İNSAN MI YOKSA KÂBE Mİ ÜSTÜN? SUFİ ÂLİM İBRAHİM el-KÜRDÎ el- KÛRÂNÎ ÖRNEĞİ
Özet
İbrahim
el-Kürdî el-Kûrânî, XVII. Yüzyıl'da Kuzey Irak'ta doğup Medine'de ikamet etmiş,
pek çok ilim dalında kendini ispatlamış İbnü'l- Arabî taraftarı bir sûfî-âlimdir.
Yaşadığı dönemde Hicaz bölgesinde Kâbe'nin hakîkati ile Hz. Peygamberin
hakîkati konusunda ateşli tartışmalar yapılmıştır. İddiaya göre İmam-ı Rabbânî
Kâbe'nin hakikatinin Hakîkat-i Muhammediyye'den daha üstün olduğunu ileri
sürmektedir. Buna bazı âlim ve idareciler şiddetle karşı çıkmış ve böyle
düşünen kişileri Mekke şerifi Said Bereket'in emriyle bir fetva yayımlayarak
tenkit hatta tekfir etmişlerdir.
İbrahim
Kûrânî ise yazdığı müstakil bir risale ile İmam-ı Rabbânî'nin bu görüşünü
reddetmiş ve Hz. Peygamber'in şahsında insanın Kâbe'den daha üstün bir varlık
olduğuna hükmetmiştir. Ancak aykırı görüşte olan Müslümanların tekfir
edilmesini de doğru bulmamış, "Ehl-i kıble tekfir edilemez" diyerek
hazırlanan fetvaya imza atmamıştır.
Makalede
müellifin bu konudaki delillerine bakılacaktır. Bununla birlikte tasavvuf
erbabının insana yaklaşımı, Ekberî geleneğin insan gönlü ile Kâbe arasında
kurdukları ilintiye değinilecektir. Günümüzde Müslümanlar arasında dahi
bağnazlığın ve hoşgörüsüzlüğün hüküm sürdüğü dikkate alındığında, asırlar önce
müsamaha örneği sergileyen ve insanı her şeyden muhterem sayan bu sûfî
geleneğin öğretilerine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu
kanaatindeyiz.
Anahtar Kelimeler: İbrahim Kûrânî,
İmam-ı Rabbânî, Kâ'be, tasavvuf, insan.
***
Biz bu makalemizde İbrahim el-
Kürdî el- Kûrânî'nin, Şerhu kelimeti'l-vâzıha ale'l-makâlâti'l- fâziha
adlı risalesinde insan hakkında dile getirdiği görüşlerini incelemeye
çalışacağız. Burada Kâbe'nin hakîkati ile Hz. Peygamber'in hakîkati
karşılaştırılmış, neticede Hz. Peygamber ve onun şahsında insan onuru ve
dokunulmazlığı öne çıkartılmıştır.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi
için önce müellifi kısaca tanıtıp, akabinde Ekberî geleneğe mensup
mutasavvıfların Kur'an ve hadislerde beyan edilen insana bakış açılarını
öğreneceğiz. Bunu yaparken Türk ve tasavvuf edebiyatında insanın önemi
bağlamında Kâbe ile insan kalbi/gönlü arasındaki ilişki ve ilintiye dair
metaforlara bakacağız. Çalışmamızın sonuna doğru ise müellifin mezkûr eserinde
dile getirdiği görüşlerin detayına ve ileri sürdüğü delillere değineceğiz.
Müellif,
1025/1616 yılında Irak'ın kuzeyinde yer alan Şehrezûr eyaletine bağlı Gûrân
(Kûrân) kasabasında doğdu.[2]
Zamanın Osmanlı Devleti idaresi altında tahsilini Şam, Bağdat, Mısır ve
Medine'de tamamlayıp 1690 yılında burada vefat etti. Ancak tesirini daha ziyade
Malay dünyası, Hindistan ve Endonezya gibi ülkelerde hissettirdi.
İbrahim
Kûrânî'nin tasavvuf düşünce tarihindeki önemi, İslam tefekkür anlayışının daima
odak noktasında kalmayı başarmış tartışmalı iki zıt şahsiyetin taraftarlığını
birden yapmasıdır. O bir taraftan İbnü'l-Arabî'nin (ö. 638/1240) sıkı bir
takipçisi ve savunucusu olurken, diğer taraftan İbnü'l-Arabî karşıtlığı ile
tanınan İbn Teymiyye'nin (ö.728/1328) bazı fikirlerine yatkın bir seyir takip
etmiştir.
Kûrânî mutasavvıf kimliği yanında
hadis, kelam, tefsir, fıkıh, Arap dili konularında yaklaşık seksenden fazla
eser kaleme almış, kelam ile tasavvufu mezc etmeyi başarmış, felsefî konulara
da hâkim velût birisidir. Müellif yaşadığı çağ ve daha sonraki asırlarda temsil
ettiği fikir ve yetiştirdiği talebeleriyle gündemde kalmayı başarmış,
batılıların tabiriyle "reformist", İslâm âlimlerinin bakış açısıyla
"müceddid" biridir.[3]
İbrahim Kûrânî, tesirleri ve
vahdet-i vücûd hakkında getirdiği Sünnî yorumlarıyla Hint ve Güneydoğu Asya
İslâm memleketlerinde halen tanınan ve bu mıntıkada müessir bir Müslüman
mütefekkir olma özelliğini korumaktadır. Uzlaşmacı, ilmî taassuptan uzak, pek
çok ilim dallarında mâhir, fazîlet ve ahlak sahibi Kûrânî'nin adı, XVII ve
XVIII. asır ihyâ hareketleri arasında geçmekte, bu asırlarda adeta hangi İslâm
ülkesinde bir canlanma varsa onunla bir bağlantı kurulmaktadır.
Kendisi zamanın popüler tarîkatı
Nakşibendilik baskın bir kimlik ile tanınırken, pratiğe yansıyan klasik
anlamdaki prensip ve metotlarda daha ziyade Zeynîliği tasvip etmiştir. Ayrıca
Şettârîlik ile Uzakdoğu Asya ülkelerinde tesirlerini göstermiş ve bu tarîkat
sayesinde adı geçen bölgelerde tanınmıştır. Yediye yakın tarîkat ile irtibatı
olan ancak üç tarîkatta söz sahibi ve icazeti bulunan İbrahim Kûrânî, şeyhi
Kuşâşî'nin (Ö.1071/1660) vefatından sonra onun adına Medîne'de bir zaviye
kurmuş ve bu zaviye sayesinde muhtelif ülkelerden gelen çok sayıdaki talebeye
hocalık yapmıştır.
Kûrânî bazı ilim
erbabı tarafından övülürken, bazıları tarafından da kıyasıya eleştirilmiştir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin bir kısmı onun "Garânîk" hadisesine
yaklaşımını, -müellif her ne kadar şeytan başarısız kaldı dese de hadisenin
aslına inanmasını- kabul edilemez bulmuştur. Yine "Firavun'un imanı",
"Kulların fiili" gibi konularda sarf ettiği söz ve taşıdığı fikirler
sebebiyle Sünnî âlimler tarafından tenkit edilmiştir.[4]
İbrahim
Kûrânî Türkçeyi tahsil etmiş ve Türkçe olarak ders takririnde bulunmuştur.
Yaşadığı asırda Türklerle hep irtibat halinde olmuş, ailenin bu olumlu
ilişkilerini kendinden sonra gelen çocukları da uzun süre devam ettirmiştir.
Hatta bu irtibatın daha yakın zamanlara kadar sürdüğüne dair merkezî hükümet
Osmanlı'nın bu aileye verdiği ferman elimizdedir.
Müellifin bahse konu eseri Şerhu
kelimeti'l-vâzıha ale'l-makâlâti'l- fâziha[5]
ana hatları itibariyle İmam-ı Rabbânî (ö.1034/1624)'nin "Kâbe'nin hakîkati
Hakîkat-i Muhammediyye'den üstündür" tezini reddeden bir mahiyet arz
etmektedir.[6]
Nitekim müellif eserinin telif sebebini açıklarken, isim vermeden Hindistan'da
tanınmış bir şeyhin mezkûr sözü söylediğini, bu sözün Hicaz bölgesinde büyük
bir yankı uyandırdığını belirtir.[7]
Bu söz üzerine zamanın Mekke şerifi Said Bereket'in, kendi talebesi ve
hemşerisi Muhammed Berzencî (ö. 1103/1691)'ye müstakil bir risale yazdırarak ve
fetva imzalatarak İmam-ı Râbbânî'yi tekfir ettirdiğini söyler.[8]
Kûrânî devrin önemli âlimlerinin pek çoğunun yazılan fetvaya imza attığını,
ancak kendisinin "Ehl-i kıble asla tekfir edilemez" diyerek bunu
imzalamadığını sözlerine ekler. Müellif, şeyhi Safiyüddîn el- Kuşâşî'nin bu
zata hitaben iki sayfalık bir mektupla cevap verdiğini, alman cevâbî mektupta
İmam-ı Râbbânî'nin bu fikrinden kısmen döndüğünü söylese de tamamen
vazgeçmediğini beyanla mezkûr eserinde bu mektubu şerh etmiştir.[9]
Kûrânî yine bu eserinde, İmam-ı Râbbânî'nin Mebde' ve Meâd adlı
eserinin 48. bölümünde geçen "Kâbe'nin hakîkatinin Hakîkat-i Muhammediyye'den
üstündür"[10]
tezinin kabul edilemezliğini, böyle bir iddianın kendine göre ilmen, keşfen ve
mantıken yanlış olduğunu savunur.
II-
Sûfîlerin Kur’an ve
Hadiste Tasavvur Edilen İnsana Dair Yorumları
Kur'ân-ı Kerim ilk inen ayetlerde
gerek muhatap, gerekse konu itibariyle insandan bahsetmektedir.[11]
Bir başka ifadeyle Allah, insanı "ahsen-i takvim"[12]
üzere yaratmış ve "eşref-i mahlûk"[13]
diye nitelendirmiştir. İnsan da bu özelliğinden dolayı dağların taşların
kaldıramadığı "emanet" yükünü üzerine almış ve "sorumluluk"
sahibi olmuştur.[14]
Allah aynı zamanda onu "başıboş "[15]ve
"boşuna" yaratmamış[16],
sorumluluğunun tabii sonucu yeryüzünün "halife" si kılmıştır.[17]
Tabiatta bulunan her şey insanın emrine âmâda kılınmış[18]
ve hizmetine sunulmuştur.[19]
Allah'ın "iki eliyle yarattığı"[20]
insan belli bir merhaleden sonra "ilâhî nefha" [21]
ile şereflendirilmiştir. Meleklerin hocası olarak bilinen şeytanın cennetten
kovulması da, Allah'ın Âdem'e (insan) "secde et" (saygı anlamında)
emrine[22]
karşı gelmesi nedeniyle olmuştur.
Ne var ki Kur'an, insanla ilgili
anlatılan bütün bu müspet taraflar yanında, aynı zamanda onun açgözlü, geçici
hazlara düşkün, zayıf, umutsuz, unutkan, kibirli, aceleci, aciz, zalim, cahil,
nankör, gözü doymaz gibi nice zaaflarla yüklü olduğunu[23],
kendini yaratandan müstağni görünce de azıttığını belirtmektedir.[24]
Hiç şüphesiz mutasavvıflar diğer
zahir uleması gibi Kur'an'da bu şekil olumlu ve olumsuz yönleriyle tasvir
edilen bir insan anlayışına sahiptirler. Sûfîler hadislerde tasavvur olunan
insanı da dikkate alarak farklı bir şekilde yorumlama cihetine giderler. Her ne
kadar bu hadislerin bazıları zayıf olsa da, onların insana atfettikleri
kutsiyette bu haberler büyük bir önem taşır. Bu bağlamda tasavvuf ilminin en
çok kullandığı haberlerden biri, "Allah Âdemi kendi suretinde
yarattı"[25]
ifadesidir. Bu haberle sûfîler insanda yaratıcıdan bir paye görme arzusunu
sergilerler. Bundan böyle insan sadece reel dünyanın unsurlarından oluşmuş bir
varlık değil, metafizik ve ulûhiyet alanından da pay taşıyan, hem lâhûtî, hem
de nâsûtî yönü olan bir varlıktır. Gerek âyette beyan edilen "Âdem'e ruh
üflenmesi", gerekse bu hadisten hareket eden mutasavvıflar, bunları sadece
Âdem'in şahsı ile sınırlı kılmayıp, çoğu zaman "insân-ı kâmil" ve
"mü'min", bazen de ayrım yapmaksızın tüm insan türü için geçerli
görürler.
Bu durumda sûfîler yaratılmışlar
hiyerarşisinin en üstüne başta peygamberler olmak üzere hep insanı koymuşlar,
onu sadece "düşünen bir varlık" olmanın daha ötesinde algılayıp,
niyet ve gayretlerine de dikkat çekerek metafizik bir doktrin olmakla birlikte
bu defa "insân-ı kâmil" nazariyesini ortaya atmışlardır. Böylece
sûfîler nezdinde kâmil insan, hem ilâhî tecellinin tartışılmaz mazharı, hem de
varlık sebebi ve koruyucusudur.[26]
Bu cümleden olmak üzere, sûfî düşüncede insan "mikro kozmos" olarak
nitelendirildiğinden varlığın özü, Tanrı'nın kâinata, yani makro kozmik âlemde
bir tecellisi şeklinde mütalaa olunmaktadır.
Kur'an ve hadislerden mülhem
bakış açımızı şekillendiren İbnü'l-Arabî geleneğinde insan âlemin ruhu, âlem de
onun sûretidir. Bir başka deyişle insan, âlem-i asgar (mikro kozmos) yani
âlemin ruhu, sebebi ve illetidir. Yine Ekberî gelenek temsilcilerinde insan
varlık âleminin tüm unsurlarına sahip olduğu için "âlem-i suğrâ"
(küçük âlem) diye adlandırılmış, âleme de "insan-ı kübrâ" adı
verilmiştir. Mutasavvıflar bu bağlamda Hz. Ali'nin, "Sanırsın ki sen küçük
bir varlıksın, hâlbuki sende büyük bir âlem dürülmüştür."[27]
Sözünü çok sık zikrederler. Yine bu manaya uygun Şeyh Gâlip
(ö.1214/1799)'in;
"Hoşça bak zâtına kim
zübde-i âlemsin sen,
Merdüm-i dîde-i ekvân olan
âdemsin sen!" sözleri tasavvuf
kitaplarında sıkça yer almaktadır.
İbnü'l-Arabî
görüşleriyle mutabık düşüncelere sahip Mevlânâ Celaleddin er- Rûmî (ö.672/
1273)'ye göre; aslî maddesi basit bir çamur olan insan, Tanrı'dan kendisine
belli bir süre sonra ruh üflenince yüce bir değer kazanmıştır. Nitekim Mevlânâ
"Ahsen-i takvîm" ayetinden mülhem ürettiği fikir manzumesinde şu
görüşlere yer verir: "Ve't-tîn suresindeki ‘Biz insanı en güzel şekilde
yarattık' ayetini oku! Ey dost! En değerli inci candır. En güzel surette olan
insan, hem arşın hem de düşüncenin üstündedir. Bu paha biçilmez şeyin değerini
söyleyecek olursam ben de yanarım, duyan da yanar."[28]
Yine bir başka söyleminde Mevlânâ insanı şöyle tasvir eder: "Ey Tanrı kitabının
örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık! Her şey sensin.
Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü
her varlık sendedir."[29]
Aynı ekolün temsilcilerinden Niyazî-i Mısrî (ö.1105/1694) ise insana,
meleklerin gözü ile (yeryüzünde bozgunculuk yapan, kan döken) değil,
Yaratıcının nazarıyla [30]
bakılmasını tavsiye etmektedir.[31]
III- Tasavvuf
Edebiyatında Kâbe/Beytullah ve Kalb/Gönül Metaforu
Türk ve tasavvuf edebiyatında Kâbenâme
adıyla Kâbe ile ilgili pek çok manzum ve mensur eser kaleme alınmıştır. Bu
eserlerde daha çok Kâbe'nin faziletine değinilmekte ve ona övgüler dile
getirilmektedir. Kâbe, "Kâbetullah", "Kâbe-i Muazzama",
"Kâbe-i Ulyâ", "Harem-i Şerîf", "Beytullâh",
"Arş" gibi farklı isimlerle zikredilmektedir.
Müslümanların zihin dünyasında
böylesine yer edinmiş olan Kâbe, insan gönlü ve kalbi ile karşılaştırılmış ve
bu durum edebiyatımızda hayli bir zemin bulmuştur. Bunlardan biri Urfalı Şair
Nâbî'dir.(ö.1124/1712) Nâbî, Tuhfetü'l- Harameyn adlı eserinde,
"müşgîn-i âlem-i âb u hâk, merkez-i anberîn-i devâir-i eflâk" [32]
ifadesiyle âlemin merkezi gördüğü Kâbe'yi insan gönlüyle kıyaslamaktadır.
Kısas-ı enbiya, mevlid,
mi'racnâmeler, kaside, gazellerde işlenen konuların başında da Kâbe-gönül
ilişkisi dile getirilmektedir. Sûfîler Allah'ı daha çok kalb arşında aramışlar
ve kalbi "Beytullâh" diye nitelendirmişlerdir. Onlara göre, bir
hadis-i kutsî de; "Yerlere ve göklere sığmayan Allah mü'min kulunun
kalbine sığmıştır."[33]
Nitekim buradan mülhem Mevlânâ bir sözünde: "Tanrı Kâbe'yi kurdu ama
kurdu kuralı oraya gitmedi. Hâlbuki bu eve (kalb), Tanrı'dan başka hiç kimse
oturmadı" diyebilmiştir.[34]
Yine Mevlana; "Ey hacca gidenler! Neredesiniz, neredesiniz? Sevgiliniz
buradadır, geliniz, geliniz! Sevgiliniz sizin komşunuz, hem de duvarı
duvarınıza bitişik komşunuz!" demektedir.[35]
Bu durumda, genelde İslâmî ilimlerde, özelde tasavvufta insandaki en önemli
organ kalp ve onun tezkiyesi üzerinde durulmuş ve Allah'ın huzuruna kalb-i
selimle çıkmanın önemi vurgulanmıştır. [36]
İlk dönem sûfîlerinden Sehl b.
Abdullah et-Tüsterî (ö. 283/896) kalbi Kâbe'nin diğer bir adı olan arşa
benzetmiştir.[37]
Sehl, Allah'ın kıblesi Kâbe, kalbin kıblesi niyet, bedenin kıblesi de kalptir
derken, Bir Türk şairi olan Fuzûlî (ö.1556 ), "Fuzuli hâli olmaz
sûret-i dil dost fikrinden
Bu ma'niden ki beytullâh
derler kalb-i mü'mindir” ifadesini
kullanmaktadır.[38]
Taşlıcalı Yahya Bey (ö. 1489?) de, Gencine-i Râz adlı mesnevisinin 36.
makalesinde Kâbe-insan ilişkisi üzerinde durmuştur. Bu meyanda insan gönlü
kırmanın Kâbe'yi yıkmaktan daha kötü bir şey olduğunu beyan eden Mevlânâ şöyle
demektedir:
"Kâbe bünyâd-ı Halîl-i âzerest
Dil
nazargâh-ı celîl-i ekberest."[39] Yani Kâbe, Hz. İbrahim'in binasıdır; gönül ise Yüce
Allah'ın nazargâhıdır. Bir başka sûfî-âlim Sinan Paşa (ö. 1486) ise aynı anlama
denk düşen sözler sarf eder:
"Kalbi mümin arş-ı
Rahmandır
Ânı yıkmak ziyade tuğyandır."[40]
Aynı müellif bu defa da şunları söyler:
"Kâinatı gulâm kıldı sana
Bunda mahlûkı râm kıldı sana
Kalbini arş idindi kendiy çün
Gönlünü Kâbe kıldı ânun
içün"[41] Anadolu gönül sultanlarından biri olan Yunus Emre
(ö.726/1321):
"Düriş kazan ye yedir,
Bir gönül ele getir,
Yüz Kâbe'den yeğrekdür
Bir gönül imareti" [42]
İşte bütün bu ve
buna benzer pek çok yaklaşım, Allah'ın evi Kâbe ile insan gönlü arasındaki
ilişkide insan gönlünün Kâbe'den daha üstün olduğunu çağrıştırmaktadır. Bir
İbnü'l-Arabî savunucusu olan sûfî-alim İbrahim el-Kûrânî de benzer görüşleriyle
insanı önemseyen ve önceleyen bir düşünce örgüsüne sahiptir.
IV- Kûrânî’nin "İnsan mı yoksa Kâbe mi üstün" Tartışmalarında İnsanı Önemseyen Görüşleri
Çalışmamızın esasını oluşturan Şeyh İbrahim el-Kürdî el-
Kûrânî vahdet-i vücut felsefesi doğrultusunda tasavvur olunan bir insan
anlayışını savunmaktadır. Bu anlamda sıkça tekrar ettiği ...hadisindeki[43]
sûret kelimesinin sonundaki "hû"
zamirinin mercinin
Allah olduğunu vurgulamakta, bu ifadeyle insana daha baştan bir yücelik payesi
atfetmektedir. Bu haber etrafında dönen endişeleri fark eden Kûrânî, bu şekilde
anlamanın ve mana vermenin, Allah'ın tenzihine engel olmadığı görüşünü
tekrarlamaktadır.[44]
İbrahim Kûrâni insanı önemseyen
görüşlerini daha ziyade "Nûr-i Muhammedi", "Sırr-i
Muhammedi", "Hakikat-i
Muhammedi"[45]
gibi farklı terkiplerle ifade edilen doktrin çerçevesinde ele almaktadır. O,
ilk olarak Hz. Muhammed'in (as) yaratıldığını, Âdem henüz bedenle ruh arasında
iken onun peygamber olduğunu[46] Hz. Peygamber
olmasaydı âlemin
yaratılmayacağına
inananlardandır.[47]
Kûrâni, mutlak varlık Cenâb-ı Hakk'ın ilk mertebede (taayyün-i evvel)[48]
ahadiyyetini vâhidiyyete dönüştürüp yaratma işlemine başladığını söyler. Ona
göre; asıl yaratma "taayyün-i sânî",[49]
"Hakîkat-ı Muhammediyye" adını verdiği mertebeden sonra başlamıştır.
Bunun bir diğer adı "insân-ı kâmil" olup dolaysıyla bu mertebe
"lâ taayyün" mertebesi dışındaki mertebelerin hepsini kapsamaktadır.
Nitekim bu mertebenin bir diğer adı "mertebe-i câmia",[50]"hakîkat-i
insâniyye" dir. Sıralamaya göre insan her ne kadar yaratılış serüveninde
sonuncu ise de Allah'ın ilminde varoluşu itibariyle ezelî bir varlıktır.
İbrahim Kûrânî kendinden önce
yaşayan Ekberî gelenek temsilcilerinin savunduğu insanın "büyük bir
nüsha" olduğuna dair anlayışı tasvip ettikten sonra bunu Fussilet Sûresi
53. ayette geçen "âfâk" ve "enfüs" tabirleriyle karşılamaktadır.
Ona göre insan böylece hem dış âlemi (maddî âlem) hem de iç âlemi (gönül âlemi)
birden içermekte, dolayısıyla büyük bir nüsha hüviyetini kazanmaktadır.[51]
Kûrânî "Allah'ın göklere,
yere ve dağlara teklif edip de emaneti yüklenmelerinden kaçınması"[52]
gerçeği yanında insanın bu "emanet"e sahip çıkmasını, onun
"Allah'ı bilme kâbiliyeti" ile doğru orantılı görmektedir. İşte tüm
bu özellikleri nedeniyle daha başlangıçta insanın üstünlüğüne inanan müellif,
"Böyle olunca âlemin semeresi insana karşın bu sefer de âlem insanın cüzü
olmaktadır" der.[53]
İbrahim Kûrânî, Allah'ın bir hadis-i kutsîde, "Yere göğe sığmadım mümin
kulumun kalbine sığdım"[54]
buyurmasını insanın üstünlük sebeplerinden biri olarak görmektedir.[55]
<^j Yİ ^İIa s.^^ Jf [56] âyetinden hareketle, insanın manevî veçhesine dikkat çeken
Şeyh İbrahim Kûrânî; bu ayette geçen 'veche' kelimesindeki 'hû' zamirinin
mercîi 'şey'dir. Bu durumda mânâ âlemdeki her şey sûret itibariyle yok olacak,
ancak hakîkatleri itibariyle bâkî kalacaktır. Bunu insana da teşmil etmek
mümkündür. ‘İnsan konuşan hayvandır' denilmektedir. İnsan helâk olunca
vücudundan bir iz kalmamakta ancak hakîkati devam etmektedir. İşte bu hakikat
onu konuşan hayvan olmaktan ayıran en önemli özelliğidir."[57]
Kûrânî insan ve onun
onuru hakkındaki görüşlerini açıklamaya şu sözleriyle devam eder: "Allah
nefsini bilince âlemi de bildi, bu yüzden sûretten sıyrıldı ve insanı yarattı.
İnsan büyük bir âlemin tüm manasını içinde toplayan değerli bir özetidir.
Zübde-i âlem olan insanı Cenâb-ı Hak, ilahî hazretindeki isimlerinden âlemin
bir nüshası olarak yarattı. Nitekim 'Allah insanı kendi suretinde yarattı'
hadisi bize bu gerçeği tüm açıklığı ile beyan etmektedir. Buradaki zamirin
mercîi bizce Allah'tır. Buradan hareketle Allah'ın tecsîm ve teşbîh edildiğini
iddia etmeye hiç gerek yoktur. Zira teşbih ve tecsîm olmadığını zaten 'O'nun
bir benzeri yoktur'[58]
âyeti ile Allah kendisi ifade etmektedir."[59]
Sûfî-âlim
İbrahim el-Kûrânî'nin insana dair genel düşüncelerini bu şekil özetledikten sonra
şimdi makalemizin başında ismini zikrettiğimiz mezkûr eserindeki görüşlerine
temas edeceğiz.
Kûrânî
bu eserinde şöyle der: "Bize göre Kâbe'nin hakîkati Hakîkat-i
Muhammediyye'den asla üstün olamaz. Kâbe'nin hakîkati Hakîkat-i Ahmediyye
içinde mütalaa olunmaktadır. Ahmediyye, Hakîkat-i Muhammediyye'nin sadece bir
cüz'üdür. Burada kapsamlı olan Hakîkat-i Muhammediyye'dir. Hakîkat-i
Muhammediyye varlık mertebeleri sürecinde sadece "lâ taayyün"
mertebesinin altında, diğer tüm taayyünatların üstündedir. Buna karşın Kâbe'nin
hakîkatinin üstünde başka taayyünatlar da vardır."[60]
Müellif daha sonra şunları söyler: "Kâbe'nin
hakîkati Hakîkat-i Muhammediyye'den üstündür"[61]
görüşünü ileri süren İmam-ı Râbbânî bu sözünü aslında Mebde' ve Meâd
isimli eserinde nakzetmiştir. Ona göre şekilden ibaret Kâbe eşyanın şeklinin
secdesine mahal teşkil ederken, bizim hakîkatimiz eşyanın hakîkati için
secdegâhtır. Bu ise bir çelişkidir."[62]
Bu durumda
Kûrânî, Kâbe'nin ister hakîkati, ister şekli olsun her hal ve şartta Hakîkat-i
Muhammediyye'den, bir diğer ifadeyle insandan daha faziletli ve daha üstün
olmadığına inanır. Müellif daha sonra sözlerini şöyle sürdürür: "Kâbe
secde yapılabilmesi için mazhar mahallinden ibarettir. Nitekim kıblenin
tahvilinden önce secde mahalli Mescid-i Aksâ idi. Kişi ister mukim ister
misafir, ister farz namaz kılsın ister nafile namaz kılsın, ister gemide olsun
ister savaş alanında bulunsun her halükarda oraya dönmek zorundadır. Hâlbuki
önemli olan secde edilen yer değil secde eden insandır. Secde edilen yer secde
edenden daha değerli ve faziletli olamaz. Bir şeyin aslı dururken füru'un ne
kıymeti vardır? Üstelik secde edilebilirlik sadece bu iki mekânla sınırlı
değildir. Örneğin "Allah meleklere secde edin" dediği zaman, Hz. Âdem
secde edilmede Kâbe gibiydi. Hatta kimi keşf ehli Hz. Âdem'in Kâbe'de metfun
bulunduğunu[63]
ileri sürerek, Kâbe'nin secde mahalli olma nimet ve şerefini Âdem'den aldığını,
eğer Âdem orada bulunmasaydı secde mahallinin de Kâbe olmayacağını
söylemişlerdir. Allah'a mükemmel manada yakınlık kazanabilecek tek varlık
insandır. O'na yakınlaşmanın mekânı seçilen bu yer de bereketini insan ile
müşerref olmasından iktisap etmiştir. Bidâyet olmadan nihayete erişmek mümkün
değildir. Bidâyet ise insandır." [64]
Şüphesiz bu sözler bir yoruma ihtiyaç duymaktadır. Ancak müellif böyle
inanmaktadır. Onun bu sözlerinden namazın şartlarından biri olan
"istikbâl-i kıble"nin tahfif edildiği gibi bir anlam da çıkarılamaz.
Buna benzer
yaklaşımlar bazı sûfî şairler tarafından da paylaşılmaktadır. Nitekim bunlardan
bazısı, Hz. Âdem'i, huzurunda meleklerin secde ettiği ve İlâhî cemale giden
yolun kendisinden geçtiği bir "kıble" olarak tasvir etmiştir. Bu
bağlamda Farsça şiirdeki, Mâ kıbla râst kardım bi-simt-i kej-külâhî
(Biz, kıblemizi yatık külahlının yönüne doğrulttuk) mısraı pek şaşırtıcı
bulunmaz. Çünkü tasavvufa ve bâtına mütemayil şairler, Mekke'deki Kâbe'nin
merkez olsa bile, aslında onun sadece bir işaret (âyet) olduğuna kanidirler. Bu
nedenle olsa gerek Kâbe-i kili (kil-toprak), Kâbe-i dil (gönül Kâbesi) ile yan
yana getirmekte bir sakınca görmezler.[65]
İbrahim Kûrânî
insan-secdegâh karşılaştırmasında sadece Hz. Âdem ile yetinmez. Bir adım daha
ileri gidip bu defa, Hz. Yusuf'un gördüğü rüyadan hareketle bir delil daha
getirir ve Hz. Yusuf'a ay, güneş ve on bir yıldızın secde ettiklerini
hatırlatır.[66]
Ona göre her ne kadar bu secde bir "selamlama" şekli olsa bile
neticede baş eğmedir. Hatta bazıları bu secdenin hakîkat değil huzûdan kinaye
olduğunu söyler. Hülâsa ister huzû, ister selamlama, ister hakîkat ister kinâye
olsun her halükarda secde ile insan sözcükleri burada yan yana
kullanılmaktadır.[67]
Bu
durumda sûfîlerin bu tür algı ve anlayışları, şatah ve türrehat kabili
ifadeleri kendi konteksti içinde bir sapma/paradoks ve absürd olarak görülmez.
Bu tür söylemler İslam'ın zahiriyle çelişmeyen işârî yorumlar şeklinde telakki
edilmelidir. Son tahlilde burada Kâbe'nin küçültülmesi değil, insanın
yüceltilmesi amaçlanmaktadır.
Şüphesiz bu tür karşılaştırmalar
ve Hz. Peygamber'in şahsında insanı önceleyen yaklaşımlar tasavvuf tarihinde
sadece İbrahim Kûranî ile sınırlı kalmamıştır. Buna benzer görüşler başka
sûfîler tarafından da dile getirilmiştir.[68]
Hatta Hz. Peygamber'in doğduğu ve vefat ettiği şehirler Mekke-i Mükerreme ile
Medîne-i Münevvere ve bu iki şehirdeki Mescîd-i Haram ile Mescîd-i Nebevî ve
Ravza-i Mutahhara'nın birbiriyle olan rütbe farklarına ve buralarda kılınan
namazların faziletine değinilmiştir.[69]
İbrahim Kûrânî,
Kâbe-insan karşılaştırmasında insan ve onun onurunu önemseyen görüşüne âyetler
yanında bu kez hadislerden delil getirmiştir. Buna göre; Abdullah ibn Amr
tarafından rivayet edilen ve birbiriyle aynı anlamı içeren iki hadisin birinde
Hz. Peygamber (as), hem Kâbe'yi tavaf ediyor hem de şöyle sesleniyordu:
"Ey Kâbe! Sen ne kadar güzelsin, kokun da ne kadar hoştur. Yemin olsun ki,
müminin hürmet ve kıymeti senin hürmetinden daha büyüktür. Şüphesiz Allah sende
bir şeyi haram kıldı, seni haram bölgesi yaptı. Fakat mü'minin üç şeyini birden
haram kıldı; malını, kanını ve şerefini. Ayrıca mü'min hakkında kötü zan
beslemeyi de."[70]
Müellif,
İmam-ı Râbbânî'nin yukarıda bahsi geçen sözü tashih bağlamında, "Ben
aslında suretleri değil hakîkatleri karşılaştırdım ve Kâbe'nin hakîkatinin
üstün olduğunu söyledim, yoksa şeklini kastetmedim" dediğini hatırlatır.
Kûrânî, onun bu yaklaşımına verdiği cevapta, hadiste insana izafe olunan mal,
can ve ırzın da hakîkat değil sûret ihtiva ettiğini, ancak bununla her hangi
bir tefrik yapılmadan, hatta "yetkin insan" şartı da aranmadan
insanoğlunun muhteremliğine dikkat çekildiğini belirtir.[71]
Gerek Kûrânî'nin
zikrettiği bu hadiste, gerekse Hz. Peygamber'in veda hutbesinde dile getirdiği,
"Müslüman'ın mal, can ve ırzının haram olduğuna" dair hadislere
bütüncül yaklaşıldığında insan onuruyla ilgili dikkat çekilen en önemli kavram "ırz"
dır.[72]
Bilindiği gibi ırz, insanın manevi kişiliğini, haysiyet, şeref ve onurunu
ifade eden bir kavramdır. Irz, terim olarak insanı insan yapan, ona toplumda
şeref ve saygınlık kazandıran, bu sebeple her türlü saldırı karşısında
dokunulmazlığı bulunan maddî ve manevî kişiliğini içermektedir. Hatta ırz
kavramının sözlük anlamında kişinin soy- sopunun da yer alacak kadar geniş
tutulması bir anlamda bireyin mensubu bulunduğu milletin manevî kişiliğini de
ilgilendirmektedir.[73]
Bu hadiste her üçünün birlikte anılması, İslam'ın bireyin yaşama, mülkiyet ve
manevî şahsiyetine hürmet gösterilmesi gerektiğini ve bunların güvence altına
alındığını ifade etmektedir.
Buradan
hareketle, İbrahim Kûrânî insanlara karşı her davranışta edepli olunması
gerektiğini söyleyerek, aynı eserinde bu defa şöyle der: "Her asırda
nebîler sayısı kadar yani yüz yirmi dört bin velî bulunacaktır. Hatta bu sayı
söylenen rakamdan az olmayacak çok olacaktır. Peygamber'in varisleri olan
velîler, İsa (as) nüzûl edinceye, kıyamet kopuncaya kadar yeryüzünde
yaşayacaktır. Ehl-i tarîk edep ehli insanlar demektir. Tarîkat edepten
ibarettir. Öyleyse edepli olunmalıdır."[74]
Müellif bu
sözleriyle bir şeye dikkatimizi çekmek ister: O da her ne kadar İmam-ı
Râbbânî'nin yukarıda beyan edilen sözünü kabul edilebilir bulmasa da, bu görüşü
nedeniyle tekfîr edilmesini de doğru görmez. Kûrânî, insanların acımazca
birbirlerini tenkit hatta tekfîr ettiği bir dönemde, "Ehl-i kıble tekfîr
edilmemeli"[75]
prensibine hep sadık kalmış bir sûfî olarak bağnazlığın hüküm sürdüğü bir
dönemde hem düşünce ve fikir özgürlüğüne sahip çıkmış, hem de Müslümanların
birbirine karşı müsamahalı davranması gerektiğini göstermiştir.
Şeyh İbrahim Kûrânî'nin bu toleranslı yaklaşımı, yani
genelde Müslümanlara özelde sözün sahibi İmam-ı Rabbânî'ye gösterdiği tavır,
müellifin Rabbânî taraftarı gibi algılanmasına yol açmıştır. Nitekim Annemarie
Schimmel (ö. 2003) XVII. Yüzyıl
müçtehitlerinden
biri olarak gördüğü Kûrânî'yi Sirhindî'nin öğretilerini yayan biri olarak
nitelendirir.[76]
Hâlbuki biz, doktora çalışmamızın konusu olan Kûrânî'nin Rabbânî savunucusu
olduğuna dair herhangi bir delile rastlamış değiliz. Muhtemelen bütün bunlar
herkesin birbirini acımasızca tenkit ettiği bir dönemde onun bir "denge
adamı" olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu durumda
müellif her hal ve şartta insana saygıda kusur edilmemesi gerektiğini
vurgulamıştır. Nitekim görüşlerini tasvip etmemekle birlikte, Rabbânî'nin
çocukları Muhammed Mâsum (ö.1079/1668) ve müritlerini Medine'deki evlerinde
bizzat ziyaret etmiş, onlara büyük saygı göstermiş, bu kimselerin hürmete layık
ve kerâmet ehli olarak görülmesi gerektiğini belirtmiştir.[77]
Cennete giden yolun cehennem üzerinden geçeceği sırat köprüsüne dikkat çeken
Kûrânî şöyle seslenir: "Bu açıdan kim Hakk'ın emirlerine tecavüz ederse, Allah
onu bu halde bırakacaktır. Kim Allah'a bakarsa Allah da ona bakacak, kim
insanları affederse, Allah da onu affedecek, kim insanların hakkına riayet
ederse, Allah onu karşılıksız bırakmayıp onun hakkım zayi etmeyecektir. O halde
amel sizden ve o amel size iade edilecektir. Bu durumda iyi huylarla bezenin ki
Allah da size kıyamette onlarla muamele etsin."[78]
İbrahim el- Kürdî el-Kûrânî, birbirinden çok farklı
dönemlerde Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 298/910),
İmam-ı Rabbânî, Ahmed er-Rifâî
(Ö.578/1182), Necmüddîn el- Kübrâ(ö.
618/1221) tarafından kullanılmış "Allah'a giden yol mahlûkatın nefesi
kadardır" [79]
sözüne dikkat çekerek, tevhide mugâyir olmadığı müddetçe herkesin kendine göre
bir haklılık payı olduğuna işaret etmektedir.[80]
Makalemizin konusunu teşkil eden
İbrahim el-Kürdî el-Kûrânî olumlu ve hoşgörülü bir insan algısına sahiptir.
Onun Kâbe ile insan kıyaslamasında ileri sürdüğü bazı görüşlerin pek çok ilim
adamı ve teologlarca hemen kabulünü beklemek safdillik olur. Tasavvuf erbabına
göre insan her ne kadar "masdar" olmasa da, "mazhar"
mahalli olarak telakki edilmektedir.
Kanaatimiz odur
ki iştigal ve irşad alanına bakıldığında "Allah'ın emirlerine riâyet,
kullarına insâniyet" şeklinde geniş bir yelpaze etrafında tefekkür
dünyalarını geliştiren irfânî gelenek müntesipleri belli sınırlar dahilinde
dini, dili, milliyeti, cinsiyeti, etnik yapısı ne olursa olsun bu dünyada
olabildiğince tüm insanları hoş görmeyi esas alırlar. Onlara göre kalplerde
olup biteni bilen sadece Allah'tır. Nihai hükmü takdir edecek olan da yalnızca
O'dur.
Sûfîlerin
insana bakış açısı, günümüzün çatışmacı, menfaatçi, faydacı, hazcı, egoist
yaklaşımına karşı alternatif bir dinamizm tevlit edecektir. Özellikle
Müslümanların kendi dindaşları arasında tefrika ve çatışmanın boy gösterdiği,
mezhep kavgalarının yaşandığı böyle bir dönem ve coğrafyada sûfîlerin bu
öğretilerinden azami ölçüde istifade edilmesi gerektiği kanaatindeyiz.
ACLÛNÎ,
İsmail b. Muhammed, Keşfü'l-Hafa, (Dâru ihyâ-i turâsi'l-arabiyye), Beyrut
1933.
ALİYYÜ'L-KÂRÎ,
Nureddin, Şerhü'l-emâlî, (Dersaadet), İstanbul 1985.
ALGAR, Hamit,
"İmam-ı Rabbânî", DİA, c. XXII, ss.195-199.
ATTÂR,
Ferîdüddîn, Tezkiretü'l-evliyâ, Diyanet Ktp. D. No: 715.
BURSEVÎ, İ. Hakkı
Lübbü'l -lübb, İstanbul 1328.
-------- , Tenvîrü'l-ezhân
min tefsiri ruhu'l-beyân, tah. M. Ali Sâbûnî, (Dâru'l-Kalem), Şam 1988.
CİLİ, Abdülkerim,
İnsân-ı Kâmil, (Matbaatü'l-İlmiyye), Beyrut 1997.
FEVZİ EFENDİ,
Mehmed, Fethu'l-verde şerhü'l-bürde, Millet ktp. (Ali Emiri), No:1331.
FUZÛLÎ, Divân,
Haz: K. Akyüz vd., (Akçağ Yayınları), Ankara 1990.
GAZÂLÎ, Muhammed,
İhyau Ulûmi'd-din, (Matbaatü Mustafa Halebi), Kahire 1939.
HANİF, N. "Al-Kûrânî,
İbrahim b. Al-Shahrazuri al-Hasan Sharan al-Madani", BEOS, New
Delhi 2002, ss. 250-251.
HÖKELEKLİ, Hayati, "Irz",
DİA, c.19, ss.133-134.
İBN KESÎR, Tefsîrü'l-Kur'âni'l-Azîm,
(Çağrı Yayınları), İstanbul 1986.
İBN MÂCE,
"Sünen", tah. M. F. Abdülbaki, (Dâru'l- Fikr), Beyrut.
KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, (DİB Yayınları), Ankara 1993.
KÛRÂNÎ, İbrahim,
Şerhu kelimeti'l-vazıha ale'l-makalatı'l- faziha, Süleymaniye Ktp.,
Şehit Ali Paşa, No:2722/17,vr. 347-356.
-------- , İthâfu'z-zekî, Beyazıt
Devlet Ktp.,(Veliyyüddin Efendi), No: 3215.
-------- , İthâfü'l-münîb,
Süleymaniye Ktp. (Reşit Efendi), No: 996/5.
-------- , Meşrau'l- vürûd,
Süleymaniye Ktp. (Reşit Efendi), No: 443/2.
-------- , Risâletü izâleti'l- İşkâl,
Süleymaniye Ktp. (Nafiz paşa), No: 508.
-------- , Kasdu's-sebîl ilâ tevhid-i
hakki'l-vekîl, Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi, No: 795.
MASSIGNON, Louis, "Nur-i
Muhammediyye", İA, (MEB Yayınları), c. IX, İstanbul 1950, s. 362.
MECDİ, M., Şekaik
Tercemesi Hadâik, (Matba-ı Amira), İstanbul 1269.
MEVLÂNÂ, Celaleddin er- Rûmî, Mesnevi,
çev. V. İzbudak, (MEB. Yayınları), İstanbul 1990.
-------- , Rubailer,
ter. N. Gençosman, (MEB. Yayınları), İstanbul 1986.
-------- , Divân-ı
Kebîr, haz. Ş. Can, (Ötüken Yayınları), İstanbul 2000.
MISRÎ, Niyazî-i, Mevâdiü'l-
İrfân, çev. S. Ateş, (Yeni Ufuklar Neşriyat), İstanbul trz.
MÜSLİM, Terceme ve Şerhi içinde,
A. Davudoğlu, (Sönmez Neşriyat), İstanbul 1980.
NABİ, Tuhfetü'l- Harameyn,
Haz. M. Coşkun, (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara 2002.
NAFİ, Beşir, " Tasawwuf und
reform in Pre- Modern İslâmic Culture in Search of İbrahim Kûrânî", Die
Welt des İslâm, XXXXII/3, 2002, ss. 324-325.
NEDVÎ, Abdulbârî, Kitap ve
Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat, çev. Mustafa Ateş, (Diyanet Vakfı
Yayınları), Ankara 1998.
RABBÂNÎ, İmam-ı, Mektûbât,
I-II, Fazilet Neşriyat, haz. T. Hakan vd., İstanbul 2004, c. I-II.
-------- , el- Mebde' ve'l- Meâd,
terc. N. Tosun, (Sûfî Kitap), İstanbul 2005.
SCHIMMEL,
Annemarie, Tanrı'nın Yeryüzündeki İşaretleri, terc. E. Demirli, (Kabalcı
Yayınları), İstanbul 2004.
SİNAN PAŞA, Tazarru'nâme,
haz. M. Tulum, (Diyanet Vakfı Yayınları), Ankara 2001.
SUNAR, Cavit, İmâm
Rabbânî-İbn Arabî, Vahdet-i Şuhûd ve Vahdet-i Vücûd Meselesi, (Resimli
Posta Matbaası), Ankara 1960.
TAHİRÜ'L-MEVLEVÎ, Şerh-i Mesnevi, (Şamil Yayınları),
İstanbul trz.
UYSAL, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, (Yediveren
Yayınları), Konya 2001.
UZUN, Mustafa,
"Kâbe", DİA, c. XXIV, s. 24.
YAZIR, Muhammed
Hamdi, Hak Dini Kuran Dili,(Eser Neşriyat), İstanbul trz.
YILMAZ, Ömer, İbrahim
Kûrânî'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, (İnsan Yayınları),
İstanbul 2005.
-------- , Kureyşizâde
Mehmed Fevzî Efendi, Hayatı-Eserleri-Fikirleri, (Tavas Belediyesi
Yayınları), İzmir 2014.
YUNUS EMRE, Divân,
haz. M. Tatçı, (Akçağ Yayınları), Ankara 1991
[1] Prof. Dr., Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı,
YOZGAT, (omeryilmaz@bozok.edu.tr)
[2] Daha geniş bilgi için bkz. Ömer Yılmaz, İbrahim
Kûrânî'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı (İnsan Yayınları), İstanbul
2005.
[3] Yılmaz, age., s. 175.
[4] N. Hanif,
"Al-Kûrânî, İbrahim b. Al-Shahrazuri al-Hasan Sharan al-Madani",
BEOS, New Delhi 2002, ss. 250-251.
[5] Kûrânî, Şerhu
kelimeti'l-vâzıha ale'l-makâlâti'l- fâziha, Süleymaniye Ktp. Şehit Ali Paşa
No: 2722/17, vr. 347-356.
[6] Biz bu makalede
İmam-ı Rabbânî'nin konuyla ilgili görüşlerinin detayına girmekten kaçındık.
Ancak müellif bu konuda "İlâhî Hakikatler" Başlığı altında birinci
sıraya Ka'be'nin hakîkatini yerleştirmiş, "Nebîlerin Hakîkati"
bölümünde ise Hz. İbrahim ve Hz. Musa'dan sonra Hakîkat-i Muhammediyye'ye yer
vermiştir. (Daha geniş bilgi için bkz. İmam-ı Rabbânî, Mektûbât, I-II,
Fazilet Neşriyat, haz. T. Hakan vd., İstanbul 2004, c. I, 265-269, 287-290;
Cavit Sunar, İmam-ı Rabbânî-İbn Arabî, Vahdet-i Şuhud ve Vahdet-i vücud
Meselesi, (Resimli Posta Matbaası), Ankara 1960, s. 13.)
[7]Kûrânî, Şerhu kelimeti'l- vâzıha, vr. 347b.
Anlaşılan 1682 yılında başlayan tartışma karşısında Sirhindî muhalifleri
Harameyn ulemasından onun düşünceleriyle alakalı otuz iki hususta fetva
istemişlerdir. Berzencî onların bu talebine cevap olarak bir risale
hazırlamıştır. (Bkz. Hamit Algar, "İmam-ı Rabbânî", DİA, c.
XXII, ss.195-199.)
[8] Kûrânî, age., vr. 348a-b. Bu
tartışmalar uzun süre devam etmiş, merkezinde müellifin de bulunduğu bazı üzücü
hadiselere neden olmuştur. Nitekim dönemin Mekke Şerifi Said Bereket,
Berzencî'nin kaleme aldığı Kadhu’z-zendfi cehâleti ehli's- Sirhind adlı
eseriyle birlikte Harameyn ulemasının Rabbânî'yi bu açıdan tekfîr ettiğine dair
bir mektubu da ilave etmek suretiyle Hindistan'a göndermiştir. Beşir Nafi'nin,
Kûrânî'nin talebesi Mustafa Hamevî'ye dayandırarak verdiği bilgilere bakılırsa;
bu tartışmalar neticesinde Mekke ve Medîne'deki âlimler iki gruba bölünmüştür.
Kimileri Rabbânî'nin Mektûbât adlı meşhur eserini ve bu meyandaki
görüşlerini Arabistan bölgesinde dağıtarak taraftarlığını yaparken, kimileri de
ona şiddetle karşı koymuşlardır. Kuşâşî ve Kûrânî'nin talebesi Berzencî de
mezkûr eserini kaleme alarak Rabbânî'yi çok sert bir biçimde tenkit etmiştir.
Yine aynı yazara göre; Nakşî olan zamanın diğer âlimlerinden Harameyn'e yeni
gelen Muhammed el-Buharî ve ve Mısır'lı âlim ve şeyh Ahmet el-Başbîşî
(ö.1096/1685) de Berzencî gibi aynı yolu takip ederek muhalefet hareketinin
içinde yer almışlardır. Buna mukabil özellikle Farsça konuşan âlimler arasında
cereyan eden bu tartışma ve bölünmelerde İbrahim Kûrânî tarafsız kalmayı ve
sessiz olmayı yeğlemiştir. (Beşir Nafi, " Tasawwuf und reform in Pre-
Modern İslâmic Culture in Search of İbrahim Kûrânî", Die Welt des
İslâm, XXXXII/3, 2002, ss. 324-325.)
[9] İbrahim Kûrânî bu
konuda şöyle der: "Hindistan'da Kâbe'nin sadece müminlere değil,
peygamberlere hatta âlemin yüzü suyu hürmetine yaratıldığı peygamberimize de
üstün tutulduğuna dair bu çalışmada Kurân ve sünnete muhalif çirkin kelam
edilmiştir. 1080/1670'li yıllarda Hindistan'dan gelen güvenilir ehl-i tarik
arkadaşlarımızın haberine göre şeyhin böyle söylediği, bazıları ise şeyhin bu
görüşünden kısmen rücu ettiğini, onun Hz. Peygamberi istisna ederek diğer
peygamber ve tüm müminlerden daha üstün olduğunu belirtmiştir. Ancak bize
gönderilen cevabi mektupta, Kâbe'nin suretinin değil hakîkatinin üstün olduğu
ifadesine yer verilmiştir. Biz bu cevapla tatmin olmadık ve şekil/mana
tefrikinin meseleyi çözemeyeceğini ifade ettik. Çünkü şekil de mana da
birbirinden ayrılmaz iki bütündür." (Kûrânî, Şerhu kelimeti'l- vâzıha,
vr. 347b)
[10] Bkz.
İmam-ı Rabbânî, el- Mebde' ve'l- Meâd, terc. N. Tosun, Sûfî Kitap,
İstanbul 2005.
[11] Alak, 1-5.
[12] Tîn, 95/4
[13] İsrâ, 70.
[14] Ahzâb, 72-73; Haşr,
21.
[15] Kıyâme, 36.
[16] Mü'minûn, 115.
[17] En'am, 165; Bakara,
30; Sad, 26; A'râf, 69; 74; Neml, 62.
[18] Lokman, 20; Nahl, 12.
[19]Hac, 36, 37, 65; Câsiye, 12; İbrahim, 32-33; Lokmân, 20.
[20] Sad, 75.
[21] Hicr, 29; Sad, 72.
Bu, Âdem'in şahsında tüm insan türü için geçerlidir. Ancak müfessirler bu
beyanı ontolojik bir olgu şeklinde değil "Beytullâh" terkibinde
olduğu gibi şereflendirme amacına mahsus daha çok mecazi anlarlar. Aksi halde
lafzi yorum olursa bu durum Hıristiyanlıktaki Hz. İsa için söylenilen
"Ruhullâh" tehlikesine götürür derler. Buna rağmen sûfîler bu
ayetteki ruh üflenmesini insanda ilâhî veçheden bir pay şeklinde yorumlayarak
mütekellim ve müfessirlere göre insana daha fazla kutsiyet atfederler.
[22] A'râf, 11.
[23] Meâric, 19-21; Fecr,
16, 20; Nisa, 28; Nahl, 4; Ahzâb, 72.
[24] Alak, 6,7.
[25] Burada "Allah
Âdemi kendi suretinde yarattı" hadisindeki suret kelimesinin
sonundaki zamirin mercii hakkında kelamcılar ve sûfîler arasında tartışmalar
vardır. Kelamcılar, teşbihten sakınarak zamiri Âdem'e gönderirken, içlerinde
Kûrânî'nin de bulunduğu pek çok sûfî bu zamiri Allah'a irca etmekle insana
verilen değeri anlatmaya çalışmışlardır.(Bkz. Abdulbari en-Nedvî, Kitap ve
Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat, çev. Mustafa Ateş, (D. Vakfı Yay.)
Ankara 1998, s. 169.)
[26] Bu kavramla özelde
Hz. Peygamber kastedilmektedir. Ancak onun bir insan olması gerçeğinden
hareketle bu nazariyenin insana teşmil edilmesinde bir sakınca görülmemektedir.
(Daha detaylı bilgi için bkz. Abdülkerim el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil,
(Matbaatü'l-İlmiyye), Beyrut 1997, s. 207.)
[27] İ. Hakkı Bursevî, Lübbü'l
-lübb, İstanbul 1328, s. 13.
[28] Mevlânâ Celaleddin
er- Rûmî, Mesnevî, çev. V. İzbudak, (MEB Yayınları), İstanbul 1990, c.
VI, 1005 vd.
[29] Mevlânâ, Rubâiler,
ter. N. Gençosman, (MEB. Yayınları), İstanbul 1986, No: 1382.
[30] Bakara, 30.
[31] Niyazî-i Mısrî, Mevâdiü'l-
İrfân, çev. S. Ateş, (Yeni Ufuklar Neşriyat), İstanbul trz., s. 43.
[32] Nabi, Tuhfetü’l-
Harameyn, haz. Menderes Coşkun, (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara 2002,
s. 202, 261.
[33] İsmail b. Muhammed
Acluni, Keşfü'l-Hafa, (Dâru ihyâi't-turâsi'l-'arabiyye), Beyrut 1933, c.
II, s. 99.
[34] Mevlânâ, Mesnevi,
c. II, Beyit N: 2245.
[35] Mevlânâ, Divan-ı
Kebir, haz. Ş. Can, (Ötüken Yayınları), İstanbul 2000, c. I, Beyit No: 432.
[36] Şuara, 89; Saffat,
84.
[37] Muhammed Gazali, İhyâu
ulûmi'd-din, (Matbaatü Mustafa Halebî), Kahire 1939, c. III, s. 4.
[38] Fuzûlî, Divan,
Haz: K. Akyüz vd., (Akçağ Yayınları), Ankara 1990, s. 181.
[39] Tahirü'l-Mevlevî, Şerh-i
Mesnevi, (Şamil Yayınları), c. VII, s. 700, İstanbul trz.
[40] Mecdî, M., Şekaik
Tercemesi Hadâik, (Matba-ı Amira), İstanbul 1269, s. 196.
[41] Sinan Paşa, Tazarru'nâme,
haz. M. Tulum, (Diyanet Vakfı Yayınları), Ankara 2001, s. 58.
[42] Yunus Emre, age.,
s. 310.
[43] Buhâri,
"İstizan",1.
[44] Kûrânî, Risâletü
izâleti'l- İşkâl, Süleymaniye Ktp. (Nafiz Paşa), No: 508, v. 12b.
[45] Nûr-i Muhammediyye:
Hz. Peygamber'in ruhunun âlemin yaratılışından önce mevcut bir varlık olduğuna
işaret etmektedir. Diğer ruhlar ondan sonra neş'et etmiştir. Bu, özellikle
Sünni sûfiler arasında IX. Yüz yıldan itibaren yaygınlık kazanmış ve halkın
dini duygularına sirayet etmiştir. İbnü'l-Arabî tarafından daha çok
"Hakikat-i Muhammediyye" diye nitelendirilen bu doktrin için "Ey
Habibim sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım" haberi sıkça zikredilir.
Gerçi Aclûni bu haberin Sagâni tarafından mevzu görüldüğünü, ancak kendisi,
hadis olmasa bile mananın doğru olduğunu nakleder. Massignon, mutasavvıflar
arasında bu anlayışın yaygınlaşmasında kadim Hıristiyan ve Mani inançlarının da
etkin olduğunu iddia eder. (Bkz. Aclûni, age., II/ 164; Louis Massignon,
"Nur-i Muhammediyye", İA, (MEB Yayınları), İstanbul 1950, c.
V, s. 362.)
[46] Aclûnî, age.,
II, 187
[47] Adûnî, age.,
II, 232; Ayrıca bkz. Kûrâni, Şerhu kelimeti'l-vâzıha, vr. 350b.
[48] İlk Taayyün
(Taayyün-i Evvel) Mertebesi: Allah bu mertebede zât, sıfat ve bütün mevcûdatını
bir birinden ayırmaksızın toplu (icmâlen) olarak bilmektedir. Burada mutlak
vücûd, kendi ahadiyyetini vâhidiyyete tekallüb ettirmiş ve taayyünata
başlamıştır. İşte bu sebeple bu mertebenin diğer bir adı "ilk
taayyün"dür. Bu mertebe için, "ahadiyet", "vahdet",
"vâhidiyyet", "hakîkat-i muhammediyye", "şuûn",
"ilk cevher", "ilk akıl", "âlem-i ceberût"
tabirleri kullanılmaktadır. Bu mertebe de bilgi, bilen ve bilinen birdir.
İbrahim Kûrânî bu makama bilinen adlara ilaveten bir de "makâm-ı ev
ednâ" adını vermektedir (Kûrânî, Kasdu's-sebîl ilâ tevhid-i
hakki'l-vekîl, Süleymaniye Ktp., Bağdatlı Vehbi, No: 795, vr. 12a)
[49] İkinci taayyün
(Taayyün-i Sânî) Mertebesi: Allah'ın zât sıfat ve tüm mevcudatını bir
birlerinden ayırarak onları tafsilatlı biçimde bilmesidir. Bu mertebenin diğer
adları "vâhidiyye" ve "hakîkat-i insâniyye"dir. Bu makama
"â'yân-ı sâbite" demekte mümkündür. Şu ana kadar sayılan üç
mertebenin hepsi kadim olup takdim ve te'hirleri zamandan ziyâde aklî olarak
vasf edilmektedir. Bu mertebede varlıklar proje halinde olup henüz harice
çıkmış değildir. Buna göre onların varlıkları sadece bir takım ilmî suretlerden
ibarettir. Bu ilmî suretler ise, kesret âlemindeki varlıkların icadına yarayan
ilahî illetleri teşkil etmektedir. Kûrânî bu mertebe ve makama "Kâbe
Kavseyn" adını ilave etmektedir. Zira ahadiyyet bütün hakikatlerin özet
olarak toplandığı yer, vâhidiyyet ise tafsilen bilindiği makam olmaktadır (Kûrânî,
age., vr. 12b.)
[50] Mertebe-i Câmia: Bu
makam şu ana kadar zikredilen (birinci hariç) cismânî, nurânî, vahdet ve
vâhidiyyet mertebelerinin de tümünü içine alan bir mertebe ve son tecellî
makamıdır. Bu da insandır. İlk mertebe hariç (Lâ taayyün) son altısını kendinde
cem eden insan ise "insân-ı kâmil"dir. (Kûrânî, ithâfü’z- zekî,
vr. 61a- 67a.)
[51] Yılmaz, age.,
ss. 329-330.
[52] Ahzâb, 72.
[53] Yılmaz, age,
s. 330.
[54] Bu haberin sıhhati
konusunda tereddütler ve tartışmalar olmakla birlikte bunun başta İbn Arabi ve
Gazali olmak üzere pek çok sûfî tarafından kullanıldığı bilinmektedir.
(Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, (Yediveren Yayınları), Konya
2001, s. 332.)
[55]İnsanı kâinatın merkezi kabul eden bu anlayışa Köprülü şu
izahı getirmektedir: "Sûfîyye akidelerine göre kâinat, merkez noktası olan
insanda hatmolmuştur. Kâinattaki mevcûdât, sıfat-ı ilâhiyye'den ancak birine
veya diğerine ma'kes olabilir. Hâlbuki insan cümlesine cilvegâhtır. Çünkü İsm-i
A'zâmın mazharıdır. İnsan hariçteki âlem-i kübrâ'nın zübde ve icmâlî, musaggarı
olduğundan dolayı, âlem-i suğrâ namını almıştır; hâlbuki bununla iktifa etmeyen
bir takım mutasavvıflar, asıl insanı âlemi kübrâ ve kâinatı da âlem-i suğrâ
telakkî ederler." (Bkz. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar, (DİB Yayınları), Ankara 1993, s. 310.)
[56] Kasas, 88. Müfessirler buradaki "hû"
zamirini Allah'a ircâ ederek "O'nun yüzünden 'zatından' başka her şey
helaktedir " manasını vermektedirler. (Bkz. Elmalı'lı, Hak Dini Kuran
Dili, (Eser Neşriyat), İstanbul trz., c.V, s. 3759; İbn Kesir, Tefsîrü'l-Kur'ani'l-Azîm,
(Çağrı Yayınları), İstanbul 1986, c. III, s.403; İ. Hakkı Bursevî, Tenvîrü'l-ezhân
min tefsîri ruhu'l-beyân, tah. M. Ali Sâbûnî, (Dâru'l- Kalem), Şam 1988, c.
III, s. 159.
[57] Kûrânî, Meşrau'l-
vürûd, Süleymaniye Ktp. (Reşit Efendi), No: 443/2, v. 121a.
[58] İhlas, 4.
[59] Kûrânî, meşra',
v. 263b.
[60] Kûrânî, Şerhu
kelimeti'l-vâzıha, vr. 349a.
[61] Bilindiği gibi İ.
Rabbânî, "İlâhî Hakikatler" Başlığı altında birinci sıraya Ka'be'nin
hakîkatini yerleştirmiş, "Nebilerin Hakîkati" bölümünde ise Hz.
İbrahim ve Hz. Musa'dan sonra Hakîkat-i Muhammediyye'ye yer vermiştir. (Geniş
bilgi için bkz. Sunar, age, s. 13.)
[62] Kûrâhî, a. yer.
[63] Bir Türk şairi olan
Refii 1408-9 yıllarında kaleme aldığı Beşâretnâme adlı mesnevisinde,
Kâbe'nin esrarı ve Hz. Adem'in Kâbe toprağından yaratıldığını anlatan bir bölüm
mevcuttur. (Bkz. Mustafa Uzun, "Kâbe", DİA, c. XXIV, s. 24)
[64] Kûrânî, Şerhu
kelimeti'l-vâzıha, vr. 348b-350a.
[65] Schimmel,
Annemarie, Tanrı'nın Yeryüzündeki İşaretleri, terc. E. Demirli, (Kabalcı
Yayınları), İstanbul 2004, ss. 87-88.
[66] Yusuf, 4.
[67] Kûrânî, Şerhu
kelimeti'l-vâzıha, vr. 350b.
[68] Nabi: "es-
selam ey intisab-ı zat-ı pakinle senün- oldı böyle nev'i insanî mükerrem
es-selam" (Nabi, a.g.e, s. 334) derken; Edirne Müftüsü olarak
tanınan Tavaslı Mehmed Fevzi Efendi de, İmam-ı Busiri'nin Kaside-i Bürde'
sine yazdığı Fethu'l- verde isimli şerhinde, Hz. Peygamber şahsında
insanı önemseyen bir yorum bağlamında, Hz. Peygamberin doğduğu şehir Mekke ile
vefat ettiği şehir Medine ve buradaki kutsal makamları ve mekânları
kıyaslamaktadır. Bu durumda, yakîn ehlinin Mekke-i Mükerreme'yi Medine'i
Münevvere'den, M. Haram'ı, Mescid-i Nebevi'den üstün gördüklerini ve aralarında
rütbe farkının bulunduğuna dair görüşlerini tasdik etmektedir. Bir başka
deyişle Kâbe ve haremi, ilk kıble Mescid-i Aksa ve Ravza-ı Mutahhara'dan
üstündür. Ancak Peygamberin kabri, oradaki mübarek toprak ve kokusu, bağrında
barındırdığı peygamberin cesedi Kâbe-i ulyâ ve Arş-ı a'lâdan daha kıymetlidir.
(Ömer Yılmaz, Kureyşizade Mehmed Fevzî Efendi, Hayatı-Eserleri-Fikirleri,
Tavas Belediyesi Yayınları, İzmir 2014, s. 185) Bu tartışmalar çerçevesinde
Hanefi, Şafii ve Hanbeli âlimlerine göre M. Haram, M. Nebeviden daha faziletli,
ancak İmamı Malik'e göre Resulullah buraya defnedildiği için M. Nebevi daha
faziletlidir. Kadı lyaz ise ulemanın Resulullah'ın kabrinin bulunduğu yeri
dünyanın en faziletli yeri olarak nitelendirdiğini belirtir. (Bkz. Müslim,
"Hacc", H. No: 509, Müslim Terceme ve Şerhi içinde, A. Davudoğlu,
(Sönmez Neşriyat), İstanbul 1980, c. VII, s. 197.)
[69] Hz. Peygamber:
Mescid-i Nebevî'de kılınan namaz, M. Haram hariç diğer yerlerde kılınan
namazlardan bin kat daha faziletli buyurmuştur. (Buhari, "Fazlu's- salat
fi Mescid-i Mekke ve'l- Medine"; Müslim, "Hac", 505-510)
[70] İbn Mâce,
"Sünen", tah. M. F. Abdülbaki, (Daru'l- Fikr), Beyrut, c. I-II, H.
No: 3932.
[71] Yılmaz, age,.
s. 334.
[72] Müsned I, 230;
Buhari, "İlim", 9; Müslim, "Kasâme", 29, 30)
[73] Hayati Hökelekli,
"Irz", DİA, c. XIX, ss.133-134.
[74] Kûrânî, Kelimetü'l-vâzıha,
v. 352a.
[75] Kûrânî, İthâfu'z-zekî,
Beyazıt Devlet Ktp., (Veliyyüddin Efendi), No: 3215, v. 18b.
[76] Schimmel, age.,
s. 252.
[77] Yılmaz, age.,
s. 64.
[78] Kûrânî, Kasdu's-
sebîl, Süleymaniye Ktp. (Bağdatlı Vehbi), No: 795, 149b.
[79] Feridüddîn el-Attâr, Tezkiretü'l-evliyâ,
Diyanet Ktp. D. No: 715, vr. 201b.
[80] Kûrânî, İthâfü'l-münîb,
Süleymaniye Ktp. (Reşit Efendi), No: 996/5, v. 130b.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar