiği nimetlerin eserini kulunun üzerinde görmek
ister.[495] Eğer
faydalamlmaları için verilen bu nimetlere kul hükmetmez, kullanmaz ve onları
biriktirmeye kalkarsa, zamanla o nimetlerin esîri olur. Bu sefer hâkimi olacağı
mal ve mülkün mahkûmu durumuna düşer. Değer verdiği mal, mülk ve evlat gibi
nîmetler kulu istekdikleri gibi yönlendirirler. Dünyayı terkte aşırı gitmek de
aynı sonucu doğurur. Nimetlerin yokluğu insanı kaplar. Duygu ve düşünce gibi
latîfelerini hırsla dünyaya çevirtir.[496] Şâzilî’ye göre dünya ve
içindeki- lerden yararlanmada denge çok önemlidir. Çünkü dünya bir imtihan aracıdır.[497] Hem
güzeldir, süslüdür, çekicidir. Hem de pistir, zehirlidir, mikropludur.[498] Bu sebeble
o, kendisine verilen dünyalık nimetleri kullanmayı bilmeyen insanı, cephede
askerini sevk ve idare edemeyen beceriksiz komutana benzetir. Önemli olan
dünyaya aldanmamaktır. Devletin askeri olduktan sonra verilen görevden korkmak
veya techîzât tedârik ederken bunu gaye haline getirip asıl hedefi unutmak ne
kadar çirkin ise, îman ve zühdü tanıdıktan sonra beni aldatır korkusuyla
dünyayı terketmek veya bunun tam tersi olan rızık endişesi ile dünyaya sarılmak
da aynı derecede çirkindir.[499]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşam tarzına baktığımızda, Allah’ın helal kıldığı dünya nimetlerinden kendisi
yararlandığı gibi, eğer yanında verecek bir şey varsa çevresindeki fakirlere
dağıtarak onları da yararlandırdığını görüyoruz. Çünkü kendisi elindekileri
tasadduk etmekten hoşlamrdı. Tasaddukta bulunmayı mala hükmetmenin en güzel
örneği sayardı. Son derece cömertti. Cimriliği sevmezdi. Çalışkandı ve
tembelliğe çok kızardı. Çevresindekilerin çalışmaktan kaçarak dilenmeye yönelmelerine
karşı çıkar, onları istemekten men ederdi.[500]
Ebu’l-Hasan Şâzilî
hacetini direk Allah’a arzeder, Ondan yardım isterdi.[501] İnsanlara muhtaç olmayı
istemez, ihtiyaçlarını başkasına söylemezdi. Mürîdlerinden de aym hassasiyeti
beklerdi.[502] Genellikle
kendi işlerini kensisi görürdü. Gücünün yetmediği kısmı da Allah’a havale
ederdi. Ancak a’mâ olduktan sonra bazı işlerini yapamaz duruma düştü. Bu sırada
Şâzilî’ye müridi Ebu’l-Azâim Mâzî b. Sultân yardım edip, çeşitli hizmetlerini
gördü. Bundan dolayı Mâzî, Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin hizmetçisi olarak
tanınmıştır.[503]
Bazı müelliflere göre
Şâzilî ve mürîdlerinin yaşam tarzında, “Ey Muhammed, de ki: Allah’ın kulları
için yarattığı zînet ve temiz azıkları kim haram kıldı? Bunlar dünya hayatında
inananlarındır, kıyâmet gününde ise zaten yalnız onlara aittir.”[504] âyeti
ölçü olmuştur. Bu âyet ışığında hareket ettikleri için şâir insanlardan farksız
gibi görülen davranışlarında bile zühde engel olacak bir durum yoktur.[505]
5-
Sosyal Yönü ve
İnsanlarla İlişkileri
Şâzilî’nin hayâtından
bahseden kaynaklar, onun sosyal hayat ile içli-dışlı olduğunu belirtiyorlar.[506] Çünkü
bulunduğu yerlerde devlet sultanları, ülemâ, meşâyıh ve halk ile iç içe yaşadı.
Henüz daha genç bir şeyh iken devlet başkanlanyla olumsuz başlayan ilişkileri,
zamanla gelişti. Öyle ki, gerek Hafsî Sultanı Ebû Zekeriyâ’nın gerekse Eyyûbî
hükümdârı Melik Kâmil’in, Şâzilî’ye yakın olmayı bereket vesilesi gördükleri ve
başlarına gelebilecek kötülüklere karşı onun paratoner olduğunu düşündükleri
kaydedilmektedir.[507]
Şâzilî’nin sosyal
yönünün güçlü olduğunu gösteren örneklerden bazıları şunlardır:
İskenderiye’ye 632/1235
yılındaki ilk gelişinde, vâlinin keyfi uygulamalarından dolayı halkın ağır
vergi yükü altında ezildiğini gördü. Halkı vâlinin keyfi uygulamalarından
kurtarmak için kabile reislerini organize ederek bir heyet oluşturdu.
İskenderiyeden çıkması yasak olduğu halde reislerden oluşan heyetin içine
gizlenerek onlarla berâber Kahireye Melik Kâmil’in huzuruna gitti. Heyet adına
sözcü olup sultan ile konuşarak tavassutta bulundu. Kaynakların belirttiklerine
göre Ebu’l- Hasan Şâzilî’nin bu konudaki tavassutu sonuç verdi. Sultan,
İskenderiye vâlisine derhal bir mektup yazarak keyfi uygulamaları durdurmasını
istedi.[508]
Ayrıca Şâzilî’nin
kadılık makamından burs alan bir öğrencinin bursunun yükseltilmesi için
şefaatçi olması, onun sosyal hizmetlerde ne kadar aktif olduğunu gösteren en
mühim kanıtlardan birisidir: Bir talebe Şâzilî’ye gelerek aldığı bursun
yetmediğini belirtir ve ondan bursunun arttırılması için ilgili makama ricada
bulunmasını ister. Bu isteği reddetmeyen Şâzilî, devrin kadısı Tâceddin b. bintü’l-Eazz’a
gider. Mezkur talebenin bursunun on dirhem arttırılmasını ister. Kadı Tâceddin,
kurumun harcama ve sair giderlerini sayar. Az da olsa bir çok kişiye yardım yaptıklarını
bahane ederek bu talebenin bursunu arttırmaya yanaşmaz. Bunun üzerine Şâzilî
kadıya şu sözleri söyler:
“-Azar azar bir çok
kimseye veriyorsunuz ama verdiğiniz hiç kimsenin ihtiyacını gidermiyor. On
dirhem bir mü’mine çok gelmez, sen onu arttır. Zîrâ Allah bir mü’mini cennetine
koyduktan sonra ona nimetlerini parça parça, taksit taksit tattırmaz. Vech-i
Kerîmini nazar etme dahil nimetlerini toptan verir. Kul arzuladığı her şeyde
itminana erer.”
Bu sözleri duyan kadı
Tâceddin talebenin bursunu arttırır.[509]
Burada Abdulhalîm
Mahmûd’un İskenderî’den naklettiği şu hususu özetle belirtmekte fayda var:
Şâzilî’ye hayırlı bir işe aracılık yapması teklif edilince o, Allah’a dua
etmeden yola çıkmazdı. Allah’dan kendisini başkalarının hayrı için istih- dâm
etmesini ve tavassutunun nefsine pay beklentisi getirmemesini isterdi. Yola
çıkarken de muhâcirlerin Mekke’den Medine’ye doğru hicret maksadıyla yola çıkışlarını
düşünür, aynen onlar gibi sırf Allah rızâsı için yola düşmeye özen gösterirdi.
Başkalarının işini görmeyi “Allah merhamet sahiplerine merhamet eder. Siz yer-
yüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” hadisi
doğrultusunda yapılan bir hareket olarak yorumlardı.[510]
Atâullah Îskenderî’nin
belittiğine göre Şâzilî, devlet nezdinde vatandaşlar adına yaptığı
tavassutlarda etnik farklılık gözetmez, herkese eşit yardımlarda bulunurdu.
İskenderiye’de insanların gözünü sürme ve benzeri nebâtı ilaçlarla tedâvî edip
pansuman yapan yahudî asıllı bir göz doktoru vardı. Şâzilî gözünü tedâvî
etmesi için onu çağırdı. Göz doktoru Şâzilî’nin yanma gelerek, çalışması Kâhire’deki
baştabibce yasaklandığı için kendisi muâyene edemeyeceğini bildirdi. Bu duruma
kızan Şâzilî, hemen bineğini hazırlatıp ertesi gün Kâhire’ye gitti. Baştabibden
yahudî asıllı göz doktoru için yazılı çalışma izni çıkarttı. Hastalar
beklemesin diye bir gece bile Kâhire’de kalmadan hemen İskenderiye’ye geri
döndü. Çalışma ruhsatını doktora ulaştırınca, doktor, bu davranışı karşısında
Şâzilî’ye hayran kalmış ve teşekkür etmiştir.[511]
îskenderî’nin bir başka
kaydından öğrendiğimize göre Ebu’l-Hasan Şâzilî, a’mâ ve yaşlı olmasına rağmen
mürîdleriyle birlikte Mansûra muhârebesine katılmıştır.[512] Bu olay, Şâzilî’nin içtimâî
yönünü gösteren en güzel delillerden birisidir. Mansûra muharebesi, Fransız
kralı IX. Lui’nin komutasındaki haçlılara karşı 647- 648/1249-1250 yılları
arasında yapılmıştır.[513] Tasavvuf
tarihçileri, Şâzilî’nin mürîdleri ile birlikte bu savaşa katılmasını, din ve
vatanın korunması için sûfîlerin insanları cihada teşvik etmesi açısından
önemli saymışlardır.[514]
Şâzilî’nin kendisine
ait şu sözleri, anlattıklarımızı desteklemektedir: ‘"Ben Mansûra’da
bulundum. Zilhiccenin sekizinci gecesi idi. Her gece yaptığım gibi
müslümanların problemleri ve cephe gerisindeki çeşitli işlerle meşgul oldum.
Sonra melik ve müslümanlara yardım etmesi için Allah’a duâ ve niyazda bulunarak
uyudum. Rüyamda Hz. Peygamber (s.a.)’i gördüm... Konuşmalarından zaferi
müjdelediği yorumuna ulaştım.”[515]
Kendisinden fetvâ
bekleyenleri Mısır müftüsü İzzeddin b. Abdüsselam’a yönlendirmesi ve bizzat
kendisinin korumasız hacca gidebilmek için yine İzzeddin b. Abdüsselam’dan
fetva istemesi,[516] Şâzilî’nin
içtimâi yönünü göstermesi yanısıra, Onun toplum düzeninin korunması açısından
hiyerarşik yapıya verdiği önemi ortaya koyar.
Diğer taraftan, Mısır’a
gelerek yerlilerin topraklarına çadır kuran göçmen Berberi kabileler ile
Mısırlıların arasında çıkan kavgayı yatıştırıp sulhe bağlaması,[517] Şâzilî’nin
geniş halk kitleleri üzerindeki nüfuzunu gösterir.
Ayrıca Münâvî’nin
kaydettiğine göre Şâzilî, önemli günlerde, kandillerde, bayramlarda ve
törenlerde, bu günler topluma yerleşerek canlılığını korusun diye halkın
dikkatini çekecek icraatlarda bulunur ve merâsimlere katılırdı. Toplu halde
ibâdet ve zikir yapar, sadaka dağıtılmasını sağlardı. Merasim günlerinde atına
binerek törenlere katılır, zengin ve fakir bütün halk da onun etrafında
yürürdü. Üzerlerinde bayraklar yükselir, önlerinde kösler çalınırdı.[518]
Şâzilî’nin bu
davranışları, tasavvuf ve tarikat erbâbı hakkında oluşan, “Toplumdan uzak,
halkın dertleriyle ilgilenmeyen münzevî insanlardır.” şeklindeki kanaatin
yanlış olduğunu göstermektedir.
6-
Şâzilî’nin Yaptığı
Manevî Hizmetler
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
hayatına baktığımızda, onun yaptığı işlerin bir topluma yönelik, bir de şahsı
ve âilesine yönelik olmak üzere ikiye ayrıldığını görüyoruz. Kaynaklarda
anlatılanlar tahlîl edildiğinde topluma yönelik hizmetlerinin de ikiye
ayrıldığı görülüyor. Bunlar genellikle sosyal yapı ile alakalı ve biri toplumun
maddî, diğeri ise mânevî yönünü ilgilendiriyor. Şâzilî’nin toplum için yaptığı
maddî hizmetlere, onun sosyal yönünü ve hayat tarzını anlatırken değinmiştik.
Şahsı ve âilesi için yaptıklarını da az sonra “Geçim Kaynağı” başlığı altında
inceleyeceğiz. Bu başlık altında daha çok onun toplumun mânevî yapısını
güçlendirmeye yönelik hizmetlerini ele alacağız.
Şâzilî’nin toplumun
mânevî yapısını güçlendirmeye yönelik hizmetleri, farklı farklı mekanlarda üç
ayn gruba yönelik olduğu için şöyle sınıflandırılabilir:
a-
Umûma açık olan vaazlar,
b-
Müderrislik hizmetleri,
c- Has dairedeki
tasavvuf ve tarikat dersleri
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
umuma açık olarak vaaz yaptığı yerler, Mağrib’de Bulâd[519] ve Kayravan mescidleri,[520] Mısır’da
ise İskenderiye’deki Attârîn mescididir.[521] Şâzilî’nin müderrislik
hizmetlerine gelince, Attârîn mescidinde vaazlarının yanısıra ders verdiği de rivayet
edilmektedir.[522] Ancak bizim
tesbitlerimize göre o- nun okul statüsünde ders verdiği tek yer, Kahire’deki
Kâmiliyye medresesidir.[523] Şâzilî’nin
burada verdiği derslere o dönemde Kahire’de ilim ile meşgul olan pek çok
kişinin katıldığı ve bunların Şâzilî’nin şer’î ilimlerdeki engin bilgisine
hayran kaldıkları kaydedilmektedir.[524]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
a’mâ olduktan sonra da anlatma metodu ile ders vermeye devam ettiğini tesbit
ettik. Şöyle ki: İskenderî’nin Mekînüddîn el-Esmer’den naklettiğine göre Şâzilî
a’mâ iken, herkes bir çadıra tolandığı sırada bir kişi Kuşeyrî Risâlesi’ni
okur, diğerleri dinlerdi. Ebu’l-Hasan Şâzilî de okunan bölümleri şerhederdi.[525]
Şâzilî’nin bu davranışı
bize, tarihte a’mâ olan ülemâ ve meşayıhm ders işleme keyfiyeti hakkında bilgi
vermektedir.
Tasavvuf ve tarîkat
derslerine gelince, Şâzilî’nin bunu vaaz ve irşâd faaliyetlerinden ayrı
tuttuğu, anlaşılıyor. Zîrâ Atâullah İskenderî, “Bir velî kendisini dinleyen her
kişinin şeyhi olamaz. Bir kimsenin şeyhi, ancak ahid karşılığı kendisinden tarikat
aldığı kişidir.” demektedir.[526] Yine
İskenderî şeyhi Ebu’l-Abbas el-Mursî’den naklen, Şâzilî’nin Kahire’de iken
Kâmiliyye medresesinde ders vermenin yanısıra, Zeki es-Sirâc adında bir zâtın
evinde has dairede tasavvuf dersi okuttuğunu belirtiyor. Muhtemelen Şâzilî bu
sırada da a’mâ olsa gerek. Çünkü kendisine Niffezî’nin el-Mevâkıf ve’l-Muhâtabât’ı okunuyor o da
okunanları dinleyerek üzerinde konuşuyordu. Bu mecliste Şâzilî bazen konuşmayı
keser kendi yerine Ebu’l-Abbas el- Mursî’yi konuştururdu.[527]
Bütün bu
anlatılanlardan, Şâzilî’nin umuma açık sohbetlerde ince tasavvuf mevzularından
ziyâde, her kesimin anlayabileceği konuları seçtiği ve daha çok tehzîb-i ahlaka
yöneldiği ortaya çıkıyor. Velâyet, kerâmet ve vücûd gibi tasavvufun özel bahislerini
ise özel meclislerde ele aldığı anlaşılıyor.
Eğitim, öğretim, vaaz,
irşâd ve buna benzer diğer faaliyetleri, yaşadığı yerlerin sultanları
tarafından da hüsnü kabûl gören Şâzilî’nin, bu hizmetleri karşılığında
devletten maaş alıp-almadığı hakkında bir bilgiye rastlamadık.
Tasavvuf tatbîkî bir
ilim olduğundan onu temsil eden şeyh ve mürşîdler, hayatın her yönünde
yaşantıları ile mürîdlerine örnek olmuşlardır.[528] Şeyhlerin çevresindeki
insanlara numûne olması, Hz. Peygamberin sünnetlerindendir. Çünkü Rasûlüllah
her konuda ashabına ve ümmetine güzel bir örnek idi.[529] Rızkını temin etmek için
çalışmak da, Hz. Peygamber ve tarikat pirlerinin çevresindekilere misâl
oldukları hususlardan biridir.[530]
Hz. Peygamber ve
ashabına uymaya özen gösteren Şâzilî, çalışmayı severdi. Tembellikten
hoşlanmazdı. Bundan dolayı olsa gerek, £Her velînin bir örtüsü vardır.
Benim örtümde sebeblere yapışmaktır.”[531] derdi. Müntesiblerini
çalışmaya teşvik eder, dilenmelerini engellerdi.[532] Mursî’nin belirttiğine göre
Şâzilî, en helal rızkın alın teri ile kazanılan rızık olduğu söyler, tekkeye
bağışlanan yiyeceklerin helal olup olmadığını tesbit etmeden talebelerinin
yemesine müsâade etmezdi.[533] Hediye konusunda
da hassas idi. Bu konuda Ebu’l-Abbas el-Mursî başından geçen bir olayı şöyle
anlatıyor:
“-Bir gün şeyhim
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin huzuruna varmıştım. Bana: “Eğer benim arkadaşlarımdan
olmayı arzu ediyorsan, kimseden bir şey isteme.[534] İstemediğin halde sana
birşeyler verilirse de kabul etme.” dedi.
Kendi kendime Hz.
Peygamber (s.a.) Efendimiz bile hediye kabul ederdi. Üstelik “Sen istemeden
bir hediye verlirse kabul et.”[535]
buyurmuşlardı diye düşündüm.
Bu düşünce hatırımdan
geçer geçmez şeyh bana dönerek: “Sen şimdi Rasûlüllah (s.a.)Tn hediye kabul
ettiğini ve istemediğin halde verilirse kabul et buyurduklarını düşünüyorsun.
Halbuki o vahiy ile hareket ederdi. İnsanlara da “Ben sizi sadece vahiy ile
uyarıyorum.”[536] diyerek
tebliğde bulunur ve ona göre davranırdı. Peki, Allah seni vahiy ile uyarıyor
mu? Elbette hayır. Madem hediye alma hususunda Rasûlüllah (s.a.)’e uyuyorsun,
öyleyse hediyeyi alış biçiminde de ona uy. Çünkü Hz. Peygamber hediyeyi sadece
verenin sevap kazanması veya karşılığında başka bir şey vermek için alırdı.
Hâcetini giderme yada nefsini memnun etme niyetiyle almazdı. Eğer sen nefsini
bu derece temizlemiş ve arındırmışsan hediyeyi kabul et, yoksa etme.” dedi.”561
Sûfiler Allah’a ulaşmak
için üst-baş konusunda olduğu gibi, yeme-içme konusunda da temizliğe büyük
önem vermişlerdir. Çünkü bir hadiste peygamberimiz “Allah temizdir ve temizleri
kabul eder.”[537] [538] buyurarak,
Allah’a ulaşmanın yolunun her yönüyle mutlak bir temizlikten geçtiğine işaret
etmiştir. Temizlikte de en fazla dikkat edilecek husus, sâlikin yiyip içtiği
şeylerin temiz olmasıdır. Zîrâ Allah “Ey îmân
edenler, size verdiğimiz temiz rızıklardan yiyiniz.”[539] buyurmaktadır.
Ankaravî’nin belirttiğine göre bu âyet ve hadiste geçen temizden maksat,
içerisinde en ufak şüphe bulunmayan ve helalliği kesin olan azıklardır. Bu
temiz rızkı temin etmenin en güvenilir yolu da aynı zamanda birer peygamber
mesleği olan çiftçilik, marangozluk, terzilik, demircilik gibi el emeği ve alın
teri gerektiren mesleklerden geçer. Çünkü sûfiler el emeği ile kazanılan
rızıklan, ticâret ve şâir yollardan kazanılanlara göre daha sâfî addederler.[540] [541]
Bu sebeble Ebu’l-Hasan
Şâzilî mâişetini çiftçilikten temin ederdi. Kaynaklara baktığımızda onun çaplı
bir şekilde ziraatle uğraştığını ve bu iş için bir kaç öküz beslediğini
görüyoruz. Bizi bu sonuca götüren iki delil var:
1. Şâzilî Tunus’da kalan mürîdlerinden Ali b. Mahlûfa yazdığı
bir mektupta, Mısır’da iken belli bir kamerî ayda çıkmayı mu’tad hale getirdiği
hacc yolculuğuna bir defasında geç kalmasının sebebini şöyle îzah ediyor:
“Adet olduğu üzere yola
çıkmaktan bizi alıkoyan zâhirî sebep, bizim taam işleriyle meşgul olmamızdır.
Arâzîlerden üç yer sürülüp ekildi. İnşallah bir ay veya daha az bir süre içinde
bütün ehlimizle yola çıkacağız.”565
2. Ebu’l-Hasan Şâzilî, hâdiselerin dili olduğunu kabul eder;
kendisine ârız olan kabz, bast ve vecd gibi tasavvufî hallerin nüanslarından
hüküm çıkarırdı. Bu konu ile ilgili anlattığı başından geçen şu hadiseden, onun
çift sürmek için bir kaç öküz beslediğini öğreniyoruz:
“-Bir gece, bana ilham
edilen, “Allah’ım kendi hükmünü, sevgini, Sana kavuşmayı, Senin zâtım,
Rasûlünün zâtım ve Rasûlünün zâtının esrârını;bana kendi nefsimden, ailemden,
çocuklarımdan, malımdan, mülkümden ve bütün insanlardan daha sevimli kıl.”
mealindeki duâ ile duâ ederken vecde gelmiş ve onu okumaktan tat almıştım. Bu
duâyı okurken ne zaman vecd içinde lezzet bulsam başıma bir takım kötü olaylar
gelirdi. Bu sebeble kendi kendime “Mutlaka beni ilgilendiren bir kaza ve bela
(imtihan) geliyor.” dedim. Daha oturduğum yerden kalkmadan “ Ö- küzlerinden
biri kuyuya düştü” diye bir haber geldi. Yakardaki duâyı okumaya sevkedilmemden
ve bunda lezzet bulmamdan, kaybedilen öküze üzülmemem için Allah’ın beni rûhen
hazırladığını anladım. Bu sebeble öküzün ölüm haberine, teslimiyet içinde “Biz Allah’a âitiz ve Allah’a döneceğiz.”[542] ayetini
okuyarak mukabelede bulundum.”[543]’
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den
naklettiğimiz bu iki olay bize, yüzölçümü hakkında kesin bir bilgi vermese de[544] onun en az
üç tarlası olduğunu ve bunları ekip dikmek için bir kaç öküz beslediğini
göstermektedir. Bu açıdan, “Mısır’da yerleşik hayata geçtikten sonra
Şâzilî’nin geçim kaynağı çiftçilik idi.” dersek hatalı bir beyanda bulunmuş
olmayız. Çünkü bu tesbit, onun, bir yandan İlmî çalışmalarını sürdürerek bir
çok talebe ve mürîd yetiştirirken, diğer yandan da kendi elinin emeği ile
geçinmek için çalıştığını ve başkalarına muhtaç olmamaya dikkat ettiğini ortaya
koymaktadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
Mısır’daki geçim seviyesini ve hayat standardını, şeyhin Tunus’daki
dostlarından birisine yazdığı mektuptan alınan şu bölüm göstermektedir:
“Bu mektubu size
Îskenderîye’den gönderiyorum. Bizler Allah’ın verdiği nimetlerin bolluğu
içinde yüzüyoruz. O Allah ki fazl u keremi ve sevgisi ile katındaki
nimetlerini, bize ve ahbâbımızın üzerine saçmıştır. Bu ne büyük lütuftur! Biz
O’na duâ ediyoruz O da duamıza hemen karşılık veriyor. Hatta atâ ve ihsanlarını
biz duâ edip istemeden gönderiyor. Cömertliğinin ve yüce şâmnın gerektirdiği
gibi O’na çok çok hamdolsun!
Âile, evlat, akraba ve
dostlarımız dahi Allah’ın nimetlerinin bolluğu içinde yüzüyorlar. Allah’ın
zâhirî ve bâtınî ihsanlarına gark olmuş dürümdalar. Size, onlara ve herkese
şükrünü edâ etmeye bedel olarak Allah’dan, nimetlerini umumî ve tam
arttırmasını istiyoruz. Çünkü O, cömertlerin en cömerdidir.”[545]
Şâzilî’nin yukarıdaki
ifadelerinden, Mısır’a geldiği sırada kendisine ilham yoluyla verilen, “Ey
Ali, - Hz. Muhammed (s.a.)’e hicretten sonra olduğu gibi- senin için sıkıntı ve
darlık günleri bitti; rahatlık ve varlık günleri başladı. Adım adım, karış
karış ceddin Hz. Peygamber (s.a)’e uy.”[546] şeklindeki müjdenin tahakkuk
etmiş olduğu anlaşılıyor.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
âile hayatına dâir çok az bilgiye sahibiz. İbn Sabbâğ’ın Dürratü’l-esrâr isimli
eserindeki kayıttan onun kâmil bir şeyh olarak Mısır’a yerleştikten sonra
evlendiğini öğreniyoruz.[547] Abdulhalîm
Mahmûd da İbn Sabbâğ’ın verdiği bu bilgiyi te’yid etmektedir.[548] Elimizdeki
bu bilgilerden hareket edilince Şâzilî’nin kırkdokuz-elli yaşlarında iken
evlendiği anlaşılıyor. Evlendiği hanımın kimliği hakkında ise herhangi bir
bilgiye rastlamadık. Şâzilî’nin âilesi ile birlikte ikâmet ettiği yerin,
kendisine bağışlanan İskenderiye surlarındaki burcun üçüncü katı olduğunu daha
önce belirtmiştik.[549]
Bu evlilikten
Şâzilî’nin Şihâbüddin Ahmed[550],
Ebu’l-Hasan Ali, Ebû Abdullah Muhammed Şerefiiddin adında üç oğlu ile Zeyneb ve
Arîfetülhayr adında iki kızı olduğunu biliyoruz.[551]
Kaynaklardan,
Şâzilî’nin oğullarından Ebû Abdullah Muhammed Şerefuddîn’in Demenhur’a
yerleştiğini,[552] Ebu’l-Hasan
Ali’nin ise içki içecek kadar yaramaz bir çocukluk dönemi geçirdiği için
babasının onu arkadaş çevresinden kopsun diye İskenderiye’den Mağrib’e
gönderdiğini ve orada düzelip olgunlaşarak velilik makamına kadar yükseldiğini[553]
öğreniyoruz.
Kızlarına gelince,
Şâzilî’nin onlardan birisini yaşlı bir zât olan Ali Demenhurî adındaki müridi
ile evlendirdiği, bu evlilikten bir kaç torunu olduğu ve yaşlı olan bu
damadının İskenderiye’de öldüğü kaydedilmiştir.[554]
Arîfetülhayr kendisi,
babasının Kahire’de bulunduğu sırada İskenderiye’de dünyaya geldiğini ifade
eder.[555] Diğer
taraftan onun İskenderiye’de yaşadığı[556] ve öleceği günü önceden haber
verdiği[557]
belirtilmiştir.
İbn Sabbâğ, vicâhî
olarak görüştüm[558] dediği
Arîfetülhayr’ın evlenip-evlenme- diği ve çocuğunun olup-olmadığı hakkında bilgi
vermez. Ancak Zeyneb’in bir kaç oğlu olduğunu belirtir ve onlardan bazıları ile
görüşüp konuştuğunu söyler.[559] Ayrıca
Şâzilî’nin kızlarından birini Alî Demenhurî ile evlendirdiğini, Şâzilî’nin bu
evlilik neticesinde doğmuş bir torunundan nakleder.[560] Diğer taraftan İbn Mülakkm
(ö. 804/1402) da Şâzilî’nin damatlarından birisinin Ebû Bekr b. Arrâm er-Rabiî
el- Esvânî (ö. 691/1291) olduğunu belirtir.[561] İbn Hacer el-Askalânî de bu
evlillikten, Şâzilî’nin Ahmed b. Ebî Bekr b. Arrâm (ö. 664-720/1265-1320)
adında bir torunu olduğunu bu torununun Ebu’l-Abbas el-Mursî (ö. 686/1287)’ye
talebelik yaptığını belirtmiştir.[562]
Şâzilî’nin damatlarını
tesbit etmiş olmamıza rağmen, bunların hangisinin Zeynep ve hangisinin
Arîfetülhayr ile evlendiğini tesbit edemedik. Ali Demenhurî yaşlı olduğu için
erken vefat ettiğini belirtmiştik. Şâzilî’nin onunla evlenen kızı, eşinin
ölümünden sonra genç yaşta dul kaldığından ikinci bir evlilik yapmış da
olabilir.
Ayrıca tasavvuf tarihi
üzerine çalışan son devir Mısır akademisyenlerinden A- mir en-Neccâr,
Şâzilî’nin kızlarından birisi ile halîfesi Ebu’l-Abbas el-Mursî (ö.
686/1287)’nin evlendiğini ve Mursî’nin hocası Şâzilî’ye damat olduğunu
belirtmiştir.[563] Ancak biz,
araştırmalarımız sırasında en-Neccâr’ın bu kaydını destekleyen bir bilgiye
rastlamadık.
Kaynaklar Şâzilî’nin
bir çok kez haccettiğini belirtmektedir.[564] Bu hacc seferlerine o, biri
Tunus diğeri de Mısır olmak iki farklı mekandan çıkmıştır.
Şâzilî’nin Mağrib’de
iken iki defa hacca gittiği anlaşılıyor. Zirâ îbn lyâd, Şâzilî’nin Mağrib’den
şarka üç seferi olduğunu, bunların ikisinde geri döndüğünü, üçüncüsünde ise
dönmeyip Mısır’a yerleştiğini kaydetmektedir.[565] Şâzilî’nin ilk hac- cınm,
talebeleğinden sonra zamanın kutbunu bulmak için Tunus’dan çıktığı Irak
seyahati sırasında, 618/1221 yılında gerçekleşmesi muhtemeldir.[566]’0
Çünkü, sırf daha iyi kul olma arayışı ile çetin sefer şartlarına rağmen
Mağrib’den yola çıkıp Irak’a kadar gelen bir kişinin, hacc farizasını îfa
etmeden geri dönmesi akla ters geliyor. İkinci haccı ise, irşâd ve tebliğde
bulunan bir şeyh sıfatı ile yine Tunus’ta iken 632/1235 tarihinde
gerçekleşmiştir.[567]
EbuT-Hasan Şâzilî’nin
Mısır’da iken yağtığı hacc yolculukları ile ilgili kaynakların bize verdiği
bilgileri tahlil ettiğimizde şunu gördük:
Şâzilî Mısır’da iken o
kadar çok hacca gitmiş ki, bunun sayısını tesbit etmek mümkün değildir. Daha
çok menkabe tarzında anlatılan kişisel hacc hatıralarını bir tarafa bırakacak
olursak, bu konuda bize fikir verebilecek iki önemli kayıt vardır: Bunlardan
birisi Şâzilî’nin iki yılda bir, diğeri ise her sene hacca gittiğini belirtir.
İbn Sabbâğ, Şâzilî’nin
iki yılda bir hacca gittiğini, “ O Mısır’a yerleştikten sonra bir yıl hacca
gider, bir yıl Mısır’da kalırdı.”[568] cümlesi ile ifade etmektedir.
İbn Batûta ise, meşhûr Rıhle’sinde Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin halîfesi Yâkut
el-Arşî (ö. 707/1307)’den şunları nakleder:
“Ebu’l-Hasan her sene
haccederdi. Güzergah olarak Mısır’ın güneyindeki Saîd bölgesini kullanırdı.
Receb ayında Mekke’ye varır, haccı edâ edene kadar burada kalırdı. Sonra Hz.
Peygamberin kabrini ziyaret eder, büyük giriş kapısından memleketine geri
dönerdi.”[569]
Kaynaklardan Şâzilî’nin
hacca yalnız gitmediği, berâberinde âile ferdlerinden ve mürîdlerinden bazı
kimseleri götürdüğü anlaşılıyor.[570]
Hacc ibâdetine ve Hz.
Peygamberin kabrini ziyâret etmeye düşkünlüğü ile tanınan Ebu’l-Hasan Şâzilî,
bu konudaki samimiyetinden olsa gerek, İskenderî’nin Ebu’l-Abbas el-Mursî’den
naklen bildirdiğine göre, çıktığı bir hacc yolculuğu sırasında vefat etmiştir.[571]
Şâzilî vefat ettiği bu
son hacc seferine, Mısır’ın kuzeyindeki Îskenderî’ye şehrinden güneye doğru
kara yoluyla çıktı. Amacı, Mısır’ın Kızıldeniz’den mukaddes beldelere en yakın
kıyısına gelince gemiye binmekti. Çünkü güvenlik ve kolaylık açısından
Mısırlılar genellikle bu yolu kullanıyorlardı. Şâzilî, güney Mısır’ın
Kızıldeniz’e çıkışı olan Saîd bölgesindeki Ayzâb[572] beldesinin Humeysira mevkiine
geldiği sırada, yatsı namazını kılıp mürîdlerine çeşitli nasihatlarda
bulunduktan sonra evrâd, ezkâr ve ibâdet ile meşgul olurken Hakk’a yürüdü.[573] Vefat
ettiğinde atmışüç yaşında idi.[574]
Kaynakların detaylı
olarak anlattıklarına göre Şâzilî, vefat ettiği gece mürîdlerine yaptığı
nasihat sırasında, Ebu’l-Abbas el-Mursî (ö. 686/1287)’yi yerine halife ta’yin
etti. Mürîdlerinden ona uymalarını istedi. Sonra guslederek zikir için bir
köşeye çekildi. Gece boyunca sesli olarak Allah’a tazarru’ ve niyazda bulundu.
Seher vakti olunca ses kesildi. Mürîdleri uyuduğunu zannettiler. Halbuki
ölmüştü. Sabah namazı için gelip baktıklarında konuşmadığını ve hareketsiz
olduğunu gördüler. Öldüğünü anladılar.[575]
Mısır Müftüsü İzzeddin
b. Abdüsselâm (ö. 660/1262), Şâzilî’nin öldüğünü duyunca bir dostunu kaybetmenin
üzüntüsü ile ağlamıştır.[576] Ancak Hacc
yolculuğu sırasında öldüğü için, Şâzilî’nin yerine bir meleğin haccedeceğini
düşünerek teselli bulmuştur. Sevenlerini de, Peygamberimizin “Kim haccetme
niyetiyle evinden çıkar ve haccını tamamlayamadan ölürse, Allah bir meleği
kıyamete kadar onun için her yıl haccetsin diye vekil tayin eder.” hadisinden
haberdâr ederek teselliye çalışmıştır.[577]
Câmî’nin Nefahât’mda
654/1256[578],
Gümüşhânevî’nin de Mecmûatü’I- ahzâb’ında
655/1257[579] olarak
verdikleri tarih hariç, diğer bütün kaynaklar, Şâzilî’nin vefat tarihinin
656/1258 yılı olduğu konusunda müttefiktirler.[580] Hatta İbn Sabbâğ, Şâzilî’nin
656/1258 tarihinde vefat ettiğini, oğlu Muhammed Şerefuddin’e te’yîd
ettirdikten sonra kitabına yazdığını belirtmiştir.[581]
Şâzilî’nin hangi ayda
vefat ettiğine dâir kaynaklarda ramazan[582] ve şevval[583] olmak üzere iki ayrı kayıt
zikredilmektedir. Ancak bazı kaynakların, Şâzilî’nin zilka’denin başında
defnedildiğini belirtmesi,[584] onun
ramazan ayı içinde îskenderiyeden yola çıkmış ve şevvalin sonlarına doğru da
vefat etmiş olabileceği ihtimalini akla getiriyor. Çünkü hicri takvime göre
ramazanı şevval, şevvali de zilka’de ayı takip eder.
Şâzilî’nin cenâzesini
Ebu’l-Abbas el-Mursî yıkadı ve namazını da yine o kıldırdı. Cenâze namazında
kendisine yol arkadaşı olan mürîdleri ve Mısır hacılarından oluşan kalabalık
bir cemaat vardı. Bunlar arasında daha sonra kadı olan Bedreddin b. Cemâa (ö.
733/1333)’da bulunuyordu. Öyle ki İbn Cemâa, vefatı sırasında Şâzilî’nin
yanında bulunmayı ve cenâzesine iştirâk etmeyi kendisi için bir bahtiyarlık
addetmiştir.[585]
Şâzilî vefat ettiği yer
olan Humeysira’ya defnedildi.[586] Humeysira
başlangıçta ıssız bir mekan idi. Buraya zamanla mürîdleri tarafından Şâzilî
için bir türbe yaptırıldı.[587] Türbesinin
bulunduğu yer, günümüzde de vâsıta işleyebilecek bir yola kavuşmuş durumdadır.
İKİNCİ
BÖLÜM
EBU’L-HASAN
ŞÂZİLÎ’NİN ŞAHSİYETİ
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yaşadığı devir (bk. Giriş Blm.), her ne kadar siyâsî bakımdan İslâm dünyasımn
parçalandığı bir döneme rastlaşa da İlmî açıdan seviyenin yüksek olduğu bir
çağdır. Şâzilî “kutbu’z-zamân” sıfatı ile kudretli bir şeyh olarak temâyüz
ettiği sırada Mısır da Îzzeddîn b. Abdüsselâm (ö. 660/1262), Kudbuddin
Kastallânî (ö. 686/1287), İbn Dakîk ei-I’yd (ö. 702/1303) ve Bedreddin b. Cemâa
(ö. 733/133)[588] gibi İslâmî
ilimlerin meşhur simaları bulunuyordu. Şâzilî’nin bu şahıslar tarafından
hüsn-i kabûl görmesi,[589] onun İlmî
şahsiyetini ortaya koymaktadır.
Şâzilî’nin hayatını
anlatırken onun çocukluğundan itibaren elli üç yaşında iken a’mâ olduğu ana
kadar bi’l-fıil ilim ile meşgul olduğunu belirtmiş, gözünü kaybettikten sonra
da, okunanları dinleyip şerhetmek suretiyle İlmî faaliyetlerden kopmadığını
söylemiştik. Ayrıca tabakat müelliflerince Mâlikî fakihleri arasında sayılması,
tefsîr ve hadîs ilimlerine vâkıf olduğunun nakledilmesi,[590] bize Şâzilî’nin şer’î
ilimlerdeki seviyesini göstermektedir.
Diğer
taraftan Şâzilî’nin fen ilimlerine vâkıf olduğunu ve özellikle kimyâ tahsili
ile uğraştığını da belirtmiştik. Bununla bağlantılı olarak Şa’rânî bize şu
bilgileri nakleder:
“Şâzilî, tekvînî
ilimlerin bâtınının yanında zâhirine de vâkıftı. Zâhirî ilimlerin gereğini
yerine getirirdi. Mürîdlerinden de zâhirî ilimlerin hükümlerine riâyet etmelerini
isterdi. Bu yüzden gençliğinde velîlerin yoluna girmesi mesele oldu.”[591]
Şâziliyye tarikatı
konusunda bilgi veren kaynaklardan öğrendiğimize göre Şâzilî, şer’î ilimlerde
ve âlet ilimlerinde yeterli bilgisi olmayan kimseleri tarikatına kabul etmez,
onlara biat için ahid ve el vermezdi. Bir kaide olarak talebelerinden kesin ve
açık delillerle münâzara yapacak seviyeye ulaşana kadar her hangi bir tarikata
girmemelerini isterdi.[592] Bunu
belirtmek için de, ccBize göre iki şeyden daha büyük günah yoktur.
Bunlar, tercihini dünya yönünde kullanacak şekilde dünyayı sevmek ve câhilliğe
râzı olarak câhil kalmaya devam etmek.”[593] demiştir. Ayrıca Şâzilî’nin
bilgili bir müridi, câhil bin müridden daha üstün tuttuğunu dile getirenler de
olmuştur.[594]
Kanaatimizce
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin İlmî seviyesine gösteren beş tane kriter vardır. Şimdi
sıra ile bunları ele alahm.
A- YETİŞTİRDİĞİ
TALEBELER
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
yetiştirdiği talebeler, onun İlmî seviyesini ortaya koymaktadır. Şâzilî’nin
talebelerden en önemlisi, Ebu’l-Abbas el-Mursî’dir. Mursî de Atâullah Îskenderî
gibi bir kişiyi yetiştirmiştir. Îskenderî’nin İlmî seviyesine gelince,
eserleri ortadadır. Her ne kadar Şâzilî ve Mursî kendileri eser yazmamışlarsa
da, onların İlmî miraslarının büyük bir kısmı îskenderî’de toplanmıştır.
Îskenderî’nin Hikem isimli
meşhur eserini tamamladıktan sonra hocası Mursî’ye takdim etmesi ve ondan onay
istemesi,[595] Şâzilî ve
Mursî’nin İlmî birikimlerinin Îskenderî’ye intikal ettiğini göstermektedir.
Nitekim Îskenderî Letâifîi’I-minen’in mukaddimesinde, “Şeyhimiz olan
Şâzilî ve Mursî bir kitap tertîb etmemişlerdir. Talebelerinden hiç bir kimsenin
onların sözlerini, menkabelerini ve ilimlerinin esrârını cem ettiğini
bilmiyorum. Bu sebeple, istihâre ve istişâreler sonucu Allah’dan yardım talep
ederek böyle bir kitap ortaya koyma işine ben soyundum.”[596] demektedir. Aynı şekilde
Şâzilî’nin ihtiyârı terk konusundaki düşünceleri ile[597] Îskenderî’nin et-Tenvîr fî-Iskâti’t-tedbîr isimli eseri mukayase
edildiğinde, bu kitabın yazılmasında Şâzilî’nin fikirlerinin etkili olduğu
anlaşılmaktadır.
Kaynaklarda Şâzilî’nin
yetiştirdiği talebelerin isimleri çeşitli münâsbetlerle zikredilmiştir. Bu
isimleri biz Şâzilî’nin hayat seyrine uygun olarak tasnîf ettiğimizde karşımıza
aşağıdaki tablo çıktı.
1-
Şâzilî’nin Mağrib’de
Kalan Talebeleri
Ebu’l-Hasan Ali b. Mahlûf
es-Sakalî, Ebû Muhammed Abdullah el-Habîbî.[598]
Kaynaklardan
öğrendiğimize göre Şâzilî’nin Mağrib’deki mürîdlerinden birisi de Ayşe
el-Menûbî adında bir kadındır. Berberîler’de bayanlar için saygı ifadesi olarak
kullanılan “Lala” ünvânını almış ve Lala
Menûbiye ismi ile meşhur olmuştur. Tunus’un güneybatısında kendi
ismi ile anılan ve şehre üstten bakan tepedeki Lala Menûfiye Türbesi’nde
medfiındur.[599]
2-
Şâzilî İle Birlikte
Mağrib’den Mısır’a Hicret Eden Talebeleri
Ebu’l-Abbas el-Mursî,
el-Hâc Muhammed Kurtubî, Ebu’l-Hasan el-Becâvî, Ebû Abdullah el-Becâî
el-Hayyât, Vechânî, Harrâz ve Ebu’l-Azâim Mâzî b. Sultân (ö. 710/1310).[600]
Ayrıca o devrin
şeyhlerinden Ebû Ali Yûnus b. Semmât ve talebesi Kârî Ebû Ali Abdullah en-Nâsih
de Şâzilî ile birlikte Mağrib’den Mısır’a gelenler arasındadır.[601]
3-
Şâzilî’nin Mısır’da
Yetiştirdiği Talebeleri
Şeyh Ebû Abdullah
Sirâcüddîn el-Mağribî es-Sâih (ö. 684/1286),[602] Fakih Mekînüddin el-Esmer (ö.
692/1294), Şeyh Ebû Abdullah Muhammed b. Süleyman eş-Şâtıbî (ö. 673/1275),[603] Şeyh
Abdülhakim, Şeyh Şeref el-Bûnî, Şeyh Abdullah el- Lekkânî, Şeyh Osman
el-Burûcî, Şeyh Emînüddin Cibrîl, İbn Dakîk el-I’yd (625- 702/1228-1303),[604] Ebû
Muhammed Abulazîz, Ebu’l-Hasan el-Cezerî ve dâmâdı Ebû Bekr b. Arrâm er-Rabiî
el-Esvânî (ö. 691/1291).[605]
B- SOHBETİNE KATILAN
ÂLİMLER
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
İlmî yönünü gösteren delillerden biri de, yaşadığı dönemdeki ilim adamlarının
ona değer verip sohbet ve derslerine katılmalarıdır.
Şâzilî Mağrib’de iken
onun sohbetlerine iştirâk edenler şunlardır:
Fakih İbn Sevdan, Fakih
İbn Rummâh, Ebû Abdullah es-Sâbûnî, Ebû Muhammed Abdülazîz ez-Zeytûnî, Ebû
Abdullah el-Hâricî ve Hafsî Devleti’nin kurucusu Sultân Ebû Zekeriya’nın
kardeşi Ebû Abdullah el-Lahyânî.[606]
Mısır’a yerleştiğinde
Şâzilî’nin sohbet ve derslerine iştirâk eden Mısırlı âlimler ise şunlardır.
İzzeddin b. Abdüsselâm
(ö. 660/1262),[607] Abdülkadir
en-Nakkâd, Muhyiddin b. Sürâka, İbn Arabi’nin talebesi Ebu’l-İlm Yâsîn, Şeyh
Ebû Ali Sâlim et-Tabâsî, Şeyh Mecdüddin el-Ahmîmî, Fakih Fahreddin Fâtizî, Şeyh
Abdülazim el-Münzirî, İbn Salâh, İbn Hâcib, Şeyh Cemâlüddin Ustur, Şeyh ve
Müderris Mecdüddin b. Takiyüddin Ali b. Vehb el-Kuşeyrî (ö. 702/1303), Kadı
Bedreddin b. Cemâa, Kadı İmâdüddîn ve Şeyh Nebîhüddin b. Avf.[608]
Bu zâtlar genellikle
Şâzilî’nin Kâhire’deki Kâmiliyye Medresesinde yaptığı ders ve sohbetlere
katılmışlardır. Öyleki İbn Cemâa (ö. 733/1333), Şâzilî’nin sohbetlerine
katılmayı kendisi için bir iftihar vesilesi saymıştır.[609]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
İlmî seviyesini gösteren hususlardan birisi de, kendisinden sonra bile mühim
bir çok âlimin, onun görüşlerini benimsemesi ve tarikatına girmesidir.
Şâziliyye tarikatına mensûb olan bu meşhûr zâtlar şunlardır:
İmam Bûsîrî (ö.
695/1296)[610], İbn Kesîr
(ö. 774/1373)[611], Sirâcüddîn
b. Mülakkm (ö. 804/1402)[612], İbn Haldûn
(ö. 808/1405)[613], İbn Hacer
el-Askalânî (ö. 852/1448)[614], Celâleddin
Suyûtî (ö. 911/1504)[615],
Abdulvahhab Şa’rânî (ö.973/15Ö5)[616], Abdurrauf el-Münâvî(ö.
1031/1622)[617], Haşan
el-Bennâ (ö. 1368/1949)[618].
Buraya kadar
anlattıklarımız bize Şâzilî’nin İlmî seviyesinin yanısıra bilginin istikbâle
taşınması için talebe yetiştirmeye verdiği önemi göstermektedir. O, bildiklerini
daha sonraki nesillere aktarmak için kitap yazacak seviyeye sâhip idi. Fakat
tercihini talebe yetiştirme yönünde kullanmıştır. Nitekim kendisine, “Halkı
irşâd için niçin kitap yazmıyorsunuz?” diye sorulduğunda: “Benim kitaplarım,
ashâbım- dır.”[619] cevâbını
vermiştir. Şâzilî’nin böyle bir tercihte bulunmasının birtakım sebepleri
vardır. Akla gelen ilk sebep, onun eser verecek olgunluğa ulaştığı sırada gözlerini
kaybetmiş olmasıdır. Fakat söylediklerini bir kâtibe yazdırmak suretiyle bu
problemi çözebilirdi. Bu sebeple “Benim kitabım ashâbımdır.” sözünden daha
farklı bir ma’nâ kasdedilse gerektir. Şöyle ki:
Bu sözler bize,
Şâzilî’nin talebe yetiştirmek suretiyle görüşlerini halka iletmeyi daha uygun
bulduğunu gösteriyor. O günün şartları göz önünde tutulduğunda, istenilen
mesajın insanlara daha çabuk ulaşabilmesi için Şâzilî’nin tâkip ettiği yolun,
en iyi yol olduğu anlaşılmaktadır. Zîrâ o devirde kitaplar el ile yazıldığı
için onları çoğaltmak ve yaymak zordu. Okuma-yazma oranı çok düşük olduğundan
mevcut yazılı eserlerden istifâde etme imkanı bile sınırlı idi. Bu sebeple
Şâzilî daha geniş kitlelere ulaşabilmek amacıyla sözlü tebliğ metodunu
seçmiştir. Kitleleri tesir altına almada etkili bir yol olan sözlü metodu,
yaşadığı çağa uygun tekniklerle kullanmıştır. Kendisi İskenderiye’de halka
sohbet ettiği gibi, yer yer Demenhur ve Kahire’ye de gitmiştir. Mürîdlerini de
çevre yerleşim birimlerine göndermek suretiyle sözlü tebliğine hız
kazandırmıştır. Şâzilî’nin Mursî’yi Mukassım’a göndermesi[620] buna bir örnektir
Şâzilî’nin kitap
yazmamasının bir diğer sebebi de tasavvufun tatbîkî bir ilim olmasından ve
hakka’l-yakîn yaşamakla öğrenilmesinden kaynaklanır. Nitekim Mursî, Şâzilî’nin
kitap yazmama sebebini, “Bu tâifenin ilmi tahkîk ilmidir, onu halkın aklı
kaldıramaz. Sûfilerin kitaplarının hepsi tahkîk denizinin sahillerinden alın-
iniş göz yaşı ibâreleridir.” cümleleri ile açıklar. Buna bağlı olarak da
Şâzilî’nin, tasavvufun kitâbî yönünden ziyâde amelî yönüne önem verdiğini
belirtir.[621]
C-OKUTTUĞU ESERLER
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
bir çok talebe yetiştirdiğini, onun tasavvufî sohbetlerine devrin meşhur
alimlerinin katıldığını belirtmiş ve bu durumu onun İlmî seviyesine delil
göstermiştik. Şâzilî’nin ders ve sohbetlerinde okuttuğu kitaplar da onun İlmî
seviyesini gösterir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî
kendisi her ne kadar kitap yazmamış ise de devrin kitap literatürüne hâkim
idi. Onun kitap yazmamasında mevcut eserleri yeterli görmüş olması da etkili
olabilir. Zîrâ o, mürîdlerinden daha önce yazılmış kitapları iyi tetkik etmelerini
istemiş, onlara okumaları için bazı kitapları tavsiye etmiştir.[622]
Şimdi Şâzilî’nin
okuttuğu; okunmasını tavsiye ettiği ve sohbetlerinde okunurken açıkladığı
kitapları ele alacağız.
Hakîm Tirmizî (ö.
320/932)’ye âid bu eser, tasavvuf klasiklerinin ilklerinden sayılır. Günümüzde
değişik ülkelerde birkaçkez basılmıştır. Yazıldığı dönemlerde ve daha sonra bir
takım haksız tenkitlere ma’rûz kalan Hatmü’l-evliyâ[623] ve
müellifi Hakîm Tirmizî, îbn Arabî’ye kaynaklık etmiştir. Ebu’l-Hasan Şâzilî de
Tirmizî’den etkilenenler arasındadır. Çünkü Şâzilî onun görüşlerine değer
vermekte ve “Tirmizî, dört evtâddan birisidir.”[624] demektedir.
Şâzilî bu kitaptan
dersler verir, açıklamalarda bulunurdu. Bu dersler son derece verimli geçerdi.
O kadar ki, Ebu’l-Abbas el-Mursî da’vet ve teblîğ için İskenderiye dışında
bulunduğu zaman bile gelip şeyhinin Hatmü’l-evliyâ’dan
yaptığı derslere katılmaya özen gösterirdi.[625]
Muhammed îbn
Abdulcebbâr en-Niffezî (ö.?)’ye âid olan bu eser, Abdulhalîm Mahmûd’un
belirttiğine göre basit bir kitap değildir. Son derece yüksek manevî hallerden
bahsetmektedir. Yüksek neşve ve zevk erbâbı olanların dışındakilere hitap
etmez. Havâs zümresinden olanların kitabıdır.[626]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
bu eseri talebelerinden isti’dâdı olanlar anlasın diye o- kutup şerhettiği
anlaşılıyor. İskenderî’nin naklettiğine göre Şâzilî Kahire’de iken bir gün Zekî
Sirâc isimli bir zâtın evinde kendisine Neffezî’nin el-MevâkıFı okunuyor o da şerhediyordu.
Bir aralık konuşmasını kesti, “Ebu’l-Abbas nerede?” diye sordu. Ebu’l-Abbas
el-Mursî gelince şeyh, “-Konuş yavrucuğum, konuş. Konuş ki, Allah sana bereket
versin. Bunun adı arkası kesilmesin.” diyerek onu konuşturur. Bu sebeple
Ebu’l-Abbas, o vakitten itibâren şeyhin dilinin kendisine verildiğini ifade
etmektedir.[627]
Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.
386/966)’nin eseri olan Kûtü’l-kulûb, zühd, ibâdet ve tâat konularım açıklar.
Gazzâli’ye kaynaklık eden eserlerden birisidir. Şâzilî talebelerine bu kitabı
okutmuş ve onlara, “Kûtu’I-kulûb kitabını
okumanız şarttır. Çünkü o gerçek bir azıktır. Sizi nûra vâris kılar.”[628] diyerek
tavsiye etmiştir.
Abdülkerim Kuşeyrî (ö.
465/1072)’nin bir eseridir. Ehl-i sünnet tasavvufunun sistemleşmesinde önemli
rol oynamış ve tasavvuf muhitlerinde çok tutulmuştur. Böyle bir eserden Şâzilî
kendisi istifâde ettiği gibi çevresindeki insanların da istifade etmesini
sağlamıştır. Şâzilî’nin a’mâ iken yaptığı sözlü Risale
şerhler’ini başta İzzeddin b. Abdüsselâm olmak üzere değerli bir çok
zât dinlemiştir.[629]
Muhammed Gazzâlî (ö.
505/111 l)’ye âid olan İhyâu ulûmi’d-dîn, tasavvuf
sahasının âbide eserlerinden biridir. Tasavvufun yanısıra kelam, felsefe ve
ahlak ilimlerinin konularım da içermekte ve bu ilimleri tasavvufî bir bakış ile
ele almaktadır. Eserdeki bu özellik, müellifinin sayılan ilimleri şahsında cem
etmesinden kaynaklanır. Bu açıdan Şâzilî, Gazzâlî’nin önemini vurgulamak için,
“Allah’a bir hâcetinizi arzedeceğiniz vakit, îmam Ebû Hâmid ile tevessülde
bulunun.” buyurmuş ve talebelerine, “İhyâ kitabı
sizi ilme vâris kılar.” diyerek onu tavsiye etmiştir.[630]
Kadı lyâd (ö.
544/1149)’ın Hz. Peygamber (s.a.) Efendimizi tanıtan ve onun hayatım anlatan
önemli bir eserdir. Sahâsımn ilk eserlerini arasında sayılmıştır. Siyer ilimi
ile ilgili olmamn yanısıra tasavvuf ilmi açısından da mühim bilgiler içermektedir.
Şâzilî böyle bir eseri kendisi okuduğu gibi talebelerine de okutmuştur.[631]
Ayrıca Kadı lyâd ile
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin kesişen özellikleri de aynı coğrafyanın yetiştirdiği
iki önemli şahsiyet olmalarıdır. Kadı lyâd, Sebte doğumludur.[632] Şâzilî
de Kadı lyâd’ın vefatından kırkdokuz yıl sonra Sebte’nin Gammâra nahiyesinde
dünyâya gelmiştir. Dolayısıyla Şâzilî’nin kendisinden önce yetişen bir hemşehrisinin
eserinden faydalanması gayet normaldir.
İbn Atıyye (ö.
546/115l)’ye âid bir tefsir kitabıdır. İsminden de anlaşılacağı ü- zere ince
elenip sık dokunmuş, seçilip süzülmüş, cümle ve ibâreleri vecîz bir eserdir.
Endülüslü olan müellif, tefsirine Endülüs edebiyat ve belâğatının inceliklerini
yansıtmıştır. Yer yer velîlik ve takvâ gibi tasavvufî konulara girmiştir.[633] Ebu’l-
Hasan Şâzilî bu tefsiri okumuş ve talebelerine okutmuştur.[634]
Buraya kadar
anlattıklarımızdan anlaşılacağı gibi Şâzilî’nin okuttuğu ve tavsiye ettiği
eserlerin her biri, tefsir, siyer-i Nebî, kelâm ve tasavvuf sabâlarında seçme
eserler olup seviyeli üslubu temsil etmektedirler.
D- İLMÎ VE MA’NEVÎ MİRASI
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
ilmini gösteren delillerden birisi de onun arkasında bıraktığı ilmi ve ma’nevî
mirastır. Öncelikle şu husûsu belirtmekte fayda var. Şâzilî hakkında
ansiklopedik bilgi içeren Türkiye Gazetesi
Evliyâlar Ansiklopedisi, Şâzilî’nin te’lif ettiği eserler diye yedi
kitaptan oluşan bir liste verilmiştir.[635]
Ona izâfe edilen
kitaplardan birisi el-Leâl’dir. İbn
Hacer el-Askalânî ve Suyûtî’ye aid olmak üzere iki tane el-Leâl vardır.[636] Ayrıca bu liste verilirken,
isim benzerliğinden dolayı Ebu’l-Hasan Şâzilî ile daha sonra yaşayan ve
Şâziliyye tarikatı şeyhlerinden olan Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed eş-Şâzilî
el-Menûfî el-Mısrî (857-939/1453-1532)’nin birbirine karıştırıldığı
görülmektedir. Bu sebeple Menûfî’ye âid eserler,[637] bizzat tarikatın kurucusu
olan Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye âid zannedilerek Evliyâlar
Ansiklopedisine kaydedilmiştir. Ancak daha önce de belirttiğimiz
gibi Şâzilî kitap yazmamış ve arkasında külliyât oluşturacak bir kitap listesi
bırakmamıştır. Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye böyle bir listenin izâfe edilmesi yanlıştır.
Bu zarûrî açıklamadan
sonra Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin geride bıraktığı İlmî ve manevî mîrasmı
inceleyebiliriz.
Şâzilî’nin Hizibleri
hakkında onun tasavvufî şahsiyetini ele alırken geniş bilgi vereceğiz.
Tasavvuf tarihinde
mektup ile irşâd ve tebliğde bulunmak yaygın bir gelenektir.[638] Bu
gelenekten Şâzilî de yararlanmıştır. Özellikle Mağrib’den Mısır’a hicret
ettikten sonra geride kalan dostlarını ihmâl etmemiş, onlarla irtibatını gerek
hacc vesîlesi, gerekse mektuplaşmak sûreti ile sürdürmüştür. Şâzilî’nin
mektuplaştığı şahısların başında Ali b. Mahlûf es-Sakalî gelir. Şâzilî’nin ona
gönderdiği mektuplardan birisinin metni, İbn Sabbâğ’m Dürretü’l-esrâr isimli eserine alması ile günümüze
kadar ulaşmıştır. Diğerleri ise maalesef günümüze kadar gelmeyi başaramamışlardır.
İbn Sabbâğ’m eserine aldığı bu mektup oniki sayfadır. Mektubun içeriğinde
karşılıklı hal-hatır sorma, selamlaşma ve Mısır’daki havâdisi nakletmenin
yanısıra, bazı tasavvufî hususlara da değinilmiştir. Bu tasavvufî hususların en
mühimi Şâzilî’nin rûh hakkmdaki görüşleridir.[639]
Şâzilî’nin sözleri ilk
olarak İskenderî ve İbn Sabbâğ tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca Şa’rânî ve
Münâvî de ilk kaynaklarda geçen Şâzilî’ye âid söz ve düşünceleri her hangi bir
tasnife tâbi tutulmaksızın müstakil cümleler hâlinde vermişlerdir.[640] Onun
sözlerinde, tasavvufun hem düşünce kısmı hem de ıstılahları ile ilgili bilgiler
bulmak mümkündür.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’den
nakledilen sözlerin ve bu sözlerde geçen ıstılahların bir takım özellikleri
vardır: Öncelikle sözlerinin bir kısmı felsefî ve teorik izahlardan uzak,
nasihat içerikli cümlelerdir. Şâzilî bu nasihatların bazılarını İbn Meşîş’den
nakleder. Bunlar daha çok, “Batmaktan kurtulmak istiyorsan, Allah için yaptığın
amellerde bilerek ve şuurlu bir şekilde ihlaslı ol, nefs kaynaklı hiç bir şeye
rızâ
gösterme.”[641] cümlesinde
olduğu gibi, direk uygulamaya yönelik emirler taşımaktadırlar. Diğer taraftan
Şâzilî tasavvuf ıstılahlarını uzun uzun izâh etmemiştir. Bu nedenle,
açıkladığı ıstılah ile kasdettiği gerçek ma’nâyı ve uygulamayı belirtmek için,
“ nın hakikati şudur.” ibaresini çokça
kullanarak kalıp haline getirmiştir. Buna,
“Zikrin hakikati, ma’nâsı ile kalbin
mutmain olmasıdır.”[642] sözü ile,
“Sıdk ve takvâ- mn hakikati, senin isteğinin mevlâ ile beraber bulunmasıdır.”[643] sözü örnek
gösterilebilir.
Şâzilî, sözlerinde
geçen ıstılahların bir kısmını kısaca ta’rîf etmiş, çok azını a- çıklamış ve
büyük bir kısmını da başka bir tasavvufî mevzuyu anlatırken kullanmıştır. Bu
sebeple kullandığı kavramların çoğunu sistemli bir şekilde incelemek ve
haklarında doyurucu bir bilgi vermek mümkün değildir. Ancak sözleri tasnif
edildiğinde, bir kısmının kendisine âid olduğu, bir kısmının da yorum için
söylendiği görülmektedir. Kendi oıjinal sözlerini çalışmamız esnâsında sık sık
kullanacağız. îzah ve yorum nitelikli sözleri ise daha çok şu konularda
yoğunlaşmıştır:
a-
Ayet tefsir ve yorumlan,
b-
Hadis şerhleri,
c- Sûfîlerin söz ve
fiillerine getirdiği açıklamalar.
Şâzilî elli civârında
âyet ve hadisi sûfî geleneğine uygun bir tarzda işârî olarak yorumlamıştır.
Onun nâslara getirdiği bu yorumlar, müstakil bir makale çalışması olabilecek
hacme sahiptir. Biz burada onun âyet tefsirleri ve hadis şerhlerine bir kaç
misal vermekle yetineceğiz.
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
Tebük seferine katılmayan üç Müslümanın tevbelerine dâir inen âyetlerle ilgili
şu yorumu yapar:
Allah, bu üç kişinin
tevbesini kabul ettiğini açıklamadan evvel, Peygamber ile ona uyan muhâcir ve
ensârın tevbelerini kabul ettiğini bildirmektedir. Bunun için önce şu âyeti
zikretmiştir:
“Andolsun
ki, Allah, yine Peygamber’e ve en zor gününde ona uyan Muhacirler ile Ensâr’a,
içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip
etti de lütfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü o, gerçekten çok esirgeyici
ve çok bağışlayıcıdır.”[644]
Şâzilî’ye göre bu
âyette, önce günahsız olan Hz. Peygamber (s.a.), muhacirler ve ensâr’ın
zikredilmesi ve onların Tebük seferindeki hata ve zellelerden dolayı yaptıkları
tevbenin kabul edildiğinin bildirilmesi, sefere katılmayarak günah işleyenleri
korkutmak ve tehdit etmek için değildir. Bilakis onları tevbeye teşvik, ümitsizlikten
kurtarmak ve bir sonraki âyetin müjdesine hazırlayıp alıştırmak için, önce
günahsızların zellelerine karşı yaptıkları tevbelerin kabul edildiği
bildirilmiştir. Çünkü Tebük seferine katılmayan Ka’b b. Mâlik, Hilal b. Ümeyye
ve Mirâre b. Rebî’ adlı sahâbîler, hatalarından dolayı o kadar çok pişman olmuş
ve tevbe etmişlerdi ki, pişmanlıkları ciğerlerini kurutmuştu. Şayet önce
onlardan bahsedilse veya müjdeli haber direk kendilerine verilseydi gerek
ümitsizlikten gerekse sevinçten ciğerleri parçalanırdı. Bu sebeple Allah,
günahsız olanların da tevbe etmeleri gerektiğini belirterek bu üç sahâbinin
hâlet-i rûhiyyesini içinde bulundukları duruma ve gelecek müjdeli habere
ünsiyet ettirmiştir. Arkasından da: “Allah,
haklarında hüküm beklenen o üç kişiyi de bağışladı. Çünkü o derece
bunalmışlardı ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye
başlamıştı, vicdanları da kendilerini sıkıntıya sokmuştu. Allah’dan kurtuluşun,
ancak Allah’a sığınmakta olduğunu anlamışlardı. Sonra da Allah onları tevbekâr
olmaya muvaffak kıldı da tevbelerini kabul buyurdu. Şüphesiz ki Allah,
tevbeleri çok çok kabul edendir. Çok merhametli olandır.”[645] âyeti
nâzil olmuştur.[646]
Elmalıh Hamdi Yazır,
tefsirinde bu üç kişinin tevbeleri ile ilgili, Şâzilî’nin görüşlerine yakın
açıklamalarda bulunur.[647] Ancak bazı
tefsirlerde bu âyetlerin izâhı, Şâzilî’nin görüşlerinin aksine, farklı bir
bakış açısı ile yapılmıştır. Günahsız kimselerin bile tevbelerinin hemen kabul
edilmediği, dolayısıyla bu âyetin Tebük seferine katılmayarak günah işleyenlere
bir tehdîd oluşturduğu belirtilmiştir. Mesalâ Bursevî (ö. 1137/1725), “Bir
yandan Tebük seferi sırasında yapılan hata ve zelleler tevbe ile affedilirken,
diğer yandan Hz. Peygamber’in ashabı zorlu bir anda ona uydukları için
medhedilmişlerdir. Durum böyle olmasına rağmen, o yüce insanlar bile tevbeye
muhtaçtırlar. Diğer insanların durumunu artık siz düşünün.”[648] diyerek Tebük seferine
katılmayanların sıkıntılı bir bekleyişe terkedildiklerini söylemektedir.
Şâzilî’nin bir başka
âyet hakkındaki tefsiri şöyledir:
Mursî’nin anlattığına
göre Şâzilî’nin arkasında kıldıkları bir sabah namazında[649] şeyh hazretleri
eş-Şûrâ suresini okur. “Göklerin ve yerin
hükümranlığı Allah’a aittir. O, dilediğini yaratır; dilediğine kız, dilediğine
erkek çocuk verir. Yâhut hem kız hem erkek çocuk verir. Dilediğini de kısır
kılar.”[650] kısmına
gelince namaz esnâsında Mursî, bu âyetleri kendi kendine şöyle tefsir eder:
Kız çocuktan maksat,
hasenâttır. Erkek çocuktan maksat, ilimlerdir. Kendisine hem erkek, hem kız
çocuğu verilen kişi ile kasdedilen ise, hem ilmi hem de hasenatı olan kimse
demektir. Kısırdan maksat ise ilmi ve iyiliği olmayandır. Namaz bittikten
sonra Şâzilî Mursî’yi yanına çağırır ve ona:
“Namazda eş-Şûrâ
sûresinin 49 ve 50. âyetlerinden şunları anladın.” diyerek talebesinin aklından
geçenleri söyler. Mursî, dışa izhâr etmediği halde düşüncelerine şeyhin
muttali’ olmasına hayret edince Şâzilî:
“Anlayışına muttali’
olmama mı şaşırıyorsun? Halbuki ben sadece senin değil; falan, falan ve
falânın, bu âyeti şöyle, şöyle ve şöyle anladıklarına muttali’ oldum. Ama sen
benim gibi düşündün. Çünkü ben de kız evlâdın iyiliklere, erkeğin ilme,
kısırlığın ise cahillik ve iyiliksizliğe delâlet ettiğini düşünüyorum.” der.
Daha sonra Mursî
araştırdığında, Şâzilî’nin isimlerini verdiği şahısların zihinlerinden geçen
yorumlara da muttali’ olduğunu görür.[651]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, “Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslâh edenler, Allah’a
sarılanlar ve dinlerinde Allah için ihlash olanlar miistesnâdır. Onlar
mü’minlerle beraberdir.”[652] âyeti’nin
de tefsirini yapar. Genellikle bu âyet müslümanlara yönelik yorumlanmıştır.
Şâzilî ise bu âyetin başka din mensûbları ile ilgili olduğu kanaatindedir. Bu
sebeple şunları söyler:
“Dikkat edin ve
düşünün! Allah bu âyette, “Onlar mü’minlerdendir.” buyurmadı, “Onlar mü’minlerle beraberdir.” buyurdu.”
Bir üstteki âyetlerde de Allah, münâfıkların hiç bir zaman ıflâh olmayacaklarım
açıkladı[653] ve
mü’minlerin, müslüman kardeşlerini bırakarak onları dost edinmelerini
yasakladı.[654] Böylece mü-
nâfıklar ile başka dîne inanlar arasında fark olduğunu belirtti. Daha sonra da
mü’minlerin müslüman kardeşlerine sırt çevirmeden, dîninde samîmî olan başka
din mensûbları ile berâber olabileceklerini zikretti. Art niyetsiz ve samîmî
olan başka din mensûblarmın mü’minlerle dostluk kurmaya meyletmeleri için zemin
hazırladı.[655]
Bu
açıklamalardan anlaşıldığına göre Şâzilî, münafıklarla dostluk kurmanın ve
onlarla birlikte bulunmanın yasak olduğunu vurgularken; başka dîn mensuplarının
art niyetli olmayan samimî mü’minleri ile belirli şartlar dahilinde ilişkiler
kurulabileceğini kanaatindedir. Bu gün bir çok batılının Şâziliyye tarikatı
vâsıtası ile hidâyete ulaşması, belki de Şâzilî’nin bu musâmahakâr
yaklaşımından kaynaklanmaktadır.
Nitekim
bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk: “İçlerinden zâlim olanlar hâriç ehl-i kitap ile
savaşmayın, ancak iyilikle mücâdele edin. Onlara: “Bize indirilene de size
indirilene de inandık, bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir. Biz, bir
olan tanrımıza teslimiz.” deyin”[656] buyurmuştur. Âyetteki ifadeler, Şâzilî’nin ehl-i kitaba
yaklaşım tarzını desteklemektedir.
Şâzilî,
Hz. Peygamber (s.a.)’e hitâben inen, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olasın diye
gönderdik.”[657] âyetinin hükmünü, Hz. Peygamber’den sonra gelen her dönemin
velîsi için de geçerli saymıştır. Bu sebeple âyeti, “Velî âlemlere rahmettir.”
diye tefsîr etmişkir.[658]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin hadis şerhlerine gelince örnek olarak şu meşhur hadîsi verebiliriz:
“Yedi sınıf insan vardır ki, bunlar hiç
bir gölgenin olmadığı günde Allah’ın gölgesinde gölgelenirler. Bunlar: Âdil
hükümdâr, Allah’a ibâdet ederek yetişen genç, kendi dışarıda olduğu halde kalbi
mescide bağlı kimse, Allah için bir a- raya gelip Allah için ayrdan ve
birbirini Allah için seven iki kişi, güzel bir kadın kendisini çağırdığı zaman
“Ben Allah’dan korkarım.” deyip onu reddeden erkek, boş iken Allah’ı zikredip
onun korkusundan gözü yaşaran şahıs ve sağ elinin verdiğini sol eli ile
bilmeyecek kadar gizli sadaka veren adamdır.”
Şâzilî’ye göre bu
hadisdeki “âdil imam” tabirinden maksat, kutuptur. Kalbi mescidlere bağlı olan
kimse ibaresindeki “mescid”den maksat, arştır. Çünkü arş, mü’minin kalbinin
mescididir. Bunun manası, “kalbi arşa bağlı insan” demektir. Boş iken Allah’ı
zikreden kişi cümlesindeki “boş” kelimesi ile nefis ve hevânm meşgalelerine
karşı boş olmak kasdedilir. Sadaka, nefis ve hevâmn verdirmeme ya da verdikten
sonra kibre götürme gibi tasallutlarından korunmak için gizli verilir. İbâdet
ile yetişen gençten, tasavvufa sulûk eden şahıs kasdedilir. Güzel bir kadının
teklifini reddetmek ise Hz. Yûsuf (a.s.)’m makamına ulaşmaya işârettir.[659]
Şâzilî bu hadîsi
tasavvufî olarak şerhettikten sonra, zahiri yorumuna geçer. Âdil devlet başkam
nasıl olur ve vasıflan nelerdir? Bunları belirtir. Hadîsin normal manaları
üzerinde durur.[660]
Ayrıca Şâzilî’nin
kendisinden önce yaşayan sûfîlerin söz ve fiillerine getirdiği açıklamalar da
vardır. Atâullah İskenderî bu konuya dâir açıklamalan bir başlık altında
toplamıştır. Bunlar Şâzilî’nin İlmî yönünden ziyâde tasavvuftaki rüştünü
gösterir. Daha fazla bilgi için ilgili başlığa müracaat edilebilir.[661]
E- ŞÂZİLÎ’NİN EDEBÎ YÖNÜ
Şâzilî’nin ilmî
seviyesini ortaya koyan en önemli hususlardan biri, onun arap diline
hakimiyetidir. Bu sebeple onu tanıyanlar, “Şâzilî tatlı dilli, çok güzel ve
fasîh bir konuşmaya sâhip idi. Konuşurken dinleyenler kendisine hayran
kalırlardı.”[662] demektedirler.
Ahzâbında
da Arapçayı fevkalâde güzel kullandığı gözükmektedir. Çünkü uslûbu samîmidir,
okuyanı sıkmayacak bir çekiciliğe ve kalbi etkileyecek müessiriyete sâhiptir.
Şâzilî’nin
aynı zamanda şâir olduğu ve şiire de önem verdiği anlaşılmaktadır. Mağrib’den
Mısır’a hicret ederken yolculuğu zevkli hale getirmek için yanındakilerin
şiirle atışmaları sağlamış, kendisi de melâmet içerikli
beytini
söylemiştir.[663] ’
Bütün
bu anlattıklarımız, Şâzilî’nin şahsiyetini oluşturan en önemli unsurlardan birisinin
“ilim” olduğunu ortaya koymaktadır.
Tasavvuf,
insanı saflaştırıp duru ve temiz olarak aslî fıtratına, elest bezmindeki
durumuna kavuşturmaya çalışan amelî ve fikrî prensiplerin ilmidir. İnsana,
Allah’ı görmese de Allah’ın kendisini gördüğü şuûrunu kazandırmayı amaçlar.
Şâzilî’ye göre tasavvuf, “Nefsin kulluk üzere eğitilmesi ve Cenâb-ı Hakk’ın
Rabbânî hükümlerine döndürülmesidir.”[664]
Şâzilî,
hedeflediği nefs eğitimini gerçekleştiren kişiye “sûfî” adını verir. O’na göre
sûfî’nin dört özelliği vardır. Bunlar: “Allah’ın ahlâkıyla ablaklanmak,
Allah’ın emirlerine yakınlık, Allah’tan utanarak nefse desteği terk ve Allah’la
beraber fena olma sıdkıyla sade hayat sürmeye önem vermek”[665]tir. Bu nedenle o, “Gerçek
sûfî’nin kendisini havadaki toz zerreciği gibi gördüğünü”[666] belirtir.
Tasavvuf
tarihinde sûfî kelimesinin kökü konusunda yapılmış olan tartışmalara[667] Ebu’l-Hasan
Şâzilî de katılır. O, bunlardan duruluk ve temizlik anlamına gelen safa’yı tercih eder. Bu duruluğu sağlama fiilini de Allah’a verir.
Şâzilî, “Sûfî safa terimi ile Allah’ın fiiline mensûbdur. Allah onunla samimî
dost olur, o da saflaşır. Bu saflığa bağlı olarak da sûfî diye isimlendirilir.”[668]
görüşündedir.
Tasavvufa
göre Allah’la mülâkî olmak, O’na vuslat bulmak mümkündür. Ancak bu, elest
bezmindeki safiyete ulaşmakla gerçekleşir. İnsan bu duruluğa ulaşınca Allah
Teala ile irtibat kurar, teâtî ve konuşmada bulunabilir. Nitekim bu durum daha
önce elest bezminde tahakkuk etmiştir.[669]
Böyle ulvî bir
amaca ulaşmayı hedefleyen bu ilmin mütehassıslarından birisi de, Ebu’l-Hasan
Şâzilî’dir. Onun tasavvufî yönü ve düşüncelerini sistematik bir tarzda ele
almak gerekir. Ancak böyle bir çalışma için elimizde yeterli malzeme yoktur.
Bununla birlikte elimizdeki mevcut bilgiler belirli konuların işlenmesine
yetecek niteliktedir. Bu sebeple biz, bu başlık altında Şâzilî’nin tasavvufî
şahsiyetini ve ondan yapılan nakillerin yoğunlaştığı konuları tetkik edeceğiz.
A- ŞÂZİLÎ’NİN
TASAVVUF TARİHİNDEKİ YERİ
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin meşhur olmasını ve şöhretinin günümüze kadar ulaşmasını sağlayan en
önemli sebep, onun tasavvuf! şahsiyetidir. O, küçük yaşlardan itibaren
tasavvufa ilgi duymuş, kendi arayış ve gayretleri ile bu sahada ilerlemeye
çalışmıştır. Sonunda mürşidi Abdüsselâm İbn Meşîş’e intisâb etmiş, onun yanında
zihni durulmuş, kalbi tatmin olmuş, rûhu ve fikri kemâle ermiştir. Neticede
kendisi de, tasavvuf tarihinde insanlara rehberlik yapabilecek seviyeye ulaşan
kişilerin arasında yerini almıştır.
Onun tasavvuftaki
merhaleleri tek tek geçip mürşid seviyesine ulaştığını gösteren bir çok delîl
vardır. Öncelikle Şâzilî’nin bu konudaki kendi beyanları, onun tasavvuf!
şahsiyetini tesbit edebilmemiz açısından önem arzetmektedir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’ye göre isteyen her kişi insanları irşâd edemez. Onları irşâd edecek
kişide bulunması gereken bir takım vasıflar vardır. Bunların en önemlisi,
müridi lüzumsuz vazifelerle uğraştırıp oyalamamaktır. Çünkü bir mürşidin elinde
terbiye olmak için gelen kişi meş’ale gibi parlayan bir himmet ile gelir. Eğer
mürşid bu kişiye, “Şurada bir saat dur bekle.” derse, getirdiği meş’ale söner.
Artık o meş’aleyi tekrar tutuşturmak zor olur. Bu açıdan Şâzilî’ye göre,
“Muhâtabını zora koşup yoran kişi, mürşid değildir. Gerçek mürşid, muhâtabına
kolayı gösteren ve onun rahatını sağlayandır.”[670]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’ye göre insanları faydasız vazifelerle yormamanın ve onlara zaman
kaybettirmemenin yolu da, ferâset sahibi olmaktan geçer. Mürşid, önüne gelen
kişinin simasına baktığı zaman onun kalp ve akıl gibi derûnî latifelerine muttali’
olabilmelidir. Eğer mürşid de bu özellik var ise karşısındakinin psikolojik ve
fizyolojik bütün özelliklerini tahlil eder. Bu tahlil neticesinde teşhis konur
ve ihtiyaç olan tedâvîye başlanır.[671] Böylece muhâtabı yormadan
kısa sürede sonuca ulaşma imkânı doğar.
Şâzilî’nin
böyle bir yolu tercih etmesinin sebebi, eğitilmeye ihtiyaç duyulan yönlerin
kişiye göre farklılık arzetmesidir. Bir kişinin nefis terbiyesi ve irâde eğitimine
ihtiyacı varken, diğerinin kalp tasfiyesine ihtiyâcı olabilir. Bazen de bir kaç
yönlü eğitime ihtiyâcı olan kişiler çıkabilir. Dolayısı ile mürşid, bu
kişilerin her birini ayrı metotlar kullanarak eğitmek zorundadır. Hepsine aynı
metotları uygulayamaz. Mürşîd, tek tek muhâtablarınm ihtiyacına göre ayrı ayrı
vazifeler verebilme ve ayrı ayrı egzersizler yaptırabilme seviyesine sahip
olmalıdır.
Şâzilî’nin kısa
ve kendisine ait net bir ifâde ile belittiğine göre, insan eğitimi ile meşgul
olan kişi, “tabîb gibidir.”85 Yanlış müdâhalelerde bulunmamak
zorundadır. Yanlış neşter vuran cerrâh, nasıl insanın bedeninde geri dönüşü
olmayan yaraların açılmasına neden oluyorsa, aynen bunun gibi yanlış metotlar
kullanan hoca da insanın rûhunda ve akimda tedâvisi imkânsız yaralar açar.
Tasavvuf
litaratüründe insan eğitimi ile meşgul olan kimseye şeyh, onun temsil ettiği
makama da şeyhlik makamı denmektedir. Bu makam sâbit, fakat onu temsîl eden
şeyhlerin vasıflan ve keyfiyetleri farklıdır. Bu farklılık tıpkı cemaate namaz
kıldırma yetkisine sâhip imamların durumuna benzer. Zirâ ulemadan, hâfız bir
kişi cemaate imam olabileceği gibi; sadece ilmihal bilgisine sâhip sınırlı
ezberi olan birisi de imamlık yapabilir. Ancak şu var ki, Sultan Ahmet
Camisi’nde imamlık yapan kişi ile mahalle mescidinde imamlık yapan kişi
arasında bir takım farklı ö- zelliklerin bulunması doğaldır. Şeyhler için de,
bulundukları makam ve mekan açısından bu durum aynen geçerlidir. Zîrâ onların
kendi aralarında bir pirin halifeliğini yapmaktan, kutupluğa kadar yükselen bir
derecelendirme vardır. Biz bu iki özelliği Ebu’l-Hasan Şâzilî’de de görüyoruz.
Şöyle ki:
Bir
şeyh olarak Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin iki farklı dönemde iki farklı kimliği
vardır. Bunlardan birincisi Mağrib ile, İkincisi de Mısır ile bağlantılıdır.
Şâzilî Mağrib’de
iken İbn Meşîş’in halîfesi sıfatı ile tebliğ ve irşâdda bulunuyordu. Şeyh
olarak hizmete başladığı ilk yer, Şâzile gibi küçük bir belde idi. Bir süre
burada ikâmet ettikten sonra Tunus’a geçti. Yine orada da İbn Meşîş’in halîfesi
olarak ondan öğrendiği usûl ve prensipler dâhilinde hareket ediyordu. Bu
sebepten olsa gerek -Şâzile ve Tunus haricinde- Mağrib genelinde ismi pek
duyulmamıştır. Nitekim çağdaş olmalarına rağmen Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Saîd
ed-Dercînî (ö. 670/1272), Kitâbu Tabakati’I-nıeşâihi bi’l-Mağrib (Beyrut, Dâru’l-fıkri’l-Arabî, trs.) isimli eserinde
Şâzilî’den bahsetmez.
Şâzilî
Mısır’a yerleştikten sonra ise, durum farklıdır. Zîrâ burada sürdürdüğü irşâd
ve teblîğ hizmetini, İbn Meşîş’in halîfesi olma kimliğinden çok daha öte bir
kimlikle gerçekleştirmiştir. Mısır’da iken tasavvufta müçtehidlik seviyesine
çıkmış, o güne kadar elde ettiği birikimleri kullanarak kendisine has tasavvufî
prensipler ortaya koymuştur. Böylece müstakil bir tarikat pîri konumuna
yükselmiştir.
Bu husus, Şâzilî
için şaşılacak bir gelişme değil, tam aksine normal seyir içinde devam eden bir
sürecin tabiî sonucudur. Zîrâ şeyhi İbn Meşîş, Şâzilî’ye bir hayat planı çizmiş
ve ona olgunlaştırıcı özelliği olan belli gelişmelerden sonra, tasavvufî
düşüncelerinde tasarrufta bulunma hakkı tanımıştır. Bu durum, îbn Meşîş’in Şâzilî’yi
irşâd ve teblîğ için görevlendirirken söylediği şu sözlerden anlaşılmaktadır:
“Ey Ali,
îfrikiyye’ye git, orada Şâzile denilen beldede iskân et. Çünkü Allah senin
Şâzilî diye isimlendirilmem takdîr etse gerek. Arkasından Tunus şehrine geç.
Orada idareciler kanalıyla sıkıntıya uğrayacaksın. Daha sonra doğuya, Mısır
diyân- na git. Orada kutupluğa vâris olacaksın.”[672]
Nitekim Şâzilî’nin sözlerinden
Mısır’da iken kutupluk makamına ulaştığı anlaşılıyor. İskenderî’nin belirttiğine
göre Şâzilî’ye “Şeyhin kim?” diye sorulunca şu cevâbı vermiştir:
“Önceden Abdüsselâm b. Meşîş’e
müntesib idim. Fakat şimdi hiçbir kimseye müntesib değilim. Çünkü on denizde
yüzüyor ve onundan da su içiyorum. Bunlardan beşi insânî, beşi rûhânîdir.
İnsânî olanlar; Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz.
Ali’dir. Rûhânî olanlar ise, Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl ve
Rûhu’l-ekber’dir.”[673]
Bu aşamada şu tesbiti yapmak
mümkündür. Şâzilî gün geçtikçe şeyhlik devresinin kademelerinde ilerlemiş, ve
tasavvufta içtihad makamına yükselmiştir. Mısır’a yerleştikten sonra da bazı
konularda hocası İbn Meşîş’in geleneğinden ayrılmıştır. Bu ayrılık doktirinde
bir ayrılık değildir. Şâzilî’nin İbn Meşîş geleneğinden ayrıldığı noktalar
daha çok sosyal ve kültürel yönlerdir. İbn Meşîş’in dağbaşlarmdaki münzevî
hayatının aksine Şâzilî, topluma karışmayı tercih etmiş, kent hayâtına yönelik
hizmetler vermiştir. Diğer taraftan mürîd eğitme usûlünde de İbn Meşîş’in
çileli yolunu hafifletmiştir. Fakat bunları yaparken ana gayede kesinlikle bir
sapma olmamıştır. Ayrıca mürîdlerine tasavvuf eğitiminin yanısıra diğer şer’î
ilimleri de öğretmiş, böylece kendisine has, ilim-amel dengeli bir usûl
geliştirmiştir. Her iki sahânm da derslerini kendisinin vermesi, geniş ufuklu,
zihinlerini zâhir-bâtın kavgasından kurtarmış, kendisi ile barışık ve bütün
İslâmî ilimlerin özüne vâkıf bir kadronun yetişmesini sağlamıştır. Çünkü
kaynaklara baktığımızda Şâzilî’nin mürîdlerine bir taraftan Tirmizî (ö.
320/932)’nin Hatmu’l-evliyâ’sını[674] diğer taraftan da îbn Atıyye’nin el-Muharrer el-Vecîz isimli tefsîrini okuttuğunu[675] görüyoruz.
Bütün bu
anlattıklarımız, Şâzilî’nin, İbn Meşîş’den devraldığı tasavvuf düşüncesine çok
şeyler kazandırdığını ve şeyhini aştığını gösteriyor. Zîrâ Şâzilî bir sözünde,
“Mîras olarak bana ulaşan herşey, kaynağını Hz. Peygamber (s.a.)’den almıştır.
Şayet göz açıp kapayana kadar Rasûlüllah (s.a.) benden gizlense kendimi
müslüman saymam.”[676] diyerek îbn
Meşîş’den bağımsız hareket ettiğini belirtmektedir.
Şâzilî’nin tasavvufî kimliğini,
tasavvuf ıstılahları ile açıklamak daha doğru olacaktır. Ebu’l-Hasan Şâzilî
tasavvuf açısından bir “kutup”, tarîkat açısından ise müstakil tarîkat kurucusu
bir “pîr”dir. Bu mertebelere ulaştığını Şâzilî bizzat şu cümlelerle ifâde
etmektedir:
1 - Ben, bu
tarikatta hiç kimsenin gelmediği yere geldim ve ona şimdiye kadar hiç kimsenin
yapmadığı şeyleri kazandırdım.[677]
2-
Bir
gün kalbim aydınlandı. Yedi kat semâ ve yedi kat arzın melekûtuna şâhit oldum.
Bu esnâda vâkî olan durumlara hayret ettim. Bunun üzerine bana, “Basiret basar
gibidir; önüne gelen küçük bir şey bakışına engel olur.” denildi.[678]
3-
Mîrâsımı
bir gecede ceddim Rasûlüllah (s.a.)’den aldım. îsimlerin hazînelerinde mekan
tutum. Şayet kıyamete kadar insanlar ve cinler benden yazsalar, onlar usanır,
üzerine yazı yazacakları şeyler dolar, fakat bendeki bilgiler bitmez.[679]
4-
Hz.
Peygamber (s.a.)’den mîrâsımı aldığım gece ceddim Hz. Hüseyin (r.a.) beni aldı.
Parmağını göbeğime koydu. Başı ile beni idâre edip gezdirmeye başladı. O kadar
ki, arş, kürsî gökler ve yeryüzü benim huzurumda top gibi kaldı. Bu sırada
benden şöyle duâ etmem istenildi:
“Ey Allah’ım!
Senden, bir kölenin, nazar tahdidinden kurtulup kendi nefsi yerine efendisini
hakkıyla tanıtabilmesi için, olmuş ve olacak herşeyi gören Hz. Muhammed
(s.a.)’in nûrundan bana da vermeni istiyorum.”[680]
5-
Bir
gün kendimi nebîler ve sıddıklarla beraber gördüm. Onlarla birlikte kalmak
istedim. Bu gaye ile, “Allah’ım, onlar güçlü oldukları için sen onları imtihan
ettin, onlar da kazandı. Fakat biz onlardan zayıfız. Beni afiyetle onların
yoluna ilet.” diyerek yalvardım. Cevâben bana, “Sen hiç bir şeye muktedir
değildin, biz onları desteklediğimiz gibi seni de destekledik. Böylece onların
meclisine yakın oldun.” denildi.[681]
6-
Ben,
dünyânın tamamı kendisine bir adım kılınmış kimselerdenim. Bir a- dımda dünyâyı
tayyederim.[682]
7-
Bana
tâbî’ olanlar nerede olursa olsunlar, benim elim onları muhâfaza eder. Kimde bu
özellik yok ise o, şeyh olamaz.[683]
8-
Bilmiş
olun ki, ahyârdan olan kişi eşyânm esrârını bizim vâsıtamızla idrâk eder.
Allah’ın envâr denizi ile hâlini değiştirdiği adama geliniz.[684]
9-
Bana
rüyamda Hz. Peygamber (s.a.), “Yeryüzünde İzzeddin b. Abdüsselâm (ö.
660/1262)’ın fıkıh meclisinden daha değerli bir fıkıh meclisi, Zekiyüddîn
Abdulazîm Münzirî’nin hadîs meclisinden daha güzel bir hadîs meclisi ve senin
ilm-i hakâik meclisinden daha üstün bir ilm-i hakâik meclisi yoktur.” buyurdu.[685]
10-
Bana
bilmediğim bir mesele sorulunca cevâbını karşımdaki hasır veya duvara
mürekkeble yazılmış olarak görüyorum.[686]
11-
Bana,
“Biz sana selâmeti arkadaş yaptık, melâmeti de (kınanma sebebi olacak
durumları da) senden kaldırdık.” denildi.[687]
12-
Kutup
olan kimseye Cenâb-ı Hakkın zâtı ile sıfatlarının sınırları açıklanır.
Kendisine rahmet, ismet, hilâfet, niyâbet ve hamele-i arş ile yardım edilir.
Mübteda ile müntehâ bilgisi ve hikmeti öğretilir. Böylece ona bütün sırlar
ma’lûm olur. Kim kutub olduğunu iddia ederse bu mi’yârı bana ibrâz etsin.
Kutubluğa kesb ile ulaşılmaz, onu Allah verir.[688]
13-
Eğer
dilimde şeriatın dizgini olmasa idi, size yarın, yarından sonra ve kı- yâmete
kadar olacak şeyleri haber verirdim.[689]
14-
Bir
gün Ebu’l-Hasan Şâzilî; “Allah’a yemin olsun ki, bana imdâd-ı Rabbânî nâzil
olduğunda, onun, benden sudaki balıklara ve havadaki kuşlara sirayetini görüyorum.”
buyurur. Orada bulunan şeyh Eminüddîn Cibril, bu sözler karşısında Şâzilî’ye:
“Öyle ise siz
kutubsunuz.” deyince; Şâzilî bu payeyi reddetmemiş, bilakis ku- tupluğu
kullukla özdeşleştirerek:
“Ama sonuçta
Allah’ın kölesiyim.” cevâbını vermiştir.[690]
15-
Yedi
göğün melekleri sidre-i müntehâ’mn meleklerine gelirler. Sidre-i müntehâ’mn
melekleri de, Allah Teâlâ’mn bana direk verdiği İlâhî imdat ile onlara yardım
ederler.[691]
16-
Şeyh
Abdulkâdir en-Nakkâd, “Rüyamda Şâzilî’nin makamının arşın yanında olduğunu
gördüm.” der. Şâzilî bundan haberdar olunca, Nakkâd’m sözünü kabul etmekle
birlikte, kapsamını şöyle genişletmiştir:
“-Bende tînet
arza, nefis semâya, kalp arşa, rûh kürsiye bağlıdır. Sır ise mekansız olarak
Allah ile beraberdir.”[692]
17-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî Arafat’ta duâ ederken, isteklerinde genelden özele doğru bir sıra takip
edip duâsmın büyük bir kısmını da halîfe ve bedele ayırınca, yanında bulunan
mürîdlerinden Ebû Muhammed Abdulazîz, “Efendim, bedel kim, halîfe kim?” diye
sorar. Şâzilî de ona:
“Bedel sensin,
halîfe de benim.” cevâbını verir.[693]
Kutub, lügatta, değirmen deliğine
sokulan uzun demir, değirmen taşlarının birbirinden ayrılmadan dönmesini
sağlayan iğ, bir topluluğu idare eden reis, kıble ve yol tayinine yardımcı olan
yıldız” ma’nalarına gelir.[694]
Tasavvuf
ıstılâhında ise kutub, lafız farkı ile çeşitli şekillerde ta’rif edilmiştir.
Ancak bu ta’rîflerin ifâde ettiği mana birbirine yakındır.
Abdüsselâm
b. Meşîş kutbu, “Allah’ın iyilikleri idâre etmesi için halîfe olarak
görevlendirdiği vekîl ve kerâmet nurlarım toplamak için asıl yaptığı kuludur.”[695] şeklinde
ta’rif etmiştir. Ayrıca kutub için, “Âlemde Cenâb-ı Hakk’m nazarına mazhar olan
ve tecellîlerini tevzî’ eden kişi,[696] âlemin kalbi olan şahıs”[697] gibi
ta’rifler yapılmıştır. Âlem kutupsuz olmaz. Her devirde kutub vardır. Eğer o
ölürse yerine ona yakın olanlardan birisi geçer. Genellikle gizli olan ve
insanlar tarafından bilinmeyen bu yüce şahsiyetler,[698] emir tahtında hareket
ederler. Bu sebeple Muhammed Zâfir’e göre aktâbdan bazıları sükûta, bazdan da
konuşmaya me’mûrdurlar. Geylanî ve Şâzilî konuşmaya me’mûr olanlardandır. Bunun
için onların kutub olduklan kesin ve zahirdir.[699]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, “Herkim dünyâ ve âhirette azîz olmak isterse bizim yolumuza girsin.”[700] sözü ile
kutub ve müstakil bir tarikat kurucusu olduğunu kendisi açıklarken, onun bu
vasfını çağdaşları da kabul etmektedirler. Atâullah Îskenderî, Letâifu’I-Minen isimli eserinin birinci bâbındaki giriş bölümünü,
Şâzilî’nin ku- tupluğunu isbâta ayırmış ve onu kutub olarak kabul eden
çağdaşlarının isimlerini vermiştir. Hatta yer yer Şâzilî’nin kutubluğuna dâir
onlardan nakillerde bulunmuştur. Buna göre Şâzilî’nin kutupluğunu tasdîk eden
şahıslar ve bu konudaki beyanları şunlardır:[701]
1- Safıyüddin b. Ebî Mansûr (ö.?)[702].
2- Kudbuddin Kastallânî
(614-686/1217-1287)[703].
3- Ebû Abdullah b. Nûmân (ö. 683/1285)[704].
4- Abdulğaffar b. Nûh (ö. 708/1309)[705].
5- Şeyhu’l-İslâm Takiyüddin Muhammed b.
Ali el-Kuşeyrî (625-702/1228- 1303),[706] ‘“Ben Allah’ı Şâzilî’den daha
iyi bilen bir kimse görmedim.”[707] diyerek
Şâzilî’nin kutubluğunu tasdîk etmiştir.
6- Mısır müftüsü îzzeddin b. Abdüsselâm
(ö. 660/1262)[708],
“Şâzilî’nin sözlerini dinleyiniz. Çünkü onun sözleri Allah’dan gelmektedir.”[709] diyerek
Şâzilî’yi medhetmiştir.
7- Endülüslü Şeyh Ebu’l-Abbâs el-Meknûn
(ö. ?) “Şâzilî kutbu’z-zamândır.” demiş ve onunla görüşenleri tebrik etmiştir.[710]
8- Ebu’l-Abbas el-Mursî, “Diğer velî
zâtlar, sineklerin bala üşüştükleri gibi Şâzilî’nin etrâfma üşüşürlerdi.”[711] diyerek,
devrin velîleri arasında Şâzilî’nin konumunun yüksek olduğunu belirtmiştir.
9- İskenderî’nin belittiğine göre
Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)[712] ile Şâzilî
sohbet ettikleri sırada, Şâzilî Konevî’ye:
“Şu
anda kutbu’z-zamân nerede ve onunla konuşan arkadaşı kim?” diye sorunca;
Konevî sükût buyurarak Şâzilî’nin kutupluğunu ve kendisinin de onunla konuşan
arkadaşı olduğunu ikrâr etmiştir.[713]
10- Mekînüddin el-Esmer[714], aşağıdaki
sözleri ile Şâzilî’nin bir tarikat şeyhi olduğunu belirtmekte ve devrinin
şeyhleri arasındaki konumunu tesbit etmemize yardımcı olmaktadır.
“Rehberlerin
çoğu insanları Allah’ın kapısına çağırıyorlar. Şâzilî ise onları kapıdan içeri
sokup Allah’ın huzûruna götürüyor.”[715]
“Tarikat
konusundaki problemlerimle kırk yıl başbaşa kaldım. Bu problemler hakkında
konuşup çözüm üretecek kişi bulamadım. Ebu’l-Hasan gelince benim için problem
olan herşeyi çözdü.”[716]
11- îbn Sabbâğ’m Ebû Abdullah b. Harîz
isimli bir zâttan naklettiğine göre, a- damın birisi iktidâ edeceği bir şeyh
aradığı sırada rüyasında Hz. Peygamber (s.a.)’i görür. Hz. Peygamber ona; “Şeyh
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin nurları kâinâtın lâihasıdır. Kim ondan bir şeye temessük
ederse bütün hayra temessük etmiş olur.” buyurur.[717]
12- Atâullah İskender! de Şâzilî’yi bize
şöyle tanıtır:
“Şâzilî
kutbu’z-zamân’dır ve insanları irşâd etmek için kendisine has bir tarikatı
vardır. Onun tarikatı büyük bir zenginliğe ve güçlü bir şekilde hedefe
ulaştırma kapasitesine sahiptir.”[718]
Bunun
haricinde İbn Batûta (704-779/1305-1377) meşhûr Rıhle’sinde[719], İbn
Mülakkın (723-804/1323-1402) Tabakâtü’l-evliya’smda[720], Abdurrahman Câmî (ö.
898/1492) Nefahâtü’l-iins’ünde[721], Suyûtî (ö. 911/) Husnii’l-muhâdara’sın- da[722], Şa’rânî
(ö. 973/1565) et-Tabakâtii’l-kübrâ’sında[723], Münâvî (ö. 1031/1622) Kevâkibü’d-diirriye’sinde[724] ve İbn Imâd (ö. 1089/1678) Şezerâtü’z-zeheb’inde[725] Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin Şâzeliyye tarîkatinin lideri ve devrinin kutbu olduğunu
belirtmişlerdir.
B- ŞÂZİLÎ’NİN
TASAVVUFÎ DÜŞÜNCELERİ
Tasavvuf!
düşünce tabiri ile kasdedilen, tasavvufun fikrî boyutudur. Konuları i- se amelî
tasavvufun alt yapısını oluşturan Allah, insan, varlık ve ma’rifet gibi inanç
ve tefekkür ağırhklıdır. Biz bu başlık altında Şâzilî’nin tasavvuf
anlayışındaki fikrî özellikleri ele alacağız. Ancak bunu yaparken, Şâzilî’nin
fikirlerine doğrudan ulaşmamız mümkün değildir. Çünkü Şâzilî’nin bu konulara
dair her hangi bir eseri yoktur. Bu sebeple onun tasavvuf! düşüncelerini
incelerken, daha çok ondan nakledilen sözleri ve bu sözlere yapılan
açıklamaları göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Bu konuda İbn Sabbâğ’ın Dürretü’l-esrâr’ındaki ve İskenderî’nin Letâifü’l- minen’indeki
açıklamalar önemlidir. Özellikle Îskenderî, bu eserini Ebu’l-Hasan Şâzilî ve
onun ser halîfesi Ebu’l-Abbas’ın görüşlerini toplamak için yazdığını belirtmekte,[726] bu sebeble
kitabına, Letâifii’l-minen
fî-Menâkıbi’ş-şeyh Ebi’l-Abbas ve şeyhihî Ebi’l-Hasan ismini verdiğini açıklamaktadır.[727]
Başta Kur’ân-ı
Kerim olmak üzere İslâm literatüründe Allah, varlığı zarûrî, vücûd-ı zâtisi
ezelî ve ebedî olan, zâtı hâricinde bütün mevcûdâtı sonradan yaratan, onların
hayâtiyetlerini devam ettiren, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemâl sıfatlarıyla
muttasıf bulunan mutlak varlık olarak ta’rîf edilmiştir.[728]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin de bu ta’rîfe uygun bir ulûhiyyet anlayışı vardır. Çünkü o, bu
ta’rîfte anlatılanların hepsini ulûhiyyetin özellikleri sayar. Bu özelliklerin
her birini anlatmak için ayrı ayrı isim kullanmak gerektiğini belirtir. Ona
göre Cenâb-ı Hakk, bu işi kullarına bırakmamış, isimlerinin tamamını bir isim
altında bizzat kendi toplamış ve ulûhiyyetini etrâfını câmî, ağyârım mânî bir
şekilde hiç
bilinmeyen bir isimle[729] ifade etmiştir. Bu isim de “Allah” ismidir.[730]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye göre Allah
isminde Allah’ın diğer isim ve sıfatları cem olur. Çünkü “Allah ismi taalluk,
diğer isimler ise tahalluk içindir.”[731] Yani bir kul, “Yâ Halîm!”
veya “Yâ Kerîm!” diye hitap ettiği zaman, kendisine Cenâb-ı Hakk’ın bu
isimlerle tecellî etmesini ister. Böylece ya halîm ve kerîm sıfatı ile
ablaklanmış bir kul olmayı, ya da Allah’ın hilmi ile bağışlamasını ve keremi
ile de kendisine ikramda bulunmasını talep eder. Allah’ın “Allah” ismi hâriç
diğer bütün isimleri de böyledir. Allah ismi ise tahalluk ile alâkalı değil,
Cenâb-Hakk’m zâtı ve ulûhiyyeti ile alakalıdır. Dolayısıyla hiç kimsenin ulûhiyyet
ile ablaklanması ve ilahlık talep etmesi mümkün değildir.[732]
Buradan Allah
ismi ile zikredilmez gibi bir netice çıkarılmamalıdır. Çünkü tasavvufta en
önemli zikir, Allah ismi ile yapılan zikirdir. Bundan dolayı Şâziliyye Tarîkatı
mensûbları da “Allah” ismi ile zikre önem vermişler ve bu zikre “zikr-i
müfrecT adım koymuşlardır.[733] Hatta
Şâzilî ve arkadaşlarına göre Allah ismi ile zikrin “bisât ve semere” olmak
üzere iki faydası vardır. Bisât, ilim döşeğine oturmaktır. Bunun semeresi ise
nûrdur. Bu nûr ile keşf-i lyân gerçekleşir.[734]
Bu yaklaşımdan
sonra Ebu’l-Hasan Şâzilî ve arkadaşları, başka sûfîlerin “ism-i a’zânT
adım verdikleri Allah ismine, “sultânü’l-esmâ” derler.[735] Çünkü diğer
isimlerden bir harf düşse, Allah’a olan delâletleri yok olur. Allah isminde
ise durum böyle değildir. Eğer Allah kelimesinden elif harfi düşse, lillah
kalır. Lillah’tan birinci lâm düşse lehû kalır. Lehû’deki ikinci lâm düşse
“Hû” kalır. Neticede bunların hepsi Allah’a işâret eder. Ama Alîm kelimesindeki
ayın düşse, “leyin” kalır. Bu da Allah’ı göstermez.[736]
Atâullah
Îskenderî, Allah isminden harfler teker teker düştüğü halde kalan son harfin de
yine Allah’ı işâret ettiğini belirten ilk kişinin Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/921)
olduğunu, Şâzilî ve mensûblarının bu fikri ondan aldıklarını açıkça belirtir.[737]
Sonuç olarak Şâzilî’ye göre Allah
ismi, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına âid ismidir. O’nun ulûhiyyetini ta’rîf eder. Alîm,
Rahîm ve Kadîr gibi isimleri ise sıfatlarına âid isimler olup, Cenâb-ı Hakk’ın
özelliklerini anlatır. İsimler sıfatlarının, sıfatlar da zâtının yansımasıdır.
Bu sebeble Şâzilî kendisine, “İsimlerim atiyyelerime sebkat etti; atıyyelerimin
kaynağı ise sıfatlarımdır.”[738]
buyrulduğunu belirtir. Bunun pratik hayattaki uygulamasını da, “Ni’met
çağrılırken isimlerle duâ edilir, sıkıntılara i- simlerle şekvâ edilir ve yine
onların yetmesi istenir. İsimler zâta ve sıfatların birliğine perdedir.”[739] sözleri ile
anlatır. Bu durum tıpkı ölüme Azrâil’in perde olmasına benzer. Cam alan Azrâil
olduğu için hiç kimse ölüm sebebi ile Cenâb-ı Hakkı suçlamaz. Halbuki Azrâil,
sadece Allah’ın emirlerini yerine getiren ve can alma işlemine aracı olarak
ibâdet yapan bir melektir. Sonuç olarak Şâzilî’ye göre isim, sıfat ve zât
arasında böyle bir bağlantı vardır.
Şâzilî, Allah’ın
zâtı ile sıfatlan arasında kesin bir ayrım yapmaz, onları birleşik de saymaz.
Sadece sıfatların ezelî olduğunu söyler. [740] Tüm sûfîler gibi Şâzilî de,
“Allah’ın sıfatları zâtının aynıdır.”diyen Mu’tezile ile bu fikre karşı çıkarak
“Allah’ın sıfatları zâtının gayndır.” diyen Eşariyye arasındaki tartışmalara
katılmaz.[741] Konunun
hassâsiyetinden dolayı Mâturîdî’ler gibi kesin hüküm vermekten kaçındığı,
tarafsız ve “Allah’ın sıfatları zâtının ne aynıdır ne de gayrıdır.” düşüncesine
yakın olduğu anlaşılıyor. Bu nedenle, “Bana, benim sıfatlarım zâtım ile
kâimdir, zâtım ise noksanlaşmaz ve yok olmaz; buyruldu.”[742] diyerek Allah’ın sıfatlarının
zâtı ile kâim olduğunu, ancak aynîlik veya ayrılık söz konusu olmadığını belirtir.
Sıfatların birbirleriyle olan münâsebetlerine gelince, “Tek bir zât ile kâim
teaddüd etmez bir sıfat gibidirler.”[743] diyerek, onların ayrılmaz bir
bütün olduğunu ifâde eder.
İnsanoğlunun
tarih boyunca üzerinde durduğu hususlardan birisi de “bilgi” konusudur.
Bilginin kaynağı nedir, elde etme yollan nelerdir, doğruluğu nasıl anlaşılır ve
bilginin kendisi nasıl bir şeydir? Bu sorular üzerinde çok tartışılmıştır.
Bilgi konusunu
sûfîler “ma’rifet” başlığı ile ele almışlardır. Bu konuda fikir beyân eden
sûfîlerden birisi de Ebu’l-Hasan Şâzilî’dir. Şâzilî’ye göre bilginin kaynağı
Allah’dır, en doğru bilgi de O’ndan gelen irfanî bilgidir. Çünkü Allah’ın
sıfatlarından birisi ilimdir. Olmuş ve olacak herşey, O’nun ezelî ilminde
mevcuttur.[744] O’nun için
mâzî, hâl ve istikbâl birdir.
Şâzilî’ye
göre insanın vazifelerinden birisi ma’rifettir.[745] Buna tasavvufta Allah’ı
tanıma ma’nâsına “ma’rifetullah” denir. Dolayısıyla Şâzilî de Allah’ı tanımayı
tasavvufun en önemli konularından birisi sayar. O’nun bu düşüncesinde Hz. Peygamber
(s.a.)’in, “Nefsini
bilen, Rabbini bilir.”[746] hadîsi etkili olmuştur. Zîrâ Şâziliyeye geleneğine göre,
isyankâr olsa bile insanın kendisini bilmesi, âciz, fakir, zelil, sınırlı ve
bağımlı olduğunu anlaması, Cenâb-ı Hakk’m yüceliğine inanması ile mümkündür. Bu
da ma’rifete açılan ilk kapı ve önemli bir başlangıç noktasıdır.[747]
Şâzilî,
Allah’a ulaşmada farklı metodlann bulunduğu görüşündedir. Bu konudaki
düşüncesini, “Cenâb-ı Hakk’ın kapıları dörttür. Bunlar tevhîd, muhabbet, îman
ve rızâdır.”[748] sözleri ile
belirtir.
Şâzilî’nin
bu yaklaşımına açıklık getirmek için İbn Sabbâğ, Şâzilî’ye göre kulun Allah’ı
tanımasında üç çeşit delîl olduğunu söyler. Bunlar akıl yolundan, kerâ- met
yolundan ve sırr yolundan geçen delillerdir. Sırr nebîler ve sıddıklar için,
keramet Allah’a yakın velîler için ve akıl da âlimler için delildir.
Ma’rifetin kula gelişi ise iki şekilde gerçekleşir. Birincisi cömertlik yoluyla
olup Allah’a âiddir. İkincisi ise kula âid olan cehd ve gayreti arttırma
yoludur. [749]
İskenderî’ye
göre Ebu’l-Hasan Şâzilî Allah’ın iki yolla bilinebileceği kanaatindedir.
Bunlardan birincisi delîl ve bühân yolu; İkincisi ise şuhûd ve lyân yoludur.[750] Şehbenderzâde
Filibeli Ahmed Hilmi, bunlardan birincisine “İlmî usûl”, diğerine “işrâkî usûl”
adını verir.[751]
Delîl
ve burhan yolunu ehl-i i’tibâr kullanır. Bunlar zahir ulemâsı ve ilm-i kelâm
erbâbı olup daha çok akla önem veren kimselerdir. Allah’a hemen teslim olamamışlardır.
Bu gruba göre Allah’a yaklaşmayı ve onu tanımayı talep edenlere varlık âlemindeki
deliller yardımcı unsur olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk bu durumu a- çıklamak için: “Hem dış dünyada hem de
kendi içlerinde varlığımızın delillerini onlara göstereceğiz ki, O’nun Hakk
olduğu meydana çıksın.”[752] buyurmuştur.[753] Kısaca buna
“eserden müessire intikâl usûlü” denir .[754]
Delil ve bürhan
yolu uzaktaki insanları Allah’a yaklaştırmak için bir vesiledir. Çünkü
İskenderî’nin naklettiğine göre Şâziliyye ekolünde, “Vücûdu isbât bakımından
sebepler gereklidir; zâtım müşâhede bakımından ise sebepleri ortadan kaldırmak
lazımdır.”[755] Bu
İfâdelere göre Şâzilîler açısından kelamcıların kullandığı delillerin rolü,
Allah’ın varlığını gösterecek kadardır. İlmî usûl ile ma’rifetin başlangıcını
ve dış görünüşünü elde etmek mümkün olsa bile derûnuna nüfuz etme imkânı
yoktur. Çünkü “bilmek ile yapmak” arasında fark vardır. Ma’rifet tahsilinde
daha fazla başarı elde etmenin yolu, bu usuleri kaynaştırarak müşterek
uygulamadan geçer. [756]
Şâzilî’ye göre
zâhirdeki delillerin, hakikatin tanınması dediğimiz ma’rifete u- laştırmada her
hangi bir etkisi ve önemi yoktur. Çünkü asıl iş, Allah’ın varlığını kabul
ettikten sonra başlar. Varlığı kabul edilen Allah’ı tanımak gerekir.[757] Bu sebeple
o, “Biz Allah’a îmân ve ikan gözüyle bakarız. Bu durum bizi delîl ve bürhâna
ihtiyaç duymaktan müstağni kılar.”[758] demiştir: Anlaşılan o ki,
kişi mevzûya inandığı dînin getirdiği esaslar çerçevesinden bakmalıdır. Bu
sebeple Şâzilî ma’rifetin alâmettim belirtmek için şunları söyler:
“Gerçek ma’rifet
makamının belirtisi, Allah Teâlâ’dan başka herşeyden, hiç bir şey beklememe ve
O’ndan başkasına muhtaç olmama hâlidir. Ma’rifet ehli olan kimse Allah’dan
başka hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmadığının idrâki içindedir.”[759]
Şâzilî’ye göre
delili ortaya koyan, kendisini tanıtmak için koyduğu delile ihtiyaç duymaz. “O, herşeyden
müstağnidir.”[760] Varlık, değil Allah’ı, kendisini bile tanıtmaktan âcizdir.
Bu sebeple onu da insanlara yine Allah tanıtmıştır. Nitekim aklı ile övünen
insan, hayâtını idâme ettirmek için ihtiyaç duyduğu maddî varlıkları kendi
imkânları ile tanımaktan âcizdir. Bu acziyetinden dolayı, “Allah Âdem’e bütün
isimleri öğretmiştir.”[761] Durum böyle iken, “Nasıl olur da maârifin kendisi ile
bilindiği kimse maârif ile bilinebilir? Ya da varlığı herşeyin varlığından önce
olan kimse, her hangi bir eşyâ ile nasıl tanınabilir?”[762] Şâzilî’ye göre böyle bir şey
mümkün değildir. “Kainât kendisini göstereni gösteremez ve kendisini tanıtanı
tanıtamaz.”[763]
Şâzilî’nin bu
ifadesine göre, Allah’dan mahlûkata doğru sürekli işleyen bir zu- hûr ve
tecellî yolu vardır; mahlûkattan Allah’a doğru giden bir zuhur ve tecellî yolu
ise yoktur. Bu açıdan kâinâttaki zuhûr ve tecellîler, Allah’ın vücûduna
(varlığına) işaret eder, ancak inşam ma’rifete ulaştırmaz ve ona Allah’ı
tanıtamazlar. Varlığın hakikatine nüfûz etmede yetersiz kalırlar. Hâdis olan
eşyâ vâsıtası ile Cenâb-ı Hakk’ı tanımaya kalkmak, suyu tersine akıtmak için
uğraşmaya veya körlerin dokunarak fili tanıma çalışmalarına benzer. Allah’ın
varlığını öğrendikten sonra sürekli bir şekilde kâinâttaki diğer isbât-ı vâcib
delillerinin peşinde koşmak ise a- besle iştigal ve yerinde saymaktır. İnsana
yeni bir ufuk kazandırmaz. Halbuki bunun yerine Allah’ın varlığına inanmanın
gereği, davranışlara yansılamalıdır. Kul, Allah’ın kendisine şâhid olduğunu
bilir ve kendisi de kâinâta bakarken Cenâb-ı Hakk’a şâhid olarak bakarsa,
gafletten kurtulur. Şuhûd ve lyân yoluyla Allah kula kendisini tanıtır; kul da
O’nu tanır. Aksi halde kul gaflette kalır. Kısaca Şâzilî’ye göre Allah’ı
tanımanın ve ma’rifete ulaşmanın en sağlıklı yolu, delil ve bürhâna ihtiyaç
duyulmayan şuhûd ve lyân yoludur.[764]
Şâzilî bu konuda
net olarak şunları söyler:
“Kâinâtın Allah’a
ulaştırması şaşılacak şeydir. Kâinatın Allah ile beraber vücûdu var mı da
Allah’a götürsün? Ya da bâzılarımn Allah için yok saydıkları vuzûhiyyet, kâinât
için var mı da Allah’ı göstersin?”[765]
Îskenderî,
Şâzilî’nin bu sözlerine şunları ilâve eder. Kâinâttaki deliller öncelikle
yaratıkları tanıtır, onların bilinen yönleriyle bilinmeyen sırlarını
açıklarlar. Bu sebeple doğrudan yaratanı tanıtamazlar. Bu durum tıpkı güneşin
aydınlığı ile âsârın müşâhede edilmesine rağmen, müessirin müşâhede
edilmemesine benzer. Çünkü müessiri müşâhede etmek ancak yakîn nûru ile
mümkündür.[766]
Şâzilî’ye
göre delîl ve bürhân kişileri sadece aklen Allah’a îmân’a yaklaştırmak için
kullanılırken, şuhûd ve lyân metodunda ise böyle bir şey söz konusu değildir. O, insanı aklî, rûhî, hissî ve kalbî bütün melekeleri ile
Allah’a götürür. Çünkü insan yeryüzüne imtihân için gönderilmiştir. Allah da
herşeyi kendisinin yarattığını ve herşeye kâdir olduğunu açıkça ortaya
koymuştur. Bundan sonrasını değerlendirip değerlendirmemek insana aittir. Eğer
değerlendirirse delîl ve bürhân peşinde ko- şanlarm ulaşamadığı mertebelere
ulaşır. Bunun için Allah Teâla şöyle buyurmuştur: “Allah de, sonra da
onları kendi havuzlarında oynaşmaya bırak.”[767]
Bu
yaklaşımlardan delîl ve bürhân ehlinin umûmî, şuhûd ve lyân ehlinin husûsî
davrandığı anlaşılıyor. Çünkü Şâzilî gibi düşünen şuhûd ve lyân ehli, zuhûru
konusunda kendisini gösterecek delîle ihtiyaç duymaktan Cenâb-ı Hakk’ı
mukaddes tutuyorlar. Cenâb-ı Hakk’ın varlığının ortaya çıkması için delîle
ihtiyâç olmadığını kabul ediyorlar. Onlara göre delîli ortaya koyan delîle
ihtiyâç duymaz. Çünkü Cenâb-ı Hakk hiç bir zaman kullarına gizli değildir.
Zâtı, sıfatlarından daha bâriz- dir. Ancak O, zuhurunun azameti ile
perdelenmiştir. Gözlerin Cenâb-ı Hakk’ı müşâhade etmesine mânî olan şey,
zuhûrundaki parlaklığın onları kamaştırmasıdır. Tıpkı gözün kendisini
çevreleyen kapağı görememesi gibi yakınlığın azameti de Cenâb-ı Hakk’a olan
görüş açısını kaybettiriyor. Şâzilî bunu, “Yakınlığın hakikati, yakın olduğun
şeyi ona en yakın olduğun zamanda kaybetmendir. Bu şuna benzer. Burnu misk kokusu
alan kimse onun geldiği yere yaklaştıkça kokunun arttığını hisseder. Ancak
kokunun bulunduğu eve girince herşeyin birden kesildiğini farkeder.”[768] sözleri ile
anlatılmaktadır.
Netice itibâri ile delil Cenâb-ı
Hakk’ı talep eden için lâzımdır. Onu müşâhade etmek isteyene lâzım değildir.
Çünkü varlığına şâhid olan, şuhûd hâlinin açıkladığı ile delile ihtiyâç
duymaktan müstağnidir. Öte yandan Şâziklî’ye göre delil de Allah’ın müsâade
ettiği ölçüde faydalı olur. O’nun izni olmadıkça bir işe yaramaz. “Çünkü delil,
kendisini ulaştırma rütbesine yaklaştıran bir güç olduğu için ma’rifete
ulaştırmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın ulûhiyyeti olmaksızın ulaştırma söz konusu değildir.”[769] Ayrıca akıl
ve vesâil ile elde edilen ma’rifet kesbîdir. Sonuçta zarûrî olarak bir noktada biter
veya aynı şekilde deverân eder. Allah’dan gelen bilgide ise, sınır ve tekrar
yoktur. Kâinâtın açıklığından dolayı delil kullanmaktan kaçmam, mükevvin olan
Allah delile muhtaç etmez.[770] Çünkü
Şâzilî’ye göre iman gözüyle bakan kişiye Allah kendisini, “Herşey de, herşeyin
yanında, herşeyle beraber, herşeyin üstünde, herşeyin altında, herşeye yakın ve
herşeyi kuşatmış” olarak tanıtır.[771]
Şâzilî’nin bu yaklaşımının
altında îmâna getirdiği ta’rîf yatar. O îmânı, “Senin Allah’ın evveliyeti ile
kendi evveliyetine, O’nun âhiriyyeti ile kendi âhiriyyetine, O’nun zâhiri ile
kendi zâhirine ve O’nun bâtını ile kendi bâtınına şâhid olman- dır.”[772] şeklinde
ta’rîf eder.
Şâzilî’ye göre tabiat olayları ve
zâhiri deliller tehlikeden uzak değildir. Çünkü bu deliller bazı insanlar için
Allah’a yaklaştırıcı ve varlığını isbât edici rol oynarken, bazılarını da
Allah’dan uzaklaştırır. O bu görüşünü, “Ârizî varlıklar Allah’ın bilinmesi
konusunda tahdîd veya te’kîd oluştururlar.”[773] sözü ile ifâde eder. Dayanak
olarak da Hz. Peygamber (s.a.)’in şu hadîsini gösterir:
Bir seferinde
Hz. Peygamber Efendimiz gecenin bir bölümünü bir bulut parçası altında geçirdi.
Bu sırada bu hâdiseden ders çıkarılması için, “Size Rabbiniz ne bu- yürüyor
biliyor musunuz?” diye sordu. Orada bulunan sahâbîler, “Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir.” cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
“Bu olayla size Rabbiniz,
“Kullarımdan bazıları bana inandı, bazıları da kâfir oldu. Yağmurumuz Allah’ın
fazlı ve rahmeti ile yağar diyenler bana inandı; yıldızlara küfretti.
Yağmurumuz şu yıldız ve şu cins hava olayları sebebiyledir diyenler, bana karşı
kâfir oldu; yıldızlara inandı.” buyurmaktadır.” açıklamasını yaptı.[774]
Şazilî’nin ma’rifet konusunda
zâhirî delillere önem vermemesinde Mu’tezile mezhebinin de etkisi vardır.
Mu’tezile’nin kâinâta ve kâinâtın tecellîsinde etkili rol oynayan sıfâtullah’a
bakış açısı Şâzilî’den farklıdır. Mu’tezile mezhebi, Allah’ı tenzîhde
(yüceltmede) ölçüyü kaçırarak o kadar aşırı gidiyor ki, Allah’la beraber hiç
bir şeyi görmemek için kâinâtı yok sayıyor. Sonra da kâinâtın yaratılışında
etkili olan sıfatları zâtullah ile bir kabul ediyor. Mu’tezile’ye karşı olanlar
da zâtullah ile sıfatlarını tamamen bir birinden ayırıyorlar. Şâzilî ise
konunun hassâsiyetinden dolayı her iki grubun fikirlerim- de katılmıyor. Çünkü
Mu’tezile ile başlayan bu tartışmalar, insanı ya herşeyi aklî delîl ve
bürhanla çözmeye, veya bütün varlığı Allah kabul etmeye (panteizme) götürüyor
ve teslimiyetten uzaklaştırıyor. Saf bir tenzihe ulaşmayı hedeflerken hatâya
düşülüyor. Bu nedenle Şâzilî, teaddüdü kudemâya engel olacağı düşünülen tenzih
anlayışı ve aklî delillerle, tam ve sağlıklı bir şekilde ma’rifete ulaşmanın
mümkün olmadığını düşünür. Bu ve buna benzer yaklaşımların yaygınlaşmasında
Mu’tezile mezhebi öncülük rolü oynadığı için de Mu’tezile’ye karşıdır. Hatta
onlarla sık sık münâzaraya tutuşmuş ve onları iknâ etmiştir.[775]
Allah’ı bilme ve
tanıma konusunda ma’rifetin nasıl gerçekleştiğini, Şâzilî şöyle ifade eder:
Vaktin gece
olduğunu düşünün. Gecenin şe’ni zulmet, humûdet ve sükûnettir. Bu durum güneş,
ay ve yıldızdan herhangi biri doğuncaya kadar devam eder. Bunlardan her biri
kendi gücüne göre birer hareket ve aydınlık başlangıcıdır. Aynen bunun gibi
insan da ma’rifet güneşi, tevhîd ayı ve ilim yıldızı ile aydınlanır.[776]
Şâzilî’nin
ifadelerinden anlaşıldığına göre ma’rifeti elde etmede, kesbî ilim yıldıza,
tevhîd inancı aya ve Allah’ın vereceği irfanî bilgi ise güneşe benzemektedir.
Şâzilyye’de
ma’rifetin üç boyutu vardır. Kişinin kurtuluşunu bu üç hususu kazanmasına
bağlıdır. Bunlar ma’rifetullah, ma’rifetü’n-nefs ve ma’rifetü’d- dünyâdır.[777] Bunları
elde eden kâmil bir ârif olur. Çünkü Şâzilî’ye göre ma’rifet, sâhibindeki ârızî
ve marazî illetleri yok eder.[778]
Sûfîlerin
ma’rifet konusundaki yaklaşımlarına açıklık getiren Şehbenderzâde, “İnkârcı
olmayan kişilerin dimağı ulûhiyeti ancak üç sûrette idrâk edebilir. Bunlar
tenzîhî, teşbîhî ve tevhidi fikirlerdir.” der. Şâzilî de dâhil olmak üzere
sûfîlerin genellikle bütün usulleri cem’ eden tevhidi fikri benimsediklerini
söyler.[779] Böylece
tasavvufun, farklı farklı metodları tevhîd anlayışı etrafında uzlaştırdığını
belirtir. Kendisi de Şâziliyye mensûbu olan Şehbenderzâde, Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin fikirlerşine husûsî bir önem verir. Şâzilî hakkında, “Şâzilî
ma’rifete ermede müessirden esere intikal usûlünü benimsemiş” ve “ilk adımda
Hakk’ın müşâhedesini esas almıştır.”[780] değerlendirmesinde bulunur.
Ayrıca konumuzu aydınlatıcı mâhiyette olan şu bilgileri verir:
“Şâzilîler’e
göre Allah,
evvel, âhir, zâhir ve bâtındır.[781] Şâziliyye âriflerinden biri ile vâki olan sohbetimizde bu
hakikati îzâh için şöyle bir fikir yürütmüştü:
-Bakınız, güneş
doğmuş, âlemi nûr kaplamış, herşey aydınlanmış. Bu nûr ve güneşten gelen
aydınlık sâyesinde renk ve şekilleri görüyoruz. O halde bu nûr, varlığı
isbattan müstağni kalacak şekilde açık ve seçik meydandadır. Âlemdeki renk ve
şekillerin görülmesine yalnız onun varlığı sebep iken, bu nûru şüpheli farzedip
de onun varlığını renkler ve şekiller ile isbâta kalkışmak beyhûde külfettir.
Aynen bunun gibi, ma’nâsız mücâdelelerle zevk ve ma’rifetten nefsi mahrum
etmek, varolan ve hazır bulunan ni’metten haksız illetlerle istifâde etmemek
demektir.
Şâzilî
ârifin bu sözleri, îmânı şüphe ve tedkikte olmayan kişiler için geçerli ve
kâide hâline getirilebilecek bir yoldur. Ancak îmânı zayıf olanlar için
geçerliliği kesin değildir. Zîrâ, eşyânın değişken olan sıfat ve özlükleri
eşyânın mâhiyetinden başka bir şey değilse de, yeni ferilerdeki usuller bu
fikrin aleyhindedir.”[782]
Âyet
ve hadislerin ışığında inşam, “Beden ve rûhdan oluşan ve yaratıcısına kulluk
ile mükellef kılınan bir varlıktır.” diye ta’rif edebiliriz.[783]
Ebu’l-Hasan Şâzilî, yapılan bu
ta’rifi yaklaşık olarak benimser. Ona göre insanın zahirî sûreti cemâdâtı,
nefsi hayat emâresi olan canı, rûhu[784] ise meleği temsil eder. Yânî
insanda kâinâtın bütün özellikleri vardır. Öyle ki, melekle hayvan arası bir
çizgidedir ve her ikisinin de özelliklerini taşır. Buna ilâve olarak kendisine
Al- lah’dan garip bir sır verilmiştir.[785]
Şâzilî’nin,
kalbi, bu sımn mahalli olarak gördüğü anlaşılıyor. Zîrâ o, insan denen
varlığın, Allah katında kâinâttaki bütün varlıklardan daha üstün olduğu görüşündedir.
Bu görüşünü, “Semâ ve arza sığmadım, fakat mü’min bir kulumun kalbine sığdım.”
kudsî hadisine dayandırır.[786]
Şâzilî’ye göre bu üstünlüğün
sebebi, insandaki bütün hareketlerin merkezi sayılan kalbin, sınırsız terakki
ve tedennî’ye açık olmasından kaynaklanır. Çünkü Şâzilî kalbin îman mahallî
olduğunu belirtir. Bu açıdan insanlar ya kâfirdir, ya her hangi bir dînin
munsûbudur, ya İslâm’a inanmış âsî bir mü’min veya itaatkar bir mü’mindir ya da
Allah dostu velî bir zâttır. Ona göre isyankâr olduğu halde insamn inanması
bile kalp için büyük bir inkılap ve terakki sayılır. Şâzilî bu hususu belirtmek
gayesiyle, “Şâyet âsi bir mü’minin nûru keşfolunsa idi, arz ve semâ arasını
kapladığı görülürdü. Durum böyle iken itaatkâr bir mü’minin nûru hakkında senin
zannın nedir? Kıyas et.” der.[787]
Ayrıca bu üstünlüğün ikinci
sebebi, Allah’ın bütün âlemi âdemoğlu için, Âdemi ise kendisi için yaratmış
olmasıdır. Değişik bir ifade ile, kâinâtın tamamı insanın emrine musahhar bir
kulcuktur. İnsan ise Hz. Allah’a kul olma gibi şerefli bir pâye- ye ulaşmıştır.[788]
Îskenderî’nin
naklettiğine göre Mursî, Şâzilî’ye dayanarak insanın terakkisine manî beş putun
olduğunu belirtmiş ve bunları kıranların gerçek fetâ (genç) olduğunu, Hz.
İbrâhim gibi sür’atli bir şekilde terakki edeceklerini söylemiştir. Bu putlar
şunlardır:
a- Nefis,
b- Hevâ,
c- Şeytan,
d- Şehvet,
e- Dünyâ.[789]
İnsanın aslî gayesi, Allah’ın
rızasını kazanarak hem dünyada, hem de âhirette Rabbi’nin sonsuz lütuflarına
ulaşmaktır. Çünkü insan sonsuzdan gelmiştir. İçinde yaşadığı dünya ise onun
gâyesi değildir. Bir misâfirhânedir. Dünya ve içindekiler aslî gâyesini
gerçekleştirmesi için insanın emrine verilmiş araçtır. Allah Teâla kendisine
muarız yarattığı şeytanı bile insanın terakkisine vesile kılmıştır. Bu
özellikleriyle insan, terakki ederek melekleri bile geçip sonsuzluğa
ulaşabileceği gibi, tedenni de eder. Melekler de ise makam sâbittir. Bundan
dolayı insan meleklerden üstündür. Şâzilî yukarıdaki ifadeleri ile bu
üstünlüğün korunmasını hedeflemiştir. Bunun için şeytanın işletebileceği insan
bünyesindeki nefis, hevâ ve şehvet gibi kuvvelere, dünyaya ve bizzat şeytanın
kendisine karşı teyakkuzda olunması gerektiğini belirtmiştir.
Îslâmî
literatürde insanın yaratılışı ve dünyaya gelişi genel olarak şöyle anlatılır:
Hz. Allah irâde ve kudreti ile
Âdem’i çamurdan yarattı Melekleri ona secde ettirdi. Melekler arasında bulunan
şeytan, ateşten yaratıldığı için Âdem’den üstün olduğunu ileri sürerek ona
secde etmekten yüz çevirdi. Âdem’i ve onun neslinden gelenleri kendisine rakip
ve düşman kabul etti. Önce Havvâ vâlidemize sonra da Hz. Âdem’e cennette
kendilerine yasaklanan bir meyveyi yedirtti. Daha sonra onlar hatalarından
dolayı pişman oldular ve tevbe ettiler. Allah da tevbelerini kabul buyurdu.
Ancak böyle bir günahtan sonra cennette kalmalarına müsâade etmedi. Onları
cennette kalmaya hak kazansınlar ve terakkî etsinler diye kullukla görevlendirerek
dünyaya indirdi.[790]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, anlatılan bu genel bilgileri şekil olarak doğru kabul eder. Hatta
Âdem’in yarım gün cennette kaldığım, bunun dünyada beşyüz seneye tekâbül
ettiğini söyler.[791] Ancak Hz.
Âdem ile ilgili verilerin içeriği üzerinde düşünülünce daha farklı sonuçların
çıktığını belirtir.
Şâzilî’ye göre
Hz. Âdem cennetteki yasak ağaçtan yemese bile yeryüzüne indirilecekti. O bu
hükmü, Âdem’i yaratmazdan evvel Cenâb-ı Hakk’ın meleklere, “Ben yeryüzünde bir
halîfe var edeceğim.”[792] buyurduğu âyetten çıkarıyor. Şâzilî bu âyete dayanarak,
“Hz. Allah, Âdem’i yaratmazdan evvel ezelî ilminde yeryüzüne indirmişti.”[793] der. O’na
göre Allah, yine ezelî ilminde şeytanın da kendisine isyân edip Âdem’e
düşmanlık yapacağım ve yasakladığı ağaçtan ona yedireceğini biliyordu. Fakat
Hz. Allah hiç bir şeyi bizzat kendisi yapmaz. “O, herşeyi bir sebebe bağlar.”[794] Yasak ağaç ve şeytan, Hz. Âdem’in yeryüzüne inişinde zâhiri
ve sembolik sebeptir. Böylelikle şeytan farkında olmadan İlâhi iradenin tecellîsine
araç olmuştur. Eğer art niyetli olmasaydı, yaptığı bu işten dolayı sevap bile
kazanırdı.
Şâzilî’ye göre
Allah, “Âdem’e ma’siyeti ikrâm etti; buna mukâbil hilâfete vâris kıldı.”[795] Daha
önceden ezelî ilminde bu plana göre onu yeryüzüne halîfe ta’yin etmeyi
kararlaştırmıştı. Ancak bu aşamada Şâzilî’nin önemle üzerinde durduğu bir nokta
var. O da şudur:
Şeytan işlediği günahtan
pişmanlık duymamış, Âdem ise pişman olmuştur. Pişmanlığı sebebiyle Allah ona
hilmini ve affını göstermek için tevbeyi öğretmiş ve tevbe etmeyi nasip
etmiştir. Âdem’in yaptığı tevbeyi de kabul buyurarak onu tevbekârların başkanı
yapmıştır. Böylece Hz. Âdem, Allah’ın mü’min kullarına karşı lütfü ile muâmele
ettiğini hakka’l-yakîn yaşamış oldu. Dünyaya gelince de bu bilgisine uygun hareket
etti. Bu nedenle Şâzilî’ye göre, “Âdem’in arza nüzûlü ke- râmet nüzûlüdür;
ihânet nüzûlü değildir.”[796] Ayrıca Hz.
Âdem, “kıyamete kadar arkasından gelecek olan nesline tevbeyi sünnet olarak
bırakmıştır.”[797]
Şâzilî’ye
göre Hz. Âdem, cennette meleklerin yaptığı gibi ta’rif ile kullukta
bulunuyordu. Kendisine gösterilen ta’rifı, taklîd ve tatbîk ediyordu. Bu
şekilde yapılan kullukta makam sâbittir. Teklîf ile kulluk yapması için Allah
onu yeryüzüne indirdi. Çünkü cennette yaşamadan ve görmeden sadece teklîf ile
yapılan kulluğun değeri daha büyüktür. Dünya bu iki çeşit kulluğu cem etme
yeridir. Yeryüzüne gönderilmesi Âdem’e, cennette ta’rif ile yaptığı ibâdeti
dünyadaki teklifle tekmil etme imkanı vermiştir. Çünkü Şâzilî’ye göre bu iki
ibâdeti cem etmeyi gerçekleştiren “halîfe” olur.[798] Bu nedenle Şâzilî, “Allah’a
yemin olsun ki, Allah, Âdem’i noksanlaştırmak için yeryüzüne indirmedi. Tam
aksine mükemmelleştirmek için indirdi.”[799] görüşüne sahiptir.
Bu
ifadeler göstermektedir ki, Şâzilî’ye göre insamn dünyada yapacağı kulluğun
iki dayanağı vardır. Bunlar teklîf ve ta’rîftir. Kur’ân’a göre Cenâb-ı Allah
teklifini ilk kez âlem-i ervâhda, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusu ile yapmıştır. İnsanlar da bu teklîfı, “Evet Rabbimizsin.”[800] cevâbım vererek tasdîkle- mişlerdir. Dünyâda ise bu
sözleşmeyi peygamberleri ve kitapları aracılığı ile ikinci kez bildirmiştir.
Teklîf ettiği kulluğun yapılış şeklini de yine peygamberleri ve onlara
indirdiği kitaplar vâsıtası ile ta’rif etmiştir.
Şâzilî’nin
yaklaşımına göre ubudiyetin iki boyutu vardır. Bunlardan birisi yapılması
gereken emirler, diğeri ise yapılmaması gereken yasaklardır. Bu iki hususa
riâyet eden kulluk vazifesini yerine getirir. Bu açıdan emirler yaklaşmanın,
yasaklar da uzaklaşmanın unsurudur. Emirleri yerine getiren Allah’a yaklaşır,
yasaklardan kaçınan şeytandan uzaklaşır. Günah işleyen Allah’dan uzaklaşır,
farzları yapmayan şeytana yaklaşır. Şâzilî’nin düşüncesinde terakkiyi
engelleyen ve insana irtifa kaybettiren en mühim etken günahlardır. Bu sebeple
günahları Hz. Âdem’in cennette yediği yasak meyveye benzetir. Nasıl Hz. Allah
Âdem’e bu ağaçtan yeme buyurdu ise, gönderdiği kitap ve peygamberleri ile
yapılmasını yasakladığı günahları beyân ettirmiştir. Bu açıdan Şâzilî’ye göre
günahlar insanı arzın katılıklarına indirir ve kalbini taşlaştırır. Terakkî
etmek için günahlardan uzak durmak gerekir. Çünkü Allah’ın yasakladığı herşey,
yediğinde Âdem’i cennetten indirten ağaca benzer.[801]
Şâzilî’ye
göre Hız. Âdem’e cennette devamlı kalmayacağı ve yeryüzüne indirileceği
bildirilmişti. Şeytan ona, Hz. Allah’ın bu meyveyi yedirmeyerek kendisini
cennetten ayıracağını, halbuki yasaklanan meyvenin iksir niteliğinde olduğunu
ve ondan yerse devamlı cennette kalabileceğini telkin etti. Âdem de cennette
devamlı kalma niyetiyle yasak meyveden yedi. Fakat onun bu tedbîri Cenâb-ı
Hakk’ın takdirini bozmadı. Yaratılış amacının gereği olarak yine yeryüzüne
gönderildi.[802] Ancak
davranışının altındaki niyet ona günah kazandırdı.
Şâzilî’nin
bu yaklaşımından hareketle İskender!, insanın kendi işini kendi tedvîr etmek
için nefse hoş ve kolay gözüken yollarla tedbîrde bulunmaması gerektiğini
söyler.[803] Sonuçta
insanın tedbîri, Cenâb-ı Hakk’ın takdiri ve tedviri karşısında ıskât olur.
Takdîr-i Hüdâ tedbîr-i kul ile bozulmaz. İş Allah’ın takdir ettiği yere vanr.
Bu arada insan da aceleciliği,[804] niyeti ve
ihtiyârı sebebiyle günah kazanacak yollara sapabilir. Anlatılanlardan
Şâzilî’nin, insanın tedbîr ve tasarrufta bulunmasına karşı olduğu gibi bir
sonuç çıkarılmamalıdır. Tam aksine Şâzilî ve talebelerine göre, insanın
maddeten ve ma’nen terakki etmesi için, tedbîr ve tasarrufa ihtiyâcı vardır.
Fakat bunu helal dâirede yapmalı ve günahlardan uzak durmalıdır.Çünkü gerçek
terakki, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun fiiller ile elde edilebilir.[805]
Şâzilî’ye göre,
Peygamberler hâriç insanların günahsız veya hatasız olmaları mümkün değildir.
Mühim olan işlenen günahtan sonra takınacağı tavırdır. Hz. Â- dem’in sünnetine
uyarak pişman olup tevbeye yönelmesi veya günaha devam etmesi, onun durumunu
belirler. Çünkü Şâzilî tevbe ile istiğfarı, kişinin îmanı ile takvâ- sının
tezâhürü ve günahtan temizlenme vâsıtası sayar.[806]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’ye göre Hz. Âdem’den sonra dünyâya gelen insanlar da cennetten
gelmektedirler. Şu anda maârif cennetinde yaşamakta ve sırası gelen dünyaya
inmektedir. Şâzilî bu düşüncelerini talebesi Mursî’ye hitâben söylediği, “Ey
Ahmed, sen gökte maârif cennetinde bir rûh idin. Teklîf ile ibâdet etmek için
nefs olarak arza indirildin.”[807] sözleri ile
belirtmiştir.
Şâzilî’ye göre
insanın sonsuzluk dahil bir çok şeyi keşfedebilmesi, onun ârif olmasına
bağlıdır. Ona göre ârif, “içinde bulunduğu zamamn hükmünü, sıkıntılarını ve bu
zaman hakkında Allah’ın carî lütuflannı bilen ve Allah’ın ihsanlarında nefsinin
kötülüğünü gören kişidir.”[808] Şâzilî’nin
ârif ile ilgili görüşlerine Ebu’l-Abbas Mursî şu açıklamaları getirir:
“Arifin
dünyası yoktur. Çünkü onun dünyası âhireti, âhireti de Rabbi içindir. Zâhid ile
ârif arasında fark vardır. Zâhid dünyadan ahirete gidendir. Ârif ise âhiret-
ten dünyaya gelendir. Zâhid dünyada garibdir, çünkü onun vatam ahirettir. Ârif
ise âhirette garibdir, çünkü o Allah’ın yanındadır.”[809]
Buna göre ârif in makamı zâhidden
daha yüksektir. Zâhidlik âhiret için dünya nimetlerini terk etmeyi
gerektirirken, âriflikte böyle bir şey yoktur. Çünkü zâhid, dünyâ ve dünyâ
ni’metlerinin mahiyetini bilmediği için, ahiretine zarar verir endişesi ile
bunlardan uzak durur. Ârif ise dünyânın ve içindeki nimetlerin mahiyetini bilen
kişidir. Onları nerede ve nasıl kullanacağına vâkıftır. Rabbine ulaşmak için
dünyâ ve içindeki varlıkları kendisine vâsıta yapar. Bu sebeple Şâzilî’nin
talebeleri hocalarının fikirlerine dayanarak, “Kişinin kurtuluşu, Allah’ı,
kendini ve dünyayı tanıması ile mümkündür.”[810] demekte ve insanın kozmolojik
yapı içindeki yerini belirtmektedirler.
Şâzilî Arif
olmanın zorluğuna da değinir. Buna en büyük engel olarak da vesveseyi görür.
Çünkü vesvese, inşam bir çok maârif tahsilinden mahrûm eder.[811]
Şâzilî bu olumsuz şartlara rağmen
insanın kemâle erebileceğini belirtir. Ancak bunun, insamn cehdi ve gayreti
yamnda Allah’ın ihsânı ve lütfü sayesinde olacağı kanaatindedir. Eğer Allah
insanı, daha önce belirtilen tehlikelere karşı koruyup mu- hâfaza etmez ise,
insan terakkî edemez. Şâzilî bu durumu belirtmek için, “Az amele rağmen
Allah’tan gelen lütuflara şâhit olup ona minnet duymak, nefsin kusurlarını
görüp çok amel etmekten hayırlıdır.”[812] demektedir.
Şâzilî’nin bu
görüşü benimsemesinin altında, onun Kur’ân’ın getirdiği Allah i- nancma sâdık
kalması yatar. Buna göre Allah câmid değildir. Mahlûkâttan “dilediğini yaratır ve
seçer.”[813] “O, kâinâtta her an yeni
bir oluş ve tasarruf icra e- der.”[814] Bundan dolayı O’nsuz olan şahsî gayretlerle kemâlât ve
terakkî elde edilemez. Çünkü insanlar ya Allah’ın lütfü ve keremi ile Allah’a
itaat ederler, ya da O’na olan itaatleri sebebiyle lütuf ve keremine mazhar
olurlar.[815] Her iki
halde de tevfîk Allah’tandır ve O’na teslimiyet şarttır. Şâzilî’ye göre Allah’a
gerçek bir teslimiyet ve tam bir mutâbaat, Allah’ı herşeyin yamnda, herşeyle
beraber ve herşeyde görmekle mümkündür.[816] Bu açıdan inşam Allah’a
yaklaştıracak hususların başında mükellef olduğu ibâdetler gelir. İnsan kulluk
vazifesini yapınca terakkî eder.
Allah
Teâlâ insana ibâdet teklifini zorla yüklememiştir. Onu mahlûkata arzetmiş,
insan da tâlip olmuştur. Şâzilî bu durumun Kur’ân’da, “Biz emâneti göklere,
yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan)
korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu insan çok zâlim ve çok câhildir.”[817] âyeti ile anlatıldığını belirtir. Fakat Allah, bu yükü
taşımada insanın yetersiz kalacağını bildiği için, “İnsan zayıf yaratıldı.”[818] âyeti ile de durumdan insanoğlunu haberdar etmektedir. Bu
bir imtihandır. İnsan, “Ne olsa ben bu yükü kaldıramayacağım” deyip tamâmen
terkederse imtihanı baştan kaybetmiş olur. Bu sebeple kul gücünün yettiği
kadarını yapmalı, niyetini temiz tutmalı ve yapamadıkları için de, “Kim Allah’a güvenirse
Allah ona yeter.”[819] âyeti gereği yine teklif sâhibi olan Allah’a sığınmahdır.
Şâzilî bu şartlan oluşturanlar için, kulunun taşıyamadığını -onun yerine-
Allah’ın taşıyacağını, ya da niyetindeki samimiyetinden dolayı kuluna taşımış
muâmelesinde bulunacağını ümit eder.[820]
Şâzilî’ye göre
başlangıçta insan ve diğer varlıklar yok idi. Sonradan var oldular. Daha sonra
yine yok olacaklar. İki tarafı yok olan, kendi gerçeği açısından yoktur; fakat
Allah’a göre vardır. Çünkü başlangıçta yok iken daha sonra varlık sahnesine
çıkan herşey, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın ilminde mevcût idi. Zîrâ Allah’ın
ilmi için adem söz konusu değildir.[821]
Bu
açıklamalardan anlaşıldığına göre insanın kaynağı Allah’tır ve sonuçta yine
Allah’a dönecektir. Nitekim bu husus Kur’ân’da, “Biz Allah’ınız ve
elbette O’na döneceğiz.”[822] âyeti ile ifâde edilmiştir. Şâzilî de bu dönüşü anlatmak
için, “Ey
itminana ermiş nefsi O senden, sen de O’ndan hoşnud olarak Rabbine dön. îyi
kullarımın arasına, cennetime gir.”[823] âyetini kullanmıştır.[824]
Şâzilî’ye göre
insan dünya için yaratılmamıştır. Çünkü insanoğlu dünyada hür değildir. O’nun
dünyadaki vazîfesi kulluktur. Şâzilî bu hususu, “Mü’min dünyada esirdir. Esir
için kurtuluş ancak şu üç yoldan birisi ile olur: Hile ile, fidye ile ya da
inâyet ile.”[825] diyerek
açıklar. O’na göre Allah’a hile yapmak veya fidye vermek mümkün değildir.
Geriye tek yol kalır. O da kulluk (kölelik) vazifesini hakkıyla yaparak
efendimiz olan Allah’ın inâyetini kazanmaktır. Ayrıca Şâzilî, “Gökyüzü bir
tavan, arz bir ev ve insan da bu evde muhâsara altına alınmış bir kişi
gibidir.” diyerek, insanın buradan kurtulup daha güzel bir hayata geçebilmesi
için Allah’ın lütfuna ve yardımına ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.[826]
Şazilî’nin
bu açıklamalarına dayanarak Mursî de, “Biz dünyada bedenimizle varız. Çünkü ön
planda bedenimiz gözüküyor. Fakat onun yanında bize hayat veren rûhumuz da
vardır. Ahirette ise dünyadakinin tersine rûhlanmızla var olacağız. Ancak bu
sırada rûhumuza mekan olan ve onu bizde tutan bedenimiz de beraber olacak.”[827] demiştir.
Böylece insanın hem dünyaya, hem de âhirete yönelik yaratıldığını ve ahirette
nasıl lezzet alınacağım açıklamıştır. Bu açıdan hayat dünyadan ibaret değildir.
Dünyadan sonra da devam edecektir.
İnsanın çıkış
noktası ile varış noktası aynıdır. Daireyi tamamlayarak çıktığı noktaya
dönecektir. Daha önce belirttiğimiz gibi yolculuğu esnasında diğer varlıklardan
farklı olarak Allah ona ğarîp bir sır vermiştir. Bu sır sebebiyle de kendisine
halîfe ta’yîn etmiştir.[828] Ancak
burada önemli olan husus, insanın bu ta’yîni farketmesidir. Eğer insan konumunu
farkeder ve Allah’ın kendisine verdiği sırrın hukukunu şuurlu bir şekilde edâ
ederse, gerçekten halîfe olma hakkını kazanır.[829]
Îskenderî,
Şâzilî’nin bu konudaki düşüncelerini açıklamak için özetle şöyle bir îzah
getirir: Allah insan vücûduna özel bir sır gizlemiştir. Bu özel sırrı gizlerken
güneşi örtmek için bulut, güzelliği saklamak için nikâb ve hazîneleri gizlemek
için yerin altı ne ise, insan vücûdu da öyledir. Nasıl bir mâden yeryüzünün her
tarafında eşit miktarda bulunmaz ise, bu özel sır da insanlarda hem eşit, hem
de aşikâr değildir. Ama mükellef olan her insanda vardır. İnanan bununla
mü’min olur, bununla gayba inanır ve bununla derecesi yükselir. Bu sır velâyet
sırrıdır. Onu keşfeden olgun insandır.[830]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî sır konusu ile kâmil insan arasında bir bağlantı kurar. Tasavvuf düşüncesinde,
“Cümleyi câmî olup cümlenin hakkını veren ve âlemin rû- hu”[831] olarak kabul edilen insan-ı
kâmil’e Şâzilî, “er-racülü’l-kâmil” adını verir. Ona göre “er-racülü’l-kâmil”,
Allah’ın insana verdiği sır ile tasarrufta bulunan ve başkalarına, “İşte Rabbin
ve işte sen.” diyerek hakikati gösterebilen kişidir. Çünkü Şâzilî, Allah, insan
ve varlık arasındaki kozmik ilişkiyi çözmeyi, bu ilişkiyi çözmede diğer
insanlara yardımcı olmayı veliliğin ve kâmil racül olmanın alâmeti sayar.[832] Ona göre
kâmil kul, Allah’ın zuhûruyla uğraşmaz. Çünkü Allah herşeyde zâhirdir. Asıl
itibariyle o, kâinâttaki oluş sırrına ve bu oluş sırrıyla yaratılan herşeyde
Allah’a nüfuz etmeye çalışır.[833] Oluş
sürekli devam ettiği için de kâmil kulun vazifesi süreklidir. Nitekim Şazilî
bir insan-ı kâmil olarak kutbu tanıtırken, “Ona Allah’ın zâtımn hakikati, isim
ve sıfatlarının ihata alanı keşfettirilir.”[834] diyerek, insan-ı kâmilin en
önemli özelliğini belirtmektedir.
Şâzilî’nin (ö.
656/1258), “er-er-racülü’l-kâmil” anlayışı, İbn Arabi (ö. 638/1240)’nin
“insan-ı kâmil” anlayışına yakın özellikler taşımaktadır. Çünkü îbn Arabi’ye
göre kâinât ilk önce rûhsuzdu. Tıpkı cilâsı vurulmamış bir ayna gibiydi.
Adem’in yaratılması ile cilâsız aynaya cilâ ve rûh geldi. İnsamn âleme rûh ve
ayna olmasının sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının kemâlini
yansıtmasıdır. Bütün âlemin küçük bir misâli olmasıdır. İbn Arabi buradan
hareketle her dönemde insanlar arasında Allah’ın bütün isimlerini bilen kişiyi
insan-ı kâmil diye tanıtır. İlk insan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak bu
ilklik, Hz. Muhammed’in tarihdeki şahsiyeti değil, henüz Âdem balçık hâlinde
iken peygamber olan hakîkat-ı Muhammediyyesidir. İbn Arabi’ye göre insan-ı
kâmil, varlığın gayesi ve can damarıdır. Zîrâ İlâhî irâde onun aracılığı ile
tahakkuk eder. İnsan-ı kâmil, hem cinslerine Allah’ı tanıtır. Eğer o olmasaydı
Allah bilinemezdi.[835]
Sonuç
olarak Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin Allah’ın bilinmesi hakkında er-er-
racülü’l-kâmile yüklediği fonksiyon, İbn Arabi’nin insan-ı kâmil anlayışı ile
paralellik arzeder. Nitekim Şâzilî’nin İlâhî irâdenin tahakkukunda kendisinin
aracı olarak kullanıldığını belirtmek için söylediği, “ Allah’a yemin olsun
ki, bana imdâd-ı Rabbânî nâzil olduğunda, onun benden sudaki balıklara ve
havadaki kuşlara sirâyet ettiğini görüyorum.”[836] sözleri, onun insan-ı kâmil
olduğunu ve bu konuda İbn Arabi ile aynı görüşü paylaştıklarını gösterir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, kimlerin er-racülü’l-kâmil olabileceğini, “ Kendisindeki korkuyu
kaldırıp atan er-racülü’l-kâmil değildir. Asıl er-racülü’l-kâmil, kendisi ile
başkalarındaki korkuların kalktığı kimsedir. Çünkü Kur’ân’da, “ Allah’ın velî kullarının
aleyhine korku yoktur.”[837] buyrularak korkunun onlar lehine olduğu belirtilmiştir.
Kendisini canlandıran er-racülü’l-kâmil değildir. Er-racülü’l-kâmil, kendisiyle
başkalarının canlandığı kişidir.”[838] sözleri ile açıklar. Bu
sözlerden anlaşıldığına göre er-racülü’l-kâmil kendisi için yaşamaz, başkaları
için yaşar. Devamlı kendinden ödün verir, fedâkârlıkta bulunur ama hiç
kimseden bunun karşılığını almaz ve beklemez. Hatta kendisine zulmeden adamlar
hakkında bile intikam duygusuyla Cenâb-ı Hakk’tan yardım istemez. Şâzilî’ye
göre böyle bir şey yapan velî, velâyet makamından düşer. Çünkü bu davranış,
sabır ve sebata da’vet eden, “(Ey Muhammed) Peygamberlerden azim sâhibi olanların
sabrettiği gibi sen de sabret; inkârcılar için acele etme.”[839] âyet-i kerîmesine muvâfık değildir.[840] [841]
Şâzilî’ye
göre çalışarak er-racülü’l-kâmil olunmaz. Bu vehbî bir makamdır; Allah verir.
Dolayısıyla kimin er-racülü’l-kâmil olacağını seçmek de Cenâb-ı Hakk’a âiddir.
Allah seçtiği kulunu er-racülü’l-kâmil olarak yetiştirmek için eğitir. Bunun
için onun irâdesini, inançlarını ve yerleşmiş telakkilerini çeker alır. Herşeyi
ile kendisine bağlar. Şâzilî bu hususu şu sözleri ile anlatır:
“Allah’ın,
sıfatlarını kendi sıfatları ile donattığı adamları vardır. Onların i’tikadlarmı
kendi nûru ile hükümsüz kılar ve azimlerini kendi irâdesi ile iptâl eder. Buna
mukâbil kendi zâtî sıfatı ve rahmeti ile onlara yardım eder. Münâcât etmeleri için
onları seçer. Umum velîlerin işitmekten âciz kaldığı esrârını onlara yerleştirir
”255
Tasavvuf
tarihine baktığımızda sûfîlerin varlık anlayışının genel bir eksen etrafında
döndüğünü görürüz. Ebu’l-Hasan Şâzilî de bu genel çerçevenin dışında değildir.
Ona göre
başlangıçta varlık, bizim elimizle tutup gözümüzle gördüğümüz gibi değildi.
Diğer bir ifâde ile, şu anda işleyen mülk ve melekût şekliyle mevcûd değildi.
Ezelde sadece Allah vardı. O’nunla beraber hiç bir şey yoktu.[842] Allah Teâlâ
bu âlemi, isimlerini ve sıfatlarını izhâr için yarattı. Zâtını izhâr için
değil. Çünkü zâtı, izhârdan ziyâde müşahedenin konusudur.[843] Kâinat ise sıfatların görünün
alanıdır. Ancak, müşâhede için de bir alt yapı oluşturur. Bu sebeple Şâzilî’ye
göre, “Kim kâinâttan gâib olursa, şuhûd-ı Hakk’tan da gâib olur. Allah kâinâtı
insanlar görsün diye nasbetmedi. Onu, yaratanım görsünler diye yarattı.
Allah’ın insanlardan murâ- dı, kâinâtı görmeyenin gözüyle görmeleridir. Çünkü
a’mâ olan onu zuhûr yönüyle görür, maddî yönüyle görmez.”[844]
Şâzilî’nin
bu yaklaşımı, varlığı tanıma açısından önemlidir. Kendisi hayatının son
dönemlerinde gözünü kaybettiği için, varlığı bir de a’mâ nazarıyla değerlendirmiştir.
Bunun faydasını görünce, kâinâta görmeyen kişinin gözü ile bakmanın, varlığın
hakikatim tanımada yardımcı olduğunu belirtmiştir. Bu durumu şu benzetme ile
açıklamak mümkündür:
Uzakdoğu dövüş
sporlarında önemli mevkilere gelen hocalar, talebelerini daha iyi yetiştirmek
için onların gözlerini bağlarlar. Bu uygulama mantıksız gibi görünse bile
şurası bir gerçek ki, gözleri bağlı insan, gören ve kendisini güvende hisseden
insana oranla son derece dikkatlidir. Devamlı tetiktedir. Çevresinden gelen
siyalleri sürekli sorgular. A’mâ insan da böyledir. Durmadan soru sorarak
çevresindeki gerçekleri anlamaya çalışır ve düşünür. Kafa gözü kördür ama kalp
gözü açıktır.
Şâzilî
Allah’ın isim ve sıfatlarım ezelî kabul eder. Çünkü o Allah’a, “Hakk-ı küll”
der ve O’nu “Evvel, âhir, zâhir ve bâtın” olarak vasıflandırır.[845] “Başlangıcı
ve sonucu bilen ve gayba bu bilgisi üzere hükmeden” olarak niteler. Bundan
dolayı da “Hakîm” olduğunu söyler.[846]
Şâzilî’nin
bu ifâdelerine göre Allah’ın sıfatlarından biri ilim, diğeri de hikmettir.
Allah bizi ve âlemi hikmet üzere belirli şekillerde yaratacağını ezelî ilminde
biliyordu. Eğer bilmeseydi yaratmazdı. Allah’ın mahlûkatı yaratacağını sonradan
bildiğini söylemek, O’nun ilmine noksan îras eder. Zâtında noksanlık izi
taşıyan Allah olamaz ve kâinâtı yaratamaz. Yaratılışın bu şekilde
gerçekleştiğini kabul etmemek ise, insanın aklına şu iki hususu getirir:
Bunlardan birisi, kâinât şu anki hâliyle ezelden beri vardı düşüncesidir.
Diğeri de, varlık yoktan var oldu anlayışıdır.
Bu
yaklaşımlardan her ikisi de Kur’ân açısından muhaldir. Çünkü yoktan var, vardan
yok olmaz. Eğer kâinât yoktan var olmuş olsa idi, şu anda da yok olurdu. Şimdi
var olduğuna göre ezelde de vardı. Ezeldeki varlığı şimdiki gibi değildi. Allah’ın
ilmindeydi. Bu nedenle mutlak adem söz konusu değildir; izâfî bir adem
sözkonusudur. Eğer ezelde de şimdiki gibi var olduğunu kabul edecek olursak, bu
sefer de kâinâtı tanrılaştırmış oluruz. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm, birden fazla ilâh’m
olması durumunda fesad doğacağını, fesadın da istikrarlı bir yaratılışa engel
olacağını[847] belirtmiş, mülkü Vâhid ve Kahhâr olan Allah’a âid[848] saymıştır.
Diğer taraftan yaratma işlemini Allah’ın gerçekleştirdiğini,[849] istediği şeyi “ol”
deyince yarattığını,[850] yaratılışın süreklilik[851] ve yenilenme[852] arzettiğini açıklamıştır.
Bütün bu verilere dayanan Şâzilî,
yaratılış hakkında muhal olan varsayımları ortadan kaldırmak için, “Varlık
vücûd i’tibâriyle mevcûd değildi, ma’dûm da değildi. Alemlerin Rabbi olan
Allah’ın ilminde idi.”[853] demiştir.
Ayrıca yaratma fiilinde tercihin tamâmen Allah’a âid olduğunu, “Allah’ın
dilediği şey olur, dilemediği ise olmaz. Allah’dan başka güç ve kuvvet yoktur.”[854] sözleri ile
belirtmiştir. Şâzilî varlık ve yaratılış hakkında verdiği kozmolojik bilgileri
şu sözleri ile sürdürür:
“Hangi şey âhirde Allah ile beraber idiyse
evvel de de O’nunla beraber olur. Hangi şey Allah ile zâhir idiyse onunla bâtın
olur. Mahlûkât Cenâb-ı Hakk’ın isbâtı ile sâbit oldu. O’nun meşîeti ve irâdesi
ile hayat buldu. Sen bu hükmü şu âyetten çıkar: “Allah dilediğini
mahveder, dilediğini isbât eder. Çünkü ana kitap O’nun yanındadır.”[855] Ana kitap ilk ilimdir.
Her ilim ve kitap ondan südûr e- der.”[856]
Şâzilî’ye göre kâinât ve içindeki
varlıkların yaratılış gayesi, insana hizmettir.[857] Eğer insan
Allah’ın kendisine verdiği ihsanlar karşısında düşünür ve varlık denen şeyin
kendisine hizmetten başka bir değeri olmadığını anlarsa kurtuluşa erer. Bu
sebeple Şâzilî, “Allah’ın sizin için yarattıklarını düşünün ki, kurtuluşa
eresiniz.”[858] diyerek,
insanları varlık üzerinde tefekküre da’vet etmiştir. Çünkü böyle bir davranış,
insanın yaratılış gayesini daha iyi anlamasına yardımcı olacaktır.
Şâzilî’nin mürîdleri, şeyhlerinin
fikirlerine dayanarak varlığı dört kısma ayırırlar. Bu dört kısım kesif cisim,
latif cisim, şeffaf rûh ve garip sırrdan oluşur. Kesif cismin mücerredi
câmiddir. Latif cismin mücerredi cândır. Şeffaf rûhun mücerredi melektir. Garîb
sırra gelince o, kendisine secde edilen ma’nâsındadır.[859]
Sûfıler varlık âlemi ve kâinâtm nasıl
yaratıldığını, “merâtib-i vücûd” adı verilen bir tertîbe göre açıklarlar.
Maalesef yaratılış merhaleleri hakkında Şâzilî’den bize ulaşan bilgiler, onun
bu konudaki düşüncelerini yansıtmamıza yetecek nitelikte değildir. Ancak
buraya kadar anlattıklarımızı özetlemek gerekirse şu sonuca ulaşırız:
Her ne kadar biz Şâzilî’nin Allah, insan
ve varlık düşüncelerini ayrı başlıklar altında incelediysek de, aslında bunlar
birbirleriyle bağlantılı konulardır. Şâzilî’ye göre başlangıçta Allah’dan başka
hiç bir şey yoktu. Allah varlığını izhâr etmek için isim ve sıfatlarının
tecellîsi olarak kâinâtı yarattı. Kâinât Allah’ın varlığını gösteren apaçık bir
delildir. Bu sebeple Şâzilî’ye göre Allah’ın varlığını bilmek çok önemli
değildir. Böyle bir bilgi daha çok Kelam ilminin konusudur. Önemli olan Allah’ı
tanımaktır. Buna da “ma’rifetullah” denir ve Tasavvuf ilminin konusudur. Ma’rifetullah’ı
elde etmek için zâhirî delîller yetmez. Bu delillerin ibâdet, tâat ve müşâhede
ile desteklenmesi gerekir. Ma’rifetullahı elde etmeye yarayan mükâşefe
bilgisinin doğmasında bunlardan daha önde gelen bir husus vardır. O da
müessirin varlığını baştan kabul edip O’na teslim olmaktır.[860]
İslâm dîninin genel yapısını belirleyen
tevhîd anlayışı, İslâmî ilimlerin hepsinde özel bir yer bulmuştur. Bu anlayış,
tasavvufî düşünce literatüründe “vahet-i vücûd” ve “vahdet-i şuhûd” şeklinde
iki ayrı terimle ifade edilir. Bu iki ayrı ifade tarzının temel dayanağı
aynıdır. Her ikisinin kökünde de tevhîd anlayışı yatmaktadır.
Tevhîd anlayışının tezâhürlerini ilk
sûfılerden i’tibâren her devirde çeşitli şekillerde görmek mümkündür. Bu
sebeple Şâzilî, “Tevhîd öyle bir şeydir ki, ârifler onunla hayretten çıkar ve
bir çok kişi de onunla hayrete düşer.”[861] demiştir.
Vahdet-i vücûd, “varlığın birliği”
anlamına gelir. Allah’dan başka varlık olmadığının idrâk ve şuûruna ermektir.
Varlıkta birlik anlayışını ifâde etmede sembol haline gelmiş bir terimdir.[862] Tasavvufun
en nâzik konularındandır.
Vahdet-i şuhûd ise, “bir görme” demektir.
Allah’tan başka varlıkları görmeme hâlidir.[863]
Aralarındaki farka gelince, vahdet-i
vücûdda birlik bilgidedir. Bu düşüncede olanlar, gerçekte varlığın bir tane
olduğunu kabul ederler. Şuhûdî tevhîdde, yani vahdet-i şuhûdda ise, başka
varlıkların varlığı kabul edilir. Ancak bunlar Allah’ın azameti karşısında
farkedilmezler. Bu sebeple herşeyi bir görme hâli geçicidir. Vahdet-i şuhûdda birlik,
bilgide değil görmededir. Bu açıdan vahdet-i vücûd, Cenâb-ı Hakk zaviyesinden
varlık konusundaki hakikati yansıtır. Vahdet-i şuhûd ise, daha çok bu hakikatin
insan tarafından aklen ve hissen algılanma şeklidir. Vahdet-i şuhûd mülk
âlemindeki insanla ilgilidir. Her insanın Bir’i görme ve algılama kapasitesine
göre izâfılik arzeder. Vahdet-i vücûd ise mülk âleminin arkasındaki hakîketle
ilgilenir. Mülk âleminin var oluş biçimine, var edene ve varlığının devam ediş
tarzına bakar. Burada insan cephesindeki gibi değişkenlik yoktur. Bu açıdan
vahdet-i vücûd anlayışı ile vahdet-i şuhûd anlayışı birbirinin
tamamlayıcısıdır. Bazılarının zannettiği gibi biri diğerini iptâl etmez.
Bilakis bu görüşlerden birini kabul, diğerini ikâme ve ispat zurûretini
gerektirir.
Tasavvufta başlangıçtan beri var olan
tevhîd anlayışının İlmî düşünce açısından temelini atan ilk kişi, îmâm
Gazzâlî’dir. Gazzâlî bu konudaki fikrini, “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka
varlık yoktur.) ibâresiyle ifade etmiştir. Bu ifade tarzı, adı konmamış bir
vahdet-i vücûd anlayışıdır. Aslında vahdet-i vücûdu bir sistem olarak ortaya
koyan İbn Arabî de, bu kavaramı kullanmamıştır. Vahdet-i vücûd kavramı, İbn
Arabî’den sonra ortaya çıkmış ve onun tasavvufî düşünce sistemine ad olmuştur.[864] Vahdet-i
şuhûd fikrini sistemleştiren kişi ise, Nakşîbendiyye tarikatının şeyhlerinden
Hindistanlı îmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Şerhindi (ö. 1034/1624)’dir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin bu iki sınıftan
hangisine dahil olduğu tartışmalı gibi gözükse de, sözlerinden vahdet-i vücûd
görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır.
Abdulhalîm Mahmûd, “Ebu’l-Abbas el-Mursî
ve şeyhi Şâzilî’ye göre vahdet-i vücûd” şeklinde bir başlık açmış ise de konuya
netlik kazandırmamıştır. Bu başlık altında daha çok vahdet-i vücûdun ne
olduğunu ve Hallâc ile îbn Arabi’yi anlatmıştır. Hallâc’ın öldürülmesinin
altında, dînî sebeplerden ziyâde siyâsî nedenlerin yattığını belirtmiş,
vahdet-i vücûd anlayışı ile Şâziliyye’nin görüşleri arasında bir benzerliğin
olup olmadığını tesbit etmeyi okuyucuya bırakmıştır.[865] Abdulhalîm Mahmûd’un böyle
bir yol tercih etmesinin altında, İbn Teymiye taraftarlarının Mısır’da etkili
olmaları yatabilir.
Âmir en-Neccâr ise, “Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin vahdet-i vücûd fikrine karşı olduğunu belirtmiştir. Ancak bunu
yaparken o, vahdet-i vücûd fikrini hulûl ve ittihâd anlayışı ile bir tutarak
işe başlamıştır. Neticede Ebu’l-Hasan Şâzilî vahdet-i vücûd kavlinden tamâmen
beridir.” hükmüne varmıştır.[866]
Amir en-Neccâ’ın bu yaklaşımı daha
başlangıçta iki hata üzerine bina edildiği için doğal olarak sonucu da
yanlıştır. Birinci hata, vahdet-i vücûd ibaresi, gerek bu düşünceyi
sistemleştiren îbn Arabi, gerekse Şâzilî tarafından kullanılan bir ibare
değildir. îbn Arabi’nin sistemleştirdiği düşünceye kedisinden sonra ad olarak
verilmiştir. Dolayısıyla îbn Arabi ve Şâzilî’nin sözlerinde “vahdet-i vücûd”
ibaresini arayan bulamaz. İkinci hatâ ise, vahdet-i vücûd görüşünün hulûl,
ittihat ve panteist düşüncelerle bir tutulmasıdır. Halbuki vahdet-i vücûd,
“panteizm” denilen vahdet-i mevcûd fikrini iptâl etmek ve yaratıkların tanrı
olmayacağını göstermek için ikâme edilmiştir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin daha önce ele
aldığımız Allah ve varlık konusundaki düşüncelerine dikkat edilirse, onların,
vahdet-i vücûd anlayışına zemin hazırladığı görülmektedir. Ayrıca Şâzilî’nin
söylediği sözlerde vahdet-i vücûd’u çağrıştıran cümleler vardır.
Mesela Şâzilî, Cenâb-ı Hakk’ın
peygamberlere indirdiği kitaplarda genel olarak, “Kim herşeyde bana itaat
ederse, ben de herşeyde ona itaat ederim.” buyurduğunu belirtir.[867] Diğer
taraftan Cenâb-ı Hakk’a duâ ederken, mahlûkatı emrine vermesi için “sahhirlî”
diye duâ etmenin yerine “künlî” diye duâ etmenin daha doğru bir tercih olduğu
kanaatindedir.[868]Zîrâ ona
göre bütün mahlûkâtı Allah yaratmış ve her zaman onlara hükmetmektedir. Onun
izni olmadan bir ağaç yaprağının bile oynaması mümkün değildir. Bu sebeple
“Mahlûkâtı benim emrime ver” diye duâ etmekten, “Benim ol” demek daha iyidir.
Çünkü insan hatâdan sâlim değildir. Mahlû- kât emrine verilse bile, onu hatalı
kullanabilir. Ancak Allah bir kişinin lehinde ve yanında olursa, bu, mahlûkâtın
o kişinin emrine verilmesinden daha hayırlıdır. Çünkü Hz. Allah hatâdan
sâlîmdir. O, devamlı hikmeti ile muâmelede bulunur. Bundan dolayı Şâzilî
evradında yer yer, “Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Dilediğine rızkı yayar,
dilediğine kısar ve belli bir ölçiiye göre verir. Doğrusu O, herşeyi bilendir.”[869] âyetini kullanmıştır.[870]
Şâzilî bu husus ile tevhîd inancı arasında
bir bağlantı kurarak, “Tek bir kapıya yapış ki, sana bütün kapılar açılsın. Bir
tek efendiye boyun eğ ki, sana bütün boyunlar eğilsin.”[871] demiştir. Bu cümleleri ile
Şâzilî açıkça mahlûkatın Cenâb-ı Hakk’a bağlı olarak hareket ettiğini dile
getirmektedir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin vahdet-i vücûd
görüşüne sahip olduğunu çağrıştıran düşüncelerinin yanısıra, bizzat vahdet-i
vücûd içerikli ifadeleri de bulunmaktadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, gerçekte bir tek
varlık olduğunu vurgulamak için, “Kâinâ- tın Allah’ın yanında vücûdu var mı?”[872] diye bir
soru sorar. Sorduğu sorunun cevâbını da yine kendisi verir. Bu sebeple o,
“Sûfî, sırrının tayyında mahlûkâtı havadaki toz gibi gören kişidir. Alemlerin
Rabbi olan Allah’ın ezelî ilminde bulunmaları hasebiyle mahlûkat, ne mevcuttur
ne de ma’dûmdur.”[873] demektedir.
Soruya verdiği cevap, Şâzilî’nin Allah’dan başka varlık olmadığı görüşünü
benimsediğini gösterir. Nitekim sûfî için söylediği bu sözü, kendi şahsına da
uygulamış ve varlığın bir olduğunu şöyle ifade etmiştir:
“Biz Allah’a îmân ve îkân gözüyle
baktığımız için mahlukâttan hiç bir şeyi görmeyiz. Gerçek mülk sahibinden başka
varlık var mı ki de onu görelim? Varsa bile onların hepsi havadaki toz
zerrecikleri gibidir. Eğer sen de varlık denen şeyleri teftîş etsen, hiç bir
şey bulamazsın.”[874]
Şâzilî’nin vahdet-i vücûd hakkındaki diğer
sözleri de şunlardır:
“Hakk-ı küll, evvel, âhir, zâhir ve bâtın
olarak vasıflanır. O herşeyi bilir. Allah vardı onunla beraber hiç bir şey
yoktu. Şu anda da öyledir.”[875]
“Varlık ayla beraber olan yıldızlar
gibidir. Var olmalarına rağmen hükümleri yoktur.”[876]
“O, her mevcûddan önce mevcûddur. Şu anda
da aynen daha önce olduğu üzere mevcûddur.”[877]
“Mutâbaatın hakîkati, kendisine uyulanı
herşeyin yanında, herşeyle beraber ve herşeyde görmektir.”[878]
“Kim varlığı tahkîk edip vücûd konusunda
hakîkata ulaşırsa bütün mevcûddan fanî olur. Kim hakîki vücûd ile olursa bütün
mevcûd ona sâbit olur.”[879]
“Kâinat bir yok olur, bir var olur; bir
görülür, bir görülmez. Bu tıpkı güneş ı- şmların yoğun geldiği yerde havadaki
toz zerreciklerinin görülmesine, ışınlar yön değiştirince de kaybolmasına
benzer. Göz fıziken görmese de o tozlar havada vardır. Aynen bunun gibi,
herşeyin üstüne doğup herşeyi aydınlatan güneş kaybolsa bile, insan bir kere
gördüğü varlığı ışık olmasa dahi var olarak bilir ve aklıyla görür. Eşyayı
görebilmek için ışıkla madde arasında bulunan bu bağlantı gibi bir bağlantı,
kâinâtın varlığı ile Allah arasında da vardır.”[880]
“Takvâ O’nun nurlarının kisvesi ve
şuhûdudur, ihâta O’nun sıfatıdır, O’na kı- yâm O’nun zâtıyladır. Bu Allah’ın
âyetlerindendir.”[881]
Ayrıca Şâzilî, hocası İbn Meşîş’in kendisine
yaptığı vahdet-i vücûd içerikli şu tavsiyeyi aynen mürîdlerine aktarmıştır:
“Herşeyi Allah’ın Evvel, Âhir, Zâhir ve
Bâtın vasfı ile yok et. Çünkü Allah vardı. O’ndan başka hiç bir şey yoktu.
Şimdi de O, ezelde olduğu üzeredir. (Kânellahu ve lâ şey’ün maahû ve Hüve’l-ân
alâ mâ aleyhi).”[882]
Yine Şâzilî’nin evrâdı arasına aldığı
“Salât-ı Meşîşiyye”[883] ve onda
geçen “Yâ Rabbi, beni vahdet denizinin gözüne gark et. Tâ ki ondan başka bir
şey görmeyeyim, işitmeyeyim, hissetmeyeyim ve bulamayayım.”[884] şeklindeki
ifadeler, İsmâil Hakkı Bursevî’ye göre, Şâzilî ve hocası İbn Meşîş’in vahdet-i
vücûd anlayışına sahip olduklarını göstermektedir.[885]
Nitekim İskenderî, Şâzilî ve Mursî’nin
varlık hakkındaki sözlerini vahdet-i vücûd anlayışına uygun bir tarzda
şerhetmiştir. Ona göre kâinâtın mutlak bir vücûdu yoktur. Mutlak vücûd sahibi
sadece Allah’tır. Varlıktaki birlik Allah’a âiddir. Görünen âlemler sadece
Allah’ı isbât etme yönüyle bir vücûda sahiptir. Allah’tan başka vücûdu
olanların, kendi nefislerindeki gerçek vasfın adem olduğunu insanın bilmesi
lâzımdır.[886] Çünkü
kâinâta basiret gözüyle bakıldığı zaman, varlık denilen şeyin gölgeden ibâret
olduğu görülür. Gölgenin vücûd i’tibariyle varlığı yoktur. Ancak mutlak adem
itibariyle de yok denilemez. Zîrâ o, gerçekte var olan bir şeyin gölgesidir.[887] Bu sebeple
Cenâb-ı Hakk, kâinâttaki varlıkların asıllarını (â’yân-ı kâinâtı) mükemmel
yaptı. Ancak güneşi bulutun arkasına gizlediği gibi onları da gizledi.[888]
Bu ifadelerin hepsi Şâzilî’deki vahdet-i
vücûd anlayışını göstermektedir.
Allah’ı görme konusuna da değinen Şâzilî,
bunun “müşâhede” açısından mümkün olduğunu belirtir. Ancak bu görme, Allah’ın
zâtını görme değil, özelliklerine şahit olma, kâinâtı yarattığını ve onun
devamlılığım sağladığını hissetmedir. Şâzilî bunu, “Muhakkikler Allah’tan başka
herşeyi müşâhede etmekten yüz çevirdiler. Böylece onlarda şuhûd-ı kayyûmiyet ve
ihâta-i deymûmiyet tahakkuk etti.”[889] sözleri ile açıklar. Çünkü
herşey Cenâb-ı Hakk’la kâimdir. Varlığını sürdürebilmesi O’na bağlıdır. Bu
açıdan bakılınca herşey İlâhîdir ve herşeyde Allah tecellî eder. Her varlık
istidâdına göre bu tecellîden faydalanır. Kur’ân-ı Kerîm’de bir çok âyet,
içindeki varlıklarla birlikte bütün kâinâtı Allah’ın yarattığım ve tıpkı bir
canlı gibi nefes aldırıp verdirerek onların hayatlarını devam ettirdiğini
gösterir.[890] Bu nedenle
Şâzilî’ye göre Cenâb-ı Hakk, “Kim herşeye yönelişinde ve herşeyden ayrılışında
benim hiisn-i irâdeme teslim olarak itaat ederse, ben de ona bütün eşyâda
tecellî ederek
itaat ederim. Öyle ki beni kendisine herşeyden daha yakın bulur.” buyurmaktadır.[891]
Burada hemen şunu belirtmeliyiz ki, Şâzilî
Allah’la ittihâd, hulûl ve birleşme gibi panteist yaklaşımlara karşıdır. Ona
göre Allah herşeyi kuşatmaktadır, fakat herşey Allah değildir. Onun vahdet-i
vücûd görüşünde i’tidal ve denge esastır. Vah- det-i vücûd düşüncesini herşeyi
mübah saymaya kadar dayandıran ibâhiyeci görüşlere karşıdır. Allah’ın eşyâda
tecellî etmesine şâhid olup buna göre davranışlarını belirleyenlerden iki grubu
makbul sayar. Diğer düşünceleri reddeder. Kabul ettiği her iki grupta da
Allah’a itaat asildir.
Birinci grup Allah’ı herşey gibi görür,
Allah’ın herşeyde tecellî etmesini böyle algılar. Bunlar sâlihlerin avâmıdır.
Niyet ve ihlaslarmı bozmadan itaate devam e- derler. İkinci grup ise, Allah’ı
kendisine herşeyden daha yakın görür, Allah’ın herşeyde tecellîsini böyle
algılarlar. Bunlar sıddıklarm havâssıdır ve daha yüksek makamdadırlar.[892]
Şâzilî’nin bu taksiminden anlaşıldığına
göre “Allah’ı herşey görmek” başkadır, “herşeyi Allah görmek” daha başkadır.
Tasnifinde herşeyi Allah görenlerin üzerinde durmaya bile lüzum görmemiştir.
Çünkü bunlar panteistlerdir ve ibâdete önem vermezler. Onlar için herşey
mübahtır.
Şâzilî insanları şeriatın zâhiri ile
bâtını arasında denge kurmaya teşvîk eder. Bunu başaran kişilere “muhakkik”
ünvânını verir. Bu düşüncesini, “Rabbinle mü- nâzaa etmeyi bırak ki, muvahhid
olasın; şeriatın erkânı ile amel et ki, sünnî olasın ve bu ikisinin arasını cem
et ki, muhakkik olasın.[893] sözleri ile
açıklar. Bu sebeple o, duâ ederken Cenâb-ı Hakk’ı kendi arzularının yerine
koyup onu talep eden kimseye Hz. Allah’ın: “Ey kulum bu’d mahallinde kendin için,
kurb mahallinde de benim için değilsin.” buyurduğunu söyler.[894]
Şâzilî’nin bu ifâdeleri, bir yandan kul
ile Allah arasında düalite olmadığım belirtirken, diğer yandan da onun ittihâd
ve panteizm düşüncesine kapalı olduğunu gösterir. Çünkü Şâzilî’nin vahdet-i
vücûd anlayışına göre insan dahil bütün varlık âlemi, Allah’ın mülküdür. Mâlik
mülkünde dilediği tasarrufu yapar. Hiç kimse ona karışamaz ve O’nun dilemediği
hiç bir şey olmaz. Bu sebeple Şâzilî, Allah’a olan itaat ve isyânın bile
Allah’ın izni, irâdesi ve hükmü dahilinde gerçekleştiğini savunur. Tam kaderci
bir anlayışla Allah’a teslimiyetini bildirir. Ancak Allah karşısında insanın
durumunu belirtirken Kur’ân’a dayanarak şu nüansı vurgular: “Allah yaptıklarından
sorumlu değildir. İnsanlar ise sorguya çekileceklerdir.”[895] Zîrâ Allah insanların
sorumlu olduğu noktaları elçileri ile bildirmiştir. Bu sorumluluklar da sınırlı
bir alanı kapsar. İnsan için sınırsız ve genel bir sorgulama yoktur. “Kimse başkasının yükünü
taşımaz.”[896] Mes’ûliyet özeldir.
Kâinatın genel tedviri inşam bağlamaz. O Allah’a âid bir iştir.[897]
Bu yaklaşımlar, Şâzilî’nin görüşlerinde
sınırları çizilmiş bir vahdet-i vücûd anlayışının bulunduğunu ve buna bağlı
olarak insanın belli bir çerçeve içinde sorumluluk taşıdığını göstermektedir.
Nitekim Muhammed Zâfır Efendi de, Şâzilî’nin sınırları belirlenmiş, dengeli bir
vahdet-i vücûd inancına sahip olduğunu belirtir. Şâzilî’nin efâl-i ibâd
konusundaki, “Cenâb-ı vâcibu’l-vücûd’un efâli ile efâl-i ibâdı isbât etmekte
bir beis yoktur. Fakat aksine mahlûk ile Hâhk’ı isbât etmek ve efâl-i ibâd ile
Ma’bûd üzerine fikir beyân etmek câiz değildir.” sözlerini, buna delil
gösterir. Muhammed Zâfır açısından Şâzilî’ye göre varlığın hakikatini
öğrenmek için eşyânm vücûdundan evvel ki hâlini tasavvur etmek yeterlidir.
Çünkü kâinâta bu nazarla bakılınca görecek bir şey kalmaz ve eşya bir değer
ifâde etmez.[898]
Nitekim Şâzilî, Muhammed Zâfir’in
belirttiği gerçeği daha beliğ bir şekilde, “Hakkın senden murâdı, kâinatı
görmeyen kişinin gözüyle görmendir.”[899] Cümlesi ile ifâde etmiştir.
O, kâinatın Allah’ın sıfatlarından sudûr ettiğini savunur. Bunun doğruluğunu,
“Eşyâyı vücûdundan önce Allah’ın merkez olarak yerleştirdiği sıfatlara yerleştir.
Sonra göz görüyor mu, görüyorsa nerede görüyor, ya da kâinatın lehine bir oluş
görüyor mu? Ona bak.”[900] sözleriyle
açıklar ve akla yatkın hâle getirir.
Ayrıca Şâzilî, cem’ ve fark hâli ile
vahdet-i vücûd anlayışı arasında bir bağ kurar. Bu durumu, “Eğer sen
bünyesinde levm taşımayan bir durumda bulunmayı istiyorsan mevcûd bakımından
dilinde fark, meşhûd bakımından ise bâtınında cem’ olsun.”[901] sözleri ile anlatır. Böylece
Şâzilî, mevcûdu bir bütün görme anlayışına karşı olduğunu; buna karşılık, herşeyi
tek olan Allah yarattığı için şâhid olunan şeylerin hepsinin O’nu gösterdiğini
belirtmiş olur.
Netice olarak Şâzilî’ye göre kâinât ve
içindekiler her an yeniden yaratılıyor, yeniden var ve yeniden yok ediliyor.
Allah’dan gelen bir enerji ile ayakta duruyor.
Bu açıdan Şâzilî tek tek varlıkların vücutlarını yok saymaz
ve onları Allah’la bir de düşünmez. Vahdet-i vücûd fikri ile vahdet-i şuhûd
fikrini telif eden bir yaklaşımla Allah’a bir hüvviyet, diğer varlıklara da
ayrı bir hüvviyet verir. Ona göre bu varlıklar kendi kendilerine vâr
olmadılar; varlık sahnesine çıktıktan sonra da varlıklarım sürdürmek için kendi
kendilerine yetemezler. Dolayısı ile yetkin olmayan için kullanılan varlık
ta’biri izâfîdir, mutlak değildir. Allah’tan başka herşeyin, varlık olarak bir
hüvviyet sâhibi olması, Allah’a bağlıdır. Kısaca diğerleri bağımlı, Allah ise
bağımsız varlıktır. Bağımlı varlıklara gerçek anlamda varlık denilemeyeceği
için, gerçekte tek varlık vardır; o da Allah’dır. Bütün âlemin var olması
Allah’a bağlı olduğu için de, Hz. Allah âlemin zâtında vardır. Yoksa âlem Allah
değildir. Şâzilî’nin görüşlerinde ittihâd, hulûl ve birleşmeyi çağrıştıracak
ifâdeler yoktur. Âlem, Allah’dan başka herşeydir ve Allah’ın varlığına
birliğine, kudretine alâmettir.
Şâzilî’nin üzerinde durduğu konulardan
biri de rûhdur. Bir çok kimse rûhu incelemeyi, araştırmayı ve bu hususta fikir
beyân etmeyi uygun görmemiştir. Ebu’l- Hasan Şâzilî ise bu görüşte değildir.
Ona göre bizzat, “Ey Muhanımed, sana ruhtan sorarlar. De ki: Rûh Rabbimin
emrindedir.”[902] âyeti, Hz. Peygamber’e ve
ona vâris olan havâs tabakasına, rûh hakkında araştırma yapma ve konuşma
yetkisi veriyor. Çünkü Arapça’nın özelliği açısından ayette kullanılan kelime
ve lafizlar buna müsâiddir. Öncelikle “De ki” hitabı ile Hz. Peygamber’e konuşma yetkisi
vermiştir. Ayrıca âyetin devamından, sıddıkların ve ehl-i havâssm bu konuda
câhil olmadıkları, az da olsa rûh hakkında bilgilerinin bulunduğu
anlaşılmaktadır.[903]
Şâzilî, Yahûdîler’in Hz. Peygamber
Efendimizi zor durumda bırakmak için ona rûh ile ilgili soru sorduklarını
belirtir.[904] Âyetten bu
sorunun ne olduğunu tesbît etmek mümkündür. Arapça’da, bir şeyin var olup
olmadığını öğrenmek için “hel” edatı ile, hâl, durum ve özelliğini öğrenmek
için “keyfe” edatı ile, sayı ve miktarını öğrenmek için “kem” edatı ile,
kimliğini öğrenmek için “men” edatı ile ve sebebini öğrenmek için de “lime”
edatı ile soru sorulur. Âyete baktığımızda bu edatların hiç birisi
kullanılmamıştır. Demek ki soruyu soranlar daha baştan rûhun varlığını, insana
canlılık verdiğini ve elle tutulup gözle görülemeyeceğini kabul ediyorlardı. Bu
konularda soru sorsalar Hz. Peygamber’in kolayca cevaplayacağını biliyorlardı.
Onlar daha zor bir soru sormuşlardır. Âyetten anlaşıldığına göre bu soru rûhun
kaynağı ile ilgilidir ve “Nereden?” sorusudur. Çünkü âyette soru sorulduğunu
bildiren
“Sana rûhtan soruyorlar.” cümlesinde “an” harf-i cerri, soruya cevap
olan “Rabbimin
emrindedir.” ifâdesinde ise “min” harf-i cerri kullanılmıştır.[905]
Bu iki harf-i cerr, bir şeyin nerden
geldiğini ve kaynağının ne olduğunu, ya da çoktan azı ve bütünden parçayı
ayırma işlemi olan teb’îzi (ba’ziyeti) anlatmak için kullanılır.[906] Nitekim Hz.
Allah, gerek Âdem (a.s.)’a ve onun soyundan gelenlere, gerekse îsâ (a.s.)’a
kendi rûhundan üflediğini belirtirken bunu min harf-i cerri kullanarak ifade
etmiştir.[907] Ayrıca yine
Kur’ân’da, bedenin canlılığını sağlayan rûh ile, aynı kökten gelen ve ümidin
canlı kalmasını Allah’a bağlayan “ravh” kelimesi de “min” harf-i cerri ile
kullanılmıştır.[908] Âdem’in topraktan
yaratıldığı “min turâb” lafzı ile dile getirilmiştir.[909] Bu itibarla Şâzilî, Hz.
Peygamber’e rûhtan soranların sorularına yeterli cevabı alıp sustukları ve Hz.
Peygamber’i mahcûp edeceklerini düşünürken kendilerinin mahcûp olduğu
kanaatindedir. Çünkü ona göre “Rûh Rabbimin emrindedir.” cümlesi, sorulan soruya
kımî de olsa cevap veriyor ve en azından rûhun kaynağını açıklıyor. Ayıca, “Rûh Rabbimin
emrindedir.” demek, “Siz de bizim inandığımız Allah’a bizim gibi inanın ki, rûh
dâhil bütün müşkilleriniz çözülsün.” anlamına gelir. Bir çeşit tebliğ ve
da’vettir.[910]
Şâzilî bu âyeti, Kur’ân’daki başka
âyetlere ve sünnete uygun bir şekilde tefsir ederek, insandaki rûhun ve bütün
güzelliklerin kaynağının Allah (c.c.) olduğunu belitir. O’na göre bu
güzellikler Allah’dan gelir. Rûh da böyledir. Tıpkı bir elektrik akımı gibi ana
kaynaktan insana doğru gelir ve onun canlı kalmasını sağlar.[911] Akımın
gelişi ve yansıması bitince de insanın bedenî hayatı sona erer. Bu yönüyle
insâ- nî rûh mahluktur ve bütün bedenlere intikalinin fizikî kanunu aynıdır.
Ayrıca her insanda gösterdiği canlılık etkisi de birbirine benzer. Rûhun aslî
kaynağı olan Allah ise, eşi ve benzeri olmayan yüce yaratıcıdır. îşte bu yüce
yaratıcı bizleri kendisini tanımakla mükellef tutmuştur. Bu mükellefiyeti
yerine getirmediğimiz takdirde kâfir veya âsi oluruz. Eşi ve benzeri
bulunmayan Allah’ı tanımak, bilmek ve ma’rifetullah’a ermek için bu uğurda çaba
sarfetmek vâcip iken; canlılardaki rûh gibi eşi ve benzeri bulunan bir varlığın
bilinemeyeceğini söylemek cahillik olur.
Netîce itibâriyle Şâzilî’nin rûh konusundaki beyânları,
Kur’ân’da rûh ile kasdedilen ma’nâlara uygundur. Kur’ân’da rûh kelimesi ile
kasdedilen başlıca anlamlar şunlardır:
2- Cebrâil,[912]
3- Kur’ân-ı
Kerîm,[913]
4- İnsanın
ve diğer canlıların rûhu.
Tevessül, kulun taleplerini Allah’a
arzederken, Allah katında değerli olduğu bilinen bir şeyi veya bir şahsı aracı
ve şefaatçi ta’yin etmesine denir. Vesîle ta’yin edilen şefaatçi, Hz. Peygamber
Efendimiz gibi bir şahıs, ya da Kur’ân-ı Kerîm ve Ka’be gibi ma’nevî değeri
bulunan şeylerdir. Vesîle edinmenin câizliğine kitaptan, “Ey îmân edenler,
Allah’dan korkun; O’na yaklaşmaya vesîle arayın ve O’nun yolunda mücâdele edin
ki kurtuluşa ulaşasınız.”[914] âyeti delil
gösterilmiştir. Sünnetten delîline gelince, savaş esnâsmda Hz. Peygamber’in, “Yâ Rabbi fakir
muhâcirler hürmetine müslümanlara zafer ve yardım ihsân eyle.”[915] sözleri ile duâ
etmesidir. Bu delillerden hareketle pratikte uygulanan tevessül, tasavvufî düşünce
açısından hüsn-i kabûl görmüştür.[916]
Ebu’l-Hasan Şâzilî de tevessül ve
istimdâdı kabul eden sûfîlerdendir. Bu sebeple hizblerinden birisine
“Hızbü’t-tevessül” ismi verilmiştir.[917] Ayrıca Şâzilî “Ne zaman
Allah’dan bir ihtiyâcımın giderilmesini talep etti isem hemen günahlarım önüme
geldi. Ben ancak günahlarımla hâcetimi arzedebildim.” demektedir. Bu sebeple,
yaptıkları ameli Allah’a arzederek mağaradan kurtulan üç arkadaşın durumu[918] ile kendi
durumunu kıyas ederek, arada bir fark olmadığını belirtir. Çünkü ona göre bu üç
kişi, kendi tâatlannı zikretmediler. Daha önce Allah’ın kendilerine verdiği
ni’metle yeni bir ni’met için tevessülde bulundular ve yine Allah’a yalvardılar.
Şâzilî, bu konuda Zekeriya (a.s.)’ın, “Rabbim, sana duâ etmek suretiyle hiç bedbaht
olmadım.”[919] şeklindeki tevessülünü
Cenâb-ı Hakk’ın bize örnek gösterdiğini zikreder ve daha önce verdiği güzel
lütuflarla Allah’a tevessülü uygun bulur.[920]
Şâzilî tevessül anlayışını bir adım daha
ileri götürerek talebelerine, Allah katında bizzat kendisi ile tevessül ve
istimdâdda bulunmalarım tavsiye eder. Bu tavsiyeyi, İbn lyâd’m eserine
kaydettiği Mursî’ye âid bir mektuptan öğreniyoruz. Mursî mektubunda,
Mağrib’deki arkadaşlarından vefat etmiş olmasına rağmen Ebu’l- Hasan Şâzilî ile
Allah’a tevessülde bulunmalarını istiyor. Bu istediğini şöyle dile getiriyor:
“Şeyhim Ebu’l-Hasan Şâzilî bana: “Allah’a
hâcetini arzederken benimle tevessül ve istimdâdda bulun.” derdi. Şeyhimin bu
tavsiyesine uyup her darda kalışımda onun ismini zikrettiğim zaman, bir çıkış
yolu buldum; zor olan işler benim için kolay hâle geldi. Ey kardeşim, sen de
sıkıntıda olduğun zaman derdini onunla Allah’a takdîm et. Ben sana nasihat
ediyorum. Bunun hakikatini ise Allah bilir.”[921]
Şâzilî, tevessül ile şefaat arasında bir
bağlantı kurar. Ona göre şefaat, nûrun nübüvvet cevherine akmasıdır. Bu nûr
oradan nebî ve velîlere geçer. Sonra da mahlû- kâta taksim olur. Bu tertîp
şefaatin tahakkuk ediş şeklidir.[922] Aynı yolun tersiyle de
tevessül gerçekleşir. Çünkü tevessülde halk, enbiya ve evliyâya yönelir. Onlar
da bu yönelişleri nübüvvet cevherine aksettirir. Tevessül istek ve talepleri,
bu yolla Allah’a ulaşır. İstenilen şey, gerçekte Allah’tan istenir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî bunun uygulamasını, “Allah’ım, seninle yine sana tevessül
ve yemin ederim. Allah’ım sen, olduğun gibi kendine benim delîlimsin. Bu
sebeple kendi katında yine benim şefaatçim ol. Çünkü benim yaptığım iyilikler
senin lütfundan, seyyiâtım da kazândan- dır.”[923] şeklindeki duâsı ile ifâde
eder.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin mürîdlerinden Ebû
Abdullah eş-Şâtıbî (ö. 672/12Î3)[924] de konuyu aydınlatmak
için şunları söyler:
“Her gece defalarca Şâzilî’nin ismini
zikreder ve bütün ihtiyaçlarımı onun a- dıyla Allah’dan talep ederdim.
İstediğim herşey hemen kabul olurdu. Derken rüyamda Hz. Peygamber (s.a.)’i
gördüm. O’na:
“-Ey Allah Rasûlü yüce Efendim, ben her
gece sana salavâtımdan sonra şeyh Ebû’l-Hasan’ı yâd ediyorum. Allah’dan
ihtiyaçlarımı onunla istiyorum. Bu sıralamayı yapmamda benim için bir mahzur
görüyor musun?” diye sordum. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) Efendimiz
bana:
“-Ebu’l-Hasan, hissen ve ma’nen benim
evlâdımdır. Evlâd babadan bir cüzdür. Kim cüze temessük ederse şüphesiz ki
külle temessük etmiş olur. Sen Ebu’l- Hasan’la Allah’ı istediğin zaman,
gerçekte benimle istemiş olursun.” buyurdu.”[925]
Bu söz ve uygulamalar, Şâzilîyye’de
tasavvufî düşüncesinde tevessülün mühim bir yer tuttuğunu göstermektedir.
Nitekim tevessül anlayışı ile bağlantılı olarak da Şâziliyye tarikatında
silsileye büyük önem verilmiş, şeyhine temessük edenin aslında Hz.
peygamberlerle temessük ettiği kabul edilmiştir. Çünkü şeyh direk Allah’a
mensûb değil, Rasûlüllah’a mensuptur. Gerçekte Rabbânî olan, Rasûlüllah (s.a.)
dir. Bu sebeple Allah’ın Rasûlün’den başkasına minnet edilmez.[926]
Şâzilî’nin tasavvufa has tevessül ve
şefâat anlayışının yanısıra, bir de bu konuda umum halka yönelik koyduğu
prensipler vardır. Umumu ilgilendiren tevessül ve şefâat anlayışı, özel
dairedeki anlayışından tamamen farklıdır. Çünkü kanunun nezaketini bilmeyen
insanlar, Allah’dan isteyeceklerini tevessül için kullandıkları a- raçtan beklemeye
başlarlarsa şirke düşerler. Bu inceliği kavrayamayacak insanlar için Şâzilî,
“Allah’ı bırakıp şefâatçilere ve evliyaya yapışmak şirktir.”[927] der. Bu
görüşüne delîl olarak da, “Allah’dan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur.
Düşünmüyor musunuz?”[928] ve “Yoksa putperestler
Allah’dan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar bir şeye sâhip
olmadıkları ve akledemedikleri halde mi şefaatte bulunacaklar? De ki: Biitün
şefaat Allah’ın iznine bağlıdır, (köklerin ve yerin hükümranlığı O’nündür.
Sonra O’na döneceksiniz.”[929] âyetlerini gösterir.[930]
Netîce olarak Şâzilî’nin tevessül ve
şefaat konusunda biri umûmu, diğeri de hu- sûsu ilgilendiren iki açıklaması
vardır. Fakat bunlar özde birbirinden ayrı görüşler değildir. Birbirini
nakzetmezler. Tam aksine birbirini tamamlarlar.
Keşf ve ilhâm kelimeleri, dilimizde
genellikle birlikte kullanılan ve olağanüstülük ifade eden iki tasavvuf
kavramıdır. Keşf daha çok bilgi ile ilgili olağanüstülüğü ve yeni îcdları
anlatırken, ilhâm ise bu olağanüstü bilginin elde ediliş şeklini ifade etmek
için kullanılır. Biz bu başlık altında Şâzilî’nin keşf ve ilhâm konusunda
yaptığı değerlendirmelere yer verecek ve kısaca bu iki kavramı tanıtacağız.
Keşf, gizli olan bir takım husûsu Allah’ın
lutfu ile insanın ânîden billir, görür ve hisseder hâle gelmesidir. Keşfin
oluşumunda peygamberlerin vahyine benzeyen ilhâmın büyük önemi vardır.[931] Gerçekleşme
yollarından birisi de rüyâdır. Bu hâri- kulâde bilgi, Allah’ın karşılıksız ve
doğrudan bir ihsânı olabileceği gibi, belli riyâzat ve mücâhedelerin etkisi ile
de gerçekleşebilir. Zîrâ riyâzat ve mücâhede, isti’dâdı olan kişilerde bir
kısım melekelerin gelişmesini ve bilgilerin doğmasını sağlar. Keşf ile elde
edilen bilgilerin bazısı süreklilik arzederken, bazısı da insanın kalp ve zihin
gibi latîfelerinde şimşek gibi çakar geçer. Önemli olan bunları yakalamak ve
yakaladıktan sonra da sıhhatini tesbît etmektir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî keşf ve ilhâmın
varlığını kabûl eder. Ancak bu yolla elde e- dilen bilgilerin her zaman doğru
olmayacağını belirtir. Bu sebeple, “Bizim tarikatımız rüyâ ve ilhâma
dayanmaz.” der.[932] O’na göre
doğruluğu kesin olmayan bilgi ile amel edilmez ve böyle bir bilginin doğruluk
derecesinin tesbîti lâzımdır. Bunu ölçecek terâzi de kitap ve sünnettir.
Zağvan dağından inip insanlara tebliğde bulunması için Şâzilî’ye keşfen yapılan
emir karşısında takındığı tavır, onun kitap ve sünnet karşısında keşf ve
ilhâm’a verdiği değerin ölçüsünü gösterir.
Şâzilî başından geçen bu hâdiseyi şöyle
anlatır:
“Zağvân dağında, “Yâ Ali, insanların
senden faydalanmaları için onların yanına in.” diye bir duygu ilhâm olundu.
Ben de insanlarla birlikte yaşamaya kalbimin ve rûhumun tahammül edemeyeceğini
düşünerek, Cenâb-ı Hakk’a, insanlar arasına karışmayı bana soğuk göstermesi
için duâ ettim.” Fakat bana yine gaybdan: “Biz sana selâmeti arkadaş yaptık,
melâmeti (kınanma ve üzüntü vesilesi olacak durumları) da senden kaldırdık.”
denildi. Bunun üzerine ben: “Yâ Rabbi, beni insanların arasına bırakıyorsun.
Onların paralarından mı yiyip-içeceğim?” dedim. Bana: “Ya Ali, ister cebinden
ister gayb hâzinesinden harca; onu ben tamamlayacağım.” denildi. Bunun üzerine
her canlının rızkını zâten Allah’ın verdiğini hatırladım. Şer’î açıdan
tereddütlerimin yersiz olduğunu gördüm ve insanların arasına indim.”[933]
Bu anlatılanlardan, Şâzilî’nin şer’î
hükümleri, kalbine ve akima gelen duygu ve ilhâmlar için mihenk olarak
kullandığı anlaşılıyor. Eğer ilhâmlanna şeriatta müsâade varsa gönül rahatlığı
ile onu uygulamaya koyuyor, yoksa koymuyordu. Nitekim Şâzilî, ilhâm ve keşfin
nasıl gerçekleştiğini ve ta’rifinin ne olduğunu şu cümlelerle verir: “İlhâm ve
keşf, kalbe doğan bir nûrdur. Doğan bu nûrun gereğinin yapılması için izin
varsa o nûrun parlaklığı artar, kalb genişler, kişiye bast hâli hâkim olur. Eğer
yapılmaması isteniyor ve izin yoksa, nûrun parlaklığı azalır, kalb sıkışır,
kişiye kabz hâli hâkim olur.”[934]
Ebu’l-Hasan Şâzilî kitap ve sünnete son
derece bağlı bir sûfîdir. Onun kitap ve sünnete bağlılığını, keşf ve ilhâma
yaklaşımını en net biçimde ortaya koyan sözleri şunlardır: “Keşfin kitap ve
sünnete muârız olursa o keşfi derhal terket. Onunla amel etme. Hemen kitap ve
sünnete yapış. Nefsine, “Allah benim ismetimi kitap ve sünnette garanti
etmiştir. Keşf, ilhâm ve müşâhedelerde benim için günahın var olup- olmadığını
açıkça beyan etmemiştir.” de. Zîrâ keşf ve ilhâm ile amelin, ancak kitap ve
sünnete arzedildikten sonra mümkün olabileceğine dâir icmâ’ vardır.”[935]
Şâzilî kitap ve sünneti inşam her türlü
tehlikeden koruyan güçlü bir sığınak olarak görür. Bünyesinde şüphe ve evhâm
taşıyan zannî bilgilerden kurtulmak için Kur’ân ve sünnete sarılmayı tavsiye
eder. Bunu da: “Havâtırın öne çıkardığı, nefsin meylettiği ve tabiatın hoş
gösterdiği her bilgiyi hak bile olsa at. Onun yerine Allah’ın peygamberlerine
indirdiği bilgiyi al. Peygamberlere, halîfelerine, ashâbına, tâbiîne ve
hevâsına uymaktan müberrâ olan imamlara tâbî ol. Böylece şüphe, zan ve
evhâmlardan kurtulursun. Hakîkattan ve hidâyetten uzaklaştıran yalancı
da’vetcilerden emniyette olursun.”[936] sözleri ile anlatır. Ayrıca
Şâzilî, Hz. peygamberin kullanmadığı da’vet ve tebliğ usûlü ile insanları
Allah’a çağıran kimseyi bid’atcı olarak niteler.[937]
Bu açıklamalardan Şâzilî’nin, keşfi,
veliliğin ve Allah’a yakınlığın şartı saymadığı anlaşılıyor. Çünkü keşf,
yerine göre kâfirden de, mülhidden de, mü’minden de, yoga yapandan da zâhir
olmaktadır. Herkesten zahir olabilen bir şeyin velâyet şartı olması
düşünülemez. Kâfirler bile belli temrinler sonucu meleke gerektiren birtakım
keşiflere ulaşıp kerâmetvârî haller sergileyebiliyorlar. Tıpkı insanlar belli
bir tempoda spor ve antreman yapınca beden fonksiyonları geliştiği gibi
mücâhede ile de rûha âid bazı kuvvelerin gelişmesi normaldir.
C- ŞÂZİLÎ’NİN TASAVVUFÎ UYGULAMALARINDAKİ ÖZELLİKLER
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvufî
düşünceleri onun hayat tarzına ve tasavvufî uygulamalarına da yansımakta ve bir
fikir-amel bütünlüğü oluşturmaktadır. Şâzilî’nin biyografisini anlatırken şahsı
ile ilgili olan yaşam biçimine değinmiş- tik.Burada daha çok müridlerine ve
tarikatına yansıyacak nitelikte tasavvufî boyutu olan tatbîkâtlarını ele
alacağız. Bütün İslâmî Tasavvuf ekollerinin beslendiği ana kaynak Kur’an ve
Sünnettir. Bu sebeple birbirleriyle aynı olan veya benzeşen yönleri çoktur.
Böyle bir çalışma içinde diğer ekoller ile birlikte Şâzilî’de de mevcut olan
genel-geçer hususları anlatmamız mümkün değildir. Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
tasavvufî uygulamalarındaki bazı özellikler derken, onun tasavvufa kazandırdığı
yeni bakış açılarını kasdediyoruz.Genelden farklı olan bu özellikler,
Şâzilî’nin tasavvufî şahsiyetini daha iyi tanımamıza yardımcı olacağı için
önemlidir.
Öncelikle Ebu’l-Hasan Şâzilî, tasavvufta
farklı ekollerin bulunduğunu belirtmektedir. Şâzilî’ye göre her nebî ve her
rasûlün, Muhammed ümmeti içinde bir vârisi vardır. Çünkü o, “Her nebî Hz.
Muhammed (s.a.)’den bir madde (özellik) taşır.”[938] görüşündedir. Bundan dolayı
Hz. Peygamber, “Âlimler peygamberlerin vârisleridir.”[939] buyurmuştur. O’na göre
hadisdeki âlimlerden kasıt, velîlerdir. Her velî bütün nebîler gibi ana
mirâsını önce Hz. Muhammed Mustafa (s.a.)’dan alır. Sonra diğer nebî ve
rasûllerin birisine veya bir kaçına vâris olur. Velîlerdeki farklılık da
Peygamberlerden kaynaklanır. Çünkü peygamberlerin dereceleri farklı farklıdır.[940] Kısaca Şâzilî’ye göre
hangi velî, hangi peygamberin vârisi ise onun makamına geçer ve onun
özelliklerini taşır.[941]
Şâzilî’nin tasavvuftaki ekol farklılıkları
ile ilgili bu görüşü, genel anlamda kabul görmüş olan, ‘Her velî, bir nebî’nin
kademi üzerindedir.” şeklindeki yaklaşıma[942] uygun bir açıklamadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvufî
uygulamalarında öne çıkan özelliklerden birisi, zühd konusundadır. Kelime
olarak zühd, soğuk ve ilgisiz davranmak, rağbet etmemek ve yüzçevirmek
anlamlarına gelir. Tasavvufta ise dünyâdan ve ahiretten yüzçevirerek Allah’a
yönelmeye denir.[943] Burada şunu
belirtmekte fayda var, tasavvuftaki zühd, helalde olur. Harama karşı zühd
zaten farzdır.
İnsanın arzulan sınırsızdır. O arzulardan
birisini doyurunca yerine yenisi doğar. Dolayısıyla insanoğlunun arzularım
tatmin etmek, emellerini ve buna bağlı davra- nışlannı sınırlandırmak mümkün
değildir. Durum böyle olunca geriye tek çare kalıyor. O da, emelleri terk
ederek amellere sarılmak. İşte zühd, emelleri terk ederek amellere sarılma
işlemine verilen kısa addır.
Bütün sûfîler zühdü elde etme konusunda
müttefiktirler. Fakat bunu gerçekleştirme usullerinde farklılık vardır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, zühdü elde etmek için farklı bir metot takip ettiğini,
“Bizim yolumuz, rûhbanhk yolu, hurma ve arpa yiyerek geçinme yolu değildir. Bu
yol, emirlere sabır ve hidayette yakîne ulaşma yoludur.”[944] sözleri ile açıklar. Ayrıca
“Sebeplere yapışmanız gerekir. Her biriniz işine sarılsın, dokuma tezgahında
ilmek atarak parmaklarını oynatsın.”[945] diyerek de sa’ye ve çalışmaya
önem verdiğini göstermektedir. Mürîdlerine çalışmayı tavsiye eden Şâzilî’nin
kendisi de boş durmamış, geçimini temin etmek için çiftçilik yapmıştır. O,
kendisinin çalışması gerektiğini çevresindekilere îzah ederken şöyle bir
tasavvufî kâide ortaya koymuştur: “Her velî’nin insanlara karşı veliliğini
gizleyen bir örtüsü vardır. Benim hicâbım da sebeplere yapışmaktır.”[946]
Böylece Şâzilî hem kendisi çalışmış, hem
de çevresindeki insanları çalışmaya teşvîk etmiştir. Diğer taraftan
mürîdlerinin dilencilik yapmasını yasaklamıştır.[947] İnsanlardan herhangi bir şey
istemeyi şirk saymış, onun yerine çalışmaya yönelerek Allah’tan istemeyi
tavsiye etmiştir.[948]
Şâzilî dünya sevgisini bütün büyük
günahların kaynağı sayar ve ondan yüz çevirmeyi de bütün hayırların esâsı
kabul eder. Bu düşüncesini, “Bizim için iki şeyden daha büyük günah yoktur.
Bunlar dünya sevgisi ve câhil kalmaya rızâ göstermektir.”[949] sözleri ile açıklar. Ona göre
zâhidliğin en önemli yeter şartı, insanın dünya sevgisini kalbinden
çıkarmasıdır. Yoksa çalışmayı bırakarak dünyâdan el-etek çekmek ve başkalarına
muhtâç olmak zâhidlik değildir. Böyle bir davranış başlangıçta câzip gelebilir
ama sonuçta inanı tehlikeli noktalara götürür. Allah’a yaklaşmak için çıkılan
yolda Allah’tan uzaklaşma ihtimâli doğar. Ebu’l-Hasan Şâzilî bu durumu,
“Dünyâyı terkte aşırı gitme. Çünkü onun yokluğu seni kaplar ve âzâların ona
karşı zayıflar. Dünyadan çıktıktan sonra himmet, fikir, irâde ve hareketlerinle
tekrar sımsıkı ona dönersin.”[950] sözü ile
belirtir.
Şâzilî’nin dengeli bir zühd anlayışı
vardır. O da dünyâyı kesben değil, kalben terketme üzerine kurulmuştur. Bu
sebeple, “Her ne sûrette olursa olsun, Allah Teâlâ’nm seni dünyâya muhtaç
olmaktan kurtarmış olması, senin dünyâya muhtaç olmandan daha hayırlıdır.”[951] diyerek,
zühd konusundaki dengeli tavrını ortaya koyar.
Genel olarak tasavvuf ve tarikatların
kılık, kıyafet, yeme ve içmeye önem vermediği, insanı ebediyyen dünyâ
nimetlerinden mahrum bıraktığı düşünülür. Halbuki bu yanlış bir düşüncedir.
Tasavvuf ve tarîkate yeni giren bir insana başlangıçta dünyâyı terk konusunda
bazı maddî uygulamalar yaptırabilir. Ancak bu uygulamalar hayat boyu sürecek
değildir. Bu maddî uygulamaların maksadı, insanın kalbinden dünya sevgisini
attırmak, yerine Allah sevgisini yerleştirmektir. Kişi akıl, kalp, duygu ve
düşünce gibi bütün unsurlarıyla Allah’a yönelince dünyâyı terk konusundaki
maddî uygulamalara son verilir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvuf
düşüncesinde dünyâyı maddeten terketmenin genel-geçer bir kural olmadığını
görüyoruz. Hatırlanacağı üzere daha önce Şâzilî’nin hayatını anlatırken onun
güzel ve temiz giyindiğini, yumuşak elbiseleri tercih ettiğini belirtmiştik.
Bunda Şâzilî’nin zühd anlayışının etkisi büyüktür. Îskenderî’nin naklettiğine
göre bir gün Şâzilî, üzerinde güzel kıyâfetler olduğu halde halkın karşısına
geçer ve zühdden bahseder. Sözünü bitirince orada bulunan sert ve hırpânî
elbise giymiş birisi Şâzilî’nin elbisesinde tutarak: .
“Allah’a böyle ibadet edilmez ve Allah
dostu böyle giyinmez.” der. Bunun üzerine Şâzilî de onun elbisesini tutarak:
“Asıl senin üzerindeki gibi bir elbise ile
Allah’a ibâdet edilmez. Çünkü benim elbisem, insanlara, “Ben sizden zengin ve
müstağniyim. Sizden bir şey istemiyorum.” derken; senin elbisen, “Ey insanlar,
ben fakirim ve size muhtacım; bana sadaka verin.” diyor.” der.
Îskenderî bu hâdiseyi anlattıktan sonra,
Şâzilî’nin gerçekte fiıkarâ elbisesi giyenleri tenkîd etmediğini, iyi niyete
dayanan her nevî elbise tarzını hoş gördüğünü,ancak giyimini fahr veya
dilencilik aracı görmeyi hoş karşılamadığını belirtiyor. Çünkü insanın her iki
halde de gizli şirke düşme ihtimâli vardır. Sırf bu sebepten Şâzilî,
müntesiblerine hırka giydirme konusunda bile çok seçici davranmıştır.[952]
Şâzilî’nin zühd anlayışı, giyim konusunda
olduğu gibi yeme içme konusunda da farklılık arzetmektedir. Kendisi güzel
yemekleri sever ve soğuk su içmekten hoşlanırdı. Mürîdlerine de bu konuda her
hangi bir kısıtlama getirmemiş, tam aksine Ebu’l-Abbas el-Mursî’ye, “Ey oğlum,
suyu soğut ta iç. Çünkü ılık su içtiğinde dil ucuyla elhamdülillah dersin;
soğuk su içtiğinde ise bütün azaların seninle birlikte Allah’a hamd eder.”[953]
buyurmuştur. Çünkü Şâzilî’ye göre, şükrünü edâ ettikten sonra yumuşak elbise
giymek, nefis yemekler yemek ve soğuk su içmek Allah’ın kınamasını gerektirecek
şeyler değildir. Aksine suya kanan ve yemeğe doyan insanın bütün azâları
itminâna erer ve bu nimetleri verene ihlasla şükreder.[954]
Şâzilî’nin üzerinde durduğu hususlardan
birisi de insan davranışlarıdır. O’na göre sıhhatli ameller dört kaynaktan
doğar. Bunlar, ‘"Muhabbet, ihlâs hayâ ve îmândır. Muhabbet havf ile,
ihlâs ilim ile, hayâ ta’zîm ile ve îmân da sıdk ile olur.”[955]
Davranışlar konusunda Şâzilî niyetin
önemine dikkat çekmete ve kibir kastı gütmeksizin yorgunluktan dolayı ayağı
uzatarak oturmanın, koltuğa yaslanmanın mahzuru olmadığını belirtmektedir. O,
niyete değerlendirme ölçüsü olarak baktığını başından geçen şu olay ile
anlatır:
“Arkadaşlarımla birlikte Tunus şehrindeki
Lehistan’a çıktım. Bir müddet sonra şehre doğru geri döndük. Bu sırada eşeklere
binmiş vaziyette idik. Şehre yaklaştığımızda diğerleri bineklerinden indiler.
Benim de inmemi söylediler. Sebebini sorunca, “Biz eşek üstünde şehre
girmekten hayâ ederiz.” cevabını verdiler. Ben de onlara uyarak eşekten inmek
için yere doğru ayaklarımı uzattığım sırada ânî bir ilhamla, “ Allah tevâzu’
içindeki rahatlıktan dolayı azâb etmez. Lâkin kibrin dost olduğu ünvâna azâb
eder.” nidâsını işittim.”[956]
Şâzilî’nin anlattıklarından, yol
arkadaşlarının insanlar ayıplamasın ve toplum i- çindeki statümüze zarar
gelmesin diye eşekten indikleri anlaşılıyor. Bu, insanların değerlendirmelerine
göre ayarlanmış bir davranıştır. Allah için yapılmamıştır. Şâzilî böyle bir
davranışa karşı tepki göstermiştir. O’nun bu tavrı, insanların davranışlarını
değerlendirirken onların altında yatan niyeti ölçü kabul etmesinden
kaynaklanır. Şâzilî’nin davranışları değerlendirme ölçüsü,”înneme’l-a’mâlü
bi’n-niyât”[957] hadîsi
gereği sünnete uygun bir kıstastır. Bu nedenle o, kulluk şuûru içinde haddini
bilerek iyi niyetle yapılan mübah davranışların her çeşidini hoş
karşılamaktadır. Ebu’l- Hasan Şâzilî bu geniş rûhsatı verirken önemli bir kural
ortaya koyar. Bu kuralı da, “Allah’ı bil ve tanı, ondan sonra nasıl istersen
öyle ol.” sözü ile formüllendirir. Nitekim Ebu’l-Abbas el-Mursî, Şâzilî’nin
koyduğu bu kuralı îzah etmek için şunu anlatır:
“Bir gün Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin huzuruna
varmıştım. O sırada vücudu rahatsız edici sert elbise giyiyor ve lezzetli
olmayan sert yiyecekler yiyordum. Bunun üzerine şeyhim bana:
“-Ey Ebu’l-Abbas, Allah’ı bil ve tanı da,
nasıl istersen öyle davran.” dedi.[958]
Şa’rânî’nin naklettiğine göre Ebu’l-Hasan
Şâzilî bir sohbetinde, “Herkim dünyâda ve âhirette azîz olmak isterse bizim
mezhebimize girsin.” der. Orada bulunanlardan birisi, Şâzilî’den bu yolu kendisine
ta’rif etmesini isteyince, “Putları kalbinden at, bedenini dünyânın
hokkabazlık işlerinden uzak tut, sonra da istediğini yap.” diyerek
anlattıklarım şöyle örneklendirir:
“Bir kimse tevâzû hâline sâhip olduktan
sonra, yorulduğu için ve sırf dinlenmek maksadı ile ayağını uzatırsa, ona
yaptığı bu iş için Allah’dan bir azap gelmez.”[959]
Şâzilî’nin ortaya koyduğu bu
yaklaşımlardan, Allah’ı bilip onun yüceliğini kabul ederek teslimiyetle
kulluğa yönelen ve nimetlerine hamdeden kimsenin, nefsine azap etmesine gerek
olmadığı anlaşılıyor. Çünkü ona göre değerini bilerek itmi’nân içinde yapılan
hamd, müzâyaka içinde yapılan hamdeden dâima üstündür. Eğer kişi Allah’ı ve
nimetlerinin kadrini bilmiyorsa, o zaman bunları öğretmek maksadıyla nefsine
azap edebilir. Şâzilî bu ince ve hassas noktayı, “Seni Allah’a döndüren düşman
ve verdiği zarar, seni Allah’dan alıkoyan sevgiliden daha hayırlıdır.”[960] sözü
ile açıklığa kavuşturur.
Bu aşamada şunu belirtmekte yarar var.
Sûfîlerin hayat tarzında daha çok İslâm’ın azimete yönelik prensipleri etkili
olmuştur. Yukanda anlattıklarımız ise, Şâzilî’nin karşılaştığı tasavvufî
problemleri çözerken, yer yer islâmm rûhsat[961] anlayışına baş vurduğunu
gösteriyor. Bu tesbit bizi, Şâzilî istismâra kapı açıyor gibi yanlış bir kanaata
sevketmemelidir. Zîrâ Şâzilî şeriata bağlılık konusunda son derece titizdir.
Kitap ve sünnete uygun müteşerri’ bir tasavvuf anlayışına sahiptir. O, bu
noktadaki hassasiyetini, “Allah’a yemin olsun ki, göz açıp kapayacak kadar bile
Rasûlüllah (s.a.) benden gizlense kendimi müslüman saymam.”[962]diyerek ifade etmiştir. O’nun
kitap ve sünnete bağlılığını, bu konuda söylediği sözleri “Keşf ve İlhâm”
başlığı altında inceledik. Tekrâra meydan vermemek için buraya almıyoruz.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, tasavvufun amelî yönünü
açıklarken üstâdından naklen tavsiyelerde bulunur ve mürîdlerinden bunlara
uymalarını ister. Buna göre sıddıkların amelî olarak yapması gereken ibâdet
sayısı yirmidir. Şâzilî bu ibadetler konusunda özetle şunları söyler:
“Yiyiniz, içiniz, giyiniz, bineğinize
bininiz, evleniniz, ev kurup iskân ediniz ve herşeyi Allah’ın size emrettiği
yere koyunuz. İsrâf etmeyiniz. Allah’a ibâdet ediniz, O’na şirk koşmayınız,
şükrediniz. Sizin, sıkıntıları toplayıp almanız, iyilikleri de bezlederek
yaymanız gerekir. Bu, aklın yarısıdır. İkinci yarısı ise farzları edâ etmek,
haramlardan kaçınmak ve kazâya rızâ göstermektir. Allah’ın ibâdeti, işlerini
tefekkür ve dîninde fakihleşmektir. İbâdetin gözü dünyâya karşı zühd, başı ise
Allah’a tevekküldür. İşte bunlar uyanık (sahv hâlindeki) mü’minlerin
ibâdetidir.”[963] Şâzilî
bunlara muhabbet ve ma’rifeti ekler. Bunu, “ İki kolay haslet Allah’a giden
yoldur. Bunlar ma’rifet ve muhabbettir.”[964] sözü ile belirtir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin tasavvufa
kazandırdığı farklı bakış açılarından birisi de, aynı anda bir başka şeyhten
istifâde etmeye izin vermiş olmasıdır. Böyle bir izin tasavvuf ve tarikatlar
açısından oıjinal bir özelliktir. Çünkü tasavvuf ve tarikatlarda genel kâide,
tek şeyhe intisâbtır.[965]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin şu sözlerine bakarak,
bir başka şeyhden faydalanmaya izin verdiğini ve hatta kendi üstünlüğünü
mürîdlerinin anlaması için bunu teşvik ettiğini söylemek mümkündür:
“Bana intisâb edip sohbetlerimi
dinleyiniz. Bu arada benden başkasının sohbetlerine katılmanızı engellemiyorum.
Eğer bu kaynaktan daha tatlı bir su kaynağı bulursanız, burayı bırakıp oraya
gidebilirsiniz.”[966]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin, başka şeyhlerden
faydalanma ve onların sohbet meclislerine katılma konusunda mürîdlerine
verdiği bu müsaade, Şâzilî’nin kendisine âid bir özelliktir. Daha sonra
Şâziliyye tarikatında aynı anlayış devam etmemiştir. Sonradan gelen şeyhler,
Şâzilî’nin bu âdetini kaldırmışlar ve ikinci bir şeyhden yararlanmayı birinci
şeyhe olan ahdi bozma kabul ederek, tek şeyhe intisâbı kural haline getirmişlerdir.[967] Bu
davranışlarına Bâyezit Bistâmî (ö. 262/875)’nin, “Kim bir tek şeyhe
bağlanmazsa, o, tarikatta müşriktir. Müşrikin şeyhi de şeytandır.” sözünü delil
olarak göstermişlerdir.[968] Ayrıca daha
sonraki dönemlerde tarîkat mensûbları, Bistâmin’nin bu sözünü, Şâzilî’nin
tevhîd için söylediği “Tek bir kapıya yapış ki, sana bütün kapılar açılsın. Tek
efendiye boyun eğ ki, boyunlar sana eğilsin.”[969] sözü ile kuvvetlendirmeye
çalışmışlardır. Böylece kurucusundan sonra Şâziliyye tarikatında mürîd için
birden fazla şeyhden faydalanma imkanı kalmamıştır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin, yer yer İslâm’daki
rûhsat anlayışına müracaat etmesi ve meşreb taassubundan uzak durması,
görüşlerinin insanlar tarafından daha fazla benimsenmesine neden olmuştur. Bu
gün bile batıda birçok kişinin onun tarikatına mensûb olmasının altında yatan
önemli sebeplerden birisi, Şâzilî’nin tasavvufî düşüncelerindeki esneklik ve
rûhsatla amel etmeye gösterdiği hoşgörü olsa gerektir.
D- İBN ARABİ ŞÂZİLÎ VE İBN TEYMİYE
Böyle bir başlık açmamızın sebebi,
birbirine zıt kabul edilen iki görüşün temsilcileri açısından Şâzilî’nin
düşüncelerini irdelemektir.
Muhyiddin İbn Arabi 560/1165 yılında
Endülüs’de doğan ve 638/1240 yılında Şam’da vefat eden bir sûfîdir. O’nun en
mühim özelliği, vahdet-i vücûd, hakîkat-ı Muhammediyye, insan-ı kâmil ve
hatmü’l-velâye gibi tasavvufun nazarî konularını sistemleştirmesidir. İbn
Arabi’yi ve onun tasavvufî yaklaşımlarını en çok tenkit edenlerden birisi ise,
İbn Teymiye’dir. İbn Teymiye İbn Arabi’nin ölümünden yirmi üç sene sonra
661/1263 yılında Harran’da doğmuş ve 728/1328 yılında İbn Arabi gibi Şam’da
vefat etmiştir. Bazı müelliflerce selef anlayışına sâhip bir sûfî olarak
tanıtılmaktadır.[970]
Ebu’l-Hasan Şâzilî ise bu iki şahsın
yaşadığı tarihlerin arasına tekâbül eden bir zaman dilimi (593-656/1196-1258)
içinde yaşamıştır. Yaşadığı tarihler göz önüne alındığında Şâzilî’nin İbn
Teymiye ile görüşmesi mümkün değildir. Ancak kendisinden otuzüç yaş büyük olan
ve bir müddet Fas’da yaşayan İbn Arabi ile görüşme ihtimâli varmış gibi gözükse
de, böyle bir görüşmenin Şâzilî'ye her hangi bir şey kazandırmayacağı
anlaşılıyor. Zîrâ İbn Arabi Şâzilî’nin çocukluğu sırasında Mağrib’den ayrılıp
Mekkeye gitmiş, dört yıl orada kaldıktan sonra Şam’a ve Anadoluya geçmiştir. On
beş yıl Anadolu’da kalmış sonra yine Şam’a dönmüştür. Şâzilî de 618/1220
yılında Mağrib’den Irak’a gelmiş, meşâyıhdan bir takım kişilerle görüşmüştür.
Ancak kaynaklarda Şâzilî ile İbn Arabi’nin burada görüştüklerine dâir de bir
bilgiye rastlamadık. Şâzilî bu seyahati sırasında görüştüğü şeyhlerden sadece
Ebu’l-Feth el-Vâsitî’nin ismini vermektedir.[971] Eğer İbn Arabi ile de
görüşmüş olsa idi onun ismini de verirdi.
Şâzilî her ne kadar İbn Arabi ile
görüşmese de fikirlerini biliyordu. Çünkü İbn Arabi’nin talebeleri ile birlikte
bulunmuştu. Bunlardan en mühimi Sadreddin Konevî (ö. 673/1274)’dir. Konevî elçi
olarak[972] Mısır’a
geldiği zaman Şâzilî ile buluşmuş ve konuşmuştur. İskenderî’nin naklettiğine
göre bu buluşma sırasında Konevî bir çok İlmî mevzuya değinmiş ve fikrini beyân
etmiş, Şâzilî de onu dinlemiş ve söylediklerinin çoğuna katılmıştır. Ancak
İskenderî’nin konu ile ilgili ifâdelerinden, Şâzilî ile Konevî’nin başlangıçta
kutbu’z-zamânın kim olduğu konusunda aynı fikirde olmadıkları anlaşılmaktadır.
Şâzilî Konevî’ye, “Bu gün kutbu’z-zamân nerede, ilmi ne ve yanındaki arkadaşı
kimdir? Bir de bana bunlardan haber ver.” sorusunu bu sebeple sorsa gerektir.
İskenderî’ye göre Sadreddin Konevî, bu sorular karşısında cevap veremeyip
susarak Şâzilî’nin kutbu’z-zamân olduğunu ikrâr etmiştir.[973]
Diğer taraftan yine İskenderî’nin
belirttiğine göre Muhyiddin İbn Arabî’nin Mısır’a yerleşen talebesi Ebu’l-I’lm
Yâsin (ö. 687/1288)[974], aynı
zamanda Şâzilî’den de ders almış, onun sohbetlerine katılmıştır.[975] Ebu’l-İlm
Yâsin’nin Şâzilî ile olan irtibatı İbn Arabi’nin vefatından sonra başlamıştır.
Çünkü İbn Arabî 638/1240 senesinde vefat ederken, Şâzilî 642/1244 yılında
Mısır’a gelmiştir. Ayrıca bu sırada vahdet-i vücûd inancına bağlı İbn Seb’în
(ö. 669/1270)[976] de Mısır’da
yaşıyordu.
Bütün bunlar bize Şâzilî’nin İbn Arabi’ye
ve vahdet-i vücûd düşüncesine yabancı olmadığını gösterir. Nitekim
şehbenderzâde, İbn Arabî ile Şâzilî’nin fikrî temellerinin aynı olduğunu, her
ikisinin de ma’rifet konusunda tevhîdden hareket ettiklerini ve direk Hakk’m müşâhedesini
esas alarak “müessirden esere intikal” usûlünü benimsediklerini belirtir.[977]
Şurası bir gerçek ki, Şâzilî’nin
ifâdelerinde İbn Arabî ismine ve vahdet-i vücûd terimine rastlamak mümkün
değildir. Bu görüşü ne övmüş ne de yermiştir. Araştırmalarımızın bize
gösterdiğine göre Şâzilî, bütün varlığı Allah’ın yarattığını, mahlû- kâtm kendi
kendine var olmadığını, varlıklarını da kendilerinin sürdüremeyeceğini,
neticede kâinat ve içindekilerin Allah’a muhtâç olduklarını, mülkün gerçek
sahibinin Allah olduğunu ve mülkünde dilediği tasarrufu yapabileceğini kabul
etmektedir. Ancak ona göre tefekkürü ilgilendiren bu ve benzeri mevzuları genel
hatlanyla bilmek yeterlidir. Üzerinde çokça durmaya gerek yoktur. Çünkü
Allah’ın bilgilendirmesi olmadıktan sonra, insan bu mevzûları ne kadar çok
düşünse de derûnuna nüfuz edemez. Şâzilî Hızbü’I-bahr’ında bunu ifâde ederken, “Arşın örtüsü
bizi sarmıştır. Allah’ın gözü devamlı bize bakmaktadır. Biz Allah’ın sayesinde
ölçülemeyiz. Çünkü başta O’nun gücü ölçülemez. “Allah onları (bütün
varlığı) arkalarından kuşatmıştır.”[978] Bilinmesi gereken budur.”[979] der.
Bu açıklamalardan anlaşıldığına göre insan
haddini bilmelidir. Zîrâ kâinatın teşekkülü, insanın yaratılması ve arkasından
gelişen kozmik olaylar Allah’a âid bir iştir. İnsanın buna müdâhalesi söz
konusu değildir. İnsana düşen ise, kendisini yaratanın ona teklif ile
yüklediği sorumlulukları yerine getirmektedir. Bu sebeple de Şâzilî, hayâtında
tasavvufun nazarî yönünden ziyâde amelî yönüne önem vermiştir. Evrâd ve ezkâr ile
meşgul olmuştur. Bunun en açık örneği geniş bir hacme sâhip ahzâbıdır. Bu
sebepten olsa gerek, İbn Teymiye vahdet-i vücûd görüşünü ve özellikle bu
düşüncenin temsilcisi konumunda bulunan İbn Arabî ve İbn Seb’în’i acımasızca
tenkîd ederken,[980] Şâzilî’ye
karşı biraz daha yumuşak tavır takınır. Ancak Şâzlî’nin yerine aynı ekolden
gelen Atâullah İskenderî’yi tenkîd etmekten de geri durmaz.[981] Halbûkî İskenderî’nin sâhip
çıktığı hulûl, iddihâd ve ibâhiyeci görüşleri içermeyen vahdet-i vücûd
anlayışının temelini Şâzilî’nin fikirleri oluşturmaktadır.
İbn Teymiye, önce İbn Seb’în ile başladığı
tenkidine, daha sonra Konevî, İbn Fând, Afif Tilemsânî ve İbn Arabi’yi de dahil
etti. O kadar ki, kendisini frenleye- meyip tasavvufun genel umdenelerine ve
Şâzilî’ye de dil uzatmaya başladı. Bunun üzerine Atâullah İskenderî de
zihinlerdeki bulanıklığı gidermek ve ona cevap vermek için mukabelede bulunmak
zorunda kalmıştır.[982]
Burada şunu belirtmeliyiz ki, İbn Teymiye
Şâzilî’yi tenkîdde ısrarcı değildir. İbn Arabî ve yandaşlarına yaptığı gibi
Şâzilî’ye karşı istikrarlı ve sürekli bir eleştiri tavrı ortaya koymamıştır.
Şâzilî’yi yer yer tenkîd ederken yer yer de takdir etmiştir. İbn Teymiye’nin
Şâzilî ve onun ser-halîfesi Mursî’ye yönelik yalnız tenkîd ya da yalnız takdir
içerikli bir sistem ortaya koyamamasının sebebi, eser yazmadıkları için onların
fikirlerini bir bütün olarak inceleme imkânı bulamamasından kaynaklanır. İbn
Arabi’nin ise eserleri çok olduğu için, onların içinden kendi bakış açısına
göre tenkide medar olacak malzeme bulmakta zorlanmamıştır. Bizi bu tesbîte
götüren husus, Letâifii’l-minen’in mukaddimesinde geçen Îskenderî’ye âid, “Ben
Şâzilî ve Mursî ile ilgili herşeyi yazmadım. Sâdece isbâtı mümkün olan şeyleri
naklettim. Bu yüce tâifeyi anlayamayanlar inkâra kalkışmasın diye bir çok
noktada ihtisâra gittim.”[983] şeklindeki
sözlerdir.
1-
İbn Teymiye’nin
Şâzilî’ye Yönelik Takdîr Ve Tenkîdleri
Yukarıdaki açıklamalardan sonra İbn
Teymiye’nin Şâzilî’yi tasvîb ettiği ve e- leştirdiği noktalara değinebiliriz.
İbn Teymiye Şâzilî’yi Mecmûatü’l-Fetavâ’da şu noktalarda övmüştür:
a- İbn Teymiye, Mursî kanalıyla Şâzilî’nin
“San’atm sâni’ olduğuna inanan kimseler kâfirdir.” dediğini nakleder. Vahdet-i
vücûd görüşüne karşı söylenmiş kabul ettiği bu sözü, ilk söyleyen kimsenin Ebû
Medyen et-Tilemsânî olduğunu belirtir. Şâzilî ile Mursî’yi bu sözü
benimsemedikleri için över. Bu açıdan İbn Teymiye’ye göre Şâzilî, vahdet-i
vücûdcu değildir. Tam aksine vahdet-i vücûdu savunanların karşısındadır. Ayrıca
İbn Teymiye akla önem veren Mu’tezile kelam- cılarına karşı olan Şâzilî’nin
tavrını destekler ve bu konuda Şâzilî ile aynı görüşte olduğunu ifade eder.[984]
b- İbn Teymiye velîlerin keşif ve
kerametlerinde kusursuz olamayacakları görüşündedir. Bu görüşünü de
Şâzilî’nin, “Bize kitap ve sünnetin getirdiği şeylerde ismet garanti oldu.
Keşif ve ilhamlarımızda ise ismet garantisi yoktur.”[985] Sözüne dayandırır. Bu sebeple
kitap ve sünnete uygun hareket ettiği için Şâzilî’den saygı ile bahseder.[986]
c- İbn Teymiye, Şâzilî’nin ilmine
hayranlığını gizleyemez, onun ilmini takdîr eder. Bu sebeple de İbn Mes’ûd’un
hutbede okuduğu, “Elhamdülillâhi nesteî’nühü ve nestağfirûhû”[987] cümlesini Şâzilî’nin
zikir olarak kullandığını belirtir ve bu cümle hakkında Şâzilî’nin yaptığı şu
yorumu benimser:
“Bu ifadeler cevâımu’l-kelim ifâdelerdir.
Çok faydalıdır. Çünkü kul iki halde bulunur. Bu cümlelerle her iki halde de
Allah’a zikir ve duâda bulunmuş olur. Birinci hal, Allah’ın kulu için
yaptıklarıdır. Bunlar da üzerine sağnak sağnak yağdırdığı nimetlerdir. Kul
buna şükür ihtiyacı duyar. îkinci hal ise kulun kendi fiillerdir. Bu da ya
hayır, ya şerdir. Hayır ise, Allah’ın kendisine olan yardımından dolayı kişiye
fakrım öğretir ve Allah’tan yardım isteme ihtiyacı hissettirir. Şer ise, izini
sildirmek için kulu Allah’a istiğfar etmeye yöneltir. Elhamdülilâhi nesteî’nühû
ve nestağfirûhû cümlesi, bütün anlatılanları içine alır.”[988]
îbn Teymiye’nin Şâzilî ve mensuplarına
karşı yaptığı eleştirilere gelince, bunları beş maddede özetlemek mümkündür.
Bu tenkîdlerin üçü Şâzilî’nin şahsına, ikisi de tarikatının mensûblarına
yöneliktir:
a- İbn Teymiye, günah işletmemesi için
Allah’a yaptığı duâdan dolayı Şâzilî’yi tenkîd eder. Şâzilî’nin
Hizbii’l-bahr’ında geçen “Yâ Rabbi harekât, sekenât, konuşma, hatarât, istek
ve iradelerde; şüphe, zan ve gaybdan kalbe doğan şâir evhâm- lara karşı senden
ismet istiyorum.”[989] şeklindeki
duâyı, tenkide medar sayar. îbn Teymiye’ye göre ismet, peygamberlik sıfatıdır.
Velîler ise ma’sum değildir ve böyle bir sıfata da kesinlikle sâhip olamazlar.[990] Çünkü
peygamberlere âid bu sıfatın velîlere de verildiğini düşünenler, veliliğin
nebîlikten üstün bir makam olduğunu ileri sürmüşlerdir.[991]
Şâzilî’nin Hizbii’l-bahr’daki
duâsını tahlil
ettiğimizde, aslında İbn Teymiye ile aynı görüşte olduğu görülecektir. Zîrâ
Şâzilî’nin Allah’dan “ismet” istemesi, velîlerin ma’sûm olmadığı görüşünü
benimsediğini ortaya koyar. Günah işleyebileceğinden korktuğu için Allah’a
yalvarmıştır. Bunu yaparken de ismet’in peygamber sıfatı olduğunu biliyordu. Bu
sebeple Şâzilî duâsmda peygamberlere âid bir özelliği istemiş veya
peygamberlik iddiâ etmeye yönelmiş değildir. Bu duâ ile o, oturuşlarında,
kalkışlarında ve konuşmalarında hata yapmamak için Allah’dan yardım istemekte
ve kendi aczini, Allah’ın yüceliğini kabul etmektedir. İbn Teymiye ise duânm
özüne bakmadan, sadece “ismet” kelimesinden hareket ederek Şâzilî’yi
peygamberlere âid bir vasfı istemekle suçlamaktadır.[992]
îbn Teymiye, duâda istenilen şeylerin
gerçekleşmesindeki fiili Allah’a izâfe etmeye karşıdır. O’na göre böyle bir
beklenti vahdet-i vücûd anlayışı demektir. Çünkü vahdet-i vücûd inancında bütün
fiiller Allah’ındır ve her hareket ona nisbet edilir. İbn Teymiye bu düşünce
tarzım şirk sayar; ittihâd ve ibâhiyye görüşlerine neden olduğunu ileri sürerek
reddeder.[993] Ancak
elinde Şâzilî’yi vahdet-i vücûdcu sayabileceği yeterli deliller bulunmadığı
için de onun hakkında böyle bir ithâma kalkışmaz. Avâmın bile anlayabileceği bu
duânm özünden ziyâde kelimeleri ile uğraşır. Halbuki Şâzilî’nin ahzâbı içinde
müşkil ma’nâlar taşıyan, fakat daha belîğ söylenmiş bir çok ifâde vardır. îbn
Teymiye’nin bu edebî cümlelerle uğraşmaktan ziyâde, “ismet” kelimesine takılıp
kalması dikkat çekicidir. Zîrâ İbn Teymiye tasavvufa karşı yaptığı tenkîdlerde
objektif değildir. Daha baştan şartlıdır. O’nun, tasavvuf ve şeyhlere
muhâlefeti meslek haline getirdiğini, bu konuda söylediği, “Bize göre şeyhler
insanların en câhilidir.”[994] sözünden
anlıyoruz.
Kur’ân’da geçen şu âyetler, günah
işlememek için Allah’dan ismet taleb edilebileceğini ve bu konuda Şâzilî’nin
haklılığını gösterir:
“Allah seni korur.”[995]
“Allah’a karşı onları günahtan beraat
ettirecek yoktur.”[996]
“Bugün Allah’ın emrinden kurtuluş yoktur.”[997]
“Eğer Allah size bir kötülük dilese veya
rahmet istese, sizi ondan kim koruyabilir?”[998]
Ayrıca Şâzilî’den önce de ismet isteyen
sûfiler çıkmış, fakat onları tenkîd e- denler olmamıştır. Bunlardan birisi de
îbrâhim b. Edhem (ö. 166/783)’dir.[999] İbrahim b. Edhem, Mekke’de
tavaf esnâsmda söylediği, “Yâ Rabbi beni günahlardan öyle koru ki, ebediyen
sana isyân etmeyeyim.” ve “Rabbim beni günahlardaki zilletten tâataki izzete
naklet.”[1000] sözleri
ile Allah’dan ismet talebinde bulunmuştur. Bu duâlanndan dolayı hiç bir İslâm
âliminin İbrahim b. Edhem’i eleştirdiği görülmemiştir.
b- İbn Teymiye’nin Şâzilî’yi eleştirdiği
ikinci husus ise, Hizbü’l-berr isimli duâsının son kısmında Allah’a yönelik bir tazarrûsu
sebebiyledir. Şâzilî’nin bu duâ- sı şöyledir:
“Sana iyilik yapana iyilikle mukâbelede
bulunman kerem değildir. Çünkü sen zengin fazilet kaynağısın. Bilakis sana
kötülük yapana iyilik yapman keremdir. Çünkü sen yüce merhamet sahibisin.
Kötülük yapana iyilik yapmaya en lâyık sen iken, bunu nasıl bize emrettin? Ey Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik ve sana karşı da kötülükte bulunduk. Eğer sen bizi
bağışlamasaydın ve bize merhamet etmeseydin mutlaka hüsrâna uğrayanlardan
olurduk.”[1001]
îbn Teymiye ve onun ekolüne mensûb
olanlar, Şâzilî’nin bu şekilde duâ etmesine karşı çıkarlar. Onlara göre bu
duada, kuldan Allah’a fayda veya zarar gelebileceği ifâde edilmektedir.
Cenâb-ı Hakk’a bu duâdaki üslûb ile hitâb etmek câiz değildir. Çünkü böyle bir
üslûb, “İyilik
ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz, kötülük ederseniz de kendinize
edersiniz.”[1002] âyetine terstir. Zîrâ
Allah kulun iyiliğine muhtâç değildir. Kulun kötülüğü de Allah’a zarar vermez.
Onlara göre Şâzilî’nin duâsmda kulun iyilik ve kötülüklerinin Allah’a
gittiğinden bahsedilmektedir. Bu büyük bir hatâdır.[1003]
Şâziliyye tarikatı mensupları, İbn Teymiye
ve yandaşlarının bu konuda haksız olduklarını belirterek iddiâlara cevap
vermişlerdir. Bu cevaplardan birisi şeyh Abdurrahman el-Fâsî’ye âiddir. O, Şerhu hızbi’l-berr isimli eserinde ilgili
bölümü şerhederken özetle şunları söyler:
Öncelikle Şâzilî, “Cenâb-ı Hakk kulun
iyiliğine muhtaçtır.” ya da “Kulun kötülüğü Allah’a zarar verir.” gibi bir söz
söylememiştir. Bunlar îbn Teymiye ve taraftarlarının yorum sınırlarını
zorlayarak çıkardıkları ma’nâlardır; Şâzilî’ye âid ifadeler değildir. Ancak
Allah’dan kula ve kuldan Allah’a doğru bir iletişimin varlığı bir gerçektir.
Asıl bunu inkâr etmek Kur’ân’ın üslûbuna terstir ve imkânsızdır. Eğer böyle bir
iletişim söz konusu olmasa idi; Cenâb-ı Hakk, “Bana duâ edin ki, size cevap vereyim.”[1004] buyurmazdı. Şâzilî’nin
sözüne gelince onda Kur’ân kaynaklı ince bir edebî sanat vardır. Nitekim
Kur’ân’da, “Ey
îmân edenler, eğer Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.”[1005] buyrulmuştur. Bu âyetten,
“Allah insanların yardımına muhtaçtır.” hükmü çıkmaz. Böyle bir hüküm çıkarmak
büyük bir hatâdır. Bu âyette kasdedilen şudur: Eğer bir kul, Allah’ın dîninin
yayılması için çaba sarfederse, bu davranış Allah’ın hoşuna gider ve ondan râzı
olur. Cenâb-ı Hakk bu âyette, kulun çabasını ve kendisinin bu çabadan
boşladığını anlatmak ve mü’minleri dînî yaymaya teşvîk etmek için müşahhas bir
örnek vermiştir. Örnek olarak da insanların birbirlerine iyilik yapmalarını ve
yardımlaşmalarını göstermiştir. Allah katında başka bir insana veya diğer varlıklara
iyilik yapmak, Allah’a iyilik yapmaya, kötülük yapmak da Allah’a kötülük
yapmaya denktir. Şâzilî’ııin duasındaki ifadeleri de bu açıdan değerlendirmek
lâzımdır.[1006]
Şâzilî’nin duâsmda kullandığı ince
edebiyat sanatını Kur’ân’dan ve sünnetten aldığını gösteren bir çok âyet ve
hadis bulunmaktadır. [1007] Bu âyet ve
hadisler, Şâzilî’nin yukarıdaki sert eleştirileri hak etmediğini ortaya
koymaktadır.
c- îbn Teymiye üçüncü olarak da Şâzilî’yi
tevessül ve şefaat anlayışından dolayı tenkîd etmiştir. Özellikle de Şâzilî’nin
Mursî’ye söylediği, “Allah katında bir hâcetin olduğu zaman benimle tevessülde
bulun.”[1008] sözü, İbn
Teymiye ve yandaşlarının tenkîdini celbetmiştir. tbn Teymiye’nin şefaat ve
tevessül anlayışına karşı olması, sadece Şâzilî için geçerli değil, geneldir.
O, dünyada iken şeyhler ile yapılan tevessül ve şefaat anlayışının her
türlüsüne tamemen karşıdır; bunu şirk sayar.[1009] Ancak ahirette
Allah’ın dilediği kişilere şefaat izni ve yetkisi verebileceğini belirtir.[1010]
Şâzilî’ye göre tevessül ve şefaat konusunu
daha önce incelemiştik. Aynı ifâdeleri tekrar etmemek için mevzunun detayını
oraya havâle ediyoruz. Ancak şunu belirtelim ki, Şâzilî’nin tevessül ve şefaat
anlayışı, özde ehl-i sünnetin bu konudaki görüşlerine zıt değildir. Bu açıdan
İbn Teymiye ve taraftarları tenkîdlerinde aşırıya kaçmakta ve Şâzilî’ye karşı
haksızlık yapmaktadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî, görüşlerinden dolayı
tenkîd ededibileceğini göz önünde tutarak, müsbet ve yapıcı tenkîde açık
olduğunu bildirir. Sözleri ile ilgili doğru bir değerlendirmenin nasıl
yapılması gerektiğini şöyle belirtir: Benim sözlerime bakan ya mu’tekid
(doğruluğuna inanmış) ya da müntekid (tenkîdçi) olur. Her iki grup için de iki
tür bakış açısı vardır. Mu’tekid (inançlı) olanların bir kısmı sözlerimin
ma’nâsını düşünmeden teleffuz eder, bir kısmı ise hem ma’nâsını hem de lafzını
düşünerek teleffuz eder. Tenkîdçilere gelince, onlar da iki kısımdır. Bir kısmı
menfi tenkîdçidir. Bunlar sözlerimin lafzını veya ma’nâsını tahrîf ederler.
Onların dünyâları ve âhiretleri hüsrandır. Bir kısmı da müsbet tenkîdçidir.
Bunlar ise sözlerimin lafzını ve ma’nâsını düzeltirler. Onlara müjdeler üstüne
müjdeler vardır.”[1011]
Şâzilî’nin şahsına yönelik eleştirileri
ele aldıktan sonra,[1012] şimdi de
tarikatına mensûb olanlara yönelik yapılan tenkîdlerin neler olduğunu görelim.
d- İbn Teymiye, şeyhlere değer verilmesine
karşıdır. Bu konuda mürîdlerin yanlış inanışlar içinde olduğu kanaatindedir.[1013]
Fetâvâ’sında bu konuyu anlatırken, Şâzilî’den sonra onun tarikatına mensup
olanların Şâzilî’ye verdikleri değeri göstererek bu davranışı tenkîd eder.
Bunu, “Bazıları velînin Allah’ın bildiği herşeyi bildiği ve Allah’ın yaptığı
gibi tasarruflarda bulunduğu görüşündedirler. Bunlar, Hz. Allah’ın, bu özelliği
önce Hz. Muhammed (s.a.)’e verdiğini, O’ndan Haşan b. A- li’ye, ondan da
zürriyetine intikal ettiğini, en sonunda da Ebu’l-Hasan Şâzilî’ye geçtiğini ve
onun oğluyla devam edeceğini söylerler. Halbuki böyle bir şey yoktur.”
sözleriyle dile getirir. Bu inanışın Şâzilî’den ziyâde mürîdler tarafından
yaygınlaştırıldığına dikkat çeker.[1014]
e- İbn Teymiye, yukardaki konuyla
bağlantılı olarak da nûr-ı Muhammedi, ha- kîkat-ı Muhammediyye, hatmu’l-evliyâ
kerâmet ve efâlüT-ıbâd anlayışlarından dolayı genel olarak bütün sûfîleri
tenkîd eder.[1015]
Kaynaklardan, özel olarak da Şâziliyye mensûblarmdan Atâullah İskenderî’ye
yüklendiği anlaşılmaktadır.[1016] İskenderî’nin
bu konulara değinmesi de,[1017] kendisine
yönelik bir takım tenkîdlerin
olduğunu te’yid etmektedir. Özellikle de
kulun ihsân şuuru ile üzerine düşen dün- yâlık sa’yi yapması gerektiğini, bunun
bir nevî kulluk olduğunu, ancak gerçekte tedbîrin bir önemi bulunmadığını
anlattığı et-Tenvîr fî-Iskâti’t-tedbîr isimli
eseri önemlidir. İskenderî bu eserinde özetle kulun fiillerinin Allah’a izâfe
edilemeyeceğini, fakat Allah’ın izni olmadan da kulun hiç bir şey
yapamayacağını belirtmektedir. Bazıları bunu tefrik edemedikleri için, kulun
fiillerinin Allah’a âid olduğunu söylediğimizi zannediyorlar diyen Îskenderî,
isteğin kula, bu isteğin gerçekleşmesi için lâzım olan güç ve kuvvetin Allah’a,
verilen bu gücün fiile dönüştürülmesinin de yine kula âid olduğunu savunur. Ona
göre istek, kula âid tedbîrdir. Eğer Allah onu gerçekleştirecek güç ve imkân
vermez ise bu tedbîr düşer. Hiç bir önemi kalmaz. Bu izahlar kulun fiillerinin
arkasındaki hakikati beyân etmektedir. Eğer Allah kula güç vermez ise, o hiç
bir iş yapamaz Bu açıdan kul, Allah’ın kendisine verdiği gücü nerede
kullandığından sorumludur. Ömür de böyledir. O da Allah’ın lütfudur. İnsan
Allah’ın verdiği ömür emânetini nasıl kullandığından sorumludur. Bütün ö- mür
için geçerli olan kural, bir fiil için de geçerlidir.[1018]
İskenderî’nin bu
yaklaşımı, Şâzilî’nin teklif üzerine binâ ettiği kulluk anlayışı[1019] ile
uyuşmakta ve insanın fiillerinde Allah’a âid kısımla kula âid kısmın sınırlarını
kesin hatlarla belirlemektedir.
İbn Arabî ve İbn
Teymiye açısından Şâzilî’nin görüşlerini değerlendirdiğimizde şu sonuca
ulaşıyoruz:
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
görüşleri, ehl-i sünnet çizgisindeki müteşerrî tasavvuf anlayışı içindedir.
Nazarî açıdan fikirleri İbn Arabî ile uyum arzetmektedir. Ancak Şâzilî İbn
Arabi’den farklı olarak tasavvufun nazarî yönünden ziyâde amelî yönüne önem
verir. Kendisinden önce yaşayan ve düşünceleri İslâmla uyum içinde olan bütün
sûfîler gibi fikir ve amelleri Kur’ân ve sünnet kaynaklıdır. İlk bakışta
nâslara zıt gözüken ve eleştirilen düşünceleri derinlemesine araştırıldığında
Kur’ân ve sünnete uygunluk arzeder. Bu açıdan İbn Teymiye’nin Şâzilî’ye
yönelik tenkîdleri, şartlı bir bakış açısının ürünü olarak zorlama ile yapılmış
tenkîdlerdir.
E- ŞÂZİLÎ’NİN HİZBLERİ
Farz olan ibâdetlerin
dışında günün belli vakitlerinde duâ ve zikir ile meşgul olmak, tasavvufun
yaygın geleneklerindendir. Her sûfî’nin bu konuya verdiği öneme göre az ya da
çok mutlaka bir takım duâsı vardır. Bu duâların metinleri, genellikle Kur’ân
ve sünnetten seçilerek oluşturulur. Ayrıca tertîb edene âid bazı ilâveler de
bulunabilir. Nitekim Muhammed Zâfir, “Bizim ı’ndimizde ahzâb, vücûduna i’tinâ
olunan esrâr-ı mahfûzadan ve inâyet-i ilâhiyye ile müstefad olunan enfâsı
melhûzadan ibârettir.”[1020]
diyerek,duâların oluşumunu ve onlara verilen önemi anlatmaktadır.
îslâm tasavvuf tarihi
boyunca tavsiye ve tertîb edilen duâ metinleri zengin bir literatür meydana
getirmiş, bunlara zikir, vird ve hizb isimleri verilmiştir. Bu üç kelimenin
çoğulu olan ezkâr, evrâd ve ahzâb ta’birleri de kullanılmıştır. Tasavvuf ve
tarikat büyüklerinin tavsiye edip okuttuğu bu dualara bazı muhitlerde daha çok
önem verilmiş ve buna bağlı olarak bu muhitlerde duâlar daha çok yaygınlık kazanmıştır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî de duâya önem verenlerdendir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
tasavvufî şahsiyetini ortaya koyan unsurlardan birisi, o- nun duâ ve zikir
konusundaki hassasiyetidir. Çünkü Şâzilî çok duâ eder, bol bol zikir yapardı.
Genellikle yatsı namazından sonra sohbet eder, arkasından gecenin ilerleyen
vakitlerine kadar evrâd ve ezkâr ile megul olurdu. Vefat ettiği gece bile bu
âdetini terk etmemiştir.[1021] O’nun
tasavvufî hayâtında duâ ve zikrin önemi büyüktür. Günün değişik vakitleri için
tahsis edilmiş duâları vardı. Evrâd, ezkâr ve duâlarınm büyük bir bölümünü
kendisi tertîb etmiştir. Bunlarının her birine “Hizb”, bütününe ise “Ahzâb” adı
verilir. Ayrıca hizb adı verilmeyen, özel durumlar için tertîb edilmiş
müstakil duâ ve zikirleri de mevcuttur. Kaynaklarda, Şâzilî’nin hizb adı
altında veya başka ünvân ile ismi belli otuzdokuz, ismi konmamış da elliden
fazla duâsı vardır. Hepsinin toplamı yüz civârındadır.
Ebu’l-Hasan Şâzilî,
sadece kendi tertîb ettiği ahzâbı okumakla yetinmemiş, aynı zamanda
kendisinden önce yaşamış sûfîlerden, ashâbdan ve Hz. Peygamber (s.a.)’den
nakledilen duâlara da büyük önem vermiştir. Şâzilî’nin bu şekilde okuduğu
duâlardan başlıcaları Cevşen-i kebîr,[1022] Hz.
Ali (r.a.)Tn duâları[1023] ve
Gazzâlî’nin hizibleridir.[1024]
Şâzilî’nin hizb ve
zikirleri, Atâullah Îskenderî (ö. 709/1309)’nin Letâifu’l-
minen’i, îbn Sabbâğ (ö. 724/1324 veya 733/1332)’ın Diirretü’l-esrâr’ı,
Dâvud b. Bâhılî (ö. 730/1329)’nin el-Latîfetii’l-Marzıyye
fî-şerhi dııâi’ş-Şâziliyye ile
Ba’zu’ş-şurûh
alâ-ahzâbi’ş-Şâzilî’si ve İbn Batûta (ö. 779/1377)’nın Rıhle’si vâsıtasıyla Şâzilî’den sonraki nesillere
ulaşmıştır. Daha sonraki dönemlerde ise, Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493)[1025] ve Ahmed
b. Ebi’l-Kâsım el-Herevî (ö. 1013/1604)[1026] gibi bir çok Şâzilî şeyhi,
eserlerinde, az evvel ismini belirttiğimiz kaynaklardan naklen Şâzilî’nin
ahzâbından bazılarına yer vermişlerdir. Buna, Zerrûk’un Vazîfetü’z-Zerrûkiyye fi’l-evrâd’ı ile Hızbu’I-berakât ve vesîle’si ve Herevî’nin Adedü’l-ahzâb’ı örnek verilebilir.[1027] Fakat bu
eserlerin hiç birisi Şâzilî’nin ahzâb ve duâlarının tamâmını hâvî değildir.
Ahmed b. Muhammed b.
lyâd eş-Şâfıî,[1028] Şâzilî’nin
hizb ve duâlarının büyük bir kısmını daha önceki kaynaklardan toplanarak el-Mefâhıru’l-aliyye fî’l- Maâsıri’ş-Şâziliyye isimli
eserde bir araya getirmiştir. Bu çalışmadan yaklaşık yüz elli veya iki yüz sene
sonra, Şâzilî’nin ahzâbı ile ilgili kayda değer iki çalışma daha yapılmıştır.
Bunlardan birisi Muhammed Zâfır (ö. 1321/1903)’in el-Envâru’I- kudsiyye fî-tenzîhi
turukı’l-kavmi’l-aliyye’sindeki ilgili bölüm, diğeri ise,
Ahmed Ziyâuddîn Gümüşhânevî (ö. 1311/1893)’nin[1029] üç ciltlik Mecmûatii’I-ahzâb’ınm bir cildidir. Bu iki
çalışmanın da en önemli ana kaynakları yine İskenderî’nin Letaifii’l-minen’i, îbn Sabbâğ’ın Dürretü’l-esrâr’ı ve İbn lyâd’ın el-Mefâhiru’l- aliyye’sidir.[1030]
Gümüşhânevânevî’nin eserinde Şâzilî’nin hizblerinin yanısıra, daha sonraki
Şâziliyye şeyhlerinin tertîb ettiği duâlara da yer verilmiştir.
Şâziliyye tarikatı
bugün yaşamaya devam eden bir tarikat olduğu için, Şâzilî’nin ahzâbınm
yayınlanması da devam etmektedir. Bunların çoğu, daha önceki eserlerden aynen
nakil veya mevcut tarikat şu’beleri tarafından okuma şekli ile ilgili ahzâbın
üzerinde yapılan düzenlemeleri içermektedir.[1031] Yukarıda ismini verdiğimiz
kaynak eserlerin hemen hepsi, çeşitli İslâm ülkelerinde müteaddid def âlar
basılmıştır. Şâzilî’nin ahzâb ve evrâdını tesbît ederken biz daha çok bu
eserlerden faydalanacağız. Kütüphânelerimizde de Şâzilî’nin ahzâbını bulmak
mümkündür.[1032] Ancak
kütüphanelerdeki nüshalar, ya Îskenderî’nin Letâif
inden, ya İbn Sabbâğ’m Dürre-
tü’l-esrâr’ıdan veya İbn lyâd’ın
el-Mefâhir’inden istinsâh
edilmişlerdir. Bu açıdan kütüphanelerdeki hizb metinlerinden ziyâde,
kütüphânelerdeki hizb şerhleri önemlidir. Dolayısı ile biz, Şâzilî’ye âid
hiziblerin isimlerini tek tek verecek ve gerek bibliyografik eserlerden gerekse
kütüphânelerden tesbît edebildiğimiz şerhleri belirteceğiz.
Şâzilî’nin hizblerine
dâir yazılmış olan şerh sayısı epeyce fazladır. Biz bunların bir kısmını
kütüphânelrimizde görmemize rağmen hepsini okumamız mümkün olmadı. İsmâil
Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724)’nin Şerh-i
Salât-i İbn Meşîş’i (ö. İstanbul, 1311) ile Şerhu evrâdü’ş-Şâzilî’sini (İstanbul Ünv. Ktp.,
no: 7239), Harîrîzâde (ö. 1299/1882)’nin Ziyâii’l-bedr
şerhu Hizbi’l-bahr’mı (Süleymâniye Ktp., Fâtih, no: 2662/m), Ömer
Şabravî (ö. 1303/1885)’nin Şerhu tenviri’-sadr
alâ Hizbi’I-berr’ini (ö. İstanbul, 1311) ve Gümüşhânevî’nin Şerhu Hizbi’n-nasr’ını (ö. İstanbul, 1311) okuduk.
Okuduğumuz şerhler,
çalışmamız sırasında bize, bazı konularda daha rahat fikir beyân etme imkânı
sağlamıştır. Meselâ, Şâzilî’de vahdet-i vücûd fikrinin bulunup bulunmadığı
konusunda tereddütte idik. Şerhleri okuyunca bu konudaki tereddütlerimiz
kalktı. Bursevî, Osmanlıca olan Şerh-i Salât-i
İbn Meşîş’inde hakîkat-ı Muhammediyye’yi anlatılmış ve
yaratılışta onun fonksiyonuna dikkat çekmiştir.[1033] Şabravî ise, Hizbii’l-berr şerhinin daha başında, “
Esmâ-i İlâhiyye sebeb-i vücûd-ı âlemdir.”[1034] diyerek, Şâzilî’nin
ifadelerini bu noktadan hareketle açıklamıştır. Böy- lece bizde Şâzilî’nin
görüşlerinde vahdet-i vücût fikrinin var olduğu kanaati doğmuştur. Bu açıdan
Şâzilî’nin hiziblerini incelerken onların şerhlerinden uzak durmamız
düşünülemez.
Şâzilî’nin sağlığında
sadece ‘Hizb” diye bilinen bu duâsına, daha sonraları ‘Hizbü izâ-câe”,[1035]
‘Hızbü’l-kerîm ve’l-hıcâbü’l-azîm”,[1036] “Hızbü’l-berr”,[1037] ve
“el-Virdü’l-kâmil”450 451 [1038] gibi isimler verilmiştir.
Şâzilî’nin en önemli hizbi olduğu için de İbn lyâd tarafından
“el-Hizbü’l-kebîr” adıyla meşhûr edilmiştir.[1039]
el-Hizbü’l-kebîr,
Şâzilî’nin, “kim bizim hizbimizi okursa, bize olan lütuflar ona da olur.”[1040] dediği
hizbidir. Ayrıca Şâzilî bu hizbinin önemini anlatmak için, “Allah ve Rasûlünün
izni olmadan ondan bir harf bile yazılmadı. Bunda yazdıklarımın hepsini onlara
arzederek yazdım.”[1041]
buyurmuştur.
el-Hizbü’l-kebîr,
bazılarına göre sabahdan sonra,[1042] bazılarına göre ise ikindiden
sonra[1043] dünyâ
kelam ve meşgalesinden hâlî olarak okunan bir virddir.
Atâullah Îskenderî,
Şâzilî’nin bu hizbinin varlığından bizi haberdâr eder. Ancak metnini vermez.
Sadece “Veizâ-câeke” âyeti[1044] ile
başladığını belirtir.[1045] el-Hiz-
bü’l-kebîr’in metnini veren ilk müellif, İbn Sabbâğ’dır. Fakat o da, bu hizbin
“veizâ-câeke” ile değil de, “İnnallâhe’ş-terâ”
âyeti[1046] ile
başladığını kaydeder. İbn Sab- bâğ’ın verdiği metin, İbrâhim Rifâî tarafından
neşredilen Dürretü’l-esrâr’da onüç
sayfa olarak geçer.[1047] Bu ilk
metinde Îskenderî’nin başlangıç noktası kabul ettiği “Veizâ-câeke” âyeti ve
devâmı, beşinci sayfadan itibâren başlar. Yani İbn Sabbâğ’- ın naklettiği
Hizbü’l-kebîr, İskenderî’den gelen rivâyeti de bünyesine ahr ve daha geniştir.
İskenderî’den gelen rivâyetlere bakılırsa Hizbü’l-kebîr daha kısadır. Bu
sebeple İbn lyâd, İbn Sabbâğ’m kaydettiği baştaki beş sayfalık ilk bölümü
Hizbü’l- kebîr’den ayırarak müstakil bir hizb yapar ve “Hizbii’l-âyât” diye isimlendirir.[1048]
Ahzâb hakkında İbn
lyâd’dan sonra yapılan çalışmaların çoğunda, onun bu ayrımı aynen kabul edilmiştir.[1049] Abdulhalîm
Mahmûd da Hizbii’l-âyât’m Şâzilî’ye âid ayrı bir hizb[1050] olduğunu
kabul etmekle birlikte, uzlaşma sağlamak için el- Hizbii’l-kebîr’den önce okunması gereken bir
mukaddime olduğunu kaydeder.[1051]
İbn lyâd ve onu takip
edenlerin el-Hizbü’l-kebîr ile Hizbü’l-âyât’ı ayn mütâlâ etmelerini ihtiyatla
karşılamak gerekir. Çünkü îbn Sabbâğ Diirratü’l-esrâr’daki
bilgileri, Şâzilî’nin ilk mürîdi Mâzî b. Sultân’dan ve Şâzilî’nin oğlu
Şerefud- dîn’den[1052] direk, Mûrsî’den
de bir râvî aracılığı ile aldığım[1053] [1054] belirtmektedir. Rivayetlerde
ilk ağız olan bu şahısların Şâzilî’den aldıkları hizblerde hata yapmaları
düşünülemez.
Şâzilî’nin tertîb
ettiği Hizbü’l-kebîr’in terkibinde
daha çok Kur’ân-ı Ke- rîm’den seçilmiş âyetler kullanılmıştır. Âyetler
arasındaki irtibat, sünnetten seçilmiş hadis ve duâların yanısıra, Şâzilî’nin
kendisine âid duâ cümleleriyle sağlanmıştır. Terkîbde kullanılan âyetlerde öne
çıkan özellikler şunlardır:
•
Allah’ın isim ve
sıfatlarından bahsetmeleri,
•
Allah’ın kâinatta
mutlak Hâkim ve Hâlık olduğunu vurgulamaları,
•
Kâinât ve içindeki
varlıkların yaratılışını anlatmaları,
• Allah’la insan, insanla varlık arasındaki bağlantıyı
belirtmeleri ve insanın â- cizliğini ortaya koymaları,
•
Bu dünya hayatının sonlu
olduğunu açıklamaları,
•
Allah’a îmân ve
teslimiyete da’vet etmeleri,
•
Tevbenin kabul
olunduğuna dâir ifadeler taşımaları,
• Kur’ân’ın bir eziyet sebebi olmadığım tam aksine insana
doğruyu bulmada yardımcı olduğunu belirtmeleri,
• Müteşâbih ve hurûfiı mukattaa’dan bazı âyetlerin yer
alması.
Bu tesbitler bize,
Hizbü’l-kebîr’in câmî bir özelliğe sâhip olduğunu göstermektedir. Bu sebeple
bir çok şerhi yapılmıştım Tesbit edebildiğimiz kadarı ile Hizbü’l-kebîr’in
belli başlı şerhleri ve müellifleri şunlardır:
a- Hâşiyetü ale’I-Hizbi’l-kebîr: Ebû
Zeyd Abdurrahman b. Muhammed el- Fâsî (ö. 1036/1626).4Ğ8Şerhu
Hizbi’l-berr (Mısır, 1389): Abdurrahman Yusuf el- Fâsî (ö. 1078/16Ö7).[1055]
b- Şerhu’l-Hizbi’l-kebîr: Ahmed b. Abdulvahhâb el-Fâsî
(ö. 1146/1733).[1056]
c- Şerhu’l-Hizbi’l-kebîr: Muhammed b. Abdüsselâm Bennânî
(ö. 1163/1750).[1057]
d- Fethu’l-Kadîr bi şerhi hizbi’ş-Şâziliyyi’l-kebîr: Haşan
b. Ali Medabığî (ö. 1170/1756).[1058]
e- el-Kavlii’l-münîr fî şerhi’1-Hizbi’l-kebîr: Süleyman
b. Ömer el-Mısrî (ö. 1204/1790)[1059]
f- Tenbîhu’l-ârifi’l-basîr alâ-esrâri’l-Hizbi’l-kebîr: Muhammed
Murtaza Zebidî (ö. 1205/1791) [1060]
g- Şerhu Hizbi’l-berr: Mustafa İbrahim Bigavî (ö.
1207/1792).[1061]
h- Şerhu’l-Hizbi’l-kebîr: Muhammed Muhyiddin Rûmî
(ö. 1236/1820).[1062]
i-
el-Kameru’l-münîr
fi şerhi’1-Hizbi’l-kebîr: Muhammed Esad b. Ahmed
İstanbûlî(ö. 1264/1848)[1063]
j- Reşfu’l-ğâdîr şerhu’l-Hizbi’l-kebîr: Harîrîzâde
Kemâleddin Efendi (ö. 1299/1882) [1064]
k- Şerhu’l-Hizbi’l-Kebîr: Abdünnûr el-İmrânî (ö?)[1065]
1- Şerhu’l-Hizbi’l-kebîr: Mustafa İbrahim Mâturîdî
(ö.?).[1066]
m- Tenvîru’s-sadr ala Hizbi’l-berr: Ömer
b. Ca’fer eş-Şabrâvî (ö. 1303/1885).[1067]
n- el-Menhu’l-birr ala Hizbi’l-berr: Muhammed
Halil Sâdık (ö. 1333/1915).[1068]
o- el-Bedru’l-münîr ala Hizbi’ş-Şâziliyyi’l-kebîr (Mısır,
1305): Ebu’l- Mehâsin Muhammed Kavukcî (ö. 1369/1948).[1069]
İbn lyâd’ın
Hizbü’l-kebîr’den ayrı olarak mütalâ ettiği ve ismini de ilk defa kendisinin
koyduğu hizbdir.[1070]
3-
Hizbü’l-bahr
(el-Hizbü’s-sağîr):
Ebu’l-Hasan Şâzilî bu
hizbini Hizbü’l-bahr adıyla bizzat kendisi isimlendirmiştir. Önemini belirtmek
için, bir yandan “Çocuklarınıza Hizbü’l-bahr’ı
ezberletiniz. Çünkü onda Allah’ın en yüce ismi (ism-i a’zâm)
mevcuttur.”[1071] derken;
diğer yandan da bu hizbi Rasûlüllah’dan telkîn yoluyla aldığını belirtmiştir.
Bu telkîn sırasında da Hz. Peygamber’in kendisine, “Bunu ezberle, çünkü onda
ismullâhi’l- a’zâm vardır.” buyurduğunu ifâde etmiştir.[1072] Şâzilî bu
cümlelerini te’kid için, “Hizbii’l-bahr’ın
okunduğu mekanda güven ve emniyet ortamı doğar. Eğer bu hizb Bağdad
halkının yanında olsaydı, Tatarlar (Moğollar) orayı alamazdı.”[1073] demiştir.
Bu sebeple îbn Sabbâğ, Hızbü’l-bahr’ı, kazâ-i hacet için Şâzilî’nin
kılıçlarından bir kılıç olarak nitelemektedir.[1074]
Harîrîzâde’nin Tibyân’daki kaydından öğrendiğimize göre Hizbü’l-bahr’ın diğer bir ismi de el-Hizbii’s-sağîr’dir.[1075] Ona bu
ad, el-Hizbü’l-Kebîr ile
birlikte günlük vird içinde yer aldığı için daha sonraki dönemlerde
verilmiştir.
Hizbü’l-bahr’m
önemini belirtmek için îbn lyâd da şunları söyler:
“Allah’ın lütfü ile
onda sıkıntılardan kurtaracak bir özellik vardır. Okunduğu mekan âfetlerden
sâlim olur. Kötü hâdiselere karşı hıfzdır. Onunla zikirde bidâyet ehli için
şifâ sırları, nihâyet ehli için safâ nurları hâsıl olur. Allah güneş doğmadan
evvel onu okuyanın isteklerini kabul eder, sıkıntılarını giderir, insanlar
arasındaki değerini yükseltir, göğsünü tevhîd ile şerheder, işlerini
suhûletleştirir, zorluklarını kolaylaştırır, cin ve insin şerrinden korur, gece
ve gündüzün getirdiği şerlerden e- min kılar ve hiç kimseyi ona kem gözle
bakıtmaz aksine daha da sevdirir. Gaddar ve müstebid birisinin yanında okununca
şerrinden emin olunur. Her namazın arkasından onu okuyanı Allah, insan dahil
yarattığı hiç bir şeye muhtâc etmez, mahlû- kâtından müstağni yapar, zamânın
hâdiselerinden emin kılar. Bütün harekât ve sekenâtında mutluluk yollarını
bulmayı kolaylaştırır. Cuma günündeki değerli saatte[1076] onu
okuyanı Allah başkalarının kalblerine sevdirir. Onu bir şey üzerine yazıp
taşıyan Allah’ın gücü ve kuvvetiyle korunur. Kim onu okumaya devâm ederse
boğularak, yanarak, şimşek çarparak, korkarak, boğazı ve vücûdu kesilerek
ölmez. Kendisine temiz bir ölüm nasip olur. Deniz yolculuğunda gemileri
fırtınaya yakalananlar onu okuyunca Allah’ın izniyle fırtına gider; yerine
gemilerini istedikleri yöne götürecek tatlı bir rüzgar çıkar. Hizbü’l-bahr,
şehrin surlarına veya evin avlusuna yazılınca, Allah o beldeyi veya o hâneyi
doğabilecek kötülüklerden korur. Bu duâ harb esnâsmda da Allah’ın lütfü ile bir
çok fayda temin eder.”[1077]
Muhammed Zâfir’in
belittiğine göre, Şâzilî’nin Hizbü’l-bahr’ı ve
diğer dualarından herhangi biri okunduğu zaman bütün kötülükler bitecek,
herşey bu duaları okuyan kişinin istediği gibi olacak diye bir kâide yoktur.
Çünkü ona şer gibi gözüken şey hayır, hayır gibi gözüken husus da şerr olabilir.
İnsanın ilmi ile bunu bilmesi mümkün değildir. Neyin iyi neyin kötü olduğunu
gerçekte Allah bilir. O’nun ilmini kimse ihâta edemez. O, sağlam ve sahih
ilmine göre tasarruflarda bulunur. Bu nedenle, duâ eden kimsenin umduğu netice
olmaz ise, ne Allah’ı ne de yaptığı duaları tenkide kalkışmamalıdır. İnsana
düşen kulluktur. Yapılan dualar kabul olsa da olmasa da kulluk yerine geçer ve
karşılığı ahirette verilir.[1078] Nitekim
İbn Sabbâğ’ın belittiğine göre de duanın aynen kabul olması, bir takım
şartların tahakkukuna ve bu tahakkukların birbiriyle uyuşmasına bağlıdır.[1079]
Kaynaklarda
Hizbü’l-bahr’m oluşumu anlatılırken, denizin Hz. Musâ (a.s.)’ın emrine musahhar
olması ile bir bağlantı kurulur ve şu hâdise nakledilir:
Şâzilî’nin Kâhire’den
çıktığı hacc seferlerinin birisinde, saîd-i Mısır’da bekleyen ve Mısır
hacılarını Kızıldeniz’den Hicaz’a geçirecek olan gemiye yetişmeleri
gerekmektedir. Başka alternatif bulamadıkları için de bir Hristiyan’ın teknesi
ile Nil üzerinden saîd-i Mısır’a doğru yola koyulurlar. Rüzgârsız bir ortamda
üç gün yol alırlar. Üçüncü günün sonunda ters esen ve kendilerini bir günde
Kâhire’ye geri götürecek şiddette bir rüzgar çıkar. Sahibi tekneyi gidecekleri
yöne doğru hareket ettiremez. Bunun üzerine tekneden inip beklemeye başlarlar.
Aradan bir kaç gün geçmesine rağmen rüzgar kesilmez. Orada bulunanların hepsi
hacıları götürecek gemiyi ve haccı kaçırdıklarını düşünmeye başlamışlardır.
Ümitlerin bittiği günün zuhur vakti Şâzilî yorgunluktan uyur. Uyanınca rüzgar
kesilmediği halde hemen teknenin sâhibini çağırır ve yola çıkma emri verir.
Tekneci “Bu rüzgar bizi Kâhire’ye geri götürür” dedi ise de o, ısrarla dümeni
Mısır’ın güneyine çevirmesini ister ve Hizbü’l-bahr ile Allah’a duâ etmeye
başlar. Birden rüzgar lehlerine döner. Planladıkları zamandan evvel saîd-i
Mısır’a varırlar. Şâzilî’ye okuduğu duâ sorulunca, onu zuhur vakti uyuduğunda
rüyâsında Hz. Peygamber (s.a.)’den aldığını söyler. Bu hâdise karşısında
Nasrânî tekneci de müslüman olur, Şâzilî ve arkadaşlarıyla birlikte hacca
gider.[1080]
Îskenderî’nin ismen
bahsettiği Hizbü’l-bahr’ın[1081] metnini
veren ilk müellif, İbn Sabbâğ’dır. Onu İbn Batûta tâkip eder. İlk kaynaklardaki
metin iki sayfadan ibarettir.[1082] Daha
sonraki dönemlerde İbn lyâd aynı bölümü vermekle birlikte çeşitli Şâzilî
şeyhleri tarafından yapılmış ve kendisine ulaşmış olan ilaveleri de buna ekler.[1083]
Bunun yanısıra Hizbü’l-bahr müstakil bir kitapçık şeklinde
İstanbul’da basılmıştır. Bu baskı ikisi mukaddime olmak üzere toplam onbir
varaktır. Üzerinde baskı tarihi ve matbaası hakkında her hangi bir kayıt
bulunmamaktadır. Ancak hizb içindeki bazı ibârelerin Medeniyye usûlü gereği üç
veya yedi defa tekrarlanmaları istenmiştir. Bu nedenle bu kitapçığın Muhammed
Zâfır İstanbul’a geldikten sonra basılma ihtimali yüksektir.
Hizbü’l-kebîr’de
olduğu gibi Hizbü’l-bahr’da da
Allah’ın isim ve sıfatlarından istimdâd bulunulmakta, teslimiyet arzedilmekte,
varlıkların bu duâyı okuyana itaat etmesi istenilmekte, ismet, mağrifet, nzık,
selâmet, âfıyet ve huzur talep edilmektedir.
Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin
tertibi ile Şâziliyye mensûbları arasında Hizbü’l- bahr’ın ikindiden sonra
okunması mu’tâd hâle gelmiştir.[1084] Bazılarına göre ise güneş
doğarken okumak daha faydalı sayılmıştır.[1085]
Bütün bu
anlattıklarımız Hizbü’l-bahr’ın câmî, edebî ve öz bir duâ olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle bir çok şerhi yapılmıştır. Tesbit edebildiğimiz
şerhleri şunlardır:
a- Şerhu li Hizbi’l-bahr. Dâvud Bâhilî (ö. 730/1329).[1086]
b- Mefatihu’l-iz ve’n-nasr fi’t-tenbîhi alâ mâ yeteallaku bi
Hizbi’l-bahr: Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493).[1087]
c- Gâyetü’l-fahr fi şerhi Hizbi’l-bahr: Muhammed
b. Ahmed Enbâbî (ö. 1006/1598).[1088]
d- Şerhu Hizbi’l-bahr li’ş-Şâzilî: Ahmed
b. Ebi’l-Kâsım el-Herevî (ö. 1013/1604).[1089]
e- Şerhu’l-Hizbi’l-bahr: Ali Karî (ö. 1014/1605).[1090]
f- Şerhu Hizbi’l-bahr li’ş-Şâzilî: Muhammed
b. İbrâhim et-Türkmenî ed- Dakdukcî(ö. 1131/1719).[1091]
g- Şerhu Hizbi’l-bahr: Abdurrahman b. Ömer
es-Sefercelânî (ö. 1150/1737).[1092]
h- Diirretii’z-zehr fi şerhi Hizbi’l-bahr:Muhammed Lâlezârî
(6.1204/1790).[1093]
i- Cennetü’n-nasr fi havâssı Hizbti’l-bahr: Mustafa
Kemâlî Halebî (ö. 1210/1795).[1094]
j- Ziyâü’l-bedr şerhu Hizbi’l-bahr: Harîrîzâde
Kemâleddin Efendi (ö. 1299/1882).[1095]
k- Kevkebii’l-fecr fi şerhi Hizbi’l-bahr: Abdulkerim
Gaytî (ö. ?).[1096]
1-
Ta’rifu
tarîki kırâati Hizbi’l-bahr ve esrâruhû: Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî
(ö. 1311/1893).[1097]
m-Kılâdetü’n-nahr
fi şerhi’1-Hizbi’l-bahr: Muhammed b. Haşan Rifaî (ö. 1328/1909).[1098]
n- Hulâsatü’z-zehr
alâ Hizbi’l-bahr (Mısır, 1305): Ebu’l-Mehâsin Muhammed Kâvukcî
(ö. 1369/1948).[1099]
Her hangi bir ad
koymaksızın “Hizbü’ş-şeyh Ebi’l-Hasan Şâzilî” başlığı
ile metnini ilk olarak İskenderî’nin rivâyet ettiği513 [1100] Şâzilî’ye
âid bu hizb, diğer kaynaklarda da aynı isimle kaydedilmiştir.[1101] Bu nedenle
“Hizb” ve “Hizbü’ş-Şâzilî” ünvânlan ile meşhur olmuştur.
el-Hizbü’l-kebîr’e de ‘Hizb” diyenler bulunduğu ve bazı ibâreleri birbirinin
aynı olduğu için, bazen bu iki hizb birbirine karıştırılmıştır. Bunun için
şerhlerin bir kısmında Hizb’in yamsıra
el-Hizbü’l-kebîr’i de
görmek mümkündür.[1102]
Gümüşhânevî bu karışıklığı önleyecek bir yaklaşımla bu hizb’e “Hizbü’l-mücâhede” ismini vermiştir.[1103] Muhammed
Zâfir de “Evrâdu kuddise sırrûhû” demiştir.[1104]
Şâzilî’nin bu hizb’i,
daha çok Kur’ân âyetlerinin ağırlıklı olduğu bir hizb’dir. Yatsıdan sonra okunması
mu’tâd hâle gelmiştir. Bu nedenle ona “Virdii’ş-şeyh”
de denmektedir.[1105] Bir çok
şerhi vardır. Tesbît edebildiğimiz şerhleri şunlardır:
a- Şerhu’l-hizb: Muhammed b. İshak Münevî (ö.
777/1358).[1106]
b- Şerhu’l-hizb: Muhammed Kudbuddîn Îznikî (ö.
885/1480).[1107]
c- Şerhu’l-hizb: Ahmedb. Ömerİzmirî(ö.
1180/1766).[1108]
d- Şerhu’l-hizb: Muhammed Îzmirî (ö. ?).[1109]
e- Şerhu’l-hizb: Muhammed b. Mustafa (ö. ?).[1110]
f- Şerhu’l-hizb: Hüseyin Nushî Adanavî (ö. ?).[1111]
g- Şerhu’l-hizb: Ahmed Arif Mevlevi (ö. ?).[1112]
h- Şerhu’l-hizb: Mustafa b. İbrahim Azanî (ö.
?).[1113]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
ismini kendisinin verdiği hizblerindendir.[1114] Metni başta Atâullah
İskender! olmak üzere bir çok müellif tarafından kaydedilmiştir.[1115] Şâzilî’nin
sabah namazından sonraki virdidir. Okuyanın fethe ve nûra açık hâle gelmesine
sebep olduğu kaydedilmektedir.[1116]
Hizbü’n-nûr’un çeşitli
şerhleri olduğu anlaşılıyor. Bunlardan birisi Muhammed b. Abdurrahman Mâlikî
(ö. ?)’nin “el-Beşâir ve’s-siirûr fî fadli
Hizbi’n-nûr” i- simli eseridir.[1117]
6-
Hizbü’l-hamd[1118]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
hizblerinden birisi de “Hizbü’l-hamd” dır.
îbn Sabbâğ’ın kaydından bu hizbi, Hizbü’l-hamd ismiyle Şâzilî’den Ebu’l-Abbas
el- Mursî’nin rivâyet ettiğini, ancak ona “Hizbü’n-nûr”
da dendiğini öğreniyoruz.[1119] Yatsıdan sonra
okunan bir virddir. Murâd edilen her türlü maddî ve manevî iyiliklerden
faydalanmak ve ma’rifeti celb etmek niyetiyle okunur.[1120]
7-
Hizbü’t-tevessül:[1121]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
bu hizbine ilk kaynaklarda her hangi bir isim verilmez. İsimsiz olarak,
“Şâzilî’nin zikirlerinden birisi de şudur” şeklinde bir ibâre ile kayda
geçmiştir.[1122] “Allâhümme
İnnî etevesselü bike ileyke” cümlesi ile başladığı için de, İbn lyâd ve ondan
sonraki müellifler bu hizbe, “Hizbü’t-tevessül”
adını koymuşlardır.[1123]
8-
Hizbü’n-nasr:[1124]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
hiziblerinden birisi olan Hizbü’n-nasr’a, “Hizbü’l- kahr” da denmektedir. Zâlimi
tepelemek ve düşmanlan kahretmek için kullanılan bir duadır. Bu maksada yönelik
olarak erbâb-ı havâsca bilinen özel bir uygulama ve okuma tarzı vardır.
Şâziliyye mensûblan tarafından genellikle teberrüken okunur.[1125]
Hizbü’n-nasr üzerine
Gümüşhânevî’nin üç boyutlu bir çalışması vardır. Bunlan “Mecmûatü’l-ahzâb” ın hâmişinde yayınlamıştır. Bu
çalışmalar şunlardır:
a- Şerhu Hizbü’n-nasr: Adından da anlaşılacağı üzere
Hizbü’n-nasr’ın şerhidir.[1126]
b- Serâiru şerhi Hizbi’n-nasr: Gümüşhânevî bu başlık
altında Hizbü’n-nasr’ı şerhediş sebebini ve bu şerhe bağlı olarak
Hizbü’n-nasr’ın ortaya çıkan sırlarını anlatmaktadır.[1127]
c- Havâssu Hizbi’n-nasr: Gümüşhânevî bu başlık altında
Hizbü’n-nasr’ın onüç tane husûsiyetini anlatmıştır.[1128]
9-
Hizbü’l-feth:[1129]
Hizbü’l-feth,
Ebu’l-Hasan Şâzilî için kendisi ile fethin gerçekleştiği[1130] ve “bereket
ile meşhûr”[1131] olan bir
hizbidir. Bu hizbe “Hizbü’l-envâr” dendiği
de kaydedilmektedir.[1132] İkindiden
sonra[1133] veya
sabahdan sonra[1134] okunur.
İbn Sabbâğ, bu hizbin
baş tarafını her hangi bir isim belirtmeksizin Şâzilî’nin namazdaki
zikirlerinden birisi diyerek verir.[1135] İbn lyâd ise Şâzilî’ye âid
hafîze nitelikli bir kaç zikri birleştirerek “Hizbü’t-tams” adı altında
toplamıştır.[1136] Daha
sonraki müellifler de ona uymuşlardır.[1137] Her türlü düşman ve her
çeşit muzırın defi için okunur.[1138]
11-
Hizbii’l-lutf:[1139]
Şâzilî’nin bu hizbine, “Hizbü’l-Iatîf” ismi de verilmektedir.[1140] Şâziliyye
tarîkati geleneğine göre şiddet ve zorluk anında, ferec için onunla duâ edilir.[1141]
12-
Hizbü’l-ihfâ’:[1142]
Kaynaklarda bu hizbi,
şeflerin ve düşmanların defi için Şâzilî’nin sabah-akşam okuduğu
belirtilmektedir. Ayrıca basımların dilini bağlamada ve onların zarar verici
konuşmalarından kurtulmada faydası görüldüğü zikredilmiş, tâûndan korunmada
etkili olduğu ve hafî tarîkatlerde çokça okunduğu kaydedilmiştir.[1143]
Hizbü’l-berr
el-Hizbii’l-kebîr de kasdedilmekle birlikte, Şâzilî’nin “Hizbü’- berr” diye isimlendirilen müstakil
bir hizbi daha vardır. Bunun metni Hizbü’l-
kebîr’in metninden tamamen farklıdır.[1144] Bilinen şerhleri şunlardır:
a- Mefâtihu’l-ğayb ve’n-nasr bi şerhi Hizbi’1-berr ve’l-bahr: Ahmed
Zerrûk (ö. 899/1493)[1145]
b- el-Menhu’l-birr ala Hizbi’l-berr: Muhammed
Halil Sâdık (ö. 1333/1915).[1146]
14-
Hizbü’ş-şekvâ:[1147]
Şâzilî’ni bu hizbi,
zâhirî ve bâtınî sıkıntı, ızdırap, keder ve düşmanlara karşı galebe için
okunur.[1148]
15-
Hizbü’l-felâh:[1149] [1150]
Muhammed b. Süleyman
el-Cezûlî (ö. 870/1465)5Ğ4’nin Hizbü’l-felâh
ile ilgili bir çalışması bulunmaktadır.[1151]
16-
Hizbü’d-dâire:[1152]
İbn lyâd’ın İbn
Sabbâğ’a dayanarak belirttiğine göre Hizbü’d-dâire,
Şâzilî’ye âid zikirlerinden derlenmiştir bir hizbdir. Şâzilî’nin
çeşitli vesilelerle yaptığı zikirlerin bir araya getirilmesi ile
oluşturulmuştur. Sözleri Şâzilî’ye âid olmakla birlikte derleyeni
bilinmemektedir.[1153] Şâzilî’nin
halifesi Mursî ile oğlu Şihâbuddin de Hizbü’d-dâire bünyesindeki duâların
Şâzilî’ye âid olduğunu tasdîk etmişler, bu hizbin içindeki duâların fayda ve
sırlarına dâir çeşitli bilgiler vermişlerdir.[1154] Daha çok hıfz için okunur.[1155]
Hizbü’d-dâire’nin esrâr ve faziletine dâir Haşan b. Ali Füvvî (ö.
1176/1762)’nin “el-Hülelü’s-sündüsiyye alâ
esrâri dâireti’ş-Şâziliyye” isimli bir eseri vardır.[1156]
17-
Hizbü’l-kifâye:[1157]
18-
Hizbii’l-mahfî[1158]
19-
Hizbü’I-hucub[1159]
20-
Hizbü’I-işrâk[1160]
21-
Hizbü’l-hıfz[1161]
22-
Hizbü’n-necât[1162]
23-
Hizbü’l-halvet[1163]
24-
Esmâü’l-uzlet[1164]
25-
Hizbü’s-savn
fi teshiri’1-kevn[1165]
26-
Hizbü’r-rızk[1166]
27-
Hizbö’l-hars[1167]
28-
Hizbû’l-ed’ıye[1168]
29-
Hizbii
tefrîcî’l-kürûb[1169]
30-
Hizbü’I-avf[1170]
31-
Hizbü
mübarek[1171]
32-
Hizbü’l-azîm[1172]
33-
Hizbü’I-hafîza[1173]
34-
Temcîdü’l-Bârî[1174]
35-
Münâcât[1175]
36-
İstiğfâr[1176]
37-
Salât
ve Selâm[1177]:
Şâzilî’nin
Hz. Peygambere yönelik salât ve selâm’ı hakkında, Ebu’l-Mehâsin Muhammed b.
Halil Kavukcî (ö. 1305/1887), “Şerhu
salâti’ş-Şâzilî” ismi ile bir şerh yazmıştır.[1178]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
bir çok konu ile ilgili tertîb ettiği duâsı ve zikri vardır. Bunların çoğunluğu
bir-kaç satırlık kısa duâlardır. Sayıları elliden fazladır. Genellikle
İskenderî ile îbn Sabbâğ tarafından rivâyet edilmektedirler.[1179]
Şâzilî’nin duâlarından
bir kısmını ve bir kaç hizbini içine alan çeşitli çalışma ve şerhler mevcuttur.
Bunlardan bazıları şunlardır:
a- el-Latîfetii’l-merdıyye fî şerhi duâi’ş-Şâziliyye[1180]: Dâvud
b. Ömer el- Bâhılî (ö. 730/1329).[1181] Bu eserin büyük bir bölümünü
Hizbü’I-bahr şerhi oluşturur.[1182]
b- Ba’zu’ş-şiirûh alâ ahzâbi’ş-şâzilî: Dâvud
b. Ömer el-Bâhılî.[1183]
c- Şerhu evrâdi’ş-Şâzilî: İsmail Hakkı Bursevî (ö.
1137/1724).[1184]
d- Ezkâru’I-aliyye ve’I-esrâru’ş-Şâziliyye: Ali b.
Muhammed Mahallî eş- Şâfiî (ö. 1153/1740’tan sonra).[1185]
e- Şerhu’l-ahzâb: Ebu’l-Mehâsin Muhammed Kavukcî
(ö. 1305/1887).[1186]
f-
Şerhu ahzâbi’ş-Şâzilî: Hasaneyn b. Hüseyin Hassâfî (ö. 1328/1910).[1187]
Şâziliyye tarikatının
Derkâviyye kolunun ve bu koldan neş’et eden şubelerin en önemli virdidir. îbn
Meşîş’in salâtı ile Şâzilî’nin hizb ve duâlan mezcedilerek o- luşturulmuştur.
Mürettibi Mulay Ahmed Arabî ed-Derkâvî (ö.l239/1823)’dir. Ana kaynağı İbn
Meşîş’dir.[1188]
Salâtı Meşîşiyye ile
diğer hizbleri birlikte okuma geleneği bizzat Şâzilî’nin kendisi ile başlar. Bu
geleneğin izleri Şeyh Ahmed Zerrûk (ö. 899/1493)’da da vardır. Ancak bu konuda
ilk yazılı çalışma “Tazmînu salâtı İbn Meşîş” adı
ile Muhammed b. Ahmed İbn Zağdan (ö. 881/1476) tarafından yapılmıştır.[1189]
Derkâvî’nin hazırladığı
“vazîfetü’ş-Şâziliyye” ye “salâtü’l-Meşîşiyyeti’l- memzûce” ismi
de verilmektedir.[1190] Daha henüz
Derkâvî hayatta iken Muhammed b. Muhammed (ö. 1232/1816) tarafından intisâh
edilmiş bir “el-vazîfetü’ş- Şâziliyye” nüshası
günümüze kadar ulaşmıştır.[1191] Müstakil baskısı
bir çok kez yapılmış ve halâ günümüzde de yapılmaktadır. İlk baskılarından
birisi 1301 yılında Ebu’z-ziyâ matbaası tarafından İstanbul’da
gerçekleştirilmiştir. Üzerindeki tarîkat silsilesinden Medeniyye’nin Yeşrûtiyye
şubesi mensûblarmca tab’ ettirildiği anlaşılmaktadır. Fâtıma Yeşrûtî’nin
kaydettiğine göre matbu hale gelmesi için el-
vazîfetü’ş-Şâziliyye’ye son şeklini veren babası Nureddin Ali Yeşrûtî
(ö. 1316/1898)’dir.[1192] Söz konusu
olan İstanbul baskısında Vazîfetü’ş-Şâziliyye’nin
okunuş şekli Osmanlıca olarak şöyle anlatılmaktadır:
“Salavât-ı
Meşîşiyye-i Memzûce ile müştehire olan iş bu Vazife-i Şâziliyye zamân ve mekân müsâid olduğu
halde sabah ve akşam namazlarının akabinde, za- mân ve mekân müsâid olmadığı
takdirde gündüz ve gece ne zaman fırsat bulunur ise behamahâl birer defa olarak
kırâat olunacaktır.”[1193]
Önemine binâen vazîfe-i
Şâziliyye üzerine çeşitli şerhler yazılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır:
a- el-İIhâmâtü’I-İlâhiyye ala’i-vazîfetü’ş-Şâziliyye: Mahmûd
Ebu’ş-Şâmât (ö. 1341/1922).[1194]
b- Keşfü’l-esrâr lî tenvîri’1-efkâr fî’t-tarîkati ve
şerhi’l-vazîfetü’ş- Şâziliyye: Mustafa b. Muhyiddin Necâ (ö. 13 51/1932).[1195]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
okuduğu ve önemle üzerinde durduğu virdlerinden birisi de hocasına âid olan
salât-ı Meşîşiyyedir.[1196] Salât-ı
Meşîşiyye’nin şerhlerinden bazıları şunlardır:
a- Şerhu ala’s-salâti’I-Meşîşiyye: Muhammed
b. Ali Harrûbî et-Trablusî (ö. 963/1556)[1197]
b- Şerhu Salâti İbn Meşîş: Muhammed b. Ali ez-Zervâlî
(Ö.1030/1620).[1198]
c- Şerh-i salât-i İbn Meşîş: Osmanlıca olan bu eser,
İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1724)’ye âiddir.[1199]
d- Şerhu salavâtı İbn Meşîş: Muhammed b. Abdüsselâm
el-Bennânî (ö. 1163/1750).[1200]
e- Şerhu salavâtı İbn Meşîş: Ahmed b. Muhammed b.
el-Mehdî b. Acîbe et- Tatvânî(ö. 1224/1809).[1201]
f-
Şerhu’s-salâti’l-Meşîşiyye: Muhammed b. Muhammed el-Harrâk ed- Derkâvî (ö.
1261/1845).[1202]
g- Nefâisü’t-teftîş ala salâti İbn Meşîş: Ebu’l-Mahâsin
Muhammed Kavukcî (ö. 1305/1887).[1203]
F- EBU’L-HASAN
ŞÂZİLÎ’NİN MENKABE VE KERAMETLERİ
Sûfîlerin tasavvufî şahsiyetlerini
tanımaya yardımcı olan hususlardan birisi de, onların menkabe ve
kerâmetleridir.
Menkabe lügatte,
“bâis-i iftihar olacak fazîlet, hüner ve meziyet” anlamına gelir.[1204] Istılahta
ise, tarihî şahsiyetler, peygamberler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek
fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivâyetlere denir.
İkrâm, kerem, şeref,
lütuf ve ihsan anlamlarına gelen kerâmet ise, sâlih amel sahibi mü’min
kişilerde zuhûr eden ve peygamberlik iddiâsı içermeyen hârikulâde halleri ifâde
etmek için kullanılan bir tasavvuf terimidir.[1205]
Peygamberlerin
gösterdikleri fevkalâde hallere ise mûcize denir. Tasavvuf açısından mûcize
de, kerâmet de bütün fiiller gibi Allah’a âiddir. Mucizede mazhar nebî,
kerâmette ise velî veya amel-i sâlih sâhibi her hangi bir mü’mindir. Aralarındaki
en mühim fark, mûcizenin peygamber tarafından peygamberliğine delîl olarak
basımlarına karşı istediği an gösterilmesidir. Kerâmet ise kulun istediği anda
değil, Allah’ın lütfettiği zamanda gerçekleşir. Mûcizenin izhârı ve i’lânı, kerâmetin
gizlenmesi esastır.
İnancı olmayan ve
herhangi bir nebinin şeriatına bağlı bulunmayan insanlarda görülen olağanüstü
hallere ise kerâmet değil, istidrâc, sihir veya mekr adı verilir. Şâzili bunu
belirtmek için, “Allah’ın rızâsının olmadığı her kerâmetin sahibi ya mağrûr bir
müstedric, ya nâkıs birisi, ya da kovularak helâk olmuş bir kişidir.”[1206] demektedir.
Sihirbazların, büyücülerin, cambazların ve yogilerin yaptıkları, kerâmet ve
mûcize dışında kalan olağanüstü olaylara birer örnektir.
Zekeriyya (a.s.)’ın
peygamber olmayan Hz. Meryem’in yanına her gelişinde güzel yiyecekler bulması,[1207] Hz.
Meryem’e kuru kütük aracılığı ile taze hurmaların ikrâm edilmesi,[1208] peygamber
olmadığı halde Hızır’ın ledün İlmî ile bazı sırları çözmesi[1209] ve Hz.
Süleyman’ın ümmetinden olan Asâfm yine peygamber olmadığı halde Belkıs’ın
tahtını göz açıp kapayana kadar getirmesi,[1210] bizi kerâmetin varlığını
kabul etmeye götüren Kur’ânî delillerdir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî
kerâmeti “zahirî” ve “ma’nevî” olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre zâhirî
kerâmet denizde yürüme, havada uçma, arzda tayy ve düşünceleri okuma gibi ba’zı
olağanüstü haller göstermektedir. Bunlar tasavvufta maksat değil, sadece
veliliğe giden çileli yolda zorlukları hafifletmek için verilmiş teşviklerdir.
Asıl amaç, zâhirî kerametten daha üstün olan ma’nevî kerâmete ulaşmaktır. Adından
da anlaşılacağı gibi ma’nevî kerâmetin maddî niteliği yoktur ve gözle görülen
bir hâdise değildir. Daha çok insamn kalp hayatında gerçekleşen ma’rifete erme,
yakînde rüsûh kazanma ve temkine ulaşma gibi ma’nevî nitelikli olağanüstü gelişmelerdir.[1211] Bu sebeble
Şâzilî ma’nevî kerâmete, “sıddıkların
kerâmeti” adını da verir.[1212]
Diğer taraftan
Şâzilî’ye göre ma’nevî kerâmetin de iki boyutu vardır. Bunlardan birisi îmân,
diğeri de amel ile ilgilidir. Bu konudaki düşüncelerini, “Câmî ve muhît iki tür
kerâmet vardır. Birincisi yakînin artması ve şuhûd-ı lyân ile gerçekleşen îmân
kerâmetidir. İkincisi de emirlere uyma ve yasaklardan kaçınma konusunda
gerçekleşen amel kerâmetidir.”[1213] sözleri ile açıklar. Buna
bağlı olarak Şâzilî, “Kerâmetin faydası, tek bir zât ile kâim teaddüd etmez
bir sıfat gibi gözüken ilim, kudret, irâde gibi ezelî sıfatlarla Allah’dan
gelen yakîni ta’rîf etmesidir.”[1214] diyerek, kerâmetin nefs ve
kalb tayymda rehberlik rolü oynadığım belirtir. Bu açıdan Şâzilî kerâmeti bilgi
edinme yollarından biri olarak kabul eder.[1215]
Şâzilî’ye göre
kerâmetin faydaları bununla sınırlı değildir. Kerâmet, sahibine mâsivâ
sevgisinden alıkoyacak bir sevgi, sevgi ile ulaşılan bir rızâ, Rasûlüllah’ın
zühdü ile tahakkuk eden bir zühd ve Allah’ın kudretinin hakikatini keşfettiren
bir tevekkül anlayışı kazandırır.[1216] Allah’ın rızâda gerçekleşen
kerâmeti, kavuşma gününe kadar kuluna zorlukları ortadan kaldırmasıdır.[1217]
Şâzilî’ye göre
kerâmetten beklenen faydalan kazanan kimsenin kerametteki mertebesinin artması
ve yeni yeni kerâmetlere nâil olması gerekir. Bunu sağlayan en önemli etken
muhabbetullah (Allah sevgisi)dir. Çünkü o, Allah sevgisini hayret verici
olaylan algılamada ve yönetmede merkez kabul eder ve kerâmet nurlarının
toplandığı asıl sayar.[1218] Kalbinde
Allah sevgisi olmayan, kendisine kerâmet verildiği halde bunun kaynağını
araştıramaz, sırrım çözemez ve kerâmet nimetinin rehberliğinden faydalanamaz.
Allah’ın yerine başka şeylere müştâk olur. Böylece doğru amel ve doğru bilgide
bile hata yapar. Yalancı ve müfteri konumuna düşer.[1219]
Şâzilî, sıhhatli bir
kerâmetin tahakkuku için Allah sevgisinin yanısıra Allah’a itâate büyük önem
verir. Bu sebeble Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine, “Eğer kerametimi
istiyorsan benim emirlerime itâat etmen ve günahlarımdan yüz çevirmen gerekir.
Çünkü ben sana senden daha yakınım ve kurbiyetim senden zuhûr eder. Nazarım
sana yöneliktir, ihâtam seninledir ve kudretim sana doğrudur. Nefsinin selâmeti
benden ve kudretimin yüceliğindendir.”[1220] denildiğini belirtir. Ayrıca
bu cümleler, Şâzilî’nin kerâmeti kula değil de Allah’a âid bir fiil.kabul
ettiğini gösterir.
Kerâmete dâir
verdiğimiz bu teknik bilgilere dayanarak îslâm tarihinde başta sahabîler olmak
üzere dînî şahsiyetler hakkında, onların yüceliklerini ve diğer insanlara göre
üstünlüklerini anlatan eserler meydana getirilmiştir. Bunlara menkabe’nin cem’i
olan “Menâkıb Eserleri” veya “Menâkıbnâme” ismi verilmektedir. Büyük sûfilerin
hayatlarına dair olarak yazılan menâkıb eserleri daha çok onların
kerametlerini gösteren, faziletlerini anlatan kaynaklardır. Menâkıb eserlerinin
- ba’zan aşırı muhabbet ve bağlılığın eseri olarak fazlaca abartılmış durumları
istisnâ edilirse- çoğu zaman gâyet mevsûk bilgiler verdikleri görülmektedir. Bu
itibarla tasavvufî şahsiyetleri incelenirken kerametlerle süslenmiş bulunan
menkabevî hayatlarını gözardı etmek mümkün değildir.[1221]
Değişik kişilerin hayat
hikayeleri, farklı cinsten malzemeler üzerine bina edilir. Bu açıdan hükümdar,
vezîr, şâir, filozof, mîmar ve komutan gibi herhangi bir kimsenin hayat
hikâyesi ile Allah dostu bir velî’nin hayat hikâyesi arasında derin farklar
vardır. Zîrâ bir velî, normal insanlarla müşterek yaşam standartlarına sâhip
olmanın yanısıra; alelâde kimselerin hayatlarında hemen hiç rastlamadığı keşf
ve kerâmet gibi fevkalâde bir takım ihsanlarla karşılaşır. Bunlar zâhir
açısından akla ters gibi gözükse de aslında öğle değildir. Çünkü Şâzilî’nin
tasavvuf anlayışında zâhir-bâtın çelişmesi ve çekişmesi yoktur. Ona göre zâhir
ile bâtın birbirinin tamamlayıcısıdır. Birinin varlığı diğerini isbât eder.[1222] Zahirî
lütuflar Latife perde gibi gözükse bile, bu, gerçeği yansıtmaz. Çünkü lütuflarm
üzerindeki sırlı perde, arkasındaki Latife işaret eder. Zâhir ile bâtın bu
şekilde birbiriyle bağlantılıdır. Bu bağlantı ilk bakışta fark edilmese bile,
biri diğerinden ayrılmaz.[1223]
Kanaatimizce zâhirle
çelişiyor gibi görülen bir çok mesele, biraz da insanların olaylara bakış
açısından kaynaklanmakta, ya da yorum ve kültür farklılığından ileri gelmektedir.
Hatta bu konuda bâzen iki kesimin iddiâ sahipleri ölçüyü kaçırınca, hedefleri
aynı olmasına rağmen, isbâta çalıştıkları şeyin şuurunda olmadan birbirlerini
itham etmektedirler.
Beşer sıfatı ile
yaptıkları, gerek devlet arşivlerinde gerekse tarih kaynaklarında vesîka altına
alman hükümdar ve komutanların bile, gerçeğe uygun fakat abartılı kahramanlık
destanları oluştuğu bir gerçektir. Yaşadığımız toplumun kültürünü
meydana getiren bu gerçeklerden kaçamayız. Konuya bu açıdan yaklaşınca, olağanüstü
ihsanlara mazhar oldukları bilinen velîlerin, normal hayatlarının yanında diğer
insanlara göre farklılık taşıyan hayat hikayelerinin oluşması gayet tabiîdir.
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin
tasavvuf! şahsiyetini incelerken onun kerâmetlerine âid rivâyetlerden uzak durmamız
düşünülemez. Zîrâ Şâzilî’nin keramet ve menkabeleri, onun tasavvufî şahsiyetini
tanımamıza yardımcı olacak pratik bilgiler vermektedir.
Şâzilî’nin kerâmet
tasnifine göre velîlerin İlmî yönleri, irşâd usulleri, kalbî melekeleri ve
tasavvuf tarihindeki yerleri onların ma’nevî kerâmetleri olduğunu; suda yürüme,
arzda tayyetme gibi halkın i’tibâr ettiği olağan dışı hallerin ise zâhirî kerâmetleri
olduğunu belirtmiştik.
Şâzilî’nin, insanların
rûhuna nüfuz eden ve onları etki alanına alan derin bir İ- lâhî aşk ateşine
sâhip olduğu kesindir. O, insanları sadece etki alanına almakla kalmamış, aynı
zamanda kendisindeki bu ma’nevî aşk gücünü çevresindekilere de sirayet
ettirmiştir. Bu ma’nevî alış-verişte her iki kerâmet türünün de rolü büyüktür.
Şâzilî’nin ma’nevî kerâmetlerini, genel olarak daha önce ele aldığımız
tasavvufî şahsiyeti oluşturur. Bu başlık altında onun zâhirî kerâmetlerini ele
alacağız.
Ebu’l-Hasan Şâzilî ile
ilgili ilk kaynaklarda geçen kerametler zamanla bir araya getirilmiş ve onun hayâtına
dâir müstakil “Menâkıb eserleri” oluşturulmuştur.[1224]
Biz, Şâzilî’nin
menkabelerini daha çok aslî kaynaklardan tevsîk ederek onun hayat merhalelerine
göre tasnîfe çalışacağız. Menâkıb eserlerini aslî kaynaklara destek olarak
kullanacağız. Böyle bir usûl tercîh etmemizin sebebi, aşın muhabbet ve
bağlılığın eseri olarak sonradan uydurulma ihtimâli bulunan kerâmetleri çalışmamıza
almamaktır.
1- İntisabından
Önceki Menkabeleri
1-
Tahsil hayâtının ilk yıllarında kimyâger olmayı arzuladığı anlaşılan Ebu’l-
Hasan Şâzilî, bu konuda başarıya ulaştırması için sık sık Allah’a duâ ettiğini
ve bu duâlarından birisinde gaybdan kendisine, “Ey Ali, kimyâ senin
bevlindedir. Ne istersen bevl üzerinde onu uygula, istediğin şeyi elde
edersin.” denildiğini belirtir. Bunun üzerine ateşte kızdırdığı demir bir
baltayı altın olsun diye bevlde söndüren Şâzilî, baltanın altına dönüştüğünü
görür ve çok şaşırır. Aklı başına gelir gelmez, “Yâ Rabbî, senden dünyâlık bir
şey istedim, fakat ona da necâset kullanarak ulaşabildim.” diyerek af dileyen
Şâzilî’ye, “Ey Ali, dünya pistir. Pisliği elde etmek için yine pisliği vâsıta
yapmak gerekir.” cevabı verilir.
İçine
düştüğü durumdan kurtulmak isteyen Şâzilî, Allah’a yalvarır. Bunun üzerine
altın baltanın temizlenebilmesi için onu tekrar kızdırması istenir. Şâzilî
denileni yapar, baltayı tekrar kızdırır ve onun eskisi gibi demire dönüştüğünü
görür. Bu hâdiseden son derece müteessir olan Şâzilî, kimyâ ilmi ilç^tıeşgul
olmayı bırakarak şer’î ilimleri öğrenmeye yönelir.[1225] /
2- Ebu’l-Hasan Şâzilî, gençliğinde tahsil için Tunus’a geldiği
zaman burada büyük bir kıtlık ve açlığın hüküm sürdüğünü ve insanların
çâresizlik içinde kıvranarak öldüğünü görür. Bu acıklı manzara karşısında,
parası olmadığı halde merhametinden dolayı kendi kendine, “Keşke param olsa da
şu açları doyursam.” der. Bu sırada kalbine, “Cebindekileri al.” diye bir ilham
doğar. Cebine baktığında bir miktar para bulur. Hemen fırına gider. Fırıncıdan
mevcut ekmeklerin hepsini sayarak kendisine vermesini ister. Sayılan ekmekleri
dağıtmak için fakirlere götürür. Onlar da kapışarak alırlar. Sonra Şâzilî
fırıncıya olan hesabını ödemek için cebindeki dirhemleri çıkarır. Ancak
fırıncı dirhemlerin ayarını düşük bulur. Şâzilî’ye:
“Bunlar geçmez. Halbuki
siz Mağribliler kimyâ ile meşgul oluyorsunuz. Bunların geçmeyeceğini bilmeniz
lâzım.” diyerek dirhemleri kabul etmez. Şâzilî ekmek parasına bedel, bornozunu
ve sarığını rehin bırakmak zorunda kalır. Tam dışarı çıkacağı sırada fırının
kapısında duran bir adam Şâzilî’yi yamna çağırır ve dirhemleri ister. Şâzilî de
onları verir. Adam dirhemleri avucuna alıp sallar. Sonra onları Şâzilî’ye geri
iâde ederek, “Şimdi bunların ayarı tam oldu. Git fırıncıya borcunu öde.” der.
Şâzilî dirhemleri fırıncıya götürür, o da bakıp bu seferkilerin kalp olmadığını
görünce kabul eder. Rehin bıraktığı bornoz ve sarığını alan Şâzilî, hemen
parayı sallayan adama gelir. Fakat onu yerinde göremez. Etrafı aradı ise de
bulamaz.
Günlerce hayretler
içinde kalan Şâzilî, bu işin hakikatini öğrenmek için Allah’a yalvarır. Bir
Cuma günü Zeytûniyye câmii’nde kıldığı tahiyyetü’l-mescid namazının bitiş
selamını verirken sağında paraları sallayan adamı görür. Hemen yamna gidip ona
selam verir. Adam da tebessüm ederek selama mukabelede bulunur ve Şâzilî’ye:
“Ey Ali, sen, “Eğer
yanımda bu açlara yedirecek bir şeyim olsa idi bunları doyururdum.” dedin.
Fakat ikrâm sahibi olan Allah, mahlûkâtma karşı çok kerîm ve cömerttir. O,
onların hayrına olam senden daha iyi bilir. Şâyet dilese idi onları doyururdu.”
der. Bunun üzerine Şâzilî:
“Allah aşkına sen
kimsin?” diye sorar. O da:
“Ben Ahmet Hızır’ım.
Çin’de idim. Sen kendini zorlayarak açlara ikramda bulunmak isteyince, bana:
“Tunus’da Ali’nin imdâdma yetiş, mahçup olmasın.” denildiği için sana geldim.”
cevabını verir. Sonra Cuma namazını kılarlar. Namazın akabinde Şâzilî
çevresine baktı ise de onu göremez.[1226]
Hızır’dan ve Hızır’ın
vesîle olduğu bu olağan üstü hadiseden çok etkilenen Şâzilî, şer’î ilimleri
tahsil etmenin yanında tasavvuf ile ilgilenmeye başlar. Ma’nevî yönünü ve kalbî
hayatım güçlendirmek için sık sık dağ başlarında inzivâya çekilir, riyâzatta
bulunur. Kaydedildiğine göre bu sırada Ebu’l-Hasan Şâzilî, nefsini terbiye
edici bir takım, olağanüstü hâdiselerle karşılaşır. Bunların başlıcaları
şunlardır:
3- Bir defa seksen gün aç kalan Şâzilî kendi kendine, “Artık
bende bir fazîlet ve meziyet hâsıl olmuştur.” diye hatırından geçirir. Anîden
yakındaki mağaradan yüzü güneş gibi parlayan gayet güzel bir kadın, “Uğursuz ve
kötü birisi bir kerecik seksen gün aç kalmış, sonra da bu ameli ile Allah
Teâla’ya ulaşacak yol bulduğunu zannetmeğe başlamıştır. Halbuki ben altı aydır
hiç bir yiyecek tatmadığım halde kendimde böyle bir güç bulamıyorum.”[1227] diyerek
çıkar.
4- Ebu’l-Hasan Şâzilî ve bir arkadaşı, Allah Teâla’ya vâsıl
olmak için bir mağarada inzivâya çekilirler. Bir müddet orada kaldıktan sonra,
her gün birbirlerine, “Yarın bize fetih kapıları açılır.” demeye başlarlar.
Yine bu düşünce içerisinde oldukları bir sırada ansızın heybetli bir kişi
mağaraya girer. Hemen “sen kimsin?” diye sorarlar. Adam, “Ben Abdülmelik’im.”
cevâbını verir. Bu cevaptan Şâzilî ve arkadaşı, gelen zâtın Allah’ın velî
kullarından biri olduğunu anlarlar. Aralarında konuşmalar devam eder. Adama
“Halin nasıl?” diye sorarlar. O da:
“Asıl, “Yârın bana
fetih nasib olacak. Eğer yarın olmazsa yarından sonra kapılar açılacak” diyen
kimsenin hâli nasıldır? Böyle bir düşüncede ne velâyet vardır ne de kurtuluş!
Ey nefs, Allah’a niçin saf ve temiz bir kullukta bulunmazsın?” der.
Şâzilî ve arkadaşı,
söylediği sözlere bakarak kendilerine bu zâtın niçin gönderildiğini anlarlar.
Fetih konusundaki beklentilerinden dolayı Allah’a tevbe ve istiğfarda
bulunurlar. Hatalarından dönerler. Cenâb-ı Hakk’a hâlis, saf ve karşılık beklentisinden
uzak bir kulluğa yönelirler. Böylelikle kendilerine fetih kapıları açılır.[1228]
5- Açılan fetih kapısı, tecrübeler sonucu Şâzilî’nin şeyhsiz
kemâle enlemeyeceğini öğrenmiş olmasıdır. Zîrâ kemâle erdiğini düşündüğü her
seferde, “olgunlaşmadın” diye îkaz edilmesi, Şâzilî’yi şeyhlik konusu ile
ilgilenmeye sevketmiştir. Bu, Şâzilî’nin başından geçtiğini belirttiği şu
hadiseden anlaşılmaktadır:
-Başlangıçta arayış
içinde bulunduğum sırada bana, dağ başında mağarada yaşayan bir velînin
özelliklerini anlattılar. Onu ziyâret etmek için dağa çıktım. Mağaranın olduğu
yere akşam varabildim. Şeyhi rahatsız etmemek için mağaranın ağzında
geceledim. Gece şeyh içerde şöyle duâ ediyordu:
“Yâ Rabbî, velî
kullarından niceleri, senden mahlûkatını kendilerine musahhar etmeni istediler.
Duâlarmı kabul buyurup mahlûkâtı emrine verdiğin kimseler, bunun senden
geldiğini bilerek kanaat ve nzâ ile şükrünü yerine getirmeye çalıştılar. Ben
bunu istemiyorum. Benim istediğim, senden başka sığınağım kalmayacak şekilde
mahlûkâtın benden yüz çevirmesini sağlamandır.”
-Bu sözleri duyduğumda
kendime, “Ey can, bak dinle! Bu şeyh hangi deryâdan avuç avuç su alıyor? Gör.”
demekten kendimi alamadım. Sabah olunca şeyhin yanına girdim. Heybet ve
vakarından hem korktum, hem de dopdolu oldum. Aramızda bazı konuşmalar geçti.
Ben şeyhe “Ey efendim, hâlin nedir?” diye sordum.
Şu şekilde cevap verdi:
“Sen nasıl ihtiyar ve
tedbîrin sana verdiği sıkıntının hararetinden şikayetçi isen; ben de, beni
Allah’tan alıkoymasından korktuğum için rızâ ve teslîmin bana verdiği halâvetin
soğukluğundan şikâyetçiyim.”
Akşamki duâsınm izâhını
isteyince de tebessüm ederek şunları söyledi:
“Evladım, “Yâ Rabbî
mahlûkâtım bana musahhar kıl.” diyeceğine; “Yâ Rabbî benim ol”[1229] desen ve
duân kabul edilse, ne kaybedersin? Elbette hiç bir şey kaybetmezsin. Allah
aşkına nedir şendeki korku? Asıl bunun aksini düşünmek cinayettir. Mahlûkatm
hizmetinden yararlandığın halde Allah senin olmaz ise ne faydası var? Allah
herşeye gücü yetendir. Çünkü herşey O’nun ile kâimdir. O’nun desteğini yanına
alan, zaten herşeye hükmeder.”[1230]
Ebu’l-Hasan Şâzilî dağ
başında mağarada yaşayan bu velî zât ile görüştükten sonra tasavvufa girme ve
bir şeyhe intisâb etme konusunda kesin karara vanr. Fakat tesâdüf ettiği
herhangi bir şeyhden ziyâde, mertebesi en yüksek olan kutbu’z- zamân’a intisâb etmeyi düşünür. Bu
sebeble zamâmn kutbunu bulabilmek için seyahatlere başlar.[1231] Bu
seyahatleri esnâsında da bir takım olağanüstü hadiselerle karşılaşır.
6- Ebu’l-Hasan Şâzilî, bir seyahati sırasında gece olunca bir
tepe üzerinde konaklayıp yatmak zorunda kahr. Her taraf yırtıcı hayvanlarla
doludur. Bu yırtıcı hayvanlar, zarar vermek bir tarafa, sanki nöbet tutar gibi
Şâzilî’nin etrafında döner dururlar. Gönül rahatlığı içinde geceyi geçiren
Şâzilî, sabah olunca kendi kendine, “Hakk Teâlâ’nın üns makamından bir mertebe
kazandım.” diye düşünür. Tepeden ayrılıp bir dere kenarına iner. Derenin
çevresinde hayatı boyunca bir arada görmediği kadar kalabalık bir keklik
sürüsünün durduğunu görür. Keklikler Şâzilî’nin ayak sesini işitince birden
ürkerler. Şâzilî de onların aniden kanat çırpışlarından korkar. Hafakanlar
bastı zannederek yüreği oynar. Bu sırada gaybdan şöyle denildiğini işitir:
“Ey dün gece yırtıcı
hayvanlar ile eğlenip ünsiyet eden insan, bugün sana ne oldu da kekliklerin
uçmaya davranmasından korkuyorsun? Şunu bil ki, dün gece sen bizimle idin,
şimdi ise kendi nefsinle başbaşasm.”[1232]
7- Ebu’l-Hasan Şâzilî, seyahatlerinin birisinde Mağrib’de bir
müslüman şehrinin yakınındaki mağarada ikâmet eder. Ağzına hiç bir şey almadan
üç gün orada kalır. Üç gün sonra sahile gemilerini demirlemiş olan Kumlardan
bir kaç kişi onun yanına gelir. Bu kişiler Şâzilî’yi görünce, “Bu bir müslüman
papazıdır.” deyip hürmet ederler. Yanına bolca yiyecek ve içecek bırakırlar.
Bu olay karşısında neye uğradığını şaşıran Şâzilî, “Müslümanlardan yardım
görmem gerekirken, nasıl oldu da bundan mahrum bırakılıp kâfirlerin eliyle
rızıklandırıldım? Beni bu muâmeleye muhâtap kılan kusurum nedir?” diye ıstırap
içine düşer. Bu sırada kendisine gâibden şu sözler söylenir:
“İnsân-ı kâmil, sırf dostlarından
yardım gören değil; bilakis düşmanlarından da yardım gören kişidir.”[1233]
8- Ebu’l-Hasan Şâzilî yine seyahatte bulunduğu bir sırada
kaldığı mağarada, bir gün, “Allah’ım, ben ne zaman sana şükreden bir kul
olacağım?” diye duâ eder. Gâ- ipten bir ses duâsına, “Yeryüzünde senden başka
nîmet verilmiş bir kul olmadığını düşündüğün zaman.” cevâbını verir. Şâzilî bu
sözleri işitince, “Yâ Rabbî! Kendimden başka nîmet verilmiş bir kulun
olmadığım nasıl düşünebilirim? Zîrâ sen peygamberlere, âlimlere, pâdişâhlara
herkesten daha fazla nîmet verdin.” der. Bu defa Şâzilî’ye şöyle buyrulur:
“Eğer peygamberlere
peygamberlik nîmet verilmeseydi, sen doğru yolu bulamazdın. Alimler olmasaydı,
dinden çıkıp küfre girerdin. Pâdişâhlar olmasaydı, emniyet içinde yaşayamazdın.
Dolayısıyla onlara verdiğim nîmetlerin hepsi, aynı zamanda sana verilmiş
nîmetler değil midir?”[1234]
2-
MiirîdIik Dönemine
Aid Menkabeleri:
Tasavvuf yolunda
ilerlemeye çalışan Şâzilî, inzivâ, riyâzat, nefis terbiyesi ve seyahat içerikli
hazırlık safhasının sonunda Abdüsselâm b. Meşîş (ö. 625/1228)’e intisâb etti.
Şeyhi ile birlikte geçirdiği zaman diliminin özelliklerini, “Hârikulade bir çok
olaya şâhit oldum.”[1235] diyerek
özetleyen Şâzilî, bu hârikulâde olayların tafsilâtına girmemektedir. Bu
sebeble kaynaklarda, Şâzilî ibn Meşîş’in yanında iken gerçekleşen kerâmetler
hakkında fazla bilgi yoktur.
1-
îbn Sabbâğ’m
belirttiğine göre Şâzilî şunları söyler:
-Rüyâmda üstâdımı arşın
tahtında gördüm. Sabah olduğunda ona:
“Efendim dün gece sizi
arşın tahtında gördüm.” deyince, bana:
“Ey Ali, bir kişi mekan
kaydından âzâde bir şekilde Allah’la beraber olduğunda nasıl görülür bilir
misin? Ancak kendisi gibi olan bir kimse tarafından görülür. İşte sen benim
makamıma vâris olunca beni gördün.” buyurdu.[1236]
2-
Îskenderî’nin naklettiğine
göre de bir gün Şâzilî üstadının huzurunda iken, “Acaba şeyh hazretleri ism-i
a’zâmı biliyor mu?” diye içinden geçirir. Bu sırada İbn Meşîş’in henüz konuşma
bilmeyen küçük oğlu, oturdukları mekânın en uzak köşesinde bulunmaktadır.
Çocuk birden dile gelir ve “Ey Ebu’l-Hasan, önemli olan ism- i a’zâmı kimin
bildiği değildir. Asıl önemli olan, ism-i a’zâm ile kimin boyanıp
aynîleştiğidir.” der. Bunun üzerine şeyh İbn Meşîş tebessüm ederek Şâzilî’ye,
“Oğlum zihninden geçenleri açıkladı ve sende var olan şey konusunda isâbet
etti.” buyurur.
Bu olay karşısında
Şâzilî, “Keşke aklımdan böyle bir düşünce geçmez olaydı.” demiştir.[1237]
Bu hâdiseden sonra Şeyh
İbn Meşîş, Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi irşâd ve tebliğde bulunmak üzere Tunus’un
Şâzile köyüne göndermiştir.
3-
Şeyhlik
Dönemine Âid Menkabeleri
a-Şâzile’de
Yaşadığı döneme Aid Menkabeleri
1- Ebul-Hasan Şâzilî,
Şâzile’ye gitmek için önce Tunus’a gelir. Kendisini Şâzile’ye götürecek bir
rehber aramaya başlar. Bu esnâda “Musalle’l-î’deyn” denilen mevkide Şâzileli
bir oduncu ile karşılaşır ve birlikte köye doğru yola koyulurlar. Şehrin bir
miktar dışına çıktıklarında oduncu çarşıdan almayı unuttuğu bir ihtiyâcını
hatırlar. Eşeğini Şâzilî’ye emânet ederek çarşıya yönelir. Ancak kalbinden de,
“Bu adam garip ve yabancı birisi, acaba eşeğimi kaçırır mı?” diye bir şüphe
oluşur. Fakat eşeğini yanma alma isteğini de Şâzilî’ye söylemekten çekinir.
Tam bu sırada Şâzilî oduncuya, “Evlâdım eşeğini beraberinde götür. Sen dönene
kadar ben burada beklerim. Çünkü sen eşeğini kaçıracağımı zannediyorsun. Onu
istemeyi düşünüyorsun.” diye seslenir.
Bu sözleri duyan oduncu
ağlamaya başlar.Yemin ederek “Sen ancak Allah’ın muttalî’ olabileceği bir şeye
muttalî’ oldun.” der. Yol arkadaşının velî bir zât olduğunu anlar, eline
ayağına kapanır. Ondan duâ ister. Sonra hâceti için şehre gider, gelir.
Şâzilî’yi zorla eşeğin üstüne bindirir, kendisi de terkisine geçer. Eşek güçlü
bir deve gibi ikisini bir taşımaya başlayınca adam, “Vallâhi bu eşek beni
taşımaktan âciz idi. Şimdi ikimizi bir taşıyor.” der. Bu şekilde bir mil kadar
giderler. Sonra şeyh eşekten iner. Adam bir de bakar ki göz açıp kapayana kadar
Şâzile’nin çevresindeki su kanallarına gelmişler ve eşeği su içmektedir.
Bu olay karşısında
hayretler içinde kalan adam, “Efendim, ben fakir bir insanım; âilemin rızkını
dağdan odun keserek temin etmeye çalışıyorum. Sattığım o- dunlara karşılık çok
az arpa alabiliyorum.” diyerek eşeğin üzerindeki torbayı gösterir ve
Şâzilî’den hayır duâ talep eder. Bunun üzerine Şâzilî o az miktardaki arpayı
ister. Adam eşekteki arpa torbasını alıp Şâzilî’ye uzatır. Şâzilî elini
torbanın içine sokarak arpayı karıştırır ve sonra adama:
“Bu
arpayı bir küfeye koy, ağzım kapat, ondan elinle al ve âilenle ye. Allah’tan
seni ve zürriyetini zengin etmesini iste. Allah’ın izni ile fakirlik
şekvâsından ebediyen kurtulursun.” der.
Oduncu daha sonra
tanıdıklarına şunu anlatmıştır:
-Şâzilî’nin dediklerini
yaptım. Arpayı küfeye koydum. Uzun süre ondan ihtiyâcımız kadar alıp âileme
yedirdim. O arpayı ektim, bol ürün elde ettim. Fakat sonunda beni küfede ne
kadar arpa kaldı diye bir merak sardı. Hepsini çıkarıp ölçtüm. Aynen koyduğum
günkü gibi idi. Sonra Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin yanına gittiğimde bana, “Eğer
kendi haline bıraksaydım küfedeki o arpa sizin yanınızda olduğu sürece ondan
yerdiniz.” buyurdu.[1238]
Şâzilî’nin oduncu ile
ilgili kerametlerini nakleden İbn Sabbâğ, anlatılanların sıhhatini araştırmak
için Şâzile köyüne kadar gittiğini, bunların doğruluğuna şâhit olduğunu ve o
günden bu güne oduncunun zürriyetinden hiç bir kimsenin fakirlik yüzü
görmediğini kaydetmiştir.[1239]
2- Şâzilî’nin ilk müridi Ebu Muhammed Abdullah b. Selâme
el-Habîbî’nin belirttiğine göre, Zağvân dağında inzivâya çekilen Şâzilî, bir
gün En’âm sûresini o- kumaya başlar. “Allah’tan
başka ona ne bir yardımcı ne de bir kurtarıcı bulunur; her türlü fidyeyi de
verse kabul olunmaz.”[1240] âyetine
gelince Şâzilî’ye yüce bir hal ârız olur. Âyetin “Her türlü fidyeyi de verse
kabul olunmaz.” kısmını tekrarlayarak hareket etmeye başlar. Hangi tarafa
meyletse dağ da ona uyarak o tarafa meyleder. Bu durum Şâzilî sükûnete
ulaşıncaya kadar sürer. Şâzilî ne zaman sâkin- leşti ise dağ da o zaman
sakinleşir.[1241]
3- İbn Sabbâğ, az önce kıssasını anlattığımız oduncunun
âilesine mensûb Ebu’l-Hasan Ali el-İberî el-Hattâbî’den şunları nakleder:
Ben bir gün Şâzilî’nin
arkadaşı Habîbî’den şeyhde şâhid olduğu kerâmetleri anlatmasını istedim. O da
bana, “Onun ile uzun süre berâber kaldım. Hârikulâde bir çok şey gördüm! Hangi
birini anlatayım?” dedi ve Habîbî’nin kendisine şu hâdiseyi naklettiğini
söyledi:
-Zâğvân dağında bir
defasında onun ile kırk gün kaldım. Ağaç kabuğu ve bitki yaprağı ile iftar
ediyorduk. Bunları yemekten benim avurtlarım yara oldu. Ebu’l- Hasan hâlime
acıyarak “İnşaallah yarın Şâzile’ye inip gıda maddeleri alalım.” dedi.
Ertesi gün, güneş
doğmadan yola düştük. Bir miktar yürüdükten sonra bana, e- ğer yoldan çıkarsa
kendisini îkaz etmememi söyledi. Yolda yürürken Ebu’l-Hasan Şâzilî’de yüce bir
hal zuhûr etti. Yoldan çıkıp benden uzaklaştı. Bıldırcına benzeyen dört kuşun
gökten inip onun başı üstünde saf oluşturduklarını gördüm. Sonra teker teker
geldiler. Onun ile konuşup gözden kayboldular. Arkasından kırlangıca benzeyen
dört kuş daha geldi. Onlar da birincisinde olduğu gibi yine teker teker Şâzilî
ile konuşarak gözden kayboldular. Daha sonra Şâzilî yanıma dönünce, “Bir şey
gördün mü?” diye sordu. Ben de gördüklerimi anlattım. O da bana bunların
hakikatini şöyle îzâh etti:
-İlk gördüğün dört kuş,
dördüncü kat semânın melekleriydi; benden ilim öğrenmeye geldiler. Sorduklarına
cevap verdim, gittiler. Kırlangıç şeklindeki ikinci dört kuş ise, evliyâ
ruhlarıydı. Gelişimizle teberrük etmek için bizi karşıladılar.
İhtiyaçlarını temin
ettikten sonra tekrar Zağvân dağındaki mağaraya döndüklerini ve uzun bir süre
daha orada kaldıklarını belirten Habîbî, buna ilâve olarak mağaranın önünde su
çıkma ihtimali bulunmayan bir noktada Allah’ın lütfiı ile tatlı su kaynağı
oluştuğunu haber veriyor.[1242]
b-Tunus’da
Yaşadığı Döneme Aid Menkabeleri
Daha önce Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin hayatını anlatmış, Tunus’a geldikten bir müddet sonra etrâfmda her
kesimden geniş bir halk kitlesinin oluştuğunu, bu durumdan dolayı makamımı
elimden alacak endişesi ile Tunus kâdı’l-kudâtı Ebu’l- Kâsım İbn Berrâ
(580-677/1184-1278)[1243]’nın onu
kıskanmaya başladığını ve hasedinden devrin sultânı Ebû Zekeriya el-Hafsî (ö.
647/1249)’ye “Bu kişi Fâtımî soyundan geliyor. Senin saltanatında gözü olduğu
için halkı çevresine topluyor.” diyerek Şâzilî’ye iftirada bulunduğunu
belirtmiştik.
1- îbn Berrâ’nın bu
ithamları neticesinde Şâzilî, sultân tarafından bir evde göz hapsine tâbî
tutulur. Halk ile irtibatı kesilir. Bu duruma çok kızan Şâzilî, bir aralık
sultân Ebû Zekeriya’ya bedduâ etmeyi bile düşünür. Fakat tam bunu yapacağı sırada,
sultâna bedduâ etmesinin şer’an câiz olmayacağı, bunun yerine Allah’a ilticâ
etmesi gerektiği kalbine doğar. Yarattığı varlıkların kendisine korku ve zarar
vermemesi, himmet ve dikkatini dağıtmaması için Allah’a yalvarır.[1244]
Bu sırada Şâzilî’nin
sevenleri toplanarak içlerinden birisini gizlice şeyhlerine gönderirler. Gelen
şahıs Şâzilî’ye, “Efendim, insanlar toplandılar; sizin hakkınızda konuşuyorlar.
Size karşı yaptıkları edepsizlikten dolayı zalimlere haddini bildirmek için
sizden emir bekliyorlar.” diyerek dışarıdakilerin düşüncelerini aktarır.
Dışarıdaki
oluşumu tasvîb etmeyen Şâzilî, böyle bir davranışın İbn Berrâ’yı haklı
çıkaracağını belirtmek için gelen elçiye tebessüm ederek, “Eğer şeriata uygun
olsa idi, -eliyle evin bazı yerlerine işâret ederek- işte şuradan, şuradan
çıkardım.” der. Son olarak da duvara işâret edince duvar ikiye ayrılır. Bunu
takiben bir ibrik su ve seccâde isteyen Şâzilî, gelen şahsa, “Git, dostlanma
benden selam söyle. Onlara, sadece bir gün daha ayn kalacağımızı ve Allah’ın
izni ile yarın ikindi namazını beraber kılacağımızı ilet.” diyerek abdest alıp
Allah’a yönelir.[1245]
Şâzilî’nin mürîdlerine zulme
uğradıkları zaman nasıl davranacaklarını öğrettiği bu menkabesinden, günümüze
yönelik çıkarılacak dersler vardır. Bugün olduğu gibi geçmişte de bir çok kişi,
inancından ve düşüncesinden dolayı haksızlığa ma’rûz kalmıştır. Kişinin hakkım
araması tabiîdir. Ancak bunu yaparken inançlarına ters düşen yöntemleri
kullanmaya kalkması ve anarşi meydana getirmesi, onu haksız duruma düşürür. Bu
sebeple, benzer durumlarda insanlardan destek bekleme ve meded umma yerine,
Allah’a yalvarmak ve ondan yardım istemek her zaman en doğru olan yoldur.
Şâzilî de bunu yapmıştır.
Hem rahat dönemlerde hem de darda
kaldığı anlarda Allah’a sığman Şâzilî, îbn Berrâ’nın sebeb olduğu bu sıkıntılar
sırasında da Allah’a yönelmesinin karşılığım kısa sürede gördü. Sultân Ebû
Zekeriyâ başına gelen belâlarla ikâz edildi.[1246] Bu belâlar şunlardır:
Ebû Zekeriyâ’nın çok değer
verdiği güzel bir câriyesi vardı. O gün şiddetli bir ağrıya yakalandı ve ertesi
gün öldü. Sultân bu duruma çok üzüldü. Techîz ve tekfini ile bizzat kendisi
meşgul oldu. Cenâzesini câriye hayatta iken iskân ettikleri evde yıkattı.
Kefenleme işleminden sonra tütsü yaptırttı. Bu telaş içerisinde tütsünün yakıldığı
buhurdanlık evin tavanında unutuldu. Cenazeyi defnetmek için herkes mezarlığa
gittiği sırada, buhurdanlıktaki ateş çevreye sıçradı. Ev için için yanmaya
başladı. Dışarıdakiler yangını iyice yükselmeye başladıktan sonra fark
edebildiler. Gelip baktıklarında döşemelerin, elbiselerin, zînet ve değerli
eşyâların yandığını gördüler. Sultân başına gelen bütün bu belâların, Allah’ın
velî bir kuluna eziyet vermekten kaynaklandığını ve Şâzilî’ye haksızlık
yaptığını anlayarak onu serbest bıraktı.[1247]
Ebu’l-Hasan
Şâzilî bu hâdiseden bir müddet sonra hacc yolculuğuna çıktı (632/1235).
2-
Şâzilî’nin
hayâtım anlatırken, İbn Berrâ’nın hacc güzergâhındaki Mısır sultânına onu
“Fâtımî” diye jurnallediğini, İskenderiye’de göz hapsine aldırdığını,
Şâzilî’nin, sıkıntılarını anlatmak için Kahire’ye giden kabîle reislerinin
arasına karıştığını ve nöbetçilere gözükmeden İskenderiye’den ayrılarak
sultâmnı huzuruna çıktığını belirtmiştik. Bu sırada Mısır sultam Melik Kâmil
Eyyûb (616-635/1218- 1238) idi.
Menkabelerde
belirtildiğine göre, sultânın huzurunda İskenderiyr vâlisinin keyfî
uygulamalarını anlatması için Kabile reisleri sözcü olarak Ebu’l-Hasan
Şâzilî’yi seçtiler. Şâzilî kâbile reislerinin taleplerini bildirince
hiddetlenen sultân, “Sen başkalarını bırak, önce kendini kurtar.” diyerek İbn
Berrâ’nın yazdığı mektubu gösterdi. Bunun üzerine Şâzilî de sultâna:
“Ben, sen ve kabileler, hepimiz
herşeye gücü yeten Allah’ın kudret elindeyiz.” deyip oradan uzaklaşmak için
yirmi adım kadar yürüdü. Şâzilî’nin bu hareketine karşı sultâmn her hangi bir
tepki vermemesi, yâverlerin dikkatini çekti. Yamna gelip bakınca sultâmn
baygın vaziyette olduğunu, konuşmadığını ve hareket etmediğini gördüler. Hemen
şeyhe koşup eline ayağına kapandılar. Ondan, sultânın yanına gelerek tekrar
eski haline dönmesi için yardımcı olmasını istediler. Şâzilî gelip eli ile
sultânı sarsınca sultân birden ayıldı. Tahtından inerek şeyhe sarılıp duâ
istedi. Kabîle reislerinin talebini de yerine getirdi.[1248]
3-
Kaynaklarda
nakledildiğine göre, iftiralarından dolayı zor anlar yaşadığı Mısır gibi
yabancı bir beldede bile İbn Berrâ’ya bedduâ etmeyen Ebu’l-Hasan Şâzilî,
Arafat’ta iken mürîdlerine “Benden İbn Berrâ’ya bedduâ etmem istendi.” der. Onlardan
“âmîn” diyerek duâsına icâbette bulunmalarını talep eder. Ellerini açarak
Allah’a şöyle yalvarır:
“Yâ Rabbî, İbn
Berrâ’nın ömrü uzun olsun, hayatında çok şeyler görsün! Malı bol, evlâdı çok
olsun! Dünyada herkes gibi o da zenginliği ve evlâdı ile imtihan edilsin!
İlminden fayda görmesin ve âhir ömründe zulmete hizmet etsin!”[1249]
Ömrün
uzun, malın ve evlâdın çok olmasını istemek zâhirde hayır duâ gibi gözükmektedir.
Ancak İbn lyâd ve Muhammed Zâfir’den öğrendiğimize göre İbn Berrâ için durum
hiç de öyle olmamıştır. Yüz seneye yaklaşan uzun bir ömre (580- 677/1184-1278),[1250] büyük bir
servete ve bir çok evlâda sahip olmuş; evlatlarının bir kısmını kendisi hayatta
iken kaybettiği için onların ölüm acısını tatmıştır. Çok mal, çok evlâd ve çok
torunun getirdiği meşakkatler içinde ilmi pörsümüş, kendisi eser yazamadığı
gibi, ondan nakilde bulunan da çıkmamıştır. Oğullarından biri, başı üstünde,
evinin damında sık sık şarkılı içkili âlem yaptığı ve insanları oraya topladığı
için İbn Berrâ’nın utanç duygusu ile yaşamasına neden olmuştur. Âhir ömründe
devlet onu Tunus’daki Rumlar’ın yönetimi ile ilgili bir işe getirmiş, problemi
olan Rumlar da dertlerini anlatmak için sabah-akşam “Ey senyor, ey senyor!”
diye onun kapısına dayanmışlardır.[1251]
Böylece
Şâzilî (ö. 656/1258)’nin duâsı kabul olmuş, vefatından yirmi sene sonra bile
bir kerâmeti zuhûr etmiştir. îbn Berrâ (ö. 677/1278) ise Şâzilî’ye karşı yaptığı
hasedinin karşılığını dünyâda bu şekilde çekmiştir.
c-Mısır’da Yaşadığı Döneme Âid Menkabeleri
1-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî haccdan sonra Tunus’a tekrar geri döndü. On yıl daha burada kaldı.
Rüyasında Hz. Peygamberden Mısır’a yerleşmesi yönünde aldığı ma’nevî emir
üzerine, yaz mevsimi olmasına rağmen yola çıktı. Bir çok insan, uzun fakat
rahat olan sahil yolunu seçerken; Şâzilî, çölün içinden geçen kestirme yolu
tercih etti. Çölün sıcağına rağmen sıkıntı çekmediler. Kâfılenin üstünde devamlı
bulutlar gezindi. Suları bittiği zaman her nerede konaklasalar kendileri
gelmeden evvel oraya yağmur yağdığını gördüler. Biriken sulardan ihtiyaçlarını
giderdiler.[1252]
Şâzilî 642/1244
yılında Mısır’a geldiğinde, tanıdığı eski sultân Melik Kâmil ölmüş (ö.
635/1238), halefi II. Âdil, azledilmiş (637/1240) ve onların yerine Melik Sâlih
Necmeddin geçmişti (637-647/1240-1249).
2-
Muhammed
Zâfir (ö. 1321/1903) ve Nebhânî (ö. 1350/193 l)’nin bildirdiklerine göre,
Şâzilî yerleşmek için İskenderiye’ye geldiği sırada hakkında çeşitli söylentiler
yayılır. O’na kimisi kimyâger der, kimisi sihirbaz. Bazı kişiler de onu kötülemek
için sultâna mektup yazarlar. Böyle durumlara karşı tecrübe kazanan Şâzilî,
söylentilerden haberdâr olunca, merkezî idârenin kuşkulanmasına meydan bırakmamak
için hemen Kâhire’ye gider. Hem tanışmak, hem de yanlış anlaşılmayı önlemek
için devrin sultânının huzuruna çıkar. Bu sırada Şâzilî’nin ma’nevî câzibe-
sinden etkilenen sultân, kendisine ulaşan dedi-koduların asılsız olduğuna
kanaat getirir.
Ancak art niyetli insanlar yine
boş durmazlar. Yazdıkları iftirâ mektupları ile sultânın Şâzilî hakkmdaki
hüsn-i zannını ifsâd ederler. Tam bu sırada sultânın memlûk asıllı
hâzînedârlarmdan biri hata ile i’dâm mahkûmiyeti gerektiren bir suç
işler. Korktuğu için Kahire’den İskenderiye ye kaçarak şeyh hazretlerinin
himayesine sığınır. Şeyh de onu halvete alır.
Bir süre sonra
sultân hazînedânn Şâzilî’nin yanında olduğunu öğrenir. Şeyhe onu teslîm etmesi
için, “Benim sâdık memlûklerimi ifsâd mı etmek istiyorsun?” diye sert bir
ültimatom gönderir. Ancak şeyh de, hazînedâr halvette olduğu için gayet metin
bir şekilde sultâna:
“Biz ıslâh
ediciyiz, ifsâd edici değil.” cevabını vererek, o ân için onu teslîm etmeyeceğini
bildirir.
Aradan bir
müddet geçtikten sonra kaçak hazinedârı halvetten çıkaran Şâzilî, ona bir çuval
taş toplayıp gelmesini emreder. Taşları getirince de, altına dönüşmesi niyeti
ile onların üzerine bevletmesini ister. Hazinedâr Şâzilî’nin söylediklerini yerine
getirince elli kantar taş, elli kantar altına dönüşür. Sonra da şeyh
hazinedâra:
“Bunları götür,
sultâna ver; beytü’l-mâla koysun.” der.
Hazinedâr
altınları götürüp sultâna verir ve altınların elde ediliş şeklini de anlatır.
Olanları duyan sultân, Şâzilî hakkındaki olumsuz kânaatini düzelterek şeyhi
ziyârete gider. Ziyâret esnâsında yamna memlûk asıllı hazînedârını da alır.
Karşılıklı konuşmalardan sonra sözü kerâmet konusuna getiren sultân, taşın
altın yapıldığı kerâmeti gözleri ile görmeyi arzuladığını bildirir. Şeyhden
hazînedâra tekrar taşa bevlettirmesini ister. Ancak şeyh, sultâna:
“Kerâmet
istenilen her anda gerçekleşemez. Kerâmetlerde Allah’ın izin vermesi esastır.
Fakat illa bir kerâmet görmek istiyorsan şu duruma bak. Dün îdâm etmek
istediğin memlûkü, bu gün yanından ayırmıyorsun. Bundan büyük kerâmet mi o-
lur?” der.
Bu ifadeler, sultânın beklemediği
bir cevap olmasına rağmen, şeyhe olan güveni sarsılmaz. Hürmeti daha da artar.
Bu sebeble Şâzilî’ye mal ve erzak gibi çeşitli ihsanlarda bulunmak ister.
Şâzilî ise:
“Hizmetçisi taşa
bevledince Allah’ın izni ile taşın altına dönüştüğü kimse, hiç bir mahlûka
muhtâç olmaz.” diyerek bunları reddeder.[1253]
Şâzilî’nin bu menkabesi bize, insanların yanlış anlayacağı
davranışlardan uzak durmayı, eğer yanlış anlaşılma varsa ilgili yerlerle temasa
geçip bunu düzeltmeyi, devlet başkanlan karşısında bile haklı olunan mevzuda
metâneti kaybetmemeyi ve mahlûkattan meded beklememeyi öğretiyor. Ayrıca
kerâmetin Allah’ın iznine bağlı
olduğunu ve asıl kerametin, nefreti sevgiye dönüştüren kalp inkılâbı ile
gerçekleşebileceğini gösteriyor.
3-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî bir sohbetinde, “Şeyh, müridinin hâlini bilen, zimammı elinde tutan ve
gâibde iken onları muhâfazaya muktedir olan kimsedir.”[1254] diyerek
şeyhde bulunması gereken vasıflan anlatır.
Bu sözleri duyunca böyle bir
şeyin olmayacağım düşünerek Şâzilî’ye muhâlefet eden Mâzî b. Sultân, şeyhini
imtihana tâbî tutar gibi kendi kendine, “Huzûrundaki mürîdler için mümkün olsa
bile, gâibdekileri muhafaza mümkün değildir. Bunu ancak Allah yapar.” der. Mâzî
b. Sultân bundan sonra başından geçenleri şöyle anlatır:
Ertesi gün sabah
olunca beni şiddetli bir sıkıntı kapladı. Rahatlamak için İskenderiye’nin
dışına çıktım. Gün boyu deniz kenarında oturdum. İkindi namazını kıldıktan
sonra başıma hırkamı çekerek murâkabeye vardım. O esnada biri eliyle bana
dokundu. Arkadaşlardan biri latife yapıyor zannettim. Sonra dokunan kişi vücudumu
sarsmaya başladı. Başımı hırkadan çıkarıp baktığımda güzel bir kadımn durduğunu
gördüm. Kadının darda kaldığım düşünerek:
“Bir derdin mi
var, ne istiyorsun?” diye sordum. O da:
“Seni
istiyorum.” dedi. Ben de:
“Eûzübillah”
diyerek Allah’a sığındım. Fakat kadın yemin billah ederek, ben senden ayrılmam
diye tutturdu. Başımdan atmaya çalıştı isem de kadın durmadan sırnaştı. Beni
göğsüne çekerek çocukların serçe ile oynadığı gibi benimle oynamaya başladı.
Hâlâ nefsimi uyandırmaya gücü yetmemişti. Bu sefer beni bacaklarının arasına
alarak okşadı. Tüm zînetini ve mahremiyetini kullandı. Artık bende de ona karşı
meyi ve arzu doğmuştu ki, tam bu sırada imam Şâzilî eliyle boynumdan tutarak
kadından beni ayırıp attı. Sanki gökten yere düşmüş gibi oldum. Korku ve telaş
içinde Şâzilî’nin “Yâ Mâzî İbn Sultân, şendeki bu hal nedir?” diye bağırdığını
duydum. Başımı kaldırıp baktığımda ne şeyh hazretlerini ne de o kadım gördüm.
Hayret ve şaşkınlık arasında kaldım. Başıma gelenlerin şeyhe i’tirâzım yüzünden
kaynaklandığını anladım.
Bundan sonra istiğfar ettiğini ve utancından dolayı
geceleyin gizlice evine gittiğini anlatan Mâzî, kendisini sabahtan beri
göremeyen arkadaşlarının meraklandıklarını, durumu şeyhlerine iletince
“Evindedir, gidip çağırınız.” dediğini, gelen arkadaşlarını hastayım
bahanesiyle geri çevirdiğini, ancak şeyhin ikinci kez “Tutup getirin.” diye
emretmesi üzerine gelenlerin kendisini zorla huzûra götürdüklerini belirtir.
Mâzî’nin yanına getirildiğini gören Şâzilî, baş başa konuşmak için oradakilerden
dışarı çıkmalarını ister. Oda boşaltılınca Mâzî şeyhinin önüne oturup ağlamaya
başlar. Şâzilî’de şunları söyler;
“Ey Mâzî, dün şeyhin müridini
muhâfaza etmesi konusunda niçin bana i’tirâz ettin? Gördün mü? Günaha girmeni
istemediğim için bugün elim sana yetişti.? Kim de bu özellik yoksa, o şeyh
değildir.”[1255]
4-
Yine
Mâzî b. Sultân’dan nakledildiğine göre, Şâzilî’nin hacca gitmediği bir yılda
Mâzî şeyhinden izin alarak hacca gider. Haccın menâsikini tamamladıktan sonra
vedâ tavafi için Ka’be’ye gelir. Bu sırada Mescid-i Haram’m dışında bir grup
hacı ile Mekke ahâlîsi arasında kavga çıkar. Mekkeliler hacıları tartaklamaya
ve mallarım yağmalamaya başlarlar. Mâzî’nin üzerinde de başkalarına ait
emânetler vardır. Ka’be’nin dışına çıksa emânetleri zâyî’ edecek, beklese
kâfilesini kaçıracaktır. Ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir. Kendi kendine,
“Eğer Ebu’l-Hasan Şâzilî hazretleri burda olsa idi bir çıkış yolu gösterirdi.”
diye düşünür ve onu yardıma çağırır. Bir de ne görsün! Şâzilî Beytullah’m bir
köşesinde durmuş, gel diye işaret etmektedir. Mâzî o tarafa doğru hızla
giderken şeyh de Harem-i şerif den dışarı çıkar. Yetişmek için onu takîp etmeye
devam etti ise de buna muvaffak olamaz. Biraz yürüdükten sonra Şâzilî, Mısır
kâfılesinin içine girer ve kalabalığa karışarak kaybolur. Mâzî şeyhini arayıp
sordu ise de bulamaz. Ancak belâdan kurtulmuş ve arkadaşlarına kavuşmuş olur.
Mâzî Mısır’a
dönüp şeyhinin yanma varınca önce hal ve hatırlar sorulur. Sonra Şâzilî:
“Ey Mâzî, darda
kalınca bizi çağırdın, biz de geldik. Seni bulunduğun zor durumdan kurtardık.”
der.[1256]
5-
Yine
Şâzilî’nin hizmetçisi Mâzî b. Sultân’dan öğrendiğimize göre Şâzilî onu, Demenhur’da
iken Demenhur ile ilgili bir ihtiyâcın giderilmesi için yazdığı mektubu
İskenderiye’deki resmî makâma götürmesi için görevlendirir. Gündüz değil de
gece yola çıkmasını ister. Mâzî, şeyhinin dediği şekilde gece yola çıkar. Sabah
erkenden İskenderiye’ye varır ve vazifesini yerine getirdikten sonra aynı gün
güneş guruba meyletmeden geri döner. Dönüş yolunda hava iyiden kararmasına
rağmen o yürümeye devam eder. Bir aralık peşinden bir ayak sesi geldiğini
duyar. Durunca ses kesilir. Yürümeye başlayınca ses tekrar gelir. Ehrsızlar
tarafından tâkip edildiği zehâbma kapılır. Etrafına baktı ise de hiç kimseyi
göremez. Bir an önce
Demenhur’a ulaşmaya bakar. Ertesi gün şeyhinin huzûrunda mürîdân ile birlikte
otururken Şâzilî onu görünce tebessüm ederek:
“Yürürken
hırsızlarla mı karşılaştın?” diye sorar. Mâzî de başından geçeni anlatır ama,
kimlerin niçin takip ettiğini çözemediğini söyler. Bunun üzerine Şâzilî:
“Duyduğun ses,
meleklerin sesi idi. Allah’a yemin olsun ki, seksen bin melek Allah’ın emri ile
İskenderiye’ye varıp gelene kadar seni koruyacaklarına dâir kefil olmasalardı o
vakitte seni yola salmazdım. Gündüz bile olsa yanma arkadaş verirdim.” der.[1257]
Şâzilî’nin bu menkabesi bize,
şeyhlerin mürîderini teklîf-i mâlâyutak ile sonunu bilmedikleri mâcerâlara
sürüklemeye haklarının olmadığını, eğer böyle zorlu bir vazife vereceklerse,
mutlaka gâibden aldıkları bir takım garantilere dayanmaları gerektiğini
gösteriyor. Mürîdlerin ise, güvenirliliği sabit olmayan şeyhlerin riskli
tekliflerine karşı ihtiyatlı davranmaları gerektiğini ortaya koyuyor. Eğer Mâzî
b. Sultân şeyhinin güvenirliliğine daha önceden bizzat şâhid olmasa idi, gece
yola çıkmakta tereddüt ederdi. Zira daha önce şahsî isteklerini yaparken bile
sıkıntıda kaldığında şeyhi imdâdına yetişmişti. O’na göre şeyhi tarafından
teklif edilen bir işte darda kalırsa, şeyhinin imdâda yetişme ihtimâli daha
yüksekti. Şâzilî’nin, böyle bir gece görevini mübtedî bir müride değil de Mâzî
b. Sultân’a vermesi de önemlidir.
Nitekim yine
Mâzî b. Sultân’dan naklen anlatacağımız şu menkabede, yukarıda belirttiğimiz
hususları desteklemektedir.
6-
Ebu’l-Hasan Şâzilî hem müridi
hem de hizmetçi olan Mâzî b. Sultân’ı bazı ihtiyaçlar için İskenderiye’den
Dimyat’a gönderir. O sırada yanlarında Dimyatlı bir misafir bulunmaktadır.
Mâzî’nin Dimyat’a gideceğini duyunca onunla birlikte memleketine dönmek için
Şâzilî’den izin ister. Müsâade çıkınca beraberce şeyhin huzurundan ayrılırlar.
Adam, İskenderiye’den çıkmadan bir dükkana uğrayıp yiyecek içecek almak ister.
Mâzî buna gerek görmez ve yanlarına alacakları şeylerin ağırlık teşkil
edeceğini belirtir. Adam o devrin İskenderiye’deki meşhûr dükkanlarından
birini kasdederek, “Sanki çölde Hulvânî’nin dükkanı var da istediğimiz herşeyi
bulacağız” diye Mâzî’ye sitemde bulunur. Mâzî de, “Daha önceki yolculuklarımda
ne zaman açıksam veya susasam, arkamdan bir ses, sağa dön istediğini bulacaksın
derdi. Bu emre uyunca hâcetim giderilirdi.” diyerek adamı erzak almaktan
vazgeçirir.
Sabahtan
öğleye kadar yürüyerek yol alırlar. Öğle olunca adam: “Yâ Mâzî ben acıktım,
nasıl doyuracaksan doyur beni.” diye Mâzî b. Sultân’a latife yaparken, bir den
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin:
“-Ey
Mâzî, misâfırin acıktı. Yoldan sağ tarafa doğru çık, yiyecek bulacaksın.”
şeklinde seslendiğini duyarlar. Yoldan sağa doğru saptıklarında mis kokulu yiyecekler
ve şekerli künefe ile dolu bir kiler bulurlar. Karınlarını doyuruncaya kadar
yerler. Dimyatlı misâfır, artan yiyecekleri almak isterse de Mâzî b. Sultân
buna engel olur ve kalan yiyecekleri olduğu gibi bırakırlar. Hatta bir aralık
Mâzî arkadaşına, “Bunlar mı daha lezzetli yoksa Hulvânî’nin dükkanından
alacağın yiyecekler mi?” şeklinde latife yapar. Bir müddet yollarına devam
ettikten sonra yemeğin verdiği harâret ile susarlar. Yine bu sırada
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin:
“-Ey Mâzî sağ
tarafa sap, su bulursun.” diye emrettiğini işitirler. Sağa saptıklarında çok
gitmeden kumlar arasında tatlı su ile dolu bir çukura rastlarlar. Kana kana
içip bir müddet orada istirahat ederler. Gidecekleri vakit çukurda bir damla
suyun kalmadığını görürler. Misâfır bu su nereye gitti diye sorunca Mâzî, özel
olarak nereye gittiğini bilmediğini ama genel olarak “Su ihtiyâcı olan bir
başka mahlûkun hâcetini gidermeye” cevâbını verir.
Bütün bu hallerin
Şâzilî’nin kerâmeti olduğunu anlayan Dimyatlı misâfir, “Allah’a kasem ederim
ki bu şeyh ehlullah’a ait büyük makamlardan birisi olan “temkîm makamına”
hâizdir. Artık bunu idrak ettikten sonra ehlime dönmem. Ya Şâzilî’nin nail
olduğu sırra nâil olurum, veya bu yolda ölürüm.” deyip kürkünü Mâ- zî’ye
bırakır. Allah, Allah diye zikrederek sahraya açılır ve gözden kaybolur gider.
Mâzî
b. Sultân Dimyat’taki işini görüp Şâzilî’nin yanına döndüğünde, şeyh o- na:
“-Yâ
Mâzî, misâfırini kaybettin.” latîfesinde bulunur. Buna mukâbil Mâzî: “E- fendim
onu ben değil, yolda mis kokulu taamlar ve künefeler yedirerek, tatlı sular
içirerek siz kaybettiniz.” cevâbını verir. Şâzilî de:
“-0
kaybolmadı. Allah Teâla’ya gidenlerin kafilesine katıldı.” buyurarak işin
hakikatini açıklar.[1258]
7-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin Mısır’da iken bir çok kez hacca gittiğini biliyoruz. Yine hacca
gitme niyetinde olduğu bir sırada Mısır müftüsü İzzeddin b. Abdüsselâm, o yıl
yol güvenliği olmadığı için hacca gidilemeyeceğine dâir bir fetvâ verir. Şâzilî
ve arkadaşları o yıl hacca gitme hazırlığındadırlar.Müftünün fetvâsın-
dan haberdâr edilen Şâzilî niyetini değiştirmez. Özel bir fetva almak için
çevresindeki hacı adayları ile birlikte Cuma günü müftünün bulunduğu camiye
gider. Namazdan sonra etraflarında büyük bir kalabalık toplanmasına rağmen,
İzzeddin b. Abdüsselâm’a:
“Ey fakih, kendisine dünyâ’nın
her tarafinı bir adımda tayyetme imkânı verilmiş bir kişi’nin korkulu zamanda
hacc için sefere çıkması caiz midir, değil midir.?” diye sorar. İzzeddin b.
Abdüsselâm da:
“-Kim de bu hal
varsa, o kişi ârızî kuralların haricindedir. Onu benim bu fetvam bağlamaz.”
cevâbını verir.
Mukâbilinde Ebu’l-Hasan Şâzilî,
“Allah’a hem hamd, hem de kasem ederim ki ben, dünyanın hepsini bir adımda
tayyeden kimselerdenim. Eğer bir yerde insanların korkacağı bir durum
görürsem, bana tâbî olanları emniyetli bir yere geçiririm. Allah katında benim
ve senin, sana söylediklerimin hakikatini bana sormanı gerektirecek bir makama
ihtiyâcımız yok. Her ikimiz de söylediklerimin hakikatini biliyoruz.”673
der ve mürîdleriyle birlikte müftüden hacca gitme izni alır.
Bundan sonra
Şâzilî ve berâberindekiler hacc yolculuğuna çıkarlar. Yolculuk esnasında bir
çok kerâmet zuhûr eder. Bunlardan birisi şudur:
Bir gece hırsızlar kâfileyi
soymak için gelirler. Hiç kimseye farkettirmeden kâ- fılenin ortasına kadar
girerler. Ancak kâfılenin dışına çıkamazlar. Çünkü kâfılenin çevresinde
şehirlerin çevresindeki gibi bir sur oluştuğunu görürler. Sabah olunca da
kendileri şeyhin huzûruna gelip hallerini arzederler. Allah’a tövbe ve
istiğfarda bulurlar. Şeyh ile birlikte onlar da hacca giderler.
Haccdan sonra
Kahire’ye girilirken kâfileyi İzzeddin b. Abdüsselâm ve büyük bir kalabalık
istikbâl eder. Huccâc, yolda ihsân-ı İlâhî olarak gördükleri olağan üstü
halleri karşılayanlara anlatır. Bu arada İzzeddin b. Abdüsselâm da kalabalığın
içinde Şâzilî’yi bulmaya çalışır. Buluştuklarında koyu bir sohbet başlar.
Sohbet esnâsında şeyh hazretleri müftü efendiye hitâben:
“Ey İzzeddin, sana verdiğim sözü
tuttum. Benimle berâber olup himâyeme giren hiç bir kimseye zarar gelmedi.
Eğer ceddim Hz. Muhammed (s.a.s.)’den teeddüb etmemiş olsaydım, hacca gidemeyen
diğer kâfileleri de arafe günü buradan Arafat’a ulaştırırdım.” der. İzzeddin b.
Abdüsselâm da Şâzilî’ye inandığını belirtir. Bundan sonra Şâzilî hazretleri
sözünün hakikatini göstermek için:
“Ey îzzeddin, bak.” diye mübârek
eliyle kıble yönüne doğru işaret eder. İzzeddin b. Abdüsselâm dahil
oradakilerin hepsi kıble istikametine baktıklarında Ka’be-i Muazzamayı
görürler. Topluca bir çığlık kopar. İzzeddin b. Abdüsselâm derhal EbuT-Hasan
Şâzilî hazretlerinin huzurunda tevazu ile eğilerek elini tutar ve Şâzilî’ye:
“Şu andan itibaren sen benim
şeyhimsin.” der. Şâzilî de ona:
“Sen benim kardeşimsin ” sözü ile
mukabelede bulunur.[1259]
Şâzilî ile İzzeddin b.
Abdüsselâm’ın bu yakınlıkları, şeriatın zâhiri ile bâtınının çakışmadığını, tam
aksine uyum içinde olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Eğer Şâzilî’nin
icraatlarında şeriata ters herhangi bir husus olsa idi, müftü İzzeddin b.
Abdüsselâm bunu hemen açıklardı.
Mısır
hacılarının hacca gitmelerine engel bir durumun târihen sâbit olup olmadığına
baktığımızda şunu gördük:
Eyyûbî Sultânı Turan Şah’ın ölümü
(ö. 648/1250) ile Mısır’daki hakimiyet yavaş yavaş Bahrî Memlûkler’in eline
geçmeye başlar. Suriye Eyyûbîleri buna karşı çıkınca Mısır ile araları açılır.
İki devletin ordusu Gazze yakınlarında karşılaşırlar. Uzun bir süre savaşmadan
taktik mücadelesi verirler. Tam bu sırada Moğol tehlikesi yaklaştığı için
Abbâsî Halîfesi Muşta’sim aralarına girerek sulh yaptırır (651/1253). Ancak
Mısır ordusu, kuzeyden gelebilecek haçlı seferlerini ve Sûriye Eyyûbîler’ini
kontrol etmek için, Moğol tehlikesini de bahane edrek bir süre daha bölgeden ayrılmaz.
Bu sırada Mısır’ın güneyinde bir otorite boşluğu doğar. Saîd bölgesindeki
Araplar, Cafer b. Ebî Tâlib’in soyundan gelen bir şahsın liderliğinde isyan
ederler.[1260]
Saîd bölgesi, coğrafi konum
itibarı ile Mısırlılar’m hacca gittiği güzergah üzerinde bulunmakta idi. Bu
nedenle sultân, Mısır’dan hacca giden kafilenin yol güvenliğini sağlanmak için
asker tahsis ederdi. Kaynaklardan öğrendiğimize göre halîfenin Moğol
tehlikesini haber verdiği yılda ordular Bağdat’a yakın bölgelerde tutulduğu ve
Kâhire’de de Eyyûbî-Memlûk iktidar oyunları sürdüğü için hac kafilesini
koruyacak müfreze tahsîs edilemez. Bunun üzerine Mısır müftüsü İzzeddin b.
Abdüsselâm (ö. 660/1262) da yol güvenliği olmadığından, “Hacc için sefere
çıkmak câiz değildir.” diye bir fetvâ verir.[1261]
8-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, hacc esnâsmda Medine’ye vardığında Mescid-i Nebevi’nin kapısında
bekler, içeriye girmek için Rasûlüllah (s.a.)?den izin talep ederdi.
Bu davranışını da “Ey îmân edenler size izin verilmedikçe peygamberin evine
girmeyin.”[1262] ayeti ile açıklardı.
Mazi b. Sultân’m belirttiğine
göre Şâzilî, yine bir hacc seferinde Mescid-i Ne- bevî’nin kapısında beklemeye
başlar. Girmesine izin verilince Hz. Peygamber (s.a.)’in ayak ucunda durarak
mübârek başlarım açar ve Ey Efendim, “Allah’ın, meleklerinin, rasüllerinin,
nebilerinin, semâvî-arzî bütün yaratılarının salât ve selâmı senin ve bütün
ashâbının üzerine olsun.” diyerek salavât getirir. Salavâtını, üzerindeki
çoşkulu yüce hâl, yerini sükûnete bırakmcaya kadar tekrâr eder. Sonra harem
cihetinde oturur. Hz. Peygambere (s.a.)’e selam verir. Bu sırada yanında bulunan
Mâzî b. Sultân da selam verince Şâzilî ona haremi açar. Mâzî, Hz. Peygamberin
işâret parmağı ile selâma mukâbelede bulunduğunda şâhit olur.[1263]
9-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin hazret-i peygamber (s.a.)’e muhabbeti ve bağlılığı o kadar fazla idi
ki, her söz ve fiilini ona dayandırırdı. Bir gün Demenhur’da iken,
dinleyenlerin daha önce hiç kimseden duymadıkları etkili bir konuşma yapar.
Bütün görüşlerine tek tek “Ceddim Rasûlüllah (s.a.) şöyle buyurdu.” diyerek Hz.
Peygamberden delil getirir. Şâzilî’nin sohbetini dinleyenler arasında Mağribli
bir şeyh de vardır. Bu şeyh kendi kendine:
“Sen neredesin, deden nerede?”
diyerek Şâzilî’nin sözlerini kabul etmek istemez. Meclis dağılınca o da Şeyh
Mücâhid’in zâviyesine gider. Gece rüyâsında Hz. Peygamber (s.a.)’i görür. O na:
ccEy falan, oğlum Ebu’l-Hasan’ı tasdik etmedin. Halbuki onun
söylediklerinin hepsi benim sözümdür.” buyurur. Bu ikazı duyunca korku ve telaş
içinde uyanır. Şâzilî’ye gitmek ister. Durumu gören Mücâhid:
“Gecenin bu
saatinde seni Şâzilî’ye götüren hâcetin nedir?” diye sorar. O da rüyâsını
anlatır. Şâzilî’nin huzuruna vardığında özrünü bildirmeden, şeyh hazretleri
ona:
“Ey falan, biz söyleyince tasdik
etmedin de, kulağınla bizzat Hz. Peygamber (s.a.)’den işitince mi tasdik
ettin?” buyurarak adamın kalbinden geçenleri beyan eder.[1264]
10-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, insanların simalarına bakarak onların iç dünyâları hakkında bir
kanaate ulaşabilirdi. Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin oğlu Ahmed Şihâbüddîn el-Hılm’in
annesi, oğlunun bulûğa ulaştığını Şâzilî’ye haber verince şeyh:
“Onu
bana getirin, nasîhatta bulunayım ve Allah’ın kendisine vâcib kıldığı vazifeleri
öğreteyim.” der. Annesi oğlunu çağırtır. Ahmed, Şâzilî’nin huzuruna oturur.
Şâzilî de uzun bir süre onu tepeden tırnağa süzer. Özellikle yüzüne daha dikkatli
bakar. İç dünyasına nüfuz etmeye ve psikolojik yapısını tahlile çalışır. Sonra
bakışlarını ondan çevirerek, “Kalk evlâdım, Allah sana doğruyu göstersin.”
diye hakkında hayır duâ da bulunur. Ahmed oradan uzaklaşınca Annesi:
“Efendim,
ona bir tavsiyede bulunduğunuzu işitmedim, bir söz de söylemediniz.” deyince
Şâzilî:
“Ahmed
benim önüme oturunca, Allah beni onun âhir ömrüne muttali’ kıldı. O zamana
kadar yaptıklarının hesaplanmış sonucunu gördüm. Tavsiyeyi gerektirecek bir
husûs bulamadım. Hayâtının muttâli’ olamadığım kısmı için de Allah’tan hayrını
istedim.”[1265] cevabını
verir.
11-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin kerâmetlerinden birisi de ölülerle konuşmasıdır. Şeyh Ebû Ali Salim
el-Tabâsî vefat edince Şâzilî ve mürîdleri, onun teçhiz ve tekfini için evine
giderler. Şeyh Sâlim’in cenâzesi evin bir köşesinde üstü örtülü bir şekilde
durmaktadır. Cenazenin yanında da şeyh Sâlim’in küçük bir torunu vardır.
Mürîdânı ile birlikte içeri giren Şâzilî, cenâzeye, “Selâmün aleyküm” diyerek
selam verir. Cenâzenin, “ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berakâtühû” diye
mukabelede bulunduğu duyulur. Torunu hemen odadan çıkıp dışarı da
bekleyenlere, “Allah’a kasem olsun ki dedem diridir. Şâzilî’nin selâmına cevap
verdi.” diyerek dedesinin diri olduğunu söyler.
Daha
sonra Şâzilî şeyh Sâlim et-Tabâsî’nin cenazesini yıkar ve kefenlemeye başlar.
Bu işlem sırasında iki gözünü önüne alarak:
‘"Ey
kardeşim, Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Aman, aramızdaki sözleşmeyi unutma!”
diye tenbihde bulunur. Buna mukabil ölmüş olan şeyh Salim de gözlerini açarak:
“Tamam
kardeşim.” cevâbını verir. Cenâze namazı kılınıp defh işlemi tamamlandıktan
sonra, Şâzilî’nin ölü bir kimse ile konuştuğuna şâhit olanlar, ona: “Aranızdaki
ahid ne idi?” diye sorarlar. Şâzilî de, “Hangimiz önce ölürse geride kalana
Allah katında vesîle olması için sözleşmiştik.” cevabını verir.[1266]
12-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin bereket ile ilgili kerametleri de önemlidir. Çünkü bir şeyin
bereketlenmesi için duâ edince duâsmın gerçekleşmesi, onun diğer insanlardan
farklı olduğunu gösterir.
Kaynaklarda nakledildiğine göre
Ebu’l-Hasan Şâzilî, Yusuf el-Cündûbî ve kardeşinin evine gelir. İki kardeş ona
ikramda bulunmak isterler. Ancak malî imkân olarak da ticâret yapmak için
başkasından borç aldıkları on koyun hariç hiç bir şeyleri yoktur. Bu
koyunlardan en iyisini ikrâm etmek için keserler. Şâzilî durumdan haberdar
olunca, “Niçin böyle bir şey yaptınız ve kendinizi zora soktunuz?” diye sitem
eder. Onlar da:
“Sizin için
kesilen koyun bizim için berekettir.” karşılığını verirler. Bunun üzerine
şeyh:
“Allah bu bir koyunu, bin koyun
etsin.” diye bereket duâsında bulunur. Kısa bir süre sonra Yusuf el-Cündûbî ve
kardeşi, ticârette bol kazanç elde ederek bin koyuna sahip olurlar.[1267]
13-
İskenderî’nin
Ebu’l-Abbas el-Mursî’den naklen bildirdiğine göre, Mursî’ye bir gece rüyâsmda
Mekke ve Medine’ye gitmesi söylenilir. Sabah olunca hacca gitmeye niyet eder.
Bütün parasını yanına alarak İskenderiye’den o sırada Kahire’de bulunan şeyhi
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin yanma gelir. Şeyhinden izin alıp oradan Hicaz’a gitmeyi
planlamaktadır. Şâzilî’nin huzûruna çıkınca henüz daha mevzuyu açmadan Şâzilî:
“Mekke ve Medine’ye gideceksin
öyle mi?” diye sorar. Mursî de:
“Bu sebeble size geldim efendim.”
cevabını verir. Şâzilî, Mursî’nin oturmasını isteyince Mursî de şeyhine yakın
bir yere oturur. Biraz sonra odaya bir adam çıka gelir. Gayet içten ve samimî
bir şekilde:
“-Efendim hacca gitmeyi
arzuluyorum. Fakat dünyâhk bir şeyim olmadığı için gidemiyorum.” diyerek
Şâzilî’den yardım talep eder. Bunun üzerine Şâzilî, Mursî’ye yanında ne kadar
parası olduğunu sorar. O da on dînar olduğunu söyler. Şâzilî, Mursî’den o on
dirhemi bu adama sadaka olarak vermesini ister. Mursî de şeyhinin emrine uyarak
yanındakilerin hepsini verir. Bunun üzerine Şâzilî, mâişetini ticâretten temin
eden Mursî’ye dönerek:
“Yarın sâhile çık ve bana yirmi
erdeb[1268] buğday
satın alıver.” der.
Sabah olunca
Mursî sahildeki buğday pazarına gider ve fiyatım uygun bulduğu bir yerden iki
gün sonra parasım ödemek üzere yirmi erdeb buğday satın alır. Onları bir depoya
koyar ve çarşıda biraz dolaşır. Bu arada Şâzilî’ye kendi adına satın alınan
buğday’m güvelenmiş olduğu haberi gelir. Çarşıdaki gezintisini tamamlayan
Mursî, şeyhinin emrini yerine getirmiş olma rahatlığıyla huzura çıkar. Yaptığı
işin karşılığında iltifat beklerken, şeyhi ona:
“Bana buğdayın
güvelenmiş olduğunu söylediler. Bu buğday bizim işimize yaramaz.” der.
Mursî depoya gidip baktığında
gerçekten buğdaylann böceklenmiş olduğunu görür. Alırken kontrol etmediği için
pişman olur. Sahibine geri iâde etse, benden aldığın buğdayları değiştirmişsin
diyerek kabul etmeyeceğini düşünür. Elindeki hazır parayı sadaka olarak vermiş,
üstelik durup dururken bir hata yüzünden de borca girmiştir. Ne yapacağını
bilememektedir. Ama buna rağmen şeyhine bağlılığında bir değişiklik olmaz.
Aradan üç gün geçtiği halde, buğday sâhibi de gelip parasım istememiştir.
Dördüncü gün adam çıka gelir. Mursî, adamın para isteyeceğini beklerken adam:
“Ben sana
güvelenmiş buğday verdim. Seni aldattım. Fakat sonradan vicdan a- zabı çektim.
Yaptığıma pişman oldum. O buğdaydan kâr olarak bin dirhemlik kadarını kendine
ayır gerisini bana ver. Böylece helalleşelim.” teklifinde bulunur. Mursî de bu
teklifi kabul eder. Adam bin dirhem tutarında buğdayı ölçüp Mursî’ye verir.
Gerisini de kendisi götürür. Allah o bin dirhemlik buğdayı o kadar
bereketlendirir ki, Mursî onu hayvan yemi olarak satar. Elde ettiği parayı
sermaye yapar. Kazancı ile defalarca hacca gider ve bol bol infakta bulunur.
Ebu’l-Abbas el-Mursî bu bereketin sebebini şeyhine karışı bağlılığını
sürdürmesine bağlamış ve bereketin çokluğunu anlatmak için hâdiseyi bize
nakleden Îskenderî’ye:
“Onun bereketi
bu güne kadar ulaştı. O gün bugündür onun kazancından sadaka için bir hisse
ayırdım. Hâla onu infak ediyorum.” demiştir.684
14-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî, mürîdleri ile birlikte gittiği hacc seferlerinin birisinde, Mescid-i
Nebevî de Hz. Peygamber (s.a.)’e salât ve selâm ile meşgul olurken, dervişlerin
yeme-içme işine bakan Ebû Muhammed Abdulazîz ez-Zeytûnî çıkagelir. “Efendim,
devemiz öldü. Taşıdığı yükler de yerde kaldı. Yanımda da -altın ve gümüşü
kasdederek- ne beyaz, ne de san hiç birisi yok.” der. Şâzilî ona oturmasını
emreder. Ebû Muhammed de onun yanına oturur. Şâzilî ise evrâd ve ezkârma de-
vâm eder. Zaman ilerledikçe çevresinde toplanan insanlann sayısı artar.
Sıcaktan boynu kızarmaya başlayınca hırkasını başına çeker ve bir müddet o
şekilde kalır. Sonra Ebû Muhammed’in kendisine yaklaşmasını ister. Yaklaşınca
da:
“Elini cebime
sok, içinde ne varsa al.” buyurur. Ebû Muhammed de elini şeyhin cebine sokar
ve bir avuç dolusu altın çıkarır. Bunun üzerine Şâzilî yanındakilere:
“O altına iyi
bakınız. Onu hiçbir darbhaneci basmadı. Sadece bana cebindekile- ri al denildi.
Bu altınlar onun eseridir.” açıklamasını yapar. Ebû Muhammede de, paranın
dervişlerin yeme-içmesinden artan kısmına ihtiyacı olan deveyi satın almaşım
söyler.[1269]
15-
Velî
zâtların Hızır ile ilgili menkabeleri meşhurdur. Daha önce Şâzilî’nin yetişme
çağında Tunus’da iken Hızır ile karşılaştığını ve onun yardımına mazhar
olduğunu anlatmıştık. Şâzilî-Hızır görüşmesi Mısır’da da devam etmiştir. Çünkü
Ebu’l-Hasan Şâzilî, Ayzâb sahrâsmda Hızır ile karşılaştığım ve bu sırada
Hızır’ın kendisine şu sevindirici haberi verdiğini söyler:
“-Ey Ebu’l-Hasan,
Allah cemîl lütfunu sana dost kılmıştır. Seferde olsan da, hazarda olsan da o
seninle beraberdir.”[1270]
16-
Şâzilî’ye
bu müjdeli haberin Ayzâb sahrasında verilmesi gayet mânidardır. Çünkü Şâzilî
hacca giderken Ayzâb sahrası üzerinden Kızıldeniz sahiline gelir, oradan da
tekne ile Hicaz’a geçerdi. O devirde deniz ulaşım araçları günümüzdeki gibi
gelişmiş olmadığı için, deniz yolculuğu büyük risk taşıyordu. Fırtınalı
havalarda tekneler batar, bir çok insan ölürdü. Beraberindekilerin hacca
gitmesini Şâzilî teşvik ettiği için onların sorumluluklarını da üzerinde
hissediyordu. Bu tip yolculuklarda tedirginliğinin giderilmesine ihtiyacı
vardı. Hızır’ın yukarıdaki sözü bu açıdan Şâzilî için önemlidir.
Nitekim Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin bu
yolculuklarda şâhit olduğu hadiselerden hüküm çıkardığını ve buna göre yola
devam edip etmeme kararı aldığını, Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin naklettiği şu
rivâyetten öğreniyoruz.
Şeyhim ile
birlikte Ayzâb sâhilindeki limanda idik. Tekne ile denize açılacaktık. Çok
şiddetli bir rüzgar vardı. Tekne yolcuları almak için limana yaklaşmış bekliyordu.
Herkes tereddüt içinde idi. Bu sırada şeyh hazretleri bana:
“Ey Ebu’l-Abbas, semâmn
açıldığını ve gökten iki meleğin indiğini gördüm. Bunlar Hızır ile Hz.
Mûsâ’yı kıyaslıyorlardı. Birisi, Mûsâ Hızırdan daha bilgiliydi derken; diğeri,
Hızır’ın Mûsâ’dan daha bilgili olduğunu savunuyordu. Bu sırada gökten bir melek
daha indi. O da, Hızır’ın Mûsâ ile kıyaslanan ilmi, “Senin bilmediğin bir
şeyi öğrendim.”[1271] dediği zaman Hüdhüd ile Süleyman’ın ilmi nasılsa ona
benzer, diyerek tartışmayı bitirdi. Ey Ebu’l-Abbas, ben bundan, Allah’ın bize
selâmetle yolculuk yaptıracağını anladım. Zîrâ deniz Mûsâ’nın emrine verilmiş
ve ona musahhar kılınmıştı.” dedi. Bundan sonra tekneye bindik ve rüzgar
kesildi. Sağ- sâlim yolculuğumuzu tamamladık.[1272]
17-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin deniz yolculuğunda dalga ile karşılaşılınca okunması tavsiye ettiği
etkili bir duâsının bulunması da[1273] o devirde deniz yolculuğunun
zorluğunu göstermektedir. Mursî’nin belirttiğine göre bu konudaki duâlardan sonuncusu,
şeyhin vefat ettiği sene beraber çıktıkları son hacc seferi sırasında rüyâ yolu
ile tertip edilmiştir. Şöyle ki:
Hacc kafilesi Ahmîm denilen
mevkiye gelince burada konaklar. Şâzilî, sabah olunca müridi Mursî’ye gece
gördüğü rüyâyı anlatır. Rüyâsmda, Şâzilî bir kayıkla denizde giderken muhtelif
yönlerden esen bir fırtına çıkar. Büyük dalgalar oluşur. Farklı yönlerden dalga
çarpan kayık parçalanmak üzeredir. Batmaya saniyeler kalmışken kayığın
kenarına kadar gelir ve denize hitâben:
“Ey deniz! Eğer
beni dinleyip ve itaat etmekle emrolundun ise, minnet ve şükrüm herşeyi bilen
ve işiten Allah’adır. Şâyet bunun aksi ile me’mur kılındı isen, hüküm yine
herşeyden üstün olan hikmet sahibi yüce Allah’a âittir.” der. Deniz Şâzilî’nin
bu hitâbını işitmiş gibi, “İtaate me’mur edildim” cevâbını verir.
Şâzilî rüyâsını anlatmayı
bitirdikten sonra Mursî’den, başlarına böyle bir şey gelirse yukarıdaki
sözlerle duâ etmesini ister. Kâfıle Hicaz’a giden gemilerin kalktığı yöne
doğru kara yolculuğunu sürdürür. Humeysira’ya geldiklerinde Ebu’l- Hasan Şâzilî
vefat eder. Mursî ve arkadaşları şeyhi defnettikten sonra karşıya geçmek için
tekneye binerler. Yolun yansına geldiklerinde dalgalar kabarmaya başlar, bunu
şiddetli bir fırtına takip eder. Mursî, şeyhinin tavsiyesini hatırlar. Onun
yaptığı gibi teknenin kenarına kadar gelir. Şâzilî’nin sözüne, “Şeyhim
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin bana öğrettiği gibi” ilâvesini yaparak “Ey deniz,
evliyaullahı dinleyip...” diye denize hitâp eder. Biraz sonra deniz sakinleşir
ve sağ-sâlim hac seferini tamamlarlar.[1274]
18-
Ebu’l-Abbas
el-Mursî’nin anlattığına göre hacc seferlerinden birinde Medine’de iken bir
arkadaşı ile şehrin dışında bulunan Hz. Hamza’nın kabrini ziyârete giderler.
Oraya vardıklarında kabrin bulunduğu türbenin kapsının kapalı olduğunu
görürler. Rasûlülah’ın rûhâniyetinden isfimdâd edince onun bereketi ile kapı
açılır. İçeriye girdiklerinde kabrin başucunda bir adamın duâ ettiğini
görürler. Mursî arkadaşına:
“Bu kişi
erenlerdendir ve bu zamanda duâ müstecâbdır.” der. Arkadaşı Cenâb-ı Hakk’tan
kendisine günlük bir dînar vermesini ister. Mursî de:
“Allah’ım bana
dünyâ ve âhiret azâbından âfiyet ver.” diye duâ eder. Şehre doğru dönerlerken
yolda karşılaştıkları birisi Mursî’nin arkadaşına bir dirhem verir. Berâberce,
Hz. Hamza’yı ziyârete gittiklerinden haberdar etmedikleri Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin yamna uğrarlar. Daha içeri girer girmez Şâzilî, Mursî’nin arkadaşına
şunları söyler:
“Ey himmeti
düşük olan kişi, duânın kabul olacağı bir saat buldun da onu bir dînara
harcadın. Niçin Ebu’l-Abbas gibi davranmadın? O, Hakk Teâlâ’dan dünyâ ve âhiret
âfıyetini istedi ve duâsı kabul olundu.”[1275] diyerek adama yanlış duâ
tercihinde bulunduğunu söyler.
19-
Velî
zâtlar, Allah’ın izni dâhilinde gayba muttali olur ve istikbâle âid birtakım
haberler verebilirler. Nitekim Şâzilî ile ilgili anlatacağımız şu kerâmetler de
bunu göstermektedir:
Ebu’l-Hasan Şâzilî a’mâ olduğu
sene (646/1248) müridi Mursî’ye:
“Benim ashâbım
zamânımızm faziletli insanlarıdır. Sen de ashâbımın en efdalisin.” iltifatında
bulunduktan sonra:
“Kaç yaşındasın?” diye sorar.
Mursî de:
“Otuz yaşındayım.” cevâbını
verir. Şâzilî ona:
“On sene sonra benim arkamdan
sıddîkiyyet makamına varis olacaksın.” haberini verir.[1276] Şâzilî’nin
verdiği bu haber gerçek çıkar.[1277] 656/1258 yılında Şâzilî vefat
eder. Yerine ser-halîfe olarak Ebu’l-Abbas el-Mursî geçer.[1278]
20-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî hazretleri bir sohbet esnâsında yanında bulunanlara: “Mısır’da Hanefi
mezhebine mensûb, Muhammed Haşan el-Hanefî adında birisi ortaya çıkacak. Bizim
yolumuzda yürüyerek bu evin fatihi olacak. Büyük bir şöhrete ve şâna ulaşacak.
Kırmızıya yakın beyaz bir benizi ve sağ yanağında bir beni bulunacak. Gözünün
beyazı çok beyaz, siyahı da tam siyah olacak. Yetîm ve fakir yetişecek. Benden
sonra beşinci sırada halîfeliğimi temsil edecek.”[1279] der.
Gerçekten de
Şâzilî’nin verdiği bu haber tahakkuk etmiştir. Muhammed b. Haşan el-Hanefî
isminde bir zât 775/1373 yılında dünyaya gelmiş, Şemsüddîn ünvânı ile meşhûr
olmuş ve 847/1443 yılında vefat etmiştir.[1280] Şâziliyye Tarikatındaki hilâfetini
Şeyh Nâsıruddîn b. Maylak’tan (731-797/1330-1395),[1281] o dedesi
Şihâbüddîn Maylak’tan,[1282] o Yâkut
el-Arşî’den, o Mursî’den, o da Ebu’l-Hasan Şâzilî’den almıştır.[1283]
21-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin yaşadığı çağdaki haberleşme imkânı ve tıp biliminin seviyesi göz önünde
tutulursa, kendi çocuğunun cinsiyetini bilmesi, onun gaybı keşfettiğini
gösteren delillerden birisidir.
Şâzilî’nin kızı
Arîfetulhayr’ın anlattığına göre, annesi ona hâmile iken babası Kahire’ye
gitmiş. Arîfetülhayr İskenderiye’de dünyaya geldiği sırada babası hâlâ
Kahire’de bulunuyormuş. Şâzilî buradan hanımına bir mektup göndermiş. Mektubunda:
“Halvette
Allah’a müteveccih iken kız çocuğu dünyaya getirdiğin kalbime doğdu. İsmini
Arîfetülhayr koymanı istiyorum.” diye yazmış. İskenderiye’ye döndüğünde hanımına,
hemen kızını sormuş ve kucağına alarak:
“Ey kendisi ile
teveccüh hali bilinen kızım, hoş geldin.” diyerek sevmiş.[1284]
22-
Mâzî
b. Sulltan’ın naklettiğine göre Şâzilî son haccına niyetlendiğinde, Mâzî’nin
hanımı hâmile imiş. Kadın kocasının hacca gideceğini duyunca:
“Doğum
yakınken beni bırakıp sefere mi çıkıyorsun?” diyerek ağlamaya başlamış. Mâzî
durumdan şeyhi Şâzilî’yi haberdâr edince, o da kadını iknâ etmek için yanına
çağırmış. Kocası ile birlikte şeyhin huzûruna geldiklerinde Şâzilî kadına:
“Ey Ümmü
Abdüddâim, Mâzî’yi benimle sefere çıkması için bana bırak. Ben de sana
Allah’dan hayırlı bir erkek çocuğu dileyeyim ki, ismini Abdüddâim koyasın.”
der.
Kadın bu pazarlığı kabul eder ve
eşini şeyhi ile sefere çıkma konusunda serberst bırakır. Mâzî haccda iken
hanımı bir oğlan dünyaya getirir ve ismini Abdüddâim koyar.”[1285]
23-
Şâzilî’nin
istikbâle dâir verdiği gaybî haberlerden birisi de ölümü ile ilgilidir.
Ebu’l-Hasan
Şâzilî 656/1258 yılında haccetmeye niyetlendiği zaman, “Bu sene yaptığım hacc,
benim son haccımdır.” der.[1286]
Ayrıca yola
çıkmadan evvel, Mâzî b. Sultân’a yanına kazma ve kürek almasını emreder.
Kendisine bu isteğinin sebebi sorulunca:
“İçimizden
birisi ölürse onun kabrini kazma ile kazar, kürek ile örteriz.” cevâbını
verir.[1287]
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin oğlu
Şerefuddînnin anlattığına göre, babası, son hacc seferine niyetlendiğinde
beraber yola çıkmak için bütün âile fertlerinin de hazırlanmasını ister. Bu
sırada Şâzilî’nin evinde oğluyla birlikte kalan ve ev işlerine yardımcı olan
kocası ölmüş bir kadın vardı. Bu kadımn oğlu, aynı zamanda Şâzilî’den ilim
tahsil ediyordu. Annesi kabul etmemesine rağmen o da hocası ile birlikte hacca
gitmek isteyince, Şâzilî âile fertlerine onu da aralarına almalarını söyledi.
Oğlunu iknâ edemeyen anne Şâzilî’ye gelerek:
“Efendim,
gözünüz oğlumun üzerinde olsun.” diye ricâda bulunur. Şâzilî de kadına:
“-İnşaallah Humeysira’ya kadar
gözümüz üstünde olacak.” cevâbını verir.
Yola çıktıklarında çölde Şâzilî
ile bu genç hastalanır. Humeysira’ya bir konaklama mesâfesi varken genç ölür.
Bazıları onu öldüğü yerde defnetmeyi düşünmüş iseler de Şâzilî:
“Humeysira’ya
kadar taşıyın.” buyurur. Humeysiraya geldiklerinde cenâzesini yıkarlar, Şâzilî
de namazını kıldırır ve buraya defnederler. Kaynakların belirttiğine göre
Humeysira’ya defnedilen ilk kişi bu genç olmuştur. Daha henüz buradan ayrılmadan
aynı günün gecesi de Ebu’l-Hasan Şâzilî vefat eder. Bu gencin şeyh tarafından
buraya defnedilmesini bir işaret sayarak Şâzilî’yi de ayrı yere defnederler.[1288]
24-
Kaynaklarda
anlatıldığına göre Şâzilî, vefat etmeden evvel Humeysira’daki kuyudan bir kap
su getirilmesini ister. Yanındakiler: ‘"Efendim buramn suyu tuzlu, halbuki
bizim yanımızda tatlı su var.” dedilerse de:
“Siz bana buramn
suyundan getirin. Çünkü muradım sizin zannettiğiniz gibi değil.” der. Bir kap
su getirilir. Şâzilî o su ile abdest alır. Abdestte kullanılan suyu toprağa
serper. Kapta kalan sudan da bir yudum alır ve ağzında mazmaza yaptıktan sonra
kabın içine püskürterek:
“Kabdaki suyu
kuyuya geri boşaltın.” der. Su kuyuya boşaltılınca bir kerâmet eseri olarak
kuyunun suyu tatlamr ve çoğalır.[1289]
25-
İbn
Sabbâğ’ın naklettiğine göre, Şâzilî Mısır’a yerleştikten sonra bir gün:
“Yâ Rabbî, beni bilâd-ı kıbt’ta
iskân buyurdun. Bilâhare etim etlerine, kemiğim kemiklerine karışması için
onların arasına mı defnolunacağım.” diye niyazda bulununca, kendisine:
“Yâ Ali, bilakis
üzerinde aslâ isyân vukû’ bulmamış bir yerde defnoluna- caksın.” cevâbı
verilir.[1290]
26-
Ebu’l-Hasan
Şâzilî’nin öldükten soma da tasarruflarının devam ettiğine dâir, 715/1315
yılında İskenderiye kâdı’l-kudâdhğı yapan İmâdüddin’in anlattığı şu hâdise
dikkat çekicidir:
-İskenderiye’de nefsî arzularına
düşkünlüğü ile meşhur bir kadın vardı. Öldüğü zaman onu rüyâmda güzel bir halde
gördüm. Hangi iyiliğinden dolayı Allah’ın kendisini bu güzel hâle mazhar
ettiğini sorulunca, kadın:
“Ben bir şey yapmadım. Bu gün
Ebu’l-Hasan Şâzilî vefat etti ve Humeysira’ya defnolundu. Bu gün mağrib ve
meşrıkta defnolunan bütün Müslümanlar bağışlandı. Şâzilî’nin bir ikrâmı ve
yüceliği olarak bana da merhamet edildi.” cevabını verdi.
İmâdüddîn
sözünün devamında: “Biz Şâzilî’nin vefat ettiğini bilmiyorduk. Daha soma
Şâzilî’nin vefatını öğrenince, kadımn rüyâda verdiği haberin, tarihi ile birlikte
doğru olduğunu gördük.”[1291] der.
Söz konusu mektubun metnini, îbn Sabbâğ,
az sonra hakkında bilgi vereceğimiz Dürretü ’l- esrâr ve tuhfetii ’l-ebrâr
isimli eserine almıştır.
Aslen Tunuslu
olan Ebu’l-Azâim Mâzî b. Sultan, Şâzilî’nin hizmetçisi idi. Şâzilî ile
birlikteliği Mursî’nin birlikteliğinden daha fazladır. Ayrıca Şâzilî’nin
hizmetçi olması hasebiyle başkalarının vâkıf olamayacağı bir çok husûsa vâkıf
olması muhtemeldir. Şâzilî’ye Tunus’da ilk intisâb edenlerden birisi olup yine
onunla birlikte Mısır’a hicret etmiştir. Şâzilî’nin vefatından sonra da tekrar
Tunus’a dönmüştür. 120 yıla varan uzun ve bereketli bir ömür sürdüğü
kaydedilir, bk. Mahlûf Muhammed b. Muhammed, Şeceratü ’n-nûru ’z-Zelayye fi
tabakati ’l-Mâlikiyye, 1/205, Dârü’l-Fikr, trs.
Biz Ali b.
Ömer el-Kuraşî’nin hayâtının anlatıldığı bu kitaba ulaşamadık. Ali b. Ömer,
Şâziliyye tarikatının önemli şahsiyetlerinden birisidir. Şâziliyye’nin
yayılışında ve kahvenin Yemen’e ilk girişinde etkin rol oynamıştır, bk.
Şâziliyye Tarikatının Yayılışı blm.
’
Tercümenin üzerinde mütercimin ismi kayıtlı değildir. Ancak Cemâleddin Server
Revnakoğlu, Şeyh Muhammed Zâfir’in bu eserini, Adliye Nâzır’ı Abdurrahman Paşa
zamanında Adliye Müfettişliği görevinde bulunan Yusuf Şetvân Bey’in tercüme
ettiğini belirtir. Ayrıca Yusuf Şetvân Bey’in İlmî bir çevreden geldiğim ve
babasının Fâtih haznesinde yatan meşhur muhaddis Ahmed Şetvân Efendi olduğunu
söyler (bk. Renakoğlu Cemâleddin, İ.D.E.M., Arşiv, 76/2-9). Hüseyin Vassâf ise,
Yusuf Şetvân Bey’in Meclis-i Mebbûsân’da Bingâzi milletvekilliği yaptığını, o
zamanki Osmanh Hükümeti’nin isteği ve Sultan Reşad’m onayı ile Seyyid Ahmed
Senûsî’yi İstanbul’a getirdiğini kaydeder (bk Vassâf, a.g.e.,1/266).
[12] Bağdâdî, îzâhu
'l-Meknûn, 11/51; Bağdâdî İsmâil, Hediyyetü 'l-ârifin, 11/225,
Beyrut, 1982.
[13] Kehhâle Ömer
Rıza, Mu ’cemil ’l-müellifin, XII/215, Beyrut, trs.
[14] Rumeylî hakkında
daha geniş bilgi için bk Bağdâdî, Hediyye, 1/765; Kehhâle, a.g.e.,
VH/175; Ziriklî, a.g.e., IV/323; Demîka Muhammed Ahmed, et-Tarikatü’ş-Şâziliyye
ve a’lâmuhâ, 140, Lübnan, 1410/1990.
[15] Eser ve müellifi hakkında daha geniş bilgi
için bk. Süleymâniye Ktp., Düğümlü Baba, no: 494; Kehhâle, a.g.e.,
n/114.
[16] Abdullah Eyyûbî,
Eyüp semti sakinleri arasında “Molla Efendi” diye tanınır. Reîsü’l-kurrâ ve
eser te’lîf eden âlim bir zâtta. Eserlerinden “Muharrem” isimli izhar
şerhine ülemâ büyük i’tibar göstermiştir. Daha geniş bilgi için bk Tâhir O.M,
1/274, Revnakoğlu, İ.D.E.M 30/5.
[17] Revnakoğlu,
İ.D.E.M. 30/3.
[18] Eser ve müellifi
hakkında daha geniş bilgi için bk. Ziriklî, a.g.e., 11/221.
[19] Mackeen, A.M.
Mohammed, The Rise of al-Shadhili, Journal of the American Orient Sociely, 91/884,
1971; İan Dallas, Gariplerin Kitabı, trc., İsmet Özel, 57-58, İstanbul
1997.
[20] Mısır ve
Beyrut’ta iki cilt hâlinde bir kaç kez basılan bu eser, Türkçe’ye de tercüme
edilmiştir (İstanbul, 1998). Biz çalışmalarımızda Beyrut’ta
DâruT-kütübü’l-ilmiyye tarafından 1996’da yapılan baskıyı kullandık.
[21] et-Tenvîr’i
Şâziliyye literatüründeki öneminden dolayı Ahmed b. Mûsa Arûsî (ö. 1208/1793), Şerhu
’t-tenvîr adı ile nazmen şerhetmiştir (bk. Ziriklî, a.g.e., 1/262).
[22] Bu baskının 313 sayfalık bir hacme sahip
olması, kitabın boyutlarının küçük olmasından kaynaklanır.
[23] Abdükâdir Akçiçeğin bu tercümesi harfi bir
terüme olmayıp, daha çok mefhum ma’nâsı İtibari ile yapılmış bir tercümedir.
[24] İskender! Abn
Atâullah, Miftâhu ’l-felâh, trc., Abdülkadir Akçiçek, 226, İstanbul
1988.
[25] Ziriklî, a.g.e.,
1/222.
[26] İskender!, Miftâhu
’l-felâh, 224.
[27] Zerrûk Ahmed, Şerhu
’l-Hikem, nşr., Abdulhalim Mahmûd, 21, Kahire, 1985.
[28] Şeyh Zerrûk’un
EAâ/’ünü eserme aynen iktibâs edenlerden birisi İbn lyâd eş-Şâfîî’dir. Bunun
için bk. İbn lyâd Ahmed b. Muhammed eş-Şâfiî, el-Mefâhiru ’l-aliyye fi
’l-meâsiri ’ş-Şâziliyye, 117-119, Mısır 1993.
[29] Usûl'e şerh yazanlardan birisi Muhammed b. Ali el-Harrûbî
et-Trablusî’dir (ö. 963 veya 965/1556 veya 1557). Yazdığı şerhin ismi, ed-Dürratü
ş-şerîfe fi ’l-kelâm alâ usûli ’t-tarîka’dır.
bk. Demika, a.g.e., 155; Yiğit İsmail, Endülüs ve
Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İslâm Tarihi
Serisi,
IK/463, İstanbul 1995. Diğer bir usûl Şârihi ise Şeyh Ebu’l-Mehâsin Muhammed b.
Halil Kavukcî’dir (ö. 1305/1887). Şerbi’nin adı, Kavâidü’t-tahkîk fi usûlü
ehli't-tarik'din (bk Demîka, a.g.e., 159).
Usûlü tarîkati ’ş-Şâziliyye'mn Türkçe tercümesi için bk. Kara Mustafa, Şâziliyye
Tarikatının Esasları, Yönelişler, 21/32-37, İstanbul 1983.
el-Ümmehât’m. metni
için bk İbn lyâd, a.g.e., 119-126.
[32] Kehhâle, a.g.e.,
X/131; Ziriklî, VII/160.
[33] Bağdâdî, îzâhu
’l-meknûn, 1/590.
[34] Ziriklî, a.g.e.,
n/41.
[35] Dımaşk Zahiriyye
Ktp., no: 8223. Eserde Şâziliyye âdabının manzum olarak verildiği belirtilir,
bk Bağdâdî, îzâhu ’l-meknûn, 1/383.
[36] Dımaşk Zahiriyye
Ktp., no: 8458.
[37] Kehhâle a.g.e.,
VH/122.
[38] Ziriklî, a.g.e.,
n/70; Kehhâle, a.g.e„m/73.
[39] Kehhâle, a.g.e.,
V/284; Ziriklî, a.g.e., IV/39.
Bu eser
hakkında Yâkup Çiçek, Harîrîzâde ’nin Hayâtı eserleri ve Tibyânü vesâil
(İstanbul, 1982) ismiyle bir doktora çalışması yapmışta.
Yazar bu eserde dört kutup olarak Abdüikadir Geyiânî,
Abdüsselâm b. Meşîş, Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî’yi
ele alıp incelemiştir, bk. Kehhâle, a.g.e., V/225.
[42] Dakdukcu’ya
İzâfe edilen bu eser, tabaka! kitaplarında Terâcimu ricâli ’s-silsileti
’ş-Şâziliyye ismi ile kaydedilmiştir, (bk. Bağdâdî, Hediyye, H/315, Kehhâle,
a.g.e., VÜI/214). Ancak Zâhiriyye kütüphanesi 4762 numarada
Tabakatü’ş-Şâziliyye ismi ile Dakdukcu’ya izâfe edilen bir eser bulunmaktadır.
Muhtemelen bu eser, tabakat kitaplarında bahsedilen eser olsa gerektir.
[43] Kehhâle, a.g.e., VVm-T&l.
[44] Kehhâle, a.g.e., III/228.
[45] Bağdâdî, Hediyye, 1/299; Kehhâle, a.g.e.,
III/264.
[46] Tâhir, O .M.,
1/156; Çiçek Yâkup, a.g.e., 70; Bağdâdî, Hediyye, n/381.
[47] Kehhâle, a.g.e., XII/181.
[48] Kara Mustafa, a.g.m.,
26.
[50] Mağrib’den maksat, genel olarak bugünkü
Fas, Tunus ve Cezayir topraklarının mecmûudur.
Ancak özel olarak Fas kasdedilir.
Tunus’a İftikiyye, Cezâyir ve Tlemsen’e Mağrib-i Evsat denir.
Bu açıdan Fas ve daha batısına ise
Mağrib-i Aksâ denmiştir, bk. Haşan H. İbrahim, İslâm Târihi (İ.T.), trc. İsmail
Yiğit, in/38,V/148, İstanbul 1992; Yiğit İsmail, Endülüs Benî Ahmer Devleti
ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İslâm Târihi (İ.T.), IX/20, 283-284, 351,
İstanbul 1995.
[51] Ünlü Nuri, İslâm
Târihi, 103, İstanbul 1984.
[52] Daha fazla bilgi
için bk Nesebi blm.
[53] Haşan H.
İbrahim, a.g.e., III/35
[54] ae.,IV/95.
[55] a.e., IV/115-116; Ünlü Nuri, a.g.e., 143.
[56] Koparan K. Yaşar, Tolunoğulları ve
Îhşidîler, Büyük İslâm Târihi Serisi, VI/55 vd., 199 vd., İstanbul 1992.
[57] Haşan H.
İbrahim, a.g.e., TV177-92.
[58] a. e., IV/75, Ünlü Nuri, a.g. e., 117.
[59] Ünlü Nuri, a.g.e., 117.
[60] Yiğit, Benî Ahmer ve Kuzey Afrika İslâm
Devletleri, İ.T., IX/ 25; Haşan H. İbrahim, ag.e., V/274.
[61] Ünlü Nuri, a.g.e.,
118.
[62] Haşan H.
İbrahim, a.g.e.,V/280.
[63] Yiğit, Benî
Ahmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 39.
[64] a.e., IX/74.
[65] Haşan H.
İbrahim, a.g.e., V/265 v.d
[66] a.e., VI/156.
[67] a.e., VI/154-156, V/356-360.
[68] a.e., V/267.
[69] a.e., V/271.
[70] a.e., V/279-280.
[71] a.e., V/281.
[72] Yiğit, Benî
Ahmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 285.
[73] Ali Salim Ammâr,
Ebu ’l-Hasan Şâzilî, 37, Mısır; 1951.
[74] Daha geniş bilgi
için çalışmamızın Şâzile Hayatı ve Tunus Hayatı bölümüne bk.
[75] Neccâr Amir, et-Turuku
’s-Sûfiyye jî-Mısr, 128, Kahire 1992.
[76] Yiğit, Benî
Ahmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 284-287.
[77] Ali Sâlim, a.g.
e., 37. Daha geniş bilgi için bk Çalışmamızın Mısır'a Yerleşmesi blm
[78] Haşan H. İbrahim, a.g.e., V/393;
Şeşen Ramazan, Eyyûbîler, Büyük İslâm Tarihi (B.Î.T.), VI/321.
[79] Haşan H.
İbrahim, <zg.e.,V/237, 376; Şeşen, Eyyûbîler, VI/338. Selahaddin Eyyûbi’nin
İslâm tarihindeki yeri hakkında daha geniş bilgi için bk Şeşen Ramazan, Selahaddin
Eyyûbî ve Devlet, İstanbul, 1987.
[80] Haşan H.
İbrahim, ag.e.,V/142-143; Şeşen, Eyyûbîler, B.İ.T., VI/389 vd.
[81] İskenderî İbn
Atâullah, Letâifîi’l-minen, Nşr. Abdulhalim Mahmûd, 76, Kahire, 1992;
Abdulhalîm Mahmûd, Ebu ’l-Hasan Şâzilî fi-ma ’rakati ’l-Mansûra, Mecelletü
’l-Ezher, c.32, S. 5/472-475.
[82] Suyûtî
Celâleddin, Hüsnü ’l-muhâdara, 11/57, Lübnan, 1997.
[83] Şeşen, Eyyûbîler,
B.İ.T., VI/391.
[84] Yiğit, Memlûkler,
İ.T., VÜ/24-25.
[85] a.e., VH/27.
[86] Haşan H.
İbrahim, a.g.e., V/166.
[87] a.e., V/377-378.
[88] n.e.,V/374.
[89] Alptekin Coşkun,
Türkiye Selçukluları, B.İ.T., VIH/303-304.
[90] Ünlü Nuri, a.g.e.,
190-192.
[91] Haşan H.
İbrahim,a.g.e., V/167
[92] Yılmaz H. Kamil,
Sühreverdî Hayatı ve Eserleri, Avârif Tercümesi, X, İstanbul 1989.
[93] Zâfir Muhammed, el-Envâru ’l-kudsiyye
fi-tenzîhi turukı ’l-kavmi ’l-aliyye, 45, Matbaa-i Behiyyetü’l-Osmâniyye,
1302; Ali Sâlim, a.g.e.,77-78.
[94] Ünlü Nuri, a.g.e.,
139.
Abbâsiler hakkında daha
geniş bilgi için bk. Philip Hitti, İslâm Tarihi, trc. Salih Tuğ,
ü-III.c., İstanbul 1980.
Nitekim Celâleddîn
Hareznışah, Moğol tehlikesini çok iyi bilmesine rağmen; Alaeddîn Keyku- bat’ın
Moğollara karşı işbirliği teklifini reddetmiş ve Anadolu Selçuklu Devletiyle
Eyyûbîler’e karşı savaş açmıştır, bk. Aksarâyî Mahmûd, Müsâmeretü ’l-ahbâr,
nşr. Osman Turan,129-130, Ankara 1944; Alptekin Coşkun, a.g.e., B.İ.T.,
VIII/290-291; Ünlü Nuri, a.g.e., 139.
[100] Yılmaz H. Kâmil, Anahatlanyla
Tasavvuf ve Tarikatlar, 135, İstanbul 1994.
[101] Yiğit, Benî
Ahmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 355-356; A. Bel, Ebû
Medyen, İ.A., IV/37.
[102] Cebecioğlu Ethem, Hacı
Bayram Velî ve Tasavvuf Anlayışı, 32, Ankara 1994; Yılmaz H. Kâ- mfr
Azîz Mahmûd Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikati, 14, İstanbul 1982.
[103] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
VI/89.
[104] Câmî Abdurrahman,
Nefahâtü'l-Üns, trc., Lâmiî Çelebi, Nşr. S.Uludağ - M.Kara, 414-416,
İstanbul 1995.
loş
Abdülkadir Geylânî hakkında daha fazla bilgi
için bk. Gürer Dilâver, Abdülkadir Geylânî ve Kadiriyye ’nin kollan,
Basılmamış Doktora tezi, İstanbul, 1997.
[106] Köprülü Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 60-75, Ankara 1981;.Eraydın Selçuk, Tasavvuf
ve Tarîkatler, 370-389, İstanbul 1990.
[107] Câmî, a.g.e.,
523; KöprülüFuad, a.g.e., 67-68.
[108] Üveysîlik, Hz.
Peygamber’in kendisini göremeyen Veysel Karânî’yi gıyâbında mânen terbiye
etmesinden hareketle tasavvufa girmiş bir terimdir. Zâhirde şeyhi olmadan daha
önce yaşamış ve ölmüş bir velînin rûhaniyeti tarafından terbiye edilmeye denir.
Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 503-504, İstanbul, 1991.
[109] Köprülü, a.g.e.,
110; Eraydın, a.g.e, 430.
[110] Rifaî Kenân, Ahmed
er - Rifâî, Matbaa-i Âmire, 116, İstanbul. 1340; Abdulhalîm Mahmûd, Kadıyyetü
’t Tasavvuf el-Medrasetü ’ş-Şâzilîyye, 19, Kahire 1988.
[111] Taftazânî
Ebu’l-Vefa, et-Turuku ’s-Sûfiyye fi-Mısr, 23, Mısır 1992.
[112] Tahralı Mustafa, Ahmed
er-Rifâî, D.İ.A. 117127-130;.Eraydın Selçuk, a.g.e., 529 - 546;
Ayrıca daha geniş bilgi için bk., Rifâî Ken’ân, a.g.e.
[113] Kılıç M Erol, “Ekberiyye”,
D.İ. A, N/544-545.
[114] Keklik Nihat, Muhyiddîn
İbn Arabî el - Fütûhâtü ’l - Melddyye, XVH - XXIX, Ankara 1990.
[115] O devirde
şeyhlerin elçi olarak görevlendirilmesine sıkça taslanır. Yılmaz H. Kâmil, Sühreverdî’nin
Hayatı ve Eserleri, Avârif Tercümesi, XVII.
[116] el-İskenderî, Letmf,
88; Konevî’nin Mısır'a gidiş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte
muhtemelen 642-645/1244-1247 yıllan arasındaki bir zaman diliminde
gerçekleşmiştir. Çünkü şeyhi İbn Arabi’nin 638/1240 da vefatıyla onun firâkına
dayanamayıp Şam’a gitmiştir. 640/1242 yılında da Haleb’e giden Konevî, oradan
hacc için Hicaz’a geçti. Mısır’a gidişi ise bu tarihlerden sonradır, bk. Yılmaz
H. Kâmil, Tasavvuf! Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Kırk Hadîs Şerhi, 112,
İstanbul 1990.
[117] Yılmaz H. Kâmil, Tasavvuft
Hadis şerhleri ve Konevî ’nin Kırk Hadis Şerhi, 112.
[118] Güven M. Sâlim, Çeşitli
Yönleriyle Aziz Mahmûd Hüdâyi ’nin Mektubları, 205-208, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul 1992.
[119] İskenderî, Letâif&K
[120] Câmî, a.g.e.,
634-639; Kabaklı Ahmed, Mevlânâ, 10 - 60, İstanbul 1991; Can Şefik, Mevlânâ,
46-50, 373- 386, İstanbul, 1995.
[121] Câmî, a.g.e.
590-595, İstanbul, 1995.
[122] Bennigsen
Alexandra, Le Soufi etle Commisaire, trc. Osman Türer, 86-87, Ankara,
1988.
[123] Attar Feridüddin,
Tezlaratü ’l-Evliyâ, trc., Süleyman Uludağ, 12, İstanbul, 1985.
[124] Daha geniş bilgi
için bk., Kara Mustafa, Tasavvufi Hayat Necmeddin Kübrâ, İstanbul, 1980.
[125] Câmî, a.g.e.,
647-648.
[126] îbn Sabbâğ, Dürratü'l-esrâr
ve tuhfetü'l-ebrâr, Nşr. İbrahim er-Rifâî, 22, Dâru’r-Rifaî ve
Mektebetü’l-muhâcir, 1993; Zâfir, el-Envâr, 45; Ali Salim, a.g.e.,
77-78.
[127] Yılmaz H. Kâmil, Sührevedî’nin
Hayatı ve Eserleri, Avârif Tercümesi, XVIII.
[128] İskender!, Letâif
76.
[129] a.e., 79; Şa’rânî Abdülvahhab, Tabakâtü’l-Kübrâ, trc.
Abdulkadir Akçiçek, 11/969, İstanbul 1969.
[130] Abdulhalîm
Mahmûd, es-Seyyid AhmedBedevi, 49, Kahire 1993.
[131] Vassaf Hüseyin, Sefine-i
evliya, nşr., M. Akkuş - A Yılmaz, 1/233, İstanbul 1990; Kara Mustafa, “Bedeviyye",
D.İ.A, V/318.
[132] Aktâb-ı erbaa,
dört büyük kutba verilen ünvândır. Bu tabirden genellikle şu velîler
kasdedilir: Abdulkadir Geylânî, Ahmed Rifâî, Ahmed Bedevi ve İbrahim Desûkî.
Bazan dördüncü isim o- larak Ebu’l-Hasan Şâzüî kaydedilir. Tesbît edilen bu
isimler tarikatlara göre bazı değişikler arzeder. bk. Kara Mustafa, Tasavvuf
ve Tarikatlar Tarihi, 252, İstanbul 1990.
[133] Kara Mustafa, “Ahmed
el-Bedevî', D.İ.A 11/47-48; Yılmaz H. Kâmil, Tasvvuf ve Tarikatlar, 269-270.
[134] Şa’rânî, a.g.e.,
11/741,753; Demirci Mehmet, “Desûkiyye”, D.Î.A., 1X7212; Demirci Mehmet,
‘"Desûkî İbrahim b. Abdülazîz”, D.İ.A., 1X7212-213; Uzun Mustafa, “İbrahim
Desûkî", Allah Dostlan, VII/178; İstanbul, 1995.
[135] Keklik Nihat, a.g.e.,
477; Yiğit, BenîAhmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 355.
[136] Ebû Medyen’in Hikem
’i için bk. Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmûd Efendi, no: 2310/6.
[137] Ali Sâlim, a.g.e.,
46, 50; Neccâr, a.g.e., 124.
[138] Harîrîzâde Kemâleddîn, Tîbyânü
Vesâil, Süleymâniye Ktp., İbrahim Efendi, no: 430-432, II- 17120a.
[139] Ali Sâlim, a.g.e.,
60,
[140] Neccâr, a.g.e.,
125.
[141] Kuşeyrî, Risâle'smâe,
Zekkâk’ın Cüneyd (Ö.297/909) ile akran olduğunu belirtir, bk., Kuşeyrî
Abdülkerim, er-Risâle, trc. S. Uludağ, 145, İstanbul 1991.
[142] Taftâzânî, a.g.e.,21-23.
[143] Yılmaz H. Kâmil, Tasavvuf
ve tarikatlar, 142.
[144] Bayram Mikail, Ahî
Evren, 2, Ankara, 1995;.KestenFikret, Şeyh Ede Balı, 7-30, Bilecik,
trs.
[146] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
IV/271-272,VI/89; Yüce Abdülhakim. Râzî'rrin Tefsirinde Tasavvuf, 59-60,
İzmir,1996.
[147] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
VI/115-288.
[148] a.e., 11/239, 247.
[149] Şâzilî’nin nesebi
bölümüne bk.
[150] Haşan H. İbrahim,
a.g.e., ÜI/214-220.
[151] a.e.,VI/93.
[152] a.e., III/46,
219-220.
[153] a.e.,VI/96.
[154] a.e., VI/96-97
[155] a.e., V/377 vd.
[156] a.e., IV/271-272, VI/89,
154, 333 vd.
[157] a.e., VI/330.
[158] a.e., VI/94-95.
[159] Şehbenderzâde Filibeli Ahmed
Hilmi, Semsiler ve Sultan Abdülhamid, Nşr. İsmail Cömert, 19- 20,
İstanbul 1992.
[160] Bu sebebden olsa
gerek bir ara Mağrib’de yapılan zâviye sayısı câmi sayısını geçmiştir. Her
câminin yanında bir zâviye olduğu gibi, müstakil zâviyeler de vardı. Haşan
İbrahim, Merîni tarihçisi İbn Merzuk Tlemsânî (Ö.781/1379)’nin, “el-Müsnedü’s-Sahîh
el-Hasan” adındaki risalesinde Mağrib’deki zâviyelerin üstesini
verdiğini kaydeder, bk. Haşan H. İbrahim, a.g.e., VI/95.
[161] Yiğit, Benî Ahmer ve Kuzey
Afrika İslâm Devletleri, İ.T., IX/ 355; A. Bel, Ebû Medyen, İ.A, IV/37.
[162] Haşan H. İbrahim,
a.g.e.,VU315.
[163] Yiğit, Memlulder,
İ.T., VII/249-250.
[164] Neccâr, a.g.e., 127.
[165] Taftazânî, et-Turuk,
7.
[166] a.e., 26.
[167] Şeşen, Selahaddin
Eyyûbî ve Devlet, 634-367.
[168] Miquel Andre, L 'İslâm Et Sa
Cıvdısatıon, trc. İslâm ve Medeniyeti, Ahmet Fidan-Hasan Menteş, 260,
Ankara, 1991.
[169] Taftazânî, et-Turuk, 27.
[170] a. e. ,26.
[171] a.e.,27.
[172] İskender!, Letâif
76; en-Necâr, a.g. e., 131.
[173] Taftazânî, et-Turuk,
26-27.
[174] Andre Miquel’in bu
tahlili içinbk. MiqueL a.g.e., 230, 260-261, 269-270, 313, 356.
[175] Yılmaz H. Kâmil, Azız
Mahmûd Hüdâyî, 13.
[176] Miquel, a.g.e.,
260, 269 vd.: Yiğit, BenîAhmer ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T.,
IX/355.
[177] Ateş Süleyman, İslâm
Tasavvufa, 110, İstanbul 1992.
İskenderî, Letâif,
75; Zâfır, el-Envâr, 33; Ali Sâlim, a.g.e., 30. Şâzilî ünvanını
alış sebebi ileriki bölümlerde daha geniş anlatılacaktır.
İbn lyâd, el-Mefâhiru’l-Aliyye
fi-maâsiri'ş-Şâzilîyye, 10, Mısır, 1993; Zâfir, el-Envâr,35', Vassâf
Hüseyin, a.g.e., 1/247; Fâruk Ahmed Mustafa, el-Binâu’l - İçtimâi
li’t-Tarîkati’ş- Şâzilîyye fi-Mısr, 105, Mısır, 1980.
[185] Rifâî Ken’an, a.g.e.,
111.
[186] Mahlûf Muhammed b.
Muhammed, eş-Şeceratü 'n-nûru 'z-zekiyye fi-Tabakati ’l-Mâlikiyye, 1/187,
Daru’l-fikr, Kahire, trs. Ebu’l-Mehâsin Muhammed el-Kavukcî
(1224-1305/1810-1887), el-Bedru’l-münîr alâ-hızbi’ş-Şâzüîyyi’l-kebîr isimli
eserinde, Mahlûf un Şâzilî’nin doğum tarihi ile ilgili olarak kaydetmiş olduğu
571/1176 tarihini benimsemiştir, bk. AH Sâlim, a.g.e., 33.
[187] AH Sâlim, a.g.e.,
33; Abdülhahm, a.g.e., 18; Dernîka Muhammed Ahmed, et-Tarîkatü’ş-
Şâzilîyye ve A’lâmühâ, 14, Beyrut 1990.
[188] Câmî, Şâzilî’nin
vefat tarihini 654/1256 olarak verir, bk. Câmî, a.g.e., 784.
[189] İbn Sabbâğ a.g.e.,
223; Suyûtî Celâleddin, Hüsnü’l-muhâdara, 1/427,
Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1997; İbn Imâd el-HanbeH Abdülhay, Şezerâtü
’z-zeheb, V/278, Beyrut, 1994; İbn lyâd, a.g.e., 44; Şa’rânî, a.g.e.,
n/963; AH Sâlim, a.g.e., 108; Abdulhalîm, ag.e.41; Neccâr, ag.e.,124;
Dernîka, a.g.e., 21.
[190] Revnakoğlu Cemâleddin
Server, Arşiv, İstanbul Dîvân Edebiyyâtı Müzesi (İ.D.E.M.), Zarf No:30.
[191] İbn lyâd, a.g.
e., 44; Rifâî Ken’an, a.g. e., 111.
[192] İskenderî, Letâif
75; İbn Sabbâğ, a.g.e., 22; İbn lyâd, a.g.e., 9.
[193] Şa’rânî, a.g.e.,
11/963.
[194] İskenderî, Letâif,
75; İbn Sabbâğ a.g.e., İT, İbn lyâd, a.g.e., 9.
[195] İskender!, Letâif
75; İbn Sabbâğ, a.g.e., 22; Harîrîzâde, a.g.e., n/167 b;
Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn, Mecmûatü ’l-ahzâb, 493, İstanbul, 1311.
[196] İbn lyâd, a.g.e.,
9-10; Rifâî Ken’an, a.g.e., 111.
[197] Hocazâde Ahmed
Hilmi, Hadîkatü ’l-Evliyâ, Şâzilîyye Ricali, 5-6, İstanbul, 1318.
[198] İbn Batûta, Rıhle,
25, Beyrut, trs.
[199] Abdulhâlim, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 59.
[200] İbn lyâd, a.g.e.,
10.
[201] Ali Sâlim, a.g.e.,
31.
[202] Zâfir, el-Envâr,
34.
[203] a.e., 34-35.
[204] Haşan H. İbrahim,
a.g.e., 11/427-428.
[205] a.e., ü/427,445.
[206] Nebîz: Hurma veya
üzümden yapılan ve bekletilince sarhoşluk verici olan bir çeşit şarap, bk.
el-Mu’cemü’l-vasît, ilgili kelime; Arpadan da yapıldığı olur. Bozaya benzer,
bk. Develioğlu Ferîd, Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lügat, ilgili madde.
[207] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
IÜ/35.
[208] a.e., 11/446.
[209] a.e., IH/36.
[210] ae.,m/36.
[211] a.e., III/35, 38.
[212] a.e., TV/72', Ali Sâlim, a.g.e., 31-32.
[213] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
IV/115-116; Ünlü Nuri, a.g.e., 143.
[214] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
IV/109 vd.
[215] a.e., IV/73.
[216] a.e., IV/95, 100.
[217] a.e., IV/95-102.
[218] Ali Sâlim, a.g.e.,
30.
[219] Münâvî Abdurraûf,
el-Kevâkibü ’d-dürriyye, n/126, Kahire, trs.
[220] İbn Sabbâğ, a.g.e., 29; Neccâr, a.g.e., 127.
[221] İbn Sabbâğ, a.g.e., 29.
[222] Zâfir, el-Envâr,
35
[223] Haşan H. İbrahim, a.g.e., ni/37
[224] Hayâtı hakkında
bk Zehebî, Siyeru a ’lâmi ’n-nübelâ, IV/483-487, Beyrut, 1981-1985.
[225] Hayâtı hakkında
bk a. e., IH/245.
[226] Hz. Ali’nin
hayâtı hakkında bk et-Taberî, Târîhu ’l-ümem ve ’l-mülûk (Târihu ’t-Taberi),
VI/68- 73, Beyrut, 1987.
[227] Şa'rânî, a.g.e.,
11/962; Münâvî, a.g.e., 11/126.
[228] Sebte’yi 1415
yılında Portekizliler, 1580 yılında da İspanyollar işgal etti. Ancak
Müslümanlar tekrar geri almayı başardılar. Amerika’nın keşfinden sonra
İngiltere, keşfedilen yerlerdeki hâkimiyetini arttırmak ve İspanyolların yeni
kıtaya geçişini kısıtlamak için Ispanya'nın Endülüs bölgesindeki Cebel-i Tank
boğazına hâkim en uç noktayı işgal etti (1704). I. Dünya savaşırım başlayacağım
anlayan İspanya da bölgede etkili olabilmek için 1912 yılında Sebte’ye girdi.
II. Dünya savaşından sonra batılı ülkeler Kuzey Afrika’dan yerlerine
kendilerine bağlı yönetimler bırakarak çekilirken İspanya güneyindeki küçük
kara parçasını İngiltere’den geri istedi. Ancak İngiltere burayı geri vermedi.
Bunun üzerine İspanya da Fas'ın Sebte ve Meliya illerinden çıkmadı. Böylece
Sebte resmen İspanya sınırlarına katılmış oldu. Bk. Mevcut İspanya haritaları;
Ayrıca bk. Junta Educacion, Historia delEndülicia, 45-48, Madrid, 1985.
[229] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 10.
[230] Zâfir, el-Envâr,
35; Rifâî Ken’an a.g.e.,111.
[231] İskender!, Letâif
75.
[232] a e., 75;
Muhammed Zâfir de aynı kanaattedir. Zâfir, el-Envâr, 3 3.
[233] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23.
[234] Vassâf, a.g.e.,
U'IA'7, Ali Sâlim, a.g.e., 33; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
18; Demîka. a.g.e., 14; Faruk Ahmed, a.g.e., 105.
[235] Haşan Sundübî’ninEbu
’l-Abbas el-Mursî isimli eseri 1944’de Kahire’de basılmıştır.
[236] Ali Sâlim, a.g.e.,
33.
[237] Graham Terry, Abo
’l-Hasan Shadheli and The Shadheliya, Sûfi, 7/22, Autumn, 1990.
[238] İskender!, Letâif,
75.
[239] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12.
[240] Neccâr Âmir, a.g.e.,
124.
[241] Neccâr, 124;
Faruk Ahmed, a.g.e., 105.
[242] İbn lyâd, a.g.e.,
12.
[243] Şâzilîyye’nin
Hâmidiyye kolu üzerine bir araştırma yapan Dr. Faruk Ahmed Mustafa, Şâzilî’nin
Tunus’ta yaptığı tahsilin, günümüzün ilim tertibi açısından yüksek öğrenime
tekabül ettiğini belirtir. Bk. Faruk Ahmed, a.g.e., 105.
[244] İbn Sabbağ, a.g.e.,
24.
[245] Zâfir, el-Envâr,
35.
[246] Mahlûf, a.g.e.,
1/186-187.
[247] Ali Sâlim, a.g.e.,
61. Ayrca bk. Mahlûf, a.g.e., 1/185-186.
[248] İbn Sabbağ, a.g.e.,
25-26; İbn lyâd, a.g. e., 14.
[249] Zevîle: Tunus’ta
Fâtımiler’in ilk halifesi Ubeydullah el-Mehdî (ö. 322/934) tarafından başkent
olarak inşa edilen Mehdiyye şehrinden sonra kurulmuştur. Mehdiyye’ye yakın bir
vâdidedir. Zevile’nin kurulduğu vâdî, Kayravan’ın güneyinde ve ona 30 mil
uzaklıktadır. Bk. Haşan H. İbrahim, a.g.e., IV/377-378.
[250] Neccâr, a.g.e.,
124.
[251] Ammâr, a.g.e.,
50.
[252] İbn Sabbağ, a.g.e., 24;
İbn lyâd, a.g.e., 13; Zâfir, el-Envâr, 42-44; Ali Sâlim, a.g.e.,
50; Faruk Ahmed, a.g.e., 105.
[253] Neccâr, 124.
[254] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
25; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[255] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24; İbn lyâd, a.g.e., 13; Zâfir, el-Envâr, 43.
[256] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24-25.
[257] İbn Sabbâğ, a.g.e., 25; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[258] İbn Sabbâğ, a.g.e., 25; İbnlyâd, a.g.e., 13-14; Zâfir, el-Envâr, 36-37.
[259] İbn Sabbâğ, a.g.e., 24; İbnlyâd, a.g.e., 13; Zâfir, el-Envâr, 42-45.
[260] İbn Sabbâğ, a.g.e., 25; İbn lyâd, a.g.e., 14.
[261] Haşan H. İbrahim,
a.g.e., V/278-279.
[262] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[263] Mahlûf, a.g.e.,
1/187.
[264] Mahlûf, a.g.e.,
1/186-187.
[265] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; Mahlûf, a.g.e., 1/187; Neccâr, a.g.e., 125.
[266] Şa'rânî, a.g.e.,
ü/966.
[267] Neccâr, a.g.e.,
138.
[268] İskender!, LetmfJS.
[269] ibn Mülakkın,
Tabakatü'l-evliyâ, Nşr. Nureddin Şeribe, 459, Kahire 1994; Şa'rânî, a.g.e.,
I- 1/962. Necmeddin Isfahânî’nin Şâzilî’ye hocalık yaptığını kaydeden ilk
müellif İbn Mülakkın (Ö.804/1402), İkincisi ise Şa’rânî (ö.973/1622)’dir. Ancak
biz bu kayda ihtiyatlı bakmak zorundayız. Çünkü el-İskenderî (ö. 709/1309) ve
Abdurrahman Câmî (ö. 892/1492), Necmeddin Isfahânî’nin, Şâzilî’nin halîfesi
Ebu’l-Abbas el-Mursî’ye İntisâb ettiğini belirtmektedirler. Ayrıca onlar
Isfahânî’den Şâzilî ve Mursî hakkında nakillerde bulunmuşlardır. Öte yandan
Câmî, Necmeddin Isfahânî’nin Mekke’ye yerleştiğini ve 721/1321 tarihinde
öldüğünü zikreder. Ali Sâlim Ammâr da, Şâzilî ile Isfahânî’nin bir hoca-talebe
olarak bağlantılarmın mümkün olmadığı üzerinde durmuştur. Daha fazla bilgi
için bk. İskenderî, Letâif, 94; Câmî, a.g.e., 789-790; Ali Sâlim, a.g.e.,
57-59.
[270] Ali Sâlim, a.g.e.,
56, 71-73.
93 İskenderî, Letâif 79; Şa'rânî, a.g.e.,
11/962. İbn Meşîş hakkında çalışmamızın ilerleyen bölümle
rinde daha fazla bilgi
verilecektir.
[272] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24-25; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[273] Neccâr, a.g.e.,
124.
[274] Şâzilî’nin
hocalarından Harrâzim ve Mehdevî hakkında daha fazla bilgi için bkMahlûf, a.g.e.,
1/169, 185-186.
[275] Şehbenderzâde, Senûsîler,
19-20; Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, 455, İstanbul,
1987; Haşan H. İbrahim, a.g.e., VI/95,315; Yiğit, Memlûkler, İ.T.,
VÜ/249-250, 1X7355.
[276] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
25.
[277] İskenderî, Letâif
79.
[278] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; Neccâr, a.g.e., 85-86.
[279] Zâfir, el-Envâr,
45-46; Ah Sâlim, a.g.e., 77-78.
[280] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22-23.
[281] İskenderî, Letâif,
75; Zâfir, el-Envâr, 45.
[282] Mahlûf, a.g.e.,
1/187; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 33.
[283] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 493; Demîka, a.g.e., 21.
[284] Ali Sâlim, a.g.e.,
60-61; Neccâr, a.g.e., 124.
[285] İbn Sabbâğ, a.g.e., 24;
Mahlûf, a.g.e.,169; Keklik Nihat, a.g.e., 315, 496; Ali Sâlim, a.g.e.,
60, 71, 73.
[286] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
25; Neccâr, a.g.e., 124.
[287] Mahlûf, a.g.e.,
1/185-186; Zâfîr, el-Envâr, 53.
[288] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24-25; İbn lyâd a.g.e., 13.
[289] İntisabından
önceki menkabeleri bölümüne bk.
[290] İskender!, Letâif
, 85-86; Câmi, a.g.e., 782-783; Zâfir, el-Envâr, 37-39;
Abdulhalîm, el- Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 66-67.
[291] İbn Sabbağ, a.g.e.,
24-25; İbn lyâd a.g.e., 13.
[292] İskender!, Letâif,
85-86; İbn Sabbâğ, a.g.e., 25-26, İbn lyâd, a.g.e., 13-14.
[293] İskender!, Letâif,
85.
[294] a.e., 86. Câmi, a.g.e., 781.
[295] Câmi, ag.e.,
780-782.
[296] Demîka, a.g.e.,
14.
[297] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 66-68.
[298] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26; İbn lyâd a.g.e., 14.
[299] İskenderî, Letâif
75; ibn Sabbâğ, a.g.e., 29-30; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
18, 47- 50, 57-58.
[300] İskenderî, Letâif,
75; Münâvî, a.g.e., 11/126; Zâfir, el-Envâr, 45; Abdulhalîm, el-Medrasetü'ş-
Şâziliyye, 18,49-50.
[301] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; Zâfir, el-Envâr, 46; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
18-19.
[302] Zâfir, el-Envâr,
39-40, 46; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 19.
[303] Muhtemelen bu velî
zât İbn Meşîş olsa gerektir. Bu görüşme ve velî zât hakkında, çalışmamızın
Şâzilî’nin İbn Meşîş ile tanışması bölümüne bk.
[304] Zâfir, el-Envâr,
39-40.
[305] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; Afi Sâlim, a.g.e., 36; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
19-20.
[306] Yılmaz, Tasavvuf
ve Tarikatlar, 138, 261.
[307] Ali Sâlim, ag.e.,
77; Necâr, ag.e., 126.
[308] Vâsıt, Rifâiyye
tarikatının mühim merkezlerinden biridir. Ahmed er-Rifâi (ö. 578/1182)’nin
kabri buradadır, bk. Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatler, 259.
[309] Demîka, a.g.e.,
14-15.
[310] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22, Ali Sâlim, ag.e., 78. Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
19-20.
[311] Ebu’l - Feht el -
Vâsıtî, Ahmed er-Rifâî’nin manevî işâretle Mısır’a gönderdiği halifelerinden-
dir. Rifâiyye tarikati Mısır’da onun vasıtasıyla yayılmıştır, bk. Rifâi Kenan, a.g.e.,
116-118; en - Necâr, a.g.e., 125.
[312] Neccâr, a.g.e.,
125; Demikaag.e., 14-15.
[313] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, ag.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 45-46; Ali Sâlim, ag.e.,
53-78; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 19-20.
[314] Kaynaklardan bir kısmı,
Şâzili’ye memleketine dönme tavsiyesini, isim vermeden velîlerden birisi yaptı
derken; İbn lyâd ve Muhammed Zâfir, bu tavsiyeyi yapan şahsın yine Ebu’l - Feth
el-Vâsıtî olduğunu belirtirler, bk. İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr,
46; Neccâr, a.g.e., 85-86.
[315] İbn Sabbâğ, ag.e.,
22; İbn lyâd, ag.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Ali Sâlim, a.g.e.,
78; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 20; Neccâr, a.g.e.,
85,126.
[316] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, ag.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Ali Sâlim, a.g.e.,
78; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 20; Neccâr, a.g.e.,
85,126.
[317] İbn lyâd, a.g.e.,
11; Harîrîzâde, a.g.e., III/124a; Zâfir, el-Envâr, 58; Ali Sâlim,
a.g.e., 78-79; Derîka, a.g.e., 15; Muhammed Mahmûd Abdulhamîd Ebû
Kılıf, et-Tasavvufu’l-îslâmî, 394, Tanta, 1996.
[318] Harîrîzâde,
III/124a, Abdulhalîm, el-Medrasetü'ş-Şâziliyye, 20-21; Mackeen Muhammed,
The Rise of al-Shadhıli, Journal of the American Orientel Sociely, 1971,
S. 91/480.
[319] Ali Sâlim, a.g.e.,
83; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 24.
[320] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
20; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Abdulhalîm Mahmûd,
İbn Meşîş, 41, Kahire, 1976; Muhammed Mahmûd, a.g.e., 393-395.
[321] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
25; İbn lyâd, a.g.e., 13.
[322] Mahlûf, a.g.e.,
1/185-186. İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 53, Neccâr, a.g.e.,
125.
[323] Ayrıca bk.
İskenderî, Letâif, 85-86.
[324] Harîrîzâde, a.g.e.,
IH/124 b; Ayrıca bu olay için bk. İskenderî, Letâif, 85-86; Câmî, a.g.e.,
782- 783; Zâfir, el-Envâr, 37-39; Abdulhalîm, el-Medrasetii
’ş-Şâziliyye, 66-61.
[325] Bir Şâzilî
Müridinin 1240 yılında yazıdığı mektup, Nşr. İan Dallas, The Book
ofStrangers, trc. İsmet Özel, Gariplerin Kitabı, 49, 56-57.
[326] İskenderî, Letâif,
85-86; Câmî, a.g.e., 782-783; Zâfir, el-Envâr, 37-39.
[327] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26; İbn lyâd, a.g.e., 12, 14; Zâfir, el-Envâr, 49-50; Ali Sâlim, a.g.e.,
81; Neccâr, a.g.e., 126. Bu duânın tamamı için çalışmamızın Şâzilî’nin
intisâbmdan önceki menkabeleri bölümüne bk.
[328] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26; İbn lyâd, a.g.e., 14.
[329] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; ibn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Ali Salim, a.g.e.,
78; Abdulhalim, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 20; Neccâr, a.g.e., 85,
126.
[330] İskender!, Letâif,
86. İbn Sabbâğ, a.g.e., 26; İbn lyâd, a.g.e., 12, 14.
[331] İskender!, Letâif,
79; İbn Sabbâğ, a.g.e., 22.
[332] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Ali Sâlim, a.g.e.,
79.
[333] Abdulhalim, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 20-21.
[334] a.e., 20.
[335] Seyahatlerin
insanın olgunlaşmasındaki faydalan hakkında bk. Ankaravî İsmail, Minhâcü ’l
- Fukara, Yeni harflerle nşr., Saadettin Ekici, 81-88, İstanbul, 1996.
[336] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24-25, İbn lyâd, a.g.e., 10-13; Zâfir, el-Envâr, 52-53; Neccâr, a.g.e.,
85-86, 124-126; Ali Sâlim, a.g.e., 53. Ayrıca bk. Çalışmamızın hocalan,
şeyhleri ve tasavvuf! arayışları blm.
[337] İskender!, Letâif
79; ibn lyâd, a.g.e., 18; Zâfir, el-Envâr, 89.
[338] İbn Sabbâğ diğer
kaynaklardan ayrılarak bu yerin ismini “Râkata” olarak verir, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22. Bu mevki, ilk defa Muvahhid hükümdân Yusuf b. Abdulmü’min (ö. 580/1184)
tarafından Endülüs’e yardım amacıyla oluşturulan ordunun geçiş yolu olarak
kullanıldı. Daha sonra aynı amaçla askerî bir müfreze yerleştirilerek “Rabâta”
ismini aldı. Stratejik öneminden dolayı buradaki ribatlar gün geçtikçe
arttırıldı ve Yakup Mansur döneminde (ö. 580-595/1184-1199) şehir haline
getirme çalışmalarına başlandı. Zamanla Fas’m bugünkü başkenti olan Rabat şehri
oluştu. Daha geniş bilgi için bk Haşan H. İbrahim, V/277; VI/295, 307-308.
Ayrıca Zâfir, o dönemde Rabâta’nın bir yerleşim birimi değil, Mağrib’de
Gammara’ya yakın bir mevki ismi olduğunu belirtir, bk Zâfir, el-Envâr,
46.
[339] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 46; Mackeen, a.g.m.,
481.
[340] Harîrîzâde, a.g.e.,
126 b, 127 a. Mackeen, a.g.m., 378,480, 481.
[341] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22-23; İbn lyâd, 12; Zâfir, el-Envâr, 46-47; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-
Şâziliyye, 20-21.
[342] Yılmaz H. Kâmil, Aziz
Mahmûd Hüdâyî, 47, İst. 1982.
[343] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 47.
[344] Ali Sâlim, a.g.e.,
77, 79; Neccâr, a.g.e., 126.
[345] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22. Zâfir, el-Envâr, 41-, Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
20. Ayrıca bk Talebeliğinden Sonraki Tasavvuf! Arayışı blm.
[346] Ankaravî, a.g.e., 185
vd.
[347] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 39.
[348] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22-23; İbn lyâd, a.g.e., 12, Zâfir, el-Envâr, 47.
[349] İbn Meşîş’in Şâzilî’ye
tavsiyeleri için bk. Ali Sâlim, a.g.e., 80-83. Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş- Şâziliyye, 21-26.
[350] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26; İbn lyâd, a.g.e., 12-14; Zâfir, el-Envâr, 48-49.
[351] Öztürk Yaşar Nuri,
Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, 63; İstanbul, 1998.
[352] Bayraktar M.Faruk,
İslâm Eğitiminde Öğretmen-Öğrenci Münâsebetleri, 39-41, İstanbul, 1994.
[353] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 47.
[354] Daha geniş bilgi
için bk. Şâzile Hayatı blm.
[355] Duâ; kulun Hakka
yakarışı, isteğini arzetmesi ve sâlikin O’na ulaşmayı istemesi diye tarif e-
dilmiştir. Kulun seviyesine göre lisan, fiil ve hâl dillerinden biriyle
yapılır. Bir açıdan sevgiliye duyulan özlem ve ihtiyâcı yine bizzat sevgiliye
arzetmektir. Bk. Kuşeyri, Risâle, 431 vd. Güven, a.g.e., 188.
[356] Zikir, kalbin,
yüce Hakk’ın varlığını devamlı hissederek, gaflet ve unutkanlıktan kurtulmuş
bir şekilde Hakla beraber olması demektir. Bk. İskender!, Miftâhu ’l-Felâh
ve misbâhu ’l-ervâh, 4, Mısır, trs. Daha geniş bilgi için bk. Uludağ
Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, 539, İstanbul, 1991; Güven, a.g.e.,
183 vd.
[357] Nefs, tasavvufla kulun kötü huy
ve hislerinin mahallî olan latifenin adıdır. Bk. Kuşeyri, a.g.e., 222;
Uludağ, a.g.e., 368.
[358] İsm-i a’zam,
Allah’ın bütün isimlerini içine alan ismine denir. Genellikle “Allah” lafea-i
Ce- lâl’inin ism-i a’zam olduğuna inanılır. Bazılarına göre yeri ve zamanına
göre Allah’ın her ismi uludur. Bu açıdan ism-i a’zanı içinde bulunduğu hal ve
zamanda kula hâkim olan isimdir. Herkes onu bilemez, gizlidir. Bilen kimse onu
okuyarak hârikulâde hallere sahip olur. Bk Kâşânî Abdürrezzak, Letâifu’l-a’lâm,
1/196, Mısır, 1995; Hüdâyî Aziz Mahmûd Tezâkir, 18a-19a, 132a; Uludağ, a.g.e.,
254; Güven, a.g.e., 140.
[359] Sıfatullah,
Allah’m zâtı ile kâim olan sıfatlan manasına gelmektedir. Selbî ve subûtî olmak
üzere ikiye ayrılırlar. Bk. Bilmen, Ömer Nasuhî, Muvazzah Im-i Kelâm, 8
vd. Büyük İslâm İlmihali. 9. Tasavvufî açıdan ise Allah’ın sıfatlan ile
zahir-batm, evvel-ahir gibi isimleri ayrı değildir. Hatta, zâtı, sıfat ve
esmanın gayn olmadığım belirtenler vardır. Bunlara göre hepsi birbirini
mündemiçtir. Bk Kâşânî, Letâifu’l-a’lâm, 11/62-63; Hüdâyî, Tezâkir,
18a, 30b; Güven, a.g.e., 140-141.
[360] Kurb, kulun Allah
için ibâdet ve taata yakın olması sonucu, Allah’ın da kula yaklaşması demektir.
Bk. Kâşânî, Letâifu’l-a’lâm, 11/229; Uludağ, a.g.e., 297. Bu’d,
kurbun zıddıdır. Kulun kendi istek ve arzulan peşinde hareket ederek Allah’ın
emir ve yasaklarına uymamasından dolayı Cenâb-ı Hak’tan uzak kalmasına denir.
Bk Kuşeyrî, a.g.e., 213 vd; Kâşânî, Letâifu’l- a’lâm, 1/287;
Uludağ, a.g.e., 102.
[361] Sekr, sâlikin
şâhid olduğu manevî tecrübeler karşısında hislerini yitirip kendisinden geçerek
sarhoş olmasıdır. Sahv da, hislerini yitiren sâlikin hissine dönmesi, tekrar
kendine gelmesidir. Bk Kuşeyrî, a.g.e., 201; Uludağ a.g.e., 411.
[362] Muhabbetullah,
lügatta Allah sevgisi manasına gelir. Tasavvufta ise karşılıklı olarak Allah
ile kulun birbirlerini sevmesi demektir. Bk Mâide 5/54, Serrâc Ebû Nasr, el-Lüma
’, trc. H. Kamil Yılmaz, 56, İstanbul, 1996; Uludağ a.g.e., 311.
Ma’rifetullah, lügatta Allah bilgisi manasına gelir. Tasavvufta ise, sûfîlerin
rûhânî halleri yaşayarak manevî ve İlâhî hakikatleri tatdıklan sırada Allah
tarafından kalblerine ilham edilen bilgidir. Bk Kuşeyrî, a.g.e., 487
vd.; Serrâc, a.g.e., 33 vd.; Uludağ a.g.e., 316.
[363] Kutup, İbn Meşîş
tarafından “Allah’m iyilikleri idare etmesi için halîfe olarak görevlendirdiği
vekil ve kerâmet nurlarım toplamak için asıl yaptığı kulu” olarak ta’rif
edilmiştir, bk Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 24.
[364] İbn Meşîş’in
yukarıda belirtilen konularda Şâzilî’ye verdiği bilgiler için bk. İskender!, Letâif
60-61, 85-87; İbn Sabbâğ a.g.e., 23, 26; Câmî, a.g.e.,
782-783; Şa’rânî, a.g.e., 11/983; İbn lyâd, 12, 14; Zâfir, el-Ertvâr,
49-50; Ali Sâlim, a.g.e., 80-83; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye,
22-24.
[365] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
23, İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 48-49; Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş- Şâziliyye, 25.
[366] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23; İbn lyâd, a.g.e., 12; Ali Sâlim, a.g.e., 80; Demîka, a.g.e., 16.
[367] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23; İbn lyâd, a.g.e., 12.
[368] İbn lyâd, a.g.e.,
111; Erzurûmî, Osman Bedreddin, Gülzâr-ı Sâminî,
1/86, İstanbul, 1994; Mus
tafa İbn Muhyiddin, Kitâbu Keşfi
’l-esrâr, 35, Beyrut, 1982; Demîka,.a.g.e., 16. Şâzilî, şeyhinden aldığı
bu nasihatlan, daha sonra aynı cümlelerle kendi müritlerine yapmıştır, bk. el-
İskenderi, Letâifi 117.
[369] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23; İbn lyâd, a.g.e., 12-13; Zâfir, el-Envâr, 49-50; Ali Sâlim, a.g.e.,
80-81; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 25-26.
[370] İbn Meşîş’in tek
müridi olduğunu ve diğer insanlar ile şeyh-mürîd ilişkisi kurmaktan ziyâde,
onlara doğruyu-yanlışı gösteren bir nasihatçı konumunda kalmayı tercih ettiğini
Şâzilî’nin naklettiği şu hâdiseden anlıyoruz:
“Bir gün üstâdmun bulunduğu yere bir
adam girdi. Bana evrâd ve görev ver, diyerek ondan vazife istedi. Bu isteğe
kızan şeyh hazretleri adama şöyle seslendi:
-Ben Peygamber miyim ki, insanlara
sorumluluklar yükleyeyim? Farzlar bellidir, günahlar bellidir. Sen farzları yerine
getir, günahlardan kaç. Kalbini dünya isteğinden, şehvet arzusundan, kadın ve
makam sevgisinden koru. Bunlardan Allah’ın sana ayırdığına kanaat et. Ayrıca
hoşuna giden kapı açılınca şükret, canım sıkan şeyler olunca da sabret.”
Harîrîzâde, a.g.e., III/126a; Abdulhalîm, İbn Meşîş, 41; Demîka, a.g.e.,
15; Muhammed Mahmûd, a.g.e., 394 vd.
[371] Harîrîzâde, a.g.e.,
in/126a; Ah Sâlim, a.g.e., 79; MuhammedMahmûd, a.g.e., 393.
Ayrıca bk. Şâzilî’nin Şeyhleri blm.
[372] bk. Şâzilî’nin
Şeyhleri blm.
[373] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 493.
[374] Oduncu yolda Şeyh
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin duâsına ve bir takım kerametlerine nıazhar oldu.
Fakirlikten kurtuldu. Bk. Seyhik Devresindeki Menkabeler blm.
[375] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
26; İbn lyâd, a.g.e., 21; Zâfir, el-Envâr, 61; Ali Sâlim, a.g.e.,
84-85; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 26.
[376] Habîbî,
Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin geleceğinden haberdardı. Onu bekliyordu. Şöyle ki:
Şâzilî, Şâzile’ye gelmezden bir süre önce Habîbî, Tunus’da bulunan Ebu Ca’fer
Câsûs künyesiyle ma’rûf şeyh Salih (Ö.63 l/1234)’e intisâb etmek istemiş. Bunun
üzerine Şeyh Salih, Habîbî’ye: “Hz. Haşan soyundan Mağribli bir velî gelecek
Senin şeyhin odur.” diyerek beklemesini tavsiye etmiş. Bk İbn Sabbâğ, a.g.e.,
27. Bazı kaynaklar Şeyh Salih’in künyesini Ebû Ca’fer Câsûs yerine Ebu Hafs
Câsûs olarak belirtmişlerdir. Bk. İbn lyâd, a.g.e., 22; Zâfir, el-Envâr,
61.
[377] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 27.
[378] Bu dağın isminin
“Za’ferân” şeklinde de telafiuz edildiği belirtilmektedir. Bk İbn lyâd, a.g.e.,
22, Zâfir, el-Envâr, 62.
[379] Şâzilî’nin Şâzile beldesinde
kaldığı süre için bk. Tunus Hayatı blm.
[381] İskender!, Letâif
85.
[382] Şâzilî, konuştuğu
rûhânî varlıkların melekler ve evliyâ ruhları olduğunu belitmektedir. Bk. îbn
lyâd, a.g.e., 22; Abdulhalim, el-Medrasetü 'ş-Şâziliyye, 28.
[383] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
27-28; Zâfir, el-Envâr, 62-66; Abdulhalim, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
28.
[384] Abdulhalim, el-Medrasetü
'ş-Şâziliyye, 7-8.
[385] ae.;27.
[386] Buhârî Muhanuned
b. İsmail, Sahîhu ’l-Buhârî, Bed’ü ’l - Vahy, 3, Tabir, 1, Tefsiru
Sureti, 96; Müslim b. el-Haccâc, Sahîhu ’l-Müslim, îman, 252; İbn
Kesîr, Tefsîru ’l-Kur ’âni î-azîm, 8/458, İstanbul, 1992; Demîka, a.g.e.,
16-17.
[387] Margoliuth D.S., Şâziliye,
M.E.B. İslâm Ansiklopedisi, 11/366, İstanbul, 1970.
[388] Revnakoğlu
Arşivi, 30/4.
[389] Buradaki zel
harfi, Şâzelî kelimesindeki tek zel harfinin aksine şeddelidir. Bu durumda
kelime değil, nakıs bir cümledir. Cümlenin tamamı ise “Ente’ş-Şâzzü lî” dir. Bu
cümle kaynaklarda, “Sen, sırf benim hizmetim ve sohbetim için çoğunluktan
ayrılıp tek kalan kişisin. Topluma göre şâzsın.” şeklinde izâh edimektedir. Bk.
îbn Sabbâğ, a.g.e., 29; İbn lyâd, a.g.e., 23; Demîka, a.g.e.,
16.
[390] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, a.g.e., 23; Ali Sâlim, a.g.e., 86; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-
Şâziliyye, 30.
[391] İbn Sabbâğ a.g.e.,
23; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 48-49; Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş- Şâziliyye, 25. Daha geniş bilgi için bk. Şeyhinin irşâda izin vermesi
ve Hilâfeti blm.
[392] “Şâzzülî”nin
manası için az önce geçen dip nota bk
[393] Ş. Sâmi, Kâmûsu
’l-a ’lâm, IV/2569. 2807; Lügat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye, III/14.
[394] Zâfir, el-Envâr,
50.
[395] İskender!, Letâif
75.
[396] Zâfir, el-Envâr, 33; İbn
Mûlakkm, a.g.e., 458; Münâvî, a.g.e., n/126; İbn Imâd, a.g.e.,
V/278; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 493; Ali Sâlirn, a.g.e.,
86.
[397] Bu mânevî
işâretler için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 28-29; mânevi işaretlerin oluş
biçimi hakkında bk. Keşf ve ilhâm blm.
[398] ibn Sabbâğ, a.g.e.,
29; ibn lyâd, a.g.e., 23; Zâfir, el-Envâr, 66.
[399] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, a.g.e., 23; Zâfir, el-Envâr, 67.
[400] Yiğit, Benî
Ahmer Devleti ve Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., EX/284.
[401] İbn lyâd, a.g.e.,
23; Zâfir, el-Envâr, 66-67.
[402] İbn lyâd, a.g.e.,
25.
[403] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29.
[404] Bu şahıslar için
bk. Ders ve sohbet meclisine iştirâk edenler blm.
[405] İbn lyâd, a.g.e.,
23; Zâfir, el-Envâr, 67.
[406] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, 23; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 33;
[407] Ebu’l-Kâsım İbn
Berrâ hakkında daha geniş bilgi için bk. Mahlûf, a.g.e., 1/191.
[408] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 33; İbn Muhyiddîn, Kitâbu Keşfi ’l-esrâr, 12.
[409] a.e., 33-34.
[410] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, 23; Zâfir, el-Envâr, 67-69.
[411] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 34.
[412] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, a.g.e., 23.
[413] Zâfir, el-Envâr,
68; Abduilıalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 34.
[414] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29-30; İbn lyâd; a.g.e., 23.
[415] Bu mânevî
işâretler için şeyliği dönemindeki menkabelerine bk.
[416] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
31; İbn lyâd, a.g.e., 34; Neccâr, a.g.e., 128.
[417] Sultanın bu
kardeşinin ismi, Ebû Abdullah el-Lahyânî’dir. Sâlih ve âbid bir zât olan
Lâhyânî velîleri severdi. Şâzilî’yi de sık sık ziyâret ederdi. Daha fazla bilgi
için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 31; İbn lyâd, a.g.e., 24.
[418] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
31; İbn lyâd, a.g.e., 25.
[419] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
31; İbn lyâd, a.g.e., 25.
[420] İbn Sabbâğ, a.g.e., 32;
İbn lyâd, a.g.e., 25; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 37;
Neccâr, a.g.e., 128.
[421] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
31-32; îbn lyâd, a.g.e., 25. Tesbit edebildiğimiz kadarıyla yanma aldığı
mürîdlerinden birisi Ebû Azâirn Mazi b. Sultân idi. Çünkü bu hacc yolculuğu ile
ilgili rivâyet- ler, bize onun kanalıyla ulaşıyor, bk. aynı yerler.
[422] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 37.
[423] îbn Sabbâğ, a.g.e., 32;
îbn lyâd, a.g.e., 26; Zâfir, el-Envâr, 73. Ali Sâlim, a.g.e.,
93; Neccâr, a.g.e., 128; Demîka, a.g.e., 17.
[424] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
32; İbn lyâd, a.g.e.26; Zâfir, el-Envâr, 73-74. Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-
Şâziliyye, 37.
[425] Zâfir, el-Envâr,
74; Neccâr, a.g.e., 128.
[426] Şâzilî,
İskenderiye’den, problemlerini sultâna arzetmek için Kahire’ye giden kabîle
reislerinin arasına karışarak çıkmıştır. Daha geniş bilgi için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
32; Ayrıca bk. Şeyhlik dönemindeki menkabeleri blm ve sosyal hayatı blm.
[427] Sultânın
karşılaştığı olaylar ile ilgili bk. Şeyhliği dönemindeki menkabeleri.
[428] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
32-33; İbn lyâd, a.g.e., 26; Zâfir, el-Envâr, 74-76; Abdulhalîm, el-
Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 38; Neccâr, a.g.e., 128.
[429] Mûnâvî, a.g.e., n/133; İbn
Imâd, a.g.e., V/279; Nebbânî Yusuf b. İsmail, Câmiu kerâmâti’l- evliyâ,
H/283, Dâru’l-kütübü’l-ilmiyye, Beyrut, 1996.
[430] Rifâi Ken’ân, a.g.e.,
118; Ali Salim, a.g.e., 77.
[431] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
V/141-142; Neccâr, a.g.e., 128; Huffâcî Muhammed Abdü’l-Mün’ım, el-Edebü
fi ’t-türâsi-sûfi, 150, Mısır, trs.
[432] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33; İbn iyâd, a.g.e., 26.
[433] Abdulhalîm, el-Medrasetü
'ş-Şâziliyye, 38-39.
[434] İbn Sabbâğ, a.g.e., 33;
İbn iyâd, a.g.e., 26; Zâfir, el-Envâr, 80; Ayrıca Mursî’nin
hayati hk bk. Ebu’l-Abbas el-Mursî blm.
[435] İskender!, Letâif,
78.
[436] Mursî hakkında
ilerde daha geniş bilgi verilecektir.
[437] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33; Ali Sâlim, a.g.e., 94; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
39.
[438] İbn Sabbâğ, a.g. e., 3
3.
[439] tbn Sabbâğ, a.g.e., 33;
İbn lyâd, a.g.e., 26; Zâfîr, el-Envâr, 81; Ali Sâlim, a.g.e.,
101-102; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 39.
[440] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33-34; İbn lyâd, a.g.e., 26-27; Zâfîr, el-Envâr, 81-83.
[441] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
31; İbnlyâd, a.g.e., 25.
[442] İskender!, Letâif
88; Ali Sâlim, a.g.e., 102.
[443] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33-34; İbn lyâd, a.g.e., 26-27; Zâfîr, el-Envâr, 81-82.
[444] Bu zâtın tam
adının Ebu’l-Hasan Ali ibn Mahlûf es-Sakalî olduğunu, Mağrib’de şeyhin vekili
olarak kaldığım veşeyhin kendisini mânevî evlat kabul ettiğini Şâzilî’nin
Mısır’dan ona yazdığı mektuptan öğreniyoruz, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 47.
[445] İskenderî, Letcaf,
88.
[446] Bu olaylar için çalışmamızda
Şâzilî’nin yaşadığı dönemdeki İslâm âleminin siyâsî durumunu anlatan bölüme bk.
[447] Hakkında daha
geniş bilgi için bk. îbn Haldun, Kitâbu'l-iber, VI/216, Bulak, 1867;
Selâvî, Kitâbu ’l-istiksâ li-ahbâri ’d-düveli ’l-Mağribi ’l-Aksâ,
11/236-237, Kazablanka, 1954-1955.
[448] Daha geniş bilgi
için çalışmamızın Abdüsselâm îbn Meşîş bölümüne bk.
[449] Ammâr, a.g.e, 102-103;
Taftâzânî Ebu’l-Vefâ, İbn Atâullah İskenderî ve Tasavvufuhû, 55,
İncilû el-Mısnyye, 1969; Neccâr, a.g.e., 128, Demîka, a.g.e., 17;
Faruk Ahmed, a.g.e., 104.
[450] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23; İbn lyâd, 12; Zâfir, el-Envâr, 48-49. Ayrıca bk. Şeyhinin irşâda
izin vermesi ve Hilâfeti blm.
[451] Asıl adı, Yûsuf b.
Abdurrahîm b. Gızzî’dir. Silsilesi Ebû Medyen (ö.589/1193)’e ulaşır. Hakkında
daha geniş bilgi için bk. Suyûtî Celâleddin, Hüsnü ’l-muhâdara, 1/425;
İbn Mülakkın, a.g.e., 480-482.
[452] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
34; İbn lyâd, a.g.e., 27; Zâfir, el-Envâr, 83.
[453] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35; İbn lyâd, ag.e., 28; Zâfir, el-Envâr, 85.
[454] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 40.
[455] Şeyh Emînüddin
Cibril, Şâzilî’nin tasarruflarında ancak bir kutba müyesser olabilecek özellikler
görünce ona bir kaç defa “Sen kutupsun, sen kutupsun.” der. Bunun üzerine
Şâzilî de tevâzu ile, “Ben ancak Allah’ın kölesiyim, cevabım verir. Daha geniş
bilgi için bk. İskenderî, Letâif, 76-77; Zâfir, el-Envâr, 110.
[456] İbn lyâd, a.g.e.,
27; Zâfir, el-Envâr, 83.
[457] Haşan H. İbrahim,
a.g.e., V/142-143; Şeşen, Eyyûbîler, B.İ.T., VI/379.
[458] İbn Sabbâğ, a.g.e., 35;
Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 39; Neccâr, a.g.e., 128;
Demîka, a.g.e., 18.
[459] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 39.
[460] Ebu’l-Abbas Mursî’nin
ifâdelerinden, namazı daha çok Şâzüî’nin bizzat kendisinin kıldırdığı
anlaşılıyor. Bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 42.
[461] İbn Sabbâğ, a.g.e.
,38.
[462] Demîka, a.g.e.,
18.
[463] Ali Sâlim, a.g.e.,
102; Neccâr, 128.
[464] Îskenderî, Letâif
77, 80. Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 48.
[465] İskenderî, Letâif,
92: İbn lyâd, a.g.e., 39; Ali Sâlim, a.g.e., 102-103; Demîka, a.g.e.,
18.
[466] Bu medrese Eyyûbî Sultam Melik
Kâmil (ö. 635/1238) tarafından 620/1225 yılında yaptırılmıştır. Zeytûn
Muhammed, el-İmâm Ebu’l-Abbas el-Mursî, 38, İskenderiyye, 1967.
[467] Bu şahısların
isimleri için çalışmamızın Şâzilî’nin “İlmî Şahsiyeti” bölümündeki
“Yetiştirdiği Talebeler” başlığına bk.
[468] İskenderî, Letâif,
76. Ali Sâlim, a.g.e., 103; Zeytûn, a.g.e., 38; Demîka, a.g.e.,
18.
[469] îskenderî, Letâif, 104.
[470] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
38.
[472] İbn lyâd, a.g.e.,
41; Neccâr, a.g.e., 131; Dermka, a.g.e., 18.
[473] ibn lyâd, a.g.
e., 41.
[474] a.e.,41.
[475] Ali Sâlim, a.g.e.,
34-36.
[476] A. Cour, Şâzilî
,MEB. İ.A, 11/365; Graham Terry, Sûfî, Abo’l-Hasan Shadheh and the
Shadheliya, 7/22-23, Autumn, 1990. Şâzilî’nin a ma olma tarihi konusunda
müsteşriklerin etkisi altında kalan müslüman müellifler de olmuştur. Örnek
olarak bk. Mackeen Muhammed, a.g.m., 482.
[477] Demîka, a.g.e.,
18.
[478] fon lyâd, a.g.
e., 41.
[479] fon Mülakkm, a.g.e.,
418.
[480] İskender!, Letâif
76. Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 54; Abdulhalim Mahmûd, Ebu
’l-
Hasan Şâzilîfi-Ma’rakati ’l-Mansûra, Mecelletü’l-Ezher, c. 32, S. 5/472-475
Kahire, 1960.
[481] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 56-57; Neccâr, 131, Dernîka, a.g.e., 9.
[482] Haşan H. İbrahim,
a.g.e., V/142-143.
[483] Ali Sâlim, a.g.e.,
35.
[484] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
223; İbn iyâd, a.g.e., 10; Zâfir, el-Envâr, 35; Abdulhalîm, el -
Medrasetü’ş- Şâziliyye, 43, 71.
[485] İskender!, Letâif, 161;
Abdulhalim, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 43-44, 71; Fâruk Ahmed, a.g.e.,
113; Neccâr, a.g.e., 130.
[486] bk.Zühdbhn.
[487] el-Müddessir 74/4.
[488] İskender!, Letâif,
78-79, 158.
[489] a.e., 161; Ali Sâlim, a.g.e., 34.
[490] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 43.
[491] Abdulhâlim, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 45, 71.
[492] İskenderî, Letâif
161-162; Abdulhâlim, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 44; Faruk Ahmed, a.g.e.,
113.
[493] Münâvi, a.g.e.,
11/127; Abdulhâlim, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 45.
[494] İskenderî, Letâif,
161.
[495] Suyûtî
Celâleddin, el-Câmiu ’s-sağîr, 1/254, Beyrut, trs.
[496] Ali Sâlim, a.g.e.,
123; Abdulhâlim, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 45. Faruk Ahmed, a.g.e.,
113; Demîka, a.g.e., 32.
[497] Muhammed 47/36; el-Hadîd 57/20; et-Teğâbun 64/15.
[498] İskenderî
Atâullah, Tâcü ’l-arûs el-hâvî li - tehzîbi ’n-nüfûs, 10, Mısır, trs.
[499] İskenderî, Tâcü
’l-arûs, 15.
[500] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 60-61; Demîka, a.g.e., 19-20.
[501] Bk. Ahzâbı. İbn
Meşîşin de Şâzilî’den istediği en önemli şey, insanlardan müstağni olmasıdır,
bk. el-İskenderî, Letâif 85-86; İbn Sabbâğ, a.g.e., 23; İbn lyâd,
a.g.e., 12-13; Zâfir, el-Envâr, 49-50.
[502] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 62.
[503] İbn Sabbâğ,
a.g.e, 31; İbn lyâd, a.g.e., 25.
[504] el-A’râf 7/32.
[505] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 44; Demîka, a.g.e., 31.
[506] Bu konuda Faruk
Ahmed Mustafa tarafından el-Binâü ’l-İçtimâi li ’t-Tarîkati ’ş-Şâziliyye
jî-Mısır adıyla, Şâziliyye Tarîkati Hâmidiyye kolunun Mısır sosyal
hayatındaki yerini inceleyen bir a- raştırma yapılmıştır. Bu çahşma direk
Şâzilî’nin kendi sosyal yaşamı ile ilgili olmamakla birlikte, bu konuda
dolaylı bilgiler vermektedir, bk. Faruk Ahmed, a.g. e., 114.
[507] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
32-33; İbn lyâd, a.g.e., 25-26; Zâfir, el-Envâr, 74-76;
Abdulhalîm, el- Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 37-38; Neccâr, 128. Ayrıca bk.
Tunus Hayatı blm.
[508] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
32. Faruk Ahmed, a.g.e., 114.
[509] İskender!, Letâif,
86; Ali Salim, a.g.e., 109.
[510] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 64; Ayrıca daha geniş bilgi için bk. İskender!, Letâif 178.
[511] İskender!, Letâif,
178.
[512] İskender!, Letâif,
86, Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 54-56,71.
[513] Haşan H. İbrahim, a.g.e.,
V/142-143; Şeşen, Eyyûbîler, İ.T., 388-392.
[514] Abdulhalîm,
a.g.m. 472-475. Daha fazla bilgi içinbk. Ali Sâlim, a.g.e., 68-71.
[515] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 58-59.
[516] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
36.
[517] a.e., 44-45.
[518] Münâvî, a.g.e.,
11/127; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 44-45.
[519] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29; İbn lyâd, a.g.e., 23; Zâfir, el-Envâr, 66-67.
[520] İskenderî, Letâif,
78.
[521] Ali Sâlim, a.g.e.,
102; en-Neccâr, a.g.e., 128.
[522] Ali Sâlim, a.g.e.,
102.
[523] a.e., 103; Zeytûn, a.g.e., 38; Demîka, a.g.e., 18.
[524] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 15-17, 72.
[525] İskenderî, Letâif
75-76.
[526] îsâ Abdülkadir,
Hakâikani’t-tasavvuf, 67, Haleb, 1993; Demîka, a.g.e., 55.
[527] İskenderî, Letâif,
96; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 48.
[528] Tahralı Mustafa,
Tasavvufun Husûsiyetleri, 4, MÜ. İlâhiyat Fakültesi 1987 ders notlan.
[529] el-Ahzâb 33/21.
[530] Ankaravî, a.g.e.,
195-196.
[531] İskenderî, Letâif
177; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 60.
[532] a e., 60.
[533] İskenderî, Letâif,
80. Ali Sâlim, a.g.e., 106-107. Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye,
[534] İskenderî, Letâif,
77.
[535] Bu hadîs ve izâhı
için bk Cânan İbrahim, Kütüb-i Sitte Hadis Ansiklopedisi, XVI/162. İstanbul
trs.
[536] el-Enbiyâ 21/45.
[537] İskenderî, Letâif
108, 171; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 62.
[538] Suyûtî, Câmiu
’s-sağir, AJ267; Aclûnî İsmâil, Keşfü ’l-hafâ, 1/224. Beyrut, 1351,
[539] el-Bakara, 2/172.
[540] Aııkaravî, a.g.e.,
195-196.
[541] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
54; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 60-61.
[542] el-Bakara, 2/156.
[543] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 61.
[544] Abdulhalîm
Mahmûd, eski devirlerden beri süren bir gelenekle Mısır’da arazilerin bir ölçü
birimi olan feddan ile ölçüldüğünü ve en küçük tarlanın bir veya iki feddan
olduğunu belirtiyor, bk. Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 61. Bir
feddan, 4200 m2 ye tekabül eden bir arazî ölçüm birimidir, bk.
Mu’cemü’l-vasît, Feddân maddesi. Bu verilere dayanarak Şâzilî’nin ekip biçtiği
tarlaların askarî miktarı için bir tahmin yürütülebilir.
[545] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 39-40.
[546] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35; İbnlyâd, a.g.e., 28; Zâfir, el-Envâr, 85.
[547] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35.
[548] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâzilıyye39.
[549] Geniş bilgi için
bk. Şâzilî’nin Mısır’a Yerleşmesi blm.
[550] İskender!, Letâif
79.
[551] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
35-36.
[552] a.e. 36; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 39.
Ayrıca İbn Sabbâğ Muhammed Şerefuddîn ile 715/1315 yılında Demenhur’da görüşmüş
ve kendisinden babası Ebu’l-Hasan Şâzilî’nin vefatı hakkında bilgi almıştır,
bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 220-221.
[553] İbn Sabbâğ a.g.e.,
42-43.
[554] n.e.,43.
[555] a.e., 44.
[556] ae.,36,43.
[557] a. e., 44
[558] a.e.,36,43.
[559] a.e., 36.
[560] a.e., 43.
[561] İbn Mülakkın, a.g.
e., 485-486.
[562] Askalânî İbn
Hacer, ed-Dürerü ’l-kâmine, 1/119, Kâhire, 1996; Demîka, a.g.e.,
73.
[563] Neccâr, a.g.e.,
129.
[564] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22.
[565] İbn lyâd, a.g. e., 40.
[566] Ali Sâlim, a.g.
e., 36. Ayrıca bk. Talebeliğinden sonraki Tasavvuf! Arayışı blm.
[567] Daha fazla bilgi
için bk. Tunus Hayatı.
[568] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
36.
[569] İbn Batûta, a.g.e.,
25; Ali Sâlim, a.g.e., 108.
[570] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
220-221; İbn lyâd, a.g.e., 41; Zâfir, el-Envâr, 138, 140.
[571] İskender!, Letâif
81.
[572] Hüseyin Vassâf m
Sefine’de belirttiğine göre Ayzâb, meydân veznindedir. Saîd-i Mısr kazasında
bir sahra beldesidir. Daha geniş bilgi için bk Vassâf, a.g.e., 248.
[573] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
220-221; İbnBatûta, a.g.e., 25-26; Câmî, a.g.e., 784; İbniyâd, a.g.e.,
42-44; Zâfir, el-Envâr, 139,140; Vassâf, a.g.e, 248; Gümüşhânevî,
a,g.e., 493; Abdulhalîm, el- Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 41-42; Neccâr, a.g.e.,
129.
[574] İbn iyâd, a.g.e.,
44, Rifâî Ken’an, a.g.e., 111; Revnâkoğlu Arşivi, 30.
[575] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
221; İbn Batûta, a.g.e., 25; İbn iyâd, a.g.e., 42-43; Ali Sâlim, a.g.e.,
108; Abdulhalîm, el-Medrasetü’ş-Şâziliyye, 41-42; Demîka, a.g.e.,
21.
[576] İbn iyâd, 44.
[577] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
222, İbn iyâd, ag.e.,44.
[578] Câmî, a.g.e.,
784.
[579] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 493.
[580] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
223; Suyûtî, Hüsnü’l-Muhâdara, 1/427; İbn Mülakkın, a.g.e, 459; Münâvî, a.g.e.,
11/137. İbn Imâd, a.g.e., V/278; Şa’rânî, a.g.e., 11/963; İbn
iyâd, a.g.e., 44; Zâfir, el- Envâr, 141. Rilaî Ken’an, a.g.e.,
111; Vassâf, a.g.e., 248; Ali Sâlim, a.g.e., 108; Abdulhalîm, el-Medrasetü'ş-Şâziliyye,
41, Neccâr, a.g.e., 124, Demîka, a.g.e., 19, 21.
[581] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
223.
[582] Münâvî, a.g.e.,
11/137.
[583] İbn lyâd, a.g.e.,
44. Zâfir, el-Envâr, 141; Abdulhalîm, el-Medrasetü 'ş-Şâziliyye,
41.
[584] Şa’rânî, a.g.e.,
11/963; İbn Mülakkm, a.g.e., 459; Vassâf, a.g.e., 248.
[585] İbn lyâd, a.g.e.,
19.
[586] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
222; İbnlyâd, a.g.e., 43; Zâfir, el-Envâr, 141; Vassâf, a.g.e.,
248.
[587] İbn Batûta, a.g.e.,
25; Zâfir, el-Envâr, 141.
Bedreddin
b. Cemâa hakkında daha geniş bilgi için bk. Halef Abdulcevâd, el-Kâdî
Bedreddin b. Cemâa hayâtuhû ve âsâruhû, Kahire, 1998. Bu eser, İbn Cemâa
hakkında yapılmış bir doktora tezidir.
ihtiyârı terk konusunda Şâzilî’nin söylediği sözler için
bk. îskenderî, Letâif, 162, 167, 208; îskenderî, et-Tenvîr,
55-59; îbn Sabbâğ, a.g.e., 132-133, 158-159, 189, 194; İbn lyâd, a.g.e.,
58, 82, 97-99; Vassâf, a.g.e., 247; Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 63.
[598] İskender!, Letâif,
88; İbn Sabbâğ, a.ge., 29; İbn lyâd, a.g.e., 23, 27.
[599] Grahanı, a.g.m.,
24.
[600] İskender!, Letâif,
88; İbn Sabbâğ, 29; İbn lyâd, a.g.e., 37-38.
[601] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33; İbn lyâd, a.g.e., 26-27.
[602] Ebû Abdullah el-Mağribî
hakkında çalışmamızın Şâzilî’nin Halîfeleri bölümüne bk.
[603] Şâtıbî için bk.,
Suyûtî, a.g.e., 1/427; İbn lyâd, a.g.e., 20-21; Tu’mî, a.g.e.,
192.
[604] Asıl adı
Takıyyuddin Muhammed b. Ali el-Kuşeyrî’dir. Şeyhu’l-İslâmlık yapmıştır. İbn
Dakîk el-î’yd ismi ile meşhurdur. Şâzilî’nin tasavvufı sohbetlerine
katılanlardandır. Hakkında daha geniş bilgi içinbk. Suyûtî, a.g.e.,
1/274-276; Mahlûf, a.g.e., 1/189.
[605] İskender!, Letâif,
76-77, 88, 92, 103; İbn Sabbâğ, a.g.e., 42, İbn Mülakkın, a.g.e.,
485-486, İbn lyâd, a.g.e., 19, 38.
[606] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
29, 31; İbn lyâd, a.g.e., 23, 24, 40.
[607] İbn Sabbâğ İzzeddin b.
Abdüsselâm’ın Şâzilî’ye intisâb ettiğini belirtmiştir, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
37. Ayrıca İzzeddin b. Abdüsselâm’ın hayatı ve Şâzilî ile ilişkileri hakkında
bk. Suyûtî,
a.
g.e., 1/272-273.
[608] İskenderî, Letâif,
76-77, 84; İbn Sabbâğ, a.g.e., 37, 45, 222; İbn lyâd, a.g.e., 19,
35, 37, 38, 44.
[609] İbn lyâd, a.g.e.,
19.
[610] İmam Bûsîrî
Şâziliyye tarikatına mensûbtur. Bu sebeple Ebu’l-Hasan Şâzilî’yi ve Ebu’l-Abbas
el-Mursî’yi medheden şiirler yazmıştır. Fakat onun asıl şöhreti Hz. Peygamber
(s.a.) Efendimiz için yazdığı şiirlerden kaynaklanır. Bu konudaki en önemli
şiiri "'Kasîdetü l-burde” isimli şiiridir. Hakkında daha geniş
bilgi için bk. Suyûtî, a.g.e., 1/464; Kaya Mahmut, Bûsîrî Muhammed
b.
Saîd, D.Î.A., VI/468;
İbn Imâd, a.g.e., V/432; Demîka, a.g.e., 161-163.
[611] İbn lyâd, a.g.e.,
38-39.
[612] Demîka, a.g.e.,
20, 154.
[613] Yılmaz, Tasavvuf
ve Tarikatlar, 266.
[614] Şa’rânî, el-Envâru
’l-Kudsiyye, fi-Ma ’rifeti Kavâidi ’s-Sûfiyye, 18.
[615] Suyûtî Şâziliyye
tarikatı mensubudur. Bu sebeple Te’yîdü’l-hakikatü’l-aliyye ve Teşdîdü’t-
Tarîkati ’ş-Şâziliyye isminde bir kitap yazmıştır. Ayrıca bk. Rinn Luis, Marabouts
et Khouan, 339-340, Alger, 1884; Demîka, a.g.e., 106-108.
[616] Harîrîzâde, a.g.e.,
11/205 b, Demîka, a.g.e., 20, 122 vd.; Menûfi, a.g.e., 11/262;
Tavîl Tevfik, eş- Şa’rânî, 16-25, 44-45, Kahire, 1945.
[617] Demîka, a.g.
e., 20.
[618] en-Nedvî
Ebu’l-Hasan, Rabbâniyye Lâ-Rahbâniyye, 127, Beyrut, 1983; Demîka, a.g.e.,
65-66.
[619] İskender!, Letâif,
23-24.
[620] İskenderî, Letâif,
104.
[621] İskender!, Letâif 24.
[622] İskender!, Letâif,
97.
[623] Ateş Süleyman, İslâm
Tasavvufu, 93-94; İstanbul, 1992.
[624] İskender!, Letâif
97.
[625] a.e., 104. Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 47.
[626] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 48.
[627] İskenderî, Letâif 96.
[628] a.e., 97.
[629] a.e., 76.
[630] a.e., 97.
[631] a.e., 49.
[632] Kadı lyâd hakkında daha geniş
bilgi için bk. Zehebî, A ’lâmu ’n-nubelâ, XX/212-219; Mahlûf, a.g.e.,
1/140-141.
[633] İbn Atıyye, el-Muharraru
’l-vecîz, 1/344, ID/128-129, Beyrut, 1993.
[634] Abduihalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 49.
[635] Söz konusu kitap
listesi için bk. Türkiye Gazetesi Evliyâlar Ansiklopedisi V/402.
[636] Çakan î. Lütfi, Hadis
Edebiyatı, 133-135, 137-139; İstanbul, 1989.
[637] Ali b. Muhammed
el-Menûfî’nin hayâtı ve eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Bağdadî, Hediyye,
1/743; Ziriklî, a.g.e., V/ll; Mahlûf, a.g.e., 1/272. Demîka, a.g.e.,
141-142.
[638] Güven, a.g.e., 20-27, 232.
[639] Şâzilî’nin
mektubunun metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 47-59.
[640] Şa’rânî, a.g.e.,
11/964-1008, Münâvî, a.g.e., 11/127-137.
[641] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
139.
[642] a.e., 184.
[643] a.e., 140.
[644] et-Tevbe, 9/117.
[645] t-Tevbe, 9/118.
[646] İskender!, Letâif,
135.
[647] Elmalıh Muhammed
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur ’ân Dili, INMYI-Mû.
[648] Bursevî İsmail
Hakkı, Rûhu ’l-Beyân, Muhtasar Tercüme, III/524 vd, İstanbul, 1995.
[649] İbn Sabbâğ bu
namazı yatsı namazı olarak verir, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 42.
[650] eş-Şûrâ, 42/49-50.
[651] İskenderî, Letâif,
134; îbn Sabbâğ, a.g.e., 42.
[652] en-Nisâ, 4/146.
[653] en-Nisâ, 4/145.
[654] en-Nisâ, 4/144.
[655] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
46.
[656] el-Ankebût, 29/46.
[657] el-Enbiyâ, 21/107.
[658] İbn Sabbâğ, a.g.e., Y16.
[660] a.e., 139-140. Şâzilî’nin başka hadislere getirdiği yorumlar
için bk., Gümüşhânevî, Câmiu’l- usûl, 188-189.
[661] bk. a.e.,
150-154.
[662] Ibn lyâd, a.g.e., 10;
Zâfîr, el-Envâr, 35; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 43,
71.
[663] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
34-35.
[664] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
141; İbn lyâd, a.g.e., 93; Abdulkadir îsa, a.g.e., 14.
[665] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
107; İbn lyâd, a.g.e., 93.
[666] İskender!, Letâif,
160; Ali Salim, a.g.e., 113.
[667] Bu konuda daha
geniş bilgi için bk. Yılmaz, Tasvvuf ve Tarikatlar, 25-29.
[668] İskender!, Letâif,
162.
[669] el-A ’râf, 7/172.
[670] İskender!, Letâif,
88, 120; İbn lyâd, a.g.e., 20.
[671] İbn Sabbâğ, a.g.
e., 43.
[672] İbn Sabbâğ, a.g.e., 23;
İbn iyâd, a.g.e., 12; Zâfır, el-Envâr, 48-49; Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş- Şâziliyye, 25.
[673] İskender!, Letâif
79. İbn iyâd, a.g.e., 18.
[674] İskender!, Letâif,
87.
[675] Abdulhalîm, el-Medrasetü
‘ş-Şâziliyye, 48-49.
[676] İskender!, Letâif,
92; Mackeen, a.g.m., 482; Demîka, a.g.e., 40.
[677] İskender!, Letâif,
19.
[678] a.e., 87.
[679] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
175; İbnlyâd, a.g.e., 10.
[680] a.e., 175-176.
[681] a.e., 150.
[682] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
36; İbn lyâd, a.g.e., 28.
[683] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
32-39; İbn lyâd, a.g.e., 29-30.
[684] İbn lyâd, a.g.e.,
10.
[685] İskenderî, Letâif
79; İbn Sabbâğ, a.g.e., 176; İbn lyâd, 20.
[686] İskenderî, Letâif,
76.
[687] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
145.
[688] İskenderî, Letâif,
87.
[689] İbn Imâd, a.g.e.,
V/279; İbn lyâd, a.g.e., 18.
[690] İskender!, Letâif,
76-77.
[691] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
163.
[692] İskender!, Letâif
a.g.e., 77-78.
[693] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
42.
[694] Âsim, Kâtnus
Tercümesi, 1/235.
[695] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 24.
[696] Kâşânî
Abdurrezzâk, Istılahâtu ’s-Sûfiyye, 162, Kahire, 1992.
[697] Pakahn Mehmet
Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III/331, İstanbul,
1983.
[698] Kutup, İ.A, VI/1075.
[699] Zâfir, el-Envâr,
107-109.
[700] Şa’rânî, a.g.e.,
11/973.
[701] îskenderî, Letâif,
75 vd..
[702] Safiyüddin b. Ebî
Mansûr, Ebu’l-Abbas el-Mursî’nin talebelerindendir. Gençliğinde Şâzilî’yi
görmüştür. er-Risâle isimli bir eseri vardır. Vefat tarihini tesbit
edemedik Hakkında daha geniş bilgi için bk İbn Mülakkın, a.g.e., 540.
Îskenderî, Safiyyüddin b. Ebî Mansûr’un, Şâzilî’yi kitabında övdüğünü
belirttiğine göre, muhtemelen bu kitap er-Risâle isindi kitabıdır, bk
îskenderî, Letâif, 75.
[703] Hakkında bilgi
için bk İbn İmâd, a.g. e., V/397
[704] Hakkında bilgi
içinbk İbn Mülakkın, a.g.e., 488-489; Suyûtî, a.g.e., 1/428.
[705] Hakkında bilgi
içinbk Suyûtî, a.g.e., 1/430.
[706] İbn Dakîk el-îyd
ismiyle meşhurdur. Şâzilî’nin tasavvufî sohbetlerine kaülanlardandır. Hakkında
daha geniş bilgi için bk Suyûtî, a.g.e., 1/274-276.
[707] îskenderî, Letâif,
75.
[708] Hakkında daha
geniş bilgi ve Şâzilî ile ilişkisi hakkında bk Suyûtî, a.g.e.,
1/272-273.
[709] îskenderî, Letâif,
76.
[710] a.e., 76.
[711] a.e., 78.
[712] Konevî hakkında
daha geniş bilgi için bk. Yılmaz H. Kâmil Tasavvufi Hadis şerhleri ve Konevî
’nin Kırk Hadis Şerhi, 111 vd.
[713] Iskenderî, Letâif,
88.
[714] Tam adı, Ebû
Abdullah b. Mansûr el-İskenderî eş-Şâzilî el-Mukrî’dir. Mekînüddin el-Esmer
diye meşhur olmuştur. Fıkıh ve Hadîs ilmi ile meşgul olurdu. Ayrıca devrinin
Şeyhu’l-Kurâsı idi. 610/1213 yılında doğmuş, 692/ yılında İskenderiye'de vefât
etmiştir. Şâzilî’nin mürîdlerindendir. Daha geniş bilgi için bk. Abdulhalîm
Mahmûd, Letâifii ’l-Minen dipnot, 95.
[715] İskender! Letâif,
78.
[716] ae.,88.
[717] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
163.
[718] îskenderî, a.g.e., 88.
[719] İbn Batûta, a.g.e.,
25-26.
[720] İbn Mülakkın, a.g.
e., 459.
[721] Câmî, a.g. e.,
780 vd.
[722] Suyûtî, a.g.e.,
1/426-427.
[724] Münâvî, a.g.e.,
11/127.
[725] İbn İmâd, a.g.e.,
V/279.
[726] îskenderî, Letâif
23, 25.
[727] a.e., 28.
[728] Bu ta’rif ve daha
geniş bilgi için bk. Topaloğlu Bekir, “Allah ", D.İ.A., 11/471.
[729] Meryem, 19/65.
[730] İskenderî, Letaf,
165.
[731] a.e., 165.
[732] a.e., 165.
[733] İskenderî, Miftâhu
’l-felâh, 87.
[734] İskenderî, Letâif,
165.
[735] a.e., 165.
[736] a.e., 165.
[737] a.e., 165.
[738] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
203.
[739] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
195; îbn lyâd, a.g.e., 84.
[740] îskenderî, Letûif,
72.
[741] Şehbenderzâde, İslâm
Târihi, 389.
[742] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
203.
[743] îskenderî, Letâif,
72.
[744] a.e., 160.
[745] a.e., 50-51.
[746] Aclûnî, a.g.e.,
262.
[747] İskender!, Letâıf
52.
[748] İbn lyâd, a.g.e.,
84.
[749] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
107.
[750] İskenderî, Letâif,
50.
[751] Şehbenderzâde, İslâm
Târihi, 380.
[752] Fussılet, 41/53.
[753] İskenderî, Letâif,
50-51.
[754] Şehbendeızâde, İslâm
Târihi, 381.
[755] İskenderî, Letâif,
52.
[756] Şehbendeızâde, İslâm
Târihi, 381.
[757] Kur’âna göre Allah’ın varlığı
zâten aşikârdır. Kur’ân’da, “Kafirlere bile “Kâinatı kim yarattı?” diye
sorunca, “Allah” cevâbını verirler (ez-Zümer, 39/38).” buyrulmuştur.
Bir başka â- yette ise, “Şüphesiz ki O, Hakku’l-yakîn’dir (el-Hâkka,
69/51).” ifâdesi ile Allah'ın âşikâr olduğu vurgulanmıştır. İslâm'ın zuhûr
ettiği ortam ve çağda Yahûdî, Hıristiyan ve Müşrikler’in durumuna bakıldığında,
Allah’a inanmama söz konusu değildir. İnandıkları Allah’ı tanımama problemi
vardır. Bu sebeple İslâm Allah'ın varlığını isbâttan ziyâde tevhîd anlayışım
yerleştirmek için gelmiştir. İslâm ve O’nun Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.),
Allah’ın varlığından ziyâde, O’nu tanıtmaya ve birliğini ortaya koymaya
uğraşmıştır. Böyle bir iş için Allah’a inandıkları halde O’nunla kendi
aralarına aracı olarak putlan koyan (ez-Zümer, 39/3) ve i- nançlan
kitap gibi sağlam bir delile dayanmayan müşriklerin yaşadığı coğrafyanın
seçilmesi çok önemlidir. Çünkü burada yaşayıp da İslâm’ı kabul eden insanlar
daha önceki yanlışlıklarını net olarak görmüşlerdir. Bu da, o güne kadar sağlam
görülen, inançlarım kitaba dayandıran Yahûdî ve Hıristiyanlar’m Allah
anlayışındaki hatalarının görülmesini kolaylaştırmıştır. Yahûdî- ler, Allah’a
beşerî sıfatlar yakıştırıyor, “O’nun yorulduğunu, bahçede gezindiğini, önceden
yaptığına sonradan pişman olup yüreğinde acı duyduğunu” kabul ediyorlardı, (bk.
Eski Ahid, Tekvin, 2/1-3, 3/8, 6/6.) Hıristiyanlar ise üçlü bir
ulûhiyyet sistemine (Baba, Oğul, Rûhu’l- kudûs) inanıyordu. İşte İslâm dini
bütün sapmaları, yanlış anlamaları ve yersiz yorumlan bertaraf etmiş, Allah’m
birliğini ve sıfatlarım şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ortaya koymuştur.
Yani, İslâm’ın ehl-i kitap arasında değil de müşrikler arasında zuhûr etmesi,
tevhîd anlayışının daha bariz bir şekilde ortaya çıkmasını ve ehl-i kitabın
Allah inancındaki yanlışlarımı; daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır. Eğer İslâm
ehl-i kitap arasında zuhûr etse idi aynı başarıyı gösteremeyebilirdi. Çünkü
onlar bir peygambere inanıyor ve muharref de olsa dinlerinin hak olduğunu kabul
ediyorlardı. Müşriklerin dayanaktan ise o kadar sağlam değildi. Herşeyi örf
hâline getirdikleri atalarının dîni ile çözmeye çalışıyorlardı. İlâhî kaynaklı
olmayan bu düşünce, İslam karşısında fazla bir varlık gösteremedi.
[758] İskenderî, Letâif,
51.
[759] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 230.
[760] Fâtır, 35/15.
[761] el-Bakara, 2/31.
[762] İskenderî, Letâif,
51; İbn Sabbâğ, a.g.e., 187.
[763] İskenderî, Letâif,
52.
[764] a.e., 50-51.
[765] a.e., 52.
[766] a.e., 53.
[767] el-En’âm, 6!9\.
[768] el-İskenderî, Letâif 51.
[769] a.e., 52.
[770] a.e., 51.
[771] İbn lyâd, a.g.
e., 111.
[772] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
139.
[773] a.e., 142.
[774] İskender!, Letâif, 52.
[775] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
46; İbn lyâd, a.g.e., 40.
[776] İskenderî, Letâif,
172.
[777] a.e., 164.
[778] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
200.
[779] Şehbenderzâde, îslâm
Târihi, 372-373.
[780] a.e.,381.
[781] el-Hadîd, 57/3.
[782] Şehbenderzâde, îslâm
Târihi, 382.
[783] Kur’ân’bize bu
ta’rifin unsurlarını tek tek açıklar. İnsana beden verildiği da şöyle dile
getirir:
“Andolsun ki, insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu
nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra nutfeyi kan pıhtısına
çevirdik. Kan pıhtısını da bir çiğnemlik et yaptık. Bir çiğnemlik etten
kemikler yarattık. Kemiklere de et giydirdik (el ’Mü ’minûn, 23/12-
14).”
İnsana bedenin
yanına rûh verildiğini şöyle zikreder:
“Yarattığı
herşeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu
bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip rûhundan üfleyen
Allah’tır (es-Secde, 32/7-9).”
“Rabbin
meleklere: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp rûhumdan ona
üflediğim zaman ona secdeye kapanın” demişti (Sâd, 38/72; el-Hicr,
15/29).”
İnsanın
ibâdetle mükellef olduğu da, “Cin ve insi sadece bana ibâdet etsinler diye
yarattım (ez-Zariyât, 51/56).” âyeti ile anlatır.
[784] Şâzilî’nin rûh hakkmdaki
düşünceleri için, ilmi şahsiyeti başlığındaki Şâzilî’den nakledilen âyet
tefsirleri bölümüne bk.
[785] İskender!, Letâif 164.
[786] İskender!, Letâif, 52.
[787] a.e., 52.
[788] a.e., 172.
[789] a. e., 166.
[790] Hz. Âdem üe
ilgili bu bilgilerin Kur’ânî dayanaklan için sırayla bk. es-Sâffât,,
37/11; el-Hicr, 15/28; Sâd, 38/71; el-Hicr, 15/29-30; el-Bakara,
2/35; Sâd, 3W5-T1, 82-83; el-A ’râf, 7/16-23; Tâhâ,
20/121; el-Furkân, 25/115; el-Bakara, 2/37-38; el-Furkân,
25/70; Tâhâ, 20/55.
[791] İskenderî, Letâif
84; îbn Sabbâğ, a.g.e., 162.
[792] el-Bakara, 2/30.
[793] İskenderî, Letâif,
84, 153; İskenderî, et-Tenvîr, 57; îbn Sabbâğ, a.g.e., 162.
[794] el-Kehf, 18/84, 85, 89, 92.
[795] İskenderî, Letâif,
153; İskenderî, et-Tenvîr, 57.
[796] İskenderî, Letâif
84.
[797] İskenderî, Letâif,
153; İskenderî, et-Tenvîr, 57.
[798] İskender!, Letâif
84; İbn Sabbâğ, a.g.e., 162.
[799] İskender!, Letâif,
84; İskender!, et-Tenvîr, 56; İbn Sabbâğ, a.g.e., 162.
[800] el-A ’râf, H\TL
[801] İskender!, Letâif,
171.
[802] İskender!, et-Tenvîr,
55-56; İskender!, Letâif 152-153.
[803] İskenderî, et-Tenvîr,
110-113.
[804] el-Kıyâmet, 75/20.
[805] İskenderî, et-Tenvîr,
113-125.
[806] İbn lyâd, a.g.
e., 58-59.
[807] İskenderî, Letâif
84; İbn Sabbâğ, a.g.e., 162.
[808] İskenderî, Letâif,
168.
[809] a.e., 157.
[810] a.e., 164.
[811] a.e., 169.
[812] a.e., 169.
[813] el-Kasas, 28/68.
[814] er-Rahmân, 55/29.
[815] İskender!, Letâif
157.
[816] tbn Sabbâğ, a.g.e.,
141.
[817] el-Ahzâb, 33/72.
[818] en-Nisâ, 4/28.
[819] et-Talak,
[820] İskender!, Letâif
169.
[821] a. e., 160. Daha geniş bilgi için varlık konusuna bk.
[822] el-Bakara, 2/156.
[823] el-Fecr, 89/27-30.
[824] İskender!, Letâif,
172.
[825] a.e., 148
[826] a.e., 165.
[827] a.e., 165.
[828] el-Bakara, 2/30.
[829] Îskenderî, Letâif
164.
[830] a.e., 53.
[831] Tezâldr-i Hüdâyî, 31b, 113 b.
[832] İbn lyâd, a.g.e., 15.
[833] İskender!, Letâif
50.
[834] a.e., 87; İbnlyâd, a.g.e., 80.
[835] Bu konuda daha geniş bilgi
için bk. Keklik, a.g.e., 434-440; Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, 328.
[836] İskender!, Letâif,
76-77.
[837] Yûnus, 10/62.
[838] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
141.
[839] El-Ahkâf, 46/35.
[840] Zâfir, el-Envâr,
198.
[841] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
196.
[842] a.e., 195.
[843] İskender!, Letâif
50,52.
[844] a.e., 50.
[845] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
195.
[846] a.e., 144.
[847] el-Enbiyâ, 21/22.
[848] el-Mü ’min, 40/15.
[849] er-Rûm, 13/16.
[850] en-Nahl, 16/40.
[851] Fâtır, 35/41.
[852] Fâtır, 35/16.
[853] İskender!, Letâif
160.
[854] İbn Sabbâğ, a.g.e., 187;
İbnlyâd, a.g.e., 83.
[855] Ra’d, 13/39.
[856] İbn Sabbâğ, a.g.e., 188.
[857] İskender!, Letâif,
172.
[858] a.e., 168.
[859] a.e., 164.
[860] Şehbenderzâde, İslâm
Târihi, 381.
[861] İskender!, Letâif
84.
[862] Uludağ, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, 507.
[863] a e., 506.
[864] Yılmaz, Tasavvuf
ve Tarikatlar, 305.
[865] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 248-258.
[866] Neccâr, a.g.e.,
136-137.
[867] İskenderî, Letâif
49; İbn Sabbâğ, a.g.e., 136; İbnlyâd, a.g.e., 74.
[868] İbn Sabbâğ, a.g.e..,
26; İbn lyâd, a.g.e., 14.
[869] eş-Şûrâ, 42/12.
[870] Şâzilî, Evrâd„
bk Zâfir, el-Envâr, 244.
[871] İbn lyâd, a.g.
e., 112.
[872] İskenderî, Letâif 52.
[873] a.e., 160.
[874] a.e., 51-52, 160; İbn Sabbâğ, a.g.e., 195.
[875] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
195.
[876] a.e., 195.
[877] İbn lyâd, a.g.
e., 80.
[878] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
141.
[879] a.e., 187; Ali Sâlim, a.g.e., 114.
[880] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
206-207; İbn lyâd, a.g.e., 114.
[881] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
144.
[882] İbn lyâd, a.g.
e., 111.
[883] Salât-ı
Meşîşiyye’nin metni için bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 148 vd. Salât-ı
Meşîşiyye’nin içeriğini özetleyecek olursak şunlan söylemek mümkündür: Bu vird,
kozmik sistemin yaratılış sebebi olan Hz. Peygamber (s.a.) üzerine söylenmiş
çok yüce bir duâdır. Bu duâda İbn Meşîş, hakîkat-ı Muhammediyye’yi Cenâb-ı
Hakk’ın “câmi bir sim” ve insanla Allah arasında “a’zam bir hicâbı” olarak
belirtmiş, ma’rifeti de peygamberliğe âid sun açan bir yol olarak tanıtmıştır.
Son bölümde ise ehadiyyet ve vahdet denizine dalmak ve böylece tevhide engel
olan mânilerden kurtulmak için Cenâb-ı Hakk’a yalvarmıştır, bk. (Bursevî,
İsmâil Hakkı, Şerh-i salât-ı İbn Meşîş, nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 551-622, İstanbul, 1311.) Salât-ı Meşîşiyye, Şâziliyye
tarikatının Derkaviyye kolu mensûbları arasında önemli bir vird olarak
yaygınlaşmış durumdadır. Bunda, Derkaviyye kolunun kurucusu Mulay Ahmed
el-Arabi ed- Derkavî (ö. 1823)’nin bu duâyı yeniden tertip etmesinin etkisi
büyük olsa gerektir. Derkavî’nin düzenlediği salât-ı Meşîşiyye için bk.
Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 155 vd; Ayrıca bilgi için bk. Yeşrûtî, Müseyyiratî,
159.
[884] İbn Meşîş, Salâtü
Meşîşiyye, bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 148-149.
[885] Bursevî, Şerh-i
salât-ı İbn Meşîş, 610-614.
[886] a. e., 160.
[887] a.e., 161.
[888] a.e., 53.
[889] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 69.
3M Konuyla ilgili
âyetlerden bazıları şunlardır:
“Allah kendisinden başka ilah
olmayan, diri ve yaratıklarının canlılığım sağlayan kayyûmdur.” (el-Bakara, 2/255)
“Görmediler mi
Allah nasıl yaratmayı başlatıyor, sonra onu iâde ediyor (yeniden yaratıyor).?”
(el-Ankebût, 29/19)
“Nefes almaya
başlayan sabaha yemin olsun.” (et-Tekvîr, 81/18)
“İlkin var
eden, sonra geri çevirip yeniden yaratan O’dur.” (el-Burûc, 85/15)
“Allah
dilediğini yapıp durmaktadır (O, faaldir).” (el-Burûc, 85/16)
“Allah her
gün (her an) yeni bir şe’nde (oluşta) dır.” (er-Rahmân, 55/29)
“Yer üzerinde
bulunan herşey yok olacaktır (yok olup durmaktadır). İkrâm ve celâl sahibi
Rabb’inin vechi (ikramı ile teveccühü) bâkîdir.” (er-Rahmân, 55/26-27)
On
un zâtından başka herşey helâk olucudur (helâk olup durmaktadır).” (el-Kasas, 28/88)
“İşte Rabbiniz Allah budur.
O’ndan başka ilah yoktur, herşeyin yaratanıdır. Öyle ise O’na kulluk edin; O
herşeye vekildir. Gözler O nu göremez, fakat O bütün gözleri görür. O latiftir
ve habîrdir.” (el-En’âm, 6/102-103).
[891] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
136; İbn lyâd, a.g.e., 74; Gümüşhânevî, Câmiu 'l-usûl, 195-196.
[892] İbn Sabbâğ, a.g.e„
136; 74.
[894] İskender!, Letâif
40.
[895] el-Enbiyâ, 21/23.
[896] el-En ’âm, 6/164.
[897] Şâzilî, Hızbü
’t-tevessül, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 89; îbn lyâd, a.g.e.,
205.
[898] Zâfir, el-Envâr,
187, 188.
[899] İskenderî, Letâif
50.
[900] ibn Sabbâğ, a.g.e.,
195; İbnlyâd, a.g.e., 93.
[901] a.e., 160-161; İbn lyâd, a.g.e., 83.
[902] el-İsrâ, 17/85.
[903] Şâzilî, Risale
(Mektup),bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 48-49.
[904] Yahûdîler’in
sorusu ve âyetin nüzûiü hakkında daha geniş bilgi için bk. Elmalık, Hak Dini
Kur’ân Dili, V/319-325.
[905] Şâzilî, Risale
(Mektup),bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 49.
[906] Bu kural için bk.
San MevtiA.Arapça-Türkçe Lügat, 1058, 1463, İstanbul, 1982.
[907] Bu âyetler için
bk. el-Hıcr, 15/29; el-Enbiyâ, 21/91; es-Secde, 32/9; Sâd
38/72; et-Tahrîm, 66/12.
[908] Yûsuf, 12/87.
[909] Âl-i İmrân, 3/59; Fâtır, 35/11; Ğâfir, 40/68.
[910] Şâzilî, Risâle
(Mektup),bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 49-50.
[911] Şâzilî’nin rûh
ile ilgili fikirlerin tamamı için bk. Şâzilî, Risâle (Mektup),tik. İbn
Sabbâğ, a.g.e., 48-50; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
50-54.
[912] “Ey Muhammed, de
ki: Kur’ân’ı Rûhu’l-Kuds (Cebrâil) Rabbinin katından inananların inançlarını
pekiştirmek müslümanlara doğruluk rehberi ve müjde olmak üzere gerçekle
indirmiştir.” en-Nahl, 16/102. “Ey Muhammed, onu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil)
senin kalbine indirmiştir, eş- Şuarâ, 26/193-194.
[914] el-Mâide, 5/35.
[915] Taberânî, el-Mu
’cemu ’l-Kebîr, 1/292; Bağdat, 1978.
[916] Gerek halk
kültüründe gerekse sûfi sözlerinde bu iş biraz daha ileriye götürülerek
talepler Allah yerine Hz. Peygamberden ve şeyhlerden istenmiştir. Bu sebeple
“Meded Yâ Rasûlallah!”, “Meded yâ şeyh!”, “Meded yâ Gavs-ı A’zam!”, “Meded yâ
Ebe’l-Hasan!” gibi ifâdelerin kullanıldığı bir gerçektir. Tasavvufta Hz.
Peygamber, şeyh veya benzeri mâneviyât büyüklerinden istimdâd, doğrudan onların
şahıslarından değil de ind-i İlâhideki i’tibar ve derecelerinden yararlanmak
için olursa câiz görülmüştür, (bk. Yılmaz H. Kâmil, Tevessül ve istimdât,
Altınoluk Dergisi, Şubat 1996.) Bu açıdan tevessül ve istimdâdda lafızlar
önemli değil, kalplerdeki niyet önemlidir. Çünkü Allah katında inşam
lafızlardan ziyâde şuurlu bir şekilde kalbinde sakladığı niyeti bağlar. Niyeti
kişiyi müşrik ya da tevhîd ehlinden yapar.
İnsan beşer olmanın gereği sığınma
duygusu taşır, kendisinden daha güçlü bir dayanak arar. Çocuk anne-babasına,
talebe hocasına, mürîd şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. İstimdâd ve
vesileye sarılma, bu sığınma duygusunun bir tezâhürüdür. Kur’ân’a göre
Allah’dan daha güçlü bir güvence yoktur. (Yûsuf 12/21) Bu sebeple
insanın Allah’a sığınması en doğru olanıdır. Mâneviyât büyüklerinden meded
beklemek bu doğruluğa ters değildir. Çünkü vahdet-i vücûd inancı açısından
bütün fiiller Allah’ındır. Kudret ve kuvvet de sadece O’na âiddir. Konuya bu
açıdan bakıldığında, kişinin bizzat kendisinde bir güç görüp ondan talep
etmedikten sonra şer’î bir tehlike söz konusu değildir. Kişi mâneviyât
büyüğünden istimdâd ve istiâne ettiğinde, aslında talebini Allah’a
arzetmiştir.
[917] Hizbü ’t-tevessül için bk. İbn lyâd, a.g.e., 205; Zâfir, el-Envâr,
356; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l- ahzâb, 13.
[918] Bu hâdise için
bk. Buhârî, îcâr, 12; Müslim, Deavât, 101.
[919] Meryem, 19/4.
[920] İskender!, Letâif
159-160.
[921] İbn lyâd, a.g.e.,
20.
[922] a.e.,111.
[923] Şâzilî, Hızbu
’t-tevessül, bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 89. ibn lyâd, a.g.e.,
205.
[924] Şâtıbî,
Ebu’l-Hasan Şâzilî ile aynı yıllarda doğmuş ve seksen yıldan fazla yaşamıştır.
Hakkında daha geniş bilgi içinbk. Suyûtî, a.g.e., 1/427; Tu’mî, a.g.e.,
192.
[925] İbn lyâd, a.g.
e., 20-21.
[926] İskender!, Letâif
88-89.
[927] İbn lyâd, a.g.e., 110.
[928] es-Secde, 32/4.
[929] ez-Zümer, 39/43-44.
[930] İbn lyâd, a.g.e.,
110; Neccâr, a.g.e., 149-150.
[931] Uludağ, Tasavvufî
Terimler Sözlüğü, 244-245; 286-287.
[932] Sakr Hâmid İbrahim Muhammed, Nûru
’t-tahkîk fi sıhhati a’mâli’t-tarîk, 110, Mısır, 1390/1970.
[933] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
28-29.
[934] ibn Sabbâğ, a.g.e.,
52; Ali Sâlim, a.g.e., 171; Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 31-32.
[935] İbn Teymiye, Mecmûatu
’l-Fetâvâ, n/139, Dâru’i-vefâ, Mansûra, 1997; Şa rânî, a.g.e.,
D7694- 695; Zâfir, el-Emâr, 120-121.
[936] Abdulhalîm, el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye, 75.
[937] a. e. ,74.
[938] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
205; İbnlyâd, a.g.e., 113.
[939] Aclûnî, a.g.e„
11/64.
[940] el-İsrâ, 17/55.
[941] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
205; İbn lyâd, a.g.e., 113; Şa’rânî, a.g.e, 11/1001; Ye.şrûtî, Rıkle,
81.
[942] Gürer, a.g.e.,
151.
[943] Uludağ, Tasavvufi
Terimler Sözlüğü, 544.
[944] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
135; Şa’rânî, a.g.e., 11/974.
[945] İbn lyâd, a.g.e.,
60.
[946] İskender!, Letâif,
177.
[947] a.e., 77.
[948] a.e., 117; İbn Sabbâğ, a.g.e., 23.
[949] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
144; Şa’rânî, a.g.e., 11/991; Münâvî, a.g.e., 11/135; İbn lyâd, a.g.e.,
102; Gümüşhânevî, Câmiu ’l-usûl, 167.
[950] Şa’rânî, a.g.e.,
11/ 993; Demîka, a.g.e., 32.
[951] Gümüşhânevî, Câmiu
’l-usûl, 167.
[952] îskenderî, Letâif 161;
îskenderî, Tâcü ’l-arüs, 14; Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye,
43-44;
Faruk Ahmed, a.g.e., 113;
Neccâr, a.g.e., 130. Ayrıca bk. çalışmamızın, Şâzilî’nin Fiziki
Görünüşü ve Hayat Tarzı blm.
[953] îskenderî, Letâif,
162.
[954] a.e., 161-162.
[955] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
146-147.
[956] İbn Sabbâğ, a g.e., 145-146.
[957] Buhârî, Bedu
’l-vahy, 7, îmân, 26.
[958] İskender!, Letâif,161.
[959] Şa’rânî, a.g.e.,
n/973.
[960] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
148.
[961] Azimet, herhangi
bir konuda özre ait istisnâlar göz önüne alınmaksızın Allah’ın kullanıla meşru
kıldığı ana hüküme denir. Rûhsat da istisnâlar sebebi ile ana hükümdeki
zorluklann yumuşatılmasıyla oluşan ikinci hükümdür. Kısaca azimette kararlılık
ve zorluklara aldırmadan hedefe yürüme vardır. Rûhsat da ise zorluk ve
şiddetlerin hafifletilmesi esastır. Ramazanda sefer hükümlerinin özelliklerini
taşıyan bir insanın oruncunu tutması azimete, tutmaması ise rûhsata örnektir.
Daha geniş bilgi için bk. Bilmen Ömer Nasûhî, Hukûk-ı İslâmiye ve Istılahât-ı
Fıkhıyye Kamusu, 1/34, İstanbul, 1970.
[962] Îskenderî, Letâif
92.
[963] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
148; Ali Sâlim, a.g.e., 82.
[964] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
146.
[965] Şa’rânî, el-Envâru
’l-kudsiyye fi-Ma ’rifeti Kavâidi ’s-sûfiyye, 43, Kahire, 1987.
[966] İskenderî, Letâıf
120. İbn Sabbâğ, a.g.e., 176.
[967] İbn iyâd, a.g.e.,
112; Fâruk Ahmed, a.g.e., 116; Demîka, a.g.e., 56.
[968] Şa’rânî, el-Envâru
’l-Kudsiyye fi-Ma ’rifeti Kavâidi ’s-Sûfiyye, 43.
[969] İbn iyâd, a.g.
e., 112.
[970] ıblavî Mahmûd
Sa’d, et-Tasavvuf fî’t-turâs İbn Teymiye, trc. Ali Durusoy, İbn Teymiye’de
Tasavvuf, 21-25, İstanbul, 1989.
[971] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
22; İbn lyâd, a.g.e., 12.
[972] Konevî Mısır’a
Suriye Eyyûbîleri adına elçi olarak gelse gerektir. Çünkü 648/1250 yılında
Eyyûbî sultam Tûran şah’Am ölümü ile Mısır’da hakimiyet yavaş yavaş
Memlûklerin eline geçmeye başlamış, Suriye Eyyûbiler’i ise buna karşı çıkmış ve
önce Memlüklerle anlaşma yolunu denemişler, ancak anlaşamayınca
savaşmışlardır. (Daha geniş bilgi için bk. Yiğit, Memlûkler, 25-26). Bu sırada
Konevî hocasını kaybetmenin üzüntüsü ile ortadoğunun çeşitli şehirlerini
geziyordu, (bk Yılmaz, Tasavvufî Hadis Şerhleri, 112.) Ayrıca hem hocası İbn
Arabî’nin hem de Konevî’nin Şam’daki Eyyûbîler ile güçlü bir dostlukları
vardı, (bk. Keklik, a.g.e., V). Bu açıdan İskenderî’nin elçi olarak
Mısır’a geldi dediği Konevî’ye bu görev, büyük ihtimalle Suriye Eyyûbîlerince
verilse gerektir.
[973] İskender!, Letâif
88.
[974] Ebu’l-İlm
Yâsin’in asıl adı, Yâsin b. Abdullah el-Mağribî el-Haccâm el-Esved’dir.
Hakkında daha geniş bilgi için bk. İbn Mülakkın, a.g. e., 478, Câmî, a.g.
e., 784; İbn İmâd, a.g. e., V/403.
[975] İskenderî, Letâif,
77.
[976] İbn Seb’în’in
asıl adı, Kutbuddin Ebû Muhammed Abdulhak b. İbrâhim b. Muhammed b. Nasr
el-İşbilî el-Mursî er-Rakûtî’dir. O da İbn Arabî gibi Mursiyelidir. Tahsilini
Endülüs ve Mağrib’de tamamladıktan sonra Mısır’a geçmiştir. Hakkında daha geniş
bilgi için bk Münâvî, a.g.e., II/105; Şa’rânî, a.g.e., 1/177, İbn
İmâd, a.g.e., V/329.
[977] Şehbenderzâde, İslâm
Târihi, 381.
[978] el-Burûc, 85/20.
[979] Şâzilî, Hızbu
’l-Bahr, bk. İbn Batûta, a.g.e., 27; Zâfir, el-Envâr, 254.
[980] İbn Teymiye, Mecmûatü
’l-fetâvâ, 2/150, 14/200 vd.
[981] İbn Hacer
el-Askalânî, ed-Düraru’l-Kânnne, 1/273, Kahire, 1996; İbn İmâd, a.g.e.,
VI/ 19; Taftazânî, İbnAtâullah İskenderî ve Tasavvufuhû, 56-57; Tıblavî,
a.g.e., 110-111.
[982] Ali Sâlim, a.g.e.,
213.
[983] İskender!, Letâif
26; Ali Sâlim, a.g.e., 213.
[984] İbn Teymiye, Fetâvâ,
11/151, Neccâr, a.g.e., 136-137.
[985] Çalışmamızın
“Keşf ve İlham” başlığı’na bk.
[986] İbn Teymiye, Fetâvâ,
n/139.
[987] Ebû Dâvud,
es-Salât, 1097; Nesâî, en-Nikâh,
3277.
[988] İbn Teymiye, Fetâvâ,
18/162.
[989] Şâzilî, Hizbü’l-bahr,
bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 78; İbn Batûta, a.g.e., 26; İbn lyâd, a.g.e.,
170;
Zâfir, el-Envâr, 251; Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 107. vd.
[990] İbn Teymiye, Fıkhu
’t-tasavvuf, 115, Beyrut, 1993.
[992] Ali Sâlim, a.g.e.,
249, 260-263, Neccâr, 147, 151.
[993] İbn Teymiye, Fetâvâ,
14/203.
[994] a.e., 11/144.
[995] el-Mâide, 5/67.
[996] Yûnus, 10/27.
[997] Hûd, 11/43.
[998] el-Ahzâb, 33/17.
[999] îbrâhim b. Edhem
hakkında bilgi için bk. Sülemî Ebû Abdurrahman, Tabakâtü ’s-sufiyye,
nşr., Nûreddin Şerîbe, 27, Kahire, 1986; Kuşeyrî, a.g.e„ 112-113; İbn
Kesir, el-Bidâye ve’n-nihâye, X/135, Mısır, 1321; Câmî, a.g.e.,
164; İbn Imâd, a.g.e., 1/225. Ayrıca Dr. Abdurrahmah Mahmûd’un yazdığı Ârifu
Billâh şeyh îbrâhim b. Edhem (k.s.) isimli kitaba da bakılabilir.
[1000] el-Mekkî Ebu Tâlib,
Kütü ’l-kulûb, 11/126, Mısır, 1933; Kuşeyrî, a.g.e., 113.
[1001] Şâzilî, Hizbü’l-kebîr
(Berr), bk. îbn Sabbâğ, a.g.e., 73; İbn lyâd, a.g.e., 181.
Aynca bk. el- A ’râf, 7/23.
[1002] el-îsrâ, 17/7.
[1003] Ali Sâlim, a.g.e.,
263 vd; en-Neccâr, a.g.e., 151.
[1004] el-Mü ’min, 40/60.
[1005] Muhammed, 47/7.
[1006] Abdurrahman
el-Fâsî, Şerhu hizbi ’l-berr, 140-141, Mısır, 1389.
[1007] “Allah’a kim karz-ı
hasen verir?” el-Bakara, 2/245; “Kurban ettiğiniz hayvanların etleri de kanları
da asla Allah’a ulaşmaz. Ancak sizden Allah’a takvanız ulaşır.” el-Hacc,
22/37; “Ey Habîbim, onlara: İster Allah diye çağırın, ister Rahman diye
çağırın, de.” el-îsrâ, 17/110.
Şu kudsî hadis
de, konumuza açıklık getirme açısından gayet mânidardır:
“Cenâb-ı Hakk
kuluna şöyle bir soru sorar:
-
Ey
Âdemoğlu, ben hastalandım, niçin beni ziyâret etmedin?
Kul:
-Yâ Rabbi, ben
seni nasıl ziyâret edeyim? Çünkü sen âlemlerin Rabbisin.
Bunun üzerine
Cenâb-ı Hakk şöyle buyurur:
- Ama sen falan kulumun hastalandığım
biliyordun, niçin onu ziyâret etmedin? Eğer onu ziyâret etseydin, beni onun
yanında bulurdun.”
[1008] İbn lyâd, a.g.
e., 20.
[1009] İbn Teymiye, Fıkhu
’t-Tasawuf, 284, 285; İbn Teymiye, Sırât-ı Müstakim, trc. Salih
Uçan, n/218, 350, İstanbul, 1991; İbn Teymiye, et-Tevessül ve’l-vesîle, nşr.,
Muhyiddin Şâhin, 74- 109, Matbaatü’l-Münîriyye, 1373.
[1010] İbn Teymiye, Fıkhu
’t-tasavvuf, 275-276.
[1011] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
219.
[1012] İbn Teymiye’nin
Şâzilî’ye karşı tenkîdleri hakkında daha geniş bilgi için bk. İbn Âlûsî el-
Bağdâdî, Cilâu’l-ayneyn fi-Muhâkemeti ’l-Ahmedeyn, 276-298, Mısır, 1964;
Ali Salim, a.g.e., 249-266, Taftazânî, jskenderîve tasavvufuhû,
56-51', Tıblavî, a.g.e., 110-111.
[1013] İbn Teymiye, Fıkhu
't-tasavvuf, 284-285.
[1014] İbn Teymiye, Fetâvâ,
14/204.
[1015] a.e., 14/203-204; Hilmi Mustafa, İbn Teymiye ve’t-tasavvuf,
268-293, 318-330, İskenderiyye, 1992.
[1016] İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine,
1/273; İbn İmâd, a.g.e., VI/19; Tıblavî, a.g.e., 110-111; Hilmi
Mustafa, a.g.e., 311.
[1017] İskenderî, Letâif,
24, 29, 32, 39, 66.
[1018] Daha geniş bilgi
için bk. İskenderî, et-Tenvîr fi-lskâti 't-tedbîr.
[1019] İskenderî, Letâif,
84.
[1020] Zâfir, el-Envâr,
166.
[1021] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
38, 221.
[1022] Alan Yusuf, Gevşen
İkliminde, Yeni Ümit, 30/22, İzmir, Ekim 1995. Cevşen-i kebîr, Cebrâil’in
Hz. Peygamber (s.a.)’e Uhud savâşında vahiy yoluyla getirdiği ve zırhım çokanp
onun yerine okumasını söylediği münâcâtür. Hakkında daha geniş bilgi ve
fazileti için bk. Nursî Bediüzzaman, Lem ’alar, 122, 156-157, Mektûbât,
258.
[1023] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 241-267, 283-286.
[1024] a.e., 267-281, 286-288
[1025] Hakkında daha geniş
bilgi için bk. Bağdâdî, Hediyye, 1/136-173; Ziriklî, a.g.e.,
1/91; Kehhâle, a.g.e., 1/155; Kara Mustafa, Şâziliyye Tarikatı ve üç
Büyük Şeyhi, Hareket Dergisi, Eylül, 1981.
[1026] Hakkında daha geniş
bilgi için bk. Bağdâdî, Hediyye, 1/152; Kehhâle, a.g.e., 11/49.
[1027] Bk. Bir önceki
dipnotlar.
[1028] İbn lyâd’ın ölüm
târihi kesin olarak bilinmiyor. Ancak hicri onikinci asrın ortalarında yaşadığı
ve 1153/1739 târihinde öldüğü tahmin edilmektedir. Daha geniş bilgi için bk.
Ali Sâlim, a.g.e., 20-21.
[1029] Hakkında daha geniş
bilgi için bk. Gündüz İrfan, Gümüşhânevî Ahmed Ziyâuddîn (Doktora tezi),
İstanbul, 1984.
[1030] Zâfîr, el-Envâr,
33,53; Gündüz, a.g.e., 91.
[1031] Bunun son
örneklerinden birisi, Fâsiyye kolu şeyhlerinden Şemseddin el-Fâsî tarafından
hazırlanan “el-Esrâr” isindi ahzâbın, her yıl belli bir miktar basılıp
neşredilmesidir. Ayrıca Şâzilî’nin ahzâbınm bir kısmını Abdülhalim Mahmûd da el-Medrasetü
’ş-Şâziliyye isimli eserinin içinde yayınlamıştır.
[1032] Şâzilî’nin
hizblerinin bulunduğu bazı kutüphâneler: İstanbul Dîvan Ed. Müz.; Revnakoğlu
no:30/8, 30/9; İstanbul Üniversitesi Ktp, no:5682/2; Süleymâniye ktp., Şâzilî,
no:89, 100, 105, 106; Esad Efendi, no: 1513; Aşir Efendi, nr:58; H. Mahmûd
Efendi, no:3975; Topkapı Ktp., no:2793; Bursa Eski Eserler Ktp., Ulucami,
no:960; Dımaşk Zâhiriyye Ktp., no:4012. Şunu belirtelim ki, İslâm Ülkeleri ve
batıda bir çok kütüphanede Şâzilî’nin hiziblerine rastlamak mümkündür. Burada
saydıklarımız bir fikir vermek içindir.
[1033] Bursevî ismâil
Hakkı, Şerh-i Salât-i İbn Meşîş, nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 556- 559, İstanbul, 1311.
[1034] Şabravî Ömer, Şerhu
tenvîi ’s-sadr, alâ Hizbi ’l-berr, nşr., Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb,
11, İstanbul, 1311.
[1035] İskender!, Letâif,
191.
[1036] İbn Sabbâğ, a.g.
e., 63.
[1037] a.e., 63; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 2.
[1038] Fâsî Şemsüddîn, el-Esrâr,
3, trs.
[1039] İbn lyâd, a.g.e.,
177.
[1040] a.e., 165, 177; Zâfir, el-Envâr, 255.
[1041] İbn lyâd, a.g.e.,
\T1.
[1042] îskenderî, Letâif
191; İbn lyâd, a.g.e., 177.
[1043] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb., 2.
[1044] el-En ’âm, 6/54.
[1045] İskender!, Letâif,
191.
[1046] et-Tevbe, 9/111.
[1047] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
62-75.
[1048] İbn lyâd, a.g.e.,
182.
[1049] Zâfir, el-Envâr,
255-268, Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 2-13.
[1051] a.e., 141.
[1052] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
76, 220.
[1053] a.e., 80.
[1054] Kitap için bk.
İstanbul Üniv. Ktp., no:5682; Süleymâniye Ktp. Bağdatlı Veli Efendi, no:464.
Müellifi hakkındabk. Bağdadî, Hediyye, 1/548; Kehhâle, a.g.e.,
V/194.
[1055] Kitabın yazma
nüshası için bk. Süleymâniye Ktp., Lâleli, no: 1564, Müellifi hakkında bk. Kehhâle,
a.g.e., V/201.
[1056] Müellif ve eserleri
hakkında bk. Bağdadî, Hediyye, 1/171; Bağdâdî, îzâhu’l-meknûn,
1/401; Kehhâle, a.g.e., 1/307.
[1057] Daha geniş bilgi
için bk. Süleymâniye Ktp., Esad Efendi, no: 1514; Zâhiriyye ktp., Dımaşk, 8982;
Bağdâdî, Hediyye, H/327; Kehhâle, X/168, Ziriklî, a.g.e., VI/206;
Demîka, a.g.e., 169.
[1058] Daha fazla bilgi
için bk. Süleymâniye Ktp., Rşd. no: 1067; Bağdâdî, Hediyye, 1/298;
Kehhâle, a.g.e., III/248.
[1059] Daha fazla bilgi
için bk. Bağdâdî, Hediyye, 1/406; Kehhâle, a.g.e., IV/271.
[1060] Daha fazla bilgi
için bk. Kehhâle, a.g.e., XI/282. Bu şerhe Tenvîru ’l-ârifi ’l-basir
ismi de verilir, bk Ali Sâlim, a.g.e., 22.
[1061] Eser ve müellifi
hakkında bk Süleymâniye Ktp., Nazif Paşa, no:755.
[1062] Daha geniş bilgi
için bk. Süleymâniye Ktp., Şâzilî, no: 105.
[1063] Daha fazla bilgi
için bk. Bağdâdî, Hediyye, 11/372, Kehhâle, a.g.e., IX/46.
[1064] Harîrîzâde’nin bu
şerhi Osmanlıcadır. Daha fazla bilgi için bk Çiçek Yâkup, Harîrîzâde Hayâtı ve
Eserleri, 70, Basılmamış doktora tezi, Bağdâdî, Hediyye, 11/282;
Kehhâle, a.g.e., X/138; Tâhir, Osmanh Müellifleri, 1/157.
[1065] Ali Sâlim, a.g.e„
22.
[1066] Daha fazla bilgi
için bk. Bursa Eski Eserler Ktp., Ulucâmi, no:960.
[1067] Bu eser,
Gümüşhânevî’nin Mecmûatü ’l-ahzâb inin hâmişinde basılmıştır, bk.
Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 2-207. Daha fazla bilgi için bk. Bağdâdî,
Mecmûatü’l-ahzâb, 1/801; Kehhâle, a.g.e., VH/280; Ziriklî, a.g.e.,
V/43; Demîka, a.g.e., 145-146.
[1068] Ziriklî, a.g.e.,
11/318, Kehhâle, a.g.e., IV/120; Demikâ, a.g.e., 156.
[1069] Daha fazla bilgi
içm bk. Ziriklî, a.g.e., VI/118; Kehhâle, a.g.e., VHI/212,
IX/277-278; Demîka, a.g.e., 159.
[1070] Metni için bk. İbn
lyâd, a.g.e., 182-185; Zâfir, el-Envâr, 268-279; Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l- ahzâb, 15-24, Abdulhalîm, el-Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 141-146.
[1071] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
221; İbn lyâd, a.g.e., 43.
[1072] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
77.
[1073] a.e., 77.
[1074] a.e., 76.
[1075] Harîrîrîzâde, a.g.e.,
11/179 b-180 a.
[1076] Bu değerli saate,
“saat-i icâbe” denir. Cuma günü içinde gizli bir andır. Duâsı o âna isâbet e-
denlerin istekleri kabul olur. Daha geniş bilgi için bk. Canan İbrahim, a.g.e.,
17/45-46.
[1077] İbnlyâd, a.g.e.,
169-170.
[1078] Zâfir, el-Envâr,
237.
[1079] Duânın kabul şartı
hakkında daha geniş bilgi için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 105-106.
[1080] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
76-77; İbn lyâd, a.g.e., 169.
[1081] İskenderî, Letâif
191.
[1082] Hizbü ’l-bahr'm metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 78-79; İbn
Batûta, a.g.e., 26-27.
[1083] İbn lyâd, a.g.e.,
170-177.
[1084] İskenderî, Letâif,
191.
[1085] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 326.
[1086] Süleymâniye Ktp.
Esad Efendi, no: 187; İstanbul Ünv. Ktp., no: 5691. Hakkında daha fazzla bilgi
için bk. Duâ ve Ezkâr blm. Ayrıca bk Ebu’ş-Şâmât Mahmûd, el-îlhâmâtü
’l-ilâhiyye alâ vazîfeti ’ş-Şâziliyye, 6, Beyrut, 1400/1980.
[1087] Süleymâniye Ktp.,
Aşir Efendi no:58; Topkapı Ktp., no:5422; Ayrıca daha geniş bilgi için bk.
Çelebi, a.g.e., 1/662; Münâvî, a.g.e., III/122; Kehhâle, a.g.e.,
1/155; Ziriklî, a.g.e., 1/87.
[1088] bk Bağdadî, Hediyye,
11/263; Kehhâle, a.g.e., IX/27.
309
Arapça olan bu eserinde Harîrîzâde Hizbü’l-bahr'm
metnini kırmızı, şerhini ise siyah mürekkeble kaleme almıştır. Hizbin ne
şekilde okunacağı, okuma şartlan, okumanın hâssaları ve metni açıklayıcı
bilgiler eserin muhtevâsmı oluşturur. Daha geniş bilgi için bk Çiçek Yakup, a.g.e.,
68; Süleymâniye Ktp., Fatih, no: 2662/m.
[1096] Daha geniş bilgi için bk Bağdâdî, îzâhu ’l-meknûn,
11/394.
311
Gümüşhânevî’nin bu eseri Mecmûatü’l-ahzâb’va
hâmişinde basılmıştır. Bk Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 225 vd.
[1099] Daha fazla bilgi
içinbk. Ziriklî, a.g.e., VI/118; Kehhâle, a.g.e.,
VIII/212,1X7277-278; Demîka, a.g.e., 159.
[1100] Metni için bk.
İskender!, Letâif, 199-201.
[1101] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
101 vd.; İbn lyâd, a.g.e., 188 vd., Zâfir, el-Envâr, 285.
Abdulhalîm, el- Medrasetü ’ş-Şâziliyye, 154-158.
[1102] Her iki hizb’de de
geçen aynı ibâreleri görmek için İbn Sabbâğ’ın Dürretü 'l-esrâr'mm 64.
ve 102. sayfalarını karşılaştır. Bu karışıklığa Gümüşhânevî’nin Mecmûatü
’l-ahzâb ’ının kenarında basılan Ömer b. Ca’fer eş-Şabrâvî (ö.
1303/1885)’ye âid “Tenvîru’s-sadr ala Hizbü’l-berr” i- simli esere
bazılarının “Şerhu ala hizbi ’ş-Şâzilî” ismini vermeleri örnek
gösterilebilir. Daha geniş bilgi için bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb,
2-207, Bağdâtfî, Hediyye, 1/801; Kehhâle, a.g.e., VII/280;
Ziriklî, a.g.e., Demîka, a.g.e., 146.
[1103] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 112vd.
[1105] İskender!, Letâif
191.
[1106] Bu eser için bk.
Süleymâniye Ktp., Dârulmesnevî, no: 188.
[1107] Bu eser içinbk
Topkapt Ktp., no:2793. Müellif hakkında bk. Kehhâle, a.g.e., XI/153.
[1108] Kara, a.g.m.,
22.
[1109] Muhammed İzmirî’nin
Şerhu ’l-hizb’i 1264/1848 yılında İstanbul’da basılmıştır.
[1110] Bu eser için bk.
Süleymâniye Ktp. Şâzilî, no. 101.
[1111] Eser için bk
Topkapı Ktp., no:5424; Köprülü Ktp., no:786.
[1112] Eser için bk
İstanbul Üniversitesi, Ty., no:7250.
[1113] Eser için bk.
Süleymâniye, Ktp. Lâleli, no: 1564.
[1114] İskender!, Letâif
191.
[1115] Hizbü’n-Nûr'un metni için bk. İskender!, Letâif, 196-198; İbn
lyâd, a.g.e., 187-188; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 93-99.
[1116] Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb,
93.
[1117] Bağdâdî, îzâhu
’l-meknûn, 1/183.
[1118] Hizbü ’l-hamcTm metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 80-88; İbn lyâd,
a.g.e., Zâfir, el-Envâr, 298- 314; Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 30-44.
[1119] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
80.
[1120] Zâfir, el-Envâr,
298; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 30.
[1121] Hizbü
’t-tevessül’ân metni içinbk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
89-90; İbn lyâd, a.g.e., 205-206; Zâfir, el- Envâr, 256-258.
Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 13-15.
[1122] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
89.
[1123] İbn lyâd, a.g.e.,
205; Zâfir, el-Envâr, 256; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 13.
[1124] Hizbü ’n-nasr'm. metni için bk. İbn lyâd, a.g.e., 194-196; Zâfir, el-Envâr,
323-326; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 103-107; Dîvan Edebiyatı
Müzesi, Revnakoğlu Arşivi no:30/9.
[1125] İbn lyâd, a.g.e.,
194; Zâfir, el-Envâr, 323.
[1126] Bu şerhin metni
için bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 464-489.
[1127] Serâiru şerhi Hizbü
’n-nasr’m metni için bk. a. e.,
489-492.
[1128] Bu husûsiyetleıin
neler olduğunu hakkında bk. a. e., 457-464.
[1129] Hizbü’l-feth’m metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 59-62; İbn lyâd,
a.g.e., 185-187; Zâfir, el- Envâr, 279-285; Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb 24-29.
[1130] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
59.
[1131] İbn lyâd, a.g.e.,
185; Gümüşhânevî,Mecmûatü’l-ahzâb, 24.
[1132] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
59; İbn lyâd, a.g.e., 185; Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb, 24;
Zâfir, el- Envâr, 279.
[1133] Zâfir, el-Envâr,
279.
[1134] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 24.
[1135] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
90.
[1136] İbn lyâd, a.g.e.,
192-193.
[1137] Hizbü’t-tams’m tam metni için bk. a.e., 192-193, Zâfir, el-Envâr,
294-298; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 49-51.
[1138] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 49.
[1139] Hizbü’l-lutfvn metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 189-191; Zâfir,
el-Envâr, 314-320;
Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 44-49.
[1141] a.e., 189; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 44.
[1142] Hizbü’l-ihfâ'ran. metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 191-192; Zâfir,
el-Envâr, 320-323; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 57.
[1143] İbn lyâd, a.g.e.,
192; Zâfir, el-Envâr, 320; Gümüşhânevî,Mecmûatü ’l-ahzâb, 57.
[1144] Hizbü’l-berr’in metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 196-197; Zâfir, el-Envâr,
326-329; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 72-75.
[1145] Kitap için bk
Süleymâniye Ktp. Aşir Efendi, no: 58; Topkapı Ktp., no: 5422.
[1146] Ziriklî, a.g.e.,
n/318, Kehhâle, a.g.e., IV/120; Demikâ, a.g.e., 156.
[1147] Hizbü’ş-şekvâ’ran metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 199-203; Zâfir, el-Envâr,
333-346; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 78-89.
[1148] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 78.
[1149] Hizbü’l-felâh’m metni içi bk. İbn lyâd, a.g.e., 203-204; Zâfir, el-Envâr,
346-348; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 59-61.
[1150] Cezûlî hakkında
bk., Menâfi, a.g.e., 11/267-268; Nebbânî, a.g.e., 1/276; Ziriklî,
a.g.e., VI/151; Kehhâle, a.g.e., X/52 ve çalışmamızın Cezûliyye
blm.
[1151] Demîka, a.g.e.,
164.
[1152] Hizbü’d-dâıre’mn metni için bk. İbn lyâd, a.g.e, 204-205; Zâfir, el-Envâr,
348-354; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 89-92.
[1153] ibn lyâd, a.g.
e., 205.
[1154] Hizbü ’d-dâire hakkında daha geniş bilgi için bk a.e., 219-332.
[1155] Gümüşhânevî, Mecmûatü
’l-ahzâb, 89.
[1156] Füvvî’nin eserleri
ve hayatı hakkında daha geniş bilgi için bk Bağdadî, Hediyye, 1/299;
Kehhâle, a.g.e., III/264.
[1157] Hizbü ’l-kifâye’nin metni için bk İbn lyâd, a.g.e., 197-198; Zâfir, el-Envâr,
329-333; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 75-78.
[1158] Hizbü ’l-mahfi ilin metni için bk. Zâfir, el-Envâr, 353-356.
[1159] Hizbü ’l-hucub’ün metni için bk Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb.,
62-63.
[1160] Hizbü ’l-işrâk in metni için bk. a.e., 64-65.
[1162] Hizbü ’n-necât ’m metni içinbk a.e., 70-71.
[1163] Şâzilî’nin halvete
çekilirken okuduğu duadır. Metni için bk. a. e., 71-72.
[1164] Şâzilî’nin uzlete
girerken okuduğu nusret isimleridir. Metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
112.
[1165] Şâzilî’nin keşf ve
yakîn tahsili için seyr u sülük esnâsında okunmasını tavsiye ettiği duâdır.
Metni için bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb 100-102.
[1166] Hizbü ’z-rızk’m metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 199-200, 201;
Gümüşhânevî, Mecmûatü’l- ahzâb, 115.
[1167] Hizbü ’l-hars ’m metni için bk. a.e., 116.
[1168] Hizbü ’l-ed’ıye ’nin metni için bk. a.e., 116-120.
[1169] Hizbü te/h'a 7-kürâA’unmetni içinbk. a.e., 120-121.
[1170] Hizbü ’l-avfm metni için bk. a.e., 174.
[1171] Bu hizbe "Hizbü
mübarek” ismini veren Gümüşhânevî’dir. Metni için bk. a.e., 175.
[1172] Bu hizbe “Hizbü
azîm” ismini veren Gümüşhânevî’dir. Metni için bk. a.e., 175-176.
[1173] Hizbü i-haftza’tan. metni için bk Zâfir, el-Envâr, 358-359; Gümüşhânevî, Mecmûatü’l-ahzâb,
61-62; Dîvan Edebiyatı Müzesi, Revnakoğlu Arşivi, no:30/8.
[1174] Şâzilî’nin Cenâb-ı
Hakkı övmek için söylediği Temcîdü’l-Bârî'mn meni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
98-99.
[1175] Şâzilî’nin Münâcât’ının
metni için bk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 132; Zâfir, el-Envâr, 370;
Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 56-57.
[1176] Şâzilî’ninİstiğfar’mn
metni içinbk. İbn Sabbâğ, a.g.e., 137-138; İbn lyâd, a.g.e., 59.
[1177] Şâzilî’nin Hz.
Peygambere yönelik salâvât-ı şerîfe ve selâmlarının metni için bk. İta Sabbâğ, a.g.e.,
99-101,166-168; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 139-142.
[1178] Demîka, a.g.e.,
159.
[1179] Şâzilî’nin muhtelif
duâ ve zikirlerinin metni için bk. İskenderî, Letâif, 189-191; İbn
Sabbâğ, a.g.e., 89-106, 131, 152, 144, 169-172, 179-183, 193-194, 213,
216. İbn lyâd, a.g.e., 171-177; Zâfir, el-Envâr, 244-251,
359-369; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 121-139.
[1180] Bu esere “er-Risâletü
’l-Merdıyye fi-şerhi düâi ’ş-Şâziliyye ” ismi de verilmiştir, bk. Kâtip
Çelebi, a.g.e., 1/661; Kehhâle, a.g.e., IV/140.
[1181] Daha geniş bilgi
için bk. Menûfî, a.g.e., 11/245.
[1182] Eserin metni için
bk. Süleymâniye Ktp., Esad Efendi, no: 5691.
[1183] a.e., II/245; Demîka, a.g.e., 101.
[1184] Bursevî’nin “Şerhu
evrâdi ’ş-Şâzilî”sı ve hayatı hakkında daha geniş bilgi için bk. İstanbul
Üniversitesi Ktp., no:7239, Kehhâle, a.g.e., ü/266; Yıldız Sâkıb, Türk
Müfessiri İsmail Hakkı Bursevî’nin Hayatı, İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi,
1/105 vd. Erzurum, 1976.
[1185] Eseri ve hayatı
hakkında bilgi için bk. Süleymâniye Ktp., Düğümlü Baba no:494; Kehhâle, ag.e.,
11/114.
[1186] Kavukcî’nin
eserleri ve hayatı hakkında daha geniş bilgi için bk Bağdâdî, Hediyye,
11/387; Ziriklî, a.g.e., VI/118; Kehhâle, a.g.e., HIBJ2V2,
K/277-278; Demîka, a.g.e., 158-160.
[1187] Hassâfî ve eseri
için bk Kehhâle, a.g.e., HI/304.
[1189] Adı geçen eser için
bk Zahiriyye Ktp., no:245.
[1190] Zâfir, el-Envâr,
379; Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 155.
[1191] Süleymâniye Ktp.,
Hacı Mahmûd Efendi, no:4158.
[1192] Yeşrutî, Müseyyiratî,
161, 166.
[1193] el-Vazîfetü’ş-Şâziliyye, 19, İstanbul, 1301.
[1194] Ebu’ş-Şâmât’ın bu
eserine “Şerhu ala’l-vazîfetü'ş-Şâziliyye” de denmektedir. el-İlhâmatü’l-
îlâhiyye ismiyle Şam’da ve Beyrut’ta bir kaç kez basılmıştır. Bizim
elimizdeki baskısı 1400/1980 yılında yapılmıştır. Ebu’ş-Şâmât’ın hayatı ve
eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Demîka, a.g.e., 186-187.
[1195] Mustafa Necâ’nm bu
eseri bir kaç kez basılmıştır. En son baskı olan beşinci baskısı 1403/1983
yılında Beyrut’ta yapılmıştır. Mustafa Necâ ve eserleri hakkında daha fazla
bilgi için bk. Demîka, a.g.e., 189-193.
[1196] Salât-ı Meşîşiyye ’nin metni için bk. İstanbul Ünv. Ktp., Türkçe yazmalar,
no: 263 (Harîrîzâde Mecmûası, 92-93; Gümüşhânevî, Mecmûatü 'l-ahzâb,
148-149.
6" Muhammed
Harrûbî’nin hayatı ve eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Demîka, a.g.e.,
155; Yiğit, Kuzey Afrika İslâm Devletleri, İ.T., XI/436.
[1198] Yiğit, Kuzey
Afrika İslâm Devletleri, İ.T., XI/436.
[1199] Bursevî’nin bu
eserini, Gümüşhânevî Mecmûatü’l-ahzâb'tnın. hâmişinde yayınlamıştır. Hakkında
daha geniş bilgi için bk. Gümüşhânevî, Mecmûatü ’l-ahzâb, 551-622.
[1200] Bennânî’nin hayatı
ve eserleri hakkında daha geniş bilgi için bk. Bağdâdî, Hediyye, 11/327;
Ziriklî, a.g.e., VI/206; Kehhâle, a.g.e., X/168; Demîka, a.g.e.,
169.
[1201] İbn Acîbe’nin
eserleri ve hayatı hakkında daha geniş bilgi için bk. Ziriklî, a.g.e.,
1/245; Kehhâle, a.g.e., 11/163; Menâfi, a.g.e., 11/267;
Abdulkadir îsa, a.g.e., 14; Demîka, a.g.e., 92-94.
[1202] Harrâk hakkında
daha geniş bilgi için bk. Ziriklî, a.g.e.,VI/265; VH/73; Kehhâle, a.g.e.,
XI/206; Demîka, a.g.e., YT&.
[1203] Demîka, a.g.e.,
159.
[1204] Âsim, Kamus Trc,
1/273.
[1205] Uludağ, Tasavvufi
Terimler Sözlüğü, 283.
[1206] İskender!, Letâif
67; İbn lyâd, a.g.e., 79.
[1207] Âl-i İmrân, 3/36-37.
[1208] Meryem, 19/25.
[1209] el-Kehf, 18/65-82.
[1210] en-Neml, 27/38-40.
[1211] İskenderî, Letâif
66.
[1212] İbn lyâd, a.g.e.,
79.
[1213] İskenderî, Letâif,
66; İbn lyâd, a.g.e., 79; Sakr, a.g.e., 134.
[1214] İskenderî, Letâif,
72; Sakr, a.g.e., 133.
[1215] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
107.
[1216] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
150; İbn lyâd, a.g.e., 79.
[1217] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
189; İbn lyâd, a.g.e., 79.
[1218] İbn Sabbâğ, a.g.
e., 151.
[1219] İskenderî, Letâif,
67; İbn lyâd, a.g.e., 79.
[1220] İbn lyâd, a.g.
e., 80.
[1221] Yılmaz,/İzzz Mahmûd
Hüdâyî,15.
[1222] İskender!, Letâif,
158-159, 164.
[1223] a.e., 167.
Şâzilî hakkında yazılmış menâkıb eserleri için çalışmamızın
giriş bölümündeki “Menkabevî
Kaynaklar” başlığına bk
[1225] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
25; İbn lyâd, a.g.e., 13-14; Eyyûbî Abdullah b. Muhammed, Menâlabu
Ebi ’l-Hasan Şâzilî, 3, Revnakoğlu Arşivi, no: 30/3.
[1226] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
24, İbnlyâd, a.g.e., 13; Eyyûbî, a.g.e., 10-13; Zâfir, el-Envâr,
42-45.
[1227] İskender!, Letâif
85; Câmî, a.g.e., 780; Eyyûbî, a.g.e., 7-8; Zâfir, el-Envâr,
40; Nebhânî, a.g.e., n/281.
[1228] İskender!, Letâif,
86; Câmî, a.g.e., 781; Nebhânî, a.g.e., 11/282.
[1229] “Sehhırlî”
diyeceğine “künlî” de.
[1230] İskender!, Letâif,
85-86; Câmî, a.g.e., 782-783; Eyyûbî, a.g.e., 4-6; Zâfir, el-Envâr,
37-39. Adı geçen kaynaklarda mağarada yaşayan şeyhin künliği belirtilmez. Ancak
bazı kaynaklarda geçtiğine göre mağaranın girişinde geceleyen Şâzilî, “Sabah
bir de ne göreyim! İçerde duâ eden kişi, üstâdım imiş.” der.( bk. İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26;İbn lyâd, a.g.e., 14.) Şâzilî naklettiği bu hadisede her nekadar
isim tasrîh etmese de mağarada duâ eden kişinin kendi hocası olduğunu belirtmesi,
bu kişinin İbn Meşîş olma ihyimalini akla getiriyor. Eğer bu varsayımı doğru
kabul e- dersek, Şâzilî’nin o zamana kadar İbn Meşîş’den şer’î ilimler
konusunda ders aldığı, fakat henüz intisâb etmediği ortaya çıkar. Ayrıca
Şâzilî kendisi de mağaradaki şeyhin söylediği, “Sen nasıl ihtiyar ve tedbîrin
sana verdiği sıkıntının hararetinden şikayetçi isen; ben de, beni Allah’tan
alıkoymasından korktuğum için rızâ ve teslîmin bana verdiği halâvetin
soğukluğundan şikâyetçiyim.” sözünü aynen mürîdlerine söylemiştir, (bk.
İskender!, Letâif 167.) Şâzilî’nin bu sözü benimsemesinin sebebi,
söyleyen kişinin onun üzerindeki tesirini gösterir. O’nun üzerinde en etkili
şahıs da İbn Meşîş’dir.
[1231] Eyyûbî, a.g.e.,
6-T. Zâfir, el-Envâr, 39-40.
[1232] İskenderî, Letâif
85, Câmî, a.g.e., 780; İbn lyâd, a.g.e., 14; Eyyûbî, a.g.e.,
8-9; Zâfir, el-Envâr, 40-41; Nebhânî, a.g.e., Vu'z&2.
[1233] İskenderî, Letâif,
85; İskenderî, Tâcü’l-arûs, 19; Eyyûbî, a.g.e., 9-10; Zâfir, el-Envâr,
41-42.
[1234] İskender!, Letâif
85,; İbn Sabbâğ, a.g.e., 149; Câmî, a.g.e., 781; Nebhânî, a.g.e.,
n/281-282.
[1235] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
23; İbn lyâd, a.g.e., 12; Zâfir, el-Envâr, 47.
[1236] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
161.
İskenderî, Letâif 86; İbn Sabbâğ, a.g.e., 23;
îbn lyâd, a.g.e., 12; Eyyûbî, a.g.e., 16-17;
Harîrîzâde, a.g.e., 124 b; Zâfir, el-Envâr,
48.
[1238] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
26-27; İbn iyâd, a.g.e., 21.
[1239] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
27.
[1241] İbn Sabbâğ, a.g.e., 27; İbniyâd, a.g.e., 22;
Eyyûbî, a.g.e., 20-21; Zâfîr, el-Envâr, 62.
[1242] İbn Sabbâğ, a.g.e., 28;İbn lyâcla.g.e., 22-23;
Zâfir, el-Envâr, 63-66.
[1244] Şâzilî’nin bu sırada yaptığı duâ için bk İbn Sabbâğ, a.g.e.,
30; İbn lyâd, a.g.e., 24; Zâfir, el- Envâr, 70-71.
[1245] İbn Sabbâğ, a.g.e., 30; İbn lyâd a.g.e., 24;
Zâfîr, el-Emâr, 68-70.
[1247] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
30-31; İbn lyâd, a.g.e., 24.
[1248] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
32-33, İbn lyâd, a.g.e., 26, Zâfir, el-Envâr, 74-76.
[1249] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
31-32; Zâfir, el-Envâr, 76-77.
[1250] Mahlûf, a.g.e.,
1/191.
[1251] İbn lyâd, a.g.e.,
25; Zâfir, el-Envâr, 77.
[1252] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
33-35; Zâfir, el-Envâr, 80-81.
[1255] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
37-38; İbn lyâd, a.g.e., 29-30; Eyyûbî, a.g.e., 25-30; Zâfir, el-Envâr,
129- 133.
[1256] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
40-41; İbn lyâd, a.g.e., 31; Eyyûbî, a.g.e., 30-31; Zâfir, el-Envâr,
132-133.
[1258] İbn Sabbâğ, a.g.e., 39-40; İbn
lyâd, a.g.e., 30-31; Eyyûbî, a.g.e., 32-36; Zâfir, el-Envâr,
133-
137.
[1259] îbn
Sabbâğ, a.g.e., 36-37, İbn lyâd, a.g.e., 28-29; Eyyûbî, a.g.e.,
21-24; Zâfir, el-Envâr, 135-
138.
[1260] Yiğit, Memlûkler,
İ.T., VII/25-26.
[1261] îbn Sabbâğ, a.g.e.,
36; İbn lyâd, a.g.e., 28.
[1262] el-Ahzâb, 33/53.
[1263] İbn Sabbâğ, a.g.
e., 41.
[1264] îbn lyâd, a.g.e.,
39.
[1266] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
45, İbn lyâd, a.g.e., 35.
[1267] tbn lyâd, a.g.e.,
41; Eyyûbî, a.g.e., 36-37; Zâfır, el-Envâr, 137,138.
[1268] Erdeb, 150 kg
ağırlığına tekâbül eden bir ölçü birimidir. Yirmi erdeb, üç ton eder.
[1270] İskender!, Letâif
82; Eyyûbî, a.g.e., 24; Zâfir, el-Envâr, 128-129.
[1271] en-Neml; 27/22.
[1272] İskender!, Letâif,
81.
[1273] Bu duâ’nın ismi, "Hizbü
’l-bahr” dır. Daha fazla bilgi için Şâzilî’nin Hizibleri bölümüne bk.
[1274] İskenderî, Letâif,
81; Eyyûbî, a.g.e., 37-40; Zâfir, el-Envâr, 138-140.
[1275] İskender!, Letâif,
99-100; Câmî, a.g.e., 782.
[1276] İbn lyâd, a.g.e.,
41.
[1277] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
233, İbn lyâd, a.g.e., 44.
[1278] İskender!, Letâif,
91.
[1279] Şa’rânî, a.g.e.,
HI/1372, İbn lyâd, a.g.e., 18; Nebhânî, a.g.e., n/282.
[1280] Şa’rânî, a.g.e.,
IÜ/1414-1415; Demîka, a.g.e., 153-154. Tu’mî, a.g.e., 187-188
[1281] Nâsıruddîn b.
Maylak’m kısa bir süre Memlûk sultânı Berkuk (ö. 801/1399)’un (He İbn İmâd, a.g.e.,
VH/6) yanında kâdı’l-kudâtlık görevinde bulunduğu nakledilir, bk. Brockelmann,
11/119- 120.
[1282] Bilgi için bk.
Tu’mî, a.g.e., 150.
[1283] Şa’rânî, a.g.e.,
III/1372; Nebhânî, a.g.e., 11/282.
[1284] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
44.
[1285] İbn Sabbâğ, a.g.e., 220;
İbn lyâd, a.g.e., 42.
[1286] İbn Sabbâğ, a.g. e., 222,
İbn lyâd, a.g. e., 43.
[1287] İbn Sabbâğ, a.g.e., 220;
İbn lyâd, a.g.e., 42; Eyyûbî, a.g.e., 39-40.
[1288] İbn Sabbâğ, a.g.e., 220-221;
İbn lyâd, a.g.e., 42-43, Eyyûbî, a.g.e., 40; Zâfir, el-Envâr,
140.
[1289] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
221, İbn lyâd, a.g.e., 43. İskender! ise Şâzilî’nin bu kerâmetini şöyle
nakletmeyi uygun bulmuştur: “Şâzilî’nin cenâzesi Humeysira’mn suyu ile
yıkandıktan ve cesedi buraya defnedildikten sonra, buranın suyu tatlandı ve
çoğaldı.” Bk. İskenderî, Letâif, 79.
[1290] İbn Sabbâğ, a.g.e.,
220; İbn lyâd, a.g.e., 42; Eyyûbî, a.g.e., 40; Zâfir, el-Envâr,
141.
[1291] İbn Sabbâğ, a.g.
e., 222-223; İbn lyâd, a.g. e. ,44.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar