RASYONEL EGO Sabahattin SAKMAN
ÖNSÖZ
İnsan, rasyonel (akli) bir varlıktır.
O halde, bu kitabın başlığındaki "Rasyonel İnsan" ibaresi bir
fazlalık içermiyor mu? Evet. Fakat, günümüzde insanla ilgili çoğu fikir, insan
toplulukları için öne sürülen çoğu sistem, insanın bu temel niteliğini öylesine
ihmal ediyor ki; bu fazlalık, elinizdeki kitapta bulacağınız felsefenin,
yalnızca aklı temel aldığını vurgulamak için, kasten konmuştur.
Şu hususu başlangıçta
belirtmekte yarar var: Bu eser, iki anlamda, bir "Felsefeye Giriş"
kitabı değildir. Birincisi; okuyucunun, felsefeyle daha önce, mütevazı bir
ölçüde de olsa, ilgilenmiş olduğunu; veya sırf sağduyusal terimlerle de olsa,
insan ve evrenle ilgili derin sorular sormuş olduğunu, dolayısiyle bazı felsefi
kavramlarla -zımnen de olsa- tanışık olduğunu varsayar. İkincisi; çeşitli
felsefelerden yeri geldikçe -çürütmek üzere- bahsetmekle birlikte; esasen,
onlar üzerinde mukayeseli bir inceleme olmaktan ziyade, belirli bir felsefenin
savunuculuğunu yapar. Mamafih; felsefeyle ilk defa tanışacak olan insanlar da,
bu kitapla başlayarak; kendilerini, sonradan karşılarına çıkacak çeşitli
irrasyonel felsefelerin tahribatına karşı fikren mücehhez kılabilirler.
Bu Felsefenin Kökeni
Burada bulacağınız
felsefe hangi felsefedir?
Bu kitapta,
"akıl" ve "aklilik" ("rasyonellik") kavramlarına
sıkça raslanılması olgusundan kaynaklanabilecek bir yanılgıyı önlemekte yarar
var: bu felsefe ile Akılcı (Rasyonelist) diye adlandırılan felsefe ekolü arasında
hiçbir asli ortaklık yoktur.
Felsefeleri, çeşitli
filozofların isimleriyle birleştirerek sınıflayanlar vardır: Plato Felsefesi,
Aristo Felsefesi, Kant Felsefesi gibi. Bu anlamda bu felsefe, benim
felsefemdir; ama, sayın rasyonel okuyucu, bu felsefe aynı zamanda senin
felsefendir.
Söylediğim şeyi açmadan
önce bazı olguları hatırlayalım... Realitedeki -mevcudiyetteki, evrendeki-
herşey gibi, insan da, insan bilinci de, belirli bir kimliğe sahiptir: belirli
bir tabiatı, belirli ihtiyaçları vardır. Bu olgu yüzünden; insan bilincini
bütünleştirecek olan felsefe, aslen iki türlü olabilir: a) Realitenin ve insan bilincinin
tabiatını doğru teşhis ettiğinden, "doğru bir felsefe"dir; b)
Realitenin ve insan bilincinin, ya belirli bir tabiata sahip olmadığını
zannettiğinden, ya da bu tabiatı yanlış teşhis ettiğinden, "yanlış bir
felsefe"dir. Bir de, çeşitli konularda bu iki asli uç arasında gidip gelen
felsefelerden bahsedilebilir. Bütün önemli felsefeler; asli argümanlarını,
genel olarak bu iki uçtan sadece birisinde odaklaştırır.
Burada bulacağınız
felsefeyi; benim ve her rasyonel insanın felsefesi
olarak nitelerken, iki halkalı şu düşünce zincirini takip ediyorum:
1. Her rasyonel insan
gibi ben aşağıdaki şu dört ilişkili gerçeği biliyorum:
a) Rasyonelliğik
(aklilik), realitenin olgularını oldukları gibi kavrayıp, bu kavrayışa uygun
davranmaktır.
b) Akıl, insanın
hayatta var kalması için temel araçtır.
c) Realitedeki herşeyi
anlayabilmek için; fiziki duyumlar, fiziki algılar ve bunlar üzerine bina
edilmiş kavramlardan başka -yani, akıl kullanmaktan başka- hiçbir araç
yoktur.
d) Akıl, otomatik bir
şekilde değil, bireysel gayret ve bilgiyle çalışır ve bütün insan bilgisinin
kökünde felsefe vardır.
2. Ve şunu ilan
ediyorum: bu felsefe, realitenin ve insan bilincinin tabiatınca dikte edilmiş
şartları doğru olarak tesbit etmiş, objektif, doğru bir felsefedir; rasyonel
bir insanın sahip olması gereken felsefe bu dur; bu felsefe, binlerce sene
önce yaşamış insanlar için doğruydu; bugün de hala doğrudur; gelecekte de doğru
kalacaktır; çünkü, "insan" denen realite olgusu, binlerce sene geçmiş
de olsa, aslen değişmemiştir; "insan" kaldığı sürece
değişmeyecektir de. Sağduyusal bir ihtiyaçla rasyonelliği aramakta olan bir
insana yabancı gelecek hiçbir şey, bu felsefede bulunmayacaktır; bu felsefeyi
kavradığında, "Benim felsefem, dün bu olmalıydı; bugün budur; yarın bu olacaktır!"
diyecektir.
Bu felsefenin kökeni
hakkındaki bu genel tesbitten sonra; özel kaynaklarını irdeleyebiliriz.
Yukarıda belirttiğim gibi; bir felsefe -asli hatlarıyla- ya doğrudur
(rasyoneldir), ya yanlış (irrasyonel). Felsefe tarihi bu iki uçta yeralmış
filozofların tartışmalarından ibarettir. Bu uçlarda yer almış filozofları birer
mihver olarak düşünürsek; rasyonel mihverin -yirminci yüzyıl öncesine kadarki-
en önemli iki filozofu, Aristo (M.Ö. 384-322) ve St.Thomas Aquinas'tır
(1225-1274); irrasyonel mihverin en önemli bazı filozofları ise, Plato (M.Ö.
428-348), Saint Augustine (354-430), Immanuel Kant'tır (1724-1804). Plato ve
öğrencisi Aristo'nun felsefeleri arasındaki savaş, mistisizmle akıl arasındaki
savaş olarak kabul edilir. Fakat; irrasyonelliğin, kötülük olduğu ölçüde, en
irrasyonel filozof -genellikle önerildiği gibi- Plato değil, Kant'tır. Plato,
hiç değilse, "iyi bir hayat"ın nasıl olacağı üzerinde kafa yormuş,
felsefenin çoğu temel meselesini -bu arada bazı yanlışları da- formüle etmiştir.
Kant ise bütün ömrünü, insanın akla olan güvenini yıkmayı amaç edinmiş bir
felsefenin inşaına hasretmiştir. Bu kitapta sıkça geçen "Modern
Felsefe"nin kurucu atası, Kant'tır. Bugünün felsefesine egemen olan
eğilimlerin hemen hepsi -başta Hegel'cilik, Marx'cılı, Nietzche'cilik,
Egzistansiyelizm (Varoluşculuk), Mantık Pozitivizmi, Pragmatizm- doğrudan veya
dolaylı olarak Kant'tan kaynaklanmıştır ve "Modern Felsefe" olarak
anılacaktır.
Bu kitapta bulacağınız
felsefe, yukarıdaki anlamda elbette rasyonel kampa dahildir.
Aristo felsefesini çok
iyi bilen bir okuyucu, bu felsefenin bütününü Aristo'cu olarak niteleyecektir
ki; tamamen olmasa da, haklıdır. Fakat, farkedecektir ki; Aristo'daki bazı
eksiklikler tamamlanmakta, O'nda bazı düzeltmeler yapılmaktadır.
Bu felsefenin başka
felsefelerle akrabalık izleri taşıdığı da söylenebilir. Mesela; felsefe
tarihini çok iyi bilen bir okuyucu; bu felsefenin ahlakının, bir yandan
Ortadoğu dinlerine benzer hükümler içerirken, öte yandan başta Max Stirner
(1806-1856) olmak üzere bazı liberal-anarşist filozoflardan esinler
bulundurduğunu; epistemolojisinde (bilgi teorisinde), genel olarak Aristo'cu
olmakla birlikte, İslam ve Katolik felsefelerinin parlak dönemlerindekine
benzediğini; politikasında, başta John Locke (1632-1704) olmak üzere bir çok
liberal filozoftan fikirler bulundurduğunu, yer yer anarşist felsefeyi
çağrıştırdığını; estetiğinde, başta Friedrich Schiller (1759-1805) olmak üzere
bir çok romantik yazar ve filozoftan izler taşıdığını görecektir.
Bu
benzerlikler nereden kaynaklanmaktadır? Bu olgu, buradaki felsefenin
"eklektik" özelliğinden mi -yani, her sistemin "en iyi
özelliklerinin" alınarak oluşturulmuş olmasından mı- kaynaklanmaktadır?
Hayır, böyle bir tavır; bu felsefenin öğretilerine zıt davranmak demektir. Bu
felsefe ile yukarıda sayılan felsefeler arasındaki benzerlikler; realitenin tek
olması, insan bilincinin tek bir tabiatı olması olgusundan
kaynaklanmaktadır: zaman zaman, çeşitli felsefeler, insan mevcudiyetinin
belirli bir veçhesini doğru teşhis edebilmişler (kimlikleyebilmişler),
dolayısiyle bu teşhise uygun olarak doğru teoriler ortaya koymuşlardır. Çeşitli
felsefeler arasında, fikri bir alışveriş olmasa dahi ortaya çıkabilen bu
ortaklıklar; herhangi bir "tabiat-üstü" sebepten kaynaklanmaz;
bunların, aynı realite olgusuna, aynı doğru teşhisi koyabilmiş olmaları
olgusundan kaynaklanır.
Fakat, yukarıdaki felsefelerle
olan bütün benzerliklerine rağmen; bu felsefe, başka bir çok asli noktada, o
felsefelerden ayrılmaktadır. Hatta; bu felsefenin Aristo'cu olarak
nitelenebilmesindeki haklılığı kabul etmeme rağmen; Aristo felsefesiyle
ayrıldığı noktalar olduğunu belirtmiştim. Bu felsefe ile Aristo felsefesi
arasındaki farklılıkları yaratan kimdir? Aristo gibi dev bir filozofun
felsefesini düzeltip, tamamlayabilmek; ancak başka bir dev filozofa vergidir.
Bu filozof, Amerikalı (Bayan) Ayn Rand'dır (1905-1982).
Ayn Rand; felsefesine,
insanın objektif realitesinden kaynaklandığı anlamda "Objektivizm"
adını vermişti. Ayn Rand, felsefesininin çeşitli unsurlarını sistematik olarak
biraraya toplayan, felsefe olarak felsefe halinde bir kitap yazmadı. Ama;
felsefesini, romanlardan, gazete makalelerine, spesifik konulardaki felsefi
risalelere, televizyon programlarına, düzenli radyo sohbetlerine, yayınladığı
dergilere, konferanslara, broşürlere, okuyucularına yazdığı ücretli düzenli
mektuplara kadar akla gelebilecek her ortamda anlattı. "Objektivizm"
1960'larda önemli bir entellektüel hareket haline geldi. Ayn Rand, gerçekten
orijinal ve devrimci her yeni fikir insanı gibi, Amerika'nın "sağ" ve
"sol" entellektüel "müesses nizamı"nca aforoz edildi; iki
taraftan da şiddetli eleştiriler aldı; çünkü, ne "sağ"a
yaranabilmişti (mistisizme karşı aklı savunuyordu), ne de "sol"a (her
türlü devlet despotizmine karşı, birey haklarını savunuyordu). Ama,
"öğrenilmiş cehalet"le malul olmayan sağduyulu insanlar; O'nun
romanlarını, yıllarca "best-seller" sıralarından indirmediler.
Fikirleriyle milyonları etkilemişti; ama, entellektüellerce yok sayılıyordu;
ancak 1980'lerden sonra, bir kaç üniversite kürsüsünde, ciddi bir filozof
olarak incelenmeğe başlandı.
Bu kitabın
oluşturulmasına; Ayn Rand'ın fikirlerini stimüle etmiş olan şartlar ve
meseleler etrafında, benim de kişisel tecrübe geçirmiş olmam ve O'na kaynaklık
etmiş felsefelerde, benim de -O'nun yetkinliğinde ve kapsamında olmasa da- daha
önce araştırmış olmam, mutlaka katkı yaptı; ama, bu kitabın esasını, Ayn
Rand'ın yazdığı veya söylediği yayınlanmış her şeyi -"Playboy"
mülakatından, konferans video teybine kadar- inceleyerek, seçerek ve asli
gördüğüm yazılarını kendi yorumumla aynen aktararak bütünleştirmek ve bazı
ilaveler yapmak suretiyle oluşturdum. Değindiği konuları, O'ndan daha büyük bir
felsefi kuvvetle açıklamak benim için imkansızdı.
Ayrıca, Ayn Rand
felsefesinin takipçisi olmuş bazı filozoflardan da yararlandım: Leonard Peikoff
("Analitik-Sentetik Sahte-zıtlığı" konusunda); Nathaniel Branden
("Ahlak" bölümündeki bazı tatbikatlarda); George H. Smith ("İlk
Sebep Argümanları" konusunda); ve David Kelley ("Epistemoloji"
bölümünde). Ayn Rand üzerinde eleştirel incelemeler yapmış filozoflardan da
yararlandım: Douglas J. Den Uyl, Douglas B. Rasmussen, Tibor R. Machan ve
William F. O'Neill gibi. Barbara Branden ve Mimi Gladstein'in, Ayn Rand üzerine
biyografik çalışmaları da yararlı oldu.
Kişisel Bir Not
Her ne kadar; bu kitap,
yukarıda verdiğim sebeplerden ötürü, felsefe tarihinde, benden kaynaklanan
herhangi bir orijinallik iddiasında bulunmuyorsa da; her üç-beş senede bir,
yeni bir irrasyonel düşünürün şaşaayla sunulduğu Türk Kültürü'ne orijinal bir
katkıdır: önümüzdeki yüzyıllarda, "yirminci yüzyıla kadarki dönemde Aristo'dan
sonra gelmiş en büyük rasyonel filozof" olarak adlandırılacağından şüphem
olmayan bir filozofun felsefesini, kendi ülkesinde bile hala "suskunluk
komplosu"na uğratılmakta olan bir filozofu, Türkçe okuruna tanıtıp
yorumlamaktan gurur duyuyorum. Bu felsefe, Felsefe'nin state-of-the-art'ıdır
(bugünkü en yüksek düzeyidir); yani, felsefe içinde bugüne kadar formüle
edilmiş bütün meseleler, burada çözülmüştür.
Fakat; okuyucunun,
kullandığım militan dilden de çıkarsayabileceği gibi; bu kitap, benim için
böyle bir kültürel hizmet yapmaktan daha derin bir kişisel öneme sahiptir:
bütün gençliğim, doğru bir felsefenin arayışı içinde, hatalarla dolu geçti;
önümde bulduğum felsefeler, hep irrasyonel (yanlış, kötü) olanlar idi; bu
arayış sürecinde, hem maddi varlığım (fiziki bedenim), hem de manevi varlığım
(bilincim) ıstıraplara garkoldu, yok olmanın eşiklerine yaklaştı; son dört-beş
yıl öncesine kadar genellikle mutsuz hissettim; ama, yılmadım; saplantılara
takılıp kalmadan, üşenmeden aradım; ve sonunda buldum, mutluyum: bu anlamda, bu
kitap, benim Kişisel Manifestom'dur. Bu anlamda; bu kitap, özellikle gençler
için yazılmıştır; ama, düşünme alışkanlığı terketmemiş olan her yaştan insan;
eğer, bu felsefeyi benimsemelerinin ve hayata geçirmelerinin gerektirdiği cesaret
ve sabıra sahip olabilirlerse; gerçekten insana-özgü bir hayatın ne olduğunun
sırlarını keşfedeceklerdir. Bu felsefeyi anlayıp hayata geçirecek olan
insanların, benim hatalarımı yapmasına ve hayatı bir mutsuzluk olarak
yaşamasına imkan yoktur; bu anlamda, bu kitap, bireysel irrasyonelliklerini
rasyonelize ederek kurdukları felsefelerle, insan bilincini felceden, insanı
mutsuzluğa ve tahribe sevk eden filozoflardan, onların acentalığını yapan
çeşitli unsurlardan aldığım kişisel intikamdır: bu felsefe, onların
kurbanlarından bazılarını ellerinden kurtaracak, müstakbel kurbanlarını da
azaltacaktır.
Kullandığım dil
hakkında bazı açıklamalarda bulunmam gerekecek... Cumhuriyetle birlikte
dilimizde yapılan "özleştirme" ameliyesinin; "Türkik"
dillerin en yüksek hali olan Osmanlıcayı tahrip ettiğine, genellikle
"özleştirme" akımına inananların yönlendirdiği Türk Kültürü'ne
kavramsallık-öncesi dillere benzeyen, somutla-sınırlı yeni bir ilkel dilin
egemen olduğuna kaniyim. (Bu konuyu, "Yeni Gündem" dergisinin, onbeş günlük
fikir dergisi halinin 1985 yılı, 28, 29 ve 30. sayılarında tefrika edilmiş olan
"Öztürkçecilik Açmazı ve Dil Üzerine Bir Trialog" başlıklı makalemde
incelemiştim.) Ben de, genellikle bu yeni dilde kültürlendim. Bir dilsel
sıkıntı içinde olduğumu farkediyordum; ama, bir yabancı dil öğrenene kadar,
sıkıntımın sebebini kimlikleyememiştim. Ben de dahil, Türk okuyucusunun çoğu,
halen dünya tarihinde eşi bulunmaz bir garabetin içinde yaşar: anavatanında
doğup büyüdüğü halde, o vatanın resmi dili olduğu iddia edilen bir dilde
eğitilip kültürlendiği halde, felsefe gibi en soyut konuların tartışmasını; iyi
bildiği yabancı dilde, kendi anadilinden -ki anadili, aynı zamanda onun kültür
dilidir- daha iyi yapabilir. Ben de, bu hastalıkla malulüm: dilim, zaman zaman
rahatsız edici ölçüde hantal gelirse; okuyucudan özür dilerim. Öztürkçecilik
tahribatının kelimesel sonuçlarını aşabilmek için Osmanlıca kelimeler
kullandım; ama, Osmanlıcayı bir sistem olarak -maalesef- bilmiyorum; bu yüzden,
Öztürkçecilik tahribatının yapısal sonuçlarını aşacak fazla bir şey yapamadım.
Bazı dilsel denemelerde bulundum; fakat, okuyucu tarafından barizce yanlış
bulunan hususlarda; kendimin otorite olarak kabul edilmesinden ziyade,
rasyonelce yazılmış bir gramere başvurulmasını tavsiye ederim.
Bu kitabı okuma tarzı
üzerinde bir tavsiye yararlı olabilir... Kitaptaki bölümlerde, bir sonraki
bölümde de kullanılabilecek kavramlar tanımlanmaktadır; bu yüzden, bölümler
sırayla okunmalıdır. Fakat, bir bölüm, bir önceki bölümde tanımlanan ve kullanılan
bir kavramı geliştirebilecektir; hem bu yüzden, hem de bu felsefenin
bütünleştirilmiş bir felsefe olmasından azami yarar sağlamak açısından, sık sık
geri dönüşler yapılması ve bütün kitabın en az iki kere okunması, oldukça
yararlı olacaktır.
"Felsefe" Kavramı Hakkında
"Felsefe"
kelimesi; Eski Yunanca "filos" (bir şeye karşı duyulan sevgi, aşk)
ile "sofia" (akıl, ilim, bilgelik, hikmet) anlamına gelen
kelimelerden türetilmiştir. Bu eserde kullanılan anlamda felsefe: evrenin,
insanın ve insanın evrenle ilişkisinin asli tabiatını araştıran düşünce
sistemidir.
Evren, varolan şeylerin
tümüdür. Evrenin bir parçası olmasına rağmen; felsefenin, "insan"ı
ayrıca konu edinmesi; insanın, evrenin tek akli varlığı olması olgusundan
kaynaklanır. "Asli tabiat"la kast edilen şudur: felsefe, özel
bilimlerden farklı olarak mevcudiyetin özel bir veçhesini değil; bütününü
araştırır, insanın bu mevcudiyet içindeki yerini tesbit eder.
Bir benzetmeyle, özel
bilimler ağaçlarsa, felsefe ormanı mümkün kılan topraktır. Mesela; felsefe, şu
anda Türkiye'de mi yoksa Uganda'da mı bulunduğumuz sorusuna cevap vermez; ama,
bunu öğrenmenin yollarını gösterir. Felsefe, eğildiği konulardan doğan beş
dalıyla bu işlevi yerine getirir: metafizik, epistemoloji, ahlak,
politika
ve estetik.
Kitaptaki her bölüm, bu dallardan birine tahsis edilmiştir.
Felsefenin esas dalı
olan metafizik:
mevcudiyeti (realiteyi) en temel hususiyetleri açısından araştıran felsefe
dalıdır. Başka bir deyişle metafizik, -canlı veya cansız, insan veya
gayriinsan- evrende varolabilen herşeyle ilgili asgari müşterekleri konu
edinir. Metafizik, felsefenin temelidir. Bütün felsefe sistemleri metafizik
içinde sorulmuş sorulara verilmiş cevaplar etrafında inşa edilir. Mesela: Evren
belirli tabiat kanunlarıyla yöneltilen, dolayısiyle anlaşılıp kontrol altına
alınması mümkün bir yer midir, yoksa anlaşılmaz bir kaos, izah edilemez bir
mucizeler alanı, teslim olunacak bir tehdit midir? Etrafımızdaki şeyler,
bilincimizden bağımsız olarak mevcut mudur, yoksa kafamızda yarattığımız birer
illüzyon mudur? İnsan, serbest iradeye sahip, kendini üretebilen ve idare
edebilen bir kahraman mıdır, yoksa "ilahi tecelli" veya "üretici
güçler" gibi kendi dışındaki kuvvetlerin programladığı, cevhersiz, çaresiz
bir otomaton mudur? Bu gibi sorulara verilecek cevaplar sonucu ortaya çıkan
soyutlamalar (prensipler, aksiyomlar, kavramlar vs.) o felsefenin metafiziğini
teşkil eder.
Felsefenin ikinci dalı epistemoloji,
insanın mevcudiyet içinde davranabilmesi için gereken bilgileri elde etmenin ve
bu bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini araştırır.
Metafizik ve epistemoloji, felsefenin teorik temelini teşkil eder.
Üçüncü dal ahlak
ise felsefenin teknolojisi olarak düşünülebilir: ahlak, felsefenin insan
hayatının bütünleştiricisi haline gelmesinin yollarını gösterir, bireyi inşa
eder. Ahlak, var olan her şeyle değil, sadece birey olarak insanla ilgilidir:
karakteri, faaliyetleri, değerleri, mevcudiyetle olan ilişkileri. Yani; ahlak,
bireyin hayatının gayesinin ne olması gerektiğini tayin eden, bu gayeye erişmek
için nasıl bir seyir tutturması gerektiğini gösteren, faaliyetleri sırasında
yapmak zorunda kalacağı tercihlerde kendisine rehberlik edecek değerler
hiyerarşisini ve prensipleri nasıl elde edeceğini gösteren bir sistemdir.
Ahlak, bir yandan insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken,
diğer yandan onun başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar
ve politika
isimli felsefe disiplinine yol verir.
Felsefenin dördüncü
dalı politika
(siyaset felsefesi), bu anlamda ahlakın türevidir. Politika,
insana-özgü bir toplumsal sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe
dalıdır.
Felsefenin beşinci dalı
estetik;
metafizik, epistemoloji ve ahlak üzerine bina olur ve sanatın ne olması
gerektiğini araştırır. Sanat, onu yaratan ve izleyenlerin felsefesinde soyut
olarak mevcut kavramları, değerleri, prensipleri somut bir ürüne dönüştürür; o
felsefenin değerlendirilmesini mümkün kılar; insan bilincinin eleştirmenliği
görevini yapar.
Felsefenin Önemine
Dair
Görüldüğü gibi doğru bir
felsefeye sahip olmak, insana-özgü bir hayat sürdürmenin önşartıdır. Ama, bugün, bir çok insan; felsefeyi, bazı eksantrik insanların bir hobisi
olarak görür. Bunun en önemli sebebi, felsefe adı altında ortada gezen çoğu
fikriyatın irrasyonel olması olgusudur.
İrrasyonel filozoflar,
felsefeyi öylesine anlamsız bir hale sokmuşlar; ve çeşitli irrasyonel ekollerden
ibaret olan modern felsefe, rasyonel felsefe önünde öylesine kalın bir sis
perdesi yaratmıştır ki; rasyonel olma çabasında olup da, felsefeyle tanışmak
isteyen çoğu insan, büyük bir ihtimalle, modern felsefenin ürünlerinden biriyle
karşılaşır; ve bu ürünü anlamaya çabalarken hissettiği tatsız duyguyu
kimliklendirebilmesini sağlayacak ve öyle hissetmekte haklı olduğunu
kanıtlayacak felsefi anahtarlara da sahip olmadığından; şuna benzer bir
duyguyla, felsefeden tamamen uzaklaşır: "Öff; ben böyle soyut terimlerle
düşünmem hiç. Ben, gerçek-hayatla ilgili, somut, spesifik problemlerle uğraşmak
istiyorum. Felsefeye, niye ihtiyacım olacakmış ki?" Cevap şudur: Felsefe,
tam onun için, yani gerçek-hayatla ilgili, somut, spesifik problemlerle
uğraşabilmek için gereklidir.
Bazı insanlar,
felsefeden hiç etkilenmemiş olduklarını zannederler ki; kendilerine
yanıldıklarını söylemek gerekecek. Gerçek odur ki: günlük hayatlarına rehberlik
eden ve üzerinde hiç düşünmeden kullandıkları çoğu prensip, değer, düstur,
vecize, atasözü, klişe, slogan, tekerleme, vs.; belirli felsefelerin
ürünüdür.
Bazı filozofların
anlaşılmaz teorilerini okurken, sıkıntıdan başka bir şey hissetmiyorsanız;
tamamen haklısınız. Fakat; bunları, "Saçma olduğunu bildiğim halde; neden bu
teoriyi incelemem gereksin ki!" diye bir kenara atarsanız; yanılırsınız.
Evet, saçmadırlar; fakat, bir yandan bu teorileri saçma ilan ederken;
öte yandan, bu teorileri üreten filozofların vardıkları sonuçların hepsini,
ürettikleri klişelerin hepsini kabul etmişseniz; onları çürütmeğe muktedir
değilseniz; saçma olduğunu bilmiyorsunuz demektir. O saçmalık, insan mevcudiyetinin en hayati konularıyla, ölüm-kalım
meseleleriyle uğraşmaktadır. Yanlış da olsa; hiçbir önemli felsefi teori, boş
yere ortaya atılmaz; hepsinin gerisinde, meşru bir mesele vardır; insan
bilincinin gerçek bir ihtiyacı söz konusudur. Fakat; bazı felsefeler, bu
meseleyi çözmeye çalışırken; bazıları ise, muğlaklaştırmaya, yozlaştırmaya,
çözümün keşfini engellemeye uğraşır. Felsefi teorileri anlamazsanız, onlardan
en kötülerine maruz kalırsınız. Kötü felsefe, insanı tahrip eden
felsefe demektir. Bu anlamda doğru bir felsefeye sahip olmak sizin "meşru
müdafaa"nız için gereklidir.
Bu arada; bu kitabı
okuyarak böyle bir felsefeyle ilk defa tanışmak üzere olanlara gıpta ettiğimi
belirtmek isterim; çünkü, çıkmaya hazırlandıkları bu entellektüel seyahat
boyunca, bugüne kadar onları düşündürmüş olan ve hiç bir felsefede cevabını
bulamadıkları bir çok sorunun cevaplandırıldığını veya üzerinde hiç düşünmedikleri
bir çok yeni felsefe ufku açıldığını göreceklerdir. Sabır ve cesaret gerektiren
bu entellektüel seyahatin vardıracağı "Vaadedilmiş Ülke"
yeryüzündedir. O, herkesin sadece kendi zihninden kaynaklanacak ve sadece kendi
gayretiyle sürdürülecek, rasyonel, üretken, kendine-saygı-ve-güvenli bir
hayattır; insana-özgü, mutlu bir hayattır.
Sabahattin Sakman
10 Haziran 1988, Kadıköy
1
METAFİZİK
Metafizik: mevcudiyeti
(realiteyi), en temel hususiyetleri açısından araştıran felsefe dalıdır. Başka
bir deyişle; metafizik, -canlı veya cansız, insan veya gayrıinsan- evrende
varolabilen herşeyle ilgili asgari müşterekleri konu edinir.
Rivayete göre; Aristo'nun
"Fizik" (Yunanca "Tabiat") üzerine olan eserindekilerden
sonra ele aldığı soyut konular üzerindeki el yazmaları, öğrencilerinden Rodoslu
Andronikus tarafından derlenmiş ve bu derleme, "fizikten sonraki
(kitap)" anlamında Metafizik olarak adlandırılagelmiştir.
Bu eserinde; Aristo, evrendeki her şeyle ilgili genel soruların felsefesini
yapmıştır. Burada kullanılacak "metafizik" kavramı, aynı gelenek
içinde düşünülmelidir. Yani, bu kitaptaki anlamında metafizik; ne bazı popüler
kullanımdaki "tabiat-üstü" anlamına gelmektedir; ne, bazı modern
felsefelerin iddia ettiği gibi realiteyle bağlantısız bir spekülasyondur; ne
de, başka bazı modern felsefelerin metafiziğe atfettikleri bir "durağan ve
değişmez evren" modeli varsayar.
Metafizik, felsefenin
temelidir. Bütün felsefe sistemleri metafizik içinde sorulmuş sorulara verilmiş
cevaplar etrafında inşa edilir. Metafiziğin, mevcudiyetle ilgili bazı temel
soruları şunlardır:
Evren; belirli tabiat
kanunlarıyla yönetilen, dolayısiyle anlaşılıp kontrol altına alınması mümkün
bir yer midir; yoksa, anlaşılmaz bir kaos, izah edilemez bir mucizeler alanı,
teslim olunacak bir tehdit midir?
Etrafımızdaki şeyler,
bilincimizden bağımsız olarak mevcut mudur; yoksa, kafamızda yarattığımız birer
illüzyon mudur? Başka bir deyişle:
Onlar,
bilincimizin nesnesi mi; yoksa öznesi midir? Veya:
Onlar, neyse o mudur;
yani, onları nasıl düşündüğümüzden bağımsız olarak, kendilerine özgü bir
tabiata sahip, spesifik şeyler midir; yoksa, arzulamak gibi bilinç-içi bir
eylemle değiştirilebilecek, tabiatsız şeyler midir?
İnsan, yeryüzünde
mutluluk bulabilir mi; yoksa, sıkıntıya ve ümitsizliğe mi mahkumdur?
İnsanın seçme
gücü, amaçlarını seçme ve onlara erişme gücü, hayatının gidişini yönlendirme
gücü var mıdır; yoksa, kontrolu dışında olan ama kaderini tayin eden
kuvvetlerin çaresiz oyuncağı mıdır?
Tabiatı bakımından;
insan, iyi olarak mı değerlendirilmelidir; yoksa, kötü olarak nefret mi
edilmelidir?
Bu gibi sorulara
verilen bilinçli veya zımni cevaplar sonucu ortaya çıkan soyutlamalar
(kavramlar, aksiyomlar, prensipler, vs.) o felsefenin metafiziğini, yani o
felsefenin hareket noktasını teşkil eder. Rasyonel bir felsefe, yukarıdaki soru
çiftlerinden sadece birincilere olumlu cevap verir.
1.1 MEVCUDİYET (REALİTE) VE BİLİNÇ
Amerikalı ilahiyatçı
Reinhold Niebuhr'un (1892-1971) şöyle bir sözü vardır:
"Tanrım,
değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etme huzurunu, değiştirebileceklerimi
değiştirme cesaretini ve ikisi arasındaki farkı bilme akıllılığını ihsan
et."
Böyle bir dileğin yerine
gelmesini "Tanrı"dan beklemek tarafı bir yana; bu söz, en derin
metafizik doğrunun bir ifadesidir. Rasyonel bir insanın zihni tavrının ne
olması gerektiğinin en veciz ifadesidir.
Bir çok insan, bütün
hayatlarını asla değiştiremeyecekleri şeylere karşı nafile bir isyan içinde
geçirirken, değiştirebilecekleri şeyler karşısında ise pasif bir teslimiyet
içinde bulunurlar; aradaki farkı öğrenmek için de hiçbir teşebbüste
bulunmazlar.
Niebuhr'un sözünde
bulunan felsefi öncülleri inceleyelim:
a) İnsanın değiştiremeyeceği,
insan eyleminden etkilenmeyecek, onun seçeneğine konu olmayacak, bilincinden
bağımsız şeyler vardır; bunlar, tabiatın dayattığı gerçeklerdir -yerçekiminin
var olması, insanın akıllı bir canlı olması gibi.
b) İnsan eylemiyle
değiştirilebilecek, insan eyleminden etkilenebilecek şeyler vardır; bunlar,
insan-yapısı şeylerdir. Fakat, bu değişikliği gerçekleştirmek için insanın
belirli bir kuvvete (cesarete) ihtiyacı vardır; bu kuvvet, irade yeteneği denen
bilinç olgusudur.
c) Değiştirilemeyecek ve
değiştirilebilecek şeyler arasındaki fark aşikar değildir; bu fark, akıl
yoluyla bulunabilir.
1.1.1 Mevcudiyetin Önceliği ve Bilincin Önceliği Zıtlığı
Niebuhr'un sözündeki
öncüllere yukarıdaki şekilde yaklaşmak, mevcudiyetin önceliğini kabul etmek
demektir. Buna zıt bir yaklaşım, bilincin önceliğini kabul etmekle
mümkündür. Bu yaklaşımların farkını araştırmak; bizi, her felsefi sistemin
kökünde yatan temel metafizik meseleye götürür: mevcudiyetin önceliği ve
buna karşı bilincin önceliği. Mevcudiyetin
(realitenin) önceliği, mevcudiyetin mevcut olduğu aksiyomudur; yani, evren,
bilinçten (herhangi bir bilinçten) bağımsız olarak mevcuttur; şeyler neyse
odur, belirli bir tabiata, kimliğe sahiptir. Bu aksiyomun
epistemolojik pareleli, bir diğer aksiyomdur: bilinç, mevcut olandan
haberder olma yeteneğidir; yani, insan, dışa bakarak bilgi elde eder.
Bilincin önceliği ise;
bu aksiyomları reddetmek ve tersine çevirmektir; yani, evrenin bağımsız bir
mevcudiyeti olmadığı, bilincin (insani ve/veya ilahi bir bilincin) ürünü olduğu
nosyonudur. Bunun epistemolojik pareleli ise, insanın içe bakarak (ya kendi
bilincine, yada başka, üst bir bilinçden gelen vahiylere bakarak) bilgi elde
edeceği nosyonudur.
Mevcudiyet yerine
bilince öncelik verme tersliğinin kaynağı, bir insanın iç dünyası (bilinci) ile
dış dünya arasındaki ayrımı tam kavramaktaki yeteneksizliği veya
isteksizliğidir. Böylece, algılayanla algılanan arasındaki sınır kaybolur;
bilinç ve mevcudiyet, dolaşık bir yumak haline gelir.
Her bilinçlilik hali, bilincinde olunan bir şeyi (yani, realitede var olan
bir şeyi) ve bilinci (yani, bilinç sahibi bir canlıyı) içerir. Fakat, bilinç ve
realite arasındaki ayrım otomatikman bilinmez; öğrenilmesi gerekir. Gözlemler
göstermiştir ki; küçük çocuklar ve ilkel insanlar, bilinç-realite ayrımını tam
kavrayamaz. Küçük bir çocuğun ayna içinde kendini araması veya ilkel bir
insanın, çıkagelir korkusuyla düşmanının adını zikr etmemesi gibi gözlemler
bunu anlatır. İlkel olmayanlar arasında dahi; çok az sayıda insan, bu ayrımı
tam olarak kavrayıp kabul eder. Bu ayrımı tam kavrayıp kabul etmek ile, bu işi
eksik başarmak arasındaki ayrım; tam bir zihin sağlığı içinde olmak ile olmamak
arasındaki ayrımdır.
İnsanların çoğu,
mevcudiyetin önceliğini, bazı durumlarda zımnen kabul eder; fakat, bazı
durumlarda inkar eder. Bunun epistemolojik sonucu, entellektüel menzillerinin
kısalması, yani soyutlamalarla uğraşma yeteneklerinin azalmasıdır. Bugün artık
çok az insan, yağmur duasıyla yağmur yağdırılabileceğine inanır; fakat, çoğu
insan, "Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?" gibi bir argümanı geçerli
sayar. Evrenin bir yaratıcısı olup olmadığı sorusu üzerinde düşünme imkanını
veren bilinçtir. Evren, mevcudiyettir (realitedir). Bilince konu olan bir şeyin
mutlaka realitede olması gerekmez. Nasıl ki, yukarıdaki örnekteki ilkel insan,
sırf adını zikretti diye -bütün korkusuna rağmen- o düşman çıkagelmezse; aynı
şekilde, sırf "Tanrı yoksa, evreni kim yarattı?" diye sorabilmek de,
evrenin realitede bir yaratıcısı olduğunu göstermez.
1.1.2 Kimlik Kanunu
Mevcudiyetin mevcut olduğu
aksiyomunun kavranması, bir bütün olarak evrenin yaratılamayacağı veya yok
edilemeyeceği gerçeğinin kavranmasıdır. Evrenin temel yapı maddesi ister atom,
ister atom-altı partikül, isterse henüz keşfedilmemiş bir tür enerji olsun;
evreni yöneten şey, ne bir bilinç, ne bir irade, ne de tesadüfler değil, Kimlik
Kanunudur; yani, evrende ceryan eden her olayın nasıl olacağı, bu olaya
katılan şeylerin tabiatınca belirlenir. Evren metafiziken-verilidir; yani, evrenin tabiatı herhangi bir
iradenin kuvveti dışındadır.
Mevcut olmak, bir şey
olmaktır; yani belirli özelliklerden ibaret, belirli bir tabiatı haiz olmaktır:
bir kimlik
sahibi olmaktır. Yüzyıllar önce Aristo, bilgi elde etmenin temel kanunu olan bu
gerçeği formüle etti: A = A. yani; bir şey, kendisidir; bir şey ne ise odur;
bir şey kendinin aynısıdır; bir şey kendine özdeştir; bir şey, aynı anda ve
aynı açıdan, hem kendisi hem de başka bir şey olamaz; bir şey, aynı anda ve
aynı açıdan, hem A, hem de gayrı-A olamaz.
Yukarıda söylenenlerden
hareketle, bütün bilgilerin temeli olan bir formüle varılabilir. Mevcut olmak,
bir kimliğe sahip olmaktır; bilinç, mevcut olandan haberdar olma yeteneğidir;
yani: Mevcudiyet Kimliktir, Bilinç Kimlikleyebilmektir.
Mülahaza altına alınan
şey, ne olursa olsun, -ister bir nesne, ister bir hususiyet, ister bir
davranış- Kimlik Kanunu aynıdır. Bir yaprak, aynı zamanda bir kaya olamaz; aynı
zamanda hem yemyeşil, hem sapsarı olamaz; aynı zamanda hem yanıp hem donamaz.
Elinizdeki tek hıyarı, hem yiyip bitirip, hem de o hıyarı hala elde
bulunduramazsınız.
Nedensellik Kanunu
(sebep-sonuç ilişkisi) Kimlik Kanununun eyleme
tatbik edilmesinden başka bir şey değildir: bütün eylemler, şeyler
tarafından yapılır ve bir eylemin tabiatına neden olan ve bu tabiatı belirleyen
olgu, bu eylemde bulunan şeylerin tabiatıdır; bir şey tabiatına aykırı
davranamaz.
Kimlik Kanununu
reddetmek, değişimden başka hiç bir belirli şeyin mevcut olmadığını iddia etmek
dahi, Kimlik Kanununu kabul eden bir varsayımdan kaynaklanır: değişim,
değişen belirli bir şeyin var olduğunu, belirli bir şey olmaktan (belirli bir
kimlik taşımaktan) başka bir belirli şey olmaya doğru gittiğini varsayar.
Kimlik Kanunu olmadan "değişim" kavramı mümkün değildir.
İnsan, Kimlik
Kanunundan asla muaf değildir; insanla ilgili her hususiyetin spesifik bir
tabiatı vardır. Dolayısiyle, bilinç de belirli bir tabiata, belirli bir kimliğe
sahiptir. Bir bilinç olgusu olan, yani insanın akli yeteneğinden kaynaklanan
irade de belirli bir tabiata sahiptir. İrade kullanmak veya kullanmamak:
mevcudiyeti algılayıp kavramak veya bu işi yapmakdan kaçınmak seçeneklerinden
ibarettir. Mevcudiyeti algılayıp kavramak, mevcut olan şeylerin
karakteristiklerini veya hususiyetlerini (kimliklerini) keşfetmek,
metafiziken-verili olanı keşfetmek ve kabul etmek demektir. Ancak bu bilgiler
temel alınarak, tabiatta mevcut şeylerin insan ihtiyaçlarına uygun olarak,
insan tarafından yeniden düzenlenmesi mümkündür. İnsanın hayatta kalma metodu
da, budur.
Tabii ögelerin
kombinasyonlarını yeniden düzenlemek, insanın sahip olduğu tek yaratma gücüdür.
"Yaratmak" birşeyi yoktan var etmek değildir. "Yaratmak,"
varolan tabii ögeleri, önceden hiç varolmamış yeni bir düzenleme (kombinasyon
veya bütünlük) halinde ortaya koyma gücüdür. Bu, bilimsel veya estetik her
insani ürün için doğrudur: insan hayalgücü, insanın realitede olduğunu veya
olabileceğini bildiği şeyleri zihninde yeniden düzenleme yeteneğinden başka bir
şey değildir. İnsanın tabiat karşısındaki gücü konusundaki en veciz söz,
Francis Bacon'ındır (1561-1626): "Tabiata kumanda etmek, ancak ona itaat
etmekle mümkündür."¨ Bu bağlamda, "tabiata kumanda etmek" onu
insanın amaçlarına hizmet eder hale koymak; "ona itaat etmek" ise,
tabii ögelerin özelliklerini keşfedip, onları bu özelliklere uygun
kullanmadıkça, tabiatın insana hizmet eder hale sokulamayacağını bilmek
demektir.
Mesela; üçbin yıl önce,
insanlar, yüzbinlerce kilometre ötede konuşan bir insanın sesini duymanın
imkansızlığını söyleyebilirlerdi. Bugün de bu, o zamanki kadar imkansızdır.
Fakat, bugün ayda konuşan bir astronotun sesini yeryüzünde dinleyebiliyorsak;
bu, insanların ses dalgaları ve elektromanyetizma konusundaki bazı tabii
olguları (metafiziken-veriliyi) keşfetmiş olmaları ve bu keşiflerini kullanarak
bir takım insan-yapısı aletler üretmiş olmalarıyla mümkün olmuştur. Bu bilgi ve
aletler keşfedilmeksizin, insanlar, -yüzyıllar boyu bunu istedikleri kadar
arzulayıp dua etmiş olsunlar, istedikleri kadar ağlayıp tepinmiş olsunlar-
insan sesini yirmi kilometreden bile duyuramazlardı.
1.1.3 Kimlik Kanunu ve
İnsan
Tabii bilimlerde;
metafiziken-verili olan ile insan yapısı olan şeyler arasındaki ayrım, realite
ile bilinç arasındaki sınır, zımnen de olsa anlaşılmıştır. Bu yüzden büyük bir
gelişme göstermektedirler. Fakat, bu konunun beşeri bilimlerde henüz tam kavranamamış
oluşu, onların hala binlerce yıl önceki düzeyde kalmalarının sebebidir. Hemen
hemen bütün beşeri bilimler, adeta oy birliğiyle, insanı gayri-tabii bir
fenomen olarak görür: bazılarına göre tabiatüstü bir varlıktır, bazılarına
göre, tabiataltı. İnsanı tabiatüstü sayanlar, insan zihnini
("melek"ce bir kaynağa atfettikleri "ruhunu") tabiatın
üzerinde görürler; onu tabiataltı sayanlar ise, insan zihnini
("şeytan"ca bir kaynağa atfettikleri "hoyratlığını")
tabiatın ("ekolojinin") bir düşmanı sayarlar. Bütün bu teorilerin
kaynağı; insanı, insan zihnini, Kimlik Kanunundan muaf tutma çabasıdır veya
muaf zannetme yanılgısıdır.
Fakat,
insan ve insan zihni mevcuttur. Her ikisi de tabiatın bir parçasıdır ve
spesifik bir kimliğe sahiptir. İnsan zihninin spesifik bir kimliğe sahip
olmadığı yanılgısının kaynağı, onun iradi oluşu olgusunun tam kavranamamış
olmasındandır. Zihne ait bir özellik olan irade de, spesifik bir kimliğe
sahiptir. Nasıl ki, tabiatta canlı varlıkların var oluşu, cansız varlıkların
varoluşuyla bir çelişki teşkil etmezse; ve nasıl ki, cansız varlıklardan farklı
olarak, canlı varlıklar, kendilerinin başlatabildikleri bir davranma gücüne
sahiplerse; benzer şekilde, diğer canlıların bilincinden farklı olarak, insan
bilinci, kavrama (düşünme) alanında ancak bilincin kendisinin -irade yoluyla-
başlatabildiği bir davranma gücüne sahiptir. Nasıl ki, hayvanlar, bedenlerinin
tabiatlarının belirlediğinden başka şekilde davranamazlarsa; aynı şekilde
insanlar da, zihni faaliyetlerini başlatma ve sürdürme alanında, bilinçlerinin
tabiatının (kimliğinin) belirlediğinden başka şekilde davranamazlar. Ancak;
insan iradesinin gücü, (esasen başka hiçbir varlığın iradesi söz konusu
değildir) yalnızca kavrama (düşünme) süreçleri için söz konusudur: insan,
realitedeki ögelerin kimliğini tesbit etmek (onları tanımak) ve onları yeniden
düzenlemeyi düşünmek (yaratıcı hayal) gücüne sahiptir, fakat sırf düşünerek
onları değiştirme gücüne sahip değildir. Kavrama yeteneğini, bu yeteneğin
tabiatına uygun biçimde kullanmaya muktedirdir; fakat, bu yeteneğin tabiatını
değiştirmeğe veya onun kötü kullanımından doğacak sonuçlardan kaçmağa muktedir
değildir. Mesela; realiteyi algılama gücünü askıya almaya, algıladıklarını
bilmezden gelmeye, çarpıtmaya muktedirdir; fakat, bu suistimal sonucu doğacak
fiziki ve psikolojik felaketlerden kurtulmaya muktedir değildir. Kavrama
yeteneğinin kullanımı veya kötü kullanımı, insanla ilgili her yüceliğin veya
çirkinliğin kaynağıdır; çünkü, bu yeteneğin kullanım tarzı, insanın hangi
değerleri seçeceğini belirler; ve bu değer sistemi, onun duygularının ve
karakterinin ne olacağını belirler; bu anlamda, insan, ruhunu kendi yaratan bir
varlıktır.
1.1.4 Bilincin Standardı Olarak Metafiziken-verili Olan
İnsanın irade yeteneği,
tabiatla çelişmez; fakat, insanın bu yeteneğe sahip olması, bir fark tam
kavranamadığı için, birçok yanılgıya yol açar: metafiziken-verili olan
ile insanın
yaptığı herhangi bir nesne, kurum, usul veya davranış kuralı arasındaki
hayati fark.
Metafiziken-verili
olan, kabul edilmelidir: o değiştirilemez. Fakat, insan-yapısı bir şey, hiçbir
zaman eleştirisiz kabul edilmemelidir: önce yargılanmalı, sonra ya kabul
edilmeli ya da reddedilmeli ve gerekiyorsa değiştirilmelidir. İnsan ne Alim-i
Mutlak (herşeyi bildiği varsayılan "ilahi" varlık) ne de yanılmazdır;
bazıları, bilgi noksanlığından masum hatalar yapabilir; bazıları, yalan
söyleyebilir, hile yapabilir, sahtekarlık yapabilir. İnsan-yapısı bir şey; bir
dahilik, bir gözlemcilik, bir yaratıcılık, bir iyilik ürünü olabilir;
insan-yapısı başka bir şey, bir budalalık, bir ihmalkarlık, bir sahtekarlık,
bir kötülük ürünü olabilir. Tek bir insan haklı ve geri kalan herkes (veya
aralarındaki herhangi bir oran) haksız olabilir. Tabiat, insan yargılarının
otomatikman doğru olacağına dair hiçbir garanti vermez; bu, kabul edilmesi
gereken metafizik bir olgudur. O halde, yargıç kim olmalıdır? Her insan
-yeteneğinin ve dürüstlüğünün mümkün kıldığı en üst düzeyde, her birey- zihni
yargılamalarının yargıcı olmalıdır. Yargı standardı ne olmalıdır? Metafiziken-verili
olan.
Metafiziken-verili
olan, -gerçeklikle ilişkisi açısından- doğru veya yanlış olamaz; o neyse odur.
İnsan; yargılarının doğruluğunu veya yanlışlığını; bu yargıların, realitedeki
olgulara tekabül edip etmemesiyle, yani metafiziken-verili olgulara uyup
uymamasıyla anlar. Metafiziken-verili olan -ahlaki açıdan- doğru veya yanlış
olamaz; o, doğru ve yanlışın, iyi ve kötünün standardıdır; (rasyonel) bir
insan, amaçlarını, değerlerini, seçeneklerini yargılarken bu standardı
kullanır. Metafiziken- verili olan neyse odur, neyse o idi, neyse o olacaktır
ve neyse o olmak zorundadır. Fakat, insan-yapısı hiçbir şey neyse
o olmak zorunda değildir: öyle olması insan tarafından seçilmiştir.
Metafiziken-verili
olana karşı isyan etmek, mevcudiyeti inkara teşebbüs etmektir; ve bu teşebbüs,
başarısız kalmaya mahkumdur. Fakat, insan-yapısı bir şeyi tartışmasız kabul
etmek, insanın kendi bilincini inkara teşebbüs etmektir; üstelik bu teşebbüs başarılı
da olacaktır. Huzur, mevcudiyete "Evet" demek yeteneğinden; cesaret,
başkalarının yaptığı yanlış seçimlere "Hayır" demek yeteneğinden
gelir.
Herhangi bir tabii
fenomen, yani insan katılımı olmaksızın meydana gelen bir olay, metafiziken
verilidir; başka türlü olamazdı veya olmazlık edemezdi; fakat, insan eyleminin
katıldığı her olay, insan yapısıdır; farklı olabilirdi. Mesela, meskun olmayan
arazilerde olan bir sel, metafiziken-verili bir olaydır; seli tutmak için inşa
edilmiş bir baraj, insan-yapısıdır; eğer, barajı inşa edenler, yanlış hesap
yaparlar ve baraj çökerse, ortaya çıkacak sel felaketi, metafizik kökenlidir,
fakat sonuçları insan tarafından ağırlaştırılmıştır. Durumu düzeltmek için,
insanlar, selin sebeplerini ve potansiyellerini inceleyerek tabiata itaat
etmek, sonra daha iyi sel kontrol araçları inşa ederek ona kumanda etmek
zorundadır.
Fakat, mevcudiyet
içindeki şartlarını iyileştirmek için insanın yaptığı bütün çabaları nafile
ilan etmek; tabiatın bilinmez olduğunu, çünkü hatırladığımız kadarıyla her sene
bir sel felaketi olmuş olsa bile, gelecek sene de sel olacağını isbat
edemeyeceğimizi iddia etmek; insan bilgisinin bir illüzyon olduğunu, çünkü o
yıkılan barajı inşa edenlerin, barajın sağlam olduğuna emin olduklarını, fakat
yine de barajın yıkılmış olduğunu öne sürmek; insanı, bilinç ile realite
arasındaki ilişkiyi kavrayamadıkları ilkel şaşkınlık dönemlerine geri itmek ve
böylece insanı huzur ve cesaretten mahrum kılmaya girişmek demektir. Modern
felsefenin, ikiyüzden fazla yıldır yaptığı tahribat bundan başka bir şey
değildir.
Mevcudiyetin önceliği
aksiyomu (yani, realitenin mutlaklığının kabul edilmesi) üzerine kurulu bir
felsefe sistemi, insanın kimliğinin ve dolayısiyle haklarının tanınmasına
yol açtı. Oysa, bilincin önceliğine (yani, tabiatın, insan nasıl görmek
istiyorsa, öyle olduğu tarzındaki megalomanca nosyona) dayalı felsefe
sistemleri, insanın hiçbir kimliği olmadığı, sonsuz plastiklikte, kullanılıp
atılabilir bir şey olduğu görüşüne yol açtı.
Başta Kant olmak üzere
modern filozofların hepsinin, insan zihnine yaptıkları saldırının ağırlık
merkezi, metafiziken-verili olan ile insan-yapısı arasındaki farkı
bulanıklaştırmak doğrultusunda olmuştur. Bu fark üzerindeki zihin karışıklığı,
çok eskilere dayanır (Aristo dahi, Plato'nun etkisini yok edemediği bazı
görüşlerinde buna katkıda bulunmuştur); fakat, bugün bu karışıklık, insan
bilincini inanılmaz ölçülerde köreltmektedir ve geçmişteki hiç bir mazeret, bu
günün insanları için söz konusu değildir.
Bu karışıklığı yaratmak
için tipik bir yaklaşım, bugünün felsefe kürsülerinde şöyle dile gelir: evrende
"gereklilik" diye birşeyin olmadığını isbat etmek için, felsefe
profesörü şu örneği verir: nasıl ki, Türkiye altmışyedi vilayete sahip olmak
zorunda değildi, altmışbeş veya altmışdokuz da olabilirdi; aynı şekilde, güneş
sistemi de dokuz gezegene sahip olmak zorunda değildi, yedi veya onbir de
olabilirdi.
İnsan zihnini felç
etmenin temel tekniği, bir yandan insan-yapısı şeyleri metafiziken-veriliymiş
gibi sunmak, öte yandan tabiata (yani, metafiziken-verili olana) insani bir
kimlik vermekten ibarettir. Bu tekniğin hilesi, insanın bilgi eksikliğinden
başka bir şeye işaret etmeyen "şans" veya "probabilite"
gibi kavramlarla yüklü bir bağlam kurarak, tabiata belirsizlik atfetmektir.
"İnsan davranışları kestirilemez; dolayısiyle, tabiat kestirilemez"
gibi örtülü bir yanılgıdan, "Tabiatın iradesi vardır, insanın yoktur;
tabiat özgürdür, insan bilinmez kuvvetlerce yönetilir; tabiat fethedilmez,
insan fethedilir" gibi açıkca vahim yanılgılara kısa bir mesafe vardır.
Metafiziken-verili olan
ile insan-yapısı ayrımının tam bilincinde olmamak, insanların çoğunun içinde
bulundukları belirsizlik duygusunun, ümitsizliğin, karamsarlığın, içebakıştaki
başarısızlıklarının temel sebeplerinden biridir.
İnsan bilinci, en az
bilinen ve en çok suistimal edilen; dolayısiyle, üzerindeki kontrolun en sık kaybedildiği
hayati organdır. Bir insanın, bilinci üzerindeki kontrolu kaybetmesi, insani
tecrübelerin en korkuncudur: kendi etkinliğinden şüphe eden bir bilinç, dayanılmaz
bir rahatsızlık duyar. Fakat; çoğu insan, bilincini felç etmek için herşeyi
yapar; saçlarına, ayak tırnaklarına, midesine gösterdiği itinayı, bilincine
göstermez. Bilir ki, bu şeylerin spesifik kimlikleri ve spesifik ihtiyaçları
vardır; saçları muhafaza etmek için taramak, ayak tırnaklarını muhafaza etmek
için kesmek, mideyi muhafaza etmek için asit içmekten geri durmak gereklidir.
Fakat, sıra insan bilincine gelince... Onlara göre, bilinç, hiçbir şeye
ihtiyacı duymaz ve her şeyi mideye indirebilir; psikiyatrist karşısına
vardıklarında, hala, hiçbir sebep yokken kronik bir korku ve sıkıntı içinde
olduklarını söylemektedirler.
Bir çok insanın, insan bilincinin tabiatı
(işleyiş tarzı) üzerinde hiçbir bilgiye sahip olmaması, kendileriyle dış dünya
arasındaki bağı kopartır: kendilerine neyin mümkün olup, neyin olmadığı,
kendilerinden ve başkalarından neyi talep edip, neyi edemeyeceklerini, neyin
kendi hataları olduğu, neyin olmadığı konusunda hiçbir fikirleri kalmaz.
Bilincin hiçbir kimliği olmadığı zımni öncülünü
kabul etmiş oldukları için; bir uçta, bilinçleri üzerinde sonsuz bir
güce sahip olduklarını ve onu her türlü riskten uzak, istedikleri gibi
suistimal edebileceklerini zannederken ("Farketmez; bu sadece benim
zihnimdeki bir şey" veya "Boşver, benden başka bilen yok"
nosyonlarındaki gibi); diğer uçta, bilinçleri hakkında hiçbir şey
yapamayacaklarını zannederler: bilinçleri üzerinde, seçeneklerinin ve
kontrollarının olduğunu bilmezler; bilinçlerinin içeriğinin, tabiatca
belirlenmiş olduğunu zannederler; kendilerini, kafatasları içindeki erişilmez
bir gizin kurbanı olarak görürler; bilinmez bir düşmanın esiri gibi
hissederler; rasyonel izahı bulunmayan bir takım duygularca yönetilen çaresiz
bir otomaton olmayı kabullenirler ("Ne yapayım, ben böyleyim"
nosyonundaki gibi).
Bu belirsizlik insanı
sakatlar. Böyle bir insanın, bir amaç veya arzu hakkında düşünürken, sorduğu
ilk soru "Bunu yapmak ne gerektirir?" olmak yerine, "Ben bunu
yapabilirmiyim?" olur. Sorusunun anlamı şudur: "Ben doğuştan bunu yapma
yeteneğine sahip miyim?" Mesela, "Hayatta en büyük isteğim, bestekar
olmak; fakat, bunun nasıl yapılacağına dair hiç fikrim yok. Bana bu işi her
nasılsa yaptıracak o esrarengiz istidat bende var mı?" Bu insan, bilincin
önceliği gibi bir öncülü hiç duymamış olabilir; fakat, bilincinin karanlık
labirentlerinde giriştiği bu araştırmaya onu sevk eden bu öncüldür;
araştırmasının ona bir şey bulduracağı yoktur; çünkü, mevcudiyete (realiteye)
başvurmadan kendi bilinci hakkında hiçbir şey öğrenmesi mümkün değildir.
Böyle bir arzuyu hemen
terk etmezse, bunu gerçekleştirmek için belirsizlik içinde gezinip durur.
Herhangi bir küçük başarı, huzursuzluğunu artırır; çünkü, neyin buna sebep
olduğunu ve bu başarıyı bir daha nasıl tekrarlayacağını bilmez. Herhangi bir
küçük başarısızlık, ezici bir darbe olur; çünkü, bu başarısızlığı, kendisinin o
esrarengiz ihsandan yoksunluğunun delili olarak alır. Bir hata yaptığında
"Ne öğrenmem gerekir?" diye sormaz, "Bende yanlış olan
nedir?" diye sorar. Otomatik ve herşeye muktedir bir ilham bekler; tabii,
bu ilham hiçbir zaman gelmez. Neşesiz bir mücadele içinde yıllar geçirir;
karşısındaki realite bütün gücüyle kendini gösterirken, zihni, onu görmemekte
kararlı olarak hep bilincinin içinde doğup büyüyen o kendine-saygısızlık-ve-güvensizlik
canavarına korkuyla bakar. Sonuçta, arzusunu terkeder.
Bestekar yerine
herhangi bir işi -bilim adamı, işadamı, yazar olmak, zenginleşmek, arkadaş
bulmak, kilo vermek- koyun, şema aynıdır.
Neyi değiştirip, neyi
değiştiremeyeceklerini belirlemekten aciz bazıları, "realiteyi yeniden
yazmağa," yani metafiziken-verili olanın tabiatını değiştirmeğe teşebbüs
eder. Bazıları, insanın mutluluktan başka hiçbir şey hissetmeyeceği, hiçbir
acının, hüzünün, hastalığın olmadığı bir evren -bir "ütopya"- hayaline
dalar ve neden yeryüzündeki hayatlarını iyileştirmek için bütün arzusunu
kaybettiğini merak eder. Bazıları, herkes öyle olsa, kendisinin de cesur,
dürüst, hırslı olabileceğini; fakat bugünkü dünyada böyle olmasının mümkün
olmadığını zanneder. Bazıları, birgün mutlaka gelecek olan ölümün,
düşüncesinden korkmaktan, yaşama işine hiç girişmez. Bazıları, zamanın geçişine
herşeye kaadirlik atfeder ve geleneği (yani insan-yapısı olan bir şeyi)
hakikate (yani metafiziken-verili olana) eşdeğer görür: "İnsanlar bir
fikre yüzyıllarca inanmışlarsa, o fikir doğru olmalıdır" der. Bazıları,
insanların fikirlerine bile değil, hislerine herşeye kaadirlik ve
metafiziken-verili olma statüsü bahş edip; onların irrasyoneliklerini,
önyargılarını, batıllıklarını, kıskançlıklarını okşar. Bazıları, kendi
eylemlerinin kabahatini, hiç rolü olmayan başkalarına yükler; bazıları, hiçbir
rolleri olmadığı halde, başkalarının eylemlerinin kabahatini yüklenir.
Bazıları, bilmeye hiç imkanlarının olmadığı bir şeyi bilmemekten suçluluk duyar.
Bazıları, bugün öğrendiklerini dün bilmedikleri için suçluluk duyar. Bazıları,
bütün dünyayı bir gecede ve zahmetsiz olarak kendi fikirlerine çekemedikleri
için suçluluk duyar.
Tabiatla nasıl
etkileşileceği meselesi, hiç değilse bazı insanlar tarafından kısmen
anlaşılmıştır. Fakat, insanlarla nasıl etkileşileceği, onlarla ilgili
yargıların nasıl verileceği konusu, hala tarih öncesi bir karanlık içindedir.
İnsanı, diğer canlılardan ayrı kılan husus; insana, kendisini ve başkalarını
anlaşılamaz, bilinemez, Kimlik Kanunundan muaf zannettiren şey: insanın irade
yeteneğidir.
Oysa, hiçbir şey Kimlik
Kanunundan muaf değildir. İnsan-yapısı bir ürün, varolmak zorunda değildir;
fakat, bir kere yapıldığında, artık mevcuttur. Bir insanın eylemleri,
yapılmak zorunda değildir; fakat, bir kere yapıldığında, onlar artık realitenin
olgularıdır.
Aynı şey insan karakteri için de doğrudur; bir insan, belirli seçimleri yapmak
zorunda değildir; fakat, yaptığı bu seçimlerle karakterini oluşturmuş olduktan
sonra, bu karakter bir olgudur; ve bu karakter onun kimliğidir.
Metafiziken-verili
olgulardan farklı olarak; insan kökenli şeyler (ister fiziki, isterse
psikolojik olsun) "insan-yapısı olgular" olarak nitelenebilir. Bir
gökdelen, insan-yapısı bir olgudur; bir dağ, metafizik bir olgudur. Bir dağı
olduğu gibi, bir gökdeleni de insan değiştirebilir veya havaya uçurabilir;
fakat, varolduğu sürece o gökdeleni yok sayamaz veya onun ne olduğunu inkar
edemez. Aynı prensip, insan eylemlerine ve karakterine de tatbik edilebilir.
Bir insan, değersiz bir alçak olmak zorunda değildir; fakat, öyle olmayı
seçtiği süre boyunca, değersiz bir alçaktır ve kendisine bu gerçeğe uygun
olarak muamele edilmelidir; kendisine karşı bunun aksine davranmak, bir olgu
ile çelişkiye düşmek, bir olguyu yok saymak demektir. İnsanlar bir gökdeleni
inşa etmek zorunda değildir; fakat, bir kere inşa edildiğinde, onu bir dağ gibi
metafiziken- verili bir olgu olarak görmek, onun ortaya konmasındaki insani
görkemi yok saymak, realiteye karşı olmaktır.
İrade yeteneği, insana
iki hayati açıdan özel bir statü verir: birincisi, metafiziken-verili olandan
farklı olarak, insan ürünleri, ister maddi olsun, ister entellektüel, asla
tartışmasız olarak kabul edilmemelidir; ikincisi, metafiziken-verili olan tabiatı
yüzünden, bir insanın iradesi, başka insanların, gücü dışındadır. Evrensel
Çekim Kanunu gibi değişmez ögeleri, evren için ne demekse; iradi bir bilince
sahip olma özelliği, "insan" denen varlık için o demektir. Hiçbir
şey, bir insanı düşünmeye zorlayamaz. Başkaları; düşünmesine teşvik veya engel
koyabilir, mükafat veya ceza verebilir; beynini, ilaçlarla veya sopayla
dağıtabilir; fakat, zihninin işlemesini sağlayamaz; zihni çalıştırmak, insanın
sadece kendi hükümranlığında olan, sadece kendi iradesiyle harekete geçebilecek
bir güçtür. Bu yüzden, insana, ne itaat etmeli (boyun
eğilmeli), ne de kumanda etmelidir.
Tabiattaki diğer şeyler
gibi; insan konusunda da "İtaat" edilmesi gereken şey, insanın
metafiziken-verili tabiatıdır. Tabiatta, kimlikleri tesbit edildikten sonra,
bir istisna ile herşeye kumanda etmek mümkündür; tabiatın içinde olmakla
birlikte hiçbir şekilde dışarıdan kumanda edilemeyecek bu şey, insanın
metafiziken-verili tabiatının (kimliğinin) bir ögesi olan insan zihnidir. Tabii
nesneler, insan amaçlarına uygun olarak, yeni şekillere sokulabilir ve insan
amaçları için araçlar olarak görülebilir; fakat, insanlar, yeni şekillere
sokulamaz ve başka insanların amaçları için araçlar olarak görülemez.
Tabiatla ilgili olarak;
"değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek" metafiziken-verili olanı
kabul etmektir; "değiştirebileceklerimi değiştirmek" bilim yoluyla
bilgi edinerek verili olan şeyleri insani amaçlara uygun olarak değiştirmeye
çabalamak demektir; "ikisi arasındaki farkı bilmek" tabiata isyan
edilemeyeceğini bilmek ve karşısında hiçbir eylem mümkün değilse, tabiatın
ortaya koyduğu şeyi huzurla kabul etmek demektir.
İnsanla ilgili olarak
ise; "kabul etmek" hemfikir olmak demek değildir;
"değiştirmek" de zorlamak demek değildir. Kabul
edilmesi gereken, başkalarının zihninin işleyişine senin gücünün, senin zihninin
işleyişine de başkalarının gücünün kapalı olduğu gerçeğidir; yani, başkalarının
kendi seçimlerini yapma hakkına sahip olduklarını kabul etmek ve senin,
başkalarıyla çelişme veya hemfikir olma, onları kabul veya reddetme, onlara
katılma veya karşı durma konusunda, sadece kendi zihninin dikte ettiği tarzda
davranman demektir. "Değiştirmek" konusunda anlaşılması gereken tek
şey, tabiat konusunda olduğu gibidir: bilgi verme yoluyla ikna etmek; ki, bu,
karşıdaki insanların aktif bir zihne sahip olduğunu varsayar; aktif bir zihne
sahip olmayanlar, dinlemek istemeyenler, kendi hatalarının sonuçlarıyla başbaşa
kalmak üzere rahat bırakılmalıdır. "İkisi arasındaki farkı bilmek"
insan-yapısı kötülükleri (esasen kötülükleri zaten sadece insanlar yapabilir)
asla tevekkülle karşılamamak, onlara asla gönüllü olarak teslim olmamak
demektir. Karşısında direnmek için hiçbir eylemin yapılamadığı, en zorba bir
diktatörlüğe esir düşülmüş olunsa bile; böyle bir diktatörlüğün zindanlarında
işkence altında olunsa bile; bu diktatörlüğün kötülüğünü görmenin ve bu
kötülüğü kabul etmiyor olmanın bilgisi; o şartlarda dahi duyulabilecek bir
"huzur"un kaynağıdır.
İnsanlarla zor yoluyla
etkileşimde bulunmak, tabiatla ikna yoluyla etkileşimde bulunmak kadar
imkansızdır. Bu yol, insanları zor yoluyla yönetirken; tabiata; dualarla,
büyülerle, rüşvetlerle (kurbanlarla) yalvaran vahşi insanların siyasetidir. Bu
siyaset işlemez ve tarih boyunca hiçbir insan toplumu için işlememiştir. Ne var
ki, modern filozoflar; kendileri, bilincin önceliği nosyonuna geri dönerken,
bütün insanlığı da böyle bir siyasete sevk etmektedirler. Modern filozofların
bir gurubu; tabiata; pasif, mistik, "ekolojik" bir boyun eğiş
önerirken; müttefikleri bir başka gurup, insanların kaba kuvvetle yönetilmesini
tavsiye etmektedir. Kimlik
Kanunu'nu insana tatbik etmemek, insanın kimliğini belirsiz bırakır; böyle
olunca, insanın insan-olarak hayatta kalmasının zorunlu kıldığı maddi ve
entellektüel ihtiyaçlar tam keşfedilemez.
1.2 BİRKAÇ METAFİZİK
TATBİKATI
Felsefi bir çok yanılgının
kökeninde, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun zımnen veya açıkca
reddedilmesi yatar. Bu reddiye, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun
zıddı olan "Bilincin Önceliği" nosyonunun açıkca kabul edilmesinden
ziyade, "Mevcudiyetin Önceliği" aksiyomunun kabulünün mantıki
sonuçları olan Kimlik Kanunu'nu ve bu kanunun eyleme tatbikatından başka bir
şey olmayan Nedensellik Kanunu'nu inkar etmek halinde ortaya çıkar. Bu bölümde,
hem bu yanılgılardan bazıları sergilenecek, hem de bilinç-mevcudiyet ilişkisi
üzerindeki bazı tatbikatlar yapılacaktır.
1.2.1 Evrenin "İlk Sebep"i ve "Tabiat-üstü" Meselesi
Evren,
mevcut şeylerin tümüdür. Başka bir deyişle, evren, -sadece dünya, gezegenler,
yıldızlar, galaksiler, uzay değil- mevcut olmuş, halen mevcut olan, mevcut
olacak herşeydir. Böyle anlaşılan bir evren için bir "sebep"
gerekmeyeceği aşikardır. Fakat, aklın büyük filozofu Aristo bile, evrene bir
"İlk Sebep" üzerine uzun argümanlar yapar. Eski Yunan Felsefesi'nde
bir "İlk Sebep" veya bir "İlk Muharrik" olarak nitelenen ve
evrenin başlangıcını açıkladığı farz olunan "tabiat-üstü" bir kuvvet,
dini felsefelerin haklılık iddialarının da temelinde yatar.
"Tabiat-üstü"
üzerindeki en eski argümanlardan biri, "Ontolojik (Varlıkbilgisel)
Argüman" olarak bilinir. ("On": Eski Yunanca Varlık)
"Bilincin Önceliği" nosyonunun tipik bir örneği olan bu argüman
-mesela, Rene Descartes'ın (1596-1650)
felsefesinde- şuna benzer geliştirilir:
1. Bir Mükemmel Varlık
düşünüyorum. Bu Mükemmel Varlık; sonsuzdur, herşeyi bilir, herşeye güçlüdür,
herşeyin yaratıcısıdır.
2. Bu fikir aklıma
nereden geldi? Ben, sonlu, sınırlı bir varlık olarak, böyle sonsuz, sınırsız
bir Varlık'ı nasıl düşünebilirim?
3. Bu fikir; benim
sonlu, sınırlı deneylerimden gelmiş olamaz. Dolayısiyle, bu fikir, benim
ruhuma, "tabiat-üstü" bir kuvvet tarafından fıtren ekilmiştir; çünkü,
fizik kanunlarının ortaya koyduğuna göre, sonlu, sınırlı bir şey, sonsuz,
sınırsız bir şey üretemez. O halde, "tabiat-üstü" bir kuvvet vardır.
Descartes'ın
"Cogito, ergo sum" ("Madem ki düşünüyorum; o halde, varım")
nosyonunun bir benzeri olan bu argümanı çürütmek için, "Mevcudiyetin
Önceliği" aksiyomu karşısında "Bilincin Önceliği" nosyonu
konusunda söylenenler tekrarlanmalıdır. Özetle; bir düşüncenin zihinde var
olması; realitede, bu düşünceye karşılık olan birşey bulunmasını zorunlu
kılmaz; zihin, yanılgıya düşmeye muktedir bir organdır.
"Tabiat-üstü"
nosyonunu savunan felsefelerden bazıları, böyle bir kuvvetin varlığının, aklen
isbat edilemeyeceğini; bu kuvvetin, hiçbir akli gerekçe aranmadan, inançla
kabul edilmesini ister; ve, böyle bir inancın insana yararlı olduğunu iddia
eder. İnsan, tabiatı itibariyle akıllı bir canlıdır; dolayısiyle, kendisine
neyin yararlı olduğu konusundaki bilgiyi, ancak akıl yoluyla elde edilebilir.
İnsandan; kendi aklıyla bulduğu deliller hilafına davranmasını istemek; ondan,
kendi tabiatının dikte ettiği tarza rağmen davranmasını istemek demektir. Kendi
tabiatına karşı davranan bir canlı, kendi kendini tahribe girişmiş bir
canlıdır. Bu kitaptaki felsefe, akla açıkça karşı olanlarla, entellektüel
tartışmaya girişilemeyeceğini kabul eder.
Başka bazı felsefeler
ise, "tabiat-üstü"nün varlığının aklen isbat edilebileceğini iddia
eder. Oysa; "mevcudiyetin önceliği" aksiyomunca ortaya konduğu gibi,
böyle bir isbat imkansızdır. Bugüne kadar, "tabiat-üstü"nü akla dayanarak
isbatlayacağını öne süren argümanların hepsi çürütülmüştür.
İnsanlar, zihni
bağımsızlığa sahiptir; herhangi bir insanın, dilediği herhangi bir şeye, bu
arada "tabiat-üstü"ne inanmaya hakkı vardır ve bu onun meselesidir;
fakat, bir "tabiat-üstü"nün varlığını isbatlamak için ortaya atılmış
argümanların çürütülmesi, "tabiat-üstü"cü felsefelerden bazılarının
talep ettiği "akla uygunluk" sıfatının verilmemesini haklı kılan bir
zemin yaratmağa yetmelidir.
1.2.1.1
"Tabiat-üstü" Argümanları ve İçlerindeki Temel Yanılgı
"Tabiat-üstü"nün
varlığını -"akla dayalı" olarak- savunan spesifik argümanları
tartışmadan önce, bu argümanların temelinde yatan yanılgıyı ortaya koymak
yararlı olur.
Mantık yanılgılarından biri, "isbata
çalışılan şeyi doğru varsayma" veya "dairesel argümantasyon"
yanılgısı olarak adlandırılır. Bu yanılgı şu iki
tarzdan birine benzer biçimde ortaya çıkar:
1.
aynı cümle bir argümantasyonun hem öncülü, hem de sonucu olarak kullanılırsa;
veya,
2.
sonuç doğru varsayılmaksızın, öncüllerden birinin doğruluğunun isbatı mümkün
olmazsa. Mesela,
A
der ki: "Şahıs-X, ilahi mesajlar almışdı."
B
sorar : "Nereden biliyorsun?"
A : "Kitap-Y böyle yazıyor."
B : "Kitap-Y'nin güvenilir olduğunu
nereden biliyorsun?"
A : "Çünkü, Kitap-Y, ilahi bir zat
olan Şahıs-X tarafından yazılmıştır."
"Tabiat-üstü"
argümanlarında da; kendisi isbata muhtaç bir şey, başka bir şeyin isbatına
dayanak olarak kullanılır.
Mesela, "Bir 'İlk Sebep'
yoksa, evreni hangi sebep başlattı?" veya "Tabiat-üstüne
inanmıyorsan, evrendeki bu fevkalade dizaynı nasıl izah ediyorsun?" gibi
sorular, böyle bir yanılgıyı içerir. Birinci soru, evrenin herzaman varolmamış olduğu
varsayımından hareket eder; ikinci soru ise, evrenin "fevkalade bir
dizayn" teşhir ettiğini kabul eder. Oysa, "tabiat-üstü"
nosyonunu savunan insan tarafından gerçekte isbat edilmesi gereken şey,
"evrenin bir başlangıca ihtiyaç duyduğu" veya "evrende fevkalade
bir dizayn olduğu" iddialarıdır.
Bu
yanılgının bir başka şekli şöyle ortaya çıkar: "İlk Sebep" olarak öne
sürülen "tabiat-üstü" kuvvetin varlığı, "sadece mantık ve
delillere dayalı olarak isbat edilecek" iddiasıyla başlayan bir argüman,
sonra mutlaka inanca çağrı yapar.
Bu
yanılgı, esasen birinci yanılgının aynısıdır; ancak, özel bir vurgu gerektirir.
Bazı "tabiat-üstü" savunucuları, argümanlarda varolan bir kuvveti,
her nasılsa kendilerinin görebildiğini, fakat bu kuvveti algılamak için
"inanç"ın bir önşart olduğunu öne sürerler. Yani,
"tabiat-üstü"nün varlığı için öne sürülen argümanların mantık
kuralları açısından geçerli olmayabileceğini (dolayısiyle inanmayan bir insanı
ikna etmeyeceğini), fakat inanmış olsa bu argümanların kuvvetini göreceğini
iddia ederler.
Cine-inanan
ve inanmayan iki insan arasında şöyle bir hayali diyalog düşünelim:
Cine-inanan (Cİ): "Kafamın üstünde sihirli bir
cin var."
Şüpheci
(Ş): "Ben birşey görmüyorum."
Cİ:
"Tabii, o görünmez bir cin."
Ş:
"Kafanın üstüne dokunuyorum, ama birşey hissetmiyorum."
Cİ:
"Çünkü, o maddeden yapılmamıştır. Sihirli dediğimi hatırlamıyor
musun?"
Ş:
"Fakat, senin cin nosyonunu niye kabul etmem gerekiyor ki? Cinin neye
benziyor, varolduğu konusundaki delil ne?"
Cİ:
"Cinimin varlığı, delil gerektiren birşey değil. Cinim hakkında sorulacak
en son soru, onun var olup olmadığıdır. Önce benim görünmez cin nosyonumu kabul
etmemiz gerekir; ancak ondan sonra onun varlığı konusundaki delilleri
gösterebiliriz.
Bu
yaklaşımın irrasyonelliği aşikardır. Bir fikrin doğruluğu, ancak onun
doğruluğunu isbat eden deliller ortaya konduktan sonra kabul edilebilir. Bir
fikri önce kabul edip, sonra onu isbat edecek delil aramak anlamsızdır; böyle
bir tavır, birazdan sokuşturulacak bir mantıksızlığı gizlemek için yapılmış bir
elçabukluğundan başka birşey değildir. Bu, rasyonellik değil,
rasyonelizasyondur.
Sırf
argümanı geliştirmek için, diyalogdaki şüphecinin, delil görmeden önce,
görünmeyen bir cin nosyonunu kabul ettiğini varsayalım. Cinin varoluşu
hakkındaki delillerin tabiatı ne olmalıydı?
Ş:
"Tamam; delil olmasa da, cininin varlığını kabul etmeye razıyım; fakat,
neye inandığımı bile bilmediğim için, bana cinin hakkında daha çok şey söylemen
lazım."
Cİ:
"Cinim, bütün yağmurların sebepidir."
Ş:
"İyi ama, yağmur hadisesinde, cininin varolduğunu gösteren delil
nedir?"
Cİ:
"Her yağmur yağdığında, cinimi eylem halinde görüyorsun. Daha ne delil
isteyebilirsin?"
Bu
diyalogdaki akış, dairesel argüman yanılgısını içermektedir.
"Tabiat-üstü" argümanları da benzer şekilde geliştirilir: önce,
evrenin yaratılmış olduğu ve/veya düzenlilik arzettiği kabul edilir; sonra,
yaratma ve/veya düzenlilik sağlama işinin ancak "tabiat-üstü" bir
kuvvetle izah edilebileceği kabul edilir; daha sonra, evrenin gerçekten de
varolduğuna ve onun düzenlilik arz ettiğine işaret edilir; sonuç olarak, bir
"tabiat-üstü" kuvvetin varlığına inanılması istenir.
"Tabiat-üstü"
argümanlarının hepsi, temelde bu yanılgının üstüne bina olmuştur; fakat,
değişik biçimlerde ortaya çıkarlar. Bu argümanlar üç kategoride guruplanabilir:
1.
Tabiat Argümanı,
2.
Kozmolojik Argümanlar (İlk Sebep Argümanı, Bağlantılılık Argümanı, Entropi
Argümanı),
3.
Dizayn Argümanları (Teleolojik Argüman, Analojik Argüman, Hayat Argümanı).
1.2.1.2 Tabiat Argümanı
"Tabiat-üstü"
bir kuvvetin varlığını isbat için yola çıkan tabiat argümanı, henüz izahı
yapılmamış bir tabiat fenomenini ele alır, onun bir izah gerektirdiğini öne
sürer ve bilinen başka tabiat fenomenleriyle onun henüz izah edilemiyor oluşuna
bir çözüm olarak, bir "tabiat-üstü" boyutun varolduğu sonucuna varır;
kendisi tabiat kanunlarından muaf varsayılan bu "tabiat-üstü"
boyutun, aynı zamanda evrenin "İlk Sebep"i olduğu kabul edilir.
Bu argüman, öne süren insanın
herhangi bir psikolojik ihtiyacını tatmin ediyor olabilir; fakat, rasyonel
olmaktan uzaktır. Rasyonel bir izah, bilinenden bilinmeyene doğru kavramsal bir
köprüdür; bilinmeyeni, bilgi sisteminde mevcut bilinenler yoluyla anlayarak onu
bilgi sistemi içine bir bilinen olarak bütünleştirmektir. Bir bilinmeyeni başka
bir bilinmeyenle ("tabiat-üstü"yle) izaha kalkışmak, o konuda
herhangi bir izahın hiçbir zaman mümkün olmayacağını iddia etmekten veya zihin
sağlığından yoksun olmaktan başka birşey değildir.
1.2.1.3 Kozmolojik Argümanlar
Kozmoloji,
evrenin kökeni ve yapısı ile ilgili bir bilimdir. Kozmolojik bir argüman,
tabiat argümanına benzer bir mekanizmaya sahiptir. Kozmolojik argümanlar,
felsefi veya bilimsel prensipleri, "tabiat-üstü" bir boyut olmaksızın
açıklanamayacağı iddia edilen temel bir evrensel olguya tatbik etmek suretiyle
yapılır. Kozmolojik argümanlar üç tiptir: İlk Sebep Argümanı, Bağlantılılık
Argümanı ve Entropi Argümanı.
İlk
Sebep Argümanı, en popüler kozmolojik argümandır. Bu argüman şöyle
geliştirilir: herşeyin bir sebebi vardır; her sebebten önce bir başka sebep
vardır; önceki her sebepten önce bir başka sebep vardır; ta ki, iki sonuçtan
birine varmaya mecbur kalırız: 1. ya, sonsuz bir sebep-sonuç zinciri vardır; 2.
ya da, kendisi nedensellik izahı gerektirmeyen bir "İlk Sebep"
vardır. Bu argüman, sonsuz bir sebep-sonuç zincirini imkansız varsayar. Birinci
sebep olmadan, ikinci bir sebep olamaz, üçüncü bir sebep olamaz ilah. O zaman,
halen hiçbir şeyin var olmadığı saçma sonucuna varırız. Oysa şu anda şeyler
vardır; dolayısiyle, bir "İlk Sebep" vardır; ve, kendi sebebi olmayan
bu sebep, "tabiat-üstü"dür. Bu argümanın çürütülmesi, argümanın kendi
öncülü açısından mümkündür. Gerçekten de, evrendeki olgular Nedensellik Kanunu'na tabidir; fakat, hiçbir
olgu bundan muaf değildir. Dolayısiyle, bu argümanın yola çıkışı rasyonelcedir;
ta ki, "İlk Sebep"e gelene kadar; "İlk Sebep"in herhangi
bir sebebi olmadığını iddia etmek, onun sebepsiz olduğunu öne sürmek, aklın
alanı dışına çıkmak demektir. Yani, "İlk Sebep" argümanı savunucusu,
rasyonel bir kisve ile, sadece işine yarayacak noktaya kadar Nedensellik
Kanunu'nu tatbik edip, o noktada bu Kanun'u İnkar etmektedir. Sebepsiz bir
"tabiat-üstü" kuvvet olabilirse, neden sebepsiz bir evren olmasın?
Ayrıca, argüman bir an için doğru varsayılsa dahi, şu iki şeyi iddia etmek
mümkündür: 1. "İlk Sebep", sadece evrenin "İlk Anı" için
varolmuştur; fakat, daha sonra "tabiat-üstü" bir boyut olarak her
zaman evren içinde mevcut kalmamıştır ve halen yoktur; 2. "İlk
Sebep" evrendeki ilk olguya Tabiat Kanunları'na uygun olarak sebep
olmuştur ve bu sebep oluş tarzı, şu anda bilinen veya keşfedilecek tabiat
fenomenlerinden bir tanesi gibidir; yani, halen bilinen veya keşfedilecek bir
tabiat fenomeninin ilk defa nasıl ortaya çıkmış olduğunun halen bilinmiyor
oluşu dışında esrarengiz hiçbir şey yoktur; "tabiat-üstü" hiçbir
boyut mevcut değildir.
Bağlantılılık
Argümanı, evrende herşeyin varoluşunun başka şeylerle bağlantılı
olduğu, (mesela bir insanın varoluşunun, hava, su, besin gibi şeylere bağlı
olduğu) dolayısiyle, evrenin bir bütün olarak varlığının bir şeye bağlı olması
gerektiğini, kendisi bağlantısızca var olan bu şeyin bir
"tabiat-üstü" güç olduğunu öne sürer. Bu "tabiat-üstü"
gücün kendisinin neden bağlantısız olduğu sorusu bir yana, burada isbata gerek
duyuran şey: evrendeki herşeyin varlığının başka bir şeye bağlı olduğu
varsayımıdır. Evet, canlı varlıkların yaşaması başka şeylerin varlığına
bağlıdır; fakat, maddenin varlığı hiçbir şarta bağlı değildir. Güneş, dünyadan
uzaklaşacak olsa, insanlar artık varolmazlar; fakat, bu, insanların madde
olarak yokluğa gömülmesi demek değildir; vücutlarını teşkil eden elementler
(veya element-altı parçacıklar), evrende kalacaktır.
Entropi
Argümanı, Termodinamiğin İkinci Kanunu'nu yardıma çağırır. Bu Kanun'a
göre, kapalı bir sistemde, entropi (enerji yoksunluğu), maksimuma doğru gitme
eğilimi gösterir; organizasyon bozulur, rasgelelik artar, dengeye varma eğilimi
doğar; sonuç olarak, elverişli enerji miktarı azalır, yani entropi artar.
Entropi Argümanı'na göre, kapalı bir sistem olarak evren, bir başlangıca sahip
olmasaydı (yani, "tabiat-üstü" bir kuvvet tarafından minimum entropi
ile başlatılmamış olsaydı; yani, sonsuz bir geçmişten beri varolmuş olsaydı),
Termodinamiğin İkinci Kanunu'na göre, bugün, evrende hiçbir yapı, hiçbir
karmaşa olmazdı, sadece eşit olarak yayılmış atomlar mevcut olurdu; sonsuz
zaman ve Termodinamiğin İkinci Kanunu ikilisi, sadece sonsuz rasgelelik, yani
sıfır organizasyon doğurur. Bu argümanda iki yanılgı vardır. Birincisi, evren,
muazzam bir başlangıç enerjisine ihtiyaç duysa bile, bu enerji kaynağının
"tabiat-üstü" bir kuvvet olması gerekmez. İkincisi, Termodinamiğin
İkinci Kanunu, istisnasız uygulanabilecek bir kanunsa, bu
"tabiat-üstü" kuvvet neden bundan muaftır? Entropi prensibinin
tatbikatının çerçevesindeki bilinmezlere bir çare olarak, anti-entropik bir
"tabiat-üstü" varlık öne sürmek, şimşeği izah etmek için bir
"Şimşek İlahı" icat eden ilkel insanla aynı tarzda davranmak
demektir.
1.2.1.4 Dizayn Argümanları
Dizayn argümanları, detayda farklı, esas
yaklaşımda aynı, bir gurup argümandır. Her biri, tabiatta bir planın varlığına
işaret ettiği öne sürülen bir takım verilerden çıkarak, ilahi bir aklın, bir
baş planlayıcının varlığını öne sürer. Evrenin bir planı olduğu varsayımı kabul
edilirse, bu plandan sorumlu bir "tabiat-üstü" varlığın mevcudiyeti
mantıki bir sonuç olarak kabul edilmelidir. Dizayn argümanları üç tiptir:
Teleolojik Argüman, Analojik Argüman ve Hayat Argümanı.
Teleolojik
Argüman, (Yunanca "telos" = "amaç") tabii
varlıkların amaçlar gerçekleştirmek üzere davrandıklarını, bu amaçların
tesadüfen doğmadığını, dolayısiyle bu varlıkların akıllı bir
"tabiat-üstü" kuvvetin kontrolunda davrandığını iddia eder. Argüman
şöyle geliştirilir: bilgi sahibi olmadığını bildiğimiz birçok tabii varlık,
hemen hemen daima aynı tarzda hareket ederek, en iyi sonucu elde ederler, yani
bir amaç peşinde davranırlar; bilgiden yoksun bir varlık, ancak bilgili ve
akıllı bir varlığın yönetimi altında, bir amaca doğru davranabilir;
dolayısiyle, bütün tabii şeyleri amaçlarına yönelten bir
"tabiat-üstü" kuvvet var olmalıdır. Argümanı yeniden formüle edecek
olursak: tabiatta bir düzen vardır; düzen bir dizayncı (plancı) gerektirir;
dolayısiyle, bir dizayncı ("tabiat-üstü" kuvvet) vardır. Bu mantık
içinde şu soru hala cevapsızdır: o "tabiat-üstü" dizayncıyı kim
dizayn etti? Hem, evrende mevcut bir çok güzel organizasyon, sırf bilinenlere
dayanarak izah edilegelmektedir. Halen izahsız olanların da aynı yöntemle izah
edilemeyeceğini iddia etmek, akli olma arzusunu terk etmektir.
Analojik
Argüman, tabii nesnelerle insan-yapısı şeyler arasında analoji kurarak;
nasıl ki, insan-yapısı şeyler, bilinçli bir dizaynın ürünü ise; aynı şekilde,
tabii nesnelerin de bir dizayncı gerektirdiğini öne sürer. Bir saat bir amaç
görmek üzere, çeşitli karmaşık parçaların, koordineli çalışmasıyla işlev görür.
Bir insan gözü, çeşitli karmaşık parçaların, koordineli çalışmasıyla işlev
görür. Nasıl ki, imalatçısı olmayan bir saat düşünülemezse; aynı şekilde, bir
saatten çok daha karmaşık bir yapıya sahip bir insan gözü de, bir dizayncısı
olmadan düşünülemez. Bu argümana yapılacak bir itiraz şu olabilir: bu argüman
geçerli bile olsa, ne sadece bir tek dizayncının varolduğunu
gösterir, ne o dizayncının "tabiat-üstü" olduğunu gösterir, ne o
dizayncının -başlangıçta bazı dizaynlar yapmış olsa bile- halen mevcut olduğunu
gösterir, ne de o dizayncıyı (veya dizayncıları) kimin dizayn ettiği sorusunu
cevaplandırır. Ayrıca, hayırhah bir "tabiat-üstü" kuvvet, evrendeki insana
yararlı şeyleri dizayn etmişse, aynı zamanda tabii felaketleri neden dizayn
etmiştir? Bir başka itiraz şudur: bir saati müşahade altına aldığımızda, onun
birbiriyle koordineli çalışan parçalarla bir amaç görmek üzere işlediği,
dolayısiyle bir dizayncıya sahip olduğu sonucuna varmayız; tersine, saatin
insan-yapısı bir şey olduğunu doğrudan doğruya biliriz ve bu bilgiden giderek
onun bir amacı olduğunu çıkarırız. Evrendeki tabii nesnelerin bir dizayn eseri
olduğunu isbat etmek için de, önce bir dizayncının var olduğu isbat
edilmelidir. Bir medeniyetin arkeolojik kalıntılarını bulduğumuzda, o
kalıntıların bir inşaatcısı olduğunu söyleyebilmek, tabiattaki düzenli yapılara
bakarak onların bir dizayncısı olduğunu söylemeyi haklı kılmaz; insan-yapısı
şeyleri, insan-yapısı olarak niteleyebilmek (yani, onların bir
dizayncısı olduğunu söyleyebilmek), ancak tabii şeylerle mukayese yoluyla
yapılabilir; tabii şeylerin, bir dizayncısı olduğunu iddia etmek, ancak tabiat
dışı bir mukayese (referans) sistemiyle yapılabilir, yani
"tabiat-üstü" bir boyut gerektirir. Yani, evrendeki tabii nesnelerin
bir dizayn eseri olduğu, dolayısiyle bir dizayncının var olduğu argümanı, isbat
edilecek olan şeyi, doğru varsayma
yanılgısından (yani, dairesel argümantasyondan) başka birşey değildir.
Hayat Argümanı, dizayn argümanının, modern, bilimsi versiyonudur. Bu argümana göre;
hayatın, atomların rasgele hareketlerinden doğma ihtimali yoktur. En basit bir
canlı organizmanın bile, atom kombinasyonlarının şans eseri diziliminden
doğması öyle zayıf bir ihtimaldir ki; hayat, muhtemelen akıllı bir planlamanın
ürünüdür. Diğer dizayn argümanları için yapılan bütün itirazlar, bu argüman
için de geçerlidir. Hem, hayat çok karmaşık bir fenomense, diğer bir çok tabiat
fenomeni de çok karmaşıktır; onların izahı için gerekli olmayan bir
"tabiat-üstü" boyut, hayatın izahı için de gerekli değildir.
1.2.2 Hayırhah Evren
Metafiziği
Bazı insanların hiç edinemediği,
bazı insanların sadece gençliklerinde sahip olduğu, ancak küçük bir gurup
insanın hayatının sonuna kadar sahip olduğu temel bir doğru vardır: fikirler
hayatidir. İnsanın gençliğinde bu kanaat, doğruluğu aşikar bir mutlak
olarak kabul edilir; tersine inanan insanların varolduğuna inanılmaz. Fikirler hayatidir demek: bilgi hayatidir, hakikat hayatidir, zihin
hayatidir, demektir. Büyüme sürecinde bu kanaate sahip olmanın verdiği şevk,
gençliğin en güzel yönüdür.
Rasyonel bir insan,
bütün ömrü boyunca bu kanaati terk etmez. Böyle bir kanaate sahip olan bir
insan, kötünün gücüne, onun galip geleceğine inanmaz. Bu insan, kendi yakın
arka planında ne kadar büyük bir yozlaşma görürse görsün, bu olguyu normal,
sürekli, metafiziken kaçınılmaz olarak görmez. Hisseder ki: "Bu
adaletsizlik (veya terör veya sahtelik veya belirsizlik veya acı veya ıstırap)
hayatın kuralı değil, istisnasıdır. Kendi çevremde veya erişimimde bir yerde
olmasa da, yeryüzünün bir yerinde, doğru, insani, adil bir hayat
mümkündür."
Bu insan için, evren hayırhah
bir yerdir: kazalar ve başarısızlıklar mümkündür; fakat, bunlar hayatın esası
değildir; tersine, başarı ve mutluluk (değerlere varılması) hayatın esasıdır.
Ama, "hayırhah
evren," evrenin insana nazik olduğu, onun amaçlarını elde etmeye yardımcı
olmak üzere beklediği anlamına gelmez. Evren, nötrdür; ne iyi, ne kötüdür; neyse,
odur; insana karşı kayıtsızdır. Oysa, insan, evrene kayıtsız kalamaz; kendini,
evrende varkalmaya adapte etmelidir. Fakat, insan kendini evrene adapte ettiği
süre (yani, düşündüğü, değerlendirdiği ve akli davrandığı süre) değerler elde
edebilecektir (ve kazalar dışında elde edecektir); evren, bu anlamda
hayırhahtır.
Acı, ıstırap, cefa,
metafizik öneme sahip değildir; bunlar, realitenin tabiatını izah etmez ve
ciddiye alınmamalıdır. Trajedi, insanların tabii durumu değildir. Sürekli bir
felaket korkusu altında yaşamaya gerek yoktur; felaket, ancak onun geleceğini
gösteren spesifik sebepler varsa
beklenmeli ve karşılaşıldığında onunla savaşılmalıdır. Gayri-tabii olan;
mutluluk değil, cefadır. İnsan hayatında anormal istisna, başarı değil, başarısızlıktır.
Felaketle karşılaşıldığında, bir tek mukabele vardır: eylem: ne yapılabilir? En
küçük bir şansın varlığı dahi, yenilgiyi reddetmek için yeterlidir. Tehlike
karşısında yapılabilecek herşey yapılmalıdır; çünkü, başarısızlık değil, başarı
kuraldır.
1.2.3 Bedhah Evren Metafiziği
"Hayırhah
Evren" metafiziğinin tersi, "Bedhah Evren" metafiziğidir. Bu
metafizik, insanın tabiatı itibariyle çaresiz ve güçsüz olduğunu; insanın
başarı göstermesinin, mutlu olmasının ve amaçlarına ulaşmasının imkansız olduğunu;
olağanüstülüklerin, felaketlerin ve afetlerin hayatının normal tarzı olduğunu,
temel gayesinin bunlarla savaşmak olduğunu kabul eder.
Bu metafiziğin
yanlışlığının en basit delili olarak, (yani, felaketlerin bir istisna olduğunun
küçük bir delili olarak) sigorta şirketlerinin yaptığı muazzam servetler
gösterilebilir.
"Bedhah
Evren" metafiziği, bir boşluğun yerine geçer: temel felsefi meselelerde
yanlış fikirlere sahip olmak, hayırhah evren metafiziğinin köklerini keserek
onu tahrip eder ve ortaya çıkan boşluk, bedhah evren metafiziğince doldurulur.
Mesela; içinde yaşadığımız bu dünyanın, tam, nihai, mutlak realite olduğu
görüşünden en küçük bir sapma: insanın dünyayla alışverişte olma gücüne olan
güvenini sarsacak ve bedhah evren prensibine yol açacaktır. Keza;
epistemolojide, aklın realiteyi kavramakta tek yol olduğu prensibinden en küçük
bir sapma: insanı, akli kapasitesini tam kullanma imkanından (yani, yaşamak
için gerekli değerleri elde etmek için gerekli en önemli aletinden) yoksun
bırakacak; yenilgi ve trajedi kaçınılmaz olacaktır. Aynı şey, ahlak için de
geçerlidir. Eğer insanlar, yaşamakla çelişen değerlere sahip olurlarsa;
yaşadıkları sürece o değerleri elde edemeyecekler; kötülüğün güçlü olduğuna ve
kendilerinin, sefalete, cefa ve başarısızlığa mahkum olduğu inancına
varacaklardır. İnsanlarda bedhah evren inancını doğuran en önemli şey,
irrasyonel bir ahlaka sahip olmaktır.
Schopenhauer'in şu
sözleri, bedhah evren metafiziğine tipik bir örnektir: "Kim ne derse
desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın
en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı."
Elbette burada
"bir tür hata" vardır; fakat, bu hata, "insan hayatı"
değildir. Hata, insanı hurdaya çeviren (onu yaşayamaz hale getiren)
felsefelerindir. Hata, Schopenhauer'inkiler gibi fikirleri
barındıran felsefelerindir.
1.2.4 Byronik Evren
Metafiziği
Romantik yazarlardan bazılarının
eserleri, öyle bir evren metafiziği üzerine göre kurulmuştur ki; bu metafiziğe
göre, insan, kendi bilinci üzerinde kontrol gücüne sahiptir, fakat mevcudiyet
karşısında çaresizdir; başka bir deyişle, kendi karakterini inşa etmekte ve
değerlerini seçmekte güç (irade) sahibidir, fakat fiziki dünyada amaçlarını
gerçekleştirmekte güçsüzdür. Bu görüşe sahip yazarların eserlerini karakterize
eden özellik, bu eserlerin, görkemli tema ve karakterlere sahip olması, fakat
entrikadan yoksun olması ve derin bir trajedi duygusunu ("bedhah
evren" anlayışını) barındırmasıdır. Çoğu şair olan bu yazarlara en büyük örnek, (Lord) Gordon George Byron'dur
(1788-1824).
"Byronik
evren" metafiziğinin esası şöyle ifade edilebilir: insan, kaderi üzerinde
hiçbir kontrola sahip değildir; bu bedhah kader, onu yenilgiye mahkum etmiştir;
fakat yine de, kahramanca bir hayat sürdürmeli ve değerleri için savaşmalıdır.
"Byronik evren" metafiziği, bir anlamda, bir karmadır: insanın kendi
bireyi ile ilgili iken, "hayırhah evren" metafiziğini, insanın
mevcudiyetle ilişkisisinde ise, "bedhah evren" metafiziğini
benimsemektedir.
1.2.5 Sosyal Metafizik
Bazı insanlar; hiçbir kişisel
kimliğe sahip olamadıklarından; başka insanların tasvibini kazanmayı veya onların
takbihinden kurtulmayı hayatlarının tek endişesi sayarlar. Bunlar; herhangi bir
mesele ile karşılaştıklarında veya herhangi bir konuda yargıda bulunmaları
istendiğinde; ilk impuls olarak "Doğru olan nedir?" diye sormak
yerine, "Başkaları, neyin doğru olduğunu söylüyor?" diye sorarlar.
Yani; bunlar, başkalarının inançlarından, başkalarının fikirlerinden,
başkalarının hislerinden bağımsız olarak; bir "mevcudiyet" kavramına
veya bir "hakikat" kavramına veya bir "olgu" kavramına
sahip değillerdir.
Bu fenomenin tabiatı ve sebepleri
anlaşıldığında; mesela, her yenilikçinin tipik kaderinin, neden, yaşadığı
dönemdeki toplum tarafından, saldırılmak olduğu, muhalefet edilmek olduğu,
suçlanmak olduğu; veya insanların, neden, kendilerini tahribe götüren öğretilere
ve emirlere körü körüne uyduğu anlaşılabilir.
İnsan tabiatıyla ilgili temel üç olgu vardır:
1. İnsan akli bir
varlıktır.
2. Akıl, hayatta
kalması için temel araçtır.
3. İnsan aklı, duyular
ve algılar gibi otomatik değil, iradidir; yani, akıl yürütme süreçleri, insanın
kendisi tarafından başlatılıp, kendisi tarafından sürdürülüp yönetilmelidir.
Bu olgular; insana ağır
bir sorumluluk yükler: insan akıl yürütme süreçlerini başlatmayı seçmelidir;
bu süreçlerle vardığı sonuçları, sürekli olarak yapacağı gözlemlerle ve dakik
bir mantıkla kontrol etmeyi ve sağlamayı seçmelidir; ve kendi rasyonel
yargısıyla yönlendirilmeyi seçmelidir. İnsan bilinci yanılmaz
olmadığından; hayatının her adımında hata yapabilir; eğer hatalarını düzeltmez
ve hatalar üzerinde davranırsa; realiteye karşı davranıyor demektir; realiteye
karşı davranıldığında doğacak olan sonuç, ıstırap çekmek ve kendini-imhadır.
Bu olgular ve bu
olguların kabulünün gerektirdiği sorumluluklar karşısında, takınılabilecek iki
esas tavır vardır: 1. bu olguların kabul edilmesi ve hoş karşılanması; 2. bu
olgulara içerlenmesi ve onlardan korkulması, kaçılması. Birinci tavır,
kendine-saygı-ve-güven'in elde edilmesini mümkün kılar; ikinci tavır, nevroza
götürür.
Kendine-saygı-ve-güven,
insanın realiteyle alışverişte bulunma yeteneğinden emin olmasıdır.
Kendine-saygı-ve-güven
kazanmamış insan, realite karşısında çaresiz hisseder.
Realitenin olgularından
kaçmak mümkün değildir. Bir realite olgusu olan insan tabiatından veya bu
tabiatça belirlenen insana-özgü hayatta kalma tarzından da hiçbir kaçış mümkün
değildir. Haberdarlık yeteneği olan her canlı varlık, sadece bilincinin
rehberliğinde hayatta kalabilir; canlı bir varlıkta, bilincin rolü ve fonksiyonu,
budur.
Bir insan, insanın sahip olduğu özel tip bilincin şeklini kabul etmezse;
mesela, düşünmenin, aşırı gayret gerektirdiğine karar verirse; mesela,
faaliyetlerini yönlendirecek değerlerin seçiminin çok ürkütücü bir sorumluluk
olduğuna karar verirse; o zaman, eğer hala hayatta kalmak istiyorsa, bu işi,
ancak başkalarının bilinci aracıyla yapabilir: başkalarının anlayışları,
başkalarının
yargıları, başkalarının değerleri; yani, bu insan, kendinin değil başkalarının
algılamakta olduğu bir dünyada yaşar.
Böylece; ruhunu, başka
hiçbir canlı türü için düşünülemeyecek bir parazit haline getirir: bir beden
paraziti değil, bir bilinç paraziti. Kendine-saygı-ve-güvenli
ve hükümran bilinçli bir insan; realiteyle, tabiatla, olgulardan oluşmuş
objektif bir evrenle alışverişte bulunur; zihninin, hayatta kalma aracı
olduğunu bilir ve düşünme yeteneğini geliştirir. Fakat, zihnini terkeden bir
insan; bir olgular evreninde değil, bir insanlar evreninde yaşar; olgular
değil, insanlar onun realitesidir. akıl değil, insanlar onun hayatta kalma
aracıdır. Alışverişte bulunacağı evren, onlardır; bilinci, onlar
üzerinde odaklanır.
Nasıl ki, rasyonel bir
insan, kendine-saygı-ve-güvenini, objektif realiteyle alışveriş yeteneğine
dayandırırsa; benzer şekilde, irrasyonel olan bu insan, kendi-değerini,
başkalarıyla alışveriş yeteneğiyle tayin eder.
Filozof-psikolog
Nathaniel Branden'ın teşhis ettiği bu nevroz'un adı, Sosyal Metafiziktir.
Sosyal metafizik:
objektif realiteyi değil,başkalarının bilincini, kendi nihai psiko-epistemolojik
referans çerçevesi olarak kabul eden bir bireyi karakterize eden psikolojik
sendromdur. (Psiko-epistemoloji, insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin
ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından
incelenmesidir.)
Konvansiyonel bir
"konformist" sosyal metafizikçiler arasında en kaba ve en aşikar olan
tiptir. Sosyal metafizikçilik sınırsız biçimlerde ortaya çıkabilir. Fakat, bu
konudaki temel prensipler anlaşılırsa; insanlık tarihindeki irrasyonellik
nöbetlerinin neden bu kadar çok taraftar bulduğu olgusu üzerinde düşünmek, daha
az ürkütücü hale gelir.
İnsan yönetmeye hırslı,
iktidar şehvetli sosyal metafizikçi; insanlardan korktuğu için onlardan nefret
eder; ve "sistem" içinde konvansiyonel bir sosyal-metafizikçi
başarısı elde etme ümidi hiç olmadığından; realite karşısında bir "güven"
hissi elde etmek için, başka bilinçleri zorlamaktan, başkalarını kendine
itaata, kendini tasvibe, kendini "sevme"ye icbar etmekten başka
hiçbir yol bulamaz.
"İsyankar"
sosyal metafizikçi; içinden çıktığı çevrenin geleneksel değer-sistemini,
hakaretlerle ve yüksek sesle iftiharla mahkum eder; ama, kölece bir
teslimiyetle girip sığındığı yer, bir alt-kültür Bohem'inin yontulmamış
değer-sistemi olur.
"Bağımsız"
sosyal metafizikçi, "sahte bireycidir"; bütün değerlere
muhaliftir; kendini-ifade etmek için kullandığı tek nosyon, kaprisleridir;
objektif realite kavramına sahip olmadığından, mevcudiyeti, kendi
kaprisleriyle, başkalarının kaprisleri arasındaki bir müsademe olarak görür;
başkalarınca hoşlanılmamak veya sevilmemek ihtimali onu o kadar ürkütür ki;
önce davranarak onlara hakaret etmeğe kendini mecbur hisseder.
Bazı yaygın fikirlerin,
sosyal metafizikçiye neden cazip geldiğini anlamak zor değildir.
Mesela; çağdaş bir
felsefe ekolü tarafından, insanın bilgisel kesinlik sağlamasının mümkün
olmadığını ilan edildiğini duyunca; duyguları, o felsefeyle hemfikir olduğunu
adeta bağırır: kronik sıkıntı ve belirsizlik içindeki kendi iç durumunun, bir
nevroz işareti değil, (sözde) üstün bir entellektüel sofistikasyon işareti
olduğunu öğrenmiştir.
Sosyal metafizikçinin
bütün kıvranmalarının, komplekslerinin, kaçışlarının ve nevrotik araçlarının
kökünde; iradi bir bilince sahip oluşun ve objektif bir realitede
yaşanıyor oluşun dayattığı sorumluluklardan kaçma arzusu -akıldan ve insan
tabiatından kaçma arzusu- yatar. Ve bugünün dünyasına egemen olan çoğu kültürel
ses; onu, bu kaçışa teşebbüse teşvik etmektedir.
Fakat, bu teşebbüs akim
kalmaya mahkumdur. Ve sosyal metafizikçi bunu bilir. Kavramsal
bilgiyle olmasa da, içinde hep hissettiği bir terör duygusuyla bunu bilir. Bu
terör duygusunun kaynağı, insan olma görevini reddettiğinde; kendisine kalan
tek seçeneğin, kimliksizliğin, acı veren durgunluğu içinde yaşamak olduğundan
haberdar oluşudur. İster hiçkimsenin tasvibini kazanamamış olsun, isterse büyük
bir popülariteye erişmiş olsun; bunu bilir. Dipteki sosyal metafizikçi,
tepedeki sosyal metafizikçiye gıpta eder; çünkü, tepedekinin yardım isteyen
sessiz çığlığını ışitememektedir. Ama, tepedeki sosyal metafizikçi, hepsini
işitmektedir.
1.2.6 Zihin-Beden Sahte Zıtlığı
"Zihin-Beden"
sahte zıtlığı, irrasyonel felsefelerin temel öğretisidir ve çeşitli isimlerle
ortaya çıkar: "ruh-madde," "bilinç-madde,"
"zihin-dünya," "duygu-mantık," "düşünce-eylem,"
"akıl-beden," "arzu-realite," "ahlak-pratik,"
"teori-pratik," "akıl-kalp,"
"idealizm-materyalizm," "spiritüelizm-materyalizm" vs.
Bu sahte zıtlığın
kaynağı, mevcudiyet (realite) ve bilinç arasında bir zıtlık görmektir. Rasyonel
bir felsefe, mevcudiyet ve bilinç arasındaki doğru ilişki üzerinde bina olur:
insanın maddesi ve bilinci arasında hiçbir zıtlık yoktur; insan, bu ikisinin
bölünmez bütünlüğüdür. Mevcudiyet mevcuttur; bilinç, mevcut olandan haberdar
olma yeteneğidir. Dolayısiyle, mevcut herhangi bir şeyle ilgili olmayan bir
bilinç olmaz; bilinç olmaksızın, mevcut olan bir şeyden haberdar olunmaz.
İrrasyonel felsefeler;
insanı, madde ve bilinç olarak ikiye böler ve bu iki parçayı birbirine hasım
tayin eder; insana, bedeninin ve zihninin ölümcül bir kavgaya girişmiş iki
düşman olduğunu; beden ve zihnin, zıt tabiatlara, çelişen taleplere, uyuşmaz
ihtiyaçlara sahip olduğunu; birine faydalı olan şeyin diğerine zararlı
olduğunu; ruhunun "tabiat-üstü" bir boyuta ait olduğunu; bedeninin,
ruhunu bu dünyaya zincirlemiş bir hapishane olduğunu; iyiliğin, yıllar süren
sabırlı bir çabayla, beden denen bu zindanı yıkıp mezarın özgürlüğüne
kavuşmaktan ibaret olduğunu öğretir.
İrrasyonel felsefeler,
insanın, -her ikisi de ölümün sembolü olan bu iki elementin meydana getirdiği-
zavallı bir uygunsuzluk olduğunu öğretir. Oysa; ruhsuz bir beden, hiçbir şeye
muktedir olamayacak bir cesettir; bedensiz bir ruh, hayalet denen kurgudur;
fakat, onların insan tabiatı olarak bildikleri tek şey: kötülük yapmaya
muktedir bir cesetle, insanın bildiği şeylerin varolmadığını, sadece
bilinemeyenlerin varolduğunu zanneden bir hayaletin kavgasının muharebe
sahasıdır.
Zihin-beden zıtlığı
doktrinini ortaya atanlar; insanı zayıflatarak esaret altına almak
isteyenlerdir. Spiritüelist olanları, insan bedeninin hiç olduğunu; materyalist
olanları, insan bedeninin herşey olduğunu; fakat, her ikisi de, aklın
reddedilmesi gerektiğini öğretir. Aklını teslim eden insan, anlayamayacağı ve
kontrol edemeyeceği iki canavarın insafına kalır: sebebi belirsiz reflekslerin
davrandırdığı bir beden ve mistik ilham ve vahiylerin davrandırdığı bir ruh.
Bilincini reddeden bir insan, zorbadır; bedenini reddeden bir insan, şizofrenik
bir hastadır. Entellektüel alanı reddeden bir insan, programsız bir robottur.
Maddi dünyayı reddeden bir insan, onu kötülüğe teslim eden bir korkaktır.
Rasyonel bir insan, bu
sahte zıtlığın bütün türlerini reddeder; o, bütün bir insandır: eylem
adamı olan bir düşünürdür. Arkadan gelecek eylemlerle bağlantısız fikirlerin
sahte olduğunu, fikirlerle bağlantısız eylemlerin ise, intihar olduğunu
bilir.
2
AHLAK (MORALITE, ETİK)
Ahlak, bireyin
hayatının gayesinin ne olması gerektiğini tayin eden, bu gayeye erişmek için
nasıl bir seyir tutturması gerektiğini gösteren, faaliyetleri sırasında yapmak
zorunda kalacağı tercihlerde kendisine rehberlik edecek değerler hiyerarşisini
ve prensipleri nasıl elde edeceğini gösteren bir sistemdir.
Felsefenin bir dalı
olan ahlak, aynı zamanda bir bilimdir. En genel anlamında bilim, realitedeki
olguları keşfetmek ve onları ilişkilendirilmiş bir sistem içinde sınıflamak
için kullanılan bir metodolojidir. Belirli bir bilimin tanımını belirleyen
-yani, o bilimin alanını, diğer bilimlerden ayırt eden- şey; o bilimin,
realitenin hangi yönlerini anlamaya çalıştığı hususudur. Başka bir deyişle, "realitedeki
hangi spesifik olgular bu bilimi gerekli kılmıştır?" sorusuna
verilecek cevap, bir bilimin tanımını belirler. Bir bilim olarak ahlak,
realitenin insan denen spesifik olgusuyla, onun davranışlarıyla ilgilidir.
Bir felsefe dalı olarak ahlak, aşağıdaki
sorulara nasıl yaklaşılacağını belirler:
a) İnsan hayatının amacı ne olmalıdır?
b) Bu amaca erişmek
için hangi araçları kullanmalı, hangi faaliyetlerde bulunmalıdır?
c) Faaliyetleri
sırasında yapmak zorunda kalacağı tercihlerde, kendisine rehberlik edecek
değerler sistemi ne olmalıdır?
Bir bilim olarak ahlak,
bu değerler sistemini keşfetmek ve tanımlamak için çalışır.
Ahlak felsefelerinin
temel sorusu; genellikle, "Hangi değerler sistemi?" olmuştur. Bu
soruyla yola çıkmak, rasyonel bir ahlakın keşfini engellemiştir. Rasyonel bir
ahlak, şu soruyla başlar:
İnsan,
neden
bir değerler sistemine sahip olmalıdır?
Bu temel soru, başka
bazı soruları içerir:
a) İnsanın ahlaka sahip
olması, tercihe bağlı bir şey midir; yoksa, maddi realitenin zorunlu kıldığı
objektif bir ihtiyaç mıdır?
b) İyi veya kötü kavramları,
realitedeki olgularla bağlantısız, onlardan türetilmemiş, onlarla
desteklenmeyen keyfi icatlar mıdır; yoksa realitedeki bir olguya mı dayanırlar,
insan tabiatının değişmez özelliklerince mi gerekli kılınmışlardır?
c) Ahlak, kişisel
arzuların, kaprislerin, sosyal kuralların, ilahi emirlerin dikteleri tarafından
mı tanımlanmalıdır; yoksa aklın keşfettiği bir sistem mi olmalıdır?
"İnsan, neden
bir ahlak sistemine sahip olmalıdır?" sorusunu temel almayan, yani ahlakın
maddi realitedeki temelini araştırmayan filozofların kurdukları ahlak
sistemleri, -"realitedeki olgularla uyumsuz" anlamında-irrasyonel
oldu; değerler dünyası ve maddi olgular dünyası diye iki ayrı dünya varsaydı. Başka bir deyişle, bu filozoflar, ahlak ile bilim arasında bir uçurum
gördüler. Onlara göre: ahlak, bir şeyin ne olması gerektiği, bilim ise, ne
olduğu sorusuyla ilgiliydi.
İnsanın neden
bir ahlaka, yani bir değerler sistemine sahip olmak zorunda olduğu sorusunu
ortaya atıp cevaplayarak bir ahlak felsefesi tanımlayan ilk filozof, Ayn Rand
oldu. Ancak bu sorunun sorulması ve cevaplandırılması sayesinde; rasyonel,
bilimsel, objektif bir ahlakın keşfi ve tanımlanması mümkün oldu. Büyük
filozof Aristo bile, ahlakı tam bir bilim olarak görmemiş ve kendi ahlak
sistemini, zamanının örnek ve bilge kişilerinin yapmayı tercih ettikleri şeyler
üzerindeki gözlemlerine dayandırmıştı; onların neden o işleri yaptığını
ve neden
kendisinin bunu örnek davranış ve bilgelik olarak değerlendirdiğini
cevaplandırmamıştı.
2.1 AHLAK VE
DEĞERLER
Doğru soruyla yola çıkılması ve
bu sorunun cevaplandırılması sürecinde rasyonel bir ahlak doktrini tam
olarak formüle edilebildi.
Yanlış soruyla yola çıkan
irrasyonel ahlakçılar, "ahlakın otoritesi kim olsun?" konusunda, yani
"değerleri kim veya ne belirlesin?" konusunda ayrılarak, şu üç
irrasyonel ahlak doktrinini savunurlar: mistik ahlak, sosyal (toplumsal) ahlak
ve sübjektivist
ahlak.
2.1.1 Ahlak
Doktrinleri
Rasyonel ahlak doktrini;
ahlakı gerekli kılan olgunun, insanın objektif tabiatı olduğunu; ahlakın nihai
otoritesinin, hiçbir "tabiat-üstü" güç veya "toplumsal" bir
otorite değil, realitedeki olgular olması gerektiğini kabul eder. Rasyonel ("Objektivist") ahlak doktrinin içeriği,
rasyonel-egoizmdir. Bu kitapta, savunulan ahlak doktrini, budur.
Ahlak üzerindeki en
büyük tekel, geleneksel olarak mistik ahlak doktrinine ait oldu.
Mistik ahlak doktrinine göre: ahlak, insanın keşfedeceği bir şey değildir;
ahlakın ne olduğu ve müeyyideleri, "tabiat-üstü" bir otorite
tarafından belirlenmiştir; insan bunlara uymak zorundadır.
Ahlakın neden objektif
bir ihtiyaç olduğunun araştırılmamış oluşu, ahlakın ne olması gerektiği
konusunda, görünüşte mistisizme rakip, fakat esasta aynı irrasyonellikte ahlak
doktrinleri doğurdu. Bunlardan en çok taraftar bulanı sosyal (toplumsal) ahlak doktrinidir.
Ahlak konusunda mistisizmin geleneksel tekelini yıkmak isteyen bazı filozoflar,
iddialarına göre, rasyonel, bilimsel, din-dışı bir ahlakı tanımlamaya
giriştiler. Fakat yaptıkları iş, mistiklerin ahlak doktrinlerini aynen kabul
edip, bu doktrinlerin haklı kılınmasında dayanılan otoriteyi değiştirmekten
ibaret oldu: Tanrı yerine Toplum (veya "Kamu yararı"
veya "Halk Yararı" veya "Devlet Yararı" veya "Sınıf
Yararı" veya "Millet Yararı" vs.).
Geleneksel mistik,
tartışılmaz "Tanrı Buyruğu"nu iyinin standardı ve ahlakın kaynağı
olarak kabul etmişti. Toplumsal ahlakçı neomistik, bunun yerine "toplumun
iyiliği"ni koydu ve bir kısır döngüye düştü: "iyinin standardı, yani
bir şeyin iyi olup olmadığını anlamakta kullanacağımız ölçüt, o şeyin toplum
için iyi olup olmadığı hususu tarafından belirlenir." Bunu kabul etmek
teoride ve pratikte şu anlamlara geldi:
a) "Toplum"
herhangi bir ahlak prensibinin üstündedir, çünkü o ahlakın kaynağı ve
standardıdır.
b) "İyi,"
"Toplum" ne isterse, neyi kendi refah ve zevkine uygun görürse odur.
Ahlakın kaynağını,
"tabiat-üstü" bir otoriteden, aynı derecede mistik bir şekilde ele
alınan başka bir otoriteye değiştirmek, mistik ahlak yüzünden yüzyıllardır acı
çekmiş insanlığın kaderinde bir şey değiştirmedi. Nasıl ki, mistik ahlakta,
"Tanrı" yeryüzünde bilfiil iş icra etmediğinden, onun adına davranma "yetkisini"
gasbetmiş -Kilise ve rahipler gibi- bazı kurumlar ve insanlar, bu ahlakı
yeryüzü şartlarına göre yorumlamışlarsa; toplumsal ahlak içinde de,
"toplum" diye bir maddi vücut olmadığından (toplum sadece birden
fazla bireysel insanı temsil eden soyut bir isimdir) onun adına davranma
"yetkisini" gasbetmiş -Hanedan, Parti, asiller, diktatörler,
partililer gibi- bazı kurumlar ve insanlar, bir yandan kendilerini ahlaktan
muaf tutarken, öte yandan diğer insanların ahlakını, yani hayatlarının ne
olması gerektiğini belirlediler.
Görüldüğü gibi,
"Tanrı" yerine "toplum"un konmasında, rasyonel (akli)
hiçbir şey yok. Fakat bir çok filozof, bu işin kötü sonuçlarına bakıp, aklın
yenik düştüğünü, ahlakın aklın kuvveti dışında olduğunu, insanın akıldan ve
"Tanrı"dan başka bir şeyin rehberliğinde davranması gerektiği fikrine
vardılar. Bu şey ne olmalıydı? Çeşitli cevaplar verildi: inanç, içgüdü, sezgi,
ilham, duygular, kişisel zevk, arzu, keyif. Özetle: kapris. Bir kapris, bir
insanın sebebini bilmeden ve bilmek de istemeden duyduğu bir arzudur. Geçmişte
olduğu gibi bugün de; bir çok filozof için, ahlakın nihai standardı kapristir.
Kavga kimin kaprisinin kabul edilmesi gerektiği alanında kopmaktadır: her
bireyin kendisinin mi, toplumun mu, diktatörün mü, yoksa Tanrı'nın mı? Modern
ahlakçılar, -üzerinde kavga ettikleri hususlar bir yana- bir konuda sessiz ve
sinsice anlaşmışlardır: ahlak sübjektif bir konudur, herkes kendi
keyfine göre ahlaka yaklaşmalı, realite olgularının tesbiti ve akıl yürütme
gibi objektif aletlere, ahlak tartışmalarında yer verilmemelidir.
2.1.2 Değer
Doktrinleri
Rasyonel bir ahlak içinde,
değerlerin standardının ne olacağı konusunda, yani "iyi"nin nasıl
tayin edileceği konusunda, rasyonel bir değer doktrini (objektivist değer
doktrini) de formüle edilebildi.
Bu konuda yine ayrılan irrasyonel
ahlakçılar, iki irrasyonel değer doktrinini savunurlar: Bizatihici değer doktrini
ve Sübjektivist
değer doktrini.
Bizatihici değer
doktrinine göre; bir şeyin veya bir faaliyetin değer olarak kabul edilmesini
belirleyen şey, iyilik, bazı şeylerin ve faaliyetlerin tabiatında bizatihi
mevcuttur; iyilik, bağlam ve sonuçlardan bağımsız olarak, bu faaliyetleri yapan
ve buna konu olanlara gelecek fayda ve zararlara bakmaksızın orada bulunur. Bu
doktrin açısından, "iyi" kavramı, bu iyiden yararlanacak olandan,
"değer" kavramı da, değerlendirecek olandan koparılmıştır.
Bizatihici doktrin açısından; iyi, sanki insan bilinciyle muhasebe
edilemeyecek bir realitede ikamet etmektedir.
Sübjektivist değer
doktrinine göre; iyi ile realitedeki olgular arasında hiçbir ilişki yoktur;
iyilik, insan bilincinin bir ürünüdür; duygular, arzular, içgüdüler veya
kaprislerle yaratılmıştır; sadece "keyfi bir postülat"tır veya
"duygusal bir taahhüt"tür.
Sübjektivist doktrin
açısından, iyi, sanki realiteyle hiçbir bağlantısı olmadan, insan bilincinin
içinde ikamet etmektedir.
Objektivist değer
doktrinine göre; iyi, ne "bizatihi şeyler"e, ne de insanın duygusal
hallerine ait bir sıfattır; iyi, realitedeki olguların, insan bilinciyle,
rasyonel bir değer standardına göre muhasebe edilmesi yoluyla tayin edilir;
iyi, realitenin insanla ilgili bir veçhesidir; yani, iyi, insanın icat edeceği
değil, yerini keşfedeceği bir şeydir. Rasyonel bir ahlakın değerleri, ancak
böyle bir objektivist temel üzerinde belirlenebilir.
2.1.3 İrrasyonel Değer
Doktrinleri ve Pratik
Bizatihici veya sübjektivist
doktrin (veya bunların karışımı) her diktatörlüğün, mutlak devletin felsefi
temelini teşkil eder. İster bilinçle savunulsun, isterse bilinç-altı bir
kabullenmeyle uygulansın; ister bir filozofun yazdıklarında açıkça yer alsın,
isterse bu filozofun fikirlerinin sıradan insanın duygularında yankılanması
halinde ortaya çıksın; bu doktrinler, insanları, iyiliğin, insan zihninin
değerlendirmelerinden bağımsız olduğuna, dolayısiyle zor yoluyla
yaratılabileceğine inandırırlar.
Bir insan, iyiliğin, bazı
faaliyetlerin tabiatında mevcut olduğuna inanırsa, başka insanları bu
faaliyetleri yapmaya zorlamakta tereddüt etmeyecektir. Bu faaliyetlerin
doğurduğu insani fayda ve zararların önemli olmadığına inanırsa, yaratılan bir
kan denizini de önemsiz görecektir. Bu faaliyetler ile bu faaaliyetlerin kime
iyilik olsun diye yapıldığı hususunu birbirinden kopuk görürse, "yüce bir
iyilik" elde etmek için katliam yapmayı, nesil söndürmeyi, jenositi de
ahlaki bir görev olarak görecektir.
Bir Robespierre'i, bir Hitler'i, bir Stalin'i üreten şey, bizatihici değer
doktrinidir. Nazi görevlisi Adolf Eichmann, jenosit suçundan yargılandığı
Kudüs'teki mahkemesinde, "bizatihi-şeyler" filozofu Kant'ın
felsefesini benimsediğini ve bu felsefeye uygun davranarak sadece "vazifesini"
yaptığını belirtmişti.
Bir Hitler ile bir
Stalin'in eylemlerindeki benzerlik, asla bir tesadüf değildir. Alman
felsefesinin babalarından Kant, tarihin kişilerden-bağımsız bir süreç olduğunu
söylemişti; daha sonraki kuşaklardan Alman filozofu Hegel, Kant'tan öğrendiği
bu nosyonu tekrarladı; daha sonraki kuşaklardan Alman filozofu Marx da,
Hegel'den öğrendiği bu nosyonu tekrarladı. Onlara
göre, insanlar, ister istemez bu süreçte yer alan piyonlardır. Kant'tan
köklenen ve insanla ilgili konumlarında aslen aynı olan çeşitli modern felsefe
ekolleri arasındaki gayrı-asli farklar, Nazism ve Marksizmin pratikteki
uygulamaları arasındaki gayrı-asli farklara tekabül etti.
2.1.4 İrrasyonel ahlak doktrinlerinin içeriği: Altrüizm
Yaklaşım yöntemleri
değişik olan mistik ve sosyal ahlak doktrinleri aynı içerikten ibarettir:
altrüizm (özvericilik).
Altrüizme göre:
a) "İnsanın kendi
hatırına yaşama hakkı yoktur."
b) "Başkalarına
hizmet varoluşunu haklı kılan tek sebeptir."
c) "Kendini,
başkalarına feda etmek en büyük görev, erdem ve değerdir."
d) "Başkalarının
çıkarına yapılan bir faaliyet iyidir; kendi çıkarına yapılan bir faaliyet
kötüdür."
e) "Başkalarının
çıkarı, her halü karda kendi çıkarın üzerine konmalıdır."
Altrüizmi, başkalarının
haklarına saygı, diğergamlık, iyilikseverlik, cömertlik, insanperverlikle
karıştırmamak gerekir. Bunlar ahlaki birinciller değil, sonuçlardır; üstelik
altrüizm bunları imkansız kılan bir doktrindir; kendini küçük gören, kendini
inkar eden, kendinden feragat eden, kendini tahrip eden insan, insan olarak
yaşayamaz ki, başkalarına yararı olabilsin.
Altrüist ahlak, kökeni
kabile hayatında olan bir fenomendir. Prehistorik insan, tabiata ve başka
kabilelere karşı fiziken hayatta kalabilmek için, kabilenin (başkalarının)
koruyucu gücüne sığınmak zorundaydı. Bir birey olarak varkalması düşünülemezdi.
Altrüizmin medeniyet çağlarında da devam etmesi, fiziki sebeplerden değil,
psikolojik sebeplerdendir: zihni kapasitelerinin gelişmesini, algısal düzeyde
durdurmuş olanlar, realiteyi kavramsal bir bilinçle kavrayamayanlar, realiteye
karşı onları "koruyacak" bir liderlikten yoksun olarak, realite
içinde fonksiyon edemezler. Kendini-feda doktrini, onlara küçültücü gelmez;
çünkü, hiçbir benlik duygusu, hiçbir kişilik değeri geliştirmemişlerdir. Neyi
feda etmelerinin istendiğini bile bilmezler; entellektüel bütünlük, gerçek
sevgisi, kişisel olarak seçilmiş değerler, rasyonel fikirler gibi şeylerden
haberleri olmamıştır. O yüzden rasyonel-egoizm diye birşey duyduklarında,
akıllarına ilk gelen imaj, acıktığında kendi kabiledaşını yiyen bir yamyam
olacaktır.
Bütün düsturları ve
tarihi performansı incelendiğinde görülecektir ki, altrüist ahlak doktrini,
yüzeydeki iddialarının aksine, insana karşı, akla karşı, yeryüzünde elde
edilebilecek insani mutluluk ve başarıların her şekline karşı, hayata karşı,
derin bir nefretin ifadesidir.
Sübjektivist ahlak
doktrinlerinin bir içeriğinin varlığından bahsetmek bile zordur; duygular,
içgüdüler, sezgiler gibi, aklın dışındaki herhangi bir şey, sübjektivist
ahlakın içeriğini belirler. İçerik adına sübjektivist ahlak doktrininde bulunan
tek şey, altrüist madolyonun öbür yüzüdür; sübjektivist ahlak doktrini şunu
ilan eder: "tabiatı ne olursa olsun, kendi çıkarına yaptığın bir faaliyet,
iyidir."
2.1.5 İrrasyonel ahlak doktrinleri ve pratik
Bu üç irrasyonel ahlak
doktrininin hayata düşman karakteri sadece içeriklerinde değil, yöntemlerinde
de karşımıza çıkar.
Mistik ahlak doktrini,
ahlakın değer standardının, mezardan ötesi için, "tabiat-üstü" başka
bir boyutun kanun ve gereklerine göre tesbit edildiğini; insanın yeryüzünde
günahsız kalmasının, yani ahlak sahibi olmasının imkansız olduğunu, üstelik
durumun böyle olmasının suçunun ona ait olduğunu; bu suçun, yani yerine
getirilemeyecek bir ahlakın kurallarını yerine getirmemiş oluşunun cezasını,
burada ve "tabiat-üstü" boyutta çekeceği öncülü üzerine kurulmuştur.
Sosyal ahlak doktrini,
"Tanrı" yerine "toplum"u ikame ederek temelde yeryüzündeki
hayatla ilgili olduğunu iddia ederse de; bu hayat, insan hayatı değildir, bir
bireyin hayatı değildir; bahsettiği hayat, kollektivite dediği vücutsuz bir
bütünlüğün hayatıdır; kollektivite ise,
her insan için kendisi dışındaki herkes demektir. Bireyin ahlaki görevi:
kollektiviteden -daha doğrusu, kollektivite adına iş gördüğünü söyleyenlerden-
gelen her talebi karşılamak ve ilişkide olmayı seçmediği başkalarının her
ihtiyacına koşmak zorunda olan, benliksiz, sessiz, insan haklarından mahrum bir
köle olmaktır.
Sübjektivist ahlak
doktrini ise, bir ahlak doktrini olmaktan ziyade, ahlakın gerekliliğinin
inkarıdır. Daha da fazlası, realitenin inkarıdır; sadece insan realitesinin
değil, bütün realitenin inkarıdır. Ele avuca sığmaz bir Heraklit evreni
kavramına inanan sübjektivistler için; insana, hiçbir objektif davranış
prensibi gerekmez; bir şeyi iyi veya kötü olarak görmesi, kendi bileceği iştir;
her insanın kendi kaprisi, onun ahlak standardıdır.
İrrasyonel ahlak
doktrinleri, öylesine imkansız bir ahlak tanımlar ki; hem ahlaki olmak ve hem
de hayatta fonksiyon edebilmek imkansız zannedilir. Hangi insan, hem altrüist
ahlakı benimseyip tatbik eder ve hem de hayatta kalabilir? Başkalarına
fedakarlık en ahlaki görevse; neden gözünün tekini, böbreğinin tekini, kolunun
tekini vs., nakledilebilecek bir köre, böbrek hastasına, kolsuza
bağışlamıyorsun? Neden, senden daha değerli olduğuna "toplum" tarafından
"referandum"la karar verilmiş tanımadığın bir Bay X'e kalbini
naklettirip ölmek istemiyorsun? Neden ürettiğin herşeyi, onu üretmeyi
seçmeyenlerle paylaşmıyorsun?
Uygulanamaz
(irrasyonel) bir ahlakı benimsemek, insanı ahlaksız olmaya mahkum eder. İnsanın
ahlakla ilgili öğrendiği ilk şey, ahlakın kendi hayatının düşmanı olduğu inancı
olur. Ahlakının dediklerini dinlese yaşamaması gerekir; yaşamak istese, o
yaşamın hayati erdemlerini (aklilik, üretkenlik, kendine-saygı-ve-güven) mahkum
etmiş bir ahlaka aykırı davranmış olur. İrrasyonel bir ahlakta, pratik
olan herşey "kötü" olarak tanımlanırken; "iyi,"
"ahlaki" olarak tanımlanan hiçbir şey ise, pratik değildir. Ortada kalan tek seçim, ahlaklı olmak ile hayatta kalmak arasındadır.
Pratik olmak, besin, giyecek, barınak bulmaktır, amaca ulaşmaktır, başarmaktır,
neşelenmektir, hayatta kalmaktır. Pratik olmamak, aç kalmak, amaca varamamak,
başaramamak, talihsizlik-dışı sebeplerle mutsuz olmak, imha olmaktır. Ahlaki
olmak pratik olmamak demekse; o ahlak, hayata düşmandır.
İrrasyonel ahlak
doktrinlerinin en caniyane sonucu; gerçek ahlakı insan hayatından kovmak oldu.
Ahlak kanunlarının, yaşama, üretme işiyle hiçbir ilişkisi olmadığı, tersine o
işe bir engel ve tehdit teşkil ettiği; insan mevcudiyetinin, keyif isterse her
şeyi yapmanın makbul olduğu bir ahlaksızlıklar cangılından ibaret olabileceği
inancı böyle doğdu. Yaşamak için gerekli erdemlerin kötülükler olarak mahkum
edilmesi, gerçek kötülüklerin ise, yaşamak için gerekli pratik araçlar olarak
görülmesi böyle mümkün oldu. Pratik olmadığı için "iyi" ilan edilen
şeyin, kendini-feda-etmek işinden başka bir şey olmadığının farkına varmayıp,
kendine-saygı-ve-güven işini pratik saymamak; pratik olduğu için
"kötülük" diye ilan edilen şeyin, üretmek olduğunun farkına varmayıp,
soygunculuğu pratik saymak böyle mümkün oldu.
Böyle bir ahlaksızlık
cangılında, kimse ne tam kötü olabilir, ne de tam insan gibi yaşayabilir.
Dürüst olduğunda, enayi gibi hisseder; kandırdığında, utanç ve korku hisseder.
Mutlu olduğunda, neşesi suçluluk duygusuyla gölgelenir; cefa çektiğinde,
ıstırabı, bu durumun onun kendi tabii durumu olduğu duygusuyla daha da
ağırlaşır. Hayran olduğu insanlara acır, çünkü onların mutlaka başarısızlığa
uğrayacağına inanır; nefret ettiği insanlara gıpta eder, çünkü onların yaşama
işini daha iyi başardıklarına inanır. Alçak bir insan karşısında güçsüz
hisseder; çünkü, kötülüğün kazanacağına, ahlakiliğin iktidarsızlık olduğuna, pratik
olmadığına inanır.
2.2 DEĞERLERİN REALİTEDEKİ KÖKENİ
Rasyonel bir ahlakı tanımlamak
için atılacak ilk adım, insanın neden bir değerler sistemine sahip
olmak zorunda olduğunu kanıtlamaktır.
"Değer," bir canlının
elde etmek ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davrandığı şeydir.
"Değer" kavramı, irrasyonel ahlaklarda olduğu gibi, boşlukta asılı
bir soyutlama değildir, başlıbaşına bir anlam ifade etmez. Realitedeki olgulara
tekabül eden "değer", daima şu iki soruya verilecek cevaplarla anlam
kazanır: bu değer, kime yarayacaktır ve ne elde etmeğe yarayacaktır? Ki bu
sorular, bir amaca giderken çıkan alternatifler
karşısında davranmaya muktedir bir canlının, biyolojik bir varlığın
bulunduğunu varsayar.
Evrendeki temel alternatif, varolmak veya yokolmak arasındadır; ve bu
alternatif, sadece canlı organizmalar için söz konusudur. Cansız maddelerin
varoluşu hiçbir şarta bağlı değildir; onlar, şekil değiştirerek de olsa daima
vardır. Canlıların varoluşu ise, belirli bir davranış tarzı içinde olup
olamadıklarına bağlıdır. Yiyecek bulamayan hayvan, köklerinden, yapraklarından
gerekli maddeleri alamayan bitki ölür; çünkü, yaşamaları için gerekli
değerlerden birini (besin) elde edememişlerdir. Yaşayan her organizma, sürekli
olarak yaşam ve ölüm alternatifiyle karşı karşıyadır. Yani, yaşamak canlılar
için otomatik bir hadise değil, canlının kendisinin başlatıp sürdürdüğü bir
eylemlilik halidir. Bir canlı, bu eylemi başaramazsa ölür; elementleri evrende
kalır. "Değer" kavramını mümkün kılan kavram "yaşam"
kavramıdır. Bir değerden, şeylerin iyi veya kötü olduğundan bahsedebilmek,
sadece canlılar açısından mümkündür.
Bir canlının hayatta
kalması iki faktöre bağlıdır: birincisi, çevresinden elde ettiği maddeler;
ikincisi, bu maddeleri uygun bir şekilde kullanmak üzere
kendi bünyesinin ortaya koyduğu eylem. Buradaki uygunluk hali, hangi
standart açısından söz konusudur? Bu standart o canlının hayatıdır; yani, o
canlının hayatta kalması için gerekli olan şeyler uygundur.
Bir canlının bu konuda
yapabileceği hiçbir seçim yoktur: hayatta kalması için neyin gerekli olduğunu,
o canlının tabiatı, yani ne tür bir canlı olduğu gerçeği belirler. Tek
hücreli bir hayvanın zarı, besin geçirmez hale gelirse ölür veya bir insanın
kalbi durursa ölür. Her canlının bünyesi, hayatı devam ettirmek için sürekli
çalışmak zorundadır; yani hayat, her canlının nihai değeridir.
Bütün değerler, nihai
değere varmak için bir araçtır. Bir başka deyişle, nihai değer, başka bütün
değerlerin standardıdır. Yani, bir canlının hayatı, o canlının değer
standardıdır: hayatını mümkün kılan, geliştiren şey iyidir, hayatını tehdit
eden şey kötüdür. Hava, bir insan için iyidir, fakat ancak
havasız bir ortamda yaşayabilen bir tek hücreli canlı için kötüdür.
Nihai bir amaç
olmaksızın hiç bir amaçtan bahsedilemez. Değerler hiyerarşisinin tamamı,
başlı-başına bir amaç olan nihai bir hedef istikametinde kurulur.
Bazı felsefelerde,
nihai amaçlar ve değerler ile realitedeki olgular arasında hiç bir bağ tesis
edilmez. Realiteden kopuk, boşlukta gezen değerlerden bahsetme sakatlığı,
irrasyonel bir felsefenin alameti farikasıdır. Tekrar edelim: canlıların
varolması ve yaşayabilmesi olgusu, değerleri gerekli kılar ve nihai değer,
canlının hayatıdır.
Değerleri, sadece
realitedeki olguların gerekli kıldığı gerçeği, değer yargılarının sağlamasını
yapabileceğimiz tek referans sistemini belirler: realitedeki olgular. Bir
canlının ne olduğu olgusu, onun nasıl davranması gerektiğini
belirler.
İnsan,
"değer" kavramını ilk defa nasıl keşfeder? "İyi veya kötü"
konusuyla en basit anlamında nasıl tanışır?
İnsan, zevk
veya acı
olarak tesir bırakan ilk fiziki duyumlar sayesinde "değer" kavramıyla
tanışır. İnsan bilincinin gelişmesi sürecinde, duyumlar, bilgilenmenin olduğu gibi
değerlendirmenin
de ilk aşamasını teşkil eder.
Zevk veya acı hissetme
kapasitesi insanda doğuştan mevcuttur; insanın tabiatının bir
parçasıdır. Bu konuda yapabileceği bir seçim yoktur: insan mutlaka acı ve zevk
duyabilen bir yaratık olarak dünyaya gelir. Ayrıca fiziki olarak neyin zevk,
neyin acı vereceğinin standardı konusunda da bir şey yapamaz; bu bellidir. Nedir bu standart? Hayatı.
İnsanın ve bu
kapasiteye sahip diğer canlıların vücudundaki acı-zevk mekanizması,
organizmanın hayatını koruyan otomatik bir muhafız gibi çalışır. Acı hissetmek,
tehlikeye işaret eden bir ikaz sinyalidir; organizmanın yanlış bir hareket
çizgisi izlediğini gösteren veya gerektiği şekilde işlemesini önleyen bir şeyin
varlığını haber veren veya düzeltmesi gereken bir duruma maruz kaldığını
bildiren bir mesajdır. Bunun en iyi izahını, çok az rastlanan bir hastalıkta
görebiliriz. Bazı çocuklar, hiç bir ağrı-acı hissetme mekanizmasına sahip
olmadan doğarlar; neyin onları yaralayabileceğini kendiliğinden keşfedemezler;
hastalıklarda acı duymazlar; bu tür insanlar, genellikle uzun yaşayamaz; çünkü,
küçük bir kesik, ölümcül bir enfeksiyona sebep olabilir, önemli bir hastalık
artık çok geç olana kadar keşfedilmeden kalabilir.
2.2.1 Aşağı-seviyeli canlılar ve değerler
Bitkiler gibi basit
organizmalar, otomatik fiziki fonksiyonları sayesinde hayatta kalabilir. Bir
ağaç, hiçbir iradi çaba göstermeden, kökleriyle aldığı maddeler ve
yapraklarıyla yararlandığı güneş ışınları yoluyla, bu girdiler mevcut oldukça
ve bu kanallar açık kaldıkça, otomatik olarak hayatta kalır. Hayvanlar gibi
daha üst seviye organizmalar ise, otomatik olarak hayatta kalamaz: ihtiyaçları
karmaşıktır ve bu ihtiyaçları gidermek için girişebilecekleri eylem tarzlarının
sayısı, bir çoktur. Fiziki fonksiyonları, dış çevreden temin edilen maddeleri
otomatik olarak vücuda yararlı hale koyar; fakat bu maddeleri temin
edemez. Bunları temin etmek için, yüksek seviyeli organizmanın bilinç
denen yeteneğe ihtiyacı vardır. Bir bitki üzerinde büyüdüğü topraktan, gerekli
maddeleri elde eder. Bir hayvan bunları avlayarak elde eder. Bir insan ise
bunları üreterek elde eder.
Bitkinin eylem biçimini
seçmek gibi bir sorunu yoktur; yöneldiği amaçlar, otomatik ve fıtridir
(doğuştandır), tabiatı tarafından belirlenmiştir. Mineraller, su, güneş ışığı,
bitki için elde etmesi gerekli değerlerdir; değerlerinin bunlar olmasını, onun
tabiatı belirler; ve bu değerleri otomatik bir eylemler dizisi ile elde eder.
Fiziki ortamdaki değişikliklere uygun olarak -don, kuraklık vs.- bazı bitkiler
değişime uğrama kapasitesine sahiptir; fakat, bu değişim de otomatiktir. Yani,
bir bitkinin hayatta kalması ile kalmaması arasında, o bitki açısından bir
alternatif yoktur: organizmasında mevcut fonksiyonlar, otomatik olarak onun
hayatta kalması doğrultusunda çalışır; bu fonksiyonlar, bitkiyi tahrip etmek
için çalışamaz.
2.2.2 Yukarı-seviyeli canlılar ve değerler
Daha yüksek seviyeli
organizmalarda, hayatta kalmak için mevcut eylem alanı daha geniştir. Bu
genişlik, organizmanın bilincinin menziliyle doğru
orantılıdır. Bilinci olan canlıların alt-seviyeli olanlarında, sadece duyu
yeteneği vardır ki; bu yetenek, onların eylemlerini yöneltmeğe ve ihtiyaçlarını
karşılamağa yeterlidir. Bir duyum, dış dünyadan gelen bir stimulusun duyu
organında ürettiği otomatik bir tepkidir; bir duyum, onu doğuran stimulus
sürdüğü müddetçe duyulur; stimulus bitince duyum biter. Mesela, görülen bir
cisim, o cisim ortadan kaybolunca veya yeterli ışık olmayınca görülmez olur.
Duyumlar otomatik bir sonuçtur, otomatik bir bilgi şeklidir; yani, gerekli ışık
oldukça ve göz açık kaldıkça karşıdaki cisim görmeden edilemez; olmayan bir
cisim de, istense de görülmez. Duyum yeteneğinden daha ileri bir mekanizmaya
sahip olmayan bir organizma, vücudundaki zevk-acı mekanizmasının rehberliğiyle
davranır; yani, böyle bir canlı, otomatik bilgilere, dolayısiyle otomatik bir
değerler sistemine sahiptir. Bu canlının hayatı, davranışlarını yönelten değer
standardıdır. Kendisine açık olan davranış biçimleri yelpazesi içinde, otomatik
olarak hayatını sürdürecek biçimde davranır; kendini tahrip edecek bir şekilde
davranamaz.
Daha yüksek seviyeli
organizmalar ise çok daha güçlü bir bilinç biçimine sahiptir: duyumları muhafaza
etme yeteneği, yani algılama yeteneği. Bir
"algı", yaşayan bir organizmanın beyni tarafından otomatikman
muhafaza edilen ve beyindeki diğer bilgilerle bağlantılandırılan bir gurup
duyumdur. Algılar, sadece stimuluslardan değil, varlıklardan
(bütünlüklerden), şeylerden haberdar olma yeteneğini sağlar. Bir hayvan,
yalnızca o an hissettiği duyumlarının değil, algılarının rehberliğinde
davranır. Davranışları, tek tek, ayrı stimuluslara karşı, tek tek ve kopuk
tepkiler olarak değil, karşısındaki algısal realitenin bütünsel
haberdarlığıyla beslenen eylemler biçiminde doğar. Yani, hayvan, halihazırda
mevcut algısal somutlukları kavrayabilir, algısal, otomatik çağrışımlar
yapabilir; fakat, daha ileri gidemez. Avlanma ve gizlenme gibi özel durumlarda
ne yapacağına dair bazı hünerleri, yüksek seviyeli hayvanların anne-babaları
yavrularına öğretebilir. Fakat, bir hayvanın, öğreneceği bilgi ve hünerlerin ne
olacağı hakkında herhangi bir seçim yapma imkanı yoktur; bunlar, sadece
nesilden nesile tekrarlanır. Yine, bir hayvanın davranışlarını yönelten değer
standardının ne olacağı konusunda da bir seçeneği yoktur: duyumları ona otomatik
bir değerler sistemi sağlar; yani, duyumları, ona, neyin iyi neyin kötü
olduğuna dair, başka bir deyişle, neyin ona yararlı neyin zararlı olduğuna
dair, otomatik bir bilgi sistemi sağlar. Bir hayvanın bilgisini geliştirmek
veya bir şeyi bilmekten kaçınmak gibi bir gücü yoktur. Bilgisinin ve
duyumlarının yetersiz olduğu durumlarda, yok olur. Hızla gelen bir aracın önüne
çıkmasına engel içgüdüleri olmayan bir hayvan, bunu yaparsa, ölür. Fakat, bir
hayvan, hayatta kaldığı sürede, kendi otomatik hayatta kalma mekanizmasının
emniyetiyle yaşar: kendi bilincini askıya alamaz; algılamamak gibi bir seçim
yapamaz; kendi iyiliğini görmezden gelemez; kötüyü seçerek kendi yıkımı için
çalışamaz.
2.2.3 İnsanın Tabiatı ve değerler
İnsanın böyle bir
otomatik hayatta kalma mekanizması yoktur. Hiç bir otomatik bilgisi, hiçbir
otomatik davranış çizgisi, hiçbir otomatik değer sistemi yoktur. Duyuları ona,
neyin iyi neyin kötü olduğunu, neyin hayatına yararlı, neyin zararlı olduğunu,
hangi amaçlar peşinde hangi araçlarla gitmesi gerektiğini, hayatının hangi değerleri
gerekli kıldığını ve onları nasıl elde edeceğini söylemez. Bütün bu sorulara
verilecek cevapları, kendi bilinci sağlamak zorundadır; fakat, bilinç otomatik
olarak çalışmaz. İnsan, yeryüzünde yaşayan en yüksek seviyeli canlı türüdür;
yani, bilincinin elde edebileceği bilgilerin hiçbir sınırı yoktur. Fakat, insan
aynı zamanda, bilinci olan diğer canlılar arasında, bilinçli olarak kalmak
konusunda hiçbir garantiyle doğmayan tek canlıdır. İnsanı, bilinçli olan diğer
yüksek seviyeli canlılardan tefrik eden hususiyet, insan bilincinin iradi
olmasıdır.
Nasıl ki, bir bitkinin
gövdesindeki fonksiyonlardan doğan otomatik değerler, bitki için yeterlidir,
ama hayvan için yetersizdir; aynı şekilde, bir hayvan bilincinin
duyusal-algısal mekanizmalarının sağladığı otomatik değerler, bir hayvanı
yöneltmeğe yeterlidir, ama insan için yetersizdir. İnsan davranışları ve
hayatta kalma sorunu, kavramsal bilgiden türetilen kavramsal
değerlerin rehberliğini gerekli kılar. Fakat, kavramsal bilgi, otomatik
olarak elde edilmez.
Kavramlar
insan zihninde nasıl doğar? Bir çocuğun zihninde doğan ilk kavram nasıl oluşur?
Çocuğun ilk kavramı, iki veya daha fazla somut şeyin, diğer şeylerden, spesifik
karakteristik(ler)e sahip oluşlarıyla ayırd edilebilmesi sayesinde zihnen
tecrit edilmesi ve spesifik bir tanım altında birleştirilmesi ile doğar. Burada
söz konusu olan, ayırt edici yanın veya tanımın mükemmel olarak tesbit
edilebilmesi değildir. Çocuk, "insan" diye bir kavramdan bahsedince,
belki sadece "iki ayaklılığı" ayırt edici özellik olarak kullanır ve
buna dayanan bir tanıma sahiptir; fakat, bu kavramı teşkil ederken, doğru bir
işlem yapmaktadır; bilgisi geliştikçe, "insan" kavramının gerçek
ayırt edici yönünü bulup, ona uygun bir tanıma sahip olacaktır.
Somut şeylere işaret
eden kavramlardan kalkarak, benzer bir işlemle soyut kavramlar, soyut
kavramlardan da, yine benzer bir işlemle daha soyut kavramlar teşkil edilir.
Bir lisandaki her kelime bir kavrama, yani sınırsız sayıda somut
şeye veya sınırsız sayıda başka kavrama işaret eder. Duyular yoluyla edindiği
algısal materyali kavramlar içinde; kavramları, daha geniş kavramlar içinde
organize edebilen bir canlı olan insan, sınırsız miktarda bilgiyi kavrayıp
saklayacak bir kapasiteye sahiptir. Bu kapasite sayesinde, herhangi bir anın
algısal olarak bilinmesinden çok daha ötede bir zamana uzanan bilgileri elde
edebilir. İnsan duyu organları otomatik çalışır; insan beyni, bu duyu
bilgilerini, algılar halinde otomatikman bütünleştirir; fakat, algıların,
kavramlar halinde bütünleştirilmesi, yani soyutlama ve kavram-teşkili işi,
ilkel düzeyler ötesinde otomatik değildir.
Kavram-teşkili,
"masa," "sandalye," "sıcak," "soğuk"
gibi basit soyutlamaları yapabilmek ve konuşmaktan ibaret değildir.
Kavram-teşkili, insan bilincinin, işletim yöntemidir.
"Kavramlaştırma" adını verdiğimiz bu yöntem, rasgele izlenimlerin
pasif bir şekilde kaydedilmesini değil, aktif bir süreci ifade eder. Bu sürecin işlevi:
a) İzlenimleri,
kavramsal terimlerde anlayıp teşhis edebilmek;
b) Her olayı, her
gözlemi, kavramsal bir bağlama yerleştirebilmek;
c) Algısal materyaldeki
ilişkileri, farklılıkları, benzerlikleri kavrayıp; onları, yeni kavramlar
halinde soyutlayabilmek;
d) Akıl yürütülebilmek;
yeni sorular sorup, yeni cevaplar bularak, bilgiyi sürekli büyüyen bir şekilde
tutabilmektir.
Bu sürecin adı düşünmektir;
ve bu süreci yöneten ve kavramlar vasıtasıyla çalışan yeteneğin adı akıldır.
Akıl, duyu organlarının
sağladığı materyali algılayan, teşhis eden, zihne bütünleştiren veya böyle bir
süreçle zihinde üretilmiş kavramları bilincin kullanımına getiren yetenektir.
Bu yetenek, otomatik olarak işlemez; akıl kullanmak için, herhangi bir insanın
akıl kullanma eylemini seçmesi gerekir; insan, gayret
göstererek düşünür. İnsan, hayatının her anında ve her konu üzerinde,
düşünmekte veya düşünmekten kaçınmakta serbesttir. Düşünmek, tam ve odaklanmış
bir teyakkuz gerektirir. Bir insanın bilincini odaklaması, konsantre olması,
ancak iradi bir çabayla mümkündür.
Her insanın önünde iki
tür hayat mevcuttur. Realitenin tam olarak kavranması görevine zihnini aktif ve
gayeli olarak odaklayabilen, yani realiteyi kavramsal olarak anlayabilen ve bu
gayreti idame ettirebilen kişi, -verili tarihsel bağlamda mümkün olduğu ölçüde-
bütün insani potansiyelini değerlendirebileceği bir hayat yaşar. İkinci tür
hayat, bu zahmeti göstermeyen kişinindir ve irrasyonellik diye tanımlanan hal
budur. İnsan, kavramlaştırıcı bir bilinç düzeyine erişmeyi seçmezse;
bilinçlerinin kullanımına iki alet kalır: zihinlerindeki otomatik, algısal,
hayvani fonksiyonlar ve kavramsal düzeye gelebildikleri kısa sürelerde
edindikleriyle rasgele programlanmış bir duygusal mekanizma. Sürekli düşünmek
işini seçmeyen bu insan, kendisini yarı-bilinçli bir uyurgezer haline getirir;
kontrolsuz bir duyusal-algısal mekanizmanın ve bazan rasgele yaptığı
bölük-pörçük çağrışımların insafında yaşayan, içinde bulunduğu anda ortaya
çıkan tesadüfi stimuluslara tepki göstermekten ibaret bir davranış biçimi
içinde bulunan bu kişi, ancak insan-altı bir hayat sürdürebilir.
Zihnini odaklamayı
seçmeyen bir insan, kelimenin insan-altı anlamında bilinçli sayılabilir; çünkü,
-üst-seviyeli hayvanlar gibi o da- duyumlar ve algılar yapabilir. Fakat,
kelimenin insani anlamında, odaklanmamış bir zihin, bilinçli değildir;
realiteden tam haberdar olmak ve bu realiteyle baş edebilmek için, yani insanın
insan
olarak hayatta kalması için gerekli eylemleri yönetebilecek bir
kapasite olan insan bilinci, ancak odaklanmış bir gayretin ürünüdür.
"Düşünmek veya
düşünmemek" arasındaki seçim, "odaklanmak veya odaklanmamak"
arasındaki seçimdir. "Odaklanmak veya odaklanmamak" arasındaki seçim,
"bilinçli olmak veya olmamak" arasındaki seçimdir. "Bilinçli olmak
veya olmamak" arasındaki seçim, yaşam ve ölüm arasındaki seçimdir.
Bilinçlilik, ona sahip
olan canlıların temel hayatta kalma aracıdır. İnsan açısından bu bilinçlilik
hali, akıllı olmaktır; yani, insanın temel hayatta kalma aracı
aklıdır. İnsan, hayvanlar gibi sadece algıların rehberliğinde hayatta kalamaz.
Bir açlık duygusu, insanın yiyeceğe ihtiyacı olduğunu (bunu "açlık"
diye tanımasını öğrenmişse) söyleyecektir; fakat, yiyeceğini nasıl elde
edeceğini, hangi yiyeceğin iyi, hangisinin zehirli olduğunu söylemeyecektir.
Bir düşünce sürecini işletmeksizin, en basit fiziki ihtiyaçlarını bile elde
edemeyecektir. Tohum ekerek yiyecek yetiştirmeye veya avlanacak silah yapmaya
yarayacak bilgiyi, ancak bir düşünce süreci ile keşfedebilir. Algıları, onu,
-civarda mevcutsa- bir mağaraya götürebilir; fakat, en basit bir barınağı inşa
etmek için dahi, bir düşünce sürecine ihtiyaç duyar. Hiçbir algı, hiçbir
içgüdü, ona, nasıl ateş yakacağını, nasıl kumaş dokuyacağını, nasıl alet
yapacağını, nasıl tekerlek yapacağını, nasıl otomobil yapacağını, nasıl beyin ameliyatı
yapacağını söylemeyecektir. Fakat, insan hayatı böyle bilgilere dayanır ve
sadece iradi bir bilinçlilik eylemi, bir düşünce süreci, bu bilgileri ona
sağlar.
Fakat, insan
sorumluluğu buradan da öteye gider: bir düşünce süreci, otomatik, içgüdüsel,
gayrı-iradi olmadığı gibi, yanılmaz da değildir. İnsan, düşünme sürecini
başlatmak, sürdürmek ve bu faaliyetlerinden doğan sonuçların sorumluluğunu
taşımak zorundadır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu nasıl belirleyeceğinin
yollarını keşfetmek, yapabileceği hataları düzeltmek zorundadır. Kavramlarının,
akıl yürütmelerinin, bilgisinin, doğruluğunu tahkik etmenin yollarını keşfetmek
zorundadır. Düşünmenin kurallarını, mantık kanunlarını keşfetmek zorundadır.
"İnsanın zihni gayretleri, ona mutlaka doğru sonuç verecektir" diyen
hiçbir otomatik garantiyi, tabiat insana vermez.
Bilinçli olma
potansiyeli ve bu potansiyelin, üzerinde
aktüelize olabileceği materyalden başka, insana doğuştan verilen hiçbir hayatta
kalma mekanizması yoktur. Bilinçli olma potansiyeli harika bir makinadır, süper
bir bilgisayardır; fakat, bu bilgisayar, yeni doğan insana programcısız ve
tamir/bakım teknisyensiz olarak verilir; bilgisayarın usulüne uygun
kullanılması için aday olan programcı ve tamir/bakım teknisyeni, bu insanın kendisinden
başka kimse değildir -eğer bu insan, bilgisayarından yararlanmayı seçerse.
Onu nasıl kullanacağını keşfetmek, çalıştırmak ve sürekli çalışır vaziyette
tutmak, kendi görevidir. Materyal ise bütün evrendir; elde edebileceği
bilgilerin ve hayattan alabileceği zevkin miktarına, hiçbir sınır yoktur.
Fakat, ihtiyaç duyduğu veya arzuladığı herşey, kendisi tarafından,
yani kendi seçimi, kendi gayreti, kendi aklı tarafından keşfedilmeli,
öğrenilmeli ve üretilmelidir.
Otomatik bilgiye sahip
olmayan bir varlık, kendisini yöneltmek için, otomatik bir davranış çizgisi ve
otomatik bir değerler sistemine de sahip değildir. Hangi bilginin doğru veya
yanlış olduğunu otomatik olarak bilmeyen bir varlık, hangi davranışın doğru
veya yanlış olduğunu, yani kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu da
otomatik olarak bilmez. Fakat, yaşamak için bu bilgiye ihtiyacı vardır. Bu
varlık, realitenin kanunlarından muaf değildir: belirli bir tabiata sahip olan,
belirli bir organizmadır; dolayısiyle, hayatta kalmak için belirli bir davranış
çizgisine ihtiyacı vardır. Hayatta kalması, keyfi araçlarla, rasgele
hareketlerle, kör dürtülerle, şansla mümkün değildir. Nasıl hayatta kalacağı
tabiatı tarafından belirlenmiştir, kendi seçimine açık değildir. Kendi seçimine
açık olan şey, sadece nasıl hayatta kalacağını keşfedip keşfetmeyeceği, yani
doğru amaçları ve değerleri keşfedip keşfetmeyeceğidir. Yanlış seçim yapmakta
serbesttir; fakat, bu yanlış seçime rağmen başarıya ulaşmakta serbest değildir.
Realiteyi görmezden gelmekte serbesttir; zihnini odaklamayıp, yalpalayarak,
istediği yola girmekte serbesttir; fakat, görmeği reddettiği bir uçurumu
bertaraf etme serbestisi yoktur. Herhangi bir bilinçli organizma için bilgi,
hayatta kalma aracıdır; yaşayan bir canlı için bilgi, yani bir şeyin ne
olduğu sorusuna bulduğu cevap, o şeyle ilgili nasıl sorusuna aradığı
cevabı da içerir. Bir değerin ne olduğu, onu nasıl elde
edebileceğimizi de belirler; bir tehlikenin ne olduğu, ondan nasıl
korunabileceğimizi de belirler. İnsan, bilinçli olmamak halini seçmekte
serbesttir; fakat, bilinçli olmama halinin cezasından kaçmağa muktedir
değildir: yok olma. İnsan, kendini tahrip etme gücüne sahip olan tek canlıdır;
ve tarihinin çoğu dönemi, bu gücünü kullanmıştır.
Peki,
insanın peşinde gitmesi gereken doğru amaçlar nelerdir? Hayatta kalabilmesi
hangi değerleri gerekli kılar? Bu sorular, ahlak biliminin cevaplayacağı
sorulardır. İşte insan bunun için, yani insan olarak hayatta kalabilmek için,
ahlak sistemine ihtiyaç duyar.
Bu noktada, artık irrasyonel ahlak doktrinlerinin ne anlama geldiği
anlaşılabilir. Kimse artık şunlara bizi inandıramamalıdır:
a) "Ahlak, aklın
alanı dışındadır."
b) "Akıl, insan
hayatının nihai rehberi olamaz."
c) "İnsani amaç ve
değerler, oyla veya kişisel kaprisle veya mistik dikte ile tesbit
edilmelidir."
d) "Ahlakın,
realiteyle, mevcudiyetle, pratik faaliyetlerle ve kişisel çıkarlarla ilgisi
yoktur."
e) "Ahlaklı olmak,
ancak öldükten sonra işe yarayan bir şeydir."
f) "Sadece
'tabiat-üstü' bir varlığa inananlar ahlaklı olabilir."
Ahlak, mistik bir
fantezi değildir; sübjektif bir lüks gibi, herhangi bir olağanüstülükte
değiştirilebilecek, bir kenara atılabilecek veya vazgeçilebilecek sosyal bir
konvansiyon da değildir. Ahlak, ne "tabiat-üstü"nün, ne komşunuzun,
ne kendi keyfinizin hatırına sahip olmanız gereken bir şeydir. Ahlak,
realitenin hatırına, insanın tabiatının hatırına sahip olmanız gereken bir
şeydir. Ahlak, insanın hayatta varkalması şartlarının belirlediği, objektif,
metafizik bir ihtiyaçtır. Ahlaka sahip olmamak, "öbür
dünyada" değil, yeryüzünde, realite tarafından cezalandırılacak bir
kusurdur.
Ahlakın değer standardının ne
olduğu, yani neyin iyi neyin kötü olduğunu yargılamada kullanılacak kriter
ortadadır: insan hayatı, yani insan olarak hayatta var
kalabilmesinin gerekli kıldığı şeyler.
2.3 İNSAN OLARAK
HAYATTA KALABİLMEK
Akıl, insanın, insan olarak
hayatta kalmasının temel aracı olduğundan; rasyonel (akli) bir varlığın
hayatına uygun olan şeyler iyidir; rasyonel bir hayatı inkar eden, ona karşı
olan, onu tahrip eden şeyler kötüdür.
İnsana gerekli olan herşey, insan
aklınca keşfedilmek ve insan gayretiyle üretilmek durumunda olduğundan, insanın
iki temel işi: düşünmek ve üretmektir.
Bazı insanların düşünme işine
girişmediği, fakat yine de hayatta kalabildiği bir gerçektir. Bunlar,
yaptıkları işin tabiatını anlamak için hiçbir gayret göstermeksizin, eğitilmiş
hayvanlar gibi başkalarından gördükleri hareketlerin ve duydukları seslerin
rutinini taklit ederek bu işi başarırlar. Fakat, insanın düşünmek ve üretmekle
hayatta kalabileceği prensibi hala doğrudur; çünkü, böylelerinin hayatta kalmak
için taklit ettikleri hareketleri keşfetme işini, düşünmek ve üretmek
eylemlerini gerçekleºtirmeyi seçmiº olan insanlar başarmıştır. Bu tür zihin
parazitlerinin hayatta kalması, tamamen şansa kalmıştır; onların odaklanmamış
zihinleri, kimi taklit edeceklerini, kimin hareketlerini takip etmenin
güvenli bir iş olduğunu söylemekten bile aciz olabilir. Yerine getirmekten
kaçındıkları bilinçli olmak sorumluluğunu, onlar adına yüklendiğini söyleyen
herhangi bir tahripkarın peşine takılarak uçuruma yürüyenler, bu tür
insanlardır.
Düşünmek ve üretmek yoluyla
hayatta kalma işine girişmeyen başka bir gurup insan, kaba kuvvet ve hile
yoluyla veya üreten insanları yağmalayarak, soyarak, kandırarak,
köleleştirerek, hayatta kalmaya çalışırlar; fakat, insanın hayatta kalma
prensibi hala doğrudur: bu haydutların hayatta kalması, düşünmeyi ve üretmeyi
seçmiş kurbanlarının başarısı sayesinde mümkün olmuştur. Bu yağmacılar, insana
özgü bir davranış çizgisi izleyerek yaşamayı seçmiş olanları tahrip ederek var
kalabilen parazitlerdir.
Akıl yoluyla değil, şiddet
yoluyla hayatta kalmayı deneyen insanlar, hayvanların hayatta kalma yöntemiyle
yaşamayı deneyenlerdir. Fakat, nasıl ki hayvanlar, bitkilerin hayatta kalma
yöntemiyle yaşayamazlarsa, yani sabit bir yerde kalıp, toprağın kendilerini
beslemesini bekleyemezlerse; insanlar da, hayvanların yöntemiyle hayatta
kalmayı, yani aklı reddedip, üretken insanları kendilerine yem edinerek
yaşamayı başaramazlar. Bu yağmacılar, o andaki amaçlarına erişmiş görünürler;
fakat, bir yandan yemlerinin bir gün tükenecek olması olgusu, öte yandan
kendilerini yıkıma götüren hiçbir yolu teşhis edemeyecek kadar bilinçsiz
oluşları olgusu, onların sonunu getirir. Bu teze kanıt bulmak için, herhangi
bir kriminalin hayat hikayesini veya herhangi bir diktatörlüğün tarihini okumak
yeterlidir.
Hayvanlardan farklı olarak
insanlar, sadece o anın menzili içinde davranarak hayatta kalamaz. Bir hayvanın
hayatı; üremek, kış için besin depolamak gibi, sürekli yinelenen bir dizi
döngüden ibarettir; bir hayvanın bilinci, hayatının tamamını bütünleştirecek
kadar güçlü değildir; hayvan bilincinin bütün gücü, geçmişle bağlantı
kurmaksızın, onu, bir sonraki döngüye tekrar getirmekten ibarettir. İnsan
hayatı ise, sürekli bir bütünlüktür; insan hayatının her dakikası, günü, yılı:
geçmişinde kalan bütün günlerin topunun iyi veya kötü yönleriyle bir sonucudur.
Seçeneklerini değiştirmekte, davranış çizgisinin istikametini değiştirmekte,
hatta bir çok durumda geçmişteki davranışlarının sonuçlarını telafi etmekte
serbesttir; fakat, geçmişinden kaçmakta serbest değildir; bir hayvan gibi veya
bir serseri gibi, hep anın menzilinde davrandığı halde, hiçbir şekilde tıkanmadan
yaşayabilmekte serbest değildir. Bir insan, hayatta kalma görevini başarmak
istiyorsa; davranışlarının kendi tahribine yönelmesini istemiyorsa; amaçlarını,
değerlerini ve davranış çizgisini seçmek zorundadır. Hiçbir duyumu, algısı,
dürtüsü, içgüdüsü, keyfi, zevki, bu seçme işini başaramaz; ancak aklı bunu
başarabilir.
İnsanın insan olarak hayatta
kalmasının anlamı budur. İnsanın bu anlamda hayatta kalması, o an
için yaşamak veya sadece fiziki olarak yaşamak demek
değildir. İnsanın hayatta kalma meselesi, akılsız bir vahşinin, bir başka vahşi
tarafından kafatası parçalanana kadar fiziken bir süre yaşaması demek değildir.
"Ne bahasına olursa olsun hayatta kalmak" için, her şartı kabul
edebilen, her değeri terk edebilen, her hayduda boyun eğen insanların fiziken
bir süre için daha yaşaması, insanın insan olarak hayatta kalması demek
değildir. "İnsanın insan olarak hayatta kalması,"
rasyonel bir varlık olarak bütün ömrü boyunca, mevcudiyetin onun seçeneğine
açık her veçhesinde, her faaliyetinde akılla davranması demektir.
İnsan, ancak insan olarak hayatta kalabilir. Hayatta kalma aracını, yani
aklını terketmeğe muktedirdir; kendisini, insan-altı bir yaratığa çevirmeğe muktedirdir;
hayatını çok uzun sürmeyecek bir ıstıraba çevirmeğe muktedirdir. Fakat, insan-altı
bir varlık olarak davrandığı halde, insan-altı bir varlığın elde
edebileceğinden daha fazlasını elde etmeğe muktedir değildir; insanlık
tarihinin anti-akıl dönemlerinin dehşeti, bu gerçeğin hatıra defteridir. İnsan
olmak kendiliğinden gerçekleşen bir şey değildir; bir insan, insan olmayı seçerek
insan olur. İnsana, insan olmayı nasıl seçeceğini, ahlak öğretir.
2.4 TEMEL DEĞERLER VE ERDEMLER
Görülüyor ki, ahlakın
değer standardı, insana-özgü-hayattır. Bir "standart,"
somut, spesifik bir amaç yolunda ilerlerken yapılacak seçimleri yönlendiren bir
ölçüttür; soyut bir prensiptir. "İnsana-özgü hayat," her insana
uygulanacak soyut bir prensiptir. Bu prensibin, somut, spesifik bir amaca nasıl
uygulanacağı işi, yani rasyonel bir hayatı bilfiil sürdürme işi, her bireyin
kendisine düşen bir görevdir. Her bir insanın beyninde ceryan eden eden
süreçlerden ibaret olan akıl, bireysel bir hususiyettir. Birden fazla insan,
koloniler halinde yaşayan bazı organizmaların ortak bir takım fonksiyonları
paylaşmaları gibi, ortak bir aklı paylaşamaz; bu yüzden, her bireyin ahlaki amacı
-aklını biyolojik olarak paylaşan başka varlık olmadığından- kendi
hayatıdır.
Kendi hayatı, bir insanın nihai değeridir. Başlı-başına bir amaç olan bu
değerin elde edilmesi ve/veya muhafaza edilmesi sürecini -zevkli bir yaşam
sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerin, değerlerin, amaçların seçilmesi
sürecini- yöneten tek standart, insana-özgü-hayat'tır.
Değer, elde etmek ve/veya
muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; erdem, bir değeri elde
etmekte kullanılan eylemdir. Her bir insanın kendi nihai değerini (kendi
hayatını) elde etmesinin, gerçekleştirmesinin aracı olan üç temel değer: Akıl,
Amaç ve Gurur-duyulacak-bir-kişilik'tir; bunlara tekabül eden üç erdem ise:
Rasyonellik, Üretkenlik ve Kendine-saygı-ve-güven'dir.
Bu değerler, tek başına
elde edilemez, birbirleriyle bağlantılıdır: İnsan hayatının merkezi amacı,
bütün değerler hiyerarşisini belirleyen merkezi değer, üretken faaliyettir. Akıl,
insani üretkenliğin ön şartıdır, onun kaynağıdır; insan, hem maddi
ihtiyaçlarını gidermek, hem de gurur-duyulacak-bir-kişilik'e sahip
olmak için üretir; üreterek amacını gerçekleştirdikçe, aklına olan güveni
artar, kişiliğinden gurur duyar.
2.4.1 Rasyonellik
Rasyonellik, insanın
temel erdemidir; diğer bütün erdemlerinin kaynağıdır. İnsanın temel kötülüğü,
diğer bütün kötülüklerinin kaynağı, irrasyonelliktir; zihnini odaklamamaktır;
bilincini askıya almaktır ki; bu, kör olmak demek değil, görmeği reddetmektir;
sağır olmak demek değil, duymayı reddetmektir; cahil olmak demek değil,
öğrenmeği reddetmektir. İrrasyonellik, insanın hayatta kalma aracının -aklın-
reddedilmesi, dolayısiyle insanı tahribe
götüren bir yola girilmesi demektir; anti-akıl olan şey, anti-hayattır.
Rasyonellik erdemi:
a) Bilgi edinmenin tek
kaynağının, değerlerin tek yargıcının, insan faaliyetlerini yönlendirecek tek
rehberin, akıl olduğunu bilmek ve kabul etmektir.
b) Mistisizmin her türünü
reddetmektir; yani gayrı-duyusal, gayrı-akli, gayrı-kabili-tarif,
"tabiat-üstü" bir kaynaktan herhangi bir bilgi alınabileceği inancını
reddetmektir.
c) Bir insanın edindiği
bütün bilgilerin bağlantılı totalini, her yeni rasyonel bilgiyle
güncelleştirmek; fakat, o bilgi sistemiyle bağlantısız, onla çelişen, hiçbir
bilgi kabul etmemek, hiçbir karar vermemek, hiçbir kanaate varmamak, hiçbir
değer kabul etmemektir.
d) İlgilendiği her
olgudaki sebep-sonuç ilişkisini bilmek; hiçbir zaman sebebi yaratmaksızın
sonucu arzu etmemek; sonuçlarının hepsinin bütün sorumluluğunu üstüne almadan
hiçbir şeye sebep olmamaktır.
e) Uyku hali dışındaki
her an, her konuda, her seçenek karşısında; tam bir zihni odaklanmışlık ve uyanıklık
içinde bulunmaya karar verip, bunu başarmaktır
f) İnsan gücünün
sınırları içinde, realiteyi bilinçli bir uyanıklıkla sürekli gözlemleyerek,
onun hakkında tam ve doğru bilgi sahibi olmağa adanmışlıktır.
g) Bütün kanaatların,
değerlerin, amaçların, arzuların ve faaliyetlerin; bir düşünce süreciyle
seçilmesi, bir düşünce süreciyle sürdürülmesi, bir düşünce süreciyle
doğrulanması gerektiğine; ve bu düşünce sürecinin, herkesin tam kapasitesinin
izin verdiği ölçüde, en hassas ve en titiz bir biçimde, mantık kurallarının en
katı bir tatbikatıyla gerçekleştirilmesi gerektiği prensibine adanmışlıktır.
h) İnsanın
mevcudiyetinin realitesine, yani amaçlarının, değerlerinin, faaliyetlerinin
realite içinde yer aldığına; dolayısiyle, algıladığı realitenin üzerinde hiçbir
değer ve mülahazaya yer vermemesi gerektiği prensibine adanmışlıktır.
i) Bağımsızlık erdemine
sahip olmaktır. Bağımsızlık:
aa) Her
insanın yargılarını kendisinin vermesi ve kendi aklından kaynaklanan işler
sayesinde yaşaması sorumluluğunu kabul etmektir.
bb)
kendini küçültmenin ve kendini tahrip etmenin en çirkin şeklinin: kendi
zihnini, başka bir zihne tabi kılmak olduğunu; kendi beynin üzerinde bir başka
beynin otoritesini kabul ederek, onun "böyle söylüyorum"unu olgu
olarak kabul etmek, onun fermanlarını kendi bilincin ile realite arasında bir
aracı olarak koymak olduğunu bilmektir.
cc)
Bilginin miktarı ne kadar geniş veya mütevazı olursa olsun, onu elde edecek
şeyin sadece kendi zihnin olduğunu; dünya ile etkileşiminde kullanabileceğin
bilginin, sadece kendi bilgin olabileceğini bilmektir.
dd)
Hakikatın tek yargıcının kendi zihnin olduğunu; başkaları bu yargıcın hükmünü
temyiz ederse, gidilecek tek temyiz mahkemesinin, realite olduğunu bilmektir.
ee)
Düşünme denen o kompleks, hassas ve hayati teşhis (kimlikleme, tanımlama)
sürecini, sadece kendi aklının yönetebileceğini; aklının yönettiği bu sürecin
sibernetik kontrolunu (doğru çalışır tutulmasını), sadece kendi yargınla
yapabileceğini; kendi yargını ise, sadece kendi ahlaki bütünlüğün ile sağlam
tutabileceğini bilmektir.
ff)
Kendi kendine yaptığın bir yanlışın, "inanç"la edindiğin bir çok
doğrudan daha emniyetli olduğunu görmektir; çünkü, birincisinde hatayı
düzeltecek araçlar hala sendedir, ikincisinde ise doğruyu yanlıştan ayırt
edecek kapasiten tahrip olmaktadır.
j)
Dürüstlük
erdemine sahip olmaktır. Dürüstlük:
aa)
Realiteyi hiç bir surette inkar etmemek, onu kandıramayacağını bilerek
davranmak ve bunu toplumsal bir görev veya başkalarına bir fedakarlık olarak
değil, en derin bir rasyonel-egoizmin ifadesi olarak yapmaktır.
bb)
Gerçek olmayanın gerçek olmadığını ve hiç bir değer ifade edemeyeceğini
bilmektir.
cc)
Hileyle elde edilmişse ne aşk, ne ün, ne de paranın bir değer olamayacağını;
başkalarını aldatarak değer elde etmeğe çalışma işinin, başkalarını realiteden
daha yüksek bir yere koymak olduğunu; kendini, onların irrasyonelliği ve
körlüğü üzerinde beslenen bir parazit haline getirmek olduğunu; onların
rasyonelliğini ve uyanıklığını kaçılacak bir düşman haline getirmek olduğunu;
bilmektir.
dd)
Kendi mevcudiyetinin gerçekliğini, başkalarının sulandırılmış bilinçlerine
kurban etmemektir.
ee)
Söylediğini kast ederek söylemek ve ne kastettiğini bilmektir.
k) Bütünlük erdemine sahip
olmaktır. Bütünlük:
aa)
Realiteyi kandıramayacağını bildiğin gibi (dürüst olduğun gibi), kendi
bilincini de kandıramayacağını bilmektir.
bb)
İnsanın bölünmez bir bütünlük olduğunu, insan maddesinin ve bilincinin
bütünleşik bir ünite olduğunu bilmek; beden ve zihin, eylem ve düşünce, yaşam
tarzı ve fikirleri arasında hiçbir kopukluk olmasına izin vermemektir.
cc)
Baskılara rağmen adaletli davranmayı elden bırakmayan bir yargıç gibi;
kanaatlerini ve değerlerini; başkalarının arzularına, taleplerine,
yalvarışlarına, tehditlerine boyun eğerek feda etmemektir.
dd)
Cesaret ve kendine-güvenin, pratik ihtiyaçlar olduğunu; cesaretin; hakikat ve
mevcudiyet karşısında doğruluk içinde olmanın pratik şekli olduğunu;
kendine-güvenin ise; kendi bilincinin karşısında doğruluk içinde olmanın pratik
şekli olduğunu bilmektir.
ee) Keyfince belirlenmiş sübjektif kaprislerine değil, rasyonel
prensiplerine sadakattir.
l)
Adalet
erdemine sahip olmaktır. Adalet:
aa) Bir
insanın karakterini ve/veya eylemlerini, sadece elde mevcut olgusal veriler
açısından değerlendirmek ve ona karşı, bu değerlendirmeyi objektif bir ahlaki
kriterle mukayese ederek davranmaktır.
bb)
Karşılaşılan yabancı bir insana, sahip olduğu insani potansiyel adına, aksi
isbat edilene kadar iyi bir insanmış gibi davranmaktır.
cc)
İnsan hayatına değer veren birisi, insan hayatını imha etmeğe yönelenlere değer
veremeyeceğinden; temel kötülükler işleyen bir insana karşı, nefret ve takbih
içinde olmaktır.
dd)
Erdemli bir insana karşı, erdemleriyle orantılı bir takdir hissi içinde
olmaktır.
ee)
Kazanılmamış ve layık olunmamış, maddi yada manevi hiçbir şeyi, almamak ve
vermemektir.
m) Kendi amaç ve
motiflerini tam bilmeden, bir serseri mayın gibi davranmamaktır.
n) Akli (rasyonel)
olmaya; ara-sıra, seçilmiş bazı konularda, olağanüstülüklerde değil, sürekli
bir hayat tarzı olarak adanmış olmaktır.
2.4.2 Üretkenlik
Üretkenlik erdemi: insan
zihnince yönetilen ve amacı, insan hayatını sürdürmek olan sürecin, -insanı,
hayvanlar gibi ortama uyma zorunluluğundan kurtaran sürecin- üretken çalışma
olduğu gerçeğinin bilinmesi ve kabul edilmesi demektir. Üretken çalışma, insanı
sınır tanımayan başarılara götüren yoldur ve insan tabiatının en yüce
özelliklerini hizmete çağırır: yaratıcılığı, heves ve hırsları, cesareti,
dünyayı kendi değerlerine uygun bir şekle sokma işine adanmışlığı.
"Üretken çalışma" bir işin rutin hareketlerini ezbere tekrarlamak
demek değildir. Üretici çalışma, rasyonel çabaların herhangi bir türünde, büyük
veya mütevazı herhangi bir yetenek düzeyinde, bilinçle seçilmiş ve bilinçle
sürdürülen üretken bir meslek icra etmek demektir. Burada ahlaka konu olan şey,
ne insanın yeteneğinin derecesi, ne de yaptığı işin ölçeğidir; mesele, zihnin
en tam ve en amaçlı bir biçimde kullanılmasıdır.
Üretkenlik erdemi;
sıradan bir çalışan olmak yerine, bir kariyer-insanı olmayı gerektirir.
Kariyer-insanı; zihnini, bilgisini, yeteneğini, yaratıcılığını, tam anlamda
seferber ederek, hiçbir başarı aşamasında beklemek istemeksizin, yaptığı işi
her zaman daha iyi yapmak için, bir başarıdan sonra daha büyük bir başka
başarıyı elde etmek için çalışır. Sıradan bir çalışan ise; yapmakta olduğu işi,
kendisinin zahmetsiz yaşamasına bir türlü izin vermeyen evrenin veya toplumun
tabiatında varolduğunu zannettiği korkunç kötülük tarafından onun başına
sarılmış bir bela olarak görür. Bu yüzden, sıradan çalışanın edindiği çalışma
siyaseti; birilerinin ondan istediği şeyleri, kendini en az yoracak şekilde
yaparak, bir işte çakılı kalmak veya tesadüflerin insafında o işten o işe
sürüklenmektir. Bu anlamda, sınırlı bir yeteneğe sahip olduğu halde, kendi
amaçlı gayretiyle, vasıfsız bir işçilikten, çalıştığı atölyenin ustabaşılığına
yükselen bir insan; kelimenin gerçek ve ahlaki anlamında bir kariyer-insanıdır;
ama, zeka ve yeteneğinin onda birini kullanarak fabrika genel müdürlüğü
pozisyonuna erişip, yerinde sayan bir insan, sadece sıradan bir çalışandır.
2.4.3 Kendine-saygı-ve-güven
İnsanın yaptığı
değer-yargıları içinde en önemlisi, kendisiyle ilgili yaptığı değerlendirmedir.
Bu değerlendirme, içebakış yapamayan insanlarca, bilinçli, sözlü bir yargı
halinde yapılmaz; her an hissediliyor olması yüzünden, tecrit edilmesi ve
kimliklendirilmesi zor olabilen bir duygu halinde yaşanır. İnsanın kendisiyle
ilgili yargısı, kendisinin yaşamaya yetkin ve layık olup olmadığı
meselesi üzerinedir. Yaşama işinde yetkin olduğunu bilen insan, kendine güven
duyar; kişiliğini yaşamaya layık bir varlık haline getirmiş olan insan, kendine
saygı duyar.
Kendine-saygı-ve-güven
erdemi; insanın, hayatını sürdürmek için fiziki değerler üretmek zorunda oluşu
gibi, sürdürmeğe değer bir hayata sahip olmak için de karakter değerleri elde
etmek zorunda olduğu gerçeğini bilmek ve kabul etmektir; başka bir deyişle,
insanın, maddi edinimlerini kendi yaratan bir varlık oluşu gibi, ruhunu da
kendi yaratan bir varlık olduğu gerçeğini tasdik etmektir.
Kendine-saygı-ve-güven
erdemi, bir insanın düşünme gücüne duyduğu güvendir; aldatma gücüne sahip bir
insanın sahte kendine-güveniyle karıştırılmamalıdır. Mesela; bir bilim adamının
kendine güveniyle, bir gangsterin kendine güveni aynı şey değildir ve aynı
psikolojik kaynaktan gelmez. Realiteyle alışveriş içindeki bir insanın (mesela,
bilim adamının) başarısı, onun kendine olan güvenini artırır; realiteyi
aldatmağa çalışan bir insanın (mesela, gangsterin) başarısı ise, onun panik
duygusunu artırır.
Kendine-saygı-ve-güven erdemi, "ahlaki hırslılık" olarak da
isimlendirilebilir. Ahlaki hırslılık; bir insanın ahlaki mükemmelliğe erişerek,
kendisini, kendi nezdindeki en büyük değer haline getirmeyi hedef edinmesi
demektir. Ancak gediksiz bir rasyonelliğe sahip olmakla elde edilebilecek olan
ahlaki mükemmellik:
a) İcrası imkansız,
irrasyonel bir erdemler sistemini asla kabul etmemek; rasyonel olduğunu bildiği
erdemleri icra etmeği ise, hiçbir zaman ihmal etmemektir.
b) Hak etmediği bir
suçluluk duygusunu asla kabul etmemek; suçluluk duygusunu hak edecek bir işi
asla yapmamak; suçluluk duygusunu hak edecek bir iş yapmışsa, düzeltmek için
elinden gelen herşeyi hemen yapmayı asla ihmal etmemektir.
c) Karakterindeki
herhangi bir kusura karşı asla pasif kalmayıp, onu hemen düzeltmeğe girişmektir.
d) Hiçbir mülahazayı,
arzuyu, korkuyu, ruh halini, kendine-saygı-ve-güven ihtiyacının üstüne bir an
için dahi koymamaktır.
e) Her ne sebep için
olursa olsun, kurbanlık hayvan rolünü reddetmek; münzeviliği, kendini
horlamayı, kendini aşağılamayı, kendini küçültmeyi, kendini feda etmeyi, bir
erdem veya görev olarak vazeden her doktrini reddetmek demektir.
2.5 İNSAN HAYATININ AMACI OLARAK MUTLULUK VE KAYNAĞI
Rasyonel bir ahlakın
temel sosyal prensibi şudur: nasıl ki, hayat başlı başına bir amaçsa,
yani başka hiç bir amacın aracı değilse; aynı şekilde, her insan, başlı başına
bir amaçtır; başkalarının amaçlarının ve refahlarının bir aracı değildir; ve
dolayısiyle, insan kendi hatırına yaşamalıdır; ne kendisini başkalarına, ne de
başkalarını kendisine feda etmelidir. "Kendi hatırına yaşamak" şu
prensibi kabul etmektir: kendi mutluluğunu gerçekleştirmek, insanın
en yüce ahlaki amacıdır.
İnsanın hayatta kalma
meselesi, insan bilincine kendisini psikolojik bir hadise olarak dayatırken,
doğrudan doğruya bir "yaşam veya ölüm" sinyali halinde ortaya çıkmaz;
bu mesele, insan bilincinde bir "mutluluk veya mutsuzluk" duygusu
olarak ortaya çıkar. Mutluluk, insanca yaşama işinde başarılı olma halinin
duygusudur; mutsuzluk duygusu ise başarısızlığın, ölümün ikaz işaretidir. Nasıl
ki, insan vücudunun zevk-acı mekanizması, o vücudun sağlığının veya yarasının
otomatik gösterge tablosuysa; başka bir deyişle, yaşamak veya ölmek arasındaki
temel alternatifin barometresiyse; insan bilincinin duygusal mekanizması da,
aynı fonksiyonu gören bir tabiata sahiptir. Duygusal mekanizma, yaşam-ölüm
alternatifini iki temel duygu vasıtasıyla kaydeden bir barometredir: neşe veya
hüzün. Vücudun zevk-acı mekanizması, vücudun, yani insanın fiziki durumunun
gösterge tablosudur; bilincin neşe-hüzün mekanizması ise, bilincin, yani
insanın zihinsel durumunun gösterge tablosudur. Duygular, insan bilincinde
-veya bilinçaltında- bulunan değer yargılarından doğan otomatik sonuçlardır;
duygular, insanı değerlerine götüren veya değerlerinden uzaklaştıran şeylerden,
yani insana yararlı veya zararlı olan şeylerden haber veren
bir bültendir.
İnsan vücudunun
zevk-acı mekanizmasını işleten değer standardı, otomatik ve doğuştandır,
vücudun tabiatınca belirlenmiştir; mesela çıplak olarak kaynar suya sokulan bir
elin, acımamasını sağlamak mümkün değildir. İnsanın duygusal mekanizmasını
işleten değer standardı ise, otomatik değildir; mesela, bazı insanların,
bir diktatörlüğün milyonlarca insanı katletmesine hüzünlenmesi, bazılarının ise
buna neşelenmesi mümkündür.
İnsan hiçbir otomatik
bilgiye sahip olmadığından, hiçbir otomatik değere de sahip olamaz; hiçbir
fıtri (doğuştan) fikre sahip olmadığından, hiçbir fıtri değer yargısına da
sahip olamaz.
İnsan bir bilgilenme (öğrenme)
mekanizmasına sahip olarak doğduğu gibi, bir duygusal mekanizmaya da sahip
olarak doğar; fakat, doğuşta, her ikisi de "tabula
rasa"dır; yani, ne öğrenme mekanizması herhangi bir şey bilir, ne de
duygusal mekanizması herhangi bir şey duyar. İnsanın öğrenme yeteneği, yani zihin, her ikisinin de içeriğini (muhtevasını)
zamanla belirler. İnsanın duygusal mekanizması, zihni tarafından programlanacak
bir bilgisayar gibidir; bu program, zihnin seçeceği değerlerden ibarettir.
İnsan zihninin
çalışması otomatik olmadığından, diğer bütün düşünceler gibi, insani değerler
de, düşünme eyleminin veya bu eylemi tam yapmamış olmanın sonucudur. İnsan,
değerlerini, ya bilinçli bir düşünce süreciyle seçer, ya da bunu yapmamış
olmasının sonucu doğan boşluk, rasgele bir şekilde şunlardan biri veya
birkaçıyla doldurulur: bilinçaltı çağrışımlar, iman, inanç, ideoloji, başka
birisinin otoritesi, herhangi bir tür sosyal ozmos olayı (duyulanları, rasyonel
olup olmadığını anlamadan, otomatikman benimsemek), taklit. İster bilinçle
seçilmiş olsun, isterse bilinçaltı ile, ister açıkça bilinsin, isterse zımnen
kabul edilmiş olsun; değer yargıları,
bütün duyguların kaynağıdır.
İnsanın duygusal
mekanizması ister istemez çalışır: herhangi bir şeyin, kendisi için iyi mi kötü
mü olduğunu hissetme kapasitesinin işleyip işlememesi seçeneğe bağlı değildir.
Fakat, kendisine iyi veya kötü gelecek şeyin ne olacağını, kendisine
neşe veya hüzün verecek şeyin ne olacağını, neyi sevip neden nefret edeceğini,
neyi arzu edip neden kaçacağını, kendisi belirleyebilir; bu işi, bir değer
standardı kullanarak yapar. Bir insan, yanlış bir değer standartı, yani
irrasyonel değerler seçerse, duygusal mekanizmasını, hayatının koruyuculuğu
rolünden çıkarıp, yıkıcısı rolüne iter. İrrasyonel olan, imkansız olandır;
irrasyonel olmak, realitenin olgularıyla çelişki halinde olmak demektir.
İrrasyonel duygulara sahip olmak, irrasyoneli arzulamak, realitedeki olguların
değiştirilemez olanlarından bazılarına karşı çıkmak demektir; oysa, olgular,
bir arzu ile değiştirilemediği gibi, arzu eden kişiyi yıkma gücüne de sahiptir.
Bir insan herhangi bir çelişkiyi kabul ederse; çelişkili bir bilgiyi doğru
kabul ederse, çelişki barındıran bir amaç içinde olursa -mesela, hem elindeki
hıyarı yiyip bitirip, hem de o hıyara sahip olmak isterse- bilincini parçalar,
dağıtır; iç dünyasını, karanlık, tutarsız, anlamsız çatışmalara girişmiş kör
kuvvetlerin iç savaşına çevirir.
Mutluluk, değerlerine
erişen insanın bilincinde doğan bir olumluluk duygusudur. Üretken, çalışmaya
değer veren bir insan için mutluluk, onun kendi hayatına hizmet yolundaki
başarısının ölçüsüdür. Fakat, bir sadist gibi acı vermeye veya bir mazohist
gibi kendine eziyet etmeye veya bir mistik gibi mezardan ötesine veya gazozuna
araba tokuşturan bir serseri gibi akılsızca maceralara değer veriyorsa; yani,
tahrip onun için bir değerse, bu insanın hissedebileceği sözde-mutluluk, kendi
hayatının tahribi doğrultusunda gösterdiği başarının ölçüsüdür. Bu
irrasyonelistlerin duygusal durumunu ifade etmek için; mutluluk kavramını,
hatta zevk kavramını kullanmak pek de doğru olmaz: değer verdikleri şeylere
erişmeleri, onları, içinde bulundukları sürekli terör halinden kısa bir süre
için kurtarmaktan başka bir işe yaramaz.
İrrasyonel kaprisler
peşinde, ne yaşamak, ne de mutluluk elde etmek mümkündür. Nasıl ki, bir insan, bir parazit gibi, bir
beleşçi gibi, bir soyguncu gibi rasgele araçlarla hayatını sürdürmeyi denemekte
serbest olduğu halde; çok kısa süreli rahatlamalar hariç, bu işte başarı
göstermekte serbest olamazsa; aynı şekilde, bir insan, herhangi bir irrasyonel
hayatın içinde, bir yanılgının peşinde, realiteden bir kaçış denemesi içinde
mutluluğu aramakta serbesttir; ama, çok kısa süreli rahatlamalar hariç, bu işte
başarı göstermekte ve sonuçlarından kurtulmakta serbest değildir.
Mutluluk, çelişkisiz
bir neşe demektir; cezası ve suçluluk duygusu olmayan, hiçbir değerle
çelişmeyen, insanı tahrip etmeyen bir neşe demektir. Sadece rasyonel bir insan
mutlu olabilir; çünkü, rasyonel bir insan mümkünü kovalar: sadece rasyonel
amaç, arzu ve değerlerin peşinde gider; sadece rasyonel faaliyetlerden
neşelenir. Başka bir deyişle, rasyonel bir insan, realiteyle dövüşmeyen bir
insan olduğundan; sadece o, realiteyle barışıklığın bir mükafatı olan mutluluğa
erişebilir.
Hayatı sürdürmek ve
mutluluğu aramak iki ayrı konu değildir. Bir insanın, kendi hayatını nihai
değer olarak kabul etmesi ile kendi mutluluğunu en yüce amaç olarak alması,
aynı başarının iki veçhesidir. Realitede, rasyonel amaçlar peşinde gitmek,
hayatın sürdürülmesinden başka bir şey değildir; bu işi başarıyor olmanın
psikolojik sonucu, mükafatı, mutluluk halinde ortaya çıkan bir duygusal durumdur.
İnsan hayatının her anı, her yılı, tamamı, böyle bir mutluluk hissederek
yaşanmalıdır. Bir insan böyle pür bir mutluluğu yaşıyorsa, bu sonuç başlı
başına bir amaçtır; "hayat yaşamağa değer" dedirten, böyle bir
insanın hayatıdır.
Fakat, sebep-sonuç ilişkisi
tersine çevrilemez. Ancak "insana-özgü hayat"ı birincil olarak alıp,
onun gerekli kıldığı değerler elde edilerek mutluluğa varılabilir;
"mutluluk," tanımsız bir birincil olarak alınıp, bunun
"rehberliğinde" yaşayarak mutluluğa varmaya çalışmak, bir yere
götürmez. Rasyonel bir değer standardı açısından "iyi" bir şey elde
ederseniz, mutlaka mutlu olursunuz; fakat, tanımsız bir duygusal standartın
dürtüsüyle elde edilen bir şey, size "mutluluk" diye
niteleyebileceğiniz bir durum hissettirse bile; bu şey, mutlaka
"iyi"lik getirecek demek değildir. "Her ne sizi mutlu
edebiliyorsa" kavramını bir eylem kılavuzu olarak almak, duygusal
kaprislerle yöneltilmeyi kabul etmek demektir. Duygular, bilgilenme (öğrenme)
araçları değildir; bir insanın kaprislerle, yani kaynağını, tabiatını, anlamını
bilmediği arzularla yöneltilmesi, görmeği reddettiği realitenin duvarlarına
çarparak parçalanacak bozuk bir robot haline gelmesi demektir.
2.6 RASYONEL-EGOİZM VE
TOPLUM
Bütün hedonist veya altrüist
doktrinler, bir ahlaki yamyamlık üzerine kurulmuştur; yani, hedonist veya
altrüist, "mutlu olmak için, başka insanlara zarar vermek şarttır"
zanneder.
Bugün bir çok insan, bu prensibe sorgulanmaz bir gerçek olarak inanır.
Böyle olunca, "insanın kendi hatırı için, kendi rasyonel şahsi çıkarı için
varolma hakkı" diye bir hakdan bahsedildiğini duyan çoğu insan;
otomatikman, bu hakkın, başkalarını kendi çıkarı için feda etmek anlamına
geleceğini varsayar. Bu varsayım, müthiş bir yanılgının ifadesidir;
zannetmektedirler ki, başkasına zarar vermek, onu köleleştirmek, soymak,
katletmek bir insanın çıkarınadır. Başkalarını tahrip etmek, bir insanın
"ego"suna zararlı bir şeydir. İnsanın başkalarıyla etkileşiminde,
kendi çıkarına olan tek ilişki türünün, kimsenin kimseyi feda etmediği bir
ilişkiden başkası olamayacağı fikri, insanlığın kardeşliği için çalıştıklarını
söyleyen bu sözde-hümanistlerin aklına hiç gelmez. Esasen,
"değerler," "arzular," "şahsi-çıkar" ve ahlak
bağlamı, her zaman "rasyonel" kavramı ile birlikte düşünülmezse, ne
onların ne de başkalarının aklına böyle bir fikir gelecektir.
Rasyonel bir insan,
ahlakının, rasyonel-egoizm olduğunu gururla söylemelidir. Genel olarak
rasyonel bir ahlaka sahip olmak demek olan rasyonel egoizm, özel olarak:
a) İnsana-özgü bir
hayatı mümkün kılan değerlere sahip olmaktır.
b) Tanrılara insan
kurban edilen dönemlerin zihniyetinden kurtulup bugüne hala gelememiş;
endüstriyel bir toplumun insaniliğini bir türlü keşfedememiş; o an karşısında
duran ava hamle yapmaktan başka hiçbir egoizm düşünemeyen irrasyonel vahşilerin
arzularınca, duygularınca, içgüdülerince, ihtiyaçlarınca üretilmiş değerleri
reddetmektir.
c) İnsan kurban ederek insani
hiçbir iyilik doğamıyacağını bilmektir.
d) Kazanmadığını arzu
etmemek, kimseyi kendi çıkarına feda etmemek, kendini kimsenin çıkarına feda
etmemektir.
e) İster kişisel ister
sosyal, ister maddi ister manevi, bütün insani ilişkilerin tek rasyonel
prensibi olarak mübadele prensibini kabul etmektir. Mübadele prensibi:
aa)
Başkalarıyla ilişkisi değer mübadelesi şeklinde olan insanların rasyonel
çıkarlarının birbiriyle çatışmayacağını bilmektir.
bb) Elde
ettiği şeyi üretici çalışma ile kazanarak elde etmek; hak edilmeyeni almamak ve
vermemektir.
cc)
Başka insanları, efendi veya köle olarak değil, bağımsız eşitleri olarak
görmektir.
dd)
Başka insanlarla, serbest, gönüllü, şiddetsiz, zorlamasız; bütün tarafların
kendi bağımsız yargıları açısından yararlanacağı bir değer takası ilişkisi
içinde bulunmaktır.
ee) Sadece
başardıkları için karşılık istemek; kendi başarısızlığının yükünü, başkalarına
yıkmamak; başkasının başarısızlıklarına, kendi hayatını ipotek etmemektir.
Manevi alanda, yani
insan bilincini ilgilendiren konularda, mübadele aracı farklıdır, ama prensip
aynıdır. Aşk, dostluk, saygı, hayranlık, bir insanın başka bir insanın
erdemlerine olan duygusal mukabelesidir; bir insanın başka bir insanın
karakterindeki erdemlerden aldığı kişisel, egoistçe zevke karşılık yapılan
manevi ödemedir. Ancak bir zorba veya bir altrüist, bir başka insanın
erdemlerini takdir etme eylemindeki derin egoizmi inkar edebilir; ancak o, bir
dahi veya bir budala karşısında olmak, bir kahramana veya bir hayduta raslamak,
bir ideal kadınla veya bir şırfıntıyla evlenmek arasında, -bir insanın egoistçe
çıkarı ve aldığı zevkin miktarı açısından- fark olmadığını iddia edebilir.
Manevi alanda; mübadeleci, sahip olduğu zayıflık ve kusurları yüzünden değil,
sadece erdemleri yüzünden sevilmek ister; sevgisini, başkalarının zayıflık ve
kusurlarına değil, sadece erdemlerine yöneltir.
Sevmek,
değerlendirmektir. Sadece bir rasyonel-egoist, kendine saygı ve güven
duyan bir insan, sevmeğe muktedirdir; çünkü, sadece o, değerlerine ve
değerlendirme işine; sağlam, tutarlı, tavizsiz bir sadakatle sahip çıkar.
"Ego"suna kayıtsız kalan insan, kendine değer vermeyen insan, hiçbir
şeye, hiçbir kimseye değer veremez; yani, hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi sevemez.
İnsanların özgür,
medeni, barışçı, müreffeh, rasyonel bir toplumda birarada
yaşayabilmeleri, sadece rasyonel-egoizm temeli üzerinde, yani adalet temeli
üzerinde mümkündür.
İnsanın, bir insan
toplumunda yaşamasının ona sağlayacağı kişisel bir yarar var mıdır? Evet, sözkonusu olan gerçekten insan bir toplumsa. Toplumsallıktan
elde edilebilecek iki büyük değer vardır: bilgi ve mübadele. İnsan, bilgisini
nesilden nesile genişleterek geçirebilen tek canlıdır; potansiyel olarak
herhangi bir insanın elde edebileceği bilgi miktarı, bütün hayatını bu işe
vakfetse dahi bilemeyeceği kadar fazladır; dolayısiyle, başkalarının keşfettiği
bilgilere erişmek, insana, ölçülemeyecek kadar büyük yarar sağlar. İkinci büyük
değer, toplumsal işbölümünün yararı olarak ortaya çıkar; işbölümü, bir insanın
gayretlerini özel bir çalışma alanına teksif etmesini ve başka çalışma alanlarında
uzmanlaşmış insanlarla mübadelede bulunmasını sağlar. Böyle bir işbirliği
içinde bulunan insanların elde edebilecekleri bilginin, hünerin ve verimin
büyüklüğü; ıssız bir adada veya kendine-yeterli bir çiflikte yaşayarak, ihtiyaç
duydukları herşeyi orada üreten insanların hiç tahayyül edemeyecekleri bir
ölçektedir.
Toplumsal yaşamın bu
faydaları, öte yandan, ne tür insanların başkalarıyla değişebilecek değerler
üretebileceği, ne tür bir toplumda bu tür insanların yaşayabileceği hususunu da
belirleyecektir: sadece rasyonel, üretken, bağımsız insanlar, başkalarıyla
değişebilecek değer üretebilir; bu tür insanlar, sadece rasyonel, üretken ve
özgür bir toplumda yaşayabilir. Parazitler, soyguncular, yağmacılar,
talancılar, zorbalar, haydutlar, insan için değer üretmez; bu tür insan-altı
canlıların yaşam tarzının doğurduğu ihtiyaçların tatminine yönelik olan bir
toplum, insana yarar sağlamaz. İnsana-özgü bir hayat yaşamak isteyenleri,
kurbanlık hayvan olarak gören; onları sahip oldukları erdemler yüzünden
cezalandıran; insana-özgü bir hayatın gereklerini yerine getirmeyenleri, kötülükleri
için mükafatlandıran böyle bir toplum, ancak altrüist ahlak üzerine
kurulabilir. Eğer içinde olmanın fiyatı insana-özgü bir yaşam hakkını terk
etmekse, o toplumun insana hiçbir yararı yoktur.
2.7 BİRKAÇ AHLAK TATBİKATI
İnsanların; bir yandan,
altrüizm gibi pratiğe geçirilemeyecek bir ahlaktan başkasını bilmeyişi; öte
yandan, pratikte bir ahlaka ihtiyacı olduğunu hissetmesi; onları, altrüizm ile
yaşamak arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi gizleyecek hileler bulma çabalarına sevk
etti. Bu çabaların sonuçlarından biri, altrüizmin pratik imkansızlığını
hafifletecek bazı hile-i şeriyyeler bulmak oldu.
Öte yandan, altrüizmin
gerçek yüzü ortaya çıktıkça; altrüizme alternatif doğru bir ahlakın keşfini
önlemek içgüdüsüyle davranan altrüist ahlak militanları, altrüizm kadar yanlış
başka bazı ahlak teorileri icat edip -birer korkuluk olarak- onlara
saldırdılar. Bu tür altrüist saldırıları kolaylaştıran bir husus da, altrüizme alternatif
koymak maksadıyla yola çıkmış bazı filozofların, irrasyonellikte altrüizmden
aşağı kalmayan ahlak teorileri ortaya atmaları, -çürütülmesi kolay ve gerekli-
sahte bir egoizm ve sahte bir bireycilik anlayışını yaymalarıdır.
Bu bölümde, hem altrüizmin
pratikleştirilmesi çabalarının nafileliği sergilenecek, hem de altrüizme
sözde-alternatif korkuluklar teşhir edilip, gerçek alternatifin ne olduğu
hakkındaki argümanlar biraz daha derinleştirilecektir.
2.7.1 Ahlaki yargılama
Bir fahişe için
"n'aapsın zavallı, yaşamak için ona bırakılan tek araç bu!"; bir
hırsız için "bugünün dünyasında çalmasın da nasıl doysun?"; bir kan
davası katili için "n'aapsın garip, daha iyisini bilmiyor!"; dünyevi
veya semavi bir amacı başkalarına zorla kabul ettirmek için onlara silah çeken
bir zorba için "o idealisti eleştirmek için, onun davası içinde olmak
gerekir!" diyebilen bir insanın, bu yargılarının kaynağı nedir?
Eski bir dini hüküm
şöyle der: "Yargılama ki, yargılanmayasın!"
Bir kültürü ve bir
insanın karakterini çözmek ve yozlaştırmak için, böyle bir hükmün hayata
geçmesinden daha güçlü bir silah zor bulunur. Bu hüküm, ahlaki sorumluluktan
kaçış önerisidir; başkalarından alınan bir ahlaki açık çeke karşılık olarak,
başkalarına verilen bir ahlaki açık çektir. Bu hüküm, bir ahlaki agnostisizmdir ve
pratikte ancak şu anlamlara gelir:
a) "Başkaları
hakkında ahlaki yargıda bulunmak yanlıştır."
b) "İnsan, herşeye
karşı ahlaki tolerans içinde olmalıdır."
c) "İyilik, iyiyi
hiçbir zaman kötüden ayırt etmemekten ibarettir." Böyle bir hükümden kimin yarar ve kimin zarar göreceği aşikardır.
İnsanların erdemlerini övmek ve kötülüklerini kınamaktan eşit derecede
kaçınmak; ne eşit muamele yapmaktır, ne de adalet. Böyle bir tarafsızlıkla
verilen tek mesaj; ne iyinin, ne de kötünün sizden hiçbir şey beklememesi
gerektiğidir ki; böyle bir tavırla, iyiye ihanet ve kötüyü teşvik etmekten
başka hiçbir şey başarılamaz.
Öte yandan, ahlaki
yargıda bulunmak da büyük bir sorumluluktur. Yargıç olacak birisinden,
yanılmazlık beklenmez; fakat, sağlam bir karakter beklenir; yani, herkes gibi,
bilgi eksikliğinden veya yanlış bilgiden dolayı hata yapabileceği kabul
edilmekle birlikte, sarsılmaz bir karakter bütünlüğüne sahip olması, bilerek
hiçbir kötülük yapamayan biri olması şarttır. Nasıl ki, bir hukuk yargıcı,
yanlış deliller yüzünden yanılabilmek ve hatalı karar verebilmekle birlikte;
asla, varolan delilleri görmezden gelmez, rüşvet almaz ve zihninin yargılama
yeteneğini, kişisel duygu, heyecan, arzu veya korkulara engelletmezse; aynı
şekilde, her rasyonel insan da, aynı tavizsizlikteki bir tutarlılığı, kendi
zihninin mahkeme salonunda sürdürmelidir; üstelik, onun sorumluluğu daha da
büyüktür; çünkü, bir yargıcın hatasını düzeltebilecek bir çok kamu odağı
varken; O, kendi bilincinde yalnız olacaktır.
Ahlaki yargılamadan
kaçış, yani ahlaki korkaklık, iyiye taraf olmaktan ve kötüye muhalif
olmaktan korkmak demektir. Rasyonel bir insan, "Yargılama ki,
yargılanmayasın!" hükmünü reddedip, "Yargıla ve yargılanmaya hazır
ol!" düsturunu benimsemelidir.
Fakat, ahlaki yargılama
ile psikolojik teşhis karıştırılmamalıdır: ahlaki yargılama, bir insanın
eylemleri, sözleri ve bilinçli kanaatleri üzerinde yapılır; bilinçaltı ile
ilgili çıkarsamalardan yola çıkarak yapılmaz.
2.7.2 Gri renk ahlakı
Altrüizmi benimsemiş
bir insanın her zaman ahlaki olabilmesi mümkün değildir. Bu olgu sık sık şu
sloganla itiraf edilir: "Siyah veya beyaz yoktur; sadece gri vardır."
Kişiler, eylemler,
prensiplerle ilgili söylenen bu sözdeki "siyah veya beyaz,"
"kötü veya iyi" anlamına gelir.
Bu sloganı kabul
edenlerin bir kısmı; değerlerin gereksizliğini veya sübjektifliğini savunan,
-yani, "iyi ve kötü" diye bir şey olmadığını veya bunun objektif
ölçüleri olamayacağını öne süren- tam bir ahlaki nihilizmin savunucularıdır.
Diğer kısmı ise, eksik bir akıl yürütme sonucu, bu slogana taraf olmuşlardır.
Nihilistle akli bir tartışma mümkün değildir. Ama, gri renk ahlakının
mantıksızlığı, rasyonel bir insana teşhir edilebilir.
Bu slogan bir yandan
"siyah veya beyaz yoktur" derken, öte yandan bunların varlığını
zımnen kabul ediyor; çünkü, gri, siyah ve beyazın karışımından başka bir şey
değildir.
Nasıl ki, bir insanın,
epistemolojik olarak, "gri" diye bir şeyi tefrik edebilmesi için,
önce "siyah" ve "beyaz"ın ne olduğunu bilmesi gerekirse;
aynı şekilde, ahlaki alanda da, bir karma kötü-iyiden önce, neyin kötü ve neyin
iyi olduğunu bilmesi gerekir. Bir alternatifin iyi, diğerinin kötü olduğu
belirlendikten sonra, bir karışımı seçmenin hiçbir haklılığı olamaz. Kötü
olduğu bilinen kısmın seçilmesinin hiçbir mazereti yoktur.
Eğer bir ahlak
sisteminin pratiğe geçirilmesi imkansızsa; yapılacak şey: o ahlak sisteminin
kurbanlarını "gri" olarak mazur göstermek yerine, o ahlak sisteminin,
"siyah" olarak mahkum edilmesidir. Eğer bir ahlak sistemi, uzlaşmaz
çelişkileri tavsiye ediyorsa; yani, insan, bir açıdan iyiyi seçmekle, başka bir
açıdan kötü oluyorsa; "gri" mazur görülecek yerde; o ahlak sistemi
"siyah" olarak reddedilmelidir. Bir ahlak sistemi ile realite
arasında hiçbir bağlantı yoksa; yani, bir ahlak sistemi, inançla kabul edilmesi
istenen bir dizi keyfi, sebepsiz, bağlamdan kopuk emirden ibaret olup, insanın
pratik hayatına hiçbir rasyonel rehberlikte bulunmuyorsa; "gri" mazur
görülecek yerde, o ahlak sistemi "siyah" olarak reddedilmelidir. Hem;
bu irrasyonel ahlak sistemlerinin kurbanlarının "siyah" olarak mahkum
edilmemesi için hiçbir objektif sebep yoktur.
Eğer karmaşık bir
ahlaki meselede; bir insan, neyin doğru olduğunu tayin etmek için bütün gayreti
gösterir ve yine de yanılırsa; o insan, "gri" olarak nitelenemez;
ahlaken "beyaz"dır. Yaptığı hata bir bilgi hatasıdır; ama, ahlak
ihlali değildir; çünkü, rasyonel bir ahlak yanılmazlık ve "Alim-i
Mutlak"lık gerektirmez. Fakat, ahlaki yargı sorumluluğundan kaçmak için,
gözünü ve zihnini kapatırsa; meseledeki olguları görmezden gelmeye ve bilmemeye
çalışırsa, "gri" olarak nitelenemez; ahlaken, "siyah"tır.
"Siyah veya beyaz
yoktur; sadece gri vardır" sözü, başka bir klişenin değişik kelimelerle
tekrarı gibi öne sürülür: "Bu dünyada kimse mükemmel değildir."
Kimsenin mükemmel olmadığını iddia ederek söylemeye çalıştıkları şey şudur:
"Herkes iyi ve kötünün (beyaz ve siyahın) bir karışımıdır; dolayısiyle,
ahlaken gridir." İnsanların çoğu böyle bir tasvire uyduğundan; bu, tabii
bir olgu zannedilmektedir. Unutulan şey, ahlakın insanın seçeneğine açık olan
konularla uğraştığı, dolayısiyle hiçbir istatistiki genellemenin bu konuda
yerinin olamayacağıdır. Üç milyar dünya vatandaşından sadece bir tanesi bunu
başarabilmiş olsa dahi, ahlaki mükemmelik amaçtır. Hatta bu güne kadar hiç
kimse başarmamış olsa dahi, objektif olarak tanımlanıp, pratik mümkünlüğü
mantıken gösterilebildikten sonra, ahlaki mükemmellik amaçtır.
"Siyah veya beyaz
yoktur; sadece gri vardır"ı savunan bir insana verilecek cevap,
"Kendi adınıza konuşuyor olmalısınız; ben sadece beyaz olmak için
çalışıyorum!" olmalıdır. Genel olarak, "insanlar, tamamen kötü veya
tamamen iyi olmak istemiyorlar" diyen "gri" savunucusunun, özel
olarak söylemek istediği şey, şu basit yakarıştır: "tamamen iyi veya
tamamen kötü olmak istemiyorum; ama, beni lütfen tamamen kötü olarak da
görmeyin".
Ahlakta "gri"
yoktur. Spesifik bir şey veya davranışın, spesifik bir açıdan, aynı zamanda hem
iyi hem de kötü olduğunu iddia etmek, belirsizliğe teslim olmaktır. Nasıl ki,
epistemolojide belirsizliğe tapmak, akla karşı bir isyansa; aynı şekilde,
ahlakta griye tapmak, ahlaki değerlere karşı bir isyandır. Her ikisi de,
realitenin mutlaklığına bir isyandır.
2.7.3 Ya-kendini-ya-başkasını-feda ahlakı olarak altrüizm
Altrüizmin
(kendini-feda ahlakının) benimsenmiş olmasının psikolojik sonuçlarından birisi;
ahlak meselesine, insanın normal hayat şartlarının değil, olağanüstü şartların
belirlediği bir bağlamda yaklaşılmasıdır. "Şöyle bir insana, şöyle bir
günlük meselede nasıl davranırsın?" gibi sorular yerine, "Boğulmakta
olan bir insanı kurtarmak için, hayatını tehlikeye atarmıydın?" veya
"Batan bir teknedeki tek can yeleğini, karına mı verirdin, kendine
mi?" gibi sorular ortaya atılır.
Böyle bir yaklaşım,
altrüizmin kurbanlarının karakter yapısını ele vermektedir:
a)
Kendine-saygı-ve-güvenden yoksundurlar; çünkü, değerler alanında ilk
meseleleri, hayatlarını nasıl inşa edecekleri değil, onu nasıl feda
edecekleridir.
b) Başkalarına saygıdan
yoksundurlar; çünkü, insanlığı, sefalete mahkum, sürekli yardım bekleyeyen,
dilenen bir zavallılar sürüsü olarak görmektedirler.
c) Realiteyi bir kabus
olarak görmektedirler; çünkü, insanlığı, felaketlerin sürekli ve temel bir konu
olacağı, bedhah bir evrene hapsolmuş zannetmektedirler.
d) Ahlaka karşı müthiş
bir kayıtsızlık içindedirler; çünkü, soruları, kendi hayatlarının aktüel
problemleriyle hiç ilgisiz, belki ömürleri boyunca hiç karşılaşmayacakları
durumlarla ilgilidir; yani, normal hayatlarına rehber olacak bir ahlak sistemi
yerine, sadece istisnai hallerde rehber olacak davranış kurallarıyla
ilgilenmektirler.
Başkalarına yardımı
merkezi ve temel bir ahlak konusu yapan altrüizm, insanlar arasında gerçek
iyilikseverliği ve dostluğu yok eder. Altrüizm; başka bir insana değer verme
işini, bir benliksizlik (egosuzluk) eylemi olarak ortaya koyarak; başkasına
değer verme işinde, egoistçe bir yan bulunamayacağı; başkasına değer verme
işinin, kendini feda etmek anlamına geleceği; başkasına duyduğu bir sevgi,
hayranlık ve saygının, kendi zevki için olamayacağı, tersine kendi
mevcudiyetine bir tehdit teşkil edeceği inancını doğurur.
Ortaya çıkan bu
ya-kendini-ya-başkasını-feda ikileminin öbür yüzünü seçenler, altrüizmin
gayrı-insanileştirici etkisinin nihai ürünleri olan psikopatlardır. Bunlar,
altrüizme alternatif bir ahlaka da sahip olmadıklarından; kendini-feda
anlayışına karşı çıkarken, her insana karşı kayıtsızlığı savunan, (genellikle
kendi cinslerinden bir sürücünün sebep olduğu) bir trafik kazasında yaralanmış,
yerde yatan bir insana yardım etmek için parmağını bile kıpırdatmayacağını
söyleyen tiplerdir.
Çoğu insan, bu altrüist
ikilemin iki yüzünü de kabul etmez. Böyle olunca, insanlararası ilişkiler ve
başkalarına yardım işinin tabiatı, amacı ve ölçüsü üzerinde büyük bir
entellektüel kaos ortaya çıkar.
İnsan, kurbanlık hayvan
değildir: kendisini başkalarına feda etmesi, ahlaki bir görev veya erdem
değildir. Fakat, insanlar arasında fedaya dayanmayan bir yardımı düzenleyen
ahlaki prensipler, rasyonel olarak ortaya konabilir.
"Feda," bir
değeri, ondan daha az olan bir değer karşılığında veya karşılığında hiçbir
değer elde etmeden teslim etmektir. Yani, altrüizm; bir insanın erdemini;
değerlerini teslim veya reddettiği veya onlara ihanet ettiği dereceyle
ölçmektedir. Mesela, altrüizme göre; yabancılara veya düşmanlara yapılan bir
yardım, sevilenlere yapılan bir yardımdan daha az "egoistçe"dir, yani
daha erdemlicedir. Rasyonel bir davranış, bunun tam tersi olmalıdır; rasyonel
bir insan, daima değerler sisteminin hiyerarşisi içinde davranır: bir değeri,
daha az bir değer uğruna vermez, feda etmez.
Bir insanın sevdikleri
için yaptıkları, -bu yapılanlar, kendi değerler hiyerarşisi içinde kişisel
(rasyonel) bir önem taşıyorsa- feda teşkil etmez. Karısına aşık bir adamın, onun
tehlikeli bir hastalıktan kurtulması için bütün servetini sarf etmesi, bir
fedakarlık değildir; çünkü, karısının hayatı, parasıyla alabileceği bütün
şeylerden daha kıymetlidir. Fakat, onu kurtaracak yerde; içlerinden hiçbirini
tanımadığı, kendisine hiçbir şey ifade etmeyen on kadının hayatını kurtarmakta
parasını harcaması, -ki altrüizm bunu ister- bir fedakarlıktır. Rasyonel bir
insan, tanımadığı on kadın yerine, neden sevdiği karısını kurtarır? Çünkü,
kendi mutluluğu, hayatının en yüce gayesidir ve karısının hayatta kalması kendi
mutluluğu için gereklidir.
Boğulmak üzere olan
insan konusuna gelince... Eğer, kurtarılacak insan bir yabancı ise, onu
kurtarmaya çalışmak, insanın kendi hayatı için çok küçük bir risk varsa,
ahlaken doğrudur; risk büyükse, kurtarma teşebbüsü gayrı-ahlakidir: ancak
kendine saygıdan yoksun bir insan, kendi hayatını, rasgele bir yabancının
hayatından daha değersiz görür. Eğer, kurtarılacak insan yabancı değilse,
alınacak olan riskin büyüklüğü, o kişiye verilen değerin büyüklüğüyle
orantılıdır. Eğer, o insan, aşk duyulan bir insan ise, onu kurtarmak için
hayatı kaybetmek göze alınabilir; ve bu ancak rasyonel-egoistçe bir amaç için
yapılır; çünkü, aşık olunan o insanın yokluğunda hayat dayanılmaz olabilir.
Bir insanın sevdiklerine
yardım için yaptıkları, "benliksizlik" (egosuzluk) veya
"fedakarlık" değildir, bütünlüktür. Bütünlük, bir insanın
kanaatlerine ve değerlerine sadık olması, değerlerine uygun davranması, onları
pratik realiteye geçirmesidir.
Rasyonel bir insanın,
yabancılara yaklaşımını belirleyen şey ise, onların sahip olduğu insani
potansiyele saygıdır; ta ki, o yabancı tersine davransın. Fakat, bu demek
değildir ki; insan, sürekli olarak yardım edeceği bir yabancı arasın. Prensip
olarak her insan kendi hayatından sorumludur; fakat, insan, bir
olağanüstülükte, gücü yettiğince yabancılara yardım eder.
Unutulmaması gereken
şey şudur: insanlar normal olarak batmak üzere olan gemilerde yaşamazlar veya
boğulmakta olan insanlara sık sık raslamazlar; dolayısiyle, bu tür dünyalar
üzerinde kurulu ahlak sistemleri yanlıştır; normal bir yaşamı, insani mutluluğu
merkez alan rasyonel bir ahlak; olağanüstülüklerdeki rehberliği de yapabilecek
olan tek ahlaktır.
2.7.4 Ahlak ve Taviz
Bir uzlaşma, karşılıklı
tavizler vererek, çatışan taleplerde yapılan bir ayarlamadır. Yani, bir
uzlaşmada, her iki tarafta da haklı sayılabilecek bir talep ve birbirine
sunulacak bir değer vardır. Herşeyden önemlisi, bir uzlaşmanın gerçekleşmesi
için, çatışma konusu olan somut konular bir yana, her iki tarafın da böyle bir
anlaşmaya yaklaşımlarını belirleyen belirli bir prensipte hemfikir olmaları
gerekir.
Sadece, böyle bir
prensibin hayata geçirilmesindeki somutluklar veya spesifikler üzerinde bir
taviz söz konusu olabilir. Mesela, pazarlıkla yapılan alışverişte, varılan
sonuç bir uzlaşmadır. Burada geçerli olan prensip, ticaret prensibidir; yani,
alıcı, satıcının ürünü için ödeme yapmak zorundadır. Fiyatın veya ödeme
şeklinin şu veya bu olması konusundaki pazarlık sonucu varılan fiyat ve ödeme
şekli bir tavizdir. Fakat, prensipte bir taviz söz konusu olamaz. Yani, alıcı
hiç bir şey ödemeden, satıcının ürününü almak isterse, bu konuda hiçbir
müzakere, hiçbir taviz, hiçbir uzlaşma söz konusu olamaz. Alışverişteki bu
prensip, ancak kriminal bir yolla ihlal
edilebilir; satıcının malı, ticaret prensibinin dışına çıkılarak elde edilirse,
bu bir gasp olur.
Bir hırsızla, mal
sahibi arasında hiçbir uzlaşma mümkün değildir: iflah olmayacak bir hırsıza,
bir gümüş kaşık vererek, bir daha kendisinden mal çalmamasını istemek bir
uzlaşma değil, ona teslim olmaktır. İflah olmaz bir hırsız, karşılığında hangi
değeri verecektir? Tek taraflı taviz prensibi bir kere kabul edilmeye görsün,
tavizkar tarafın bütün haklarının ortadan kalkması, sadece bir zaman
meselesidir.
Özgürlük ve Devlet
kontrolu arasında da hiçbir uzlaşma olamaz; "sadece bir kaç
kontrol"un ihdas edilmesi, vazgeçilmez birey haklarının teslimi ve onun
yerine Devlet'in sınırsız, keyfi iktidarının geçirilmesi demektir ki; özgür
insanların köleliğe doğru tedrici yürüyüşü böyle başlar.
Temel prensiplerden
hiçbir taviz verilemez. Ölmek ve yaşamak arasında veya doğru ve yanlış arasında
veya akıl ve irrasyonellik arasında veya iyi ve kötü arasında, nasıl bir
uzlaşma olabilir ki?
Bugün bir çok insan,
taviz ve uzlaşmadan bahsettiğinde kast edilen şey, genellikle, meşru bir
alışveriş olmayıp, birisinin prensiplerine ihanetidir; prensiplerini, yersiz,
irrasyonel bir talebe teslim etmesidir. Bunu mümkün kılan doktrin, ahlaki
sübjektivizmdir. Ahlaki sübjektivizm, şunların kabulüdür:
a) "Bir arzu veya kapris indirgenmez bir ahlak
birincilidir."
b) "Her insan, ifade
edeceği bir arzusunun gerçekleşmesi hakkına sahiptir."
c) "Bütün arzular,
eşit ahlaki geçerliğe sahiptir."
d) "Başkalarıyla
geçinmenin tek yolu, herkesle uzlaşmak, kendinden istenen herhangi bir şeyi
teslim etmektir."
Böyle bir doktrinden kimin yararlanıp, kimin
zarar göreceği açıktır. "Uzlaşma" kavramını duyan rasyonel bir insan;
kastedilen şeyin, gerçekten meşru bir işlem mi, yoksa bir teslimiyet mi
olduğuna dikkat etmelidir.
"Taviz"
konusunda bir çok insan, temel bir prensip ile spesifik bir arzu arasındaki
farkı gözden kaçırır. Prensiplerde tavizkarlık, birisinin rahatının değil,
kanaatlerinin ihlali demektir. Birisinin sevmediği bir işte çalışması taviz
değildir; ama, kötülük olduğunu bildiği bir işi yapması tavizdir; fikirlerini
paylaşmadığı bir işverenin yanında çalışmak taviz değildir; ama, fikirlerini
paylaşıyor gibi görünmek tavizdir.
Ahlaki prensiplerden hiçbir taviz
verilemez. Nasıl ki, besin ve zehir arasındaki bir uzlaşmada sadece ölüm
kazanırsa; bir kuyu iyi suya atılan bir bardak zehir, bütün suyu içilmez
kılarsa; aynı şekilde, iyi ve kötü arasındaki bir uzlaşmada, sadece kötü
kazanır.
2.7.5 Bireycilik ve Sahteleri
Bireycilik, hem
ahlaki-politik, hem de ahlaki-psikolojik bir kavramdır. Ahlaki-politik bir
kavram olarak bireycilik, birey haklarının üstünlüğü prensibinin kabulü
demektir: insan, başlı başına bir amaçtır, başkalarının amaçlarının bir aracı
olamaz. Ahlaki-psikolojik bir kavram olarak bireycilik, bireyin zihni
bağımsızlık prensibinin kabulü demektir:
insan, bağımsız olarak düşünmeli, yargılamalı ve hiçbir şeye kendi
aklının hükümranlığından daha üstün bir yer vermemelidir.
İnsan hayatını değer
standartı olarak kabul eden rasyonel bir ahlak isbatlamıştır ki: insanın, insan
olarak, rasyonel bir varlık olarak hayatta var kalabilmesi için,
-psikolojik ve politik anlamda- bireycilik, objektif bir ihtiyaçtır.
Rasyonel anlamındaki bu
gerçek bireycilik yerine, sık sık, "başkalarının haklarına riayet etmemek;
arzulanan herşeyi yapmak" anlamı atfedilen bir sahte bireycilik anlayışı
ortaya atılır. Bu anlayışın ifadesi olarak, genellikle Nietzche ve Max
Stirner'den alıntılar yapılır. Bireyciliğin bu sahte türünün, bireycilik
olduğu; kendini başkalarına feda etmeyi reddeden bir insanın, hemen başkalarını
kendine feda etmeye niyetleneceği inancı, altrüistlerin, rasyonel bir
bireyciliği karalamak için kullandığı bir silahtır.
Rasyonel bir
bireyciliği, sahtelerinden ayırt etmek için bazı hususları hatırlatmak yararlı
olacaktır:
a) Rasyonel bireycilik,
insanın insan olarak hayatta kalabilmesinin zorunlu kıldığı objektif bir
ahlaktan kaynaklanır. Bu ahlak, insanların vazgeçemeyeceği bir objektif ihtiyaç
olarak bazı erdemler tanımlamıştır. Rasyonel bireycilik, bireylerin bu
erdemlere sahip olmasını mümkün kılan bir politik alet olan birey haklarının
vazgeçilmezliğinin kabulü demektir. Başka insanların haklarını ihlal eden bir
insan, bu hakları kendisi için talep edemez: bireyci olamaz.
b) Rasyonel bireycilik,
sadece insanın kollektif için yaşamasını reddetmekten ibaret değildir. Rasyonel
bir bireyci, kendi hatırı için yaşar; fakat, kendi zihninden ve
çalışmasından kaynaklanan bir hayat sürdürür; kendisini kimseye feda etmediği
gibi, kimseyi kendine feda etmez: insanlarla değer mübadele eder, onları
yağmalamaz.
c) Rasyonel bireyci,
kendi zihni hükümranlığı ile yaşar ve bağımsız düşünce ile sübjektif bir
duygu
arasındaki farkı bilir. Sahte bireyci, "bağımsız düşünce" ile
"bağımsız duygu"yu aynı şey zanneder. "Bağımsız duygu" diye
bir şey yoktur; sadece, bağımsız zihin ve onun ürünü olan bağımsız düşünce
vardır. Duyguları belirleyen, ahlaki değerler, ahlaki değerleri belirleyen
bağımsız zihindir. Arzulanan her şeyi yapmak, bir bireycinin değil, bir
irrasyonelin işidir.
d) İsyankarlık ve
gayrı-konvansiyonel oluş da, başlı başına, bireyciliğin bir kanıtı değildir.
Bireycilik, sadece konformizme karşı olmaktan ibaret değildir. Konformist,
"bu doğrudur; çünkü, başkaları öyle inanıyor" diyen
insandır. Fakat, bireyci "bu doğrudur; çünkü, ben öyle inanıyorum"
diyen insan da değildir. Bireyci, "buna inanıyorum; çünkü, bunun doğru
olmasının sebeplerini görüyorum" der. Akli gerekçelerini bulduğunda
konvansiyonlara karşı çıkmak, isyan etmek bireyciliktir; fakat, hiçbir
gerekçesiz, sırf "Ben istedim oldu!" yaklaşımıyla eksantriklik yapmak
bireycilik değil, sübjektivizmdir. Ne kafiyesi, ne ölçüsü, ne insicamı, ne de
başkasına vereceği bir anlamı olan bir şiir yazmak bir sübjektivizmdir; ama,
bir bireycilik değildir. Ne ritmi, ne de melodisi olan bir müzik yazmak bir
sübjektivizmdir; ama, bir bireycilik değildir. Hiçbir toplumsal sağlık
kuralına, kasden riayet etmemek bir psikopatlıktır; ama, bir bireycilik
değildir.
e) Kabileciliğe karşı
oluş, bireyciliğin tabii bir sonucudur. Fakat, kabileciliğe karşı olan her
insan, bir bireyci demek değildir: o insan, bir yalnız kurt da olabilir.
Bu kurtların çoğunluğu, beklediğini bulamamış kabilecilerdir; kabile (veya
etraflarındaki insanlar) tarafından reddedilmişlerdir: bunlar, ya konvansiyonel
kurallara hiç uyamayan insanlardır, ya da manipülatif karakterleri, kabilesel
iktidar için rekabete girişemeyecek kadar aşikar ve kaba olan insanlardır.
Kavramsal bir zihniyete sahip olamayan yalnız kurt, sadece algılarının
rehberliğinde davranan bir tür entellektüel berduştur. Oradan buradan edindiği
rasgele düşünce parçacıklarıyla zihnini dolduran, bu düşünceleri keyfen sürekli
değiştiren, seyyar bir fikirler bit pazarı halinde dolaşan yalnız kurtun
davranışlarında bir tek sabit tavır vardır: bir guruptan bir başka guruba
sürüklenmek ve ne cins olurlarsa olsunlar, bir takım insanlara tutunarak onları
manipüle etmek. Bu tür insanları teşhisindeki en açık semptom, onların bir amoralist
oluşlarıdır: kabilesel yalnız kurtlar, kendilerini ve eylemlerini herhangi bir
standartla yargılama yeteneğinden yoksundurlar. Kendini-değerlendirmenin normal
yörüngesi, soyut bir değere referansla yapılır: "Ben iyiyim, çünkü
rasyonelim" veya "Ben iyiyim, çünkü dürüstüm" veya hiç değilse
elden-düşme bir nosyonla, "Ben iyiyim, çünkü insanlar beni sever"
gibi. Amoralistin yörüngesi ise -kendisi nadiren ifade
etse bile- "Ben iyiyim, çünkü ben, benim"dir. Amoralizm, ahlaki
sübjektivizmle karıştırılmamalıdır: sübjektivist, değerlerini teşhis edemese de
veya onların objektif geçerliliğini isbat edemese de, -büyük bir psikolojik
güçlükle de olsa- pratikte onlara sadık kalabilir; amoralist, sübjektif
değerlere de sahip değildir; O, herhangi bir değerden
yoksundur.
3
POLİTİKA
Ahlak, bir yandan
insanın kendi karakterinin ne olması gerektiğini belirlerken, diğer yandan onun
başka insanlara nasıl davranacağının kurallarını ortaya koyar ve politika
isimli felsefe disiplinine yol verir. Politika, insana-özgü bir toplumsal
sistemin temel prensiplerini belirleyen felsefe dalıdır.
Bir ülkenin pratik
politikasının amaçlarını ve seyir çizgisini belirleyen, politik felsefedir
(politikadır). Fakat, politik felsefenin temel işi, özel politik
problemleri çözmek değildir. Politik felsefe: olayların eğilimini belirleyen,
bu eğilimin sebeplerini bulup, sonuçlarını kestiren; temel toplumsal
problemleri teşhis edip çözüm öneren soyut bir teoridir. Mesela, politik
felsefe, "Siyasi yönetimler hangi malların fiyatını hangi yöntemlerle
tesbit etmelidir?" gibi sorulara cevap aramaz; siyasi yönetimlerin böyle
bir hakka sahip olup olmadıkları sorusunu cevaplandırır.
Politika, başka üç
felsefe disiplini üzerinde bina olur: mevcudiyetin doğru bir tablosunu
metafizikten, insana-özgü bir hayatın tanımını ahlaktan ve bilgi elde edip
sağlamak için gerekli aletleri epistemolojiden alır. Tutarlı bir politik
teorinin formüle edilip pratiğe geçirilmesi, ancak böyle bir temel üzerinde
mümkündür.
İnsana-özgü bir
toplumsal sistemin temel politik prensibi, ahlak felsefesi tarafından
belirlenmiştir: Hiçbir insan -veya gurup veya toplum veya siyasi yönetim- bir
kriminal rolüne bürünüp, başka herhangi bir insana karşı fiziki zor kullanımını
başlatma
hakkına sahip değildir; fiziki zor kullanma hakkı, sadece mukabele olarak ve
sadece
fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir.
Ahlak felsefesince
tanımlanan hayatın mümkün olduğu bir toplumsal sistem, ancak bu politik
prensibin tatbikata geçirilmesiyle yaşatılabilir. İki veçheli bu tatbikatın birinci
veçhesi: ahlaktan politikaya yapılan bir bağlantı olan, yani bir insanın ahlak
sistemiyle, bir toplumun hukuk sistemi arasında kurulan bir köprü olan İnsan
(Birey) Haklarıdır. İkinci veçhe ise, insan haklarını objektif
bir kurallar sistemi çerçevesinde koruyacak bir kurum olan Siyasi Yönetim'dir.
3.1 BİREY HAKLARI
"Haklar,"
kökeni itibarı ile bir ahlak kavramıdır; fakat, hayata geçirilmesi açısından
bir politika kavramıdır. "Haklar" kavramı, bir bireyin kendi eylemlerine
rehberlik eden prensiplerden, onun başkalarıyla ilişkisine rehberlik eden
prensiplere doğru mantıki geçişi ifade eder. "Haklar" kavramı,
bireyin ahlaka uygun yaşamını, toplumsal bir bağlamda korur. Birey
hakları, bütün toplumu ahlaka tabi kılmanın aracıdır.
Her politik sistem,
belirli bir ahlak sistemi üzerine bina olur. İnsanlık tarihinin baskın ahlak
sistemi, altrüist-kollektivist doktrinin çeşitlemelerinden ibaret olmuştur;
yani, bireyi, ya mistik ya da sosyal karakterli bir üst otoriteye tabi
kılmıştır. Bunun sonucu olarak politik sistemlerin çoğu, aynı devletçi
tiranlığın -derecede farklı, temel prensipte aynı- çeşitlemeleri halindedir. Bu
tiranlıkların birey üzerindeki gücünü sınırlayan tek şey, tesadüfler olmuştur:
ya bireye bir takım alanlarda sınırlı bir saygı gösteren kimi gelenekler; ya
da, kanlı çekişme ve çöküş dönemlerindeki kaosun doğurduğu kontrolsuzluk. Böyle
bütün sistemlerde ahlak, bireye tatbik edilen, fakat o mistik veya sosyal
kaynaklı üst otoritenin muaf tutulduğu bir kavramdır. Mesela, o otoritelerden
biri olarak sunulan "toplum" ahlak kanunlarının dışında tutulmuştur;
çünkü, toplum, ahlakın kaynağı, yorumlayıcısı, amacı olarak kabul edilmiştir.
"Toplum" diye
bir varlık olmadığı için, (yani, toplum sadece birden fazla birey insana işaret
eden bir soyutlamadan ibaret olduğu için) toplumun ahlak kanunlarına tabi
olmaması demek, pratikte, toplumun yöneticilerinin ahlak kurallarından muaf olması
anlamına geldi.
Politik otoritenin
ahlak-dışı kalması olgusu, mistik veya sosyal kaynaklı hangi
altrüist-kollektivist ahlaka sahip olursa olsun, bütün devletçi sistemler için
geçerli oldu. "Hükümdarların Kutsal Hakları" nosyonu, mistik
ahlakların politik teorisini; "Vox populi, vox dei"
("Halkın sesi, tanrının sesi") nosyonu, sosyal ahlakların politik
teorisini ifade eder.
İnsanlık tarihinin en
büyük devrimi, toplumu ahlak kanunlarına tabi kılmak olmuştur. Toplumu ahlak
kanunlarına tabi kılmak, birey haklarının kabulü ve hayata geçmesiyle mümkün
oldu; böylece, devletin gücü sınırlanabildi; bireyin (insanın) başkalarının
(kollektifin) kaba kuvvetine karşı korunması mümkün oldu; pazunun, haklıya,
doğruya, akla karşı geleneksel üstünlüğü sona erdirildi.
Bu devrimin ilk
gerçekleştiği yer Amerika Birleşik Devletleri'dir. Tarihin en devrimci belgesi
olan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirisinin ikinci paragrafı şöyle başlar:
"Şu hakikatları
aşikar adderiz: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır; yaratıcıları tarafından
bir takım vazgeçilmez haklarla donatılmışlardır; bu haklar arasında hayat,
özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak vardır; bu hakları emniyete almak
için insanlar arasında siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin
iktidarlarının meşruiyeti, ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
Vazgeçilmez insan
haklarının Amerika Birleşik Devletleri cumhuriyeti içinde hayata geçmesi,
insanlık tarihinde bir dönüm noktası olmuştur. Daha önceki bütün politik
sistemler; insanı, başkalarının amaçlarına bir araç olarak görürken, toplumu
başlı-başına bir amaç olarak gördü. Amerika'nın kuruluş felsefesi ise; insanı,
başlı-başına bir amaç; toplumu ise, bireylerin barışcı, dirlikli, gönüllü
beraberliklerinin bir aracı olarak görür. Daha önceki bütün politik sistemler;
insan hayatının topluma ait olduğu, toplumun onu istediği şekilde
kullanabileceği; bireyin yararlanabileceği herhangi bir özgürlüğün, tabii bir
hak olarak değil, sadece toplumun ona bir lutfu olarak verildiği, bu özgürlüğü
sadece toplumun izni ile kullanabileceği ve bu özgürlüğün her an geri
alınabileceği prensibi üzerine kurulmuştu. Amerika Birleşik Devletleri ise; bir
insanın hayatının bir hak olarak (yani, insan tabiatının gerekli kıldığı bir
ahlaki prensip olarak) o insanın kendisine ait olduğu; bir hakkın bireye ait
bir hususiyet olduğu, toplumun bu anlamda hiçbir hakkının olmadığı; bir siyasi
yönetimin tek ahlaki amacının birey haklarını korumaktan ibaret olduğu prensibi
üzerinde kuruldu.
Bir "hak,"
bir insanın davranma özgürlüğünü, toplumsal bir bağlamda tanımlayan ve kutsayan
bir ahlak prensibidir. Temel bir tek hak vardır (diğer bütün
haklar onun sonucu ve parelelidir): bir insanın kendi hayatı üzerindeki hakkı.
İnsan hayatı, insanın kendisi tarafından sürdürülebilen bir faaliyetler
sürecidir. Hayat hakkı, insanın kendi gayretiyle sürdüreceği faaliyetlere
girişme hakkıdır; yani, rasyonel bir varlık olmasıyla belirlenen tabiatının
dikte ettiği bir tarzda, kendi hayatını sağlamak, geliştirmek, anlamlı ve
zevkli kılmak için girişeceği bütün eylemleri yapabilme özgürlüğüdür. (Hayat,
özgürlük ve kendi-başına-mutluluğu-aramak hakları, bu anlama gelir.)
Bir "hak"
kavramı, sadece faaliyete ilişkindir; yani, faaliyet gösterme özgürlüğüne
ilişkindir. Başka insanların fiziki baskı, zorlama ve müdahalelerinden özgür
olmak anlamına gelir.
Yani, her birey için,
bir hak, bir pozitifin ahlaken kutsanmasıdır; bu pozitif, bireyin, kendi
yargısına uygun olarak, kendi amaçları için, kendi gönüllü, zorlamasız
seçimleriyle davranabilmesi özgürlüğüdür. Bir bireyin hakları, başka bireylere
-bir negatif
dışında- hiçbir yükümlülük getirmez; bu negatif, başka bireylerin, o bireyin
haklarını ihlal etmekten geri durmasıdır.
Hayat hakkı, bütün
hakların kaynağıdır; ve mülkiyet hakkı, hakların pratiğe
geçirilmesinin tek yoludur; yani, mülkiyet hakkı olmaksızın hiçbir hak mümkün
değildir. İnsan, hayatını kendi gayretiyle sürdürmek zorundadır: insana gerekli
herşey, insan aklınca keşfedilir ve insan gayretiyle üretilir; yani, insanın
iki temel işi: düşünmek ve üretmektir. Birbiriyle ilişkin bu iki temel iş,
özgürlüğü (yani, fiziki baskı ve zorlama yokluğunu) gerekli kılar: her birey,
özgürce düşünerek kendi yargısını oluşturabilmek ve bu yargısına uygun
davranabilmek hakkına sahiptir; yani, özgürdür. Özgürlüğün üretimdeki ifadesi
mülkiyet prensibidir: her birey, kendi düşünme ve çalışma gücünün onu getirdiği
düzeylerde, kendi seçtiği araç ve yöntemlerle üretmek ve bu üretimle doğan
sonucu (ürün, ücret, kar, zarar vs.) kendi tüketmek hakkına sahiptir; yani,
kendi ahlaki faaliyetleriyle elde ettiği üretim araçlarının ve ürünlerin özel
mülkiyetine sahiptir. Kendi hayatındaki gayretlerde kullanacağı araçlar veya bu
gayretlerin sonucu doğan değerler üzerinde hakka sahip olmayan bir insan, kendi
hayatı üzerinde hakka sahip değil demektir; yani, mülkiyet hakkının ihlali,
bireyin hayat hakkının ihlalidir. Bir nesne üzerindeki mülkiyet hakkı, onun
üretilmesi ile doğar; ve bu hak üreticinindir. Kullanımı üzerinde kendisinin
değil, başkalarının yetkisi olan nesneleri üreten bir insan, bir köledir.
Fakat, şu husus
unutulmamalıdır: bütün haklar gibi, mülkiyet hakkı da bir faaliyet gösterme
hakkıdır; yani, mülkiyet hakkı, bir nesneyi üretme konusunda hiçbir faaliyet
göstermeksizin o nesneye sahip olmak hakkı olmayıp, o nesneyi üretmek veya kazanmak
için gerekli faaliyeti yapmak ve bu eylemin sonuçlarını tasarruf etmek
hakkıdır. Mülkiyet hakkı, bir insanın herhangi bir mülkiyet kazanacağının bir
garantisi değildir; fakat, o mülkiyeti kazanırsa ona sahip olacağının
garantisidir. Mülkiyet hakkı, maddi değerleri kazanmak, elde tutmak, tasarruf
etmek hakkıdır.
Birey hakları kavramı,
insanlık tarihinde o kadar yenidir ki, çoğu insan, hala anlamını
kavrayamamıştır. Ahlak üzerindeki mistik ve sosyal iki irrasyonel teoriye
parelel olarak; bazıları, hakları Tanrı'nın bir ihsanı, bazıları da toplumun
bir ihsanı olarak kabul eder. Oysa gerçekte, hakların kaynağı, realitedir,
insanın tabiatıdır.
Bağımsızlık Bildirisi,
bütün insanların "yaratıcıları tarafından bir takım vazgeçilmez haklarla
donatılmış" olduğunu söylemişti. İnsanın kökeni konusundaki ihtilaf, yani
onun bir yaratıcının mı yoksa tabiatın mı ürünü olduğu konusundaki tartışma,
onun spesifik bir tür varlık olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan denen bu
spesifik varlık, akıllı bir canlıdır; yani, bu spesifik varlığın, spesifik
hayatta kalma tarzı, akılla davranmaktır; ve akıl, zorlamayla işlemez,
özgürlüğü gerekli kılar; bu yüzden, insanın akılla davranması, yani insanın
spesifik hayatta kalma tarzına uygun davranması, yani insanın insan olması, onun
özgürce davranabilmesini, yani haklarının var olmasını şart kılar.
Başka bir deyişle,
insan haklarının kaynağı, ne ilahi kanun, ne de
parlamenter kanundur. İnsan haklarının kaynağı, Kimlik Kanunudur: A,
A'dır; İnsan, İnsan'dır. Haklar,
insan tabiatının (kimliğinin) zorunlu kıldığı bir hayatın, yani insana-özgü bir
hayatın şartlarını tanımlar ve kutsar. Eğer insan yeryüzünde yaşamak istiyorsa;
aklını kullanmakta haklıdır; kendi özgür yargısına uygun davranmakta haklıdır;
kendi değerleri için çalışmakta ve çalışmasının ürününü kendi tasarruf etmekte haklıdır.
Eğer yeryüzündeki hayat onun amacıysa, rasyonel bir varlık olarak yaşamakta haklıdır:
tabiat, irrasyonel olmayı ona yasaklamıştır.
İnsan haklarını ihlal
etmek, onu kendi yargılarının aksine davranmaya zorlamak demektir, onun
değerlerini çalmak demektir. Hiçbir insan, değerlerini gönüllü olarak
çaldırmaz. Onun değerlerini çalmanın, yani insan hakkını ihlal etmenin temelde
bir tek yolu vardır: fiziki zor kullanmak. Bu anlamda, insan haklarını ihlal
edebilecek iki potansiyel güç vardır: kriminaller ve siyasi yönetim.
Amerika'nın büyük başarısı bu iki güç arasında bir sınır çizmek oldu: Amerikan
anayasal sistemi, kriminal eylemlerin, legalize edilerek siyasi yönetimlerce
yapılmasını önemli ölçüde engelledi.
Böylece, siyasi
yönetimin fonksiyonu, yöneticilikten hizmetkarlığa dönüştürüldü. Siyasi
yönetim, insanları kriminallerden korumak üzere teşkil edildi; anayasa,
insanları siyasi yönetimden korumak üzere yazıldı. Amerikan vatandaşlarının
Haklar Senedi, özel şahıslara karşı değil siyasi yönetimlere karşı
yöneltilmiştir; yani, birey haklarının, herhangi bir kamu otoritesinin veya
sosyal otoritenin üzerinde olduğu gerçeği vurgulanmıştır.
Sonuç, medeni bir
topluma doğru güçlü bir yönelimin ortaya çıkması oldu. Medeni bir toplum, insan
ilişkilerinde fiziki zorun yasaklanmış olduğu; siyasi yönetimin, zoru, sadece
mukabele olarak ve sadece fiziki zoru fiilen başlatana karşı kullanabileceği bir toplumdur.
3.1.1 Birey Haklarının
Yozlaştırılması ve Kollektivizm
Birey hakları, özgür, medeni bir
toplumu doğuran kavramdır. Özgürlüğün, medeni bir toplumun tahribi, bu hakların
tahribi ile başlar.
Birey haklarının ezeli düşmanı
kollektivizmdir. İnsanlar arası gönüllü işbirliğinden farklı olarak
kollektivizm, birey haklarını yok sayan, bireyin hayatını ve emeğinin
sonuçlarını mistik bir varlığa (kollektif) ait sayan, gurubun bireyi her an
feda edebileceğini kabul eden bir doktrindir. "Kollektif"
soyutlamasına çeşitli isimler verilmiştir: ümmet, devlet, millet, sınıf,
toplum, parti, kamu, halk vs. Fakat, kollektivizmde, kollektif bütünlüğe
verilen ad ne olursa olsun, daima o kollektif adına iş gördüğünü iddia eden bir
gurup azınlık, çoğunluk üzerinde tahakküm kurmuştur. Böyle bir doktrinin hayata
geçirilebilmesinin tek yolu kaba kuvvettir; ve bu doktrinin politik uygulaması
daima Devletçilik (yani, birey hakları ihlalinin kurumlaştırılarak legalize
edilmesi) yoluyla olmuºtur.
Kollektivist bir hareket, bir
ülkeyi köleleştirmeğe giriştiğinde, maddi ve ahlaki değerlere doğrudan doğruya
el koyarak işe başlamaya cesaret edemez. Onun yerine, özgürlüğün garantisi olan
"birey hakları" kavramını yozlaştırmaya girişir. Bu yozlaştırmanın temel
tekniği, daima politik alanda bulunması gereken haklar kavramını, ekonomik
alana taşımaktır. Gerçek birey hakları yerine, "herkese iyi bir ev, iyi
bir eğitim, iyi bir iş, iyi bir sağlık sistemi" gibi sloganlar, sözde yeni
haklar ("ekonomik haklar") olarak ortaya konur; ve bir yandan bu
"yeni haklar"ın yarattığı kavram kargaşasıyla, gerçek birey hakları
anlayışı muğlaklaştırılırken, diğer yandan, bu sloganları hayata geçirme
bahanesi altında, gerçek birey hakları fiilen ihlal edilir ve kollektivist bir
diktatörlüğe yol açılır.
Bütün bu sloganlara eklenecek bir
tek soru, meseleyi berraklaştırır: Bu imkanlar, kimin çalışmasının
yarattığı zenginliklerle elde edilecektir? Ev, eğitim, iş, sağlık sistemi,
tabiatta kendiliğinden bulunmaz. Bunlar insan-yapısı değerlerdir; yani,
insanlar tarafından üretilmesi gereken mal ve hizmetlerdir. Onları, kim
üretecektir. Eğer, o mal ve hizmetlerden yararlanacak insanların kendisi bu işi
yapacaksa, bu haklarda yeni olan bir şey yoktur; çünkü, mülkiyet hakkı bunu
sağlamaktadır. Yok eğer, mal ve hizmetlerden yararlanacak olanlar değil de
başkaları bunu üretecekse; bu, birey haklarının ihlalinden başka bir yolla
mümkün değildir.
Eğer bazı insanlar, hak
olarak başka insanların çalışmalarının ürünlerini elde etmeğe yetkili kılınırsa;
bu başka insanlar, hakları yok sayılmış birer köle olarak çalışmağa mahkum
edilmiş olur.
Başka birinin hakkının ihlal edilmesini gerekli kılan bir faaliyet, bir
"hak" değildir, olamaz.
Hiçbir insan, başka bir
insana, onun seçmediği bir yükümlülüğü, karşılığı olmayan bir görevi, gönülsüz
bir hizmetkarlığı empoze edemez. "Köleleştirme hakkı" diye
bir hak yoktur, olamaz.
Bir hak, o hakkın başka
insanlarca madden tesisini içermez; bir hak, sadece o hakkın maddi tesisini,
kendi gayretiyle kazanma özgürlüğünü içerir.
Bu bağlamda,
Bağımsızlık Bildirisini yazanların entellektüel dakikliği dikkate değer:
mutluluk hakkından değil, mutluluğu kendi başına aramak hakkından
bahsederler. Yani, bir insanın, kendi mutluluğunu gerçekleştirmek için gerekli
gördüğü faaliyetleri yapmak hakkıdır; fakat, bu mutluluğu başkaları ona
sağlamak zorunda değildir.
Hayat hakkı, insanın
kendi hayatını (yeteneklerinin onu ulaştırabileceği herhangi bir ekonomik
seviyede) kendi çalışmasıyla sağlaması hakkıdır; fakat, hayati ihtiyaçları ona
başkaları tedarik etmek zorunda değildir.
Mülkiyet hakkı, mülkiyet
elde etmek için gerekli ekonomik faaliyetleri yapmak ve kendi mülkiyetini
tasarruf etmek hakkıdır; fakat, mülkiyeti
başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
İfade özgürlüğü hakkı,
siyasi yönetim tarafından hiçbir baskı, müdahale veya ceza tehdidi olmaksızın
fikirleri ifade etmek hakkıdır; fakat, fikirleri ifade etmede kullanılacak -bir
konferans salonu, bir matbaa gibi- araçları başkaları ona sağlamak zorunda değildir.
Birden çok insanla
yapılan herhangi bir girişim, katılan her kişinin gönüllü rızasını
gerektirir. Onlardan her biri, kendi kararını vermek hakkına sahiptir; fakat,
hiçbiri kararını ötekilere zorla kabul ettirmek hakkına sahip değildir.
"Bir iş
hakkı" diye bir şey yoktur; sadece, serbest mübadele hakkı vardır; yani,
bir insanın hizmetlerine başka birisi talip olursa, o insanın işi kabul etme
hakkı vardır. "Bir ev sahibi olma hakkı" diye bir şey yoktur; sadece
serbest mübadele hakkı vardır; yani, kendine bir ev inşa etmek veya satın almak
hakkı vardır. Bir insanın malını o insanın istediği fiyattan satın alacak veya
bir insanı o insanın talep ettiği ücretten işe alacak kimse yoksa, "mal
veya hizmetlere karşı adil bir fiyat veya adil bir ücret elde etme hakkı"
diye bir şey yoktur. Özel gurupların "hakkı" diye bir şey yoktur;
"çiftçi, işçi, işveren, memur, bebek, genç, yaşlı hakları" diye bir
şey yoktur; sadece, İnsan Hakları vardır ve bu haklar tek tek her birey insana ve
bireyler olarak bütün insanlara aittir.
İnsanın ekonomik alanla
ilgili sadece iki hakkı vardır: mülkiyet hakkı ve serbest mübadele hakkı.
Hakların bir insanın
faaliyet özgürlüğünü tanımlayan ve koruyan ahlaki prensipler olduğunu, bu
hakların başka insanlara hiçbir yükümlülük getirmediğini tekrar vurgulayalım.
Özel vatandaşlar birbirlerinin haklarına ve özgürlüğüne bir tehdit teşkil
etmez. Fiziki zora başvurarak başkalarının haklarını ihlal eden bir insan, bir
kriminaldir; ve insanların bu insana karşı kanuni savunması vardır.
Her çağda ve her ülkede
kriminaller küçük bir azınlık oluşturmuştur; bunların insanlığa verdiği zarar,
siyasi yönetimlerin insanlığa verdiği zararlar yanında çok küçük kalmıştır.
Soykırımlar, savaşlar, talanlar, köleleştirmeler hep siyasi yönetimler tarafından
yapılmıştır. Potansiyel olarak siyasi yönetimler, insan haklarına karşı en
büyük tehdittir; çünkü, siyasi yönetim, kanunen silahsızlandırılmış kurbanları
karşısında, fiziki zor kullanma tekelini kanunen elinde bulundurur. Birey
hakları yoluyla faaliyetleri tahdit edilmemiş bir siyasi yönetim, insanların en
korkunç düşmanıdır. Bir ülkenin Haklar Senedi, bireyleri özel şahısların
faaliyetlerinden korumak için değil, siyasi yönetimin faaliyetlerinden korumak
için yazılır.
Gücü sınırsız bir
siyasi yönetim sistemi elde etmek isteyenlerin, bireylerin bu savunmasını
tahrip etmek için kullandığı bir teknik, anayasal olarak siyasi yönetimlere
yasaklanmış bazı ihlalleri, bu ihlalleri yapmak için hiçbir gücü bulunmayan
özel şahıslara atfederek hedef şaşırtmak ve böylece siyasi yönetimleri
tahditlerden bağımsız kılmaktır. Mesela, özel bir şahsın, muhalifini finanse
etmeyi reddetmesi hadisesi; o özel şahsın, muhalifinin ifade özgürlüğü hakkını
ihlal etmesi, onu "sansür" etmesi olarak nitelenebilmektedir. Mesela,
bir gazete, fikirleri o gazete yönetimine taban tabana zıt bir yazarı istihdam
etmeyi reddederse veya onun yazılarını yayınlamazsa, bu hadise bir
"sansür" eylemi olarak nitelenebilmektedir. İş adamları kendilerine
hakaret eden, iftira eden bir gazeteye ilan vermeyi reddederse, bu bir
"sansür" olarak nitelenebilmektedir. "Sansür" sadece siyasi
yönetim faaliyetlerine uygulanabilecek bir terimdir. Hiçbir özel faaliyet
sansür olamaz. Hiçbir özel şahıs veya kurum, bir insanı susturamaz, bir yayını
yasaklayamaz; sadece, siyasi yönetimler bunu yapabilir. Özel bir şahıs veya
kurum, fiziki zor kullanarak birisinin ifade özgürlüğünü engellerse, bu sansür
değil, kriminal bir faaliyettir; ve buna uygun cezalar mevcuttur. Bireylerin
ifade özgürlüğü hakkı, muhaliflerle aynı fikirde olmama, onları dinlememe ve
onları finanse etmeme hakkını da içerir. İfade özgürlüğünün politik fonksiyonu,
muhalif görüşlere sahip olanları ve popüler olmayan azınlıkları, zorla
susturulmaktan korumaktır; onlara, kazanmadıkları bir popülaritenin sağlayacağı
desteği, avantajları, ödülleri garanti etmek değildir.
Her isteyene bir ev,
bir konferans salonu, bir tiyatro salonu, bir yayınevi, bir gazete sütunu
vermek imkansız olduğundan, bu tesisler üzerinde bu tesisleri üretmiş olanların
tasarruf hakkı olmayacaksa, bu "ekonomik hakları" kim dağıtacaktır, bunlardan yararlanacak olanları
kim belirleyecektir? Cevap: birey haklarını yozlaştıranların siyasi yönetimi;
yani, başkalarının üretimleri sonucu ortaya çıkan ürünlere el koymaktan ibaret
bir kriminal faaliyeti, kendileri için legalize ederek kurumlaştıran bir
parazitler çetesi.
Bir toplumun
özgürlüğünün garantisi, o toplumun her bireyinin sahip olduğu politik
haklardır. Politik hakları yok etmenin dolaylı yolu, yeni "hak"
türleri ortaya atmaktır. "Kollektif haklar," "kamu çıkarı
hakları" gibi sahte-kavramlar terimlerde çelişkidir. Esasen "birey
hakları" kavramındaki "birey" terimi de fuzulidir; başka tür bir
hak zaten mevcut değildir; ama, bugünkü entellektüel kaosta, bir vurgu olarak
kullanılması yerindedir.
3.1.2 Gurup Haklarının
Kaynağı Olarak Birey Hakları
Herhangi bir gurup ya da
"kollektif," ne büyüklükte olursa olsun, birden fazla bireyi ifade
eden bir soyutlamadan başka bir şey değildir. Bir gurubun, içindeki birey
üyelerin haklarından başka herhangi bir hakkı yoktur. Özgür bir toplumda,
herhangi bir gurubun "hakları," o gurubun bireylerinin haklarından
başka bir şeyden kaynaklanmaz; yani, "gurup hakları" o guruptaki
bireylerin tek tek sahip olduğu haklardan fazla değildir, olamaz; aynı şekilde,
gurup adına o guruptaki bireylerin haklarını icra eden temsilciler, gurup
üyelerinin gönüllü rızalarıyla belirlediğinden daha fazla hakka sahip değildir.
Meşru bir gurup girişimi, katılanların serbest katılma ve serbest mübadele
hakları üzerine bina olur; yani, kriminal olmayan bir gurup, gönüllü katılmayla
kurulur, kimse katılmaya zorlanmaz.
Üyelerinin birey hakları, her
gurubun, birliğin, örgütün ahlaki temelidir. Birey haklarını tanımayan bir
gurup, bir çetedir, bir linç kalabalığıdır.
Bir ulus da, herhangi bir gurup gibi, birden çok bireyden ibarettir; bir ulus, o
ulus içindeki bireylerin haklarından daha fazlasına sahip değildir. Özgür bir
ülkenin, -yani, vatandaşlarının birey haklarını tanıyan, saygı gösteren ve
koruyan bir ülkenin- kendi toprak bütünlüğüne, kendi toplumsal sistemine, kendi
siyasi yönetim şekline sahip olmak hakkı vardır. Böyle bir ülkenin siyasi
yönetimi, vatandaşların yöneticisi değil, onların hizmetkarı veya acentasıdır;
ve bu siyasi yönetim, vatandaşların ona birey haklarını silahlı koruma altına
bulundurmak üzere delege ettiği haklardan başkasına sahip değildir.
Özgür bir ülkenin
vatandaşları, bazı kanuni usuller üzerinde veya hakların hayata geçirilmesi yöntemleri
üzerinde anlaşmazlığa düşebilirler; fakat, temel prensipte anlaşmışlardır:
birey hakları ihlal edilemez. Bir ülkenin anayasası, birey haklarını kamu
otoritelerinin yetkisi dışına koyarsa, politik iktidar gayet kesin terimlerle
sınırlandırılmış olur; o zaman, vatandaşlar, güvenle ve gönül rahatlığıyla, bu
sınırlı alan içindeki problemlerin hallinde, çoğunluğun oyla belirlenmiş
kararlarına riayet ederler. Azınlıkta kalanların veya muhalefette olanların
hayat tarzları ve mülkiyetleri tehdit altında değildir, oylamaya konu değildir
ve çoğunluk kararıyla tehlikeye sokulamaz; hiçbir insan veya gurup, başka
insanların hakları üzerinde açık çeke sahip değildir.
Böyle özgür bir ulusun,
kendi vatandaşlarının haklarından doğan bir egemenlik hakkı vardır; ve diğer
bütün uluslardan, bu egemenlik hakkına saygı göstermesini istemek hakkıdır.
Fakat, bu hak,
diktatörlüklerce, vahşi kabilelerce veya başka herhangi bir türlü mutlakiyet
tiranlığınca talep edilemez. Kendi vatandaşlarının haklarını ihlal eden bir
ulusun hiçbir egemenlik hakkı mevcut değildir. Bütün
ahlaki meselelerde olduğu gibi, haklar konusunda da çifte standart olamaz. Kaba
kuvvetle yönetilen bir ulusun siyasi yönetimi hiçbir hak talep edemez. Bir
Hitler veya bir Stalin, kendi ulusları adına hangi hakkı talep edebilirdi?
"Ulusların kendi
kaderini tayin" hakkı, sadece özgür toplumlara veya özgürlüğü tesis etmeğe
girişmiş toplumlara uygulanabilir; diktatörlüklere uygulanmaz. Nasıl ki, bir
bireyin serbest faaliyet hakkı, ona suç işlemek "hak"kını vermezse;
aynı şekilde, bir ulusun kendi siyasi yönetim şeklini tayin hakkı, ona bir köle
toplumu kurma hakkını, -yani, bazı insanların başka bazı insanları
köleleştirmesi kriminal faaliyetini legalize etme hakkını- vermez. Bir insanın
kriminal olabilmesi gibi, bir ulus da köleliği ihdas edebilir; fakat, ikisi de
bunu bir hak olarak yapamaz.
Bu bağlamda, bir ulusun
köleleştirilmesinin şiddet yoluyla veya seçimler yoluyla gerçekleşmesi bir şey
değiştirmez. Birey hakları, halk oylamasına konu olamaz; çoğunluk, oylama
yoluyla, azınlığın haklarını yok edemez; aslında, hakların politik fonksiyonu, azınlığı
çoğunluğun tahakkümüne karşı korumaktır (ve yeryüzünün en küçük azınlığı
bireydir). Nasıl ki bir gangster çetesi, bir eylemi üyelerinin oy birliğiyle
yaptı diye, bir "hak" talep edemezse; aynı şekilde, bir ulus da halk
oyuyla azınlıktakilerin haklarını yok ederse, kendisini bir çete haline
getirmiş olur ve kendisi için bir egemenlik "hakkı" talep edemez.
Diktatörlükler,
kriminal çetelerdir. Herhangi bir özgür ulusun, kendi meşru savunması
açısından, bu diktatörlükleri yok etme hakkı vardır. Özgür bir ulusun bu işe
girişip girişmeyeceği konusu, bu diktatörlüğün yöneticilerinin mevcut olmayan
"hakları"na saygı yüzünden değil, özgür ulusun kendi ulusal
çıkarlarının bir muhasebesi sonucu belirlenir. Başka ulusları özgürleştirmek,
özgür bir ulusun görevi değildir; fakat, özgür bir ulus, gerekli gördüğü zaman
bu hakka sahiptir.
Fakat, bu hak
şartlıdır. Nasıl ki, suç önleme işi polise kriminal faaliyetlere girişme hakkı
vermezse; aynı şekilde, bir diktatörlüğün işgal edilerek zararsız kılınması
işi, işgalciye o ülkede başka bir tür diktatörlük kurma hakkı vermez.
Köleleştirilmiş bir
ülke, ulusal haklara sahip değildir; fakat, vatandaşlarının birey
hakları -yöneticileri tarafından tanınmamış olsa dahi- geçerlidir ve özgür
ulustan gelen işgalcilerin onları ihlal etme hakkı yoktur. Dolayısiyle,
köleleştirilmiş bir ülkenin işgali, ancak ve ancak işgalcilerin özgür
-yani, birey haklarının tanınması üzerine kurulu-bir toplumsal sistem tesis
etmeleri halinde ahlaken haklıdır.
Bugün yeryüzünde
tamamen özgür hiçbir ülke yoktur. "Hür Dünya" çeşitli "karma
ekonomi"lerden ibarettir. O halde, her yarı-özgür ülkenin, başka her
yarı-özgür ülke tarafından işgali ahlaken haklı mıdır? Hayır. Birey hakları
prensibini tanıyıp kabul eden, fakat onu hayata tam geçirmeyen bir ülke ile bu
prensibi açıkca reddeden bir ülke farklıdır. Bütün "karma ekonomiler"
bir geçiş döneminde yaşarlar; ya, tam özgürlüğün ne olduğunu keşfedip onu tesis
edecekler, ya da tam diktatörlüğe varacaklardır. Bir ülkeyi, hiç yanılmaksızın
diktatörlük olarak niteleyebilmek için bakılabilecek dört karakteristik vardır:
tek-parti yönetimi, siyasi suçlar için mahkemesiz veya uyduruk mahkemeyle ceza,
özel mülkiyetin ilgası ve sansür. Bu zorbalıkları yapabilen bir yönetimin,
hiçbir meşruiyet talebi, hiçbir ulusal hakkı, hiçbir egemenlik hakkı olamaz.
3.2 SİYASİ YÖNETİMİN TABİATI
Bir siyasi yönetim,
verili bir coğrafi alanda, belirli toplumsal davranış kurallarını uygulatma
gücüne tek başına sahip olan bir kurumdur.
(Buradaki "Siyasi
Yönetim" kavramı, "Devlet," "Hükümet," "Yerel
Yönetimler," "Kamu Otoritesi" gibi bütün siyasi otorite
kurumlarını kapsayacak bir anlamda kullanılmıştır.)
İnsanların böyle bir
kuruma ihtiyacı var mıdır? Varsa neden?
İnsan rasyonel (akli)
bir varlıktır; hayatta kalmak için kullandığı temel yöntem akılla davranmaktır;
davranışlarını yöneten bilgileri elde etmekte kullandığı temel araç, aklıdır.
Bir varlığın akılla davranması: düşünebilmesi ve kendi akli yargıları
doğrultusunda davranabilmesi demektir; yani, insan olmak için gerekli temel
şart, özgürlüktür. İnsanın özgür olma ihtiyacı, onun ıssız bir adada yaşamasını
gerektirmez. İnsanlar, birbirleriyle alışverişte bulunmaktan muazzam yararlar
sağlarlar. Sosyal bir ortam, insanın hayatta kalma işini başarması için en
uygun ortamdır; fakat, bu son önerme, ancak belirli şartlar altında doğrudur.
Ahlak felsefesi
bahsinde, toplumsal yaşamdan insanların sağlayacağı iki büyük değer
incelenmişti: bilgi ve mübadele. Önceki nesillerin keşfettiği bilgilere
erişmek, insana, ölçülemeyecek kadar büyük yarar sağlar. İkinci büyük değer
olan mübadele, toplumsal işbölümünün yararı olarak ortaya çıkar; işbölümü, bir
insanın gayretlerini özel bir çalışma alanına teksif etmesini ve başka çalışma
alanlarında uzmanlaşmış insanlarla mübadelede bulunmasını sağlar. Öte yandan,
toplumsal yaşamın bu faydaları, hem ne tür insanların başkalarıyla
değişebilecek değerler üretebileceği hususunu, hem de, ne tür bir toplumun bu
tür insanların yaşayabilmesine elverişli olduğu hususunu belirleyecektir:
sadece rasyonel, üretken, bağımsız insanlar, başkalarıyla değişebilecek değer
üretebilir; sadece rasyonel, üretken ve
özgür bir toplum, bu tür insanların yaşayabilmesine elverişlidir. Bireyi talan
eden, onun gayretlerinin sonucu üretilmiş ürüne el koyan, onu köleleştiren,
onun aklının özgürlüğünü sınırlayan, onu kendi akli yargısının tersine
davranmaya zorlayan bir toplum, -yani, mevcut hukuk sistemi, insan tabiatının
ihtiyaçlarıyla çatışan bir toplum- kelimenin gerçek anlamında bir toplum değil,
kurumlaşmış çete yönetimi zoruyla birarada tutulan bir kalabalıktır. İnsanların
birarada yaşamalarından doğacak bütün değerleri yok edecek böyle bir toplum,
hiçbir haklılığa sahip değildir; böyle bir toplum, insanın hayatta kalma işine
yararlı bir kaynak değil, ona en büyük tehlikedir. Issız bir adadaki hayat,
Hitler Almanyası'nda veya Stalin Rusyası'nda bulunmaktan daha emniyetli ve daha
şayan-ı tercihtir.
3.2.1 Siyasi Yönetimin Meşruiyetinin Kaynağı
Barışcı, üretken,
rasyonel bir toplumda birarada yaşamak ve birbirlerine yarar sağlayarak
etkileşimde bulunmak için, insanların "birey hakları" denen temel
sosyal prensibi bilip kabul etmeleri şarttır. Bu prensibin yokluğunda, hiçbir
ahlaki (medeni) toplum mümkün değildir.
Birey haklarını bilmek
ve kabul etmek: insana-özgü bir hayat yaşayarak var kalmak için, insan
tabiatınca dikte edilen şartları bilmek ve kabul etmektir.
İnsan; özgür kaldığı
sürece, kendi tabiatını, dolayısiyle birey haklarını keşfeder; bu tabiatın
dikte ettiği şekilde, yani birey haklarına sahip olarak yaşamak ister; yani,
birey haklarını kendiliğinden terk etmez. Bu yüzden, insan (birey) haklarını
ihlal etmenin tek yolu, fiziki zor kullanmaktır. Sadece fiziki zor kullanmak
suretiyle, bir insan başka bir insanın hayatına son verebilir, onu
köleleştirebilir, onu soyabilir, onu amaçlarından alıkoyabilir, onu akli
yargısının tersine davrandırabilir.
Bu yüzden, medeni bir
toplumun önşartı: fiziki zoru toplumsal ilişkilerden çıkarmak ve böylece,
insanların birbiriyle etkileşmelerinin tek yolunun akli araçlar kullanmak
olduğu prensibini kabul etmektir; silah zoru yerine, tartışmayı, iknayı ve
gönüllü mutabakatı koymaktır.
İnsanın hayat hakkının
tabii sonucu, kendini savunma hakkıdır. Medeni bir toplum içinde zorun
kullanılacağı tek istisnai hal, bireyin kendini savunma hakkından doğar: zor,
sadece mukabele olarak ve sadece zoru fiilen başlatana karşı kullanılabilir.
Fiziki zoru başlatmayı bir kötülük olarak niteleyebilmek için varolan bütün
ahlaki sebepler, fiziki zorun mukabil kullanımını da ahlaki bir zaruret haline
getirir.
Eğer,
"barışcı" bir toplum, zorun mukabil kullanımını yasaklasaydı,
gayrı-ahlaki olmaya karar veren ilk haydudun insafına kalırdı ve niyetinin tam
tersini gerçekleştirirdi: kötülüğü yok etmek yerine, onu cesaretlendirip
ödüllendirmiş olurdu.
Bir toplum, zora karşı
örgütlü bir koruma sağlamazsa, her vatandaş kendi başının çaresine bakar: ya
silahlanır, evini bir kaleye çevirip yaklaşan her yabancıyı vurur; ya da,
kurulmuş savunma çetelerinden birine üye olup, aynı maksatla kurulmuş diğer
çetelerle savaşmaya mecbur kalır. Böyle bir toplum, kısa sürede yozlaşır: çete
yönetimi kaosuna düşer, kaba kuvvet yönetimine girer, tarih öncesi vahşilerin
sürekli kabile savaşları dönemine geri gider.
Fiziki zor kullanımı
-mukabil kullanımı da dahil- bireysel vatandaşların kararına bırakılamaz. Eğer
bir insan, her an başka insanlar tarafından kendisine karşı zor
kullanılabileceği sürekli tehdidi altında yaşıyorsa, barış içinde birarada
yaşamak imkansız olur. Başka bir insanın niyeti ister iyi isterse kötü olsun,
yargıları ister rasyonel isterse irrasyonel olsun, ister adalet duygusuyla
davransın isterse cehaletle veya önyargıyla veya kötülükle; bir insana karşı
zor kullanımı, başka bir insanın keyfi kararına bırakılamaz.
Mesela, şöyle bir durum
nasıl karşılanırdı? Cüzdanını kaybeden bir adam, çalındığına hükmeder ve
civardaki bütün evleri aramaya girişir ve kendisine ters bakmasını suçluluğunun
delili kabul ederek, komşularından birini vurur.
Zorun mukabil
kullanımı, bazı objektif kuralların varlığını zorunlu kılar. Bir suç işlenmiş
midir? Kimin işlediğini nasıl isbat etmek gerekir? Hangi ceza ve
infaz usulü kullanılmalıdır? Bu gibi soruların cevaplandırılmasında
kullanılacak objektif kurallar olmaksızın, suç takibine girişen insanlar, linç
kalabalığıdır. Bir toplum, zorun mukabil kullanımını, bireysel vatandaşların
ellerine bırakırsa, kalabalık yönetimi doğar; linç kanunu egemen olur; bitmez
tükenmez intikam ve kan davaları birbirini kovalar.
Fiziki zoru toplumsal
ilişkilerden yok etmek için, insanların haklarını objektif bir kurallar
sistemi çerçevesinde koruyacak bir kuruma ihtiyaç vardır. Bu kurum siyasi
yönetimdir. Doğru bir siyasi yönetimin temel görevi olan birey haklarını
koruma işi, siyasi yönetimin varoluş sebebidir ve onun varlığını ahlaken haklı
kılan tek husustur.
Bir siyasi yönetim, fiziki zorun
mukabil kullanımını, objektif kontrol altında bulundurmanın aracıdır.
Objektif kontrol, objektif olarak tanımlanmış kanunlarla sağlanır.
Özel faaliyet ile
siyasi yönetim faaliyeti arasındaki temel fark: siyasi yönetimin, fiziki zor
kullanımı konusunda kanuni tekeli elinde bulunduruyor olması olgusudur. Böyle
bir tekeli elinde bulundurması gerekir; çünkü, siyasi yönetim fiziki zor
kullanımını önlemek ve kullananlarla savaşmak için kurulmuştur. Yine bu
sebepten: siyasi yönetim faaliyetleri, katı kurallar altında tanımlanmalı ve
sınırlandırılmalı; bu faaliyetlerin icrasında en küçük bir keyfiliğin veya
kaprisin yer almasına izin verilmemeli; siyasi yönetim, içindeki tek programı
kanunlardan ibaret olan, gayrı-şahsi bir robot haline getirilmelidir. Bir
toplum özgür olacaksa, siyasi yönetimi kontrol altında olmalıdır.
Doğru bir sosyal
sistemde, özel bir birey, başkalarının haklarını ihlal etmediği sürece,
istediği şekilde davranmaya kanunen özgürdür; oysa, bir siyasi yönetim memuru,
her resmi faaliyetinde kanunla bağlıdır. Özel bir birey kanunen yasaklanmış
olanların dışında herşeyi yapabilir; oysa, bir siyasi yönetim memuru, kanunen izin
verilmiş olanlar dışında hiçbir şey yapamaz.
Doğru bir sosyal
sistem, böylece, kuvveti haklıya tabi kılar ve
insanlara değil kanunlara dayalı bir siyasi yönetim sürdürür.
Doğru bir siyasi
yönetimin tabiatının ve amacının ne olduğu hususu, hem özgür bir topluma uygun
kanunların tabiatının ne olacağı hususunu, hem de özgür bir toplumun siyasi
yönetiminin yetkisinin kaynağını belirler. Hem doğru kanunlarla ilgili, hem de
doğru siyasi yönetimin yetki kaynağıyla ilgili temel prensip, Bağımsız
Bildirisi'nde mevcuttur: "hakları emniyete almak için insanlar arasında
siyasi yönetimler teşkil edilir ve bu yönetimlerin iktidarlarının meşruiyeti,
ancak yönetilenlerin mutabakatından doğar."
Birey haklarının
korunması, bir siyasi yönetimin tek doğru amacı olduğundan, yasama yetkisinin
tek doğru konusu, birey haklarını koruyan kanunlar yapmaktır. Bütün kanunlar objektif
olmalı (ve varoluşunun objektif haklılığı bulunmalı): insanlar, kanunun onlara
neyi yapmalarını yasakladığını (ve neden yasakladığını), neyin bir suç olduğunu
ve bu suçu işlerlerse ne ceza alacaklarını, bir faaliyette bulunmadan önce,
açıklıkla bilebilmelidir.
Siyasi yönetimin
yetkisinin kaynağı, "yönetilenlerin mutabakatından doğar." Yani,
siyasi yönetim yönetici değil, hizmetkardır veya vatandaşların bir
acentasıdır; vatandaşların, birey haklarını koruma işi için, ona delege
ettiği haklardan başka, hiçbir hakka sahip değildir.
Özgür, medeni bir
toplumda yaşamak için, bir bireyin riayet edeceği tek bir prensip vardır:
fiziki zor kullanmayı terk etmek ve kendini savunma hakkını, -bu iş, düzenli,
objektif, kanunen tanımlı bir sisteme bağlanmış olsun için- siyasi yönetime
bırakmak. Başka bir deyişle, özgür ve medeni bir birey, zor kullanımı
işlerinin, keyif işlerinden ayrılması prensibini kabul etmelidir.
Peki, iki kişinin
katıldığı bir işlemde ortaya çıkan bir anlaşmazlıkta, mesele nasıl hal
edilecektir?
Özgür bir toplumda,
insanlar birbirleriyle etkileşmeye zorlanmaz. Sadece, gönüllü mutabakatla -ve
eğer zaman söz konusu ise mukavele ile- birbirleriyle
alışverişte bulunurlar. Birisinin keyfi kararıyla bir mukavele ihlal edilirse,
öteki büyük bir mali zarara girebilir; bu durumda, zarara uğrayanın, tazminat
olarak ihlalcinin mülkiyetine el koymaktan başka çaresi yoktur. Fakat, burada
da, zor kullanımı, özel bireylerin kararına bırakılamaz. Siyasi yönetimlerin en
karmaşık fonksiyonlarından biri, burada ortaya çıkar: objektif kanunlar
çerçevesinde insanlar arasında hakemlik görevi.
Kriminaller, genellikle
küçük bir azınlık teşkil eder; dolayısiyle, ceza mahkemeleri, hukuk
faaliyetlerinin küçük bir kısmıdır. Fakat, hukuk mahkemeleri yoluyla,
mukavelelerin korunması ve uygulatılması, barışcı bir toplumun en hayati
ihtiyaçlarından biridir; böyle bir koruma olmaksızın hiçbir medeniyet ortaya
çıkamazdı.
İnsanlar, hayvanlar
gibi sadece yaşanan anın menzilinde davranarak hayatta kalamazlar. İnsanlar,
amaçlarını proje haline getirip, belirli bir zaman süresinde gerçekleştirirler;
faaliyetlerini hesaplarlar, hayatlarını uzun vade için planlarlar. Bir insanın
planlarının menzili, aklını kullanmaktaki başarısı ve bilgisinin büyüklüğü
oranında uzar. Bir medeniyetin seviyesi ve karmaşıklığı büyüdükçe,
faaliyetlerinin (dolayısiyle, mukavelelerinin) menzili de daha uzun olmak
gerekir; mukavelelerin menzili büyüdükçe, ilgilendirdiği insan ve faaliyet
miktarı artar ve koruma daha acil bir ihtiyaç haline gelir.
İlkel bir takas toplumu
bile, insanlar mukavelelerine uymasa işleyemezdi. Bir sepet yumurtaya karşı,
bir çuval buğday vereceğini kabul etmiş birisi, yumurtaları aldıktan sonra
buğdayı vermeyi reddetse ne olurdu? Böyle keyfi bir davranışı, insanların
milyarlarca dolarlık malı krediyle verdikleri, milyarlarca dolarlık inşaat
taahhütlerine girdikleri, doksandokuz yıllık kira kontratları imzaladıkları bir
endüstri toplumunda düşünün.
Bir mukavelenin tek
taraflı ihlali, dolaylı yoldan fiziki zor kullanımıdır; bir insanın, başka bir
insana ait maddi değerleri, malları veya hizmetleri alması ve buna karşılık
olan ödemeyi yapmayı reddetmesi; yani, aldıklarını hak etme yoluyla değil,
sahibinin rızası dışında -fiziken gasp ederek- zorla elinde tutmasıdır. Benzer
bir şekilde, sahtekarlık da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; sahte sıfatla
veya sahte vaadle (yani, sahibinin gönüllü rızası olmaksızın) maddi değer elde
etmektir. Haraç da, dolaylı bir fiziki zor kullanımıdır; maddi değerleri, başka
maddi değerler karşılığı değil, zor, şiddet, hasar tehdidi ile elde etmektir.
Bu faaliyetlerden
bazıları açıkca kriminaldir. Tek taraflı mukavele ihlali gibi başka bazıları,
kriminal motifli olmayabilir; fakat, sorumsuzluk ve irrasyonellik sonucu
yapılmış olabilir. Başka bazıları, her iki tarafın da bazı haklılık talebinde
bulunabileceği karmaşık meseleler olabilir. Fakat, konu ne olursa olsun, bütün
bu meseleler, objektif olarak tanımlanmış kanunlara konu olmalı ve bu kanunlar,
tarafsız bir hakem, yani bir yargıç (ve uygun olduğu hallerde bir jüri)
tarafından tatbik edilerek çözüme ulaştırılmalıdır.
Bütün bu meselerin
çözümünü yöneten prensip şudur: kimse, sahibinin gönüllü rızası olmadan, bir
değeri ele geçiremez; ve bu prensibe parelel olarak: bir insanın hakları, başka
bir insanın tek taraflı kararının, keyfi seçeneğinin, irrasyonelliğinin, kaprisinin
insafına bırakılamaz.
3.3 BİRKAÇ POLİTİKA TATBİKATI
Birey haklarının ve
siyasi yönetimin tabiatı üzerinde doğru bir anlayış, politikanın temelini
oluşturur. Bu bölümde, bu konular üzerindeki genel yanılgıları teşhir eden bir
kaç tatbikat yapılacaktır.
3.3.1 Ekonomik Güç ve Siyasi Güç Paket-Muamelesi
Felsefi anlamda, bir
"paket-muamele," hayati farkları görememe yanılgısıdır; tabiatları,
gerçeklik-statüleri, önemleri veya değerleri açısından asli farklara sahip
unsurları, -gayrıasli benzerlikler yüzünden- tek bir kavramsal bütünün, bir
"paket"in parçaları olarak ele almaktır.
Devletçiliğin
teorisyenlerinin önümüze koyduğu paket-muamelelerden biri, ekonomik gücün, politik
güçle eşit muameleye tabi tutulmasıdır. "Aç bir insan, özgür değildir"
veya "Bir işçi için, emirleri bir işadamından veya bir bürokrattan alması,
farksızdır" gibi yutturmacalar sık duyulur. Birçok insan, bir yandan bu
yalanlara inanırken, öte yandan, özgür bir ülkedeki en fakir işçinin,
diktatörlükle yönetilen bir ülkedeki en zengin komiserden daha özgür ve daha
güvenlikli olduğunu bilir. Özgürlüğü, kölelikten ayırt eden temel, asli, hayati
prensip nedir? Cevap: gönüllü faaliyet
prensibi ve buna zıt olarak fiziki baskı ve zorlamadır.
Siyasi güç ile başka
herhangi bir sosyal "güç" arasındaki fark veya bir siyasi yönetim ile
herhangi bir özel örgüt arasındaki fark, bir olgudan kaynaklanır: siyasi
yönetim, fiziki zor kullanımı işinde kanuni tekeli elinde bulundurur.
Ekonomik güç, üretmek
ve ürettiğini mübadele etmek gücüdür. Özgür bir ekonomide, hiçbir birey veya
gurup, başka birine karşı fiziki zor kullanamaz; böyle olunca, ekonomik güç,
sadece gönüllü yollarla elde edilebilir; yani, ekonomik güç, ancak
üretim ve mübadele sürecine katılan herkesin gönüllü seçenek ve anlaşmalarıyla
doğar. Özgür bir piyasada, bütün fiyatlar, ücretler ve karlar, -kimsenin
keyfiyle, açgözlülüğüyle veya ihtiyacıyla belirlenmez- arz ve talep kanunuyla
belirlenir. Özgür bir piyasa mekanizması, katılanların her birinin tercih
ettiği ekonomik seçenekleri ve kararları yansıtıp özetler. İnsanlar, kendi
bağımsız, zorlamasız zihni yargılarına göre, mal ve hizmetlerini, karşılıklı
mutabakat ve avantaj sağlayarak, değişirler (mübadele ederler). Bir insan,
ancak başkalarının sunduğundan daha iyi değerler sunabilirse (yani, daha iyi
mal ve hizmetleri, daha düşük fiyatlarla satabilirse) zenginleşebilir.
Özgür bir piyasada
zenginlik; özgür, genel, "demokratik" oylamayla elde edilir; bu
oylama: ülkenin ekonomik hayatında rol alan her bireyin, satma ve satın alma
işlemidir. Başka bir ürün yerine, belirli bir ürünün satın alınması, o ürünün
imalatçısının başarısı için verilmiş bir oydur. Böyle bir oylama, en isabetli
tür bir oylamadır; çünkü, herkes, kalifiye olduğu konudaki işler üzerinde oy
kullanır; çünkü, ancak her bireyin kendisi, kendi tercihleri, kendi çıkarları
ve kendi ihtiyaçları üzerinde doğru bir kanaat oluşturabilir. Özgür bir
ekonomide, hiçkimsenin, başkaları adına karar verme, kendi zihni yargısını
başkalarının zihni yargısı yerine ikame etme gücü yoktur; yani, hiçkimsenin,
kendini "halkın sesi" ilan edip, halkı sessizliğe ve vatandaşlık
haklarında yoksun bırakmaya gücü yoktur.
Şimdi, ekonomik güç ile
siyasi güç arasındaki farkı tanımlayalım: siyasi güç, bir pozitif vasıtasıyla (bir
ödül, bir teşvik, bir ödeme, bir değer sunarak) icra edilir; oysa, siyasi güç,
bir negatif
vasıtasıyla (ceza ve yıkım tehdidiyle) icra edilir. Başka bir deyişle,
işadamının aleti, değerlerdir; bürokratınki ise, silahtır.
3.3.2 Egaliteryenizm (Eşitlikçilik)
Egaliteryenizm
(eşitlikçilik), bütün insanların eşitliğine olan inançtır. Diğer bağlamlardaki
kullanımı bir yana, insani bağlamda "eşitlik" politik bir kavramdır
ve kanunlar önünde eşit muameleye tabi tutulmak anlamına gelir. Yani, eşitlik:
bütün insanların, insan olarak doğmuş olmalarından kaynaklanan aynı vazgeçilmez
temel haklara sahip olması ve bu hakların -insanların kanun yoluyla kastlara
bölünmesi veya aristokratik ünvanlar yoluyla bazı imtiyazlara sahip kılınması
gibi- insan-yapısı kurumlarla ihlal veya ilga edilememesidir.
Fakat, altrüistler,
"eşitlik" kelimesine başka bir anlam atfeder.
Bu kelimeyi bir
anti-kavram haline çevirirler; yani, eşitlik kavramını yozlaştıran bir terim
haline getirirler: eşitlik kavramını, politik değil metafizik bir eşitlik
anlamında kullanırlar; başka bir deyişle, tabiatın insanlara vermiş olabileceği
farklı yetenekleri veya insanların bireysel seçeneklerinin isabet derecesini,
çalışma performanslarını ve karakterlerini nazarı dikkate almadan; insanları,
aynı kişilik özelliklerine ve erdemlere sahip görürler. Bu tür
"eşitlikçiler"in karşısında mücadele etmeyi önerdikleri şey,
insan-yapısı kurumlar değil, realitedir. Gerçekte bu
"eşitlikçiler," insan-yapısı kurumlar vasıtasıyla, realiteye karşı
savaşa girişmişlerdir.
Tabiatın, insanları
eşit güzellik ve eşit zeka ile donatmadığı ve insan tabiatının bir parçası olan
irade yeteneğinin, insanlara farklı tercihler yaptırabildiği olgusuna
-mevcudiyete- isyan eden egaliteryenler; tabiatın ve iradenin bu
"adaletsizliğini" yok etmek ve sözde evrensel eşitliği tesis etmek
isterler. Kimlik Kanunu, insanların manipülasyonuna açık olmadığından,
Nedensellik Kanunu ile oynamaya girişirler. Yani, kişisel özelliklerin ve
erdemlerin "yeniden bölüşülmesi" mümkün olmadığından, insanları bunların
sonuçlarından (yani, kişisel özellikler ve erdemlerle yaratılmış ödüllerden,
avantajlardan, başarılardan) mahrum etmeye çalışırlar.
İstedikleri, kanun
önünde eşitlik değil, bir eşitsizliktir: ters çevrilerek,
tepesine yeni bir aristokrasinin (değer-yaratmayanlar aristokrasisi)
oturtulduğu bir sosyal piramitin tesisidir.
(Mesela; Amerikalı
"filozof" John Rawls, "A Theory of Justice" isimli
eserinde, "tabiatın kolladığı" yetenekli, zeki, yaratıcı insanların
ürettiklerinden doğan ödüller üzerindeki hakkı ellerinden alarak, bu ödülleri,
tabiatın talihsiz yarattıklarına dağıtarak, bu "adaletsizliği"
gidermeyi önerir.)
Bir Leonardo da
Vinci'nin, bir Wolfgang Amadeus Mozart'ın, bir Thomas Edison'un, bir Albert
Einstein'ın, kendilerinden daha az yeteneklilere karşı bir
"adaletsizlik" teşkil ettiklerini öne sürmek için, güzelliğe,
başarıya, akla, insana, realiteye karşı derin bir nefret içinde olmak lazımdır.
3.3.3 İnsan Hakları ve Mülkiyet Hakları
İnsanın, bedeni ve
zihni faaliyetleriyle bir bütünlük halinde yaşayabileceğinden habersiz olan
(yani, antik "beden-zihin zıtlığı" doktrinini aynen kabul eden)
modern mistikler, -sanki bir tanesi olmadan diğeri olabilirmiş gibi-
"mülkiyet hakları" karşısına bir "insan hakları"
sahte-alternatifini koyarlar.
Maddi nesneler, birey
insanların zihni ve bedeni gayretiyle üretildiğinden ve bu nesneler insan
hayatını sürdürmek için gerekli olduğundan, eğer üretici insan, gayretinin
sonucuna sahip olmazsa, hayatına sahip olamaz. Mülkiyet (mal) haklarını yok
etmek, insanları devletin sahip olduğu mallar haline çevirmektir. Başkalarının
ürettiği zenginlikleri "yeniden bölüştürme" "hak"kını
isteyen kişi, insanları mala çevirme "hak"kını istemektedir.
Sadece bir
"hayalet", maddi mülkiyet olmaksızın varolabilir; sadece bir köle,
gayretinin ürünü üzerinde hakka sahip olmaksızın çalışabilir. "İnsan
hakları"nın "mülkiyet hakları"na üstün olduğu doktrini, pratikte
bir tek korkunç anlama gelebilir: bazı insanlar, başkalarının mülkiyetini karşılıksız
elde etme hakkına sahiptir. Üretenin üretmeyenden elde edebileceği hiçbir
kazanç olmadığından, üretenin "mülkiyet hakları"nın olmadığı yerde,
üretmeyenin "insan hakları," üretmeyenin üretene sahip olması ve onu
bir dolap beygiri gibi kullanması demektir. Bunu, insani ve haklı görenlerin,
"insan" ünvanını taşımaya hakkı yoktur.
3.3.4 Devrim ve Darbe
Bir devrim, uzun bir felsefi
gelişimin zirvesini teşkil eder ve bir ulusun derin memnuniyetsizliğinin
ifadesidir; bir darbe ise, bir azınlığın iktidarı ele geçirmesidir. Bir devrimin amacı, tiranlık devirmektir; bir darbenin amacı ise, tiranlık
tesis etmektir.
Tiranlık, temel birey
haklarını (hayat, özgürlük ve mutluluğu-kendi-başına-aramak) tanımayan herhangi
bir politik sistemdir. Bir politik sistemin zor yoluyla devrilmesi, sadece
tiranlığa karşı yönetilmişse haklıdır; ve bu, zor yoluyla yönetenlere karşı bir
meşru savunma hareketidir. Savunma amacıyla değil, birey haklarını ihlal etmek
üzere zora başvurmak, hiçbir ahlaki haklılığa sahip değildir; bu, bir devrim
hareketi değil, çete savaşıdır.
4
EPİSTEMOLOJİ (BİLGİ
TEORİSİ)
Epistemoloji,
bilgi elde etmenin ve bilgilerin doğruluğunu tahkik etmenin yöntemlerini
araştıran felsefe dalıdır.
Ne(yi)
biliyorum? Nasıl biliyorum? Epistemolojinin konusu, bu meseledir. Felsefenin
diğer bütün dalları, bu meseleye bağlıdır; çünkü, nasıl bildiğimizi
bilmeksizin, neyi kesin olarak bildiğimizi söyleyemeyiz. Bir şeyi kesin
olarak bilmek yeteneğinden yoksun olmak: akıl yürütme, seçme ve davranma
kapasitesinden yoksun olmak demektir. İşte; epistemoloji, "Nasıl?"
sorusuna cevap vererek, "Ne?" sorusuna cevap veren özel bilimleri
mümkün kılar.
İnsan, ne Alim-i
Mutlak, ne de yanılmazdır. (Alim-i Mutlak: herşeyi bildiği varsayılan ilahi
varlık.) Öyle olsaydı, epistemolojiye (bilgi teorisine) gerek olmazdı. Yani;
insan bilgisi, otomatikman kazanılabilse, doğruluğu otomatikman kesin olabilse,
içeriği otomatikman tam olabilse; bilgilenme yöntemlerinin keşfi diye bir
zaruret olmazdı. Oysa, insan tabiatı böyle değildir. Algılama yeteneği
otomatiktir; fakat, bu yetenek, hayatta insanca varkalmak için yetersizdir.
Algılama düzeyinin ötesinde; insan bilinci, iradidir: bilgiyi, gayret
göstererek edinir (gayret göstermezse edinmez); bilgiyi, doğru yürütmeyi
öğrendiği bir akıl süreciyle elde eder (doğru yürütmeyi öğrenmemişse elde
etmez). Tabiat, insana, zihni etkinlik konusunda hiçbir garanti vermez; insan,
hata yapmaya, görmezden gelmeye, realite hakkındaki bilgisinde psikolojik
tahrifat yapmaya muktedirdir. İnsan; doğuştan sahip olmadığı, tabiatınca
kendisine otomatikman verilmiş olmayan bir bilgilenme yöntemini, kendisi
keşfetmek zorundadır; yani, akli yeteneğini nasıl kullanacağını, muhakemesiyle
vardığı sonuçların doğruluğunu nasıl tahkik edeceğini, hakikati yalandan nasıl
ayırt edeceğini, neyi bilgi olarak kabul edebileceği kriterini nasıl tesbit
edeceğini, kendisi keşfetmelidir. Yani, insan, bilgi dediği şeyi keşfetmek ve
bu bilgilerin realiteye tekabül ettiğini isbat etmek zorundadır. Burada bazı
sorular ortaya çıkmaktadır:
İnsan; bilgiyi, bir
akıl süreciyle mi elde eder; yoksa, tabiat-üstü bir kuvvet, bilgiyi, ona, ani
bir vahiyle mi bahşeder?
Akıl, insan duyularının
sağladığı malzemeyi teşhis edip (kimliklendirip) bütünleştiren bir yetenek
midir; yoksa, daha doğmadan önce insan zihnine ekilmiş fıtri (tabiattan,
doğuştan) fikirlerle dolu bir depo mudur?
Akıl, realiteyi
kavramakta tamamen yeterli midir; yoksa, insan, akıldan daha üstün herhangi bir
kavrama yeteneğine mi sahiptir?
İnsan, bildiklerinden
emin olabilir mi; yoksa, sürekli bir şüphe içinde bulunmaya mı mahkumdur?
Bu sorulara verilecek
cevapların niteliği; bir insanın, kendine güven derecesini -dolayısiyle,
realiteyle alışverişte bulunma işindeki başarısını- belirler. Rasyonel bir
insan, bu soru setlerinden sadece birincilere olumlu cevap verecek ve neden
böyle cevap verdiğini bilecektir. Epistemolojinin
temel konusu, bu bölümde incelenecek olan kavramlardır. Epistemolojinin
alanında olan önermeler ve lisan konuları, gerektiğinde değinilmiş olmakla
birlikte, esasen epistemolojiye giriş mahiyetinde olan bu bölümün kapsamı
dışında bırakılmıştır.
4.1 KAVRAMLAR
"Evrenseller
meselesi" olarak da bilinen kavramlar konusu, felsefenin merkezi
konusudur. Kavramsal şekilde kazanılıp muhafaza edildiğinden; insan bilgisinin
doğruluğu, kavramların doğruluğuna bağlıdır. Fakat, kavramlar, soyutlamalardır
veya evrensellerdir; oysa, insanın algıladığı her şey, somuttur. Soyutlamalar
ve somutluklar arasındaki ilişki nedir? Kavramlar, realitede tam olarak neye işaret eder? Kavramlar, gerçek bir
şeylere, varolan bir şeylere mi işaret ederler; yoksa, kavramlar, sadece insan
zihninin icatları mıdır, keyfi yapılar mıdır veya bilgiyi temsil ettiği
söylenemeyecek gevşek yaklaşıklıklar mıdır?
Tekrar edelim: bütün
bilgi, kavramlar halindedir. Kavramlar; realitede bulunan bir şeye tekabül
ediyorlarsa, bu kavramlar gerçektir; ve, böyle kavramlara sahip olan insanın
bilgisi, realitede bir temele sahiptir; fakat, realitede bulunan bir şeye
tekabül etmiyorlarsa, bu kavramlar gerçek değildir; ve, böyle kavramlara sahip
olan insanın bilgisi, kendi hayal gücünün kurgularından başka bir şey değildir.
Kavramlar
(soyutlamalar) ile somutluklar arasındaki ilişkiyi örneklendirmek için şu soruyu
soralım: karşı kaldırımda yürüyen üç kişiyi, "insanlar" olarak
düşündüğümüzde; bu "insanlar" terimiyle neye işaret ederiz? Bu üç
kişi, üç ayrı bireydir; ve, bu insanlar, hiçbir eş karakteristiğe sahip
olmayabilir. Sahip oldukları özel karakteristikleri tek tek sayıp listeleseniz,
"insanlık" karakteristiğini temsil eden hiçbir karakteristik
bulunmayacaktır. İnsanlarda "insanlık" nerededir? Realitede var olan
hangi şey, zihnimizde varolan "insan" kavramına tekabül eder?
Felsefe tarihinde, bu
konuyu izaha yönelik dört irrasyonel düşünce ekolü olagelmiştir:
1. "Aşırı
realistler" veya Platonistler; soyutlamaların, realitenin başka bir
boyutunda, gerçek varlıklar veya arktipler olarak mevcut olduğunu;
algıladığımız somutlukların, başka boyuttaki bu varlıkların gayrı-mükemmel
yansımaları olduğunu; algıladığımız somutlukların, önceden zihnimizde varolan
soyutlamaları çağırdığını kabul ederler. (Plato'ya göre, algılanan somutluklar,
daha doğmadan önce diğer boyuttayken bildiğimiz arktiplerin hatırasını zihinde uyandırır.)
2. "Ilımlı
realistler" (ataları maalesef Aristo'dur); soyutlamaların, realitede
mevcut olduğunu; fakat, onların, başka bir boyutta değil, somutluklar içinde,
metafizik özler halinde bulunduğunu ve kavramlarımızın bu özlere işaret
ettiğini kabul ederler.
3.
"Nominalistler;" bütün fikirlerimizin, somutlukların zihnimizdeki
izlerinden ibaret olduğunu; soyutlamaların, benzerliklere dayanarak keyfi
olarak birarada düşünülen somutluk guruplarına verdiğimiz
"isimler"den ibaret olduğunu kabul ederler.
4.
"Kavramsalcılar;" soyutlamaların, realitede hiçbir temelinin olmadığı
konusundaki nominalist görüşü paylaşırlar; fakat, kavramların, izler olarak
değil, bir tür fikirler olarak zihnimizde varolduğunu varsayarlar.
(Bir
de; modern, aşırı nominalist görüş vardır. Bu görüşe göre, mesele anlamsızdır;
"realite" anlamsız bir terimdir; kavramlarımızın bir şeye tekabül
edip etmediğini hiç bilemeyiz; bilgimiz, kelimelerden oluşur; kelimeler ise,
keyfi sosyal konvansiyonlardır.)
Kavramlar meselesi için
önerilen bu sözde "çözümler" ışığında, meselenin oldukça muğlak
olduğu görünüyor. Halbuki; bu mesele, insanlığın en önemli meselesidir: bütün
insan toplumlarının geleceği, bilgi ve ilerlemenin
durup durmayacağı, her birey insan hayatının kaderi; bu meseleye bağlıdır.
Kavramlar konusunda doğru bir görüşe sahip olmak, insani her çabadaki başarının
ön şartıdır.
Kavramlar konusunda
yanılmak, insan olarak tahrip olmak demektir. Çünkü: insan olmak, akıllı
olmaktır; aklın temel fonksiyonu, kavramlaştırma yeteneğidir; dolayısiyle,
insan bilincinin kavramsal düzeyinin sakatlanması, insan aklının -insanın asli
karakteristiğinin, insanın- tahrip edilmesidir. Rönesans'ın; mistisizmi çürüten
ve aklı yücelten etkisini yok etmek üzere; hemen Rönesans ertesinde doğmaya
başlayan, Kant'la zirveye çıkan ve bugünün yerleşik felsefesi haline gelen
neo-mistik, modern felsefelerin muazzam karmaşalarının, çelişkilerinin, iki
tarafa çekilebilecek muğlaklıklarının ve rasyonalizasyonlarının asıl tabiatı: insanın
kavramlaştırma yeteneğine karşı yöneltilmiş koordineli bir saldırıdır.
Epistemolojinin konusu,
duyumlardan başlayıp kavramlara kadar uzanan bütün bilgilenme süreciyle
ilgilidir. Duyumların geçerliğinden şüphe eden 'filozoflar' da çıkmıştır; oysa,
bu tür şüphelerini ortaya koyarken dahi, duyumların geçerliğini varsaymışlar,
bir anlamda isbat etmişlerdir; dolayısiyle, burada verilen epistemoloji,
duyumların geçerliğini isbata gerek dahi görmeyip, kavramlar üzerinde
yoğunlaşacaktır; fakat, hep hatırlanması gereken bir aksiyom vardır: mevcudiyet
mevcuttur. Bu aksiyomun anlaşılması, bu aksiyomun sonucu (pareleli)
olan iki aksiyomun anlaşılması demektir: 1. Birisinin algıladığı bir şey
mevcuttur; 2. Bilince (yani, mevcut olanı algılama yeteneğine) sahip birisi
mevcuttur.
"Mevcudiyet
mevcuttur" aksiyomunun kabulünden çıkan sonuçları, başka deyişlerle ifade
edecek olursak:
a) Şeyler, bilinçten
bağımsız olarak mevcuttur; bilinç, ancak bilincinde olunan bir şey ve bilince
sahip birisi varsa, söz konusudur.
b) Hiçbir şey mevcut
değilse, hiçbir bilinç olamaz: bilincinde olunan bir şey olmadan varolan bir
bilinç, terimlerde çelişkidir. Aynı şekilde, kendisinden başka hiçbir şeyin
bilincinde olmayan bir bilinç, terimlerde çelişkidir: bilinç, kendisini bilinç
olarak teşhis edebilmek için, önce bir şeyin bilincinde olmalıdır. Algılandığı
iddia edilen şey, mevcut değilse, algılamayı yaptığı iddia edilen şey, bilinç
değildir.
Bu aksiyomun
anlaşılması ve kabulü; epistemolojinin, bütün bilgilerin temelidir.
4.1.1 İnsan Bilgisinin Yapı-taşı: Mevcut-şey kavramı
Bir haberdarlık durumu
olan bilinç; pasif değil aktif bir durumdur ve iki asli fonksiyon görür: ayırt
etmek ve bütünleştirmek.
İnsan bilinci,
kronolojik olarak üç aşamada gelişir: duyumsal, algısal ve kavramsal aşamalar;
fakat, epistemolojik olarak, bütün insan
bilgisinin temeli, algısal aşamadır.
Duyumlar, insan hafızasında
duyumlar olarak muhafaza edilmez; tamamen tecrit edilmiş, pür bir duyum yapmak
da mümkün değildir. Bilindiği kadarıyla; yeni doğmuş bir bebeğin bütün
duyumsadığı şey, -renklerden, seslerden, derisel stimuluslardan, kokulardan,
tatlardan ibaret- karmakarışık bir kaostan ibarettir. Ayırt etmeye muktedir bir
haberdarlık hali, sadece algısal düzeyde başlar.
Bir algı, yaşayan bir
organizmanın beyni tarafından otomatik olarak tutulup bütünleştirilmiş bir
gurup duyumdur. İnsan; duyu organlarının sağladığı verileri, algılar halinde
kavrayarak realiteden haberdar olur. "Doğrudan (direkt) algılama"
veya "doğrudan haberdarlık" dendiğinde kast edilen, algısal düzeydir.
Bir bilinçlilik durumunda verili olan şey, kendiliğinden aşikar olan şey;
duyumlar değil, algılardır. Duyumların, algıları oluşturan bir bileşen olduğunu
bilebilmek; doğrudan mümkün değildir; bu bilgi, çok sonraları -bilimsel, kavramsal
bir keşif olarak- elde edilir.
İnsan bilgisinin
yapı-taşı, mevcut olan herhangi bir şeye işaret eden "mevcut-şey"
kavramıdır. Varolan, varolmuş, varolacak her şey -şeyler, hususiyetler,
hareketler vs- bu kavramın kapsamındadır. "Mevcut-şey" bir kavram
olduğundan, kavramsal aşamaya erişilene kadar aşikaren (açıkça
bilincinde olunarak) kavranamaz. Fakat; bu kavram, her algıda zımnen vardır
(birşeyi algılamak, onun mevcut olduğunu algılamaktır) ve insan
"mevcut-şey"i zımnen algılar; yani,
"mevcut-şey" kavramı altında sonradan bütünleştireceği birimleri tek
tek algılar. Bu zımni bilgi, bilincin daha üst düzeylere doğru gelişmesinin
atlama tahtasıdır.
(Eğer bilinç, duyumsal
düzeyde de ayırt etmeğe muktedirse; o ölçüde, "mevcut-şey" kavramının
duyumsal düzeyde de zımnen varolduğundan bahsedilebilir. Bir önceki ve bir
sonraki anlarda hiçbir şey duymamaktan farklı olarak; bir duyum, birşeyin
duyulması demektir. Bir duyum, insana ne mevcut olduğunu söylemez; fakat,
birşeyin mevcut olduğunu söyler.)
"Mevcut-şey"
(zımni) kavramı, insan zihninde üç gelişme aşamasından geçer. Birinci aşama;
çocuğun, nesnelerden, şeylerden haberdar olmaya başlamasıdır; bu aşama, "varlık"
(zımni) kavramını, insana kazandırır. Birinci ile yakından ilgili ikinci aşama;
çocuğun, spesifik, özel şeyleri tanıyabilmesi ve onları, algısal alanında
bulunan diğer şeylerden ayırt edebilmesiyle kazandığı haberdarlık durumudur; bu
aşama, "kimlik" (zımni) kavramını, insana kazandırır.
Üçüncü aşamada, insan;
bu varlıkların kimliklerindeki benzerlik ve farklılıkları kavrayarak, onlar
arasındaki ilişkiyi kavrar; bu aşamada, (zımni) kavram "varlık,"
(zımni) kavram "birim" haline dönüştürülür.
Bir çocuk, (sonradan
"masalar" diye adlandıracağı) iki nesnenin birbirine benzediğini,
fakat diğer dört nesneden ("sandalyeler") farklı olduğunu
gözlemlerken; zihni, bu nesnelerin belirli bir hususiyeti (şekilleri) üzerinde
odaklanmakta, sonra onları farklılıklarına göre tecrit etmekte ve daha sonra bu
birimleri, benzerliklerine göre ayrı guruplar içinde bütünleştirmektedir.
Bu işlem, insan bilincinin kavramsal aşamasının girişidir, onun
anahtarıdır. Varlıkları birimler halinde düşünme yeteneği, insana mahsus özel öğrenme
yöntemidir; başka hiçbir varlık, buna muktedir değildir.
Bir birim, iki veya
daha çok benzer üyeden ibaret bir gurubun, ayrı bir üyesi (bireyi) olarak
düşünülen bir varlıktır. (İki elma, iki birimdir; iki metre kare toprak da, iki
birimdir.) Burada dikkat edilecek husus şudur: "birim" kavramı, bir
bilinç faaliyetiyle (bilincin seçici bir odaklanmışlığıyla, şeyleri belirli bir
tarzda düşünmekle) doğmaktadır, bilinç tarafından keyfi olarak yaratılmış değildir;
bu bilinç faaliyeti, bir bilincin, realitede gözlemlemiş olduğu hususiyetlere
göre yaptığı bir kimlikleme veya sınıflamadır. Bu yöntem, birçok sınıflama ve
çapraz-sınıflamaya imkan verir: şeyler, şekillerine veya renklerine veya
büyüklüklerine veya atomik yapılarına vs. göre sınıflandırılabilir; fakat,
sınıflandırmanın kriteri icat edilmez, realitede gözlemlenir. Böylece,
"birim" kavramı, metafizik ile epistemoloji arasında bir köprü görevi
yapar: birimler, bizatihi birimler olarak mevcut değildir; mevcut olan, şeylerin kendisidir; ama, birimler,
bir bilincin, mevcudiyetinden haberdar olduğu belirli ilişkiler içinde
varolduğunu mütalaa ettiği şeylerdir.
4.1.2 Ölçüm
(Zımni) kavram
"birim"in elde edilmesiyle erişilen kavramsal öğrenme düzeyi, iki
ilişkin alandan oluşur: kavramlaştırma alanı ve matematik
alanı. Kavram-teşkili işlemi, büyük ölçüde, bir
matematik işlemidir.
Matematik,
ölçüm
bilimidir. Kavram-teşkili işlemini incelemek için, ölçüm konusunu incelemek
gerekir.
Ölçüm: bir birim olarak
hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma
işlemidir. Varlıklar (ve faaliyetleri) hususiyetleriyle (uzunluk, ağırlık, hız,
vs.) ölçülür ve ölçüm standardı, sözkonusu hususiyeti temsil eden ve somut
olarak belirlenmiş bir birimdir. Mesela; uzunluk, santimetre, metre, kilometre,
vs. ile; hız, belirli bir zamanda katedilen mesafe ile ölçülür.
Şu husus önemlidir:
herhangi bir verili standardın alınması seçime bağlıdır; fakat, bu standardı
kullanmanın matematik kuralları sabittir. Uzunluğun inçle veya metreyle
ölçülmesinde asli bir fark yoktur; standart, ölçüm işleminin özünü veya
sonucunu (realitedeki ilişkinin ne olduğu bilgisini) değil, ifade tarzını
belirler. Ölçüm standartı, üç şartı haiz olmalıdır: 1. sözkonusu hususiyeti
temsil etmelidir (mesela, uzunluğu, kilo ile ölçmemelidir); 2. insan tarafından
kolayca algılanabilir olmalıdır; 3. bir kere seçildikten sonra, kullanımı
sırasında değişmez ve mutlak kalmalıdır.
Peki, ölçümün amacı
nedir? Ölçüm işlemi, kolayca
algılanabilir bir birimi, daha büyük veya daha küçük niceliklerle (matematik
olarak sonsuz büyük veya sonsuz küçük niceliklerle) ilişkilendirebilme imkanını
vermektedir; yani, ölçümün amacı, insan bilincinin (dolayısiyle, insan
bilgisinin) menzilini, algısal düzeyin ötesine (yani, duyumlarının doğrudan
gücünün ötesine, verili bir anda varolan somutluklar ötesine) uzatmaktır.
İnsan, bir metrenin uzunluğunu kolayca algılayabilir; fakat, yüz kilometreyi
algılayamaz. Bir metrenin, bir kilometreye olan ilişkisini tesis ederek,
yeryüzündeki her mesafeyi kavrayabilir; kilometrenin, ışık-yılına olan
ilişkisini tesis ederek, galaksilerin mesafelerini bilebilir.
Ölçüm işlemi, sınırsız
ölçekteki bilgiyi, insanın sınırlı algısal tecrübelerine bütünleştirme işlemidir;
evreni, -insan bilincinin menziline getirerek, evren ve insan ilişkisini tesis
ederek- bilinir kılma işlemidir. İlk ölçüm teşebbüslerinde, insanların şeyleri
hep kendisiyle
ilişkilendirmiş olması bir tesadüf değildir. Mesela, ayağının uzunluğunu uzunluk
birimi olarak almış ("feet" = "ayak"); on parmağından
çıkarak onluk sayı sistemini bulmuştur.
4.1.3 Kavram-Teşkili
Bir kavram, spesifik bir(kaç)
karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım altında birleştirilmiş
iki veya daha çok birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
Tanımda söz konusu olan birimler,
realitenin herhangi bir veçhesi olabilir: varlıklar, hususiyetler, faaliyetler,
nitelikler, ilişkiler vs.; bu birimler, ya algısal somutlukluklar, ya da daha
önceden teşkil edilmiş kavramlar olabilir. Tecrit işlemi, bir soyutlama
işlemidir: zihnin,
-realitenin belirli
bir veçhesini, diğer bütün veçhelerinin dışına çıkararak veya onlardan
ayırarak- seçici bir şekilde kendisini odaklamasıdır (mesela, belirli bir
hususiyetin, bu hususiyete sahip olan varlıklardan veya belirli bir faaliyetin,
bu faaliyeti yapan varlıklardan tecrit edilmesidir).
Tanımda söz konusu olan
"birleştirme" işlemi, basit bir toplama değil, bir bütünleştirme
işlemidir; yani, bu kavrama konu olan birimlerin tek, yeni bir zihni
varlık haline getirilmesi ve sonra tek bir düşünce birimi halinde
kullanılmasıdır (fakat, bu düşünce birimi, gerektiğinde bileşen birimlerine de
bölünebilir).
Bir kavram tarafından
bütünleştirilen muazzam topluluk; tek bir birim olarak kullanılabilmek üzere,
tek, spesifik, algısal bir somut şekle sokulmalıdır ki, bu topluluk, diğer
somutluklardan ve diğer bütün kavramlardan ayırt edilebilsin. Bu işlem, lisanın
fonksiyonudur. Lisan: kavramları, zihni-somutluklara dönüştürme psiko-epistemolojik
fonksiyonunu yapan görsel-işitsel bir semboller sistemidir.
(Psiko-epistemoloji: insanın öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile
bilinç-altının otomatik fonksiyonları arasındaki etkileşim açısından
incelenmesidir.) Lisan, kavramların aletidir; lisan, sadece kavramlara ait bir
sahadır. Kullandığımız her kelime (özel
isimler hariç) bir kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür
somutluk (şey, hususiyet, ilişki, vs.) yerine geçer.
Kelimeler, kavramları, (zihni)
varlıklar haline dönüştürür; tanımlar, kavramlara kimlik
kazandırır. (Tanımsız kelimeler, lisan değil, anlamsız seslerdir.)
Birincil olan (doğrudan
algılanan) yegane mevcut-şeyler, varlıklardır; dolayısiyle, insanların teşkil
ettiği ilk kavramlar, varlıkları temsil eden kavramlardır. (Hususiyetler, kendi
kendilerine mevcut değildir; bunlar, sadece varlıkların karakteristikleridir;
mesela, hareketler, varlıkların hareketleridir; ilişkiler, varlıklar arasındaki
ilişkilerdir.) Bir çocuk, "hareket" kavramından; önceleri sadece algısal
olarak haberdar olur: "hareket"i kavramlaştırmak için,
hareket eden bir şey -varlıklar- kavramını oluşturmuş olmalıdır.
En basit kavramın (yani, tek bir
hususiyetin kavramının) nasıl teşkil edildiğini inceleyelim -mesela
"uzunluk" kavramının. (Kronolojik olarak bu kavram, bir çocuğun ilk
kavradığı kavram değildir; fakat, bir tek hususiyete işaret etmesi bakımından,
epistemolojik olarak en basittir.) Bir çocuk; bir kalem, bir mum ve bir kibrit
çöpüne bakarken; uzunluğun, bu nesnelerde ortak bir hususiyet olduğunu, fakat
bu nesnelerin spesifik uzunluklarının farklı olduğunu gözlemler. Fark,
bir ölçüm farkıdır. Çocuğun zihni, uzunluk kavramını teşkil ederken, bu
ortak hususiyeti alır ve onun her bir nesnedeki spesifik ölçümünü dışarıda
bırakır. Veya, bu işlemi sözle tasvir ederek daha kesin terimlerle ifade
edersek: "Uzunluk, bir miktar varolmalı; fakat, herhangi
bir miktar varolabilir. Ben, buna sahip olan herhangi bir (mevcut)
şeyin -ilgili bir birim vasıtasıyla nicelikce ilişkilendirilebilir- bu hususiyetini,
nicelik belirtmeksizin 'uzunluk' diye kimliklendireceğim."
Elbette, çocuk bu kelimelerle
düşünmez (henüz, kelimelerle ilgili hiçbir bilgisi yoktur); fakat, zihnin
kelimesiz olarak icra ettiği işlemin tabiatı budur. Bir parça ipe, bir kurdeleye,
bir koridora baktığında; uzunluk hususiyetini teşhis etmek için kullandığı
"uzunluk" kavramı, böyle bir işlemle teşkil edilmiştir.
Aynı prensip, varlık
kavramlarının (mesela, "masa" kavramının) teşkili işlemini de
yönetir. Çocuk zihni; iki veya daha fazla masayı diğer nesnelerden tecrit etmek
için, bu masaların ayırt edici karakteristiği üzerinde odaklanır: şekilleri.
Gözlemler ki, şekilleri değişiktir; fakat, ortak bir karakteristikleri vardır:
düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar). "Masa" kavramını teşkil ederken, bu
karakteristiği alır ve bütün özel ölçümleri (sadece şekille
ilgili ölçümleri değil, daha bir çoğunu bilmediği diğer bütün masa
karakteristiklerini) dışarıda bırakır.
Yetişkin bir insanın,
"masa" tanımı, şöyle olurdu: "Daha küçük başka nesneleri
üzerinde bulundurmak için kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan
ibaret, insan-yapısı bir nesne." Bu tanımda neyin belirtilip neyin
dışarıda bırakılmış olduğunu inceleyelim: şekille ilgili ayırt edici
karakteristik belirtilmiş ve alınmıştır; şekille ilgili özel geometrik ölçümler
(yüzeyin, kare, yuvarlak, üçgen, elips, vs. olduğu, ayakların sayısı ve şekli,
vs.) dışarıda bırakılmıştır; büyüklük veya ağırlıkla ilgili ölçümler dışarıda
bırakılmıştır; maddi bir nesne olduğu belirtilmiştir, fakat hangi maddeden
olduğu (böylece, bu maddeyi başkalarından ayırt eden ölçümler) dışarıda
bırakılmıştır; vs. Fakat, masanın kullanım amacıyla ilgili mülahazalar,
dışarıda bırakılan ölçümlere ("şu yükseklikten daha fazla veya daha küçük
olmamalı" şeklinde) belirli sınırlar koyar. Beş santimlik masayı bir
oyuncak veya minyatür masa olarak sınıflamak bazan kabil olsa bile; konulan bu
sınırlar, dört metre veya beş santim yüksekliğindeki masaları ve katı-olmayan
maddelerden yapılmış masaları kapsam dışı tutar.
Asla unutulmaması gereken birşey
vardır: "Ölçümlerin dışarıda bırakılması" bu ölçümlerin gayri-mevcut
olarak kabul edilmesi demek değildir; sadece, ölçümler mevcuttur, fakat
belirtilmemiştir demektir. Ölçümlerin mevcut olmak zorunda oluşu,
işlemin asli bir parçasıdır. Prensip: ilgili ölçümler, bir miktar (nicelikte)
mevcut olmalı, fakat herhangi bir miktar (nicelikte)
mevcut olabilir.
Bir çocuk, "masa"
kavramını teşkil ederken, bu işlemdeki bütün bu karmaşıklığın farkında
değildir; olmak zorunda da değildir. Masaları, bilgisinin bağlamı dahilinde,
diğer bütün nesnelerden ayırt ederek bu kavramı teşkil eder. Bilgisi büyüdükçe,
kavramlarının tanımlarının karmaşıklığı da büyür. Fakat, kavram teşkilinin
prensip ve aşamaları aynı kalır.
Bir çocuğun öğrendiği ilk
kelimeler, görsel nesneleri temsil eden kelimelerdir; ve, çocuk, ilk
kavramlarını, görsel olarak muhafaza eder. Bu kavramlara verdiği görsel
şekil, belirli tür varlıkları diğer hepsinden ayırt eden, asli karakteristiklere
indirgenmiştir -mesela, bir çocuğun insan çizerken kullandığı evrensel şekil:
gövde için bir elips, baş için bir daire, kol ve bacaklar için dört çubuk,
vs.dir. Bu çizimler, -algısal aşamadan, kavramsal aşamaya doğru geçiş halindeki
bir zihindeki- soyutlama ve kavram-teşkili sürecinin görsel bir kayıtıdır.
Yazılı lisanın, resim çizimleri
halinde ortaya çıktığını varsaymak için -Oryantal insanların resimsi yazı sistemleri
gibi- bazı deliller vardır. İnsan bilgisinin ve soyutlama gücünün büyümesiyle;
kavramların resimsi tasviri, insanın kavramsal menzilinin ihtiyaçlarını
karşılamakta yetersiz kalmış ve resimsi yazı sistemleri, tamamen sembolik olan
sistemlerle değiştirilmiştir.
Ölçüm ögesini de içine alan yeni
bir tanım yapacak olursak: Bir kavram, aynı ayırt edici bir(kaç)
karakteristiğe, herhangi bir ölçüde sahip olan iki veya daha çok birimi temsil
eden bir zihni bütünlüktür.
Her kavramın teşkilinde benzerlik
ögesi, hayati bir görev yapar; bu bağlamda, benzerlik, aynı ayırt edici
bir(kaç) karakteristiğe, herhangi bir miktarda (ölçüde, derecede) sahip olan
iki veya daha çok mevcut-şey arasındaki ilişkidir.
Ölçüm, kavram-teşkili sürecinin,
iki asli bölümünde (ayırt etmek ve bütünleştirmek) de rol oynamaktadır.
Kavramlar, rasgele teşkil edilemez. Bütün kavramlar, önce iki veya daha çok
mevcut-şeyi diğer şeylerden ayırt ederek teşkil edilir. Bütün kavramsal ayırt
edişler, aynı birimle ölçülebilir karakteristikler yoluyla yapılır. Mesela, uzun nesneleri, yeşil nesnelerden ayırt eden bir kavram teşkil
edilemez. Aynı birimle ölçülemeyen karakteristikler, bir birim altında
bütünleştirilemez.
Benzerlik, algısal
olarak kavranır; benzerliği gözlemleyen insan, benzerlik olgusunun bir
ölçüm meselesi olduğundan haberdar değildir, haberdar olmak zorunda da
değildir. Bu olguyu anlamak felsefenin ve bilimin görevidir.
Kavram teşkilinin ayırt
etme aşamasındaki zımni ölçümün ilginç örneklerinden birini, renk kavramlarının
teşkilinde görürüz. İnsanlar, mavinin çeşitli tonlarının, kırmızının çeşitli
tonlarından farklı olduğunu gözlemlemişler ve onlar için, "mavi" ve
"kırmızı" olarak iki değişik kavram bulmuşlardır. Oysa, ancak
yüzyıllar sonra; bilim, renklerin ölçülebileceği birimi keşfetti: dalga-boyu.
Aynı birimle
ölçülebilen bir karakteristik (masalarda şekil, renklerde ton gibi),
kavram-teşkili sürecinin asli bir ögesidir. Buna "Kavramsal Asgari
Müşterek" ismini verip, şöyle tanımlayacağız: "Kavramsal
Asgari Müşterek," insanların iki veya daha çok mevcut-şeyi, diğer
mevcut-şeylerden ayırt etmekte kullandığı, belirli bir ölçü birimine
indirgenebilen karakteristik(ler)dir.
Bir kavramın ayırt
edici karakteristik(ler)i, ilgili "Kavramsal Asgari Müşterek"
dahilindeki belirli bir ölçümler kategorisini temsil eder. (Bu konu ileride
tartışılacaktır.)
Daha önce teşkil
edilmiş kavramlar; daha geniş kategorilere bütünleştirilerek veya daha dar
kategorilere bölünerek, yeni kavramlar teşkil edilebilir. Fakat, bütün
kavramlar, nihai olarak, algısal varlıklardaki köküne -yani, insanın bilgisel
gelişmesinin verili temeline- indirgenebilir.
"Birim"
kavramı, hem kavramlaştırma, hem de matematik alanlarının temeli ve başlangıç
noktasıdır; ayrıca, bu iki alan arasındaki iki bağlantıya dikkat edilmelidir:
1. Bir kavram, bu
kavram altında düşünülen her somut şeyin gözlemlenmesiyle teşkil edilmez.
Aritmetikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi gibi; bir
kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve bu kavram altına giren özel tür
birimlerin hepsini içerir. Mesela, "insan" kavramı, halen
yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak bütün insanları içerir.
2. Kavram-teşkilinin
temel prensibi (dışarıda bırakılan ölçümler, bir miktar mevcut olmalı,
fakat herhangi bir miktar mevcut olabilir) cebirin temel prensibine
eşdeğerdir: cebir sembolleri bir sayısal değer taşımalıdır, fakat
bu, herhangi
bir değer olabilir.
Bu iki bağlantı
anlamında, algısal haberdarlık, bilincin aritmetiğidir; kavramsal haberdarlık, bilincin
cebiridir.
Kavramların,
altlarındaki ögelerle olan ilişkisi, cebir sembollerinin sayılarla olan
ilişkisiyle aynıdır. Mesela, "2a = a + a" eşitliğinde, "a"
sembolünün bir sayısal değeri olmalıdır; fakat, bu, herhangi bir sayısal değer
olabilir; ve, bu değer ne olursa olsun eşitliğin gerçek oluşu değişmez. Mesela, (2 x 5 = 5 + 5)'dir; veya, (2 x 8.000.000 = 8.000.000 +
8.000.000)'dur. Aynı tarzda, aynı psiko-epistemolojik yöntemle; bir kavram,
altındaki birimlerin oluşturduğu aritmetik dizi içindeki (birinci birim, ikinci
birim, vs.) herhangi bir birim yerine geçen bir cebir sembolü gibi
kullanılır.
İnsanlarda
"insanlık" bulamadıkları için kavramların geçersizliğini göstermeğe
girişen sözde filozoflardan; 5 veya 8.000.000'da "a-lık"
bulamayacakları için, cebirin geçersizliğini göstermesi istenmelidir.
4.1.4 Soyutlamalardan Yapılan Soyutlamalar
İnsan bilincinin
kavramsal gelişimi, algısal somutlukları kimliklendiren kavramlardan başlayan
bir temelden hareketle, iki istikamette ilerler. Birbiriyle her zaman
etkileşimde olan bu istikametlerden biri, daha geniş bilgiye giderken, diğeri,
daha derin bilgiye gider; biri, daha geniş bütünleştirmeler yaparken, diğeri
daha kesin ayrımlar yapar. Bu süreç içinde, daha önce teşkil edilmiş kavramlar,
bilgisel
delillere uygun olarak daha geniş kavramlara bütünleştirilir veya daha
dar kavramlara bölünür.
Lisanın rolü, bu
noktada tekrar hatırlanmalıdır. Kavram-teşkili süreci, ayırt etme aşamasını
takip eden bütünleştirme aşamasıyla tamamlanır ve kavram altındaki birimleri
temsil etmek üzere, zihni bir birim teşkil edilir ve bu birim, bir kelime ile
algısal bir somutluğa kavuşturulur, kimliklendirilir. Bu anlamda, lisanın
fonksiyonu, kelimeler yoluyla kavramları sembolize etmektir.
Bir çocuk, karşısındaki
realitenin her yönünü gözlemleyerek her kavramı kendi oluşturmak zorunda
değildir: bazı kavramlar, kendisine o kavramı temsil eden kelime yoluyla
öğretilebilir; fakat, yine de, bu kelimenin anlamını kavramak için, bu
kelimenin temsil ettiği kavramın altındaki algısal somutlukları ayırt etme ve
(kendisine verilen kelime içinde) bütünleştirme işlemini yapmak zorundadır.
Konuşmayı öğrenmek
sesleri ezberlemekten ibaret değildir; bu, papağanların "konuşma"yı
öğrenme tarzıdır. Öğrenmek, anlamları kavramak (kelimelerle kastedileni, yani
kelimenin realitede neye işaret ettiğini kavramak) demektir. Bu anlamda,
kelimeleri öğrenmek, çocuğun zihni gelişmesinde paha biçilmez bir
hızlandırıcıdır; fakat, kelime öğrenmek, kavram-teşkili işlemi yerine bir ikame
değildir; kavram-teşkiline ikame olabilecek hiçbir şey yoktur.
Çocuğun tek tek
kelimeler öğrendiği aşamada, yeni kelimeleri hangi sırayla öğrendiği önemli
değildir; yeter ki, anlamlarını bilsin. Çocuğun, tam ve bağımsız kavramsal
gelişmesi, cümle kurabilmeye (düşünebilmeye) yeterli olacak bir sözlük elde
edince, ancak başlar; ve, çocuk, bu aşamada o ana kadar rasgele olan kavramsal
teçhizatına yavaş yavaş düzen getirmeye başlar. Bu aşamaya kadarki dönemde,
kavramlarının işaret ettiği şeyleri; algısal, çoğunlukla görsel bir tarzda
zihninde muhafaza etmiştir. Çocuğun kavramsal zinciri, algısal somutluklardan
gittikçe uzaklaştıkça, sözlü tanımlar hayati bir mesele halinde ortaya çıkar.
İşte bu noktada kıyamet kopar.
Çocuğun büyüklerinden
çoğunun eğitim yöntemlerinin, çocuğun kavramsal gelişmesini engeller nitelikte
olduğu olgusu bir yana; çocuğun kendi seçeneği ve motivasyonu da bu noktada
hayatidir. Kavramsal aşamaya gelmiş bir çocuğun, yeni kelimeler öğrenmesinde
birçok değişik yol vardır. Bir kısmı (çok küçük bir azınlık) aynı yöntemle
ilerlemeye devam eder: kelimelere, kavram muamelesi yapar; öğrendiği her
kelimenin -kendi bilgisinin bağlamı dahilinde- tam anlamını, sarih bir
şekilde, birinci-elden bir kavrayışla anlamaya çalışır; kavramlarını,
realitenin olgularına bağlantılayan zincirde en ufak bir kopmaya izin vermez.
İkinci bir kısmı, yaklaşıklıklar yoluyla ilerler; bu yolun her aşamasında sis
derinleşir, "Ne demek istediğimi biliyor gibiyim galiba" duygusu
kelimelerin kullanımındaki rehber olur. Üçüncü bir kısmı, öğrenmeyi bırakıp
taklide başlar; anlamak yerine ezberler; bir papağanın psiko-epistemolojisine
sahipmişcesine, kavramları veya kelimeleri öğrenmek yerine, ses dizilerini
öğrenir ki, bu ses dizileri, realitedeki olgulara değil, büyüklerin yüz
ifadelerine veya duygusal yalpalanmalarına tekabül eder. Dördüncü bir kısmı (ve
kahir çoğunluğu) diğer üç yöntemin rasgele bir karışımını benimser.
Fakat; bazı insanların
kavramları nasıl öğrendiği sorusu ile kavramların ne olduğu sorusu, iki
farklı meseledir. Kavramların tabiatını ve soyutlamalardan yapılan
soyutlamaları mülahaza altına alırken, kavram-teşkili sürecini ifa etmeğe
muktedir bir zihin varsaymak gerekir. Aynı zamanda; bir kavramı, anlamsız bir
ses olarak ağzından çıkaran ne kadar çok sayıda insan olursa olsun, belirli
bir insanın, belirli bir zamanda bu kavramı teşkil etmiş olduğu
hatırlanmalıdır.
Kavramların daha geniş
kavramlara bütünleştirilmesinin ilk aşamaları, oldukça basittir; çünkü, bunlar
hala algısal somutluklara işaret eder. Mesela, "masa,"
"sandalye" gibi kavramlarla işaret edilen bazı nesnelerin belirli
benzerliklere sahip olduğu, fakat bu şeylerin "kapı,"
"pencere" gibi kavramlarla işaret edilen nesnelerden farklı olduğu gözlemlenir
ve birinciler "mobilya" denen daha geniş bir kavram altında
bütünleştirilir. Bu süreçte, kavramlar ("masa" ve
"sandalye") birimler olarak hizmet görür ve epistemolojik olarak
herbiri tek bir (zihni) somutlukmuş gibi ele alınır; fakat, metafizik
olarak (realitede) her birimin, sınırsız sayıda o tür somut şeyi temsil
ettiği daima hatırlanır.
Bu birimlerin ayırt
edici karakteristikleri, şekille ilgili ölçümleridir (mesela, masa ile ilgili
olarak, "düz, ufki bir yüzey ve ayak(lar)"). Yeni kavramın altındaki
kavramların ayırt edici karakteristiklerinin, yeni kavramla olan ilişkisi;
"masa" kavramı teşkil edilirken bireysel masa-şekli ölçümlerinin,
"masa" kavramına ilişkisi gibidir: nasıl ki, "masa" kavramı
teşkil edilirken, bireysel masa şekilleri dışarıda bırakılmış, fakat onların herhangi
bir şekle sahip olmak zorunda olduğu kabul edilmişse; aynı şekilde, bir
parça mobilyanın da bir şekle sahip olmak zorunda olduğu, fakat "mobilya"
denen yeni kavram altındaki değişik birimlerden herhangi birini karakterize
eden herhangi
bir şekle sahip olabileceği kabul edilir.
Yeni kavramın ayırt
edici karakteristiği, bu kavram altındaki birimlerin de içinde
bulunduğu daha büyük gurup nesnelerin tabiatı tarafından (yani, onların
"Kavramsal Asgari Müştereği" tarafından) belirlenir; ki,
"mobilya" kavramında, bu gurup: bir insan barınağı içindeki büyük
nesnelerdir. Yetişkin bir insanın "mobilya" tanımı şöyle olurdu:
"İnsan gövdesinin ağırlığını taşıyabilen veya başka daha küçük nesneleri
taşıyabilen ve/veya saklayabilen, bir insan barınağında kullanılmak üzere yapılmış,
taşınabilir, insan-yapısı nesnelerdir." Bu tanım; mobilyayı, kapı veya
pencere gibi mimari kısımlardan; duvar resmi, perde gibi süs eşyalarından; kül
tablası, tabak-çanak gibi daha birçok küçük eşyadan ayırır.
"Mobilya"nın
ayırt edici karakteristikleri: belirli bir dizi fonksiyonları, belirli bir
yerde görüyor olmasıdır; ki, her iki karakteristik de ölçülebilir:
"mobilya" bir insan barınağına konamayacak kadar büyük olamaz,
belirlenmiş fonksiyonları yapamayacak kadar küçük olamaz, vs.
"Mobilya"
kavramının, bu kavram altındaki birimlere nazaran, algısal realiteden bir adım
daha uzaklaştığını müşahade ediniz. "Masa" bir soyutlamadır; çünkü,
bu kavram, sadece belirli bir masaya değil, herhangi bir masaya
işaret eder; fakat, bu kavramın anlamı, bir-iki maddi masa (algısal nesne)
göstermek suretiyle kolayca nakledilebilir. Fakat, "mobilya" diye
algısal bir nesne yoktur; sadece, masalar, sandalyeler, vs. vardır.
"Mobilya"nın anlamı, önce bu kavram altındaki kavramların anlamı bilinmeksizin
kavranamaz; "masa," "sandalye" gibi bu kavramlar,
"mobilya" kavramının realiteyle bağlantısıdır. (Bu, kavramların
hiyerarşik bir yapıya sahip olduğunu -sınırsız bir kavramlar zincirinin alt
seviyelerinde- gösteren bir örnektir.)
Aynı zamanda,
"mobilya" kavramının başka bir kavramla olan ilişkisini müşahade
ediniz: "barınak" kavramı; ki, bu kavram, "mobilya" kavramı
altında olan bir birim değildir; ama, "mobilya"nın anlamını kavramak
için önce bu kavram anlaşılmalıdır. Kavramlar arasındaki bu tür ilişkileşim;
kavram-teşkili düzeyi, algısal somutluklardan uzaklaştıkça, giderek daha
karmaşıklaşır.
Şimdi, "masa"
kavramını bölme işlemini inceleyelim. İnsan; çeşitli masaların büyüklük ve
fonksiyonlarını gözlemleyerek; "masa" kavramını, "yemek
masası," "mutfak masası," "kahve masası (sehpa),"
"sıra," vs. gibi yeni kavramlara böler. İlk üç durumda, masanın ayırt
edici karakteristiği olan şekil, alınır ve ayırt etme işi tamamen bir ölçüm
meselesi haline gelir: kullanım alanının -"masa" kavramına nazaran-
daraltılmış olmasıyla uygunluk halinde, şekille ilgili ölçümlerin kapsamı da
daraltılmıştır. (Kahve masaları, yemek masalarından daha alçak ve daha
küçüktür; mutfak masaları, kahve masalarından daha büyüktür, fakat yemek
masalarından daha küçüktür; vs.) "Sıra" durumunda ise; "masa"nın
ayırt edici karakteristiği alınmış, fakat yeni bir unsurla birleştirilmiştir:
bir "sıra," kırtasiye malzemelerini koyacak gözleri (çekmeceleri,
kapak-altı, vs.) olan bir masadır. İlk üç durumda, gerçekten yeni kavramlar
yoktur; yapılan şey, "masa" kavramının nitelenmesidir.
"Sıra" ise, ayırt edici karakteristiğinde önemli bir farklılık arz
eder; ilave bir ölçümler kategorisi gerektirir ve yeni bir lisan sembolü
("sıra") türettirir. ("Sıra" yerine, "dershane
masası" veya "çalışma masası" denmiş olsaydı veya
"masa"nın diğer alt-kategorilerinin her biri için yeni kelimeler darp
edilmiş olsaydı dahi, kavram-teşkili süreci açısından bir fark olmazdı. Fakat,
örneğimizdeki gibi olmalarında, -daha sonra "Kavramların Bilgilenmedeki
Rolü" bahsinde tartışacağımız- epistemolojik bir sebep vardır.)
Kavramlar, daha geniş
bir kavram altında bütünleştirildiklerinde; yeni kavram, altındaki birimlerin bütün
karakteristiklerini ihtiva eder; fakat, bu birimlerin ayırt edici
karakteristikleri, yeni kavramın teşkili esnasında, dışarıda bırakılan ölçümler
olarak işlem görür; ve, yeni kavram altındaki birimlerin ortak
karakteristiklerinden bir tanesi, -bu birimleri, diğer mevcut-şeylerden ayırt
eden "Kavramsal Asgari Müşterek"- yeni kavramın ayırt edici karakteristiğini
belirler.
Bir kavram, daha dar
kavramlara bölündüğünde, bölünen kavramın ayırt edici karakteristiği, yeni
kavramların "Kavramsal Asgari Müştereği" olur; ve, yeni kavramlardan
her birinin ayırt edici karakteristiği; ya geniş kavram içinde belirlenmiş ölçümler
yelpazesinde daha dar bir alana sahip olmakla veya ilave bir
karakteristik(ler)le birleştirilmiş olmakla belirlenir.
Bu iki prensibi, başka
bir örnekte devreye sokalım: "insan" kavramının, dallandırılması.
Belirli bir gelişme
düzeyine erişmiş bir çocuğun; insanı, diğer varlıklardan ayırt etmekte
kullandığı, ayırt edici karakteristik: insanın özel tip bilincidir.
"Kedi," "Köpek," "At," "Kuş" arasındaki
benzerlikleri gözlemleyerek, onları diğer varlıklardan ayırt eden çocuk; bu
kavramları, daha geniş bir kavram olan "hayvan"a bütünleştirir ve
daha sonra, "insan"ı da bu geniş kavram içine alır.
"Hayvan"ın tanımı (genel terimlerle) şöyle olacaktır: "Bilinç ve
yer değiştirebilme yeteneklerine sahip, canlı bir varlık."
İnsanın ayırt edici
karakteristiği, yani onun rasyonellik yeteneği, "hayvan" tanımının
dışında bırakılmıştır; çünkü, prensibe göre: bir hayvan bir tür bilince sahip
olmalıdır, fakat yeni kavram ("hayvan") altındaki çeşitli birimleri karakterize eden bilinçlerden herhangi
bir türüne sahip olabilir. (Bir bilinci, diğerinden ayırt eden ölçü
standardı, bu bilincin menzilidir.)
Yeni kavramın ayırt
edici karakteristikleri, bu kavram altındaki bütün birimlerin sahip olduğu
karakteristiklerdir (bu birimlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir):
"yaşıyor olma" hususiyeti ve "bilinç ve yer değiştirebilme"
yetenekleri.
Daha ileri bilgiyle,
hayvanlar, bitkiler ve bazı mikroskobik varlıklar arasındaki benzerlikleri (ve
onların cansız nesnelerden farklılığını) gözlemleyen insan; bunları,
"organizma" kavramına bütünleştirir. "Organizma"nın tanımı
(genel terimlerle) şöyle olacaktır: "İçsel olarak faaliyet üretme,
metabolizma yoluyla büyüme ve üreyerek çoğalma kapasitesilerine sahip bir
varlık."
Yeni kavramın ayırt
edici karakteristiklerine, altındaki birimlerin hepsi sahiptir.
"Hayvan"ın ayırt edici karakteristikleri, tanımın dışında tutulmuştur;
çünkü, prensibe göre: "içsel olarak faaliyet üretme" yeteneği, bir
şekilde mevcut olmalıdır, fakat yeni kavram altındaki birimleri karakterize eden herhangi bir şekilde
mevcut olabilir.
Bilgi daha geliştikçe,
"hayvan" gibi çok geniş bir kavram, "memeliler,"
"kurbağalar," "balıklar," "kuşlar," vs. gibi yeni
kavramlara bölünür. Bunların her biri, daha dar kategorilere bölünür
ilah. Kavram-teşkili prensibi aynı kalır: "hayvan" kavramının ayırt
edici karakteristikleri ("bilinçlilik ve yer değiştirebilme"
yetenekleri) bu alt-bölümlerin "Kavramsal Asgari Müştereği"dir; yeni
kavramların her biri, bu müştereğe sahip olurken, başka (anatomik ve
fizyolojik) karakteristiklerin ilavesiyle özel kimliklerine sahip olurlar.
(Bu kavramların
teşkilindeki kronolojik sıra değişebilir. Mesela, bir çocuk, önce uygun
somutlukları, "hayvan," "kuş," "balık" kavramları
altında bütünleştirebilir ve daha sonra "hayvan"la ilgili bilgisini
geliştirerek onları daha geniş bir kavrama bütünleştirebilir. Fakat, kullanılan
prensipler ve karakteristikleri ayırt ederken yapılan seçimler, -aynı bilgilere
sahip olunduğu sürece- aynıdır.)
"İnsan"
kavramıyla ilgili dallandırmalarda da bu prensiplerin tatbikatını kolayca
görmek mümkündür. Zaman ölçümüne (yaşanmış olan yıllara) göre ("çocuk,"
"genç," "orta-yaşlı," "ihtiyar," vs.); veya,
anatomik farklılıklara göre ("siyah," "beyaz," vs.); veya,
milliyete (siyasi-coğrafi ayrıma) göre ("İngiliz,"
"Fransız," vs.); veya, mesleklere göre ("doktor,"
"mühendis," vs); veya, özel ilişkiye göre ("ana,"
"çocuk," "baba," vs.) yapılmış bütün bölümlerde,
"insan"ın ayırt edici karakteristiği olan "rasyonel
hayvan"lık alınır; fakat, her yeni dar kavram teşkil edilirken
"insan" kavramı içinde söz konusu olan ölçüm kategorilerinden belirli
bir daraltılmış alan seçilir.
Soyutlamaların bilgisel
içeriği ile ilgili iki hususa burada dikkat etmek gerekir:
1. Daha geniş
kavramların teşkili (veya öğrenilmesi) geniş kavram
altındaki kavramların herhangi birinin gerektirdiğinden daha geniş bilgi
(yani, daha geniş bir kavramsal deliller manzumesi) gerektirir. Mesela,
"hayvan" kavramı, "insan" kavramından daha geniş bilgi
gerektirir; çünkü, "hayvan" kavramı, insanla ilgili bilgiye ilaveten
diğer türlerden bazılarına ait bilgiler de gerektirir. Hem insanların, hem de
hayvanların karakteristikleri hakkında yeterli bilgiye sahip olunmalıdır ki:
insan ve diğer hayvanlar arasında ayrım yapılabilsin; hayvanlarla, bitkiler
veya cansız nesneler arasında ayrım yapılabilsin.
Kavram genişledikçe,
-geniş kavramın ayırt edici karakteristiği, altındaki kavramların ayırt edici
karakteristiklerinden daha genel oluşu yüzünden- geniş kavramın bilgisel
içeriğinin azaldığının zannedilmesi, bu bağlamda düşülen genel bir yanılgıdır.
Yanılgının sebebi; bir kavramın, o kavramın ayırt edici karakteristiği ile
özdeş görülmesidir. Fakat, doğrusu şudur ki: soyutlamalardan soyutlamalar yapan
bir insan, söz konusu birimlerin diğer karakteristiklerini ve bu birimlerin,
içlerinden ayırt edildikleri diğer mevcut-şeylerin karakteristiklerini
bilmeksizin, hangi karakteristiğin ayırt edici olduğunu bilemez.
"İnsan"
kavramı, sadece "rasyonel yetenek"ten ibaret değildir; öyle olsaydı,
"insan" ve "rasyonel yetenek" eşdeğer olurdu ve birbiri
yerine kullanılabilirdi. "İnsan" kavramı, insanın bütün
karakteristiklerini kapsar; "rasyonel yetenek," "insan"
kavramının ayırt edici karakteristiğidir.
Yukarıdaki yanılgıya
düşmek; insanın, kavramları, onların tanımlarını ezberleyerek öğrendiği (bir
papağanın epistemolojisine sahip olduğu) varsayımını taşımakla mümkündür. Bir
kavramı anlamak, bu kavramın teşkil edildiği süreci anlamak demektir. Bu süreci
anlamak ise, geniş kavram altındaki birimlerden hiç değilse bazılarını
anlamak (dolayısiyle, bu kavramla ilgili anlayışımızı, realitedeki olgulara
bağlantılandırabilmek) demektir.
Nasıl ki, kavramların
geniş kavramlara bütünleştirilmesi, daha geniş bir bilgi gerektiriyorsa;
onların, daha dar kavramlara bölünmesi de, daha derin bir bilgi
gerektirir. Mesela, "baba" kavramı, "insan" kavramından
daha derin bilgi gerektirir; çünkü, "baba" kavramını anlamak için:
insanla ilgili, üreme fonksiyonuyla ilgili ve bu konudaki sosyal bağlantılarla
ilgili bilgiye sahip olmak gerekir.
2. Bir kavramın
teşkili; insana, sadece müşahade ettiği somutlukları tanımasını değil, o
çeşitten olan ve gelecekte karşılaşabileceği somutlukların hepsini
tanımasını sağlar. Böylece, "insan" kavramını teşkil ettiğinde veya
bunu kavradığında; rasladığı her kişiyi, sıfırdan başlayarak inceleyeceği yeni
bir fenomen olarak ele almak zorunda kalmaz: onu, "insan" olarak
tanır ve insan hakkında sahip olduğu bilgiyi o kişiye tatbik ederek, onun
hakkında muazzam bir bilgiyi, tekrar gayret göstermeksizin bilincinin menziline
getirerek enerji tasarruf ederek, o insanın özel karakterini tanıma işinde
yoğunlaşabilir; yani, o bireyin karakteristiklerini -yani, "insan"
kavramınca tesis edilen ölçümler kategorisi dahilindeki, o insana özgü bireysel
ölçümleri- inceleme işini en az gayretle gerçekleştirir.
Görülüyor ki,
kavramların teşkili ve aşağı veya yukarı dallandırılması işlemi, iki asli
bilgilenme yöntemini içermektedir: tümevarım ve tümdengelim. Realitedeki
olguların gözlemlenmesi ve onların kavramlara bütünleştirilmesi işi, esasta bir
tümevarım işlemidir. Yeni durumları, bir kavram altına sokma işi, esasta bir
tümdengelim işlemidir.
4.1.5 Bilinçlilik
Kavramları
Bilinç, haberdarlık yeteneğidir;
varolanı algılama yeteneğidir.
Haberdarlık, pasif değil, aktif bir durumdur. Haberdarlığın alt
düzeylerinde, insanın bir duyum yapması ve duyumları algılara bütünleştirmesi
için, karmaşık bir nörolojik süreç gerekir; bu süreç, otomatik ve
gayri-iradidir: insan, bu sürecin ürettiği sonuçlardan haberdardır; fakat,
sürecin kendisinden haberdar değildir. Daha üst düzeyde, yani kavramsal
düzeyde; süreç, psikolojik, bilinçli ve iradidir. Her iki düzeyde de;
haberdarlık, sürekli faaliyet yoluyla elde edilir.
Doğrudan veya dolaylı
olsun; her bilinç fenomeni, insanın dış dünya ile ilgili haberdarlığından
türer. Bir nesne, yani bir içerik her haberdarlık durumunda söz
konusudur. Dışabakış, dışarıya (dış dünyadaki bir mevcut-şeyin kavranmasına)
yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir. İçebakış, içe (yine dış dünyadaki bir
mevcut-şey karşısında, düşünme, duygulanma, hatırlama gibi, insanın kendi
psikolojik faaliyetlerinin kavranmasına) yöneltilmiş bir bilgilenme sürecidir.
Bir bilincin faaliyetleri: sadece dış dünyaya ilişkin olarak yapılabilir;
sadece dış dünyaya referansla anlaşılıp tanımlanabilir; ve, sadece dış dünyaya
muhabere edilebilir. Haberdarlık, bir şeyden haberdarlıktır. İçeriksiz
bir bilinç hali, terimlerde çelişkidir.
İnsan bilincinin her
durumunda, veçhesinde veya fonksiyonunda, her zaman iki temel hususiyet vardır:
içerik ve faaliyet; yani, haberdarlık halinin ne hakkında olduğu hususu ve
bilincin bu içeriğe ilişkin faaliyetinin ne olduğu hususu.
Bu iki hususiyet;
bilinçle ilgili her kavramın, temel "Kavramsal Asgari Müştereği"dir.
Bilinçlilik kavramları
teşkil edilirken; verili bir bilinç halinin içeriği, bilincin bu içerik
üzerindeki faaliyetinden, soyutlama yoluyla tecrit edilmelidir. Nasıl ki,
dışabakan insan, varlıkların hususiyetini varlıklardan soyutlayabilirse; benzer
şekilde, içebakarken de, bilincinin faaliyetlerini, bilincinin içeriğinden
soyutlayabilir ve bu çeşitli faaliyetler arasındaki farklılıkları
gözlemleyebilir.
Mesela (yetişkinlik
düzeyinde) bir insan; sokakta yürüyen bir kadın görürse, bilincinin yaptığı bu
faaliyet algılamadır; onun güzel olduğuna karar verirse, bilincinin bu
faaliyeti değerlendirmedir; içinde bir zevk ve hayranlık durumu doğarsa,
bilincinin faaliyeti duygulanmadır; durup kadını seyreder
ve gördüklerine dayanarak karakteri, yaşı, sosyal durumu, vs. hakkında
sonuçlara varmaya çalışırsa, bilincinin faaliyeti düşünmedir; bir kaç gün
sonra, bu olayı kafasında canlandırırsa, bilincinin faaliyeti hatırlamadır;
kadının saçları kestane rengi olacağına sarı ve elbisesi kırmızı olacağına mavi
olsaydı görünüşü daha iyi olurdu diye tasarladığında, bilincinin faaliyeti hayalgücü
kullanmadır.
İçebakış alanında
bilinçlilik kavramları teşkil edilirken; verili bir psikolojik sürecin spesifik
halleri, somutluklar olarak (birimler halinde) bir kavram altında
bütünleştirilir. Psikolojik bir sürecin ölçülebilir iki hususiyeti vardır: bu
sürecin nesnesi (yani, içeriği) ve bu sürecin şiddeti.
Psikolojik bir
süreçteki içerik, dış dünyanın bir veçhesidir (veya, dış dünyanın bir veçhesinden
türetilmiştir) ve dış dünyaya tatbik edilebilen çeşitli ölçüm yöntemleriyle
ölçülür. Bir psikolojik sürecin şiddeti, bir çok faktörün (sürecin kapsamı,
sarahati, bilgisel ve motivasyonel içeriği, gerekli zihni enerji veya gayret
miktarı, vs.) otomatikman hulasa edilmiş sonucudur.
Her psikolojik sürecin
şiddetini ölçecek tam bir yöntem yoktur; fakat, renk kavramlarının, dalga-boyu
keşfedilmeden önce teşkil edilmiş olduğu gerçeğinin gösterdiği gibi,
kavramlaştırma, tam bir ölçüm bilgisi gerektirmez. Psikolojik süreçlerdeki
şiddet dereceleri, mukayeseye dayanan bir ölçek üzerinde, yaklaşık olarak
ölçülebilir ve ölçülmektedir. Mesela, belirli olgulara tepkime olarak ortaya
çıkan zevk duygusunun şiddeti; bu olguların, bir insanın değerler hiyerarşisindeki
yerine göre değişir; mesela, yeni bir elbise alma, terfi etme, sevilen insanla
evlenme gibi durumlar -bu durumlara verilen değer oranında- farklı şiddette
zevkler verir. Bir düşünme sürecinin ve gerekli entellektüel gayretin şiddeti,
içeriğin kapsamına göre değişir; bu şiddet, "masa" kavramını
anladığında başkadır, "adalet" kavramını anladığında başka; 2 + 2 = 4
eşitliğini anladığında başkadır, e = mc2 eşitliğini anladığında
başka.
Hem içebakış, hem de
dışabakış kavramlarının teşkili, aynı prensip üzerinde yapılır: verili bir
psikolojik süreç, bir içeriğe ve bir şiddete sahip olmalıdır, fakat herhangi
bir içeriğe ve herhangi bir şiddete sahip olabilir.
Mesela,
"düşünce" kavramı teşkil edilirken; sözkonusu psikolojik faaliyetin
ayırt edici karakteristiği (amaçlı olarak yöneltilmiş bir bilgilenme süreci)
alınır ve özel içerik ile entellektüel gayretin şiddeti dışarıda bırakılır.
"Duygu" kavramı teşkil edilirken, sözkonusu psikolojik faaliyetin
ayırt edici karakteristiği (bir mevcut-şeyin değerlendirilmesinden doğan
otomatik tepkime) alınır ve özel içerik (mevcut-şeyler) ile duygusal şiddetin
derecesi dışarıda bırakılır.
Psikolojik sürecin
şiddeti ile ilgili olarak, kapsam ve hiyerarşi terimlerinden
bahsedilmişti. Bunlar, ölçümler kategorisine ait terimlerdir; ve, bu terimler,
psikolojik fenomenlerin ölçümünde daha kesin yöntemlere işaret eder.
Bilgilenmeyle ilgili
kavramlar ("düşünme," "gözlemleme," "akıl
yürütme," "öğrenme," vs.) açısından; içeriğin kapsamı, bir ölçüm
yöntemi sağlar. Kapsam, iki ilişkin veçheyle belirlenir: belirli bir bilgilenme
sürecindeki olgusal malzemenin kapsamı ve bu malzemeyle uğraşmak için gereken kavramsal
zincirin uzunluğu. Kavramlar, hiyerarşik bir yapıya sahip olduğundan;
yani, daha yüksek ve daha karmaşık olan kavramlar, (algısal olarak verili
somutluklardan başlayarak) daha basit ve daha temel kavramlardan türetilmiş
olduğundan; bir bilgilenme sürecinde kullanılan bir kavramın, algısal düzeydeki
kavramlara olan mesafesi, sürecin kapsamını gösterir. (Bir insanın
uğraşabildiği soyutlamaların düzeyi (derinliği); o insanın, o düzeye erişmek
için ne kadar şey bilmek zorunda kaldığını gösterir. Tabii burada söz konusu
olan insan; boşlukta dolaşan bazı soyutlamaları sadece ezberleyerek onlarla
cümle kurmayı beceren insan değil; bu soyutlamaları doğuran her aşamayı
gerçekten kavramış olan insandır.)
Değerlendirme ile
ilgili kavramlarda ("değer," "duygu," "heyecan,"
"arzu," vs.) sözkonusu hiyerarşi, farklıdır ve tamamen farklı bir
ölçüm çeşidi gerektirir. "Teleolojik ölçüm" olarak
nitelenebilecek bu ölçüm tipi, sadece değerlendirme denen psikolojik sürece
tatbik edilebilir (Yunanca "telos" = "amaç").
Ölçüm, bir birim olarak
hizmet gören bir standart vasıtasıyla, niceliksel bir ilişkiyi tanıma
işlemidir. Teleolojik ölçüm, kardinal sayılarla değil, ordinal
sayılarla iş görür. Teleolojik ölçümdeki standart; bir amaca erişmek için
kullanılan aracın, o amaçla olan ilişkisini mertebelendirir. (Kardinal sayı,
(1,2,3, vs. gibi) miktar belirten sayılardan biridir. Ordinal sayı, (birinci,
ikinci, üçüncü, vs. gibi) bir serideki derece veya nitelik veya pozisyonları
ifade eden bir sayıdır.)
Mesela; bir ahlak
sistemi, insana açık olan seçenek ve faaliyetleri, o ahlak sisteminin değer
standardına varma veya ondan uzaklaşma derecesi açısından mertebelendiren bir
teleolojik ölçüm sistemidir. Ahlak sistemindeki standart, insan faaliyetlerinin
uğrunda yapıldığı -araç olduğu- amaçtır.
Bir ahlak sistemi, bir
dizi soyut prensiptir; bu ahlak sistemine uygun davranmak isteyen bir birey, bu
soyut prensipleri, uygun somutluklara tercüme etmelidir: somut olarak uğrunda
davranacağı özel amaçları ve değerleri seçmelidir. Bunu yapmak için; özel
değerlerini, önem sırasına göre, bir hiyerarşi içine sokmalı ve bu hiyerarşiye
göre davranmalıdır. Yani, bir teleolojik ölçüm süreci, bütün faaliyetlerine
rehberlik etmelidir. (Bir insanın değerler hiyerarşisindeki belirsizliğin ve
çelişkilerin derecesi; o insanın teleolojik ölçümler yapmada karşılaşacağı
başarısızlıkların, dolayısiyle değer hesaplama ve amaçlı faaliyet
gerçekleştirme çabalarında karşılaşacağı başarısızlıkların derecesini
belirler.)
Teleolojik ölçümler,
muazzam bir bağlamın içinde, muazzam bir bağlam karşısında yapılmak durumundadır:
verili bir seçenek karşısındaki bir insan, bu seçeneğin, diğer bütün seçenekler
ile ve kendi değerler hiyerarşisi ile ilişkisini tesis etmek durumundadır.
Bu sürecin en basit bir
örneğini, maddi değerler alanında, insanın para harcamasını yöneten (zımni)
prensipte görebiliriz. Hangi gelir seviyesinde olunursa olunsun, insanın parası
sınırlı bir niceliktir; bu parayı harcarken, satın alacağı şeyin değerini, aynı
miktar parayla yapabileceği başka her harcamanın elde edeceği değere karşı,
diğer amaçlarına, arzularına ve ihtiyaçlarına karşı tartar ve buna göre, o malı
satın alır veya almaz.
Bu tür ölçüm, sadece
maddi değerler alanına değil, ahlaki veya manevi değerlerin daha geniş olan
alanına da rehberlik eder. ("Manevi" ile, "bilinçle ilgili"
olan kast edilmiştir. Manevi değerler alanında bağlam daha geniştir; çünkü,
insanın bu alandaki değerlerin hiyerarşisi, onun maddi veya ekonomik alandaki
değerlerinin hiyerarşisini belirler.) Fakat, manevi alanda, nakit veya mübadele
aracı değişiktir. Manevi alanda, -sınırlı miktarda olan ve herhangi bir değer
peşindeyken teleolojik olarak ölçülmesi gereken- nakit, zamandır, yani insanın
kendi hayatıdır.
Değer, elde etmek
ve/veya muhafaza etmek için uğrunda davranılan şeydir; mümkün davranışın
miktarı, insan hayatının süresince sınırlanmıştır; dolayısiyle, değer verilen
her şey, insan hayatının bir kısmının yatırımını gerektirir. Bir değere
vakfedilecek olan yıllar, aylar, günler, saatler, o değerden elde edilecek
zevke karşılık olarak ödenecek olan nakittir.
Bu prensipler
açısından, "sevmek" dahi ölçülebilir. "Sevmek" kavramı, söz
konusu psikolojik sürecin iki veya daha çok tezahürünü tecrit etmek ve bu
sürecin ayırt edici karakteristiğini (bir mevcut-şeyi, pozitif bir değer ve bir
zevk kaynağı olarak değerlendirmekten doğan bir heyecan) tutup, sürecin
nesnesini ve sürecin şiddetiyle ilgili ölçümleri dışarıda bırakmak suretiyle
teşkil edilir.
Sevmenin nesnesi, bir
şey veya bir olay veya bir faaliyet veya bir durum veya bir kişi olabilir.
Sevmenin şiddeti; kişinin, o nesneyi (dondurma, eğlence, okuma, özgürlük,
sevgili, vs.) ne ölçüde değerlendirdiğine bağlı olarak değişir.
"Sevmek" kavramı, geniş bir değerler yelpazesini kapsadığından, çok
farklı şiddetlerde ortaya çıkar: alt düzeylerden ("hoşlanma"
alt-kategorisi) üst düzeylere ("sadece kişilerle ilgili kullanılabilecek
"muhabbet" veya "şefkat" alt-kategorileri) ve en üst
düzeyde romantik aşka kadar uzanır.
Belirli bir sevme
halinin şiddeti ölçülmek istenirse; bu iş, sevgiyi duyan insanın değerler
hiyerarşisine referansla yapılır. Bir adam, bir kadını sevebilir; mamafih,
başka kadınlarla yaptığı uçkuru bozukluğun verdiği nörotik tatmini, o kadının
kendisine ifade ettiği değerden daha yüksek derecelendirebilir. Başka bir adam,
bir kadını sevebilir; mamafih, başkalarının (ailesinin veya arkadaşlarının veya
herhangi bir yabancının) bu seçimi onaylamayacağı korkusuyla, o kadını terk
edebilir. Yine başka bir adam, sevdiği kadını kurtarmak için kendi hayatını
tehlikeye atabilir; çünkü, o kadın olmaksızın diğer bütün değerleri anlamını
kaybedecektir.
Bilinçlilik
kavramlarının belirli kategorileri, özel dikkat gerektirir. Bunlar, psikolojik
süreçlerin ürünleri ile ilgili ("bilgi," "bilim,"
"fikir," vs. gibi) kavramlardır.
Bu tür kavramlar teşkil
edilirken, söz konusu psikolojik sürecin ayırt edici karakteristiği tutulur ve
içerik dışarıda bırakılır. Mesela, "bilgi" kavramı teşkil edilirken;
sürecin ayırt edici karakteristiği (bir realite olgusunun -ya doğrudan algısal
gözlemlemeyle, ya da algısal gözlemleme üzerinde temellenmiş bir akıl yürütme
süreciyle- zihnen kavranması) tutulur ve özel olgunun ne olduğu hususu dışarıda
bırakılır.
Burada, bir noktanın
hatırlanması önemlidir: bu tür bilinçlilik kavramları, bu kavramların
mevcudiyetsel içeriğinin eşdeğeri değildir; epistemolojik kavramlar
kategorisine dahil olan bu kavramların metafizik bileşenleri (realitede tekabül
ettiği şeyler), bu kavramların içeriğini teşkil eder. Mesela, "fizik
bilimi," bu bilimin içeriği olan fiziki fenomenlerle aynı şey değildir. Fenomenler,
insan bilgisinden bağımsız olarak mevcuttur; bilim, bu fenomenler hakkında,
insan bilincince elde edilmiş ve başka insan bilincine muhabere edilebilecek
örgütlü bir bilgi topluluğudur. İnsan bilinci, evrendeki mevcudiyetine
başlamadan önce de fenomenler mevcuttu, ama bilim mevcut değildi; insan
bilinci, bir gün mevcudiyetten tamamen yok olsa dahi, fenomenler mevcut olmaya
devam edecektir, ama bilim yok olacaktır.
Bilincin ürünleriyle
ilgili özel bir kavramlar alt-kategorisi, yöntem kavramlarına ayrılmıştır.
Yöntem kavramları, belirli amaçlara erişmek için insanlarca tasarlanan
sistematik faaliyet çizgilerini belirtir. Faaliyet çizgisi, amacın ne olduğuna
bağlı olarak, tamamen psikolojik olabilir (insan bilincinin belirli bir
faaliyeti gibi) veya psikolojik ve fiziki faaliyetlerin bir karışımı olabilir
(bir petrol arama faaliyeti gibi).
Yöntem kavramları
teşkil edilirken, ayırt edici karakteristik olarak amaç ve bu amaca götüren
faaliyet çizgisi tutulur ve her ikisinin özel ölçümleri dışarıda bırakılır.
Mesela, temel
yöntem kavramı (yani, diğer bütün yöntem kavramlarının dayandığı kavram) mantıktır.
"Mantık" kavramının teşkilinde; doğru bir teşhis (kimlikleme)
yapabilmek için gerekli bilinç faaliyetlerinin tabiatı ve bu faaliyetlerin
amacı (bilgi), ayırt edici karakteristiği belirler: mantık, çelişkisiz teşhis
(kimlikleme) yeteneğidir. "Mantık" kavramının ve diğer bütün yöntem
kavramlarının teşkilinde, mantıki çıkarsama sürecinin uzunluğu veya
karmaşıklığı veya spesifik basamakları ile herhangi bir mantık kullanma
durumundaki özel bilgilenme probleminin tabiatı, dışarıda bırakılır.
Yöntem kavramları,
insanın kavramsal teçhizatının büyük bir kısmını temsil eder. Epistemoloji,
bilgi elde etme ve doğruluğunu tahkik etme yöntemlerinin keşfine tahsis edilmiş
bir bilimdir. Ahlak, bir insanın hayatını yaşaması için gerekli yöntemlerin
keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Tıp, hastalık önlemeye ve tedaviye yarayan
yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bir bilimdir. Bütün uygulamalı bilimler
(teknoloji), yöntemlerin keşfine tahsis edilmiş bilimlerdir.
Yöntem kavramları,
mevcudiyetsel kavramlar ile bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesinden
oluşan muazzam ve karmaşık kavramlar kategorisine -ki bu kategori, insan
faaliyetlerinin çoğunu kapsar- kurulan bir köprüdür. Bu kategorideki kavramlar,
(algısal bileşenlere sahip olmakla birlikte) haberdarlığın algısal düzeyindeki
hiçbir nesneye doğrudan işaret etmezler; ve, bu kavramlar, uzun bir ön
kavramlar zincirine sahip olmaksızın ne teşkil edilebilirler, ne de anlaşılabilirler.
Mesela,
"evlilik" kavramı, bir erkek ve bir kadın arasındaki belirli bir
ahlaki-kanuni ilişkiye işaret eder ve karşılıklı anlaşmaya ve kanuni müeyyideye
dayanan belirli bir davranış kalıbını söz konusu eder. "Evlilik"
kavramı, sırf bir çiftin davranışları gözlemlenerek teşkil edilemez veya
anlaşılamaz; "evlilik" kavramının teşkili için, çiftin fiziki
faaliyetleri ile "mukaveleli anlaşma," "ahlak,"
"kanun" gibi belirli
bilinçlilik kavramlarının bütünleştirilmesi gerekir.
"Mülkiyet"
kavramı, bir insan ile bir nesne (veya mülkiyete konu olabilen bir fikir)
arasındaki ilişkiye işaret eder; o insanın, o şeyi kullanma ve tasarruf etme
hakkına işaret eder; ve, o nesnenin elde edildiği usul de dahil olmak üzere,
çok uzun bir ahlaki-kanuni kavramlar zincirinin anlaşılmasını gerektirir. Bir
insanın bir şeyi sürekli kullanıyor olmasının, onu alıyor-satıyor olmasının
gözlemlenmesi, "mülkiyet" kavramının anlamını kavramaya
yetmeyecektir.
Bu tür bileşik
kavramlar teşkil edilirken: söz konusu mevcut-şeyler, ilişkiler ve faaliyetler
tecrit edilir; onların ayırt edici karakteristikleri tutulur; sürece konu olan
çeşitli kavram kategorilerine ait ölçüm tipleri dışarıda bırakılır.
4.1.5.1 Ölçümlerle
İlgili Bir Başka Not
İnsan bilincinin kavramsal
düzeyine (yani, akla) yapılan saldırı; epistemolojik alanda, ölçümlere
yapılan saldırıyla ortaya çıkar. İnsan bilinciyle ilgili hususlarda
"ölçüm" küçültücü bir terim olarak kullanılır. "Aşkı ölçebilir
misin?" sorusu, bu tavrın bir semptomudur.
Sözde rakip iki irrasyonel kamp;
bu konuda, aynı temel öncülden yola çıkan iki tavrı temsil eder. Eski usul mistikler; aşkın, kiloyla, metreyle, parayla ölçülemeyeceğini
iddia ederler. Onlara yardımcı olmaktan başka bir işe yaramayan neo-mistikler;
bir türlü hazmedemedikleri ölçüm kavramlarının karın ağrısıyla; bilimin tek
aletinin, ölçüm olduğunu iddia ederler; ve, istemsiz hareketleri, istatistik
anketlerini, farelerin öğrenme süresini ölçerek insan ruhuna yol bulmaya
çalışırlar.
Her iki kamp da, ölçümün
uygun bir standart gerektirdiğini, (mesela, mistik kampın şiddetle
nefret ettiği, neo-mistik kampın ise kıskançlık duyduğu fizik bilimlerinde,
uzunluğun kiloyla, ağırlığın metreyle ölçülmediğini) gözlemleyemez.
Ölçüm, bir ilişkinin sayısal
terimlerle teşhisidir (kimliklendirilmesidir); ölçüm biliminin (matematiğin)
karmaşıklığı, evrende mevcut olan ve insanın henüz yeni-yeni araştırmaya
başladığı ilişkilerin karmaşıklığının bir göstergesidir. Maddenin algısal
olarak verili olan (uzunluk, ağırlık gibi) temel hususiyetlerinin ölçülmesinde
gerekli olan uygun standart ve yöntemlerin ne olacağı açıkca bellidir ve bu
alandaki ölçümlerde dakik bir hassasiyet sağlanmıştır; bazı ilişkilerin
ölçümünde ise, uygun standart ve yöntemlerin bulunması henüz mümkün olmamış
veya bazı ölçümler, algısal olarak verili malzemede olduğu kadar büyük bir
kesinlikle henüz yapılamamaktadır; fakat,
her halü karda, bu ilişkiler evrende mevcuttur. Herhangi bir şey
gerçekten "ölçülemez" olsaydı: bu şey ile evrenin geri kalan kısmı
arasında hiçbir tür ilişki olmazdı; bu şey, hiçbir surette hiçbir şeyi
etkilemeyip, hiçbir şeyden de etkilenmezdi; bu şey, hiçbir şeye sebep olmayıp,
hiçbir şeyin sonucu olmazdı; kısacası, bu şey, mevcut olmazdı.
Anti-ölçüm tavrının
motifi, apaçıktır; bu motif: psikolojik açıdan, irrasyonel bir davranışın
sonuçlarından korunmada kullanılacak bir belirsizlik (veya şüphe) sığınağı
bulundurma arzusudur; epistemolojik açıdan, bilgisel kesinlik sağlama ve
geniş-ölçekli bütünleştirmeler yapma sorumluluğundan kaçma arzusudur; metafizik
açıdan, mevcudiyetin, olguların, realitenin ve herşeyden önce Kimlik
Kanununun mutlaklığından kaçma arzusudur.
4.1.6 Tanımlar
Bir tanım, bir kavram
altındaki birimlerin tabiatını kimliklendiren bir cümledir.
Tanımların, kelimelerin
anlamını ifade ettiği söylenir; bu doğrudur; fakat, tam değildir. Bir kelime,
sadece bir kavramı temsil etmek için kullanılan bir görsel-işitsel semboldür;
bir kelimenin, sembolize ettiği kavramın anlamından başka hiçbir anlamı yoktur;
bir kavramın anlamı, bu kavram altındaki birimlerden oluşur. İşaret edilen
şeylerin belirtilmesi suretiyle yapılan şey, kelimelerin değil, kavramların
tanımıdır.
Bir tanımın amacı; bir
kavramı, diğer bütün kavramlardan ayırt etmek; böylece, bu kavram altındaki
birimleri diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt etmektir.
Bir kavramın tanımı,
diğer kavramlar vasıtasıyla formüle edildiğinden; tanım, sadece bir kavramı
kimliklemek ve tutmak işine yaramakla kalmaz; aynı zamanda, bütün kavramlar
arasındaki ilişkiyi, hiyerarşiyi, bütünleşmeyi tesis eder, yani
bilgiyi bütünleştirir. Tanımlar; herhangi bir insanın kavramları öğrenmesindeki
kronolojik sırayı değil, o kavramların karşılıklı bağlantılarının
hiyerarşisindeki mantıki sırayı muhafaza eder.
Bazı önemli istisnalar
dışında; her kavram, başka kavramlar vasıtasıyla tanımlanabilir ve muhabere
edilebilir. İstisnalar: duyumlara işaret eden kavramlar ile metafizik
aksiyomlara işaret eden kavramlardır.
Duyumlar; bilincin
kullandığı birincil malzemeleridir; bu yüzden, kavramlar -yani duyumlardan
türetilmiş malzemeler- vasıtasıyla muhabere edilemezler. Duyumların fiziki
sebepleri, kavramsal terimlerde açıklanabilir ve tanımlanabilir (mesela, renk
duyumunun sebebi, ışığın dalga boyu ve insan gözünün yapısıdır); fakat, bir
insan, kör doğmuş başka bir insana rengin nasıl bir şey olduğunu anlatamaz.
Mesela, "mavi" kavramının anlamını tanımlamak için, herhangi bir mavi
şeye işaret edip: "Bunu demek istiyorum"
denmelidir. Bir kavramın bu şekilde kimliklendirilmesine "ostensif
tanım" ("bir şeyin görünüşünü göstererek yapılan tanım") denir.
Ostensif tanımlar,
genellikle sadece kavramlaştırılmış duyumlara tatbik edilir. Fakat, bu tür
tanımlar, aksiyomlara da tatbik edilebilir. Aksiyomatik kavramlar, indirgenemez
birincillerin kimliklendirilmesi olduğundan; onları tanımlamanın tek yolu,
göstererek yapılan tanımlardır. Mesela, "mevcudiyet"i tanımlamak
için, kolumuzla geniş bir daire çizip bütün etrafa işaret ederek: "İşte
bunu demek istiyorum" denebilir. (Aksiyomatik kavramları ileride
tartışacağız.)
Doğru tanımın
kuralları, kavram-teşkili işleminden türetilir. Bir kavramın birimleri, aynı
ölçü birimine indirgenebilen bir karakteristiğe (yani, bir "Kavramsal
Asgari Müşterek"e) sahip bir gurup mevcut-şey içinden, belirli bir ayırt
edici karakteristiğe sahip olmalarıyla tefrik edilir. Bir tanım aynı prensibe
uyar: tanım, kavram altındaki birimlerin ayırt edici karakteristiğini belirtir
ve bu birimlerin içinden tefrik edildiği mevcut-şeyler kategorisini gösterir.
Kavramın altındaki
birimlerin ayırt edici karakteristiği, kavramın tanımındaki ayırt-ögesi
olur; bu birimlerin içinden tefrik edildiği, belirli bir "Kavramsal Asgari
Müşterek"e sahip mevcut-şeyler, kavramın tanımındaki cins olur.
Yani; tanım, bilincin
iki asli fonksiyonuna uygun bir iş görür: ayırt eder ve bütünleştirir.
Tanımdaki ayırt-ögesi, bir kavramın birimlerini, diğer bütün mevcut-şeylerden
tecrit eder; tanımdaki cins, bu birimler ile, bu birimleri de içinde bulunduran
daha geniş bir mevcut-şeyler gurubu arasındaki bağlantıyı gösterir.
Mesela; masanın
tanımında ("Daha küçük başka nesneleri üzerinde bulundurmak için
kullanılan, düz, ufki bir yüzeyden ve ayak(lar)dan ibaret bir mobilya
parçası") belirtilmiş olan şekil (düz, ufki bir yüzey ve ayak)
ayırt-ögesidir; bu ayırt-ögesi, masayı, aynı cinse ("mobilya"ya) ait
diğer varlıklardan ayırır. İnsan tanımında ("Rasyonel bir hayvan");
"rasyonel," ayırt-ögesidir; "hayvan," cinstir.
Nasıl ki, bir kavram,
diğer kavramlarla birlikte, daha geniş bir kavrama bütünleştirildiğinde, bir
birim haline gelirse; benzer şekilde, bir cins, başka cinslerle birlikte, daha
geniş bir cinse bütünleştirildiğinde, bir tür haline gelir. Mesela;
"masa," "mobilya" cinsinin bir türüdür;
"mobilya," "ev eşyaları" cinsinin bir türüdür; "ev
eşyaları," "insan-yapısı şeyler" cinsinin bir türüdür.
"İnsan," "hayvan" cinsinin bir türüdür; "hayvan,"
"organizma" cinsinin bir türüdür; "organizma,"
"varlık" cinsinin bir türüdür.
Bir tanım, bir tasvir
değildir: bir kavramın tanımı, o kavramın birimlerinin bütün
karakteristiklerinden bahsetmez; fakat, bu karakteristikleri zımnen
içerir. Eğer bir tanım, bütün karakteristikleri listeleseydi, amacına
erişemezdi: karakteristiklerden oluşan, rasgele, gelişigüzel ve
kavramsallık-öncesi bir yığın ortaya koyardı; ve, bu yığın, ne bu kavramın
birimlerini diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye, ne de bu kavramı diğer
kavramlardan ayırt etmeye yarardı. Bir tanım, birimlerin tabiatını -yani, bu
birimlerin, bu tip mevcut-şeyler haline gelmelerinin "olmazsa olmaz"
sebebi olan asli karakteristikleri- kimliklemelidir. Fakat, tanımla ilgili
bir hususun tekrar hatırlanması önemlidir: birimlerin etraflı değil, asli
karakteristiğini kimliklediğinden; mevcut-şeylerin tecrit edilmiş veçhelerini
değil, mevcut-şeylerin kendisini belirttiğinden; söz konusu
mevcut-şeylere ait daha geniş bilgi yerine geçebilecek bir ikame olmayıp, bu
bilginin yoğunlaştırılmış hali olduğundan; bir tanım, birimlerin bütün
karakteristiklerini zımnen içerir.
Bu
noktada hayati bir soru karşımıza çıkar: eğer, tanımı yapılacak kavramın temsil
ettiği bir gurup mevcut-şey, sayısı birden fazla olan bazı karakteristiklere
sahip olmakla diğer mevcut-şeylerden ayırt ediliyorsa; bu karakteristikler
arasında asli olan karakteristik (dolayısiyle, bir kavramı doğru tanımlayan
karakteristik) nasıl belirlenir?
Cevap, kavram-teşkili
sürecinde mevcuttur.
Kavramlar, boşlukta
teşkil edilmez ve edilemez; kavramlar, bir bağlamda teşkil edilir.
Kavramlaştırma süreci; bir insanın, kendi haberdarlık alanı
dahilindeki mevcut-şeyleri gözlemleyerek, onlardaki farklılık ve
benzerlikleri belirlemesi (ve, bu mevcut-şeyleri, yapmış olduğu gözlemlere
uygun olarak, kavramlar halinde örgütlemesiyle) gerçekleştirilir. Bir çocuğun,
verili bir gurup algısal somutluğu bütünleştiren en basit kavramı anlamasından;
bir bilim adamının, uzun kavramsal zincirleri bütünleştiren en karmaşık
soyutlamaları anlamasına kadar bütün kavramlaştırma işlemi, bağlamsal bir
işlemdir; bağlam, bir zihnin, bilgisel gelişmesinin herhangi bir seviyesinde
sahip olduğu haberdarlığın veya bilginin oluşturduğu bütün alandır.
Bu demek değildir ki;
kavramlaştırma, sübjektif bir süreçtir veya kavramların içeriği, bir bireyin
sübjektif (yani, keyfi) seçimine bağlıdır. Burada, bireyin seçimine açık olan
tek husus: ne miktar bilgi elde etmeye çalışacağı ve buna bağlı olarak, ne
kadarlık bir kavramsal karmaşıklıkla başedebilir duruma geleceği hususudur.
Fakat; zihni, kavramlarla uğraştığı sürece ve bu uğraşın etkinliği ölçüsünde
(yani, sesleri ve boşlukta gezen soyutlamaları ezberlemekten kaçındığı ölçüde);
kavramlarının içeriği, zihninin bilgisel içeriğince -yani, realitedeki olguları
kavrayışı tarafından- belirlenir ve yönlendirilir. Eğer kavrayışı çelişkisizse;
o zaman, -bilgisinin kapsamı mütevazı ve kavramlarının içeriği ilkel olsa bile-
o bireyin sahip olduğu kavramlar, en ileri bilim adamının zihnindeki aynı
kavramların içeriğiyle çelişmeyecektir.
Aynı şey tanımlar için
de doğrudur. Bütün tanımlar bağlamsaldır: ilkel bir tanım, daha ileri bir
tanımla çelişmez; ileri bir tanım, ilkel bir tanımı genişletmekten
ibaret bir iş görür.
Bir örnek olarak,
"insan" kavramının gelişmesini izleyelim.
Konuşma-öncesi haberdarlık
dönemindeki bir çocuk; insanları, algısal alanının geri kalan kısmından tefrik
etmeyi öğrenirken, ayırt edici karakteristikleri gözlemler; bu karakteristikler
kelimelerle ifade edilebilse şöyle bir tanıma denk düşerdi: "Hareket eden
ve sesler çıkaran bir şey." Bu çocuğun haberdarlığı bağlamında, bu tanım
geçerlidir (doğrudur): gerçekten de, insan hareket eder ve sesler çıkarır, ve
bu özellikleri onu etrafındaki cansız nesnelerden ayırt eder.
Çocuk, kedi, köpek ve
otomobil gibi şeylerin varlığını gözlemlediğinde; yaptığı bu tanım, geçerliğini
kaybeder: insanın hareket ettiği ve sesler çıkardığı hala doğrudur; ama, bu
karakteristikler, insanı, çocuğun haberdarlık alanındaki diğer varlıklardan
ayırt etmez. Bu çocuğun (kelimesiz) tanımı, o zaman şöyle bir şey olur:
"İki ayak üstünde yürüyen ve postu olmayan canlı bir şey.";
"hareket eden ve sesler çıkaran" karakteristiği zımnen kalır, ama
artık tanımlayıcı değildir. Yine; bu tanım, çocuğun haberdarlığı bağlamında
geçerlidir (doğrudur).
Çocuk konuşmayı
öğrendiğinde ve haberdarlığının alanı daha genişlediğinde; yaptığı insan tanımı
da, buna uygun olarak genişler. Şuna benzer bir hale gelir: "Konuşan ve
başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan bir canlı."
Bu tip bir tanım, uzun
süre çocuğa yetecektir (aralarında bazı modern bilim adamlarının da bulunduğu
birçok insan, bu tanımın çeşitlemelerinden birinin ötesine geçmeyi bir türlü
başaramaz). Fakat; bu tanım, çocuğun gençlik dönemine varması ve (eğer
kavramsal gelişmesi devam ediyorsa) belirli gözlemleri yapmasıyla geçerliğini
yitirir: "başka hiçbir canlının yapamadığı şeyler"le ilgili bilgisi o
kadar büyümüştür ki; bu bilgi, muazzam, gelişigüzel, anlaşılmaz bir yığın
haline gelmiştir; bu yığın içinde, öyle aktiviteler görecektir ki; bazılarını,
bütün insanlar yapabilecek, bazılarını sadece bazı insanlar, bazılarını ise
(barınak yapmak gibi) hayvanlar bile çok farklı bir tarzda da olsa
yapabilecektir, vs. Anlayacaktır ki; tanımı, ne bütün insanlara eşit olarak
uygulanabilmektedir, ne de insanları diğer canlılardan ayırt etmeye
yaramaktadır.
İşte bu aşamada kendine
sorar: İnsanın değişik aktivitelerinin ortak karakteristiği nedir? Onların kökü nedir? Hangi kapasite insanı bunları yapmaya muktedir kılmakta
ve böylece onu diğer bütün hayvanlardan ayırt etmektedir? İnsanın ayırt edici
karakteristiğinin, onun bilincinin tipi
-soyutlayabilen, kavram teşkil edebilen, realiteyi akıl süreciyle kavrayabilen bir bilinç- olduğunu
anladığında; kendi bilgisinin ve insanlığın bugüne kadarki bütün bilgisinin bağlamı
dahilindeki tek doğru tanıma ulaşır: "Rasyonel bir hayvan."
("Rasyonel,"
bu bağlamda, "her zaman akla uygun davranan" anlamına gelmez;
"akıl yeteneğine sahip olan" anlamına gelir. İnsanın tam bir
biyolojik tanımı, "hayvan" kavramının bir çok alt-kategorisini de
içerir; fakat, genel kategori ve nihai tanım aynı kalır.)
İnsanın tanımlarının
yukarıda verilen bütün türlerinin doğru olduğuna (yani, realitedeki
olguların doğru bir teşhisiyle yapıldığına) dikkat ediniz; bunların hepsi, tanımlar
olarak geçerliydi (yani, verili bir bilgi bağlamındaki ayırt edici
karakteristikler doğru şeçilmişti). Bu tanımlardan hiçbiri, daha sonra elde
edilen bilgiyle çelişmemekteydi: önceki tanımlardaki ayırt edici
karakteristikler, insanın daha kesin olan tanımında, tanımlayıcı-olmayan
karakteristikler olarak zımnen içerilmiştir. Hala doğrudur ki: insan, konuşan,
başka hiçbir canlının yapamadığı şeyleri yapan, iki ayak üzerinde yürüyen,
postu olmayan bir rasyonel hayvandır.
Bu örnekteki
basamaklar, her insanın "insan" kavramını geliştirirken geçtiği
basamakların aynısı olmayabilir; ama, süreç, esasta burada tasvir edildiği
gibidir.
Bir kavramın asli
karakteristiğini belirleme işlemi üzerinde biraz yoğunlaşalım... Eğer, verili
bir gurup mevcut-şey, onu başka mevcut-şeylerden ayırt eden birden fazla
karakteristiğe sahipse; o zaman, bu ayırt edici karakteristikler arasındaki
ilişki gözlemlenmeli ve bunlardan hangisine diğer bütün karakteristiklerin
(veya en fazla sayıda karakteristiğin) bağlı olduğu keşfedilmelidir; başka bir
deyişle, diğer ayırt edici karakteristiklerin hepsini veya çoğunu mümkün kılan temel
karakteristik bulunmalıdır. Bu temel karakteristik, söz konusu mevcut-şeylerin asli
ayırt edici karakteristiği, onları bütünleştiren kavramın tanımlayıcı karakteristiğidir.
Temel bir
karakteristik: metafizik açıdan, diğer karakteristiklerden en çoğunun -realitede-
mevcut olmasını mümkün kılan karakteristiktir; epistemolojik açıdan, diğer
karakteristiklerden en çoğunu -zihinde- açıklayan karakteristiktir.
Mesela,
gözlemleyebiliriz ki, insan: Türkçe konuşan, kol saati takan, uçakta uçan, ruj
imal eden, geometri çalışan, gazete okuyan, şiir yazan tek hayvandır. Bunlardan
hiçbiri asli bir karakteristik değildir; hiçbiri, bütün insanlara özgü
değildir; hepsini hariç tutun, yani bir insanın bunlardan hiçbirini yapmadığını
varsayın, o yine de bir insandır. Fakat, gözlemleyiniz ki,
bütün bu aktiviteler (ve sayısız başka aktiviteler) realitenin kavramsal
olarak anlaşılmasını gerektirir; bir hayvan, bu aktiviteleri anlayamaz;
bu aktiviteler, insanın rasyonel (akli) yeteneğinin ifadeleri ve sonuçlarıdır; bu yeteneğe sahip
olmayan bir organizma, bir insan olamaz; insanın akli yeteneğinin
neden onun asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiği olduğunu böyle
öğreniriz.
Tanımlar bağlamsal
olduğuna göre, bütün insanlar açısından geçerli objektif bir tanım nasıl
belirlenir? Bu, tanımı yapılacak verili bir kavram altındaki birimlere ilişkin
konularda varolan bilginin en geniş bağlamı tarafından belirlenir.
Objektif geçerlilik,
realitenin olgularına referansla belirlenir. Fakat, olguları teşhis edecek olan
insandır; yani, objektiflik, insan tarafından yapılmış keşifler gerektirir;
dolayısiyle, objektiflik, insan bilgisinden önce gelemez; başka bir deyişle,
objektiflik, Alim-i Mutlak olmayı gerektirmez. İnsan, kavramlarının ve
tanımlarının objektif olarak geçerli olmasını istiyorsa: hem, keşfettiklerinden
daha fazlasını bilemeyeceğini bilmeli, hem de olgularla ilgili delillerin
gösterdiğinden sanki daha azını biliyormuş gibi davranmamalıdır.
Bu konuda; cahil bir
yetişkin, bir çocukla veya bir gençle aynı durumdadır. Cahil bir yetişkin,
sahip olduğu dar bilginin ve bu bilgiye karşılık düşen ilkel kavramsal
tanımların belirlediği bir kapsamda davranmak zorundadır. Daha geniş bir
düşünce ve eylem alanına girdiğinde, yeni delillerle karşılaştığında;
tanımlarının objektif olması için, onları yeni delillere göre genişletmelidir.
Bütün insanlar
açısından geçerli objektif bir tanım, bir kavram altındaki mevcut-şeylerin
cinsini ve asli ayırt edici karakteristiğini,
-insanlığın gelişiminin o aşamasına kadar elde edilmiş olan bütün alakalı
bilginin gösterdiğine uygun olarak- belirten bir tanımdır.
(Bu konudaki
anlaşmazlıklarda kim karar verir? Objektiflikle ilgili bütün konularda olduğu
gibi, bu konuda da; iki veçheden oluşan bir tek nihai otorite vardır: 1.
realite; 2. delilleri, objektif yargılama yöntemiyle (yani,
mantıkla) yargılayarak sonuca varan her bireyin kendi zihni.)
Fakat, objektif
tanımların tabiatının böyle olduğunu belirlemek; ne, her insanın evrensel bir
skolar olmasını gerektirir; ne de, bilimin her keşfinin, kavramların tanımını
etkileyeceği sonucunu doğurur. Bilim, realitenin daha önceden bilinmeyen bazı
veçhelerini keşfettiğinde, onları kimliklemek için yeni kavramlar teşkil eder
("elektron" gibi); fakat, daha önceden bilinen ve kavramlaştırılmış
mevcut-şeyler üzerinde derinlemesine yapılan araştırmalarla ortaya çıkan
keşifler, kavramsal alt-kategorilerle kimliklendirilir. Mesela, insan biyolojik
olarak "hayvan"ın çeşitli alt-kategorilerinde ("memeliler"
gibi) sınıflandırılır. Fakat, bu sınıflamalar, bir olguyu değiştiremez:
rasyonellik, insanın asli ayırt edici ve tanımlayıcı karakteristiğidir; ve,
insan, "hayvan" geniş cinsine dahildir. (İster bir bilim adamı,
isterse cahil bir çocuk "insan" kavramını kullansın; bu sınıflamalar,
işaret edilen varlığın aynı tür bir varlık olduğu gerçeğini de değiştiremez.)
Eğer "rasyonel
hayvan" tanımının yetersiz olduğu doğrultusunda bir keşif yapılırsa (yani,
rasyonellik, insanı diğer mevcut-şeylerden ayırt etmeye artık yaramaz olursa);
ancak o zaman, tanımın geliştirilmesi meselesi ortaya çıkar.
"Geliştirme," eski tanımı inkar etme, fesh etme veya onunla çelişme
demek değildir; "geliştirme," insanın rasyonel ve hayvan oluşundan
daha ayırt edici başka bazı karakteristikler olduğunu isbatlamak demektir; ki,
bu gayrı-muhtemel durumda, rasyonellik ve hayvanlık tanımlayıcı olmayan karakteristikler
olarak görülmeye başlanacak, fakat her
iki karakteristik hala doğru kalacaktır.
Kavram-teşkilinin bir
bilgilenme yöntemi olduğunu, insana ait bilgilenme yöntemi olduğunu ve
kavramların, gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş diğer mevcut-şeylerle
ilişkisine göre yapılmış sınıflamaları temsil ettiğini, hatırlayalım. İnsan
Alim-i Mutlak olmadığından; bir tanım, değişmez bir mutlak değildir; çünkü, bir
tanım, belirli bir gurup mevcut-şeyi, evrendeki başka herşeye, henüz
keşfedilmemiş veya bilinmeyen şeylere ilişkilendiremez. Yine aynı sebepten; bir
tanım, bağlamsal olarak mutlak
değilse, yani mevcut-şeyler arasında bilinen ilişkileri (bilinen asli
karakteristikler halinde) belirtmiyorsa, veya bilinenlerle mutabakat halinde
değilse, yani bilinen asli karakteristikleri görmezden
geliyor veya onlarla çelişiyorsa, yanlış ve değersizdir.
Modern felsefe içindeki
nominalistlerin, özellikle mantık pozitivistlerinin ve linguistik analistlerin
iddiasına göre: doğru-yanlıs alternatifi, tanımlara değil, sadece "olgusal"
önermelere uygulanabilir. İddialarına göre: kelimeler, keyfi, insani (sosyal)
konvansiyonları temsil ettiğinden; ve, kavramlar, objektif realitedeki hiçbir
şeye işaret etmediğinden; bir tanım, doğru veya yanlış olamaz. Bu iddia, akla
yapılan saldırıların en şiddetli ve sinsi olanıdır.
Önermeler, kelimelerle
yapılır; realitenin olgularıyla bağlantısız bir dizi sesin, nasıl olup da
"olgusal" önerme ürettiği veya nasıl olup da doğruluk veya yanlışlık
arasında bir ayrım yapabildiği sorusu tartışmaya dahi değmez. Zaten, böyle bir
soru üzerindeki tartışma; onların anladığı anlamda kelimelerle de yapılamaz:
her konuşanın kaprisine uygun olarak, o anın gerektirdiği elverişliliğe, ruh
haline, yayvanlığa göre anlam değiştiren bütünleşmemiş sesler vasıtasıyla,
insani hiçbir şey yapılamaz. (Fakat, böyle bir nosyonun sonuçları, "sosyal
bilim" öğretilen dershanelerde,
"politik" tartışmalarda, psikiyatrist muayenehanelerinde
gözlemlenebilir.)
Hakikat (doğruluk,
gerçeklik), realitedeki olguların tanınmasından (kimliklendirilmesinden) doğan
üründür. İnsan, realitenin olgularını, kavramlar yoluyla tanır (kimlikler) ve
bütünleştirir. Kavramları, zihninde tanımlar yoluyla muhafaza eder. Kavramları,
önermeler halinde organize eder; ve, önermelerinin doğruluğu veya yanlışlığı,
sadece bu önermelerinin olgularla ilişkisine bağlı olmayıp, aynı zamanda bu
önermeleri yaparken kullandığı kavramların tanımlarının doğruluğuna veya
yanlışlığına (yani, bu tanımların belirttiği asli karakteristiklerin
doğruluğuna veya yanlışlığına) bağlıdır. Her kavram, bir gurup önerme yerini
tutar. Algısal somutlukları kimlikleyen bir kavram, bazı zımni önermelerin
yerini tutar; fakat, soyutlamanın daha üst düzeylerindeki bir kavram, karmaşık
olgusal veriler hakkında zincirler dolusu, paragraflar dolusu, sayfalar dolusu açık
önermelerin yerini tutar. Bir tanım, muazzam bir gözlemler bütününün
yoğunlaştırılmış halidir; ve, bu gözlemlerin doğruluğuyla ayakta durur veya
yanlışlığıyla devrilir. Tekrar edelim: bir tanım, bir yoğunlaştırmadır.
Epistemoloji kanunlarının anayasasında yazılmışcasına; her tanım, şu zımni
önermeyle başlar: "Bu gurup mevcut-şeyle ilgili bilinen her olguyu tam
olarak nazar-ı dikkate aldıktan sonra, isbat edilmiştir ki; aşağıdaki
karakteristik, bu gurup mevcut-şeyin, asli, dolayısiyle tanımlayıcı
karakteristiğidir..."
Tanımlar konusundaki bu
bilgilerden sonra, insan bilgisiyle ilgili en önemli kanunlardan birini ifade
edebiliriz: İnsanın çıkarsamalarının, akıl yürütmelerinin, düşüncelerinin ve
bilgisinin doğruluk veya yanlışlığı, tanımlarının doğruluk veya yanlışlığına
bağlıdır.
(Yukarıdaki kanun,
sadece geçerli-kavramlar için uygulanabilir. Geçersiz-kavramlar: realitede bir
şeye tekabül etmeyen kelimelerdir. Geçersiz-kavramların bazıları mistisizmden
kaynaklanır (mesela, cin, peri, vs.); başka bazıları, -başta demagoji maksadı
olmak üzere- irrasyonel bir amaca hizmet etmek için türetilmiş, spesifik
tanımlara sahip olmayan kelimelerdir (mesela, modern
"anti-kavramlar"). Geçersiz-kavramlar, bütün lisanlarda zaman zaman
ortaya çıkar; fakat, her zaman olmasa da genellikle, kısa ömürlüdürler; çünkü,
zihni, bilgisel çıkmaz sokaklara götürmekten başka bir işe yaramazlar. Bir
geçersiz-kavramı, bilgisel bir kaynak olarak kullanan her önerme veya her
düşünce süreci, geçersizdir. Geçersiz-kavramların bir türü olan bir
anti-kavram: meşru bir kavramın yerine geçmek veya onu iptal etmek için ortaya
atılmış, yapay, gereksiz ve rasyonel kullanımı olmayan bir terimdir (mesela,
"(politik) kutuplaşma," "vazife," "aşırılık,"
"pasifizm," "oportünizm," "(epistemolojik)
indirgemecilik," "kültür emperyalizmi," vs.). Anti-kavramların
kullanımı, dinleyicide yaklaşık bir anlam iletiliyor
duygusu bırakabilir; fakat, bilgilenme alanında, yaklaşıklıktan daha kötü bir
yöntem yoktur. Bir anti-kavram, bir kavram gibi görünürse de; hiçbir
kavram-teşkili sürecinden geçerek türetilmez; genellikle, aralarında sadece
yüzeysel bağlantılar olan bir gurup ögeye, bir kavramın altındaki
birimlermişcesine, "paket-muamele" yapmakla türetilir.)
Kavramlaştırılmış
duyumlar ve metafizik aksiyomlar düzeyi üstündeki her kavram, sözlü bir tanım
gerektirir. Oldukça paradoksal olarak; insanların tanımlamakta en güçlük
çektikleri kavramlar, en basit kavramlardır: "masa," "ev,"
"insan," "yürümek," "uzun," "sayı" gibi
günlük olarak kullanılan ve algısal
somutlukları temsil eden kavramlar. Fakat, bu olgunun geçerli bir sebebi
vardır: bu kavramlar, kronolojik olarak insanların teşkil ettikleri veya
anladıkları ilk kavramlardır ve bunların sözlü tanımları, ancak daha sonra
öğrenilen kavramlar vasıtasıyla yapılabilir; mesela, "masa" kavramı,
"düz," "ufki," "yüzey" gibi kavramları öğrenmeden
çok daha önce kavranabilir. Bu yüzden; birçok insan, formel tanımları gereksiz
bulur; basit kavramlara, sanki onlar pür duyum verileriymiş gibi muamele
ederek, ostensif tanımlar yoluyla, onları kimliklendirir: "İşte bunu
kastediyorum!"
Bu davranışta, bir
miktar psikolojik haklılık vardır. İnsanın ayırt edici haberdarlığı, algılarla
başlar; günlük olarak gözlemlenen nesnelere dair olan algıların kavramsal
kimliklendirilmesi, insanların zihninde öylesine tam bir şekilde
otomatikleşmiştir ki; bunlar, hiçbir tanıma ihtiyaç duymaz görünür; ve,
bunların realitedeki karşılıklarının ostensif olarak teşhis edilmesinde hiçbir
güçlük yoktur.
Gerçekten de; basit
kavramların temsil ettiği algısal şeyler, tam bir katiyetle teşhis edilebildiği
süre; bu kavramların sözlü tanımlarının formüle edilmesine veya ezberlenmesine
gerek yoktur. Gerekli olan şey, tanımların formüle edilebilmesinin kuralları
hakkındaki bilgidir; acilen gerekli olan şey ise,
ostensif tanımların artık yeterli olmadığı sınır çizgisinin sarahatle
anlaşılmasıdır. (Bu sınır; bir insanın, "Ne demek istediğimi biliyor
gibiyim galiba" duygusuyla kelime sarfetmeğe başladığı yerdir.) Bir çok
insan, bu sınırın nerede olduğunu hiç bilmez veya onu bilmenin gerekliliğini
hiç farketmez; bu cehaletin, felç edici, aptallaştırıcı sonuçları, insanlığın
entellektüel sefaletinin en büyük sebebidir.
Bir kavramın tam
anlamını bilmek, onun doğru tanımını bilmek ve bu kavramın teşkil edildiği
sürecin (kronolojik değil, mantıki) aşamalarını geriye doğru takip edebilmek,
yani bu kavramın algısal realitedeki temellerine olan bağlantıyı gösterebilmek
demektir.
Bir kavramın anlamı
veya tanımı üzerinde şüpheye düşüldüğünde, en iyi feraha çıkma yöntemi, bu
kavramın temsil ettiği şeyleri aramaktır; kendi kendine şu soruları sormaktır:
Realitedeki hangi olgu veya olgular, bu kavramı doğurmuştur? Bu kavramı, diğer
bütün kavramlardan ayırt eden nedir? Mesela,
soru: realitenin hangi olgusu "adalet" kavramını doğurmuştur? Cevap:
her insanın, etraftaki şeyler hakkında, insanlar hakkında ve olaylar hakkında
sonuçlara varmak zorunda olması (yani, onları yargılamak ve değerlendirmek
zorunda olması) olgusu. Yargısı otomatik olarak doğru mudur? Hayır. Yargısının
yanlış olmasına, ne sebep olur? Delillerin yetersiz olması veya kendisinin
delilleri görmezden gelmesi veya meseledeki olgular dışındaki mülahazaları
yargısına dahil etmesi. O halde, doğru yargıya nasıl varacaktır? Yargısını, sadece
olgusal deliller üzerine bina ederek ve elde mevcut ilgili her delili nazar-ı
dikkate alarak. Fakat, bu "objektifliğin" bir tanımı değil midir?
Evet, "objektif yargılama," "adalet" kavramının dahil
olduğu daha geniş kategorilerden biridir. "Adalet"i diğer objektif
yargılama hallerinden ayırt eden nedir? Cansız nesnelerin veya insan-dışı
canlıların tabiat ve eylemleri incelenirken; yargılama kriteri, onların
incelenmesindeki özel maksat tarafından belirlenir. Fakat, insanların karakter
ve eylemlerini, onların irade denen yeteneğe sahip olduğu olgusunu göz önünde
tutarak değerlendirecek bir kriter nasıl belirlenir? İradeyle ilgili
meselelerde, bir objektif değerlendirme kriterini hangi bilim sağlayabilir?
Ahlak. Şimdi; bir insanın karakter ve/veya eylemlerini, sadece elde mevcut
olgusal delillerin tamamını temel alarak yargılama ve objektif bir ahlak
kriterine göre değerlendirme işini belirtecek bir kavrama ihtiyacım var mıdır?
Evet. Bu kavram, "adalet"tir.
Bir tek kavramda, ne
kadar uzun bir mülahazalar ve gözlemler zincirinin yoğunlaşmış olduğu
görülüyor. Ve, zincir, buradaki kısaltılmış halinden çok daha uzundur; çünkü,
örnekteki her kavram, benzer zincirlerin
yerini tutmuştur.
Bu örneği, kavramların
bilgilenmedeki rolü bahsinde daha da irdeleyeceğiz.
Bu noktada, Aristo'nun
kavramlarla ilgili görüşü ile bu kitapta savunulan Objektivist görüş arasında
varolan, özellikle asli karakteristik konusundaki radikal farka işaret
edin.
Doğru tanımın prensiplerini ilk formüle eden Aristo'dur. Sadece
somutlukların mevcut olduğunu teşhis eden Aristo'dur. Fakat, Aristo;
tanımların, somutluklar içinde özel bir öge olarak veya
formatif (biçimleyici) bir güç olarak mevcut olan metafizik özlere
(öz = asıl, esas) işaret ettiğini; buna uygun olarak, kavram-teşkili işleminin,
insan zihninin bu özleri ve formları (biçimleri) kavramasını sağlayan bir tür
doğrudan sezgiye dayandığını ileri sürdü.
Yani; Aristo,
"özleri" metafizik olarak sunar; gerçekte, "özler" epistemolojiktir.
Özlerin, yani asli
karakteristiklerin epistemolojik oluşunun anlamını özetlersek: Bir kavramın
aslı (özü), bu kavram altındaki birimlerin hepsinin sahip olduğu
karakteristiklerden öyle bir (veya birden fazla) karakteristiktir ki, bu asıl
karakteristik(ler), hem en fazla sayıda diğer karakteristiklerin varoluş
sebebini açıklar, hem de bu birimleri, insan bilgisinin o anki alanı
dahilindeki diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Görülüyor ki, kavramın
aslı (özü), bağlamsal olarak belirlenir; dolayısiyle, insan bilgisinin
genişlemesiyle birlikte değişebilir. İnsanların kullandığı herhangi bir
kavramın metafizik karşılığı (realite tekabül ettiği şey), özel, ayrı metafizik
özler olmayıp, insanların o ana kadar gözlemledikleri realite olgularının bütünüdür;
işte bu bütün, verili bir gurup mevcut-şeyin hangi karakteristik(ler)inin, asli
olarak belirtileceğini tayin eder. Asli bir karakteristik olgusaldır; şu
anlamda: asli karakteristik, mevcuttur; diğer karakteristikleri belirler; bir
gurup mevcut-şeyi diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eder. Asli bir
karakteristik epistemolojiktir; şu anlamda: "asli karakteristik"
bazında sınıflama işi, insana özgü bilgilenme yöntemi içinde bir alettir;
sürekli büyüyen bir bilgi yığınını, sınıflama, yoğunlaştırma ve bütünleştirme
aracıdır.
Kavramlar konusunda, bu
bölümün girişinde listelediğim dört irrasyonel düşünce ekollerine tekrar
dönelim...
Hem aşırı realist ekol
(Plato'nun izindekiler), hem de ılımlı realist ekol (Aristo'nun izindekiler),
kavramların realitedeki karşılıklarının bizatihi şeyler olduğunu kabul
ederler; yani, bu ekollere göre, kavramların karşılıkları, insan bilinciyle
ilişkisiz olarak, şeyler içinde bir tür özel varlıklar olarak bizzat varolan
"evrenseller"dir. Plato'ya göre arktipler olarak, Aristo'ya göre
metafizik özler halinde bulunan bu evrenseller; insan tarafından herhangi bir
somutluk gibi doğrudan algılanacaktır; fakat, bu algılama, duyumsal olmayan
veya ekstra-duyumsal bir araçla -normal duyum kanalları dışındaki (?) bazı
duyum kanallarıyla- yapılacaktır.
Hem nominalist ekol,
hem de kavramsalcı ekol, kavramların sübjektif olduğunu kabul eder; yani,
bu ekollere göre, kavramlar; insan bilincinin, realitenin olgularıyla ilişkisiz
ürünleridir; başka bir deyişle, kavramlar; müphem, izahı gayri-mümkün
benzerlikler yoluyla keyfi olarak birarada düşünülmüş somutluk guruplarına,
keyfi olarak verilmiş "isimler" veya nosyonlardan başka birşey
değildir.
"Bizatihi"-"sübjektif"
zıtlığı; bilincin, mevcudiyetle ilişkisi etrafındaki her konuyu olduğu gibi,
kavramlar konusunu da anlaşılmaz hale sokmuştur.
Gerçekte, aşırı realist
ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetin (realitenin) önceliğini kabul ederken,
bilinçten sarf-ı nazar etmektir; yani, kavramları, somut mevcut-şeyler halinde
düşünerek, bilincin bütün fonksiyonunu bir tür algısal düzeyden ibaret
saymaktır; üstelik, algıların otomatikman kavranmasını ifade eden bu düzeyin,
-kavramlara doğrudan karşılık düşen hiçbir somut nesne olmadığından (mesela,
hiçbir "insanlık" maddesi mevcut olmadığından), gerçek anlamında bir
algı da mevcut olamayacağından- tabiat-üstü bazı araçlar kullandığı zannedilir.
Aşırı nominalist
(çağdaş) ekolün yaptığı teşebbüs: mevcudiyetten (realiteden) sarf-ı nazar
ederek, bilincin önceliğini tesis etmeğe çalışmaktır; yani, somut şeylere bile
mevcut-şey statüsü vermeyi reddetmek ve kavramları, realitedeki hiçbir şeye
karşılık düşmeyen kelimelerinin veya ses dizilerinin oluşturduğu küçük fantezi
enkazları üzerine bina edilmiş fantezi yığınları halinde görmektir.
Platonist ekol,
bilincin önceliği nosyonunu kabul ederek işe başlar; bilincin mevcudiyetle olan
ilşkisini ters çevirir: realitenin, bilincin içeriğine uymak zorunda olduğunu
varsayar; çünkü, Platonistlerin öncülü şudur: herhangi bir nosyonun insan
zihninde bulunması, realitede buna tekabül eden bir şeyin mevcudiyetini isbat
eder. Fakat yine de, Platonist ekol, realiteye duyulan -Plato'dan sonra
gittikçe azalmış- bir tür saygıyla işe başlamıştır denebilir: Platonistler'in,
realiteyi, mistik bir yapı halinde tahrif etmelerindeki amaç;
sübjektivizmlerini geçerli kılmak için, realitenin zoraki de olsa tasdikine
ihtiyaç duyduklarını hissetmeleridir. Nominalist ekol ise; bilincin, mevcudiyet
hakkında geçerli genellemeler yapma gücünü inkar biçiminde ortaya çıkan
ampiristik aşağılık duygusuyla işe başlar; yani, realitenin her şey, bilincin
hiçbir şey olduğu nosyonuyla işe başlar; ama, realitenin (mevcudiyetin) hiçbir
tasdikine ihtiyaç duymayan bir sübjektivizme, realitenin
"tiranlığından" özgürleşmiş bir bilince varır.
Bu irrasyonel
ekollerden hiçbirinin anlayamadığı husus şudur: kavramlar, objektiftir: kavramlar,
ne vahyedilmiş, ne de icat edilmiştir; kavramlar, realitedeki olgulara uygun
olarak, insan bilinci tarafından üretilmiştir.
4.1.7 Aksiyomatik
Kavramlar
Aksiyomlar: temel, aşikar bir
gerçeği kimliklendiren önermelerdir. Fakat; önermeler, birincil değildir; yani,
önermeler, kavramlar kullanarak yapılır. İnsan bilgisinin -her kavramın, her
aksiyomun, her önermenin, her düşüncenin- temeli, aksiyomatik kavramlardan
oluşur.
Bir
aksiyomatik kavram:
a) Tahlil edilmesi
mümkün olmayan -başka olgulara indirgenmesi veya bileşen parçalar halinde
bölünmesi mümkün olmayan- birincil bir realite olgusunun kimliklendirilmesidir.
b) Bütün olgularda ve
bütün bilgilerde, zımnen mevcuttur.
c) Bilgimizdeki temel
veridir: doğrudan doğruya algılanır veya yaşanır; hiçbir isbat veya izah
gerektirmez; ama, bütün isbat ve izahlar onun üzerine bina olur.
İlk ve birincil
aksiyomatik kavramlar: "mevcudiyet," "kimlik"
("kimlik," "mevcudiyet"in sonucu ve parelelidir) ve
"bilinç"tir. İnsan, neyin mevcut olduğunu ve bilincin nasıl işlediğini
inceleyebilir; fakat, mevcudiyeti -mevcudiyet olarak- veya bilinci -bilinç
olarak- tahlil edemez (veya "ispatlayamaz"). Bunlar, indirgenmez
birincillerdir. (Bunları "isbatlamak" çabası, kendisiyle
çelişkilidir: bu çaba, mevcudiyeti, mevcut olmayan vasıtasıyla; bilinci,
bilinçsizlik vasıtasıyla "isbatlamak" yoluna gitmektir.)
Mevcudiyet, kimlik ve
bilinç, birer kavramdır; şu anlamda ki: kavramsal bir biçimde
kimliklendirilmeleri gerekir. Ancak, özellikleri şu olgudan doğar: aksiyomatik
kavramlar, doğrudan doğruya algılanır veya yaşanırlar, ama kavramsal olarak
anlaşılırlar. Aksiyomatik kavramlar, ilk duyumda, ilk algıda, ilk
kavramda, her kavramda, yani her haberdarlık durumunda zımnen mevcuttur. İlk
ayırt edilmiş duyumdan (veya algıdan) sonra, insanın elde edeceği bilgi;
"mevcudiyet," "kimlik," "bilinç" terimleriyle
adlandırılan temel olgulara hiçbir şey ilave etmez; yani, bu olgular, ilki de
dahil herhangi bir haberdarlık durumunun hep içindedirler; daha sonraki
bilginin ilave ettiği şey, bu olguların bilinçli olarak kimliklendirilmesi için duyulan epistemolojik
ihtiyaçtır. Bu ihtiyaçtan haberdar olmak, ancak kavramsal gelişmenin
ileri bir aşamasında, yeterli miktar bilgi elde edildikten sonra mümkündür;
kimliklendirme, yani tam bilinçli kavrayış ise, ancak bir soyutlama işlemiyle
mümkündür.
Bu konudaki soyutlama;
bir hususiyeti, bir gurup mevcut-şeyden soyutlamak anlamında olmayıp; temel bir
olguyu, diğer bütün olgulardan soyutlamak anlamındadır. Mevcudiyet ve kimlik,
mevcut-şeylerin hususiyetleri değildir; bunlar, mevcut-şeylerin ta
kendisidir. Bilinç yeteneği, belirli canlıların bir hususiyetidir; ama,
bilinç, verili bir haberdarlık durumunun bir hususiyeti değildir; bilinç, o
haberdarlık durumunun ta kendisidir. Epistemolojik olarak,
aksiyomatik kavramların teşkili, bir soyutlama eylemidir: metafizik temeller
üzerinde seçici olarak odaklanmak ve onları zihnen tecrit etmektir. Fakat,
metafizik olarak (realitede), aksiyomatik kavramların teşkili, bir
bütünleştirme eylemidir; insanın yapabileceği en geniş
bütünleştirmedir: aksiyomatik kavramlar, insanın yaşadıklarının tümünü
kapsar ve birleştirir.
"Mevcudiyet" ve "kimlik" kavramlarının birimleri:
mevcut olan, mevcut olmuş, mevcut olacak her varlık, her hususiyet, her eylem,
her olay veya (bilinç de dahil) her fenomendir. "Bilinç" kavramının
birimleri: yaşanan, yaşanmış olan, yaşanacak olan her haberdarlık durumu veya
sürecidir. Aksiyomatik kavramların teşkilinde dışarıda bırakılan ölçümler, bu
kavramlar altındaki bütün birimlere ait bütün ölçümlerdir; muhafaza edilen şey:
metafizik olarak, sadece temel bir olgudur; epistemolojik olarak, özel halleri
dışarıda bırakılan bir ölçüm kategorisidir: zaman. Yani, aksiyomatik
kavramların teşkilinde, herhangi bir haberdarlık anından bağımsız olarak ele
alınan temel bir olgu söz konusudur.
Aksiyomatik kavramlar,
insan bilincinin sabiteleridir; insan bilincinin sürekliliğini kimliklendiren ve
böylece bu sürekliliği koruyan bilgisel bütünleştiricilerdir.
Aksiyomatik kavramlar, diğer bütün kavramlarda zımnen varolan psikolojik
zaman ölçümlerinin dışarıda bırakılmış olduğunu, açık olarak ifade
ederler.
Hatırlanmalıdır ki;
kavramsal haberdarlık, geçmişi, şimdiyi ve geleceği bütünleştirmeğe muktedir
tek haberdarlık tipidir. Duyumlar, sadece şimdiki zamandan haber verir ve
yaşanan anın ötesinde muhafaza edilemez; algılar, muhafaza edilir ve otomatik
hafıza vasıtasıyla geçmişle gevşek bir bağlantı sağlayabilir, ama geleceği
öngöremez. Sadece kavramsal haberdarlık, geçmiş, şimdiki ve gelecek bütün
yaşantıyı (dışabakışsal olarak, mevcudiyetin sürekliliğini; içebakışsal olarak,
bilincin sürekliliğini) kavramaya ve göz önünde tutmaya, böylece sahibine
geleceği uzun-vadeli olarak öngörme yeteneği vermeye muktedirdir. Bu
sürekliliğin kavranması ve göz önüne getirilmesi, aksiyomatik kavramlar
vasıtasıyla olur; böylece, mevcudiyet ve bilinç olgularının tamamı, bilinçli
haberdarlık alanına sokulur ve bilgi haline getirilir. Aksiyomatik
kavramlar, bilginin ön-şartını belirler; bilginin ön-şartı: mevcudiyet ile
bilinç arasındaki ayrımın farkında olmaktır; realite ile realiteden haberdarlık
arasındaki ayrımın, bilgilenmenin nesnesi ile öznesi arasındaki ayrımın
farkında olmaktır. Aksiyomatik kavramlar, objektifliğin temelidir.
Aksiyomatik kavramlar,
bir çocuğun veya bir hayvanın bilincinde sadece zımnen bulunan bir şeyi açık
olarak kimliklendirir. (Zımni bilgi, pasif olarak zihinde tutulan ve kavranması
için bilincin özel bir odaklanmışlığını ve işlem yapmasını gerektiren,
malzemedir. Zımni bilgiyi açık bilgi haline getiren bilinç işlemini, bir çocuk
ergeç öğrenir; ama, bir hayvan hiç öğrenemez.)
Bir hayvanın algısal
haberdarlık durumu, kelimelerle anlatılabilseydi; bu durum, rasgele anların,
bağlantısı olmayan bir dizisinden ibaret olurdu: Mesela, "İşte şimdi masa;
işte şimdi ağaç; işte şimdi adam; işte şimdi görüyorum; işte şimdi duyuyorum;
vs." Ertesi gün veya saat, bu dizi, sil baştan tekrar başlar ve sadece
basit bazı hafıza bağları eklenebilir: Mesela, "bu şimdi yem; bu şimdi
sahip; vs." Aynı malzeme üzerinde, bir insan bilincinin aksiyomatik
kavramlar vasıtasıyla yaptığını kelimelerle ifade edersek: "Masa
mevcuttur; ağaç mevcuttur; insan mevcuttur; ben bilinçliyim."
Aksiyomatik kavramlar,
bir gurup mevcut-şeyin diğerlerinden ayırt edilmesiyle teşkil edilmeyip, bütün
mevcut-şeylerin bütünleştirilmesini temsil ettiklerinden; başka hiçbir şey ile
Kavramsal Asgari Müştereğe sahip değildirler. Aksiyomatik kavramların hiçbir
zıddı ve hiçbir alternatifi yoktur. "Masa" kavramının zıddı vardır:
"gayrı-masa"; bir gayri-masa, masa dışındaki her cins mevcut-şeydir.
"İnsan" kavramının zıddı vardır: "gayrı-insan"; bir
gayrı-insan, insan dışındaki her cins mevcut-şeydir. Ama,
"mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç"in hiçbir zıddı
yoktur. Bunların zıddı, hükümsüzdür, geçersizdir, anlamsızdır.
Denebilir ki:
"Mevcudiyet de, gayrı-mevcudiyetten ayırt edilebilir; mevcudiyetin zıddı,
gayrı-mevcudiyettir"; fakat, gayrı-mevcudiyet, bir olgu değildir, bir
olgunun yokluğudur. Gayrı-mevcudiyet, bir ilişkiye işaret eden türev
bir kavramdır; yani, gayrı-mevcudiyet, mevcut iken artık gayrı-mevcut hale
gelmiş bir mevcut-şeye ilişkin olarak bahsedilebilir. (Belirli bir mevcut-şeye
ilişkin olarak, "varlık" kavramından yola çıkarak, "yokluk"
kavramına erişilebilir; ama, her şeyi içeren bir "yokluk" kavramından
yola çıkarak, "varlık"
kavramına erişilemez.) Gayrı-mevcudiyet olarak gayrı-mevcudiyet; önünden
veya ardından gelen hiçbir sayı dizisi olmayan bir sıfırdır, bir hiçtir, bir
boşluktur.
Bu nokta, bizi
aksiyomatik kavramların bir başka özel veçhesine getirir: aksiyomatik
kavramlar, temel bir metafizik olguya işaret etmekle
birlikte, epistemolojik bir ihtiyacın ürünüdürler: aksiyomatik kavramlar,
hata yapmaya ve şüphe duymaya muktedir olan, iradi, kavramsal bir bilincin
duyduğu ihtiyacın ürünüdürler. Bir hayvanın algısal haberdarlığı;
"mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç" kavramlarının
eşdeğerlerine, ne ihtiyaç duyar, ne de onları kavrayabilir: hayvan, sürekli
olarak bunlarla alışveriş halindedir; yani, mevcut-şeylerden (mevcudiyetten)
haberdardır, değişik kimlikler tanır; ama, onları (kendisi de dahil) verili
olarak kabul eder ve onlara karşı hiçbir alternatif düşünemez. Sadece insan
bilinci, yani kavramsal hatalar yapmaya muktedir bir bilinç, bir yandan
haberdarlık alanının tamamını kapsamak, öte yandan kavramsal hataların
götürebileceği realite-dışı bir boşluğa karşı sınırlar koymak üzere; doğrudan
verili olan malzemeyi, özel olarak kimliklendirme ihtiyacını duyar. Aksiyomatik
kavramlar, epistemoloji anayasasının temel maddeleridir. Aksiyomatik kavramlar,
bütün insan bilgisinin aslını (esasını) ifade ederler: bir şey mevcuttur;
ben, onun mevcut olduğunun bilincindeyim; bu şeyin kimliğini
keşfetmeliyim.
"Mevcudiyet"
kavramı; altındaki mevcut-şeylerin, nelerden ibaret olduğuna işaret etmez:
sadece, onların mevcut olduğu birincil olgusunun altını çizer.
"Kimlik" kavramı; altındaki mevcut-şeylerin özel tabiatlarına işaret
etmez: sadece, onların ne ise o oldukları birincil olgusunun altını çizer.
"Bilinç" kavramı; birisinin, hangi mevcut-şeylerin bilincinde
olduğuna işaret etmez: sadece, birisinin, bilinçli olduğu birincil olgusunun
altını çizer.
Birincil olguların
altlarının çizilmesi, aksiyomatik kavramların hayati epistemolojik
fonksiyonlarından biridir. Aksiyomatik kavramların birincil olgulara işaret
ediyor olması, onların ancak tekrarlamalar halinde cümle içinde
kullanılabilmesinin sebebidir: Mevcudiyet mevcuttur; Bilinç bilinçlidir; A,
A'dır. (Bu temel ve hatırlatıcı cümleler, aksiyomatik kavramları, formel
aksiyomlara dönüştürür.)
Hayvanlar için hiç
önemli olmayan bu özel altını-çizme işlemi, insan için bir ölüm-kalım
meselesidir. Modern felsefenin sefaleti, böyle hatırlatıcılardan sarfı nazar
etme teşebbüsünün sonuçlarından kaynaklanır.
Aksiyomatik kavramlar,
realitenin olgularına işaret ettiğinden; yani, bir "inanç" veya keyfi
seçim meselesi olmadığından; verili bir kavramın aksiyomatik olup olmadığını
belirlemenin yolu, şu olguyu gözlemlemektir: aksiyomatik bir kavramdan kaçılamaz;
aksiyomatik bir kavram, bütün bilgide zımnen mevcuttur; aksiyomatik bir kavramı
reddetme teşebbüsünde dahi, o aksiyomatik kavramın kabul edilip kullanılması
zorunlu olur.
Mesela;
bazı modern filozoflar, aksiyomların keyfi bir seçim meselesi olduğunu ilan etmişler
ve temel olmayan -kompleks, türev- bazı kavramların, kendi sözde akıl
yürütmeleri içindeki, sözde aksiyomlar olarak seçmişlerdir; ama, bütün
argümanlarında, şu olgu gözlemlenebilir: cümleleri, inkar ettiklerini
söyledikleri "mevcudiyet," "kimlik" ve "bilinç"
aksiyomatik kavramlarını zımnen bulundurur ve onlar üzerine bina olur; bu
aksiyomatik kavramlar, değeri teslim edilmemiş "çalıntı kavramlar"
olarak argümanlarına kaçaklar halinde sokulmuştur. ("Çalıntı kavram"
yanılgısı: bir yandan, bir kavramın genetik köklerinin (yani, o kavramın
mantıken bağlı olduğu daha önceki kavramların) geçerliğini inkar ederken, öte
yandan o kavramı kullanmaktır.)
Bu noktada bir hususa
dikkat çekmek yararlı olacak: aklın düşmanlarının galiba bildiği, fakat aklın
sözde savunucularının keşfetmediği olgu şudur: aksiyomatik kavramlar, insan
zihninin muhafızları ve aklın temelidir; aksiyomatik kavramlar, aklın
temel taşı, mihenk taşı ve alamet-i farikasıdır; akıl tahrip edilmek
isteniyorsa, aksiyomatik kavramlar tahrip edilir.
Şu olguyu gözlemleyin:
mistisizmin ve irrasyonelizmin her ekolünde yazılmış yazıların hepsinde,
şaşırtmacalar, rasyonelizasyonlar ve iki-anlama-çekilebilecek ifadelerle (bir
yandan, akla sadakat nutukları çeken; öte yandan, "daha yüksek" bir
tür rasyonellikten bahseden ifadelerle) dolu anlaşılmaz ve sıkıcı laf
kalabalığının arasında er veya geç ortaya çıkar ki: en sık raslananı
"kimlik" olmak üzere, aksiyomatik kavramların (metafizik veya genetik
statüsünün) geçerliği açıkça inkar edilmektedir. (Mesela; Kant ve Hegel,
"kimlik" aksiyomatik kavramının inkarında; Sartre ve Heidegger,
"mevcudiyet" ve "bilinç" aksiyomatik kavramlarının
inkarında uzmanlaşmıştır.)
Bir insanın akla
sadakat çığlıkları, tek başına anlamsızdır: "akıl" aksiyomatik değil,
karmaşık ve türev bir kavramdır. Ve, özellikle Kant'ın usta olduğu kavram-çalma
felsefi tekniği, akıl yoluyla aklı inkar etme çabası, bayat bir hile haline
gelmiştir. Bir insanın, bir teorinin veya bir felsefi sistemin rasyonel olup
olmadığı anlaşılmak isteniyorsa, aklın geçerliğini kabul edip etmediğini sormak
yararsızdır; aksiyomatik kavramlar konusundaki tutumu, bütün gerçeği ifade
edecektir.
4.1.8 Kavramların
Bilgilenmedeki Rolü
Bir kavram, somutluklardan oluşan
muazzam bir algısal topluluğa işaret eder; ve, kavram, bir sembolle (bir kelime
ile) temsil edilir. Büyük bir miktar bilgiyi, minimum sayıda birimle temsil
edebilmek (birim-ekonomisi prensibi), insanın o müthiş bilgilenme gücünün
esasını teşkil eder. Birim-ekonomisi fonksiyonunu yerine getirebilmek için; bir
kavramı temsil eden sembol (kelime), insan bilincinde otomatik hale getirilmiş
olmalıdır; bir kavramın her kullanılışında, o kavramın realitedeki
karşılıklarından oluşan muazzam topluluk, algısal bir görmeye gerek olmaksızın
veya zihinde tekrar bütünleştirmeye girişmeksizin, derhal insanın bilinçli
zihnine gelebilmelidir.
Mesela; bir insan,
"adalet" kavramını tam olarak anlamışsa; bir mahkemedeki delilleri
dinlerken, adaletin anlamı üzerinde uzun bir bilimsel tezi içinden geçirmez.
Bir tek "Adil olmalıyım" cümlesini sarf ettiğinde, adaletin anlamı
zihninde otomatik olarak belirir; ve, bilinçli dikkati, delilleri kavramak ve
onları karmaşık bir prensipler setine göre değerlendirmek üzere serbest kalır.
(Şüpheye düşmesi halinde; "adalet" kavramının kesin anlamını bilinçli
olarak kendine hatırlatması, o şüpheyi ortadan kaldıracak bilgiyi ona sağlar.)
Birim-ekonomisi prensibi;
kavramların tanımının, asli karakteristikler yoluyla
yapılmasını gerekli kılar. Bir kavramın ne olduğu konusunda şüpheye düşen bir
insan, o kavramın tanımını hatırladığında; tanımda belirtilen asli
karakteristik(ler), ona kavramın anlamını (kavramın altındaki birimlerin
tabiatını) hemen hatırlatır. Mesela; bir sosyal teoriyi değerlendirmeğe
giriştiğinde; insanın, "rasyonel bir hayvan" olduğunu hatırlarsa, o
teoriyi bu tanıma uygun olarak değerlendirir; ama, insanı, bazı antropologlar
gibi "başparmağa sahip bir hayvan" olarak tanımlarsa, o teoriyi
değerlendirmesi ve varacağı sonuçlar farklı olacaktır.
Konuşmayı öğrenme, kavramların
kullanımını -kavramların anlamını ve tatbik edilme şartlarını- otomatikleştirme
sürecidir. Otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgiye, algısal bilgide
varolan bazı nitelikleri verir: insana, algısal bir haberdarlıkta varolan
doğrudanlığı, kolaylığı ve aşikarlıktan doğan kesinliği sağlar. Fakat,
unutulmamalıdır ki; otomatikleştirilmiş bilgi, kavramsal bilgidir; ve,
kavramsal bilginin geçerliği, bu bilgideki kavramların dakikliğine -bu
kavramların anlamı konusunda edinilmiş dakikliğe, bu kavramlar altındaki
spesifik birimlerin ne olduğu hakkındaki kesin bilgiye- bağlıdır. (Bir insanın
yanlışları, çelişkileri ve tanımsız yaklaşıklıkları otomatikleştirmesi halinde,
nasıl bir felaket doğacağı kolayca görülebilir.)
Kavramların bilgilenmedeki
rolünün hayati bir yönüne, burada işaret etmek gerekir: kavramlar, yoğunlaştırılmış
bilgiyi temsil eder; böylece, daha ileri bilgisel çalışmaları ve
bilgisel işbölümünü mümkün kılar.
Hatırlayacak olursak:
haberdarlığın algısal düzeyi, insanın kavramsal gelişmesinin temelidir. Algısal
malumatın kapsamı, zihnin baş edemeyeceği ölçüde büyüdüğünde, bir sınıflama
sistemi olarak kavramlar teşkil edilir. Kavramlar, spesifik tür mevcut-şeyler
yerini tutar ve bu mevcut-şeylerin gözlemlenmiş ve henüz-gözlenmemiş, bilinen
ve henüz-bilinmeyen bütün karakteristiklerini içerir.
Kavramların "açık-uçlu"
bir sınıflama olduğu (verili bir gurup mevcut-şeyin daha-keşfedilecek
karakteristiklerini de içerdiği) gerçeğini kavramak, hayati önemi haizdir;
bütün insan bilgisi, bu gerçek üzerine bina olur.
Küçük bir çocuğun dilinden, bir
sosyal bilimin terminolojisine kadar her düzeyde "insan" kavramı,
realitedeki aynı spesifik varlığa işaret eder; her düzeyde yapılmış olan tanım,
o düzeyde mevcut bilgisel bağlam dahilinde doğrudur. İnsan kavramını ilk defa
kullanan bir çocuğun zihninde, "insan" için adeta bir dosya açılır;
ve, hayatı boyunca bu konuda öğrendiği her şey, zihni bir gayretle
bütünleştirilerek, bu dosya güncelleştirilir.
"Mantık Pozitivistleri"
diye adlandırılan modern felsefe ekolü, kavramların işte bu tabiatına itiraz
eder. Bu sözde-filozofların kelime kalabalıklarının gerisinde; ders çalışmak
yerine, otomatik bilgi hapları yutarak öğrenmeyi hayal eden ve bu mümkün
olmadığı için canı sıkılan şımarık bir çocuğun, realiteye tekme atarak şöyle
sızlandığını duymak mümkündür: "Bağlam, bütünleştirme, zihni gayret ve
birinci-elden araştırma, benden çok şey istemek olur. Böylesine
talepkar bir bilgilenme metodunu reddediyorum! Şu andan itibaren, kendi
"yapılar"ımı imal edeceğim!" (Bu sızlanmayla şunu söylemek
isterler: "Kavramların kökenini bizatihi şeylerde aramak bizi
başarısızlığa götürdü; tek alternatifimiz sübjektivizmdir.")
Gerçek şudur ki: bazı modern insanlarca, akışkan, dinamik, ilerici
bir bilimin avukatları zannedilen bu sözde-filozoflar; gerçekte, hiç gayretsiz
elde edilen, içeriği değişmeyen, otomatik bir bilgi arayan (Alim-i Mutlak olmak
isteyen) antika mistiklerin günümüzdeki temsilcilerinden başka birileri
değildirler.
İnsanlar arasında
bilgisel işbölümünü mümkün kılan şey, kavramların "açık-uçlu"
karakteridir. Bir bilim adamının özel bir inceleme alanında uzmanlaşabilmesi,
ancak daha geniş bir bağlamın varlığıyla, yani aynı konunun başka yönlerinde
varolan çalışmalara kendi çalışmasını bütünleştirip parelellikler kurabilmesiyle
mümkündür. Mesela, tıp bilimini ele alalım. Eğer,
"insan" kavramı bu bilimin birleştirici kavramı olarak ortada
bulunmasaydı (eğer; bazı bilim adamları, sadece insan ciğerlerini; bazıları,
sadece mideyi; bazıları, sadece kan dolaşımını; vs. inceleselerdi); eğer, bu
konudaki her yeni keşif, aynı varlığa atfedilmeseydi, yani Kimlik Kanunu'na tam
bir itaat halinde "insan" kavramı içinde bütünleştirilmeseydi; tıp
bilimi diye bir bilim olmazdı.
Tek başına hiçbir
zihin, bugün mevcut insan bilgisinin tamamını taşıyacak güçte değildir -hele,
insan bilgisinin bütün teferruatının ne ölçüde geniş olduğu düşünülürse. Ancak;
eğer, bilimin; bağlantısız, isbatsız, çelişkili detayların ağırlığı altında yıkılması
istenmiyorsa; insan bilgisi, bütünleştirilmelidir; bu bilgi, bireyin
anlayabilmesine ve doğruluğunu tahkik edebilmesine müsait bir biçimde
olmalıdır. Sadece kuvvetli bir epistemolojik kesinlik, bilimin ilerlemesini
sağlar ve ilerlemenin sürmesini garantiler. Sadece
en kesin bir şekilde belirlenmiş
-bağlamsal olarak mutlak addedilen- kavram tanımları, insan bilgisini
bütünleştirebilir; sadece böyle tanımlar, kavramsal yapının, katı bir
hiyerarşik düzen içinde, gerektiğinde yeni kavramlar teşkil edilerek
geliştirilmesini; böylece, bilginin yoğunlaştırılmasını ve kullanılacak zihni
birimlerin sayısının azaltılmasını mümkün kılar.
Oysa, bilimsel
epistemolojinin muhafızları olması gereken filozoflardan bazıları, bunun
tersini söylemektedir. Onlara göre: kavramsal kesinlik imkansızdır;
bütünleştirme arzu edilir birşey değildir; kavramların, olgusal karşılıkları
yoktur; kavram, tanımlayıcı karakteristiğinden başka birşey değildir; kavram,
hiçbir şeyi değil, sosyal bir konvansiyonu temsil eder. ("Anlamın ne olduğunu
araştırma, kullanımına bak" derlerken; adeta, bilim adamına, kullandığı
kavramın anlamını kamuoyu yoklamalarıyla tesbit etmeleri tavsiyesinde
bulunmaktadırlar.)
Kavramlar, zihni bir
dosyalama ve çapraz-dosyalama sistemini temsil eder. Bu sistem öylesine geniş
ve karmaşıktır ki; bugünkü en güçlü bilgisayar bile, yanında çocuk oyuncağı
kalır. Raslanan her mevcut-şeyin, realitenin her veçhesinin anlaşılabilmesi,
sınıflandırılabilmesi (ve daha derinlemesine incelenebilmesi); bu kavramlar
sisteminin, bir bağlam olarak, bir referans-çerçevesi olarak kullanılmasıyla
mümkün olur. Bu sistemi tatbikata geçiren fiziki (görsel-işitsel) vasıta,
lisandır.
Kavramlar, dolayısiyle
lisan, genellikle varsayıldığı gibi bir haberleşme aracı değildir. Kavramlar (ve
lisan), birincil olarak bir bilgilenme aracıdır. Haberleşme,
kavram-teşkilinin ne sebebi, ne de birincil amacıdır, sadece onun sonucudur;
insan için paha biçilmez öneme sahip, hayati bir sonuçtur, ama yine de sadece
bir sonuçtur. Bilgilenme, haberleşmeden önce gelir; haberleşmenin gerekli
önşartı, birisinin muhabere edeceği birşeyin bulunmasıdır. Kavramların ve
lisanın birincil amacı; insana, bilgisel bir sınıflama ve organizasyon sistemi
sağlayarak; onu, sınırsız bir ölçekte bilgi elde etmeğe muktedir kılmaktır;
yani, insan zihninde düzen sağlayarak, onu düşünmeye muktedir kılmaktır.
Bir çok tür mevcut-şey,
kavramlar halinde bütünleştirilir ve özel kelimelerle temsil edilir; fakat,
başka bir çoğu, bu işleme uğramaz ve sadece sözlü bir tasvirle tanıtılırlar.
İnsanın, verili bir gurup mevcut-şeyi, bir kavrama bütünleştirme kararını ne
belirler? Cevap: bilgilenme ihtiyacı (ve birim-ekonomisi prensibi).
İnsanın kavramlar
lügatinin sınırları, büyük bir serbesti içindedir; yani, hangi kavramların
teşkil edileceği konusunun seçimsel olduğu geniş bir alan vardır; fakat,
belirli bazı merkezi kategorilerde kavramların teşkili, mecburidir. Bu
kategoriler:
a) İnsanların günlük
olarak ilişkide bulunduğu, ilk düzey soyutlamalarla temsil edilen, algısal
somutluklar;
b)
Bilimin yeni keşifleri;
c) Daha önce bilinen
nesnelerden asli karakteristikleri itibarıyle farklı olan
("televizyon" gibi) yeni insan-yapısı nesneler;
d) Fiziki ve psikolojik
davranışları içeren, karmaşık insan ilişkileri ("evlilik,"
"kanun," "adalet" gibi).
Bu dört kategori
mevcut-şeyi, insan zihninde algısal imajlarla veya uzun sözlü tasvirlerle
taşımak o kadar büyük bir külfettir ki; hiçbir insan zihni, bu yükü kaldıramaz.
Yoğunlaştırma ihtiyacı, birim-ekonomisi ihtiyacı, bu gibi hallerde aşikardır.
Yeni kavramlar
teşkilinin temel sebepleri: en başta bilgilenme ihtiyaçları olmak üzere; verili
bir gurup mevcut-şeyin tasvirindeki güçlük derecesi ve bunların kullanımındaki
sıklık derecesidir.
Hem tecrit etme, hem de
bütünleştirme açısından, mevcut-şeylerin keyfi olarak guruplandırılması,
insanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçlarınca yasak edilmiştir. Bu ihtiyaçlar,
herhangi bir karakteristikler kombinasyonu kurarak, mevcut-şeylerin her
gurubuna rasgele özel kavramlar darbetmeği yasaklamıştır. Mesela,
"Sarışın, mavi gözlü, 170 cm boyunda ve 24 yaşında güzel kızlar" için
bir kavram teşkil edilmez. Bu tür varlıklar veya guruplar, tasvir yoluyla
kimliklendirilir. Eğer, böyle bir özel kavram teşkil edilmiş olsaydı,
bilgilenme gayretinde anlamsız bir mükerrerliğe (ve kavramsal bir kaosa) yol
açardı: bu gurup hakkında keşfedilen her önemli şey, diğer bütün genç kızlara
da uygulanabileceğinden; zihin dahilinde, bir yerine en az iki dosyanın
güncelleştirilmesi söz konusu olurdu.
Kavramsal sınıflamalar
yapılırken, gözlemlenmiş olan hiçbir asli benzerliğin veya hiçbir asli
farklılığın görmezden gelinmesi veya dışarıda bırakılması meşru değildir.
İnsanın bilgilenme sisteminin ihtiyaçları, kavramların keyfi olarak bölünmesini
nasıl yasaklamışsa; aynı şekilde, kavramların, asli farklar gözardı
edilerek daha geniş bir kavrama bütünleştirilmesini de yasaklanmıştır. Böyle
bir yanlışa düşmek, gayrı-asli karakteristiklerle yapılmış tanımlara (yanlış
tanımlara) sahip olmakla mümkündür.
Mesela; bir insan,
insanın kendi etrafında dönebilme kapasitesini asli karakteristik olarak alıp,
onu "dönen hayvan" olarak tanımlarsa; bir sonraki aşamada, kendince
"gayrı-asli" ayrımları düşürerek, "dönen varlıklar" olarak
tanımlanabilecek yeni bir kavram teşkil edebilir ve bunun içine (varlıkların,
eylemler karşısındaki epistemolojik önceliğini göz ardı ederek) "dönen
derviş," "dönen gezegen," "dönen fırıldak" gibi
varlıkları sokabilir. Varacağı sonuç, bilgilenme mekanizmasında tutukluk ve
epistemolojik parçalanma olur.
Böyle bir teşebbüsün
bilgilenme mekanizmasındaki ürünü: her anlama çekilebilecek cümleler, dışı
cilalı içi boş metaforlar ve "çalıntı kavramlar" olur. Aynı
teşebbüsün epistemolojik sonucu ise: ayrım yapabilme kapasitesinin felç olması;
muazzam, ayrımsız bir kaos halindeki veriler karşısında içine düşülen panik
duygusudur; yani, yetişkin bir insan bilincinin, haberdarlığın algısal düzeyine
gerileyerek, ilkel insanın içinde bulunduğu çaresizlikten kaynaklanan terörün
aynısını hissetmesidir.
Bilgilenme sisteminin
ihtiyaçları, kavramlaştırmanın objektif kriterlerini belirler. Bu
kriterler epistemolojik bir "endaze" şeklinde şöyle özetlenebilir: kavramlar,
ne ihtiyaçlar ötesinde çoğaltılmalı; bunun pareleli olarak: ne
de, ihtiyaç gözönüne alınmadan bütünleştirilmelidir.
Kavram-teşkilinin
mecburi değil, seçimsel olan alanına gelecek olursak; bu alanın en büyük kısmı,
(sıfatlar gibi) ince anlam nüanslarına karşılık düşen bölme işlemlerinden doğar
ki; bunlar, hemen hemen eş-anlamlıdır (sinonimdir). Bu alan, edebiyat sanatçısının
özel alanıdır: bu alan, ifade zarafetine ve duygusal çağrışımlara imkan veren
bir tür birim-ekonomisini temsil eder. Birçok lisan, başka lisanlarda
tek-kelimelik bir karşılığı olmayan kelimelere sahiptir. Fakat, kelimeler
objektif şeylere karşılık düşmek zorunda olduğundan; bir lisanın bu tür
"seçimsel" kavramları, başka bir lisana, tasvir yoluyla çevrilebilir.
Bu seçimsel alan,
modern filozofların, kavramların geçersizliğini iddia etmek üzere ortaya attığı
"Sınırdaki Vakalar" kategorisini de içerir. "Sınırdaki
Vakalar"la kast ettikleri: ya, verili bir kavramın birimleriyle bazı
karakteristikleri paylaşan, fakat başka bazılarına sahip olmayan; veya, iki
farklı kavramın birimleriyle bazı karakteristikleri paylaşan ve gerçekten de
epistemolojik olarak orta-yol'cu olan mevcut-şeylerdir; mesela: biyologların,
hayvan veya bitki olarak tam sınıflayamadıkları bazı ilkel organizmalar.
Modern filozofların bu
"problem" hakkındaki gözde örnekleri şu sorularla dile gelir:
"Hangi kesin renk tonu, kırmızı ile turuncu arasındaki kavramsal sınırı
temsil eder?"; veya, "Beyazdan başka hiçbir tür kuğu görmemişseniz;
siyah bir tane keşfettiğinizde, onu bir 'kuğu' olarak sınıflamak veya yeni bir
kavram darp ederek ona farklı bir isim vermek konusundaki kararınızı hangi kriterle
belirlersiniz?"; veya, "Rasyonel bir zihine ve fakat bir örümcek
gövdesine sahip bir Merihli varlığa raslasanız; onu, rasyonel bir hayvan, yani
'insan' olarak sınıflar mıydınız?"
Yukarıdakiler
eşliğinde, bir de şikayet gelir: "Tabiat, hangi seçimi yapmak gerektiğini
insana söylemez." Daha sonra; kavramların, insani (sosyal) kaprislerle
yapılmış keyfi guruplamaları temsil ettiğini, objektif kriterlerle
belirlenmediğini, yani bilgisel bir geçerliğe sahip olmadığını isbata
çabalarlar.
Bu doktrinlerin teşhir
ettiği şey, kavramların bilgilenmedeki rolünün (bilgilenme sisteminin
ihtiyaçlarının, kavram-teşkilinin objektif kriterlerini belirlediği olgusunun),
kavranmasındaki başarısızlıktır. Yeni keşfedilen mevcut-şeylerin kavramsal
sınıflamasının ne olacağını tayin eden şey: bunların, daha önceden bilinen
mevcut-şeylere nazaran sahip oldukları farklılıkların ve benzerliklerin
tabiatıdır.
Siyah kuğular
vakasında; onları, "kuğu" olarak sınıflamak objektif bir
mecburiyettir; çünkü, onların bütün karakteristikleri, beyaz kuğuların
karakteristiklerinin benzeridir ve renkteki farklılık, bilgilenme açısından
anlamlı bir fark değildir. (Kavramlar, ihtiyacın ötesinde çoğaltılmamalıdır.)
Merih'ten gelen rasyonel örümcek vakasında (böyle bir yaratığın varlığı mümkün
olsaydı); o varlıkla insan arasındaki farklar o kadar büyük olurdu ki; bir
tanesinin incelenmesinden çıkan sonuçlar, nadiren ötekine tatbik edilebilirdi;
dolayısiyle, Merihlileri belirtmek için yeni bir kavramın teşkili objektif bir
mecburiyet olurdu. (Kavramlar, ihtiyaç göz önüne alınmadan
bütünleştirilmemelidir.)
Karakteristikleri, iki
farklı kavramın birimleri arasında eşit olarak dengelenmiş olan mevcut-şeyler
vakasında (ilkel organizmalar veya renk süreklisindeki geçiş tonları gibi);
bunların, iki kavramdan herhangi bir tanesi altında sınıflanması gibi bir
mecburiyet yoktur; hatta, herhangi bir kavram altında sınıflandırılması
mecburiyeti yoktur. Herhangi bir seçim yapılabilir: bu tür mevcut-şeyler, iki
kavramdan bir tanesinin bir alt-kategorisi olarak sınıflandırılabilir; veya,
süreklilik içeren durumlarda, ("x'den fazla olmamak ve y'den az olmamak
üzere" prensibi kullanılarak) yaklaşık sınır çizgileri çizilerek
tanımlanabilir; veya, tasvir yoluyla kimliklendirilebilir.
Bu noktada şu soruyu
sormak mümkün: O halde, insanın kavramsal lügatindeki organizasyonun düzenini
kim koruyacaktır; tanımlarda değişikliği veya genişletmeleri kim önerecektir;
bilgilenmenin prensiplerini ve bilimin kriterlerini kim formüle edecektir; özel
bilimlerin kendi içlerinde ve birbirleriyle olan haberleşmelerindeki
objektifliği, yöntemlerindeki objektifliği kim koruyacaktır; ve, insanlığın
bütün bilgisinin bütünleştirilmesinin kurallarını kim sağlayacaktır? Cevap: felsefe.
Daha dakik söylersek: Bunlar, epistemolojinin görevleridir. Filozofların en
büyük sorumluluğu, insan bilgisinin muhafızları ve bütünleştiricileri olarak
hizmet vermektir.
Modern felsefe, bu
sorumluluğu sadece gözardı etmekle kalmadı; daha da kötüsü, bilgiyi parçalayıp
yok etme sürecine ön ayak olup kendi sonunu hazırladı.
Felsefe, bilimin temelidir; epistemoloji, felsefenin temelidir. Felsefenin
yeniden doğuşunu, ancak epistemolojiye yeni bir yaklaşım başlatabilir.
4.1.9 Bilinç ve Kimlik
Bilgilenme alanında
kavramlar, matematik alanında sayılara benzer bir fonksiyon gördüğünden;
kavramlardan oluşan önermeler de, matematikteki eşitliklere benzer bir
fonksiyon görürler: önermeler, kavramsal soyutlamaları, spesifik bir probleme
uygular.
Ancak, bir önermenin bu
fonksiyonu yapabilmesi için, onu oluşturan kavramların kesin tanımlara sahip
olması gerekir. Eğer, matematik alanında, sayıların sabit, sağlam değerleri
olmasaydı; eğer, o sayıları kullananların ruh halince belirlenen yaklaşıklıklar
olsalardı; mesela, "5" sayısı, kullananın "işine geldiği
biçimde" bazı hesaplarda altı-buçuk, bazılarında, üç-tam-bir-bölü-dört
değeri taşıyabilseydi; matematik diye bir bilim olmazdı.
Ama, ne yazık ki;
birçok insanın kavramları kullanışındaki tarz, budur; ve, onlara böyle
öğretilmiştir.
Algısal somutluklara
işaret eden birinci-düzey soyutlamaların daha üstüne çıkıldığında; çoğu insan,
kavramları, sağlam tanımları olmayan, sarih bir anlamı bulunmayan, yani
spesifik bazı şeylere işaret etmeyen gevşek yaklaşıklıklar olarak görür; onlar
açısından, kavramın, algısal düzeye olan mesafesi büyüdükçe, içeriği de
belirsizleşir. Anlamlarını kavramadan kelime öğrenme zihni alışkanlığıyla yola
çıkmış olduklarından; daha yüksek soyutlamaları kavramaları imkansızlaşır;
kavramsal gelişmeleri, sisli bir ortamdan, daha kalın sisli bir ortama
geçmekten ibaret kalır; sonunda, kavramların hiyerarşik yapısı, zihinlerinde
hepten dağılır ve realiteyle bütün bağ kopar; anlama kapasitelerini
kaybettikçe, eğitimleri, bir ezberleme ve taklit süreci haline gelir. Bu süreç;
rasgele ve bağlamdan kopuk verileri, tanımsız, anlaşılmaz, çelişkili terimlerle
öğrencinin zihnine boca eden bazı modern öğretmenlerce, teşvik ve talep edilir.
Sonuçta öyle bir
zihniyet ortaya çıkar ki: bu zihniyet, birinci-düzey soyutlamaları, yani fiziki
varlıklara işaret eden kavramları, algılar olarak ele alır ve daha ileride
hiçbir soyutlama yapamaz; yeni bilgiyi bütünleştiremez, kendi yaşantısında
olanları kimliklendiremez. Kavramlaştırma sürecini, bilinçli terimlerle
keşfetmemiş olan bu zihniyet; kavramlaştırmayı; aktif, sürekli, kendisi
tarafından başlatılacak bir mekanizma olarak kullanamaz; dolayısiyle, gelişimi
somutla sınırlı bir düzeyde takılır kalır: sadece verili olanla, o anın, o
günün, o yılın ortaya çıkardığı şeylerle alışverişte bulunabilir; kendisini
daima bir bilinmezlik alacakaranlığı içinde hisseder.
Bu tür bir zihniyet
için; yüksek kavramlar, karanlık içine nasılsa sızmış kimliği belirsiz ışınlar
gibidir; bazan bunlardan bazılarını toplayıp rasgele kullanır; fakat, bunu yaparken,
içinde adı konmamış bir suçluluk duygusu hisseder: karşılarına her an çıkıp
"Nereden buldun bu kavramı? Ne anlama gelir?" diye hesap soracak bir
epistemolojik Robin Hood beklentisinin kronik terörü altındadır.
Bu tür zihniyete sahip
insanların kullandığı haliyle; kelimeler, kimliği belirli birimlere işaret
etmek yerine; kimliklendirilmemiş duygulara, kabul edilmemiş motiflere,
bilinçaltı dürtülere, tesadüfi çağrışımlara, ezberlenmiş seslere,
ritüelleştirilmiş formüllere işaret eder. Dolayısiyle, (bilinçlilik kavramları,
onların realitedeki içeriklerine işaret edilmeksizin teşkil edilemeyeceğinden)
bu tür insanlar için içebakış alanı, henüz içerilerine doğru hiçbir kavramsal
yolun açılmamış olduğu, bakir bir cangıldır. Düşünceyi duygudan, bilgilenmeyi
değerlendirmeden, gözlemi hayalden ayırt edemezler; mevcudiyetle bilinç,
nesneyle özne arasındaki ayrımın farkına varamazlar; hiçbir içsel durumlarının
anlamını kimliklendiremezler; bütün hayatlarını, kendi kafataslarından başka
bir yer olmayan bir hapishane içinde, bir hafif-suç mahpusunun ürkeklik duygusu
içinde geçirdiklerinden, başlarını kaldırıp realiteye bakmaktan korkarlar,
kendi bilinçlerinin esrarıyla felç olurlar.
Modern felsefe,
kavramların anlamına, işte bu zihniyetlerin kriter olmasını
istemektedir.
Felsefe sahnesinde,
Linguistik Analiz ekolünün ortaya çıkmasında, acı bir ironi vardır. Bu ekolün doğduğu dönem, felsefenin en sefil dönemlerinden biridir. İnsanın
kavramsal yeteneğine yapılan saldırı, Kant'tan beri şiddetlenmekte; insan zihni
ile realite arasındaki yar, gittikçe genişlemektedir. Kavramların bilgilenmede
gördüğü fonksiyon, akıl düşmanlarının icat ettiği çirkin aletlerle
aşındırılmaktadır. Bunlardan biri olan "analitik-sentetik" sahte
zıtlığı tartışması; dolambaçlı, iki tarafa çekilebilecek cümlelerin laf
kalabalığı arasından şu dogmaya varır: "Mutlaka doğru olan bir önerme
olgusal olamaz; ve, olgusal bir önerme mutlaka doğru olamaz." Kant'ın
etkisinin doğurduğu galiz şüphecilik ve epistemolojik sinisizm; üniversitelerden
sanata, bilime, endüstriye, siyasete doğru yayılmakta, bütün insanlık kültürünü
doldurup, lisanı bozuşturmaktadır. Anlam ve tanım konusundaki objektif
kriterleri tesis ederek lisanı kurtarma görevi başta olmak üzere; Kant
ahırından etrafa yayılan tezekleri temizlemek için, Herkül'vari bir felsefi
gayrete ihtiyaç vardı. Bu ihtiyacı sezmişcesine ortaya atılan Linguistik Analiz
felsefe ekolü, kendisine lisanı "sarihleştirmek" amacını
yakıştırmıştı; fakat, yapa yapa, şu sonuca vardığını ilan etti: "kavramların
anlamı, averaj insanların zihinlerinde belirlenir; filozofların işi, halkın
kelimeleri nasıl kullandığını gözlemlemek ve rapor etmektir."
Mini-Kantçılardan
oluşan uzun geleneğin reductio ad absurdum'u (varabileceği
saçma nokta olan) olan (pragmatistler ve pozitivistler gibi) filozoflar;
kelimelerin, herhangi bir prensip ve standarttan muaf, keyfi sosyal ürünler
olduğunu; kökeni veya amacı konusunda hiçbir araştırmaya konu olmayacak
indirgenmez birinciller olduğunu; realite üzerinde nihai güce sahip gördükleri bu
keyfi, sebepsiz, anlamsız seslerin kullanımını "sarihleştirirsek,"
bütün felsefi problemleri "fesh etmiş" olacağımızı öne sürdüler.
Kelimelerin
(kavramların) kapris yoluyla yaratıldığı öncülünden hareket eden Linguistik
Analiz filozofları, seçilebilecek bir kaprisler demeti sunar: bireysel veya
kollektif. Bunu şöyle ifade ederler: iki tür tanım vardır: "kabul edilmesi
şart olarak ortaya konan" (stipülatif) tanım, her kişinin seçeceği
herhangi bir şey olabilir; ve, "muhabirsel" tanım, popüler kullanımın
ne olduğu konusundaki yoklamalardan elde edilir.
Linguistik
analistlerin, muhabirler olarak sağlıklı haber verdikleri söylenebilir (!):
Wittgenstein'ın, bir kavramın, "ailesel benzerlikler"in gevşekçe
birbirine bağladığı bir şeyler yığınına işaret ettiğini öne süren teorisi,
odaklanmışlıktan yoksun bir zihnin mükemmel bir tasviridir.
Felsefenin hali hazır
durumu budur. Son onyıllarda, beşeri bilimlerden dışarı büyük bir
"beyin-göçü" olmuş ve en parlak zihinler, fiziki bilimlere doğru
kaçıp objektif bilgi arayışına girmiştir. Beşeri bilimlerde, büyük
isimlerin veya başarıların bu sıralarda ortaya çıkamayışı olgusu, bunun bir
sonucudur. Bu kaçışın sebebi, felsefenin bugünkü moda ekollerinin
irrasyonelliğidir. Bu kaçış, ne yazık ki sonuçsuzdur: insanlara düşünmeyi
öğreten fiziki bilimler değildir; düşünmeyi öğreten ve bütün bilimlerin
epistemolojik kriterlerini ortaya koyan, felsefedir.
Felsefenin gücünü
anlayıp onu tekrar devreye sokmak için: kavramların ve tanımların neden keyfi
olamayacağını, keyfi olmasına neden izin verilemeyeceğini anlamak gerekir. Bunu
tam anlamak için, insanın neden epistemoloji gibi bir bilime ihtiyacı olduğu
anlaşılmalıdır.
İnsanın her
düşüncesinde, her kanaatinde, her kararında, her seçiminde iki temel soru
vardır: Ne(yi) biliyorum?; ve, Nasıl biliyorum? "Nasıl"
sorusuna cevap veren epistemoloji, "Ne" sorusuna cevap veren özel
bilimleri mümkün kılar.
Felsefe tarihinde,
epistemolojik teoriler, -çok nadir bazı istisnalar dışında- kaçılması imkansız
bu iki temel sorudan birinden veya ötekinden kaçma teşebbüslerinden ibaret
oldu. İnsanlara, ya bilgi elde etmenin imkansız olduğu öğretildi (şüphecilik);
ya da, bilginin, gayretsiz olarak elde edilebileceği öğretildi (mistisizm).
Antagonistik gibi görünen bu iki tavır, aslında aynı temada iki çeşitlemedir;
aynı kalp paranın iki yüzüdür: bu tema, rasyonel bilgilenme sürecinin ve
realitenin mutlaklığının sorumluluğunu yüklenmekten kaçma teşebbüsüdür;
bilincin, mevcudiyete karşı öncelik taşıdığını iddia etme teşebbüsüdür.
Her ne kadar,
şüphecilik ve mistisizm, nihai olarak biribirleri yerine geçebilen nosyonlarsa
da; yani, bir tanesinin egemenlik kazanması, daima ötekinin yeniden ortaya
çıkışına yol açmaktaysa da; sahip oldukları iç çelişkinin şekli bakımından
farklıdırlar. Bu iç çelişki, bu nosyonların kaynağındaki felsefi doktrin ile bu
nosyonları ortaya attıran psikolojik motivasyon arasındadır. Felsefi olarak:
mistik, genellikle bizatihici (vahyedilmiş) epistemoloji ekolünün savunucusudur;
şüpheci ise, genellikle epistemolojik sübjektivizmin savunucusudur. Fakat,
psikolojik olarak: mistik, kendi bilincinin, diğer bilinçlere
göre üstünlüğünü iddia etmek için bizatihiciliği bir araç olarak kullanan bir
sübjektivisttir; şüpheci ise, otomatik bir tabiat-üstü rehberlik bulma çabası
başarısız kaldığından, başkalarının kollektif sübjektivizminde, buna ikame
arayan küskün bir bizatihicidir. Özetle: mistik, epistemolojik bizatihiciliğin
savunucusu olan bir psikolojik sübjektivisttir; şüpheci ise, epistemolojik
sübjektivizmin savunucusu olan bir psikolojik bizatihicidir.
Hangi cepheden gelirse
gelsin, hangi çeşitleme içinde sunulursa sunulsun, kaç cilt kitapla yapılırsa
yapılsın, insanın akli yeteneğine yöneltilen saldırıların motifi, bir tek gizli
öncüldür: bilinci, Kimlik Kanunu'ndan muaf tutma arzusu. Bir mistiğin alamet-i
farikası: bilincin, başka herhangi bir mevcut-şey gibi bir kimliğe sahip olduğu
(spesifik araçlar vasıtasıyla çalışan, spesifik bir tabiata sahip bir yetenek
olduğu) olgusunun kabulüne karşı vahşi bir inatla direnmesidir. Medeniyetin
ilerlemesi, büyü alanlarını birbiri ardından ortadan kaldırdıkça; mucizeye
inananlar, son mevzilerinde, kimliğin, bilinci diskalifiye
eden bir unsur olduğu görüşünü çılgınca savunmaya giriştiler.
Modern felsefenin
neo-mistiklerinin, farkına varmadan kabul ettikleri zımni öncül: ancak
gayrı-kabil-i-tasvir bir bilincin, realiteyle ilgili geçerli bilgi
edinebileceği; "doğru" bilginin, sebepsiz olmak zorunda olduğu, yani
herhangi bir bilgilenme aracı olmaksızın elde edilmek zorunda olduğu inancıdır.
Tek ayağı üzerinde
dikilip göbek dansı yapan bir sirk fili gibi, Kant sisteminin bütün mekanizması
da, sayfalar ve ciltler dolusu kıvırmaları esnasında bir tek noktaya istinat
eder: insan bilgisi geçerli değildir; çünkü, bilinç kimliğe sahiptir. Kant'ın argümanları,
asli çizgileriyle şuna indirgenebilir: insan, spesifik bir tabiata sahip olan
bir bilinçle sınırlıdır; bu bilinç, realiteden ancak spesifik araçlar
yoluyla haberdar olur; bunlar dışında, başka hiçbir araç kullanamaz;
dolayısiyle, insan bilinci geçersizdir. İnsan, Kant'a göre adeta: gözleri
olduğu için kördür; kulakları olduğu için sağırdır; bir bilince sahip olduğu
için aldanmaktadır; algıladığı şeyler, onları algılıyor olması yüzünden mevcut
değildir.
Bu inkar, sadece insan
bilincinin değil, herhangi bir bilincin, hayvanların veya -varsayılıyorsa-
Tanrı'nın bilincinin inkarıdır. (Kant gibi Tanrının mevcudiyetini varsayan bir
insan için bu inkar, Tanrı'nın bilincinin veya mevcudiyetinin (kimliğinin) de,
inkarı demektir; çünkü: ya, Tanrı, hiçbir araç kullanmaksızın haberdar
olmaktadır; ki, bu durumda, hiçbir kimliğe sahip değil demektir; ya da, ancak
bazı ilahi araçlar yoluyla haberdar olup, başka hiçbir araç kullanmamaktadır;
ki, bu durumda, haberdarlığı, bilinci geçerli değildir.) Nasıl ki, Berkeley,
"olmak, algılanmaktır" diyerek mevcudiyeti inkar etmekteyse; benzer
şekilde, Kant, algılanmanın olmamak anlamına geldiğini ima ederek bilinci inkar
etmektedir.
En eski türünden,
Kant'la erişilen zirvesine kadar her tür mistisizm tarafından, insan bilincine,
özellikle bilincin kavramsal yeteneğine yapılan saldırı; bir bilinç işlemi
ile elde edilen bilginin, "işlenmiş bilgi" olduğu için,
mutlaka sübjektif olacağı, realitenin olgularına tekabül edemeyeceği öncülünün,
meydanı boş bulmasıyla başarı kazandı.
Bu öncülün fiili anlamı
üzerinde hiçbir hataya düşmemek gerekir: bu isyan, sadece bilinçli olmaya karşı
değil, yaşıyor olmaya karşı yapılmış bir isyandır. (Bu, kimliğe karşı isyanın,
mevcudiyete karşı isyan olduğuna dair bir örnektir. Bir şey olmamak arzusu, var
olmamak arzusudur.)
Bütün bilgiler, -ister
duyumsal, ister algısal, isterse kavramsal düzeyde olsun- işlenmiş bilgidir.
"İşlenmemiş" bir bilgi, -eğer olabilseydi- bilgilenme araçları
olmaksızın elde edilmiş bir bilgi olurdu. Bilinçlilik, pasif değil, aktif bir
durumdur. Hem; yaşayan bir organizmanın her ihtiyacının tatmini, -ister hava,
ister besin, isterse bilgi olsun- bir işleme eylemi gerektirir.
İnsan bedeni, yediği
besini işlemek zorunda olduğu için, doğru beslenmenin objektif
kurallarının keşfedilemeyeceğini; "doğru beslenme"nin,
gayrı-kabil-i-tasvir bir maddenin, bir sindirim sisteminin katılımı olmaksızın
absorbe edilmesinden ibaret olduğunu; fakat, insan, kendini "doğru olarak
besleme" kapasitesinden yoksun olduğundan, beslenmenin keyfe bağlı
sübjektif bir mesele olduğunu; insanın zehirli mantarlar yemesini yasaklayan
şeyin, toplumsal (sosyal) konvansiyonlar olduğunu; (hiç değilse şimdilik) kimse
iddia edememektedir.
Tabiatın, insana,
(kavramları nasıl teşkil edeceğini otomatikman söylemiyor oluşu gibi) ne yemesi
gerektiğini otomatik olarak söylemiyor oluşu yüzünden; insanın, yemenin doğru
ve yanlış yolları olduğu konusundaki bilgisini terk etmesi gerektiğini (veya,
tabiat-üstü bir kuvvetin verdiği reçetedeki beslenme kanunlarına bağlı kalmak
suretiyle, objektif bilgiye "güvenmek" zorunda kalmayacağı zamanların
rahatına geri dönmesi gerektiğini) kimse söyleyememektedir.
İnsanın kaya yerine
ekmek yemesinin tamamen bir "kullanışlılık" meselesinden ibaret
olduğunu kimse söyleyememektedir.
İnsan bilincine de, onun bedenine gösterildiği kadar bir bilgilenmesel
saygının (aynı objektifliğin) gösterilmesinin zamanı gelmiştir.
Objektiflik, şu
olguların anlaşılmasıyla başlar: insan (bilinci ve diğer bütün hususiyetleri
dahil olmak üzere), spesifik bir varlıktır ve buna göre davranmalıdır; Kimlik
Kanunu'ndan, ne alışverişte bulunduğu evren içinde, ne de kendi bilincinin
işleyişi içinde kaçmaya imkan yoktur: evren hakkında bilgi elde etmek için,
bilinci kullanmanın doğru yöntemlerini keşfetmelidir; başta bilgilenme
yönteminin bütün işlemlerinde olmak üzere, insanın hiçbir faaliyetinde, keyfiliğe
hiçbir yer yoktur; nasıl ki, fiziki aletlerinin yapımında, objektif kriterlerle
yönlendirilmesi gerektiğini öğrenmişse; aynı şekilde, bilgilenmesinin aletleri
olan kavramlarının teşkilinde de, objektif kriterlerle yönlendirilmesi
gerektiğini öğrenmelidir.
"Tabiata kumanda
etmek, ancak ona itaat etmekle mümkündür" prensibinin kavranması, insanın
fiziki mevcudiyetini nasıl özgürleştirmişse; tabiatı anlamak, ancak ona itaat
etmekle mümkündür prensibinin kavranması (bilgilenmenin kanunlarının türetileceği
kaynağın, mevcudiyetin tabiatı ile bilgilenme yeteneğinin tabiatından (kimliğinden)
başka bir yer olmadığının kavranması), insan bilincini özgürleştirecektir.
4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI
Rasyonel bir
epistemolojiden yoksunluk, bugünün bazı felsefi/bilimsel görünümlü
tartışmalarında 4.2 BİR EPİSTEMOLOJİ TATBİKATI: ANALİTİK-SENTETİK SAHTE-ZITLIĞI
boy gösteren, "a priori karşısında a posteriori" önermeler
sahte-zıtlığına, "Mantıken doğru ama, olgusal olarak yanlış" veya
"Teoride doğru ama, pratikte yanlış" gibi cümlelere yol açmaktadır.
Bu yanlışların ardında, modern felsefedeki kanserlerden birini teşkil eden
"analitik ve sentetik önermeler" sahte-zıtlığı yatmaktadır. Bu
sahte-zıtlık, pragmatist olsun, mantık pozitivisti olsun, linguistik analist
olsun, egzistansiyalist (varoluşcu) olsun, hemen her etkin çağdaş filozof
tarafından kabullenmiş ve dünya kültürünün her tarafına sirayet etmiştir.
4.2.1 Analitik-Sentetik Meselesi: Sunuş
Analitik-Sentetik
sahte-zıtlığı, Eski Yunan'da -özellikle Pisagor ve Plato'nun görüşleriyle-
zımnen boy göstermeğe başlamıştı; fakat, halen süregelen etkisini, Hobbes,
Leibniz, Hume ve Kant gibi modern filozoflara borçludur. (Teoriye bugünkü
ismini veren Kant'tır.) En yaygınlaşmış çağdaş anlamında bu teori şunu öne
sürer: insan bilgisinde, temel bir bölünmüşlük vardır; bu bölünmüşlük,
önermeleri veya hakikatleri iki tipe böler; bu iki tipten başkası yoktur; ve,
bir önerme veya hakikat, bu tiplerden hem birine hem de ötekine dahil olamaz.
İddialarına göre, bu tipler; kökenleri, işaret ettiği şeyler, bilgilenmedeki
statüleri ve geçerli kılınma vasıtaları açısından ayrılırlar. Bu iki tipi ayırt
etmek için, dört merkezi noktadaki farklarına bakmak gerektiğini söylerler:
a) Aşağıdaki doğru
önerme çiftlerini nazar-ı dikkate alalım:
i. Bir insan rasyonel bir
hayvandır.
ii. Bir
insan sadece iki göze sahiptir.
i. Buz bir katıdır.
ii. Buz
suda yüzer.
İddiaya göre, bu
çiftlerden birincilerin doğruluğu, sırf bu önermeleri oluşturan kavramların
anlamlarının bir analiziyle gösterilebilir. Bu suretle, bunlara "analitik"
hakikatler ismi verilir. Bu önermelerdeki kavramların tanımlarının yapılması ve
mantık kanunlarının tatbik edilmesi halinde bu önermelerin doğruluğu
otomatikman ortaya çıkar; bunların doğruluğunu inkar etmek, bir mantık
çelişkisi doğurur. Bu yüzden, bunlara "mantıki hakikatler" de denir;
yani, sırf mantık kanunlarının doğru uygulanmasıyla doğrulukları tahkik
edilebilir.
Yani, "bir insan,
bir rasyonel hayvan değildir" demek veya "buz bir katı değildir"
demek, "Bir rasyonel hayvan, bir rasyonel hayvan değildir" veya
"Katı su, bir katı değildir" demek anlamına gelir ki, her ikisi de
kendi içinde çelişiktir.
Analitik hakikatler,
Kimlik Kanunu'nun somut halleridir; bu anlamda, onlara "totolojiler"
de denir. ("Totoloji"nin etimolojik anlamı: "aynı şey"i
tekrar eden önermedir.) Mantık ve matematiğin bütün önermeleri, bu şekilde
nitelenebileceğinden; bu her iki konu, tamamen insan bilgisinin
"analitik" veya "totolojik" yarısına aittir.
Sentetik önermeler -ki
yukarıdaki çiftlerden ikinciler tarafından temsil
edilirler; ve, günlük hayatın ve bilimlerin çoğu cümlesi bu kategoriye girer-
ise; yukarıdaki açılardan, "analitik" önermelerden tamamen farklı
görülür. Tanımlarına göre: Sentetik bir önerme, doğruluğunun gösterilmesi için,
kendisini oluşturan kavramların anlam veya tanımlarının analizinin yeterli
olmadığı bir önermedir. Mesela, sırf kavramsal veya tanımsal bir analiz, buzun
suda yüzeceğini söyleyemez.
Analitik-Sentetik
sahte-zıtlığını savunanlara göre:
Bu durumda; önermenin
yüklemi ("suda yüzer"), özne ("buz") hakkında,
özne-kavramın anlamında bulunmakta olmayan bir şey söyler. (Bu önerme;
öznenin, yeni bir yüklemle sentezinden oluşur;
"sentetik" ismi buradan gelir.) "Sentetik" hakikatlerin
doğruluğu, sırf mantık kanunlarının doğru tatbiki ile tahkik edilemez; bunlar,
Kimlik Kanunu'nun somut hallerini temsil etmez. Bunların doğruluğunu inkar
etmek, yanlışa düşmektir, ama kendi içinde çelişik değildir. Yani,
"Bir insan üç göze sahiptir" veya "Buz suda batar" demek
yanlıştır; ama, kendi içinde çelişik değildir. Bu cümleleri mahkum eden şey,
mantık kanunları değil, hadisedeki olgulardır. Bu anlamda; sentetik
hakikatlerin, "mantıki" veya "totolojik" olmak yerine
"olgusal" olduğunu söylenir.
b) Analitik
hakikatlerin doğruluğu, her zaman ve mekanda zorunludur. Analitik
önermeler, Leibniz'in ünlü ibaresiyle "mümkün dünyaların hepsi"nde
doğru olmak zorundadır. Oysa, iddiaya göre, sentetik hakikatler zorunlu değil
"bağlı"
hakikatlerdir. Yani: gerçekten de fiili dünyada insanlar bu önermelerin hasbel
kader doğru olduğunu gözlemlerler; ama, bunlar doğru olmak zorunda
değildir. Sentetik önermeler, "mümkün dünyaların hepsi"nde doğru
değildir. İnkarı, kendi içinde çelişik olmadığından; sentetik bir hakikatin
zıddı, hiç değilse hayal edilebilir veya düşünülebilir. İnsanın üç göze sahip
olabileceği, buzun suda taş gibi batabileceği hayal edilebilir veya
düşünülebilir. Bunlar realitede olmaz; ama, olmamaları için hiç bir mantıki
zorunluluk yoktur. Sentetik hakikatlerle ifade edilen olgular, ne kadar çok
mantık kullanılırsa kullanılsın, tamamen anlaşılır kılınamayacak,
"kaba" olgulardır.
Sentetik bir önermenin
doğruluğu isbat edilebilir mi? Sentetik bir önermenin doğruluğundan
mantıken emin olunabilir mi? Verdikleri cevap: "Hayır. Bir mantık
meselesi olarak hiçbir sentetik önerme doğru 'olmak zorunda' değildir; her
birinin tersi düşünülebilir." (Analitik-sentetik sahte-zıtlığının en
fanatik savunucuları, şöyle devam eder: "Duyumlarının sağladığı doğrudan
delilden bile, -mesela, şu anda karşındaki kırmızı bir kumaş gördüğünden bile-
emin olamazsın. Gördüğüne 'kırmızı' demek için, onun geçmiş deneylerinden
bazılarına benzediğini zımnen söylüyorsun; ama, bu hatırayı doğru hatırladığını
nereden biliyorsun? İnsan hafızasının güvenilir olduğunu söylüyorsun; ama, bu
bir totoloji değil ki; tersi de doğru olabilir.") Yani, sentetik veya
bağlı hakikatler, aşağı-yukarı-mümkün hipotezlerdir; haklarında söylenebilecek
en kuvvetli şey, onların bir ihtimal dahilinde doğru olabilecekleridir.
c) İddialarına göre:
Analitik önermeler, "mantıken" doğru olduğundan, deneyden bağımsız olarak
tahkik edilebilir; bunlar, "gayri-ampirik"tir veya "a
priori"dir (bugün bu terimler, "deneyden bağımsız" anlamına
gelmektedir). Modern filozoflar; bir insanın, kavramlar teşkil etmek için
deneye ihtiyacı olduğunu kabul ederler; ama, bir kere gerekli kavramlar teşkil
edildikten sonra (mesela, "buz," "katı," "su,"
vs.); bu kavramların analitik olarak doğru bir önermedeki kombinasyonlarının
(Mesela, "Buz katı sudur") doğruluğunun tahkiki hiçbir ilave
deney gerektirmez. Önermenin doğruluğu, tanımların basit bir analizinden
çıkar.
Oysa, iddialarına göre,
sentetik hakikatlerin doğruluğunun tahkikinin, deneye bağlı olduğu
söylenmelidir; sentetik hakikatler, "ampirik" veya "a
posteriori"dir. "Olgusal" olduklarından; bunların doğruluğunun
keşfi, başlangıçta sedece uygun olguların doğrudan veya dolaylı olarak
gözlemlenmesiyle yapılabilir; ama, "bağlı" olduklarından, dünün
sentetik doğrusunun bugün hala doğru olup olmadığı, ancak en son ampirik
verilerin gözden geçirilmesiyle bulunabilir.
d) Burada,
analitik-sentetik tartışmasında vardıkları zirveye; yukarıdaki
"farklar"a, yirminci yüzyıl modern filozoflarının getirdiği
"açıklamaya" geliyoruz.
Şunu iddia ederler:
Analitik önermeler, realite
hakkında hiçbir haber vermezler; olguları tasvir etmezler;
"gayri-ontolojik"tirler (realiteyle ilgili değildirler).
Analitik hakikatler, insanların kelimeleri (veya kavramları) belirli bir tarzda
kullanmak doğrultusundaki keyfi kararlarınca yaratılıp sürdürülmektedir;
analitik hakikatler, linguistik (veya kavramsal) konvansiyonların
tatbikatının bir kaydından ibarettir. Bunlar, gayri-ampiriktir; çünkü, deney
dünyası hakkında hiçbir şey söylemezler. Hiçbir olgu, onların doğruluğuna şüphe
düşüremez; gelecekteki düzeltmelerden muaftırlar; çünkü realiteden muaftırlar.
Analitik hakikatler zorunludur; çünkü, onları insanlar zorunlu kılar.
Wittgenstein, Tractatus'unda,
şöyle der: "Mantık önermelerinin hepsi aynı şeyi söyler: söyledikleri bir
hiçtir." A.J.Ayer, Language, Truth and Logic'inde şöyle
der: "Mantığın ve matematiğin prensipleri, evrensel olarak doğrudur; şu
basit sebepten: başka türlü olmalarına asla izin vermeyiz."
Sentetik önermeler ise,
olgusal dır; ve, insanlar bunun için bir fiyat öder. Fiyat: onların
bağlı olması, belirsiz olması ve isbatlanamaz olmasıdır.
Analitik-sentetik
teorisi, insanlara şu seçenekleri verir: Eğer, cümlenizin (önermenizin)
doğruluğu isbat edilebiliyorsa; o cümle, mevcudiyet hakkında hiçbir şey
söylemiyordur; eğer, cümleniz mevcudiyet hakkında ise; o cümlenin doğruluğu,
isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, mantık argümanlarıyla isbat
edilebiliyorsa; o cümle, bir olguyu ifade etmiyordur, sübjektif bir
konvansiyondur; eğer, cümleniz, bir olguyu ifade ediyorsa; o cümlenin
doğruluğu, mantık yoluyla isbat edilemez. Eğer, cümlenizin doğruluğu, kavramlarınızın
anlamı yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümle, realiteden kopuktur; eğer,
cümleniz, algılarınız yoluyla isbat edilebiliyorsa; o cümlenin
doğruluğundan emin olamazsınız.
Bütün bu saçmalıkların,
felsefe adına ortaya atılabilmesinin sebebi; kavramlar konusunda, rasyonel bir
anlayıştan uzak olunmamasıdır. Kavramların objektif karakteri üzerinde doğru
bir anlayış, "analitik-sentetik" sahte-zıtlığının her türünü
reddetmek için gerekli aletleri sağlamıştır.
"Analitik-sentetik"
meselesini işleyen filozoflar; bu meseleyi, binlerce sayfanın gerisinde,
gayrı-asli hususlardan ibaret büyük bir laf kalabalığı arasında sunmuşlardır.
Bu meselenin yukarıdaki biçimde sunuluşu, onun asli terimlerle
ifadesidir; ve, meselenin doğru bir epistemoloji açısından tamamen çürütülmesi,
bu sunuşun yörüngesi içinde
kolaylaşmaktadır. Fakat, burada, etraflı bir
argümantasyona girişmek yerine; meseledeki temel yanılgılara işaret etmekle
yetinilecektir.
4.2.2 Analitik-Sentetik Hakikatler Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik ve sentetik
hakikatler arasında bir zıtlık olmadığını isbat etmek için kavramlarla ilgili
şu epistemolojik prensipleri hatırlamak yeterlidir:
a) Kavramlar,
gözlemlenmiş mevcut-şeylerin, gözlemlenmiş başka mevcut-şeylerle olan
ilişkileri açısından yapılmış sınıflamaları temsil eder.
a) Bir kavramın anlamı,
altındaki birimleri ifade eder; bu birimlerle birlikte, onların sadece asli
ayırt edici karakteristikleri (tanımlayıcı karakteristikleri) değil, bütün
karakteristikleri ifade edilir.
Mesela, insanın
"rasyonel bir hayvan" olması; "insan" kavramını, sadece
"rasyonellik" özelliğinden ibaret kılmaz; "insan" kavramı
içinde, onun gözlemlenmiş bir karakteristiği olan "rasyonellik"
yanında, diğer bütün gözlemlenmiş karakteristikleri, bu arada onun "iki
gözlü" olması karakteristiği de vardır. Dolayısiyle, "bir insan,
rasyonel bir hayvandır" veya "bir insan, sadece iki göze
sahiptir" hakikatlerinin statüsü arasında hiçbir fark yoktur. Bu iki
hakikatten her biri, Kimlik Kanunu'nun bir tatbikatıdır; her biri, bir
"totoloji"dir; herhangi birini inkar etmek, "insan"
kavramını inkar etmek, dolayısiyle kendi-içinde çelişik olmak demektir.
Önermelerin analitik
veya sentetik diye bölünmesinin hiçbir olgusal veya epistemolojik haklılığı
yoktur. Önermelerde sadece tek bir temel epistemolojik ayrım vardır: doğru
önermeler veya yanlış önermeler; ve, sadece bir tek temel mesele
vardır: hakikatin keşfedilmesi ve doğruluğunun tahkiki hangi yöntemle
yapılacaktır? İnsan bilgisinin temeline bir zıtlık ekmek, doğruluğunun
tahkikinde zıt yöntemlerin olduğunu; hakikatin zıt tipleri olduğunu iddia
etmek; hiçbir sebep veya haklılığa sahip değildir.
Bir anlamda, hiçbir
hakikat "analitik" değildir: hiçbir önerme, sırf "kavramsal
analiz" ile geçerli kılınamaz; herhangi bir "analiz"den önce,
kavramın içeriği (yani, bütünleştirdiği mevcut-şeylerin karakteristikleri)
gözlem yoluyla keşfedilmeli ve doğruluğu tahkik edilmelidir. Bir başka anlamda bütün
hakikatler "analitik"tir: bir varlığın herhangi bir karakteristiği
keşfedildiğinde, bu karakteristiği o varlığa atfedecek bir önerme,
"mantıken doğru" olacaktır (tersi, o varlığı belirten kavramın
anlamıyla çelişir). Her iki durumda da, analitik-mantıki-totolojik versus
sentetik-olgusal zıtlığı çöker.
4.2.3 Zorunlu-Bağlı Hakikatler Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Bazı olguların
"zorunlu" başka bazılarının ise "bağlı" oldukları;
"olgusal" cümlelerin "sentetik" ve "bağlı"
oldukları; oysa, "zorunlu" cümlelerin, "gayri-olgusal" ve
"analitik" oldukları şeklindeki bir zıtlığın geçersizliğini
isbatlamak için; mevcudiyetin önceliği aksiyomunu, dolayısiyle Kimlik Kanunu'nu,
dolayısiyle metafiziken-verili olan karşısında insan-yapısı şeyler ayrımını
hatırlamak yeterli olacaktır.
Kant'ın Critique
of Pure Reason'ındaki sözlerinin, mevcudiyetin önceliğine (ve Kimlik
Kanunu'na) bir isyan olduğu ortadadır: "Evet, deney bize, neyin var
olduğunu söyler; ama, öyle olmasının zorunlu olduğunu; başka türlü
olamayacağını söylemez."
Keza,
metafiziken-verili olan şeyler ile insan-yapısı şeyler arasındaki asli ayrımı
anlamamak; bunlarla ilgili önermeler arasında bir fark olduğu yanılgısına sebep
olmaktadır. Evet, insan-yapısı bir şey öyle olmak "zorunda" değildir;
başka türlü olabilirdi; ama, olduktan sonra, o neyse odur: metafiziken-verili
olan bir şey hakkındaki hakikat nasıl keşfedilip, doğruluğu nasıl tahkik
edilecekse; insan-yapısı bir şeyle ilgili hakikat de, aynı yöntemle
öğrenilecektir; bunlarla ilgili önermelerin konusu farklıdır, ama tabiatlarında
bir fark yoktur. Evet, bazı olgular zorunlu değildir
(insan-yapısıdır); ama, bütün hakikatler zorunludur.
Hakikat, bir realite
olgusunun teşhisidir (kimliklendirilmesidir). Söz konusu olgu, ister metafiziken-verili
olsun, isterse insan-yapısı olsun; olgu, hakikati belirler: eğer, olgu
mevcutsa; neyin hakikat olduğu konusunda başka hiçbir alternatif yoktur.
Mesela, Türkiye'nin 67 vilayete sahip olması metafiziken zorunlu değildi; ama,
insanların seçimi böyle olduğu sürece, "Türkiye, 67 vilayete
sahiptir" önermesi zorunlu olarak doğrudur, hakikattır. Doğru (hakiki)
bir önerme, olguları olduğu gibi tasvir etmek zorundadır. Bu anlamda,
"zorunlu hakikat"deki "zorunlu" terimi fuzulidir;
"bağlı hakikat" ibaresi ise, kendi içinde çelişiktir; çünkü, hakikat
bir realite olgusunun teşhisidir; ve, olgu mevcutsa, artık hiçbir şeye bağlı
değildir.
4.2.4 Mantıki-Deneysel Sahte-Zıtlığının Çürütülmesi
Analitik cümlelerin
deneyden bağımsız "mantıki" önermeler olduğu; öte yandan, sentetik
cümlelerin mantıki zorunluluktan yoksun, "ampirik" (deneysel)
önermeler olduğu gibi bir zıtlık önermek; felsefedeki çok eski bir ihtilaftan
kaynaklanır: rasyonelizm (usçuluk) ve ampirisizm. Rasyonelistler, insanın bilgi
elde etmesinde, deneyin rolünü minimize ederken, mantığın rolünü vurgularlar;
ampirisitler ise, mantığın rolünü minimize ederken, deneyin insanın bilgi
kaynağı olduğunu iddia ederler. Mantık ve deney arasında yarattıkları bu
bölünme, analitik-sentetik zıtlığında kurumsallaştırılır.
Mantık ve deney
arasında bir zıtlık öneren her teori, mantığın tabiatını ve onun insan
bilgilenmesindeki rolünü anlamakta düşülen başarısızlığı temsil eder. İnsan
bilgisi, ne deneyden bağımsız olarak mantıkla; ne de, mantıkdan bağımsız olarak
deneyle elde edilebilir: mantığın, deneye tatbik edilmesiyle
elde edilir. Bütün hakikatler, deneyle ortaya çıkarılan olguların, mantıkla
kimliklendirilmesinden doğan ürünlerdir.
İnsan, tabula
rasa doğar; bütün bilgisi, sonradan, duyumlarının sağladığı verilerden
başlayarak elde edilir. İnsan; bilgilenmenin insana-özgü düzeyine erişmek için,
algısal verileri kavramlaştırmalıdır. Kavramlaştırma; ne otomatik, ne
de yanılmaz bir süreçtir. Bu sürecin, realitenin olgularına tekabül eden
sonuçlar (bilgi) vermesi için; insan, bu süreci yönetecek bir yöntem keşfetmek
zorundadır. Bu yöntemin temelindeki prensip, metafiziğin temel prensibidir:
Kimlik Kanunu. Realitede çelişki mevcut olamaz; dolayısiyle, bir bilgilenme
sürecinde bir çelişkinin ortaya çıkması, bir hata yapıldığının delilidir.
Böylece, doğru bilgilenme için insanın takip edeceği yöntem ortaya çıkar:
gözlemlenen olguları, çelişkisiz bir şekilde kimliklendirmek. Bu yöntemin ismi,
mantıktır. Mantık: çelişkisiz kimliklendirme sanatıdır (yeteneğidir). İlk
kavramların teşkilinden, en karmaşık bilimsel kanun ve teorilere kadar; insanın
kavramsal gelişmesinin her aşamasında mantık kullanılmalıdır. Ancak verili bir
zamanda mevcut bütün delillerin çelişkisiz bir şekilde kimliklendirilmesi ve
bütünleştirilmesi üzerine bina olunan bir sonuç, bilgi olarak nitelenebilir.
İnsanın bilgilenme
yönteminde mantığın rolünü anlamakta düşülen başarısızlık, analitik-sentetik
zıtlığını çeşitli yönlerden tekrarlayan bölünmüşlükler ve zıtlıklar
doğurmuştur. Bugün, özellikle üç tanesi yaygındır: mantıki hakikat karşısında
olgusal hakikat; mantıken mümkün karşısında ampirik olarak mümkün; a priori
karşısında a posteriori.
Bütün bu suni
zıtlıkların ardında yatan yanılgı: mantığın, sübjektif bir oyun olduğu; bilgi
elde etmekte değil, keyfi sembolleri manipüle etmekte kullanılan bir yöntem
olduğu görüşüdür.
4.2.5 Analitik-Sentetik Sahte-Zıtlığı: Sonuç
Analitik-Sentetik
zıtlığını kabul etmek, insan bilgisini mahkum etmektir; çünkü,
analitik-sentetik teorisi, şu adaletsiz hükme varır: eğer bir önermenin
reddedilmesi düşünülemez ise, eğer onunla çelişecek herhangi bir realite
olgusunun var olması mümkün değilse, yani bu önerme kesin olan bir bilgiyi
temsil ediyorsa; bu önerme, realiteyle ilgili bir bilgiyi temsil ediyor olamaz.
Başka bir deyişle, bu teorinin verdiği saçma hüküm şöyledir: eğer bir önerme
yanlış olamazsa, doğru da olamaz. Daha başka bir deyişle şunu söyler: bir
önermenin olgusal olarak nitelenebilmesi, ancak halen bilinmeyen olguları ifade
ettiği zaman, yani bir hipotezi temsil ettiği zaman mümkündür; hipotez
isbatlanıp, bir kesinlik haline gelirse, olgulara işaret ediyor olma özelliği,
realiteyle ilgili bilgiyi temsil ediyor olma özelliği biter; bir önerme, kesin
olarak isbatlanırsa, yani inkarı halinde bir mantık çelişkisine düşülmesinin
kaçınılmazlığı aşikar hale gelirse; bu olgu yüzünden -yani, doğruluğunun
kesinkes ortaya çıkmış olması yüzünden- bu önerme, insan konvansiyonunun veya
keyfi kaprisinin bir ürünü olarak bir geçersiz addedilmelidir.
İsbat edilmiş olma
özelliğini, insan bilgisini diskalifiye eden bir unsur olarak görmek; yani,
bilgiyi, insan cehaletinin bir fonksiyonu olarak görmek; tam bir epistemolojik
terslik önermektir. Nasıl ki; ahlakta, altrüist zihniyet, iyiyi, iyi olduğu
için cezalandırırsa; epistemolojide de, analitik-sentetik zihniyet, bilgiyi,
bilgi olduğu için cezalandırır. Nasıl ki; altrüist ahlakta, insan, sadece kazanmadığı
şeyler üzerinde hak iddia edebilirse; epistemolojide de, analitik-sentetik
teoriye göre, insan, sadece isbat etmediği şeylerin bilgi olduğunu talep etme
hakkına sahiptir. Adeta; epistemolojik aşağılık duygusu, bilgilenmenin ön-şartı
haline getirilmiştir.
Bu tersliğin baş
sorumlusu, Kant'tır. Kant'ın sistemi, önceki yüzyılların mistisizmini
dünyevileştirerek; mistisizme, onu modern dünyada da ayakta tutacak bir
hayatiyet kazandırdı. Dini gelenekte, "zorunlu" hakikatler,
genellikle Tanrı'nın düşünme tarzının sonuçları olarak görülür. Kant,
"zorunlu" hakikatlerin kaynağı ve yaratıcısı olarak Tanrı yerine,
"insan zihninin iç yapısı"nı koyarak; bu hakikatlerin realite
olgularından bağımsızlığını ilan etti.
Yirminci yüzyıl
filozofları, Kant'ın görüşlerini nihai sonuçlarına götürmekten başka birşey
yapmadılar. Şuna vardılar: eğer, insanın düşünme tarzı (realiteden bağımsız
olarak) "zorunlu" hakikatleri yaratıyorsa; ve, insanlar, düşünme
tarzlarının ne olacağı hakkında seçim yapmaya muktedir olduklarından; bu
hakikatler, sabit veya mutlak değildir. Bu filozoflar, Hıristiyan
düşüncesindeki "Tanrı'nın verdiğini, Tanrı alır" formülünü, adeta
'zihnin verdiğini, zihin alır' haline getirdiler.
Rönesanstan beri bir
çok miti yıkarak yükselen akıl karşısında, inancı rehabilite etmek için ortaya
atılan Kant, müthiş sinsilikte bir silah bulmuştu: aklı geçersiz kılmakta,
aklın kullanılması; veya, daha doğrusu, realitede olmayan ve olamayacak bir
akıl tarif ederek, ona erişilmesinin imkansızlığından doğacak hayal kırıklığını,
akla karşı oluşacak bir güvensizlik haline getirmek. İnsan aklının, insan
hayatının bütünleştiricisi olan felsefeye Kant'ın ektiği mayınlar, Hegel'cilik,
mantık pozitivizmi, pragmatizm, linguistik analistliği, vs. halinde teker teker
patlayıp; felsefeyi, insan aklına, insan hayatına, felsefeye düşman hale
getirmektedir.
Bu neo-Kant'çılıktan
felsefede arta kalana bakalım:
Metafizik tamamen iptal
edilmiştir: metafiziğin en etkin muhaliflerine göre; metafizik cümleler, ne
analitik ne de sentetiktir; dolayısiyle, anlamsızdır.
Ahlak, felsefenin
alanından neredeyse tamamen çıkarılmıştır: bazı guruplar, ahlaki cümlelerin, ne
analitik ne de sentetik olmayıp, "duygusal boşalmalar"dan ibaret
olduğunu iddia ederler; başka bazıları, filozofların ahlaki cümlelerin dilini
analiz etmeğe muktedir olduğunu, ama ahlaki normlar öne sürmeğe yetkili
olmadığını öne sürerek; ahlakı, sokaktaki ortalama insanın yetki alanına emanet
ederler.
Politika, hemen hemen
bütün felsefe ekollerince terkedilmiştir: değerlerle ilgili konularında,
politika, ahlak konusundaki gibi bir muameleye tabi tutulmuştur.
Epistemoloji (bilgi
teorisi); insanın, olgularla ilgili bilgi elde etmesinin kurallarını tanımlayan
bir bilimdir. Fakat, olguların "sentetik," "ampirik"
önermelere konu olduğu, dolayısiyle felsefenin alanı dışında kaldığı nosyonu
ile, epistemoloji dağıldı; sonuç olarak, özel bilimler, irrasyonelizmin kabaran
dalgalarında sürüklenen enkaz parçaları haline geldi.
Estetikte; "sanat;
başka her insani faaliyet gibi, aklın alanında incelenecek bir meseledir"
önermesini anlayacak bir tek modern filozof
bile bulmak zordur.
"Modern
felsefe" adı altında tanık olduğumuz olay, felsefenin kendini
tasfiyesidir.
Felsefeyi saygın yerine
tekrar yükseltmek için, bugünkü sefaletine sebep olan (başta analitik-sentetik
teorisi olmak üzere) bütün öncüller çürütülmelidir.
5
ESTETİK
Estetik, sanatı
inceleyen felsefe dalıdır.
İnsan
bilgisi, felsefe denen kök üzerinde iki dal halinde gelişir. Bu dallardan biri,
fiziki dünyayı -insanın fiziki mevcudiyetiyle ilgili fenomenleri- inceler;
diğeri, insanı -insan bilinciyle ilgili fenomenleri- inceler. Birinci dal,
soyut bilime yol açar; soyut bilim, uygulamalı bilime veya mühendisliğe yol
gösterir; uygulamalı bilim, teknolojiyi -maddi değerlerin fiilen üretimini-
mümkün kılar. İkinci dal, birinciye benzer bir yönelimle, sanatı mümkün
kılar.
Sanat, ruhun (bilincin) teknolojisidir.
Sanat, üç felsefi
disiplinin ürünüdür: metafizik, epistemoloji ve ahlak. Metafizik ve
epistemoloji, insan fenomeninin soyut bilimidir. Bu soyut temel üzerinde bina
olunan ahlak, insan fenomeninin uygulamalı bilimidir: hayatının amaç ve
çizgisini belirleyen seçim ve faaliyetlerinde insanı yönlendiren değerler
sistemini tanımlar; yani, ahlak, insan inşaının mühendisliğidir: prensipleri
ortaya koyar, projeleri çizer. Sanat, insan inşaının teknolojisidir: nihai
ürünü yaratır, model inşa eder.
Bu analojiyi vurgulayalım:
sanat öğretmez; sanat, nihai amacın tam ve somut realitesinin nasıl
olacağını teşhir eder. Öğretmek, ahlakın görevidir. Sanatın amacının
"öğretmek" ile olan ilgisi, bir uçağın amacının "öğretmek"
ile olan ilgisinden daha fazla değildir. Nasıl ki, bir uçağın incelenmesinden,
onun parçalarına demonte edilmesinden bir çok şey öğrenilebilirse; benzer
şekilde, bir sanat eserinin incelenmesinden de
-insanın tabiatı,
insanın ruhu (bilinci), insanın mevcudiyeti hakkında- çok şey öğrenilebilir.
Fakat, bunlar, sadece yan faydalardır. Bir uçağın birincil amacı, insana uçmayı
öğretmek
değil, ona uçma deneyini fiilen yaşatmaktır. Sanatın birincil amacı da, aynı
şekilde düşünülmelidir.
Sanatın; şeyleri,
"olabileceği ve olması gerektiği gibi" temsil etmesi, insanın bu
şeylere, gerçek hayatta erişmesine yardımcı olur; ama, bu yarar, sadece ikincil
bir değerdir. Birincil değer; sanatın, şeylerin olması gerektiği gibi
olduğu bir dünyada yaşama deneyini insana tattırmasıdır. Bu deney, insan için
hayati önemi haizdir.
İnsanın heves ve ihtirasları
sınırsız olduğundan, değerleri peşindeki çabası ömür-boyu bir süreç olduğundan
ve değerlerinin yüksekliği arttıkça, mücadelesi de güçleştiğinden; öyle bir
ana, öyle bir saate veya öyle bir belirli zaman süresine ihtiyaç duyar ki; bu
zaman zarfında, görevini bitirmiş olduğu duygusunu yaşasın; değerlerinin
başarılı bir şekilde elde edilmiş olduğu bir evren içinde yer aldığı duygusunu
yaşasın. Bu, daha ileri gitmek için enerji, yakıt elde
edilen bir mola süresi gibidir. Sanat ona bu yakıtı verir; bir insanın kendi
hayat hissinin objektifleştirilmiş realitesini görebilip, üzerinde düşünmesi
zevkini verir; o insanı, bir süre için o insanın ideal dünyasında yaşatarak, o
dünyada bulunmanın zevkini tattırır.
Verili bir birey, bu
deneyin anlamını, kendi hayatına tercüme etmek üzere fiilen davranmayı
seçebilir; veya, bu deneyin esinlendirdiği şekilde yaşamakta başarısız kalıp,
hayatının geri kalan kısmını, bu esine ihanet etmekle geçirebilir. Fakat, sonuç
ne olursa olsun; sanat eseri, dokunulmaz bir mevcudiyet kazanmıştır: kendi
kendine yeterli tam bir varlıktır; erişilmiş, gerçekleştirilmiş, sabit bir
realite olgusudur; adeta, karanlık bir yol kavşağını aydınlatmak üzere dikilmiş
ve "Bu mümkündür" diye ses veren bir işaret feneridir.
Fakat, esefle
söylenmelidir ki; sanatın insan bilgisinde işgal ettiği yerin ölçüsü; sanatın,
insan bilinci için yaptığı fonksiyonun büyük önemiyle ters orantılı
olagelmiştir. Bugün, fizik bilimlerinde kaydedilen ilerlemenin büyüklüğü ile
beşeri bilimlerde varolan durgunluk (hatta gerileme) arasındaki uçurumun belki
en çarpıcı göstergesi, sanata yaklaşımda sergilenen pervasız
irrasyonelliktir.
Fizik bilimleri hala
(gittikçe tahrip olmakta olan) rasyonel bir epistemolojinin kalıntılarınca
yönlendirilir; oysa, beşeri bilimler, hemen hemen tamamen mistisizmin ilkel
epistemolojisine terkedilmiştir. Fizik bilimlerinde, atom-altı parçacıklardan,
en uzak yıldızlara kadar bütün fenomenler incelenebilecek bir düzeye
erişilmişken; sanat fenomeni, karanlık bir esrar gibi kalmıştır: sanatın
tabiatı, insan hayatındaki fonksiyonu veya muazzam psikolojik gücü hakkında çok
az şey öğrenilmiştir. Oysa, sanat, çoğu insan için büyük önem taşıyan, derin kişisel
ilgi uyandıran bir fenomendir; sanat, -yazılı tarih öncesi dahil- bütün
medeniyetlerde mevcut olmuş, insanın her adımına eşlik etmiştir.
İnsanlık, bir istisna
ile her bilgi alanında, mistik kahinlerden rehberlik bekleme pratiğini
terkedecek kadar olgunlaşmıştır; bu istisan estetiktir. Estetikte, bu pratik
hala tam anlamında geçerlidir ve giderek daha aşikar bir hale gelmektedir.
Mistik kahinin mesleğinin püf noktası, anlaşılmazlıktı; bugünün estetiğinde de:
anlaşılmazlık, bir değer zannedilmektedir. Nasıl ki, ilkel vahşiler, tabiat
fenomenlerini olduğu gibi kabul etmiş; bu fenomenleri, soruşturulmaz, analiz
edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, bu fenomenlerin kaynağını
bilinmez cinlere atfetmişdilerse; benzer şekilde, bugünün epistemolojik
vahşileri de, sanatı olduğu gibi kabul etmiş; onu, soruşturulmaz, analiz
edilmez ve indirgenmez bir birincil zannetmiş; ve, sanatın kaynağını özel bir
tür bilinmez cinlere atfetmişlerdir: hissettikleri duygular. Aralarındaki tek
fark, tarih-öncesi vahşilerin hatasının masumca yapılmış olmasıydı.
Alrüizmin en acı abidelerinden
biri, insanların kendi içlerinde kültürel olarak yarattıkları benliksizliktir:
kendisini, bir bilinmeyen olarak görmekteki istekliliği; kendisiyle, bir
yabancıyla birlikte yaşıyor gibi yaşaması ve bundan rahatsızlık duymaması;
ruhunun, kişisel (gayri-sosyal) ihtiyaçlarını bilmezden gelmesi, göz ardı etmesi,
bastırması; kendisine en gerekli olan şeyleri en az bilmesi; en derin
değerlerini, sübjektifliğin iktidarsızlığına teslim ederek, hayatını kronik
bir suçluluk duygusunun kasvetli zindanına çevirmesidir.
Sanat üzerindeki
felsefi ihmalin sürmesinin asıl sebebi, sanatın fonksiyonunun gayri-sosyal
(bireysel) olması; buna mukabil, felsefeye, genellikle altrüizmin (birey
düşmanlığının) egemen olmasıdır. (Bu, altrüizmin gayrı-insaniliğinin, insanın (fiilen
varolan bir bireyin) en derin ihtiyaçlarına gösterdiği insafsız kayıtsızlığın
bir başka örneğidir.) Sanat, realitenin sosyalleşmesi gayri-mümkün bir
veçhesine aittir; evrensel (bütün insanlara özgü), fakat gayri-kollektif olan
bu veçhe: insan bilincidir.
5.1 SANAT: SOYUTLAMALARIN SOMUTLAŞTIRILMASI
Bir sanat eserinin ayırt edici
karakteristiklerinden biri, hiçbir pratik, maddi amaca hizmet etmemesi,
başlı-başına bir amaç olmasıdır. Bir sanat eseri, bir düşünme, tefekkür,
tahayyül hali yaratmaktan başka bir amaca hizmet etmez; bu halin zevki, öylesine
şiddetli; öylesine derinlemesine kişiseldir ki; insan, bu hali, başka hiçbir
amaca araç olmayan bir birincil gibi, başlı-başına yeterli bir deney gibi
yaşar; bu hali analiz etmesi istendiğinde, rahatsız olur; böyle bir isteği
yerine getirmemekte genellikle direnir; bu öneri, ona, kendi kimliğine, en
derin, asli benliğine karşı yapılmış bir saldırı gibi görünür.
Oysa, hiçbir insan duygusu sebepsiz ve indirgenmez değildir. Sanatın
yarattığı şiddetli duygu da, ne sebepsiz olabilir; ne indirgenmez olabilir; ne
de, duyguların (dolayısiyle değerlerin) kaynağından, yani yaşayan bir varlık
olarak insanın ihtiyaçlarından bağımsız olabilir. Sanatın bir amacı vardır
ve insani bir ihtiyacı karşılar; ancak, bu ihtiyaç, maddi
bir ihtiyaç değildir: insan bilincinin duyduğu bir ihtiyaçtır. Sanat, insanın
hayatta varkalması işiyle kopmaz biçimde bağlantılıdır; ancak, hayatta var
kalmanın fiziki veçhesiyle değil; fiziki veçhenin başarısını mümkün kılan öbür
veçhesiyle bağlantılıdır: bilincin korunması ve varkalması veçhesi.
Sanatın kaynağı,
insanın bilgilenme yeteneğinin kavramsal olması olgusundadır. Yani,
insanın bilgi elde etmek ve faaliyetlerini yönlendirmek için tek tek algılardan
değil, soyutlamalardan hareket ettiği gerçeği, sanatın ortaya çıkış
sebebidir.
Sanatın tabiatını ve
fonksiyonunu anlamak için, kavramların tabiatı ve fonksiyonu anlaşılmalıdır.
Bir kavram,
spesifik bir(kaç) karakteristiğe göre tecrit edilmiş ve belirli bir tanım
altında birleştirilmiş iki veya daha fazla birimi temsil eden bir zihni bütünlüktür.
İnsan, algısal materyali kavramlar içinde, kavramları geniş ve daha geniş
kavramlar içinde organize ederek, sınırsız miktar bilgiyi, o an verili
somutlukların ötesine erişen bir bilgiyi kavrayıp göz önünde tutabilir.
Kavramlar, verili
herhangi bir anda, sırf algısal olan kapasitenin izin vereceğinden çok daha
fazla veriyi, insanın bilinçli haberdarlığının menziline getirebilir. İnsanın
algısal haberdarlığının menzili -herhangi bir anda işleme alabileceği algıların
sayısı- sınırlıdır. Dört veya beş birimi -mesela, beş ağacı- göz önüne
getirebilir. Ama, yüz ağacı veya on ışık yılı mesafeyi göz önüne getiremez. Bu
tür bilgiyi işleyebilmesi için varolan tek kapasitesi, kavramsal yeteneğidir.
İnsan, kavramları lisan
vasıtasıyla elde tutar. Özel isimler hariç, kullandığımız her kelime, bir
kavramı temsil eder; yani, sınırsız sayıda belirli bir tür somutluk yerine
geçer. Matematikte (eksi sonsuzdan artı sonsuza) kullanılan bir sayı dizisi
gibi; bir kavram da, her iki yönü açık bir dizidir ve o kavramla işaret edilen
o özel tür birimlerin hepsini içerir. Mesela,
"insan" kavramı, halen yaşayan, geçmişte yaşamış, gelecekte yaşayacak
bütün insanları içerir; bu, o kadar büyük sayıda insandır ki, onları incelemek
ve haklarında birşey keşfetmek bir yana, hepsinin görsel olarak algılanması bile
imkansızdır.
Lisan, soyutlamaları
(kavramları), somutluklara dönüştürme -veya daha dakik terimlerle söylenirse:
soyutlamaları, somutlukların psiko-epistemolojik eşdeğerlerine dönüştürerek,
uğraşılacak spesifik birimlerin sayısını azaltma- psiko-epistemolojik fonksiyonunu
ifa eden görsel-işitsel bir semboller sistemidir. (Psiko-epistemoloji, insanın
öğrenme süreçlerinin, bilinçli zihin ile bilinç-altının otomatik fonksiyonları
arasındaki etkileşim açısından incelenmesidir.)
Bir çocuğun
konuşmasından, bir bilim adamının konferansına kadar, herhangi bir yerde geçen
bir cümledeki muazzam kavramsal bütünleştirmeyi göz önüne alın. Basit, ostensif
(göstererek yapılan) tanımdan başlayarak, giderek yükselen kavramlara varan,
hiçbir bilgisayarın alamayacağı kadar karmaşıklaşan bir bilgi hiyerarşisi
oluşturan uzun kavramsal zinciri düşünün. İnsanın realite bilgisinin elde
edilip muhafaza edilmesi, ancak bu zincirler vasıtasıyla mümkündür.
Bu, yine de, insanın
psiko-epistemolojik vazifesinin daha basit olan kısmıdır.
Daha zor olan diğer
kısım, bu bilginin tatbik edilmesidir: realite olgularının değerlendirilmesi,
amaçların seçilmesi ve buna uygun olarak faaliyetlerin yönetilmesidir. Bunu
yapmak için, insanın başka bir kavramlar zincirine ihtiyacı vardır; birinci
kavramlar zincirinden (bilgisel zincir) türeyip ona bağlı olan, ama ayrı ve bir
anlamda daha karmaşık olan bu zincir: bir normatif (kural koyan) soyutlamalar
zinciridir.
Bilgisel soyutlamalar
realite olgularını teşhis ederken (kimliklendirirken), normatif soyutlamalar
olguları değerlendirip, bir değerler seçeneği ve bir faaliyet çizgisi emreder.
Bilgisel soyutlamalar, neyin var olduğu konusuyla uğraşır;
normatif soyutlamalar, (insanın seçeneğine açık olan alanlarda) neyin var
olması gerektiği konusuyla uğraşır.
Normatif bilim olarak ahlak,
felsefenin iki bilgisel dalı üzerine bina olur: metafizik ve epistemoloji.
İnsanın ne yapması gerektiğini emretmek için, önce insanın ne olduğu ve nerede
olduğu; (bilgilenme araçları dahil) insanın tabiatının ve içinde davrandığı
evrenin tabiatının ne olduğu öğrenilmelidir.
Evren, insanın
anlayabileceği bir yer midir; yoksa, anlaşılmaz ve bilinemez midir? İnsan,
yeryüzünde mutluluk bulabilir mi; yoksa, sıkıntıya ve ümitsizliğe mahkum mudur?
İnsanın seçme gücü, amaçlarını seçme ve onlara erişme gücü, hayatının
gidişini yönlendirme gücü var mıdır; yoksa, kontrolu dışında olan ama kaderini
tayin eden kuvvetlerin çaresiz oyuncağı mıdır? Tabiatı bakımından; insan, iyi
olarak mı değerlendirilmelidir; yoksa, kötü olarak nefret mi edilmelidir?
Bunlar metafizik sorulardır; fakat, bunlara verilecek cevaplar,
insanların hangi tür ahlakı kabul edip tatbik edeceklerini belirler; bu
cevaplar, metafizik ile ahlak arasındaki bağlantıdır. Her ne kadar, metafizik,
başlı başına normatif bir bilim değilse de; bu kategori sorulara verilecek
cevaplar, insan zihninde metafizik değer-yargıları fonksiyonu yerine geçer;
çünkü, bu cevaplar, ahlaki değerlerinin tamamına temel teşkil edecektir.
İster bilinçli olarak,
isterse bilinç-altı sezgiyle; ister açıkca, isterse zımnen olsun; insan şunları
bilir: değerlerini bütünleştirmek, amaçlarını seçmek, geleceğini planlamak,
hayatının birliğini ve insicamını sürdürmek için, mevcudiyet hakkında kapsamlı
bir görüşe sahip olmalıdır; ve, metafizik değer-yargıları, hayatının her
anında, her seçiminde, her kararında ve her faaliyetinde söz konusudur.
Metafizik -realitenin
asli tabiatıyla uğraşan bilim- insanın en geniş soyutlamalarından oluşur.
Metafizik, insanın algıladığı her somutluğu içerir; o kadar büyük bir miktar ve
o kadar uzun bir kavramlar zinciri söz konusudur ki; hiçbir insan, metafizik
soyutlamaların tamamını, o anki bilinçli haberdarlığının odağında tutamaz. Ama,
kendisine rehberlik etmesi için o bütüne, o haberdarlığa ihtiyacı vardır;
onları, bilincinin odağına tam olarak getirebilme kudretine ihtiyacı vardır.
İşte,
sanat insana bu kudreti verir.
Sanat, realitenin, bir sanatkarın
metafizik değer-yargılarına göre seçici
bir tarzda yeniden-yaratılmasıdır.
Seçici bir
yeniden-yaratma vasıtasıyla, sanat: realitenin insanın kendisi ve mevcudiyetle
ilgili görüşlerini temsil eden veçhelerini tecrit eder ve bütünleştirir. Bir
sanatçı, sayılamaz miktardaki somutluklardan -tek tek, bağlantısız ve
(görünüşte) çelişkili hususiyetlerden, eylemlerden ve varlıklardan- kendisine
metafiziken asli görünenleri tecrit eder ve onları yeni ve tek bir somutlukta
bütünleştirerek bu soyutlamaya bir beden, bir kimlik verir; bu beden, sanat
eseridir.
Mesela; biri, bir Yunan
tanrısını; diğeri, çarpık bir ucube şeklindeki bir ortaçağ karakterini temsil
eden iki insan heykelini göz önüne alın. Her ikisi de, insanla ilgili metafizik
değerlendirmelerin ürünüdür; her ikisi de, sanatkarların insan tabiatıyla ilgili
görüşlerinden kaynaklanır; her ikisi de, yaratıldıkları çağların kültürlerinin
somutlaştırılmış temsilcisidir.
Sanat metafiziğin
somutlaştırılmasıdır. Sanat, insanın kavramlarını, bilincinin
algısal düzeyine getirerek, bu kavramların algılar gibi doğrudan anlaşılmasını
sağlar.
Bu, sanatın
psiko-epistemolojik fonksiyonudur; sanatın insan hayatındaki önemi, bu
fonksiyondan kaynaklanır.
Nasıl ki; lisan,
soyutlamaları, somutlukların psiko-epistemolojik eşdeğerlerine dönüştürerek
(kelimelendirerek), uğraşılacak spesifik birimlerin sayısını azaltma
fonksiyonunu yapmaktaysa; benzer şekilde, sanat, insanın metafizik
soyutlamalarını, somutluklara dönüştürerek (sanat eseri haline sokarak); bu
soyutlamaları, insanın doğrudan algısına konu olabilecek spesifik varlıklar
haline getirir. "Sanat evrensel dildir" sözü, boş bir metafor olmayıp
-sanatın yaptığı psiko-epistemolojik fonksiyon açısından- harfiyen doğrudur.
İnsanlık tarihinde,
sanatın, dine bir yardımcı olarak (ve genellikle dinin tekeli altında) doğduğunu
hatırlayın. Din, felsefenin ilkel şekli idi: insana mevcudiyet hakkında
kapsamlı bir görüş sağlamaya teşebbüs etmişti. O ilkel kültürlerdeki sanatın, o
kültürlerin dinlerindeki metafiziki ve ahlaki soyutlamaların bir
somutlaştırılması olduğuna dikkat edin.
Sanatta söz konusu olan
psiko-epistemolojik sürecin en iyi izahını, özel bir sanatın belirli bir
veçhesinde görebiliriz: edebiyattaki karakterizasyon. İnsan karakteri -sayısız
potansiyelleriyle, erdemleriyle, kötülükleriyle, tutarsızlıklarıyla, çelişkileriyle-
o kadar karmaşıktır ki; insan, kendi kendisinin en çetin bilmecesidir. İnsan
karakter çizgilerini tecrit edip; onları, -tamamen bilgisel soyutlamalar
halinde de olsa- soyutlamalar halinde bütünleştirmek çok zordur; bu
soyutlamaların hepsini, karşımızdaki bir insanı anlamak maksadıyla kullanmak
üzere zihinde taşımak çok zordur.
Şimdi, Cervantes'in Don
Kişot karakterini düşünün. Don Kişot, belirli bir türden sayısız insanın sahip
olduğu, sayısız karakteristiklerin, sayısız kere gözlemlenip değerlendirilmesinden
oluşturulmuş bir soyutlamanın somutlaştırılmış halidir. Cervantes bu insanların
asli kişilik çizgilerini tecrit edip, bu çizgileri tek bir karakterin somut
biçiminde bütünleştirmiştir; mesela, bir insan hakkında "O bir Don Kişot'tur"
dediğinizde, bir tek cümlede yaptığınız bu yargı, o karakterle iletilen muazzam
bir bilgi bütününü içerir.
Normatif soyutlamalara -ahlaki
prensiplerin tanımlanmasına, insanın ne olması gerektiğinin belirlenmesi
görevine- gelince, gereken psiko-epistemolojik işlem daha da zordur. Bu görev,
yıllar süren bir çalışma gerektirir; ve, varılacak sonuçların iletilmesi,
sanatın yardımı olmaksızın hemen hemen imkansızdır. Ahlaki değerleri
tanımlayan, sahip olunacak erdemleri uzun bir liste halinde veren kapsamlı bir
felsefi risale, bu işi görmez; böyle bir çalışma, ideal bir insan nasıl olurdu
ve nasıl davranırdı bilgisini iletmez; hiçbir zihin, bu kadar muazzam bir
soyutlamalar bütünüyle uğraşamaz: bu soyutlamaları, temsil ettikleri
somutluklara tekrar dönüştüremez -yani onları realiteyle tekrar
bağlantılandıramaz- ve bunları her an bilinçli haberdarlığının odağında
tutamaz. Fiili bir insan figürü çizmeden, böylesine muazzam miktar bilgiyi
bütünleştirmeğe imkan yoktur; bu figür, -lisanda, kelimenin, temsil ettiği
kavrama, (görsel-işitsel) bir somutluktan oluşan bir kimlik vermesi gibi-
bütünleştirilmiş bir somutluk olarak normatif teoriyi aydınlatır ve onu
anlaşılır kılar.
Ahlak üzerine yapılan
çoğu teorik tartışmanın kısırlığı, hiç bir yere vardırmayışı, çoğu insanın bu
tür tartışmalardan sıkılmasının sebebi budur: ahlaki prensipler,
somutlaştırılmadığı takdirde, insanların zihinlerinde boşlukta asılı
soyutlamalar halinde kalır; bu prensipler, insanların önlerine, bir türlü
kavrayamadıkları bir amaç koyup, ruhlarını bu amaç doğrultusunda yeniden
şekillendirmelerini ister; oysa, nasıl tatbik edileceği bilinmeyen ahlaki
prensipler, insanları, gayri-kabili-tarif bir ahlaki suçluluk duygusunun yükü
altında bırakır. Sanat, ahlaki bir idealin iletimi için vazgeçilmez ortamdır.
Her dinin bir
mitolojisi olduğunu hatırlayın. Bir dinsel mitoloji: o dindeki ahlak
sisteminin, o ahlak sisteminin nihai ürünü olarak ortaya konmuş insan
figürlerinde bedenlenmiş biçimde, dramatik olarak somutlaştırılmasıdır.
(Çeşitli mitolojiler arasında, bazı figürlerin diğerlerinden daha inandırıcı
olması, temsil ettikleri ahlaki teorilerinin nisbi rasyonelliğine veya
irrasyonelliğine bağlıdır.)
Bu demek değildir ki;
sanat, felsefi düşünceye bir ikamedir: kavramsal bir ahlak teorisine sahip
olmayan bir sanatkar, ideal olanı, başarılı bir imaj halinde somutlaştıramaz.
Fakat, sanatın yardımı olmaksızın; ahlak, teorik mühendislik pozisyonunda
kalır: sanat, model-çizicidir.
Ancak şu hususu vurgulamak
önemlidir: ahlaki değerler, sanatla ayrılmaz biçimde içiçedir; ama, değerler
sebepsel bir belirleyici olarak değil, sadece bir sonuç olarak
sanatın içindedir: sanatın birincil odağı metafiziktir, ahlak değil. Sanat,
ahlakın uşağı değildir; temel amacı ne eğitmek, ne
değiştirmek, ne de bir şey tavsiye etmektir. Ahlaki bir idealin
somutlaştırılması, nasıl ideal bir insan olunacağı konusunda bir ders kitabı
ortaya koymak değildir. Sanatın temel amacı öğretmek değil, göstermektir:
insanın tabiatını ve evrendeki yerini temsil eden somutlaştırılmış bir imajı
insanın karşısına koymaktır.
Her metafizik konu,
insan davranışlarında, dolayısiyle ahlakta mutlaka büyük bir etki yaratacaktır;
benzer şekilde, her sanat eseri, -bir temeya sahip olduğundan- izleyicisinde
mutlaka bir etki yaratacak, ona bir "mesaj" iletecektir. Fakat, bu
etki ve bu "mesaj" sadece ikincil sonuçlardır. Sanat hiçbir didaktik amacın
aracı değildir. Bir sanat eseri ile bir moralite oyunu veya bir
propaganda posteri arasındaki fark buradadır. Bir sanat eserinin büyüklüğü,
temasının evrenselliğindeki derinlik oranındadır. Sanat harfiyen nakletme aracı
değildir. Bir sanat eseri ile bir gazete haberi veya bir fotoğraf
arasındaki fark buradadır.
Verili herhangi bir
sanat eserinde ahlakın yeri, sanatkarın metafizik görüşlerine bağlıdır. Eğer,
bir sanatkar, -bilinçli veya bilinç-altı olarak- insanın irade gücüne sahip
olduğu öncülüne sahipse; bu öncül, o sanatkarın eserini, bir değer yönelimine
(Romantisizme) götürecektir. Eğer, insanın kaderinin kendi kontrolu dışındaki
güçlerce çizildiği öncülüne sahipse; bu öncül, o sanatkarın eserini, bir
anti-değer yönelimine (Natüralizme) götürecektir. Determinizm içindeki felsefi
ve estetik çelişkiler, bu bağlamda konu dışıdır; aynı şekilde, bir sanatkarın
metafizik görüşlerinin doğruluğu veya yanlışlığı, sanat olarak sanatın
tabiatını ilgilendirmez. Bir sanat eseri, peşinde olunması gereken değerleri
stilize ederek insana gösterebilir ve erişilmesi gereken hayatı
somutlaştırılmış bir görüntüyle karşısına koyabilir. Veya, insanın
gayretlerinin nafile olduğunu söyleyip, nihai kaderi olarak yenilginin ve
ümitsizliğin somutlaştırılmış görüntüsünü karşısına koyabilir. Her iki halde
de, estetik araçlar -ceryan eden psiko-epistemolojik süreçler- aynıdır.
Elbette ki, bu iki
tarzın realitede yolaçacağı sonuçlar farklı olacaktır. İnsan; mevcudiyetinin
gün-be-gün faaliyetleri esnasında karşısına çıkan seçeneklerin çokluğu ve
karmaşıklığı ortasında; sık sık ürkütücü olabilen olaylar bombardımanı altında; başarıların
kısa süreli neşesi ile başarısızlıkların uzun süren hüznü arasında gidip
gelirken; perspektifini ve kendi kanaatlerinin realitesini kaybetmek
tehlikesiyle her an karşı karşıyadır. Unutulmamalıdır ki, soyutlamalar, maddi
varlıklar olarak mevcut değildir: soyutlamalar, insanın mevcut olan şeylerden
haberdar olmak için kullandığı epistemolojik yöntemdir; mevcut olan şeyler
somutluklardır. Realitenin, ikna edici, dayanılmaz kudretinin tam olarak elde
edilmesi için; metafizik soyutlamaların, insanın karşısına, somutluk biçiminde,
sanat biçiminde çıkarılması gerekir.
İnsanın felsefi bir
rehberliğe veya doğrulanmaya veya ilhama ihtiyacı olduğu bir sırada, şu iki
sanattan hangisine yöneldiği gerçeğinin nasıl bir fark yaratacağını düşünün: 1.
Eski Yunan sanatı; 2. Ortaçağ sanatı. Sanat, iki kuvvetin birleşik etkisine
sahiptir: soyut düşünce ve doğrudan realite; dolayısiyle, insanın hem zihnine
hem de duygularına, aynı anda ulaşır. Bunu bilerek, yukarıdaki iki sanatın ne
olduğunu hatırlayın: birincisi, felaketlerin geçici olduğunu; yüceliğin,
güzelliğin, kuvvetin, kendine-güvenin, insan için olması gereken, tabii durum
olduğunu; ikincisi ise, mutluluğun geçici ve kötü olduğunu; insanın, ebedi bir
cehennemin zebanilerince kovalanan, çarpık, kuvvetsiz, sefil bir günahkar
olduğunu söyler.
Bu iki sanat türünün
yaşattığı deneylerin sonuçları ortadadır; tarih onların pratik teşhiridir. O
iki çağın büyüklüğünün veya dehşetinin tek sorumlusu sanat değildir; ama sanat,
o kültürlere egemen olan özel felsefelerin sesidir.
Sanatın insan için
neden bu kadar derin bir kişisel öneme sahip olduğu, daha
belirginleşmiş olmalıdır: sanat, -bir sanat eserinin, insanın realiteyle ilgili
kendi temel görüşlerini destekliyor veya inkar ediyor olması durumuna göre-
bilincin etkinliğini onaylar veya reddeder.
Sanat denen bu ortamın
anlamı ve gücü işte öylesine büyüktür. Fakat, bugün, sanatı pratiğe
geçirenlerin çoğu, yaptıkları şeyin tabiatını bilmediklerini övünerek
söylemeyi, mesleki hüner zanneden insanlardır.
5.2 SANATIN ALT-YAPISI: HAYAT HİSSİ
Din, felsefenin ilkel bir şekli
olduğundan, yani insana mevcudiyet hakkında kapsamlı bir görüş sağlamaya
teşebbüs ettiğinden; dinsel mitlerden çoğu, insan mevcudiyeti içinde fiilen yer
alan, ama oldukça derinlerde saklı bir hakikat üzerinde -bu hakikati biraz
çarpıtarak da olsa- bina olmuş, dramatik alegorilerdir. Bu alegorilerden
-insanların özellikle ürkütücü bulduğu- bir tanesi; insanın yaptığı -iyilik
veya kötülük- her işi kaydeden, hiçbir şeyin kendisinden gizlenemeyeceği, hüküm
gününde insanın karşısına bu kayıtla birlikte çıkacak olan, tabiat-üstü bir
kaydedicinin var olduğu mitidir.
Bu mit, realitede doğru değildir; ama, psikolojik olarak doğrudur. Bu
acımasız kaydedici, insanın bilinçaltının bütünleştirme mekanizmasıdır; tutulan
kayıt, insanın hayat hissidir.
Bir hayat hissi,
metafiziğin kavramsallık-öncesindeki eşdeğeridir: insan ve mevcudiyet üzerinde,
duygusal, bilinçaltı bir bütünleştirmeyle yapılmış bir değerlendirmedir. Bir
insanın hayat hissi, o insanın duygusal tepkilerinin tabiatını; o insanın
karakterinin asli çizgilerinin tabiatını belirler.
İnsan, metafizik gibi
bir kavramı anlayabilecek kadar olgunlaşmadan çok daha önce; çeşitli seçimler
yapmak durumunda kalır; değer-yargıları oluşturur; duygular yaşar; böylece,
hayatla ilgili belirli bir görüşü zımnen elde eder. Her seçimi ve her
değer-yargısı, kendisi hakkında ve çevresindeki dünyayla ilgili yapılmış bir
değerlendirmeyi -özellikle de kendisinin dünyayla alışverişte bulunma
kapasitesi hakkındaki bir değerlendirmeyi- zımnen içerir. Bu arada, bilinçli
olarak -doğru veya yanlış olabilecek- sonuçlar çıkarıyor olabilir; veya, zihnen
pasif kalıp, olaylara sırf (duygusal olarak) tepkiyor olabilir. Ama her halü
karda, bu psikolojik aktiviteler, bilinçaltı mekanizmalarca not edilir; hem
bilinçli olarak varılan sonuçlar ve yapılan eylemler, hem de bilinçli olmaktan
kaçılarak pasifçe hissedilenler ve buna uygun olarak yapılan tepkiler; bu
mekanizmalarca, duygusal bir yapı halinde bütünleştirilir. O insanın
alışkanlıklar kalıbını teşkil edecek olan bu yapı, o insanın çevresindeki
dünyaya karşı otomatik mukabelelerini belirler. Özel problemler hakkında
varılan tek tek, bağlantısız sonuçlar (veya kaçışlar) dizisi olarak başlayan bu
süreç, mevcudiyet hakkındaki genellemeleri içeren bir duygu haline gelir; o
insanın diğer bütün duygularının bir parçası olacak olan ve yaşamına rehberlik edecek olan bu duygu,
sürekliliği ve temelliliğiyle, karşı durulmaz bir motivasyon gücüne sahip
olacak, o insan için zımni bir metafizik haline gelecektir. Bu
duygu, hayat hissidir.
Zihnen aktif olduğu
ölçüde, -yani, bilme ve anlama arzusuyla motive edildiği
ölçüde- bir insanın zihni, kendi duygusal bilgisayarının programcısı gibi
çalışır; ve, o insanın hayat hissi, rasyonel bir felsefeye parlak bir karşılık
gibi gelişir. Bilinçli olmaktan sarfınazar ettiği ölçüde, duygusal bilgisayarının
programlanmasını, tesadüfi etkiler yapar: rasgele izlenimler, çağrışımlar,
taklitler, çevreden kapılan hazmedilmemiş sloganlar, klişeler, kültürel ozmos.
Eğer; kaçma ve atalet, bir insanın zihni işleyişinin hakim yöntemiyse; varacağı
sonuç: korkunun hakim olduğu bir hayat hissidir; her yönde basılmış ayak
izleriyle dolu şekilsiz bir kile benzeyen bir ruhtur. (Böyle bir insan,
hayatının sonraki yıllarında, kimlik duygusunu kaybettiğinden yakınır;
gerçekte, bir kimlik duygusuna zaten hiç sahip olmamıştır.)
İnsan, -tabiatı
itibariyle- genelleme yapmaktan kendini alamaz;
bağlamsız olarak, geçmişsiz veya geleceksiz olarak an-be-an yaşayamaz;
bütünleştirme kapasitesini -kavramsal kapasitesini- elimine
edip, bilincini bir hayvanın algısal menziline hapsedemez. Nasıl ki, bir
hayvanın bilinci zorlanıp soyutlamalarla uğraşır hale getirilemezse; benzer
şekilde, insan bilinci, o anki somutluklardan başka hiçbir şeyle uğraşmaz hale
getirilerek daraltılamaz. İnsan bilincinin o müthiş güçlü bütünleştirme
mekanizması, doğuştan oradadır; insanın sahip olduğu tek seçenek, onu yönetmek
veya onun tarafından yönetilmektir. Bu mekanizmayı, bilgisel bir amaçla
kullanmak için bir irade eylemi -bir düşünce süreci- gerektiğinden; insan, bu
gayreti göstermekten kaçabilir. Fakat, kaçarsa; tesadüfler, idareyi ele
geçirir: mekanizma, söförü içinde olmadan harekete geçen bir vasıta gibi,
kendiliğinden çalışır; bütünleştirmeğe devam eder; fakat, bu işi, körce, el
yordamıyla, rasgele, tutarsızca, uyumsuzca yapar; bir bilgilenme aleti olarak
değil, -o aletin sahibi olan, ama onu kullanmaktan sarfınazar eden o insanın
bilincini yıkmaya girişmiş- bir çarpıtma, yanıltma ve terör aleti olarak
çalışır.
Bir hayat hissi,
duygusal bir bütünleştirme süreciyle oluşturulur; bu süreç, bir soyutlama
sürecinin bilinçaltı karşılığı olarak görülebilir; çünkü, bu da, bir sınıflama
ve bütünleştirme yöntemidir. Ama bu, duygusal bir soyutlama sürecidir:
şeyler, çağırdıkları duygulara göre sınıflandırılır; yani, bir bireyde
aynı (veya benzer) bir duyguyu yaratma gücüne sahip olan şeylerin hepsi,
çağrışım veya sezgi vasıtasıyla, birbirine bağlanır. Mesela, aşağıdaki
gurupların çağrıştıracağı duyguları düşünün:
a) Yeni bir semt, yeni
arkadaşlar, bir keşif, bir icat, macera, mücadele, zafer; veya,
b) Eski komşular,
ezberlenmiş bir şeyi söylemek, ailece piknik, bilinen bir rutin, rehavetin
rahatlığı.
Daha yetişkin bir
düzeyde:
a) Kahraman bir insan,
gökdelenlerle dolu bir şehrin silueti, güneşli bir kır manzarası, pür renkler,
polifonik müzik; veya,
b) Sıradan bir insan,
eski bir köy, sisli bir kır manzarası, bulanık renkler, monofonik müzik.
Bu örneklerdeki
şeylerin, bir bireyde, hangi duyguları çağıracağı
-yani, her gurubun
duygusal asgari müştereğinin ne olduğu- o bireyin kendisiyle ilgili görüşüne
göre değişir. Kendine-saygı-ve-güven duyan bir insan için bu örneklerin
"a" şıklarındaki şeyleri birleştiren duygu: hayranlık duymak, aşka
gelmek, cesaretlenmektir; "b" şıklarındaki şeyleri birleştiren duygu: bezginlik, bıkkınlık,
sıkıntıdır. Kendine-saygı-ve-güvenden yoksun bir insan için, "a"
şıklarındaki şeyleri birleştiren duygu: korkmak, suçluluk duymak, ürkmek,
kaçınmaktır; "b" şıklarındaki şeyleri birleştiren duygu: teselli
olmak, teskin olmak, güven verilmek, pasifliğin talepkar olmayan emniyetidir.
Bu tür duygusal soyutlamalar,
insanın metafizik görüşü halinde gelişir; ama, bu soyutlamalar, bir bireyin, kendisi
ve kendi
mevcudiyeti üzerindeki görüşünden kaynaklanır. Bir insanın, duygusal
soyutlamalarını teşkil ederken kullandığı, -konuşmaaltı, bilinçaltı- seçim
kriteri şu formülle ifade edilebilir: "Bana önemli gelen
şey"; veya, "Bana uygun olan, içinde kendimi
yuvada hissedeceğim bir evren." Bir insanın bilinçaltı metafiziğinin,
realitenin olgularıyla uyum halinde olması veya onlarla çelişmesine bağlı
olarak, ne kadar farklı psikolojik sonuçlar doğuracağı aşikardır.
Bir hayat hissinin oluşmasında,
anahtar kavram, "önemli" kavramıdır. Bu kavram, değerler alanına
dahil bir kavramdır; çünkü, "Kimin için önemli?" sorusunu zımnen
içerir. Ancak, önemli kavramının anlamı, ahlaki değerlerin anlamından
farklıdır. "Önemli," mutlaka "iyi"
anlamına gelmez. "Önemli," çoğu sözlük anlamına göre: "Dikkat
veya düşünce gerektiren bir nitelik, karakter veya durumdur." Temel bir
anlamda, bir insanın dikkat veya düşüncesini gerektiren şey, nedir? Realite.
"Önemli"
kavramı, -bu kavramın daha sınırlı ve yüzeysel kullanımlarından farklı olarak,
asli anlamında- metafizik bir kavramdır. Daha dakik söylenirse;
"önemli," metafizikten, ahlaka geçişi sağlayan bir köprü görevi yapan
bir metafizik alanına dahildir; bu alanı, insan tabiatı üzerindeki temel görüş
oluşturur. Bu temel görüş, şu gibi sorulara cevap verir: evren bilinebilir mi,
bilinemez mi; insanın seçme gücü var mıdır, yok mudur; hayattaki amaçlarına
erişebilir mi, erişemez mi? Bu sorulara verilen cevaplar, "metafizik
değer-yargılarıdır"; çünkü, ahlakın temelini bu cevaplar oluşturur.
Bir insanın
bilinçaltına yerleşen ve onun hayat hissini teşkil eden değerler, sadece
"önemli" görülen, -o insanın realite üzerindeki zımni görüşünü temsil
eden- değerlerdir.
Mesela: 1)
"Şeyleri anlamam önemlidir"; 2) "Ana-babama itaat etmem
önemlidir"; 3) "Kendi başıma davranmam önemlidir"; 4)
"Başka insanları memnun etmem önemlidir"; 5) "İstediğim şey için
mücadele etmem önemlidir"; 6) "Düşman yaratmamam önemlidir"; 7)
"Hayatım önemlidir"; 8) "Ben kimim ki, öne atılayım?"
İnsan, ruhunu kendi
yaratan bir varlıktır; tek numaralı örneklerle ifade edilen sonuçlara varmış
aktif zihinli insan, çift numaralılarla ifade edilen sonuçlara varmış pasif
zihinli insandan farklı bir ruha sahip olacaktır. (Buradaki "ruh"
kelimesi, "bilinç" anlamındadır.)
Bir insanın temel
değerlerinin bütünleştirilmiş topluluğu, onun hayat hissidir.
Bir hayat hissi, bir
insanın ilk değer-bütünleştirmelerini temsil eder. Bireyin bilgi elde edip tam kavramsal
kontrola erişmesi ve böylece kendi içsel mekanizmalarını yönetebilir
hale gelmesine kadar olan sürede; bu hayat hissi, akışkan, plastik, kolayca
değiştirilebilir bir durumda bulunur. Bir insanın tam bir kavramsal kontrol
erişmesi, bilgisel bütünleştirme sürecini bilinçle yönetebilir hale gelmesidir:
bilinçli bir hayat felsefesi elde etmesidir.
Gençlik çağına erişmiş
bir insanın bilgisi, birçok temel prensiple uğraşmaya yeterlidir; bu dönemde,
kendi tutarsız hayat hissini, bilinçli terimlerle ifade etmek ihtiyacını
hisseder. Bu dönemde, hayatın anlamı, prensipler, idealler, değerler gibi
şeyler peşinde el yordamıyla ilerler; kendini ifade edebilmek için çabalar.
Bugünün dünyasındaki anti-rasyonel atmosferde, genç bir zihnin bu hayati
geçişine yardımcı olacak hiçbir şey yapılmadığından; tersine, bunu zorlaştırmak,
bozmak, durdurmak için mümkün olan herşey yapıldığından; varılan sonuç: çoğu
gencin çılgın, histerik irrasyonelliği olur. Bu gençlerin ıstırabı,
zihinlerinde hissettikleri doğamama sancısıdır. Yani, tabiatın, genç zihinlerin
gelişmesi için en uygun gördüğü bir zamanda; bu gençler, hiçbir zihinsel besin
bulamayıp, zihnen dumura uğrama sürecine girmişlerdir; huzursuzlukları, bu
felaket konusunda, bilinçlerinden aldıkları muğlak haberden
kaynaklanmaktadır.
Bir hayat hissinin
rehberliğinden, bilinçli bir felsefenin rehberliğine geçiş, birçok şekil
alabilir. Çok nadir bir istisna olan tam rasyonel çocuk için; bu, -zor da olsa-
kendini verebileceği, tabii bir süreçtir: insan mevcudiyetinin tabiatı
hakkında, o güne kadar sadece hissettiği şeyleri, kavramsal terimlerde tahkik
eder, gerekiyorsa düzeltir; böylece, kelimelerle ifade edilemeyecek bir
duyguyu, sarahatle ifade edilebilecek şifahi bir bilgi haline dönüştürür;
hayatının gidişine entellektüel bir güzergah görevi yapacak olan, sağlam bir
temel atar. Sonuç: tamamen bütünleşmiş bir kişidir; zihni ile duyguları
arasında tam bir uyum olan; sahip olduğu hayat hissi ile bilinçli kanaatleri
çakışmış bir insandır.
Felsefe, bir insanın
hayat hissini yerinden etmez; hayat hissi, o insanın değerlerinin otomatikman
bütünleştirilmiş hulasası olarak fonksiyon yapmağa devam eder. Fakat, felsefeye
sahip olan bir insanın duygusal bütünleştirmelerinin kriterini, felsefe
belirler -tanımı tam yapılmış, tutarlı bir realite anlayışına uygun olarak.
Felsefeye erişen bir insan,
-hayat hissinin yönetimde olduğu dönemdeki gibi- sahip olduğu
değer-yargılarından, bilinçaltı vasıtasıyla, zımni bir metafizik türeteceğine;
artık, felsefe içinde mevcut, açık bir metafizikten, kavramsallık vasıtasıyla,
sahip olacağı değer-yargılarını türetir. Duyguları, tamamen ikna olduğu
yargılarından kaynaklanır. Zihin başa geçer; duygular takip eder.
Birçok insan için, bu
geçiş süreci hiç gerçekleşmez: bilgilerini bütünleştirmek, bilinçli kanaatler
edinmek için hiçbir çaba sarfetmezler; tek rehberleri olarak, meramını açıkça
anlatmaktan aciz hayat hislerinin insafına kalırlar.
Çoğu insan için; bu
geçiş, acılı ve eksik başarılmış bir süreç olur; temel bir iç çatışmaya yol
açar; bilinçli kanaatleri ile bastırılmış, tanımlanmamış (veya sadece kısmen
tanımlanmış) hayat hisleri arasında derin bir ihtilaf doğar. Çoğu zaman, geçiş
süreci tamamlanamaz; böyle bir insanın kanaatleri, tamamen bütünleştirilmiş bir
felsefenin parçaları olamayıp; rasgele edinilmiş, bağlantısız, genellikle
çelişkili fikirler kolleksiyonundan ibaret olur; böyle olunca, o insanın
bilinçaltı metafiziğinin (hayat hissinin), bütün gücüyle işleyişi karşısında, o
insanın felsefe diye sahip olduğu enkaz, o insanın bilinci üzerinde hiçbir ikna
gücüne sahip olamaz. Bazı durumlarda, bir insanın hayat hissi, kabul ettiği
fikirlerden daha iyidir (hakikate daha yakındır). Başka bazı durumlarda, bir
insanın hayat hissi, kabul ettiğini söylediği, ama tamamen hayata geçiremediği
fikirlerden çok daha kötüdür. İroni şuradadır ki; böyle durumlarda, o insanın
ihmal edilmiş veya ihanete uğramış zihninin intikamını alacak olan kuvvet, yine
o insanın kendi duygularıdır: bu duygular, realite karşısında onu genellikle
yanıltacak; kendisine, sürekli olarak mutsuz olduğu haberini verecektir.
İnsan; yaşamak için,
faaliyet göstermelidir; faaliyet göstermek için, seçimler yapmalıdır; seçimler
yapmak için, bir değerler sistemi tanımlamalıdır; bir değerler sistemi
tanımlamak için, kendisinin ne olduğunu ve nerede olduğunu
bilmelidir; yani, (bilgilenme araçlarının ne olduğu dahil) kendi tabiatını ve
içinde yaşadığı evrenin tabiatını
bilmelidir; yani, metafiziğe, epistemolojiye, ahlaka, yani felsefeye
ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçtan kaçamaz; tek alternatifi: kendisine rehberlik
edecek felsefenin kendi zihni ile mi seçileceği, yoksa şansla mı
belirleneceğidir.
Eğer, kapsamlı bir
mevcudiyet görüşünü, ona zihni sağlamazsa, hayat hissi sağlayacaktır. Eğer,
akla karşı yüzyıllardır süren saldırılara
-irrasyonellik kötülüğünü sunan geleneklere veya felsefe kılığında
karşısına çıkan saçmalıklara- katılırsa; bıkkınlık veya şaşkınlıktan dolayı
kendini atalete teslim edip, temel meseleleri düşünmekten kaçınır ve sadece
gün-be-günlük mevcudiyetindeki somutluklarla ilgilenirse; o zaman, hayat hissi
yönetime geçer: o insan, kendisine iyilik veya kötülük yapmak üzere işleyen
(genellikle kötülük yapan) -bilmediği, doğruluğunu kontrol edemediği, ne zaman
ve nasıl kabul ettiğinden habersiz olduğu- bilinçaltı bir felsefenin insafına
kalır.
O zaman; içindeki
korku, anksiyete ve belirsizlik yıldan yıla artar; kendisini, bilinmez,
tanımlanmaz bir akıbet duygusu içinde yaşıyor bulur; adeta, yaklaştığına
inandığı bir hüküm gününü beklemektedir. Bilmediği şey; hayatının her günü,
hüküm günüdür: kusurları, yalanları, çelişkileri, kaçışları, suskun kalışları,
kendi bilinçaltı tarafından, hayat hissinin zabıtlarına kaydedilmektedir. Ve bu
tür bir psikolojik kütükte, kaçışların ve suskun kalışların yarattığı boş
kayıtlar, en yıkıcı etkiyi yapar.
Elde edilmiş bir hayat
hissi, kapanmış bir mesele değildir. Bir hayat hissi -hala akışkan olduğu
gençlik döneminde kolaylıkla; daha sonraki yıllarda daha uzun ve daha zor bir
gayretle de olsa- değiştirilip, düzeltilebilir. Duygusal bir hulasa olduğundan,
bir irade eylemiyle doğrudan doğruya değiştirilemez. Hayat hissi, otomatikman
değişir: ama, ancak uzun bir psikolojik yeniden eğitim sürecinden sonra ve
ancak o insan, bilinçli felsefi öncüllerini değiştirmişse.
İster düzeltilmiş
olsun, isterse düzeltilmemiş; ister realiteyle objektif olarak uyum içinde
olsun, isterse olmasın; gelişiminin her hangi bir aşamasında veya içeriğinin
her hangi bir durumunda; bir hayat hissi: daima derin bir kişisel nitelik
taşır; bir insanın en derin değerlerini yansıtır; o insana, kendi kimliğinin o
olduğu duygusunu verir.
Verili bir insanın
hayat hissinin kavramsal olarak teşhisi (kimliklendirilmesi) güçtür; çünkü,
tecrit edilmesi güçtür: o insanın hayat hissi, o insan hakkındaki herşeyde
sözkonusudur: her düşüncesinde, her duygusunda, her eyleminde, her tepkisinde,
her seçim ve değerinde, her spontane jestinde, her hareketinde, konuşmasında,
gülmesinde, kişiliğinin tümünde. O insanı bir "kişilik" yapan şey, o
insanın hayat hissidir.
İçebakışsal olarak; bir
insanın kendi hayat hissi, bir mutlak olarak, indirgenmez bir birincil olarak
-yani, asla sorgulanmaz bir şey olarak- yaşanır; çünkü, onu sorgulama fikri, asla akla
gelmez. Dışabakışsal olarak; başka bir şahsın hayat hissi, -kısa bir
karşılaşma sırasında dahi- çabuk fakat
tanımlanmaz bir izlenim yaratır; bu izlenim, genellikle kesin bir duygu gibi
belirir; ama, bu izlenimin sağlamasını yapmak müthiş zordur.
Bu zorluk yüzünden, bir
çok insan; hayat hissini, ancak bir tür özel sezgi tarafından teşhis edilebilen
-ancak özel, gayri-rasyonel bir vukufla algılanabilecek- bir şey zanneder. Oysa
tam tersi doğrudur: bir hayat hissi indirgenmez bir birincil olmayıp,
çok karmaşık bir hulasadır; otomatik bir tepki vasıtasıyla hissedilebilir, ama
bu yolla anlaşılamaz; anlaşılabilmesi için, kavramsal olarak analiz edilmeli,
kimliklendirilmeli ve sağlaması yapılmalıdır. Bir insanın kendisi veya
başkasıyla ilgili o otomatik izlenim, sadece bir ipucu verir; bu, deşifre
edilmezse, çok yanıltıcı bir ipucu olabilir. Fakat bu kimliksiz izlenim, zihnin
bilinçli yargısıyla desteklenip, bu yargıyla çakışırsa; sonuç; bir insanın
yaşayabileceği en büyük sevinçlerden birini veren bir kesinlik duygusudur:
zihnin ve değerlerin bütünleştirilmesidir.
İnsan
mevcudiyetinin iki veçhesi, hayat hissinin özel yetki alanı ve ifade tarzıdır:
aşk ve sanat.
Burada kast edilen
romantik aşktır. ("Romantik" kelimesi, ciddi anlamında
kullanılmıştır: sahip olduğu hayat hissi, herhangi bir sürekli değerden yoksun
olan -korkudan başka hiçbir sürekli duyguya sahip olmayan- kimselerin yüzeysel sevdalarını ifade eden
anlam, söz konusu değildir.) Aşk, değerlere karşılık sunulan bir mukabeledir.
Bir insanda aşık olunan şey, o insanın hayat hissidir; çünkü, bir kişiliğin
esasını teşkil eden, yani mevcudiyet karşısındaki tutumunu belirleyen şey,
hayat hissi denen o asli hulasadır. Bir insan, başka bir kişinin karakterini
oluşturmuş olan değerler topluluğuna aşık olur; bu değerler topluluğu, o
kişinin en ileri amaçlarından, en küçük jestine kadar her hareketine yansır; o
kişinin ruhunun -o insanının eşsiz, tekrarlanmaz, yeri doldurulmaz bilincinin-
bireysel stilini (üslubunu, tarzını) yaratır. Aşık olurken tek seçici
olarak çalışan şey, insanın kendi hayat hissidir; kullandığı seçim kriteri:
kendi temel değerlerinin, aşık olunacak insanın kişiliğinde hangi ölçüde var
olduğudur. Bu seçimde söz konusu olan, o insanların sahip olduklarını
söyledikleri kanaatler değildir; bu kanaatlerin, hiç ilgisiz olduğu
söylenemezse de; asıl mesele, çok daha derin, bilinçli ve bilinçaltı bir ahenkin
varlığıdır.
Bu duygusal tanışma
sırasında bir çok hata yapmak ve trajik yanılgılara düşmek mümkündür; çünkü,
bir hayat hissi, tek başına güvenilir bir bilgisel rehber değildir. Eğer,
kötülüğün dereceleri olduğu kabul edilirse; mistisizmin -insana verdiği
ıstıraplar açısından- en kötü sonuçlarından biri: aşkın, bir zihin değil
"kalp" meselesi olduğu; aşkın, akıldan bağımsız bir duygu olduğu;
aşkın, felsefenin kudretine kapalı olduğu inancı oldu. Aşk, bilinçaltı felsefi
bir hulasanın, felsefenin ifadesidir; belki, insan mevcudiyetinin hiçbir
veçhesi, felsefenin bilinçli kudretine, o kadar şiddetli bir ihtiyaç duymaz. Bu
kudret, duygusal bir değerlendirmenin doğruluğunu tahkik etmek ve bu
değerlendirmeyi desteklemek için göreve çağrıldığında; aşk, aklın ve duygunun,
zihnin ve değerlerin bilinçli bir bütünlüğü haline geldiğinde; o zaman, -ve
sadece o zaman- insan hayatının en büyük mükafatı haline gelir.
Sanat, realitenin, bir
sanatkarın metafizik değer-yargılarına göre
seçici bir tarzda yeniden-yaratılmasıdır. Sanat, insanın metafizik soyutlamalarının
bütünleştiricisi ve somutlaştırıcısıdır. Sanat, insanın hayat hissinin sesidir.
Bu anlamda; sanat, romantik aşkın etrafını saran aynı esrar perdesine, aynı
tehlikelere, aynı trajedilere -ve zaman zaman aynı görkeme- konu olur.
İnsani ürünlerin hepsi
arasında, sanat, belki de; insana kişisel olarak en önemli olduğu
halde, en az anlaşılmış olanıdır.
5.3 SANATKAR İLE
İZLEYİCİ (VEYA OKUYUCU) ARASINDAKİ İLETİSİM
Gerçek hayatta, zevkli bir elbise
giymiş, çok güzel bir kadın görsek; fakat, dudağında bir uçuk olduğunu fark
etsek; bu, önemsiz bir özür olarak, görmezden gelinirdi.
Fakat, böyle bir kadının -uçuğunu
da resmeden- yağlı boya tablosu, insana karşı, güzelliğe karşı, bütün değerlere
karşı haince bir saldırı olurdu; onu yapan sanatkara karşı derin bir tiksinti
ve öfke duyulurdu. (Böyle bir tabloyu tasvip edebilecekler
-dolayısiyle, sanatkarla aynı ahlaki kategoriye girecekler- de bulunabilir.)
Böyle bir tabloya karşı
yapılan duygusal tepki, o kadar çabuk ortaya çıkar ki; bu süre, izleyen insanın
zihni, bütün sebepleri tek tek teşhis etmesinin alacağı süreden çok daha
kısadır. O tepkiyi (ve o tabloyu) üreten psikolojik mekanizma, o seyircinin (ve
o sanatkarın) hayat hissidir.
Sanat eserinin ortaya
konma sürecini yönetip bütünleştiren; konunun seçiminden, stildeki en ince
detaya kadar yapması gereken sayısız seçimde sanatkarı yönlendiren mekanizma; o
sanatkarın hayat hissidir. İzleyicinin veya okuyucunun hayat hissi de, o sanat
eserine -kabul edip onaylama veya reddedip mahkum etme doğrultusundaki karmaşık
ama otomatik bir tepkiyle-mukabele eder.
Bu demek değildir ki;
bir hayat hissi, -sanatçı veya izleyici açısından- geçerli bir estetik erdem
kriteridir. Bir hayat hissi yanılmaz değildir. Fakat, bir hayat hissi,
sanatın kaynağıdır; insanın, sanat gibi bir alan yaratmasını mümkün kılan
psikolojik mekanizmadır.
Sanatta söz konusu olan
duygu, terimin sıradan anlamındaki duygu değildir. Bu duygu, daha ziyade bir
duyum olarak yaşanır; ama, duygulara ait olan iki karakteristiği vardır:
otomatikman ortaya çıkar ve onu yaşayan birey için, şiddetli, derinlemesine
kişisel (fakat tanımlanmamış) bir değer-anlamına sahiptir. Söz konusu değer,
hayattır; duyguyu ifade eden kelimeler şunlardır: "Hayatın bana
verdiği anlam, budur."
Bir sanatkarın
metafizik görüşlerinin tabiatı veya içeriği bir yana, bir sanat eserinin ifade
ettiği temel şey, sanatkarın bilinçli veya bilinçaltı niyeti açısından:
"Hayat, benim gördüğüm haliyle, budur"dur. Bir izleyicinin veya
okuyucunun tepkisinin asıl anlamı: "Hayat, benim gördüğüm şekliyle, budur
(veya bu değildir)"dir.
Bir sanatkar ile bir
izleyici veya okuyucu arasındaki psiko-epistemolojik iletişim süreci şöyle
ceryan eder: sanatkar, geniş bir soyutlamayla başlar; bu soyutlamayı, uygun
özel nesneler haline getirerek, somutlaştırmak, onu realitede ortaya koymak
zorundadır; izleyici, o özel nesneleri algılar, onları bütünleştirir ve bu özel
nesnelerin içinden geldiği soyutlamayı anlayarak daireyi tamamlar. Metaforik
bir anlamda; yaratıcı süreç, bir tümdengelim işlemine benzer; izleme süreci
ise, bir tümevarım işlemine benzer.
Bu demek değildir ki;
iletişim bir sanatkarın birincil amacıdır: onun temel amacı, insan ve
mevcudiyet üzerindeki kendi görüşünü realiteye taşımaktır; fakat, bu görüşün
realiteye taşınabilmesi için, objektif (dolayısiyle iletişilebilir) terimlere
dönüştürülmüş olması gerekir.
"Sanatın
psiko-epistemolojisi" bahsinde, insanın neden sanata ihtiyacı olduğu
tartışılmıştı; kendisini kavramsal bilgiyle yönlendiren bir
varlık olarak, sahip olduğu metafizik kavramlarının tümünden oluşan uzun ve
karmaşık zinciri, bilincinin doğrudan haberdarlığının menziline getirme
kuvvetine neden ihtiyaç duyduğu, ortaya çıkarılmıştı. İnsan, değerlerini
bütünleştirmek, amaçlarını seçmek, geleceğini planlamak, hayatının birliğini ve
insicamını sürdürmek için mevcudiyet hakkında kapsamlı bir görüşe (metafiziğe)
sahip olmalıdır. Bir insanın hayat hissi, o insanın sahip olduğu metafizik
soyutlamaların bütünleştirilmesinden oluşmuş bir hulasayı o insana verir;
sanat, bu soyutlamaları somutlaştırarak, onların realitede doğrudan doğruya
algılanmasına -yaşanmasına- imkan verir.
Psikolojik
bütünleştirmelerin fonksiyonu: belirli bağlantıları otomatik hale getirmek;
böylece, onları bir birim haline getirmek ve çağrıldıkları her defa bilinçli
bir düşünme sürecine konu olmamalarını sağlamaktır. (Bütün öğrenme süreci, bir
insanın o ana kadarki bilgilerinin otomatikleştirilmesi suretiyle, daha ileri
bilgiler elde etmek üzere zihni serbest kılmaktan ibarettir.) İnsan zihninde
bir çok özel veya "çapraz-dosyalanmış" soyutlama zincirleri (veya
karşılıklı bağlantıları olan kavramlar) mevcuttur. Bilgisel soyutlamalar, diğer
bütün zincirlerin bağlı olduğu temel zincirdir. Bu zincirler, özel maksatlara
hizmet eden ve özel bir kritere göre teşkil edilmiş zihni bütünlüklerdir.
Bilgisel soyutlamalar,
neyin asli olduğu kriteri üzerinde teşkil edilir. (Burada söz konusu
olan; bir mevcut-şeyler sınıfını, diğer bütün mevcut-şeylerden ayırt eden
epistemolojik asliliktir.) Normatif soyutlamalar, neyin iyi
olduğu kriteri üzerinde teşkil edilir. Estetik soyutlamalar, neyin önemli
olduğu kriteri üzerinde teşkil edilir.
Bir sanatkar, realite
uydurmaz; realiteyi stilize eder. Mevcudiyetin, metafiziken önemli gördüğü
veçhelerini seçerek; bu veçheleri tecrit edip, vurgulayarak; önemsiz ve arızi
veçheleri dışarıda bırakarak; kendi mevcudiyet görüşünü sunar.
Sanat eserinde kullandığı kavramları, realitenin olgularından kopuk değildir;
bu kavramlar, olguları ve o sanatçının o olgularla ilgili
metafizik değerlendirmesini bütünleştirir. Sanatçının yaptığı seçim,
değerlendirmesininin ne olduğunu gösterir: bir sanat eserinde içerilen
-temadan, konuya, bir fırça darbesine, bir sıfata kadar- her şey, sırf
içerilmiş olduğu, içerilecek kadar önemli bulunduğu olgusundan
kaynaklanan bir metafizik önem kazanır.
İnsanı, ilah-gibi bir
figürle temsil eden bir sanatkar (mesela, Eski Yunan'daki bir heykeltraş)
insanın sakat olabileceği, hastalıklı, çarpık, zavallı olabileceği gerçeğinden
haberdardır; ama, bu şartları, insanın asli tabiatı açısından arızi, ilgisiz
görür; bu yüzden, insanın olması gereken, tabii halini temsil etmek üzere:
kuvveti, güzelliği, zekayı, kendine güveni bir bedende biraraya getiren bir
figür yaratır.
İnsanı, deforme olmuş
bir ucubeyle temsil eden bir sanatkar (mesela, bir Ortaçağ heykeltraşı) insanın
sağlıklı olabileceğinden, mutlu ve kendine güvenli olabileceğinden haberdardır;
ama, bu
olumlu şartları, arızi veya aldatıcı olarak görür; insanın asli tabiatıyla
ilgisiz görür; bu yüzden, insanın olması gereken, tabii halini temsil etmek
üzere: ıstırabı, çirkinliği, korkuyu bir bedende biraraya getiren bir figür
ortaya koyar.
Şimdi bu bahsin başında
tartışılan tabloyu düşünün. Çok güzel bir kadının dudağındaki uçuk -ki, gerçek
hayatta önemsiz olurdu- bir tabloda sırf içerilmiş olduğu gerçeği yüzünden,
gaddarca bir metafizik önem kazanır. Bu tablo şunu ilan eder: bir kadının
güzelliği ve zarafet kazanma gayretleri (zevkli elbise), boş bir yanılsamadır;
çünkü, realite, güzellik ve zarafet gibi şeyleri her an lekeleyip bozabilecek
bir yozlaştırma tohumunu içinde taşır; bu, realitenin insanla alay etmesidir;
insanın değer ve gayretlerinin tümü, -değil bir afetin gücüne karşı durmak-
küçücük bir enfeksiyonun gücü karşısında bile iktidarsızdır.
Gerçek hayatta çok
güzel bir kadının da dudağının uçuklayabileceği şeklindeki Natüralist tip
argüman, estetik olarak geçersizdir. Sanat, fiili oluşum veya olayların
bizatihi kendileriyle ilgilenmez; onların insan nezdindeki metafizik
önemleriyle ilgilenir.
Bir kurgu okuyucusunun,
hikayedeki bir karakterle "kendisini özdeşleştirmesi" popüler
nosyonu, sanatta varolan metafizik eğilimin bir işaretidir. "Birisiyle
özdeşleşme" ibaresi, bir soyutlama sürecinin konuşma dilindeki terimlerle
ifadesidir: o karakter ile okuyucu arasında ortak bir ögenin gözlemlenmesi; o
karakterin problemlerinden bir soyutlama çıkarılması; ve, bu soyutlamanın
okuyucunun kendi hayatına tatbik edilmesidir. Bilinçaltıyla da olsa, estetik
teori hakkında hiçbir bilgi sahibi olmaksızın da olsa; insanın, kurgu ve başka
her tür sanattan etkilenmesi, sanatın -metafizik karakterli- zımni tabiatından
kaynaklanır.
Sanatın, zımnen
metafizik tabiatlı olması, gerçek hayatta ceryan eden bir gazete haberinin
hikayesi ile bir kurgu hikayesi arasındaki farkın önemli bir veçhesini izah
eder: bir haber hikayesi, -okuyucu, bu hikaye içinden ister bir soyutlama
çıkarsın, isterse çıkarmasın; kendi hayatıyla ister bir ilişki kursun, isterse
kurmasın- somut bir biçimdir; oysa, bir kurgu hikayesi, evrensellik talebinde
olan -okuyucunun hayatı da dahil, her insanın hayatına tatbik edilebileceği
iddiasında olan- bir soyutlamadır. Bu yüzden, bir haber hikayesine, gerçek
olduğu halde; gayri-şahsi bir tavırla bakılabilir veya kayıtsız kalınabilir;
oysa, bir kurgu hikayesi, uydurulmuş olduğu halde, şiddetli bir kişisel heyecan
(duygu) doğurur. Bu heyecan pozitif olabilir, yani hikayeden çıkarılan
soyutlama, o okuyucuya tatbik edilebilir görünebilir; veya, rahatsız edici
şekilde negatif olabilir, yani o soyutlama, o okuyucuya tatbik edilemez
görünür, düşmanca görünür.
İnsan, bir sanat
eserinden, ne gazete haberi çıkarır, ne bilimsel eğitim ister, ne de ahlaki
rehberlik bekler (bunlar, ikincil sonuçlar olarak söz konusu olabilir); bir
sanat eserinin daha derin bir ihtiyacı karşılaması beklenir: o insanın,
mevcudiyetle ilgili görüşünün teyit edilmesi (doğrulanması,
kuvvetlendirilmesi). Bu teyit, bilgisel şüphelerin çözüme kavuşturulması
anlamında olmayıp; o insanın sahip olduğu soyutlamaları, zihninin dışında,
mevcudiyette ortaya konmuş somutluklar halinde göz önüne alabilmesi
anlamındadır.
İnsan, fiziki
arka-planını, kendi amaçlarına hizmet edecek biçimde yeniden şekillendirerek
yaşadığından; bunu başarırken, değerlerini, önce tanımlayıp sonra
yarattığından; rasyonel bir insan, bu değerlerin somutlaştırılmış bir imajını
-dünyayı ve kendisini yeniden şekillendirirken bir model olarak kullanacağı bir
imajı- görme ihtiyacı hisseder. Sanat ona bu imajı verir; sanat, o insanın
ilerideki amaçlarının şimdiki realitede tam ve somut olarak nasıl ortaya
çıkacağını görme imkanı verir.
Rasyonel bir insanın
heves ve ihtirasları sınırsız olduğundan, değerleri peşindeki çabası ömür-boyu
bir süreç olduğundan ve değerlerinin yüksekliği arttıkça, mücadelesi de
güçleştiğinden; öyle bir ana, öyle bir saate veya öyle bir belirli zaman süresine
ihtiyaç duyar ki; bu zaman zarfında, görevini bitirmiş olduğu duygusunu
yaşasın; değerlerinin başarılı bir şekilde elde edilmiş olduğu bir evren içinde
yer aldığı duygusunu yaşasın. Bu, daha ileri gitmek için enerji, yakıt elde
edilen bir mola süresi gibidir. Sanat ona bu yakıtı verir; bir insanın kendi
hayat hissinin objektifleştirilmiş realitesini görebilip, üzerinde düşünmesi
zevkini verir; o insanı, bir süre için o insanın ideal dünyasında yaşatarak, o
dünyada bulunmanın zevkini tattırır.
Bir sanat eserinin
yaşattıği deneyin önemi, insanın ondan ne öğrendiği hususu olmayıp; bu
deneyi, yaşamış olması olgusudur. Elde edilen yakıt, teorik bir prensip
veya didaktik bir "mesaj" değildir; bu yakıt, metafizik bir zevk, neşe
anıdır; mevcudiyete duyulan bir aşk anıdır.
Aynı prensip, -farklı
görüşlerden ve farklı tepkilerden kaynaklanan, farklı terimlerde de olsa-
irrasyonel bir insan için de geçerlidir. İrrasyonel bir insan için, kendi
bedhah hayat hissinin somutlaştırılmış modeli, ileri hareket etmek için bir
yakıt veya esin olarak değil, hareketsiz kalmak için bir ruhsat olarak hizmet
görür: değerlerin elde edilemeyeceğini; mücadelenin nafile olduğunu; korku,
suçluluk, ıstırap ve başarısızlığın insanlığın yazılı kaderi olduğunu; o
insan tarafından yapabilecek hiç bir şeyin olmadığını; ilan eder. Veya,
irrasyonelliğin daha aşağılık düzeylerinde; habis bir hayat hissinin
somutlaştırılmış modeli, o insana, öyle bir imaj gösterir ki; kötülük muzaffer
olmuştur; mevcudiyete karşı nefret duyulmaktadır; güzel, başarılı, iyi
insanlardan intikam alınmıştır; insani değerler yenilmiş, tahrip olmuştur;
yani, o tür sanat, o irrasyonel insana, kendisinin haklı olduğu, kötülüğün
metafiziken kudretli olduğu anlık yanılgısını yaşatır.
Sanat, insanın
metafizik aynasıdır; rasyonel bir insanın, o aynada görmeyi beklediği şey, bir
selamdır; irrasyonel bir insanın, o aynada görmeyi beklediği şey, haklı
görülmektir: kendine-saygı-ve-güven erdeminden yoksun olmakla ihanet ettiği
benliği, son çırpınışında, hiç değilse içinde bulunduğu dalaletin, düşkünlüğün
haklı görülmesini istemektedir.
Bu iki uç arasında,
karma öncüllere (akıl ve gayri-akıl arasında iğreti bir şekilde dengelenmiş,
çözümlenmemiş veya tamamen çelişkili ögeler barındıran hayat hislerine) sahip
olan insanlardan ve bu karışımları temsil eden sanat eserlerinden oluşan
muazzam sürekli yatar. Sanat, felsefenin ürünü olduğundan (ve insanlığın sahip
olduğu felsefeler trajik ölçülerde karma olduğundan); dünya sanatının çoğu, en
büyük bazı örnekler de dahil, bu kategoriye girer.
Verili bir sanatkarın
felsefesinin doğruluğu veya yanlışlığı, estetiğe ait bir mesele değildir; bu,
bir izleyicinin o sanatkarın eserinden alacağı zevki etkiler; ama, o eserin
estetik erdemini ortadan kaldırmaz. Fakat, herhangi bir felsefi anlam, zımni
bir hayat hissi, bir sanat eserinde olması gereken zorunlu bir ögedir. Hiçbir
metafizik değerlendirmenin olmayışı -gri, kararsız, pasif, belirsiz bir hayat
hissi- yakıtsız, motorsuz, sessiz bir ruh yaratır; sanat alanında iktidarsız
bir insan ortaya çıkar. Bu bakımdan, kötü sanat, kötü bir hayat hissine sahip
olmaktan kaynaklanmaz; yani, genel olarak, herhangi bir yaratıcı ifade gücünün
ürünü olarak ortaya çıkmaz; kötü sanatı üreten şey, taklitçiliktir veya
kopyacılıktır.
Bir sanat eserinin iki
ayrı, fakat ilişkin ögesi, hayat hissinin somutlaştırılmasında hayati araçtır: konu
ve stil:
bir sanatkarın sunmak için neyi seçtiği ve onu nasıl
sunduğu.
Bir sanat eserinin
konusunun ifade ettiği şey, insan mevcudiyeti hakkındaki bir görüştür; stilinin
ifade ettiği şey ise, insan bilinci hakkındaki bir görüştür. Konu, sanatkarın metafiziğini;
stil, psiko-epistemolojisini açığa vurur.
Konunun seçimi,
sanatkarın, mevcudiyetin hangi veçhelerini önemli gördüğünü, -yeniden
yaratılmaya ve üzerinde düşünmeğe değer gördüğünü- ilan eder. İnsan tabiatının
temsilcileri olarak, kahraman insan figürleri seçebilir; veya, vasatlıklardan,
sıradanlıklardan, mediokrluklardan oluşan istatistik sentezler yaratır; veya,
düşkünlükten sürünen zavallılık imajları seçebilir. Bazıları, kahramanlardan
oluşan bir dünya anlatır: onların, maddi ve manevi zaferlerini (Victor Hugo)
veya onların mücadelelerini
(Michelangelo) veya onların
yenilgilerini (Shakespeare) temsil edebilir. Başka bazıları,
kapı-komşumuz olabilecek tiplerden oluşan bir dünya anlatır: komşu evden,
saraylara (Tolstoy), "drugstore"lara (Sinclair Lewis), mutfaklara
(Vermeer), lağımlara (Zola). Başka bazıları, canavarlar çizer: ya ahlaken
mahkum edilecek nesneler ortaya koymak için (Dostoevsky); ya terör nesneleri
göstermek için (Goya); ya da o varlıklar için sempati talep edip -estetik
değerlerin de içinde olduğu- değerler alanının sınırları dışına kaçmak için.
Hangi hal söz konusu
olursa olsun; bir sanat eserinde, insanın evrendeki yeriyle ilgili görüşünü
ifade eden yer, o eserin -temayla nitelendirilmiş- konusudur.
Bir
sanat eserinin teması, o eserin konusunu ve stilini birleştiren halkadır.
"Stil," özel, farklı veya karakteristik bir icra tarzıdır. Bir
sanatkarın stili, o sanatkarın psiko-epistemolojisinin -dolayısiyle, o
sanatkarın insan bilinciyle ilgili görüşünün; insan bilincini kudretli mi,
yoksa iktidarsız mı kabul ettiğiyle ilgili görüşünün; bilincin doğru işleyiş
yöntemi ve düzeyi ile ilgili görüşünün- ürünüdür.
Genellikle, normal
zihni durumu, tam bir odaklanmışlık olan bir insan, parlak bir sarahatle ve
tavizsiz bir kesinlikle yaratır veya tepkir; bu stil, keskin çerçeveler çizer,
berraktır, amaçlıdır, realiteden tam haberdar olmaya ve bariz kimliklere
adanmıştır; bu haberdarlık düzeyi, A'nın A olduğu, herşeyin insan bilinciyle
kavranabildiği, insan bilincinin her an işler olmak zorunda olduğu bir evrene
uygundur.
Hareket gücünü,
duygularının sisinden elde eden ve zamanının çoğunu odaklanmamışlık içinde
geçiren bir insan, silik, muğlak, karanlık, "esrarengiz" bir
kasvetten oluşan bir stille yaratır veya tepkir; bu stilde, çerçeveler çözülür,
varlıklar bir kimlikten yoksun olduklarından birbirleri haline dönüşebilir;
kelimeler herhangi bir anlama gelebilip, hiçbir şeye işaret etmeyebilir;
renkler nesnelerden yoksun, nesneler ağırlıktan yoksun ortada dolanabilir; bu,
öyle bir haberdarlık düzeyidir ki; ancak, A'nın istenen her gayri-A olabildiği,
hiçbir şeyin kesinlikle bilinemediği, insan bilincinden, çok fazla bir şey
beklenmediği bir evrene uygundur.
Stil, sanatın en
karmaşık ögesidir; en açığa vurucu ve genellikle psikolojik olarak en şaşırtıcı
olanıdır. Başka insanlara olduğu kadar (veya belki onlardan da fazla olarak)
sanatkarlara da acı veren korkunç iç çatışmalar, sanat eserlerinde daha da
büyür. Bir örnek: Salvador Dali ki stili rasyonel bir psiko-epistemolojinin
aydınlık sarahatini yansıtır; fakat, konularının (hepsi değilse de) çoğu,
irrasyonel ve mide bulandıracak kadar kötü bir metafiziği yansıtır. Stilistik
süreklinin öteki ucundaki bir örnek olarak; resim sanatında, figürleri,
çizgiler ve çevrelemelerle değil, renk ve tonlarla belirleyerek kasden
muğlaklaştırıp görsel çarpıtmalar yapan ekolden ("painterly" ekol)
insan bilincine karşı doğrudan yapılan isyana doğru gelişen çizgi gösterilebilir.
(Bu isyanın en çirkin örneğini; nesneleri, insanın algılamakta olmadığı
bir tarzda resmederek -aynı anda birkaç perspektiften birden vererek- insan
bilincini özel olarak parçalamaya girişmiş olan Kübizm teşkil eder.)
Sanat, bir
"psiko-epistemolojik hayat hissi"ni -sanatkarın, içindeyken en rahat
olduğunu hissettiği bir zihni işleyiş düzeyini- ifade eder. Stilin, -hem
sanatkar, hem de okuyucu veya izleyici açısından- sanatta hayati önem
taşımasının ve stilin öneminin çok derin kişisel bir mesele olarak ortaya
çıkıp yaşanmasının sebebi budur. Stil, sanatkarın kendi bilincinin bir ifadesi;
okuyucu veya izleyicinin kendi bilincinin bir teyididir (doğrulanması,
kuvvetlenmesi, onaylanmasıdır); hem sanatçının, hem de okuyucu veya izleyicinin,
etkin insanlar olduklarının, kendine-saygı-ve-güven (veya sahte bir
kendine-saygı-ve-güven) içinde olduklarının ilanıdır.
Estetik
yargılamaya gelince... Bir hayat hissi, sanatın kaynağıdır; fakat, bir sanat
görüşü, bir sanatkarın veya estetikçinin tek niteliği olmadığı gibi, bir
estetik yargılama kriteri de değildir. Hisler (duygular, heyecanlar),
bilgilenme aletleri değildir; dolayısiyle, bir hayat hissi, bilgilenme aleti
değildir. Estetik, bir felsefe dalıdır; nasıl ki, bir filozof, felsefenin diğer
herhangi bir dalına, kendi yargılama kriteri olarak hisleriyle veya
heyecanlarıyla yaklaşamazsa; aynı şekilde, bunu, estetikte de yapamaz. Bir
hayat hissi, bir estetikçi için, yeterli profesyonel teçhizat değildir. Bir
estetikçi -sanat eserlerini değerlendirmeğe girişen herhangi bir insan gibi-
heyecandan daha fazla bir şeylerle yönlendirilmelidir.
Bir insanın, bir
sanatkarın felsefesiyle uyuşup, uyuşmaması hususu; o sanatkarın eserinin estetik
değerlendirmesinde konu dışıdır. Bir sanat eserinin değerlendirilmesi için,
sanatkarla hemfikir olmak veya ondan hoşlanmak şart değildir. Esasen, objektif
bir değerlendirme için: sanatkarın teması, eserinin soyut anlamı -başka hiçbir
dış mülahazaya yer vermeksizin, sadece eserde içerilmiş veriler açısından-
teşhis edilmeli (kimliklendirilmeli); sonra, bunun iletiminde kullanılan
araçlar değerlendirilmelidir; yani, sanatkarın teması kriter olarak
alınmalı; sonra, eserin pür estetik olan ögeleri ve sanatkarın teknik ustalığı
(veya bundan yoksunluğu), sanatkarın hayat hissinin ortaya
konmasındaki başarı (veya başarısızlık) açısından değerlendirilmelidir.
(Bir sanatkarın
felsefesinden bağımsız olarak, bütün sanatlara uygulanabilecek olan ve objektif
bir değerlendirmeye rehber olacak estetik prensipler, bu tartışmanın kapsamı
dışındadır. Fakat, bu prensiplerin estetik bilimi tarafından tanımlanmak
durumunda olduğu; oysa, modern felsefenin bu görevi yerine getirmede hiçbir
başarı elde etmediği söylenmelidir.)
Sanat, felsefi bir
bileşik olduğundan; şunu söylemek -bir şartla- bir çelişki teşkil etmez:
"Bu, büyük bir sanat eseri; fakat, ben sevmedim." Bu şart, cümlenin
tam anlamının tanımlanmasıdır: cümlenin birinci kısmı, pür bir estetik
değerlendirmeyi ifade eder; ikinci kısmı, estetik değerlerden daha çok şey içeren,
daha derindeki, felsefi bir düzeyi ifade eder.
Kişisel seçimler
alanında, bir insanın bir sanat eserinden hoşlanabileceği -hayat hissi
yakınlığı dışında- pek çok farklı veçhe vardır. Bir sanat eserinin, bir insana
çok derin bir kişisel heyecan vermesi halinde, -ancak böyle bir halde- o
insanın hayat hissiyle, sanatkarın hayat hissi arasında bir yakınlık söz
konusudur. Fakat, sevmenin başka bir çok düzeyi veya derecesi vardır; buradaki
farklar, romantik bir aşkla, bir dostluk veya şefkat duygusu arasındaki farklara
benzer.
Mesela: bir insan,
büyük olarak nitelediği bir yazarın eserlerini, hayranlıktan daha derin bir
duyguyla sevebilir, o yazarınki ile kendi hayat hissi arasında bir çok
benzerlikler bulabilir, ama, o yazarın açık felsefesinin hemen hemen tümüyle
uyuşmayabilir; veya, bir insan, büyük olarak nitelediği bir yazarın entrika
kurmadaki ustalığına ve karakterlerinin psikolojik analizlerindeki derinliğe
hayran olabilir, ama hem felsefesi, hem de hayat hissiyle hiç
uyuşmayabilir; veya, bir insan, büyük olarak nitelediği bir yazarın
entrikalarındaki orijinalliği ve ahlakçı stilini sevebilir, ama hayat hissiyle
uyuşmayabilir ve eserlerinde hiçbir felsefi öge bulmayabilir; veya hatta, bir
insan, bir yazarı sıkıcı bulabilir, felsefesini ve hayat hissini sadece yanlış
değil kötü olarak niteleyebilir, ama pür edebi bir görüş açısından onun büyük
bir yazar olduğunu söyleyebilir.
Bir sanat eserindeki
anlamın, objektif terimler halinde tercümesi öğrenildiğinde; insan karakterinin
esasının teşhirinde, sanattan daha güçlü hiçbir şey olmadığı ortaya çıkar. Bir
sanatkar, eserinde kendi çıplak ruhunu ortaya koyar; o esere tepkiyen, bir
okuyucu veya izleyici de...
5.4 SANAT VE
BİLGİLENME SÜREÇLERİ
Ne tür nesneler, sanat eseri
olarak sınıflandırabilir? Sanatın doğru biçimleri
nelerdir ve neden bu biçimler?
Sanatın ana dallarının
incelenmesi, cevap anahtarını verecektir.
Sanat, realitenin, bir
sanatkarın metafizik değer-yargılarına göre
seçici bir tarzda yeniden-yaratılmasıdır.Daha önceki bölümlerde tartışıldığı
gibi, sanat, insanın bilgilenme kapasitesinin kavramsal olması olgusundan
kaynaklanır: insan, bilgilerini soyutlamalar vasıtasıyla kazanır ve bu
soyutlamaların en genel olanlarını, yani metafizik soyutlamaları, algısal
haberdarlığının menziline getirme gücüne ihtiyaç duyar. İnsana bu gücü, sanat
verir. Sanat, seçici bir yeniden-yaratma vasıtasıyla, insanın kendisi ve
mevcudiyetle ilgili temel görüşlerini somutlaştırır. İnsana, yaşadığı
deneylerin hangi veçhelerinin asli olduğunu, anlamlı olduğunu, önemli olduğunu
söyler. Bu anlamda, sanat, insana, bilincini nasıl kullanacağını öğretir.
Mevcudiyete belirli bir tarzda bakma doğrultusunda, insan bilincini şartlar
veya stilize eder.
Bu hususu hatırda
tutarak, sanatın ana dallarının ve bu dalların kullandığı özel ortamların
tabiatını inceleyelim.
Edebiyat, realiteyi,
lisan vasıtasıyla yeniden-yaratır; Resim, iki-boyutlu bir yüzeyde
renkler vasıtasıyla; Heykel, katı maddeden yapılmış
üç-boyutla. Müzik, ses-veren bir cismin yaptığı peryodik titreşimlerden
doğan sesleri kullanır ve insanın hayat hissinden kaynaklanan heyecanları
çağırır. Mimari, başlı başına bir sınıftır; çünkü: sanatı, faydacı bir
amaçla birleştirir; insan değerlerini ifade etmek için, realiteyi
yeniden-yaratmak yerine, insan tarafından kullanılacak bir yapı yaratır.
(Ayrıca, sanatkarın bizzat kendisinin ortam olduğu, -dans gibi- icra sanatları
vardır.)
Şimdi, sanat ile
insanın bilgisel yeteneği arasındaki ilişkiyi gözlemleyelim: Edebiyat, kavramlar
alanıyla uğraşır; Resim, görme alanıyla; Heykel, görme
ve dokunma
birleşik alanıyla; Müzik, işitme alanıyla. (Sanat olarak
Mimari, heykele yakındır: üç-boyutlu bir alanı vardır -büyük bir mekansal
ölçeğe dönüştürülmüş görme ve dokunma alanları.)
İnsan
bilgilenmesinin gelişimi, şeyleri, yani varlıkları algılamakla
başlar. İnsanın beş duyusu içinden, sadece ikisi, varlıklardan doğrudan haber
verir: görme ve dokunma. Diğer üç duyu -işitme, tatma ve koklama- varlıkların
bizatihi kendilerinden değil, onların hususiyetlerinden bazılarından insanı
haberdar eder: insana, bir şeyin ses yaptığını, bir şeyin tatlı olduğunu, bir
şeyin bir koku verdiğini söyler; fakat, bu bir şeyi algılamak için, dokunma
ve/veya görmeğe ihtiyaç vardır.
"Varlık"
kavramı, insanın kavramsal gelişmesinin (zımni) başlangıcıdır ve bütün
kavramsal yapısının yapı-taşıdır. İnsan, varlıkları algılamak suretiyle evreni
algılar. Ve, kendi mevcudiyet görüşünü somutlaştırmak isteyen insan; bunu, ya
kavramlar vasıtasıyla (lisan), ya da varlık-algılayan duyular vasıtasıyla
(görme ve dokunma) yapmak zorundadır.
Müzik, varlıklarla
uğraşmaz; bu yüzden, sahip olduğu psiko-epistemolojik fonksiyon diğer
sanatlarınkinden farklıdır.
Edebiyatla, insanın
bilgilenme yeteneği arasındaki ilişki aşikardır: edebiyat, realiteyi kelimeler
vasıtasıyla -yani, kavramlarla- yeniden-yaratır. Fakat, realiteyi-yeniden yaratmak
için, edebiyatın kavramsal olarak iletişimde bulunacağı yer, insan
haberdarlığının duyusal-algısal düzeyidir; yani, edebiyat; içinde, somut ve
bireysel olan insanların ve olayların yer aldığı spesifik tablolar, görünümler,
sesler, ilişkiler, vs. halinde ortaya çıkan bir realite kurmalıdır.
5.4.1 Görsel Sanatlar ve Bilgilenme Süreçleri
Görsel sanat olarak
adlandırılan sanatlar (resim, heykel, mimari), somut, yani algılanmaya
elverişli olan varlıklar üretir ve bunlar vasıtasıyla, soyut, yani kavramsal
bir anlam iletir.
Bu sanatların hepsi,
aslında kavramsaldır: hepsi, insan bilincinin kavramsal düzeyinin
ürünleridir ve o düzeye hitap ederler; sadece araçları farklıdır. Edebiyat,
kavramlarla başlayıp, onları algılar halinde bütünleştirir; resim, heykel ve
mimari, algılarla başlayıp, onları kavramlar halinde bütünleştirir. Nihai
psiko-epistemolojik fonksiyon aynıdır: insanın bilgilenme şekillerini
-duyumsal, algısal, kavramsal- bütünleştiren bir süreç işleterek bilincini
tevhid etmek (birleştirmek) ve insanın realiteyi kavrayışını berraklaştırmak.
Görsel sanatlar,
haberdarlığın duyumsal alanının bizatihi kendisine değil; duyumsal alanın, kavramsal bir
bilinç tarafından algılandığı haline
hitap eder.
Bir bebekten farklı
olarak, yetişkin bir insanın duyumsal-algısal haberdarlığı, sırf duyu
verilerinden ibaret olmayıp; duyu verilerini, geniş bir kavramsal bilgi
bağlamıyla birleştiren otomatikleştirilmiş bütünleştirmelerden oluşur. Görsel
sanatlar, -seçicilik vasıtasıyla, vurgulamalar ve dışarıda bırakmalar
vasıtasıyla- görme duyusunu, sanatkarın niyet ettiği kavramsal bağlama
yöneltir. Bu sanatlar, insana, daha kesin görmeyi, görüş alanı içinde bulunan
daha derin anlamları bulmayı öğretir.
Şu gözlem sıkca
yapılır: bazan bir tablo -mesela, elmalardan oluşan bir natürmort,- resmettiği
konuyu, bambaşka bir realite halinde ortaya koyar, "hakikatte olduğundan
daha hakiki" yapar. Elmalar, daha parlak ve çetin görünür; adeta, kendilerini
yüksek bir tonda ifade etmekten çekinmeyen bir karaktere sahiptirler; ne hakiki
modelin, ne de renkli bir fotoğrafın asla yerini tutamayacağı, yükseltilmiş bir
tür realite ortaya çıkmıştır. Ama, yakından incelenseler, hiçbir hakiki elmanın
onlara benzemediği görülür. O halde, sanatkarın yaptığı şey nedir? Sanatkar,
bir görsel
soyutlama yaratmıştır.
Sanatkar, bir
kavram-teşkili süreci icra etmiştir; sırf görsel olan terimlerle,
kavram-teşkilinin iki temel fonksiyonunu yerine getirmiştir: tecrit etmek ve
bütünleştirmek. Elmaların, asli, ayırt edici
karakteristiklerini tecrit etmiş ve onları görsel bir birim içinde
bütünleştirmiştir. Kavramsal işleyiş yöntemini, bir duyu organının -görme
organının- çalışma sahasına getirmiştir.
Hiçkimse, görmüş olduğu
çeşitli elmalarda var olabilecek, her arızi, önemsiz detayı algılayıp, zihnine
kaydedemez; herkes, sadece bazı veçheleri -ki mutlaka asli olanlar olmayabilir-
algılayıp, hatırda tutabilir; çoğu insan, elmanın görünüşünün, yaklaşık ve
belirsiz bir imajını zihninde taşır. Resim, görsel asliler vasıtasıyla, -çoğu
insanın hiç üzerinde odaklanmamış olduğu veya kimliklendirmemiş olduğu- o imajı
somutlaştırır. İnsanlar, resme bakarken, şu etkiyi hisseder: "Evet, elma
bana sahiden böyle görünür!" Oysa, hiçbir elma onlara öyle görünmemiştir;
sadece, bir sanatkarın seçici olarak odaklanmış gözüne öyle görünmüştür. Fakat,
o seyircilerin hissettiği yükseltilmiş realite duygusu, psiko-epistemolojik
olarak, bir yanılsama değildir: bu duygu, sanatkarın, seyircilerin
zihinlerindeki imajlara kazandırmış olduğu sarahatten doğar. Resim;
seyircilerin sayısız gözlemlerle edinmiş oldukları, rasgele izlenimler
topluluğunu bütünleştirmiş ve onların yaşamış oldukları deneylerden görsel
olanların oluşturduğu alana bir düzen getirmiştir.
Yukarıdaki tahlil
süreci, daha karmaşık konulara -peysajlar, kentler, insan figürleri, portreler-
uygulandığında, resim sanatının psiko-epistemolojik kudreti ortaya çıkacaktır.
Bir ressamın
eserlerinin büyüklük derecesi, o ressamın görsel fonksiyonlarının, ne ölçüde
kavramsal yöntem kullandığıyla hususuyla orantılıdır. Bu anlamda, en büyük
ressam sayılması gereken Vermeer, resimlerini bir tek temaya vakfetmişti: ışık.
Kompozisyonlarını yöneten prensip: ışığı (ve renkleri) algılayışımızın bağlamsal
tabiatıdır. Bir Vermeer tablosundaki fiziki nesneler, öyle seçilip,
yerleştirilirler ki; bu nesnelerin karşılıklı ilişkilerinden doğan bileşim,
-bazan köreltici ölçüde parlak olabilen- ışık etkilerinin -resim sanatında o güne kadar ve o günden
beri hiç kimsenin başaramadığı kadar büyük bir güzellikte-
somutlaştırılabilmesine bahane olur.
(Vermeer'in
eserlerindeki ışık saçan sadeliği, sözde pür ışığı resmetmeğe niyetlenmiş
Empresyonistler'in nokta-ve-tire'lerden oluşan şaşkınlıklarıyla kıyaslayın.
Vermeer, algıyı, kavramsal düzeye yükseltir; Empresyonistler, algıyı, duyu
verileri halinde parçalar.)
Vermeer'in temasını
ifade etmek için daha iyi konular seçmiş olması dilenebilirdi; ama, öyle
anlaşılıyor ki, konu, kendisi için, amaca götüren bir araçtan ibarettir.
Vermeer'in stilinin resmettiği şey; muazzam, gayri-görsel bir soyutlamanın
-rasyonel bir zihnin psiko-epistemolojisinin- somutlaştırılmış imajıdır. Bu
stil, sarahati, disiplini, güveni, amaçlılığı, kudreti -insanın kuvvetine açık
bir evreni- resmeder. Bir Vermeer tablosuna bakan bir insanın, "Bu, benim
hayat hissimdir" demesinde; sırf görsel bir algılamadan çok daha fazla bir
şey söz konusudur.
Resimle
kıyaslandığında, heykel daha sınırlı bir sanat formudur. Heykel, bir sanatkarın
mevcudiyetle ilgili görüşünü, bir insan figürü vasıtasıyla ifade eder; fakat,
heykel, insan figürüyle sınırlıdır.
Görme ve dokunma
duygularıyla alış verişte bulunan heykel, üç-boyutlu bir şekli, insanın
algılamadığı bir tarzda, yani renksiz sunmak zorundadır. Görsel olarak, heykel,
bir soyutlama olarak şekli sunar; fakat, dokunma, biraz somuta-bağlı bir duyu
olduğundan, heykeli somut varlıklar temsil etmekle sınırlar. Somut
varlıklardan, sadece insan figürü, metafizik bir anlam verebilir. Bir hayvanın
veya cansız bir nesnenin heykeliyle ifade edilebilecek çok şey yoktur.
Psiko-epistemolojik
olarak, dokunma duyusunun ihtiyaçları, insan gövdesinin dokusunu, heykelde hayati
bir öge yapar; büyük heykeltraşların alamet-i farikasını oluşturan hüner, bu alandaki
başarılarıdır. İnsan derisinin verdiği narinlik, pürüzsüzlük, esnek yumuşaklık
duygusunun,
-Milos'lu Venüs veya Michelangelo'nun Pieta'sı gibi heykellerde- katı
mermerle nasıl iletildiğini gözlemleyiniz.
Heykelin, hemen hemen ölmüş bir sanat olduğunu belirtmek yararlı olacak.
Heykelin büyük günleri, -felsefi anlamda insan-merkezli bir medeniyet olan-
eski Yunan'da kaldı. Heykelde doğacak bir Rönesans, daima mümkün kalacaktır;
fakat, heykelin geleceği, büyük ölçüde mimarinin geleceğine bağlıdır. İki
sanat, yakın müttefiklerdir; mimari bir süs hizmeti görmesi, heykelin, hem en
etkin fonksiyonlarından biridir, hem de problemlerinden biridir.
Bu tartışmada mimariye
girilmeyecek. Mimarinin felsefi tahlili için, Ayn Rand'ın Fountainhead adlı romanı
en yetkin kaynaktır.
5.4.2 Müzik ve Bilgilenme Süreçleri
Müzik ve diğer sanatlar
arasındaki temel fark: müziğin, insanın normal psiko-epistemolojik sürecini,
adeta tersten yaşatması olgusundan kaynaklanır.
Diğer sanatlar, fiziki
bir nesne -yani, ister bir kitap olsun, isterse bir resim, insan duyularınca
algılanacak bir nesne- yaratır; ve, psiko-epistemolojik süreç: o nesnenin
algılanmasıyla başlar; sonra, o nesnenin anlamı, kavramsal olarak yakalanır;
sonra, bu anlamın, o insanın temel değerleri açısından değerlendirilmesi
yapılır; bu değerlendirme sonucu, bir duygu hissedilir. Yörünge şöyledir:
algıdan-kavramsal anlamaya-değerlendirmeğe-duyguya.
Müzikteki yörünge ise:
algıdan-duyguya-değerlendirmeğe-kavramsal anlayışa.
Müzik, adeta insan
duygularına doğrudan erişme gücüne sahiptir.
İster fiziki, isterse
estetik bütün duygularda olduğu gibi; müziğe tepkiyen bir insan zihninde ceryan
eden psiko-epistemolojik süreçler, tek ve ani bir reaksiyon olarak yaşanır; bu
reaksiyon, o kadar hızlıdır ki; o insanın, bu reaksiyon içindeki bileşenleri
teşhis etmek için zamanı yoktur. Müzik dinlemekte olan bir insan,
zihninde ne olup bittiğini, (bir noktaya kadar) içebakışsal olarak
gözlemleyebilir: zihin; imajlardan, eylemlerden, manzaralardan, olaylardan, fiili
veya hayali deneylerden oluşan bilinçaltı malzemeler çağırmaktadır; bu
malzemeler, bir rüyadaki gelişmeler gibi, kısa ve rasgele sahnelerde,
birbiriyle kaynaşarak, değişerek ve kaybolarak, istikametsiz ve gelişi güzel
akmaktadır. Fakat, gerçekte bu akış, seçici ve tutarlıdır: çağrılan bilinçaltı
malzemenin duygusal anlamı, o müziğin projekte ettiği duygulara tekabül
etmektedir.
İnsan, fiili bir sebebi
ve nesnesi olmayan bir duygu yaşayamayacağını, bilinçaltı vasıtasıyla (zımnen)
bilir. Bu yüzden; müzik, ortaya hiçbir dışsal nesne koymadığı halde, bir duygu
hali önerince; buna karşılık, bilinçaltı, içsel bir nesne önerir. Bu, kelimesiz
bir süreçtir; eşdeğer kelimelerle ifade edilse, şu gibi bir formülle ifade
edilebilen duygular dile gelir: "Eğer, ...olsaydım, böyle
hissederdim." Mesela, "Eğer, bir bahar sabahı, güzel bir bahçede
olsaydım, böyle hissederdim"; veya "büyük, ihtişamlı bir salonda dans
ediyor olsaydım"; veya "sevdiğim insanla birlikte olsaydım";
veya "denizde şiddetli bir fırtınayla mücadele ediyor olsaydım"; veya
"bir özgürlük savaşı için, siperlerde olsaydım"; veya "kuş
cıvıltıları içinde, çiçek kokan bir koruda olsaydım"; vs.
Bu fenomenin üç
veçhesini gözlemleyiniz: 1. Bu hal, bir insanın bilinçli düşüncelerini kasten
askıya alması ve duygularının rehberliğine teslim olmasıyla ortaya çıkar; 2.
Bilinçaltı malzeme akmak zorundadır; çünkü, tek başına hiçbir imaj, o müzik
deneyinin anlamını yakalayamamaktadır; zihin, bu imajların hepsinde ortak olan
bir şey, duygusal bir soyutlama yakalamak istediğinden,
böyle bir imajlar resmi geçidine ihtiyaç duymaktadır; 3. Buradaki duygusal
soyutlama süreci -yani, şeyleri çağırdığı duygulara göre sınıflama işlemi- bir
insanın kendi hayat hissini oluşturma sürecinin aynısıdır.
Bir hayat hissi,
metafiziğin kavramsallık-öncesindeki eşdeğeridir: insan ve mevcudiyet üzerinde,
duygusal, bilinçaltı bir bütünleştirmeyle yapılmış bir değerlendirmedir. Bir
insan, kendi temel duyguları açısından
(yani, kendi metafizik değer-yargılarından kaynaklanan duygular açısından)
bir müziğe tepkir.
Müzik, bir dinleyicinin
kavradığı, ama fiilen hissetmediği duygular iletir; o insanın fiilen hissettiği
şey, -eğer o his, o insanın hayat hissiyle birleşemiyorsa veya birleştiği ana
kadar- sadece bir öneridir; uzak, bağlantısız, gayri-şahsi bir duygudur. Fakat,
müziğin içeriği, kavramsal terimlerde iletilmediğinden veya fiziken
hissedilmeğe müsait olmadığından; bir dinleyici, bu içeriği, tuhaf bir tarzda,
adeta bir yeraltı faaliyetiyle hisseder.
Müzik, hayat hisleri
oldukça farklı olan insanlara dahi, aynı kategori içindeki duyguları iletir.
Genellikle, insanlar, verili bir müzik parçasının, neşeli veya hüzünlü,
şiddetli veya sakin olduğu konusunda anlaşır. Fakat, aynı müzik karşısında,
genel anlamında aynı duyguları yaşasalar bile, bu deneyi değerlendirmelerinde
-yani, bu duyguları duyuyor olmaları hakkında ne düşündükleri konusunda-
radikal farklılıklar olacaktır. Bazıları, "Bu müzik o kadar kaygısız ve
neşeli ki, kendimi mutlu hissettim" derken; başka bazıları, -insanı,
epistemolojik bir karanlığın belirsizliğinde yaşamak zorunda zannedenler-
"Bu müzik, o kadar kaygısız ve neşeli, dolayısiyle o kadar yüzeysel ki,
rahatsız oldum." diyebilir.
Psiko-epistemolojik
olarak, müziğe tepkime yörüngesi şöyle görünür: bir insan müziği algılar;
belirli bir duygusal durum önerisini kavrar; kendi hayat hissini kriter olarak
kullanarak, bu durumu, -hayat hakkındaki temel duygularına uyması veya onlarla
çelişmesi açısından- zevkli veya acı verici, arzu edilir veya edilmez, önemli
veya kabil-i ihmal olarak değerlendirir.
O müziğin projekte
ettiği duygusal soyutlama, o insanın hayat hissine tekabül ediyorsa; o
soyutlama, tam, parlak, neredeyse zorlayıcı bir realite kazanır; o soyutlama,
bazan, fiziken yaşanmış her hangi bir duygudan daha şiddetli bir duygu halinde
hissedilir. O müziğin projekte ettiği duygusal soyutlama, o insanın hayat
hissiyle ilgisizse veya onunla çelişiyorsa; o insanın hissedeceği tek şey,
hafif bir rahatsızlık ile sinir bozucu bir can sıkıntısı arasında bir duygudur.
Burada, henüz
cevaplandırılmamış bir soruya geliyoruz: Müzik, bizde neden duygular uyandırmaktadır?
Eserlerin normal
bilgilenme süreçleriyle kavranabildiği diğer sanatlarda; cevap, eserin kendisinde
mevcuttur: o eserin tabiat ve anlamının kavramsal bir analizi cevabı sağlar;
estetik yargılama için, ortak bir lügat ve objektif bir kriter
geliştirilebilir. Müzik alanında, halen, ne böyle bir lügat, ne de bir kriter
vardır; ne farklı kültürler arasında, ne de aynı kültür içinde.
Cevabın, müzik eserinin
tabiatında saklı olduğu bellidir; çünkü, duyguları davet eden eserin
kendisidir. Fakat, bunu nasıl yapar? Seslerin arka arkaya gelmesi,
neden duygusal bir reaksiyon doğurur? Müzik, neden insanın en derin duygularını
ve hayati, metafizik değerlerini işe karıştırır? Sesler, nasıl olup da, aklı
by-pass eden bir tarzda, duygulara doğrudan doğruya erişebilmektedir? Seslerin
belirli bir kombinasyonu, insan bilincine ne yapmaktadır ki; bu kombinasyon, neşeli
veya hüzünlü olarak kimliklenebilmektedir?
Henüz hiçkimse, bu
soruların cevaplarını keşfetmedi. Ortak bir müzik lügatının formüle edilmesi
için, bu cevaplar beklenmektedir.
İnsanlığın müzikle
ilgili anlayışı, hala malzeme toplama çabasıyla sınırlıdır: tasviri gözlemler
yapma düzeyindedir. Müzikle ilgili anlayış, kavramlaştırma düzeyine getirilene
kadar, müzik zevklerini veya tercihlerini, sübjektif bir mesele olarak görmek
zorundayız -bu sübjektiflik: metafizik değil, epistemolojik anlamdadır; başka
bir deyişle, bu tercihlerin, gerçekten de, sebepsiz veya rasgele olması
anlamında değil, sebeplerini henüz bilmiyor oluşumuz anlamındadır. Dolayısiyle;
hiçkimse, kendi müzik seçimlerinin, başkalarının seçimlerine olan objektif
üstünlüğünden bahsedemez. Objektif delilin olmadığı yerde; herkes, kendi
kararını ve sadece kendisi için verir.
Fakat, insanın müziğe
tepkisinin tabiatı konusunda, Ayn Rand'a ait bir hipotez mevcuttur. Bu
hipotezden -bunun sadece bir hipotez olduğunu vurgulayarak- bahsetmek yararlı
olabilir:
İnsan, ortada fiziki
bir nesne olmadığı halde, bir duygu yaşıyorsa; bu duyguya sebep olabilecek
başka tek nesne: o insanın kendi bilincinin durumu veya faaliyetleridir.
Müziğin algılanmasındaki zihni faaliyet nedir? (Burada, bir sonuç olarak doğan
duygusal tepki değil, algılama sürecindeki zihni faaliyet soruluyor.)
Hatırlayalın ki; bütünleştirme,
insanın bilgisel gelişmesinin her düzeyinde, insan bilincinin temel
fonksiyonudur. Önce; beyni, duyu verilerini algılar halinde bütünleştirerek,
duyusal kaosa bir düzen getirir; bu bütünleştirme, otomatikman yapılır: gayret
gerektirir, ama bilinçli irade gerektirmez. Sonraki basamak; konuşmayı
öğrendikçe, algıların kavramlar halinde bütünleştirilmesidir. Daha sonra;
bilgisel gelişmesi, kavramların, gittikçe genişleyen kavramlar içinde
bütünleştirilmesi haline yükselir; zihninin menzili büyür. Bu aşama, tamamen
iradidir ve aralıksız bir gayret gerektirir. Duyusal bütünleştirmeler
yapan otomatik süreçler, bebeklikten çocukluğa geçtiği dönemde tamamlanır; bu
süreçler, -tek bir istisna ile- bir yetişkin için kapanmıştır.
Bunun tek istisnası,
peryodik titreşimlerin doğurduğu sesler, -yani müzik- alanındadır.
Gayri-peryodik
titreşimlerin ürettiği sesler, gürültüdür. Bir insan, bir gürültüyü, bir saat
veya bir gün veya bir yıl boyunca da dinlese; bu sesler, hala gürültü olarak
kalır. Fakat, belirli bir sırada işitilen müziksel tonlar, değişik bir sonuç
yaratır; insan kulağı ve beyni, onları yeni bir bilgisel deney halinde bütünleştirir;
onları, "işitsel bir varlık" olarak adlandırabileceğimiz bir kimlik
halinde -yani, bir melodi halinde- bütünleştirir. Bu bütünleştirme, fizyolojik
bir süreçtir: bilincinde olunmaksızın, otomatikman meydana gelir. İnsan, bu
süreçten, ancak sonuçları vasıtasıyla haberdar olur.
Büyük fizikçi, fizyolog
Herman Ludwig Ferdinant von Helmholtz (1821-1894), müzik algılamasının esasının
matematiksel olduğunu isbatlamıştır: akorların uyumu veya uyumsuzluğu, bu
akorları oluşturan tonların frekanslarının belirli oranlarda olup olmamasına
bağlıdır. Mesela, beyin, bir bölü iki olan oranları bütünleştirebilmekte; ama,
sekiz bölü dokuz oranını bütünleştirememektedir.
Helmholtz, genel olarak
aynı anda işitilen tonlarla ilgilenmiştir. Ama, getirdiği isbat; hem, ard arda
gelen bir müzik tonları dizisinin (bir melodinin) işitilip bütünleştirilmesi
sürecine de aynı prensiplerin uygulanabilmesi imkanına; hem de, verili bir
müzik kompozisyonunun psiko-epistemolojik anlamının, o kompozisyonu dinleyen
insanın kulak ve beyninden ne talep ettiği ile belirlendiğini öne sürme
imkanına yol açar.
Bir kompozisyon;
karmaşık matematik ilişkileri çözerken gerekli olacak ölçüde bir aktif teyakkuz
gerektirebilir; veya, monotonluktan doğan bir basitlikle, beyni uyuşturabilir.
Bu kompozisyon; bütünleştirilmiş bir işitsel (bilgisel) hulasa yaratma süreci
gerektirebilir; veya, bütünleştirme sürecini, rasgele müzik kırıntılarından
oluşan keyfi bir seri halinde parçalayabilir; veya, insan zihninin
bütünleştirme kapasitesini, bütünleştirilmesi, matematiksel-fizyolojik açıdan
imkansız olan seslerden ibaret bir curcunayla (bir gürültüyle) felç eder.
Dinleyici; bu süreçten,
çeşitli duygulardan birini hissederek haberdar olur: bir güven, etkinlik,
zorlanma, sıkıntı veya sinirlilik duygusu gibi. Tepkisi, o insanın psiko-epistemolojik
hayat hissince -bilgisel fonksiyonlarını en rahat hangi düzeyde yapabildiği
hususunca- belirlenir.
Epistemolojik olarak,
aktif bir zihne sahip olan bir insan, zihni gayreti heyecanlı bir oyun olarak
görür; metafizik olarak, anlaşılabilirlik arar. Böyle bir insan, karmaşık
hesaplar isteyen ve çözümü başarılı olarak mümkün olan bir müzikten
hoşlanacaktır. (Sadece armoni ve orkestrasyonun karmaşıklığından değil, esasta
o müziğin çekirdeğini oluşturan melodi karmaşıklığından da hoşlanacaktır.) Çok
basit bir bütünleştirme karşısında, bir ilkokul aritmetik problemini çözme
işiyle görevlendirilmiş bir yüksek matematikçınin duyacağı türden bir sıkıntı
duyacaktır. Rasgele müzik kırıntılarından oluşan bir ses dizisini duyduğunda;
zihni, bu dizi üzerinde hiçbir şey yapamayacak; sıkıntı ile keyifsizlik
karışımı bir duygu hissedecektir. Karmakarışık bir müzik curcunası işittiğinde,
kızgınlık, hiddet ve isyan duygusu içine girecektir; bu gürültüyü, zihninin
bütünleştirme kapasitesini tahribe yönelik bir teşebbüs olarak algılayacaktır.
Epistemolojik olarak;
karma bilgisel alışkanlıklara sahip bir insan, zihni gayrete karşı sınırlı bir
ilgi duyar; bu insan, metafizik olarak; kendi haberdarlık alanı içinde, oldukça
büyük bir sisli alan kalmasına izin verir. Bu insan, talepkar bir müzik
dinlerken zorlanacak; ama, basit türlerden hoşlanacaktır. Böyle bir insan,
parçalanmış, rasgele tür müzikten de -eğer gösterişten hoşlanan biriyse-
hoşlanabilir; hatta, -yeterince uyuşuksa- curcuna müziği dahi kabul edecek
kadar şartlandırılmış olabilir.
Müzik
kompozisyonlarının bir çok değişik veçhesine göre ve insanların bilgisel
alışkanlıklarının bir çok değişik tarzına göre, başka bir çok tepkiler ortaya
çıkabilir. Yukarıdaki örnekler, sadece insanın müziğe tepkisi sırasında ortaya
çıkabilecek olan hipotetik yörüngeleri göstermektedir.
Müzik, insan bilincine,
diğer sanatlarla aynı deneyi yaşatır: o insanın hayat hissinin
somutlaştırılması. Fakat, somutlaştırılma durumunda olan soyutlama, temelde,
metafizik olmaktan ziyade epistemolojiktir; bu soyutlama, o insanın bilincidir;
yani, müzik dinleyen bir insan, bir soyutlama halinde bulunan bilgisel işleyiş
yöntemini, spesifik bir müzik parçası işitilmesi işlemi halinde somutlaştırır.
Bir insanın, bir müziği kabul veya reddetmesi; o müziğin, o insanın zihninin
işleyiş tarzını onaylamasına veya onunla çelişmesine bağlıdır. Müzik deneyini
yaşarken varolan metafizik veçhe, o insanın anlamaya muktedir olduğu bir
dünyanın, zihninin işleyişinin doğru sonuçlar verdiği bir dünyanın var olduğu
duygusunun elde edilmesidir.
Müzik, bir yetişkinin,
pür duyu verileriyle uğraşma sürecini yaşayabilmesini mümkün kılan tek
fenomendir. Tek tek müzik tonları, algılar değil, pür duyumlardır; ancak
-akorlar, melodiler, vs. halinde- bütünleştirildikleri zaman algı olurlar.
Duyumlar, insanın realiteyle ilk temaslarıdır; algılar halinde
bütünleştirildiklerinde, verili, doğruluğu aşikar, şüphe-edilmez hale gelirler.
Müzik, bir insana, insani bilgilenme yönteminin birincil sürecini -yani, duyu
verilerinin, anlaşılabilir, anlamlı varlıklar (algılar) halinde otomatikman
bütünleştirilmesini- yetişkinlik seviyesine eriştikten sonra yeniden
yaşatabilen tek fırsattır. Kavramsal bir bilinç için, bu, bulunmaz bir
rahatlama ve mükafat biçimidir. Kavramsal bütünleştirmeler, kesintisiz
gayret gerektirir ve sürekli bir sorumluluk yükler: kavramsal bütünleştirmeler,
hata ve başarısızlık riski taşır. Oysa, müziksel bütünleştirme süreci,
otomatiktir, gayret gerektirmez. (Bilinçli bir çabayla yürütülmediği için,
gayret gerektirmiyormuşcasına yaşanır; çünkü, müziksel bütünleştirme, insanın
edinmek için daha önceden gösterdiği veya göstermediği zihni alışkanlıkların
mirası üzerinde yapılmaktadır.) Bir insanın müziğe tepkisi, tam bir kendinden
emin oluş duygusuyla yaşanır. Bu tepki, sanki basit, doğruluğu kendiliğinden
aşikar, şüphe-edilmez bir sonuçmuş gibi ortaya çıkar. Bu tepkiyi ortaya çıkaran
şey, o insanın duyguları, değerleri ve kendisi hakkındaki en derin görüşüdür.
Bu tepki, duyumlar ve düşüncelerden oluşan sihirli bir birlik gibi ortaya
çıkar; düşünceler, adeta doğrudan haberdarlığın (algılamanın) sağladığı kadar
mutlak bir kesinliğine kavuşmuştur.
(Müziğin
"spiritüel" veya tabiat-üstü karakteri hakkındaki mistik yaygara
buradan kaynaklanır. Ezeli parazit mistisizm, müzik konusunda da, zıtlıktan
değil, birlikten kaynaklanan bir fenomeni sahiplenir; bu birlik, insanın beden
ve zihninin oluşturduğu birliktir: müzik, kısmen fizyolojik, kısmen
entellektüel bir fenomendir.)
Ayn Rand'ın hipotezi,
verili bir müzik parçasının, değerlendirmeleri farklı olabilen insanlara niye
aynı duygusal içeriği verdiğini izah eder. Bilgisel süreçler, insan
duygularını; duygular, insan bedenini etkiler; bu etki karşılıklıdır, tersine
doğru da geçerlidir. Mesela, entellektüel bir problemin başarıyla çözülmesi,
neşeli, muzafferane bir ruh hali yaratır; bir problemin çözümünde başarısızlık
ise, kederli, cesareti kırık bir ruh hali yaratır. Karşılığında: neşeli bir ruh
hali, insanın zihnini keskinleştirmek, hızlandırmak, enerjikleştirmek
doğrultusunda bir etki yaratır; üzüntülü bir ruh hali ise, zihni bulandırmak,
yavaşlatmak, yormak doğrultusunda bir etki yaratır. Neşeli veya hüzünlü olarak
nitelediğimiz müzik tiplerindeki melodik ve ritmik karakteristikleri
gözlemleyin. Eğer, bir insanın zihninde ceryan eden verili bir müziksel
bütünleştirme süreci, o insanda belirli bir duygusal durumu ortaya çıkaran veya
o duygusal duruma eşlik eden bilgisel süreçlere benziyorsa; o insan, bu
benzerliği -önce fizyolojik etki olarak, sonra entellektüel olarak- tanır. Bu
özel duygusal durumu kabul edip, onu tam olarak yaşayıp yaşamayacağı; bu
durumun, kendi hayat hissi açısından değerlendirilmesinden çıkacak sonuca
bağlıdır. Kendi hayat hissine göre; ya, "Evet, bu dünya, benim
dünyamdır; bu duygu, hissetmem gereken duygudur" diyecektir; ya da,
"Benim görüşüme göre, dünya bu değildir; bu duygu, hoş bir duygu
değildir" diyecektir. (Diğer sanatlarda olduğu gibi, müzikte de, bir
eserin estetik değeri takdir edilebilir; ama, ondan hoşlanılmayabilinir.)
Bu hipotezi kanıtlamak
için gerekli bilimsel araştırmanın hacmi muazzamdır. Fakat, doğruluğunu
destekler mahiyette bazı deliller vardır. Bunlardan biri, bazı müziklerin insan
zihnini felç edici, uyuşturucu (narkotik) bir etkiye sahip olması olgusudur. Bu
müzikler, insanı, bir trans halinin yarattığı uyuşukluğa sokabilmekte; dünyadan
haberdarlığı, bağlam ve iradeyi kaybettirebilmektedir. İptidai toplumların
müzikleri ve bir çok Oryantal müzik, bu kategoriye girer. Bu müzikten alınan
zevk, Batı müzik geleneğindeki bir insanın zevk dediği duygusal durumun tam
tersidir: Batılı bir insan için, müzik, şiddetli bir kişisel deneydir, sahip
olduğu bilgilenme kudretin bir tasdikidir; iptidai insan için, müzik, kendi
benliğinin ve bilincinin çözülmesini getirir. Ancak, her iki durumda da; müzik,
bu insanların içinde yaşadıkları kültürlerdeki egemen felsefenin, insan için
uygun ve şayan-ı arzu gördüğü bir psiko-epistemolojik durumu çağırmak için
işleyen bir araçtır.
İptidai müziğin
öldürücü monotonluğu -kafatasına düşürülen su damlalarıyla yapılan eski işkence
tarzının düzenliliğiyle beyne vuran bir kaç notanın ve belirli bir ritmik
kalıbın sonu gelmez tekrarı- bilgilenme süreçlerini felç eder; haberdarlığı yok
eder; zihni parçalar. Bu tür müzik, -son yıllarda, bilim adamlarının keşfetmeğe
başladığı bir fenomen olan- duyu stimuluslarının yokluğunun veya monotonluğunun
sebep olduğu bir duyusal mahrumiyet durumu yaratır.
Çeşitli kültürlerin farklı müziklerinin, o
kültürlerdeki insanların fıtri fizyolojik farklılıklarından doğduğunu
gösterecek hiçbir delil yoktur. Ama, müziksel farklılıların sebebinin
psiko-epistemolojik (dolayısiyle, nihai olarak felsefi) olduğunu destekleyen
bir çok delil vardır.
Bir insanın
psiko-epistemolojisinin fonksiyon etme yöntemi, çocukluğunun başlarında gelişir
ve otomatikleşir; bu yöntem, büyüdüğü kültürün egemen felsefesince etkilenir.
Eğer, açıkca ve zımnen (genel duygusal tavırlar vasıtasıyla); bir çocuk, bilgi
peşinde koşmanın -yani, kendi bilgilenme yeteneğinin bağımsız çalışmasının-
önemli olduğunu ve kendi tabiatının bunu gerektirdiğini kavrarsa; bu çocuk,
büyük bir ihtimalle, aktif ve bağımsız bir zihin geliştirecektir. Fakat, kendisine,
pasiflik, körü körüne itaat, korkmak, soru sormanın veya bilgilenmenin
nafileliği öğretilirse; ister bir cangıl kabilesinde, isterse en büyük
metropolün en zengin ailesinin içinde büyüsün, büyük bir ihtimalle, zihnen
fukara bir vahşi olarak yetişecektir. Fakat, sahibi hayatta olduğu sürece, bir
insan zihninin tamamen tahribi mümkün olamayacağından; o insanın beyninin
karşılanmamış ihtiyaçları, adeta bir kimlik kazanacak; bu kimliğe sahip muğlak
bir duygu, zihnini işgal edecek; kafatasının içinde, huzursuz, tutarsız, el
yordamıyla dolaşan bir mecnunun varolduğu hissi onu sürekli korkutacaktır.
İşte, iptidai müzik, bu insanın narkotiği olur: zihninde dolaşan mecnunu silip
atar; ona güven verir ve ataletini onaylar; ona, içinde yaşadığı realitenin,
onun durağan zihninden kaynaklanan uyuşukluk haliyle uyum içinde olduğu geçici
duygusunu verir.
Şimdi, Batı
medeniyetinin modern, diyatonik nota silsilesinin (Do-Re-Mi-Fa-Sol-La-Si-(Do)
şeklinde yedi nota ve Mi-Fa ve Si-Do aralıklarının birer birimi temsil etmek
üzere, her komşu iki nota arasının, sessel olarak en fazla iki birime
bölünebilme özelliği) bir Rönesans ürünü olduğunu gözlemleyin. Bunlar, bir kaç
yüzyıl boyunca, bir dizi müziksel yenilikçi tarafından geliştirilmişti. Bu
müzikçileri motive eden ne olmuştur? Diyatonik silsile, en büyük sayıda uyumlu
akorun, armoninin -insan kulağına hoş (zevkli) gelen (yani, beyin tarafından
bütünleştirilebilen) ses kombinasyonlarının- yaratılmasına imkan verir.
İnsanlık tarihinde; Rönesans'ın ve hemen sonrasının insan-akıl-bilim-yönelimli
kültürü; insanın zevk alması gibi bir endişenin, bestecileri motive edebildiği
ve bestecilerin yaratma özgürlüğüne sahip olduğu ilk dönemi temsil eder.
Bugün, bir yanda, Batı
medeniyetinin etkisinin, Japonya'nın statik, gelenekle-eli-kolu-bağlı kültürünü
parçalamasıyla; genç Japon bestecileri, şefleri, icracıları, Batı stili
müzikte, hayranlık uyandırıcı çalışmalar yaparken; öte yanda, Kant felsefesinden kaynaklanan çeşitli kültürel
eğilimlerin etkisiyle geri adımlar atmağa başlayan Batı kültüründeki,
anti-rasyonel, "İlerici" eğitimin kurbanları olan hipiler,
Hare-Krişnacılar, vs.ler; cangılların veya sahraların tamtam veya köslerinin
monoton vuruşlarının narkozuna sığınmaktadırlar.
5.4.3 Zihne Karşı "Modern Sanat" Saldırısı
Herhangi bir çetenin
mensupları, -sloganları, motifleri veya amaçları ne olursa olsun- sokaklarda
gezinip, insanların gözlerini oyacak olsalar; insanlar, isyan ederler; haklı
protestolarını dile getirecek kelimeler bulurlardı. Fakat, böyle bir çetenin
mensupları, kültür içinde gezinip, insanların zihinlerini yok etmeğe
giriştiğinde, insanlar sessiz kalmaktadır. İhtiyaç duydukları kelimeleri, ancak
felsefe onlara sağlayabilirdi; fakat, modern felsefe, o çetenin hamisi ve
yaratıcısıdır.
İnsan zihni, en iyi bilgisayardan
daha komplekstir; ve, dış etkilerin olumsuz etkilerine karşı, ondan daha
hassastır. İnsan zihninin en hassas olduğu yer, onun en önemli fonksiyonu olan
bütünleştirme yeteneğidir; "modern sanat," bu yeteneğe karşı
yöneltilmiştir.
Dağılma (dekompozisyon),
insan bedeninin ölümüne yazılmış bir sonsözdür; parçalanma, insan zihninin
ölümüne yazılmış önsözdür. Parçalama -insanın kavramsal yeteneğinin
parçalanması ve bir yetişkinin zihninin, bir bebeğin zihni durumuna ricat
ettirilmesi,- "modern sanat"ın teması ve amacıdır.
Lisanın homurtulara,
edebiyatın "mood"lara, resmin lekelere, heykelin yontma-taş-devri
türü bloklara, müziğin gürültüye indirgenmesinin arkasında gizli olan niyet;
insan bilincinin, -bütünleştirici bir kapasiteden yoksun olarak- duyumlar
düzeyine indirgenmesidir.
Fakat, "modern
sanat" denen sefaletin manzarasında, felsefi ve psikopatolojik açıdan
öğretici bir öge vardır. Bu manzara, -yokluktan doğan bir negatif vasıtasıyla-
sanat ile felsefe arasındaki ilişkiyi, akıl ile insanın varkalması arasındaki
ilişkiyi, akıldan nefret ile mevcudiyetten nefret arasındaki ilişkiyi teşhir
eder. İrrasyonel filozoflar, akla karşı yüzyıllardır sürdürdükleri savaşın sonunda, -viviseksiyon,
yani canlı hayvan üzerinde bilimsel amaçla cerrahi kesişler yapma yöntemiyle-
rasyonel yeteneklerinden mahrum kılınmış bir insanın nasıl olacağının
örneklerini yaratmayı başardılar; bu örnekler de, şimdi bize, boş bir
kafatasını taşıyan bir insan açısından mevcudiyetin nasıl göründüğünün
imajlarını vermektedirler.
Bir yandan, aklın sözde
savunucuları, "sistem-kurma" yaklaşımına karşı çıkıp, somutla sınırlı
kelimeler veya mistikçe uçuşan soyutlamalar üzerinde tartışmalara, pazarlıklara
dalarken; öyle anlaşılıyor ki; aklın düşmanları, bütünleştirmenin akli
süreçlere giden psiko-epistemolojik anahtar olduğunu; sanatın insanın
psiko-epistemolojik şartlayıcısı olduğunu; eğer aklın tahribi isteniyorsa,
aklın bütünleştirme kapasitesinin tahribinin şart olduğunu bilmektedirler.
"Modern
sanat"ın tatbikatçılarının ve hayranlarının, onun felsefi anlamını
anlayacak entellektüel kapasiteye sahip olduğu hayli şüphelidir; yapmaları
gereken tek şey, kendilerini, sahip oldukları bilinçaltı öncüllerin en
kötülerine teslim etmeleridir. Fakat, liderleri konuyu bilinçli olarak
anlamaktadır: "modern sanat"ın babası, İmmanuel Kant'tır (tabiattaki
güzellik ve "amaç" meselesine tahsis ettiği Critique of Judgement
adlı eserine bakın.)
"Modern
sanat"ı büyük bir sahtekarlık olarak yapmak veya içtenlikle yapmak
şıklarından hangisinin daha kötü olduğunu kestirmek zor.
Bu tür sahtekarlıkların
pasif ve sessiz kurbanları olmak istemeyenler, felsefenin pratik önemi ve
felsefesizliğin sonuçları hakkında, "modern sanat" hastalığının incelenmesinden
çok şey öğrenebilir. Spesifik olarak mantığın tahribi ve daha spesifik olarak
tanımların tahribi, kurbanları silahsız bırakmıştır. Tanımlar, rasyonelliğin
muhafızlarıdır; zihni parçalanmaya karşı yapılacak savunmanın, ileri
karakollarıdır.
Sanat eserleri
-evrendeki başka herşey gibi- spesifik bir tabiata sahip varlıklardır; bu
varlıklar, onları evrende mevcut diğer varlıklardan ayırt eden asli
karakteristikler vasıtasıyla tanımlanmalıdır. Sanat eserlerinin cinsi:
realitenin, sanatkarın metafizik değer-yargılarına göre seçici bir biçimde
yeniden-yaratılmasını temsil etmek üzere ortaya konmuş insan-yapısı
nesnelerdir; türü, sanatın çeşitli dallarında üretilmiş eserlerdir; sanat
dallarının asli ayırt edici (tanımlayıcı) karakteristikleri, kullandıkları
özel ortamla belirlenir; sanat dallarının özel ortamları, o sanat dalının
insanın bilgilenme yeteneğinin çeşitli ögeleriyle olan ilişkisine işaret eder.
İnsanın kesin tanımlara
olan ihtiyacı, Kimlik Kanunu'ndan kaynaklanır: A, A'dır; bir şey, kendisinin
aynısıdır. Bir sanat eseri, spesifik bir tabiata sahip, spesifik bir varlıktır.
Böyle değilse, bir sanat eseri değildir. Eğer, bir şey, sadece maddi bir nesne
olmaktan ibaret ise, maddi şeyleri içine alan herhangi bir kategoriye aittir;
eğer hiçbir özel kategoriye ait değilse, böyle bir fenomen için ayrılmış bir
kategoriye aittir: hurda.
"Bir sanatkar
tarafından yapılmış bir şey" sanatın bir tanımı değildir. Sakal, pipo ve
boş bakışlar, bir sanatkarın tanımlayıcı karakteristikleri değildir.
"Duvarda asılı
çerçevelenmiş bir şey" resmin bir tanımı değildir.
"Ciltlenerek bir
araya konmuş yazılı kağıt sayfalarından oluşan bir şey" edebiyatın bir
tanımı değildir.
"Bir şeyin
ürettiği seslerle oluşturulmuş bir şey" müziğin bir tanımı değildir.
"Düz bir yüzeye
zamklanmış bir şey" hiçbir sanatın bir tanımı değildir. Zamkı, bir
ortam olarak kullanan hiçbir sanat yoktur. Çimeni temsil etmek üzere, bir kağıt
sayfası üzerine ot yapraklarını zamklamak,
-belki- geri zekalı
çocuklar için uygulanabilecek iyi bir uğraşsal tedavi olabilir; ama, bu, sanat değildir.
"Çünkü ben böyle
hissediyorum" hiçbir şeyin tanımı veya geçerli kılınması değildir.
Hiçbir insani faaliyette -eğer insani olarak nitelenecekse- kaprise
yer yoktur. Hiçbir insani üründe, bilinmeze, anlaşılmaza, tanımlanmaza,
gayri-objektife yer yoktur. Akıl hastahanelerinin dışında olanlar açısından;
bir insanın faaliyetleri, bilinçli bir amaç tarafından yönlendirilmelidir;
böyle yönlendirilmeyen insanların faaliyetleri, psikiyatristlerden başka
kimseyi ilgilendirmemelidir. "Modern sanat"ın uygulayıcıları, ne
yaptıklarını veya neyin onlara bunları yaptırdığını bilmediklerini
söylediklerinde; kendilerine inanılmalı ve onlar ve ürünleri hakkında daha
fazla düşünülmemelidir.
5.5 BİRKAÇ ESTETİK
TATBİKATI
Bu bölümde ortaya konan estetik
prensiplerinin en iyi tatbikatını, sanatkarın hayat hissini teşkil eden
metafizik değer-yargılarından oluşan soyutlamaların, -lisan yoluyla- sanat
eseri halinde somutlaştırılmasına geniş olanaklar veren edebiyat konusunda
yapabiliriz.
Bu tatbikatı, beş konu üzerinde
yapacağız: edebiyatta Romantisizm ve Natüralizm ekollerinin asli özellikleri,
edebiyatın asli hususiyetleri, birçok Romantik eserde ortaya çıkan
"İnsana-tapma" kavramı ve mizah.
Bu tatbikatlardan, özellikle
Romantisizm ve Natüralizm üzerinde olanı, bütün veçheleriyle incelendiğinde,
rasyonel bir felsenin estetik prensiplerinin teşhirine çok müsaittir; fakat,
burada, konu üzerinde detaylı bir tartışma yapmak yerine, ana hatlar
verilecektir: ne asli yönleriyle doğru bir estetik anlayışı olan Romantisizm
akımında ortaya çıkmış bazı olumsuzluklardan; ne de, asli yönleriyle yanlış bir
estetik anlayışı olan Natüralizm akımında varolmuş bazı olumluluklardan bahsedilecektir.
Ondokuzuncu yüzyıldan önceki
edebiyat; insanı, hayat ve faaliyetleri kendi kontrolu dışındaki kuvvetlerce
belirlenen, çaresiz bir varlık olarak sundu. Bu kuvvetler, ya Yunan
trajedilerindeki gibi kader ve tanrılardı; ya da, Shakespeare'in oyunlarındaki
gibi fıtri bir zayıflık, "trajik bir kusur"du. O dönemin yazarları,
insanı metafiziken iktidarsız kabul etti; temel öncülleri, determinizm idi. Bu
öncülü kabul eden bir yazar, insanın ne olabileceğini ortaya koyamazdı; ancak,
insanın başına ne geldiğini kaydedebilirdi; böylece, vakayinameler, bu kayıtlar
için müsait edebi biçimler olarak varlığını sürdürdü.
İnsanın irade yeteneğine sahip
bir varlık olarak edebiyatta tasviri, ondokuzuncu yüzyılda roman edebi biçimi ile
birlikte ortaya çıktı; ve, sanatta büyük, yeni bir hareket olan Romantisizm
doğdu. Romantisizm, insanı, değerlerini seçebilen, amaçlarını
gerçekleştirebilen, kendi mevcudiyetinin kontroluna sahip bir varlık olarak
gördü. Kurgunun, tarihten daha büyük bir felsefi öneme sahip olduğunu; çünkü,
tarihin, şeyleri olduğu gibi sunduğunu; oysa, kurgunun, şeyleri "olması
mümkün ve olması gereken haliyle" sunduğunu söyleyen Aristo'nun
izinde giderek; olmuş olayları kaydetmeyip, olması gereken olayları
sundular; insanların yapmış oldukları seçimleri
kaydetmeyip, yapmaları gereken seçimleri sundular.
Ondokuzuncu yüzyıl sonlarına
doğru, mistisizm ve kollektivizmin yeniden ortaya çıkışıyla, Romantik roman ve
Romantik hareket, kültürel sahneden yavaş yavaş silindi.
İnsanın sanattaki yeni düşmanı, Natüralizm
oldu. Natüralizm, irade kavramını reddeder ve insanın kendi kontrolu dışındaki
kuvvetlerce belirlenen çaresiz bir yaratık olduğu nosyonuna geri döner; tek
farklılık, insanın kaderine hakim olan yeni yöneticinin, -kader, tanrılar,
fıtri bir zayıflık, "trajik bir kusur" olmak yerine- şimdi toplum
olması idi.
Romantisizm ve Natüralizm
konusunda kavramsal bir yaklaşıma sahip olmak, bugünün dünyasındaki estetik
boşluktan kurtulmakta hayati bir araca sahip olmaktır.
5.4.1 Romantisizm
Romantisizm, insanın
irade yeteneğine sahip olduğu prensibinin kabulü üzerinde bina olan bir sanat
kategorisidir.
Romantisizm,
kavramsal
sanat ekolüdür. Günlük hayatın rasgele teferruatıyla değil; insan
mevcudiyetinin, ezeli ve ebedi, temel, evrensel mesele ve değerleri ile uğraşır.
Kaydetmek veya fotoğraf çekmekle uğraşmaz; yaratır ve tasarlar. Romantisizm,
Aristo'nun sözleriyle, olagelen şeylerle değil, olabilecek şeylerle, olması
gereken şeylerle ilgilidir.
Romantisizmin sanata
getirdiği şey, değerlerin önceliği prensibi oldu. Romantisizmden önceki
edebiyat ekolü olan Klasisizm'de; felsefeden, ancak üçüncü elden formül
kopyalamayla yararlanılmış; ahlak formüllerini bayatlıklar ve yavanlıklar
halinde tekrarlayan Klasisist edebiyat eserlerinin bu elden düşme felsefi
içeriğinde, değerlerin önceliği ögesi yer almamıştı. Değerler (ve
değer-yargıları), duyguların kaynağıdır; Romantisist'lerin eserlerinde ve
izleyicilerinin tepkisinde büyük bir duygusal şiddet ortaya konmuş; aynı
zamanda, büyük bir renklilik, hayalgücü, orijinallik, heyecan, değer-yönelimli
bir hayat hissinin diğer bütün sonuçları sergilenmiştir. Bu duygusal öge,
Romantisizm hareketinin en kolay algılanır karakteristiği olmuş ve bu
karakteristik, daha derin bir araştırmaya girilmeksizin, Romantisizm'in
tanımlayıcı karakteristiği olarak kabul edilmiştir.
İnsan hayatında,
değerlerin önceliğinin, indirgenmez bir birincil olmadığı; değerlerin
önceliğinin, insanın irade yeteneğine bağlı olduğu; dolayısiyle,
Romantisist'lerin, felsefi olarak, -değerlerin sonucu olmaktan ibaret olan-
duyguların değil, -değerlerin kökü olan- iradenin şampiyonu oldukları gibi
hususlar; filozofların tanımlamak durumunda olduğu hususlardı; oysa,
filozoflar, ondokuzuncu yüzyılın hayati her konusunda olduğu gibi, estetik
konusunda da ihmalkar olmuşlardı.
Daha da derinde bulunan
husus; akıl yeteneğinin, irade yeteneği olduğu gerçeğinin, o zaman bilinmemesiydi.
Varolan çeşitli serbest irade teorileri, çoğunlukla, anti-akıl bir karakterde
olduğundan; bu teoriler, iradenin, mistisizmle bir arada düşünülmesi anlayışını
kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramıyordu.
Son zamanlarda, bazı
edebiyat tarihçileri, Romantisizm'in duygu-yönelimli bir ekol olduğu tanımından
sarfı nazar edip; yeni tanımlar yapmaya giriştiler; fakat, başarı
gösteremediler. Romantisizm, -asli ayırt edici karakteristik kuralına uyularak-
irade-yönelimli
bir ekol olarak tanımlanmalı; ve, Romantisist edebiyatın tabiatı ve tarihi, bu
terimlerle incelenmelidir.
Eğer insan iradeye
sahipse, hayatının en önemli veçhesi, değerlerinin seçilmesidir; eğer
değerlerini seçerse, bu değerleri kazanmak ve/veya elde tutmak için
davranmalıdır; bunun için, amaçlarını ortaya koyup, onlara erişmek için, amaçlı
faaliyetlere girişmelidir. Bu faaliyetlerin esasını ifade eden edebi biçim, entrikadır.
(Bir entrika, mantıken bağlantılı olayların, amaçlı bir biçimde gelişerek, bir
şahikada çözümlenmesidir.)
İrade yeteneği, insan
hayatının her iki temel veçhesinde üzerinde söz sahibidir: bilinç ve
mevcudiyet; yani, insanın psikolojik eylemi ve fiziki eylemi; yani, insanın
kendi karakterini oluşturması işi ve fiziki dünyada yapacağı faaliyetler
çizgisi. Dolayısiyle, edebi bir eserde, hem karakterler, hem de olaylar;
yazarın, değerlerin insan psikolojisi üzerindeki ve mevcudiyet üzerindeki rolü
hakkında sahip olduğu görüşe göre (ve doğru kabul ettiği değerler sistemine
göre) yaratılır. Karakterleri, somutlukların duplikasyonu değil, soyut
tasarımlardır; gözlemlemiş olduğu özel bireylerin, muhabirce rapor edilmesiyle
ortaya konmuş olmayıp, kavramsal olarak icat edilmişlerdir. Edebi bir eserdeki
özel bireylerın spesifik karakter çizgileri, bu bireylerin eserde ortaya konan özel
değer-seçimlerini neden yaptıklarını gösteren delillerden ibarettir; bu maksadı
karşılamaktan daha büyük bir metafizik öneme sahip değildir (bu karakterlerin,
insan psikolojisinin genel prensiplerinin incelenmesi için malzeme sağlaması,
okuyucunun edinebileceği bir başka yarardır); bu karakter çizgileri, insanın
karektersel potansiyelinin tamamını ortaya koymaz.
Romantisistler, bir
kahramanı, istatistiki bir ortalama olarak değil; insanın en iyi ve en yüksek
potansiyelini -kendi bireysel seçimlerine göre değişen dereceler dahilinde,
bütün insanlara uygulanabilecek ve bütün insanlarca erişilebilecek
potansiyelini- temsil eden bir soyutlama olarak sundular.
Felsefi olarak,
Romantisizm, insanın mevcudiyetini yüceltmek için girişilmiş bir seferdir;
psikolojik olarak, basit bir arzu olarak, -hayatı enteresan kılma arzusu
olarak- yaşanır.
Romantisizm, kurgunun
birincil ögesi olan "hikaye anlatma sanatı"nda ustalığı gerektirir.
Hikaye anlatma sanatı, üç temel nitelik gerektirir: içtenlik (inandırıcılık),
hayalgücü, bir dram duygusu. Bütün bunlar (ve daha fazlası) temaya ve
karakterizasyona bütünleştirilecek orijinal bir entrikanın kurulmasına katılır.
Natüralizm'de, bu ögelerden sarfı nazar edilir; karakterizasyon, varolan tek
belirli ögedir; içerik, verili bir yazarın zevkine uygun olarak, şekli belirsiz
bir anlatımla ve olayların "kurulmamış" (yani, amaçsız) bir biçimde
gelişimi halinde sunulur.
Bir Romantisist'in
eserinin değeri, yazarın kendisince yaratılmak zorundadır; insanlara hiçbir
sadakat borcu yoktur; sadece insana, sadece realitenin
metafiziken verili tabiatına, sadece kendi değerlerine sadakati vardır. Bir
Natüralist'in eserinin değeri, duplike ettiği insanların spesifik
karakterlerine, seçimlerine ve faaliyetlerine bağlıdır; ve, Natüralist, onları
duplike edişindeki başarıyla yargılanır.
Bir Romantiğin
hikayesindeki değer, ne olabileceğinde yatar; bir
Natüralistin hikayesindeki değer, bir şeyin olmuş olduğu olgusunda
yatar.
Bir çocuğa ahlaki
değerlerin nelerden ibaret olduğunu teşhir etmek ve onlara nasıl sahip
olunduğunu göstermek için en iyi kaynak, Romantik sanattır -özellikle, Romantik
edebiyattır. Romantik sanat; çocuğa, ahlaki kurallar sunmaz; açık bir didaktik
mesaj sunmaz; ama, ahlaki bir şahıs imajı sunar; yani, ahlaki bir
idealin somutlaştırılmış soyutlamasını sunar. Bir çocuğun hissettiği, fakat henüz
kavramsallaştıramadığı çok soyut bir soruya, -"Ne tür insan ahlakidir ve o
insan ne tür bir hayat sürdürür?" sorusuna- somut, doğrudan algılanabilir
bir cevap sunar.
Bir çocuk, Romantik
sanattan, soyut prensipler öğrenmez; ama, bu prensipleri ileride
anlayabilmesinin önşartı olan, bu prensipleri ileride kabul etmesi için teşvik
veren bir şeyi öğrenir: insanın en yüksek potansiyellerine hayranlık
besleyebilme duygusal deneyini; bir kahramanı, kendisine rol modeli olarak alma
zevkli deneyini; değerlerle motive edilen ve değerlerin egemen olduğu bir hayat
hissini; yani, ahlaki bir hayat hissini; yani, insanların seçimlerinin pratiğe
geçirilebildiği, etkin olduğu, hayati önem taşıdığı bir hayat fikrini.
Romantik sanat, insan
ruhunun (yani bilincinin) hem benzini, hem de bujisidir; görevi, onu ateşlemek
ve hiç durmadan çalışmasını sağlamaktır.
Romantisizmi, "bir
kaçış" olarak sınıflamak, ancak Natüralizmin yüzeyselliği içinde olmakla mümkündür.
Evet, Romantisizm, "gerçek-hayat" problemleri karşısında bir teneffüs
olmak üzere, görkemli bir hayat görünümü sunar; ve, bu görünümün tefekkürü,
yüzeysel bir anlamda "bir kaçış" olarak düşünülebilir. Fakat, daha
derin, metafizik-ahlaki-psikolojik bir anlamda, Natüralizm, gerçek bir kaçışı
temsil eder: seçim yapmaktan, değerlerden, ahlaki sorumluluktan kaçış. Oysa,
Romantisizm; insanı, realitede yapmak zorunda kalacağı mücadeleler için eğitir
ve teçhizatlandırır.
Romantisizmin (zımni)
standartları o kadar talepkardır ki; Romantisizmin egemen olduğu dönemlerde
varolan Romantisist yazar bolluğuna rağmen; bu ekol, yüksek düzeyli olan sadece
bir kaç pür, tutarlı Romantisist çıkarabilmiştir: romancılar arasında en
büyükleri, Victor Hugo ve Dostoevsky; oyun yazarları arasında en büyükleri,
Friedrich Schiller ve Edmond Rostand.
Yüksek
mertebedeki bu yazarların -pür edebi dehaları dışındaki- ayırt edici
karakteristiği, irade öncülüne tam adanmışlıklarıdır; bu adanmışlık, iradenin
nüfuzuna giren her iki temel alanda da söz konusudur: bilinç ve mevcudiyet;
insan karakteri ve fiziki dünyadaki insan faaliyetleri. Bu iki veçheyi
mükemmelen bütünleştirebilmelerinden; kurdukları entrika yapılarındaki parlak
içtenlik ve orijinallikden anlaşılmaktadır ki; bu yazarlar, insan ruhuyla (yani
bilinciyle) derinden ilgilidirler. Bunlar, kelimenin en derin anlamında ahlakçıdırlar;
genel bir anlamda değerlerle ilgilenmek yerine; özel olarak ahlaki
değerlerle ve ahlaki değerlerin insan karakterini biçimlendirmede sahip olduğu
kudretle ilgilenirler. Yarattıkları karakterler, "hayattan daha
büyük"tür; yani, asli terimlerle yapılmış soyut tasarımlardır.
Hikayelerinde, ahlaki değerlerle bağlantısız olarak, faaliyet olsun diye
yapılmış hiçbir faaliyete yer verilmemiştir. Entrikalarındaki olayları
şekillendiren, belirleyen ve motive eden şeyler: karakterlerin sahip olduğu
değerler (veya bu değerlere ihanet), spiritüel amaçlar peşinde yaptıkları
mücadeleler ve derin değer-çatışmalarıdır. Temaları, insan mevcudiyetinin
temel, evrensel, ezeli ve ebedi konularıdır. Romantik yazarlar, edebiyatın en
nadir hususiyetinin -tema ve entrikanın mükemmel bütünlüğünün- tek tutarlı
yaratıcıları olmuşlardır.
Eğer, felsefi
anlamlılık, önemlilik, ciddiye alınmanın kriteri ise; Romantik yazarlar, dünya
edebiyatının en ciddi yazarlarıdır.
"Romantisizm"
terimi etrafındaki kargaşaya, filozofların yaptığı bir katkıdan bahsetmek
yerinde olacak. Bazı filozoflar, belirli filozoflara "Romantik"
ismini takmıştır. Oysa, Romantik olarak nitelenen -Schelling ve Schopenhauer
gibi- bu filozoflar; duyguların, içgüdülerin, iradenin akla olan
üstünlüğünü savunan aleni mistiklerdir. Felsefedeki bu hareket ile estetikteki
Romantisizm arasında, hiçbir önemli ilişki yoktur; bu iki hareket
karıştırılmamalıdır.
Romantisizmin baş
düşmanı ve tahripçisi, altrüist ahlak olmuştur.
Romantisizmin asli
karakteristiği; değerlerin, özel olarak ahlaki değerlerin projekte edilmesi
olduğundan; altrüizm, daha başlangıçta, Romantik edebiyata çözümsüz bir ihtilaf
soktu. Altrüist ahlak (kendini-tahrip hali dışında) hayata geçirilemez; bu
yüzden, altrüist ahlak anlayışına sahip kahramanlar, insanın yeryüzünde
yaşayacağı hayatın terimlerinde (özellikle, psikolojik motivasyonlar alanında)
inandırıcı bir hikaye içinde projekte veya dramatize edilemez. Değer ve erdem
kriteri olarak altrüizm alındığında, insanın en iyi halini -"olabileceği
ve olması gerektiği gibi olan halini"- veren bir imajın yaratılması
imkansızdır. Romantik edebiyatın tarihi boyunca varolan kusur; inandırıcı bir
kahraman
-inandırıcı bir erdemli insan imajı- sunmaktaki başarısızlıktır.
Romantisizme mükemmel
bir alt-yapı olacak olan rasyonel-egoist ahlak, filozof Ayn Rand'la tam
tanımına kavuşmuş; Romantisizm, romancı Ayn Rand'ın Romantik-Realizmiyle,
yeniden canlanmıştır.
5.5.2 Natüralizm
Romantizmden farklı
olarak Natüralizm, insan iradesinin mevcudiyetini inkar eder.
Romantisizm ve
Natüralizmin temel öncülü (irade veya anti-irade öncülü), edebi eserdeki -tema
seçimi, stil niteliği gibi- diğer bütün veçheleri etkiler; fakat, ikisi arasındaki
en önemli fark, hikaye yapısının tabiatında -entrika veya entrikasızlık
hususiyetinde- ortaya çıkar; ve, bu fark, verili bir eserin hangi kategoriye
sokulacağı konusunda temel ayırt edici karakteristik olarak hizmet görür.
Natüralistler, insan ve
mevcudiyet hakkında, metafizik bir görüş sunmak yerine, muhabirsel
(gazetesel) bir görüş sunarlar. "İnsan nedir?" sorusuna, cevapları:
"1937 yılında, Türkiye'nin güneyindeki köy bakkallarıdır" olur; veya,
"1980'lerde, Bodrum meyhanelerindeki insanlar" olur.
Natüralizm ekolünün
pratisyenlerine göre; bir yazar, "gerçek-hayat"ı, hiçbir seçicilik ve
değer-yargısı tatbik etmeden, güya "olduğu gibi" yansıtmalıdır.
"Yansıtmak"la kast ettikleri, "fotoğraf çekmek"tir;
"gerçek-hayat"la kast ettikleri, hasbel kader gözlemlemiş oldukları
verili somutluklardır; "olduğu gibi" ile kast ettikleri,
"çevrelerindeki insanların yaşadığı gibi"dir. Fakat, gözlemleyin ki
bu Natüralistler -veya aralarında iyi olanları- edebiyatın iki hususiyeti
konusunda oldukça seçicidirler: stil ve karakterizasyon.
Seçicilik olmaksızın, -ne olağandışı bir insanın karakterizasyonu; ne de,
nüfusun büyük bölümünü temsil eden istatistiki bir ortalama olarak sunulan bir
insanın karakterizasyonu- hiçbir tür karakterizasyon mümkün olmaz. Bu yüzden,
Natüralistlerin seçiciliğe muhalefeti, edebiyatın sadece bir hususiyeti
içindir: içerik veya konu. Natüralistlere göre, konunun
seçiminde, yazar seçici olmamalıdır.
Neden?
Natüralistler bu
soruya, akli, mantıki, çelişkisiz hiçbir cevap vermemişlerdir. Bir yazar,
konularını, ayrım ve seçim yapmaksızın neden bir fotoğraf haline getirmelidir? "Gerçekten" vuku buldukları için mi? Gerçekten vuku bulanı
kaydetmek, bir romancının değil, bir gazetecinin veya bir tarihçinin işidir.
Okuyucuları aydınlatmak ve eğitmek için mi? Bu, edebiyatın değil, bilimin
işidir; kurgusal yazımın değil, gayri-kurgusal yazımın işidir. İnsanın
sefaletini teşhir ederek, durumunu iyileştirmek mi? Fakat, bu, bir
değer-yargısıdır; ahlaki bir amaçtır; didaktik bir "mesaj"dır; ve, bunların
hepsi, Natüralist doktrin tarafından yasaklanmıştır. Hem, bir şeyi iyileştirmek
için; neyin bir iyileştirme sayılabileceğinin bilinmesi; bunu bilmek için,
neyin iyi olduğunun ve onun nasıl elde edileceğinin bilinmesi; bunu bilmek
için, değer-yargılarından oluşan bütün bir sisteme, bir ahlak sistemine sahip
olmak gerekir; ki bu, Natüralizme zıttır.
Yani, Natüralistlerin
pozisyonu; bir romancıya, araç açısından tam bir estetik
özgürlük vermekte; bu özgürlüğü, amaç açısından vermemektedir.
Şeyleri nasıl tasvir edeceği hususunda, seçici olmasına, yaratıcı
hayalgücü kullanmasına, değer-yargılarında bulunmasına izin vardır; ama, ne
tasvir edeceği hususunda, izin yoktur; başka bir deyişle, stil ve
karakterizasyonda özgürdür, konuda özgür değildir. Natüraliste göre, insana
-edebiyatın konusuna- seçici bir gözle bakılmamalı ve insan, seçici bir tarzda
tasvir edilmemelidir. İnsan, verili olarak -değişmez, yargılanmaz, statüko
olarak- kabul edilmelidir. Fakat, insanın gerçekten değiştiğini,
biribirlerinden farklı olduğunu, farklı değerler peşinde olduklarını gözlemlemekteyiz. O halde, insani statükoyu
kim belirleyecektir? Natüralizmin zımni cevabı şudur: romancıdan başka herkes.
Natüralist
doktrine göre, romancı, ne yargılamalı, ne de değerlendirmelidir. Romancı, bir
yaratıcı değil; patronu, insanlığın geri kalanı olan bir kayıt sekreteridir.
Bıraksın, başkaları yargılasın; kararlar versin; amaçlar seçsin; değerleri için
mücadele etsin; insanın gidişini, kaderini, ruhunu belirlesin. Romancı, bu
savaşın tek muafı veya kaçağıdır. Görevi soru sormak değildir; elde defter
patronun ardında koşturmak; patron ne dikte ederse kaydetmek; patronun yere
düşürdüğü kah bir inciyi, hak bir pis mendili toplamaktır.
Natüralistler, bir
romandaki entrikanın suni bir kurulmuşluk olmasına itiraz ederler; çünkü,
iddialarına göre, "gerçek hayattaki" olaylar, mantıkı bir yörüngede
ceryan etmez. Bu iddia, gözlemcinin görüşüne bağlıdır -hem de "görüş"
kelimesinin, lafzi anlamında. Bir evin duvarından bir metre uzaklıkta durup
bakan miyop bir insan, şehrin sokak haritasının, suni, uydurulmuş bir
kurulmuşluk olduğunu iddia edebilir. Ama, şehrin yediyüz metre üstünden uçan
bir pilot, bu iddiayı kabul etmeyecektir. İnsanların hayatlarındaki olaylar,
-çok nadir olan kazalar dışında- insanların sahip oldukları öncüllerin ve
değerlerin mantığını takip eder. Bu olguyu gözlemlemek için; o anın menzilinin
ötesine; günlük hayatta ceryan eden, ilgisiz küçük teferruatların, tekrarların
ve rutinlerin ötesini bakmak; ve, insan hayatındaki asli hususları, dönüm noktalarını,
yönelimi görmek gerekir.
Natüralizm, ondokuzuncu
yüzyılın bir ürünüdür; ama, modern tarihteki spirütüel babası, Shakespeare'dir.
İnsanın iradeye sahip olmadığı, kaderinin fıtri bir "trajik kusur"la
belirlendiği öncülü, Shakespeare'in eserlerinin temelidir. Fakat, Shakespeare'i
Natüralistlerden ayıran bazı önemli farklar vardır. İnsanın iradeden yoksunluğu
yanlış öncülü bir yana konursa, Shakespeare'in yaklaşımı, muhabirsel değil,
metafizikseldir. Karakterleri: "gerçek hayat"tan alınma olmayıp;
gözlemlenmiş somutlukların veya istatistiki ortalamaların kopyaları olmayıp;
bir deterministin insan tabiatında varolduğunu söyleyeceği -ihtiras, iktidar
hırsı, kıskançlık, açgözlülük gibi- karakter çizgilerini içeren büyük-ölçekli
soyutlamalardır. Teorileri, onları somutla-sınırlı olmaya ne kadar zorlamış olursa
olsun, Natüralist ekolün yazarları; yine de, soyutlama gücünü önemli bir ölçüde
kullanmak zorunda kalmışlardı: "gerçek-hayat" karakterlerini
yansıtmak için, asli addettikleri karakteristikleri seçmek zorunda kaldılar.
Böylece, seçiciliğin kriteri olarak, istatistik mülahazaları, değerler yerine
ikame etmek doğrultusuna girdiler: insanlar arasında istatistiki olarak yaygın
olan karakteristiğin, metafiziken önemli olduğu ve insan tabiatını yansıttığı;
nadir veya istisnai olanın, böyle olmadığı görüşüne vardılar.
Ancak, Natüralizmin
bugünkü mirascılarının istatistiğe saygıları, sadece kahramanların ve dahilerin
az sayıda olduğu konusuyla sınırlı kalır. Mesela, şu soruya hiç cevap
vermezler: Kahramanlar ve dahiler, sayısal nadirlikleri yüzünden, insanlığın
temsilcileri addedilmeyeceklerse; neden, hilkat garibeleri, ruh hastaları,
canavarlar, vs.temsili addedilmektedir? Bir katilin ruhu incelenmeğe değerse; neden bir kahramanın veya dahinin
ruhu değmez?
Cevap, -ister bilinçle
seçmiş olsunlar, isterse bilinçsizce- Natüralizmin temel öncülünde yatmaktadır;
bu öncül, modern felsefeden türediği haliyle, anti-insan, anti-zihin,
anti-hayattır; altrüist ahlaktan türediği haliyle, ahlaki yargıdan kaçmaktır;
bir insan tarafından yapılan şey ne olursa olsun, affedilmesini, müsamaha
edilmesini, merhamet edilmesini dilenmektir.
Önceleri, entrika ve
hatta hikaye ögelerini reddetmiş olduklarından, karakterizasyon ögesi üzerinde
yoğunlaşmışlardı; o dönemde, psikolojik gözlemcilik, en iyi Natüralistlerin
sunabildiği en büyük değerdi. Fakat, istatistiki yöntemin yaygınlaşmasıyla, bu
değer azaldı ve kayboldu: karakterizasyonun yerini, ayrımsız kayıt işlemi aldı;
karakterizasyon,
-karakterin evinin,
giyeceklerinin, yediklerinin teferruatlı envanteri halinde sunulan- bir
ıvır-zıvır katoloğu altına gömüldü. Natüralizm; Shakespeare ve Tolstoy'un
eserleri ile giriştiği evrensellik talebini yitirdi; sanatı, metafizik bir güç
olmaktan, o anın menzilinden daha ötesine erişmeyen bir merceğe sahip bir
fotoğraf makinası haline indirgedi; ve, insan mevcudiyeti hakkında hiçbir şey
söylemeyen, yüzeysel, anlamsız, gayri-ciddi bir ekol haline geldi.
5.5.3 Edebiyatın Asli
Hususiyetleri
En olanaklı edebiyat türü olan
roman, insanlar ve hayatlarındaki olaylar hakkında uzun, kurgusal bir
hikayedir. Romanın dört asli hususiyeti vardır: Tema,
Entrika, Karakterizasyon ve Stil.
Bunlar hususiyetlerdir;
ayrılabilir parçalar değil. İnceleme maksadıyla, kavramsal olarak tecrit
edilebilirler; ama, daima hatırlanmalıdır ki; bu hususiyetler, birbiriyle
ilişkindir ve bir roman onların bütünüdür. (İyi bir romansa, bölünmez bir
bütündür.)
Bu dört hususiyet, bir
istisna ile, her tür edebiyat formunda -yani kurguda- mevcuttur: roman, oyun,
senaryo, libretto, kısa hikaye. Tek istisna, şiirdir. Bir şiir,
bir hikaye anlatmak -yani, entrika ve karakterizasyona sahip olmak- zorunda
değildir; şiirin temel hususiyetleri, tema ve stildir.
5.5.3.1 Tema
Tema, bir romanın soyut
anlamının hulasasıdır. Mesela, Victor Hugo'nun Sefiller'indeki tema,
"Toplumun, alt sınıflardaki insanlara karşı adaletsizliği"dir;
Margaret Mitchell'in Rüzgar Gibi Geçti'sinde tema,
"Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu üzerindeki etkisi"dir.
Amaç, biçimi belirler.
Tema, bir romanın amacını tanımlar. Yani; tema, romanın biçimini, yazarın
yapacağı sayısız seçimde standartın ne olacağını belirler ve romanın
bütünleştiricisi olarak hizmet görür.
Bir roman, realitenin
yeniden-yaratılması olduğundan; romanın teması, dramatize edilmelidir; yani,
eylemler halinde sunulmalıdır. İnsan bilincinin bütün içeriği -düşünceler,
bilgiler, fikirler, değerler- sadece bir tek nihai ifade biçimiyle ortaya
çıkar: insan eylemleri halinde; ve, sadece bir tek nihai amaca sahiptir: insan
eylemlerini yönlendirmek. Bir romanın teması, insan mevcudiyeti üzerinde bir
fikirden ibaret olduğundan; bu fikir (tema), bu fikrin insan eylemleri
üzerindeki etkisi veya insan eylemleri içinde ortaya çıkışı olarak -yani bir
entrika olarak- sunulmak durumundadır.
5.5.3.2 Entrika
Entrika, temanın
dramatize edilmesinin -eylemler halinde sunulmasının-aracıdır. Bir hikayeyi
eylemler halinde sunmak; onu, olaylar halinde sunmak demektir. İçinde hiçbir
olayın olmadığı bir hikaye, hikaye değildir. Olayları rasgele ve tesadüfi olan
bir hikaye; beceriksizce bir araya konmuş bir olaylar yığınıdır; veya, en iyi
ihtimalle, bir günce, bir hatıra defteri, bir gazetesel kayıt olarak
nitelenebilir; ama, böyle bir yazı, edebi bir eser veya bir roman değildir.
Bir entrika, bir düğümün çözümüne
doğru gelişen, amaçlı olarak mantıken bağlantılılandırılmış olaylardan oluşan
bir dizidir.
Bu tanımdaki
"amaçlı" kelimesinin, iki uygulaması vardır: hem yazara, hem de o
romandaki karakterlere uygulanır. Yani; yazar, olaylardan oluşan öyle bir
mantıki yapı oluşturmalı, öyle bir olaylar dizisi ortaya koymalıdır ki; her
önemli olay, hikayede daha önce verilen olaylarla bağlantılı olsun, onlarca
belirlensin, onlardan çıkarak gelişsin. Bu dizi öyle olmalıdır ki; hiç bir
olay, ilgisiz, keyfi, arızi olmasın; olayların mantığı, kaçınılmaz olarak nihai
bir çözüme ulaşsın.
Böyle bir dizinin
kurulması için, romandaki karakterler amaçlı davrandırılmalıdır: ya,
kendilerince açıkca bilinen bazı amaçlar peşinde sunulmalı; ya da, eylemlerini
yönlendiren -ve romandaki başka somut olaylar içinde ifade bulan- bazı
motivasyonlarla davrandıkları dramatize edilmelidir.
İyi romanın temel
prensibi şöyle ifade edilebilir: bir romanın teması ve entrikası,
bütünleştirilmiş olmalıdır; bu bütünleştirme, rasyonel bir insanın,
zihin ve bedeninin, düşünce ve eyleminin bütünleştirildiği ölçüde tam
olmalıdır.
Ayn Rand'ın
entrika-tema adını verdiği bir öge, romanın teması ile olayları arasındaki
bağlantıyı kurar. Entrika-tema, soyut bir temanın bir hikaye haline
dönüştürülmesindeki ilk adımdır; entrikanın oluşturulmasının olmazsa-olmaz
ögesidir. Bir "entrika-tema" bir hikayenin merkezi çatışması veya
"durumu"dur. Eylemler halinde sunulan bu çatışma, temaya tekabül
etmeli ve olayların maksatlı bir biçimde gelişimini mümkün kılacak kadar
kompleks olmalıdır.
Bir romanın teması,
o romanın soyut anlamının çekirdeğidir; entrika-teması, olaylarının
çekirdeğidir.
Mesela, Mesela, Victor
Hugo'nun Sefiller'indeki tema, "Toplumun, alt sınıflardaki
insanlara karşı adaletsizliği"; entrika-tema, "Eski bir mahkumun,
insafsız bir kanun temsilcisinin takibinden ömür-boyu kaçışı"dır. Margaret Mitchell'in Rüzgar
Gibi Geçti'sinde tema, "Amerikan İç Savaşı'nın Güney toplumu
üzerindeki etkisi"; entrika-tema, "Eski düzeni temsil eden bir adamı
seven ve yeni düzeni temsil eden bir adam tarafından sevilen bir kadının
romantik çatışması"dır.
5.5.3.3 Karakterizasyon
Karakterizasyon, birey
bir insanın, eşsiz, ayrı kişiliğini oluşturan asli çizgilerin
portrelendirilmesidir. Karakterizasyon, büyük bir seçicilik gerektirir. Bir
insan, yeryüzündeki en kompleks varlıktır. Bir yazarın görevi, o muazzam
komplekslikten, asli olan hususiyetleri seçmek ve bu hususiyetleri taşıyan öyle
bir birey figürü yaratmaktır ki; tam bir realite kazanması için gerekli bütün
teferruatı haiz olsun. Bu figür bir soyutlama olmak zorundadır; ama, bir
somutluk olarak görünmelidir; hem bir soyutlamanın evrenselliğine sahip
olmalıdır; hem de, aynı zamanda, bir şahıs olmanın tekrarlanması
gayri-mümkün eşsizliğine sahip olmalıdır.
Gerçek hayatta,
etrafımızdaki insanların karakterleri hakkında, sadece iki haber kaynağına
sahibizdir: onları, ne yaptıklarıyla ve ne söyledikleriyle, -özellikle de ne
yaptıklarıyla- yargılarız. Benzer şekilde, bir romanın karakterizasyonu da, bu
iki haber kaynağına tekabül eden, iki ana araç vasıtasıyla yapılır: eylem
ve diyalog.
Bir karakterin görünüşü, tavırları, vs. ile ilgili tasviri pasajlar, bir
karakterizasyona katkıda bulunabilir; aynı şekilde, karakterlerin düşünceleri
ve hisleriyle ilgili içebakışsal pasajlar ve diğer karakterlerin yorumları da
karakterizasyona katkıda bulunabilir. Ama, bunlar, -eylem ve diyalog
sütunlarının yokluğunda hiçbir değer taşımayan- yardımcı araçlardan ibarettir.
Bir karakteri yeniden-yaratmak için; yazar, o karakterin ne yaptığını ve ne
dediğini ortaya koymalıdır.
Karakterizasyon
alanında bir yazarın yapabileceği en kötü hatalardan biri: bir karakterin
tabiatının ne olduğu hakkında, anlatıcı (diyalog içermeyen) pasajlarda
iddialarda bulunmak; fakat, bu iddiaları desteklemek üzere, o karakterin
eylemleri halinde ortaya konması gereken hiçbir delil vermemektir. Mesela; bir
yazar, kahramanının "erdemli," "hayırhah,"
"duyarlı," "cesur" olduğunu söyleyip durur; ama, o
kahraman, kadın kahramanı sevmekten, komşulara güleryüzlü olmaktan, güneşin
batışını seyrederken tefekküre dalmaktan ve falanca partiye oy vermekten başka
hiçbir şey yapmazsa; bu anlatıma, karakterizasyon demek mümkün değildir.
Tutarlılık,
karakterizasyonun temel önşartıdır. Fakat, buradaki tutarlılık; bir karakterin,
sadece tutarlı öncüller kabul etmiş olması anlamına gelmez; büyük edebiyat
kurgularındaki, en ilginç karakterlerden bazıları, iç çatışmalarla paramparça
olmuş insanlardır. Tutarlılık, yazarın, bir karakterin psikolojisi hakkındaki
görüşünün tutarlı olmasıdır: onu, hiçbir zaman izahı gayri-mümkün bir biçimde
davrandırmaması; o karaktere, o karakterle ilgili karakterizasyonun geri kalan
kısmıyla çelişen veya onlardan türemeyen hiçbir eylem yaptırmamasıdır.
Tutarlılık, bir karakterde varolabilecek hiçbir çelişkinin, yazar tarafından
kastedilmeksizin ortaya çıkmamasıdır.
5.5.3.4 Stil
Genel olarak sanatta
stil konusuna, "Sanat ve Hayat Hissi" ve "Sanat ve Bilgilenme
Süreçleri" bölümlerinde değinilmişti.
Stil konusu, kısa bir
tartışmada kapsanamayacak ölçüde komplekstir; bu yüzden, sadece bir kaç asli
hususun belirtilmesiyle yetinilecektir.
Edebi bir stilin, -her
biri bir çok alt kategoriden oluşan- iki temel ögesi vardır: "içerik
seçimi" ve "kelime seçimi."
Mesela, bir pasajda
güzel bir kadını tasvir eden bir yazarın yapmış olduğu stilistik "içerik
seçimi;" o yazarın, kadının bedenini mi, yoksa yüzünü mü, yoksa yürüyüş
tarzını mı, yoksa yüz ifadesini mi, vs. anlatacağını (veya vurgulayacağını)
belirler; tasvirde içereceği detayların asli ve anlamlı detaylar mı, yoksa
arızi ve alakasız detaylar mı olacağını belirler; bunların, olgular halinde mi,
yoksa değerlendirmeler halinde mi sunulacağını belirler; vs. Yazarın yapmış
olduğu "kelime seçimi" ise; iletmeyi seçtiği özel içerikle elde etmek
istediği duygusal yüklemeleri veya çağrışımları, değer-eğilimlerini iletir.
(Bir kadını tasvir ederken kullanabileceği -"narin" veya
"ince" veya "kıvrak" veya "değnek gibi" veya
"dal gibi" veya "selvi boylu" gibi- sıfatlardan her biri
değişik bir etki yaratır.)
Aşağıda verilen ve iki
farklı romandan alınmış, iki pasajdaki edebi stilleri mukayese edelim. Her
ikisi de, New York şehrinde gece vaktini tasvir etmektedir. Bunlardan
hangisinin, spesifik bir sahnenin görsel realitesini yeniden-yaratmayı
başardığını ve hangisinin müphem, duygusal iddialarla, boşlukta gezen
soyutlamalarla uğraştığını gözlemleyin.
Birinci pasaj:
"Bu güne kadar bu
köprüden böyle bir akşamda yürüyüp geçen ilk insan herhalde ben olmuştum. Küçük
damlalarla yağıp çevremde adeta bir sis oluşturan yağmur; yanımdan vızıldayıp
geçen otomobillerin buğulu pencereleri arkasına kapatılmış yüzlerin soluk beyaz
elipsleri ile benim aramda, kurşuni bir perde oluşturuyordu.
Gece-vakti-Manhattan denen o müthiş parlaklık dahi, uzaktaki bir kaç mahmur,
sarı ışığa indirgenmişti.
"Arabamı oralarda
bir yerde bırakmıştım. Kafamı pardesümün yakasına gömüp, üstüme örtülmüş bir
battaniye gibi beni saran gecenin içinde yürümeye başladım. Hem yürüyor; hem
sigara içiyor; önüme doğru fiskelediğim sigara izmaritlerinin, kaldırımda
yuvarlanırken, son bir göz kırpmayla cızırdayıp sönmesini seyrediyordum."
İkinci pasaj:
"O saat, o an ve o
yer, kendi gençliğinin tam kalbine, kendi arzusunun zirve ve zenit noktasına,
eşsiz bir sevda gibi yerleşmişti. Şehir, daha önce, hiç o akşam olduğu kadar
güzel görünmemişti. İlk defa fark etti ki; New York'u dünya şehirleri arasında
üstün kılan yön, onun gecelerin şehri olması idi. Burada, şaşırtıcı ve kıyas
kabul etmez bir güzelliğe, bu şehrin yer ve zamanının tabiatında mevcut olan,
başka hiçbir yer ve zamanın yetişemeyeceği, bir tür modern letafete
erişilmişti. Birden, diğer şehirleri hatırladı; noktürnel pırıltılardan oluşan
engin ve gizemli çiçek tarlasıyla, Sacre-Coeur tepesinden aşağı doğru uzanan
Paris'in; sisli ışığın dumanlı halesi içindeki muazzamlığı ile, sınırlanamazlık
içinde kaybolmuşluğu ile özel bir heyecan veren Londra'nın; gece vakti
güzelliklerinin de, kendine özgü nitelikleri olduğunu, çok şirin ve çok gizemli
olduğunu; ama, henüz buna eşit bir güzellik üretemediğini farketti."
Birinci pasaj, Mickey Spillane'in One Lonely Night isimli romanından;
ikinci pasaj ise, Thomas Wolfe'un, The Web and the Rock adlı romanından
alınmıştır.
Her iki yazar da görsel
bir sahneyi yeniden-yaratmak ve belirli bir ruh halini iletmek durumundaydılar.
Yöntemlerindeki farkı gözlemleyin. Spillane'in tasvirinde, duygusal bir tek söz
veya sıfat yoktur; görsel olgulardan başka hiçbir şey sunulmamıştır; ama, öyle
olgular seçmiş, öylesine ince düşünülmüş detaylar vermiştir ki; o sahnenin
görsel realitesi karşımızda somutlaşmış ve müthiş bir yalnızlık duygusuyla
kaplı bir ruh hali, bütün şiddetiyle iletilmiştir. Wolfe, şehri tasvir
etmemiştir; bir tek karakteristik görsel detay dahi vermemiştir; şehrin
"güzel" olduğunu iddia etmiş, fakat onu güzel yapanın ne
olduğunu söylememiştir. "Şaşırtıcı," "kıyas kabul
etmez," "heyecan verici," "şirin" gibi sözler,
değerlendirmelerdir; bu değerlendirmeleri neyin doğurduğuna dair hiç bir işaret
yoksa; bu sözler, keyfi iddialar ve anlamsız yuvarlamalardan daha fazla bir
değer taşımaz.
Spillane'in stili,
realite-yönelimlidir ve objektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder: olguları
verir ve okuyucunun buna uygun olarak tepkiyeceğini umar. Wolfe'un stili,
duygu-yönelimlidir ve sübjektif bir psiko-epistemolojiye hitap eder:
okuyucudan, olgulardan kopuk bazı duyguları kabul etmesini bekler; okuyucunun,
duyguları elden düşme olarak kabul etmesini ister.
Spillane, tam bir
odanmışlık içinde okunmalıdır; çünkü, verili bir olguyu değerlendirip, uygun
duyguyu çağıracak olan güç, okuyucunun kendi zihnidir. Fakat, Spillane,
odaklanmaksızın okunursa, hiçbir şey elde edilmez; O'nda, gevşek,
hazır-yapılmış hiçbir genelleme yoktur, önceden-hazmedilmiş veya geviş ürünü
hiçbir duygu yoktur.
Eğer, Wolfe,
odaklanmaksızın okunursa; okuyucuda, önemli veya yüceltici bir şeylerin
tumturaklı sözlerle söylenmek istendiği doğrultusunda müphem bir izlenim kalır.
Oysa, Wolfe, tam bir odaklanmışlık içinde okunursa, anlaşılır ki: hiçbir şey
söylememiştir.
Sanat, realitenin
yeniden-yaratılmasıdır; bir sanat eseri, bir okuyucunun ruh halini etkiler;
ancak, bu, sadece sanatın yan-ürünlerinden biridir. Fakat, okuyucunun ruh
halini, realitenin anlamlı bir şekilde yeniden-yaratılması konusunda hiçbir şey
yapmadan etkileme çabası; bilinci, mevcudiyetten koparma çabasıdır; realiteyi
değil, bilinci sanatın odak noktası haline getirmek, anlık bir duyguyu, bir ruh
halini başlı-başına bir amaç olarak görmek demektir.
5.5.4 İnsana-Tapma
Nasıl ki, dini, ahlakın tekelinde
zannetmek; ahlakı insana karşı bir hale getirmişse; benzer
şekilde, lisanların en yüce bazı ahlaki kavramlarını sadece dine ait zannetmek;
bu kavramları, bu dünyanın dışına itip, insanın erişiminden çıkarmıştır.
"Vecd," genellikle, tabiat-üstünün tefekkür edilmesiyle çağrılan bir
duygusal durum olarak kabul edilir. "Tapma" insandan daha yüksek
birşeye sadakat ve adanmışlık içinde bulunmakla yaşanan duygusal deneydir.
"Huşu" dizler üştünde yaşanacak olan ve kutsal bir saygının doğurduğu
duygudur. "Kutsal" insanla ve bu dünyayla ilgili
her husustan daha yüksek olan ve hiçbir husus tarafından dokunulmaz olan
şeydir. Vs.
Fakat, bu kavramlar,
-tabiat-üstü hiçbir boyut olmasa da- fiilen varolan duyguları, insanların
fiilen hissettikleri bir şeyleri isimlendirmektedir. Hem, bu duygular, bireyde;
değil dini tanımlarca emredilen kendini-hakir görme halini yaratmak; tam
tersine, yücelmiş ve asilleşmiş bir ruh halini yaratmaktadır. O halde, bu
duyguların realitedeki kaynağı veya karşılığı nedir? Bu kaynak, insanın ahlaki
bir ideale olan adanmışlığından doğan duygusal alanın bütünüdür. Ne var ki,
dinlerce sunulan ve insanı küçük gördürten bazı alanları saymazsak; bu duygusal
alan, tanımsız, kavramsız, kelimesiz, varlığı-kabul-edilmez kalmıştır.
İnsan duygularının bu
en yüksek seviyesi, mistisizmin kasvetinden kurtarılıp, doğru nesnesine, insana
yöneltilmelidir.
İnsana-tapma da bu
anlamda anlaşılmalıdır.
İnsana-tapma duygusu,
çok az sayıda insanın sürekli olarak yaşadığı bir duygudur; bu duyguyu, bazı
insanlar, arada bir parlayan ve hiçbir sonuç bırakmadan sönen münferit bir
kıvılcım halinde yaşar; bazı insanlar ise, burada neden bahsedildiğini bile
anlayamazlar; başka bazıları neden bahsedildiğini anlayıp, bütün hayatlarını
gaddar bir kıvılcım-söndürücü olarak geçirirler.
"İnsana-tapma"
kavramını; güya, ahlakı, dinden kurtararak aklın alanına getirmek amacıyla
yapılmış olan; fakat, dinin, en derin, en kötü irrasyonelliklerini aynen
muhafaza edip, onlara dünyevi bir anlam kazandırmaktan başka hiçbir şey
yapmamış olan birçok teşebbüsle karıştırmamak gerekir. Mesela, modern
kollektivizmin bütün çeşitleri (komünizm, faşizm, Nazizm, vs.), dinsel-altrüist
ahlakı aynen muhafaza edip, insanın kendini kurban etmesinden faydalanacak
unsurun, Tanrı yerine "toplum" olmasını ister. Öte yandan; bir
yandan, insanı, bireyi yücelttiklerini, ona taptıklarını iddia ederken, öte
yandan Kimlik Kanunu'nu reddederek, belirsiz bir seyelan olarak kabul ettikleri
realitenin, mucizelerle yönetilip, kaprislerle -Tanrı'nın değil,
"toplumun" kaprisleriyle- şekillendirildiğini iddia eden çeşitli
modern felsefe ekolleri vardır. Bu neo-mistiklerin, insana taptıklarını
söylemek mümkün değildir; bunlar, alenen mistik olan seleflerince insana
duyulan derin nefreti aynen paylaşıp, bu nefretin dayanağını
dünyevileştirmekten başka bir şey yapmamışlardır.
Aynı nefretin daha kaba
bir çeşidi, somutla-sınırlı "istatistiki" zihniyetlerce sergilenir;
bunlar, -insan iradesinin anlamını kavramaktan aciz olduklarından- insanın bir
tapınma nesnesi olamayacağını, çünkü buna layık hiçbir insan türüne henüz
raslamadıklarını beyan ederler.
Buradaki anlamında
insana tapanlar: insanın en yüksek potansiyelini görüp, onu kendilerinde
aktüelize etmeğe çabalayanlardır. İnsandan nefret edenler ise; insanı, zavallı,
ebedi-günahkar, aşağılık bir yaratık olarak görenler ve insanın böyle
olmadığını hiç keşfetmemesi için uğraşanlardır. Bu insanların kimler olduğunu
anlamak için; burada, şunu hatırlamak önemlidir: herhangi bir insanın, insan
konusunda sahip olabileceği doğrudan, içebakışsal yegane bilgi, o insanın
kendisiyle ilgili olan bilgidir.
Daha spesifik olarak
söylenecek olursa, bu iki kamp arasındaki asli ayrım şöyle ifade edilebilir: 1)
insanın kendine-saygı-ve-güven erdemine sahip olmasından vecde gelen ve insanın
yeryüzündeki mutluluğunun kutsallığına adanmış insanlar ile;
2) bu iki şeyden hiçbirinin mümkün olmaması için kararlı olanlar. İnsanlığın
çoğu, hayatlarını ve ruhsal enerjilerini bu iki uç arasında harcar.
İnsanın bir tapınma
nesnesi olduğu görüşü, insanlık tarihinde nadiren ifade edilmiştir. Bugün, bu
görüş, adeta tamamen yok olmuştur. Oysa, insanlığın en iyi gençleri, -değişik
derecelerdeki heyecan, özlem, tutku ve kafa karışıklığından doğan sancılarla da
olsa- hayata bu görüşle başlar. Çoğu için, bu henüz bir görüş bile olmayıp;
hafif bir acı ile muhaberesi gayri-mümkün bir mutluluktan oluşan, sisli,
belli-belirsiz, tanımsız bir histir. Bu, muazzam beklentileri olan bir histir;
insanın kendi hayatının önemli olduğu; büyük başarıların insan kapasitesi
dahilinde olduğu; ileride insanı bekleyen büyük şeyler olduğu hissidir.
Hayata teslimiyetle
başlamak, kendi suratına tükürüp, mevcudiyeti lanetlemekle başlamak, insanın
tabiatında -hiçbir canlının tabiatında- mevcut bir hal değildir; böyle bir hale
girmek, -hızı, insandan insana değişen- bir yozlaştırma süreci gerektirir.
Kimi, ilk baskıda teslim olur; kimi kendini satar; kimi, enerjisini,
algılayamayacağı kadar küçük derecelerde eksiltip, -ne zaman ve nasıl olduğunu
hiç bilmeden- bütün ateşini yitirir. Sonra, bunların hepsi; kendilerine;
olgunlaşmış olmak için zihinlerini terketmek gerektiğini; güven içinde olmak
için değerlerini terk etmek gerektiğini; pratik olmak için kendine-saygı-ve-güven
erdemini kaybetmek gerektiğini; telkin etmekte olan büyüklerinin teşkil ettiği
engin bataklıkta kaybolur giderler. Ama, bir kaç tanesi gayreti bırakmaz ve
devam eder; o ateşe ihanet etmemek gerektiğini bilir; ona, şekil, amaç ve realite
kazandırmayı öğrenir. Fakat, gelecekleri ne olursa olsun; hayatlarının
sabahındaki insanlar, insan tabiatı ve hayatın potansiyeli hakkında yüce bir
görüş ararlar. İnsana uygun bir statünün ne olduğunu keşfedip, onu tam bir
realite haline getirmeyi başaranlar, her nesilde sadece birkaç kişidir; geri
kalanlar, bu statüye ihanet eder. Ama, dünyayı harekete geçirenler, hayata
anlamını kazandıranlar da, bu birkaç kişidir.
5.5.5 Mizah
Mizah,
gülünen şeye, herhangi bir metafizik önem vermeyi reddetmektir. Klasik bir
örnek olarak: züppe tavırlı, çok iyi giyinmiş, mirasyedi görünümlü bir kadının
sokakta yürüdüğünü görürsünüz; birden bir muz kabuğuna basarak, kayar ve
düşer....Burada komik olan nedir? Bizi güldüren şey, kadının gösterişçiliği ile
realite arasındaki kontrastın ortaya çıkmış olmasıdır. Muhteşem görünmek
istemiş; fakat, realite, basit bir muz kabuğu ile onu sabote etmiştir. Burada
söz konusu olan, kadının gösterişçiliğinin metafizik geçerliğinin veya öneminin
reddedilmesi, inkar edilmesidir.
Yani, mizah tahripkar
bir ögedir; ve, bunda yanlış birşey yoktur; fakat, mizahın değeri ve ahlakı,
güldüğünüz şeyin ne olduğuna bağlıdır. Güldüğünüz şey, dünyadaki kötülük ise,
-onu ciddiye alıyor olmanız ve fakat zamam zaman, kendinize, ona gülme izni veriyor
olmanız şartıyla- mesele yoktur; aşağılık bir şeye gülmek, bir erdemdir. Ama,
iyi olan şeye, kahramanlara, değerlere ve herşeyin üstünde kendine gülmek iğrenç bir
kötülüktür. Psikolojik olarak yapılabilecek en büyük kötülük, kendine
gülmektir. Bu, kendi suratına tükürmektir.
Mizah, sık sık bir
başka kötülüğün aleti olarak, ahlaki korkaklığa kamuflaj olarak kullanılmıştır.
S.SAKMAN
Sitemiz de; Doğru'ya, Güzel’e ve İyi’ye adanmış
bir ömrün, şu an için sizle paylaşmak istediği bulgular yer almaktadır.
Bugüne kadar, çeşitli yanılgılar içinde bulundum, hatalar yaptım. Ama; bu
hatalar, bilgi eksikliğinden, yanlış bilgiden veya insani yargılama
hatalarından doğan dürüst hatalardı. Ahlaki bir hata yapmadım.
Realiteyi görmezden gelmedim. Zihnimdeki yargılama
yeteneğini, kişisel duygularıma, heyecanlarıma, arzularıma ve korkularıma
teslim etmedim.
Dolayısiyle, burada bulacaklarınız titiz düşünce
süreçleri sonucu varılmış zihni zenginliklerdir. Kendi bulgularınızla çelişen
yerlerde, elbette, son hakeminiz, kendi bağımsız yargılama gücünüz olacaktır…
Metinler İngilizce ve Türkçe karışımı halinde
olacaktır. Zaman yetersizliğim ve İngilizcenin bugün sahip olduğu konumun
verdiği cesaret, her şeyi Türkçe verememin sebepleri; bunun için bazı
ziyaretçilerin affına sığınırım.
Bu sitede tasvir ettiğim fikirleri, başka yollarla da
yaymak için, pratik hayata tatbik edilebilecekleri hayata geçirebilmek için,
bireysel ve siyasi çabalar içindeyim. Bu çabalarımda, tavsiye ve desteğinize
her zaman ihtiyacım olacaktır.
Huzurlu günler dilerim,
SOSYAL BİLGİLER
İlkokul öğretmeni bir anne
ve subay bir babadan, 1949 Zonguldak, Çaycuma doğumlu
Fatin Hoca İlkokulu (1960,
İstanbul), Selimiye Askeri Ortaokulu (1963), Kuleli Askeri Lisesi (1966), Kara
Harb Okulu (1968, 665 subaylık mezuniyet devresinin ikincisi), Topçu Okulu
(1969), İstanbul Üniversitesi-İşletme İktisadı Enstitüsü (1976) mezunu.
Dört çocuk babası.
BULUNDU ĞU KONUMLAR
1982-Halen: Aralarında aşağıdakiler de olan şirketlere Bilgi
İşlem Danışmanı:
John Deere, Wisconsin
IBM Corp.,
Minneapolis, Minnesota
The New York Times,
New York
Metropolitan Life,
New York
Yapı Kredi Bankası, İstanbul.
1987-1988 : Yazar (Çeşitli makaleler ve felsefe üzerine bir
kitap), İstanbul.
1979-1982 : Proje Müdürü
United Bank, Madison,
Wisconsin.
1979 : Sistem Analist/Programcı
Webcrafters Inc., Madison,
Wisconsin.
1976-1979 : COBOL and RPG Programlama Dilleri Öğretim
Elemanı
Boğ aziçi Üniversitesi, İstanbul.
1974-1979 : Bilgi İşlem Müdürü
Türk Demir Döküm Fabrikaları, İstanbul.
1972-1974 : Ankara ve İstanbul Sıkı Yönetim komutanlıklarında
siyasi tutuklu.
1969-1972 : 2. Zırhlı Tugay Topçu Alayı, Batarya
Komutanı, İstanbul.
ÖZEL İLGİ ALANLARI
• Kültür, Felsefe ve Siyaset konularında dergi ve
gazete makaleleri yazarlığı:
Onbeş günlük fikir ve haftalık haber dergisi Yeni Gündem'de yayınlanmış olan ve
aralarında "Anti-Arabesk Histeri ve
Müzik Politikamız" ve "Öztürkçecilik
Açmazı ve Dil Üzerine Bir Triyalog" gibi bir dizi tartışma başlatan
yazılar da olmak üzere çeşitli çalışmalar.
Yeni
Forum dergisinde yayınlanmış beş uzun makalesi, Prof. Atilla Yayla’nın
hazırladığı ve aralarında Rand, Popper, Hayek, Fukuyama gibi düşünürlerin
eserlerinden seçmeler bulunduran, "Sosyal ve Siyasal Teori" isimli kitaba dahil edildi (Hacettepe
Üniversitesinde yardımcı ders kitabı).
Amerikan eğitim sisteminin problemleri ve çözüm
yolları üzerine Dr. Güldal Sakman’la birlikte yazdığı “Principles of Education” isimli İngilizce bir kitap manuscripti.
"Rasyonel İnsanın Felsefesi"
isimli bir kitap
• Klasik Batı ve enternasyonal folk müziği.
• Briç ve Satranç.
PROFESSIONAL RESUME
SUMMARY
Over 25 years experience in Data Processing, from
analysis and programming to management. Proud to be known by his colleagues as
a software guru who has always remained hands-on at technicalities of program
development even when he managed large projects. Claims to develop
well-structured, reliable systems/programs within timeframes well below
industry standards. In the projects he managed or participated, he has done not only the
essential software tasks of the application very effectively thus facilitating
the work of others but also become an integrating technical force for the
project team and saved the development process, if not from technical
impossibilities, from long delays through extending his expertise to team
members working in other areas.
Extraordinarily effective in partnering with business
leaders to formulate strategic and immediate IT solutions to streamline
existing business processes and to launch new products swiftly.
Aware of the possibility of the cost of using IT going
out of control easily: a. makes best use of existing inventory of resources; b.
keeps himself in possession of leading-edge understanding of new technology,
and, free from fads, acquires it only when there is a definite business need; and c. being an astute selector and trainer
of good people, can produce large amount of quality software with the
contribution of an absolute minimum.
While a strategist with a profound understanding of
global matters, from world politics to corporate trends, has kept himself as a
formidable tactician ready to take contests with young enthusiasts of technical
realm. A keen observer of corporate politics, he does not allow his work to be
the victim of departmental rivalries, by establishing cordial relationships
with parties involved, while protecting its integrity from the disturbances of
petty concerns.
EDUCATION
BS in Military Science (Artillery & Missile),
1968, Army War College, Ankara, Turkey.
(Magna cum Laude of the graduating class of 665 cadets)
MBA, 1976, University of Istanbul‑Turkey.
COMPANIES WORKED AND
LAST TITLE
1982-Present: President of Software
Development and Consulting Corporation
Providing software
services continuously and primarily for John Deere Credit
(From
1982 thru 1995)
(John Deere Credit is the
credit arm of John Deere Company, one of the world's largest manufacturer of
agricultural machines.)
• Architect and Developer
of John Deere Credit Card, serving 1.5 million card-holders.
(As Sakman Software Company,
after developing and implementing the system, served as the only software
provider for the company from 1982 through 1987. After1987, chose to cease to
work as an outsourcer, but has been retained by them as a contractor. Has been
instrumental in the selection of their mainframe and hiring of their key IS
employees. Also developed two LAN based systems: 1. Budgeting System, and 2.
Data Entry and Unattended Transmission (to mainframe) System.)
• Also contracted for the
following companies:
Association Credit Plans
Inc., Madison, Wisconsin
United Bank, Madison, Wisconsin
Valley Bank, Madison,
Wisconsin
Tri‑State Breeders,
Baraboo, Wisconsin.
IBM Corp., Minneapolis,
Minnesota
The New York Times, New
York
Yapı Kredi Bankası, İstanbul
1997-1998: Deputy Chairman of the Board of TV Channel E
(A
private broadcasting company specialized on economy and stock market news.)
• Prepared and delivered news
commentaries, oversaw news and computer activities.
1979-1982: Project Manager of United Bank, Madison, Wisconsin
(Then Wisconsin's third
largest bank)
• Designed and programmed the
following:
1. A Merchant Accounting
System, a subsystem to their Mastercard/Visa processing system.
2. A new Mastercard/Visa
Billing System (Statements, etc.)
3. A new Mastercard/Visa
Plastic Card Reissue System
4. A Safety Deposit Box
Accounting System
• Modified and Implemented
(after developing conversion programs) the following Packaged Banking Software:
1. Certificate of Deposit; 2. Savings; 3. DDA (Checking)
1979: Programmer/Analyst of Webcrafters
Inc., Madison, Wisconsin
(An offset printing house for sophisticated printing like Playboy magazine)
(Visiting
from Turkey)
.
• Converted Accounts
Receivables/Payables, Inventory, and Payroll applications from a card-based
system to DASD-based system.
1974-1979: DP
Manager of Turk Demir Dokum, Istanbul, Turkey
(A multi-plant manufacturer of
cooking and heating equipment with the biggest cast iron foundry in Europe,with
2500 people in its production plants.)
(Rapidly
advanced from Programmer Analyst to Manager, then highest title in IS.)
• Run day-to-day operations of
the entire Information Services department.
• Designed and developed
systems for the following applications: 1. Cost and General Accounting; 2.
Payroll; 3. Inventory and Sales Analysis
• Adapted and Implemented a
Packaged Production Control System.
• As manager-on-duty, once
every other week, represented the general manager during the 800-worker second
shift operations of the factories, and intervened, when necessary, for the
resolution of production problems on manufacturing plants at multiple
locations.
1976-1979: COBOL and RPG Programming
Languages Instructor
University of Bosphorus,
Istanbul, Turkey
• Concurrent with his job as a
DP manager at a factory, taught systems analysis and programming through COBOL
and RPG languages.
HARDWARE EXPERIENCE
IBM 30xx/43xx Series, ES 9000
IBM System 3x Series
Unisys‑Burroughs B, V, A-series, Univac
1100
Datapoint 15xx LANs
PCs
SOFTWARE EXPERIENCE
Languages: COBOL (OS/VS, II, Microfocus),
RPG II, FORTRAN, BASIC, DATABUS,
ASSEMBLER, PL/I
MVS, TSO, CLIST, ISPF, JCL, PANVALET
VSAM (with all forms of dataset
organizations), IDCAMS
DB2, SQL, QMF, SPUFI
CICS (with VSAM and DB2 structures),
BMS, CEDF, CEMT, CEBR, CECI
Most of the popular debugging and data
manipulation software tools
(Such as XPEDITER, DATA XPERT,
INTERTEST, IEBGENER, DFSORT)
UNISYS MCP, DMSII, DASDL, DMPALL,
GEMCOS, ODESY, CANDE, WFL
Knowledgeware/ADW CASE tools
APPLICATION EXPERIENCE
• Designed, programmed, tested, and implemented
software for the following applications:
Cost accounting, G/L,
Payroll, Accounts Receivable/Payable, Budgeting, Sales and Billing, Banking,
Credit Card Processing, Statistical Analysis, Production Control Systems (Bill‑of‑materials,
Inventory, Material Requirements Planning, Work‑in‑process), On‑line Data
Entry/Collection Systems, On‑line Update/Inquiry Systems, On‑line Data
Transmission Systems, Programmer Productivity Tools.
• Implemented Packaged Software in the following
areas:
Manufacturing, Banking,
Credit Card Processing, Production Control.
• Converted Software between different
hardware/software platforms.
(Honeywell to UNISYS,
UNISYS to IBM, inhouse software to package, package software to inhouse.)
• Converted John Deere Credit Card
Company’s software into Year2000 compliance.
•
Managed a project to replace a bank’s 1200-terminal-ATM network’s host
and client software.
PROFESSIONAL HIGHLIGHTS
• Developed a complete credit card software for a
financial company in 1982 and 1983, which software has provided a specialized
credit card service to over 400 banks and over 1.5 million customers in 40
states, and which is more complex in relationship between banks, card holders
and merchants than Visa/Master card. In addition to managing the project,
personally developed all the essential programs of this system, from data entry
and transmission to posting and statementing.
• The Core Processing Programs in the above mentioned
system were rated "Best Programs Ever Evaluated" in 1986 by a piece
of software named "PATHVU" which automatically evaluates programs for
structured design, redundancies, infinite loops, and other defects. As a matter
of fact, during his five-year tenure as the sole software provider for the
company, the system has run without any rerun caused by programmers or
operators.
• Voted "Employee of the Year" by the
employees of a company where he developed software as a contractor.
• As an employee of the United Bank (Madison,
Wisconsin), awarded for perfect attendance in 1980, and for good performance in
1981.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar