Ölesiye Sevmek AFŞAR TİMUÇİN
Kötü kullanılan her şey kirlenir.
"Sevgi" sözcüğü de son zamanlarda iyiden iyiye kirlendi. Birileri
durmadan bir şeyleri sevmemizi öneriyor. "Sevgi" sözcüğü gelişigüzel
kullanıla kullanıla kirlendiyse "sevgi" kavramı da kirlendi mi?
Hayır. kirlenmedi, çünkü kavramlar kirlenmezler, dönüşürler, bölünürler,
silinirler ama kirlenmezler. Kavramlar bize bir kirliliği anlatabilirler ama
kirlenmezler. Her kavram bir gerçekliği karşılar. Bir bilinçte kavram
içerikleri yanlış olabilir, ama bu yanlışlığı kirlilik olarak belirlemek doğru
değildir. Çok zaman sözcükleri gelişigüzel kullanıyoruz, onların hangi
kavramları karşıladıklarını düşünmeden onlara acele anlamlar yüklüyoruz.
Bilincimizdeki kavramlar çok zaman bulanık ve hatta yanlış içerikli olduğu için
sözcükleri iyi seçemiyoruz. Sözcükleri bazen de bile bile kötü kullanıyoruz.
“Sevgi" sözcüğü de kötü kullanıldı, hatta kötüye kullanıldı. Bir takım
sevgisiz adamlar ve sevgisiz kadınlar toplumsal kargaşanın giderilmesi çaresini
sevginin yayılmasında bulmuş olacaklar ki durmadan "birbirimizi çok
sevelim" çığlıkları atıyorlar. Unuttukları bir şey var: sevgi ha deyince
oldurulan bir şey değil olan bir şeydir, varsa vardır yoksa yoktur. Birini ya
da bir şeyi seviyorsak gerektiği için değil sevdiğimiz için seviyoruzdur. “Sevgi”
kavramı gerekliliklerin dışında bir kavramdır.
Yaşamı kolay yoldan düzenlemeye
kalkan üstün akıllılar ara sıra sevme buyrukları verirler: babanızı sevin,
ananızı sevin, yurdunuzu sevin, okulunuzu sevin... Bizim için sevimli olmayan
babamızı, bizim için sevimli olmayan anamızı, bizim için sevimli olmayan
okulumuzu nasıl seveceğiz? Yurt sevgisini ayrı tutun, o her sağlıklı insanda
zaten vardır. İnsan doğal bir varlıktır ve doğal ortamına doğal olarak
bağlıdır. Bir zamanlar “yurtsever” diye bir sözcük uydurmuşlardı. “Yurtsever”
bana her zaman yurduna kötülük etmeye hazır birilerini duyurmuştur. Özel olarak
yurt sevmekte bir domuzluk olmak gerekir. Okulumuzu da sevmemiz isteniyor.
Duvarları çingene pembesine boyanmışsa, sınıflarında çerçeveler çürükse ve bu
çerçevelerden kış boyu soğuk hava giriyorsa, öğretmenlerinizin çoğu ilgisiz,
bilgisiz ve acımasızsa okulunuzu nasıl seveceksiniz?
Sevgi ilişkisi önkoşulsuz bir ilişkidir. Buna göre sevme duygusu her durumda gerekliliklerin dışında gelişir. Bilinç kendi yapısına uygun ya da yatkın olanı çerçeveye alır ve sarar. Sevgi duygusu doğrudan doğruya bir birolma duygusudur. Temelinde cinsellik olduğu zaman ve yoğun heyecanlarla belirgin olduğu zaman onu aşk diye adlandırırız. Aşk sevginin özel bir biçimidir. Gerçek anlamında sevgi insan ilişkilerinin en kökten ve en ödünsüz olanıdır. Bu yüzden yöneldiği özneyi ya da nesneyi kendinin kılmadan kendi için özel kılmaya yönelir. Sevgiler sınıflandırılabilseler de her sevgi kendi özel özellikleriyle vardır yani özeldir. Zaten sevgi her zaman özel olana yönelir. Genel olan bizim sevgi yönelimimizden kaçar ya da onunla bağdaşmaz. “Gazetecilik” mesleğini sevebilirsiniz, gazeteci Yusuf beyi de sevebilirsiniz, ama gazetecileri seviyorum derseniz kimseyi inandıramazsınız. Kabzımal Zülküf bey sizin için çok sevgili olabilir, ama kabzımalları seviyorum derseniz yalan söylemiş olursunuz.
Sevgi yoluyla bilinç dünyayla
özel ilişkiler kurar, öznelliğini gerçekleştirir. Çünkü bilinç kaba bir şema
değildir, bir kavrama ya da anlama makinası da değildir, bir dünyaya en iyi
koşullarda yerleşme düzeneği hele hiç değildir. Bilinç hem onaylar hem yadsır,
o hem uyumdur hem uyumsuzluktur, kendini uyuşumları kadar karşı duruşlarıyla
vareder. O dünyada hem bir yerleşik hem bir iğretidir, iğretiliklerini sevgiler
yaratarak aşmak ister. Sevmek bir bağlanma biçimidir, bir dünyaya yerleşme
biçimidir, bize uygun olanı saptayarak onunla dünyayı yeniden kurma biçimidir.
Gerçek bilinç her şeyi değil ama bir şeyleri sevebilen bilinçtir, sevgiye
yatkın bilinçtir, çünkü onun dünyayla ilişkisi yalnız karşıtlıklar adına değil
aynı zamanda ortaklıklar adına kurulmuştur. Her gerçek bilinç ya da her
sağlıklı bilinç seçen bilinçtir. Bilincin temel özelliği seçim yapabilme
özelliğidir. Bilinci eksikli ya da sakat olanlar seçim yapmakta güçlük çekerler
ya da zaten seçim yapamazlar. Bilinç üst düzeyde seçici oluşuyla yetkinliğini
ortaya koyar. Hangi elmayı önce yemesi gerektiğine karar veren insan gerçek
anlamda seçim yapıyor değildir. Önümüzdeki zeytini seçe seçe yeriz ama sonunda
hepsini bitiririz. Seçmek demek bir şeyleri öncelikli kılmak adına bir şeyleri
aralamak demektir. Seçmek demek, öte yandan, özgürlüğünü gerçekleştirmek
demektir. Özgür olduğumuz için seçeriz ve seçerek özgürlüğümüzü gerçekleştiririz.
Seçmek, Epiktetos’un deyişiyle, hamama gidecekken değirmene gitmemek demektir.
Yetkin bilinç üst düzeyde
seçimler yapabilen bilinçtir. Mimar tasarımını seçimler yapa yapa oluşturur.
Yargıç falanca kişinin suçlu ya da suçsuz olduğuna seçimler yapa yapa karar
verir. Siz manavda domateslerin orta boyunu seçer-
ken arkadaşınız küçüklerini seçer. İnsanın dünyayla ilişkisi
kaba bir ilişki değildir, bu yüzden zorla yapılmamış istekle yapılmış her seçim
bir duygulanım nedenidir. Zorla yapılmış seçimler de bize olumsuz duygular
verirler. Zor altında seçim olabilir mi? Elbette olur ama o seçime seçim
dememek gerekir. Her gerçek seçme edimi özgür bilinç koşullarını gerektirir.
Seçmek demek her şeyden önce seçmeme hakkını elinde bulundurmak demektir.
Evleneceğim kişi konusunda şimdilik üç seçeneğim varsa ve bu seçeneklerden
hiçbiri içime sinmiyorsa benim yapacağım şey seçme işini ertelemektir. Ama
babam bu üçünden birini hemen seçmek zorunda olduğumu bildirirse ve ben babama
hayır diyemi- yorsam benim o koşulda yapacağım seçim gerçek anlamda seçim
olmayacaktır. Bu da bize şunu gösteriyor: ancak gönülden yapılan seçimlere
seçim diyebiliriz.
İnsanoğlu yaşamını ya da yaşamla
ilişkisini duyum-duygu-düşünce boyutlarında kurar. Yetkin bilinç her üç
boyutu da geniş çerçevede ve derinlemesine yaşayacaktır. Yaşamak duyumsamaktır,
yaşamak duygulanmaktır, yaşamak düşünmektir. Duyum olgusu başlangıçta yalnızca
bedenle ilgili bir işlevi duyurur. Ancak sorunu algı ve üstalgı çerçevesinde
ele aldığımız zaman duyumsamanın kabasaba bir iş olmadığını görürüz. O
yüzdendir ki kimimiz gözümüzün önünde olanı görmezken kimimiz görülmezi
görüveririz. Duyguları kabaca sevgi ve nefret diye iki sınıfta toplayabiliriz.
Ama her sınıfın içinde duruma ve kişisel özelliklere göre sayılamayacak kadar
çok duygu çeşidi bulunacaktır. Hatta sevgiyle nefretin birbirine karıştığı
duygular da vardır. Sevgi bizi dünyaya yönelişte etkin kılar, nefret sevginin
karşıtı olarak bizi bir takım dünya nesnelerinden uzaklaştırır. Bu çerçevede
sevgi de nefret de bilinçsel gelişimin temelinde yer alan iki karşıt
belirleyendir. Bilinç kendini kurarken hem bir şeylerle bütünleşir hem bir
şeylerle karşıtlaşır. Bütünleşme ka-
dar karşıtlaşma da önemlidir. Bizim özel bilinç renklerimizi
oluşturan, bir başka deyişle ortak bilinç özellikleri
yanında ayrı bilinç özelliklerini oluşturan bu ikili yönelimdir.
Bilincin sağlıklı oluşumunda
nefret kadar sevgi ve sevgi kadar nefret belirleyicidir. Buradaki sevginin
sıradan herhangi bir duygusallık düzeyinde olmaması gerekir. Bilincin kendine
ve kendi dışına her gerçek yönelişi sıradan bir duygusallıkla değil de yoğun
heyecanlarla gerçekleşir. Bilinç nefret ederken tam bir dışlayıcı ve severken
tam bir benim- seyici tutumunu alır. Gerçek anlamda kendi gelişim koşullarını
yüksek düzeyde tutmaya eğilimli bilinçler her türlü yönelimlerinde tutkulu
olacaklardır. Bu yüzden kendini sevgiyle ve nefretle kuran bilinç her iki
karşıt duyguyu ne ölçüde yoğun yaşıyorsa kendini kurma konusunda o ölçüde
istekli demektir. Öyleyse bir şeyleri sevme konusunda bizle- re buyruk
verenlerin ya da bizleri etkilemeye çalışanların çabası boşunadır. Bir şeyleri
ölesiye sevmeyi bilmiyorsak dünyayla ilişkimiz cılız, dünyayla ve kendimizle
ilgili bilgilerimiz pek sıradan olacaktır. Bu sıradanlıkta bilinç kendini
elbette yetkin bilinç olarak kurma gücünü elde edemeyecektir.
Sevgiyi bu çerçevede ele alırsak
onun insan yaşamı için ne kadar önemli ama ne kadar zor olduğu hemen kendini
gösterir. Gerçek insan uğrunda ölebileceği bir şeyleri olan varlıktır. Sevmek
ve adanmak, gerçek anlamda kendini sevgiyle adamak yalnızca üst düzeyde bilinç
etkinliğine ulaşmış kişilerin işidir. Sıradan bilinç adanmayı bilmez, çünkü
onun için dünyada çok özel şeyler, özel önem taşıyan şeyler yoktur. Çocuğunu
cami avlusuna bırakıp kaçan anne yalnızca iktisadi anlamda yoksul ve toplumsal
anlamda yoksun bir kişi değildir, o aynı zamanda tam anlamında bir bilinç
yetmezliği yaşamaktadır. Bu çerçevede sevmek denilen şeyin içeriksiz bir
kavramı karşıladığını söyleyebiliriz. Gerçek sevgi acı çek-
meyi bilen sevgidir, çünkü her
adanmışlıkta acı çekmeye hazır bir bilinç yatkınlığı sözkonusudur. Ancak
kendilerini başkalarına verebilenler gerçek insan olmanın hazzını yaşayabilirler.
Bu yüzdendir ki bencil kişi yani ölesiye sevmeyi bilmeyen kişi tam tamına bir
zavallıdır. XIX.yüzyılda Auguste Comte bize
özgeciliğin yetkin insan yaşamı için ne kadar büyük bir önem taşıdığını
gösterdi. Özgecilik bize yalnızca gözümüzle gördüğümüz şeyler için değil hiç
görmediğimiz ve göremeyeceğimiz şeyler için de kendimizi adayabileceğimiz
duygusun verir. Kant’m çok güzel saptadığı gibi yalnızca insan kendini gelecek
zamanlara adayabilir. Gelecek kuşaklar için eylemde bulunabilen tek varlık
insandır.
ıo
Hiçbir zihin kendini kendi
olanaklarıyla yeteri kadar bilinçli kılamaz. Bilincin gelişimi bireysel olduğu
kadar toplumsal bir olgudur. O yalnız bir alıcı değil aynı zamanda bir
kurucudur. Bir başka deyişle zihin edilgin olduğu ölçüde yönelgendir. Ancak
onun yönelgenliği tek başına yetkin bir bilinç oluşturmaya yetmez. Bilinç
kendini ancak toplumsal- tarihsel ortam içinde yetkin kılabilir, insanlığın
bugüne kadar yaratmış olduğu değerler içinde yetkin kılabilir. Bu da salt
kişisel atılımla gerçekleştirilebilecek kadar basit bir iş değildir, her şeyden
önce iyi düşünülmüş, iyi kurulmuş ve iyi uygulanan bir eğitim düzeneğinin
varlığını gerektirir. Türdeşlerinin deneyimlerinden yararlanabilen, onların
deneyimlerini bilgiye dönüştürebilen tek tür insan türüdür. İnsan bilgi üreten
bir varlıktır, bu üretimde o daha önceki üretimlerin bir dönüştürücüsü olarak
etkindir. Bireysel deneyimler insanlığın deneyimleriyle bütünleşmedikçe
verimsiz kalır. Örneğin felsefe tarihinin dışında felsefe yapmak olası
değildir.
Her yetkin
bilinç kendinde bütün bir tarihin genel görünümünü ya da şemasını barındırır,
daha doğrusu içiçe iki
ıı
tarihi barındırır: hem insanlığın genel tarihini barındırır
hem kendi kişisel tarihini barındırır. Kişisel tarihimiz genel tarihin içine
yerleşmiştir. Bu tarihsellik bizi geçmişten geleceğe ya da olan’dan olumsal
olan’a doğru açar. Geçmiş üzerinde etkin olamayız, onu ancak bilinç
koşullarımız çerçevesinde doğru olarak kavramamız olasıdır, oysa gelecek
üzerinde bilinç yetkinliğimiz ölçüsünde kurucu bir etkide bulunabiliriz. Bu da
bize her zaman neyi yapabileceğimiz neyi yapamayacağımız sorusunu sordurur.
Özellikle XVII. yüzyılla birlikte, özellikle Descartes ve Leibniz'le
birlikte insanlık olası’nın önemini kavradı: dünyayı dönüştürmek ya da dünya
üzerinde yeni bir dünya kurmak fikri bundan sonra gelişti. İnsanoğlu olan’dan
olası olan’a bakmayı bilmeseydi ne sanat ne bilim ne felsefe gelişebilirdi.
Örneğin insan o koca demir yığınlarını suda yüzdüremezdi, o koca uçakları
havada uçuramazdı. Doğayı öykünen bir eskiçağ yontucusunu belki yaratabilirdi
ama bir Picasso’yu kesinlikle yaratamazdı. İyi ki düşün içindeki gerçeği ve
gerçeğin içindeki düşü bulup çıkardık. Bize verilmiş olan dünyada gemiler de
uçaklar da yoktu, Picasso da yoktu, sanatın her dalında yetkin
anlatım olanakları oluşturan simgeler de yoktu.
Gerçekte insanoğlu olabilecekleri
görmeye XVII.yüzyıldan çok önce başlamıştı. XVII.yüzyıldan sonra bu durumun yani
olabilecekleri görebildiğinin bilincine vardı. Mağara duvarlarına resimler
çizen tarihöncesi sanatçısının ola- n’m sınırlarını aşan gerçekçiliği insanın
daha o zaman görünmeyeni görmeye ne ölçüde eğilimli olduğunu gösterir bize.
Kazıbilimciler bize kemik delmeye dayanan trepanas- yon yönteminin
M.Ö.II.binde Filistin’de uygulanmış olduğunu öğrettiler. Ancak görmek başka
şeydir gördüğünü bilmek başka şeydir. Yalnızca gördüğünü bilenler iyi görürler.
Bütün bir insanlık dünyayı değiştirmek ya da dönüştürmek eyleminin ancak
olasılıklarla ilgili görü'ye dayandığını ça-
ğımızın başlarında öğrendi. İnsan yaşamında her meyva
kökleri çok derine giden bir gövdede varlık nedenini bulur. Tarihin bize
gösterdiği evrim en ilkel koşullardan en gelişmiş koşullara doğru ilerlerken
hep bir olan’dan bir olası’ya geçişin serüvenidir. İyi gören her göz her insan
başarısında tek bir bilincin olağanüstü kurucu gücünü değil ortak bilincin tek
bir bilinçte açılımını bulacaktır, geçmiş yaratıların bir bilinçte billurlaşan
özel bir bileşimini bulacaktır.
Demek ki her bilinç kendini bir
yerde ve bir zamanda varetmiş olmakla her zaman bir ortamın bilincidir. Bu
ortam sınırları belli bir ortam değildir, en yakın çevreden başlayarak dalga
dalga dünyaya kavuşur. Yetkin bir bilinci oluşturmaya yarayacak gereç bu yerde
ve zamanda en geniş çerçevede kendini ortaya koyan yaşanmış insan etkinlikleri
toplamının ta kendisidir. Bunun en basit anlamı şudur: tarihin dışında
gerçeklik yoktur ve bilinç kendini bütün bir insanlığın ürünü olan tarihin içinde
yetkin kılabilir. Sağlıklı bilgiye ulaşmanın tek yolu bize gerçekliğin kapısını
açacak anahtarları doğru olarak saptayabilmekten geçer. En yakın ortamdan en
uzak ortama kadar tarihsel bir derinlik içinde gerçekliğin tüm koşulları
bilinci geliştirmeye hazırdır. Ancak gerçekliğin doğru bilgisine ulaşmak sorunu
da bir yöntem sorunu ortaya koyar. Doğru bilgiye ancak doğru yönelimler içinde
olan bir bilinçle ulaşabiliriz. Gerçekte doğru düşünmenin birbiri içinde iki
yönü vardır: dizgesel bir kavrayışa ve yöntemli bir yönelime ulaşmış olmak.
Gerçekte yöntem dizgenin ruhudur. Dizge bize her zaman bilgide bir düzenlilik
durumunu yöntem de tutarlı bir etkinliği duyuracaktır. Sorun temelde
gelişigüzel düşünmekle belli bir düzen içinde düşünmek arasındaki ayrımı iyi
belirlemek sorunudur.
Yöntem dediğimiz zaman bir kalıp
yönelişi değil bir tutarlı yönelişler bütününü düşünürüz. Yöntem açacağımız
kapılara göre durmadan değiştirmek zorunda olduğumuz anah-
tarlardan oluşur, öyleyse o bir maymuncuk değildir. Her konu
kendine uygun bir yönelimi gerektirdiğinden yöntem bize her zaman bir değişkeni
düşündürecektir. Yöntemin temel kuralları elbette vardır ve her zaman
tartışılabilir, ama hepimizin ya da birimizin her yerde her durumda
kullanabileceğimiz belli bir yöntem yoktur. Gerçek bilim adamı, gerçek sanat
adamı, gerçek felsefe adamı kendi koyduğu kurallarla sürekli tartışmayı
becerebilen kişidir. Yöntem bizi en sağlam sonuçlara en kısa yoldan
götürecektir. Önemli olan yöntemi olmak değil yöntemli olmaktır. Yöntemli
yönelimle biz gerçekliğin özleri olan kavramlara ulaşırız. Kavramlardan herbiri
gerçekliği oluşturan varlıklardan birinin bilinçteki özüdür. Yetkin bir
bilinçte ya da sağlıklı bir bilinçte kavramlar gerçekliğin koşullarına uygun
bir dizge oluştururlar. Sağlıklı bir bilinç bütün bir gerçekliği belli bir
açıdan gören bir özler düzeneğidir. Sağlıklı bir bilinç bütün insana açılan bir
penceredir. O ortak bilincin kişilikli bir üyesidir, kişiliği özgün
yanlarından, kendi renklerini kendi koşulları içinde oluşturmuş olmasından
gelir. Buna göre ayrı bilinç ortak bilincin özel bir görünümüdür. Bilincin
özgünlüğü belli bir açı oluşturmasıyla ve kendi özel özelliklerini edinmiş
olmasıyla belirgindir. O bir ortak bilinç olmakla bireyi insanlığa bağlar ve
bir ayrı bilinç olmakla bireyi özgün kılar. Bütün bu söylediklerimizden şu
sonucu çıkarabiliriz: yetkin bilinç tutarlı bir eğitimle sağlanmış sağlıklı
bilinçtir.
Sağlıksız bilinç yani yetkin
olmayan bilinç her şeyden önce kötü eğitilmiş bilinçtir, kötü kurulmuş ya da
kendini gelişigüzel yani özensiz kurmuş bilinçtir. Böyle bir bilinç gerçekliğin
uyarsız bilincidir. Bu kötü bilinç gerçeklikten büyük ölçüde kopuk olduğu için,
gerçekliğin doğru bilgisi yerine kendinde bir takım olur olmaz doğru yanlış
bilgi kırıntılarını taşıdığı için mutsuzluğa mahkumdur. Onda kavramlar boş ya
da silik, buna göre yargılar kaygan ve sallantı-
lı, fikirler çok zaman gerçekdışıdır. O durumda gerçek
gerçeklikle bilincin doğruları arasında (bunlara sözde doğrular demek gerekir)
büyük tutarsızlıklar vardır. Böyle bir bilinç yabancılaşmış bilinçtir ve
yabancılaşmış olmakla bunalımlı bilinçtir. Sağlıksız bilinç kaçak bilinçtir,
çünkü bir doğruyu sonuna kadar savunacak gücü yoktur. Yürekli değildir ama gözüpektir,
çok zaman saldırgandır: gerçekliği gerçekdışı varlığıyla koşullamaya kalkar. O
kendini doğru bilinç olarak kavrar, dünyayla uyarsızlığını da evrensel düzeyde
bir sağduyu yetersizliğiyle açıklayabilir. O kendini gerçeklik karşısında bir
yapıcı ve dönüştürücü güç olarak algılamaktadır, bu yüzden hemen her zaman
savlı ve kavgacıdır. Gerçeklik herhangi bir gelişigüzel etkiyle dönüşecek kadar
cılız olmadığından sağlıksız bilincin dünyaya her yönelimi bir düş kırıklığıyla
son bulacaktır. O hep doğru yapan ama yanlışlar toplayan bir kısmetsiz sayar
kendini. Bu noktada arabesk bir duygusallık hemen kendini gösterecektir: bu
açıdan o hem kendiyle onur duyar hem de bozuk bir dünyadaki iğretiliğine yanar.
Bilmez ki dünyadaki tüm bozukluklar onun ve benzerlerinin yönelimlerinden
gelmektedir. Sağlıksız bilinç kendi için ve hatta başkaları için düş
kırıklıkları üreten bilinçtir. Sağlıksız bilinçlerin çoğunlukta olduğu ortamlar
tehlikeli ortamlardır, bu ortamlarda fikirler boş, görüşler tutarsız, inançlar
temelsiz, çabalar sonuçsuz olacaktır.
Yarı bilinçle ya da eksik
bilinçle ya da karmaşık bilinçle ya da sağlıksız bilinçle (bunlar üç aşağı beş
yukarı aynı şeylerdir) yaşamak gelişigüzel yaşamaktır. Bu toplumlar için de
bireyler için de böyledir. Kötü bilinçler düşünce üretmekte çok zorluk
çektiklerinden genelde şemalarla düşünürler ya da düşünür gibi yaparlar. Bu
şemalar özellikle toplumsal kaynaklıdır. Birinin rasgele bulduğunu birileri
bilir bilmez ve gerçeklikte karşılığı var mı yok mu diye düşünmeden
benimserler. Sağlıksız bilinçler sürekli bir şema
alışverişi içindedirler. Bu şemaların gerçeklikte bir
karşılığı yoktur, çoğu köksüz dileklerden başka bir şey içermez. Böylece
toplumda gerçekliği hiçbir biçimde karşılamayan ama gerçekliği bozmakta etkin
olabilecek olan yüzergezer görüşler çoğunluktadır. Varlığında kargaşık bir
bilinç gezdiren her kişi tutarlı mantığın dışında kendine
göre bir mantık benimsemiş oluşuyla, buna göre düşüncede ortaya
koyduğu düzensizlikle ya da dağınıklıkla, gerçekliğin dışına düşüşüyle ya da
gerçeklikle doğru dürüst bağ kuramayışıyla, kendince bir düşler dünyasında
yaşayışıyla, topluma iyiden iyiye yerleşmiş görünmesine karşın başkaları
karşısında ortaya koyduğu tedirgin ve garip davranışlarıyla, diyalogdan çok monoloğa
yatkın oluşuyla ya da bir başka deyişle kendi söyler kendi dinler oluşuyla
zihin yarılmasına uğramış gibidir. Bir bilinç araştırmasına yönelen her kişi
kötü bilinç - lenmişlikle delilik arasında uzak yakın bir takım ilişkiler
bulunduğunu rahatça görecektir.
Buna göre gerçek anlamda
felsefede sanatta ve bilimde yaratıcı kişiliğin temel özelliği yetkin bir
bilince ulaşmış olmaktan başka bir şey değildir. Bu kişisel bir sorun olmaktan
önce toplumsal bir sorundur. Sağlıklı bir eğitim düzeyi oluşturamamış olan
toplumlarda gücül dehalar edimli duruma geçemeden kuruyup kalırlar. Bu gibi
toplumlarda zaman zaman ortaya çıkan pırıltılı yaratıcı kişilikler kişisel bir
inadın yapayalnız ürünlerinden başka bir şey değillerdir. Kötü eğitim düzeyinde
felsefe, sanat ve bilim adamları yaratıcı kimliğiyle dolaşsalar da birer basit
teknisyen olmaktan öteye geçemezler. Sağlıklı bilinç oluşturmaya çok erken
yaşlarda başlamak gerekir.
Ölüm bilincin son korkusu, sor
sınırı, son engelidir. Ölüm bilinç için yalnızca bir son değil aynı zamanda bir
başlangıçtır: bilinç kendini kurmaya ya da oluşturmaya başlarken yavaş yavaş
ölümün sezgisine ulaşır, sonra ölümü kaskatı bir gerçeklik olarak karşısında
bulur, kendini kendine ve dünyaya göre geliştirirken daha başlarda ölümle
yüzyüze gelir. Ölüm her şeyden önce bir korkudur. Ölüm korkusunu düşündüğümüzde
ya da basitçe ölümü ölüm olarak düşündüğümüzde yaşamın anlamı değişir ya da
renk değiştirir. Bilincin yaşam serüvenini anlatırken öle öle yaşamak ya da
ölümle yüzleşe yüzleşe yaşamak diye bir şeyden sözedebi- liriz. Yaşamak biraz
da kendini ölüme göre kurmak ya da ölümün belirleyiciliğinde oluşturmaktır.
Gerçekte olmayan, olmaz gibi ya da yok gibi duran, hep yok olan ama her zaman
varlığını duyuran şeydir ölüm. Bu yüzden ölümle ilgili duygularımız
çelişkilerle örülmüştür.
Gerçekte ölüm yoktur, onu kimse
dünya gözüyle görmemiştir. kimse onunla görüşmemiş, onunla el sıkışmamış- tır.
Çünkü ölüm bir gerçeklik olmaktan öte bir tasarımdır. Biz onu elle tutulur
gözle görülür bir gerçeklik gibi algıla-
rız: ölüm korkusunun kaynağı buradadır. Sanki bir gün bir
canavar gelecek, açıta açıta canımızı alacak, bizi yokede- cektir. Bu yüzden
onu gönlümüze göre ya da korkularımıza göre simgeleştiririz: eline bir yaba
veririz örneğin, üstüne beyazlar giydiririz... Ölüm vazgeçilmez bir dost gibi,
çok yakın bir arkadaş gibi her zaman içimizde, her zaman belle- ğimizdedir. Ölüm
bilinci bir karşı-bilinç olarak yaşamın tüm akışını etkiler,
yaşama kendi renginden renkler katar, yaşamı kendine göre anlamlandırır,
bilincin oluşumunda etkin olur, sonunda yaşamı zorunlu olarak kendine göre
belirlememizi sağlar. Biz ölümü unutsak da o bize kendini ikide bir anımsatır.
Her ölüm bize kendi ölümümüzü düşündürür. Bir sevinçten bir ölüm duygusuna
geçmek hiç de zor değildir. Ölümü unutanlar, unutmak isteyenler şurada burada
onu anımsamak zorunda kalırlar: sela verilir ya da çanlar çalar. Bir acı, bir
kaşıntı, bir kırgınlık bize ölümü duyurur. Ölüm varolmanın zorunlu bir
koşuludur: her yerde doğal bir olgu olarak ya da en doğal olgu olarak karşımıza
çıkar.
Ölüm doğanın hakkıdır, öldürme
doğanın işidir. Can verme hakkı da can alma hakkı da doğanındır. Doğanın bu
yönde kendine göre çok ince hesapları vardır. Bu hesaplar özel durumlara
ilgisizdir. “Gözleri bn kadar güzel bir çocuk nasıl olur da ölüme böyle erkenden
gider!” diye söylendiğimiz olur. Doğayı acımasız
diye nitelendirdiğimiz olur. Doğrudur, doğa acıma nedir bilmez. Bunun için
doğaya kızmamız ya da küsmemiz gerekmez. Doğaya ancak canı verdiği için de
aldığı için de saygı duyabiliriz. Çünkü hiçbirimiz ölümsüzlük denilen şeyi
yaşamamışızdır. Ölümsüzlüğü yaşasaydık belki de onun ne kadar korkunç olduğunu
düşünecektik. Yaşatmak da öldürmek de doğanın hakkıdır. Ölümün doğal olmayan
biçimleri yani kaza, idam, insanöldürme ve benzeri olaylar cinayetten başka bir
şey değildir. Bir rezili öldürmekle bir bilgeyi öldürmek arasında hiçbir ayrım
yok-
tur. Bir rezili öldürmek de bir bilgeyi öldürmek de rezilce
bir iştir.
Evet, öldürme hakkı doğanındır,
varetme hakkı nasıl onunsa. Cinayet işlemek doğanın yerine karar vermek ya da
kendini doğanın yerine koymak olur ki buna kimsenin hakkı yoktur. Yargıcın da,
kralın da, imparatorun da buna hakkı yoktur. Öldürmek en büyük, en çirkin, en
bayağı, en korkunç haksızlıktır. Publilius Syrus “Bir
başkasının istemiyle ölmek iki kere ölmektir” der. Öldürülme
yalnızca canını yitirme değil aynı zamanda aşağılanmadır. Ayrıca öldürme boş
bir girişimdir: ölüm hiçbir şeyi çözmez. Hiçbir cinayet yaşamın yönünü ya da
tarihin akışını değiştirebilecek güçte değildir. Hiçbir cinayet bir ahlak
değerinin yaşamda belirleyici olmasına katkıda bulunmaz. Öldürmek
ahlaksızlıktır. Ölümü bir ceza olarak kullanmak cinayetlerin en büyüğünü
işlemek demektir. Ölümü gerektirebilecek suç yoktur. Her şey bir yana, suç
kavramı göreli bir kavramdır. Bilinç sürekli oluşur ve dünün suçlu bilinci
bugünün suçsuz bilincine dönüşür. Dünkü cinayeti işleyen ben dünkü bendir,
bugünkü ben değildir. Öyleyse insan işlemediği bir suç için yargılanamaz. Ceza
ancak bilinci geliştirme ya da iyileştirme anlamı taşıyorsa önemlidir. Ceza
intikam değildir. İntikam insanı küçültür.
Hiçbir bilinç şimdiki durumunu
önceleyen durumlardan ötürü sorumlu tutulamaz. Bilinç sürekli bir akış
içindedir, sürekli bir yetkinleşme durumundadır. Onun kendiyle ve dünyayla her
ilişkisi bir aşma ilişkisidir. Bilinç kendini kendiyle çekişerek kurar, bu onun
her durumda geçmişini yadsıyarak ya da geçmişiyle hesaplayarak evrimleşmesi
demektir. Bugünkü bilincim dünkü bilincimle tam olarak örtüşmediği gibi tam
olarak tersleşmez de. Albert Camus gibi biz de şunu rahatça benimseyebiliriz: “Çözüm
ölümse doğru yolda değiliz demektir. Doğru yol yaşama, güneşe götüren yol-
dur. ” İnsanöldürme geleceği olan bir varlığı yoketmek
demektir, bir geleceği tümüyle yoketmek demektir. Öldürülmüş geleceklerle
yokedilen şey kolay kolay tasarlayamaya- cağımız ya da düşünemeyeceğimiz
verimler değil midir? Evet, doğru yol daha güçlü insana, geleceğin insanına
götüren yoldur. Her yapay ölüm yazık olmuş bir geleceğin özel adıdır. Her yapay
ölüm, ölüm denilen trajedinin kaba bir dramla süslenmiş biçimidir.
Ölüm bizim için bir dram değil
bir trajedidir. Dramatik ölümler vardır, korkuluklara bindiren otomobilde beyni
parçalanarak ölmek gibi. Ölüm insan yaşamının tek trajik olgusudur. Burada
"trajik”i karşıkonıılamaz anlamında alıyoruz. Her kişinin
yaşamında dramlar vardır, dramatik olaylar vardır. İflas ederiz, bu bir dramdır.
Sevgilimiz bizi bırakır gider, bu bir dramdır. Karımız kaçar, bu bir dramdır.
Aklımızı oynatırız, bu bir dramdır. İhanete uğrarız, bu bir dramdır. İnsan
yaşamının tek trajik olgusu ölüm olgusudur. O bizim kesin sonumuzu çizer. “Ölüm
yaşamın amacı değil sonudur ” der Montaigne. Ölümü çokça sorun
ederseniz ölüm neredeyse yaşamın amacı durumuna gelir, en azından karşı-amacı
durumuna gelir. Ölümle yatıp ölümle kalkanlar vardır. Ölümlülük hemen hemen tek
yazgımızdır bizim. Yaşamımızın tek kaçınılmaz koşuludur. Trajik olan bize her
zaman yazgıyı ya da kaçınılmazı duyurandır. Yazgı kaçamadığımız şeydir.
Yazgının öbür biçimlerini, örneğin yoksunluklar içinde dünyaya gelmiş olmayı
bir karşı-yazgı oluşturarak aşarız. Ölüm aşılır gibi değildir. Pekçok alanda ya
da pekçok konuda yazgıyı karşı-yazgıyla dönüşüme uğratırız. Bir başka deyişle
yaşamın pekçok alanında kendi yazgımızı kendimiz yaratırız, en azından bize
yazgı diye sunulan koşulları aşmayı biliriz. İstesek her zaman bir yazgıya
karşı bir yazgı oluşturabiliriz. Yoksa özgürlüğümüz neye yarayacak,
özgürlüğümüzün ne anlamı olacaktır? Bu yüzden özgürlük sorunu döner dolaşır bi-
linç sorununa dayanır. İnsanoğlu istemli bir varlık olarak
yazgıyı altederken bir tek ölümü altedemez. Onunla sürekli yı- kışır ama onu yokedemez.
Ölüm dediğimiz şey yokluğun bir
başka adıdır, varlıktan yokluğun görünüşüdür. Seneca büyük bir rahatlıkla, bir
Sto- a'cı rahatlığıyla “Post morfem rtihil est ipsaque mors nihil”
der, böyle diyerek ölümden sonra hiçbir şeyin olmadığını, ölümün de hiçbir şey
olmadığını anlatmak ister. İnsanoğlunun korktuğu da bu değil midir? Bunun için
cennetler ve cehennemler yaratmış değil midir? İnsana yokluk mu cehennem mi
diye sorun, elbette cehennem diyecektir. Yokluğu cehenneme yeğler gibi yapması
kendine karşı oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir. Yokluk korkutucudur.
Ancak ussal açıdan baktığımızda bu korku enaza inecektir: yoklukta yalnızca
yokluk vardır, durmadan yokluğu düşünmenin de bir anlamı yoktur. Spinoza şöyle
der: “Özgür
insan ölümden başka bir şeyi düşünür, bilgelik ölümü değil yaşamı düşünmektir.
” Böyle diyerek Spinoza bilgeliğin ölüm korkusunu yenmekle olası
olduğunu anlatmak ister bize. Tıpkı Montaigne gibi. Çünkü ölüm yokluktur ve
yokluk düşünülebilecek bir şey değildir, yokluk bilince ters düşer. Yokluk
bilinç için bir nesne değil bir karanlıktır. O varlık için bir koşul olabilir,
varolmanın temel mantıksal koşulu olabilir ama bilinç için bir nesne niteliği
taşımaz. Çünkü o varlığın varlıkbilimsel koşulu değildir. Öyle olsaydı bilinç için
nesne değeri taşıyacaktı. Bununla birlikte bir yokluk sezgisinden
sözedebiliriz, ancak bulanık bir sezgi olabilir bu.
Bilinç baştan sona varlıktır,
daha doğrusu varlığın özel bir yorumudur, varlığın belli bir açıdan görüldüğü
yerdir. Bilinç varlığın parıldadığı, bütün genişliği içinde kendini göstermek
istediği yerdir. Bilinç varlığın bilincidir. Bilinç varlık çerçevesinde her
şeyi kavramaya yatkındır. Bilincin kavrayamadığı, kavrayamayacağı tek şey
yokluktur. Gerçekte bi-
zim yoklukla bir işimiz yoktur, yoklukla işimiz sonluluğu-
muz açısındandır. Her bilinç hatta kendi uzanımını aşan pek- çok şeyi
sezebilir, en azından pekçok şeyin peşine düşebilir, bir tek yokluğun ardından
gidemez. Çünkü yokluk olmayan şeydir. Bilinç olanı amaçlar. Kısacası yokluğun
bir görünümü olmakla ölüm bilincin kavrayamadığı, kavrayamayacağı tek şeydir.
Evet, bilinç ölümü ya da yokluğu kavraya- maz, bu arada kendi ölümünü ya da
yokluğunu hiç kavraya- maz. Yok olmak artık kendi olmamaktır. Kendi olan bir şey
kendi olmamayı nasıl anlayabilir!
Bilinç kendini iki yokluk
arasında kurar. İnsan olmak bir yokluktan bir başka yokluğa gitmektir ya da
daha doğrusu gidiyor olmaktır, gider durumda olmaktır. Ölüm yokluktan başka bir
şey olmadığına göre iki ölüm arasında varolmak da diyebiliriz buna. İnsan bir
yokluktan çıkar gelir ama bilinç bir yokluktan doğmaz, o dünyadan, tarihsel
dünyadan, bir bakıma tarihin kendisinden doğar. İnsanlık tarihtir, birey olmak
insanlıkta olmaktır. Bilinç doğrudan doğruya doğal- insani bir ortamda oluşur,
daha geniş çerçevede bir tarihte varlığına ve anlamına kavuşur. Doğar doğmaz
insanlığa katılmaktır bu, bir ucundan insan olmaya başlamaktır, insanlıkta bir
bütüne ulaşmak, insanlığın bütününce soğurulmaktır. İnsan tarihe hem edilgin
bir varlık olarak katılır, tarih onu bir ortamın koşullarından, şimdi
ve burada’’dan başlayarak biçimler, hem de etkin bir varlık
olarak katılır, tarihi oluşturan ya da sürdüren bir güç olur. Bilinç bütün bu
oluşumları içinde her zaman bir kalıcıyı oynarken bir geçiciyi yaşar. Bu
bağlamda geçici demek gelen ve giden demek değil dönüşen demektir. Birey
böylece tarihselin içinde tarihseli gerçekleştirirken, bir başka deyişle genel
tarihin içinde kendi özel tarihini kurarken sonunu da kurar. Bireyin tarihi
sonu olan tarihtir, bireyin bilinci bir gün bir sona varacak olan şeydir. Bu
çerçevede her zaman trajik olanın o belirgin
bunaltısı yaşanır: bilinç kendini her zaman ölümün gerçek
öznesi olarak görür. Bilinç ölümü kendinde her an bir yo- kolma koşulu olarak
yaşar. Kendini onca özenle vareden bu bilinçli varlık bir gün bir hiçe
dönüşecektir.
Yokolacağım bilen tek varlıktır
insan. Yokolacağım bildiği varlıklar dünyaya getiren tek varlık da odur. İğreti
olma ya da konuk olma duygusu insan olmanın temel koşuludur. Yaşam
geçiciliğiyle, geçiciliği bir yana geldigeçti oluşuyla korkutucudur. Ölümün
zamanı yoktur. Ölüm belli bir an’ı, belli koşulların oluşumunu beklemez.
Gömütlüklerde çocuk ölüleri çok zaman büyük ölülerinin arasına sığdırılır.
Çocuklar yarım bıraktıkları ya da daha doğrusu başlayıp bıraktıkları yaşama
dönebilecekler midir? Dönebileceklerse neyle, nasıl? Ölüm her yerde ve her
zaman karşımıza çıkabilir, şeker yemekte olan bir çocuğu da alıp götürebilir.
Yaşam güçtür, ölüm onu daha da güçleştirir. İnsan yaşamı her an tehdit
altındadır, doğanın ölüm tehdidi altındadır. Sağlığınıza özen gösterin, çok
kilo almayın, kan şekerinize baktırın, yolda karşıdan karşıya geçerken dikkatli
olun... Bunların hiç önemi yoktur. Elbet yapın bunları ama ölümü oyuna
getirebileceğinizi sanmayın. Sizin aramanıza da gerek yok, ölüm gelip sizi
bulacaktır. Öte yandan, ölümün güçlüğü konusunda hiçbir bilgimiz yokken yaşamın
hiç de kolay olmadığını hepimiz biliriz. Hepimizin ortak duygumuzdur bu: ölmek
yaşamaktan kolaydır. Belki de ölüm açısından bakıldığında tek trajik olgu yaşam
olgusudur. Yaşam aralıksız bir savaşımdan başka bir şey değildir. Bir hiçe
düzenlenmiş bir savaşım. Bu savaşım boyunca elde edilen hazların değerini de
unutmamak gerekir. Yaşam zordur ve güzeldir, ölüm kolaydır ve hiçtir.
Ben bilinç’im öyleyse ölümlüyüm
duygusu bireyin hiçbir koşulda kaçıp kurtulamayacağı bir duygudur. Varolmak
sürekli ölümlü olmaktır, ölüme aday olmaktır, ölümle içiçe olmaktır, ölüme
mahkum olmaktır ve hatta ölümde, ölümün
ellerinde olmaktır. Zaman geçiciyi duyurur, geçici ölümü
anımsatır, tüm direnişleri, tüm kurnazlıkları, tüm kaçışları, tüm acındırmaları
hiçe sayan ölümü. Bulutların o sonsuz mavide süzüle süzüle akışı bile bir hazzı
yaşatırken, ölümü anımsatır, ölümü duyurur. Her akış ölüm akışı gibidir, her
akan şey ölüme akıyor gibidir. Ben kendini her zaman bir zaman olarak duyar ya
da zamansallıkta bir ben olarak duyar yani ölüme doğru olan diye
duyar. Ben kendini hatta ölüm olarak duyar. Zaman yaşarlığın kaynağı ve ölümün
en genel şemasıdır. Ölümlülük bilinç için bir zorunluluktur, bir kaçınılmazlık
duygusu verir. Bilinç kendini bu duygudan kurtarmak ister, bilgeleşerek bu
duygudan kurtulabileceğini, bu duyguyu altedebileceğini sanır. Gerçekten bilgeleşmek
yalnız ölüme değil her şeye ağırbaşlı bir bakışla bakabilmektir. Ancak bilgeler
de ölümü karşı konulmaz bir gerçeklik olarak yaşarlar. Elbette bir bilgenin
ölüme bakışı herhangi birinin ölüme bakışından daha değişiktir: bilge en
azından ölüm gerçeğini yoğun bir korku olarak yaşamayacaktır. Bir bilgenin ölüm
karşısındaki duyguları Ciceromun şu sözlerinde pek güzel açıklığa kavuişur: “Emori
nola sed me esse mortuum nihil aestumo” (Ölmek istemiyorum ölmeyi
de hiç önemsemiyorum). Ancak ölüm vardır ve her bilinç için, bilgenin bilinci
için de vardır, tedirgin edici bir biçimde vardır.
Filozofların ölüm korkusunu yenme
fikri çok önemli bir dilektir. Çünkü ölüm duygusu yaşamı zedeler, onu karartır
ve anlamsızlaştırır. Ayrıca insana daha ölmedim duyguları
vererek onu bencilliğe doğru iter. Yaşamın yaşanılmaya değer olup olmaması bir
yana, yaşam özünde güzeldir çünkü bir hazlar ortamıdır. Yaşamın yaşanılmaya
değmez olduğunu söyleyebilecek bir kişi bile bize yaşamın güzellikleriyle
ilgili küçültücü şeyler söylemekte güçlük çekecektir. Felsefe bizi her konuda
bilinçlendirirken, genel olarak insan yaşamı üzerine bilinçlendirirken ölüme de
gerçek yerini ver-
meye çalışır, bunu yaparken ölümü önemsiz göstermeye bakar,
bu yolda kanıtlar getirir. Başlıca kanıt ölümü yaşamayacak oluşumuzdur yani o
geldiğinde biz gitmiş olacağız görüşüdür. Oysa insanlar ölürken
acı çekmekten değil de ölmekten korkarlar yani ölümü istemezler. Filozoflar
gene de haklıdırlar, ölmekten yani yokolmaktan korkmamak gerekir. Stoa filozofu
imparator Marcus Aurelius “Öliim doğanın bir isteminden başka bir
şey değildir, doğanın isteminden korkan da çocuktur'' der.
Stoa’nın bir başka büyüğü köle filozof Epiktetos ölüm için şunları söyler: “Biliyorum.
doğan her şey ölmek zorunda. Bu bir doğa yasası. Öyleyse ben de ölmeliyim. Ben
ölümsüzlük değilim. Ben bir insanım, bütünün bir parçasıyım, saat nasıl günün
bir parçasıysa. Saat gelir ve geçer. Ben gelir ve geçerim. Geçiş biçimi önemli
değil. Ateşle ya da suyla. Hepsi bu. ”
Felsefe ölüm konusunda bizi
birazcık avutur, ne var ki bir karşı-bilinç olan ölümün bizdeki etkisini
gideremez. Yalnız sıradan bilinçler değil yetkin bilinçler de ölüm karşısında
tedirgindir. Sorunu abartmamak gerekir: insan bir nedenle ölür gider. Ancak iş
hiç de göründüğü kadar basit değildir: ölmek demek artık olmamak ya da artık
varolmamak demektir. Kendini iğneyle oya işler gibi ince ince kuran bilincin
yokluğa dönüşmesi, bilincin bir hiç olup çıkması doğal olanla insani olanı karşı
karşıya getirir. Ne var ki insanın kökü de doğadadır, doğa öncelikli öğedir,
insani olan da doğadan gelmektedir ve onun yasalarıyla belirgindir. İnsanla
ilgili her şey doğal olanın belirleyiciliğinde vardır. Doğa her zaman son sözü
söyleyecektir, ilk sözü ve son sözü. İnsan ölmemek için doğayla yıkışır, bunun
için hekimliği bulup çıkarmıştır. Hekimlik küçük hastalıkları giderir, büyük
hastalıkları sakızlandırır, ölümü gideremez de çok zaman acıyı artırır. Son söz
gene doğanındır. Doğa kendi dışında belirleyici bir güç, bir istem kabul etmez.
Her durumda onun sözü ge-
çecektir. Her zaman onun öngördüğü olacaktır. Doğanın boşluk
bırakmadan belirleyici olduğunu yalnız bilgeler ya da bilginler değil ilkeller
ve çocuklar da görebilir.
Bilincin gelişimi her an ölüme
doğru olur. Irmağın suyu güle oynaya uzaklara doğru koşar, taşların üstünden
atlar, bir derine iner bir yüze çıkar, sevinçle koştukça her adımda denize
biraz daha yaklaşır. Bunun gibi bilincin gelişimi de her an ölüme doğru olur.
Bilinç ölüm duygusunu içine sindire sindire ilerler, ne var ki bu duygu ondaki
bir yabancıdan başka bir şeyi duyurmaz ona. Ölüm yabancılığı giderilemeyen
şeydir. Her bilinç kendi içinde bir düşman gibi barındırdığı ölümün,
yetkinliğinin arkasında duran ölümün sinsi sinsi bir şeylere hazırlandığını
sezer. Yetkinleşmek ölümsüzü yakalamaya hatta ölümsüzleşmeye doğru bir
yönelimdir ama ölümü altetmeye yetmez. Yetkinliğe doğru yürümek ölüme doğru
ilerlemektir. Herhangi bir deneyim ya da ileriye doğru atılan her adım
yetkinliğe biraz daha ulaşmak olduğu gibi ölüme biraz daha yaklaşmaktır. Bilinç
bu sorunu kökten çözmeye çalışır. Bu çaba ayakları sıkı sıkı bağlanmış olan
kurbanlık hayvanın debelenmesine benzer. İnsan da bilir bilinmeyenin çözümü
olmadığını. Bile bile çırpınır. Ölüm her durumda bilincin bir türlü
kavrayamadığı şeydir. Ölüm bilinç açısından bilinemezin ta kendisidir.
Yokolmayı ya da yo- koluşunu kavrayabilecek bilinç yoktur. Yokluğu sıradan bir
yaşam koşulu olarak yaşayabilecek bilinç hele hiç yoktur. Hiçbir veri, hiçbir
dayanak, hiçbir gerekçe ölümü anlaşılır kılmaya katkıda bulunamaz. Ölüm bir
gizdir, belki bir giz bile değildir, bir gizden daha çok ya da daha az bir
şeydir. Kesin olan bir şey vardır: ölüm doğanın bir isteminden başka bir şey
değildir.
İnsan dünyası maddenin içinde,
maddeden doğmuş ya da her an maddeden doğmakta olan bir ruhsallıktır. Bilinç
canlı maddenin bir sürecidir ve ruhsallığın tek alanıdır. Bilinç varoluş
koşullarını maddeden getirir, kendi özel koşullarını maddede kendi oluşturur.
Maddenin dışında ruhsallık yoktur. Ancak bilinç madde değildir, maddenin bir
işlevidir. Maddenin bir işlevi olmakla maddeyi alabildiğine aşar, maddede
olmakla birlikte maddeyi aşar. O bilinçtir ve çok özeldir. Evrensel uzanımlı
maddenin evrensel uzanımlı duyarlılığıdır o. Ama her bilinç kendi olarak
vardır, özel bir varlık kipi olarak, özel özellikleri olan bir varolma biçimi
olarak vardır. Ruh yalnızca kendini tanır ve kendini davranışlarında ortaya
koyar. Başka ruhların etkinliğini de davranışlarda yakalar. Bir bilincin bir
başka bilinçle ilişkisi dolaylıdır, bu yüzden bilinçler arasındaki ilişki
sorunlu bir ilişkidir. Bilinçler davranışlar aracılığıyla, her türlü dilsel
olanakları kullanarak birbirleriyle ilişkiye girerler. Bir bilinçten bir başka
bilinci görmek olası değildir. Buna göre bilinç yalnızca kendini tanır,
benzerlerini benzetme yoluyla, kendine benzeterek tanımaya çalışır. Maddeden
giderek insan ruhsallığını açıklamak olası değildir, çünkü madde doğrudan
doğruya bir bilinmeyendir. Maddenin ne olup ne olmadığını tartışanlar hiçbir
sonuç elde edemezler. Ben maddeye dıştan kavuşurum, madde benim içten yaşadığım
şey değil ancak dokunabildiğim şeydir. Maddeyi her zaman dışsal olarak
algılarım. Ben maddede değilim, bilincim madde değildir, o maddenin işlevselliğinin
çeşitli süreçlerinden oluşmuştur. Bununla birlikte varoluş koşulları tümüyle
maddenin koşullarına bağlıdır.
Evet maddenin özü ya da içi bana
kapalıdır. Öyle olmasaydı ben kendinin bilinci olmaktan ötede evrenin bilinci
olacaktım. O zaman ölümü içten yaşama kolaylığım olacaktı, ölümün gerekçesini
de bir bilinç olgusu olarak yaşama şansım olacaktı. O zaman ölümü kendi olarak
yaşayabilirdim. Bu durumda ölümü yaşayamam, yalnızca ölebilirim. Bu yaşam
koşullarında ölüm benim için yalnızca bir yokluktur, yokluğun bilinci de olası
değildir. Ruh her zaman kendini özel bir varlık olarak algılar, dünyanın
merkezine yerleşir, dünyanın ayrı bir merkezi olur. Her insan bir merkezdir, o
merkezden bütün bir dünya görünür. Bilinç her zaman özgün yapısıyla bilinçtir:
özgünleştikçe ya da yetkinleştikçe özgürleşir, özgürleştikçe bütün dünyaya
biraz daha kavuşur. Başka bilinçlerle ortak özellikleri olduğunu sezer, başka
bilinçlerden ayrı özellikleri olduğunu da. Onda ortak bilinci renklendiren ayrı
bilinç öğeleri onu özellikli kılar. Her bilinç evrensele kavuştuğu ölçüde
bilinçtir ama öte yandan kendinde özeli barındırdığı ölçüde bilinçtir. Bilinç
iki yokluk arasında oluşturulmuş özgün bir üründür, öte yandan hem kendi olarak
hem insanlığın bir parçası olarak tarihseldir. O kendi istemi dışında
varolurken kendi istemi dışında tarihe katılır, sonra kendi istemi dışında
tarihten ayrılır. Tarih özel tarihlerin ipliğiyle örülmüştür.
Demek ki ölüm seçilen bir şey
değil katlanılan bir şeydir. Olumsal değil zorunludur. O bir insanlık durumudur
ama öbür insanlık durumlarına göre çok özelliklidir. Tüm insanlık durumları
yaşamla ilgiliyken ölüm yaşamı ilgilendirmekle birlikte yaşam olmayan şeyin,
yokluğun koşuludur. O seçilemeyen olarak vardır. Oysa bilinç seçicidir, insan
buna göre her zaman seçimler yaparak varlığını oluşturur. İnsan seçicidir,
başeğerken de başkaldırırken de seçicidir, kölelik koşuluna uyarken de kölelik
koşuluna karşı çıkarken de seçicidir. Tamgüçlü olmadığımız için yani Tanrı
olmadığımız için seçimler yaparız. Ancak kimse ölüm karşısında seçici
olamayacaktır. İntihar olgusu bizi yanıltmamalı: intihar bir ölüm biçimi değil
bir yaşam biçimidir, ölüme doğru bir yaşam biçimidir. Her intihar yaşamla çok
özel bir hesaplaşmadan başka bir şey değildir. İntiharda başarısız olan kişi
çok zaman yaşama dönmekten hoşnuttur, iyi ki kendimi öl- düremedim
duygusunu yaşayacaktır ve genelde yaşama dört elle sarılmaya hazırdır. İnsan
ölüme tutkun olduğu için değil ya yaşamı beceremediği için ya da iyi yaşama
koşullarını elden kaçırdığı için kendini öldürür. Bozuk bir bilinçle yaşama
katılmak durumunda kalan insan ölüme aday olmayı seçebilir.
İntihar ölümü seçme olmaktan çok
yaşamla hesaplaşmadır. Kimse ölümün güzelliği adına, eşsizliği adına intiharı
seçmiş değildir. Yokluğun güzelliği diye bir şey yoktur, varlığın güçlüğü
yokluğu kendiliğinden düşündürebilir. Kaldı ki insan intiharda kupkuru bir
dünyadan değil de bir hazlar ortamından ayrılmayı göze almaktadır. İntihar bir
kaçıştır, özellikle bir kendinden kaçıştır. Onu en iyi becerebilenler bırakıp
kaçmayı iyi bilenler olacaktır. İnsan bir yanıyla savaşmaya eğilimliyse bir
başka yanıyla kaçmaya eğilimlidir. İntihar çok zaman bir cezalandırma
olgusudur, kendini cezalandırma ya da başkasını cezalandırma. İntiharcı
kendiyle sorunlu kişidir, dolayısıyla dünyayla sorunlu kişidir. Kendiyle
sorunlu olmayan başkasıyla da çok sorunlu olmayacaktır. Kendinden kaçmayan
başkasından kaçmaz. Her şey bizde, bilincimizin bilinç olma koşullarında
düğümlenir. Başkasıyla sorunlu kişiler kendileriyle olan sorunlarını görmek
istemezler. Başkasına ağlayan gerçekte kendine ağlar. Dünyaya uygun koşullarda
yerleşememiş olan ve böylece kendiyle de tam bir karşıtlık içinde bulunan
bilinçler hatta ölümden korka korka kendilerini yoketmek isteyebilirler. İyi
yaşam, uygun yaşam kendini sağlam kurmuş, düzgün kurmuş, özenle kurmuş ve
böylece dünyaya tam bir tutarlılıkta yerleşmiş kişilerin işidir. Ancak ne
olarsa olsun en yetkin bilinç bile kendiyle ve dünyayla azçok sorunludur:
dönüşen her şey sorunludur. "BaşkasYnın olduğu yerde yaşam bir sorunlar
ortamıdır.
İntihar ölümü getirir ama intihar
etmek başkadır ölmek başkadır.Ölmek bir belgenin altını zorla, istemeyerek,
ağlaya ağlaya imzalamak gibidir. İntiharda insan ölüme kendi gider, çok zaman
telaşsız bir hazırlıkla. Evet, intihar ölmekle ilgili olmaktan çok yaşamakla
ilgili bir sorundur: insan ölmeye karar verdiği anda bütün sorunlarının dışına
çıkar: o artık sevgilisini elden kaçırmış olan değildir ya da iflas etmiş olan
değildir ya da sevdiklerince aşağılanmış olan değildir... İntihar kararıyla
birlikte bütün sıkıntılar biter, bütün gönül acıları, bütün bilinç sorunları
son bulur. O zaman intihar duygusu bütün bilinci kaplar. Öç almak adına
girişilen intiharlarda bile bireyin gerilimi enaza inecektir. Kişi hesaplaştığı
ve hesaplaşmayla gözden çıkardığı bir dünya karşısında artık duyarlı değildir.
Artık o eski dünyasının yabancısıdır o. Ben gidiyorum anlamında bırakılan
mektup soğukkanlılıkla yazılmıştır, üstünde gözyaşı izi yoktur. İntiharı seçen
kişi şey
olmayı seçer gibi yokluğu seçer. Bilinçli varlık olmaktan şey olmaya geçiş tam
anlamında karmaşıklıktan hatta kargaşıklıktan hiçliğe geçiştir. Kendinde şey
olmak istemek diyebiliriz buna. Kendinde şey’in temel özelliği mutlak
istemsizliktir. Kendi için olan bilinç yönelgendir ve tam anlamında istemlidir,
seçmelerle kurmaktadır kendini, bir durumdan daha karmaşık bir duruma geçer,
kendiyle tersleşerek ya da kendiyle tersleşmek pahasına yetkinliğe doğru
ilerler. İstemek seçmektir, seçmek istemektir.
Ölüm bazen istenir, bir dilek
olur, ancak bu her zaman yaşamdan vazgeçmek anlamına gelmez. Yaşamın
güçlükleri, bu güçlüklerle gelen yorgunluklar, açmazda kalmışlık duyguları,
sayısız çirkinlikler ölümü düşündürür hatta özletir. O zaman bu özlem içinde
ölüm bir etkin gerçeklik olarak değil bir umut olarak sevilir. Artık vakit
gelmiştir belki de ya da artık gelmelidir. Baudelaire’in Yolculuk
şiirinin son bölümünde söylediği gibi: “Ey
Ölüm, eski kaptan, vakittir, demir alalım! / Bu ülke
sıktı artık,ey Ölüm! Kalk gidelim. ” Ancak bu yaşamdan vazgeçişi
yürürlüğe koymak değil bir dinlenme umudu yaratmaktır. Bir mezar rahatlığı hep
istenir, hep özlenir, hep düşünülür. Ana rahmine dönmeyi tasarlamak gibi. Mezar
rahatlığı ama mezar değil. Bir başka şiirinde Baudelaire’in şu
dizelerini okuruz: “Uyumak istiyorum! yaşamaktan çok uyumak! / Ölüm kadar tatlı bir
uykuda. ” Burada seçilmiş bir ölüm sözkonusu değildir. Bir
dinlenme duygusudur sözkonusu olan.
Trajik tek olgu olan ölümün
dışında her şey insan için bir seçim konusudur. Doğmak ve ölmek dışında her şey
insana en azından bir davranma ve direnme hakkı verir. Doğum bilinçöncesi bir
olgu olduğundan insan istemini tümüyle aşar. Ölüm korkusu bellidir ama kimse
doğumuyla ilgili herhangi bir duygusallığı yaşayamaz. Doğumumuz üzerine
düşünmek ve duygulanmak bizim beceremeyeceğimiz bir iştir. Bir başka deyişle
ölümümüz bizi ilgilendirir ama doğumumuz bizi ilgilendirmez. Çünkü doğumumuz
her şeyden önce olmuş bitmiş bir şeydir, onu düşünmek istediğimizde bizden
büyük ölçüde kaçacaktır. Doğumun ağırlığı duyulmaz, ölümün ağırlığı her an
duyulabilir. Geçmişe dönük duygusallıklar genellikle zayıftır. Örneğin geçmişe
dönük korku olmaz. Korku her zaman olmakta olanla ve daha çok da olacak olanla
ilgilidir. Analarımızın bize anlattığı doğum öyküleri pek yavan şeylerdir,
bunlar hemen tümüyle bize anlamsız görünürler. Doğum öyküleri annelerin,
babaların, ninelerin duygusal yaşamında büyük bir yer tutar. Benim doğumum
benim için yoktur ama annem için vardır. Kimse yaşamadığı bir yaşanmışa nesnel
konumunun ötesinde bir anlam veremez.
Buna karşılık ölüm geleceğin
sorunu olmakla bir tehdit oluşturur. Basit bir tehdit değildir bu, yokolmayla
ya da yo- ketmeyle ilgili bir tehdittir. Ölüm insan olmanın korkulu düşüdür.
İntiharda bu korku bulanır, yerini çok yeni ve çok'karmaşık duygulara bırakır.
İntiharda uyarsız ya da bunalımlı bilinç kendini bir takım olgusal gerekçelerle
yoketmeye yönelir. Her intiharın bir olgusal gerekçesi vardır ancak belki de
gerçek gerekçe bu değildir. Asıl sorun bilincin tutarsız ya da hastalıklı
olması sorunudur. Nedeni ne olursa olsun bilinç bozuklukları kişiyi bazı
koşullarda ölümü seçmeye yöneltecektir. Ölümü seçmenin görünür gerekçesi bize
yetersiz görünebilir, ancak hiçbir ölüm tasarımı cılız bir gerekçe üzerine
oturmaz. Asıl gerekçeler her zaman daha derindedir, görülmez yerlerdedir.
Sevgiliden ayrılmak bir dış nedendir, iç nedenler ya da temel nedenler bilinçte
ya da bilincin oluşum koşullarında içkindir. Bir intihar gerçekleşir, bunda
salt ruhsal bir bozukluk mu yoksa bilinçsel bir yetersizlik mi ya da her ikisi
mi sözkonusudur bilemeyiz. Bilinç yetersizlikleriyle bazı çılgınlık biçimleri
arasında yakınlıklar yok mudur? Kötü oluşturulmuş bir bilinç sorunlu bir
bilinçtir: içsel olarak bunalımlı ve dışsal olarak uyarsızdır. Elbet yabancılaşmış
bilinç sağlıklı bilinçten çok daha yakındır intihara. Çoğu sağlık ya da onur
sorunuyla ilgili bazı belli koşulların dışında sağlıklı bilinç için intihar
sözkonusu olmayacaktır. Sağlıklı ya da yetkin bilince intihar ters düşer.
Bizi intihara eğilimli kılan
yaşamsal sorunlarımızı ya da daha doğrusu ruhsal sorunlarımızı ruhhekimleri mi
çözecek eğitimciler mi? İnsan yaşamında her şeyden önce sağlıklı eğitimi
geçerli kılabilmek gerekir. Ruhhekimi ancak eğitimcinin yapamadığını
yapacaktır. Eğitimcinin elinden kaçanı ruhhekimi ele almak durumundadır. İyi
kurulmuş bilinçler elbet olumsuz koşullar altında da tutarlılıklarını
koruyacaklardır. Hastalanmaya eğilimli olmak hastalanmayı zorunlu kılmaz. Beden
sağlığı ruh sağlığının güvencesi değildir. Sağlıklı bir bedende bilincin çok
kötü koşullarda çok yetersiz kurulması da olasıdır. Bilinç iç ve dış etkenlerin
birlikteliğinde gelişir, onun gelişimi bir tohumun açılıp serpilmesine
benzemez. Bir başka deyişle bilincin gelişimi zorunlu ola-
rak belli bir çizgi üzerinde olmaz, bilinç zorunlu
koşullarda gerçekleşen bir yapı değildir. Bilincin kendini kurma koşulları bir
serüvenin oluşum koşullarını andırır. Bir buğday tanesi yere ekilirse buğday
olur, bir önbilincin hangi koşullarda bilinç olacağı belli değildir. Her bilinç
kendini çeşitli olasılıklardan giderek vareder.
Eğitmek için iyileştirmek mi
iyileştirmek için eğitmek mi? Birbirine uzak düşer gibi duran bu iki sorun
gerçekte bir gerçekliğin iki ayrı görünümünden başka bir şey değildir.
Eğitimcinin insan ruhunu tanıması, ruhhekiminin de eğitimle ilgili sorunlara
yakın olması gerekir. Önemli olan bilinçleri o tehlikeli ve bunaltıcı
kargaşalıklarından kurtarmaktır, daha önce de onların böyle bir kargaşıklığa
düşmemesi için gerekli koşulları yaratmaktır. Elbet ruhhekiminin işi eğitim
düzeyini çok aşan bir iştir: sorunun eğitimle ilgili olmayan ya da eğitime
yanıt vermeyecek olan binbir yüzü vardır. Gene de eğitimi dışlayan her tutum
ruhhekimliğinde bir tehlike belirtisidir. Bilinç kargaşası ruhsal açıdan
hastalanmanın baş koşuludur. Kötü bilinçlenmiş sağlıklı insanlardan sözetmek
büyük bir iyimserlik olur. Delilerin büyük bir bölümü dışarıda
sözü bu açıdan oldukça anlamlıdır. Her kargaşık bilinç hastalıklı bir görünüm
ortaya koyar. Eğitimin temel kuralı her bireyi kendi olarak ele almaktır,
ruhhe- kimi de bilinçli bir varlıkla karşı karşıya olduğunu ve insanla ilgili
her sorunun özünde bir bilinç sorunu olduğunu bilecektir.
Eğitmeden iyileştirmek ve
iyileştirmeden eğitmek çıkar yol gibi görünmüyor. Eğitmek de iyileştirmek de
bir bilinç işidir, buna bağlı olarak bir sabır işidir. Her ikisinin de ancak
uzun süreçler boyunca gerçekleşebileceğini bilmek çok önemlidir. Sabırsız bir
eğitici de sabırsız bir ruhhekimi de iyiyi amaçlarken olanı elden kaçırabilir.
Eğitici de ruhhekimi de bozukluğun niteliğini çok iyi görebilmek ve ona
göre yöntemler kullanmak zorundadırlar. Buna göre eğiticinin
de ruhhekiminin de yetkin bir bilince ve yetkin bir bilincin sağlayacağı
kavrayıcılığa gereksinimi vardır. Eğiticiyi de ruhhekimini de basit bir
teknisyen olmaktan uzak tutmamızı gerektiren koşul onların yetkin bilince
ulaşmış olmaları koşuludur. Her ikisi de ölüm sorunuyla, özellikle intihar
sorunuyla ikide bir karşılaşacaklardır. Bu çerçevede onların ölüm ve intihar
konularında aydınlatıcı bir bilince ulaşmış olmaları gerekir. Her sorun dönüp
dolaşıp ölüm sorununa açılıyorsa eğitici de ruhhekimi de bu sorun üzerinde iyi
bir bilince ulaşmış olmalıdırlar. Eğitmeyle ya da iyileştirmeyle ya da her
ikisiyle sağlanan tutarlı bilinç yaşamla ilgili her şeyi kendine göre doğru
olarak ussal kılarken ölümü de olması gereken yere yerleştirecektir. Ölümün
bizi tedirgin etmesi onun gerçek anlamda ya da yeterince ussallaştırılama- mı;;
olmasından gelir. Ölüm korkusundan ya da ölüm duygusundan uzaklaşabilmek için
ölümü gerçek yerine koyabilmek gerekir. Buna göre ölüm önemlidir ama her şey
değildir. Yetkin bilinç neye ne kadar önem vermek gerektiğini bilir. Ölüm
benimsenmesi güç bir zorunluluktur ama bir zorunluluk olmakla benimsenmesi gereken
şeydir. En azından onun karşısında bağırıp çağırmak herhangi bir şey
sağlamayacaktır. Her yetkin bilinç kendini kaçınılmaz sona ağırbaşlılıkla
hazırlar.
Demek ki yetkin bilinç ölüm
korkusunu ya da ölüm duygusunu baştan sona yenemese de bu korkunun ya da
duygunun altında ezi’ip kalmayacaktır. Ölüm korkusu sıradan bir korkudan daha
başka bir şeydir: her korkutucu etkeni şöyle ya da böyle giderebilirsiniz ama
ölümü gideremezsiniz. Ancak ölüm korkusu da sonunda bir korkudur ve her korkuya
yapılabilecek olan ona da yapılmalıdır. Ölümü yetkin bir bilinçle
evcilleştirmek olasıdır. Kötü kurulmuş bilinç her engel karşısında bocalarken
ölüm karşısında da büyük sıkıntı-
lar yaşayacaktır. Üstelik insan yalnızca kendi ölümüyle
değil başkalarının ölümüyle de sorunludur. “Keşke ben ölsey- dim” sözü her
zaman boşa söylenmiş bir söz değildir. Bazı ölümleri görmek ölmekten daha
acıdır. Yalıtık bilinç yoktur, bilinçler bir ortak alan oluştururlar: onlar
birbirleriyle varolmuş, birbirlerini etkilemiş, birbirlerini varetmişlerdir.
Bazen birbirlerini zedelemişler bazen birbirleriyle gönen- mişlerdir. Bir
başkasının bilinci benim bilincimin bağlaşığıdır ve beni ilgilendirir: nasıl
yokolmamı olağan karşılayamazsam sevdiğimin yokolmasmı da olağan karşılayamam.
Bir başkasının ölümü bana kendi ölümüm kadar hatta ondan daha çok korkunç
görünebilir. Bilinçler birbirlerinin düşünsel ve duygusal bağlaşıklarıdırlar.
Bilincim kabataslak bir bakışla baktığımda benim yapıtımdır ama inceden inceye
baktığımda onda bütün bir insanlığın payı olduğunu görürüm.
Yetkin bilinç ölümü anlamayı
dener, onunla uzlaşmaya çalışır. Esenlikli bir yaşam için, dünyayı kendine
zehir etmemek için bu uzlaşma zorunludur. Ancak ölümle dost olmak bir
yırtıcıyla dost olmaya kalkmak gibidir. Bu uzlaşma hiçbir zaman tam olarak
gerçekleşmez: ölümle aramızda bitmez bir kavga vardır. Ölüm bir duygu olarak
hep vardır ve hep olacaktır. İnançlı kişi bu uzlaşmayı dogmaların
belirleyiciliğinde kurar yani yapay yoldan gerçekleştirir. İnanç kalıplarında
bu uzlaşma zaten hazır olarak vardır. Ancak dogmaların varlığı da inançlıyı
ölüm duygusundan tam olarak kurtaramaz. Ölümle oyun olmaldığını inançlı kişi de
bilir. İnançlı da bilir ki ölüm yaman bir iştir ve ölümü gidermek olası
değildir. Uzlaşma bir kurtuluş tasarısı olarak elbette iyidir. Ölüme karşı bir
şeyler yapmak gerekir: ya ölümü tümüyle dışlamak ya da ona alışmak gerekir.
Ölümü dışlaya- mazsınız ve ona alışamazsınız. Gene de bu yolda bir şeyler
yapılabilir, yapılmalıdır. Ölüm yaşamı pek kötü karartmaktadır çünkü. Montaigne
“İnsanlara
ölümü öğretecek olan onlara yaşamayı öğretecektir ” der. Ölümü
öğrenmek, buna göre ölümle uzlaşmak dile kolay bir iştir.
İnsanoğlu bir yandan ölümle
uzlaşmaya çalışırken bir yandan da ölümsüzlüğü özler. Her insan bir Gılgamış’dır,
içinde bir Gılgamış gezdirir. Gılgamış bir evrensel ilkör- nektir, böyle
olmakla dünyadaki ortak bir kaygının anlatımıdır. Gılgamış ölümsüzlüğü her
nimete yeğ tutmaya hazırdır. Ne o ne bu vardır gözünde, yalnızca ölümsüz olmayı
ister. Ne var ki tanrılar ona hiçbir zaman ölümsüzlük vermeyecektir. Bilinç
bunun böyle olduğunu bile bile görünmez derinlerinde kendisi için ölümsüzlükler
öngörür. Oysa dünyanın insana bir an ölümsüzlüğü yaşadım
dedirtecek güzellikleri vardır. Gılgamış’m aradığı eşsiz bir aşk ya da başka
bir şey değil yalnızca ölümsüzlüktür. Bir tanrıçayla aşk yaşamak bile anlamsız
gelir ona. Tanrıça İştar’ınki bir hevesten başka bir şey değildir. Gılgamış
ölümsüzlüğü ister. İştar şöyle der ona: “Gılgamış başını alıp nereye gidiyorsun
/ Aradığın yaşamı hiç bulamayacaksın sen. / Tanrılar insanlığı yarattıklarında
/ Ona ölümü verdiler, / Kendilerine sakladılar yaşamı. / Ey
Gılgamış tıka basa ye, / Kendini kazlara ver gece gündüz, / Sevinç
içinde ol her zaman, / Dans et şarkı söyle sabahtan akşama. /
Giysilerin tertemiz olsun, / Başını yıka suda yıkan. / Elinle
tuttuğun küçük şeyleri iyi koru, / Bırak
karın da sevinsin göğsünde. / İnsanlığa düşen işte budur. ”
Evet tanrılar Gılgamış'a ya da
insana hiçbir zaman ölümsüzlük vermeyecektir. Bilinç bunu bilir ve bu yüzden
ölümsüzlükler tasarlar, ölümsüzlük düşleri kurar. İnanç özellikle bunun için
vardır. Bilincin ölümsüzlükle ilgili tasarılarından hiçbiri insanı ölümsüzlük
duygusundan kurtaramaz. Monta- igne’in belirlediği şu gerçek hiçbir zaman
değişmeyecektir: “Doğumumuz bize nasıl her şeyin doğumunu getirdiyse ölümümüz de bize
her şeyin ölümünü getirecektir. "
Ölüm bir yaşam gerçeğidir. Kendini yaşarlıkta bir
karşı-yazgı olarak kuran bilinç ölümü kendinde bir karşı-yazgı olarak sezer.
İnsan bilinçli bir varlık olarak varoluşunu gerçekleştirirken yazgıya karşı bir
yazgı oluşturmuş, kendini genel insanlık tarihinin içinde bir özel tarih olarak
kurmuştur. Ancak her an bir karşı-yazgı olarak ölümün tehdidi altındadır. Ruh
kendini maddesel süreçlerin bir uzantısı ya da bir sonucu olarak tanır.
Maddenin yasaları dışında kalamayacağını, maddenin yasalarına karşı
koyamayacağını bilir. Maddeyi şu ya da bu koşulda dıştan biçimlemeyi
başarabilen insan ruhu gene de kendini her zaman koşullanmış
olarak duyacaktır. Özgürlük ancak bu koşullanmışlığın üzerine kurulan bir
sınırlı seçme gücü olabilir. Ölüm önünde sonunda bir zorunluluktur,
varoluşumuzun bir temel koşuludur, maddenin zorunlu koşulları çerçevesinde
vardır. Ölüm vardır, bir gerçeklik olarak vardır, bir yaşam koşulu olarak
vardır. İyileştirme yöntemleri ölümü geciktirir ve süsler. Ölüm her insanda
ruh- sallığı geçici kılan güçtür. O noktada insan ölüme başeğer. Ölümle
uzlaşmak ya da ona daha yumuşak bakmak iyidir. “En istemli ölüm en iyi ölümdür”
der Montaigne. Ölüm sözko- nusu olduğunda istemli olmak dediğimiz şey
katlanmaktan ve pekiyi demekten başka bir şey değildir.
Bilincin ölüm karşısında en büyük
avuntusu bir tarihe, insanlığın ortak tarihine katılıyor olmakla bir tür adsız
ölümsüzlüğe ulaşıyor olmaktır. Bir iz bırakıyor olmak, bir şeyler bırakıyor
olmak duygusu ölümün ağırlığını hafifletir. Başkalarında yaşıyor ve yaşayacak
olmak da bir tür ölümsüzlük değil midir? Tarihte yaşamak gelecek zamanların
insanlığına bilincinin tüm olanaklarıyla katılmak değil midir? Buna ölümün
silemediği ölümsüzlük diyebiliriz. Öyle olur böyle olur, sonunda ölüm
varlığımızı giderir, bilincimizi emer ve soğurur. Ölüm bilinci hiçleştirirken
tarih bilincin her türlü yetkin ürününü derler, özümler, korur ve aktarır,
aktarır ve geliştirir. Bu bilincin başka bilinçlerde yaşamını sürdürmesi ve
onlarla dönüşmesidir. Tarih bilinçlerden giderek kendini kurar, bilinçlerin
ortak gelişiminin bir ürünüdür. Tarih gelişen bütünsel bilinçtir. Bu yüzden
gerçek anlamda yaşamışlar için mutlak ölüm yoktur ya da kimse için mutlak ölüm
yoktur. En cılız bilinç bile tarihin bir parçasıdır. Her bilinç verimli
üretimiyle ya da verimli üretimi ölçüsünde başka bilinçlerde ölümsüzlüğe
kavuşur. İnsanlığın ortak bilinciyle bütünleşen bilinç insanlığa katkı payı ne
olursa olsun görünür ya da görünmüz koşullarda sonsuza kadar yaşayacaktır. Ölüm
bilinci yokedebilir ama onu hiçe indirgeyemez. Bizi her alanda yaratmanın
gücüne inandıran belki de ölüm korkusudur.
“Modem” sözcüğü bize her zaman
bir yeniyi duyurur. Modem olan bugünle ilgili olandır. Modernus
şimdiki zamanı ve şimdiki zamana yakın zamanları duyurur. Modem zaman bizim
zamanımızdır, XV.-XVI. yüzyıllarda temeli atılan, XVII. yüzyıldan sonra büyük
bir gelişim gösteren ve bugün de sürmekte olan bizim zamanımızdır.
Gerçekte bütün zamanlar bizimdir: tarih bizim tarihimizdir, insanlık bizim
insanlığımızdır. Ama bizlerin Eskiçağ’daki ve Ortaçağ- ’daki koşullardan çok
değişik koşulları yaşamakta olduğumuz doğrudur. Modem düşünce çağdaş
düşüncedir, Yeniça- ğ’ın düşüncesidir. Gerçekte her düşünce öncelediği
düşüncelere göre modem düşüncedir. Çağlar hatta dönemler yepyeni düşünce
özelliklerini yaratırken ve sürdürürken önceki çağların ya da dönemlerin
karşısında modem kimliği kaza- nırler. Her çağ kendi yaşam özellikleriyle çağ
olduğu gibi çağların içinde yer alan değişik dönemler de kendi yaşam
özellikleriyle dönem diye belirlenirler.
Çağlar hiç de biryapılı bir bütün
özelliği göstermezler. Eskiçağ’ı eski uygarlıklar dönemi ve yunan-latin dönemi
olmak üzere ikiye ayırmak doğru olur. Nitekim Ortaçağ da böyle ikili bir yapı
ortaya koyar: XI. yüzyıl iktisadi ve toplumsal değerler açısından da kültür
değerleri açısından da bir dönüm noktasıdır. Bitişik ya da komşu dönemler
birbirlerine ortak özelliklerle bağlanırken birbirlerinden değişik özelliklerle
ayrılırlar. Kavrayışların, sezişlerin, görüşlerin, değerlerin değişmeye
başladığı yerde modern başlar. Onun ötesinde şimdiki
düşünceyi karşılayan her insan etkinliğine modern demek doğru olur. Her modem
bir eskime sürecinden geçerek tarihe özel özellikleriyle bağlanır. Düşünce
tarihinin sürekliliği modern kavramını her zaman zorda bırakır: bir modem biter
bir modem başlar. Her zaman kesin başlangıçlar ve bitişler değil yumuşak
geçişler vardır. Kan- t’ın değişim koşullarını bireyde değil türde görüşü de bu
açıdan çok anlamlıdır. Başlama noktaları çok gerilerdedir, oluşum koşullarının
belirginleşmesi daha sonra gerçekleşir, olgunlaşma da bu koşullar üzerine
gerçekleşir.
İnsan gerçeğini bir bütün olarak
kavramak istediğimiz zaman düşünce tarihinin bütününe yönelmemiz gerekir,
düşüncenin kesintisiz akışını evrim çizgisi boyunca görebilmemiz gerekir. Bir
düşünceye kaynak ya da köken aramak bunun için zordur, böyle bir arayış
durmadan gerilere gitmeyi gerektirir. Öncesel öge her durumda önceliklidir. O
zaman en gerilere gitmek ya da başa dönmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya
kalırız. Her öğrenme çabasında bir geriye gitmektense işe baştan başlamak doğru
olacaktır. Geriye doğru yürüdükçe Tarihöncesi’ne ulaşırız. Daha da yürür sek
karanlıklarda yitip gideriz. Baştan bu yana yürürken önemle üzerinde durmamız
gereken zamanlar vardır, her zaman kaynak olarak gösterilebilecek geçiş yerleri
vardır, eklem yerleri vardır. Bunlar görmeden geçilmemesi gereken önemli
dönüşüm noktalarıdır. Ancak bu bize hiçbir zaman tarihin ancak bazı yerleri
önemlidir gibi yanlış bir düşünceyi esinlememelidir. Bütün tarih, bu arada
tarihselin özünü oluşturan düşünce tarihi de bir bütün olarak önemlidir.
Modem düşüncenin kaynaklarını
bulabilmek için M. S. XI. yüzyıla kadar inmemiz gerekir. İlk sermaye
devinimlerinin oluşması, buna göre ilk ticaret yollarının kurulması, ticaret
yolları üzerinde ilk büyük kentlerin kurulması XI. yüzyılda olmuştur.
Toplumsal-iktisadi yaşamda feodalliğin gelişimi düşünce düzeyinde skolastik
düşüncenin gelişimiyle belirgindir. XIII. yüzyılda manastır ve piskoposluk
okullarından üniversitelere doğru genişleyen kültür atılından bize yepyeni bir
çağın ilk belirtilerini verir. İlk üniversiteler yepyeni bir kültürün
vazgeçilmez kurumlan olarak yaşama geçtikçe skolastik düşünceden arayıcı
düşünceye doğru bir gelişim kendini gösterir. Yeni düşünce skolastik düşünceden
ve skolastik düşünceyle hesaplaşarak doğdu. Her yeni bir eskinin çocuğudur. Her
yeni oluşumda bütün bir eskinin belirliyici gücü yansır. Yeni düşünceyi
önceleyen eski düşünce tarihsel çizgi üzerinde Platon’culuktan Aristoteles’çi-
liğe doğru dönüşen hıristiyan düşüncesidir. Bu düşünce ikinci ve son aşamasında
skolastik düşünceyi yani piskoposluk okulları ve manastır okulları düzeyinde
oluşup gelişen düşünceyi oluşturmuştur. Skolastik düşünce felsefeyi dinin
hizmetçisi saymakla felsefeden çok dinbilim niteliği gösterir.
Ortaçağdın bütününe yayılan bu
dinci düşünce çizgisi üzerinde birbirini izleyen üç aşamada üç dinci filozofun
belirleyici etkisi duyulur. Ortaçağdın başlarında açık bir biçimde Plotinos'un
etkisinde gelişen Aziz Augustinus’un felsefesi heptanrıcılığı uzaktan
düşündüren gizemci ve çileci bir tektanrıcılığın özellikleri içinde bireyin
gönlünden Tanrı’ya kadar uzanan bir içsel yönelimi temele koydu. Bireyi Tan-
rı’yla başbaşa bırakan bu düşünce, dinsel yönelimi bir tür kör inanç durumuna
getiriyordu. Tanrı’nın bizim için öngördüğü ya da bize açık ettiği bilgiler
kuşkugötürmez bilgilerdi. Zaten Tanrı’nm istemi mutlaktı. İnsan istemi diye bir
şey sözkonusu değildi. Zamanla kör inançtan aydınlatılmış inanca doğru bir
geçiş oldu. Tam tamına Aziz Augustinus’un felsefesine bağlı olmakla birlikte
Aziz Anselmus inancın tek başına kör olduğunu, onun usla aydınlatılması
gerektiğini söyledi. Bu usa yönelişin dönüşüm yüzyılında yani XI. yüzyılda
olması anlamlıdır. XIII. yüzyılda Aziz Tommaso felsefeyi tam anlamında usçu bir
çizgiye yerleştirecektir. Platon’cu- luktan Aristoteles’çiliğe, bir başka
deyişle ülkücülükten gerçekçiliğe doğru gerçekleşen bu gelişim bize Ortaçağ’ın
düşünce dünyasında her şeyin belli bir durallıkta olup geçtiği görüşünün
gerçeği karşılamadığını gösterir. Aziz Augusti- nus’da varlık’ı içten kavrayan
us sekiz yüzyıl sonra Aziz Tom- maso’da varlık’ı dıştan kavrayan usa dönüşürken
bize yeni düşüncenin ilk ışıklarını duyuruyordu.
Descartes’ın skolastik düşünceyle
ilgili yargıları bugün bize aşırı sert görünür. Ancak Descartes’ın skolastik
düşünceyle hesaplaşma durumunda olduğunu unutmamak gerekir. O bizim bugün
baktığımız gibi rahat bakamazdı skolastik düşünceye. Doğrudan doğruya tepki
olmanın duygusallığı daha başka bir duygusallık olacaktır. Descartes’a göre
skolastik felsefede “...tartışma konusu yapılamayacak, dolayısıyla kuşku uyandırmayacak
hiçbir şey yoktur ". Zaman
geçtikçe skolastik düşünceye bakış da değişecektir. Nitekim Descartes’dan yarım
yüzyıl kadar sonra dünyaya gelmiş olan Leibniz skolastik felsefede bile işe yarar
bir şeyler bulunabileceğini bildirdi. Böylece yeni düşüncenin doğuş se rüveni
oldukça karmaşık bir serüven oldu, bu yüzden onun kaynaklarını bir iki fırça
vuruşuyla belirlemek elbette olası değildir. Yeni düşünce ne tek başına
Aristoteles’çilikten yani skolastikten, ne tek başına Aristoteles’den ve onun
sonradan çevrilmiş metinlerinden doğmuş olabilir; ne yalnızca yunan-latin
kaynağından ne yalnızca katı dinci tutumlara karşı oluşan tepkilerden doğmuş
olabilir. Bir olguyu oluşturan etkenler birkaç değil birçoktur. Yeni düşüncenin
yaratıcıları arasında dindışı kesimlerin etkisi kadar din çevrelerinde oluşan
aydınlık düşüncelerin de payı vardır. Ancak felsefe açısından bakarsak yeni
düşüncenin temelinde önce Aristoteles’in sonra da Platon’un felsefeleri yatar.
Yeni düşüncenin temelinde,
Aristoteles’çilikten ve Pla- ton’culuktan başka Eskiçağ’ın şu üç felsefesi ayrı
ayrı etkili olmuştur: Stoa’cılık, Epikuros’çuluk ve Pyrrhon’culuk. Yeni düşünce
Stoa’cılıktan usçu bakış açısını, bütünsellik kavrayışını, belirlenimci dünya
görüşünü, doğaya bağlılık fikrini aldı. Epikuros’çuluktan yaşama sevincini,
dünyayı daha doğrusu dünya nimetlerini yüceltme eğilimini, doğaüstü
takıntılardan kurtulma istemini aldı. Onun Pyrrhon’culuktan aldığı elbette
kuşkuculuktan başka bir şey olamazdı. Eskiçağ değişik kuşkuculukları yaşadı,
ancak bunların özü hep aynıydı: evrensel bilgiye güvensizlik. Sofistler,
Sokrates’çi okulların filozofları, Pyrrhon... evrensel bilginin olamayacağını
bildirerek bir tür karşı-felsefe yapıyorlardı. Yeni düşünce eskiçağ
kuşkuculuklarından etkilenirken onların temel anlamını değiştirdi: kuşkulanmak
için kuşkulanmak yerine doğru bilgiye ulaşmak için kuşkulanmak gerekiyordu.
Evrensel bilgi elbette vardı, ancak ona kuşkuyla yönelmek gerekiyordu, daha
doğrusu onu ararken kuşkuyu elden bırakmamak gerekiyordu. Descartes eski
kuşkucuları anlatırken “kuşkucular kuşkulanmak için kuşkulanırlar” der. Bacon
da şöyle der: “Kuşkudan yola çıkarsak sağlam sonuçlara ulaşabiliriz, kesinliklerden
yola çıkarsak kuşkulanmakla işi bitiririz. ”
Yeni düşünce bu üç kaynaktan
çokça yararlanmış da olsa yalnızca onlardan etkilenmiş değildir, onda bütün
eskiçağ ve ortaçağ düşünce dünyasının ve edebiyatlarının izleri vardır. Zaten o
sancılı doğuşunu önce edebiyatta gerçekleştirmiştir. Yeni felsefe edebiyatta
serpildikten epeyce sonra baş- lıbaşına kavramsal düzeyde bir insan araştırması
olarak kendini ortaya koydu. Yeni düşüncenin ilk filozofları Erasmus, Luther, Dante Alighieri, Petrarca, Boccacio, Cellini, Vasari, Alberti,
Vinci gibi öncülerle Rabelais, Montaigne, Shakespeare,
Cervantes, Machiavelli, Jean Bodin, Hugo Grotius, Thomas Morus, Campanella gibi
adlardır. Yeni düşüncenin temelinde tüm eski kaynakların araştırılmasıyla
yaratılmış olan rönesans düşüncesi ya da insancılık vardır. XVII. yüzyılla
birlikte ağırlığını duyuran yeni düşünceyi doğru olarak kavrayabilmek için
insancılığın ne olup ne olmadığını görmek gerekiyor.
İnsancılık her şeyden önce insanı
araştırma, daha sonra da onu saplantılardmdan, özellikle doğaüstü saplantılarından
kurtarma eğilimidir. Buna göre insancılık daha da insanlaşma yolunda insanın
kararlı bir tutumunu ortaya koyar. O elbette her şeyden önce Ortaçağ sonlarının
ya da Yeniçağ başlarının düşünce biçimidir. XV. ve özellikle XVI. yüzyılda
insancılar eski düşünceleri özümlerken eskiyle yeni arasında köprü oldular.
Onlar genelde edebiyat adamlarıydılar, ancak yaşama ayrıştırıcı ve hem de
toparlayıcı bir gözle bakıyorlardı. Bu yüzden bu düşünce gelişiminde edebiyatın
omuzladığı yükü gözden uzak tutmamak gerekir. Baroktan klasiğe doğru gelişen
yeni edebiyat tüm insan sorunlarını evrensel çerçevede ve ussal düzeyde enine
boyuna tartışmak eğilimindeydi. Klasiklik evrensel gerçekçilik
olarak işte bu çabadan doğdu. Bu gelişimin kökleri XIII. yüzyıla hatta XII.
yüzyıla kadar dayanır. Edebiyattaki gelişimler öbür sanatlarda da benzer
biçimde gerçekleşti. Topluca bir kültür gelişimi dönemi yaşanıyordu. Ulusal
diller oluşmaya başlamış, ulusal kültürler çiçeklenmeye yüztutmuştu. Örneğin
Ortaçağ’ın misterlerinden (fr. mystère) yani Kutsal Kitap’daki
dogmaları ya da olayları konu alan dinsel oyunlardan ve mi- rakllerinden (fr. miracle)
yani azizlerin yaşamını konu alan dinsel oyunlardan yeni tiyatro doğdu. Din
adamları latince- yi hiç mi hiç anlamayan halka gündelik ayin için gerekli olan
edimleri ve Tanrı’ya hizmet etmenin yollarını tiyatroyla anlatmak istediler.
Amaçları elbette sanat yapmak değildi, yalnızca ve yalnızca öğretici olmayı
düşünüyorlardı. Ancak tiyatro geliştikçe dindışı özellikler kazandı, özellikle
gülünçlü öğeleri edinerek kilise avlularının dışına doğru kaymaya başladı.
Yeni zamanların bir başlangıç
olgusu olarak şunu önemle belirlememiz gerekir: dinsel inancın
belirleyiciliğinde sanat kaygısı taşımadan yapılan dinsel sanat ne ölçüde yasal
sayılmışsa dindışı sanat o ölçüde kuşkuyla karşılanmıştır. Ortaçağ “onur"
ve “inanç” kavramının sıkı sıkıya belirleyici olduğu uzunca bir dönemdir, onda
bu iki kavramın dışında kalan kavramlar pek önemsenmemiştir, örneğin cinsel
yaşamda sık görülen sereserpeliklere karşın “aşk" kavramı belirleyici
değildir. Ünlü düşünür, büyük bilim adamı Blaise Pascal XVII. yüzyılda bile şu
sözü söyleyebilmiştir: “Tüm büyük eğlenceler hıristiyan yaşamı için tehlikelidir, ama
dünyanın bulduğu eğlenceler arasında komedi kadar korkulası olanı yoktur. ”
Hazzm. özellikle cinsel hazzm mahkum edildiği bir çağda bütün bu oluşumları
doğal karşılamak gerekir. Feodal yaşamın koşullarına bağlı olarak gelişen bu
bakış açısı Rönesans'ın ufukta görülmesiyle birlikte dağılmaya başladı. Artık
yeni bir dünya kuruluyordu, yeni bir insan tipi ortaya çıkıyordu.
İnsancı bize yeni insan tipini
müjdeler, o yeni insanın hem bildiricisi hem ilk örneğidir. Onun açtığı yoldan
Yeniçağ’ ın verimli kültür dünyası büyük bir pırıltıyla gelecektir. Aramaya
tutkun, olumlu anlamda kuşkucu, yaşama sıkı sıkıya bağlı, insana sonuna kadar
saygılı bu yeni insanla insanlık katı dinsel kavrayışlar döneminden çıkmış, bir
bakıma doğaüstünden doğaya dönmüştür. Dinmerkezli yaşam biçimi bundan böyle
insanmerkezli bir yaşam biçimine dönüşecektir. Dinselliğin katı ve hatta
acımasız önerileri yerilerini yumuşak arayışlara bırakmışlardır. Bir
çağdaşımızın “İnsancılık azarlamaz” belirlemesi bu yüzden çok
anlamlıdır. İnsancı kendini insanlığın bir parçası olarak görür. O insan’dır,
insanlardan biri, yalnızca biridir. İnsancı dünyada tek kişilik bir yeri olması
gerektiğine inanır. Onun doğaüstü düşleri yok gibidir, hatta onda doğayı
doğaüstünün yerine koyma eğilimi baskındır.
İnsancı başka insanlar içinde bir
insandır, ancak o başkalarına adanmış insandır, başkaları çokça ilgilendirir
onu. Tarihin hiçbir döneminde insan kendini başkasına, kendisini hiç mi hiç
anlamayan kitlelere böylesine adamayı düşünmemiştir. İnsancı kendinde bütün bir
dünyayı bulan kişidir. O bir soyun ya da bir ırkın değil bütün bir insanlığın
üyesidir. İnsancı türdeşini kardeşi gibi görür, kardeşi gibi değerlendirir.
Kendini başkasında görmeyen kişi insancı değildir. Öyleyse insan bundan böyle
yalnızca görüşleriyle ve dogmalarıyla değil yaşam sevinciyle de insandır.
Güzelliklerle dolu bir dünyada elle tutulur ve gözle görülür her şeyin
tutkunudur insancı. Doğayı unutmuş eski insanın yerini böylece doğa tutkunu
yeni insan almaktadır: doğa sanata tüm verimliliğiyle ve tüm güzelliğiyle
girer. Bir sanat tarihçisi, Elie Faure yeni dönemin
sanatçılarını anlatırken “Onlar yeni ritm- ler yaratmak adına
ölü ritmleri kırıp parçaladılar” der. Kişiliksizden kişilikliye
doğru bir geçiştir bu. A. Renaud'ct şöyle der: “İnsancılık
insan doğasına güvenmeyle ilgili bir ahlaktır. Hem araştırmaya hem yaşama
yönelmiş olarak, bireye olduğu gibi topluma da hem amaç olarak hem kural olarak
daha üstün bir yaşama aralıksız yönelişi benimsetir. ”
FELSEFESİZ
EDEBİYAT EDEBİYATSIZ FELSEFE
Şu duyguya siz de ikide bir
kapılmaz mısınız: felsefenin yerinde gözü var edebiyatın, ikide bir bilgiçlik
taslaması on- dandır. O duygunun öbür yüzü size şunu söyletir: felsefe
edebiyata özenmeden edemez. Bu İkincisi her yerde her durumda geçerli değil:
mıh gibi bir dille yazan filozoflara ne demeli? Felsefenin çokbilmişliği edebiyatın
yumuşaklığına uyar mı? Gene de bu ikisi yani edebiyatla felsefe yakın durur
birbirine. Edebiyat felsefe tadı verir çok yerde, felsefe de edebiyata çalar
zaman zaman. Edebiyatta felsefeyi felsefede edebiyatı bulduğumuzda uygar
insanın gerekli bütünlüğüne kavuştuğunu. bütünsel insana yaklaştığımızı
duyarız. Bu ikisi zaman zaman birbirlerine uzak dursalar da. hatta zaman zaman
birbirlerinin can düşmanı gibi görünseler de, birbiri e ■ rine sen karışma der
gibi baksalar da birbirlerinin azçok bağımlısı gibidirler. Felsefesiz edebiyat
kim ne derse desin kabasaba bir yönelimin ürünüdür, edebiyatsız felsefe de bir
çokbilmişlik bildirisinden başka bir şey değildir. İkisi arasında besbelli
bizim çok zaman gözden kaçırdığımız, alttan alta oluşan bir ilişki var, bizim
bir bakışta göremediğimiz bir şeyler var. İyi felsefe aynı zamanda iyi
edebiyattır, iyi edebiyat da her zaman iyi felsefedir. Düşünmeyen sanat ve
inceliksiz düşünce kendini bilen kişiyi ürkütür. Felsefesiz edebiyat da
edebiyatsız felsefe de bir sakatlanmışlık belirtisidir.
Bu ikisini kökten ayrı şeyler
diye düşündüğümüz zaman gerçeklikle tersleşmiş olmaz mıyız? Onlar tarih boyu
çok zaman birbirlerinin yerini doldurmaya hazır olmuşlardır: ne zaman
felsefenin ayağı sürçse edebiyat bir bilge görünümü almaya başlar, giderek
filozoflaşır, hatta hiç çekinmez felsefenin temel sorunlarını tartışmaya
girişir. Gün olur bir felsefe yapıtında yaman bir edebiyat inceliği bulursunuz.
Çok zaman şakacıdır edebiyat, onun şakaları altında gözünü budaktan esirgemez
bir felsefe gizlidir. Pantagruel’in ve Gargantua’nın serüvenleri, daha önce Divina
commedia ve Decameron, hatta Luther’in iki defa almancaya
çevirdiği Kutsal Kitap birer düşünce ve sanat ürünü değil midir? ”Onları
meyvalarından tanıyacaksınız” der Matta İncili. Fransız dilinin
henüz olgunlaşmadığı zamanlarda yazılmış olan, bir dil tadı vermese de bir
edebiyat tadı vermekten geri kalmayan o güzelim Denemeler sağlam
bir felsefe kitabıdır, henüz Bacon’ın ve Descartes’ın ortalarda görünmediği
zamanlarda, henüz Pascal’in ve Leibniz’in ortalarda görünmediği zamanlarda
felsefenin bütün yükünü yüklenmiştir. Evet, düşünür Montaigne’in tüm yaşam
deneylerini kucaklayan Denemeler edebiyat açısından baktığınızda
düpedüz felsefedir, felsefe açısından baktığınızda da en güzelinden
edebiyattır, eskiçağ düşünce geleneğini Yeniçağ’a bağlayan bir köprüdür,
Epikuros’u, Pyrrhon’u, Stoa okulunu koca bir Ortaçağ’ın üzerinden aşırarak bu
yana iletir.
İyi bir edebiyat da iyi bir
felsefe de gelişmiş bir dil bilinci üzerine oturur. Sorun öncelikle anlatabilme
sorunudur. Dilin verdiği ya da vereceği tad sorunu hemen o sorun’un arkasından
gelir. Anlatım için dilden başka yol var mı? Anlamın dile dönüşmediği yerde ya
da duygu-düşünce bütününün dilde açmlanmadığı yerde edebiyat da içinde tüm sanatlar
boşlukta kalacaktır. Anlatım olanaklarını sonsuza doğru zorlayan gelişmiş bir
dil edebiyata ne kadar gerekliyse felsefeye de o kadar gereklidir. Felsefenin
dili de edebiyatın dili kadar incelikli olmak zorundadır. İncelikli dil de
öncelikle bize edebiyatı düşündürür. Yaşamın o gündelik akışında bile bu ikisi
yani edebiyatla felsefe sık sık buluşurlar, bir buluşur bir ayrılırlar: felsefe
yapanı edebiyat yapıyor diye, edebiyat yapanı felsefe yapıyor diye
algıladığımız hatta eleştirdiğimiz çok olur. Edebiyattaki felsefe ya da daha
genel olarak sanattaki felsefe çok özel bir felsefedir, sanatlaş- mış
felsefedir. Edebiyata olduğu gibi konulmuş felsefe çok zaman sırıtır, iğreti
kalır. Felsefedeki edebiyat da çok zaman yapmacık tadı verir. Neden? Felsefe yapan
kişi özel olarak edebiyat yapmaya heveslenmiştir de ondan.
Edebiyattaki felsefenin ve
felsefedeki edebiyatın anlamını iyi kavrayamayanlar edebiyat yapmak ya da
felsefe yapmak adına edebiyatı edebiyat olmaktan ve felsefeyi felsefe olmaktan
çıkarırlar. Felsefenin zaman zaman yapmacıklı tavırlara bürünmesi, edebiyatın
da zaman zaman uydurma bir bilgelikle donanması bundandır. Sanat bilinci
insanla ilgili temel düşünsel etkinliği bir haz deneyi olarak yaşamayı ve
yaşatmayı bilecektir. Felsefe yapmak anlatmaktır, sanat yapmak duyurmaktır.
Gerçekte yalnız edebiyat değil, tüm sanatlar felsefeye yoğrulmuştur, ne var ki
onlardaki felsefe bizim felsefe adıyla bildiğimiz felsefe değildir. Düşünen
edebiyat başkadır, içine felsefe konmuş edebiyat başkadır. Gerçek edebiyat
felsefeye donanmıştır da resim, müzik, yontu felsefeye donanmış değil midir?
Genelde resimdeki, müzikteki, yontudaki felsefeyi görmeyiz de edebiyattaki
felsefeyi görürüz: felsefe de edebiyat da, şöyle kabaca baktığımız zaman,
önünde sonunda söz’e dökülmüş düşünceden başka bir şey değillerdir. Ancak
sanattaki ya da özel olarak edebiyattaki düşünsellikle felsefedeki düşünsellik
aynı cinsten değildir.
Felsefedeki düşünsellik zorunlu
olarak gidimli ya da çı- karımlı dediğimiz
düşünce biçimini kullanacaktır. Bir doğrudan bir doğruya geçmeden felsefe
yapamazsınız. Felsefe göstermelerle örülür, onda doğrulamalar temeli oluşturur.
Felsefe gidimli düşünceden uzaklaştığı zaman gerçek işlevinin dışına düşmeye
başlar. Sanata gelince ya da edebiyata gelince onda sezgisel düşünce ya da daha
doğrusu kavrayıcı düşünce öne geçer. Filozofun bir önermeden bir önermeye
geçerek anlattığı şeyi edebiyat adamı bir sezgide tek bir sözle ortaya
koyabilir. Ancak burada katı sınırlar koymamız da gerekmez. Neden bir şair bir
şiirini gidimli bir önermeler düzeninde oluşturmak istemesin? Öte yandan,
filozofların tıpkı şairler gibi bir insan gerçeğini tek bir önermede ortaya
koydukları çok olur. Sezgi felsefenin de kovup dışarı attığı bir yöntem
değildir elbette. Hele Descartes’ı ve Bergson’u düşünürsek sezgisel düşüncenin
felsefe için de önemli olduğunu anlarız. Zaten Platon’un diyalektiği de bize
bir tür sezgicilik olarak görünmüyor mu? Plotinos’da, Aziz Augus- tinus’da,
hatta Leibniz’de ve Spinoza’da gidimli düşünceyi sezgi bütünlemez mi?
Düşünme alışkanlığı edinememiş
pekçok kimse okuma alışkanlığını sürdürürken edebiyatta içkin olan felsefeyi
görmeden ya da göremeden sürdürür. Pekçok kimse roman okumayı olay kovalamak
diye algılar. Roman ilginç olaylardan örülmüştür. Pekçok okuyucu bu yüzden
romanın dokularına sinmiş olan düşünselliği, bazen bir fırça vuruşuyla ortaya
konulan düşünselliği sezmez bile. Özellikle sanat tarihinin temeline yerleşmiş
olan büyük yapıtlarda birdenbire kendini açmayan ya da ilk bakışta görünmeyen,
ancak iyi bir görü sahibine kendini sezdiren bir düşünsellik vardır, bu
düşünsellik görünen düşünsellikten çok büyüktür ve bu yüzden kavranılabilmek
için izleyicinin kavramada özel bir yatkınlığını gerektirir. Karamazof
kardeşlerdeki olay örgüsü de, Suç ve ceza'daki olay
örgüsü de,
Madam Bovary'deki olay örgüsü de çok ilginçtir. Kendinizi
bırakırsanız olayların akışına kapılıp gidersiniz. Tehlike oradadır işte. Bunu
yaparsanız asıl insan gerçeğinin Dimitri’nin vurdulu kırdılı davranışlarında,
İvan'ın çok tutarlı görünen tutarsızlıklarında, Alyoşa’nın dinginliğinde olduğu
kadar hatta onlardan çok Sta- retz Zosima'nm bilgeliğinde, yüzbaşının ve ölen
oğlunun onur savaşımında, Gruşenka'nın fahişe ruhuyla pek uyuşmayan
dosdoğruluğunda olduğunu görürsünüz. Elbet romanlarda açık filozofluklar da
vardır, ancak bunların romancılarla değil de onların kişileriyle ilgili
filozofluklar olduğunu unutmamak gerekir. Romancı çözmez, çözüm gerekiyorsa onu
roman kişisine yaptırır. Roman doğrudan doğruya hiçbir şeyi çözümlemez. O bir görme
ve gösterme düzeneğidir.
Suç ve ceza"da
karşımıza çokan şu sözler Dostoyevs- ki’nin değil kahramanınındır,
kahramanlarından birinindir: “Bazı kadınlar öfkelenmiş gibi yapsalar
da hakarete uğramaktan büyük bir haz duyarlar. Bunu söylemeye bile gerek görmüyorum.
İnsan denilen yaratık genel olarak hakarete uğramayı çok ama çok sever. Bilmem
dikkatinizi çekti mi? Hele kadınlar buna pek bayılırlar. Hatta onların bununla
gönül eğlendirdiklerini söyleyebiliriz. ” Kahramanının bu
sözlerinden ötürü Dostoyevskf ye kızabilir misiniz? İnsan ruhsallığının
derinlerindeki bir gerçeği ortaya döken ya da döker gibi duran bu sözler ya da
bu filozofluk, kahramanının değil Dostoyevskf nindir diyebilir miyiz? Bazen
kahramanlar karşıt görüşleri ateşli bir biçimde tartışırlar, bu karşıt
görüşlerden hangisi romancının olabilir? Romancı romanını kurarken bu karşıt
görüşlerden de yararlanacaktır ve gerçekte kendisinin hiçbir zaman
söylemeyeceği bir sözü kahramanlarından birine söyletebilecektir, roman biraz
da bu karşıt görüşlerin pırıltısında kendini ortaya koyacaktır. Demek ki
romancı doğruları açıklayan değil doğruları duyuran adamdır, doğrular da
söylenilen her sözde kolayca yakalayabileceğimiz görüşlerden çok anlatılanların
dokuları arasında gizlidir.
Olay kovalamayı seven heyecanlı
bir okuyucu Suç ve ceza’yı okurken Raskolnikov’un işlediği
cinayete kendini kaptıracak ve Katerina İvanovna’mn romana iğreti bir biçimde
konulmuş gibi duran varlığındaki derin felsefeyi gözden kaçırabilecektir. Yaşam
boyu ezilmiş olan bu kadın Raskolnikov’un kendisine bağışladığı parayla gösteri
yapmaya kalktıysa bunda bir iş var demektir. Buradaki derin felsefeyi hiçbir
filozofun hiçbir belirlemesinde bu derinliğiyle bulamayabilirsiniz. İşte
romandaki ya da sanattaki felsefe budur. Sanattaki felsefeye bu yüzden felsefe
yapmayan felsefe diyebiliriz. Hatta ona birçok yönüyle aykırı
felsefe adını da verebiliriz. Bu felsefe örneğin Dostoyevski’de insan olabilmek
için acı çekmenin gerekliliğini ortaya koyar. Ancak acı çekebilenler, ancak
gerçekten acı çekebilenler günahlarından arınabilirler. Bunu Sonya
Raskolnikov’a açık açık söyler, ama iyi bir okuyucu Sonya’nın ağzından bunu
duymadan da romanın kıvrımları arasında dolaşırken aynı gerçeğe varabilir.
Şöyle der Sonya: “Hemen şimdi, şu dakika dörtyol ağzına koş, yere kapan, kirlettiğin
toprağı öp önce, sonra dört bir yana eğilerek bütün dünyayı selamla, herkesin
önünde yüksek sesle ben öldürdüm diye bağır. Tanrı o zaman sana yeniden hayat
verecektir... ”
Gelişmemişliğin temel
koşullarından biri bütünsel bakma eksikliğidir. Gelişmemiş bir kafa
parçalamaktan hoşlanır. Ona göre nasıl fasulye başkaysa nohut başkaysa mercimek
başkaysa edebiyat başkadır felsefe başkadır. Örneğin pekçokları hatta
müzikçiler müzikte düşünce diye bir şeyin varolduğuna bir türlü inanamazlar.
Pekçok müzikçi müziğin bir izlenimler sanatı olduğu konusunda inançlıdır hatta
inatçıdır. Bu inancını bu inadını sürdürürken elbette salt izle- nimsel gereçle
sanat yapılamayacağını düşünmemiştir. Müzik bir ses örgüsüdür, düşünce sesin
neresine sığar gibilerden bir görüş kendini bilen kişinin öne süreceği bir
görüş olabilir mi? Bir bakıma haklıdırlar: düşünmeyen adam müzikteki düşünceyi
nasıl bulup çıkarsın? Gerekçeleri açıktır: “Sesle düşünülür mü?”
Gerekçeleri sağlam gibidir. Dediklerine inanabiliriz, ta ki bir müzik
parçasıyla düşünmeye başladığımız yere kadar. “Sesle de düşünülür, renkle ve biçimle
de düşünülür’’ dediğinizde onları şaşırtmış olacaksınız.
Resimciler “Şu tuvale boyluboyunca yatmış olan kadın mı düşünüyor ya da
düşündürüyor yani? ” gibilerden çocukça sorular sorabilirler.
Aldırmayın. “O kadın düşünüyor mu düşünmüyor mu, düşündürüyor mu düşündürmüyor mu
bilemeyiz, ama o kadınla düşünüyor olduğumuz kesindir”
dediğinizde kafaları iyiden iyiye karışacaktır. Tüm sanatların, bu arada
edebiyatın felsefeden ve hatta bilimden arınmış bir imge üretim çiftliği
olduğunu düşünmemek gerekir, artık bunu yapmamak gerekir. Değil yalnız
felsefenin, bilimsel bilginin de edebiyata katacağı bir şeyler vardır. En
azından edebiyat adamı bilimsel bilginin uzağında bir kafa taşıyor olmamalıdır.
Şöyle diyordu Baudelaire: “İnsanın şu gerçeği anlayacağı zamanlar
uzak değil: bilimle felsefe arasında kardeş kardeş yürümeye yanaşmayan bir
edebiyat bir öldürme ve intihar edebiyatıdır. ” Yakın zamanların
düşünürü Rémy de Gourmont edebiyatı iyiden iyiye bilime
yaklaştırmakta sakınca görmüyordu: “Bilimi edebiyata ya da edebiyatı
bilime katmakta sakınık olmamak gerekir: o güzelim bilgisizlikler çağı çoktan
geçti. ”
Edebiyatla felsefenin tarihten bu
yana evrensel insan düşüncesini birlikte dokumuş, birlikte örmüş, birlikte
işlemiş olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Aristoteles’de edebiyat pek
yoktur, tamam ama Platon filozof olmadan önce edebiyat adamıdır. Aristoteles
kesin bir biçimde belirleyicidir, düşünce kıvraklığı Platon’un işidir.
Yürüyelim bu yara doğru. Lucretius Carus şair mi filozof muydu? Gene yürüyelim
bu yana doğru. Aydınlanmacılar bir yandan felsefenin edebiyatçıları öte yandan
edebiyatın felsefe adamları değiller miydi? Onlar besbelli yoğun bir felsefe bilgisiyle
donanmış da değillerdi, doğrusu onların çok iyi gören, derinlemesine gören
kişiler olduklarını söylemek de güç. JeanJacques Rousseau’yu ayrı koyun, tüm aydınlanma düşünürleri çok sıradan
felsefe adamlarıdırlar. Felsefelerini edebiyata katık etmeselerdi yazdıkları
şeyler bize çok bir şey anlatmayacaktı. Dünyayı yani toplumsal yaşamı düzene
koymak için o kadar çok felsefeye gereksinim yoktu belki de. Belki kitlelerle
ilişki kurma işinde edebiyat daha yararlı ya da daha etkin
bir araç olabilirdi. Birinden biri insanları aydınlatmakta kullanılacaksa
edebiyat daha kullanışlı olmalıdır. Daha doğrusu edebiyat felsefenin katı
meyvalarını yumuşatacak, onları yenir yutulur kılacaktır. Ne var ki aydınlanma
düşünürlerinin hem edebiyat hem felsefe yapma eğilimleri yapıtlarını büyük
ölçüde tatsız tuzsuz kılmıştır. Yani edebiyatla felsefe ilişkisinin aydınlanma
düşünürlerinde yetkin bir birlikteliği kurduğunu söylemek güçtür. Felsefede
erimemiş edebiyat ya da edebiyatta erimemiş felsefe konusunda en iyi örnek kimdir
deseler yanıtımız aydınlanma düşünürleri olacaktır. Ancak bu, bu insanların
tarihsel açıdan önemini elbette azaltmaz. Onlar tad adamları olmaktan çok görev
adamlarıydılar. Zaten tatlı olmaktan çok yararlı olmaya, haz vermekten çok
bilgi iletmeye bakıyorlardı.
Gerçekte “edebiyat” kavramıyla
“felsefe” kavramını incecik bir çizgi birbirinden ayırır. Kimilerinin sandığı
gibi felsefenin edebiyat ülkesiyle sınırı düşüncenin bitip boş ama güzel
sözlerin başladığı yer değildir. Boş ama güzel sözlerden oluşmuş bir edebiyat
her zaman vardır ama böyle bir edebiyat gerçekte edebiyat değildir. Evde kalmış
kızların gönlünü hoplatmak için yazılmış şiirleri izin versinler de edebiyatın
dışına çıkaralım. Hatta onların adı “şarkı sözü ” olsun
isterseniz. Nice edebiyatlar vardır, sözde edebiyatlardır bunlar, düşünmeyi bir
türlü beceremezler de habire duyguların üzerine, kaba gözlemlerin üzerine,
bulanık sezgilerin üzerine giderler. Duygu denilen şey düşünceden ayrıymış
gibi, duygu düşüncenin bir yüzü, öznel yüzü, kişisel yüzü değilmiş gibi, duygu
bu yana düşünce bu yana diyerek edebiyatı felsefeden ayrı tutmaya kalkanlar
toplumun yarı cahil aydınlarından başkaları olabilir mi? Siz hiç düşünmeden
duygulanan ve duygulanmadan düşünen insan gördünüz mü? Edebiyat adına soytarılık
ne kadar kolaysa düşünce adına soytarılık da o kadar kolaydır. Bu arada
edebiyatın tarihle ilgili yüzü bize şunu öğretiyor: insan gerçeğine
yaklaşmakta, onu didik didik edip insana göstermekte bütün zamanlar ya da bütün
anlayışlar aynı ağırlıkta olmamıştır. İnsanı insana yaklaştıran anlayış
klasikliktir. Goetlıe ve daha sonra Lalo klasik’i sağlıklı duygucuyu sağlıksız
sayarken büyük ölçüde haklıydılar. Nasıl sofistler evrensel yargıyı yadsıyıp
her'bilgiyi bireysel çerçevenin içine sığdırmaya çalıştılarsa ve böyle- ce bir
tür karşı-felsefe geliştirdilerse duygucular da tüm 'insanı tek kişinin
dünyasına sığdırmaya çalışarak insan gerçeğini bulandırdılar. Charles Lalo’nun
dediği gibi, bu bir tarih gerçeğidir, bir iki kişinin seçimiyle oluşmuş bir
bakış biçimi değildir. Duygucunun ayakları yerden sık sık kesilir. Sa-
inte-Beuve’ün dediği gibi: “Duygucu, Hamlet gibi özlemlidir,
olmayanın peşine düşer ta bulutların ötesine kadar; düş görür, düşlemlerde
yaşar. XIX. yüzyılda Ortaçağ ’a tapar, XVIII. yüzyılda Rousseau ’yla
devrimcidir. ”
Felsefe edebiyatı merkeze doğru
çeker, eksene yaklaştırır. Felsefe edebiyatın ussal belirleyeni gibidir.
Düşünmeyen edebiyat, ayaklan yere değmeyen edebiyat insanı olmadık yerlere
götürür. Bu tür edebiyatlar genelde bir tür duygu sömürüsüyle işlerini
yürütürler. Usunu iyi kullanamayan insan zorunlu olarak imgeleminin
oyuncağıdır. Us ağır basmıyorsa düş ağır basıyordur, tıpkı mitoloji
uygarlıklarında görüldüğü ya da yaşandığı gibi. Battal Gazi destanı, Köroğlu,
Hazreti Ali’nin cenkleri bize ancak bu çerçevede edebiyat tadı verebilir.
Benjamin Constant bize böylesi bir yönelimin hoş bir örneğini verir: “Ariosto,
şövalyelerinden birinin bir çatışmada öldürüldüğünü, ancak savaşmaya son derece
alışık olan bu kişinin tam tamına ölmüş olmakla birlikte çarpışmayı
sürdürdüğünü anlatır. ” Ussal eksenin çok uzağında kendini ortaya
koyan bu bakış biçimi daha çok edebiyatla vakit geçirme alışkanlığında olan
kimseler için geçerlidir. Bu yüzden klasiklik ya da evrensel gerçekçilik
değdiğimiz anlayış bize çok daha yakın durur. Ne var ki iyi bir usta edebiyat
adamı elbet duyguculuğun sağladığı olanaklardan yararlanmayı da elden
bırakmayacaktır. Şu zamanda yaşayan bizler pekçok değişik edebiyat anlayışının
kalıtçısı olmakla çok şanslıyız. Ancak edebiyat adamlarının bu şansı nereye
kadar kullandıkları sorunu bir başka sorundur.
Herkes kendi bilinç koşullarına
göre düşünür ve konuşur. Herkes kendi bilinç koşullarına göre yaşar. Kimseden
daha çok bilinçli olmasını bekleyemezsiniz. Her bilinç her an şu an
için ben bu kadarım der. Bilinç hiç susmaz, uykuda bile.
Düşünürken duygulanır, duygulanırken düşünür. Duygulanmak da gerçekte
düşünmektir. Duygunun alanı sonsuz çeşitlilikler alanıdır. Düşüncenin öznel
yüzü bu nedenle çok kaygandır, sürekli değişim gösterir. Düşüncenin öznel yüzü
birinden öbürüne sınırsız geçilen çok özel ve çok renkli bütünlüklerden
oluşmuştur. Bilinçte nesnel olan eksikli de olsa belirgin olandır, sınırları
olandır. Düşüncenin öznel yüzü birbirine benzemez an’larda dışlaşan bir takım
akışkanlardan oluşmuştur. Bu öznel yapı kaynağım elbette kavramların ve onların
bir araya gelmesiyle oluşan fikirlerin özyapı- sından alır. Öznel nesnelin bir
sonucudur, nesnel olmasaydı öznel olmazdı. Nesnel de öznelin sonucudur. Bu şu
demektir: bilinçte sürekli olarak nesnelden öznele ve öznelden nesnele doğru
bir etki alanı gelişir. Nesnellik yükünün artışında, bir başka deyişle bilincin
yeni nesnel öğelerle donanımında duygusal yönelimlerin belli bir ağırlığı
vardır. Yeni nesnel öğeler bilince duygu yükleriyle yerleşirler. Edebiyat da
içinde tüm sanatlar sağlıklı görünümlerini bir duygu ve düşünce dengesinde
kazanırlar.
Öyleyse bilim de felsefe de
soyutlamadır. Nesnel öğeyi öznel yüklerinden soyarak bilim ve felsefe yaparız.
Sanat da bir başka anlamda ya da bir başka biçimde kendini soyutlamalarla
kurar. Sanatta soyutlama gerçekliğin özel bir yorumuna ulaşma anlamına gelir.
Sanat yapmak bu anlamda soyutlamaktır. Oysa bilim ve felsefe nesneli öznel
yüklerinden soyarlar, bövlece gerçekliği şemalaştırırlar ya da gerçekliği
fikir’e indirgerler. Sanatta somut gerçekliğe ulaşırız, bilimde ve felsefede
gerçekliğin yalnızca ve yalnızca şemasına ulaşabiliriz. Bilim ve felsefe özele
yaklaşmayı düşünmeden genele ulaşmayı amaçlar. Sanat geneli somutta ya da özel
olanda göstermeye yönelir. Öyleyse bilim ve felsefe duyguyu dışlamıştır,
duyguyu araştırırken bile duygusal olmaktan kaçınır. Sanat arı düşünsellik
olduğu kadar arı duygusallıktır. Yaşamda olduğu gibi sanatta da duygu
düşünceden ve düşünce duygudan ayrılmaz. Sanatta genele özelden gidilir. Özel
olan sanatta genelin bulunması açısından örnek oluşturur, özel olan kendindeki
nitelikleri evrensele yayabileceğimizi duyurur bize. Moliere'in Cimri’si bize
der ki: ben cimriyim, sayısız cimrilerden biriyim, bugünkü cimrilerin bir
benzeriyim, dünkü cimrilerden çok şey taşıyorum, yarınki cimriler de benden çok
şey taşıyacaklar, kısacası benim özelimde evrensel cimriyi bulup
tanıyabilirsiniz, ancak şunu unutmayın benim cimri olmaktan başka özelliklerim
de var, ancak beni en çok cimriliğimle bileceksiniz.
Kısacası edebiyat da bir tür
felsefedir, ama bir tür felsefedir. İnsanla ilgili tüm duyarlıkların
felsefesidir, insanlık durumlarının felsefesidir. Geçmişe şöyle bir bakın,
kimler kaldı kimler gitti, kimler kalıcı oldu kimler süpürüldü. İşte bu yüzden
edebiyat ciddi iştir, kimilerinin sandığı gibi bir düşçüden birçok düşçüye
sunulan bir oyalanma bildirisi değildir. Bu yüzden edebiyat adamının temel
sorunu düzey sorunudur. Gerçek edebiyat adamı bu yüzden bir hevesliden çok daha
başka biri olmalıdır. Hevesli olmayı usta olmaya bağlayan o güç yolda kurda
kuşa yem olmamak için iyi bir donanım gerekir. İyi bir edebiyat adamı felsefe
yapmamaya kararlı iyi bir filozoftur. Edebiyat yapıyorum diye felsefe yapmaya,
yaşama iktisatla, toplumbilimle, ruhbilimle ilgili çözümler getirmeye, toplumu bilen
kişi sıfatıyla ayrıştırmaya kalkıp kendini gülünç edenlere
gelince, kısacası kendilerini kurtaramadan edebiyat yoluyla insanı kurtarmayı
öngören o garip kişilere gelince, onlar için yapılacak tek şey iyilik
dileklerinde bulunmak olabilir.
Özellikle sanat sözkonusu
olduğunda insanlar “yetenek” adını verdikleri bir gizil güce inanırlar. Onlara
göre bu yetenek denilen şey tanrı vergisidir ve her insanda bulunmaz. Sanatın
ayaktakımı kesiminden birileri kendilerini anlatırken açık açık doğuştan
yetenekli olduklarını söylerler ve daha üç yaşlarında hısım
akrabaya gerçek bir konser vermiş olmalarını buna tanık gösterirler. Bu yüzden
“yetenek” kavramı oldukça bulanık bir kavram olup çıkmıştır. İnsanlar elbette
doğuştan bir takım özellikler getirirler ama sanata yatkın oluş bu
özelliklerden biri değildir. Biz bu ve buna benzer yatkınlıklarımızı yani temel
yatkınlıklarımızı ilk çocukluk yıllarının yaşam deneyleri içinde kazanırız.
Ancak o dönemin bilinç koşulları içinde bizler elbette ne gibi yatkınlıklar
kazandığımızın sezgisine ulaşamayız, ayrıca o sıra bizi sevgiyle gözlemleyen
yakınlarımız da bizde böyle bir kazanımın oluşmakta oluşunu sezemeden bizi
izlerler. Yetenekler ilk çocukluğun alacakaranlığında, kalın örtüler altında,
yoğun bir sessizlikte oluşurlar. Çocukluk deneyleri sessizce oluşan çok önemli
deneylerdir. Kişiliğimizin ilk belirlenim-
lerini kendilerinde taşırlar. Henüz kavramsal bilincin
oluşmadığı koşullarda ilkbilinç ya da önbilinç tam tamına yarınki bemimizin
önkoşullarını içerir. Bir kibrit kutusunu masanın üzerinde ritmik devinimlerle
sürmekte olan küçük çocuk, siz nereden bileceksiniz, kocaman bir yolcu gemisini
okyanusta götürmektedir. Üstelik o anda çocuk oyun oynadığının bilincindedir.
Çocuk yaşlarımızda bir takım
yatkınlık belirtileri ortaya koyarız, ancak bu belirtiler çok zaman aldatıcıdır
ve onların yorumlanmasında ana ve baba duyarlıkları yanılgılı duyarlıklar
olarak birinci planda belirleyici olur. Bir baba kollarını iki yana açıp
dönmeye başlayan kızını bir bale sanatçısı adayı olarak değerlendirebilir. Kız
arkadaşlarıyla doktor- culuk oynamaya çalışan bir küçücük delikanlı gerçekte
bir bilim adamı adayı mı yoksa bir zampara adayı mıdır? Yatkınlıklar dış
görünüşlerden çok bazı çok özel yönelimlerde kendilerini ortaya koyarlar. Belki
de inatla borazan çalan bir çocuktan çok sessiz sessiz müzik dinleyen bir çocuk
müzik yatkınlığı taşımaktadır. Yatkınlıklarımız sessiz sessiz oluşur. sessiz
sessiz gelişir, ya bir gün bizi bir yöne doğru sürükleyecek biçimde etkinleşir
ya da birçok olumsuz koşul altında ezilip kalır. İkide bir göklere dalıp giden
şu kamyon şoförü belki de iyi bir gökbilimci adayıydı ama koşullar onun gökbilime
yönelmesine elvermedi. Müziğe olan yatkınlığını parasızlık nedeniyle
gerçekleştiremeyip şiiri seçmiş iyi bir şair için sevinmeli miyiz üzülmeyi
miyiz? Kim bilir...
Yatkınlık kendi başına hiçbir şey
değildir. O bir gücül- lükten başka bir şey değildir. Onun edimlilik durumuna
geçebilmesi yani gerçekleşebilmesi çok yoğun ve çok güçlü deneyimlerle
taçlandırılmış düzenli bir eğitimin sonucu olacaktır. İnsan için her gerçek
başarı eğitimle sağlanabilir. Ne var ki doğuştan yetenekli oluşa inananlar üst
düzeyde sanatsal yaratıcı güce ulaşmanın pek de çaba gerektirmediği gibi
bir inancı sürdürürler. Yetenekli kişinin iyi şeyler
yapabilmek için çırpınması gerekmez, onun yapacağı şey kendinde zaten var olan
yaratma gücünü esinin de yardımıyla etkin kılmaktır. Onlar böyle düşünürler. Bu
çerçevede örneğin estetikle ilgili bilgiler de kulak arkasına atılması gereken
bilgilerdir. Sıradan sanatçı estetikçiyi gördüğü zaman domuz görmüş gibi olur.
Çünkü onun yaratmayla ilgili etkinliği büyük ölçüde raslantılara kalmıştır.
Sanatın ne olduğunu bilmeyen sanatçılar bir tür gönül yordamıyla üst düzeyde
sanat ürünleri oluşturmaya girişirler. Sonuç elbette çok zaman sıra- danlığı,
zaman zaman da ortalamayı tutturmakla ilgili olabilir. Üst düzeyde bir sanat etkinliği
için gerçek anlamda yetkin bir estetik bilincine ulaşmış olmak gerekir.
Öznelci estetikçiler (örneğin
Victor Basch) yaratmada belirleyici gücün heyecansal itkilerden kaynaklandığını
benimserken nesnelci estetikçiler (örneğin Etienne Souriau) sorunun bir bilinç
sorunu olduğunu benimsediler. Gerçekte biz de Charles Lalo gibi en
güzel orta'dan yana çıkarak sanatsal yaratmada duygu etkeniyle
düşünce etkeninin aynı ağırlıkta bir arada bulunması gerektiğini
söyleyebiliriz. Ancak, ne olursa olsun, ister uçlardan ister dengeden yana
olalım, sanatsal yaratma sorunu önünde sonunda yetkin bilinç sorununa
açılacaktır. Sanat sözkonusu olduğunda yetkin bilincin iki ayrı yönde gelişmiş
olması beklenir. Önce sanatçı genel insan bilgisiyle donanmış olmalıdır.
Sanatta öncelikli koşul insan bilgisine geniş çerçevede ulaşmış olmak
koşuludur. İnsanlığın tarihine yerleşmemiş bir bilinç yalnız sanat alanında
değil, bilimde ve felsefede de eksekli kalacaktır. Ayrıca sanata yönelen her
bilincin estetiğin bilgisiyle donanmış olması gerekmektedir. Bu donanım
sanatçıya güzeli çirkinden ya da daha doğrusu estetik anlamda olumluyu
olumsuzdan ayırma gücü kazandıracaktır. Estetiğin temel kavramlarıyla donanmış
olmayan bir bilincin sanatçı olma çabası
da izleyici olma çabası da sonuçsuz kalacaktır. İzleyici
dediğimiz kişi bir tür yaratıcı değil midir?
Estetiğin bilgileriyle donanmamış
bir sanatçı karanlıkta el ve ayak yordamıyla ilerlemeye çalışan kişiye benzer.
Onun sezgileri ona bir ölçüde yardımcı olsa da bir ölçüde yanıltıcı ipuçları
verecektir. Sanatta sezgisel bakışın elbette çok büyük bir önemi vardır, ancak
yetkin bilinç koşullarıyla donanmış olmayan bir sezgisellik boş bir yönelimden
başka bir şey olmayacaktır. İnsan dediğimiz varlık türdeşlerinin deneyimlerinden
bol bol yararlanabilen bir varlıktır. Charles Lalo'va “Sanat
tarihinin dışında estetik yoktur” dedirten de bu olmalı. Her
yetkin insan özenle oluşturduğu bilincini tarihin içinde kurar, tarihe göre ve
tarihe karşı kurar. Tarihle hesaplaşmayan bir bilinç verilenle yetinen bir
bilinç olmakla yaratma açısından düpedüz verimsiz bir bilinçtir. Kaldı ki en
sıradan bilinç bile tarihin kaba bir taslağına göre oluşmuştur. Bilinçte hiçbir
öge yoktur ki tarihsel olmasın. Za- man’dan biçilmiş olan ben’in temel özelliği
tarihselliktir. Eski estetiği bir yana bırakalım. Eski estetik uzun yüzyıllar
boyu, daha doğrusu XVIII. yüzyılın sonlarına kadar felsefenin yöntemleriyle
düşünen, felsefenin bir dalı olmaktan öteye geçemeyen bir bilgi alanı oldu. Bu
metafizik estetik sanatı daha çok bir dinsel-toplumsal işlevsellikle belirgin
gören anlayışa uygun düşüyordu. Ancak XIX. yüzyılın başlarından bu yana estetik
gözlerini göklerden yere indirdi ve laboratuara girdi. Çağdaş estetik bir
laboratuar estetiğidir ve doğrudan doğruya sanatsal niteliklerin
araştırılmasıyla ilgilidir.
Bu durumda ayrı bir bilimsellik
değeri kazanan bu bilgi alanının bundan böyle felsefenin yöntemleriyle
düşünmesini bekleyemeyiz. Onun elbette kendi felsefesini yapmakta belli bir
titizliği olacaktır. Her bilim ya da her bilgi alanı kendini doğrularken
felsefenin aydınlatıcı yöntemlerine başvurur. Ancak onlar bilgiye yönelirken
felsefenin yöntemlerinden uzakta kendi yöntemlerini ortaya koyarlar. Estetik
arayışın başarısı filozofluklarda değil somut laboratuar verilerinin
değerlendirilmesindedir. Bu da bizi başlıbaşına bir yöntem sorunuyla yüzyüze
getiriyor. Günümüzün estetikçisi filozoftan çok gökbilimciye, kimyacıya,
tarihçiye, toplumbilimciye benziyor. Onlar gibi somuta yöneliyor, onlar gibi
kuramı veriye dayandırıyor. Bu durumda gerçek anlamda sanatçı olmanın estetiğin
bilgisine ulaşmayı zorunlu kıldığını rahatça söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki
aşağı yukarı bir yüzyıldır estetik bilimi sanatın yolgöstericisi olarak iş
görüyor. Geçmişe baktığımızda güçlü yaratıcıların sağlam estetik görüye ulaşmış
kişiler olduğunu görüyoruz. Baudelaire’in şiirdeki
ustalığıyla estetik alandaki yetkin bakış açısı arasında bir yakınlık bulmak
hiç de zor değildir. İyi bir romancı diye bilinen Malraux’nun
çok iyi bir sanat tarihçisi ya da estetikçi olması da anlamlıdır.
Örnekler elbette çoğaltılabilir.
Bizim ülkemizde sanatçının
verimsizliği biraz da onun estetikle ciddi ilişkiler içinde olmayışından gelir
ve en usta görünen sanatçının bile gelip ortalarda bir yerlerde takılı- vermesi
onun hala gönül yordamıyla iş çıkarmaya çalışmasının bir sonucudur. Ne yazık ki
sanat eğitimi veren yüksek öğretim kurulularında bile estetikle ilgili
çalışmaların ya hiç düzeyinde ya da göstermelik koşullarda olması sanatın bu
topraklarda daha uzun zaman göstermelik bir etkinlik olarak kalacağım
gösteriyor. Yüksek öğretim kurulularımızın hiçbirinde ‘‘estetikçi” yetiştiren
birimler yoktur. Felsefe bölümlerimizin belki bazılarında “estetik” adı
altında okutulur gibi yapılan eski estetiğin yani daha çok Platon'a, bir ölçüde
de Aristoteles’e dayanan kuramsal estetiğin günümüzün sanatsal gereksinimlerine
hiç de uygun düşmediği ya da sanatın gereklerini karşılamadığı kesindir.
Üniversitelerde
estetikle ilgili çalışmalar yapan bazı kişilerin Charles
Lalo, Victor Basch, Etienne Souriau, Raymond Bayer, Mikel Duf-
renne, Jeaun Paul Weber gibi adlardan habersiz olduklarını görüyoruz. Bu
durumda sanata yönelen gençlerimizin o olmayan şeyle, doğuştan
yetenek denilen şeyle yetinmeleri bir kaçınılmazlık gibi
görünüyor. Öğrencilerine estetiğin bilgisini vermek gibi bir eğilimi olmayan
herhangi bir sanat eğitimi kurumunu ciddiye alabilir misiniz?
Yaşam gittikçe karmaşıklaştı,
gittikçe karmaşıklaşıyor ve gittikçe karmaşıklaşacak. Bugün bu karmaşıklığın en
yetkin tanığı karmaşık hatta kargaşık düzende büyüyen kentlerdir. Bugün her
kent bize bir yerleşim alanı olmaktan daha çok bir şey olarak görünüyor,
özellikle çeşitliliklerle dolu çokyönlü yapısı içinde bir serüven ortamı gibi
görünüyor. Uzun yüzyıllar boyu insanlar küçücük kentlerde yaşadılar. Kırların
kentlerden daha çekici olduğu, insan yaşamı için daha belirleyici olduğu
zamanlar yaşandı. Kent devletleri düzeninde bir araya gelmiş insanlar, sınıf
ayrılıklarını bir yana bırakırsak, çok geniş bir ailenin bireyleri gibiydiler.
Yunan demokrasilerinin varlığını bu sınırlı yapıya bağlamak gerekir. O zamanki
kentlerin en kabadayısı bugünkü kentlerin küçücük bir semti kadardı. Aracı
gerektirmeyen yapısından giderek doğrudan doğruya demokrasi
diye adlandırabileceğimiz bu demokrasilerde siyasal hakları olan kişiler kendi
adlarına oy kullanıyorlardı. Bugün bu demokrasiler ancak apartman
yönetimlerinde ya da küçük kuruluşların yönetimlerinde sozkonusu olabiliyor.
Toplumlar artık büyük kitleler oluşturuyorlar. Günümüz kentleri bir eskiçağ ya
da orta-
çağ insanının düşünemeyeceği ölçülerde büyüktür. Hegel’in
deyişiyle insan yaşamı gereksinimlerle işbölümünün karşılıklı ilişkisi içinde
gelişerek bugünkü karmaşıklığına ulaşmıştır. Gereksinimler işbölümünü artırmış,
işbölümü gereksinimleri çoğaltmış, böylece günümüzün çokyönlü yaşamına ve büyük
kentlerine ulaşılmıştır.
Bugünün pekçok kenti çok zaman
insan usunu zorlayacak ölçüde bir gereksinimler ortamı olarak görünüyor. Son
derece korkutucu bir verimli döngü var burada. Yeni gereksinimler işbölümünü
artırıyor, yeni işbölümü yeni gereksinimlere yol açıyor ve buna göre kentler
şiştikçe şişiyor. Bu şişme pekçok kenti kendini taşıyamaz duruma getiriyor. Daha
doğrusu pekçok kent artık yaşanmaz olmuş yerleşim alanları olarak kendini
gösteriyor. Kentte yaşayan insan kent yaşamına zorunlu olduğunu bile bile gün
yirmi dört saat küçük yerleşim alanlarında yaşamanın düşlerini kuruyor. Yeni
kentlerin hantal yapılarına bakınca insanın bundan böyle kendi kendinin tutsağı
durumuna düştüğünü görmemek olası mı? Kentlerden öğrendiğimiz acı gerçek,
insanın kendi yarattığı, kendi eliyle yarattığı koşullarda kendine yenik
düştüğüdür. Bugünün insanı yarattığı kent yaşamı düzeninin kölesi ya da tutsağı
durumundadır. Onun bu yaşam düzeninde kendi yaşamıyla ilgili en verimli
koşulları seçmek hakkı hemen hemen hiç kalmamıştır. O artık tam anlamında bir
edilgin varlıktır. O bundan böyle kendisine sunulan dar olanaklar ya da kaskatı
koşullar içinde yaşamak durumunda kalmıştır. İnsanın günden güne ölen
yaratıcılığı bu çöküntünün tanığı değil midir?
Alman filozofu Leibniz’in nasıl
olup da on beş yaşında kuramını oluşturmuş olduğunu bugünün insanı kolay kolay
anlayamayacaktır. Fransız bilim adamı ve düşünürü Pascal’in on sekiz yaşında
ortaya koyduğu buluşlar bugünkü kent düzeninde en öngörülü adamı bile şaşırtır.
Yakın tarihimiz gözleri kamaştıran yeniliklerle doludur. Ancak o yeniliklerle
gelen yeni yaşam düzeninin bugünkü biçimlerinde pek de verimli olmadığını, bazı
şeylerin o güzelim buluşlar döneminden bu garip kısırlıklar dönemine
geçişimizin koşullarını hazırladığını görüyoruz. Yaşamın yasasıdır bu: düzenler
de eskirler ve bir zaman sonra yerlerini yeni düzenlere bırakmak üzere dağılırlar.
Evet, bugünkü yaşamımız bir kısırlıklar yaşamıdır. Bunun için insanın gelişim
koşullarına lanet okumamız mı gerekiyor. Elbette değil. İnsan yaşamı dura dura
ilerliyor, gelişe gelişe ve sonra bozula bozula ilerliyor. Çıkışları inişler,
inişleri çıkışlar izliyor. Yaşamın nerede tıkandığını iyi görebilmek ve bu
tıkanıklığı açabilme yolunda elden geleni yapabilmek düşüyor bize. Bu da yaşamı
yeniden üretmek demektir. Bugünler iyi değil, eski zamanlar pek
güzelmiş duyarlılığı bilinçli insanın dünyasıyla bağdaşır gibi
değildir. İyi zamanları yaratmak bizim işimizdir. İnsanoğlu kendini hep
geçmişin değerlerinden kalkarak ve şimdi’den ileriye doğru bakarak
geliştirmiştir. Varlığını insanlığın gelişimine adamış insanlar yakınmayı değil
de çözümlemeyi amaçlayan insanlardır.
Gerçekten bugünkü kent yaşamı
insanı öldürüyor. Bugünkü kent düzeni insanı bir değerler varlığı olmaktan
çıkarıyor, onu büyük bir tüketim aygıtının bağımlı tüketicisi durumuna
getiriyor. Kentlerde birer tutsak yaşamına mahkum edilmiş olan bireyler kırsal
alanları ya da ıssız ve sessiz deniz kıyılarım özleyerek günlerini
geçiriyorlar. Bu yaşam düzeni içinde sanattan, bilimden, felsefeden
uzaklaşıyorlar. Kent tutsaklığı bilinçleri verimsiz kılıyor. Bu açıdan günümüz
insanını Ortaçağ’m krala, kiliseye ve senyöre bağlı ya da bir başka deyişle
sıkı sıkıya topluma bağımlı insanına ben- zetsek aşırıya kaçmış olur muyuz?
Sabah erkenden çocuklarını çöp tenekeleriyle birlikte sokağa atan, onları ite
kaka okula yollayıp yarı uyur yarı uyanık işlerinin yolunu tutan.
bütün bir gün genelde hiç sevmedikleri tekdüze bir işin
başında yabancılıklar ve bunalımlar yaşayan insanlar akşam vakti evlerine
yorgun dönüyorlar, kendilerini insan olarak geliştirecek vakti bulamadan yatağa
giriyorlar. Onlar çocuklarıyla bile yeterince ilgilenemiyorlar ve çocuklarının
yetişmesine olumlu yönden büyük ölçüde katkıda bulunamıyorlar. Kent çocukları
gerçek anlamda anne ve baba sevgisini tanıyamadan ya da yeterince tadamadan
büyüyorlar yani yoksunluklar içinde büyüyorlar. Onların boşluklarına,
dalgacılıklarına, başkaldırılarına, dağınıklıklarına, duyarsızlıklarına,
öfkelerine, tembelliklerine, bunalımlarına, isteksizliklerine kızıyoruz ya da
üzülüyoruz ama ne olursa olsun onları anlamakta eksik kalıyoruz.
Yeni büyük kentler insanın
insanlığını gerçekleştirme olanağı bulamadığı birer geniş umutsuzluk ortamları
olurken intihara eğilimli bunalımlı insan tipini öne çıkardı. Aile ortamı
parçalanmış olduğundan yani bir evin içinde yaşayan insanların birbirleriyle
gerçek anlamda bağları kalmadığından, buna göre bireyler aile içinde
kendilerini yapayalnız duyduklarından son derece korkunç bunalım koşulları
kendini gösteriyor. Bunalımın çağrıştıracağı ilk duygu intihar duygusudur.
Umutsuzluğun acısını çeken insan bu acıyı dindi- rebilmek için kendini
yoketmeyi düşünecektir. Gazeteler ve konuyla ilgili mesleklerin insanları
sorunu özellikle ticari boyutlarda ele almak istedikleri için intiharları
gizemli bilgilerle süslüyorlar, örneğin sık sık şeytancı eğilimlerden sö- zediyorlar.
Şeytanlık yeni yaşam düzeninin kendinde saklıdır, o yaşam düzeninde ortaya
çıkan yıkıcı koşullarda saklıdır. Aile ilişkilerinde saklıdır, okul yaşamında
saklıdır, meslek çalışmalarında saklıdır, kurumsal ortamların verimsizliğinde
saklıdır. Çocuk on iki saat çalışan annesinin ellerini özlüyor, bazen de kumar
masasından bir türlü eve dönemeyen annesinin ederini özlüyor. Kısacası kent
kendi insanını tüketiyor ya da bir çağın son dönemlerinin büyük çöküntüsü kent
yaşamında en belirgin görünümlerini kazanıyor.
Kentin mutsuzluklarını ve
umutsuzluklarını onun estetik yapısında gözlemlemek olasıdır. Mimarların ve
yardımcılarının en küçük bir estetik kaygı gütmeden üstüste yığdıkları çirkin
evler bugünkü kent insanının bilinç düzeyini ya da bilinç koşullarını pek güzel
ortaya seriyor. Dikine dikilmiş dikdörtgen prizmalar sayısız gözleriyle dünyaya
dört köşe bakarken insanı güzelden uzaklaştırıyor ve onu güzelin gereksizliğine
inandırmaya çalışıyor. Yalnız yapılar değil, kentle ilgili her şey bugün
iyinin, güzelin ve doğrunun zararına çalışır gibidir. Kent gelişmemiş
bilinçlerle doludur, yani orta düzeyde bilinçlerle, hatta gündelik koşullarda
yaşayan bilinçlerle doludur. Gelişmemiş bilinçler hem kendileri için hem başka
bilinçler için tehlikeler üretirler. Gelişmemiş bilinçler örneğin güzelin bir
gereksinim değil de bir lüks olduğunu düşünürler. Yeni kent insanı güzeli
arayana gülüyor. Onun güzelle hiçbir ilişkisi yok artık. O üstüne başına azçok
özen gösterse de, salatayı süsleme konusunda azçok özenli olsa da, kafasında
belli bir güzel kadın imgesi gezdirse de, bir akşam vakti günbatımının
renklerine hayran olma gösterileri yapsa da güzel bir kentte güzellikler içinde
yaşamayı hiç mi hiç düşünmüyor. Güzel denilen şey onun için artan gereksinimlerle
ilgili olabilir ancak. Güzel bir otomobil konforlu bir otomobildir, güzel bir
ev iyi ısınan ve odaları büyük olan bir evdir... Çirkin evlere ve çirkin
otomobillere kapatılmış bu yaşam insanı yiyip bitiriyor. En kötüsü insanın bu
gerçeği görmemekte ayak diremesidir. İnsan günden güne gereksinimlerini
artırıyor, sözde bövlece yaşamı bir yandan kolaylaştırıyor bir yandan da
güzelleştiriyor. Yeni kent insanı kendini her gün biraz daha tüketiyor.
BUGÜNKÜ
KENT İNSANININ ESTETİKDIŞI DUYARLIKLARI
Bugünün kent düzeni yaşamı
üretmeye değil tüketmeye uygundur, bir başka deyişle yaratıcılığa hiç elverişli
değildir. Oysa insan yaşamı üretilmesi ya da yeniden yaratılması gereken
şeydir. Yaşamın dönüşümünü düzenleyen kültür alanları yani bilim, felsefe ve
sanat yaratıcılığı gerektirir. İnsanoğlu yaşamını üretemediği zaman hayvansal
özelliklerini öne çıkarmaya başlar, buna göre usunu geriye çekmeye ve
içgüdülerini birinci planda etkin kılmaya yönelir. O zaman insan gibi barınmak
yerine hayvan gibi barınmayı, insan gibi korunmak yerine hayvan gibi korunmayı,
insan gibi çoğalmak yerine hayvan gibi çoğalmayı öngörür. İnsan içgüdüleri olan
bir varlıktır ama bir içgüdü varlığı değildir. İnsanın yaşamı üretebilmesi ya
da yeniden üretebilmesi için toplum koşullarının gelişime elverişli olması
gerekir. Yaşam ancak toplumsallıkta yenilenir ve evrime uğrar. Toplumsal
yaşamın uygun koşulları bilincin sağlıklı gelişimine olanak sağlar. Sağlıklı
bir toplumsal gelişim de özgür bireylerin katkısıyla gerçekleşir. İnsan bireyi
kendini bilinçli bir varlık olarak üretirken toplumun gelişim koşullarını
üretir, toplum da
kendini bir bilinç ortamı olarak varederken bireyin gelişim
koşullarını üretir. Toplum terimi burada yalnızca bir bölge insanını ya da bir
ulusu değil bütün insanı, en genel anlamda evrensel insanı düşündürmelidir.
İnsanlık bireyin bilincinde
kendini üretme olanağı kazanır. İnsanı doğanın temel koşulları çerçevesinde
insan kılacak olan güç gene insanda saklıdır. İnsan toplumsallaşmış birey
olarak yapıcı güçlerini ortaya çıkarıp onları yaşamı üretmekte kullanamadığı
zaman hayvanlaşır. Hayvanın temel özelliği doğal gereksinimlerini karşılayışı
ve onun ötesine geçmeyişidir. Hayvan yer, dışkılar ve cinsel ilişkide bulunur.
Bu arada bazı hayvanlar insana tutsak düşmüş olmakla bir takım buyruklara uyma
alışkanlığı edinmişlerdir. Onlar bu alışkanlıklarını şiddete uğrayarak ya da
şiddete uğrama korkusuyla elde etmişlerdir. İnsan böylece pekçok hayvanın
doğasını bozmuş, köpeğe kuyruk sallamayı, kediye emeksiz yaşamayı, eşeğe yük
taşımayı öğretmiştir. Oysa insan homo sapiens’den bu yana
yaşamı yeniden üretmeye çalışıyor. Onun kendini dönüştürerek doğayı değiştiren
bir varlık niteliği kazanması doğal güçlerini hem bedensel düzeyde hem ruhsal
düzeyde geliştirmiş olmasıyla belirgindir. İnsan yırtıcı olmasını
gerektirmeyecek koşulları yaratırken köpek dişlerini yitirmiş ve başparmağını
geliştirmiştir ve böylece kendiyle ve dünyayla ilişkisi içinde bilincini
oluşturmuştur. Onun doğal güçlerini azalttığı ölçüde bilince gereksinimi vardı.
Bilincin sürekli gelişimi evrim olgusunu kaçınılmaz bir koşul olarak getirirken
tarihi yaratmıştır. İnsanın bilincini her gün biraz daha etkin ve biraz daha
güçlü kılarak yaşamı her adımda yeniden üretiyor, bu arada yeniden ürettiği
yaşamı kirletiyor. Ne var ki insan yaşamında her kirlenme bir arınmanın
önkoşulu olarak vardır. Bu yüzden kimileri zaman zaman insandan umut
kesercesine karamsarlıklara düşerken insanın bu kendini arındırma özelliğini
gözden kaçırıyorlar. Büyük atılmaların getirdiği kirleri gene büyük atılmalarla
temizlemek gerekiyor. Yaşamın olumsuz koşullarını gidermek diyebiliriz buna.
Bugünkü yaşamımızda da çeşitli olumsuzluklar yaşıyoruz. Olumsuzluklardan
umutsuzluklar türetmek gerekmez. Dünyamız her an yeni güzelliklere gebedir.
Yeter ki bizler insanın daha da insanlaşması için gereken çabayı göstermeyi
bilelim. Bu çaba elbet iyi niyetten çok bilginin ve ahlakın ürünü olacaktır.
Evet, bugün de pekçok olumsuzluk
yaşıyoruz. Bugün bu olumsuz durumu kentlerin yeni yaşam düzeninde kolayca
gözlemleyebiliriz. Bugünün kent yaşamı hantallığı ve verimsizliğiyle tam
anlamında korkunçtur. Bugünün kent yaşamı insanın üretici ve yaratıcı güçlerini
öldürücü özellikler gösteriyor. Bugün bir kentte yaşıyor olmak belli bir tutsaklığı
zorunlu olarak yüklenmiş olmak demektir. Bugünün kent yaşamı insanın karşısına
sayısız engeller çıkarıyor ve onu kendini yetiştirmek konusunda yetersiz
bırakıyor. Bugününün kenti tam anlamında bir tutsak insanlar ortamıdır, orada
birey ya kendini geliştirme olanağı bulamaz ya da zaten onun böyle bir
gereksinimi yoktur. İnsanoğlu yaşamı yeniden üretme koşullarını elden kaçırdığı
zaman yani kendi önünü kestiği zaman verimsizleşir ve bunalır. Çünkü gelişim
insan için doğaldır ve zorunludur. Yaşam az önce de belirttiğimiz gibi homo
sapiens'Ğen bu yana kendini yeniden üretmekle belirgindir, onun
bu koşulu hiçe sayarak uzun süre kendini sürdürmesi olası değildir.
İnsanoğlu gelişim çizgisi boyunca
kendine üç temel amaç belirlemiştir. Bu amaçlar doğruyla, güzelle ve iyiyle
ilgilidir. Doğrunun, güzelin ve iyinin bir düşünsel araştırmada ayrı ayrı
alanlar oluşturmaları hatta onların bir takım altbölümlere ayrılmaları
doğaldır. Ancak bu alanlar yaşamda birbirlerini tümleyen alanlardır, hep
birlikte bir bütün oluştururlar ve hep birlikte insan yaşamının özelliklerini
ortaya koyarlar. Bunun bir başka anlatımı şudur: davranışla ilgili değerler
yani ahlak değerleri, duygu-düşünce bütünüyle ilgili değerler yani estetiğin
değerleri, bir de bilimlerin ve felsefenin konusunu oluşturan tüm genelgeçer
doğrular bir bütünde bir araya gelirler ve hep birlikte tarihsel boyutta
insanın ne olup ne olmadığını ortaya koyarlar. Bunları birbirinden ayırmaya
kalktığınız zaman yaşamı parçalamış olursunuz. İnsanoğlu evrimini bu birbirine
sıkı sıkıya bağlı üç temel üzerinde gerçekleştirir. Olmaz ya, bu üç temelden
biri eksik olsa öbürleri tam olsa, evrim gerçek anlamda tam bir çıkmaza
girecektir.
En sağlıklı yaşam bilimin ve
felsefenin belirleyiciliğinde ve estetik değerlerin geçerliliğinde sürdürülen
ahlaki yaşamdır. Ancak bilinçlerin eksikli olduğu yerde tüm değerler sönükleşir
ve değerler dizgesi kargaşık ve hastalıklı bir görünüm alır. Dostoyevski’nin de
belirttiği gibi insan çok şeyden yoksun yaşayabilir ama güzel’siz yaşayamaz.
Güzel'siz- liğe indirgenmiş bir insan yaşamı yazık olmuş bir yaşamdan başka bir
şey değildir. Güzel’siz yaşayabilen insan bir içgüdü varlığıdır, kendi için ve
başkaları için tehlikelidir. Bugünün insanı gerçekten çok sorunlu oluşuyla
ilgimizi çekiyor. Onun çok sorunlu oluşu elbette her şeyden önce bilinç
yetmezliğiyle ilgilidir. Şu içinde yaşadığımız dönemin insanı kentin karmaşık
ve kargaşık yapısı içinde yaşamını gündelik olana indirgemiş, şimdi’nin
sınırlarına çekmiş görünüyor. Bu demektir ki o ne dünüyle ilgilidir ne de
yarınını tasarlamaktadır. İnsan belleğini yitirdikçe ve amaçlarını elden
kaçırdıkça insan olmaktan çıkar. İnsan dünüyle ve yarınıyla insandır. İnsan bir
bilgi ve bir amaç varlığıdır. Doğruyla, iyiyle, güzelle tüm bağlarını koparmış
olan bugünün insanı ne olduğunu bilmediği soyut bir mutluluk kavramının peşinde
yaşamını zedeliyor. Kentlerin yapılaşma düzeni bile bugünkü insanın ne gibi
mutsuzluklara mahkum olduğunun açık belirtilerini taşımaktadır. Estetiksiz
kalmış, gündeliğin içine hapsolmuş, güzelle bağlarını yitirmiş insanlar
kentleri kaba yerleşim alanlarına dönüştürdüler. Bugünkü kentlerin
çirkinlikleri bugünkü insanın bilinç düzeyini pek güzel ortaya koyuyor.
Bugünün kentlerinde bizi
karşılayan güzelliklerden çoğu birkaç yüzyıl Öncesiyle ilgilidir. Gerek
müzelerde heyecanla izlediğimiz tablolar, gerek alanlarda bize insanlık
durumlarından yansılar sunan yontular, gerek bir kenti görme duygusallığının
temel etkenini oluşturan mimarlık yapıları geçmiş ve hatta oldukça unutulmuş
zamanların yapıtlarıdırlar. Kaldı ki bugünün insanı geçmişle bağlarını büyük
ölçüde koparmış olmanın rahatlığı içinde müzeleri bile turist gözüyle
inceliyor. İnsanlar bugün Pieter Bruegel’in XVI. yüzyılını çoktan
unutmuşlardır, hatta Van Gogh’un XIX. yüzyılını bile unutmuşlardır, ama Pieter
Bruegel’le ve Van Gogh’la belli bir ilişkiyi turistik anlamda da olsa iyi kötü
sürdürmektedirler. Ancak bu ilişki gerçek bir kültür ilişkisi midir yoksa
gösteriye dayanan yüzeysel bir yakınlığın anlatımı mıdır? Bir kenti
insanlarıyla ve yapıtlarıyla tanımamak ya da çok kötü tanımak istiyorsanız o
kente turist olarak gidin.
Bugünün kent insanı kültürle
gerçek bir bağı olsun istemiyor ya da zaten böyle bir bağı kuracak gücü yok.
Ortaçağın insanı sıkı sıkıya toprağa bağlıydı, bu arada resmi olarak da krala,
senyöre ve kiliseye bağlıydı. Bugünün insanı da sıkı sıkıya üretime bağlıdır ve
onun gerçek anlamda bir kültür izleyicisi ya da özümleyicisi olma şansı ve
isteği yoktur. Onun bilinci sıradan insan olmanın koşulları içinde kent
yaşamını belli ölçüler çerçevesinde sürdürme yatkınlığına göre oluşturulmuştur.
O artık kendini insanlık tarihinin içinde duyamayacak kadar kendine yabancıdır.
Oysa insan toplumsal bir varlık olduğuna göre, insandan uzaklaşmak kendinden
uzaklaşmaktır. Bugünün kent insanı bir amaç insanı değildir ya da onun gerçek
anlamda insani amaçları yoktur. O yalnızca kent yaşamı içinde kendi
bireyselliğini en uygun ölçülerde gerçekleştirmenin yollarını arayacaktır. Bu
yüzden onun güzelle, iyiyle ve doğruyla gerçek anlamda bir ilişkisi
kalmamıştır.
Kentler hızla büyüyor ve akıl
almaz ölçülerde çirkinleşiyor. Sanayi kentleri diye
adlandırabileceğimiz bu kentlerde üretimin basit ve zavallı bir aracı durumuna
indirgenmiş olan insan tam tamına estetiksizleşmiş dünyasında ya gününü
kurtarmaya ya da gününü gün etmeye bakıyor. Kare prizma ya da dikdörtgen prizma
biçiminde dikilmiş kocaman yapılar bir köy genişliğindeki insanı barındırırken
insan sıcaklığından en küçük bir iz bile yansıtmıyor. Bunalımlı ve yabancılaşmış
insan, hem kendine hem dünyaya yabancılaşmış insan bundan böyle güzeli hafife
alma kolaylığını enine boyuna yaşayacaktır. Bu yeni kentlerde kültür
etkinlikleri son derece sınırlı ve verimsizdir. Örneğin on beş milyonluk kentin
doğru dürüst on beş tiyatrosu, on beş konser salonu, on beş eleştirmeni, on beş
nitelikli sanat dergisi, on beş iyi şairi, on beş romancısı yoksa orada insan
her anlamda zedelenmiş demektir. Dostoyevski haklıdır, insan güzelsiz
yaşayamaz, yapamaz bunu. İnsanın güzefsiz yaşamaya alıştığı yerde yaşam iyiden
iyiye sorunlu duruma gelmiş demektir.
Ortaçağ kentlerinden sözedenler
bu kentlerin ne kadar zor koşullarda varlığını sürdürmüş olduğunu anlatmakla
bitiremezler. Kentin bir sahibi vardır, bu bir zorbadır. Kentler onun malikanesi
çevresinde oluşan yıkık dökük yerlerdir. Zorba bazen kraldır, bazen senyördür,
bazen piskopostur. Zorbayı biz genellikle vurup kıran adam olarak düşünürüz,
oysa yüksek düzeyde zorba halkın sırtına istediği gibi vergi yükleyen adamdır,
istediğinden vergi alan istediğinden vergi almayan adamdır. Bu zorba istediğini
istediği gibi yargılar, bu yüzden kimselere hesap vermek zorunda değildir.
Kentler kanalizasyon düzeni olmayan, çöp içinde yüzen, özellikle yağmurun
oluşturduğu gölcüklerin daha çok karanlık gecelerde insanlara tuzaklar kurduğu
ilkel yerleşim alanlarıdır. Bu pislik ortamında hastalıklar ama özellikle
salgın hastalıklar insanları canından bezdirmiştir. Bunlar ufacık yerlerdir, en
kabadayısının yani Paris’in nüfusu yüz binin altındadır. Bu kentler
XII.yüzyıldan sonra yavaş yavaş toparlanarak daha yaşanası ortamlar olma yoluna
girerler.
Bu tablo bize şükür halimize
dedirtecek bir tablo mudur? Elbette öyle olmalıdır. İnsanoğlu gelişe gelişe
ilerli-
yor. Çağdaş kent düzeni Ortaçağ’ın kent düzeninden daha
ileri ama daha verimli mi? Kimileri için çok daha verimli, verim dediğimiz şeyi
bilinci geliştirmeyen konfor koşullarıyla bir tutarsak. Kimileri için oldukça
verimsiz. Sıkıcı, zor, engelleyici, hatta kaygı verici, korkunç... Yeni kentler
önce uluslararası ticaret ağının kurulmasıyla daha sonra da Sanayi Dev-
rimi’yle şiştikçe şiştiler ve yoksullukla varsıllığı kardeş kardeş geçindiren
devler olup çıktılar. Locke'un izinden giden duyumcu filozof, XVIII.yüzyılın
ünlü düşünürü Condillac ticaret ve yönetim ilişkilerini inceleyen bir kitabında
kentleri durmadan paranın girip çıktığı kocaman depolara benzetmişti. Bu
benzetme özellikle Sanayi Devrimi koşullarında gelişen kentler için oldukça
gerçekçi bir benzetmedir. Bu kentler düşüncesini, eylemini, ahlakını,
sezgilerini, duyarlıklarını, sanatını paraya göre düzenlemiş varsıl ve yoksul
insanların kentleridirler. Onlarda merkezden çeperlere doğru gidildikçe
esenlikten yoksunluğa doğru yol alınmış olur.
Ne Eskiçağ’ın ne Ortaçağ’ın
kentleri bu yeni kent görünümlerine uyar. Eski Yunanistan’ın derme çatma
kentlerini düşündükçe gene de Roma’nm izlerini taşıyan ve olanaklarını iyi kötü
sürdüren ortaçağ kentleri birer cennettir. Ortaçağ Roma’dan kalan yolları
kullanırken geçmişi hayırla anmış olmalıdır. Gerçi Yunanistan’ın Sparta gibi
tarım kentleri değil de Atina gibi ticaret kentleri de birer büyük para de-
posuydular. Attika-Delos Deniz Birliği bir para birliğiydi. Birliğin başında
Atina vardı. Yunanlılar sömürgeciliğe yöneldikten sonra yani M.Ö.VIII.yüzyıldan
sonra, kitapların yazdığı doğruysa, yunan kentlerinde en çok çalışanlar
sarraflardı. Her kentin parası ve hatta görenekleri, bayramları, kurumlaşma
biçimleri ayrıydı. Buna göre bir kentten bir kente giden kişi cebindeki parayı
değiştirmek zorundaydı, akşam kendi kentine dönerken bir daha aynı şeyi yapmak
zorundaydı.
Yeniçağ’ın başlarından bu yana
kent sözcüğünün ilk çağrıştırdığı sözcük para’dır. Bugünkü kentlerin oluşup
gelişmesinde en büyük belirleyicinin para olduğu doğrudur. Denebilir ki bugün
her kent kapladığı alan kadar para üzerinde oturmaktadır. Paranın başlıca değer
olduğu yerde yüce değerler yani ahlak değerleri ve estetik değerler geriye
itilirler, görünmez bir yerlere gönderilirler. Sanayi kocaman kirli kentler
oluştururken para özellikle ahlak kirliliğini derinleştirdi, kurumlaştırdı ve
hatta yasallaştırdı. Bu arada para estetik kirliliği de önce bilinçlerde sonra
ona bağlı olarak yaşamda geçerli kıldı. İki Dünya Savaşı değertammazlığa kadar
varan bu yeni kirliliğin ürünüdür. Alman faşizmini kendi halinde bir düşünürün,
Nietzsche’nin üstüne yıkmaya çalışırken insanlar sorunun kişisel
belirlenmelerle açıklanama- yacak kadar derin olduğunun bilincinde değiller.
Kaldı ki bu iş için bir etkin bilinç aranacaksa, onu küçük insan ruhsallı- ğına
karşı savaşıma girmiş olan Nietzsche’de değil, özgürlüğü bile polis anlayışıyla
açıklayan ve bir devlet filozofu olan Hegel’de aramak doğru olur.
Yeni kent boğucudur. XVIII.yüzyıl
duyguculuğunun kentten kaçış ve doğaya dönüş temalarını en başa koymuş olması
bundandır. Yavaş yavaş doğa olmaktan çıkacak olan doğa tek sığınaktır. En soylu
duygular karanlıklara bulanmış kentte değil kırların temiz havasında
yaşanabilir. Duygucu şair Alfred de Vigny bir
şiirinde şöyle diyordu: “Hiç korkmadan git, tüm kentleri bırak; / Yolların tozuyla kirletme
ayaklarını; / Düşüncemizin tepelerinden tutsak kentlere bak, / İnsan
köleliğinin kaçınılmaz taşlarına. ” Bir başka duygucu şair Victor
Hugo da şöyle der: “Çirkef kentin bilincidir. Kentte her şey uyuşur ve her şey tersleşir.
Bu soluk yerde karanlıklar vardır ama gizler yoktur. Her şey kendi olağan
biçimindedir ” O zamanın duygucuları böyle düşündülerse biz bugün
başka mı düşünüyoruz? Yeni yaşam düzeni için kent zorunlu bir barınaktır, ilkel
yeni kentli içinse bir olanaklar ortamıdır. Orada insan kazanma hırslarını
gerçeğe dönüştürebilir, orada maddi hazlarm binbir çeşidini yaşayabilir, orada
yaşamını güvenli bir biçimde sürdürebilir, orada ünlenebilir, isterse orada
şair de kebapçı da olabilir.
Gerçek anlamda insan olmanın
yetkin bilincine ulaşmış biri için de kent zorunlu bir barınaktır, bir çeşit
olanaklar alanıdır, eğer gidip bir kıyı kentinde otelcilik ya da balıkçılık
yapmayı düşlemiyorsa onun yaşaması için başka bir olanak da yoktur. Ama insan
olmanın yetkin bilincine ulaşmış biri için kent aynı zamanda boşluktur,
yoksunluktur, yalnızlıktır, içtenliksizliktir, verimsizliktir, kısır döngüdür,
uçurumdur, yalanlar alanıdır, dipsiz kuyudur, sayısız tehlikeler ortamıdır.
Gerçekte paranın ya da para ilişkilerinin üzerine kurulmuş her insani etkinlik
yüce değerler açısından sorunlu olmaya eğilimlidir. Kentlerin oluşup
gelişmesinde en önemli belirleyicinin para olduğu doğrudur. Kentte her şey, aşk
bile paranın buyruğuna girmiştir ve paranın buyruğuna girdiği için gerçekliğini
yitirmiştir. Şiir de, roman da, felsefe de, resim de, mimarlık da, kimya da,
fizik de aynı yazgıyı paylaşmaktadır. Çünkü bu alanların tümü görünür ya da
görünmez bir takım güçlerin denetimi altındadır. Yeni kentte her şeyin sahtesi
daha değerlidir ve para getirir.
Kente ruhunu veren o kent
insanlarının ortak beğeni yargısıdır. Beğeninin niteliği kenti oluşturan
toplumun ortak bilinç koşullarına bağlıdır. Kentler toplumların bilinç
düzeyinin aynasıdırlar. Para için kavgada ya da yaşam için kavgada zengin ya da
yoksul tüm kent insanları iktisadi değerleri yüce değerlerin üstüne
çıkarmışlardır. Bir başka deyişle, toplumun her kesiminde bilinç yetmezliği
yüzünden ahlak ve estetik paraya yenik düşmüştür. Bugünün kentleri tam anlamında
ahlaksızlık ve zevksizlik ortamıdır. Kentlerde gezginlerin bilerek ya da
bilmeyerek görmeye can attığı resimler, yontular, anıtlar, yapılar eskiden
kalmadır. İnsanlar bu değerleri anlayarak ya da anlamayarak şaşkınlık içinde
gözlerler. İstanbul’da da, Chicago'da da, Miami'de de, Frankfurt’da da doğal
görünümlerin az ötesinde boğucu bir yığılışmayla karşılaşırsınız. Kaldı ki
doğal görünümler de bozulmuştur.
Bu koca kentler kırları da yiyip
bitirmiştir. Anton Çe- hov’un Kaval öyküsünde olduğu
gibi her şeyin niteliği bozulmuştur. Pesçanka ırmağının suyu çekilmiş, çığırı
yer değiştirmiş. yağmurlar yağdığında bile doğru dürüst akmaz olmuştur. Babası
gibi yalnız ekmek yiyerek beslenen ihtiyar çoban kaygılıdır: “Bir
ağaç kuruyunca ya da şurada bir inek ölünce için sızlarsa dünyanın yokolup
gitmesine gönlün nasıl razı olur? ” Denizlerde, göllerde.
ırmaklarda balıklar tükeniyor. Pesçanka ırmağında artık kol gibi balıklar
yüzmüyor. Hep söylendiği gibi, kentler uzaktan güzel görünürler. Ancak bugünün
iri kentleri uzaktan hiç görünmeyen kentlerdir. Bu yaygın bu sınırsız canavarın
neresini göreceksiniz? Bunlardan bazıları, İstanbul da içinde, ahtapot gibi
dört bir yana kol salmış kentlerdir, bir yandan bütün çeperlerinde hızla
büyüyen bir yandan göğe doğru ağan kentlerdir.
Oysa her kent bir yapıt
olmalıdır, birbirlerine estetik açıdan uygun yapıtların oluşturduğu bir yapıt
olmalıdır. Kentlerin gücünü güzelliklerden alan bir ruhu, bir kişiliği
olmalıdır. Ancak yapıt görünen şeydir. Ucu bucağı olmayan bir kent yapıt olma
şansını yitirmiştir. Her şeyden önce koca koca yapıtlar kenti görünmez kılar.
Kent yükseldikçe ve yayıldıkça bakışımızdan kaçacaktır. Ayrıca çirkin
yapılardan oluşmuş bir kenti bir bütün olarak görmemek ya da bütünsel bir
yanıyla görmemek bir mutluluktur. Bununla birlikte bazı yapılar sanki gözümüze
sokulmak için dikilmişlerdir. Örneğin Paris’in göbeğine Eiffel kulesi adıyla o
sevimsiz demir yığınını getirip oturtan beğeni çok az gelişmiş bir bilincin
ürünü olmalıdır. Eiffel kulesi intihar etmekten başka bir işe
yaramayacak garip bir alettir. Bu tür beğeniler yerlerini
gerçek anlamda estetik duyuya dayanan beğenilere bırakmadıkça kentler
çirkinliğe mahkum yaşayacaklar ya da giderek daha da çirkinleşeceklerdir.
Kendimizi kandırmayı bir yana
bırakırsak şunu rahatça söyleyebiliriz: artık bir İstanbul yok, bir Paris de
yok. Öbür kentler var mı? Her kent varolup varolmadığını önce kendine
soracaktır. Ama indirgenemez bir gerçek var: bir kentin gelişigüzel büyümesi onun
yokolmasıdır. Bugün kentlerde zor güç barınabilmiş insanların, başını şöyle
böyle bir yere sokabilmiş insanların oluşturduğu kitleler her yerde acılı
şarkılar söylüyorlar. Bunların bir bölümü insana son kalan bir sevinci, şarkı
söyleme sevincini bile besbelli elden kaçırmışlar. Pesçanka ırmağı belki
tümüyle kurumuştur. Jean-Jacques Rousseau’ nun hakkı vardı, işler
iyi gitmiyordu. Ama onun da belirttiği gibi artık eskiye yani doğaya dönemeyiz,
ama ne yapıp yapıp yaşamı insana yaraşır ölçülerde yeniden düzenlememiz
gerekiyor. Yorgun, bıkkın, umutsuz yani yaşama sevincini yitirmiş insanların
yerine kendine ve başkalarına dört elle sarılan insanı getirmemiz gerekiyor.
Sop- hokles’in Antigone’’sinde
Haberci kral Kreon’a şunları söyler: “Bir adam sevincini yitirdi mi bence
artık yaşamıyor demektir. Soluk alan bir ölüdür o. Sarayınızı hâzinelerle
doldurun, tam bir kral yaşamı sürün. Yaşama sevincinin tükendiği yerde geriye
kalan bir dumanın gölgesinden başka bir şey değildir. ” Geleceğin
insanı gelişmiş bir bilinçle daha iyi, daha doğru, daha güzel bir yaşam
kurarken, burada gerçek insan barınamaz diye kentleri de yeni
baştan tasarlayacak.
Bütün kentler uzaktan güzel
görünürler. Çok kötü yapılaşmış bir kentin uzaktan görünüşü bile gönül
alıcıdır. Çünkü ayrıntılar uzaklığın algıdan kaçan koşullarında yitip
gitmişlerdir. çünkü güzeli güzel yapan ayrıntılardır. Bir kentin uzaktan
görünümü parçalı olmaktan çok bütünseldir. Büyük ölçüde algıdan kaçan öğeler
büyülü bir uyum içinde bir araya gelmişlerdir. Yaklaştıkça uyumsuzluk kendini
gösterebilecek, uzaktan çok uyumlu görünen öğeler birbirlerini yo- ketmek
istercesine bütünden ayrılabileceklerdir. Bu elbette kötü yapılaşmış ya da daha
doğrusu çirkin yapılaşmış bir kent için böyledir. Çirkin yapılaşmış ya da güzel
kaygısının dışında yapılaşmış bir kent bizi uzaktan kendine bağlasa da yakından
estetik beğenimize düşman gibi durur. Evet, kentlerin uzaktan görünümünde
parçalar ayrı ayrı göze batmayacak biçimde birbirlerinde erimişlerdir. Yakından
baktığımızda bizi iyiden iyiye rahatsız edecek bir yapı kümesi uzak algılamada
büyülü bir güzellikle donanır, kenti güzel kılan öğelerden biri gibi durur. Bu
yüzden her uzak kent görünümü bize heyecan verir, bizde estetik haz
uyandırabilecek bir görsel sanat ürünü gibi durur. Ne var ki kentler uzaktan
gözlemlenmek için değil içinde yaşamak için kurulmuşlardır.
Kente estetik açıdan yetkin bir
gözle bakıyorsak, anlayan bir gözle bakıyorsak, kenti estetik bir görüyle
izliyorsak, daha uzaktan gözlemlemede onda bir takım uyarsızlık noktaları
bulmaya başlarız. Kente yaklaştıkça Descartes’çı bir tutum almak ve bütünle
parçalar arasındaki ilişkinin niteliğini belirlemek durumunda kalırız. İyi bir
göz “bir güzel + bir güzel = iki güzel” formülünün doğru bir formül olmadığım
bilir. Burada Descartes’çı bakışımızı matematiksel olandan estetik olana doğru
kaydırmak gereğini duyarız. Çünkü bütünle parçalar arasındaki ilişki
matematikle ilgili olabileceği gibi, estetikle de, başka bir şeyle de ilgili
olabilir. Bütün dediğimiz, bütün diye nitelendirdiğimiz şey her zaman
matematiksel değildir ya da biz her zaman bir bütünde matematiksel ilişkiyi
görmekle sınırlanmak durumunda de- ğilizdir. Portakalla dilimleri arasındaki
ilişki matematiksel bir ilişki de olabilir, estetik bir ilişki de olabilir.
Nitekim bir kente bakan bir göz evleri saymak ve alanları ölçmek yerine onları
bir estetik bütünde görmeye eğilimli olacaktır. Elbette dünyayı bezirganlar
başka bir gözle, güzeli arayanlar başka bir gözle göreceklerdir.
Descartes'ın estetiği yoktur ya
da bir başka deyişle Descartes bütünle
parçalar arasında öngördüğü ilişkiyi estetiğin alanına uygulamamıştır. Böyle
bir uygulama XVII.yüzyıl için gerçek bir devrim olurdu ama çok erken olurdu.
Bilindiği gibi yeni estetik özellikle XIX.yüzyılın ürünü oldu. O dönemler,
Rönesans’la gelmiş olan tüm yeni arayışlara ve buluşlara karşın, sanatta tüm
yepyeniliklere karşın henüz estetikte Platon saltanatının hatta biraz da
Aristoteles saltanatının sona ermediği dönemlerdir. Bizim istediğimiz gibi bir
estetiğin kurulabilmesi için iki yüzyıl daha beklemek gerekecekti. Ama bugün
hemen her konuda ama özellikle yön-
tem
konusunda Descartes’ın öngörülerine başvurma gereği duyarken (Husserl’in Descartes’a
dönmek fikri boş bir öngörü değildi) bütünle parçaları arasındaki ilişki
sorununu her konuya olduğu gibi estetiğe de yayabiliriz. Yöntemin temel ilkesi
parçalardan bakınca bütünü ve bütünden bakınca parçalan görmeye dayanıyordu, bu
arada elbet parçalar arasındaki ilişkileri de ayrı ayrı gözden uzak tutmamak
gerekiyordu. Buna göre, yöntemin temel ilkesinden uzaklaşmayı düşünmeksizin,
bir bütün ve parçalar sorununu estetik düzeyde, hem de kent estetiği düzeyinde
enine boyuna tartışabiliriz. (Bu tartışma için en yetkili kişiler mimarlık
estetiğiyle uğraşan kişiler olmalıdır.)
Gerçekte ne bütün tek başına parçaları açıklayabilir ne de parçalar
tek başlarına ya da hep birlikte bizi bütüne götürebilirler. Burada Durkheim'm
toplum bireylerin toplamından oluşmaz, o bu toplamdan daha çok bir şeydir
görüşünü anımsıyoruz. Toplumun ruhuna bireylerin ruhlarını toplayarak ulaşmak
olası değildir. Estetikte parçaların bütün için ya da bütün adına düşünülmesi
önemlidir. Bütün dediğimiz şey parçaların basit bir toplamı değil parçaların
doğal ya da gerçek uyuşumlarının bir sonucudur. Her parça bir katılan’dır, her
parçanın bütüne ulaşmada geneli etkileyen, bütüne ruhunu katan ama gene de
genelgeçer olmayan bir işlevi vardır yani çok özel bir işlevi vardır. Hepimiz
toplumun kişiliğine kendi kişiliğimizden çok özel bir şeyler katarız. Bütün
dediğimiz şey doğal olarak yan yana gelmiş ya da yapay olarak yan yana
getirilmiş parçaların yarattığı özel bir değerdir. Diyelim ki XIX.yüzyıl
Avrupa’sında romanın gelişimini inceliyoruz. İncelemeye temel olacak romanların
herbirinde bütüne uzanan gizil bir damar elbette vardır, bütüne katılacak çok
özel bir özellik elbette vardır, onu yakalamak elbette çok önemlidir, ancak
onlardan herhangi birinde bütünü bulmamızı ve bütünü açıklamamızı
sağlayabilecek hiçbir şey yoktur.
Kente doğru attığımız her adım
bize yeni görünümlere ulaşma olanağı sağlar. Yürüyelim, kente doğru yürüyelim,
ağır ağır yürüyelim, bir yer gelir görsel-estetiksel bütün yerini gerçek bütüne
bırakmaya başlar. Parçalar daha önce bizim karşımıza gerçek kimlikleriyle
çıkmamışlardı, onların kim olduklarını bilmiyorduk. Biz kente yaklaştıkça
parçalar birer süs öğesi olmaktan çıkıp gerçek yapılara dönüşmeye başlarlar.
Kente girdiğimizde bütünü elden kaçırmışızdır. o zaman algıyı aşan bir bütünün
içine daldığımızı sezeriz. Bundan böyle ubütün:' görüş
alanımızla belirlenen şeydir. Doğada olsaydık iş kolaydı: her bakışımız bize
yeni bir güzeli getirecekti. Doğadaki gözlemimizi şu doğruyu unutmadan yapmamız
gerekir: doğada güzel vardır, ama sanat yoktur: doğadaki güzel sanattaki
güzelden ayrı niteliktedir. Doğa görünümleri bizi şaşırtmaz. Mağara döneminde
yaşıyor olsaydık mimarlıkta estetik sorununu kökten çözmüş durumda olacaktık.
Doğadaki güzel yadırgatmaz, çünkü doğaldır. Doğal olan her zaman sıradandır.
Doğadaki güzel hem de sınırsız güzeldir. Doğada gördüğümüz ayırıcı çizgiler
gerçekte birleştirici çizgilerdir, bir denizle bir kıyıyı ayıran çizgi gerçekte
bir birleştirici çizgidir. Doğadaki güzel bildik güzeldir, yadırgatmaz, özel
olarak kurulmuş değildir.
Evet, doğadaki güzel doğal ve
sınırsızdır, kentteki güzel yapaydır ve çok boyutludur ve geniş kapsamlı da
olsa sınırlıdır. Bir tablodaki, bir şiirdeki, bir müzik parçasındaki belirgin
sınırlılık bir kentte ilk bakışta sözkonusu değildir, söz- konusu değilmiş gibi
görünür. Kötü bakan bir göz için doğayla kent arasında kökel bir benzerlik
vardır. İyi bakan göz, bakmayı bilen bir göz bunun böyle olmadığını, kentin
doğadan çok resme, şiire, müziğe benzediğini ya da benzemesi gerektiğini
görecektir. Kentte güzelin gerçek sınırları kentin sınırlarıyla değil de
bulunduğumuz noktada bizim görme alanımızın sınırlarıyla belirgindir. Kentin
yapısı da şiirin ve
resmin, müziğin ve yontunun yapısı gibi yapaydır.
Gelişigüzel oluşturulmamış, düşünülerek kurulmuş bir kente gittiğimizde
gözlemlerimiz bize hemen şunu duyurur: kent, boyutları çok geniş bir sanat
yapıtıdır ya da birbirine bağlanmış. birbiriyle bütünleşmiş sanat yapıtlarından
oluşmuştur. İçiçe girmiş yapıtlar ortamıdır kent. Onda çokparçalılık
belirleyicidir. Tüm sanat yapıtlarında gördüğümüz çokparçalı- lık kent için de
sözkonusudur. Nasıl bir romanda çokparça- lılık bütünsel tutarlılığı bozmazsa,
bozmamalıysa, kentte de çokparçalılık ve ona bağlı olarak çokgörünümlülük
bütünsel tutarlılığı bozmaz, bozmamalıdır.
Kent estetiğiyle sinema estetiği
arasında giderilemez ve görmezden gelinemez bir benzerlik vardır. Her iki
estetik de özel olarak uzamın kullanılması açısından önemli sorunlar ortaya
koyar. Sinema estetiğinde uzam bir açıdan ya da bir yüzden görülürken kent
estetiğinde uzam birçok açıdan ya da birçok yüzden, hatta her açıdan ya da her
yüzden görülür. Kenti gözlemleyen kişi bir tabloyu gözlemleyen kişi gibi tek bir
açıya yerleşmenin kolaylığı içinde değildir. Ben bir tabloyla belli bir konumda
yüzyüze gelirim, oysa benim kentteki duruşum çokyönlüdür. Tıpkı doğada olduğu
gibi kentte de her yer değiştirmemde görünüm baştan sona değişir. Doğada
değişim alabildiğinedir. özelliksizlerin ya da çok özellikli olmayanların ortak
değişimi diyebiliriz buna, oysa kent bize özel görünümler sunar, onda özgünü
düşündürecek çok şey vardır. Özellikle sanat kaygısıyla yapılmış yapılar bizi
özgünün heyecanlarına götürür. Demek ki kentsel nitelikler doğal niteliklerle
bir tutulamazlar. Kent öbür yapıtlar gibi yapaydır. Kent her durumda bir sanat
ürünü ya da bir sanat ürünleri toplamı olarak karşımızda durur. Bir bütün
olarak bir kent görünümü sanatsal olmaktan kurtulmaksızın çirkin olabilir.
Kentin çirkin görünümlerini sanatın ve özellikle çağdaş sanatın temel
öğelerinden biri olan ve güzelin
gerçekleştirilmesine katkıda bulunan ya da kısaca güzeli
gerçekleştiren ‘‘çirkuv’le karıştırmamak gerekir. Sanatsal gözlem zamanda ve
uzamda ya da daha doğrusu zaman-uzam bütününde gerçekleşir. Kent estetiğinde
zaman öğesi geriye çekilmiş gibi dursa da gerek devinimler gerek ruhumuzun
kentsel devinimden giderek yaşadığı ritmik yapı zamanı bize her zaman duyurur.
Çölün ortasındaki bir taşta bile
ritmik bir yapı bulan ruhumuz kentin içiçe geçmiş devinimlerinde zamanı enine
boyuna yaşayacaktır. Ancak kentte sanatsal olanın ritmiyle sanatsal olmayanın
ritmi bir arada varlığını sürdürür. Kent ya da daha doğrusu bir kent görünümü
bazen bir yapıt gibi algı- lansa da çirkin ya da daha doğrusu başarısız bir
yapıt olarak da algılanabilir. Kent bütün bir yapıt değildir, tek bir yapıt
değildir, içiçe geçmiş güzel ya da çirkin yapıtlar toplamıdır. Onda özellikle
güzel olsun diye yapılmış yapılar da vardır, onlar öbürlerinden ayrılırlar. Ama
çok zaman kentte yapılar hele ayrı ayrı çok özellikli olmadıkları zaman bize
tek tek değil de kent denen bütünün parçası olan bir bütün olarak görünürler.
Onun doğal olana yakınlığı bize verdiği sınırsızlık izlenimiyle ilgilidir.
Neredeyse doğa gibi ben de uçsuz bucaksızım demek ister kent. Damlar, çan
kuleleri, minareler, alanlar sınırlı bütünlükler de olsalar sınırsızın içinde
yer alırlar. Tek tek güzellerin el birliğiyle yarattığı çirkinlik kentin
yazgısı gibidir. Tek tek çirkinlerin yarattığı çirkinlik de Başına buyruk bir
güzellik bir başka başına buyruk güzellikle bir araya gelince estetik
felaketler başlar. Kente yakından ya da alıcı gözle baktığımız zaman onun
donmuş gibi duran biçimlerinde bile hızlı bir zaman akışının, bir başka deyişle
belirgin bir ritmik yapının varolduğunu görürüz. Örneğin Chicago’nun Michigan
gölü kıyısında kümelenen gökdelenleri, altta hızlı geçen otomobilleri
görmeseniz de sizi zaman sezgisiyle yüzyüze getirir. Gene de her kent
durallığıyla belirgindir, kentte her yapı zamanda belli bir bekleyişin öznesi
gibi algılatır kendini. Kent bize zaman algısını çarpıcı bir biçimde verse de
vermese de, bize hemen her zaman devingenlikten çok durallığı duyursa da, kendi
koşulları içinde çokyönlü bir estetik yapı ortaya koyar. Kent estetiğinin
kayganlığı kentin her açıdan görülebilir olmasından gelir.
Kent estetiğinin en önemli koşulu
onun bir ya da birkaç beğeninin değil birçok beğeninin ürünü olmasıdır.
Kuşaktan kuşağa el değiştiren kent ayrı ayrı beğenilerin bir ortak beğeni
oluştururcasına bütünleştiği koşullarda güzeldir. Amsterdam kentinin tablolardan çıkmış gibi duran eşsiz güzelliği
ağır bombardımanlardan sonra yeniden kurulmuş olan Rotterdam kentinin modem diyebileceğimiz kabasaba güzelliğini
iyiden iyiye gölgeler. Valencia'da eski beğeniyle yeni beğeni uyumsuz
biçimlerde yan yana gelmiştir. Bir kentin tek bir elden çıkmış oldukça karmaşık
ama gene de bütünlüklü bir yapı gibi, bir sanat yapıtı gibi durduğu koşullarda
ancak yetkin bir kent estetiğinden sözedebiliriz. Kent estetiği Paris gibi,
İstanbul gibi şişmiş kentlerden çok Verona gibi, Murcia gibi belli boyutları
aşmamış kentlerde sözkonusu olabilir. Şişmiş kentlerde güzellikler vardır, ama
bu kentlerin başlıbaşma güzel bir sanat yapıtı özelliği göstermesi olası
değildir.
Büyük kentler sınırsızlıkta
doğayı andırırlar, onlar insana en başta uçsuz bucaksızlık duygusunu aşılarlar.
Dev kentlerde birbirine uymaz sayısız beğeni bir bütün oluşturamadan içiçe
geçmiş gibidir. Kenti kuran ortak beğeni onu bir yerden ya da birkaç yerden
görüldüğünde değil her yerden görüldüğünde güzel kılmalıdır. Portekiz'de
küçücük Aveiro kentinin eşsiz güzelliği kuşaktan kuşağa geçen ortak bir
beğeninin ürünüdür. Bir kenti başlıbaşma bir sanat yapıtı kılan şey onda
kendini sezdiren beğeni ortaklığıdır. Yüz bin kişinin ortak ürünü olan bir kent
tek elden çıkmış gibi duruyor-
sa, bunda elbet zamanda ve uzamda belli bir tutarlılık
gösteren ortak beğeninin yapıcı gücünü aramamız gerekir. Bu anlamda şanslı
diyebileceğimiz kentlerin sayısı çok değildir. Kentlerin şanssızlığı onların
bir değil birçok birbirine uymaz ve birbirini anlamaz sanatçının elinden çıkmış
olmasıdır. Kent estetiğinin güçlüğü bütüne ulaşma, bütünsel beğeniye ulaşma
güçlüğüdür. Kent estetiği denince geniş çerçeveli düşünme zorunluluğu kendini
gösterir. Herbiri ayrı ayrı güzel olan beş yapı yan yana geldiklerinde çirkin
bir görünüm ortaya koyabilirler. Bütünsellik sorunu sanatın temel sorunudur. Üç
bölümden oluşan bir şiirde herbir bölümün kendi içinde tutarlı olması yeterli
değildir, her üç bölüm de kendi aralarında tutarlı bir yapı ortaya
koyabilmelidir. Üç güzelin toplamı bir güzel oluşturmak zorunda değildir. Bir
güzel yapı bir başka güzel yapıyı çirkinleştirebilir. Mimarlığın sanat olduğuna
inanmayanlar olacaktır. Onlar şöyle diyeceklerdir: ”Kent
gözlemlemek için değil barınmak içindir. ” İnsana yaraşan gene de
güzelde barınmak olmalıdır.
Kendini koruma ve etkin kılma içgüdüsü
her yerde insanı, özellikle belli bir bilinç yetkinliğine ulaşamamış insanı güç
kazanmaya ve iktidar olmaya itiyor. İnsan için en iyi korunma biçimi iktidar
olmakla belirgindir. İktidarın iktidarsızlığı sorununun kökenini burada
aramak doğru olur. Korunma ya da kendini koruma içgüdüsü, her anlamda yaralanabilir
bir varlık olan insanın kendini çeşitli tehlikelere karşı şu ya da bu biçimde
yalıtması olarak düşünülebilir ya da düşünülüyor. Ancak bu içgüdünün oyunlarını
daha yakından izlediğimizde onun yalnızca korunmayla değil aynı zamanda ya da
gerektiğinde saldırganlıkla ve yıkıcılıkla ilgili olduğunu görürüz. İnsan
yıkılacağını anladığı anda tam tamına yıkıcı duruma girer. Çünkü insan için
gerçek anlamda korunma saklanmakla ya da kaçmakla olduğu kadar üstüne gitmekle
yani saldırıyla ilgilidir. Tek başına çok güçsüz bir varlık olan, ancak
toplumsallıkta gerçek etkinliğini ortaya koyabilen insan bireyi özellikle
kendini koruyabilme adına durmadan toplumsal güç oluşturma tasarıları
geliştirir. Bu da bitmez tükenmez bir iktidar arayışı demektir. Bu durum
bize korunmanın etkin ve edilgin olmak üzere birbirini
tiim- leyen iki yüzü olduğunu gösteriyor. Her iktidar arayışının
temelinde bir korku etkeninin varolduğunu kolayca görebiliriz. Güçsüzlüğünden
korkan insan ya da güçsüzlüğü nedeniyle pekçok dış etkenden korkan insan güç
oluşturmak için ince hesaplar yapar. Sonsuza kadar korkuyla yaşamak olası
mıdır?
Korku her zaman her şeyden önce
bir kaçıp kurtulma duygusunu çağrılar. Korkuya verilecek ilk tepki kaçmaktır.
Daha basit bir deyişle korkanın kaçmaktan başka yapacak işi yoktur. Ancak
korkutucu etken çok güçlüyse, ayrıca iyi düzenlenmiş ve süreğense kaçış ancak
geçici bir önlem olabilir. Herhangi bir etken süreğen olabilir ama hiçbir duygu
kalıcı değildir. Korku da dikkat gibidir, ne olsa uzun süre aynı yoğunlukta
kalamaz, bir süre sonra dağılır, söner gider. Dağılır ve yerini son derece
karmaşık başka duygulara, özellikle çok yoğun kaygılara bırakır. Gene de phobos
belki de heyecanların en yoğunu en sarsıcısıdır. Korkuyu yaratan tehlike birden
ortaya çıkar, zaten yavaş yavaş ortaya çıkan şey korkutucu değildir. Evet,
korku yaratan tehlike birdenbire ortaya çıkar ve korku birdenbire başlar. Korku
birden oluşur ve bütün bilinci kendi renklerine boyayarak onu iyiden iyiye
bulandırır. Korkunun yükseliş eğrisi dik düşüş eğrisi yatıktır. Etken ortadan
kalkınca korku birden silinir. Üstünüze saldıran köpeği sahibi yakaladıysa siz
daha neden korkacaksınız? Korkunun düşüş göstermesi iki nedenle olur: ya korkutucu
etkene azçok alışırız ya da korkutucu etkeni şöyle ya da böyle
bilinçlendiririz. Zaten, az önce dediğimiz gibi, korku uzun süre yürürlükte
kalamaz, bir süre sonra yerini başka duygulara, özellikle daha az yoğun bir
duygu olan kaygıya bırakır. İdamı sık sık ertelenen adam kaygılı bir bekleyiş
içindedir. Cellatların ayak seslerini duyduğunda yeniden korkuya kapılacaktır.
İnsan belli bir sorun
çerçevesinde ardarda korku bunalımları yaşayabilir. Direngen korku etkenleri
bize köklü çözümleri düşündürür. Köklü çözümler toplumsal yaşamın konulmuş
kurallarında hem vardır hem de yoktur. Hukukun varlığı korkunun yokluğu
anlamına gelmez. Hele siz hukuk dışı bir konumdaysanız. Evet, ne olursa olsun
çözüm gelmeden korku bitmez. Çözüm korkuyu kökten giderecektir. Kesin olmayan
çözüm korkuyu azaltacak kaygıyı artıracaktır. Korku kötüdür, bilinci bulandırır
ve çözüme güçlük çıkarır, çözümü en azından bir süre için olanaksız kılar ya da
çözüm adına sayısız açmazlar getirir: kendisini kovalayan silahlı adamdan kaçan
kişi kurtulmak adına bir çıkmaz sokağa dalabilir. Korkuyla çözüm çelişkilidir.
Ama korku uzun süre aynı yoğunlukta süremez ki. Korkunun şiddeti geçince ussal
olan ya da olmayan, gerçekle uyuşan ya da uyuşmayan, ahlaka uygun olan ya da
olmayan bir takım çözüm yolları belirir. Ortada bir takım olasılıklar vardır.
Korku etkeni kalıcıysa ya da gidip gidip geliciyse çözüm iyiden iyiye gerekli
olur. Korku işte bu ağır görünümüyle korkulasıdır. Filozofların hiçbir
şeyden korkmayın yalnız korkmaktan korkun önerisi bu anlamda çok
önemlidir. Ancak korku istemle baskı altında tutulabilse de ve ahlak
değerleriyle evcilleştirilebil- se de tümüyle giderilebilecek bir duygu
değildir. O özellikle sıradan bir bilincin neredeyse varoluş koşuludur. Yetkin
bilinç korkuyu ussallaştırır, onu tümüyle gideremese de yı ■ kıçı dağıtıcı bir
etken olmaktan çıkarır. Yetkin bilinç her şey gibi korkuyu da olması gereken
yere yerleştirir. Korku bir şiire hızla yoğunlaşan bir duygu olduğu için ne
yapıp yapıp onu usun düzenleyici kanallarından geçirmek gerekir. Korkunun ya da
korkusuzluğun filozofu Montaigne bize korkudan kurtulmanın tek yolu olarak
kendine egemen olmayı göstermişti. Kendine egemen olmaktan daha kolay bir şey
vardır bu yolda: iktidar olmak. Ancak Montaigne daha çok ölüm korkusundan
sözediyordu. Kendine egemen olmak ölüm korkusunu dindirse de öbür korkuları
gidermez. Öbür korkular için iktidar olmak gibi bir gereklilik vardır.
İnsan istemli yanıyla ya da
kendine söz geçirebilen yanıyla bir direnç varlığıdır. Descartes bunu bize pek
güzel göstermişti: us hem yargılar hem ister. Korkuda istemin iyiden iyiye
sakatlandığı ya da geriye çekildiği görülür. Duygularımız düşüncelerimizden çok
da ayrı şeyler değillerdir, gene de duygunun düşünceyi bir toz bulutuyla
kapladığı, onu kapattığı, temelden sarstığı, işlemez duruma getirdiği çok olur.
Ya da soruna bir başka yönden bakarak şöyle diyebiliriz: korku istemin boş
bıraktığı yere dalar hatta istemi yerinden eder. İstem her zaman egemen
görünümler altında varlığını sürdürür. Biz istemden çok duygularla ya da
onların aşırı biçimleri olan tutkularla iş görürüz. İstem gene de ussallığın
etkin gücü olarak her zaman vardır. İstem bizi zorunluluklara bağlar, o yüzden
bize hem özgürlüğü sözverir hem de kendine bağımlılanmışlığı duyurur. Hepsi bir
yana, istem doğal olarak ussallıkta temel anlamını bulur. Korku ussallığın
geriye çekildiği yerde egemendir. Korku düşünmez, onun işi kaçmaktır. Korku
düşündüğü yerde ya da düşünüldüğü yerde korku olmaktan çıkacaktır. Korkunun bir
yüzü bozgunsa bir başka yüzü saldırganlıktır: köşeye sıkıştırılan kedi üstünüze
atlar.
Korkudan kurtulmanın sağlam
yollarını bulmak gerekir. Bunun için de güç oluşturmak bir zorunluluk olur.
Evet, korkunun bir tepkisi de saldırganlıktır ve her korkulu bilinç esenliğe
çıkabilmek için iktidar olmanın ya da bir iktidara bağlanmanın yollarını arar.
Ona güvenli koşullar gerekir. Ona bir sağlam sığınak, iyi bir zırh, esaslı bir
kalkan olabilecek koşulları oluşturmak gerekir. Zayıf ruh her zaman sığınakları
kollar. Zayıf ruh bir dış güçten yararlanmak, bir dış güce sığınmak, bir dış
güçten güç almak ister. Korkağın aşkınlık düşleri de çete ya da şebeke
oluşturmak eğilimi de buradan gelir, bu zayıflık noktasından kaynaklanır ya da
beslenir. Siyasal örgütlenmelerin çoğunda işte bu gerçek
anlamda yetkinleşememiş olma koşulu belirgindir. Oysa insanın
güçlü bir birey olarak toplumsal bir varlık olması başkadır güçsüz bir birey
olarak bir başkası olmadan olamaması başkadır. İnsanın, gerçek insanın bir
tanımını da şöyle yapabiliriz: insan ayaklan üzerinde durmasını bilen
varlıktır. Ya da kendim olabiliyorum öyleyse varım diyebilen varlıktır.
Gerçek insan her zaman kendini başkalarının bir parçası olarak duyar, kocaman
bir dünyada anlamlı bir bütün, bir küçükevren olarak algılar. O hiçbir biçimde
açgözlü değildir, daha çoğunu isteyen değildir. Başkaları onun için çok
önemlidir: başkaları tarihtir, başkaları insan kaynağıdır, başkaları hatta tam
tamına zorunluluktur, ama başkaları zorunlu efendilik ya da vazgeçilmezlik
değildir. Kişiliklerimizin üzerine başkalarının gölgeleri düşmemelidir. Ancak
zayıflıkta bütün bu nitelikler gerçekleşmez. Zayıflık zorunlu bağımlılık
koşuludur. Bağlanmak başkadır bağımlılanmak başkadır. Bir başka deyişle,
yükümlenmek başkadır yüklenmek başkadır. Zayıf insan bağımlılanan insandır,
topluca iktidar oluşturmak isteyen insandır, iktidara doymayan insandır. Montesquieu’nün belirttiği gibi insanoğlu iktidar elde ettikçe daha
da açgözlü olur, çoğunu elde ettiğinde tümünü ister.
Böylece zayıflıklarımız bizi bir
toplu korunma ve bir toplu saldırganlık istemine yöneltir: her yerde
saldırganlar vardır, onlardan korunabilmek için saldırganlık eğilimlerimizi işe
yaratmamız gerekir. Böylece korunma şiddete bürünür ve karşılıklı şiddet
eylemlerini doğurur. Şiddetin şiddeti doğurması bir insan yasasıdır. Bu yüzden
her şiddet bir haksızlık üretme durumudur, haklı şiddet diye bir şey yoktur.
Şiddet her zaman koşut aynalarda yansır ve sonsuza doğru uzar, bir durumdan bir
duruma geçer, bir yapıdan kurtulup bir başka yapıya bürünür. Gene de kendini
korumak bir haktır. Buna göre korunmanın yaratacağı şiddet bir zorunlulukla
belirgindir. En saldırgan insanlar en korkak, en zavallı insanlardır.
Bilinçleri tek kişilik bir yaşamı ayakta tutabilecek güçte ya da ağırlıkta
değildir. Korkak saldırgandır, bir süre kaçar sonra saldırır. Çünkü kaçış
sonsuza kadar süremeyecektir. Kovalayanın güçlü olduğunu sezdiğinde ya da
sandığında ancak belli bir yere kadar kaçabileceğini düşünerek bir karşı
devinim oluşturmak zorunda olduğunu düşünür insan. En iyi
savunma saldırıdır sözü bu bakımdan çok anlamlıdır. Saldırının
yasaları kaçışın yasalarıyla elbette aynı değildir. Kaçışta paniğe kapılan
bilinç saldırıda azçok kendine güvenir durumdadır, saldırı için sağlam
gerekçeler oluşturmuştur, saldırının sonuçları çok iyi olacak diye düşünür. Bu
bize şu temel gerçeği kesin bir biçimde duyurur: korkak saldırgandır ve
saldırgan korkaktır. Korkudan kurtulmanın tek yolu binleriyle bir araya gelerek
güç oluşturmak ve hatta daha ileriye giderek bir iktidar zemini hazırlamaktır.
Bu arada birileri bize saldırganın hiç de korkak olmadığını, onun gerçek
anlamda yürekli olduğunu söyleyerek karşı çıkabilir. En küçük bir gözlem
saldırganın yürekli değil yalnızca gözüpek olduğunu bize gösterecektir.
Korku kişiyi suça eğilimli kılar.
Korkaklardan korkunç cinayet şebekeleri kurabilirsiniz. Korkak kişi
bütünleştiği topluluk içinde gözüpektir. İnsanların pekçoğu ruhsal açıdan
güçsüzdür, çünkü bireysel gücü sağlayacak belli bir bilinç yetkinliğine
ulaşamamıştır. Onlar daha çok şu duyguyu durup durup yaşarlar ve ondan
kopamazlar: ya korkusuz bir yaşam için iktidar olmak ya da yaşamı gözden
çıkarmak. Burada yetkin bilinç ve yetersiz bilinç ayrımıyla
birlikte kendine yeten güç ve iktidar olmak isteyen güç
ayrımını koymak gerekecektir. Yetkin bilinç korku nedenlerini ussallaştırmış
bilinçtir, en azından kaçınılmazdan korkmamak ge-
rektiğini aşılmaz bir gerçeklik olarak yaşayan bilinçtir,
yürekli bilinçtir. Yetkin bilinç bu yüzden korkuyu aşmış bilinçtir, her türlü
saldırganlığın ve iktidar isteminin uzağında bulunur. Belki de asıl iktidarda
olması gereken güç iktidar istemini kendinde bir zorunluluk olarak yaşamayan
güçtür. Pla- ton’un Devlet ’inde Sokrates, Trasymakhos’un
sözlerine karşılık verirken, iktidarla ilgili belirlemelerde bulunur, iyi
yöneticiyi tanrılara benzeyen kimse olarak tanımlar. Sokrates'e göre iyi
yöneticinin yönetime katılmasının nedeni iktidar istemi değildir,
tersine o bu işe yönetmeyi biîmeyenîerce kötü yönetilmek gibi bir cezaya uğramamak
adına kalkar. Yoksa o yönetmeye meraklı değildir. Devlet ’de
Sokrates’in ağzından duyduğumuz şu görüş çok önemlidir: zorba
düzenlerin dışında, hiçbir devlet düzeninde kendini bilen bir kişi isteyerek
yönetici olmaz.
Tarih boyunca pekçok kişi iktidar
olmuştur ya da iktidara katılmıştır, bu kişilerin kaç tanesi kendini bilir
dediğimiz cinstendi bilemeyiz. Kendini bilir yönetici dediğimiz zaman belki de
usumuza yalnızca Marcus Aurelius’un adı gelecektir. Birbiriyle
çelişir görünen “filozof’ ve “yönetici” kavramlarını bu kadar güzel
bağdaştırmış bir ikinci kişinin varlığını düşünmek çok zor. Bu yüzden tüm
iktidarlar korkunun iktidarı ya da kendini bilmezliğin iktidarı olarak büyük
baskı güçleri oluşturmuşlardır. Bu durum fılozoflarca bile olağan görülmüştür.
Örneğin Montesquieu bu konuda bize şunları söyleyecektir:
“İktidar
hiçbir zaman halkla prens arasında eşit olarak pavlaştırılamaz, korunması çok
zor bir dengedir bu. İktidar bir yerde artarken öbür yerde azalmalıdır, ama
ağırlık her zaman ordunun başında bulunan prensten yanadır. ”
Hatta kimileri iktidar dediklerinde tam anlamında bir baskı düzeni tasarlarlar.
Balzac der ki: “İktidar bir eylemdir, seçim ilkesi
tartışmadır. Sürekli tartışmayla varolacak bir siyaset yoktur. ”
İktidardakiler
bazen tartışılmaz olma hakkını elde ettiklerini düşünürler.
General Charles de Gaulle şöyle diyordu: “İktidar sorununa gelince, ne olursa
olsun bir şeyler beni bırakmadan ben bir şeyleri bırakacak değilim. ”
Atasözünde pek güzel belirtildiği gibi iktidar bize her zaman tartışılmaz olanı
düşündürür: “Soğuk ateşe ne yapar, gece güneşe ne yapar, karanlık aya ne yapar? ”
Yetkin olmayan bilinç korkak
bilinçtir, korkularından arta kalan zamanlarında iktidara yürüme tasarıları
geliştirir. İktidara yürüme yalnızca devleti ele geçirme anlamı taşımaz elbet.
Toplumlarda çeşitli iktidar düzenekleri vardır. Herkes kendine göre bir iktidar
biçimi tasarlar ve buna göre bir iktidar odağı oluşturmaya ya da bulmaya
girişir. Kendinden değil de dıştan güç elde etme
istemiyle her yetersiz bilinç iktidar katlarından birini
kendine uygun görecektir: bu bir devlet katı da olabilir spor kulübü
yöneticiliği katı da apartman yöneticiliği katı da olabilir. İnsanlar bir takım
düşünce ve eylem kalıpları çerçevesinde bir araya gelerek iktidar kümeleri oluştururlar.
Bu düşünce ve eylem kalıpları gerçekte hiç kuşku yok korkunun kalıplarıdır.
Toplumun en korkağı stadyumda bir kahramandır. İktidar odaklarına insanlar
görünür görünmez bir takım sözleşmelerle bağlanırlar. Sonra bu düşünce ve eylem
kalıpları gerçekte korkunun kalıpları olsalar da iyiliğin, özverinin,
adanmışlığın kalıpları gibi görünürler. Kısacası yetersiz bilinçler güç
oluşturmak için bir araya gelmeyi, bir araya gelip yumak olmayı yeğlerler.
Sayıca artış genel kavrayış içinde
güç
artışı gibi düşünülür. Kaba güç oluşturmak açısından bu elbette
böyledir, insani etki oluşturmak açısından bunun gerçeklikle hiçbir ilgisi
yoktur. İki yüz kiloluk bir balyayı üç kişi iki kişiden daha kolay kaldırır.
Ama bir toplum sorununu çözmekte sayı artışı hiçbir anlama gelmez. Üç akılsızla
beş akılsızı toplarsanız iki ya da sekiz akıllı etmez, sekiz akılsız eder. Elli
ye-
tersiz bilinç bir araya gelerek on yeterli bilinç oluşturma
şansını elde eder mi? Keşke etseydi. Etmez. Birinin açığını öbürü kapar,
böylece topluca belli bir yetkinliğe ulaşmak olası olabilir duygusu zayıf
bilinçlerin avuntusudur. Bilinçlerin işbirliği körle topalın işbirliğine
benzemez. Gerçekte bilinç yetkinliği sorunu tek kişilik bir sorundur: toplumsal
bilinç diye somut bir bilinç sözkonusu olamayacağına göre ve toplumsal bilinç
bir toplumda genel kavrayışı ortaya koyan bir deyim olduğuna göre bilinç
yetkinliği sorununun tek bir bilinçle ilgili olduğu rahatça söylenilebilir.
Yani zayıflar bir araya gelip güçlüyü oluşturamazlar ama iktidar olabilirler.
İktidar olabilmek için bir güç oluşturabilirler ama güçlüyü oluşturamazlar. Güçlü
bize her zaman bilinçliyi düşündürecektir. Güçlülerin birliği gerçek birliktir,
böyle bir birlik iktidar için değil insani yetkinlik için vardır. Zayıfların
birliği kargaşık bir birliktir, sayı arttıkça kargaşa azalmaz artar. Zayıfların
sayısı arttıkça kargaşa da artacaktır. Şairin şu sözleri zayıfların birliğini
pek güzel tanımlar: “Ördeklerden bir filo bir de kazdan amiral. ” Dünyamız
otuz delinin iki akıllı ettiği bir dünya olabilseydi kalabalıklaşma kurtuluşun
bir başka adı olacaktı.
Bu yüzden iktidar sorunu her
zaman bize kargaşık bir ilişkiler ağım duyurur. İktidar insanı ya da
iktidardaki insan tüm toplumsal yaşamı birbiçim kılmaya adanmış gibidir. Savlı
ve saldırgandır, çünkü yetersiz bilinç koşulları içinde benzerleriyle bir araya
gelip en doğru yolu bulmuş olduğuna inanır. İktidar katında yeri ne olursa
olsun, o kendini tüm iktidar ortaklarından çok daha güçlü sayacaktır.
Öngörüleri çok yerde gerçekliğin koşullarına uyar öngörüler olmasa da o kendini
geleceği
en iyi gören göz olarak algılayacaktır. İşlerin bir türlü iyi
gitmemesine gelince, burada bir takım şanssızlıkların ve kötü etkilerin payını unutmamak
gerekir. İktidardaki kişiler ya da muhalefet iktidarı
oluşturan kişi-
ler (gerçekte muhalifler de iktidardadır) sanıldığının
tersine yaşam üzerinde etkin olan kişiler değillerdir: yaşamı belirler gibi
yaptıkları yerde (bir takım kararlar alıyor olmaları onlara yaşamı kökten
dönüştürdükleri duygusunu verir) işleri geçen tirene düdük çalmaktan başka bir
anlama gelmez. İktidar denilen şey insan için değerler oluşturmak açısından
kökten bir yanılsamadır, her iktidar gerçekliğin içinde erir, hiçbir iktidar
gerçekliğin üzerinde dönüştürücü bir etki gücü oluşturmaz.
Bilinçli kişinin tek korkusu
iktidar olma korkusudur. Bilinçli yönetici iktidar olma koşullarını
gerçekleştirmeden yönetecektir. Kendi kendine gidebilen bir dünyada gerçekte
yöneticilere pek yer yoktur. Yönetici bir simgedir her şeyden önce. Dünya kendi
kendine gider, birileri de bir şeyleri yönettiklerini sanırlar. Yönetmek
sağlıklı bir biçimde ortaklaşmaktır, işi bölüşmektir. Bir uygunsuzlar
topluluğunu yönetemezsiniz, ne ölçüde bilinçli de olsanız yönetemezsiniz.
Gerçek güç bireyin en yüksek düzeydeki toplumsallıkta anlatımını bulan kurma ve
geliştirme yatkınlığıdır. Bu durumda pekçok "yönetici'Yin durumu tartışma
götürür. Öyleyse gerçek güç felsefede, bilimde ve sanattadır, onlarla yetkinleşen
bilinçlerdedir. O bilinçler de hiçbir zaman iktidar olmayı istemeyeceklerdir.
Birilerinde nasıl yoğun iktidar olma istemi varsa birilerinde de kesin bir
iktidar olma korkusu vardır. Ancak dünya iktidardakilerin dünyasıdır. Dünyayı
yönetmek adına her zaman her yerde bir şeylerin önüne taş koyan ya da
tekerleklere çomak sokan bir takım iktidar insanları vardır. Çok az insan
yaşama kendi olarak katılır, kendi gücüyle tek kişilik yerini doldurur. Yaşamı
dönüştüren insanlar bu insanlardır.
İktidar olma
koşulu toplumsal sözleşmeyi zedeler, onu etkisiz bir güç, bir gizleyici örtü
durumuna getirir. Toplumsal sözleşme gerçekte her yerde biçimsel olarak bütünü
tem- ıoo
sil eder, ne var ki iktidar bütünün iktidarı değildir.
Toplumsal sözleşme bu durumda gerçek amacını yerine getiremez, yalnızca
iktidarı koruyan ve yasallaştıran bir güç, bir dayanak olur. Toplumsal sözleşme
iktidarın yönelimlerini belirleyecek yerde iktidar toplumsal sözleşmeyi kendine
göre biçimlendirir ve ona bir dokunulmazlık hırkası giydirir. Günümüzde bu
hırkanın en geçerli markası “demokrasrdir. İktidarlar öngördükleri tüm iyilik
Teri demokrasinin ilkeleri çerçevesinde yaşama geçirdikleri savını bazen açık
bazen örtülü biçimde yinelerler. Böylece demokrasi denilen şey de bir anlayış
ya da bir uygulama biçimi olmaktan çıkarılıp kutsallaştırılır ve el değmeyecek
bir yere konulur. İnsan değerleri adına tapınmacılık özellikle günümüz
iktidarlarının değişmez bir alışkanlığıdır. Dıştan benimsetilmek istenilen bu
sözde demokrasi inancı kitleler için hem bir umut hem bir tehdit kaynağıdır.
Gerçekte kurulu düzenlerde her şey, başta felsefe olmak üzere her şey bu
çerçevede koşullandırılmış ve dondurulmuştur. Ölmüş gitmiş filozofların tahtına
oturmuş olan felsefe simsarları iktidarların sürüp gitmesi adına bilinç
bulandırma görevini büyük bir tutarlılıkla yerine getirirler. Gerçekte bilim de
sanat da bu çerçevede koşullandırılmıştır. Bir iktidarın temelinde ne ölçüde
korku varsa o iktidar o ölçüde dayanışık bir yapı ortaya koyar. Eski İsparta’da
devlet çok güçlüydü, toplum tüm parçalılığı içinde neredeyse bölünmez bir yapı
ortaya koyuyordu. Çünkü korku dağları bekliyordu. Bugünkü iktidarlar da son
derece dayanışık bir yapı ortaya koyarlar.
Bütün bu söylediklerimiz bizi siyasal
iktidarların gerekli mi gereksiz mi olduğu sorusuna
ulaştırmayacak mı? Bugünün yaşam koşulları içinde iktidarların olmadığı bir
toplum tasarısı, iktidarların olmadığı bir siyasal yaşam tasarısı ancak ütopya
oluşturmaya yatkın bir zihnin ürünü olmayacak mı? Bugün en kargaşacı bir zihin
bile iktidarları
olmayan bir toplum düşü görmeyi kolay kolay beceremeyecektir.
Bugünkü dünyada her toplum önünde sonunda bir iktidarın ya da bir iktidarlar
ortaklığının (birbiriyle karşıtlaşır görünen iktidarlar toplamının) toplumu
değil midir? Gerçekte iktidarlar toplumlarm ileriye doğru atılımlarını
sağlayacak tüm dinamikleri sonuna kadar emip bitirmeye eğilimli canavarlardır.
Tarihöncesi’nden bu yana iktidarların toplumsal dönüşümlerde ya da daha açık
bir deyişle insanlığın düşünsel ve yaşamsal evriminde ciddi ölçülerde etkin
yapıcı bir rol oynadığı görülmemiştir. İktidar sözü bize her zaman güçlü bir
kurucu ve yapıcı etkenden çok tam tamına bir sonucu ya da edilginliğin en kaba
biçimini düşündürür. İktidarlar toplumlarm en verimsiz öğelerinden süzülerek
yaşama geçirilmiş yaşarlıksız varlıklardır. Siyasal iktidarlar içi- çe
geçmiş küçük iktidar odakları temelinde kendini vare- den geniş çerçeveli baskı güçleridirler, bunlar savaş açmak gibi, vergi
toplamak gibi, "asayiş”i sağlamak gibi ve bu arada temsil ettikleri
kesimin çıkarlarını özel olarak kollamak gibi görevleri ve öngörüleri olan
güçlerdir. Bunların zaman zaman gerçek insan değerleriyle ilgilenir gibi
görünmesi bir takım kişisel heveslerin basit bir yansısı olmaktan öteye bir
anlam taşımaz: Kari V’in ya da François I’in kültüre olan katkıları onların
kendi hevesleriyle ilgilidir.
İktidar bir tutuculuk
düzeneğidir. Gelişimleri titizlikle önler. Çünkü yaşamı tek bir kesimin
yararına düzenlemek gibi bir güdümlülüğü vardır. Ne var ki kitlesel olarak
aydınlanma düşünü henüz gerçekleştirememiş olan günümüz top- lumlarında,
iktidarlardan daha çoğunu beklemek ya da daha ileriye giderek iktidarların
artık yerlerini düzenleyici yönetimlere bırakmasını beklemek bir düşten başka
bir şey olmayacaktır. Bir iktidar gelir, kendisini bir yaşamsal zorunluluk
olarak öne sürer, ben olmasam her şey yokolur formülünü benimsetmeye
çalışır, bir zaman sonra yerini benzeri bir başka iktidara bırakır ve bu
böylece sürer gider. Dipte o korkulu ruhsallık varoldukça iktidarlar dayanışık
yapılarıyla varlıklarını pek güzel sürdüreceklerdir. Tüm toplumla- rın tepeden
tırnağa bilgeleşeceği bir dünyada iktidarlar olmayacaktır, bir takım toplumsal
görevler olacaktır. İnsan olmak yarı yolda olmaktır diyorsak ülkülerimizin çok
uzun zamanlar sonra gerçekleşebilecek düşlerden başka bir şey olmadıklarını da
benimsememiz gerekir. Düşler böyledirler, bize her zaman çok uzakların
varlığını duyururlar. Gerçek düşler bir kişilik değildir, bütün bir insanlık
adına görülen düşler gerçek düşlerdir. Düşlerin duyurduğu gerçeklik, bilim alıp
satanların, sanatı yararlı bir oyun durumuna getirmiş olanların, karanlıkta iş
görmeyi alışkanlık edinmiş felsefe simsarlarının omuz başlarından ilerilere baktığımızda
gözlerimizi alan o düz alanda şimdilik bir serap gibi görünüyor. Ne var ki
insanı düşlerini gerçekleştiren varlık diye tanımlamamızı
sağlayan şey bizi her zaman gelecekle her anlamda sıkı bağlar kurmaya y
öneltecektir. İnsanoğlu bir gün korkuların değil de yüce amaçların bir araya
getirdiği, çok daha geniş çerçevede bir araya getirdiği toplulukların
öngörülerinden yararlanarak yeni bir tür oluştururcasına yeni bir yaşam
kuracaktır. O zamana kadar korkularımıza ve korkaklarımıza alışmak zorundayız,
onlarla savaşmayı elden bırakmayarak.
İnsanlığın tarihi korkunun
tarihidir. Gene de insanlığın gelişimini korku sağlamıştır diyemiyoruz.
İnsanoğlu gelişimini korkuyla, korka korka gerçekleştirdi. İnsanın gelişimi
korkuyla yoğrulmuştur. Çünkü insanoğlu gelişiminin koşullarını çekişmelerle,
kavgalarla, savaşlarla elde etmiştir. O yalnızca bireyselliğin koşullarında
değil toplumsal düzeyde de bencil olabilmektedir. Savaşan bencildir. Savaşların
arkasında kişisel bencillikler kadar toplu bencillikler etkilidir. İnsanoğlu
türdeşinin ağzından avı kapabilmek için her türlü kötülüğü göze alabilen bir
varlık olmuştur. Bu yüzden insan yaşamında korku kurumlaşmıştır ve korku
dünyamızın vazgeçilmez bir koşulu, giderilemez bir koşulu durumuna gelmiştir.
Buna göre insanlık tarihinin harcında korkunun da bulunduğunu söylemek yanlış
olmaz. Tarih sahnesi bize egemen toplumlarla egemen olunan toplumlar arasındaki
acılı ilişkiyi gösterir. Her toplu egemenlik girişimi bir acı ve korku
kaynağıdır. Daha sonra ulusal birliklerin kurulması da bu gerçeği
değiştirmemiş, tersine güçlendirmiştir. “Ulusal onur” bundan böyle savaşların
başlıca gerekçelerinden biri durumuna gelmiştir. Savaşı gerekçelendiren bir
temel etken her zaman varolmuştur. Tarih korkuyu korku diye yazmaz ama onun
sayfalarında korku kendini gösterir.
Sparta’da soylular helot’lardan
yani hiçbir hakkı olmayan yoksul insanlardan korkarlardı. Sparta’da bütün bir
soylu sınıfının kendini neredeyse bütün bir ömür boyu askerliğe adaması bu
korkunun ürünüdür. Bu tarım kentinde soylular korktuklarına uğramadılar ama
korkuyla yaşadılar, bekledikleri öldürücü vuruş içeriden değil dışarıdan geldi.
İo- nia’da köklü bir pers korkusu vardı, bu korku bütün Yunanistan’a kadar yayılıyordu.
İonia’lılar Perslerin eline düşmüşlerdi. Korkuyu sonuna kadar yaşayamazlardı.
Bu yüzden ayaklandılar. Sonuç kötü oldu: Persler İonia’lıları başka topraklara
sürdüler. Ortaçağ’da da hıristiyanların tabandaki insanlardan korktuğunu
biliyoruz. Hıristiyamn gözleri doğaüstüne, öbür dünyaya çevrilmişti. O kendi
dünyasında kendi önyargılarıyla mutluydu. Ama tabandaki insanlar hıristiyan
inancından uzak o eski pagan geleneğini sürdürüyorlardı, hıristiyan inancından
kendi inanç dünyalarına bazı öğeler almış da olsalar o eski dünyanın
alışkanlıklarından kopmayı düşünmüyorlardı. Bu dogmacı ve dinmerkezli dönemde
toplum yalnız iktisadi ve toplumsal açıdan değil inanç açısından da iki parçalı
bir yapı ortaya koyuyordu. Din adamlarının ve senyörlerin dünyası tabandaki
insanın dünyasından ayrıydı. Hıristiyan bir gün paganlığın yeniden yaşama
geçeceği korkusuyla yaşadı ve Rönesans’da korktuğuna uğradı, pagan
eğilimlerinin gerçek anlamda tanrıtanımaz yönelimleri oluşturduğunu gördü:
onlar artık inanç dünyasına tam tamına egemen değillerdi, pagan inancı tabandan
yukarıya doğru yürümüş, neredeyse yeni yükselen sınıfın, burjuva sınıfının
resmi olmayan inancı durumuna gelmişti.
Koca insanlık tarihi birbirinden
korkan toplumların acılı öyküleriyle doludur. İlk uygarlıklar döneminde
göçküncü toplumların yerleşik toplumları nasıl sıkı sıkıya toprağa bağ-
layıp köleleştirdiğini biliyoruz. Geçmiş zamanlar büyük bir
hızla doğan ve birden gelişen askeri imparatorlukların görkemli
egemenlikleriyle belirgindir. Pers yayılması, Alek- sandros IH’ün zaferleri,
Roma-Kartaca kavgası insanlık tarihinde bitmez tükenmez bir çekişmenin korkulu
romanları gibidir. Yakın tarihte sermayeci düzenin feodal düzene egemen oluş
serüveni de korku dolu zamanların yaşanmasına yol açmıştır. Bu korku yalnızca
savaş korkusu değil aynı zamanda enaz koşullarda yaşamı sürdürme olanaklarını
bile elden kaçırma korkusuydu: yaşamı üreten insanlar domuzların bile yemek
istemeyeceği kadar kötü patateslerle besleniyorlardı. Burada bu dönüşümün acılı
ya da acıklı öyküsünü sayfa sayfa anlatmak elbette gerekmez. Sorun elbette
insanın insanı ezmekten zevk alması sorunu değildir. Sorun dönüşüm sorunudur,
bir yaşam biçiminden bir başka yaşam biçimine geçme sorunudur. İnsan yaşamında
büyük değişimler acılı tablolar oluşturarak gerçekleşir.
Sermayeciliğe geçiş koşulları
bilindiği gibi XI. yüzyılla birlikte ortaya çıkar. Bu yeni düzen kendini ancak
katı bir gücün, bir baskıcı yönetimin, bir toparlayıcı yönetimin
belirleyiciliğinde ortaya koyacaktır. Feodal yaşam düzeninin atomlaşmış
yapısını, uçurumlarla birbirinden ayrılan toplum sınıflarının bir bütünde
toplanmasını demir eller sağlayabilecektir. Neyle? Her şeyden önce korku
salarak. XV. yüzyılda mutlakyönetim feodal yaşam düzeniyle sağlam bir
hesaplaşmaya girer. Konuya yakından bakan Montesquieu sorunu
inceliğin bitip kabalığın başlayışıyla açıklamak isteyecektir: “Charles
Vll'nin ölümü fransız özgürlüğünün de sonunu getirdi. Bir anda bir başka kral,
bir başka halk, bir başka siyaset, bir
başka sabır kendini gösterdi. Özgürlükten köleliğe geçiş öylesine büyük,
öylesine kesin, öylesine çabuk oldu ki, bunun gerçekleşme biçimi de özgür bir
toplum için öylesine yabancı, öylesine pis oldu ki,
sanırsınız krallığın üzerine
bir taş düştü. ” Böylece Montesquieu, soruna bizler
gibi uzaktan bakamadığı için, feodal düzenden sermayeci düzene geçişin
koşullarını yanlış değerlendirir. Ona göre Charles VII döneminden Louis XI dönemine geçiş
özgürlükten köleliğe geçiş anlamı taşımaktadır. Oysa sorun bir dönüşümün
gerçekleşmesi sorunudur. Biz, Düşünce tarihi adlı kitabımızın birinci cildinde bu sorunu
şöyle değerlendirmiştik: “Korkak, ikiyüzlü,
bencil bilinen ve Jeanne d'Arc’a yaptığı nankörlükle tanınan Charles VII’nin yerine
kurnaz ve becerikli Louis XI kral olunca (1461) yönetimin havası değişti. Yeni kral
ilk iş vergileri artırarak büyük tepki çekti. Ağır vergiler altında inlemekte
olan halk yeni vergilere dayanabilecek gibi değildi. Louis XI bilim adamlarına siyaseti yasak
ederek üniversite ortamını kızdırdı, avı yasak ederek soyluların düşmanlığını
kazandı, aldığı çeşitli kararlarla din adamlarını öfkelendirdi. Bütün krallık
kralın karşısındaydı" (s.398). Bütün
krallık kralın karşısındaydı ama tarihsel koşullar kralın yanındaydı. Bu durum
yoğun muhalefete karşın kralın başarılı olmasına yol açtı.
Toplumların yaşamında yalnız
savaşlar değil ayaklanmalar da korku kaynağıdır. İngiltere’de yaşanan 1381
ayaklanması insanlık tarihinin en büyük ayaklanmalarından biridir. Wat Tyler ve John Ball’in öncülüğünde
köylü ayaklanmacılar her adımda yeni
katılımlarla güçlenerek başkente doğru yürüyüşe geçtiler. Essex köylüleri kuzeyden, Kent köylüleri güneyden başkente
girdiler ve kentin tüm önemli noktalarını ele geçirdiler. Korku büyük boyutlara
ulaştı: kır kente egemen oluyor gibiydi. Ayaklanmacılar hapisane kapılarını
açtılar, kenti yağmaladılar. Yönetimi ele geçirmeleri işten bile değildi. Ne
var ki haklarını elde edebilmek için yollara düşmüş olan bu kitleler kralsız
bir ülke düşünemediklerinden kralla pazarlığa girdiler. On beş yaşındaki Richard II ayak-
lanmacıların isteklerine kafa salladı. Annesinin ve
çevresinin elinde oyuncak olmuş olan bu yeni yetme delikanlının kafa
sallamaktan başka yapacak şeyi de yoktu. Ayaklanmacılar genç kralın karşısında
diz çöktüler. Belli ki yetkeden korkuyorlardı. yetke de onlardan korkuyordu.
Ayaklanmacılar kenti yağmalamayı sürdürünce Wat Tyler öldürüldü.
Ayaklanma halk yararına büyük sonuçlar getirmeden sona ermiş oldu.
Bütün bunlar
birer belirleyici örnektir ki tarihsel gelişimin korkularla gerçekleştiğini
gösterir. Uygarlığın ilk zamanlarında gezici toplumlar yerleşik toplundan ele
geçirerek yeni toplumsal düzenler, hatta yeni yaşam biçimleri oluştururken. bu
çerçevede yerleşik insanları köleleştirirken elbette korkuyu biraz da silah
olarak kullanıyorlardı. Çünkü hepimiz biliriz ki korkunun olduğu yerde,
korkunun yerleştiği yerde zafer bir düş bile değildir. Korkunun kapısından
zafere değil bozguna çıkılır. Bu yalnız toplum yaşamında değil bireylerin
yaşamında da böyledir. Bu yalnızca eskinin insanı için geçerli değildi, bugünün
insanı için de geçerlidir. Savaşlar silahlardan korku üreten ruhsal etkenlerle
kazanılmıştır. Egemen olmak istiyorsanız korku salacaksınız. Korku üretmeden
egemen olmak olası değildir. Bu yüzden içte ve dışta savaşanlar savaşın ruhsal
yönüne maddi yönünden daha çok ağırlık verirler. Bir toplumu ele geçirmek
isteyenlerin yapacağı şey korku üretmektir. Gözüpek kahramanların birdenbire
korkuya kapılmaları onları tümüyle savaş dışı bırakacaktır. Savaşların başarılı
kişileri ruhsal açıdan sağlam kalabilen kişilerdir. Korkuyu içeri aldınız mı
yenilgiyi onaylamışsınız demektir.
* * *
Korku tehlikeyi sezmekle başlar. Sezgi dar ya da kısadır, korkuya ilgili
kavrama süreci bir anlıktır. Korku uzun
uzun düşünmekle elde edilmiş bir ruh durumu değildir.
Düşünce korkuyu dindirir. Korku yoğun bir heyecan olarak bir çırpıda kendini
gösterir, bir çırpıda bilinci kaplar ve bir çırpıda bedeni içten sarar. O daha
çok yakın bir tehlikenin, iyiden iyiye yaklaşmış bir tehlikenin getirdiği
heyecandır. Uzaktaki bir tehlike bizi korkutmaz, derin derin düşündürür: henüz
vakit vardır, onu gidermek için bir şeyler yapmak gerekir ya da bir şeyler
yapılabilir. Uzun erimli sorunlar en azından yoğun korkular getirmezler.
Korkuda zaman alabildiğine kısalmıştır. Korku birdenbire bir yükseliş eğirisi
çizer, çabucak belli bir tepe noktasına ulaşır ve ağır bir düşüş çizgisi çizer.
Buna göre korku tehlike bildiren bir uyarana ben’in verdiği istemdışı tepkidir.
İstemdışı oluşu onun bir bilinç bulanıklığında gerçekleşmiş oluşunun kanıtıdır.
Tehlike birden ortaya çıkmış ve ilk iş bilinci bulandırmıştır. Tehlikeye
verilen tepki büyük ölçüde kendiliğinden tepkidir ya da düşünülmemiş tepkidir.
Gene de bu tepkide belli bir ussallığın varolduğunu söylemek yanlış olmaz.
Çocuk köpeği görür ve köpeğe doğru değil, tam tersi yönde koşmaya başlar.
Tehlike bilinci tam olarak bulandırsaydı çocuk köpekten kaçmak adına köpeğe
doğru koşabilirdi. Ancak us o koşulda gene de bulanıktır. Çocuk köpeğe doğru
koşmaz ama uçuruma doğru koşabilir.
Korkuya
temel olan tehlikeden kaçarken bir başka tehlikeyle yüzyüze gelebiliriz. Korku
bir tehlikenin korkusudur ama aynı zamanda tehlikelidir. Evet, korku
tehlikelidir: bizi güç bir durumdan bir başka güç duruma yöneltebilir. Ancak
korkan kişinin bulanık bilinçle kendi için en iyi kurtuluş yolunu bulması da
olasıdır. Birdenbire köpekle yüzyüze gelen çocuk annesine doğru ya da az
ilerideki çocuklar topluluğuna doğru koşabilir. Kısacası bilincin apaçık olma
koşullarında korku gerçekleşmez ya da korkunun geldiği yerde bilinç apaçık
kalamaz. Korku bir tehlike karşısındaki ya
ııo
da iki tehlike arasındaki bozgundur. Korkunun ya bir ucu
tehlikelidir ya da iki ucu tehlikelidir. Korkunun niteliği ve oluşturduğu
tepkiler elbette kişiye göre değişecektir. Korkak diye belirlediğimiz korkuya
yatkın güvensiz kişilikler sık sık bir tehlike karşısında olma duygusuna
düşebilirler. Burada tehlike gerçek olabildiği gibi düşsel de olabilir.
Korkaklar tehlike sezmekte sıradan kişilere göre usta da olsalar tehlikeyi
geçiştirmekte çok usta değillerdir, çünkü bilinçleri her an bir tehlikeyi
yaşama ürkekliği içinde bulanmaya eğilimlidir.
Buna göre kimileri tehlike
karşısında korkuya kapılırlar kimileri tehlikeden önce korkuya kapılırlar ya da
daha doğrusu henüz olmayan tehlikenin korkağı olurlar. Tehlike karşısında
korkuya kapılanı sağlıklı, tehlikeden önce korkuya kapılanı hastalıklı diye
belirleyebiliriz. Ancak korku bir hastalık belirtisi değildir, tersine bir
sağlıklılık belirtisidir. Tehlikeyi algılamayan ve tehlikeyi algılasa da ona
karşı hiçbir tepki oluşturmayan bilinç de hastalıklı bilinçtir. Çeşitli ruhsal
hastalıkları iyileştiren etkenler hastalıklı korkuya şu ya da bu biçimde çare
olsalar da genel anlamda korkuyu gideremezler. Buna göre rahatça bütün insanlar
korkaktır ya da en azından her insan belli koşullarda korkuya kapılır
diyebiliriz. Kimileri korkmamakta değil de korkuyu gizlemekte ustadırlar. O
durumda korku onurun altına gizlenmiştir. Onların bu tutumu korku etkeninin
gücünü kırabilir. Çocuk kendisini kovalayan arkadaşından kaçtığı ölçüde dayak
yeme olasılığını artırmış olur. Bu yüzden en iyi savunmanın saldırı olduğu
inancı yaygındır.
Biz korkuyu
belli etmek istemesek de korku kendini belli eder. Korku bedende yayılır ve
dışlaşır. O hemen hemen her organda dışarıya ben varım işaretini
verir. Bir de bakarsınız ki biri korkudan titriyor ve korkmadığını söylüyor.
Korkmadığını söyleyen birine şöyle sorabiliriz: “Korkmadın
da
ııı
saçların neden kirpi oku gibi dikildi'?” Bütün
organlarda kendini belli eden korku en çok gözlerde dışlaşır. Gözler
ruhsalliğimizi dışa vurmada öbür organlarımızdan daha beceriklidirler ya da
ruhsallığımızı gizlemekte her organdan daha beceriksizdirler. Evet, korku tüm
organlarda etkisini gösterir ama en çok gözlerde yoğunlaşır. “Korkunun
büyük gözleri var’’ der Cervantes. Korkulu bakış bakışların en
korkuncudur. Orada çaresizliğin ve kapıya dayanmış bir yenikliğin karanlık
ateşi parlar. Korku bilincin bütününü tutar ve onu bir anlamda felç eder. Bu
durum korku etkenini olduğundan büyük görmemize yol açar. Çocuk kendisini
kovalayan ufacık köpeğin çok büyük bir tehlike oluşturmadığını görmek istemez.
Köpekten öyle bir kaçar ki sanki kendisini bir defada yutuverecek bir
canavardan kaçmaktadır. Korktuğumuz şey belki de o kadar korkulası değildir.
Biz genelde bize korku verebilecek etkenler karşısında önceden bazı
uyanıklıklarla önlemler almayı uygun görürüz. Böy- lece korku etkenini kurnazca
gidermek olası olacaktır. Bu çerçevede korku ahlak sorunları yaratabilecek
özellikler gösterir. Korkaklıktan ahlaksızlığa giden yol kısadır. Örneğin
patronunun kendisini yakında işten atabileceğini düşünen memur patronuna
sevimli görünmenin yollarını arar, bu durum onu ahlakdışı bir konuma itebilir.
Bir sabah patronu ondan şu sözleri işitebilir: “Efendim,
benden duymuş olmayın ama arkadaşlarımızdan Necabettin bey sağda solda sizi
küçük düşürücü sözler ediyor, geçenlerde... ”
Korkunun kendini her zaman bir
bozgunda ortaya koyacağını düşünmek doğru olmaz. Daha sessiz, daha sinsi, daha
derin korkular vardır ki bu korkuları daha çok kaygı diye adlandırmamız
gerekir. Kaygıda bozgun yoktur, bu yüzden o kendini sıradan bir korku gibi
bedenin apaçık dilinde dışlaştırmaz. Korkuyu doğrudan sezebiliriz ama kaygıyı
sezmek olası değildir. Bir kişi patronunun kendisini işten çıkaracağı
kaygısını taşıyabilir. Kaygı az
gerilimli korku olmakla benzer ahlak sorunları yaratabilecektir.
Kişi ikide bir şu soruyu sorabilir kendine: “Patronumu hoşnut edebiliyor muyum? ” Korkuyla
kaygı aynı anneden olmuş gibi dururlar ama onlar gene de birbirlerine çok
benzemezler. Korkuda karar oluşturmak zordur: kaçma duygusu karar oluşturma istemini
kökten sakatlar. Oysa kaygıda karar oluşturma rahatlığı ya da olasılığı vardır.
“Patronumun
benden hoşnut olmasını sağlamam gerekiyor, bunun için bugiin ona bir demet
çiçek götürmeliyim ” diyen kişi böyle bir kararlılık içindedir.
La Fontaine gibi biz de “Korku kendini düzeltebilir mi?” sorusunu sorduğumuzda
bunu hayır diye yanıtlamak durumunda kalırız. Korku kendini düzeltemez ama
kaygı kendini düzeltebilir. Korku yönlendirilemez ya da korku kendini yön-
lendiremez. Öyle olsaydı o zaten korku olmazdı. Gene de korkuyla kaygı arasında
çok büyük bir uzaklık olduğunu düşünmemiz doğru olmaz. Kaygının az ilerisindeki
sokaktan korkuya çıkılır.
Korku yaşamımızın vazgeçilmez
duygusudur. Korku gereklidir, o bizim kendimizi savunmamız ve kendimizi
tehlikelerden korumamız için gereklidir. Korku diye bir şey olmasaydı insan
dünyası çok önemli bir dayanağından yoksun kalacaktı. Sağlıklı insan korkmayı
bilen insandır. Ancak sağlıklı insan korkak değildir. Korku gereklidir. Gene de
olumsuz bir duygu olmakla korku giderilmesi gereken bir duygu olarak
belirlenir. Öteden beri filozoflar bize korkuyu yenmemiz için önerilerde ya da
öngörülerde bulunmuşlardır. Özellikle Montaigne en önemli korkuyu, ölüm
korkusunu yenmemiz gerektiğini, bunu da felsefe yaparak sağlayabileceğimizi
düşünüyordu. Filozoflar bize hiçbir şeyden korkmamayı, yalnız korkmaktan
korkmayı öğretmeye çalıştılar. Ama gene de biz bunu çok iyi öğrenebilmiş
değiliz. Gene de bizler başta ölüm olmak üzere pekçok şeyden korkuya kapı-
lıyoruz. Bugünkü dünyada korkusuz olabilmek olası görünmüyor
bize. Çok somut, çok belirgin, çok haklı korkularımız var. Bunların başında
elbette savaş korkusu geliyor. Daha başka korkularımız da var: öğretmenimizden
korkuyoruz, devlet dairelerinden korkuyoruz, işsizlikten korkuyoruz,
haksızlıktan korkuyoruz, müdürümüzden korkuyoruz, karakollardan korkuyoruz,
bankalardan korkuyoruz, sevgilimizden korkuyoruz, parasızlıktan korkuyoruz,
hastanelerden korkuyoruz...
Korkularımıza karşı yüreklilikler
oluşturuyoruz. Yüreklilikler ya da korkusuzluklar korkunun varlığını
gidermiyor, bizi korku karşısında tutarlı ya da hazırlıklı olmak durumunda
bırakıyor. Korkularımız olmasaydı yürekliliklerimiz de olmayacaktı. Yüreklilik
korku kadar kökel değildir: tam tamına insan gerçeğine bağlı olan, sıkı sıkıya
varlığımızın koşulu olarak duyduğumuz şeyler arasında yüreklilik yoktur ama
korku vardır. Korku doğal yüreklilik yapaydır. Yüreklilik bizim buluşumuzdur,
korkuya karşı oluşturduğumuz bir dayanaktır, bir korunma, bir savunma
koşuludur. Buna göre korku yüreklilikten daha karmaşık bir duygudur. Yüreklilik
düşünülmüş ya da düşünülebilen bir şey olmakla yalındır, korku düşünceyi aşar
ve alabildiğine karmaşıktır. Bu elbette bizim yürekliliği önemsemememiz gerektiği
anlamına gelmez. Yüreklilik iyidir. Yüreklilik korkuya karşı ahlakın
güvencesidir. Korku karmaşıktır, karmaşık olduğu için de tehlikelidir.
Korkuttuğumuz insan belki de bizi yoketme tasarıları geliştirecektir. Ruhsal ya
da fiziksel açıdan güçsüzlüğümüz ölçüsünde korkak oluruz, korkak olduğumuz
ölçüde tehlikeli oluruz. Korku tehlike yaratır çünkü kimse onu sürekli
yaşayamaz, onu bir yerde bitirmek gerekir. Çünkü korku önünde sonunda
giderilmesi gereken bir duygudur. Korkuda karar oluşturulmaz ama korku önünde
sonunda bizim ussal olan ya da olmayan bir karar oluşturmamızı gerektirecektir.
Bu karar da korkunun şiddetine göre ağır bir karar olabilir.
Bu yüzden gerçekten korkulması gereken tek varlık korkak insandır. Başka
türlerin bireyleri korktukları zaman içgüdüsel düzeyde çeşitli tepkiler
oluşturabilirler. Bunu biz doğada rahatça gözlemleyebiliriz. Ama insanın
korktuğu zaman ne yapacağı belli değildir. İnsan korktuğu zaman tehlikeli olur.
Nasıl şiddet şiddeti yaratırsa korku da korkuyu getirir: ne kadar korku ekersek
o kadar korku biçeriz. Kısacası, korku insan yaşamının vazgeçilmez bir yönüdür.
İnsan korkar, çünkü yaralanabilir bir varlıktır. Öbür türlerin bireyleri de
yaralanabilir oldukları için korkarlar. İnsanın korkulan geniş çerçevelidir.
İnsan çünkü çok geniş çerçevede yaralanabilir.
Böylece tarihimiz korkuların
tarihi, yaşamımız korkuların yaşamıdır. İnsanlık geleceğe doğru korkularla ya
da korka korka ilerler. İnsanoğlu zedelene zedelene geleceğe açar kendini.
Gelişimin vazgeçilmez koşuludur bu. Ancak korkunun bugün vazgeçilmez olması
onun vazgeçilmeyecek olması anlamına gelmez. Hepimiz korkusuz bir dünya
kurabilmenin koşullarını yaratmak için çaba göstermeliyiz. İnsanı
korkutan insan yarınki insanlığın doğal bir üyesi olmamalıdır.
Bir gün bilinç kendini tam bir evrensellikte kurabilecek ve o zaman insan belki
yalnızca ölümden korkan, ondan da korkmaması gerektiğini azçok bilen bir varlık
olacaktır. Ama bugün korkularımız var. Bugün kişisel ve toplumsal çıkarlar
adına da, şu ya da bu biçimde egemen olmak adına da, güçlü insan görünümleri
ortaya koymak adına da birbirimizi zedeliyoruz. Yarının insanı korkaklığı da
korkutucu olmayı da kendine yakıştırmayacak. Önemli olan yürekli olmak değil
yürekliliği gerektirmeyecek bir yaşam koşulunu insan için geçerli
kılabilmektir.
İnsan tüm evrene egemen olmak
isteyen bir varlıktır. İnsan bireyi de türünün öbür bireylerine egemen olmak
ister. Başka türlerin bireyleri tür içi egemenlikten çok tür dışı egemenliğe
eğilimlidirler. Her insanda türdeşine egemen olma eğilimi vardır. Her insan
türünün üyelerine kendi kişilik yapısına göre egemen olmak isteyecektir.
Bireyin birey üzerindeki egemenliği kadar bireyin topluluklar ya da toplumlar
üzerindeki egemenliği de sözkonusudur. Bu çerçevede dünyada gücü
gücü yetene bir düzen ortaya çıkar. Evet, egemenlik eğilimleri
başka başkadır. Kimi bir ülkeye egemen olmak ister kimi bir apartmana, kimi bir
insana egemen olmak ister kimi bazı hayvanlara. İnsanın hayvanları evcil kılma
eğilimi yararla ilgili olduğu kadar egemen olma istemiyle ilgilidir ya da
egemen olma duygusunun karşılanmasıyla ilgilidir. İnsan eksikli bir varlıktır.
İnsanoğlu eksiklik duygusunu egemenlik istemiyle aşmaya çalışır. Her insan
kendini eksikli duyar. Bu da insanı zorunlu olarak aşağılık duygusuna bağımlı
kılar. İnsanoğlu her zaman aşağılık duygulan için-
de yüzen bir varlıktır. Hayvan ruhsallığında bu tür bir
duygunun belirgin bir yeri var mıdır, bilemiyorum. Adler bize insan olmanın
zorunlu olarak aşağılık duygularıyla donanmış olmak anlamına geldiğini pek
güzel anlattı.
Aşağılık duygusu demek ki insan
için zorunlu bir varoluş koşuludur. Yetkin denilebilecek bir bilince ulaşmış
olanlarımız bile, dünyaya yoksunlukların oldukça dışında epeyce rahat yerleşmiş
olanlarımız bile aşağılık duygusundan payını bol bol almıştır ya da almaktadır.
Yaşamak sürekli olarak karmaşıklar biriktirmektir. İnsanlar arasında her
sürtüşme bilince bir karmaşık armağan eder. İnsanlar bazen birbirlerini
karmaşıklı olmakla suçlarlar. Oysa karmaşıkları olmayan hiçbir bilinç yoktur.
Zaten yoksunlukları olmayan bir birey de yoktur ve yoksunlukları olmamak da bir
sakatlanma kaynağı olabilir. Üstünü bile çok iyi göremediğimiz bilincin altını
açabilseydik karmaşıklarımızın hep birlikte ne ölçüde karmaşık bir yapı
oluşturduğunu görecektik. Oysa aşağılık duyguları son derece sinsi bir yapı
ortaya koyan o görünmez karmaşıkların kolay kolay sezilemez ürünleridir-
¡Ct-
Her an bir şeylerle aşıldığımızı
duyarız. Birileri bir şeyleri bizden daha iyi anlamış ya da daha iyi görmüştür.
Birileri bizden “daha” herhangi bir şey olabilirler: daha usta olabilirler,
daha zengin olabilirler, daha bilgili olabilirler, daha kurnaz olabilirler,
hatta daha hırsız, daha rüşvetçi, daha uyarsız olabilirler. Aşılmışlık
duyguları bizde doğrudan doğruya yoksunluk izlenimleri yaratırlar. Her zaman
bizi aşan bir şeylerin olması doğaldır, bizim de onlardan aşağılık duyguları
derlememiz doğaldır. Yetkin bilinçler bu takılmayı bir ölçüde ya da büyük
ölçüde aşabilirler ama yüzde yüz aşamazlar. Yetkin bilinçler amaçları belirgin
bilinçlerdir ve bu amaçlarını gerçekleştirmek yolunda etkin bir tutum alabilmiş
bilinçlerdir. Ama her bireyin kendini çok aşan amaçları vardır, en
azından düşleri vardır. Gene Adler bize insanın bir amaç
varlığı olduğunu pek güzel gösterdi. Gerçekten insan amaçlarıyla insandır ve
bir insanı tanıyabilmek için onun amaçlarını ve bu amaçlara yöneliş biçimlerini
gözlemlemek yeterli- dir.
Çünkü amaç tek başına bir şey
anlatmaz, önemli olan amaca yöneliş koşullarıdır. Hiçbirimiz dünyamızı
istediğimiz gibi kuramamışızdır. Örneğin roman yazmak istemiş ama bunu
yeterince becerememiş birinin yoksunluklar yaşamaması olası mıdır? Bazı insanlar
küçük amaçlarla ya da kısa erimli amaçlarla iş görürler. Onlar gerçekte o
sıradan yaşamları içinde mutlu gibidirler. Adam küçük bir kıyı kentinde bakkal
olmak istemiştir. Bu kısa amaçlar kısa erimde insanı mutlu edebilecek
amaçlardır. Oh, diye düşünür adam, kimseye borcum yok, kimseden alacağım da
yok, karım bana bağlı ve anlayışlı, kiram ucuz, dükkanım büyükçe... Ancak bu
kısa erimli amaçlılığın o kişiye geniş çerçevede yeterli olmadığını görürsünüz.
Öte yandan kendi için büyük amaçlar belirlemiş insanların birilerince
aşıldıklarını duymaları daha da acılı olacaktır. Özellikle sanat adamları
egemen olma kaygılarını derinden yaşayan insanlardır. Ne var ki sanat alanı
büyük aşmalarla ve büyük aşılmalarla belirgin bir alandır.
Buna göre her insan doğrudan
doğruya birilerine egemen olma çabasındadır. Ancak sanat alanında karşımıza
çıkan egemenlik istemi öbür alanlardaki egemenlik istemlerinden daha güçlüdür.
Üstelik bu egemenlik insanı küçültmeyen, tersine yücelten egemenliktir. Ancak bu
egemenlik de mutlak bir egemenlik olmayacaktır. Orada da her türlü egemenlik
bir tedirginliği barındıracaktır. Sanatçı “bencil” değil “benci”dir, kendini
üst düzeyde sergileyerek aşağılık duygularını aşmaya çalışır. Belki de aşağılık
duyguları olmasaydı ya da yoksunluklar olmasaydı insanlar sanatçı ol-
mak gibi bir telaşın içine girmeyeceklerdi. Sanatçı gerçek
bir Sisyphos’dur, taşı doruğa ulaştırmanın kendisi için hiçbir zaman olası
olmadığını bilir. En yetkin yapıt da eksiklidir. İnsanın her yaptığı eksiklidir.
Yetkinliğe adanmış insan için eksiklik duygusu gerçekte dayanılmaz bir
duygudur.
Sanat da içinde insan
etkinliğiyle belirgin tüm alanlarda her kişi her zaman yetersizlik duygusunu
derinden yaşayacaktır. Ancak yaşam hepimize her zaman çok kolayından egemen
olma hakkı tanımaz. Egemen olmak için savaşmak gerekir. Bu savaş bazen ahlaki
koşullarda bazen de ahlakdışı koşullarda gerçekleşir. İnsanoğlu egemen olmak
ister, şöyle ya da böyle, gerektiğinde kendi bilinç koşullarına göre ahlakın
sınırlarını zorlayabilir. Bu çerçevede yaşam görünür görünmez bir biçimde bir
yıkışma alanına dönüşür. Ancak gerçek anlamda bilge kişiler egemen olma isteği
duymazlar. Onlar egemen olmayı da egemen olunmayı da kendilerine
yakıştırmayacaklardır. Çünkü ne olursa olsun egemen olma isteminde insanın
insan olma koşullarına aykırı bir şeyler vardır. Her insan egemenlik istemini
en kolay kendi meslek alanında gerçekleştirmeye yönelir. Bazı meslekler egemen
olmaya ya da egemenlik düşlerini gerçekleştirmeye çok daha uygundur. Bu mesleklerin
insanları aşağılık duygularının gereklerini yerine getirmekte daha büyük bir
kolaylığa sahiptirler.
Çağımızın egemen meslekleri
güçlerini büyük ölçüde bürokrasiden ya da bürokratik anlayıştan alırlar. Her
bürokrat, küçük olsun büyük olsun, gerçek bir egemendir. Karşısında hazırolda
duran adama “Git bu kağıdı yukarıda damgalat gel, böyle olmaz bu, ayrıca hani
bunun kasa fişi! ’’ diye bağıran memur kendini bir imparator
kadar güçlü duyacaktır. Birini aşağılamak kendi aşağılık duygularımız karşısında
bir savunma koşulu yaratmaktır. Birine güçlük çıkarmak egemen olmanın en kolay
ama en kaba biçimidir. Bireyin toplumsal düzeyde aşmak istediği önemsiz bir
engeli bürokrat sıradağlar kadar büyütür, onu kolay kolay aşılmaz bir engel
durumuna getirir. Bu engel bir yandan bürokratın aşağılık duygularını
dengelerken bir yandan da onun ahlakdışı uygulamalara kolayca yönelmesini,
örneğin rüşvet almasını sağlar. Bu yüzden elindeki güçle yetinmeyen pekçok
bürokratın artık güç elde edebilmek adına gizli ve kirli yollara saptığını,
çeteler oluşturduğunu, arkasını devlete dayayarak her türlü kötü siyaseti ve
toplumsal ahlaksızlığı göze aldığını görürsünüz. Bürokrat için güç önemlidir,
gücün niteliği ve amaçları önemli değildir. Çünkü bürokrat her durumda egemen olmak
isteyen kişidir.
Günümüzde topluma hizmet
götürmekle yükümlü pekçok kurum bu hizmeti ya yapmamak ya da insana kan
kusturarak yapmak konusunda birbirleriyle yarışır durumdadırlar. Bu bürokrasiye
sırtını dayamış kurumların herbirinde çeşitli biçimlerde çok sinsi ölçülerde
insanı yorma, aşağılama ve umutsuz kılma düzenekleri oluşturulmuştur. Örneğin
hukuk kurumlan ve tıp kurumlan bu yönde başı çeken kurumlandır. Sorun yaşamsal
olma açısından ne ölçüde önemliyse egemenlik istemi o ölçüde güçlü olacaktır. Adalet
ya da sağlık dağıtan kurumların iç yapısını gördükçe tüm haklarınızdan ve
sağlığınızdan vazgeçme duygusuna düşersiniz. Yargıcın ve hekimin karşısında
ufaldıkça yarar elde edeceğinizi sanırsınız, oysa siz ufaldıkça o kabaracaktır.
Ufalışınız size bir yarar getirmez ama egemene çok şey sağlar, o bir kere daha
çocukluğundan bu yana tüm itilip kakılmalarının, verdiği tüm ödünlerin,
işittiği azarların, yediği dayakların, yarı aç yarı tok günlerinde çektiği
üzüntülerin, sevgisiz ya da aşk- sız geçmiş anlamsız günlerin acısını
çıkaracaktır.
Soruna yoksunluklar açısından
bakmazsak egemenin ruhunu elbette kavrayamayız. Örneğin polisin neden işkence
yaptığını, muhbirin neden gizli raporunu hiçbir gerçek veriye dayandırmadan
yazdığını, kasabın iki yüz elli gram kıyma isteyen çocuğu neden kovduğunu
anlayamayız. İnsan olmanın zorunlu olarak kendini aşağı görmeyle belirgin
olduğunu, bir başka deyişle aşağılık duygusunun zorunlu bir yaşam koşulu
olduğunu biliyoruz. Altbilincimizde yer alan karmaşıklar bizim insan varlığımıza
her zaman çeşitli biçimlerde sorun çıkaracaklardır. İnsan olmak karmaşıkları
olmaktır, bu karmaşıklar da bizim yaşam boyu altbilincimizde biriktirdiğimiz
olumsuz öğelerdir. Onların varlığı bizi kendimizle ilişkilerimizde de dünyayla
ilişkilerimizde de zorda bırakır. Öte yandan insan bir amaç varlığıdır ve
amaçlarını doğru koyduğu ve onlara sağlam yöneldiği zaman elbet gene bir takım
karmaşıklar biriktirmekten geri kalmayacak, ancak o karmaşıklarını ve onlarla
gelen aşağılık duygusunu insan için yüce değerler yaratmak uğruna
kullanabilecektir. Bilgelik bu noktada anlam kazanır. Bilge kişi kendini egemen
olmaktan alı- koyabilen kişidir. Buna karşılık gerçek anlamda egemen kişilikler
yüce amaçlan olmayan kişiliklerdir. Onlar o çok kısa amaçlı o çok dar ve çok
renksiz dünyaları içinde üstüne basıp yükselebilecekleri insanlar ararlar.
Midesi ağrıyan zavallı bir köylü, yeni doğan bebeğine nüfus kağıdı çıkarmak
isteyen kendi halinde bir işçi, komşusunun cüzdanını çalmış bir kendini bilmez
egemen olunmak için en güzel varlıklardır. Hele egemen durumda olan ya da
olması gereken birine egemen oluyorsanız, örneğin bir bürokratı hastanenin
kapısında iki saat bekletip sonra onu içeri aldığınızda iteleyip
kakalayabiliyorsanız sizden daha egemen kim olabilir?
Egemenlik insanın bir
hastalığıdır, insanın yetersizlik hastalığıdır. Her insan eksiklidir. Ancak
bazı insanlar eksikli varlıklarından bir egemen yaratmayı bir küçüklük olarak
göreceklerdir. Onlar bilge diye nitelendirdiğimiz kişilerdir. Eksiksiz bilinç
yoktur, önemli olan eksikliklerinden bir cana-
var yaratmama üstünlüğüne ulaşabilmektir. Bilge kişi kendi
derinindeki yırtıcıları inine sokabilmiş kişidir. Bir çin atasözü “Bilge
kendini sorguya çeker, ahmak başkalarını sorguya çeker” der.
Kendi benini döve döve adam etmiş kişilere ancak bilge diyebiliriz. Hiçbir
meslek insanı bilge kılmaz, her meslekten bilge insanlar vardır. Hiçbir meslek
insanı egemenliğe zorlamaz, her meslek şu ya da bu yanıyla egemenlik istemine
geçit verir. Bazı meslekler elbette bu anlamda çok daha verimlidir. Egemen
meslekler diyebileceğimiz mesleklerin insanları bilge olma konusunda daha
özenli olmalıdırlar.
AHLAK DEĞERLERİNİN BİLGİ TEMELİ
Eski felsefede anlık ve istem
ayrımı düşünme yetisini ikiye bölüyor ya da kendi içinde çelişkili bir yapı
olarak belirliyordu. İsteyen ben o durumda yargılayan ben' in ya da doğruyu
gösteren ben'in buyruğunda olmalıydı. Us’la iste- m’i birbirine
karşıt ya da birbirinden ayrı iki güç olarak görmek boş yere bilinci
parçalamaktır. Bir tek ben'imiz vardır, isteyen de yargılayan da odur. Bilinci
parçalama tutumu ussal olan yanımızı ussal olmayan yanımızdan ayırmak
eğiliminden geliyordu. Eski düşünce ussallığı yasal sayarken tutkuları
dünyamızın dışına çıkarmak istiyordu. Tutkular bize yakışmayan şeylerdi, istem
uyguna vönelebilmekle birlikte uygunsuza da yönelebilecek nitelikteydi. Tek
güvenilir yanımız usumuz ya da anlığımız olabilirdi. (Daha sonra Kant,
bilindiği gibi, us’la anlık’ı birbirinden ayıracaktır, Kant’a kadar ve Kant’dan
sonra us ve anlık ayrımı yoktur.) Bugünkü anlayışımız çerçevesinde anlıkla usu
birbirinden ayıramadığımız gibi tutkuları bilinç alanının dışına çıkarmak gibi
bir kolaylığımız da yok: elbet tutkular da bizim tutkularımızda, onlarla
yaşamayı, onlarla iyi geçinmeyi bilmek zorundayız. Onlar bizim parçamızdır.
Onları gözden çıkaramayacağımız gibi onlarsız bir bilinç etkinliği de
düşünemeyiz. Tutkuları silip atabilseydik geriye hiçbir işe yaramayan bir kuru
us kalacaktı.
Bugün bilinç dediğimiz zaman
özellikle tüm nesnel ve öznel özellikleriyle düşünme ve duygulanma yetimizi
anlıyoruz. Bugünkü kavrayışımız içinde düşünme ve duygulanma edimlerimizi iki
ayrı yetide belirlemek doğru olmayacaktır. Duygulanmak da bir çeşit
düşünmektir. Düşünmek aynı zamanda duygulanmaktır. En genel anlamda düşünme
edimi duyum-duygu-düşünçe bütününde kendini ortaya koyar. Düşünme’yi
duygulanma’dan, duygulanma’yı duyumsama’dan ayıramayız. Descartes’ın
da belirttiği gibi zihin işlevlerini ayrı şeylermiş gibi düşünmemiz belli bir
kolaylığı sağlamak adınadır, yoksa bu işlevleri birbirinden ayırmak olası
değildir. Algı üstalgıya dönüştüğü noktada ya da daha açıkçası algı fizyolojik
bir süreç olmanın ötesine geçip bir bilinç olgusu olarak belirlendiği noktada
düşünceyle ilgili olur.
Bilincimizin yapı taşları olan
kavramlar önce nesnellikleriyle belirgindirler. Bu onların öznel özellikleri
olmadığı anlamına gelmez. Kavramlar birbirleriyle ilişkileri içinde fikir
oluşumlarını sağlarlar. Değerler ortak amaçlarımızla ilgili fikirlerden başka
bir şey olmadıklarına göre, onların temelinde ya da bileşiminde kavramların
bulunması doğaldır. Evet, fikirleri kavramlarla oluştururuz ve herbir kavram
bir duygu-düşünce birimidir. Ancak burada ahlak değeri sözüne açıklık getirmek
zorundayız. Ahlak değerlerini öncelikle iktisadi yaşam değerlerinden, daha
sonra da estetiğin değerlerinden ayrı tutmamız doğru olur. Doğrunun yasaları,
iyinin yasaları ve güzelin yasaları başka başkadır. Değişik değerlerin belirlenmesinde
değişik koşulların etkin olması doğaldır. Doğruyu ortaya koyarken bilincimizin
öznel özelliklerini olabildiğince dışlamak durumunda kalırız: bilim ve felsefe
için bu bir zorunluluktur. İyi’yle ilgili değerler evrensel uzanımlı
olacağından öznel olan ahlakta da belirleyici olamaz. Zaten ahlak felsefenin
yöntemleriyle düşünür. İyi evrenselin özelde açıklanmasıyla belirgindir. Buna
karşılık güzelin oluşumunda nesnel kadar öznelin belirleyici olduğu kesindir.
Güzel’de iyi’dekinin tersine bir öznelden bir evrensele ulaşılır.
Fikir kavramların ussal
bileşiminde yani yargıda beliren düşünselliktir. Belirleyici
yargılar yani bilimin, felsefenin ve bu arada ahlakın yargıları
öznelden soyutlanmış nesnel gereçlerle, estetik yargılar
öznel-nesnel gereçlerle kurulur. Buna göre değer yargıları bilimde
ve ahlakta nesnelliği, estetikte hem öznelliği hem nesnelliği barındırırlar.
Gerçekte bilimsel düzeyde değer kavramı yalnızca iktisatla ilgilidir. İktisadi
değerlerin koşulları ahlaki ve estetik değerlerin koşullarından çok ayrıdır.
Hatta bu iki değer alanını birbirine karşıt saymak yanlış olmaz. Ortak
oldukları yan her türlü değerin insanın geleceğiyle ilgili olması yönündendir.
İktisadi değerler bilimin yargılarıyla yani öznelden soyutlanmış yargılarla
ortaya koyulurlar. Ahlaki değer yargıları evrenselin özneldeki açılımıdır. En
iyisi değer yargılarını belirlerken ilgili oldukları alanların adını vererek
iktisadi değer yargıları, ahlaki değer yargıları ve estetik değer yargıları
deyimlerini kullanmaktır. İktisadi değer yargıları doğrudan doğruya yararla
ilgilidir. Ahlaki değer yargıları dolaylı olarak yararla ilgilidir. Estetik
değer yargılarının yararla hiçbir ilişkisi yoktur. Estetik değer yargıları
ancak sonuçları açısından yani insana getirdikleri iyilikler açısından yararla
ilgili olabilirler.
Biz burada ahlaki değer
yargılarının niteliği üzerinde duracağız. Ahlakta da estetikte de araştırmaya
konu olan insan geleceğe açık olmakla bir amaç varlığı olarak
belirir. Estetiğe konu olan sanatta da doğrudan doğruya ahlak alanında da insan
geçmişiyle olduğu kadar geleceğiyle insandır.
“Amaç” terimi bize doğrudan doğruya geleceği duyurur. İnsan
gelecek içindir, geçmişini de geleceği adına kullanır. Bilmediği ama
tasarlamaktan geri durmadığı bir gelecek için çalışan tek varlık insandır.
Ahlakta insan kendinde bir evrenseli belirler ve onaylar. Bu belirleme ve
onaylama daha önce de söylediğimiz gibi estetikte olduğunun tersine evrenselden
öznele doğru olur. Ahlakta öznelden çıkarak evrensele ulaşmak yerine evrenseli
kendimizde buluruz. Özel olanın evrensel olanla uyuşumudur bu. Ahlakta yalnız
kendimiz için değil herkes için kurallar düşünürüz. Herkes için düşündüğümüz
kurallar ahlakın alanını oluştururlar. Her kişinin kendi geçmişinden kalkarak
herkes için bir şimdi ve bir gelecek tasarlamasıdır bu. Ahlakı özgür bir
belirleme alanı kılan da evrenselin öznelde temellendirilmesidir. Bu durumda
ahlaktan değil de ahlaklardan sözetmek kaçınılmaz olacaktır. Gerçek ahlak açık
ahlaktır yani özgürlük ahlakıdır. Bireyin belirlemediği bir ahlak kuralı gerçek
anlamda ahlak kuralı değildir. Genelgeçer ahlak kuralları ahlakın ahlakdışı
kurallarıdır. Dıştan benimsetilmiş bir ahlakın ahlakla değil ahlaksızlıkla
ilgili olabileceği kesindir. Ahlakta herhangi bir zorlama bize hemen ahlakdışmı
düşündürecektir. Ahlakta zorunluluk özgürce ortaya konulmuş bir zorunluluktur.
Ahlakta kişi kendini kendi bilincinde ve insanlığın ortak bilincinde bulduğu
evrensellere göre güdümler.
Öyleyse ahlakın dayanakları bizim
bilinç koşullarımızda oluşurlar. Bu durumda her gerçek ahlak, varlık nedenini
bireyin genel insanla ilgili felsefi bakış açısında bulur, bir başka deyişle
bireyin dünya görüşünde bulur. Belli bir dünya görüşü olmayan kişiler ahlak
kurallarını dıştan edinmek zorundadırlar. Onlar için göreneklerin katı
belirleyici yapısı kaçınılmaz bir dayanak oluşturacaktır. Kendi kafalarıyla
düşünmeyi beceremeyenler ortak bir bilincin kalıplarına uymak zorunda kalırlar.
O koşulda ahlak değeri dediğimiz şey
bir toplumun önyargılarından oluşmuştur. O durumda ahlakın
özgür seçişle ilgili olamayacağı, bir yaptırımdan başka bir şey olamayacağı
açıktır. Yaptırım özgürlüğü kesin bir biçimde ortadan kaldırır ve insana körü
körüne uyma zorunlulukları getirir. Böylesi bir ahlak tutsaklık ahlakından
başka bir şey olmayacaktır. Buna karşılık özgürlük ahlakı her zaman önericidir,
evrensel kılınması gereken bir takım değerler ortaya koyar yani insan için
indirgenemez amaçlar sunar.
Bilincin temel özelliği yönelgenliktir,
bu yönelgenlik ahlakta önericilik olarak kendini gösterir. Önermek zorlamak
demek değildir. Ahlaki zorunluluklar özgürce seçilmiş zorunluluklardır ya da
öyle olmalıdır. Buna göre gerçek ahlak aykırı ahlaktır, özellikli bir
kavrayışın ürünü olmakla yadırgatıcıdır. Gerçek aydın ahlakı bir yönelgenlikte
kendini ortaya koyarken başka ahlaklarla çatışmaya girer. Bu çerçevede gerçek
aydın ahlakı bilgiyi gerektirdiği kadar davranışlarda tutarlılığı gerektirir.
Gerçek aydın hayır demeyi bilen kişidir. Evet demek herkesin kolayca
yapabileceği bir iştir, hayır demek yürekliliği gerektirir. Bu yüzden pekçok
kişide ahlak ikili ya da ikiyüzlü bir yapı ortaya koyar. İnsanlar çok zaman
kendi ahlak değerlerini kalın ve sırıtkan maskelerin arkasına gizlerler ve genelgeçer
ahlakın yaptırımlarını istemeyerek de olsa benimserler. Bu noktada ahlakın
ahlaksızlığı kendini gösterir. Büyük ahlaklılar ve hatta büyük
ahlakçılar çok zaman büyük ahlaksızlar arasından çıkarlar. Kendi ahlak
değerlerini oluşturamadığı için genelgeçer ahlak kurallarını benimsemiş olan
kişiye ahlaksız diyemeyiz ama kendi ahlak değerlerini sakıncalı görüp
genelgeçer ahlak değerlerini benimseyenlere rahatça ahlaksız diyebiliriz.
BAUDELAIRE’İN PLATON’CU
DÜNYASI
Büyük fırtınaların gelmekte
olduğunu bize biraz garip bir dille ilkin Jean-Jacques Rousseau bildirmişti.
Olan ve olacak olan mutsuzluklardan onun bilimleri ve sanatları sorumlu tutması
biraz şaşırtıcıdır. Bilime ve sanatlara böyle- sine bir suç yüklemenin pek de
doğru bir şey olmadığını biliyordu o. Ne var ki bir takım kötülükler bilimlerin
ve sanatların sırtından üretilmekteydi ya da getirilmekteydi. Yeni yaşam
koşulları o kadar da çekici değildir. Baudelaire dönemi
sanayileşmenin doğurduğu sorunlar çerçevesinde tam anlamında bir toplumsal
kaygılar dönemidir. İşsizlik, nüfus artışı, açlık, güvensizlik bir dönemin
insanlarına kolay kolay giderilemez kaygılar getirmişti. Baudelaire
Les fleurs du mal (Kötülük çiçekleri) için yazdığı bir önsöz
denemesinde şöyle der: “Fransa bir bayağılık döneminden geçiyor. Evrensel ahmaklığın merkezi
ve ışığı Paris . Molière ’e ve Béranger’ye
karşın Fransa’nın ilerleme yolunda büyük atılanlar yapabileceğine hiçbir zaman
inanılamaz. ” İnsanlık daha mutlu olmak adına mutsuzluğu elden
kaçırmış mıydı? Mutluluk hangi koşullarda gerçekleşebilirdi? Bunun çeşitli
yorumları yapılmıştır. Örneğin Hegel kurtuluşu Al
manların üstün niteliklerinden bekliyordu. Marx mutluluğu
devrim koşuluna bağlayarak gelecek zamanlara aktarmıştı. Mili tam bir İngiliz
gerçekçisi olarak yaşamın yeniden düzenlenmesini öngörüyordu. Spencer
yaşamda sürekli evrimi varsayarken temelde metafizik bir devrim fikrine
bağlanmıştı. Nietzsche insana yaraşır bir yaşam düzenini
insanın küçüklüklerinden arınmasında görüyordu. Bentham hazlar aritmetiğinden
sözediyor, Malthus gözümüzü korkutuyordu: nüfus artışı geometrik bir artıştır,
besin maddelerinin artışı aritmetik bir artıştır. Bu yeni zamanlar
tedirginliğini iyi anlayamazsak bir Rousseau’yu, bir Baudelaire’i
gerilikle suçlayabiliriz. Baudelaire lambaların aydınlığında dünyanın ne
kadar büyük, anıların gözünde dünyanın ne kadar küçük olduğunu söylerken
düpedüz yüzyılının gelişimleri karşısında tedirgin bir kişidir.
Tedirginliği onu bir tür kaçışa
yöneltir. Gidilebilir, ka- çılabilir, sığınılabilir bir yerler olmalı. Kaçışın
felsefi dayanakları Platon’un Orpheus-Pythagoras geleneğinden beslenmiş olan
ülkücü felsefesinde vardır. Sokrates baldıran ze- hirini içmeden az önce gerçek
gerçeklikler dünyasına gidiyorum diye sevinmiyor muydu? Baudelaire şiirinin içinde gizil bir Platon seyirir, zaman zaman
belirginleşerek ya da su yüzüne çıkarak. Örneğin Elévation (Yükseliş)
şiiri bu Platon’cu yönelimin en belirgin örneğidir, bize bu kokmuş bataklıktan
kurtulmamızı, daha üstün havalarda kendimizi arındırmamızı önerir. Ondaki "esir”
kavramı bile tek başına bunaltılı bir ruhun kurtuluş istemini dile getirir.
Vadilerin, dağların, ormanların, bulutların, denizlerin üstünde, hatta güneşin,
esir’in ve daha birçok şeyin ötesinde bir başka yaşam vardır, o özlenir. Bir
tür İdea’lar dünyasıdır sözkonusu olan. L’invitation au voyage (Yolculuğa
çağrı) şiirinde Baudelaire her şeyin düzen ve güzellikten başka
bir şey olmadığı, her şeyin lüksten, dinginlikten ve şehvetten başka bir şey
olmadığı bir dünya tasarlar. Kısacası bize her zaman
kaçışları düşündürecek güç bir dünyanın çemberlerinde sıkışıp kalmış
durumdayızdır. İşte burada hıristiyan ahlakının iyi ve kötü karşıtlığı ya da
Tanrı ve Şeytan ikilemi çıkar karşımıza. Au lecteur (Okuyucuya)
şiirinde şair bizi oynatan ipleri şeytanın tuttuğunu söyler. Her gün Cehennem’e
doğru bir adım daha atıyoruz. Bir yerde şunları söyleyecektir Baudelaire:
“Tanrı ya inanmaktan daha zor Tanrı ’yı sevmek. Tersine, hu yüzyılın
insanlarına şeytana inanmak şeytanı sevmekten daha zor. ” Baudelaire bir başka yerde şöyle der: "İnsanda
her an bir arada bulunan iki yönelim vardır, bunlardan biri Tanrı ’ya öbürü
Şeytan 'a doğrudur. Tanrı 'ya ya da ruhsallığa doğru yönelim derece derece
yükselme arzusudur, Şeytan ’a ya da hayvanlığa yönelimse bir iniş sevincidir. ”
Bu dünyada iyiyle kötü birbirini tümleyen iki güçtür.
Les fleurs du mal
(Kötülük çiçekleri) baştan sona açık ya da örtülü bir biçimde
yüce olanla aşağı olanın, tanrısal olanla şeytani olanın karşıtlığını duyurur.
Hıristiyan inancındaki kökel günah ’ı anlatmak istercesine mal
’i yani kötülüğü yaşamın temeline yerleştirir Baudelaire. Böylesine
kötülüklerle örülmüş bir yaşam yaşanılası bir şey midir? Yaşam bize
sunulmuştur, verilmiş ve sanki zorla benimsetil- miştir. BaudelaireTe ilgili
bir yazısında Marie-Jeanne Dury şöyle der: “Baudelaire bu dev
gibi dünyayla başedebile- cek güçte değildir. ” Yazara göre dünya
ve şu
an Baudelai- re’e düşmandırlar. Şeytan ve Tanrı karşıtlığı bir
Aşağı ve Yukarı ayrımını kendiliğinden getirir. Yükseliş
buna göre Tan- rı’ya doğru yükseliştir. Gene de Baudelaire’in Şeytan’ı
lanetleyip Tanrı’dan yana çıktığını düşünmek doğru olmaz. Birinden birine
yönelmek gerekiyorsa, Şeytan belki daha da çekicidir. Clément
Borgal’in dediği gibi: “Tanrı duyarsız ve yantutucudur. Şeytan
iyidir ve kimseyi kimseden ayır-
maz. "
Önce kötüyü tanımak, kötüyle içli dışlı olmak, kötünün bilincine ulaşmak
gerekir. Ayrıca şu garip dünyada ne iyi adına kötüden, ne kötü adına iyiden
geçebilirsiniz. Bau- delaire’in gerçekçi bakışı burada belirginleşir: kötüsüz
iyi ve iyisiz kötü anlamsızdır. “Baudelaire kendinde kendi 1yi- ’sini ve kendi Kötü ’sünü yaratmak
gerekliliğini duyar ” der Clément Borgal. “Ölüm sevgisi bende yaşam sevgisiyle birlikte oldu” diyen
bir Baudelaire için bu çok doğaldır.
İnançlı her kişi doğada tamgüçlü
bir Tanrı’nın belirtilerini bulacaktır. Bir inançlı için tüm doğa tepeden
tırnağa Tan- rı’nın simgeleriyle doludur. O simgeler Tanrı’ya yükselmemiz için
(Tanrı’ya kavuşmamız için değil elbet) sayısız olanak sağlar. Baudelaire
böyle bir gözle, böyle bir inançlı gözüyle mi bakar dünyaya? Buna evet
demek de hayır demek de çok güçtür. Tanrı varsa doğada onun belirtileri de
olacaktır. Öte yandan doğalcı diye nitelendirilebilecek kadar doğaya bağlı
olan, ikide bir doğadan sözeden ve şiirlerindeki simgeleri daha çok doğanın
nesneleriyle kuran ya da daha doğrusu doğal nesnelerin adlarını kullanarak
oluşturan Baudelaire doğal olanda her zaman olumsuz,
yetersiz, itici bir şeyler bulur. “Kadın
doğaldır yani iğrençtir” der bir
yerde. Doğal her zaman sıradandır, böyle olmakla çekici değildir hatta pekçok
durumda itici olabilir. Böylece bir doğal ve insani karşıtlığı çıkar ortaya. Baudelaire sıradan bir inançlı ya da sıradan bir duygucu gibi bir
doğa yüceltmeciliğine yö- nelmeyecektir. “Doğal olan
her şeyi, arı doğal insanın eylemlerini ve arzularını gözden geçirin,
ayrıştırın, onda korkunçtan başka bir şey bulamayacaksınız. ”
Gene de insan doğadaki varlıktır, doğayı kendi gözüyle yani insan gözüyle
görür. Baudelaire’in duygucu bir yanı varsa da onun
duyguculuğu doğa yüceltmeciliğine kadar uzanan bir duygu- culuk değildir.
İyiyle kötü arasında salman insan
dünyası mutluluktan daha başka bir şeyin peşinde olmalıdır. Sartre’m onunla
ilgili olarak söylediği şu bilinen sözler insanla dünya ilişkisini açıklamak
bakımından çok önemlidir: “Mutlu insan
ruhunun gerilimini yitirmiştir, düşmüştür. Baudelaire hiçbir zaman mutluluğu
benimsemeyecektir, çünkü mutluluk ahlakdışıdır. ”
Değerlerin birbirine girdiği, insan yaşamının altüst olduğu bir dünyada
mutluluk’un tek başına neyi anlattığı belli midir? Mutsuzluk şaşılası bir şey
değildir. ’’İçinde mutsuzluk bulunmayan
herhangi bir güzellik tanımıyorum ”
der o. Mutlulukta sanki yıkıcı bir şeyler vardır, insana yan çizen bir şeyler
vardır. Önemli olan aramaktır. Deha arayıcıdır. Deha her arayışında çocukluğun
yetkinleşmiş yöntemlerini kullanır. Baudelaire dehayı “isteyerek bulunmuş çocukluk” diye
tanımlar. Çocuk her şeyi iyi ve doğru görür, çocuk sağlam bir görücü’dür. Şöyle
der Sartre: “Ona göre çocuk her şeyi yenilik
içinde görür, çocuk her zaman sarhoştur. ”
Çocuk denilen varlık yaratıcıdır, yaratıcı da çocuktur. Çocuk her zaman
düşlerde yaşar, düşleriyle yaşar. “İnsanı
bayağı ilgiler düzeyinden yukarılara çıkarmak” isteyen
sanat bunu ancak çocukluğu yetkin ussallığa ulayarak yapabilir. Bu çocuksu
bakış dizgelerin ve katı yöntemlerin dışında kendini ortaya koyar. Dizge
dediğimiz şey sanatı boğup öldürebilir. Baudelaire dizge konusunda şöyle der: “Bütün dostlarım gibi ben de birçok defa bildiğim gibi
önerebileceğim bir dizgeye bağlanmak istedim. Ancak bir dizge bizi sürekli bir
sapmaya yönelten bir tür tutsaklıktır. ”
Dizgeden korkan Baudelaire
felsefeden korkmaz, filozofça bir bakışın ya da bir kavrayışın sanat için bir
zorunluluk olduğunu bilir. “Bana doğru
olanı açık açık gösteren felsefi bir zihnim var” der,
“Kendimde felsefi düşünüşümün doğruluğuna hayran oluyorum” der.
Poulet-Malas-
sis’e yazdığı 20 mart
1851 tarihli mektupta da şöyle diyecektir: “Benim gibi siz de yavaş yavaş felsefenin her şey olduğuna
inanın. ” Bu felsefi bakış bir yandan onun şiirine geniş
çerçeveli bir anlatım gücü kazandırırken bir yandan da onu sağlam bir estetikçi
kavrayışına ulaştırır. Çağdaş estetiğin temellerini atan birkaç kişiden biridir
o. Gerçekte her sanatçı güzel üzerine bir takım görüşler geliştirmiş olmalıdır.
Güzel her şeyden önce insani bir inceliği gerektirir: “Bir sanatçı güzel üzerine incelmiş duyarlılığıyla sanatçıdır,
bu duyarlılık ona başdöndürücii sevinçler sağlar, aynı zamanda biçimsellikle
ilgili ve oransızlıkla ilgili gene incelmiş bir duyarlılık içerir, barındırır. ” Böylece güzel
doğada hazır bulunmuş bir değer olmaktan öteye geçer. Güzel dehanın biçimbozmalarla
elde ettiği bir güçtür, o her şeyden önce yepyeniyle ya da özgünle ilgili
olmalıdır. Bu yüzden güzel gariptir, şaşırtıcıdır: “Güzel her zaman gariptir. Böyle derken güzelin bile
isteye, buz gibi garip olduğunu söylemek istemiyorum. Öyle olsaydı, yaşamda
yoldan çıkmış bir ucube olacaktı. Ben onun biraz gariplik içerdiğini, uçucu bir
gariplik, istenmemiş, bilinçdışı bir gariplik içerdiğini, güzeli güzel yapanın
da bu gariplik olduğunu söylemek istiyorum. ” “Güzel her zaman şaşırtıcıdır,
ancak şaşırtıcının her zaman güzel olduğunu düşünmek saçma olur. ”
Evet, doğada güzel yoktur. Daha
doğrusu bizim sanatta görmeye alıştığımız güzel doğada yoktur. Daha da doğrusu
doğada sanat yoktur. Biz her zaman nesnelere bakışımızı yükleriz, kendi görme
özelliklerimizi giydiririz, düşüncelerimizi ve duygularımızı yansıtırız. “Bir doğa görünümü diye adlandırdığımız şu ağaçlar, dağlar,
sular, evler topluluğu güzelse kendinden güzel değildir, benden ötürü, benim
kendi gücümle güzeldir, ona bağladığım fikirle ya da duyguyla güzeldir. ”
Evet ben nesneye kendimi yansıtırım, öte yandan nesnede kendimi görmek isterim.
“Ben bir tabloyu çok zaman yalnızca ruhuma vereceği
düşünceler ve düşlemler toplamıyla değerlendiririm. ”
Böylece insan güzeli doğada ama kendince yaratır. Hazır güzel yoktur. Güzel
bizim dünyamızı bize gösteren şeydir. Güzelde tepeden tırnağa insan vardır.
İnsanın kendiyle kavgası vardır. İnsanın mutsuzlukları vardır. “İçinde mutsuzluk bulunmayan herhangi bir güzel tanımıyorum
” der Baudelaire. Böylece güzel’in eski anlamından
çağdaş anlamına geçilmiş olur. Güzel kavramı bundan böyle bize her şeyden önce
bir insan araştırmasını düşündürecektir.
Bu koca dehanın altında sanki çok sorunlu cılız bir ruh yatar. O ruhun
temel özelliği kendini her zaman yalnız, her zaman kimsesiz duyuyor olmasıdır. “Çocukluğumdan beri yalnızlık duygusu... ”
diye özetler durumunu. Her deha gibi o da kendine hayrandır, kendini ayrıcalı
bir varlık olarak algılar. Babası ölür ölmez annesinin bir başka adamla
evlenmesi onu derinden yaralamıştır. Başkasına yapılabilse de bana yapılamaz bu
diye düşünür. Çünkü o çok özeldir. Buna göre yaşamı tam tamına bir uyumsuzun
yaşamı olacaktır. Bu çelişkili ruh yaşamla ölüm arasında gider gelir: “Küçükken yüreğimde iki çelişkili duygu vardı: yaşam
korkusu ve yaşam coşkusu. ” Gerçekte bu çelişkili
duyguyu o hep yaşamıştır. Belki de dehanın ya da her kişinin kaçıp
kurtulamayacağı bir duygudur bu. Baudelaire annesine yazdığı 5 haziran 1863
tarihli mektubunda şöyle der: “Eğitimimi
anlatırken düşüncelerimin ve duygularımın nasıl oluştuğunu anlatırken kendimi
dünyaya ve dünyanın inanışlarına ne kadar yabancı duyduğumu anlatmak istiyorum.
” Şiirleri bize tepeden tırnağa dünyaya bir türlü
yerleşememiş, dünyanın kıyısına ilişip kalmış, orada acılar içinde kıvranıp
durmuş bir yalnızın şiirleri olarak görünür. Gene de bu şiirler bütün insana,
evrensel insana açılırlar. Onlar tek kişinin verimsiz dünyasına kapanıp kalmış
değillerdir.
Baudelaire’in şiiri şiirde bir
devrim oldu, Les fleurs du mal eski
sanattan yeni sanata geçiş yeri sayıldı. Almanya’da Baumgarten’la ve Lessing’le
başlayan o yeniye açılış devinimi Baudelaire’de bir devrim olarak gerçekleşti. Baudelaire’i en iyi anlamış sanat adamlarının başında Valéry
vardır. O der ki: “Les fleurs du mal
tarihsel şiirleri de destanları da
içermez. Onda öyküye dayanan tek bir şey yoktur. Onda felsefi söylevler de
görülmez. Siyaset hiç yoktur. Tanıtlamalar çok azdır, olduğu zaman da
anlatımcıdır. Onda her şey güzelliktir, müziktir, güçlü ve soyut tensel
liktir... Görkem, dinginlik ve şehvettir.” Gaëtan Picon’a göre Baudelaire’in şiiri bir ecce homo şiiridir.
Şöyle der Gaëtan Picon: “Baudelaire ’in yapıtı öbürleri gibi bir şiir yapıtı değildir, o bir
devrimdir, yüzyıla damgasını vuran tüm devrimlerin en önemlisidir. (..) Les fleurs
du mal ’in yayımlandığı yıl olan 1857 bir çağı başlatır, bizim
çağımızı. ” Baudelaire o zamana kadar geçerli olmuş bütün
anlayışları aşıp geçen bir şiir geliştirdi. Duyguculuğun sona erdiği bir
dönemde o duyguculuktan yana çıkıyor ve “Benim için
duyguculuk güzelin en yakın ve en etkin anlatımıdır” diyordu.
Artık bu duyguculuk o duyguculuk olamazdı. Bunu kendisi de biliyor ve şöyle
diyordu: “Büyük bir şair olmak ama ne Lamartine ne Hugo ne Musset olmak!” Bu gerçek
deha böylece bize hızla değişen bir dünyada yepyeni bir sanatın kapılarını
açtı. O kapıdan Verlaine’ler, Rimbaud’lar, Mallarmé’1er, Apollinaire’1er, Aragon’lar
ve daha başkaları girecektir.
Haz deneyi duyumla ilgilidir, dış
duyumla ya da iç duyumla. Kendi kendinin hazzı olmaz, haz herhangi bir şeyin
hazzıdır. Esenlik duygusu başka haz duygusu başkadır. Esenlik duygusu kendVnin
duygusudur. Kendi kendinin acısı da kendi kendinin hazzı da yoktur. Bir şeyden
haz duyarız ya da bir şeyden acı duyarız. Kendimden acı duyuyorum demez kişi de
enayiliğimden acı duyuyorum ya da annemi yitirdiğimden acı duyuyorum der. Nasıl
bilinç herhangi bir şeyin bilinciyse haz da acı da herhangi bir şeyin hazzı ya
da acısıdır. Haz nesnesi de acı nesnesi de genelde tam olarak belirgindir ya da
en azından büyük ölçüde belirgindir. Belirsiz bir şeyin hazzını yaşamadığımız
gibi belirsiz bir şeyin acısını da çekmeyiz. Ancak haz da acı da ben’den ya da
merkezden başlayarak evrensel bir genişlikte kendini ortaya koyar diyebiliriz.
Bilinç kendini evrensel bir bilincin özgün bir parçası olarak duyar. O evrensel
bilincin ortasında yer alır. Öyleyse haz da acı da her zaman benim varlığımla
ya da ben’in varlığıyla sınırlı bir alanın konusu ya da ürünü değildir. Haz ve
acı böylece benden başlayarak dalga dalga evrene kadar uzanır. Kabaca
söylersek, insan yalnız kendi acılarını değil
başkalarının acılarını da çeker, yalnız kendiyle ilgili
olanın hazzını değil başkalarıyla ilgili olanın hazzını da yaşar. Şöyle diyordu
Nietzsche: “Bence siz henüz yeterince acı
çekmiyorsunuz! Çünkü siz kendi acınızı çekiyorsunuz, insanın acısını
çekmiyorsunuz. Tersini söylerseniz yalan söylemiş olursunuz. Siz hiçbiriniz
benim acı çektiğim şeyden acı çekmiyorsunuz. ”
Gerçek anlamda yetkin bilinçler insan olmakla ilgili hazları ve acıları
yaşarlar. Kebap yemeye oturmuş bir kişinin hazzı tek kişiliktir. Savaşları
düşünen bir insanın acısı tek kişilik değildir.
Ben’in bittiği ve başkası’nın ya
da dünyanın başladığı belli bir sınırdan, belirgin bir çizgiden sözedemeyiz.
Ben ve dünya içiçe girmişlerdir. Dünyadan baktığınız zaman ben’i, ben’den
baktığınız zaman dünyayı görürsünüz. İç duyum dış duyuma, dış duyum iç duyuma
zorunludur. İçimizde de dışımızda da ben’in sınırlarını çok aşan koskocaman bir
dünya vardır. Dış dünya da vardır iç dünya da vardır, ancak her ikisi bir bütün
oluştururlar. Bir başka deyişle salt iç duyum ya da salt dış duyum olmadığı
gibi yalıtık bir iç dünya ve tam tamına nesnel bir dış dünya da yoktur. Bütün
bir dünya ben’de içselleşir. Duyum bizi acıya ve hazza bağlar. Haz ve acı
sorununu salt algı düzeyine indirgemek ya da algıyla sınırlamak doğru olmaz.
Acı ve haz insanda duyum basamağından duygu basamağına, oradan da düşünce katma
kadar açılır, yani o tüm ruhsallıkla ilgilidir. Acı da haz da bütün bilinci
kaplar, ona kendi renklerini verir, onu kendi özellikleriyle donatır, bunu
yaparken geçici olmasına karşın dönüştürücüdür. Olumsuz bir yaşantıyı ya da
fikri algıladığımızda da olumsuz bir nesneyi algıladığımızda da acı duyarız.
Olumlu bir yaşantı ya da fikir ve olumlu bir nesne bize haz verecektir. Onların
olumlu ya da olumsuz oluşları kendileriyle ilgili değil bizde yarattıkları
etkiyle ya da yaşamsal sonuçla ilgilidir. Haz nesnesi bizimle haz nesnesidir,
acı nesnesi de bi-
zimle acı
nesnesidir. “Önem baktığın şeyde olsun bakılan
şeyde değil” der André Gide.
Bir süre henüz oluşmamış bir
bilinçle varlığımı sürdürmüş olsam da ya da daha başlangıçta ben bu dünyanın
bir yabancısı olarak yaşamış olsam da artık bilinçli bir kişi olarak bu
yetersizliği ya da bu yabancılığı çoktan aşmışımdır. Artık iyi kötü bilinçli
kişiyimdir. İç dünya nasıl benimse dış dünya da benimdir. Dış dünyaya
yöneldikçe iç dünyamı zen- ginleştirmekteyimdir, iç dünyamı zenginleştirdikçe
dış dünyaya daha da sağlam yerleşmekteyimdir. Çeşitli yabancılıklarım ya da
yabancılaşmışlıklarım olsa da iç dünyama da dış dünyama da yabancı değilimdir.
Dış dünyada algıladığım her yeni şey daha önceki deneylerim nedeniyle ussal
kökleri bilincimde zaten bulunan şeydir. Hiçbir şey boşa yaşanmamıştır, deney
oluşturmak açısından her yaşantı altın değerindedir. Gerçekte hiçbir deney
mutlak biçimde yeni değildir. Bir kuş cinsi benim için yeni olabilir ama kuş
benim için yeni değildir. İlk olarak gördüğüm ve buna göre biçimiyle ve
renkleriyle ilk olarak karşılaştığım bir kuş bu yüzden beni hem şaşırtır hem
şaşırtmaz. Buna göre olağanüstü hazlar ve olağanüstü acılar yoktur, ancak büyük
hazlar ve büyük acılar vardır. Ölümün ne olduğunu bilirim ama bir annenin
ölümünün ne anlama geldiğini annem ölünce anlarım. Demek ki her yeni benim için
hem yenidir hem yeni değildir. Hiç yeni olmayan bir şey haz vermez acı da
vermez. Hazzı ve acıyı alışkanlıklar küllendirir. Demek ki dış dünyamda ve iç
dünyamda algıladığım bir şey bana büsbütün yabancı bir şey değildir: bilincimde
onun varlığına gerekçe sağlayan öğeler zaten vardır. Daha önce hiç görmediğim
bir meyvayı görüp tanıdığımda onu meyva kavramının altına yeni bir kavram
olarak yerleştiririm, o da elmanın, armutun ve öbürlerinin yanında yerini alır.
Gene de bir yakınlıklar ve
yabancılıklar tablosu düşün-
mem doğru olur. Bu tablo hazlar ve acılar ya da daha genel
anlamda olumlu duygular ve olumsuz duygular yelpazesinin koşullarını belirler.
Ayrıca hazlar ve acılar açısından kendi bilinç koşullarım çerçevesinde dünyanın
çeşitli nesneleri karşısında önyargılı olmam doğaldır. Bu önyargılar çok özel
durumlarda ortadan kalkabilir. Bir çiyan gördüğümde irkilirim. Bir akrebin görüntüsü
beni havaya sıçratır. Ancak akrebi avucunda hoplatanlar ya da yılanı boynuna
dolayanlar da vardır. Bilinç koşullarıma ters düşmeyen bir nesne gördüğümde
duygularım dengede kalır. Kahvede oturuyorum, önümden bir otomobil geçiyor. Bu
otomobil kendisiyle özel bir ilişkim yoksa bana ne haz ne de acı verecektir.
Bilinç koşullarıma uygun bir nesneyi örneğin bir uçuç böceğini gördüğümde
sevinç duyarım, hatta duygu dünyamın özelliklerine göre çocuksu bir heyecana
bile kapılabilirim. Onu dalgınlıkla ayağımın altında ezmiş olmak bana acı
verecektir. Bütün bunlar algılama olgusunun basit bir olgu olmadığını,
özellikle duygusallık açısından son derece karmaşık bir olgu olduğunu
gösterecektir. Bu yüzden algı'yı üstalgı
'dan ayırmanın bir zorunluluk olduğunu söyleyebiliriz. Leibniz- ’den bu yana bu
ayrımı rahatça yapabiliyoruz. Algı daha çok fizyolojik bir işlevi, üstalgı
özellikle bilinçsel bir işlevi belirleyecektir. Buna göre algının üstalgıya
dönüşümünden sö- zedebiliriz. Algı yalın da olsa üstalgı karmaşıktır. Biz her
algıladığımız şeyi genel bilinç koşulları içinde yani geniş çerçevede
anlamlandırırız. Kulağıma bir çocuk sesi geldiğinde onu çocuk
sesi diye belirleyip çıkmayı düşünmem. Şöyle düşünürüm: beş
yaşlarında bir çocuk sesi... bir erkek çocuğunun sesi... öfkeli bir ses... Bu
belirlemelere birçok önceki deneyimim yardım eder. Buna göre en kaba hazlar
bile bilincin çokyapılı koşullarında azçok karmaşık anlamlar kazanırlar.
Bilinç yalnız alıcı
değil aynı zamanda kurucudur. Bilin-
cin yönelgenliği yani etkinliği onun kuruculuğunun temel
koşulunu oluşturur. Bilinç nesnel düşünce bileşimleri oluşturduğu gibi haz ve
acı öğeleri de kurar. Yetkin bir bilinç kendi için haz öğeleri oluştururken acı
öğeleri kurmamaya özen gösterecektir. Hazza yönelinir, acıdan kaçılır. Ancak
yaşamın koşulları ve ona bağlı olarak bilinç durumları hazza tam yönelişin ve
acıdan tam kaçışın koşullarını oluşturmaya uygun değildir. Acıdan kaçmak her
bilincin temel eğilimidir. Ne var ki bilincin kendiyle ve dış dünyayla her
çeşit ilişkisi hazzı getirdiği gibi acıyı da getirecektir. Oysa insan olmanın
zorunlu koşulları içinde önemli olan hazzı ve acıyı ölçülü yaşamaktır,
yaşayabilmektir. Yetkin bilinç acıyı ve hazzı belli bir ölçülülükte yaşar. O
yüzden bilge kişiler dıştan bakıldığında haz duymayan ve acı çekmeyen kişiler
gibi görülürler. Kendini bilen kişi acıyı yaşamak adına kendini yerden yere
atmayacaktır. Bilge için sevinci yaşamak hiçbir zaman zil takıp oynamak
anlamına gelmez. Acıyı yüreğine gömmek dediğimiz şey bilgelere özgüdür. Bilinç
hazlar oluşturmak adına eylem koşulları yaratır. Hazzm temel formülünü Gide şu
sözlerle duyurur bize: “Eylem iyi
mi kötü mü diye düşünmeden eylemde bulunmak. Bu iyi mi kötü mü diye kaygı
duymadan sevmek. ” Buna göre hazza yöneliş
belli bir atılganlığı gerektirir.
Sıradan bilinçler için belli
sevinç ya da acı biçimleri vardır. Onlar elde edince sevinmek ve yitirince acı
çekmek gibi kalıplı bir yönelimi benimserler. Evet, onlar sevinçlerini ve
acılarını bireyselliğin dar koşulları içinde yaşarlar. Başkaları için sevinmek
ve başkaları için acı çekmek yetkin bilinçlere ya da bilgelere özgüdür. Bilge
kişi sıradan kişiye acı çekmesi gerektiği yerde acı çekmeyen, acı çekmemesi
gerektiği yerde acı çeken garip bir varlık olarak görünür. O bir delidir belki
de. O aykırı kişidir, uyarsız kişidir, hatta tutarsız kişidir, bozguncu bile
olabilir. Aklını başkalarıyla
bozmuş bir dedikoducu olabilir mi o? Sıradan bilinç bencil,
yetkin bilinç özgecidir. Bilge kişi başkalarında başkalarıyla yaşar. Buna ben ’in öldürülmüş olması demek
istemiyorsak ben’in eğitilmiş olması diyebiliriz.
Bilgelikte haz ve acı yoğun biçimde evrensele yönelir, bütün sınırları aşarak
dünyaya kavuşur. Bu yüzden bilgelik ahlakı zorunlu olarak gerçek aydın ahlakıdır.
Bilge kişi yalnızlıkta ya da tek kişi olmada bütün bir dünyayı kucaklar.
Bilgeleşmek basit haz- lardan ve basit acılardan yalın hazlara ve yalın acılara
geçmek anlamına gelir. Basit hazlar bilge için gündelik şeylerdir, olsa da olur
olmasa da olur şeylerdir. Büyük hazlara ulaşacak gücü olmayanlar küçük hazlarla
yetinmek zorundadırlar. Büyüklüğün bir tavanı olsa da küçüklüğün bir tabanı yok
gibidir, çok büyük ölçülerde büyükleşemese de çok büyük ölçülerde küçülebilir
insan.
Bu çerçevede bir hazlar
basamağından, hatta bir acılar ve hazlar basamağından sözetmek olası mıdır?
Elbette olasıdır. Ama bu konuda bir şema çizmeye kalkmak yanlışa düşmek olur.
Böyle bir tutum işi iyice karıştırmak anlamına gelir, hele hazların ve acıların
duygularla ilişkili olduğunu ve duygu dünyamızın son derece kaygan ya da hatta
kaypak olduğunu düşününce. Maddi
hazlar ve manevi
hazlar ya da maddi
acılar ve manevi
acılar ayrımı da yanlış, yanlış olmasa bile kaba
bir ayrım olacaktır. İnsanın maddi dünyadan ayrı bir manevi yaşamı
olamayacağına göre bu bağlamda bir hazlar ve acılar sınıflaması yapmak tam
tamına metafizikte boğulmayı getirebilir. Bu ayrım olsa olsa ahlaki açıdan
sözkonusu olabilir: aşağı düzeyde hazlar ve üst düzeyde hazlar ayrımı ahlakın
zorunlu kıldığı bir ayrım olacaktır. Dinci filozof Malebranche
Tanrı'ya yönelen hazzın bütün hazlardan üstün »Iduğunu söylüyordu. Montesquieu de “Aşkın
sefahate üstünlüğü hazların çokluğuyla ilgilidir” der.
Kimse tecavüz etme hazzının bir buluşu gerçekleştirme hazzıyla aynı anlama
geldiğini söyleyemez. Gene de ahlaki açıdan da olsa bir hazlar ayrımına
yönelmek tehlikeli olabilir. Ancak herkesin hayır diyemeyeceği bir gerçek
vardır, bu da hazda ölçülülüğün önemli olduğu, aşırı hazların acıyı çağrıladığı
gerçeğidir.
Kaba bilinçler içgüdülerinin
belirleyiciliğinde kaba haz- lara yönelirler, bu yönelimlerinde bir yandan kaba
hazları yaşarken bir yandan da kaba acılara düşerler. Yetersiz bilinç en yüce
diye belirlediği bir değeri bile kabasaba ölçüler içinde yaşayacaktır. Kaba
hazlar her zaman kaba acıları doğururlar. Kaba hazların hiçbir acı doğurmadığı
durumlar bireyin kendi bilinç koşulları içinde hiçbir değere yer vermediği
durumlardır. Sıradan bilinç genelde uyumsuz ve acılı bilinçtir, yaşama gerçek
anlamda uyarlanma koşullarından uzaktır. Yemek yemek, cinsel ilişkide bulunmak,
yalan söyleyip çıkar elde etmek, bayağı işlerle oyalanmak... onun işidir. O
kurnazdır, hırsızlıklarına ikiyüzlülüklerine ve dolandırıcılıklarına bile bir
ahlak örtüsü örtmeyi iyi bilir. Yetkinleşmemiş bilinçler düzayak heyecanlarla
oyalanırlar. Alt düzeydeki bilinç tüm önemsiz şeyleri yaşama temel anlamlarını
kazandıran vazgeçilmez kaynaklar olarak değerlendirir. Tennessee Williams’ın Kızgın damdaki kedi’sinde
Büyükbaba oğlu Brick’e şöyle der: “Evet oğlum,
insan denen hayvan ölümlüdür, pekiyi ne yapıyor buna karşı? Ben sana
söyleyeyim, eline üç kuruş geçti mi satın alıyor, satın alıyor, satın
alıyor...Neden? diyeceksin. Çünkü bu satın aldığı dağ gibi şeylerin arasında
ölümsüz yaşamın varolduğunu düşünüyor... ”
Büyükbaba haklıdır: “İnsan öleceğini bilen tek
hayvandır, ama bu onu daha yumuşak ve daha acınası kılmıyor... ”
Bilge kişinin yaşamı dıştan
bakıldığında çok renksizdir: o gerçek bir edilginlikte yaşamakta gibidir.
Gerçekte bu bir yanılgıdır, bilgenin yaşamı dıştan öyle görünmese de etkin bir
yaşamdır. Bilge kişi hep bir şeylerin peşindedir. Zaten gerçekte mutlak
ölçülerde bilge olmak diye bir şey yoktur, bilgelik yolunda olmak diye bir şey
vardır. Dıştan bakıldığında donuk bir kişidir o: yaşamdan vazgeçmiş gibidir.
Bilgenin acı tepkileri gibi haz tepkileri de siliktir. Belki de yaşamdan hiç
tad almayan, yaşam dışında anlaşılmaz ya da anlamsız bir şeyleri yaşayan
kişidir o. Genelde böyle düşünülür. Oysa yaşamdan başka bir yaşam yoktur. Her
kişi, bilge kişi de, yaşamını yaşamın varolan koşulları içinde sürdürür.
Özellikli yaşamlar tedirgin edicidir. Bilge, dıştan bakıldığında, beyazları ve
karaları olmayan bir dünyada, kül rengi bir dünyada yaşamaktadır. Oysa her
yaşam en yoğun duygulara açıktır. Ne var ki bilge kişi her şeyi belli bir
olgunlukta yaşar. O büyük acıları ve büyük sevinçleri yaşamayan kişi değildir,
bunları dinginlikle ve anlayışla karşılayan kişidir, büyük sıkıntılardan
felaketler yaratmayan, büyük sevinçleri çılgınca karşılamayan kişidir. Bilinç ne
ölçüde gelişmişse o ölçüde duygu ve düşünce zenginliği yaşar. Bilgenin dünyası
ayrıcalıkları olan bir dünya değildir ama apayrı özellikleri olan bir dünyadır.
Bu dünya hazların dünyası olduğu kadar acıların da dünyasıdır.
Gerçek haz bilincin alıcı gücünde
değil kurucu gücünde kendini gösterir. Kaba bilinç yalnızca görür ya da edinir,
alabildiği ya da edinebildiği ölçüde. Kaba bilincin güçlü bir alıcı olduğunu
söylemek de güçtür. Bu yüzden basit bilinçler basit hazları ve basit acıları
yaşarlar. Evet, kaba bilinç yalnızca görür, oysa bakmayı
bilmek gerekir. Tutkuyla yönelmeyi bilmek gerekir. “Her
yetkin eylem şehvetle birlikte olur” der Gide. Önemli olan
görünmeyeni görebilmektir. Kurmak dediğimiz budur işte. Yetkin bilinç özgünün
kaynağıdır. Bileştirici bir güç vardır onda. Yanyana gelmezmiş gibi duran
şeyleri bir araya getirir, onlardan yepyeni bir bütün kurar. Güçlü bilinç
özellikle yaratıcıdır. O aralarında hiçbir ilişki yok-
muş gibi görünen şeyler arasındaki ilintiyi bulup çıkarmaya
çalışır. Bu özellikle sanatta karşımıza çıkan olandaki
olmayanı görmek yetkinliğidir. Yetkin bilinç aralarında
hiçbir gerçeklik ilişkisi yokmuş gibi duran şeyler arasındaki kolay sezilemez
bağlantıyı ortaya çıkarır. Kurmak yaratmaktır, aynı zamanda hazzı yaratmaktır.
Bilgelik üretken ya da yaratıcıdır. Kısır bilgelik yoktur. Derin düşünür gibi
yapıp hiçbir şey yaratmayan kişiler bilgeliği oynamaktadırlar. Yetkin bilinç
üst düzeyde yönelgendir. O hem kendine hem kendi olmayana yönelir. O hep üst
düzeyde bir şeylerin peşindedir. Bu yüzden gözlerini özellikle çoklarını
korkutan şeye, geleceğe dikmiştir. Gide der ki: “Geçmişin sularını yeniden tatmayı hiçbir zaman isteme Nathanaël. Nathanaël, gelecekte
geçmişi bulmayı hiç düşünme. ” Bilge kişi en büyük
hazzı yenide arayan kişidir. '‘Ruhun en
büyük yetkinliği onun bazlara yatkın olmasıdır. ”
Böyle der Vauvenargu- es.
Bilge kişinin ahlakı öncelikle
ödev ahlakıdır, onun duyduğu en yoğun haz elbette adanmışlıkla ilgilidir. Ödev
hazzı dışlamaz, tersine ödevin sağladığı hazlar güçlü hazlardır. Bilge kişi
elbette ödevin sağladığı hazlarla yetinecek değildir. Onun da sıradan hazları
ya da gündelik hazları olacaktır. Ayrıca bilge kişi dıştan benimsetilmiş bir
ödevin değil kendi bilinç koşulları içinde yükümlendiği ödevin ya da ödevlerin
sorumlusudur. Özgür bilinç dıştan yükümlenmeye elverişli değildir, o kendini
tam bir özgürlük içinde yükümler hatta güdümler. Güdümlenme sözü özgürlük
koşullarında gerçekleştiği sürece bizi korkutmamak dır. Güdümlenmek kendi
özgürlük koşullarına tam bir titizlikle uymaktır, tam bir özenle bağlanmaktır.
Adına ister yükümlenme ister güdümlenme diyelim, bilincin kendi koşullarında
kendini ödevli kılması bir zorunluluktur. Her yetkin bilinç özgürdür, her özgür
bilinç kendine evrensel insan için amaçlar koyar. Bu bütün bir in-
sanlığı, bugünün yaşam koşullarında, gelecek yaşam düzeni
adına dönüştürme çabasını belirler. Bir yarın olacaksa bu bütün bir insanlığın
yaşamıyla ilgili olacaktır. Kant’ın da belirttiği gibi, yaşamayacağı gelecek
zamanlar adına düşünen ve eylemde bulunan tek tür insan türüdür. Geleceğin
insanı için yaşamak diyebiliriz buna. Bu yönelim bilgenin yönelimidir ve ona
haz verir. En büyük haz bütün insana yönelmenin hazzıdır.
Alt düzeydeki yaşam üst düzeydeki
yaşama her zaman engel çıkarır, her şeyden önce onu doğru dürüst
kavrayamadığından. Alt düzeyden üst düzeye geçmek kendini baştanbaşa yeniden
kurmakla olasıdır. Alt düzeyden bakıldığında üst düzey karanlık ve karmaşık
görünür, hatta tehlikeli ve anlamsız görünür. Alt düzeyden bakıldığında üst
düzey bir boğuntu ortamıdır, orada hazlar ölü kalıplar olarak kendilerini
gösterirler. Üst düzeyden alt düzeye bakıldığında göze çarpan şeyler bir
kaos’un bileşimlerinden başka bir şey değillerdir. Kaos bilinçsel yetersizliğin
zorunlu bir şemasıdır. Bu şemada donuk kalıplar vardır ama öngörü yoktur. Oysa
bilge olmak öngörülü olmaktır. Öngörülü olmak başlıbaşına bir haz kaynağıdır.
Öngörülü olmak demek geleceği okumak demek değildir, geleceği okuma işini ancak
falcılar becerirler ya da becerdiklerini söylerler. Bilgenin öngörüsü olası
yaşam koşullarıyla yani gerçekliğin ta kendisiyle ilgilidir. Bilgelik bir
etiket değil yetkin insan olmanın bir özelliğidir, buna göre bir insanlık
durumudur. Yoksa, Boileau’nun da dediği gibi “En bilge kişi bilge olmayı düşünmeyen
kişidirBilge bilgeliğini bir bilgelik olarak değil bir sıradanlık
olarak yaşar.
Haz acının ikiz kardeşidir.
Hazları acılar, acıları hazlar izler. Bu daha çok alt düzey hazları için
geçerlidir. Bilgenin hazzı acıyı kolayca çağrılayan hazlardan değildir. Daha
ötede, sıradan hazları acılar, sıradan acıları hazlar doğurur ve korur. Acılar
hazza yönelme isteğini kamçılarlar. Hazlar bazen yavaşça ya da sessizce bazen
de gürültüyle acılara dönüşürler. Acıların tabanında hazzı düşündüren bir
şeyler olduğu gibi hazların derininde bizi acılara düşürmeye hazır bir şeyler
var gibidir. Bilge kişi hazların altına da acıların altına da çekinmeden imzayı
atmış kişidir. Ama yüce hazlar çerçevesinde bilge kişi acılardan, hiç değilse
kaba acılardan iyiden iyiye korunmuştur. İnsanlığın acısını çekmek dediğimiz
şey bilgeye haz verecektir. En yüce acılar karşısında bilge kişi adanmışlığm
hazzını yaşar. Malebranche der ki: “Şeyleri
olduğu gibi değerlendirmek gerekir: haz her zaman iyidir, acı her zaman
kötüdür; ancak haz duymak her zaman yararlı değildir;
bazen acı çekmek daha yararlı
olabilir ” Ne olursa olsun hazları olan bir dünyada olmak acıları
da olan bir dünyada olmaktır. Bu ikili koşuldan kaçmaya kalkan kişi kendini
gülünç eder. Bu kaçış bencilliğin kanatları altında ancak bir ölçüde
gerçekleştirilebilir. Evet ama kaçtığımız acılar daha başka acılara dönüşerek
bir başka biçimde karşımıza çıkmazlar mı? Ölümden kaçamadığımız gibi acıdan da
kaçamayız. Bilge kişi hazlarını da acılarını da yönetmeyi öğrenmiş kişidir.
Hazcılığın babası Epikuros şöyle diyordu: ‘‘Haz
kendinde kötü olan bir şey değildir, ama bazı hazlar hazdan çok acı getirirler
"
Buna göre kolay hazlar ya da
gündelik hazlar birer acı kaynağından başka bir şey değillerdir. Kaba ilişkiler
düzeyinde her haz bir acıyla ödenir. Alt düzeyde haz. doymak bilmez bir kendinin kılma eğiliminde
kendini gösteren kaba bir heyecandan başka bir şey değildir. Alt düzey hazları
doygunluğa ulaştıkları anda doyumsuzlukları getirirler. Doyum- suzluklar da
değişik biçimlerde acıları getirecektir. Oysa bilgelik hazzı doyum hazzıdır,
kalıcı ya da süreklidir: çeşitli süreçlerde dönüşür ama temel duygusal
özelliğini yitirmeden sürer. Bilgelik hazzı istemeyen ama kuran hazdır, en üst
noktasında ölümsüzlük hazzıdır. Böyle bir hazzı bir ceket satın alırken ya da
iskambil oynarken duyamayız. Çarpışan otomobillere bindiğimizde ya da bir güzel
kadınla birlikte olduğumuzda da duyamayız. Duyum hazları bilge kişi için de
geçerlidir, ancak bilge kişi böylesi bir hazzı geldigeçti bir hoşluk olarak
yaşar. Bilgelik her durumda yukarıya doğru yükselişi gerektirir. Bu yükseliş
biraz da çılgınca bir yükseliştir. Bu yükseliş ün, unvan, zenginlik yükselişi
değildir. Bilge kişi kendine alarak değil kendinden vererek hafifler. Yükseliş
için belli bir hafiflik zorunludur. Shakespeare’in dediği gibi “Deli kendini bilge sanır, bilge de deli olduğunu
bilir". Delinin deliliği ortalığı karıştıran, düzeni
dağıtan deliliktir, bilgenin deliliği düzenleyen, çözümleyen deliliktir.
Acıların
yararı sorunuyla acılardan
kaçma sorunu insan yaşamında ahlak açısından ve
ruhsal açıdan yaman bir çelişki oluşturur. Bu çelişki gerçekte bilge kişinin
yaşamında da belirleyicidir. Bilge kişi ki temel özelliği katlanmayı ve
hoşgörülü olmayı bilmektir
hiçbir zaman acıların
yararını yadsımayacak ama acıları da hiçbir zaman hazlar olarak yaşamayı
düşünmeyecektir. Öyle ya acılar hazlarsa hazlar nedir? Acıyı bal eylemek gibilerden
arabesk özentileri bir yana bırakırsak acının kaçılası bir şey olduğunu sağlam
bir biçimde görürüz. Öte yandan acıların insanı olgunlaştırdığı yani ona
yaşamın gerçeklerini bütün çıplaklığıyla öğrettiği doğrudur, buna göre acıların
insanı insan yaptığı doğrudur. Öfke’ nin
Jimmy Porter’ı karısına “Sen hiç
ölmekte olan adam gördün mü? ” diye sorar.
Acı gene de istenilir şey değildir. Bazı kültür değerlerinin de
belirleyiciliğinde her zaman bir acı goygoyculuğu yapma eğilimiyle
karşılaşabiliriz. Böylesi bir ruhsallığın çok zaman gerçek anlamda acı çekmeyle
bir ilgisi yoktur. Bu bir övünme alışkanlığıdır, sorun önünde sonunda şuraya
dayanır: benim kadar acı çekmiş biri var mıdır? Acı çekme üstülüğü ilkelliğin
bir görünümü olmalıdır.
Aşk acısı aşkın sağladığı hazları
dengeler ya da ödetir. Aşk acısının tüm acılar içinde en seçkin ve en yoğun acı
olduğunu söyleyebiliriz. Aşkın yasası öncelikle acının yasasıdır. Onda haz
acıyı kışkırtır, haz acı için bir çıkış noktasıdır. Kim ne derse desin aşkta da
her şeyde de acı olumsuzluktur: bilinci yetkin kılarken kişiyi bunalıma
sürükler. Kimse acıya sahip çıkamaz, acıyı yaşamaya alıştığını söyleyen kişi
artık acı çekemez olmuş kişidir. Pekiyi, acıyı yaşamadan onun sağlayacağı
yararları bir başka yoldan elde etmek olası değil midir? Meyva yemek yerine
vitamin hapı almak gibi mi? Bilge kişi için bu bir bakıma olasıdır. Bilmek^için
deney her zaman gerekli midir, öğrenmenin daha kolay yolu yok mudur? Yaşamadan
öğrenmek de olasıdır. Ama yaşayarak öğrenmek daha iyi öğrenmektir. Zaten
acılardan kim kaçabilmiş ki? Bugün bir yolunu bulup acılardan kaçmışsak yarın
da aynı şeyi yapabilecek miyiz? İnsanın trajik yaşamı yani ölüme mahkum yaşamı
acıyı kaçınılmaz kılar. Ne olursa olsun, acıyı yaşamakla acıyı sezmek aynı
anlama gelmeyecektir. Kopmalar, ayrılıklar, çaresizlikler, anlayışsızlıklar...
bütün bunlar acı kaynağıdırlar, ama en büyük acı kaynağı dönüşsüz ayrılıktır
yani ölümdür. Bilgelik ölüm acısını hafifletmez mi? Hafıfletse de gidermez:
bilgelik de bir tür çaresizliktir, bununla birlikte sayısız çaresizlik içinde
tek çaredir. Hazzın peşinde olmak: işte insan olmanın zorunlu koşulu. Hazzı hor
görmek insan olma koşulunu zedeler. Bilgeliğe giden yollar haz duraklarından
geçer. Olabildiğince haz ve enaz ölçülerde acı: yaşamın temel formülü bu
olmalıdır. Acıyı yenebilmek ve yüce hazları bulabilmek için daha da insanlaşmak
yani bilgeleşmek gerekir.
Afşar Timuçin 1939’da
Akhisar’da (Manisa) doğdu. Fevzipaşa bucağı (Gaziantep) ilkokulunu, Adana
Tepebağ Ortaokulunu bitirdi. Adana Erkek Lisesi’nde başladığı lise öğrenimini
İstanbul Erkek Lisesi’nde tamamladı. 19591960 ders yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde
Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde ve Felsefe bölümünde başladığı yüksek
Öğrenimini 1967’de Kanada’nın Québec eyaleti Montréal kentinde Montréa' Üniversitesi Felsefe Fakültesi’ni bitirerek tamamladı.
1968-1970 arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Fransızca okutmanlığı
yaptı. 1968’de İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde Prof. Macit Gökberk’in
danışmanlığında başladığı “Descartes’çı bilgi kuramının temellendiriiişi” adlı
doktora çalışmasını 1970 ilkyazında sona erdirdi.
O yıl Erzurum’dan
İstanbul’a dönen Afşar Timuçin 1975’e kadar çeşitli yaymevlerinde çalıştı,
redaktörlük ve çevirmenlik yaptı. 3.3.1975’den başlayarak İstanbul Devlet
Konservatuarımda ücretli olarak felsefe, estetik, psikoloji, ahlak gibi dersler
okuttu. Bu geçici işinden 1976’da kendi isteğiyle ayrıldı ve yayımcılık yaptı.
İki yıl sonra İstanbul Devlet Konservatuarı felsefe öğretmenliğine kadrolu
olarak atandı. Doktorası gibi doçentliğini de “dışarıdan” elde etti, “Descartes
felsefesine giriş” adlı yayımlanmış çalışmasıyla 29.4.1981 tarihinde doçent
oldu,
İstanbul Devlet
Koııservatuarı’nın Devlet Konservatuarı adıyla Mimar Sinan Üniversitesi’ne
bağlamasından sonra bu kurumda lisans, yüksek lisans ve yeteriik-doktora
düzeyinde düşünce tarihi, eğitimbilim, estetik gibi dersler okutan Afşar
Timuçin 1992'de profesörlüğe yükseltildi. Afşar Timuçin 2001’de Kocaeli
Üniversitesi'ne geçti. 2006’da bu üniversiteden emekli oldu.
Felsefe ve edebiyat
konularını içeren Uç aylık Felsefe Dergisi’ni aralıklı olarak on altı sayı
çıkaran Afşar Timuçin “Böyle söylenmeli Bizim Türkümüz” adlı şiir kitabının
birinci bölümünü oluşturan “Ayrılıkta söylenmiş bir yaz türküsü”nde yer alan
şiirleriyle Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında
başarı ödülünü kazandı, Nazım Hikmet’in şiir sanatıyla ilgili ayrıntılı bir
inceleme kitabı olan “Nazım Hikmet’in şiiri’yle de Türk Dil Kurumu eleştiri
ödülünü aldı. Truva Kültür Sanat Ödülleri'nin şiir ödülü 1997’de Afşar
Timuçin’e verildi. 2003'de “Kocaeli” (Kırmızı) gazetesinin düzenlediği
araştırmayla “Yılın Eğitimcisi” seçilen Afşar Timuçin 2004 Homeros Emek
Ödülünü, İzmir Konak Belediyesi’yle Dil Derneği’nin düzenlediği “Türkçe Günleri"
çerçevesinde 2008 Dil Ödülü’nü aldı. Afşar Timuçin’in birçok şiiri Fransızca,
İspanyolca, Portekizce, Rusça, Bulgarca gibi dillerde yayımlanmıştır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar