ENGİZİSYON MAHKEMELERİ
Ortaçağın Karanlık
Çehresi:
ENGİZİSYON MAHKEMELERİ
İlk HarfYayınevi, 2011
Kitabın tüm yayın hakları "İlk
Harf Yayınevi"ne aittir.
Baskı, İstanbul, Eylül 2011
ZİYÂ PAŞA
Ortaçağın Karanlık
Çehresi:
ENGİZİSYON MAHKEMELER
Ekler ve Çeviri Yazı
Cahit Külekçi
Önsöz............................................................................ 7
Çalışma Hakkında......................................................... 9
Ziyâ Paşa'nm Hayatı ve Eserleri................................ 13
Usûl Hakkında............................................................ 16
Engizisyon Fikrinin Oluşum Süreci............................ 19
İspanyol Engizisyonu.................................................. 23
Roma Engizisyonu....................................................... 28
Osmanlı Devleti’nde Adalet Sistemi ve Engizisyon... 35
Osmanlı Devleti’nde Yargı ve Kurumlan.................... 35
Osmanlı Devleti ve Engizisyon................................... 38
Bibliyografya.............................................................. 41
Dizin............................................................................ 45
Engizisyon Tarihi
Çeviri Yazı
Ashâb-ı Mutâle'aya..................................................... 51
Engisizyon Tarihi........................................................ 53
Engizisyonun Bazı Istılâhâtı
ve Alâmâü...................... 89
Hâtime......................................................................... 97
Lügat........................................................................... 99
Engizisyon zihniyeti, bazı Batılı
devletlerin ve özelde VZSO haçlı zihniyetinin adalet anlayışını tasvirde önemli
ipuçları sunar. Nitekim XIII. yüzyıldan itibaren Avrupa'da kurulmaya başlanan
engizisyonlar, dinî olduğu kadar siyasî muhaliflerin de bir şekilde bertaraf
edilmesini hedeflemektedir. Bu hedef uğruna engizisyonlarda, tebâiyyetine
bakılmaksızın pek çok insanın katline karar verilmiş ve bu kararlar ivedilikle
uygulanmıştır.
Latin harflerine çevirisini
yaptığımız eser de bu mahkemelerin içinde bulundukları psikolojik ortamı ve
mahkemelerin hazırlanmasını gerektiren unsurları tavsif edebilme açısından
bize yol göstermektedir.
Fransız yazarlar Cheruel ile
Lavellee’nin İspanya ve engizisyona dair yazdıkları kitaplar Ziyâ Paşa
tarafından özetlenerek Osmanlı Türkçesi'ne kazandırılmış, bu çeviri de tarafımızdan
Latin harflerine çevrilerek okuyucunun ilgisine sunulmuştur. Konuyla ilgili
olarak verdiğimiz ön bilgilerle birlikte kitabın fayda sağlayacağını umuyoruz.
Cahit KÜLEKÇİ
Batılılaşma süreci, Osmanlı
Devleti’nin son dönem- lerinde karşılaşmış olduğu, İdarî, ekonomik ve sosyal
güçlüklerle mücadele edebilmek için geliştirmiş olduğu reflekslerden sadece
birisine işaret eder. Süreç, devletin esasında bulunan İslâm medeniyetinin
unsurlarıyla çelişmeden, bir başka ifadeyle İslâm medeniyetinin kurumlarını
aslından uzaklaştırmadan, kurumlan ya da mekanizmaları güncelleştirme çabası
olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede devletin son yüzyılı, XIX. yüzyıl,
Osmanlı Devleti’nin dönüşümü sürecinde önemli bir zaman dilimi olarak
değerlendirilir. Bilhassa bu yüzyılda, tüm alanlarda olmasa da ordu, eğitim,1
ekonomi ve bürokraside göze çarpan Batılılaşma yanlısı kıpırdanmalar, belki
de beklenmeyen bir alanda, kültürel kurumlarda da kendisini hissettirmiştir.
Devletin sınırları dahilinde mukim
bulunan sosyal unsurlar üzerinde tam hâkimiyet sağlama hedefi çerçevesinde ve
bu kıpırdanmaların halli noktasında, kökeni belli olmayan bir takım politik
yaklaşımlar üretilmesini anlamlı bulmak gerekir. Zira merkezî idarenin
kontrolü ile ekonomik kaynakları [1] kullanımı,
bürokrasinin politikve sosyal üstünlüğünü garanti altına almanın ilk şartı
olarak yorumlanmaktaydı.
Nitekim XIX. yüzyılda Osmanlı
bürokrasisi, ekonomik kaynakları geleneksel sistemde politik güç üzerinde meşru
bir hak iddia edemeyecek gayr-ı Müslim gruplar olan yerel Hıristiyanlar veya
yabancı çıkar çevreleriyle beraber ekonomik kaynakları kullanmıştır. Bununla
beraber ayanlar da Müslüman nüfusun desteğini sağlayarak, dinî prensiplerin
sözde ihlâli konusunda hükümete karşı ulemanın meşruiyet desteğini
sağlamıştır. Dolayısıyla daha önce başlayan ve bu yüzyılda da ısrarla devam
eden batı karakterli dönüşüm, Müslüman halka hizmeti amaçlamamış aksine
halktan uzak, politik çıkarları esas almıştır.[2]
Batılılaşmanın bu aşamasında, tabiri
caizse dikkate alınmayan halkın yerini, özellikle yukarıda zikrettiğimiz
alanlarda ‘Avrupah devletler ve büyük tüccarlar’ işgal etmiştir. Devletin
içinde bulunduğu sıkıntılı durumun aşılmasında çok önemle yere sahip olduğu inanılan
bu zümrelere Osmanlı bürokrasisinin yönelimi ve merkezî idarecileri de aynı
bürokratların mutlak olarak anlaşılan dönüşüme yönlendirmesi, batılılaşma ile
başlayan süreci daha başından menfî bir durumla tavzih edilmesini zorunlu
kılmıştır.[3]
Öyle ki, mezkûr yüzyılda ekonomiden
eğitime kadar pek çok kurumda, meselâ Yahudiler Türklerden daha etkin rol
oynamıştır.[4]
Tabî ki bahse konu değişimlerin bir
anda gerçekleştiğini söylemek ya da sürecin başlangıcını kesin bir tarihe atfetmek
mümkün değildir. Fakat etki alanının çok kısa sürede genişlediğini ve tüm
topluma şâmil olma iddiasını da belirtmek icab etmektedir.
Buna rağmen Osmanlı toplumunu kökten
etkilemeye başlayan değişimlerin 'kadın'lar üzerinde çok fazla cârî olmamasına,
kadınların batılılaşmaya yada modernleşmeye gösterdiği dirence de muhakkak
işaret etmek gerekmektedir.[5]
Görüldüğü üzere Osmanlı’da
gerçekleşen modernleşme süreci genel olarak 'batı’lılaşma süreciyle eş değer
bir hâlde cereyan etmiştir. Bunun da ‘yabancı’ unsurlarla ‘yerli’ unsurların
karışımı ile gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Böylelikle Osmanlı'da söz konusu
olan modernleşme, her unsurunda ve aşamasında bir de yabancılaşmayı
berberinde sürüklemiş, millet beyninde yeni hisler oluşmuştur. Dolayısıyla yönetilenler,
yönetenlerle özellikle de bürokrasinin en üst kademesiyle paylaştıkları iddia
edilen din, dil ve günlük âdetlere rağmen aralarında giderek azalan daha az
ortak yön bulmaya başlamışlardır.[6]
Bu genel ifadelerle izaha
çalıştığımız Osmanlı modernleşmesinin, Osmanlı’nın kurtuluşunu sağlayacağı
yönündeki tedirginlikleri azaltmaya yardımcı olmadığını, meşrutiyet sistemi
üzerinde yaşanan tartışmalardan çıkarabilmekteyiz.
Bu paralelde, 1860’h yıllarda ‘Yeni
Osmanlılar' tarafından Osmanlı’nın tek kurtuluşu olarak görülen değişim
yanlısı siyasal sistem, dönemin aydınları tarafından destek bulmuştur. Mithat
Paşa, Namık Kemal ve Ziyâ Paşa’nın[7] da katkılarıyla
hazırlanan 'Kânûn-i Esâsî’ bu desteğin en belirgin yönünü izhar eder.[8]
Fi'l-hakîka, kanunun hazırlanmasında
kurucu bir meclis veya halk temsilcilerinden oluşan bir yasama meclisi rol
almış değildir. Bu bakımdan Kânûn-u Esâsî’nin şeklî açıdan anayasa
sayılamayacağını söyleyen hukukçular varsa da maddî hukuk açısından anayasa
olarak kabul edilmemesi için hiçbir sebep yoktur. Anayasanın hazırlanmasında
iktidarın haklarını korumaya özen gösteren Cevdet Paşa, mütercim Mehmed Rüştü
Paşa gibi muhafazakârlarla Mithat Paşa, Süleyman Paşa ve Ziyâ Paşa gibi
liberal-reformistler, devletin siyasal sisteminin reforme edilmesinde denge
sağlayıcı karakterler olarak değerlendirilmişlerdir.[9]
Osmanlı’nın içinde bulunduğu
sıkıntılı durumdan kurtulması başta olmak üzere çeşitli alanlarda yenilikleri
gündeminde tutan ve bu hedefle ortaya çıkmış ilk örgüt olan Yeni Osmanlılar,
Osmanlı Devleti’ndeki istibdat sebebiyle yaşamlarını devletin hudûdları
dahilinde sürdürememeleri câlib-i dikkattir. Avrupa’da basın yoluyla
mücadelelerini 'Jön Türkler' olarak devam ettirme yolunu seçen bu
zümreye dahil olan Ziyâ Paşa da hedefinde 'ezelîolan meşrû’ adaleti memlekette
usûl-ü meşveretle ortaya çıkarmak’ prensibini esas alarak Kânûn-u
Esâsî’nin özüne paralel bir düşünceyi kendiliğinden geliştirmiştir.[10]
Öyle ki, Ziyâ Paşa gibi II.
Abdulhamid’in de siyasî düşüncesi bundan farklı değildi. Ancak usul açısından
muhakkak ve önemli farklılıklar bulunmakta, II. Abdulhamid bu düşüncesinin
yanında bir de devletin bekasını düşünmektedir. Nitekim padişah, Osmanlı
Devleti’nin istiklâlini ve toprak bütünlüğünü savunmayı hayatî bir görev
saymaktadır. Bürokratlarından öncelikle devletin çıkarlarının neler ve nerede
olduğunun tespitini ve buna göre ana hedef, prensipleri belli, şahıslara göre
değişmeyen bir dış politikanın belirlenmesini istemektedir. Bu çerçevede
padişah etrafında toplanan muhafazakâr ve dürüst bürokratlarının desteği ile
devlet yönetimini yavaş yavaş kendi eliyle toplamaya başlar ve sarayı dış
politikanın belirlenmesinde tek yetkili organ kılar.11 Muhtemelen bu
tavır da Ziyâ Paşa gibi bir kısım aydınlarla padişahın düştüğü fikrî ayrılığın
en belirgin noktasına tekabül eder.
Son olarak şunu da eklemek
istiyoruz; ‘Jön Türkler’ ya da 'Yeni Osmanlılar’a dâhil olan Ziyâ
Paşa’nın, Namık Kemal’le birlikte Osmanlı saltanatına karşı örgütlendikleri ve
hatta Ziyâ Paşa’nın sadrazam, Namık Kemal’in de hariciye nâzın olması gibi bir
takım siyasî hareketlenmeler içinde bulunduklan da ifade edilmektedir. Bu
durumu da yukanda zikrettiğimiz fikrî ayrılık çerçevesinde değerlendirmek
gerekir.[11] [12]
Kısaca Ziyâ Paşa’nın mensubu
bulunduğu çevreyi izahla iktifâ ederek, eserini incelediğimiz yazarın hayatı ve
eserleri hakkında bilgi vermek istiyoruz.
Ziyâ Paşa’nın Hayatı ve Eserleri
Dîvân şairi olarak yetiştiği ifade
edilen Ziyâ Paşa, Namık Kemal ve Şinasi ile birlikte Tanzimat Edebiyatı’nın da
önde gelen edebiyatçılarından birisi olarak değerlendirilmektedir. Siyasî
yaklaşımları sebebiyle uzun yıllar Fransa’da kalan Ziyâ Paşa’nın bu yüzden
Türkçe ile ilgili sıkıntıları olduğu ve hatta Türkçeyi 'üç dilden mürekkeb
karma bir lisân' sandığı da ifade edilmektedir.[13]
Her ne kadar dîvân şairi
olarakyetiştiğini aktarsak da Ziyâ Paşa temelde dîvân edebiyatını millî
edebiyat çizgisinde değerlendirmez. ‘Şiir ve İnşâ’ adlı yazısında da
buna vurgu yaparak halk edebiyatına dönülmesi gerektiğinden dem vurur:
Şiir her kavimde tabiîdir. Yeryüzüne
ne kadar kavimler ve milletler gelmişse hepsinin kendilerine mahsûs şiirleri
vardır. Osmanlıların şiirleri acaba nedir? Necâtî, Bâkî ve Nef’î dîvanlarında
gördüğümüz kasideler ve gazeller ve kıt’alar ve mesneviler midir? Yoksa Hoca ve
Itrî gibi mûsıkîcilerin besteledikleri Nedim ve Vâsıf şarkıları mıdır? Hayır,
bunların hiçbiri Osmanlı şiiri değildir.[14]
Seçkin ve köklü bir muhitin evladı
olan Ziyâ Paşa, 1825 yılında İstanbul'da doğmuş ve çeşitli bürokrasi
kalemlerinde görev yapmıştır. 1879 yılında Adana'da vefat eden Ziyâ Paşa, Osmanlı
Devleti’nin son Harbiye Nâzın’dır.[15]
Asıl adı Ziyâeddin Abdulhamid[16] olan Ziyâ
Paşa hakkında ‘Sicilli Osmânî’de verilen bilgiler ise şu şekildedir:
Gümrük kâtiplerinden Ferideddin
Efendi'nin oğludur. 1262 (1846)'de Mektûbî-i Sadâret kalemine ve 1270
(1853/4)'te Tanzimat Meclisi kalemine girip 1274 (1857/8)'te mâbeyn-i hümâyûn
kâtibi veReceb 1278 (Ocak 1862)'dezabtiye müsteşarı ve ardından Atina sefiri ve
birkaç günde mîrimirân rütbesiyle Kıbrıs mutasarrıfı, Rebîu'l-âhir 1279 (Ekim
1862)'da Meclis-i Vâlâ âzâsı, Cemâziye'l-evvel 1279 (Kasım 1862)'da ûlâ evveliyle
beylikçi, Şevvâl 1279 (Nisan 1863)'da Bosna müfettişi, 15 Zi’l-hicce 1279 (3
Haziran 1863fda tekrar Meclis-i Vâlâ âzâsı, Rebîü'l-âhir 1280 (Eylül- Ekim
1863)'de deâvî nâzırı, 6 Receb 1280 (17 Aralık 1863)’de Amasya mutasarrıfı, 18
Receb 1282 (7 Aralık 1865)'de Canik mutasarrıfı ve 26 Cemâziye'l-evvel 1283 (6
Ekim 1866)'te Meclis-i Vâlâ âzâsı olup, 4 Muharrem 1284 (8 Mayıs 1867)'te
Kıbrıs mutasarrıfı oldu. 14 Muharrem 1289 (24 Mart 1872)’da icrâ reisi ve 8
Saferl290 (7 Nisan 1873)'da Şûrâ-yı Devlet âzâsı olup beşinci günü azl edildi.
24 Rebîü'l-evvel 1291 (11 Mayıs 1874)'de Şûrâ âzası, 11 Cemâziye’l-evvel’de (26
Haziran) maârif müsteşarı, Zi’l-hicce 1291 (Ocak 1875)'de vezirlikle Suriye
vâlisi ve Cemâziye'l-âhir 1294 (Haziran- Temmuz 1877)'de Adana vâlisi olup[17]
[18]
1296 (1879)'da orada vefâtetti. Şâir ve kâtipti. Tuhfe-i Vehbîye naziresi,
nahvden Âsım'm telifine eksik bir şerhi, Harâbât ismiyle üç dilden bir müntahabâtı
ve başka manzûm eserleri vardır.13
Ziyâ Paşa'nın diğer eserlerini de şu
şekilde beyan etmek istiyoruz:
Bir tür anı kitabı olan Defter-i
Âmâl; makale tarzında yazılmış Şiir ve İnşâ; Külliyât-ı Ziyâ Paşa, 1297/1880,
Nşr: Süleyman Nazif, İstanbul, Yeni Matbaa, 1342/1924; Eşâr-ı Ziyâ, 1297/1880,
Nşr: Hamdi, İstanbul, Mihran Matbaası, 1298; Tercî-i Bend, Terkîb-i Ben d, 1297/1880,
[y.y., t.y.]; Rüyâ (Edib-i Muhterem Merhûm Ziyâ Paşa’nın Rüyâsı), 1297/1880,
İstanbul, Kasbar Matbaası, 1910; Zafernâme, 1297/1880, Şrh: Hüsnü Paşa,
[y.y., t.y.]; Ayrıca Zafernâme Şerhi, 1297/1880, [y.y., t.y.]; Harâbât
ve Mukaddimesi, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1291,1- III Cilt; Verâset-i
Saltanât-ı Seniyye, 1297/1880, Dersaâdet, [y.y.], 1326; Endülüs Tarihi,
Louis Viardot, Mütercimi: Ziyâ Paşa, İstanbul, Karabet ve Kasbar Matbaası,
1887/1304 - 1888/1305,1-IV Cilt; Tar- tuffe, Jean Baptiste Poquelin
Moliere, Mütercimi Ziyâ Paşa, Kostantiniye, Matbaa-i Ebüzziyâ, 1304 ve J. J.
Rousseau'dan tercüme ettiği Emile.
Latin
harflerine çeviride esas aldığımız eser, 1299 hicride basılan ve ilk tab' olan
eserdir. Eser toplam 64 sayfadan müteşekkildir. Aynı eser ikinci kez 1305
hicride daha küçük ebatta ve 107 sayfa olarak basılmıştır. Her iki baskısı da
Matbaa-i Ebu'z-Ziyâ'da yapılmıştır. Baskılardan birisi ya da her iki baskının, Osmanlı
Devleti tarafından yasaklandığı ve toplatıldığı arşiv vesikasında yer
almaktadır. Yasaklanan ve toplatılan baskının hangisi olduğunu bilemiyoruz.
Hâdise h. 1320’de gerçekleştirilmiştir.[19]
Çevirinin
metin kısmında köşeli parantezler'[ ]' içinde belirtilen rakamlar, asıl metnin
sayfa numaralarını göstermektedir.
Transkripte
esas olacak her hangi bir belirgin usul takip edilmemiş ancak okunduğunda
yanlış anlaşılabilecek kelimeler<A' işareti ile med edilmiştir.
Ayrıca 'ayn' harfleri üzerine de kısmen ters kesme işareti konmuştur: Men'i,
kal'a vb. kelime sonuna tesadüf eden 'ayn' harfini belirtmek için de düz kesme
işareti konmuştur: Tab', müdâfı' vb. Kelime ortasında geçen ve 'e'
harflerinden hemen sonra gelen kesme işareti ise o harfin 'hemze' olduğunu
göstermektedir: Me'mûr, te'kid vb.
Metinde
geçen Arapça tamlamalar Arapça i'rab kurallarına göre yazılmaya çalışılmıştır:
fî hâleti hâzihî, ‘alâ vechi't- telfik vb.
Bazı
özel isim ya da yer isimlerinin yanında yer alan '(?)' işareti, o kelimenin tam
veya doğru olarak okunamadığı anlamına gelmektedir. Bu tür kelimeler için asıl
metne müracaat edilmesi, okuyucunun yararına olacaktır.
Metinde
geçen yer isimleri, asıl metinde geçtiği gibi yazılmıştır: Marsiya, Dalladolid
vb. Bu kelimeler, Marsilya, Valladollid gibi günümüz şekline
dönüştürülmemiştir. Ancak bazı yer isimlerinin yanlarına parantez içinde
günümüzdeki kullanım şekli de belirtilmiştir: Kastila (Castilla), Toluşa
(Toulousse) vb. Yabancı şahıs isimlerinin bazıları metinde yer aldığı şekliyle
değil de, günümüzdeki kullanım şekliyle yazılmıştır: Isabella (metinde:
İsabel), Ferdinand (metinde: Ferdinan) vb.
Çeviri
yazının arkasında yer alan lügat kısmında, metinde geçen bazı kelimelerin günümüz
Türkçesi'ndeki karşılıkları verilmiştir. Dizinde yer alan kelimelerin ise
çeviri yazı ile ilgisi bulunmamaktadır.
Engizisyon Fikrinin Oluşum Süreci
rtaçağ şeklinde
tavsif edilen sürecin hangi dönem- x J
leri, yılları kapsadığı hakkında ittifak bulunmamak
tadır. Yaygın görüşe göre Ortaçağ,
Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılmasından (M.S. IV.- V. yüzyıl) Haçlı
Seferleri'nin son bulduğu yıllara kadar (M.S. XIII. yüzyıl) geçen süredir.1
Yaygın görüş de olsa Haçlı Seferleri'nin sonlandığı 1272 yılı ve Yeniçağ'ın
başlatıldığı İstanbul'un fethi olan 1453 yılı arasında iki yüz yıla yakın bir
sürenin var olması, izah etmekte zorlandığımız bir açıklığı husule
getirmektedir.[20] [21] Bu çerçevede
Ortaçağ*! M.S. IV.- V. yüzyıldan başlatıp, XV. yüzyıla kadar genişletmek daha
tutarlı bir davranış olacaktır. Nitekim çağların bu şekilde ayrılmasına sebep
olan tarihî vakıaların gelişimi de buna uygundur.
Ortaçağ şeklinde belirlediğimiz
sürecin sınırlarını ifade ettikten sonra Avrupa'nın dinî yapısına da kısaca
işaret etmek, engizisyon mantığını anlayabilme açısından gereklidir. Bu'manada
öncelikle Fransa ve İspanya başta olmak üzere
tüm Avrupa'da Müslüman, Hıristiyan
ve Yahudilerin birlikte yaşama keyfiyetlerini, en azından birkaç misalle ortaya
koymak istiyoruz.
Ortaçağ’ın en önemli siyasî-dinî
hâdiselerinden birisi şüphesiz Haçlı Seferleri’dir. Seferlerin hedefinde
bulunan unsurların belirlenmesinde her ne kadar kilise çok büyük bir öneme
sahipse de, manevî sebeplerin yanı sıra maddî sebeplerin de buna dâhil edilmesi
bir o kadar elzem görünmektedir. Soyluların servet hırsı ya da AvrupalIların
başta Selçuklular olmak üzere Türkleri yani bir bakıma Müslümanları, toprakları
için tehdit olarak görmesi, söz konusu seferlerin başlamasına ve üç yüz yıla
yakın bir süre aralıklarla devam etmesine zemin hazırlamıştır.
Son haçlı seferinin düzenlenmesinden
sonra seferlerin bilhassa dinî alanda istenileni vermediğinin anlaşılmasını,
ilk olarak belirtmek gerekir. Zira kurulacak olan ve hatta kurulmuş olan
engizisyon mahkemelerinin bu etkenle doğrudan ilgisi bulunmaktadır.
Kilise ve din adamlarının halkın
nazannda güven kaybına uğramasıyla sonuçlanan seferlerden sonra Hıristiyanların
bir nevi dinlerini savunma refleksi geliştirdiklerini ve bunu da engizisyon
temelinde gerçekleştirdiklerini söylemek, yukarıda zikrettiğimiz etkenin açık
şeklidir.
Nitekim Haçlı Seferleri’nden sonra
tesadüf etmeye başladığımız mezkûr güven kaybı, zaman içerisinde halkın daha o
yıllarda Hıristiyanlıktan sapmaya başlamasını[22]
gündeme getirmiştir. Erken denebilecek bir vakitte, 1203 tarihinde ilk
engizisyon mahkemesi de Yahudi milleti hedef alınarak, buna paralel gelişen
olaylar sonucunda kurulacaktır.[23]
Fakat 1229’da kurulan engizisyon
mahkemesinin hedefinde doğrudan Yahudilerin bulunmadığı anlaşılmaktadır. Hıristiyan
bir sapkın mezhep olan 'Kathar'larla mücadele etmek için ihdas olunan bu
mahkemeler Kathar liderinin 1321 yılında idam edilmesi ve Katharlara mensup
kişilerin katli ile son bulmuştur:
Sofulukları ve safiyetleriyle
insanları etkileyen Katharlar, Langu- edoc bölgesinde birçok mühtedî ve
müridilenüfiızlu soyluların korumasını kazanmışlardır. Kiliselerin yayılmasını
engellemek için yaptığı birçokgirişim, 1208yılındaki Al bigensian haçlı seferi
ile doruğa ulaşmıştır.[24]
1233 yılında, Roma'da, Papa Gregory
IX tarafından or hüviyettedir. Tüm süreçlerde alışılageldiği üzere papanın gö
rüşü, teologlar ve hukukçular tarafından savunulmak duru sorunlarda ise konu
dolaylı olarak ahlakî ve dinî temele daya laik düşünenlerin her zaman
tutunabilecekleri çok bir katk sunmuştur. Dominicanlar bu çerçevede, XII ve
XIII. yüzyıldı Hıristiyanlığın yayılmasında önemli rol oynamışlardır. Müs
lümanlara da ulaşmayı hedefleyen bu zümre, birkaç bölgedı başarılı
olamamışlardır.[25] mizin
hareket etmediklerini göstermek içindir. XIII. yüzyılın başlarından itibaren
varlığını kesin olarak bildiğimiz mahkemelerin tesisatında, Yahudilik ya da
Müslümanlık gibi Hıristiyanlık harici bir dinin olmaması, bizim bu iddiamız
paralelindedir. Ortodoks ya da Katolik olmayan Hıristiyan düşüncesini de
suçlayıcı bir unsur olarak kabul eden engizisyonların kimi zaman politik
rejimlerle de kavgaya tutuştuğunu ve 'modern' olan her etmene karşı savunma
geliştirdiğini açıklıkla beyan etmek gerekmektedir.[26]
îlk dönem engizisyon mahkemelerinin
kuruluşlarındaki temel sebebin Ortodoks Hıristiyan öğretisinin karşısında yer
alan 'sapkın' akımlar olduğunu evvelâ beyan etmek gerekir. Mahkemelerin ikinci
kuruluş safhasında ise Ispanya'da kurulan mahkemeler bulunmaktadır. Bu
bağlamda mahkemelerin kurulmasında öncelikle etkin olan unsur da Yahudilik ve
buna bağlı olarak Ispanya’da yaygınlaşmaya başlayan din değiştirmelerdir.[27]
En geç 1481 yılında kurulduğu ve bu
tarihten önce de var olduğu bilinen İspanyol engizisyonunda kaç kişinin ne
şekilde cezalandırıldığına dair kesin bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak bu
tarihten sonra binlerce kişinin yakılarak cezalandırıldığı ifade edilmektedir:
Marianna’nın İspanya Tarihi isimli
eserinde, 1481 yılında Sevilla’daki engizisyon mahkemesinde iki bine yakın
insanın yakılarak cezalandırıldığı, bin yedi yüz kişinin de affedildiği
aktarılmaktadır.[28]
Llorente’nin İspanyol engizisyonunun
tarihi sürecini anlattığı kitabında 1481 yılından itibaren engizisyonda yargılanan
ve cezalandıranların sayılarını açıkça yer alması dikkat çekicidir:
Sevilla,
yargılananlar arasında, yakılan kişi: 2000, gıyâben idama mahkûm edilenlerin
tasvirleri: 2000, kilise tarafından cezalandırılanlar: 17000, toplam: 21.000.
Ancak bu rakamlara Aragon’daki
yargılamalar dahil değildir. Aragon’da da son derece aktifbir mahkeme
bulunmaktadır.
Sevilla,
yakılan kişi: 88, gıyaben idama mahkûm edilenlerin tasvirleri: 44, kilise
tarafından cezalandırılanlar: 625, toplam: 757.
Aragon, Catalonia, Valencia ve
Majorca mahkemeleri, eski engizisyon mahkemelerine tâbidir.
1483 yılında Cordova, Jean ve
Toledo’da da engizisyon mahkemeleri kurulmuştur. Sevilla’da ilk mahkemede
olduğu gibi, bu yerlerde de çok sayıda insan yargılanmış ve cezalandırılmıştır.
Cordova’da toplam 2100, diğer yerlerle birlikte toplam 7057 insan mahkemelerde
cezalandırılmışlardır.
Eserin devamında yıllara göre hangi
mahkemede kaç kişinin ne şekilde cezalandırıldığı ya da yargılandığı verilmektedir.
Hayli uzun olan listeden anlaşıldığına göre, sadece kayıt altında olanlar bile
olsa, XV. yüzyıl, Avrupa için engizisyon mahkemeleri, modern çağın verileriyle
açıklanamaz hususlarla doludur.[29] [30]
Öte yandan, 1469'da Castilla
Kraliçesi Isabella ile Ara- gon kralı Ferdinand’ın evlenmesi, Ispanya'da
kurulan engizisyon mahkemelerinin hareket tarzına işaret eder niteliktedir.
Bu evlilikle birlikte İspanya, altın çağını yaşamaya başlamış, başta Müslüman
nüfus olmak üzere Yahudiler de bölgede istenmeyen nüfus olarak algılanmıştır.
Tabiri caizse bu evlilik, hem İspanya Yahudileri hem de Müslümanlan için bir
son olmuştur.11 Nitekim bu süreçte 700.000 ile 1.500.000 arasında
insanın, engizisyon mahkemelerinde katlettirildiği ifade edilmektedir.[31]
Ispanya’da meydana gelen mezkûr
trajik hâdisenin akabinde, 1492'de Yahudiler Ispanya’dan göç etmek zorunda
bırakılmışlardır.[32] Engizisyon
mahkemelerinden bir şekilde kurtulan Yahudilerin, kendi dindaşlarının rahatça
yaşadığı ve ticarî ilişkilerinin bulunduğu Osmanlı Devleti’ne sığınmaları da[33] dönemin
sosyal hareketliliğini vurgulama açısından fevkalâde önem taşımaktadır.
1391'den itibaren başladığı aktarılan bu göçlerin 1492'de sayıca hayli fazla
olmasına rağmen, Osmanlı Devleti'nin o dönemdeki padişahı olan II. Bâyezıd
tarafından hoşgörü ile karşılandığını da burada ifade etmemiz gerekiyor. Zorla
dinleri değiştirilen ya da buna zorlanan Yahudiler için
II. Bâyezıd’m bu tutumunun, Yahudi
ırkı içi arz ettiği de her halde takdir edilmelidir.[34]
Zira aynı yıllarda Osmanlı
Devleti'nden başka yerlere, ör soygun gibi olaylarla karşılaşmışlar ancak Osmanlı
Devleti’ı konusu olmamıştır. Bu vakıa bile Osmanlı’nın siyasî ve anlayışını
tasvirde önemli bir yer tutmaktadır.[35]
[36]
Yahudilerin 1496’da Portekiz'den
yine aynı mantıkla sü asıl hedefin, îber Yanmadası'nın Yahudi ve Müslüman nüfu
sundan soyutlanması ve yarımadanın tek bir hükümdarlık al fanda bütünleşmesi
olduğu aktarılmaktadır.[37]
Anılan hedef doğrultusunda yaklaşık
150.000 Yahudi (Se- farad) kademe kademe Kuzey Afrika (Morocco) ve Akdeniz
kıyısındaki ülkelere sürgün edilmişlerdir. XVII ve XVIII. yüzyılda bu
Sefaradlann büyük kısmı, tekrar Avrupa’ya, Paris, Amsterdam, Hamburg ve
London'a dönerek, buralarda yaşamaya başlamışlardır.
XIX. yüzyılın sonlanna kadar
Ispanya’ya geri dönmeyen Yahudiler, 1869 yılında, Ispanya'da sağlanan dinî
özgürlükler neticesinde Kuzey Afrika ve Rusya’dan Ispanya’ya geri dönmüşler ve
hatta 1909'dan sonra sinagoglarında özgürce ibadetlerini yapabilmişlerdir.[38]
XV. yüzyılın sonlarından itibaren
bilhassa Ispanya'da gerçekleşen bu göçlerden sadece Yahudiler değil Müslüman-
lar da etkilenmiş, din değiştirmek yerine onlar da Osmanlı Devleti'ne göç etme
yolunu seçmişlerdir.[39] Müslümanlar
da tıpkı Yahudiler gibi göçlerini sadece Osmanlı Devleti’ne değil, Kuzey
Afrika'ya da gerçekleştirmiştir. Tunus, Mısır, İskenderiye gibi bölgelere göç
eden Müslümanlar Yahudilere göre nispeten daha rahat hareket etmişler,
gittikleri yerlerde kabul görmüşlerdir.[40]
İspanyol engizisyonun tüm bu
baskıları, görünürde Hıristiyan olan ancak gerçekte kendi dinlerinden dönmeyen
bir grubun türemesine yol açacaktır. Engizisyon üyeleri bu gruba dâhil olanlan
tespit edebilmek için de çok çaba sarf etmiştir. Bu çaba sonucu pek çok insan
haksız yere katledilmiş, ‘moriscos’ olarak tabir edilen bu grup bir
şekilde bertaraf edilmeye çalışılmışsa da bu faaliyet kısa sürede sonuç
vermemiştir.[41]
Roma engizisyonunun mantık olarak
İspanyol engizisyonundan çok da farklı bir yerde olduğunu söylemek mümkün
değildir. Roma da Hıristiyan öğretiyi savunma gayretindedir. Belki Roma’daki
engizisyonun temelinde daha özelde Roma Katolik Kilisesi’nin öğretileri söz
konusudur; ancak Ispanya’da olduğu gibi Roma kilisesi de kendisi gibi
düşünmeyenleri tekfir etmiş, cezalandırmıştır.
1633'te dünyanın döndüğünü söyleyen
Galileo’- nin zındık olarak kabul edilmesi, havayı tahlil eden Lavoisier’in
havanın iki gazdan meydana gelmiş olduğunu meydana çıkarınca kilise tarafından
öfkeyle karşılanması, Roma Katolik Kilisesi’nin engizisyon mantığını ortaya
kcymada önemli misaller olarak değerlendirilebilir.[42]
Aynı şekilde Koper- nik nazariyesine
istinaden kâinatta birçok dünyalar bulunduğunu ve bu
dünyalannın ruhunun da Allah
olduğunu ileri süren meşhur İtalyan filozofu Jordano
Bruno da Roma engizisyon
mahkemesinin kabul edemediği bir ilim adamıdır.[43]
Mukaddes Roma İmparatorluğu’nun
kimliğini koruma amaçlı kurulduğu aşikâr olan Roma engizisyon mahkemelerinin
kuruluş tarihi 1542’dir. Bu tarih Roma Kilisesi’nin Roma’da yayımlanmış olan
kitabî çalışmalann kilise öğretilerine ters düşüp düşmediğini kontrol etmeye ve
nerdeyse tüm yayınları baskı altına almaya başladığı tarih olarak göze çarpmaktadır.
1542 ve sonraki İngilizce kataloglar, V. Charles’ın bildirileri, 1526 ile 1540
yılları arasında basılan kitaplar, kilise doktrinlerinin öngördüğü biçimde
tekrar gözden geçirilmiş ve kilise yetkililerin denetimi altına alınmıştır.
Kilisenin bu şekildeki hareket tarzı müspet sonuç vermemiş, aksine bir müddet
sonra bu baskı ortamı Luther ve taraftarlarının tepkisine sebep olarak, Lut-
heranların vücûd bulmasına zemin hazırlamıştır.[44]
1542'de Papa 111. Paul tarafından ‘Congregation of the Holy Office' adıyla
kurulan mahkemenin üyeleri de kilisenin daimî kadrosunda çalışan kardinaller
vesair din görevlilerinden oluşmaktadır. Yukarıda da aktardığımız üzere
Galileo’nin yargılanmasıyla ma’kes bulan Roma engizisyon mahkemelerinde
tutulan 3.000 sandık dolusu 100.000’e yakın dokuman, Fransız îhtilali’nden
sonra, 1798’de Roma’dan Fransa’ya nakledilmiş ve mahkeme de XIX. yüzyılın
sonlarına kadar varlığını korumuştur. 1965’ten sonra ismi de değişen mahkeme
günümüzde ‘Congregation Fort he Doctrine of the Faith' adıyla aktif
haldedir.[45]
Roma engizisyonun tam olarak
anlaşılabilmesi için Luther ve Calvenizm’e de temas etmek gerekmektedir. Zira
her
iki 'mezheb’in de temelinde
kilise karşıtı efkârın var olduğu ifade edilmektedir. Roma engizisyonun kuruluş
amacında da bu karşıtlıklarla mücadele olduğuna göre elbette Luther ve
Calvenistlerin de bu mahkemelerden etkilenmesi doğaldır.
Bu çerçevede, XVI. yüzyıl, Katolik
Kilisesi’nin daha önce tecrübe etmediği bir takım hareketlenmelerle karşı
karşıya kalmıştır. 'Protestanlık olarak isimlendirilen bu süreç kilisenin
öğretilerinin 'reformasyon'unu hedeflemektedir. 1483 yılında Almanya'da doğan
Martin Luther, bahsettiğimiz refor- masyonun ve Protestanlığın kurucusu olarak,
1517'den itibaren Katolik Kilisesi’nin temel öğretilerinde ve dünya tarihinde
önemli etkiler meydana getirmiştir. İsveç'te Protestanların liderliğini yapan
Huldrych Zvvingli (1484-1531) ile birlikte ‘Liberal Hıristiyanlık ve
İnsanın Özgürlüğü’ düzleminde çalışmalar yürütmüştür.[46]
Martin Luther, 1511 yılında,
keşişlerin temsilcisi olarak, aralarındaki bir anlaşmazlığı açıklamak için
Roma'ya gönderildi. Almanya’ya dönüşünde de Erfurt manastırında- kilerle arası
açıldığı için oradan ayrılıp Wittenberg’e taşındı. Wittenberg Üniversitesi'nde
profesör ve aynı zamanda Au- gustinusçu manastırların başmüfettişi, iyi ve
yetenekli ruhani öğütçüsü Staupitz vardı. Staupitz, Luther'i önceden de tanıyordu.
Staupitz'in buyruğu üzerine ağır düşüncelerin içinde olan Luther, 1508 yılında
Erfurt'tan Wittenberg’e atandı. 1512 yılının Ekim ayında Wittenberg’teki bütün
kiliselerin çanları çalarak Martin Luther'in bir tanrıbilim doktoru unvanını
gösteren Kutsal Kitabı, şapka ve yüzük aldığı haber verildi Doktorluk andını
içerken Luther, Kutsal Kitaba bağlı kalacağını ve elinden geldiğince Kutsal
Kitabın öğretilerini savunacağını söyledi. Bir müddet sonra Luther, felsefe
profesörlüğünden tanrıbilim profesörlüğüne atandı.[47]
Luther’in Hıristiyanlığın
öğretilerine olan yakınlığını da hayatının bu safhalarına bağlamak gerekir.
Nitekim hem kendisinin ve hem de kendisinden sonra Protestanlığın, Katolik
Kilisesi’nin karşısında ‘isyanvârî’ biçimde yer almasını ancak bu
çerçevede anlatmak mümkündür.
Luther'in başlattığı bu hareketin
temelinde bulunan unsurları, Almanlara karşı yapmış olduğu bir konuşmada tespit
etmek mümkündür:
Ey Almanlar, bırakınız. Türkler
Almanya’yı istilâ etsinler; hakkın, adaletin ne olduğunu Türkler size
öğreteceklerdir.[48]
Görüldüğü üzere Luther, Katolik
Kilisesi’nin karşısında yer almakla kalmamış, toplumsal bir takım kaygıları da
beraberinde taşımıştır. Kilise duvarına astığı 95 maddelik bildiride de zaten
bireylerin dini anlamada ve yorumlamada tek otoriteye bağlı kalmalarının
yanlışlığı, kiliselerin günahları
bağışlama uygulamasının
mantıksızlığı gibi konular üzerinde durmuş, mevcut dinî anlayışın kısmen de
olsa çarpıklığını bu şekilde düzenleme ihtiyacı içinde olmuştur.
Luther'in bu tavrı Avrupa'nın diğer
bölgelerinde de yankı bulmuştur. Nitekim Calvenizm de buna paralel gelişmiş bir
harekettir.
Calvenizm, reform sonrası
Hıristiyanlığın en radikal biçimi olarak kabul edilmektedir. ‘Kadercilik’ dogmasını
kabul eden Calvenizm, 1509 yılında doğan John Calvin tarafından organize
edilmiş bir mezhep hareketidir. Calvin'e göre bütün insanlar içsel olarak
günahkârdır, yalnızca Tanrı'nın yardımı ile kimi insanlar kurtuluş için
seçilmişti. Böylece insanlık seçilmişler ve lanetlenmişler olarak ikiye
ayrılmıştı. İnanan kişi 'seçilmişler' grubunda yer almayı nasıl umabilirdi?
Calvenistlerin kendilerini
seçilenlerden biri olduklarına inandırmaları, hem kendi yaşamlarını hem de
kendilerini çevreleyen doğal dünyayı kontrol etmek için gösterdikleri sistematik
çabada ifadesini bulmuştur. Reform, akılcı Hıristiyan
çileciliğini ve yöntemsel
alışkanlıklarını manastırlardan çıkarıp onları dünyadaki etkin yaşamın
hizmetine koydu.[49] Bu da
petty-burjuvaziyi (küçük kapitalizmin) üretken hale gelmesine olanak tanıdı.[50]
Calvin'in öngördüğü dinî öğretilerin
tarihî kökenleri bir tarafa bırakılacak olursa, bu öğretilerin temelde
Protestan Kilisesi’nin öğretileri ile bire bir uyuştuğunu ve kilisenin temel
öğretilerine kaynak teşkil ettiğini söylemek mümkündür. Buna göre Calvin,
Hıristiyanlığın başlangıcındaki özüne göre Hıristiyanlığı yeniden düzenlemeyi
savunmuştur. Bu amaçla bilimsel gelişmelere paralel olarak yeni bir
eğitim-öğretim uygulamaya çalışmıştır.[51]
Böylelikle XVI. yüzyılın son altmış
yılında, Reformist Hıristiyan
Kiliseleri'nin tartışmalı
literatürüne yeni bir kavram daha eklen
miş oldu: Calvenism. Bu tabir Alman
LutheranJoachimWestphal
tarafından ortaya atılmış, genelde
İsveç Protestanlığını, özelde de John Calvin'i temsil etmiştir. Aynı tabir
bir müddet sonra Alman Lutheran Kilisesi'nde de kullanılmaya ve özümsenmeye
başlamıştır.[52]
Aktardığımız bilgilerden
anlaşıldığına göre gerek İspanyol ve gerekse Roma engizisyon
mahkemelerinin kurulmasında rol
oynayan temel faktörleri
y şu
şekilde sıralamak mümkündür:
Klasik
Hıristiyan öğretilerinin her ne pahasına olursa olsun savunulması, neo-Hıristiyanlarla
mücadele edilmesi,
Öğretilerin
hiçbir şekilde tartışmaya açılmaması,
\ 3.
Hıristiyanlığı tehdit eden ya da edebilecek olan dinî ve
sosyal faktörlerle mücadele
edilmesi,
4. Bu paralelde ruhban sınıfının ve
merkezî idarecilerin konumlarının garanti altına alınması,
? 5.
Hıristiyanlığın evrensel bir hâle getirilmesi ve bu amaçla
Yahudilerin, Müslümanların
Hıristiyanlaştınlması, diğer birta- -; birle Hıristiyan olmayanlara dinî
asimile uygulanması.
Zikrettiğimiz bu faktörlerin
tespitinin yapılabilmesi için kurulan ‘ihbâr’ müessesesinin ne şekilde
işlediği, işletildiği bir yana yargılamaların son derece yüzeysel olduğu ve bu
faktörlerle ilgisi olmayan pek çok insanın da cezalandırıldığı araştırmalarda
hayli geniş yer tutmaktadır.
Osmanlı Devleti’nde
Adalet Sistemi ve Engizisyon
A
vrupa’da kurulan engizisyon mahkemelerinin temelinde dinî kuramların ve din
adamlarının olduğunu bu şekilde belirledikten sonra, aynı yıllarda Osmanlı
Devleti’ndeki adalet sistemi ve diğer dinlere Osmanlı Devleti’nin yaklaşımını
ana batlarıyla beyan etmemiz, engizisyon mağdurlarının Osmanlı’ya sığınma
sebeplerini anlamada yardımcı olacaktır. Bu çerçevede ilk olarak, Osmanlı yargı
sistemini ve kuramlarını kısaca tanıtmak istiyoruz.
Osmanlı Devleti’nde Yargı ve
Kurumlan
Osmanlı, İslâm medeniyetinin
unsurlarını her alanda benimsemiş ve İslâm medeniyetinin neredeyse tüm
kuramlarını devletin ‘akıl yapısı’ ile geliştirerek güncelleştirmiştir.
Ayet ve hadîs-i şerifleri esas alan İslâm medeniyetinin hukuk sistemini de bu
manada bünyesinde banndıran Osmanlı Devleti’nde kadılık, bağımsız yargı
anlayışıyla birlikte devletin kuruluşundan itibaren var olmuştur. Adaletin
sağlıklı bir biçimde işlemesini sağlayan kadıların devletin kuruluşundan
itibaren var olması, Osmanlı’nın hukuka ne derece riayet ettiğini gösteren en
önemli delil olarak göze çarpmaktadır.1 [53]
Ticaret yapmayan, borç alıp
vermeyen, hediye kabul etmeyen, umumî ziyafetlere iştirak etmeyen ve bu
şekilde verdiği hükümlerde şüpheye sebep olmaktan kaçınan kadıların, devletin
yargı sistemine halkın güvenini muhakkak surette sağlamasını netice vermiştir.
Ayrıca mahkemelerin alenen cereyan etmesi ve kadıların davalara bakmak üzere
yaptıkları oturumlarda yanlarında mutlak surette 'bilirkişi (jüri
heyetij'lerin bulunması, Osmanlı adlî teşkilatının iftihar vesikaları olarak
ifade edilmektedir.[54]
Devletin İdarî mekanizması olan 'dîvân-ı
hümâyûn'da da yer alan kadılar ve yine adalet sistemini temsil eden
şeyhülislâmların bağımsız olarak karar vermeleri de bu şekilde sağlanmıştır.[55]
Sadece aktardığımız bu vakıalar dahi
Osmanlı'da engizisyonun oluşumunu engelleyen faktörler olarak kabul edilmelidir.
Gerçi Osmanlı'nın akıl yapısını oluşturan İslâm'ın, her hâl ve şartta
engizisyon gibi bir yapıyı öngörmesi düşünülemez ancak durumu dinî alandan
soyutlayıp 'bilimsel ve hür düşünceyi engelleme' düzleminde ele alacak olsak
dahi bürokrasinin 'dine ve devlete karşı suç unsuru oluşturmayacak*
faaliyetleri engellemesi de Osmanlı'da akla getirilebilecek bir husus olmaktan
uzaktır.
Daha önce de sözü geçtiği üzere,
izahını bulamadığımız bir tarihî gerçekliğe tekrar atıf yapmak istiyoruz. Latin
harflerine çevirisini yaptığımız Ziyâ Paşa’nın 'Engizisyon Tarihi’ isimli
telifi, hicri 1320 (m. 1902/ 3) tarihinde yasaklanmış ve toplatılmıştır.[56] Gerçi Ziyâ
Paşa, dinîhassasiyet,zihinlerin fesadını engellemek ve halkı Hıristiyan
olanlara karşı tahrik etmemek amacıyla, kitabın Müslümanlıkla ilgili olan
kısmını yayımlamadığını belirtmektedir. Fakat yine de kitabının
toplatılmasında
buna benzer bir etkenin ağırlıklı
olduğunu düşünmekteyiz.
Bu vakıa gibi bir takım
kısıtlamaların Osmanlı Devleti’nde de söz konusu olabileceği akıldan uzak
değildir ancak bir tür engizisyondan bahsetmek, en azından bu tür vakıalara
dayanılarak, mümkün değildir. Zira engizisyonun oluşum sürecini izah ederken,
gerek Ispanya'da ve gerekse Roma'da, kiliseden farklı düşünen insan
ların yetkisi olmayan kişiler
tarafından ve taraflı bir şekilde
yargılandıklarını, cezalandırıldıklarını belirtmiştik. Bir takım mevzularda
kısmî kısıtlama ile engizisyonun öngördüğü gibi bir 'tamamen yok sayma’ arasında
ciddi bir farkın olduğu takdir edilmelidir.
Osmanlı Devleti’nde yargılamanın
esasını oluşturan İslâmî esaslar ve bu esaslara göre planlanmış kurumlann
'ilmiye' sınıfına ma'tûf olması da ayrıca Osmanlı adlî sisteminin tasviri
açısından önem taşımaktadır. Meselâ, kadıaskerlik (kazaskerlik),'Osmanlı
ilmiye teşkilatı içinde çok üst bir mevkie tekâbül etmektedir. Aynı zamanda
sivil adlî işlere bakan kadıaskerler, süreç içerisinde gelişen şartlara binaen
'şeyhülislâm’lık gibi en üst bürokrat sınıfına dâhil olabilmekteydiler.[57]
Şeyhülislamlık, kadıaskerlik ve
kadılıktan başka mezâlim, ihtisâb, şurta gibi pek çok adlî kurumu içeren Osmanlı
adalet sisteminde, tebaanın kasten v e hukuksuz olarak cezalandırılmasını,
dinen olduğu gibi, bürokratik olarak da engellemektedir.
Bilhassa XIV. yüzyıldan itibaren
Yahudilerin Ispanya’daki baskılardan kaçarak Osmanlı Devleti’ne sığınmalarına
dair bilgileri yukarıda vermiştik. Burada hemen şunu eklemek istiyoruz; şayet
Yahudiler Osmanlı’da ikâmet eden Yahudilerden Osmanlıların kendileri hakkındaki
düşüncelerinde bir menfilik hissetmiş olsalardı, böyle bir göçü
gerçekleştirmeleri imkân dâhilinde olmayacaktı. Çünkü engizisyonun sebep olduğu
göç hâdisesi sadece Osmanlı topraklarına değil, Kuzey Afrika’ya da
gerçekleşmişti. II. Bâyezıd’ın Yahudilere karşı olan müspet tutumu sayesinde
çoğunluğun Osmanlı’ya göç etmesi, Yahudilerle Osmanlı Türkleri
münasebetlerinin sosyo-kültürel açıdan başlamasıyla nihayetlenmiştir.
Meselâ o yıllarda Ispanya’dan Osmanlı
Devleti’ne göçüp gelen Yahudi hekimlerin orada gördükleri eğitim, onları
tecrübe, bilgi ve beceri bakımından Osmanlı ülkesinde yetişenlerden daha
üstün, farklı kılmış bulunuyordu. Bundan dolayıdır ki, Osmanlı Sarayında pek
çok Yahudi görev yapmış ve bunda da her hangi bir bürokratik ya da dinî
sakınca görülmemiştir.[58]
Üstelik İspanya’da Yahudilerin yaşam
hakkı dahi ellerinden alınırken Osmanlı’da aynı yıllarda Yahudi gençler, dinî
bilgilerin verildiği ilkokul ve ortaokuldan sonra çeşitli Osmanlı
yüksekokullarına da gidebiliyorlardı. Osmanlı yüksekokullarına gidilmesinin
sebebi ise henüz o yıllarda Yahudiler tarafından bir yüksekokul açılmamasıydı.[59]
Osmanlı Devleti’nde Yahudiler, eğitim
görmeleri konusunda serbest oldukları gibi kendi dillerini de rahatça konuşabilmektedir.[60]
Fakat Yahudilerin Osmanlı hâkimiyetine giriş şekillerinin, onların Osmanlı’daki statülerini belirlediği
noktasında da bir takım dikkat çekici görüşler bulunmaktadır. Bizans Yahudi-
leri ile Ispanya’dan göç yoluyla
gelen Yahudiler arasında, meselâ devşirme konusunda farklı uygulamaların
olduğu ifade
edilmektedir. Ispanya’dan gelen
Yahudiler bu ve benzeri uygulamalardan muaf tulmuşlardır. Osmanlı yönetimine
gö- nüllü olarak giren Yahudiler ile fetih yoluyla, kendi rızaları olmadan Osmanlı
hâkimiyetini tanıyan Yahudiler gibi bir ayrıma gidilmesi[61]
akla yakındır ancak bu tür uygulamaların sadece Yahudilere has olduğunu
düşünmemekteyiz.
Devşirme konusu başka bir çalışmanın
alanı olduğundan bu hususu bir tarafa bırakıp, Osmanlı Devleti’nin Yahudiler
düzleminde gayr-ı Müslim siyasetine de kısaca değinmekte fayda bulunmaktadır.
Hiç şüphesiz Osmanlı Devleti’nde
tebaa, sadece gayr-ı Müslim olduğu için farklı bir muameleye tâbî tutulmamış,
gayr-ı Müslim olduğu için hak kaybına uğramamıştır. Şahsî birtakım
ihtiraslardan dolayı öngörülemeyen haksızlıklara uğrayan gayr-ı Müslimler de
devlet aracılığıyla uğradıkları haksızlıkları beyan ettiklerinde, mağduriyetleri
hızla giderilmiştir. Meselâ, Cisri Mustafa Paşa ve Çirmen kazasında her hafta
kurulan semt pazarının cumartesi gününe denk gelmesi
ve o günün de Yahudilerin kutsal
günü olması sebebiyle Ya- hudilerin mağduriyetine sebebiyet verdiği anlaşılmış,
cumartesi günü kurulan semt pazarı Yahudilerin isteğiyle bir başka güne
kaydırılmıştır.[62] [63]
Kepecioğlu Hacı Mustafa isminde bir
kethüdanın, kethü- dalığı zamanında fırıncılardan haksız yere para aldığı
tespit edilmiş ve kethüdanın bu paralarla bir değirmen kurarak fırın açtığı
adlî makamlara bildirilmiştir. Durumdan şikâyetçi olan Ermeni fırıncılarının
şikâyetleri üzerine adı geçen Müslüman kethüdanın sahibi bulunduğu iş
yerleri kapatılmış ve kendisi de taşraya sürülmüştür.11
Bu tür misalleri çoğaltmak
mümkündür. Arşiv vesikalarından alıntıladığımız bu şikâyetler gibi pek çok
husus karşısında Osmanlı'nın tebaa ayırt etmeden vatandaşlarına âdil
yaklaşımı, devletin temelde gayr-ı Müslim siyasetini ne şekilde organize
ettiğini göstermektedir.
Neticede Osmanlı Devleti, gayr-ı
Müslim siyasetini belirlerken, Müslüman tebaa gayr-ı Müslim tebaa arasında
mutlak manada bir denge sağlamış, vatandaşlarına her hâl ve şartta aynı
mesafede durmayı ilke olarak benimsemiştir.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi [BOA],
Dâhiliye Defterler, 12/111
BOA, Maarif Nezâreti, Mektub-i
Kalemi, 659/ 13
BOA, Cevdet, Belediye, 21/ 1017
BOA, Dâhiliye Defterler, 12 / 111
BOA, Meclis-i Vâlâ Riyâseti, 1013/
49
AÇIKGÖZ, Ömer, Osmanlı
Modernleşmesi, İstanbul 2008.
AYVERDİ, Sâmiha, Bir Dünyadan Bir
Dünyaya, İstanbul 2005.
__ Râtibe, İstanbul 2004.
_____ - Türkiye'nin Ermeni Meselesi, İstanbul 2007.
BAHAR, Halil İbrahim, Sosyoloji,
Ankara 2009.
BALTACI, Cahit, İslâm Medeniyeti
Tarihi, İstanbul 2007.
BANARL1, Nihad Sami, Kültür
Köprüsü, İstanbul 2007.
BARTH, Kari, The Theologyofjohn
Calvin, Trc: Geoffrey W. Bromi- ley, USA 1995.
BESALEL, Yusuf, Osmanlı ve Türk
Yahudileri, İstanbul 1999.
CROWE, David M., The Holocaust,
USA 2008.
DANİŞMEND, İsmail Hâmi, Garb
Medeniyetinin Menbaı Olan İslâm Medeniyeti, İstanbul 1961.
DOĞAN, Hatice, Hahambaşılık
Müessesesi, İstanbul 2003.
DOĞAN, İsmail, Tanzimatın İki
Ucu: MünifPaşa ve Ali Suavi, İstanbul 1991.
EBU’Z-ZİYÂ TEVFÎK, Yeni Osmanlılar
Tarihi, Hzl: Ziyâd Ebu'z-Ziyâ, İstanbul 1973.
ERDEM, Y. Hakan, Osmanlı’da
Köleliğin Sonu, İstanbul 2004.
EROĞLU, Ahmet Hikmet, Osmanlı
Devleti’nde Yahudiler, İstanbul 2000.
ERTL, Alan W., Toward an
Understanding ofEurope, Florida 2008.
GALANTE, Abraham, Türklerve
Yahudiler, İstanbul 1995 GÜLERYÜZ, Naim, Türk Yahudileri Tarihi,
İstanbul 1993
HINSON, E. Gelenn, The Church
Triumphant: A History ofChristia- nity up to 1300, USA 1995.
HOARDER, Dirk, Cultures in
Contact, USA 2002.
HOMZA, Lu Ann, The Spanish
Inqusiton, USA 2006.
KARPAT, Kemal H., Osmanlı
Modernleşmesi, Ankara 2002.
KAZICI, Ziya, İslâm Müesseseleri
Tarihi, İstanbul 1996.
, Sultan ll.Abdülhamid ve Dönemi, İstanbul 2009.
KURGAN, Şükrü, Ziya Paşa,
İstanbul 1963.
KÜÇÜK, Abdurrahman,DönmelerveDönmelikTarihi,Ankara
1979
KÜÇÜK, Cevdet, II. Abdulhamid Dönemi
Paneli, 'II. Abdulhamid’in Dış Politikası’, İstanbul 2000.
LEVY, Joel, Kayıp Tarihler,
Çvr: Perran Fügen Özülkü, İstanbul 2008.
LEWIS, Bernard, Ortadoğu,
Çev: Selen Y. Kolay, Ankara 2005.
LLORENTE, Juan Antonio, The
History ofthe Inquisition ofSpain, London 1827.
McGİFFERT, Arthur Cushman, Martin
Luther: The Man and His Work, USA 2003.
McGRATH, Alister E., A Life of
John Calvin, USA 1990.
MEHMED, Süreyyâ, Sicill-i Osmânî,
Hzl: Seyit Ali Kahraman- Nuri Akbayar, İstanbul 1996.
MULLET, Michael A., Martin
Luther, London 2004.
ORTAYLI, İlber, Osmanlı’da
Milletler ve Diplomasi, İstanbul 2008.
ÖZER, İlbeyi, Osmanlı’dan
Cumhuriyet'e Yaşam ve Moda, İstanbul 2006.
ÖZKIRIMLI, Atilla, Çağdaş Türk
Edebiyatı, Eskişehir 1993.
ÖZTUNA, Yılmaz, Il.AbdülhamidZamanıveŞahsiyeti,
İstanbul 2008.
PETERS, Edvvard, Inqusition,
California 1989.
PINAY, Maurice, The PlotAgaints
the Church, LA, USA 1967.
PULLAN, Brian, The Jews of Europe
and The Inqusition ofVenice, USA 1997.
PUTNAM, George Haven, Censorship
of the Church of Roma, USA 2003.
ROSENWEIN, Barbara H., A Short
History of the Middle Ages, Ca- nada 2009.
SMITH, William Frank, Catholic
Church Milestones, USA 2010.
STROM, Yale, The Expulsion of
theJews, USA 1992.
TANYU,Hikmet,Tar/7ıfîqyunca YahudilerveTürkler,İstanbul
1976.
THOMSETT, Michael C., The
Inqusition: A History, USA 2010.
TÜRKDOĞAN, Orhan, İslâm Değerler
Sistemi ve Max Weber, İstanbul 2005.
UÇAR, Şahin, Tarih Felsefesi
Meseleleri, İstanbul 1997.
WEST, George Herbert, The Causes
of the Decline ofSpain, London 1867.
YETKİN, Çetin, Yahudiler,
İstanbul 1992.
Adana 14,15
Almanlar 31
Amsterdam 27
Aragon 24, 25
Arapça 16, 22
Augustinusçu Manastırları 31
Avrupa 12,19, 25, 27, 32, 35
Bâkî 14
Calvenizm 29, 32
Castilla 17,25
Catalbnia 24
Cevdet Paşa 12
Charles V 29
Cisri Mustafa Paşa 39
Congregation Fort he Doctrine
oftheFaith 29
Congregation of the Holy Office 29
Cordova 24
Çirmen 39
Dîvân Edebiyatı 13 dîvân-ı hümâyûn
36
Dominican Jean Quidort 22 Dominicanlar
22
Erfurt 31
Ferdinand 17,25
Fransa 13,19,22,29
Fransız İhtilali 29
Galileo 28, 29
Haçlı Seferleri 19
Hamburg 27
Huldrych Zvvingli 30 L
Lavoisier 28
London 23, 25, 27, 30
I-İ LouisViardot 15
II. Abdulhamid 12,13
II. Bâyezıd 25, 38
Isabella 17,25
Itrî 14
İber Yarımadası 26
ihtisâb 37
İskenderiye 27
İspanya 19, 23, 25, 27, 28, 37, 38,
39
İstanbul 9, 10, 11, 12, 13, 14,
15,19, 21, 26,28,31, 33, 35, 36, 38, 39
İsveç 30, 33 Lutheran 33
Lutheran Kilisesi 33
M
Majorca 24
Martin Luther 30, 31
Mehmed Rüştü Paşa 12 mezâlim 37
Mısır 27
Mithat Paşa 11,12 moriscos 27
Morocco 27
I
Jean Baptiste Poquelin Moli- ere 15
J. J. Rousseau 15
Joachim Westphal 33
John Calvin 32, 33
Jordano Bruno 28
Jön Türkler 12,13 N
Namık Kemal 11,13
Necâtî 14
Nedim 14
Nef’î 14
O
Ortaçağ 19,20
K P
kadıasker 37
Kânûn-i Esâsî 11
Kathar 21
Kepecioğlu Hacı Mustafa 40
Kopernik 28
Kuzey Afrika 26, 27, 38 Papa Gregory IX 22
Paris 27
R
Roma 19, 22, 28, 29, 30, 33, 37
Roma Katolik Kilisesi 28
Rusya 27
s-ş
Sefarad
27
Selçuklular
20
Sevilla
23, 24
Staupitz
31
Süleyman
Paşa 12
şeyhülislam
37
Şinâsi
13
şurta
37
T
Tanzimat
Edebiyatı 13
Toledo
24
Tunus
27
Valencia 24
Vâsıf 14
Wittenberg Üniversitesi 31
Yahudi 21, 26, 27, 38
Yahudiler 10, 21, 25, 26, 27, 38, 39
Yeni Osmanlılar 11,12,13
[1] Meselâ Osmanlı’da eğitim konusunda
batılılaşma düşüncesinin ilk ürünleri askerî okullar ve batiya öğrenci
gönderilmesidir. Bu da XVIII. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşmeye başlamıştır:
İsmail Doğan, Tanzimat'ın İki Ucu: MünifPaşa ve Ali Suavi, İstanbul
1991, s. 393.
[2] Kemal H. Karpat, Osmanlı
Modernleşmesi, Ankara 2002, s. 77, 78.
[3] Ömer Açıkgöz, Osmanlı Modernleşmesi,
İstanbul 2008, s. 258.
[4] Açıkgöz, ag.e., s. 476.
[5] Bernard Lewis, Ortadoğu, Çev:
Selen Y. Kolay, Ankara 2005, s. 8, 9.
[6] Karpat, a.g.e., s. 81.
[7] Şükrü Kurgan, Ziyâ Paşa, İstanbul
1963, s. 3,4.
[8] İlbeyi Özer, OsmanlI'dan Cumhuriyet’e
Yaşam ve Moda, İstanbul 2006, s. 38.
[9] Ziyâ Kazıcı, Sultan II. Abdulhamid ve
Dönemi, İstanbul 2009, s. 57.
[10] Ebu’z-Ziyâ Tevfîk, Yeni OsmanlIlar
Tarihi, Hzl: Ziyâd Ebu’z-Ziyâ, İstanbul 1973,1, 243.
[11] Cevdet Küçük, II. Abdulhamid Dönemi Paneli,
'II. Abdulhamid'in Dış Politikası', İstanbul 2000, s. 116.
[12] Yılmaz Öztuna, 11. Abdulhamit Zamanı ve
Şahsiyeti, İstanbul 2008, s. 201.
[13] Nihad Sami Banarh, Kü/tür Köprüsü,
İstanbul 2007, s. 192,193.
[14] Atilla Özkırımh, Çağdaş Türk Edebiyatı,
Eskişehir 1993, s. 5, 6.
[15] Sâmiha Ayverdi, Bir Dünyadan Bir
Dünyaya, İstanbul 2005, s. 53.
[16] Abdulhamid Ziyâeddin Paşa olarak da
kayıtlarda ismi geçer: Ahmed Vahdettin Bey’in babası. Adana valisi Abdulhamid
Ziyâeddin Paşa. Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Dâhiliye Defterler, 12/111.
[17] Bu bilgi Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde
yeralan bir belge ile çelişmektedir. Bkz: Dâhiliye Defterler, 12 / 111. Mezkûr
vesikaya göre 1276/ 1860 yılında Ziyâeddin Paşa, Adana valisidir.
[18] Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmânî,
Hzl: Seyit Ali Kahraman-Nuri Akba- yar, İstanbul 1996, V, 1716.
[19] BOA, Maarif Nezâreti, Mektub-i Kalemi,
659/13.
[20] Geniş bilgi için bkz: Barbara H.
Rosenvvein, A Short History of the Mid- dleAges, Canada 2009, s. 21-61.
[21] Çağların bu şekilde ayrımının yapılması
esasında pek çok tarihçinin kabullenemediği bir durumdur. Ancak buna rağmen kullanımı
bir şekilde sürmektedir: ‘Ortaçağ, Yeniçağ vb. gibi bir takım tasnifler
alışılageldiği üzere tarihçiler tarafından vaktiyle yapılmış; XIX. asırda ve
bugün de hala kullanılıyorsa da, hiçbir manası olmayan suni zaman
ölçütleridir.' Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Meseleleri, İstanbul
1997, s. 113.
[22] Hıristiyanlıktan sapma sadece
Hıristiyanlık içindeki sapkın olarak nitelendirilen mezhepleri değil, başka bir
dine yönelmeyi de kapsamaktadır.
[23] Aslında engizisyonun temel mantığı
Hıristiyan doktrinini korumaktır: E. Gelenn Hinson, The Church
TriumphantıAHistoıyofChristianityup to 1300, USA 1995, s. 456. Fakat bu
korumanın evveliyatında Yahudilik korkusu bulunmaktadır: Maurice Pinay, The
PlotAgainstthe Church, LA, USA 1967, s. 576; Abdurrahman Küçük, Dönmeler
ve Dönmelik Tarihi, Ankara 1979, s. 40. Ayrıca bkz: Hikmet Tanyu, Tarih
Boyunca Yahudi- lerve Türkler, İstanbul 1976,1,139.
[24] Joel Levy, Kayıp Tarihler, Çvr:
Perran Fügen Özülkü, İstanbul 2008, s. 152,153.
[26] Edward Peters, Inqusition,
California 1989, s. 1, 2.
[27] Michael C. Thomsett, The lnqusition: A
History, USA 2010, s. 117,118.
[28] Juan Antonio Llorente, The History of
the Inquisition of Spain, London 1827, s. 575.
[29] Juan Antonio Llorente, a.g.e., s.
577, 578, 579 vd.
[30] Alan W. Ertl, Toward an Understanding
ofEurope, Florida 2008, s. 286.
[31] George Herbert West, The Causes of the
Decline of Spain, London 1867, s. 29.
[32] Lu Ann Homza (Editör), The Spanish
Inqusiton, USA 2006, s. 35, 36.
[33] Brian Pullan, TheJews of Europe and The
Inqusition of Venice,USA 1997, s. 150.
[34] Yusuf Besalel, Osmanh ve Türk
Yahudileri, İstanbul 1999, s. 23.
[35] Ahmet Hikmet Eroğlu, Osmanlı Devleti'nde
Yahudiler, İstanbul 2000, 52.
[36] Ahmet Hikmet Eroğlu, a.g.e., s. 231.
[37] Naim Güleryüz, Türk Yahudileri Tarihi,
İstanbul 1993, s. 64.
[38] Yale Strom, The Expulsion of the Jews,
USA 1992, s. 162.
[39] Yale Strom, a.g.e., s. 162.
[40] Dirk Hoarder, Cultures in Contact,
USA 2002, s. 100.
[41] David M. Crowe, The Holocaust, USA
2008, s. 31.
[42] Sâmiha Ayverdi, Râtibe, İstanbul 2004,
s. 271.
[43] İsmail Hâmi Danişmend, Garb
Medeniyetinin Menbaı Olan İslâm Medeniyeti, İstanbul 1961, s. 14.
[44] George Haven Putnam, Censorship of the
Church of Roma, USA 2003, s. 116,117.
[45] VVilliam Frank Smith, Catholic Church
Milestones, USA 2010, s. 36.
[46] Michael A. Mullet, Martin Luther,
London 2004, s. 1, 2.
[47] ArthurCushman McGiffert,Martin Luther:
The Man and His Work, USA 2003, s. 37, 38.
[48] Samiha Ayverdi, Türkiye'nin Ermeni
Meselesi, İstanbul 2007, s. 20.
[49] Halil İbrahim Bahar, Sosyoloji,
Ankara 2009, s. 47.
[50] Orhan Türkdoğan, İslâm Değerler Sistemi
e Max Weber, İstanbul 2005, s. 132.
[51] Kari Barth, The Theology of John Calvin,
Trc: Geoffrey W. Bromiley, USA 1995, s. 13,14.
[52] Alister E. McGrath, A Life of John
Calvin, USA 1990, s. 202.
[53] Cahit Baltacı, İslâm Medeniyeti Tarihi,
İstanbul 2007, s. 97.
[54] Ziyâ Kazıcı, İslâm Müesseseler? Tarihi,
İstanbul 1996, s. 124-129.
[55] Cahit Baltacı, a.g.e., s. 84.
[56] BOA, Maarif Nezâreti, Mektub-i Kalemi,
659/ 13.
[58] Çetin Yetkin, Yahudiler, İstanbul
1992, s. 71, 72. Konuyla ilgili olarak daha geniş bilgi için ayrıca bkz:
Abraham Galante, Türkler ve Yahudiler, İstanbul 1995.
[59] Hatice Doğan, Hahambaşılık Müessesesi,
İstanbul 2003, s. 69.
[60] İlber Ortaylı, OsmanlI'da Milletlerve
Diplomasi, İstanbul 2008, s. 85.
[61] Y. Hakan Erdem, OsmanlI'da Köleliğin
Sonu, İstanbul 2004, s. 17,18.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar