Print Friendly and PDF

SİYONİZM VE IRKÇILIK

Bunlarada Bakarsınız

 

ANKARA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ YAYINLARI NO- 511

 

ATATÜRK’ÜN 100. DOĞUM YILINA ARMAĞAN

SİYONİZM VE IRKÇILIK

ANKARA

1982

Başka dillere de çevrilmiş olan bu kitabın Türkçe basımını PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV Amerika Birleşik Devletleri’nde çıkan üçün­cü baskısından hazırlamıştır.

ANKARA, ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ, 1982.

İNGİLİZCE BASKININ ÖNSÖZÜ

ıo Kasım 1975’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” saptayan 3379 (XXX) sayılı kararını kabul etti. Siyonistlerin ve onu destekleyenlerin bu karara tepkisi bu ulaşılan sonucun söz-gelişi yanlış olduğunu göstermeğe çalışmak değil, fakat B.M.’i gözden düşürmeğe ve kararı destekler biçimde oy kullanan 72 üye devletin niyetini kötüye yormağa yönelik bir kampanya başlatmak oldu.

Siyonizm’in, 1965’denberi B.M.’in tüm üyelerince oybirliğiyle kabul edilen ırk ayrımı tanımının çerçevesinde, dikkatli bir biçimde incelenmesine firsat yaratmak için, Libya Arap Cumhuriyeti Barosu Siyonizm ve Irkçılık Üstüne Uluslararası Sempozyumu düzenlemeğe ve buna çeşitli meslek ve ülkelerde kabul edilmiş kişilikleri olanları katılmacı olarak çağırmağa karar verdi.

Siyonizm ve Irkçılık Üstüne Uluslararası Sempozyum 24-28 Temmuz 1976’da Tripoli’de toplandı. Seksen ülkeden beş-yüz kişi katıldı. 3379 sayılı karara, resmî desteğin yanıbaşında, kamu deste­ğinin de bir göstergesi olarak, şu gerçeği belirtmek gerekir ki, katılan- ların büyük bir çoğunluğu kararı desteklememiş olan ülkelerden geliyor ve içlerinde ırkçı olmayan görüşlerinden ötürü sonra eleştirilen kişilerin de bulunduğu Yahudi inançlı katılmacılar da bulunuyordu.1 Konunun önemi ve toplantının uluslararası niteliğine karşın, Batı kitle haberleşme araçlarının sempozyumu neredeyse yok saymaları onların yan tutması yönünden üzücü bir olaydır. [1]

Sempozyum oturumlarında ele alman konular aktif bir biçimde incelendi. Araştırmaların sunulmasını sorular, açıklamalar, eleştiri­ler ve öneriler izledi. Bu alış-verişten ortaya değerli bilgiler ve anla­yışlar çıktı. Ne var ki, toplanan tüm malzeme bir arada yaymlana- mayacak bir birikime ulaştı.

Yinelenen önerilerden biri, madalyonun iki yüzü olan Siyonizm ve Apartheid başta olmak üzere, ırkçılığın bütün çeşitlerini ortadan kaldırmak için çabaları sürdürmekti. Bu nedenle, Sempozyumun kapanış oturumunda “Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması tçin Uluslararası Örgüt’ün kurulması” kararı veril­di.

Sempozyumun sonunda, bu Uluslararası Örgüt kuruldu. îlk uluslararası tanınması Ağustos 1976’da Sri Lanka başkenti Kolom- bo’da yer alan Bağlantısız Ülkeler Konferansında oldu.[2] Kolom- bo Konferansı Kasım 19.75’de. 72 devletin desteklediği 3379 sayılı kararı, bu kez, 86 ulusun desteklemesi yönünden de önemlidir.

Sempozyumda on-dokuz ülkeden gelen katılmacılar, kendilerine önceden yapılan çağrının sonucu olarak, araştırmalar okudular. Bu araştırmalar içinden seçilenleri yayınlayarak ırkçılığa karşı olanlara sunmuş oluyoruz. Sunuştan sonra, bazı yazarlar araştırmalarında yayın için birtakım değişiklikler yapmak istediler. Bu durum yayını geciktirdi. Bazıları da değişiklik yapmadı; bir kısmında dipnotlarının olmaması gibi görünüm farkhlıkları bundandır.

Çeşitli dilleri kullanan ve farklı alanlarda uzmanlaşmış olan ulus­lararası nitelikte bir grubun yazdıkları bir araya gelince bir stil ve sunuş farklılığı olması kaçınılmazdır. Durum bu kitap için de böyledir. Ancak, araştırmaları yayın için toplarken, adların yazılış ve kaynak­ların verilişi gibi ayrıntılarda bir uyum sağlanmağa çalışılmış­tır.

Araştırmalarda ileri türülen düşünceler, kuşkusuz, yazarların kendilerine aittir ve L.A.G. Barosunu ya da Uluslararası Örgütü bağlamaz.

Kitabın sonuna oybirliğiyle alınan bir bildiri ile Uluslararası Örgütü kuran karar ve ayrıca 3379 sayılı B.M. kararının metni eklen­miştir.

          I

Temmuz 1977

Bu araştırmaların zamanımızın en önemli konularından birinin daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunmalarım ve böylece insanların ve halkların insan hakları ve temel özgürlüklerinin ırk, renk ve inanç farkına bakmadan, tam olarak tanınmasına dayalı bir çözüme varıl­masına yardımcı olmalarını umut ederiz.

Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması tçin Ulus­lararası Örgüt Yönetim Kurulu

TÜRKÇE BASKININ ÖNSÖZÜ

TÜRKKAYA ATAÖV

* Irkçılığın ve ırk ayrımının bilimsel yönden yanlışlığının ve uy­gulamadaki büyük zararlarının artık biliniyor olmasına karşın, bu­gün bile, milyonlarca kişi bu yanlış ve zararlı akımın hedefidir. Geç­mişte ve şimdi, ne türlü nedenler ileriye sürülürse sürülsün, ırkçılığın temelinde, çoğu kez, siyasal iktidar ve gelir dağılımı kavramlarına ilişkin amaçlar da dahil olmak üzere, derin sosyo-ekonomik kökler yatmaktadır. Tarihsel açıdan çok kısa olarak bakacak olursak, ırk­çılık köleci sistemde yenilgiye uğratılan kabileler üstünde egemenlik kurmağa yarayan ideolojik bir silâh olarak ortaya atıldı. Sömürgecilik çağında başka kıtalara ve ülkelere giden beyazlar yerlileri sömüre­bilmek için kendi ırklarının üstünlüğüne ilişkin ideolojiler geliştirdiler. Emperyalizm bazı ırkların üstünlüğünü ileri sürerken, sömürgeci siyasetini haklı çıkarmağa çalışıyordu.

t Oldukça yakın bir örneği anımsayalım. Almanya’da ırkçı (ve faşist) Nazi rejimi ırk üstünlüğü kavramına dayanarak milyonlarca insanı öldürdü. 7 Nisan 1933 tarihli yasa örneğin, Aryan kökenli ol­mayan kişilerin okullarda öğretmenlik yapamayacaklarını, hukuk ala­nında çalışamayacaklarını ve tıpta hizmet veremeyeceklerini belirti­yordu. 15 Eylül 1933 tarihli yasa da Yahudilerin Alman yurttaşlığın­dan çıkarılması anlamına geliyordu.) Yahudiler dahil, ırkçılığın bin­lerce düşmanlarının “ırkın saflığını korumak amacıyla” hedef durumu­na getirilmeleri, sonraki yılların soykırımının ilk, fakat anlamlı haber­cileriydi. Üstelik, daha sonraki olaylar Nazi Almanyasmdaki ırkçılığın tek bir ülkeyle de sınırlı kalamayacağını, bunun dünya barışı için bü­yük bir tehlike oluşturduğunu ortaya koydu. Bundan ötürü, insanlığın önemli bir kısmı, bugün, ırkçılığın silâhlı çatışmalara da yol açabilece­ğini ve uluslararası güvenliği tehlikeye düşürebileceğini bilmektedir.

Oysa, modern bilim ırkçılarla aynı görüşte değildir. Irkçılık bi­lime ters düştüğü gibi, ilerlemenin, barışın ve dostluğun da düşmanıdır; benzer biçimde, ırkçılığa karşı tavır da insancıllığın ve demokrasinin en belirgin göstergesidir. Birleşmiş Milletler Andlaşmasmın kendi de, bu uluslararası örgütün birçok kararları da kişiler arasındaki eşitliği,

ırk farklılıklarına bakmadan, devletler hukukunun temel ilkelerinden biri durumuna getirmeğe çabalamaktadır. Örneğin, Andlaşmanm amaçlara ilişkin Birinci Maddesinin Üçüncü Fıkrası, “ırk, cins, dil ya da din farkı gözetmeksizin,” insan haklarına saygıyı ve temel öz­gürlükleri geliştirmek için uluslararası işbirliği hedefini ilân eder. Madde 55/3’de de buna benzer bir hüküm vardır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948’de kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel Bildirisi herkesin “ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da farklı düşünce, ulusal ya da toplumsal köken, mülk, doğum ya da başka statü” farkı gözetmeden, tüm haklara vc özgürlüklere sahip olduklarını belirtir. Genel Kurul’un 9 Aralık 1948’de Soykırım Su­çunu Engelleme ve Cezalandırma Konvansiyonunu kabulü ırkçılığın bu en büyük belirtisine karşı büyük bir zaferdi. Gene Genel Kurul’un 14 Aralık 1960 tarihli Sömürge Ülkeleri ve Halklarına ilişkin Bağım­sızlık Verilmesi Bildirisi istikrar ve dostluk ilişkilerinin ancak kişiler arasında farklılık gözetmeyen bir hak anlayışıyla gerçekleşebileceğini söylüyor, Dünya kamu oyunun eğilimini açıkça gösteren bu bildiriden üç yıl sonra, 20 Kasım 1963’de, Irk Ayrımının Tüm Biçimlerinin Or­tadan Kaldırılmasına ilişkin Bildiri yayınlandı. 21 Aralık 1960’da da aynı ilkeler bir Konvansiyon durumuna getirildi. Daha önemlisi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar ile Medenî ve Siyasal Haklara ilişkin Uluslararası Andlaşmalar (16 Aralık 1966) 1948 insan Hak­ları Evrensel Bildirisindeki ilkeleri bağlayıcı hukuksal biçime soktular.

Irk ve benzeri farklar bir yana, tüm yurttaşların eşitliği ilkesi bir­çok devletlerin iç hukukuna da girmiştir. Fakat bazı toplamlarda ırk­çı, neo-Nazi ya da benzeri ideolojilerin propagandasının yapılabildiği ve bazı durumlarda yasaların buna karşı çıkmadıkları görülmektedir. Örneğin, Amerikan Kongresinin birtakım yasaları ile Yüce Mahke­menin bazı kararları zencilere ve benzerlerine konmuş olan kısıtlama­ları kaldırmamaktadır. A.B.D.’de federal yasalarla çatışan ırkçı fe­dere devlet yasaları bile vardır. Yalnız A.B.D.’de değil, Kuzey ve Güney Amerika’nın tümünde, Avustralya’da ve Kuzey Avrupa’nın bazı bölgelerinde yerli halkların ötekilerden daha az hakları bulun­duğu artık bilinmektedir. Batı Avrupa başta olmak üzere, birçok ülkede Türkler gibi göçmen işçilere, sırf farklı bir “ırk” tan oldukları için, ayrı muamele yapılageldiği bir gerçektir. Hele Güney Afrika’da beyaz azınlık diktatoryasına dayalı hükümet Azanya ve Namibya halklarını temel insan haklarından mahrum etmektedir.

Güney Afrika Cumhuriyeti ırkçılığın resmî devlet politikası ol­duğu bir ülkedir. Bin kadar yasa, karar ve yönetmelik farklı ırkların

üyelerini kentlerde, mahallelerde, parklarda, trenlerde, otobüslerde, okullarda, hastahanelerde, sporda, telefon kabinelerinde, hattâ hay­vanat bahçelerinde birbirinden ayırmaktadır. Birleşmiş Milletler’in yaklaşık elli kadar kararı da Güney Afrika’daki ırkçılığı suçlamakta­dır. Uluslararası toplum ırkçı politikaları “güvenlik” teorileriyle ört­bas etmeyi de onaylamamaktadır. Hindistan Güney Afrika’da yaşayan Hind kökenli kişilerin ayrıma tabi tutulduklarını daha ıg4.6’da Bir­leşmiş Milletler’e getirmişti. O zamandan bu yana, dünya kamu oyu­nun gözlerinin açılması yönünde köprülerin altından o kadar su aktı ki, 30 Kasım 1973’de Apartheid Suçunu Yok Etme ve Cezalandırma Konvansiyonu Birleşmiş Milletler’de imzaya açıldı.

Benzer biçimde, Siyonizm’in Filistin halkına muamelesi de insan haklarının bir halkın tümüne bile uygulanamayabileceğinin örneğidir. Siyonist felsefeye (bir din olarak Yahudiliğe değil) dayalı İsrail’de yasalarla korunan bir çeşit ırkçılık vardır. Bu nedenle, Birleşmiş Mil­letler Genel Kurulu 10 Kasım 1975 tarihli kararıyla Siyonizm’i (Ya­hudiliği değil) “ırkçılık ve ırk ayrımının bir çeşidi” olarak kabul et­miştir. Irkçılığın artık yalnızca bir iç hukuk sorunu olmaktan çıkıp uluslararası barış ve güvenliği büyük tehlikelere atan şiddetli çatış­malar ya da bunalımlara yol açtığı kabul edilmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti de, yıllardan beri, iktidarda hangi hükü­metler olursa olsun, sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı olduğunu ilân etmiş, nitekim Güney Afrika’yı Ingiliz Uluslar Topluluğundan ayrılıp Güney Afrika Cumhuriyeti adını aldığı 31 Mayıs 1961’den beri tanı­mamış, onunla diplomasi ve konsolosluk ilişkileri kurmamış, ekonomi, ve kültür gibi alanlarda hiçbir işbirliğinde bulunmamıştır. Türkiye Güney Afrika Cumhuriyeti’nin uyguladığı ırk ayrımı siyasetine karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu ve Genel Kurul’da 1960’lardan beri alman suçlayıcı kararlara hep olumlu oy vermiş ve bu kararları uygulamak için hükümetlerin yetkileri içindeki önlemleri alagelmiş- tir. Ayrıca, Güney Afrika Cumhuriyeti’ni ırk ayrımı siyasetinden vaz­geçirmek amacıyla, bu ülkeye karşı 413 sayılı B.M. Güvenlik Kurulu kararıyla konan silâh ambargosunun daha etkili biçimde uygulan­masından ve ekonomik ambargo kararı alınmasından yanadır.

Benzeri biçimde, 1947’de Filistin’in bölünmesine karşı oy kullanan Türkiye Filistin sorunu hakkaniyetli bir çözüme kavuşturulmadığı sürece Orta Doğu’da sürekli barış ve istikrar ortamının kurulamaya­cağına inanmakta, işgal altındaki Arap topraklarının boşaltılmasını ve Filistinlilerin kendi anayurtlarında bağımsız bir devlet kurma ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemeleri dahil, tüm yasal ve ulu­sal haklarının verilmesini savunmaktadır. Türkiye 1975’de B.M. Kurulu’nda oluşturulan yirmi-üç üyeli “Filistin Halkının Vazgeçil­mez Haklarının Kullanılması Komitesi”nc üye olmuştur. 1977’dc Genel Kurul’da alınan bir kararla “Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Günü” diye kabul edilen 29 Kasım’larda düzenlenen toplantılarda görev almaktadır.

İngilizce baskının önsözünde nasıl kurulduğu daha ayrıntılı an­latılan E.A.F.O.R.D. da ırkçılığa ve ırk ayrımına karşı Birleşmiş Mil- letler’in aldığı kararların daha kolay uygulanabilmesi için, dünya kamu oyunu yayın ve konferanslar yoluyla bilinçlendirme amacıyla kurulmuş ve B.M.’e danışmanlık statüsüyle bağlanmış bir örgüttür. Birleşmiş Milletler’in hedeflerine hizmet ve katkı amacıyla toplanan uluslararası bir konferansta seçilmiş bulunan merkez Yönetim Kurulu ikişer Amerikalı ve Arap ile birer İngiliz, Fransız, Belçikalı, Kanadah, Brezilyalı, MeksikalI, Nijeryalı, Güney Afrikalı, Sri Lankalı ve bir Türkten oluşmaktadır. Bugüne kadar yirmi-yedi yayını olmuştur; ayrıca, kitapçık biçiminde sürekli bir Bülten çıkarmaktadır. Uluslar­arası toplantılara katılmakta, kendi Birleşmiş Milletler’in amaç ve hedeflerine uygun toplantılar düzenlemekte, özellikle Güney Afrika’ da ırk ayrımına ilişkin doktora çalışmaları yapanlar arasından seç­tiklerine burslar vermekte ve olağanüstü değerdeki akademik yayın­ların en başarılı ve ırk ayrımına ilişkin olanlarına törenle Uluslararası Ödül vermektedir. Şimdiye kadar, A.B.D.’nde Columbia, Kanada’da Qııebec ve Brezilya’da Brasilia Üniversitelerinde çeşitli akademisyen­leri belirli yapıtlarından ötürü ödüllendirmiştir. Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, Tüzük gereği, kendi aralarında altı ayda bir toplan­tı yapmakta ve geçmiş altı ay içinde ırkçılığa karşı savaşım konusunda B.M.’in eylemi ışığında kendi programını gözden geçirmekte ve aynı yönde yeni uygulama kararları almaktadır. Bu toplantılar, şimdiye kadar, A.B.D., İngiltere, Kanada, İsviçre, Libya ve Bağdat’ta yer almıştır. E.A.F.O.R.D., daha çok, Güney Afrika ırk ayrımı ile Siyo­nizm üstünde durmuştur. Bunun üç nedeni olmahdır: bu ikisine karşı Birleşmiş Milletler’de oybirliğine yakın bir bütünleşme vardır; bu ikisi de dünya barışı ve güvenliğini tehdit etmektedir; her ikisi de soy­kırıma yaklaşan bir ölçüde insan haklarını reddetmektedirler.

Elinizdeki kitap ırkçılığın bir çeşidi olan Siyonizm üstüne yoğun­laşmıştır. E.A.F.O.R.D.’un merkez Yönetim Kurulu’na seçilmiş, burada (ve ayrıca akademik çalışmaları değerlendiren alt-komitelerde) 1976’dan bu yana görev yapan biri olarak, ortak çalışmamız olan Siyonizm ve Irkçılık kitabının Türkçesini hazırlayıp ülkemiz okuyucu­larına sunmakla mutluyum.

İÇİNDEKİLER

İngilizce Baskının Önsözü

E.A.F.O.R.D. Yürütme Kurulu ........................................   iii

Türkçe Baskının Önsözü Prof. Dr. Türkkaya Ataöv....... vii

I.      AÇIŞ KONUŞMASI

Abdullah Şerafeddin .........................................................   1

II.       SİYONİZM VE IRKÇILIK ......................................   5

Irkçılık ve Dünya Barışı Dr. Enis El-Kasım .....................  1

Siyonizm ve Irkçılık:

Çelişen Görüngüler ve Algılamalar

L. Humphrey JThfe .......................................................    17

Irkçılık: Siyonizmin Temel Bir İlkesi Prof. Dr. Stefan Goranov     29

Siyonizm, Yahudiler ve Yahudilik Prof. Dr. Joseph L. Ryan, S.J.   41

III.       SİYONİST IRKÇILIĞIN GÖSTERGELERİ ........  49

İsrail’e Göçü Kışkırtan Siyonist Entrikalar Dr. Alfred M. Lilienthal          51

Siyonizm ve Filistin Toprakları Sami Hadavui ve Prof. Dr. Walter Lehn    65

Yahudi Ulusal Fonu: Bir Ayrım Aracı Prof. Dr. Walter Lehn           87

1948’den Bu Yana İsrail’deki Araplar

Nezih Kurah..................................................................... 99

Filistinlilerin Sürgünü:

Bir KanadalInın Uyanışı A.C. Forrest ...........................  107

İsrail’deki Doğu Yahudileri

Prof. Dr. Nasır H. Aruri .................................................  117

IV.      SİYONİZM VE DEVLETLER ARASI İLİŞKİLER ... 135

Emperyalizm ile Siyonizm’in

Entellektüel Kökenleri

Prof. Dr. Edward W. Said .................... ........ 137

Siyonizm ve Emperyalizm

Prof. Dr. Guy Bajoii........................................................ 143

Siyonist Yerleşme Sömürgeciliğinin

Belirgin Özellikleri

Prof. Dr. Abdüloehab M. Elmessirî . ....................................                       159

Emperyalizmin Hizmetinde İsrail’in Rolü

Prof. Dr. Tiirkkaya Ataov............................................... 167

İsrail ve Afrika

Prof. Dr. Richard P. Stevens..... :...............................      183

İsrail, Güney Afrika ve İran

Prof. Dr. Abdülmâlik Audah.........................................    195

Kurtuluş Akımlarına Düşmanlık

ve Gerici Akımlara Destek

S.G. Ikoku ....................................................................     199

V.        SİYONİZM’İ..................................... ELEŞTİRENLER          207

Yahudilik ve Siyonizm Arasındaki Ayrım

G. Neuburger .................................................................  209

Siyasal Siyonizm ve Anti-Semitizm

Üstüne Tarihsel Perspektifler

Prof. Dr. Klaus J. Herrmann......................................      219

Siyasal Siyonizm: Bir Yahudi Eleştirisi

Prof. Dr. Gary V. Smith.................................................   237

Siyonizm’i Eleştiren Yalıudiler Hatem I. Hüseynî......... 251

Siyonizm: Orta Doğu Barışı Önünde Engel Mick Ashley  261

EKLER .......................................................................     271

Siyonizm -ve Irkçılığa İlişkin Uluslararası

Sempozyum Bildirisi .....................................................  273

Uluslararası Örgütü Kurma Kararı ................................  279

Birleşmiş Milletler Kararı 3379 (XXX)......................... 281

KATKIDA BULUNANLAR......................................... 283

I

AÇIŞ KONUŞMASI

AÇIŞ KONUŞMASI

ABDULLAH ŞERAFEDDİN

Kısa bir süre önce, Naziler kendilerinin dışındakilere karşı vahşice bir savaş yürüterek, bir kaç yıl içinde insanlığın yüzlerce yılda yap­tıklarını yıkıverdiler. Çoğu, kuşkusuz, o günlerin acılarını ve kıyımını hâlâ anımsar ve birçok kişi o savaşın korkunç sonuçlarını yaşamışlardır.

Ne var ki, dünyamız yeni tip bir Nazizmin ortaya çıkışıyla karşı karşıya. Bunu izleyenler de kendi doktrinlerinin tarihin derinliklerine uzandığı inancında. Gerçek şu ki, onlar da İbrahim’in ve Musa’nın yasalarını çoktan terketmiş, “ben başkalarından daha iyiyim; ben ateşten yaratıldım, onlar kilden” diyebilmektedirler.

Siyonizm, insanlık-dışı, etnik, ırkçı ilkeleri, tüm dünyada karmaşa yaratan pervasız tasarıları, uluslararası örgütlerin çağrıları ve kararları­nı umursamazlığı ve yeryüzünün en büyük devletlerinin siyasetlerini etkileyen kesin rolü düzenleyici kollarıyla, yalnız bu bölge değil, bü­tün dünya için bir tehdit olarak değerlendirilebilir.

Nükleer güç, yıllarca, iki süper gücün denetimi altındaydı, Artık, yeryüzünün denetlenmesi için rekabet eden birçok ülke bu güce sahip. Birçok yıl sonra belki de bütün devletlerin eline geçmesiyle denetimi olanaksızlaşacak ve gezegenin yok olması gibi korkunç bir tehlike belirecek. Kur’an “biz sizden...kabileler ve uluslar...yarattık” der. Bilginleri, aydınları, düşünürleri ve yazarları Peygamberin şu sözlerin­deki anlamın iyilik ve güzelliğini paylaşmağa çağırırının: “ister yanlış yapan, ister kötülüğe hedef olan olsun, kardeşinin yardımına gel.” “Yanlış yapanın yardımına nasıl gelinir?” sorusunu da şöyle yanıtlar: “Onun yanlış hareketlerini ortadan kaldırmakla.”

Aynı biçimde, saptamış olduğunuz gibi, çalışmalarınız ve araştır­malarınızla ırkçılık adalete aykırı ve Siyonizm de bir çeşit ırkçılık olduğuna göre, hepimizin görevi, yaptıkları adaletsizliklere son vererek, Musa dinini izleyenlerin yardımlarına koşmaktır.

II

SİYONİZM VE IRKÇILIK

IRKÇILIK VE DÜNYA BARIŞI

ENİS EL-KASIM

Birleşmiş Milletler halkları, Birleşmiş Milletler Yasası’nın baş­langıcında, gelecek kuşakları' savaş belâsından kurtarmaya olan kararlılıklarını açıklamışlar ve temel insan haklarına, insan kişiliğinin değer ve onuruna, insanların büyük ya da küçük tüm ulusların hak­larının eşitliğine olan inançlarım dile getirmişlerdi. Birleşmiş Milletler halklarının üzerinde kararlılıklarını belirttikleri dört konudan üçü, eşitlik, adalet ve özgürlükle ilgilidir. Gelecek kuşakları savaş belâ­sından kurtarmaya olan kararlılıktan sonra bu üç konuya atıfta bulu­nulması oile, barışın korunmasıyla, bireyler ve halklar arasında eşit­liğin gerçekleştirilmesi arasındaki bağlantının açık bir anlatımıdır.

Birleşmiş Milletler Yasası’nın Birinci Maddesinde bu doğrultuda ortaya koyduğu ikinci ve üçüncü amaçlar şöyledir:

“Uluslar arasında, halkların hak eşitliği ve kendi gelecek­lerini belirleme ilkesine saygı göstermeye dayanan dostane ilişkileri geliştirmek...

“Ekonomik, toplumsal, kültürel ya da insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözerek ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı yapmaksızın insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı gösterilmesini sağlayarak ve bunu teşvik ederek ulus­lararası işbirliğini gerçekleştirmek.”

Yasanın 13 (b) Maddesi de Genel Kurul’dan, “ekonomik, top­lumsal, kültürel, eğitimsel alanlarda ve sağlık alanında uluslararası işbirliğini sağlamak ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı olmaksızın insan haklarının ve temel özgürlüklerinin gerçekleştirilmesine yardımcı olmak” amacıyla öğütlerde bulunmasını ve araştırmalar düzenleme­sini istemektedir.

Yasanın 55’inci Maddesine göre:

“Uluslar arasında halkların hak eşitliği ve kendi gelecek­lerini belirleme ilkesine dayanan dostane ve barışçı ilişkiler açısından gerekli olan istikrar ve refah koşullarının yara­tılması için Birleşmiş Milletler;

“Irk, cinsiyet, dil ve ya da din aynını yapmaksızın insan haklarına ve temel özgürlüklere dünya çapında uyulması­nı ve saygı gösterilmesini sağlayacaktır.”

Birleşmiş Milletler’in başlıca organlarından biri olan Ekonomik ve Sosyal Konseye, Madde 62 (2) ile, insan haklarına ve temel özgür­lüklere uyulmasını ve saygı gösterilmesini sağlamak amacıyla tavsi­yelerde bulunma yetkisi verilmiştir.

Bu nedenle, herbiri kendi alanında olmak üzere Genel Kurui’un ve Birleşmiş Milletler’in diğer organlarının ırk ayrımının her biçi­minin ortadan kaldırılması sorunuyla son derece yakından ilgilen­diğini görmek şaşırtıcı değildir. Sömürgeci ve ırksal ayrımın hâlâ başlıca hedefleri olan Üçüncü Dünya ülkelerinin girişimleri ve kararlı desteğinin bu yönde olduğu göze çarpmaktadır.

Birleşmiş Milletler’in ilk kararlarından biri, 1948’de İnsan Hak­ları Evrensel Bildirisinin kabulu olmuştur. Bildirinin giriş bölümünün daha ilk paragrafı şöyle demektedir:

“İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit, devredilmez haklarının tanınmasının, öz­gürlük, adalet ve dünya barışının temeli olmasına...”

Genel Kurul aynı sözcükleri, Uluslararası Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin ilk giriş paragrafında da kullanmıştır. 1965 Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin girişinin yedinci paragrafı da aynı doğrultu­dadır:

“İnsanlar arasında ırk, renk, ya da etnik köken temeline dayanan ayrımın uluslar arasında dostça ve barışçı iliş­kilerin geliştirilmesine engel oluşturduğu ve halklar arasın­daki güvenlik ve barışı, hattâ bir ve aynı devlet içinde yan- yana yaşayan kişiler arasındaki uyumu bozabilecek nite­likte olduğunu teyit ederek...”

Tahran Uluslararası İnsan Hakları Konferansının (22 Nisan- 13 Mayıs 1968) Nihaî Senedi (1968 Tahran Bildirisi), inler alia, şunlara yer vermektedir:

“İnsan haklarının, ırk, din, inanç ya da görüş biçimlerine dayalı ayrımdan kaynaklanan biçimde yadsınması insan vicdanını sarsmakta ve dünyadaki özgürlük, adalet ve barış kurumlanın tehlikeye sokmaktadır.”

1958 yılında toplanan Birinci Bağımsız Afrika Devletleri Kon­feransı, dördüncü bölümü ırkçılığa ayrılmış elan Akra Bildirisini kabul etmiştir. Bu bildirinin ikinci giriş paragrafında şu cümle yer alıyor:

“Irkçılığın, zehirli etkisini Afrika’nın bazı bölgelerinde ar­tan ölçüde yayan ve kıtamızı şiddet ve kana boğabilecek olan bir patlama öğesi durumuna gelecek ölçüde, insan haklarının ve onurunun temel ilkelerinin bir yadsınması olduğuna tamamen inanmış olarak...”

Rastlantısal olarak seçilmiş bu örnekler, ırk ayrımı sürüp gittik­çe dünya barışma ve uluslararası işbirliğinin düşeceği durumdan duyu­lan endişeyi açıkça göstermektedir.

Tarih boyunca savaşların, ayaklanmaların ve devrimlerin kesin bir nedeni, insan haklarının bir yana itilmesi ve ondan nefret edilmesi olmuştur. Tiranhğa, baskıya, sömürgeciliğe ve ırk ayrımına karşı savaşım kadar, insanın eşitlik, özgürlük ve kardeşliğin savunmasında yükselttiği ses de eskidir. Savaşım ve ses, her ikisi de, tek bir ırk ya da tek bir uygarlıkla hiçbir zaman sınırlanmamıştır. Sanki tarih boyunca aynı ses duyulmaktadır. Bu, insanlığın evrensel sesidir, ve insan bu sesi, felâketine yol açacak biçimde küçümsemektedir. Bu olguyu far- keden İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, insan haklarının hor görülme­sinin inşam isyana zorlayacağına ve uluslar arasında dostça ilişkilerin gelişmesini engelleyeceğine dikkati çekmiştir.

Beyaz insanı temsil eden Avrupa hükümetleri, yakın tarihte, insanlığın bu evrensel sesine geniş ölçüde kulaklarını tıkamışlardı. İnsan haklarına ilişkin başka felsefeler ve açıklamalara karşın, poli­tikalarında Avrupah olmayanlara karşı ırkçı felsefeler ve uygulamalar egemen olmuştur, insan ırkının üstün ve aşağı diye bölünmesi ırkçı bir Batı ürünüdür. Buradaki çelişki, Batı’da, özgürlük, eşitlik, toplum­sal adalet, kişinin ve ulusun kendi gelecelderini belirleme haklarının genişletilmesi için verilen ulusal ya da iç savaşımların başarısının, Batı’nın Batılı olmayan halklara karşı izlediği politikaya ve takındığı tavra pek yansımamış oluşudur. Geniş bir temel üstünde temsilî hükümetlerin kurulmasına ve özellikle siyasal ve medenî haklardan yararlanma konusundaki sınırlamaların çoğunun kaldırılmasına ta­nıklık eden On-dokuzuncu Yüzyıl ile Yirminci Yüzyılın ilk on yılı, aynı zamanda, özellikle Asya ve Afrika halkları üzerinde Avrupalı ırkçı felsefe ve aylamaların doğuşuna da tanık olmuştur.

İnsanlığın, pek çok Avrupalı ve Amerikalı düşünürün kuşkusuz duyduğu bu evrensel sesinin hükümetlerce tamamen duyulmasını ve uygulamadaki politikalara yansıtılmasını nasıl sağlayabiliriz? Onlara, insanlığın bu sesinin evrenselliğini nasıl kabul ettirebiliriz? Bu yalnızca, Batı ırkçılığının Afrika ve Filistin’deki kalıntılarına kar­şı sürdürülen güncel savaşım açısından değil, ırkçılığın gelecekte hortlamasının önlenmesi açısından da çok önemlidir. Bu sorun önem­lidir, çünkü eğer “Hür Dünya” adıyla anılan Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri, herkes için eşitlik, özgürlük ve ulusların kendi geleceklerini belirleme dâvâsmda ırkçılığa karşı verilen savaşıma ciddî olarak katılırlarsa, dünyada ırkçılığın mevcut kalıntılarının fazla zorlanmadan ortadan kaldırılacağına kuşku yoktur. Bu yoldan daha fazla acı çekilmesi, kan dökülmesi, yıkım önlenebilir ve Üçüncü Dün- ya’da ırkçılığa karşıt akımların doğmasına gerek kalmaz.

Batı, kuşkusuz, ulusların kendi geleceklerini belirlemeleri, öz­gürlük ve eşitlik haklarının uygulanmasına ilişkin her vaadin, bağımlı halkların zihnindeki büyük etkisinin farkındaydı. Bu olgu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları boyunca sonuna dek istismar edilmiştir. Ancak, bu iki savaşın sonucu olarak hiçbir Avrupa ülkesi sömürleş- tirilmemiş, ırk ayrımının acısını çekmemiş, hiçbir sömürgenin de öz­gürce bağımsızlığını elde etmesine ya da kendi geleceğini belirleme hakkını uygulamasına izin verilmemiştir. Verilen tüm sözler beş çık­mış ve tamamen Batı’nm egemenliğinde olan Milletler Cemiyeti ulusların kendi geleceklerini belirleme ilkesi hakkında sözde kalan işlemlerde bulunmuş ve aynı zamanda çeşitli biçimlerde, sömürgeci­liğin yeni topraklarda yayılmasına izin vermiştir. Uluslararası hukuka, protektora, manda altındaki topraklar, vesayet altındaki topraklar kavramlarını sömürgeciliğe kılıf olarak sokan Batı düşüncesidir. Na­zizmi, Apartheid’i ve Siyonizm’i üreten modern Batı düşüncesidir.

Üstünlük anlayışı Batılı yayınlarda hâlâ görülebilmektedir. Bilim, uluslararası hukuk, felsefe ve genel olarak insan bilimleri alanlarında çalışan herhangi bir Batılı öğrenci, bu konulara Batılı uygarlıkların katkılarından habersizdir. Kuşkusuz, uzmanlar için kitaplar vardır ve bunlardan bazıları kusursuz araştırmalardır. Ancak, bu bağlamdan sıradan bir öğrencinin her konuda kültürel bakış açışım kendi uygar­lığının ötesinde genişletmesi gereklidir. Öğrenci, insan düşünüşünün tek bir kanalından değil, tüm ırmağından yararlanabilmclidir. Bir­birimizin kültürünü tanıyarak vc her toplumun insan uygarlığına katkısını öğrenerek karşılıklı anlayış ve saygıyı arttırabilir, tutuculuğu ve şovenizmi azaltabiliriz.

Bu açıdan, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmcsi’mn dünya ba­rışma yönelik bir tehdit olan ırk ayrımına özel olarak atıfta bulunmuş olmaması ve Sözleşmeyi imzalamış devletlerin Sözleşme çerçevesinde genel olarak ırk ayrımına karşı dünya çapında sürdürülen savaşım içinde siyaset ve eylemler benimsememeleri üzücüdür.

“Hür Dünya”nın önderi Amerika Birleşik Devletleri, 1965 ta­rihli Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına tlişkin Uluslararası Sözleşmeyi onaylamamıştır. Onun koruduğu İsrail, bir adım daha ileri gitmiş, Sözleşmeyi reddetme kararı almıştır. Ve hâlâ, Siyonizm ve İsrail’in ırkçı olmadığını ileri sürenler vardır.

Irk ayrımı neden dünya barışma ve halklar arasındaki işbirliğine yönelmiş bir tehdit sayılmaktadır?

Irk ayrımının temel özelliklerinden biri onun keyfiliğidir. Irkları, halldarı ya da bireyleri nesnel olarak değerlendirmez. Sadece bir etnik ya da ırksal gruba mensup olma temelinde bir ırkı, bir halkı ya da bir bireyi ayrıma tabi tutar. Onu aşağı olmakla damgalar. Öte yandan, birinin nesnel nitelikleri ne olursa olsun, diğer etnik ya da ırksal gruba mensup olması, üstün olması için yeteriidir.

Irk ayrımı, insanların eşitliğinin yadsınmasıdır, insanın gelişme, bü­yüme, her alanda insanlığa katkıda bulunma yeteneğine sahip bir var­lık olduğunun yadsınmasıdır. Ve bu yadsıma, tarihin, bu dünyanın hemen tüm halklarının gelişmesinden, ileri uygarlıklarından yüksek sesle söz etmesine karşın, ırk ya da renk öğesine dayanmaktadır. Uy­garlık, güç ve ilerleme, hiçbir zaman bir ırkın, ülkenin ya da halkın tekelinde olmamıştır.

Irk ayrımı, yalnız eşitliği yadsımakla kalmaz. Aynı zamanda, fırsat eşitliğini de reddeder ve bu yadsıma, ırk ayrımı politikasının doğrulanması için kullanılan koşulları sürdürmeğe çalışmaktadır. Böy- lece, sömürge halklarına insan ve doğa kaynaklarını geliştirme fır­satı hiçbir zaman verilmemiştir, Her gelişme, sömürgecilerin gerek­sinmelerine göre ayarlanmıştır. Cezayir 132 yıl Fransa’nın bir parçası sayılmıştır. Bu durumda, Cezayir, Fransa’nın diğer bölgeleriyle aynı düzeyde gelişmeliydi. Oysa, sömürgeciliğin içerdiği ırk ayrımı Ceza­yir’e Fransa ile aynı ölçüde gelişme olanağı vermemiştir. Nedeni açık­tır. Eğer Cezayirliler Fransızlarla eşit muamele görselerdi ve fırsat eşit­liğine sahip olsalardı, sömürgecilik olayı ve sömürüden doğan şeyler durmak zorunda kalırdı.

Eşitlik ve fırsat eşitliği inkâr edilince, geri kalmışlık ve güçsüzlük koşulları, denetime ve önyargılara etkinlik sağlama ölçüsünde korunmaktadır. Cesur kişiler bu koşullara meydan okuma cesaretini herzaman göstereceklerdir. Ama insanlar, bireyler olarak, kişisel amaçlarında başarılı olsalar bile, fırsat eşitliğinin yadsınması yüzünden, kural olarak, bu amaçlara uygun hak ve ayrıcalıklardan yoksun ka­lırlar. Bir işte fırsat eşitliği yadsındığı zaman, yaşam düzeyi donar ve ciddî düzelme olanakları çok sınırlı duruma gelir.

Irk ayrımında, kişisel ya da etnik kendi geleceğini saptama hakkı, kişisel ya da ulusal eylem yadsınmış ya da sınırlandırılmış durumdadır. İnsan, geri kalmışlığını ya da zayıflığını geçici bir durum olarak, ama yalnız geçici bir durum olarak kabul edebilir, çünkü bu durumu eylem özgürlüğü sayesinde değiştirmeyi ister. Ancak, böyle bir durumu sonsuz kaderi olarak kabul etmeyecektir.

Etnik grup için olduğu kadar birey için de, kendi geleceğini saptama, seçme özgürlüğü, bugün ve yarın tüm insan yeteneklerini kullanma özgürlüğünü ve risk ve başarısı ne olursa olsun eylemde bulunma özgürlüğünü gerektirir. Bu seçme özgüllüğü insanın ayrıl­maz parçasıdır ve hem kendisinin, hem de toplumunun ve ulusunun kalkınması ve gelişmes’ için temeldir. Tüm hak ve özgürlükler bireysel, toplumsal, ulusal ve uluslararası düzeyde, kendi geleceğini saptama hakkının görüntüleridir. Ulusal düzeyde bir toplum içinde, uluslar­arası düzeyde uluslararası toplum içinde, bu haklım gerçekleştirilmesi sayesinde serbestçe ilişkiler kurulabilir. Bireyler ve uluslar, uyum ve işbirliği yollarını birbirlerinin bu hakkını tanıyarak bulabilirler.

Irk ayrımının insan zihninde yol açtığı çatışma çok büyüktür. Irk ayrımına karşı aynı biçimde davranmamak, insan ideallerine önemli ölçüde ahlâkı bağlılık ve sebat gerektirir. Irk ayrımının en tehlikeli sonuçlarından biri, daha fazla ırk ayrımına yol açma olasılığıdır. Asıl suçlu saldırılamayacak kadar güçlü olduğundan tepki, asıl suç­luya yöneltilmeyebilir. Asıl ırk ayrımıyla bağlantıdan sorumlu tutu­lamayacak olan daha zayıf bir kurban seçilir. Bu masum halkın acı çekmesi haklı gösterilemez vc affedilemez. Zamanımızın örneklerin­den biri, Filistinlilere karşı Siyonist İsrail’in yürüttüğü ırkçı politika­dır. Bertrand Russell, ölümünden hemen önce, bir bildiride şunları söylemişti:

“Yahudilcrin Avıupa’da Nazilcriıı elinden acı çekmesi yüzünden İsrail’e sempati duymamız gerektiği bize sık sık söylenmiştir. Ben bu öneride herhangi bir acının sürdürül­mesini gerektirecek bir neden göremiyorum. İsrail’in bugün yaptığını hoş karşılamak vc bugünün dehşet verici olay­larını haklı göstermek için geçmişteki benzer olaylara başvurmak büyük bir ikiyüzlülüktür. İsrail yalnızca çok sayıda göçmeni sefalete mahkûm etmemiştir; yalnızca işgal altındaki pek çok Arap askerî yönetim altına alınmamıştır. İsrail, aynı zamanda, sömürge durumundan daha yeni kur­tulmuş olan Arap uluslarını, askerî taleplere ulusal kalkın­maya göre bir öncelik vererek sürekli yoksullaşmaya mah­kûm etmektedir.”1

Irkçı bir rejim, kendini insanın eşitlik isteklerinden korumak için baskıcı olmak zorundadır. Eğer ırkçılık bir iç politikaysa, rejini, ayrımın yöneltildiği yerli halk, ırk ya da renge karşı baskıcı olmak zorundadır. Bu, ırkçı politikaların sürekli bir özelliğidir. Ve baskı temel insan hak ve özgürlüklerinin yadsınması anlamına gelir ve kaçı­nılmaz sonucu isyandır.

Bir baskı politikasını sürdürebilmek ve ayaklanmaya karşı hazır bulunmakiçin rejim,insan ve doğa kaynaklarının önemli bir bölümünü baskı araçlarının oluşturulmasına ayırmak zorundadır. Halkın refahı bu yoldan ikincil önemde bir konu durumuna gelir. Böylece, halkın geri kalmışlığını koruma politikasından ayrı olarak halkın refahının sağlanmasında kullanılabilecek kaynaklar da büyük ölçüde azaltılır. Filistin’de Ingiliz Mandası süresince tanık olduğumuz buydu. Filistin’ deki Ingiliz Hükümeti, ırkçı Siyonist-Ingiliz politikasına karşı ayak­lanmalardan korunmak için, polis gücüne, eğitim, sağlık ve kalkın­maya harcadığından daha fazla para yatırmıştır.

Bazan, ırkçı bir toplum, iç ayaklanma olasılığına karşı kendini korumak için yerli halkı zorla tahliyeye çalışabilir. İsrail bunu yap­mıştır. Ama sorun hâlâ ortadadır ve Filistin ayaklanması bir gerçek­tir. Filistin devrimi, İsrail’in ırkçı politikası yüzünden Filistin’de her- [3]

kes için demokratik bir devlet kurma amacına ulaşmamış olsa da, İsrail ekonomisi üstündeki baskısı açıktır. Ve bu ekonomi tamamen, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer dış kaynaklardan gelen çok geniş ölçekli sürekli vardım akımıyla ayakta durabilmektedir.

İrkçı politikasını sürdürmesi için İsrail’e akmakta olan milyarlar muhtaç Amerikalıların refahı ya da dünyanın pek çok köşesinde hüküm süren açlıkla savaş için kullanılabilirdi. Amerika Birleşik Devletleri İsrail’e yalnız bir yıl zarfında, 1967’de, askerî malzeme için iki milyar dolardan fazla para verirken, Afrika Kalkınma Bankasının sermayesine yalnızca 25 milyon dolarlık katkıda bulunmuştur. Ulusal ve uluslararası düzeyde fonların kötü tahsis edilmesi, ırkçı politika­ların benimsenmesi ya da desteklenmesinin doğrudan bir sonucudur.

Bazı durumlarda ırkçılık, bir halkın -ulusal, etnik ve kültürel- varlığma yönelecek ölçüde aşırı ve tehlikeli bir duruma gelebilmekte ve böylece, doğrudan yok etme eyleminde bulunmadan soykırımın bazı niteliklerini paylaşmaktadır. Irkçılık, hukuken, kurbanlarının varlı­ğım yadsıyan Siyonist ırkçılık gibi, kesin olarak “zımnî soykırım” olarak nitelenebilir. Filistinliler gibi bir halkın varlığı tanınmayınca, bu halkın ulusal varlık ve kimliği, temel hak ve özgürlükleri, anayurdu yadsınınca, bir halk olarak ona başka ne kalmaktadır? Bu halk halk- lıktan çıkmakta, üyeleri de kişi olmayan bireyler durumuna gelmekte­dirler. Bu, gerçek soykırım, dolayısıyla zımnî soykırım içine girmez mi?

Soykırımın bir başka biçimi, Siyonistlerinki gibi bazı ırkçı rejim­lerde uygulanmaktadır. Bu, bir halkın varolma araçlarının ve onun ayrı kültürünün bilinçli olarak tahrip edildiği, elinden alındığı ve bu şekilde böyle bir halkın yaşadığına ilişkin hiçbir tarihsel ya da kültürel belirtinin bırakılmadığı “kültürel soykırım”dır. Dünyaca ünlü El Aksa Gamiinin kundaklanması, Kudüs’teki tarihsel anıtların yıkıl­ması, Filistin halk danslarının, giysilerinin, ulusal yemeklerinin İs­railliler tarafından çalınması vb. bu kültürel soykırımın örnekleridir. Aslında, UNESCO Filistin’deki İsrail etkinliklerini mahkûm etmede yeterince ileri gidememiştir.

Son amacı kurbanlarını ulusal ve kültürel açıdan yoketmek olan tüm bu Önlemlere kurbanların karşı çıkma hakkı sözkonusu edil­memektedir. Filistinlilerin kararlı direnişi, onların karşı karşıya bulun­dukları tehditle ölçülmelidir. Ve yalnızca bu tehdit tamamen değerlen­dirilip anlaşılırsa bir hükme varılabilir.

Irkçı İsrail, dört savaşta elde ettiği toprakların üstüne oturmuş­tur. ıg56Jdaki savaş Avrupalı iki büyük gücü, İngiltere ve Fransa’yı içine almış, dördüncü savaş ise iki süper güç arasında çatışma tehlikesi doğurmuştur. İnsan bir beşinci savaşın getireceği felâketleri düşün­meğe çekinmektedir. Çünkü beşinci ve muhtemelen altıncı savaş, Siyonizm bozguna uğratılmadıkça ortaya çıkacaktır. Ancak, ne yazık ki, önceden Nazizm örneğinde görüldüğü gibi, Siyonizm, başkaları için olduğu kadar kendi halkı için de görülmemiş zarar ve acıya yol açmadan bozguna uğratılamayacaktır.

Irkçılığın bozguna uğratılmasmdan önce Afrika’da ve hattâ Amerika Birleşik Devletleri’nde aynı yıkım ve acılar görülebilir.

Aynı sonuçlara yol açan aynı yanılgılar. Irkçıların hepsi, yal­nız gücün, insanın doğuştan gelen haklarını egemenlik altına ala­bileceğine ve bu egemenliği süresiz sürdürebileceğine inanır. “Akıl­ları var ama anlamıyorlar, gözleri var ama görmüyorlar.” (Kur’an, 7:179) Irkçılar, eşit ve Özgür yaşama isteğinin, yaşama isteğinden daha güçlü olduğunu öğrenememişlerdir. Cüretkâr Prometheus herbi- rimizin içinde, ve baskı altındaki herkes için özgürlüğün yelkenleri açılmış rüzgâra...

Irkçılıkla uzlaşma olamaz, çünkü ırkçılık, mutlak olarak kötüdür; çünkü ırkçılık zehirlidir ve zehirlemektedir. Irkçı rejimlerce ya­ratılan yeni olguları kabul edemeyiz. Nazizmle uzlaşma, İkinci Dünya Savaşının yıkım ve dehşetine ve milyonlarca insanın öl­mesine, acı çekmesine neden olmuştur. Eşitlik ve kendi gelece­ğini saptama hakkı üzerinde uzlaşma olamaz. Bütün halklar bu hak­larından kendi anayurtlarında özgürce yararlanmalıdırlar. Kendi toprakları ve emeğinin meyvaları yabancı bir ırkçı rejim tarafından sonsuza dek elinden alınırken ve işgâl edilirken hiçbir halktan göçmen statüsünü ya da ulusal haklarından yoksun kalmayı kabul etmesi istenemez. Hiçbir halkın kendi anayurdunu ya da onun bir parçasını başka uluslara teslim etmesi beklenemez.

Herhangi bir rejimin kendi yarattığı ırkçı ve gayrimeşru koşul­ların tanınmasında ısrar etmesi de kabul edilemez. İsrail Filistinlileri kendi yurtlarından atmış ve onları göçmen durumuna getirrriş; ev­lerini, topraklarını, mallarını ellerinden almış; Kudüs’ün demografik ve kültürel yapısını değiştirmiş; Batı Yakası, Sina ve Golan’da yeni yerleşim bölgeleri oluşturmuş; yüzlerce Arap köyünü yıkmış, yerlerine Siyonist koloniler kurmuştur. Tüm bunlar ırkçı, sömürgeci, gayrımeş- rııdur ve Birleşmiş Milletler’iıı tüm organları tarafından böyle oldukları ilân edilmiştir. Tüm bu koşullar, yerli nüfusun haklarını sürekli ola­rak kemirmek çabasıyla ve değiştirilemez gibi görünebilecek bir şeyle dünyanın karşısına çıkmak için yaratılmıştır. Realpolitik, temel vaz­geçilmez haklar ve temel özgürlükler, ulusal ve kişisel kendi geleceğini saptama hakkı sözkonusu olduğunda kabul edilir bir şey değildir.

O zaman Orta Doğu’daki karışıklığa ve Filistinlilerin hakla­rını yeniden kazanmak için verdikleri kararlı savaşıma şaşırmamak gerekir. Avrupa’da Nazi ırkçı politikası ve işgaline karşı gösterilen direniş selâmlanır ve yüceltilirkcn, Filistin direnişinin terörizm olarak tanımlanması üzücüdür. Bundan sorumlu olan ırkçılık mıdır?

Temel hak ve özgürlükler pahasına ırkçılıkla uzlaşma olamaz, Yahruzca bir çözüm vardır: Nerede, bulunursa bulunsun, ırkçılığın yokedilmesi ve ırk, renk, inanç ya da din farkı gözetilmeksizin is­tisnasız herkes için temel hak ve özgürlüklerin güçlendirilmesi.

Hiçbir ırkçı devlet, kendi yurttaşlarının bile özgürlük, güvenlik Ve refah koşullarını güvence altına almayı başaramamıştır. Aslında, ırkçılığın zamanımızdaki kalıntıları da başarısızlığa uğramıştır ve ke­sinlikle başarısız olmağa devam edecektir.

İstenen, ırkçılığın ortadan kaldırılmasıdır, insanların değil. Nazizm ortadan kaldırılmıştır, ama Alman halkı, Avrupa top­luluğunun, Nazizmin başlıca kurbanları olan diğer üyeleriyle eşit­lik içinde yaşamaya başlamıştır.

Eğer ırkçılık ve onun uzantıları yokedilirse, aynı şey Filistin ve Güney Afrika’da da olabilir ve ırkçılığın kurbanları dahil tüm insan­lar eşitlik içinde birlikte yaşama olanağına sahip olurlar,

Bu amaca ulaşmanın başlıca araçlarından biri, ırkçılığın tehlike­lerine karşı koymak ve tüm halklar arasında kardeşlik ve anlayış bağlarını güçlendirmektir. Bu amaçla bir Irk Ayrımının Bütün Biçim­lerinin Ortadan Kaldırılması için Uluslararası Örgüt kurulmasını öneriyorum. Bu organın hedefleri, nerede olursa olsun, ırk ayrı­mı uygulamalarına ilişkin bilgileri, insan haklarını ve temel öz­gürlükleri savunmak ve tüm halklar arasında anlayışı sağlamak için sergilemek, toplamak ve yaymak olacaktır. Örgüt gönüllü ve hükû- metler-dışı olacak, üyeleri, insanın ırk, din ya da inanç ayrımı olmak­sızın doğuştan onuruna inananlar olacaktır.

SİYONİZM VE IRKÇILIK: ÇELİŞEN GÖRÜNGÜLER VE ALGILAMALAR

L. HUMPHREY WALZ

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Kasım 1975’dc “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 (XXX) sayılı kararı aldı. Karar 35’e karşı 72 devlet tarafından desteklenmiş, 32’si çekimser oy kullanmış ve 3’ü de oylamaya katılmamıştı.

Batı’da bunu izleyen yaygın tepki, içlerinde ırkçılık ve Siyonizm sözcüklerinin farklı yorumlanışlannm da bulunduğu çeşitli öğelerden kaynaklanıyordu. Bu nedenle, çatışan tarafların birbirlerini ve temel sorunları anlama konusundaki kaygıları sonucu bu sözcüklerin anlam­larının açıklığa kavuşmasına çalışmaları olumlu olmuştur.

Birleşmiş Milletler oylamasından kısa bir büre sonra Mexico City’deydim. Meksika kararı desteklemişti ve Amerikan Siyonistleri de bu ülkeyi cezalandırmak için bir boykot başlatmışlardı. Boykotu izleyen ekonomik baskının kurbanlarından biri açıklığa kavuşturma isteğini bana şöyle dile getirdi:

“Biz Meksika’da semitizm-aleyhdarlığmı onaylamıyoruz. Neden? Çünkü Yahudilerle Yahudi olmayanların hakları arasında ayrım yapıyor. Siyonizm de aynı şeyi yapmıyor mu? Biz Semitizm aleyhdarlığım ırkçılığın bir çeşidi ola­rak kabul ediyoruz. Siyonizm’i de benzer biçimde değer­lendirmek niçin doğru olmasın? Soruma ‘Hayır’ yanıtını veren bir Siyonizm tanımı var mıdır? Varsa, Siyonistler kafamızı şişireceklerine niçin bunu söylemiyorlar?”1

Meksika gezim sırasında, Christianity and Crisis (Hıristiyanlık ve Bunalım) dergisinin “Birleşmiş Milletler’in Siyonizm ve Irkçılıkla

*27 Haziran 1976 tarihli The New York Times'da. yayınlanan “Travcl Power: the Story Behind the Meşican Boycott” başlıklı yazının ardında da benzeri duyguların yattığı görülüyor: ‘Tek çok Meksikalı Siyonizm’i ‘devletin destekçisi’, îsrail politikasının yarı- resmî kolu olarak değerlendiriyor. Yüksek rütbeli Meksikalı bir diplomat, “başka türlüsünü kim savunabilir?” diyor, “Siyonizm İsrail’e yerleşme konusunda, Yahudileri ve yalnızca Yahudileri yönlendirmeğe çalışıyor.”

ilgili Kararı”nı da içeren 22 Aralık 1975 tarihli sayısı bir dostun evin­de elime geçti. Yazılar arasında .National Catholic Reporter dergisinin kurucusu olan Robert G. Hoyt’un açıklığa kavuşturulmaya dair başka bir açıdan benzer bir dileği ifade eden görüşü vardı:

“Siyonizm’i suçlayan Genel Kurul kararının geçerliliği ne olursa olsun, bu dayanağı metinde bulmak olanaksız­dır...Karan destekleyen bölümler ırkçılığın yalnızca kaba­taslak bir tanımını vermekte, Siyonizm’in teori ya da uygu­lamada bu tanıma uyduğuna dair bir kanıt görülmemek­tedir.”[4]

Hem Siyonizm, hem de ırkçılık tartışmasında, bu sözcükleri nasıl kullandığımıza dair açık olmak zorundayız. Başkalarının da bunları ne anlamda kullandıklarını anlamağa çalışmalıyız. Yoksa, hem kendi zamanımızı, hem de onlarınkini boşa harcamış sayılırız. Daha kötüsü, bizim kullanışımız tanımlanmamış ya da fena tanım­lanmışsa, dikkatimiz temel sorunlar dışına kaymakla kalacak ve bun­ların çözümlenmesi için harcanacak enerjimizi saptırmağa yol açacak daha büyük bir kargaşa oluşturabilecektir.

Irkçılık-Beyaza Karşı Siyah:

Irk sözcüğünün iyi-niyetli kimseleri Siyonizm ve ırkçılık arasında bir bağlantı kurulmasını yadsımağa sürükleyecek en azından iki yorumu vardır. Bunlardan biri ırkı yalnızca siyah-beyaz kavramları çevçevesinde gördüğü için Siyonizm’e uygulanabileceğini kabul et­mez.[5] Öteki ırkı biyolojik anlamda anladığından ötürü Yahudiliğin bir ilişkisini göremez. Üçüncü bir görüş Yahudileri bir ırk olarak ka­bul eder. Bu son görüşe göre, hem Semitizm aleyhdarlığı, hem de Herzl’ci Siyonizm açıkça ırkçıdır.

A.B.D. ve Kanada’da ırkçılık sözkonusu edildiğinde, konuya siyah-beyaz ilişkileri açısından yaklaşan çok kişi vardır. Bu çerçevede, B.M.’in Siyonizm’i ırkçılıkla bağlayan kararından hemen sonra bir Şikago gazetesinde bir fotoğraf yayınlandı. Genç Golda Meir’i Milwaukee’de öğretmenlik yaptığı günlerde siyah bir öğrenciyle gösteriyordu. Aralarındaki ilişki açıkça içtendi. Resmin altındaki yazı şu soruyu sormaktaydı: Bu mu ırkçılık olan? Irkçılığı bir siyah- beyaz karşıtlığı biçiminde düşünen ortalama bir okuyucu herhalde “hayır” diye yanıt verecekti.

Washington’da kurulmuş, inançlar ve ırklar arası bir program olan Education for Intermet’in yöneticisi Siyonist Haham Daniel F. Polish şu soruyu sorduğunda aynı düşünce sahiplerine hitap edi­yordu :

“Kim, ben miyim ırkçı olan? Yoksa Amerikan Siyoniz- minin dev kişisi ve Renkli Halkın ilerlemesi için Ulusal Bir­lik kurucusu Stephen Wise mı ya da onun son beyaz Baş­kam Kivie Kaplan mı?”[6]

Belki de, Mayıs 1976’da Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey’in (ECOSOG) aldığı bir kararda tek olumsuz oyu kullanır­ken, Kanada’nın B.M.’deki Büyükelçisi Saul Rae’nin kafasında da ırkçılığın benzer bir siyah-beyaz yorumu vardı. Hiç değilse, kendisinin aşağıda sözü edilen ırk ayrımım seçerek suçlayışı bu kanıyı yaratıyordu. Bu suçlama B.M.’in 1973-83 yıllarım “Irkçılığa ve Irk Ayrımına Karşı Savaşım için Eylem On Yılı” ilâm çerçevesinde yapılmıştı. EGOSOG bundan önceki “ırkçılık, ırk ayrımı, apartheid, sömür­gelikten kurtulma ve ulusların kendi geleceklerinıkendilerinin. sap­tamalarına ilişkin” B.M.’in kararlarını onayhyordu. Bu kararlardan biri, kuşkusuz, Siyonizm’i ırkçılıkla bir tutan Kasım 1975 tarihli ka­rardı. Büyükelçi Rae ülkesinin ırk ayrımına, özellikle “haksız ve alçaltıcı apartheid sistemine” karşı olduğunu açıkladı. Ancak, Kana- da’nın “ırkçılıkla Siyonizm arasında bağlar kurma girişimlerini kabul edemeyeceğini ve etmeyeceğini” de ilân ederek oyunu ECOSOC ka­rarma karşı kullandı.[7]

Bazıları İsrail’in otomatik olarak beyaz Golda Meir’e tanıdığı ayrıcalıklardan, gene bu İsrailli kadının Siyonizm anlayışının Wil- waukee’li siyah öğrenciyi mahrum etmesini proteto edebilirler. Siyo­nizm’in ırk ayrımının kurbanlarıyla birlikte NAACP’nin beyaz olma­yan öteki üyelerini de aynı biçimde dışta tuttuğu da şikayet konusu edilebilir. Ancak, bu ayrımın deri renginden, ötürü olmadığı ve böy­lelikle bir ırk oluşturmadığı biçiminde bir yanıt ta verilebilir.[8]

Irkçılık - Daha Geniş Bir Biyolojik Temel:

Irkçılığın daha geniş bir tanımına geçecek olursak, UNESCO’ ya göre “ayrımcı gruplar-arası ilişkilerin biyolojik temellerde doğrula­nabileceği yamltmacasına dayanan anti-sosyal inanış ve davranış­lar” tanım kapsamına girmektedir. Bu temelde de, ırkçılık etiketinin Siyonizm’e uygulanabileceğinin karşısına dikilenler çıkmaktadır. Bun­lardan Rosemary ve Herman Ruether şunları yazıyordu:

“Genel Kurul’da çoğunluk Siyonizm’i ırkçılık olarak suçla­mak için oy kullandı. Bu oylama...Yahudilikle ırkı birbirine karıştıran eski Semitizm-aleyhdarlığını canlandırmakta ve milliyetçilikle. ırkçılığa yeni karmaşıklıklar eklemektedir... “Siyonizm’in ırkçılık olarak suçlanışmın temelinde öncelik­le Yahudilerin ‘ırk’ olduğu varsayımı yatıyor. Ancak ger­çekte, İsrail’de toplanan Yahudiler küçük bir devlette bir araya gelen belki de en fazla çok-ırklı grubu oluşturuyorlar. Bunun içine yalnız Doğu ve Batı AvrupalIların geniş bir ku­şağı değil, Arap ve Doğulu Yahudiler dc dahildir...Bu çok ırklı ve farklı kültürlü Yahudileri bir araya toplayan da Siyonizm’dir.

“Orta Doğu’daki gerilimler ırksal düzeyde yer almıyorlar. Yahudi lerin değişik kültürlerden gelmesi ve İsrail’deki pek çok Yahudinin etnik yönden Arap oluşları ‘etniklik’ sınıf­lamasını da yanıltıcı kılmaktadır. Arap Yahudisini Arap Hıristiyandan ve Arap Müslümandan ayıran grup kimli­ği son aşamada dinsel kimliktir/-’[9]

Ingiltere’de yaşayan ve Filistin sorunu uzmanı olan Yahudi gazeteci Marion Woolfsen 14 Mayıs 1976 tarihli Manchester Guardiari da yayınladığı “Siyonizm ve Irkçılık” başlıklı yazısında şöyle demek­teydi :

“Siyonizm’in bazı yandaşları Yahudilerin bir ırk olmadığım ve sonunda Yahudi olmayanlar için haksız eylemler durumu­na gelen Yahudi çıkarlarını koruma çabalarına dayanarak, Siyonizm’in ırkçı olarak sonuçlarıamayacağını ileri sürmek­tedir. Ancak bu sav çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin kendi­lerine yönelik kıyım ve baskıyı ‘ırkçı’ olarak niteleyen zen­gin bir Siyonist edebiyatının varlığı nedeniyle su götürür niteliktedir.”

Bu yazar, Meksika’daki dostlarım gibi, Yahudi olmayanlara Ya­hudi olmadıkları için yöneltilen ayrımı aynı biçimde ırkçı olarak değer­lendiriyor. Siyonist-İsrail ırkçı politikalarının Örnekleri olarak sözünü ettikleri arasında şunlar da var;

“Yahudi Ulusal Fonu...ıgoı’de Dünya Siyonist Örgü­tünün Beşinci Kongresinde yalnızca Yahudi sömürge­ciliğine Filistin’de toprak sağlamak amacıyla kuruldu. Bu örgüt (ve devlet) kent toprağı olmayan (ve pek çoğu el konmuş Arap toprağı olan) İsrail arazisinin % 95’ine sahiptir. Bu Fonun kuruluş yasasına göre, sahip olduğu toprak yalnızca Yahudi yerleşmesi için ayrılmıştır; bu toprak üstünde inşa edilecek konutlarda Yahudi olmayanlar oturamaz ve (İsrail yurttaşı Araplar dahil) Yahudi olma­yanlar bu topraklarda çalışamazlar.”

Irkçılık mı, Yobazlık mı?

Siyonizm’i ırkçılıkla aynı kılmayı hoş görmeyenlerin İsrail’in ayrım­cı politikalarına göz yumuyor oldukları sonucuna kolayca varılır. Bu tartışmanın ilke farklılıklarından çok sözcük farklılıklarına dayan- dınlabileceği Robert G. Hoyt’tan başka bir alıntıyla gösterilebilir:

(.‘‘Dünya Yahudileri kendileıini tek- bir halk olarak kabul ettiler; bazıları, yani Siyonistler, bu halkın belirli bir coğrafya alanında uluslaşabilmesinin bir hak ve gereksinim olduğunu ileri sürdü. Filistin’i scçtiIer'^Toprak satın almak, özel diplomasi ve. kamu oyu oluşturmak, belirli hedefler seçip tedhişe başvurmak, Avrupa’da ve başka yerlerde siyasal ve ekonomik nüfuz kullanmak gibi çeşitli yollarla, varlığını silâh gücüyle korudukları (ve sınırlarını genişlettikleri) yeni bir Yahudi devleti için Birleşmiş Milletler himayesine kavuştular ve büyük güçlerce de tanındılar.)

“Bütün bunun siyasal yönden akıllıca ya da etnik açıdan kabul edilebilir olup olmaması sorun değil. Bu, ırkçılık mıdır? Buna milliyetçilik demek daha uygun görünüyor. Yahudiliğin kendi ırksal değildir.”8

Bu son noktaya ilişkin olarak, bazıları “Isa Uğruna Yahudi'ler” (Jews for Jesus) akımına katılan Yahudilerin İsrail’de ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıklarını gözlemlemişlerdir. Bir Hıristiyan ailenin kendi yaşamını tehlikeye sokarak Nazilerin elinden kurtardığı meslek­taşım Daniel gibi bir Yahudiye yapılanlar da var. Ailenin sergilediği inancın öylesine etkisi altında kalmıştı ki, kendi de Hıristiyan oldu.

Bir Yahudi olarak yetiştiği için, otomatik olarak İsrail yurttaşı ola­bilme hakkından yararlanmak istediğinde, görüldüğü gibi ırksal duru­mu değişmemiş olduğu halde dininden döndüğü için İsrail Hükümeti bu kişiye bu hakkı tanımadı. Bu tür örnekler, bazan Siyonist ayrım-

8C. and C.} s. 318. Vurgular benim. cılığı ırkçı yerine yobaz olarak tanımlamanın daha uygun olduğunu göstermek amacıyla seçilmektedir.

Demek ki, ırkçılığın buna benzer birtakım yorumları 3379 sayılı B.M. kararına leyhte ya da aleyhte olanları etkilemiş. Ancak, Siyonizm’ in ırkçılığın bir biçimi olarak kabul edilmesi için oy kullanılırken kafalarda olan Genel Kurul’un ırk ayrımına ilişkin resmî tanımına bakmayı akıl etmiş olsalardı, büyük bir zahmetten kurtulunmuş olurdu. 21 Aralık 1965’te kabul edilen 2106 A (XX) sayılı Genel Kurul Kararı ırk ayrımını “ırk, renk, kuşak ya da ulusal-etnik kökene dayalı herhangi bir ayrım, dışta tutma, sınırlama ya da tercih” olarak tanım­lamaktadır. Bu geniş tanım Siyonizm'in ırkçılığın bir biçimi olup ol­madığına ilişkin herhangi bir tartışmada akılda tutulması gerekir.

Herzl’in Siyonizm’i:

Dünya Kiliseler Kurulu (World Council of Church.es) Genel Sek­reteri Philip Potter “Siyonizm’in...çok değişik biçimlerde anlaşıldığını ve yorumlandığını” açıklamıştır.[10]

Bu yorumların bazılarına, biraz sonra değineceğim, fakat önce Herzl’in Siyonizm’ine genel çizgileriyle bakalım. Filistin ile ilgili çatışmanın temelinde yatan ve B.M.’in Siyonizm’den söz ederken akimda tuttuğu kavram da budur. Bu kavram 1897’dc Theodor Herzl tarafından ortaya atılmış olup, Filistin ve çevresinde bir Yahudi devleti kur­mağa ve yaşatmağa çalışan Yahudi ulusal kurtuluş akımı olarak tanımla­nabilir. Bugüne kadar ne “Yahudiliğin” anlamı, ne de istenen toprağın sınırları konusunda bir anlaşma sağlanabilmiştir.

Bir zamanlar Siyonist olduğuna inanmış ve eski bir İsrailli olan bilim adamı Michael Selzer 1970’de bu akımdan söz ederken, “Siyo­nizm onu eleştirenlerin küçük bir yüzdesi, giderek savunucularının daha da ufak bir yüzdesi tarafından ancak yeterince anlaşılabilmiş karmaşık bir olgudur” demiştir.[11] Bundan sonra sözünü edeceklerim bu sempozyuma katılanların ayrıntılarına girecekleri bir konunun genel özetidir. Tartışmaya, sözcüklerin anlamlarıyla ilgili yaklaşı­mımı ortaya çıkaracak kadar gireceğim.

Herzl’in ve onu izleyenlerin temelde yatan varsayımları dört türlüdür. Çeşitli biçimlerde ifade edilmelerine karşın bugünkü İs­rail’in umutlarında, tasarılarında ve uygulamalarında güçlü bir biçim­de etkili olmakta devam edip gidiyorlar. A.B.D. Dış İşleri Bakanlığının eski görevlilerinden Edwin M. 'VVright’mD anladığı ve ifade ettiğine göre, bu varsayımlar şunlardır: (i) Yahudiler ve Yahudi olmayan­lar kalıtımsal (ve belki de jenetik) olarak uyum içinde bir arada yaşayamazlar ve Yahudi olmayanlar uzlaşmaz bir biçimde Semitizm düşmanıdırlar. (2) Bütün Yahudiler, kendilerini korumak için, aynı ülkenin içinde bir araya gelmek zorundadırlar; Filistin’in tüm Yahudilerin geleneksel yurdu olduğuna ilişkin “güçlü efsane”[12] [13] bu toprağın seçimini zorunlu yapmıştır. (3) Yahudi olmayanlar ya Ya- hudi devletinin dışına çıkartılmalı ya da yerleşmiş Yahudilerle aralarında hukuksal ye psikolojik bir ayrım duvarıyla ayrı tutulma­lıdırlar.[14] (4) Yahudi devletinin kuruluşu Yahudi olmayanların yar­dımım gerektirmektedir: Bunlar (a) kendi ülkelerindeki Yahudilerin göçmelerini tahrik edecek Semitizm aleyhdarları ve (b) dünya Yahu­dilerinin göreli olarak dağınık küçüklüğünü aşmak için en azından bir büyük devletin desteğidir. Herzl Rusya, Almanya, İtalya ve Os­manlI imparatorluğunun himayesini aramış durmuştur. Onu izle­yenler önce Ingiltere ve sonra S.S.G.B. ve özellikle A.B.D.’nin des­teğini sağlamada daha başarılı oldular.

Herzl’in Siyonizm’ine Tepkiler:

Başlangıçta, Herzl’in Siyonizm’inin sınırlı bir etkisi vardı. Herzl’- den çok önce, Gharleston’lu Yahudilerin 1841 Bildirisi “bu ülke (A.B.- D.) Filistin’imiz, bu kent Kudüs’ümüz, bu Tanrı evi Tapınağımızdır” diyordu. O tarihte de daha yıllar yılı, Reformcu Yahudiler başta olmak üzere, Amerikan Yahudilerinin çoğunun görüşü buydu. Aynı görüşler öteki ülkelerin Yahudileri arasında, özellikle Almanya’da yaygındır. Ortodoks Yahudiler de Siyonizm’e olumsuz tepkide bulun­dular. Daha 1903’te, Lubavitscher Hasidim siyasal Siyonizm’i “Tanrı’ya karşı koyma ve Tevrat’ın yadsınması” olarak suçluyordu. Bugün bile Kudüs’te .Netimi Karta Tanrı’nın tüm Yahudileri birleştirme rolüne ondan önce sahip çıkmakla Siyonizm’i bir küfür saymaktadır.14

Fakat olaylar, özellikle Almanya’da Hitler dönemi, Yahudi olsun ya da olmasın, pekçok kişinin Filistin ve çevresi için bir Siyonist siyasal programı “Yahudi sorunu” için tek yeterli çözüm olarak kabul etmesi için uygun ortamı hazırladı. Öte yandan, bu Filistinliler ve komşu ülkelerde yaşayan Araplar için kaçınılmaz bir sürülüş ve boyunduruk anlamına geliyordu. Moşe _Dayan_bu ikinci tavrı oldukça açık özetledi:

“Arapların Yahudilerden kişisel, dinsel ya da ırksal neden­lerden ötürü nefret ettikleri doğru değildir. Onlar bizi -kendi açılarından pekâlâ haklı olarak- bir Arap ülkesini bir Yahu­di devletine dönüştürmek amacıyla ele geçirmiş Batıhlar, yabancılar, işgâlciler gözüyle değerlendiriyorlar.”^5

Siyon ve Siyonizm ile İlgili Karışıklık:

Buraya kadar alıntılar yaptığım tepkilerin, çeşitli yanları olmakla birlikte, bir ortak özelliği de vardır: Hepsi siyasal Siyonizm’in ne oldu­ğuna ilişkin açık bir anlayıştan kaynaklanıyor. Bu çerçevede bile, kar­maşıklıklar büyüktür, fakat içten ancak iyi bilgilerle donanmamış dü­şünce yapıları nedeniyle karışıklıklar daha da büyümüştür. Örneğin, çoğu Siyonizm sözcüğünü duyduğunda bunu bugünün Orta Doğu poli­tikasıyla bağlantılı olarak değil de, Siyon (Sion, Ziori) sözcüğüyle çok es­kiden beri ilgili birtakım yüksek kavramlar açısından yorumlamakta­dır. “Kilise” ya da “Tanrı’nın Krallığı” anlamına gelen ‘Siyon’ sözcü­ğünün tarihsel Hıristiyan kullanımı hâlâ “Ey Siyon...barışın...ve İsa’ mn kefaret ve kurtuluşunu müjdeleyen haberi vermek için görevin yerine getirilişini hızlandır” gibi dualarda görülmektedir. Ve ilginç­tir ki, yeni Micropaedia Britannica’da Siyonist başlığı altındaki tek konu Orta Doğu’daki çatışmayla ilgisiz olup Sahra’nın güneyinde­ki Afrika’da bir kilise akımıdır.

1796’da siyah Amerikan Methodist’leri ayrı bir topluluk olarak örgütlenecek olursa daha yoğun bir ruhsal gelişme olanağı bulacak­larını hissettiklerinde, yeni -ve hâlâ büyüyen- akımlarına “Afrika [15] [16] Methodist Episkopal Siyon” adını vermişlerdi. “Yehova’nm Tanık­ları” umutsuz, yabancılaşmış ve reddedilmişlere çağrıda bulunurken, 1884’de “Siyon’un Gözetleme Kulesi Topluluğu” olarak örgütlen­mişti. “Siyon Vadisi” denilen yere bu ad Mormonlar tarafından muh­teşem kaya oluşumlarının kutsal ve heybetli güzelliği nedeniyle veril­mişti. “Siyon-Illinois” bir grup inanmış tarafından yaşamın tüm yanlarında Hıristiyan idealini ifade etmek için kuruldu. Ve “Siyon’a yürüyoruz” diye başlayan dua Filistin ile ilgili olmayıp, İlâhî ve daha iyi bir dünya düzenine ilişkin umutları ilân etmektedir. Siyon sözcü­ğünün bu türlü kullanımını bilenler ve Herzl’in Siyonist kavram ya da uygulamalarına aşina olmayanlar Siyonizm sözcüğünü işitir işitmez buna olumlu tepki gösterme eğilimindedirler.

Herzl’e Rağmen Siyonistler:

Buna ek olarak, Siyonizm sözcüğüne tepkileri daha başka öğelerin etkisi altında olan başkaları da bulunmaktadır. Örneğin, Hal Lind- sey’in çok satan Son Büyük Gezegen Dünya (The Lale Great Planet Earth)^ adlı kitabında savunulan ‘bin yıllık altın çağ’ görüşü vardır. Bu kitapta “İsrail (devletinin) yeniden doğuşu, doğal âfetlerin sayısında artış, Mısır’da savaş tehdidi ve Şeytan’a tapınmanın yeniden ortaya çıkışı” İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelişini kolaylaştıran olayların içinde sıra­lanmaktadır. Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasını savunuyor da olsa, son tahlilde, Yahudilerin Hıristiyanlığı kabul ediş düşün­cesinden ayrılmaz göründüklerine göre, Herzl’in Siyonizm hedef­leriyle ortak yanları var sayılmaz.

Hiçbiri Herzl’in temelde yatan varsayımlarını makûl bulmağa zorunlu olmayan geri kalan üç Siyonist yanlısı görüş ise, kendini ortaya atan birçok liberalde egemendir. İlk önce, 1948’den buyana, Siyonist ile Tahudi sözcüklerini birbirlerinin yerini tutan sıfatlar olarak kullananlardan söz edelim. Norman Podhoretz ve benzeri Siyonistler tarafından etkili bir biçimde yaygınlaştırılan bu bağlamda, ülkelerinde ırkçılığa karşı (büyük ölçüde siyah-beyaz karşıtlığıyla ilgili olarak) savaşımda, Yahudilerle yardımlaşma deneyimi olan Batılı Hıristiyanlar Siyonist ırkçı yaftasını bir iftira, âcil ve aktif bir karşı-saldırı gerektiren bir suçlama olarak görmektedirler.

Amerikan Siyonist Federasyonu’nun “Siyonizm, Yahudi Ulusal Kurtuluş Savaşımıdır” sloganını sorgusuz, sualsiz kabul edenler de [17]

vardır. Bunlar “Yahudi yurttaşların” kimler olduğu ya da kimler­den ve ne yönde kurtarılacaklarını ya da bu kurtuluşun nasıl olacağını sormamaktadırlar. Semitizme karşı davranışların kurbanlarına siyasal olarak söz verilmiş bir dünya cennetinin sağlanmasıyla, Siyonizm’in ırkçılığa karşı olduğuna inanmaktadırlar, o kadar.

Son olarak, Martin Buber’in düşlediği “Araplara dost...ve bütün Avrupalı emperyalist eğilimlere karşı” bir tür . Siyonizm’in şimdiki çatışmada tehlikede olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Fakat 1931 Siyonist Kongresi Buber’in görüşlerini reddetmişti. Ve Mısır’a 1956 îngiliz-Fransız-tsrail saldırısı Buber’in ideallerinin Siyonist uygulamadan nasıl bütünüyle silindiğini göstermiştir.[18]

Anti-Semitik Siyonizm Yanlılığı:

Semitizme karşı bir kılıf olarak ve ırkçı yaftası için özel bir iddi­ası bulunan son bir tür Siyonizm yanlılığından da söz etmek gerekir. Bu görüş, dünya Yahudilerinin Orta Doğu’da tek bir ulusal toplama yerinde bir araya getirilmelerini amaçlayan ve Siyonist tasarının des­tekleyicisi Yahudi düşmanlarınca savunulmaktadır. Bu . “göç”ün (aliyah) başarısı, Fichte’nin deyimiyle, “Yahudilerden ve Yahudi düşüncelerinden öz savunmamız için” bütün Yahudilerin Filistin’e sürülmeleri konusunda On-sekizinci Yüzyıl Almanyasında adı geçenin yaptığı öneriyi kamu oyu önünde yinelemekten onları kurtarabilirdi.

Kasım 1975’de Jacob Bernard Agus’un Yahudi Tarihinin Anlamı (The Meaning of Jewish History) adlı kitabında[19] Fichte’den alıntılar okuyordum. Bu okuduklarım 1 Aralık tarihli .Newsweek dergisinde “Haber Yaratanlar” (Neuosmakers) bölümüne tepkimi renklendirmiş olabilir. Bu bölüm Iowa Üniversitesinde merhum Henry A. Walla- ce’m anılarının açılışını şu sözlerle veriyordu:

“1946 yılma ait bir anı Filistin bunalımıyla başa çıkmağa çabalayan bitkin bir Harry Truman portresi çiziyor. Ti­caret Bakanı Wallace, yemekli bir kabine toplantısından ‘Başkan Truman’m Yahudilerden canının epeyi yandığını’

ve Başkanın ‘onları yeryüzünde Hazreti îsa memnun edemedi; benim daha şanslı olmamı kim bekleyebilir ki?’ dediğini, onların kendine bir yararı olmadığını yazmak- maktadır.”

Bugüne kadar, bu tarih gerçeğini Hcrzl’in “anti-Semitiklcr bizim en güvenilir dostumuz...müttefikimiz olacaklardır”[20] biçi­mindeki açıklaması ışığında yorumlama yönelimi görmedim. İsrail’ deki halk Truman’ı hâlâ Siyonizm’in en güvenilir dostlarından biri olarak selâmlar.

Lord Balfour’a karşı olan durum iyi belgelenmiştir. İsrailliler 1917 Balfour Bildirisini bir Yahudi devleti kurulmasında önemli bir diplomatik adım olarak görürler. Ama gene bu kişi 1903’da başbakan­ken özellikle Yahu dilerin İngiltere’ye göçünü sınırlayan bir yasanın kabul edilmesi için İngiliz Parlâmentosuna baskı yapmıştır.[21]

Bu tartışmalı konuya açıklık getiren birinden bir alıntı yaparak sözü bağlayayım. Brandeis Üniversitesi üniversite-içi sürekli yayınının 25 Kasım 1975 tarihli sayısında çıkan “Siyonizm ve Irkçılık” adlı ya­zısında, David G. Gil Şiyon’u evrensel barışa ulaşmada Yahudi ça- balanylajdişkilendirerek diyor ki:

“Yahudi halkı, Yahudiliğin fiziksel ve kültürel varlığım tehdit eden ve Siyon’un gerçek anlamıyla açıkça çelişen, İsrail devletindeki ve siyasal Siyonizm’deki ırkçı öğe­lerin üstesinden gelmelidir. Bu öğelerin üstesinden gele­bilmek için Yahudiler Siyon’un ilk anlamına, yani Filis­tinliler dahil tüm halklar için adalet ve eşitlik yoluyla barışa kendilerini yeniden adamahdırlar. Bunun siyasal anlamı, ortak yurtlarına geri dönmek açısından Yahudi ve Filistinlilerin eşit haklarını ve hiçbir halkın ötekine egemen olmadığı ya da sömürmediği, toplumların Si- yon-Filistin toprağı boyunca yardımlaştığı, çok-uluslu bir bir devlet içinde yaşamayı kabul etmektir.”

IRKÇILIK: SİYONİZM’İN TEMEL

BİR İLKESİ

STEFAN GORANOV

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun Kasım 1975 tarihli kararı Siyonizm ideolojisi ve uygulamasının ırkçı bir nitelik taşıdığını kesin olarak ortaya koymuştur. Giderek artan bu tehlikenin özü ve belirli özellikleri tam ve doğru olarak değerlendirilirse, B.M.’in kararı, ırkçılığın Siyonist türüne karşı geniş bir savaşım verilmesine yeni ve daha büyük olanaklar sağlamaktadır.

Önce şunu belirtmeli ki, Siyonist ırkçılık ayrı bir olgu değildir. Niteliği ve oynadığı uğursuz rol nedeniyle, uluslararası emperyalist burjuvazinin en gerici ve saldırgan bölümünün, savaş güçlerinin, sömürgeciliğin ve yeni-sömürgeciliğin hem ideolojisi, hem de uygu­lamasıdır.

Nazi Almanyasının insanlık-dışı cinayetleri ırkçılığın çürütücü gücü hakkında herkese öyle kolay kolay unutamayacakları bir ders verdi. İkinci Cihan Savaşında faşizm yere yıkıldığında ırkçı ideolojiye çok ağır bir darbe indirilmiş, fakat yeryüzünde toplum yaşamından temelli olarak atılmamıştı. Çağdaş gelişmeler ırkçı ideoloji ve siyasetin yalnızca İsrail devletine özgü bir iç hastalık olmadığını gösteriyor. Aynı saldırgan güçlerin çıkarlarına ve hedeflerine hizmet ederek sermayeci devletlerde geniş biçimde belirgindirler. Irk ayrımının acımasız ilke­leri Siyahlar, Puerto Riko’lular, Meksika’lılar, Kuzey Amerika Hintlileri ve ötekilerin nüfusun yaklaşık beşte-birini oluşturdukları en büyük sermayeci devlet olan Amerika Birleşik Devle tleri’nde ege­mendir. Köleliğin kaldırılmasından buyana yüz yıldan çok zaman geçmiş olmasına karşın, Amerikan toplumunun gelişimi, sermayeci düzenin azınlıklara özgürlük ve eşitlik sağlayamayacağını gösteri­yor.

Güney Afrika ırkçılarının siyah derili yerlilere karşı kanlı çarpışmalara girişmeleri ve Güney Afrika ırkçılarının kıtanın büyük bir bölümünde sömürge baskısını korumak ya da yeniden kurmak için elele vermeleri birçok halkların özgürlüklerini tehlikeye atmakta­dır. Apartheid, ırk ayrımı ve Afrika’da yeni-sömürgeci yayılma ortak siyasetinin uygulanmasında birbirine yardım eden Güney Afrika beyaz ırkçılarıyla İsrail’in Siyonist ırkçılarının ittifakı özellikle teh­likelidir. Bu ve öteki ülkelerdeki ırk baskısı sermayeci devletlerin iç ve dış ilişkileriyle yakından bağlantılı olup, emperyalist savaşlar yürütmek, ilhak edilen toprakları sömürgeci mülkiyet durumuna sokmak ve ülkeye eklenen yerlerin asıl sahiplerini kendi topraklarından sürmek ya da onları yok etmek de dahil olmak üzere, çeşitli biçimlerde ortaya çıkarlar.

A.B.D. başta olmak üzere, emperyalist devletlerin yardımıyla uygulanan, Filistin’de Siyonist sömürgeci siyaset Kuzey Amerikalı sömürgecilerin yerli Hintlilere reva gördükleri aynı ırkçı yöntemleri uygulamaya koymaktadır. “Dünya Yahudi ulusu”, “Tanrı’nm seç­tiği halk” ve “daha büyük İsrail” gibi Siyonizm’in. ırkçı sloganlarının altında da aynı genel düşünceler vardır. Bu düşüncelerde, temelde, emperyalist burjuvazinin “siyah” emekçiler ve kendi ulusal proletar­yasını sömürmesini haklı göstermeğe yarayan ve insan arasında eşitsiz­liğe dayalı, bilime ters düşen ve bütünüyle ahlâktan yoksun eşitsizlik tezine ilişkin öğeler vardır.1

^İdeolojisi açısından, Siyonizm insanlığı üç ana ırka ayıran Gobineau’nun ırkçı görüşlerinin temelde biraz değişmiş biçimidir. Bu ayrıma göre, en geri olan “siyah ırk” olup, onu “sarı ırk” yakından izlemektedir. “Beyaz ırk” gûya en üstünüdür, çünkü bunda enerji, düzene eğilim ve entellektüel üstünlük gibi tüm erdemler toplanmış­tır.[22] [23] Gerçekten gerici ve metafizik nitelikte olan Gobineau’nun teo­risine göre, “tüm uygarlıklar beyaz ırkın bir ürünüdür ve bu ırkın yar­dımı olmadan tek bir uygarlık bile yaşayamaz.a”[24] Beyaz ırkın ötekiler üstünde temel ve sonu-gelmez üstünlüğü olduğunu ilân etmek ve renkli ırkların gelişme yetenekleri olmadığım söylemekle, ırksal düşmanlığı ve ırk baskısını körüklemektedir. Bundan ötürüdür ki, Marx Gobineu’ ya “barbarlığın şövalyesi” adını takmıştır. Uydurduğu bu ırkçı görüş­lerle “ ‘beyaz ırk’ temsilcilerinin öteki insanlar arasında bir çeşit tanrı olarak kabul edilmelerini istemiş, ‘beyaz ırk’m ‘soylu’ ailelerinin de seçkinlerin özünü oluşturduğu”nu doğrulamak istediğini yazmış­tı.”[25]

Siyonistlerin işgal edilen topraklardaki Arap halkına, bu. arada Arap ülkelerinden İsrail’e gelmiş olan Yahudilere tavırları, temelde, sınıf ilişkilerini biyolojik sosyolojiyle anlatan Vachcr de Lapouge’ın ırkçı kavramlarından esinleniyor. Lapouge’a göre, sınıflar top­lumsal bir seçmenin ve biyolojik yapıları içinde bulunan mor­folojik farklılıkların ürünüdürler. “ ‘Beyaz olmayan sınıflar’ı uygar yaşamla uyum sağlayamamış vahşilerin çocukları ya da ‘kanı bozul­muş’ sınıfların soysuz temsilcileri” olarak kabul eder.[26]

Siyonist ırkçıların kabullendiği ve yeniden yaşama kavuşturduğu bu ırkçı kavramların bilimle ortak bir yanı yoktur. Antropolojik ve psikolojik çalışmalardan hareket eden bilim tek doğru sonuca ulaş­mıştır: bugünkü insanlığın bütün ırkları fizik açıdan kuvvetçe eşit ve kültürel değerleri yaratma yönünden aynı derecede yeteneklidir. Ama emperyalizmin ırkçı teorisi ve uygulaması insanlığın büyük bir kısmının temel birliği ve böylece ana haklarını yok etmeyi hedef alır; Siyonist ırkçılığın hedefi ise, özellikle, Filistin Arapları ve komşu Arap halklarıdırBundan son derece önemli sonuçlar çıkıyor: em­peryalizme karşı çıkılmayacak olursa, Siyonist ırkçılığa karşı başa­rılı bir savaşım verilemez. Orta Doğu’da A.B.D. ile işbirliği yapa­rak kalıcı ve âdil bir barışın gerçekleşebileceğine inanmak kısaca bir aldatmacadır. Amerika korumakta olduğu İsrail’in ve böylece kendi­nin çıkarlarını bir yana itmeden bu yola giremez.

Çatışmanın, A.B.D.’nin tasarladığı ya da ondan mülhem, her çözümünün, aslında, Arap halklarını hedef aldığına dair bazı Arap çevrelerinin ihtarlarında çok gerçek payı vardır; bu türlü çözümler ancak Arapların siyasal ve ekonomik yönden bağımlı duruma düş­meleriyle ve zamanlaHFilistin direnişinin ezilmesiyle sonuçlanır. Arap devletlerinin verdikleri bazı ödünler ve Orta Doğu’daki çağdaş geliş­meler de gösteriyor ki, Arapların çözüm olarak gördüklerine yaklaşan Amerika değildir, fakat bazı Arap ülkeleri emperyalistlerle Siyonistle­rin çözüm dediklerine yanaşmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım Siyonizm’ in ilerde sömürgeci ve ırkçı genişlemesini engellemeyecek, yalnızca destekleyecektir. Anlaşılıyor ki, Orta Doğu çatışmasına adil bir çö­zümün anahtarı A.B.D.’nin değil, Arap halklarının elindedir; yol pazarlıktan değil, emperyalizme karşı savaşımdan geçer.

Araplara karşı ırksal hoşgörüsüzlük ve düşmanlığın Siyonist ırkçılığın içeriğini tüketmediğine işaret etmek önemlidir. Görü­nümün l)iı, yalnızca, bir yanıdır. Siyonizm, emperyalizmin temsil­cileriyle organik bağları bulunan Yahudi burjuvazisinin bir akımı olarak, Araplara karsı bir nitelik kazanmadan önce, ırkçılığı geliş­mesinin temel ve harekete getirici bir ilkesi diye kabul etmişti. Siyo­nizm Avrupa’da Yahudi özümlenin esinin gitgide büyüyen sürecine ırkçı bir tepki olarak belirdi. Siyonist ideologların bu özemsenmeyihep “Yahudi halkı”na ihanet olarak görmesi önemlidir. Theodor Herzl Ya- hucliler ile Yahudi olmayanların bir arada yaşayamayacaklarını kanıt­lamak için ve sömüren sınıfların Semitizm-aleyhdarı programlarından da alıntılar yaparak, tüm halkları hedef alan büyük ithamlarda bulu­nuyor. Diyor ki: “Yahııdilerin içinde yaşadığı halklar, açık ya da kap'alı, Semitizm düşmanıdırlar.”[27] Ona göre, özümsenme temelden olanaksızdır, çünkü Yahudi olamayan herkeste “doğal” bir Semi­tizm aleyhtarlığı vardır. Siyonistler, ırksal nefreti körüklemek için tarihsel gelişmedeki olumsuz anları bilerek abartmakta ve “ebedî halk”ı ötekilerin bir türlü “bitmeyen” nefretlerine karşın ayakta kalabilmiş olan kurbanlar gibi sunmaktadır.[28] Siyonistlere kalırsa, işte bu nedenden ötürü, özümlenme ya olanaksızdır ya da yüzeyseldir. Ahad Ha’am’ın görüşüne göre, neydilerse öyle kalmışlar, yani tek ulus olma niteliklerini yitirmemişlerdir, çünkü özümlenme süreci içinde öteki ulusların entellektüel güçlerinden yararlanmışlar ve, Yahu­dilik temeline dayanarak, onlarla rekabetçi savaşım sonunda ayakta kalmışlardır.[29]

Ama, uygulamada Yahudi olmayan bütün insanların sözüm-ona ırkçılığının karşısına Siyonistlerin gerçek ırkçılığı çıkıyor. Bunun temeli de Yahudilerin üstün ulus oldukları ve öteki halklar içinde önde gelen rol oynadıkları efsanesidir. Kibir dolu etnosentrijc mevzilerden hare­ket eden Siyonistler Yahudilere başka uluslarda olmadıklarını söy­ledikleri bir takım ırksal üstünlukler~cleTanlyorlar. Yahudilik uluslaş- tırılarak, hem gûya daha az yetenekli, hem de törel ve tinsel açılardan daha ağırca gösterilen öteki ■ halklarla karşı karşıya getiriliyor. Bu konuda Ahad Ha’am Nietzsche’ye özgü bir içtenlikle diyor ki:

“Ve eğer her varlığın hedefi olarak ortaya bir üstün insan çıkmasını kabul ediyorsak, bu hedefin önemli bir kısmı da bir üstün ulusun oluşmasıdır. Tinsel niteliği onu öteki halklara bakarak törel öğretiye ve daha kutsal törel temel- lerc oturtulmuş tüm yaşam biçiminin gelişimine daha yatkın ve yetenekli kılan böyle bir halk var olmalıdır.”[30]

Kuşkusuz, ilke yönünden, bunlar sağlam düşünceler değillerdir. Başka bir yerdeki şu sözlerine bakarak burada kastedilenin Yahudiler olduğunu anlıyoruz:

“Yaradılış merdiveninde farklı basamaklar olduğunu herkes doğal olarak kabul eder; önce inorganik nesneler, bitki­ler ve hayvanlar alemi, sonra konuşan yaratıklar ve hep­sinin üstünde Yahudiler.”[31] [32]

Bu düşüncelerin Nazizmin dağarcığından ödünç alındığı sonucuna varılabilir; ancak araştırma tam karşıtım, yani faşistlerin Siyonist- lerden aldığını ortaya koyacak.

Siyonistlerin birçok açıklamaları ve şimdiki eylemleri, onlara göre, “Tann’mn seçilmiş halkı”mn başkalarını aydınlatmak değil, onların üstünde baskı kurmak ve gerekirse onları ortadan kaldırmak olduğunu gösteriyor. Acımasız gücün ve gûya üstünlük iddialarının yüceltilmesini Siyonistler siyasetlerinin “abc”si durumuna getir­mişlerdir. Yirminci Yüzyılın daha ilk yıllarında bile, Ben-Gurion Filistin’de otururken, şöyle demişti: “Bugünkü dünya güçten başka bir şeye saygı duymuyor.” Yarım yüzyıl sonra da, Filistin sorununun “resmî kararlarla değil, silâhla”11 çözümleneceğini söyledi.

Siyonistlerin “Tann’mn seçilmiş halkı”m Filistin’de sahte “halk- sız toprağa topraksız halk” sloganıyla yerleştirip canlandırma deneyi, başindanberi, acımasız bir ırk ayrımı uygulanarak gerçekleştiriliyor. Arap emeğini ve Arap ürünlerini boykot etmek ve mandacı hükümet­ten toprak satın almak için kolay koşullardan yararlanmak gibi yerli halkı uzaklaştırma amacıyla birtakım önlemler alınmış, bunları kolay­laştırıcı zorunlu yasalar da hükümetçe kabul edilmiştir. Ekonomik baskının istenilen sonuçları vermediği durumlarda, apaçık kuvvete baş vurulmuştu.[33] Siyonistler, Filistin’in demografik özelliklerini göçmen Yahudiler yararına değiştirmekle, Yahudi-Arap ilişkilerinde eşitlik olamayacağı, ancak Yahudi baskısının söz konusu edilebileceği ırkçı kuralına açıkça ve acımasızca dört elle sarıldılar. Arap halklarıyla dört büyük çatışma başta olmak üzere, birçok askerî karşılaşmalar bu ilkenin uygulanabilir olduğunu da göstermiştir.

Siyonizm’in ırkçı niteliği Yahudi ulusal kültürünün öteki halkların kültürüne karşı koymasında da kendini gösteriyor. Siyonistlere göre, Yahudi kültürünün temel avantajı Yahudiliğin üstüne kurulmuş olmasıdır. Yahudiliğe Yahudi yaşamının entellektüel merkezi olarak bakılır; Yahudi halkının, üstün din eğitiminden ötürü, ırksal birliğini ve değişmeyen ulusal kimliğini koruduğuna inanılır. Ahad Ha’am der ki:

“Üç-bin yıl Yahudi olarak kaldık, çünkü başka birşey olamayız, çünkü muazzam ve üstün bir güç bizi Yahudi­liğe bağladı...Böylece, Yahudilik, doğduğu andan buyana kişide gelişen doğal içgüdülerin tümüyle birlikte, içimizde yaşamaktadır...”[34]

Bazı Siyonistler Yahudi kültürünün, dünya kültürlerinin onsuz gelişemeyeceği bir itici güç olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. A. Bartal şöyle yazar: “Yahudi halkının ruhu olan Yahudi kültürü, Avrupa kültürleri başta olmak üzere, öteki kültürlerin itici gücü, on­ların arkasındaki dinamodur.”[35] Bilim böylesine iddiaları hahamların uydurmaları olarak toptan reddeder. Eski zamanlardan günümüze kadar İncil saplantılarının tutsağı olmuş ve Talmud bilgiçliğiyle yetişmiş olan “Yahudi” düşünürlerinin sayıca bunca çok olmasına karşın, insanlığa değerli tek bir görüş bile verememişlerdir. Spinoza Tevrat’ın ilk beş kitabının babasının Musa olduğu efsanesinden kuş­kulandığı ve Yahudi kanından gelmesine karşın Yahudi ocağında bilinen o dinsel düşünürler ailesine mensup olmadığı için, Amsterdam havrasmca afaroz edilmişti.

'• Anlaşılan, Incil ve Talmud gelenekleri Yahudi halkının “kur­tarıcı” rolü, bu halkın ötekilere ırksal muhalefeti ve onlardan farkı, Yahudi topluluğunun hiçbir sınıf çelişilen bulunmayan toplumsal yönden bütünlüğü olan bir toplum olduğuna ilişkin kavramlar, Yahu- dilerin Filistin’e döneceklerine dair Incil’e bağlanan bir efsanenin propagandayla yayılması gibi Siyonist görüşleri etkilemiştir, Ancak, şovenizm, ırkçılık ve sömürgecilik gibi burjuva ve emperyalist kavram­lar Yahudilikten gelen öğelere eklenmiş ve onları “zenginleştirmişler- dir”. •

Ne var ki, Yahudi kültüründe başka öğeler de var. İçinde yaşa­dıkları ülkelerin ulusal kültürlerine bağlı ve Yahudi kökenli kişiler yeteneklerini ortaya dökmüş ve insan yaratıcılığının her dalında büyük ve kalıcı yapıtlar ortaya koymuşlardır. İşte, bu kişilerin çalış­malarında Yahudi kültürünün bütün yeryüzü için önemli olan ilerici yönleri, S.S.C.B., A.B.D., İngiltere, Fransa, Almanya ve benzeri halkların ulusal kültürünün ayrılmaz parçası olarak ifadesini bul­maktadır.

Bu gerçekler, bir yandan, Yahudilerin ırksal yönden olağan Siyonist görüşlerinin tümden reddinin kanıtlarıdır. Öte yandan da, Yahudilerin ırksal açıdan geri olduklarına dair Semitizm-aleyhdarı kavramların saçmasapan olduklarım da gösterir. Ancak, Semitizme karşı insanhk-dışı ve alçaltım düşüncelerin bütün biçim ve ve görüntülerini reddederken, Alman Nazileri dışında hiç kimsenin, Siyonistler kadar, “ulusal” dehanın aşılamaz olduğunu iddia etmediğini hemen göstermek zorundayız. Sağduyu, Max Nordau’un şu açıkla­masını ırkçı bir kendini beğenmişlikten başka bir şey olarak kabul edemez: “Bir Yahudi, tüm Asyah ya da Afrikalıları bir yana koyalım, sıradan Avrupalıdan çok daha fazla yaratıcı ruha ve daha üstün yete­neklere sahiptir...”[36] Ve Yahudi halkının daha büyük evlâtları olduğunu, dahilerin ve büyük yetenekleri olan kişilerin en fazla Yahu- dilerde bulunduğunu, kültürel, sanatsal ve siyasal incilerin Yahudi­lerce yaratılmadıkça bu denli parlamadıklarını ciddî olarak ileri sür­mek düzeltilemez bir ırkçı açıdan hareket etmekle olasıdır.

Siyonist ırkçılığın göze batan bir yanı da İsrail toplumunun tüm alanlarına girmiş olan ırkçı-askerci ruhtur. Garnizon İsrail devletinin Siyonist aşırılığı dışa, yani'"Siyonist genişleme plânlarının önünde ana engel ve devletin Yahudi niteliğine tehlike olan Arap halklarına karşı ırkçılığı sergilemektedir. Öte yandan, içe, yani etnik kökeni ne olursa olsun, İsrail emekçi halkının çoğunluğuna karşı bir ırkçılık da sözkonusudur. Onların ayrım' uygulanan, baskı altında tutulan ve aşağılanan bir halk olarak statüleri ırksal geriliklerini iddia eden Siyonist kuruluşla izah edilmektedir.

İsrail toplumunun yaşamında Araplara karşı ırkçılığa verilen önem Siyonist sömürgeciliğin özelliklerini en iyi biçimde yansıtmak­tadır. Geleneksel sömürgecilik yabancı toprakları ele geçirdikten başka yerel halkı sömürmeyi de hedef olarak gözetirken, Siyonistler işgal ettikleri yerlerden yerlileri çıkarıp orayı “temizlemeye” çalışıyorlar. Siyonistler sık sık “Yahudilerin çok fazla tarihi ve çok az coğrafyası olduklarını” söyler dururlar. Bu yüzden, tüm ayrımcı önlemlerin tek bir hedefi vardır: Arap nüfusu atmak ve İsrail’i bir Yahudi devleti olarak kurmak. Revizyonist Siyonist önder Vladimir Jabotinsky derki:

“Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması herzaman zorunlu ve güncel olacaktır. Araplar, şimdi bile, onları ne yapacağımızı ve onlardan ne istediğimizi biliyorlar.

“Durmadan oldu-bittiler yaratmalı ve Araplara bizim top­raklarımızdan çekilerek çöle dönmeleri gerektiğini söyle­meliyiz.”[37]

İdeolojik açıdan, Siyonistlerin Araplara karşı olan ırkçılıklarının doğrudan doğruya Semitizme-karşı ırkçılıktan esinlendiğini göstermek geçici olmaktan daha büyük bir önem taşır. Semitizme düşman olan­ların Yahudiler aleyhinde yarattıkları kötü duygular gibi, Arapları hedef alan karmaşık peşin hükümler İsrail yığınlarının bilinçlerine sistematik biçimde sokulmaktadır. Arap toplumunun gerilikle eş­anlamlı olduğu söylenmekte ve Araplar tarihsel gelişmeleri yalnız iki öğenin sonucuna, yani din ve çöle bağlanan entellektüel ve psikolo­jik bir gerilik içinde sunulmaktadırlar. Araplara karşı ırksal düşmanlık din konusuna da aktarılıyor. Arabın sosyo-psikolojik bir tip olarak geli- şemeyeceği de söyleniyor, çünkü^Siyonistlere göre, Arap Kuran ve il­kel içgüdülerin bir yaratığıdır ve öyle kalacaktır. Ahlaksal değerler açısından da, Siyonistler onları insan ahlâkının en düşük düzeyine yerleştirirler. Araplara karşı peşin hükümler Siyonist eğitim sisteminin alanına girmekte ve yeni kuşakların bilincine daha küçük yaşlarda yerleştirilmektedir. Ve Siyonistler bütün bunları, önemli ve yara­tıcı etkileri Avrupa, Afrika ve Asya’daki uygarlıklarda kolayca gö­rülen eski ve zengin uygarlığın mirasçısı elan halka yapmaktadırlar.)

İçte ırkçılık yalnızca İsrail’de yaşayan Araplara karşı da değil. Yahudi asıllı bazı İsrail yurttaşları da buna hedef oluyorlar {Siyonist kuruluş İsrail Yahudilerini iki gruba ayırıyor: (a) yerli dili İbranice olanlar ve (b) yerli dili İbranice değil^Ladin ya da başka bir dil olan­lar. Aynı zamanda Eşkenazim de denen  biprıci grup Yahudiler

Batı kökenli olup, devlete ve sendikalarda sorumlu yerlerde görev yapmaktadırlar. Sefaretim denen İkincilerin ise, daha sınırlı hakları vardır ve aynı sorumlu mevkilere getirildikleri pek görülmez. Arap, Afrika ve Asya ülkelerinden gelen yoksul ve “alçak” düzeyde Yahtıdiler de bu İkincidedir!(Irk merdiveninin en üstünde Filistin’de doğmuş olan ve böylece Avrupa’dan gelen ilk göçmenlerden olma .şafira’lar vardır. Eşkenazim denen Avrupalı Yahudilerin önündeki fırsatlar, bir kural olarak, Sefardi Yahudilerinden çok daha fazladır.[38]^ütün bu grupların hepsinin, doğal olarak, birtakım alt-grupları da vardır. 10 Mart ıgyo’de İsrail’de kabul edilen yasaya göre, “gerçek” Yahudi olarak tanınmayanlar özellikle güç durumdadırlar. Bu yasaya göre, yalnızca doğuştan Yahudi ya da ortodoks bir haham tarafından Yahu­diliğe alınmış olan bir ananın çocuğu Yahtıdidir)

Aslında, Orta Çağlara özgü bir dinsel ırkçılık İsrail’de yeniden do­ğuyor. Din yasaları Yahudilerin Hıristiyan ya da Müslümanlarla evlen­melerine engeldir. Bu türlü evlilik yapan ailelerin önüne çeşitli ayrım­lar yığılıyor: onlar ülkenin daha uzak köşelerine, kibbutzim’lere ya da askerî yerleşim alanlarına gönderiliyor. Yahudi kadınlar, Yahudiliğe kabul ediliş hazırlığının bir parçası olarak, İbranice çalışma zorunda bırakılıyor ve ondan sonra tam medenî haklara kavuşabiliyorlar. A. Zheromski şöyle yazıyor: “Dünyanın hiçbir yerinde İsrail’deki gibi, yatay, dikey, köşegen ve daire içinde bir ayrım yoktur.”[39]

Şovenist, ırkçı ve saldırı politikası İsrail’in emekçi halkına yeni deneyler, büyük tehlikeler ve umulmayan tehditler getiriyor. Sıradan İsrail yurttaşına, yalnızca büyük Siyonist burjuvazisinin, yani ulus­lararası tekellerin görünmeyen imparatorluklarına bağlı milyarder­lerin çıkarlarına yarayan alçakça bir dâvâ için acı ve savaş alanlarında ergeç ölüm sunmaktadır. Siyonistler, İsrail halkının bütün acılarına karşılık olarak, daha büyük bir İsrail devleti serabını öne sürüyor­lar.

Irkçı Siyonist siyaset yalnız İsrail’de yaşayanlara değil, bütün insanlara ve nerede, nasıl yaşayacaklarına karar verecek olan dünya Yahudilerinin demokratik haklarına da yöneliktir. İsrail’in Arap komşularına düşman “silâhlı bir ocak” durumuna dönüştürülmesi, Siyonizm’in onlara karşı sürekli bir savaş siyaseti, Filistin halkının bir yurda sahip olma hakkından yoksun kılınması, bütün bunlar türlü ve ve görülmeyen kötülükleri içermektedir. Siyonistler İsrail halkını Filistin sorununun tek olanaklı çözümünden, yani Arap halklarım anlama ve onlarla iyi komşuluk ilişkileri siyasetinden alıkoymaktadır, işte bu nedenden ötürü, dünya Yahudilerinin muhtemel ve gerçek düşmanları içinde en tehlikeli düşmanı Siyonizm olmuştur ve öyle kalacaktır.

Siyonistlerin ve bazı burjuva sosyologlarının Îsrail-Arap çatış- tışmasını iki eşit fakat birbirine karşı ulusal akım diye sunarak Siyonizm’in ırkçı ve sömürgeci doğasını gizleme çabaları başarılı olamayacaktır. Siyonist şovenizmi ile Arap milliyetçiliğini eş tutmak bilimsel açıdan yanlış ve siyasal yönden zararlı olup, yalnızca Siyonist saldırganlığını Arap milliyetçiliğinin gûya saldırganlığına bir tepkiymiş gibi gösterme çabasına hizmet etmektedir; aynı nedenle, İsrail de koca Arap Câ- lut’la düelloyu, Tanrı’nm yardımıyla, kazanan küçük fakat kahraman Dâvut gibi sunulmaktadır.

Bilimsel yaklaşım da gösterir ki, milliyetçilik somut tarihsel bir olgudur ve koşullara göre farklı içeriği vardır. Bir, çalışan insanların ileri milliyetçiliği vardır, bir de gerici milliyetçilik. Siyonist milliyet­çiliği bu ikinci türdendir. Orta Doğu anlaşmazlığı nitelik yönünden birbirine benzemeyen güçlerin ve birbirine karşı tarihsel gelişme eğilimlerinin çatışmasıdır. Siyonizm’in ırkçı olan temel niteliği, en derin özünde, faşizmden farklı değildir. Siyonizm’in işte bu özelliği derin bunalımıma ve İsrail emekçi halkı ile dünya Yahudiliğinden olduğu kadar uluslararası düzeyde ötekilerden de gitgide uzaklaşmasının ne­denidir.

Sosyalist ülkelerin halkları, gelişmekte olan ülkelerin ilerici güç­leri ve İsrail dahil, sermayeci devletlerin banş-sever kesimleri Filis­tinlilerin ve öteki Arap halklarının haklı dâvâsıyla birliktir. Tüm ilerici güçler Semitizm düşmanlığına karşı ödünsüz savaşımlarım Siyonist ırkçılığa karşı kararlı savaşımlarıyla birleştirmektedirler. Irkçılığa karşı savaşımın karşıt bir ırkçılık mevziinden başarıyla yürütü- lemeyeceği açıktır. Böyle bir taktik, Orta Doğu’ya kalıcı ve âdil bir barış getirmek yerine, böyle bir barışı, A.B.D.’nin gûya adım adım yaklaşımı olayında olduğu gibi, daha da uzaklaştırır.

Çatışma ancak konunun içindeki öğelerin çözümü sonucu son bulur: (a) İsrail kuvvetlerinin 1967’de işgâl ettikleri tüm Arap top­raklarından çekilmeleri; (b) kendi devletlerini kurma hakları da dahil olmak üzere, Filistinlilerin haklarının garanti edilmesi; ve (c) tüm Orta Doğu ülkelerinin bağımsız varlık haklarının, tanınma­sı.»

Bu yaklaşım sosyalist ülkelerin çoğunluğu tarafından destek­lenmekte olup, her taraftaki ilerici güçlerden daha da artan destek görecektir, çünkü âdil, demokratik ve herkesin gerçek çıkarı olan sürekli barışla uyumludur.

i9Rabotniçesko Delo, 29 Nisan 1976.

SİYONİZM, YAHUDİLER VE YAHUDİLİK

JOSEPH L. RYAN, S.J.

Bu yazının, amacı Siyonist önderlerin, özellikle ilk Siyonistlerin Yahudilere ve Yahudiliğe yaklaşımını ortaya koymaktır.

Özellikle Kasım 1975’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 3379 (XXX) sayılı karar tartışmaları sırasında ve sonra, Siyonizm’i savunanlar onun ırkçılık gütmediğini, çünkü Siyonizm’in yandaş­larım ırkları temel alarak tanımlamadığını ileriye sürmüşlerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşmiş Milletler’deki o zamanki baş-temsilcisi Büyükelçi Patrick Moynihan, B.M.’de yaptığı bir ko­nuşmada, Siyonist akımın “üyelerini doğuma göre değil inanca göre tanımladığını” belirtmişti. Moynihan şunları da eklemişti:

Ç'“Siyonizm jenetik bir topluluğa...tarihsel bağlarla bağlı insanların bir akımı değildir. Aynı bölgede yaşayan bir­birinden ayrı toplulukları da kapsamaz...Tam karşıtı olarak, Siyonistler kendilerini yalnız Yahudi olarak tanım­larlar ve Yahudi anadan doğan herhangi birini ya da, en önemli nokta olarak, Yahudiliği kabul eden herhangi bi­rini de Yahudi kabul ederler^.Bu önemli sorunun dinsel ve siyasal kültür ile olan ilişkisini göz önünde bulundurarak, konunun tutarlılığını belirtmek için söyleyelim ki, İsrail mahkemeleri bir başka dini seçenleri artık Yahudi ola­rak kabul etmez.”

Moynihan, bu görüşe uygun olarak, şöyle bir sonuca varır: “Siyo­nizm ne olursa olsun, ‘bir çeşit ırkçılık’ değildir ve olamaz.”

Bu görüşü değerlendirebilmek için, Arthur Hertzberg’in Siyo­nist Düşünce1 adlı yapıtının kapsadığı Siyonist yazılar antolojisine baş­vurdum. ileri gelen bir haham ve bilgin tarafından toparlanan bu antoloji Siyonist yazıların tümünü kapsamasa bile, onları hakkıyla [40] temsil etmektedir. Sözkonusu antolojide yer alan yazarlar, hemen hemen heryerde, Yahudilerin bir halk olduğunu belirtiyorlar. Çoğu da onları bir ulus olarak göstermekte ve Yahudilerin de bu ulusla ilişkili olduklarını söylemektedirler.

Halk Olarak Yahudiler:

Yahudi Siyonist sözcüler Yahudileri ısrarla halk olarak tanım­lamaktadırlar.[41] Hertzberg’in antolojisi, ilk sayfadan sonuncusuna kadar, bunun örnekleriyle doludur. Halk, halk olma, toplum ve benzeri terimler o denli sık kullanılmıştır ki, hepsini bir arada belirtmek sıkıcı olur. Bu nedenle, burada ilk ve son sayfalardaki iki örnekle yetineceğim. Yehudah Alkali (1798-1878) 1843’de şöyle yazmıştı: “Bizler, halk olarak, haklı bir biçimde yalnızca İsrail toprakları üstün­de İsrail olarak tanımlanırız.” (105) Ve David Ben-Gurion (1886- 1973) 1944’de “halkımızın çoğunluğu sosyalist Yahudi devletine dönüşmüş bir anayurtta yaşayacağı” günü gördüğünü yazıyordu. (319)

Birden fazla Siyonist yazarın ırk terimini kullandığını belirtmek yerinde olur. Yahudilerden söz ederken, Herzl’in önde gelen fikir- babalarından biri olan Moses Hess (1812-75) ırk sözcüğünü sık sık kullanır, ilk Siyonist düşünür olan Hess tamamen On-dokuzuncu Yüzyılın bir insanıydı. Almanya’da doğdu, orada ve Fransa’da yaşadı. Çağdaş yaşamın eleştirisel incelemesini yapan iki kitapla ilgili ola­rak Marx ve Engels ile işbirliği yaptı, fakat daha sonra onlardan ay­rıldı. Hess Roma ve Kudüs adlı klâsik yapıtında der ki: “Yahudi ırkı insanlığın ilk ırklarından biridir ve iklimle ilgili koşulların etkisine karşın, bütünlüğünü korumuştur.” (121) “Irk”ı reddeden o Alman Yahudilerine değinen Hess, neden olarak, öteki Almanların Yahudi- lere olan nefretini göstermiştir. Hess Almanların Yahudi ırkına din­lerinden daha büyük nefret duyduklarını söyler. (120) Hess’in ırk sözcüğünü kalerninden kaçan herhangi bir sözcük gibi kabul etmemek gerekir; bunu sık sık kullanır. Hattâ, şöyle yazar: “Indo-Alman ır­kının Yahudi ırkı ile karıştıktan sonra niteliğini düzelttiğini ciddî olarak söyleyenlere çok rastladım”. (127) Hess, ayrıca, “Yahudi ırkı”ndan söz eden ve “sınırları içinde ya da dışında Yahudi ırkının ne kadarının bulunabileceği bir Yahudi devletini pek ilgilendirmez” (138) diyen fakat kendinin Yahudi olmadığı bir Fransız yazarından onaylayarak alıntılar yapar.

Ulus Olarak Yahudiler:

Siyonist yazarlar, çeşitli yollardan, Yahudilerin bir ulus olduğunu ya da bir zamanlar ulus olduklarını ya da olacaklarını sık sık yine­lerler. Birçok örnekte de, yazarlar Yahudilerin gerçekte bir ulus ol­masalar bile, bu olanaklara sahip bulunduklarını belirtirler. Moses Hess şöyle yazar: Gerçekten onursuz olan Yahudi...kendi ulusundan utanan...modern Yahudidir.”(ı21) “Yahudi ulusçuluğu ile ilgili duy­gunun yaşayan Yahudiliğin öz cevheri olduğunu anlatır ve Yahudiliğin “ulusal yeniden doğuşu”ndan “Yahudi ulusunun yaşama yeniden kavuşması”nm (133) yanıbaşında, “ulusal din”den söz eder.

Rusya’da doğmuş olanların yazılarında, Yahudilerin ulusal niteliğine verilen önem son derece belirgindir. Böylece, Peretz Smo- lenskin (1842-85), Eliezer Ben-Yehudah (1858-1923), Moshe Lili- enblum (1843-1910) ve Leo Pinsker (1821-91) gibi yazarların tümü Yahudilerin bir ulus olduğunu vurgulamaktadırlar.3

Özel öneme sahip iki Siyonist yazardan biri, (geleneksel olarak Yahudi Devleti diye yanlış çevrilen Yahudilerin Devleti) Der Judenstaat adlı kitabın yazarı ve siyasal Siyonizm’in kurucusu, Viyanah gazeteci Theodor Herzl (1860-1904) ve öteki de Herzl’in en önemli yandaşı ve izleyicisi Max Nordau’dur. Herzl Yahudi Devleti adlı kitabında şöyle yazar:

“Ben Yahudi sorununu toplumsal ya da dinsel bakımlardan değerlendirmem, bazan böyle ya da daha başka biçimler almasına karşın. Bu ulusal bir sorundur ve bu soruna bir çözüm getirebilmek için, onu bir araya gelmiş uygar ulus­larca tartışılmak ve bir sonuca varılmak üzere, uluslararası siyasal bir sorun olarak saptamalıyız. Biz halkız - tek bir halk.” (209)

1902’de yazan Max Nördau şunları belirtti:

PY “Siyonist olan ve olmayan Yahudiler arasında anlaşma olasılığını, herhalde, sonsuza dek ortadan kaldıran nok­ta, Yahudi ulusçuluğu sorunudur. Yahudilerin ulus olma­dığı görüşünde olan ve buna inanan biri, gerçekten, Siyonist olamaz...Karşıtına inanarak Yahudilerin bir halk oldu-

"•Almlılar: Smolenskin, s. 154; Ben-Yehudah, s. 164-165; I.ilienblurn, s. 170; Pinsker, s. 183-184.

cluğunu kabul eden biri Siyonist olmuş demektir, çünkü yalnızca ülkelerine dönüş Yahudi ulusunu kurtarabilir...” 1243)

Hertzberg’c göre, menfada bir Yahudi yaşamı olasılığını yad­sıyan Siyonist yazarların arasında en aşırısı Almanya, İsviçre ve A.B.D.’ nde de yaşamış olan Jacop Klatzkin (1882-1948) adlı bir Rustur. Klats- kin Yahudiliği “ulusçuluk”la bir tutarak şöyle tanımlıyordu:

“Yahudilik yansız bir temele dayanır.. Yahudi olmak ne dinsel, ne de etnik bir inancı kabul anlamına gelir. Bizler ne bir küsurat, ne de bir düşünce akımıyız; bizler bir ailenin üyeleri, ortak bir tarihin sahipleriyiz. Yahudilerin ruhanî öğretilerini yadsımakla insan toplum-dışı kalmaz ve bunları kabul etmekle, de kişi Yahudi olmaz. Kısacası, bir ulusun parçası olabilmek için, Yahudi dinine ve Yahudi ruhanî görüşüne inanmak gerekmez.”^!?)

Golumbia Üniversitesinde semitik dilleri profesörü ve Amerikan Siyonistleri Federasyonunun ilk başkanı Richard J.H. Gottheil’in (1862-1936) yazılarından aktararak bütün bu tanıkların geçit resmini sonuçlandırmak olasıdır. Gotthei’l Amerikan Siyonizm’inin felsefesini bu federasyonun ilk ı,esmî açıklaması olan bir yazı özetinde, şöyle belirtmektedir: “Biz, Yahudilerin yalnızca dinsel bir grubun ötesinde daha başka bir şey olduğuna inanıyoruz; onlar yalnız bir ırk değil, aynı zamanda bir ulustur da; bu ulusun iki gerekli özelliği, yani or­tak bir ülkesi ve ortak bir dili yoksa da.” (500)

Bu alıntıların tümü Yahudi ulusçuluğunu vurguluyor. Bu nok­tada birleşmenin hikmeti neydi? Bir iç bütünlük mü vardı? Evet, böy­le bir şey vardı ve bu da kısmen Avrupa’da Siyonizm’in oluşmasına yol açan durumdan ortaya çıktı. Siyonizm de, temelde, Yahudi kurtu­luşuna karşı bir tepkiydi. Yahudi ulusçuluğunun merkeziyetçiliğini vurgulayan Siyonist ısrarın tarihsel temelleri önde gelen bir Siyonist ve Siyonizm üstüne bir otorite olan Ben Halpern[42] tarafından anlatı­lıyor. Avrupa’da Aydınlanma denen akımın sonucunda ilke olarak her yurttaş için belirtilen eşitlik, çeşitli hükümetlerin yasalarıyla, örneğin 1791 Fransız Ulusal Meclisince uygulanmaya başlanmıştır. 1860 yılma gelindiğinde, Batı Avrupa’da Yahudilerin eşitliği genellikle etkindi.[43] Fakat bu durum yerine sağlam oturmamıştı; sonraki yıllarda, Yahudilerin statüsü, vc dayandığı ilkelerin geçerliliği yeniden değer­lendirilir oldu.

Yahudilere karşı güdülen ayrımı ortadan kaldırmak için iki çözüm yolu olasıydı - Yahudilere ya kişisel ve yaşadıkları ülkelerin yurttaşları olarak eşitlik sağlamak ya da hepsini topluca bir ulus olarak kabul etmek. Halpern ikinci olasılık üstünde ciddî olarak duranların Yahudiler değil, Yahudi olmayanlar olduğunu belirtir.

Bununla birlikte, Yahudiler eğer bir “ulus” ise ve öteki “kiliseler” gibi bir “kilise” değilse, bu durumda onların eşitliği ve birleşmeleri bir sorun yaratıyordu. Bu güçlük özgürlük verilmesini savunanlar tarafından hissedilmiş ve Yahudilere karşı olanlarca vurgulanmıştır. Kurtuluşu savunanlar tüm yurttaşların insan haklarına eşit olarak sahip olduğu görüşünden yanaydılar; ayrıca, kilise ve devletin bir­birinden ayrı düşünülmesinden ötürü, yurttaş eşitliğinin önünde engel olarak yer alan dinsel ayrılıkların ortadan kaldırılması gerek­tiğine de inanıyorlardı. Öte yandan, bir yabancıya yurttaşlarla eşit hak açıkça verilmeyebilirdi. Böylece, Yahudiler sözkonusu ol­duğunda, “kilise” gerçekten “ulus”un eşit karşılığıysa onlara, o zaman, yurttaşlık verilmeyebilirdi.[44]

Bu görüşe tepki gösteren bazı Batılı Yahudiler iki yeni ilke oluş­turdular: (i) Yahudiler bir “ulus” değil, ötekileri gibi dinsel bir mez­hepti; ya da böyle değillerse bile, özgürlüklerine kavuşunca böyle olacaklardı. (2) Yahudilerin Siyon’a mesihî dönüşleri soyut ya da simgeseldi ve bunun Yahudi ayinlerinden çıkarılması gerekirdi.[45]

Siyonistler, özellikle, Herzl’den sonra, bu kaynaştırıcı ya da mo­dern görüşe karşı’kesin yanıt verdiler: Yahudiler etnik bir varlıktır ve Yahudi sorunu ulusal bir sorundur.[46] Eğer Avrupa’daki Yahudiler kendi kimliklerini koruyarak yurttaşlığa tam sahip olamazlarsa, tek çözüm buna kavuşabilecekleri bir yer bulmaktır. Halpern, Herzl için şöyle yazar:

“Herzl Yahudi olmayanların ulusçulukla ilgili sanılarını yalnız yola gelmez bir gerçek olarak değil, aynı zamanda adil bir ilke olarak kabul etmektedir; ulusçuluk, gerçekten yalnızca yurttaşların oluşturduğu bir kitle değil, fakat toplumsal ve kültürel kaynaşmaya tarihsel bağlarla ulaş­mış bir insanlar kümesidir. Herzl’in bu görüşü böylcce ifadesi gerekmez, çünkü onun, yaptığı ve söylediği herşeyde bu vardı.”9

Böylece, Siyonistlerin Yahudi ulusçuluğunu vurgulamaları, Si­yonizm’in temel görüşlerinden biriydi. Ve bu vurgulama Yahudilerde dinin Siyonizm’e ilişkin rolü hakkında farklı tavırlara yol açtı.

Dine Karşı Ulus i

Siyonist akımın ilk yıllarında Yahudilerin dine karşı şu tutumları gözlenebilirdi: (i) Anti-Siyonist Yahudiler, Yahudilerin bir ulus değil, dinsel bir toplum olduklarında ısrar ettiler. (2) Dinsel Siyonistler dinin Siyonizm için temel bir önemi olduğunu vurguladılar. (3) Öteki pek çok Siyonist de, Yahudi olmanın temelinde ulusçuluğun bulunduğu görüşünde olduklarından (ve belki kendileri de din­dar olmadıklarından), dinin yalnızca belirsiz bir rol oynadığını düşündüler. Bu son iki topluluğun görüşlerini aşağıdaki alıntılarla örneklemek olasıdır.

Smolenskin yasayı tanımlamanın herhangi bir Yahudiyi top­lum dışına çıkarmayacağını savundu:

^“Dinsel törelerimizin bazılarını ya da bir çoğunu uygulama­yı bir yana itenlerin İsrail’in mirasında gene de birer pay­lan bulunacaktır. Günahları ne olursa olsun, bunlar kendi insanlarına karşı değil, Tann’ya karşı işlenmiş olanlar­dır... Dine karşı günahı ne olursa olsun, her Tahudi kendinden olan insanlara ihanet etmedikçe o insanlara aittir. İşte, yerleş­tirmek zorunda olduğumuz ilke budur. Bir halk olduğumuz önerisinden çıkarabileceğimiz mantıksal sonuç da budur.\ (145, 146)

Smolenskin bu sonucu desteklemek için iki sav ileriye sürdü. Birincisi, eğer bizi tek toplum yapan yasalarsa, tüm Yahudiler için kalplerimizde niçin sevgi besliyoruz? Bu sevginin kaynağı yasalar olamaz; bazı yüce duygular birtakım temel bağlılık coşkusudur. İkin­cisi, bu bağ eğer dinsel bir disiplin oluşturuyorsa, o zaman sözkonusu toplum çok yakında çözülüp kaybolur, çünkü çok sayıda Yahudi ger­çekten dinsel disiplinlerini gözden çıkarmaktadırlar.

"a.g.k., s. 142.

1921’de Filistin’e yerleşmiş olan Ukranyalı “agnostik hamam” Ahad Ha’am (1856-1927) Yahudi halkının kültürel doğuşu ve çağ­daşlaşması konularına büyük önem verdi. ıgıo’da Jıısdas Magnes’e yazdığı bir mektupta şunu soruyordu:

“Milliyetçilerin arasından dinin ilkelerine inanmayanları çıkarmayı gerçekten düşünüyor musunuz? Amacımız buysa, buna katılamam. Bana kalırsa, dinimiz ulusaldır - yani, ulusal ruhumuzun bir ürünüdür, fakat bunun karşıtı doğru olamaz. Milliyetimizi açıklamadan dinsel açıdan Yahudi olmak olanaksızsa, o zaman inanç gerektiren dinin pek çok noktasını kabullenmeden ulusal yönden Yahudi olmak olasıdır...” (262)

Aaron David Gordon (1856-1922), Siyonizm’in Yahudilerce çekiciliğiyle ilgili olarak bir dizi soru üstünde durdu: Doğum yerimiz olan toprakları niçin terkedelim? Niçin kaynaşmayalım? Yanıtları da şöyle oldu:

“Kuşkusuz, din değil. Günümüzde kişinin herhangi bir din olmadan yaşaması olasıdır. Yahudiliğe yalnızca bir din olarak hâlâ güçlü biçimde bağlı olanlar çok • uzak sayıl­mayan bir gelecekte tam dinsel özgürlüğe kavuşabilecek­lerinden güven duyabilirler.” (380).

New York’taki Yeni Toplumsal Araştırma Okulu’nda profe­sör olan Horace Mayer Kallen 1918’de şöyle yazmıştı:

“Yahudi yaşamında Yahudiliğin yeri ve işlevinin her­hangi bir ulusal yaşam içinde dinin yeri ve işlevinden farkı yoktur. O yaşamın bir parçasıdır; o toplum içinde halkın etnik niteliği, tarihi ve ortak azmi ve isteğiyle oluşan bir bütünün, ne denli önemli olursa olsun, yalnızca bir par­çasıdır.” (527)

Kuşkusuz, Yahudi ulusçuluğunun Siyonizm için gerekli olduğu­nu kabul ederken, Yahudilerin yaşamındaki Yahudi dininin yeriyle ilgili olarak farklı düşüncede olan dindar Yahudiler dün de vardı, bugün de var. Örneğin, 1878’de Polonya’dan Filistin’e giden Yehiel Michael Pines (1842-1912) Yahudilerin ulusal kişiliğinin kendine öz­gü olduğunda ısrar ederken, bu durumun ulusal etnik nitelikten de­ğil, dinden doğduğu inancındadır. Pines Yahudi diniyle ulusçuluğunu birbirinden ayırmağa olanak bulunmadığını, bu nedenle de lâik bir Yahudi ulusunun düşünülemeyeceğini söylemiştir:

“Herhangi bir başka ulus belki dininden ayrı olarak dü­şünülebilir. Ama böyle bir ulusçuluk, Yahudiler için iğ­rençtir. ”(413)

Modern Siyonist düşünürlerin arasında en olağanüstü olan ve gene olağanüstü değerlere sahip bulunan Abraham Isaac Kook (1865-1935) Filistin’e 1904’de Hayta Baş-hamamı olarak gitmişti. O da dinden soyutlanmış ulusçuluğu kesinlikle reddetti:

“Dinden soyutlanmış Yahudi ulusçuluğu kendi kendini aldatmaktan başka birşey değildir: İsrail’in ruhu Tann’ya odejıli yakındır ki, herhangi bir Yahudi ulusçusu, ne denli lâik olursa olsun, kendine karşın, dinselliği kabul etme­lidir. Kişi kendini ebedîliğe bağlayan bağları koparabilirse de, İsrail topluluğu bir bütün olarak, asla.” (430)

Martin Buber (1878-1965) İsrail’in özelliğini, halkla ulusun din yoluyla kenetlenişini vurgulamaktadır:

“İsrail halkı ötekilere benzemez, çünkü...dünyada hem ulus, hem de dinsel bir toplam olan tek halk budur... İsrail birleşmiş olan bir halk ve dinsel bir topluluktu, şimdi de böyledir... Bu bağı koparan, İsrail’in yaşamını koparıyor demektir.” (459-460)

Solomon Schechter (1847-1915) aynı bağın üstünde durdu: “İsrail’in bilincinin doğuşu ile İsrail dininin kalkınışı...birbirinden ayrılamaz.” (508)

Sonuç olarak, önce, Siyonist yazarlar, büyük bir Çoğunlukla, Yab.udilerin tek bir halk olduğunu vurguluyorlar. İkincisi, bu sözcü­lerin çoğu Yahudilerin ulusal niteliği üstünde de uyuma varmışlardır. Bazıları Yahudilerin bir ulus olduğunu ve böyle olması gerektiğini belirtmektedirler. Her iki grup tâ Yahudilerin bir ulus olacağına ina­nıyor. Üçüncüsü, Siyonist yazarların çoğu Yahudi yaşamında dinin büyük bir rol oynadığını kabul etmektedir. Bazıları bu rolün, herkes için değilse bile, hiç olmazsa, Yahudiler için sürmesinde ısrarlı dav- , ranmakta, bazı ötekiler de, bunun reddetmektedirler.

Böylece, Moynihan’ın Yahudiler ve Siyonistlerle ilgili olarak Birleşmiş Milletler’deki tartışması, Siyonist düşünürlerin açısından bakıldığında, eksik, yanlış yönlendirici ve dürüst olmayan bir düzeyde kalmaktadır.

III

SİYONİST IRKÇILIK GÖSTERGELERİ

İSRAİL’E GÖÇÜ KIŞKIRTAN SİYONİST ENTRİKALAR

ALFRED M. LILIENTHAL

^Bugünkü Siyonist örgütlenmenin birinci hedefi, “sürgündekileri” bir araya getirmektir. Siyonizm’e göre, dünyadaki her Yahudi İs­rail’e gelinceye kadar Galut, yani sürgündedir^ Bunu kolaylaştırmak üzere, İsrail Knesset’inin 5 Temmuz 1950’de kabul ettiği Dönüş Yasası ve her Yahudiye İsrail’e sürekli yerleşim için gelme ve otomatik olarak İsrail yurttaşlığını kazanma hakkı veren 1952 Yurttaşlık Yasası çıkartılarak “Toplama Tasarısı” yasalaştırıldı. Avrupa’daki Yahudi Toplama Kamplarının boşaltılması, çoğu Hitler’den canını kurtarıp gi­decek yeri olmayan 300,000 kadar Yahudi’nin bir anda İsrail’e hücüm etmesine neden olmuştu. Batı’nm kapıları bunlara açılmıştı, çünkü ka­pıların kapalı kalmasını kendi çıkarına göre Batılı Siyonistler bu yönde çaba gösteriyorlardı. Siyonist tasarılarına göre, ikinci göç dalgası, A.B.D. ve Batı Avrupa ülkelerinden gelecek gönüllü göçmenlerden oluşacaktı. Bunların gelmeleri, “tam bir Yahudi yaşamı” sürmek ve “sürgün”de oldukları ülkelerdeki zulüm korkusundan kurtulmak isteyeceklerine göre doğal olacaktı.

Başbakan David Ben-Gurion göreve geldiği andan itibaren, resmî siyasal bildirilerinde, İsrail’e göçü yüreklendirmek için herşeyi yaptı. Bir grup Amerikalının ziyareti nedeniyle, 31 Ağustos 1949’da yaptığı bir konuşmada şunları açıkça ve oldukça militanca ortaya koymuştu:

“Bir Yahudi Devleti kurma rüyamızı gerçekleştirmiş olma­mıza karşın henüz işin başındayız. Yahudi halkının büyük bir kısmı hâlâ dışarda; bugün İsrail’de yalnız 900,000 Yahudi var. Gelecekte bütün Yahudiler İsrail’de toplan­malıdırlar. Ana babaları, çocuklarını buraya getirmeye çağırıyoruz. Yardım etmeyecek olurlarsa, gençliği İsrail’e biz getireceğiz; ancak umarım buna gerek kalmayacak.” Israilli önder, “yeni devletin kurulmasının hiçbir zaman Si­yonizm’in amaçlarına ulaşmış olması anlamına gelmediğini, harekete şimdi her zamankinden fazla gerek olduğunu” sık sık söyledi. Siyonist önder 1951 yılında gelecek on yıl içinde 4,000,000 Yahudi’nin daha İsrail’e gelmesini tasarlıyordu. Ve Ben-Gurion toplanmanın önemini vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. İsrail Hükümeti Başkanı 1960 Aralığında Kudüs’te yapılan 25’inci Dünya Siyonist Kongreresindeki konuşmasında, ıgBı’de İsrail’deki Amerikalı ve Kanadah Şahinler Birliği üyeleriyle yaptığı bir konuşmada, Mayıs 1961’de İsrail Kncs- set’ine sunduğu bir raporda, Hadassah’m Ocak ıg62’de kutlanan Altın Jübilesinde verdiği söylevde ve Haziran 1962’de Kudüs’te düzen­lenen Amerikan Yahudileri Kongresi Sempozyumunda yaptığı bir konuşmada hep aynı temayı vurgulamış, İsrail’in dışında yaşayanları “Tanrısız Yahudiler” olarak tanımlayarak Amerikalı Yahudilerin “bir Yahudinin ne demek olduğundan haberdar olmadıklarını” söylemişti.

Gurion Amerikalı olmadıklarını söylemekte ve Amerikan anayurdu­nun bir parçasını oluşturmadıklarını belirmekte gönülsüz davranan ve İsrail’in, dünyanın heryerindeki Yahudi toplumlarının temeli olduğu, “Birleşik Devletler’deki Museviliği ancak İsrail ile olan kişisel bağ­ların kurtarabileceği” yolundaki kendi değerlendirmesine katılmayan Amerikalı Siyonistleri azarladı. İsrail Devletinin kurucusu, görevinden ayrılıp Negev Çölünde oturmağa başladıktan sonra onun ardılı Levi Eşkol, “Amerikan Yahudi toplumunu fethetmek” olarak ortaya koy­duğu hedefe doğru çabalarını sürdürdü.

Fakat Ben-Gurion ve ardılları kendi Siyonist Parti üyelerini bile Dönüş Yasasından yararlanmağa ikna edemediler. Ben-Gurion Ekim 1962 tarihli Hadassah dergisi için yazdığı bir yazıda şunları söylüyor­du : “Devletin kurulduğu gün, gerek Amerika’da, gerekse Avrupa’da tek bir Siyonist önder bile diaspora (menfa) ile bağını koparmadı ve kendi kaderini îsrail devletininkiyle özleştirmedi.” Ve Knesset’te Başba­kan “Amerikalı Siyonistlerin İsrail’i kendileri için değil, yurtsuz Yahudiler için bir yer saymalarından” yakmıyordu.

Amerikan Yahudisi iş-bilirler, heyecanlı sempatizanlar, destek­çiler, cömert hayırseverler ve de siyasal fanatikler, Park Avenue’daki evlerinden, Picadilly’deki katlarından ya da Rue de la Paix’deki vil­lalarından “küçük îsrail” için çalışmayı tercih etmeye devam ediyor­lardı. Bu durumu ünlü Yahudi gazeteci William Zuckerman Ekim 1959 tarihli Jeımsh Nemsletter’ü^ şöyle anlatıyordu:

“Ne milliyetçilerin, ne de özellikle Ben-Gurion’un kızıp öfkelenmeleri bunların evlerinde kalma kararını etkilemedi. Amerikalı bir Yahudi için İsrail, bir iftihar vesilesi, bir süs ya da karşılığında cömertçe para ödedikleri yeni bir din şattı idi. Fakat ne kendi yurtlarıydı, ne de çocuklarının yurdu olacaktı. Bu Batılı Yahııdilerin İsrail’e karşı gi­riştikleri ve toplanmayı ideolojik iftira ve maddî bozguna uğratan tek direnişleriydi.”

Yukarıdaki satırlar 1959’da yazılmıştı, ancak Batılı Yahudilerin suskunluğu İsrail’in artan çabalarına karşın bugün de sürüyor.

Irak, Yemen ve Bulgaristan’dan gelen ilk büyük Yahudi göçleıi durulduğunda, İsrail ileri gelenleri, bundan böyle güçsüz ve yoksul­ları değil, A.B.D. ve Batı’dan gelecek olan sağlıklı gençleri istediklerini açıkça ortaya koydular. Göç çağrılarında ağırlığın doktriner sözlerden, İsrail’in ulusal insan gücü gereksinmesi konusundaki ivedi sorununa kaydırılmasının daha yararlı olacağı düşünüldü. Siyonist önderler, mühendis, teknisyen, hemşire ve öteki teknisyenlere olan gereksinimi vurgulayarak, göçü artık bir hayırseverlik sorumluluğu değil, ivedi bir insan gücü sorunu olarak gündeme getirdiler. Ve Ben-Gurion şöyle övünüyordu:

“Geleceklerine güvenim var. Onları buna itecek ekonomik öğeler vardır. Amerika’daki bir Yahudi Mühendis Yahudi olmayan şirketlerde kolay kolay iş bulamayacaktır, bütün aydınları istihdam edecek kadar da Yahudi şirketi yok­tur.”

Ancak Herzl, Weizmann, Wise, Silver ve öteki Siyonist kuram­cıların söyledikleri kıyamet türküsü işe yaramadı. Amerikalı ve Batılı Yahu diler büyüyen anti-semitizm korkusuna dayalı felsefenin öte­kilerine geçmesine yardımcı olmalarına karşın, kendilerini yeterince tehlike altında hissetmediler. Amerika Siyonist Örgütü İsrail’de Ame­rikalılar için ticaret okulları ve meslek kolejleri kurduktan ve Siyo- nistlere ve Siyonist olmayanlara “terk psikolojisini” aşılamağa çalış­tıktan sonra bile, Siyonist önder Israel Goldstein şöyle yakmıyordu:

“Amerikalı Yahudiler daha nc bekliyorlar? Bir Hitler’in kendilerini zorla kovmasını mı? Öteki ülkelerdeki Yahudi- leri göçmeye zorlayan trajedilerden kendilerinin kurtula­cağını mı sanıyorlar?”

Şu unutulmamalıdır ki, başlangıçtan beri, Filistin’e göç yapay olarak ■ tahrik edilmiştir. Avrupa’da Hitler’in kamçısından kurtulup yersiz yurtsuz kalan insanların bile, İsrail’in yaşamlarını yeniden kurabilecekleri tek yer olduğuna ikna edilmeleri gerekti. Bunların 1945’te Almanya’nın Amerikan bölgesinde bulunan 112,000’inden 55,000’i A.B.D.’ye gitmek için başvurmuştu. Yahudi Ajansının, yersiz yurtsuzların bulunduğu kamplarda sürdürdükleri yoğun propagan­daya karşın, çoğunluk Filistin’in dışında herhangi bir yere gitmeyi yeğliyordu. A.B.D. Yüksek Komiseri’nin Yahudi işleri danışmanları Simon Rifkind ve Louis Levinthal ile Siyonist önderi Haham Philip Bernstein’m desteğiyle Vaiz Klausnera Mayıs 1948’de toplanan Ame­rikan Yahudi Konferansına sunduğu ünlü raporda şunları bildiri­yordu :

“Halkın Filistin’e gitmeğe zorlanması gerektiği kanısında­yım. Bunlar ne kendi durumlarını, ne de geleceğin neler va- dettiğini kavramağa hazır değiller. En büyük hedefleri bir Amerikan doları. ‘Zor’ sözünden bir programı kasdedi- yorum. Bu yeni bir program değil, daha önce ve yakın geçmişte de kullanılmıştı. Yahudilerin Polonya’dan ko­vulmasında ve ‘terk’ hikâyesinde de kullanılmıştı.

“Böyle bir programda ilk adım şu ilkenin kabul edilme­sidir: Dünya’daki Yahudi toplumu Filistin’e gitmeğe ikna edilmelidir...Bununla ilgilenmeyenler, kendi yaşamlarını sürdürmeğe herhangi bir katkıda bulunmadan giyinip beslenen, kamplarda korunan Yahudi toplumunun çatısı altında duramazlar.

“Bu programı gerçekleştirmek için Yahudi toplumunun politikasını değiştirmesi ve yersiz kalan insanları rahat ettirmek yerine mümkün olduğu kadar rahatsız etmesi gerekmektedir.

“Amerikan Ortak Dağıtım Komitesi yardımları kesil­melidir... Daha sonra, Yahudileri tedirgin edecek Haganah türünde bir örgüt kurmak gerekebilir. Sağlanan kolaylıklar kurcalanarak azaltılmalı ve şimdi Yahudi işleri Danışmanı yurtsuzların Vaizleri ve Ajans personelince sağlanan hima­yeden vazgeçilmelidir.”!

Haham Klausner, halk ile “ne yapacakları kendilerinden sorula­cak değil, kendilerine söylenecek hasta insanlar” olarak ilgileneceğini sözlerine ekledi. Vaiz, program kabul edilmediği takdirde, “Amerikan

’Alfred M. Lilienthal, What Price Israel, Chicago, 1953, s. 194-195.

Yahudi toplumu politikasını gözden geçirmeğe ve burada önerilmiş olan değişiklikleri yapmak zorunda bırakacak bir ‘kaza’ meydana gele­bileceğini” bildirerek, “o zaman çok daha fazla acı çekilmiş olur, da­ha büyük bir anti-semitizm dalgası gelir ve belki bugün verilebile­ceğinden çok daha sert bir savaşım vermek gerekebilir” dedi.[47]

Yurtsuzlar Kamplarında Siyonist olmayan ve anti-Siyonist Yahudilere karşı şiddet ve ayrım eylemlerine girişildi. Önemli bir Amerikalı işçi önderinin o zaman “yersiz kalmış insanları Siyonizm’i kabul etmeğe, Filistin Yahudi ordusuna katılmağa ve yasal farklılık­lara boş vermeğe zorlamak”[48] olarak anlattığı genel bir kampanya sürdürülüyordu. Bu, günlük tayınlara el koyulması, işten çıkartma, Amerikalıların, yurtsuzların zanaat eğitimi için gönderdikleri maki- naları parçalama, muhalefet edenleri yasal korumadan ve vize hak­larından yoksun etme biçiminde oluyor, hattâ onları kamplardan atma noktasına kadar varıyordu; bir keresinde böyle birisi herkes önünde kırbaçlandı. Bunlardan başka, A.B.D.’de de yapılan pogrom’lara dair hikâyeler anlatılıyor, yurtsuzlar tedirgin ediliyorlardı. O zaman­ki ünlü bir Alman sanatçı ve eşi, kendileri gelip görünceye kadar Amerika’daki Yahudi aleyhtarı şiddet gerçeğine inanmaktan kendi­lerini alamamışlardı.

İsrail için adam devşirmenin bir başka yöntemi Amerikan Yahu- dilerine, “Arap ve Avrupa ülkelerindeki Yahudileri rehinden kur­tarmanın” dinsel görevleri olduğunu hatırlatmaktı. Ben-Gurion bunu 1949’daki İsrail seçimlerinden sonra açıkça belirtti:

“İsrail’in diaspora’daki (menfa) kalıntılarım kurtarmalıyız, Ayrıca, onların mülklerini de kurtarmak zorundayız. Bu iki şey olmadan bu ülkeyi kuramayız.”[49]

Batılı Yahudilerin beklenen akışı gerçekleşmeyince, İsrail dışın­daki Yahudilerin başına dertler açarak onları göçüp, Filistinli Arap­ların terkettiği yerleri işgal etmeye ikna etmek ya da hattâ zorlamak, İsrail Hükümeti ile Dünya Siyonist Örgütü’nün hesaplı politikası

oldu. Arap-tsrail çatışması “menfadan kurtulma” için mükemmel bir fırsat yarattı. İsrail ve Amerikan Siyonistleri arasında varılan bir anlaşmaya göre, Amerikan Yahudilcri gelecekteki İsrail’e göç (Aliyah) hazırlığı için eğitileceklerdi.

Yurtsuzlar kampları boşaltıldıktan sonra, İsrail’e göçenlerin % 8o’inden fazlası Doğu Avrupa ülkeleri ile Arap Orta Doğusu ve Kuzey Afrika’dan gelmişti. Bu Yahudilerin çoğunun göçmeğe niyeti yokken, baskı ve propaganda karışımı onları buna zorladı. Judah Kral­lığının yıkılışından sonra, Nabukadnezar, Yahudileri o zaman Babil denilen Irak’a getirmişti. Babil Talmudu orada yazılmıştı ve tutsak­lar Jeremiah’da kendileri için vazedilen “şehir barışı”nı orada bul­muşlardı. Yüzyıllarca ekonomik ve dinsel ayrıcalıklardan yararlanarak resmî prestij ve parasal olanaklar kazanmaları ve sultanlara, paşalara danışmanlık yapmaları büyük İslâm İmparatorlukları zamanında ger­çekleşti. Irak’ta kabinede Yahudi bakanlar vardı ve altmış kadar da havra bulunuyordu. 1946’da İngiliz-Amerikan Komitesine başvuran Orta Doğu Yahudi toplumu temsilcileri, siyasal Siyonizm nedeniyle Müslümanlarla olan dostça ilişkilerinin tehlikeye girdiğini bildirmiş­lerdi. O sıralarda, Arap ülkelerinde, “Vadedilmiş Toprak”ta ol­duğundan daha çok sayıda Yahudi vardı.

Bizim bugün Batı’da Yahudi-aleyhtarhğı dediğimiz şey Arap dünyasında hiçbir zaman olmadı. Bundan ötürü, Siyonistlerin başka tasarılar yapmaları gerekiyordu. Tıpkı Isa gibi, Musa ve İbrahim’in de İslâmî inanışa göre peygamber sayılmaları, Kuran’ın Yahudilere “kitaplı halk” olarak atıfta bulunması ve İbrahim’in oğlu İshak’ı kurban etmeye hazırlandığı Kudüs’teki kayanın İslâm’daki en kut­sal yerlerden biri olması nedeniyle, burada bağnazlık tohumlarının büyümesi zor olacaktı. Bu yüzden Müslümanlar, Hırıstiyanlar ve Yahudiler arasındaki sıkı bağların koparılması gerekecekti.

Irak’ta, ülkeye gelen Siyonist Ajanların (genellikle Doğu Yahudilerinin) yürüttükleri iyi örgütlenmiş bir Siyonist kampanya Yahudiler ile Müslümanlar arasına nifak sokmayı becerdi. Buna karşı çıkan Irak Başhamamı merhum Sassun Kedûrî, “Irak’ın Yahudi sorumluları, iyi ve kötü zamanlarıyla, burayı kendi ülkeleri olarak görüyorlar ve inanıyoruz ki, dertler geçecektir” biçimindeki görüşlerini basına açıkladıktan sonra fiziksel saldırıya uğradı. Hahamın sözünü ettiği dertler İsrail’in kuruluşu ve Siyo- nistler ve Yahudiler ile Irak’taki cahil Müslümanlar arasında bunu izleyen, çatışmaların sonucuydu. Fakat sayıları 150,000’c varan ve altmış kadar havraya sahip olan. Irak Yahudileri, 1954’te çıkartılan ve kendilerine İsrail’e gitme izni veren Seçme Hakkı Yasası’na kar­şın göç konusunda istekli değillerdi. Ancak, burada onları bekle­yen, öteki Arap ülkelerinde, de Doğulu Yahudilerin karşılaştıkları trajedilerden biriydi. Şimdi A.B.D.’nde bulunan genç bir Iraklı Ya­hudi olan Reuben David bunu daha sonra şöyle anlatıyordu:

“Siyonistler baskılı bir psikolojik savaş başlattılar...Irak’- taki yaşamın belirsizliklerinden doğan doğal korkular kurnazca istismar edildi. ‘Müslümanlardan satın, almayın’ başlıklı broşürler havralarda dağıtılıyor ve Müslümanların eline geçerek Yahudi-aleyhtarhğı yaratmaları isteniyordu... “Irak’taki Yahudilerin paniğe kapılması için sürdürülen Siyonist çabalar hem bir itişin, hem de oir çekişin gerekli olduğu teorisine dayanıyordu. İtkinin kaynağı, Irak’taki Yahudilerin uğradığı baskı olacaktı ki, bu çoğu zaman uy­durulmuş olmakla birlikte, İsrail’in kuruluşunun etkisiyle kısmen gerçekti. Çekişin kaynağı ise, İsrail’in bütün Yahudi- ler için ‘Anayurt’ olduğu konusundaki sürekli Siyonist duyurularıydı...

“Irak’ta ‘itki’nin ihmal edilmemesi için uğraşanlar tabii ki vardı. Gazetelerde, bir havra da dahil olmak üzere, Yahudilerin sık sık gittikleri yerlerin bombalanmasıyla ilgili hikâyeler anlatılıyordu. Bu bombalamalar sonucunda hiç ölü olmaması ve fazla zarar vermemesi kuşku çekiciydi... Bombalamaların altında Siyonistlerin olduğu bence çok açıktı. Yapmak istedikleri Yahudileri korkutmak ve Müslü­manların kendilerine karşı harekete geçtiğine inandırmaktı. “Bombalamaların çok az fiziksel zarar vermesi, kimi zaman da hiç zarar vermemesine karşın, Irak’h Yahudiler üze­rinde genel olarak etki yaptı. Yahudilerin evlerinde ve havralarda büyük miktarlarda silâh ele geçmeğe başlandı. Hükümet, Yahudi mağaza ve kahvelerinde çok az zarara neden olan bombaların, Yahudi konutlarında ve havra­larda bulunan cephanelerin aynı kaynaktan olduğuna ve sorumluluğun da aynı kişilerde bulunduğuna karar verdi.”[50]

Yüzyıllarca Müslümanlarla yanyana, tamamen kendi yurtların­da gibi yaşayan. Yahudiler, Irak yaşamının bütün alanlarında, maliye bakanlığı, parlâmento üyeliği, sanayici, tüccarlık vb. hizmetlerde bulunmuşlardı. Bir Doğulu Yahııdinin dediği gibi, “birlikte şarkı söyledik, birlikte ağladık. Ancak Siyonizm ve İsrail ortaya çıktıktan sonradır ki, bu İnsanî yapı çöktü...” Bugün Irak’taki Yahudi toplu- munun nüfusu tooo’den azdır.

1956 Süveyş bunalımı, Doğu Yahudilerini biraz daha toparla­mak ve bunların yerleştirilebileceği bir miktar daha toprak elde et­mek için İsrail’e iyi bir fırsat verdi.[51] Süveyş Kanalı Şirketinin Başkan Nasır tarafından ulusallaştırılması ve daha sonra kanala el konulması, İsrail’in gizli Sevres Andlaşması gereğince Ingiltere ve Fransa ile bir­likte Mısır’a karşı saldırısıyla başlayan Ekim 1956 Savaşma yol açtı. Kasım ayında Knesset’te yaptığı konuşmada, Ben-Gurion, nerede olursa olsun her Yahudi’nin “askerî harekâtı desteklediğini” bildirir­ken, Mısır’daki ve öteki Arap ülkelerindeki Yahudilerin durumunu tehlikeye sokacağını özellikle hesaba katıyordu. Bu, Mısır Hüküme­tinin, birçok Siyonist sempatizanıyla birlikte, ülkelerine bağlı kalan, ancak sadakatlerine, heryerde Yahudiler adına hareket eden Siyonist- lerce gölge düşürülen birçok masum Yahudiyi de tutuklamasına gerekçe oldu.

Yahudilerin, binlerce yıldır Yahudi olmayan Arap kardeşleri arasında barış içinde sürdürdükleri varlıklarını, 1948’den beri bozan Siyonizm’in etkisi artık yeni boyutlar kazanıyordu. Heyecanlı çağ­rılar ve aşılanan korkularla Irak, Yemen, Suriye, Tunus, Cezayir ve Fas’tan çıkarılan 700,000 kişiye katılma konusunda gönülsüz olan Mısırlı Yahudiler artık kendilerini son derece tehlikeli bir durumda görüyorlardı. Mısırlı Yahudiler binlerce yıldır Müslüman ve Hıris- tiyanlarla yanyana yaşamışlardı. Bunların bir kısmı belki de Musa’ nın giderken ardında bıraktığı İbrani’lerin torunlarıydı. Ötekileri M.Ö. 250 yılında Babillilerin Kudüs’teki tapmağı birinci kez yak­malarından sonra Mısır’a kaçanlardı. Philo, İskenderiye’de Kudüs’ tekinden daha çok Yahudi olduğunu yazar. Yahudiler On-beşinci Yüzyılda Portekiz ve Ispanya’daki Hıristiyan zulmünden sonra Rus Devrimi sırasında Sovyetler’in aşırılıklarından ve Hitler’in ırkçı zulmünden kaçıp hep Mısır’a sığınmışlardı. İsrail’in 29 Ekim ıggö’da Mısır’ı istilâsı, dünyadaki Yahudileri Mısır sığmağından kasıtlı olarak yoksun etti; oysa, ikinci Cihan Savaşı sırasında bir Amerikan askeri elarak Kahire’de yeni yıl törenlerine katılırken havralarda ve özellikle kent merkezindeki büyük havrada birçok Yahudiye rastlamıştım.

Siyonist entrikalara uygun olarak Yahudi göçü öncelikle İsrail’in para, insan gücü, askerî güç gereksinimleri doğrultusunda teşvik edil­di. 1948 ye 1956’da toplanan Yahudiler, Moşe Mcnuhin’in sözleriyle “sürülen Arapların bıraktıkları boşluğu dolduracaklardı.”[52]

Ancak, Doğulu Yahudilcr çok az zenginlik getirmişlerdi; çoğu yaşlı ve güçsüzdü; ne öncülük ruhları vardı, ne de iyi askerî nitelik­leri. Yahudi Ajansı “kısıntısız göç” yerine “seçmcci göç”e eğilim gös­termeğe başladı. Artık Doğulu Yahudilerden ancak genç ve güçlü olanlar ya da özel mahareti bulunanlar göçmeye “ikna” edilecekler­di. Batılı Yahudiler konusundaki çabalarında başarısızlığa uğrayan Siyonistler, enerjilerini içlerinde birçok nitelikli teknisyen bulunan Sovyet YahudiIcrine yönelttiler.

Sovyet Yahudilerinin göçünü sağlamak için özenle düzenlenen kampanya büyük bir anti-komünist akımı barındıran A.B.D.’nde yankı yarattı. İsrail’e göçü sağlamada başarılı olsun olmasın, belirli Batılı çevrelerde İsrail’e destek Sovyet-aleyhtarı kampanya aracılığıy­la elde edildi. Sovyet Yahudilerinin sözde kötü durumlarını incele­mek üzere gözlemci, politikacı ve Kongre üyelerinin baskı yapmaları ve Alexander Solzhenitzin gibi Sovyet-aleyhtarlarının yüreklendiril- mesi, sözde yardım etme çabasında oldukları Yahudilere zarar veri­yordu. Ne zaman bir Sovyet Yahudisinin kılma dokuııulsâ, olay jYeıv York Times gazetesinin ön sayfalarına manşet oluyordu.

İletişim araçlarının uysallığından daha da yararlanılarak, 1971 ve 1976 yıllarında, Belçika’da “Sovyet Yahudilerinin kötü durumu” hakkında yaygın konferanslar düzenlendi. Brüksel I ve II toplantı­larına dünyanın her yanından çok sayıda ulusal vc uluslararası örgütün işbirliğiyle Siyonist akımın destekçileri katıldı. Bu örgütler arasında “Sovyet Yahudiliği Ulusal Konferansı”, “Başlıca Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı,” “Uluslararası B’nai B’rith,” “Sov­yet Yahudiliği Avrupa Konferansı,” “Lâtin Amerika Yahudi Kong­resi”, “Dünya Yahudi Kongresi” ve “Dünya Siyonist Örgütü” bulunuyordu.

1976’daki Brüksel II toplantısı, Birleşmiş Milletler’in 1975 Kasımında aldığı ve Siyonizm’i “ırkçılık ve ırk ayrımı” ile bir tutan kararı ile İsrail devletinin varlığının özüne yönelen tehdite karşı koy­mak üzere kasıtlı olarak düzenlendi. Siyonizm’in deyimlerini kul­lanacak olursak, şimdi “onlar” bir kez daha “bize” saldırdıkları­na göre, yeni bir anti-semitizmi istismar kampanyalarını gündeme getirmek herzamankinden fazla önemliydi. Yüzbinlerce Amerikalı anti-komüniste yapılan bir çağrıda Yahudi düşmanlığına karşı olma görünümü altına Siyonist İsrail’in çıkarlarına uygun biçimde Hitler hayaleti yerine Stalin’inki koyularak ortaya sürüldü.

Başlangıçta iyi olan Sovyet-İsrail ilişkilerinin bozulmasıyla Batı’dave A.B.D.’ndekiSiyonistler Sovyetler’de bir Yahudi düşmanlığı olduğu propagandasını güderek yürütmeğe başladılar. İsrail-Batı Alman dostluğu geliştikçe, “Nazi tehlikesi”nin bir propaganda silâhı olarak modası geçti. Sovyetler Birliği’ndeki Yahudilerin “Ko­münist terörün İsrail’e gitmelerine izin verilmesi gereken kurbanları sayıldığından, Kremlin’in sözüm-ona Yahudi düşmanlığı” yeni pro­paganda silâhı oldu.

Amerikan kamu oyunu heyecanlandırma ve Sovyet Yahudilerinin göçünü teşvik etme aracı olarak en etkili organ seçme ve saptırılmış haberler çıkartan Neıv York Times gazetesiydi. Kimi zaman bu gaze­tede bile İsrail’e göçmeye kandırıldıktan sonra, varolan koşullarda “süt ve bal ülkesi”nde yaşamayı olanaksız bulup İsrail’i terkeden Sovyet Yahudileri ile ilgili olarak arka sayfalara atılmış hikâyeler bulunabilirdi. Bu türlü yardımlara yönelik Belçika Katolik örgüt­lerinin desteği olmasaydı, bu masum kurbanların bazıları açlıktan öleceklerdi.

Kamu oyunu S.S.G.B.’ne karşı ayaklandırmak amacıyla, etkili reklâmlar, televizyon programları, yarım sayfalık çağrılar ve bilim çevrelerinden binlerce imza taşıyan tam sayfalık toplu dilekçeler hazır­landı. İlk Brüksel toplantısından sonra Sovyet Yahudiliği Ulusal Kon­feransı kampanyanın öncülüğünü eline aldı. Siyonist B’nai B’rith Örgütüne göre, Ulusal Konferans İsrail Hükümetince kurulmuştu ve ondan malî ve öteki tür yardımlar da alıyordu.

Kaç Sovyet Yahudisinin “kurtarılmayı” isteyip “kurtarılmış ülke”- ye gönderildiğine dair nesnel bilgiye hiçbir zaman sahip olamadık. Ayrıca, bu Yahudilerin durumunun Sovyetler Birliği’ndeki diğer din­sel etnik ya da azınlık gruplarından daha farklı durumda olduğu konusunda da hiçbir belirti yoktu. S.S.G.B.’ndeki dinsel grupların hepsi için az inanç özgürlüğü vardır.

Sovyet Yahudilerinin statülüsünü gözden geçirmek için zaman uygun değil. Ancak, kendilerini Yahudi sayan 2,5 milyon insanın % 10’undan fazlasının dindar olmadığını rahatça söyleyebiliriz. (Sovyet Yahudilerinin ezici bir çoğunluğu kendilerini hem Yahudi, hem de S.S.G.B.’nde egemen olan komünist kavramlar doğrultusunda Tanrı’ya inançsız sayarlar.}1 iki tarafta da Yahudilerin ayrıma tabi tutulduğunu savunanlar varsa da, olgular ve sayılar, bunun herhalde gerçek olmadığını göstermektedir. Yahudiler Hükümet yardımcılığı ve Bakanlık Müsteşarlığı gibi görevlere getirilmişlerdir. Meslek sahip­leri, İdarî görevde olanlar ve aydınlar arasında Yahudilerin oranı bunların genel nüfus içindeki oranından çok daha fazladır. Sovyet nüfusunun % 1.1’ini oluşturan Yahudilerin profesyonel yazar ve gazeteciler arasındaki oranı % 8.5, yüksek okul profesörleri için % 10, film endüstrisi personeli için % 33.3, bilim adamaları için % 10, yargıç ve hukukçular için % 10.4, doktorlar için % 15.7 ve müzisyen, ressam, lıeykeltraş ve aktörler için % y’dir.8

Sovyetler Birliği’nde Yahudi-aleyhtarlığı yapılmadığına dair başka sayılar da verilebilir. Sovyetler Birliği’nin, Yahudi olsun olma­sın, yurttaşlarının özgürce çıkıp göçmesine genel olarak izin vermedi­ği doğrudur. Ancak, bu izni alan Yahudilerin sayısı Kruşçev’in dev­rilmesinden bu yana, kat kat artmıştır. Krusçev’den sonra Kosigin Yahudilerin İsrail’deki aileleri ile birleşmesine izin vermiştir. Haziran 1967 Savaşından ve İsrail’in B.M. Güvenlik Kurulu’nun 242 ve 338 sayılı kararlarını hiçe sayarak işgâl ettiği büyük miktardaki Arap toprağından çekilmeyi reddetmesinden sonradır ki, Kremlin Yahudi göçüne karşı daha kısıtlayıcı olmuştur.

Amerikalı Siyonist baskı gruplarının harekete geçirdiği Senatör Henry Jackson ve arkadaşı Temsilciler Meclisi üyesi Vanik’in Sovyet- Amerikan Ticaret Andlaşması yasa tasarısının değiştirilmesi için ver­dikleri önergenin kabulu için A.B.D. Kongresinde harcadıkları yoğun çabalar ulusal ve uluslararası iletişim araçlarını epeyce meşgul etti. Ancak, bu aynı zamanda, Moskova’nın her yıl göçmeleri için izin verdiği Yahudilerin sayısı konusundaki tutumunu sertleştirmesine

aWilliam M. Mandel, Russia Re-Examined, New York, 1967. ve böylcce Yahudilerin durumunun bozulmasına da neden oldu. Uzun bir süredir görüşmeleri süren ve her iki ülkeye de yarar sağlayan S.S.C.B.-A.B.D. Ticaret Andlaşması, son çözümlemede Sovyetler Birliği’nin kendi iç işlerine ait bir konu olan Sovyet yurttaşlarının göçüne Amerikan Kongresinin müdahalesine izin vermeyi reddet­mesi nedeniyle bırakıldı.9

isterik suçlamaların tozu, dumanı ve Amerikan iletişim araçları­nın abartmaları durumu bütünüyle içinden çıkılmaz kıldı. Böylece, Sovyet Yahudilerinin durumlarının bozulmasına maksatlı olarak ne­den olundu ve Siyonizm’e yeni göç kaynakları sağlandı. Ancak, 1974 vc 1975’te İsrail’e göç edenlerin sayısının önceki iki yıldan az olması bu yöntemin de pek başarılı olmadığını gösterdi.

Siyonizm’in toplama çabalarında en güçlü silâhlardan biri korku olmuştur. Yahudi kitlelerine, hattâ Hıristiyanlara korku psi­kolojisinin aşılanmasına yardımcı olma konusunda sahibinin sesine en çok çeşitli Amerikan iletişim organları kulak kabarttı. Basın, radyo ve televizyon ve sinemalarda yayınlanan çarpıtılmış röportaj­lar aracılığı ile sözüm-ona Yahudi aleyhtarlığına karşı çığrm “anti- semitik” dediği nitelemeleri susturma çabalarını gittikçe arttırarak kendi felsefesini yayması da Asya ve Afrika ülkelerindeki Yahudilerin durumlarının bozulmasında çok etkili oldu. Örneğin, Mısır’da üçlü istilâdan sonra alman sert önlemlere karşın, tek bir Yahudinin bile canına kastedilmezken, Gazze’deki iki önemli olayda, Khan Yunis ve Rafah’ta savaşın patlak vermesinden önce 286 Arabm, daha küçük olaylarda 66’sımn ve Kafr köyünde 48 Arabm daha öldürüldüğünü hangi Amerikan gazetesi yazdı?

Güçlü jVew York Times'm öncülüğündeki Amerikan basın, radyo ve televizyonu, Yahudilcre ve İsrail’e yapılanları hep anti-semitizme ve Yahudi düşmanlığına yorarak her seferinde hayalî haberler yay­dılar.

Özenli ve ustaca düzenlenmiş bir propaganda kampanyası, “anti-semitizm”i heryere yayarken, işin kökenindeki günahı, yani Fi-

’Kamu oyundaki tartışma sırasında Dış İşleri Bakanı Kissinger, kendisine Sovyet Dış İşleri Bakam Gromiko’nun gönderdiği ve İsrail’e göçmesine izin verilebilecek Yahudilerin sayısında açık bir taahhüde girmeyi kesinlikle reddeden mektubu cebinde taşıyordu. Bu olay Kis- sînger’in iki yüzlülüğünü bir kez daha ortaya seriyor. Çünkü o, bir yandan Jackson tasarısını sözde destekleyerek Siyonist baskı grubunu tatmin ederken, Gromiko’nun mektu­bunun metnini açıkladığı takdirde, sadece Tasarının değil, bütün sözleşmenin geçersiz olacağını biliyordu. S.S.C.B. daha sonra bunu açıkladı. listinli Arapların yerlerinden edilmesini gizliyordu. Bu saptırılmış bilgiler bir korku psikozuna girilmesine yardımcı oldu. Yahudiler şöyle bir mantık yürütüyorlardı: “Bir güvenlik politikamız olmalı. Belki birgün gidebileceğimiz bir yerimiz bulunmalı ve bu yüzden İsrail’in eylemlerini ve çıkarlarını geliştirmeliyiz.”

Siyonistlerin menfadaki Yahudilerin durumlarını güçsüzleştirc- rek onları göçe zorlamak için kullandıkları başlıca yöntemlerden birisi din ile milliyetçiliği ustaca karıştırarak Amerikan Yahudilerinde çifte bir bağlılık oluşturmaktı. İsrail devletinin babası Theodor Herzl, günlüğünde şunları yazıyordu: “Anti-semitizm büyümüştür ve büyümeğe devam etmektedir ve ben de büyümeğe devam ediyo­rum.”[53] Siyonistler, başlıca toplama silâhları olan anti-semitizmi bu­yandan lânetlerken, öte yandan Yahudi ayrılıkçılığını ve Yahudilerin dinsel bir grup olmaktan çıkıp etnik, ulusal bir gruba dönüşmesine yol açacak eylemleri teşvik ediyorlardı. Bu gelişme, aynı Yahudi milliyetçilerinin sözde korktukları anti-semitizmi güçlendirmiş olu­yordu.

Dünya Siyonist Örgütü Başkanı Nahum Goldmann 1958 yılında şu uyarıyı yapmıştı: “Anti-semitizmin gerilemesi Yahudilerin bekası için yeni bir tehlike oluşturabilir;... klâsik anlamıyla ‘anti-semitizm’in yok olması Yahudi toplumlarınm siyasal ve maddî durumları için yararlı olmakla birlikte, ‘iç yaşamımızda çok olumsuz etkileri’ oldu.” (New York Times, 24 Temmuz 1958). Charles Solomon, Black Friars Dergisindeki (Ocak 1957) makalesinde, yukarıdakine benzer biçimde İngiltere’deki Yahudi toplumunun, anti-semitizm eksikliği nedeniyle tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna işaret ediyordu: “Bir insanın kendisinin Yahudi olduğunu açıkça söylemesi güçlüklere, hattâ ölüme neden olduğunda, insanoğlunun boyun eğmez ruhu -ya da belki de inatçılığı - kendini gösteriyor demektir...Ancak, Yahudi olmak, yalnızca biraz rahatsızlık veren bir durum olursa, yüce bir kararlılık içine girmek güçleşir.” Amerikan Yahudi Kongresi de Leo Pfeffer aracılığı ile şunu ortaya koydu: “Böyle bir ayrım hayırlı ola­bilir. Yahudiliğin bekasını sağlamak için bir miktar anti-semitizmin gerekli olması mümkündür.” (The National Jewish Post and Opinion, 6 Kasım 1959).

“İsrail ile Yahudi olmayan dünyanın balayılarının sona erdiğini’ teslim eden Nahum Goldmann, Şubat 1975’de Kudüs’te toplanan Dünya Yahudi Kongresinde açıkça ve cesurca şunları ortaya koydu:

“İsrail konusundaki siyasal bunalım sırasında İsrail’in politikası Yaluıdilerin yaşadığı ülkelerce reddedildiği sü­rece, bu Yahudiler ile ülkeleri arasında çelişki ortaya çıka­caktır. Bunun tek çözümü sorunun, varlığını takdir edip, çifte bağlılıklar için mücadele etmektir.”

Siyonisiler, İsrail’in “derlenmesi” konusundaki inançları kendileri­ne özgü bağnazlıklara dayanan sağ kanat ırkçıların ve yobazların des­teğini kazanmada hiç duraksamadılar. Ancak, bütün bu entrikalara karşın, Siyonist toplanma çabalan, Siyonist devletin bozgunu olarak, başarısızlıkla sonuçlandı. Bcn-Gurion’un dönmeyen Yahudilere yönelt­tiği “Tanrısızlık” suçlaması bir yana, 1951-61 dönemi için koyduğu 4 milyonluk hedefe ulaşılamadı; çağrısına yalnız 800,000 kişi karşılık verdi. Aynı on yılın son döneminde göçmen miktarı yılda 30,000’e kadar düştü. 1975 ve 1976’da İsrail’den göçenlerin toplamı, İsrail’e olan göçü aştı. Israilli Siyonistler Amerikalı Yahudilerin İsrail’e hâlâ kendi yurtları ve devletleri olarak değil, bir “hayırseverlik” konusu gözüyle baktıklarını görüyorlardı. İsrail’i siyasal, diplomatik, ekonomik ve duygusal olarak ne kadar desteklerlerse desteklesinler, hâlâ doğdukları ülkelerde kalmayı yeğliyorlardı. Onların Siyonist tanımı hep aynı kaldı: “Siyonist, ikinci bir Yahudiye bir üçüncüyü İsrail’e göndermek için para veren bir Yahudidir.”

Hiçkimse gelecekte olacakları tahmin edemez. Ancak ne yazık ki, Amerikan kamu oyunun sabretme konusunda bir dayanma sınırına gelmesi ve Siyonizm etkisindeki Amerikan dış politikası insanlığın ve Amerika’nın çıkarlarını felâkete sürüklediğinde kalkıp “Sizler Amerikalı mısınız yoksa Israilli misiniz?” diye sorması olasıdır. Siyonizm’in o zamana kadar başarısız olan İsrail’e göç oyunları, başarı kazanmağa başlayabilir. Bugün İsrail’i Siyonizm’den arındır­mak ve gerek Yahudiliğin, gerekse Islâm’ın en iyi geleneklerinden yararlanarak lâik, demokratik devlet kurmak için ılımlı Filistinliler­le birlikte hareket etmek varken, yukarıdaki seçeneğin gerçekleştiril­mesinden Amerika zararlı çıkmayacak mıdır? Filistin’de barış için tek yol budur.

SİYONİZM VE FİLİSTİN TOPRAKLARI

SAMI HADAWI ve WALTER LEHN

İsrail, Birleşmiş Milletler Andlaşması hükümlerini, Filistin an­laşmazlığına ilişkin çeşitli kararları, İnsan Hakları Evrensel Bildirisini ve tabii Sivillerin Savaş Zamanında Korunmasına İlişkin 1949 Ce­nevre Sözleşmesini çiğneyerek otuz yıldır uluslararası topluma meydan okuyor, onu aşağılıyor. İsrail’in B.M.’e karşı tutumunun bir göster­gesi de, Genel Kurul’daki delegesinin, 1975 Kasım ayında, Siyonizm’i “ırkçılığın ve ırk ayrımının bir biçimi” olarak tanımlayan oylamadan önceki gösterisiydi. B.M. ve üye ülkelere karşı saygısının ölçüsü olarak, karar taslağını yırtıp “Biz, Yahudi halkı için, bu bir kağıt parçasından başka bir şey değildir ve ona karşı tutumumuz da böyle olacaktır!”[54] demişti. Bu davranış, İsrail’in küstahlığının - derecesini ve siyasa' Siyonizm’in içerdiği ırkçılığın bir sonucu ve belirtisi olarak, diğer halkların insan haklarına karşı saygısızlığını göstermişti.

Bu incelemenin amacı, Siyonistlerin Filistin’de toprak edin­melerinin bir katalogunu çıkarmak değil, İsrail’in 1948’deki kuru­luşundan önce ve sonra toprak elde etmek için uyguladığı teknikle­ri incelemektir. Ön bilgi olarak, Manda’dan önce Filistin’deki nü­fusun ve toprak mülkiyetinin yapısından ve Siyonizm’in Filistin’de­ki Savlarından kısaca söz edilecektir.

Mandadan Önce Filistin:

Filistin küçük bir ülkedir. Toplam yüzölçümü 27, 027 kilomet­re (ya da 10,435 mil) karedir. Bunun 26,323 kilometre (ya da 10,164 mil) karesi kara alanıdır. 704 kilometre (ya da 271 mil) karesini de, Ölü Deniz’in yarısı, Tiberias Gölü (Galilee Denizi olarak da bilinir) ve Hulah Gölü olmak üzere, su düzeyi altındaki topraklar oluşturur.

Filistin fiziksel olarak dört ana alt-bölgeden oluşur: Kıyı ovası, yaylâ bölgesi, Ürdün Vadisi ve güney çölü. Kıyı ovası kuzeyde 4 mil, güneyde, kıyıdan Ürdün Vadisine uzanan Esdraelon Ovasının bulunduğu Hayfa hariç, 20 mil kadar genişliktedir. Yaylâ bölgesi kuzeyde Galilee Tepelerini ve güneyde Orta Filistin yüksekliklerini içine alan Esdraeloıı Ovasıyla kesişir. Hebron’un güneyinde yaylâ alçalır vc güney çölüne karışır. Ürdün Vadisi kuzeyde Hulah Gölüne, güneyde Ölü Denize uzanır; vadinin büyük bölümü deniz düzeyinin altındadır.

Filistin toprakları, 2,5 milyonu engebeli ve kıraç, 12,5 milyonu çöl olan 26,323,023 dönümlük (4,5 dönüm 1 hektar kadardır) bir alanı kaplar. Tarımsal potansiyel bakımından toprak dengesi fark­lılaşma gösterir. Toprağın niteliği genel olarak ovalarda iyi, yay­lalarda vasattır. Tiberias Gölü’nün iyi nitelikli toprağa sahip olduğu güney kesimi dışında, Ürdün Vadisi vasat ya da zayıftır.[55]

Manda’dan önceki Filistin’in nüfusu konusunda' güvenilir is­tatistikler yoktur. Ancak, Türklerin ve îngilizlerin verdikleri sayılar, yetersiz de olsalar, hâlâ en iyi bilgi kaynaklarımızdır ve daha yan tutan kaynakların tahminlerinden daha az ön-yargılıdırlar. Türklerin 1914’te yaptığı sayım,[56] göçebeleri içerip içermediği belli olmayan, 689,275 kişilik bir toplam nüfus ortaya çıkardı. Siyonist örgütün görevlilerinden olan, yani konuya ilgisiz olmayan, Arthur Puppin, bu toplamın 57,000-62,000’nin (% 8,3-9) Yahudi olduğunu tahmin ediyordu.

Modern, demografi tekniklerinin kullanıldığı ilk sayım İngilizler tarafından 31 Aralık 1922’de yapıldı. Göçebelerin hesaba katılmadığı bu sayım, 590,890’1 Müslüman, 83,794’ü Yahudi, (îngilizler ve diğer Avrııpahlar dahil) 73,024’ü Hıristiyan ve 9,474’ü “diğerlerinden” (bunların büyük bölümü Dürzilerdi) olan 757,182 kişilik bir toplam sonuç verdi. Müslümanların, “diğerleri”nin ve Hıristiyanların ezici çoğunluğunun gerçekte Araplar (ana dilleri Arapça olan kişiler) olduğuna göre, bu sayılar 673,399 (% 89) Arap ve 83,794 (% 11) Yahudi olarak özetlenebilir. Yahudilerin % 75’i Yafa ve Kudüs’ün[57] kentsel alanlarında yoğunlaşmıştı. Demek ki, “Yahudi çiftçiler” ve “eski toprağı sürme’'’ hakkındaki Siyonist savlarına karşın ne çiftçi­lik yapıyorlardı, ne de öteki tarımsal işlerle uğraşıyorlardı.

Bu dönemdeki toprak mülkiyeti sistemine ilişkin güvenilir bilgi elde etmek daha da güçtür.[58] Manda Hükümeti, tahminlerin “genel olarak kabul edildiğini” bildirerek, Ekim 1920 öncesinde Ya- hudilerin toplam mülkiyeti için 650,000 dönüm sayısını veriyordu.[59] Bu sayı Filistin topraklarının % 2,47’sini oluşturuyordu.

Demek ki, Filistin’in Milletler Cemiyetince Ingiliz Mandası altına koyulmasının arifesinde, Yahudiler Filistin nüfusunun % 10-11’ ini oluşturuyorlardı ve toprağın yaklaşık % 2,5’una sahiptiler.

Siyonizm’in Filistin’deki İddiaları:

Theodor Herzl’in kendi önerdiği Judenstaafm. yeri olarak Filis­tin’den başka yerleşim merkezleri de düşünmüş olmasına ve hattâ Filistin’in “iklimi, Rusya’ya ve Avrupa’ya yakınlığı, yayılma alanı olmaması”[60] gibi kimi kötü yanlarından söz etmiş olmasına karşın, Filistin’in diğer bütün düşüncelere üstün gelen bir yararı olacaktı: “Büyük efsane.”[61] Filistin’in bütün Yahudilerin atadan kalma yurdu olduğu efsanesi genel olarak Hıristiyanlarca[62] ve Yahudilerce kabul edilmişti; Herzl’in önerisine ancak böylece daha kolay destek sağ­lanabilirdi. Sonunda Filistin’in seçimi Yahudi Ulusal Fonu’nun yal­nız “Filistin ve hemen bitişiğindeki ülkelerde”[63] sömürgeleştirme için toprak sağlanmasının kararlaştırıldığı Altıncı Siyonist Kongresinde (Basel, Ağustos 1903) kesinleşti.

Herzl, önerdiği devletin sınırlarından başka nitelikleriyle daha çok ilgilenmiş görünür. Gerçekten de bu konuda kendi başına fazla düşünmemişti. 1896 Nisanında Güney Afrika doğumlu Ingiliz Hı­ristiyan papazı William Hechler “saatlerce süren” vaazında Herzl’e Siyonistlerin şu alanı kollamalarını söylemişti: “Kuzey sının (Türkiyc- de) Ürgüp’e bakan dağlar, güney sınırj da Süveyş Kanalı olmalı.”11 Hechler ayrıca “Davut ve Süleyman’ın Filistin’i”[64] [65] sloganını önerdi. Herzl, Hechler’in iyi bir öğrencisi olduğunu iki yıl sonra 1898 Ekimin­de arkadaşı Max Boderheimer’in önerisinden, onu onaylayarak söz ederken gösterdi: “Mısır Irmağından Fırat’a.”[66]

Birçok Siyonistin selâmlayarak karşıladığı[67] 1917 Balfour Bildiri­si[68] kesin olarak belirlenmiş bir toprak göstermiyor, yalnızca In- gilizlerin, “Filistin’de Yahudi halkı için ulusal bir yurt kurulmasını kolaylaştırmak için bütün çabalarını” harcalayacakları konusunda söz veriyordu. Siyonistler 1919 Paris Barış Konferansına kadar iddi­alarını yumuşattılar ve yalnızca doğuda (bugünkü adlarıyla) Lübnan’da Sidon’dan Suriye’de Şam’a, güneyde Ürdün’de Ma’an, Amman ve Akabe, batıda Mısır’da El Ariş’e kadar olan topra­ğı istediler.[69] Özellikle Ingiltere ve Fransa arasında yapılan görüş­meler sonucunda, A.B.D.’nin de onayıyla, Filistin’in sınırları saptan­dı ve Filistin Mandası[70] Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından Tem­muz 1922’de onaylandı. Ertesi yıl Ingiltere, Manda belgesinin 25’ inci Maddesinde verilen yetkiye dayanarak, Yahudi “ulusal yurdu” hükümlerinin uygulanabilir olduğu alanı Ürdün Irmağı’nın batı­sıyla sınırlandı. Bu, Siyonistlerin hak iddia ettikleri topraktan önemli ölçüde küçüktü ve daha sonra tek başına Filistin olarak adlandırı­lacaktı. Böylece, Herzl’in yıllardır peşinde koşup ele geçirtmediği “ferman” artık Siyonistlerin elindeydi ve Filistin’de büyük ölçekli Yahudi sömürgeci yerleşin i için sahne hazırdı.

Bütün bu görüşme ve entrikalarda göz önüne alınmayan insan­lar, bir halk olarak tanınmayan ve yurtları, toprakları, gelenek­leri hakkında kendilerine danışılmaya gerek bile görülmeyen Fi­listin’in yerli Arap halkıydı, ir Ağustos 1911 tarihli uzun bir memo­randumda zamanın İngiltere Dış İşleri Bakanı Arthur James Balfour kuşkuları giderici bir açık yüreklilikle Manda sistemini ve Milletler Cemiyeti Misakı’mn “(daha önce Osrnanh İmparatorluğuna bağlı olan) bu toplumların istekleri, mandater devlet seçiminde dikkate alınacak başlıca etken olmalıdır” diyen 22’inci Maddesini[71] inceli­yor ve Filistin’e ilşikin olarak şunları belirtiyordu:

“Misak’m söyledikleriyle müttefiklerin politikası arasındaki çelişki çok büyüktür... Çünkü Filistin’in bugünkü sakin­lerine danışmayı bile önermiyoruz...Dört büyük devlet Siyonizm’le anlaşmış durumdadır. Ve Siyonizm ister iyi, ister kötü olsun, ister doğru, ister yanlış olsun, bugün o eski topraklarda yaşayan 700,000 Arabm tutku ve ön-yar- gılarından çok daha derin bir anlamı olan yüzlerce yıllık geleneklerden, bugünkü gereksinmelerinden ve geleceğe ilişkin umutlarından kaynaklanmaktadır. Bence bu doğ­rudur.”[72]

Kısacası, Filistinli Araplar seçeneksiz bırakılıyorlardı. İngiltere’ yi mandater güç olarak seçip, onun “ulusal yurt” politikasını kabul­lenmekten başka bir seçenekleri yoktu.

Ulusal yurt deyimi, Siyonizm’in Filistin’deki iddiasının özü ve temel bir parçası olan gizleme, maskeleme olgusunun bir örneğidir. Siyonist niyetleri maskelemek ve böylece karşı çıkışlar yaratmamak için seçilen Almanca Heimstâtte sözcüğünün (tam çevirisi olmamakla birlikte) karşılığı olarak kullanılmaktadır. Max Nordau 1920’de şun­ları yazıyordu:

“Filistin’de Yahudi devleti kurma çabasında olanları, hem bütün istediğimizi anlatabilecek, hem de bunu, istedi­ğimiz toprakların egemenleri Türkleri kışkırtmayacak bi­çimde dile getirebilecek dolambaçlı bir söz bulabileceğimize ikna etmek için elimden geleni yaptım. Devlet karşılığı olarak Heimstâtte’yi ortaya attım...Anlamı belirsizdi ama biz, hepimiz bunun ne anlama geldiğini anlıyorduk. O zaman bu bizim için Judenstaat [Yahudi leriıı devleti ] an­lamına geliyordu, şimdi de öyle.”[73]

Siyonist sömürgelik genellikle daha büyük olan Avrupa sö­mürge akımının bir parçası olarak görülür. Bu kuşkusuz doğru ol­makla birlikte, Siyonist sömürgeciliği ötekilerden ayıran birçok özel­liğin gözden kaçırılmasına da neden olmaktadır. Önce, Siyonizm var­olan bir devleti temel alarak yayılmayı değil, devletsiz, yurtsuz sayılan bir halk için bir devlet kurmayı güdüyordu. İkincisi, Siyonizm, kârlı biçimde sömürülecek yeni pazarlar ve insan gücü ya da doğal kaynaklar peşinde değil, “topraksız bir halk” için bir devletin kuru­labileceği “halksız bir toprak” peşindeydi.

Böyle bir girişimi Yahudi ve Yahudi olmayanlara karşı haklı çıkarmak ve yasallaştırmak için Siyonizm, (a) dönüş kavramını, yani yalnızca daha önce çıkartıldıklarını söyledikleri bir toprağa dönme peşinde olduklarına dair kavramı ve (b) Yahudi olmayan herkesin doğasında bulunup, değişmez olarak, amacına hizmet edecek biçimde nitelediği anti-semitizmi vurguladı. Anti-semitizm, Yahudilerin anayurt­larından çıkarılmalarının ve sürgünde de boyunduruk altına alınma­larının sorumlusu olarak sunuldu. Siyonistlere göre, tek çözüm ter­cihan insansız bir ülkeye dönüştü, istedikleri ülke olan Filistin bu ni­teliğe uymadığına göre, uygun duruma getirilmeliydi; içinde yaşa­yanlar boşaltılmalıydı. Böylece, o insanlar sömürülmüş olmayacak (anlaşılan bu sürülmeden daha büyük bir kötülüktü) ve bütün bu girişim yalnız kabul edilebilir olmakla kalmayacak, doğru, iyi, giderek kutsal sayılacaktı!

Böylecc, Siyonistlerin Filistin üzerindeki iddiası, Filistin’in bir halk olarak değil, yalnızca ilkel aşiret ve göçebeler topluluğu olarak görülen yerli sakinleri boşaltılarak ele geçirilmesi yönünde, Ingiltere’ nin ve genel olarak Batı dünyasının desteğini sağlamaya yarayacak biçimde savunulup haklı çıkarıldı.

Manda Altındaki Filistin:

Manda belgesinin İngiltere tarafından Milletler Cemiyetine verilip Temmuz 1922’de onaylanmasına ve Eylül 1923’tc yürürlüğe girmesine karşılık, Manda yönetimi uygulama yönünden 1920’de başladı. Nisan 1920’de San Remo Konferansında, Birinci Dünya Savaşının galipleri es­ki Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının düzenlenmesi konusunda ve bu arada Filistin için mandater devletin İngiltere olmasında an­laştılar. Bu anlaşmaya dayanarak İngiltere Temmuz 1920’de daha önceki askerî yönetimi devralarak, Filistin’de sivil bir yönetim kurdu.

Askerî yönetim Siyonistlerce sık sık, Siyonizm’in amaçlarına karşı düşmanca bir politika izlemekle ve hattâ anti-semitik olmakla suçlanıyordu. Ancak, yönetim kayıtlarının incelenmesi ve memur­larından bir bölümünün daha sonra Siyonistlerin açık onanıyla sivil yönetimde de görev almış olmaları olgusu bu tür suçlamaların te­melsiz olduğunu gösteriyor. Askerî yönetim kendini savaş kural­larıyla sınırlı hissediyor ve işgal altındaki düşman toprağını yöneti- yormuş gibi davranmak gereğini duyuyordu. Bu yüzden, genel ola­rak, Filistin’de statükoyu korumak için çaba gösterdi. Toprak Sicil Dairelerini Kasım 1918’de kapattı. Yahudi göçünü durdurmamakla birlikte, kolaylaştırmadı da. Ancak bu dönemde, İbranice resmî bir dil olarak kabul edildi ve Siyonist Komisyona ülkede dolaşma ve geliş­meler plânlama izni verildi. Sivil yönetim Filistin’de statükoyu ko­ruma yükümlülüğü duymadığı ve gerçekte onu değiştirmekle görevli olduğu içindir ki, Siyonistler 1920’deki yeni yönetimi pek iyi karşı­ladılar.

Manda, açıkça Siyonistlerin amaçlarına uyacak biçimde tasar­lanmıştı. Yalnız giriş kısmında yer alan Balfour Bildirisi değil, 2,4,6, 11,21 ve 23’üncü Maddeler[74] açıkça Siyonistlerin çıkarlarına göre formüle edilmişti. Böyle bir politikayla uyumlu olarak sivil yönetim Yahudi ya da Yahudi olmayan Siyonistlerle doldurulmuştu. Yahudi görevliler arasında “Manda’nm kurucularından biri olan”[75] Yüksek Komiser Herbert Samuel[76] ve sorumlulukları arasında bütün hükü­met organlarına hukuksal danışmanlık yapma, mahkemeleri ve top­rak sicil dairelerini denetleme ve yasa taslakları hazırlama bulunan (ve eşi Samuel’in yeğeni olan) Başsavcı Norman Bcntvvich vardı. Ay­rıca, Göç Dairesi Müdürü Albert Hyamson, aynı dairede görevli (İngiltere’deki Siyonist örgütünün eski bir görevlisi) Deniş Cohen, Hükümet Sekreteri Baş Yardımcısı Max Nurock, Ticaret ve Endüstri Müdürü Ralph Harari, Levazım Denetçisi Harold Solomon da Yahu­di görevlilerdendi. Bentwich Yahudi olmayanlardan Hükümet Baş Sekreteri Wyndham Deeds ve onun ardılı Gilbert Clayton’u “Yahudi ulusal yurdunun sağlam dostları”[77] olarak niteliyor.

Yeni hükümetin ilk eylemleri Temmuz ayında yeni bir Göç Yönetmeliği ve Eylülde de, Yahudilerin toprak satın almalarını Arap ayaklanmasının etkenlerinden biri olarak değerlendirilen[78] bir Toprak Transferi Yönetmeliği çıkarmak oldu. Mülkiyet transfe­rine izin veren Toprak Sicil Dairesi Ekimde yeniden açıldı ve Fi­listin’de çok karmaşık ve çözülmesi güç bir konu olan yeni bir ta­pulama sistemi uygulamaya konuldu. Bundan beklenen Siyonistlerin toprak ele geçirmelerini kolaylaştırmak, hızlandırmak ve daha ucuzlatmaktı.

Bütün bu önlemler, her zaman bilerek olmasa da, Siyonistle­rin amaçlarına yaklaşmalarına hizmet etti. Buna güzel bir örnek, gûya toprak ağalarının kiracı çiftçileri topraklarından çıkarmalarını önlemek için hazırlanan Toprak Transferi Yönetmeliğidir. Yönet­melik istenenin tersi bir sonuç verdi, çünkü büyük toprak parçalarının çoğunun sahipleri bu topraklardan uzakta yaşıyorlardı. Toprak sahipleriyle kiracıların ilişkileri o zamana kadar göreli olarak iyiy­ken, yeni yönetmelik, Siyonist arsa komisyoncularınca yüreklendirilen kiracılarda, kendileıine üstü kapalı hükümlerle verilen belirli “kira­cılık hakları”mn artık kira ödemelerini gerektirmeyeceği kanısını yarattı. Mülkleri sorun yaratan, buna karşılık az bir gelir alabilen ve vergi yükü de olan toprak sahibi güç bir durumda kaldığım gördü. Siyonist toprak komisyoncuları bu sırada devreye girip, toprakları satın almayı ve toprak sahiplerini dertlerinden kurtarmayı öneriyor­lardı.

Yahudi şirketlerine devlet topraklan vc doğal kaynaklar üzerinde sulama, elektrik üretme, Ölü Deniz’den potasyum ve diğer maden­lerin çıkartılması gibi ayrıcalıkların verilmesi sömürgecilere yarayan diğer önlemlerdi. Herhangi bir biçimde ve hiçbir ayrıcalık Yahudi olmayanlara verilmiyordu ve Manda’dan önce verilmiş olanlar da, bir İngiliz şirketi verilmiş olsa bile —örneğin, Kudüs Elektrik ve Hulah ayrıcalıkları— daha sonra hükümetin el altından yardımıyla ele geçiıiliyordu. Arapların elinde kalan tek ayrıcalık Himmah Sıcak Su Kaynakları idi. Bu ayrıcalığın sahibi olan Süleyman Nazif yazarlar­dan birine (Hadawi), ayrıcalığın iptal edilmesini istemiyorsa satması gerektiği yolunda kendisine baskılar yapıldığım anlatmıştır.

Bunlar gibi somut konulardan başka, daha çok sembolik anlamı olmakla birlikte. Araplara bağımlı durumlarını ve ellerindekini ergeç kaybedeceklerini hatırlatıp onları öfkelendiren yöntemler de kul­lanıldı. Ekim 1920’de Filistin’de çıkarılan bir pulun üst kısmında Arapça, Oltasında İngilizce ve altında îbranice Filistin sözcüğü yazı­lıydı. İbranice olanın yanında Eretz Eisrael’i simgeleyen, yine îb­ranice alef ve yod. harfleri vardı. Bentwich’e göre, bu yolla “Samuel, geleneksel Yahudice adın resmen tanınmasını ustalıkla sağlamış oldu.”25 Bentwich, bir Arap milliyetçisi grubun bu harekete mahkeme yoluyla karşı koymağa çalıştığını, ancak “mahkemenin yönetimin eylemine karışmayı reddettiğini” ekliyor.

Siyonist amaçların gerçekleştirilmesinde olumlu tutum ta­kınmasının yanında, yönetim Yahudi olmayan Filistinlilere karşı uygulanan açık ayrımı önlemek için hiçbir şey yapmadı. Yahudi [79] Ulusal Fonu’mın (Keren Kayemeth Leisrael) toprak satın almasına, toprak üstünde mülkiyetin devredilmesini engelleyecek ve Yahudi olmayanlara kiralanmasını yasaklayacak biçimde sözleşmeler yap­masına izin verildi; Yahudi kiracılar, kira sözleşmesinde Yahudi olmayanlarla iş yapmamayı, böylelerini işlerinde çalıştırmamayı yü­kümleniyorlardı. Manda belgesi hükümlerinde yarı-hükûmet organı gibi gösterilen (M. 4, M. 6, M. 11) ve aslında “Siyonist Örgütü’nün bir bir diğer adı”[80] olan Yahudi Ajansı’nın Ağustos 1929’da benimse­diği kurucu belgesinde şunlar beliıtiliyordu (M. 3):

“Toprak, Yahudilerin mülkiyeti olarak elde edilmeli... [ve] Yahudi halkının devredilmez mülkü olarak korun­malıdır. Ajans, Yahudi emeği temelinde tarımsal kolo- nizasyonu özendirecek, Ajans tarafından sürdürülüp ge­liştirilen bütün çalışmalarda Yahudi emeğinin kullanıl­ması bir ilke olarak kabul edilecektir.”[81]

Benzer biçimde, Filistin Kuruluş Fonu’nca (Keren Hayesod) Yahudi kolonistlere sermaye sağlaması için yapılan ödeme anlaşma­larında “yerleşen kimse, yardımcı tutmak zorunda kaldığı zaman, yalnızca Yahudi işçi çalıştırmayı üstlenir.” (M. 7) deniliyordu.[82] Zamanın Yahudi Genel îş Federasyonu (Histadrut) Arap işçileri temsil etmemekle kalmayıp, onların Federasyona bağlı bir sendikada toplanmalarını da engelledi ve Siyonist olmayan Yahudi işveren­lere de diğer Arap işçilerin yerine Yahudi işçilerin alınması yolanda baskı yaparak Araplara iş verilmesini engellemek için her çabayı gösterdi.[83] İsrail’in önde gelen haftalık dergilerinden Ha’olam Hazeh'ın Yazı İşleri Müdürü Uri Avnery’nin deyişiyle:

“İbrani Emeği demek, Arap Emeğine Hayır demek anla­mına geliyordu. Toprağın rehinden kurtarılması, çoğu zaman, orada yaşamakta olan Arap fellâhlardan kur­tarmak demekti. Portakal bahçesinde Arap çalıştıran bir bahçe sahibi dâvâya ihanet etmiş bir hain, yalnız bir Yahudi işçiyi işten yoksun bırakmakla kalmayıp, daha önemlisi, ülkeyi bir Yahudi işçiden yoksun bırakan alçak bir gerici sayılıyordu. Onun bahçesine saldırılmah,

Arapkir zorla çıkartılmalıydı. Gerekirse, kan dökmek meşru ydu.”î!

Avnety, ayrıca, kiracı olarak toprak işleten Arapların' “bir kib- bııtz kurulması gerekince Yahudi Ulusal Fonu tarafındın) ele geçi­rilen topraktan hemen çıkarıldıklarını” ela ekliyor.

“Yardımcı” görevliler, “kolaylaştırıcı” yasalar ve hükümetin “nüfusun diğer kesimlerinin (yani Arapların) hak ve durumlarının zarar görmemesi”ni (Manda Belgesi, M. 6) sağlama yolundaki ça­balarının pek de ciddî olmaması ya da en azından etkisiz olmasıyla yaratılan hava içinde Siyonistlcriıı toprak elde etmeleri ve koloniler kurmaları şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Yahudilcre ait toprak mül­kiyetinin daha hızlı büyümemesi ve Filistin topraklarının daha geniş bir kesimini kapsayamamasıdır.

Manda döneminde toprak elde etmenin başlıca mekanizması sa­tın alma ve küçük miktarların hükümetten kiralanmasıycıı. Manda yönetimince toprak mülkiyeti konusunda son tamamlanmış istatistik­ler, 1945-sonu sayılar temel alınarak, 194.6 yılında Ingiliz-Amerikan Araştırma Komitesi için yapıldı. Sonuçlar 1945 Köy İstatistikleri’nde[84] [85] (Village Statistics: 1345) yayınlandı. Bu çalışmada şunlar temel alın­mıştı: (1) Toprak tapularının son düzenlemelerinin tamamlandığı alanlara ilişkin kayıtlar (Filistin yüzölçümünün % 5 kadarı) ve (2) öteki alanlar için Kırsal Emlâk Vergisi Yönetmeliği gereğince atanan köy vergi dağıtım komitelerinin hazırladığı vergi yükümlüleri listesi. Bunlara göre, Yahudilerin toplam mülkiyeti 1,491,699 dönüm, yani Filistin topraklarının % 5,67’siydi. Eğer biz de hükümetin yaptığı gibi Ekim 1920’den önceki miktarı 650,000 dönüm (% 2,47) kabul eder­sek, incelediğimiz dönemde Yahudilerin mülkiyeti 841,699 dönüm (%3,2) artmış demektir.

Köy İstatistikleri mülkiyet sicillerini ve vergi kayıtlarını temel al­dığına göre, feshedilmez vekâletname sahibi (gerçek anlamda değil, kayıtlara göre malik olan) Arap komisyonculardan satın alınıp Yahu­dilerin mülkiyetine geçen toprakları kapsamamaktadır. Bu yöntem, özellikle. Şubat 1940’ta yayınlanıp Mayıs 1939’da yürürlüğe girmiş olan Toprak Transferi Yönetmeliği ile düzenlenen “sınırlı bölgeler”cle

toprak elde etmek için kullanıldı.[86] Yabudileıin toprak mülkiyeti sorununa böylece katılan çelişkilerin sınırlı bir göstergesi de, Yahudi Ulusal Foııu’nıın 1939-44 yılları arasında tek başına 325,742 dönüm­lük toprak satın aldığını ileri sürmesine karşılık, hükümet kayıtlarının aynı dönemdeki bütün Yahudi alınılan için 110,140 dönüm sayısını vermesidir.[87]

Manda yönetimi (yine Inğiliz-Amerikan Araştırma Komitesi için) Köy İstatistikleri'ne dayanarak, ancak yukardaki çelişkileri açıkça kabullenerek Filistin Raporıi (Survey of Palestine) hazırladı. Bu araştııma 1920-45 döneminde toplam 938,365 dönüm (% 3.56) toprak ele geçirildiğini kabul ederek, Yahudilerin toplam emlâkim 1,588,365 dönüm[88] (% 6.3) olarak göstermektedir. Ele geçirilen toprak miktarı yıllara göre önemli ölçüde değişiyordu; en düşük miktar 1920 yılındaki 1,048 dönüm, en yükseği ise 1925’deki 176,124 dönümdü; 1920-45 arasında her yıla ortalama 36,091 dönüm düşüyordu.

Bu ahmlara ek olarak, Yahudiler 195,000 dönümlük devlet top­rağını da kiralamışlardı.[89] Siyonist kaynakların bunları da çoğu za­man Yahudi mülkü gibi göstermesine karşın, doğal olarak bu toprak­lar Yahudi mülkü olarak kayda geçmemiştir.

Yahudi Ulusal Fonu’nda uzun süre görev alan ve 1945-46 yıl­larında yönetim kurulu başkanlığı yapan Abraham Granott, daha sonraları daha büyük sayılar verdi. Granott’un ileri sürdüğüne göre, 1947 sonunda Yahudiler, Manda döneminde kazanılan toplam 1, 084,000 dönüm (%4.i2) dahil, 1,734,000 dönüm[90] (% 6.59) toprak sahibi olmuşlardı. Granott’un Yahudi topraklarını en fazla miktarda gösterme çabası açık olduğuna göre, bu sayı en yüksek olarak alma- nabilir; gerçek sayınınsa daha az olması gerekir. Ne olursa olsun, hükümetin ve Granott’un sayıları birbirinden fazla farklı değildir. Bu durumda, Manda dönemi sonunda Flistin’deki Yahudi toprak mülkiyetinin en fazla % 7 oranında olduğu sonucuna rahatça vara­biliriz.

Bu sonuç hemen iki soru akla getiriyor: (i) Manda döneminde sağlanan kolaylıklara karem, neden Yahudilcre ait toprakların ora­nı bu dönemin sonunda daha yüksek, örneğin % 60-70 değil de, % G-7 olarak kaldı? (2) Yahudi örgütlerince ve tek tek kişilerce satın alman toprakları satanlar kimlerdi? Bu soruların yanıtlan bir- biriyle ilişkisiz değildir.

İlk sorumuza tek ve basit bir yanıt bulunamaz. Sermaye yok­luğu kimi zaman bir etken olmuş olabilir. Bir ölçüye kadar da bu doğrudur, ancak nedenlerin bütününde göreli olarak çok küçük bir yer tutar. Kuşkusuz daha önemli olan, ilk Siyonistleriıı Filistin’deki Yahudi göçünün, kolonizasyonun ve gelişimin oram hakkında (gö­rünüşte İngiliz Hükümetince de kabul edilmiş olan) tahminleri­nin, Avıupa ve Filistin’in gerçeklerinden değil, umut ve düşlerden kaynaklanan safça ve/ya da aşırı beklentiler olduğu olgusudur. Süre­nin beklenenden çok daha uzun olması, bütünüyle öngörülmüş olmasa da, çoğu zaman önemsenmeyen diğer etkenlerin gündeme gel­mesini gerektirdi. Bunlar arasında en önemlisi Filistinli Araplaım büyüyen direnişi ve Mandater olarak İngiltere’nin üstlendiği iki yükümlülükten biri olan bağımsızlık istekleriydi. Bu, İngiltere’nin Klanda ve “ulusal yurt” girişimi konusundaki kaygılarının artmasına ve Peel Komisyonunun —Nisan 1936’da başlayan Arap ayaklan­masından sonra —Haziran 1937 tarihli raporunda şu yargıya varma­sına yol açtı: “Tek cümleyle söylemek gerekirse, Filistin’de, şimdi olduğu gibi, hem Arapların kendi kendilerini yönetme isteklerini kabul edip, hem de Yahudi ulusal yurdunun kuruluşunun güvenliğini sağlayamayız.”[91]

Birinci soruya verilecek yanıtın, ikinci soruyla da ilişkili olan hiç olmazsa bir önemli yönü daha vardır. Siyonistler daha fazla toprak satın alamıyorlardı, çünkü küçük toprak sahibi Arapların ezici bir çoğunluğu topraklarını satmaya yanaşmıyor ve çekici fiatlar ve­rilmesine bile kanmıyorlardı. Bu da, onların daha sonraki olaylarda da sık sık belirecek olan özelliklerini, topraklarına olan bağlılıklarını kanıtlamaktadır. Siyonistlerin bunu anlamaya niyetli olmadıkları ve olamayacakla! 1 hiç de şaşırtıcı değildir.

Toprakları satanlar konusu henüz yeterince araştırılmış değildir ve bilgilerimizin çoğu Siyonist kaynaklardan alınmadır. Ancak, Arap toprak sahiplerini genel olarak toprak satmaya istekli ve bundan hoşnutlarmış gibi gösterme çabalarına karşın, kendi verdikleri sayı­ların bile bu iddiayı desteklememesi bu kaynakların güvenilir olabile­ceğini gösteriyor.

En ayrıntılı bilgiyi 1936 Mart ayı sonunda Yahudi Ajansı İstatis­tik Dairesince yapılan biı çalışmaya dayanarak Granott veriyor. Buna göre, toprakların % 52.6’sı “topraklarında oturmayan büyük toprak sahiplerinden”, % 24.6’sı “topraklarında yerleşmiş olan büyük top­rak sahiplerinden” ve % 13.4’ü hükümet, kiliseler, yabancı şirketler ve zengin iş adamları gibi kaynaklardan satın alınmıştı. Bu, toplam % 90.6 ediyor ve geriye “fellâhlardan” alınmış yalnız % 9.4kalıyordu; bu miktarın hemen hemen yarısı da 1891 ve 1900 yılları arasında,[92] Manda’dan ve Yahudi Ulusal Fonu’nun kuruluşundan çok önce satın alınmıştı. Granott ıg47’deki Yahudilerin toprak mülkiyetinin % 57’sinin büyük'toprak sahiplerinden, % 16’sımn hükümet, kiliseler ve yabancı şirketlerden ve % 27’sinin küçük toprak'sahiplerinden alınmış olduğunu tahmin ediyor, ancak ayrıntılı bilgi vermiyor.[93]

Topraklarında yerleşmiş olmayan (yani Filistinli olmayan) mülk sahiplerinin Yahudi örgütlerine ya da kişilere yaptıkları toprak satış­larıyla ilgili bir memorandumda Granott’un 1936 Martındaki görüşleriyle uyumlu bilgiler veriliyor. 25 Şubat 1946 tarihini taşıyan ve Arap Yüksek Komitesince İngiliz-Amerikan Araştırma Komitesine sunulan memorandum, o zaman Filistin’in kimi bölgelerinde yapı­lan bir alan araştırmasına dayanıyor; bu da, eksik olduğunun kanıtı. Memorandumda topraklarının başında durmayan satıcıların adları, satılan toprak miktarı ve kiralanmış alanlar bildiriliyor. Verilen sayı­lardan toplam 461,250 dönümün, yani Manda döneminde Yahudilerce satın alman toprağın yarısının topraklarında ikamet etmeyen mülk sahiplerinden satın alındığı anlaşılıyor.[94]

Bölünen Filistin:

Mandater olarak üstlendiği ancak birbirine ters düşen yüküm­lülüklerini bağdaştırabilmek ve Filistin’de büyüyen çatışmayla başa- çıkabilmek için bütün çabalarını harcayıp tüketen İngiltere, sorunu Şubat 1947’dc Birleşmiş Milletler’c devretti. Çeşitli komite ve alt komite raporlarından sonra, sonuç olarak, B.M. Genel Kurulu 29 Kasım 1947’dc Filistin’i bir Yahudi devleti ve bir Arap devleti ile Kudüs, Bethlehem ve çevresi için uluslararası yönetim altında bir corpus separatum olaıak üçe bölen 181 (II) numaralı tavsiye kararını benimsedi.

Tıpkı Manda karan gibi, bölme tavsiyesi de Siyonistleıin çıkarları doğrultusunda tasarlanmıştı. Yahudilerin nüfusun üçte-bi- rini oluşturmasına ve toprağın % 7’sine sahip olmalarına karşın, sözkonusu karara göre, iyi toprakların çoğunu da kapsamak üzere, Filistin topraklarının % 56’sı (14,800,000 dönüm dolaylarında) önerilen Yahudi devletine[95] veriliyordu. Kararda, ayrıca, Filistin’de yaşayan herkesin insan ve yurttaşlık haklarının korunması konu­sunda “güvenceler” ve kutsal sözler vardı; bunlar da uygulamada Manda belgesindeki benzer güvencelerden daha anlamlı değildi. Av­rupa ve Amerikan devletleri, 1920’de olduğu gibi, 1947 yılında da belirli çelişki ve çatışmalara temel hazırlarken, işlerin her nasılsa iyi gideceğine ve Filistin sakinlerinin önerilen, birbirine bağlanmış devletlerde uyum ve barış içinde yaşadıklarını safça umuyorlardı.

Çıkacağını kestirmek için kâhin olmak gerekmeyen çatışma, bölme tavsiyesinin benimsendiği günlerde başladı. Sonra zamanla yatıştı ve 1949’da İsrail ve Mısır, Lübnan. Ürdün (o zamanki adıyla Maverâytürdün), Suriye tarafından (ancak özellikle belirt­mek gerekir ki, hiçbir zaman Filistinliler tarafından değil) karşılıklı ateş-kes anlaşmaları imzalandı; İsrail devleti daha önceki Filistin’in % sG’sını değil, % 77’sini (20,400,000 dönüm) denetimi altına almış oldu. Ayrıca, İsrail denetimi altındaki alanlar, önceden orada yaşayan Araplardan boşaltılmıştı. Böylece, Siyonizm’in eski bir amacı bir dereceye kadar gerçekleşmiş oluyordu.

Artık, Filistinlilerin geri dönmesini ve İsrail’in toprağa iyice yerleşmesini sağlama alma yolunda adımlar atma sırası gelmişti. İlk amaca, yerinden ayrılanlarm geri dönüşü reddedilerek varıldı[96] ve İkincisi de, bu amaca yönelik bir dizi önlem yasalaştırılarak sağ- kındı.[97] Böylece, amaca, yalnız Siyonizm’in sempatizan ve destekçi­lerinin gözlerinde yasallaştırarak değil, gerçekten dc “yasal” yollar­dan varılmış oldu.

Bu önlemlerden birincisi, 1945 yılında Filistin’de yükselen Si­yonist terörizmiyle başa çıkabilmek için Manda yönetimince be­nimsenen Savunma (Olağanüstü Durum) TSnetmeliği’nc[98] dayanıyordu. Bu yönetmelik İsrail tarafından korundu ve 1966’ya kadar, İsrail’deki Arapların bağlı bulundukları askerî yönetimin dayanağı oklu. Sözkonusu yönetmeliğe göre askerî yöneticiler kendi bölgelerinde mut­lak güce sahip oluyorlar ve hiçbir üst yönetime ya da etkili bir yargı denetimine bağlı olmuyorlardı. Tek uygun düzeltim yolu olan Yük­sek Mahkemeye başvuru hakkı bile sonuçta anlamsız kalıyordu. Yöneticinin bir davranışını haklı göstermek için “güvenlik nedenlcri”- ni öne sürmesi Mahkemece herzaman geçerli kabul ediliyordu. Madde 125 askerî yöneticilere herhangi bir alan ya da yeri kapalı alan ve yasak bölge ilân etme yetkisi veriyordu; bu bölgelere giriş ve çıkış ancak yöneticinin yazılı izniyle olabiliyordu. Bu yoldan, kimi bölge­lerin kapalı olduğu bildirilerek ve giriş için gerekli olan iznin verilmesi reddedilerek İsrailli Araplar kolayca evlerinden ve topraklarından yoksun bırakışabiliyorlardı.

Aynı amaç ve etki doğrultusundaki Olağanüstü Durum Yönetme­liği (Güvenlik Bölgeleri) 1949’da kabul edildi. Bu da daha önce Savun­ma Bakanlığınca yayınlanmıştı ve geçerlilik süresi Knesset tarafından dönem dönem uzatılıyordu; yeterince hizmet ettikten sonra 1972 sonunda yürürlükten, kaldırıldı. Bu yönetmelik, Savunma Bakanlığına yetkililerden izin alınmadan girilemeyen güvenlik bölgeleri saptama yetkisi veriyoıdu. Yetkililere ayrıca, sözkonusu bölgede oturanlar üzerinde, bölgeden çıkartma hakkını da içermek üzere, gerçek an­lamıyla mutlak yetkiler verilmişti. Yönetmelikte, Galile’nin kuzey yarısının büyük kesimi, Üçgen alanının bütünü, Gazze Şeridine sınır olan alanlar ve Yafa-Kudüs demiryolu hattı güvenlik bölgeleri olarak saptanmıştı. Yönetmeliklerin çiğnenmesi, 1945’dc de olduğu gibi, suç sayılıyor ve bu suçu işleyen hapis ya da para cezasına çarptırılıyor­du.

Yukarıdaki yönetmeliklerle uyum içinde yürütülen Olağanüstü Durum Yönetmeliği (boş [yani işletilmeyen] Toprakların İşletilmesi) de 1949 yılında kabul edildi. Bu yönetmelik, daha önce 1948 Ekiminde geçici hükümet tarafından toprakların “terkedilmesiııe” ve “işlen­meden (nadas halinde) bırakılmasına ” neden olan savaşın etkilerine karşı bir önlem olarak yayınlanmıştı. Ocak 1949’da Tarım Bakanlığı bunların yürürlükte kalmasını istedi, çünkü böylece:

“[Yahudi çiftçileri ve örgütleri] tarıma yönelttik ve yarım milyon dönümden fazla işlenmiş toprağı ektik. Özellikle Negev’in kurtuluşu ile birlikte, daha önceki sakinlerinin çoğunluğunun boşalttığı geniş alanların transferinden sonra karşılaştığımız sorun mülkiyetin tescili sorunudur; bu bir milyon dönüm topraktan daha yararlanmamız demektir.”

Sözkonusu yönetmelik, kapalı alanlar ve güvenlik bölgeleri kuran yönetmeliklerle bağlantılı olarak etkin biçimde yürütüldü. Göz koyulan, ancak Arapların yaşadığı bir alan kapalı ya da güven­lik bölgesi ilân ediliyor, sakinleri de “güvenlik nedenleriyle” kovulu­yor ve/ya da girip toprağı işleme izni verilmiyordu. Böylece, toprak doğal olarak işlenememiş oluyordu. Bunu daha sonra Tarım Bakanlığı devralıyor ve komşu Yahudi yerleşim birimlerine işlemek ve üretim yapmak koşuluyla tahsis ediyordu.

Arapların, özellikle kentlerdeki mülklerine el koymaya yarayan dördüncü önlem 1949 tarihli Olağanüstü Toprak Müsadere Yasası idi. Yasa, yeni Yahudi göçmenlere geçici konut ve resmî45 [99] örgütler için yer sağlamak gerekçesiyle çıkartılmıştı. Baştan üç yılı aşmamak üzere saptanan el koyma süresi birçok kez uzatıldı; “güvenlik” için zorunlu görülmesi durumunda birinin mülküne el koyulabiliyor ve bu artık devlet mülkü sayılıyordu.

Beşinci ve belki de en önemli önlem, 1950 tarihli Sahibi Başında Bulunmayan Emlâka İlişkin Yasa idi. Bu daha önce, Aralık 1948’dc

Sahibi Başında Bulunmayan Emlâka İlişkin Olağanüstü 1 Önetmelik4'1 adıyla yürürlüğe girmişti. Görünürdeki amaç İsrail denetimi altında bulunan bölgede ayrılmış olan Filistinlilere ait emlâki kesin bir düzen­leme sağlanıncaya kadar bir Kayyumun denetimine bırakmaktı, /kucak, Kay yum, bütün bu mülkleri devlete ve Yahudi Ulusal Fonu’nâ devretmiş olmasına karşın, hâlâ “sorumlu” olduğu için olsa gerek, varlığını bugün de sürdürüyor. Sözkonusu yasa, Kayyuma geniş takdir yetkisi vermişti. Sahibinin (ya da sahiplerinin) “mülkünün başında bulunmadığı” kanısına vardığı emlâki devralabiliyordu. Ter­sini kanıtlamak mülk sahibine düşüyordu. Kayyumdan, bir kişi­nin mülkünün başında bulunup bulunmadığını saptarken yararlan­dığı bilgi ya da kaynağı açıklaması istenemediği için tersini kanıtlamak olanaksız oluyordu. Kayyum, “iyi niyetle” hareket ederken bile açıkça hatalar yapabiliyordu. Yasa “mülkünün başında bulun­mayan” kişiyi öylesine geniş tanımlamıştı ki, “Filistin’deki olağan ikâmetgâhını” ne zaman, nerede, nasıl ya da ne kadar süredir ter- kettiğine bakılmadan, “29 Kasım 1947’den sonra kasaba ya da köyünü teıkeden her Filistinli bu yönetmelik gereğince mülkünün başından ayrılmış olarak nitelenir”[100] [101] deniyordu. Bu yasanın geçer­liliği “Geçici Devlet Konseyince... 19 Mayıs 1948’de ilân edilen ola­ğanüstü durum...sona erdiği bildirilene kadar” sürecekti. Olağan­üstü durum ise bugüne kadar sürüyor.

Sahibi başında bulunmayan mülkün yasal zilyeti olarak Kay­yumun, kısa süre sonra, 1950’de çıkarılan Gelişme Otoritesi (Mülkiyet Transferi) Tasası gereğince kurulan bir makama bunu aktarma yet­kisi vardı. Sözkonusu makam bu emlâki gerektiğinde (1) devlete, (2) Yahudi Ulusal Fonu’na, (3) Önce Yahudi Ulusal Fonu’na öne­rilmiş olmak koşuluyla, yerel yönetim makamlarına ve (4) İsrail'de kalan Arap mültecileri yerleştirmekle görevli bir örgüte satabilecekti. Ancak, bu sonuncu örgüt hiçbir zaman kurulamadı ve böylecetoprak- larm hemen hemen hepsi devlete ve Yahudi Ulusal Fonu’na “satıldı.”

Bütün bu önlemler, Arapları, işlemelerini engelleyerek top­raklarından yoksun kılarken yasalarda genel olarak mülkiyetten söz edilmiyordu. Bunun yerine, toprağın işlenmesi ve besin madde­leri üretiminin artışından yararlanma hakkından ve İsrail’de pek yaygın bir gerekçe olan “güvenlik” de içlerinde olmak üzere, belir­li amaçlar için el koyma yetkisinden söz ediliyordu. Böylece, bu önlemler yasal mülkiyeti teknik olarak önceki sahiplerinde bırakı­yordu. Aslında, niyetleri bu değildi ve 1953’de çıkarılan Toprak iktisabı (Sözleşmelerin Geçerliliği ve Tazminat) Tasası ile bunun da çaresi bulundu. Sözkonusu yasa, Maliye Bakanlığına, daha önce­ki önlemlerle devralman toprakların mülkiyetini Gelişme Otorite­si aracılığıyla devlete aktarma yetkisi veriyordu. Knesset’te yapılan tartışmalar sırasında yasanın amacı ve geıckçesi Bakan tarafından açıklandı: “Savaş sırasında ve sonrasında alman belirli önlemler yasalaştırılmak” isteniyordu. Bakan şunları da ekledi: “Devletin güvenliğiyle ve temel kalkınma projeleriyle ilgili bir takım nedenler bu toprakların sahiplerine geri verilmesini olanaksız kılmakta­dır.”

Yasa, önceki maliklere tazminat verilmesi koşulunu da geti­riyordu; miktarı Maliye Bakanlığı belirleyecekti. Bu miktar 1 Ocak 1950’deki değer üzerinden saptandı. İsrail’deki hızlı enflâsyon nedeniyle 1953 yılında bu miktar en düşük bedelin bile altında kalıyordu; bu­gün biraz adilce düşünüldüğünde böyle bir tazminatın açıkça el koyma işlemine ince bir yasallık kılıfı geçirmekten başka birşey olma­dığı anlaşılır.

Filistinlilerin satmayı reddettikleri topraklarından yoksun bıra­kılmaları bu tür yöntemlerle “yasal”laştırıldı. Böylece elde edilen top­raklar ulusal (ya da İsrail) toprakları olarak kabul edildi. İsrail’de bu tanım, Yahudi olmayanlara kiralanamayan ve yasalara göre üstünde Yahudi olmayanların çalıştırılması yasak olan “Yahudi” toprakları anlamına geliyordu.

İsrail’deki Arapları topraklarından sökmek için alman bütün bu etkili önlemlere karşın, çeşitli gelişmeler istenen sonuca varıl­masını, yani geride kalan Arapların da gitmeye “özendirilmesi”ni engelledi. Bunlar arasında Aıaplarm topraklarını bırakmaya karşı inatla direnmeleri, yüksek doğum oranı (şimdi 1967 öncesi İsrail topraklarındaki nüfusun % 15’i kadar) ve bu büyüyen azınlık için toprağın yetersiz olması sayılabilir. Nazareth Belediye Başkanı Tev- fik Zeyyad, İsrail’in “el koyma politikası” sonucunda “1948’de Arap köylere ait olan ortalama alan 16,500 dönüm iken, bunun 1974’de 5,000 dönüme düştüğü”nü belirtiyor.[102] Verdiği örneklerden biri olan Nazareth’in “topraklarından çoğundan yoksun kalırken nüfu­sunun üç kat (15, ooo’den 45,000’e) arttığını” söylüyor. Kırsal nüfus açısından, “Arap köyünün işlenebilir ortalama toprağı 1948’dc 9,136 dönümken bunun 1974’te 2,000 dönüme düştüğünü” belirtiyor.

Çeşitli nedenlerden dolayı yeterli sayıda Yahudi çiftçi ve tarım işçisinin sağlanamaması ve Arap işçilere daha düşük ücret ödenmesi olgusuyla birlikte, yakardaki gelişmeler Yahudileriıı artan oranda Arap iş-gücü kullanmaları sonucunu yarattı; hattâ, kimi çiftliklerde Araplar ortakçı olarak çalıştırıldılar. Tarım Bakanlığı bu uygulama­ları “bir kanser”[103] olarak niteledi. Tarım Bakanlığı ve Yahudi Ajansı Yerleşim Dairesi bu “salgm”ı önlemek için “şiddetli bir kampanya” başlattı, bu tür uygulamaların yasaların çiğnenmesi anlamına gel­diğini bildirerek uyarılarda bulunuldu ve kimi işyerlerine para cezası verildi.[104]

Bu sorunla ilgili olarak, bütünüyle başarılı olamayan bir çaba da 1967 tarihli Tarımsal Yerleşim (Tarımsal Toprak ve Suyun Kullanımının Kısıtlanması) Tasası[105] idi. Yasanın amacı, Yahudi Ulusal Fonu’un- kiler de dahil olmak üzere, ulusal topraklar üstünde Yahudi olmayanların kiralama, ortakçılık yapma ve kiracıdan kiralama gibi haklarını önlemekti. Bu yasayla ve devletin Yahudi Ulusal Fonu’ndan devralıp benimsediği benzeri kısıtlayıcı, ayırıcı politikaların 1967 öncesi İsrail topraklarının “% 90’ının üstünde”[106] bir bölümünde uygulandığını unutmamak gerekir.

Filistinli Araplar yukarıda belirtilen önlemlerle toprakların­dan “yasal olarak” yoksun bırakıldılar ve yerinden koparılanla­rın geri dönmeleri engellendi. İsrail’in 1967’den beri işgâl ettiği topraklarda, özellikle Batı Yakası ve Gazzc Şeridinde, bu top­rakların uluslararası hukuka göre statüleri nedeniyle durumun henüz açık olmaması ve karmaşık olmasına karşın, benzeri politika­lar uygulamakta olduğunu eldeki kanıtlar göstermektedir.[107] Bu ey­lemler, İsrail’in de imzalayan taraflardan biri olduğu, ama şimdi­ye kadar yalnızca ihlâl ederek “saygısını” gösterdiği 1949 Cenevre Sözleşmelerinin açıkça çiğnenmesidir. İsrailli bir avukat olan Felicia Langer’in Ekim 1976’da Ncw York’ta yaptığı bir konuşmada söyle­diği gibi:

“İsrailli yetkililer Batı Yakası’nda bir-buçuk milyon dö­nümden fazla toprağa, Batı Yakası’nın toplam alanının altı- da-birine, Gazze Şeridinin üçte-birine el koydular. Binlerce Bedevi zorla topraklarından çıkartıldı. Böylece, 100,000 dönümlük bir alana el kondu. Mülteci kamplarını sözde seyrekleştirme politikası mültecilerin kitlesel olarak sürül­mesi ve binlerce evin yıkılması sonucunu verdi...İşgalciler aynı eylemi Kudüs’ün Arap kesiminde de ortaya koydular; kentte ve banliyölerinde 22,000 dönüm Arap toprağına el koyuldu, burada oturup çalışan on-binlerce Arap zorla çıkarıldı. Evini terketmekıense ölmeyi yeğleyeceğini söyleyen yaşlı dul Salaime’yi hiçbir zaman unutamayaca­ğım. 800 Arap yapısının yıkılmasından sonra, Kudüs’ü çevreleyip Beit Jala ve El-Cerîha yoluna varan 13 yeni İsrail bölgesi —yetkililerin deyişiyle Kudüs çevresinde bir halka —oluşturuldu. Sonuç olarak, ciddî bir demografik değişme ortaya çıktı. 1948’de 140,000 olan Arap sakin­lerin sayısı önemli ölçüde düşerek 1974’te 70,000’e indi.”[108]

ıg20’de Yahudiler Filistin toprağını % 2.5’una sahipti. Manda dönemindeki alımların sonucunda bu oran 1948’de % 6-7’ye yükseldi. 1948’de İsrail’in kuruluşundan sonra, bir bölümü satın alınarak çoğu da askerî işgal üzerine el koyularak büyük miktarda toprak kazanıldı. Bugün, İsrail devleti “Yahudi halkı” adına 1967-öncesi toprakların % 75’ine ve Yahudi Ulusal Fonu ile Yahudi toprak sahibi kişiler % 20’sine sahip bulunmakta, Arapların elinde ise % 5 kalmaktadır.

1967 sonrasında Batı Yakası ve Gazze’deki satın alma ve el koyma işlemleri buraları da İsrail’e katmakta ve Siyonist amacın, —Filistinlilerden arınmış Filistin— peşinde hâlâ koşulduğunu göster­mektedir.

YAHUDİ ULUSAL FONU: BİR AYRIM ARACI

WALTER LEHN

Yahudi olmayanlara karşı kasıtlı ve plânlı olarak ayrım ya­pan Siyonist kuruluşların en güzel örneği, Balfour Bildirisinden on- altı yıl önce kurulmuş olup, bugün hâlâ etkinlik gösteren Yahudi Ulusal Fonu’dur (Jewish National Fmd / JNF).1 Bu incelemede JNF’nin kuruluş ve gelişimi ile satın alma ve el koyma biçimindeki toprak politikaları kısaca gözden geçirilecektir.

JNF’nin Gelişimi:

îlk önce 1881 yılında Moses Lilienblum ve 1884’te Hermann Schapira tarafından ve Ağustos 1897’de Basel’deki Birinci Siyonist Kongresinde[109] [110] önerilip, bunu izleyen kongrelerde tartışılmış olmakla birlikte, JNF Beşinci Siyonist Kongresinin (Basel, Aralık 1901) girişimiyle “Filistin ve Suriye’de toprak alımı amacıyla kullanılmak üzere, Yahudi halkı için bir vakıf”[111] olarak kuruldu. Schapira’nın özgün tasarısına uygun olarak, JNF’nin bütün aşama ve etkinlik­lerinde Dünya Siyonist Örgütü’ne verilen mutlak denetim yetkisi bu­güne kadar sürdü. JNF, Viyana’daki karargâhla hemen etkinlik kazandı. Bu karargâh 1922’de taşındığı Kudüs’te bugün de duruyor.

JNF’nin amaçları ve eylem biçimi Altıncı Siyonist Kongresinde (Basel, Ağustos 1903)3 [112]enine boyuna tartışıldı. Kısmen Birinci ve Be­şinci Kongrelerde anlaşmaya varılan maddeler üzerinde yoğunlaşan tartışmanın konuları şunlardı: (1) JNF, “Yahudi halkı”nın elindeki “Yahudi toprakları”nın tapularını satın almak için “dünyadaki bütün Yahudilerden” para toplayacaktı. (2) Yalnız “Filistin vc kom­şu ülkelerdeki” topraklar elde edilecekti. (3) “Tarımsal ve bahçelik topraklardan başka ormanlar ve her türlü arazi” de satın alınacaktı. (4) Toprak “vazgeçilmez” olacaktı ve “Yahudi bireylere bile satıla­mayacaktı.” (5) Toprak JNF tarafından işletilecek ya da “49 yılı aşmayan” süreler için “yalnızca Yahudilere” kiralanacaktı; kiracının toprağı bir başkasına kiralaması yasak olacaktı. Mülkiyet ve kiralama üzerine konulan bu kısıtlamaların modeli Kutsal Kitap’tan alınmasına karşın (karşılaştır: Leviticus 28:8-10, 23-4), amaçlar açıkça ulusal ve siyasal nitelikteydi.

JNF ilk alış-verişlerini 1905 yılında Filistin’de üç parsellik top­lam 5,600 dönüm (1 dönüm = 1 hektar) toprak elde ederek yaptı. JNF 1907’da Ingiltere’de bir anonim ortaklık olarak kuruldu. Ortaklık Muhtırası’nda saptanmış olan amaç “Yahudilerin yerleştirilmesi amacıyla alım, kiralama ya da değişme yoluyla toprak elde etmekti.”[113] İlk Kibbutz 1909 yılında Tiberias yakınındaki Deganya’da JNF tara­fından kuruldu.

Yine de ilk yıllarda gelişme ve toprak kazanımı hızlı değildi; 1919 sonunda JNF’nin Filistin’de 16, 366 dönüm tapulu toprağı vardı. Ancak 1920 yılı bir dönüm noktası olarak, daha yaygın toprak alım- larmın başlangıcına işaret etti. Temmuz ayında Londra’da yapılan Siyonist Kongresinde toprak mülkiyeti ve kiralamaya ilişkin (ayrıntı­ları bundan sonraki bölümde anlatılacak olan) temel kavramlar tartışıldı. Aynı ay, Yahudi dâvâsına herzaman sempati göstermemiş olan İngiliz Askerî Yönetiminin yerini, Dünya Siyonist Orgütü’nün ve Filistin’deki Siyonist Komisyonun güvenine sahip olan Herbert Samuel’in[114] başkanlığındaki Sivil Yönetim aldı. Yeni hükümet, Eylülde Yahudilerin toprak alimim kolaylaştıran ve 192 ı’de Filistin Arap ayak­lanmasına neden olan Toprak Transferi Yönetmeliğini yürürlüğe koydu. Ekim ayında Filistin’deki Toprak Sicil Daireleri tekrar açıldı, böylece toprak mülkiyetinin yasal yollardan devri kolaylaş­tırıldı. Bunlardan başka, hükümet JNF’nin “kamu yaıarı doğrultu­sunda amaçları olduğunu”[115] kabul etti ve onu Filistin’de toprak satın alma ve geliştirme konularında yetkili bir şirket olarak tescil etti. Bu türlü gelişmelerin sonucu olarak, JNF’nin elindeki topraklar, —JNF’ye göre— 1920 sonunda 22,363 dönümken 1930’da 278,627’ye, 1940’da 515,950’ye, 1948 Mayısında 936,000’e yükseldi. Böylece, İsrail devleti 1948 yılında kurulduğunda JNF’nin toprakları Filistin topraklarının (26,323,023 dönüm) % 3.55’ini ve Yahudilerin sahip oldukları toprakların (1,734,000 dönüm[116], Filistin topraklarının % 6.59’u) % 54’ünü oluşturuyordu.

1948’den bu yana birtakım önemli gelişmeler oldu: (1) Filis­tin’deki 1947-49 savaşının ve Filistinli Arapların çoğunluğunun göç etmesinin bir sonucu olarak, o ana kadar JNF’nin, sahipleri satmayı reddettikleri için satın alamadığı büyük miktarda toprak “terkedil­miş” ilân edildi.[117] Ocak 1949 ve Ekim 1950’de İsrail Hükümeti ile yapılan anlaşmalarla, JNF “Gelişme Otoritesi” (Development Aut- hority) denen kuruluştan 2,373,676 dönüm sözde- “terkedilmiş” toprak satın aldı ve 1948’deki topraklarını üç katma çıkardı. Bu an­laşmalar JNF’ye toprağın “açık tapusunu” teslim etmiş oldu ve Filis­tinlilerin ilerdeki yerleşimlerinden sorumlu olmayacağına dair gü­vence verdi.[118] (2) Mayıs 1945’de İsrail’de Keren Kayemeth Leisrael, yani “İsrail Sürekli Fonu” kuruldu; ancak tbranice isim (kısaltıl­mışı olan K.K.L, JNF’yi de belirtir) İngilizce Yahudi Ulusal Fonu’ nun bir çevirisi değildir. Bu yeni şirket, 1907’de Ingiltere’de kurulmuş olan JNF’nin bütün malvarlığını, borçlarını v.b.’ni devraldı; böylece, JNF bir İsrail şirketi olmuş oldu. Yeni Ortaklık Sözleşmesi ve Muh­tırası11 ile 1907’deki karşılaştırıldığında, bir tek istisna dışında, önemli bir farklılık olmadığı ortaya çıkar. JNF’nin ilk hedefi aynıdır, ama etkinlik göstereceği “belirlenmiş bölge” artık “İsrail Hükümetinin egemenliği altındaki İsrail devleti” olarak tanımlanmaktadır. Niyet ne olursa olsun, böylelikle İsrail Hükümetinin kesin denetimi ve ege­menliği altındaki, 1967’de işgal edilmiş topraklarda JNF’ye, etkinlik gösterme yetkisi verilmiş olmaktadır. 1954 yılında topraksal yayılma olanağının öngörüldüğünü ve bu tür beklentiler yönünde hazırlık yapıldığını düşünmek yanlış mı olur? (3) Kasım 1961’de JNF ve İsrail Hükümeti Temmuz 1960’da yürürlüğe giren yasa temel olmak üzere, karşılıklı yetki ve sorumluluklarını belirleyerek JNF ile devletin ilişkisini açığa kavuşturan ve iki organ oluşturan bir sözleşme12 im­zaladılar. Bu iki organ, (hükümet denetimindeki) İsrail Toprakları Yönetimi ile (JNF denetimindeki) Toprak Geliştirme Yönetimi idi. ikinci olarak, anılan devlet ve JNF topraklarının, masrafları sahiplerine ödenmek üzere, ıslahından, geliştirilmesinden ve ağaç­landırılmasından sorumluydu. Topıakların tapusu JNF’nin ve dev­letin elinde bulunmasına karşın, yönetimi bir örnek politika uygulayan Toprak Yönetiminin (Otoritesinin) elindeydi. Bu politikanın en önemli etkisi, JNF’nin topraklarıyla birlikte 1967-öncesi İsrail top­raklarının % 90’ını oluşturan bütün devlet topraklarına JNF’nin toprak politikasının uygulanması sonucu vermesiydi.13 Bu çaba daha

hükümleri nihaî olarak saptandığmda belli olacaktır. Ancak, JNF toprakları elde etmek için o zamana kadar bekleyemez...Böylece, geriye Arap maliklerince terkedilen topraklan îsrail Hükümeti aracılığıyla almak kalıyor...” Jewish National Fund, Jewish Villages in Israel, Jerusalem, 1949, s. xxi. Üç yıl sonra JNF, etkinliklerini “Yahudilerin eski anayurtta ayak basılacak bir yer kazanmak ve bu eski toprağı yabancı mülkiyetinden ve çölden kur­tarma yolundaki savaşımının ayrılmaz bir parçası” olarak tanımlıyordu. Jevvish National Fund, Nahlaot in Israel: A Guide to Nahlaot on JNF Land, Jerusalem, 1952, s. ii.

uRepori on the JNF. s. 56-76.

viIbid., s. 78-83. Bu anlaşma şu üç yasaya dayanıyordu: Temel Yasa: îsrail Toprakları (19 Temmuz 1960’da çıkarıldı), îsrail Toprakları Yasası (25 Temmuz 1960) veîsrail Toprakları Yönetimi Yasası (25 Temmuz 1960); îsrail Hükümeti, îsrail Devleti Yasaları, C. XVI (1960), s. 48-52.

I3Bir JNF yayını (Efraim Omi, Agrarian Reform and Social Progress in İsrail, Jerusalem, 1972) şöyle diyor: “1960’da îsrail devleti bütün kamuya ait topraklar için JNF’nin politikasını sonra 1967’de çıkartılan ve devle tin yadaJNF’nin topraklarında Yahu­di olmayanların kiralama ve işletme haklarını etkili biçimde önleyen Tarımsal Terleşim (Tarımsal Toprakların ve Suyun Kullanımının Kısıtlan­ması) Tasası’nın[119] [120] çıkartılmasıyla desteklendi.

(4) Bu gelişmelerin bir sonucu olarak, JNF, etkinliklerini, 1967’detı bu yana işgal edilmiş olan topraklar üstünde de giderek genişletti ve toprak kazanımma ek olarak toprak ıslahını, büyük ölçekli ağaç­landırmayı askerî bakımdan önemsiz sayılmayacak yolların yapımını ve yeni Yahudi yerleşimlerine çeşitli biçimlerde yardımı ela arttırdı. İşgal edilmiş topraklardaki bu etkinliklerin bir kesiminin uluslararası hukuku, özellikle 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesini açıkça ihlâl ettiğini ve İsrail’in bu ihlâllerine JNF’yi araç ettiğini belirtmek gere­kiri

Toprak Politikaları:

Yukarda da belirtildiği gibi, JNF ilk toprak alimim 1905’de yapmasına karşın, 1920-öncesinde ilerleme pek hızlı değildir. Her- şeyden önce, JNF’nin büyük alımlar için yeterli sermayesi yoktu. İkincisi, JNF’nin, Osmanlı döneminde toprak alımı konusunda yabancılar için konulmuş olan kısıtlama ve yasaklarla uğraşması gerekiyordu; bu dönemi Birinci Dünya Savaşının kargaşası izledi. Filistin’in 1917’de İngiliz ordusunca işgalinden sonra, Askerî Yönetim Toprak Sicil Dairelerini kapattı ve bu daireler 1920’de Sivil Yöneti- miıı başlamasına kadar kapalı kaldılar. Üçüncüsü, JNF açık bir top­rak politikası geliştirmemiştir.

Toprak kiralama ve elde etme politikalarının geliştirilmesine temel olan kararların alındığı Londra Siyonist Konferansı (1920) yukaııdaki durumun değiştirilmesinin başlangıcına işaret ediyordu. Konferans, “Siyonist toprak politikasının temel ilkesinin Yalıudilerin yerleşeceği alanları Yahudi halkının ortak mülkiyetine dönüştürmek” olduğunu ve JNF’nin “Yahudi toprak politikasının aracı” olacağını açıkladı.[121] Böylcce, toprağın Yahudilerin özel mülkiyetine geçmesi engellenmemekle birlikte, bunun Dünya Siyonist Örgütü’nün kaynak­larıyla desteklenmesi de özendirilmedi. Benimsenen kararlarda ayrıca, kiraların (1) toplam 98 yıl olmak üzere bir 49 yıl için daha yenilene­bileceği, (2) işletmenin parçalanmasını önlemek amacıyla, yalnız tek bir varise miras olarak geçirilebileceği bildiriliyordu. Ayrıca, kira­cının (3) o toprakta yaşamını sürdürmeğe, (4) (tarımsal toprak­ların sözkonusu olduğu durumlarda) toprağı kendisi ekmeğe, (5) tarımsal topraklar için toprağın değerinin % 2’si, kent toprakları için % 4’ü oranında yıllık kira ödemeğe razı olması gerekiyordu. Toprağa (6) yedi yılda bir yeniden değer biçilecek ve kira buna göre ayarlanacaktı. Ayrıca, (7) kiralanan toprağın büyüklüğü kiracı ve ailesinin yardıma gerek duymadan işleyebilecekleri oranda olacaktı ve (8) hiçbir kiracı birden fazla yer kiralamayacaktı. Daha 1903’deki Siyonist Kongresinde kiracının Yahudi zorunluluğuna karar verilmiş olduğunu da unutmamak gerekir.

Uzun dönemli kiralama sistemi, geliştikçe, bütün bu özellik­lerinin yanında, kiralanan mülkün JNF’nin onayına bağlı olarak bir başkasına kiralanabilmesine, satılmasına, ipotek edilmesine, miras bırakılabilmesine ya da armağan edilmesine izin verir duruma geldi. JNF, işletmelerin denetiminde, kullanılan toprak miktarını azaltmak için ve kiracı kira sözleşmesi hükümlerini çiğnediği takdirde toprağı geri almak için kullanabileceği daha ileri haklarından istediği za­man yararlandı. Geri alma olaylarında kiracı, sözleşme hükümle­rinin çiğnenmesinin niteliğine bağlı olmak üzere, yaptığı masraf­ların karşılığı olarak tazminat alabiliyordu. Bütün bu durumlar­da JNF’nin takdiri belirleyiciydi ve buna itiraz edilemiyordu.

Kiracının hakları da dahil olmak üzere, bütün bu hükümler, kira sözleşmelerinde açıkça belirtilen, ancak JNF ya da Siyonist yayın- lavında hemen hemen hiçbir zaman açığa vurulmayan bir üst koşu­la bağlıydı: Kiracı Yahudi olmalıydı ve “toprağın işlenmesiyle ilgili bütün işlerin yürütülmesinde yalnız Yahudi işgücü kullanılması”na razı olmalıydı.[122] Böylece, toprak Yahudi olmayan bir kişiye kiralana­mıyor, satılamıyor, ipotek edilemiyor, verilemiyor ve miras bırakı- lamıyordu. Yahudi olmayanlar toprakta ve toprağın işlenmesiyle ilgili işlerde çalıştırılamıyorlardı. Bu koşulu çiğneyen kiracı JNF’ye zarar vermekten sorumlu tutuluyor ve koşulun üçüncü kez çiğnenmesi, JNF’ye, kiracıya hiçbir tazminat ödemeden kira sözleşmesini feshet­me hakkını veriyordu.[123]

JNF’ye ve İsrail basınındaki haberlere göre, bu kısıtlayıcı poli­tikalar bugün de, yalnız JNF tarafından değil, devletçe de yasal olarak destekleniyor ve gerek JNF, gerekse devlet topraklarında uygulanıyor. İsrail’de ikisine de ulusal toprak deniyor, ama gariptir ki, bu söz İsrail değil, Tahudi toprağı anlamına gelmektedir. Bu top­rakta Yahudi olmayanlara iş verilmesi yasayı çiğneme olarak kabul edilmekte ve ona göre işlem görmektedir. Bazı Yahudi çiftçiler ve tarım kurumlan, Yahudi tarım işçisi azlığı ve Arap işçi ücretlerinin düşüklüğü nedeniyle, Arap işçi çalıştırmaktalar. Bu uygulama Tarım Bakanınca, sert biçimde müdahale edilmediği takdirde, yayılacak bir “kanser”’[124] olarak tanımlandı. Bazı yerleşim birimleri daha da ileri gittiler; birtakım toprakları Araplara ikinci elden kiraladılar ya da Arapları ortakçı olarak kabul ettiler. Bu “salgın”ı önlemek için, Tarım Bakanlığı ve Yahudi Ajansının Yerleşim Dairesi, bu tür uy­gulamaların, yasaların, Yahudi Ajansı yönetmeliklerinin ve devlet ile JNF arasındaki sözleşmenin çiğnenmesi anlamına geldiğini bildi­rerek, yerleşim birimlerini uyaran “şiddetli bir kampanya” başlat­tılar. Yahudi olmayanlara iş vererek yasayı çiğneyenler para cezasına çarptırıldılar vc “bir Özel Fona para yardımı” yapmaları isten­di.[125]

Toprak elde etme politikasına gelince, JNF’nin “ne kadar ve nere­de olursa olsun” ilkesine dayanan belirsiz bir politikası vardı. Sonuçta alman toprakların niteliği ve tarımsal potansiyeli birbirinden farklı olabiliyordu; toprağa sahip olma ve geliştirme fiyatları yüksekti; toprak parçaları çoğu zaman ufak ve birbirinden ayrıydı. 1920 Londra Konferansından sonra başlamak üzere, JNF daha açık ve daha akılcı bir toprak elde etme politikası geliştirdi. Önceleri bu politikaya yön veren başlıca düşünce tarımsal yerleşime uygun toprak bulabilmekti. Bu da büyük ya da küçük olsun bitişik toprak parçaları bulunmasını gerektiriyordu. Bu kez, JNF, küçük toprak sahibi Filistinli Arapların topraklarını satmağa pek niyetli olmadıklarını şaşırarak öğrendi ve çalışmalarım, sahipleri tarafından değil, Arap komisyoncular ara­cılığıyla işletilen büyük topı aklar üzerinde yoğunlaştırdı. Bu çabalar daha başarılı sonuç verdi; 1920’de yalnız 5,997 dönüm toprak ala­bilen JNF, 1921 yılında 43,021 dönüm elde etti.

Toprak alıntıyla ve tarımsal kolonizasyonla bir Yahudi devletinin kurulmasının önceki Siyonist tahminlerinin çok üstünde zaman gerek­tireceği ve daha önemlisi, Filistinli Arapların Manda hükümetine bağımsızlık için yaptıkları gittikçe artan baskılar nedeniyle muhte­melen uygun olan zamanın da yeterli olmayacağı 1920’lerdc giderek belli oluyordu. Böylece, toprağın tarımsal yerleşime uygun olup olma­ması dışında kaygılar öne çıktı ve toprak satın alıntında stratejik ve ulusal siyasal amaçlar önem kazandı, /kucak, bu amaçlar kimi zaman tarımsal yerleşim amacıyla çelişiyordu. Tarımsal yerleşim büyük ya da bitişik toprakların yeğlenmesini gerekli kılarken, stratejik ve ulusal kaygılar sınır alanlarında bulunan ve bu yüzden çoğunlukla birbirinden ayrı durumda olan toprak parçalarının alınmasını gerek­tiriyordu. Zamanla ulusal vc stratejik amaçlar temel hedefler olarak belirdi ve 1937 Peel Komisyonunun Filistin’in bölünmesini salık vermesinden sonra “Öngörülen Yahudi devletinin dışında kalan alan­larda toprak elde etmek ve buralarda yerleşim merkezleri kurmak JNF politikası oldu.”[126] “Tel örgülü ve kuleli” yerleşim birimleri bu yeni politikanın bir ürünüydü. Böylcce, JNF giderek Siyonist siyasal hedeflerin, yani ön koşulu Filistinli Arapları ulusal miras­larından yoksun kılmak olan biı Yahudi devleti kurma hedefinin doğrudan vc etkili bir aracı oldu.

1940’da JNF belirgin bir gerileme gösterdi. İngiliz Hükümetinin r939’fla White Paper’da (Beyaz Rapor) çizdiği politikaya uygun ola­rak yeni Toprak Transferi Yönetmeliği, Mayıs 1939’dan itibaren geçerli olmak üzere Şubat 1940’da "yayınlandı. Yönetmelik Filistin’i üç bölgeye böldü. Filistin yüzölçümünün % 95’ini kaplayan A ve B bölgelerinde Yahudilerin toprak satın almaları ya yasaklandı (A Bölgesi) ya da seıt biçimde kısıtlandı (B Bölgesi). Yalnızca küçük bir “Özgür Bölgc”de Yahudilerin toprak ahınlarma kısıtlama koyul­madı; bu bölgede toprağın yarısından fazlası zaten Yahudilere aitti. Bu yönetmelik ne kadar kısıtlayıcı görünürse görünsün ve bunun ya­yınlanmasında hükümetin niyeti ne olursa olsun, Eylül ıg3g’da 473, 000 dönüm olan toprakların Eylül 1946’da 835,000 dönüme çıkması (bu artışın üçte-birinden azı bu denemde Yahudilerin abralarına ait hükümet kayıtlarına yansımasına karşın) JNF’nin sürekli toprak ahmları üstünde pek az etki yaptı. Bu dönemdeki almaların % 79’u A ve B Bölgelerinde gerçekleşti.[127] Hepsi olmasa da bu ahmların çoğu, kuşkusuz, Yönetmeliğin çiğnenmesi anlamına geliyordu; bu da JNF’nin hedeflerine ulaşmada ne kadar etkili olduğunun ve hükü­metin kendi çıkarttığı Yönetmeliklerin uygulanmasında gösterdiği gevşekliğin bir kanıtıydı.

JNF etkinliklerinin Filistinli Araplar üzerindeki etkisi açıklama çabası gerektirmeyecek kadar belirgindir. Mayıs 1948’de hükümetten sonra Filistin’in en büyük toprak sahibi olan JNF’nin Filistin toprakla-

rmı vazgeçilmez biçimde Yahudileştirerck Filistinli Arapların ulusal miraslarından yoksun bırakılmalarına bilerek önemli katkıda bulun­duğunu söylemek bile yeter. Böylccc, John Hopc Simpson’un 1930’da belirttiği gibi, sonuçta “toprak bir çeşit kapitülâsyon oldu. Artık Arapkir bu topraklardan ne şimdi, ne de gelecekte hiçbir yarar göre­meyeceklerdi.”[128]

Sonuç olarak şu iki gözlem sunulabilir: (1) JNF ilk toprak alimini 1905’dc yaptı ve Mayıs 1948’de 43 yıllık toprak ahırımın sonucu olarak Filistin topraklarının % 3.55’ini oluşturan 936,000 dönümlük tapuya sahip oldu. JNF (Toprak Sicil Dairesi’nin yeniden açılış tarihi olan) Ekim 1920’den (kısıtlayıcı Toprak Transferi Yönetme- liği’niıı geçerlilik tarihi olan) Mayıs 1936’ya kadar toplam on-dokuz yılda, çalışmalarında hiçbir yasal engelle karşılaşmadı. Ayrıca, Mayıs 1948’dcki topraklarının yarısını bu dönemde elde ettiğine bakılırsa, Mayıs 1939’dan sonraki engellemeler hiç de ciddî değildi. Demek İd, İsrail devletinin varlığından önce JNF’nin toprak alımınm boyutunun şaşırtıcı biçimde küçük olduğu yargısına varmak doğru olur. 1950 sonundaki toplam JNF topraklarının (3,396,333 dönüm) % 72.44’ü İsrail’in Mayıs 1948’dc kuruluşundan sonra elde edildi. Bu top­raklar tabii ki daha önceki sahiplerinden -Filistinli Araplardan- satın alınmadı.

1948 Savaşı sırasında İsrail geçici hükümeti Arap mülklerinin ele geçirilmesini sağlamak için bir dizi kararname çıkardı. “İsrail silâhlı kuvvetlerince işgal edilen, teslim alman ya da içinde yaşayanlarca kıs­men ya da bütünüyle boşaltılmış olan alanlar “terkedilmiş” sayılıyor­du.[129] Filistin’i ya da Filistin’deki İsrail kuvvetlerinin denetiminde olan alanları terketmiş olsun olmasın, “toprağında ikamet etmeyen” kişilerin sahip olduğu bu mülklerin[130] gözetimi için geniş yetkilere sahip bir Kayyum atanmıştı.[131] 1950’de Knesset’in benimsediği yasa-

larla[132] Kayyuma ve mülkleri satma ve böylecc mülkiyetlerini yeni kurulan Gelişme Otoritesi’nc aktarma yetkisi verilmişti. Bu kuruluş gerektiğinde söz konusu mülkleri (i) devlete (2) JNF’ye (3) (ancak önce JNF’ye önerilmiş olmak koşuluyla) yerel otoritelere vc (4) topraksız Filistinlileri İsrail’de yerleştirmek üzere kurulması öngörülen (fakat gerçekte hiçbir zaman kurulmamış olan) bir örgüte satabile­cekti.

JNF, şimdi sahip olduğu toprakların dörtte-üçünü bu yöntem­lerle elde etti. JNF’nin Filistin topraklarının çok küçük bir kesiminden fazlasına sahip olması yolundaki daha önceki çabalar -yani satın alma- başarısızlığa uğradığından, ancak bu yöntemlerden sonuç umuluyordu. Bütün bunlardan başka, bu olgu, küçük toprak sahibi Filistinli Arapların, fellâhlann ezici çoğunluğunun topraklarını herhangi bir fiata satmayı reddettiklerinin de kanıtıydı. JNF’nin Filistin topraklarını “kurtarma” çabalanma karşı çıkan da yine Fi­listinlilerdi.

JNF’nin bugün İsrail’de en çok toprak ıslahı ve ağaçlandırmayla ilgilendiği sanılmasın; (JNF’nin İsrail’de bilinen başka bir adı olan) İsrail Toprakları Fonu Genel Yönetmeninin 23 Mart 1976’da İsrail Radyosunca duyurulan sözleri ilginç olmaktan da ötedir.[133] [134] Bu duyu­ruda JNF ve İsrail Toprak Yönetiminin işgal altındaki Batı Yaka’ sı’nda “yapıları, kamu kuruluşlarını ve kilise mülklerini” içeren top­rak alımı için, ortaklaşa kurdukları bir şirket aracılığı ile “50 milyon İsrail pound’u (6.6 milyon dolar)” harcadığı bildiriliyordu. Genci Direktörün söylediğine göre, bütün ahmları gizliydi ve “alman top­raklarda yaşayan yerli Arapların çoğu henüz bu toprakların İsrail Toprakları Fonu’nun mülkiyetinde olduğunu bilmiyorlardı.” Yapılan işlemler gizli olduğundan, sözkonusu toprakların miktarı da belir­sizdir. New York Times^am. Terence Smith’in bu konuda hazırlamağa çalıştığı rapor da eksik kalmıştır. Smith’e göre, kendi verdiği sayılar gerçek toplam miktardan az olmasına karşın, satın, alman vc el koyu­lan topraklar dahil 1,200,000 dönümden fazla tutmaktadır.

Bu topraklar yeni Yahudi merkezleri kurmak üzere JNF tara­fından hazırlanma ktadır ve böylece 1949 Dördüncü Cenevre Sözleş­mesi açıkça ve cüretkârca çiğnenmektedir.29 İsrail bu sözleşmeyle imzalayan taraflardan biri olmasına karşın, şimdiye kadar sözünde durmamış ve bu yüzden nafile dc olsa Birleşmiş Milletler tarafından defalarca kınanmıştır.[135]

Görüldüğü gibi, JNF’nin “Mavi Kutu”su[136] hâlâ kapalıdır ve Filistin topraklarının kurtarılması süreci devam etmektedir.

Bunu değiştirmek ise, Filistin direnişinin konusudur.

1948’DEN BUYANA İSRAİL’DEKİ

ARAPLAR

NEZİH KURAH

Filistinli Arap halkının geçtiğimiz yüzyıldaki tarihini belir­leyen başlıca etkenler, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına yönelik Siyonist girişimi başarılı kılma çabalarına ilişkindi.

Filistin’in bu yüzyılın başında komşu ülkelere göre daha gelişmiş bulunması ve ayrıca tarıma elverişli alanlarda nüfus yoğunluğunun göreli olarak daha fazla olması, Siyonist girişimin başarısını iki etkene bağımlı kıldı: (i) Arapları topraklarından yoksun bırakma, (2) onları Filistin’den çıkartma. Bir başka deyişle, amaç, Filistin top­rağıydı, Filistinliler olmadan.

Siyonist propaganda birçok kişinin zihnine Siyonist göçün başlan­gıcında Filistin topraklarının oturulmayan, insansız olduğu masalını yerleştirmişti. Aksini belirten istatistiksel verileri gösterenlere kar­şı, Siyonistler nüfusun başlıca, toprakla özel ilişkisi olmayan göçebe­lerden ve birkaç ilkel köylüden oluştuğunu savunuyorlardı.

Oysa gerçekte, İngiltere 1917 yılında Filistin’i işgal ettiği zaman, 55,000 Yahudi nüfusa karşılık 600,000 Arap vardı. 1948’de Manda yönetimi sona erdiğinde, 1,400,000 Arap ve 600,000 Yahudi bulunu­yordu. Yahudi sayısındaki artışın başlıca nedeni göçlerken, Arap nüfusun artışı öncelikle doğal nedenlerin sonucuydu.

Filistin’in İsrail devleti kurulmadan önce oturulmayan bir yer olduğu savı, yalnız tarihsel gerçeklere değil, çeşitli Siyonist ileri gelenlerinin Manda döneminde “Arap sorunu”na ilişkin olarak öner­dikleri tasarılarla da çelişmektedir. 1951-73 yılları arasında Yahudi Ulusal Fonu Yönetim Kumlu başkan yardımcısı ve Yahudi Ajan­sı sömürgeleştirme bölümü başkanı olan Joseph Weitz, 1940 yılma ait günlüğünden alıntı yaparak Darıar’da. (29 Eylül 1967) şunları ya­zıyordu :

“Bu ülkede iki halka yer olmadığı bizim aramızda açık ve kesin olaıak anlaşılmalıdır. Araplarla birlikte oldukça bu ülkede bağımsız bir halk olma yolundaki amacımıza ulaşanlayız. Tek çözüm, Araplar olmaksızın Eretz İsrail’dir, en azından Eretz İsrail’in Batı kesimidir...Ve bunun, Arapları, hepsini tekbir köy ya da aşiret kalmaksızın komşu ülkelere aktarmaktan başka bir yolu yoktur. Aktarma Irak, Suriye ve hattâ Maverayı Ürdün’e yönelik olmalıdır. Bunun için para, çok para bulunacaktır; yalnız bu aktarma sonucu ülkemiz milyonlarca kardeşimizi çekebilir. Başka hiçbir seçenek yoktur...Artık, yapılacak iş komşu ülkelerin Eretz İsrail Araplarını emebilme yeteneklerinin incelen­mesidir.”

Bu sözler, 1932’den beri Yahudi Ajansının üst düzeyde bir gö­revlisi olan Joseph Weitz’in 1940’t a günlüğüne yazdığı ve kendisi­nin 1967’de alıntı yaptığı sözleridir. Weitz’e göre, 1948’de olan “çifte bir mucize” idi. Aynı makalede, Filistinli Arapların “trans­ferinin”, yani kovulmalarının önceden tasarlanmış olduğunu kabul et­miş olmasına karşın, bunun doğa-üstü bir hareket olduğunu ima ederek, bir mucize olarak tanımlıyor. 1948 Savaşının çıkmış olması da çifte mucizenin öteki parçasıdır. Bu mucizenin her iki parçası da Weitz için büyük doyum kaynağıdır. Aynı yazıda 1948 olaylarını aşa­ğıdaki sözlerle anlatıyor:

“Bağımsızlık Savaşının patlak vermesi bizi müthiş ke­yiflendirirken çifte bir mucize de ortaya çıkaıdı: Top­rak zaferi ve Arapların kaçışı. Altı Gün Savaşında ise, yalnız tek bir mucize gerçekleşti: Büyük bir toprak zaferi. Ancak kurtarılan topraklardaki nüfusun çoğunluğu ye­rinden kıpırdamadan kaldılar. Bu, bizim [Yahudi] devle­timizin temellerinden yıkılmasına neden olabilir.”

Ancak, Arapların “kaçışı”na ilişkin 1948 “mucizesi” eksik kaldı. Filistin’in özellikle Birleşmiş Milletler’in 1947 tarihli bölünme tav­siyesinde önerilen Arap devletine verilen kesimlerinde ve savaşla birlikte Siyonist güçlerin işgal ettiği kesimlerinde 156,000 Arap kal­mıştı. O zaman, çeşitli koşullar Siyonist güçlerin onları “transfer”ini engelledi. Bu Arap azınlık 1948’den sonra Filistin’de kaldı ve 1948’de 156,000 kişiyken, yüksek bir doğal artış hızıyla bugün 540,000’e yük­seldi.

İsrail’in gerek kuruluşundan önce, gerek daha sonra, çeşitli Siyonist örgütlerin etkinlikleri Filistinli Arapları topraklarından yok­sun kılma yönündeydi. Bu örgütlerin devletin kuruluşu öncesi dönem­deki başarılan İngiliz Manda yönetiminin yarattığı elverişli koşullara karşın çok sınırlıydı. 1948’dc Siyonist örgütler Filistin’in toplam yüzölçümünün yalnız yüzde-altısma sahipti. Devletin kuruluşundan ve Arapların kaçışı mucizesinden sonra, 350’den fazla eski Arap —köyünde yaşayanlara ait 3.25 milyon dönüm toprağa el kondu. İs­rail gazetelerinden Ha’aretz’in. (4 Nisan 196.9) yazdığına göre, Moşe Dayan, Haifa Technion öğrencileriyle konuşurken, bir soruya kar­şılık şunları söylemişti: “Bu ülkede kurulu hiçbir yer yoktur ki, daha önce Arap nüfusu olmasın...” İsrail İnsan ve Yurttaşlık Hakları Birliği Başkanı İsrael Şahak’m hazırladığı 1973 Şubat tarihli bir raporun önsözünde şunları okuyoıuz:

“1948’den önce İsrail devletinin topraklarında bulunan Arap yerleşim merkezleri hakkındaki gerçek, İsrail’deki yaşamın en fazla saklanmış sırlarından biridir. Hiçbir yayın, kitap ya da broşür bunların yerini ya da sayısını vermez. Bu, doğaldır ki, maksatlı olarak, resmen kabul edil­miş olan ‘boş ülke’ efsanesinin İsrail okullarında öğretilmesi ve konuklara anlatılabilmesi için yapılmaktadır.”

Rapor, İsrail otoritelerince yıkılan 385 köyün listesini vererek sürmektedir.

Ancak, el konulan topraklar mültecilerinkiyle sınırlı değildi. İsrail’de kalan Arap azınlığına ait topraklar da aynı işleme uğradı. 1948 ile 1970 yılları arasında toplam 1 milyon dönüm toprak Arap köylülerin elinden alındı. Başlıca geçim kaynağı tarım olan bir topluma, topraklarına el koyulmasıyla birlikte, 1948-66 arasındaki 18 yıl askerî yönetim uygulaması, binlerce aileyi tam bir yoksulluğa itmek anlamına geliyordu.

İsrailli yetkililer, diğer önlemlerle birlikte, bir de, yoğunlaşmış Arap toplumunu ülkeye yaymaya ve büyük kentler çevresinde yok­sulluk halkaları oluşturmak üzere onları yeniden dağıtıp, böylece ucuz ve niteliksiz işgücü sağlamayı tasarlıyorlardı. Ancak, Arap köy ve kasabalarında ekonomik ve toplumsal ilerleme ve gelişme yönündeki bütün yolların kapatılmış olmasına karşın, bunda otoriteler kısmen başarılı olabildiler. Sadece yerleşim bölgelerinden uzak yerlerde iş aranabiliyordu. Yakında bulunabilen işler, Yahudilerin yapmak istemedikleri, en az gelir getiren, en ağır ve çoğu zaman yalnız mev­simlik ya da geçici işlerdi. Ne var ki, İsrailli yetkililer, Arapları köy­lerini ve kentlerini boşaltmaya zorlamada başarılı olamadılar. Arap işçilerin % 70’inden fazlasının uzak yerlerdeki işlerine gitmek için şafakta köylerinden çıkmak zorunda kalmalarına, yetkililerin inşaat izni vermeme bahanesi olarak Atap kent ve köylerinin haritalarını düzenlemeyi reddetmiş olmalarına ve hâlâ reddetmelerine karşın, Arap azınlık, üçte-ikisinin yaşadığı Filistin’in kuzey kesiminde yoğun olarak varlığını sürdürmektedir.

İsrailli yetkililer yalnız topraklara el koymakla ve Arap kesimin­deki kalkınma projelerini engellemekle yetinmediler. Ayrıca, zaman zaman, Arap köylülerin, el koyulan ve Yahudi olmayanlara toprak kiralanmasını ya da onların ücretli işçi olarak bu. topraklarda çalış­tırılmasını yasaklayan koşullarla Yahudi kişi ya da örgütlerine devre­dilen kendi topraklarında çalışmalarını engellemek amacıyla şiddetli kampanyalar açtılar. Gene de, İsrail yasalarına açıkça aykırı olmasına karşın, kimi Araplar, kendi topraklarında ortakçı ya da ücretli işçi olarak çalışmayı başarabildiler. Bu durumun nedenleri kısmen Yahudi kişi ve örgütlerin ücretleri Yahudilerden daha düşük olan Arapları çalıştırma ve toprak ağası ve müteahhit olma niyetlerine bağlana- nabilir.

Arapları toplumsal katmanların en altında tutarak göç etme­ğe itme çabalarıyla birlikte, İsrail’deki Arap azınlığının etrafını çevirme politikası, Arap kesimindeki eğitim olanaklarına getirilen sınırlamalarla daha da ileri götürüldü. İsrail’deki Araplar arasındaki eğitim mümkün olan her biçimde kösteklendi. Araplar ve Yahudiler aynı devlet içinde yaşamalarına karşın, eğitim alanında aynı kolay­lıklara sahip değildirler. Ders programları bir yana, maddî olanaklar, öğretmenlerin eğitimi ve elverişli kaynaklar konularında Arap eğiti­mi, Yahudi eğitiminden çok daha aşağı düzeydedir. Yüksek öğretim bir takım yollardan kısıtlanmaktadır. Ibranice bilgisi zorunludur, ancak bu koşul yerine getirilmiş olsa bile, üniversite yetkilileri okul ücretleri konusunda güçlük çıkartarak Arap öğrencilerin sayısını kısıtlamaktadırlar. Fakat eğer bir Arap öğrenci bütün bu güçlükleri aşıp üniversiteden mezun olmayı başarabilse bile, diplomasının ken­disine hiçbir şey sağlamadığını görür. Siyonist örgütü ve onun çeşitli temsilcilerinden başka İsrail Hükümeti ve onun resmî organlarının İsrail’deki başlıca işverenler olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Eğitim görmüş insanları niteliksiz işçi statüsüne indirgeme süre­cini ve onun içerdiği tehlikeleri bir Israilli gazeteci Haaretz’Ae (12 Aralık 1975) şöyle anlatıyor:

“Binlerce Nazareth’li ceplerinde birer lise ya da hat­tâ birer üniversite diploması taşımalarına karşın, her- gün kasabalarından çıkıp endüstri ve inşaat işlerinde çoğu zaman niteliksiz işçi olarak çalışmaya gidiyorlar. Onlar artık boyun eğen köylüler değildirler. Artık dünyanın herhangi bir yerindeki gerilla ordusu için doğal rezervi oluşturuyorlar.”

Geçen yirmi-sekiz yıl içinde İsrail’deki Araplar toplam nüfusun yüzde 11-15’ini oluşturuyorlardı ve nüfusları doğal artış oranına ve Yahudi göçündeki düşüşe bağlı olarak arttı. Devletin kuruluşundan beri İsrailli yetkililer Arap azınlığı, en fazlasından, ilk fırsatta kur- tulunması gereken geçici sakinler olarak gördüler. Onların insancıl ya da siyasal haklarının tanınması hükümetin ya da yerel makam­ların herhangi bir zaman aklına bile gelmedi. İsrail’deki hükümet mekanizması büyük Arap azınlığın etkili biçimde temsiline de ola­nak vermemektedir. Başbakanın Arap işleriyle ilgili danışmanı her- zaman en aşırı Arap aleyhtarı Siyonist unsurlar arasından seçilmek­tedir; bir Arabm bu göreve getirilmesi ise, anlaşılan düşünülemez bile.

Siyasal ya da meslekî herhangi bir Arap örgütü her zaman yasa­dışı sayılmış ve önderleri ya yutuklanmış ya da sürülmüştür. İsrail’de herzaman çok sayıda siyasal parti bulunmuştur ama bunların arasında bir Arap siyasal partisi hiçbir zaman olmamıştır. Arapların, yalnızca kendilerini üye olarak bile kabul etmeyen Yahudi ve Siyonist siyasal partilerine oy vermelerine “izin verilmektedir.” Bu durum kimi Siyonist yazarlarca bile komik bulunmuştur. İbrani Üniversitesinden Amnon Rubinstein, aşırı dinci ve milliyetçi Ulusal Dinci Parti’nin 1973 seçimlerinde 20,000 Arap oyunu nasıl aldığını Ha’aretz’deki bir makalede (7 Nisan 1967) şöyle anlatıyor:

“Bu partinin Knesset üyelerinden ikisi, üyeliklerini Arap- lara borçludurlar, yani bu partinin gücünün beşte-biri parti üyelerinin başında olduğu kuruluşlar aracılığıyla elde edilmiştir...Arap oylarını toplamada yararlanılan başlıca beş kuruluş vardır: Birincisi, tç İşleri Bakanlığı (inşaat izinlerini denetler); İkincisi, Sosyal İşler Bakanlığı (her türlü yardımı dağıtır); üçüncüsü, Din İşleri Bakanlığı (cami ve kiliselere yardım etme yetkisi vardır); dördüncüsü, Bar İlan Üniversitesi (burs verme yetkisi vardır); ve beşincisi, bütçedir. (Ulusal Dinci Parti’nin bötçesi).”

Rubinstein’in Ulusal Dinci Parti’yi ve onun Arap oylarım toplama yöntemlerini eleştirmesi, diğer partilerin başka, türlü davrandığı ya da Yahudi oylarını toplamada bütün partilerin yöntemlerinin te­melde farklı olduğu biçimde anlaşılmamalıdır. Farklılık, Arapların İsrail’de bir hak olarak elde ettiklerinin gerçekte çıkar karşılığı “satılan” şeyler olduğu olgusuııdadır.

Demokratik olsun olmasın, ırkçı olmayan bir sistemde, İsrail’deki Arap azınlık Knesset’te en azından 18 üyeyle, kabinede 3 bakanla ve ayrıca çeşitli kamusal kuramlarda uygun sayıda kişiyle temsil edi­lirdi. Oysa, bugüne kadar, İsrail’de Kııesset’teki Arap üyeleri sayısı bu sayının üçte-birini geçmemiş ve hükümette hiçbir zaman Arap bakan bulunmamıştır.

Irkçı olmayan bir devlette, gazeteciler İsrail’de yazılanları yaza­mazlardı :

“İsrail iki uluslu bir devlet değil, azınlığı olan bir Yahudi devletidir. .Galile’yi geliştirmekten söz ediyoruz, ancak ülkenin bu kesiminde bir Yahudi çoğunluğu görme yö­nündeki tutkularımızı gizlemiyoruz.”

Bir Yahudi çoğunluğa ulaşmak baştan beri Siyonist akımın amacı olarak açıklanmıştır; Filistin’deki Yahudi yönetiminin başından buyana bu amaca yönelik etkin çalışmalar yapılmıştır. 1948’de istenen Yahudi çoğunluğu, binlerce Filistinli Arabın köylerinden, kentlerin­den çıkartılarak devletsiz mülteciler durumuna sokulmasıyla sağ­lanmıştır. Joseph Weitz’in sözlerini anımsarsak, “Yahudi çoğunluğu” sloganının anlam ve önemini daha iyi kavrayabiliriz. Bu önceleri bütün olarak Yahudi devletindeki Yahudi çoğunluğu anlamındaydı; 1948’de büyük bir bedel karşılığında sağlandı. Şimdi, Yahudi devleti­nin bütün kesimlerinde bir Yahudi çoğunluğu sağlanmak isteniyor. Bu da şu yoldan biriyle ya da ikisiyle birlikte sağlanabilir; (1) Devletin dışından Yahudiler getirip bunları her bölgede çoğunluk oluşturmak üzere dağıtmak; ya da (2) Arapların sayısını her bölgede azınlığa düşecek biçimde azaltmak. Bu da Arapları kovmayı gerektirir.

Şimdilik, Siyonist eylem İsrail’e büyük ölçekli Yahudi göçünü sağlamak için gerekli olan anti-semitik havayı yaratacak durumda de­ğildir. Siyonist propaganda aygıtlarının hiçbir zaman beceremedik­leri gösteri fırsatını verecek Hitler’leı ya da mini-Hitler’ler yoktur. Böylece, Siyonizm’e ikinci seçeneği uygulamaktan, İsrailli Arapları yerlerinden kovup sürmekten başka yapacak şey kalmamaktadır.

İsrailli yetkililerin İsrail’deki Arap azınlığı elinde kalan son topraklardan da yoksun etme yolundaki son çabaları ancak acıları arttırıp barış umutlarını silmeğe yarar. İsrail’deki Arap topraklarının savunması için 30 Mart 1976’de düzenlenen “Toprak Günü” Siyo­nizm’in İsrail’deki Araplara, Yahudi olmayan azınlığa yaptıkları konusunda kimilerinin gözlerinin açılmasına yardımcı olabilir. İs­rail Hükümeti, Topkak Günü, olaylarının ertesinde Arap azınlığı so­rununu tartışırken, Başbakan Rabin, Arapların “dinsel ve kültürel” haklarının tanınacağını bildirmişti. Kabinenin üç üyesi bunlara “u- lusal” hakların da eklenmesinden söz edince, Rabin “bu hükümetin yetki alanı bu eklemeye izin vermez” demişti.

İsrail’in Arap azınlığa karşı izlemiş olduğu ve hâlâ izlemekte olduğu politikayla, Batı Yakası ve Gazze Şeridinde işgal yetkililerince izlenen politika temelde aynıdır. Söz konusu politika, Filistin halkını İnsanî ve siyasal haklarından yoksun kılmayı, toprak ve öteki mülk­lerine el koymayı ve böylece ırk ayrımını temel almaktadır. Bu da ancak düşmanlığın şiddetlenmesine ve daha ileri çatışmalara neden olabilir.

İsrail’deki ve İsrail dışındaki Yahudiler, Siyonizm’in onları sürük­lediği uçurumun gittikçe farkına varıyorlar. Bunlar dindaşları için duydukları kaygılar nedeniyle, Siyonist önderlerin tehlikeli poli­tikalarına karşı durmağa başlıyorlar. Kimi Israilli Yahudiler, Siyonist önderlerin politikalarını değiştirebilme umutlarını hepten yitir­mişler ve göç ediyorlar. Resmî Siyonist kaynaklar şimdi A.B.D.’ndeki 300,000 İsraillinin varlığından dem vuruyorlar.

Avrupa’da, Amerikalar’da, Güney Afrika’da ve Yeni Zelanda’ daki sekiz milyon kadar Yahudi ise, bu zararı karşılamağa hiç istekli görünmüyorlar. Tamamen özgür oldukları halde, ülkelerini terkedip İsrail’e göç etmeyi reddettiler. Gerçekte karşı çıktıkları şey, kendilerine açık yararı olmayan, sonu belirsiz bir savaşın tuzağına düşme ola­sılığıdır.

Dünya kamu oyundan ve dünyadaki onurlu insanlardan destek isterken, bunu yalnız Filistin halkının haklı dâvâsı için istemiyoruz. Filistin halkını desteklerken insan olarak Yahudileri de desteklemiş olacağımız konusunda ısrar ediyoruz. İsrail Hükümetine İsrail’deki ve işgal altındaki topraklardaki Araplara zulmetme politikasına son vermesi yönünde baskı yapmakla, bu hükümeti 1967 sınırları için­deki ve ötesindeki topraklara el koymaktan vazgeçmeğe yöneltmek­le, Arapların İnsanî ve siyasal haklarını tanımağa zorlamakla, Ya- hudiler ve Araplar arasında normal İnsanî ilişkilerin kurulmasını sağlayacak bir havanın yaratılmasına katkıda bulunmuş olacaksınız.

Bu sözlerin amacı mecazlar yapmak değil. Siyonizm’in iki sorun yarattığına kesml’kle inanıyoruz: Bir Yahudi sorunu ve bir Arap sorunu. Bu iki sorunun çözümü, Siyonizm’in, ırkçılığın özünün yenilgisini gerektirmektedir.

Ancak Siyonist devletin tasfiyesi ve yerine lâik ve demokratik bir devletin kurulması barışı getirebilir ve Filistin’de yaşayanları -hepsini- ve dünyanın bu bölgesinde yaşayanları ölüm ve yıkımdan kurtarabilir.

FİLİSTİNLİLERİN SÜRGÜNÜ: BİR KANADALININ UYANIŞI

A.C. FORREST

Benden, 1967 Yazında Ürdün, İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Kudüs, Gazze ve Filistin’in Doğu Yakası’nda görüp duyduklarıma dayanarak Filistinlilerin sürgününü anlatmam istenmişti. Bu geziyi, Amerika ve Kanada’nm önde gelen dinsel gazetelerinin yönetmenleri­nin isteği üzerine vc “yeni mülteci sorunu” dedikleri konuyu inceleyip rapor hazırlamak üzere yapmıştım.

İzninizle, öncelikle hikâyeyi, Filistin halkının dağılması bağla­mında genel bir görünüme oturtayım. Ayrıca, Batılı kiliselerin rolü, Amerikalıların tutumları ve Yahudi tepkisi ve savunması hakkında bir takım düşünceler eklemek istiyorum.

Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dışında, bütün dünya, bir Siyo- nist-Yahudi devleti kurulması amacıyla, Filistin’in yerlisi olan ço­ğunluğun, evlerinden yurtlarından atılmış ve ulusal mal-Varhğın- dan yoksun edilmiş olması gerektiğini öğrendi. Bunların çoğu şu ya da bu yolla sürülmüştü; kalanlarsa, sonuçta bağımsızlıklarından ve onurlarından yoksun kılındılar; Gazze ve Batı Yakası’nda askerî işgal altında ya da İsrail ve Kudüs’te sınırlı beşerî ve medenî hak­larla yaşamaya zorlandılar.

Birleşmiş Milletler Yardım ve İş Ajansının eski Genel Yönet­meni John H. Davis konuyu şöyle özetliyor: “Mültecilerin, inceden hazırlanmış bir ana plânın bir parçası olarak, İsrailliler tarafından yurtlarından kovulmaları olgusunun önemi yeterince farkcdileme- miştir.”[137] Ve şunları ekliyor:

“Bir Yahudi devleti, Yerli Arap halka karşı baskı ve kuv­vete başvurmadan ortaya çıkamazdı...Siyonistlcr İsrail’i kurmak için büyük güçlerden yeterli destek aldıkları anda kaçınılmaz olarak yerli Arap halk yurdundan çıkartılacak, dönüşleri zorla engellenecek, mülklerine el konulacak vc İsrail’e göçenlere ihsan edilecekti; ve kaçınılmaz olarak yurttaşlarını göçmenlerin oluşturduğu ve dünyadaki bü­tün Yahudilerin potansiyel yurttaşlar sayıldığı yeni bir hükümet kurulacak, bu arada sürülen yerli Araplar mül­teci vc yabancı statüsüne indirgenccekti.”[138]

Bu olgular daha yaygın olarak bilinip kavrandığında, Kudüs, Gazze ve Batı Yakası’nı terketmeleri için Filistinlilere uygulanan vahşi vc sürekli baskıların bütün bir sürecin bir parçası olduğu görülecek­tir.

Beyrut Amerikan Üniversitesi öğretim üyelerinden Yusuf Sa- yigh, bir zamanlar Orta Doğu’ya getirdiğim bir grup Hıristiyana bu durumu aşağı yukarı şu sözlerle anlatmıştı:

“Çoğu zaman ‘Hıristiyarıım’ diyen insanların elinde Ya- hudilere yüzyıllardır yapılan feci haksızlıklar düzeltil­meğe çabalanırken, bir başka feci haksızlık Filistin hal­kına yapılıyor. Bu haksızlık düzeltilene kadar Kutsal Topraklarda barış olmayacaktır.”

Sayigh konuşmasını Arapların Yahudi aleyhtarı olmadıklarını anlatarak sürdürdü. “Sürgün”deki Yahudilere karşı işlenen suçlar­dan sorumlu olmadıklarını şöyle belirtti:

“Yahudilere yapılmış olanlar hakkında vicdanlarınızı yatıştırmak için, Arapları yüzyıllardır yaşamış olduk­ları topraklardan soyup sürmede Siyonistlerle işbirliği yaptınız.”

Bizim buna karşılık, “onlar biz değil, adlarına yakışmaz Av­rupalI Hıristiyanlardı” demekten başka verecek yanıtımız yoktur. Ancak, Kanadalı bir kadının şu sözleri söylediğini duymuştum: “Ne derlerse desinler, Incil’de Tanrı’nın bu ülkeyi Yahudilere va- adettiği yazılıdır, bu da bana yeter.’’ Kutsal Kitabın bu tür yan­lış anlaşılmasının ve bir takım insanlara -Filistinli Araplara- bu sözlerle gösterilen duyarsızlığın sorumluluğu Batı’daki kiliselerin sırlındadır.

Bu aldırmazlık ve anlayışsızlık nasıl bu kadar derinleşebilir? Böyle bir yüzeysellik nasıl olabilir? John Davis gibi insanlarca açık seçik kılman gerçeklere karşın, dünyanın yaşadığımız kesimindeki bu kafa karışıklığı, ön-yargı ve cehalet nasıl sürebiliyor?

Bütün olup bitenin, Siyonist ideolojinin ve Yahudi olmayanla­rın yaşamakta olduğu bir ülkede bir Yahudi devleti kıtıma azmindeki Siyonizm’in doğrudan ve tahmin edilen bir sonucu olduğunu nasıl oluyor da göremiyorlar?

Bunu mümkün kılan tek yöntem, zekice, özenle hazırlanmış, us­taca uygulanan ve kitlesel destek almış bir propaganda programıydı. Dünyada Siyonizm ve İsrail Hükümetinin yürüttüğü çalışmaların hiç­biri, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki propaganda kampanyalarına yetişemedi.

Ülkemde, Birleşmiş Milletler ya da öteki, örgütler, üniversite­ler, hükümetler ya da kiliselerin çalışmaları çerçevesinde Orta Do- ğu’da bulunmuş olup da benim rapor ve gözlemlerime katılmayan hiçkimseye rastlamadım. Ancak Orta Doğu’yu hiç gidip görmemiş olanlar arasında benimle aynı görüşleri paylaşanlara çok az rast­ladım.

Batı’da, Siyonist propagandasının çok etkin olmasının nedeni birçok unsurların sonucudur: Filistin sorunu ve gelişimi hakkında bilgisizlik, daha önceki anti-semitik akımların ve özellikle Av­rupa’da Nazi döneminde yapılanların yarattığı suçluluk duyguları, hele tutucu ve bağnaz Hıristiyanlarca Kutsal Kitabın yanlış anlaşıl­ması, Haçlıların tarihi çarpıtmasının bir sonucu olan Arap karşıtı ön-yargınm varlığı ve edebiyatımızda Araplara karşı klişelerin bulun­ması. Bunlara, mazlum sayılanlara duyulan takdir duygularını ve Arapların hikâyelerini Batıldara anlatmadaki başarısızlıklarını da ekleyebiliriz. Bütün bu unsurlar, aşırı derecede yetenekli Siyonist propagandacılar tarafından ustaca sömürüldü, hattâ kimi zaman geliştirildi. Bu uzmanlar o kadar başarılıydılar ki, rezil Goebbels bile altta kalırdı.

Devam eden cehalete daha sonra bir öğe daha katıldı. Batı’da çoğumuz Arapları bilmez, Yahudileri bilirdik. Yahudilerin çoğunun A.B.D. ve Kanada’ya göçmeden önce Avrupa’da kötü zamanlar geçir­diğini bilirdik; bazıları da bizim aramızda yaşamak üzere geldiklerin­de kötü günler geçirmişlerdir. Ancak, sonuçta çoğu dertlerden kur­tuldu ve bizim kültürümüze, ulusal varlığımıza katkıda bulundular. Arapların Batı dünyasına matematik, edebiyat, tıp, bilim ve teknoloji alanlarında yaptıkları katkılar da henüz yeterince bilinmiyor.

Haziran 1967 Savaşı, benim Filistin çatışmasını kavrayışımda bir dönüm noktası oldu. O zamana kadar, yargılarımda az çok renksizdim. İki tarafta da hatalar vc doğrular görüyordum.Bu benim için hem öyle, hem böyle görülebilen bir şeydi. Bu konuda kendimi gazete okuyan, haberleri dinleyen ve düşünecek başka sorunları olan tipik bir Kanadalı olarak görüyordum.

Sonra 1967 Haziranında oıı-beş günde bir çıkan vc bir milyon kadar tirajlı bir dergi olan Presbyterian Life’m yazı işleri müdürü benim yeni mülteci sorununu inceleyip, yazı yazmak üzere Orta Doğu’ya hemen gidip gitmeyeceğimi sordu.

Geçen Hazirandaki savaş sırasında ve sonrasında çoğu El-Gerî- ha çevresinde mülteci kamplarından gelen binlerce Filistinlinin nehri aşarak Doğu Yakası’na geçtiklerini biliyordum. Bunların der­hal Batı Yakası’ndaki kamplarına ve yurtlarına dönmeleri konu­sunda B.M. Genel Kurulunda bir karar alınmış olduğunu da bili­yordum. Gazetelerde, bunların dönüşleri konusunda haberler oku­muştum ve bir televizyon programında, Hazirandaki savaş sırasında Ürdün’e sığınıp, yıkık Allenby Köprüsünü geçerek tekrar Batı Yaka- sı’na dönen Filistinliler gösterilmişti. Bu yüzden tereddüt edip, yazı işleri müdürüne “geri dönüyorlar’,’ demiş, görüp duyduğum haber­lerden söz etmiştim.

Oysa, Presbiteryan’ların Beyrut, Şam ve Kahire’de temsilci­leri vardı ve bunlar daha değişik haberler gönderiyorlardı. Amerikan kiliseleri, “yeni mülteciler’'’ için bir yardım toplama kampanyası örgütlemeğe başlamışlardı bile.

Biraz isteksizce de olsa gitmeyi kabul ettim. Önce New York’ta, sonra Cenevre’deki Dünya Kiliseler Konseyinde ve Beyrut’ta konuyla ilgili olarak bana kısa bilgi verilmişti. Ancak, olup biteni Amman’a geldikten sonra öğrenebildim.

Mültecilerin hepsinin ne zaman dönmüş olacağını sormam üze­rine, Amman’da bir papaz “demek ki siz de televizyon programını izlediniz” dedi. “İsrailliler televizyon çekimi için bir gün 144 kişinin dönmesine izin verdiler. Aynı gün bu tarafa gelen 600 kişinin ise ne ne filmini çektiler, ne haberini verdiler.” Bir türlü inanamıyordum. Oysa kanıtlar çevremdeydi; kamplara, okullara, camilere, mağara­lara, çadırlara, doldurulmuş ya da açıkta yaşayan, evinden yurdundan henüz atılmış 300,000 insan vardı. Ve bunlar geçici köprüleri aşarak herzaman batıdan doğuya doğru olmak üzere, hâlâ akın akın geli­yorlardı.

Ertesi gün UNWRA’daıı bir şoförle birlikte Allcııby Köprüsüne gittim. Orada, emekli olmuş ama ne olup bittiğini görmek için geri gelmiş Ojtaker (Kuvcykır) mezhebinden bir Amerikalı olan Willard Jones’a rastladım. Onunla birlikte, kendilerine serbest iradeleriyle ülkelerini terke ttiklerine dair kağıt imzalatmak isteyen Israilli asker­lerin yardımıyla, iğri büğrü, sapa yollardan akın halinde nehri geçmeye, çalışan mülteci grubunu seyrederken, Wilhıı'd “bu 194.8’de- kinden de kötü” diye mırıldanıyordu.

Battaniyelerini, mobilyalarını, kırık dökük ev eşyalarını ve bebek­lerini yanlarında taşıyorlardı. Dost, akraba ve kamplarda yiyecek ve barınak bulmak için sıcak ve tozlu yola büzülmüşlerdi.

Daha sonraki haftalarda bunların birçoğuyla görüştüm. 300,000 kadarı Batı Yakası’nı terketmişti. Çoğu hâlâ Ürdün’dedir. Tanklar ye uçaklarla ihtar edilmişler, napalm tehdidiyle karşılaşmış ve panik içinde kaçmışlardı. Paniğin, bunu Filistin Arap nüfusunu azaltmak için fırsat bilen İsrail tarafından çıkarıldığı bir gerçektir. Birkaçı, ilk kargaşalık günlerinden sonra nehri geçip geri dönmüşlerdi; bunların kimisi tutuklanıp, tekrar doğuya gitmek üzere nehir kenarına bırakıl­mışlardı. İsraillilerin yerle bir ettiği Imwas (Incil’deki Emmaus), Neit Nuba ve Yalu köylerinden kaçan yaşlı insanlarla görüştüm; bunlardan en az bir yaşlı ve hasta bir kadın canlı canlı evinde gömülmüştü.

Amman ve çevresindeki B.M. ve Yakın Doğu Kiliseler Konseyi Bürolarını, evlerine ve mülteci kamplarına gitmek için haykıran, kaybettikleri karılarını, kocalarını ve çocuklarını arayan binlerce mülteci kuşatmıştı.

Yaz boyunca işler çıkmaza girmişti; hikâye şimdi biliniyor. İsrail yine Birleşmiş Milletler’e meydan okuyordu. Daha sonra, gi­denlerin geri dönmeleri konusunda bir formül üzerinde anlaşmaya varıldı. Ürdün’de 170,000kişi dönüş belgelerini imzaladı. İsrail bütün yolları kullanarak bunu engellemeyi başardı ve ancak 20,000’den daha az bir grup insan dönebildi. Diğerlerinin dönmemesine başka kılıflar bulundu: “Fikirlerini değiştirdiler. Gelmek istemediler.” Bazılarının fikirlerini değiştirmelerinin nedeni ise, İsrail’in ailerin bir kısım üyelerine izin verip diğerlerine vermemesi ve çocukları aile­den ayırmasıydı.

Daha sonra bir gece, Bethlehem’in çevresinde bir kampa bağlı mülteci evinde kaldım. Yerin genişliğine şaşırmıştım; bana bütün bir oda verilmişti; evde bir de ana ile oğlu oturuyordu. Ailenin savaş sırasında bölündüğünü anlattılar. Baba ile altı kadar çocuğu nehri geçmiş, ana ile cn büyük oğul Bethlehem’e dönmüştü. 1969’da aile­leri birleştirme görüşmelerine karşın, baba ve çocuklar hâlâ Jaraş yakınındaki Souf kampındaydılar. Sonraki yıllarda baba ile küçük kızlara dönme izni verildi; erkek çocuklar ise asla dönemediler.

Temmuz 1967’de Karamah’ı ve Ürdün’deki öteki kamplardaki sığınakları ziyaret ettim. Güney Suriye’de açık alanlarda uyuyan binlerce insan gördüm. Mısır’da Yukarı Mısır’dan gelenler için hazır­lanan ev ve köylerde 13,000 kadar Gazzeli ve Sinah Filistinlinin otur­duğu Kurtuluş (Liberation) bölgesini gezdim. Mısır’a Haziran 1967’de 35,000 mülteci gelmişti.

Daha sonra İsrail’in Londra Büyükelçisi olan Michael Comay, Araplar için bir tehlike ve İsrailliler için bir fırsat olan bir işle uğraş­maktaydı.. Bana, “Golan Tepelerinin toprağı şahanedir, oraya 30,000 Yahudi yerleştirebiliriz” demişti. Basında, Yigal Allon’un “Jepthah orada karar vermişti” diyerek Golan’m İsrail’e ait olduğunu söylediği bildiriliyordu. Bunun muzaffer Siyonistlere çok anlamlı geldiği görül­mekteydi. 3000 yıl önce bir İbrani Peygamberin bu tepelerde konuş­muş olması, modern İsrail’e o topraklarda hak iddia etmesine gerekçe olabiliyordu! Batı Yakası ve Gazze’nin ne olacağına aldırmaksızm, Kudüs’ün birleşik ve İsrail’in başkenti olarak kalacağını da Michael Comay söylemişti. Hiçbir politikacı Doğu Kudüs’ü önceki sahiplerine vermeyi öngöremezdi.

Bir süre sonra İsrail polisinin başına getirilecek olan ve İsrail’de böylesine bir görev alan tek Doğu Yahudisi Shlomo Hillel, benden Kanada’yı bir miktar Filistinli kabul etmesi için uyarmamı istedi. İsrail’de Arapların tembel ve geri oldukları konusunda ve İsrailli­lerin Batı Yakası’nı kalkındırarak Araplar için ne harika şeyler yapa­cakları ile ilgili varsayımlar hakkında çok şeyler işitmiştim. Ve Mic- hacl Comay, kaçanların yurtlarına dönmeleri ve ileriyle yeniden bir­leşmeleri için her türlü yardımın yapılacağı konusunda bana garanti vermişti. “194.8’de maruz kaldığımız suçlamalarla tekrar karşılaşmayı göze alamayız” derken bunu söylemek istiyordu. O zaman içten ol­duğunu sanmıştım. 1948 yılında 730,000 kadar Filistinli, artık İsrail devleti olan topraklardan Gazze’ye, Batı Yakası’na, Ürdün’e, Suriye’ye ve Lübnan’a kaçmıştı. 1967 yılında bu kez 400,000 kişi yeni işgâl edilen topraklardan kaçtılar. Bunların belki de yarısı için bü, ikinci göçleriydi.

Kudüs dışında konu bir zaman ya da gerekli işlemleri tamam­lama sorunu gibi görünüyordu. Topraklarını terkeden insanların tek­rar geri dönecekleri söyleniyordu.

iki sınır ötesi alanı gezip gördüm. Bunlar Ürdün Nehri’nin Allenby Köprüsündeki Batı Yakası ve üç Latroun köyünün bulun­duğu yerdi.

Latroun bölgesindeki Beit Nuba, Talu ve Imwas köylerini gez­mek için ne zaman izin istesem, red cevabı alıyordum. Sonunda iyice ısrarlı davrandım; şunları konuştuk: “Özür dileriz, ama oraya gi­demezsiniz.” “Niçin?” “O köyler artık mevcut değiller.” Ne olmuştu ki? “Bunlar Filistinli komandoları barındırıyor ve havaalanı için bir tehdit oluşturuyorlardı.” Demek ki, İsrailliler, ellerine fırsat geçtiği takdirde, savaş kılıfı altında insan topluluklarını korkutup ortadan kaldırıyorlardı.[139]

Köprüye gitmek için izin almam günler sürdü; orada Filistinli­lerin imzalamalar) istenen kağıdın bir örneğini gördüm. Bu kağıdı im­zalayanlar, yerlerini özgür iradeleriyle terkettiklerini söyleyerek doğumla kazanılmış bir haklarından vazgeçmiş oluyorlardı. Kimileri­nin parası yoktu, çoluk çocuklarından ayrı düşmüşlerdi. Ürdün Neh- ri’nin Batı Yakası kapalıydı. Doğusu ise ailelerinden ayrı düşmüş ve parasız, pulsuz kalmış umutsuz insanlar için bir kaçıp kurtul­ma kapısıydı. İsrail, toprakları terkeden insanlara serbest ulaşım ve ve taşıma kolaylıkları sağlama konusunda aşırı derecede yardımcıydı, fakat bu arada dönüşlerini önlemek için mayınlar ve muhafızlar yer­leştirilmeğe başlanmıştı bile.

Amman’da, Yakın Doğu Kiliseler Konseyinin savaş çıktığı sıra­da Doğu Ürdün’de bulunan bir görevlisine rastladım. Nablus yakın­larında karısı ve beş çocuğu vardı. Hergün geri dönmeye çalışıyordu ve bir keresinde nehri geçerek bunu başarmıştı. Ancak, yakalanıp tu­tuklanmış ve getirilen kağıdı imzalamadığında Ürdün Nehri’nde, Isa’­nın vaftiz edildiği yerin yakınlarında sığ bir bölgeye getirilmiş ve neh­rin öte yakasına geçmesi emredilmişti.

Benim hikâyelerim ve ötekiler Batı basınında çıkmaya başladı­ğında iki türlü tepki gösterildi: Birincisi, sert biçimde eleştirildim ve

abartmakla, saptırmakla, yalan söylemekle ve Ottaıva’daki Arap Ha­ber Hizmetlerinde çalışmakla suçlandım. Daha sonra, anti-semitik olduğum iddia edildi ve kilisem beni yazar olarak görevlendirdiği için eleştirildi. İkincisi, kiliseler Filistinlilere yardım amacıyla önemli miktarlarda katkıda bulundular. Bazıları, mülteci sorununun adil bir çözüme kavuşturulması uyarısında bulunan ve Filistinlilerin derhal yurtlarına dönmelerini isteyen kararlar aldılar. Bazıları ise, B.M.’riin 22 Kasım 1967 tarih ve 242 sayılı kararma benzer kararlar alacak kadar ileri gittiler. Benim kendi kilisem ve ötekiler, hükümetimizi Orta Doğu’da adil bir barış için baskı yapması konusunda uyaran bir karar aldılar. Bu sırada, Kanadalı ve Amerikalı Siyonistlerin Ottawa ve VVashington’daki lobilerini ne kadar etkili olacak biçimde örgüt­lediklerini öğrenecektik.

İlginç bir gelişme de, Batılı kiliselerin kullandığı dilde görüldü., 1948’! izleyen yıllarda, kiliseler “zavallı Arap mülteciler”den söz ederdi. Daha sonra, “zavallı Filistinli mülteciler” demeğe başladılar. Onlara eski ayakkabı ve süt tozu göndermiştik. Sonraları dil ve yön­temler değişti. “Filistinliler”den ve kendi kendine yardım program­larının gereğinden söz etmeye başladık. Bu daha sonra, “Filistin hal­kına yapılan haksızlık” oldu ve sonuçta bazı Hıristiyanlar “Filistin halkının kendi geleceğini saptaması”nı isteyen kararlar alıyorlardı.

Gazeteler teröristler derken, kiliseler komando sözcüğünü kullan­mağa başladılar ve terörizmi onaylamamakla birlikte, kamplarda büyüyen ve haksızlığa uğramış ana babalarının yaşlanıp öldüğünü gö­ren Filistinli gençlerin, ellerinden alınmış olan evlerini ve yurtlarını geri almak için çaresizlik içinde şiddete nasıl başvurduklarını açıkla­mağa çalıştılar.

Şunları duyup bildiriyorduk: “Biz merhamet değil, adalet is­tiyoruz; çadır ve sığmak değil, Filistin’deki evlerimize dönme hak­kı istiyoruz.”

Yoksul Filistinlilerin -ya da bizim önceleri deyişimizle, zavallı göçmenlerin- böyle değerlendirilmiş olmasından çok pişmanlık duyu­yorum. Ancak, din adamları bu konuda aydınlatıldıkları zaman göçmenlere anlayışla yaklaştılar.

Ülkemde yaygın eleştiri ve saldırıların hedefi durumuna gel­diğim bir sırada, iletişim konusunda uzman olan bir arkadaşıma şunu sordum: “Yahudiler neden benimle bu kadar çok uğraşıyorlar?” Hemen cevap verdi: “Çünkü sen Filistinli mülteciler için çalışmağa devam ediyorsun. Şunu bil ki, dünyadaki her Yahudi o konuda suç­luluk duygusu içindedir.” Sanırım bu da onların duyarlılığını, aşırı tepkilerini, şiddetli saldırılarını ve hareketlerini açıklamaktadır.

1968 Baharında Kiliseler Ulusal Konseyinin Orta Doğu Komite­sinin New York’taki bir toplantısına katılmıştım. Başkanlık için ön­seçimler başlamıştı. Çeşitli adayların, Orta Doğu konusundaki görüş­lerini bildiren bir haber okumuştum. Robert Kennedy, Nelson Rockefeller, Richard Nixon, Hubert Humphrey, Eugene McCarthy ve öteki adayların herbiri, İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme konusunda diğerlerine üstün gelmeğe çalışıyordu. Komitede, bu adamları bir türlü anlayamadığımı söyledim. Ya durumdan haberleri yoktu ya da bunlar ilkelerden çok oylarla ilgilenen kuşkulu kişilerdi.

Komite başkam gülümsedi ve “bizim siyasal yaşamımızı pek iyi anlamamışsınız, galiba” dedi.

Bu tür kuşkulu politikacıların tiranlığını yıkmak için, Filistinlilerin hikâyesi dürüstçe ve özenle anlatılmaya devam edilmelidir, tyi niyetli hiç kimse, kamplardaki göçmenlere ve evlerinden yurtlarından yoksun kalmış bir halka ait olan bu hikâyeyi öğrenip işin adaletsiz­liğine ilgisiz kalamaz.

İSRAİL’DEKİ DOĞU YAHUDİLERİ

NASIR H. ARURÎ

İsrail’deki Doğu Yahudilcrine1 toplumsal, ekonomik ve ırksal ayrım uygulandığı gerçeği artık bir tartışma konusu değil. Nüfusun % 6o’ını oluşturmalarına karşın, birinci sınıf yurttaş değillerdir. Dev­letin toplumsal, ekonomik ve siyasal kuramlarındaki temsilcilerinin oranı sayısal çoğunluklarıyla karşılaştırıldığında bir hiç kalır; oysa, Avrupa-Amerika kökenliler (Eskenaziler) sayılarına göre çok daha yüksek oranlarda temsil edilirler. Doğulu kesimde görülen mahrumi­yetler çalışma, eğitim, konut, gelir, sosyal refah ve siyasal katılma alanlarında ortaya çıkar. îki Yahudi toplumu arasındaki eşitsizlikler, Filistin’de Siyonist devletin kuruluşundan bu yana daha da artmıştır ve toplumsal uçurumların daraldığına dair hiçbir belirti de yoktur. Tam karşıtı, istatiksel veriler uçurumların genişlediğini göstermektedir.

İsrail’de ulusal gelirden en büyük payı, başlıca Eskenazilerden oluşan sermaye sahipleri ve yöneticilerin en üst tabakası almaktadır. Yüksek ücretli usta işçiler ve hükümet memurları orta tabakası daha yüksek gelirlere yönelecek bir konumdadırlar. Doğu Yahudileri top­luluklarının sözünü edebilecekleri meslekî ustalıkları olmadığı için, kendi kategorilerinde rekabet olanakları da yoktur. Varlıkları en fazla sosyo-ekonomik piramidin en alt tabakasında, yani -“ulusal gelirdeki payı gittikçe azalan tek grup”[140] [141] olan endüstri ve tarımda çalışan kol emekçileri tabakasında göze çarpar. İsrail’de yoksulluk ve etnik köken birbirine sıkıca bağlı şeylerdir.

Ancak, 1967 savaşından sonra ve savaşın doğrudan bir sonucu olarak, Doğulu toplulukların küçük bir kesiminin küçük müteahhit ve usta işçilerin oluşturduğu alt-orta tabakaya yükseldiklerini belirt­mek gerekir. Özellikle Scfardi topluluğunun sosyo-ekonomik duru­mundaki göreli iyileşme, İsraillilerin “güvenlik” dedikleri şeye verdik­leri büyük önemle birlikte bunun sonucu olan ekonomik faaliyete bağlıdır. Hayfa Üniversitesinden Shifeh Wise’ın bir incelemesinde,[142] tarımda çalıştırılan Sefardiler azalırken, bir kesiminin usta işçi olduk­ları ya da ordu ve polis örgütüne girdikleri açıklan maktadır. Bunlar kol işçiliğinden kaydırıhrken, yerlerini ilk kez işgal altındaki toprak­larda yaşayan Araplar almıştır. Ancak yine de, İsrail proletaryasının yaşamsal kesimlerinde Doğu Yahudileri ağır basmaktadır. Bu, Siyo­nist ülkünün buyruğu gereğidir.

I.    Toplumsal-Ekonomik Uçurumlar:

i. Gelir:

İsrail’de etnik topluluklar arasında gelir eşitsizliğinin varlığını hiçkimse yadsımamaktadır. Ancak, bu eşitsizliklerin boyutu, önemi ve etkileri konusunda görüş ayrılığı vardır. İsrail Bankası Direktörü David Horowitz’in başkanlığındaki “Gelir ve Toplumsal Uçurumdaki Eğilimleri inceleme Komitesi” 1971 Temmuzunda ekonomik eşit­sizlik ve toplumsal bütünleşmeyle ilgili olarak hükümete iyimser bir rapor sundu. Komitenin başlıca bulgusu, Afrika-Asya kökenli ailelerin yaşam düzeylerinin, bütün ailenin yaşam düzeyleriyle karşılaştırıldı­ğında 1963-1970 yılları arasında yükseldiği savıydı:

“Bu gelişmenin kanıtları ortalama gelir düzeyinde, ko­nut koşullarında ve dayanıklı tüketim malı maliklerinin sayısındaki artıştır. En düşük gelirli aileler arasında As- ya-Afrika kökenli ailelerin oranı düşerken, bunların en yüksek gelirli aileler arasındaki oranı artmıştır.”[143]

Bir “gelişme” söz konusu olsa bile, sayısal olanak son derece ılımlıdır. Rapordaki tablolardan biri, 1963 yılında ortalama bir Afrika- Asya kökenli ailenin gayrisafi gelirinin İsrail’deki bütün Yahudi ailelerinin ortalama gelirinin % 63’ü, 1970’de ise % 6g’u olduğunu gös­termektedir. Ayrıca, 1963-64 döneminde, Afrika-Asya kökenli Yahudi- lerin % 33,5’nin en düşük gelirli kesimin 1 /5’ini oluşturdukları, oysa 1968-69 döneminde bu oranın % 30.1 olduğu görülmektedir. En yüksek geliri olan kesimin 1 /5’i içindeki Doğu Yahudileri için paralel sa­yılan % 5.4’tcn % 8’e bir artış göstermektedir.

Bu sayıların aldatıcı niteliği toplumsal-ekonomik uçurumu daralmak yerine genişlediği kanısında olan İsrailli bilim adamlarının dikkatinden kaçmadı. İbrani Üniversitesinde görevli bir iktisatçı olan Michael Bruno bu raporu şöyle eleştirdi:

“Komite, dikkatleri temel soruna çekmek yerine, karşılaş­tırılması olanaksız ve ekonomik eşitsizlerdeki azalmayı ifade eder görünen bir dizi istatistiksel verinin arkasına saklanmayı tercih etmiştir.”[144]

Bruno, Doğulu ailelerin gerçek ortalama gelirinin bütün ailelerin orta­lamasının, Komitenin savunduğu gibi % 69 değil, % 50 olduğunu ileri sürmektedir.[145] Anlaşmazlık, Komitenin Doğulu ücretlilerin aile boyutuyla, Eskenazilcrinki arasındaki farkı hesaba katmamasından doğuyor. J. Peri bunu şöyle açıklıyor:

“Doğu Yahııdisi ailelerin Batılı Yahudi ailelerinin üç ka­tı kadar çocukları vardır: Uç ya da daha fazla çocuğu olan Yahudi ailelerinin % 65’i, beş ve daha fazla çocuğu olanla­rın ise % 8o’i Afrika-Asya kökenlidir. Bundan şu sonuç çı­kar: Mutlak ücretler eşit olsa bile, Doğulu Yahudilerin gö­reli ücretleri gerçekte daha düşüktür. Bunun etkisiyle şöy­le bir döngüsel zincirleme tepki ortaya çıkar: kişi başına düşen gelirdeki eşitsizliğin büyümesi ekonomik uçurum meydana getirir; bu da toplumsal, eğitimsel gerilik v.b yaratır.”[146]

Ayrıca, Komite sadece resmî gelirleri gözönüne almış ve gizli kâr­ları hesaba katmamıştı.[147]

Sosyo-ekonomik uçurumun büyüdüğünü göreli tüketim düzeyin­deki düşüş de kanıtlamaktadır. 1959 yılında, büyük ailelerdeki kişi başına tüketim, ortalama Yahudi ailesindekinin % 68’iyken, bu oran 1969’de % 4.7’ye düşmüştür.9 Bu on yıl boyunca Ulusal Sigorta Kuruntunun çok çocuklu ailelere 250 milyon IL tutarında ödeme yaptığını ve bu büyük ailelerin % 90’mın Afrika-Asya kökenli olduğunu da göz önünde bulundurursak, yukarıdaki sayılar daha da anlam kazanır.

Yoksulluk ile etnik köken arasındaki olumlu çakışmaya başka tamamlayıcı örnekler Başbakanın çocuklar ve yoksullukla ilgili Özel Komisyonunun raporunda bulunabilir. Bu komisyonca “sıkıntı içinde­ki çocuklar” olarak tanımlanan çocukların % 95’inden fazlası Doğulu ailelerin çocuklarıdır. Ma’ariv’c göre (13 Nisan 1973), Komisyon, nüfusun en alt 2 /ro’u ulusal gelirin % 6’smı alırken, en üstteki 2 / 10’u %40’mı alıyordu. Bu olgunun tam anlamı, en alttaki 2/10’luk ara-tabakanm hemen hemen bütünüyle Doğulu olduğu gerçeğinin ışığında değerlendirilmelidir.

Szold Enstitüsünün 1972 yılında yayınladığı bir rapora göre, İsrail’de 200,000’den fazla çocuk, Ulusal Sigorta Enstitüsünün öl­çütlerine göre[148] [149] “yoksulluk çizgisinin”11 altında yaşamaktadır. İsrail’ deki bütün çocukların 1 /4’ünü oluşturan bu yoksul çocukların % 84’ü Afrika-Asya kökenlidir.

Doğu Yahudilerinin durumu Ekim 1973 savaşından sonra daha da bozulmuş gibidir. 21 Mart 1975 tarihli Davar’a. göre, bütün İsrail­lilerin % 20’si “yoksul durumda” olup % 10 “yoksulluk çizgisinin” altında yaşamaktadırlar. Başbakanın sosyal işler danışmanı Baruch Lein, en son sayıyı çeyrek milyon olarak vermiş ve % 94’ünü Do­ğuluların oluşturduğu 18 yaşın altında 175,000 kişinin yoksulluk çizgisinin altında yaşadığım söylemiştir.[150] Öte yandan, başka bir kay­nak da yoksulluk çizgisinin altında olan (başka bir deyişle, dört kişilik bir aile birimi olarak 693 IL kazanan ) tüm ailelerin % 60’1 Afrika- Asya kökenlidir.[151]

Çoğu resmî ya da yarı-resmî İsrail kaynaklarına dayanan yukardaki veriler, son on-beş yıldır oluşan gelir uçurumunda belirgin bir kapanma olmadığım ve yoksulluğun etnik özelliklerle çakıştığı­nı göstermektedir. Gelirler açısından Doğu Yahudileri gerçekten ikin­ci sınıf bir toplumdur.

2.    Konut:

Konut konusunda Eşkenaziler yararına yapılan ayrım, gelir konusunda yapılanlardan daha belirgindir. Devletin Yahudi nite­liğini oluşturmak amacıyla “sürgündekileri bir araya getirme” tutkusu, büyük bir konut sıkıntısı yaratmıştır. Siyonistler, Batı’dan ve Sovyetler Birliği’nden gelen ve teknik eleman niteliğine sahip göç­menler için belirli bir bedel, bir karşılık ödenmesi gerektiğini biliyor­lardı. Bu göçmenlere düşük kirayla möbleli, konforlu televizyonlu evler ve araba gibi özendirici yararlar sağlandı. Ayrıca, üç kişilik bir aile­ye üç oda düşmek üzere yeni evlere yerleştirildiler. Oysa, Doğulu ailele­rin % ıg’u üç kişi bir odada olmak üzere yaşamaktadırlar. Eşkenazile- rin ise yalnızca % 5,8’i bu biçimde yaşamaktadır. İsrail İskân Bakanlı­ğı eski memurlarından Suzy Barry, kendisine Doğulu aileler için bir ya da iki odalı evler ayırma talimatı verildiğini ve bundan onların daha fazla da çocuk için yer bulamamalarının amaçlandığını söylemektedir.14 Oda başına üçten fazla insanın düştüğü evlerde yaşayan 214,000 Is­railli çocuğun % 38’1 Doğulu ve yalnız % 6’sı Avrupa kökenlidir.15

Doğulu bir Yahudi tarafından yazılıp Black Panther’dc (9 Kasım 1972) yayınlanan “Bir Askere Mektup” başlıklı yazıdan alman aşa­ğıdaki bölümler, Doğulu topluluğunun büyük bir kesiminin konut ye­tersizliğinin ve yoksul yaşam koşullarının bir sonucu olarak, içine düş­tüğü yabancılaşmayı açıkça göstermektedir:

“Sevgili Kardeşim, selâm!

Sen askere gideli epeyce zaman geçti. Bende olup bitenleri, doğal olarak, pek bilmiyorsun. Önce, beşinci oğlumun doğduğunu haber vereyim; Ezra ve Geula ile aynı yatağı paylaşacak.

En büyük oğlum Yâ’acov’u geçen hafta polis tutukladı. Bakkaldan bir çikolata çalmakla suçlanıyor. Onun gele­ceğinden korkuyorum. Üç yıl ıslahevinde kalmaya mahkûm olacağı söyleniyor. Bu kurumlarda kalanların ömür boyu suç işlemeye itildiklerini bilirsin...

Dün yedi yaşındaki kızım Ruthie’yi Hadassah hastahanesine götürdüm. Doktor, Ruthie’nin ateşli romatizmaya yakalan­dığını söyledi. Bu hastalığın çok kalabalık (bizim ev bir- buçuk oda) bir evde oturmanın sonucu olduğunu anlattı...”

l4Marîon Wootfson, “Zionism and Racism,” The Guardian^ 14 Mayıs 1976. ^Ma'ariv 13 Nisan I973*den Children'in Israel, 22 Mayıs 1973.

Sonra, İskân Bakanlığına gidip başvurduğunu, ancak geri çevrildiğini anlatıyor ve mektubunu şöyle sürdürüyor:

“Kızım Ruthie neden yeni bir göçmenle bir tutulmuyor ? O- nun ölmesini istemiyorsak, yeni bir eve taşınmamız gerekli... Doğrusunu istersen, öyle bir yere geldim ki, kız ölecek o- lursa çok fazla aldırmayacağım; zavallı çok acı çekiyor... Ama bilirsin, bu ülkede ölmek bile zor. Ölüm öylesine pahalıya patlıyor ki, düşündükçe kemiklerim sızlıyor; on yıllık çalışmadan sonra bile aylık gelirim hâlâ 483.60 IL.

Sevgili kardeşim, senin elinde bir silâh var ve bu gergin günlerde kötülüklerle savaştığını sanıyorum. Şu çok önemli şeyi bilmeni istiyorum: Sen beni savunmuyorsun. Benim korunacak malım, mülküm yok, yaşamım da yaşam değil. Senin yaptığın beni ezenleri savunmak...”

Konut konusunda yapılan ayrımın bir başka örneği “Beit Yam 22” diye bilinen olayda görüldü. Tel Aviv’in banliyölerinden biri olan Beit Yam’da göçmenlere ayrılmış blok apartmanlar, Doğu Yahu­dilerinin oturduğu bir mahalle olan Hatikva’dan gelen yirmi-iki aile tarafından 19 Nisan 1973’de işgal edildi. “İşgalciler” zorla yenî apart­manlara girdiler ve hükümet kendilerini bir yere yerleştirmeyi kabul edene kadar orada kalmağa yemin ettiler. Bunun üzerine hükümet görüşmeyi kabul etti ve dört ya da daha fazla kişinin bir odayı pay­laştığı durumlarda bunları iki yıl içinde uygun konutlara yer­leştirmeğe söz verdi.[152]

Doğu Yahudilerinin konut sorunlarının hafiflediğine ilişkin hiçbir belirti yoktur. Siyonizm “toplama” politikasını etkin biçimde yü­rüttüğü sürece Batıldan ve S.S.G.B.’nden gelen yeni göçmenlere konut ayrıcalıkları tanınmakta ve göçü teşvik için başka yararlar sağlanmak­tadır. Hükümet bu göçmenlere gerçekten düşük faizli borç, vergi kredisi ve yüzde-bine varan ithal vergisinden muaf olarak ithal malları alabilme gibi olanaklar tanımıştır. Sayıya döküldüğünde, bu ayrıca­lıklar para ya da mal olarak aile başına 100,000 IL tutarken, Doğu­lular ayda 400-500 IL kazanabiliyorlar ve sekiz kişilik aileleriyle bir­likte 30-40 metre karelik bir ya da iki odalı yerlerde oturuyorlar.[153]

Düzenden yana olan Horowitz Kömitesi’nin verdiği sayılar bile, 1960 ve 1970 yılları arasında Doğulu topluluğun konut soıunun- da çok az bir iyileşme olduğunu göstermektedir. Bu dönemde, tek

oclııda üç ya da daha fazla kişi olarak oturan Batı kökenli ailelerin oranı % 12’dcn % 2’ye düşerken, Afrika-Asya kökenli ailelerde bu oran % 4.9’dan % 25’e düştü.[154] Ayın kaynaktan alman diğer veriler, iyileşme hızının Afrika ve Asya kökenli göçmenlerde, öteki bütün grup­lardan daha yavaş olduğunu göstermektedir; ayrıntılar aşağıdaki tab­loda özetlenmiştir:[155]

Göçün kökeni ve

zamanı

Asya ve Afrika

1948 öncesi 

194.8’den buyana  

Avrupa ve ABD

1948 öncesi 

1948’den bu yana  

Oda başına Üç ya da Daha Fazla Oturanların Yüzdesi

1960 • 1965   1970

İyileşme Oram

49

30

25

           6       2

1:6    

3.    Eğitim;

Eğilim ve konut sorunları birbiriyle sıkıca ilintilidir. Yoksul aile­ler düşük kira ile ev bulamadıklarından, ağır borçlar altına giriyor ve böylece başka şeylerden fedakârlık etmek zorunda kalıyorlar. Toplumsal yardım işlerinde çalışan İsrailli Alisa Lcvenberg bu olguyu şöyle açıklıyor:

“En çok sorun olan konu, ücretsiz olduğu durumda bile ucuz olmayan eğitim konusudur. Okul üniformaları ve yardımcı kitaplar harcama gerektiriyor; gidiş-geliş ve ders araçları pahalıya geliyor ve çocuklar işte çalışmayınca ge­lir kaybı oluyor. Bu yüzden, çoğu zaman gereksinimlere uygun da olmayan konut gideri için aileler eğitimden fedakârlık ediyorlar ve bu kısır döngü aşağıya doğru sürüp gidiyor.”[156]

Sayılar, Doğulular ile Eşkenaziler arasında geniş bir uçurum olduğunu gösteriyor. Szold Enstitüsünün 1972 tarihli bir incelemesinde 3-4 yaşlarındaki Doğulu çocukların % 47’si ana okullarına giderken, bu sayının Eşkenaziler için % 82 olduğu belirtiliyor. Okula kaydolan

Doğulu öğrencilerin ancak % 24’ü onuncu sınıfa kadar gelebilirken, Eşkenazi öğrencilerin % 55’i bu düzeye yükselebiliyor. 1973 yılında nüfusun % 60’ını oluşturan Doğulu topluluk ilkokullarda % 60, ortaokullarda % 30 ye üniversite öğrencileri arasında %10’luk bir oranda bulunuyor; üniversite mezunlarının ise, ancak % 3’ü Doğulu.[157] Szold Enstitüsünün incelemesinde 18 yaşın altındaki Israilli çocuk­ların % 40’nın bile aile reislerinin ilkokul mezunu olmadığı ve bu o- ranın Doğulular için % 55 iken ötekilerde % 16 olduğu ortaya çıkıyor.

Cincinnati Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği ya­pan Iraklı bir Yahudi olan Kenneth Kattan, Iraklı Yahudilerin I- rak’taki okullardaki sayısal durumunun İsrail’dekinden daha iyi olduğunu söylüyor. Kendisi Bağdat’taki tıp okulunda 60 kişilik bir sınıftaki 10 Yahudiden biriyken, 1951’den bu yana İsrail’deki bu tür okullara hiçbir Iraklı Yahudi alınmamıştır. Ayrıca, 1947 yılında Irak’ta yüksekokuldan 651 Yahudinin mezun olduğunu, oysa 1957 yılında İsrail’de 86 Iraklı Yahudinin yüksek okulu bitirebildiğin! ekliyor.[158]                                         . .

Eğitimdeki engel, yukarıda incelenmiş olan sosyo-ekonomik güçlükleri de etkiliyor; bütün bunlar Doğulu Yahudilerin İsrail toplumunun kenar kesiminde yaşadığını gösteriyor. Onların bütün­leşmesi acılı bir savaşımı ve önceliklerin temelli olarak yeni baştan değerlendirilmesini gerektirecek.

4.    Siyasal Katılma:

Aynı biçimdeki ayrım, devletin siyasal kuramlarında ve hükü­met organlarındaki temsil ve katılma sırasında da ortaya çıkıyor. Nüfusun % 6o’ını oluşturan Doğulular parlâmentoda % 20’lik bir temsil oranına sahiptirler.

Doğuluların Parlâmentoda Temsili[159]

Parlâmento (Knesset)                                      Doğuluların Yüzde si

İkinci                                ..  9

Altıncı ............................................................  20

Yedinci ...........................................................  15

Sekizinci .........................................................  16.6

Sekizinci Knesset’te yalnız 20 Doğulu vardı. Bunların n’i işçi ittifakından, 6’sı Likud’dan, 2’si Ulusal Dinci Partiden (Mafdal) ve ı’i Bağımsız Liberallerdendi. Doğulu topluluğun önde gelenlerinden ve eski Knesset üyesi Elie Eliachar, toplam Knesset üyelerinin altıda- birini oluşturan bu miktarın ancak sayısal olduğunu, çünkü bu Doğulu parlâmenterleriıı “Sefardik-Doğulu topluluktan çok Eşkcnazi siyasal partileriyle bağlı olduklarını” göz önünde tutmak gerektiğini söylü­yor.24 Yazar “bu durum İsrail demokrasisini karikatüre çevirmek­ledir”25 diye belirtiyor.

Bugün, yürürlükte olan seçim sistemi, seçmenleri siyasal parti listelerine bağlama yoluyla seçmen ile seçilen arasındaki doğrudan bağlantıyı önleyerek sosyo-politik düzeyleri siyasal örgütlenmeye ve kurulu sistem çerçevesinde siyasal iktidara yönelmelerine olanak vermeyen ya da toplulukları oy hakkından yoksun etmeğe yönelik bir nitelik taşıyor. Bu siyasal engelin en iyi örneği, sekizinci Knesset seçimlerine katılan altı listedeki adaylardan tek bir toplu temsilcinin bile seçilmemesiydi.26

Seçim sisteminin yanında, Knesset üyelerine kamu fonlarından ödenek verilmesi biçimindeki uygulama hâlihazırdaki üyeler karşı­sında yeni adayların aleyhine biı durum yaratmakta ve siyasal seç­kinler arasında gerçek bir akışı önlemektedir.

Dış İşleri, Güvenlik, Maliye ve Hukuk işleri konularında baş­lıca Knesset komiteleri Eşkenazilerden oluşuyor. Sefardikler’e ise, ancak Amerikan Senatosunda Başkan Yardımcısı kadar yetkili ve önemli bir niteliği olan göstermelik Knesset Başakanlığı ikram ediliyor.

Doğuluların kabinedeki durumuna bir örnek, On-Yedinci hükü­metteki toplam ıg üyeden 3’ünün, yani % 15.8’inin Doğulu olmasıdır. Raphael Penkler, ilk on-yedi hükümetteki bakanların etnik dağılımı konusunda Al Hamis'ımar’da. yayınlanan bir dizi incelemesinde, onun­cu hükümete gelinceye kadar, Müslüman ülkelerden göçenlerin kabineye giremediklerini gösteriyor;27 Eliahu Sasoon bu nitelikte olup da bakan olan ilk kişiydi.

Kabinedeki birkaç Doğulu üyeden biri olan Shlomo Hillel, polis örgütünün başı olan bakanlığa getirildiğinde Doğulu topluluk hiç de 2 * *

memnun kalmamıştı. Elie Eliachar kendi toplumlumun gereksinim­lerini karşılayacak bir görevi muhtemelen buna yeğleyecek olan Doğu­luların duygularım şöyle yansıtıyor:

“Ayrı bir Polis Bakanlığı olan hiçbir demokratik ülke bil­miyorum...Sefardikler’in Polis Bakanlığından fazla birşey istemediklerini vc onların asıl gereksinim duydukları şe­yin cemaatler arasındaki uçurumları sürdüren ve giderek genişleten nedenlere doğrudan müdahale edebilecek ve bu uçurumları kapatıp birleştirme yeteneği olan bir bakan­lık olduğunu Başbakan Bayan Golda Mcir’e bildirebilme olanağı bulmuştum. Sefardikler’in istedikleri bakanlık­lara örnek olarak da tskân, Eğitim, Çalışma ve Sosyal Gü­venlik Bakanlıklarını vermiştim.”[160]

Eliachar’m duygularını Sefardik topluluğunun önemli bir kesimi de anlaşılan paylaşıyordu. Sosyal Refah Bakanının Kasım 1975’de ölümü üzerine Sefardik topluluğu kendi aralarından birinin bakan olarak atanmasını hükümetten istedi; ancak Ulusal Dinci Parti (Mafdal) Sefardik olmayan birini aday gösterdi ve o seçildi. Sefaıdik sözcülerinden Şemşon Abizimr bu konuda Davar1 ân (16 Eylül 1975) çıkan yazısında, sosyal yardıma en fazla gerek duyanların büyük ço­ğunluğunun Sefardikler’in oluşturmasına karşın, bu yardımı kulla­nanların çoğunun Eşkeııaziler olduğunu söylüyordu. Yazar Maf­dal önderlerine “Mafdal adaylarına oy verenlerin çoğunluğunun Sefardikler olduğu basit gerçeğini” hatırlatmaktaydı. Bu durumda, Sefardikler’in kabinede temsil istekleri arasında, Eşkenazilerin teke­linde olan ve İsrail’deki tanımıyla “siyasal mutfağı” da,[161] yani Baş­bakanlık, Savunma, Dış İşleri ve Maliye Bakanlığını da katmaları durumunda hükümetin tepkisinin ne olacağı meraka değer.

Sefardikler’in yerel yönetimlerde, işçi sendikalarında ve ordudaki durumları da pek iyi değil. İsrail’deki valilerin ve yerel meclis baş- kanlarınm ancak % rg’ü Sefardik’tir. Yürütme Meclisi üyelerinin % 1 ı’i, Genel Kongre üyelerinin % 22’si ve Histadrut işçi kurulları üye­lerinin % 28’i Sefardik’tir.[162] Doğulu Yahudiler arasında egemen olan duygu, kendilerinin siyasal iktidara yönelmeleıine karşı çıkan kurulu düzenin onları bir savaşa çağırmakta hiç de tereddüt etmediği yönün­

dedir. Ekim 1973 savaşından sonra yayınlanan bir Kara Panter Bildiri­sinde şu soru soruluyordu:

“Kuzeyde ve Bar-Lev hattında dövüşen düzenli ordunun askerleri kimlerdir? Yerde ve tanklarda kim savaştı? On­lar yoksulların çocukları değiller miydi?”[163]

Ve Elie Eliachar aynı duygulan şöyle yansıtıyordu:

“Geçen savaşın bütün cephelerinde savaşan asker ve subay­larla konuşurken beni en çok şaşırtan, onlar (Doğulular) arasında savaş ve sonrasına ilişkin olarak oluşan görüş birliği oldu. Bunun özü şuydu; ‘Savaşta eşitler olarak öl­meye vardık; ancak bakalım barış zamanı eşitler olarak yaşayabilecek miyiz T ”[164]

Doğuluların piyade ve tankçı sınıflarında temsil oranı çok yüksek olmasına karşın, subay kadrosundaki oranı yalnız % 30’du.[165] [166] Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Doğuluların İsrail’deki ailele­rin 1 /4’ünü oluşturmalarına karşın, çocuklarının sayısı askerlik ça­ğındaki çocukların yarısından fazladır.33 Doğulular devlet görevlerin­de birinci derece memurluklarda hiç yoktur ve en yüksek üç derecede sayıları % 3 ile sınırlıdır.[167]

5.    Topluluklararası İlişkiler:

İsrail’deki etnik ilişkileri konu alan birçok incelemede, Sefardikler/ Doğululular ve Eşkenaziler arasındaki ilişkileri tanımlayan niteliklerin kuşku, öfke, horgörme, giderek tam bir düşmanlık olduğu belirtil­mektedir. İngilizce konuşan bir Hintli Yahudinin Kudüs’ün beyaz derili Eşkanezilerin oturduğu kesimi olan Hakarim’e taşınması güç olabilir. Milfred Shapiro, Siyonistler ve Sahralar (^ionists and Sabras) adlı yapıtında Doğulularla aynı masaya oturmayı bile reddeden Eşkenazilerden söz eder. A.B.D.’ndeki Eşkenazi Yahudiler arasında da bunlara benzer duyguların yaygın olduğu söylenmektedir. Paris’te yayınlanan aylık İsrail ve Filistin'in, yazı işleri müdürü Mazim Ghilan’a göre, orada Doğulular Kutsal Toprak’tan göçen anlamında yodım olarak nitelenmektedirler. Biri “İsa aşkına, bunlar insana Arapları anımsatıyor”17 bile demişti. Bir yanda Eşkenaziler koyu derili ve az gelişmiş Doğuluları hor görürken, öte yanda Doğulular da Eşkenazi göçmenlere tanınan ayrıcalıklara öfkelenmektedir. Arap Orta-Do- ğusu kökenli ailelerden gelen Yahudilerden oluşan Kara Panter Partisi sözcülerinden Saadia Marciano bu topluluğun duygularını şöyle açıklıyordu:

“Rusya’daki bir Yahudi dört saat hiçbir şey yemezse, bu bir açlık grevidir. Ama bir Sefardik çocuk tam on saat ağzına hiçbir şey koymasa, bununla kimse ilgilenmez. Be­ni Rus Yahudiierine artık İsrail’e gelme izni verilip verilme­mesi ilgilendirmiyor. Onlar buraya Yahudi devleti kurma­ğa mı geliyorlar, yoksa benim devletimi almağa mı? Biz Se- fardikler tek bir şey biliriz: Rusya’dan zulüm nedeniyle kaç­tığım söyleyenler buraya geldiklerinde beş odalı bir daire elde edebilmek için daha az yaygara koparmaları gerekir. Yirmi yıldır burada yaşayan bir Sefardik ek bir oda iste­yecek olsa, hükümet ‘tayıflar’ deyip geçmekten başka şey yapmaz.”[168] [169]

Tanınmış İsrailli hicivci Sylvia Keshet bu toplumlararası çatış­maya şu dipnotu ekledi:

“Küskün ve hayal kırıklığına uğramış gençlerin ağzından ‘İsrail bir Eşkenazi devletidir’, ‘Golda, bize Yidiş öğret!’, ‘Golda, bizi Rusya’ya gönder ki, haklara sahip göçmenler olarak dönelim’ gibisinden sözleri artık duymamak için’ temel sorunlara eğilinmelidir.”[170]

“Beit Yam 22” olayına katılanlardan Ovadia Nachum da Ntw York Times muhabirine şunları söylemişti:

“Burada doğup büyüyenlerin elde edemedikleri şeyleri onlar (Sovyet Yahudileri) neden elde edebiliyorlar? Sadece Eşkenazi oldukları için mi?”[171]

Topluluklararası evlenmeye karşı takınılan tutum da toplumsal bütünleşmenin bir başka göstergesidir. 1955’de İsrail’deki evlilik- İtrin % ıı.8’i karışıktı. Oıı-bcş yıl sonra bu oran % 17.5’a yükseldi. Tclaviv Üniversitesinden Y. Peres’in topluluklararası evlilik konusun­da, yüksek okul öğrencilerinin tutumuna ilişkin 1968’de yaptığı bit anketin sonuçlarına göre, Eşkenazi öğrencilerinin %39’u bu tür evliliklerden yana olduğunu açıklıyor, % 39’u bazı çekinceler koyuyor ve kalan % 22’si bütünüyle karşı çıkıyordu. Oysa, Sefardiköğre ncilerin, Filistin doğumlular da dahil, % 81’i bu tür evlilikleri onaylıyor­lardı.[172] Bu sayılar ayrıca açıklamaya gerek bırakmayacak kadar açık.

II.    Sosyo-Elronomik Uçurumlar Konusuna Çeşitli Yakla­şımlar:

“İki İsrail” olarak bilinen olguyu açıklayıcı örnekler sayısızdır. Bir stereotip olarak hemencecik tembel, gelişmemiş, cahil ve öğrene­mez diye niteledikleri ya da kendi yabancı geçmişi, adetleri ve ideal­leri yönünden “çevreye uymaz” gerekçesiyle bir yana ittikleri (çoğu kez de esmer derili) Doğululara karşı olan sağ-kanat antipati bu ör­neklerdendir. Bu durum, zengin ya da yoksul, kimi beyaz Amerikah- Iıların Amerikalı zencilere kaşı takındıkları ırkçı tavra koşuttur. Irkçı beyazlar siyahların kendilerini “kanıtlamaları”, kendi kendilerini ol­dukları yerden çekip çıkarmaları gerektiğini söylerler. Yani, aradaki uçurum bütünüyle topluluklara ilişkin bir sorun olarak görülür.

ikinci olarak, aradaki uçurumu daha liberal bir yaklaşımla topluluklar bağlamında değerlendirenlere de rastlanır. Sağ kanatın aksine, bunlar durumu iyileştirmenin sorumluluğunu Doğululara değil, hükümete yüklerler. Bu reformcu tutum liberal teşhis ve tedavi yöntemlerine bir örnektir. Kişisel çıkar burada başlıca yol gösterici ilkedir. Yukardan yapılan reformlar, alttan gelen bir toplumsal devrime karşı tek seçenek olarak görülür. Ulusal ayrıcalıkların (güven­lik, göç vb), yeniden değerlendirilmesi ve “böreğin” yeniden paylaştırıl­ması, liberallere göre “topluluklararası uçurumu” kapatacak tek anah­tardır. Elie Eliachar bunu şöyle anlatıyor:

“Bence güvenlik bayrağı iki yanlıdır; biri ‘savunmayı’ ifade eder, öteki de topluluklararası uçurumun kaldırılmasını. Bu sorunlar birbirinden soyutlanamaz. Parasal kaynak­larımızın bunun için yeterli olmadığı savı kabul edilemez. Megalomanyak tasarılar için akılsızca harcanan kamu fonları yukarda belirtilen yönde kullanılabilir; bu İsrail’in ‘iki İsrail’e’ bölünmesini önleyecek ve bizi, neysek o yapa­caktı: tek bir halk!’[173]

İbrani Üniversitesinden iktisatçı Michael Bruno’da şöyle sormakta: “Bugün önceliği olması gereken ulusal bütçenin, başarısı için yeterli bir koşul olarak değil, sorunları hafif göstermek için gerekli bir koşul olarak düzenlendiğine kuşku var

Diğer liberaller de hükümeti etnosentrik olmakla suçlayarak hükümet toplumsal ve kültürel uçurumu kapatmak için cesur adımlar atmadığı takdirde, “barış yapıldığı” zaman bile durumun daha kötü olacağı konusunda uyarıda bulunuyorlar.[174] [175]

Son olarak, Kara Panterler, Komünist Partisi (Rakah) ve İsrail Sosyalist Partisi (Matzpen) gibi grupların radikal yaklaşmandan söz etmek gerekir. İsrailliler Kara Panterleri, ilk kez 3 Mart 1971’de bir grup Doğulu genç Kudüs Belediyesinin önünde Doğulu Yahudi- lere uygulanan toplumsal, ekonomik ve ırksal ayrımı protesto ederken keşfettiler. Gösteriyi bastırma ve tutuklama gibi en yukarı katlarda kararlaştırılıp hemen alman önlemler eşitsizliğe karşı zararsız protesto gösterisi olarak başlayan hareketin radikalleşmesi sonucunu yarattı. Egemen grubun, onları Faslı Göçmenler Federasyonu aracılığıyla eritme çabası başarısızlığa uğradı ve Panterler giderek İsrail Yeni Solu olan Matzpen ve Siah’a yöneldiler.[176] 1972’ye gelirken, Panter­ler Doğulu Yahudilerin yoksulluğunu sınıf bağlamı içinde değer­lendirmeğe başladılar ve ertesi yıl Israilli Demokratlar ile birleşe­cek Dye (Yeter) adlı siyasal akımı oluşturdular.[177] Genel Sekreterliğe seçilen Iraklı Yahudi Şalom Kohen, akımın topluluk ayrımına dayan­madığını açıkladı; ancak hareketin temel amacının sosyo-ekonomik uçurumu kapatmak ve bütün topluluklardan aydınların, sanatçıların ve okumuş kişilerin desteğini sağlamak olduğunu belirtti.

Kohen’in tutucu üyeler tarafından gerçek amaçtan saparak, Filistinliler’in dâvasını destekleyen sol kanat gruplarla işbirliği yap­makla suçlanması üzerine, Haziran 1974’de bu akım içinde bir bölünme ortaya çıktı.[178] 1975’de Panterler sola ve barış kampına kay­dılar. Eylül ıgys’cle Bcersheba’dıı düzenlenen birinci parti kongrele- lerinde, Şalom Kohen partinin sosyo-ekonomik uçurum sorununa yaklaşımını şöyle özetledi'. “Bizim savaşımımız etnik ayrımla sı­nırlı değildir; İsrail proletaryasının sınıf savaşımının bağlamında değerlendirilmelidir. ”[179]

Kara Panterler reformcu ve devrimci yaklaşımlar arasında gidip gelirken, Matzpen Doğuluların yoksulluğunun devletin kapitalist Siyonist niteliğinden kaynaklandığı görüşünü savunuyordu. Matz- pen’e göre, Siyonizm’in Doğulu topluluğa uyguladığı aynın, Filis­tin halkının sürülmesi, yoksullaştırılması ve malına mülküne el konul­masından daha az kınanacak nitelikte değildi. Devletin sömürgeci niteliği İsrailli Yahudi işçilere Araplarla karşılaştırıldığında kaçınıl­maz olarak maddî ayrıcalıklar tanımış olmasına karşın, Doğulu Yalıu- dileri Eşkenazilerle eşitler düzeyinde bütünleştirme çabaları başarısız­lığa uğradı. Devlet, yabancı yatırımcıları ve Batılı göçmenleri çekmeye ve yerli yabancı kapitalistlere daha büyük kârlar için güvence ver­meğe yönelik ekonomik politikalar izlerken, çoğu Doğu Yahudisi ve Arap olan işçilerin sömürülmeleri de artıyordu.[180] Böylece, etnik ayrı­lıklarla sınıfsal ayrılıklar çakışmış oluyordu.

Ayrıca, İsrail’in Yahudi toplumunu “bütünleştirmek”deki ye­teneksizliği ya da isteksizliği devletin doğasının bir başka boyutundan kaynaklanmaktadır. Gerek Siyonizm’in, gerekse kapitalizmin dina­mikleri, niteliksiz ve yarı-nitelikli Doğulu Yahudisi işçinin eğitilmesi için kitlesel bir çabaya girilmesine karşıdır. Büyük miktardaki dış yardımın sonucu olan ekonomik büyümenin talepleri doğrultusunda, Siyonist düzen Batı’dan ve S.S.G.B.’nden usta işçiler devşirme yolunu seçerek Doğu Yahudileri topluluğunun kötü durumunun sürmesine neden oldu. Bu yaklaşım, devletin Siyonist-kapitalist niteliğinin, Bober’in öteki İsrail (The Olher Israel) adlı yapıtında incelenmiş olan bir başka yönünü güçlendirdi:

“Yahudilerin İsrail’e göçünün “Siyonizm açısından gerçek değeri bir yana, Doğu Yahudilerinin kitlesel bir yükselişi Siyonizm için aynı zamanda biı başka sorun yaratabilirdi; niteliksiz ve yarı-nitelikli işçiler arasında ortaya çıkan boşluk ancak Arap işçilerle doldurulabilirdi; bu da onların İsrail proletaryasının yaşamsal kesimlerine egemen olma- lan sonucunu yaratırdı. Siyonizm’in ileri gelenleri böyle bir şeye hoşgörü gösteremezlerdi. Sonuçta şu söylenebilir; İsrail toplumu saf Yahudi ve kapitalist olarak kaldığı sürece etnik bölünmeler giderek daha büyük oranda sınıf­sal bölünmelerle çakışacaktır.”[181]

Bober, bu tür bölünme ve farklılıkların Doğulularca sınıfsal açı­dan değil, etnik açıdan değerlendirildiğini ekliyor. Doğulular da tıpkı A.B.D.’ndeki “yoksul beyazlar” gibi, İsrail toplumunun en şövenist, fanatik ve ırkçı unsurlarıyla kaynaşıyorlar, yarı-Faşist Herut Partisini ve öteki sağcı akımları destekliyorlar.

Doğu Yahudilerinin yoksulluğu iıe devletin sömiirgeci-Siyonist niteliği arasındaki ilişkiye Matzpen bir başka boyut daha ekliyor. Soıunun özünde, Siyonizm’in iki büyük hedefi yatmaktadır: tam bir Yahudi devletinin önkoşulu “sürgündekilerin bir araya getiril- mesi”dir ki, bu da Doğuluların ikinci sınıf yurttaş durumuna so­kulmaları ve böylecc bütünleşmiş bir Yahudi devleti kurulması yo­lundaki ikinci amacın zayıflaması sonucunu yaratıl. Önemli olan soru şudur: bu durumda bir kısım Yahudilerin öteki Yahudi yuıt- taşlarm yanında kend'mi küçük gördüğü b'r saf Yahudi devleti nasıl savunulabilir ?

Ayrıca, dışardan yetenekli ve usta insanların getirilmeleriyle “gü­venliğin” vurgulanması herşeyden önce, Doğuluların yoksulluğunun nedenidir. Doğulular silâh için ekmekten fedakârlık ederek ve Batı’dan göçü özendirmek için uygulanan lüks yaşam koşullarının ve öteki ta­sarıların kefaletini ödeyerek en ağır yükü taşımaktadırlar.

Bu sömürülen unsurların bir gün gelip “Avrupalı Siyonist önder­lerinin muhteşem tasarılarının”[182] yükünü artık çekemeyeceklerine karar verip vermeyecekleri merak konusudur.

SİYONİZM VE DEVLETLER ARASI İLİŞKİLER

EMPERYALİZM VE SİYONİZM’İN ENTEL

LEKTÜEL KÖKENLERİ

EDWARD W. SAID

Emperyalizm, hem toplumsal, siyasal ve kültürel bir baskı sis­temi, hem de bir dünya görüşü olarak tüm çağların ortak olgusudur. Egemenliği sırasında pek çok kültür, kendi iradesini daha zayıf o- lan öteki kültürlere zorla kabul ettirmeğe çalışmıştır. Emperyalizm, değişmez bir biçimde, özel ve giderek gizli bir mitoloji ortaya koy­maktadır. Emperyalizmin efsanelerinden bazıları, güçlü bir kültürün üstün kültür olduğu; doğal hiyerarşiler yaratmak amacıyla gerçeğin kendisinin iradî olarak değiştirilebileceği; egemen ulusun efendi ırktan geldiği yolundaki ve benzeri görüşlerdir. Tüm bu düşüncelere şu ya da bu biçimde, bütün büyük Avrupa, Asya ve Amerika İmpa­ratorluklarında rastlanabilir.

Bununla birlikte, emperyalizm On-dokuzuncu Yüzyıl boyunca yeni ve güçlü bir biçim kazanmıştır. Herzl’in düşüncelerinin ve Fi­listin’in 1880’lerden itibaren sömürgeleştirilmesinin kökenleri, Siyo­nizm ve emperyalizmin ortak kökenleri On-dokuzuncu Yüzyıl Av­rupa entellektüel kültürünün tarihînde bulunabilir. Emperyalizm ve Siyonizm’in entellektüel köklerini çok kısa olarak ortaya koymak is­tiyorum, çünkü her ikisinin de kurbanı olarak, bizi hâlâ etkileyen ve On-dokuzuncu Yüzyıl siyasal ve kültürel düşünüşünün mirası olan baskı sistemlerinin epistemoloji, metodoloji ve tarihini yeterince far- kedemediğimiz kanısındayım. Bu nedenle, bunları tarihsel zenginlik­leri içinde tam. olarak görünceye kadar, ırkçılığı yeni bir şeymiş ya da zamanla ortadan kalkacak genç ve geçici bir olguymuş gibi dü­şünme yanılgısına düşeceğiz. Siyonizm’le emperyalizmin birbirlerin­den ilham aldığını, her ikisinin de, kendi üslûbuyla, Batı’nın siyasal ve entellektüel kültürün tam ortasında bulunduğunu ve ahlâksızlığın ya da adaletsizliğin değil, Üçüncü Dünya’nın Avrupalı olmayan ve renkli diye adlandırılan halkları üstünde egemenlik kurmağa yönelik bilimsel ve siyasal bir iradenin ürünleri olduğunu göstermeğe çalışa­cağım. Modern Avrupa emperyalizmine ve ırkçılığa karşı savaşım, bir uygarlık savaşımıdır ve bunu, kaynaklandığı düşünceler sistemini anlamadan sürdürmemiz olanaksızdır. Ancak, bunu anlarsak, onunla bilimsel bir biçimde savaşabiliriz.

Siyonizm’in bir parçasını oluşturduğu modern emperyalizmin yükselme dönemi, Hobson ve Arendt’in bu dönemin başlama tarihi olarak belirledikleri 1870’ten gerilere uzanır. Bir düşünce sistemi ola­rak emperyalizmin kökleri On-dokuzuncu Yüzyılın başlarında bulunur, -en etkili olduğu dönem, Avrupa’nın büyük güçlerinin geniş toprak­lar kazandıkları dönemle tam olarak çakışır. 1815 ile 1918 arasında Avrupa’nın sömürgeci imparatorluklarının Asya, Afrika ve Lâtin Amerika’da ellerinde bulundurdukları alanların dünya toplam yüzöl­çümünün % 35’inden % 85’ine yükseldiğini anımsamak gerekir. Öy­leyse, şu soruları sormak zorundayız: (1) Avrupa emperyalizminin temel nitelikleri nelerdi? ve (2) Siyonizm Avrupa emperyalizminin gerçek görüşlerinin sistemi içinden organik olarak nasıl ortaya çıktı?

Emperyalizm, tüm amacı toprak yönünden genişleme ve bunun meşrulaştırılması olan siyasal bir felsefedir. On-dokuzuncu Yüzyıl em­peryalizmi ve modern emperyalizm ile bunlardan önceki her türlü em­peryalizm arasındaki fark, On-dokuzuncu Yüzyıl emperyalizmi ve mo­dern emperyalizmin gerçeklik konusunda sistematik biçimde etkili ve yarı-bilimsel bir görüşe dayanmasıdır. Gerçekten, emperyalizmin ta­rihinin, modern bilimin oluşumunun ve tahrif edilmesinin, kullanımı­nın ve kötüye kullanımının tarihi olduğu söylenebilir. îşte, bunu vur­gulamak istiyorum. Modern bilimsel emperyalizmin bileşkenleri ön­ce felsefî ve ikinci olarak ekonomik ve topraksaldır. 1918’de Clemence- au, “gelecekte Fransa Almanya’nın saldırısına uğrarsa, Fransa’nın savunulması için siyahlardan oluşan birlikler toplamaya sınırsız bir hak”kı olduğuna inandığını söylerken, belirli bir bilimsel doğru- lulukla, Fransa’nın, siyahları, Poincarö’nin deyimiyle, beyaz sahip Fransız için ekonomik bir cephane haline dönüştürme güç ve bilgisine sahip olduğunu anlatmak istiyordu.

Bu gücün kaynağı, kendi meşrulaştırdığı bilginin ve eylemlerin belirli bir türüdür. Bu, Avrupa biliminin On-dokuzuncu Yüzyılın ba­şında, dünyayı ve onun sakinlerini daha güçlü-daha zayıf, geri-ileri, üstün-aşağı tipler olarak sınıflandırma ve tiplendirme konusunda ka­zandığı bilgidir. Modern emperyalizmin gerçek kökeni, sistematik sı­nıflandırma düşüncesidir ve bu düşünce -biyoloji, dilbilim, antro­poloji ve tarih gibi bilimlerde- On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa biliminin gerçekleştirdiği başlıca başarıdır. Emperyalizm bu düşünceden yola çıkarak çarpıklaştırılmış bir ilke elde etmiş ve bunu insanların dün­yasına kasten uygulamıştır. Örneğin, karşılaştırmalı anatomiye ba­karsanız, Linnacus ve Buffon’la başlayan ve Cuvicr’nin tüm doğayı, ayrı tür, tip, nitelik ve sınıflamalara ayırdığı ve bunların hepsine ayrı ve birbirine indirgenemez doğal özellikler veıdiği Le Regne Animal (1817) adlı yapıtıyla doruk noktasına ulaşan sınıflandırma bi­limini (taxonomj>) farkedebilirsiniz. Cuvier bunu, tamamen Danvin’in düşüncelerinin geliştirilmesi ve yanlış olarak insanlara ve toplumlara uygulanmasına benzeyen bir biçimde ileri götürmüştür: ona göre, insanların kendileri de beyaz, kırmızı, sarı, kahverengi ve siyah tiplere ayrılabiliyordu; beyazlar makul, anlayışlı, egemen; siyahlar ağır tabiatlı, bazı şeyleri etraflıca düşünebilme yeteneğinden yoksun; sarı­lar, plânlı ve sessiz; kızılderililer ise vahşi, öfkeli vb. idiler. İnsanları farklı sınıflara ayıran bu tür kavramlar, Gobineau’nun yapıtlarında ve daha sonra Spengler’de tam ırkçı ifadelerini bulmuş ve yoğun biçim­de yer almışlardır.

Karşılaştırmalı anatominin ve doğa tarihinin sınıflandırma yön­teminin destekleyicisi dilbilimin sınıflandırma yöntemiydi. Dil aile­lerinin etno-kültürel ve ırksal tipler olarak sınıflandırılması William Jones, Franz Bopp ve Friedrich Schlegei gibi dilbilimciler tarafından dil aileleri ya da grupları arasındaki yapısal ve tarihsel akrabalıkların bulunmasıyla başlamıştır. 1808’de Schlegei, bir yanda Hint-Alman ya da Aryan dilleriyle, öte yanda Hami-Sami dilleri arasında bir fark gördüğünü söylüyordu. Aryan dilleri yaratıcı, canlı, estetik açıdan hoş dillerdi; Sami dilleri ise mekanik, kendini yenileme yeteneğinden yoksun, yalnızca basitti. Daha sonra, Ernest Renan, Schlegel’in bu tipolojisinden yola çıkarak, üstün bir Aryan’la Aryan olmayan aklı, kültürü ve toplumu ayıran büyük farkı genelleştirmiştir.

Kültürel-antropolojik başka bir sınıflandırma yöntemi de, gezgin­lerin, hukukçuların ve sömürge yöneticilerinin yaptıkları ayrımlara da­yanıyordu. Bu sınıflandırma sistemi, bilimsel açıdan doğrulanabilir bilgiye dayanıyor gibiydi. Bir yanda uygarlaşmış ve ilerlemiş toplum­lar, öte yanda geri ve uygarlaşmamış toplumlar bulunuyor. Uygar bir insanın toprağı işleyebileceğine, yararlı şeyler üretebileceğine, yara­tabileceğine, başarabileceğine, inşa edebileceğine inanılıyordu. Top­rak onun için yararlı ve verimli olmasına karşın, uygarlaşmamış toplumun elinde ya kötü kullanılır ya da bozulmaya terkediiirdi. Mo­dern Avrupa sömürgeciliğinin büyük mülksüzleştirme akımları, Ame­rika, Afrika ve Asya topraklarında yüzyıllarca yaşamış tüm toplam­ların, bu topraklar üstünde yaşama haklarının ellerinden birden alındığını söyleyen bu öğretiden doğmuştur. Robert Knox’un Siyah Irklar'd'â. (The Dark Ra-'es) açıklanan öğretisinde, insanlar, beyaz ya da gelişmiş üreticiler, kara ya da aşağı tüketiciler olarak bölünmüştür; John Westlake ve Emer de Vaartel’in öğretisinde topraklar (oturu­luyor olsalar bile) boş ve uygar alanlara ayrılıyor ve bu topraklar beyaz Avrupalının bunlar üzerindeki yüksek hakkı temelinde teslim almıyordu. Afrika, Asya ve Amerika’da milyonlarca hektarlık toprak­lar, böylece, birden boş ilân edilmiş, bunların halkları ve toplumlar! yok edilmiş ve buraları gene aynı biçimde bizden üstün beyazlar tarafından doldurulmuştur.

Avrupa’da 1870’ler boyunca, toprak elde edebilmeleri için an­cak bilimsel olarak ortaya çıkarılmayı gerektirecek ölçüde belirgin coğrafî toplumlar mantar gibi yayıldı. Böylece, modem bilimle em­peryalizm arasında, sonucu o zamana dek görülmemiş bir felâket, insanlar için ölçüsüz bir sefalet, sınırsız baskı, tarifsiz bir belâ olan bir evlilik yapıldı. Siyah, sarı ve kahverengi derililerin halk olmadıkları ilân edildi, toprakları ellerinden alındı, statüleri bir kalem dar­besiyle bütünüyle ortadan kaldırıldı. Bu insanlar, kızılderililerin toplama yerlerine (rezervasyonlara), siyahların bantustan’lara ve ba­zı dönemlerde kadınların evlerine, suçluların hapishanelere, akıl hastalarının tımarhanelere ve hastahanelere hapsedilmeleri gibi hapsedildiler. Bu nedenle, emperyalizm yalnız fetih değil, aynı zamanda tarihe yakışmaz diye ilân edilen insanlığın hapsedilmesi ve saklanması sistemidir. Lord Gromer’in 1908’de söylediği gibi, bağımlı ırklar yönetilmek zorundadır - kendi kendilerine bırakılmamahdırlaı. Bütün bunlar bilim, kültür, yüksek ussallık adına yapıldı ve söylendi. Şimdi size emperyalizmin doğurduğu düşünsel koşulu göstermenin en iyi yolu, belki de, General Sherman’ın Buffalo Bili ve onun Batı Amerika’daki kahramanlıkları üstüne yazdığı mektuptan bir parça aktarmaktır:

“Missouri Nehriyle Kayalık Dağlar arasındaki ovalarda, 1865’te yaklaşık 9,5 milyon kadar manda vardı; şimdi bun­ların hepsi yokolmuş -etleri, derileri ve boynuzları için öl­dürülmüşler. Mandaların yeri, onların iki katı kadar cins sığırla doldurulmuş olsa da bu, saldırı, zulüm ve cinayet gibi görünmektedir. O tarihte yıllık yiyeceklerini sağlama­ları açısından, bu mandalara bağımlı olan 165,000 kadar Pawnee, Sioııx, Cheyenne, Kiowa ve Arapahoe yaşıyordu. Şimdi, onlar da yokolmuş ve onların yerlerini, toprağını gül

gibi açtıran, sayılan, vergi veren, doğa ve uygarlık yasalarıyla yönetilen, onlardan iki-üç kat fazla beyaz erkek ve kadınlar almıştır. Bu değişiklik yararlıdır ve sonsuza dek sürecektir.”

Kari Marx bile 1853’te İngiliz sömürgeciliği ve Hindistan hakkında yazarken, örneğin zalimliğine karşın İngiliz sömürgecili­ğinin Hintlilerin yararına olacağını ve onları Doğulu gcri-kal- nuşlıklar içinden çekip çıkaracağım ve modern halk durumuna dö­nüştüreceğini söylerken, kendini bu tür düşüncelerden kurtaramamış- tır. Benzer bir biçimde, Fransız ozanı Lamartine, 1833’te Filistin ve Suriye’yi gezmiş, binlerce kasaba ve insan tanımış, yine de insansız topraklar, sınırı olmayan beldeler, gerçekliği olmayan toplumlar gör­düğünü açıklayabilmiştir.

Öyleyse, beyaz Avrupa emperyalizminin başlıca özellikleri şunlar­dır: (1) topraksal yayılma; (2) öteki toplumlar üstünde üstünlük kur­ma isteği; (3) tüm doğayı ve insanlığı bilimsel olarak etnosentrik, ile- ri-geri, gelişmi,ş-az gelişmiş, normal-suçlu, üstün-aşağı zihniyetler, top­lumlar, diller, türler gibi ayrı sınıflamalara bölme; (4) bunların hep­sini, amacı dolaysız fetihleri bilimsel bir örtüyle, giderek insancıl bir nezaketle gizlemek olan hukuksal, topraksal, ırksal ve toplumsal öğ­retiler olarak mâkulmüş gibi gösterme.

Siyonizm’de olduğu gibi, On-dokuzuncu Yüzyılın dilbilim, ant­ropoloji, biyoloji ve sosyoloji sınıflamalarının çoğunda Samilerin -Sami dillerini (Arapça, İbranice, Amhari ve Mehri dilleri vb.) konu­şanlar- aşağı oldukları kabul ediliyordu. Siyonizm’in anti-semitizm denen şeye ve Dreyfus olayı gibi adaletsizlik örneklerine bir yanıt olarak doğduğu doğru olmakla birlikte, ilk Siyonistler, Doğu toprak­larına ilişkin emperyalist düşünüşün biçimini, felsefesini, dilini ve Üs­lûbunu Avrupalı çevrelerden almışlardır. Hannah Arendt’in işaret ettiği gibi, Yahudi sermayedarlar (örneğin, Baron Hirsch ve sonraları (Rothshild’ler) sömürgeci tasarıların desteklenmesi girişiminde zaten ön plânda bulunuyorlardı. Gene de, Filistin üstündeki Siyonist tasarı, aynen îngiliz, Fransız, Alman, Amerikalı ve Rusların toprak geniş­lemeleri için kullandıkları deyimlerle biçimlenmişti, tik Siyonistlerin Filistin’e yönelmesi, Avrupalılarm boş ve uygarlaşmamış ilân ettikleri topraklara yönelmeleri gibiydi. Yerli Araplar geri yada yok kabul edi­liyordu. Filistin’deki Yahudi hakları, Tasmanya’da, güney, doğu, batı ve kuzey Afrika’da, boydan boya Asya ve Amerika’da aynı şeyi yapan güçlü Avrupa emperyalizminin hukuksal, giderek metafizik diliyle belirlenmişti. Siyonizm’in trajik körlüğü, yalnızca Avrupalılarm Ya- hileliler üstündeki baskıları içinde değil, Avrupa’nın siyah, sarı, kahve­rengi ve kırmızı halklar üstündeki baskısı arasında ve onun bir parçası olarak doğmuş olmasının altında yatmaktadır. Yine de Siyonizm müttefikini ezilenler arasından değil, ezenler arasından seçmiştir.

Sonuç olarak, halksız toprak kavramı Westlakc’in oturulmayan arazi kuramıyla tamamen aynı şeydir. “Yahudi Emeği” (Avodah İvrit) ve Asya’da, bulunduğu yerle bağdaşamamış, ayrı bir Avrupalı bölge kavramları, Leopold de Saussure’ün yeni kazanılmış topraklarda yerli ve Avrupalı yapıların ayrı tutulması gereğinden söz eden sav­larıyla tamamen aynıdır. Yahudiler için sınırsız bir “Dönüş Yasası” tanınması ve bunun Yahudi olmayanların hiçbirine tanınmaması, Asya, Afrika ve Amerika’daki her beyaz kolonide bulunabilecek, aynı kavrama dayanmaktadır. Herşeyden önemlisi, Yahudi “ırkı”mn varlığına ilişkin militan bir kavram, yalnızca eskiden beri Hıristiyan Avrupa’da Yahudilere uygulanan zulümden değil, Gobineau, Stevvart Chamberlain ve Renan'm ırk tipolojilerinden doğmuştur.

Öyleyse, Siyonizm, teorisi ve pratiğiyle, Avrupa emperyalizminin daha alt düzeyde bir yinelenmesidir. Marx’ın, Üçüncü Napolyon’un, amcası Napolyon Bonaparte’m gülünç bir taklidi olduğunu söyleme­sine benzer biçimde, Siyonizm’in de Avrupa emperyalizminin gülünç bir taklidi olduğu söylenebilir. Siyonizm, emperyalizm gibi, ideolo-, jisini oluşturduğu devletin içinde devlet kuramlarından, İsrail basket­bol ligine kimlerin katılıp kimlerin katılamayacağına; kimin Yahudi sayılabileceğine; kimlerin bir noktadan bir noktaya seyahat edebile­ceğine; kimin toprağa sahip olabileceğine kadar herşeyi yöneten -ve bozan- bir düşünce sistemidir. Yani, Siyonizm ve emperyalizm­den söz ettiğimiz zaman, aynı sülâleden gelen, aynı gereksinimlerden doğan bir düşünceler ailesinden söz etmiş oluyoruz.

Ve eğer -zenciler, Arâplar, aşağılanan İtalyanlar, Endonezya­lIlar, çekik-gözlüler gibi- bazılarımız insan haklarına sahip olma ko­nusunda bilimsel bir biçimde ehliyetsiz ilân ediliyorsak, bizi hâlâ elinde tutan ve insan olarak bizim vazgeçilmez haklarımızı yadsıyan tutsaklık, mülksüzleştirme, sömürü ve baskı sisteminin tümünü teşhir ve imha etmek için birleşmemizin zamanıdır. Ortak dâvanın ve kar­deşliğin gerçek bir dünya kültürünü yaratmak görevimizdir. Ancak, savaşımımızı sürdürebilmemiz için önce zinciılerimizin farkına var­mamız, onları anlamamız ve kırmamız gerekmektedir. Ve şimdi, en azından kendi yarattığımız zincirlerle bağlanmaya rıza göstermek zorundayız.

          I.

SİYONİZM VE EMPERYALİZM

GUY BAJOIT

İdeoloji ve emperyalizm sözcüklerinin anlamlan kişiden kişiye çok değiştiği için bu iki sözcüğe benim verdiğim anlamları açıklamak istiyorum.

ideoloji, toplumsal ilişkilere anlam kazandıran ifadelerin tutarlı bir bütünüdür. “Anlam kazandırmak” deyimiyle, bu ilişkilerin top­lumsal oyuncularının, sözkonusu ilişkileri doğal, kabul edilebilir, gerçek, doğrulanabilir, meşru gördüklerini, kısacası, saçma değil, mantıklı bulduklarını belirtiyorum. Böylece, oyuncular, bu ilişkilerin tüm üstün niteliklere sahip oldukları duygusuyla, onlara, böyle dav­ranmak zorunda oldukları için değil, kendiliklerinden, içtenlikle katı­lırlar.

Bu açıdan, Siyonist ideoloji, Yahudileri ve onların Yahudi olma­yanlarla ilişkilerini gösteren, canlandıran ve tarihlerini yorumlayan, dolayısıyla Siyonist akıma anlam veren bir sistemdir. Başka bir deyim­le, Siyonist ideoloji Yahudilerin (ya da Yahudi olmayanların) Filistin’ de bir Yahudi devleti yaratılmasını normal, meşru ve doğru bulma­larını ve bunu “Yahudi sorunu”nun tek çözümü gibi görmelerini sağlar, ya da sağlamayı amaçlar.

İdeoloji, toplumsal oyuncunun, katıldığı toplumsal ilişkilerin sınıf ilişkileri, iktidar, etki, yetki ve güç gibi farklı sistemleri içindeki konumunun doğrudan bir ürünüdür. Hiçbir düşünce, hiçbir temsil sistemi, insanın ya da dünyanın algılamasının hiçbir biçimi mutlak ya da evrensel değildir. Tümü zaman ve yerle temelden ilişkilidir ve hiç­biri kendi başına iyi ya da kötü değildir. Hepsi, toplumsal oyuncunun, davranışını belirleyen toplumsal ilişkiler içindeki konumuna göre deği­şir.

Siyonist ideolojiyi anlamak ve onu biçimlendiren kavram ve dü­şünceleri açıklamak için, Yahudilerin katıldıkları ve hâlâ katılmakta oldukları değişik toplumsal ilişki sistemleri için, belirli bölgelerdeki (Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail) ve belirli dönemlerdeki (ı88o’clen günümüze) konumlarını anlamak gereklidir.

Emperyalizm, bir devletin ötekisi üstünde egemenlik kurma hareke­tidir. Bu egemenlik kurma pek çok biçimde olabilir: (i) ekonomik- yağma ve malların eşitsiz değişimi; dış yatırım, ucuz işgücü ile yeni ve daha geniş pazarlardan yararlanma; (2) siyasal- zorla kabul ettirilmiş yönetim kurumlan ve askerî baskı; (3) kültürel- düşünce sistemlerinin ve örgütlerinin işleyişlerini yöneten kurallar. Egemenlik, bir devlet tarafından, başka bir deyişle, fetih amaçlarıyla meşrulaştırılmış şiddete başvurma gücüne sahip bir toplumsal oyuncu tarafından uygulanır.

Bu tür dış fetih herzamarı, fethi gerçekleştiren devletin eylemi­ni, üzerinde kurulu olduğu toplumun ulusal bir tanımına dayandır­dığını. ifade eder. Böylece, emperyalizmin öbür yanı her zaman ulus­çuluktur: Ulusçu ideoloji, emperyalist ideolojinin bir gerekçesidir. Bir devlet, yalnızca eğer kendi dayandığı toplumun öteki toplumlardan farklı bir tanımını verebiliyorsa, başka bir devlet karşısında eylemini sürdürebilir. Birşey, eğer “içerde” olan başka bir şey varsa, “dışarda” olabilir.

Toplumun örgütlenme temeli, ister kent, tımar, bölge, ülke, im­paratorluk ya da kıt’a, ne olursa olsun, bu sav doğruluğunu korur. Ekonomik artığın birikim modelini hangi üretim araçları oluşturursa oluştursun, sav yine doğrudur. Emperyalizm yalnızca kapitalist devlete özgü değildir, öteki devletlerle ilişkilerinde bir egemenliğe dayanan her devlet için geçerlidir. Emperyalizm Haçlılardan, sömür­geleştirmeden ya da öbür hegemonya biçimlerinden söz edildiğinde bir güç ilişkisi anlamına gelir.

Sorun:

Ele aldığımız sorun, Siyonist ideolojiyle emperyalist akım arasın­daki ilişkiyle ilgilidir. Bir başka deyimle, 1880 ile günümüz arasında egemen olan ülkelerin emperyalist siyasetinin, Siyonist ideolojisinin ortaya çıkışının, gelişmesini ve başarısını nasıl ve ne ölçüde açıkladığı­nı görmeğe çalışacağız.

Bu soruna ilişkin en basit yaklaşım, Siyonist ideolojinin bellibaş- lı tezlerini ele almak ve bunların, emperyalist yayılmanın ideolojik tez­lerine ve gereklerine ne ölçüde bağlı olduğunu görmektir. Bu konuda biz toplumbilimsel bir yaklaşım benimsemek zorundayız. Bu tür tar- tıkmalarda daha sık görülen ahlâkçı, giderek hukuksal bir bakış açısı benimsemek anlamsız ve tehlikelidir. Siyonizm’in kötü bir şey olduğu­nu, Yahudilerin haklı olmadıklarını sonsuz bir biçimde tekrarlamakla ne kazanılabilir? Emperyalizm ve ırkçılık gibi Siyonizm de vardır ve bunların hepsi güçlüdür. Siyonizm’in gelecekteki evrimini önceden kestirebilmemiz ve böylecc bu evrimi hızlandırmak ya da yavaşlatmak amacıyla etkili bir siyasal strateji benimsememiz için, onun tarihini açıklamamız ve kökenlerini, gelişmesini, birbirini izleyen dönüşüm­lerini anlamamız gerektir.

Siyonizm, becerikli bir biçimde, kendini koşullara uydurmayı ve dönüştürmeyi başarmış ve bu yoldan çeşitli stratejileriyle Batı emperyalizminin desteğini elde etmiş ve Yahudi devleti kurma tasa­rılarını uygulamaya koymuş siyasal bir akımdır. Anlamamız gereken, bunu nasıl başardığıdır.

Benim bu çalışmadaki varsayımlarım şunlardır: Siyonist akımın ilk kez ortaya çıktığı geçen yüzyıl sonundan beri emperyalizm iki ayrı strateji izlemiştir:(ı) Daha çok Avrupalı güçler tarafından uygulan­mış ve İkinci Cihan Savaşı’nm sona ermesinden sonra ortadan kalk­mağa başlamış olan sömürgeci emperyalizm ki, geleneksel Siyonizm bu tür emperyalizme tekabül eder; ve (2) öncelikle A.B.D.’nin uygula­dığı ve bu ülkenin siyasal ve ekonomik egemenliği eline geçirmesiyle başlayan hegemonyası emperyalizm. İsrail Devletinin 1948’den beri uy-, guladığı İsrail Siyonizmi de emperyalizmin bu türüne uymaktadır. 1971-75 ekonomik bunalımıyla birlikte (herşeyden önce Amerikan, ama aynı zamanda Avrupalı ve Japon) yeni bir emperyalist strateji gelişmeğe başlamıştır. Bu stratejiye de pasifist emperyalizm diyelim.

Sözkonusu üç strateji, egemenlik altındaki diğer ülkelerin eko­nomik, siyasal ve kültürel bağımlılıklarını sürdürmek için kullan­dıkları temel yöntemle birbirinden ayrılır. Sömürgeci emperyalizm, metropol dışındaki toprakları kendine katar ve buralarda oturan top- lumları metropol devletinin doğrudan yönetimi altına sokar. Hege­monyacı emperyalizm, emperyalist devletin dolaysız askersel gücünü kullanır. Pasifist emperyalizm ise, çok-uluslu buıjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki ittifakları korumak için bağımlı devletlerin askersel gücünden yararlanır.

Biz şimdi, Siyonizm’in, kendini bu üç emperyalist stratejiye uyar­layabilmek amacıyla geçirdiği değişiklikleri inceleyeceğiz.

I.    Siyonist Akım ve Sömürgeci Emperyalizm:

i. Siyonizm’in İdeolojik Savları:

Bu savlar iki grupta toplanabilir: Tahııdi tarihinin yeniden yorum­lanmasına ilişkin olanlar ve Siyonist uygulamaların mesutlaştırılmasına ilişkin olanlar.

Siyonist tarihin yeniden yorumlanması şu üç temel kavrama dayanmaktadır: Birlik, teklik ve süreklilik.

Birlik: Dünyadaki Yahudi toplumlarmın temel niteliğini oluş­turan dağınıklık, sayısız bölünme ve farklılıklar karşısında Siyonistler, Yahudi birliği düşüncesini yeniden canlandırmaya çalışmışlardır. Tüm Yahudilerin “bir” olduğu ileri sürülmüştür. Bu “bir” nedir? Bir ulus, bir halk, bir ırk.

Teklik: Siyonistler aynı zamanda, özellikle A.B.D. ve Batı Avrupa’ da Yahudileri tehdit eden, toplum tarafından özümsenme tehlikelerini görerek bu ulusun, bu halkın, bu ırkın tekliğini yeniden dile getirmiş­lerdir. Yahudilerin farklı olduğu savunulmuştur. Ne bakımdan? Kül­türleri, değerleri ve uygarlıkları bakımından. Bu tekliği öne sürerek yalnızca Yahudilere kendi kişilikleri konusunda bir fikir vermek değil, öteki ulusların, halkların ve ırkların muhalefetini de açıklamak müm­kündür. Çünkü Yahudiler farklıydılar; diğer uluslarla, halklarla, ya da ırklarla bir tutulamazlardı; öyleyse, Yahudiler mevcutturlar, ama anti-semitizm tarafından dağıtılmışlardır. Çünkü Yahudilerin teklikleri değişmez; anti-semitizm ise evrensel ve şifa bulmaz bir olgudur.

Süreklilik : Siyonist plânı doğrulamak amacıyla Siyonistler, Yahu­dilerin bu kendilerine özgü birlik ve tekliklerini, dağılmalarından önce­ki zamanlara uzatmak ve bu dağılmadan ötürü anti-semitizmi suçla­mak durumundaydılar. Başka bir deyişle, Filistin, kendi tek kültü­rüyle Yahudi ulus, halk ve ırkının tarihsel ve coğrafî beşiği durumuna getirilmeliydi. Ayrıca, Siyonistler, bu özel birliğin tarih içinde hiçbir zaman bozulmadığını ve Yahudi halk ve ulusunun “Vaadedilmiş Toprak”a dönmeyi herzamân istemiş olduğunu söylemek zorunday­dılar.

Bir kez bu bağlama yerleştirilince, “Yahudi sorunu”nun tek çözümünün Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması olduğu sonu­cuna varmak aşikâr, doğal, doğru ve meşru olmaktadır. Öyleyse, ya­kardaki yaklaşımdan “doğal olarak” kaynaklanan ve Siyonist tasarıyı meşrulaştırmaya yönelik savlar şunlardır: (a) Yahudi halkının Filistin’e dönmesi ve bu ulus için bir devlet kurulması doğal (her ulu­sun bir devleti vardır) ve tarihsel (Filistin, Yahudilerin, anti-semitizm tarafından terke zorlandıkları ana-yurdudur) bir haktır, (b) Yahudi ulusu için bir devlet kurulması, Yahudi sorununun tek çözümünün (Ya- hudiler farklı bir ulusturlar ve anti-semitizmin de tedavisi olanaksızdır) ve Yahudi halkının durumunun (Yahudilerin diğer toplumlar içinde durumları anormaldir; buralarda geçicidirler, orada otururlar fakat yurtsuzdurlar) normalleştiı ilmesinin tek yolunu oluşturmaktadır. Menfada kurtuluş olamaz, (c) Filistin, Siyonistlerin tanımladıkları biçimiyle “halksız bir toprak” olduğuna göre, dönüş herhangi bir sorun yaratmaz. Bu durumda, onu neden “topraksız bir halk”a vermemeli? Filistinliler ne bir ulus, ne de bir halktır; az çok barbar, uygarlaşmamış bir kabileler grubudur, (d) Yalnız dönüş sorun yaratmamakla kalmayacak, uygar bir akım olan Siyonizm bu geri bölgeye modern uygarlığı, ekonomik gelişmeyi, kültürel yet­kinliği, siyasal demokrasiyi ve toplumsal adaleti getirecektir, (e) Ayrıca, Siyonizm sosyalist bir harekettir, çünkü Filistin’e adalet ve demokrasiye dayanan bir toplum sokmayı tasarlamaktadır; önderleri, insanın bir başkası tarafından sömürülmesine karşı çıkan sosyalist öncüleridir.

Yahudileri seferber etmek ve Filistin’de bir devlet yaratma ta­sarılarını meşrulaştırmak için Siyonist akım tarafından geliştiri­len başlıca ideolojik savlar bunlardı ve bugün de hâlâ bunlardır.

Bu savların “doğruluğu”nu tartışacak değilim. Yahudi tarihinin bir yorumuna karşı bir ötekini savunmaktan, ya da Siyonist düşünce­lerle kendi temellerinde savaşmaktan çok, Siyonist düşüncelerin sos­yolojik bir çözümlemesini yapmak amacindayım. Bu fikirler nereden geliyor? Neden -hâlâ- başarılı olabilmektedir? Emperyalist akım ve kapitalist Batı ideolojisiyle aralarında ne gibi bir bağ vardır?

2. Sömürgeci İdeoloji ve Siyonist İdeoloji:

Siyonist ideolojinin temel savlarını açıklığa kavuşturduğumuzda, bu savlarla, sömürgeci akım içindeki Batılı devletlerin emperyalist ideolojisinin savlarının benzerliği dikkati çekmektedir.

Sömürgeci uygulamalarını meşrulaştırmak ve halklarını sömür­geci fetihler için seferber etmek amacıyla, Avrupa ulusal devletleri hep aynı savları kullanmışlardır: (a) Devletlerin sınırları içindeki insan

topluluklarının birliği, ulusluk düşüncesinin yüccltilmesine dayandırıl­mıştır. Burjuva devrimlerinden sonra Fransızlar, îngilizler, Alman­lar vc benzerleri kendilerini bir ulus olarak bir anayurtta birleşmiş bir halk gibi hissetmelerine yönelik bir ideolojik bilinçlendirmeye maruz, kalmışlardır. Bu ulusçuluğun abartılması, sözkonusu uİust larm kendilerini ve dolayısıyla öteki toplulukları birer ırk olarak tanımlamalarına yol açmıştır; Nazizm buna bir örnektir. Bu birlik, ulus kavramlarıyla ilgili olarak algılandığında, sınıf çatışmasını ön­lemek olan iç amaca ve Avrupa’nın öteki topluluklarıyla olan çatış­maları haklı gösterme ve sömürgeci istilâları meşrulaştırma olan dış amaca hizmet ediyordu. Irk düşüncesi, herşeyden önce, sömür­geleştirilmiş halklarla ilişkili olarak kullanılmıştır. Bu yüzden, ulus, halk ve ırk düşünceleri modern anlamda tarihsel düşüncelerdir ve dikkate değer bir biçimde (bütünüyle değişse de) sömürgeciliğin doğrulanmasına hizmet etmişlerdir. Sömürgeci ideoloji, ulusçu ide­olojinin öbür yüzüdür, (b) Avrupa halklarının ulusal birliklerine ilişkin bu önerme, bunların tekliklerine ilişkin önermeyle yanyana- dır. Tüm ülkelerin yurttaşlarının zihinlerinde filizlenen ve hâlâ yaşayan sayısız ulusal ve genellikle küçük düşürücü ön yargılar m hatıılanması bu durumun kanıtlanması için yeterlidir, Siyonist akını gibi, Batılı devletler de tarihlerini belirli bir ulusal birlik çerçevesin­de yeniden yorumlamışlardır. Herhangi bir Avrupa ülkesinin bir tarih kitabını okuyun! Bu teklik, Siyonist akımda olduğu gibi, ulu­sal kültür ve ulusal değerler adı altında ele alınmaktadır, (c) Avru­pa ulusçuluğuna temel oluşturan özel birlik, herzaman sürekli bir şey gibi görülmüştür. Eski Çağlar’dan kopmayı temsil eden Orta Çağa­dan sonra, Rönesans, Yunan ve Roma kaynaklarına dönüşü gerçek­leştirmiştir. Her ulus, yaşadığı zamanı, kaçınılmaz olarak Eski Çağ­lara uzanan, tekniğini ve sürekliliğini bu çağla doğrulayan bir geçmiş içinde garantiye almağa çalışmaktadır, (d) Son olarak, Avrupa dev­letleri, yine Siyonist akım gibi, uygar olmadığı söylenen dünyada vi­lâyetler, manda toprakları, protektoralar, kısaca, sömürgeler kurma­yı doğal hakları saymışlardır. Bu yüzden, o dünyanın toplumlarını kendi toplumlarından farklı olarak, ulus ya da halk değil, barbar kabileler olarak görmüşler, bunlara modern uygarlığın, ekonomik ilerlemenin, demokrasinin ve benzeri nimetlerin getirilmesinin ken­dilerine düşen bir görev olduğunu düşünmüşlerdir.

Bu kısa çözümleme, Siyonist akımın sömürgeci oluşumun ideolo­jisine göre modelleşmiş bir ideoloji ürettiğini göstermek için yeterlidir.

Ancak, Siyonizm’in savlarının sömürgeci savlardan temel bir noktada ayrıldığını belirtmek gerekir. Siyonist tasarı, sömürgeci bir macera olsa da, önceden varolan bir devlet üstünde yayılan bir ulusu içermemektedir. Siyonist tasarı, özel olarak, kendini bir ulus ve bir halk olarak gören, ama devleti olmayan bir toplum için bir devlet yaratmaktı. Böyle bir tasarıyı meşrulaştırmanın tek yolu, sömürge­ciliğin savlan arasında bulunmayan açık biçimde Siyonist akıma özgü bir kavram olan dönüş fikrini vurgulamaktı. Sömürgeci istilâcılığın kullandığı hak, başkalarını uygarlaştırma hakkıyken, Siyonist tasa­rının kullandığı hak dönüş hakkıdır.

Bu durum böyle bir tasarıyı sürdürmenin tek yolunun neden başka bir devletin sömürgeci yayılmasından yararlanmak ve bu isti­lâyı neden bu başka devletin, İngiltere’nin peşinde gerçekleştirmek olduğunu açıklıyor. Bu, aynı zamanda, başka devletlerin desteğini kazanmanın tek yolunun neden anti-semitizm savını vurgulamak ol­duğunu da gösteriyor. Kendiliklerinden güç kullanarak bir istilâya giri­şecek araçlara sahip olmadıkları için Yahudiler, sürekli zulüm gör­düklerini ve anti-semitizmin şifa bulmaz doğasını öne sürerek ve Yahudi sorununun tek çözümünün bir devlet yaratılması olduğuna dikkati çekerek menfadaki Yahudilerin ve öteki devletlerin desteği­ni kazanmak zorundaydılar.

Son olarak, Siyonist akım kendine özgü bir başka görünüşe de sahipti: Kurulacak devlet Tahudi olmak zorundaydı. Ama bu, Kongo’nun Belçikalı, Cezayir’in Fransız olmasına benzemiyordu. Yahudi dev­leti öncelikle ve ideal olarak bütünüyle (kendi metropolü olmayan) Yahudilerden oluşacaktı. Böylece, sömürgeci güçlerin yaptığı gibi, bir başka insan topluluğunun, insan gücünün, kaynaklarının, pazar­larının sömürülmesi değil, daha çok Filistin toplumunun kendi top­raklarından çıkarılmasının meşru bir yolunu bulmak sözkonusuydu. Bu meşruluk, çelişkili olarak, sosyalist savdan ve Yahudi halkının duru­munun normalleştirilmesi düşüncesinden yararlanarak sağlanmış- mıştır.

Siyonist akım sosyalist düşünceye uymak amacıyla uygarlaş­tırma savını toplumsal adalet savıyla kaynaştırmak zorunda kaldı. Böylece, Filistinli işgücünün sömürüsünü engellemek için Filistinliler önce Siyonist Yahudilerin yerleştikleri tüm topraklardan, sonra da Siyonist devletten atıldılar. “Yahudi emeği, Yahudi ürünleri” sloganı böylece ortaya çıktı.

Normalleştirme savı aynı amaca yöneliktir. Bir devletin yaratılması için bir sanayi çalışanları ve bir tarım çalışanları sınıfına gereksinim vardı. Tarihsel nedenlerden ötürü Yahudilcr, tarımsal ya da sınaî çalışmaya pek ahşkan değillerdi. Bu yüzden, “normal” bir halk duru­muna gelmek, onlar için tarlalarda ve fabrikalarda kendilerinin çalış­masını gerektiriyordu.

Bunlardan ne sonuç çıkarabiliriz? Eğer emperyalizm bir ulusun bir öteki üstünde egemenlik kurmasına olanak veren bir akımsa, Siyo­nist akım açıkça sömürgeci bir akımdır. Ama, sömürgeciliğin özel bir biçimidir; bir Yahudi devleti kurma amacına sahip olması bakı­mından da, tarihsel olarak kuşkusuz tek biçimidir. Bildiğim kadarıyla, hiçbir sömürgeci ulus, kendi halkı için bir devlet yaratmamıştır.

II. İsrail Devleti ve Hegemonyacı Emperyalizm:

İsrail devletinin ideolojik savlarının özel niteliğini anlamak istiyorsak, önce şu iki şeyi anlamalıyız: (i) İkinci Cihan Savaşı’nı izleyen sömürgelikten kurtuluş akımından sonra emperyalist stratejide oluşan değişmeler ve (2) İsrail devletinin tarihine damgasını vuran özgül varoluş koşulları.

1. İsrail İdeolojisi ve Devletin İşleyişine İlişkin Gerekleri:

İsrail devletinin siyasal sözlüğü Siyonist akımın başlıca savlarını açıkça içermektedir. İsrail, özellikle Arap Rönesansmclan sonra güçlü olmak zorundaydı; bunun için, Yahudilerin bu bölgeye büyük sayılarda göç etmeleri ve menfada bulundukları ülkelerde erimeleri gerekliydi. Yani, dönüş, anti-semitizm, Yahudi halkının birliği ve tekliği savları­nın vurgulanması sürdürülmeliydi.

Ancak, İsrail ideolojisi, devlet pratiğinin gereklerinden doğan yeni savları da içermektedir. Bir devlet bir akım değildir. Toplumsal ilişkileri örgütlemek, başka deyimle, sınıf egemenliğini, siyasal iktidarı ve etkiyi iç yönetim ve dışsal gücü işin içine sokmak zorundadır. Toplu­mun işleyebilmesi için meşrulaştırılmış şiddete süreklilik kazandırılma­lıdır. Ve eğer şiddet meşrulaştırılacaksa, devlet, örgütlediği toplumsal ilişkilere anlam veren bir ideoloji üretmek zorundadır.

İsrail devleti halkına, ilk olarak, nasıl var olduğunu açıklamak üze­re kendi tarihinin bir yorumunu sunmak zorundadır. O zaman, Yahu­dilerin bir devlet kurma savaşımı, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir ulu­sal kurtuluş savaşımı olarak gösterilecektir. Belli ki bu açıklama pek ustaca yapılmış olup, İsrail devleti, böylcce, sömürgeciliğe karşı akıma tarafmış gibi görünmekte ve kendi sömürgeci niteliğini beceriklilikle gizlemektedir. Ama Üçüncü Dünya ülkeleri buna pek kanmış görün­müyorlar. Ayrıca,' İsrail devleti için tarihini yeniden yorumlama gereksinimi, topraklarını nasıl elde ettiğini ve daha önce, buralarda yaşamış olanların artık neden orada bulunmadıklarını açıklamak zo­runda olduğu anlamına da geliyor. Yapılan açıklama, toprakların uygun bir fiattan satın alındığı, Filistinlilerin Arap devletlerince yapılan propagandadan korkup kaçtıkları için bu topraklarda ol­madıkları yolundadır. Filistinliler şimdi göçmendirler (böylece, hâlâ bir ulus ya da bir halk olarak.tanınmış değillerdir) ve kamplarda ya­şamlarım sürdürmektedirler, çünkü Arap devletleri onları bünye­lerine kabul etmemekte, onlardan, gerilim ve savaş yaratmak ama­cıyla yararlanmak istemektedirler, işte, bu yüzden, Filistinliler günümüzün belâsı teröristler olup çıkmışlardır!

ikinci sav, bir İsrail ulusal birliği kurma sorununa ilişkindir. Herhangi bir toplum gibi aşırı biçimde heterojen toplumsal-kültürel gruplardan oluşan ve çatışan çıkarlara sahip siyasal güçlere ve top­lumsal sınıflara bölünmüş olan İsrail toplumunun, iç çatışmaların gelişmesine izin vermemesi (herhangi bir başka toplum için geıeken­den daha fazla) gereklidir. Bu nedenle, dıştan gelen Arap tehdidiyle sürekli olarak güçlendirilen, kültüre ve dine dayalı bir kutsal birlik çağ­rısı yapılmaktadır. İsrail kendini denize dökmek isteyen “Arap Golyat” ın sürekli soykırım tehdidi altındaki “küçük Dâvut”tur 1 Anti-semitizm, bu kutsal birliğin bir başka silâhıdır: Bu yüzden, a.ııti-Siyonizm’iıı her türü sistematik biçimde anti-semitizmle karıştırılmıştır. Üstelik, iç birlik elbette güç yoluyla tamamlanamayacaktır. Devletin totaliter olduğu bir ülkeye göç etmeleri için Yahudilcri bulundukları ülkeyi terketmeye kim zorlayabilir? Öyleyse, bir hükümet biçimi olarak si­yasal demokrasiye saygı duyulmalıydı. Bu sağlanmasaydı, yalnız Yahudiler göç etmeyi reddetmekle kalmayacaktır. İsrail de Batılı ülkelerin resmî desteğini yitirecekti.

Üçüncü sav, İsrail devletinin, ilişkilerim, toplumlar-arası çevresi­ne uydurmasını sağlamaktadır. Orta Doğu’da İsrail, kendine düşman bir çevrede yalnız kalmış durumdadır. Bu nedenle, askerî güce sahip olduğu düşüncesini, karşılık verme gücünün ve savunma yete­neğinin etkililiğini geçerli kılmak zorundadır, ama bunda hiçbir zaman aşırıya kaçmamalıdır: İsrail hiçbir zaman saldırmaz, yal­nızca kendini “savunur” ve “misilleme”de bulunur. İsrail, aynı zamanda, güvenlik, güvenilir ve tanınmış sınırlar isteğinde bulunur­ken barış isteğini ortaya koymak ve anlaşmazlığın nedeni olarak Arap tarafından böyle bir isteğin bulunmadığını öne sürmek zorundadır. Yahudi toplumu çerçevesinde de, İsrail devleti, önermekte olduğu çözüm yolunun geçerliliğini sürekli olarak savunmalıdır. Böyiece, tüm Yahudiler adına konuşmalı, “Yahudi devleti” çözümünün tek doğru çözüm yolu olduğunu göstererek kendini, Yahudi kültürünün ve Yahudi ulusunun yeniden doğuşunun yurdu olarak sunmalıdır. Des­tekleri yaşamsal önem taşıyan büyük güçler karşısında İsrail devleti kendini, yani teknolojik maharet, ekonomik ilerleme ve siyasal demokrasi gibi Batılı değerlerin Orta Doğu temsilcisi olarak gös­termek zorundadır. Son olarak, Üçüncü Dünya karşısında da kendini, bir siyasal istikrar ve özgürlük ortamında ekonomik ilerlemesini gerçekleştirmeyi başarmış bir ulusal kurtuluş akımı olarak göster­mektedir.

İsrail ideolojisinin bellibaşlı bu üç savı, herhangi bir devletin, toplumunun işleyişini güvence altına almak için çözmek zorunda olduğu şu üç temel sorunla çakışmaktadır: İç birliğin sağlanması, öteki devletlerle ilişkilerin düzenlenmesi ve kendi tarihine anlam verme sorunu. Bunlar özellikle ulusal sorunlardır, ama gördüğümüz gibi ulusçuluk ve emperyalizm aynı şeyin iki yüzü gibidir.

a.    İsrail İdeolojisi ve Emperyalizm:

İsrail devleti, tarihte, tam Batı emperyalizminin strateji ve bi­çim değiştirdiği anda yaratılmıştır.

Emperyalist strateji uluslar arasındaki güç dengesine bağlıdır; uluslararası işbölümü de bunun sonucudur, ikinci Cihan Savaşı’ndan sonra ve aynı zamanda bu savaşın bir sonucu olarak, uluslararası güç dengesinde bir değişiklik ortaya çıkmıştır. Savaşta yıkılan Avrupa sömürgeci bağlarını çözmeğe başlamış, İngiltere ve Fransa’nın sömür­ge imparatorluklarının çökmesinden yararlanmağa kalkışan, Woodrow Wilson’dan beri ulusların kendi, geleceklerini kendilerinin belir­lemesi doktrinini savunan Amerika Birleşik Devletleri olmuştur . Böy- lece, geniş bir sömürgelikten kurtuluş akımı başlamış, birçok ulus bu akım süresince bağımsızlığını resmen kazanmıştır. Siyonist akım bu süreç içinde becerikli bir biçimde kendine yol açmış ve A.B.D.’nin desteğiyle İngiltere’nin zayıflamasından yararlanarak bir devlet kurmayı başarmıştır.

Amerikan desteğini yitirmek bu yeni devletin işine gelmiyordu; bu nedenle İsrail A.B.D. ile bir ittifak andlaşması imzaladı; İsrail ekono­misi güçlü değildi. İsrail, yabancı sermaye girdisi olarak yılda 500 milyon-ı milyar dolar istiyordu. Bu para yalnızca menfadaki Yahudi- dilcrden, ve A B.D. başta olmak üzere, Batılı devletlerden gelebilirdi. Buna karşılık, İsrail’in Orta Doğu’daki emperyalist Amerikan strate­jisine bir dizi hizmette bulunması bekleniyordu: Arap pazarlarını kırmak ve Arap birliğini önlemek, Arap ulusal akımını ve halkçı oluşumları parçalamak, Arap ülkelerini ekonomik gelişme yerine savaşa yatırım yapmağa zorlamak, ilerici olmayan Arap rejimlerinin iktidarda kalmasını sağlamak için “günah keçisi” rolünü üstlenmek gibi...

Alışılmamış bir sömürgeci akım olan Siyonizm, böylece, aynı biçimde alışılmamış olan emperyalist bir devletin, İsrail’in kurul­masına yol açmıştır. İsrail, hem emperyalist, hem de bağımlı bir devlet olduğu için, bağımlı güçler adına emperyalist işlevi yerine getiri- riyordu. Emperyalizmin bu alışılmamış görüntüsü dünyadaki tek ör­nek değildir: Brezilya ve İran da emperyalizme böylesine hizmet eden devletlerdir. Ayrıca, İsrail emperyalizmi Batılı güçlerden fark­lı olarak ekonomik egemenliği (yatırım, pazar, işgücü) içermemekte (ya da çok sınırlı ölçüde içermekte), daha çok savaş yoluyla uygula­nan tipik askersel emperyalizm niteliğini taşımaktadır.

Son olarak, İsrail işlevinin, Orta Doğu’da Amerikan emperya­lizminin “bekçi köpekliği”ne indirgenemeyeceğini kabuk etmek gere­kir. İsrail kendi stratejisine uygun olarak, Siyonist sömürgecilik tasarısını izlemektedir. Ve kendi halkını kolonileştirilmiş topraklara yerleştiren bir sömürgecilik akımı, Amerikan emperyalizminin stra­tejisiyle mutlaka uyuşmak zorunda değildir. Elbette, Siyonist akımın sömürgecilikle tam olarak çakışmaması gibi, İsrail ideolojisinin de emperyalist ideolojiye tam olarak tekabül etmemesi de şaşırtıcı değildir.

Büyük güçlerin egemenlikleri altında tuttukları ülkeler karşısında kullandıkları emperyalist dil, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemelerinden, ulusal kurtuluştan, barış içinde bir arada yaşama­dan, modernleşmeden, ekonomik ve teknolojik kalkınmada işbirliği ve benzerinden söz eder. Başlıca savları, emperyalist güçlerin, bağımlı ülkelerdeki ekonomik, siyasal ve kültürel varlığını meşrulaştırmağa yönelmiştir. İsrailliler, güvenilir ve tanınmış sınırlar içinde barıştan söz etmeleri dışında, Araplarla konuşurdun bu türden bir dil kullan­mamaktadırlar.

Bunlardan çıkarılacak sonuç ne olabilir? İsrail devleti Orta Doğu’ da kuşkusuz emperyalist bir işlev yerine getirmektedir. Ancak bu, emperyalizmin (ona askersel hizmet biçiminde) belirli bir türüdür ve İsrail, yalnızca emperyalizmin bir hizmetçisi durumuna indirgene­mez, çünkü kendine özgü sömürgeci bir tasarı olan Siyonizm’i izle­meğe devam etmektedir.

III.    İsrail Devleti ve Yeni Emperyalist Strateji:

Yukarda söylenenlerden, Siyonist tasarının Filistin’i sömürge­leştirmedeki başarısının bütünüyle, İsrail’in Batılı güçler, özellikle A.B.D. adına emperyalist bir işlev görmesine bağlı olduğu sonucuna varabiliriz. Tamamen Araplarla savaştığı için İsrail, Siyonist tasarıyı sürdürebilmesi, yani Yahudilerin “dönüşünü” ve devletin Yahudili­ğinin sürekli sağlanması bakımından gerekli olan (ekonomisini den­geleyen sermaye, ekonominin işlerliğini sağlayan işgücü, silâhlar, nüfusunun çoğunluğu için yüksek yaşam standardı gibi) maddî yardımı elde edebilmektedir. Ama İsrail, yine savaştığı için Orta Doğu’da, kendine düşman bir ortamda tecrit edilmiş durumda ve ekonomik açıdan Batıklara bağımlı kalmaktadır. Böylece, İsrail, bağımlılığının ve emperyalizmin kısır döngüsü içinde hapsolmuş bulunmaktadır.

Siyonist bir Yahudi devleti oarak İsrail’in varlığının sürmesi, şu nazik dengeye ve şu koşullara bağlıdır: (i) İsrail toplumunun yüksek yaşam düzeyine ve dolayısıyla ekonomik güce ve sürekli bir dış tehdi­din varlığına dayanan birliğin korunması; (2) Menfadaki Yahudilerin “dönüş” için, ya da en azından anti-semitizm karşısında bir sığınak görevini yerine getirecek bir Yahudi devletinin sürekli varlığında bulu­nan çıkarlarının korunması; ve (3) İsrail’in ekonomik açığının büyük kısmını karşılayan A.B.D. ve Batılı güçlerin koşulsuz desteği. Eğer bu koşullardan biri, ya da daha fazlası ortadan kalkarsa, İsrail devleti Siyonist tasarının öngördüğü biçimde bir Yahudi devleti olarak var­lığını sürdüremeyecek, Çünkü kendini ayakta tutan maddesel araç­lara artık sahip olamayacaktır.

Yahudilerin bulundukları toplumlar tarafından özümsenmesi dışında bu üç koşulun varlığına yönelik başlıca tehdit, Orta Doğu’da varılacak olan barıştır. Bu barış nereden gelebilir? Barış, A.B.D.’nin Orta Doğu’da emperyalist stratejisini değiştirme gereksinimini duy­ması ve bir Amerikan-Arap ve Avrupa-Arap ittifakını başlatmasıyla doğabilir.

îştc, 1973 Savaşından beri yaşanan tanıamiyle btıdur. Emper­yalistler, Orta Doğu barışı üzerine konuşmaktan, sıkılmışlardır ve şim­di onu uygulamaya çalışmaktadırlar. Bu “pax americana”nm önündeki tek engel, Filistin direniş hareketidir. Emperyalistler, bu yüzden, Filistin direnişini ortadan kaldırma uğraşı içindedirler.

Bu gelişmelere bir açıklama getirmek üzere şu varsay ımları önermek istiyoruz : Bir “uygarlaştırma” projesinin altında yatan her üretim ve birikim biçiminin, bu projeyi uygulayabileceği topraksal- örgütsel bir tabanı olmalıdır. Bu taban, üretici güçlerin gelişme dere­cesine göre dar ya da geniş olabilir. Ayrıca, bu örgütsel taban, top­rak içinde bir iç birliği vc bir iş-bölümünü gerektirir. Bu taban, kapitalist üretim biçiminin tarihi içinde, önce kent (ticaret kapi­talizmi), sonra ulus olmuştur. Bu ulus, üretici güçlerin büyümesi vc ve sermayenin odaklaşması gibi büyüyen vc gitgide tüm ülkeyi saran endüstri gelişmesinin eksenini oluşturmuştur. Ulusal kapitalizm, îkinci Cihan Savaşı’nın birkaç yıl öncesine kadar Batı Avrupa’nın uyguladığı geleneksel sömürgeciliğe dayanan bir iç iş-bölümüylc birlikte gelişmiştir.

İkinci Dünya Savaşı, ulusal kapitalizmden çok-uluslu kapita­lizme geçiş sürecini, aynı zamanda, uluslararası iş-bölümünde bir geçiş sürecini başlatmıştır. Başka bir deyişle, savaşın sona ermesinden sonra kapitalizmin topraksal temeli değişmeğe başlamıştır. Egemen ülkelerde bu değişiklik kendini, ulus kavramının ve ulus kavramını içeren siyasal kurumlanıl aşama aşama reddedilmesiyle, bağımlı ülke­lerde ise, emperyalizmin biçiminde ortaya çıkan bir değişmeyle göster­miştir. Sömürgecilikten kurtuluşu olanaklı kılan da bağımlı ülkeler­deki bu değişmedir.

İlk aşamada, bu sömürgecilikten kurtuluş bağımlı ülkelerde, kurtuluş akımlarının topraksal-örgütsel tabanı olarak ulus kavramı­nın doğmasına yol açmıştır. Ama bu ulus kavramı içeriği bakımından egemen ülkelerde geçerli olan kavramdan farklıydı. Anwar Abdcl Malik’in ortaya koyduğu gibi, bu kavram, bir “ulusçuluk”tan çok “ulusalcılık” niteliğindeydi. Başlangıçta bu ulusalcı tasarı Ameri­kan emperyalizmine iyi uyuyordu; çünkü herşeyden önce, Avrupa emperyalizmine karşıydı ve böylece güç dengesinin yeniden belirlen­mesine vardım etmekteydi. Yeni ulusları karşı karşıya getiriyor, on­ları bölüyor ve sosyalizm aleyhine kapitalizmin etki alanının geniş­lemesine olanak veriyordu.

Bu ulusalcı tasarı Amerikan emperyalizmine artık uygun düş­memektedir. Bunun birinci nedeni, söz konusu ulusalcılığın temel olarak Amerikan emperyalizmine yönelmiş olması ve A.B.D.’nin bu akımı kendi askerî gücüyle çevrelemesinin çok pahalı bir duruma gelmesidir. Dolayısıyla, emperyalizme hizmet eden yerci askerî güç­lerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bağımlı ülkelerde askerî rejimlerin yaygınlaşan varlığı bu sürecin bir görüntüsüdür. Bu ulusalcı tasarının A.B.D.’ye yönelik olduğunu söylerken, elbette, Güney Doğu Asya’yı, bağlantısız ülkeleri, ham madde üreticisi ülkeler arasındaki itttifak- ları, yeni ekonomik düzen yararına gelişen hareketi ve benzerlerini kastediyorum. Sözü edilen olgunun ikinci nedeni, İkinci Cihan Sa- vaşı’nııı sonundan beri kapitalizmin yapısının uluslararası olma yö­nünde radikal biçimde değişmiş olmasıdır. Bu, en azından, şu üç an­lama gelmektedir: Doğu-Batı yumuşaması, Avrupa ve Japonya’da Amerikan çok-uluslu kapitalizmine rakip kutupların gelişmesi ve pek çok bağımlı ülkede çok-uluslu kapitalizme bağlı bir burjuvazinin oluşması. Özellikle bu son gelişme, ulusalcı tasarının da de ötesinde bir eğilimin varlığını açıkça göstermektedir.

Bu çözümlemede, Amerikan emperyalizminin stratejisinde köklü bir değişikliğin oluşturduğunu görebiliyoruz. A.B.D. stratejisi, artık, Vietnam’da olduğu gibi, silâhlı kuvvetler aracılığıyla ulusalcı akım­larla savaşım anlamına gelmemektedir. Bu strateji, Amerikan çok­uluslu kapitalizmiyle, ona bağımlı ülkelerdeki burjuva sınıfları ara­sında, mümkün olduğu kadar ittifak yapılmasına dayanmaktadır. Bu yeni ittifaklar, bağımlı ülkeleri denetleyen (Lâtin Amerika tipin­de) askerî rejimlerle korunmak zorundadır.

Böyle bir strateji, uluslar arasında ticaretin ve- yatırımların iş­lerlik kazanmasını ve dolayısıyla, bir yandan ulusal resmî çevrelerin desteğini, öte yandan barışı -silâhlı çatışmanın varolmamasını- gerek­tirir. Devlet aygıtına sıkıca bağlı olan bu çok-uluslu burjuvazi grup­larının pek çok Orta-Doğu ülkesinde gitgide ortaya çıktığı bence aşikârdır. Bunlar, diğer ülkelerde bir tekno-bürokrasi devleti biçimini alırken, İsrail ve Mısır’da daha çok özel burjuvazi niteliğine bürün­mektedir. Orta Doğu barışının, bu çok-uluslu plâna yaygınlık kazan­dırması gerekir ve bu barış, bölge ülkelerindeki ulusalcı ya da ulusçu tasarıların zayıflamasıyla gerçekleştirilebilir. Gariptir ki, çok-uluslu tasarının, Orta Doğu’daki yeni Amerikan stratejisinin karşısına çıkan sorunlar, geleneksel sömürgeci Siyonizm, Filistin direnişi ve Suriye İsrail ilişkileri sorunlarıdır.

Bu barışı gerçekleştirmek üzere, Amerikan emperyalizmi, itti­fakları özendirmek amacıyla bölgedeki Arap devletleri içinde siyasal değişikliğe yol açmak; İsrail’i, topraksal yayılmaya yönelik Siyonisı tasanda koşulsuz olarak desteklemekten vazgeçmek; Filistin direnişini zayıflatmak ve Golan Tepeleri sorununu çözmek zorundadır.

Tarihin garip işlerini bir kez daha görüyoruz: İsrail’in doğuşuna yol açan gelişmelerin aynıları bugün onu yolundan alıkoyacaklardır.

SİYONİST YERLEŞME SÖMÜRGECİLİĞİ­

NİN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ

ABDÜLVEHAB M. EL-MESSÎRÎ

Filistin’deki Siyonist toprak parçası Batılı devletlerin bazı ekono­mik ve nüfus sorunlarını çözmek ve askerî harekât için bir üs görevi yüklenmek amacıyla destekledikleri yerleşmeci sömürgeciliktir. Bütün bilinen yerleşmeci sömürge toprakları genelde uzak bir coğrafya böl­gesinde olmasına karşın, destekleyen devletle güçlü bağlantılarını koruyan yabancı bir halkın oturduğu ayrı birimler durumunda­dır. Belki de bu yüzden, hemen hemen hepsi, sömürgecilik merkezi ile bağları kolay kurmak ve malzeme yollarını güvende tutmak için, kıyı bölgelerinde oluşurlar. Yerleşmeci sömürge toprakları, Afrika ve Asya’ya açılan kapı olarak İsrail kuzeyde ve Güney Afrika da güney ucunda olmak üzere, Afrika’yı çepeçevre sararlar. Cezayir, Angola ve ve. Mozambik’teki yerleşmeler de yuvarlağı tamamlar.

İsrail’in öteki sömürgeci girişimlerle ortak birtakım yanları vardır. Tarihsel kökeni ve özel durumu birleşerek, ona hep birlik- likte bakıldığında, özel bir sömürge tipi oluşturan dört belirgin özellik vermiştir.

Bu özelliklerin ilki ve cıı önemlisi olarak, Siyonist yerleşmeci sömürgeciliği teori ve uygulamada, nüfus transferi ilkesine dayan­dırılmıştır. Düşünce olarak Avrupa’da doğmuş olmasına karşın, Siyonist toprak parçası genel olarak Avrupa’daki nüfus fazlası için bir çıkış noktası olmayacak, yalnız Yahudi yerleşme yeri diye kullanı­lacaktı. Siyonist yerleşmecilerde toprağa oturup onun doğal ve insan kaynaklarını sömürmek için değil, buralara “yeniden sahip çıkmak”, ama bu toprakları yerli halk almaksızın ele geçirmek amacıyla geldiler. Oysa, yerleşmeci sömürgeciliğin birçok biçimlerinde bir toprak işgal edilir, oraya yabancı bir halk yerleşir ve yerlileri sömürmeğe başlar. Öte yandan, Siyonist yerleşmeci sömürgecilikte (Siyonizm’in özelliği herhalde buradan geliyor) toprak alınır, yabancı insanlar yerleşir ve yerli halk da “transfer” edilir.

Ola ki, Siyonizm, bu yönden yerleşmeci sömürgeciliğin en “saf” biçimim temsil eder. Transfer siyaseti yerleşen toplumun iç istik­rarım garanti etmeğe yardımcı olmaktadır; aynı zamanda, yerinden edilen toplumun ekonomik ve kültürel yapılarım da baştan sona bozar. Bcn-Gurion de Gaulle’e, Cezayir sorununun bir çözümü ola­rak, Fransızların kıyı bölgesini boşaltmalarını, sonra oraya kendi adamlarını yerleştirmelerini ve bu toprak parçasını da bağımsız bir devlet olarak ilân etmelerini önerdiğinde, bu yerleşmeci sömürgecilik tipini ileri sürmüş oluyordu.

Siyonist yerleşmeci sömürgeciliğin bu özelliği Siyonist olmayan- larca herzaman anlaşılmamıştır. Kari Kautsky Taklidiler Bir Irk mı­dır? adlı klâsik yapıtında buna dokunuyor. Yazar, Filistin’deki Yahudi sömüıgeriliğinin “orada kalmak ve yerlileri kendilerine bağım­lı kılmanın dışında onların topunu birden dışarı çıkarmak” niyetlerini açığa vurduğundan, yerleşen Yahudilerin Arap bağımsızlık savaşımı sırasında büyük acı çekeceklerini belirtmişti.1 Bugün, sosyalist eği­limli Matzpen İsrail’de Siyonist sömürgeciliğin- bu yönünü sapta­yıp hem Filistinliler, hem de İsrailliler için tam sonuçlarını belirten az sayıda gruptan biridir.

Siyonist yerleşmeci sömürgeciliğin ikinci belirgin özelliği destek­leyicilerinden, aynı zamanda, hem bağımsız, hem de onlara bağımlı olmasıdır. Tüm yerleşmeci devletler, gelişmelerinin şu ya da bu aşa­masında, bir destekçiye gereksinim duyarlar. Bağımlılığın derecesi, süresi ve biçimini bir sürü tarihsel ve siyasal koşul belirler. Angola ve Cezayir gibi nüfus transferi temeline oturmamış olan toprak par­çaları, güçlü bağlarını koruduğu ve ondan kendi için bir kimlik duygusu yarattığı anayurda bütünüyle açıktır. Anayurdun dediği bir çeşit yasadır, çünkü bu toprak parçası onun neredeyse organik bir bölüntüsüdür. Bir çıkar çatışması belirir ve bu toprak pahalıya patlar ya da zorluklar çıkarırsa, ortadan kaldırılır. Eski yerleşen­ler de anayurtlarına dönerler ve anlaşmazlık böylece anayurt yararına çözümlenmiş olur.

Nüfus transferi temeline bağlı toprak parçaları ise, destekleyici devletten yavaş yavaş daha fazla özerklik ve bağımsızlık kazanma eği­limindedirler. Yerleşenler yönetimi ergeç kendi ellerine alır ve büyük ölçüde kendi içine kapalı bir devlet kurarlar; bunun bir örneği Güney Afrika’dır. [183]

Siyonistleriıı kendi devletlerinin bağımsız olmasını istedik­lerine kuşku yoktur. Cecil Rhodes Wcizmann’a ‘‘Fransız dcnctimi”nc ilişkin itirazlarını sorduğunda, Siyonist önder Fransızların, îııgi- lizlcrin aksine, “herzaman halkın işine karıştıklarını ve onlara /’esprit français (Fransız ruhu) denen şeyi kabul ettirmeğe,” çalıştıklarını söylemişti.[184] Ancak, olaylar gösterdi ki, Siyonist toprak parçası bu tip­lerin hiçbirine benzemedi. Hem belirli ölçüde bağımlı kaldı, hem de bir miktar bağımsızlıktan yararlandı. Bu gerçek, Siyonizm’e özgü bir­takım öğelere bağlanabilir.

Siyonist yerleşmeciler sadakat borçlu oldukları ve bunun karşı­lığında, sömürge dönemi sona erdiğinde, korumasına sığınacakları tek bir Avrupa ülkesinden gelmediler, öteki Avrupah yerleşmeci sömürgecilerin aksine, Siyonistlerin bir “anayurd”u yoktu; onun yerine yalnızca belirli bir noktaya kadar gitmeğe hazır ama herzaman bir “üvey-ana”ları vardı. Üvey-ana üvey-çocuğu, o üvey-çocuk kendini ne denli kullandıysa o kadar kullandı. Destekleyicilerle Siyo- nistler arasındaki ilişki bir çıkar sorunu olduğundan ve derin ya da organik bağların bir ürünü olarak ortaya çıkmadığından, Siyonist toprak peşpeşc birçok destekleyicinin korumasına kavuştu. Bunun sonucu olarak, Siyonist önderlik, Orta Doğu’da imparatorluk gücünün gerçek ya da hayalden merkezini arama çabasında, Osmanlı İm­paratorluğundan Fransa’ya ve nihayet İngiltere’ye baş vurarak dikkâtini bir ağırlık noktasından ötekine çevirdi, durdu. Son zaman­larda, A.B.D.’nin dünya önderliğini elinde tuttuğu düşünülerek, uluslararası düzeyde siyasal eylem o yöne dönmüştür.

Siyonist devletin bu anlamda çift yöne çekilebilir niteliği iki gücün sonucudur. Göreli bir bağımsızlık nüfus transferi ve destekleyici devlet için önemli birtakım hizmetleri yerine getirme yoluyla elde edildi. Yalnız, toprağı elinden alınan ve yabancılaştırılan Filistinli­lerin düşmanlığı ve direnci baş gösterince, kendini koruma duygu­ları destekleyen devlete dayanma isteğini arttırdı.

Jabotinsky Filistin’in, bir Yahudi devleti olarak, “her yandan Arap ülkeleriyle çevrili oldukça, Arap ve Müslüman olmayan her­hangi bir güçlü imparatorluğa herzaman dayanmak isteyeceğine” inanıyordu. Bu yalnızlığı İngiltere ile Yahudi (ama yalnız Yahudi) bir Filistin’in arasında sürekli bir ittifakın neredeyse Tanrısal bir temeli”[185] gibi görüyordu. Jabotinsky müzmin bir deneyci olduğu için, güvenliği açısından birtakım isteklere açık duruma getirecek bir zamanın gelebileceğini düşünemedi.

Destekleyici devlete yaklaşma ve ondan uzaklaşma, bağımsız­lık ve bağımlılık, ittifak ve çatışma gibi karmaşık ve sonsuz ritm Batı ile Siyonistlerin ilişkilerini başından beri nitelendiriyordu. Her iki taraf da ötekini “kullanmağa” çalıştı ve “ortak çıkarlar” demlen şeyi kendine göre tanımladı. Ingiltere ile Filistin toprağı arasındaki ilişkiler buna iyi bir örnektir.

Filistin’e Yahudi yerleşmesi temasını ilk ele alanlar Ingiliz sömür­gecileri oldu. Balfour Bildirisi ve sonra da Manda yönetimi Siyonistlerin Orta Doğu’da bir basamak elde etmelerine olanak verdi. Ingilizlerin korunması sayesinde, Filistin’in kapıları Yahudi göçüne ardına kadar açıldı. Yerleşenlerin, Yahudi nüfusunun büyümesi ve toprak üstündeki egemenliklerinin kurulması için, Manda hükümetinin tam işbirliğine gereksinimleri vardı.[186] 1930’larda Filistin’de Arap direnci daha bü­yüyünce, Siyonistleri koruyanlar Ingilizler oldu. Ben-Gurion Ingiliz - İcrin kanat geren bu tavrını “Balfour Bildirisi’nden bu yana en büyük siyasal başarı” sözleriyle belirledi.[187] Ha’aret^m Filistin’deki askerî denge üzerine yazan askerî muhabiri Siyonistlerin 1936 Filistin başkaldırmasından sonraki güçlerini “Filistin’deki Ingiliz Hüküme­ti ve ordusundan aldıkları güçlü desteğe” bağlamıştı.[188] Sonunda 1948-1949’da Siyonist zaferine yol açan da onlar yararına olan bu askerî dengeydi.

Ancak, İngilizlerle Siyonist sömürgeciler arasındaki ilişkiler yeni öğelerin baskısıyla kötüleşmeğe başladı. Bunların arasında “dost” Arap hükümetlerinden olduğu kadar artan Filistin direncinden de Ingilizler üstünde oluşan siyasal baskı da vardı. Başka bir neden Al­man ajanlarının Yahudi göçmenler arasına karışabileceklerine dair Ingiliz korkusuydu. Sonra da doğrulanan o zamanki inanca göre, Naziler Siyonist hedeflerini vc yasa-dışı göçü (Aliyah B) destekliyor ve bu yolu Orta Doğu’da îngilizler için birtakım sorunlar yaratma amacıyla kullanmağa karar vermiş bulunuyorlardı.

Bu yeni öğelerin ışığında, destekleyici devlet Filistin’de sömürgeci yerleşme hakkında Siyonist yerleşmecilerle uyuşmayan bir görüş geliştirdi. Böylece, İngiliz Hükümeti Araplara daha yaklaşan bir dizi Beyaz Kitaplar yayınladı ve kurallar kabul etti. İngilizlerin çok­tandır üstünde durmadıkları, Filistin’in göçmen kabul edebilme sınırlarına ilişkin temel kavramlar Yahudi göçünü azaltmak için ortaya atıldı. Destekleyen devlete sömürge toprağı arasında, bazan Kral Davut Otelinin bombalanması gibi aşırı biçimleri de içeren düş­manlıklar başladı.

Ne var ki, çatışma denetlenebilir sınırlar çerçevesinde kalıyordu. Jabotinsky’nin İngiliz imparatorluğu hakkındaki sözleri daha sonra Siyonizm’i Yahudi halkının “ulusal kurtuluş akımı” olarak tanım­layan Siyonist “belâgatı”na göre kuşkusuz daha gerçekçidir. Jabotinsky Leopold Amery’ye 1935’de yazdığı mektupta, Ingilizlere karşı oldu­ğuna dair dedikodunun gerçek olmadığını anlatmağa çalışarak, In­giltere’yi eleştirmiş olmasına karşın, “Balfour Bildirisi’ne değer veril­dikçe, Ingiltere haklı ya da haksız olsun,” ona bağlı ve müteşekkir kalacağını söylüyordu.[189]

Biyografisini yazan Bar-Zohar’ın da belirttiği gibi, Ben-Gurion da, İngilizlerle ilişkilerin gerginleştiği bir zamanda bile, “Filistin’de bir Yahudi devletinin Ingiliz çıkarlarını koruyacağını”[190] söylemeğe hazırdı. îngilizler, hâlâ, uzun-dönemli çıkarlarına daha fazla önem önem verir görünüyorlardı.

Sözkonusu toprak parçası 1948’de bir devlet olunca, Ingiltere ile ilişkiler normalleşti ve 1950 Ingiliz-Fransız-A.B.D. Üçlü Bil­dirisi bu toprağın güvenliğini garanti etti. Mısır’ın Îngiliz-Fransız İsrail işgaline uğraması gibi, eski destekleyici devletle işbirliği 1956’da yeni aşamalara vardı. Filistin direnciyle Arap baskısının artması ve destekleyici devletin ilgisini bekleyen, genişleyerek yeryüzüne ya­yılmış çıkarları karşısında, Siyonist toprak parçası sömürgeci dev­letin tam desteğiyle daha önce sahiplendiği “hak”ların bir kısmından gene vazgeçmek ve zorla ele geçirdiği toprakları boşaltmak zorunda kalıyordu. Bugüne kadar, İsraillilerin karşılaştığı ana sorun bu ol­muştur. Yaşamlarını sürdürmek için A.B.D.’ye dayanma zorunlulu­ğunu duymuşlar, ancak bu destek onları yeryüzüne dağılmış birçok çıkarları olan bir süper-gücün baskısına da açık duruma getirmiştir.

Durumu tamamlayan başka bir öğe “menfa”daki Yahudilerdir ki, onlar da, Siyonist devlet gibi, hem göreli olarak özerk, hem de daha büyük bir yapıya bağımlıdırlar. Amerikan Yahudileri İsrail’e malî ve siyasal yönden inançla destek olmaktadırlar; ancak böyle bir des­tek, garanti veren Amerikan tarafı ile Siyonist toprak arasında temel çıkar birliği olduğu sürece sürebilir. Dışardaki Siyonistler ikili bir gö­rev yapıyorlar. Filistin’deki toprak parçası yararına A.B.D’nde bir baskı grubu gibi çalışarak, İsrail için kendine benzeyen öteki devlet­lere göre çok daha fazla hareket serbestisi ve bağımsızlık elde etmek­tedir. Fakat (İsrail’in durumundaki çelişi şuradan doğuyor ki) A.B.D. İsrail’in Amerikan dünya çıkarlarıyla uyum sağlayabilmek için siya­setini değiştirmesi gerektiğine karar verirse, dışardaki Yahudiler Filis­tin’deki toprak parçası üstüne baskı yapmak zorunda kalıyorlar.

Siyonizm’in tarihi yalnız Siyonizm ile yabancı ülkelerdeki Yahu­diler arasında değil, sömürgeci Siyonizm ile parasal ve diplomatik “menfa” Siyonizm’i arasında da bir gerginlik tarihidir. Bu gerginlikler Brandeis-Weizmann ve Goldmann-Bcn-Gurion arasındaki çatışma­larda açıkça ortaya dökülmüştür. Bugün, bu türlü gerginlikler, bazı “menfa”daki Siyonistler sömürgeci Siyonizm’in ilhakçı ve yayılmacı siyasetlerine (sanki bu denli siyaset Siyonist tasarının organik parça­ları ve mantıksal'sonuçları değilmiş de birtakım sapmalarmış gibi) karşı koyduğunda açığa çıkmaktadır.

Siyonist yerleşmeci sömürgeciliği öteki türlerden ayıran üçüncü özellik onun ilhakçı ve yayılmacı doğandır. İsrail “Ehl-i Kitap” olan Yahudi halkının devletidir. Bu dinsel kavramdan yalnız nüfus trans­feri değil, bütün Yahudileri içine alacak bir genişleme düşüncesi de doğuyor. Alman doğumlu Siyonist yazar ve istatistikçi ve Berlin’de çıkan haftalık Volk und Land dergisi yazı işleri müdürü ve kurucusu David Trietsch Birinci Siyonist Kongreden hemen sonra Herzl’e “geç olmadan ‘Büyük Filistin’ tasarısını ele almasını” söylemiş ve şunu eklemişti: “On milyon Yahudi 25,000 kilometre karelik toprağa sığmaz.”[191] Herzl’in Hıristiyan ortağı William Hechler de ona 26 Ni­san 1896’da Yahudi devleti için kabul edilip yaygınlaştırılacak bir slogan olarak “Davud ve Salamon’un Filistin’i ” sözlerini salık ver­mişti.[192] Anlaşılan Siyonist önder etki altında kalmış olmalı ki, iki yıl sonra, Yahudi devletinin topraklarım belirsiz dinscl-tarihsel sözcük- lerden çok dinscl-coğrafî çerçeveyle tanımladı: “Mısır’daki Nehirden Fırat’a Kadar.”11 Bu slogan Haham Fischmann, Yahudi ajansı üyesi olarak, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi önünde 9 Temmuz ıg47’dc açıklamada bulunuıken yankılandı. O konuşmada dedi ki: “Vaad Edilen Toprak Mısır’daki Nehirden Fırat’a kadar uzanır; Suriye ve Lübnan’dan parçalar içerir.” Ama kişinin Nil-Fırat for­mülünü çok ciddiye alması gerekmez. Önemli olan bunun kapısı açık bir dinamizm, yayılmaya yönelik yerleşmeci bir sömürgecilik olduğudur. Hcrzl’in güncesine bakılırsa, devletin sınırları Yahudi nüfusu büyüdükçe genişleyecektir: “Ne kadar fazla göçmen gelirse, o kadar çok topıak alınacaktır.”[193] [194]

12 Şubat 1952’de, Moşc Dayan açıkça bir İsrail imparatorluğu kurmaktan söz etti.[195] Eski Savunma Bakanı yayılmayı sürekli bir oluş olarak görüyor. Anayurdu kurma süreci, yani “yerleşme, yayıl­ma ve sınırları daha da genişletmek için daha Yahudiler getirtme, yerleşmeler ve sömürge alanları kurma” yüz yıl önce'başlamış! 1968 Yazında, bir grup Yahudi kökenli Amerikan öğrencisine hitap eder­ken şöyle demişti: “Hiçbir Yahudi bu sürecin sona erdiğini söyle­mesin. Hiçbir Yahudi yolun sonuna geldiğimizi ağzına almasın.” Bu sözlerin Golan Tepelerinde sarfedilmiş olması da ayrı bir önem taşır.”[196]

“Daha Büyük İsrail” akımıyla ilişkisi olan İsrail yazarı Eliezer Livneh 21 Kasım 1973 tarihli Ha'aretz'Ae 242 sayılı Güvenlik Kurulu kararma Siyonizm’in “gücünün tam zirvesindeyken” boğulacağı sonucunu doğurması düşüncesiyle karşı koymuştu. Di­yordu ki: “ıgöy’deki gibi zaferler Sovyctler Birliği’nden göç etme örneği duygular oluştururken, kurtarılmış (aslında, işgal edilmiş) bölgelerden gerilemek bir Siyonist bunalımı yaratır”. Ona kalırsa, “İsrail toplumuna bir amaç ve hedef kazandıran” bu kurtarma (iş­gal) çabasıdır ve onsuz göçmenlerin gelişi durabilir.[197] İsrail’in bir anayasa yayınlamayı istememesinin nedenlerinden biri bu yayılma seçeneğini açık bırakmaktır. Resmî bir aıayasa metninde, sömürgeci yerleşmeci devletin sınırlarının belli olması gerekir.[198]

İsrail’in yalnızca “menfa”daki Yahudilerden ötürü ya da din- sel-ulusal-topraksal birtakım hedeflerin gereği olarak genişlediği düşünülmesin, çünkü İsrail yayılmacılığının Sina’daki petrol alanları ve ilerde yerleşip geliştirilecek yerler gibi somut ekonomik ve kârlı yanları da vardır. Ancak, bu yönler yalnız öteki yerleşmeci toprakların değil, bütün sömürge girişimlerinin ortak özellikleridir. x

Siyonist toprağın dördüncü belirgin özelliği, nüfus transferi bir yana, ırksal ı-e kültürel heterojenliğidir. Bu gerçek te gösteriyor ki, Yahudiler değil tek bir ırksal grup, tek bir etnik grup bile oluştur­mamaktadırlar. Avrupalı Eşkenazi Yahudiler kültürel yönden çok farklılıklar gösterirler; Ruslar, Polonyalılar, Almanlar, Fransızlar ve hattâ her iki Amerikan kıtasından Amerikalılar bunların içinde sayı­lır. Bunların herbirinin, bazan (bir yanda Almanları, öte yanda îbranileri destekleyenlerin çatışmaları gibi) açığa çıkan anlaşmazlık­ları olan, kendine özgü bir kültür geleneği ve çoğu kez kendi dili vardır.

Filistin’e Avrupa nüfusunun gelmesi, Arap ülkelerindekiler de dahil olmak üzere, Asya ve Afrika’dan “Doğulu Yahudiler” denen­lerin de göç etmesine neden oldu. Bu süreç İsrail toplumunda kültürel olduğu kadar ırksal yönden de daha büyük farklılıkların doğmasına yol açtı. İsrail’de açıkça ikinci sınıf yurttaş durumunda olan Doğulu Yahudilerin nüfusa oranı yüzde 6o’tır.

Siyonist devletin bu Özelliğini başka bir yerde görmek olanaksız­dır, çünkü Doğulu Sefardik Yahudiler sömürgeciliğin kurbanı olan­ların arasından gelmektedirler. Böylece, İsrail’i, analitik ve siyasal açıdan, Güney Afrika gibi yerleşmeci bir sömürü toprağı ve Katan- ga’yı da Biafra gibi ayrılıkçı bir devlet olarak görmek yararlı olabilir.

Siyonist toprak bu yönüyle iç istikrar açısından bir zaaf oluş­turuyorsa da, İsrail toplumunun geleceği açısından olumlu bir not olabilir. Bütün öteki özellikler çatışmanın çözüm seçeneğini sınır­larken, kültürel ve ırksal farklılaşma İsrail’in Orta Doğu ile bütün­leşmesi için bir umut yaratmaktadır. Dışardan getirilen nüfus büs­bütün yabancı sayılmaz, çünkü onun büyük bir kısmının Filistinli Araplar ve komşularıyla ortak ekonomik ve siyasal çıkarları vardır.

EMPERYALİZMİN HİZMETİNDE İSRAİL’İN ROLÜ

TÜRKKAYA ATAÖV

Modern Siyonizm emperyalist ülkelerin tekelci çevreleriyle itti­fak yapmış olan varlıklı Yahudi burjuvazisinin ideolojisi, uyguladığı politika ve bir örgütler sistemidir. Emperyalist ülkelerin yönetici çevreleriyle İsrail militaristleri arasında yüksek derecede bir işbirliği vardır. Siyonizm belirli çıkarlara hizmet eden gerici bir sistem ola­rak, aynı zamanda, sınıfsal bir oluşumdur.

On-dokuzuncu Yüzyılda ortaya çıkmasından buyana, Siyo- nizmhn ideolojisi ve örgütlenmesi konusunda, İsrail’in doğuşunda olduğu gibi, birçok şey yazılmıştır,1 İsrail ancak birkaç yıldanberi var olmasına karşın, çağdaş Batılı yazarlar başta olmak üzere, hakkında pek çok yayın vardır. Ne var ki, bazan zengin. Siyonist örgütlerce desteklenen ve genelde yan tutan yaklaşımları oluşturdukların­dan, bu çalışmaların birçoğunun pek az bilimsel değeri vardır. Böylece, Ferdynand Zvveig’in gözlemlediği gibi,2 ağırlığını o top­raklarda doğmuş bir İsraillinin duymasını istedikleri birçok ef­sanenin yaratılmasına yardımcı olurlar. “Kutsal Kitap”, “Kutsal Toprak”, “Kurtarma”, “İsrail’in Sürekliliği”, “Dönüş”, “İfa”, “Sürgün”, “İsrail’in Özel Yaratıcılığı”, “Yahudiliğin Somutluğu Olarak İsrail”, “Kurucu Babalar”, “Yahudi Sorununun Çözümü”, “İsrail’in Merkez Olması” ve “Daha Doyurucu Yahudi Yaşamı” gibi söylencelerin, hepsi “İsrail’in biricikliği ve mucizeviliği” inancında özetlenebilir. Bu söylencelerin amacı, Kibbutz ve Histadrut üstüne kurulu “demokratik bir toplum” ve “sosyalist bir devlet” izlenimi yaratarak, Batı dünyasını harekete geçirmek ve gerçeği Afrika ve Asya halklarından gizlemektir.

Ancak, İsrail’in devlet sistemi ile iç ve dış siyaseti, Amerika Bir­leşik Devletleri başta olmak üzere, önde gelen emperyalist devletlerle bir ittifakı açığa vurmaktadır. Bu yüzden, bu araştırma, bu devletin emperyalizmin hizmetindeki bugünkü rolünü değerlendirebilmek için resmî sistemi, toplumsal sınıfları ve siyasî partileri de dahil ol­mak üzere, İsrail toplumunun yapısını, bugünkü İsrail önderliği ile dünya tekelci çevreleri arasındaki ilişkileri ve İsrail’in yayılmacı dış politikasını incelemeğe çalışacaktır.

İsrail’in Devlet Sistemi:

Araştırmanın bu bölümü yazılı olmayan Anayasanın özelliklerini ya da İsrail toplumunu yöneten yasaları inceleme amacını gütmüyor. Burada yalnızca bu devletin nitelikleri ile emperyalizmin hizmetinde oynadığı rol arasındaki bağlar gösterilmeğe çalışılacaktır.3

İsrail iktidarın varlıklı burjuvazinin elinde olduğu ve Siyonist ideolojisinin yaşamın her yönünü etkisi altında tuttuğu bir devlettir. Devlet bürokrasisi ve siyasî partilerin çoğu onun kesin etkisindedir. Resmî görüş İsrail’in, kişiler arasında bir karşıtlık bulunmayan, homojen bir Yahudi devleti olduğudur. Ancak, hükümetin çıkarı yerli ve yabancı sermaye ile çok yakından bağlantılı olup, bu durumun iç ve dış politika üstünde kuşkusuz etkisi vardır. Gerçek şu ki, İsrail toplumu hızla kutuplaşmaya doğru yol alıyor.

Siyasal partiler yelpazesi bu toplumsal kutuplaşmayı yansıt­maktadır. Mapai, Mapam ve Ahdut Ha’avoda kendilerine “işçi” partisi diyorlar. Liberal Parti, Bağımsız İşçi Partisi ve faşist Herut orta sınıf kuruluşlarıdır. Hepsi Siyonist ideolojiyi benimsemiştir. Bu Siyonist partiler siyasal yaşamı etkiler ve ekonomik örgütlenmeyi denetimleri altında tutarlar. Amerikan sermayesi başta olmak üzete, yabancı sermayeyi çekme gereksinimi üstünde hepsinin anlaşmış olması konumuz bakımından önemlidir. Programları hayret edilecek derecede birbirine benzer. Dış politikada, A.B.D. ile ilişkiler Arap komşuları aleyhine genişlemeye kadar tüm önemli konularda düşünce farklılaşması yoktur. İsrail’deki Siyonist siyasî partiler dünya Siyon- nist akımının tamamlayıcı öğeleridir. Malî yardım başta olmak üzere, geniş destek sağladıkları yabancı ülkelerdeki Yahudi çevreleriyle sürekli temasları vaıdır. Bu türlü İsrail partileri emperyalizmle iş­birliği halinde olan dıştaki Siyonist çevreleıle temasta ana öğeyi oluştururlar.

Bu partilerin bazıları sol ya da sosyal-demokrat olma iddiasın­dadır. [199] Örneğin, birtakım Batılı yazarlarca sosyalist bir parti olarak tanımlanan Mapai (ya da Mifleget Poalei Erets Israel, yani İsrail işçi Partisi) sermayeden ve emperyalizmden yanadır ve çalışanların çıkarlarıyla çatışan bir siyaset izler. Mapai ileri gelenleri sağ-kanat orta sınıf partileriyle ittifak içinde eylem yapmışlar ve saldırgan dış politikayı desteklemişlerdir. Mapai 1956 ve 1967 yıllarında Arab ülkelerine yapılan saldırıdan doğrudan doğruya sorumludur.

Aynı biçimde, Mapam ve Ahdut Ha’avoda, Mapai öncülüğün­deki koalisyon hükümetlerine katılmışlardır. Emperyalizmden ve genişlemeden yana bir siyasete sol-kanat perdesi çekme görevi yap­mışlardır. Mapam, koalisyon hükümetinin ortağı olarak, Haziran 1967 saldırısına katılmıştır. Ahdut Ha’avoda’nın “aktif savunma” kavramı onu genişleme ve emperyalizmle işbirliği programında İsrail önderliğiyle aynı kefeye koymuştur.

En büyük burjuva partisi, belki de, Genel Siyonist ve ilerici Partilerin birleşmesiyle 1961’de kurulan Liberal Partidir. 1907’de Ghaim Weizmann’ın kurduğu Genel Siyonist Partisi büyük sermayeyi temsil eder ve özel işletmeler üstünde hükümet denetimine karşıdır. Yabancı sermayeyi destekler ve 1965 ile 1967 saldırılarında faşist Herut’la ittifak yapmıştır. Büyük iş adamları, endüstri erbabı ve toprak sahipleriyle herzaman yakın ilişkileri olmuştur. Yerel burju­vaziye sınırsız haklar yanıyan ve İsrail’in daha da askerleştirilmesini isteyen Liberal Parti, daha sonra, Herut ile aynı görüşü paylaşarak, “Daha Büyük İsrail” yaratılmasını istemiştir. Herut ise, îrgun ve Stern (terörist) gruplarını da içinde bulunduran aşırı, faşizmden yana bir örgüttür. Büyük endüstri ve malî çevrelerden destek alır. Araplara karşı “önleyici savaş”tan yana olmuştur. İsrail Komünist Partisi de, Marksist bir çizgi izler.

Bir milyondan fazla üyeli Histadrut ya da İsrail Genel işçi • Federasyonu en büyük kamusal örgüt ve devlet içinde en önemli ekonomik birimdir, işçilere açık olan Histadrut sendikacılık, sosyal güvenlik ve eğitim-kültür eylemleriyle ilgilidir. Üyeleri içinde kollek- tif çiftlikler, kooperatifler ve özel köylerde çalışanlar da vardır. “Si­yonizm’in ulusal bir aracı” olarak 1920’de kurulmuş olan bu örgüt onun siyasetini de kararlaştıran Mapai’m etkisindedir. Histadrut ta 1956 ve 1967 saldırılarını desteklemiştir.

Bazı Batılı kaynaklarca yapılan yayınlara bakılacak olursa, kırsal İsrail’de başka türlü bir toplum düzeni olduğu akla gelebilir, insan kırlık bölgelerin baştan başa fa'^İHfe’larla[200] bezenmiş olduklarını da düşünebilir. Ancak, gerçek şu ki, kibbutz’^ Yahudi nüfusunun herzaman çok küçük bir yüzdesini (yüzde 6 kadar) oluşturmuş olup, bugün yüzde 3’e inmiş olan bu oran gitgide düşmektedir, ikinci olarak, h'Wu^’ların işlenen topraktaki payı da gün geçtikçe azalıyor. Kibbutz akımı moral itme gücünü kaybetmiş olup kibbutz işçisi artık İsrail ideali olmaktan çok uzaktır. Siyonist ideologlar bu komünal çiftliklerdeki ortaklık öğesini “İsrail sosyalizmi” dedikleri şeyin propagandasını yapmak için kullanıyorlar. İsrail kibbutz’vm bazı gelişmekte olan ülkeler, özellikle Afrika için uygun olduğunu söyle­mektedir. Filistin’de ilk kibbutz 1909 gibi erken bir tarihte kurulmuş­tur. O zamanlar, en etkin tarım biçimi buydu. Fakat bir askerî yerleşme niteliklerini de kazanarak, toprağın asıl sahiplerinden yasa­dışı alınmasında bir rolü oldu. Bundan başka, İsrail’de kapitalizmin genel olarak gelişmesine de kendilerini uydurdular. Eşitsizliğin yöne­tici “aristokratlar”la sokaktaki kişi, konut ve eğitim gibi konularda görüldüğü bu ülkede gittikçe artan bir toplumsal tabakalaşma var­dır.[201] Daha önemli olarak, asıl, kibbutz yerleşmelerinde üretim araçları gerçekte kollektif tarımcılara değil, bankacılara ve kredi açanlara ait olduğundan, kibbutz bir “sosyalizm adası” değildir. İsrail devleti ve ekonomisinin çerçevesi içinde, kibbutz’da. bile toplu sömürüye açıktır. Kibbutz akımındaki dört ulusal örgüt te[202] Dünya Siyonist Örgütüyle ve çeşitli Siyonist siyasî partileriyle bağlantılıdır.

İsrail’in Batı ile İttifakı ve Saldırgan Dış Politikası:

Bir önceki bölümde İsrail devletinde iktidarın’nerede olduğunu ve dünyadaki hangi merkezlerin onunla ittifak içinde bulunduğunu göstermeğe çalıştım. Bu durumda, İsrail iç siyasetini Batı etkisi içine almak için sahne hazır sayılır. İsrail’in dış politikası sözkonusu edil­diğinden, bu nokta daha bile doğrudur. Kuşkusuz, Batı’nın. bazı emper­yalist çevrelerinin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da birtakım ihtirasları vardır. İsrail’i yöneten çevrelerin de emperyalist çıkarlarla aynı doğ­rultuda yayılmacı hedefleri olduğu su götürmez.

Bir A.B.D. Temsilciler Meclisi belgesi[203] İsrail’in Batı için stratejik önemini iyi tanımlıyor. Bu belgede İsrail oldukça uzun kıyısı, büyük bir limanı (Hayfa) ve bir hava alanı (Lydda) olan, üç kıta arasında bir köprü gibi .gösterilmektedir. Şüveyş Kanalına ve Mısır’daki hava alanlarına yakındır. Zengin petrol bölgeleri içindedir. İsrail’in kurul­masına ilişkin koşullar, devlet yapısı ve emperyalist çevrelerle ilişki­leri dikkate alındığında, İsrail’e ulusal kurtuluş akımları ve ilerici güçlere karşı bir rol verilmiştir.

Amerikan Hükümeti İsrail’i resmen ilân edildikten on - bir dakika sonra tanıdı. İlk A.B.D. Büyükelçisi James G. McDonald gerekli agrement’ı daha vermeden, Trtıman tarafından atanmış ve kendine resmî statü tanınmıştı. Ülkenin içine hemen akan Amerika­lı danışmanlar İsrail’de yaşamın birçok alanlarını denetim altına al­dılar. 1957’de A.B.D ’nde kurulan “İsrail İçin Amerikan Yahudi Derneği”nde, şeref üyeleri olarak, önde gelen Amerikan maliyeci­leri ve endüstri erbabı yer alıyordu -Elliden fazla Amerikan Ya­hudi kurumu çalışmaya başladı. İsrail’e akan para okaclar büyük­tü ki, Harlan Cleveland’m sözleriyle,[204] alan tarafın onu işe yarar biçimde tüketecek yetenekte olup olmadığı sözkonusııydu.

A.B.D. Hükümeti İsrail ile başlangıçta birkaç andlaşma imzaladı. 1952’de imzalanan Bilgisel İletişim Güvence Programı İsrail’e kitap, dergi, kâğıt, basım aracı ve laboratuvar malzemesi girişini sağladı. Eğitimsel değişim programları A.B.D.’ne İsrail’deki eğitim sistemini etkileme olanağı verdi. A.B.D. 1952’de İsrail’le (resmî gazete olan Reşumot'ta. 1961’de yayınlanacak olan) bir askerî andlaşma imzaladı, 1950 Hava Ulaşımı Andlaşması A.B.D.’ye İsrail toprağım stratejik-üs olarak kullanma hakkını zaten vermişti. İlk yardımların bir bölümü limanlar, üsler ve demiryolları yapımı için kullanıldı. 1952 Karşı­lıklı Savunma Yardım Atıdlaşması İsrail’in savaş ve ekonomik gizilini Amerika’nın hizmetine sunması sonucunu getirdi. O zamandan beri, askerî “yardım” niteliksel bir değişime uğradı. Önce askerî gereç olarak başladı, sonra Hawk füzeleri gibi askerî savunma silâhlarına dönüştü ve daha sonra Skylıavvk bombardman saldırı silâhları biçimine büründü. Skyhavvk yalnızca düzenli silâhlar, kimyasal ve donanma saldırıları için torpidolar değil, aynı zamanda nükleer bombalar ve füzeler de taşımaktadır. A.B.D. İsrail’i Arap halklarını sindirmek için bir silâh olarak kullanmağa hazırlanıyordu. İsrail yöneticileri ülkelerini emperyalizmin suç ortağı yapıyorlar ve doğal olarak böyle bir siya­sete karşı beklenen tepkiyi uyandırıyorlardı.

İsrail’e ilişkin İngiliz siyaseti Orta Doğu’da ulusal kurtuluş akım­larının ezilmesi isteğiyle belirleniyordu. Filistin için İngiliz Manda yönetiminin bitiminden kaynaklanan iddia ve karşı-iddialar, İsrail’e sermaye yatırımları ve silâh sağlanmasıyla yer değiştiriyordu. İngil­tere İsrail’e, özellikle Mısır’a karşı İngiliz, Fransız ve İsrail ortak sal­dırısının yer aldığı 1956’dan beri askerî araç ve gereç vermektedir.[205] [206]

Fransa’nın İsrail ile ilişkileri 1956’dan sonra gelişti. Ancak, daha sonra 1967 saldırısını kınayarak İsrail’i açıkça destekleme siyase­tini terketti.11

İsrail’in Federal Alman Cumhuriyeti ile ilişkileri 1952 onarım and taşmasının imzalanmasıyla daha iyiye yöneldi. Bu andlaşma Almanya için Orta Doğu’ya sızma kapılarını açtı. İsrail burada da gene işbirlikçi bir sıçrama tahtası olarak işe yarıyordu. Alman onarım ödemeleri 1956 çatışmaları sırasında tam zamanında İsrail’e akmıştı. Bonn’un NATO’da ve Ortak-Pazar’da ağırlığı olduğundan, Alman dostluğu önemliydi.[207] Almanya’da da İsrail ile F.A.C. ilişkilerini geliştirmek için çalışan on kadar Yahudi örgütü vardır.[208]

Yukarda söylenenler gösteriyor ki, emperyalist devletlerin İs­rail’e verdiği rol ile İsrail yönetici çevrelerinin yayılmacı tasarısı aynı madalyonun iki yüzüdür. Bu amaç birliği tüm İsrail tarihinde görülebilir. Emperyalist güçler bölgede eylemin içine daha fazla girdikçe İsrail yayılmacılığı daha da belirginleşmiştir.

Bu saldırgan siyasetin İsrail toplumunu daha askerileştirmiş- olmasına şaşmamak gerekir. İsrail Ordusunun çekirdeği Haganah ve (daha önce İngiliz Ordusunun bir parçası olan) Yahudi Tugayıydı. Bağımsızlıktan sonra, İsrail subayları Amerikan, İngiliz ve Fransız askerî kolejlerinde eğitim görmeğe başladılar. Yeni göçmenler askerî eğitimden geçirildi, gençler askere alındı, etkili bir yedekler seferber­lik sistemi yaratıldı ve stratejik endüstriye öncelik verildi. Böylece, İsrail 1956 saldırısına hazırlandığı sırada, ordu da malzeme, bece­ri ve moral yönlerinden hazırdı. Centurion ve Patton tankları, Skyhavvk jetleri vc başka karmaşık silâhlar ıg56’dan sonra geldi.

İsrail’in askerileştirilmesi Orta Doğu’da askerî paktlar oluştur­ma çabasıyla elele yürüdü. İsrail daha 1951’de bütün ilgililere önerilen ve Arapların redde kararlı göründükleri Orta Doğu Komutanlığı tasarısını destekleme işaretleri gösteriyordu. İsrail Dış İşleri Bakanı Moşe Şarett’in Washington’u ziyareti 23 Temmuz 1952 A.B.D.-İsrail Andlaşmasıyla sonuçlandı. Artan sınır çatışmaları, nihayet, büyük askerî karşılaşmalara yol açtı. Böylece, İsrail Süveyş Kanalı Şirketinin millîle.ştirilmesinden çok önce Mısır’a saldırmaya hazırdı. A.B.D. 1956 saldırısına katılmamıştı ama, Mısır’ın saldırıya uğrayacağını biliyordu.[209] A.B.D. ilerici Arap rejimlerinin zayıflaması yanında, böl­gede yeni mevziler kazanmayı hesaplıyordu. 1957’de ilân edilen Eisenhovver Doktrini Amerika’nın öteki Batılı sömürgeci güçleri geride bırakmağa kararlı olduğunu gösteriyordu. Bu doktrin Orta Doğu ülkelerinin iç işlerine karışmayı ve Arap dünyasında kurtuluş akımlarını baskı altında tutmayı hedef alıyordu. İsrail bunu resmen 21 Mayıs 1957’de onayladı.

Ben-Gurion’un Batı başkentlerini ziyaretinden sonra, Amerikan Skyhavvk uçaklarının yollanmasına ilişkin 1962 andiaşması başarıldı. Bu, Amerikan siyasetinin İsrail ile Araplar arasındaki çatışmayı derinleştirmede önemli bir adımıydı. İsrail ile Federal Alman Cum­huriyeti arasında diplomatik ilişkilerin başlamasının 1965’de ilânını 1966’da ekonomik yardım andiaşması izledi. İsrail Savunma Bakan

Yardımcısı Tzvi Dinstein aynı yıl gene Amerikan Skyhawk uçakları sağlamak için yeni bir andlaşma yapmak üzere Washington’a gitti. Bu gelişmeler İsrailli önderlerin Araplarla bir askerî çatışmaya doğru yol aldıklarını gösteriyordu.

Gerçeklerin incelenmesi kişiyi 1967 savaşının, ona karşı olanları hedef alarak, emperalistlerce başlatıldığına inanmaya sevkediyor. İsrail yayılmacılığı bu hedefe giden, bir araç olarak kullanılmıştı, okadar. Ne saldırıdan önce, ne saldırı sırasında, hattâ ne de sonra, Amerika İsrail askerî çevrelerini suçlayan bir tek söz sarfetti.

14 Mayıs 1967’de, Kudüs’te İsrail’in kuruluş yıldönümü nedeniyle bir askerî geçit töreni yapıldı. Askerî tören birçok diplomatik temsil­ci tarafından İsrail’in başkentini Telaviv’den Kudüs’e tek yanlı olarak taşıma kararını onaylamama belirtisi olarak boykot edildi. Birleşmiş Milletler Barış Gücü Komutanı General Odd Bull da törende bulun­madı. Askersizleştirilmiş bir bölgede geçit töreni düzenlemek ateş­kes andlaşmalarmm bozulması olduğu kadar açık bir kışkırtıcılıktı da. Fransız Le Monde İsrail’in “Suriye’ye karşı topyekûn saldırı” tasarısını açıklayan belki de tek gazeteydi.[210] Gerilimi daha da arttıran bir olay olarak, İsrail, barış gücünde komutanlık yapan General Rikhye’yi taşıyan bir B.M. uçağına ateş etti. İsrail B.M. kuvvetlerinin kendi topraklarına kabul bile etmezken, barış gücünü çektiklerinden ötürü eleştirilenler U Thant ile Mısır oluyordu. Aynı biçimde, Başkan Nasır İsrail gemilerinin ya da başka bayrakla seyreden ama İsrail için stratejik yük taşıyanların Tiran Boğazından geçmelerine izin verilmeyeceğini bildirdiği zaman, gündeme konan konu “Akaba Körfezi’nin ablukası” oldu. Oysa, İsrail dışında tüm ticaret gemileri Eilat limanına uğrayabilirlerdi. Üstelik, bütün devletlerin kendi kara sularında egemenlik hakları vardır. Tiran Boğazlarındaki olay da bundan farklı birşey değildi. İsrail’in Akdeniz’de uzun bir kıyısı olduğundan, Akaba Körfezi’nin kapatılması onun “boğulması” anlamına gelmiyordu. Abluka İsrail devletinin varlığını tehlikeye atmadı. Bu ülke için barışın korunması asıl önemli amaç olma­lıydı. İsrail’i bir Arap okyanusu içinde küçücük, zayıf birşey olarak gösteren Batı propagandası gerçeği yansıtmıyor. İsrail’in gerisinde büyük emperyalist güçler vardır. 1956’da İsrail’in emperyalizme kar­şı olan Arap komşularını bir türlü kabul edemeyen devletler önce İngiltere ve Fransa, sonra da Amerika olmuştu. 1967’de, bu ülkeler

“nihaî çözümü”, yani Nasır’ın iktidardan düşürülmesini ister gö­rünüyorlardı.

i Haziran 1967’de, Levi Eşkol General Moşc Dayan’ı Savunma Bakanlığına atadı ve İ'rgun’un eski önderi Menahem Begin de dışardan bakan oldu. O zaman, İsrail’in 1956 Sina kahramanının ellerine tevdi edildiğine inanılıyordu. İsrail Moşe Dayan’ın orduyu ve halkı topar­lamada insan-üstü bir görevi başardığı, onları örgütlediği, askerî plânları çizdiği ve ülkeyi tam üç günde savaşa ye zafere götürdüğü efsanesini yaydı'. Ancak, gerçek şu ki, savaş kararı çok önceden alın­mıştı. Randolph ve Winston Churchill Allı Günlük Savaş adlı kitap­larında General Ezer Weizmann’dan şu alıntıyı yapıyor: “Herşey için bir tasarımız var - Kuzey Kutbunu ele geçirmek için bile.” Gene­ral Mordechai Hod da kampanyanın tasarlandığı yıllarda şunları söylemiş: “Plânla yaşadık, plânın üstünde uyuduk, plânı yuttuk. Onu durmadan geliştirdik.”[211]

İsrail’in savaş sırasında yaptıkları “savunma” gereğinden çok öteye gitti. Sivillere karşı napalm bombaları kullanıldı, hattâ Mısır­lılar yanında savaştıkları iddiası ortaya atılarak Gazze’de barış gücü­ne bağlı bazı Hintli askerler bile öldürüldü. Arap savaş tutsaklarına yapılan işlem tüm insancıl ilkeleri çiğniyordu. Arap kentleri ve köyleri yerle-bir edildi. Hakaret, şiddet, yağma ve yığınsal katliam yapıldı. İsrail ileri gelenleri Kudüs’ü, bazı Ürdün topraklarını, Golan Tepe­lerini ve Sina’yı kendilerine kattıklarım ilân ettiler. Yüz-binlerce Arap, gene, şiddetten ve bir yerden bir yere sürülmüş olmaktan ötürü kaç­mak zorunda bırakıldı. İsrail göçmen sorununu peşpeşe yaratarak bunu komşu Araplar üstünde bir baskı aracı olarak kullanmak ve Yahudi göçü için daha fazla toprak edinmek amacını güttü. Bütün bu söylenenler barış içinde yanyana yaşamanın değil, İsrail’in işgal isteğinin kanıtlarıdırlar.

Irak’m Birleşmiş Milletler delegesi Adnan Pachachi İsrail’in saldırıdan hemen sonraki durumunu şu sözlerle çok iyi açıklıyordu:

“Siyonist işgal esin ve itici gücünü Avrupa zindanları­nın ürünü olarak işkence görmüş kişilerin özlem ve düş­lerinden almaktadır. Avrupa’daki Yahudi halka çektirilen baskı ve hakaret yıllarının Hitler kıyımıyla doru­ğuna ulaşması, göründüğü kadarıyla, bugün İsrail’in kade­rini belirleyen Avfupah Yahudilerin ruhsal yapılarında derin bir iz. bırakmıştır. Yüzyıllaıın yılgınlığı ve kini şimdi Filistin Araplarma yapılan görülmemiş vahşetle bir çıkış yolu bulmaktadır. Fakat kaderin ne acımasız bir cilvesidir ki, Yahudilerin, topraklarında Orta Çağ Avrupa’sının anlatılmaz vahşetinden uzak bir kurtuluş ve korunma yeri buldukları Araplar bugün böylesi hayasızca yoğun bir bir baskının kurbanı olmaktadırlar...

“Amerikan Hükümetinin tavrı, ne yazık ki, bizim en kötü kuşkularımızı pekiştirmiştir. Görünen odur ki, İsrail’in Arap dünyasındaki Amerikan çıkarlarını ve ihtiraslarını genişletmede güvenilir bir araç olacağı bu hükümetin yerleşmiş bir siyasetidir.”[212]

İsrail’in eylemlerinin ardındaki gerçek neden bu ülkenin yönetici çevrelerinin tekelci sermayenin ne denli etkisi altında olduklarının anlaşılmasıyla daha iyi ortaya çıkabilir. Yetmiş Yahudi iş adamının da katıldığı, uluslararası maliye ve endüstri çevrelerinin büyük kon­feransı İsrail’in hangi çıkarlara hizmet ettiği ve ülkenin gerçek sahi­binin kimler olduğu hakkında bir fikir vermektedir.[213] İsrail yalnız kendi kaynaklarına dayanarak silâhlı kuvvetlerini sürdüremez. Emper­yalist devletler İsrail’e petrolle dolu Orta Doğu’da kendilerinin bir bir aracı, Arap halklarının ulusal kurtuluş akımım durduracak bir kale-ve Batı’nın stratejik çıkarlarını kollayacak bir üs olarak baktılar.

Dünya Siyonist Orgütü’nün 24 Eylül ıgby’de Basel’de. yapılan Yetmişinci Kuruluş Toplantısında şovence ve tehditlerle dolu sözler işitildi. General Itzhok Rabin, Dr. Nahum Goldmann ve başkalarının söylediklerine bakılırsa, İsrail’in Ürdün, Lübnan ve Suriye gibi dev­letleri siyasal yönden bütünüyle ortadan kaldırmayı tasarladığı sonu­cuna varılabilir.

Amerika’dan başka Alman Federal Cumhuriyeti’nin de İsra­il’in saldırgan siyasetine destek olduğunu belirtmek önemlidir. İsrail’in askerî zaferlerine katkıda bulunan silâhlar onarım andlaş- ması sayesinde Batı Almanya’dan sağlanmıştır. 1967 savaşı, anti- tank Kobra füzeleri de dahil olmak üzere, bazı Batı Alman silâhlarının denenmesi için de fırsat yaratmış sayılır. Bu savaş küçük fakat hareket yeteneği yüksek bir ordunun sayıca daha kalabalık bir dü.şmana üstün gelebileceğini göstermiştir. Bazı Batılı askerî çevrelerin bu deneyin kazançlarını Avrupa sahnesine taşımak istemeleri de akla geliyor. Batı Alman nükleeı fizikçilerin İsrail’de çok aktif oldukları ve bu ül­kenin atom bombasını Araplarla olan diyalogda bir kuvvet aracı ola­rak kullanmak istediği de biliniyor. Negev Çölü yeraltı nükleeı- deney­lere sahne olmuş ve burada füze rampaları kurulmuştur. Bu merkezler Batı Alman bilimcileri için, nükleer silâhlara sahip olma isteklerine yardımcı olacak deney noktaları durumuna gelmiştir.

Görünen odur ki, emperyalizm savaşı sürdürmede İsrail’i bir araç olarak seçmekle doğru bir seçenekte bulunmuştur. Batı’nm üst­lenmeyi göze alamayacağı bir şeyi, iyi silâhlanmış bir İsrail gönüllü olarak yapmaktadır. İsrail’in kuşkusuz kendi ihtirasları olduğu halde, dünyada ve özellikle Orta Doğu’daki durum dikkate alındığında, em­peryalizmin ve yeni-sömürgeciliğin gönüllü bir aracı durumundadır,

İsrail’in daha önce Afrika’ya sızması da aynı çerçevede değerlen­dirilmelidir. İsrail, Arap boykotunun etkilerini bertaraf etmek ve kendi emellerine bir çıkış yolu bulmak amacıyla, Afrika’da bir yer edinmek için hiçbir çabayı esirgememiştir. Afrika, önce, büyük bir ham madde kaynağıdır. Afrika endüstrisini kendi ekonomisine bağla­mağa çalışmış, ucuz emek ve zengin ham maddeye dayalı düşük üretim maliyetinden yararlanmış ve İsrail’de pazarlanabilir mallar için fabrikaların, örneğin Kenya ya da Fildişi Kıyısı’nda turunçgiller ürününü taşıyacak tahta kasa yapımına yardım etmiştir. Bazı Afrika ülkeleri, endüstrileri ya da İsrail makinalarr kullanan tarımları aracılığıyla ekonomik yönden. İsrail’e bağlıydılar. Afrika’ya belirli anlamda sendikalaşma ve kooperatif anlayışını götüren de Histadrut, yani İsrail İşçi Sendikaları Federasyonuydu.

Daha önemlisi, İsrail bu kıtadaki tüm ulusal kurtuluş akımlarının karşısında yer almıştır. Güney Afrika’daki ırkçı azınlık hükümetine destek olmuştur. Amerika’nın ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin yardımıyla birçok Afrika devletinin bağımsızlığını engelleyici eylem­lerde, görece görünmez fakat stratejik açıdan önemli roller oynamıştır. Amerikan Hükümeti İsrail’in Afrika’ya yardımının çeşidi ve özünün biçimlenmesine müdahale etmiştir. Bu müdahale, doğrudan doğruya ayaklanmalara karşı uygulamalardan hareket eden askerî eğitimin üs­tünde durarak stratejik yönden önemli bölgelerde toplanmıştır. Ango­la’da Portekizlilerden İsrail yapımı Uzi makin alı tüfeklerinin ele ge- "irildiğine dair raporlar vardır.[214] İsrail’di “Güney Afrika ile Kutsal Olmayan İttifakı”[215] [216] ne keyfî bir örnektir, ne de yalnızca bir rast­lantı. Geıçektcn, Paul Ginievvski Apartheid’in İki Yüzü.11 adlı kitabını İsrail Siyonizm’i ve Güney Afrika aparthe'uiı arasındaki ideolojik yakın­lık ve pratik işbirliği üstüne oturtmuştur. İsrail, ırkçı rejimleri silâh ve askerî danışmanlarla beslemektedir.[217] Bu denli ilişkiler İsrail için “intihar ilişkileri”[218] olarak tanımlanabilir. Gerçekten de öyle ol­muştur; birçok Afrika ülkesi ve devletle diplomatik ilişkilerini kesmiş durumdadır.

İsrail Asya’nın da bir parçası olmağa çabalamıştır. Başarısız- sızlıkla karşılaşmış ve bu çabasından herhalde vazgeçmiştir. Başarı- rısızlığı kaçınılmazdı, çünkü İsrail ve Siyonizm yalnız Asyalı olma­dıkları gibi, Asya’ya karşıydılar da. Jawaharlal Neh.ru 1955 Bandung Konferansında tehlikenin İsrail’den çok ona arka çıkan güçlü devlet­lerden geldiği konusunda Arapları uyarmıştı.[219] Bandung’dan sonra, İsrail’in hiçbir Asya-Afrika ya da bağlantısız ülkeler konferansına çağrılmaması kabul edilmişti. Birbirini izleyen her konferansın İsrail’i daha sert biçimde suçlaması önemlidir. İsrail yorumcuları Asya-Afrika için iyi olanın İsrail için kötü olduğunda birleşiyorlar. 1958 Kahire Birinci Asya-Afrika Dayanışma Konferansının İsrail’ in Orta Doğu’nun ilerlemesini ve güvenliğini tehdit eden bir üs olduğu kararı, sonradan Gine, Endonezya, Cezayir, Tanzanya, Gana ya da başka yerlerde yapılan hukukçular, gazeteciler, gençlik ve kadın toplantılarında yinelenmiştir.

Birleşmiş Milletler’de yapılan oylamaların incelenmesi İsrail’den ıızaklaştldığmı gösteriyor. Geçmişte İsrail’i desteklemiş olan Malawi, Lesotho, Svvaziland ve Botsvvana gibi devletler (pek küçük oldukları gerçeğinden başka) ırkçı Güney Afrika rejimine bağımlıdırlar. İs­rail’in dostları, genellikle, bu topraklarda yabancılara askerî üsler verirler. İsrail dostlarını ekonomik, hattâ askerî yönden şu ya da bu Avrupa devletine yakından bağımlı küçük, zayıf ve tutucu ülkeler arasından seçer.

Saldırgan Dış Politikanın İçe Yansıması:

Dış ülkelerden büyük paraların akması İsrail’in, özellikle ilk yıllarda ekonomik güçlüklerinin üstesinden nasıl gelebildiğinin ve bu yönde bir üretim gizili olmadığı halde dışta saldırıları nasıl yürü­tebildiğinin yanıtıdır. Bu türlü görülmemiş parasal desteğin ülkenin ekonomik kalkınmasından başka hedefleri olduğu burada belirtil­melidir.

İsrail’in dış ödeme borçlarının yarattığı durum, Sina kam­panyası suasmda, parasal desteğe Amerika’nın da katıldığını ortaya koyuyor. Ameıikan Hükümeti İsrail’e resmî yardımı geçici olarak durdurduysa da, (1956 saldırısından sonra da) hibe biçiminde gene Amerikan kaynaklarından gelmeğe devam etti. İsrail yöneti­cileri bu kampanyanın İsrail ekonomisi üstündeki etkilerini ortadan kaldırmak için emperyalist devletlere daha fazla yaslandılar ve eme­ğiyle geçinen yığınlara yeni vergiler koydular.

Yıllarca, Filistin daha geniş ve tamamlayıcı bir örgünün ayrıl­maz parçası oldu. Filistin’in komşu Arap ülkeleriyle ekonomik ilişkileri olması doğaldır. Çevresindeki Arap dünyası ile hiçbir iliş­kisi olmayan İsrail ham maddelerden bütünüyle yoksundur. Naren­ciye yetişen bu ülkede tarım genellikle gıda yönünden halkın gerek­sinimini karşılamamaktadır. Endüstri gelişmemiş, dış ticaret açığı büyüktür.

Ekonominin 1968’de büyümesi endüstrinin savaş üretimine yönelik genişlemesinden ötürüydü. Aynı biçimde, bazı İsrail yayınları tarım ürünlerinde de fazlalık olduğunu söylemekte, ancak bunun yığınların satın alma gücünün düşmekte olduğundan kaynaklanıp kaynaklanmadığını belirtmemektedirler. Devlet sermayeciliği yerel özel ve dış tekelci sermayenin hizmetindedir. Devlet sektörü bu çev­relerin ağır baskısı altındadır. Örneğin, İsrail’in Hadera’daki en büyük kâğıt fabrikası Amerikan sermayesinin denetimindedir. Amerikan Kaizer-Frazer Şirketi büyük bir otomobil montaj ku­ruluşunu işletmektedir. Petrol arayan özel sermayedir. Ülkenin dış-alım siyaseti incelendiğinde, İsrail’in temel endüstri ham

maddeleriyle dışardan getirilen mamul maddelerde bağımlılığı ortaya çıkar. Ancak, gitgide büyüyen dış ticaret açığının ana nedeni artan sayıda uçak satın almasıdır. Bu nedenle, ek bütçe kararları almak İsrail’de olağandır. Askerî masraf bütçenin büyük bir oranını oluşturmaktadır. ıgög’da, yani 1967 saldırısından hemen sonra, askerî masraflar bütçenin yüzde 54.1’ini kapsıyordu. Demek ki, sosyal refah, sağlık, sigorta ve benzeri alanlara askerî amaçlardan daha az para sarfediliyor. Hükümet enflâsyonu ve İsrail parasının değer kay­betmesini durduramamaktadır. Gelişme bütçeleri hemen hemen bütünüyle dıştan gelen gelirle karşılanıyor. Fonların üçte-biri de borçların ödenmesine gidiyor. İsrail bu malî çevrelere büyük ölçü­de bağımlıdır.

Sonuç:

İsrail kendine özgü bir emperyalist nüfuz örneği oluşturuyor. İsrailli yöneticiler, Siyonist örgütler aracılığıyla, emperyalist ülkelerin etkili gerici çevreleriyle yakın ilişki içindedirler. İsrail’in ileri gelen­leri iç politikada sermayenin çıkarlarına ve dış politikada da yayıl­macı bir programa hizmet etmektedirler. Dünya Siyonist Örgütü İsrail ileri gelenleriyle uluslararası gericilik arasında kışkırtıcı anlaş­maların yapıldığı bir araçtır. Bu örgüt geniş yetkileri olan yabancı ve devlet dışında bir kuruluş gibi çalışır. İleri gelenleri aşırı eğilimli İsraillilerle örgütü Ne w York’tan yöneten Amerikan Siyonistleridir. İsrail’in yönetici çevrelerinin, aslında, Amerikan denetiminde olan Siyonist örgütün yalnızca bir parçasını oluşturduğu söylenebilir. İsrail Hükümeti bu örgütün yöneticilerini, kendilerinin görev ve yetkilerini ilgilendiren bir yasa tasarısı henüz Knesset’e sunulmadan önce, haberdar etmektedir.

. Bugünkü Siyonizm de menfada birleşmiş ve acı çeken bir Yahudi ulusunun varlığı, Yahudi sorununun toprak elde etmekle çözümü ve Semitizm düşmanlığının sürüp gitmesi gibi Siyonizm’in klâsik inanç­larına oturmaktadır. Dünya çapında birleşmiş bir Yahudi ulusuna ilişkin iddialar Yahudilerin kendine özel, başkalarından ayrı ve daha önemlisi, “seçilmiş” ve “üstün” oldukları inancına yol açtı. İkinci olarak, dünya Yahudiliğinin zorunlu olarak İsrail’e göçmesi isteği on-beş milyon' insanın yerleştirilmesini gerektiriyordu. Bundan ötürü, 1967 saldırısının da gösterdiği gibi, Araplar Siyonizm’i bir tehdit olarak kabul etmekte haklıdırlar. Siyonizm Orta Doğu’da emperyalizmin bir aracı olarak, uluslararası barış ve güvenlik için de bir tehdittir. Son olarak, gerici vc yayılmacı bir ideoloji olan Siyonizm'in Semitizm alcyhdarlığıyla da bir ilişkisi yoktur. Bugünkü Siyonizm İsrail’de vc Amerika’da büyük Yahudi burjuvazisinin ideolojisidir. Emper­yalizme hizmet eder ve kurtuluşçu güçleri hedef alan yeni-sömürgeci tasarıların yardımcısıdır. Yahudi sorununu çözemez; emperyalizmin yalnızca Yahudi kanadıdır. Ona karşı duranlar emperyalizme karşı oldukları için bu tavrı takınmaktadırlar.

İSRAİL VE AFRİKA

RICHARD P. STEVENS

İsrail devletinin Mayıs 194.8’de kurulmasından bile önce, Afrika’da ve başka yerde İsrail varlığının temelleri siyasal Siyonizm vc kıtaya miras kalan imparatorluk yapısı içinde atılmıştı. Bunun sonucu olarak, bu varlığın araştırılması bizi yalnız İsrail’in çabalarına Afrika’da nasıl yardımcı olunduğu sürecini değil, doğrudan doğruya ya da do­laylı olsun, İsrail yararına işletilecek olan bu baskıların doğasını da anlamamıza yardımcı olacaktır.

Bu tartışmanın biraz sınırında görünmekle birlikte, Siyonistlerin ilk başlarda ilgilenmeleri konusunu ele almak Siyonizm’in sömürgeci ve yerleşmeci niteliğini anlama açısından yararsız değildir. Böylece, Herzl’in Der Judenstaat adlı kitabının yayınlanmasından yalnızca yedi yıl sonra, Ingiliz Sömürge Bakanı Joseph Chamberlain Siyonist öndere Uganda’da (aslında, Kenya) bir Yahudi yerleşmesi kurmasını öneriyordu. Chamberlain’in 1903 tarihli Altıncı Siyonist Kongre­sinde kabul edilen önerisinin Uganda demiryolunun yapımı gibi birtakım pratik düşüncelere bağlı olmasına karşın, daha önemli ola­rak, güney Afrika’da Ingiliz ırkçı ve imparatorluk siyasetiyle ilgiliy­di. Chamberlain Boer Savaşından sonraki dönemde, Güney Afrika’da beyaz uzlaşı siyasetinin kesin başarısı için Yahudi desteğine gereksinim olduğunu anlıyordu. Savaştan sonra taşınmaz malî yüklerle karşı kar­şıya kalan Sömürge Bakanı Güney Afrika’nın kalkınmasının Rand çevresindeki büyük endüstri ve maden zenginliği yoluyla olabileceğini bilmekteydi. Tüm İngiliz dominyonları içinde, Güney Afrika Yahudi- dilerin ve Yahudi sermayesinin en girift olduğu yerdi.1 Chamberlain’in biyografisini yazmış olan Julian Amery’nin dediği gibi, “özellikle Rand Yahudilerin elindeydi ve...Chamberlain ile Milner Güney Afrika’nın kalkınması ve gelecekteki ilerlemesini bu zenginliğe bağlıyorlardı.”[220] [221] Güney Afrika’nın 1898’de Güney Afrika Siyonist Federasyonu kurulmadan önce Siyonist eylemin bir merkezi olduğu gerçeği ve “Rand madenlerinde en zengin girişimci ve yatırımcı Yahudilerin Siyonist olmaları”[222], İngiltere ve Amerika Birleşik Devlet­leri başta olmak üzere, öteki Batı devletlerinde daha sonrak iSiyonist başarısı, iç siyasal yapı ile dış siyaset arasındaki ilişkiye bir örnek oluş­turabilir.

Güney Afrika Yahudiliğinin siyasal Siyonizm’le, “Uganda önerisi” ile ilgisine yansıyan -ama ilk tercihi oluşturmayan- derin bağlantısı bu zamansız tasarıyı da aşıyordu. Aslında, Güney Afrika Yahudileri siyasal Siyonizm’e o denli bağlıydılar ki, ülke Yahudilerinin yüzde 99’unun Siyonist bağlantısı pekâlâ söylenebilirdi.[223] Güney Afrika’ya yüzde 8o’i Litvanya’dan gelen Yahudi göçmenler, ilk başlarda yok­sul olmalarına karşın, tüm beyazlar gibi buradaki ırksal eşitsizliklerin yukarılara tırmanmak için olanak sağladığını çarçabuk farkettiler. Birçok gözlemci 120,000 Güney Afrikalı Yahudinin 1945’e kadar, dünyada kişi başına en zengin Yahudi topluluğunu oluşturacağını ve, Amerika da dahil olmak üzere, herhangi bir yerdeki Yahudi topluluğundan daha fazla Siyonist dâvasına katkıda bulunacağını söylüyordu.[224]

Herzl’e açıkça ödün vermek için düşünülmüş ve Güney Afrika Yahudi topluluğuna hoş görünmek isteyen Uganda önerisinden başka, Afrika’daki Yahudi yerleşmesini ilgilendiren başka birçok tasarı daha vardı, fakat bunlar çoğunlukla fsrael Zangvvill’in önderliğinde Yahudi Toprak Örgütü’nün önerileriydi. Bu tasarıların herbiri siyasal Siyonizm’in, ister Libya’da İtalya, ister Sudan’da Ingiltere ve ister Angola’da Portekiz olsun, bir sömürgeci devletin çıkarlarıyla uyuştuğu noktasından yola çıkıyordu. En son verilen örnekte, bu tasarıyı destekleyenler “Portekiz Hükûmeti’nin Angola’yı etkin bir biçimde işgal altında tutamamasından ötürü, bu düşünceyle işbirliği yapmak zorunda olduğunu, Güney-Bati Afrika’dan gelen bir Alman tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu ve ‘Angola’da Portekiz bayrağı altında güçlü bir Yahudi kolonisinin o bayrağın orada dalgalanması­nın tek yolu olduğunu’ ”[225] tahmin ediyorlardı. Birinci Cihan Savaşı’nın başlamasıyla Yahudilerin Afrika’ya yerleşmesine ilişkin tüm tartış­malar kesin olarak sona erip Filistin ön plâna çıkmışsa da, böyle bir gelişme olmuş olsaydı ne gibi olası sonuçları olabileceğine dair düşüncelere yer vermeğe değer. Bir tarihçi şöyle diyor:

“Bu önerinin (Kenya) kabul edilmesiyle Yirminci Yüzyıl tarihinin nasıl değişmiş olabileceğini düşünmek ilginç. Kenya sözkonusu olunca, kişi şunu sorabilir: Bir Yahudi topluluğunun orada bulunması Ingilizlerin o bölgeyi denet­lemelerine yetecek miydi? Ya da Afrika milliyetçiliği kendi içindeki böyle bir toplumu sömürgeci, kendi geleceğini saptama hakkı olmayan ve ulusal yarlık hakkı olmayan bir grup olarak mı görürdü?...Herhalde, Afrika milliyetçi­liği, Orta Doğu’daki Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi, modern siyasal Siyonizm’le çatışacaktı. O zaman da, horoz döğüşü Doğu Afrika’da olacak ve Nasır yerine de Kenyatta Siyonistlerin nefret ettiği kişi olacaktı.”[226]

Olaylar öyle gelişti ki, ne Kenyatta ve ne de Libyah ya da AngolalI milliyetçiler Siyonist yerleşmecilerle karşı karşıya gelmek zorunda kaldılar; gelişmeler farklı olsaydı, Siyonizm’in sömürgeci niteliğini pek az kişi yadsıyabilirdi.

Bu arada, Siyonistler Afrika’da dikkatlerini, İngiliz Afrikası -yani, Kenya, Rodezya’lar ve Güney Afrika- başta olmak ve Belçika Kongosu onu izlemek üzere, Yahudi yerleşmelerinin kalabalık ol­duğu yörelere toplamışlardı. Burada Siyonist ve emperyalist düşün­cenin birbirine bağlılığı ve bağımlılığı, neredeyse, Afrika'nın gü­neyindeki beyaz azınlığın merkezine yakınlık oranında önemliydi. Bu siyasal, toplumsal ve kültürel ilişkinin gerçek doğası kendini Güney Afrika’nın en tanınmış siyaset adamı olan General Jan Christian Smuts ile daha sonra İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı olacak olan Siyonist önder Chaim Weizmann arasındaki derin kişisel ilişkide gösterecekti.

Smuts’m Weizmann’a ve Siyonizm’e yakınlığı İngiliz imparatorluk varlığını kollayan bir görevlinin oynadığı rolün yanıbaşmda, ülkesinin sömürgen sermayeci sisteminin gereksinimlerini dikkate alarak yumu­şatılmış ve modernleştirilmiş de olsa, kendi Afrikaner halkının ırkçı ve saptırılmış teolojisinden de doğuyordu. Smuts-Weizmann dostluğu­nun önemi, ancak, Weizmann olmasa Balfour Bildirisi’nin olmayacağı ve Smuts olmasa 1910’da siyah çoğunluk tüm bir yana itilerek kurulan Güney Afrika Birliği’nin sarsılıp yıkılacağı anımsandığmda, tam olarak anlaşılabilir. Her ikisi de bir anlama “temsil” ettiklerine karşı benzer durumlarını korumağa çalışıyor ve her ikisi de ekonomik, si­yasal ve stratejik boyutlarda imparatorluk öğesi adına hareket ediyor­lardı. Her iki durumda, Smuts ve Weizmann Batı uygarlığının, bir Hıristiyan misyonu ya da Yahudi-Hıristiyan hedefi olarak, baskıyla sömürü ve işgâlle denetimi sanki iyi şeylermiş gibi göstermek yetene­ğini kendilerinde toplamışlardı.

1975’de yayınlanmış olan Weizmanri ve Smuts: Siyonist-Güney Afrika işbirliğine İlişkin Bir Çalışma adlı kitabımda uzun uzadıya anlatılan bu ilişkinin ayrıntılarına girmeden belirteyim ki, Weiz- mann, 1940’larm başında, 1939-öncesi Îngiliz-Siyonist işbirliği Beyaz Kitabının canlanabileceğin! umduğu ahlarda, Smuts’a bu ittifakın öncüsü ve beyaz üstünlüğüne dayalı bir Pan-Afrikanizm’in babası olarak, Afrika’nın geleceği için bir tasarı önermişti. Weizmann, 26 Şubat 1943 tarihli ve “Afrika Hakkında Memorandum” başlığını taşıyan bu ilgi çekici belgede, “Afrika’nın savaştan sonra Ingiliz Sömürge imparatorluğunun herhalde belkemiği olacağına dayalı” bir tez geliştirdi. Weizmann burada, daha sonra, petrolün yerine geçe­cek olan yeni bir kimya endüstrisi için karbonhidratların geniş kul­lanımım öngören bir gelişme tasarısı öneriyordu. Bu tasarı içinde Weizmann, bir Yahudi Filistin’in, “Afrika Kıtasının, büyük bir olu­şum olma yolunda gelişebilmesi için bir laboratuar ya da deneme istas­yonu rolü oynayabileceğini” ileri sürüyordu. “Afrika ile Filistin arasında yaratılacak bu bağın Filistin’in Arap çevresi içinde yerini güçlendirebileceğini ya da ekonomik ve siyasal yönden, ilerde kurula­bilecek bir Arap Federasyonu yerine Afrika blokuna girmesini kolay­laştıracağını” belirterek sözlerini bitiriyordu.[227] Smuts Afrika’nın ve imparatorluğun geleceğini, kuşkusuz, gerçekçi olarak gördüğü ve bu tasarıyı ele almadığı halde, Weizmann’m Afrika’ya yaklaşımı, genel çizgileriyle, İsrail’in düşünce biçimini oluşturdu. Bu arada, Güney Afrika’nın desteği 1947’de Filistin’in bölünmesine ilişkin B.M. kara­rına yol açan karmaşık Siyonist manevralarına bir hayli katkıda bulundu.

Güney Afrika, gene Smuts’ın önderliği altında, uluslararası düzeyde Yahudi devletinin desteğine koşarken, içerde hükümetinin karşısına militan ve ırkçılık açısından daha da sağ kanatta olan, Afrikaner’lere dayalı Milliyetçi Parti dikilmişti. Bu partinin geçmişinde Semitizm-aleyhdarı tavırlar olmasına karşın, 1947 ye 1948’dc dramatik bir değişiklik de yer aldı. Irkçı bir azınlık rejimi korunacaksa, yalnız beyaz dayanışmasının gereği takdir edilmiş olmakla kalmıy or, fakat Yahudi sermayesinin çıkıp gideceği korkusu da duyuluyordu. Böylccc, 1948 genel seçimleri yaklaştıkça, bir zamanlar Hitler’in ırkçı mito­lojisini benimsemiş olan partinin düşüncesinde bir değişikliği gösteren birkaç işarete rastlandı. Milliyetçi Afrikaans basını Filistin’deki în- liz siyasetine karşı Siyonist terörizm ve muhalefetini desteklemekle kalmıyor, Tanrı’nm Seçtiği Hıristiyan ırk dedikleri AfrikanerAcrm İngilizlerle bağı koparma isteğini Siyonistlerin.tavırlarına benzetiyor­lardı. 26 Mayıs 1948’de Milliyetçilerin, az farkla da olsa, zaferinden hemen sonra, Malan hükümeti İsrail’i de jure tanıdı.

İsrail’in diplomatik yönden tanınmasını hemen, Yahudi desteğini kazanmak için düşünülmüş olan öteki eylemler izledi. Malan iktidara geldikten altı hafta sonra, kendinin ve hükümetinin beyazların her­hangi bir bölüntüsüne karşı ayrımdan yana olmadıklarını açıkladı. Malan, İsrail’e yatık birçok öteki devletin tavrının daha da ötesine giderek, yasalarla uyuşmadığı halde, İsrail’de hizmet etmek üzere Yahudi yedek subayların gitmelerine izin verdikten başka, Ingiliz Uluslar Topluluğunda Yahudi devletini ziyaret eden ilk başbakan da oldu. Güney Afrika’nın karşılaştığı ciddî parasal sorunlara karşın, hükümet İsrail’in çok gereksinim duyduğu mal ve patanın yollan- masna izin verince, Malan’m Yahudi topluluğu üstündeki etkisi aşağı yukarı tamamlanmıştı.[228] Milliyetçilerin İsrail’i desteklemesi ve Semitizme karşı olan resmî siyasetlerine son vermelerinin Yahudi toplumundaki tepkisi bu partinin görüşlerinin bütün aşamalarda kabul edilmesi oldu. Böylece, apartheid resmen siyasal bir sorun oluyordu, havrada ya da Yahudi basınında suçlanacak bir ahlâk sorunu değil.[229]

İsrail’in bağımsızlığının ilk on yılında, bu devletin ilişkileri Güney Afrika, Etyopya ve Liberya ile sınırlı kalmıştı. Hem- Etyopya, hem Liberya’da yönetici Amerikan-Liberyah seçkinlerde aşırı tutucu Baptist (Protestan) mezhebi ile birlikte güçlü bir Amerikan varlığı ve karmaşık bir Kral Salomon sülâlesi mitolojisi İsrail ile ilişkileri etkilemişti. Aynı zamanda, Fransa Batı ve Ekvator Afrikası, Belçika Kongosu, İngiliz Batı, Doğu ve Orta Afrikasında bulunan Avrupa yönetimleriyle ticaret ve ekonomi ilişkileri kurulmuştu. 1957’de Gana ile başlayarak bağımsızlık gelip çattığında miras olarak kalan ilişkiler bunlardı. Çeşitli ilişkilerin varlığına karşın, İsrail açısından, Güney Afrika vc öteki beyaz azınlık göçmenleri yönetimiyle ilişkiler geri kalan Afrika çıkarlarından ağır basmaktaydı. Bunun sonucu olarak, Güney Afrika’nın ırkçı siyaseti Birleşmiş Milletler’in neredeyse kuruluşundan beri bu örgütte tartışılmaktaysa da, İsrail bu ülkenin tutumunu suçlama akımına katılma gereğini duymuyordu.

Ancak, 1955-1956 yıllarına gelindiğinde, olaylar İsrail’in Afrika ile ilişkilerini yeni baştan ele alması zorunluluğunu doğurdu. İsrail’i dışta tutan 1955 Bandung Konferansı ve 1956’da Süveyş’e İngiliz - Fransız-îsrail saldırısı sırasında yer alan Yeni Delhi Asya Sosyalist Konferansı İsrail’in Batıklarla ve emperyalistlerle olan ilişkilerinin onu özenilmeyen bir duruma soktuğunu gösteriyordu. Böylece, Birleşmiş Milletler’de çoğunluğu oluşturacak olan devletlerle yakın ilişkiler kurma karan verildi. Kısaca, bu Afrika siyaseti üç temel ilkeye otu­racaktı: (a) Arap etkisinin, gerekirse askerî yardım yoluyla, sınırlan­ması; (b) Arap Birliği üyesi olmayanlarla ekonomik ilişkilerin geniş­letilmesi; ve (c) Birleşmiş Milletler’in içindeki (ve sonunda Afrika Birliği Örgütünde) Arap devletlerine karşı kullanılmak üzere, Arap olmayan Afrika devletlerinin diplomatik desteğini kazanma. Açıktır ki, bu siyaset ancak yeni devletler biçimsel egemenliklerine kavuş­tukça yavaş yavaş tam olarak uygulanmağa başlamıştı. Fransız uydusu olanlar başta olmak üzere, bu devletlerin çoğunun, ekonomik ve siyasal yönden, Paris’e çok fazla bağlı olmaları gerçeği karşısında ba­ğımsızlıklarının bir anlama kuşkulu olması İsrail açısından ek bir yarar sağlıyordu. Temelde, İsrail bağımsızhktan önceki günlerde kurduğu ticaret bağlantılarının yarattığı havadan yararlanıyordu.

1957 ve 1961 yılları arasında İsrail’in Afrika siyaseti Güney Af­rika ile olan ilişkilerini ön plâna almakta devam ettiyse de, Temmuz 1961’e gelindiğinde Fransa’ya yönelik tutucu devletlerden bile apart- heid’i İsrail’in kınamasını isteyen baskılar gelmeğe başladı. Böylece, İsrail’in ilk ürkek tepkisi apartheid’i “ülkenin beyaz olmayan çoğun­luğunun çıkarlarına zararlı” olarak tanımlaması oldu. Bunu, kısa bir süre sonra, İsrail’in B.M.’de Güney Afrika’ya karşı oy verenlere birkaç kez katılması izledi.

İsrail’in, Güney Afrika’nın ırkçı siyasetine ilişkin daha önceki on-üç yıldır sürdürdüğü tavır ışığında, bu dönüşü, anlaşılabileceği gibi, Güney Afrika’nın duyarlılığı açısından bir hayli sürpriz olarak geldi. Güney Afrika AJ'rikaaııs basını ihanete uğramış bir aşığın kız­gınlığı ve içtenliği ile şunu sorabiliyordu:

“İsrail halkının kendini Yahudi olmayanlar arasında koru­mağa çalışmasıyla Afrikaner’hı olduğu gibi kalma çabası arasında bir fark var mı? İsrail halkı, Tevrat’tan yola çıkarak, öteki halklarla neden karışmak istemediğini an­latmağa çalışıyor; Afrikaner de aynı şeyi yapıyor...”11

Güney Afrika Dış İşleri Bakanı “Güney Afrika Hükümet ve kabinenin bakanları tek tek, geçmişte, İsrail ile ilişkileri iyileştirmek için yapmadıklarını bırakmadıklarını” söyleyerek İsrail’i “düşmanlık ve kadirbilmezlik”le suçladı.[230] [231] Başbakan Dr. Vertvoerd şu rahatsız edici gözlemde bulundu: Yahudiler İsrail’i orada bin yıl yaşamış olan Araplardan aldılar. Bu noktada onlarla aynı düşüncedeyim; İsrail, Güney Afrika gibi, bir apartheid devletidir.”[232] Sonunda diplomatik ilişkilerin büyükelçilik düzeyinden elçilik düzeyine indirilmesiyle, Îsrail-Güney Afrika bağlarında resmî olarak bir soğuma yer aldıysa da, ekonomik ve kültürel ilişkiler güçlü kaldı. Bazı durumlarda, Gü­ney Afrika Siyonist Örgütü aslında büyükelçilik görevlilerinin ele alması gereken birçok işler yaptılar. Daha önemlisi, Güney Afrika Yahudiliği neredeyse genellikle ciddî bir İsrail yanlısı olarak değer­lendirilen bu durumu affettirecek bir yol olarak dünya kamu oyunca Güney Afrika’ya yöneltilen eleştirileri başka yönlere çekmeğe çalı­şıyordu. Bu durum, Güney Afrika Milletvekilleri Kurulu ve Siyo­nist Örgütü’nün ısrarıyla, Yahudi kuruluşlarının apartheid’i resmen suçlamaktan kaçındıkları B.M.’de özellikle görülüyordu.

Afrika ve Asya ile daha güçlü ilişkileri öngören İsrail kararı, Histadrut (İş Genel Federasyonu) ve Mapai’m (İsrail İşçi Partisi) Filistin’deki Siyonist çabalarının başlangıcından beri geliştirdiği bağ­lantıların bezediği işçi akımı ve Batı Avrupa sosyalizmine ilişkin te­maslardan yararlanabildiği için şanslıydı. Gerçekten, İsrail’in bir Afrika-Asya siyasetine girişme isteği, Uluslararası Özgür İşçi Sendi­kaları Konfederasyonunun temsil ettiği sendikacılık akımının Afrika ile ilişkileri genişletme kararıyla birleşti. Brüksel’de üstlenen ve “aşı- rıhğı” ve “sola kaymayı” sınırlama çabasına yardımcı olan ve bu­nu büyük ölçüde denetleyen A.B.D. sendika federasyonları A.F.L. -C.I.O. idi. Bu örgütün Siyonizm’le güçlü bir biçimde bağlantısı vc Afrika’da çabalarının C.I.A. desteğiyle belgelenmiş olması bu yazının, çerçevesini aşan konulardır. Kısaca, bu önderler, bu demektir ki, Afrika’da işçi sendikaları akımı kanalıyla “ılımlı” önderler yaratma yolunda adamakıllı çaba harcamaktaydı. Ve bu denli önderler de, Amerikan, İngiliz, İsviçre ve İskandinavya işçi akımlarının yardımıyla Histadrut tarafından 1960’da Telaviv’de kurulmuş olan ve güya siyasal yönden yansız Emek Çalışmaları ve İşbirliği Enstitüsünde değil de başka nerede eğitim görebilirlerdi? Bundan böyle, Manda döneminde yerleşmecilerin ekonomik ve siyasal yaşamını deneyimi altına alıp biçimlendiren Histadrut ve Mapai gibi güçler geniş kay­naklarını ve dikkatlerini, İsrail dış politikasına destek kazanma yolun­da, Üçüncü Dünya’ya çevirdiler.

Bunun sonucu olarak, İsrail 1958 ve 1967 yılları arasında Afrika da genellikle hakkında iyi konuşulan, bir sürü yaratıcı ve gerçekten bir hayli beceri isteyen işlere kalkıştı. Yüksek masraflı tasarılardan kaçınarak ve insan öğesi üstünde durarak, dokuz yıllık bir süre içinde 2485 İsrail uzmanı Afrika’da çalıştılar. Asya, Lâtin Amerika ve Akdeniz dahil olmak üzere, bütün bölgelere yollanan uzmanların toplam sayısının 3476 olduğu gerçeğinden hareket edersek, Afrika’nın İsrail’in bir numaralı hedefi olduğu anlaşılır. Aynı biçimde, eğitim için, İsrail’e getirilen 12,627 yabancı içinde yarısından fazlası, 6640 kişi Afrika’dandı. Bu Afrikalıların sayısı 1958’de 59’dan 1964’de 528’e fırlamıştı. Gelişmiş devletlerin dışında aynı şeyi şeyi yapan devletler içinde en büyüğü olan İsrail’in bu çabasına ilişkin dikkate değer gerçekler, rakamlar ve mantık Leopold Laufer’in İsrail ve Gelişmekte Olan Ülkeler İşbirliğine Yeni Yaklaşımlar (1967) adlı kitabında yer almaktadır. A.B.D. Dış İşleri Bakanlığı Uluslararası Gelişme Ajan- st’nda görevli biri tarafından yazılmış olan bu kitap İsrail’in Afrika’daki başarısının temelini anlama ve bundan yararlanma umudunu bes­leyen için sen derece önemlidir.

Afrika’da İsrail’in ve Milliyetçi Çin’in çabalarının temel gerçeği her ikisinin de Amerikan onayıyla iş görmüş oldukları ve A.B.D’nden gelen teknik yardımdan büyük ölçüde yararlandıklarıdır. Böylece, 1950’leıde Dördüncü Nokta programlarıyla A.B.D.’ye gidip eğitim gören beş İsrailliden en az biri, daha sonra İsrail’in kendi kooperatif programına katılmıştır.[233] İsrail’in Afrika’daki varlığının ne. biçim birşey olduğunu, C.I.A.’deu yardım gören Massachusetts Teknoloji Enstitüsüne bağlı Uluslararası Çalışmalar Merkezi denetiminde Arnold Rivkin’in 1962’de yazdığı kitap başka bir düzeyde ortaya koy­muştur.[234] Rivkin, Afrika ve Batı: Ö,~gür Dünya Siyasetinin Öğeleri adlı bu kitabında, “İsrail örneğinin, Batı modelinden farklı, fakat özgür dünyanın çıkarlarına komünist örneğinden çok daha fazla uyan, bir çeşit ekonomik ‘üçüncü güç’ olabileceğini” söylüyordu. Rivlin Amerika için gerçekten hükümet siyaseti olacak şu öneri üstünde duru­yordu :

“İsrail’in üçüncü güç olarak rolü de üçüncü-ülke yardım tekniğini yaratıcı biçimde kullarak arttırılabilir. Afrika’ya yardımı genişletmek isteyen bir özgür dünya devleti, İs­rail’in özel durumu ve birçok Afrika ülkesi tarafından iyi kabul gördüğünü göstermiş olmasından ötürü, bu artışın bir bölüğünü İsrail kanalıyla yöneltebilir. Örneğin, Batı Almanya ya da A.B.D., İsrail’in Afrika ülkelerine ek yar­dımlarına malî desteği oluşturmak için, İsrail’in özel hesabına yatırılanlarla geri ödenmek üzere, İsrail’e Al­man Markı ya da dolarla özel kredi açabilirler. Bu krediler İsrail’in ödeme dengesindeki olumsuz durumu daha iyiye götüreceği gibi, Afrika ülkelerine yapılan yardıma malî yönden, geri-ödenmezlik temeli üstüne, desteklemek için ek kaynaklar oluştururlar. Bu türlü üçüncü-ülke yaklaşımı özgür dünyanın çok-yönlü yardım gruplaşmalarına özel­likle uygundur.”

Açıktır ki, Amerika açısından, İsrail ile iyi ilişkiler içinde olan herhangi bir Afrika devletinin, A.B.D. ile kötü ilişkiler içinde olması olası değildir. Daha açıkça, A.B.D. siyasal yönden, mütevazi bir İsrail varlığı sayesinde, bir hayli daha yoğun ve doğrudan Amerikan müdahalesinden çok daha fazla kazanabilir.

İsrail, 1967’den önce B.M.’de Afrika ile ilgili olarak yapılan birkaç yoklamada tuhaf durumda kaldıysa da İsrail’in çabaları, genelde, başarılı olarak değerlendiriliyordu. Herhalde çok sayıda değişik re-

iimlerle yakın ilişkiler kurduktan başka, İsrail ekonomisi belirli yararlar sağlandı. İşin tuhafı şu ki, tsrail-Afrika ilişkilerinde değişik­lik Haziran 1967 savaşında İsrail zaferi ile başladı. Güney Afrika’nın beyazları da dahil olmak üzere, Batı dünyasının gururu ve geniş toprakların fatihi İsrail, bu zaferden işgalci, güçlü ve Prusya-Hegel modelinin gerçek imajı olarak çıktı. Uzun süredir “çevrilmiş”, “tek başına kalmış”, “tehdit altında” ve küçük “demokrasi kalesi” diye sunulan İsrail ilkelerine bağlı Afrikalı önderlere artık böyle görün­müyordu. Tanzanya Cumhurbaşkanı Julius Nycrerc ve birçok başka önder İsrail’den tüm işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemekle kalmayıp, İsrail’in Filistinli kimliğini tanımamasını ve Gazze ile Batı Yakası’ndaki Araplara muamelesini eleştirdiler. Ama, doğ­rudan doğruya ekonomik tehdidi de içeren Ekim 1973 savaşı Afrika devletlerinin İsrail’den kopmasını hızlandırdı. Yalnızca Lesotho, Swaziland ve Malavvi, Güney Afrika’nın etkisine çok açık üç devlet olarak, İsrail ile ilişkilerini sürdürdü.

Afrika’dan gelen ve üretici ile tüketici uluslar arasında artan rekabetle de bağlantılı olan tepkinin bu aşamasında, İsrail, Afrika’nın eğilimini bir yana koyarak, gene, daha önceki Güney Afrika ile daha açık ilişkiler siyasetine döndü. Pretoria’daki diplomatik temsilciliğini büyükelçilik düzeyine çıkaıan İsrail Hükümeti “apartheid’i reddeden siyaseti değişmcmekle birlikte,...İsrail, Güney Afrika da dahil olmak üzere, bütün ülkelerle olağan diplomatik ilişkiler kurması gerektiğine inandığını” açıklamıştır. Bundan sonra, bir sürü ziyaretçiler ve heyetler her iki yönde gidip gelmeğe başladılar; Güney Afrika’ya gelenler içinde daha fazla bilineni Moşe Dayan’dır. Ve Nisan 1976’da, İsrail Hükü­metinin çağrısıyla, Güney Afrika Başbakanı John Vorster daha yakın ilişkiler kurma resmî hedefiyle İsrail’e gelmiştir. Eklemeğe gerek yok ki, Güney Afrika Yahudi topluluğunun bu yeniden yaşatılan ve açık ilişkiler yüzünden büyük bir kıvanç içinde olduğu açıktır. İsrail’in dostları bile bu ilişkilerin doğuracağı sonuçların İsrail’in imajını bozduğunu teslim ederken, Filistinli Arap gençliğinin ve siyah Gü­ney Afrika gençliğinin başlattığı kanlı gösteriler ve baskılar dünyanın dikkatini bu yerleşmeci devletlerin sürüp giden varlığına çekmiştir. Ancak, her iki durumda da, A.B.D. eleştiriyi saptırmağa ve onlara karşı askerî harekâtı engellemeğe çalıştı. Güney Afrika ile bu ilgi İsrail’i savunanları güç duruma düşürmekle birlikte, yer­yüzünde ayakta kalan ırkçı devletler en doğal ilişkilerini bütünleş­tirirken, tarihin doğal seyrine uyduğu gerçeğini görüyoruz.

Ek:

İsrail ile Güney Afrika arasındaki ideolojik, ekonomik ve gittikçe artan askerî ilişkiler B.M. olduğu kadar öteki uluslararası örgütlerin de rapor vc kararlarına konu olmuştur. Bunlar, iki ırkçılık biçi­mi arasında benzerliği görecek kadar yetenekli davranmayarak, bir yandan apartheid'i suçlarken, öte yandan, iki yüzlülükle Siyo­nizm’i alkışlayan kimi devletleri rahatsız etmiştir. Ne var ki, B.M.’ in Batılı olmayan çoğunluk üyeleri “derin tarihsel ve ideolojik kök­leri”[235] [236] olan bu benzerliği görmekte güçlük çekmemekte ve Afrika kıtasının başı ile dibinde yer alan bu iki ilkçilik kalesinin arasında, karşılıklı yarara bağlı, artan yakın ilişkiyi endişeyle izlemektedirler.

3151/G (XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli karar diyor ki:1?

“Genel Kurul, Portekiz, Güney Afrika vc İsrail’in (giriş pa­ragrafı 7) birbirlerine sağladığı siyasal, askerî ve malî yar­dımda görüldüğü gibi, Portekiz sömürgeciliği, apartheid reji­mi ve Siyonizm’in birleştiğinin altını çizerek, (5) özellikle, Portekiz sömürgeciliği, Güney Afrika ırkçılığı, Siyonizm ve İsrail emperyalizmi arasındaki kutsal olmayan ittifakı kınar.”

3324 E (XXIX) sayılı ve 16 Aralık 1974 taıihli karar: “Genel Kurul, (5) İsrail ve Güney Afrika arasında siyasal, ekonomik, askerî ve öteki ilişkilerin güçlenmesini kınar.”

3411 G (XXX) sayılı ve 10 Aralık 1975 tarihli karar:

“Genel Kurul, (4) Güney Afrika rejimi ve İsrail arasında siyasal, askerî, ekonomik ve öteki alanlarda ilişkiler ve işbirliğinin güçlenmesini gene kınar.”

31/6 E sayılı ve 9 Kasım 1976 tarihli karar:

“Genel Kurul, Genel Kurul kararlarında belirtildiği gibi (yukardaki üç karar), Güney Afrika ırkçı rejimi ve İsrail ara­sında siyasal, askerî, ekonomik ve öteki alanlarda ilişkiler vc işbirliğinin güçlenmesini tekrar tekrar suçlamış olduğunu anımsayarak... İsrail’in Genel Kurul ve Güvenlik Kurulu’- nun kararlarım ağır biçimde çiğnemek suı etiyle, Güney Afri­ka askerlerini eğitmek üzere yarı-asker î personel yollaması ve vc Güney Afrika’ya savaş gemisi ve başka savaş malzemesi satması gerçeğinden ötürü derin endişe duyarak, Apart- heid’c Karşı Özel Komitc’nin İsrail ve Güney Afrika iliş­kilerini ilgilendiren raporunu dikkate alarak,[237] İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını ağır biçimde çiğneyip Güney Afrika ırkçı rejimini suçluluk siyasetinde yürek­lendirerek, Güney Afrika ırkçı rejimiyle sürüp giden ve artan ilişkilerini ciddî biçimde kınar; kamu oyunu İsrail’in Güney Afrika ırkçı rejimiyle işbirliğine harekete geçirmek için, Genel Sekreter’dcn Apa'theid’ç Karşı Özel Komite’nin raporunu, çeşitli dillerde, geniş olarak dağıtmasını ister.”

Israil-Güney Afrika ilişkileri, hemen hemen aynı sözcüklerle, son zamanlarda, Mayıs 1976’de Türkiye’de İstanbul’da toplanan Yedinci Müslüman Dış işleri Bakanları Konferansında, Haziran- Temmuz 1967’da Mauritius’da Port Louis’de bir araya gelen Afrika Birliği Örgütü Bakanlar Kurulu Yirmi-yedinci Olağan Oturumunda, Ağustos 1976’da Sri Lanka’da Kolombo’da Bağlantısız Ülkeler Devlet ya da Hükümet Başkanları Beşinci Konferansında ve Mart 1977’de Mısır’da Kahire’de Birinci Afro-Arab Zirve Konferansı top­lantısında belirlendi ve kınandı.

İSRAİL, GÜNEY AFRİKA VE İRAN

ABDÜLMÂLÎK AUDAH

İsrail ve Güney Afrika arasındaki ilişkiler konusuyla bir dere­ceye kadar ayrıntılarıyla evvelce ilgilenildiğinden,1 ben kendimi bu ilişkilerdeki bazı yeni gelişmelerle sınırlayacağım ve gelecekteki eğilimlerin bir evrimini çizmeğe gayret edeceğim.

Güney Afrika ile ilişkilerin gelişmesi bir dizi gözlem gerektirir. Bana göre, süper ve büyük güçler, ana eksen Kuzeyde İsrail, Batı’da Iran ve Güneyde Güney Afrika olmak üzere, ûluslararası sistemin bir alt bölümünü kurarak yeni uluslararası durumlar yaratmağa çalışı­yorlar. Amaç, uluslararası sistemin Arap ve Afrika-Arap alt bölüm­lerinin eylem ve çabalarını felce uğratmaktadır. Bu girişim üç dev­letin nisbeten gelişmiş ekonomilerine ve onların askersel baskı araç­larına dayanmaktadır, “ilerleme ve güç” kavramı Batı mantığının liberal kavramıdır. Ek olarak, bu ülkeler çok büyük yüzeyli geniş bir alanı toprak-altı madenlerini ve öteki doğal kaynakları sınırlan­dırmaktadırlar. Bu alanın içinde ve yakınında günümüz uluslararası ticaretinde büyük öneme sahip denizler ve okyanuslar vardır. Bu alan içindeki siyasal birimler görece zayıftırlar. Aralarında sömürgeci dö­nemde miras kalan siyasal sistem kararsızlığı ve dünya enflâsyonun­dan kaynaklanan ekonomik bunalımın da bulunduğu artan sayıda sorunlardan sıkıntı çekmektedirler.

Şu ana değinki hiçbir resmî anlaşma bu eksendeki üç ülkeyi bağlamamaktadır. Buna karşın, ikili ilişkiler ve düzenlemeler belir­gindir. Bu uluslararası durumun billûrlaşmasında, uluslararası iliş­kiler örüntüsündeki değişmeler, 1970’lerdeki güçler dengesi ve 1980’ lerdeki tasarılar ışığında katalizör Amerika ve dolayısıyle NATO politikasıdır.

Bu aşamanın ve gelecekteki gelişimlerinin amaç ve hedeflerini açığa çıkarmak için Haziran 1967 savaşı ve sonrasına, Arap ülkelerinin

'Sempozyumda Abdülnıâlik Audah’nm sunumu Richard P. Stevens’in "İsrail ve Afrika” konulu araştırmasından sonradır. Audah, bundan ötürü sunumunu burada yayınlananla sınırlamıştır. yenilmesi ve Süveyş Kanalının kapatılmasına gitmemiz gerekiyor. NATO’nun stratejik kavramlarına göre, uluslararası sistemin Arap alt-bölümünün eylemlerini denetleme ve caydırma görevi yapan İsrail ile birlikte Arap bölgesinde yeni bir durum belirdi. Buna Av­rupa’nın ve Amerika’nın Hmt ve Güney Atlantik Okyanusu yoluyla uluslararası gemicilik ve ticaret yollanıra olan artan ilgisi eklendi. Bunun içindir ki, biz on yıl önceden başlamak üzere belirli bir düzeye kadar Amerika’nın ve Avrupa’nın çıkarlarının Arap bölgesinin mer­kezinden güneye, yani Basra alanına kaydığını görüyoruz. Bundan sonradır ki, Avrupa ve Amerika’da Basra bölgesinde askerî boşluk ile devletlere sızma ve .saldırı biçiminde olan dış dokuncalar konusunda tartışmalar başladı. Aynı zamanda İran’ın askerî gücü ilgi gerektiren bir biçimde geliştirildi. Bu oluşamlara NATO’ca verilen önem, 1960’ların sonuna doğru konuyu incelemek ve öneriler getirmek amacıyle bir adhoc komitenin kurulmasıyla sonuçlandı. Kasım 1972’de -bu tarihi iyi hatırlamanızı öneriyorum- NATO Konseyi Hint Okyanu­su ve Güney Atlantik, bölgesinin savunmasını ve teftişini öneren tasa­rıların oluşturulmasını gerektiren komite raporunu onayladı. Böyle­likle, hiç duyurulmadan NATO eylem bölgesi ve askersel eylem alanı genişletildi. Resmî olarak NATO, kesin yükümlülüklerine bağlı olarak, üç kıtayı tüm kıyısıyla sınırlayan Akdeniz’i olduğu kadar, Batı Avrupa ve Yengeç Dönencesinin kuzeyindeki Atlantik bölgesin­deki Amerika’yı da korur.

. Bu kurulan ve onaylanmış strateji, NATO’yu ilgilendirdiği ka­darıyla, bir donanma üssü ve Basra bölgesinden Hint ve Güney Atlantik Okyanusları denizyolları aracılığıyla Batı Avrupa ve iki Amerika’lara kadar uzanan petrol akımını koruyan ekonomik ve askerî istihkâm durumuna gelen Güney Afrika’nın önemini arttırmıştır. Hint Ok­yanusunda büyük bir İngiliz-Amçrikan üssünün inşa edildiği Diego Garcia gibi adalar, askerî ve stratejik önemlerini arttırmışlardır. Aynı durum Afrika kıtasının Batı ve Güney kıyılarına, başka biı deyimle, Angola, Namibia ve »Cape Verde Adalarına olduğu kadar uluslararası denizcilik yollarının olduğu Doğu Afrika (Mozam­bik) kıyısı için de sözkonusudur. Bu bölge ve ülkeler, ya Avrupa başatlığının sürekli kılınması, ya. da Batı Avrupa ve Amerika siya­sasını kabul eden hükümetler oluşturulması plânının başarısı için gereklidir.

, Fakat .görülmemiş bunalımlar ortaya ..çıktı ve. alınan tüm önlem­lere ve uygulanmasını garanti eden hükümlere karşın, bu plânı engelledi. Bu bunalımlar, aşağıdaki biçimde özetlenebilecek belirli bazı uluslararası gelişmelerin sonuçlarıdır:

1)               Portekiz imparatorluğunun tasfiyesini başlatan faşist rejimin çöküşü Mozambik’te FRELIMO’nun rolünün tanınması, bu Cep­henin önderliği altında bağımsızlık bildirisi üzerinde anlaşmaya varıl­masının yanında Angola’nın bağımsızlığının ve Cape Vcrde Adala­rındaki referandum tarihinin belirlenmesi.

Bu bağımsız Afrika ülkeleri, Batı dünyası ve NATO’nun dev­rimci ve sosyalist devletler, yani hür dünyanın düşmanları olarak ad­landırdığı bir halkaya dahil edilmişlerdir. Tüm bunlar, 1976 sonuna doğru Angola’daki savaşın ardındaki gizli güdüleri göstermektedir. Ne yazık ki, büyük güçlerin müdahalesi ve bu sorunla ilgili olarak uluslararası çelişi Angola sorununa bakmak için toplanan Afrika Birliği Örgütü toplantıları sırasında açıkça belli olduğu üzere ulus­lararası sistemin Afrika bölgesinin çökmesine yol açtı.

2)               Ekim 1973 savaşının bir sonucu olarak ve özellikle petrolün Arap haklarını savunmada bir silâh olarak kullanılmasından sonra, dünya kamu oyu şimdi Arap düşüncesiyle aynı görüştedir. Bu bağ­lamda, Afrika-Arap işbirliği yalnızca İsrail’le Afrika ülkeleri arasın­daki ilişkilerin sertleşmesiyle değil, fakat aynı zamanda B.M. Genel Kurulunda bir ortak görüşün uyarlanmasıyla en yüksek noktasına ulaştı. Bu, Güney Afrika delegesinin itimatnamesinin reddinin ve Yasser Arafat’ın 1974 döneminde konuşmak üzere çağrılmasının nedenini de açıklar.

3)               Fakir ve zengin ülkeler arasındaki karşıtlığın şiddetlenmesi, yeni bir dünya ekonomik düzenini ve ham maddeler fiyatlarını görüş­mek üzere toplanan B.M. özel dönem tartışmaları sırasında somut olarak ifadesini buldu. Bu duıum, Üçüncü Dünya ülkeleri arasında yeni bir çerçeve içinde sorunlarını daha belirtme ve tutumlarını daha iyi saptamayı sağlamasının yanısıra bir dayanışmaya da yol açtı. Bunların hepsi kurtuluş akımları eylemlerinde genel bir kesilme olduğundan gerekliydi. Bunun nedenleri, gerici darbeler, ekonomik bunalımlar ve bazı kurtuluş ve sömürgeciliğe karşı savaşım önder­lerinin ölümüydü.

Güney Afrika ve İsrail arasındaki ilişkiler iki ülkenin açıkça bir eksen oluşturmasına kadat desteklendi. Diplomatik temsilcilikleri büyükelçilik düzeyine yükseltildi. Güney Afrika Başbakanı Vorster,

1976 Nisanında İsrail’i ziyaret etti ve bu ülkeyle ekonomik anlaşmalar imzaladı. Biî.lerin, Filistin, Zimbabwe, Namibia ve Azania’da (Güney Afrika) doğru olarak özgürlük akımları ve silâhlı savaşımlar diye an­dığımız, onların terörizm ve sızma dediklerine karşı koymak amacıyla ve gizli askerî anlaşmalar, haber alma raporları değişimi ve eşgüdümü deneylerine de atıf yapıldı.

Öteki ve daha önemli düzeyde, Amerika, Afrika devletleri ve önderleriyle doğrudan doğruya temaslar kurmada daha faal bir rol oynuyor. En son örnek Dış İşleri Sekreteri Kissinger’in Lusaka’da Afrika’nın güneyindeki sorunlara siyasal çözümler getirmeyi amaç­layan Amerikan siyasetine atıfta bulunmasıdır. Kissinger, ek olarak, Güney Afrika Başbakanı Vorster ile Bonn’da görüştüğünü açıkladı ve Ağustosta Tahran’da bir başka görüşmenin olacağını bildirdi. Bu­güne kadar hiç kimse, bunun îran ve Güney Afrika arasında ilişkiler kuran ve böylecc İran’ı Îsrail-Güney Afrika eksenine katan bir giri­şim olduğunu bilmiyor.

Kısaca, Arap ve Afrika devletleri, şimdi yenilenmiş Amerikan girişimleri, NATO stratejisi ve kendi askerî ve stratejik beklentilerini tehdit eden artan sorunlar ve bir sürprizin sonuçlarını etkisiz kılıcı İsrail, Güney Afrika ve İran’ın rolü ile karşı kar.şıyadırlar.

Geçmiş deneyimin ışığında, bu düşmanlık politikasına karşı gel­mede bize düşen tek çözüm, bize dostça olan ülkelerce, bölgesel ve uluslararası örgütlerce desteklenen Afrika-Arap işbirliğini bir silâh olarak kullanmaktır. Fakat bu plânı etkisizleştirmesi olası ana eylem, Filistin, Zimbabwe, Namibia ve Azania direniş akımları arasındaki işbirliğini güçlendirmektir. Böyle bir eşgüdüm, İsrail ve Güney Af­rika’ya kesin bir darbe vurmada ve böylece bölgemizdeki son ırkçı rejimlerden kurtulmada tek araçtır.

KURTULUŞ AKIMLARINA DÜŞMANLIK VE GERİCİ AKIMLARA DESTEK

S. G. IKOKU

Emperyalizmin kurtuluş akımlarına düşman olduğu genellikle bilinmektedir. Aynı biçimde, emperyalizmin gerici güçleri destek­lediği de bilinen bir olgudur. Bu yüzden, bu çalışmanın amacı emperyalizmin sağladığı yardımları sıralamak değil, emperyalist yardım politikalarının, içinde etkinlik gösterdiği kavramsal ve işlem­sel çerçeveyi betimlemektir.

Bu çalışma Afrika ile sınırlı olacaksa da, bulguları genel olarak tüm Üçüncü Dünya’ya uygulanabilir.

Bugün Afrika’nın siyasal halitasında kırk-sekiz egemen devlet görülüyor. Bu devletler ulusal egemenliğin ve kendi kendini yönet­menin çeşitli düzeylerinde bulunmaktadırlar. Afrika’nın aynı siyasal haritası, sömürgeciliğin birkaç bölgede hâlâ varolduğunu göstermek­tedir: Batı Sahra, Afar ve îssa’larm toprağı, Zimbabwe, Namibia ve Azania (Güney Afrika). Teknik açıdan egemen olsa ve uluslararası toplum tarafından böyle görülse de, Güney Afrika’daki apartheid, Afrika’da kabul edildiği gibi sömürgeci bir uygulamadır. Bu görüş, Afrika Birliği Orgütü’nün 1963 yılında yapılan açılış oturumunda alman Irk Ayrımı ve Dekolonizasyona ilişkin karara uzanmaktadır.

Afrika’da bugün yalnız beş bağımlı ülke bulunduğu için, sömürge- ciliğc geçmişe ait bir olgu gibi bakma eğilimi vardır; bu düşünüş biçi- *7      mi siXasal değil, aritmetikseldir. Bu eğilim, ilerleme ve modernleşmede

’-Ç <   ortaklıktan, “yeni bir barış, refah ve insan onuru dönemi”nden söz

T'r 'O k£-den emperyalist propaganda tarafından kasden özendirilmektedir. -        "v Afrika’nın son kurtuluşuna giden yolda görüldüğü gibi, bu

%        .men'maşama ve diyalog yanılsaması tarafından beslenmektedir,

lamışlardır. Bu                          gözlemlerimizi tamamlamamız açısından her

nün, açık emperyaii/..ı;tjjia modeliyle, bu devletin kıtadaki kurtuluş mürgecilige ve uydulaşın.^, veOnumu arasında bir ilişki bulun- kurulmuş olmasıdır. Bu tutuK-_-.tlr gu dururn ayrıca şu iki olguy- ile 1975 yılları arasında ilerleme k«.jart îçileki parçalanma eği-

limi; (2) Afrika dışındaki kurtuluş akımlarının desteklenmesinin ko­şulları ve niteliği.

Bu çalışmada kurtulup akımı deyimine geniş anlam verilmiştir. Deyim şu anlamları kapsıyor: 1) Sömürge kalıntılarındaki kurtuluş akımları; (2) Azania’daki apaıtheıd karşıtı akımlar; (3) Filistin Kur­tuluş Örgütü’nün savaşımı; (4) bağımsız Afrika devletlerinde yeni- sömürgecilikle savaşan halk hareketleri. Zimbabwe, Namibia, Batı Sahra ve Afar ile İssa’daki savaşımların ulusal kurtuluş akımları ol­duğu genelliklekabuledilir. Afrika Ulusal Kongre’sini ve Azania Paıı Afrika Kongresi’ni de ulusal kurtuluş savaşımları içinde görmekte bir sakınca yoktur. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün savaşımı bir ulusal kurtuluş akımının tüm niteliklerine sahiptir. Siyonizm Filistin’de ya­bancı bir öğedir; Filistinli Arapların çoğunluğunu yurtlarından ederek ve onların tüm siyasal haklarını ellerinden alarak bir Arap ülkesini sömürgeleştirmiştir. Bu ırk temeline dayanan sömürgecilik, İsrail Yahudi devletinin kurulmasında kullanılmıştır. Bu durum, güce da­yanan ve temelde Güney Afrika’daki aparthnid’den farksız ırksal üs­tünlüktür.

Şimdi konumuzun diğer öğesi olan yardım olgusunu ele alırsak, iki-yanlı ya da çok-yanh uluslararası yardımın insancıl bir uygulama ol­madığını söyleyebilirim, Yardımdan beklenen diplomasiyle hizmet­tir. Buna karşılık, diploması yardımdan, yardımı veren ülkenin çıkar­larının yürütülmesi ve geliştirilmesi için elverişli siyasal ve askersel koşulların sağlanmasında yararlanır. Dünya Bankası’nm eski bir başkanı olan Eugene Black gelişme y ardımı diplomasisinden söz eder­

Kurtuluş akımı deyimi, bağımsız Afrika ülkelerinde yeni emperya­lizm örneklerine karşı olan halk hareketlerini de içine almaktadır. Bun­ların kurtuluş akımları olarak tanınması gerekir, çünkü eski bir sö­mürgedeki emperyalist çıkarları ortadan kaldırmak için bir devletin kurulması teknik üstünlük sağlasa da, sömürgeci dış çıkarlara olan ulusal bağımlılık sürmektedir.

ken yeterince dürüst ve içten olmuştu. Black, bu yardımın ve yardım plânının, yardımı alan ülkeyi, veren ülkenin çıkarları doğrultusu' bir siyasal ve ekonomik gelişme çizgisinde tutmak amacıv’ -ndaki dığmı açıkça görmüştü. Bu durum, yardım veren üP- . f13 kullanıl- çok-yanlı yardımlara neden pek hevesli olmadı’;.’ J£e erın £eneIl’kle çok iki-yanlı yardıma başvurmak istedik’l^amaktadm

Çıkar gözetmeyen yardımdan ;a söz ediliyor fiu .                                  .

düzenbazlıktır. En düşük orarda ve koşulsuz olarak yardım vertek

olasıdır ve gerçekten de iyi bir şeydir. Ancak, genellikle, yardımın iyi-niyet olgusunun varlığını destekleyeceği, ya da yardım alan ül­kenin, veren ülkenin kendi çıkarları acısından düşmanca gördüğü bir siyasal çizgiyi ve diplomatik eylemi izlemesini ■ engelleyeceği umulur.

Yardımın burada belirtilen biçimde kullanılmasının ideolojik sınırlamalarının bulunmadığının vurgulanması gerekir. İdeolojik bakış açısı ne olursa olsun, herhangi bir ülke, kendi çıkarlaıını desteklemek için yardımdan yararlanabilir. Belirleyici etken ideoloji değil, yardımı veren ülkenin taahhüdü ve yeteneğidir.

Ekonomik, askersel, siyasal ya da diplomatik olsun, yardım, çe­şitli ve hemen hemen her amaca hizmet eder. Dolayısıyla, yardım Afrika devriminin çözümleyicileri için kendi başına pek önemli de­ğildir. Asıl büyük önem taşıyan, yardımı çevreleyen koşullardır. Biz, yardımın kaynağı, niteliği ve altında yatan zihniyetle ilgilenmekteyiz. Ancak, yardımın bu çeşitli yanları dikkatle incelendikten sonra, yardımın Afrika devrimini desteklediği ya da kösteklediği gibi bi­limsel bir sonuca varılabilir. Yardım, yardımı veren ülkenin değil, bizim bakış açımızdan değerlendirilmelidir.

Emperyalizm tarafından Afrika ve Orta Doğu’ya verilen yar­dımın stratejisi ve taktikleri yalnızca emperyalizmin bu bölgedeki jeopolitiği açısından tam olarak anlaşılabilir. Bu kontida üç öğe önemlidir: (i) Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki emper­yalist güçlerin eşgüdümlü eylemi; (2) Güney Afrika ve İsrail’in askersel-siyasal üsler olarak sağlamlaştırılması ve (3) Afrika’nın her her alt bölgesinde ileri askerî karakollar ve/ya da diplomatik eksenler kurulması.

1960’a kadar Afrika’daki sömürgeci güçlerin özerk hareket ettik­leri söylenebilir. Gana’nın Nkrumah’sımn, Mısır’ın Nasır’ımn, Gine’­nin Seku Ture’sinin etkinlikleri, Afiika kurtuluşunun desteğinde eş­güdümlü Afrika diplomasisinin stratejisini ortaya koymuştur. Afrika’da sömürgeci güçler de benzer bir biçimde tepki göstermişler, kendi aralarındaki -ve bazı uydu Afrika ülkeler arasındaki- eşgüdümlü eylemden Afrika devrimine karşı direnmek için yararlanmağa baş­lamışlardır. Bu stratejinin en belirgin göstergesi Afrika Birliği Örgütü’- nün, açık emperyalizmden kurtuluşa yardımcı olacak fakat, yeni-sö- mürgeciliğe ve uydulaşmaya karşı savaşımı engelleyecek biçimde kurulmuş olmasıdır. Bu tutukluklara karşın, Afrika devrimi 1963 ile 1975 yılları arasında ilerleme kaydetmiştir; Portekiz sömürgeci NATO ülkelerinden sağladığı yardıma rağmen savaş alanında bozguna uğramıştır. Gana’da, Libya’da, Sierra Leone’de, Benin’de, Brazzaville Kongosunda, Somali’de, Etyopya’da, Uganda’da ve Ni­jerya’da yeni-sömürgeci mevziler geriletilmiştir. Emperyalizmin An­gola’da bozguna uğraması, Afrika’daki eski sömürgeci güçlerin -İn­giltere, Fransa, Portekiz, Belçika- eşgüdümlü eyleminin, Afrika dev- riminin artan gücüyle başa çıkamayacağını Batı’ya son kez ve çarpıcı olarak göstermiş, emperyalizmin stratejik yedeği Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa katılması gerekmiştir.

Afrika devriminin çözümleyicileri bunu bir süre bekle­mişlerdi. Bu gelişmenin bu sırada ortaya çıkması Asya’daki kurtuluş hareketlerinin gücüne çok şey borçludur. Fakat, A.B.D.’nin vekilleri atacılığıyla kendi etki alanları olarak Afrika’da at koşturan eski sö­mürgeci güçlere bağımsızlık karşıtı konumlarda öteden beri yardım ettiği, onları cesaretlendirdiği bilinmektedir. Ama, şimdi, A.B.D. Afrika’da üstlendiği önderlik rolünü kendisi açığa çıkarmıştır.

Bu yılın 27 Nisanında, Zambiya’nın Lusaka kentinde tarihsel konuşmasını yapan Amerika Birleşik Devletleri Dış işleri Sekreteri Henry Kissinger şöyle diyordu:

“Başkan Ford beni buraya bir taahhüt ve işbirliği mesajıyla yolladı. Afrika’ya geldim, çünkü Afrika’ya yönelik tehditler, birçok yönden, modern çağa yönelmiş tehditlerdir. Ahlâkî ve siyasal olarak, Afrika’daki ulusal bağımsızlık dramı, son kuşak boyunca uluslararası ilişkileri değiştirmiştir... Afrika’ya ülkemin sizinle çalışmak istediğini göstermek üzere açık bir düşünce ve açık bir yürekle geldim... Gezimin amacı Amerikan politikasında yeni bir bir dö­nemi başlatmaktır.

“Bir dünya gücü olarak Amerika’nın sorumlulukları, bu­gün, bizim, dünyanın beşte-birini kaplayan geniş kıtanın bağımsızlığı, barışı ve refahıyla yakından ilgilenmemizi gerektiriyor.”

Mesaj yeterince açık. îki noktayı aydınlatmamız ve bir noktayı vur­gulamamız Henry Kissinger’in hedeflerini daha derin bir biçimde de­ğerlendirmemize olanak verecektir.

Zaire’de Belçika’nın bıraktığı denetleyici güç görevini üstlenme­sinin; NATO’nun Gine-Bissau, Mozambik, Cape Verde Adaları, Principe, Sao Tome ve Angola’daki ulusal kurtuluş akımlarına set çekme çabalarında Portekiz’e sağlandığı açık ve yüzsüz desteğin; Angola iç savaşında FNLA ve UNITA güçlerini silâh, para ve paralı asker yardımıyla desteklemesinin; Rodezya ve Güney Afrika’ya katşı uygulanan Birleşmiş Milletler yaptırımlarını atlatmasının; ve askerî ve ekonomik alanda, Birleşmiş Milletler’dc ve son olarak Entebbe Hava Alanındaki insafsız saldırıda İsrail’i açıkça desteklemesinin gösterdiği gibi, Amerika Birleşik Devletleri Afrika’da hiçbir zaman ulusal bağımsızlıktan yana davranmamıştır.

ikinci olarak, Henry Kissinger Afrika’ya Lusaka konuşmasında savunduğu gibi, “açık düşünce ve açık yürekle” gelemezdi. Çünkü aynı konuşmada Amerika Dış işleri Sekreteri daha sonra, elinde “bu kıt’a için yeni bir yardım programı” bulunduğunu söylemiştir. Bu konudaki düşüncesi o kadar somut bir duruma gelmişti ki, Kissin­ger, “çok-yanh işbirliği yoluyla kalkmma”nm “endüstrileşmiş ulus­ların, petrol üreticisi yeni zengin ülkelerin ve bizzat kalkınmakta olan ülkelerin” işbirliğini gerektireceğini söyleyebilmiştir. Kissinger Amerikan hedeflerinin ne olduğuna karar vermiş olmalıdır, çünkü Afrika’nın “A.B.D. ile çatışma taktikleri”yle başarıya ulaşamayacağını belirtmiş ve ardından tehdit edercesine eklemiştir: “Bizim [A.B.D.] kendimize olan saygımız o kadar güçlüdür ki, içerden ya da dış güç­lerden gelecek baskılara izin vermeyiz.”

Henry Kissinger’in Lusaka konuşmasında açığa vurmadığı bir büyük gerçek, A.B.D.’nin geniş Afrika topraklarında çıkarı olduğudur. Gerçekte, Amerika’nın ilgisini çeken, toprak, daha doğrusu Afrika topraklarının altındaki ya da üstündeki zenginliklerdir.

Emperyalizmin Afrika’daki jeopolitiğinin ikinci dayanağı, kı­tanın iki ucunda iki güçlü askersel-siyasal üssün kurulmasıdır. Bun­lar, apartheid bayrağı altındaki Güney Afrika ve Siyonizm’in savaş çığlığının ardındaki İsrail’dir. Bu askersel-siyasal üsler, kesinlikle Afrika karşıtı siyasal görüşler geliştirmişlerdir. Son aylarda, yalnız kendilerini savunacak güce sahip olmadıklarını, sınırlarından binlerce kilometre ötede saldırı eylemine girişebilecek yetenekte olduklarını da göstermişlerdir.

Emperyalizmin Afrika’daki jeopolitiğinin üçüncü kaynağı, Af­rika’nın her alt bölgesinde ileri askerî karakolların ve/ya da diplo­matik eksenlerin oluştuıulmasıdır. Burada egemen Afrika devletlerin­den yararlanılmaktadır. Amaç, Afrika kıtasında emperyalizmin as­kersel ve siyasal eylemlerini arttırmaktır.

İlgili ülkelerdeki iç gelişmelerin sonucu olarak bu karakolların sürekli değişmesine karşın, sistematik olarak kurulmak istenen şey konusunda açık bir fikre varmak hâlâ olasıdır. Kuzcy-batı alt-böl- gesinde bir askerî karakol var-Fas. Kuzey-doğu Afrika’da Ürdün’le Sudan’ı artan ölçüde kendine çekmeğe çalışan Kahire-Riyad diploma­tik ekseni var. Doğu Afrika’daki askerî karakol Kenya’dır. Batı Afrika’­da ise Togo ile Kamerun’u artan ölçüde kendine çeken Dakar-Abican diplomatik ekseni bulunmaktadır. Emperyalizmin Orta Afrika’daki öncüsü Zaire’dir. Ve Güney Afrika alt-bölgesinde Zambiya’ya bir diplomatik rol verilmiştir. Bu şeytanî plânlara etkinlik kazandırma süreci gelişiyor. Plânın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, sonradan or­taya çıkacak düşüncelerin ve iç gelişmelerin bu devletleıden bazı­larını kendilerine verilmiş rolden kurtarıp kurtaramayacaklarını gör­mek için biraz zamana gereksinim vardır.

Burada bir noktayı vurgulamak gerekiyor: Kalıire-Riyad dip­lomatik ekseninin emperyalist konumlara hizmet etmesi için yaratıl­ması gibi, Siyonizm’in Afrika’ya karşı bir askerî ve siyasal üs olarak kullanılması da, Afrikalıların ve Arapların savaşımlarının ayrılmaz bir biçimde, sıkıca birbirine bağlanmış olduğunun -eğer böyle bir kanıt gerekliyse- olumlu bir kanıtıdır. Arap dâvâsınm Afrika ile ilgisi ol­madığını savunan Afrikalılar ve aynı biçimde Arap ülkeleriyle Afrika’ daki ulusal ve ekonomik bağımsızlık savaşımlarının temel bağlantısını görmeyi reddeden Araplar, yerlerini emperyalizmin yanında belirle­mektedirler. Bunun farkında olup olmadıkları önemli değildir. Ve Arap petrol zenginliğinin bir bölümünün Afrika’nın emrine verilmiş olması bu durumu çürütmemekte, aslında denetim mekanizmasının ne kadar özenle oluşturulduğunu göstermektedir. Yardım alan ül­kelerin yardımın asıl kaynağını ve nedenini farketmelerini önlemek amacıyla, emperyalizmin yardımı, gittikçe daha çok gerici Afrika ve Arap güçleri aracılığıyla göndermekte olduğu açıklık kazanmakta­dır.

Modern çağın en iyi bilinen emperyalist yapıları, tarihsel olarak beyaz ırkın yarattığı şeyler olsa bile, emperyalizm özünde bir renk ya da ırk olgusu değildir. Temel etken ekonomik güç olmuştur. Emper­yalizmin yarattığı dünya ilişkileri içinde Afrika ve Arap ülkelerinin özdeş konumları, bu iki halka, emperyalizmin, Siyonizmin, apart- heid’in ve Arap-Afrika gericiliğinin diplomatik entrikalarının ve pro­pagandalarının kolayca çıkamayacağı bir birlik ve tutarlılık vermek­tedir.

Şimdi Afrika’daki emperyalist yardım stratejisi konusunda genel sonuçlara varılabilir:

1)               Kurtuluş akımlarına yapılan yardım, genellikle bu akimim içinde bölünmelere yol açmak ve bunları sürdürmek, dolayısıyla siyasal bağımsızlığa giden yolu kesmek anlamına gelir. Böyle olmadığı takdirde, açık sömürge yönetiminin sona ermesi kaçınılmaz noktaya gelmişse, bu tür bir yardım, doğacak bağımsız devletin yeni-sömür- geci çizgisine konması anlamına gelecektir.

2)               Bağımsız Afrika devletlerine yapılan yardım aslında gerici (yani emperyalizm yanlısı) rejimler içindir. Bununla gözetilen amaç iki yönlüdür: Ekonomik ve kültürel bağımsızlığın elde edilmesi ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi için halktan gelen iç baskılara karşı bu gerici rejimleri desteklemek; kendi kendini yönlendirerek kapitalist sistemi reddetmiş olan Afrika devletlerini istikrarsızlığa sürüklemek için bu gerici hükümetleri desteklemek.

3)               Apartheid’e. ve Siyonizm’e yapılan yardım, Afrika ve Orta Doğu’yu emperyalist yörüngede tutmak için, bu birincil önemdeki üsleri destekleme amacına yöneliktir.

Sonuç olarak, yardım, Afrika ve Orta Doğu’da emperyalist konumları geliştirmenin en büyük silâhı durumuna gelmiştir. Yar­dım verme mekanizmaları içinde apartheid, Siyonizm ve Afrika-Arap gericiliğinden yararlanılmaktadır. Emperyalizme karşı savaşım yal­nızca birleşik siyasal ve diplomatik eylemi değil, Arap ve Afrika dev- rimlerinin güçleri tarafından ayrı bir yardım stratejisinin gerçek­leştirilmesini de gerektirecektir.

<:nk . Emper- ^p ülkelerinin oiyonizmin, apart- entrikalarının ve pro- <ır birlik ve tutarlılık vermek-

V

SİYONİZM’İ

ELEŞTİRENLER

YAHUDİLİK VE SİYONİZM ARASINDAKİ AYRIM

G. NEUBURGER

Tevrat, ilk insanın yaradılışından söz ederken, en önde gelen Yahudi yorumcularından Rashi, Adem’i oluşturan toprağın, yer­kürenin bir noktasından değil, değişik yerlerinden alındığını anlatır. Böylecc, insan onuru kişinin doğduğu yere bağlı olmadığı gibi, bir bölgeyle dc sınırlanmaz.

(Kişinin büyüklüğü ya da değeri dış görünüşüyle ölçülmez. Ya- hudiler, Adem’in, Tanrı’nm1 bir yansıması ve tüm insanlığın atası olduğuna inanırlar. İnsan tarihinin bu aşamasında, kendi dışındaki kişilere canının istediği gibi muamele eden ayrıcalıklı insanlara yer yoktur. İnsan yaşamı kutsaldır ve insan hakları, ‘ulusal güvenlik’ ya da öteki nedenlerden ötürü onları yok etmek isteyenlerce yadsına­maz. Bunu, çok sık vc çok uzun ikinci sınıf insan durumunda kalmış Yahudilerden iyi kimse bilmez. Ancak, bazı Siyonistler değişik ola­bilir; bunda şaşılacak birşey de yok, çünkü Yahudilik ve Siyonizm aynı şey değildir. Aslında, birbirine uymaz ve birbiriyle uzlaşmazlar. İyi bir Yahudi Siyonist olamaz; Siyonistse iyi bir Yahudi olamazj'

Altmış yılı aşkın bir süredir, babamın yaptığı gibi, Siyonizm’e karşı savaşım verdim ve dolayısıyla onun ne olduğunu biliyorum. Bu savaşımın içinde son on ya da yirmi yıldır bulunanlar için söylemek zorunda olduklarım şaşırtıcı, giderek şok etkisi yapıcı olabilir. Hcrşeyc karşın, bu sorunlar kesinlikle ve açıklıkla ortaya konmalı, çünkü Siyonizm hastalığı yeterince tanımlanmazsa, iyiletimi sağlanamaz. Siyonizm’e karşı olanlar uzunca bir süre düş ile vc iyi niyetli istekten kaynaklanan düşüncelerle ilgilendiler. Siyonizm’in ne olduğunu anlamak için, kişinin, Yahudiliği, Yahudiliğin karşı ve olumsuzlaşması olan Siyonizm’i ve Yahudi tarihini bilmesi gerekir. Bana ayrılan süre içinde, Siyonistlerin eylemleri hakkında konuşma- mayacağım; bunlar başkalarınca yeterince ele alınacaktır. Bir Yahudi

‘Ortodoks Yahudiler henhangi bir dilde, Tann’nın. adını olduğu gibi yazmamakta, örneğin “Tanrı” (God) yerine “T-ı” (G-d) demektedirler. olarak, Tanrıya isyan vc Yahudi halkına ihanet sayılan Siyonizm’in ne olduğunu tartışmayı tasarlıyorum. .

İlk önce, birkaç tanımlama: Yahudi kimdir? Yahudi, bir Yahudi anası olan ya da, Yahudi din yasaları (Halaçah) uyarınca Yahudi­liği kabul etmiş herhangi birisidir. Bu tanım bile ırkçılığı dışlar. Yahudilik, ilkelerini benimsemiş kişiler bulmaya çalışmaz; ancak, bu ilkeleri kabul edenler eşitlik esasına göre kabul görürler. Bunun nasıl olduğunu görelim^En mümtaz ve saygı gören hahamların bazıları Yahudiliği sonradan kabul etmiş kişilerdir. Yahudi analar çocuklarını her Sebt günü (Yahudiliğin kutsal günü olan Cumartesi) vc tatil arifesi kutsarlar ve bunu bin yıldan beri yaparlar. Çocuklar kızsa, kutsama “Tanrı seni Sarah, Rebeka, Raşel ve Leah gibi yap- sın”dır. Bu anaerkillerin hiçbiri Yahudi olarak doğmamıştı; onlar Yahudiliği sonradan kabul edenlerdendi. Çocuklar erkekse, kutsama “Tanrı seni Efraim ve Menaşe gibi yapsın” biçimindedir. Bu ikisinin anası daha sonra Yahudi ve Yusuf’la evlenen Mısırlı bir kadındı. Gelmiş geçmiş Yahudilerin en büyüğü Musa bile daha sonra Yahudi olmuş Midyalı bir kadınla evlenmişti. > Son olarak, Yahudilerin kutsal yazıları olan Tenaç, Ruth’un kitabım kapsar. Bu kadın, doğuş­tan Yahudi gibi, Yahudi halkının geleneksel düşmanı olan Moab’ lılardan gelmedir. Bu kitap, Ruth’un Yahudiliğe geçişini betimler ve her yıl “Yasa”nın (Tevrat) vahiysini yaşatmak için kutlanan ta­tilde “Eski Ahd”in ilk beş kitabı olarak okunur. Ruth’un kitabı, hemen bitiminde adı geçenin Yahudilerin en büyük kralı olan Kral Davud’un büyükannesinin ninesi olduğunu anlatır.

Siyonistlerden başka, Yahudileri bir ırk olarak görmekte İsrar edenler Nazilerdir. Onlar da yalnızca ırkçılığın saçmahğını ve us- dışılığını kanıtlamağa hizmet ettiler. Irksal olarak bir Bayan Muller’in ya da bir Bay Meyer’in Yahudi ya da Aryan Nazilerin (Yahudi olmayan Almanlara verdikleri ad) olup olmadığını kanıtlamanın bir yolu yoktu. Bir kişinin Yahudi olduğunu kararlaştırmanın tek yolu, onun atalarının dinsel soyunu izlemekti. Irksal saçmalık için bu kadar söz yeter.[238]

Irksal gurur, geçmişte kendi kısır şovenizmleri ile körelmiş Yahudilerin yıkımı olmuştur. Bu bizi, ikinci bir tanıma getirir: Bir Yahudi halkı var mıdır? Eğer varsa, görevi nedir? Bunu kesin bir açıklığa kavuşturalım: Yahudi ulusu, bir kuşak önce Siyonist politi­kacılar tarafından oluşturulmuş ya da yaratılmış değildir. Yahudi ulusu, kendilerine gelecek tüm Yahudi kuşaklar için Tanrı tarafından verilen Tevrat’ı benimseyip “Yapalım ve Duyalım”[239] yanıtını verdik­lerinde Sina Dağı’nda doğdu. “Siz bugün halk oldunuz” tümcesi bugün de geçerli olmakla birlikte, binlerce yıl önce söylenmişti.

Yahudi geleneğine göre, tüm insanlara uyarlanan yedi Nuh yasası[240] vardır. Sonra, aktörenin temel ölçütlerini oluşturan ve tüm tek-tanrılı dinlere inananlara yol gösteren “On Emir” gelir. Banlara ek olarak, Yahudiler için zorunlu ve Halaçak'a göre her Yahudinin kendine uygun olanını gözetmek zorunda olduğu 613 yasa vardır. Bu “emirler”in (mitzvoth) yerine getirilmesi Yahudi olmanın ve dolayısıyla Yahudi halkının özünü ve Tanrı ile olan anlaşmalarını oluşturur.

Yahudiler hangi nedenden ötürü “seçilmiş halk”tırlar? Her Yahudi, herhangi bir yer ve zamanda Tevrat’ı okuması gerektiğinde, “bizleri öteki halklar arasından kim seçti ve Tevrat’ını bize verdi?” der. Yahudiler bu biçimde seçilmişlerdir. Yahudi halkı başkaları üzerinde egemenlik kurmak ya da fethetmek ya da savaşmak için de­ğil, Tanrı’ya ve dolayısıyla insanhğa hizmet için seçilmiştir. “Ve eller Esau’nun elleridir” tümcesi, geleneksel olarak, “ses Yakub”unken şid­deti simgeleyen eller Esau’dur anlamında yorumlanagelmiştir. Böy­lelikle, fiziksel şiddet Yahudiliğin geleneği ya da itibar ettiği bir değer değildir. Yahudi halkı askerî üstünlük ya da teknik başarılar konusunda örnek oluşturmak için değil, fakat aktöresel davranış ve tinsel yalın­lıkta en güzeli sağlamak görevinden ötürü seçilmiştir. Siyasal Siyo­nizm’in suçlarının en kötüsünü ve temelini oluşturan ve öteki tüm yanlış uygulamalarını açıklayan temel suçu, öteden beri, Yahudi halkını Tanrı’sından ayırmağa çalışması, İlâhi andlaşmayı hükümsüz ve geçersiz kılmayı amaçlaması ve Yahudi halkının yüce idealleri yerine “modern” devlet ve sahte egemenliği geçirmek istemesidir.

Birçok Yahudiyi ve Yahudi olmayanları yanıltmanın araçların­dan biri, Siyonistlerin Yahudilikte kutsal olan adlar ve simgeleri

yanlış kullanmalarıdır. Onlar, Siyonist devletleri için, kutsal İsrail adını kullanıyorlar. Toprak alımı fonunu, dine düşkünlük, iyi görev­ler ve hayırlı işler anlamına gelen bir deyimle[241] adlandırmışlardır. Onlar, devletin simgesi olarak menorah denilen büyük kollu şamdanı benimsemişlerdir. İsrail ordusunun, anlamı Tevrat’ta (Kutsal Top­rağa daha önce dönme nedeniyle) “silâhlı kuvvet ve silâhlı güçle değil, fakat benim ruhumda der Konuklar Tanrısı” diye açıklanan bir amblem altında döğüşmesi ne ikiyüzlülük, ne saptırılmışlıktır.

Yalnızca Fransa’daki Dreyfus davasında sergilenen semitizm aleyhdarlığmdan ötürü Yahudi olduğunun bilincine varan ve siya­sal Siyonizm’in adı lânetlenesice kötü ünlü kurucusu, “Yahudi sorunu” için çeşitli çözümler önermiştir. Bir yandan, Yahudileri Uganda’ya yerleştirmeyi önermiş, öte yandan onları Katolik yapma­ğa çalışmıştır. Sonunda akima bütünüyle Yahtıdilere özgü bir ya- hudi devleti (Judenstaat) düşüncesi gelmiştir. Böylelikle, başından beri Siyonizm, anti-semitizmin bir ürünüdür ve gerçekte anti-semitizme tamamen uygun düşer, çünkü Siyonistler ve anti-semitikler dün de, bugün de ortak bir amaca sahiptirler: Tüm Yahudilerle yüzlerce, hattâ binlerce yıldır varolmuş Siyonist toplulukları yuvalarından ko­parmak. Tanrı’ya olan bağlılığın yerine Siyonist devlete olan bağ­lılık geçirilmiş ve devlet, çağdaş “altın buzağı”ya dönüştürülmüştür. Tevrat’a inanç ve dini yükümlülüklerin yerine getirilmesi Siyonist- lerin gözünde her Yahudinin ya da Yahudi halkının görevi değil, kişisel bir sorundur. Siyonistler İlahî yasayı parti ya da parlâmento oylarına bağlı duruma getirdiler ve kendi yönetim biçimleri ile aktöre anlayışlarını ^oluşturdular.

Ne Siyonizm’in kurucusu, ne de Siyonist devletin herhangi bir başbakanı, Tevrat’ın Tanrısal kökenine, hattâ Tanrı’nın varlığına inandılar. Bütün başbakanlar ilkede dine karşı olan bir partinin üyesiydiler ve Incil’i dinsel anlamdan yoksun eski bir folklor belgesi saydılar. Ancak, aynı Siyonistler, Kutsal Toprak iddialarını, kökenini yadsıdıkları .Incil’le temellendirirler. Siyonistler, aynı zamanda, “ve günahlarımızdan ötürü topraklarımızdan sürüldük” diyen Yahudi tatil duasını kolaylıkla unuturlar; Yahudi halkının bugün sürgün olmasının Tanrısal olarak hükmedildiği, Mesih gelmeden Kutsal Toprak’ı işgal etmeye ya da yönelmeğe yetkili ya da izinli olmadıkları gerçeğini tanımamazlıktan gelirler. Yahudi halkı elbette bu toprakla tinsel bağları olduğunu kabul eder ve ona Eretz Yisrael der. Her sabah, öğleden sonra, akşam vc gece Siyon’un ve Kudüs’ün sözünü eder; ger­çekte bir Yahudi bunu yapmadan yemeğe oturmaz. Bir Yahudiye göre, Kutsal Toprak, yeryüzünde bulunan öteki yerlerden farklıdır ve bir Yahudi, nerede, olursa olsun, dua ederken yüzünü Kudüs’e çevirir. Kutsal Toprak’ta yaşamak ya da orada gömülmek herzaman yüksek erdem sayılmıştır.

Bu toprak sevgisi ve Yahudilerin ona dönmesi ve Mesih’in geli­şine duyulan özlem son iki-bin yıldır sayısız kere sömürülmüştür. Siyonizm’in birçok kâhini olagelmiş ve bunların herbiri Yahudiler için bir belâ olmuştur. Kendilerine Mesih süsü veren bireyler ve kur­tarıcılık akımları Roma döneminden, Orta Çağlara ve çağdaş Siyo- nistlere kadar zaman zaman ortaya çıkmıştır. Bu Mesih taslaklarının bazıları gerçekte başka dinlere bağlıyken, haham ya da ulusal önder- derler gibi davranmışlar; birçoğu da geçici olarak (bazıları uzun dönemler) Yahudileri, hahamları vc tüm Yahudi toplulukları yanılt­mada. başarılı olmuşlardır. Hepsi belirli bir süre sonunda teşhir olmuşlar, hilekâr olarak tanınmışlar ve umutlarını bunlara bağla­yanlar yalnızca düş kırıklığı ve çoğu kez de felâketle karşılaşmış­lardır.

( Çağdaş Siyonizm’in gelişmesinin ilk aşamalarında inançları­nı siyasal Siyonizm’le birleştirmeye çalışan sözde Siyonistlerin ör­gütü olan ‘^Mizraçi” kurulmuştur. Bu durum Tanrısal yasanın buy­ruklarıyla Yahudi ulusçuluğunun istemleri arasında sürekli çatış­maya yol açmıştır. Çoğu kez, “Mizraçi” yanlıları Siyonist kongreler­de oyla yenilgiye uğratılmış, ancak Siyonist akıma sahte bir din­sel hava vermede yardımcı olmuştur,)Bu “dindar görünümlü Siyo­nist siyasetçiler, gerektiğinde, Siyonist hükümetçe', ulusal istekleri “dinsel” otoriteyle desteklemek için kullanılmışlardır. Siyonist dev­letteki Ulusal Dinsel Parti, ulusal önlemler ye yasaları onayla­dığından ötürü parasal olarak ya da bakanlar kurulu üyeliği ya da benzeri hükümet mevkileriyle ödüllendirilmiştir. Bu Siyonistlerin şovenizmi, çoğu kez, öteki Siyonistlerinkini aşmıştır ve bu aşırı ulu­salcılık dinin sömürülmesinin başlıca örneği olarak dinsel deyimlerle açıklanmaktadır. Bu “dindar” Siyonistlerin hileciliği geçen yıl kendi dünya liderlerinden ikisinin bir milyon dolarlık hırsızlık yaptığı açık­lanınca ortaya çıkmıştı.

1912’de Almanya-Polonya sınırında Siyonizm’le savaşmak özgül amacıyla bir dünya Yahudi örgütü kuruldu. Agııdath İsrail (İsrail Birli­ği) adlı bu örgüt dünyadaki gerçek Yahudi halkını temsil etmek ve Si- yonistlerin temelsiz ve haksız isteklerini açığa çıkarmak için kuruldu. Sadık Yahudi kitlesi ve tüm hahamlar Agııdath İsrail’e katıldılar. Viya­na ve Marienbad’da Siyonizm karşıtı kongreler toplandı. Polonya gibi ülkelerde, Agudistler parlâmento üyesi oldular. Elli yılı aşkın süredir, Agudath yönetimi altında Kutsal Toprak’larda yaşayan Siyonizm karşıtı Yahudiler kendilerini Siyonistlerce ya da Siyonistlerin herhangi bir kümesince, özellikle Va'ad Leumi (Ulusal Meclis) gibi yarı resmî Siyonist bir örgütçe temsil edilmelerini islemediklerine dair yazılı olarak açıklama yapma konusunda Filistin’de mandater güç olan Ingiltere’den izin aldılar.

v Kısa bir süre sonra, Agudath İsrail’in Filistin’deki önderi olan Hollandah eski saygın diplomatlardan Jacob de Haan, Arap önder­leriyle, Yahudi ve Arapların eşit haklara sahip olacakları bir devletin Filistin’de nihaî olarak kurulmasına ilişkin görüşmeleri başlattı. Bu yolla, Haan, Siyonist bir devletin yaratılmasını önlemek istiyordu. Yaşamının tehdit edilmesine, karşın, de Haan, Siyonist bir devletin içerdiği büyük tehlikelerin tamamen bilincinde olarak, konuşma ve görüşmelerini sürdürdü, 1924’te Ingiltere’deki ilgilileri görmek üzere ayrılmasından hemen önce, akşam ibadetinden dönerken, Siyonist bir yarı-askerî güç olan Haganah tarafından Kudüs’ün ortasında katle­dildi. Yarım yüzyılı aşkın bir süre önce, bu inanmış ve esin dolu Ya­hudi, dünyanın gelecekte kurulacak ve Siyonist devletin neden ola­bileceği güçlüklere ve sorunlara karşı kör ve sağır olduğu bir zamanda, çok önemli saydığı bir kavgada yaşamını kaybediyordu.^

Bu türden terörizm ve artan Siyonist baskı sonucu Agudat îsrael adım adım zayıflamağa ve uzlaşıcı tavır almağa başladı. Na­zi dönemi boyunca, temel amacı Siyonizm’le savaşmak olmasına kar­şın, Siyonistlerle anlaşma ve düzenlemelere girişti. Siyonist devlet ku­rulduktan sonra, Agudath îsrael geçmişi ile bağını kopardı, bakan­lar düzeyinde Siyonist hükümete katıldı ve seçilen Agudistler par­lâmentoya girdiler. Hâlâ Siyonizm karşıtı bir görünüm yaratmağa çalışan Agudath îsrael, Kutsal Toprak’ta “bağımsız” okullar şebeke­sini kurdu; ancak bugün, bu okulların bütçelerinin büyük çoğunlu­ğu Siyonist hükümetçe kaışılanmaktadır. >

Bu gelişmeler ışığında, Siyonizm’e karşı savaşı azlaşmaksızın sürdürmek isteyen Yahudiler Agudath İsrail’i terkettiler ve Ibranice “Kentin (yani Kudüs’ün) Koruyucuları” anlamına gelen Neturei- Karta'yı kurdular. Neturei Karta, böylelikle, bazı yerlerde “Kudüs’ ün Dostları” diye bilinen dünya çapında bir akım durumuna geldi. 5

Neturei Karta’nm en büyük önderi merhameti cesaretine eşit olan, esin dolu ve inançlı Haham Amram Blau idi. Adaletsizliğin, ahlâksızlığın ya da iki yüzlülüğün karşısında sessiz kalamazdı. Yahu­dilerce sevilir, Hıristiyan ve Müslümanlarca sayılırdı. Kudüs’te doğmuş, Kutsal Toprak’lardan tüm yaşantısı boyunca ayrılmamıştı. Yazılarında yasal Siyonizm’in ortaya, çıkışına değin, Yahudilerin ve Arapların uyum içinde yaşadıklarını sık sık vurgulamıştı.[242] Ha­ham Blau, Kudüs’te, Osmanlı oteritelerince, İngilizlerce ya da Araplarca değil, Siyonistlerce hapse atılmıştı. Suçu neydi? Direnç­le ve şerefle, kendi güvenliğini düşünmeden, Kudüs’ün kutsal niteli­ğini “yeniliklere” ve Siyonistlerin saldırılarına karşı savunmuştu. Sebt gününün kutsallığı için savaşım verdi ve Siyonist rejimde yürü­tülen çirkin hareketlere ve ahlâksızlığa karşı çıktı. Haham Blau, Me­sih’in gelişinden önce bir Yahudi devleti kurulmasını rezalet ve ahlâk­sızlık olarak niteledi. Neturei Karta, onun önderliğinde, yıllarca, Siyonist devletin yasallığını tanımadığını ve yasaların geçerli olma­dığı duyurdu, y

Siyonist devlet ve Araplar arasındaki çatışmanın ilk döneminde, Neturei Karta hahamları, beyaz bayrak taşıyarak savaş hattına ka­dar gittiler ve bu savaşta taraf olmayı istemediklerini ve bir Siyonist devletin yaratılmasına kesinlikle karşı olduklarını açıkladılar. Haham Blau, son açıklamasında, Müslüman ve Hıristiyan Filistinlilere karşı Siyonistlerin eylemlerini ve Yahudi halkının Siyonistlerce, “bir pa­pazlar krallığı ve kutsal bir ulus”tan,tinsel temelden yoksun, şovenizm üstüne kurulu, işgale dayalı ve askerî yiğitliğe bağlı modern bir dev­lete dönüştürülmesi çabalarını kınadı. Peygamber Jeremiah günün şovenist ve putperest Yahudi hükümetine “kentlerinizin sayısı tan­rılarınızı oluşturuyor” diye parlamıştı. Siyonistler, şimdi de, benzer • biçimde yeni bir statüko yaratıyor ve 1967’den beri işgâl ettikleri topraklarda yeni yerleşim merkezleri kurarak mevkilerini genişle­tiyorlar.

Haham Blau, son demecinde, Siyonist devleti bir üye olarak ka­bul ettiğinden ve tanımasından dolayı Siyonistlere görülmemiş öl­çüde prestij ve güç sağladığından ötürü Birleşmiş Milletlcr’i kınadı. Siyonizm karşıtı ulusların onu dinlemesinin, davasına önem vermesinin ve bu büyük yanlışı bertaraf edip düzeltmesinin artık zamanıdır. B.M.’e yapılan parasal yardım desteğinin çekileceği korkusuyla, Si­yonist devletin üyelikten çıkarılmasıyla ilgili hiçbir eylem yapılmadığı bilinmektedir. Geçmiş kuşak boyunca sayıları artan Siyonizm karşıtı bu ülkeler B.M.’in zarara uğrayacağı herhangi bir parasal kaybı karşılama konusunda öneriler ileri sürmelerinden neyi amaçladıklarını göstermeli ve. üye ülkeler korkusuzca, sindirilmeden ve vicdanlarına uyarak oy kullanmalıdır.

Incil’de de değinildiği gibi, Yahudi talihinde, daha önceleri kitlelerin aldatıldıkları ve ancak azınlıkta kalan Yahudilerin, Yahudi halkının gerçek görevine bağlı kaldığı zamanlar olmuştur. Bunun ilk örneklerindeh biri altın ineğe tapmak olmuştu; bugün, maalesef, Siyonist devletin tapınma öznesi durumuna gelmesiyle bunun yine­lendiğini görüyoruz. Siyasal Siyonizm’in ortaya çıkmasından ve etki­sinin genişlemesinden önce, Yahudi önderleri, dine bağlılıklarına, namuslarına, bilgilerine ve adalet ile merhamete olan saygılarına bakı­larak seçilirlerdi. Bugün, sözde Yahudi önderleri, çoğu kez, Siyonist devlete ve Siyonist davalara katkılarına göre seçiliyorlar. Yahudi yasaları ve geleneksel kavramları uyarınca tamamen niteliksiz olan bu sözde Yahudi önderleri, Yahudi halkı adına ve yerine açıklamalar yapmakta ve kararlar vermektedirler. Bu, zamanımızda en büyük Yahudi topluluğunun bulunduğu A.B.D. için özellikle doğrudur. Oklahama’daki biı hanımın söylediğini hiç unutamam: “Bugünün Yahudiliği harika! Bütün yapılması gereken şey para vermek.”

Haham Blau, ölümünde bile, Neturei Karta’nın yalnızca bir- kaçyüz kişinin önemsiz bir mezhebi olduğunu yadsımıştır. Ancak, Haham Blau, iki yıl önce Kudüs’te bir Cuma sabahı öldüğünde, birkaç saat içinde 22,000 kişiden az olmayan bir insan topluluğu cenaze törenine katılmıştı.

Geçmişte her zaman, Yahudileri aldatanlar yarı yolda kalmışlar, yalnızca Tevrat, Talmud (yazılı ve sözlü yasa) ve Halaçah’m geçer­liliğini savunan ve demagojiye karşı duran Yahudiler ayakta kalabil­mişlerdir. Neturei Karta bu geleneği sürdürüyor. Onlar Siyonizm’in önünde duran canlı engeller olmağa devam ediyor ve çağımızda Si­yonizm tarafından yanlış yola sürüklenmemiş gerçek Yahudi halkı adma konuşuyorlar.

Kutsal Toprak’ların, Romahlarca işgali sırasında da ulusalcılık ve ulusal gurur temeli üstüne oturtulmuş bir savaşın kaybedilemeyece- ğine inanan Yahudilcr vardı. Anılan Yahudiler, günümüzdeki Siyonist- ler gibi, herhangi bir ıızlaşı ya da anlaşmaya karşıydılar; sonuna kadar savaşmaya kararlıydılar. Ancak, anılan zamanda, hemen hemen iki- bin yıl önce, en önde gelen hahamlardan Yocanan ben Sakkai deği­şik bir yol seçti. Askerî maceracılar. Yocanan’m, işgal edilmiş Kudüs kentinden Romalılarla görüşmek üzere ayrılmasını önlediler; o da müritleri tarafından bir tabut içinde Romalıların karargâhına götü­rüldü. Yocanan, Romalılara, Yahudilerin ne bir orduya, ne de silâhlara gereksinim duyduğunu belirtti ve Yavnel’de bir yeşiva (Ya- hudi din okulu) kurmaları için izin istedi. Yahudiliğin ve Yahudi hal­kının benliğinin kökleştirilmesine yardımcı olan o zamanın militarist­leri ya da generalleri değil, bu din okulu oldu.

Bütün Yahudilerin Siyonist olmaması gibi, bütün Siyonistlerin de Yahudi olmadığı açıklıkla belirtilmeli. Lord Balfour ve General Smuts gibi Yahudi olmayan Siyonistleri harekete getiren şey kuşku uyandırıcıdır. Siyonist akımın başından beri, en inançlı ve en ateşli Siyonistlerin bir bölümü, Siyonizm’i önemli bir “din” akımı ve pey­gamberlik görevinin yerine getirilmesi olarak kabul eden Hıristiyan din adamları olmuştur. Bu kişiler, aynı zamanda, Siyonist davaya önemlice hizmet edenlerdir.

Siyonizm’in temel hedeflerinden biri aliyah, yani Yahudilerin bulundukları ülkelerden Siyonist devlete göçüdür. Ancak, son birkaç yıldır, yüzlerce, binlerce İsrailli, ‘siyonist cennet’ dışında toplanmayı yeğlemişler, Amerikan Yahudileri ise ‘ayakları ile yaptıkları seçim’ sonucu biıaraya gelmeyi’ reddetmişlerdir. Bu Yahudiler Siyonist devletin gerçekte dev bir ^ZZo’dan başka birşey olmadığını bilmekte­dirler.

Amerikan Yahudileri, öteki ülkelerdeki Yahudi topluluklarına yardım etmek yerine, Siyonist devlete yardım etmek için yoğunlaşmak konusunda harekete geçmiştir. Siyonistler, eylemlerinin doğal gereği, güvenlikleri için, teknik üstünlüklerine ve çokça A.B.D. tarafından sağlanan önleyici askerî caydırmacılıklarına dayanmaktadırlar.

Hiçbir şey, Yahudi halkının, gerçek ideallerinden öte olmaz. Yahudi halkı seçilmişti, “çünkü siz tüm ulusların en azısınız.” Mez-

mur’un söylediği gibi, “onlar araçlarına ve beygir güçlerine dayan­maktadırlar, fakat biz Ölümsüz Tanrı’nm adını anarız.”

Bir önemli noktayı daha sözkonusu etmeğe değer. Dünya Siyo­nist Örgütünün eski başkanlarından biri, bir Siyonistin, Siyonist dev­lete koşulsuz bağlılıkla yükümlü olduğunu, bu bağlılıkla ilgili bir ke- kişme olması durumunda ilk bağlılığın Siyonist devlet için olması gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Ancak, Yahudi yasasına göre, bir Yahudi, yurttaşı olduğu ülkeye sadakat ve itaat borçludur ve doğal olarak hiçbir sadık Yahudi çağımızın en önde gelen hahamlarınca kınanmış Siyonist devlete sadakat ve itaatle yükümlü değildir.

Amacım Siyonizm’e karşı ne yapılması gerektiğini ayrıntılı olarak öne sermek değildir. Ancak, bireylere karşı soyut ve anlık eylemlerin ya da Birleşmiş Milletler ile öteki yerlerde birtakım karar­lar benimsenmesinin Siyonizm’e son verecek etkin araçlar olmadığını söylemeliyim. Ayrıca, Siyonizm’e karşı savaşın, ilkönce, Akdeniz kıyılarında değil, fakat Siyonizm’in en güçlü kalesinde, A.B.D.’nde verilmesi gerektiğini açıklamam da gerekiyor.

Bir Amerikan yurttaşı olarak, hükümetimizin ve politikacıları­mızın, ülkemizin kurucusu George Wshington’un tavsiyesiyle ta­mamen çelişen bir davranış içinde bulunmalarından dolayı üzgü­nüm. Yabancı bağlantılardan ve yabancı güçlerle kalıcı bağlaşık­lardan kaçınmak yerine, Washington’daki kuruluş Siyonizm’i öy­lesine içten bağrına basmıştır ki, onun gözünde Siyonist devlete karşı B.M.’de herhangi bir eleştiri ve siyasal Siyonizm’e karşı herhangi bir muhalefete girişmek cezalandırılabilir bir suç durumuna gelmiş­tir ve uysal Amerikan iletişim araçları, böyle bir saçmalığa karşı konuşmaya cesaret, bile edemezler.

Bu zamana değin, maalesef, Amerikan Siyonistlerinin her yıl daha fazla etkinlik kazandığını görmekteyiz. Bu gerçek, on yıl önce bile düşünülemeyen olayları ve gelişmeleri olanaklı kıldı. Bugün, A.B.D.’nde Siyonizm’e karşı çıkmak çok cesaret işidir, ikinci Cihan Savaşında da İtalya’da Faşist aleyhdarı ve Almanya’da Nazilere karşı olmak çok cesaret gerektirmişti. Siyonizm, uzun dönemde, Yahudi halkının ve dünyanın uzun tarihinde geçici bir sapmadan başka bir- şey değildir.

Son olarak, önyargı, kin ve adaletsizliğin yok olacağı ve tüm dünya uluslarının Kudüs’e haç seferine katılacağı kehanetinin doğrulanacağı konusunda inançlı olalım ve bunun gerçekleşmesini umalım, “çünkü Benim evim tüm uluslar için ibadet yeri elarak adlandırılacaktır.”

SİYASAL SİYONİZM VE ANTİ-SEMİTİZM

ÜSTÜNE TARİHSEL PERSPEKTİFLER

KLAUS J. HERRMANN

Büyük Yahudi filozofu Constantin Brunner’den sözetmeyen hiçbir Siyonizm ve anti-semitizm tartışması tam sayılamaz. 1862’de Ham­burg’un Altona kasabasında (Ortodoks) Hahamlık Mahkemesinin Başkanı Haham Akiba Wertheimer’in torunu olarak, Leopold Werthei- mer adıyla dünyaya gelen Brunner, ününe Spinoza öğretisi üzerindeki çalışmalarıyla kavuştu. Ancak, bunun da ötesinde, Brunner, Yahudi- lerin kurtuluşu ile ilgili tüm alanlarda bilimsel ve kişisel çalışmaların yanısıra, Yahudi düşmanlığına dayalı ırkçılık ya da dinsel ve toplum­sal muhalefet görünümü altında sergilenen Yahudi düşmanlığına karşı savaşımda aktif biçimde yer alıyordu. Anti-semitizm ve Siyonizm’e karşı kararlı savaşımı ancak yetmiş-beşinci doğum gününe bir gün kala Lâhey’de ölmesiyle son buldu.

“Yahudiler, Yahudi düşmanlarının ırkçı teorilerinden etkilen­mişlerdir” diyen Brunner, Siyonist’leri, öğretmen olarak ünlü ırkçı ve belge sahtekârı Houston Stewart Chamberlain’i seçmekle suçlamış ve Ghamberlain’in “zırvalarının”, ırk konusunda hazırlanmış bir Siyo­nist kitapta hemen hemen aynen “gevelendiğini” belirtmiştir. Brunner, “Yahudi kökenli Almanların, nasıl olup da bir Yahudi ulusundan söz- etmeğe başlayabildiklerini ve en adisinden bir iftirayı nasıl olup da saçmasapan hayallerine temel yapabildiklerini” anlamanın güç olduğunu savunmuştur.1

Brunner’in öğrencilerinden Ernst Ludvvig Pinner de, kendisinin de önceleri bir Siyonist olmasına karşın, Siyonistleri “ulusal duygu­ları haklı kılmak için Avrupa’nın en yeni saçmalığına, yani ırk te­orisine dört elle sarılmakla, eskiden dinsel bağnazlık ve düşmanlık için sözkonusu olduğu gibi, şimdi de ırkçı bağnazlık ve ırkçı düş­manlığın, ulusal duyguları zehirlediğini, bugün herşeyi haklı kılmak için bir bayrak gibi yüceltilen tek şeyin ırk olduğu gerçeğini kavra- yamamakla” suçlamıştır. Pinneı ayııca Siyonistleri “ırkçı çılgınlık

‘Constantin Brunner, Der Judenhass und die Juden, Berlin, 1918, s. 112. hastalığına yakalanmış Yahudilcr” diye tanımlayarak, “ • • • çünkü bunlar da aynen Yahudi düşmanları gibi, ırk bilincinden siyasal sonuç­lar çıkartmışlardır” demiştir.[243] Pinner, Yahudileri “bağnazlık ve nef­ret tacirliği yapmak” suçlamasından kaçınmakla birlikte,[244] daha sonraları bunu yapmak zorunda kalıp kalmayacağı hususu da tartışma­ya açıktır.

Siyonizm ve anti-semitizm kavramlarını tartışırken bu sözlerin duygular üstündeki büyük etkileri dikkatle sınanmak ve incelenmeli- dir. Yahudiler, ister Musevi dininin izleyicileri olmaları nedeniyle, ister iddia edildiği gibi “Sami” diye, adlandırılan bir ırktan geldikleri için, ya da isterse ekonomik ve toplumsal nedenlerle karşılaştıkları nefretten ötürü, tarihlerinin büyük bir bölümünde bir azınlık toplumu olarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Atalarının, daha doğrusu manevî atalarının dinine olan bağlılıkları nedeniyle, sürekli olarak baskı­lara maruz bırakı’mışlardır. Bu baskıların görülmediği ülkelerin sayısı en azından Avrupa’da pek fazla değildir. Özellikle Nazi cehennemi sırasında gerçekten Yahudi olan ya da ırkçı Nazi yasaları uyarınca Ya­hudi olarak belirlenen 4.2 milyon kişi katledilmiştir.[245]

Siyonizm:

ISiyonizm kavramı, önderleri ve izleyicileri tarafından Yahudi (ya da İsrailoğulları, İbraniler, Museviler) diye bilinen toplumun, ayrı, ulusal bir halk olarak egemen bir siyasal birim biçiminde Fi­listin’de “yeniden” yerleştirilmesini içeren bir sömürgeleştirme hareketi anlamını kazanmıştır. Siyonizm’i bu anlamda ilk kez 1890 yılında Nathan Birnbaum kullanmıştır.^ 1896’dan bu yana ise, Siyonizm terimi, Filistin’de bir “Yahudi ulusal yurdu” kurulması hedefi ile Theodor Herzl tarafından geliştirilen siyasal akım için kullanıla- gelmiştir.

Siyonizm teriminin bulucusu ile bu adı taşıyan siyasal akımın yaratıcısı arasındaki ilişkilerin, dostluktan fersah fersah uzak bu­lunması da kendi çapında eğlenceli bir çelişkidir. Viyan a’ya Polonya- dan gelen bir göçmen ailesinin çocuğu olan Birnbaum, 1880 yıllarından beri Mathias Acher takma adıyla Yahudi milliyetçiliğinin geliştiril- meşinde aktif bir rol oynamaktaydı ve İsviçre’nin Basel kentinde Ağus­tos 1897’dc düzenlenen Birinci Siyonist Kongresi’nde kendisini Herzl’ in önceli olarak sunmuştu. Ancak gurur ve kendine hayranlıkta kim­senin boy ölçüşemeycceği ve daha önce ne Birnbaum’u, ne de öteki Doğu Avrupa’h Siyonizm ideologlarının adım duymuş olan Herzl, bu onuru kimseyle paylaşmağa niyetli değildi ve Birnbaum’u kibirli ve inatçı bir sahtekâr olarak nitelendirmekteydi.[246] Herzl sonraları şunları yazmıştı:

“Hazret, bana ve başkalarına yazıp şeref dilendiği mektup­larında, bir çoğunu gördüğümüz broşürlerden bir tane de kendisi yazmış olduğu için kendisini Siyonizm’in bulucusu ve kurucusu olarak takdim etmekte...bununla da kal­mayarak kendisi ile beni karşılaştırmağa cüret etmekte­dir.”[247]

İşin asıl eğlenceli yanı ise, Birnbaum’un 1899’da Siyonist akımdan tümüyle ayrılarak, ona uzlaşmaz bir düşmanlık duyan sofu bir Yahudi durumuna gelmesidir.

Tarihsel açıdan Siyon, sonradan Kudüs denecek olan kente ait olacak tepelerden, Jebusitler tarafından tahkim edilmiş birinin adıdır. Tevrat’ta “gene de Dâvud Siyon kalesini zaptetmeyi başardı ve bundan böyle burası Dâvud’un Kenti diye bilindi” demektedir (II Samuel 5:7). Böylece, Siyon önce tüm Kudüs kentini, daha sonra tüm Filistin’i ve nihayet tüm k’hal adalh yisra’el, yani İsrail’li ya da tüm Yahudi topluluğu şiirsel bir biçimde tanımlamak için kullanı­lan bir kelime durumuna gelmiştir.

Siyasal Siyonizm’i tartışırken bazı kavramlar doğal olarak tümüy­le dışarda bırakılmaktadır. Böylece, Ortodoks Yahudilikte, Mesihî ya da ölümden sonraki dünyaya inanan Siyonizm diye tanımlanan bir hedef, bir özlem, başka deyişle tüm Yahudilerin doğa üstü, kurtarıcı güçlerin etkisiyle Kutsal Tcpraklar’da toplanacağı inancı vaıdır. Bu manevî özlemler, bir Malçuth Şamayin ya da “kutsal düzen”in ve Tanrı tarafından bir barış dünyasının kurulmuş olmasını, bu özlemin gerçek­leşmesi için önkoşul olarak görürler. Siyasal Siyonistler ise, apaçık nedenlerle kutsal kitaplarda İsa’nın dünyaya dönüp bin yıl saltanat süreceğine ilişkin bölümleri kendi hedef ve çabalarıyla eş anlamlı olarak görmüş ve göstermeğe çalışmışlardır.

On-dokuzuncu Yüzyıldaki teologlarının kutsal kitapta vazedilen tüm Yahudilcrin bir gün Siyon’a ve Kudüs’e dönecekleri kehaneti ile ilgili tüm pasajları radikal bir biçimde ortadan kaldırdıkları Re­formcu Yahııdiler akımında ise, “gerçek Siyonizm” terimi, bu kavramı, Siyonizm’in siyasal ya da ulıısal-kültürel kullanımlarından ayırdet- mek için kullanılmıştır. Bu nedenle, Amerikan Reformcu Yahudilik akımının önde gelen teologlarından olan Haham Kaufmann Kohlcr, “resmî Siyonizm”i, Yahudileri “gerçek, adalet ve barışa adamağa”[248] çağıran ve dinin genel ahlaksal kullanımı için sembolik bir kavram olarak geliştirilen “gerçek Siyonizm”den ayırır. Kolilerin “gerçek Siyonizm” tanımlaması, coğrafî bir Filistin’e yer tanımayan Muse­vilik ve Yahudi anlayışından kaynaklanır. 1874’te ölümüne kadar Almanya’da ılımlı reformcu ya da liberal Musevilik akımının önde gelen düşünürü Haham Abraham Geiger de diyordu ki:

“İsrail halkı diye bir şey artık yoktur. Şimdinin [iSbo’larıııJ gönülleri ve özlemlerinde de artık buna yer yok. İsrail’lileı artık bir inanç toplumu durumuna gelmişlerdir?’

Geiger Kudüs’e dönme özlemlerini de bir kalemde şöyle silmek­tedir :

“Kudüs bizim için geçmişte gerçeğin öğretisinin fışkır­dığı kutsal bir kaynak olarak kalacaktır...Şimdiki hara­beler yığını Kudüs ise, bizim için olsa olsa şiirsel ve me­lânkolik bir anı olabilir, ama ruhlarımızı besleyemez. Hiçbir sevincimiz, hiçbir umudumuz, Kudüs’le ilgili ola­maz...Kudüs bizim için mekânla sınırlanmış bir yer değil, bir düşüncedir. Dualarımızın gerçek anlamını kavra­yamayıp, sözlerinin bizi sevgimizi o yere yönelttiğimiz anlamında bir yanılgıya düşüyorsak, bu yanılgıya yol- açan sözcükler ortadan kaldırılmalıdır.”

Bir başka vesileyle de, Geiger, Alman vatanında yurttaşlık hakla­rına sahip olmak isterken, bir yandan da gelenekleri, dilleri ve öz­lemleriyle birer Filistinli olarak kalmak isteyen Yahudileri eleşti­rerek bu tutarsızlığı “saçmalık” olarak nitelendirmiştir.[249]

.X

Yahudi teolojisinde, perdenin öteki yanında yeıalan ve gelenek­lerinde hiçbir değişikliğe yer tanımayan Ortodoks Yahudiliğin Al­manya’daki en yetkili sözcüsü Haham Samson Raphael Hirsch de, Reformcu Yahudiliğin Yahudi milliyetçiliği karşısındaki konumuna katılmıştır. Hirsch, İbrani dilinde “halk” kavramını ifade eden “‘am” sözcüğünün yalnızca teolojik anlamda İsrail’e atıfta bulunduğunu ve dolayısıyla İsrail’liler (Yahudiler) için kullanıldığında bunun ancak dinsel bir anlam ifade ettiğini açıkça belirtmiştir.[250] Hirsch’e göre, Filis­tin’e dönüş, Tanrı’nın İsrail halkı için hazırladığı doğa-üstü bir tasa­rının bir parçasıydı ve bu nedenle gerçekleşmesi Tanrı’ya bırakıl­malıydı.[251] [252] Yahudiliğin Ortodoks yorumuna göre, dua metinlerinde Siyon ve Kudüs, için duyulan özlemler, pratik siyasetler durumuna getirilmemeli ve Tanrısal düzenlemeye bırakılmalı, hele bir Yahudi taı alından, yurttaşlık sorumluluklarına ters düşecek bir biçimde bir siyasal eylem amacı olarak benimsenmemeliydi. Gerçekten de, (Siyo­nist Mızrağı akımı bir yana bırakılacak olursa) Ortodoks Yahu­diliğin dünya çapında anti-Siyonist örgütü Agudath Tisrael, 1948 yılında Siyonist devlet kuruluncaya dek Siyonizm’e karşı aktif olarak savaşım vermiş, hattâ Siyonistlere karşı Arap milliyetçileriyle iş­birliğinde bulunmuştur.’1

Gene önde gelen Ortodoks Yahudi din adamlarından Viyana Başhahamı Moritz Güdemann da, Königsberg Üniversitesi Teoloji Kürsüsü Hıristiyan üyesi Cari Heinrich Cornill’in şu sözlerine onay­layarak atıfta bulunmuştur:

“Babi Plilerin zorladıkları sürgün sonucu Judah, Asurlu- ların sürgünü İsrail’i nasıl yokettiyse, varlığını bir ulus olarak aynı biçimde yitirdi. Fakat Judah, kendini Yudaizme (Museviliğe) dönüştürdü: yıkılan devletten bir kilise doğ­du, dağılan halktan ise bir toplum. Ve bu Judaizm eşi görülmemiş bir dünya ereği saptadı kendine; dinin geleceği ve gelişmesi, bu ereğin gerçekleştirilmesine bağlıydı.”[253]

Başhaham Güdemann’uı, Siyonistlerin savunduklarının aksine, “‘İsra­illilerin seçilmişliği yolunda, buncasına yanlış yorumlanan dog­manın bir ulusal nitelik gibi yapay ve zorlama bir zeminden değil, yukarıda sözü edilen bu dinsel görevin gerçekleştirilmesi görevinden” kaynaklandığını savunmuştur. Başhaham Güdcmann’a göre, bu seçilmiştik özü bakımından ulusal bağnazlık vc gurur gibi kavramlarla çelişmekteydi ve Tanrı’nın eski İsrail’e antik toplumlar arasındaki küçüklüğünü tekrar tekrar hatırlatmasının nedeni de buydu.[254] Nihayet, Viyana Başhahamı şu sonuca varmaktadır:

“Hiçbir yetkili makam, Yahudi topluluğuna, kendi ulusal özerkliğini yeniden kazanma yolunda bu ‘kansız Haçlı Se­feri’ diye adlandınlan akımı başlatması çağrısında bulun­mamıştır. Böyle bir davranış, tasarılarında ‘sürgün’ün dc kuşkusuz bir anlam taşıdığı Tanrı’nın işlerine karışmak anlamına gelirdi. Siyon eskiden de, şimdi de Yahudiler için kendi geleceklerinin bir sembolü ve tüm insanlığı kapsa­yan bir kavramdır. Bizim dualarımızda Siyon’a dönüş için yakarışımız bu anlamda anlaşılmalıdır; bu anlama en ters düşen şey milliyetçiliktir.”[255]

Bu birkaç alıntının gösterdiği vc bu biçimde sunulabilecek daha pek çok örnekte de desteklenebileceği gibi, anti-Siyonizm, Ortodoks ya da Liberal-Reformcu dalları ile tüm Yahudiliğin ayrılmaz bir par­çasıdır. Resmî Siyonizm’in Yahudiliğin Siyonizm olduğu ve bugün İsrail Gumhuriyeti’nin teolojik İsrail’in gerçekleşmesi anlamına gel­diği biçiminde binlerce kez yinelenen iddiaları, bu gerçek karşısında temelsiz kalmaktadır. Aynı biçimde, Siyonizm’in Ulusal Dinci Partisi’ nin iddiaları da, Mesihî ve sembolik Yahudi hedeflerini, Filistin’de toprak edinmekle eş anlamda tuttuğu için kabul edilebilecek şeyler değildir.

Anti-Semitizm:

Anti-semitizm kadar saçma ve içsel anlamdan yoksun kelimelerin sayısı pek azdır.çShem, Incil’de Nuh’un en büyük oğluna ve genel ola­rak yanlış biçimde “Sami” diye adlandırılan ve her bir Sami dilini konuşan Ibraniler, Aramiler, Araplar ve Etyopyahlar gibi halk ve toplulukların yaratıcısı olduğuna inanılan kişiye verilen addır. Böy- lece, Semile (Sami), dil-bilimsel bir kavram olmaktadır ve Semitik (Samice) diye adlandırılan bir dili konuşan kimse anlamına gelmekte- dirjÇSamicc ise. iki kola bölünen bir grup akraba dili tanımlamak i- çin kullanılmaktadır: İbranice, Kenânicc, Moabitcc, Fenike dili, Sür-, yanice, Arâmice v.b. bu dilin kuzey kolunu oluştururken, Arapça, Meh- rî, Sokotri, Amharik,_Tigre v.b. de güney kolunu oluşturmaktadır. Do­layısıyla, doğru kullanıldığında Sami (Semite) sözcüğü, ana dili Sami- cc olan bir kişiyi tanımlamakta, ancak o ki.jinin ırkı, ulusu, yurttaş­lığı ya da bağlı olduğu din konusunda hiçbir bilgi sağlamamakta­dır.^

Belirli bir ırkı, belirli bir dili konuşan insanlarla cş anlamlı olarak görme yolundaki kötü niyetli eğilim, Sami sözcüğünü Arapça, İbra- nicc ve benzeri dilleri konuşan insanları tanımlama anlamına kavuş­turan Johann Gottfried Eichhorn (1752-1827) adb bir Doğu Dilleri Profesörü tarafından başlatılmıştır. Eichhorn, farklı dil “aileleri”ni (akraba diller grubunu) konuşan toplulukların bir zamanlar tek ve uyumlu bir ırk oluşturdukları varsayımından hareket etmekteydi. Böylelikle, Sami’ler (Semtte’Avrupa’nın büyük bir bölümü, İran ve Hindistan alt kıtasının kuzey yarısı ile sonraki göçler nedeniyle başka bölgelerde akraba dilleri konuşan toplulukların mensup olduk­ları iddia edilen Aryan (Âri)[256] ırkından farklı bir ırk olarak kabul edil­mekteydi. On-dokuzuncu Yüzyıla gelindiğinde ise, dilbilimciler en en azından tarihçe bilinen zamanlar içinde ırk türleri ile belirli dilleri ya da dil gruplarını konuşan topluluklar arasında bir ilinti bulunmadığı gerçeğini kavramaya başlamışlardı. Ancak Sami ve Âri gibi terimlerin önceki kullanım biçimleri, halk dilinde çarpılmış olarak kullanılmağa devam ettiğinden “Sami” sözcüğü, hatalı bir biçimde, tek ve ayıı bir ırkı oluşturduğu sayılan Yahudil'eri betimle­mek için kullanılır duruma geldi.

Bundan t-üretilen anti-semitizm. sözcüğü, modern anlamıyla ilk kez Hamburg’la gazeteci Wilhelm Marr, (düşünür Friedrich Nietzsche’- nin kayınbiraderi) Bernhard Foerster ve Fransız doğa bilimcisi Er- nest Joseph Renan’m yazılarında 1879-1880 yıllarında yeralmıştır. Marr, terimi Kenan’dan çalmış olabilir. Bu tartışmalar bir yana, Marr 1880’de Zwanglose antisemitisehe Hefte}6 başlığı ile Yahudi inançlı Almanları hedef alan ve içinde nefretini kustuğu bir dizi propaganda broşürü yayınlamıştır.

Yahudilerin dinsel bir azınlık olarak baskılara maruz kalmaları için anti-semitizm gibi sözcüklerin bulunması kuşkusuz gerekmiyordu. Bu saçma sözcüğün asıl Önemi, ırkçı anlamında yatmaktadır. Bu sözcük bulununcaya dek, Yahudilere karşı duyulan tepkinin nede­ni, Yahudilerin dini inançlarıydı; Yahudiler çoğunluk tarafından “sapma” ya da “dinsizlik” olarak nitelendirilen ve azınlıkta bulunan bir inanışın izleyicileriydiler. Bütün bunlar, ırkçı Yahudi düşmanlı- nın gelişmeğe başlanması ile önemini yitirdi. Bu yeni akımın önder ve izleyicileri, Yahudilerin dinsel inançlarına hiç ya da pek az önem veriyorlar, çabalarını Yahudiliğin ırksal geçmişinin saptanması üze­rinde yoğunlaştırıyorlaıdı. “Yahudi ırkı” diye bir şeyin, kalem er­babının yarım yamalak düşünsel eylemleri ya da “İngiliz ırkı”nm bir “gemiciler ırkı” olduğundan sözeden On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa dil geleneklerinin dışında var olmadığı gerçeği, Yahudi düş­manlığı tacirleri için hiçbir anlam ifade etmiyordu.

Tarihsel bir sapma olarak, Nazilerin Yahudilere karşı yürüttük­leri kampanya sırasında anti-semitizm tanımlamasını giderek terket- tiklerini de belirtmek gerekir. Daha 1936 yılında Naziler, bu sözcüğün, Sami dilini konuşan tüm uluslara karşı olmak gibi yorumlanacağının farkına varmışlardı. Bu, izlenen amaçla ters düştüğünden, Yahudi düşmanlığı alanında önde gelen Nazi ideologlarından Johann von Leers, “güttüğümüz ayrım, Yahudi dinine bağlı olmayan öteki Sami topluluklarını değil, yalnızca Yahudileri hedef aldığından anti-semi­tizm tanımlaması yanlıştır”[257] diyordu. Nitekim, 1942’den itibaren Nazi örgütleri Yahudilere kendileri ve uyduları tarafından Yahudi olarak tanımlananlara karşı yürüttükleri kampanya sırasında, kullandıkları dilde anti-semitizm yerine “Yahudi aleyhtarlığı” terimini getirmişlerdi.

İsrail:

M.Ö. 722 yılında aynı adı taşıyan krallığın yıkılmasıyla, İSRA­İL sözcüğü, îsrailoğullarını, yani k'hal adathyisra’eldiye bilinen toplu­luğu tanımlamak için kullanılmıştır. Böylece, bu söz, İsraillilerin dini ya da daha yaygın kullanıldığı ve peygamberler diye bilinenlerin ölümsüz mesajlarını sundukları eski Judah krallığında uygulandığı biçimiyle Judaizm (Musevilik) diye adlandırılan dinin izleyicileri anlamını taşımağa başlamıştır. Sh’ma yisra’el, adonay elohenu, adonay echad (Dinle ey İsrail, Yaratan Tanrı’dır ve Tanrı Tektir) sözlerinde kastedilen, lâik ya da ulusal bir halk topluluğu değildir. Eğer böyle olsaydı, o zaman eski İsrail krallığının “on kayıp kabilesi”, kuşkusuz teker teker sayılırdı. Gerçekten belirtelim ki, “kayıp” denen bu kabile­ler kaybolmamış, özellikle bugün Arap ülkelerine ait olan bölgelere dağılmış, dolayısıyla Arap ve bu arada Filistinli Arap halklarıyla kaynaşmıştır. Üstelik, bugünkü k’hal adath yisra’el, yani dünyadaki tüm îsrailoğullarının büyük bir bölümü de, eski İsrail ve Judah kral­lıklarında yaşayanların fiziksel anlamda torunları da değillerdir. Böylece, İSRAİL bir teoloji kavramı, îsrail’liler de, bu dine ya da Judaizm’e bağlı olanlar anlamını kazanmaktadır. Gerçekten de On-dokuzuncu Yüzyıl süresince Avrııpah ve Kuzey Afrikalı Yahudiler, Tahudi sözcüğünün yerine daha eski ve daha saygın görünen İsrail’di sözcüğünün kullanılmasını sağlamak için büyük çabalar göstermiş­lerdir.[258] Günümüze değin, Viyana, Münih, Karlsruhe, Nürnberg, Würzburg ve Leipzig gibi kentlerde Yahudi cemaat kurumlan, Is- railî (Israilitische Kultusgemeinde) sıfatını kullanagelmişlerdir. Dola­yısıyla, aynen ISLÂM kelimesinin tüm Müslüman toplumlarını ifade eden bir sözcük olması gibi, tSRAÎL de Yahudilerin kollektif varlık­larını ifade etmektedir.

Filistin’de Siyonist ya da Ulusal-Yahudi devleti Mayıs 1948’de kurulduğunda, bu devletin kurucuları, Filistinli Arapların ve hattâ Filistin’de yerleşmiş bulunan Yahudilerin önemli bir kesiminin istek­lerini hiçe sayarak bu devleti, kutsal İSRAİL adını vererek onurlan­dırmışlardır. Aynı biçimde, Siyonist sözcüğü de, Yahudilerin kutsal gelenekleri arasından, özellikle Siyan’un. Mesihî ve evrensel bir anlam taşıdığı Ortodoks Yahudiliğin literatüründen özenle seçilmiştir. Böy­lelikle, bilerek yaratılan karmaşıklığın nedenleri üzerinde uzun uzun durmak gerekmez. Siyonistler Aral’den söz ettiklerinde, aynı adı ta­şıyan devleti ya da cumhuriyeti kastetmekte, böylece dinsel bir top­lum için geliştirilmiş (k’hal adath} kavramını, hiç bir biçimde Dâvud’- un krallığının Tanrısal buyrukla yeniden kurulması anlamına gele­meyecek olan Filistin’deki devlet anlamında bilerek çarpıtmaktadır­lar.

İSRAİL sözcüğüne Filistin’deki Siyonist devletin adı gibi sah­te bir anlam kazandırmanın, bazı Siyonistler için bile kabul edile­meyecek bir şey olduğu, Simon Rawidowicz’in hararetli protesto-

larmdan anlaşılmaktadır. Yirminci Yüzyılın önde gelen vc parlak bir cntellektüel yeteneğe sahip Judaistlerinden olan Rawidowicz. yaşamını kültürel Judaizm diye adlandırılabilecek konuya adamış­tır. Kendisi Siyonist devletin adının İsrail olarak belirlenmesine şiddetle karşı çıkmış ve “îsrailcilere” duyduğu kızgınlığı, onları Ju- daizm’in temellerini sarsmağa çalışmakla suçlamaya kadar vardır­mış tır.[259]

Sözcüklerin kabul edilemeyecek biçimde çarpıtılmasının bir baş­ka örneği de anti-Siyonizm diye bilinen alanda karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki, anti-semitik alçakların, ırkçılıklarını anti-Siyonizm kavramının arkasında gizlemeye çalışmalarının örnekleri görülmüş­tür. Beklenebileceği gibi de, Siyonistler anti-Siyonizm’in. bu kötü ni­yetli kullanımlarına dört elle sarılarak ‘anti-Siyonizm eşittir anti- semitizm’ biçiminde geliştirdikleri sahte denklemi satmaya kalkış­mışlardır. Bu tür şaşırtmaca ve çarpıtmaların örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bir zamanlar anti-Siyonizm’in kalelerinden biri olan Dünya İlerici Yahudiler Birliği Yürütme Kurulu Başkanı Haham Richard G. Hirsch, bu denklemi andırır demeçlerde bulunmuştur ve en önemli Yahudi örgütlerinin ileri gelenleri arasında anti-Siyonizm’i anti-semitizm ile aynı anlamda görenlerin listesi upuzundur. Bu iki­yüzlülüğün en iyi örneklerinden biri an ti-Siyonist Hıristiyan kilise men­suplarını anti-semitizmle suçlayan Yahudi ve Hıristiyan Siyonistlerin tutumlarında gözlenebilmektedir. Bu Siyonistlerin bizzat kendileri, iddialarına güç kazandırabilmek çabasıyla, anti-semitizmin zehirli cephaneliğine el atmaktadırlar.[260]

Siyonizm ve Anti-semitizm Diyalektiği:

Anti-semitik akım, özellikle ıSyg-So’den sonra, tarihin ırkçı kavramsallaştırılması üstüne oturtulmuş bulunmaktaydı. Bu akımı ortaya çıkaran ve geliştirenlerin bir saplantı derecesinde bağlı olduk­ları görüşe göre, Yahudiler “Aryan” uluslar içinde yabancı bir un­surdurlar, “Sami” ırkından gelmektedirler ve Hıristiyan dinini be­nimsemeleri, Yahudilerin “Sami” niteliğini değiştirmez. Bunun da ötesinde bazı anti-semitiklere göre, Hıristiyanlık da Yahudi olmayan­lara Yahudiler tarafından kabul ettirilmişti ve dolayısıyla Hıristi­yanlığın da ortadan kaldırılması önemli bir görev durumuna gelmek­teydi. Biı Nazi “bilim adamı” 1940’da anti-semitik akımın başlan­gıç dönemleriyle ilgili olarak şunları yazıyordu:

“Irkın, Nasyonal Sosyalizmin (Nazizmin) dünya görüşü içindeki üstün ve ağır basan önemi, çağımızın Yahudi aleyhtarı akımına hem biçim, hem de hedef kazandırmış­tır. Irk ve kan, Nasyonal Sosyalist akımın anti-semitiz- mini yönlendiren değeı saptama öğeleridir.”[261]

Alman imparatorunun saray rahibi Adolf Stoecker (1835-1909), “Yahudiler, kırılmamış Samiliklerini Alman varlığının karşısına çıkar­maktadırlar” biçimindeki saçma ve ırkçı savlarıyla, modern anti-se- mitiklerin tipik bir öncüsü olarak gösterilebilir.[262] Üstelik, papaz bu savlarını Yahudi Almanların yurtseverliğinin Yahudi olmayan Al­manlarca bile erişilemeyecek bir düzeye ulaştığı sırada ortaya atmıştı. Gene de Stoecker, Yahudi Almanların ılımlı sayılabilecek düşman­larından biriydi. Kendisinin dünya olaylarını yorumlama ve hattâ ye­niden düzenleme yolundaki garip plânlarına göre, Yahudilerin Hı­ristiyan dinini benimsemeleri ile, “Sami” ırkından gelmelerinden kaynaklanan kalıtımsal eksiklikleri giderebilecekti.

“Pratik Anti-semitizmin Kurucusu” Unvanını gururla benimseyen Theodor Fritsch (1852-1933) ise, böyle din değiştirme gibi çözümlere hoşgörülü davranamıyordu. Kendisine “Anti-semitizmin Eski Üstadı” (Altmeister des Antisemitismus)[263] sıfatı da verilen ırkçı nefretin bu çalış­kan bahçıvanı, “Hıristiyan ve Yahudiler” gibisinden atıflara ateş püskürüyordu:

“Judah, bir din değil, bir ulus demektir. Dolayısıyla ‘Ya­hudilerle Hıristiyanları’ bir arada gören kişi, ulusumuzun yanıltılmasmda suçu paylaşmaktadır. Judah, her biri son kişisine kadar Hıristiyanlığa geçse de, yabancı olan ve öyle kalacak bir ulustur. Almanlar ve Yahudiler birbir­lerine düşman iki ulustur ve bunun için bütün Alman­lar dinsiz olsa, buna karşılık tüm Yahudiler Hıristiyan­lığı geçse bile durum değişmez...Bu, kısır bir dinsel tar­

tışma değil, iki düşman ulus arasında bir savaş sorunu­dur.”[264] [265]

Bu anti-semitizm örneğinin, Siyonist teorisyen Jakop Klatzkin tarafından da aynen benimsenmesine şaşmamak gerekir:

“Biz, özetleyecek olursak, tabii ki yabancıyız. Biz sizin aranızda yabancı bir ulusuz ve öyle kalmak istiyoruz. Aramızda kapatılması olanaksız büyük bir uçurum yer . almaktadır...”23

Klatzkin, Siyonizm’in doğal bir müttefiki olduğu görüşü ile anti- semitizmi neredeyse göklere çıkarmıştır. Rus Çarının Yahudileri gettu’ larda toplama uygulamasına şöyle alkış tutmuştur:

“Bu, Yahudilerin Doğu Avrupa’da varlıklarını sürdürmesi­ne düşmanlarımızın yaptığı bir katkıdır. Bu ‘kısıtlı yer­leşme’ uygulamasının, bizim ulusal dâvâmıza yaptığı hiz­meti gerektiği gibi kavramalıyız. Bu barajın kaldırılma­sı durumunda, Yahudilerin ülkede özgürce gezinmesine izin verilmesinde çoğunluk içinde erime dalgasının nasıl kabaracağını bir düşününüz. Bize tüm erime kapılarını kapadıkları, halkımızın dağınık değil topluca, yaygın ve karışık değil, ayrı bir birlik içinde yaşamalarını sağla­dıkları, vaftiz hakkını bile kısıtladıkları için bizi ezenlere teşekkür Borçluyuz.”[266]

Siyonist ideologların bu en yücesi şöyle devam ediyor:

“Batı’ya bir bakıp anti-semitizmin, Yahudiliğin varlığı­nı sürdürmesinde ve ulusça yeniden doğuşumuzun tüm heye­can ve dalgalarının yeni coşkunluğunda sahip olduğu önem­li payı görmemiz gerekir... Gerçek şudur ki, düşmanları­mız Museviliğin sürgünde güçlenmesi için çok şey yapmış­lardır ... Deneylerimiz bize gösteriyor ki, liberaller, bi­zi bir ulus olarak yoketmenin yöntemlerini anti-semitist- lerden çok daha iyi bilmektedirler.”[267]

Anti-Siyonizm’i anti-semitizm ile aynı şey olarak görme bir yana, anti-semitizm hemen hemen evrensel olarak Siyonizm’in en yakın müttefiki olarak görülmekteydi. Theodor Herzl, günlüğünde Baden Grandükü Birinci Friedrich ile görüşmesini şöyle kaydetmişti:

“Gene de kendisi benim bir devlet kurma tasarımı büyük bir hevesle karşıladı. Ancak dâvâmızı desteklemesi halin­de, halkın kendisini anti-semitizmle suçlamasından çekin­diğini ifade etti.”[268]

Görülüyor ki Herzl, bu samimî değerlendirmeden hiç de rahatsız olmamıştı. Anti-semitik nefret tacirlerinin Siyonistlerin yanında ka­rarlı biçimde saf tuttuklarının, bu ırkçıların Filistin’de bir “egemen Yahudi devleti” kurulması plânlarıyla beslendiklerinin ve bu nedenle de kendisinin tasarılarını sonuna dek ve açıkça desteklediklerinin pek iyi farkındaydı. Bu nedenle, daha sonra Deutsch-soziale Blâlter adını alacak olan ve ilk yayımcısının ünlü Theodor Fritsch’den baş­kasının olmadığı Antisemitische Correspondenz dergisi, Birinci Siyonist Kongresi’nin toplanmasını alkışlıyor ve Kongre’ye, “Yahudilerin bir an önce Almanya’dan ayrılarak Filistin’e yerleşmeleri tasarısının uygulanması” için en iyi dileklerini gönderiyordu.

Herzl’in günlükleri incelendiğinde, Siyonizm’in anti-semitistle- rin programları ile paralelliğinden zaman zaman rahatsız olduğu göz­lenmektedir. Herzl’in yakın adamı olarak bilinen, Viyana’da yayınla­nan Nene Freie Presse’nin kent haberleri editörü Josef Oppenheim, Herzl’in Der Judenslaat adlı kitabının Londra’da Jewish Chronicle’da. basılması üzerine, “eğer Jewish Chronicle makalesi Almanca da basıla­cak olursa, Yahudi aleyhtarlarına gündoğdu demektir. Tam işleri­ne yarıyacak bir şey” demişti.[269] Kendi günlüğünde ise Herzl, “eğer broşürüm başarılı sonuç sağlat ve Oppenheim’m düşündüğü gibi bir anti-semitik gürültüye yol açmazsa, işler çok farklı olur” diye yazmış­tı.”[270] Gene bir Yahudi olan gazetenin sahibi Eduard Bacher Herzl’in, Yahudilerin çevrelerindeki toplum içinde erimeyecekleri savıyla ilgili olarak “ciddî ve büyük kaygılaı” besliyor ve “anti-semitiklerin bun­dan yararlanmağa çalışacakları” görüşünü taşıyordu.[271] Nüfuslu Berliner Tageblatt gazetesinin yöneticilerinden Arthur Levysohn da Herzl’e Siyonist tasarılarına karşı savaşım vereceğini yazıyor ve semitiklere bulunmaz bir fırsat sağladığını belirtiyordu. Herzl ise, “anti-semi- tiklerin bunu istismar edeceklerini ve metinden işlerine yarayacak­ları nasıl olsa çekip alarak bunları dillerine pelesenk edeceklerini” savunmasına karşın, günlüğüne aynı gün düştüğü bir başka kayıtta, anti-semitiklerin çabalarına tuttuğu alkıştan pek de hoşnutsuz gö­rünmüyordu :[272]

“Bugün basımevine gittim ve sahipleri Hollinek kardeşlerle görüştüm. Sanırım her ikisi anlaşılan birer anti-semitik. Beni büyük bir içtenlikle karşıladılar. Broşürümü beğenmiş görünü­yorlar. Bir tanesi bana, ‘birinin çıkıp arabuluculuk görevini üstlenmesinin zamanı geldi de geçiyordu bile’ dedi.”[273]

işin ilginç yanlarından biri de, Siyonistlerin kutsal, yazılarının, müzik ustası Richard Wagner’in sağladığı tempo ile kaleme alın­mış olmasıdır. Der Judenstaat’m yazıldığı günlerde, Herzl’in günlü­ğünde şu. satırlara rastlanmaktadır:

“Geceleri tek eğlencem, Wagner’in müziğini, özellikle oynandığı kadar izlediğim Tannehauser operasını dinlemek. Yalnızca opera olmadığı geceler düşüncelerimin doğruluğu konusunda kuşkulara kapılıyorum.”[274]

Anımsanacağı gibi, besteci Richard Wagner de, hattâ bu kelime yazılarda daha yerleşmeden önce bir Yahudi aleyhtarı olarak haklı bir ün sağlamıştı. Wagner’in Das Judenthum in der Musik (Müzikte Yahudi Etkileri) adlı aşağılayıcı broşüründe meslektaşları Yahudi müzikçi- lerin kişilikleri ve yapıtları konusunda geliştirdiği ırkçı zırvalar, yalnız kendi çağı için değil, tüm zamanlar için yetip de artacak ni­telikteydi. Dolayısıyla, Wagner’in 1859 yılında yayınlanan broşürünü “Yahudiliğe karşı son, fakat Almanya’da kesin sonuçlu savaşı başlat­mış olmasına” şaşırmamak gerekir.[275] Bu durumda, Siyonizm’in kut­sal kitabının, Wagner’in müziğinin etkisiyle kağıda dökülmüş olması Siyonizm’in felsefesine oldukça uygun düşmektedir! Fakat herhalde, Herzl’in en büyük “yapıt”ma yapılacak en büyük hakaret de, Siyonist İsrail devletinde kültür bekçilerinin, Wagner’in müziğinin Siyonizm’in temel belgesine ilham sağlayan bu müziğin halka dinletilmesine bu­güne kadar izin vermemeleridir.

1908 yılında başkanının etkisiyle anti-semitizm ideolojisini resmen benimsemiş olan bir örgüt “Pan-Cermen Birliği”dir {Der AUdeutsche Verband). Aslında, Heinrich Class adını taşıyan bu başka­nın da görüşlerini kabul ettirmek için fazla uzun boylu çabalara ge­reksinimi yoktu, çünkü örgüt, “Alman ırkına ve kanma yabancı bir unsur” olarak görülen Yahudilere zatenoldukça düşman bulunuyordu. Class’m rehberliğiyle derneğin tüzüğü yalnızca Yahudilerin değil, Yahudilerle evlenmiş olanların ya da Yahudi akrabaları bulunanların da üye olmalarını önleyecek biçimde değiştirilmişti. Class, anti-se- mitizmin, kendisinin “daha yirmi yaşındayken maddî ve manevî bir parçası durumuna geldiğini” itiraf ediyor ve “daha sonraki siyasal ya­şantısını etkilediğini” söylüyordu.[276] Bu adam, aynı zamanda, Siyo­nizm’in en etkili destekçilerinden ve hayranlarından biriydi. Class 1912’ de Daniel Frymann takma adıyla Ben Kayzer Olsaydım başlıklı ve iki yıldan daha kısa süre içinde beş baskı yapan bir kitap yayınladı. Class bu kitabında anti-semitik programını açıklarken en sağlam ta­nıkları olarak Siyonistleri göstermekteydi:

“Kültürümüzün tüm ürünlerine katılmalarına karşın Al­man olmayan, çünkü temel farklılıkları nedeniyle isteseler de Alman olamayacak Yahudileri yabancı biı ırk olarak gö­renler sevinsinler, çünkü bizzat Yahudiler arasında bile Siyonizm denilen milliyetçi akım giderek daha fazla yan­daş topluyor. Siyonistlere şapkalarımızı çıkartmalıyız; ken­dileri, Yahudilerin, değiştirilemez özellikleri ile ayrı bir halk olduklarını açıklık ve dürüstlükle itiraf ediyorlar...Kendileri ayrıca Yahudi yabancıların, içinde yaşadıkları ulusla ger­çek biçimde kaynaşmalarına doğal ırk yasalannın elverme­diğini de aynı açıklıkla itiraf ediyorlar... Siyonistler, Yahudi düşmanlarının, ırk teorisini benimseyenlerin herzaman söylediklerini doğruluyorlar. Kendileri, tüm halklarına oranla küçük bir grup oluşturuyorlarsa da, vazettikleri gerçekler hiçbir zaman yadsınamaz. Almanlar ve Yahudi milliyetçileri Yahudi ırkının yokedilemeyeceği konusunda aynı görüşü paylaşıyorlar. Öyleyse, Almanları, bundan gerekli siyasal sonuçları çıkarma hakkından kim yoksun bırakmak iste­yebilir?”

Class, daha sonra bu sözünü ettiği sonuçları, “Yahudi sorunu” diye adlandırdığı sorunun çözümü için hazırladığı önerilerde sıralamaktadır. Yahudilerin her türlü kamu görevinde çalışma­ları engellenmeli, seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakılmalı, hukuk, öğretmenlik ve tiyatro yöneticiliği gibi meslekler kendi­lerine yasaklanmalıdır. Kadrolarında Yahudilerin yeraldığı gazete­lerin bu durumu açıklamaları zorunlu kılınmalı ve “Alman” sayıla­bilecek gazetelerin sahipleri ve yazarları arasında Yahudi bulunmama­sına özen gösterilmelidir. Ticarî bankalarm yöneticilerinin Yahudi olmasına izin verilmemeli ve Yahudiler ne toprak sahibi olabilmeli, ne de kiralayabilmelidirler. Ayrıca, Yahudiler, Yahudi olmayanlara oranla iki kat vergi ödeme zorunda bırakılmalıdır. Heinrich Glass’ın, Adolf Hitler’in iktidara gelmesi üzerine, Reichstag’m (Alman Parlâ­mentosu) onur üyesi yapılmasına şaşmamalı.[277]

Siyonist-Milliyetçilerin Yahudilerin Avrupa toplumu içindeki yerleri konusundaki düşüncelerine bir başka destek de Theodor Fritsch’ den gelmektedir. Siyonist ideolojiye olan hayranlığını Der Hammer adlı dergisinde şöyle dile getirmişti:

“Biz Siyonistleri Yahudilerin en dürüst unsurları olarak gör­meğe devam ediyoruz. Çünkü onlar Yahudi olmayanlarla kaynaşmanın olanaksızlığı gibi iki ayrı ırkın birbirlerinin ge­lişmesini ve kültürünü karşılıklı olarak engelledikleri gerçe­ğini de kavrıyorlar. Onun için, biz de Siyonistler gibi iki toplumun ‘net bir biçimde ayrılmasını’ ve îbranilerin, özel bir Yahudi yurduna yerleştirilmelerini istiyoruz...”[278]

Siyonistlerle Yahudi aleyhtarlarının bu koalisyonuna karşı koy­mak îç’n Liberal Yahudilik Derneği içinde yeralan Alman Yahudi Topluluklarının önde gelenleri, 1912’de bir Anti-Siyonist Komite kur­dular. Çoğunluğu aile reisleri olmak üzere Mayıs 1914’de 1007 üyeye sahip olan bu komite “Alman Yahudilerini aydınlatmak ve Siyonizm’e karşı savaşım” görevini benimsedi.[279] Aslında, komite bellibaşlı Yahudi dernekleri adına eylemde bulunduğundan, üye sayısının çok üzerinde, yarım milyon kadar Alman Yahudisini temsil etmekteydi. Yayınladığı bir dizi broşürde Siyonizm’e karşı en şiddetli suçlamaları yöneltmekte duraksamıyordu. Houston Stewart Chamberlain tarafından yazılan ve yüzeysellikle kendini övme sanatı alanında eşsiz bir örnek sayıla­bilecek On-dokuzuncu Yüzyılın Temellen adlı “garip” kitapla ilgili olarak komite tarafından yayınlanan bir raporda, ’ Chambeılain’in ideolojisine lâyık olduğu” yanıt verilmekte, “çağımızın anti-semitiz- minin ırkçı nefret olduğu saptandıktan sonra şöyle denmektedir:

“Ve bu şoven, ulusal ırkçı çılgınlık, Siyonizm’in teorik te­meli, ruhsal toprağı olmaktadır! Onun somut tipolojik yön­leri ve etkinliği bu teoriden kaynaklanmaktadır. Bu yadsı­namaz gerçek, aslında, bu sahte Mesih i akımın en acımasız eleştirisini de oluşturuyor. Bu durumdan Siyonizm’in nite­likleri ve belirtilerine ilişkin tüm sonuçlar çıkarılmalı, Siyonizm’in ırkçı anti-semitizmle, Yahudilere bunca acı çek­tiren bu illetle aynı bataklıkta filizlenip geliştiği kavran- malıdır. Rengi ister Ârî anti-semitik, ister Ulusal-Ya- hudi olsun, zehirli bir kuyudan çekilen suyun niteliği ay­nıdır ve dünyada hiçbir güç bu sudan sağlığa yararlı bir içki yapamaz. Ulusal demagoji ve ırkçı anti-semitizmin, kültüre karşı işlenen suçlar olduğu görüşünü taşıyan her­kes -herkesin bu görüşte olduğuna inanıyoruz- aynı biçim­de bu sakat düşüncelerin Yahudi giysileri giymiş ikiz kar­deşini, yani ulusal Siyonizm’i de mahkûm etmelidir, çünkü bunun yıkıcı etkileri de berikiyle eşit düzeydedir.”[280]

“Siyonistlerin görüş açıları, anti-semitiklerinkinin ben­zeridir. Hattâ, ikisinin eylem çerçeveleri içindeki fark­lılıklar, önemsiz sayılacak kadar azdır. Anti-semitizm gibi Siyonizm de uyumsuzluk, hoşgörü yoksunluğu, adalet­sizlik ve karşıtını kavrayamamak görünümleriyle kendini belli eder...Kendini Yahudilerin mallarına, özgürlüklerine ve onurlarına karşı en utanmazca komplolarla ortaya konan anti-semitizm ile Siyonizm arasındaki uyuşma, Siyonizm’in de anti-semitizm gibi egemen bir mevki kazanması duru­munda kuşkusuz daha açık seçik izlenebilecekti. Bun­lardan birine yöneltilebilecek herhangi bir suçlama, ay­nen ötekisi için de geçerlidir. Siyonizm’in etkisinde kalan zayıf iradeli kimseler bilmelidirler ki, farkında olmak­sızın anti-semitizmin savlarını benimsemektedirler.

“Bunlar bu davranışlarıyla ikiz kardeşi anti-semitizm gibi Siyonizm’in de yalnızca Yahudi dini ile değil, ahlâk ilke- İtrine sahip her dinle tam bir çelişi oluşturduğunun kanıt­lanmasına katkıda bulunmaktadırlar.”[281]

Yahudi anti-Siyonistler, anti-semi tiklerin ırkçılıklarını teşhir etmeğe çabalarken, Siyonistlcr anti-semitiklerin hedeflerinin gerçek­leşmesini kolaylaştıracak eylemlere dalmış bulunmaktaydılar. Örneğin, Fransa’da ünlü arkeolog Salomon Reinach, anti-semitikler tarafından kendi amaçlarına hizmet etmesi için bulunan “Yahudi ırkı” üzerine yazdığı incelemede böyle bir ırkın varlığını reddedince, L’echo Sioniste’ in sayfalarından saçılan şimşeklere hedef olmakta gecikmemiş ve “çoğunluk içinde eıime yanlılarının, kendileriyle Yahudi olmayan dünya arasındaki her engelin yıkılması için son ve en üst düzeydeki çabaya destek olmakla” suçlanmıştır. L’echo Sioniste anti-semitik ideo­lojinin bu son derece saçma savunusuna bir de tüy dikmek üzere, ıgo^de bir Siyonist araştırmacı olan Hermann Jacobsohn’un kafatası ölçümleri üzerindeki katkılarına yer vermiştir. Hint-Avrupa araştır­malarında uzmanlaşmış bulunan Jacobsohn, beş yazı olarak yayın­lanan dizisinde ayrı bir “Yahudi ırkı tipi”nin varlığını kanıtlamak için, kafatası ölçüleri, saç ve göz rengi vb. konularındaki tüm bilgi hâzinesini ortaya sermiştir.[282]

Aynı yıl içinde önde gelen bir İngiliz Yahudi bilim adamı ve siyasetçisi Siyonizm konusundaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Si­yonizm’in oluşturduğu tehlike, bu ideolojinin, Yahudi aleyhtarlığının doğal ve uyumlu bir müttefiki, aynı zamanda gerekçesi olmasıdır.”[283]

SİYASAL SİYONİZM:

BİR YAHUDİ ELEŞTİRİSİ

GARY V. SMITH

10 Kasım 1975’te dünya nüfusunun % 93’e varan bir çoğunluğu­nu temsil eden devletlerin delegeleri, Birleşmiş Milletler’de Siyoniz­m’i “ırkçılığın ve ırk ayrımının bir biçimi” olarak tanımlayan karar doğrultusunda oy kullandılar. Genel Kurul’un bu kararı, ırk ayrımına karşı dünya yüzeyinde savaş veren ve B.M., bölgesel konferanslar ve örgütlerce de desteklenen bir dize hareketin en son örneğini oluştur­maktadır.

Amerikan Siyonistlerinin B.M.’in bu kararma tepkisi hemen ve tahmin edildiği gibi oldu. Amerikan Yahudi Kongresince The New York Times gazetesine tam’sayfa verilen bu ilân başlağmda şunlar var­dı: “Yahudi olmaktan gurur duyuyoruz. Siyonist olmaktan gurur du­yuyoruz.” îleri sürülenler arasında bu kez de şunlar bulunuyordu: “Yahudi halkının bir Yahudi devleti, yani İsrail’i kurma hakkı In­cil’in sözüne ve ‘Gelecek Yıl Kudüs’te’1 duası ile sona eren iki-bin yıllık oluşuma dayanmaktadır.” Yahudiliğin kutsal inançlarına siyasal Siyonizm’in ilkeleri yoluyla ulaşıldığına dair efsane bir kez daha ileri sürülüyordu.

Siyonizm’i Yahudilikle eşitlemek, Siyonist akımın en eskimeyen propaganda başarılarından birisi olarak doğrulanmıştır. Bu eş anlamlı işlemin etkisi, siyasal Siyonizm’in Yahudiliğin özünde olduğunu yayan yanlış izlenim olmuştur. Bu düşünce biçimini birkaç yıl önce bir yazıda cesaretle dile getiren Michael J. Rosenberg demişti ki: “Modern İsrail devletinin merkeziyetini kabul etmeyen göz­lemci Yahudi kendi kabul görmediği gibi, varlığına bile nadiren katlanılır.”[284] [285]

Siyonist düşünceyi geliştirme çabasında, geleneksel “Siyon Aşkı” ile Yahudi devletinin yeni baştan kurulması arasındaki eleştirel ayrım muğlaklaştmlmış ve dünyacıl uçlara doğru çarpıtılmıştır. Bununla birlikte, uygun bir açıdan bakıldığında, bu farklılık manevî gelenekle­ri en yüce sayan Yahudilerle Yahudi dünyacıl milliyetçiliği ve Siyonist devleti, Yahudi ideallerinin gerçekleşmesi olarak görenler arasında niçin az ya da hiçbir uzlaşma sağlanamadığının nedenlerini gösterir. Milliyetçilik konusunda uzman olan çağdaş Amerikan tarihçisi mer­hum HansKohn, “Siyon’a” olan geleneksel özlemi, dindar Yahudilerin “Tanrı Tapmağının bulunduğu yere dönüşlerini dile getiren manevî tutku olarak tanımlar. Siyon’a ulaşmak Tanrı’nın buyruklarından şaşmamaktı:

4“Siyon Tanrı’nın sözüne uygun olarak yaşamak anlamındaydı. 'Bu tür bir yaşam ağır bir görevdi. Incil, tbranilerin görevden kaçmak, kendilerini bu boyunduruktan kurtar­mak, ‘normal’ bir yaşam sürmek yolunda giriştikleri çaba­lara ilişkin hikâyeler anlatır. Hiç bitmeyen karşı çıkma hareketleri, ta başta ‘Altın Dana’ çevresindeki dans ile başlamıştı. Hâlâ da devam ediyor. Bu olay Yahudi tarihinin birleştirici bağlarından bir tanesi olmuştur..^’[286]

Peygamberden kaynaklanan Yahudilik, öteki ulusları taklit ederek güç ve iktidar peşinde koşmak gibi çekici öğelere karşı, ahlâk, adalet ve merhamet ilkesini öğretti. Kurulan eski devletler kısa sürede yıkıl­dı ve istilâ edildi, fakat Yahudiliğin yaşamı siyasal kabuğunu aşarak sürdü ve yeryüzünde manevî bir güç olarak gelişti. Buna karşılık, siyasal Siyonizm’in gerçek özü etnik ve bölgesel yönelimidir. Siyonizm’ den yana olan Yahudi halkı kavramını ve Siyonist bir devlet kurulma­sını, Yahudiliğin başlıca zaferi olarak görürler. İsrail eski Başbaka­nı Golda Meir’in sözleriyle, Filistin’de Yahudi egemenliğinin yeniden kurulması “devrimlerin en büyüğüdür.”[287] Michael Rosenberg gibi, Golda Meir de Yahudi milliyetçiliğini ve Yahudi siyasal gücünü Yahu­dilerin binlerce yıl Filistin dışında kalmalarının toplam etkisinden daha büyük önemdeki statüye yükseltmek biçimindeki Siyonist ideolo­jik görüşü yansıtmaktadır. Gerçek anlamda, sürgünden sonra dağılan Yahudilerin dinsel anlamdaki hedeflerine her inanış ve /ya da bunların insanlığa katkıları, gözönüne hiç alınmamış ya da en az öneme indir­genmiştir. Böylece, Siyonist devlet, modern Yahudi devrimi olarak ortaya çıkmaktadır.

Modern siyasal Siyonizm’in kökleri, manevî Siyon’a dönüşle ilgi­li peygamberce girişimde değil, On-dokuzuncu Yüzyıl Yahudi var­lığının toplumsal-siyasal koşullarında, özellikle de Doğu Avrupa’daki anti-semitizmin uygunsuz hareketlerini değiştirmek çabalarında yatar. Siyasal Siyonizm Batı Avrupa kültürüne açılmış Yahudileıiıı öncülü­ğünde, kısmen Batı Avrupa Yahudilerinin kültürel yoldan bütü­nüyle erimelerine ve baskı altındaki Doğu Avrupa Yahudilerinin kendi mahalleri içinde bir çeşit hapsedilmelerine seçenek olarak sunul­muştur. Siyasal Siyonizm’in “kurucu babalarında” dindar Yahudilerin dinsel şevki yoktu; onların Yahudi yurdu isteği On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa milliyetçiliği gibi biçimlenen ve Yahudi varlığını, etnik ve belirli topraklarla sınırlayarak normalleştirme yolunu arayan dünyacıl bir arayıştı. Yahudi Aydınlanma Çağının ürünleri olan Leo Pinsker ve Theodor Herzl, ümitsiz bir biçimde anti-semitik siyasal bir dünyada Yahudilerin güçsüzlüğünün üzüntüsünü duydular, “ilerici Yahudi­lerin yutsever duygularını yeniden uyandırmayı” istediler ve Yahudi kitlesine “bilinçli bir Yahudi siyasal eylemi” mesajı vermeyi savundular. Yine onlar, Yahudilerin ulusal bir varlık oluşturduğuna ve öteki uluslar gibi olmaları gerektiğine inandılar. Bu durum artık onların da “uluslar masında yabancı” olmayacakları bir anayurt gerektirmek­teydi.

Yirminci Yüzyıla girerken, siyasal Siyonizm,Yahudi sorununun çö­zümünde olası bir kaç seçenekten biri olarak ortaya çıktı. Bununla bir­likte, Yahudilerin Siyonizm’e ilk tepkileri oldukça düşmancaydı. Din­sel Yahudiliğin ileri gelenlerinin birçoğu, Siyonist inançları her yayıl­dıkları yerde eleştirdiler. Hattâ, 1897’deki ilk Siyonist Kongresinin toplantı yeri, Alman Hahamlar Yürütme Kurulu ve yerel Yahudi toplumu görevlilerinden gelen sert anti-Siyonist tepkiler nedeniyle, Münih’ten İsviçre’nin Basel kentine alındı. Siyasal Siyonizm’e karşı Filistin ile Orta ve Batı Avrupa Yahudilerinden gelen muhalefet, din ve siyaset, yani Tevrat’ın kutsal sözleri ve küçük politikacıların dün- yacıl kaygıları arasındaki ayrımı vurguladı. Bu duruma örnek, Ku­düs ayrılıkçı toplumundan Haham Joseph Hayyim Sonnenfeld’in bir Macar meslekdaşma 1898’de yazdığı “kirletici taraf”tan geldiği için Herzl’e, “Tek Varlığı”; yadsıdıkları için de Siyonistlere şiddetle çatan mektuptaki tavndıı. Sonnenfeld, “onlar,-aynı zamanda, İsrail ile öteki uluslar arasındaki bütün fark ve ayrımın milliyetçilikte, kanda ve ırkta yattığı, iman ve dinin yüzeysel olduğu düşüncesini de ileri sürdüklerini” yazıyor.[288] Ortodoks Agudath İsrail akımının önde gelen

“Hayfa’da doğmuşum. Babam da, dedem de. Şimdi, göçmenim. Golda Meir Rusya’da doğmuş, Amerika’da okumuş ve şimdi benim ülkemde Başbakan. Abba Eban’la Cambridge’de hukuk eğitimi gördüm. O Güney Afrika’da dünyaya gelmiş, Ingiltere’de okumuştu. Şimdi, benim ülkemde yaşıyor, bense oraya giremiyorum.”[289]

Müteveffa Bertrand Russell Orta Doğu çatışmasına ilişkin son açıklamasında Yahudi kökenli Amerikalı gazeteci I.F. Stone’un söz­lerinden alıntı yaparak, Filistinli göçmenlerin “dünya Yahudiliğinin boynundaki ahlaksal değirmen-taşi”[290] olduğunu söylemişti. Dünya Yahudiliğin bu sorunu namusluca ele alması için ahlâklı ve cesur davranmasının zamanı gelmiştir.

Siyonistler aynı hakkı Filistinlilere tanımamazlıkta devam eder­ken, Yahudilerin Rusya Yahudilerine ülkelerini terk ya da oraya dönme hakkı için İnsan Hakları Evrensel Bildirisine atıfta bulunmaları ahlâka uymaz. Israilli olmayan Yahudilerin, bir yandan İsrail’in Dönüş Yasasını kabul etmezken, bu toprakların Yahudi anayurdu olduğu düşüncesinden hareketle, yerli Arapların çıkartılıp Yahudi göçmenlerin onların yerine yerleştirilmelerini desteklemeleri de ahlâka sığmaz. İşin iki-yüzlü yanı şu ki, İsrailli olmayan Yahudilerin çoğu “menfa”dakilerin bir araya toplanmasını gerçekleştirecek Dönüş Yasasını kabul ederken, yüzde 8o’i de doğdukları ülkeden ay­rılmamak suretiyle bu yasaya ayaklarıyla red oyu vermiş oluyorlardı. İsrailli olmayan Siyonistler hem İsrailli Yahtıdileri, hem de Filis­tinli Arapları etkileyen Siyonizm’in sonuçlarına alıcı gözle bakacak olurlarsa, ahlâkı bir tutum içine girmiş olurlar. Kısa dönemde, İsrail, İsrailli olmayan Yahudilere (İsrail’in ırkçılığını kabul ettikleri nokta­sından hareketle), görünürde yenilmez bir devleti destekledikleri inancı içinde, duygusal bir boşalma olanağı vermiş oluyordu. Fakat zaman Filistinlileri bir ulus olma ve Filistin sınırları içinde yaşama hakkı için savaşım iradesini zayıflatmadı, güçlendirdi. Ekim 1973 savaşı ise, İsrail’in yenilmezliği efsanesini yıktı. Bunun sonucu olarak da, İsrailli Yahudiler, güvenlik için, Araplar güçlendikçe önemi azalacak olan silâha dayalı ve ulusal çapta bir çeşit toplama kampında yaşamağa herzamankinden daha fazla mahkûm olmaktadırlar. Dün­ya Yahudiliği için daha sorumlu bir tavır takınması ve kendi asıl anayurtlarının güvenliği açısından, İsrailli Yahudilere Isaac Deutsc- hcr’in 1967'dc söylediği “Man kamı sich tolsiegenl” (Kişi muzafferane kendi mezarına doğru ilerleyebilir)[291] anlamındaki Almanca atasözünü anımsatması zamanı gelmiştir. İsrailli Yahııdilerin gerçek dostları Filistinli Arapların da dostlarıdırlar, çünkü İsrailli Yahudiler için kalıcı barış, Filistinli haklarının adil olarak tanınmasından doğacak, bu da Araplar ve Yahudiler için gerçek güvenliği sağlayarak aralarında dostluk kuracaktır. Adil bir çözüm dünya Yahudiliğine olduğu kadar, Filistinlilere de, bekledikleri gibi, kendi yurtlarında eşit yaşama hakkı vermelidir.

Öyleyse, durum oldukça açıktır. Filistinliler yalnızca kendi yurt­larının sınırları içinde bir halk olarak kukuksal ve insan haklarına kavuşma dışında birşey istemiyorlar. Irkçı bir İsrail’in Filistinlilere bu temel insan haklarını vermemesinin hukuk ya da ahlâk yönünden bir mazereti yoktur. Uluslararası toplum ve dünya Yahudiliği soruna Yahudi kökenli bir İsrail öğrencisinin gösterdiği şu cesaret ve ahlâkla bakabilmeli ve bundan sonra adaletsizliği sona erdirecek yolu bul­malıdır. Sözkonusu öğrenci demişti ki:

“Irkçı siyasetin dayanaklarını tartışmak istemiyorum. En önemli gerçek bunun var olduğuduı. Demek ki, ilk adım gerçeği kabul etmektir: İsrail devleti ırkçı bir devlettir ve onun ırkçılığı Siyonist akımın ırkçılığının zorunlu bir bir sonucudur. Gerçekler gerçeklerdir. Ancak, bundan sonra, eğer istersek, böyle bir ırkçılığın Yahudiler için ‘yasaklanırken’ Yahudilerin elinde neden ‘iyi bir şey’ ol­duğunu tartışabiliriz.”[292]

İsrail-Arap çatışmasında barışçı çözümün önünde büyük engel Siyonizm’in ırkçılığıdır, çünkü İsrail’in Arap komşuları için, Siyonist akım siyasal hedeflerine ulaşsın diye, topraklarını ya da Filistinlilerin haklarını yitirmeleri için haklı nedenler yoktur.

Geçen zaman, Kaliforniya Temsilcisi Julius Kahn’m hazırladığı, birçok tanınmış Yahudi kökenli Amerikalının desteklediği ve Başkan Woodrow Wilson’a sunulup 1919’de yayınlanmış olan dilekçedeki sözlerin mantığını azaltmamıştır. Bu dilekçe şu sözlerle bitiyordu:

“Filistin’in, inanç, ırk ya da etnik farklılıklar tanımlayan ve ülkeyi her türlü baskıya karşı koruyabilecek, demokratik bir hükümetle yönetilen özgür ve bağımsız bir devlet ola­rak kurulmasını istiyoruz. Filistin’i, şimdi ya da ilerde her­hangi bir zamanda, bir Yahudi devleti olarak görmek is­temiyoruz..”11

Çatışmayla dolu, akıp giden yıllar bu güzel ideali, Filistin’de sekter olmayan ve demokratik hükümet çağrısını daha da uzaklaş­mış bir düş durumuna getirmiş olabilir. Fakat adalet hem Yahudiye, hem de Araba, Kutsal Toprak’ta, Filistin’in barışçı yönden birleşme­si uğruna, birlikte dostça yaşamaları yolunu açmalıdır. Basit ve insancıl sözlerle ifade etmek gerekirse, çatışmaya çözüm yıllar önce bir göçmen kulübesinde genç bir Arap kadının bana söylediklerinde bulunabilir. Demişti ki: “Evim olmadan kendime saygım yok.”

Siyonist ırkçılığın Yahudilerce reddedilmesi hem Arap, hem İsrailli Yahudiye kendine saygısını kazandıracak ve ürünlü bir iş­birliğine yol açacaktır. Ancak bunun için Filistinli olmayanların, Av­rupa’daki Semitizm aleyhdarlığı ve Siyonist ırkçılık için çok ağır bir bedel ödemiş olan Filistinlilerin hakları uğruna sarsılmaz biçimde destek olmaları gereklidir. [293]

SİYONİZM VE IRKÇILIĞA İLİŞKİN ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİSİ

Trablus, 24-28 Temmuz 1976

-1-

Irkçılık insanı aşağılar. Bazı erkeklerin ve kadınların eşit onu­ra, eşit haklara ve eşit insanlık statüsüne sahip olmalarını yadsır. Ba­zılarına daha büyük onur, daha yüksek bir statü verir, üstün haklar ve özel ayrıcalıklar tanır. Ayrıcalıklarla bunlardan yoksul bırakılmış­lar arasındaki sınır, bireysel yararlılık tarafından değil, grup kimliği tarafından belirlenir; ayrım, Birleşmiş Milletlerin tanımıyla (Genel Kurul’un 21 Aralık 1965’te oybirliğiyle kabul ettiği Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Sözleşmc’nin Birinci Mad­desi) “ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken”i içerecek bir biçimde ırk üzerine temellendirilmiştir.

Irkçılığın bir kısım insanları aşağılaması, hepsini aşağılaması de­mektir. Öyleyse, yüzsüzlükle açığa vurulmaya ve dünyanın bazı yer­lerinde acımasızca uygulanması sürüp giden ırkçılık vc etnosentrizm tüm insanlığı ilgilendirmektedir.

Irkçı etnosentrizm kaçınılmaz olarak hep kendini merkez olarak alır; özeldir. Irkçılığa karşıtlık ise, evrenseldir; ırkçılık nerede hüküm sürerse sürsün, hangi biçime bürünürse bürünsün, ırkçılığa karşıtlığın ilgi alanı tüm yeryüzünü kapsar.

Böylece, ırkçılığa karşıtlık dâvâsma tüm uluslararası toplum ta­rafından sahip çıkılmağa başlanmıştır. Bu dâva, artık, yalnızca belirli bir ırkçı sistemin son kurbanlarının dâvâsı olarak görülmemektedir.

Belirli bir ırkçı sistem karşısında kazanılan zaferin yalnız bu sistemin kurbanları için bir zafer olması gibi, ırkçılığın kalıntılarına karşı sürdürülen savaşım da, her yönüyle bir dünya savaşımı olma­lıdır.

-2-

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun, örgütlenmiş uluslararası toplumun bu yüce organının “Siyonizm’i ırkçılığın ve ırk ayrımının bir türü” olarak belirleyen, 3379 (XXX) sayılı ve 10 Kasım 1975 tarihli kararını memnunlukla karşılıyoruz. Bu karar, Siyonizm’in ırkçı niteliğinin, dogmasının, programının vc uygulamalarının dün­ya çapında gittikçe artan ölçüde tanınmasına resmî bir ifade kazan­dırmıştır.

Siyonizm’in ve onun ırkçı ve emperyalist müttefiklerinin Birleş­miş Milletlere karşı, Örgütün yukarda sözü edilen, sağlam ilkelere dayalı vc cesur kararma yanıt olarak giriştiği acımasız iftira kampan­yası, Siyonizm’in ve ırkçılığın, bugünün dünyasındaki umutsuzlu­ğunu ve yalnızlığını ortaya koymaktadır.

-3-

Birleşmiş Milletler kararma karşı sürdürdükleri kampanyada, A- merika Birleşik Devletleri ve İsrail’in başlıca silâh olarak kullandıkla­rı “anti-siyonizm anti-semitizmdir” sloganından daha sahte bir şey olamaz. Bu sahte slogan, Yahudiliğin Siyonizm’le ve aynı biçimde Ya- hudilerin Siyonistlerle yanlış olarak bir tutulmasına dayanmaktadır.

Siyasal Siyonizm’e karşı ilk muhalefetin, Siyonizm’in etnik, mil­liyetçi önceliklerinin ve toprak önceliklerinin, Yahudi dininin ah­laksal kural ve inançlarıyla uyuşmadığını vurgulayan Yahudi ruhanî önderleri tarafından güçlü bir biçimde dile getirildiğini anımsamak gerekir. Bunlar, “Siyon”un özünün, ruhsal bir istek olduğuna; bunun gerçekleştirilmesinin toprağa dayalı bir etnik temelde, normalleştir­meyi hedef alan siyasal bir milliyetçilikle değil, Tanrı’nm buyruk­larına uymakla olası olacağına dikkati çekmişlerdir. Bu ruhani mu­halefet, günümüze değin sürmüştür.

Öteki Yahudi ileri gelenleri, Siyonizm’in yalnız bir kesime özgü olmasına, etnosentrizmine ve ahlaksal, insancıl ve evrenselci temeller üstünde uyguladığı ırksal adaletsizliğe karşı çıkmışlardır.

Bundan başka, dünyadaki Yahudilerin çoğu, kendilerini bulun­dukları ülkede, buradan er ya da geç göç edecek ve yalnız kendilerine ait olan Judenstaat’a yerleşecek olan geçici konuklar ya da sürgünler olarak değil, bu ülkenin yurttaşları olarak görmektedirler. Bu neden­le, Yahudilerin büyük çoğunluğu, Siyonizm’in, tüm Siyonistlerin İsrail’e göç etmek olan görevlerini yerine getirmeleri çağrılarına kulak asmamıştır. Judenstaat’m kurulmasından bu yana geçen yirmi- sekiz yıl dahil, Siyonist akımın başmdanberi geçen seksen yıl boyunca, dünya Yahudi halkının ancak küçük bir bölümü bu çağrılara yanıt vermiştir. Ülkelerinden göç eden Yahudilerin pek çoğu için İsrail dışında bir hedef sözkonusudur. İsrail’e göç eden Yahudilerin de yüz- binlercesi sonradan, İsrail’e geldiklerinde Siyonizm karşısında hayal kırıklığına uğradıklarını ifade etmişlerdir.

Kısaca, anti-Siyonizm’in anti-Semitizm olduğu yolundaki adi suçlama, Siyonizm’e karşı en güçlü muhalefeti Yahudilerin oluştur­masıyla; Yahudiliğin açıkça Siyonizm’den ayrılabilir (ve Yahudilerin pek çoğuna göre onunla uzlaşmaz) olmasıyla ve Yahudilerin ço­ğunluğunun Siyonist örgütlere katılmayı, kendilerini Siyonizm’le özleştirmeyi ya da Siyonizm’in koyduğu ilk zorunluluk olan İsrail’e göç etme görevini yerine getirmeyi reddetmeleriyle yalanlanmıştır.

Anti-Semitizm’i de, ırkçılığın her ve herhangi bir başka biçimini eleştirdiğimiz gibi, şiddetle eleştirdiğimizi söylememize gerek yoktur.

-4-

Siyonizm, temelde, On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa emperyaliz- lizminden kaynaklanır. Başlangıcından bu yana, Siyonizm’in Filistin üstündeki tasarıları Afrika, Asya, Avustralya, Kuzey ve Güney Ame­rika’daki Avrupa koloni yerleşimleriyle aynı biçimde ele alınmış ve belirlenmiştir. Sömürgeci Avrupa ve A.B.D. emperyalizminin etkin ve gerçekten temel rolü olmaksızın, İsrail Filistin’e kendi kendine ortaya çıkamazdı. Filistin’in asıl sakinleri hem yaşamamaya mahkûm edilmişler, hem de Siyonistlerin onlara karşı davranışlarının göster­diği gibi, ırk bakımından aşağı insan muamelesi görmüşlerdir. Siyo­nizm’in yöntemleri, Filistin’in Yahudi olmayan yerlerini önce görmez­likten gelmeyi, sonra tecrit etmeyi ve son olarak mülksüzleştirmeyi, topraklarından atmayı ve olursa yok etmeyi amaçlıyordu.

Sonuç olarak, Siyonizm, yalnız sistematik bir ideoloji değil, Yahu­di olmayanlara yönelik sistematik bir ırk ayrımı bütünüdür. Siyonizm, İsrail’in kuruluşunun siyasal felsefesi, günce ve geçmiş siyasal pratiğinin temeli olarak kurumsallaşmış ve devlet biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.

-5~

Yahudi olmayanların (Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arap­ların) kendi atalarının yurdundan kovulmaları Siyonizm tarafından öğütlenmiş, İsrail tarafından gerçekleştirilmiştir. Siyonizm’e kalırsa, her Yahudi, doğduğu ülke, yurttaşlığı ve tabiyeti dikkate alınmak­sızın, nerede bulunursa bulunsun,^İsrail’e göç etmek zorundadır; ve İsrail’in temel yasalarından biri olan, Dönüş Yasası adı verilen sözde yasaya göre de, (Siyah Yahudilerin İsrail’e göç etmelerine fiilen ağır sınırlamalar getirilmiş olmasına karşın) her Yahudi bu hakka sahip­tir. Böylecc, Siyonizm, bir yandan, Yahudi olmayanların toprakların­dan kovulmasına yönelik bir ideoloji, öte yandan Yahudiler için ve Yahudiler tarafından sömürgeci bir yerleşme felsefesidir. Siyonizm, ay­nı zamanda, Yahudileri kendi ülkelerinden ayırma, onları bir ülkede toplama ve bu ülkelerin Yahudi olmayan yerli sakinleri tahliye etme ideolojisidir.'

-6-

1967’den beri işgal altında tutulan ve üstünde yerleşim yerleri topraklar dahil, tüm Filistin’de, Siyonizm, ordu ve polis tarafından ayakta tutulan ve Yahudi olmayanların yaşamalarını sert bir biçimde düzenleyen ve onların vazgeçilmez insan ve yurttaşlık haklarını yad­sıyan hukuksal bir ırkçılık ağı örmektedir.

Filistinlilerin çoğunluğuna karşı ırk ayrımı, onların yurtlarına dönme ve kendi geleceklerini belirleme haklarını kullanmalarını engelleme biçiminde uygulanmaktadır. Irk ayrımı, İsrail’de yaşayan Filistinli azınlığa karşı ise onların eşit statü ve eşit haklarının tanın­maması biçiminde olmaktadır.

Toplumda aşağı dereceden sayılmaları dış dünyada dikkatleri yeni çeken Doğulu Yahudilere ve siyah Yahudilere karşı da bir ırk ayrımı söz konusudur; Siyonist devlet tarafından siyah Yahudilere ve Doğulu Yahudilere uygulanan ayrımı, Yahudi olmayan yerlilere, Filistin’in Arap halkına uygulanan ayrımı kınadığımız ölçüde, şiddetle kınıyoruz.

-7-

Siyonist devlet, son yıllarda, ırkçılığın ve sömürgeci yerleşme- ciliğin öteki kalesi olan Güney Afrika ile bağlarını açıkça geliştirmiş ve yeni bağlar kurmuştur. Uluslararası toplum, yalnızlaştırma ceza­sının ırkçı Apartheid rejiminin boynundaki ilmiğini sıkmaya çalış­tıkça, onun doğal müttefiki olan İsrail, bu niyetleri boşa çıkarmağa çaba göstermektedir.

İsrail’in gerici ve kurtuluşa karşı güçlerle işbirliği ve bunlara yardımı, onu gericiliğe, ırkçılığa, sömürgeciliğe ve emperyalizme bağlayan organik bağın bir göstergesidir. İsrail’in doğasında varolan ulusal kurtuluş akımları ve ırkçılığa karşıtlık düşmanlığı, yakın tarih­te Angola ve Lübnan’da, emperyalizmin çakallarının hizmetinde ve kendi çıkarları adına ortaya çıkmıştır.

-8-

Siyonizm’in bir ulusal kurtuluş akımı oluşturduğu yolunda son yıllarda ileri sürülen sav, Siyonizm’in kendilerini sömürgeciliğin, Batı Asya’daki öncüleri olarak gören ve böyle olduklarını açıkça ilân eden kurucularına ve ilk önderlerine oldukça inanılmaz ve gülünç gelecektir. Siyonizm’in kendine ulusal kurtuluş akımı etiketini yapış­tırması, Siyonist akımın başlamasından yetmiş-bir yıl sonra, 1968 yılındaki Yirmi-sekizinci Dünya Siyonist Kongresinde olmuştur.

Başka bir halkın ata yurdundan atılması yoluyla kendi halkının kurtuluşunu hedef alan hiçbir akım gerçek bir kurtuluş akımı ol­duğunu iddia edemez.

-9-

Irkçılığın antitezi, tüm insanların ortak insanlığının, ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken farklarının ötesinde bulunduğunun ta­nınmasıdır. Tüm insanların hak, onur ve statü eşitliği, bu ortak in­sanlıktan kaynaklanır.

Siyonist ırkçılık Kutsal Topraklar’dan kaldırılmadıkça, Filis­tin’de adalet sağlanamaz. Siyonist ırkçılığın yarattığı adaletsizlikler, köklerinden koparılmış Filistinlilerin yurtlarına dönmeleriyle ve yeni bir Filistin ulusal yaşamına özgürce ve tam olarak katılmaları, kendi geleceklerini belirleme konusundaki vazgeçilmez haklarına sahip ol­malarıyla düzeltilebilir. Filistin’de Siyonizm tarafından kurulmuş olan ırkçı tekelciliğe yanıt, eşit ve özgür insanlardan oluşan çoğulçu bir toplumun, yani Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin eşit biçimde taraf oldukları ve eşit biçimde bunların tümüne ait olan bir devletin yaratılması olacaktır.

Bu, Filistin Arap halkının tek meşru temsilcisi olan Filistin Kur­tuluş Örgütü’nün ilân edilmiş amacıdır. Bu amaç, Filistin halkının haklı savaşımının karşısında yer alan ideolojinin ve rejimin ırkçılı­ğıyla, Filistinlilerin çoğulcu, demokratik, lâik Filistin’de birlikte yaşa­mayı istedikleri insanlar arasında bir ayrım yapmaktadır.

Bu soylu, insancıl ve ırkçılığa karşıt hedefi bütün kalbimizle des­tekliyoruz.

ULUSLARARASI ÖRGÜTÜ KURMA

KARARI

Trablus, 28 Temmuz 1976

Siyonizm ve Irkçılığa İlişkin Uluslararası Sempozyum, ırkçılığa, özellikle bunun Siyonizm ve Apartheid diye bilinen biçimlerine karşı savaşımın yükseltilmesi ve bu amaca yönelik çabaların örgütlenmesi gereğini kabul etmektedir.

Uluslatarası toplumun ırk ayrımına karşı savaşımın meşruluğunu tanımasını gözönünde bulunduran Sempozyum, aşağıdaki kararları almıştır:

r. Bu vesileyle, IRK AYRIMININ BÜTÜN BİÇİMLERİNİN ORTADAN KALDIRILMASI İÇİN ULUSLARARASI ÖRGÜT adıyla bir uluslararası örgüt kurulmuştur. Örgütün merkezi, Libya Cumhuriyeti’nin Trablus kentindeki Baronun merkez bütosu olarak belirlenmiştir. Örgüt, bağımsız, hükümetler dışında, halkın bir ör­gütü olacaktır.

2.               Örgüt, her yerde, ırk ayrımının her biçiminin, özellikle Siyo­nizm’in ve Apartheid’in ortadan kaldırılmasına katkıda bulunan tüm amaçları benimseyecek ve daha büyük bir etkinlik sağlamak üzere aşağıda belirtilenler de dahil, bu amaca yönelik çabaları örgütleye­cektir:

a.               Genel olarak ırkçılık, özel olarak Siyonizm vc Apartheid üzerine çalışmaların ve referansların hazırlanması, bilgi toplanması ve bun­ların yayılması;

b.               Irkçılık sorununa ve bunun insan toplumu, onuru ve dünya barışı karşısında oluşturduğu tehlikeye, yayınlar, konferanslar, sem­pozyumlar ve benzeri araçlarla daha büyük ölçüde dikkat çekilmesi;

c.               Irk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken nedeniyle ayrımdan arınmış, adalet, kardeşlik, eşitlik gibi ahlaksal ve insancıl değerlerin onaylanması;

d.               Sömürgecilik, ırkçılık ve emparyalizme karşı savaşım veren kurtuluş akımlarının desteklenmesi;

e.               Irkçılık, sömürgecilik ve enıpeı yalizm arasındaki ilişkilerin açığa çıkarılması;

f.               Aynı amaçların gerçekleştirilmesi için öteki akım ve örgütlerle eşgüdüm vc işbirliği kurulması.

(Kararın burada yer almayan ve geri kalan paragrafları, ör­gütsel ve yönetimsel ayrıntılarla ilgilidir. Çeviren ve derleyen).

BİRLEŞMİŞ MÎLLETLER GENEL

KURULU’NUN 3379 SAYILI VE

10 KASIM 1975 TARİHLİ KARARI

Genel Kurul,

Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İiıiş- kin Birleşmiş Milletler Bildirisi’ni ilân eden 1904. (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 tarihli kararını ve özelikle “ırksal farklılık ya da üs­tünlük iddiasındaki herhangi bir doktrinin bilimsel bakımdan yanlış, ahlaken kınanması gereken ve toplumsal yönden adalete aykırı ve tehlikeli” olduğunu vurgulamasını ve “dünyanın bazı bölgelerinde, bir kısmının yasal, yönetimsel ya da başka önlemlerle hükümetlerce uygulandığı ırk ayrımı olaylarına hâlâ rastlanmasından ötürü” kay­gılanmasını anımsayarak,

3151 G (XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli kararında, inler alia, Genel Kurulun Güney Afrika ırkçılığı ile Siyonizm arasındaki kutsal olmayan ittifakı kınadığını da anımsayarak,

19 Haziran ve 2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico Gity’de yer alan Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı’nda ilân edilen ve “uluslararası işbirliği ve barışın, halkların onuru ve kendi geleceklerini kendilerinin saptamaları hakkının tanınmasını olduğu kadar, ulusal kurtuluş ve bağımsızlığın elde edilmesini, sömürge­cilik, yeni-sömürgecilik, yabancı işgal, Siyonizm, apartheid ve ırk ayrımının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği”ne ilişkin ilkeyi benimsemiş olan Kadınların Eşitliği ve Barışın Geliş­mesine Katkıları Meksika bildirisini dikkate alarak,

28 Temmuz ve 1 Ağustos 1975 tarihleri arasında Kampala’da yer alan Afrika Birliği Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Mec­lisinde kabul edilen ve “işgal altındaki Filistin’deki ırkçı rejimle Zimbabwe ve Güney Afrika’daki ırkçı rejimlerin, bir bütün oluşturan ve aynı ırkçı yapıya sahip olarak ve insan onuru ile bütünlüğünü baskı altında tutmayı hedef alan siyasetleriyle organik bağlar kurarak, or­tak emperyalist kökeni olduğunu” söyleyen 77 (XII) sayılı kararı da dikkate alarak,

25 ve 30 Ağustos 1975 tarihlerinde Lima’da (Peru) yer alan Bağlantısız Ülkeler Dış işleri Bakanları Konferansı’nda kabul edilen ve Siyonizm’i çok ciddî biçimde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit sayıp bütün ülkeleri bu ırkçı ve emperyalist ideolojiye karşı çağıran Uluslararası Barış ve Güvenliği güçlendirme ve Bağ­lantısız Ülkeler Arasında Dayanışma ve Karşılıklı Yardımı pekiştir­meğe ilişkin Siyasal Bildiri ve Stratejiyi de dikkate alarak,

1. Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğuna karar verir.

KATKIDA BULUNANLAR

Nasır H. Aruri Kuzey Dartmouth’da Southeastern Massac- husetts Üniversitesinde Siyasal Bilgiler bölümü başkanı ve profesörü­dür. Filistin’lidir. Yayınları arasında: Ürdün: Bir Siyasal Gelişme Çalışması (İngilizce, 1972); İsrail İşgâline Filistin Direnci (der., 1970) ve Orta Doğu Potası: Ekim 1972 Arap-İsrail Savaşı Üstüne Çalışmalar (der., 1975).

Mick Ashley Siyonist-Filistin çatışmasına ilişkin yazıları ve konuşmalarıyla bilinen bir İngiliz gazetecisidir. Yahudi kökenli olduğundan, 1930’larda, hem Siyonistler, hem de Londra’daki fa­şistler “Filistin’e gitmesini” önermişler, yazar da konuyla bu nedenle ilgilenmeğe başlamıştır. Çalışmalarının sonunda, ulaştığı sonuçları ortaya koymadığı takdirde, “Filistinlilere ait olan toprakların onlardan çalınmasına katılmış olacağı” düşüncesine varmıştır. İngiliz İşçi Partisi, onun Yönetim Kurulu, İşçi Orta Doğu Konseyi ve Arap-în- giliz Anlaşmasını Geliştirme Konseyi üyesidir.

Tiirkkaya Ataöv Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakül­tesi ile Basın ve Yayın Yüksek Okulunda Uluslararası İlişkiler Pro­fesörüdür. Çok sayıda yayınlarının bir kısmı, birçok dillerde basılmış olan ve insan haklarının ırk ayrımına ilişkin ve Uluslararası İlişki­ler disiplini içinde kitap ve makalelerdir. Üniversitede Afrika, Filis­tin ve Uluslararası Politikada Azınlıklar ile ilgili dersler de vermek­tedir. Konuya ilişkin yayınlarının bazıları: Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri (1975), Güney Afrika'da Durum (Londra, 1979), Filistin Sularının Kullanımı ve Devletler Hukuku (New' York, Montreal, Paris, 1982), Kudüs ve Devletler Hukuku (Viyana, 1981), Siyonizm’in Felsefesi ve Afrika İçin Sonuçlar (Nairobi, 1982), İsrail’in Silâhlandırılması (Yeni Delhi, 1982).

Abdiilmâlik Audah Kahire Üniversitesinde Kitle Haberleşmesi Fakültesi Dekanıdır. El-Ahram’ın Yazı işleri Müdür Yardımcılığında, Kahire’de Siyasal ve Stratejik Çalışmalar Merkezi Müdürlüğünde ve Indiana Üniversitesinde öğretim üyeliğinde bulunmuştur. Mısırlı olup, Afrika’da incelemeler yapmış, Afrika sorunlarını konu alan uluslararası toplantılaıda bulunmuştur.

Guy Bajoit Belçika’da Louvain’de Katolik Üniversitesi Sosyo­loji Profesörüdür. Yayınları arasında: Uluslararası Ortamda Orta Doğu Çatışması: I973-1974 (1974) ve (başkasıyla) Apartheid ve Siyonizm (1977)-

Enis El—Kasım Lincoln’s Inn üyesi ve E.A.F.O.R.D. Genel Sekreteri olan bir hukukçudur. Filistinlidir. Uzun yıllar Ingiltere ve A.B.D.’de kalmış, bir ara Libya Petrol Komisyonu başkanlığı yapmış­tır. Yayınları arasında: Irkçı Rejimler ve Yerli Halklar Toprağı (Londra, 1981).

Abdiilvehab M. ELmessirî New York’da Arap Devletleri Bir- liği’nin kültürel işler danışmanıdır. Kahire’de Ain Şams Üniversite­sinde Ingiliz ve Amerikan Edebiyatı doçentliği ve Mısır Dış işleri Ba­kanlığı Diplomasi Enstitüsü öğretim görevliliği yapmıştır. Yayınları arasında: Batı Emperyalizminin Üssü İsrail (1969), Tarihin Sonu: Si­yonist İdeolojinin İncelenmesine Giriş (Arapça, 1973) ve Siyonist Katram- ramlar ve Terminoloji Ansiklopedisi: Bir Eleştiri (Arapça, 1975).

A.C. Forrest Kanada Birleşmiş Kilisesinde görevlidir; aynı za­manda, The United Church Observer gazetesinin müdürlüğünü yapmak­tadır. Kanadalıdır ve Orta Doğu’da, Afrika’da incelemeler yapmış, Kutsal Olmayan Toprak (1971) adlı kitabı yazmıştır.

Stefan Goranov Sofya’da Bulgar Bilimler Akademisine bağlı Çağdaş Toplumsal Teoriler Enstitüsünde Tarih Profesörüdür.

Sami Hadavvi Filistin Hükümetinde (1920-1948), özellikle top­rak ve vergi değerlendirilmesi işinde çalışmış bir yazardır. Toprak sahipliği, sınıflandırılması ve vergilendirilmesi konularında ilk elden bilgi sahibidir. Filistin’de doğmuş olup Kanada’da yaşamaktadır. Yayınları arasında: Filistin: Bir Geleneğin Kayboluşu (1963), Acı Hasat: 1914-1967 Yılları Arasında Filistin (1967) ve (başkasıyla) Filistin Gün­lüğü: 1914-1948, 2 cilt (1970).

Klaus J. Hemnam Montreal’de Concordia Üniversitesinde Siyasî ilimler doçentidir. Berlin’de Özgür Üniversiteye bağlı Judaizm Çalışmaları Enstitüsünde öğretmenlik yapmıştır. Almanya’da doğ­muş olup, Kanada’da yerleşmeden önce Çin’de ve Amerika’da kal­mıştır. B’nai B’rith’de faal üyedir ve şu Almanca kitabın yazarıdır: Üçüncü Reichve Alman Yahudi örgütleri: 1933-1934 (1969).

Hatem I. Hüseynî Washington’da Arap Devletleri Birliği’ııin Müdür Yardımcısıdır. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Birleşmiş Mil- ler’deki heyetinde de bulunmuştur. Filistinli olarak Amerika’ya gelmeden önce, Lübnan ve Mısır’da oturmuştur. Yayınları: Arap- İsrail Çatışması: Açıklamalı Kaynakça (1975), Filistin’de Barışa Doğru (t 975) vc Filistinliler: Seçilmiş Yazılar (1976).

S.G. Ikokn Nijerya Apartheid Komitesi Başkanlığı da yapmakta olan bir gazetecidir. NijeryalI olup, Afrika’da emperyalizme ve ırkçılığa karşı savaşım veren faal bir aydındır.

Walter Lehn işgâl altında Filistin’de Birzeit Üniversitesinde İn­giliz Dili Profesörüdür. Kahire’de Amerikan Üniversitesinde de gö­rev yapmış, Teksas Üniversitesine bağlı Orta Doğu Merkezi Müdürlü­ğünde bulunmuştur. Kanadalı olup, uzun sürelerle Orta Doğu ve Amerika’da oturmuştur. Yayınları arasında: Filistin Direncinin Geliş­mesi (1974) ve (başkasıyla) Kahire Arapçasına Başlangıç (1965).

Alfred M. Lilienthal New York’ta yayınlanan Middle East Perspective dergisinin müdürlüğünü de yapan bir hukukçudur. Yahudi kökenli Amerikan yurttaşıdır. Orta Doğu’da uzun yıllar incelemeler yapmıştır. Yayınları arasında: İsrail Neye Patladı (1953), Orta Doğu Elden Çıkıyor (1957), Madalyonun Öbür Yüzü: Arap-İsrail Çatışmasına Bir Amerikan Bakışı (1965) ve Siyonist Bağlantı (1978).

G. Neuburger Yahudi kökenli biri olarak Almanya’da doğmuş, şimdi Amerika’da oturmaktadır. Yahudi sorunları içinde faal yer almakta olup, Neturei Karta üyesidir. Agudath İsrail Dünya Gençlik örgütü’nün başkanlığını yapmış, İkinci Cihan Savaşından önce Av­rupa’daki en son Agudath İsrail Dünya Kongresini düzenlemiştir. Uzun yıllardanberi Siyonizm’e karşı çıkan bir yazardır.

Nezih Kıırah Şam’da El-Ard Filistin Çalışmaları Enstitüsü araştırmacılarındandır.

Joseph L. Ryan Katolik Kilisesinde görevlidir. Beyrut’ta St. Joseph Üniversitesinde ders vermiş Bağdat’ta El-Hikme Üniversite­sinde dekanlık vc rektör yardımcılığı yapmıştır. Amerika’da doğmuş olup, Filistin, hakkında çok sayıda konuşmalar yapmış, Orta Doğu olaylarının doğru anlaşılması ve Filistin’de adalet ve eşitliğin uygu­lanması için oluşturulan Amerikan kuruluşlarında çalışmıştır.

Edward W. Said Columbia Üniversitesinde Ingiliz ve Karşı­laştırmalı Edebiyat Profesörüdür. Harvard Üniversitesinde de öğretim üyeliği yapmıştır. Filistinlidir ve Filistin Ulusal Konseyi üyesidir. Yayınları arasında: Joseph Conrad ve Otobiyografi Efsanesi (1966), Başlangıçlar: Amaç ve Yöntem (1975) ve Doğu Çalışmaları (1975).

Abdullah Şerafettin Libya Barosu başkamdir. Libya’da doğmuş olup, meslekten hukukçudur. Temmuz 1976’da yer alan Siyonizm ve Irkçılık Uluslararası Sempozyumunda başkanlık yapmış, onun kurduğu örgütün de başkanlığına seçilmiştir.

Gary V. Smith Montgomery’de Alabama Devlet Üniversite­sinde Siyasal Bilgiler öğretim üyesidir. Amerikalıdır ve şu kitabı derlemiştir: Siyonizm : Düş ve Gerçek, Bir Yahudi Eleştirisi (1974)..

Richard P. Stevens Pennsylvania’da Lincoln Üniversitesinde Siyasal Bilgiler Profesörüdür. Lesotho’da Pius XII Üniversitesinde ve Sudan’da Hartum Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştır. Ameri­kalıdır. Yayınları arasında: Amerikan Siyonist-Güney Afrika İşbirliği Hakkında Bir Çalışma (1975) ve (başkasıyla) İsrail ve Güney Afrika: Bir ilişkinin Gelişmesi (1976).

L. Humphrey Walz Birleşmiş Presbyter Kilisesinde görev yap­mış, Orta Doğu’yu daha iyi anlamağa çalışan Amerikalıların çıkardığı The Link dergisinin ilk müdürlüğünde bulunmuştur. Amerikalı olup, Orta Doğu’yu sık ziyaret etmiş, Filistin hakkında yaygın biçimde konuşmalar yapmıştır.

 



‘Örneğin, B’nai B’rith üyesi üyesi olan Klaus J. Hermann’ı, Kanada Yahudi Kongresi yöneticisi Alan Rose ve Kanada Siyonist Federasyonu Başkanı Phil Givens “düşmana her­hangi bir konferansta yardımcı ve destek olanın B’nai B’rith’de yeri yoktur” diyerek, Her- mann’ın kendi deyimiyle, “kamu önünde” muhakeme etmeyi denediler. Canadian Jetuish j\rews, Toronto, i ve 15 Ekim 1976. Aynı gazetede (26 Kasım 1976 tarihinde) yazan J.B. Salzberg, Hermann’a şöyle hitap ediyordu: “Siyonizm’e ve îsrail devletine ilişkin aşırılı­ğınız sizi Kudüs’te eylem yapan Neturei Karta’cılar gibi İsrail’in en ortodoks, en aşırı ve en fanatik düşmanları ile aynı kefeye sokar.” Okuyucu, Klaus J. Herrmann ile bir Neturei Karta üyesi olan G. Neuberger’in bu kitaptaki araştırmalarım okuyarak onların “aşırılığı” ve “İsrail’in nasıl fanatik bir düşmanı” olduğu hakkında fikir edinebilir.

[2]Dâha sonra kısa adıyla E.A.F.O.R.D. olarak bilinen bu Örgüt “Danışman Statüsü” ile Birleşmiş Milletler’in yapısına bağlandı.

John Bagot Glubb, Peace in the Holy Landy London, 1971, s. 363-64.

^Chrisiianlty and Crisis, C. and G., s. 318. Anlaşılan, Hoyt Genel Kurul’un, bir süre önce, “ırk ayrınu”nı tanımlamış olduğunu bilmiyor. 1904. (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 ta­rihli karar bunu “ırk, renk ya da etnik köken temelinde, insanlar arasında ayrım” diye tanımlıyor. Aşağıda belirtilen 2106 (XX) sayılı ve 21 Aralık 1965 tarihli karar daha sonra ve daha bile kapsamlı bir tanım getiriyor.

[5]Siyahlar ve Yahudiler arasında gerilimler var olduğu sürece, siyasal Siyonizm ile fazla ilgilenmiyor gözüküyorlar. 21 Şubat 1965 tarihli The Public Lİfe’da. yayınlanan “New York Yahudileri Siyahlara Karşı Nasıl Döndüler: Siyah Anti-Semitizm Efsanesini Deşerken” başlıklı yazıda VValter Karp ve H.R. Shapiro, öğretmenlerin çoğunlukla Yahudi olduğu zenci çevrelerde okulların ademimerkezileşmesine ilişkin olarak gürültülerin koptuğunu be­lirtmektedirler. Bu, genellikle, yöneticileri arasında Yahudilerin çoğunlukta olduğu öğret­menler birliğinin gücünü zayıflatmış olacaktı. Bu nedenle, “liberal Yahudi orta sınıfı ile kentin zenci halkı arasındaki ittifakı kırarak... okulların ademimerkezileşnıesi fırsatını ortadan kaldırmak için sahte bir zenci anti-Semitizmi düzenlediler.”

[6]C. and C., s. 315. Lincoln Üniversitesinden Richard P. Stevens “Renkli Halkın İlerlemesi İçin Ulusal Dernek” (NAACP) yanlısı Siyonistlerin, bu destekleri karşılığında, karşı-destek sağladığını göstermek için örnekler vermektedir.

[7]Christian Science Monitor, 21 Mayıs 197Ğ. Öte yandan, Free Paletline (Özgür Filistin) dergisi Mayıs-Haziran 1976 tarihli sayısında, Siyonizm’in öncelikle deri rengine dayanarak ayrım yapmamasına karşın, Güney Afrika Başkanı John Vorster’in Nisan 1976 ziyaretiyle ilgili olarak zenci-karşıtı duyguları ortaya çıkan İsraillilerin bulunduğunu ileri sürmektedir: “Kendisi İsrail Başbakanı Yitzhak Rabin tarafından ‘hararetle’ karşılandı. İki önder önemli bir ekonomik, bilimsel ve endüstri andlaşmasının imzalandığını ve aynı zamanda karşılıklı yardımlaşmayı tamamlayıcı bir kabineler-arası komitenin kurulduğunu ilân ettiler. Jerusalem Post ta şöyle yazmaktaydı: “Afrikaner’ler kendilerini İsrail’e yakın hissettikleri için, çok sayıda siyah kitleye karşın varlıklarını sürdürebilmeleri ve kendilerini İsrail’le birlikte Afrika kıtasının iki ayrı ucunda yalnız başına savaşım veren, benzer çıkarlara sahip iki beyaz ulus olarak gördüklerinden, bu andlaşmaya ilişkin olarak özellikle istekliydiler.”

“Golda Meir’in siyah-beyaz ırkçılığını körüklememekle birlikte, bunu kendi siyasal çıkarı için kullandığı söylenmektedir. Örneğin, 10 ve 13 Kasım 1972 tarihli Ma’arâ, Meir’in daha fazla Fantom avcı-bombardman uçağı ve Rogers Plânının geciktirilmesi karşılığında, rakibinin zenginlere karşı tavrından hoşnut olmayan Amerikalı Yahudi çevrelerinin yeniden seçilmesinde desteklerini sağlayabileceği konusunda Başkan Nixon’a söz verdiğini ima etmekteydi.

[9]C. and C., s. 307-308. Ruether’ler bazı Siyonistler ve yandaşlarının Yahudiler için kul­landıkları “seçilmiş ırk”, “kurban ırk” ve benzeri kavramları anlaşılan reddediyorlar. Önceleri Anii-Defamaliotı League kadrosundan olan B.Z. Sobel Hebrew Christians: tke 13 th Tribe (New York, 1974) yapıtında bu kişiler için “iki kez seçilmiş - hem ırA, hem inanç yönünden” deyimini kullanmaktadır. 10 Ocak 1976 tarihli The National Observer Amerikan Yahudi Kongresi Başkam. Arthur Hertzberg’in Yahudilere karşı konan göç kotalarını “ırkçı” olarak nitelediğini yazmaktadır.

[10]Ecumenical Press Service, ıı Kasım 1975.

İOZionism Reconsidered: the Rejection ofjeıvish Ncrmalcy, New York, 1970. s. xi.

Great Zionist Cover-up, Cleveland, 1975.

[13]Raphael Patai, der., The Complete Diaries of Theodor Herzl» New York, 1960, s. 56.

wBu çalışmanın sunuluşundan kısa bir süre sonra, 7 Eylül 1976 tarihli Al Hamishmar gizli Koenig Memorandumu’nun İsrail Araplarının iş, konut, eğitim ve aile ödeneklerine ilişkin sınırlamalar getirilmesi ve göç etmelerinin teşviki konusundaki önerilerini açığa çıkardı. Koenig’in rütbesinin indirilmemesi ya da Galilee yöneticiliğinden alınmaması ve önerilerin resmen reddedilmeleri gibi gerçekler İsrailli Araplara, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de görecekleri davranışın Herzl’in üçüncü varsayımına uygun olacağı korkusunu vermek­tedir.

HDavid Gaploe, “Zionism: the Dream and the Reality,” Middle East International, Ekim 1975-

[16]Alıntı şuradan: Noam Ghomsky, Peace in the Middle East? New York, 1974, s. 53.

'“Grand Rapids, Michigan, 1970.

[18]S.v. Buber, Uniuersal Jewish Encyclopedia ve Macropaedia Britannica. Siyonistler, kendilerine Siyonist diyen, ancak Buber ile pek çok ortak yanları bulunan son akımlardan rahatsız olmaktadırlar. “İsrail’e karşı giriştikleri ‘esnek’, ‘sorumlu’ ve ‘akılcı’ olmaya ilişkin yaygın ikna çabalarıyla, Arap ve Arap yanlısı propagandanın etkisini arttırmaktadırlar.” The Jeunsh Press, 25 Haziran 1976.

[19]New York, 1963, s. 334.

[20]AIıntı: Agus, s. 423.

[21]Eski İsrailli gazeteci Maxim Glilan, How Israel Lost Its Soul} Harmandsvvorth, 1974, s. s. 32-33-

'Protiv Rasizma, Moskova, 1966, s. 9.

[23]Compte A. de Gobineau, Introdııction a Vessai sur l’megalile des Races humainss, Paris, 1963, s. 376.

Hbid.

[25]Karl Marx, Soçineniya, C. XXXII, s. 546.

’Vacher de Lapouge, Race et Milin Social: Essais d'Antroposocioloçie, Paris, 1909. s. 230.

“Theodor Herzl, Evreyska Derjava, Sofya, 1947, s. 40.

’S.M. Dubnov, Pişme o Starom i Novom Evreysue: 1897-1907, S t. Petersburg, 1907, s. 155.

BSoıırces de la Pensee juive Conlemporaine, Jerusalem, 1970 s. 42.

[30]Sionizm: Otrovlennoye orujiye imperializma-Dokıımenh i materiali, s. 107.

iaSources de la Pensee Juİve Contemporaine, s. 49.

nLes Temps Modernes: le Confilet Isratto-Arabe, Paris, 1967, s. 124.

nIbid., s. 116.

ViSources de la Pensee Juive Contemporaine, s. 54.

''^Naroden Glasz 2 Haziran 1971.

Nordau to His People^ New York, 1941, s. 73.

[37]B. Rainov, Pıiitsa na Siyonizma, Sofya, 1969, s. 48-49.

[38]Rabotniçesko Delo, 26 Ocak 1972.

ıaA. Zheromski, JVa ZaPa<^ oi lordan, Varşova, 1965, s. 236.

‘Ne w York, 1959. Başka türlü olduğu gösterilmedikçe, tüm dipnotları bu kaynaktandır ve sayfa numaraları her alıntının sonunda parantez İçinde belirlenmektedir.

’Biri dışında, Hertzberg’in antolojisindeki bütün alıntılar 1948’den önce yazılmıştır.

[42]The Idea of the Jeunsh Slalei 2. B,, Cambridge, Mass., 1969.

[43]a,g.k,} s. 4.

aa.g.k.,s. 59.

[45]a.g.k.> s. 60.

[46]a.g.k., s. 132.

[47]Ibid., s. 195-6. Klausner Raporunun ırkçı etkileri geçenlerde yayınlanan Koenig Muhtıra­sında yansımış. Bu Muhtıra’da Galile’yi Arap nüfusundan arındırmak ve böylece bölgeyi Yahudiler için güvenli duruma getirmek için sinsice önlemler salık veriliyor. Ibranice tam metin için bak tAlHamishmar, 7 Eylül 1976; İngilizce çevirisi için SWASIA, 15 Ekim 1976.

[48]Sonra Uluslararası Kadın Giyim İşçileri Sendikası Başkan Yardımcısı ve o zaman Örgülü Ürünler İşçileri Sendikası yöneticisi Louis Nelson ’un mektubu: The New Leader, 21 Ağustos 1948.

[49]What Price Israel, s. 197.

[50]Councü News, American Council for Judaism, New York, Şubat 1965. Ayrıca bak: Jsrusalem Post, 21 Temmuz 1964.

[51]Süveyş Kanalı Şirketinin ulusallaştırılmasını izleyen bunalım sırasında Ben-Gurion daha da aşırıya gitti. 1956 Yazında, Amerikalı bir diplomatın sorusu üzerine İsrailli önder, İsrail’in 8,000,000 Yahudiyi daha alabileceğini ve yakın gelecekte 4,000,000 kişiyi bek­lediğini açıkladı. İsrail’in o günkü sınırları içinde böyle bir nüfusu barındırmak açıkça olanaksızdı. İngiltere ve Fransa’da Mısır’ın şirketi ulusallaştırmasına karşı doğan tepkiden yararlanan İsrail, önleme savaşı kisvesi altında Siyonist yayılma peşindeydi.

^The Decadence of Judaism in Oıır Time, BeiruC, 1969, s. 133. Ayrıca bak: s. 132-4 ve 144-6.

[53]Marvin Lowenthal, The Diaries of Theodor Herzl, New York, 1956, s. 7.

[54]The Toronto Star> ıı Kasım 1974.

[55]John Hope Simpson, Paletline., Report on Immigration, Land Settlement and Development (Cmd. 3686, London, 1930), s. 12-23; W.B. Fisher, The Middle East, London, 1971, s. 385-392; Sami Hadawİ, Paletline: Lott of a Heritage, San Antonio, Texas, 1963, s. 7-11, 14-23.

[56]i922 sayılarının alındığı Census of Paletline, 7522’yi kaynak gösteren yapıtlar: Janet L. Abu-Lughod, “The Demographic Transformation of Palestine”, İbrahim Abu-Lughod, der., The Transformation of Paletline: Estays on the Origin and Development of the Arab-Itraeli Conflict, Evanston, Illinois, 1971, s. 141.

[57]Abu-Lughod, s. 142.

[58]Bunun nedenlerinin bir araştırması için bak: John Ruedy, “Dynamics of Land Alie- nation”, Abu-Lughod, ibid., s. 120-4; William R. Polk, David M. Stamlar ve Edmund Asfour, Backdrop to Tragedy: the Struggle for Palestine, Boston, 1957, s. 71, 230-36.

[59]Government of Palestine, Survey of Palestine: Prepared in December 1945 and January 1946for the Information of the Anglo-American Commîttee of Inquiry, 2 C., Jerusalem, 1946, I, s. 243.

’Raphael Patai, der., The Complete Diaries of Theodor Herzl, New York, 1960, s. 56.

Tbid, Ayrıca bak: s. 133.

[62]Regina Sharif, “Christians for Zion, 1600-1919,” Journal of Palestine Studies V, No. 3-4, (1976), S. 123-41.

lQStenographisches Protokoll der Verhandlungen des VI. ^ionisten Kongresses in Basel, 23. bis 28. August 1903 (Vienna, 1903), s. 262-63.

[64]Diaries, s. 342.

s. yu.

14Karşı bir görüş için, Ahad Ha’am, “After the Balfour Declaration,” Gary V. Smith, der.,

^lonism-The the Dream and the Reality: a Jewish Critique, New York, 1974, s. 83-90.

[68]Leonard Stein, The Balfour Declaration, London, 1961; Christopher Sykes, “The Prosperity of His Servant: A Study of the Origins of the Balfour Declaration,” Two Studies in Virtue, New York, 1953, s. 107-235; Ben Halpern, The Idea of the Jewish State, 2. B., Cambridge, Mass., 1969, chap. 9; Pok et al., chap. 9; W.T. Mallison, Jr., “The Balfour Declaration: Appraisal in International Law,” Abu Lughod, op. cit., s. 61-111.

18HaIpem, s. 278, 304.

[70]Henry Çattan, Manda’nın Milletler Cemiyeti Misakı’nın 22’nci Maddesiyle çeliştiği için, uluslararası hukuk açısından geçersiz olduğunu ileri sürüyor: Palesline and International Laıv: the Legal Aspects of the Arab-Israeli Conflict, London, 1973; Manda Belgesi, s. 176-81.

[71]Metnin bütünü için, Çattan, s. 175.

[72]E.L. Woodward ve Rohan Butler, der., Documents on British Foreiğn Policy, 1919-1939 seri I, C. IV, 1919, (London. 1952), s. 345.

[73]Sykes,s. ı6o,dn. i. “Siyonizm’in amacının, Yahudi halkı için Filistin'de bir yurt yaratmak...” olduğunun açıklandığı Birinci Siyonist Kongresi’nden (Basel, Ağustos 1877) söz ederken, Herzl Eylül’de şunları yazmış: “Basel Kongresini—kamuoyu önünde söylemekten kaçına­cağım—tek bir sözle özetleyecek olsam, şunu şöylerdim: Basel’de Yahudi Devleti* ni kurdum.” Diaries, s. 581. Chaim Weizmann, aynı Kongre hakkında elli yıl sonra yazarken, şöyle di­yordu /‘Hepimiz onu en azından Herzl kadar Yahudi devletinin kuruluşu olarak görüyorduk.” Trial and Error: the Autobiography of Chaim Weizmann, New York, 1949, s. 68. Aynı konuda diğer Siyonist önderlerden de alıntılar yapılabilir.

İngiliz ve Siyonist memurların deyimi aynı biçimde anladıkları konusunda kuşku yok. ıgaı’de Hindistan dairesinde görevli olan John Shuckburgh şunları yazıyor: “Weİzmann’ ın Lloyd George’a Majestelerinin Hükümeti, ünlü Balfour Bildirisindeki ‘Yahudi ulusal yurdu’ deyimine ne anlam vermekte? diye sordu. Başbakan ‘Bir Yahudi devleti demek istiyoruz’ diye yanıtladı.” Doreen Ingrams, der., Palestîne Papers, 1917-1922: Seeds of a Conflict, London, 1972, s. 146. 22 Temmuz 1921’de Lloyd George, Arthur James Balfour, Winston Churchill, Chaim Weizmann ve diğerleri arasındaki bir konuşmadan söz ederken, “L.G, ve A.J.B., ikisi de Bildiri ile, her zaman sonuçta bir Yahudi devletini kastettiklerini söylediler” diyor. Middle East Diary, 1917-1956, NewYork, 1960, s. 104.

[74]Metin için bak: Çattan, s. 176-81; Ingrams, s. 177-83.

[75]Feldmareşal Allenby, 6 Mayıs 1920’de Dış İşleri Bakanlığına gönderdiği “çok âcil, özel ve çok gizli” bir telgrafta Samuel’in atanması konusunda uyarıda bulundu: “İlk yönetici ola­rak bir Yahudi’nin atanması oldukça tehlikeli olacaktır kanısındayım...Filistinli Müslü­man ve Hıristiyanlar..,bu olayı...ülkenin birden Siyonist bir yönetime devri olarak görecek­ler... ağırlıklarını yönetime karşı koyacak... her türlü hükümeti güç duruma sokacaklar.” Askerî yönetimin başı General Bols, Samuel’in atanmasına tepkileri şöyle bildiriyor: “Şaşkınlık, umutsuzluk ve öfke, Müslüman-Hıristiyan halkın duygularıydı...Yahudiler arasında bir dindaşlarına bahşedilen bu şeref nedeniyle genel bir hoşnutluk vardı; ancak, bu, dinsel özgürlükleri için yeterli önlem sağlanamadığı korkusunu duyan Ortodoks Yahudi­ler nedeniyle azalabiliyordu...” Bols, Avrupalı bir Siyoniste atıfta bulunarak sonuca varı­yor: “İlk altı ay Müslüman ve Hıristiyanlardan korunmak için bir İngiliz muhafıza gerek duyacak, altı ay sonra Siyonistlerden korunmak için çifte İngiliz muhafız isteyecek.” Ing- rams, s. 105-107.

[76]Norman ve Helen Bentwich, Mandate Memoin, 1918-1948, London, 1965, s. 12.

2ilbid., s. 32.

[78]Thomas Haycraft başkanlığındaki komisyonun bulguları: Repott of the Commission of Inqu- iry on the Disturbances of May 1921, (Cmd. 2540; London, 1931), s. 51.

26Bentwich, s. 64.

“’Halpern, s. 195.

[81]Hope Simpson, s. 53.

™Ibid.

^İbid., s. 55.

flsrael without ^ionists: a Plea for Peace in the Middle East, New York, 1968, s. 85.

[85]Kudüs, 1964, Bu, açıklayıcı notlarla tekrar basılmıştır: Hadawi, der., Village- Statistics 1945: a Classification. of Land and Area Otunership in Palestine, Beirut, 1970.

[86]Robert John ve Sami Hadavvi, The Palestine Diary: 1914-1945, Beirut, 1970, s. 332-34;

George Kırk, The Middle East in the London, 1952, s. 232-35.

3-*Walter Lehn, “The Jevvish National Fund,” Journal of Palestine Sludies, III, No. 4. (1974)3 s. 90-91.

z*Suruey of Palestine, I, s. 244.

xlbid., s. 258.

^Agrarİan Reform and the Record of Israel, London, 1956, s. 28.-

[91]Government of Palestine, The Polilical Histary of Palestine tuıder British Adminislration^ Jerusalenı, 1947. UNSCOP tarafından hazırlanmıştır.

[92]The Land System in Palestine: History and Slructure. London, 1952, s. 277.

i0Ibid., s. 278. Efraim Orni’nin verdiği sayılar da Granott’unkilere uyuyor: Agrarian Re­form and Social Progress in Işrael, Jerusalem, 1972, s. 52.

[94]Hadawi, Village Slatislics, s. 27-28.

“Hadawi, Palestine, s. 17. 25, 42.

[96]Granott, Agrarian Reform, s. 95. Bunu hükümetin, ‘‘cesur bir karan” olarak niteliyor: “Araplar hiçbir durumda İsrail’e dönmemeli.” Ben Gurion şöyle yazıyor: “Onların hiçbir zaman dönmemesini sağlamak için herşeyi yapmalıyız 1” Michael Bar-Zohar, Ben. Gurion: the Armed Prophet, Englewood Cliffs, N.J., 1968, s. 148.

“İsrail kaynaklarına dayanarak Sabrı Jiryis, “The Legal Structure for the Expropriation and Absorption of Arab Lands in Israel,” Journal ofPalestine Sludies, III, No. 4, (1973), s. 82- 104. Ayrıca bak: Hadavvi, Palesline, s. 50-6'1 ve Jiryis, The Arabs in Israel, New York, I97Ö, s. 75-134.

“Arap ayaklanmasına karşı hazırlanan Olağanüstü Durum Yönetmeliği (1939) temel alınmış­tır. Daha sonra, İsrail Adalet Bakanı olan Ya’acov Shapira şunları bildiriyor: “Savunma yönetmelikleri çıktığından beri Filistin’deki kurulu düzenin benzeri hiçbir uygar ülkede yoktu...Bizimkine benzeyen bir sistemin ancak işgal altındaki bir ülkede bulabilirdiniz.” Jiryis, The Arabs, s. 12.         .              ..

[98]Ulusal ya da kimi zaman İsrailli (İsrail’e ait) sözleri gibi, resmî sıfatı da İsrail’de, “İsrail

devletine ait” <Jeğii, “Yahudi” karşılığındadır.

[100]Aynı amaca yönelik daha önceki bir'önlem Haziran 1948 tarihli Terkedilmiş Alanlar Bil­dirgesi idi. Burada terkedilmiş olan “İsrail silâhlı kuvvetlerince fethedilmiş ya da teslim alın­mış ya da sakinlerinin bütünü ya da bir bölümünce boşaltılmış yerler” biçiminde tanımla­nıyordu. Ayrıca, geçici bir hükümete “herhangi bir yeri 'terkedilmiş alan’ ilân etme yetkisi veriliyordu.” Don Peretz, İsrael and ihe Pateşline Arabs, Washington, 1958, s. 149. İsrail’in, sahibi başında bulunmayan topraklara ilişkin politikasıyla ilgili olarak, s. 141-91.

İBlbiT, s. 152.

[102]“The Fate of the Arabs in Israel” (Ekim 1976’da New York’da yapılan bir konuşma), Journal ofPalestine Studies, VI, No. 1, (1976), s. 96. İsrail basınındaki daha ayrıntılı yayınlar için bak: “Revolt in Galilee”; Filistinlilerin görüşleri için, “Struggle for the Land,” Journal ofPalestine Studies, V, No. 3-4, (1976), s. 192-200 ve 229-36.

Mpla’aretz, 13 Aralık 1974, Israel Shahak, der., The Non-Jew in the Jeıvish State: A Collec- lion of Documents, Jerusalem, 1975, s. 3.

^Ma'ariv, 3 Temmuz 1975 ve Al Hamishmar, 21 Temmuz 1975; Shahak, s. 17, 19, 22. Ayrıca bak: Jiryis’in önsözündeki Noam Chomsky’nin araştırması, The Arabs.

“Government of Israel, Laws of the State of Israel, Vol. 21 (1966-67), s. 105-10. Bu önlem ve etkileri konusunda ayrıntılı bilgi için bak: Jiryis, “Recent Knesset Legislation and Arabs in Israel,” Journal ofPalestine Studies, I, No. 1, (1971), s. 53-67.

[106]Orni, s. 7, 82.

“Örneğin bak: Felicia Langer, With My Ouııı Eyes, London, 1975; Shulamit Aloni, “Shall We Secretly Obtain Land?” Yediot Aharonot, 26 Mart 1976 (İngilizce çevirisi SVVASIA’da (Washington, 23 Nisan 1976); Terence Smith, “Covert Israeli Deals on West Bank Stir Furor,” The Netu York Times, 12 Nisan 1976; Amnon Kapeliouk, “Less Land for More People,” Manchester Guardian Weekly, 20 Haziran 1976 (1 Haziran 1976 tarihli L^Afon^’dan); VVilliam J. Drummond, “Israeli Settlements Cailed Obstacle to Peace Accord,” The Washington Post, 26 Eylül 1976 ye “Allon Plan Implemented,” Israel and Palestine, Paris, Aralık 1976.

JAlıntılar: Association of Arab-American University Graduates, Newsletter (Detroit), 5 Aralık 1976.

‘Bu inceleme kısmen şu makaleden özetlenen araştırma temel alınarak hazırlanmıştır: “The Jevvish. National Fund,” Journal ofPalestine Studies (Yaz 1974), s. 74-96. Bu makalede JNF’nin 1905-50 arasındaki yıllık toprak alımları ve daha başka referanslar ve ayrıntılar da vardır.

[110]Israel M. Biderman, Hermann Schapira, Father of the JNF, C. II, JNF ^ionist Personalitıes Series, New York, 1962; Stenographisches Protokoll der Verhandlungen des I. ^ionisten-Congresses, Basel, 29 bis 31. August 1897, Vienna, 1897, s- 165-68.

^Stenographisches Protokoll der Verhandlungen des F. ^İonisten Congress in Basel, 26. bis 30. Dccem- ber 1901, Vienna, 1901, s. 266. JNF önerisinin tartışılması için bak: s. 265-303. Aslı şöyle: “Der Jüdische Nationalfonds soll ein unantastbares Vermögen des j’üdischen Volkes sein, das...ausschliesslich nur zum Landkaufe in Palâstina und Syrien vermented werden darf.” Kimi delegelerin JNF önerisine itirazları arasında ilginç olan biri “Yahudi halkı”nm yasal olarak tanınan bir varlık olmadığıydı; böylece, fonun ve satın alman toprakların mülki­yeti yasal açıdan tartışma konusu olacaktı. Yahudi Halkı deyimi daha sonra Siyonist kulla­nımda bir anahtar öğe olduğu için bu Kongre’de Siyonistlerin bununla ilgili olarak dile getirdikleri kuşkuları vurgulamak ilginç olmaktadır.

* Sienographisch.es Protokoll der Verhandlungen des VI. ^ionisten'Kongresess in Basel, 23. bis 28 August 1903, Vienna, 1903, s. 259-64, 297.

[111]Jewish National Fund, Report on ihe Legal Structure, Activities, Assets, Income and Liabilities of ihe Keren Kayemeth Leisrael, Jewish National Fund, Jerusalem, 1973, s. 17. (Bu rapor

bundan böyle Report diye anılacaktır.) Memorandum and Articles of Associalion’m tam

metni, 1907 baskısı ve değiştirilmiş biçimi s. 15-45’de verilmektedir.

öBir Yahudi ve Siyonist olan Sir Herbert Samuel, kendi yönetiminin üyelerinden Norman Bentwich tarafından “(Chaim) VVeizmann’ı ve Ulusal Yurdun sözcülüğünü yapanları

destekleyen İngiliz devlet adamlarından, “Balfour Bildirisi politikasının mimarlarından” ve “Manda’nın yaratıcılarından biri” olarak tanıtılıyor. Norman ve Helen Bentwich, Mandate Memories: 1918-1948, London, 1965, s. u, 59 ve 12.

"‘Report on the JNF, s. 5.

[116]Abraham Granott, Agrarian Reform and the Record of Israel, London, 1956, s. 28. 1945-56 yıllarında JNF Yönetim Kurulu Başkanı olan Granott bu sayıyı 1947 sonundaki toplam Yahudi mülkleri için veriyor. Bu sayı Manda hükümetinin verdiği sayıdan yüksek olmakla birlikte, fark fazla değildir ve Granott’un verdiği sayı bizce de kabul edilebilir. Bu araştır­mada toprak mülkiyetine ilişkin olan bütün sayılar —aksi belirtilmediği takdirde—JNF kaynaklarından alındığından, en üst rakamlar olarak değerlendirilmelidirler. JNF’nin mülklerinin miktarım fazla gösterme yönündeki açık eğilimi de göz önünde bulundurulur­sa, gerçek sayılar biraz daha az olabilir.

[117]Toprağa el koyma eylemine yasal bir görünüm vermek için koyulan bir dizi İsrail yasası için bak: Sabri Jiryis, “The Legal Structure for the Expropriation and Absorption of Arab Lands in Israel,” Journal of Palestine Studies, II (Yaz 1973), s. 82-104.

’°JNF’nin 1949’daki açıklaması şöyleydi: “İsrail’deki toprağın % 8o’inden fazlası yasal olarak, çoğu ülkeyi terketmiş olan Araplara aittir. Bu Arapların kaderi...barış andlaşmalan

benimsedi” (s. 7). “Benimsemek”ten kastedilen şöyle açıklanıyor: JNF’nin “ilkeleri İsrail yasalarına sokuldu ve toplam devlet arazisinin % 90’mdan fazlası için bağlayıcı oldu” (s. 82). Orni ayrıca diyor ki: “Toprak Otoritesi’nce yapılan kira sözleşmeleri genel ola­rak, Anlaşmadan (yani 1961 Sözleşmesinden) Önceki yıllarda JNF’ce yapılanlara benziyor” (s. 36). ’

İsrail Devleti Tasalan, C. XXI (1966-67), s. 105-10. Ayrıca bak: Sabri Jiryİs, “Recent Knesset Legislation and the Arabs in Israel,” Journal of Palestine Studies I (Güz 1971), s. 53-67-

15îsrail’in. 1907’den bu yana işgal altındaki topraklardaki eylemleri, Güvenlik Konseyinin

[120] Haziran 1967 tarih ve 237 sayılı ve Genel Kurulun 4 Temmuz 1967 tarih ve 2252 (ES-V) sayılı kararlarıyla başlayan birçok B.M. kararma konu olmuştur. Hattâ, Genel Kurul, 2443 (XXIII) sayı ve 19 Aralık 1968 tarihli kararıyla “İşgal Altındaki Topraklardaki Hal­kın İnsan Haklarını Etkileyen İsrail Uygulamalarını İnceleme Komitesi” kurmuştur. Genel Kurulun 31’inci oturumunda (1976) işgâl altındaki Arap topraklarıyla ilgili sekiz kararı benimsenmiştir. Uluslararası hukuku çiğneyen bu tür eylemlerin JNF’nin “hayırseverlik” kisvesi altında aktif biçimde para topladığı birçok ülkenin hiç olmazsa hükümet çevrelerinde pek az sorun yaratması merak konusudur. Bak: Middle East International’ın Özel Raporu, “The Jewish National Fund-Charity or Politics?” London, 1975.

,6Orni, s. 21-2; ayrıca bak: Granott, s. 49-53 ve Eııcyclopedia of ^ionisın and Israd, New York 1971, s.v. Land Policy in Israel ve London ^ionisi Conference 1920.

’ JıNF kira sözleşmesi, madde 23; tam metin için bak: John Hope Siınpson, Palestinc: Report on Immigration, Land Settlement and Development (Cmd. 3686; London, 1930), s. 53. Bu­gün kullanılmakta olan kira sözleşmesi metnini elde etmek mümkün olmadı; JNF bu metni ya da bu konuda bilgi vermeyi reddetti. Bundan da bu tür politikaların İsrail’de hâlâ yürütüldüğü ve uygulamaların devlet topraklarında da gerçekleştiği anlaşılıyor. Bak dip­notu 13; Israel Shahak, der., The Non-Jew in the Jezvish State: Collection of Documents, Jerusalem, 1975, Bölüm I ve s. 126-67; Noam Chomsky’nin Sabri Jiryis, The Arabs in Israel (New York, 1976) adlı eserdeki önsözü.

Yahudi olmayan işçilerin çalışmalarının yasaklanması JNF ile birlikte ortaya çıkmadı. Theodor Herzl bu gereksinimi daha 12 Haziran ıSgs’de öngörmüştü: “Baldın çıplak halka kendi ülkemizde iş olanağı vermeyip diğer ülkelerde çalışma olanakları sağlayarak sınırlarımızın ötesine göndereceğiz.” Raphael Patai, der., The Complete Diaries of Theodor Herzl, New York, 1960, s. 88.

‘’Granott, The Land System in Palestine: History and             London, 1952, s. 315-26. Burada

JNF’nin geliştirdiği kiralama sisteminin ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Ancak, yazar bu sistemin yalnızca Yahudilere uygulandığını açıkça belirtmiyor. Bu durum Siyo­nizm konusunda araştırma yapacak olan bir kimsenin herzaman karşılaşabileceği bir sorunu açık olmamak, bilgisi olmayanların gözünde gerçeği ve Siyonizm’de saklı olan ırkçılığı gizleyebilen şifre sözcükler ya da dolambaçlı lâflardan söz edememek gibi sorunların bir örneğidir. Böylece, Siyonist literatürden derinlemesine haberdar olmak gerekmekte ve halk? ın yalnız Yahudiler anlamına geldiğini, bir göçmen ya da yeni jerfejen’in yalnızca bir Yahudi olabileceğini, bir yerleşim biriminin yalnız Yahudiler için yerleşim olduğunu, ulusal yurt? un İsrail değil, Yahudi toprağı anlamına geldiğini, v.b.’ni anlayabilmek için, sadece yasa me­tinlerine değil, İsrail’deki uygulamaya bakmak gerekmektedir.

Ha’ariiz. 13 Aralık 1974.

29Al Hamishmar, 21 Temmuz 1975. Buradan kaynak göstererek, Shahak s. 22’de bir dipnotu ekliyor: “Cezalar gelir vergisinden düşürülmek için teberru şeklinde alınıyor; böylece, iğrenç bir ırk ayrımı ve malî yozlaşma bileşimi oluşuyordu.” Ayrıca bak: Ma’ario, 3 Temmuz 1975 ve Ha’aretz, 21 Temmuz 1975 ve 27 Şubat 1976.

^Encyclopedia of ^ionism and Israel, s. 628-29; aynı biçimde, Granott, Tarım Reformu, s. 34-5.

[127]Jewish National Fund, Reportfor 57ÖÖ-57Ö6’(i939-i94Ö), 22’nci Siyonist Kongreye sunul­muştur. Basel, 9 Aralık 1946 (Kudüs, 1946), s. 14-21.

[128]Simpson, s. 54.

2^Don Peretz, Israel and the Palestine Araba (VVashington, 1958), s. 149.

s. 151: “Kayyum, İsrail’deki Arap mülklerinin çoğunu kendi takdirine dayanarak ve herhangi bir kişi ya da kuruluşa ait olan mülkün başında sahibinin bulunmadığını yazılı olarak belirterek devralabiliyordu. Bir mülkün sahibinin, başında bulunduğunu ka­nıtlamak mülkün sahibine düşüyordu; ancak, Kayyuma bir kişinin mülkünün başında bu­lunmadığına dair bilgiyi nereden sağladığı sorulamıyordu. Sözkonusu olan mülkün bütün hakları Kayyuma ait oluyor ve Kayyum, mülkünün başında bulunmadığına karar verdiği bir kişinin ilerde elde edebileceği mülkiyet haklarına da el koyabiliyordu.”

s. 152: “Köyünü ya da kentini 29 Kasım 1947 tarihinden sonra terkeden her Filis­tinli Arap, mülkünden ayrılmış sayılabilirdi...” Ne zaman, nerede, niçin ya da ne kadar süre için ayrıldığı göz önüne alınmadan...”

96

[132]Ayrmtılar için bak: Peretz, Bölüm IX ve Jiryis, “The Legal Structure...”

[133]Bu duyurunun metni Knesset üyesi Shulamit Alani’nin bir makalesinde vardır: “Shall

We Secretly Obtain Land?” Tediot Aharonot, 26 Mart 1976, çevirisi: SWAS1A, 23 Nisan 1976, Bütün alıntılar bu kaynaktandır. Bunu şu yazı izledi: Terence Smith, “Covert Isracli Land Deals on West Bank Stir Furor,” The Ne w York Times, 12 Nisan 1976. İsrail’deki top­rak politikalarıyla ilgili kısa ama yararlı bir özet için bak: Amnon Kapeliouk, “Less Land for More People,” Manchester Guardian Weekly, 20 Haziran 1976 (Le Monde, 1 Haziran 1976’ dan çeviri).

“Madde 49 (6): “İşgal kuvvetleri kendi sivil halkını işgâl ettiği topraklara gönderemeyecek ya da aktaramayacaktır.”

“Genel Kururun geçenlerdeki Otuz-birinci Oturumunda (1976) aldığı (ve 129’a 3 kabul edilen) 106-A ve 106-B (134’c o) sayılı kararlan.

[136]JNF’nin Yahudi aileleri için açtığı bir para toplama kutusu. Bu yöntem ıgoa’den beri kullanılmaktadır.

[137]The EvasivePeace: a Study of l.he            ProftZt’m, London. 1968, s. 57.

[138]lbid., s. 88.

İsrailliler tarafından yıkılıp boşaltıldıktan sonra, 1975 yılında Kuneytra’yı gezdim. Ancak, Latroun köylerinde İsrailliler kalıntıları gömüp köyden hiçbir iz bırakmazken, Kımeytra’- da bütün kalıntılar duruyordu.

'Halen İsrail’de kullanıldığı üzere, Doğulu sıfatı Asya ya da Afrika kökenli Yahudilere verili- yor; bunlar ayrıca Sefardik olarak da bilindiklerinden bu iki terim birbirinin yerine kul­lanılabiliyor. Avrupa ya da Amerika kökenli (Kuzey ve Güney) Yahudiler Eşkanazi bili­nirler.

[141]J. Peri, “The Black Panthers in Perspective,” New Outlook, XIV, No. 5 (Haziran-Temmuz *97i)> s- 54-

^Ma'ariv, 25 Mayıs 1973.

'BuUetin of the Insiilute for Palesline Studies, Supplement to III, No. 16 (16 Ağustos 1973), s. 53O> ayrıca bak: Arnon Magen, “The Social Gap-Four Views,” JVeıv Outlook, XIV, No. 8 (Ekim-Kasim 1971), s. 55; Michael Bruno, “The Social Gap is Not Really Closing,” New Outlook, XVI, No. 1 (Ocak 1973) s, 12-13.

[144] Bruno, s. 12.

•Ibid.

’Peri, s. 54.

“Magen, s. 56.

‘“Yoksulluğun üç göstergesi: (1) oda başına üç kişiyi aşkın insan düşmesi; (2) aylık 75 IL. gelir; ve (3) babanın öğreniminin en fazla yedinci sınıf olması.

“Yakov Habib, Children in İsrail, Szold Institute (Nisan 1932). Central Statistical Office’in bir çalışmasına dayanılarak hazırlanmıştır.

nBulletin of tke İnstitute for Palestine Sludies, V, No. 15 (t Ağustos 1975).

"Sema Kenan’ın raporu, Davar, 16 Şubat 1975.

uT/ıe Neuı Tork Times, 22 Mayıs 1973.

[153]Woolfson, op. cıt.

[154]<4/ Hamishmar (4 Aralık 1975) farklı sayıları vermektedir. Oda başına üç ya da daha fazla kişi yaşayan Doğulu ailelerin yüzdesi 1966-1972 arasında % 58'deu "/Q 48’e indi, Eşkenazi aileler için koşut sayılar % 18.4 ile % 11.5’tur.

^Bulletin af the Institute far Pateşline Studies, Supplenıent to III, No 16 (16 Ağustos 1973).

[156]“Poverty and the Other Israel,” New Outlook, XIV, No. 5 (Haziran-Temnmz 1972), s* 49-

^Ma'arivy 22 Nisan 1973.

~'Jewish Post and Opinion (New York), 26 Mayıs 1972.

^Ma'ariV) 4 Mayıs 1973; ve Elİe Eliachar, “Born to Fail: Israel’s Communal Problem,” Outlook^ XVII, No. 3 (Mart - Nisan 1974), s. 70.

î4Eliachar, s. 71.

[157]lbid., s. 70.

■*Ibid., s. 71.

Z1AI Hamshmar, 21 Haziran 1974.

S9Eliachar, s. 73. .

MMa’arw, 25 Mayıs 1973.

:"Al Hamishmar, 4 Aralık 1975.

Ittihad (Hayfa), 27 Kasım 1973.

[164]EHachar, s. 72.

[165]Al Hamishmar, 5 Ocak 1976.

25 Mayıs 1973.

3(iJeunsk Post and Opinion^ 26 Mayıs 1972.

[168]Israel and Paletline, Ocak-Şubac 1976.

[169]Patrick Mamham, “IsraePs Black Jevvs,”JV«P Statesman (London), Haziran 1972, s. 898.

WMThe Panther Hunters,” \Afew Outlook, XIV, No. 7 (Eylül 1971), s. 82.

The New York Times, 32 Mayıs 1973.

[172]Magen, s. 51.

[173]Eliachar, s. 15.

■"örneğin bak: Levenberg, s. 39.

^Davar, g Haziran 1972.

[176]Bruno, 3. 15. Altını ben çizdim.

^Ha'aretz, 22 Şubat 1973.

*7Ha’aretz, 19 Haziran 1974.

4aJsrael and Palestine, Aralık 1975, s. 12.

*9Arie Bober, der., The Other Israel: the Radiaal Case Against ^ionism, New York, 1972, s. 31.

s. 92.

5'Marnham, s. 898.

2Karl Kautsky, .-İre the Jews a Race? Ne w York, 1926, s. 212.

[184]Chaim VVeizmann, Trial and Error: the Autobiography of Chaim Weiznıann) New York, 1949, s. 191.

*Ben Herman, “Zionism and the Lion,”  Israel and the Arabs, Hal Draper, der.,

Berkeley, 1967, s. 31, 27.

[186]Michael Bar-Zolıar, Ben Gtırion: the Anned Prophet, Englevvood Cliffs, N.J., 1968, s. 39.

'Tlnd., s. 56.

0Alıntı: Eli Lobel, “Palestine and the Jews,” TheArab World and Israel, Ahmed EI-Kodcsy ve Eli Lobel, der., New York, 1970, s. 68.

’Joseph B. Schechtman, Figkler and Prophet: the Vladimir Jabotinsky Story-the Last Years, New York, 1961, s. 297.

’Bar-Zohar, s. 89.

’Ahntı: Moshe Menuhin, Jetvish Critics ot Detroit, 19765 s. 11.

[192]Raphael Patai, der., The Complete Diaries of Theodor Herzl, New York, 1960, s. 342.

[193]Ibid.} s. 711.

nIbid.t s. 70j-702.

[195]Ahntı: Sami Hadavvi, Palestine in the United Nations, New York, 1964, s. 36.

^Ma'ariv, j Temmuz 1968. Alıntı: Moshe Machover, “Reply to Sol Stern,” ISRAC, London, Ocak 1973, s. 30.

[197]Almtı: Noam Chomsky, Peace in the Middle Eastf Reflections on Justice and Nationhood, New York, 1974, s. 182.

[198]Emmanuel Rackman, Israel’s Emerging Constitııt\on: 1948-1951, New York, 1955, s. 148. ‘Bu konuda Uri Avnery, W.T. Mallison, J.W. Parker, Harry L. Shapiro, Barbara W. Tuchman,. R. de Vaux, H. M. Orlinsky, T. Draper, I. Cohen, Marvin Lowenthal, J.J. Petuchovvsky, Nahum Sokolovv, A.M. Lilienthal, Galina Nikitina, Yun Ivanov, Sir G.A. Smith, Filistin Kurtuluş örgütü Araştırma Merkezi ve çeşitli Arap üniversitelerinin aka­demik çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca: Türkkaya Ataöv, “Filistin Sorununun Ardın­daki Gerçek: İsrail’in Kuruluşuna Kadar,” A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Ankara O. XXV, No. a, s. 29-69,

-Israel: the Sıvord and Harp, London, 1969.

’Joseph Badi, Fundamental Laws of tke State of Israel, New York, 1961; O. Kraines, Government and Politics in Israel, London, Ailen ve Unwin, 1961.

[199]Alfred Sherman, “Israeli Sücialism and the Multi-Party System,” The London, C. XVII, N0.5 (May 1961), s. 218 ve d.

’Raul Teitelbaum, The Kibbutz in Contemporary Israeli Reality, Telaviv, 1954; E. Kanovsky, The Economy of the Israeli Kibbutz, Harvard, 1966. Bir Sovyet araştırması: Narodi Azii i Afriki, No. 3 (1965), s. 190-198.

[201]Eva Rosenfeld, "Social Stratification in a ‘Classİess’ Society (Kibbutzim in Israel),” American Sociological Review (December 1951), s. 796 ve d.

’İhud Hakibbutzim Vehakvutzot, Hakibbutz Haartzi Hashomer Hatzaie, Hakibbutz Hameuchad ve Hakibbutz Hadati.

zThe Mutual Security Programme: Hearings Before the Committee on Foreign Affairs, House of Rep- resentatiues, Eighty-Second Congress, First Session (June 26-July 31, 1951), VVashington, U.S. Government Printing Office, 1951, s. 644-647.

[204]Harlan Cleveland, “Commentary,” Tensions in the Middle East, der., Philip Tbayer, Bal­timore, the Johns Hopkins Press, 1958, s. 233-234.

‘"İngiltere’de İsrail’i destekleyen otuzdan fazla örgüt vardır. İngiliz Yahudileri Millet- vekilleri Demeği, Anglo-Yahudi Derneği, Yahudi Kadınlan Birliği, Büyük Britanya ve İr­landa Siyonist Federasyonu ve Siyonist Gençlik Federasyonu bunlardan birkaçıdır.

“Fransa’da yirmi kadar Yahudi örgütü vardır. Önde gelenleri şunlardır: Fransa ve Cezayir İsrailliler Kültür Dernekleri Birliği, Paris Sefardik Kültür Derneği, Evrensel İsrail İtti­fakı, Çağdaş Yahudi Belge Merkezi, Fransa Ortodoks Hamamlar Konseyi, Fransız Yahu­dileri Temsil Konseyi ve Geleneksel Yahudilik Temsil Konseyi.

,2A.J. Fisher, “Israel and the German Federal Republic,” Contemporary Review^ London. No. 1099 (July 1957), s. 100 ve d.; Narodi Azii i Afriki, No. 4 (1963), s. 48-53.

l3Önde gelenleri: Almanya Merkezi Yahudi Konseyi, Bavarya Yahudi Toplulukları Kon­seyi ve Aşağı Saksonya Yahudi Toplulukları.

wAnthony Eden, The Memoîrs of Anlhony Eden: Full Cİrcle, Boston, 1960.

[210]i4-i5 Mayıs 1967.

36s. 65 ve 91.

[212]Jan Dziedzic ve Tadeusz Walichnowski, Backgroımd of the Six-Day War, Warsaw, Interp- ress Publishers, 1961, s. 72'73’den Provisional Verbatim Record, A/PV. 1537, June 7, 1967, 5th Extraordinary Session of the U.N. General Assembly.

[213]Konferans için: Observer., 6 Ağustos 1967.

[214]S.R. Salınan, Israel and Counler-Insurgency in Africa, [Beirut,] Çenter for Palestinc Studies, 1974, s. 7.

[215]George J. Tomeh, Israel and South Africa, New York, New World Press, 1973, s. 48.

[216]Paul Ginievvski, The Two Faces of Apartheid, Chicago, Henry Regnery Co., 1965, s. xvi.

[217]Libyan Arab Republic, Ministry of Information and Culture, Israeli Penetration in Af­rica, Tripoli, the General Administration for Information, 1974, s. 15.

[218]Türkkaya Ataöv, “İsrail’in İntihar İlişkileri, “Yeni Halkçı, Ankara, 4 Kasım 1973;     

“İsrail’in Afrika’daki Durumu,” ibid., 28 Ekim 1973;              > “Israil-Irkçı Güney Afrika

İttifakı mı?” Barış, Ankara, ^21 Şubat 1974.

[219]G.H. Jansen, ^ionism, Israel and Asian Nationalism, Beirut, the Institute for Palestine Studies, 1971, s. xiv.

[220] South Af rican Jeıvish Chronicle, 25 Eylül 1903.

[221]Julian Amery, The Life of Joseph Chamberlain, C. IV, London,- 1951, s. 257. -

’Robert G. Weisbord, African güm, Philadelphia, 1968, s. 126.

[223]Sarah G. Millin, The People of South Africa, New York, 1954, s. 236.

[224]Dan Jacobson, “The Jews of South Africa: Portrait of a Flourishing Community,” Coınmeniaty, C. XXIII (Ocak, 1957), s. 39; Edwin S. Munger, A&ikaner and African Nationalism, London, 1967, s. 20.

öJohn Marcum, The Angolan Revoluliou: the Anatomy of aıı Explosion (1950-1962), C. I, (Jambridge, Mass., 1969, s. 3. Alıntı: Israel Zangwill, Report, London, 1913, s. ix.

’Weisbord, s. 257.

’Richard P. Stevens, Weizmann and Smuts: A Study in Zimist-Soutlı African Cooperation, Beirut, «975, ek> s- 123-7-

"Riclıard P. Stevens, “Zionism, South Africa and Apartheid: the Paradoxical Triangle,” Pfylon, C. XXXII, No. 2, 1971.

'°Ibid.

"Ahntı: Henry Katzew, “South Africa: a Country VVithout Friends,” Midslream, İlkbahar 1962, s. 73.

[231] Ibid.

'3Rand Daily Mail, 23 Kasım 1961.

[233]Leopold Laufer, Israel and the Developing Countries: Neıv Approaches to Cooperation,. New

York, 1976, s. 5.                                                            *

t3Arnold Rivkin, Afrika and the West: Elements of Free World Policy, New York, 1962, s. 84-85.

[235]ıg Ağustos 1976’da B.M. Apartheid'c Karşı Özel Komite’nin kabul ettiği rapor: Report on the Relations betweeen Israel and South Africa.

[236]Bu alıntılarda, B.M. uygulamasına uyulmuştur.

‘“Alıntı: dipnotu 16.

[238]Ancak, Yahudİler, erkek ya da kadın olsun, tinsel atalarıyla gurur duymakta ve kendilerini kişi olarak Yahudi tarihi ile özdeşleştirmektedirler.

âîncil’de İsrail’in Çocukları diye bilinen Yahudilerin, Musa Sina Dağı’ndan inerek Tanrı’nm emirlerinden onları haberdar ettiğinde, söyledikleri.

[240]Bunlar şunlardır: (i) bir yasalar ( ve yaptırım) sistemi kurmak; (2) Tanrı’ya küfretmemek; (3) putlara tapmamak, (4) zina gibi, cinsel ahlâksızlık yapmamak; (5) öldürmemek; (6) çalmamak; ve (7) canlının herhangi bir yerini yememek.

8Yahudi Ulusal Fonu’nun îbranicede adı Keren Kayemeth Lisrael'dir. “Sürekli kaynak” ya da “ebedî armağan” biçiminde çevrilebilecek olan keren kayemeth sözü günlük Yahudi sabah dualarından alınmıştır.

[242]Yahudiler öteki ülkelerde yağmaya uğrar, kovulur, öldürülür ya da dinlerini değiştirmeğe zorlanırken, Arap yönetimindeki Yahudi yaşamı başka yerde ender görülür biçimde geliş­mişti. Yaklaşık bin yıl önce yaşamış olan ve öğretileri bugünün Yahudileri için de bağlayıcı sayılan en büyük Yahudi hahamı Musa bin Maimon (1135-1204) en unutulmaz yazıların­dan bazılarını Arapça yazmış, tbraniceyc sonra çevrilmişti.

[243]Ernst Ludwig Pinner, “Meine Abkehr vom Zİoııismus,” Los vonı Zionismus^ Frankfurt a/M, 1928, s. 32.

s. 33

[245]Howard M. Sachar, The Course of Modern Jewish Historv^ Cleveland, 1958, s. 457.

sMarvin Lowenthal, The Diaries of Theodor Herzl, New York, 1962, s. 102.

“ibid., s. 226.

[248]Richard J. H. Gottheil, Zionism, Phüadelphia, 1914, s. 100.

"Jakob J. Petuchovvski, “Abraham Geiger, the Reform Jewish Liturgist,” New Perspectivcs on Abraham Geiger, New York, 1975, s. 44-5; ayrıca: Ludwig Geiger, der., Abraham Geigers nachgelassene Schriften, Berlin, 1875, C. II, s. 241-242.

°H.D. Schmidt, “The Terms of Emancîpatiorı: 1781-1812,” Leo Baeck Institute of Jews from Germany, Tear Book I, London, 1956, s. 41.

[251]Mordecai M. Kaplan, The Greater Jııdaism in the Making, New York, 1960, s. 337.

"Ibid., pp. 337-8.

[253]Moritz Güdemann, Nationaljudentum, Vienna, 1897, s. 20.

V3Ibid., s. 2i.

'4Ibid., s. 41.

‘^Sanskrit arya (asil) Men türetilen Aryan (Âri), o zaman, daha sonra Into-Germanik ve şimdi de Indo-Avrupa diye bilinen diller ailesine verilen ad oldu.

^Antisemitism, The Jewish Encyclopedia, Ne\v York, 1901.

[257]Johann von Leers, “Zur Geschichte des deutschen Antisemitismus,” Theodor Fritsch, der., Handbuch der Judenfrage, Leipzig, 2936, s. 514.

^Israeliten, Jüdisches Lezikon^ Berlin, 1929.

[259]Simon Rawidowicz, “ISRAEL, The People-The State,”      II, 1953 s. 35.

[260]Arnold Forster ve Benjamin R. Epstein, The New Anti-Semitism) New York, 1974, bölüm 6: “The Clergy.”

[261]Josef Müller, Die Entwicklung des Rassenantisemitismus in den letzten Jahrzehnten des 19. Jahr- hunderts, Bei’lin, 1940, s. 5.

[262]Paul W. Massing, Vorgeschichle des politisehen Antisemitismus, Frankfurt a/M, 1959, s. 238.

“Müller, s. 44-45.

“Fritsch, s. 5.

[265]Jakob Klatzkin, Krisis ıınd Entscheidung im Jtıdentum, Berlin, 1921, s. 118.

“ZHrf., s. 62.

2,I6îd„ 3. 63.

[268]Lowenthal, s. 118.

s. 88.

"Ibid., s. 89.

"Ibid.

i2lbid.

™Ibid.3 s. 91.

3*Leon Kellner, Theodor Herzİs zionistische Schrijlen, Berlin, 1904, s. 18.

[275]Fritsch, s. 12.

“Massing, s. 252.

3’Paul W. Massîng, Rehearsal for Deslrııclinn, New York, 1949, s. 247.

3aZ)er Hammer (Leipzig), Ocak 1922.

[279]“Antizionistisches Komitee, Handbuch derjüdischen Gemeindeverwaliung} Berlin, 1913. s. xiii; ayrıca: Protokoll des Antiziomsüsches Komitee, 2 Mayıs 1914.

[280]Antizionistisches Komitee, Schriften zur Aufklârung über den ^ionismus, Nr. 2, Der ^ionismus; seine Theorien, Aussichien und. Wirkungen> Berlin, 1913, s. n-12.

s. 20.

[282]Michael R. Marrus, The Politics of Assimilation, Oxford, 1971, s. 271.

■*3Luciexı Wolf, “The Zionist Peril,” Jewish Quarterly Review, October 1904, s. 23-23.

[284]The New York Times, 3 Aralık 1975.

[285]James A. Sleeper ve Alan L. Mintz, der., The New Jews, New York, 1971, s. 82’de “Is- rael without Apology.”

[286]“Zion and the Jevvish National Idea, ” Menorah Journal, C. XLVI (Sonbahar-Kış 1958), s. 18.

‘‘Yeshiva Üniversitesinde (New York) 8 Mart 1973’de konuşma.

[288]EmiIe Marmorstein, Heaven at Bay: the Jewish Kulturkampf in the Holy Land, Londra, 1969, s. 79~8o*den Der Yid (NewYork), 25 Haziran 1965.

[289] The Guardian, London, 22 Aralık 1973.

“Kahire’de 2 Şubat 1970’de toplanan Uluslararası Parlamenterler Konferansına mesaj.

[291]Isaac Deutscher, The j\ron-Jeiuish Jcw and Other Essays, London, 1968, s. 141.

[292]“The RacistNature of Zionism and of the Zionist State of Israel, Pi Ha'aton^ Kudüs İb­rani Üniversitesi öğrenci gazetesi, 5 Kasım 1975.

"The New York Times, 5 Mart 1919; aynı kaynak: Middle East International, Eylül 1976.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar