SİYONİZM VE IRKÇILIK
ANKARA
ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ YAYINLARI NO- 511
ATATÜRK’ÜN 100. DOĞUM YILINA ARMAĞAN
SİYONİZM VE IRKÇILIK
ANKARA
1982
Başka
dillere de çevrilmiş olan bu kitabın Türkçe basımını PROF. DR. TÜRKKAYA ATAÖV Amerika Birleşik Devletleri’nde çıkan
üçüncü baskısından hazırlamıştır.
ANKARA,
ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ, 1982.
ıo
Kasım 1975’de, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık
ve ırk ayrımı olduğunu” saptayan 3379 (XXX) sayılı kararını kabul etti.
Siyonistlerin ve onu destekleyenlerin bu karara tepkisi bu ulaşılan sonucun
söz-gelişi yanlış olduğunu göstermeğe çalışmak değil, fakat B.M.’i gözden
düşürmeğe ve kararı destekler biçimde oy kullanan 72 üye devletin niyetini
kötüye yormağa yönelik bir kampanya başlatmak oldu.
Siyonizm’in,
1965’denberi B.M.’in tüm üyelerince oybirliğiyle kabul edilen ırk ayrımı
tanımının çerçevesinde, dikkatli bir biçimde incelenmesine firsat yaratmak
için, Libya Arap Cumhuriyeti Barosu Siyonizm ve Irkçılık Üstüne Uluslararası
Sempozyumu düzenlemeğe ve buna çeşitli meslek ve ülkelerde kabul edilmiş
kişilikleri olanları katılmacı olarak çağırmağa karar verdi.
Siyonizm
ve Irkçılık Üstüne Uluslararası Sempozyum 24-28 Temmuz 1976’da Tripoli’de
toplandı. Seksen ülkeden beş-yüz kişi katıldı. 3379 sayılı karara, resmî
desteğin yanıbaşında, kamu desteğinin de bir göstergesi olarak, şu gerçeği
belirtmek gerekir ki, katılan- ların büyük bir çoğunluğu kararı desteklememiş
olan ülkelerden geliyor ve içlerinde ırkçı olmayan görüşlerinden ötürü sonra
eleştirilen kişilerin de bulunduğu Yahudi inançlı katılmacılar da bulunuyordu.1
Konunun önemi ve toplantının uluslararası niteliğine karşın, Batı kitle
haberleşme araçlarının sempozyumu neredeyse yok saymaları onların yan tutması
yönünden üzücü bir olaydır. [1]
Sempozyum
oturumlarında ele alman konular aktif bir biçimde incelendi. Araştırmaların
sunulmasını sorular, açıklamalar, eleştiriler ve öneriler izledi. Bu
alış-verişten ortaya değerli bilgiler ve anlayışlar çıktı. Ne var ki, toplanan
tüm malzeme bir arada yaymlana- mayacak bir birikime ulaştı.
Yinelenen
önerilerden biri, madalyonun iki yüzü olan Siyonizm ve Apartheid başta
olmak üzere, ırkçılığın bütün çeşitlerini ortadan kaldırmak için çabaları
sürdürmekti. Bu nedenle, Sempozyumun kapanış oturumunda “Irk Ayrımının Bütün
Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması tçin Uluslararası Örgüt’ün kurulması” kararı
verildi.
Sempozyumun
sonunda, bu Uluslararası Örgüt kuruldu. îlk uluslararası tanınması Ağustos
1976’da Sri Lanka başkenti Kolom- bo’da yer alan Bağlantısız Ülkeler
Konferansında oldu.[2] Kolom- bo Konferansı Kasım
19.75’de. 72 devletin desteklediği 3379 sayılı kararı, bu kez, 86 ulusun
desteklemesi yönünden de önemlidir.
Sempozyumda
on-dokuz ülkeden gelen katılmacılar, kendilerine önceden yapılan çağrının
sonucu olarak, araştırmalar okudular. Bu araştırmalar içinden seçilenleri
yayınlayarak ırkçılığa karşı olanlara sunmuş oluyoruz. Sunuştan sonra, bazı
yazarlar araştırmalarında yayın için birtakım değişiklikler yapmak istediler.
Bu durum yayını geciktirdi. Bazıları da değişiklik yapmadı; bir kısmında
dipnotlarının olmaması gibi görünüm farkhlıkları bundandır.
Çeşitli
dilleri kullanan ve farklı alanlarda uzmanlaşmış olan uluslararası nitelikte
bir grubun yazdıkları bir araya gelince bir stil ve sunuş farklılığı olması
kaçınılmazdır. Durum bu kitap için de böyledir. Ancak, araştırmaları yayın için
toplarken, adların yazılış ve kaynakların verilişi gibi ayrıntılarda bir uyum
sağlanmağa çalışılmıştır.
Araştırmalarda
ileri türülen düşünceler, kuşkusuz, yazarların kendilerine aittir ve L.A.G.
Barosunu ya da Uluslararası Örgütü bağlamaz.
Kitabın
sonuna oybirliğiyle alınan bir bildiri ile Uluslararası Örgütü kuran karar ve
ayrıca 3379 sayılı B.M. kararının metni eklenmiştir.
I
Temmuz
1977
Bu
araştırmaların zamanımızın en önemli konularından birinin daha iyi
anlaşılmasına katkıda bulunmalarım ve böylece insanların ve halkların insan
hakları ve temel özgürlüklerinin ırk, renk ve inanç farkına bakmadan, tam
olarak tanınmasına dayalı bir çözüme varılmasına yardımcı olmalarını umut
ederiz.
Irk
Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması tçin Uluslararası Örgüt
Yönetim Kurulu
*
Irkçılığın ve ırk ayrımının bilimsel yönden yanlışlığının ve uygulamadaki
büyük zararlarının artık biliniyor olmasına karşın, bugün bile, milyonlarca
kişi bu yanlış ve zararlı akımın hedefidir. Geçmişte ve şimdi, ne türlü
nedenler ileriye sürülürse sürülsün, ırkçılığın temelinde, çoğu kez, siyasal
iktidar ve gelir dağılımı kavramlarına ilişkin amaçlar da dahil olmak üzere,
derin sosyo-ekonomik kökler yatmaktadır. Tarihsel açıdan çok kısa olarak
bakacak olursak, ırkçılık köleci sistemde yenilgiye uğratılan kabileler
üstünde egemenlik kurmağa yarayan ideolojik bir silâh olarak ortaya atıldı.
Sömürgecilik çağında başka kıtalara ve ülkelere giden beyazlar yerlileri sömürebilmek
için kendi ırklarının üstünlüğüne ilişkin ideolojiler geliştirdiler.
Emperyalizm bazı ırkların üstünlüğünü ileri sürerken, sömürgeci siyasetini
haklı çıkarmağa çalışıyordu.
t
Oldukça yakın bir örneği anımsayalım. Almanya’da ırkçı (ve faşist) Nazi rejimi
ırk üstünlüğü kavramına dayanarak milyonlarca insanı öldürdü. 7 Nisan 1933
tarihli yasa örneğin, Aryan kökenli olmayan kişilerin okullarda öğretmenlik
yapamayacaklarını, hukuk alanında çalışamayacaklarını ve tıpta hizmet
veremeyeceklerini belirtiyordu. 15 Eylül 1933 tarihli yasa da Yahudilerin
Alman yurttaşlığından çıkarılması anlamına geliyordu.) Yahudiler dahil,
ırkçılığın binlerce düşmanlarının “ırkın saflığını korumak amacıyla” hedef
durumuna getirilmeleri, sonraki yılların soykırımının ilk, fakat anlamlı habercileriydi.
Üstelik, daha sonraki olaylar Nazi Almanyasmdaki ırkçılığın tek bir ülkeyle de
sınırlı kalamayacağını, bunun dünya barışı için büyük bir tehlike
oluşturduğunu ortaya koydu. Bundan ötürü, insanlığın önemli bir kısmı, bugün,
ırkçılığın silâhlı çatışmalara da yol açabileceğini ve uluslararası güvenliği
tehlikeye düşürebileceğini bilmektedir.
Oysa,
modern bilim ırkçılarla aynı görüşte değildir. Irkçılık bilime ters düştüğü
gibi, ilerlemenin, barışın ve dostluğun da düşmanıdır; benzer biçimde,
ırkçılığa karşı tavır da insancıllığın ve demokrasinin en belirgin
göstergesidir. Birleşmiş Milletler Andlaşmasmın kendi de, bu uluslararası
örgütün birçok kararları da kişiler arasındaki eşitliği,
ırk
farklılıklarına bakmadan, devletler hukukunun temel ilkelerinden biri durumuna
getirmeğe çabalamaktadır. Örneğin, Andlaşmanm amaçlara ilişkin Birinci
Maddesinin Üçüncü Fıkrası, “ırk, cins, dil ya da din farkı gözetmeksizin,”
insan haklarına saygıyı ve temel özgürlükleri geliştirmek için uluslararası
işbirliği hedefini ilân eder. Madde 55/3’de de buna benzer bir hüküm vardır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Aralık 1948’de kabul ettiği İnsan
Hakları Evrensel Bildirisi herkesin “ırk, renk, cins, dil, din, siyasal ya da
farklı düşünce, ulusal ya da toplumsal köken, mülk, doğum ya da başka statü”
farkı gözetmeden, tüm haklara vc özgürlüklere sahip olduklarını belirtir. Genel
Kurul’un 9 Aralık 1948’de Soykırım Suçunu Engelleme ve Cezalandırma
Konvansiyonunu kabulü ırkçılığın bu en büyük belirtisine karşı büyük bir
zaferdi. Gene Genel Kurul’un 14 Aralık 1960 tarihli Sömürge Ülkeleri ve
Halklarına ilişkin Bağımsızlık Verilmesi Bildirisi istikrar ve dostluk ilişkilerinin
ancak kişiler arasında farklılık gözetmeyen bir hak anlayışıyla
gerçekleşebileceğini söylüyor, Dünya kamu oyunun eğilimini açıkça gösteren bu
bildiriden üç yıl sonra, 20 Kasım 1963’de, Irk Ayrımının Tüm Biçimlerinin Ortadan
Kaldırılmasına ilişkin Bildiri yayınlandı. 21 Aralık 1960’da da aynı ilkeler
bir Konvansiyon durumuna getirildi. Daha önemlisi, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel
Haklar ile Medenî ve Siyasal Haklara ilişkin Uluslararası Andlaşmalar (16
Aralık 1966) 1948 insan Hakları Evrensel Bildirisindeki ilkeleri bağlayıcı
hukuksal biçime soktular.
Irk ve
benzeri farklar bir yana, tüm yurttaşların eşitliği ilkesi birçok devletlerin
iç hukukuna da girmiştir. Fakat bazı toplamlarda ırkçı, neo-Nazi ya da benzeri
ideolojilerin propagandasının yapılabildiği ve bazı durumlarda yasaların buna
karşı çıkmadıkları görülmektedir. Örneğin, Amerikan Kongresinin birtakım
yasaları ile Yüce Mahkemenin bazı kararları zencilere ve benzerlerine konmuş
olan kısıtlamaları kaldırmamaktadır. A.B.D.’de federal yasalarla çatışan ırkçı
federe devlet yasaları bile vardır. Yalnız A.B.D.’de değil, Kuzey ve Güney
Amerika’nın tümünde, Avustralya’da ve Kuzey Avrupa’nın bazı bölgelerinde yerli
halkların ötekilerden daha az hakları bulunduğu artık bilinmektedir. Batı
Avrupa başta olmak üzere, birçok ülkede Türkler gibi göçmen işçilere, sırf
farklı bir “ırk” tan oldukları için, ayrı muamele yapılageldiği bir gerçektir.
Hele Güney Afrika’da beyaz azınlık diktatoryasına dayalı hükümet Azanya ve
Namibya halklarını temel insan haklarından mahrum etmektedir.
Güney
Afrika Cumhuriyeti ırkçılığın resmî devlet politikası olduğu bir ülkedir. Bin
kadar yasa, karar ve yönetmelik farklı ırkların
üyelerini
kentlerde, mahallelerde, parklarda, trenlerde, otobüslerde, okullarda,
hastahanelerde, sporda, telefon kabinelerinde, hattâ hayvanat bahçelerinde
birbirinden ayırmaktadır. Birleşmiş Milletler’in yaklaşık elli kadar kararı da
Güney Afrika’daki ırkçılığı suçlamaktadır. Uluslararası toplum ırkçı
politikaları “güvenlik” teorileriyle örtbas etmeyi de onaylamamaktadır.
Hindistan Güney Afrika’da yaşayan Hind kökenli kişilerin ayrıma tabi
tutulduklarını daha ıg4.6’da Birleşmiş Milletler’e getirmişti. O zamandan bu
yana, dünya kamu oyunun gözlerinin açılması yönünde köprülerin altından o kadar
su aktı ki, 30 Kasım 1973’de Apartheid Suçunu Yok Etme ve Cezalandırma
Konvansiyonu Birleşmiş Milletler’de imzaya açıldı.
Benzer
biçimde, Siyonizm’in Filistin halkına muamelesi de insan haklarının bir halkın
tümüne bile uygulanamayabileceğinin örneğidir. Siyonist felsefeye (bir din
olarak Yahudiliğe değil) dayalı İsrail’de yasalarla korunan bir çeşit ırkçılık
vardır. Bu nedenle, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10 Kasım 1975 tarihli
kararıyla Siyonizm’i (Yahudiliği değil) “ırkçılık ve ırk ayrımının bir çeşidi”
olarak kabul etmiştir. Irkçılığın artık yalnızca bir iç hukuk sorunu olmaktan
çıkıp uluslararası barış ve güvenliği büyük tehlikelere atan şiddetli çatışmalar
ya da bunalımlara yol açtığı kabul edilmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti de, yıllardan beri, iktidarda hangi hükümetler olursa olsun,
sömürgeciliğe ve ırkçılığa karşı olduğunu ilân etmiş, nitekim Güney Afrika’yı
Ingiliz Uluslar Topluluğundan ayrılıp Güney Afrika Cumhuriyeti adını aldığı 31
Mayıs 1961’den beri tanımamış, onunla diplomasi ve konsolosluk ilişkileri
kurmamış, ekonomi, ve kültür gibi alanlarda hiçbir işbirliğinde bulunmamıştır.
Türkiye Güney Afrika Cumhuriyeti’nin uyguladığı ırk ayrımı siyasetine karşı
Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu ve Genel Kurul’da 1960’lardan beri alman suçlayıcı
kararlara hep olumlu oy vermiş ve bu kararları uygulamak için hükümetlerin
yetkileri içindeki önlemleri alagelmiş- tir. Ayrıca, Güney Afrika
Cumhuriyeti’ni ırk ayrımı siyasetinden vazgeçirmek amacıyla, bu ülkeye karşı
413 sayılı B.M. Güvenlik Kurulu kararıyla konan silâh ambargosunun daha etkili
biçimde uygulanmasından ve ekonomik ambargo kararı alınmasından yanadır.
Benzeri
biçimde, 1947’de Filistin’in bölünmesine karşı oy kullanan Türkiye Filistin
sorunu hakkaniyetli bir çözüme kavuşturulmadığı sürece Orta Doğu’da sürekli
barış ve istikrar ortamının kurulamayacağına inanmakta, işgal altındaki Arap
topraklarının boşaltılmasını ve Filistinlilerin kendi anayurtlarında bağımsız
bir devlet kurma ve kendi geleceklerini kendilerinin belirlemeleri dahil, tüm
yasal ve ulusal haklarının verilmesini savunmaktadır. Türkiye 1975’de B.M.
Kurulu’nda oluşturulan yirmi-üç üyeli “Filistin Halkının Vazgeçilmez
Haklarının Kullanılması Komitesi”nc üye olmuştur. 1977’dc Genel Kurul’da alınan
bir kararla “Filistin Halkıyla Dayanışma Uluslararası Günü” diye kabul edilen
29 Kasım’larda düzenlenen toplantılarda görev almaktadır.
İngilizce
baskının önsözünde nasıl kurulduğu daha ayrıntılı anlatılan E.A.F.O.R.D. da
ırkçılığa ve ırk ayrımına karşı Birleşmiş Mil- letler’in aldığı kararların daha
kolay uygulanabilmesi için, dünya kamu oyunu yayın ve konferanslar yoluyla
bilinçlendirme amacıyla kurulmuş ve B.M.’e danışmanlık statüsüyle bağlanmış bir
örgüttür. Birleşmiş Milletler’in hedeflerine hizmet ve katkı amacıyla toplanan uluslararası
bir konferansta seçilmiş bulunan merkez Yönetim Kurulu ikişer Amerikalı ve Arap
ile birer İngiliz, Fransız, Belçikalı, Kanadah, Brezilyalı, MeksikalI,
Nijeryalı, Güney Afrikalı, Sri Lankalı ve bir Türkten oluşmaktadır. Bugüne
kadar yirmi-yedi yayını olmuştur; ayrıca, kitapçık biçiminde sürekli bir Bülten
çıkarmaktadır. Uluslararası toplantılara katılmakta, kendi Birleşmiş
Milletler’in amaç ve hedeflerine uygun toplantılar düzenlemekte, özellikle
Güney Afrika’ da ırk ayrımına ilişkin doktora çalışmaları yapanlar arasından
seçtiklerine burslar vermekte ve olağanüstü değerdeki akademik yayınların en
başarılı ve ırk ayrımına ilişkin olanlarına törenle Uluslararası Ödül
vermektedir. Şimdiye kadar, A.B.D.’nde Columbia, Kanada’da Qııebec ve Brezilya’da
Brasilia Üniversitelerinde çeşitli akademisyenleri belirli yapıtlarından ötürü
ödüllendirmiştir. Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, Tüzük gereği, kendi aralarında
altı ayda bir toplantı yapmakta ve geçmiş altı ay içinde ırkçılığa karşı
savaşım konusunda B.M.’in eylemi ışığında kendi programını gözden geçirmekte ve
aynı yönde yeni uygulama kararları almaktadır. Bu toplantılar, şimdiye kadar,
A.B.D., İngiltere, Kanada, İsviçre, Libya ve Bağdat’ta yer almıştır.
E.A.F.O.R.D., daha çok, Güney Afrika ırk ayrımı ile Siyonizm üstünde
durmuştur. Bunun üç nedeni olmahdır: bu ikisine karşı Birleşmiş Milletler’de
oybirliğine yakın bir bütünleşme vardır; bu ikisi de dünya barışı ve
güvenliğini tehdit etmektedir; her ikisi de soykırıma yaklaşan bir ölçüde
insan haklarını reddetmektedirler.
Elinizdeki
kitap ırkçılığın bir çeşidi olan Siyonizm üstüne yoğunlaşmıştır.
E.A.F.O.R.D.’un merkez Yönetim Kurulu’na seçilmiş, burada (ve ayrıca akademik
çalışmaları değerlendiren alt-komitelerde) 1976’dan bu yana görev yapan biri olarak,
ortak çalışmamız olan Siyonizm ve Irkçılık kitabının Türkçesini
hazırlayıp ülkemiz okuyucularına sunmakla mutluyum.
İngilizce Baskının Önsözü
E.A.F.O.R.D. Yürütme Kurulu ........................................ iii
Türkçe Baskının Önsözü Prof. Dr.
Türkkaya Ataöv....... vii
Abdullah Şerafeddin ......................................................... 1
II.
SİYONİZM VE IRKÇILIK ...................................... 5
Irkçılık ve Dünya Barışı Dr. Enis
El-Kasım ..................... 1
Siyonizm ve Irkçılık:
Çelişen Görüngüler ve Algılamalar
L. Humphrey
JThfe ....................................................... 17
Irkçılık: Siyonizmin Temel Bir İlkesi
Prof. Dr. Stefan Goranov 29
Siyonizm, Yahudiler ve Yahudilik Prof.
Dr. Joseph L. Ryan, S.J. 41
III.
SİYONİST IRKÇILIĞIN GÖSTERGELERİ ........ 49
İsrail’e Göçü Kışkırtan Siyonist
Entrikalar Dr. Alfred M. Lilienthal
51
Siyonizm ve Filistin Toprakları Sami
Hadavui ve Prof. Dr. Walter Lehn
65
Yahudi Ulusal Fonu: Bir Ayrım Aracı Prof.
Dr. Walter Lehn 87
1948’den Bu Yana İsrail’deki Araplar
Nezih Kurah..................................................................... 99
Filistinlilerin Sürgünü:
Bir KanadalInın Uyanışı A.C.
Forrest ........................... 107
İsrail’deki Doğu Yahudileri
Prof. Dr. Nasır H. Aruri ................................................. 117
IV.
SİYONİZM VE DEVLETLER ARASI İLİŞKİLER ... 135
Emperyalizm ile Siyonizm’in
Entellektüel
Kökenleri
Prof.
Dr. Edward W. Said .................... ........ 137
Siyonizm ve Emperyalizm
Prof. Dr. Guy Bajoii........................................................
143
Siyonist Yerleşme Sömürgeciliğinin
Belirgin Özellikleri
Prof. Dr. Abdüloehab M. Elmessirî . .................................... 159
Emperyalizmin Hizmetinde İsrail’in Rolü
Prof. Dr. Tiirkkaya Ataov............................................... 167
İsrail ve Afrika
Prof. Dr. Richard P. Stevens..... :...............................
183
İsrail, Güney Afrika ve İran
Prof. Dr. Abdülmâlik Audah.........................................
195
Kurtuluş Akımlarına Düşmanlık
ve Gerici Akımlara
Destek
S.G. Ikoku .................................................................... 199
V.
SİYONİZM’İ..................................... ELEŞTİRENLER
207
Yahudilik ve Siyonizm Arasındaki Ayrım
G. Neuburger ................................................................. 209
Siyasal Siyonizm ve Anti-Semitizm
Üstüne Tarihsel Perspektifler
Prof. Dr. Klaus J. Herrmann...................................... 219
Siyasal Siyonizm: Bir Yahudi Eleştirisi
Prof. Dr. Gary V. Smith.................................................
237
Siyonizm’i Eleştiren Yalıudiler Hatem
I. Hüseynî......... 251
Siyonizm: Orta Doğu Barışı Önünde
Engel Mick Ashley 261
EKLER
....................................................................... 271
Siyonizm -ve Irkçılığa
İlişkin Uluslararası
Sempozyum
Bildirisi ..................................................... 273
Uluslararası Örgütü Kurma Kararı ................................ 279
Birleşmiş
Milletler Kararı 3379 (XXX).........................
281
KATKIDA BULUNANLAR.........................................
283
I
AÇIŞ KONUŞMASI
Kısa
bir süre önce, Naziler kendilerinin dışındakilere karşı vahşice bir savaş
yürüterek, bir kaç yıl içinde insanlığın yüzlerce yılda yaptıklarını
yıkıverdiler. Çoğu, kuşkusuz, o günlerin acılarını ve kıyımını hâlâ anımsar ve
birçok kişi o savaşın korkunç sonuçlarını yaşamışlardır.
Ne var
ki, dünyamız yeni tip bir Nazizmin ortaya çıkışıyla karşı karşıya. Bunu
izleyenler de kendi doktrinlerinin tarihin derinliklerine uzandığı inancında.
Gerçek şu ki, onlar da İbrahim’in ve Musa’nın yasalarını çoktan terketmiş, “ben
başkalarından daha iyiyim; ben ateşten yaratıldım, onlar kilden”
diyebilmektedirler.
Siyonizm,
insanlık-dışı, etnik, ırkçı ilkeleri, tüm dünyada karmaşa yaratan pervasız
tasarıları, uluslararası örgütlerin çağrıları ve kararlarını umursamazlığı ve
yeryüzünün en büyük devletlerinin siyasetlerini etkileyen kesin rolü
düzenleyici kollarıyla, yalnız bu bölge değil, bütün dünya için bir tehdit
olarak değerlendirilebilir.
Nükleer
güç, yıllarca, iki süper gücün denetimi altındaydı, Artık, yeryüzünün
denetlenmesi için rekabet eden birçok ülke bu güce sahip. Birçok yıl sonra
belki de bütün devletlerin eline geçmesiyle denetimi olanaksızlaşacak ve
gezegenin yok olması gibi korkunç bir tehlike belirecek. Kur’an “biz
sizden...kabileler ve uluslar...yarattık” der. Bilginleri, aydınları,
düşünürleri ve yazarları Peygamberin şu sözlerindeki anlamın iyilik ve
güzelliğini paylaşmağa çağırırının: “ister yanlış yapan, ister kötülüğe hedef
olan olsun, kardeşinin yardımına gel.” “Yanlış yapanın yardımına nasıl
gelinir?” sorusunu da şöyle yanıtlar: “Onun yanlış hareketlerini ortadan
kaldırmakla.”
Aynı
biçimde, saptamış olduğunuz gibi, çalışmalarınız ve araştırmalarınızla
ırkçılık adalete aykırı ve Siyonizm de bir çeşit ırkçılık olduğuna göre, hepimizin
görevi, yaptıkları adaletsizliklere son vererek, Musa dinini izleyenlerin
yardımlarına koşmaktır.
II
SİYONİZM VE IRKÇILIK
Birleşmiş
Milletler halkları, Birleşmiş Milletler Yasası’nın başlangıcında, gelecek
kuşakları' savaş belâsından kurtarmaya olan kararlılıklarını açıklamışlar ve
temel insan haklarına, insan kişiliğinin değer ve onuruna, insanların büyük ya
da küçük tüm ulusların haklarının eşitliğine olan inançlarım dile
getirmişlerdi. Birleşmiş Milletler halklarının üzerinde kararlılıklarını
belirttikleri dört konudan üçü, eşitlik, adalet ve özgürlükle ilgilidir.
Gelecek kuşakları savaş belâsından kurtarmaya olan kararlılıktan sonra bu üç
konuya atıfta bulunulması oile, barışın korunmasıyla, bireyler ve halklar
arasında eşitliğin gerçekleştirilmesi arasındaki bağlantının açık bir
anlatımıdır.
Birleşmiş
Milletler Yasası’nın Birinci Maddesinde bu doğrultuda ortaya koyduğu ikinci ve
üçüncü amaçlar şöyledir:
“Uluslar
arasında, halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini belirleme ilkesine
saygı göstermeye dayanan dostane ilişkileri geliştirmek...
“Ekonomik,
toplumsal, kültürel ya da insancıl nitelikteki uluslararası sorunları çözerek
ve ırk, cinsiyet, dil ya da din ayrımı yapmaksızın insan haklarına ve temel özgürlüklere
saygı gösterilmesini sağlayarak ve bunu teşvik ederek uluslararası işbirliğini
gerçekleştirmek.”
Yasanın
13 (b) Maddesi de Genel Kurul’dan, “ekonomik, toplumsal, kültürel, eğitimsel
alanlarda ve sağlık alanında uluslararası işbirliğini sağlamak ve ırk,
cinsiyet, dil ya da din ayrımı olmaksızın insan haklarının ve temel
özgürlüklerinin gerçekleştirilmesine yardımcı olmak” amacıyla öğütlerde
bulunmasını ve araştırmalar düzenlemesini istemektedir.
Yasanın
55’inci Maddesine göre:
“Uluslar
arasında halkların hak eşitliği ve kendi geleceklerini belirleme ilkesine
dayanan dostane ve barışçı ilişkiler açısından gerekli olan istikrar ve refah
koşullarının yaratılması için Birleşmiş Milletler;
“Irk,
cinsiyet, dil ve ya da din aynını yapmaksızın insan haklarına ve temel
özgürlüklere dünya çapında uyulmasını ve saygı gösterilmesini sağlayacaktır.”
Birleşmiş
Milletler’in başlıca organlarından biri olan Ekonomik ve Sosyal Konseye, Madde
62 (2) ile, insan haklarına ve temel özgürlüklere uyulmasını ve saygı
gösterilmesini sağlamak amacıyla tavsiyelerde bulunma yetkisi verilmiştir.
Bu
nedenle, herbiri kendi alanında olmak üzere Genel Kurui’un ve Birleşmiş
Milletler’in diğer organlarının ırk ayrımının her biçiminin ortadan
kaldırılması sorunuyla son derece yakından ilgilendiğini görmek şaşırtıcı
değildir. Sömürgeci ve ırksal ayrımın hâlâ başlıca hedefleri olan Üçüncü Dünya
ülkelerinin girişimleri ve kararlı desteğinin bu yönde olduğu göze
çarpmaktadır.
Birleşmiş
Milletler’in ilk kararlarından biri, 1948’de İnsan Hakları Evrensel
Bildirisinin kabulu olmuştur. Bildirinin giriş bölümünün daha ilk paragrafı
şöyle demektedir:
“İnsanlık
ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit, devredilmez
haklarının tanınmasının, özgürlük, adalet ve dünya barışının temeli
olmasına...”
Genel
Kurul aynı sözcükleri, Uluslararası Medenî ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin ilk
giriş paragrafında da kullanmıştır. 1965 Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin
Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin girişinin yedinci
paragrafı da aynı doğrultudadır:
“İnsanlar
arasında ırk, renk, ya da etnik köken temeline dayanan ayrımın uluslar arasında
dostça ve barışçı ilişkilerin geliştirilmesine engel oluşturduğu ve halklar
arasındaki güvenlik ve barışı, hattâ bir ve aynı devlet içinde yan- yana
yaşayan kişiler arasındaki uyumu bozabilecek nitelikte olduğunu teyit
ederek...”
Tahran
Uluslararası İnsan Hakları Konferansının (22 Nisan- 13 Mayıs 1968) Nihaî Senedi
(1968 Tahran Bildirisi), inler alia, şunlara yer vermektedir:
“İnsan
haklarının, ırk, din, inanç ya da görüş biçimlerine dayalı ayrımdan kaynaklanan
biçimde yadsınması insan vicdanını sarsmakta ve dünyadaki özgürlük, adalet ve
barış kurumlanın tehlikeye sokmaktadır.”
1958
yılında toplanan Birinci Bağımsız Afrika Devletleri Konferansı, dördüncü
bölümü ırkçılığa ayrılmış elan Akra Bildirisini kabul etmiştir. Bu bildirinin
ikinci giriş paragrafında şu cümle yer alıyor:
“Irkçılığın,
zehirli etkisini Afrika’nın bazı bölgelerinde artan ölçüde yayan ve kıtamızı
şiddet ve kana boğabilecek olan bir patlama öğesi durumuna gelecek ölçüde,
insan haklarının ve onurunun temel ilkelerinin bir yadsınması olduğuna tamamen
inanmış olarak...”
Rastlantısal
olarak seçilmiş bu örnekler, ırk ayrımı sürüp gittikçe dünya barışma ve
uluslararası işbirliğinin düşeceği durumdan duyulan endişeyi açıkça
göstermektedir.
Tarih
boyunca savaşların, ayaklanmaların ve devrimlerin kesin bir nedeni, insan
haklarının bir yana itilmesi ve ondan nefret edilmesi olmuştur. Tiranhğa,
baskıya, sömürgeciliğe ve ırk ayrımına karşı savaşım kadar, insanın eşitlik,
özgürlük ve kardeşliğin savunmasında yükselttiği ses de eskidir. Savaşım ve
ses, her ikisi de, tek bir ırk ya da tek bir uygarlıkla hiçbir zaman
sınırlanmamıştır. Sanki tarih boyunca aynı ses duyulmaktadır. Bu, insanlığın
evrensel sesidir, ve insan bu sesi, felâketine yol açacak biçimde
küçümsemektedir. Bu olguyu far- keden İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, insan
haklarının hor görülmesinin inşam isyana zorlayacağına ve uluslar arasında
dostça ilişkilerin gelişmesini engelleyeceğine dikkati çekmiştir.
Beyaz
insanı temsil eden Avrupa hükümetleri, yakın tarihte, insanlığın bu evrensel
sesine geniş ölçüde kulaklarını tıkamışlardı. İnsan haklarına ilişkin başka
felsefeler ve açıklamalara karşın, politikalarında Avrupah olmayanlara karşı
ırkçı felsefeler ve uygulamalar egemen olmuştur, insan ırkının üstün ve aşağı
diye bölünmesi ırkçı bir Batı ürünüdür. Buradaki çelişki, Batı’da, özgürlük,
eşitlik, toplumsal adalet, kişinin ve ulusun kendi gelecelderini belirleme
haklarının genişletilmesi için verilen ulusal ya da iç savaşımların
başarısının, Batı’nın Batılı olmayan halklara karşı izlediği politikaya ve
takındığı tavra pek yansımamış oluşudur. Geniş bir temel üstünde temsilî
hükümetlerin kurulmasına ve özellikle siyasal ve medenî haklardan yararlanma
konusundaki sınırlamaların çoğunun kaldırılmasına tanıklık eden On-dokuzuncu
Yüzyıl ile Yirminci Yüzyılın ilk on yılı, aynı zamanda, özellikle Asya ve
Afrika halkları üzerinde Avrupalı ırkçı felsefe ve aylamaların doğuşuna da
tanık olmuştur.
İnsanlığın,
pek çok Avrupalı ve Amerikalı düşünürün kuşkusuz duyduğu bu evrensel sesinin
hükümetlerce tamamen duyulmasını ve uygulamadaki politikalara yansıtılmasını
nasıl sağlayabiliriz? Onlara, insanlığın bu sesinin evrenselliğini nasıl kabul
ettirebiliriz? Bu yalnızca, Batı ırkçılığının Afrika ve Filistin’deki
kalıntılarına karşı sürdürülen güncel savaşım açısından değil, ırkçılığın
gelecekte hortlamasının önlenmesi açısından da çok önemlidir. Bu sorun önemlidir,
çünkü eğer “Hür Dünya” adıyla anılan Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri,
herkes için eşitlik, özgürlük ve ulusların kendi geleceklerini belirleme
dâvâsmda ırkçılığa karşı verilen savaşıma ciddî olarak katılırlarsa, dünyada
ırkçılığın mevcut kalıntılarının fazla zorlanmadan ortadan kaldırılacağına
kuşku yoktur. Bu yoldan daha fazla acı çekilmesi, kan dökülmesi, yıkım
önlenebilir ve Üçüncü Dün- ya’da ırkçılığa karşıt akımların doğmasına gerek
kalmaz.
Batı,
kuşkusuz, ulusların kendi geleceklerini belirlemeleri, özgürlük ve eşitlik
haklarının uygulanmasına ilişkin her vaadin, bağımlı halkların zihnindeki büyük
etkisinin farkındaydı. Bu olgu, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları boyunca
sonuna dek istismar edilmiştir. Ancak, bu iki savaşın sonucu olarak hiçbir
Avrupa ülkesi sömürleş- tirilmemiş, ırk ayrımının acısını çekmemiş, hiçbir
sömürgenin de özgürce bağımsızlığını elde etmesine ya da kendi geleceğini
belirleme hakkını uygulamasına izin verilmemiştir. Verilen tüm sözler beş çıkmış
ve tamamen Batı’nm egemenliğinde olan Milletler Cemiyeti ulusların kendi
geleceklerini belirleme ilkesi hakkında sözde kalan işlemlerde bulunmuş ve aynı
zamanda çeşitli biçimlerde, sömürgeciliğin yeni topraklarda yayılmasına izin
vermiştir. Uluslararası hukuka, protektora, manda altındaki topraklar, vesayet
altındaki topraklar kavramlarını sömürgeciliğe kılıf olarak sokan Batı
düşüncesidir. Nazizmi, Apartheid’i ve Siyonizm’i üreten modern Batı
düşüncesidir.
Üstünlük
anlayışı Batılı yayınlarda hâlâ görülebilmektedir. Bilim, uluslararası hukuk,
felsefe ve genel olarak insan bilimleri alanlarında çalışan herhangi bir Batılı
öğrenci, bu konulara Batılı uygarlıkların katkılarından habersizdir. Kuşkusuz,
uzmanlar için kitaplar vardır ve bunlardan bazıları kusursuz araştırmalardır.
Ancak, bu bağlamdan sıradan bir öğrencinin her konuda kültürel bakış açışım
kendi uygarlığının ötesinde genişletmesi gereklidir. Öğrenci, insan
düşünüşünün tek bir kanalından değil, tüm ırmağından yararlanabilmclidir. Birbirimizin
kültürünü tanıyarak vc her toplumun insan uygarlığına katkısını öğrenerek
karşılıklı anlayış ve saygıyı arttırabilir, tutuculuğu ve şovenizmi
azaltabiliriz.
Bu
açıdan, 1950 Avrupa İnsan Hakları Sözleşmcsi’mn dünya barışma yönelik bir
tehdit olan ırk ayrımına özel olarak atıfta bulunmuş olmaması ve Sözleşmeyi
imzalamış devletlerin Sözleşme çerçevesinde genel olarak ırk ayrımına karşı
dünya çapında sürdürülen savaşım içinde siyaset ve eylemler benimsememeleri
üzücüdür.
“Hür
Dünya”nın önderi Amerika Birleşik Devletleri, 1965 tarihli Irk Ayrımının Her
Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına tlişkin Uluslararası Sözleşmeyi
onaylamamıştır. Onun koruduğu İsrail, bir adım daha ileri gitmiş, Sözleşmeyi
reddetme kararı almıştır. Ve hâlâ, Siyonizm ve İsrail’in ırkçı olmadığını ileri
sürenler vardır.
Irk
ayrımı neden dünya barışma ve halklar arasındaki işbirliğine yönelmiş bir
tehdit sayılmaktadır?
Irk
ayrımının temel özelliklerinden biri onun keyfiliğidir. Irkları,
halldarı ya da bireyleri nesnel olarak değerlendirmez. Sadece bir etnik ya da
ırksal gruba mensup olma temelinde bir ırkı, bir halkı ya da bir bireyi ayrıma
tabi tutar. Onu aşağı olmakla damgalar. Öte yandan, birinin nesnel nitelikleri
ne olursa olsun, diğer etnik ya da ırksal gruba mensup olması, üstün olması
için yeteriidir.
Irk
ayrımı, insanların eşitliğinin yadsınmasıdır, insanın gelişme, büyüme,
her alanda insanlığa katkıda bulunma yeteneğine sahip bir varlık olduğunun
yadsınmasıdır. Ve bu yadsıma, tarihin, bu dünyanın hemen tüm halklarının
gelişmesinden, ileri uygarlıklarından yüksek sesle söz etmesine karşın, ırk ya
da renk öğesine dayanmaktadır. Uygarlık, güç ve ilerleme, hiçbir zaman bir
ırkın, ülkenin ya da halkın tekelinde olmamıştır.
Irk
ayrımı, yalnız eşitliği yadsımakla kalmaz. Aynı zamanda, fırsat eşitliğini
de reddeder ve bu yadsıma, ırk ayrımı politikasının doğrulanması için
kullanılan koşulları sürdürmeğe çalışmaktadır. Böy- lece, sömürge halklarına
insan ve doğa kaynaklarını geliştirme fırsatı hiçbir zaman verilmemiştir, Her
gelişme, sömürgecilerin gereksinmelerine göre ayarlanmıştır. Cezayir 132 yıl
Fransa’nın bir parçası sayılmıştır. Bu durumda, Cezayir, Fransa’nın diğer
bölgeleriyle aynı düzeyde gelişmeliydi. Oysa, sömürgeciliğin içerdiği ırk
ayrımı Cezayir’e Fransa ile aynı ölçüde gelişme olanağı vermemiştir. Nedeni
açıktır. Eğer Cezayirliler Fransızlarla eşit muamele görselerdi ve fırsat eşitliğine
sahip olsalardı, sömürgecilik olayı ve sömürüden doğan şeyler durmak zorunda
kalırdı.
Eşitlik
ve fırsat eşitliği inkâr edilince, geri kalmışlık ve güçsüzlük koşulları,
denetime ve önyargılara etkinlik sağlama ölçüsünde korunmaktadır. Cesur kişiler
bu koşullara meydan okuma cesaretini herzaman göstereceklerdir. Ama insanlar,
bireyler olarak, kişisel amaçlarında başarılı olsalar bile, fırsat eşitliğinin
yadsınması yüzünden, kural olarak, bu amaçlara uygun hak ve ayrıcalıklardan
yoksun kalırlar. Bir işte fırsat eşitliği yadsındığı zaman, yaşam düzeyi donar
ve ciddî düzelme olanakları çok sınırlı duruma gelir.
Irk
ayrımında, kişisel ya da etnik kendi geleceğini saptama hakkı, kişisel ya da
ulusal eylem yadsınmış ya da sınırlandırılmış durumdadır. İnsan, geri
kalmışlığını ya da zayıflığını geçici bir durum olarak, ama yalnız geçici bir
durum olarak kabul edebilir, çünkü bu durumu eylem özgürlüğü sayesinde
değiştirmeyi ister. Ancak, böyle bir durumu sonsuz kaderi olarak kabul
etmeyecektir.
Etnik
grup için olduğu kadar birey için de, kendi geleceğini saptama, seçme
özgürlüğü, bugün ve yarın tüm insan yeteneklerini kullanma özgürlüğünü ve risk
ve başarısı ne olursa olsun eylemde bulunma özgürlüğünü gerektirir. Bu seçme
özgüllüğü insanın ayrılmaz parçasıdır ve hem kendisinin, hem de toplumunun ve
ulusunun kalkınması ve gelişmes’ için temeldir. Tüm hak ve özgürlükler
bireysel, toplumsal, ulusal ve uluslararası düzeyde, kendi geleceğini saptama
hakkının görüntüleridir. Ulusal düzeyde bir toplum içinde, uluslararası
düzeyde uluslararası toplum içinde, bu haklım gerçekleştirilmesi sayesinde
serbestçe ilişkiler kurulabilir. Bireyler ve uluslar, uyum ve işbirliği
yollarını birbirlerinin bu hakkını tanıyarak bulabilirler.
Irk
ayrımının insan zihninde yol açtığı çatışma çok büyüktür. Irk ayrımına karşı
aynı biçimde davranmamak, insan ideallerine önemli ölçüde ahlâkı bağlılık ve
sebat gerektirir. Irk ayrımının en tehlikeli sonuçlarından biri, daha fazla ırk
ayrımına yol açma olasılığıdır. Asıl suçlu saldırılamayacak kadar güçlü
olduğundan tepki, asıl suçluya yöneltilmeyebilir. Asıl ırk ayrımıyla
bağlantıdan sorumlu tutulamayacak olan daha zayıf bir kurban seçilir. Bu masum
halkın acı çekmesi haklı gösterilemez vc affedilemez. Zamanımızın örneklerinden
biri, Filistinlilere karşı Siyonist İsrail’in yürüttüğü ırkçı politikadır.
Bertrand Russell, ölümünden hemen önce, bir bildiride şunları söylemişti:
“Yahudilcrin
Avıupa’da Nazilcriıı elinden acı çekmesi yüzünden İsrail’e sempati duymamız
gerektiği bize sık sık söylenmiştir. Ben bu öneride herhangi bir acının
sürdürülmesini gerektirecek bir neden göremiyorum. İsrail’in bugün yaptığını
hoş karşılamak vc bugünün dehşet verici olaylarını haklı göstermek için geçmişteki
benzer olaylara başvurmak büyük bir ikiyüzlülüktür. İsrail yalnızca çok sayıda
göçmeni sefalete mahkûm etmemiştir; yalnızca işgal altındaki pek çok Arap
askerî yönetim altına alınmamıştır. İsrail, aynı zamanda, sömürge durumundan
daha yeni kurtulmuş olan Arap uluslarını, askerî taleplere ulusal kalkınmaya
göre bir öncelik vererek sürekli yoksullaşmaya mahkûm etmektedir.”1
Irkçı
bir rejim, kendini insanın eşitlik isteklerinden korumak için baskıcı olmak
zorundadır. Eğer ırkçılık bir iç politikaysa, rejini, ayrımın yöneltildiği
yerli halk, ırk ya da renge karşı baskıcı olmak zorundadır. Bu, ırkçı
politikaların sürekli bir özelliğidir. Ve baskı temel insan hak ve
özgürlüklerinin yadsınması anlamına gelir ve kaçınılmaz sonucu isyandır.
Bir
baskı politikasını sürdürebilmek ve ayaklanmaya karşı hazır bulunmakiçin
rejim,insan ve doğa kaynaklarının önemli bir bölümünü baskı araçlarının
oluşturulmasına ayırmak zorundadır. Halkın refahı bu yoldan ikincil önemde bir
konu durumuna gelir. Böylece, halkın geri kalmışlığını koruma politikasından
ayrı olarak halkın refahının sağlanmasında kullanılabilecek kaynaklar da büyük
ölçüde azaltılır. Filistin’de Ingiliz Mandası süresince tanık olduğumuz buydu.
Filistin’ deki Ingiliz Hükümeti, ırkçı Siyonist-Ingiliz politikasına karşı ayaklanmalardan
korunmak için, polis gücüne, eğitim, sağlık ve kalkınmaya harcadığından daha
fazla para yatırmıştır.
Bazan,
ırkçı bir toplum, iç ayaklanma olasılığına karşı kendini korumak için yerli
halkı zorla tahliyeye çalışabilir. İsrail bunu yapmıştır. Ama sorun hâlâ
ortadadır ve Filistin ayaklanması bir gerçektir. Filistin devrimi, İsrail’in
ırkçı politikası yüzünden Filistin’de her- [3]
kes
için demokratik bir devlet kurma amacına ulaşmamış olsa da, İsrail ekonomisi
üstündeki baskısı açıktır. Ve bu ekonomi tamamen, Amerika Birleşik Devletleri
ve diğer dış kaynaklardan gelen çok geniş ölçekli sürekli vardım akımıyla
ayakta durabilmektedir.
İrkçı
politikasını sürdürmesi için İsrail’e akmakta olan milyarlar muhtaç
Amerikalıların refahı ya da dünyanın pek çok köşesinde hüküm süren açlıkla
savaş için kullanılabilirdi. Amerika Birleşik Devletleri İsrail’e yalnız bir
yıl zarfında, 1967’de, askerî malzeme için iki milyar dolardan fazla para
verirken, Afrika Kalkınma Bankasının sermayesine yalnızca 25 milyon dolarlık
katkıda bulunmuştur. Ulusal ve uluslararası düzeyde fonların kötü tahsis
edilmesi, ırkçı politikaların benimsenmesi ya da desteklenmesinin doğrudan bir
sonucudur.
Bazı
durumlarda ırkçılık, bir halkın -ulusal, etnik ve kültürel- varlığma yönelecek
ölçüde aşırı ve tehlikeli bir duruma gelebilmekte ve böylece, doğrudan yok etme
eyleminde bulunmadan soykırımın bazı niteliklerini paylaşmaktadır. Irkçılık,
hukuken, kurbanlarının varlığım yadsıyan Siyonist ırkçılık gibi, kesin olarak
“zımnî soykırım” olarak nitelenebilir. Filistinliler gibi bir halkın varlığı
tanınmayınca, bu halkın ulusal varlık ve kimliği, temel hak ve özgürlükleri,
anayurdu yadsınınca, bir halk olarak ona başka ne kalmaktadır? Bu halk halk-
lıktan çıkmakta, üyeleri de kişi olmayan bireyler durumuna gelmektedirler. Bu,
gerçek soykırım, dolayısıyla zımnî soykırım içine girmez mi?
Soykırımın
bir başka biçimi, Siyonistlerinki gibi bazı ırkçı rejimlerde uygulanmaktadır.
Bu, bir halkın varolma araçlarının ve onun ayrı kültürünün bilinçli olarak
tahrip edildiği, elinden alındığı ve bu şekilde böyle bir halkın yaşadığına
ilişkin hiçbir tarihsel ya da kültürel belirtinin bırakılmadığı “kültürel
soykırım”dır. Dünyaca ünlü El Aksa Gamiinin kundaklanması, Kudüs’teki tarihsel
anıtların yıkılması, Filistin halk danslarının, giysilerinin, ulusal
yemeklerinin İsrailliler tarafından çalınması vb. bu kültürel soykırımın
örnekleridir. Aslında, UNESCO Filistin’deki İsrail etkinliklerini mahkûm etmede
yeterince ileri gidememiştir.
Son amacı
kurbanlarını ulusal ve kültürel açıdan yoketmek olan tüm bu Önlemlere
kurbanların karşı çıkma hakkı sözkonusu edilmemektedir. Filistinlilerin
kararlı direnişi, onların karşı karşıya bulundukları tehditle ölçülmelidir. Ve
yalnızca bu tehdit tamamen değerlendirilip anlaşılırsa bir hükme varılabilir.
Irkçı
İsrail, dört savaşta elde ettiği toprakların üstüne oturmuştur. ıg56Jdaki
savaş Avrupalı iki büyük gücü, İngiltere ve Fransa’yı içine almış, dördüncü
savaş ise iki süper güç arasında çatışma tehlikesi doğurmuştur. İnsan bir
beşinci savaşın getireceği felâketleri düşünmeğe çekinmektedir. Çünkü beşinci
ve muhtemelen altıncı savaş, Siyonizm bozguna uğratılmadıkça ortaya çıkacaktır.
Ancak, ne yazık ki, önceden Nazizm örneğinde görüldüğü gibi, Siyonizm, başkaları
için olduğu kadar kendi halkı için de görülmemiş zarar ve acıya yol açmadan
bozguna uğratılamayacaktır.
Irkçılığın
bozguna uğratılmasmdan önce Afrika’da ve hattâ Amerika Birleşik Devletleri’nde
aynı yıkım ve acılar görülebilir.
Aynı
sonuçlara yol açan aynı yanılgılar. Irkçıların hepsi, yalnız gücün, insanın
doğuştan gelen haklarını egemenlik altına alabileceğine ve bu egemenliği
süresiz sürdürebileceğine inanır. “Akılları var ama anlamıyorlar, gözleri var
ama görmüyorlar.” (Kur’an, 7:179) Irkçılar, eşit ve Özgür yaşama isteğinin,
yaşama isteğinden daha güçlü olduğunu öğrenememişlerdir. Cüretkâr Prometheus
herbi- rimizin içinde, ve baskı altındaki herkes için özgürlüğün yelkenleri
açılmış rüzgâra...
Irkçılıkla
uzlaşma olamaz, çünkü ırkçılık, mutlak olarak kötüdür; çünkü ırkçılık
zehirlidir ve zehirlemektedir. Irkçı rejimlerce yaratılan yeni olguları kabul
edemeyiz. Nazizmle uzlaşma, İkinci Dünya Savaşının yıkım ve dehşetine ve
milyonlarca insanın ölmesine, acı çekmesine neden olmuştur. Eşitlik ve kendi
geleceğini saptama hakkı üzerinde uzlaşma olamaz. Bütün halklar bu haklarından
kendi anayurtlarında özgürce yararlanmalıdırlar. Kendi toprakları ve emeğinin
meyvaları yabancı bir ırkçı rejim tarafından sonsuza dek elinden alınırken ve
işgâl edilirken hiçbir halktan göçmen statüsünü ya da ulusal haklarından yoksun
kalmayı kabul etmesi istenemez. Hiçbir halkın kendi anayurdunu ya da onun bir
parçasını başka uluslara teslim etmesi beklenemez.
Herhangi
bir rejimin kendi yarattığı ırkçı ve gayrimeşru koşulların tanınmasında ısrar
etmesi de kabul edilemez. İsrail Filistinlileri kendi yurtlarından atmış ve
onları göçmen durumuna getirrriş; evlerini, topraklarını, mallarını ellerinden
almış; Kudüs’ün demografik ve kültürel yapısını değiştirmiş; Batı Yakası, Sina
ve Golan’da yeni yerleşim bölgeleri oluşturmuş; yüzlerce Arap köyünü yıkmış,
yerlerine Siyonist koloniler kurmuştur. Tüm bunlar ırkçı, sömürgeci, gayrımeş-
rııdur ve Birleşmiş Milletler’iıı tüm organları tarafından böyle oldukları ilân
edilmiştir. Tüm bu koşullar, yerli nüfusun haklarını sürekli olarak kemirmek
çabasıyla ve değiştirilemez gibi görünebilecek bir şeyle dünyanın karşısına
çıkmak için yaratılmıştır. Realpolitik, temel vazgeçilmez haklar ve
temel özgürlükler, ulusal ve kişisel kendi geleceğini saptama hakkı sözkonusu
olduğunda kabul edilir bir şey değildir.
O zaman
Orta Doğu’daki karışıklığa ve Filistinlilerin haklarını yeniden kazanmak için
verdikleri kararlı savaşıma şaşırmamak gerekir. Avrupa’da Nazi ırkçı politikası
ve işgaline karşı gösterilen direniş selâmlanır ve yüceltilirkcn, Filistin
direnişinin terörizm olarak tanımlanması üzücüdür. Bundan sorumlu olan ırkçılık
mıdır?
Temel
hak ve özgürlükler pahasına ırkçılıkla uzlaşma olamaz, Yahruzca bir çözüm
vardır: Nerede, bulunursa bulunsun, ırkçılığın yokedilmesi ve ırk, renk, inanç
ya da din farkı gözetilmeksizin istisnasız herkes için temel hak ve
özgürlüklerin güçlendirilmesi.
Hiçbir
ırkçı devlet, kendi yurttaşlarının bile özgürlük, güvenlik Ve refah koşullarını
güvence altına almayı başaramamıştır. Aslında, ırkçılığın zamanımızdaki
kalıntıları da başarısızlığa uğramıştır ve kesinlikle başarısız olmağa devam
edecektir.
İstenen,
ırkçılığın ortadan kaldırılmasıdır, insanların değil. Nazizm ortadan
kaldırılmıştır, ama Alman halkı, Avrupa topluluğunun, Nazizmin başlıca
kurbanları olan diğer üyeleriyle eşitlik içinde yaşamaya başlamıştır.
Eğer
ırkçılık ve onun uzantıları yokedilirse, aynı şey Filistin ve Güney Afrika’da
da olabilir ve ırkçılığın kurbanları dahil tüm insanlar eşitlik içinde
birlikte yaşama olanağına sahip olurlar,
Bu
amaca ulaşmanın başlıca araçlarından biri, ırkçılığın tehlikelerine karşı
koymak ve tüm halklar arasında kardeşlik ve anlayış bağlarını güçlendirmektir.
Bu amaçla bir Irk Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılması için
Uluslararası Örgüt kurulmasını öneriyorum. Bu organın hedefleri, nerede olursa
olsun, ırk ayrımı uygulamalarına ilişkin bilgileri, insan haklarını ve temel
özgürlükleri savunmak ve tüm halklar arasında anlayışı sağlamak için sergilemek,
toplamak ve yaymak olacaktır. Örgüt gönüllü ve hükû- metler-dışı olacak,
üyeleri, insanın ırk, din ya da inanç ayrımı olmaksızın doğuştan onuruna
inananlar olacaktır.
SİYONİZM VE
IRKÇILIK: ÇELİŞEN GÖRÜNGÜLER VE ALGILAMALAR
Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu 10 Kasım 1975’dc “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk
ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 (XXX) sayılı kararı aldı. Karar 35’e karşı 72
devlet tarafından desteklenmiş, 32’si çekimser oy kullanmış ve 3’ü de oylamaya
katılmamıştı.
Batı’da
bunu izleyen yaygın tepki, içlerinde ırkçılık ve Siyonizm sözcüklerinin
farklı yorumlanışlannm da bulunduğu çeşitli öğelerden kaynaklanıyordu. Bu
nedenle, çatışan tarafların birbirlerini ve temel sorunları anlama konusundaki
kaygıları sonucu bu sözcüklerin anlamlarının açıklığa kavuşmasına çalışmaları
olumlu olmuştur.
Birleşmiş
Milletler oylamasından kısa bir büre sonra Mexico City’deydim. Meksika kararı
desteklemişti ve Amerikan Siyonistleri de bu ülkeyi cezalandırmak için bir
boykot başlatmışlardı. Boykotu izleyen ekonomik baskının kurbanlarından biri
açıklığa kavuşturma isteğini bana şöyle dile getirdi:
“Biz
Meksika’da semitizm-aleyhdarlığmı onaylamıyoruz. Neden? Çünkü Yahudilerle
Yahudi olmayanların hakları arasında ayrım yapıyor. Siyonizm de aynı şeyi
yapmıyor mu? Biz Semitizm aleyhdarlığım ırkçılığın bir çeşidi olarak kabul
ediyoruz. Siyonizm’i de benzer biçimde değerlendirmek niçin doğru olmasın?
Soruma ‘Hayır’ yanıtını veren bir Siyonizm tanımı var mıdır? Varsa, Siyonistler
kafamızı şişireceklerine niçin bunu söylemiyorlar?”1
Meksika
gezim sırasında, Christianity and Crisis (Hıristiyanlık ve Bunalım)
dergisinin “Birleşmiş Milletler’in Siyonizm ve Irkçılıkla
*27
Haziran 1976 tarihli The New York Times'da. yayınlanan “Travcl Power:
the Story Behind the Meşican Boycott” başlıklı yazının ardında da benzeri
duyguların yattığı görülüyor: ‘Tek çok Meksikalı Siyonizm’i ‘devletin
destekçisi’, îsrail politikasının yarı- resmî kolu olarak değerlendiriyor.
Yüksek rütbeli Meksikalı bir diplomat, “başka türlüsünü kim savunabilir?”
diyor, “Siyonizm İsrail’e yerleşme konusunda, Yahudileri ve yalnızca Yahudileri
yönlendirmeğe çalışıyor.”
ilgili
Kararı”nı da içeren 22 Aralık 1975 tarihli sayısı bir dostun evinde elime
geçti. Yazılar arasında .National Catholic Reporter dergisinin kurucusu
olan Robert G. Hoyt’un açıklığa kavuşturulmaya dair başka bir açıdan benzer bir
dileği ifade eden görüşü vardı:
“Siyonizm’i
suçlayan Genel Kurul kararının geçerliliği ne olursa olsun, bu dayanağı metinde
bulmak olanaksızdır...Karan destekleyen bölümler ırkçılığın yalnızca kabataslak
bir tanımını vermekte, Siyonizm’in teori ya da uygulamada bu tanıma uyduğuna
dair bir kanıt görülmemektedir.”[4]
Hem
Siyonizm, hem de ırkçılık tartışmasında, bu sözcükleri nasıl kullandığımıza
dair açık olmak zorundayız. Başkalarının da bunları ne anlamda kullandıklarını
anlamağa çalışmalıyız. Yoksa, hem kendi zamanımızı, hem de onlarınkini boşa
harcamış sayılırız. Daha kötüsü, bizim kullanışımız tanımlanmamış ya da fena
tanımlanmışsa, dikkatimiz temel sorunlar dışına kaymakla kalacak ve bunların
çözümlenmesi için harcanacak enerjimizi saptırmağa yol açacak daha büyük bir
kargaşa oluşturabilecektir.
Irk sözcüğünün iyi-niyetli kimseleri
Siyonizm ve ırkçılık arasında bir bağlantı kurulmasını yadsımağa sürükleyecek
en azından iki yorumu vardır. Bunlardan biri ırkı yalnızca siyah-beyaz
kavramları çevçevesinde gördüğü için Siyonizm’e uygulanabileceğini kabul etmez.[5] Öteki ırkı biyolojik anlamda
anladığından ötürü Yahudiliğin bir ilişkisini göremez. Üçüncü bir görüş
Yahudileri bir ırk olarak kabul eder. Bu son görüşe göre, hem Semitizm
aleyhdarlığı, hem de Herzl’ci Siyonizm açıkça ırkçıdır.
A.B.D.
ve Kanada’da ırkçılık sözkonusu edildiğinde, konuya siyah-beyaz ilişkileri
açısından yaklaşan çok kişi vardır. Bu çerçevede, B.M.’in Siyonizm’i ırkçılıkla
bağlayan kararından hemen sonra bir Şikago gazetesinde bir fotoğraf yayınlandı.
Genç Golda Meir’i Milwaukee’de öğretmenlik yaptığı günlerde siyah bir
öğrenciyle gösteriyordu. Aralarındaki ilişki açıkça içtendi. Resmin altındaki
yazı şu soruyu sormaktaydı: Bu mu ırkçılık olan? Irkçılığı bir siyah-
beyaz karşıtlığı biçiminde düşünen ortalama bir okuyucu herhalde “hayır” diye
yanıt verecekti.
Washington’da
kurulmuş, inançlar ve ırklar arası bir program olan Education for
Intermet’in yöneticisi Siyonist Haham Daniel F. Polish şu soruyu sorduğunda
aynı düşünce sahiplerine hitap ediyordu :
“Kim,
ben miyim ırkçı olan? Yoksa Amerikan Siyoniz- minin dev kişisi ve Renkli Halkın
ilerlemesi için Ulusal Birlik kurucusu Stephen Wise mı ya da onun son beyaz
Başkam Kivie Kaplan mı?”[6]
Belki
de, Mayıs 1976’da Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey’in (ECOSOG)
aldığı bir kararda tek olumsuz oyu kullanırken, Kanada’nın B.M.’deki
Büyükelçisi Saul Rae’nin kafasında da ırkçılığın benzer bir siyah-beyaz yorumu
vardı. Hiç değilse, kendisinin aşağıda sözü edilen ırk ayrımım seçerek
suçlayışı bu kanıyı yaratıyordu. Bu suçlama B.M.’in 1973-83 yıllarım “Irkçılığa
ve Irk Ayrımına Karşı Savaşım için Eylem On Yılı” ilâm çerçevesinde yapılmıştı.
EGOSOG bundan önceki “ırkçılık, ırk ayrımı, apartheid, sömürgelikten
kurtulma ve ulusların kendi geleceklerinıkendilerinin. saptamalarına ilişkin”
B.M.’in kararlarını onayhyordu. Bu kararlardan biri, kuşkusuz, Siyonizm’i
ırkçılıkla bir tutan Kasım 1975 tarihli karardı. Büyükelçi Rae ülkesinin ırk
ayrımına, özellikle “haksız ve alçaltıcı apartheid sistemine” karşı
olduğunu açıkladı. Ancak, Kana- da’nın “ırkçılıkla Siyonizm arasında bağlar
kurma girişimlerini kabul edemeyeceğini ve etmeyeceğini” de ilân ederek oyunu
ECOSOC kararma karşı kullandı.[7]
Bazıları
İsrail’in otomatik olarak beyaz Golda Meir’e tanıdığı ayrıcalıklardan, gene bu
İsrailli kadının Siyonizm anlayışının Wil- waukee’li siyah öğrenciyi mahrum
etmesini proteto edebilirler. Siyonizm’in ırk ayrımının kurbanlarıyla birlikte
NAACP’nin beyaz olmayan öteki üyelerini de aynı biçimde dışta tuttuğu da
şikayet konusu edilebilir. Ancak, bu ayrımın deri renginden, ötürü olmadığı ve
böylelikle bir ırk oluşturmadığı biçiminde bir yanıt ta verilebilir.[8]
Irkçılık
- Daha Geniş Bir Biyolojik Temel:
Irkçılığın
daha geniş bir tanımına geçecek olursak, UNESCO’ ya göre “ayrımcı gruplar-arası
ilişkilerin biyolojik temellerde doğrulanabileceği yamltmacasına dayanan
anti-sosyal inanış ve davranışlar” tanım kapsamına girmektedir. Bu temelde de,
ırkçılık etiketinin Siyonizm’e uygulanabileceğinin karşısına dikilenler
çıkmaktadır. Bunlardan Rosemary ve Herman Ruether şunları yazıyordu:
“Genel
Kurul’da çoğunluk Siyonizm’i ırkçılık olarak suçlamak için oy kullandı. Bu
oylama...Yahudilikle ırkı birbirine karıştıran eski Semitizm-aleyhdarlığını
canlandırmakta ve milliyetçilikle. ırkçılığa yeni karmaşıklıklar
eklemektedir... “Siyonizm’in ırkçılık olarak suçlanışmın temelinde öncelikle Yahudilerin
‘ırk’ olduğu varsayımı yatıyor. Ancak gerçekte, İsrail’de toplanan Yahudiler
küçük bir devlette bir araya gelen belki de en fazla çok-ırklı grubu
oluşturuyorlar. Bunun içine yalnız Doğu ve Batı AvrupalIların geniş bir kuşağı
değil, Arap ve Doğulu Yahudiler dc dahildir...Bu çok ırklı ve farklı kültürlü
Yahudileri bir araya toplayan da Siyonizm’dir.
“Orta
Doğu’daki gerilimler ırksal düzeyde yer almıyorlar. Yahudi lerin değişik
kültürlerden gelmesi ve İsrail’deki pek çok Yahudinin etnik yönden Arap
oluşları ‘etniklik’ sınıflamasını da yanıltıcı kılmaktadır. Arap Yahudisini
Arap Hıristiyandan ve Arap Müslümandan ayıran grup kimliği son aşamada dinsel
kimliktir/-’[9]
Ingiltere’de
yaşayan ve Filistin sorunu uzmanı olan Yahudi gazeteci Marion Woolfsen 14 Mayıs
1976 tarihli Manchester Guardiari da yayınladığı “Siyonizm ve Irkçılık”
başlıklı yazısında şöyle demekteydi :
“Siyonizm’in
bazı yandaşları Yahudilerin bir ırk olmadığım ve sonunda Yahudi olmayanlar için
haksız eylemler durumuna gelen Yahudi çıkarlarını koruma çabalarına dayanarak,
Siyonizm’in ırkçı olarak sonuçlarıamayacağını ileri sürmektedir. Ancak bu sav
çeşitli ülkelerdeki Yahudilerin kendilerine yönelik kıyım ve baskıyı ‘ırkçı’
olarak niteleyen zengin bir Siyonist edebiyatının varlığı nedeniyle su götürür
niteliktedir.”
Bu
yazar, Meksika’daki dostlarım gibi, Yahudi olmayanlara Yahudi olmadıkları için
yöneltilen ayrımı aynı biçimde ırkçı olarak değerlendiriyor. Siyonist-İsrail
ırkçı politikalarının Örnekleri olarak sözünü ettikleri arasında şunlar da var;
“Yahudi
Ulusal Fonu...ıgoı’de Dünya Siyonist Örgütünün Beşinci Kongresinde yalnızca
Yahudi sömürgeciliğine Filistin’de toprak sağlamak amacıyla kuruldu. Bu örgüt
(ve devlet) kent toprağı olmayan (ve pek çoğu el konmuş Arap toprağı olan)
İsrail arazisinin % 95’ine sahiptir. Bu Fonun kuruluş yasasına göre, sahip
olduğu toprak yalnızca Yahudi yerleşmesi için ayrılmıştır; bu toprak üstünde
inşa edilecek konutlarda Yahudi olmayanlar oturamaz ve (İsrail yurttaşı Araplar
dahil) Yahudi olmayanlar bu topraklarda çalışamazlar.”
Siyonizm’i
ırkçılıkla aynı kılmayı hoş görmeyenlerin İsrail’in ayrımcı politikalarına göz
yumuyor oldukları sonucuna kolayca varılır. Bu tartışmanın ilke
farklılıklarından çok sözcük farklılıklarına dayan- dınlabileceği Robert G.
Hoyt’tan başka bir alıntıyla gösterilebilir:
(.‘‘Dünya
Yahudileri kendileıini tek- bir halk olarak kabul ettiler; bazıları, yani
Siyonistler, bu halkın belirli bir coğrafya alanında uluslaşabilmesinin bir hak
ve gereksinim olduğunu ileri sürdü. Filistin’i scçtiIer'^Toprak satın almak,
özel diplomasi ve. kamu oyu oluşturmak, belirli hedefler seçip tedhişe
başvurmak, Avrupa’da ve başka yerlerde siyasal ve ekonomik nüfuz kullanmak
gibi çeşitli yollarla, varlığını silâh gücüyle korudukları (ve sınırlarını
genişlettikleri) yeni bir Yahudi devleti için Birleşmiş Milletler
himayesine kavuştular ve büyük güçlerce de tanındılar.)
“Bütün
bunun siyasal yönden akıllıca ya da etnik açıdan kabul edilebilir olup olmaması
sorun değil. Bu, ırkçılık mıdır? Buna milliyetçilik demek daha uygun görünüyor.
Yahudiliğin kendi ırksal değildir.”8
Bu son
noktaya ilişkin olarak, bazıları “Isa Uğruna Yahudi'ler” (Jews for Jesus)
akımına katılan Yahudilerin İsrail’de ayrımcılıkla karşı karşıya kaldıklarını
gözlemlemişlerdir. Bir Hıristiyan ailenin kendi yaşamını tehlikeye sokarak
Nazilerin elinden kurtardığı meslektaşım Daniel gibi bir Yahudiye yapılanlar
da var. Ailenin sergilediği inancın öylesine etkisi altında kalmıştı ki, kendi
de Hıristiyan oldu.
Bir
Yahudi olarak yetiştiği için, otomatik olarak İsrail yurttaşı olabilme
hakkından yararlanmak istediğinde, görüldüğü gibi ırksal durumu değişmemiş
olduğu halde dininden döndüğü için İsrail Hükümeti bu kişiye bu hakkı tanımadı.
Bu tür örnekler, bazan Siyonist ayrım-
8C.
and C.} s. 318. Vurgular benim. cılığı
ırkçı yerine yobaz olarak tanımlamanın daha uygun olduğunu göstermek amacıyla
seçilmektedir.
Demek
ki, ırkçılığın buna benzer birtakım yorumları 3379 sayılı B.M. kararına leyhte
ya da aleyhte olanları etkilemiş. Ancak, Siyonizm’ in ırkçılığın bir biçimi
olarak kabul edilmesi için oy kullanılırken kafalarda olan Genel Kurul’un ırk
ayrımına ilişkin resmî tanımına bakmayı akıl etmiş olsalardı, büyük bir
zahmetten kurtulunmuş olurdu. 21 Aralık 1965’te kabul edilen 2106 A (XX) sayılı
Genel Kurul Kararı ırk ayrımını “ırk, renk, kuşak ya da ulusal-etnik kökene
dayalı herhangi bir ayrım, dışta tutma, sınırlama ya da tercih” olarak tanımlamaktadır.
Bu geniş tanım Siyonizm'in ırkçılığın bir biçimi olup olmadığına ilişkin
herhangi bir tartışmada akılda tutulması gerekir.
Dünya
Kiliseler Kurulu (World Council of Church.es) Genel Sekreteri Philip
Potter “Siyonizm’in...çok değişik biçimlerde anlaşıldığını ve yorumlandığını”
açıklamıştır.[10]
Bu yorumların
bazılarına, biraz sonra değineceğim, fakat önce Herzl’in Siyonizm’ine genel
çizgileriyle bakalım. Filistin ile ilgili çatışmanın temelinde yatan ve B.M.’in
Siyonizm’den söz ederken akimda tuttuğu kavram da budur. Bu kavram 1897’dc Theodor
Herzl tarafından ortaya atılmış olup, Filistin ve çevresinde bir Yahudi devleti
kurmağa ve yaşatmağa çalışan Yahudi ulusal kurtuluş akımı olarak tanımlanabilir.
Bugüne kadar ne “Yahudiliğin” anlamı, ne de istenen toprağın sınırları
konusunda bir anlaşma sağlanabilmiştir.
Bir
zamanlar Siyonist olduğuna inanmış ve eski bir İsrailli olan bilim adamı
Michael Selzer 1970’de bu akımdan söz ederken, “Siyonizm onu eleştirenlerin
küçük bir yüzdesi, giderek savunucularının daha da ufak bir yüzdesi tarafından
ancak yeterince anlaşılabilmiş karmaşık bir olgudur” demiştir.[11] Bundan sonra sözünü
edeceklerim bu sempozyuma katılanların ayrıntılarına girecekleri bir konunun
genel özetidir. Tartışmaya, sözcüklerin anlamlarıyla ilgili yaklaşımımı ortaya
çıkaracak kadar gireceğim.
Herzl’in
ve onu izleyenlerin temelde yatan varsayımları dört türlüdür. Çeşitli
biçimlerde ifade edilmelerine karşın bugünkü İsrail’in umutlarında,
tasarılarında ve uygulamalarında güçlü bir biçimde etkili olmakta devam edip
gidiyorlar. A.B.D. Dış İşleri Bakanlığının eski görevlilerinden Edwin M.
'VVright’mD anladığı ve ifade ettiğine göre, bu varsayımlar şunlardır: (i)
Yahudiler ve Yahudi olmayanlar kalıtımsal (ve belki de jenetik) olarak uyum
içinde bir arada yaşayamazlar ve Yahudi olmayanlar uzlaşmaz bir biçimde
Semitizm düşmanıdırlar. (2) Bütün Yahudiler, kendilerini korumak için, aynı
ülkenin içinde bir araya gelmek zorundadırlar; Filistin’in tüm Yahudilerin
geleneksel yurdu olduğuna ilişkin “güçlü efsane”[12]
[13] bu toprağın seçimini zorunlu
yapmıştır. (3) Yahudi olmayanlar ya Ya- hudi devletinin dışına
çıkartılmalı ya da yerleşmiş Yahudilerle aralarında hukuksal ye
psikolojik bir ayrım duvarıyla ayrı tutulmalıdırlar.[14]
(4) Yahudi devletinin kuruluşu Yahudi olmayanların yardımım gerektirmektedir:
Bunlar (a) kendi ülkelerindeki Yahudilerin göçmelerini tahrik edecek Semitizm
aleyhdarları ve (b) dünya Yahudilerinin göreli olarak dağınık küçüklüğünü
aşmak için en azından bir büyük devletin desteğidir. Herzl Rusya, Almanya,
İtalya ve OsmanlI imparatorluğunun himayesini aramış durmuştur. Onu izleyenler
önce Ingiltere ve sonra S.S.G.B. ve özellikle A.B.D.’nin desteğini sağlamada
daha başarılı oldular.
Herzl’in
Siyonizm’ine Tepkiler:
Başlangıçta,
Herzl’in Siyonizm’inin sınırlı bir etkisi vardı. Herzl’- den çok önce,
Gharleston’lu Yahudilerin 1841 Bildirisi “bu ülke (A.B.- D.) Filistin’imiz, bu
kent Kudüs’ümüz, bu Tanrı evi Tapınağımızdır” diyordu. O tarihte de daha yıllar
yılı, Reformcu Yahudiler başta olmak üzere, Amerikan Yahudilerinin çoğunun
görüşü buydu. Aynı görüşler öteki ülkelerin Yahudileri arasında, özellikle
Almanya’da yaygındır. Ortodoks Yahudiler de Siyonizm’e olumsuz tepkide bulundular.
Daha 1903’te, Lubavitscher Hasidim siyasal Siyonizm’i “Tanrı’ya karşı
koyma ve Tevrat’ın yadsınması” olarak suçluyordu. Bugün bile Kudüs’te .Netimi
Karta Tanrı’nın tüm Yahudileri birleştirme rolüne ondan önce sahip çıkmakla
Siyonizm’i bir küfür saymaktadır.14
Fakat
olaylar, özellikle Almanya’da Hitler dönemi, Yahudi olsun ya da olmasın, pekçok
kişinin Filistin ve çevresi için bir Siyonist siyasal programı “Yahudi sorunu”
için tek yeterli çözüm olarak kabul etmesi için uygun ortamı hazırladı. Öte
yandan, bu Filistinliler ve komşu ülkelerde yaşayan Araplar için kaçınılmaz bir
sürülüş ve boyunduruk anlamına geliyordu. Moşe _Dayan_bu ikinci tavrı
oldukça açık özetledi:
“Arapların
Yahudilerden kişisel, dinsel ya da ırksal nedenlerden ötürü nefret ettikleri
doğru değildir. Onlar bizi -kendi açılarından pekâlâ haklı olarak- bir Arap
ülkesini bir Yahudi devletine dönüştürmek amacıyla ele geçirmiş Batıhlar,
yabancılar, işgâlciler gözüyle değerlendiriyorlar.”^5
Siyon
ve Siyonizm ile İlgili Karışıklık:
Buraya
kadar alıntılar yaptığım tepkilerin, çeşitli yanları olmakla birlikte, bir
ortak özelliği de vardır: Hepsi siyasal Siyonizm’in ne olduğuna ilişkin açık
bir anlayıştan kaynaklanıyor. Bu çerçevede bile, karmaşıklıklar büyüktür,
fakat içten ancak iyi bilgilerle donanmamış düşünce yapıları nedeniyle
karışıklıklar daha da büyümüştür. Örneğin, çoğu Siyonizm sözcüğünü
duyduğunda bunu bugünün Orta Doğu politikasıyla bağlantılı olarak değil de, Siyon
(Sion, Ziori) sözcüğüyle çok eskiden beri ilgili birtakım yüksek kavramlar
açısından yorumlamaktadır. “Kilise” ya da “Tanrı’nın Krallığı” anlamına gelen
‘Siyon’ sözcüğünün tarihsel Hıristiyan kullanımı hâlâ “Ey Siyon...barışın...ve
İsa’ mn kefaret ve kurtuluşunu müjdeleyen haberi vermek için görevin yerine
getirilişini hızlandır” gibi dualarda görülmektedir. Ve ilginçtir ki, yeni Micropaedia
Britannica’da Siyonist başlığı altındaki tek konu Orta Doğu’daki çatışmayla
ilgisiz olup Sahra’nın güneyindeki Afrika’da bir kilise akımıdır.
1796’da
siyah Amerikan Methodist’leri ayrı bir topluluk olarak örgütlenecek olursa daha
yoğun bir ruhsal gelişme olanağı bulacaklarını hissettiklerinde, yeni -ve hâlâ
büyüyen- akımlarına “Afrika [15] [16]
Methodist Episkopal Siyon” adını vermişlerdi. “Yehova’nm Tanıkları” umutsuz,
yabancılaşmış ve reddedilmişlere çağrıda bulunurken, 1884’de “Siyon’un
Gözetleme Kulesi Topluluğu” olarak örgütlenmişti. “Siyon Vadisi” denilen yere
bu ad Mormonlar tarafından muhteşem kaya oluşumlarının kutsal ve heybetli
güzelliği nedeniyle verilmişti. “Siyon-Illinois” bir grup inanmış tarafından
yaşamın tüm yanlarında Hıristiyan idealini ifade etmek için kuruldu. Ve
“Siyon’a yürüyoruz” diye başlayan dua Filistin ile ilgili olmayıp, İlâhî ve
daha iyi bir dünya düzenine ilişkin umutları ilân etmektedir. Siyon
sözcüğünün bu türlü kullanımını bilenler ve Herzl’in Siyonist kavram ya da
uygulamalarına aşina olmayanlar Siyonizm sözcüğünü işitir işitmez buna
olumlu tepki gösterme eğilimindedirler.
Buna ek
olarak, Siyonizm sözcüğüne tepkileri daha başka öğelerin etkisi altında
olan başkaları da bulunmaktadır. Örneğin, Hal Lind- sey’in çok satan Son
Büyük Gezegen Dünya (The Lale Great Planet Earth)^ adlı kitabında savunulan
‘bin yıllık altın çağ’ görüşü vardır. Bu kitapta “İsrail (devletinin) yeniden
doğuşu, doğal âfetlerin sayısında artış, Mısır’da savaş tehdidi ve Şeytan’a
tapınmanın yeniden ortaya çıkışı” İsa’nın yeryüzüne ikinci kez gelişini
kolaylaştıran olayların içinde sıralanmaktadır. Filistin’de bir Yahudi
devletinin kurulmasını savunuyor da olsa, son tahlilde, Yahudilerin
Hıristiyanlığı kabul ediş düşüncesinden ayrılmaz göründüklerine göre, Herzl’in
Siyonizm hedefleriyle ortak yanları var sayılmaz.
Hiçbiri
Herzl’in temelde yatan varsayımlarını makûl bulmağa zorunlu olmayan geri kalan
üç Siyonist yanlısı görüş ise, kendini ortaya atan birçok liberalde egemendir.
İlk önce, 1948’den buyana, Siyonist ile Tahudi sözcüklerini
birbirlerinin yerini tutan sıfatlar olarak kullananlardan söz edelim. Norman
Podhoretz ve benzeri Siyonistler tarafından etkili bir biçimde yaygınlaştırılan
bu bağlamda, ülkelerinde ırkçılığa karşı (büyük ölçüde siyah-beyaz
karşıtlığıyla ilgili olarak) savaşımda, Yahudilerle yardımlaşma deneyimi olan
Batılı Hıristiyanlar Siyonist ırkçı yaftasını bir iftira, âcil ve aktif bir
karşı-saldırı gerektiren bir suçlama olarak görmektedirler.
Amerikan
Siyonist Federasyonu’nun “Siyonizm, Yahudi Ulusal Kurtuluş Savaşımıdır”
sloganını sorgusuz, sualsiz kabul edenler de [17]
vardır.
Bunlar “Yahudi yurttaşların” kimler olduğu ya da kimlerden ve ne yönde
kurtarılacaklarını ya da bu kurtuluşun nasıl olacağını sormamaktadırlar.
Semitizme karşı davranışların kurbanlarına siyasal olarak söz verilmiş bir
dünya cennetinin sağlanmasıyla, Siyonizm’in ırkçılığa karşı olduğuna
inanmaktadırlar, o kadar.
Son
olarak, Martin Buber’in düşlediği “Araplara dost...ve bütün Avrupalı
emperyalist eğilimlere karşı” bir tür . Siyonizm’in şimdiki çatışmada tehlikede
olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Fakat 1931 Siyonist Kongresi Buber’in
görüşlerini reddetmişti. Ve Mısır’a 1956 îngiliz-Fransız-tsrail saldırısı
Buber’in ideallerinin Siyonist uygulamadan nasıl bütünüyle silindiğini göstermiştir.[18]
Anti-Semitik
Siyonizm Yanlılığı:
Semitizme
karşı bir kılıf olarak ve ırkçı yaftası için özel bir iddiası bulunan son bir
tür Siyonizm yanlılığından da söz etmek gerekir. Bu görüş, dünya Yahudilerinin
Orta Doğu’da tek bir ulusal toplama yerinde bir araya getirilmelerini amaçlayan
ve Siyonist tasarının destekleyicisi Yahudi düşmanlarınca savunulmaktadır. Bu
. “göç”ün (aliyah) başarısı, Fichte’nin deyimiyle, “Yahudilerden ve
Yahudi düşüncelerinden öz savunmamız için” bütün Yahudilerin Filistin’e
sürülmeleri konusunda On-sekizinci Yüzyıl Almanyasında adı geçenin yaptığı
öneriyi kamu oyu önünde yinelemekten onları kurtarabilirdi.
Kasım
1975’de Jacob Bernard Agus’un Yahudi Tarihinin Anlamı (The Meaning of Jewish
History) adlı kitabında[19] Fichte’den alıntılar
okuyordum. Bu okuduklarım 1 Aralık tarihli .Newsweek dergisinde “Haber
Yaratanlar” (Neuosmakers) bölümüne tepkimi renklendirmiş olabilir. Bu
bölüm Iowa Üniversitesinde merhum Henry A. Walla- ce’m anılarının açılışını şu
sözlerle veriyordu:
“1946
yılma ait bir anı Filistin bunalımıyla başa çıkmağa çabalayan bitkin bir Harry
Truman portresi çiziyor. Ticaret Bakanı Wallace, yemekli bir kabine
toplantısından ‘Başkan Truman’m Yahudilerden canının epeyi yandığını’
ve
Başkanın ‘onları yeryüzünde Hazreti îsa memnun edemedi; benim daha şanslı
olmamı kim bekleyebilir ki?’ dediğini, onların kendine bir yararı olmadığını
yazmak- maktadır.”
Bugüne
kadar, bu tarih gerçeğini Hcrzl’in “anti-Semitiklcr bizim en güvenilir
dostumuz...müttefikimiz olacaklardır”[20]
biçimindeki açıklaması ışığında yorumlama yönelimi görmedim. İsrail’ deki halk
Truman’ı hâlâ Siyonizm’in en güvenilir dostlarından biri olarak selâmlar.
Lord
Balfour’a karşı olan durum iyi belgelenmiştir. İsrailliler 1917 Balfour
Bildirisini bir Yahudi devleti kurulmasında önemli bir diplomatik adım olarak
görürler. Ama gene bu kişi 1903’da başbakanken özellikle Yahu dilerin
İngiltere’ye göçünü sınırlayan bir yasanın kabul edilmesi için İngiliz
Parlâmentosuna baskı yapmıştır.[21]
Bu
tartışmalı konuya açıklık getiren birinden bir alıntı yaparak sözü bağlayayım.
Brandeis Üniversitesi üniversite-içi sürekli yayınının 25 Kasım 1975 tarihli
sayısında çıkan “Siyonizm ve Irkçılık” adlı yazısında, David G. Gil Şiyon’u
evrensel barışa ulaşmada Yahudi ça- balanylajdişkilendirerek diyor ki:
“Yahudi
halkı, Yahudiliğin fiziksel ve kültürel varlığım tehdit eden ve Siyon’un gerçek
anlamıyla açıkça çelişen, İsrail devletindeki ve siyasal Siyonizm’deki ırkçı
öğelerin üstesinden gelmelidir. Bu öğelerin üstesinden gelebilmek için
Yahudiler Siyon’un ilk anlamına, yani Filistinliler dahil tüm halklar için
adalet ve eşitlik yoluyla barışa kendilerini yeniden adamahdırlar. Bunun
siyasal anlamı, ortak yurtlarına geri dönmek açısından Yahudi ve
Filistinlilerin eşit haklarını ve hiçbir halkın ötekine egemen olmadığı ya da
sömürmediği, toplumların Si- yon-Filistin toprağı boyunca yardımlaştığı,
çok-uluslu bir bir devlet içinde yaşamayı kabul etmektir.”
Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nun Kasım 1975 tarihli kararı Siyonizm ideolojisi ve
uygulamasının ırkçı bir nitelik taşıdığını kesin olarak ortaya koymuştur.
Giderek artan bu tehlikenin özü ve belirli özellikleri tam ve doğru olarak
değerlendirilirse, B.M.’in kararı, ırkçılığın Siyonist türüne karşı geniş bir
savaşım verilmesine yeni ve daha büyük olanaklar sağlamaktadır.
Önce
şunu belirtmeli ki, Siyonist ırkçılık ayrı bir olgu değildir. Niteliği ve
oynadığı uğursuz rol nedeniyle, uluslararası emperyalist burjuvazinin en gerici
ve saldırgan bölümünün, savaş güçlerinin, sömürgeciliğin ve yeni-sömürgeciliğin
hem ideolojisi, hem de uygulamasıdır.
Nazi
Almanyasının insanlık-dışı cinayetleri ırkçılığın çürütücü gücü hakkında
herkese öyle kolay kolay unutamayacakları bir ders verdi. İkinci Cihan
Savaşında faşizm yere yıkıldığında ırkçı ideolojiye çok ağır bir darbe
indirilmiş, fakat yeryüzünde toplum yaşamından temelli olarak atılmamıştı.
Çağdaş gelişmeler ırkçı ideoloji ve siyasetin yalnızca İsrail devletine özgü
bir iç hastalık olmadığını gösteriyor. Aynı saldırgan güçlerin çıkarlarına ve
hedeflerine hizmet ederek sermayeci devletlerde geniş biçimde belirgindirler.
Irk ayrımının acımasız ilkeleri Siyahlar, Puerto Riko’lular, Meksika’lılar,
Kuzey Amerika Hintlileri ve ötekilerin nüfusun yaklaşık beşte-birini
oluşturdukları en büyük sermayeci devlet olan Amerika Birleşik Devle tleri’nde
egemendir. Köleliğin kaldırılmasından buyana yüz yıldan çok zaman geçmiş
olmasına karşın, Amerikan toplumunun gelişimi, sermayeci düzenin azınlıklara
özgürlük ve eşitlik sağlayamayacağını gösteriyor.
Güney
Afrika ırkçılarının siyah derili yerlilere karşı kanlı çarpışmalara girişmeleri
ve Güney Afrika ırkçılarının kıtanın büyük bir bölümünde sömürge baskısını
korumak ya da yeniden kurmak için elele vermeleri birçok halkların
özgürlüklerini tehlikeye atmaktadır. Apartheid, ırk ayrımı ve Afrika’da
yeni-sömürgeci yayılma ortak siyasetinin uygulanmasında birbirine yardım eden
Güney Afrika beyaz ırkçılarıyla İsrail’in Siyonist ırkçılarının ittifakı
özellikle tehlikelidir. Bu ve öteki ülkelerdeki ırk baskısı sermayeci
devletlerin iç ve dış ilişkileriyle yakından bağlantılı olup, emperyalist
savaşlar yürütmek, ilhak edilen toprakları sömürgeci mülkiyet durumuna sokmak
ve ülkeye eklenen yerlerin asıl sahiplerini kendi topraklarından sürmek ya da
onları yok etmek de dahil olmak üzere, çeşitli biçimlerde ortaya çıkarlar.
A.B.D.
başta olmak üzere, emperyalist devletlerin yardımıyla uygulanan, Filistin’de
Siyonist sömürgeci siyaset Kuzey Amerikalı sömürgecilerin yerli Hintlilere reva
gördükleri aynı ırkçı yöntemleri uygulamaya koymaktadır. “Dünya Yahudi ulusu”,
“Tanrı’nm seçtiği halk” ve “daha büyük İsrail” gibi Siyonizm’in. ırkçı
sloganlarının altında da aynı genel düşünceler vardır. Bu düşüncelerde,
temelde, emperyalist burjuvazinin “siyah” emekçiler ve kendi ulusal proletaryasını
sömürmesini haklı göstermeğe yarayan ve insan arasında eşitsizliğe dayalı,
bilime ters düşen ve bütünüyle ahlâktan yoksun eşitsizlik tezine ilişkin öğeler
vardır.1
^İdeolojisi
açısından, Siyonizm insanlığı üç ana ırka ayıran Gobineau’nun ırkçı
görüşlerinin temelde biraz değişmiş biçimidir. Bu ayrıma göre, en geri olan
“siyah ırk” olup, onu “sarı ırk” yakından izlemektedir. “Beyaz ırk” gûya en
üstünüdür, çünkü bunda enerji, düzene eğilim ve entellektüel üstünlük gibi tüm
erdemler toplanmıştır.[22] [23]
Gerçekten gerici ve metafizik nitelikte olan Gobineau’nun teorisine göre, “tüm
uygarlıklar beyaz ırkın bir ürünüdür ve bu ırkın yardımı olmadan tek bir
uygarlık bile yaşayamaz.a”[24] Beyaz ırkın ötekiler üstünde temel
ve sonu-gelmez üstünlüğü olduğunu ilân etmek ve renkli ırkların gelişme
yetenekleri olmadığım söylemekle, ırksal düşmanlığı ve ırk baskısını
körüklemektedir. Bundan ötürüdür ki, Marx Gobineu’ ya “barbarlığın şövalyesi”
adını takmıştır. Uydurduğu bu ırkçı görüşlerle “ ‘beyaz ırk’ temsilcilerinin
öteki insanlar arasında bir çeşit tanrı olarak kabul edilmelerini istemiş,
‘beyaz ırk’m ‘soylu’ ailelerinin de seçkinlerin özünü oluşturduğu”nu doğrulamak
istediğini yazmıştı.”[25]
Siyonistlerin
işgal edilen topraklardaki Arap halkına, bu. arada Arap ülkelerinden İsrail’e
gelmiş olan Yahudilere tavırları, temelde, sınıf ilişkilerini biyolojik
sosyolojiyle anlatan Vachcr de Lapouge’ın ırkçı kavramlarından esinleniyor.
Lapouge’a göre, sınıflar toplumsal bir seçmenin ve biyolojik yapıları içinde
bulunan morfolojik farklılıkların ürünüdürler. “ ‘Beyaz olmayan sınıflar’ı
uygar yaşamla uyum sağlayamamış vahşilerin çocukları ya da ‘kanı bozulmuş’
sınıfların soysuz temsilcileri” olarak kabul eder.[26]
Siyonist
ırkçıların kabullendiği ve yeniden yaşama kavuşturduğu bu ırkçı kavramların
bilimle ortak bir yanı yoktur. Antropolojik ve psikolojik çalışmalardan hareket
eden bilim tek doğru sonuca ulaşmıştır: bugünkü insanlığın bütün ırkları fizik
açıdan kuvvetçe eşit ve kültürel değerleri yaratma yönünden aynı derecede
yeteneklidir. Ama emperyalizmin ırkçı teorisi ve uygulaması insanlığın büyük
bir kısmının temel birliği ve böylece ana haklarını yok etmeyi hedef alır;
Siyonist ırkçılığın hedefi ise, özellikle, Filistin Arapları ve komşu Arap
halklarıdırBundan son derece önemli sonuçlar çıkıyor: emperyalizme karşı
çıkılmayacak olursa, Siyonist ırkçılığa karşı başarılı bir savaşım verilemez.
Orta Doğu’da A.B.D. ile işbirliği yaparak kalıcı ve âdil bir barışın
gerçekleşebileceğine inanmak kısaca bir aldatmacadır. Amerika korumakta olduğu
İsrail’in ve böylece kendinin çıkarlarını bir yana itmeden bu yola giremez.
Çatışmanın,
A.B.D.’nin tasarladığı ya da ondan mülhem, her çözümünün, aslında, Arap
halklarını hedef aldığına dair bazı Arap çevrelerinin ihtarlarında çok gerçek
payı vardır; bu türlü çözümler ancak Arapların siyasal ve ekonomik yönden
bağımlı duruma düşmeleriyle ve zamanlaHFilistin direnişinin ezilmesiyle
sonuçlanır. Arap devletlerinin verdikleri bazı ödünler ve Orta Doğu’daki çağdaş
gelişmeler de gösteriyor ki, Arapların çözüm olarak gördüklerine yaklaşan
Amerika değildir, fakat bazı Arap ülkeleri emperyalistlerle Siyonistlerin
çözüm dediklerine yanaşmaktadırlar. Böyle bir yaklaşım Siyonizm’ in ilerde
sömürgeci ve ırkçı genişlemesini engellemeyecek, yalnızca destekleyecektir.
Anlaşılıyor ki, Orta Doğu çatışmasına adil bir çözümün anahtarı A.B.D.’nin
değil, Arap halklarının elindedir; yol pazarlıktan değil, emperyalizme karşı
savaşımdan geçer.
Araplara
karşı ırksal hoşgörüsüzlük ve düşmanlığın Siyonist ırkçılığın içeriğini
tüketmediğine işaret etmek önemlidir. Görünümün l)iı, yalnızca, bir yanıdır.
Siyonizm, emperyalizmin temsilcileriyle organik bağları bulunan Yahudi
burjuvazisinin bir akımı olarak, Araplara karsı bir nitelik kazanmadan önce,
ırkçılığı gelişmesinin temel ve harekete getirici bir ilkesi diye kabul
etmişti. Siyonizm Avrupa’da Yahudi özümlenin esinin gitgide büyüyen sürecine
ırkçı bir tepki olarak belirdi. Siyonist ideologların bu özemsenmeyihep “Yahudi
halkı”na ihanet olarak görmesi önemlidir. Theodor Herzl Ya- hucliler ile Yahudi
olmayanların bir arada yaşayamayacaklarını kanıtlamak için ve sömüren
sınıfların Semitizm-aleyhdarı programlarından da alıntılar yaparak, tüm
halkları hedef alan büyük ithamlarda bulunuyor. Diyor ki: “Yahııdilerin içinde
yaşadığı halklar, açık ya da kap'alı, Semitizm düşmanıdırlar.”[27] Ona göre, özümsenme temelden
olanaksızdır, çünkü Yahudi olamayan herkeste “doğal” bir Semitizm aleyhtarlığı
vardır. Siyonistler, ırksal nefreti körüklemek için tarihsel gelişmedeki
olumsuz anları bilerek abartmakta ve “ebedî halk”ı ötekilerin bir türlü
“bitmeyen” nefretlerine karşın ayakta kalabilmiş olan kurbanlar gibi
sunmaktadır.[28] Siyonistlere kalırsa, işte bu
nedenden ötürü, özümlenme ya olanaksızdır ya da yüzeyseldir. Ahad Ha’am’ın
görüşüne göre, neydilerse öyle kalmışlar, yani tek ulus olma niteliklerini
yitirmemişlerdir, çünkü özümlenme süreci içinde öteki ulusların entellektüel
güçlerinden yararlanmışlar ve, Yahudilik temeline dayanarak, onlarla rekabetçi
savaşım sonunda ayakta kalmışlardır.[29]
Ama,
uygulamada Yahudi olmayan bütün insanların sözüm-ona ırkçılığının karşısına
Siyonistlerin gerçek ırkçılığı çıkıyor. Bunun temeli de Yahudilerin üstün ulus
oldukları ve öteki halklar içinde önde gelen rol oynadıkları efsanesidir. Kibir
dolu etnosentrijc mevzilerden hareket eden Siyonistler Yahudilere başka
uluslarda olmadıklarını söyledikleri bir takım ırksal üstünlukler~cleTanlyorlar.
Yahudilik uluslaş- tırılarak, hem gûya daha az yetenekli, hem de törel ve
tinsel açılardan daha ağırca gösterilen öteki ■ halklarla karşı karşıya
getiriliyor. Bu konuda Ahad Ha’am Nietzsche’ye özgü bir içtenlikle diyor ki:
“Ve
eğer her varlığın hedefi olarak ortaya bir üstün insan çıkmasını kabul
ediyorsak, bu hedefin önemli bir kısmı da bir üstün ulusun oluşmasıdır. Tinsel
niteliği onu öteki halklara bakarak törel öğretiye ve daha kutsal törel temel-
lerc oturtulmuş tüm yaşam biçiminin gelişimine daha yatkın ve yetenekli kılan
böyle bir halk var olmalıdır.”[30]
Kuşkusuz,
ilke yönünden, bunlar sağlam düşünceler değillerdir. Başka bir yerdeki şu
sözlerine bakarak burada kastedilenin Yahudiler olduğunu anlıyoruz:
“Yaradılış
merdiveninde farklı basamaklar olduğunu herkes doğal olarak kabul eder; önce
inorganik nesneler, bitkiler ve hayvanlar alemi, sonra konuşan yaratıklar ve
hepsinin üstünde Yahudiler.”[31] [32]
Bu
düşüncelerin Nazizmin dağarcığından ödünç alındığı sonucuna varılabilir; ancak
araştırma tam karşıtım, yani faşistlerin Siyonist- lerden aldığını ortaya koyacak.
Siyonistlerin birçok açıklamaları ve
şimdiki eylemleri, onlara göre, “Tann’mn seçilmiş halkı”mn başkalarını
aydınlatmak değil, onların üstünde baskı kurmak ve gerekirse onları ortadan
kaldırmak olduğunu gösteriyor. Acımasız gücün ve gûya üstünlük iddialarının
yüceltilmesini Siyonistler siyasetlerinin “abc”si durumuna getirmişlerdir.
Yirminci Yüzyılın daha ilk yıllarında bile, Ben-Gurion Filistin’de otururken,
şöyle demişti: “Bugünkü dünya güçten başka bir şeye saygı duymuyor.” Yarım
yüzyıl sonra da, Filistin sorununun “resmî kararlarla değil, silâhla”11
çözümleneceğini söyledi.
Siyonistlerin
“Tann’mn seçilmiş halkı”m Filistin’de sahte “halk- sız toprağa topraksız halk”
sloganıyla yerleştirip canlandırma deneyi, başindanberi, acımasız bir ırk
ayrımı uygulanarak gerçekleştiriliyor. Arap emeğini ve Arap ürünlerini boykot
etmek ve mandacı hükümetten toprak satın almak için kolay koşullardan
yararlanmak gibi yerli halkı uzaklaştırma amacıyla birtakım önlemler alınmış,
bunları kolaylaştırıcı zorunlu yasalar da hükümetçe kabul edilmiştir. Ekonomik
baskının istenilen sonuçları vermediği durumlarda, apaçık kuvvete baş
vurulmuştu.[33] Siyonistler, Filistin’in
demografik özelliklerini göçmen Yahudiler yararına değiştirmekle, Yahudi-Arap
ilişkilerinde eşitlik olamayacağı, ancak Yahudi baskısının söz konusu
edilebileceği ırkçı kuralına açıkça ve acımasızca dört elle sarıldılar. Arap
halklarıyla dört büyük çatışma başta olmak üzere, birçok askerî karşılaşmalar
bu ilkenin uygulanabilir olduğunu da göstermiştir.
Siyonizm’in
ırkçı niteliği Yahudi ulusal kültürünün öteki halkların kültürüne karşı
koymasında da kendini gösteriyor. Siyonistlere göre, Yahudi kültürünün temel
avantajı Yahudiliğin üstüne kurulmuş olmasıdır. Yahudiliğe Yahudi yaşamının
entellektüel merkezi olarak bakılır; Yahudi halkının, üstün din eğitiminden
ötürü, ırksal birliğini ve değişmeyen ulusal kimliğini koruduğuna inanılır.
Ahad Ha’am der ki:
“Üç-bin
yıl Yahudi olarak kaldık, çünkü başka birşey olamayız, çünkü muazzam ve üstün
bir güç bizi Yahudiliğe bağladı...Böylece, Yahudilik, doğduğu andan buyana
kişide gelişen doğal içgüdülerin tümüyle birlikte, içimizde yaşamaktadır...”[34]
Bazı
Siyonistler Yahudi kültürünün, dünya kültürlerinin onsuz gelişemeyeceği bir
itici güç olduğunu iddia edecek kadar ileri giderler. A. Bartal şöyle yazar:
“Yahudi halkının ruhu olan Yahudi kültürü, Avrupa kültürleri başta olmak üzere,
öteki kültürlerin itici gücü, onların arkasındaki dinamodur.”[35] Bilim böylesine iddiaları
hahamların uydurmaları olarak toptan reddeder. Eski zamanlardan günümüze kadar
İncil saplantılarının tutsağı olmuş ve Talmud bilgiçliğiyle yetişmiş olan
“Yahudi” düşünürlerinin sayıca bunca çok olmasına karşın, insanlığa değerli tek
bir görüş bile verememişlerdir. Spinoza Tevrat’ın ilk beş kitabının babasının Musa
olduğu efsanesinden kuşkulandığı ve Yahudi kanından gelmesine karşın Yahudi
ocağında bilinen o dinsel düşünürler ailesine mensup olmadığı için, Amsterdam
havrasmca afaroz edilmişti.
'•
Anlaşılan, Incil ve Talmud gelenekleri Yahudi halkının “kurtarıcı” rolü, bu
halkın ötekilere ırksal muhalefeti ve onlardan farkı, Yahudi topluluğunun
hiçbir sınıf çelişilen bulunmayan toplumsal yönden bütünlüğü olan bir toplum
olduğuna ilişkin kavramlar, Yahu- dilerin Filistin’e döneceklerine dair Incil’e
bağlanan bir efsanenin propagandayla yayılması gibi Siyonist görüşleri
etkilemiştir, Ancak, şovenizm, ırkçılık ve sömürgecilik gibi burjuva ve
emperyalist kavramlar Yahudilikten gelen öğelere eklenmiş ve onları
“zenginleştirmişler- dir”. •
Ne var
ki, Yahudi kültüründe başka öğeler de var. İçinde yaşadıkları ülkelerin ulusal
kültürlerine bağlı ve Yahudi kökenli kişiler yeteneklerini ortaya dökmüş ve
insan yaratıcılığının her dalında büyük ve kalıcı yapıtlar ortaya koymuşlardır.
İşte, bu kişilerin çalışmalarında Yahudi kültürünün bütün yeryüzü için önemli
olan ilerici yönleri, S.S.C.B., A.B.D., İngiltere, Fransa, Almanya ve benzeri
halkların ulusal kültürünün ayrılmaz parçası olarak ifadesini bulmaktadır.
Bu
gerçekler, bir yandan, Yahudilerin ırksal yönden olağan Siyonist görüşlerinin
tümden reddinin kanıtlarıdır. Öte yandan da, Yahudilerin ırksal açıdan geri
olduklarına dair Semitizm-aleyhdarı kavramların saçmasapan olduklarım da
gösterir. Ancak, Semitizme karşı insanhk-dışı ve alçaltım düşüncelerin bütün
biçim ve ve görüntülerini reddederken, Alman Nazileri dışında hiç kimsenin,
Siyonistler kadar, “ulusal” dehanın aşılamaz olduğunu iddia etmediğini hemen
göstermek zorundayız. Sağduyu, Max Nordau’un şu açıklamasını ırkçı bir kendini
beğenmişlikten başka bir şey olarak kabul edemez: “Bir Yahudi, tüm Asyah ya da
Afrikalıları bir yana koyalım, sıradan Avrupalıdan çok daha fazla yaratıcı ruha
ve daha üstün yeteneklere sahiptir...”[36]
Ve Yahudi halkının daha büyük evlâtları olduğunu, dahilerin ve büyük
yetenekleri olan kişilerin en fazla Yahu- dilerde bulunduğunu, kültürel,
sanatsal ve siyasal incilerin Yahudilerce yaratılmadıkça bu denli
parlamadıklarını ciddî olarak ileri sürmek düzeltilemez bir ırkçı açıdan
hareket etmekle olasıdır.
Siyonist
ırkçılığın göze batan bir yanı da İsrail toplumunun tüm alanlarına girmiş olan
ırkçı-askerci ruhtur. Garnizon İsrail devletinin Siyonist aşırılığı dışa,
yani'"Siyonist genişleme plânlarının önünde ana engel ve devletin
Yahudi niteliğine tehlike olan Arap halklarına karşı ırkçılığı sergilemektedir.
Öte yandan, içe, yani etnik kökeni ne olursa olsun, İsrail emekçi halkının
çoğunluğuna karşı bir ırkçılık da sözkonusudur. Onların ayrım' uygulanan, baskı
altında tutulan ve aşağılanan bir halk olarak statüleri ırksal geriliklerini
iddia eden Siyonist kuruluşla izah edilmektedir.
İsrail
toplumunun yaşamında Araplara karşı ırkçılığa verilen önem Siyonist
sömürgeciliğin özelliklerini en iyi biçimde yansıtmaktadır. Geleneksel
sömürgecilik yabancı toprakları ele geçirdikten başka yerel halkı sömürmeyi de
hedef olarak gözetirken, Siyonistler işgal ettikleri yerlerden yerlileri
çıkarıp orayı “temizlemeye” çalışıyorlar. Siyonistler sık sık “Yahudilerin çok
fazla tarihi ve çok az coğrafyası olduklarını” söyler dururlar. Bu yüzden, tüm
ayrımcı önlemlerin tek bir hedefi vardır: Arap nüfusu atmak ve İsrail’i bir
Yahudi devleti olarak kurmak. Revizyonist Siyonist önder Vladimir Jabotinsky
derki:
“Filistin
Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin
yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması herzaman zorunlu ve güncel
olacaktır. Araplar, şimdi bile, onları ne yapacağımızı ve onlardan ne
istediğimizi biliyorlar.
“Durmadan
oldu-bittiler yaratmalı ve Araplara bizim topraklarımızdan çekilerek çöle
dönmeleri gerektiğini söylemeliyiz.”[37]
İdeolojik
açıdan, Siyonistlerin Araplara karşı olan ırkçılıklarının doğrudan doğruya
Semitizme-karşı ırkçılıktan esinlendiğini göstermek geçici olmaktan daha büyük
bir önem taşır. Semitizme düşman olanların Yahudiler aleyhinde yarattıkları
kötü duygular gibi, Arapları hedef alan karmaşık peşin hükümler İsrail
yığınlarının bilinçlerine sistematik biçimde sokulmaktadır. Arap toplumunun
gerilikle eşanlamlı olduğu söylenmekte ve Araplar tarihsel gelişmeleri yalnız
iki öğenin sonucuna, yani din ve çöle bağlanan entellektüel ve psikolojik bir
gerilik içinde sunulmaktadırlar. Araplara karşı ırksal düşmanlık din konusuna
da aktarılıyor. Arabın sosyo-psikolojik bir tip olarak geli- şemeyeceği de
söyleniyor, çünkü^Siyonistlere göre, Arap Kuran ve ilkel içgüdülerin bir
yaratığıdır ve öyle kalacaktır. Ahlaksal değerler açısından da, Siyonistler
onları insan ahlâkının en düşük düzeyine yerleştirirler. Araplara karşı peşin
hükümler Siyonist eğitim sisteminin alanına girmekte ve yeni kuşakların
bilincine daha küçük yaşlarda yerleştirilmektedir. Ve Siyonistler bütün
bunları, önemli ve yaratıcı etkileri Avrupa, Afrika ve Asya’daki uygarlıklarda
kolayca görülen eski ve zengin uygarlığın mirasçısı elan halka
yapmaktadırlar.)
İçte ırkçılık yalnızca İsrail’de yaşayan Araplara karşı da değil. Yahudi
asıllı bazı İsrail yurttaşları da buna hedef oluyorlar {Siyonist kuruluş İsrail
Yahudilerini iki gruba ayırıyor: (a) yerli dili İbranice olanlar ve (b) yerli
dili İbranice değil^Ladin ya da başka bir dil olanlar. Aynı zamanda Eşkenazim
de denen biprıci grup Yahudiler
Batı
kökenli olup, devlete ve sendikalarda sorumlu yerlerde görev yapmaktadırlar.
Sefaretim denen İkincilerin ise, daha sınırlı hakları vardır ve aynı sorumlu
mevkilere getirildikleri pek görülmez. Arap, Afrika ve Asya ülkelerinden gelen
yoksul ve “alçak” düzeyde Yahtıdiler de bu İkincidedir!(Irk merdiveninin en
üstünde Filistin’de doğmuş olan ve böylece Avrupa’dan gelen ilk göçmenlerden
olma .şafira’lar vardır. Eşkenazim denen Avrupalı Yahudilerin önündeki fırsatlar,
bir kural olarak, Sefardi Yahudilerinden çok daha fazladır.[38]^ütün
bu grupların hepsinin, doğal olarak, birtakım alt-grupları da vardır. 10 Mart
ıgyo’de İsrail’de kabul edilen yasaya göre, “gerçek” Yahudi olarak
tanınmayanlar özellikle güç durumdadırlar. Bu yasaya göre, yalnızca doğuştan
Yahudi ya da ortodoks bir haham tarafından Yahudiliğe alınmış olan bir ananın
çocuğu Yahtıdidir)
Aslında,
Orta Çağlara özgü bir dinsel ırkçılık İsrail’de yeniden doğuyor. Din yasaları
Yahudilerin Hıristiyan ya da Müslümanlarla evlenmelerine engeldir. Bu türlü
evlilik yapan ailelerin önüne çeşitli ayrımlar yığılıyor: onlar ülkenin daha
uzak köşelerine, kibbutzim’lere ya da askerî yerleşim alanlarına
gönderiliyor. Yahudi kadınlar, Yahudiliğe kabul ediliş hazırlığının bir parçası
olarak, İbranice çalışma zorunda bırakılıyor ve ondan sonra tam medenî haklara
kavuşabiliyorlar. A. Zheromski şöyle yazıyor: “Dünyanın hiçbir yerinde
İsrail’deki gibi, yatay, dikey, köşegen ve daire içinde bir ayrım yoktur.”[39]
Şovenist,
ırkçı ve saldırı politikası İsrail’in emekçi halkına yeni deneyler, büyük
tehlikeler ve umulmayan tehditler getiriyor. Sıradan İsrail yurttaşına,
yalnızca büyük Siyonist burjuvazisinin, yani uluslararası tekellerin
görünmeyen imparatorluklarına bağlı milyarderlerin çıkarlarına yarayan alçakça
bir dâvâ için acı ve savaş alanlarında ergeç ölüm sunmaktadır. Siyonistler,
İsrail halkının bütün acılarına karşılık olarak, daha büyük bir İsrail devleti
serabını öne sürüyorlar.
Irkçı
Siyonist siyaset yalnız İsrail’de yaşayanlara değil, bütün insanlara ve nerede,
nasıl yaşayacaklarına karar verecek olan dünya Yahudilerinin demokratik
haklarına da yöneliktir. İsrail’in Arap komşularına düşman “silâhlı bir ocak”
durumuna dönüştürülmesi, Siyonizm’in onlara karşı sürekli bir savaş siyaseti,
Filistin halkının bir yurda sahip olma hakkından yoksun kılınması, bütün bunlar
türlü ve ve görülmeyen kötülükleri içermektedir. Siyonistler İsrail halkını
Filistin sorununun tek olanaklı çözümünden, yani Arap halklarım anlama ve
onlarla iyi komşuluk ilişkileri siyasetinden alıkoymaktadır, işte bu nedenden
ötürü, dünya Yahudilerinin muhtemel ve gerçek düşmanları içinde en tehlikeli
düşmanı Siyonizm olmuştur ve öyle kalacaktır.
Siyonistlerin
ve bazı burjuva sosyologlarının Îsrail-Arap çatış- tışmasını iki eşit fakat
birbirine karşı ulusal akım diye sunarak Siyonizm’in ırkçı ve sömürgeci
doğasını gizleme çabaları başarılı olamayacaktır. Siyonist şovenizmi ile Arap
milliyetçiliğini eş tutmak bilimsel açıdan yanlış ve siyasal yönden zararlı
olup, yalnızca Siyonist saldırganlığını Arap milliyetçiliğinin gûya
saldırganlığına bir tepkiymiş gibi gösterme çabasına hizmet etmektedir; aynı
nedenle, İsrail de koca Arap Câ- lut’la düelloyu, Tanrı’nm yardımıyla, kazanan
küçük fakat kahraman Dâvut gibi sunulmaktadır.
Bilimsel
yaklaşım da gösterir ki, milliyetçilik somut tarihsel bir olgudur ve koşullara
göre farklı içeriği vardır. Bir, çalışan insanların ileri milliyetçiliği
vardır, bir de gerici milliyetçilik. Siyonist milliyetçiliği bu ikinci
türdendir. Orta Doğu anlaşmazlığı nitelik yönünden birbirine benzemeyen
güçlerin ve birbirine karşı tarihsel gelişme eğilimlerinin çatışmasıdır.
Siyonizm’in ırkçı olan temel niteliği, en derin özünde, faşizmden farklı
değildir. Siyonizm’in işte bu özelliği derin bunalımıma ve İsrail emekçi halkı
ile dünya Yahudiliğinden olduğu kadar uluslararası düzeyde ötekilerden de
gitgide uzaklaşmasının nedenidir.
Sosyalist
ülkelerin halkları, gelişmekte olan ülkelerin ilerici güçleri ve İsrail dahil,
sermayeci devletlerin banş-sever kesimleri Filistinlilerin ve öteki Arap
halklarının haklı dâvâsıyla birliktir. Tüm ilerici güçler Semitizm düşmanlığına
karşı ödünsüz savaşımlarım Siyonist ırkçılığa karşı kararlı savaşımlarıyla
birleştirmektedirler. Irkçılığa karşı savaşımın karşıt bir ırkçılık mevziinden
başarıyla yürütü- lemeyeceği açıktır. Böyle bir taktik, Orta Doğu’ya kalıcı ve
âdil bir barış getirmek yerine, böyle bir barışı, A.B.D.’nin gûya adım adım
yaklaşımı olayında olduğu gibi, daha da uzaklaştırır.
Çatışma
ancak konunun içindeki öğelerin çözümü sonucu son bulur: (a) İsrail
kuvvetlerinin 1967’de işgâl ettikleri tüm Arap topraklarından çekilmeleri; (b)
kendi devletlerini kurma hakları da dahil olmak üzere, Filistinlilerin
haklarının garanti edilmesi; ve (c) tüm Orta Doğu ülkelerinin bağımsız varlık
haklarının, tanınması.»
Bu
yaklaşım sosyalist ülkelerin çoğunluğu tarafından desteklenmekte olup, her
taraftaki ilerici güçlerden daha da artan destek görecektir, çünkü âdil,
demokratik ve herkesin gerçek çıkarı olan sürekli barışla uyumludur.
i9Rabotniçesko Delo, 29 Nisan 1976.
SİYONİZM,
YAHUDİLER VE YAHUDİLİK
Bu
yazının, amacı Siyonist önderlerin, özellikle ilk Siyonistlerin Yahudilere ve
Yahudiliğe yaklaşımını ortaya koymaktır.
Özellikle
Kasım 1975’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda 3379 (XXX) sayılı karar
tartışmaları sırasında ve sonra, Siyonizm’i savunanlar onun ırkçılık
gütmediğini, çünkü Siyonizm’in yandaşlarım ırkları temel alarak
tanımlamadığını ileriye sürmüşlerdir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşmiş
Milletler’deki o zamanki baş-temsilcisi Büyükelçi Patrick Moynihan, B.M.’de
yaptığı bir konuşmada, Siyonist akımın “üyelerini doğuma göre değil inanca
göre tanımladığını” belirtmişti. Moynihan şunları da eklemişti:
Ç'“Siyonizm
jenetik bir topluluğa...tarihsel bağlarla bağlı insanların bir akımı değildir.
Aynı bölgede yaşayan birbirinden ayrı toplulukları da kapsamaz...Tam karşıtı
olarak, Siyonistler kendilerini yalnız Yahudi olarak tanımlarlar ve Yahudi
anadan doğan herhangi birini ya da, en önemli nokta olarak, Yahudiliği kabul
eden herhangi birini de Yahudi kabul ederler^.Bu önemli sorunun dinsel ve
siyasal kültür ile olan ilişkisini göz önünde bulundurarak, konunun
tutarlılığını belirtmek için söyleyelim ki, İsrail mahkemeleri bir başka dini
seçenleri artık Yahudi olarak kabul etmez.”
Moynihan,
bu görüşe uygun olarak, şöyle bir sonuca varır: “Siyonizm ne olursa olsun,
‘bir çeşit ırkçılık’ değildir ve olamaz.”
Bu
görüşü değerlendirebilmek için, Arthur Hertzberg’in Siyonist Düşünce1
adlı yapıtının kapsadığı Siyonist yazılar antolojisine başvurdum. ileri gelen
bir haham ve bilgin tarafından toparlanan bu antoloji Siyonist yazıların tümünü
kapsamasa bile, onları hakkıyla [40] temsil etmektedir. Sözkonusu
antolojide yer alan yazarlar, hemen hemen heryerde, Yahudilerin bir halk
olduğunu belirtiyorlar. Çoğu da onları bir ulus olarak göstermekte ve
Yahudilerin de bu ulusla ilişkili olduklarını söylemektedirler.
Yahudi
Siyonist sözcüler Yahudileri ısrarla halk olarak tanımlamaktadırlar.[41] Hertzberg’in antolojisi, ilk
sayfadan sonuncusuna kadar, bunun örnekleriyle doludur. Halk, halk olma,
toplum ve benzeri terimler o denli sık kullanılmıştır ki, hepsini bir arada
belirtmek sıkıcı olur. Bu nedenle, burada ilk ve son sayfalardaki iki örnekle
yetineceğim. Yehudah Alkali (1798-1878) 1843’de şöyle yazmıştı: “Bizler, halk
olarak, haklı bir biçimde yalnızca İsrail toprakları üstünde İsrail olarak
tanımlanırız.” (105) Ve David Ben-Gurion (1886- 1973) 1944’de “halkımızın
çoğunluğu sosyalist Yahudi devletine dönüşmüş bir anayurtta yaşayacağı” günü
gördüğünü yazıyordu. (319)
Birden
fazla Siyonist yazarın ırk terimini kullandığını belirtmek yerinde olur.
Yahudilerden söz ederken, Herzl’in önde gelen fikir- babalarından biri olan
Moses Hess (1812-75) ırk sözcüğünü sık sık kullanır, ilk Siyonist düşünür olan
Hess tamamen On-dokuzuncu Yüzyılın bir insanıydı. Almanya’da doğdu, orada ve
Fransa’da yaşadı. Çağdaş yaşamın eleştirisel incelemesini yapan iki kitapla
ilgili olarak Marx ve Engels ile işbirliği yaptı, fakat daha sonra onlardan ayrıldı.
Hess Roma ve Kudüs adlı klâsik yapıtında der ki: “Yahudi ırkı insanlığın
ilk ırklarından biridir ve iklimle ilgili koşulların etkisine karşın,
bütünlüğünü korumuştur.” (121) “Irk”ı reddeden o Alman Yahudilerine değinen
Hess, neden olarak, öteki Almanların Yahudi- lere olan nefretini göstermiştir.
Hess Almanların Yahudi ırkına dinlerinden daha büyük nefret duyduklarını
söyler. (120) Hess’in ırk sözcüğünü kalerninden kaçan herhangi bir
sözcük gibi kabul etmemek gerekir; bunu sık sık kullanır. Hattâ, şöyle yazar:
“Indo-Alman ırkının Yahudi ırkı ile karıştıktan sonra niteliğini düzelttiğini
ciddî olarak söyleyenlere çok rastladım”. (127) Hess, ayrıca, “Yahudi ırkı”ndan
söz eden ve “sınırları içinde ya da dışında Yahudi ırkının ne kadarının
bulunabileceği bir Yahudi devletini pek ilgilendirmez” (138) diyen fakat
kendinin Yahudi olmadığı bir Fransız yazarından onaylayarak alıntılar yapar.
Siyonist
yazarlar, çeşitli yollardan, Yahudilerin bir ulus olduğunu ya da bir zamanlar
ulus olduklarını ya da olacaklarını sık sık yinelerler. Birçok örnekte de,
yazarlar Yahudilerin gerçekte bir ulus olmasalar bile, bu olanaklara sahip
bulunduklarını belirtirler. Moses Hess şöyle yazar: Gerçekten onursuz olan
Yahudi...kendi ulusundan utanan...modern Yahudidir.”(ı21) “Yahudi ulusçuluğu
ile ilgili duygunun yaşayan Yahudiliğin öz cevheri olduğunu anlatır ve
Yahudiliğin “ulusal yeniden doğuşu”ndan “Yahudi ulusunun yaşama yeniden
kavuşması”nm (133) yanıbaşında, “ulusal din”den söz eder.
Rusya’da
doğmuş olanların yazılarında, Yahudilerin ulusal niteliğine verilen önem son
derece belirgindir. Böylece, Peretz Smo- lenskin (1842-85), Eliezer Ben-Yehudah
(1858-1923), Moshe Lili- enblum (1843-1910) ve Leo Pinsker (1821-91) gibi
yazarların tümü Yahudilerin bir ulus olduğunu vurgulamaktadırlar.3
Özel
öneme sahip iki Siyonist yazardan biri, (geleneksel olarak Yahudi Devleti
diye yanlış çevrilen Yahudilerin Devleti) Der Judenstaat adlı kitabın
yazarı ve siyasal Siyonizm’in kurucusu, Viyanah gazeteci Theodor Herzl
(1860-1904) ve öteki de Herzl’in en önemli yandaşı ve izleyicisi Max
Nordau’dur. Herzl Yahudi Devleti adlı kitabında şöyle yazar:
“Ben
Yahudi sorununu toplumsal ya da dinsel bakımlardan değerlendirmem, bazan böyle
ya da daha başka biçimler almasına karşın. Bu ulusal bir sorundur ve bu soruna
bir çözüm getirebilmek için, onu bir araya gelmiş uygar uluslarca tartışılmak
ve bir sonuca varılmak üzere, uluslararası siyasal bir sorun olarak
saptamalıyız. Biz halkız - tek bir halk.” (209)
1902’de
yazan Max Nördau şunları belirtti:
PY “Siyonist olan ve olmayan Yahudiler
arasında anlaşma olasılığını, herhalde, sonsuza dek ortadan kaldıran nokta,
Yahudi ulusçuluğu sorunudur. Yahudilerin ulus olmadığı görüşünde olan ve buna
inanan biri, gerçekten, Siyonist olamaz...Karşıtına inanarak Yahudilerin bir
halk oldu-
"•Almlılar:
Smolenskin, s. 154; Ben-Yehudah, s. 164-165; I.ilienblurn, s. 170; Pinsker, s.
183-184.
cluğunu
kabul eden biri Siyonist olmuş demektir, çünkü yalnızca ülkelerine dönüş Yahudi
ulusunu kurtarabilir...” 1243)
Hertzberg’c
göre, menfada bir Yahudi yaşamı olasılığını yadsıyan Siyonist yazarların
arasında en aşırısı Almanya, İsviçre ve A.B.D.’ nde de yaşamış olan Jacop
Klatzkin (1882-1948) adlı bir Rustur. Klats- kin Yahudiliği “ulusçuluk”la bir
tutarak şöyle tanımlıyordu:
“Yahudilik
yansız bir temele dayanır.. Yahudi olmak ne dinsel, ne de etnik bir inancı
kabul anlamına gelir. Bizler ne bir küsurat, ne de bir düşünce akımıyız; bizler
bir ailenin üyeleri, ortak bir tarihin sahipleriyiz. Yahudilerin ruhanî
öğretilerini yadsımakla insan toplum-dışı kalmaz ve bunları kabul etmekle, de
kişi Yahudi olmaz. Kısacası, bir ulusun parçası olabilmek için, Yahudi dinine
ve Yahudi ruhanî görüşüne inanmak gerekmez.”^!?)
Golumbia
Üniversitesinde semitik dilleri profesörü ve Amerikan Siyonistleri
Federasyonunun ilk başkanı Richard J.H. Gottheil’in (1862-1936) yazılarından
aktararak bütün bu tanıkların geçit resmini sonuçlandırmak olasıdır. Gotthei’l
Amerikan Siyonizm’inin felsefesini bu federasyonun ilk ı,esmî açıklaması olan
bir yazı özetinde, şöyle belirtmektedir: “Biz, Yahudilerin yalnızca dinsel bir
grubun ötesinde daha başka bir şey olduğuna inanıyoruz; onlar yalnız bir ırk
değil, aynı zamanda bir ulustur da; bu ulusun iki gerekli özelliği, yani ortak
bir ülkesi ve ortak bir dili yoksa da.” (500)
Bu
alıntıların tümü Yahudi ulusçuluğunu vurguluyor. Bu noktada birleşmenin
hikmeti neydi? Bir iç bütünlük mü vardı? Evet, böyle bir şey vardı ve bu da
kısmen Avrupa’da Siyonizm’in oluşmasına yol açan durumdan ortaya çıktı.
Siyonizm de, temelde, Yahudi kurtuluşuna karşı bir tepkiydi. Yahudi
ulusçuluğunun merkeziyetçiliğini vurgulayan Siyonist ısrarın tarihsel temelleri
önde gelen bir Siyonist ve Siyonizm üstüne bir otorite olan Ben Halpern[42] tarafından anlatılıyor.
Avrupa’da Aydınlanma denen akımın sonucunda ilke olarak her yurttaş için
belirtilen eşitlik, çeşitli hükümetlerin yasalarıyla, örneğin 1791 Fransız
Ulusal Meclisince uygulanmaya başlanmıştır. 1860 yılma gelindiğinde, Batı
Avrupa’da Yahudilerin eşitliği genellikle etkindi.[43]
Fakat bu durum yerine sağlam oturmamıştı; sonraki yıllarda, Yahudilerin
statüsü, vc dayandığı ilkelerin geçerliliği yeniden değerlendirilir oldu.
Yahudilere
karşı güdülen ayrımı ortadan kaldırmak için iki çözüm yolu olasıydı -
Yahudilere ya kişisel ve yaşadıkları ülkelerin yurttaşları olarak eşitlik
sağlamak ya da hepsini topluca bir ulus olarak kabul etmek. Halpern ikinci
olasılık üstünde ciddî olarak duranların Yahudiler değil, Yahudi olmayanlar
olduğunu belirtir.
Bununla
birlikte, Yahudiler eğer bir “ulus” ise ve öteki “kiliseler” gibi bir “kilise”
değilse, bu durumda onların eşitliği ve birleşmeleri bir sorun yaratıyordu. Bu
güçlük özgürlük verilmesini savunanlar tarafından hissedilmiş ve Yahudilere karşı
olanlarca vurgulanmıştır. Kurtuluşu savunanlar tüm yurttaşların insan haklarına
eşit olarak sahip olduğu görüşünden yanaydılar; ayrıca, kilise ve devletin birbirinden
ayrı düşünülmesinden ötürü, yurttaş eşitliğinin önünde engel olarak yer alan
dinsel ayrılıkların ortadan kaldırılması gerektiğine de inanıyorlardı. Öte
yandan, bir yabancıya yurttaşlarla eşit hak açıkça verilmeyebilirdi. Böylece,
Yahudiler sözkonusu olduğunda, “kilise” gerçekten “ulus”un eşit karşılığıysa
onlara, o zaman, yurttaşlık verilmeyebilirdi.[44]
Bu
görüşe tepki gösteren bazı Batılı Yahudiler iki yeni ilke oluşturdular: (i)
Yahudiler bir “ulus” değil, ötekileri gibi dinsel bir mezhepti; ya da böyle
değillerse bile, özgürlüklerine kavuşunca böyle olacaklardı. (2) Yahudilerin
Siyon’a mesihî dönüşleri soyut ya da simgeseldi ve bunun Yahudi ayinlerinden
çıkarılması gerekirdi.[45]
Siyonistler,
özellikle, Herzl’den sonra, bu kaynaştırıcı ya da modern görüşe karşı’kesin
yanıt verdiler: Yahudiler etnik bir varlıktır ve Yahudi sorunu ulusal bir
sorundur.[46] Eğer Avrupa’daki Yahudiler
kendi kimliklerini koruyarak yurttaşlığa tam sahip olamazlarsa, tek çözüm buna
kavuşabilecekleri bir yer bulmaktır. Halpern, Herzl için şöyle yazar:
“Herzl
Yahudi olmayanların ulusçulukla ilgili sanılarını yalnız yola gelmez bir gerçek
olarak değil, aynı zamanda adil bir ilke olarak kabul etmektedir; ulusçuluk,
gerçekten yalnızca yurttaşların oluşturduğu bir kitle değil, fakat toplumsal ve
kültürel kaynaşmaya tarihsel bağlarla ulaşmış bir insanlar kümesidir. Herzl’in
bu görüşü böylcce ifadesi gerekmez, çünkü onun, yaptığı ve söylediği herşeyde
bu vardı.”9
Böylece,
Siyonistlerin Yahudi ulusçuluğunu vurgulamaları, Siyonizm’in temel
görüşlerinden biriydi. Ve bu vurgulama Yahudilerde dinin Siyonizm’e ilişkin
rolü hakkında farklı tavırlara yol açtı.
Siyonist
akımın ilk yıllarında Yahudilerin dine karşı şu tutumları gözlenebilirdi: (i)
Anti-Siyonist Yahudiler, Yahudilerin bir ulus değil, dinsel bir toplum
olduklarında ısrar ettiler. (2) Dinsel Siyonistler dinin Siyonizm için temel
bir önemi olduğunu vurguladılar. (3) Öteki pek çok Siyonist de, Yahudi olmanın
temelinde ulusçuluğun bulunduğu görüşünde olduklarından (ve belki kendileri de
dindar olmadıklarından), dinin yalnızca belirsiz bir rol oynadığını düşündüler.
Bu son iki topluluğun görüşlerini aşağıdaki alıntılarla örneklemek olasıdır.
Smolenskin
yasayı tanımlamanın herhangi bir Yahudiyi toplum dışına çıkarmayacağını
savundu:
^“Dinsel
törelerimizin bazılarını ya da bir çoğunu uygulamayı bir yana itenlerin
İsrail’in mirasında gene de birer paylan bulunacaktır. Günahları ne olursa
olsun, bunlar kendi insanlarına karşı değil, Tann’ya karşı işlenmiş olanlardır...
Dine karşı günahı ne olursa olsun, her Tahudi kendinden olan insanlara
ihanet etmedikçe o insanlara aittir. İşte, yerleştirmek zorunda olduğumuz
ilke budur. Bir halk olduğumuz önerisinden çıkarabileceğimiz mantıksal sonuç da
budur.\ (145, 146)
Smolenskin
bu sonucu desteklemek için iki sav ileriye sürdü. Birincisi, eğer bizi tek
toplum yapan yasalarsa, tüm Yahudiler için kalplerimizde niçin sevgi
besliyoruz? Bu sevginin kaynağı yasalar olamaz; bazı yüce duygular birtakım
temel bağlılık coşkusudur. İkincisi, bu bağ eğer dinsel bir disiplin
oluşturuyorsa, o zaman sözkonusu toplum çok yakında çözülüp kaybolur, çünkü çok
sayıda Yahudi gerçekten dinsel disiplinlerini gözden çıkarmaktadırlar.
"a.g.k., s. 142.
1921’de
Filistin’e yerleşmiş olan Ukranyalı “agnostik hamam” Ahad Ha’am (1856-1927)
Yahudi halkının kültürel doğuşu ve çağdaşlaşması konularına büyük önem verdi.
ıgıo’da Jıısdas Magnes’e yazdığı bir mektupta şunu soruyordu:
“Milliyetçilerin
arasından dinin ilkelerine inanmayanları çıkarmayı gerçekten düşünüyor musunuz?
Amacımız buysa, buna katılamam. Bana kalırsa, dinimiz ulusaldır - yani, ulusal
ruhumuzun bir ürünüdür, fakat bunun karşıtı doğru olamaz. Milliyetimizi
açıklamadan dinsel açıdan Yahudi olmak olanaksızsa, o zaman inanç gerektiren
dinin pek çok noktasını kabullenmeden ulusal yönden Yahudi olmak olasıdır...”
(262)
Aaron
David Gordon (1856-1922), Siyonizm’in Yahudilerce çekiciliğiyle ilgili olarak
bir dizi soru üstünde durdu: Doğum yerimiz olan toprakları niçin terkedelim?
Niçin kaynaşmayalım? Yanıtları da şöyle oldu:
“Kuşkusuz,
din değil. Günümüzde kişinin herhangi bir din olmadan yaşaması olasıdır.
Yahudiliğe yalnızca bir din olarak hâlâ güçlü biçimde bağlı olanlar çok • uzak
sayılmayan bir gelecekte tam dinsel özgürlüğe kavuşabileceklerinden güven
duyabilirler.” (380).
New
York’taki Yeni Toplumsal Araştırma Okulu’nda profesör olan Horace Mayer Kallen
1918’de şöyle yazmıştı:
“Yahudi
yaşamında Yahudiliğin yeri ve işlevinin herhangi bir ulusal yaşam içinde dinin
yeri ve işlevinden farkı yoktur. O yaşamın bir parçasıdır; o toplum içinde
halkın etnik niteliği, tarihi ve ortak azmi ve isteğiyle oluşan bir bütünün, ne
denli önemli olursa olsun, yalnızca bir parçasıdır.” (527)
Kuşkusuz,
Yahudi ulusçuluğunun Siyonizm için gerekli olduğunu kabul ederken, Yahudilerin
yaşamındaki Yahudi dininin yeriyle ilgili olarak farklı düşüncede olan dindar
Yahudiler dün de vardı, bugün de var. Örneğin, 1878’de Polonya’dan Filistin’e
giden Yehiel Michael Pines (1842-1912) Yahudilerin ulusal kişiliğinin kendine
özgü olduğunda ısrar ederken, bu durumun ulusal etnik nitelikten değil,
dinden doğduğu inancındadır. Pines Yahudi diniyle ulusçuluğunu birbirinden
ayırmağa olanak bulunmadığını, bu nedenle de lâik bir Yahudi ulusunun
düşünülemeyeceğini söylemiştir:
“Herhangi
bir başka ulus belki dininden ayrı olarak düşünülebilir. Ama böyle bir
ulusçuluk, Yahudiler için iğrençtir. ”(413)
Modern
Siyonist düşünürlerin arasında en olağanüstü olan ve gene olağanüstü değerlere
sahip bulunan Abraham Isaac Kook (1865-1935) Filistin’e 1904’de Hayta
Baş-hamamı olarak gitmişti. O da dinden soyutlanmış ulusçuluğu kesinlikle reddetti:
“Dinden
soyutlanmış Yahudi ulusçuluğu kendi kendini aldatmaktan başka birşey değildir:
İsrail’in ruhu Tann’ya odejıli yakındır ki, herhangi bir Yahudi ulusçusu, ne
denli lâik olursa olsun, kendine karşın, dinselliği kabul etmelidir. Kişi
kendini ebedîliğe bağlayan bağları koparabilirse de, İsrail topluluğu bir bütün
olarak, asla.” (430)
Martin
Buber (1878-1965) İsrail’in özelliğini, halkla ulusun din yoluyla kenetlenişini
vurgulamaktadır:
“İsrail
halkı ötekilere benzemez, çünkü...dünyada hem ulus, hem de dinsel bir toplam
olan tek halk budur... İsrail birleşmiş olan bir halk ve dinsel bir topluluktu,
şimdi de böyledir... Bu bağı koparan, İsrail’in yaşamını koparıyor demektir.”
(459-460)
Solomon
Schechter (1847-1915) aynı bağın üstünde durdu: “İsrail’in bilincinin doğuşu
ile İsrail dininin kalkınışı...birbirinden ayrılamaz.” (508)
Sonuç
olarak, önce, Siyonist yazarlar, büyük bir Çoğunlukla, Yab.udilerin tek bir
halk olduğunu vurguluyorlar. İkincisi, bu sözcülerin çoğu Yahudilerin ulusal
niteliği üstünde de uyuma varmışlardır. Bazıları Yahudilerin bir ulus olduğunu
ve böyle olması gerektiğini belirtmektedirler. Her iki grup tâ Yahudilerin bir
ulus olacağına inanıyor. Üçüncüsü, Siyonist yazarların çoğu Yahudi yaşamında
dinin büyük bir rol oynadığını kabul etmektedir. Bazıları bu rolün, herkes için
değilse bile, hiç olmazsa, Yahudiler için sürmesinde ısrarlı dav- , ranmakta,
bazı ötekiler de, bunun reddetmektedirler.
Böylece,
Moynihan’ın Yahudiler ve Siyonistlerle ilgili olarak Birleşmiş Milletler’deki tartışması,
Siyonist düşünürlerin açısından bakıldığında, eksik, yanlış yönlendirici ve
dürüst olmayan bir düzeyde kalmaktadır.
III
SİYONİST IRKÇILIK GÖSTERGELERİ
İSRAİL’E
GÖÇÜ KIŞKIRTAN SİYONİST ENTRİKALAR
^Bugünkü
Siyonist örgütlenmenin birinci hedefi, “sürgündekileri” bir araya getirmektir.
Siyonizm’e göre, dünyadaki her Yahudi İsrail’e gelinceye kadar Galut,
yani sürgündedir^ Bunu kolaylaştırmak üzere, İsrail Knesset’inin 5 Temmuz
1950’de kabul ettiği Dönüş Yasası ve her Yahudiye İsrail’e sürekli yerleşim
için gelme ve otomatik olarak İsrail yurttaşlığını kazanma hakkı veren 1952
Yurttaşlık Yasası çıkartılarak “Toplama Tasarısı” yasalaştırıldı. Avrupa’daki
Yahudi Toplama Kamplarının boşaltılması, çoğu Hitler’den canını kurtarıp gidecek
yeri olmayan 300,000 kadar Yahudi’nin bir anda İsrail’e hücüm etmesine neden
olmuştu. Batı’nm kapıları bunlara açılmıştı, çünkü kapıların kapalı kalmasını
kendi çıkarına göre Batılı Siyonistler bu yönde çaba gösteriyorlardı. Siyonist
tasarılarına göre, ikinci göç dalgası, A.B.D. ve Batı Avrupa ülkelerinden
gelecek gönüllü göçmenlerden oluşacaktı. Bunların gelmeleri, “tam bir Yahudi
yaşamı” sürmek ve “sürgün”de oldukları ülkelerdeki zulüm korkusundan kurtulmak
isteyeceklerine göre doğal olacaktı.
Başbakan
David Ben-Gurion göreve geldiği andan itibaren, resmî siyasal bildirilerinde,
İsrail’e göçü yüreklendirmek için herşeyi yaptı. Bir grup Amerikalının ziyareti
nedeniyle, 31 Ağustos 1949’da yaptığı bir konuşmada şunları açıkça ve oldukça
militanca ortaya koymuştu:
“Bir
Yahudi Devleti kurma rüyamızı gerçekleştirmiş olmamıza karşın henüz işin
başındayız. Yahudi halkının büyük bir kısmı hâlâ dışarda; bugün İsrail’de
yalnız 900,000 Yahudi var. Gelecekte bütün Yahudiler İsrail’de toplanmalıdırlar.
Ana babaları, çocuklarını buraya getirmeye çağırıyoruz. Yardım etmeyecek
olurlarsa, gençliği İsrail’e biz getireceğiz; ancak umarım buna gerek
kalmayacak.” Israilli önder, “yeni devletin kurulmasının hiçbir zaman Siyonizm’in
amaçlarına ulaşmış olması anlamına gelmediğini, harekete şimdi her zamankinden
fazla gerek olduğunu” sık sık söyledi. Siyonist önder 1951 yılında gelecek on
yıl içinde 4,000,000 Yahudi’nin daha İsrail’e gelmesini tasarlıyordu. Ve
Ben-Gurion toplanmanın önemini vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmadı. İsrail
Hükümeti Başkanı 1960 Aralığında Kudüs’te yapılan 25’inci Dünya Siyonist
Kongreresindeki konuşmasında, ıgBı’de İsrail’deki Amerikalı ve Kanadah Şahinler
Birliği üyeleriyle yaptığı bir konuşmada, Mayıs 1961’de İsrail Kncs- set’ine
sunduğu bir raporda, Hadassah’m Ocak ıg62’de kutlanan Altın Jübilesinde verdiği
söylevde ve Haziran 1962’de Kudüs’te düzenlenen Amerikan Yahudileri Kongresi
Sempozyumunda yaptığı bir konuşmada hep aynı temayı vurgulamış, İsrail’in
dışında yaşayanları “Tanrısız Yahudiler” olarak tanımlayarak Amerikalı
Yahudilerin “bir Yahudinin ne demek olduğundan haberdar olmadıklarını”
söylemişti.
Gurion
Amerikalı olmadıklarını söylemekte ve Amerikan anayurdunun bir parçasını
oluşturmadıklarını belirmekte gönülsüz davranan ve İsrail’in, dünyanın
heryerindeki Yahudi toplumlarının temeli olduğu, “Birleşik Devletler’deki
Museviliği ancak İsrail ile olan kişisel bağların kurtarabileceği” yolundaki
kendi değerlendirmesine katılmayan Amerikalı Siyonistleri azarladı. İsrail
Devletinin kurucusu, görevinden ayrılıp Negev Çölünde oturmağa başladıktan
sonra onun ardılı Levi Eşkol, “Amerikan Yahudi toplumunu fethetmek” olarak
ortaya koyduğu hedefe doğru çabalarını sürdürdü.
Fakat
Ben-Gurion ve ardılları kendi Siyonist Parti üyelerini bile Dönüş Yasasından
yararlanmağa ikna edemediler. Ben-Gurion Ekim 1962 tarihli Hadassah
dergisi için yazdığı bir yazıda şunları söylüyordu : “Devletin kurulduğu gün,
gerek Amerika’da, gerekse Avrupa’da tek bir Siyonist önder bile diaspora
(menfa) ile bağını koparmadı ve kendi kaderini îsrail devletininkiyle
özleştirmedi.” Ve Knesset’te Başbakan “Amerikalı Siyonistlerin İsrail’i
kendileri için değil, yurtsuz Yahudiler için bir yer saymalarından” yakmıyordu.
Amerikan
Yahudisi iş-bilirler, heyecanlı sempatizanlar, destekçiler, cömert
hayırseverler ve de siyasal fanatikler, Park Avenue’daki evlerinden,
Picadilly’deki katlarından ya da Rue de la Paix’deki villalarından “küçük
îsrail” için çalışmayı tercih etmeye devam ediyorlardı. Bu durumu ünlü Yahudi
gazeteci William Zuckerman Ekim 1959 tarihli Jeımsh Nemsletter’ü^ şöyle
anlatıyordu:
“Ne
milliyetçilerin, ne de özellikle Ben-Gurion’un kızıp öfkelenmeleri bunların
evlerinde kalma kararını etkilemedi. Amerikalı bir Yahudi için İsrail, bir
iftihar vesilesi, bir süs ya da karşılığında cömertçe para ödedikleri yeni bir
din şattı idi. Fakat ne kendi yurtlarıydı, ne de çocuklarının yurdu olacaktı.
Bu Batılı Yahııdilerin İsrail’e karşı giriştikleri ve toplanmayı ideolojik
iftira ve maddî bozguna uğratan tek direnişleriydi.”
Yukarıdaki
satırlar 1959’da yazılmıştı, ancak Batılı Yahudilerin suskunluğu İsrail’in
artan çabalarına karşın bugün de sürüyor.
Irak,
Yemen ve Bulgaristan’dan gelen ilk büyük Yahudi göçleıi durulduğunda, İsrail
ileri gelenleri, bundan böyle güçsüz ve yoksulları değil, A.B.D. ve Batı’dan
gelecek olan sağlıklı gençleri istediklerini açıkça ortaya koydular. Göç
çağrılarında ağırlığın doktriner sözlerden, İsrail’in ulusal insan gücü
gereksinmesi konusundaki ivedi sorununa kaydırılmasının daha yararlı olacağı düşünüldü.
Siyonist önderler, mühendis, teknisyen, hemşire ve öteki teknisyenlere olan
gereksinimi vurgulayarak, göçü artık bir hayırseverlik sorumluluğu değil, ivedi
bir insan gücü sorunu olarak gündeme getirdiler. Ve Ben-Gurion şöyle
övünüyordu:
“Geleceklerine
güvenim var. Onları buna itecek ekonomik öğeler vardır. Amerika’daki bir Yahudi
Mühendis Yahudi olmayan şirketlerde kolay kolay iş bulamayacaktır, bütün
aydınları istihdam edecek kadar da Yahudi şirketi yoktur.”
Ancak
Herzl, Weizmann, Wise, Silver ve öteki Siyonist kuramcıların söyledikleri
kıyamet türküsü işe yaramadı. Amerikalı ve Batılı Yahu diler büyüyen
anti-semitizm korkusuna dayalı felsefenin ötekilerine geçmesine yardımcı
olmalarına karşın, kendilerini yeterince tehlike altında hissetmediler. Amerika
Siyonist Örgütü İsrail’de Amerikalılar için ticaret okulları ve meslek
kolejleri kurduktan ve Siyo- nistlere ve Siyonist olmayanlara “terk
psikolojisini” aşılamağa çalıştıktan sonra bile, Siyonist önder Israel
Goldstein şöyle yakmıyordu:
“Amerikalı
Yahudiler daha nc bekliyorlar? Bir Hitler’in kendilerini zorla kovmasını mı?
Öteki ülkelerdeki Yahudi- leri göçmeye zorlayan trajedilerden kendilerinin
kurtulacağını mı sanıyorlar?”
Şu
unutulmamalıdır ki, başlangıçtan beri, Filistin’e göç yapay olarak ■ tahrik
edilmiştir. Avrupa’da Hitler’in kamçısından kurtulup yersiz yurtsuz kalan
insanların bile, İsrail’in yaşamlarını yeniden kurabilecekleri tek yer olduğuna
ikna edilmeleri gerekti. Bunların 1945’te Almanya’nın Amerikan bölgesinde
bulunan 112,000’inden 55,000’i A.B.D.’ye gitmek için başvurmuştu. Yahudi
Ajansının, yersiz yurtsuzların bulunduğu kamplarda sürdürdükleri yoğun propagandaya
karşın, çoğunluk Filistin’in dışında herhangi bir yere gitmeyi yeğliyordu.
A.B.D. Yüksek Komiseri’nin Yahudi işleri danışmanları Simon Rifkind ve Louis
Levinthal ile Siyonist önderi Haham Philip Bernstein’m desteğiyle Vaiz
Klausnera Mayıs 1948’de toplanan Amerikan Yahudi Konferansına sunduğu ünlü
raporda şunları bildiriyordu :
“Halkın
Filistin’e gitmeğe zorlanması gerektiği kanısındayım. Bunlar ne kendi
durumlarını, ne de geleceğin neler va- dettiğini kavramağa hazır değiller. En
büyük hedefleri bir Amerikan doları. ‘Zor’ sözünden bir programı kasdedi-
yorum. Bu yeni bir program değil, daha önce ve yakın geçmişte de kullanılmıştı.
Yahudilerin Polonya’dan kovulmasında ve ‘terk’ hikâyesinde de kullanılmıştı.
“Böyle
bir programda ilk adım şu ilkenin kabul edilmesidir: Dünya’daki Yahudi toplumu
Filistin’e gitmeğe ikna edilmelidir...Bununla ilgilenmeyenler, kendi yaşamlarını
sürdürmeğe herhangi bir katkıda bulunmadan giyinip beslenen, kamplarda korunan
Yahudi toplumunun çatısı altında duramazlar.
“Bu
programı gerçekleştirmek için Yahudi toplumunun politikasını değiştirmesi ve
yersiz kalan insanları rahat ettirmek yerine mümkün olduğu kadar rahatsız
etmesi gerekmektedir.
“Amerikan
Ortak Dağıtım Komitesi yardımları kesilmelidir... Daha sonra, Yahudileri
tedirgin edecek Haganah türünde bir örgüt kurmak gerekebilir. Sağlanan
kolaylıklar kurcalanarak azaltılmalı ve şimdi Yahudi işleri Danışmanı
yurtsuzların Vaizleri ve Ajans personelince sağlanan himayeden
vazgeçilmelidir.”!
Haham
Klausner, halk ile “ne yapacakları kendilerinden sorulacak değil, kendilerine
söylenecek hasta insanlar” olarak ilgileneceğini sözlerine ekledi. Vaiz,
program kabul edilmediği takdirde, “Amerikan
’Alfred M. Lilienthal,
What Price Israel, Chicago, 1953, s. 194-195.
Yahudi
toplumu politikasını gözden geçirmeğe ve burada önerilmiş olan değişiklikleri
yapmak zorunda bırakacak bir ‘kaza’ meydana gelebileceğini” bildirerek, “o
zaman çok daha fazla acı çekilmiş olur, daha büyük bir anti-semitizm dalgası
gelir ve belki bugün verilebileceğinden çok daha sert bir savaşım vermek
gerekebilir” dedi.[47]
Yurtsuzlar
Kamplarında Siyonist olmayan ve anti-Siyonist Yahudilere karşı şiddet ve ayrım
eylemlerine girişildi. Önemli bir Amerikalı işçi önderinin o zaman “yersiz
kalmış insanları Siyonizm’i kabul etmeğe, Filistin Yahudi ordusuna katılmağa ve
yasal farklılıklara boş vermeğe zorlamak”[48]
olarak anlattığı genel bir kampanya sürdürülüyordu. Bu, günlük tayınlara el
koyulması, işten çıkartma, Amerikalıların, yurtsuzların zanaat eğitimi için
gönderdikleri maki- naları parçalama, muhalefet edenleri yasal korumadan ve
vize haklarından yoksun etme biçiminde oluyor, hattâ onları kamplardan atma
noktasına kadar varıyordu; bir keresinde böyle birisi herkes önünde
kırbaçlandı. Bunlardan başka, A.B.D.’de de yapılan pogrom’lara dair hikâyeler
anlatılıyor, yurtsuzlar tedirgin ediliyorlardı. O zamanki ünlü bir Alman
sanatçı ve eşi, kendileri gelip görünceye kadar Amerika’daki Yahudi aleyhtarı
şiddet gerçeğine inanmaktan kendilerini alamamışlardı.
İsrail
için adam devşirmenin bir başka yöntemi Amerikan Yahu- dilerine, “Arap ve
Avrupa ülkelerindeki Yahudileri rehinden kurtarmanın” dinsel görevleri
olduğunu hatırlatmaktı. Ben-Gurion bunu 1949’daki İsrail seçimlerinden sonra
açıkça belirtti:
“İsrail’in
diaspora’daki (menfa) kalıntılarım kurtarmalıyız, Ayrıca, onların
mülklerini de kurtarmak zorundayız. Bu iki şey olmadan bu ülkeyi kuramayız.”[49]
Batılı
Yahudilerin beklenen akışı gerçekleşmeyince, İsrail dışındaki Yahudilerin
başına dertler açarak onları göçüp, Filistinli Arapların terkettiği yerleri
işgal etmeye ikna etmek ya da hattâ zorlamak, İsrail Hükümeti ile Dünya
Siyonist Örgütü’nün hesaplı politikası
oldu.
Arap-tsrail çatışması “menfadan kurtulma” için mükemmel bir fırsat yarattı.
İsrail ve Amerikan Siyonistleri arasında varılan bir anlaşmaya göre, Amerikan
Yahudilcri gelecekteki İsrail’e göç (Aliyah) hazırlığı için eğitileceklerdi.
Yurtsuzlar
kampları boşaltıldıktan sonra, İsrail’e göçenlerin % 8o’inden fazlası Doğu
Avrupa ülkeleri ile Arap Orta Doğusu ve Kuzey Afrika’dan gelmişti. Bu
Yahudilerin çoğunun göçmeğe niyeti yokken, baskı ve propaganda karışımı onları
buna zorladı. Judah Krallığının yıkılışından sonra, Nabukadnezar, Yahudileri o
zaman Babil denilen Irak’a getirmişti. Babil Talmudu orada yazılmıştı ve tutsaklar
Jeremiah’da kendileri için vazedilen “şehir barışı”nı orada bulmuşlardı.
Yüzyıllarca ekonomik ve dinsel ayrıcalıklardan yararlanarak resmî prestij ve
parasal olanaklar kazanmaları ve sultanlara, paşalara danışmanlık yapmaları
büyük İslâm İmparatorlukları zamanında gerçekleşti. Irak’ta kabinede Yahudi
bakanlar vardı ve altmış kadar da havra bulunuyordu. 1946’da İngiliz-Amerikan
Komitesine başvuran Orta Doğu Yahudi toplumu temsilcileri, siyasal Siyonizm
nedeniyle Müslümanlarla olan dostça ilişkilerinin tehlikeye girdiğini bildirmişlerdi.
O sıralarda, Arap ülkelerinde, “Vadedilmiş Toprak”ta olduğundan daha çok sayıda
Yahudi vardı.
Bizim
bugün Batı’da Yahudi-aleyhtarhğı dediğimiz şey Arap dünyasında hiçbir zaman
olmadı. Bundan ötürü, Siyonistlerin başka tasarılar yapmaları gerekiyordu.
Tıpkı Isa gibi, Musa ve İbrahim’in de İslâmî inanışa göre peygamber sayılmaları,
Kuran’ın Yahudilere “kitaplı halk” olarak atıfta bulunması ve İbrahim’in oğlu
İshak’ı kurban etmeye hazırlandığı Kudüs’teki kayanın İslâm’daki en kutsal
yerlerden biri olması nedeniyle, burada bağnazlık tohumlarının büyümesi zor
olacaktı. Bu yüzden Müslümanlar, Hırıstiyanlar ve Yahudiler arasındaki sıkı
bağların koparılması gerekecekti.
Irak’ta,
ülkeye gelen Siyonist Ajanların (genellikle Doğu Yahudilerinin) yürüttükleri
iyi örgütlenmiş bir Siyonist kampanya Yahudiler ile Müslümanlar arasına nifak
sokmayı becerdi. Buna karşı çıkan Irak Başhamamı merhum Sassun Kedûrî, “Irak’ın
Yahudi sorumluları, iyi ve kötü zamanlarıyla, burayı kendi ülkeleri olarak
görüyorlar ve inanıyoruz ki, dertler geçecektir” biçimindeki görüşlerini basına
açıkladıktan sonra fiziksel saldırıya uğradı. Hahamın sözünü ettiği dertler
İsrail’in kuruluşu ve Siyo- nistler ve Yahudiler ile Irak’taki cahil
Müslümanlar arasında bunu izleyen, çatışmaların sonucuydu. Fakat sayıları
150,000’c varan ve altmış kadar havraya sahip olan. Irak Yahudileri, 1954’te
çıkartılan ve kendilerine İsrail’e gitme izni veren Seçme Hakkı Yasası’na karşın
göç konusunda istekli değillerdi. Ancak, burada onları bekleyen, öteki Arap
ülkelerinde, de Doğulu Yahudilerin karşılaştıkları trajedilerden biriydi. Şimdi
A.B.D.’nde bulunan genç bir Iraklı Yahudi olan Reuben David bunu daha sonra
şöyle anlatıyordu:
“Siyonistler
baskılı bir psikolojik savaş başlattılar...Irak’- taki yaşamın
belirsizliklerinden doğan doğal korkular kurnazca istismar edildi.
‘Müslümanlardan satın, almayın’ başlıklı broşürler havralarda dağıtılıyor ve
Müslümanların eline geçerek Yahudi-aleyhtarhğı yaratmaları isteniyordu...
“Irak’taki Yahudilerin paniğe kapılması için sürdürülen Siyonist çabalar hem
bir itişin, hem de oir çekişin gerekli olduğu teorisine dayanıyordu. İtkinin
kaynağı, Irak’taki Yahudilerin uğradığı baskı olacaktı ki, bu çoğu zaman uydurulmuş
olmakla birlikte, İsrail’in kuruluşunun etkisiyle kısmen gerçekti. Çekişin
kaynağı ise, İsrail’in bütün Yahudi- ler için ‘Anayurt’ olduğu konusundaki
sürekli Siyonist duyurularıydı...
“Irak’ta
‘itki’nin ihmal edilmemesi için uğraşanlar tabii ki vardı. Gazetelerde, bir
havra da dahil olmak üzere, Yahudilerin sık sık gittikleri yerlerin
bombalanmasıyla ilgili hikâyeler anlatılıyordu. Bu bombalamalar sonucunda hiç
ölü olmaması ve fazla zarar vermemesi kuşku çekiciydi... Bombalamaların altında
Siyonistlerin olduğu bence çok açıktı. Yapmak istedikleri Yahudileri korkutmak
ve Müslümanların kendilerine karşı harekete geçtiğine inandırmaktı.
“Bombalamaların çok az fiziksel zarar vermesi, kimi zaman da hiç zarar
vermemesine karşın, Irak’h Yahudiler üzerinde genel olarak etki yaptı.
Yahudilerin evlerinde ve havralarda büyük miktarlarda silâh ele geçmeğe
başlandı. Hükümet, Yahudi mağaza ve kahvelerinde çok az zarara neden olan
bombaların, Yahudi konutlarında ve havralarda bulunan cephanelerin aynı
kaynaktan olduğuna ve sorumluluğun da aynı kişilerde bulunduğuna karar verdi.”[50]
Yüzyıllarca
Müslümanlarla yanyana, tamamen kendi yurtlarında gibi yaşayan. Yahudiler, Irak
yaşamının bütün alanlarında, maliye bakanlığı, parlâmento üyeliği, sanayici,
tüccarlık vb. hizmetlerde bulunmuşlardı. Bir Doğulu Yahııdinin dediği gibi,
“birlikte şarkı söyledik, birlikte ağladık. Ancak Siyonizm ve İsrail ortaya
çıktıktan sonradır ki, bu İnsanî yapı çöktü...” Bugün Irak’taki Yahudi toplu-
munun nüfusu tooo’den azdır.
1956
Süveyş bunalımı, Doğu Yahudilerini biraz daha toparlamak ve bunların
yerleştirilebileceği bir miktar daha toprak elde etmek için İsrail’e iyi bir
fırsat verdi.[51] Süveyş Kanalı Şirketinin
Başkan Nasır tarafından ulusallaştırılması ve daha sonra kanala el konulması,
İsrail’in gizli Sevres Andlaşması gereğince Ingiltere ve Fransa ile birlikte
Mısır’a karşı saldırısıyla başlayan Ekim 1956 Savaşma yol açtı. Kasım ayında
Knesset’te yaptığı konuşmada, Ben-Gurion, nerede olursa olsun her Yahudi’nin
“askerî harekâtı desteklediğini” bildirirken, Mısır’daki ve öteki Arap
ülkelerindeki Yahudilerin durumunu tehlikeye sokacağını özellikle hesaba
katıyordu. Bu, Mısır Hükümetinin, birçok Siyonist sempatizanıyla birlikte,
ülkelerine bağlı kalan, ancak sadakatlerine, heryerde Yahudiler adına hareket
eden Siyonist- lerce gölge düşürülen birçok masum Yahudiyi de tutuklamasına
gerekçe oldu.
Yahudilerin,
binlerce yıldır Yahudi olmayan Arap kardeşleri arasında barış içinde
sürdürdükleri varlıklarını, 1948’den beri bozan Siyonizm’in etkisi artık yeni
boyutlar kazanıyordu. Heyecanlı çağrılar ve aşılanan korkularla Irak, Yemen,
Suriye, Tunus, Cezayir ve Fas’tan çıkarılan 700,000 kişiye katılma konusunda
gönülsüz olan Mısırlı Yahudiler artık kendilerini son derece tehlikeli bir
durumda görüyorlardı. Mısırlı Yahudiler binlerce yıldır Müslüman ve Hıris-
tiyanlarla yanyana yaşamışlardı. Bunların bir kısmı belki de Musa’ nın giderken
ardında bıraktığı İbrani’lerin torunlarıydı. Ötekileri M.Ö. 250 yılında
Babillilerin Kudüs’teki tapmağı birinci kez yakmalarından sonra Mısır’a
kaçanlardı. Philo, İskenderiye’de Kudüs’ tekinden daha çok Yahudi olduğunu
yazar. Yahudiler On-beşinci Yüzyılda Portekiz ve Ispanya’daki Hıristiyan
zulmünden sonra Rus Devrimi sırasında Sovyetler’in aşırılıklarından ve
Hitler’in ırkçı zulmünden kaçıp hep Mısır’a sığınmışlardı. İsrail’in 29 Ekim
ıggö’da Mısır’ı istilâsı, dünyadaki Yahudileri Mısır sığmağından kasıtlı olarak
yoksun etti; oysa, ikinci Cihan Savaşı sırasında bir Amerikan askeri elarak
Kahire’de yeni yıl törenlerine katılırken havralarda ve özellikle kent
merkezindeki büyük havrada birçok Yahudiye rastlamıştım.
Siyonist
entrikalara uygun olarak Yahudi göçü öncelikle İsrail’in para, insan gücü,
askerî güç gereksinimleri doğrultusunda teşvik edildi. 1948 ye 1956’da
toplanan Yahudiler, Moşe Mcnuhin’in sözleriyle “sürülen Arapların bıraktıkları
boşluğu dolduracaklardı.”[52]
Ancak,
Doğulu Yahudilcr çok az zenginlik getirmişlerdi; çoğu yaşlı ve güçsüzdü; ne
öncülük ruhları vardı, ne de iyi askerî nitelikleri. Yahudi Ajansı “kısıntısız
göç” yerine “seçmcci göç”e eğilim göstermeğe başladı. Artık Doğulu
Yahudilerden ancak genç ve güçlü olanlar ya da özel mahareti bulunanlar göçmeye
“ikna” edileceklerdi. Batılı Yahudiler konusundaki çabalarında başarısızlığa
uğrayan Siyonistler, enerjilerini içlerinde birçok nitelikli teknisyen bulunan
Sovyet YahudiIcrine yönelttiler.
Sovyet
Yahudilerinin göçünü sağlamak için özenle düzenlenen kampanya büyük bir
anti-komünist akımı barındıran A.B.D.’nde yankı yarattı. İsrail’e göçü
sağlamada başarılı olsun olmasın, belirli Batılı çevrelerde İsrail’e destek
Sovyet-aleyhtarı kampanya aracılığıyla elde edildi. Sovyet Yahudilerinin sözde
kötü durumlarını incelemek üzere gözlemci, politikacı ve Kongre üyelerinin
baskı yapmaları ve Alexander Solzhenitzin gibi Sovyet-aleyhtarlarının
yüreklendiril- mesi, sözde yardım etme çabasında oldukları Yahudilere zarar
veriyordu. Ne zaman bir Sovyet Yahudisinin kılma dokuııulsâ, olay jYeıv
York Times gazetesinin ön sayfalarına manşet oluyordu.
İletişim
araçlarının uysallığından daha da yararlanılarak, 1971 ve 1976 yıllarında,
Belçika’da “Sovyet Yahudilerinin kötü durumu” hakkında yaygın konferanslar
düzenlendi. Brüksel I ve II toplantılarına dünyanın her yanından çok sayıda
ulusal vc uluslararası örgütün işbirliğiyle Siyonist akımın destekçileri
katıldı. Bu örgütler arasında “Sovyet Yahudiliği Ulusal Konferansı”, “Başlıca
Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı,” “Uluslararası B’nai B’rith,”
“Sovyet Yahudiliği Avrupa Konferansı,” “Lâtin Amerika Yahudi Kongresi”,
“Dünya Yahudi Kongresi” ve “Dünya Siyonist Örgütü” bulunuyordu.
1976’daki
Brüksel II toplantısı, Birleşmiş Milletler’in 1975 Kasımında aldığı ve
Siyonizm’i “ırkçılık ve ırk ayrımı” ile bir tutan kararı ile İsrail devletinin
varlığının özüne yönelen tehdite karşı koymak üzere kasıtlı olarak düzenlendi.
Siyonizm’in deyimlerini kullanacak olursak, şimdi “onlar” bir kez daha “bize”
saldırdıklarına göre, yeni bir anti-semitizmi istismar kampanyalarını gündeme
getirmek herzamankinden fazla önemliydi. Yüzbinlerce Amerikalı anti-komüniste
yapılan bir çağrıda Yahudi düşmanlığına karşı olma görünümü altına Siyonist
İsrail’in çıkarlarına uygun biçimde Hitler hayaleti yerine Stalin’inki
koyularak ortaya sürüldü.
Başlangıçta
iyi olan Sovyet-İsrail ilişkilerinin bozulmasıyla Batı’dave
A.B.D.’ndekiSiyonistler Sovyetler’de bir Yahudi düşmanlığı olduğu
propagandasını güderek yürütmeğe başladılar. İsrail-Batı Alman dostluğu
geliştikçe, “Nazi tehlikesi”nin bir propaganda silâhı olarak modası geçti.
Sovyetler Birliği’ndeki Yahudilerin “Komünist terörün İsrail’e gitmelerine
izin verilmesi gereken kurbanları sayıldığından, Kremlin’in sözüm-ona Yahudi
düşmanlığı” yeni propaganda silâhı oldu.
Amerikan
kamu oyunu heyecanlandırma ve Sovyet Yahudilerinin göçünü teşvik etme aracı
olarak en etkili organ seçme ve saptırılmış haberler çıkartan Neıv York
Times gazetesiydi. Kimi zaman bu gazetede bile İsrail’e göçmeye kandırıldıktan
sonra, varolan koşullarda “süt ve bal ülkesi”nde yaşamayı olanaksız bulup
İsrail’i terkeden Sovyet Yahudileri ile ilgili olarak arka sayfalara atılmış
hikâyeler bulunabilirdi. Bu türlü yardımlara yönelik Belçika Katolik örgütlerinin
desteği olmasaydı, bu masum kurbanların bazıları açlıktan öleceklerdi.
Kamu
oyunu S.S.G.B.’ne karşı ayaklandırmak amacıyla, etkili reklâmlar, televizyon
programları, yarım sayfalık çağrılar ve bilim çevrelerinden binlerce imza
taşıyan tam sayfalık toplu dilekçeler hazırlandı. İlk Brüksel toplantısından
sonra Sovyet Yahudiliği Ulusal Konferansı kampanyanın öncülüğünü eline aldı.
Siyonist B’nai B’rith Örgütüne göre, Ulusal Konferans İsrail Hükümetince
kurulmuştu ve ondan malî ve öteki tür yardımlar da alıyordu.
Kaç Sovyet
Yahudisinin “kurtarılmayı” isteyip “kurtarılmış ülke”- ye gönderildiğine dair
nesnel bilgiye hiçbir zaman sahip olamadık. Ayrıca, bu Yahudilerin durumunun
Sovyetler Birliği’ndeki diğer dinsel etnik ya da azınlık gruplarından daha
farklı durumda olduğu konusunda da hiçbir belirti yoktu. S.S.G.B.’ndeki dinsel
grupların hepsi için az inanç özgürlüğü vardır.
Sovyet
Yahudilerinin statülüsünü gözden geçirmek için zaman uygun değil. Ancak,
kendilerini Yahudi sayan 2,5 milyon insanın % 10’undan fazlasının dindar
olmadığını rahatça söyleyebiliriz. (Sovyet Yahudilerinin ezici bir çoğunluğu
kendilerini hem Yahudi, hem de S.S.G.B.’nde egemen olan komünist kavramlar
doğrultusunda Tanrı’ya inançsız sayarlar.}1 iki tarafta da
Yahudilerin ayrıma tabi tutulduğunu savunanlar varsa da, olgular ve sayılar,
bunun herhalde gerçek olmadığını göstermektedir. Yahudiler Hükümet yardımcılığı
ve Bakanlık Müsteşarlığı gibi görevlere getirilmişlerdir. Meslek sahipleri,
İdarî görevde olanlar ve aydınlar arasında Yahudilerin oranı bunların genel
nüfus içindeki oranından çok daha fazladır. Sovyet nüfusunun % 1.1’ini
oluşturan Yahudilerin profesyonel yazar ve gazeteciler arasındaki oranı % 8.5,
yüksek okul profesörleri için % 10, film endüstrisi personeli için % 33.3,
bilim adamaları için % 10, yargıç ve hukukçular için % 10.4, doktorlar için %
15.7 ve müzisyen, ressam, lıeykeltraş ve aktörler için % y’dir.8
Sovyetler
Birliği’nde Yahudi-aleyhtarlığı yapılmadığına dair başka sayılar da
verilebilir. Sovyetler Birliği’nin, Yahudi olsun olmasın, yurttaşlarının
özgürce çıkıp göçmesine genel olarak izin vermediği doğrudur. Ancak, bu izni
alan Yahudilerin sayısı Kruşçev’in devrilmesinden bu yana, kat kat artmıştır.
Krusçev’den sonra Kosigin Yahudilerin İsrail’deki aileleri ile birleşmesine izin
vermiştir. Haziran 1967 Savaşından ve İsrail’in B.M. Güvenlik Kurulu’nun 242 ve
338 sayılı kararlarını hiçe sayarak işgâl ettiği büyük miktardaki Arap
toprağından çekilmeyi reddetmesinden sonradır ki, Kremlin Yahudi göçüne karşı
daha kısıtlayıcı olmuştur.
Amerikalı
Siyonist baskı gruplarının harekete geçirdiği Senatör Henry Jackson ve arkadaşı
Temsilciler Meclisi üyesi Vanik’in Sovyet- Amerikan Ticaret Andlaşması yasa
tasarısının değiştirilmesi için verdikleri önergenin kabulu için A.B.D.
Kongresinde harcadıkları yoğun çabalar ulusal ve uluslararası iletişim
araçlarını epeyce meşgul etti. Ancak, bu aynı zamanda, Moskova’nın her yıl
göçmeleri için izin verdiği Yahudilerin sayısı konusundaki tutumunu
sertleştirmesine
aWilliam M. Mandel, Russia
Re-Examined, New York, 1967. ve böylcce Yahudilerin
durumunun bozulmasına da neden oldu. Uzun bir süredir görüşmeleri süren ve her
iki ülkeye de yarar sağlayan S.S.C.B.-A.B.D. Ticaret Andlaşması, son
çözümlemede Sovyetler Birliği’nin kendi iç işlerine ait bir konu olan Sovyet
yurttaşlarının göçüne Amerikan Kongresinin müdahalesine izin vermeyi reddetmesi
nedeniyle bırakıldı.9
isterik
suçlamaların tozu, dumanı ve Amerikan iletişim araçlarının abartmaları durumu
bütünüyle içinden çıkılmaz kıldı. Böylece, Sovyet Yahudilerinin durumlarının
bozulmasına maksatlı olarak neden olundu ve Siyonizm’e yeni göç kaynakları
sağlandı. Ancak, 1974 vc 1975’te İsrail’e göç edenlerin sayısının önceki iki
yıldan az olması bu yöntemin de pek başarılı olmadığını gösterdi.
Siyonizm’in
toplama çabalarında en güçlü silâhlardan biri korku olmuştur. Yahudi
kitlelerine, hattâ Hıristiyanlara korku psikolojisinin aşılanmasına yardımcı
olma konusunda sahibinin sesine en çok çeşitli Amerikan iletişim organları
kulak kabarttı. Basın, radyo ve televizyon ve sinemalarda yayınlanan
çarpıtılmış röportajlar aracılığı ile sözüm-ona Yahudi aleyhtarlığına karşı
çığrm “anti- semitik” dediği nitelemeleri susturma çabalarını gittikçe
arttırarak kendi felsefesini yayması da Asya ve Afrika ülkelerindeki Yahudilerin
durumlarının bozulmasında çok etkili oldu. Örneğin, Mısır’da üçlü istilâdan
sonra alman sert önlemlere karşın, tek bir Yahudinin bile canına
kastedilmezken, Gazze’deki iki önemli olayda, Khan Yunis ve Rafah’ta savaşın
patlak vermesinden önce 286 Arabm, daha küçük olaylarda 66’sımn ve Kafr köyünde
48 Arabm daha öldürüldüğünü hangi Amerikan gazetesi yazdı?
Güçlü jVew
York Times'm öncülüğündeki Amerikan basın, radyo ve televizyonu, Yahudilcre
ve İsrail’e yapılanları hep anti-semitizme ve Yahudi düşmanlığına yorarak her
seferinde hayalî haberler yaydılar.
Özenli
ve ustaca düzenlenmiş bir propaganda kampanyası, “anti-semitizm”i heryere
yayarken, işin kökenindeki günahı, yani Fi-
’Kamu oyundaki
tartışma sırasında Dış İşleri Bakanı Kissinger, kendisine Sovyet Dış İşleri
Bakam Gromiko’nun gönderdiği ve İsrail’e göçmesine izin verilebilecek
Yahudilerin sayısında açık bir taahhüde girmeyi kesinlikle reddeden mektubu
cebinde taşıyordu. Bu olay Kis- sînger’in iki yüzlülüğünü bir kez daha ortaya
seriyor. Çünkü o, bir yandan Jackson tasarısını sözde destekleyerek Siyonist
baskı grubunu tatmin ederken, Gromiko’nun mektubunun metnini açıkladığı
takdirde, sadece Tasarının değil, bütün sözleşmenin geçersiz olacağını
biliyordu. S.S.C.B. daha sonra bunu açıkladı. listinli
Arapların yerlerinden edilmesini gizliyordu. Bu saptırılmış bilgiler bir korku
psikozuna girilmesine yardımcı oldu. Yahudiler şöyle bir mantık yürütüyorlardı:
“Bir güvenlik politikamız olmalı. Belki birgün gidebileceğimiz bir yerimiz
bulunmalı ve bu yüzden İsrail’in eylemlerini ve çıkarlarını geliştirmeliyiz.”
Siyonistlerin
menfadaki Yahudilerin durumlarını güçsüzleştirc- rek onları göçe zorlamak için
kullandıkları başlıca yöntemlerden birisi din ile milliyetçiliği ustaca
karıştırarak Amerikan Yahudilerinde çifte bir bağlılık oluşturmaktı. İsrail
devletinin babası Theodor Herzl, günlüğünde şunları yazıyordu: “Anti-semitizm
büyümüştür ve büyümeğe devam etmektedir ve ben de büyümeğe devam ediyorum.”[53] Siyonistler, başlıca toplama
silâhları olan anti-semitizmi buyandan lânetlerken, öte yandan Yahudi
ayrılıkçılığını ve Yahudilerin dinsel bir grup olmaktan çıkıp etnik, ulusal bir
gruba dönüşmesine yol açacak eylemleri teşvik ediyorlardı. Bu gelişme, aynı
Yahudi milliyetçilerinin sözde korktukları anti-semitizmi güçlendirmiş oluyordu.
Dünya
Siyonist Örgütü Başkanı Nahum Goldmann 1958 yılında şu uyarıyı yapmıştı:
“Anti-semitizmin gerilemesi Yahudilerin bekası için yeni bir tehlike
oluşturabilir;... klâsik anlamıyla ‘anti-semitizm’in yok olması Yahudi
toplumlarınm siyasal ve maddî durumları için yararlı olmakla birlikte, ‘iç
yaşamımızda çok olumsuz etkileri’ oldu.” (New York Times, 24 Temmuz
1958). Charles Solomon, Black Friars Dergisindeki (Ocak 1957)
makalesinde, yukarıdakine benzer biçimde İngiltere’deki Yahudi toplumunun,
anti-semitizm eksikliği nedeniyle tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna
işaret ediyordu: “Bir insanın kendisinin Yahudi olduğunu açıkça söylemesi
güçlüklere, hattâ ölüme neden olduğunda, insanoğlunun boyun eğmez ruhu -ya da
belki de inatçılığı - kendini gösteriyor demektir...Ancak, Yahudi olmak,
yalnızca biraz rahatsızlık veren bir durum olursa, yüce bir kararlılık içine
girmek güçleşir.” Amerikan Yahudi Kongresi de Leo Pfeffer aracılığı ile şunu
ortaya koydu: “Böyle bir ayrım hayırlı olabilir. Yahudiliğin bekasını sağlamak
için bir miktar anti-semitizmin gerekli olması mümkündür.” (The National
Jewish Post and Opinion, 6 Kasım 1959).
“İsrail
ile Yahudi olmayan dünyanın balayılarının sona erdiğini’ teslim eden Nahum
Goldmann, Şubat 1975’de Kudüs’te toplanan Dünya Yahudi Kongresinde açıkça ve
cesurca şunları ortaya koydu:
“İsrail
konusundaki siyasal bunalım sırasında İsrail’in politikası Yaluıdilerin
yaşadığı ülkelerce reddedildiği sürece, bu Yahudiler ile ülkeleri arasında
çelişki ortaya çıkacaktır. Bunun tek çözümü sorunun, varlığını takdir edip,
çifte bağlılıklar için mücadele etmektir.”
Siyonisiler,
İsrail’in “derlenmesi” konusundaki inançları kendilerine özgü bağnazlıklara
dayanan sağ kanat ırkçıların ve yobazların desteğini kazanmada hiç
duraksamadılar. Ancak, bütün bu entrikalara karşın, Siyonist toplanma çabalan,
Siyonist devletin bozgunu olarak, başarısızlıkla sonuçlandı. Bcn-Gurion’un
dönmeyen Yahudilere yönelttiği “Tanrısızlık” suçlaması bir yana, 1951-61
dönemi için koyduğu 4 milyonluk hedefe ulaşılamadı; çağrısına yalnız 800,000
kişi karşılık verdi. Aynı on yılın son döneminde göçmen miktarı yılda 30,000’e
kadar düştü. 1975 ve 1976’da İsrail’den göçenlerin toplamı, İsrail’e olan göçü
aştı. Israilli Siyonistler Amerikalı Yahudilerin İsrail’e hâlâ kendi yurtları
ve devletleri olarak değil, bir “hayırseverlik” konusu gözüyle baktıklarını
görüyorlardı. İsrail’i siyasal, diplomatik, ekonomik ve duygusal olarak ne
kadar desteklerlerse desteklesinler, hâlâ doğdukları ülkelerde kalmayı yeğliyorlardı.
Onların Siyonist tanımı hep aynı kaldı: “Siyonist, ikinci bir Yahudiye bir
üçüncüyü İsrail’e göndermek için para veren bir Yahudidir.”
Hiçkimse
gelecekte olacakları tahmin edemez. Ancak ne yazık ki, Amerikan kamu oyunun
sabretme konusunda bir dayanma sınırına gelmesi ve Siyonizm etkisindeki
Amerikan dış politikası insanlığın ve Amerika’nın çıkarlarını felâkete
sürüklediğinde kalkıp “Sizler Amerikalı mısınız yoksa Israilli misiniz?” diye
sorması olasıdır. Siyonizm’in o zamana kadar başarısız olan İsrail’e göç
oyunları, başarı kazanmağa başlayabilir. Bugün İsrail’i Siyonizm’den arındırmak
ve gerek Yahudiliğin, gerekse Islâm’ın en iyi geleneklerinden yararlanarak
lâik, demokratik devlet kurmak için ılımlı Filistinlilerle birlikte hareket
etmek varken, yukarıdaki seçeneğin gerçekleştirilmesinden Amerika zararlı
çıkmayacak mıdır? Filistin’de barış için tek yol budur.
SİYONİZM VE
FİLİSTİN TOPRAKLARI
İsrail,
Birleşmiş Milletler Andlaşması hükümlerini, Filistin anlaşmazlığına ilişkin
çeşitli kararları, İnsan Hakları Evrensel Bildirisini ve tabii Sivillerin Savaş
Zamanında Korunmasına İlişkin 1949 Cenevre Sözleşmesini çiğneyerek otuz yıldır
uluslararası topluma meydan okuyor, onu aşağılıyor. İsrail’in B.M.’e karşı
tutumunun bir göstergesi de, Genel Kurul’daki delegesinin, 1975 Kasım ayında,
Siyonizm’i “ırkçılığın ve ırk ayrımının bir biçimi” olarak tanımlayan oylamadan
önceki gösterisiydi. B.M. ve üye ülkelere karşı saygısının ölçüsü olarak, karar
taslağını yırtıp “Biz, Yahudi halkı için, bu bir kağıt parçasından başka bir
şey değildir ve ona karşı tutumumuz da böyle olacaktır!”[54]
demişti. Bu davranış, İsrail’in küstahlığının - derecesini ve siyasa'
Siyonizm’in içerdiği ırkçılığın bir sonucu ve belirtisi olarak, diğer halkların
insan haklarına karşı saygısızlığını göstermişti.
Bu
incelemenin amacı, Siyonistlerin Filistin’de toprak edinmelerinin bir
katalogunu çıkarmak değil, İsrail’in 1948’deki kuruluşundan önce ve sonra
toprak elde etmek için uyguladığı teknikleri incelemektir. Ön bilgi olarak,
Manda’dan önce Filistin’deki nüfusun ve toprak mülkiyetinin yapısından ve
Siyonizm’in Filistin’deki Savlarından kısaca söz edilecektir.
Filistin
küçük bir ülkedir. Toplam yüzölçümü 27, 027 kilometre (ya da 10,435 mil)
karedir. Bunun 26,323 kilometre (ya da 10,164 mil) karesi kara alanıdır. 704
kilometre (ya da 271 mil) karesini de, Ölü Deniz’in yarısı, Tiberias Gölü
(Galilee Denizi olarak da bilinir) ve Hulah Gölü olmak üzere, su düzeyi
altındaki topraklar oluşturur.
Filistin
fiziksel olarak dört ana alt-bölgeden oluşur: Kıyı ovası, yaylâ bölgesi, Ürdün
Vadisi ve güney çölü. Kıyı ovası kuzeyde 4 mil, güneyde, kıyıdan Ürdün Vadisine
uzanan Esdraelon Ovasının bulunduğu Hayfa hariç, 20 mil kadar genişliktedir.
Yaylâ bölgesi kuzeyde Galilee Tepelerini ve güneyde Orta Filistin
yüksekliklerini içine alan Esdraeloıı Ovasıyla kesişir. Hebron’un güneyinde
yaylâ alçalır vc güney çölüne karışır. Ürdün Vadisi kuzeyde Hulah Gölüne,
güneyde Ölü Denize uzanır; vadinin büyük bölümü deniz düzeyinin altındadır.
Filistin
toprakları, 2,5 milyonu engebeli ve kıraç, 12,5 milyonu çöl olan 26,323,023
dönümlük (4,5 dönüm 1 hektar kadardır) bir alanı kaplar. Tarımsal potansiyel
bakımından toprak dengesi farklılaşma gösterir. Toprağın niteliği genel olarak
ovalarda iyi, yaylalarda vasattır. Tiberias Gölü’nün iyi nitelikli toprağa
sahip olduğu güney kesimi dışında, Ürdün Vadisi vasat ya da zayıftır.[55]
Manda’dan
önceki Filistin’in nüfusu konusunda' güvenilir istatistikler yoktur. Ancak,
Türklerin ve îngilizlerin verdikleri sayılar, yetersiz de olsalar, hâlâ en iyi
bilgi kaynaklarımızdır ve daha yan tutan kaynakların tahminlerinden daha az
ön-yargılıdırlar. Türklerin 1914’te yaptığı sayım,[56]
göçebeleri içerip içermediği belli olmayan, 689,275 kişilik bir toplam nüfus
ortaya çıkardı. Siyonist örgütün görevlilerinden olan, yani konuya ilgisiz
olmayan, Arthur Puppin, bu toplamın 57,000-62,000’nin (% 8,3-9) Yahudi olduğunu
tahmin ediyordu.
Modern,
demografi tekniklerinin kullanıldığı ilk sayım İngilizler tarafından 31 Aralık
1922’de yapıldı. Göçebelerin hesaba katılmadığı bu sayım, 590,890’1 Müslüman,
83,794’ü Yahudi, (îngilizler ve diğer Avrııpahlar dahil) 73,024’ü Hıristiyan ve
9,474’ü “diğerlerinden” (bunların büyük bölümü Dürzilerdi) olan 757,182 kişilik
bir toplam sonuç verdi. Müslümanların, “diğerleri”nin ve Hıristiyanların ezici
çoğunluğunun gerçekte Araplar (ana dilleri Arapça olan kişiler) olduğuna göre,
bu sayılar 673,399 (% 89) Arap ve 83,794 (% 11) Yahudi olarak özetlenebilir.
Yahudilerin % 75’i Yafa ve Kudüs’ün[57]
kentsel alanlarında yoğunlaşmıştı. Demek ki, “Yahudi çiftçiler” ve “eski
toprağı sürme’'’ hakkındaki Siyonist savlarına karşın ne çiftçilik
yapıyorlardı, ne de öteki tarımsal işlerle uğraşıyorlardı.
Bu
dönemdeki toprak mülkiyeti sistemine ilişkin güvenilir bilgi elde etmek daha da
güçtür.[58] Manda Hükümeti, tahminlerin
“genel olarak kabul edildiğini” bildirerek, Ekim 1920 öncesinde Ya- hudilerin
toplam mülkiyeti için 650,000 dönüm sayısını veriyordu.[59]
Bu sayı Filistin topraklarının % 2,47’sini oluşturuyordu.
Demek
ki, Filistin’in Milletler Cemiyetince Ingiliz Mandası altına koyulmasının
arifesinde, Yahudiler Filistin nüfusunun % 10-11’ ini oluşturuyorlardı ve
toprağın yaklaşık % 2,5’una sahiptiler.
Siyonizm’in
Filistin’deki İddiaları:
Theodor
Herzl’in kendi önerdiği Judenstaafm. yeri olarak Filistin’den başka
yerleşim merkezleri de düşünmüş olmasına ve hattâ Filistin’in “iklimi, Rusya’ya
ve Avrupa’ya yakınlığı, yayılma alanı olmaması”[60]
gibi kimi kötü yanlarından söz etmiş olmasına karşın, Filistin’in diğer bütün
düşüncelere üstün gelen bir yararı olacaktı: “Büyük efsane.”[61] Filistin’in bütün Yahudilerin
atadan kalma yurdu olduğu efsanesi genel olarak Hıristiyanlarca[62] ve Yahudilerce kabul
edilmişti; Herzl’in önerisine ancak böylece daha kolay destek sağlanabilirdi.
Sonunda Filistin’in seçimi Yahudi Ulusal Fonu’nun yalnız “Filistin ve hemen
bitişiğindeki ülkelerde”[63] sömürgeleştirme için toprak
sağlanmasının kararlaştırıldığı Altıncı Siyonist Kongresinde (Basel, Ağustos
1903) kesinleşti.
Herzl,
önerdiği devletin sınırlarından başka nitelikleriyle daha çok ilgilenmiş
görünür. Gerçekten de bu konuda kendi başına fazla düşünmemişti. 1896 Nisanında
Güney Afrika doğumlu Ingiliz Hıristiyan papazı William Hechler “saatlerce
süren” vaazında Herzl’e Siyonistlerin şu alanı kollamalarını söylemişti: “Kuzey
sının (Türkiyc- de) Ürgüp’e bakan dağlar, güney sınırj da Süveyş Kanalı
olmalı.”11 Hechler ayrıca “Davut ve Süleyman’ın Filistin’i”[64] [65]
sloganını önerdi. Herzl, Hechler’in iyi bir öğrencisi olduğunu iki yıl sonra
1898 Ekiminde arkadaşı Max Boderheimer’in önerisinden, onu onaylayarak söz
ederken gösterdi: “Mısır Irmağından Fırat’a.”[66]
Birçok
Siyonistin selâmlayarak karşıladığı[67]
1917 Balfour Bildirisi[68] kesin olarak belirlenmiş bir
toprak göstermiyor, yalnızca In- gilizlerin, “Filistin’de Yahudi halkı için
ulusal bir yurt kurulmasını kolaylaştırmak için bütün çabalarını”
harcalayacakları konusunda söz veriyordu. Siyonistler 1919 Paris Barış
Konferansına kadar iddialarını yumuşattılar ve yalnızca doğuda (bugünkü
adlarıyla) Lübnan’da Sidon’dan Suriye’de Şam’a, güneyde Ürdün’de Ma’an, Amman
ve Akabe, batıda Mısır’da El Ariş’e kadar olan toprağı istediler.[69] Özellikle Ingiltere ve Fransa
arasında yapılan görüşmeler sonucunda, A.B.D.’nin de onayıyla, Filistin’in
sınırları saptandı ve Filistin Mandası[70]
Milletler Cemiyeti Konseyi tarafından Temmuz 1922’de onaylandı. Ertesi yıl
Ingiltere, Manda belgesinin 25’ inci Maddesinde verilen yetkiye dayanarak,
Yahudi “ulusal yurdu” hükümlerinin uygulanabilir olduğu alanı Ürdün Irmağı’nın
batısıyla sınırlandı. Bu, Siyonistlerin hak iddia ettikleri topraktan önemli
ölçüde küçüktü ve daha sonra tek başına Filistin olarak adlandırılacaktı.
Böylece, Herzl’in yıllardır peşinde koşup ele geçirtmediği “ferman” artık
Siyonistlerin elindeydi ve Filistin’de büyük ölçekli Yahudi sömürgeci yerleşin
i için sahne hazırdı.
Bütün bu görüşme ve entrikalarda göz önüne alınmayan insanlar,
bir halk olarak tanınmayan ve yurtları, toprakları, gelenekleri hakkında kendilerine danışılmaya
gerek bile görülmeyen Filistin’in yerli Arap halkıydı, ir Ağustos 1911 tarihli
uzun bir memorandumda zamanın İngiltere Dış İşleri Bakanı Arthur James Balfour
kuşkuları giderici bir açık yüreklilikle Manda sistemini ve Milletler Cemiyeti
Misakı’mn “(daha önce Osrnanh İmparatorluğuna bağlı olan) bu toplumların
istekleri, mandater devlet seçiminde dikkate alınacak başlıca etken olmalıdır”
diyen 22’inci Maddesini[71] inceliyor ve Filistin’e
ilşikin olarak şunları belirtiyordu:
“Misak’m
söyledikleriyle müttefiklerin politikası arasındaki çelişki çok büyüktür...
Çünkü Filistin’in bugünkü sakinlerine danışmayı bile önermiyoruz...Dört büyük
devlet Siyonizm’le anlaşmış durumdadır. Ve Siyonizm ister iyi, ister kötü
olsun, ister doğru, ister yanlış olsun, bugün o eski topraklarda yaşayan
700,000 Arabm tutku ve ön-yar- gılarından çok daha derin bir anlamı olan
yüzlerce yıllık geleneklerden, bugünkü gereksinmelerinden ve geleceğe ilişkin
umutlarından kaynaklanmaktadır. Bence bu doğrudur.”[72]
Kısacası,
Filistinli Araplar seçeneksiz bırakılıyorlardı. İngiltere’ yi mandater güç
olarak seçip, onun “ulusal yurt” politikasını kabullenmekten başka bir
seçenekleri yoktu.
Ulusal
yurt deyimi,
Siyonizm’in Filistin’deki iddiasının özü ve temel bir parçası olan gizleme,
maskeleme olgusunun bir örneğidir. Siyonist niyetleri maskelemek ve böylece
karşı çıkışlar yaratmamak için seçilen Almanca Heimstâtte sözcüğünün
(tam çevirisi olmamakla birlikte) karşılığı olarak kullanılmaktadır. Max Nordau
1920’de şunları yazıyordu:
“Filistin’de
Yahudi devleti kurma çabasında olanları, hem bütün istediğimizi anlatabilecek,
hem de bunu, istediğimiz toprakların egemenleri Türkleri kışkırtmayacak biçimde
dile getirebilecek dolambaçlı bir söz bulabileceğimize ikna etmek için elimden
geleni yaptım. Devlet karşılığı olarak Heimstâtte’yi ortaya
attım...Anlamı belirsizdi ama biz, hepimiz bunun ne anlama geldiğini
anlıyorduk. O zaman bu bizim için Judenstaat [Yahudi leriıı devleti ] anlamına
geliyordu, şimdi de öyle.”[73]
Siyonist
sömürgelik genellikle daha büyük olan Avrupa sömürge akımının bir parçası
olarak görülür. Bu kuşkusuz doğru olmakla birlikte, Siyonist sömürgeciliği
ötekilerden ayıran birçok özelliğin gözden kaçırılmasına da neden olmaktadır.
Önce, Siyonizm varolan bir devleti temel alarak yayılmayı değil, devletsiz,
yurtsuz sayılan bir halk için bir devlet kurmayı güdüyordu. İkincisi, Siyonizm,
kârlı biçimde sömürülecek yeni pazarlar ve insan gücü ya da doğal kaynaklar
peşinde değil, “topraksız bir halk” için bir devletin kurulabileceği “halksız bir
toprak” peşindeydi.
Böyle
bir girişimi Yahudi ve Yahudi olmayanlara karşı haklı çıkarmak ve
yasallaştırmak için Siyonizm, (a) dönüş kavramını, yani yalnızca daha
önce çıkartıldıklarını söyledikleri bir toprağa dönme peşinde olduklarına dair
kavramı ve (b) Yahudi olmayan herkesin doğasında bulunup, değişmez olarak,
amacına hizmet edecek biçimde nitelediği anti-semitizmi vurguladı.
Anti-semitizm, Yahudilerin anayurtlarından çıkarılmalarının ve sürgünde de
boyunduruk altına alınmalarının sorumlusu olarak sunuldu. Siyonistlere göre,
tek çözüm tercihan insansız bir ülkeye dönüştü, istedikleri ülke olan Filistin
bu niteliğe uymadığına göre, uygun duruma getirilmeliydi; içinde yaşayanlar
boşaltılmalıydı. Böylece, o insanlar sömürülmüş olmayacak (anlaşılan bu
sürülmeden daha büyük bir kötülüktü) ve bütün bu girişim yalnız kabul
edilebilir olmakla kalmayacak, doğru, iyi, giderek kutsal sayılacaktı!
Böylecc,
Siyonistlerin Filistin üzerindeki iddiası, Filistin’in bir halk olarak değil,
yalnızca ilkel aşiret ve göçebeler topluluğu olarak görülen yerli sakinleri
boşaltılarak ele geçirilmesi yönünde, Ingiltere’ nin ve genel olarak Batı
dünyasının desteğini sağlamaya yarayacak biçimde savunulup haklı çıkarıldı.
Manda
belgesinin İngiltere tarafından Milletler Cemiyetine verilip Temmuz 1922’de
onaylanmasına ve Eylül 1923’tc yürürlüğe girmesine karşılık, Manda yönetimi
uygulama yönünden 1920’de başladı. Nisan 1920’de San Remo Konferansında,
Birinci Dünya Savaşının galipleri eski Osmanlı İmparatorluğunun topraklarının
düzenlenmesi konusunda ve bu arada Filistin için mandater devletin İngiltere
olmasında anlaştılar. Bu anlaşmaya dayanarak İngiltere Temmuz 1920’de daha
önceki askerî yönetimi devralarak, Filistin’de sivil bir yönetim kurdu.
Askerî
yönetim Siyonistlerce sık sık, Siyonizm’in amaçlarına karşı düşmanca bir
politika izlemekle ve hattâ anti-semitik olmakla suçlanıyordu. Ancak, yönetim
kayıtlarının incelenmesi ve memurlarından bir bölümünün daha sonra
Siyonistlerin açık onanıyla sivil yönetimde de görev almış olmaları olgusu bu
tür suçlamaların temelsiz olduğunu gösteriyor. Askerî yönetim kendini savaş
kurallarıyla sınırlı hissediyor ve işgal altındaki düşman toprağını yöneti-
yormuş gibi davranmak gereğini duyuyordu. Bu yüzden, genel olarak, Filistin’de
statükoyu korumak için çaba gösterdi. Toprak Sicil Dairelerini Kasım 1918’de
kapattı. Yahudi göçünü durdurmamakla birlikte, kolaylaştırmadı da. Ancak bu
dönemde, İbranice resmî bir dil olarak kabul edildi ve Siyonist Komisyona
ülkede dolaşma ve gelişmeler plânlama izni verildi. Sivil yönetim Filistin’de
statükoyu koruma yükümlülüğü duymadığı ve gerçekte onu değiştirmekle görevli
olduğu içindir ki, Siyonistler 1920’deki yeni yönetimi pek iyi karşıladılar.
Manda,
açıkça Siyonistlerin amaçlarına uyacak biçimde tasarlanmıştı. Yalnız giriş
kısmında yer alan Balfour Bildirisi değil, 2,4,6, 11,21 ve 23’üncü Maddeler[74] açıkça Siyonistlerin
çıkarlarına göre formüle edilmişti. Böyle bir politikayla uyumlu olarak sivil
yönetim Yahudi ya da Yahudi olmayan Siyonistlerle doldurulmuştu. Yahudi
görevliler arasında “Manda’nm kurucularından biri olan”[75]
Yüksek Komiser Herbert Samuel[76] ve sorumlulukları arasında
bütün hükümet organlarına hukuksal danışmanlık yapma, mahkemeleri ve toprak
sicil dairelerini denetleme ve yasa taslakları hazırlama bulunan (ve eşi
Samuel’in yeğeni olan) Başsavcı Norman Bcntvvich vardı. Ayrıca, Göç Dairesi
Müdürü Albert Hyamson, aynı dairede görevli (İngiltere’deki Siyonist örgütünün
eski bir görevlisi) Deniş Cohen, Hükümet Sekreteri Baş Yardımcısı Max Nurock,
Ticaret ve Endüstri Müdürü Ralph Harari, Levazım Denetçisi Harold Solomon da
Yahudi görevlilerdendi. Bentwich Yahudi olmayanlardan Hükümet Baş Sekreteri
Wyndham Deeds ve onun ardılı Gilbert Clayton’u “Yahudi ulusal yurdunun sağlam
dostları”[77] olarak niteliyor.
Yeni
hükümetin ilk eylemleri Temmuz ayında yeni bir Göç Yönetmeliği ve Eylülde de,
Yahudilerin toprak satın almalarını Arap ayaklanmasının etkenlerinden biri
olarak değerlendirilen[78] bir Toprak
Transferi Yönetmeliği çıkarmak oldu. Mülkiyet transferine izin veren Toprak
Sicil Dairesi Ekimde yeniden açıldı ve Filistin’de çok karmaşık ve çözülmesi
güç bir konu olan yeni bir tapulama sistemi uygulamaya konuldu. Bundan
beklenen Siyonistlerin toprak ele geçirmelerini kolaylaştırmak, hızlandırmak ve
daha ucuzlatmaktı.
Bütün bu önlemler, her zaman bilerek olmasa da, Siyonistlerin
amaçlarına yaklaşmalarına hizmet etti. Buna güzel bir örnek, gûya toprak
ağalarının kiracı çiftçileri topraklarından çıkarmalarını önlemek için hazırlanan Toprak
Transferi Yönetmeliğidir. Yönetmelik istenenin tersi bir sonuç verdi, çünkü
büyük toprak parçalarının çoğunun sahipleri bu topraklardan uzakta
yaşıyorlardı. Toprak sahipleriyle kiracıların ilişkileri o zamana kadar göreli
olarak iyiyken, yeni yönetmelik, Siyonist arsa komisyoncularınca
yüreklendirilen kiracılarda, kendileıine üstü kapalı hükümlerle verilen belirli
“kiracılık hakları”mn artık kira ödemelerini gerektirmeyeceği kanısını
yarattı. Mülkleri sorun yaratan, buna karşılık az bir gelir alabilen ve vergi
yükü de olan toprak sahibi güç bir durumda kaldığım gördü. Siyonist toprak
komisyoncuları bu sırada devreye girip, toprakları satın almayı ve toprak
sahiplerini dertlerinden kurtarmayı öneriyorlardı.
Yahudi
şirketlerine devlet topraklan vc doğal kaynaklar üzerinde sulama, elektrik
üretme, Ölü Deniz’den potasyum ve diğer madenlerin çıkartılması gibi
ayrıcalıkların verilmesi sömürgecilere yarayan diğer önlemlerdi. Herhangi bir
biçimde ve hiçbir ayrıcalık Yahudi olmayanlara verilmiyordu ve Manda’dan önce
verilmiş olanlar da, bir İngiliz şirketi verilmiş olsa bile —örneğin, Kudüs
Elektrik ve Hulah ayrıcalıkları— daha sonra hükümetin el altından yardımıyla
ele geçiıiliyordu. Arapların elinde kalan tek ayrıcalık Himmah Sıcak Su
Kaynakları idi. Bu ayrıcalığın sahibi olan Süleyman Nazif yazarlardan birine
(Hadawi), ayrıcalığın iptal edilmesini istemiyorsa satması gerektiği yolunda
kendisine baskılar yapıldığım anlatmıştır.
Bunlar
gibi somut konulardan başka, daha çok sembolik anlamı olmakla birlikte.
Araplara bağımlı durumlarını ve ellerindekini ergeç kaybedeceklerini hatırlatıp
onları öfkelendiren yöntemler de kullanıldı. Ekim 1920’de Filistin’de
çıkarılan bir pulun üst kısmında Arapça, Oltasında İngilizce ve altında
îbranice Filistin sözcüğü yazılıydı. İbranice olanın yanında Eretz
Eisrael’i simgeleyen, yine îbranice alef ve yod. harfleri vardı.
Bentwich’e göre, bu yolla “Samuel, geleneksel Yahudice adın resmen tanınmasını
ustalıkla sağlamış oldu.”25 Bentwich, bir Arap milliyetçisi grubun bu
harekete mahkeme yoluyla karşı koymağa çalıştığını, ancak “mahkemenin yönetimin
eylemine karışmayı reddettiğini” ekliyor.
Siyonist
amaçların gerçekleştirilmesinde olumlu tutum takınmasının yanında, yönetim
Yahudi olmayan Filistinlilere karşı uygulanan açık ayrımı önlemek için hiçbir
şey yapmadı. Yahudi [79] Ulusal Fonu’mın (Keren
Kayemeth Leisrael) toprak satın almasına, toprak üstünde mülkiyetin
devredilmesini engelleyecek ve Yahudi olmayanlara kiralanmasını yasaklayacak
biçimde sözleşmeler yapmasına izin verildi; Yahudi kiracılar, kira
sözleşmesinde Yahudi olmayanlarla iş yapmamayı, böylelerini işlerinde
çalıştırmamayı yükümleniyorlardı. Manda belgesi hükümlerinde yarı-hükûmet
organı gibi gösterilen (M. 4, M. 6, M. 11) ve aslında “Siyonist Örgütü’nün bir
bir diğer adı”[80] olan Yahudi Ajansı’nın Ağustos
1929’da benimsediği kurucu belgesinde şunlar beliıtiliyordu (M. 3):
“Toprak,
Yahudilerin mülkiyeti olarak elde edilmeli... [ve] Yahudi halkının devredilmez
mülkü olarak korunmalıdır. Ajans, Yahudi emeği temelinde tarımsal kolo-
nizasyonu özendirecek, Ajans tarafından sürdürülüp geliştirilen bütün
çalışmalarda Yahudi emeğinin kullanılması bir ilke olarak kabul edilecektir.”[81]
Benzer
biçimde, Filistin Kuruluş Fonu’nca (Keren Hayesod) Yahudi kolonistlere
sermaye sağlaması için yapılan ödeme anlaşmalarında “yerleşen kimse, yardımcı
tutmak zorunda kaldığı zaman, yalnızca Yahudi işçi çalıştırmayı üstlenir.” (M.
7) deniliyordu.[82] Zamanın Yahudi
Genel îş Federasyonu (Histadrut) Arap işçileri temsil etmemekle kalmayıp,
onların Federasyona bağlı bir sendikada toplanmalarını da engelledi ve Siyonist
olmayan Yahudi işverenlere de diğer Arap işçilerin yerine Yahudi işçilerin
alınması yolanda baskı yaparak Araplara iş verilmesini engellemek için her
çabayı gösterdi.[83] İsrail’in önde gelen haftalık
dergilerinden Ha’olam Hazeh'ın Yazı İşleri Müdürü Uri Avnery’nin
deyişiyle:
“İbrani
Emeği demek, Arap Emeğine Hayır demek anlamına geliyordu. Toprağın rehinden
kurtarılması, çoğu zaman, orada yaşamakta olan Arap fellâhlardan kurtarmak
demekti. Portakal bahçesinde Arap çalıştıran bir bahçe sahibi dâvâya ihanet
etmiş bir hain, yalnız bir Yahudi işçiyi işten yoksun bırakmakla kalmayıp, daha
önemlisi, ülkeyi bir Yahudi işçiden yoksun bırakan alçak bir gerici
sayılıyordu. Onun bahçesine saldırılmah,
Arapkir
zorla çıkartılmalıydı. Gerekirse, kan dökmek meşru ydu.”î!
Avnety,
ayrıca, kiracı olarak toprak işleten Arapların' “bir kib- bııtz
kurulması gerekince Yahudi Ulusal Fonu tarafındın) ele geçirilen topraktan
hemen çıkarıldıklarını” ela ekliyor.
“Yardımcı”
görevliler, “kolaylaştırıcı” yasalar ve hükümetin “nüfusun diğer kesimlerinin
(yani Arapların) hak ve durumlarının zarar görmemesi”ni (Manda Belgesi, M. 6)
sağlama yolundaki çabalarının pek de ciddî olmaması ya da en azından etkisiz
olmasıyla yaratılan hava içinde Siyonistlcriıı toprak elde etmeleri ve
koloniler kurmaları şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan Yahudilcre ait toprak
mülkiyetinin daha hızlı büyümemesi ve Filistin topraklarının daha geniş bir
kesimini kapsayamamasıdır.
Manda
döneminde toprak elde etmenin başlıca mekanizması satın alma ve küçük
miktarların hükümetten kiralanmasıycıı. Manda yönetimince toprak mülkiyeti
konusunda son tamamlanmış istatistikler, 1945-sonu sayılar temel alınarak,
194.6 yılında Ingiliz-Amerikan Araştırma Komitesi için yapıldı. Sonuçlar 1945
Köy İstatistikleri’nde[84] [85]
(Village Statistics: 1345) yayınlandı. Bu çalışmada şunlar temel
alınmıştı: (1) Toprak tapularının son düzenlemelerinin tamamlandığı alanlara
ilişkin kayıtlar (Filistin yüzölçümünün % 5 kadarı) ve (2) öteki alanlar için
Kırsal Emlâk Vergisi Yönetmeliği gereğince atanan köy vergi dağıtım
komitelerinin hazırladığı vergi yükümlüleri listesi. Bunlara göre, Yahudilerin
toplam mülkiyeti 1,491,699 dönüm, yani Filistin topraklarının % 5,67’siydi.
Eğer biz de hükümetin yaptığı gibi Ekim 1920’den önceki miktarı 650,000 dönüm
(% 2,47) kabul edersek, incelediğimiz dönemde Yahudilerin mülkiyeti 841,699
dönüm (%3,2) artmış demektir.
Köy
İstatistikleri
mülkiyet sicillerini ve vergi kayıtlarını temel aldığına göre, feshedilmez
vekâletname sahibi (gerçek anlamda değil, kayıtlara göre malik olan) Arap
komisyonculardan satın alınıp Yahudilerin mülkiyetine geçen toprakları
kapsamamaktadır. Bu yöntem, özellikle. Şubat 1940’ta yayınlanıp Mayıs 1939’da
yürürlüğe girmiş olan Toprak Transferi Yönetmeliği ile düzenlenen “sınırlı
bölgeler”cle
toprak
elde etmek için kullanıldı.[86] Yabudileıin toprak mülkiyeti
sorununa böylece katılan çelişkilerin sınırlı bir göstergesi de, Yahudi Ulusal Foııu’nıın
1939-44 yılları arasında tek başına 325,742 dönümlük toprak satın aldığını
ileri sürmesine karşılık, hükümet kayıtlarının aynı dönemdeki bütün Yahudi
alınılan için 110,140 dönüm sayısını vermesidir.[87]
Manda
yönetimi (yine Inğiliz-Amerikan Araştırma Komitesi için) Köy İstatistikleri'ne
dayanarak, ancak yukardaki çelişkileri açıkça kabullenerek Filistin Raporıi
(Survey of Palestine) hazırladı. Bu araştııma 1920-45 döneminde toplam
938,365 dönüm (% 3.56) toprak ele geçirildiğini kabul ederek, Yahudilerin
toplam emlâkim 1,588,365 dönüm[88] (% 6.3) olarak göstermektedir.
Ele geçirilen toprak miktarı yıllara göre önemli ölçüde değişiyordu; en düşük
miktar 1920 yılındaki 1,048 dönüm, en yükseği ise 1925’deki 176,124 dönümdü;
1920-45 arasında her yıla ortalama 36,091 dönüm düşüyordu.
Bu
ahmlara ek olarak, Yahudiler 195,000 dönümlük devlet toprağını da
kiralamışlardı.[89] Siyonist kaynakların bunları
da çoğu zaman Yahudi mülkü gibi göstermesine karşın, doğal olarak bu topraklar
Yahudi mülkü olarak kayda geçmemiştir.
Yahudi
Ulusal Fonu’nda uzun süre görev alan ve 1945-46 yıllarında yönetim kurulu
başkanlığı yapan Abraham Granott, daha sonraları daha büyük sayılar verdi.
Granott’un ileri sürdüğüne göre, 1947 sonunda Yahudiler, Manda döneminde
kazanılan toplam 1, 084,000 dönüm (%4.i2) dahil, 1,734,000 dönüm[90] (% 6.59) toprak sahibi
olmuşlardı. Granott’un Yahudi topraklarını en fazla miktarda gösterme çabası
açık olduğuna göre, bu sayı en yüksek olarak alma- nabilir; gerçek sayınınsa
daha az olması gerekir. Ne olursa olsun, hükümetin ve Granott’un sayıları
birbirinden fazla farklı değildir. Bu durumda, Manda dönemi sonunda
Flistin’deki Yahudi toprak mülkiyetinin en fazla % 7 oranında olduğu sonucuna
rahatça varabiliriz.
Bu
sonuç hemen iki soru akla getiriyor: (i) Manda döneminde sağlanan kolaylıklara
karem, neden Yahudilcre ait toprakların oranı bu dönemin sonunda daha yüksek,
örneğin % 60-70 değil de, % G-7 olarak kaldı? (2) Yahudi örgütlerince ve tek
tek kişilerce satın alman toprakları satanlar kimlerdi? Bu soruların yanıtlan
bir- biriyle ilişkisiz değildir.
İlk
sorumuza tek ve basit bir yanıt bulunamaz. Sermaye yokluğu kimi zaman bir
etken olmuş olabilir. Bir ölçüye kadar da bu doğrudur, ancak nedenlerin
bütününde göreli olarak çok küçük bir yer tutar. Kuşkusuz daha önemli olan, ilk
Siyonistleriıı Filistin’deki Yahudi göçünün, kolonizasyonun ve gelişimin oram
hakkında (görünüşte İngiliz Hükümetince de kabul edilmiş olan) tahminlerinin,
Avıupa ve Filistin’in gerçeklerinden değil, umut ve düşlerden kaynaklanan safça
ve/ya da aşırı beklentiler olduğu olgusudur. Sürenin beklenenden çok daha uzun
olması, bütünüyle öngörülmüş olmasa da, çoğu zaman önemsenmeyen diğer
etkenlerin gündeme gelmesini gerektirdi. Bunlar arasında en önemlisi
Filistinli Araplaım büyüyen direnişi ve Mandater olarak İngiltere’nin
üstlendiği iki yükümlülükten biri olan bağımsızlık istekleriydi. Bu,
İngiltere’nin Klanda ve “ulusal yurt” girişimi konusundaki kaygılarının
artmasına ve Peel Komisyonunun —Nisan 1936’da başlayan Arap ayaklanmasından
sonra —Haziran 1937 tarihli raporunda şu yargıya varmasına yol açtı: “Tek
cümleyle söylemek gerekirse, Filistin’de, şimdi olduğu gibi, hem Arapların
kendi kendilerini yönetme isteklerini kabul edip, hem de Yahudi ulusal yurdunun
kuruluşunun güvenliğini sağlayamayız.”[91]
Birinci
soruya verilecek yanıtın, ikinci soruyla da ilişkili olan hiç olmazsa bir
önemli yönü daha vardır. Siyonistler daha fazla toprak satın alamıyorlardı,
çünkü küçük toprak sahibi Arapların ezici bir çoğunluğu topraklarını satmaya
yanaşmıyor ve çekici fiatlar verilmesine bile kanmıyorlardı. Bu da, onların
daha sonraki olaylarda da sık sık belirecek olan özelliklerini, topraklarına
olan bağlılıklarını kanıtlamaktadır. Siyonistlerin bunu anlamaya niyetli
olmadıkları ve olamayacakla! 1 hiç de şaşırtıcı değildir.
Toprakları
satanlar konusu henüz yeterince araştırılmış değildir ve bilgilerimizin çoğu
Siyonist kaynaklardan alınmadır. Ancak, Arap toprak sahiplerini genel olarak
toprak satmaya istekli ve bundan hoşnutlarmış gibi gösterme çabalarına karşın,
kendi verdikleri sayıların bile bu iddiayı desteklememesi bu kaynakların
güvenilir olabileceğini gösteriyor.
En
ayrıntılı bilgiyi 1936 Mart ayı sonunda Yahudi Ajansı İstatistik Dairesince
yapılan biı çalışmaya dayanarak Granott veriyor. Buna göre, toprakların %
52.6’sı “topraklarında oturmayan büyük toprak sahiplerinden”, % 24.6’sı
“topraklarında yerleşmiş olan büyük toprak sahiplerinden” ve % 13.4’ü hükümet,
kiliseler, yabancı şirketler ve zengin iş adamları gibi kaynaklardan satın
alınmıştı. Bu, toplam % 90.6 ediyor ve geriye “fellâhlardan” alınmış yalnız %
9.4kalıyordu; bu miktarın hemen hemen yarısı da 1891 ve 1900 yılları arasında,[92] Manda’dan ve Yahudi
Ulusal Fonu’nun kuruluşundan çok önce satın alınmıştı. Granott ıg47’deki
Yahudilerin toprak mülkiyetinin % 57’sinin büyük'toprak sahiplerinden, %
16’sımn hükümet, kiliseler ve yabancı şirketlerden ve % 27’sinin küçük
toprak'sahiplerinden alınmış olduğunu tahmin ediyor, ancak ayrıntılı bilgi
vermiyor.[93]
Topraklarında
yerleşmiş olmayan (yani Filistinli olmayan) mülk sahiplerinin Yahudi
örgütlerine ya da kişilere yaptıkları toprak satışlarıyla ilgili bir
memorandumda Granott’un 1936 Martındaki görüşleriyle uyumlu bilgiler veriliyor.
25 Şubat 1946 tarihini taşıyan ve Arap Yüksek Komitesince İngiliz-Amerikan
Araştırma Komitesine sunulan memorandum, o zaman Filistin’in kimi bölgelerinde
yapılan bir alan araştırmasına dayanıyor; bu da, eksik olduğunun kanıtı.
Memorandumda topraklarının başında durmayan satıcıların adları, satılan toprak
miktarı ve kiralanmış alanlar bildiriliyor. Verilen sayılardan toplam 461,250
dönümün, yani Manda döneminde Yahudilerce satın alman toprağın yarısının
topraklarında ikamet etmeyen mülk sahiplerinden satın alındığı anlaşılıyor.[94]
Mandater
olarak üstlendiği ancak birbirine ters düşen yükümlülüklerini bağdaştırabilmek
ve Filistin’de büyüyen çatışmayla başa- çıkabilmek için bütün çabalarını
harcayıp tüketen İngiltere, sorunu Şubat 1947’dc Birleşmiş Milletler’c
devretti. Çeşitli komite ve alt komite raporlarından sonra, sonuç olarak, B.M.
Genel Kurulu 29 Kasım 1947’dc Filistin’i bir Yahudi devleti ve bir Arap devleti
ile Kudüs, Bethlehem ve çevresi için uluslararası yönetim altında bir corpus
separatum olaıak üçe bölen 181 (II) numaralı tavsiye kararını benimsedi.
Tıpkı
Manda karan gibi, bölme tavsiyesi de Siyonistleıin çıkarları doğrultusunda
tasarlanmıştı. Yahudilerin nüfusun üçte-bi- rini oluşturmasına ve toprağın %
7’sine sahip olmalarına karşın, sözkonusu karara göre, iyi toprakların çoğunu
da kapsamak üzere, Filistin topraklarının % 56’sı (14,800,000 dönüm
dolaylarında) önerilen Yahudi devletine[95]
veriliyordu. Kararda, ayrıca, Filistin’de yaşayan herkesin insan ve yurttaşlık
haklarının korunması konusunda “güvenceler” ve kutsal sözler vardı; bunlar da
uygulamada Manda belgesindeki benzer güvencelerden daha anlamlı değildi. Avrupa
ve Amerikan devletleri, 1920’de olduğu gibi, 1947 yılında da belirli çelişki ve
çatışmalara temel hazırlarken, işlerin her nasılsa iyi gideceğine ve Filistin
sakinlerinin önerilen, birbirine bağlanmış devletlerde uyum ve barış içinde
yaşadıklarını safça umuyorlardı.
Çıkacağını
kestirmek için kâhin olmak gerekmeyen çatışma, bölme tavsiyesinin benimsendiği
günlerde başladı. Sonra zamanla yatıştı ve 1949’da İsrail ve Mısır, Lübnan.
Ürdün (o zamanki adıyla Maverâytürdün), Suriye tarafından (ancak özellikle
belirtmek gerekir ki, hiçbir zaman Filistinliler tarafından değil) karşılıklı
ateş-kes anlaşmaları imzalandı; İsrail devleti daha önceki Filistin’in %
sG’sını değil, % 77’sini (20,400,000 dönüm) denetimi altına almış oldu. Ayrıca,
İsrail denetimi altındaki alanlar, önceden orada yaşayan Araplardan
boşaltılmıştı. Böylece, Siyonizm’in eski bir amacı bir dereceye kadar
gerçekleşmiş oluyordu.
Artık,
Filistinlilerin geri dönmesini ve İsrail’in toprağa iyice yerleşmesini sağlama
alma yolunda adımlar atma sırası gelmişti. İlk amaca, yerinden ayrılanlarm geri
dönüşü reddedilerek varıldı[96] ve İkincisi de, bu
amaca yönelik bir dizi önlem yasalaştırılarak sağ- kındı.[97]
Böylece, amaca, yalnız Siyonizm’in sempatizan ve destekçilerinin gözlerinde
yasallaştırarak değil, gerçekten dc “yasal” yollardan varılmış oldu.
Bu
önlemlerden birincisi, 1945 yılında Filistin’de yükselen Siyonist terörizmiyle
başa çıkabilmek için Manda yönetimince benimsenen Savunma (Olağanüstü
Durum) TSnetmeliği’nc[98]
dayanıyordu. Bu yönetmelik İsrail tarafından korundu ve 1966’ya kadar,
İsrail’deki Arapların bağlı bulundukları askerî yönetimin dayanağı oklu.
Sözkonusu yönetmeliğe göre askerî yöneticiler kendi bölgelerinde mutlak güce
sahip oluyorlar ve hiçbir üst yönetime ya da etkili bir yargı denetimine bağlı
olmuyorlardı. Tek uygun düzeltim yolu olan Yüksek Mahkemeye başvuru hakkı bile
sonuçta anlamsız kalıyordu. Yöneticinin bir davranışını haklı göstermek için
“güvenlik nedenlcri”- ni öne sürmesi Mahkemece herzaman geçerli kabul
ediliyordu. Madde 125 askerî yöneticilere herhangi bir alan ya da yeri kapalı
alan ve yasak bölge ilân etme yetkisi veriyordu; bu bölgelere giriş ve
çıkış ancak yöneticinin yazılı izniyle olabiliyordu. Bu yoldan, kimi bölgelerin
kapalı olduğu bildirilerek ve giriş için gerekli olan iznin verilmesi
reddedilerek İsrailli Araplar kolayca evlerinden ve topraklarından yoksun
bırakışabiliyorlardı.
Aynı amaç ve etki doğrultusundaki Olağanüstü Durum Yönetmeliği
(Güvenlik Bölgeleri) 1949’da kabul edildi. Bu da daha önce Savunma
Bakanlığınca yayınlanmıştı ve geçerlilik süresi Knesset tarafından dönem dönem
uzatılıyordu; yeterince hizmet ettikten sonra 1972 sonunda yürürlükten,
kaldırıldı. Bu yönetmelik, Savunma Bakanlığına yetkililerden izin alınmadan
girilemeyen güvenlik bölgeleri saptama yetkisi veriyoıdu. Yetkililere
ayrıca, sözkonusu bölgede oturanlar üzerinde, bölgeden çıkartma hakkını da
içermek üzere, gerçek anlamıyla mutlak yetkiler verilmişti. Yönetmelikte,
Galile’nin kuzey yarısının büyük kesimi, Üçgen alanının bütünü, Gazze Şeridine
sınır olan alanlar ve Yafa-Kudüs demiryolu hattı güvenlik bölgeleri olarak saptanmıştı. Yönetmeliklerin
çiğnenmesi, 1945’dc de olduğu gibi, suç sayılıyor ve bu suçu işleyen hapis ya
da para cezasına çarptırılıyordu.
Yukarıdaki
yönetmeliklerle uyum içinde yürütülen Olağanüstü Durum Yönetmeliği (boş
[yani işletilmeyen] Toprakların İşletilmesi) de 1949 yılında kabul
edildi. Bu yönetmelik, daha önce 1948 Ekiminde geçici hükümet tarafından
toprakların “terkedilmesiııe” ve “işlenmeden (nadas halinde) bırakılmasına ”
neden olan savaşın etkilerine karşı bir önlem olarak yayınlanmıştı. Ocak
1949’da Tarım Bakanlığı bunların yürürlükte kalmasını istedi, çünkü böylece:
“[Yahudi
çiftçileri ve örgütleri] tarıma yönelttik ve yarım milyon dönümden fazla
işlenmiş toprağı ektik. Özellikle Negev’in kurtuluşu ile birlikte, daha önceki
sakinlerinin çoğunluğunun boşalttığı geniş alanların transferinden sonra
karşılaştığımız sorun mülkiyetin tescili sorunudur; bu bir milyon dönüm
topraktan daha yararlanmamız demektir.”
Sözkonusu
yönetmelik, kapalı alanlar ve güvenlik bölgeleri kuran yönetmeliklerle
bağlantılı olarak etkin biçimde yürütüldü. Göz koyulan, ancak Arapların
yaşadığı bir alan kapalı ya da güvenlik bölgesi ilân ediliyor, sakinleri de
“güvenlik nedenleriyle” kovuluyor ve/ya da girip toprağı işleme izni
verilmiyordu. Böylece, toprak doğal olarak işlenememiş oluyordu. Bunu daha
sonra Tarım Bakanlığı devralıyor ve komşu Yahudi yerleşim birimlerine işlemek
ve üretim yapmak koşuluyla tahsis ediyordu.
Arapların,
özellikle kentlerdeki mülklerine el koymaya yarayan dördüncü önlem 1949 tarihli
Olağanüstü Toprak Müsadere Yasası idi. Yasa, yeni Yahudi göçmenlere
geçici konut ve resmî45 [99] örgütler için yer sağlamak
gerekçesiyle çıkartılmıştı. Baştan üç yılı aşmamak üzere saptanan el koyma
süresi birçok kez uzatıldı; “güvenlik” için zorunlu görülmesi durumunda birinin
mülküne el koyulabiliyor ve bu artık devlet mülkü sayılıyordu.
Beşinci
ve belki de en önemli önlem, 1950 tarihli Sahibi Başında Bulunmayan Emlâka
İlişkin Yasa idi. Bu daha önce, Aralık 1948’dc
Sahibi
Başında Bulunmayan Emlâka İlişkin Olağanüstü 1 Önetmelik4'1 adıyla yürürlüğe girmişti.
Görünürdeki amaç İsrail denetimi altında bulunan bölgede ayrılmış olan Filistinlilere
ait emlâki kesin bir düzenleme sağlanıncaya kadar bir Kayyumun denetimine
bırakmaktı, /kucak, Kay yum, bütün bu mülkleri devlete ve Yahudi Ulusal Fonu’nâ
devretmiş olmasına karşın, hâlâ “sorumlu” olduğu için olsa gerek, varlığını
bugün de sürdürüyor. Sözkonusu yasa, Kayyuma geniş takdir yetkisi vermişti.
Sahibinin (ya da sahiplerinin) “mülkünün başında bulunmadığı” kanısına vardığı
emlâki devralabiliyordu. Tersini kanıtlamak mülk sahibine düşüyordu.
Kayyumdan, bir kişinin mülkünün başında bulunup bulunmadığını saptarken
yararlandığı bilgi ya da kaynağı açıklaması istenemediği için tersini
kanıtlamak olanaksız oluyordu. Kayyum, “iyi niyetle” hareket ederken bile
açıkça hatalar yapabiliyordu. Yasa “mülkünün başında bulunmayan” kişiyi
öylesine geniş tanımlamıştı ki, “Filistin’deki olağan ikâmetgâhını” ne zaman,
nerede, nasıl ya da ne kadar süredir ter- kettiğine bakılmadan, “29 Kasım
1947’den sonra kasaba ya da köyünü teıkeden her Filistinli bu yönetmelik
gereğince mülkünün başından ayrılmış olarak nitelenir”[100]
[101] deniyordu. Bu yasanın geçerliliği
“Geçici Devlet Konseyince... 19 Mayıs 1948’de ilân edilen olağanüstü
durum...sona erdiği bildirilene kadar” sürecekti. Olağanüstü durum ise bugüne
kadar sürüyor.
Sahibi
başında bulunmayan mülkün yasal zilyeti olarak Kayyumun, kısa süre sonra,
1950’de çıkarılan Gelişme Otoritesi (Mülkiyet Transferi) Tasası
gereğince kurulan bir makama bunu aktarma yetkisi vardı. Sözkonusu makam bu
emlâki gerektiğinde (1) devlete, (2) Yahudi Ulusal Fonu’na, (3) Önce Yahudi
Ulusal Fonu’na önerilmiş olmak koşuluyla, yerel yönetim makamlarına ve (4)
İsrail'de kalan Arap mültecileri yerleştirmekle görevli bir örgüte
satabilecekti. Ancak, bu sonuncu örgüt hiçbir zaman kurulamadı ve
böylecetoprak- larm hemen hemen hepsi devlete ve Yahudi Ulusal Fonu’na
“satıldı.”
Bütün
bu önlemler, Arapları, işlemelerini engelleyerek topraklarından yoksun
kılarken yasalarda genel olarak mülkiyetten söz edilmiyordu. Bunun yerine,
toprağın işlenmesi ve besin maddeleri üretiminin artışından yararlanma
hakkından ve İsrail’de pek yaygın bir gerekçe olan “güvenlik” de içlerinde
olmak üzere, belirli amaçlar için el koyma yetkisinden söz ediliyordu.
Böylece, bu önlemler yasal mülkiyeti teknik olarak önceki sahiplerinde bırakıyordu.
Aslında, niyetleri bu değildi ve 1953’de çıkarılan Toprak iktisabı
(Sözleşmelerin Geçerliliği ve Tazminat) Tasası ile bunun da çaresi bulundu.
Sözkonusu yasa, Maliye Bakanlığına, daha önceki önlemlerle devralman
toprakların mülkiyetini Gelişme Otoritesi aracılığıyla devlete aktarma yetkisi
veriyordu. Knesset’te yapılan tartışmalar sırasında yasanın amacı ve geıckçesi
Bakan tarafından açıklandı: “Savaş sırasında ve sonrasında alman belirli
önlemler yasalaştırılmak” isteniyordu. Bakan şunları da ekledi: “Devletin
güvenliğiyle ve temel kalkınma projeleriyle ilgili bir takım nedenler bu
toprakların sahiplerine geri verilmesini olanaksız kılmaktadır.”
Yasa,
önceki maliklere tazminat verilmesi koşulunu da getiriyordu; miktarı Maliye
Bakanlığı belirleyecekti. Bu miktar 1 Ocak 1950’deki değer üzerinden
saptandı. İsrail’deki hızlı enflâsyon nedeniyle 1953 yılında bu miktar en düşük
bedelin bile altında kalıyordu; bugün biraz adilce düşünüldüğünde böyle bir
tazminatın açıkça el koyma işlemine ince bir yasallık kılıfı geçirmekten başka
birşey olmadığı anlaşılır.
Filistinlilerin
satmayı reddettikleri topraklarından yoksun bırakılmaları bu tür yöntemlerle
“yasal”laştırıldı. Böylece elde edilen topraklar ulusal (ya da İsrail)
toprakları olarak kabul edildi. İsrail’de bu tanım, Yahudi olmayanlara
kiralanamayan ve yasalara göre üstünde Yahudi olmayanların çalıştırılması yasak
olan “Yahudi” toprakları anlamına geliyordu.
İsrail’deki
Arapları topraklarından sökmek için alman bütün bu etkili önlemlere karşın,
çeşitli gelişmeler istenen sonuca varılmasını, yani geride kalan Arapların da
gitmeye “özendirilmesi”ni engelledi. Bunlar arasında Aıaplarm topraklarını
bırakmaya karşı inatla direnmeleri, yüksek doğum oranı (şimdi 1967 öncesi
İsrail topraklarındaki nüfusun % 15’i kadar) ve bu büyüyen azınlık için
toprağın yetersiz olması sayılabilir. Nazareth Belediye Başkanı Tev- fik
Zeyyad, İsrail’in “el koyma politikası” sonucunda “1948’de Arap köylere ait
olan ortalama alan 16,500 dönüm iken, bunun 1974’de 5,000 dönüme düştüğü”nü
belirtiyor.[102] Verdiği örneklerden biri olan
Nazareth’in “topraklarından çoğundan yoksun kalırken nüfusunun üç kat (15,
ooo’den 45,000’e) arttığını” söylüyor. Kırsal nüfus açısından, “Arap köyünün
işlenebilir ortalama toprağı 1948’dc 9,136 dönümken bunun 1974’te 2,000 dönüme
düştüğünü” belirtiyor.
Çeşitli
nedenlerden dolayı yeterli sayıda Yahudi çiftçi ve tarım işçisinin
sağlanamaması ve Arap işçilere daha düşük ücret ödenmesi olgusuyla birlikte,
yakardaki gelişmeler Yahudileriıı artan oranda Arap iş-gücü kullanmaları sonucunu
yarattı; hattâ, kimi çiftliklerde Araplar ortakçı olarak çalıştırıldılar. Tarım
Bakanlığı bu uygulamaları “bir kanser”[103]
olarak niteledi. Tarım Bakanlığı ve Yahudi Ajansı Yerleşim Dairesi bu “salgm”ı
önlemek için “şiddetli bir kampanya” başlattı, bu tür uygulamaların yasaların
çiğnenmesi anlamına geldiğini bildirerek uyarılarda bulunuldu ve kimi
işyerlerine para cezası verildi.[104]
Bu
sorunla ilgili olarak, bütünüyle başarılı olamayan bir çaba da 1967 tarihli Tarımsal
Yerleşim (Tarımsal Toprak ve Suyun Kullanımının Kısıtlanması) Tasası[105]
idi. Yasanın amacı, Yahudi Ulusal Fonu’un- kiler de dahil olmak üzere, ulusal
topraklar üstünde Yahudi olmayanların kiralama, ortakçılık yapma ve kiracıdan
kiralama gibi haklarını önlemekti. Bu yasayla ve devletin Yahudi Ulusal
Fonu’ndan devralıp benimsediği benzeri kısıtlayıcı, ayırıcı politikaların 1967
öncesi İsrail topraklarının “% 90’ının üstünde”[106]
bir bölümünde uygulandığını unutmamak gerekir.
Filistinli
Araplar yukarıda belirtilen önlemlerle topraklarından “yasal olarak” yoksun
bırakıldılar ve yerinden koparılanların geri dönmeleri engellendi. İsrail’in
1967’den beri işgâl ettiği topraklarda, özellikle Batı Yakası ve Gazzc
Şeridinde, bu toprakların uluslararası hukuka göre statüleri nedeniyle durumun
henüz açık olmaması ve karmaşık olmasına karşın, benzeri politikalar
uygulamakta olduğunu eldeki kanıtlar göstermektedir.[107]
Bu eylemler, İsrail’in de imzalayan taraflardan biri olduğu, ama şimdiye
kadar yalnızca ihlâl ederek “saygısını” gösterdiği 1949 Cenevre Sözleşmelerinin
açıkça çiğnenmesidir. İsrailli bir avukat olan Felicia Langer’in Ekim 1976’da
Ncw York’ta yaptığı bir konuşmada söylediği gibi:
“İsrailli
yetkililer Batı Yakası’nda bir-buçuk milyon dönümden fazla toprağa, Batı
Yakası’nın toplam alanının altı- da-birine, Gazze Şeridinin üçte-birine el
koydular. Binlerce Bedevi zorla topraklarından çıkartıldı. Böylece, 100,000
dönümlük bir alana el kondu. Mülteci kamplarını sözde seyrekleştirme politikası
mültecilerin kitlesel olarak sürülmesi ve binlerce evin yıkılması sonucunu
verdi...İşgalciler aynı eylemi Kudüs’ün Arap kesiminde de ortaya koydular;
kentte ve banliyölerinde 22,000 dönüm Arap toprağına el koyuldu, burada oturup
çalışan on-binlerce Arap zorla çıkarıldı. Evini terketmekıense ölmeyi
yeğleyeceğini söyleyen yaşlı dul Salaime’yi hiçbir zaman unutamayacağım. 800
Arap yapısının yıkılmasından sonra, Kudüs’ü çevreleyip Beit Jala ve El-Cerîha
yoluna varan 13 yeni İsrail bölgesi —yetkililerin deyişiyle Kudüs çevresinde
bir halka —oluşturuldu. Sonuç olarak, ciddî bir demografik değişme ortaya
çıktı. 1948’de 140,000 olan Arap sakinlerin sayısı önemli ölçüde düşerek
1974’te 70,000’e indi.”[108]
ıg20’de
Yahudiler Filistin toprağını % 2.5’una sahipti. Manda dönemindeki alımların
sonucunda bu oran 1948’de % 6-7’ye yükseldi. 1948’de İsrail’in kuruluşundan
sonra, bir bölümü satın alınarak çoğu da askerî işgal üzerine el koyularak
büyük miktarda toprak kazanıldı. Bugün, İsrail devleti “Yahudi halkı” adına
1967-öncesi toprakların % 75’ine ve Yahudi Ulusal Fonu ile Yahudi toprak sahibi
kişiler % 20’sine sahip bulunmakta, Arapların elinde ise % 5 kalmaktadır.
1967
sonrasında Batı Yakası ve Gazze’deki satın alma ve el koyma işlemleri buraları
da İsrail’e katmakta ve Siyonist amacın, —Filistinlilerden arınmış Filistin—
peşinde hâlâ koşulduğunu göstermektedir.
YAHUDİ ULUSAL
FONU: BİR AYRIM ARACI
Yahudi
olmayanlara karşı kasıtlı ve plânlı olarak ayrım yapan Siyonist kuruluşların
en güzel örneği, Balfour Bildirisinden on- altı yıl önce kurulmuş olup, bugün
hâlâ etkinlik gösteren Yahudi Ulusal Fonu’dur (Jewish National Fmd /
JNF).1 Bu incelemede JNF’nin kuruluş ve gelişimi ile satın alma ve
el koyma biçimindeki toprak politikaları kısaca gözden geçirilecektir.
îlk
önce 1881 yılında Moses Lilienblum ve 1884’te Hermann Schapira tarafından ve
Ağustos 1897’de Basel’deki Birinci Siyonist Kongresinde[109]
[110] önerilip, bunu izleyen
kongrelerde tartışılmış olmakla birlikte, JNF Beşinci Siyonist Kongresinin
(Basel, Aralık 1901) girişimiyle “Filistin ve Suriye’de toprak alımı amacıyla
kullanılmak üzere, Yahudi halkı için bir vakıf”[111]
olarak kuruldu. Schapira’nın özgün tasarısına uygun olarak, JNF’nin bütün aşama
ve etkinliklerinde Dünya Siyonist Örgütü’ne verilen mutlak denetim yetkisi bugüne
kadar sürdü. JNF, Viyana’daki karargâhla hemen etkinlik kazandı. Bu karargâh
1922’de taşındığı Kudüs’te bugün de duruyor.
JNF’nin
amaçları ve eylem biçimi Altıncı Siyonist Kongresinde (Basel, Ağustos 1903)3
[112]enine boyuna tartışıldı.
Kısmen Birinci ve Beşinci Kongrelerde anlaşmaya varılan maddeler üzerinde
yoğunlaşan tartışmanın konuları şunlardı: (1) JNF, “Yahudi halkı”nın elindeki
“Yahudi toprakları”nın tapularını satın almak için “dünyadaki bütün
Yahudilerden” para toplayacaktı. (2) Yalnız “Filistin vc komşu ülkelerdeki”
topraklar elde edilecekti. (3) “Tarımsal ve bahçelik topraklardan başka
ormanlar ve her türlü arazi” de satın alınacaktı. (4) Toprak “vazgeçilmez”
olacaktı ve “Yahudi bireylere bile satılamayacaktı.” (5) Toprak JNF tarafından
işletilecek ya da “49 yılı aşmayan” süreler için “yalnızca Yahudilere”
kiralanacaktı; kiracının toprağı bir başkasına kiralaması yasak olacaktı.
Mülkiyet ve kiralama üzerine konulan bu kısıtlamaların modeli Kutsal Kitap’tan
alınmasına karşın (karşılaştır: Leviticus 28:8-10, 23-4), amaçlar açıkça ulusal
ve siyasal nitelikteydi.
JNF ilk
alış-verişlerini 1905 yılında Filistin’de üç parsellik toplam 5,600 dönüm (1
dönüm = 1 hektar) toprak elde ederek yaptı. JNF 1907’da Ingiltere’de bir anonim
ortaklık olarak kuruldu. Ortaklık Muhtırası’nda saptanmış olan amaç
“Yahudilerin yerleştirilmesi amacıyla alım, kiralama ya da değişme yoluyla
toprak elde etmekti.”[113] İlk Kibbutz 1909
yılında Tiberias yakınındaki Deganya’da JNF tarafından kuruldu.
Yine de
ilk yıllarda gelişme ve toprak kazanımı hızlı değildi; 1919 sonunda JNF’nin
Filistin’de 16, 366 dönüm tapulu toprağı vardı. Ancak 1920 yılı bir dönüm
noktası olarak, daha yaygın toprak alım- larmın başlangıcına işaret etti.
Temmuz ayında Londra’da yapılan Siyonist Kongresinde toprak mülkiyeti ve
kiralamaya ilişkin (ayrıntıları bundan sonraki bölümde anlatılacak olan) temel
kavramlar tartışıldı. Aynı ay, Yahudi dâvâsına herzaman sempati göstermemiş
olan İngiliz Askerî Yönetiminin yerini, Dünya Siyonist Orgütü’nün ve
Filistin’deki Siyonist Komisyonun güvenine sahip olan Herbert Samuel’in[114] başkanlığındaki Sivil Yönetim
aldı. Yeni hükümet, Eylülde Yahudilerin toprak alimim kolaylaştıran ve 192 ı’de
Filistin Arap ayaklanmasına neden olan Toprak Transferi Yönetmeliğini
yürürlüğe koydu. Ekim ayında Filistin’deki Toprak Sicil Daireleri tekrar
açıldı, böylece toprak mülkiyetinin yasal yollardan devri kolaylaştırıldı.
Bunlardan başka, hükümet JNF’nin “kamu yaıarı doğrultusunda amaçları olduğunu”[115] kabul etti ve onu Filistin’de
toprak satın alma ve geliştirme konularında yetkili bir şirket olarak tescil
etti. Bu türlü gelişmelerin sonucu olarak, JNF’nin elindeki topraklar, —JNF’ye
göre— 1920 sonunda 22,363 dönümken 1930’da 278,627’ye, 1940’da 515,950’ye, 1948
Mayısında 936,000’e yükseldi. Böylece, İsrail devleti 1948 yılında kurulduğunda
JNF’nin toprakları Filistin topraklarının (26,323,023 dönüm) % 3.55’ini ve
Yahudilerin sahip oldukları toprakların (1,734,000 dönüm[116],
Filistin topraklarının % 6.59’u) % 54’ünü oluşturuyordu.
1948’den
bu yana birtakım önemli gelişmeler oldu: (1) Filistin’deki 1947-49 savaşının
ve Filistinli Arapların çoğunluğunun göç etmesinin bir sonucu olarak, o ana
kadar JNF’nin, sahipleri satmayı reddettikleri için satın alamadığı büyük
miktarda toprak “terkedilmiş” ilân edildi.[117]
Ocak 1949 ve Ekim 1950’de İsrail Hükümeti ile yapılan anlaşmalarla, JNF
“Gelişme Otoritesi” (Development Aut- hority) denen kuruluştan 2,373,676
dönüm sözde- “terkedilmiş” toprak satın aldı ve 1948’deki topraklarını üç katma
çıkardı. Bu anlaşmalar JNF’ye toprağın “açık tapusunu” teslim etmiş oldu ve
Filistinlilerin ilerdeki yerleşimlerinden sorumlu olmayacağına dair güvence
verdi.[118] (2) Mayıs 1945’de İsrail’de Keren
Kayemeth Leisrael, yani “İsrail Sürekli Fonu” kuruldu; ancak tbranice isim
(kısaltılmışı olan K.K.L, JNF’yi de belirtir) İngilizce Yahudi Ulusal Fonu’
nun bir çevirisi değildir. Bu yeni şirket, 1907’de Ingiltere’de kurulmuş olan
JNF’nin bütün malvarlığını, borçlarını v.b.’ni devraldı; böylece, JNF bir
İsrail şirketi olmuş oldu. Yeni Ortaklık Sözleşmesi ve Muhtırası11
ile 1907’deki karşılaştırıldığında, bir tek istisna dışında, önemli bir
farklılık olmadığı ortaya çıkar. JNF’nin ilk hedefi aynıdır, ama etkinlik
göstereceği “belirlenmiş bölge” artık “İsrail Hükümetinin egemenliği altındaki
İsrail devleti” olarak tanımlanmaktadır. Niyet ne olursa olsun, böylelikle
İsrail Hükümetinin kesin denetimi ve egemenliği altındaki, 1967’de işgal
edilmiş topraklarda JNF’ye, etkinlik gösterme yetkisi verilmiş olmaktadır. 1954
yılında topraksal yayılma olanağının öngörüldüğünü ve bu tür beklentiler
yönünde hazırlık yapıldığını düşünmek yanlış mı olur? (3) Kasım 1961’de JNF ve
İsrail Hükümeti Temmuz 1960’da yürürlüğe giren yasa temel olmak üzere,
karşılıklı yetki ve sorumluluklarını belirleyerek JNF ile devletin ilişkisini
açığa kavuşturan ve iki organ oluşturan bir sözleşme12 imzaladılar.
Bu iki organ, (hükümet denetimindeki) İsrail Toprakları Yönetimi ile (JNF
denetimindeki) Toprak Geliştirme Yönetimi idi. ikinci olarak, anılan devlet ve
JNF topraklarının, masrafları sahiplerine ödenmek üzere, ıslahından,
geliştirilmesinden ve ağaçlandırılmasından sorumluydu. Topıakların tapusu
JNF’nin ve devletin elinde bulunmasına karşın, yönetimi bir örnek politika
uygulayan Toprak Yönetiminin (Otoritesinin) elindeydi. Bu politikanın en önemli
etkisi, JNF’nin topraklarıyla birlikte 1967-öncesi İsrail topraklarının %
90’ını oluşturan bütün devlet topraklarına JNF’nin toprak politikasının
uygulanması sonucu vermesiydi.13 Bu çaba daha
hükümleri nihaî olarak
saptandığmda belli olacaktır. Ancak, JNF toprakları elde etmek için o zamana
kadar bekleyemez...Böylece, geriye Arap maliklerince terkedilen topraklan
îsrail Hükümeti aracılığıyla almak kalıyor...” Jewish National Fund, Jewish
Villages in Israel, Jerusalem, 1949, s. xxi. Üç yıl sonra JNF, etkinliklerini
“Yahudilerin eski anayurtta ayak basılacak bir yer kazanmak ve bu eski toprağı
yabancı mülkiyetinden ve çölden kurtarma yolundaki savaşımının ayrılmaz bir
parçası” olarak tanımlıyordu. Jevvish National Fund, Nahlaot in Israel: A
Guide to Nahlaot on JNF Land, Jerusalem, 1952, s. ii.
uRepori on the JNF. s. 56-76.
viIbid., s. 78-83. Bu anlaşma şu üç yasaya
dayanıyordu: Temel Yasa: îsrail Toprakları (19 Temmuz 1960’da
çıkarıldı), îsrail Toprakları Yasası (25 Temmuz 1960) veîsrail
Toprakları Yönetimi Yasası (25 Temmuz 1960); îsrail Hükümeti, îsrail
Devleti Yasaları, C. XVI (1960), s. 48-52.
I3Bir JNF yayını (Efraim Omi, Agrarian
Reform and Social Progress in İsrail, Jerusalem, 1972) şöyle diyor:
“1960’da îsrail devleti bütün kamuya ait topraklar için JNF’nin politikasını sonra 1967’de çıkartılan ve devle tin yadaJNF’nin
topraklarında Yahudi olmayanların kiralama ve işletme haklarını etkili biçimde
önleyen Tarımsal Terleşim (Tarımsal Toprakların ve Suyun Kullanımının
Kısıtlanması) Tasası’nın[119]
[120]
çıkartılmasıyla desteklendi.
(4) Bu
gelişmelerin bir sonucu olarak, JNF, etkinliklerini, 1967’detı bu yana işgal
edilmiş olan topraklar üstünde de giderek genişletti ve toprak kazanımma ek
olarak toprak ıslahını, büyük ölçekli ağaçlandırmayı askerî bakımdan önemsiz
sayılmayacak yolların yapımını ve yeni Yahudi yerleşimlerine çeşitli biçimlerde
yardımı ela arttırdı. İşgal edilmiş topraklardaki bu etkinliklerin bir
kesiminin uluslararası hukuku, özellikle 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesini
açıkça ihlâl ettiğini ve İsrail’in bu ihlâllerine JNF’yi araç ettiğini
belirtmek gerekiri
Yukarda
da belirtildiği gibi, JNF ilk toprak alimim 1905’de yapmasına karşın,
1920-öncesinde ilerleme pek hızlı değildir. Her- şeyden önce, JNF’nin büyük
alımlar için yeterli sermayesi yoktu. İkincisi, JNF’nin, Osmanlı döneminde
toprak alımı konusunda yabancılar için konulmuş olan kısıtlama ve yasaklarla
uğraşması gerekiyordu; bu dönemi Birinci Dünya Savaşının kargaşası izledi.
Filistin’in 1917’de İngiliz ordusunca işgalinden sonra, Askerî Yönetim Toprak
Sicil Dairelerini kapattı ve bu daireler 1920’de Sivil Yöneti- miıı başlamasına
kadar kapalı kaldılar. Üçüncüsü, JNF açık bir toprak politikası
geliştirmemiştir.
Toprak
kiralama ve elde etme politikalarının geliştirilmesine temel olan kararların
alındığı Londra Siyonist Konferansı (1920) yukaııdaki durumun değiştirilmesinin
başlangıcına işaret ediyordu. Konferans, “Siyonist toprak politikasının temel
ilkesinin Yalıudilerin yerleşeceği alanları Yahudi halkının ortak mülkiyetine
dönüştürmek” olduğunu ve JNF’nin “Yahudi toprak politikasının aracı” olacağını
açıkladı.[121] Böylcce, toprağın Yahudilerin
özel mülkiyetine geçmesi engellenmemekle birlikte, bunun Dünya Siyonist
Örgütü’nün kaynaklarıyla desteklenmesi de özendirilmedi. Benimsenen kararlarda
ayrıca, kiraların (1) toplam 98 yıl olmak üzere bir 49 yıl için daha yenilenebileceği,
(2) işletmenin parçalanmasını önlemek amacıyla, yalnız tek bir varise miras
olarak geçirilebileceği bildiriliyordu. Ayrıca, kiracının (3) o toprakta
yaşamını sürdürmeğe, (4) (tarımsal toprakların sözkonusu olduğu durumlarda)
toprağı kendisi ekmeğe, (5) tarımsal topraklar için toprağın değerinin % 2’si,
kent toprakları için % 4’ü oranında yıllık kira ödemeğe razı olması
gerekiyordu. Toprağa (6) yedi yılda bir yeniden değer biçilecek ve kira buna
göre ayarlanacaktı. Ayrıca, (7) kiralanan toprağın büyüklüğü kiracı ve
ailesinin yardıma gerek duymadan işleyebilecekleri oranda olacaktı ve (8)
hiçbir kiracı birden fazla yer kiralamayacaktı. Daha 1903’deki Siyonist
Kongresinde kiracının Yahudi zorunluluğuna karar verilmiş olduğunu da unutmamak
gerekir.
Uzun
dönemli kiralama sistemi, geliştikçe, bütün bu özelliklerinin yanında,
kiralanan mülkün JNF’nin onayına bağlı olarak bir başkasına kiralanabilmesine, satılmasına,
ipotek edilmesine, miras bırakılabilmesine ya da armağan edilmesine izin verir
duruma geldi. JNF, işletmelerin denetiminde, kullanılan toprak miktarını
azaltmak için ve kiracı kira sözleşmesi hükümlerini çiğnediği takdirde toprağı
geri almak için kullanabileceği daha ileri haklarından istediği zaman
yararlandı. Geri alma olaylarında kiracı, sözleşme hükümlerinin çiğnenmesinin
niteliğine bağlı olmak üzere, yaptığı masrafların karşılığı olarak tazminat
alabiliyordu. Bütün bu durumlarda JNF’nin takdiri belirleyiciydi ve buna
itiraz edilemiyordu.
Kiracının hakları da dahil olmak üzere, bütün bu hükümler,
kira sözleşmelerinde açıkça belirtilen, ancak JNF ya da Siyonist yayın- lavında hemen hemen hiçbir zaman
açığa vurulmayan bir üst koşula bağlıydı: Kiracı Yahudi olmalıydı ve “toprağın
işlenmesiyle ilgili bütün işlerin yürütülmesinde yalnız Yahudi işgücü
kullanılması”na razı olmalıydı.[122] Böylece, toprak Yahudi
olmayan bir kişiye kiralanamıyor, satılamıyor, ipotek edilemiyor, verilemiyor
ve miras bırakı- lamıyordu. Yahudi olmayanlar toprakta ve toprağın işlenmesiyle
ilgili işlerde çalıştırılamıyorlardı. Bu koşulu çiğneyen kiracı JNF’ye zarar
vermekten sorumlu tutuluyor ve koşulun üçüncü kez çiğnenmesi, JNF’ye, kiracıya
hiçbir tazminat ödemeden kira sözleşmesini feshetme hakkını veriyordu.[123]
JNF’ye
ve İsrail basınındaki haberlere göre, bu kısıtlayıcı politikalar bugün de,
yalnız JNF tarafından değil, devletçe de yasal olarak destekleniyor ve gerek
JNF, gerekse devlet topraklarında uygulanıyor. İsrail’de ikisine de ulusal
toprak deniyor, ama gariptir ki, bu söz İsrail değil, Tahudi toprağı
anlamına gelmektedir. Bu toprakta Yahudi olmayanlara iş verilmesi yasayı
çiğneme olarak kabul edilmekte ve ona göre işlem görmektedir. Bazı Yahudi
çiftçiler ve tarım kurumlan, Yahudi tarım işçisi azlığı ve Arap işçi
ücretlerinin düşüklüğü nedeniyle, Arap işçi çalıştırmaktalar. Bu uygulama Tarım
Bakanınca, sert biçimde müdahale edilmediği takdirde, yayılacak bir “kanser”’[124] olarak tanımlandı. Bazı
yerleşim birimleri daha da ileri gittiler; birtakım toprakları Araplara ikinci
elden kiraladılar ya da Arapları ortakçı olarak kabul ettiler. Bu “salgın”ı
önlemek için, Tarım Bakanlığı ve Yahudi Ajansının Yerleşim Dairesi, bu tür uygulamaların,
yasaların, Yahudi Ajansı yönetmeliklerinin ve devlet ile JNF arasındaki
sözleşmenin çiğnenmesi anlamına geldiğini bildirerek, yerleşim birimlerini
uyaran “şiddetli bir kampanya” başlattılar. Yahudi olmayanlara iş vererek
yasayı çiğneyenler para cezasına çarptırıldılar vc “bir Özel Fona para yardımı”
yapmaları istendi.[125]
Toprak
elde etme politikasına gelince, JNF’nin “ne kadar ve nerede olursa olsun”
ilkesine dayanan belirsiz bir politikası vardı. Sonuçta alman toprakların
niteliği ve tarımsal potansiyeli birbirinden farklı olabiliyordu; toprağa sahip
olma ve geliştirme fiyatları yüksekti; toprak parçaları çoğu zaman ufak ve
birbirinden ayrıydı. 1920 Londra Konferansından sonra başlamak üzere, JNF daha
açık ve daha akılcı bir toprak elde etme politikası geliştirdi. Önceleri bu
politikaya yön veren başlıca düşünce tarımsal yerleşime uygun toprak
bulabilmekti. Bu da büyük ya da küçük olsun bitişik toprak parçaları
bulunmasını gerektiriyordu. Bu kez, JNF, küçük toprak sahibi Filistinli
Arapların topraklarını satmağa pek niyetli olmadıklarını şaşırarak öğrendi ve
çalışmalarım, sahipleri tarafından değil, Arap komisyoncular aracılığıyla
işletilen büyük topı aklar üzerinde yoğunlaştırdı. Bu çabalar daha başarılı
sonuç verdi; 1920’de yalnız 5,997 dönüm toprak alabilen JNF, 1921 yılında
43,021 dönüm elde etti.
Toprak
alıntıyla ve tarımsal kolonizasyonla bir Yahudi devletinin kurulmasının önceki
Siyonist tahminlerinin çok üstünde zaman gerektireceği ve daha önemlisi,
Filistinli Arapların Manda hükümetine bağımsızlık için yaptıkları gittikçe artan
baskılar nedeniyle muhtemelen uygun olan zamanın da yeterli olmayacağı
1920’lerdc giderek belli oluyordu. Böylece, toprağın tarımsal yerleşime uygun
olup olmaması dışında kaygılar öne çıktı ve toprak satın alıntında stratejik
ve ulusal siyasal amaçlar önem kazandı, /kucak, bu amaçlar kimi zaman tarımsal
yerleşim amacıyla çelişiyordu. Tarımsal yerleşim büyük ya da bitişik
toprakların yeğlenmesini gerekli kılarken, stratejik ve ulusal kaygılar sınır
alanlarında bulunan ve bu yüzden çoğunlukla birbirinden ayrı durumda olan
toprak parçalarının alınmasını gerektiriyordu. Zamanla ulusal vc stratejik
amaçlar temel hedefler olarak belirdi ve 1937 Peel Komisyonunun Filistin’in
bölünmesini salık vermesinden sonra “Öngörülen Yahudi devletinin dışında kalan
alanlarda toprak elde etmek ve buralarda yerleşim merkezleri kurmak JNF
politikası oldu.”[126] “Tel örgülü ve kuleli”
yerleşim birimleri bu yeni politikanın bir ürünüydü. Böylcce, JNF giderek
Siyonist siyasal hedeflerin, yani ön koşulu Filistinli Arapları ulusal miraslarından
yoksun kılmak olan biı Yahudi devleti kurma hedefinin doğrudan vc etkili bir
aracı oldu.
1940’da
JNF belirgin bir gerileme gösterdi. İngiliz Hükümetinin r939’fla
White Paper’da (Beyaz Rapor) çizdiği politikaya uygun olarak yeni
Toprak Transferi Yönetmeliği, Mayıs 1939’dan itibaren geçerli olmak üzere Şubat
1940’da "yayınlandı. Yönetmelik Filistin’i üç bölgeye böldü. Filistin
yüzölçümünün % 95’ini kaplayan A ve B bölgelerinde Yahudilerin toprak satın
almaları ya yasaklandı (A Bölgesi) ya da seıt biçimde kısıtlandı (B Bölgesi).
Yalnızca küçük bir “Özgür Bölgc”de Yahudilerin toprak ahınlarma kısıtlama koyulmadı;
bu bölgede toprağın yarısından fazlası zaten Yahudilere aitti. Bu yönetmelik ne
kadar kısıtlayıcı görünürse görünsün ve bunun yayınlanmasında hükümetin niyeti
ne olursa olsun, Eylül ıg3g’da 473, 000 dönüm olan toprakların Eylül 1946’da
835,000 dönüme çıkması (bu artışın üçte-birinden azı bu denemde Yahudilerin
abralarına ait hükümet kayıtlarına yansımasına karşın) JNF’nin sürekli toprak ahmları
üstünde pek az etki yaptı. Bu dönemdeki almaların % 79’u A ve B Bölgelerinde
gerçekleşti.[127] Hepsi olmasa da bu ahmların
çoğu, kuşkusuz, Yönetmeliğin çiğnenmesi anlamına geliyordu; bu da JNF’nin
hedeflerine ulaşmada ne kadar etkili olduğunun ve hükümetin kendi çıkarttığı
Yönetmeliklerin uygulanmasında gösterdiği gevşekliğin bir kanıtıydı.
JNF etkinliklerinin Filistinli Araplar üzerindeki etkisi
açıklama çabası gerektirmeyecek kadar belirgindir. Mayıs 1948’de hükümetten
sonra Filistin’in en büyük toprak sahibi olan JNF’nin Filistin toprakla-
rmı
vazgeçilmez biçimde Yahudileştirerck Filistinli Arapların ulusal miraslarından
yoksun bırakılmalarına bilerek önemli katkıda bulunduğunu söylemek bile yeter.
Böylccc, John Hopc Simpson’un 1930’da belirttiği gibi, sonuçta “toprak bir
çeşit kapitülâsyon oldu. Artık Arapkir bu topraklardan ne şimdi, ne de
gelecekte hiçbir yarar göremeyeceklerdi.”[128]
Sonuç
olarak şu iki gözlem sunulabilir: (1) JNF ilk toprak alimini 1905’dc yaptı ve
Mayıs 1948’de 43 yıllık toprak ahırımın sonucu olarak Filistin topraklarının %
3.55’ini oluşturan 936,000 dönümlük tapuya sahip oldu. JNF (Toprak Sicil
Dairesi’nin yeniden açılış tarihi olan) Ekim 1920’den (kısıtlayıcı Toprak
Transferi Yönetme- liği’niıı geçerlilik tarihi olan) Mayıs 1936’ya kadar toplam
on-dokuz yılda, çalışmalarında hiçbir yasal engelle karşılaşmadı. Ayrıca, Mayıs
1948’dcki topraklarının yarısını bu dönemde elde ettiğine bakılırsa, Mayıs
1939’dan sonraki engellemeler hiç de ciddî değildi. Demek İd, İsrail devletinin
varlığından önce JNF’nin toprak alımınm boyutunun şaşırtıcı biçimde küçük
olduğu yargısına varmak doğru olur. 1950 sonundaki toplam JNF topraklarının
(3,396,333 dönüm) % 72.44’ü İsrail’in Mayıs 1948’dc kuruluşundan sonra elde
edildi. Bu topraklar tabii ki daha önceki sahiplerinden -Filistinli
Araplardan- satın alınmadı.
1948 Savaşı sırasında İsrail geçici hükümeti Arap mülklerinin
ele geçirilmesini sağlamak için bir dizi kararname çıkardı. “İsrail silâhlı
kuvvetlerince işgal edilen, teslim alman ya da içinde yaşayanlarca kısmen ya
da bütünüyle boşaltılmış olan alanlar “terkedilmiş” sayılıyordu.[129]
Filistin’i ya da Filistin’deki İsrail kuvvetlerinin denetiminde olan alanları
terketmiş olsun olmasın, “toprağında ikamet etmeyen” kişilerin sahip olduğu bu
mülklerin[130] gözetimi
için geniş yetkilere sahip bir Kayyum atanmıştı.[131] 1950’de Knesset’in
benimsediği yasa-
larla[132] Kayyuma ve mülkleri satma ve
böylecc mülkiyetlerini yeni kurulan Gelişme Otoritesi’nc aktarma yetkisi
verilmişti. Bu kuruluş gerektiğinde söz konusu mülkleri (i) devlete (2) JNF’ye
(3) (ancak önce JNF’ye önerilmiş olmak koşuluyla) yerel otoritelere vc (4)
topraksız Filistinlileri İsrail’de yerleştirmek üzere kurulması öngörülen
(fakat gerçekte hiçbir zaman kurulmamış olan) bir örgüte satabilecekti.
JNF, şimdi
sahip olduğu toprakların dörtte-üçünü bu yöntemlerle elde etti. JNF’nin
Filistin topraklarının çok küçük bir kesiminden fazlasına sahip olması
yolundaki daha önceki çabalar -yani satın alma- başarısızlığa uğradığından,
ancak bu yöntemlerden sonuç umuluyordu. Bütün bunlardan başka, bu olgu, küçük
toprak sahibi Filistinli Arapların, fellâhlann ezici çoğunluğunun
topraklarını herhangi bir fiata satmayı reddettiklerinin de kanıtıydı. JNF’nin
Filistin topraklarını “kurtarma” çabalanma karşı çıkan da yine Filistinlilerdi.
JNF’nin
bugün İsrail’de en çok toprak ıslahı ve ağaçlandırmayla ilgilendiği sanılmasın;
(JNF’nin İsrail’de bilinen başka bir adı olan) İsrail Toprakları Fonu Genel
Yönetmeninin 23 Mart 1976’da İsrail Radyosunca duyurulan sözleri ilginç olmaktan
da ötedir.[133] [134]
Bu duyuruda JNF ve İsrail Toprak Yönetiminin işgal altındaki Batı Yaka’ sı’nda
“yapıları, kamu kuruluşlarını ve kilise mülklerini” içeren toprak alımı için,
ortaklaşa kurdukları bir şirket aracılığı ile “50 milyon İsrail pound’u (6.6
milyon dolar)” harcadığı bildiriliyordu. Genci Direktörün söylediğine göre,
bütün ahmları gizliydi ve “alman topraklarda yaşayan yerli Arapların çoğu
henüz bu toprakların İsrail Toprakları Fonu’nun mülkiyetinde olduğunu
bilmiyorlardı.” Yapılan işlemler gizli olduğundan, sözkonusu toprakların
miktarı da belirsizdir. New York Times^am. Terence Smith’in bu konuda
hazırlamağa çalıştığı rapor da eksik kalmıştır. Smith’e göre, kendi verdiği
sayılar gerçek toplam miktardan az olmasına karşın, satın, alman vc el koyulan
topraklar dahil 1,200,000 dönümden fazla tutmaktadır.
Bu
topraklar yeni Yahudi merkezleri kurmak üzere JNF tarafından hazırlanma ktadır
ve böylece 1949 Dördüncü Cenevre Sözleşmesi açıkça ve cüretkârca
çiğnenmektedir.29 İsrail bu sözleşmeyle imzalayan taraflardan biri
olmasına karşın, şimdiye kadar sözünde durmamış ve bu yüzden nafile dc olsa
Birleşmiş Milletler tarafından defalarca kınanmıştır.[135]
Görüldüğü
gibi, JNF’nin “Mavi Kutu”su[136] hâlâ kapalıdır ve Filistin
topraklarının kurtarılması süreci devam etmektedir.
Bunu
değiştirmek ise, Filistin direnişinin konusudur.
Filistinli
Arap halkının geçtiğimiz yüzyıldaki tarihini belirleyen başlıca etkenler,
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına yönelik Siyonist girişimi başarılı
kılma çabalarına ilişkindi.
Filistin’in
bu yüzyılın başında komşu ülkelere göre daha gelişmiş bulunması ve ayrıca
tarıma elverişli alanlarda nüfus yoğunluğunun göreli olarak daha fazla olması,
Siyonist girişimin başarısını iki etkene bağımlı kıldı: (i) Arapları
topraklarından yoksun bırakma, (2) onları Filistin’den çıkartma. Bir başka
deyişle, amaç, Filistin toprağıydı, Filistinliler olmadan.
Siyonist
propaganda birçok kişinin zihnine Siyonist göçün başlangıcında Filistin topraklarının
oturulmayan, insansız olduğu masalını yerleştirmişti. Aksini belirten
istatistiksel verileri gösterenlere karşı, Siyonistler nüfusun başlıca,
toprakla özel ilişkisi olmayan göçebelerden ve birkaç ilkel köylüden
oluştuğunu savunuyorlardı.
Oysa
gerçekte, İngiltere 1917 yılında Filistin’i işgal ettiği zaman, 55,000 Yahudi
nüfusa karşılık 600,000 Arap vardı. 1948’de Manda yönetimi sona erdiğinde,
1,400,000 Arap ve 600,000 Yahudi bulunuyordu. Yahudi sayısındaki artışın
başlıca nedeni göçlerken, Arap nüfusun artışı öncelikle doğal nedenlerin
sonucuydu.
Filistin’in
İsrail devleti kurulmadan önce oturulmayan bir yer olduğu savı, yalnız tarihsel
gerçeklere değil, çeşitli Siyonist ileri gelenlerinin Manda döneminde “Arap
sorunu”na ilişkin olarak önerdikleri tasarılarla da çelişmektedir. 1951-73
yılları arasında Yahudi Ulusal Fonu Yönetim Kumlu başkan yardımcısı ve Yahudi
Ajansı sömürgeleştirme bölümü başkanı olan Joseph Weitz, 1940 yılma ait
günlüğünden alıntı yaparak Darıar’da. (29 Eylül 1967) şunları yazıyordu
:
“Bu
ülkede iki halka yer olmadığı bizim aramızda açık ve kesin olaıak
anlaşılmalıdır. Araplarla birlikte oldukça bu ülkede bağımsız bir halk olma
yolundaki amacımıza ulaşanlayız. Tek çözüm, Araplar olmaksızın Eretz
İsrail’dir, en azından Eretz İsrail’in Batı kesimidir...Ve bunun, Arapları,
hepsini tekbir köy ya da aşiret kalmaksızın komşu ülkelere aktarmaktan başka
bir yolu yoktur. Aktarma Irak, Suriye ve hattâ Maverayı Ürdün’e yönelik
olmalıdır. Bunun için para, çok para bulunacaktır; yalnız bu aktarma sonucu
ülkemiz milyonlarca kardeşimizi çekebilir. Başka hiçbir seçenek yoktur...Artık,
yapılacak iş komşu ülkelerin Eretz İsrail Araplarını emebilme yeteneklerinin
incelenmesidir.”
Bu
sözler, 1932’den beri Yahudi Ajansının üst düzeyde bir görevlisi olan Joseph
Weitz’in 1940’t a günlüğüne yazdığı ve kendisinin 1967’de alıntı yaptığı
sözleridir. Weitz’e göre, 1948’de olan “çifte bir mucize” idi. Aynı makalede,
Filistinli Arapların “transferinin”, yani kovulmalarının önceden tasarlanmış
olduğunu kabul etmiş olmasına karşın, bunun doğa-üstü bir hareket olduğunu ima
ederek, bir mucize olarak tanımlıyor. 1948 Savaşının çıkmış olması da çifte
mucizenin öteki parçasıdır. Bu mucizenin her iki parçası da Weitz için büyük
doyum kaynağıdır. Aynı yazıda 1948 olaylarını aşağıdaki sözlerle anlatıyor:
“Bağımsızlık
Savaşının patlak vermesi bizi müthiş keyiflendirirken çifte bir mucize de
ortaya çıkaıdı: Toprak zaferi ve Arapların kaçışı. Altı Gün Savaşında ise,
yalnız tek bir mucize gerçekleşti: Büyük bir toprak zaferi. Ancak kurtarılan
topraklardaki nüfusun çoğunluğu yerinden kıpırdamadan kaldılar. Bu, bizim
[Yahudi] devletimizin temellerinden yıkılmasına neden olabilir.”
Ancak,
Arapların “kaçışı”na ilişkin 1948 “mucizesi” eksik kaldı. Filistin’in özellikle
Birleşmiş Milletler’in 1947 tarihli bölünme tavsiyesinde önerilen Arap
devletine verilen kesimlerinde ve savaşla birlikte Siyonist güçlerin işgal
ettiği kesimlerinde 156,000 Arap kalmıştı. O zaman, çeşitli koşullar Siyonist
güçlerin onları “transfer”ini engelledi. Bu Arap azınlık 1948’den sonra
Filistin’de kaldı ve 1948’de 156,000 kişiyken, yüksek bir doğal artış hızıyla
bugün 540,000’e yükseldi.
İsrail’in
gerek kuruluşundan önce, gerek daha sonra, çeşitli Siyonist örgütlerin
etkinlikleri Filistinli Arapları topraklarından yoksun kılma yönündeydi. Bu
örgütlerin devletin kuruluşu öncesi dönemdeki başarılan İngiliz Manda
yönetiminin yarattığı elverişli koşullara karşın çok sınırlıydı. 1948’dc
Siyonist örgütler Filistin’in toplam yüzölçümünün yalnız yüzde-altısma sahipti.
Devletin kuruluşundan ve Arapların kaçışı mucizesinden sonra, 350’den fazla
eski Arap —köyünde yaşayanlara ait 3.25 milyon dönüm toprağa el kondu. İsrail
gazetelerinden Ha’aretz’in. (4 Nisan 196.9) yazdığına göre, Moşe Dayan,
Haifa Technion öğrencileriyle konuşurken, bir soruya karşılık şunları
söylemişti: “Bu ülkede kurulu hiçbir yer yoktur ki, daha önce Arap nüfusu
olmasın...” İsrail İnsan ve Yurttaşlık Hakları Birliği Başkanı İsrael Şahak’m
hazırladığı 1973 Şubat tarihli bir raporun önsözünde şunları okuyoıuz:
“1948’den
önce İsrail devletinin topraklarında bulunan Arap yerleşim merkezleri
hakkındaki gerçek, İsrail’deki yaşamın en fazla saklanmış sırlarından biridir.
Hiçbir yayın, kitap ya da broşür bunların yerini ya da sayısını vermez. Bu,
doğaldır ki, maksatlı olarak, resmen kabul edilmiş olan ‘boş ülke’ efsanesinin
İsrail okullarında öğretilmesi ve konuklara anlatılabilmesi için
yapılmaktadır.”
Rapor,
İsrail otoritelerince yıkılan 385 köyün listesini vererek sürmektedir.
Ancak,
el konulan topraklar mültecilerinkiyle sınırlı değildi. İsrail’de kalan Arap
azınlığına ait topraklar da aynı işleme uğradı. 1948 ile 1970 yılları arasında
toplam 1 milyon dönüm toprak Arap köylülerin elinden alındı. Başlıca geçim
kaynağı tarım olan bir topluma, topraklarına el koyulmasıyla birlikte, 1948-66
arasındaki 18 yıl askerî yönetim uygulaması, binlerce aileyi tam bir yoksulluğa
itmek anlamına geliyordu.
İsrailli
yetkililer, diğer önlemlerle birlikte, bir de, yoğunlaşmış Arap toplumunu
ülkeye yaymaya ve büyük kentler çevresinde yoksulluk halkaları oluşturmak
üzere onları yeniden dağıtıp, böylece ucuz ve niteliksiz işgücü sağlamayı
tasarlıyorlardı. Ancak, Arap köy ve kasabalarında ekonomik ve toplumsal
ilerleme ve gelişme yönündeki bütün yolların kapatılmış olmasına karşın, bunda
otoriteler kısmen başarılı olabildiler. Sadece yerleşim bölgelerinden uzak
yerlerde iş aranabiliyordu. Yakında bulunabilen işler, Yahudilerin yapmak
istemedikleri, en az gelir getiren, en ağır ve çoğu zaman yalnız mevsimlik ya
da geçici işlerdi. Ne var ki, İsrailli yetkililer, Arapları köylerini ve
kentlerini boşaltmaya zorlamada başarılı olamadılar. Arap işçilerin % 70’inden
fazlasının uzak yerlerdeki işlerine gitmek için şafakta köylerinden çıkmak
zorunda kalmalarına, yetkililerin inşaat izni vermeme bahanesi olarak Atap kent
ve köylerinin haritalarını düzenlemeyi reddetmiş olmalarına ve hâlâ
reddetmelerine karşın, Arap azınlık, üçte-ikisinin yaşadığı Filistin’in kuzey
kesiminde yoğun olarak varlığını sürdürmektedir.
İsrailli
yetkililer yalnız topraklara el koymakla ve Arap kesimindeki kalkınma
projelerini engellemekle yetinmediler. Ayrıca, zaman zaman, Arap köylülerin, el
koyulan ve Yahudi olmayanlara toprak kiralanmasını ya da onların ücretli işçi
olarak bu. topraklarda çalıştırılmasını yasaklayan koşullarla Yahudi kişi ya
da örgütlerine devredilen kendi topraklarında çalışmalarını engellemek
amacıyla şiddetli kampanyalar açtılar. Gene de, İsrail yasalarına açıkça aykırı
olmasına karşın, kimi Araplar, kendi topraklarında ortakçı ya da ücretli işçi
olarak çalışmayı başarabildiler. Bu durumun nedenleri kısmen Yahudi kişi ve
örgütlerin ücretleri Yahudilerden daha düşük olan Arapları çalıştırma ve toprak
ağası ve müteahhit olma niyetlerine bağlana- nabilir.
Arapları
toplumsal katmanların en altında tutarak göç etmeğe itme çabalarıyla birlikte,
İsrail’deki Arap azınlığının etrafını çevirme politikası, Arap kesimindeki
eğitim olanaklarına getirilen sınırlamalarla daha da ileri götürüldü.
İsrail’deki Araplar arasındaki eğitim mümkün olan her biçimde kösteklendi.
Araplar ve Yahudiler aynı devlet içinde yaşamalarına karşın, eğitim alanında
aynı kolaylıklara sahip değildirler. Ders programları bir yana, maddî
olanaklar, öğretmenlerin eğitimi ve elverişli kaynaklar konularında Arap eğitimi,
Yahudi eğitiminden çok daha aşağı düzeydedir. Yüksek öğretim bir takım
yollardan kısıtlanmaktadır. Ibranice bilgisi zorunludur, ancak bu koşul yerine
getirilmiş olsa bile, üniversite yetkilileri okul ücretleri konusunda güçlük
çıkartarak Arap öğrencilerin sayısını kısıtlamaktadırlar. Fakat eğer bir Arap
öğrenci bütün bu güçlükleri aşıp üniversiteden mezun olmayı başarabilse bile,
diplomasının kendisine hiçbir şey sağlamadığını görür. Siyonist örgütü ve onun
çeşitli temsilcilerinden başka İsrail Hükümeti ve onun resmî organlarının
İsrail’deki başlıca işverenler olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.
Eğitim
görmüş insanları niteliksiz işçi statüsüne indirgeme sürecini ve onun içerdiği
tehlikeleri bir Israilli gazeteci Haaretz’Ae (12 Aralık 1975) şöyle anlatıyor:
“Binlerce
Nazareth’li ceplerinde birer lise ya da hattâ birer üniversite diploması
taşımalarına karşın, her- gün kasabalarından çıkıp endüstri ve inşaat işlerinde
çoğu zaman niteliksiz işçi olarak çalışmaya gidiyorlar. Onlar artık boyun eğen
köylüler değildirler. Artık dünyanın herhangi bir yerindeki gerilla ordusu için
doğal rezervi oluşturuyorlar.”
Geçen
yirmi-sekiz yıl içinde İsrail’deki Araplar toplam nüfusun yüzde 11-15’ini
oluşturuyorlardı ve nüfusları doğal artış oranına ve Yahudi göçündeki düşüşe
bağlı olarak arttı. Devletin kuruluşundan beri İsrailli yetkililer Arap
azınlığı, en fazlasından, ilk fırsatta kur- tulunması gereken geçici sakinler
olarak gördüler. Onların insancıl ya da siyasal haklarının tanınması hükümetin
ya da yerel makamların herhangi bir zaman aklına bile gelmedi. İsrail’deki
hükümet mekanizması büyük Arap azınlığın etkili biçimde temsiline de olanak
vermemektedir. Başbakanın Arap işleriyle ilgili danışmanı her- zaman en aşırı
Arap aleyhtarı Siyonist unsurlar arasından seçilmektedir; bir Arabm bu göreve
getirilmesi ise, anlaşılan düşünülemez bile.
Siyasal
ya da meslekî herhangi bir Arap örgütü her zaman yasadışı sayılmış ve
önderleri ya yutuklanmış ya da sürülmüştür. İsrail’de herzaman çok sayıda
siyasal parti bulunmuştur ama bunların arasında bir Arap siyasal partisi hiçbir
zaman olmamıştır. Arapların, yalnızca kendilerini üye olarak bile kabul etmeyen
Yahudi ve Siyonist siyasal partilerine oy vermelerine “izin verilmektedir.” Bu
durum kimi Siyonist yazarlarca bile komik bulunmuştur. İbrani Üniversitesinden
Amnon Rubinstein, aşırı dinci ve milliyetçi Ulusal Dinci Parti’nin 1973
seçimlerinde 20,000 Arap oyunu nasıl aldığını Ha’aretz’deki bir makalede
(7 Nisan 1967) şöyle anlatıyor:
“Bu
partinin Knesset üyelerinden ikisi, üyeliklerini Arap- lara borçludurlar, yani
bu partinin gücünün beşte-biri parti üyelerinin başında olduğu kuruluşlar
aracılığıyla elde edilmiştir...Arap oylarını toplamada yararlanılan başlıca beş
kuruluş vardır: Birincisi, tç İşleri Bakanlığı (inşaat izinlerini denetler);
İkincisi, Sosyal İşler Bakanlığı (her türlü yardımı dağıtır); üçüncüsü, Din
İşleri Bakanlığı (cami ve kiliselere yardım etme yetkisi vardır); dördüncüsü,
Bar İlan Üniversitesi (burs verme yetkisi vardır); ve beşincisi, bütçedir.
(Ulusal Dinci Parti’nin bötçesi).”
Rubinstein’in
Ulusal Dinci Parti’yi ve onun Arap oylarım toplama yöntemlerini eleştirmesi,
diğer partilerin başka, türlü davrandığı ya da Yahudi oylarını toplamada bütün
partilerin yöntemlerinin temelde farklı olduğu biçimde anlaşılmamalıdır.
Farklılık, Arapların İsrail’de bir hak olarak elde ettiklerinin gerçekte çıkar
karşılığı “satılan” şeyler olduğu olgusuııdadır.
Demokratik
olsun olmasın, ırkçı olmayan bir sistemde, İsrail’deki Arap azınlık Knesset’te
en azından 18 üyeyle, kabinede 3 bakanla ve ayrıca çeşitli kamusal kuramlarda
uygun sayıda kişiyle temsil edilirdi. Oysa, bugüne kadar, İsrail’de
Kııesset’teki Arap üyeleri sayısı bu sayının üçte-birini geçmemiş ve hükümette
hiçbir zaman Arap bakan bulunmamıştır.
Irkçı
olmayan bir devlette, gazeteciler İsrail’de yazılanları yazamazlardı :
“İsrail
iki uluslu bir devlet değil, azınlığı olan bir Yahudi devletidir. .Galile’yi
geliştirmekten söz ediyoruz, ancak ülkenin bu kesiminde bir Yahudi çoğunluğu
görme yönündeki tutkularımızı gizlemiyoruz.”
Bir
Yahudi çoğunluğa ulaşmak baştan beri Siyonist akımın amacı olarak
açıklanmıştır; Filistin’deki Yahudi yönetiminin başından buyana bu amaca
yönelik etkin çalışmalar yapılmıştır. 1948’de istenen Yahudi çoğunluğu,
binlerce Filistinli Arabın köylerinden, kentlerinden çıkartılarak devletsiz
mülteciler durumuna sokulmasıyla sağlanmıştır. Joseph Weitz’in sözlerini
anımsarsak, “Yahudi çoğunluğu” sloganının anlam ve önemini daha iyi
kavrayabiliriz. Bu önceleri bütün olarak Yahudi devletindeki Yahudi çoğunluğu
anlamındaydı; 1948’de büyük bir bedel karşılığında sağlandı. Şimdi, Yahudi
devletinin bütün kesimlerinde bir Yahudi çoğunluğu sağlanmak isteniyor. Bu da
şu yoldan biriyle ya da ikisiyle birlikte sağlanabilir; (1) Devletin dışından
Yahudiler getirip bunları her bölgede çoğunluk oluşturmak üzere dağıtmak; ya da
(2) Arapların sayısını her bölgede azınlığa düşecek biçimde azaltmak. Bu da
Arapları kovmayı gerektirir.
Şimdilik,
Siyonist eylem İsrail’e büyük ölçekli Yahudi göçünü sağlamak için gerekli olan
anti-semitik havayı yaratacak durumda değildir. Siyonist propaganda
aygıtlarının hiçbir zaman beceremedikleri gösteri fırsatını verecek Hitler’leı
ya da mini-Hitler’ler yoktur. Böylece, Siyonizm’e ikinci seçeneği uygulamaktan,
İsrailli Arapları yerlerinden kovup sürmekten başka yapacak şey kalmamaktadır.
İsrailli
yetkililerin İsrail’deki Arap azınlığı elinde kalan son topraklardan da yoksun
etme yolundaki son çabaları ancak acıları arttırıp barış umutlarını silmeğe
yarar. İsrail’deki Arap topraklarının savunması için 30 Mart 1976’de düzenlenen
“Toprak Günü” Siyonizm’in İsrail’deki Araplara, Yahudi olmayan azınlığa
yaptıkları konusunda kimilerinin gözlerinin açılmasına yardımcı olabilir. İsrail
Hükümeti, Topkak Günü, olaylarının ertesinde Arap azınlığı sorununu
tartışırken, Başbakan Rabin, Arapların “dinsel ve kültürel” haklarının
tanınacağını bildirmişti. Kabinenin üç üyesi bunlara “u- lusal” hakların da
eklenmesinden söz edince, Rabin “bu hükümetin yetki alanı bu eklemeye izin
vermez” demişti.
İsrail’in
Arap azınlığa karşı izlemiş olduğu ve hâlâ izlemekte olduğu politikayla, Batı
Yakası ve Gazze Şeridinde işgal yetkililerince izlenen politika temelde
aynıdır. Söz konusu politika, Filistin halkını İnsanî ve siyasal haklarından
yoksun kılmayı, toprak ve öteki mülklerine el koymayı ve böylece ırk ayrımını
temel almaktadır. Bu da ancak düşmanlığın şiddetlenmesine ve daha ileri
çatışmalara neden olabilir.
İsrail’deki
ve İsrail dışındaki Yahudiler, Siyonizm’in onları sürüklediği uçurumun
gittikçe farkına varıyorlar. Bunlar dindaşları için duydukları kaygılar
nedeniyle, Siyonist önderlerin tehlikeli politikalarına karşı durmağa
başlıyorlar. Kimi Israilli Yahudiler, Siyonist önderlerin politikalarını
değiştirebilme umutlarını hepten yitirmişler ve göç ediyorlar. Resmî Siyonist
kaynaklar şimdi A.B.D.’ndeki 300,000 İsraillinin varlığından dem vuruyorlar.
Avrupa’da,
Amerikalar’da, Güney Afrika’da ve Yeni Zelanda’ daki sekiz milyon kadar Yahudi
ise, bu zararı karşılamağa hiç istekli görünmüyorlar. Tamamen özgür oldukları
halde, ülkelerini terkedip İsrail’e göç etmeyi reddettiler. Gerçekte karşı
çıktıkları şey, kendilerine açık yararı olmayan, sonu belirsiz bir savaşın
tuzağına düşme olasılığıdır.
Dünya
kamu oyundan ve dünyadaki onurlu insanlardan destek isterken, bunu yalnız
Filistin halkının haklı dâvâsı için istemiyoruz. Filistin halkını desteklerken
insan olarak Yahudileri de desteklemiş olacağımız konusunda ısrar ediyoruz.
İsrail Hükümetine İsrail’deki ve işgal altındaki topraklardaki Araplara
zulmetme politikasına son vermesi yönünde baskı yapmakla, bu hükümeti 1967
sınırları içindeki ve ötesindeki topraklara el koymaktan vazgeçmeğe yöneltmekle,
Arapların İnsanî ve siyasal haklarını tanımağa zorlamakla, Ya- hudiler ve
Araplar arasında normal İnsanî ilişkilerin kurulmasını sağlayacak bir havanın
yaratılmasına katkıda bulunmuş olacaksınız.
Bu
sözlerin amacı mecazlar yapmak değil. Siyonizm’in iki sorun yarattığına
kesml’kle inanıyoruz: Bir Yahudi sorunu ve bir Arap sorunu. Bu iki sorunun
çözümü, Siyonizm’in, ırkçılığın özünün yenilgisini gerektirmektedir.
Ancak
Siyonist devletin tasfiyesi ve yerine lâik ve demokratik bir devletin kurulması
barışı getirebilir ve Filistin’de yaşayanları -hepsini- ve dünyanın bu
bölgesinde yaşayanları ölüm ve yıkımdan kurtarabilir.
FİLİSTİNLİLERİN SÜRGÜNÜ: BİR KANADALININ UYANIŞI
Benden,
1967 Yazında Ürdün, İsrail, Suriye, Lübnan, Mısır, Kudüs, Gazze ve Filistin’in
Doğu Yakası’nda görüp duyduklarıma dayanarak Filistinlilerin sürgününü anlatmam
istenmişti. Bu geziyi, Amerika ve Kanada’nm önde gelen dinsel gazetelerinin
yönetmenlerinin isteği üzerine vc “yeni mülteci sorunu” dedikleri konuyu
inceleyip rapor hazırlamak üzere yapmıştım.
İzninizle,
öncelikle hikâyeyi, Filistin halkının dağılması bağlamında genel bir görünüme
oturtayım. Ayrıca, Batılı kiliselerin rolü, Amerikalıların tutumları ve Yahudi
tepkisi ve savunması hakkında bir takım düşünceler eklemek istiyorum.
Batı
Avrupa ve Kuzey Amerika dışında, bütün dünya, bir Siyo- nist-Yahudi devleti
kurulması amacıyla, Filistin’in yerlisi olan çoğunluğun, evlerinden
yurtlarından atılmış ve ulusal mal-Varhğın- dan yoksun edilmiş olması
gerektiğini öğrendi. Bunların çoğu şu ya da bu yolla sürülmüştü; kalanlarsa,
sonuçta bağımsızlıklarından ve onurlarından yoksun kılındılar; Gazze ve Batı
Yakası’nda askerî işgal altında ya da İsrail ve Kudüs’te sınırlı beşerî ve
medenî haklarla yaşamaya zorlandılar.
Birleşmiş
Milletler Yardım ve İş Ajansının eski Genel Yönetmeni John H. Davis konuyu
şöyle özetliyor: “Mültecilerin, inceden hazırlanmış bir ana plânın bir parçası
olarak, İsrailliler tarafından yurtlarından kovulmaları olgusunun önemi
yeterince farkcdileme- miştir.”[137] Ve şunları ekliyor:
“Bir
Yahudi devleti, Yerli Arap halka karşı baskı ve kuvvete başvurmadan ortaya
çıkamazdı...Siyonistlcr İsrail’i kurmak için büyük güçlerden yeterli destek
aldıkları anda kaçınılmaz olarak yerli Arap halk yurdundan çıkartılacak,
dönüşleri zorla engellenecek, mülklerine el konulacak vc İsrail’e göçenlere
ihsan edilecekti; ve kaçınılmaz olarak yurttaşlarını göçmenlerin oluşturduğu ve
dünyadaki bütün Yahudilerin potansiyel yurttaşlar sayıldığı yeni bir hükümet
kurulacak, bu arada sürülen yerli Araplar mülteci vc yabancı statüsüne
indirgenccekti.”[138]
Bu
olgular daha yaygın olarak bilinip kavrandığında, Kudüs, Gazze ve Batı
Yakası’nı terketmeleri için Filistinlilere uygulanan vahşi vc sürekli
baskıların bütün bir sürecin bir parçası olduğu görülecektir.
Beyrut
Amerikan Üniversitesi öğretim üyelerinden Yusuf Sa- yigh, bir zamanlar Orta
Doğu’ya getirdiğim bir grup Hıristiyana bu durumu aşağı yukarı şu sözlerle
anlatmıştı:
“Çoğu
zaman ‘Hıristiyarıım’ diyen insanların elinde Ya- hudilere yüzyıllardır yapılan
feci haksızlıklar düzeltilmeğe çabalanırken, bir başka feci haksızlık Filistin
halkına yapılıyor. Bu haksızlık düzeltilene kadar Kutsal Topraklarda barış
olmayacaktır.”
Sayigh
konuşmasını Arapların Yahudi aleyhtarı olmadıklarını anlatarak sürdürdü.
“Sürgün”deki Yahudilere karşı işlenen suçlardan sorumlu olmadıklarını şöyle
belirtti:
“Yahudilere
yapılmış olanlar hakkında vicdanlarınızı yatıştırmak için, Arapları
yüzyıllardır yaşamış oldukları topraklardan soyup sürmede Siyonistlerle
işbirliği yaptınız.”
Bizim
buna karşılık, “onlar biz değil, adlarına yakışmaz AvrupalI Hıristiyanlardı”
demekten başka verecek yanıtımız yoktur. Ancak, Kanadalı bir kadının şu sözleri
söylediğini duymuştum: “Ne derlerse desinler, Incil’de Tanrı’nın bu ülkeyi
Yahudilere va- adettiği yazılıdır, bu da bana yeter.’’ Kutsal Kitabın bu tür
yanlış anlaşılmasının ve bir takım insanlara -Filistinli Araplara- bu sözlerle
gösterilen duyarsızlığın sorumluluğu Batı’daki kiliselerin sırlındadır.
Bu
aldırmazlık ve anlayışsızlık nasıl bu kadar derinleşebilir? Böyle bir
yüzeysellik nasıl olabilir? John Davis gibi insanlarca açık seçik kılman
gerçeklere karşın, dünyanın yaşadığımız kesimindeki bu kafa karışıklığı,
ön-yargı ve cehalet nasıl sürebiliyor?
Bütün
olup bitenin, Siyonist ideolojinin ve Yahudi olmayanların yaşamakta olduğu bir
ülkede bir Yahudi devleti kıtıma azmindeki Siyonizm’in doğrudan ve tahmin
edilen bir sonucu olduğunu nasıl oluyor da göremiyorlar?
Bunu
mümkün kılan tek yöntem, zekice, özenle hazırlanmış, ustaca uygulanan ve
kitlesel destek almış bir propaganda programıydı. Dünyada Siyonizm ve İsrail
Hükümetinin yürüttüğü çalışmaların hiçbiri, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki
propaganda kampanyalarına yetişemedi.
Ülkemde,
Birleşmiş Milletler ya da öteki, örgütler, üniversiteler, hükümetler ya da
kiliselerin çalışmaları çerçevesinde Orta Do- ğu’da bulunmuş olup da benim
rapor ve gözlemlerime katılmayan hiçkimseye rastlamadım. Ancak Orta Doğu’yu hiç
gidip görmemiş olanlar arasında benimle aynı görüşleri paylaşanlara çok az rastladım.
Batı’da,
Siyonist propagandasının çok etkin olmasının nedeni birçok unsurların
sonucudur: Filistin sorunu ve gelişimi hakkında bilgisizlik, daha önceki
anti-semitik akımların ve özellikle Avrupa’da Nazi döneminde yapılanların
yarattığı suçluluk duyguları, hele tutucu ve bağnaz Hıristiyanlarca Kutsal
Kitabın yanlış anlaşılması, Haçlıların tarihi çarpıtmasının bir sonucu olan
Arap karşıtı ön-yargınm varlığı ve edebiyatımızda Araplara karşı klişelerin
bulunması. Bunlara, mazlum sayılanlara duyulan takdir duygularını ve Arapların
hikâyelerini Batıldara anlatmadaki başarısızlıklarını da ekleyebiliriz. Bütün
bu unsurlar, aşırı derecede yetenekli Siyonist propagandacılar tarafından
ustaca sömürüldü, hattâ kimi zaman geliştirildi. Bu uzmanlar o kadar
başarılıydılar ki, rezil Goebbels bile altta kalırdı.
Devam
eden cehalete daha sonra bir öğe daha katıldı. Batı’da çoğumuz Arapları bilmez,
Yahudileri bilirdik. Yahudilerin çoğunun A.B.D. ve Kanada’ya göçmeden önce
Avrupa’da kötü zamanlar geçirdiğini bilirdik; bazıları da bizim aramızda
yaşamak üzere geldiklerinde kötü günler geçirmişlerdir. Ancak, sonuçta çoğu
dertlerden kurtuldu ve bizim kültürümüze, ulusal varlığımıza katkıda
bulundular. Arapların Batı dünyasına matematik, edebiyat, tıp, bilim ve
teknoloji alanlarında yaptıkları katkılar da henüz yeterince bilinmiyor.
Haziran
1967 Savaşı, benim Filistin çatışmasını kavrayışımda bir dönüm noktası oldu. O
zamana kadar, yargılarımda az çok renksizdim. İki tarafta da hatalar vc
doğrular görüyordum.Bu benim için hem öyle, hem böyle görülebilen bir şeydi. Bu
konuda kendimi gazete okuyan, haberleri dinleyen ve düşünecek başka sorunları
olan tipik bir Kanadalı olarak görüyordum.
Sonra
1967 Haziranında oıı-beş günde bir çıkan vc bir milyon kadar tirajlı bir dergi
olan Presbyterian Life’m yazı işleri müdürü benim yeni mülteci sorununu
inceleyip, yazı yazmak üzere Orta Doğu’ya hemen gidip gitmeyeceğimi sordu.
Geçen
Hazirandaki savaş sırasında ve sonrasında çoğu El-Gerî- ha çevresinde mülteci
kamplarından gelen binlerce Filistinlinin nehri aşarak Doğu Yakası’na
geçtiklerini biliyordum. Bunların derhal Batı Yakası’ndaki kamplarına ve
yurtlarına dönmeleri konusunda B.M. Genel Kurulunda bir karar alınmış olduğunu
da biliyordum. Gazetelerde, bunların dönüşleri konusunda haberler okumuştum
ve bir televizyon programında, Hazirandaki savaş sırasında Ürdün’e sığınıp,
yıkık Allenby Köprüsünü geçerek tekrar Batı Yaka- sı’na dönen Filistinliler
gösterilmişti. Bu yüzden tereddüt edip, yazı işleri müdürüne “geri
dönüyorlar’,’ demiş, görüp duyduğum haberlerden söz etmiştim.
Oysa,
Presbiteryan’ların Beyrut, Şam ve Kahire’de temsilcileri vardı ve bunlar daha
değişik haberler gönderiyorlardı. Amerikan kiliseleri, “yeni mülteciler’'’ için
bir yardım toplama kampanyası örgütlemeğe başlamışlardı bile.
Biraz
isteksizce de olsa gitmeyi kabul ettim. Önce New York’ta, sonra Cenevre’deki
Dünya Kiliseler Konseyinde ve Beyrut’ta konuyla ilgili olarak bana kısa bilgi
verilmişti. Ancak, olup biteni Amman’a geldikten sonra öğrenebildim.
Mültecilerin
hepsinin ne zaman dönmüş olacağını sormam üzerine, Amman’da bir papaz “demek
ki siz de televizyon programını izlediniz” dedi. “İsrailliler televizyon çekimi
için bir gün 144 kişinin dönmesine izin verdiler. Aynı gün bu tarafa gelen 600
kişinin ise ne ne filmini çektiler, ne haberini verdiler.” Bir türlü
inanamıyordum. Oysa kanıtlar çevremdeydi; kamplara, okullara, camilere, mağaralara,
çadırlara, doldurulmuş ya da açıkta yaşayan, evinden yurdundan henüz atılmış
300,000 insan vardı. Ve bunlar geçici köprüleri aşarak herzaman batıdan doğuya
doğru olmak üzere, hâlâ akın akın geliyorlardı.
Ertesi
gün UNWRA’daıı bir şoförle birlikte Allcııby Köprüsüne gittim. Orada, emekli
olmuş ama ne olup bittiğini görmek için geri gelmiş Ojtaker (Kuvcykır)
mezhebinden bir Amerikalı olan Willard Jones’a rastladım. Onunla birlikte,
kendilerine serbest iradeleriyle ülkelerini terke ttiklerine dair kağıt
imzalatmak isteyen Israilli askerlerin yardımıyla, iğri büğrü, sapa yollardan
akın halinde nehri geçmeye, çalışan mülteci grubunu seyrederken, Wilhıı'd “bu
194.8’de- kinden de kötü” diye mırıldanıyordu.
Battaniyelerini,
mobilyalarını, kırık dökük ev eşyalarını ve bebeklerini yanlarında
taşıyorlardı. Dost, akraba ve kamplarda yiyecek ve barınak bulmak için sıcak ve
tozlu yola büzülmüşlerdi.
Daha
sonraki haftalarda bunların birçoğuyla görüştüm. 300,000 kadarı Batı Yakası’nı
terketmişti. Çoğu hâlâ Ürdün’dedir. Tanklar ye uçaklarla ihtar edilmişler,
napalm tehdidiyle karşılaşmış ve panik içinde kaçmışlardı. Paniğin, bunu
Filistin Arap nüfusunu azaltmak için fırsat bilen İsrail tarafından çıkarıldığı
bir gerçektir. Birkaçı, ilk kargaşalık günlerinden sonra nehri geçip geri
dönmüşlerdi; bunların kimisi tutuklanıp, tekrar doğuya gitmek üzere nehir
kenarına bırakılmışlardı. İsraillilerin yerle bir ettiği Imwas (Incil’deki
Emmaus), Neit Nuba ve Yalu köylerinden kaçan yaşlı insanlarla görüştüm;
bunlardan en az bir yaşlı ve hasta bir kadın canlı canlı evinde gömülmüştü.
Amman
ve çevresindeki B.M. ve Yakın Doğu Kiliseler Konseyi Bürolarını, evlerine ve
mülteci kamplarına gitmek için haykıran, kaybettikleri karılarını, kocalarını
ve çocuklarını arayan binlerce mülteci kuşatmıştı.
Yaz
boyunca işler çıkmaza girmişti; hikâye şimdi biliniyor. İsrail yine Birleşmiş
Milletler’e meydan okuyordu. Daha sonra, gidenlerin geri dönmeleri konusunda
bir formül üzerinde anlaşmaya varıldı. Ürdün’de 170,000kişi dönüş belgelerini
imzaladı. İsrail bütün yolları kullanarak bunu engellemeyi başardı ve ancak
20,000’den daha az bir grup insan dönebildi. Diğerlerinin dönmemesine başka
kılıflar bulundu: “Fikirlerini değiştirdiler. Gelmek istemediler.” Bazılarının
fikirlerini değiştirmelerinin nedeni ise, İsrail’in ailerin bir kısım üyelerine
izin verip diğerlerine vermemesi ve çocukları aileden ayırmasıydı.
Daha
sonra bir gece, Bethlehem’in çevresinde bir kampa bağlı mülteci evinde kaldım.
Yerin genişliğine şaşırmıştım; bana bütün bir oda verilmişti; evde bir de ana
ile oğlu oturuyordu. Ailenin savaş sırasında bölündüğünü anlattılar. Baba ile
altı kadar çocuğu nehri geçmiş, ana ile cn büyük oğul Bethlehem’e dönmüştü.
1969’da aileleri birleştirme görüşmelerine karşın, baba ve çocuklar hâlâ Jaraş
yakınındaki Souf kampındaydılar. Sonraki yıllarda baba ile küçük kızlara dönme
izni verildi; erkek çocuklar ise asla dönemediler.
Temmuz
1967’de Karamah’ı ve Ürdün’deki öteki kamplardaki sığınakları ziyaret ettim.
Güney Suriye’de açık alanlarda uyuyan binlerce insan gördüm. Mısır’da Yukarı
Mısır’dan gelenler için hazırlanan ev ve köylerde 13,000 kadar Gazzeli ve
Sinah Filistinlinin oturduğu Kurtuluş (Liberation) bölgesini gezdim.
Mısır’a Haziran 1967’de 35,000 mülteci gelmişti.
Daha
sonra İsrail’in Londra Büyükelçisi olan Michael Comay, Araplar için bir tehlike
ve İsrailliler için bir fırsat olan bir işle uğraşmaktaydı.. Bana, “Golan
Tepelerinin toprağı şahanedir, oraya 30,000 Yahudi yerleştirebiliriz” demişti.
Basında, Yigal Allon’un “Jepthah orada karar vermişti” diyerek Golan’m İsrail’e
ait olduğunu söylediği bildiriliyordu. Bunun muzaffer Siyonistlere çok anlamlı
geldiği görülmekteydi. 3000 yıl önce bir İbrani Peygamberin bu tepelerde konuşmuş
olması, modern İsrail’e o topraklarda hak iddia etmesine gerekçe olabiliyordu!
Batı Yakası ve Gazze’nin ne olacağına aldırmaksızm, Kudüs’ün birleşik ve
İsrail’in başkenti olarak kalacağını da Michael Comay söylemişti. Hiçbir
politikacı Doğu Kudüs’ü önceki sahiplerine vermeyi öngöremezdi.
Bir
süre sonra İsrail polisinin başına getirilecek olan ve İsrail’de böylesine bir
görev alan tek Doğu Yahudisi Shlomo Hillel, benden Kanada’yı bir miktar
Filistinli kabul etmesi için uyarmamı istedi. İsrail’de Arapların tembel ve
geri oldukları konusunda ve İsraillilerin Batı Yakası’nı kalkındırarak Araplar
için ne harika şeyler yapacakları ile ilgili varsayımlar hakkında çok şeyler
işitmiştim. Ve Mic- hacl Comay, kaçanların yurtlarına dönmeleri ve ileriyle
yeniden birleşmeleri için her türlü yardımın yapılacağı konusunda bana garanti
vermişti. “194.8’de maruz kaldığımız suçlamalarla tekrar karşılaşmayı göze
alamayız” derken bunu söylemek istiyordu. O zaman içten olduğunu sanmıştım.
1948 yılında 730,000 kadar Filistinli, artık İsrail devleti olan topraklardan
Gazze’ye, Batı Yakası’na, Ürdün’e, Suriye’ye ve Lübnan’a kaçmıştı. 1967 yılında
bu kez 400,000 kişi yeni işgâl edilen topraklardan kaçtılar. Bunların belki de
yarısı için bü, ikinci göçleriydi.
Kudüs
dışında konu bir zaman ya da gerekli işlemleri tamamlama sorunu gibi
görünüyordu. Topraklarını terkeden insanların tekrar geri dönecekleri
söyleniyordu.
iki
sınır ötesi alanı gezip gördüm. Bunlar Ürdün Nehri’nin Allenby Köprüsündeki
Batı Yakası ve üç Latroun köyünün bulunduğu yerdi.
Latroun
bölgesindeki Beit Nuba, Talu ve Imwas köylerini gezmek için ne zaman izin
istesem, red cevabı alıyordum. Sonunda iyice ısrarlı davrandım; şunları
konuştuk: “Özür dileriz, ama oraya gidemezsiniz.” “Niçin?” “O köyler artık
mevcut değiller.” Ne olmuştu ki? “Bunlar Filistinli komandoları barındırıyor ve
havaalanı için bir tehdit oluşturuyorlardı.” Demek ki, İsrailliler, ellerine
fırsat geçtiği takdirde, savaş kılıfı altında insan topluluklarını korkutup
ortadan kaldırıyorlardı.[139]
Köprüye
gitmek için izin almam günler sürdü; orada Filistinlilerin imzalamalar)
istenen kağıdın bir örneğini gördüm. Bu kağıdı imzalayanlar, yerlerini özgür
iradeleriyle terkettiklerini söyleyerek doğumla kazanılmış bir haklarından
vazgeçmiş oluyorlardı. Kimilerinin parası yoktu, çoluk çocuklarından ayrı
düşmüşlerdi. Ürdün Neh- ri’nin Batı Yakası kapalıydı. Doğusu ise ailelerinden
ayrı düşmüş ve parasız, pulsuz kalmış umutsuz insanlar için bir kaçıp kurtulma
kapısıydı. İsrail, toprakları terkeden insanlara serbest ulaşım ve ve taşıma
kolaylıkları sağlama konusunda aşırı derecede yardımcıydı, fakat bu arada
dönüşlerini önlemek için mayınlar ve muhafızlar yerleştirilmeğe başlanmıştı
bile.
Amman’da,
Yakın Doğu Kiliseler Konseyinin savaş çıktığı sırada Doğu Ürdün’de bulunan bir
görevlisine rastladım. Nablus yakınlarında karısı ve beş çocuğu vardı. Hergün
geri dönmeye çalışıyordu ve bir keresinde nehri geçerek bunu başarmıştı. Ancak,
yakalanıp tutuklanmış ve getirilen kağıdı imzalamadığında Ürdün Nehri’nde,
Isa’nın vaftiz edildiği yerin yakınlarında sığ bir bölgeye getirilmiş ve nehrin
öte yakasına geçmesi emredilmişti.
Benim
hikâyelerim ve ötekiler Batı basınında çıkmaya başladığında iki türlü tepki
gösterildi: Birincisi, sert biçimde eleştirildim ve
abartmakla,
saptırmakla, yalan söylemekle ve Ottaıva’daki Arap Haber Hizmetlerinde
çalışmakla suçlandım. Daha sonra, anti-semitik olduğum iddia edildi ve kilisem
beni yazar olarak görevlendirdiği için eleştirildi. İkincisi, kiliseler
Filistinlilere yardım amacıyla önemli miktarlarda katkıda bulundular. Bazıları,
mülteci sorununun adil bir çözüme kavuşturulması uyarısında bulunan ve
Filistinlilerin derhal yurtlarına dönmelerini isteyen kararlar aldılar.
Bazıları ise, B.M.’riin 22 Kasım 1967 tarih ve 242 sayılı kararma benzer
kararlar alacak kadar ileri gittiler. Benim kendi kilisem ve ötekiler,
hükümetimizi Orta Doğu’da adil bir barış için baskı yapması konusunda uyaran
bir karar aldılar. Bu sırada, Kanadalı ve Amerikalı Siyonistlerin Ottawa ve
VVashington’daki lobilerini ne kadar etkili olacak biçimde örgütlediklerini
öğrenecektik.
İlginç
bir gelişme de, Batılı kiliselerin kullandığı dilde görüldü., 1948’! izleyen
yıllarda, kiliseler “zavallı Arap mülteciler”den söz ederdi. Daha sonra,
“zavallı Filistinli mülteciler” demeğe başladılar. Onlara eski ayakkabı ve süt
tozu göndermiştik. Sonraları dil ve yöntemler değişti. “Filistinliler”den ve
kendi kendine yardım programlarının gereğinden söz etmeye başladık. Bu daha
sonra, “Filistin halkına yapılan haksızlık” oldu ve sonuçta bazı Hıristiyanlar
“Filistin halkının kendi geleceğini saptaması”nı isteyen kararlar alıyorlardı.
Gazeteler
teröristler derken, kiliseler komando sözcüğünü kullanmağa
başladılar ve terörizmi onaylamamakla birlikte, kamplarda büyüyen ve haksızlığa
uğramış ana babalarının yaşlanıp öldüğünü gören Filistinli gençlerin,
ellerinden alınmış olan evlerini ve yurtlarını geri almak için çaresizlik
içinde şiddete nasıl başvurduklarını açıklamağa çalıştılar.
Şunları
duyup bildiriyorduk: “Biz merhamet değil, adalet istiyoruz; çadır ve sığmak
değil, Filistin’deki evlerimize dönme hakkı istiyoruz.”
Yoksul
Filistinlilerin -ya da bizim önceleri deyişimizle, zavallı göçmenlerin- böyle
değerlendirilmiş olmasından çok pişmanlık duyuyorum. Ancak, din adamları bu
konuda aydınlatıldıkları zaman göçmenlere anlayışla yaklaştılar.
Ülkemde
yaygın eleştiri ve saldırıların hedefi durumuna geldiğim bir sırada, iletişim
konusunda uzman olan bir arkadaşıma şunu sordum: “Yahudiler neden benimle bu
kadar çok uğraşıyorlar?” Hemen cevap verdi: “Çünkü sen Filistinli mülteciler
için çalışmağa devam ediyorsun. Şunu bil ki, dünyadaki her Yahudi o konuda suçluluk
duygusu içindedir.” Sanırım bu da onların duyarlılığını, aşırı tepkilerini,
şiddetli saldırılarını ve hareketlerini açıklamaktadır.
1968
Baharında Kiliseler Ulusal Konseyinin Orta Doğu Komitesinin New York’taki bir
toplantısına katılmıştım. Başkanlık için önseçimler başlamıştı. Çeşitli
adayların, Orta Doğu konusundaki görüşlerini bildiren bir haber okumuştum.
Robert Kennedy, Nelson Rockefeller, Richard Nixon, Hubert Humphrey, Eugene
McCarthy ve öteki adayların herbiri, İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme
konusunda diğerlerine üstün gelmeğe çalışıyordu. Komitede, bu adamları bir
türlü anlayamadığımı söyledim. Ya durumdan haberleri yoktu ya da bunlar ilkelerden
çok oylarla ilgilenen kuşkulu kişilerdi.
Komite
başkam gülümsedi ve “bizim siyasal yaşamımızı pek iyi anlamamışsınız, galiba”
dedi.
Bu tür
kuşkulu politikacıların tiranlığını yıkmak için, Filistinlilerin hikâyesi
dürüstçe ve özenle anlatılmaya devam edilmelidir, tyi niyetli hiç kimse,
kamplardaki göçmenlere ve evlerinden yurtlarından yoksun kalmış bir halka ait
olan bu hikâyeyi öğrenip işin adaletsizliğine ilgisiz kalamaz.
İsrail’deki
Doğu Yahudilcrine1 toplumsal, ekonomik ve ırksal ayrım uygulandığı
gerçeği artık bir tartışma konusu değil. Nüfusun % 6o’ını oluşturmalarına
karşın, birinci sınıf yurttaş değillerdir. Devletin toplumsal, ekonomik ve
siyasal kuramlarındaki temsilcilerinin oranı sayısal çoğunluklarıyla
karşılaştırıldığında bir hiç kalır; oysa, Avrupa-Amerika kökenliler
(Eskenaziler) sayılarına göre çok daha yüksek oranlarda temsil edilirler.
Doğulu kesimde görülen mahrumiyetler çalışma, eğitim, konut, gelir, sosyal
refah ve siyasal katılma alanlarında ortaya çıkar. îki Yahudi toplumu
arasındaki eşitsizlikler, Filistin’de Siyonist devletin kuruluşundan bu yana
daha da artmıştır ve toplumsal uçurumların daraldığına dair hiçbir belirti de
yoktur. Tam karşıtı, istatiksel veriler uçurumların genişlediğini
göstermektedir.
İsrail’de
ulusal gelirden en büyük payı, başlıca Eskenazilerden oluşan sermaye sahipleri
ve yöneticilerin en üst tabakası almaktadır. Yüksek ücretli usta işçiler ve
hükümet memurları orta tabakası daha yüksek gelirlere yönelecek bir
konumdadırlar. Doğu Yahudileri topluluklarının sözünü edebilecekleri meslekî
ustalıkları olmadığı için, kendi kategorilerinde rekabet olanakları da yoktur.
Varlıkları en fazla sosyo-ekonomik piramidin en alt tabakasında, yani -“ulusal
gelirdeki payı gittikçe azalan tek grup”[140]
[141] olan endüstri ve tarımda
çalışan kol emekçileri tabakasında göze çarpar. İsrail’de yoksulluk ve etnik
köken birbirine sıkıca bağlı şeylerdir.
Ancak,
1967 savaşından sonra ve savaşın doğrudan bir sonucu olarak, Doğulu
toplulukların küçük bir kesiminin küçük müteahhit ve usta işçilerin oluşturduğu
alt-orta tabakaya yükseldiklerini belirtmek gerekir. Özellikle Scfardi
topluluğunun sosyo-ekonomik durumundaki göreli iyileşme, İsraillilerin
“güvenlik” dedikleri şeye verdikleri büyük önemle birlikte bunun sonucu olan
ekonomik faaliyete bağlıdır. Hayfa Üniversitesinden Shifeh Wise’ın bir
incelemesinde,[142] tarımda
çalıştırılan Sefardiler azalırken, bir kesiminin usta işçi oldukları ya da
ordu ve polis örgütüne girdikleri açıklan maktadır. Bunlar kol işçiliğinden
kaydırıhrken, yerlerini ilk kez işgal altındaki topraklarda yaşayan Araplar
almıştır. Ancak yine de, İsrail proletaryasının yaşamsal kesimlerinde Doğu
Yahudileri ağır basmaktadır. Bu, Siyonist ülkünün buyruğu gereğidir.
I.
Toplumsal-Ekonomik Uçurumlar:
İsrail’de
etnik topluluklar arasında gelir eşitsizliğinin varlığını hiçkimse
yadsımamaktadır. Ancak, bu eşitsizliklerin boyutu, önemi ve etkileri konusunda
görüş ayrılığı vardır. İsrail Bankası Direktörü David Horowitz’in başkanlığındaki
“Gelir ve Toplumsal Uçurumdaki Eğilimleri inceleme Komitesi” 1971 Temmuzunda
ekonomik eşitsizlik ve toplumsal bütünleşmeyle ilgili olarak hükümete iyimser
bir rapor sundu. Komitenin başlıca bulgusu, Afrika-Asya kökenli ailelerin yaşam
düzeylerinin, bütün ailenin yaşam düzeyleriyle karşılaştırıldığında 1963-1970
yılları arasında yükseldiği savıydı:
“Bu
gelişmenin kanıtları ortalama gelir düzeyinde, konut koşullarında ve dayanıklı
tüketim malı maliklerinin sayısındaki artıştır. En düşük gelirli aileler
arasında As- ya-Afrika kökenli ailelerin oranı düşerken, bunların en yüksek
gelirli aileler arasındaki oranı artmıştır.”[143]
Bir
“gelişme” söz konusu olsa bile, sayısal olanak son derece ılımlıdır. Rapordaki
tablolardan biri, 1963 yılında ortalama bir Afrika- Asya kökenli ailenin
gayrisafi gelirinin İsrail’deki bütün Yahudi ailelerinin ortalama gelirinin %
63’ü, 1970’de ise % 6g’u olduğunu göstermektedir. Ayrıca, 1963-64 döneminde,
Afrika-Asya kökenli Yahudi- lerin % 33,5’nin en düşük gelirli kesimin 1 /5’ini
oluşturdukları, oysa 1968-69 döneminde bu oranın % 30.1 olduğu görülmektedir.
En yüksek geliri olan kesimin 1 /5’i içindeki Doğu Yahudileri için paralel sayılan
% 5.4’tcn % 8’e bir artış göstermektedir.
Bu
sayıların aldatıcı niteliği toplumsal-ekonomik uçurumu daralmak yerine
genişlediği kanısında olan İsrailli bilim adamlarının dikkatinden kaçmadı.
İbrani Üniversitesinde görevli bir iktisatçı olan Michael Bruno bu raporu şöyle
eleştirdi:
“Komite,
dikkatleri temel soruna çekmek yerine, karşılaştırılması olanaksız ve ekonomik
eşitsizlerdeki azalmayı ifade eder görünen bir dizi istatistiksel
verinin arkasına saklanmayı tercih etmiştir.”[144]
Bruno,
Doğulu ailelerin gerçek ortalama gelirinin bütün ailelerin ortalamasının,
Komitenin savunduğu gibi % 69 değil, % 50 olduğunu ileri sürmektedir.[145] Anlaşmazlık, Komitenin Doğulu
ücretlilerin aile boyutuyla, Eskenazilcrinki arasındaki farkı hesaba
katmamasından doğuyor. J. Peri bunu şöyle açıklıyor:
“Doğu
Yahııdisi ailelerin Batılı Yahudi ailelerinin üç katı kadar çocukları vardır:
Uç ya da daha fazla çocuğu olan Yahudi ailelerinin % 65’i, beş ve daha fazla
çocuğu olanların ise % 8o’i Afrika-Asya kökenlidir. Bundan şu sonuç çıkar:
Mutlak ücretler eşit olsa bile, Doğulu Yahudilerin göreli ücretleri gerçekte
daha düşüktür. Bunun etkisiyle şöyle bir döngüsel zincirleme tepki ortaya
çıkar: kişi başına düşen gelirdeki eşitsizliğin büyümesi ekonomik uçurum
meydana getirir; bu da toplumsal, eğitimsel gerilik v.b yaratır.”[146]
Ayrıca,
Komite sadece resmî gelirleri gözönüne almış ve gizli kârları hesaba
katmamıştı.[147]
Sosyo-ekonomik
uçurumun büyüdüğünü göreli tüketim düzeyindeki düşüş de kanıtlamaktadır. 1959
yılında, büyük ailelerdeki kişi başına tüketim, ortalama Yahudi ailesindekinin
% 68’iyken, bu oran 1969’de % 4.7’ye düşmüştür.9 Bu on yıl boyunca
Ulusal Sigorta Kuruntunun çok çocuklu ailelere 250 milyon IL tutarında ödeme
yaptığını ve bu büyük ailelerin % 90’mın Afrika-Asya kökenli olduğunu da göz
önünde bulundurursak, yukarıdaki sayılar daha da anlam kazanır.
Yoksulluk
ile etnik köken arasındaki olumlu çakışmaya başka tamamlayıcı örnekler
Başbakanın çocuklar ve yoksullukla ilgili Özel Komisyonunun raporunda
bulunabilir. Bu komisyonca “sıkıntı içindeki çocuklar” olarak tanımlanan
çocukların % 95’inden fazlası Doğulu ailelerin çocuklarıdır. Ma’ariv’c göre
(13 Nisan 1973), Komisyon, nüfusun en alt 2 /ro’u ulusal gelirin % 6’smı
alırken, en üstteki 2 / 10’u %40’mı alıyordu. Bu olgunun tam anlamı, en alttaki
2/10’luk ara-tabakanm hemen hemen bütünüyle Doğulu olduğu gerçeğinin ışığında
değerlendirilmelidir.
Szold
Enstitüsünün 1972 yılında yayınladığı bir rapora göre, İsrail’de 200,000’den
fazla çocuk, Ulusal Sigorta Enstitüsünün ölçütlerine göre[148]
[149] “yoksulluk çizgisinin”11
altında yaşamaktadır. İsrail’ deki bütün çocukların 1 /4’ünü oluşturan bu
yoksul çocukların % 84’ü Afrika-Asya kökenlidir.
Doğu
Yahudilerinin durumu Ekim 1973 savaşından sonra daha da bozulmuş gibidir. 21
Mart 1975 tarihli Davar’a. göre, bütün İsraillilerin % 20’si “yoksul
durumda” olup % 10 “yoksulluk çizgisinin” altında yaşamaktadırlar. Başbakanın
sosyal işler danışmanı Baruch Lein, en son sayıyı çeyrek milyon olarak vermiş
ve % 94’ünü Doğuluların oluşturduğu 18 yaşın altında 175,000 kişinin yoksulluk
çizgisinin altında yaşadığım söylemiştir.[150]
Öte yandan, başka bir kaynak da yoksulluk çizgisinin altında olan (başka bir
deyişle, dört kişilik bir aile birimi olarak 693 IL kazanan ) tüm ailelerin %
60’1 Afrika- Asya kökenlidir.[151]
Çoğu
resmî ya da yarı-resmî İsrail kaynaklarına dayanan yukardaki veriler, son
on-beş yıldır oluşan gelir uçurumunda belirgin bir kapanma olmadığım ve
yoksulluğun etnik özelliklerle çakıştığını göstermektedir. Gelirler açısından
Doğu Yahudileri gerçekten ikinci sınıf bir toplumdur.
Konut
konusunda Eşkenaziler yararına yapılan ayrım, gelir konusunda yapılanlardan
daha belirgindir. Devletin Yahudi niteliğini oluşturmak amacıyla
“sürgündekileri bir araya getirme” tutkusu, büyük bir konut sıkıntısı
yaratmıştır. Siyonistler, Batı’dan ve Sovyetler Birliği’nden gelen ve teknik
eleman niteliğine sahip göçmenler için belirli bir bedel, bir karşılık
ödenmesi gerektiğini biliyorlardı. Bu göçmenlere düşük kirayla möbleli,
konforlu televizyonlu evler ve araba gibi özendirici yararlar sağlandı. Ayrıca,
üç kişilik bir aileye üç oda düşmek üzere yeni evlere yerleştirildiler. Oysa,
Doğulu ailelerin % ıg’u üç kişi bir odada olmak üzere yaşamaktadırlar.
Eşkenazile- rin ise yalnızca % 5,8’i bu biçimde yaşamaktadır. İsrail İskân
Bakanlığı eski memurlarından Suzy Barry, kendisine Doğulu aileler için bir ya
da iki odalı evler ayırma talimatı verildiğini ve bundan onların daha fazla da
çocuk için yer bulamamalarının amaçlandığını söylemektedir.14 Oda
başına üçten fazla insanın düştüğü evlerde yaşayan 214,000 Israilli çocuğun %
38’1 Doğulu ve yalnız % 6’sı Avrupa kökenlidir.15
Doğulu
bir Yahudi tarafından yazılıp Black Panther’dc (9 Kasım 1972) yayınlanan
“Bir Askere Mektup” başlıklı yazıdan alman aşağıdaki bölümler, Doğulu
topluluğunun büyük bir kesiminin konut yetersizliğinin ve yoksul yaşam koşullarının
bir sonucu olarak, içine düştüğü yabancılaşmayı açıkça göstermektedir:
“Sevgili
Kardeşim, selâm!
Sen
askere gideli epeyce zaman geçti. Bende olup bitenleri, doğal olarak, pek
bilmiyorsun. Önce, beşinci oğlumun doğduğunu haber vereyim; Ezra ve Geula ile
aynı yatağı paylaşacak.
En
büyük oğlum Yâ’acov’u geçen hafta polis tutukladı. Bakkaldan bir çikolata
çalmakla suçlanıyor. Onun geleceğinden korkuyorum. Üç yıl ıslahevinde kalmaya
mahkûm olacağı söyleniyor. Bu kurumlarda kalanların ömür boyu suç işlemeye
itildiklerini bilirsin...
Dün
yedi yaşındaki kızım Ruthie’yi Hadassah hastahanesine götürdüm. Doktor,
Ruthie’nin ateşli romatizmaya yakalandığını söyledi. Bu hastalığın çok
kalabalık (bizim ev bir- buçuk oda) bir evde oturmanın sonucu olduğunu anlattı...”
l4Marîon Wootfson, “Zionism and Racism,” The Guardian^ 14 Mayıs
1976. ^Ma'ariv 13 Nisan I973*den Children'in Israel, 22 Mayıs
1973.
Sonra,
İskân Bakanlığına gidip başvurduğunu, ancak geri çevrildiğini anlatıyor ve
mektubunu şöyle sürdürüyor:
“Kızım
Ruthie neden yeni bir göçmenle bir tutulmuyor ? O- nun ölmesini istemiyorsak,
yeni bir eve taşınmamız gerekli... Doğrusunu istersen, öyle bir yere geldim ki,
kız ölecek o- lursa çok fazla aldırmayacağım; zavallı çok acı çekiyor... Ama
bilirsin, bu ülkede ölmek bile zor. Ölüm öylesine pahalıya patlıyor ki,
düşündükçe kemiklerim sızlıyor; on yıllık çalışmadan sonra bile aylık gelirim
hâlâ 483.60 IL.
Sevgili
kardeşim, senin elinde bir silâh var ve bu gergin günlerde kötülüklerle
savaştığını sanıyorum. Şu çok önemli şeyi bilmeni istiyorum: Sen beni
savunmuyorsun. Benim korunacak malım, mülküm yok, yaşamım da yaşam değil. Senin
yaptığın beni ezenleri savunmak...”
Konut
konusunda yapılan ayrımın bir başka örneği “Beit Yam 22” diye bilinen olayda
görüldü. Tel Aviv’in banliyölerinden biri olan Beit Yam’da göçmenlere ayrılmış
blok apartmanlar, Doğu Yahudilerinin oturduğu bir mahalle olan Hatikva’dan
gelen yirmi-iki aile tarafından 19 Nisan 1973’de işgal edildi. “İşgalciler”
zorla yenî apartmanlara girdiler ve hükümet kendilerini bir yere yerleştirmeyi
kabul edene kadar orada kalmağa yemin ettiler. Bunun üzerine hükümet görüşmeyi
kabul etti ve dört ya da daha fazla kişinin bir odayı paylaştığı durumlarda
bunları iki yıl içinde uygun konutlara yerleştirmeğe söz verdi.[152]
Doğu
Yahudilerinin konut sorunlarının hafiflediğine ilişkin hiçbir belirti yoktur.
Siyonizm “toplama” politikasını etkin biçimde yürüttüğü sürece Batıldan ve
S.S.G.B.’nden gelen yeni göçmenlere konut ayrıcalıkları tanınmakta ve göçü
teşvik için başka yararlar sağlanmaktadır. Hükümet bu göçmenlere gerçekten
düşük faizli borç, vergi kredisi ve yüzde-bine varan ithal vergisinden muaf
olarak ithal malları alabilme gibi olanaklar tanımıştır. Sayıya döküldüğünde,
bu ayrıcalıklar para ya da mal olarak aile başına 100,000 IL tutarken, Doğulular
ayda 400-500 IL kazanabiliyorlar ve sekiz kişilik aileleriyle birlikte 30-40
metre karelik bir ya da iki odalı yerlerde oturuyorlar.[153]
Düzenden yana olan Horowitz Kömitesi’nin verdiği sayılar
bile, 1960 ve 1970 yılları arasında Doğulu topluluğun konut soıunun- da çok az
bir iyileşme olduğunu göstermektedir. Bu dönemde, tek
oclııda
üç ya da daha fazla kişi olarak oturan Batı kökenli ailelerin oranı % 12’dcn %
2’ye düşerken, Afrika-Asya kökenli ailelerde bu oran % 4.9’dan % 25’e düştü.[154] Ayın kaynaktan alman diğer
veriler, iyileşme hızının Afrika ve Asya kökenli göçmenlerde, öteki bütün gruplardan
daha yavaş olduğunu göstermektedir; ayrıntılar aşağıdaki tabloda
özetlenmiştir:[155]
Göçün kökeni ve
zamanı
Asya ve Afrika
1948 öncesi
194.8’den buyana
Avrupa ve ABD
1948 öncesi
1948’den bu yana
Oda başına Üç ya da Daha Fazla Oturanların
Yüzdesi
1960 • 1965 1970
İyileşme Oram
49
30
25
6
2
1:6
Eğilim
ve konut sorunları birbiriyle sıkıca ilintilidir. Yoksul aileler düşük kira
ile ev bulamadıklarından, ağır borçlar altına giriyor ve böylece başka
şeylerden fedakârlık etmek zorunda kalıyorlar. Toplumsal yardım işlerinde
çalışan İsrailli Alisa Lcvenberg bu olguyu şöyle açıklıyor:
“En çok
sorun olan konu, ücretsiz olduğu durumda bile ucuz olmayan eğitim konusudur.
Okul üniformaları ve yardımcı kitaplar harcama gerektiriyor; gidiş-geliş ve
ders araçları pahalıya geliyor ve çocuklar işte çalışmayınca gelir kaybı
oluyor. Bu yüzden, çoğu zaman gereksinimlere uygun da olmayan konut gideri için
aileler eğitimden fedakârlık ediyorlar ve bu kısır döngü aşağıya doğru sürüp
gidiyor.”[156]
Sayılar,
Doğulular ile Eşkenaziler arasında geniş bir uçurum olduğunu gösteriyor. Szold
Enstitüsünün 1972 tarihli bir incelemesinde 3-4 yaşlarındaki Doğulu çocukların
% 47’si ana okullarına giderken, bu sayının Eşkenaziler için % 82 olduğu
belirtiliyor. Okula kaydolan
Doğulu
öğrencilerin ancak % 24’ü onuncu sınıfa kadar gelebilirken, Eşkenazi
öğrencilerin % 55’i bu düzeye yükselebiliyor. 1973 yılında nüfusun % 60’ını
oluşturan Doğulu topluluk ilkokullarda % 60, ortaokullarda % 30 ye üniversite
öğrencileri arasında %10’luk bir oranda bulunuyor; üniversite mezunlarının ise,
ancak % 3’ü Doğulu.[157] Szold Enstitüsünün
incelemesinde 18 yaşın altındaki Israilli çocukların % 40’nın bile aile
reislerinin ilkokul mezunu olmadığı ve bu o- ranın Doğulular için % 55 iken
ötekilerde % 16 olduğu ortaya çıkıyor.
Cincinnati Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği yapan Iraklı
bir Yahudi olan Kenneth Kattan, Iraklı Yahudilerin I- rak’taki okullardaki
sayısal durumunun İsrail’dekinden daha iyi olduğunu söylüyor. Kendisi
Bağdat’taki tıp okulunda 60 kişilik bir sınıftaki 10 Yahudiden biriyken,
1951’den bu yana İsrail’deki bu tür okullara hiçbir Iraklı Yahudi alınmamıştır.
Ayrıca, 1947 yılında Irak’ta yüksekokuldan 651 Yahudinin mezun olduğunu, oysa
1957 yılında İsrail’de 86 Iraklı Yahudinin yüksek okulu bitirebildiğin!
ekliyor.[158] . .
Eğitimdeki
engel, yukarıda incelenmiş olan sosyo-ekonomik güçlükleri de etkiliyor; bütün
bunlar Doğulu Yahudilerin İsrail toplumunun kenar kesiminde yaşadığını
gösteriyor. Onların bütünleşmesi acılı bir savaşımı ve önceliklerin temelli
olarak yeni baştan değerlendirilmesini gerektirecek.
Aynı
biçimdeki ayrım, devletin siyasal kuramlarında ve hükümet organlarındaki
temsil ve katılma sırasında da ortaya çıkıyor. Nüfusun % 6o’ını oluşturan
Doğulular parlâmentoda % 20’lik bir temsil oranına sahiptirler.
Doğuluların
Parlâmentoda Temsili[159]
Parlâmento (Knesset) Doğuluların
Yüzde si
İkinci .. 9
Altıncı ............................................................ 20
Yedinci
........................................................... 15
Sekizinci
......................................................... 16.6
Sekizinci
Knesset’te yalnız 20 Doğulu vardı. Bunların n’i işçi ittifakından, 6’sı
Likud’dan, 2’si Ulusal Dinci Partiden (Mafdal) ve ı’i Bağımsız Liberallerdendi.
Doğulu topluluğun önde gelenlerinden ve eski Knesset üyesi Elie Eliachar,
toplam Knesset üyelerinin altıda- birini oluşturan bu miktarın ancak sayısal
olduğunu, çünkü bu Doğulu parlâmenterleriıı “Sefardik-Doğulu topluluktan çok
Eşkcnazi siyasal partileriyle bağlı olduklarını” göz önünde tutmak gerektiğini
söylüyor.24 Yazar “bu durum İsrail demokrasisini karikatüre
çevirmekledir”25 diye belirtiyor.
Bugün,
yürürlükte olan seçim sistemi, seçmenleri siyasal parti listelerine bağlama
yoluyla seçmen ile seçilen arasındaki doğrudan bağlantıyı önleyerek
sosyo-politik düzeyleri siyasal örgütlenmeye ve kurulu sistem çerçevesinde
siyasal iktidara yönelmelerine olanak vermeyen ya da toplulukları oy hakkından
yoksun etmeğe yönelik bir nitelik taşıyor. Bu siyasal engelin en iyi örneği,
sekizinci Knesset seçimlerine katılan altı listedeki adaylardan tek bir toplu
temsilcinin bile seçilmemesiydi.26
Seçim
sisteminin yanında, Knesset üyelerine kamu fonlarından ödenek verilmesi
biçimindeki uygulama hâlihazırdaki üyeler karşısında yeni adayların aleyhine
biı durum yaratmakta ve siyasal seçkinler arasında gerçek bir akışı
önlemektedir.
Dış
İşleri, Güvenlik, Maliye ve Hukuk işleri konularında başlıca Knesset
komiteleri Eşkenazilerden oluşuyor. Sefardikler’e ise, ancak Amerikan Senatosunda
Başkan Yardımcısı kadar yetkili ve önemli bir niteliği olan göstermelik Knesset
Başakanlığı ikram ediliyor.
Doğuluların
kabinedeki durumuna bir örnek, On-Yedinci hükümetteki toplam ıg üyeden 3’ünün,
yani % 15.8’inin Doğulu olmasıdır. Raphael Penkler, ilk on-yedi hükümetteki
bakanların etnik dağılımı konusunda Al Hamis'ımar’da. yayınlanan bir
dizi incelemesinde, onuncu hükümete gelinceye kadar, Müslüman ülkelerden
göçenlerin kabineye giremediklerini gösteriyor;27 Eliahu Sasoon bu
nitelikte olup da bakan olan ilk kişiydi.
Kabinedeki
birkaç Doğulu üyeden biri olan Shlomo Hillel, polis örgütünün başı olan
bakanlığa getirildiğinde Doğulu topluluk hiç de 2 * *
memnun kalmamıştı. Elie Eliachar
kendi toplumlumun gereksinimlerini karşılayacak bir görevi muhtemelen buna
yeğleyecek olan Doğuluların duygularım şöyle yansıtıyor:
“Ayrı
bir Polis Bakanlığı olan hiçbir demokratik ülke bilmiyorum...Sefardikler’in
Polis Bakanlığından fazla birşey istemediklerini vc onların asıl gereksinim
duydukları şeyin cemaatler arasındaki uçurumları sürdüren ve giderek
genişleten nedenlere doğrudan müdahale edebilecek ve bu uçurumları kapatıp
birleştirme yeteneği olan bir bakanlık olduğunu Başbakan Bayan Golda Mcir’e
bildirebilme olanağı bulmuştum. Sefardikler’in istedikleri bakanlıklara örnek
olarak da tskân, Eğitim, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlıklarını vermiştim.”[160]
Eliachar’m duygularını Sefardik topluluğunun önemli
bir kesimi de anlaşılan paylaşıyordu. Sosyal Refah Bakanının Kasım 1975’de
ölümü üzerine Sefardik topluluğu kendi aralarından birinin bakan olarak
atanmasını hükümetten istedi; ancak Ulusal Dinci Parti (Mafdal) Sefardik
olmayan birini aday gösterdi ve o seçildi. Sefaıdik sözcülerinden Şemşon
Abizimr bu konuda Davar1 ân (16 Eylül 1975) çıkan yazısında,
sosyal yardıma en fazla gerek duyanların büyük çoğunluğunun Sefardikler’in
oluşturmasına karşın, bu yardımı kullananların çoğunun Eşkeııaziler olduğunu
söylüyordu. Yazar Mafdal önderlerine “Mafdal adaylarına oy verenlerin
çoğunluğunun Sefardikler olduğu basit gerçeğini” hatırlatmaktaydı. Bu durumda,
Sefardikler’in kabinede temsil istekleri arasında, Eşkenazilerin tekelinde
olan ve İsrail’deki tanımıyla “siyasal mutfağı” da,[161]
yani Başbakanlık, Savunma, Dış İşleri ve Maliye Bakanlığını da katmaları
durumunda hükümetin tepkisinin ne olacağı meraka değer.
Sefardikler’in
yerel yönetimlerde, işçi sendikalarında ve ordudaki durumları da pek iyi değil.
İsrail’deki valilerin ve yerel meclis baş- kanlarınm ancak % rg’ü Sefardik’tir.
Yürütme Meclisi üyelerinin % 1 ı’i, Genel Kongre üyelerinin % 22’si ve
Histadrut işçi kurulları üyelerinin % 28’i Sefardik’tir.[162]
Doğulu Yahudiler arasında egemen olan duygu, kendilerinin siyasal iktidara
yönelmeleıine karşı çıkan kurulu düzenin onları bir savaşa çağırmakta hiç de
tereddüt etmediği yönün
dedir.
Ekim 1973 savaşından sonra yayınlanan bir Kara Panter Bildirisinde şu soru
soruluyordu:
“Kuzeyde
ve Bar-Lev hattında dövüşen düzenli ordunun askerleri kimlerdir? Yerde ve
tanklarda kim savaştı? Onlar yoksulların çocukları değiller miydi?”[163]
Ve Elie
Eliachar aynı duygulan şöyle yansıtıyordu:
“Geçen
savaşın bütün cephelerinde savaşan asker ve subaylarla konuşurken beni en çok
şaşırtan, onlar (Doğulular) arasında savaş ve sonrasına ilişkin olarak oluşan
görüş birliği oldu. Bunun özü şuydu; ‘Savaşta eşitler olarak ölmeye vardık;
ancak bakalım barış zamanı eşitler olarak yaşayabilecek miyiz T ”[164]
Doğuluların
piyade ve tankçı sınıflarında temsil oranı çok yüksek olmasına karşın, subay
kadrosundaki oranı yalnız % 30’du.[165]
[166] Ayrıca şunu da belirtmek
gerekir ki, Doğuluların İsrail’deki ailelerin 1 /4’ünü oluşturmalarına karşın,
çocuklarının sayısı askerlik çağındaki çocukların yarısından fazladır.33
Doğulular devlet görevlerinde birinci derece memurluklarda hiç yoktur ve en
yüksek üç derecede sayıları % 3 ile sınırlıdır.[167]
5.
Topluluklararası İlişkiler:
İsrail’deki
etnik ilişkileri konu alan birçok incelemede, Sefardikler/ Doğululular ve
Eşkenaziler arasındaki ilişkileri tanımlayan niteliklerin kuşku, öfke,
horgörme, giderek tam bir düşmanlık olduğu belirtilmektedir. İngilizce konuşan
bir Hintli Yahudinin Kudüs’ün beyaz derili Eşkanezilerin oturduğu kesimi olan
Hakarim’e taşınması güç olabilir. Milfred Shapiro, Siyonistler ve Sahralar
(^ionists and Sabras) adlı yapıtında Doğulularla aynı masaya oturmayı bile
reddeden Eşkenazilerden söz eder. A.B.D.’ndeki Eşkenazi Yahudiler arasında da
bunlara benzer duyguların yaygın olduğu söylenmektedir. Paris’te yayınlanan
aylık İsrail ve Filistin'in, yazı işleri müdürü Mazim Ghilan’a göre,
orada Doğulular Kutsal Toprak’tan göçen anlamında yodım olarak
nitelenmektedirler. Biri “İsa aşkına, bunlar insana Arapları anımsatıyor”17
bile demişti. Bir yanda Eşkenaziler koyu derili ve az gelişmiş Doğuluları hor
görürken, öte yanda Doğulular da Eşkenazi göçmenlere tanınan ayrıcalıklara
öfkelenmektedir. Arap Orta-Do- ğusu kökenli ailelerden gelen Yahudilerden
oluşan Kara Panter Partisi sözcülerinden Saadia Marciano bu topluluğun
duygularını şöyle açıklıyordu:
“Rusya’daki
bir Yahudi dört saat hiçbir şey yemezse, bu bir açlık grevidir. Ama bir
Sefardik çocuk tam on saat ağzına hiçbir şey koymasa, bununla kimse ilgilenmez.
Beni Rus Yahudiierine artık İsrail’e gelme izni verilip verilmemesi
ilgilendirmiyor. Onlar buraya Yahudi devleti kurmağa mı geliyorlar, yoksa
benim devletimi almağa mı? Biz Se- fardikler tek bir şey biliriz: Rusya’dan
zulüm nedeniyle kaçtığım söyleyenler buraya geldiklerinde beş odalı bir daire
elde edebilmek için daha az yaygara koparmaları gerekir. Yirmi yıldır burada
yaşayan bir Sefardik ek bir oda isteyecek olsa, hükümet ‘tayıflar’ deyip
geçmekten başka şey yapmaz.”[168] [169]
Tanınmış
İsrailli hicivci Sylvia Keshet bu toplumlararası çatışmaya şu dipnotu ekledi:
“Küskün
ve hayal kırıklığına uğramış gençlerin ağzından ‘İsrail bir Eşkenazi
devletidir’, ‘Golda, bize Yidiş öğret!’, ‘Golda, bizi Rusya’ya gönder ki,
haklara sahip göçmenler olarak dönelim’ gibisinden sözleri artık duymamak için’
temel sorunlara eğilinmelidir.”[170]
“Beit
Yam 22” olayına katılanlardan Ovadia Nachum da Ntw York Times muhabirine
şunları söylemişti:
“Burada
doğup büyüyenlerin elde edemedikleri şeyleri onlar (Sovyet Yahudileri) neden
elde edebiliyorlar? Sadece Eşkenazi oldukları için mi?”[171]
Topluluklararası
evlenmeye karşı takınılan tutum da toplumsal bütünleşmenin bir başka
göstergesidir. 1955’de İsrail’deki evlilik- İtrin % ıı.8’i karışıktı. Oıı-bcş
yıl sonra bu oran % 17.5’a yükseldi. Tclaviv Üniversitesinden Y. Peres’in
topluluklararası evlilik konusunda, yüksek okul öğrencilerinin tutumuna
ilişkin 1968’de yaptığı bit anketin sonuçlarına göre, Eşkenazi öğrencilerinin
%39’u bu tür evliliklerden yana olduğunu açıklıyor, % 39’u bazı çekinceler
koyuyor ve kalan % 22’si bütünüyle karşı çıkıyordu. Oysa, Sefardiköğre
ncilerin, Filistin doğumlular da dahil, % 81’i bu tür evlilikleri onaylıyorlardı.[172] Bu sayılar ayrıca açıklamaya
gerek bırakmayacak kadar açık.
II.
Sosyo-Elronomik Uçurumlar Konusuna Çeşitli Yaklaşımlar:
“İki
İsrail” olarak bilinen olguyu açıklayıcı örnekler sayısızdır. Bir stereotip
olarak hemencecik tembel, gelişmemiş, cahil ve öğrenemez diye niteledikleri ya
da kendi yabancı geçmişi, adetleri ve idealleri yönünden “çevreye uymaz”
gerekçesiyle bir yana ittikleri (çoğu kez de esmer derili) Doğululara karşı
olan sağ-kanat antipati bu örneklerdendir. Bu durum, zengin ya da yoksul, kimi
beyaz Amerikah- Iıların Amerikalı zencilere kaşı takındıkları ırkçı tavra
koşuttur. Irkçı beyazlar siyahların kendilerini “kanıtlamaları”, kendi
kendilerini oldukları yerden çekip çıkarmaları gerektiğini söylerler. Yani,
aradaki uçurum bütünüyle topluluklara ilişkin bir sorun olarak görülür.
ikinci
olarak, aradaki uçurumu daha liberal bir yaklaşımla topluluklar bağlamında
değerlendirenlere de rastlanır. Sağ kanatın aksine, bunlar durumu
iyileştirmenin sorumluluğunu Doğululara değil, hükümete yüklerler. Bu reformcu
tutum liberal teşhis ve tedavi yöntemlerine bir örnektir. Kişisel çıkar burada
başlıca yol gösterici ilkedir. Yukardan yapılan reformlar, alttan gelen bir
toplumsal devrime karşı tek seçenek olarak görülür. Ulusal ayrıcalıkların
(güvenlik, göç vb), yeniden değerlendirilmesi ve “böreğin” yeniden paylaştırılması,
liberallere göre “topluluklararası uçurumu” kapatacak tek anahtardır. Elie
Eliachar bunu şöyle anlatıyor:
“Bence
güvenlik bayrağı iki yanlıdır; biri ‘savunmayı’ ifade eder, öteki de topluluklararası
uçurumun kaldırılmasını. Bu sorunlar birbirinden soyutlanamaz. Parasal kaynaklarımızın
bunun için yeterli olmadığı savı kabul edilemez. Megalomanyak tasarılar için
akılsızca harcanan kamu fonları yukarda belirtilen yönde kullanılabilir; bu
İsrail’in ‘iki İsrail’e’ bölünmesini önleyecek ve bizi, neysek o yapacaktı:
tek bir halk!’[173]
İbrani
Üniversitesinden iktisatçı Michael Bruno’da şöyle sormakta: “Bugün önceliği
olması gereken ulusal bütçenin, başarısı için yeterli bir koşul olarak değil,
sorunları hafif göstermek için gerekli bir koşul olarak düzenlendiğine kuşku
var
Diğer
liberaller de hükümeti etnosentrik olmakla suçlayarak hükümet toplumsal ve
kültürel uçurumu kapatmak için cesur adımlar atmadığı takdirde, “barış
yapıldığı” zaman bile durumun daha kötü olacağı konusunda uyarıda bulunuyorlar.[174] [175]
Son
olarak, Kara Panterler, Komünist Partisi (Rakah) ve İsrail Sosyalist Partisi
(Matzpen) gibi grupların radikal yaklaşmandan söz etmek gerekir. İsrailliler
Kara Panterleri, ilk kez 3 Mart 1971’de bir grup Doğulu genç Kudüs
Belediyesinin önünde Doğulu Yahudi- lere uygulanan toplumsal, ekonomik ve
ırksal ayrımı protesto ederken keşfettiler. Gösteriyi bastırma ve tutuklama
gibi en yukarı katlarda kararlaştırılıp hemen alman önlemler eşitsizliğe karşı
zararsız protesto gösterisi olarak başlayan hareketin radikalleşmesi sonucunu
yarattı. Egemen grubun, onları Faslı Göçmenler Federasyonu aracılığıyla eritme
çabası başarısızlığa uğradı ve Panterler giderek İsrail Yeni Solu olan Matzpen
ve Siah’a yöneldiler.[176] 1972’ye gelirken, Panterler
Doğulu Yahudilerin yoksulluğunu sınıf bağlamı içinde değerlendirmeğe
başladılar ve ertesi yıl Israilli Demokratlar ile birleşecek Dye
(Yeter) adlı siyasal akımı oluşturdular.[177]
Genel Sekreterliğe seçilen Iraklı Yahudi Şalom Kohen, akımın topluluk ayrımına
dayanmadığını açıkladı; ancak hareketin temel amacının sosyo-ekonomik uçurumu
kapatmak ve bütün topluluklardan aydınların, sanatçıların ve okumuş kişilerin
desteğini sağlamak olduğunu belirtti.
Kohen’in
tutucu üyeler tarafından gerçek amaçtan saparak, Filistinliler’in dâvasını
destekleyen sol kanat gruplarla işbirliği yapmakla suçlanması üzerine, Haziran
1974’de bu akım içinde bir bölünme ortaya çıktı.[178]
1975’de Panterler sola ve barış kampına kaydılar. Eylül ıgys’cle Bcersheba’dıı
düzenlenen birinci parti kongrele- lerinde, Şalom Kohen partinin sosyo-ekonomik
uçurum sorununa yaklaşımını şöyle özetledi'. “Bizim savaşımımız etnik ayrımla
sınırlı değildir; İsrail proletaryasının sınıf savaşımının bağlamında
değerlendirilmelidir. ”[179]
Kara
Panterler reformcu ve devrimci yaklaşımlar arasında gidip gelirken, Matzpen
Doğuluların yoksulluğunun devletin kapitalist Siyonist niteliğinden
kaynaklandığı görüşünü savunuyordu. Matz- pen’e göre, Siyonizm’in Doğulu
topluluğa uyguladığı aynın, Filistin halkının sürülmesi, yoksullaştırılması ve
malına mülküne el konulmasından daha az kınanacak nitelikte değildi. Devletin
sömürgeci niteliği İsrailli Yahudi işçilere Araplarla karşılaştırıldığında
kaçınılmaz olarak maddî ayrıcalıklar tanımış olmasına karşın, Doğulu Yalıu-
dileri Eşkenazilerle eşitler düzeyinde bütünleştirme çabaları başarısızlığa
uğradı. Devlet, yabancı yatırımcıları ve Batılı göçmenleri çekmeye ve yerli
yabancı kapitalistlere daha büyük kârlar için güvence vermeğe yönelik ekonomik
politikalar izlerken, çoğu Doğu Yahudisi ve Arap olan işçilerin sömürülmeleri
de artıyordu.[180] Böylece, etnik ayrılıklarla
sınıfsal ayrılıklar çakışmış oluyordu.
Ayrıca,
İsrail’in Yahudi toplumunu “bütünleştirmek”deki yeteneksizliği ya da
isteksizliği devletin doğasının bir başka boyutundan kaynaklanmaktadır. Gerek
Siyonizm’in, gerekse kapitalizmin dinamikleri, niteliksiz ve yarı-nitelikli
Doğulu Yahudisi işçinin eğitilmesi için kitlesel bir çabaya girilmesine
karşıdır. Büyük miktardaki dış yardımın sonucu olan ekonomik büyümenin
talepleri doğrultusunda, Siyonist düzen Batı’dan ve S.S.G.B.’nden usta işçiler
devşirme yolunu seçerek Doğu Yahudileri topluluğunun kötü durumunun sürmesine
neden oldu. Bu yaklaşım, devletin Siyonist-kapitalist niteliğinin, Bober’in öteki
İsrail (The Olher Israel) adlı yapıtında incelenmiş olan bir başka yönünü
güçlendirdi:
“Yahudilerin
İsrail’e göçünün “Siyonizm açısından gerçek değeri bir yana, Doğu Yahudilerinin
kitlesel bir yükselişi Siyonizm için aynı zamanda biı başka sorun yaratabilirdi;
niteliksiz ve yarı-nitelikli işçiler arasında ortaya çıkan boşluk ancak Arap
işçilerle doldurulabilirdi; bu da onların İsrail proletaryasının yaşamsal
kesimlerine egemen olma- lan sonucunu yaratırdı. Siyonizm’in ileri gelenleri
böyle bir şeye hoşgörü gösteremezlerdi. Sonuçta şu söylenebilir; İsrail toplumu
saf Yahudi ve kapitalist olarak kaldığı sürece etnik bölünmeler giderek daha
büyük oranda sınıfsal bölünmelerle çakışacaktır.”[181]
Bober,
bu tür bölünme ve farklılıkların Doğulularca sınıfsal açıdan değil, etnik
açıdan değerlendirildiğini ekliyor. Doğulular da tıpkı A.B.D.’ndeki “yoksul
beyazlar” gibi, İsrail toplumunun en şövenist, fanatik ve ırkçı unsurlarıyla
kaynaşıyorlar, yarı-Faşist Herut Partisini ve öteki sağcı akımları
destekliyorlar.
Doğu
Yahudilerinin yoksulluğu iıe devletin sömiirgeci-Siyonist niteliği arasındaki
ilişkiye Matzpen bir başka boyut daha ekliyor. Soıunun özünde, Siyonizm’in iki
büyük hedefi yatmaktadır: tam bir Yahudi devletinin önkoşulu “sürgündekilerin
bir araya getiril- mesi”dir ki, bu da Doğuluların ikinci sınıf yurttaş durumuna
sokulmaları ve böylecc bütünleşmiş bir Yahudi devleti kurulması yolundaki
ikinci amacın zayıflaması sonucunu yaratıl. Önemli olan soru şudur: bu durumda
bir kısım Yahudilerin öteki Yahudi yuıt- taşlarm yanında kend'mi küçük gördüğü
b'r saf Yahudi devleti nasıl savunulabilir ?
Ayrıca,
dışardan yetenekli ve usta insanların getirilmeleriyle “güvenliğin”
vurgulanması herşeyden önce, Doğuluların yoksulluğunun nedenidir. Doğulular
silâh için ekmekten fedakârlık ederek ve Batı’dan göçü özendirmek için
uygulanan lüks yaşam koşullarının ve öteki tasarıların kefaletini ödeyerek en
ağır yükü taşımaktadırlar.
Bu
sömürülen unsurların bir gün gelip “Avrupalı Siyonist önderlerinin muhteşem
tasarılarının”[182] yükünü artık
çekemeyeceklerine karar verip vermeyecekleri merak konusudur.
SİYONİZM VE DEVLETLER ARASI İLİŞKİLER
EMPERYALİZM VE SİYONİZM’İN ENTEL
Emperyalizm,
hem toplumsal, siyasal ve kültürel bir baskı sistemi, hem de bir dünya görüşü
olarak tüm çağların ortak olgusudur. Egemenliği sırasında pek çok kültür, kendi
iradesini daha zayıf o- lan öteki kültürlere zorla kabul ettirmeğe çalışmıştır.
Emperyalizm, değişmez bir biçimde, özel ve giderek gizli bir mitoloji ortaya
koymaktadır. Emperyalizmin efsanelerinden bazıları, güçlü bir kültürün üstün
kültür olduğu; doğal hiyerarşiler yaratmak amacıyla gerçeğin kendisinin iradî
olarak değiştirilebileceği; egemen ulusun efendi ırktan geldiği yolundaki ve
benzeri görüşlerdir. Tüm bu düşüncelere şu ya da bu biçimde, bütün büyük
Avrupa, Asya ve Amerika İmparatorluklarında rastlanabilir.
Bununla
birlikte, emperyalizm On-dokuzuncu Yüzyıl boyunca yeni ve güçlü bir biçim
kazanmıştır. Herzl’in düşüncelerinin ve Filistin’in 1880’lerden itibaren
sömürgeleştirilmesinin kökenleri, Siyonizm ve emperyalizmin ortak kökenleri
On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa entellektüel kültürünün tarihînde bulunabilir.
Emperyalizm ve Siyonizm’in entellektüel köklerini çok kısa olarak ortaya koymak
istiyorum, çünkü her ikisinin de kurbanı olarak, bizi hâlâ etkileyen ve
On-dokuzuncu Yüzyıl siyasal ve kültürel düşünüşünün mirası olan baskı
sistemlerinin epistemoloji, metodoloji ve tarihini yeterince far- kedemediğimiz
kanısındayım. Bu nedenle, bunları tarihsel zenginlikleri içinde tam. olarak
görünceye kadar, ırkçılığı yeni bir şeymiş ya da zamanla ortadan kalkacak genç
ve geçici bir olguymuş gibi düşünme yanılgısına düşeceğiz. Siyonizm’le
emperyalizmin birbirlerinden ilham aldığını, her ikisinin de, kendi üslûbuyla,
Batı’nın siyasal ve entellektüel kültürün tam ortasında bulunduğunu ve
ahlâksızlığın ya da adaletsizliğin değil, Üçüncü Dünya’nın Avrupalı olmayan ve
renkli diye adlandırılan halkları üstünde egemenlik kurmağa yönelik bilimsel ve
siyasal bir iradenin ürünleri olduğunu göstermeğe çalışacağım. Modern Avrupa
emperyalizmine ve ırkçılığa karşı savaşım, bir uygarlık savaşımıdır ve bunu,
kaynaklandığı düşünceler sistemini anlamadan sürdürmemiz olanaksızdır. Ancak,
bunu anlarsak, onunla bilimsel bir biçimde savaşabiliriz.
Siyonizm’in
bir parçasını oluşturduğu modern emperyalizmin yükselme dönemi, Hobson ve
Arendt’in bu dönemin başlama tarihi olarak belirledikleri 1870’ten gerilere
uzanır. Bir düşünce sistemi olarak emperyalizmin kökleri On-dokuzuncu Yüzyılın
başlarında bulunur, -en etkili olduğu dönem, Avrupa’nın büyük güçlerinin geniş
topraklar kazandıkları dönemle tam olarak çakışır. 1815 ile 1918 arasında
Avrupa’nın sömürgeci imparatorluklarının Asya, Afrika ve Lâtin Amerika’da
ellerinde bulundurdukları alanların dünya toplam yüzölçümünün % 35’inden %
85’ine yükseldiğini anımsamak gerekir. Öyleyse, şu soruları sormak zorundayız:
(1) Avrupa emperyalizminin temel nitelikleri nelerdi? ve (2) Siyonizm Avrupa
emperyalizminin gerçek görüşlerinin sistemi içinden organik olarak nasıl ortaya
çıktı?
Emperyalizm,
tüm amacı toprak yönünden genişleme ve bunun meşrulaştırılması olan siyasal bir
felsefedir. On-dokuzuncu Yüzyıl emperyalizmi ve modern emperyalizm ile
bunlardan önceki her türlü emperyalizm arasındaki fark, On-dokuzuncu Yüzyıl
emperyalizmi ve modern emperyalizmin gerçeklik konusunda sistematik biçimde
etkili ve yarı-bilimsel bir görüşe dayanmasıdır. Gerçekten, emperyalizmin tarihinin,
modern bilimin oluşumunun ve tahrif edilmesinin, kullanımının ve kötüye kullanımının
tarihi olduğu söylenebilir. îşte, bunu vurgulamak istiyorum. Modern bilimsel
emperyalizmin bileşkenleri önce felsefî ve ikinci olarak ekonomik ve
topraksaldır. 1918’de Clemence- au, “gelecekte Fransa Almanya’nın saldırısına
uğrarsa, Fransa’nın savunulması için siyahlardan oluşan birlikler toplamaya
sınırsız bir hak”kı olduğuna inandığını söylerken, belirli bir bilimsel doğru-
lulukla, Fransa’nın, siyahları, Poincarö’nin deyimiyle, beyaz sahip Fransız
için ekonomik bir cephane haline dönüştürme güç ve bilgisine sahip olduğunu
anlatmak istiyordu.
Bu
gücün kaynağı, kendi meşrulaştırdığı bilginin ve eylemlerin belirli bir
türüdür. Bu, Avrupa biliminin On-dokuzuncu Yüzyılın başında, dünyayı ve onun
sakinlerini daha güçlü-daha zayıf, geri-ileri, üstün-aşağı tipler olarak sınıflandırma
ve tiplendirme konusunda kazandığı bilgidir. Modern emperyalizmin gerçek
kökeni, sistematik sınıflandırma düşüncesidir ve bu düşünce -biyoloji,
dilbilim, antropoloji ve tarih gibi bilimlerde- On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa
biliminin gerçekleştirdiği başlıca başarıdır. Emperyalizm bu düşünceden yola
çıkarak çarpıklaştırılmış bir ilke elde etmiş ve bunu insanların dünyasına
kasten uygulamıştır. Örneğin, karşılaştırmalı anatomiye bakarsanız, Linnacus
ve Buffon’la başlayan ve Cuvicr’nin tüm doğayı, ayrı tür, tip, nitelik ve
sınıflamalara ayırdığı ve bunların hepsine ayrı ve birbirine indirgenemez doğal
özellikler veıdiği Le Regne Animal (1817) adlı yapıtıyla doruk noktasına
ulaşan sınıflandırma bilimini (taxonomj>) farkedebilirsiniz. Cuvier
bunu, tamamen Danvin’in düşüncelerinin geliştirilmesi ve yanlış olarak
insanlara ve toplumlara uygulanmasına benzeyen bir biçimde ileri götürmüştür:
ona göre, insanların kendileri de beyaz, kırmızı, sarı, kahverengi ve siyah
tiplere ayrılabiliyordu; beyazlar makul, anlayışlı, egemen; siyahlar ağır
tabiatlı, bazı şeyleri etraflıca düşünebilme yeteneğinden yoksun; sarılar,
plânlı ve sessiz; kızılderililer ise vahşi, öfkeli vb. idiler. İnsanları farklı
sınıflara ayıran bu tür kavramlar, Gobineau’nun yapıtlarında ve daha sonra
Spengler’de tam ırkçı ifadelerini bulmuş ve yoğun biçimde yer almışlardır.
Karşılaştırmalı
anatominin ve doğa tarihinin sınıflandırma yönteminin destekleyicisi
dilbilimin sınıflandırma yöntemiydi. Dil ailelerinin etno-kültürel ve ırksal
tipler olarak sınıflandırılması William Jones, Franz Bopp ve Friedrich Schlegei
gibi dilbilimciler tarafından dil aileleri ya da grupları arasındaki yapısal ve
tarihsel akrabalıkların bulunmasıyla başlamıştır. 1808’de Schlegei, bir yanda Hint-Alman
ya da Aryan dilleriyle, öte yanda Hami-Sami dilleri arasında bir fark gördüğünü
söylüyordu. Aryan dilleri yaratıcı, canlı, estetik açıdan hoş dillerdi; Sami
dilleri ise mekanik, kendini yenileme yeteneğinden yoksun, yalnızca basitti.
Daha sonra, Ernest Renan, Schlegel’in bu tipolojisinden yola çıkarak, üstün bir
Aryan’la Aryan olmayan aklı, kültürü ve toplumu ayıran büyük farkı
genelleştirmiştir.
Kültürel-antropolojik
başka bir sınıflandırma yöntemi de, gezginlerin, hukukçuların ve sömürge yöneticilerinin
yaptıkları ayrımlara dayanıyordu. Bu sınıflandırma sistemi, bilimsel açıdan
doğrulanabilir bilgiye dayanıyor gibiydi. Bir yanda uygarlaşmış ve ilerlemiş
toplumlar, öte yanda geri ve uygarlaşmamış toplumlar bulunuyor. Uygar bir
insanın toprağı işleyebileceğine, yararlı şeyler üretebileceğine, yaratabileceğine,
başarabileceğine, inşa edebileceğine inanılıyordu. Toprak onun için yararlı ve
verimli olmasına karşın, uygarlaşmamış toplumun elinde ya kötü kullanılır ya da
bozulmaya terkediiirdi. Modern Avrupa sömürgeciliğinin büyük mülksüzleştirme
akımları, Amerika, Afrika ve Asya topraklarında yüzyıllarca yaşamış tüm toplamların,
bu topraklar üstünde yaşama haklarının ellerinden birden alındığını söyleyen bu
öğretiden doğmuştur. Robert Knox’un Siyah Irklar'd'â. (The Dark Ra-'es)
açıklanan öğretisinde, insanlar, beyaz ya da gelişmiş üreticiler, kara ya da
aşağı tüketiciler olarak bölünmüştür; John Westlake ve Emer de Vaartel’in
öğretisinde topraklar (oturuluyor olsalar bile) boş ve uygar alanlara ayrılıyor
ve bu topraklar beyaz Avrupalının bunlar üzerindeki yüksek hakkı temelinde
teslim almıyordu. Afrika, Asya ve Amerika’da milyonlarca hektarlık topraklar,
böylece, birden boş ilân edilmiş, bunların halkları ve toplumlar! yok edilmiş
ve buraları gene aynı biçimde bizden üstün beyazlar tarafından doldurulmuştur.
Avrupa’da
1870’ler boyunca, toprak elde edebilmeleri için ancak bilimsel olarak ortaya
çıkarılmayı gerektirecek ölçüde belirgin coğrafî toplumlar mantar gibi yayıldı.
Böylece, modem bilimle emperyalizm arasında, sonucu o zamana dek görülmemiş
bir felâket, insanlar için ölçüsüz bir sefalet, sınırsız baskı, tarifsiz bir
belâ olan bir evlilik yapıldı. Siyah, sarı ve kahverengi derililerin halk
olmadıkları ilân edildi, toprakları ellerinden alındı, statüleri bir kalem darbesiyle
bütünüyle ortadan kaldırıldı. Bu insanlar, kızılderililerin toplama yerlerine
(rezervasyonlara), siyahların bantustan’lara ve bazı dönemlerde kadınların
evlerine, suçluların hapishanelere, akıl hastalarının tımarhanelere ve
hastahanelere hapsedilmeleri gibi hapsedildiler. Bu nedenle, emperyalizm yalnız
fetih değil, aynı zamanda tarihe yakışmaz diye ilân edilen insanlığın
hapsedilmesi ve saklanması sistemidir. Lord Gromer’in 1908’de söylediği gibi,
bağımlı ırklar yönetilmek zorundadır - kendi kendilerine bırakılmamahdırlaı.
Bütün bunlar bilim, kültür, yüksek ussallık adına yapıldı ve söylendi. Şimdi
size emperyalizmin doğurduğu düşünsel koşulu göstermenin en iyi yolu, belki de,
General Sherman’ın Buffalo Bili ve onun Batı Amerika’daki kahramanlıkları
üstüne yazdığı mektuptan bir parça aktarmaktır:
“Missouri
Nehriyle Kayalık Dağlar arasındaki ovalarda, 1865’te yaklaşık 9,5 milyon kadar
manda vardı; şimdi bunların hepsi yokolmuş -etleri, derileri ve boynuzları
için öldürülmüşler. Mandaların yeri, onların iki katı kadar cins sığırla
doldurulmuş olsa da bu, saldırı, zulüm ve cinayet gibi görünmektedir. O tarihte
yıllık yiyeceklerini sağlamaları açısından, bu mandalara bağımlı olan 165,000
kadar Pawnee, Sioııx, Cheyenne, Kiowa ve Arapahoe yaşıyordu. Şimdi, onlar da
yokolmuş ve onların yerlerini, toprağını gül
gibi
açtıran, sayılan, vergi veren, doğa ve uygarlık yasalarıyla yönetilen, onlardan
iki-üç kat fazla beyaz erkek ve kadınlar almıştır. Bu değişiklik yararlıdır ve
sonsuza dek sürecektir.”
Kari
Marx bile 1853’te İngiliz sömürgeciliği ve Hindistan hakkında yazarken, örneğin
zalimliğine karşın İngiliz sömürgeciliğinin Hintlilerin yararına olacağını ve
onları Doğulu gcri-kal- nuşlıklar içinden çekip çıkaracağım ve modern halk
durumuna dönüştüreceğini söylerken, kendini bu tür düşüncelerden kurtaramamış-
tır. Benzer bir biçimde, Fransız ozanı Lamartine, 1833’te Filistin ve Suriye’yi
gezmiş, binlerce kasaba ve insan tanımış, yine de insansız topraklar, sınırı
olmayan beldeler, gerçekliği olmayan toplumlar gördüğünü açıklayabilmiştir.
Öyleyse,
beyaz Avrupa emperyalizminin başlıca özellikleri şunlardır: (1) topraksal
yayılma; (2) öteki toplumlar üstünde üstünlük kurma isteği; (3) tüm doğayı ve
insanlığı bilimsel olarak etnosentrik, ile- ri-geri, gelişmi,ş-az gelişmiş,
normal-suçlu, üstün-aşağı zihniyetler, toplumlar, diller, türler gibi ayrı
sınıflamalara bölme; (4) bunların hepsini, amacı dolaysız fetihleri bilimsel
bir örtüyle, giderek insancıl bir nezaketle gizlemek olan hukuksal, topraksal,
ırksal ve toplumsal öğretiler olarak mâkulmüş gibi gösterme.
Siyonizm’de
olduğu gibi, On-dokuzuncu Yüzyılın dilbilim, antropoloji, biyoloji ve
sosyoloji sınıflamalarının çoğunda Samilerin -Sami dillerini (Arapça, İbranice,
Amhari ve Mehri dilleri vb.) konuşanlar- aşağı oldukları kabul ediliyordu.
Siyonizm’in anti-semitizm denen şeye ve Dreyfus olayı gibi adaletsizlik
örneklerine bir yanıt olarak doğduğu doğru olmakla birlikte, ilk Siyonistler,
Doğu topraklarına ilişkin emperyalist düşünüşün biçimini, felsefesini, dilini
ve Üslûbunu Avrupalı çevrelerden almışlardır. Hannah Arendt’in işaret ettiği
gibi, Yahudi sermayedarlar (örneğin, Baron Hirsch ve sonraları (Rothshild’ler)
sömürgeci tasarıların desteklenmesi girişiminde zaten ön plânda bulunuyorlardı.
Gene de, Filistin üstündeki Siyonist tasarı, aynen îngiliz, Fransız, Alman,
Amerikalı ve Rusların toprak genişlemeleri için kullandıkları deyimlerle
biçimlenmişti, tik Siyonistlerin Filistin’e yönelmesi, Avrupalılarm boş ve
uygarlaşmamış ilân ettikleri topraklara yönelmeleri gibiydi. Yerli Araplar geri
yada yok kabul ediliyordu. Filistin’deki Yahudi hakları, Tasmanya’da, güney,
doğu, batı ve kuzey Afrika’da, boydan boya Asya ve Amerika’da aynı şeyi yapan
güçlü Avrupa emperyalizminin hukuksal, giderek metafizik diliyle belirlenmişti.
Siyonizm’in trajik körlüğü, yalnızca Avrupalılarm Ya- hileliler üstündeki
baskıları içinde değil, Avrupa’nın siyah, sarı, kahverengi ve kırmızı halklar
üstündeki baskısı arasında ve onun bir parçası olarak doğmuş olmasının altında
yatmaktadır. Yine de Siyonizm müttefikini ezilenler arasından değil, ezenler
arasından seçmiştir.
Sonuç
olarak, halksız toprak kavramı Westlakc’in oturulmayan arazi kuramıyla tamamen
aynı şeydir. “Yahudi Emeği” (Avodah İvrit) ve Asya’da, bulunduğu yerle
bağdaşamamış, ayrı bir Avrupalı bölge kavramları, Leopold de Saussure’ün yeni
kazanılmış topraklarda yerli ve Avrupalı yapıların ayrı tutulması gereğinden
söz eden savlarıyla tamamen aynıdır. Yahudiler için sınırsız bir “Dönüş
Yasası” tanınması ve bunun Yahudi olmayanların hiçbirine tanınmaması, Asya,
Afrika ve Amerika’daki her beyaz kolonide bulunabilecek, aynı kavrama
dayanmaktadır. Herşeyden önemlisi, Yahudi “ırkı”mn varlığına ilişkin militan
bir kavram, yalnızca eskiden beri Hıristiyan Avrupa’da Yahudilere uygulanan
zulümden değil, Gobineau, Stevvart Chamberlain ve Renan'm ırk tipolojilerinden
doğmuştur.
Öyleyse,
Siyonizm, teorisi ve pratiğiyle, Avrupa emperyalizminin daha alt düzeyde bir
yinelenmesidir. Marx’ın, Üçüncü Napolyon’un, amcası Napolyon Bonaparte’m gülünç
bir taklidi olduğunu söylemesine benzer biçimde, Siyonizm’in de Avrupa
emperyalizminin gülünç bir taklidi olduğu söylenebilir. Siyonizm, emperyalizm
gibi, ideolo-, jisini oluşturduğu devletin içinde devlet kuramlarından, İsrail
basketbol ligine kimlerin katılıp kimlerin katılamayacağına; kimin Yahudi
sayılabileceğine; kimlerin bir noktadan bir noktaya seyahat edebileceğine;
kimin toprağa sahip olabileceğine kadar herşeyi yöneten -ve bozan- bir düşünce
sistemidir. Yani, Siyonizm ve emperyalizmden söz ettiğimiz zaman, aynı
sülâleden gelen, aynı gereksinimlerden doğan bir düşünceler ailesinden
söz etmiş oluyoruz.
Ve eğer
-zenciler, Arâplar, aşağılanan İtalyanlar, EndonezyalIlar, çekik-gözlüler
gibi- bazılarımız insan haklarına sahip olma konusunda bilimsel bir biçimde
ehliyetsiz ilân ediliyorsak, bizi hâlâ elinde tutan ve insan olarak bizim
vazgeçilmez haklarımızı yadsıyan tutsaklık, mülksüzleştirme, sömürü ve baskı
sisteminin tümünü teşhir ve imha etmek için birleşmemizin zamanıdır. Ortak
dâvanın ve kardeşliğin gerçek bir dünya kültürünü yaratmak görevimizdir.
Ancak, savaşımımızı sürdürebilmemiz için önce zinciılerimizin farkına varmamız,
onları anlamamız ve kırmamız gerekmektedir. Ve şimdi, en azından kendi
yarattığımız zincirlerle bağlanmaya rıza göstermek zorundayız.
I.
İdeoloji
ve emperyalizm sözcüklerinin anlamlan kişiden kişiye çok değiştiği için bu iki
sözcüğe benim verdiğim anlamları açıklamak istiyorum.
ideoloji, toplumsal ilişkilere anlam
kazandıran ifadelerin tutarlı bir bütünüdür. “Anlam kazandırmak” deyimiyle, bu
ilişkilerin toplumsal oyuncularının, sözkonusu ilişkileri doğal, kabul
edilebilir, gerçek, doğrulanabilir, meşru gördüklerini, kısacası, saçma değil,
mantıklı bulduklarını belirtiyorum. Böylece, oyuncular, bu ilişkilerin tüm
üstün niteliklere sahip oldukları duygusuyla, onlara, böyle davranmak zorunda
oldukları için değil, kendiliklerinden, içtenlikle katılırlar.
Bu
açıdan, Siyonist ideoloji, Yahudileri ve onların Yahudi olmayanlarla
ilişkilerini gösteren, canlandıran ve tarihlerini yorumlayan, dolayısıyla
Siyonist akıma anlam veren bir sistemdir. Başka bir deyimle, Siyonist ideoloji
Yahudilerin (ya da Yahudi olmayanların) Filistin’ de bir Yahudi devleti
yaratılmasını normal, meşru ve doğru bulmalarını ve bunu “Yahudi sorunu”nun
tek çözümü gibi görmelerini sağlar, ya da sağlamayı amaçlar.
İdeoloji,
toplumsal oyuncunun, katıldığı toplumsal ilişkilerin sınıf ilişkileri, iktidar,
etki, yetki ve güç gibi farklı sistemleri içindeki konumunun doğrudan bir
ürünüdür. Hiçbir düşünce, hiçbir temsil sistemi, insanın ya da dünyanın
algılamasının hiçbir biçimi mutlak ya da evrensel değildir. Tümü zaman ve yerle
temelden ilişkilidir ve hiçbiri kendi başına iyi ya da kötü değildir. Hepsi,
toplumsal oyuncunun, davranışını belirleyen toplumsal ilişkiler içindeki
konumuna göre değişir.
Siyonist
ideolojiyi anlamak ve onu biçimlendiren kavram ve düşünceleri açıklamak için,
Yahudilerin katıldıkları ve hâlâ katılmakta oldukları değişik toplumsal ilişki
sistemleri için, belirli bölgelerdeki (Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri,
İsrail) ve belirli dönemlerdeki (ı88o’clen günümüze) konumlarını anlamak
gereklidir.
Emperyalizm, bir devletin ötekisi üstünde
egemenlik kurma hareketidir. Bu egemenlik kurma pek çok biçimde olabilir: (i)
ekonomik- yağma ve malların eşitsiz değişimi; dış yatırım, ucuz işgücü ile yeni
ve daha geniş pazarlardan yararlanma; (2) siyasal- zorla kabul ettirilmiş
yönetim kurumlan ve askerî baskı; (3) kültürel- düşünce sistemlerinin ve
örgütlerinin işleyişlerini yöneten kurallar. Egemenlik, bir devlet tarafından,
başka bir deyişle, fetih amaçlarıyla meşrulaştırılmış şiddete başvurma gücüne
sahip bir toplumsal oyuncu tarafından uygulanır.
Bu tür
dış fetih herzamarı, fethi gerçekleştiren devletin eylemini, üzerinde kurulu
olduğu toplumun ulusal bir tanımına dayandırdığını. ifade eder. Böylece,
emperyalizmin öbür yanı her zaman ulusçuluktur: Ulusçu ideoloji, emperyalist
ideolojinin bir gerekçesidir. Bir devlet, yalnızca eğer kendi dayandığı
toplumun öteki toplumlardan farklı bir tanımını verebiliyorsa, başka bir devlet
karşısında eylemini sürdürebilir. Birşey, eğer “içerde” olan başka bir şey
varsa, “dışarda” olabilir.
Toplumun
örgütlenme temeli, ister kent, tımar, bölge, ülke, imparatorluk ya da kıt’a,
ne olursa olsun, bu sav doğruluğunu korur. Ekonomik artığın birikim modelini
hangi üretim araçları oluşturursa oluştursun, sav yine doğrudur. Emperyalizm
yalnızca kapitalist devlete özgü değildir, öteki devletlerle ilişkilerinde bir
egemenliğe dayanan her devlet için geçerlidir. Emperyalizm Haçlılardan, sömürgeleştirmeden
ya da öbür hegemonya biçimlerinden söz edildiğinde bir güç ilişkisi anlamına
gelir.
Ele
aldığımız sorun, Siyonist ideolojiyle emperyalist akım arasındaki ilişkiyle
ilgilidir. Bir başka deyimle, 1880 ile günümüz arasında egemen olan ülkelerin
emperyalist siyasetinin, Siyonist ideolojisinin ortaya çıkışının, gelişmesini
ve başarısını nasıl ve ne ölçüde açıkladığını görmeğe çalışacağız.
Bu
soruna ilişkin en basit yaklaşım, Siyonist ideolojinin bellibaş- lı tezlerini
ele almak ve bunların, emperyalist yayılmanın ideolojik tezlerine ve
gereklerine ne ölçüde bağlı olduğunu görmektir. Bu konuda biz toplumbilimsel
bir yaklaşım benimsemek zorundayız. Bu tür tar- tıkmalarda daha sık görülen
ahlâkçı, giderek hukuksal bir bakış açısı benimsemek anlamsız ve tehlikelidir.
Siyonizm’in kötü bir şey olduğunu, Yahudilerin haklı olmadıklarını sonsuz bir
biçimde tekrarlamakla ne kazanılabilir? Emperyalizm ve ırkçılık gibi Siyonizm
de vardır ve bunların hepsi güçlüdür. Siyonizm’in gelecekteki evrimini
önceden kestirebilmemiz ve böylecc bu evrimi hızlandırmak ya da yavaşlatmak
amacıyla etkili bir siyasal strateji benimsememiz için, onun tarihini
açıklamamız ve kökenlerini, gelişmesini, birbirini izleyen dönüşümlerini
anlamamız gerektir.
Siyonizm,
becerikli bir biçimde, kendini koşullara uydurmayı ve dönüştürmeyi başarmış ve
bu yoldan çeşitli stratejileriyle Batı emperyalizminin desteğini elde etmiş ve
Yahudi devleti kurma tasarılarını uygulamaya koymuş siyasal bir akımdır.
Anlamamız gereken, bunu nasıl başardığıdır.
Benim
bu çalışmadaki varsayımlarım şunlardır: Siyonist akımın ilk kez ortaya çıktığı
geçen yüzyıl sonundan beri emperyalizm iki ayrı strateji izlemiştir:(ı) Daha
çok Avrupalı güçler tarafından uygulanmış ve İkinci Cihan Savaşı’nm sona
ermesinden sonra ortadan kalkmağa başlamış olan sömürgeci emperyalizm
ki, geleneksel Siyonizm bu tür emperyalizme tekabül eder; ve (2) öncelikle
A.B.D.’nin uyguladığı ve bu ülkenin siyasal ve ekonomik egemenliği eline
geçirmesiyle başlayan hegemonyası emperyalizm. İsrail Devletinin
1948’den beri uy-, guladığı İsrail Siyonizmi de emperyalizmin bu türüne
uymaktadır. 1971-75 ekonomik bunalımıyla birlikte (herşeyden önce Amerikan, ama
aynı zamanda Avrupalı ve Japon) yeni bir emperyalist strateji gelişmeğe
başlamıştır. Bu stratejiye de pasifist emperyalizm diyelim.
Sözkonusu
üç strateji, egemenlik altındaki diğer ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel
bağımlılıklarını sürdürmek için kullandıkları temel yöntemle birbirinden
ayrılır. Sömürgeci emperyalizm, metropol dışındaki toprakları kendine katar ve
buralarda oturan top- lumları metropol devletinin doğrudan yönetimi altına
sokar. Hegemonyacı emperyalizm, emperyalist devletin dolaysız askersel gücünü
kullanır. Pasifist emperyalizm ise, çok-uluslu buıjuvazinin çeşitli kesimleri
arasındaki ittifakları korumak için bağımlı devletlerin askersel gücünden
yararlanır.
Biz şimdi,
Siyonizm’in, kendini bu üç emperyalist stratejiye uyarlayabilmek amacıyla
geçirdiği değişiklikleri inceleyeceğiz.
I.
Siyonist Akım ve Sömürgeci Emperyalizm:
i. Siyonizm’in İdeolojik Savları:
Bu
savlar iki grupta toplanabilir: Tahııdi tarihinin yeniden yorumlanmasına
ilişkin olanlar ve Siyonist uygulamaların mesutlaştırılmasına ilişkin
olanlar.
Siyonist
tarihin yeniden yorumlanması şu üç temel kavrama dayanmaktadır: Birlik, teklik
ve süreklilik.
Birlik: Dünyadaki Yahudi toplumlarmın temel
niteliğini oluşturan dağınıklık, sayısız bölünme ve farklılıklar karşısında
Siyonistler, Yahudi birliği düşüncesini yeniden canlandırmaya çalışmışlardır.
Tüm Yahudilerin “bir” olduğu ileri sürülmüştür. Bu “bir” nedir? Bir ulus, bir
halk, bir ırk.
Teklik: Siyonistler aynı zamanda, özellikle
A.B.D. ve Batı Avrupa’ da Yahudileri tehdit eden, toplum tarafından özümsenme
tehlikelerini görerek bu ulusun, bu halkın, bu ırkın tekliğini yeniden dile
getirmişlerdir. Yahudilerin farklı olduğu savunulmuştur. Ne bakımdan? Kültürleri,
değerleri ve uygarlıkları bakımından. Bu tekliği öne sürerek yalnızca
Yahudilere kendi kişilikleri konusunda bir fikir vermek değil, öteki ulusların,
halkların ve ırkların muhalefetini de açıklamak mümkündür. Çünkü Yahudiler
farklıydılar; diğer uluslarla, halklarla, ya da ırklarla bir tutulamazlardı;
öyleyse, Yahudiler mevcutturlar, ama anti-semitizm tarafından dağıtılmışlardır.
Çünkü Yahudilerin teklikleri değişmez; anti-semitizm ise evrensel ve şifa
bulmaz bir olgudur.
Süreklilik
: Siyonist plânı
doğrulamak amacıyla Siyonistler, Yahudilerin bu kendilerine özgü birlik ve
tekliklerini, dağılmalarından önceki zamanlara uzatmak ve bu dağılmadan ötürü
anti-semitizmi suçlamak durumundaydılar. Başka bir deyişle, Filistin, kendi
tek kültürüyle Yahudi ulus, halk ve ırkının tarihsel ve coğrafî beşiği
durumuna getirilmeliydi. Ayrıca, Siyonistler, bu özel birliğin tarih içinde
hiçbir zaman bozulmadığını ve Yahudi halk ve ulusunun “Vaadedilmiş Toprak”a
dönmeyi herzamân istemiş olduğunu söylemek zorundaydılar.
Bir kez
bu bağlama yerleştirilince, “Yahudi sorunu”nun tek çözümünün Filistin’de bir
Yahudi devleti kurulması olduğu sonucuna varmak aşikâr, doğal, doğru ve meşru
olmaktadır. Öyleyse, yakardaki yaklaşımdan “doğal olarak” kaynaklanan ve
Siyonist tasarıyı meşrulaştırmaya yönelik savlar şunlardır: (a) Yahudi halkının
Filistin’e dönmesi ve bu ulus için bir devlet kurulması doğal (her ulusun bir
devleti vardır) ve tarihsel (Filistin, Yahudilerin, anti-semitizm tarafından
terke zorlandıkları ana-yurdudur) bir haktır, (b) Yahudi ulusu için bir devlet
kurulması, Yahudi sorununun tek çözümünün (Ya- hudiler farklı bir ulusturlar ve
anti-semitizmin de tedavisi olanaksızdır) ve Yahudi halkının durumunun
(Yahudilerin diğer toplumlar içinde durumları anormaldir; buralarda
geçicidirler, orada otururlar fakat yurtsuzdurlar) normalleştiı ilmesinin tek
yolunu oluşturmaktadır. Menfada kurtuluş olamaz, (c) Filistin, Siyonistlerin
tanımladıkları biçimiyle “halksız bir toprak” olduğuna göre, dönüş herhangi bir
sorun yaratmaz. Bu durumda, onu neden “topraksız bir halk”a vermemeli?
Filistinliler ne bir ulus, ne de bir halktır; az çok barbar, uygarlaşmamış bir
kabileler grubudur, (d) Yalnız dönüş sorun yaratmamakla kalmayacak, uygar bir
akım olan Siyonizm bu geri bölgeye modern uygarlığı, ekonomik gelişmeyi,
kültürel yetkinliği, siyasal demokrasiyi ve toplumsal adaleti getirecektir,
(e) Ayrıca, Siyonizm sosyalist bir harekettir, çünkü Filistin’e adalet ve
demokrasiye dayanan bir toplum sokmayı tasarlamaktadır; önderleri, insanın bir
başkası tarafından sömürülmesine karşı çıkan sosyalist öncüleridir.
Yahudileri
seferber etmek ve Filistin’de bir devlet yaratma tasarılarını meşrulaştırmak
için Siyonist akım tarafından geliştirilen başlıca ideolojik savlar bunlardı
ve bugün de hâlâ bunlardır.
Bu
savların “doğruluğu”nu tartışacak değilim. Yahudi tarihinin bir yorumuna karşı
bir ötekini savunmaktan, ya da Siyonist düşüncelerle kendi temellerinde
savaşmaktan çok, Siyonist düşüncelerin sosyolojik bir çözümlemesini yapmak
amacindayım. Bu fikirler nereden geliyor? Neden -hâlâ- başarılı olabilmektedir?
Emperyalist akım ve kapitalist Batı ideolojisiyle aralarında ne gibi bir bağ
vardır?
2. Sömürgeci İdeoloji ve Siyonist İdeoloji:
Siyonist
ideolojinin temel savlarını açıklığa kavuşturduğumuzda, bu savlarla, sömürgeci
akım içindeki Batılı devletlerin emperyalist ideolojisinin savlarının
benzerliği dikkati çekmektedir.
Sömürgeci
uygulamalarını meşrulaştırmak ve halklarını sömürgeci fetihler için seferber
etmek amacıyla, Avrupa ulusal devletleri hep aynı savları kullanmışlardır: (a)
Devletlerin sınırları içindeki insan
topluluklarının
birliği, ulusluk düşüncesinin yüccltilmesine dayandırılmıştır. Burjuva
devrimlerinden sonra Fransızlar, îngilizler, Almanlar vc benzerleri
kendilerini bir ulus olarak bir anayurtta birleşmiş bir halk gibi
hissetmelerine yönelik bir ideolojik bilinçlendirmeye maruz, kalmışlardır. Bu
ulusçuluğun abartılması, sözkonusu uİust larm kendilerini ve dolayısıyla öteki toplulukları birer ırk olarak
tanımlamalarına yol açmıştır; Nazizm buna bir örnektir. Bu birlik, ulus
kavramlarıyla ilgili olarak algılandığında, sınıf çatışmasını önlemek olan iç
amaca ve Avrupa’nın öteki topluluklarıyla olan çatışmaları haklı gösterme ve
sömürgeci istilâları meşrulaştırma olan dış amaca hizmet ediyordu. Irk
düşüncesi, herşeyden önce, sömürgeleştirilmiş halklarla ilişkili olarak
kullanılmıştır. Bu yüzden, ulus, halk ve ırk düşünceleri modern anlamda
tarihsel düşüncelerdir ve dikkate değer bir biçimde (bütünüyle değişse de)
sömürgeciliğin doğrulanmasına hizmet etmişlerdir. Sömürgeci ideoloji, ulusçu
ideolojinin öbür yüzüdür, (b) Avrupa halklarının ulusal birliklerine ilişkin
bu önerme, bunların tekliklerine ilişkin önermeyle yanyana- dır. Tüm ülkelerin
yurttaşlarının zihinlerinde filizlenen ve hâlâ yaşayan sayısız ulusal ve
genellikle küçük düşürücü ön yargılar m hatıılanması bu durumun kanıtlanması
için yeterlidir, Siyonist akını gibi, Batılı devletler de tarihlerini belirli
bir ulusal birlik çerçevesinde yeniden yorumlamışlardır. Herhangi bir Avrupa
ülkesinin bir tarih kitabını okuyun! Bu teklik, Siyonist akımda olduğu gibi,
ulusal kültür ve ulusal değerler adı altında ele alınmaktadır, (c) Avrupa
ulusçuluğuna temel oluşturan özel birlik, herzaman sürekli bir şey gibi
görülmüştür. Eski Çağlar’dan kopmayı temsil eden Orta Çağadan sonra, Rönesans,
Yunan ve Roma kaynaklarına dönüşü gerçekleştirmiştir. Her ulus, yaşadığı
zamanı, kaçınılmaz olarak Eski Çağlara uzanan, tekniğini ve sürekliliğini bu
çağla doğrulayan bir geçmiş içinde garantiye almağa çalışmaktadır, (d) Son
olarak, Avrupa devletleri, yine Siyonist akım gibi, uygar olmadığı söylenen
dünyada vilâyetler, manda toprakları, protektoralar, kısaca, sömürgeler kurmayı
doğal hakları saymışlardır. Bu yüzden, o dünyanın toplumlarını kendi toplumlarından
farklı olarak, ulus ya da halk değil, barbar kabileler olarak görmüşler,
bunlara modern uygarlığın, ekonomik ilerlemenin, demokrasinin ve benzeri
nimetlerin getirilmesinin kendilerine düşen bir görev olduğunu düşünmüşlerdir.
Bu kısa
çözümleme, Siyonist akımın sömürgeci oluşumun ideolojisine göre modelleşmiş
bir ideoloji ürettiğini göstermek için yeterlidir.
Ancak,
Siyonizm’in savlarının sömürgeci savlardan temel bir noktada ayrıldığını
belirtmek gerekir. Siyonist tasarı, sömürgeci bir macera olsa da, önceden
varolan bir devlet üstünde yayılan bir ulusu içermemektedir. Siyonist tasarı,
özel olarak, kendini bir ulus ve bir halk olarak gören, ama devleti olmayan bir
toplum için bir devlet yaratmaktı. Böyle bir tasarıyı meşrulaştırmanın tek yolu,
sömürgeciliğin savlan arasında bulunmayan açık biçimde Siyonist akıma özgü bir
kavram olan dönüş fikrini vurgulamaktı. Sömürgeci istilâcılığın kullandığı hak,
başkalarını uygarlaştırma hakkıyken, Siyonist tasarının kullandığı hak dönüş
hakkıdır.
Bu durum
böyle bir tasarıyı sürdürmenin tek yolunun neden başka bir devletin sömürgeci
yayılmasından yararlanmak ve bu istilâyı neden bu başka devletin,
İngiltere’nin peşinde gerçekleştirmek olduğunu açıklıyor. Bu, aynı zamanda,
başka devletlerin desteğini kazanmanın tek yolunun neden anti-semitizm savını
vurgulamak olduğunu da gösteriyor. Kendiliklerinden güç kullanarak bir
istilâya girişecek araçlara sahip olmadıkları için Yahudiler, sürekli zulüm
gördüklerini ve anti-semitizmin şifa bulmaz doğasını öne sürerek ve Yahudi
sorununun tek çözümünün bir devlet yaratılması olduğuna dikkati çekerek
menfadaki Yahudilerin ve öteki devletlerin desteğini kazanmak zorundaydılar.
Son
olarak, Siyonist akım kendine özgü bir başka görünüşe de sahipti: Kurulacak
devlet Tahudi olmak zorundaydı. Ama bu, Kongo’nun Belçikalı, Cezayir’in
Fransız olmasına benzemiyordu. Yahudi devleti öncelikle ve ideal olarak
bütünüyle (kendi metropolü olmayan) Yahudilerden oluşacaktı. Böylece, sömürgeci
güçlerin yaptığı gibi, bir başka insan topluluğunun, insan gücünün,
kaynaklarının, pazarlarının sömürülmesi değil, daha çok Filistin toplumunun
kendi topraklarından çıkarılmasının meşru bir yolunu bulmak sözkonusuydu. Bu
meşruluk, çelişkili olarak, sosyalist savdan ve Yahudi halkının durumunun normalleştirilmesi
düşüncesinden yararlanarak sağlanmış- mıştır.
Siyonist
akım sosyalist düşünceye uymak amacıyla uygarlaştırma savını toplumsal adalet
savıyla kaynaştırmak zorunda kaldı. Böylece, Filistinli işgücünün sömürüsünü
engellemek için Filistinliler önce Siyonist Yahudilerin yerleştikleri tüm
topraklardan, sonra da Siyonist devletten atıldılar. “Yahudi emeği, Yahudi
ürünleri” sloganı böylece ortaya çıktı.
Normalleştirme
savı aynı amaca yöneliktir. Bir devletin yaratılması için bir sanayi çalışanları
ve bir tarım çalışanları sınıfına gereksinim vardı. Tarihsel nedenlerden ötürü
Yahudilcr, tarımsal ya da sınaî çalışmaya pek ahşkan değillerdi. Bu yüzden,
“normal” bir halk durumuna gelmek, onlar için tarlalarda ve fabrikalarda
kendilerinin çalışmasını gerektiriyordu.
Bunlardan
ne sonuç çıkarabiliriz? Eğer emperyalizm bir ulusun bir öteki üstünde egemenlik
kurmasına olanak veren bir akımsa, Siyonist akım açıkça sömürgeci bir akımdır.
Ama, sömürgeciliğin özel bir biçimidir; bir Yahudi devleti kurma amacına sahip
olması bakımından da, tarihsel olarak kuşkusuz tek biçimidir. Bildiğim
kadarıyla, hiçbir sömürgeci ulus, kendi halkı için bir devlet yaratmamıştır.
II.
İsrail Devleti ve Hegemonyacı Emperyalizm:
İsrail
devletinin ideolojik savlarının özel niteliğini anlamak istiyorsak, önce şu iki
şeyi anlamalıyız: (i) İkinci Cihan Savaşı’nı izleyen sömürgelikten kurtuluş
akımından sonra emperyalist stratejide oluşan değişmeler ve (2) İsrail
devletinin tarihine damgasını vuran özgül varoluş koşulları.
1. İsrail İdeolojisi ve Devletin İşleyişine İlişkin Gerekleri:
İsrail
devletinin siyasal sözlüğü Siyonist akımın başlıca savlarını açıkça
içermektedir. İsrail, özellikle Arap Rönesansmclan sonra güçlü olmak
zorundaydı; bunun için, Yahudilerin bu bölgeye büyük sayılarda göç etmeleri ve
menfada bulundukları ülkelerde erimeleri gerekliydi. Yani, dönüş,
anti-semitizm, Yahudi halkının birliği ve tekliği savlarının vurgulanması
sürdürülmeliydi.
Ancak,
İsrail ideolojisi, devlet pratiğinin gereklerinden doğan yeni savları da
içermektedir. Bir devlet bir akım değildir. Toplumsal ilişkileri örgütlemek,
başka deyimle, sınıf egemenliğini, siyasal iktidarı ve etkiyi iç yönetim ve
dışsal gücü işin içine sokmak zorundadır. Toplumun işleyebilmesi için
meşrulaştırılmış şiddete süreklilik kazandırılmalıdır. Ve eğer şiddet
meşrulaştırılacaksa, devlet, örgütlediği toplumsal ilişkilere anlam veren bir
ideoloji üretmek zorundadır.
İsrail
devleti halkına, ilk olarak, nasıl var olduğunu açıklamak üzere kendi
tarihinin bir yorumunu sunmak zorundadır. O zaman, Yahudilerin bir devlet
kurma savaşımı, İngiliz sömürgeciliğine karşı bir ulusal kurtuluş savaşımı
olarak gösterilecektir. Belli ki bu açıklama pek ustaca yapılmış olup, İsrail
devleti, böylcce, sömürgeciliğe karşı akıma tarafmış gibi görünmekte ve kendi
sömürgeci niteliğini beceriklilikle gizlemektedir. Ama Üçüncü Dünya ülkeleri
buna pek kanmış görünmüyorlar. Ayrıca,' İsrail devleti için tarihini yeniden
yorumlama gereksinimi, topraklarını nasıl elde ettiğini ve daha önce, buralarda
yaşamış olanların artık neden orada bulunmadıklarını açıklamak zorunda olduğu
anlamına da geliyor. Yapılan açıklama, toprakların uygun bir fiattan satın
alındığı, Filistinlilerin Arap devletlerince yapılan propagandadan korkup
kaçtıkları için bu topraklarda olmadıkları yolundadır. Filistinliler şimdi
göçmendirler (böylece, hâlâ bir ulus ya da bir halk olarak.tanınmış
değillerdir) ve kamplarda yaşamlarım sürdürmektedirler, çünkü Arap devletleri
onları bünyelerine kabul etmemekte, onlardan, gerilim ve savaş yaratmak amacıyla
yararlanmak istemektedirler, işte, bu yüzden, Filistinliler günümüzün belâsı
teröristler olup çıkmışlardır!
ikinci
sav, bir İsrail ulusal birliği kurma sorununa ilişkindir. Herhangi bir toplum
gibi aşırı biçimde heterojen toplumsal-kültürel gruplardan oluşan ve çatışan
çıkarlara sahip siyasal güçlere ve toplumsal sınıflara bölünmüş olan İsrail
toplumunun, iç çatışmaların gelişmesine izin vermemesi (herhangi bir başka
toplum için geıekenden daha fazla) gereklidir. Bu nedenle, dıştan gelen Arap
tehdidiyle sürekli olarak güçlendirilen, kültüre ve dine dayalı bir kutsal
birlik çağrısı yapılmaktadır. İsrail kendini denize dökmek isteyen “Arap
Golyat” ın sürekli soykırım tehdidi altındaki “küçük Dâvut”tur 1 Anti-semitizm,
bu kutsal birliğin bir başka silâhıdır: Bu yüzden, a.ııti-Siyonizm’iıı her türü
sistematik biçimde anti-semitizmle karıştırılmıştır. Üstelik, iç birlik elbette
güç yoluyla tamamlanamayacaktır. Devletin totaliter olduğu bir ülkeye göç
etmeleri için Yahudilcri bulundukları ülkeyi terketmeye kim zorlayabilir?
Öyleyse, bir hükümet biçimi olarak siyasal demokrasiye saygı duyulmalıydı. Bu
sağlanmasaydı, yalnız Yahudiler göç etmeyi reddetmekle kalmayacaktır. İsrail de
Batılı ülkelerin resmî desteğini yitirecekti.
Üçüncü
sav, İsrail devletinin, ilişkilerim, toplumlar-arası çevresine uydurmasını
sağlamaktadır. Orta Doğu’da İsrail, kendine düşman bir çevrede yalnız kalmış
durumdadır. Bu nedenle, askerî güce sahip olduğu düşüncesini, karşılık verme
gücünün ve savunma yeteneğinin etkililiğini geçerli kılmak zorundadır, ama
bunda hiçbir zaman aşırıya kaçmamalıdır: İsrail hiçbir zaman saldırmaz, yalnızca
kendini “savunur” ve “misilleme”de bulunur. İsrail, aynı zamanda, güvenlik,
güvenilir ve tanınmış sınırlar isteğinde bulunurken barış isteğini ortaya
koymak ve anlaşmazlığın nedeni olarak Arap tarafından böyle bir isteğin
bulunmadığını öne sürmek zorundadır. Yahudi toplumu çerçevesinde de, İsrail
devleti, önermekte olduğu çözüm yolunun geçerliliğini sürekli olarak
savunmalıdır. Böyiece, tüm Yahudiler adına konuşmalı, “Yahudi devleti”
çözümünün tek doğru çözüm yolu olduğunu göstererek kendini, Yahudi kültürünün
ve Yahudi ulusunun yeniden doğuşunun yurdu olarak sunmalıdır. Destekleri
yaşamsal önem taşıyan büyük güçler karşısında İsrail devleti kendini, yani
teknolojik maharet, ekonomik ilerleme ve siyasal demokrasi gibi Batılı
değerlerin Orta Doğu temsilcisi olarak göstermek zorundadır. Son olarak,
Üçüncü Dünya karşısında da kendini, bir siyasal istikrar ve özgürlük ortamında
ekonomik ilerlemesini gerçekleştirmeyi başarmış bir ulusal kurtuluş akımı
olarak göstermektedir.
İsrail
ideolojisinin bellibaşlı bu üç savı, herhangi bir devletin, toplumunun
işleyişini güvence altına almak için çözmek zorunda olduğu şu üç temel sorunla
çakışmaktadır: İç birliğin sağlanması, öteki devletlerle ilişkilerin
düzenlenmesi ve kendi tarihine anlam verme sorunu. Bunlar özellikle ulusal
sorunlardır, ama gördüğümüz gibi ulusçuluk ve emperyalizm aynı şeyin iki yüzü
gibidir.
a.
İsrail İdeolojisi ve Emperyalizm:
İsrail
devleti, tarihte, tam Batı emperyalizminin strateji ve biçim değiştirdiği anda
yaratılmıştır.
Emperyalist
strateji uluslar arasındaki güç dengesine bağlıdır; uluslararası işbölümü de
bunun sonucudur, ikinci Cihan Savaşı’ndan sonra ve aynı zamanda bu savaşın bir
sonucu olarak, uluslararası güç dengesinde bir değişiklik ortaya çıkmıştır.
Savaşta yıkılan Avrupa sömürgeci bağlarını çözmeğe başlamış, İngiltere ve
Fransa’nın sömürge imparatorluklarının çökmesinden yararlanmağa kalkışan,
Woodrow Wilson’dan beri ulusların kendi, geleceklerini kendilerinin belirlemesi
doktrinini savunan Amerika Birleşik Devletleri olmuştur . Böy- lece, geniş bir
sömürgelikten kurtuluş akımı başlamış, birçok ulus bu akım süresince
bağımsızlığını resmen kazanmıştır. Siyonist akım bu süreç içinde becerikli bir
biçimde kendine yol açmış ve A.B.D.’nin desteğiyle İngiltere’nin
zayıflamasından yararlanarak bir devlet kurmayı başarmıştır.
Amerikan
desteğini yitirmek bu yeni devletin işine gelmiyordu; bu nedenle İsrail A.B.D.
ile bir ittifak andlaşması imzaladı; İsrail ekonomisi güçlü değildi. İsrail,
yabancı sermaye girdisi olarak yılda 500 milyon-ı milyar dolar istiyordu. Bu
para yalnızca menfadaki Yahudi- dilcrden, ve A B.D. başta olmak üzere, Batılı
devletlerden gelebilirdi. Buna karşılık, İsrail’in Orta Doğu’daki emperyalist
Amerikan stratejisine bir dizi hizmette bulunması bekleniyordu: Arap
pazarlarını kırmak ve Arap birliğini önlemek, Arap ulusal akımını ve halkçı
oluşumları parçalamak, Arap ülkelerini ekonomik gelişme yerine savaşa yatırım
yapmağa zorlamak, ilerici olmayan Arap rejimlerinin iktidarda kalmasını
sağlamak için “günah keçisi” rolünü üstlenmek gibi...
Alışılmamış
bir sömürgeci akım olan Siyonizm, böylece, aynı biçimde alışılmamış olan
emperyalist bir devletin, İsrail’in kurulmasına yol açmıştır. İsrail, hem
emperyalist, hem de bağımlı bir devlet olduğu için, bağımlı güçler adına
emperyalist işlevi yerine getiri- riyordu. Emperyalizmin bu alışılmamış
görüntüsü dünyadaki tek örnek değildir: Brezilya ve İran da emperyalizme
böylesine hizmet eden devletlerdir. Ayrıca, İsrail emperyalizmi Batılı
güçlerden farklı olarak ekonomik egemenliği (yatırım, pazar, işgücü)
içermemekte (ya da çok sınırlı ölçüde içermekte), daha çok savaş yoluyla uygulanan
tipik askersel emperyalizm niteliğini taşımaktadır.
Son
olarak, İsrail işlevinin, Orta Doğu’da Amerikan emperyalizminin “bekçi
köpekliği”ne indirgenemeyeceğini kabuk etmek gerekir. İsrail kendi
stratejisine uygun olarak, Siyonist sömürgecilik tasarısını izlemektedir. Ve
kendi halkını kolonileştirilmiş topraklara yerleştiren bir sömürgecilik akımı,
Amerikan emperyalizminin stratejisiyle mutlaka uyuşmak zorunda değildir.
Elbette, Siyonist akımın sömürgecilikle tam olarak çakışmaması gibi, İsrail
ideolojisinin de emperyalist ideolojiye tam olarak tekabül etmemesi de
şaşırtıcı değildir.
Büyük
güçlerin egemenlikleri altında tuttukları ülkeler karşısında kullandıkları
emperyalist dil, ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemelerinden,
ulusal kurtuluştan, barış içinde bir arada yaşamadan, modernleşmeden, ekonomik
ve teknolojik kalkınmada işbirliği ve benzerinden söz eder. Başlıca savları,
emperyalist güçlerin, bağımlı ülkelerdeki ekonomik, siyasal ve kültürel
varlığını meşrulaştırmağa yönelmiştir. İsrailliler, güvenilir ve tanınmış
sınırlar içinde barıştan söz etmeleri dışında, Araplarla konuşurdun bu türden
bir dil kullanmamaktadırlar.
Bunlardan
çıkarılacak sonuç ne olabilir? İsrail devleti Orta Doğu’ da kuşkusuz
emperyalist bir işlev yerine getirmektedir. Ancak bu, emperyalizmin (ona
askersel hizmet biçiminde) belirli bir türüdür ve İsrail, yalnızca
emperyalizmin bir hizmetçisi durumuna indirgenemez, çünkü kendine özgü
sömürgeci bir tasarı olan Siyonizm’i izlemeğe devam etmektedir.
III.
İsrail Devleti ve Yeni Emperyalist Strateji:
Yukarda
söylenenlerden, Siyonist tasarının Filistin’i sömürgeleştirmedeki başarısının
bütünüyle, İsrail’in Batılı güçler, özellikle A.B.D. adına emperyalist bir
işlev görmesine bağlı olduğu sonucuna varabiliriz. Tamamen Araplarla savaştığı
için İsrail, Siyonist tasarıyı sürdürebilmesi, yani Yahudilerin “dönüşünü” ve
devletin Yahudiliğinin sürekli sağlanması bakımından gerekli olan (ekonomisini
dengeleyen sermaye, ekonominin işlerliğini sağlayan işgücü, silâhlar,
nüfusunun çoğunluğu için yüksek yaşam standardı gibi) maddî yardımı elde
edebilmektedir. Ama İsrail, yine savaştığı için Orta Doğu’da, kendine düşman
bir ortamda tecrit edilmiş durumda ve ekonomik açıdan Batıklara bağımlı
kalmaktadır. Böylece, İsrail, bağımlılığının ve emperyalizmin kısır döngüsü
içinde hapsolmuş bulunmaktadır.
Siyonist
bir Yahudi devleti oarak İsrail’in varlığının sürmesi, şu nazik dengeye ve şu
koşullara bağlıdır: (i) İsrail toplumunun yüksek yaşam düzeyine ve dolayısıyla
ekonomik güce ve sürekli bir dış tehdidin varlığına dayanan birliğin
korunması; (2) Menfadaki Yahudilerin “dönüş” için, ya da en azından
anti-semitizm karşısında bir sığınak görevini yerine getirecek bir Yahudi
devletinin sürekli varlığında bulunan çıkarlarının korunması; ve (3) İsrail’in
ekonomik açığının büyük kısmını karşılayan A.B.D. ve Batılı güçlerin koşulsuz
desteği. Eğer bu koşullardan biri, ya da daha fazlası ortadan kalkarsa, İsrail
devleti Siyonist tasarının öngördüğü biçimde bir Yahudi devleti olarak varlığını
sürdüremeyecek, Çünkü kendini ayakta tutan maddesel araçlara artık sahip
olamayacaktır.
Yahudilerin
bulundukları toplumlar tarafından özümsenmesi dışında bu üç koşulun varlığına
yönelik başlıca tehdit, Orta Doğu’da varılacak olan barıştır. Bu barış nereden
gelebilir? Barış, A.B.D.’nin Orta Doğu’da emperyalist stratejisini değiştirme
gereksinimini duyması ve bir Amerikan-Arap ve Avrupa-Arap ittifakını
başlatmasıyla doğabilir.
îştc,
1973 Savaşından beri yaşanan tanıamiyle btıdur. Emperyalistler, Orta Doğu
barışı üzerine konuşmaktan, sıkılmışlardır ve şimdi onu uygulamaya
çalışmaktadırlar. Bu “pax americana”nm önündeki tek engel, Filistin
direniş hareketidir. Emperyalistler, bu yüzden, Filistin direnişini ortadan
kaldırma uğraşı içindedirler.
Bu
gelişmelere bir açıklama getirmek üzere şu varsay ımları önermek istiyoruz :
Bir “uygarlaştırma” projesinin altında yatan her üretim ve birikim biçiminin,
bu projeyi uygulayabileceği topraksal- örgütsel bir tabanı olmalıdır. Bu taban,
üretici güçlerin gelişme derecesine göre dar ya da geniş olabilir. Ayrıca, bu
örgütsel taban, toprak içinde bir iç birliği vc bir iş-bölümünü gerektirir. Bu
taban, kapitalist üretim biçiminin tarihi içinde, önce kent (ticaret kapitalizmi),
sonra ulus olmuştur. Bu ulus, üretici güçlerin büyümesi vc ve sermayenin
odaklaşması gibi büyüyen vc gitgide tüm ülkeyi saran endüstri gelişmesinin
eksenini oluşturmuştur. Ulusal kapitalizm, îkinci Cihan Savaşı’nın birkaç yıl
öncesine kadar Batı Avrupa’nın uyguladığı geleneksel sömürgeciliğe dayanan bir
iç iş-bölümüylc birlikte gelişmiştir.
İkinci
Dünya Savaşı, ulusal kapitalizmden çok-uluslu kapitalizme geçiş sürecini, aynı
zamanda, uluslararası iş-bölümünde bir geçiş sürecini başlatmıştır. Başka bir
deyişle, savaşın sona ermesinden sonra kapitalizmin topraksal temeli değişmeğe
başlamıştır. Egemen ülkelerde bu değişiklik kendini, ulus kavramının ve ulus
kavramını içeren siyasal kurumlanıl aşama aşama reddedilmesiyle, bağımlı ülkelerde
ise, emperyalizmin biçiminde ortaya çıkan bir değişmeyle göstermiştir.
Sömürgecilikten kurtuluşu olanaklı kılan da bağımlı ülkelerdeki bu değişmedir.
İlk
aşamada, bu sömürgecilikten kurtuluş bağımlı ülkelerde, kurtuluş akımlarının
topraksal-örgütsel tabanı olarak ulus kavramının doğmasına yol açmıştır. Ama
bu ulus kavramı içeriği bakımından egemen ülkelerde geçerli olan kavramdan
farklıydı. Anwar Abdcl Malik’in ortaya koyduğu gibi, bu kavram, bir
“ulusçuluk”tan çok “ulusalcılık” niteliğindeydi. Başlangıçta bu ulusalcı tasarı
Amerikan emperyalizmine iyi uyuyordu; çünkü herşeyden önce, Avrupa emperyalizmine
karşıydı ve böylece güç dengesinin yeniden belirlenmesine vardım etmekteydi.
Yeni ulusları karşı karşıya getiriyor, onları bölüyor ve sosyalizm aleyhine
kapitalizmin etki alanının genişlemesine olanak veriyordu.
Bu
ulusalcı tasarı Amerikan emperyalizmine artık uygun düşmemektedir. Bunun
birinci nedeni, söz konusu ulusalcılığın temel olarak Amerikan emperyalizmine
yönelmiş olması ve A.B.D.’nin bu akımı kendi askerî gücüyle çevrelemesinin çok
pahalı bir duruma gelmesidir. Dolayısıyla, emperyalizme hizmet eden yerci
askerî güçlerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bağımlı ülkelerde askerî
rejimlerin yaygınlaşan varlığı bu sürecin bir görüntüsüdür. Bu ulusalcı
tasarının A.B.D.’ye yönelik olduğunu söylerken, elbette, Güney Doğu Asya’yı,
bağlantısız ülkeleri, ham madde üreticisi ülkeler arasındaki itttifak- ları,
yeni ekonomik düzen yararına gelişen hareketi ve benzerlerini kastediyorum.
Sözü edilen olgunun ikinci nedeni, İkinci Cihan Sa- vaşı’nııı sonundan beri
kapitalizmin yapısının uluslararası olma yönünde radikal biçimde değişmiş
olmasıdır. Bu, en azından, şu üç anlama gelmektedir: Doğu-Batı yumuşaması,
Avrupa ve Japonya’da Amerikan çok-uluslu kapitalizmine rakip kutupların
gelişmesi ve pek çok bağımlı ülkede çok-uluslu kapitalizme bağlı bir burjuvazinin
oluşması. Özellikle bu son gelişme, ulusalcı tasarının da de ötesinde bir
eğilimin varlığını açıkça göstermektedir.
Bu
çözümlemede, Amerikan emperyalizminin stratejisinde köklü bir değişikliğin
oluşturduğunu görebiliyoruz. A.B.D. stratejisi, artık, Vietnam’da olduğu gibi,
silâhlı kuvvetler aracılığıyla ulusalcı akımlarla savaşım anlamına
gelmemektedir. Bu strateji, Amerikan çokuluslu kapitalizmiyle, ona bağımlı
ülkelerdeki burjuva sınıfları arasında, mümkün olduğu kadar ittifak
yapılmasına dayanmaktadır. Bu yeni ittifaklar, bağımlı ülkeleri denetleyen
(Lâtin Amerika tipinde) askerî rejimlerle korunmak zorundadır.
Böyle
bir strateji, uluslar arasında ticaretin ve- yatırımların işlerlik kazanmasını
ve dolayısıyla, bir yandan ulusal resmî çevrelerin desteğini, öte yandan barışı
-silâhlı çatışmanın varolmamasını- gerektirir. Devlet aygıtına sıkıca bağlı
olan bu çok-uluslu burjuvazi gruplarının pek çok Orta-Doğu ülkesinde gitgide
ortaya çıktığı bence aşikârdır. Bunlar, diğer ülkelerde bir tekno-bürokrasi
devleti biçimini alırken, İsrail ve Mısır’da daha çok özel burjuvazi niteliğine
bürünmektedir. Orta Doğu barışının, bu çok-uluslu plâna yaygınlık kazandırması
gerekir ve bu barış, bölge ülkelerindeki ulusalcı ya da ulusçu tasarıların
zayıflamasıyla gerçekleştirilebilir. Gariptir ki, çok-uluslu tasarının, Orta
Doğu’daki yeni Amerikan stratejisinin karşısına çıkan sorunlar, geleneksel
sömürgeci Siyonizm, Filistin direnişi ve Suriye İsrail ilişkileri sorunlarıdır.
Bu
barışı gerçekleştirmek üzere, Amerikan emperyalizmi, ittifakları özendirmek
amacıyla bölgedeki Arap devletleri içinde siyasal değişikliğe yol açmak;
İsrail’i, topraksal yayılmaya yönelik Siyonisı tasanda koşulsuz olarak
desteklemekten vazgeçmek; Filistin direnişini zayıflatmak ve Golan Tepeleri
sorununu çözmek zorundadır.
Tarihin
garip işlerini bir kez daha görüyoruz: İsrail’in doğuşuna yol açan gelişmelerin
aynıları bugün onu yolundan alıkoyacaklardır.
SİYONİST YERLEŞME SÖMÜRGECİLİĞİ
Filistin’deki
Siyonist toprak parçası Batılı devletlerin bazı ekonomik ve nüfus sorunlarını
çözmek ve askerî harekât için bir üs görevi yüklenmek amacıyla destekledikleri
yerleşmeci sömürgeciliktir. Bütün bilinen yerleşmeci sömürge toprakları genelde
uzak bir coğrafya bölgesinde olmasına karşın, destekleyen devletle güçlü
bağlantılarını koruyan yabancı bir halkın oturduğu ayrı birimler durumundadır.
Belki de bu yüzden, hemen hemen hepsi, sömürgecilik merkezi ile bağları kolay
kurmak ve malzeme yollarını güvende tutmak için, kıyı bölgelerinde oluşurlar.
Yerleşmeci sömürge toprakları, Afrika ve Asya’ya açılan kapı olarak İsrail
kuzeyde ve Güney Afrika da güney ucunda olmak üzere, Afrika’yı çepeçevre
sararlar. Cezayir, Angola ve ve. Mozambik’teki yerleşmeler de yuvarlağı
tamamlar.
İsrail’in
öteki sömürgeci girişimlerle ortak birtakım yanları vardır. Tarihsel kökeni ve
özel durumu birleşerek, ona hep birlik- likte bakıldığında, özel bir sömürge
tipi oluşturan dört belirgin özellik vermiştir.
Bu
özelliklerin ilki ve cıı önemlisi olarak, Siyonist yerleşmeci sömürgeciliği
teori ve uygulamada, nüfus transferi ilkesine dayandırılmıştır. Düşünce
olarak Avrupa’da doğmuş olmasına karşın, Siyonist toprak parçası genel olarak
Avrupa’daki nüfus fazlası için bir çıkış noktası olmayacak, yalnız Yahudi
yerleşme yeri diye kullanılacaktı. Siyonist yerleşmecilerde toprağa oturup
onun doğal ve insan kaynaklarını sömürmek için değil, buralara “yeniden sahip
çıkmak”, ama bu toprakları yerli halk almaksızın ele geçirmek amacıyla
geldiler. Oysa, yerleşmeci sömürgeciliğin birçok biçimlerinde bir toprak işgal
edilir, oraya yabancı bir halk yerleşir ve yerlileri sömürmeğe başlar. Öte
yandan, Siyonist yerleşmeci sömürgecilikte (Siyonizm’in özelliği herhalde
buradan geliyor) toprak alınır, yabancı insanlar yerleşir ve yerli halk da
“transfer” edilir.
Ola ki,
Siyonizm, bu yönden yerleşmeci sömürgeciliğin en “saf” biçimim temsil eder.
Transfer siyaseti yerleşen toplumun iç istikrarım garanti etmeğe yardımcı
olmaktadır; aynı zamanda, yerinden edilen toplumun ekonomik ve kültürel
yapılarım da baştan sona bozar. Bcn-Gurion de Gaulle’e, Cezayir sorununun bir
çözümü olarak, Fransızların kıyı bölgesini boşaltmalarını, sonra oraya kendi
adamlarını yerleştirmelerini ve bu toprak parçasını da bağımsız bir devlet
olarak ilân etmelerini önerdiğinde, bu yerleşmeci sömürgecilik tipini ileri
sürmüş oluyordu.
Siyonist
yerleşmeci sömürgeciliğin bu özelliği Siyonist olmayan- larca herzaman
anlaşılmamıştır. Kari Kautsky Taklidiler Bir Irk mıdır? adlı klâsik
yapıtında buna dokunuyor. Yazar, Filistin’deki Yahudi sömüıgeriliğinin “orada
kalmak ve yerlileri kendilerine bağımlı kılmanın dışında onların topunu birden
dışarı çıkarmak” niyetlerini açığa vurduğundan, yerleşen Yahudilerin Arap
bağımsızlık savaşımı sırasında büyük acı çekeceklerini belirtmişti.1
Bugün, sosyalist eğilimli Matzpen İsrail’de Siyonist sömürgeciliğin- bu
yönünü saptayıp hem Filistinliler, hem de İsrailliler için tam sonuçlarını
belirten az sayıda gruptan biridir.
Siyonist
yerleşmeci sömürgeciliğin ikinci belirgin özelliği destekleyicilerinden, aynı
zamanda, hem bağımsız, hem de onlara bağımlı olmasıdır. Tüm yerleşmeci
devletler, gelişmelerinin şu ya da bu aşamasında, bir destekçiye gereksinim
duyarlar. Bağımlılığın derecesi, süresi ve biçimini bir sürü tarihsel ve
siyasal koşul belirler. Angola ve Cezayir gibi nüfus transferi temeline
oturmamış olan toprak parçaları, güçlü bağlarını koruduğu ve ondan kendi için
bir kimlik duygusu yarattığı anayurda bütünüyle açıktır. Anayurdun dediği bir
çeşit yasadır, çünkü bu toprak parçası onun neredeyse organik bir bölüntüsüdür.
Bir çıkar çatışması belirir ve bu toprak pahalıya patlar ya da zorluklar
çıkarırsa, ortadan kaldırılır. Eski yerleşenler de anayurtlarına dönerler ve
anlaşmazlık böylece anayurt yararına çözümlenmiş olur.
Nüfus
transferi temeline bağlı toprak parçaları ise, destekleyici devletten yavaş
yavaş daha fazla özerklik ve bağımsızlık kazanma eğilimindedirler. Yerleşenler
yönetimi ergeç kendi ellerine alır ve büyük ölçüde kendi içine kapalı bir
devlet kurarlar; bunun bir örneği Güney Afrika’dır. [183]
Siyonistleriıı
kendi devletlerinin bağımsız olmasını istediklerine kuşku yoktur. Cecil Rhodes
Wcizmann’a ‘‘Fransız dcnctimi”nc ilişkin itirazlarını sorduğunda, Siyonist
önder Fransızların, îııgi- lizlcrin aksine, “herzaman halkın işine
karıştıklarını ve onlara /’esprit français (Fransız ruhu) denen şeyi
kabul ettirmeğe,” çalıştıklarını söylemişti.[184]
Ancak, olaylar gösterdi ki, Siyonist toprak parçası bu tiplerin hiçbirine
benzemedi. Hem belirli ölçüde bağımlı kaldı, hem de bir miktar bağımsızlıktan
yararlandı. Bu gerçek, Siyonizm’e özgü birtakım öğelere bağlanabilir.
Siyonist
yerleşmeciler sadakat borçlu oldukları ve bunun karşılığında, sömürge dönemi
sona erdiğinde, korumasına sığınacakları tek bir Avrupa ülkesinden gelmediler,
öteki Avrupah yerleşmeci sömürgecilerin aksine, Siyonistlerin bir “anayurd”u
yoktu; onun yerine yalnızca belirli bir noktaya kadar gitmeğe hazır ama
herzaman bir “üvey-ana”ları vardı. Üvey-ana üvey-çocuğu, o üvey-çocuk kendini ne
denli kullandıysa o kadar kullandı. Destekleyicilerle Siyo- nistler arasındaki
ilişki bir çıkar sorunu olduğundan ve derin ya da organik bağların bir ürünü
olarak ortaya çıkmadığından, Siyonist toprak peşpeşc birçok destekleyicinin
korumasına kavuştu. Bunun sonucu olarak, Siyonist önderlik, Orta Doğu’da
imparatorluk gücünün gerçek ya da hayalden merkezini arama çabasında, Osmanlı
İmparatorluğundan Fransa’ya ve nihayet İngiltere’ye baş vurarak dikkâtini bir
ağırlık noktasından ötekine çevirdi, durdu. Son zamanlarda, A.B.D.’nin dünya
önderliğini elinde tuttuğu düşünülerek, uluslararası düzeyde siyasal eylem o
yöne dönmüştür.
Siyonist
devletin bu anlamda çift yöne çekilebilir niteliği iki gücün sonucudur. Göreli
bir bağımsızlık nüfus transferi ve destekleyici devlet için önemli birtakım
hizmetleri yerine getirme yoluyla elde edildi. Yalnız, toprağı elinden alınan
ve yabancılaştırılan Filistinlilerin düşmanlığı ve direnci baş gösterince,
kendini koruma duyguları destekleyen devlete dayanma isteğini arttırdı.
Jabotinsky
Filistin’in, bir Yahudi devleti olarak, “her yandan Arap ülkeleriyle çevrili
oldukça, Arap ve Müslüman olmayan herhangi bir güçlü imparatorluğa herzaman
dayanmak isteyeceğine” inanıyordu. Bu yalnızlığı İngiltere ile Yahudi (ama
yalnız Yahudi) bir Filistin’in arasında sürekli bir ittifakın neredeyse
Tanrısal bir temeli”[185] gibi görüyordu. Jabotinsky
müzmin bir deneyci olduğu için, güvenliği açısından birtakım isteklere açık
duruma getirecek bir zamanın gelebileceğini düşünemedi.
Destekleyici
devlete yaklaşma ve ondan uzaklaşma, bağımsızlık ve bağımlılık, ittifak ve
çatışma gibi karmaşık ve sonsuz ritm Batı ile Siyonistlerin ilişkilerini
başından beri nitelendiriyordu. Her iki taraf da ötekini “kullanmağa” çalıştı
ve “ortak çıkarlar” demlen şeyi kendine göre tanımladı. Ingiltere ile Filistin
toprağı arasındaki ilişkiler buna iyi bir örnektir.
Filistin’e
Yahudi yerleşmesi temasını ilk ele alanlar Ingiliz sömürgecileri oldu. Balfour
Bildirisi ve sonra da Manda yönetimi Siyonistlerin Orta Doğu’da bir basamak
elde etmelerine olanak verdi. Ingilizlerin korunması sayesinde, Filistin’in
kapıları Yahudi göçüne ardına kadar açıldı. Yerleşenlerin, Yahudi nüfusunun
büyümesi ve toprak üstündeki egemenliklerinin kurulması için, Manda hükümetinin
tam işbirliğine gereksinimleri vardı.[186]
1930’larda Filistin’de Arap direnci daha büyüyünce, Siyonistleri koruyanlar
Ingilizler oldu. Ben-Gurion Ingiliz - İcrin kanat geren bu tavrını “Balfour
Bildirisi’nden bu yana en büyük siyasal başarı” sözleriyle belirledi.[187] Ha’aret^m
Filistin’deki askerî denge üzerine yazan askerî muhabiri Siyonistlerin 1936
Filistin başkaldırmasından sonraki güçlerini “Filistin’deki Ingiliz Hükümeti
ve ordusundan aldıkları güçlü desteğe” bağlamıştı.[188]
Sonunda 1948-1949’da Siyonist zaferine yol açan da onlar yararına olan bu
askerî dengeydi.
Ancak,
İngilizlerle Siyonist sömürgeciler arasındaki ilişkiler yeni öğelerin
baskısıyla kötüleşmeğe başladı. Bunların arasında “dost” Arap hükümetlerinden
olduğu kadar artan Filistin direncinden de Ingilizler üstünde oluşan siyasal
baskı da vardı. Başka bir neden Alman ajanlarının Yahudi göçmenler arasına
karışabileceklerine dair Ingiliz korkusuydu. Sonra da doğrulanan o zamanki
inanca göre, Naziler Siyonist hedeflerini vc yasa-dışı göçü (Aliyah B)
destekliyor ve bu yolu Orta Doğu’da îngilizler için birtakım sorunlar yaratma
amacıyla kullanmağa karar vermiş bulunuyorlardı.
Bu yeni
öğelerin ışığında, destekleyici devlet Filistin’de sömürgeci yerleşme hakkında
Siyonist yerleşmecilerle uyuşmayan bir görüş geliştirdi. Böylece, İngiliz
Hükümeti Araplara daha yaklaşan bir dizi Beyaz Kitaplar yayınladı ve kurallar
kabul etti. İngilizlerin çoktandır üstünde durmadıkları, Filistin’in göçmen
kabul edebilme sınırlarına ilişkin temel kavramlar Yahudi göçünü azaltmak için
ortaya atıldı. Destekleyen devlete sömürge toprağı arasında, bazan Kral Davut
Otelinin bombalanması gibi aşırı biçimleri de içeren düşmanlıklar başladı.
Ne var
ki, çatışma denetlenebilir sınırlar çerçevesinde kalıyordu. Jabotinsky’nin
İngiliz imparatorluğu hakkındaki sözleri daha sonra Siyonizm’i Yahudi halkının
“ulusal kurtuluş akımı” olarak tanımlayan Siyonist “belâgatı”na göre kuşkusuz
daha gerçekçidir. Jabotinsky Leopold Amery’ye 1935’de yazdığı mektupta,
Ingilizlere karşı olduğuna dair dedikodunun gerçek olmadığını anlatmağa
çalışarak, Ingiltere’yi eleştirmiş olmasına karşın, “Balfour Bildirisi’ne
değer verildikçe, Ingiltere haklı ya da haksız olsun,” ona bağlı ve müteşekkir
kalacağını söylüyordu.[189]
Biyografisini
yazan Bar-Zohar’ın da belirttiği gibi, Ben-Gurion da, İngilizlerle ilişkilerin
gerginleştiği bir zamanda bile, “Filistin’de bir Yahudi devletinin Ingiliz
çıkarlarını koruyacağını”[190] söylemeğe hazırdı.
îngilizler, hâlâ, uzun-dönemli çıkarlarına daha fazla önem önem verir
görünüyorlardı.
Sözkonusu
toprak parçası 1948’de bir devlet olunca, Ingiltere ile ilişkiler normalleşti
ve 1950 Ingiliz-Fransız-A.B.D. Üçlü Bildirisi bu toprağın güvenliğini garanti
etti. Mısır’ın Îngiliz-Fransız İsrail işgaline uğraması gibi, eski destekleyici
devletle işbirliği 1956’da yeni aşamalara vardı. Filistin direnciyle Arap
baskısının artması ve destekleyici devletin ilgisini bekleyen, genişleyerek
yeryüzüne yayılmış çıkarları karşısında, Siyonist toprak parçası sömürgeci devletin
tam desteğiyle daha önce sahiplendiği “hak”ların bir kısmından gene vazgeçmek
ve zorla ele geçirdiği toprakları boşaltmak zorunda kalıyordu. Bugüne kadar,
İsraillilerin karşılaştığı ana sorun bu olmuştur. Yaşamlarını sürdürmek için
A.B.D.’ye dayanma zorunluluğunu duymuşlar, ancak bu destek onları yeryüzüne
dağılmış birçok çıkarları olan bir süper-gücün baskısına da açık duruma
getirmiştir.
Durumu
tamamlayan başka bir öğe “menfa”daki Yahudilerdir ki, onlar da, Siyonist devlet
gibi, hem göreli olarak özerk, hem de daha büyük bir yapıya bağımlıdırlar.
Amerikan Yahudileri İsrail’e malî ve siyasal yönden inançla destek
olmaktadırlar; ancak böyle bir destek, garanti veren Amerikan tarafı ile
Siyonist toprak arasında temel çıkar birliği olduğu sürece sürebilir. Dışardaki
Siyonistler ikili bir görev yapıyorlar. Filistin’deki toprak parçası yararına
A.B.D’nde bir baskı grubu gibi çalışarak, İsrail için kendine benzeyen öteki
devletlere göre çok daha fazla hareket serbestisi ve bağımsızlık elde etmektedir.
Fakat (İsrail’in durumundaki çelişi şuradan doğuyor ki) A.B.D. İsrail’in
Amerikan dünya çıkarlarıyla uyum sağlayabilmek için siyasetini değiştirmesi
gerektiğine karar verirse, dışardaki Yahudiler Filistin’deki toprak parçası
üstüne baskı yapmak zorunda kalıyorlar.
Siyonizm’in
tarihi yalnız Siyonizm ile yabancı ülkelerdeki Yahudiler arasında değil,
sömürgeci Siyonizm ile parasal ve diplomatik “menfa” Siyonizm’i arasında da bir
gerginlik tarihidir. Bu gerginlikler Brandeis-Weizmann ve Goldmann-Bcn-Gurion
arasındaki çatışmalarda açıkça ortaya dökülmüştür. Bugün, bu türlü
gerginlikler, bazı “menfa”daki Siyonistler sömürgeci Siyonizm’in ilhakçı ve
yayılmacı siyasetlerine (sanki bu denli siyaset Siyonist tasarının organik
parçaları ve mantıksal'sonuçları değilmiş de birtakım sapmalarmış gibi) karşı
koyduğunda açığa çıkmaktadır.
Siyonist
yerleşmeci sömürgeciliği öteki türlerden ayıran üçüncü özellik onun ilhakçı
ve yayılmacı doğandır. İsrail “Ehl-i Kitap” olan Yahudi halkının
devletidir. Bu dinsel kavramdan yalnız nüfus transferi değil, bütün Yahudileri
içine alacak bir genişleme düşüncesi de doğuyor. Alman doğumlu Siyonist yazar
ve istatistikçi ve Berlin’de çıkan haftalık Volk und Land dergisi yazı
işleri müdürü ve kurucusu David Trietsch Birinci Siyonist Kongreden hemen sonra
Herzl’e “geç olmadan ‘Büyük Filistin’ tasarısını ele almasını” söylemiş ve şunu
eklemişti: “On milyon Yahudi 25,000 kilometre karelik toprağa sığmaz.”[191] Herzl’in Hıristiyan ortağı
William Hechler de ona 26 Nisan 1896’da Yahudi devleti için kabul edilip
yaygınlaştırılacak bir slogan olarak “Davud ve Salamon’un Filistin’i ”
sözlerini salık vermişti.[192] Anlaşılan Siyonist önder etki
altında kalmış olmalı ki, iki yıl sonra, Yahudi devletinin topraklarım belirsiz
dinscl-tarihsel sözcük- lerden çok dinscl-coğrafî çerçeveyle tanımladı: “Mısır’daki
Nehirden Fırat’a Kadar.”11 Bu slogan Haham Fischmann, Yahudi ajansı
üyesi olarak, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi önünde 9 Temmuz
ıg47’dc açıklamada bulunuıken yankılandı. O konuşmada dedi ki: “Vaad Edilen
Toprak Mısır’daki Nehirden Fırat’a kadar uzanır; Suriye ve Lübnan’dan parçalar
içerir.” Ama kişinin Nil-Fırat formülünü çok ciddiye alması gerekmez. Önemli
olan bunun kapısı açık bir dinamizm, yayılmaya yönelik yerleşmeci bir
sömürgecilik olduğudur. Hcrzl’in güncesine bakılırsa, devletin sınırları Yahudi
nüfusu büyüdükçe genişleyecektir: “Ne kadar fazla göçmen gelirse, o kadar çok
topıak alınacaktır.”[193] [194]
12
Şubat 1952’de, Moşc Dayan açıkça bir İsrail imparatorluğu kurmaktan söz etti.[195] Eski Savunma Bakanı yayılmayı
sürekli bir oluş olarak görüyor. Anayurdu kurma süreci, yani “yerleşme, yayılma
ve sınırları daha da genişletmek için daha Yahudiler getirtme, yerleşmeler ve
sömürge alanları kurma” yüz yıl önce'başlamış! 1968 Yazında, bir grup Yahudi
kökenli Amerikan öğrencisine hitap ederken şöyle demişti: “Hiçbir Yahudi bu
sürecin sona erdiğini söylemesin. Hiçbir Yahudi yolun sonuna geldiğimizi
ağzına almasın.” Bu sözlerin Golan Tepelerinde sarfedilmiş olması da ayrı bir
önem taşır.”[196]
“Daha
Büyük İsrail” akımıyla ilişkisi olan İsrail yazarı Eliezer Livneh 21 Kasım 1973
tarihli Ha'aretz'Ae 242 sayılı Güvenlik Kurulu kararma Siyonizm’in
“gücünün tam zirvesindeyken” boğulacağı sonucunu doğurması düşüncesiyle karşı
koymuştu. Diyordu ki: “ıgöy’deki gibi zaferler Sovyctler Birliği’nden göç etme
örneği duygular oluştururken, kurtarılmış (aslında, işgal edilmiş) bölgelerden
gerilemek bir Siyonist bunalımı yaratır”. Ona kalırsa, “İsrail toplumuna bir
amaç ve hedef kazandıran” bu kurtarma (işgal) çabasıdır ve onsuz göçmenlerin
gelişi durabilir.[197] İsrail’in bir anayasa
yayınlamayı istememesinin nedenlerinden biri bu yayılma seçeneğini açık
bırakmaktır. Resmî bir aıayasa metninde, sömürgeci yerleşmeci devletin
sınırlarının belli olması gerekir.[198]
İsrail’in
yalnızca “menfa”daki Yahudilerden ötürü ya da din- sel-ulusal-topraksal
birtakım hedeflerin gereği olarak genişlediği düşünülmesin, çünkü İsrail
yayılmacılığının Sina’daki petrol alanları ve ilerde yerleşip geliştirilecek
yerler gibi somut ekonomik ve kârlı yanları da vardır. Ancak, bu yönler yalnız
öteki yerleşmeci toprakların değil, bütün sömürge girişimlerinin ortak
özellikleridir. x
Siyonist
toprağın dördüncü belirgin özelliği, nüfus transferi bir yana, ırksal ı-e
kültürel heterojenliğidir. Bu gerçek te gösteriyor ki, Yahudiler değil tek
bir ırksal grup, tek bir etnik grup bile oluşturmamaktadırlar. Avrupalı
Eşkenazi Yahudiler kültürel yönden çok farklılıklar gösterirler; Ruslar,
Polonyalılar, Almanlar, Fransızlar ve hattâ her iki Amerikan kıtasından
Amerikalılar bunların içinde sayılır. Bunların herbirinin, bazan (bir yanda
Almanları, öte yanda îbranileri destekleyenlerin çatışmaları gibi) açığa çıkan
anlaşmazlıkları olan, kendine özgü bir kültür geleneği ve çoğu kez kendi dili
vardır.
Filistin’e
Avrupa nüfusunun gelmesi, Arap ülkelerindekiler de dahil olmak üzere, Asya ve
Afrika’dan “Doğulu Yahudiler” denenlerin de göç etmesine neden oldu. Bu süreç
İsrail toplumunda kültürel olduğu kadar ırksal yönden de daha büyük
farklılıkların doğmasına yol açtı. İsrail’de açıkça ikinci sınıf yurttaş
durumunda olan Doğulu Yahudilerin nüfusa oranı yüzde 6o’tır.
Siyonist
devletin bu Özelliğini başka bir yerde görmek olanaksızdır, çünkü Doğulu
Sefardik Yahudiler sömürgeciliğin kurbanı olanların arasından gelmektedirler.
Böylece, İsrail’i, analitik ve siyasal açıdan, Güney Afrika gibi yerleşmeci bir
sömürü toprağı ve Katan- ga’yı da Biafra gibi ayrılıkçı bir devlet olarak
görmek yararlı olabilir.
Siyonist
toprak bu yönüyle iç istikrar açısından bir zaaf oluşturuyorsa da, İsrail
toplumunun geleceği açısından olumlu bir not olabilir. Bütün öteki özellikler
çatışmanın çözüm seçeneğini sınırlarken, kültürel ve ırksal farklılaşma
İsrail’in Orta Doğu ile bütünleşmesi için bir umut yaratmaktadır. Dışardan
getirilen nüfus büsbütün yabancı sayılmaz, çünkü onun büyük bir kısmının
Filistinli Araplar ve komşularıyla ortak ekonomik ve siyasal çıkarları vardır.
EMPERYALİZMİN
HİZMETİNDE İSRAİL’İN ROLÜ
Modern
Siyonizm emperyalist ülkelerin tekelci çevreleriyle ittifak yapmış olan
varlıklı Yahudi burjuvazisinin ideolojisi, uyguladığı politika ve bir örgütler
sistemidir. Emperyalist ülkelerin yönetici çevreleriyle İsrail militaristleri
arasında yüksek derecede bir işbirliği vardır. Siyonizm belirli çıkarlara
hizmet eden gerici bir sistem olarak, aynı zamanda, sınıfsal bir oluşumdur.
On-dokuzuncu
Yüzyılda ortaya çıkmasından buyana, Siyo- nizmhn ideolojisi ve örgütlenmesi
konusunda, İsrail’in doğuşunda olduğu gibi, birçok şey yazılmıştır,1
İsrail ancak birkaç yıldanberi var olmasına karşın, çağdaş Batılı yazarlar
başta olmak üzere, hakkında pek çok yayın vardır. Ne var ki, bazan zengin.
Siyonist örgütlerce desteklenen ve genelde yan tutan yaklaşımları
oluşturduklarından, bu çalışmaların birçoğunun pek az bilimsel değeri vardır.
Böylece, Ferdynand Zvveig’in gözlemlediği gibi,2 ağırlığını o topraklarda
doğmuş bir İsraillinin duymasını istedikleri birçok efsanenin yaratılmasına
yardımcı olurlar. “Kutsal Kitap”, “Kutsal Toprak”, “Kurtarma”, “İsrail’in
Sürekliliği”, “Dönüş”, “İfa”, “Sürgün”, “İsrail’in Özel Yaratıcılığı”, “Yahudiliğin
Somutluğu Olarak İsrail”, “Kurucu Babalar”, “Yahudi Sorununun Çözümü”,
“İsrail’in Merkez Olması” ve “Daha Doyurucu Yahudi Yaşamı” gibi söylencelerin,
hepsi “İsrail’in biricikliği ve mucizeviliği” inancında özetlenebilir. Bu
söylencelerin amacı, Kibbutz ve Histadrut üstüne kurulu “demokratik bir toplum”
ve “sosyalist bir devlet” izlenimi yaratarak, Batı dünyasını harekete geçirmek
ve gerçeği Afrika ve Asya halklarından gizlemektir.
Ancak,
İsrail’in devlet sistemi ile iç ve dış siyaseti, Amerika Birleşik Devletleri
başta olmak üzere, önde gelen emperyalist devletlerle bir ittifakı açığa
vurmaktadır. Bu yüzden, bu araştırma, bu devletin emperyalizmin hizmetindeki
bugünkü rolünü değerlendirebilmek için resmî sistemi, toplumsal sınıfları ve
siyasî partileri de dahil olmak üzere, İsrail toplumunun yapısını, bugünkü
İsrail önderliği ile dünya tekelci çevreleri arasındaki ilişkileri ve İsrail’in
yayılmacı dış politikasını incelemeğe çalışacaktır.
Araştırmanın
bu bölümü yazılı olmayan Anayasanın özelliklerini ya da İsrail toplumunu
yöneten yasaları inceleme amacını gütmüyor. Burada yalnızca bu devletin
nitelikleri ile emperyalizmin hizmetinde oynadığı rol arasındaki bağlar
gösterilmeğe çalışılacaktır.3
İsrail
iktidarın varlıklı burjuvazinin elinde olduğu ve Siyonist ideolojisinin yaşamın
her yönünü etkisi altında tuttuğu bir devlettir. Devlet bürokrasisi ve siyasî
partilerin çoğu onun kesin etkisindedir. Resmî görüş İsrail’in, kişiler
arasında bir karşıtlık bulunmayan, homojen bir Yahudi devleti olduğudur. Ancak,
hükümetin çıkarı yerli ve yabancı sermaye ile çok yakından bağlantılı olup, bu
durumun iç ve dış politika üstünde kuşkusuz etkisi vardır. Gerçek şu ki, İsrail
toplumu hızla kutuplaşmaya doğru yol alıyor.
Siyasal
partiler yelpazesi bu toplumsal kutuplaşmayı yansıtmaktadır. Mapai, Mapam ve
Ahdut Ha’avoda kendilerine “işçi” partisi diyorlar. Liberal Parti, Bağımsız
İşçi Partisi ve faşist Herut orta sınıf kuruluşlarıdır. Hepsi Siyonist
ideolojiyi benimsemiştir. Bu Siyonist partiler siyasal yaşamı etkiler ve
ekonomik örgütlenmeyi denetimleri altında tutarlar. Amerikan sermayesi başta
olmak üzete, yabancı sermayeyi çekme gereksinimi üstünde hepsinin anlaşmış
olması konumuz bakımından önemlidir. Programları hayret edilecek derecede
birbirine benzer. Dış politikada, A.B.D. ile ilişkiler Arap komşuları aleyhine
genişlemeye kadar tüm önemli konularda düşünce farklılaşması yoktur.
İsrail’deki Siyonist siyasî partiler dünya Siyon- nist akımının tamamlayıcı
öğeleridir. Malî yardım başta olmak üzere, geniş destek sağladıkları yabancı
ülkelerdeki Yahudi çevreleriyle sürekli temasları vaıdır. Bu türlü İsrail
partileri emperyalizmle işbirliği halinde olan dıştaki Siyonist çevreleıle
temasta ana öğeyi oluştururlar.
Bu
partilerin bazıları sol ya da sosyal-demokrat olma iddiasındadır. [199] Örneğin, birtakım Batılı
yazarlarca sosyalist bir parti olarak tanımlanan Mapai (ya da Mifleget
Poalei Erets Israel, yani İsrail işçi Partisi) sermayeden ve emperyalizmden
yanadır ve çalışanların çıkarlarıyla çatışan bir siyaset izler. Mapai ileri
gelenleri sağ-kanat orta sınıf partileriyle ittifak içinde eylem yapmışlar ve
saldırgan dış politikayı desteklemişlerdir. Mapai 1956 ve 1967 yıllarında Arab
ülkelerine yapılan saldırıdan doğrudan doğruya sorumludur.
Aynı
biçimde, Mapam ve Ahdut Ha’avoda, Mapai öncülüğündeki koalisyon hükümetlerine
katılmışlardır. Emperyalizmden ve genişlemeden yana bir siyasete sol-kanat
perdesi çekme görevi yapmışlardır. Mapam, koalisyon hükümetinin ortağı olarak,
Haziran 1967 saldırısına katılmıştır. Ahdut Ha’avoda’nın “aktif savunma”
kavramı onu genişleme ve emperyalizmle işbirliği programında İsrail
önderliğiyle aynı kefeye koymuştur.
En
büyük burjuva partisi, belki de, Genel Siyonist ve ilerici Partilerin
birleşmesiyle 1961’de kurulan Liberal Partidir. 1907’de Ghaim Weizmann’ın
kurduğu Genel Siyonist Partisi büyük sermayeyi temsil eder ve özel işletmeler
üstünde hükümet denetimine karşıdır. Yabancı sermayeyi destekler ve 1965 ile
1967 saldırılarında faşist Herut’la ittifak yapmıştır. Büyük iş adamları,
endüstri erbabı ve toprak sahipleriyle herzaman yakın ilişkileri olmuştur.
Yerel burjuvaziye sınırsız haklar yanıyan ve İsrail’in daha da
askerleştirilmesini isteyen Liberal Parti, daha sonra, Herut ile aynı görüşü
paylaşarak, “Daha Büyük İsrail” yaratılmasını istemiştir. Herut ise, îrgun ve
Stern (terörist) gruplarını da içinde bulunduran aşırı, faşizmden yana bir
örgüttür. Büyük endüstri ve malî çevrelerden destek alır. Araplara karşı
“önleyici savaş”tan yana olmuştur. İsrail Komünist Partisi de, Marksist bir
çizgi izler.
Bir
milyondan fazla üyeli Histadrut ya da İsrail Genel işçi • Federasyonu en büyük
kamusal örgüt ve devlet içinde en önemli ekonomik birimdir, işçilere açık olan
Histadrut sendikacılık, sosyal güvenlik ve eğitim-kültür eylemleriyle
ilgilidir. Üyeleri içinde kollek- tif çiftlikler, kooperatifler ve özel
köylerde çalışanlar da vardır. “Siyonizm’in ulusal bir aracı” olarak 1920’de
kurulmuş olan bu örgüt onun siyasetini de kararlaştıran Mapai’m etkisindedir.
Histadrut ta 1956 ve 1967 saldırılarını desteklemiştir.
Bazı
Batılı kaynaklarca yapılan yayınlara bakılacak olursa, kırsal İsrail’de başka
türlü bir toplum düzeni olduğu akla gelebilir, insan kırlık bölgelerin baştan
başa fa'^İHfe’larla[200] bezenmiş olduklarını da düşünebilir.
Ancak, gerçek şu ki, kibbutz’^ Yahudi nüfusunun herzaman çok küçük bir
yüzdesini (yüzde 6 kadar) oluşturmuş olup, bugün yüzde 3’e inmiş olan bu oran
gitgide düşmektedir, ikinci olarak, h'Wu^’ların işlenen topraktaki payı da gün
geçtikçe azalıyor. Kibbutz akımı moral itme gücünü kaybetmiş olup kibbutz
işçisi artık İsrail ideali olmaktan çok uzaktır. Siyonist ideologlar bu komünal
çiftliklerdeki ortaklık öğesini “İsrail sosyalizmi” dedikleri şeyin
propagandasını yapmak için kullanıyorlar. İsrail kibbutz’vm bazı
gelişmekte olan ülkeler, özellikle Afrika için uygun olduğunu söylemektedir.
Filistin’de ilk kibbutz 1909 gibi erken bir tarihte kurulmuştur. O
zamanlar, en etkin tarım biçimi buydu. Fakat bir askerî yerleşme niteliklerini
de kazanarak, toprağın asıl sahiplerinden yasadışı alınmasında bir rolü oldu.
Bundan başka, İsrail’de kapitalizmin genel olarak gelişmesine de kendilerini
uydurdular. Eşitsizliğin yönetici “aristokratlar”la sokaktaki kişi, konut ve
eğitim gibi konularda görüldüğü bu ülkede gittikçe artan bir toplumsal
tabakalaşma vardır.[201] Daha önemli olarak, asıl, kibbutz
yerleşmelerinde üretim araçları gerçekte kollektif tarımcılara değil,
bankacılara ve kredi açanlara ait olduğundan, kibbutz bir “sosyalizm
adası” değildir. İsrail devleti ve ekonomisinin çerçevesi içinde, kibbutz’da.
bile toplu sömürüye açıktır. Kibbutz akımındaki dört ulusal örgüt te[202] Dünya Siyonist Örgütüyle ve
çeşitli Siyonist siyasî partileriyle bağlantılıdır.
İsrail’in Batı ile İttifakı ve Saldırgan Dış Politikası:
Bir
önceki bölümde İsrail devletinde iktidarın’nerede olduğunu ve dünyadaki hangi
merkezlerin onunla ittifak içinde bulunduğunu göstermeğe çalıştım. Bu durumda,
İsrail iç siyasetini Batı etkisi içine almak için sahne hazır sayılır.
İsrail’in dış politikası sözkonusu edildiğinden, bu nokta daha bile doğrudur.
Kuşkusuz, Batı’nın. bazı emperyalist çevrelerinin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da
birtakım ihtirasları vardır. İsrail’i yöneten çevrelerin de emperyalist
çıkarlarla aynı doğrultuda yayılmacı hedefleri olduğu su götürmez.
Bir
A.B.D. Temsilciler Meclisi belgesi[203]
İsrail’in Batı için stratejik önemini iyi tanımlıyor. Bu belgede İsrail oldukça
uzun kıyısı, büyük bir limanı (Hayfa) ve bir hava alanı (Lydda) olan, üç kıta
arasında bir köprü gibi .gösterilmektedir. Şüveyş Kanalına ve Mısır’daki hava
alanlarına yakındır. Zengin petrol bölgeleri içindedir. İsrail’in kurulmasına
ilişkin koşullar, devlet yapısı ve emperyalist çevrelerle ilişkileri dikkate
alındığında, İsrail’e ulusal kurtuluş akımları ve ilerici güçlere karşı bir rol
verilmiştir.
Amerikan
Hükümeti İsrail’i resmen ilân edildikten on - bir dakika sonra tanıdı. İlk
A.B.D. Büyükelçisi James G. McDonald gerekli agrement’ı daha vermeden,
Trtıman tarafından atanmış ve kendine resmî statü tanınmıştı. Ülkenin içine
hemen akan Amerikalı danışmanlar İsrail’de yaşamın birçok alanlarını denetim
altına aldılar. 1957’de A.B.D ’nde kurulan “İsrail İçin Amerikan Yahudi
Derneği”nde, şeref üyeleri olarak, önde gelen Amerikan maliyecileri ve
endüstri erbabı yer alıyordu -Elliden fazla Amerikan Yahudi kurumu çalışmaya
başladı. İsrail’e akan para okaclar büyüktü ki, Harlan Cleveland’m sözleriyle,[204] alan tarafın onu işe yarar
biçimde tüketecek yetenekte olup olmadığı sözkonusııydu.
A.B.D.
Hükümeti İsrail ile başlangıçta birkaç andlaşma imzaladı. 1952’de imzalanan
Bilgisel İletişim Güvence Programı İsrail’e kitap, dergi, kâğıt, basım aracı ve
laboratuvar malzemesi girişini sağladı. Eğitimsel değişim programları A.B.D.’ne
İsrail’deki eğitim sistemini etkileme olanağı verdi. A.B.D. 1952’de İsrail’le
(resmî gazete olan Reşumot'ta. 1961’de yayınlanacak olan) bir askerî
andlaşma imzaladı, 1950 Hava Ulaşımı Andlaşması A.B.D.’ye İsrail toprağım
stratejik-üs olarak kullanma hakkını zaten vermişti. İlk yardımların bir bölümü
limanlar, üsler ve demiryolları yapımı için kullanıldı. 1952 Karşılıklı
Savunma Yardım Atıdlaşması İsrail’in savaş ve ekonomik gizilini Amerika’nın
hizmetine sunması sonucunu getirdi. O zamandan beri, askerî “yardım” niteliksel
bir değişime uğradı. Önce askerî gereç olarak başladı, sonra Hawk füzeleri gibi
askerî savunma silâhlarına dönüştü ve daha sonra Skylıavvk bombardman saldırı
silâhları biçimine büründü. Skyhavvk yalnızca düzenli silâhlar, kimyasal ve
donanma saldırıları için torpidolar değil, aynı zamanda nükleer bombalar ve
füzeler de taşımaktadır. A.B.D. İsrail’i Arap halklarını sindirmek için bir
silâh olarak kullanmağa hazırlanıyordu. İsrail yöneticileri ülkelerini
emperyalizmin suç ortağı yapıyorlar ve doğal olarak böyle bir siyasete karşı
beklenen tepkiyi uyandırıyorlardı.
İsrail’e
ilişkin İngiliz siyaseti Orta Doğu’da ulusal kurtuluş akımlarının ezilmesi
isteğiyle belirleniyordu. Filistin için İngiliz Manda yönetiminin bitiminden
kaynaklanan iddia ve karşı-iddialar, İsrail’e sermaye yatırımları ve silâh
sağlanmasıyla yer değiştiriyordu. İngiltere İsrail’e, özellikle Mısır’a karşı
İngiliz, Fransız ve İsrail ortak saldırısının yer aldığı 1956’dan beri askerî
araç ve gereç vermektedir.[205] [206]
Fransa’nın
İsrail ile ilişkileri 1956’dan sonra gelişti. Ancak, daha sonra 1967
saldırısını kınayarak İsrail’i açıkça destekleme siyasetini terketti.11
İsrail’in
Federal Alman Cumhuriyeti ile ilişkileri 1952 onarım and taşmasının
imzalanmasıyla daha iyiye yöneldi. Bu andlaşma Almanya için Orta Doğu’ya sızma
kapılarını açtı. İsrail burada da gene işbirlikçi bir sıçrama tahtası olarak
işe yarıyordu. Alman onarım ödemeleri 1956 çatışmaları sırasında tam zamanında
İsrail’e akmıştı. Bonn’un NATO’da ve Ortak-Pazar’da ağırlığı olduğundan, Alman
dostluğu önemliydi.[207] Almanya’da da İsrail ile
F.A.C. ilişkilerini geliştirmek için çalışan on kadar Yahudi örgütü vardır.[208]
Yukarda
söylenenler gösteriyor ki, emperyalist devletlerin İsrail’e verdiği rol ile
İsrail yönetici çevrelerinin yayılmacı tasarısı aynı madalyonun iki yüzüdür. Bu
amaç birliği tüm İsrail tarihinde görülebilir. Emperyalist güçler bölgede
eylemin içine daha fazla girdikçe İsrail yayılmacılığı daha da
belirginleşmiştir.
Bu
saldırgan siyasetin İsrail toplumunu daha askerileştirmiş- olmasına şaşmamak
gerekir. İsrail Ordusunun çekirdeği Haganah ve (daha önce İngiliz Ordusunun bir
parçası olan) Yahudi Tugayıydı. Bağımsızlıktan sonra, İsrail subayları
Amerikan, İngiliz ve Fransız askerî kolejlerinde eğitim görmeğe başladılar.
Yeni göçmenler askerî eğitimden geçirildi, gençler askere alındı, etkili bir
yedekler seferberlik sistemi yaratıldı ve stratejik endüstriye öncelik
verildi. Böylece, İsrail 1956 saldırısına hazırlandığı sırada, ordu da malzeme,
beceri ve moral yönlerinden hazırdı. Centurion ve Patton tankları, Skyhavvk
jetleri vc başka karmaşık silâhlar ıg56’dan sonra geldi.
İsrail’in
askerileştirilmesi Orta Doğu’da askerî paktlar oluşturma çabasıyla elele
yürüdü. İsrail daha 1951’de bütün ilgililere önerilen ve Arapların redde
kararlı göründükleri Orta Doğu Komutanlığı tasarısını destekleme işaretleri
gösteriyordu. İsrail Dış İşleri Bakanı Moşe Şarett’in Washington’u ziyareti 23
Temmuz 1952 A.B.D.-İsrail Andlaşmasıyla sonuçlandı. Artan sınır çatışmaları,
nihayet, büyük askerî karşılaşmalara yol açtı. Böylece, İsrail Süveyş Kanalı
Şirketinin millîle.ştirilmesinden çok önce Mısır’a saldırmaya hazırdı. A.B.D.
1956 saldırısına katılmamıştı ama, Mısır’ın saldırıya uğrayacağını biliyordu.[209] A.B.D. ilerici Arap
rejimlerinin zayıflaması yanında, bölgede yeni mevziler kazanmayı hesaplıyordu.
1957’de ilân edilen Eisenhovver Doktrini Amerika’nın öteki Batılı sömürgeci
güçleri geride bırakmağa kararlı olduğunu gösteriyordu. Bu doktrin Orta Doğu
ülkelerinin iç işlerine karışmayı ve Arap dünyasında kurtuluş akımlarını baskı
altında tutmayı hedef alıyordu. İsrail bunu resmen 21 Mayıs 1957’de onayladı.
Ben-Gurion’un
Batı başkentlerini ziyaretinden sonra, Amerikan Skyhavvk uçaklarının
yollanmasına ilişkin 1962 andiaşması başarıldı. Bu, Amerikan siyasetinin İsrail
ile Araplar arasındaki çatışmayı derinleştirmede önemli bir adımıydı. İsrail
ile Federal Alman Cumhuriyeti arasında diplomatik ilişkilerin başlamasının
1965’de ilânını 1966’da ekonomik yardım andiaşması izledi. İsrail Savunma Bakan
Yardımcısı
Tzvi Dinstein aynı yıl gene Amerikan Skyhawk uçakları sağlamak için yeni bir
andlaşma yapmak üzere Washington’a gitti. Bu gelişmeler İsrailli önderlerin
Araplarla bir askerî çatışmaya doğru yol aldıklarını gösteriyordu.
Gerçeklerin
incelenmesi kişiyi 1967 savaşının, ona karşı olanları hedef alarak,
emperalistlerce başlatıldığına inanmaya sevkediyor. İsrail yayılmacılığı bu
hedefe giden, bir araç olarak kullanılmıştı, okadar. Ne saldırıdan önce, ne
saldırı sırasında, hattâ ne de sonra, Amerika İsrail askerî çevrelerini
suçlayan bir tek söz sarfetti.
14 Mayıs 1967’de, Kudüs’te İsrail’in kuruluş yıldönümü
nedeniyle bir askerî geçit töreni yapıldı. Askerî tören birçok diplomatik
temsilci tarafından İsrail’in başkentini Telaviv’den Kudüs’e tek yanlı olarak
taşıma kararını onaylamama belirtisi olarak boykot edildi. Birleşmiş Milletler
Barış Gücü Komutanı General Odd Bull da törende bulunmadı. Askersizleştirilmiş
bir bölgede geçit töreni düzenlemek ateşkes andlaşmalarmm bozulması olduğu
kadar açık bir kışkırtıcılıktı da. Fransız Le Monde İsrail’in “Suriye’ye
karşı topyekûn saldırı” tasarısını açıklayan belki de tek gazeteydi.[210] Gerilimi
daha da arttıran bir olay olarak, İsrail, barış gücünde komutanlık yapan
General Rikhye’yi taşıyan bir B.M. uçağına ateş etti. İsrail B.M. kuvvetlerinin
kendi topraklarına kabul bile etmezken, barış gücünü çektiklerinden ötürü
eleştirilenler U Thant ile Mısır oluyordu. Aynı biçimde, Başkan Nasır İsrail
gemilerinin ya da başka bayrakla seyreden ama İsrail için stratejik yük
taşıyanların Tiran Boğazından geçmelerine izin verilmeyeceğini bildirdiği
zaman, gündeme konan konu “Akaba Körfezi’nin ablukası” oldu. Oysa, İsrail
dışında tüm ticaret gemileri Eilat limanına uğrayabilirlerdi. Üstelik, bütün
devletlerin kendi kara sularında egemenlik hakları vardır. Tiran Boğazlarındaki
olay da bundan farklı birşey değildi. İsrail’in Akdeniz’de uzun bir kıyısı
olduğundan, Akaba Körfezi’nin kapatılması onun “boğulması” anlamına gelmiyordu.
Abluka İsrail devletinin varlığını tehlikeye atmadı. Bu ülke için barışın
korunması asıl önemli amaç olmalıydı. İsrail’i bir Arap okyanusu içinde
küçücük, zayıf birşey olarak gösteren Batı propagandası gerçeği yansıtmıyor.
İsrail’in gerisinde büyük emperyalist güçler vardır. 1956’da İsrail’in
emperyalizme karşı olan Arap komşularını bir türlü kabul edemeyen devletler
önce İngiltere ve Fransa, sonra da Amerika olmuştu. 1967’de, bu ülkeler
“nihaî
çözümü”, yani Nasır’ın iktidardan düşürülmesini ister görünüyorlardı.
i
Haziran 1967’de, Levi Eşkol General Moşc Dayan’ı Savunma Bakanlığına atadı ve
İ'rgun’un eski önderi Menahem Begin de dışardan bakan oldu. O zaman, İsrail’in
1956 Sina kahramanının ellerine tevdi edildiğine inanılıyordu. İsrail Moşe
Dayan’ın orduyu ve halkı toparlamada insan-üstü bir görevi başardığı, onları
örgütlediği, askerî plânları çizdiği ve ülkeyi tam üç günde savaşa ye zafere
götürdüğü efsanesini yaydı'. Ancak, gerçek şu ki, savaş kararı çok önceden alınmıştı.
Randolph ve Winston Churchill Allı Günlük Savaş adlı kitaplarında
General Ezer Weizmann’dan şu alıntıyı yapıyor: “Herşey için bir tasarımız var -
Kuzey Kutbunu ele geçirmek için bile.” General Mordechai Hod da kampanyanın
tasarlandığı yıllarda şunları söylemiş: “Plânla yaşadık, plânın üstünde uyuduk,
plânı yuttuk. Onu durmadan geliştirdik.”[211]
İsrail’in
savaş sırasında yaptıkları “savunma” gereğinden çok öteye gitti. Sivillere
karşı napalm bombaları kullanıldı, hattâ Mısırlılar yanında savaştıkları
iddiası ortaya atılarak Gazze’de barış gücüne bağlı bazı Hintli askerler bile
öldürüldü. Arap savaş tutsaklarına yapılan işlem tüm insancıl ilkeleri
çiğniyordu. Arap kentleri ve köyleri yerle-bir edildi. Hakaret, şiddet, yağma
ve yığınsal katliam yapıldı. İsrail ileri gelenleri Kudüs’ü, bazı Ürdün
topraklarını, Golan Tepelerini ve Sina’yı kendilerine kattıklarım ilân
ettiler. Yüz-binlerce Arap, gene, şiddetten ve bir yerden bir yere sürülmüş
olmaktan ötürü kaçmak zorunda bırakıldı. İsrail göçmen sorununu peşpeşe
yaratarak bunu komşu Araplar üstünde bir baskı aracı olarak kullanmak ve Yahudi
göçü için daha fazla toprak edinmek amacını güttü. Bütün bu söylenenler barış
içinde yanyana yaşamanın değil, İsrail’in işgal isteğinin kanıtlarıdırlar.
Irak’m
Birleşmiş Milletler delegesi Adnan Pachachi İsrail’in saldırıdan hemen sonraki
durumunu şu sözlerle çok iyi açıklıyordu:
“Siyonist
işgal esin ve itici gücünü Avrupa zindanlarının ürünü olarak işkence görmüş
kişilerin özlem ve düşlerinden almaktadır. Avrupa’daki Yahudi halka çektirilen
baskı ve hakaret yıllarının Hitler kıyımıyla doruğuna ulaşması, göründüğü
kadarıyla, bugün İsrail’in kaderini belirleyen Avfupah Yahudilerin ruhsal
yapılarında derin bir iz. bırakmıştır. Yüzyıllaıın yılgınlığı ve kini şimdi
Filistin Araplarma yapılan görülmemiş vahşetle bir çıkış yolu bulmaktadır.
Fakat kaderin ne acımasız bir cilvesidir ki, Yahudilerin, topraklarında Orta
Çağ Avrupa’sının anlatılmaz vahşetinden uzak bir kurtuluş ve korunma yeri
buldukları Araplar bugün böylesi hayasızca yoğun bir bir baskının kurbanı
olmaktadırlar...
“Amerikan
Hükümetinin tavrı, ne yazık ki, bizim en kötü kuşkularımızı pekiştirmiştir.
Görünen odur ki, İsrail’in Arap dünyasındaki Amerikan çıkarlarını ve
ihtiraslarını genişletmede güvenilir bir araç olacağı bu hükümetin yerleşmiş
bir siyasetidir.”[212]
İsrail’in
eylemlerinin ardındaki gerçek neden bu ülkenin yönetici çevrelerinin tekelci
sermayenin ne denli etkisi altında olduklarının anlaşılmasıyla daha iyi ortaya
çıkabilir. Yetmiş Yahudi iş adamının da katıldığı, uluslararası maliye ve
endüstri çevrelerinin büyük konferansı İsrail’in hangi çıkarlara hizmet ettiği
ve ülkenin gerçek sahibinin kimler olduğu hakkında bir fikir vermektedir.[213] İsrail yalnız kendi
kaynaklarına dayanarak silâhlı kuvvetlerini sürdüremez. Emperyalist devletler
İsrail’e petrolle dolu Orta Doğu’da kendilerinin bir bir aracı, Arap
halklarının ulusal kurtuluş akımım durduracak bir kale-ve Batı’nın stratejik
çıkarlarını kollayacak bir üs olarak baktılar.
Dünya
Siyonist Orgütü’nün 24 Eylül ıgby’de Basel’de. yapılan Yetmişinci Kuruluş
Toplantısında şovence ve tehditlerle dolu sözler işitildi. General Itzhok Rabin,
Dr. Nahum Goldmann ve başkalarının söylediklerine bakılırsa, İsrail’in Ürdün,
Lübnan ve Suriye gibi devletleri siyasal yönden bütünüyle ortadan kaldırmayı
tasarladığı sonucuna varılabilir.
Amerika’dan
başka Alman Federal Cumhuriyeti’nin de İsrail’in saldırgan siyasetine destek
olduğunu belirtmek önemlidir. İsrail’in askerî zaferlerine katkıda bulunan
silâhlar onarım andlaş- ması sayesinde Batı Almanya’dan sağlanmıştır. 1967
savaşı, anti- tank Kobra füzeleri de dahil olmak üzere, bazı Batı Alman silâhlarının
denenmesi için de fırsat yaratmış sayılır. Bu savaş küçük fakat hareket
yeteneği yüksek bir ordunun sayıca daha kalabalık bir dü.şmana üstün
gelebileceğini göstermiştir. Bazı Batılı askerî çevrelerin bu deneyin
kazançlarını Avrupa sahnesine taşımak istemeleri de akla geliyor. Batı Alman
nükleeı fizikçilerin İsrail’de çok aktif oldukları ve bu ülkenin atom
bombasını Araplarla olan diyalogda bir kuvvet aracı olarak kullanmak istediği
de biliniyor. Negev Çölü yeraltı nükleeı- deneylere sahne olmuş ve burada
füze rampaları kurulmuştur. Bu merkezler Batı Alman bilimcileri için, nükleer
silâhlara sahip olma isteklerine yardımcı olacak deney noktaları durumuna
gelmiştir.
Görünen
odur ki, emperyalizm savaşı sürdürmede İsrail’i bir araç olarak seçmekle doğru
bir seçenekte bulunmuştur. Batı’nm üstlenmeyi göze alamayacağı bir şeyi, iyi
silâhlanmış bir İsrail gönüllü olarak yapmaktadır. İsrail’in kuşkusuz kendi
ihtirasları olduğu halde, dünyada ve özellikle Orta Doğu’daki durum dikkate
alındığında, emperyalizmin ve yeni-sömürgeciliğin gönüllü bir aracı
durumundadır,
İsrail’in
daha önce Afrika’ya sızması da aynı çerçevede değerlendirilmelidir. İsrail,
Arap boykotunun etkilerini bertaraf etmek ve kendi emellerine bir çıkış yolu
bulmak amacıyla, Afrika’da bir yer edinmek için hiçbir çabayı esirgememiştir.
Afrika, önce, büyük bir ham madde kaynağıdır. Afrika endüstrisini kendi
ekonomisine bağlamağa çalışmış, ucuz emek ve zengin ham maddeye dayalı düşük
üretim maliyetinden yararlanmış ve İsrail’de pazarlanabilir mallar için
fabrikaların, örneğin Kenya ya da Fildişi Kıyısı’nda turunçgiller ürününü
taşıyacak tahta kasa yapımına yardım etmiştir. Bazı Afrika ülkeleri,
endüstrileri ya da İsrail makinalarr kullanan tarımları aracılığıyla ekonomik
yönden. İsrail’e bağlıydılar. Afrika’ya belirli anlamda sendikalaşma ve
kooperatif anlayışını götüren de Histadrut, yani İsrail İşçi Sendikaları
Federasyonuydu.
Daha
önemlisi, İsrail bu kıtadaki tüm ulusal kurtuluş akımlarının karşısında yer
almıştır. Güney Afrika’daki ırkçı azınlık hükümetine destek olmuştur.
Amerika’nın ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin yardımıyla birçok Afrika
devletinin bağımsızlığını engelleyici eylemlerde, görece görünmez fakat
stratejik açıdan önemli roller oynamıştır. Amerikan Hükümeti İsrail’in
Afrika’ya yardımının çeşidi ve özünün biçimlenmesine müdahale etmiştir. Bu
müdahale, doğrudan doğruya ayaklanmalara karşı uygulamalardan hareket eden
askerî eğitimin üstünde durarak stratejik yönden önemli bölgelerde
toplanmıştır. Angola’da Portekizlilerden İsrail yapımı Uzi makin alı
tüfeklerinin ele ge- "irildiğine dair raporlar vardır.[214]
İsrail’di “Güney Afrika ile Kutsal Olmayan İttifakı”[215]
[216] ne keyfî bir örnektir, ne de
yalnızca bir rastlantı. Geıçektcn, Paul Ginievvski Apartheid’in İki Yüzü.11
adlı kitabını İsrail Siyonizm’i ve Güney Afrika aparthe'uiı arasındaki
ideolojik yakınlık ve pratik işbirliği üstüne oturtmuştur. İsrail, ırkçı
rejimleri silâh ve askerî danışmanlarla beslemektedir.[217]
Bu denli ilişkiler İsrail için “intihar ilişkileri”[218]
olarak tanımlanabilir. Gerçekten de öyle olmuştur; birçok Afrika ülkesi ve
devletle diplomatik ilişkilerini kesmiş durumdadır.
İsrail
Asya’nın da bir parçası olmağa çabalamıştır. Başarısız- sızlıkla karşılaşmış ve
bu çabasından herhalde vazgeçmiştir. Başarı- rısızlığı kaçınılmazdı, çünkü
İsrail ve Siyonizm yalnız Asyalı olmadıkları gibi, Asya’ya karşıydılar da.
Jawaharlal Neh.ru 1955 Bandung Konferansında tehlikenin İsrail’den çok ona arka
çıkan güçlü devletlerden geldiği konusunda Arapları uyarmıştı.[219] Bandung’dan sonra, İsrail’in
hiçbir Asya-Afrika ya da bağlantısız ülkeler konferansına çağrılmaması kabul
edilmişti. Birbirini izleyen her konferansın İsrail’i daha sert biçimde
suçlaması önemlidir. İsrail yorumcuları Asya-Afrika için iyi olanın İsrail için
kötü olduğunda birleşiyorlar. 1958 Kahire Birinci Asya-Afrika Dayanışma
Konferansının İsrail’ in Orta Doğu’nun ilerlemesini ve güvenliğini tehdit eden
bir üs olduğu kararı, sonradan Gine, Endonezya, Cezayir, Tanzanya, Gana ya da
başka yerlerde yapılan hukukçular, gazeteciler, gençlik ve kadın
toplantılarında yinelenmiştir.
Birleşmiş
Milletler’de yapılan oylamaların incelenmesi İsrail’den ıızaklaştldığmı
gösteriyor. Geçmişte İsrail’i desteklemiş olan Malawi, Lesotho, Svvaziland ve
Botsvvana gibi devletler (pek küçük oldukları gerçeğinden başka) ırkçı Güney
Afrika rejimine bağımlıdırlar. İsrail’in dostları, genellikle, bu topraklarda
yabancılara askerî üsler verirler. İsrail dostlarını ekonomik, hattâ askerî
yönden şu ya da bu Avrupa devletine yakından bağımlı küçük, zayıf ve tutucu
ülkeler arasından seçer.
Saldırgan Dış Politikanın İçe Yansıması:
Dış
ülkelerden büyük paraların akması İsrail’in, özellikle ilk yıllarda ekonomik
güçlüklerinin üstesinden nasıl gelebildiğinin ve bu yönde bir üretim gizili
olmadığı halde dışta saldırıları nasıl yürütebildiğinin yanıtıdır. Bu türlü
görülmemiş parasal desteğin ülkenin ekonomik kalkınmasından başka hedefleri
olduğu burada belirtilmelidir.
İsrail’in
dış ödeme borçlarının yarattığı durum, Sina kampanyası suasmda, parasal
desteğe Amerika’nın da katıldığını ortaya koyuyor. Ameıikan Hükümeti İsrail’e
resmî yardımı geçici olarak durdurduysa da, (1956 saldırısından sonra da) hibe
biçiminde gene Amerikan kaynaklarından gelmeğe devam etti. İsrail yöneticileri
bu kampanyanın İsrail ekonomisi üstündeki etkilerini ortadan kaldırmak için
emperyalist devletlere daha fazla yaslandılar ve emeğiyle geçinen yığınlara
yeni vergiler koydular.
Yıllarca,
Filistin daha geniş ve tamamlayıcı bir örgünün ayrılmaz parçası oldu.
Filistin’in komşu Arap ülkeleriyle ekonomik ilişkileri olması doğaldır.
Çevresindeki Arap dünyası ile hiçbir ilişkisi olmayan İsrail ham maddelerden
bütünüyle yoksundur. Narenciye yetişen bu ülkede tarım genellikle gıda
yönünden halkın gereksinimini karşılamamaktadır. Endüstri gelişmemiş, dış
ticaret açığı büyüktür.
Ekonominin
1968’de büyümesi endüstrinin savaş üretimine yönelik genişlemesinden ötürüydü.
Aynı biçimde, bazı İsrail yayınları tarım ürünlerinde de fazlalık olduğunu
söylemekte, ancak bunun yığınların satın alma gücünün düşmekte olduğundan
kaynaklanıp kaynaklanmadığını belirtmemektedirler. Devlet sermayeciliği yerel
özel ve dış tekelci sermayenin hizmetindedir. Devlet sektörü bu çevrelerin
ağır baskısı altındadır. Örneğin, İsrail’in Hadera’daki en büyük kâğıt
fabrikası Amerikan sermayesinin denetimindedir. Amerikan Kaizer-Frazer Şirketi
büyük bir otomobil montaj kuruluşunu işletmektedir. Petrol arayan özel
sermayedir. Ülkenin dış-alım siyaseti incelendiğinde, İsrail’in temel endüstri
ham
maddeleriyle
dışardan getirilen mamul maddelerde bağımlılığı ortaya çıkar. Ancak, gitgide
büyüyen dış ticaret açığının ana nedeni artan sayıda uçak satın almasıdır. Bu
nedenle, ek bütçe kararları almak İsrail’de olağandır. Askerî masraf bütçenin
büyük bir oranını oluşturmaktadır. ıgög’da, yani 1967 saldırısından hemen
sonra, askerî masraflar bütçenin yüzde 54.1’ini kapsıyordu. Demek ki, sosyal
refah, sağlık, sigorta ve benzeri alanlara askerî amaçlardan daha az para
sarfediliyor. Hükümet enflâsyonu ve İsrail parasının değer kaybetmesini durduramamaktadır.
Gelişme bütçeleri hemen hemen bütünüyle dıştan gelen gelirle karşılanıyor.
Fonların üçte-biri de borçların ödenmesine gidiyor. İsrail bu malî çevrelere
büyük ölçüde bağımlıdır.
İsrail
kendine özgü bir emperyalist nüfuz örneği oluşturuyor. İsrailli yöneticiler,
Siyonist örgütler aracılığıyla, emperyalist ülkelerin etkili gerici
çevreleriyle yakın ilişki içindedirler. İsrail’in ileri gelenleri iç
politikada sermayenin çıkarlarına ve dış politikada da yayılmacı bir programa
hizmet etmektedirler. Dünya Siyonist Örgütü İsrail ileri gelenleriyle
uluslararası gericilik arasında kışkırtıcı anlaşmaların yapıldığı bir araçtır.
Bu örgüt geniş yetkileri olan yabancı ve devlet dışında bir kuruluş gibi
çalışır. İleri gelenleri aşırı eğilimli İsraillilerle örgütü Ne w York’tan
yöneten Amerikan Siyonistleridir. İsrail’in yönetici çevrelerinin, aslında,
Amerikan denetiminde olan Siyonist örgütün yalnızca bir parçasını oluşturduğu
söylenebilir. İsrail Hükümeti bu örgütün yöneticilerini, kendilerinin görev ve
yetkilerini ilgilendiren bir yasa tasarısı henüz Knesset’e sunulmadan önce,
haberdar etmektedir.
.
Bugünkü Siyonizm de menfada birleşmiş ve acı çeken bir Yahudi ulusunun varlığı,
Yahudi sorununun toprak elde etmekle çözümü ve Semitizm düşmanlığının sürüp
gitmesi gibi Siyonizm’in klâsik inançlarına oturmaktadır. Dünya çapında
birleşmiş bir Yahudi ulusuna ilişkin iddialar Yahudilerin kendine özel,
başkalarından ayrı ve daha önemlisi, “seçilmiş” ve “üstün” oldukları inancına
yol açtı. İkinci olarak, dünya Yahudiliğinin zorunlu olarak İsrail’e göçmesi
isteği on-beş milyon' insanın yerleştirilmesini gerektiriyordu. Bundan ötürü,
1967 saldırısının da gösterdiği gibi, Araplar Siyonizm’i bir tehdit olarak
kabul etmekte haklıdırlar. Siyonizm Orta Doğu’da emperyalizmin bir aracı
olarak, uluslararası barış ve güvenlik için de bir tehdittir. Son olarak,
gerici vc yayılmacı bir ideoloji olan Siyonizm'in Semitizm alcyhdarlığıyla da
bir ilişkisi yoktur. Bugünkü Siyonizm İsrail’de vc Amerika’da büyük Yahudi
burjuvazisinin ideolojisidir. Emperyalizme hizmet eder ve kurtuluşçu güçleri
hedef alan yeni-sömürgeci tasarıların yardımcısıdır. Yahudi sorununu çözemez;
emperyalizmin yalnızca Yahudi kanadıdır. Ona karşı duranlar emperyalizme karşı
oldukları için bu tavrı takınmaktadırlar.
İsrail
devletinin Mayıs 194.8’de kurulmasından bile önce, Afrika’da ve başka yerde
İsrail varlığının temelleri siyasal Siyonizm vc kıtaya miras kalan imparatorluk
yapısı içinde atılmıştı. Bunun sonucu olarak, bu varlığın araştırılması bizi
yalnız İsrail’in çabalarına Afrika’da nasıl yardımcı olunduğu sürecini değil,
doğrudan doğruya ya da dolaylı olsun, İsrail yararına işletilecek olan bu
baskıların doğasını da anlamamıza yardımcı olacaktır.
Bu
tartışmanın biraz sınırında görünmekle birlikte, Siyonistlerin ilk başlarda
ilgilenmeleri konusunu ele almak Siyonizm’in sömürgeci ve yerleşmeci niteliğini
anlama açısından yararsız değildir. Böylece, Herzl’in Der Judenstaat
adlı kitabının yayınlanmasından yalnızca yedi yıl sonra, Ingiliz Sömürge Bakanı
Joseph Chamberlain Siyonist öndere Uganda’da (aslında, Kenya) bir Yahudi
yerleşmesi kurmasını öneriyordu. Chamberlain’in 1903 tarihli Altıncı Siyonist
Kongresinde kabul edilen önerisinin Uganda demiryolunun yapımı gibi birtakım
pratik düşüncelere bağlı olmasına karşın, daha önemli olarak, güney Afrika’da
Ingiliz ırkçı ve imparatorluk siyasetiyle ilgiliydi. Chamberlain Boer
Savaşından sonraki dönemde, Güney Afrika’da beyaz uzlaşı siyasetinin kesin
başarısı için Yahudi desteğine gereksinim olduğunu anlıyordu. Savaştan sonra
taşınmaz malî yüklerle karşı karşıya kalan Sömürge Bakanı Güney Afrika’nın
kalkınmasının Rand çevresindeki büyük endüstri ve maden zenginliği yoluyla
olabileceğini bilmekteydi. Tüm İngiliz dominyonları içinde, Güney Afrika
Yahudi- dilerin ve Yahudi sermayesinin en girift olduğu yerdi.1
Chamberlain’in biyografisini yazmış olan Julian Amery’nin dediği gibi,
“özellikle Rand Yahudilerin elindeydi ve...Chamberlain ile Milner Güney
Afrika’nın kalkınması ve gelecekteki ilerlemesini bu zenginliğe bağlıyorlardı.”[220] [221]
Güney Afrika’nın 1898’de Güney Afrika Siyonist Federasyonu kurulmadan önce
Siyonist eylemin bir merkezi olduğu gerçeği ve “Rand madenlerinde en zengin
girişimci ve yatırımcı Yahudilerin Siyonist olmaları”[222],
İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere, öteki Batı
devletlerinde daha sonrak iSiyonist başarısı, iç siyasal yapı ile dış siyaset
arasındaki ilişkiye bir örnek oluşturabilir.
Güney
Afrika Yahudiliğinin siyasal Siyonizm’le, “Uganda önerisi” ile ilgisine
yansıyan -ama ilk tercihi oluşturmayan- derin bağlantısı bu zamansız tasarıyı
da aşıyordu. Aslında, Güney Afrika Yahudileri siyasal Siyonizm’e o denli
bağlıydılar ki, ülke Yahudilerinin yüzde 99’unun Siyonist bağlantısı pekâlâ söylenebilirdi.[223] Güney Afrika’ya yüzde 8o’i
Litvanya’dan gelen Yahudi göçmenler, ilk başlarda yoksul olmalarına karşın,
tüm beyazlar gibi buradaki ırksal eşitsizliklerin yukarılara tırmanmak için
olanak sağladığını çarçabuk farkettiler. Birçok gözlemci 120,000 Güney Afrikalı
Yahudinin 1945’e kadar, dünyada kişi başına en zengin Yahudi topluluğunu
oluşturacağını ve, Amerika da dahil olmak üzere, herhangi bir yerdeki Yahudi
topluluğundan daha fazla Siyonist dâvasına katkıda bulunacağını söylüyordu.[224]
Herzl’e
açıkça ödün vermek için düşünülmüş ve Güney Afrika Yahudi topluluğuna hoş
görünmek isteyen Uganda önerisinden başka, Afrika’daki Yahudi yerleşmesini
ilgilendiren başka birçok tasarı daha vardı, fakat bunlar çoğunlukla fsrael
Zangvvill’in önderliğinde Yahudi Toprak Örgütü’nün önerileriydi. Bu tasarıların
herbiri siyasal Siyonizm’in, ister Libya’da İtalya, ister Sudan’da Ingiltere ve
ister Angola’da Portekiz olsun, bir sömürgeci devletin çıkarlarıyla uyuştuğu
noktasından yola çıkıyordu. En son verilen örnekte, bu tasarıyı destekleyenler
“Portekiz Hükûmeti’nin Angola’yı etkin bir biçimde işgal altında tutamamasından
ötürü, bu düşünceyle işbirliği yapmak zorunda olduğunu, Güney-Bati Afrika’dan
gelen bir Alman tehdidiyle karşı karşıya bulunduğunu ve ‘Angola’da Portekiz
bayrağı altında güçlü bir Yahudi kolonisinin o bayrağın orada dalgalanmasının
tek yolu olduğunu’ ”[225] tahmin ediyorlardı. Birinci
Cihan Savaşı’nın başlamasıyla Yahudilerin Afrika’ya yerleşmesine ilişkin tüm
tartışmalar kesin olarak sona erip Filistin ön plâna çıkmışsa da, böyle bir
gelişme olmuş olsaydı ne gibi olası sonuçları olabileceğine dair düşüncelere
yer vermeğe değer. Bir tarihçi şöyle diyor:
“Bu
önerinin (Kenya) kabul edilmesiyle Yirminci Yüzyıl tarihinin nasıl değişmiş
olabileceğini düşünmek ilginç. Kenya sözkonusu olunca, kişi şunu sorabilir: Bir
Yahudi topluluğunun orada bulunması Ingilizlerin o bölgeyi denetlemelerine
yetecek miydi? Ya da Afrika milliyetçiliği kendi içindeki böyle bir toplumu
sömürgeci, kendi geleceğini saptama hakkı olmayan ve ulusal yarlık hakkı
olmayan bir grup olarak mı görürdü?...Herhalde, Afrika milliyetçiliği, Orta
Doğu’daki Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi, modern siyasal Siyonizm’le
çatışacaktı. O zaman da, horoz döğüşü Doğu Afrika’da olacak ve Nasır yerine de
Kenyatta Siyonistlerin nefret ettiği kişi olacaktı.”[226]
Olaylar
öyle gelişti ki, ne Kenyatta ve ne de Libyah ya da AngolalI milliyetçiler
Siyonist yerleşmecilerle karşı karşıya gelmek zorunda kaldılar; gelişmeler
farklı olsaydı, Siyonizm’in sömürgeci niteliğini pek az kişi yadsıyabilirdi.
Bu
arada, Siyonistler Afrika’da dikkatlerini, İngiliz Afrikası -yani, Kenya,
Rodezya’lar ve Güney Afrika- başta olmak ve Belçika Kongosu onu izlemek üzere,
Yahudi yerleşmelerinin kalabalık olduğu yörelere toplamışlardı. Burada
Siyonist ve emperyalist düşüncenin birbirine bağlılığı ve bağımlılığı,
neredeyse, Afrika'nın güneyindeki beyaz azınlığın merkezine yakınlık oranında
önemliydi. Bu siyasal, toplumsal ve kültürel ilişkinin gerçek doğası kendini
Güney Afrika’nın en tanınmış siyaset adamı olan General Jan Christian Smuts ile
daha sonra İsrail’in ilk Cumhurbaşkanı olacak olan Siyonist önder Chaim
Weizmann arasındaki derin kişisel ilişkide gösterecekti.
Smuts’m
Weizmann’a ve Siyonizm’e yakınlığı İngiliz imparatorluk varlığını kollayan bir
görevlinin oynadığı rolün yanıbaşmda, ülkesinin sömürgen sermayeci sisteminin
gereksinimlerini dikkate alarak yumuşatılmış ve modernleştirilmiş de olsa,
kendi Afrikaner halkının ırkçı ve saptırılmış teolojisinden de
doğuyordu. Smuts-Weizmann dostluğunun önemi, ancak, Weizmann olmasa Balfour
Bildirisi’nin olmayacağı ve Smuts olmasa 1910’da siyah çoğunluk tüm bir yana
itilerek kurulan Güney Afrika Birliği’nin sarsılıp yıkılacağı anımsandığmda,
tam olarak anlaşılabilir. Her ikisi de bir anlama “temsil” ettiklerine karşı
benzer durumlarını korumağa çalışıyor ve her ikisi de ekonomik, siyasal ve
stratejik boyutlarda imparatorluk öğesi adına hareket ediyorlardı. Her iki
durumda, Smuts ve Weizmann Batı uygarlığının, bir Hıristiyan misyonu ya da Yahudi-Hıristiyan
hedefi olarak, baskıyla sömürü ve işgâlle denetimi sanki iyi şeylermiş gibi
göstermek yeteneğini kendilerinde toplamışlardı.
1975’de
yayınlanmış olan Weizmanri ve Smuts: Siyonist-Güney Afrika işbirliğine
İlişkin Bir Çalışma adlı kitabımda uzun uzadıya anlatılan bu ilişkinin
ayrıntılarına girmeden belirteyim ki, Weiz- mann, 1940’larm başında,
1939-öncesi Îngiliz-Siyonist işbirliği Beyaz Kitabının canlanabileceğin! umduğu
ahlarda, Smuts’a bu ittifakın öncüsü ve beyaz üstünlüğüne dayalı bir Pan-Afrikanizm’in
babası olarak, Afrika’nın geleceği için bir tasarı önermişti. Weizmann, 26
Şubat 1943 tarihli ve “Afrika Hakkında Memorandum” başlığını taşıyan bu ilgi
çekici belgede, “Afrika’nın savaştan sonra Ingiliz Sömürge imparatorluğunun
herhalde belkemiği olacağına dayalı” bir tez geliştirdi. Weizmann burada, daha
sonra, petrolün yerine geçecek olan yeni bir kimya endüstrisi için
karbonhidratların geniş kullanımım öngören bir gelişme tasarısı öneriyordu. Bu
tasarı içinde Weizmann, bir Yahudi Filistin’in, “Afrika Kıtasının, büyük bir
oluşum olma yolunda gelişebilmesi için bir laboratuar ya da deneme istasyonu
rolü oynayabileceğini” ileri sürüyordu. “Afrika ile Filistin arasında
yaratılacak bu bağın Filistin’in Arap çevresi içinde yerini güçlendirebileceğini
ya da ekonomik ve siyasal yönden, ilerde kurulabilecek bir Arap Federasyonu
yerine Afrika blokuna girmesini kolaylaştıracağını” belirterek sözlerini
bitiriyordu.[227] Smuts Afrika’nın ve
imparatorluğun geleceğini, kuşkusuz, gerçekçi olarak gördüğü ve bu tasarıyı ele
almadığı halde, Weizmann’m Afrika’ya yaklaşımı, genel çizgileriyle, İsrail’in
düşünce biçimini oluşturdu. Bu arada, Güney Afrika’nın desteği 1947’de
Filistin’in bölünmesine ilişkin B.M. kararına yol açan karmaşık Siyonist
manevralarına bir hayli katkıda bulundu.
Güney Afrika, gene Smuts’ın önderliği altında, uluslararası
düzeyde Yahudi devletinin desteğine koşarken, içerde hükümetinin karşısına
militan ve ırkçılık açısından daha da sağ kanatta olan, Afrikaner’lere dayalı
Milliyetçi Parti dikilmişti. Bu partinin geçmişinde Semitizm-aleyhdarı tavırlar
olmasına karşın, 1947 ye 1948’dc dramatik bir değişiklik de yer aldı. Irkçı bir
azınlık rejimi korunacaksa, yalnız beyaz dayanışmasının gereği takdir edilmiş
olmakla kalmıy or, fakat Yahudi sermayesinin çıkıp gideceği korkusu da
duyuluyordu. Böylccc, 1948 genel seçimleri yaklaştıkça, bir zamanlar Hitler’in
ırkçı mitolojisini benimsemiş olan partinin düşüncesinde bir değişikliği
gösteren birkaç işarete rastlandı. Milliyetçi Afrikaans basını Filistin’deki
în- liz siyasetine karşı Siyonist terörizm ve muhalefetini desteklemekle
kalmıyor, Tanrı’nm Seçtiği Hıristiyan ırk dedikleri AfrikanerAcrm İngilizlerle
bağı koparma isteğini Siyonistlerin.tavırlarına benzetiyorlardı. 26 Mayıs
1948’de Milliyetçilerin, az farkla da olsa, zaferinden hemen sonra, Malan
hükümeti İsrail’i de jure tanıdı.
İsrail’in
diplomatik yönden tanınmasını hemen, Yahudi desteğini kazanmak için düşünülmüş
olan öteki eylemler izledi. Malan iktidara geldikten altı hafta sonra, kendinin
ve hükümetinin beyazların herhangi bir bölüntüsüne karşı ayrımdan yana
olmadıklarını açıkladı. Malan, İsrail’e yatık birçok öteki devletin tavrının
daha da ötesine giderek, yasalarla uyuşmadığı halde, İsrail’de hizmet etmek
üzere Yahudi yedek subayların gitmelerine izin verdikten başka, Ingiliz Uluslar
Topluluğunda Yahudi devletini ziyaret eden ilk başbakan da oldu. Güney
Afrika’nın karşılaştığı ciddî parasal sorunlara karşın, hükümet İsrail’in çok
gereksinim duyduğu mal ve patanın yollan- masna izin verince, Malan’m Yahudi
topluluğu üstündeki etkisi aşağı yukarı tamamlanmıştı.[228]
Milliyetçilerin İsrail’i desteklemesi ve Semitizme karşı olan resmî
siyasetlerine son vermelerinin Yahudi toplumundaki tepkisi bu partinin
görüşlerinin bütün aşamalarda kabul edilmesi oldu. Böylece, apartheid
resmen siyasal bir sorun oluyordu, havrada ya da Yahudi basınında suçlanacak
bir ahlâk sorunu değil.[229]
İsrail’in
bağımsızlığının ilk on yılında, bu devletin ilişkileri Güney Afrika, Etyopya ve
Liberya ile sınırlı kalmıştı. Hem- Etyopya, hem Liberya’da yönetici
Amerikan-Liberyah seçkinlerde aşırı tutucu Baptist (Protestan) mezhebi ile
birlikte güçlü bir Amerikan varlığı ve karmaşık bir Kral Salomon sülâlesi
mitolojisi İsrail ile ilişkileri etkilemişti. Aynı zamanda, Fransa Batı ve
Ekvator Afrikası, Belçika Kongosu, İngiliz Batı, Doğu ve Orta Afrikasında
bulunan Avrupa yönetimleriyle ticaret ve ekonomi ilişkileri kurulmuştu. 1957’de
Gana ile başlayarak bağımsızlık gelip çattığında miras olarak kalan ilişkiler
bunlardı. Çeşitli ilişkilerin varlığına karşın, İsrail açısından, Güney Afrika
vc öteki beyaz azınlık göçmenleri yönetimiyle ilişkiler geri kalan Afrika
çıkarlarından ağır basmaktaydı. Bunun sonucu olarak, Güney Afrika’nın ırkçı
siyaseti Birleşmiş Milletler’in neredeyse kuruluşundan beri bu örgütte
tartışılmaktaysa da, İsrail bu ülkenin tutumunu suçlama akımına katılma
gereğini duymuyordu.
Ancak,
1955-1956 yıllarına gelindiğinde, olaylar İsrail’in Afrika ile ilişkilerini
yeni baştan ele alması zorunluluğunu doğurdu. İsrail’i dışta tutan 1955 Bandung
Konferansı ve 1956’da Süveyş’e İngiliz - Fransız-îsrail saldırısı sırasında yer
alan Yeni Delhi Asya Sosyalist Konferansı İsrail’in Batıklarla ve
emperyalistlerle olan ilişkilerinin onu özenilmeyen bir duruma soktuğunu
gösteriyordu. Böylece, Birleşmiş Milletler’de çoğunluğu oluşturacak olan
devletlerle yakın ilişkiler kurma karan verildi. Kısaca, bu Afrika siyaseti üç
temel ilkeye oturacaktı: (a) Arap etkisinin, gerekirse askerî yardım yoluyla,
sınırlanması; (b) Arap Birliği üyesi olmayanlarla ekonomik ilişkilerin genişletilmesi;
ve (c) Birleşmiş Milletler’in içindeki (ve sonunda Afrika Birliği Örgütünde)
Arap devletlerine karşı kullanılmak üzere, Arap olmayan Afrika devletlerinin
diplomatik desteğini kazanma. Açıktır ki, bu siyaset ancak yeni devletler
biçimsel egemenliklerine kavuştukça yavaş yavaş tam olarak uygulanmağa
başlamıştı. Fransız uydusu olanlar başta olmak üzere, bu devletlerin çoğunun,
ekonomik ve siyasal yönden, Paris’e çok fazla bağlı olmaları gerçeği karşısında
bağımsızlıklarının bir anlama kuşkulu olması İsrail açısından ek bir yarar
sağlıyordu. Temelde, İsrail bağımsızhktan önceki günlerde kurduğu ticaret
bağlantılarının yarattığı havadan yararlanıyordu.
1957 ve
1961 yılları arasında İsrail’in Afrika siyaseti Güney Afrika ile olan
ilişkilerini ön plâna almakta devam ettiyse de, Temmuz 1961’e gelindiğinde
Fransa’ya yönelik tutucu devletlerden bile apart- heid’i İsrail’in
kınamasını isteyen baskılar gelmeğe başladı. Böylece, İsrail’in ilk ürkek
tepkisi apartheid’i “ülkenin beyaz olmayan çoğunluğunun çıkarlarına
zararlı” olarak tanımlaması oldu. Bunu, kısa bir süre sonra, İsrail’in B.M.’de
Güney Afrika’ya karşı oy verenlere birkaç kez katılması izledi.
İsrail’in,
Güney Afrika’nın ırkçı siyasetine ilişkin daha önceki on-üç yıldır sürdürdüğü
tavır ışığında, bu dönüşü, anlaşılabileceği gibi, Güney Afrika’nın duyarlılığı
açısından bir hayli sürpriz olarak geldi. Güney Afrika AJ'rikaaııs
basını ihanete uğramış bir aşığın kızgınlığı ve içtenliği ile şunu
sorabiliyordu:
“İsrail
halkının kendini Yahudi olmayanlar arasında korumağa çalışmasıyla Afrikaner’hı
olduğu gibi kalma çabası arasında bir fark var mı? İsrail halkı, Tevrat’tan
yola çıkarak, öteki halklarla neden karışmak istemediğini anlatmağa çalışıyor;
Afrikaner de aynı şeyi yapıyor...”11
Güney
Afrika Dış İşleri Bakanı “Güney Afrika Hükümet ve kabinenin bakanları tek tek,
geçmişte, İsrail ile ilişkileri iyileştirmek için yapmadıklarını
bırakmadıklarını” söyleyerek İsrail’i “düşmanlık ve kadirbilmezlik”le suçladı.[230] [231]
Başbakan Dr. Vertvoerd şu rahatsız edici gözlemde bulundu: Yahudiler İsrail’i
orada bin yıl yaşamış olan Araplardan aldılar. Bu noktada onlarla aynı
düşüncedeyim; İsrail, Güney Afrika gibi, bir apartheid devletidir.”[232] Sonunda diplomatik
ilişkilerin büyükelçilik düzeyinden elçilik düzeyine indirilmesiyle,
Îsrail-Güney Afrika bağlarında resmî olarak bir soğuma yer aldıysa da, ekonomik
ve kültürel ilişkiler güçlü kaldı. Bazı durumlarda, Güney Afrika Siyonist
Örgütü aslında büyükelçilik görevlilerinin ele alması gereken birçok işler
yaptılar. Daha önemlisi, Güney Afrika Yahudiliği neredeyse genellikle ciddî bir
İsrail yanlısı olarak değerlendirilen bu durumu affettirecek bir yol olarak
dünya kamu oyunca Güney Afrika’ya yöneltilen eleştirileri başka yönlere çekmeğe
çalışıyordu. Bu durum, Güney Afrika Milletvekilleri Kurulu ve Siyonist
Örgütü’nün ısrarıyla, Yahudi kuruluşlarının apartheid’i resmen
suçlamaktan kaçındıkları B.M.’de özellikle görülüyordu.
Afrika
ve Asya ile daha güçlü ilişkileri öngören İsrail kararı, Histadrut (İş Genel
Federasyonu) ve Mapai’m (İsrail İşçi Partisi) Filistin’deki Siyonist
çabalarının başlangıcından beri geliştirdiği bağlantıların bezediği işçi akımı
ve Batı Avrupa sosyalizmine ilişkin temaslardan yararlanabildiği için
şanslıydı. Gerçekten, İsrail’in bir Afrika-Asya siyasetine girişme isteği,
Uluslararası Özgür İşçi Sendikaları Konfederasyonunun temsil ettiği
sendikacılık akımının Afrika ile ilişkileri genişletme kararıyla birleşti.
Brüksel’de üstlenen ve “aşı- rıhğı” ve “sola kaymayı” sınırlama çabasına
yardımcı olan ve bunu büyük ölçüde denetleyen A.B.D. sendika federasyonları
A.F.L. -C.I.O. idi. Bu örgütün Siyonizm’le güçlü bir biçimde
bağlantısı vc Afrika’da çabalarının C.I.A. desteğiyle belgelenmiş olması bu
yazının, çerçevesini aşan konulardır. Kısaca, bu önderler, bu demektir ki,
Afrika’da işçi sendikaları akımı kanalıyla “ılımlı” önderler yaratma yolunda
adamakıllı çaba harcamaktaydı. Ve bu denli önderler de, Amerikan, İngiliz,
İsviçre ve İskandinavya işçi akımlarının yardımıyla Histadrut tarafından
1960’da Telaviv’de kurulmuş olan ve güya siyasal yönden yansız Emek Çalışmaları
ve İşbirliği Enstitüsünde değil de başka nerede eğitim görebilirlerdi? Bundan
böyle, Manda döneminde yerleşmecilerin ekonomik ve siyasal yaşamını deneyimi
altına alıp biçimlendiren Histadrut ve Mapai gibi güçler geniş kaynaklarını ve
dikkatlerini, İsrail dış politikasına destek kazanma yolunda, Üçüncü Dünya’ya
çevirdiler.
Bunun
sonucu olarak, İsrail 1958 ve 1967 yılları arasında Afrika da genellikle hakkında
iyi konuşulan, bir sürü yaratıcı ve gerçekten bir hayli beceri isteyen işlere
kalkıştı. Yüksek masraflı tasarılardan kaçınarak ve insan öğesi üstünde
durarak, dokuz yıllık bir süre içinde 2485 İsrail uzmanı Afrika’da
çalıştılar. Asya, Lâtin Amerika ve Akdeniz dahil olmak üzere, bütün bölgelere
yollanan uzmanların toplam sayısının 3476 olduğu gerçeğinden hareket edersek,
Afrika’nın İsrail’in bir numaralı hedefi olduğu anlaşılır. Aynı biçimde, eğitim
için, İsrail’e getirilen 12,627 yabancı içinde yarısından fazlası, 6640 kişi
Afrika’dandı. Bu Afrikalıların sayısı 1958’de 59’dan 1964’de 528’e fırlamıştı.
Gelişmiş devletlerin dışında aynı şeyi şeyi yapan devletler içinde en büyüğü
olan İsrail’in bu çabasına ilişkin dikkate değer gerçekler, rakamlar ve mantık
Leopold Laufer’in İsrail ve Gelişmekte Olan Ülkeler İşbirliğine Yeni
Yaklaşımlar (1967) adlı kitabında yer almaktadır. A.B.D. Dış İşleri
Bakanlığı Uluslararası Gelişme Ajan- st’nda görevli biri tarafından yazılmış
olan bu kitap İsrail’in Afrika’daki başarısının temelini anlama ve bundan
yararlanma umudunu besleyen için sen derece önemlidir.
Afrika’da
İsrail’in ve Milliyetçi Çin’in çabalarının temel gerçeği her ikisinin de
Amerikan onayıyla iş görmüş oldukları ve A.B.D’nden gelen teknik yardımdan
büyük ölçüde yararlandıklarıdır. Böylece, 1950’leıde Dördüncü Nokta
programlarıyla A.B.D.’ye gidip eğitim gören beş İsrailliden en az biri, daha
sonra İsrail’in kendi kooperatif programına katılmıştır.[233]
İsrail’in Afrika’daki varlığının ne. biçim birşey olduğunu, C.I.A.’deu yardım
gören Massachusetts Teknoloji Enstitüsüne bağlı Uluslararası Çalışmalar Merkezi
denetiminde Arnold Rivkin’in 1962’de yazdığı kitap başka bir düzeyde ortaya koymuştur.[234] Rivkin, Afrika ve Batı:
Ö,~gür Dünya Siyasetinin Öğeleri adlı bu kitabında, “İsrail örneğinin, Batı
modelinden farklı, fakat özgür dünyanın çıkarlarına komünist örneğinden çok
daha fazla uyan, bir çeşit ekonomik ‘üçüncü güç’ olabileceğini” söylüyordu.
Rivlin Amerika için gerçekten hükümet siyaseti olacak şu öneri üstünde duruyordu
:
“İsrail’in
üçüncü güç olarak rolü de üçüncü-ülke yardım tekniğini yaratıcı biçimde
kullarak arttırılabilir. Afrika’ya yardımı genişletmek isteyen bir özgür dünya
devleti, İsrail’in özel durumu ve birçok Afrika ülkesi tarafından iyi kabul
gördüğünü göstermiş olmasından ötürü, bu artışın bir bölüğünü İsrail kanalıyla
yöneltebilir. Örneğin, Batı Almanya ya da A.B.D., İsrail’in Afrika ülkelerine
ek yardımlarına malî desteği oluşturmak için, İsrail’in özel hesabına
yatırılanlarla geri ödenmek üzere, İsrail’e Alman Markı ya da dolarla özel
kredi açabilirler. Bu krediler İsrail’in ödeme dengesindeki olumsuz durumu daha
iyiye götüreceği gibi, Afrika ülkelerine yapılan yardıma malî yönden,
geri-ödenmezlik temeli üstüne, desteklemek için ek kaynaklar oluştururlar. Bu
türlü üçüncü-ülke yaklaşımı özgür dünyanın çok-yönlü yardım gruplaşmalarına
özellikle uygundur.”
Açıktır
ki, Amerika açısından, İsrail ile iyi ilişkiler içinde olan herhangi bir Afrika
devletinin, A.B.D. ile kötü ilişkiler içinde olması olası değildir. Daha
açıkça, A.B.D. siyasal yönden, mütevazi bir İsrail varlığı sayesinde, bir hayli
daha yoğun ve doğrudan Amerikan müdahalesinden çok daha fazla kazanabilir.
İsrail,
1967’den önce B.M.’de Afrika ile ilgili olarak yapılan birkaç yoklamada tuhaf
durumda kaldıysa da İsrail’in çabaları, genelde, başarılı olarak
değerlendiriliyordu. Herhalde çok sayıda değişik re-
iimlerle
yakın ilişkiler kurduktan başka, İsrail ekonomisi belirli yararlar sağlandı.
İşin tuhafı şu ki, tsrail-Afrika ilişkilerinde değişiklik Haziran 1967
savaşında İsrail zaferi ile başladı. Güney Afrika’nın beyazları da dahil olmak
üzere, Batı dünyasının gururu ve geniş toprakların fatihi İsrail, bu zaferden
işgalci, güçlü ve Prusya-Hegel modelinin gerçek imajı olarak çıktı. Uzun süredir
“çevrilmiş”, “tek başına kalmış”, “tehdit altında” ve küçük “demokrasi kalesi”
diye sunulan İsrail ilkelerine bağlı Afrikalı önderlere artık böyle görünmüyordu.
Tanzanya Cumhurbaşkanı Julius Nycrerc ve birçok başka önder İsrail’den tüm
işgal ettiği topraklardan çekilmesini istemekle kalmayıp, İsrail’in Filistinli
kimliğini tanımamasını ve Gazze ile Batı Yakası’ndaki Araplara muamelesini
eleştirdiler. Ama, doğrudan doğruya ekonomik tehdidi de içeren Ekim 1973
savaşı Afrika devletlerinin İsrail’den kopmasını hızlandırdı. Yalnızca Lesotho,
Swaziland ve Malavvi, Güney Afrika’nın etkisine çok açık üç devlet olarak,
İsrail ile ilişkilerini sürdürdü.
Afrika’dan
gelen ve üretici ile tüketici uluslar arasında artan rekabetle de bağlantılı
olan tepkinin bu aşamasında, İsrail, Afrika’nın eğilimini bir yana koyarak,
gene, daha önceki Güney Afrika ile daha açık ilişkiler siyasetine döndü.
Pretoria’daki diplomatik temsilciliğini büyükelçilik düzeyine çıkaıan İsrail
Hükümeti “apartheid’i reddeden siyaseti değişmcmekle birlikte,...İsrail,
Güney Afrika da dahil olmak üzere, bütün ülkelerle olağan diplomatik ilişkiler
kurması gerektiğine inandığını” açıklamıştır. Bundan sonra, bir sürü
ziyaretçiler ve heyetler her iki yönde gidip gelmeğe başladılar; Güney
Afrika’ya gelenler içinde daha fazla bilineni Moşe Dayan’dır. Ve Nisan 1976’da,
İsrail Hükümetinin çağrısıyla, Güney Afrika Başbakanı John Vorster daha yakın
ilişkiler kurma resmî hedefiyle İsrail’e gelmiştir. Eklemeğe gerek yok ki,
Güney Afrika Yahudi topluluğunun bu yeniden yaşatılan ve açık ilişkiler
yüzünden büyük bir kıvanç içinde olduğu açıktır. İsrail’in dostları bile bu
ilişkilerin doğuracağı sonuçların İsrail’in imajını bozduğunu teslim ederken,
Filistinli Arap gençliğinin ve siyah Güney Afrika gençliğinin başlattığı kanlı
gösteriler ve baskılar dünyanın dikkatini bu yerleşmeci devletlerin sürüp giden
varlığına çekmiştir. Ancak, her iki durumda da, A.B.D. eleştiriyi saptırmağa ve
onlara karşı askerî harekâtı engellemeğe çalıştı. Güney Afrika ile bu ilgi
İsrail’i savunanları güç duruma düşürmekle birlikte, yeryüzünde ayakta kalan
ırkçı devletler en doğal ilişkilerini bütünleştirirken, tarihin doğal seyrine
uyduğu gerçeğini görüyoruz.
İsrail
ile Güney Afrika arasındaki ideolojik, ekonomik ve gittikçe artan askerî
ilişkiler B.M. olduğu kadar öteki uluslararası örgütlerin de rapor vc
kararlarına konu olmuştur. Bunlar, iki ırkçılık biçimi arasında benzerliği
görecek kadar yetenekli davranmayarak, bir yandan apartheid'i suçlarken,
öte yandan, iki yüzlülükle Siyonizm’i alkışlayan kimi devletleri rahatsız
etmiştir. Ne var ki, B.M.’ in Batılı olmayan çoğunluk üyeleri “derin tarihsel
ve ideolojik kökleri”[235] [236]
olan bu benzerliği görmekte güçlük çekmemekte ve Afrika kıtasının başı ile
dibinde yer alan bu iki ilkçilik kalesinin arasında, karşılıklı yarara bağlı,
artan yakın ilişkiyi endişeyle izlemektedirler.
3151/G
(XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli karar diyor ki:1?
“Genel
Kurul, Portekiz, Güney Afrika vc İsrail’in (giriş paragrafı 7) birbirlerine
sağladığı siyasal, askerî ve malî yardımda görüldüğü gibi, Portekiz
sömürgeciliği, apartheid rejimi ve Siyonizm’in birleştiğinin altını
çizerek, (5) özellikle, Portekiz sömürgeciliği, Güney Afrika ırkçılığı,
Siyonizm ve İsrail emperyalizmi arasındaki kutsal olmayan ittifakı kınar.”
3324 E
(XXIX) sayılı ve 16 Aralık 1974 taıihli karar: “Genel Kurul, (5) İsrail ve
Güney Afrika arasında siyasal, ekonomik, askerî ve öteki ilişkilerin
güçlenmesini kınar.”
3411 G
(XXX) sayılı ve 10 Aralık 1975 tarihli karar:
“Genel
Kurul, (4) Güney Afrika rejimi ve İsrail arasında siyasal, askerî, ekonomik ve
öteki alanlarda ilişkiler ve işbirliğinin güçlenmesini gene kınar.”
31/6 E
sayılı ve 9 Kasım 1976 tarihli karar:
“Genel
Kurul, Genel Kurul kararlarında belirtildiği gibi (yukardaki üç karar), Güney
Afrika ırkçı rejimi ve İsrail arasında siyasal, askerî, ekonomik ve öteki
alanlarda ilişkiler vc işbirliğinin güçlenmesini tekrar tekrar suçlamış
olduğunu anımsayarak... İsrail’in Genel Kurul ve Güvenlik Kurulu’- nun
kararlarım ağır biçimde çiğnemek suı etiyle, Güney Afrika askerlerini eğitmek
üzere yarı-asker î personel yollaması ve vc Güney Afrika’ya savaş gemisi ve
başka savaş malzemesi satması gerçeğinden ötürü derin endişe duyarak, Apart-
heid’c Karşı Özel Komitc’nin İsrail ve Güney Afrika ilişkilerini
ilgilendiren raporunu dikkate alarak,[237]
İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını ağır biçimde çiğneyip Güney Afrika
ırkçı rejimini suçluluk siyasetinde yüreklendirerek, Güney Afrika ırkçı
rejimiyle sürüp giden ve artan ilişkilerini ciddî biçimde kınar; kamu oyunu
İsrail’in Güney Afrika ırkçı rejimiyle işbirliğine harekete geçirmek için,
Genel Sekreter’dcn Apa'theid’ç Karşı Özel Komite’nin raporunu, çeşitli
dillerde, geniş olarak dağıtmasını ister.”
Israil-Güney
Afrika ilişkileri, hemen hemen aynı sözcüklerle, son zamanlarda, Mayıs 1976’de
Türkiye’de İstanbul’da toplanan Yedinci Müslüman Dış işleri Bakanları
Konferansında, Haziran- Temmuz 1967’da Mauritius’da Port Louis’de bir araya
gelen Afrika Birliği Örgütü Bakanlar Kurulu Yirmi-yedinci Olağan Oturumunda,
Ağustos 1976’da Sri Lanka’da Kolombo’da Bağlantısız Ülkeler Devlet ya da
Hükümet Başkanları Beşinci Konferansında ve Mart 1977’de Mısır’da Kahire’de
Birinci Afro-Arab Zirve Konferansı toplantısında belirlendi ve kınandı.
İsrail
ve Güney Afrika arasındaki ilişkiler konusuyla bir dereceye kadar
ayrıntılarıyla evvelce ilgilenildiğinden,1 ben kendimi bu
ilişkilerdeki bazı yeni gelişmelerle sınırlayacağım ve gelecekteki eğilimlerin
bir evrimini çizmeğe gayret edeceğim.
Güney
Afrika ile ilişkilerin gelişmesi bir dizi gözlem gerektirir. Bana göre, süper
ve büyük güçler, ana eksen Kuzeyde İsrail, Batı’da Iran ve Güneyde Güney Afrika
olmak üzere, ûluslararası sistemin bir alt bölümünü kurarak yeni uluslararası
durumlar yaratmağa çalışıyorlar. Amaç, uluslararası sistemin Arap ve
Afrika-Arap alt bölümlerinin eylem ve çabalarını felce uğratmaktadır. Bu
girişim üç devletin nisbeten gelişmiş ekonomilerine ve onların askersel baskı
araçlarına dayanmaktadır, “ilerleme ve güç” kavramı Batı mantığının liberal
kavramıdır. Ek olarak, bu ülkeler çok büyük yüzeyli geniş bir alanı toprak-altı
madenlerini ve öteki doğal kaynakları sınırlandırmaktadırlar. Bu alanın içinde
ve yakınında günümüz uluslararası ticaretinde büyük öneme sahip denizler ve
okyanuslar vardır. Bu alan içindeki siyasal birimler görece zayıftırlar.
Aralarında sömürgeci dönemde miras kalan siyasal sistem kararsızlığı ve dünya
enflâsyonundan kaynaklanan ekonomik bunalımın da bulunduğu artan sayıda
sorunlardan sıkıntı çekmektedirler.
Şu ana
değinki hiçbir resmî anlaşma bu eksendeki üç ülkeyi bağlamamaktadır. Buna
karşın, ikili ilişkiler ve düzenlemeler belirgindir. Bu uluslararası durumun
billûrlaşmasında, uluslararası ilişkiler örüntüsündeki değişmeler,
1970’lerdeki güçler dengesi ve 1980’ lerdeki tasarılar ışığında katalizör
Amerika ve dolayısıyle NATO politikasıdır.
Bu
aşamanın ve gelecekteki gelişimlerinin amaç ve hedeflerini açığa çıkarmak için
Haziran 1967 savaşı ve sonrasına, Arap ülkelerinin
'Sempozyumda
Abdülnıâlik Audah’nm sunumu Richard P. Stevens’in "İsrail ve Afrika”
konulu araştırmasından sonradır. Audah, bundan ötürü sunumunu burada
yayınlananla sınırlamıştır. yenilmesi ve Süveyş
Kanalının kapatılmasına gitmemiz gerekiyor. NATO’nun stratejik kavramlarına
göre, uluslararası sistemin Arap alt-bölümünün eylemlerini denetleme ve
caydırma görevi yapan İsrail ile birlikte Arap bölgesinde yeni bir durum
belirdi. Buna Avrupa’nın ve Amerika’nın Hmt ve Güney Atlantik Okyanusu yoluyla
uluslararası gemicilik ve ticaret yollanıra olan artan ilgisi eklendi. Bunun
içindir ki, biz on yıl önceden başlamak üzere belirli bir düzeye kadar
Amerika’nın ve Avrupa’nın çıkarlarının Arap bölgesinin merkezinden güneye,
yani Basra alanına kaydığını görüyoruz. Bundan sonradır ki, Avrupa ve
Amerika’da Basra bölgesinde askerî boşluk ile devletlere sızma ve .saldırı
biçiminde olan dış dokuncalar konusunda tartışmalar başladı. Aynı zamanda
İran’ın askerî gücü ilgi gerektiren bir biçimde geliştirildi. Bu oluşamlara NATO’ca
verilen önem, 1960’ların sonuna doğru konuyu incelemek ve öneriler getirmek
amacıyle bir adhoc komitenin kurulmasıyla sonuçlandı. Kasım 1972’de -bu
tarihi iyi hatırlamanızı öneriyorum- NATO Konseyi Hint Okyanusu ve Güney
Atlantik, bölgesinin savunmasını ve teftişini öneren tasarıların
oluşturulmasını gerektiren komite raporunu onayladı. Böylelikle, hiç
duyurulmadan NATO eylem bölgesi ve askersel eylem alanı genişletildi. Resmî
olarak NATO, kesin yükümlülüklerine bağlı olarak, üç kıtayı tüm kıyısıyla
sınırlayan Akdeniz’i olduğu kadar, Batı Avrupa ve Yengeç Dönencesinin
kuzeyindeki Atlantik bölgesindeki Amerika’yı da korur.
. Bu
kurulan ve onaylanmış strateji, NATO’yu ilgilendirdiği kadarıyla, bir donanma
üssü ve Basra bölgesinden Hint ve Güney Atlantik Okyanusları denizyolları
aracılığıyla Batı Avrupa ve iki Amerika’lara kadar uzanan petrol akımını
koruyan ekonomik ve askerî istihkâm durumuna gelen Güney Afrika’nın önemini
arttırmıştır. Hint Okyanusunda büyük bir İngiliz-Amçrikan üssünün inşa edildiği
Diego Garcia gibi adalar, askerî ve stratejik önemlerini arttırmışlardır. Aynı
durum Afrika kıtasının Batı ve Güney kıyılarına, başka biı deyimle, Angola,
Namibia ve »Cape Verde Adalarına olduğu kadar uluslararası denizcilik
yollarının olduğu Doğu Afrika (Mozambik) kıyısı için de sözkonusudur. Bu bölge
ve ülkeler, ya Avrupa başatlığının sürekli kılınması, ya. da Batı Avrupa ve
Amerika siyasasını kabul eden hükümetler oluşturulması plânının başarısı için
gereklidir.
, Fakat
.görülmemiş bunalımlar ortaya ..çıktı ve. alınan tüm önlemlere ve
uygulanmasını garanti eden hükümlere karşın, bu plânı engelledi. Bu bunalımlar,
aşağıdaki biçimde özetlenebilecek belirli bazı uluslararası gelişmelerin
sonuçlarıdır:
1)
Portekiz imparatorluğunun tasfiyesini başlatan faşist
rejimin çöküşü Mozambik’te FRELIMO’nun rolünün tanınması, bu Cephenin
önderliği altında bağımsızlık bildirisi üzerinde anlaşmaya varılmasının
yanında Angola’nın bağımsızlığının ve Cape Vcrde Adalarındaki referandum
tarihinin belirlenmesi.
Bu
bağımsız Afrika ülkeleri, Batı dünyası ve NATO’nun devrimci ve sosyalist
devletler, yani hür dünyanın düşmanları olarak adlandırdığı bir halkaya dahil
edilmişlerdir. Tüm bunlar, 1976 sonuna doğru Angola’daki savaşın ardındaki
gizli güdüleri göstermektedir. Ne yazık ki, büyük güçlerin müdahalesi ve bu
sorunla ilgili olarak uluslararası çelişi Angola sorununa bakmak için toplanan
Afrika Birliği Örgütü toplantıları sırasında açıkça belli olduğu üzere uluslararası
sistemin Afrika bölgesinin çökmesine yol açtı.
2)
Ekim 1973 savaşının bir sonucu olarak ve özellikle
petrolün Arap haklarını savunmada bir silâh olarak kullanılmasından sonra,
dünya kamu oyu şimdi Arap düşüncesiyle aynı görüştedir. Bu bağlamda,
Afrika-Arap işbirliği yalnızca İsrail’le Afrika ülkeleri arasındaki
ilişkilerin sertleşmesiyle değil, fakat aynı zamanda B.M. Genel Kurulunda bir
ortak görüşün uyarlanmasıyla en yüksek noktasına ulaştı. Bu, Güney Afrika
delegesinin itimatnamesinin reddinin ve Yasser Arafat’ın 1974 döneminde
konuşmak üzere çağrılmasının nedenini de açıklar.
3)
Fakir ve zengin ülkeler arasındaki karşıtlığın
şiddetlenmesi, yeni bir dünya ekonomik düzenini ve ham maddeler fiyatlarını
görüşmek üzere toplanan B.M. özel dönem tartışmaları sırasında somut olarak
ifadesini buldu. Bu duıum, Üçüncü Dünya ülkeleri arasında yeni bir çerçeve
içinde sorunlarını daha belirtme ve tutumlarını daha iyi saptamayı sağlamasının
yanısıra bir dayanışmaya da yol açtı. Bunların hepsi kurtuluş akımları
eylemlerinde genel bir kesilme olduğundan gerekliydi. Bunun nedenleri, gerici
darbeler, ekonomik bunalımlar ve bazı kurtuluş ve sömürgeciliğe karşı savaşım
önderlerinin ölümüydü.
Güney
Afrika ve İsrail arasındaki ilişkiler iki ülkenin açıkça bir eksen
oluşturmasına kadat desteklendi. Diplomatik temsilcilikleri büyükelçilik
düzeyine yükseltildi. Güney Afrika Başbakanı Vorster,
1976
Nisanında İsrail’i ziyaret etti ve bu ülkeyle ekonomik anlaşmalar imzaladı.
Biî.lerin, Filistin, Zimbabwe, Namibia ve Azania’da (Güney Afrika) doğru olarak
özgürlük akımları ve silâhlı savaşımlar diye andığımız, onların terörizm ve
sızma dediklerine karşı koymak amacıyla ve gizli askerî anlaşmalar, haber alma
raporları değişimi ve eşgüdümü deneylerine de atıf yapıldı.
Öteki
ve daha önemli düzeyde, Amerika, Afrika devletleri ve önderleriyle doğrudan
doğruya temaslar kurmada daha faal bir rol oynuyor. En son örnek Dış İşleri
Sekreteri Kissinger’in Lusaka’da Afrika’nın güneyindeki sorunlara siyasal
çözümler getirmeyi amaçlayan Amerikan siyasetine atıfta bulunmasıdır.
Kissinger, ek olarak, Güney Afrika Başbakanı Vorster ile Bonn’da görüştüğünü
açıkladı ve Ağustosta Tahran’da bir başka görüşmenin olacağını bildirdi. Bugüne
kadar hiç kimse, bunun îran ve Güney Afrika arasında ilişkiler kuran ve böylecc
İran’ı Îsrail-Güney Afrika eksenine katan bir girişim olduğunu bilmiyor.
Kısaca,
Arap ve Afrika devletleri, şimdi yenilenmiş Amerikan girişimleri, NATO
stratejisi ve kendi askerî ve stratejik beklentilerini tehdit eden artan
sorunlar ve bir sürprizin sonuçlarını etkisiz kılıcı İsrail, Güney Afrika ve
İran’ın rolü ile karşı kar.şıyadırlar.
Geçmiş
deneyimin ışığında, bu düşmanlık politikasına karşı gelmede bize düşen tek
çözüm, bize dostça olan ülkelerce, bölgesel ve uluslararası örgütlerce
desteklenen Afrika-Arap işbirliğini bir silâh olarak kullanmaktır. Fakat bu
plânı etkisizleştirmesi olası ana eylem, Filistin, Zimbabwe, Namibia ve Azania
direniş akımları arasındaki işbirliğini güçlendirmektir. Böyle bir eşgüdüm,
İsrail ve Güney Afrika’ya kesin bir darbe vurmada ve böylece bölgemizdeki son
ırkçı rejimlerden kurtulmada tek araçtır.
KURTULUŞ AKIMLARINA DÜŞMANLIK VE GERİCİ AKIMLARA DESTEK
Emperyalizmin
kurtuluş akımlarına düşman olduğu genellikle bilinmektedir. Aynı biçimde,
emperyalizmin gerici güçleri desteklediği de bilinen bir olgudur. Bu yüzden,
bu çalışmanın amacı emperyalizmin sağladığı yardımları sıralamak değil,
emperyalist yardım politikalarının, içinde etkinlik gösterdiği kavramsal ve
işlemsel çerçeveyi betimlemektir.
Bu
çalışma Afrika ile sınırlı olacaksa da, bulguları genel olarak tüm Üçüncü
Dünya’ya uygulanabilir.
Bugün
Afrika’nın siyasal halitasında kırk-sekiz egemen devlet görülüyor. Bu devletler
ulusal egemenliğin ve kendi kendini yönetmenin çeşitli düzeylerinde
bulunmaktadırlar. Afrika’nın aynı siyasal haritası, sömürgeciliğin birkaç
bölgede hâlâ varolduğunu göstermektedir: Batı Sahra, Afar ve îssa’larm
toprağı, Zimbabwe, Namibia ve Azania (Güney Afrika). Teknik açıdan egemen olsa
ve uluslararası toplum tarafından böyle görülse de, Güney Afrika’daki apartheid,
Afrika’da kabul edildiği gibi sömürgeci bir uygulamadır. Bu görüş, Afrika
Birliği Orgütü’nün 1963 yılında yapılan açılış oturumunda alman Irk Ayrımı ve
Dekolonizasyona ilişkin karara uzanmaktadır.
Afrika’da bugün yalnız beş bağımlı
ülke bulunduğu için, sömürge- ciliğc geçmişe ait bir olgu gibi bakma eğilimi
vardır; bu düşünüş biçi- *7 mi
siXasal değil, aritmetikseldir. Bu eğilim, ilerleme ve
modernleşmede
’-Ç
< ortaklıktan, “yeni bir barış, refah
ve insan onuru dönemi”nden söz
T'r
'O k£-den emperyalist propaganda tarafından kasden özendirilmektedir. - "v Afrika’nın son
kurtuluşuna giden yolda görüldüğü gibi, bu
% .men'maşama ve diyalog yanılsaması
tarafından beslenmektedir,
lamışlardır.
Bu gözlemlerimizi
tamamlamamız açısından her
nün,
açık emperyaii/..ı;tjjia modeliyle, bu devletin kıtadaki
kurtuluş mürgecilige ve uydulaşın.^, ve ]çOnumu arasında
bir ilişki bulun- kurulmuş olmasıdır. Bu tutuK-_-.tlr gu
dururn ayrıca şu iki olguy- ile 1975 yılları arasında ilerleme k«.jart
îçin£leki parçalanma eği-
limi;
(2) Afrika dışındaki kurtuluş akımlarının desteklenmesinin koşulları ve
niteliği.
Bu
çalışmada kurtulup akımı deyimine geniş anlam verilmiştir. Deyim şu
anlamları kapsıyor: 1) Sömürge kalıntılarındaki kurtuluş akımları; (2)
Azania’daki apaıtheıd karşıtı akımlar; (3) Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
savaşımı; (4) bağımsız Afrika devletlerinde yeni- sömürgecilikle savaşan halk
hareketleri. Zimbabwe, Namibia, Batı Sahra ve Afar ile İssa’daki savaşımların
ulusal kurtuluş akımları olduğu genelliklekabuledilir. Afrika Ulusal Kongre’sini
ve Azania Paıı Afrika Kongresi’ni de ulusal kurtuluş savaşımları içinde
görmekte bir sakınca yoktur. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün savaşımı bir ulusal
kurtuluş akımının tüm niteliklerine sahiptir. Siyonizm Filistin’de yabancı bir
öğedir; Filistinli Arapların çoğunluğunu yurtlarından ederek ve onların tüm
siyasal haklarını ellerinden alarak bir Arap ülkesini sömürgeleştirmiştir. Bu
ırk temeline dayanan sömürgecilik, İsrail Yahudi devletinin kurulmasında
kullanılmıştır. Bu durum, güce dayanan ve temelde Güney Afrika’daki aparthnid’den
farksız ırksal üstünlüktür.
Şimdi
konumuzun diğer öğesi olan yardım olgusunu ele alırsak, iki-yanlı ya da
çok-yanh uluslararası yardımın insancıl bir uygulama olmadığını
söyleyebilirim, Yardımdan beklenen diplomasiyle hizmettir. Buna karşılık,
diploması yardımdan, yardımı veren ülkenin çıkarlarının yürütülmesi ve
geliştirilmesi için elverişli siyasal ve askersel koşulların sağlanmasında
yararlanır. Dünya Bankası’nm eski bir başkanı olan Eugene Black gelişme y ardımı
diplomasisinden söz eder
Kurtuluş
akımı deyimi, bağımsız Afrika ülkelerinde yeni emperyalizm örneklerine karşı
olan halk hareketlerini de içine almaktadır. Bunların kurtuluş akımları olarak
tanınması gerekir, çünkü eski bir sömürgedeki emperyalist çıkarları ortadan
kaldırmak için bir devletin kurulması teknik üstünlük sağlasa da, sömürgeci dış
çıkarlara olan ulusal bağımlılık sürmektedir.
ken
yeterince dürüst ve içten olmuştu. Black, bu yardımın ve yardım plânının,
yardımı alan ülkeyi, veren ülkenin çıkarları doğrultusu' bir siyasal ve
ekonomik gelişme çizgisinde tutmak amacıv’ -ndaki dığmı açıkça görmüştü. Bu
durum, yardım veren üP- . f13 kullanıl- çok-yanlı yardımlara neden
pek hevesli olmadı’;.’ J£e erın £eneIl’kle çok iki-yanlı
yardıma başvurmak istedik’l^amaktadm
Çıkar gözetmeyen yardımdan ;a
söz ediliyor fiu . .
düzenbazlıktır.
En düşük orarda ve koşulsuz olarak yardım vertek
olasıdır
ve gerçekten de iyi bir şeydir. Ancak, genellikle, yardımın iyi-niyet olgusunun
varlığını destekleyeceği, ya da yardım alan ülkenin, veren ülkenin kendi
çıkarları acısından düşmanca gördüğü bir siyasal çizgiyi ve diplomatik eylemi
izlemesini ■ engelleyeceği umulur.
Yardımın
burada belirtilen biçimde kullanılmasının ideolojik sınırlamalarının
bulunmadığının vurgulanması gerekir. İdeolojik bakış açısı ne olursa olsun,
herhangi bir ülke, kendi çıkarlaıını desteklemek için yardımdan yararlanabilir.
Belirleyici etken ideoloji değil, yardımı veren ülkenin taahhüdü ve
yeteneğidir.
Ekonomik,
askersel, siyasal ya da diplomatik olsun, yardım, çeşitli ve hemen hemen her
amaca hizmet eder. Dolayısıyla, yardım Afrika devriminin çözümleyicileri için
kendi başına pek önemli değildir. Asıl büyük önem taşıyan, yardımı çevreleyen
koşullardır. Biz, yardımın kaynağı, niteliği ve altında yatan zihniyetle
ilgilenmekteyiz. Ancak, yardımın bu çeşitli yanları dikkatle incelendikten
sonra, yardımın Afrika devrimini desteklediği ya da kösteklediği gibi bilimsel
bir sonuca varılabilir. Yardım, yardımı veren ülkenin değil, bizim bakış
açımızdan değerlendirilmelidir.
Emperyalizm
tarafından Afrika ve Orta Doğu’ya verilen yardımın stratejisi ve taktikleri
yalnızca emperyalizmin bu bölgedeki jeopolitiği açısından tam olarak
anlaşılabilir. Bu kontida üç öğe önemlidir: (i) Amerika Birleşik Devletleri’nin
önderliğindeki emperyalist güçlerin eşgüdümlü eylemi; (2) Güney Afrika ve
İsrail’in askersel-siyasal üsler olarak sağlamlaştırılması ve (3) Afrika’nın
her her alt bölgesinde ileri askerî karakollar ve/ya da diplomatik eksenler
kurulması.
1960’a
kadar Afrika’daki sömürgeci güçlerin özerk hareket ettikleri söylenebilir.
Gana’nın Nkrumah’sımn, Mısır’ın Nasır’ımn, Gine’nin Seku Ture’sinin
etkinlikleri, Afiika kurtuluşunun desteğinde eşgüdümlü Afrika diplomasisinin
stratejisini ortaya koymuştur. Afrika’da sömürgeci güçler de benzer bir biçimde
tepki göstermişler, kendi aralarındaki -ve bazı uydu Afrika ülkeler arasındaki-
eşgüdümlü eylemden Afrika devrimine karşı direnmek için yararlanmağa başlamışlardır.
Bu stratejinin en belirgin göstergesi Afrika Birliği Örgütü’- nün, açık
emperyalizmden kurtuluşa yardımcı olacak fakat, yeni-sö- mürgeciliğe ve
uydulaşmaya karşı savaşımı engelleyecek biçimde kurulmuş olmasıdır. Bu
tutukluklara karşın, Afrika devrimi 1963 ile 1975 yılları arasında ilerleme
kaydetmiştir; Portekiz sömürgeci NATO ülkelerinden sağladığı yardıma rağmen
savaş alanında bozguna uğramıştır. Gana’da, Libya’da, Sierra Leone’de,
Benin’de, Brazzaville Kongosunda, Somali’de, Etyopya’da, Uganda’da ve Nijerya’da
yeni-sömürgeci mevziler geriletilmiştir. Emperyalizmin Angola’da bozguna
uğraması, Afrika’daki eski sömürgeci güçlerin -İngiltere, Fransa, Portekiz,
Belçika- eşgüdümlü eyleminin, Afrika dev- riminin artan gücüyle başa
çıkamayacağını Batı’ya son kez ve çarpıcı olarak göstermiş, emperyalizmin stratejik
yedeği Amerika Birleşik Devletleri’nin savaşa katılması gerekmiştir.
Afrika
devriminin çözümleyicileri bunu bir süre beklemişlerdi. Bu gelişmenin bu
sırada ortaya çıkması Asya’daki kurtuluş hareketlerinin gücüne çok şey
borçludur. Fakat, A.B.D.’nin vekilleri atacılığıyla kendi etki alanları olarak
Afrika’da at koşturan eski sömürgeci güçlere bağımsızlık karşıtı konumlarda
öteden beri yardım ettiği, onları cesaretlendirdiği bilinmektedir. Ama, şimdi,
A.B.D. Afrika’da üstlendiği önderlik rolünü kendisi açığa çıkarmıştır.
Bu
yılın 27 Nisanında, Zambiya’nın Lusaka kentinde tarihsel konuşmasını yapan
Amerika Birleşik Devletleri Dış işleri Sekreteri Henry Kissinger şöyle diyordu:
“Başkan
Ford beni buraya bir taahhüt ve işbirliği mesajıyla yolladı. Afrika’ya geldim,
çünkü Afrika’ya yönelik tehditler, birçok yönden, modern çağa yönelmiş
tehditlerdir. Ahlâkî ve siyasal olarak, Afrika’daki ulusal bağımsızlık dramı,
son kuşak boyunca uluslararası ilişkileri değiştirmiştir... Afrika’ya ülkemin
sizinle çalışmak istediğini göstermek üzere açık bir düşünce ve açık bir
yürekle geldim... Gezimin amacı Amerikan politikasında yeni bir bir dönemi
başlatmaktır.
“Bir
dünya gücü olarak Amerika’nın sorumlulukları, bugün, bizim, dünyanın
beşte-birini kaplayan geniş kıtanın bağımsızlığı, barışı ve refahıyla yakından
ilgilenmemizi gerektiriyor.”
Mesaj
yeterince açık. îki noktayı aydınlatmamız ve bir noktayı vurgulamamız Henry
Kissinger’in hedeflerini daha derin bir biçimde değerlendirmemize olanak
verecektir.
Zaire’de
Belçika’nın bıraktığı denetleyici güç görevini üstlenmesinin; NATO’nun
Gine-Bissau, Mozambik, Cape Verde Adaları, Principe, Sao Tome ve Angola’daki
ulusal kurtuluş akımlarına set çekme çabalarında Portekiz’e sağlandığı açık ve
yüzsüz desteğin; Angola iç savaşında FNLA ve UNITA güçlerini silâh, para ve
paralı asker yardımıyla desteklemesinin; Rodezya ve Güney Afrika’ya katşı
uygulanan Birleşmiş Milletler yaptırımlarını atlatmasının; ve askerî ve
ekonomik alanda, Birleşmiş Milletler’dc ve son olarak Entebbe Hava Alanındaki
insafsız saldırıda İsrail’i açıkça desteklemesinin gösterdiği gibi, Amerika
Birleşik Devletleri Afrika’da hiçbir zaman ulusal bağımsızlıktan yana
davranmamıştır.
ikinci
olarak, Henry Kissinger Afrika’ya Lusaka konuşmasında savunduğu gibi, “açık düşünce
ve açık yürekle” gelemezdi. Çünkü aynı konuşmada Amerika Dış işleri Sekreteri
daha sonra, elinde “bu kıt’a için yeni bir yardım programı” bulunduğunu
söylemiştir. Bu konudaki düşüncesi o kadar somut bir duruma gelmişti ki, Kissinger,
“çok-yanh işbirliği yoluyla kalkmma”nm “endüstrileşmiş ulusların, petrol
üreticisi yeni zengin ülkelerin ve bizzat kalkınmakta olan ülkelerin”
işbirliğini gerektireceğini söyleyebilmiştir. Kissinger Amerikan hedeflerinin
ne olduğuna karar vermiş olmalıdır, çünkü Afrika’nın “A.B.D. ile çatışma
taktikleri”yle başarıya ulaşamayacağını belirtmiş ve ardından tehdit edercesine
eklemiştir: “Bizim [A.B.D.] kendimize olan saygımız o kadar güçlüdür ki,
içerden ya da dış güçlerden gelecek baskılara izin vermeyiz.”
Henry
Kissinger’in Lusaka konuşmasında açığa vurmadığı bir büyük gerçek, A.B.D.’nin
geniş Afrika topraklarında çıkarı olduğudur. Gerçekte, Amerika’nın ilgisini
çeken, toprak, daha doğrusu Afrika topraklarının altındaki ya da üstündeki
zenginliklerdir.
Emperyalizmin
Afrika’daki jeopolitiğinin ikinci dayanağı, kıtanın iki ucunda iki güçlü
askersel-siyasal üssün kurulmasıdır. Bunlar, apartheid bayrağı
altındaki Güney Afrika ve Siyonizm’in savaş çığlığının ardındaki İsrail’dir. Bu
askersel-siyasal üsler, kesinlikle Afrika karşıtı siyasal görüşler
geliştirmişlerdir. Son aylarda, yalnız kendilerini savunacak güce sahip
olmadıklarını, sınırlarından binlerce kilometre ötede saldırı eylemine
girişebilecek yetenekte olduklarını da göstermişlerdir.
Emperyalizmin
Afrika’daki jeopolitiğinin üçüncü kaynağı, Afrika’nın her alt bölgesinde ileri
askerî karakolların ve/ya da diplomatik eksenlerin oluştuıulmasıdır. Burada
egemen Afrika devletlerinden yararlanılmaktadır. Amaç, Afrika kıtasında
emperyalizmin askersel ve siyasal eylemlerini arttırmaktır.
İlgili
ülkelerdeki iç gelişmelerin sonucu olarak bu karakolların sürekli değişmesine
karşın, sistematik olarak kurulmak istenen şey konusunda açık bir fikre varmak
hâlâ olasıdır. Kuzcy-batı alt-böl- gesinde bir askerî karakol var-Fas. Kuzey-doğu
Afrika’da Ürdün’le Sudan’ı artan ölçüde kendine çekmeğe çalışan Kahire-Riyad
diplomatik ekseni var. Doğu Afrika’daki askerî karakol Kenya’dır. Batı Afrika’da
ise Togo ile Kamerun’u artan ölçüde kendine çeken Dakar-Abican diplomatik
ekseni bulunmaktadır. Emperyalizmin Orta Afrika’daki öncüsü Zaire’dir. Ve Güney
Afrika alt-bölgesinde Zambiya’ya bir diplomatik rol verilmiştir. Bu şeytanî
plânlara etkinlik kazandırma süreci gelişiyor. Plânın gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini, sonradan ortaya çıkacak düşüncelerin ve iç gelişmelerin
bu devletleıden bazılarını kendilerine verilmiş rolden kurtarıp
kurtaramayacaklarını görmek için biraz zamana gereksinim vardır.
Burada
bir noktayı vurgulamak gerekiyor: Kalıire-Riyad diplomatik ekseninin
emperyalist konumlara hizmet etmesi için yaratılması gibi, Siyonizm’in
Afrika’ya karşı bir askerî ve siyasal üs olarak kullanılması da, Afrikalıların
ve Arapların savaşımlarının ayrılmaz bir biçimde, sıkıca birbirine bağlanmış
olduğunun -eğer böyle bir kanıt gerekliyse- olumlu bir kanıtıdır. Arap dâvâsınm
Afrika ile ilgisi olmadığını savunan Afrikalılar ve aynı biçimde Arap
ülkeleriyle Afrika’ daki ulusal ve ekonomik bağımsızlık savaşımlarının temel
bağlantısını görmeyi reddeden Araplar, yerlerini emperyalizmin yanında belirlemektedirler.
Bunun farkında olup olmadıkları önemli değildir. Ve Arap petrol zenginliğinin
bir bölümünün Afrika’nın emrine verilmiş olması bu durumu çürütmemekte, aslında
denetim mekanizmasının ne kadar özenle oluşturulduğunu göstermektedir. Yardım
alan ülkelerin yardımın asıl kaynağını ve nedenini farketmelerini önlemek
amacıyla, emperyalizmin yardımı, gittikçe daha çok gerici Afrika ve Arap
güçleri aracılığıyla göndermekte olduğu açıklık kazanmaktadır.
Modern
çağın en iyi bilinen emperyalist yapıları, tarihsel olarak beyaz ırkın
yarattığı şeyler olsa bile, emperyalizm özünde bir renk ya da ırk olgusu
değildir. Temel etken ekonomik güç olmuştur. Emperyalizmin yarattığı dünya
ilişkileri içinde Afrika ve Arap ülkelerinin özdeş konumları, bu iki halka, emperyalizmin,
Siyonizmin, apart- heid’in ve Arap-Afrika gericiliğinin diplomatik
entrikalarının ve propagandalarının kolayca çıkamayacağı bir birlik ve
tutarlılık vermektedir.
Şimdi
Afrika’daki emperyalist yardım stratejisi konusunda genel sonuçlara varılabilir:
1)
Kurtuluş akımlarına yapılan yardım, genellikle bu akimim içinde
bölünmelere yol açmak ve bunları sürdürmek, dolayısıyla siyasal bağımsızlığa
giden yolu kesmek anlamına gelir. Böyle olmadığı takdirde, açık sömürge
yönetiminin sona ermesi kaçınılmaz noktaya gelmişse, bu tür bir yardım, doğacak
bağımsız devletin yeni-sömür- geci çizgisine konması anlamına gelecektir.
2)
Bağımsız Afrika devletlerine yapılan yardım aslında
gerici (yani emperyalizm yanlısı) rejimler içindir. Bununla gözetilen amaç iki
yönlüdür: Ekonomik ve kültürel bağımsızlığın elde edilmesi ve yaşam düzeyinin
geliştirilmesi için halktan gelen iç baskılara karşı bu gerici rejimleri
desteklemek; kendi kendini yönlendirerek kapitalist sistemi reddetmiş olan
Afrika devletlerini istikrarsızlığa sürüklemek için bu gerici hükümetleri
desteklemek.
3)
Apartheid’e. ve Siyonizm’e yapılan yardım, Afrika ve Orta Doğu’yu
emperyalist yörüngede tutmak için, bu birincil önemdeki üsleri destekleme
amacına yöneliktir.
Sonuç
olarak, yardım, Afrika ve Orta Doğu’da emperyalist konumları geliştirmenin en
büyük silâhı durumuna gelmiştir. Yardım verme mekanizmaları içinde apartheid,
Siyonizm ve Afrika-Arap gericiliğinden yararlanılmaktadır. Emperyalizme karşı
savaşım yalnızca birleşik siyasal ve diplomatik eylemi değil, Arap ve Afrika
dev- rimlerinin güçleri tarafından ayrı bir yardım stratejisinin gerçekleştirilmesini
de gerektirecektir.
<:nk . Emper- ^p ülkelerinin
oiyonizmin, apart- entrikalarının ve pro- <ır birlik ve tutarlılık
vermek-
V
SİYONİZM’İ
ELEŞTİRENLER
YAHUDİLİK VE
SİYONİZM ARASINDAKİ AYRIM
Tevrat,
ilk insanın yaradılışından söz ederken, en önde gelen Yahudi yorumcularından
Rashi, Adem’i oluşturan toprağın, yerkürenin bir noktasından değil, değişik
yerlerinden alındığını anlatır. Böylecc, insan onuru kişinin doğduğu yere bağlı
olmadığı gibi, bir bölgeyle dc sınırlanmaz.
(Kişinin
büyüklüğü ya da değeri dış görünüşüyle ölçülmez. Ya- hudiler, Adem’in, Tanrı’nm1
bir yansıması ve tüm insanlığın atası olduğuna inanırlar. İnsan tarihinin bu
aşamasında, kendi dışındaki kişilere canının istediği gibi muamele eden
ayrıcalıklı insanlara yer yoktur. İnsan yaşamı kutsaldır ve insan hakları,
‘ulusal güvenlik’ ya da öteki nedenlerden ötürü onları yok etmek isteyenlerce
yadsınamaz. Bunu, çok sık vc çok uzun ikinci sınıf insan durumunda kalmış
Yahudilerden iyi kimse bilmez. Ancak, bazı Siyonistler değişik olabilir; bunda
şaşılacak birşey de yok, çünkü Yahudilik ve Siyonizm aynı şey değildir.
Aslında, birbirine uymaz ve birbiriyle uzlaşmazlar. İyi bir Yahudi Siyonist
olamaz; Siyonistse iyi bir Yahudi olamazj'
Altmış
yılı aşkın bir süredir, babamın yaptığı gibi, Siyonizm’e karşı savaşım verdim
ve dolayısıyla onun ne olduğunu biliyorum. Bu savaşımın içinde son on ya da
yirmi yıldır bulunanlar için söylemek zorunda olduklarım şaşırtıcı, giderek şok
etkisi yapıcı olabilir. Hcrşeyc karşın, bu sorunlar kesinlikle ve açıklıkla
ortaya konmalı, çünkü Siyonizm hastalığı yeterince tanımlanmazsa, iyiletimi
sağlanamaz. Siyonizm’e karşı olanlar uzunca bir süre düş ile vc iyi niyetli
istekten kaynaklanan düşüncelerle ilgilendiler. Siyonizm’in ne olduğunu anlamak
için, kişinin, Yahudiliği, Yahudiliğin karşı ve olumsuzlaşması olan Siyonizm’i
ve Yahudi tarihini bilmesi gerekir. Bana ayrılan süre içinde, Siyonistlerin
eylemleri hakkında konuşma- mayacağım; bunlar başkalarınca yeterince ele
alınacaktır. Bir Yahudi
‘Ortodoks Yahudiler
henhangi bir dilde, Tann’nın. adını olduğu gibi yazmamakta, örneğin “Tanrı” (God)
yerine “T-ı” (G-d) demektedirler. olarak, Tanrıya isyan vc
Yahudi halkına ihanet sayılan Siyonizm’in ne olduğunu tartışmayı tasarlıyorum.
.
İlk
önce, birkaç tanımlama: Yahudi kimdir? Yahudi, bir Yahudi anası olan ya da,
Yahudi din yasaları (Halaçah) uyarınca Yahudiliği kabul etmiş herhangi
birisidir. Bu tanım bile ırkçılığı dışlar. Yahudilik, ilkelerini benimsemiş
kişiler bulmaya çalışmaz; ancak, bu ilkeleri kabul edenler eşitlik esasına göre
kabul görürler. Bunun nasıl olduğunu görelim^En mümtaz ve saygı gören
hahamların bazıları Yahudiliği sonradan kabul etmiş kişilerdir. Yahudi analar
çocuklarını her Sebt günü (Yahudiliğin kutsal günü olan Cumartesi) vc tatil
arifesi kutsarlar ve bunu bin yıldan beri yaparlar. Çocuklar kızsa, kutsama
“Tanrı seni Sarah, Rebeka, Raşel ve Leah gibi yap- sın”dır. Bu anaerkillerin
hiçbiri Yahudi olarak doğmamıştı; onlar Yahudiliği sonradan kabul edenlerdendi.
Çocuklar erkekse, kutsama “Tanrı seni Efraim ve Menaşe gibi yapsın”
biçimindedir. Bu ikisinin anası daha sonra Yahudi ve Yusuf’la evlenen Mısırlı
bir kadındı. Gelmiş geçmiş Yahudilerin en büyüğü Musa bile daha sonra Yahudi
olmuş Midyalı bir kadınla evlenmişti. > Son olarak, Yahudilerin kutsal
yazıları olan Tenaç, Ruth’un kitabım kapsar. Bu kadın, doğuştan Yahudi
gibi, Yahudi halkının geleneksel düşmanı olan Moab’ lılardan gelmedir. Bu kitap,
Ruth’un Yahudiliğe geçişini betimler ve her yıl “Yasa”nın (Tevrat)
vahiysini yaşatmak için kutlanan tatilde “Eski Ahd”in ilk beş kitabı olarak
okunur. Ruth’un kitabı, hemen bitiminde adı geçenin Yahudilerin en büyük kralı
olan Kral Davud’un büyükannesinin ninesi olduğunu anlatır.
Siyonistlerden
başka, Yahudileri bir ırk olarak görmekte İsrar edenler Nazilerdir. Onlar da
yalnızca ırkçılığın saçmahğını ve us- dışılığını kanıtlamağa hizmet ettiler.
Irksal olarak bir Bayan Muller’in ya da bir Bay Meyer’in Yahudi ya da Aryan
Nazilerin (Yahudi olmayan Almanlara verdikleri ad) olup olmadığını kanıtlamanın
bir yolu yoktu. Bir kişinin Yahudi olduğunu kararlaştırmanın tek yolu, onun
atalarının dinsel soyunu izlemekti. Irksal saçmalık için bu kadar söz yeter.[238]
Irksal
gurur, geçmişte kendi kısır şovenizmleri ile körelmiş Yahudilerin yıkımı
olmuştur. Bu bizi, ikinci bir tanıma getirir: Bir Yahudi halkı var mıdır? Eğer
varsa, görevi nedir? Bunu kesin bir açıklığa kavuşturalım: Yahudi ulusu, bir
kuşak önce Siyonist politikacılar tarafından oluşturulmuş ya da yaratılmış
değildir. Yahudi ulusu, kendilerine gelecek tüm Yahudi kuşaklar için Tanrı
tarafından verilen Tevrat’ı benimseyip “Yapalım ve Duyalım”[239]
yanıtını verdiklerinde Sina Dağı’nda doğdu. “Siz bugün halk oldunuz” tümcesi
bugün de geçerli olmakla birlikte, binlerce yıl önce söylenmişti.
Yahudi
geleneğine göre, tüm insanlara uyarlanan yedi Nuh yasası[240]
vardır. Sonra, aktörenin temel ölçütlerini oluşturan ve tüm tek-tanrılı dinlere
inananlara yol gösteren “On Emir” gelir. Banlara ek olarak, Yahudiler için
zorunlu ve Halaçak'a göre her Yahudinin kendine uygun olanını gözetmek
zorunda olduğu 613 yasa vardır. Bu “emirler”in (mitzvoth) yerine
getirilmesi Yahudi olmanın ve dolayısıyla Yahudi halkının özünü ve Tanrı ile
olan anlaşmalarını oluşturur.
Yahudiler
hangi nedenden ötürü “seçilmiş halk”tırlar? Her Yahudi, herhangi bir yer ve
zamanda Tevrat’ı okuması gerektiğinde, “bizleri öteki halklar arasından kim
seçti ve Tevrat’ını bize verdi?” der. Yahudiler bu biçimde seçilmişlerdir.
Yahudi halkı başkaları üzerinde egemenlik kurmak ya da fethetmek ya da savaşmak
için değil, Tanrı’ya ve dolayısıyla insanhğa hizmet için seçilmiştir. “Ve
eller Esau’nun elleridir” tümcesi, geleneksel olarak, “ses Yakub”unken şiddeti
simgeleyen eller Esau’dur anlamında yorumlanagelmiştir. Böylelikle, fiziksel
şiddet Yahudiliğin geleneği ya da itibar ettiği bir değer değildir. Yahudi
halkı askerî üstünlük ya da teknik başarılar konusunda örnek oluşturmak için
değil, fakat aktöresel davranış ve tinsel yalınlıkta en güzeli sağlamak
görevinden ötürü seçilmiştir. Siyasal Siyonizm’in suçlarının en kötüsünü ve
temelini oluşturan ve öteki tüm yanlış uygulamalarını açıklayan temel suçu,
öteden beri, Yahudi halkını Tanrı’sından ayırmağa çalışması, İlâhi andlaşmayı
hükümsüz ve geçersiz kılmayı amaçlaması ve Yahudi halkının yüce idealleri
yerine “modern” devlet ve sahte egemenliği geçirmek istemesidir.
Birçok
Yahudiyi ve Yahudi olmayanları yanıltmanın araçlarından biri, Siyonistlerin
Yahudilikte kutsal olan adlar ve simgeleri
yanlış
kullanmalarıdır. Onlar, Siyonist devletleri için, kutsal İsrail adını
kullanıyorlar. Toprak alımı fonunu, dine düşkünlük, iyi görevler ve hayırlı
işler anlamına gelen bir deyimle[241]
adlandırmışlardır. Onlar, devletin simgesi olarak menorah denilen büyük
kollu şamdanı benimsemişlerdir. İsrail ordusunun, anlamı Tevrat’ta (Kutsal Toprağa
daha önce dönme nedeniyle) “silâhlı kuvvet ve silâhlı güçle değil, fakat benim
ruhumda der Konuklar Tanrısı” diye açıklanan bir amblem altında döğüşmesi ne
ikiyüzlülük, ne saptırılmışlıktır.
Yalnızca
Fransa’daki Dreyfus davasında sergilenen semitizm aleyhdarlığmdan ötürü Yahudi
olduğunun bilincine varan ve siyasal Siyonizm’in adı lânetlenesice kötü ünlü
kurucusu, “Yahudi sorunu” için çeşitli çözümler önermiştir. Bir yandan,
Yahudileri Uganda’ya yerleştirmeyi önermiş, öte yandan onları Katolik yapmağa
çalışmıştır. Sonunda akima bütünüyle Yahtıdilere özgü bir ya- hudi devleti (Judenstaat)
düşüncesi gelmiştir. Böylelikle, başından beri Siyonizm, anti-semitizmin bir
ürünüdür ve gerçekte anti-semitizme tamamen uygun düşer, çünkü Siyonistler ve
anti-semitikler dün de, bugün de ortak bir amaca sahiptirler: Tüm Yahudilerle
yüzlerce, hattâ binlerce yıldır varolmuş Siyonist toplulukları yuvalarından koparmak.
Tanrı’ya olan bağlılığın yerine Siyonist devlete olan bağlılık geçirilmiş ve
devlet, çağdaş “altın buzağı”ya dönüştürülmüştür. Tevrat’a inanç ve dini
yükümlülüklerin yerine getirilmesi Siyonist- lerin gözünde her Yahudinin ya da
Yahudi halkının görevi değil, kişisel bir sorundur. Siyonistler İlahî yasayı
parti ya da parlâmento oylarına bağlı duruma getirdiler ve kendi yönetim
biçimleri ile aktöre anlayışlarını ^oluşturdular.
Ne
Siyonizm’in kurucusu, ne de Siyonist devletin herhangi bir başbakanı, Tevrat’ın
Tanrısal kökenine, hattâ Tanrı’nın varlığına inandılar. Bütün başbakanlar
ilkede dine karşı olan bir partinin üyesiydiler ve Incil’i dinsel anlamdan
yoksun eski bir folklor belgesi saydılar. Ancak, aynı Siyonistler, Kutsal
Toprak iddialarını, kökenini yadsıdıkları .Incil’le temellendirirler.
Siyonistler, aynı zamanda, “ve günahlarımızdan ötürü topraklarımızdan sürüldük”
diyen Yahudi tatil duasını kolaylıkla unuturlar; Yahudi halkının bugün sürgün
olmasının Tanrısal olarak hükmedildiği, Mesih gelmeden Kutsal Toprak’ı işgal
etmeye ya da yönelmeğe yetkili ya da izinli olmadıkları gerçeğini
tanımamazlıktan gelirler. Yahudi halkı elbette bu toprakla tinsel bağları
olduğunu kabul eder ve ona Eretz Yisrael der. Her sabah, öğleden sonra,
akşam vc gece Siyon’un ve Kudüs’ün sözünü eder; gerçekte bir Yahudi bunu
yapmadan yemeğe oturmaz. Bir Yahudiye göre, Kutsal Toprak, yeryüzünde bulunan
öteki yerlerden farklıdır ve bir Yahudi, nerede, olursa olsun, dua ederken
yüzünü Kudüs’e çevirir. Kutsal Toprak’ta yaşamak ya da orada gömülmek herzaman
yüksek erdem sayılmıştır.
Bu
toprak sevgisi ve Yahudilerin ona dönmesi ve Mesih’in gelişine duyulan özlem
son iki-bin yıldır sayısız kere sömürülmüştür. Siyonizm’in birçok kâhini
olagelmiş ve bunların herbiri Yahudiler için bir belâ olmuştur. Kendilerine
Mesih süsü veren bireyler ve kurtarıcılık akımları Roma döneminden, Orta
Çağlara ve çağdaş Siyo- nistlere kadar zaman zaman ortaya çıkmıştır. Bu Mesih
taslaklarının bazıları gerçekte başka dinlere bağlıyken, haham ya da ulusal
önder- derler gibi davranmışlar; birçoğu da geçici olarak (bazıları uzun
dönemler) Yahudileri, hahamları vc tüm Yahudi toplulukları yanıltmada.
başarılı olmuşlardır. Hepsi belirli bir süre sonunda teşhir olmuşlar, hilekâr
olarak tanınmışlar ve umutlarını bunlara bağlayanlar yalnızca düş kırıklığı ve
çoğu kez de felâketle karşılaşmışlardır.
(
Çağdaş Siyonizm’in gelişmesinin ilk aşamalarında inançlarını siyasal
Siyonizm’le birleştirmeye çalışan sözde Siyonistlerin örgütü olan ‘^Mizraçi”
kurulmuştur. Bu durum Tanrısal yasanın buyruklarıyla Yahudi ulusçuluğunun
istemleri arasında sürekli çatışmaya yol açmıştır. Çoğu kez, “Mizraçi”
yanlıları Siyonist kongrelerde oyla yenilgiye uğratılmış, ancak Siyonist akıma
sahte bir dinsel hava vermede yardımcı olmuştur,)Bu “dindar görünümlü Siyonist
siyasetçiler, gerektiğinde, Siyonist hükümetçe', ulusal istekleri “dinsel”
otoriteyle desteklemek için kullanılmışlardır. Siyonist devletteki Ulusal
Dinsel Parti, ulusal önlemler ye yasaları onayladığından ötürü parasal olarak
ya da bakanlar kurulu üyeliği ya da benzeri hükümet mevkileriyle
ödüllendirilmiştir. Bu Siyonistlerin şovenizmi, çoğu kez, öteki
Siyonistlerinkini aşmıştır ve bu aşırı ulusalcılık dinin sömürülmesinin
başlıca örneği olarak dinsel deyimlerle açıklanmaktadır. Bu “dindar”
Siyonistlerin hileciliği geçen yıl kendi dünya liderlerinden ikisinin bir
milyon dolarlık hırsızlık yaptığı açıklanınca ortaya çıkmıştı.
1912’de
Almanya-Polonya sınırında Siyonizm’le savaşmak özgül amacıyla bir dünya Yahudi
örgütü kuruldu. Agııdath İsrail (İsrail Birliği) adlı bu örgüt
dünyadaki gerçek Yahudi halkını temsil etmek ve Si- yonistlerin temelsiz ve
haksız isteklerini açığa çıkarmak için kuruldu. Sadık Yahudi kitlesi ve tüm
hahamlar Agııdath İsrail’e katıldılar. Viyana ve Marienbad’da Siyonizm karşıtı
kongreler toplandı. Polonya gibi ülkelerde, Agudistler parlâmento üyesi
oldular. Elli yılı aşkın süredir, Agudath yönetimi altında Kutsal Toprak’larda
yaşayan Siyonizm karşıtı Yahudiler kendilerini Siyonistlerce ya da Siyonistlerin
herhangi bir kümesince, özellikle Va'ad Leumi (Ulusal Meclis) gibi yarı
resmî Siyonist bir örgütçe temsil edilmelerini islemediklerine dair yazılı
olarak açıklama yapma konusunda Filistin’de mandater güç olan Ingiltere’den
izin aldılar.
v Kısa
bir süre sonra, Agudath İsrail’in Filistin’deki önderi olan Hollandah
eski saygın diplomatlardan Jacob de Haan, Arap önderleriyle, Yahudi ve
Arapların eşit haklara sahip olacakları bir devletin Filistin’de nihaî olarak
kurulmasına ilişkin görüşmeleri başlattı. Bu yolla, Haan, Siyonist bir devletin
yaratılmasını önlemek istiyordu. Yaşamının tehdit edilmesine, karşın, de Haan,
Siyonist bir devletin içerdiği büyük tehlikelerin tamamen bilincinde olarak,
konuşma ve görüşmelerini sürdürdü, 1924’te Ingiltere’deki ilgilileri görmek
üzere ayrılmasından hemen önce, akşam ibadetinden dönerken, Siyonist bir
yarı-askerî güç olan Haganah tarafından Kudüs’ün ortasında katledildi. Yarım
yüzyılı aşkın bir süre önce, bu inanmış ve esin dolu Yahudi, dünyanın
gelecekte kurulacak ve Siyonist devletin neden olabileceği güçlüklere ve
sorunlara karşı kör ve sağır olduğu bir zamanda, çok önemli saydığı bir kavgada
yaşamını kaybediyordu.^
Bu
türden terörizm ve artan Siyonist baskı sonucu Agudat îsrael adım adım
zayıflamağa ve uzlaşıcı tavır almağa başladı. Nazi dönemi boyunca, temel amacı
Siyonizm’le savaşmak olmasına karşın, Siyonistlerle anlaşma ve düzenlemelere
girişti. Siyonist devlet kurulduktan sonra, Agudath îsrael geçmişi ile bağını
kopardı, bakanlar düzeyinde Siyonist hükümete katıldı ve seçilen Agudistler
parlâmentoya girdiler. Hâlâ Siyonizm karşıtı bir görünüm yaratmağa çalışan
Agudath îsrael, Kutsal Toprak’ta “bağımsız” okullar şebekesini kurdu; ancak
bugün, bu okulların bütçelerinin büyük çoğunluğu Siyonist hükümetçe kaışılanmaktadır.
>
Bu
gelişmeler ışığında, Siyonizm’e karşı savaşı azlaşmaksızın sürdürmek isteyen
Yahudiler Agudath İsrail’i terkettiler ve Ibranice “Kentin (yani Kudüs’ün)
Koruyucuları” anlamına gelen Neturei- Karta'yı kurdular. Neturei
Karta, böylelikle, bazı yerlerde “Kudüs’ ün Dostları” diye bilinen dünya
çapında bir akım durumuna geldi. 5
Neturei
Karta’nm en büyük önderi merhameti cesaretine eşit olan, esin dolu ve inançlı
Haham Amram Blau idi. Adaletsizliğin, ahlâksızlığın ya da iki yüzlülüğün
karşısında sessiz kalamazdı. Yahudilerce sevilir, Hıristiyan ve Müslümanlarca
sayılırdı. Kudüs’te doğmuş, Kutsal Toprak’lardan tüm yaşantısı boyunca
ayrılmamıştı. Yazılarında yasal Siyonizm’in ortaya, çıkışına değin, Yahudilerin
ve Arapların uyum içinde yaşadıklarını sık sık vurgulamıştı.[242] Haham Blau, Kudüs’te,
Osmanlı oteritelerince, İngilizlerce ya da Araplarca değil, Siyonistlerce hapse
atılmıştı. Suçu neydi? Dirençle ve şerefle, kendi güvenliğini düşünmeden,
Kudüs’ün kutsal niteliğini “yeniliklere” ve Siyonistlerin saldırılarına karşı
savunmuştu. Sebt gününün kutsallığı için savaşım verdi ve Siyonist rejimde yürütülen
çirkin hareketlere ve ahlâksızlığa karşı çıktı. Haham Blau, Mesih’in
gelişinden önce bir Yahudi devleti kurulmasını rezalet ve ahlâksızlık olarak
niteledi. Neturei Karta, onun önderliğinde, yıllarca, Siyonist devletin
yasallığını tanımadığını ve yasaların geçerli olmadığı duyurdu, y
Siyonist
devlet ve Araplar arasındaki çatışmanın ilk döneminde, Neturei Karta hahamları,
beyaz bayrak taşıyarak savaş hattına kadar gittiler ve bu savaşta taraf olmayı
istemediklerini ve bir Siyonist devletin yaratılmasına kesinlikle karşı
olduklarını açıkladılar. Haham Blau, son açıklamasında, Müslüman ve Hıristiyan
Filistinlilere karşı Siyonistlerin eylemlerini ve Yahudi halkının
Siyonistlerce, “bir papazlar krallığı ve kutsal bir ulus”tan,tinsel temelden
yoksun, şovenizm üstüne kurulu, işgale dayalı ve askerî yiğitliğe bağlı modern
bir devlete dönüştürülmesi çabalarını kınadı. Peygamber Jeremiah günün
şovenist ve putperest Yahudi hükümetine “kentlerinizin sayısı tanrılarınızı
oluşturuyor” diye parlamıştı. Siyonistler, şimdi de, benzer • biçimde yeni bir
statüko yaratıyor ve 1967’den beri işgâl ettikleri topraklarda yeni yerleşim
merkezleri kurarak mevkilerini genişletiyorlar.
Haham
Blau, son demecinde, Siyonist devleti bir üye olarak kabul ettiğinden ve
tanımasından dolayı Siyonistlere görülmemiş ölçüde prestij ve güç
sağladığından ötürü Birleşmiş Milletlcr’i kınadı. Siyonizm karşıtı ulusların
onu dinlemesinin, davasına önem vermesinin ve bu büyük yanlışı bertaraf edip
düzeltmesinin artık zamanıdır. B.M.’e yapılan parasal yardım desteğinin
çekileceği korkusuyla, Siyonist devletin üyelikten çıkarılmasıyla ilgili
hiçbir eylem yapılmadığı bilinmektedir. Geçmiş kuşak boyunca sayıları artan
Siyonizm karşıtı bu ülkeler B.M.’in zarara uğrayacağı herhangi bir parasal
kaybı karşılama konusunda öneriler ileri sürmelerinden neyi amaçladıklarını
göstermeli ve. üye ülkeler korkusuzca, sindirilmeden ve vicdanlarına uyarak oy
kullanmalıdır.
Incil’de
de değinildiği gibi, Yahudi talihinde, daha önceleri kitlelerin aldatıldıkları
ve ancak azınlıkta kalan Yahudilerin, Yahudi halkının gerçek görevine bağlı
kaldığı zamanlar olmuştur. Bunun ilk örneklerindeh biri altın ineğe tapmak
olmuştu; bugün, maalesef, Siyonist devletin tapınma öznesi durumuna gelmesiyle
bunun yinelendiğini görüyoruz. Siyasal Siyonizm’in ortaya çıkmasından ve etkisinin
genişlemesinden önce, Yahudi önderleri, dine bağlılıklarına, namuslarına,
bilgilerine ve adalet ile merhamete olan saygılarına bakılarak seçilirlerdi.
Bugün, sözde Yahudi önderleri, çoğu kez, Siyonist devlete ve Siyonist davalara
katkılarına göre seçiliyorlar. Yahudi yasaları ve geleneksel kavramları
uyarınca tamamen niteliksiz olan bu sözde Yahudi önderleri, Yahudi halkı adına
ve yerine açıklamalar yapmakta ve kararlar vermektedirler. Bu, zamanımızda en
büyük Yahudi topluluğunun bulunduğu A.B.D. için özellikle doğrudur.
Oklahama’daki biı hanımın söylediğini hiç unutamam: “Bugünün Yahudiliği harika!
Bütün yapılması gereken şey para vermek.”
Haham
Blau, ölümünde bile, Neturei Karta’nın yalnızca bir- kaçyüz kişinin önemsiz bir
mezhebi olduğunu yadsımıştır. Ancak, Haham Blau, iki yıl önce Kudüs’te bir Cuma
sabahı öldüğünde, birkaç saat içinde 22,000 kişiden az olmayan bir insan
topluluğu cenaze törenine katılmıştı.
Geçmişte
her zaman, Yahudileri aldatanlar yarı yolda kalmışlar, yalnızca Tevrat, Talmud
(yazılı ve sözlü yasa) ve Halaçah’m geçerliliğini savunan ve demagojiye
karşı duran Yahudiler ayakta kalabilmişlerdir. Neturei Karta bu geleneği
sürdürüyor. Onlar Siyonizm’in önünde duran canlı engeller olmağa devam ediyor
ve çağımızda Siyonizm tarafından yanlış yola sürüklenmemiş gerçek Yahudi halkı
adma konuşuyorlar.
Kutsal
Toprak’ların, Romahlarca işgali sırasında da ulusalcılık ve ulusal gurur temeli
üstüne oturtulmuş bir savaşın kaybedilemeyece- ğine inanan Yahudilcr vardı.
Anılan Yahudiler, günümüzdeki Siyonist- ler gibi, herhangi bir ıızlaşı ya da
anlaşmaya karşıydılar; sonuna kadar savaşmaya kararlıydılar. Ancak, anılan
zamanda, hemen hemen iki- bin yıl önce, en önde gelen hahamlardan Yocanan ben
Sakkai değişik bir yol seçti. Askerî maceracılar. Yocanan’m, işgal edilmiş
Kudüs kentinden Romalılarla görüşmek üzere ayrılmasını önlediler; o da müritleri
tarafından bir tabut içinde Romalıların karargâhına götürüldü. Yocanan,
Romalılara, Yahudilerin ne bir orduya, ne de silâhlara gereksinim duyduğunu
belirtti ve Yavnel’de bir yeşiva (Ya- hudi din okulu)
kurmaları için izin istedi. Yahudiliğin ve Yahudi halkının benliğinin
kökleştirilmesine yardımcı olan o zamanın militaristleri ya da generalleri
değil, bu din okulu oldu.
Bütün
Yahudilerin Siyonist olmaması gibi, bütün Siyonistlerin de Yahudi olmadığı
açıklıkla belirtilmeli. Lord Balfour ve General Smuts gibi Yahudi olmayan
Siyonistleri harekete getiren şey kuşku uyandırıcıdır. Siyonist akımın başından
beri, en inançlı ve en ateşli Siyonistlerin bir bölümü, Siyonizm’i önemli bir
“din” akımı ve peygamberlik görevinin yerine getirilmesi olarak kabul eden
Hıristiyan din adamları olmuştur. Bu kişiler, aynı zamanda, Siyonist davaya
önemlice hizmet edenlerdir.
Siyonizm’in
temel hedeflerinden biri aliyah, yani Yahudilerin bulundukları
ülkelerden Siyonist devlete göçüdür. Ancak, son birkaç yıldır, yüzlerce, binlerce
İsrailli, ‘siyonist cennet’ dışında toplanmayı yeğlemişler, Amerikan Yahudileri
ise ‘ayakları ile yaptıkları seçim’ sonucu biıaraya gelmeyi’ reddetmişlerdir.
Bu Yahudiler Siyonist devletin gerçekte dev bir ^ZZo’dan başka birşey
olmadığını bilmektedirler.
Amerikan
Yahudileri, öteki ülkelerdeki Yahudi topluluklarına yardım etmek yerine,
Siyonist devlete yardım etmek için yoğunlaşmak konusunda harekete geçmiştir.
Siyonistler, eylemlerinin doğal gereği, güvenlikleri için, teknik
üstünlüklerine ve çokça A.B.D. tarafından sağlanan önleyici askerî
caydırmacılıklarına dayanmaktadırlar.
Hiçbir
şey, Yahudi halkının, gerçek ideallerinden öte olmaz. Yahudi halkı seçilmişti,
“çünkü siz tüm ulusların en azısınız.” Mez-
mur’un
söylediği gibi, “onlar araçlarına ve beygir güçlerine dayanmaktadırlar, fakat
biz Ölümsüz Tanrı’nm adını anarız.”
Bir
önemli noktayı daha sözkonusu etmeğe değer. Dünya Siyonist Örgütünün eski
başkanlarından biri, bir Siyonistin, Siyonist devlete koşulsuz bağlılıkla
yükümlü olduğunu, bu bağlılıkla ilgili bir ke- kişme olması durumunda ilk
bağlılığın Siyonist devlet için olması gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Ancak, Yahudi yasasına göre, bir Yahudi, yurttaşı olduğu ülkeye sadakat ve
itaat borçludur ve doğal olarak hiçbir sadık Yahudi çağımızın en önde gelen
hahamlarınca kınanmış Siyonist devlete sadakat ve itaatle yükümlü değildir.
Amacım
Siyonizm’e karşı ne yapılması gerektiğini ayrıntılı olarak öne sermek değildir.
Ancak, bireylere karşı soyut ve anlık eylemlerin ya da Birleşmiş Milletler ile
öteki yerlerde birtakım kararlar benimsenmesinin Siyonizm’e son verecek etkin
araçlar olmadığını söylemeliyim. Ayrıca, Siyonizm’e karşı savaşın, ilkönce,
Akdeniz kıyılarında değil, fakat Siyonizm’in en güçlü kalesinde, A.B.D.’nde
verilmesi gerektiğini açıklamam da gerekiyor.
Bir
Amerikan yurttaşı olarak, hükümetimizin ve politikacılarımızın, ülkemizin
kurucusu George Wshington’un tavsiyesiyle tamamen çelişen bir davranış içinde
bulunmalarından dolayı üzgünüm. Yabancı bağlantılardan ve yabancı güçlerle
kalıcı bağlaşıklardan kaçınmak yerine, Washington’daki kuruluş Siyonizm’i öylesine
içten bağrına basmıştır ki, onun gözünde Siyonist devlete karşı B.M.’de
herhangi bir eleştiri ve siyasal Siyonizm’e karşı herhangi bir muhalefete
girişmek cezalandırılabilir bir suç durumuna gelmiştir ve uysal Amerikan
iletişim araçları, böyle bir saçmalığa karşı konuşmaya cesaret, bile edemezler.
Bu
zamana değin, maalesef, Amerikan Siyonistlerinin her yıl daha fazla etkinlik
kazandığını görmekteyiz. Bu gerçek, on yıl önce bile düşünülemeyen olayları ve
gelişmeleri olanaklı kıldı. Bugün, A.B.D.’nde Siyonizm’e karşı çıkmak çok
cesaret işidir, ikinci Cihan Savaşında da İtalya’da Faşist aleyhdarı ve
Almanya’da Nazilere karşı olmak çok cesaret gerektirmişti. Siyonizm, uzun
dönemde, Yahudi halkının ve dünyanın uzun tarihinde geçici bir sapmadan başka
bir- şey değildir.
Son
olarak, önyargı, kin ve adaletsizliğin yok olacağı ve tüm dünya uluslarının
Kudüs’e haç seferine katılacağı kehanetinin doğrulanacağı konusunda inançlı olalım
ve bunun gerçekleşmesini umalım, “çünkü Benim evim tüm uluslar için ibadet yeri
elarak adlandırılacaktır.”
SİYASAL SİYONİZM VE ANTİ-SEMİTİZM
Büyük
Yahudi filozofu Constantin Brunner’den sözetmeyen hiçbir Siyonizm ve
anti-semitizm tartışması tam sayılamaz. 1862’de Hamburg’un Altona kasabasında
(Ortodoks) Hahamlık Mahkemesinin Başkanı Haham Akiba Wertheimer’in torunu
olarak, Leopold Werthei- mer adıyla dünyaya gelen Brunner, ününe Spinoza
öğretisi üzerindeki çalışmalarıyla kavuştu. Ancak, bunun da ötesinde, Brunner,
Yahudi- lerin kurtuluşu ile ilgili tüm alanlarda bilimsel ve kişisel
çalışmaların yanısıra, Yahudi düşmanlığına dayalı ırkçılık ya da dinsel ve
toplumsal muhalefet görünümü altında sergilenen Yahudi düşmanlığına karşı
savaşımda aktif biçimde yer alıyordu. Anti-semitizm ve Siyonizm’e karşı kararlı
savaşımı ancak yetmiş-beşinci doğum gününe bir gün kala Lâhey’de ölmesiyle son
buldu.
“Yahudiler,
Yahudi düşmanlarının ırkçı teorilerinden etkilenmişlerdir” diyen Brunner,
Siyonist’leri, öğretmen olarak ünlü ırkçı ve belge sahtekârı Houston Stewart
Chamberlain’i seçmekle suçlamış ve Ghamberlain’in “zırvalarının”, ırk konusunda
hazırlanmış bir Siyonist kitapta hemen hemen aynen “gevelendiğini” belirtmiştir.
Brunner, “Yahudi kökenli Almanların, nasıl olup da bir Yahudi ulusundan söz-
etmeğe başlayabildiklerini ve en adisinden bir iftirayı nasıl olup da
saçmasapan hayallerine temel yapabildiklerini” anlamanın güç olduğunu
savunmuştur.1
Brunner’in
öğrencilerinden Ernst Ludvvig Pinner de, kendisinin de önceleri bir Siyonist
olmasına karşın, Siyonistleri “ulusal duyguları haklı kılmak için Avrupa’nın
en yeni saçmalığına, yani ırk teorisine dört elle sarılmakla, eskiden dinsel
bağnazlık ve düşmanlık için sözkonusu olduğu gibi, şimdi de ırkçı bağnazlık ve
ırkçı düşmanlığın, ulusal duyguları zehirlediğini, bugün herşeyi haklı kılmak
için bir bayrak gibi yüceltilen tek şeyin ırk olduğu gerçeğini kavra-
yamamakla” suçlamıştır. Pinneı ayııca Siyonistleri “ırkçı çılgınlık
‘Constantin Brunner, Der
Judenhass und die Juden, Berlin, 1918, s. 112. hastalığına
yakalanmış Yahudilcr” diye tanımlayarak, “ • • • çünkü bunlar da aynen Yahudi
düşmanları gibi, ırk bilincinden siyasal sonuçlar çıkartmışlardır” demiştir.[243] Pinner, Yahudileri
“bağnazlık ve nefret tacirliği yapmak” suçlamasından kaçınmakla birlikte,[244] daha sonraları bunu
yapmak zorunda kalıp kalmayacağı hususu da tartışmaya açıktır.
Siyonizm
ve anti-semitizm kavramlarını tartışırken bu sözlerin duygular üstündeki büyük
etkileri dikkatle sınanmak ve incelenmeli- dir. Yahudiler, ister Musevi dininin
izleyicileri olmaları nedeniyle, ister iddia edildiği gibi “Sami” diye,
adlandırılan bir ırktan geldikleri için, ya da isterse ekonomik ve toplumsal
nedenlerle karşılaştıkları nefretten ötürü, tarihlerinin büyük bir bölümünde
bir azınlık toplumu olarak yaşamak zorunda kalmışlardır. Atalarının, daha
doğrusu manevî atalarının dinine olan bağlılıkları nedeniyle, sürekli olarak
baskılara maruz bırakı’mışlardır. Bu baskıların görülmediği ülkelerin sayısı
en azından Avrupa’da pek fazla değildir. Özellikle Nazi cehennemi sırasında
gerçekten Yahudi olan ya da ırkçı Nazi yasaları uyarınca Yahudi olarak
belirlenen 4.2 milyon kişi katledilmiştir.[245]
ISiyonizm kavramı, önderleri ve izleyicileri
tarafından Yahudi (ya da İsrailoğulları, İbraniler, Museviler) diye bilinen
toplumun, ayrı, ulusal bir halk olarak egemen bir siyasal birim biçiminde Filistin’de
“yeniden” yerleştirilmesini içeren bir sömürgeleştirme hareketi anlamını kazanmıştır.
Siyonizm’i bu anlamda ilk kez 1890 yılında Nathan Birnbaum kullanmıştır.^
1896’dan bu yana ise, Siyonizm terimi, Filistin’de bir “Yahudi ulusal yurdu”
kurulması hedefi ile Theodor Herzl tarafından geliştirilen siyasal akım için
kullanıla- gelmiştir.
Siyonizm teriminin bulucusu ile bu adı
taşıyan siyasal akımın yaratıcısı arasındaki ilişkilerin, dostluktan fersah
fersah uzak bulunması da kendi çapında eğlenceli bir çelişkidir. Viyan a’ya
Polonya- dan gelen bir göçmen ailesinin çocuğu olan Birnbaum, 1880 yıllarından
beri Mathias Acher takma adıyla Yahudi milliyetçiliğinin geliştiril- meşinde
aktif bir rol oynamaktaydı ve İsviçre’nin Basel kentinde Ağustos 1897’dc
düzenlenen Birinci Siyonist Kongresi’nde kendisini Herzl’ in önceli olarak
sunmuştu. Ancak gurur ve kendine hayranlıkta kimsenin boy ölçüşemeycceği ve
daha önce ne Birnbaum’u, ne de öteki Doğu Avrupa’h Siyonizm ideologlarının adım
duymuş olan Herzl, bu onuru kimseyle paylaşmağa niyetli değildi ve Birnbaum’u
kibirli ve inatçı bir sahtekâr olarak nitelendirmekteydi.[246]
Herzl sonraları şunları yazmıştı:
“Hazret,
bana ve başkalarına yazıp şeref dilendiği mektuplarında, bir çoğunu gördüğümüz
broşürlerden bir tane de kendisi yazmış olduğu için kendisini Siyonizm’in
bulucusu ve kurucusu olarak takdim etmekte...bununla da kalmayarak kendisi ile
beni karşılaştırmağa cüret etmektedir.”[247]
İşin
asıl eğlenceli yanı ise, Birnbaum’un 1899’da Siyonist akımdan tümüyle
ayrılarak, ona uzlaşmaz bir düşmanlık duyan sofu bir Yahudi durumuna
gelmesidir.
Tarihsel
açıdan Siyon, sonradan Kudüs denecek olan kente ait olacak tepelerden,
Jebusitler tarafından tahkim edilmiş birinin adıdır. Tevrat’ta “gene de Dâvud
Siyon kalesini zaptetmeyi başardı ve bundan böyle burası Dâvud’un Kenti diye
bilindi” demektedir (II Samuel 5:7). Böylece, Siyon önce tüm Kudüs
kentini, daha sonra tüm Filistin’i ve nihayet tüm k’hal adalh yisra’el,
yani İsrail’li ya da tüm Yahudi topluluğu şiirsel bir biçimde tanımlamak için
kullanılan bir kelime durumuna gelmiştir.
Siyasal
Siyonizm’i tartışırken bazı kavramlar doğal olarak tümüyle dışarda
bırakılmaktadır. Böylece, Ortodoks Yahudilikte, Mesihî ya da ölümden sonraki
dünyaya inanan Siyonizm diye tanımlanan bir hedef, bir özlem, başka deyişle tüm
Yahudilerin doğa üstü, kurtarıcı güçlerin etkisiyle Kutsal Tcpraklar’da
toplanacağı inancı vaıdır. Bu manevî özlemler, bir Malçuth Şamayin ya da
“kutsal düzen”in ve Tanrı tarafından bir barış dünyasının kurulmuş olmasını, bu
özlemin gerçekleşmesi için önkoşul olarak görürler. Siyasal Siyonistler ise,
apaçık nedenlerle kutsal kitaplarda İsa’nın dünyaya dönüp bin yıl saltanat
süreceğine ilişkin bölümleri kendi hedef ve çabalarıyla eş anlamlı olarak
görmüş ve göstermeğe çalışmışlardır.
On-dokuzuncu
Yüzyıldaki teologlarının kutsal kitapta vazedilen tüm Yahudilcrin bir gün
Siyon’a ve Kudüs’e dönecekleri kehaneti ile ilgili tüm pasajları radikal bir
biçimde ortadan kaldırdıkları Reformcu Yahııdiler akımında ise, “gerçek
Siyonizm” terimi, bu kavramı, Siyonizm’in siyasal ya da ulıısal-kültürel
kullanımlarından ayırdet- mek için kullanılmıştır. Bu nedenle, Amerikan
Reformcu Yahudilik akımının önde gelen teologlarından olan Haham Kaufmann
Kohlcr, “resmî Siyonizm”i, Yahudileri “gerçek, adalet ve barışa adamağa”[248] çağıran ve dinin
genel ahlaksal kullanımı için sembolik bir kavram olarak geliştirilen “gerçek
Siyonizm”den ayırır. Kolilerin “gerçek Siyonizm” tanımlaması, coğrafî bir
Filistin’e yer tanımayan Musevilik ve Yahudi anlayışından kaynaklanır. 1874’te
ölümüne kadar Almanya’da ılımlı reformcu ya da liberal Musevilik akımının önde
gelen düşünürü Haham Abraham Geiger de diyordu ki:
“İsrail
halkı diye bir şey artık yoktur. Şimdinin [iSbo’larıııJ gönülleri ve
özlemlerinde de artık buna yer yok. İsrail’lileı artık bir inanç toplumu
durumuna gelmişlerdir?’
Geiger
Kudüs’e dönme özlemlerini de bir kalemde şöyle silmektedir :
“Kudüs
bizim için geçmişte gerçeğin öğretisinin fışkırdığı kutsal bir kaynak olarak
kalacaktır...Şimdiki harabeler yığını Kudüs ise, bizim için olsa olsa şiirsel
ve melânkolik bir anı olabilir, ama ruhlarımızı besleyemez. Hiçbir sevincimiz,
hiçbir umudumuz, Kudüs’le ilgili olamaz...Kudüs bizim için mekânla sınırlanmış
bir yer değil, bir düşüncedir. Dualarımızın gerçek anlamını kavrayamayıp,
sözlerinin bizi sevgimizi o yere yönelttiğimiz anlamında bir yanılgıya
düşüyorsak, bu yanılgıya yol- açan sözcükler ortadan kaldırılmalıdır.”
Bir
başka vesileyle de, Geiger, Alman vatanında yurttaşlık haklarına sahip olmak
isterken, bir yandan da gelenekleri, dilleri ve özlemleriyle birer Filistinli
olarak kalmak isteyen Yahudileri eleştirerek bu tutarsızlığı “saçmalık” olarak
nitelendirmiştir.[249]
.X
Yahudi
teolojisinde, perdenin öteki yanında yeıalan ve geleneklerinde hiçbir
değişikliğe yer tanımayan Ortodoks Yahudiliğin Almanya’daki en yetkili sözcüsü
Haham Samson Raphael Hirsch de, Reformcu Yahudiliğin Yahudi milliyetçiliği
karşısındaki konumuna katılmıştır. Hirsch, İbrani dilinde “halk” kavramını
ifade eden “‘am” sözcüğünün yalnızca teolojik anlamda İsrail’e atıfta
bulunduğunu ve dolayısıyla İsrail’liler (Yahudiler) için kullanıldığında bunun
ancak dinsel bir anlam ifade ettiğini açıkça belirtmiştir.[250]
Hirsch’e göre, Filistin’e dönüş, Tanrı’nın İsrail halkı için hazırladığı
doğa-üstü bir tasarının bir parçasıydı ve bu nedenle gerçekleşmesi Tanrı’ya
bırakılmalıydı.[251] [252]
Yahudiliğin Ortodoks yorumuna göre, dua metinlerinde Siyon ve Kudüs, için
duyulan özlemler, pratik siyasetler durumuna getirilmemeli ve Tanrısal
düzenlemeye bırakılmalı, hele bir Yahudi taı alından, yurttaşlık
sorumluluklarına ters düşecek bir biçimde bir siyasal eylem amacı olarak
benimsenmemeliydi. Gerçekten de, (Siyonist Mızrağı akımı bir
yana bırakılacak olursa) Ortodoks Yahudiliğin dünya çapında anti-Siyonist örgütü
Agudath Tisrael, 1948 yılında Siyonist devlet kuruluncaya dek Siyonizm’e
karşı aktif olarak savaşım vermiş, hattâ Siyonistlere karşı Arap
milliyetçileriyle işbirliğinde bulunmuştur.’1
Gene
önde gelen Ortodoks Yahudi din adamlarından Viyana Başhahamı Moritz Güdemann
da, Königsberg Üniversitesi Teoloji Kürsüsü Hıristiyan üyesi Cari Heinrich
Cornill’in şu sözlerine onaylayarak atıfta bulunmuştur:
“Babi
Plilerin zorladıkları sürgün sonucu Judah, Asurlu- ların sürgünü İsrail’i nasıl
yokettiyse, varlığını bir ulus olarak aynı biçimde yitirdi. Fakat Judah,
kendini Yudaizme (Museviliğe) dönüştürdü: yıkılan devletten bir kilise doğdu,
dağılan halktan ise bir toplum. Ve bu Judaizm eşi görülmemiş bir dünya ereği
saptadı kendine; dinin geleceği ve gelişmesi, bu ereğin gerçekleştirilmesine
bağlıydı.”[253]
Başhaham
Güdemann’uı, Siyonistlerin savunduklarının aksine, “‘İsraillilerin
seçilmişliği yolunda, buncasına yanlış yorumlanan dogmanın bir ulusal nitelik
gibi yapay ve zorlama bir zeminden değil, yukarıda sözü edilen bu dinsel
görevin gerçekleştirilmesi görevinden” kaynaklandığını savunmuştur. Başhaham
Güdcmann’a göre, bu seçilmiştik özü bakımından ulusal bağnazlık vc gurur gibi
kavramlarla çelişmekteydi ve Tanrı’nın eski İsrail’e antik toplumlar
arasındaki küçüklüğünü tekrar tekrar hatırlatmasının nedeni de buydu.[254] Nihayet, Viyana Başhahamı şu
sonuca varmaktadır:
“Hiçbir
yetkili makam, Yahudi topluluğuna, kendi ulusal özerkliğini yeniden kazanma
yolunda bu ‘kansız Haçlı Seferi’ diye adlandınlan akımı başlatması çağrısında
bulunmamıştır. Böyle bir davranış, tasarılarında ‘sürgün’ün dc kuşkusuz bir
anlam taşıdığı Tanrı’nın işlerine karışmak anlamına gelirdi. Siyon eskiden de,
şimdi de Yahudiler için kendi geleceklerinin bir sembolü ve tüm insanlığı kapsayan
bir kavramdır. Bizim dualarımızda Siyon’a dönüş için yakarışımız bu anlamda
anlaşılmalıdır; bu anlama en ters düşen şey milliyetçiliktir.”[255]
Bu
birkaç alıntının gösterdiği vc bu biçimde sunulabilecek daha pek çok örnekte de
desteklenebileceği gibi, anti-Siyonizm, Ortodoks ya da Liberal-Reformcu dalları
ile tüm Yahudiliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Resmî Siyonizm’in Yahudiliğin
Siyonizm olduğu ve bugün İsrail Gumhuriyeti’nin teolojik İsrail’in
gerçekleşmesi anlamına geldiği biçiminde binlerce kez yinelenen iddiaları, bu
gerçek karşısında temelsiz kalmaktadır. Aynı biçimde, Siyonizm’in Ulusal Dinci
Partisi’ nin iddiaları da, Mesihî ve sembolik Yahudi hedeflerini, Filistin’de
toprak edinmekle eş anlamda tuttuğu için kabul edilebilecek şeyler değildir.
Anti-semitizm kadar saçma ve içsel anlamdan yoksun
kelimelerin sayısı pek azdır.çShem, Incil’de Nuh’un en büyük oğluna ve genel
olarak yanlış biçimde “Sami” diye adlandırılan ve her bir Sami dilini konuşan
Ibraniler, Aramiler, Araplar ve Etyopyahlar gibi halk ve toplulukların
yaratıcısı olduğuna inanılan kişiye verilen addır. Böy- lece, Semile
(Sami), dil-bilimsel bir kavram olmaktadır ve Semitik (Samice) diye
adlandırılan bir dili konuşan kimse anlamına gelmekte- dirjÇSamicc ise. iki
kola bölünen bir grup akraba dili tanımlamak i- çin kullanılmaktadır: İbranice,
Kenânicc, Moabitcc, Fenike dili, Sür-, yanice, Arâmice v.b. bu dilin kuzey
kolunu oluştururken, Arapça, Meh- rî, Sokotri, Amharik,_Tigre v.b. de güney
kolunu oluşturmaktadır. Dolayısıyla, doğru kullanıldığında Sami (Semite)
sözcüğü, ana dili Sami- cc olan bir kişiyi tanımlamakta, ancak o ki.jinin ırkı,
ulusu, yurttaşlığı ya da bağlı olduğu din konusunda hiçbir bilgi sağlamamaktadır.^
Belirli
bir ırkı, belirli bir dili konuşan insanlarla cş anlamlı olarak görme yolundaki
kötü niyetli eğilim, Sami sözcüğünü Arapça, İbra- nicc ve benzeri dilleri
konuşan insanları tanımlama anlamına kavuşturan Johann Gottfried Eichhorn
(1752-1827) adb bir Doğu Dilleri Profesörü tarafından başlatılmıştır. Eichhorn,
farklı dil “aileleri”ni (akraba diller grubunu) konuşan toplulukların bir
zamanlar tek ve uyumlu bir ırk oluşturdukları varsayımından hareket etmekteydi.
Böylelikle, Sami’ler (Semtte’Avrupa’nın büyük bir bölümü, İran ve
Hindistan alt kıtasının kuzey yarısı ile sonraki göçler nedeniyle başka
bölgelerde akraba dilleri konuşan toplulukların mensup oldukları iddia edilen Aryan
(Âri)[256] ırkından farklı bir ırk
olarak kabul edilmekteydi. On-dokuzuncu Yüzyıla gelindiğinde ise,
dilbilimciler en en azından tarihçe bilinen zamanlar içinde ırk türleri ile
belirli dilleri ya da dil gruplarını konuşan topluluklar arasında bir ilinti
bulunmadığı gerçeğini kavramaya başlamışlardı. Ancak Sami ve Âri gibi
terimlerin önceki kullanım biçimleri, halk dilinde çarpılmış olarak
kullanılmağa devam ettiğinden “Sami” sözcüğü, hatalı bir biçimde, tek ve ayıı
bir ırkı oluşturduğu sayılan Yahudil'eri betimlemek için kullanılır duruma
geldi.
Bundan
t-üretilen anti-semitizm. sözcüğü, modern anlamıyla ilk kez Hamburg’la
gazeteci Wilhelm Marr, (düşünür Friedrich Nietzsche’- nin kayınbiraderi)
Bernhard Foerster ve Fransız doğa bilimcisi Er- nest Joseph Renan’m yazılarında
1879-1880 yıllarında yeralmıştır. Marr, terimi Kenan’dan çalmış olabilir. Bu
tartışmalar bir yana, Marr 1880’de Zwanglose antisemitisehe Hefte}6
başlığı ile Yahudi inançlı Almanları hedef alan ve içinde nefretini kustuğu bir
dizi propaganda broşürü yayınlamıştır.
Yahudilerin
dinsel bir azınlık olarak baskılara maruz kalmaları için anti-semitizm gibi
sözcüklerin bulunması kuşkusuz gerekmiyordu. Bu saçma sözcüğün asıl Önemi,
ırkçı anlamında yatmaktadır. Bu sözcük bulununcaya dek, Yahudilere karşı
duyulan tepkinin nedeni, Yahudilerin dini inançlarıydı; Yahudiler çoğunluk
tarafından “sapma” ya da “dinsizlik” olarak nitelendirilen ve azınlıkta bulunan
bir inanışın izleyicileriydiler. Bütün bunlar, ırkçı Yahudi düşmanlı- nın
gelişmeğe başlanması ile önemini yitirdi. Bu yeni akımın önder ve izleyicileri,
Yahudilerin dinsel inançlarına hiç ya da pek az önem veriyorlar,
çabalarını Yahudiliğin ırksal geçmişinin saptanması üzerinde
yoğunlaştırıyorlaıdı. “Yahudi ırkı” diye bir şeyin, kalem erbabının yarım
yamalak düşünsel eylemleri ya da “İngiliz ırkı”nm bir “gemiciler ırkı”
olduğundan sözeden On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa dil geleneklerinin dışında var
olmadığı gerçeği, Yahudi düşmanlığı tacirleri için hiçbir anlam ifade
etmiyordu.
Tarihsel
bir sapma olarak, Nazilerin Yahudilere karşı yürüttükleri kampanya sırasında
anti-semitizm tanımlamasını giderek terket- tiklerini de belirtmek gerekir.
Daha 1936 yılında Naziler, bu sözcüğün, Sami dilini konuşan tüm uluslara karşı olmak
gibi yorumlanacağının farkına varmışlardı. Bu, izlenen amaçla ters düştüğünden,
Yahudi düşmanlığı alanında önde gelen Nazi ideologlarından Johann von Leers,
“güttüğümüz ayrım, Yahudi dinine bağlı olmayan öteki Sami topluluklarını değil,
yalnızca Yahudileri hedef aldığından anti-semitizm tanımlaması yanlıştır”[257] diyordu. Nitekim, 1942’den
itibaren Nazi örgütleri Yahudilere kendileri ve uyduları tarafından Yahudi
olarak tanımlananlara karşı yürüttükleri kampanya sırasında, kullandıkları
dilde anti-semitizm yerine “Yahudi aleyhtarlığı” terimini
getirmişlerdi.
M.Ö.
722 yılında aynı adı taşıyan krallığın yıkılmasıyla, İSRAİL sözcüğü,
îsrailoğullarını, yani k'hal adathyisra’eldiye bilinen topluluğu
tanımlamak için kullanılmıştır. Böylece, bu söz, İsraillilerin dini ya da daha
yaygın kullanıldığı ve peygamberler diye bilinenlerin ölümsüz mesajlarını
sundukları eski Judah krallığında uygulandığı biçimiyle Judaizm (Musevilik)
diye adlandırılan dinin izleyicileri anlamını taşımağa başlamıştır. Sh’ma
yisra’el, adonay elohenu, adonay echad (Dinle ey İsrail, Yaratan Tanrı’dır
ve Tanrı Tektir) sözlerinde kastedilen, lâik ya da ulusal bir halk topluluğu
değildir. Eğer böyle olsaydı, o zaman eski İsrail krallığının “on kayıp
kabilesi”, kuşkusuz teker teker sayılırdı. Gerçekten belirtelim ki, “kayıp”
denen bu kabileler kaybolmamış, özellikle bugün Arap ülkelerine ait olan
bölgelere dağılmış, dolayısıyla Arap ve bu arada Filistinli Arap halklarıyla
kaynaşmıştır. Üstelik, bugünkü k’hal adath yisra’el, yani dünyadaki tüm
îsrailoğullarının büyük bir bölümü de, eski İsrail ve Judah krallıklarında
yaşayanların fiziksel anlamda torunları da değillerdir. Böylece, İSRAİL bir
teoloji kavramı, îsrail’liler de, bu dine ya da Judaizm’e bağlı olanlar
anlamını kazanmaktadır. Gerçekten de On-dokuzuncu Yüzyıl süresince Avrııpah ve
Kuzey Afrikalı Yahudiler, Tahudi sözcüğünün yerine daha eski ve daha
saygın görünen İsrail’di sözcüğünün kullanılmasını sağlamak için büyük çabalar
göstermişlerdir.[258] Günümüze değin, Viyana,
Münih, Karlsruhe, Nürnberg, Würzburg ve Leipzig gibi kentlerde Yahudi cemaat
kurumlan, Is- railî (Israilitische Kultusgemeinde) sıfatını
kullanagelmişlerdir. Dolayısıyla, aynen ISLÂM kelimesinin tüm Müslüman
toplumlarını ifade eden bir sözcük olması gibi, tSRAÎL de Yahudilerin kollektif
varlıklarını ifade etmektedir.
Filistin’de
Siyonist ya da Ulusal-Yahudi devleti Mayıs 1948’de kurulduğunda, bu devletin
kurucuları, Filistinli Arapların ve hattâ Filistin’de yerleşmiş bulunan
Yahudilerin önemli bir kesiminin isteklerini hiçe sayarak bu devleti, kutsal
İSRAİL adını vererek onurlandırmışlardır. Aynı biçimde, Siyonist sözcüğü de,
Yahudilerin kutsal gelenekleri arasından, özellikle Siyan’un. Mesihî ve
evrensel bir anlam taşıdığı Ortodoks Yahudiliğin literatüründen özenle
seçilmiştir. Böylelikle, bilerek yaratılan karmaşıklığın nedenleri üzerinde
uzun uzun durmak gerekmez. Siyonistler Aral’den söz ettiklerinde, aynı adı taşıyan
devleti ya da cumhuriyeti kastetmekte, böylece dinsel bir toplum için
geliştirilmiş (k’hal adath} kavramını, hiç bir biçimde Dâvud’- un
krallığının Tanrısal buyrukla yeniden kurulması anlamına gelemeyecek olan
Filistin’deki devlet anlamında bilerek çarpıtmaktadırlar.
İSRAİL
sözcüğüne Filistin’deki Siyonist devletin adı gibi sahte bir anlam kazandırmanın,
bazı Siyonistler için bile kabul edilemeyecek bir şey olduğu, Simon
Rawidowicz’in hararetli protesto-
larmdan
anlaşılmaktadır. Yirminci Yüzyılın önde gelen vc parlak bir cntellektüel
yeteneğe sahip Judaistlerinden olan Rawidowicz. yaşamını kültürel Judaizm diye
adlandırılabilecek konuya adamıştır. Kendisi Siyonist devletin adının İsrail
olarak belirlenmesine şiddetle karşı çıkmış ve “îsrailcilere” duyduğu
kızgınlığı, onları Ju- daizm’in temellerini sarsmağa çalışmakla suçlamaya kadar
vardırmış tır.[259]
Sözcüklerin
kabul edilemeyecek biçimde çarpıtılmasının bir başka örneği de anti-Siyonizm
diye bilinen alanda karşımıza çıkmaktadır. Ne yazık ki, anti-semitik
alçakların, ırkçılıklarını anti-Siyonizm kavramının arkasında gizlemeye
çalışmalarının örnekleri görülmüştür. Beklenebileceği gibi de, Siyonistler anti-Siyonizm’in.
bu kötü niyetli kullanımlarına dört elle sarılarak ‘anti-Siyonizm eşittir
anti- semitizm’ biçiminde geliştirdikleri sahte denklemi satmaya kalkışmışlardır.
Bu tür şaşırtmaca ve çarpıtmaların örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Bir
zamanlar anti-Siyonizm’in kalelerinden biri olan Dünya İlerici Yahudiler
Birliği Yürütme Kurulu Başkanı Haham Richard G. Hirsch, bu denklemi andırır
demeçlerde bulunmuştur ve en önemli Yahudi örgütlerinin ileri gelenleri
arasında anti-Siyonizm’i anti-semitizm ile aynı anlamda görenlerin listesi
upuzundur. Bu ikiyüzlülüğün en iyi örneklerinden biri an ti-Siyonist
Hıristiyan kilise mensuplarını anti-semitizmle suçlayan Yahudi ve Hıristiyan
Siyonistlerin tutumlarında gözlenebilmektedir. Bu Siyonistlerin bizzat
kendileri, iddialarına güç kazandırabilmek çabasıyla, anti-semitizmin zehirli
cephaneliğine el atmaktadırlar.[260]
Siyonizm ve Anti-semitizm Diyalektiği:
Anti-semitik
akım, özellikle ıSyg-So’den sonra, tarihin ırkçı kavramsallaştırılması üstüne
oturtulmuş bulunmaktaydı. Bu akımı ortaya çıkaran ve geliştirenlerin bir
saplantı derecesinde bağlı oldukları görüşe göre, Yahudiler “Aryan” uluslar
içinde yabancı bir unsurdurlar, “Sami” ırkından gelmektedirler ve Hıristiyan
dinini benimsemeleri, Yahudilerin “Sami” niteliğini değiştirmez. Bunun da
ötesinde bazı anti-semitiklere göre, Hıristiyanlık da Yahudi olmayanlara
Yahudiler tarafından kabul ettirilmişti ve dolayısıyla Hıristiyanlığın da
ortadan kaldırılması önemli bir görev durumuna gelmekteydi. Biı Nazi “bilim
adamı” 1940’da anti-semitik akımın başlangıç dönemleriyle ilgili olarak
şunları yazıyordu:
“Irkın,
Nasyonal Sosyalizmin (Nazizmin) dünya görüşü içindeki üstün ve ağır basan
önemi, çağımızın Yahudi aleyhtarı akımına hem biçim, hem de hedef kazandırmıştır.
Irk ve kan, Nasyonal Sosyalist akımın anti-semitiz- mini yönlendiren değeı
saptama öğeleridir.”[261]
Alman
imparatorunun saray rahibi Adolf Stoecker (1835-1909), “Yahudiler, kırılmamış
Samiliklerini Alman varlığının karşısına çıkarmaktadırlar” biçimindeki saçma
ve ırkçı savlarıyla, modern anti-se- mitiklerin tipik bir öncüsü olarak
gösterilebilir.[262] Üstelik, papaz bu savlarını
Yahudi Almanların yurtseverliğinin Yahudi olmayan Almanlarca bile erişilemeyecek
bir düzeye ulaştığı sırada ortaya atmıştı. Gene de Stoecker, Yahudi Almanların
ılımlı sayılabilecek düşmanlarından biriydi. Kendisinin dünya olaylarını
yorumlama ve hattâ yeniden düzenleme yolundaki garip plânlarına göre,
Yahudilerin Hıristiyan dinini benimsemeleri ile, “Sami” ırkından gelmelerinden
kaynaklanan kalıtımsal eksiklikleri giderebilecekti.
“Pratik
Anti-semitizmin Kurucusu” Unvanını gururla benimseyen Theodor Fritsch
(1852-1933) ise, böyle din değiştirme gibi çözümlere hoşgörülü davranamıyordu.
Kendisine “Anti-semitizmin Eski Üstadı” (Altmeister des Antisemitismus)[263] sıfatı da verilen ırkçı
nefretin bu çalışkan bahçıvanı, “Hıristiyan ve Yahudiler” gibisinden atıflara
ateş püskürüyordu:
“Judah,
bir din değil, bir ulus demektir. Dolayısıyla ‘Yahudilerle Hıristiyanları’ bir
arada gören kişi, ulusumuzun yanıltılmasmda suçu paylaşmaktadır. Judah, her
biri son kişisine kadar Hıristiyanlığa geçse de, yabancı olan ve öyle kalacak
bir ulustur. Almanlar ve Yahudiler birbirlerine düşman iki ulustur ve bunun
için bütün Almanlar dinsiz olsa, buna karşılık tüm Yahudiler Hıristiyanlığı
geçse bile durum değişmez...Bu, kısır bir dinsel tar
tışma
değil, iki düşman ulus arasında bir savaş sorunudur.”[264]
[265]
Bu
anti-semitizm örneğinin, Siyonist teorisyen Jakop Klatzkin tarafından da aynen
benimsenmesine şaşmamak gerekir:
“Biz,
özetleyecek olursak, tabii ki yabancıyız. Biz sizin aranızda yabancı bir ulusuz
ve öyle kalmak istiyoruz. Aramızda kapatılması olanaksız büyük bir uçurum yer .
almaktadır...”23
Klatzkin,
Siyonizm’in doğal bir müttefiki olduğu görüşü ile anti- semitizmi neredeyse
göklere çıkarmıştır. Rus Çarının Yahudileri gettu’ larda toplama
uygulamasına şöyle alkış tutmuştur:
“Bu,
Yahudilerin Doğu Avrupa’da varlıklarını sürdürmesine düşmanlarımızın yaptığı
bir katkıdır. Bu ‘kısıtlı yerleşme’ uygulamasının, bizim ulusal dâvâmıza
yaptığı hizmeti gerektiği gibi kavramalıyız. Bu barajın kaldırılması
durumunda, Yahudilerin ülkede özgürce gezinmesine izin verilmesinde çoğunluk
içinde erime dalgasının nasıl kabaracağını bir düşününüz. Bize tüm erime
kapılarını kapadıkları, halkımızın dağınık değil topluca, yaygın ve karışık
değil, ayrı bir birlik içinde yaşamalarını sağladıkları, vaftiz hakkını bile
kısıtladıkları için bizi ezenlere teşekkür Borçluyuz.”[266]
Siyonist ideologların bu en yücesi şöyle devam ediyor:
“Batı’ya
bir bakıp anti-semitizmin, Yahudiliğin varlığını sürdürmesinde ve ulusça
yeniden doğuşumuzun tüm heyecan ve dalgalarının yeni coşkunluğunda sahip
olduğu önemli payı görmemiz gerekir... Gerçek şudur ki, düşmanlarımız
Museviliğin sürgünde güçlenmesi için çok şey yapmışlardır ... Deneylerimiz
bize gösteriyor ki, liberaller, bizi bir ulus olarak yoketmenin yöntemlerini
anti-semitist- lerden çok daha iyi bilmektedirler.”[267]
Anti-Siyonizm’i
anti-semitizm ile aynı şey olarak görme bir yana, anti-semitizm hemen hemen
evrensel olarak Siyonizm’in en yakın müttefiki olarak görülmekteydi. Theodor
Herzl, günlüğünde Baden Grandükü Birinci Friedrich ile görüşmesini şöyle
kaydetmişti:
“Gene
de kendisi benim bir devlet kurma tasarımı büyük bir hevesle karşıladı. Ancak
dâvâmızı desteklemesi halinde, halkın kendisini anti-semitizmle suçlamasından
çekindiğini ifade etti.”[268]
Görülüyor
ki Herzl, bu samimî değerlendirmeden hiç de rahatsız olmamıştı. Anti-semitik
nefret tacirlerinin Siyonistlerin yanında kararlı biçimde saf tuttuklarının,
bu ırkçıların Filistin’de bir “egemen Yahudi devleti” kurulması plânlarıyla
beslendiklerinin ve bu nedenle de kendisinin tasarılarını sonuna dek ve açıkça
desteklediklerinin pek iyi farkındaydı. Bu nedenle, daha sonra Deutsch-soziale
Blâlter adını alacak olan ve ilk yayımcısının ünlü Theodor Fritsch’den başkasının
olmadığı Antisemitische Correspondenz dergisi, Birinci Siyonist
Kongresi’nin toplanmasını alkışlıyor ve Kongre’ye, “Yahudilerin bir an önce
Almanya’dan ayrılarak Filistin’e yerleşmeleri tasarısının uygulanması” için en
iyi dileklerini gönderiyordu.
Herzl’in
günlükleri incelendiğinde, Siyonizm’in anti-semitistle- rin programları ile
paralelliğinden zaman zaman rahatsız olduğu gözlenmektedir. Herzl’in yakın
adamı olarak bilinen, Viyana’da yayınlanan Nene Freie Presse’nin kent
haberleri editörü Josef Oppenheim, Herzl’in Der Judenslaat adlı
kitabının Londra’da Jewish Chronicle’da. basılması üzerine, “eğer Jewish
Chronicle makalesi Almanca da basılacak olursa, Yahudi aleyhtarlarına
gündoğdu demektir. Tam işlerine yarıyacak bir şey” demişti.[269] Kendi günlüğünde ise Herzl,
“eğer broşürüm başarılı sonuç sağlat ve Oppenheim’m düşündüğü gibi bir
anti-semitik gürültüye yol açmazsa, işler çok farklı olur” diye yazmıştı.”[270] Gene bir Yahudi olan
gazetenin sahibi Eduard Bacher Herzl’in, Yahudilerin çevrelerindeki toplum
içinde erimeyecekleri savıyla ilgili olarak “ciddî ve büyük kaygılaı” besliyor
ve “anti-semitiklerin bundan yararlanmağa çalışacakları” görüşünü taşıyordu.[271] Nüfuslu Berliner Tageblatt
gazetesinin yöneticilerinden Arthur Levysohn da Herzl’e Siyonist tasarılarına
karşı savaşım vereceğini yazıyor ve semitiklere bulunmaz bir fırsat sağladığını
belirtiyordu. Herzl ise, “anti-semi- tiklerin bunu istismar edeceklerini ve
metinden işlerine yarayacakları nasıl olsa çekip alarak bunları dillerine
pelesenk edeceklerini” savunmasına karşın, günlüğüne aynı gün düştüğü bir başka
kayıtta, anti-semitiklerin çabalarına tuttuğu alkıştan pek de hoşnutsuz görünmüyordu
:[272]
“Bugün
basımevine gittim ve sahipleri Hollinek kardeşlerle görüştüm. Sanırım her ikisi
anlaşılan birer anti-semitik. Beni büyük bir içtenlikle karşıladılar. Broşürümü
beğenmiş görünüyorlar. Bir tanesi bana, ‘birinin çıkıp arabuluculuk görevini
üstlenmesinin zamanı geldi de geçiyordu bile’ dedi.”[273]
işin
ilginç yanlarından biri de, Siyonistlerin kutsal, yazılarının, müzik ustası
Richard Wagner’in sağladığı tempo ile kaleme alınmış olmasıdır. Der
Judenstaat’m yazıldığı günlerde, Herzl’in günlüğünde şu. satırlara
rastlanmaktadır:
“Geceleri
tek eğlencem, Wagner’in müziğini, özellikle oynandığı kadar izlediğim Tannehauser
operasını dinlemek. Yalnızca opera olmadığı geceler düşüncelerimin doğruluğu
konusunda kuşkulara kapılıyorum.”[274]
Anımsanacağı
gibi, besteci Richard Wagner de, hattâ bu kelime yazılarda daha yerleşmeden
önce bir Yahudi aleyhtarı olarak haklı bir ün sağlamıştı. Wagner’in Das
Judenthum in der Musik (Müzikte Yahudi Etkileri) adlı aşağılayıcı
broşüründe meslektaşları Yahudi müzikçi- lerin kişilikleri ve yapıtları
konusunda geliştirdiği ırkçı zırvalar, yalnız kendi çağı için değil, tüm
zamanlar için yetip de artacak nitelikteydi. Dolayısıyla, Wagner’in 1859
yılında yayınlanan broşürünü “Yahudiliğe karşı son, fakat Almanya’da kesin
sonuçlu savaşı başlatmış olmasına” şaşırmamak gerekir.[275]
Bu durumda, Siyonizm’in kutsal kitabının, Wagner’in müziğinin etkisiyle kağıda
dökülmüş olması Siyonizm’in felsefesine oldukça uygun düşmektedir! Fakat
herhalde, Herzl’in en büyük “yapıt”ma yapılacak en büyük hakaret de, Siyonist
İsrail devletinde kültür bekçilerinin, Wagner’in müziğinin Siyonizm’in temel
belgesine ilham sağlayan bu müziğin halka dinletilmesine bugüne kadar izin
vermemeleridir.
1908
yılında başkanının etkisiyle anti-semitizm ideolojisini resmen benimsemiş olan
bir örgüt “Pan-Cermen Birliği”dir {Der AUdeutsche Verband). Aslında,
Heinrich Class adını taşıyan bu başkanın da görüşlerini kabul ettirmek için
fazla uzun boylu çabalara gereksinimi yoktu, çünkü örgüt, “Alman ırkına ve
kanma yabancı bir unsur” olarak görülen Yahudilere zatenoldukça düşman
bulunuyordu. Class’m rehberliğiyle derneğin tüzüğü yalnızca Yahudilerin değil,
Yahudilerle evlenmiş olanların ya da Yahudi akrabaları bulunanların da üye
olmalarını önleyecek biçimde değiştirilmişti. Class, anti-se- mitizmin,
kendisinin “daha yirmi yaşındayken maddî ve manevî bir parçası durumuna
geldiğini” itiraf ediyor ve “daha sonraki siyasal yaşantısını etkilediğini”
söylüyordu.[276] Bu adam, aynı zamanda, Siyonizm’in
en etkili destekçilerinden ve hayranlarından biriydi. Class 1912’ de Daniel
Frymann takma adıyla Ben Kayzer Olsaydım başlıklı ve iki yıldan daha
kısa süre içinde beş baskı yapan bir kitap yayınladı. Class bu kitabında
anti-semitik programını açıklarken en sağlam tanıkları olarak Siyonistleri
göstermekteydi:
“Kültürümüzün
tüm ürünlerine katılmalarına karşın Alman olmayan, çünkü temel farklılıkları
nedeniyle isteseler de Alman olamayacak Yahudileri yabancı biı ırk olarak görenler
sevinsinler, çünkü bizzat Yahudiler arasında bile Siyonizm denilen milliyetçi
akım giderek daha fazla yandaş topluyor. Siyonistlere şapkalarımızı
çıkartmalıyız; kendileri, Yahudilerin, değiştirilemez özellikleri ile ayrı bir
halk olduklarını açıklık ve dürüstlükle itiraf ediyorlar...Kendileri ayrıca
Yahudi yabancıların, içinde yaşadıkları ulusla gerçek biçimde kaynaşmalarına
doğal ırk yasalannın elvermediğini de aynı açıklıkla itiraf ediyorlar... Siyonistler,
Yahudi düşmanlarının, ırk teorisini benimseyenlerin herzaman söylediklerini doğruluyorlar.
Kendileri, tüm halklarına oranla küçük bir grup oluşturuyorlarsa da,
vazettikleri gerçekler hiçbir zaman yadsınamaz. Almanlar ve Yahudi
milliyetçileri Yahudi ırkının yokedilemeyeceği konusunda aynı görüşü
paylaşıyorlar. Öyleyse, Almanları, bundan gerekli siyasal sonuçları çıkarma
hakkından kim yoksun bırakmak isteyebilir?”
Class,
daha sonra bu sözünü ettiği sonuçları, “Yahudi sorunu” diye adlandırdığı
sorunun çözümü için hazırladığı önerilerde sıralamaktadır. Yahudilerin her
türlü kamu görevinde çalışmaları engellenmeli, seçme ve seçilme hakkından
yoksun bırakılmalı, hukuk, öğretmenlik ve tiyatro yöneticiliği gibi meslekler
kendilerine yasaklanmalıdır. Kadrolarında Yahudilerin yeraldığı gazetelerin
bu durumu açıklamaları zorunlu kılınmalı ve “Alman” sayılabilecek gazetelerin
sahipleri ve yazarları arasında Yahudi bulunmamasına özen gösterilmelidir.
Ticarî bankalarm yöneticilerinin Yahudi olmasına izin verilmemeli ve Yahudiler
ne toprak sahibi olabilmeli, ne de kiralayabilmelidirler. Ayrıca, Yahudiler,
Yahudi olmayanlara oranla iki kat vergi ödeme zorunda bırakılmalıdır. Heinrich
Glass’ın, Adolf Hitler’in iktidara gelmesi üzerine, Reichstag’m (Alman
Parlâmentosu) onur üyesi yapılmasına şaşmamalı.[277]
Siyonist-Milliyetçilerin
Yahudilerin Avrupa toplumu içindeki yerleri konusundaki düşüncelerine bir başka
destek de Theodor Fritsch’ den gelmektedir. Siyonist ideolojiye olan
hayranlığını Der Hammer adlı dergisinde şöyle dile getirmişti:
“Biz
Siyonistleri Yahudilerin en dürüst unsurları olarak görmeğe devam ediyoruz.
Çünkü onlar Yahudi olmayanlarla kaynaşmanın olanaksızlığı gibi iki ayrı ırkın
birbirlerinin gelişmesini ve kültürünü karşılıklı olarak engelledikleri gerçeğini
de kavrıyorlar. Onun için, biz de Siyonistler gibi iki toplumun ‘net bir biçimde
ayrılmasını’ ve îbranilerin, özel bir Yahudi yurduna yerleştirilmelerini
istiyoruz...”[278]
Siyonistlerle
Yahudi aleyhtarlarının bu koalisyonuna karşı koymak îç’n Liberal Yahudilik
Derneği içinde yeralan Alman Yahudi Topluluklarının önde gelenleri, 1912’de bir
Anti-Siyonist Komite kurdular. Çoğunluğu aile reisleri olmak üzere
Mayıs 1914’de 1007 üyeye sahip olan bu komite “Alman Yahudilerini aydınlatmak
ve Siyonizm’e karşı savaşım” görevini benimsedi.[279]
Aslında, komite bellibaşlı Yahudi dernekleri adına eylemde bulunduğundan, üye
sayısının çok üzerinde, yarım milyon kadar Alman Yahudisini temsil etmekteydi.
Yayınladığı bir dizi broşürde Siyonizm’e karşı en şiddetli suçlamaları
yöneltmekte duraksamıyordu. Houston Stewart Chamberlain tarafından yazılan ve yüzeysellikle
kendini övme sanatı alanında eşsiz bir örnek sayılabilecek On-dokuzuncu
Yüzyılın Temellen adlı “garip” kitapla ilgili olarak komite tarafından
yayınlanan bir raporda, ’ Chambeılain’in ideolojisine lâyık olduğu” yanıt
verilmekte, “çağımızın anti-semitiz- minin ırkçı nefret olduğu saptandıktan
sonra şöyle denmektedir:
“Ve bu
şoven, ulusal ırkçı çılgınlık, Siyonizm’in teorik temeli, ruhsal toprağı
olmaktadır! Onun somut tipolojik yönleri ve etkinliği bu teoriden
kaynaklanmaktadır. Bu yadsınamaz gerçek, aslında, bu sahte Mesih i akımın en
acımasız eleştirisini de oluşturuyor. Bu durumdan Siyonizm’in nitelikleri ve
belirtilerine ilişkin tüm sonuçlar çıkarılmalı, Siyonizm’in ırkçı
anti-semitizmle, Yahudilere bunca acı çektiren bu illetle aynı bataklıkta
filizlenip geliştiği kavran- malıdır. Rengi ister Ârî anti-semitik, ister
Ulusal-Ya- hudi olsun, zehirli bir kuyudan çekilen suyun niteliği aynıdır ve
dünyada hiçbir güç bu sudan sağlığa yararlı bir içki yapamaz. Ulusal demagoji
ve ırkçı anti-semitizmin, kültüre karşı işlenen suçlar olduğu görüşünü taşıyan
herkes -herkesin bu görüşte olduğuna inanıyoruz- aynı biçimde bu sakat
düşüncelerin Yahudi giysileri giymiş ikiz kardeşini, yani ulusal Siyonizm’i de
mahkûm etmelidir, çünkü bunun yıkıcı etkileri de berikiyle eşit düzeydedir.”[280]
“Siyonistlerin
görüş açıları, anti-semitiklerinkinin benzeridir. Hattâ, ikisinin eylem
çerçeveleri içindeki farklılıklar, önemsiz sayılacak kadar azdır.
Anti-semitizm gibi Siyonizm de uyumsuzluk, hoşgörü yoksunluğu, adaletsizlik ve
karşıtını kavrayamamak görünümleriyle kendini belli eder...Kendini Yahudilerin
mallarına, özgürlüklerine ve onurlarına karşı en utanmazca komplolarla ortaya
konan anti-semitizm ile Siyonizm arasındaki uyuşma, Siyonizm’in de
anti-semitizm gibi egemen bir mevki kazanması durumunda kuşkusuz daha açık
seçik izlenebilecekti. Bunlardan birine yöneltilebilecek herhangi bir suçlama,
aynen ötekisi için de geçerlidir. Siyonizm’in etkisinde kalan zayıf iradeli
kimseler bilmelidirler ki, farkında olmaksızın anti-semitizmin savlarını
benimsemektedirler.
“Bunlar
bu davranışlarıyla ikiz kardeşi anti-semitizm gibi Siyonizm’in de yalnızca
Yahudi dini ile değil, ahlâk ilke- İtrine sahip her dinle tam bir çelişi
oluşturduğunun kanıtlanmasına katkıda bulunmaktadırlar.”[281]
Yahudi
anti-Siyonistler, anti-semi tiklerin ırkçılıklarını teşhir etmeğe çabalarken,
Siyonistlcr anti-semitiklerin hedeflerinin gerçekleşmesini kolaylaştıracak
eylemlere dalmış bulunmaktaydılar. Örneğin, Fransa’da ünlü arkeolog Salomon
Reinach, anti-semitikler tarafından kendi amaçlarına hizmet etmesi için bulunan
“Yahudi ırkı” üzerine yazdığı incelemede böyle bir ırkın varlığını reddedince, L’echo
Sioniste’ in sayfalarından saçılan şimşeklere hedef olmakta gecikmemiş ve
“çoğunluk içinde eıime yanlılarının, kendileriyle Yahudi olmayan dünya
arasındaki her engelin yıkılması için son ve en üst düzeydeki çabaya destek
olmakla” suçlanmıştır. L’echo Sioniste anti-semitik ideolojinin bu son
derece saçma savunusuna bir de tüy dikmek üzere, ıgo^de bir Siyonist
araştırmacı olan Hermann Jacobsohn’un kafatası ölçümleri üzerindeki katkılarına
yer vermiştir. Hint-Avrupa araştırmalarında uzmanlaşmış bulunan Jacobsohn, beş
yazı olarak yayınlanan dizisinde ayrı bir “Yahudi ırkı tipi”nin varlığını
kanıtlamak için, kafatası ölçüleri, saç ve göz rengi vb. konularındaki tüm
bilgi hâzinesini ortaya sermiştir.[282]
Aynı
yıl içinde önde gelen bir İngiliz Yahudi bilim adamı ve siyasetçisi Siyonizm
konusundaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Siyonizm’in oluşturduğu tehlike,
bu ideolojinin, Yahudi aleyhtarlığının doğal ve uyumlu bir müttefiki, aynı
zamanda gerekçesi olmasıdır.”[283]
10
Kasım 1975’te dünya nüfusunun % 93’e varan bir çoğunluğunu temsil eden
devletlerin delegeleri, Birleşmiş Milletler’de Siyonizm’i “ırkçılığın ve ırk
ayrımının bir biçimi” olarak tanımlayan karar doğrultusunda oy kullandılar.
Genel Kurul’un bu kararı, ırk ayrımına karşı dünya yüzeyinde savaş veren ve
B.M., bölgesel konferanslar ve örgütlerce de desteklenen bir dize hareketin en
son örneğini oluşturmaktadır.
Amerikan
Siyonistlerinin B.M.’in bu kararma tepkisi hemen ve tahmin edildiği gibi oldu.
Amerikan Yahudi Kongresince The New York Times gazetesine tam’sayfa
verilen bu ilân başlağmda şunlar vardı: “Yahudi olmaktan gurur duyuyoruz.
Siyonist olmaktan gurur duyuyoruz.” îleri sürülenler arasında bu kez de
şunlar bulunuyordu: “Yahudi halkının bir Yahudi devleti, yani İsrail’i kurma
hakkı Incil’in sözüne ve ‘Gelecek Yıl Kudüs’te’1 duası ile
sona eren iki-bin yıllık oluşuma dayanmaktadır.” Yahudiliğin kutsal inançlarına
siyasal Siyonizm’in ilkeleri yoluyla ulaşıldığına dair efsane bir kez daha
ileri sürülüyordu.
Siyonizm’i
Yahudilikle eşitlemek, Siyonist akımın en eskimeyen propaganda başarılarından
birisi olarak doğrulanmıştır. Bu eş anlamlı işlemin etkisi, siyasal Siyonizm’in
Yahudiliğin özünde olduğunu yayan yanlış izlenim olmuştur. Bu düşünce biçimini
birkaç yıl önce bir yazıda cesaretle dile getiren Michael J. Rosenberg demişti
ki: “Modern İsrail devletinin merkeziyetini kabul etmeyen gözlemci Yahudi
kendi kabul görmediği gibi, varlığına bile nadiren katlanılır.”[284] [285]
Siyonist
düşünceyi geliştirme çabasında, geleneksel “Siyon Aşkı” ile Yahudi devletinin
yeni baştan kurulması arasındaki eleştirel ayrım muğlaklaştmlmış ve dünyacıl
uçlara doğru çarpıtılmıştır. Bununla birlikte, uygun bir açıdan bakıldığında,
bu farklılık manevî gelenekleri en yüce sayan Yahudilerle Yahudi dünyacıl
milliyetçiliği ve Siyonist devleti, Yahudi ideallerinin gerçekleşmesi olarak
görenler arasında niçin az ya da hiçbir uzlaşma sağlanamadığının nedenlerini
gösterir. Milliyetçilik konusunda uzman olan çağdaş Amerikan tarihçisi merhum
HansKohn, “Siyon’a” olan geleneksel özlemi, dindar Yahudilerin “Tanrı
Tapmağının bulunduğu yere dönüşlerini dile getiren manevî tutku olarak
tanımlar. Siyon’a ulaşmak Tanrı’nın buyruklarından şaşmamaktı:
4“Siyon
Tanrı’nın sözüne uygun olarak yaşamak anlamındaydı. 'Bu tür bir yaşam ağır bir
görevdi. Incil, tbranilerin görevden kaçmak, kendilerini bu boyunduruktan
kurtarmak, ‘normal’ bir yaşam sürmek yolunda giriştikleri çabalara ilişkin
hikâyeler anlatır. Hiç bitmeyen karşı çıkma hareketleri, ta başta ‘Altın Dana’
çevresindeki dans ile başlamıştı. Hâlâ da devam ediyor. Bu olay Yahudi
tarihinin birleştirici bağlarından bir tanesi olmuştur..^’[286]
Peygamberden
kaynaklanan Yahudilik, öteki ulusları taklit ederek güç ve iktidar peşinde
koşmak gibi çekici öğelere karşı, ahlâk, adalet ve merhamet ilkesini öğretti.
Kurulan eski devletler kısa sürede yıkıldı ve istilâ edildi, fakat Yahudiliğin
yaşamı siyasal kabuğunu aşarak sürdü ve yeryüzünde manevî bir güç olarak
gelişti. Buna karşılık, siyasal Siyonizm’in gerçek özü etnik ve bölgesel
yönelimidir. Siyonizm’ den yana olan Yahudi halkı kavramını ve Siyonist bir
devlet kurulmasını, Yahudiliğin başlıca zaferi olarak görürler. İsrail eski
Başbakanı Golda Meir’in sözleriyle, Filistin’de Yahudi egemenliğinin yeniden
kurulması “devrimlerin en büyüğüdür.”[287]
Michael Rosenberg gibi, Golda Meir de Yahudi milliyetçiliğini ve Yahudi siyasal
gücünü Yahudilerin binlerce yıl Filistin dışında kalmalarının toplam
etkisinden daha büyük önemdeki statüye yükseltmek biçimindeki Siyonist ideolojik
görüşü yansıtmaktadır. Gerçek anlamda, sürgünden sonra dağılan Yahudilerin dinsel
anlamdaki hedeflerine her inanış ve /ya da bunların insanlığa katkıları,
gözönüne hiç alınmamış ya da en az öneme indirgenmiştir. Böylece, Siyonist
devlet, modern Yahudi devrimi olarak ortaya çıkmaktadır.
Modern
siyasal Siyonizm’in kökleri, manevî Siyon’a dönüşle ilgili peygamberce
girişimde değil, On-dokuzuncu Yüzyıl Yahudi varlığının toplumsal-siyasal
koşullarında, özellikle de Doğu Avrupa’daki anti-semitizmin uygunsuz
hareketlerini değiştirmek çabalarında yatar. Siyasal Siyonizm Batı Avrupa
kültürüne açılmış Yahudileıiıı öncülüğünde, kısmen Batı Avrupa Yahudilerinin
kültürel yoldan bütünüyle erimelerine ve baskı altındaki Doğu Avrupa
Yahudilerinin kendi mahalleri içinde bir çeşit hapsedilmelerine seçenek olarak
sunulmuştur. Siyasal Siyonizm’in “kurucu babalarında” dindar Yahudilerin
dinsel şevki yoktu; onların Yahudi yurdu isteği On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa
milliyetçiliği gibi biçimlenen ve Yahudi varlığını, etnik ve belirli
topraklarla sınırlayarak normalleştirme yolunu arayan dünyacıl bir arayıştı.
Yahudi Aydınlanma Çağının ürünleri olan Leo Pinsker ve Theodor Herzl, ümitsiz
bir biçimde anti-semitik siyasal bir dünyada Yahudilerin güçsüzlüğünün
üzüntüsünü duydular, “ilerici Yahudilerin yutsever duygularını yeniden
uyandırmayı” istediler ve Yahudi kitlesine “bilinçli bir Yahudi siyasal
eylemi” mesajı vermeyi savundular. Yine onlar, Yahudilerin ulusal bir varlık
oluşturduğuna ve öteki uluslar gibi olmaları gerektiğine inandılar. Bu durum
artık onların da “uluslar masında yabancı” olmayacakları bir anayurt
gerektirmekteydi.
Yirminci
Yüzyıla girerken, siyasal Siyonizm,Yahudi sorununun çözümünde olası bir kaç
seçenekten biri olarak ortaya çıktı. Bununla birlikte, Yahudilerin Siyonizm’e
ilk tepkileri oldukça düşmancaydı. Dinsel Yahudiliğin ileri gelenlerinin
birçoğu, Siyonist inançları her yayıldıkları yerde eleştirdiler. Hattâ,
1897’deki ilk Siyonist Kongresinin toplantı yeri, Alman Hahamlar Yürütme Kurulu
ve yerel Yahudi toplumu görevlilerinden gelen sert anti-Siyonist tepkiler
nedeniyle, Münih’ten İsviçre’nin Basel kentine alındı. Siyasal Siyonizm’e karşı
Filistin ile Orta ve Batı Avrupa Yahudilerinden gelen muhalefet, din ve
siyaset, yani Tevrat’ın kutsal sözleri ve küçük politikacıların dün- yacıl
kaygıları arasındaki ayrımı vurguladı. Bu duruma örnek, Kudüs ayrılıkçı
toplumundan Haham Joseph Hayyim Sonnenfeld’in bir Macar meslekdaşma 1898’de
yazdığı “kirletici taraf”tan geldiği için Herzl’e, “Tek Varlığı”; yadsıdıkları
için de Siyonistlere şiddetle çatan mektuptaki tavndıı. Sonnenfeld, “onlar,-aynı
zamanda, İsrail ile öteki uluslar arasındaki bütün fark ve ayrımın
milliyetçilikte, kanda ve ırkta yattığı, iman ve dinin yüzeysel olduğu
düşüncesini de ileri sürdüklerini” yazıyor.[288]
Ortodoks Agudath İsrail akımının önde gelen
“Hayfa’da
doğmuşum. Babam da, dedem de. Şimdi, göçmenim. Golda Meir Rusya’da doğmuş,
Amerika’da okumuş ve şimdi benim ülkemde Başbakan. Abba Eban’la Cambridge’de
hukuk eğitimi gördüm. O Güney Afrika’da dünyaya gelmiş, Ingiltere’de okumuştu.
Şimdi, benim ülkemde yaşıyor, bense oraya giremiyorum.”[289]
Müteveffa
Bertrand Russell Orta Doğu çatışmasına ilişkin son açıklamasında Yahudi kökenli
Amerikalı gazeteci I.F. Stone’un sözlerinden alıntı yaparak, Filistinli
göçmenlerin “dünya Yahudiliğinin boynundaki ahlaksal değirmen-taşi”[290] olduğunu söylemişti. Dünya
Yahudiliğin bu sorunu namusluca ele alması için ahlâklı ve cesur davranmasının
zamanı gelmiştir.
Siyonistler
aynı hakkı Filistinlilere tanımamazlıkta devam ederken, Yahudilerin Rusya
Yahudilerine ülkelerini terk ya da oraya dönme hakkı için İnsan Hakları
Evrensel Bildirisine atıfta bulunmaları ahlâka uymaz. Israilli olmayan
Yahudilerin, bir yandan İsrail’in Dönüş Yasasını kabul etmezken, bu toprakların
Yahudi anayurdu olduğu düşüncesinden hareketle, yerli Arapların çıkartılıp
Yahudi göçmenlerin onların yerine yerleştirilmelerini desteklemeleri de ahlâka
sığmaz. İşin iki-yüzlü yanı şu ki, İsrailli olmayan Yahudilerin çoğu
“menfa”dakilerin bir araya toplanmasını gerçekleştirecek Dönüş Yasasını kabul
ederken, yüzde 8o’i de doğdukları ülkeden ayrılmamak suretiyle bu yasaya
ayaklarıyla red oyu vermiş oluyorlardı. İsrailli olmayan Siyonistler hem
İsrailli Yahtıdileri, hem de Filistinli Arapları etkileyen Siyonizm’in
sonuçlarına alıcı gözle bakacak olurlarsa, ahlâkı bir tutum içine girmiş olurlar.
Kısa dönemde, İsrail, İsrailli olmayan Yahudilere (İsrail’in ırkçılığını kabul
ettikleri noktasından hareketle), görünürde yenilmez bir devleti
destekledikleri inancı içinde, duygusal bir boşalma olanağı vermiş oluyordu.
Fakat zaman Filistinlileri bir ulus olma ve Filistin sınırları içinde yaşama
hakkı için savaşım iradesini zayıflatmadı, güçlendirdi. Ekim 1973 savaşı ise,
İsrail’in yenilmezliği efsanesini yıktı. Bunun sonucu olarak da, İsrailli
Yahudiler, güvenlik için, Araplar güçlendikçe önemi azalacak olan silâha dayalı
ve ulusal çapta bir çeşit toplama kampında yaşamağa herzamankinden daha fazla
mahkûm olmaktadırlar. Dünya Yahudiliği için daha sorumlu bir tavır takınması
ve kendi asıl anayurtlarının güvenliği açısından, İsrailli Yahudilere Isaac Deutsc-
hcr’in 1967'dc söylediği “Man kamı sich tolsiegenl” (Kişi muzafferane
kendi mezarına doğru ilerleyebilir)[291]
anlamındaki Almanca atasözünü anımsatması zamanı gelmiştir. İsrailli
Yahııdilerin gerçek dostları Filistinli Arapların da dostlarıdırlar, çünkü
İsrailli Yahudiler için kalıcı barış, Filistinli haklarının adil olarak
tanınmasından doğacak, bu da Araplar ve Yahudiler için gerçek güvenliği
sağlayarak aralarında dostluk kuracaktır. Adil bir çözüm dünya Yahudiliğine
olduğu kadar, Filistinlilere de, bekledikleri gibi, kendi yurtlarında eşit
yaşama hakkı vermelidir.
Öyleyse,
durum oldukça açıktır. Filistinliler yalnızca kendi yurtlarının sınırları
içinde bir halk olarak kukuksal ve insan haklarına kavuşma dışında birşey
istemiyorlar. Irkçı bir İsrail’in Filistinlilere bu temel insan haklarını
vermemesinin hukuk ya da ahlâk yönünden bir mazereti yoktur. Uluslararası
toplum ve dünya Yahudiliği soruna Yahudi kökenli bir İsrail öğrencisinin
gösterdiği şu cesaret ve ahlâkla bakabilmeli ve bundan sonra adaletsizliği sona
erdirecek yolu bulmalıdır. Sözkonusu öğrenci demişti ki:
“Irkçı
siyasetin dayanaklarını tartışmak istemiyorum. En önemli gerçek bunun var
olduğuduı. Demek ki, ilk adım gerçeği kabul etmektir: İsrail devleti ırkçı bir
devlettir ve onun ırkçılığı Siyonist akımın ırkçılığının zorunlu bir bir
sonucudur. Gerçekler gerçeklerdir. Ancak, bundan sonra, eğer istersek, böyle
bir ırkçılığın Yahudiler için ‘yasaklanırken’ Yahudilerin elinde neden ‘iyi bir
şey’ olduğunu tartışabiliriz.”[292]
İsrail-Arap
çatışmasında barışçı çözümün önünde büyük engel Siyonizm’in ırkçılığıdır, çünkü
İsrail’in Arap komşuları için, Siyonist akım siyasal hedeflerine ulaşsın diye,
topraklarını ya da Filistinlilerin haklarını yitirmeleri için haklı nedenler
yoktur.
Geçen
zaman, Kaliforniya Temsilcisi Julius Kahn’m hazırladığı, birçok tanınmış Yahudi
kökenli Amerikalının desteklediği ve Başkan Woodrow Wilson’a sunulup 1919’de
yayınlanmış olan dilekçedeki sözlerin mantığını azaltmamıştır. Bu dilekçe şu
sözlerle bitiyordu:
“Filistin’in,
inanç, ırk ya da etnik farklılıklar tanımlayan ve ülkeyi her türlü baskıya
karşı koruyabilecek, demokratik bir hükümetle yönetilen özgür ve bağımsız bir
devlet olarak kurulmasını istiyoruz. Filistin’i, şimdi ya da ilerde herhangi
bir zamanda, bir Yahudi devleti olarak görmek istemiyoruz..”11
Çatışmayla
dolu, akıp giden yıllar bu güzel ideali, Filistin’de sekter olmayan ve
demokratik hükümet çağrısını daha da uzaklaşmış bir düş durumuna getirmiş
olabilir. Fakat adalet hem Yahudiye, hem de Araba, Kutsal Toprak’ta,
Filistin’in barışçı yönden birleşmesi uğruna, birlikte dostça yaşamaları
yolunu açmalıdır. Basit ve insancıl sözlerle ifade etmek gerekirse, çatışmaya
çözüm yıllar önce bir göçmen kulübesinde genç bir Arap kadının bana
söylediklerinde bulunabilir. Demişti ki: “Evim olmadan kendime saygım yok.”
Siyonist
ırkçılığın Yahudilerce reddedilmesi hem Arap, hem İsrailli Yahudiye kendine
saygısını kazandıracak ve ürünlü bir işbirliğine yol açacaktır. Ancak bunun
için Filistinli olmayanların, Avrupa’daki Semitizm aleyhdarlığı ve Siyonist
ırkçılık için çok ağır bir bedel ödemiş olan Filistinlilerin hakları uğruna
sarsılmaz biçimde destek olmaları gereklidir. [293]
SİYONİZM VE
IRKÇILIĞA İLİŞKİN ULUSLARARASI SEMPOZYUM BİLDİRİSİ
Trablus,
24-28 Temmuz 1976
-1-
Irkçılık
insanı aşağılar. Bazı erkeklerin ve kadınların eşit onura, eşit haklara ve
eşit insanlık statüsüne sahip olmalarını yadsır. Bazılarına daha büyük onur,
daha yüksek bir statü verir, üstün haklar ve özel ayrıcalıklar tanır.
Ayrıcalıklarla bunlardan yoksul bırakılmışlar arasındaki sınır, bireysel
yararlılık tarafından değil, grup kimliği tarafından belirlenir; ayrım,
Birleşmiş Milletlerin tanımıyla (Genel Kurul’un 21 Aralık 1965’te oybirliğiyle
kabul ettiği Irk Ayrımının Her Biçiminin Ortadan Kaldırılmasına İlişkin
Sözleşmc’nin Birinci Maddesi) “ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken”i
içerecek bir biçimde ırk üzerine temellendirilmiştir.
Irkçılığın
bir kısım insanları aşağılaması, hepsini aşağılaması demektir. Öyleyse,
yüzsüzlükle açığa vurulmaya ve dünyanın bazı yerlerinde acımasızca uygulanması
sürüp giden ırkçılık vc etnosentrizm tüm insanlığı ilgilendirmektedir.
Irkçı
etnosentrizm kaçınılmaz olarak hep kendini merkez olarak alır; özeldir.
Irkçılığa karşıtlık ise, evrenseldir; ırkçılık nerede hüküm sürerse sürsün,
hangi biçime bürünürse bürünsün, ırkçılığa karşıtlığın ilgi alanı tüm yeryüzünü
kapsar.
Böylece,
ırkçılığa karşıtlık dâvâsma tüm uluslararası toplum tarafından sahip çıkılmağa
başlanmıştır. Bu dâva, artık, yalnızca belirli bir ırkçı sistemin son
kurbanlarının dâvâsı olarak görülmemektedir.
Belirli
bir ırkçı sistem karşısında kazanılan zaferin yalnız bu sistemin kurbanları
için bir zafer olması gibi, ırkçılığın kalıntılarına karşı sürdürülen savaşım
da, her yönüyle bir dünya savaşımı olmalıdır.
-2-
Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’nun, örgütlenmiş uluslararası toplumun bu yüce organının
“Siyonizm’i ırkçılığın ve ırk ayrımının bir türü” olarak belirleyen, 3379 (XXX)
sayılı ve 10 Kasım 1975 tarihli kararını memnunlukla karşılıyoruz. Bu karar,
Siyonizm’in ırkçı niteliğinin, dogmasının, programının vc uygulamalarının dünya
çapında gittikçe artan ölçüde tanınmasına resmî bir ifade kazandırmıştır.
Siyonizm’in
ve onun ırkçı ve emperyalist müttefiklerinin Birleşmiş Milletlere karşı,
Örgütün yukarda sözü edilen, sağlam ilkelere dayalı vc cesur kararma yanıt
olarak giriştiği acımasız iftira kampanyası, Siyonizm’in ve ırkçılığın,
bugünün dünyasındaki umutsuzluğunu ve yalnızlığını ortaya koymaktadır.
-3-
Birleşmiş
Milletler kararma karşı sürdürdükleri kampanyada, A- merika Birleşik Devletleri
ve İsrail’in başlıca silâh olarak kullandıkları “anti-siyonizm
anti-semitizmdir” sloganından daha sahte bir şey olamaz. Bu sahte slogan,
Yahudiliğin Siyonizm’le ve aynı biçimde Ya- hudilerin Siyonistlerle yanlış
olarak bir tutulmasına dayanmaktadır.
Siyasal
Siyonizm’e karşı ilk muhalefetin, Siyonizm’in etnik, milliyetçi önceliklerinin
ve toprak önceliklerinin, Yahudi dininin ahlaksal kural ve inançlarıyla
uyuşmadığını vurgulayan Yahudi ruhanî önderleri tarafından güçlü bir biçimde
dile getirildiğini anımsamak gerekir. Bunlar, “Siyon”un özünün, ruhsal bir
istek olduğuna; bunun gerçekleştirilmesinin toprağa dayalı bir etnik temelde,
normalleştirmeyi hedef alan siyasal bir milliyetçilikle değil, Tanrı’nm buyruklarına
uymakla olası olacağına dikkati çekmişlerdir. Bu ruhani muhalefet, günümüze
değin sürmüştür.
Öteki
Yahudi ileri gelenleri, Siyonizm’in yalnız bir kesime özgü olmasına,
etnosentrizmine ve ahlaksal, insancıl ve evrenselci temeller üstünde uyguladığı
ırksal adaletsizliğe karşı çıkmışlardır.
Bundan
başka, dünyadaki Yahudilerin çoğu, kendilerini bulundukları ülkede, buradan er
ya da geç göç edecek ve yalnız kendilerine ait olan Judenstaat’a
yerleşecek olan geçici konuklar ya da sürgünler olarak değil, bu ülkenin
yurttaşları olarak görmektedirler. Bu nedenle, Yahudilerin büyük çoğunluğu,
Siyonizm’in, tüm Siyonistlerin İsrail’e göç etmek olan görevlerini yerine
getirmeleri çağrılarına kulak asmamıştır. Judenstaat’m kurulmasından bu
yana geçen yirmi- sekiz yıl dahil, Siyonist akımın başmdanberi geçen seksen yıl
boyunca, dünya Yahudi halkının ancak küçük bir bölümü bu çağrılara yanıt
vermiştir. Ülkelerinden göç eden Yahudilerin pek çoğu için İsrail dışında bir
hedef sözkonusudur. İsrail’e göç eden Yahudilerin de yüz- binlercesi sonradan,
İsrail’e geldiklerinde Siyonizm karşısında hayal kırıklığına uğradıklarını
ifade etmişlerdir.
Kısaca,
anti-Siyonizm’in anti-Semitizm olduğu yolundaki adi suçlama, Siyonizm’e karşı
en güçlü muhalefeti Yahudilerin oluşturmasıyla; Yahudiliğin açıkça
Siyonizm’den ayrılabilir (ve Yahudilerin pek çoğuna göre onunla uzlaşmaz)
olmasıyla ve Yahudilerin çoğunluğunun Siyonist örgütlere katılmayı,
kendilerini Siyonizm’le özleştirmeyi ya da Siyonizm’in koyduğu ilk zorunluluk
olan İsrail’e göç etme görevini yerine getirmeyi reddetmeleriyle
yalanlanmıştır.
Anti-Semitizm’i
de, ırkçılığın her ve herhangi bir başka biçimini eleştirdiğimiz gibi, şiddetle
eleştirdiğimizi söylememize gerek yoktur.
-4-
Siyonizm,
temelde, On-dokuzuncu Yüzyıl Avrupa emperyaliz- lizminden kaynaklanır.
Başlangıcından bu yana, Siyonizm’in Filistin üstündeki tasarıları Afrika, Asya,
Avustralya, Kuzey ve Güney Amerika’daki Avrupa koloni yerleşimleriyle aynı
biçimde ele alınmış ve belirlenmiştir. Sömürgeci Avrupa ve A.B.D.
emperyalizminin etkin ve gerçekten temel rolü olmaksızın, İsrail Filistin’e
kendi kendine ortaya çıkamazdı. Filistin’in asıl sakinleri hem yaşamamaya
mahkûm edilmişler, hem de Siyonistlerin onlara karşı davranışlarının gösterdiği
gibi, ırk bakımından aşağı insan muamelesi görmüşlerdir. Siyonizm’in
yöntemleri, Filistin’in Yahudi olmayan yerlerini önce görmezlikten gelmeyi,
sonra tecrit etmeyi ve son olarak mülksüzleştirmeyi, topraklarından atmayı ve
olursa yok etmeyi amaçlıyordu.
Sonuç
olarak, Siyonizm, yalnız sistematik bir ideoloji değil, Yahudi olmayanlara
yönelik sistematik bir ırk ayrımı bütünüdür. Siyonizm, İsrail’in kuruluşunun
siyasal felsefesi, günce ve geçmiş siyasal pratiğinin temeli olarak
kurumsallaşmış ve devlet biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.
-5~
Yahudi
olmayanların (Filistinli Müslüman ve Hıristiyan Arapların) kendi atalarının
yurdundan kovulmaları Siyonizm tarafından öğütlenmiş, İsrail tarafından
gerçekleştirilmiştir. Siyonizm’e kalırsa, her Yahudi, doğduğu ülke, yurttaşlığı
ve tabiyeti dikkate alınmaksızın, nerede bulunursa bulunsun,^İsrail’e göç
etmek zorundadır; ve İsrail’in temel yasalarından biri olan, Dönüş Yasası adı
verilen sözde yasaya göre de, (Siyah Yahudilerin İsrail’e göç etmelerine fiilen
ağır sınırlamalar getirilmiş olmasına karşın) her Yahudi bu hakka sahiptir.
Böylecc, Siyonizm, bir yandan, Yahudi olmayanların topraklarından kovulmasına
yönelik bir ideoloji, öte yandan Yahudiler için ve Yahudiler tarafından
sömürgeci bir yerleşme felsefesidir. Siyonizm, aynı zamanda, Yahudileri kendi
ülkelerinden ayırma, onları bir ülkede toplama ve bu ülkelerin Yahudi olmayan
yerli sakinleri tahliye etme ideolojisidir.'
-6-
1967’den
beri işgal altında tutulan ve üstünde yerleşim yerleri topraklar dahil, tüm
Filistin’de, Siyonizm, ordu ve polis tarafından ayakta tutulan ve Yahudi
olmayanların yaşamalarını sert bir biçimde düzenleyen ve onların vazgeçilmez
insan ve yurttaşlık haklarını yadsıyan hukuksal bir ırkçılık ağı örmektedir.
Filistinlilerin
çoğunluğuna karşı ırk ayrımı, onların yurtlarına dönme ve kendi geleceklerini
belirleme haklarını kullanmalarını engelleme biçiminde uygulanmaktadır. Irk
ayrımı, İsrail’de yaşayan Filistinli azınlığa karşı ise onların eşit statü ve
eşit haklarının tanınmaması biçiminde olmaktadır.
Toplumda
aşağı dereceden sayılmaları dış dünyada dikkatleri yeni çeken Doğulu Yahudilere
ve siyah Yahudilere karşı da bir ırk ayrımı söz konusudur; Siyonist devlet
tarafından siyah Yahudilere ve Doğulu Yahudilere uygulanan ayrımı, Yahudi
olmayan yerlilere, Filistin’in Arap halkına uygulanan ayrımı kınadığımız
ölçüde, şiddetle kınıyoruz.
-7-
Siyonist
devlet, son yıllarda, ırkçılığın ve sömürgeci yerleşme- ciliğin öteki kalesi
olan Güney Afrika ile bağlarını açıkça geliştirmiş ve yeni bağlar kurmuştur.
Uluslararası toplum, yalnızlaştırma cezasının ırkçı Apartheid rejiminin
boynundaki ilmiğini sıkmaya çalıştıkça, onun doğal müttefiki olan İsrail, bu
niyetleri boşa çıkarmağa çaba göstermektedir.
İsrail’in
gerici ve kurtuluşa karşı güçlerle işbirliği ve bunlara yardımı, onu
gericiliğe, ırkçılığa, sömürgeciliğe ve emperyalizme bağlayan organik bağın bir
göstergesidir. İsrail’in doğasında varolan ulusal kurtuluş akımları ve
ırkçılığa karşıtlık düşmanlığı, yakın tarihte Angola ve Lübnan’da,
emperyalizmin çakallarının hizmetinde ve kendi çıkarları adına ortaya
çıkmıştır.
-8-
Siyonizm’in
bir ulusal kurtuluş akımı oluşturduğu yolunda son yıllarda ileri sürülen sav,
Siyonizm’in kendilerini sömürgeciliğin, Batı Asya’daki öncüleri olarak gören ve
böyle olduklarını açıkça ilân eden kurucularına ve ilk önderlerine oldukça
inanılmaz ve gülünç gelecektir. Siyonizm’in kendine ulusal kurtuluş akımı
etiketini yapıştırması, Siyonist akımın başlamasından yetmiş-bir yıl sonra,
1968 yılındaki Yirmi-sekizinci Dünya Siyonist Kongresinde olmuştur.
Başka
bir halkın ata yurdundan atılması yoluyla kendi halkının kurtuluşunu hedef alan
hiçbir akım gerçek bir kurtuluş akımı olduğunu iddia edemez.
-9-
Irkçılığın
antitezi, tüm insanların ortak insanlığının, ırk, renk, soy, ulusal ya da etnik
köken farklarının ötesinde bulunduğunun tanınmasıdır. Tüm insanların hak, onur
ve statü eşitliği, bu ortak insanlıktan kaynaklanır.
Siyonist
ırkçılık Kutsal Topraklar’dan kaldırılmadıkça, Filistin’de adalet sağlanamaz.
Siyonist ırkçılığın yarattığı adaletsizlikler, köklerinden koparılmış
Filistinlilerin yurtlarına dönmeleriyle ve yeni bir Filistin ulusal yaşamına
özgürce ve tam olarak katılmaları, kendi geleceklerini belirleme konusundaki
vazgeçilmez haklarına sahip olmalarıyla düzeltilebilir. Filistin’de Siyonizm
tarafından kurulmuş olan ırkçı tekelciliğe yanıt, eşit ve özgür insanlardan
oluşan çoğulçu bir toplumun, yani Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin eşit
biçimde taraf oldukları ve eşit biçimde bunların tümüne ait olan bir devletin
yaratılması olacaktır.
Bu,
Filistin Arap halkının tek meşru temsilcisi olan Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
ilân edilmiş amacıdır. Bu amaç, Filistin halkının haklı savaşımının karşısında
yer alan ideolojinin ve rejimin ırkçılığıyla, Filistinlilerin çoğulcu,
demokratik, lâik Filistin’de birlikte yaşamayı istedikleri insanlar arasında
bir ayrım yapmaktadır.
Bu
soylu, insancıl ve ırkçılığa karşıt hedefi bütün kalbimizle destekliyoruz.
Siyonizm
ve Irkçılığa İlişkin Uluslararası Sempozyum, ırkçılığa, özellikle bunun
Siyonizm ve Apartheid diye bilinen biçimlerine karşı savaşımın
yükseltilmesi ve bu amaca yönelik çabaların örgütlenmesi gereğini kabul
etmektedir.
Uluslatarası
toplumun ırk ayrımına karşı savaşımın meşruluğunu tanımasını gözönünde
bulunduran Sempozyum, aşağıdaki kararları almıştır:
r. Bu
vesileyle, IRK AYRIMININ BÜTÜN BİÇİMLERİNİN ORTADAN KALDIRILMASI İÇİN
ULUSLARARASI ÖRGÜT adıyla bir uluslararası örgüt kurulmuştur. Örgütün merkezi,
Libya Cumhuriyeti’nin Trablus kentindeki Baronun merkez bütosu olarak
belirlenmiştir. Örgüt, bağımsız, hükümetler dışında, halkın bir örgütü
olacaktır.
2.
Örgüt, her yerde, ırk ayrımının her biçiminin,
özellikle Siyonizm’in ve Apartheid’in ortadan kaldırılmasına katkıda
bulunan tüm amaçları benimseyecek ve daha büyük bir etkinlik sağlamak üzere
aşağıda belirtilenler de dahil, bu amaca yönelik çabaları örgütleyecektir:
a.
Genel olarak ırkçılık, özel olarak Siyonizm vc Apartheid
üzerine çalışmaların ve referansların hazırlanması, bilgi toplanması ve bunların
yayılması;
b.
Irkçılık sorununa ve bunun insan toplumu, onuru ve
dünya barışı karşısında oluşturduğu tehlikeye, yayınlar, konferanslar, sempozyumlar
ve benzeri araçlarla daha büyük ölçüde dikkat çekilmesi;
c.
Irk, renk, soy, ulusal ya da etnik köken nedeniyle
ayrımdan arınmış, adalet, kardeşlik, eşitlik gibi ahlaksal ve insancıl
değerlerin onaylanması;
d.
Sömürgecilik, ırkçılık ve emparyalizme karşı savaşım
veren kurtuluş akımlarının desteklenmesi;
e.
Irkçılık, sömürgecilik ve enıpeı yalizm arasındaki ilişkilerin
açığa çıkarılması;
f.
Aynı amaçların gerçekleştirilmesi için öteki akım ve
örgütlerle eşgüdüm vc işbirliği kurulması.
(Kararın
burada yer almayan ve geri kalan paragrafları, örgütsel ve yönetimsel
ayrıntılarla ilgilidir. Çeviren ve derleyen).
Genel
Kurul,
Irk
Ayrımının Bütün Biçimlerinin Ortadan Kaldırılmasına İiıiş- kin Birleşmiş
Milletler Bildirisi’ni ilân eden 1904. (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 tarihli
kararını ve özelikle “ırksal farklılık ya da üstünlük iddiasındaki herhangi
bir doktrinin bilimsel bakımdan yanlış, ahlaken kınanması gereken ve toplumsal
yönden adalete aykırı ve tehlikeli” olduğunu vurgulamasını ve “dünyanın bazı
bölgelerinde, bir kısmının yasal, yönetimsel ya da başka önlemlerle
hükümetlerce uygulandığı ırk ayrımı olaylarına hâlâ rastlanmasından ötürü” kaygılanmasını
anımsayarak,
3151 G
(XXVIII) sayılı ve 14 Aralık 1973 tarihli kararında, inler alia, Genel
Kurulun Güney Afrika ırkçılığı ile Siyonizm arasındaki kutsal olmayan ittifakı
kınadığını da anımsayarak,
19
Haziran ve 2 Temmuz 1975 tarihleri arasında Mexico Gity’de yer alan
Uluslararası Kadınlar Yılı Dünya Konferansı’nda ilân edilen ve “uluslararası
işbirliği ve barışın, halkların onuru ve kendi geleceklerini kendilerinin
saptamaları hakkının tanınmasını olduğu kadar, ulusal kurtuluş ve bağımsızlığın
elde edilmesini, sömürgecilik, yeni-sömürgecilik, yabancı işgal, Siyonizm, apartheid
ve ırk ayrımının bütün biçimlerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği”ne
ilişkin ilkeyi benimsemiş olan Kadınların Eşitliği ve Barışın Gelişmesine
Katkıları Meksika bildirisini dikkate alarak,
28
Temmuz ve 1 Ağustos 1975 tarihleri arasında Kampala’da yer alan Afrika Birliği
Örgütü Devlet ve Hükümet Başkanları Meclisinde kabul edilen ve “işgal
altındaki Filistin’deki ırkçı rejimle Zimbabwe ve Güney Afrika’daki ırkçı
rejimlerin, bir bütün oluşturan ve aynı ırkçı yapıya sahip olarak ve insan
onuru ile bütünlüğünü baskı altında tutmayı hedef alan siyasetleriyle organik
bağlar kurarak, ortak emperyalist kökeni olduğunu” söyleyen 77 (XII) sayılı
kararı da dikkate alarak,
25 ve
30 Ağustos 1975 tarihlerinde Lima’da (Peru) yer alan Bağlantısız Ülkeler Dış
işleri Bakanları Konferansı’nda kabul edilen ve Siyonizm’i çok ciddî biçimde
dünya barışı ve güvenliği için bir tehdit sayıp bütün ülkeleri bu ırkçı ve
emperyalist ideolojiye karşı çağıran Uluslararası Barış ve Güvenliği
güçlendirme ve Bağlantısız Ülkeler Arasında Dayanışma ve Karşılıklı Yardımı
pekiştirmeğe ilişkin Siyasal Bildiri ve Stratejiyi de dikkate alarak,
1.
Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğuna karar verir.
Nasır
H. Aruri Kuzey
Dartmouth’da Southeastern Massac- husetts Üniversitesinde Siyasal Bilgiler
bölümü başkanı ve profesörüdür. Filistin’lidir. Yayınları arasında: Ürdün:
Bir Siyasal Gelişme Çalışması (İngilizce, 1972); İsrail İşgâline
Filistin Direnci (der., 1970) ve Orta Doğu Potası: Ekim 1972 Arap-İsrail
Savaşı Üstüne Çalışmalar (der., 1975).
Mick
Ashley Siyonist-Filistin
çatışmasına ilişkin yazıları ve konuşmalarıyla bilinen bir İngiliz
gazetecisidir. Yahudi kökenli olduğundan, 1930’larda, hem Siyonistler, hem de
Londra’daki faşistler “Filistin’e gitmesini” önermişler, yazar da konuyla bu
nedenle ilgilenmeğe başlamıştır. Çalışmalarının sonunda, ulaştığı sonuçları
ortaya koymadığı takdirde, “Filistinlilere ait olan toprakların onlardan
çalınmasına katılmış olacağı” düşüncesine varmıştır. İngiliz İşçi Partisi, onun
Yönetim Kurulu, İşçi Orta Doğu Konseyi ve Arap-în- giliz Anlaşmasını Geliştirme
Konseyi üyesidir.
Tiirkkaya
Ataöv Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi ile Basın ve Yayın Yüksek Okulunda
Uluslararası İlişkiler Profesörüdür. Çok sayıda yayınlarının bir kısmı, birçok
dillerde basılmış olan ve insan haklarının ırk ayrımına ilişkin ve Uluslararası
İlişkiler disiplini içinde kitap ve makalelerdir. Üniversitede Afrika, Filistin
ve Uluslararası Politikada Azınlıklar ile ilgili dersler de vermektedir.
Konuya ilişkin yayınlarının bazıları: Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri
(1975), Güney Afrika'da Durum (Londra, 1979), Filistin Sularının
Kullanımı ve Devletler Hukuku (New' York, Montreal, Paris, 1982), Kudüs
ve Devletler Hukuku (Viyana, 1981), Siyonizm’in Felsefesi ve Afrika İçin
Sonuçlar (Nairobi, 1982), İsrail’in Silâhlandırılması (Yeni Delhi,
1982).
Abdiilmâlik
Audah Kahire
Üniversitesinde Kitle Haberleşmesi Fakültesi Dekanıdır. El-Ahram’ın Yazı
işleri Müdür Yardımcılığında, Kahire’de Siyasal ve Stratejik Çalışmalar Merkezi
Müdürlüğünde ve Indiana Üniversitesinde öğretim üyeliğinde bulunmuştur. Mısırlı
olup, Afrika’da incelemeler yapmış, Afrika sorunlarını konu alan uluslararası
toplantılaıda bulunmuştur.
Guy
Bajoit Belçika’da
Louvain’de Katolik Üniversitesi Sosyoloji Profesörüdür. Yayınları arasında: Uluslararası
Ortamda Orta Doğu Çatışması: I973-1974 (1974) ve (başkasıyla) Apartheid
ve Siyonizm (1977)-
Enis
El—Kasım Lincoln’s
Inn üyesi ve E.A.F.O.R.D. Genel Sekreteri olan bir hukukçudur. Filistinlidir.
Uzun yıllar Ingiltere ve A.B.D.’de kalmış, bir ara Libya Petrol Komisyonu
başkanlığı yapmıştır. Yayınları arasında: Irkçı Rejimler ve Yerli Halklar
Toprağı (Londra, 1981).
Abdiilvehab
M. ELmessirî New
York’da Arap Devletleri Bir- liği’nin kültürel işler danışmanıdır. Kahire’de
Ain Şams Üniversitesinde Ingiliz ve Amerikan Edebiyatı doçentliği ve Mısır Dış
işleri Bakanlığı Diplomasi Enstitüsü öğretim görevliliği yapmıştır. Yayınları
arasında: Batı Emperyalizminin Üssü İsrail (1969), Tarihin Sonu: Siyonist
İdeolojinin İncelenmesine Giriş (Arapça, 1973) ve Siyonist Katram-
ramlar ve Terminoloji Ansiklopedisi: Bir Eleştiri (Arapça, 1975).
A.C.
Forrest Kanada
Birleşmiş Kilisesinde görevlidir; aynı zamanda, The United Church Observer
gazetesinin müdürlüğünü yapmaktadır. Kanadalıdır ve Orta Doğu’da, Afrika’da incelemeler
yapmış, Kutsal Olmayan Toprak (1971) adlı kitabı yazmıştır.
Stefan
Goranov Sofya’da
Bulgar Bilimler Akademisine bağlı Çağdaş Toplumsal Teoriler Enstitüsünde Tarih
Profesörüdür.
Sami
Hadavvi Filistin
Hükümetinde (1920-1948), özellikle toprak ve vergi değerlendirilmesi işinde
çalışmış bir yazardır. Toprak sahipliği, sınıflandırılması ve vergilendirilmesi
konularında ilk elden bilgi sahibidir. Filistin’de doğmuş olup Kanada’da
yaşamaktadır. Yayınları arasında: Filistin: Bir Geleneğin Kayboluşu (1963),
Acı Hasat: 1914-1967 Yılları Arasında Filistin (1967) ve (başkasıyla) Filistin
Günlüğü: 1914-1948, 2 cilt (1970).
Klaus
J. Hemnam Montreal’de
Concordia Üniversitesinde Siyasî ilimler doçentidir. Berlin’de Özgür
Üniversiteye bağlı Judaizm Çalışmaları Enstitüsünde öğretmenlik yapmıştır.
Almanya’da doğmuş olup, Kanada’da yerleşmeden önce Çin’de ve Amerika’da kalmıştır.
B’nai B’rith’de faal üyedir ve şu Almanca kitabın yazarıdır: Üçüncü Reichve
Alman Yahudi örgütleri: 1933-1934 (1969).
Hatem
I. Hüseynî Washington’da
Arap Devletleri Birliği’ııin Müdür Yardımcısıdır. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün
Birleşmiş Mil- ler’deki heyetinde de bulunmuştur. Filistinli olarak Amerika’ya
gelmeden önce, Lübnan ve Mısır’da oturmuştur. Yayınları: Arap- İsrail
Çatışması: Açıklamalı Kaynakça (1975), Filistin’de Barışa Doğru (t
975) vc Filistinliler: Seçilmiş Yazılar (1976).
S.G.
Ikokn Nijerya Apartheid
Komitesi Başkanlığı da yapmakta olan bir gazetecidir. NijeryalI olup, Afrika’da
emperyalizme ve ırkçılığa karşı savaşım veren faal bir aydındır.
Walter
Lehn işgâl altında
Filistin’de Birzeit Üniversitesinde İngiliz Dili Profesörüdür. Kahire’de
Amerikan Üniversitesinde de görev yapmış, Teksas Üniversitesine bağlı Orta
Doğu Merkezi Müdürlüğünde bulunmuştur. Kanadalı olup, uzun sürelerle Orta Doğu
ve Amerika’da oturmuştur. Yayınları arasında: Filistin Direncinin Gelişmesi
(1974) ve (başkasıyla) Kahire Arapçasına Başlangıç (1965).
Alfred
M. Lilienthal New
York’ta yayınlanan Middle East Perspective dergisinin müdürlüğünü de
yapan bir hukukçudur. Yahudi kökenli Amerikan yurttaşıdır. Orta Doğu’da uzun
yıllar incelemeler yapmıştır. Yayınları arasında: İsrail Neye Patladı
(1953), Orta Doğu Elden Çıkıyor (1957), Madalyonun Öbür Yüzü:
Arap-İsrail Çatışmasına Bir Amerikan Bakışı (1965) ve Siyonist Bağlantı
(1978).
G.
Neuburger Yahudi
kökenli biri olarak Almanya’da doğmuş, şimdi Amerika’da oturmaktadır. Yahudi
sorunları içinde faal yer almakta olup, Neturei Karta üyesidir. Agudath İsrail
Dünya Gençlik örgütü’nün başkanlığını yapmış, İkinci Cihan Savaşından önce Avrupa’daki
en son Agudath İsrail Dünya Kongresini düzenlemiştir. Uzun yıllardanberi
Siyonizm’e karşı çıkan bir yazardır.
Nezih
Kıırah Şam’da El-Ard
Filistin Çalışmaları Enstitüsü araştırmacılarındandır.
Joseph
L. Ryan Katolik
Kilisesinde görevlidir. Beyrut’ta St. Joseph Üniversitesinde ders vermiş
Bağdat’ta El-Hikme Üniversitesinde dekanlık vc rektör yardımcılığı yapmıştır.
Amerika’da doğmuş olup, Filistin, hakkında çok sayıda konuşmalar yapmış, Orta
Doğu olaylarının doğru anlaşılması ve Filistin’de adalet ve eşitliğin uygulanması
için oluşturulan Amerikan kuruluşlarında çalışmıştır.
Edward
W. Said Columbia
Üniversitesinde Ingiliz ve Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörüdür. Harvard
Üniversitesinde de öğretim üyeliği yapmıştır. Filistinlidir ve Filistin Ulusal
Konseyi üyesidir. Yayınları arasında: Joseph Conrad ve Otobiyografi Efsanesi
(1966), Başlangıçlar: Amaç ve Yöntem (1975) ve Doğu Çalışmaları
(1975).
Abdullah
Şerafettin Libya
Barosu başkamdir. Libya’da doğmuş olup, meslekten hukukçudur. Temmuz 1976’da
yer alan Siyonizm ve Irkçılık Uluslararası Sempozyumunda başkanlık yapmış, onun
kurduğu örgütün de başkanlığına seçilmiştir.
Gary
V. Smith Montgomery’de
Alabama Devlet Üniversitesinde Siyasal Bilgiler öğretim üyesidir. Amerikalıdır
ve şu kitabı derlemiştir: Siyonizm : Düş ve Gerçek, Bir Yahudi Eleştirisi
(1974)..
Richard
P. Stevens Pennsylvania’da
Lincoln Üniversitesinde Siyasal Bilgiler Profesörüdür. Lesotho’da Pius XII
Üniversitesinde ve Sudan’da Hartum Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmıştır.
Amerikalıdır. Yayınları arasında: Amerikan Siyonist-Güney Afrika İşbirliği
Hakkında Bir Çalışma (1975) ve (başkasıyla) İsrail ve Güney Afrika: Bir
ilişkinin Gelişmesi (1976).
L.
Humphrey Walz Birleşmiş
Presbyter Kilisesinde görev yapmış, Orta Doğu’yu daha iyi anlamağa çalışan
Amerikalıların çıkardığı The Link dergisinin ilk müdürlüğünde
bulunmuştur. Amerikalı olup, Orta Doğu’yu sık ziyaret etmiş, Filistin hakkında
yaygın biçimde konuşmalar yapmıştır.
‘Örneğin, B’nai B’rith üyesi üyesi
olan Klaus J. Hermann’ı, Kanada Yahudi Kongresi yöneticisi Alan Rose ve Kanada
Siyonist Federasyonu Başkanı Phil Givens “düşmana herhangi bir konferansta
yardımcı ve destek olanın B’nai B’rith’de yeri yoktur” diyerek, Her- mann’ın
kendi deyimiyle, “kamu önünde” muhakeme etmeyi denediler. Canadian Jetuish
j\rews, Toronto, i ve 15 Ekim 1976. Aynı gazetede (26 Kasım 1976
tarihinde) yazan J.B. Salzberg, Hermann’a şöyle hitap ediyordu: “Siyonizm’e ve
îsrail devletine ilişkin aşırılığınız sizi Kudüs’te eylem yapan Neturei
Karta’cılar gibi İsrail’in en ortodoks, en aşırı ve en fanatik düşmanları ile
aynı kefeye sokar.” Okuyucu, Klaus J. Herrmann ile bir Neturei Karta üyesi olan
G. Neuberger’in bu kitaptaki araştırmalarım okuyarak onların “aşırılığı” ve
“İsrail’in nasıl fanatik bir düşmanı” olduğu hakkında fikir edinebilir.
[2]Dâha sonra kısa adıyla E.A.F.O.R.D. olarak bilinen bu
Örgüt “Danışman Statüsü” ile Birleşmiş Milletler’in yapısına bağlandı.
^Chrisiianlty and Crisis, C. and G., s. 318. Anlaşılan, Hoyt
Genel Kurul’un, bir süre önce, “ırk ayrınu”nı tanımlamış olduğunu bilmiyor.
1904. (XVIII) sayılı ve 20 Kasım 1963 tarihli karar bunu “ırk, renk ya da
etnik köken temelinde, insanlar arasında ayrım” diye tanımlıyor. Aşağıda
belirtilen 2106 (XX) sayılı ve 21 Aralık 1965 tarihli karar daha sonra ve daha
bile kapsamlı bir tanım getiriyor.
[5]Siyahlar ve Yahudiler arasında
gerilimler var olduğu sürece, siyasal Siyonizm ile fazla ilgilenmiyor
gözüküyorlar. 21 Şubat 1965 tarihli The Public Lİfe’da. yayınlanan “New
York Yahudileri Siyahlara Karşı Nasıl Döndüler: Siyah Anti-Semitizm Efsanesini
Deşerken” başlıklı yazıda VValter Karp ve H.R. Shapiro, öğretmenlerin
çoğunlukla Yahudi olduğu zenci çevrelerde okulların ademimerkezileşmesine
ilişkin olarak gürültülerin koptuğunu belirtmektedirler. Bu, genellikle,
yöneticileri arasında Yahudilerin çoğunlukta olduğu öğretmenler birliğinin
gücünü zayıflatmış olacaktı. Bu nedenle, “liberal Yahudi orta sınıfı ile kentin
zenci halkı arasındaki ittifakı kırarak... okulların ademimerkezileşnıesi
fırsatını ortadan kaldırmak için sahte bir zenci anti-Semitizmi düzenlediler.”
[6]C. and C., s. 315. Lincoln
Üniversitesinden Richard P. Stevens “Renkli Halkın İlerlemesi İçin Ulusal
Dernek” (NAACP) yanlısı Siyonistlerin, bu destekleri karşılığında, karşı-destek
sağladığını göstermek için örnekler vermektedir.
[7]Christian Science Monitor, 21 Mayıs 197Ğ. Öte yandan, Free
Paletline (Özgür Filistin) dergisi Mayıs-Haziran 1976 tarihli sayısında, Siyonizm’in
öncelikle deri rengine dayanarak ayrım yapmamasına karşın, Güney Afrika Başkanı
John Vorster’in Nisan 1976 ziyaretiyle ilgili olarak zenci-karşıtı duyguları
ortaya çıkan İsraillilerin bulunduğunu ileri sürmektedir: “Kendisi İsrail
Başbakanı Yitzhak Rabin tarafından ‘hararetle’ karşılandı. İki önder önemli bir
ekonomik, bilimsel ve endüstri andlaşmasının imzalandığını ve aynı zamanda
karşılıklı yardımlaşmayı tamamlayıcı bir kabineler-arası komitenin kurulduğunu
ilân ettiler. Jerusalem Post ta şöyle yazmaktaydı: “Afrikaner’ler
kendilerini İsrail’e yakın hissettikleri için, çok sayıda siyah kitleye karşın
varlıklarını sürdürebilmeleri ve kendilerini İsrail’le birlikte Afrika
kıtasının iki ayrı ucunda yalnız başına savaşım veren, benzer çıkarlara sahip
iki beyaz ulus olarak gördüklerinden, bu andlaşmaya ilişkin olarak özellikle
istekliydiler.”
“Golda Meir’in siyah-beyaz
ırkçılığını körüklememekle birlikte, bunu kendi siyasal çıkarı için kullandığı
söylenmektedir. Örneğin, 10 ve 13 Kasım 1972 tarihli Ma’arâ, Meir’in daha fazla
Fantom avcı-bombardman uçağı ve Rogers Plânının geciktirilmesi karşılığında,
rakibinin zenginlere karşı tavrından hoşnut olmayan Amerikalı Yahudi
çevrelerinin yeniden seçilmesinde desteklerini sağlayabileceği konusunda Başkan
Nixon’a söz verdiğini ima etmekteydi.
[9]C. and C., s. 307-308. Ruether’ler
bazı Siyonistler ve yandaşlarının Yahudiler için kullandıkları “seçilmiş ırk”,
“kurban ırk” ve benzeri kavramları anlaşılan reddediyorlar. Önceleri Anii-Defamaliotı
League kadrosundan olan B.Z. Sobel Hebrew Christians: tke 13 th
Tribe (New York, 1974) yapıtında bu kişiler için “iki kez seçilmiş - hem
ırA, hem inanç yönünden” deyimini kullanmaktadır. 10 Ocak 1976 tarihli The
National Observer Amerikan Yahudi Kongresi Başkam. Arthur Hertzberg’in
Yahudilere karşı konan göç kotalarını “ırkçı” olarak nitelediğini yazmaktadır.
[10]Ecumenical Press Service, ıı Kasım 1975.
[13]Raphael Patai, der., The Complete Diaries of
Theodor Herzl» New York, 1960, s. 56.
wBu çalışmanın sunuluşundan kısa bir süre sonra, 7
Eylül 1976 tarihli Al Hamishmar gizli Koenig Memorandumu’nun İsrail
Araplarının iş, konut, eğitim ve aile ödeneklerine ilişkin sınırlamalar
getirilmesi ve göç etmelerinin teşviki konusundaki önerilerini açığa çıkardı.
Koenig’in rütbesinin indirilmemesi ya da Galilee yöneticiliğinden alınmaması ve
önerilerin resmen reddedilmeleri gibi gerçekler İsrailli Araplara, geçmişte
olduğu gibi, gelecekte de görecekleri davranışın Herzl’in üçüncü varsayımına
uygun olacağı korkusunu vermektedir.
[16]Alıntı şuradan: Noam Ghomsky, Peace in the Middle
East? New York, 1974, s. 53.
[18]S.v. Buber, Uniuersal Jewish
Encyclopedia ve Macropaedia Britannica. Siyonistler, kendilerine
Siyonist diyen, ancak Buber ile pek çok ortak yanları bulunan son akımlardan
rahatsız olmaktadırlar. “İsrail’e karşı giriştikleri ‘esnek’, ‘sorumlu’ ve
‘akılcı’ olmaya ilişkin yaygın ikna çabalarıyla, Arap ve Arap yanlısı
propagandanın etkisini arttırmaktadırlar.” The Jeunsh Press, 25 Haziran
1976.
[19]New York, 1963, s. 334.
[20]AIıntı: Agus, s. 423.
[21]Eski İsrailli gazeteci Maxim Glilan, How
Israel Lost Its Soul} Harmandsvvorth, 1974, s. s. 32-33-
[23]Compte A. de Gobineau, Introdııction a Vessai sur
l’megalile des Races humainss, Paris, 1963, s. 376.
[25]Karl Marx, Soçineniya, C. XXXII, s. 546.
[30]Sionizm: Otrovlennoye orujiye
imperializma-Dokıımenh i materiali, s. 107.
[37]B. Rainov, Pıiitsa na Siyonizma, Sofya, 1969,
s. 48-49.
[38]Rabotniçesko Delo, 26 Ocak 1972.
‘Ne w York, 1959. Başka türlü olduğu
gösterilmedikçe, tüm dipnotları bu kaynaktandır ve sayfa numaraları her
alıntının sonunda parantez İçinde belirlenmektedir.
[42]The Idea of the
Jeunsh Slalei 2. B,, Cambridge, Mass., 1969.
[43]a,g.k,} s. 4.
[45]a.g.k.> s. 60.
[46]a.g.k., s. 132.
[47]Ibid., s. 195-6. Klausner Raporunun ırkçı
etkileri geçenlerde yayınlanan Koenig Muhtırasında yansımış. Bu Muhtıra’da
Galile’yi Arap nüfusundan arındırmak ve böylece bölgeyi Yahudiler için güvenli
duruma getirmek için sinsice önlemler salık veriliyor. Ibranice tam metin için
bak tAlHamishmar, 7 Eylül 1976; İngilizce çevirisi için SWASIA, 15 Ekim
1976.
[48]Sonra Uluslararası Kadın Giyim
İşçileri Sendikası Başkan Yardımcısı ve o zaman Örgülü Ürünler İşçileri
Sendikası yöneticisi Louis Nelson ’un mektubu: The New Leader, 21
Ağustos 1948.
[49]What Price Israel, s. 197.
[50]Councü News, American Council for Judaism, New
York, Şubat 1965. Ayrıca bak: Jsrusalem Post, 21 Temmuz 1964.
[51]Süveyş Kanalı Şirketinin
ulusallaştırılmasını izleyen bunalım sırasında Ben-Gurion daha da aşırıya
gitti. 1956 Yazında, Amerikalı bir diplomatın sorusu üzerine İsrailli önder,
İsrail’in 8,000,000 Yahudiyi daha alabileceğini ve yakın gelecekte 4,000,000
kişiyi beklediğini açıkladı. İsrail’in o günkü sınırları içinde böyle bir
nüfusu barındırmak açıkça olanaksızdı. İngiltere ve Fransa’da Mısır’ın şirketi
ulusallaştırmasına karşı doğan tepkiden yararlanan İsrail, önleme savaşı
kisvesi altında Siyonist yayılma peşindeydi.
[53]Marvin Lowenthal, The Diaries of Theodor Herzl,
New York, 1956, s. 7.
[54]The Toronto Star> ıı Kasım 1974.
[55]John Hope Simpson, Paletline.,
Report on Immigration, Land Settlement and Development (Cmd. 3686, London,
1930), s. 12-23; W.B. Fisher, The Middle East, London, 1971, s. 385-392;
Sami Hadawİ, Paletline: Lott of a Heritage, San Antonio, Texas, 1963, s.
7-11, 14-23.
[56]i922 sayılarının alındığı Census
of Paletline, 7522’yi kaynak gösteren yapıtlar: Janet L. Abu-Lughod, “The
Demographic Transformation of Palestine”, İbrahim Abu-Lughod, der., The
Transformation of Paletline: Estays on the Origin and Development of the
Arab-Itraeli Conflict, Evanston, Illinois, 1971, s. 141.
[57]Abu-Lughod, s. 142.
[58]Bunun nedenlerinin bir araştırması
için bak: John Ruedy, “Dynamics of Land Alie- nation”, Abu-Lughod, ibid.,
s. 120-4; William R. Polk, David M. Stamlar ve Edmund Asfour, Backdrop to
Tragedy: the Struggle for Palestine, Boston, 1957, s. 71, 230-36.
[59]Government of Palestine, Survey of
Palestine: Prepared in December 1945 and January 1946for the Information of the
Anglo-American Commîttee of Inquiry, 2 C., Jerusalem, 1946, I, s. 243.
[62]Regina Sharif, “Christians for Zion,
1600-1919,” Journal of Palestine Studies V, No. 3-4, (1976), S. 123-41.
lQStenographisches Protokoll der
Verhandlungen des VI. ^ionisten Kongresses in Basel, 23. bis 28. August 1903
(Vienna, 1903), s.
262-63.
[64]Diaries, s. 342.
[68]Leonard Stein, The Balfour
Declaration, London, 1961; Christopher Sykes, “The Prosperity of His
Servant: A Study of the Origins of the Balfour Declaration,” Two Studies in
Virtue, New York, 1953, s. 107-235; Ben Halpern, The Idea of the Jewish
State, 2. B., Cambridge, Mass., 1969, chap. 9; Pok et al., chap. 9;
W.T. Mallison, Jr., “The Balfour Declaration: Appraisal in International Law,”
Abu Lughod, op. cit., s. 61-111.
[70]Henry Çattan, Manda’nın Milletler
Cemiyeti Misakı’nın 22’nci Maddesiyle çeliştiği için, uluslararası hukuk
açısından geçersiz olduğunu ileri sürüyor: Palesline and International Laıv:
the Legal Aspects of the Arab-Israeli Conflict, London, 1973; Manda
Belgesi, s. 176-81.
[71]Metnin bütünü için, Çattan, s. 175.
[72]E.L. Woodward ve Rohan Butler, der., Documents
on British Foreiğn Policy, 1919-1939 seri I, C. IV, 1919, (London. 1952),
s. 345.
[73]Sykes,s. ı6o,dn. i. “Siyonizm’in
amacının, Yahudi halkı için Filistin'de bir yurt yaratmak...” olduğunun
açıklandığı Birinci Siyonist Kongresi’nden (Basel, Ağustos 1877) söz ederken,
Herzl Eylül’de şunları yazmış: “Basel Kongresini—kamuoyu önünde söylemekten
kaçınacağım—tek bir sözle özetleyecek olsam, şunu şöylerdim: Basel’de Yahudi
Devleti* ni kurdum.” Diaries, s. 581. Chaim Weizmann, aynı Kongre
hakkında elli yıl sonra yazarken, şöyle diyordu /‘Hepimiz onu en azından Herzl
kadar Yahudi devletinin kuruluşu olarak görüyorduk.” Trial and Error: the
Autobiography of Chaim Weizmann, New York, 1949, s. 68. Aynı konuda diğer
Siyonist önderlerden de alıntılar yapılabilir.
İngiliz ve Siyonist memurların deyimi
aynı biçimde anladıkları konusunda kuşku yok. ıgaı’de Hindistan dairesinde
görevli olan John Shuckburgh şunları yazıyor: “Weİzmann’ ın Lloyd George’a
Majestelerinin Hükümeti, ünlü Balfour Bildirisindeki ‘Yahudi ulusal yurdu’
deyimine ne anlam vermekte? diye sordu. Başbakan ‘Bir Yahudi devleti demek
istiyoruz’ diye yanıtladı.” Doreen Ingrams, der., Palestîne Papers,
1917-1922: Seeds of a Conflict, London, 1972, s. 146. 22 Temmuz 1921’de
Lloyd George, Arthur James Balfour, Winston Churchill, Chaim Weizmann ve
diğerleri arasındaki bir konuşmadan söz ederken, “L.G, ve A.J.B., ikisi de
Bildiri ile, her zaman sonuçta bir Yahudi devletini kastettiklerini söylediler”
diyor. Middle East Diary, 1917-1956, NewYork, 1960, s. 104.
[74]Metin için bak: Çattan, s. 176-81;
Ingrams, s. 177-83.
[75]Feldmareşal Allenby, 6 Mayıs 1920’de
Dış İşleri Bakanlığına gönderdiği “çok âcil, özel ve çok gizli” bir telgrafta
Samuel’in atanması konusunda uyarıda bulundu: “İlk yönetici olarak bir
Yahudi’nin atanması oldukça tehlikeli olacaktır kanısındayım...Filistinli Müslüman
ve Hıristiyanlar..,bu olayı...ülkenin birden Siyonist bir yönetime devri olarak
görecekler... ağırlıklarını yönetime karşı koyacak... her türlü hükümeti güç
duruma sokacaklar.” Askerî yönetimin başı General Bols, Samuel’in atanmasına
tepkileri şöyle bildiriyor: “Şaşkınlık, umutsuzluk ve öfke, Müslüman-Hıristiyan
halkın duygularıydı...Yahudiler arasında bir dindaşlarına bahşedilen bu şeref
nedeniyle genel bir hoşnutluk vardı; ancak, bu, dinsel özgürlükleri için
yeterli önlem sağlanamadığı korkusunu duyan Ortodoks Yahudiler nedeniyle
azalabiliyordu...” Bols, Avrupalı bir Siyoniste atıfta bulunarak sonuca varıyor:
“İlk altı ay Müslüman ve Hıristiyanlardan korunmak için bir İngiliz muhafıza
gerek duyacak, altı ay sonra Siyonistlerden korunmak için çifte İngiliz muhafız
isteyecek.” Ing- rams, s. 105-107.
[76]Norman ve Helen
Bentwich, Mandate Memoin, 1918-1948, London, 1965, s. 12.
[78]Thomas Haycraft başkanlığındaki
komisyonun bulguları: Repott of the Commission of Inqu- iry on the
Disturbances of May 1921, (Cmd. 2540; London, 1931), s. 51.
[81]Hope Simpson, s. 53.
[85]Kudüs, 1964, Bu, açıklayıcı notlarla
tekrar basılmıştır: Hadawi, der., Village- Statistics 1945: a
Classification. of Land and Area Otunership in Palestine, Beirut, 1970.
[86]Robert John ve Sami Hadavvi, The Palestine Diary:
1914-1945, Beirut, 1970, s. 332-34;
3-*Walter Lehn, “The Jevvish National
Fund,” Journal of Palestine Sludies, III, No. 4. (1974)3 s. 90-91.
z*Suruey of Palestine, I, s. 244.
[91]Government of Palestine, The Polilical Histary of
Palestine tuıder British Adminislration^ Jerusalenı, 1947. UNSCOP
tarafından hazırlanmıştır.
[92]The Land System in Palestine: History
and Slructure.
London, 1952, s. 277.
i0Ibid., s. 278. Efraim Orni’nin verdiği
sayılar da Granott’unkilere uyuyor: Agrarian Reform and Social Progress in
Işrael, Jerusalem, 1972, s. 52.
[94]Hadawi, Village Slatislics, s. 27-28.
[96]Granott, Agrarian Reform, s.
95. Bunu hükümetin, ‘‘cesur bir karan” olarak niteliyor: “Araplar hiçbir
durumda İsrail’e dönmemeli.” Ben Gurion şöyle yazıyor: “Onların hiçbir zaman
dönmemesini sağlamak için herşeyi yapmalıyız 1” Michael Bar-Zohar, Ben.
Gurion: the Armed Prophet, Englewood Cliffs, N.J., 1968, s. 148.
“İsrail kaynaklarına dayanarak Sabrı
Jiryis, “The Legal Structure for the Expropriation and Absorption of Arab Lands
in Israel,” Journal ofPalestine Sludies, III, No. 4, (1973), s. 82- 104.
Ayrıca bak: Hadavvi, Palesline, s. 50-6'1 ve Jiryis, The Arabs in
Israel, New York, I97Ö, s. 75-134.
“Arap
ayaklanmasına karşı hazırlanan Olağanüstü Durum Yönetmeliği (1939) temel
alınmıştır. Daha sonra, İsrail Adalet Bakanı olan Ya’acov Shapira şunları
bildiriyor: “Savunma yönetmelikleri çıktığından beri Filistin’deki kurulu
düzenin benzeri hiçbir uygar ülkede yoktu...Bizimkine benzeyen bir sistemin
ancak işgal altındaki bir ülkede bulabilirdiniz.” Jiryis, The Arabs, s.
12. . ..
[98]Ulusal ya da kimi zaman İsrailli
(İsrail’e ait) sözleri gibi, resmî sıfatı da İsrail’de, “İsrail
[100]Aynı amaca yönelik daha önceki
bir'önlem Haziran 1948 tarihli Terkedilmiş Alanlar Bildirgesi idi.
Burada terkedilmiş olan “İsrail silâhlı kuvvetlerince fethedilmiş ya da teslim
alınmış ya da sakinlerinin bütünü ya da bir bölümünce boşaltılmış yerler”
biçiminde tanımlanıyordu. Ayrıca, geçici bir hükümete “herhangi bir yeri
'terkedilmiş alan’ ilân etme yetkisi veriliyordu.” Don Peretz, İsrael and
ihe Pateşline Arabs, Washington, 1958, s. 149. İsrail’in, sahibi başında
bulunmayan topraklara ilişkin politikasıyla ilgili olarak, s. 141-91.
[102]“The Fate of the Arabs in Israel”
(Ekim 1976’da New York’da yapılan bir konuşma), Journal ofPalestine Studies,
VI, No. 1, (1976), s. 96. İsrail basınındaki daha ayrıntılı yayınlar için
bak: “Revolt in Galilee”; Filistinlilerin görüşleri için, “Struggle for the
Land,” Journal ofPalestine Studies, V, No. 3-4, (1976), s. 192-200 ve
229-36.
Mpla’aretz, 13 Aralık 1974, Israel Shahak, der.,
The Non-Jew in the Jeıvish State: A Collec- lion of Documents,
Jerusalem, 1975, s. 3.
^Ma'ariv, 3 Temmuz 1975 ve Al Hamishmar,
21 Temmuz 1975; Shahak, s. 17, 19, 22. Ayrıca bak: Jiryis’in önsözündeki Noam
Chomsky’nin araştırması, The Arabs.
“Government of Israel, Laws of the
State of Israel, Vol. 21 (1966-67), s. 105-10. Bu önlem ve etkileri
konusunda ayrıntılı bilgi için bak: Jiryis, “Recent Knesset Legislation and
Arabs in Israel,” Journal ofPalestine Studies, I, No. 1, (1971), s.
53-67.
[106]Orni, s. 7, 82.
“Örneğin bak: Felicia Langer, With
My Ouııı Eyes, London, 1975; Shulamit Aloni, “Shall We Secretly Obtain
Land?” Yediot Aharonot, 26 Mart 1976 (İngilizce çevirisi SVVASIA’da
(Washington, 23 Nisan 1976); Terence Smith, “Covert Israeli Deals on West Bank
Stir Furor,” The Netu York Times, 12 Nisan 1976; Amnon Kapeliouk, “Less
Land for More People,” Manchester Guardian Weekly, 20 Haziran 1976 (1
Haziran 1976 tarihli L^Afon^’dan); VVilliam J. Drummond, “Israeli Settlements
Cailed Obstacle to Peace Accord,” The Washington Post, 26 Eylül 1976 ye
“Allon Plan Implemented,” Israel and Palestine, Paris, Aralık 1976.
’JAlıntılar:
Association of Arab-American University Graduates, Newsletter (Detroit),
5 Aralık 1976.
‘Bu
inceleme kısmen şu makaleden özetlenen araştırma temel alınarak hazırlanmıştır:
“The Jevvish. National Fund,” Journal ofPalestine Studies (Yaz 1974), s.
74-96. Bu makalede JNF’nin 1905-50 arasındaki yıllık toprak alımları ve daha
başka referanslar ve ayrıntılar da vardır.
[110]Israel M. Biderman, Hermann
Schapira, Father of the JNF, C. II, JNF ^ionist Personalitıes Series, New
York, 1962; Stenographisches Protokoll der Verhandlungen des I.
^ionisten-Congresses, Basel, 29 bis 31. August 1897, Vienna, 1897, s-
165-68.
^Stenographisches Protokoll der
Verhandlungen des F. ^İonisten Congress in Basel, 26. bis 30. Dccem- ber 1901, Vienna, 1901, s. 266. JNF önerisinin
tartışılması için bak: s. 265-303. Aslı şöyle: “Der Jüdische Nationalfonds soll
ein unantastbares Vermögen des j’üdischen Volkes sein, das...ausschliesslich
nur zum Landkaufe in Palâstina und Syrien vermented werden darf.” Kimi
delegelerin JNF önerisine itirazları arasında ilginç olan biri “Yahudi halkı”nm
yasal olarak tanınan bir varlık olmadığıydı; böylece, fonun ve satın alman
toprakların mülkiyeti yasal açıdan tartışma konusu olacaktı. Yahudi Halkı
deyimi daha sonra Siyonist kullanımda bir anahtar öğe olduğu için bu Kongre’de
Siyonistlerin bununla ilgili olarak dile getirdikleri kuşkuları vurgulamak
ilginç olmaktadır.
* Sienographisch.es Protokoll der
Verhandlungen des VI. ^ionisten'Kongresess in Basel, 23. bis 28 August 1903, Vienna, 1903, s. 259-64, 297.
[111]Jewish National
Fund, Report on ihe Legal Structure, Activities, Assets, Income and
Liabilities of ihe Keren Kayemeth Leisrael, Jewish National Fund,
Jerusalem, 1973, s. 17. (Bu rapor
öBir Yahudi
ve Siyonist olan Sir Herbert Samuel, kendi yönetiminin üyelerinden Norman
Bentwich tarafından “(Chaim) VVeizmann’ı ve Ulusal Yurdun sözcülüğünü yapanları
destekleyen İngiliz devlet
adamlarından, “Balfour Bildirisi politikasının mimarlarından” ve “Manda’nın
yaratıcılarından biri” olarak tanıtılıyor. Norman ve Helen Bentwich, Mandate
Memories: 1918-1948, London, 1965, s. u, 59 ve 12.
"‘Report
on the JNF, s. 5.
[116]Abraham Granott, Agrarian Reform
and the Record of Israel, London, 1956, s. 28. 1945-56 yıllarında JNF
Yönetim Kurulu Başkanı olan Granott bu sayıyı 1947 sonundaki toplam Yahudi
mülkleri için veriyor. Bu sayı Manda hükümetinin verdiği sayıdan yüksek olmakla
birlikte, fark fazla değildir ve Granott’un verdiği sayı bizce de kabul
edilebilir. Bu araştırmada toprak mülkiyetine ilişkin olan bütün sayılar —aksi
belirtilmediği takdirde—JNF kaynaklarından alındığından, en üst rakamlar olarak
değerlendirilmelidirler. JNF’nin mülklerinin miktarım fazla gösterme yönündeki
açık eğilimi de göz önünde bulundurulursa, gerçek sayılar biraz daha az
olabilir.
[117]Toprağa el koyma eylemine yasal bir
görünüm vermek için koyulan bir dizi İsrail yasası için bak: Sabri Jiryis, “The
Legal Structure for the Expropriation and Absorption of Arab Lands in Israel,” Journal
of Palestine Studies, II (Yaz 1973), s. 82-104.
’°JNF’nin 1949’daki açıklaması
şöyleydi: “İsrail’deki toprağın % 8o’inden fazlası yasal olarak, çoğu ülkeyi
terketmiş olan Araplara aittir. Bu Arapların kaderi...barış andlaşmalan
benimsedi” (s. 7). “Benimsemek”ten
kastedilen şöyle açıklanıyor: JNF’nin “ilkeleri İsrail yasalarına sokuldu ve
toplam devlet arazisinin % 90’mdan fazlası için bağlayıcı oldu” (s. 82). Orni
ayrıca diyor ki: “Toprak Otoritesi’nce yapılan kira sözleşmeleri genel olarak,
Anlaşmadan (yani 1961 Sözleşmesinden) Önceki yıllarda JNF’ce yapılanlara
benziyor” (s. 36). ’
İsrail Devleti Tasalan, C. XXI (1966-67), s. 105-10. Ayrıca
bak: Sabri Jiryİs, “Recent Knesset Legislation and the Arabs in Israel,” Journal
of Palestine Studies I (Güz 1971), s. 53-67-
15îsrail’in. 1907’den
bu yana işgal altındaki topraklardaki eylemleri, Güvenlik Konseyinin
[120] Haziran 1967 tarih ve 237 sayılı ve
Genel Kurulun 4 Temmuz 1967 tarih ve 2252 (ES-V) sayılı kararlarıyla başlayan
birçok B.M. kararma konu olmuştur. Hattâ, Genel Kurul, 2443 (XXIII) sayı ve 19
Aralık 1968 tarihli kararıyla “İşgal Altındaki Topraklardaki Halkın İnsan
Haklarını Etkileyen İsrail Uygulamalarını İnceleme Komitesi” kurmuştur. Genel
Kurulun 31’inci oturumunda (1976) işgâl altındaki Arap topraklarıyla ilgili
sekiz kararı benimsenmiştir. Uluslararası hukuku çiğneyen bu tür eylemlerin
JNF’nin “hayırseverlik” kisvesi altında aktif biçimde para topladığı birçok
ülkenin hiç olmazsa hükümet çevrelerinde pek az sorun yaratması merak
konusudur. Bak: Middle East International’ın Özel Raporu, “The Jewish
National Fund-Charity or Politics?” London, 1975.
,6Orni, s. 21-2; ayrıca bak: Granott,
s. 49-53 ve Eııcyclopedia of ^ionisın and Israd, New York 1971, s.v. Land
Policy in Israel ve London ^ionisi Conference 1920.
’ JıNF kira sözleşmesi, madde 23; tam
metin için bak: John Hope Siınpson, Palestinc: Report on Immigration, Land
Settlement and Development (Cmd. 3686; London, 1930), s. 53. Bugün
kullanılmakta olan kira sözleşmesi metnini elde etmek mümkün olmadı; JNF bu
metni ya da bu konuda bilgi vermeyi reddetti. Bundan da bu tür politikaların
İsrail’de hâlâ yürütüldüğü ve uygulamaların devlet topraklarında da
gerçekleştiği anlaşılıyor. Bak dipnotu 13; Israel Shahak, der., The Non-Jew
in the Jezvish State: Collection of Documents, Jerusalem, 1975, Bölüm I ve
s. 126-67; Noam Chomsky’nin Sabri Jiryis, The Arabs in Israel (New York,
1976) adlı eserdeki önsözü.
Yahudi olmayan işçilerin çalışmalarının
yasaklanması JNF ile birlikte ortaya çıkmadı. Theodor Herzl bu gereksinimi daha
12 Haziran ıSgs’de öngörmüştü: “Baldın çıplak halka kendi ülkemizde iş olanağı
vermeyip diğer ülkelerde çalışma olanakları sağlayarak sınırlarımızın ötesine
göndereceğiz.” Raphael Patai, der., The Complete Diaries of Theodor Herzl,
New York, 1960, s. 88.
‘’Granott, The Land
System in Palestine: History and London,
1952, s. 315-26. Burada
JNF’nin geliştirdiği kiralama
sisteminin ayrıntılı bir değerlendirmesi yapılmaktadır. Ancak, yazar bu
sistemin yalnızca Yahudilere uygulandığını açıkça belirtmiyor. Bu durum Siyonizm
konusunda araştırma yapacak olan bir kimsenin herzaman karşılaşabileceği bir
sorunu açık olmamak, bilgisi olmayanların gözünde gerçeği ve Siyonizm’de saklı
olan ırkçılığı gizleyebilen şifre sözcükler ya da dolambaçlı lâflardan söz
edememek gibi sorunların bir örneğidir. Böylece, Siyonist literatürden
derinlemesine haberdar olmak gerekmekte ve halk? ın yalnız Yahudiler
anlamına geldiğini, bir göçmen ya da yeni jerfejen’in yalnızca bir
Yahudi olabileceğini, bir yerleşim biriminin yalnız Yahudiler için
yerleşim olduğunu, ulusal yurt? un İsrail değil, Yahudi toprağı anlamına
geldiğini, v.b.’ni anlayabilmek için, sadece yasa metinlerine değil,
İsrail’deki uygulamaya bakmak gerekmektedir.
29Al Hamishmar, 21 Temmuz 1975. Buradan kaynak
göstererek, Shahak s. 22’de bir dipnotu ekliyor: “Cezalar gelir vergisinden
düşürülmek için teberru şeklinde alınıyor; böylece, iğrenç bir ırk ayrımı ve
malî yozlaşma bileşimi oluşuyordu.” Ayrıca bak: Ma’ario, 3 Temmuz 1975
ve Ha’aretz, 21 Temmuz 1975 ve 27 Şubat 1976.
[127]Jewish National Fund, Reportfor
57ÖÖ-57Ö6’(i939-i94Ö), 22’nci Siyonist Kongreye sunulmuştur. Basel, 9 Aralık
1946 (Kudüs, 1946), s. 14-21.
[128]Simpson, s. 54.
2^Don Peretz, Israel and the Palestine Araba
(VVashington, 1958), s. 149.
s. 151: “Kayyum,
İsrail’deki Arap mülklerinin çoğunu kendi takdirine dayanarak ve herhangi bir
kişi ya da kuruluşa ait olan mülkün başında sahibinin bulunmadığını yazılı
olarak belirterek devralabiliyordu. Bir mülkün sahibinin, başında bulunduğunu
kanıtlamak mülkün sahibine düşüyordu; ancak, Kayyuma bir kişinin mülkünün
başında bulunmadığına dair bilgiyi nereden sağladığı sorulamıyordu. Sözkonusu
olan mülkün bütün hakları Kayyuma ait oluyor ve Kayyum, mülkünün başında
bulunmadığına karar verdiği bir kişinin ilerde elde edebileceği mülkiyet
haklarına da el koyabiliyordu.”
s. 152: “Köyünü ya
da kentini 29 Kasım 1947 tarihinden sonra terkeden her Filistinli Arap,
mülkünden ayrılmış sayılabilirdi...” Ne zaman, nerede, niçin ya da ne kadar
süre için ayrıldığı göz önüne alınmadan...”
[132]Ayrmtılar için bak: Peretz, Bölüm IX ve Jiryis, “The
Legal Structure...”
[133]Bu duyurunun metni
Knesset üyesi Shulamit Alani’nin bir makalesinde vardır: “Shall
We Secretly Obtain Land?” Tediot
Aharonot, 26 Mart 1976, çevirisi: SWAS1A, 23 Nisan 1976, Bütün alıntılar bu
kaynaktandır. Bunu şu yazı izledi: Terence Smith, “Covert Isracli Land Deals on
West Bank Stir Furor,” The Ne w York Times, 12 Nisan 1976. İsrail’deki
toprak politikalarıyla ilgili kısa ama yararlı bir özet için bak: Amnon
Kapeliouk, “Less Land for More People,” Manchester Guardian Weekly, 20 Haziran
1976 (Le Monde, 1 Haziran 1976’ dan çeviri).
“Madde 49 (6): “İşgal kuvvetleri
kendi sivil halkını işgâl ettiği topraklara gönderemeyecek ya da
aktaramayacaktır.”
“Genel Kururun geçenlerdeki
Otuz-birinci Oturumunda (1976) aldığı (ve 129’a 3 kabul edilen) 106-A ve 106-B
(134’c o) sayılı kararlan.
[136]JNF’nin Yahudi aileleri için açtığı
bir para toplama kutusu. Bu yöntem ıgoa’den beri kullanılmaktadır.
[137]The EvasivePeace: a Study of l.he ProftZt’m,
London. 1968, s. 57.
[138]lbid., s. 88.
İsrailliler tarafından yıkılıp
boşaltıldıktan sonra, 1975 yılında Kuneytra’yı gezdim. Ancak, Latroun
köylerinde İsrailliler kalıntıları gömüp köyden hiçbir iz bırakmazken,
Kımeytra’- da bütün kalıntılar duruyordu.
'Halen İsrail’de kullanıldığı üzere,
Doğulu sıfatı Asya ya da Afrika kökenli Yahudilere verili- yor; bunlar ayrıca
Sefardik olarak da bilindiklerinden bu iki terim birbirinin yerine kullanılabiliyor.
Avrupa ya da Amerika kökenli (Kuzey ve Güney) Yahudiler Eşkanazi bilinirler.
[141]J. Peri, “The Black Panthers in Perspective,” New
Outlook, XIV, No. 5 (Haziran-Temmuz *97i)> s- 54-
'BuUetin of the Insiilute for
Palesline Studies,
Supplement to III, No. 16 (16 Ağustos 1973), s. 53O> ayrıca bak: Arnon
Magen, “The Social Gap-Four Views,” JVeıv Outlook, XIV, No. 8
(Ekim-Kasim 1971), s. 55; Michael Bruno, “The Social Gap is Not Really
Closing,” New Outlook, XVI, No. 1 (Ocak 1973) s, 12-13.
[144] Bruno, s. 12.
‘“Yoksulluğun
üç göstergesi: (1) oda başına üç kişiyi aşkın insan düşmesi; (2) aylık 75 IL.
gelir; ve (3) babanın öğreniminin en fazla yedinci sınıf olması.
“Yakov
Habib, Children in İsrail, Szold Institute (Nisan 1932). Central
Statistical Office’in bir çalışmasına dayanılarak hazırlanmıştır.
[153]Woolfson, op. cıt.
[154]<4/ Hamishmar (4 Aralık
1975) farklı sayıları vermektedir. Oda başına üç ya da daha fazla kişi yaşayan
Doğulu ailelerin yüzdesi 1966-1972 arasında % 58'deu "/Q 48’e
indi, Eşkenazi aileler için koşut sayılar % 18.4 ile % 11.5’tur.
[156]“Poverty and the Other Israel,” New
Outlook, XIV, No. 5 (Haziran-Temnmz 1972), s* 49-
^Ma'arivy 22 Nisan 1973.
~'Jewish
Post and Opinion
(New York), 26 Mayıs 1972.
^Ma'ariV) 4 Mayıs 1973; ve Elİe Eliachar,
“Born to Fail: Israel’s Communal Problem,” Outlook^ XVII, No. 3 (Mart -
Nisan 1974), s. 70.
î4Eliachar, s. 71.
[157]lbid., s. 70.
[164]EHachar, s. 72.
[165]Al Hamishmar, 5 Ocak 1976.
[168]Israel and Paletline, Ocak-Şubac 1976.
[169]Patrick Mamham, “IsraePs Black
Jevvs,”JV«P Statesman (London), Haziran 1972, s. 898.
[172]Magen, s. 51.
[173]Eliachar, s. 15.
[176]Bruno, 3. 15. Altını ben çizdim.
[184]Chaim VVeizmann, Trial and Error: the Autobiography
of Chaim Weiznıann) New York, 1949, s. 191.
*Ben Herman,
“Zionism and the Lion,” Israel and the
Arabs, Hal Draper, der.,
Berkeley,
1967, s. 31, 27.
[186]Michael Bar-Zolıar, Ben
Gtırion: the Anned Prophet, Englevvood Cliffs, N.J., 1968, s. 39.
0Alıntı: Eli
Lobel, “Palestine and the Jews,” TheArab World and Israel, Ahmed
EI-Kodcsy ve Eli Lobel, der., New York, 1970, s. 68.
’Joseph
B. Schechtman, Figkler and Prophet: the Vladimir Jabotinsky Story-the Last
Years, New York, 1961, s. 297.
[192]Raphael Patai, der., The Complete Diaries of
Theodor Herzl, New York, 1960, s. 342.
[193]Ibid.} s. 711.
[195]Ahntı: Sami Hadavvi, Palestine in the United
Nations, New York, 1964, s. 36.
^Ma'ariv, j Temmuz 1968. Alıntı: Moshe Machover,
“Reply to Sol Stern,” ISRAC, London, Ocak 1973, s. 30.
[197]Almtı: Noam Chomsky, Peace in the
Middle Eastf Reflections on Justice and Nationhood, New York, 1974, s. 182.
[198]Emmanuel Rackman, Israel’s Emerging Constitııt\on:
1948-1951, New York, 1955, s. 148. ‘Bu konuda Uri Avnery, W.T. Mallison,
J.W. Parker, Harry L. Shapiro, Barbara W. Tuchman,. R. de Vaux, H. M. Orlinsky,
T. Draper, I. Cohen, Marvin Lowenthal, J.J. Petuchovvsky, Nahum Sokolovv, A.M.
Lilienthal, Galina Nikitina, Yun Ivanov, Sir G.A. Smith, Filistin Kurtuluş
örgütü Araştırma Merkezi ve çeşitli Arap üniversitelerinin akademik
çalışmalarına bakılabilir. Ayrıca: Türkkaya Ataöv, “Filistin Sorununun Ardındaki
Gerçek: İsrail’in Kuruluşuna Kadar,” A.Ü.Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi,
Ankara O. XXV, No. a, s. 29-69,
-Israel:
the Sıvord and Harp,
London, 1969.
’Joseph Badi, Fundamental Laws of
tke State of Israel, New York, 1961; O. Kraines, Government and Politics
in Israel, London, Ailen ve Unwin, 1961.
[199]Alfred Sherman, “Israeli Sücialism and the Multi-Party
System,” The London, C. XVII, N0.5 (May 1961), s. 218 ve d.
’Raul Teitelbaum, The Kibbutz in
Contemporary Israeli Reality, Telaviv, 1954; E. Kanovsky, The Economy of
the Israeli Kibbutz, Harvard, 1966. Bir Sovyet araştırması: Narodi Azii
i Afriki, No. 3 (1965), s. 190-198.
[201]Eva Rosenfeld, "Social
Stratification in a ‘Classİess’ Society (Kibbutzim in Israel),” American
Sociological Review (December 1951), s. 796 ve d.
’İhud
Hakibbutzim Vehakvutzot, Hakibbutz Haartzi Hashomer Hatzaie, Hakibbutz
Hameuchad ve Hakibbutz Hadati.
zThe Mutual Security Programme:
Hearings Before the Committee on Foreign Affairs, House of Rep- resentatiues,
Eighty-Second Congress, First Session (June 26-July 31, 1951), VVashington, U.S. Government
Printing Office, 1951, s. 644-647.
[204]Harlan Cleveland, “Commentary,” Tensions in the
Middle East, der., Philip Tbayer, Baltimore, the Johns Hopkins Press,
1958, s. 233-234.
‘"İngiltere’de İsrail’i
destekleyen otuzdan fazla örgüt vardır. İngiliz Yahudileri Millet- vekilleri
Demeği, Anglo-Yahudi Derneği, Yahudi Kadınlan Birliği, Büyük Britanya ve İrlanda
Siyonist Federasyonu ve Siyonist Gençlik Federasyonu bunlardan birkaçıdır.
“Fransa’da yirmi kadar Yahudi örgütü
vardır. Önde gelenleri şunlardır: Fransa ve Cezayir İsrailliler Kültür
Dernekleri Birliği, Paris Sefardik Kültür Derneği, Evrensel İsrail İttifakı,
Çağdaş Yahudi Belge Merkezi, Fransa Ortodoks Hamamlar Konseyi, Fransız Yahudileri
Temsil Konseyi ve Geleneksel Yahudilik Temsil Konseyi.
,2A.J.
Fisher, “Israel and the German Federal Republic,” Contemporary Review^
London. No. 1099 (July 1957), s. 100 ve d.; Narodi Azii i Afriki, No. 4
(1963), s. 48-53.
l3Önde gelenleri: Almanya Merkezi
Yahudi Konseyi, Bavarya Yahudi Toplulukları Konseyi ve Aşağı Saksonya Yahudi
Toplulukları.
[210]i4-i5 Mayıs 1967.
[212]Jan Dziedzic ve Tadeusz Walichnowski,
Backgroımd of the Six-Day War, Warsaw, Interp- ress Publishers, 1961, s.
72'73’den Provisional Verbatim Record, A/PV. 1537, June 7, 1967, 5th
Extraordinary Session of the U.N. General Assembly.
[213]Konferans için: Observer., 6 Ağustos 1967.
[214]S.R. Salınan, Israel and
Counler-Insurgency in Africa, [Beirut,] Çenter for Palestinc Studies, 1974,
s. 7.
[215]George J. Tomeh, Israel
and South Africa, New York, New World Press, 1973, s. 48.
[216]Paul Ginievvski, The
Two Faces of Apartheid, Chicago, Henry Regnery Co., 1965, s. xvi.
[217]Libyan Arab Republic, Ministry of Information and
Culture, Israeli Penetration in Africa, Tripoli, the General
Administration for Information, 1974, s. 15.
[218]Türkkaya Ataöv, “İsrail’in İntihar İlişkileri, “Yeni
Halkçı, Ankara, 4 Kasım 1973;
“İsrail’in Afrika’daki Durumu,” ibid., 28 Ekim 1973; > “Israil-Irkçı Güney Afrika
İttifakı mı?” Barış, Ankara, ^21
Şubat 1974.
[219]G.H. Jansen, ^ionism, Israel and
Asian Nationalism, Beirut, the Institute for Palestine Studies, 1971, s.
xiv.
[220] South Af rican Jeıvish Chronicle, 25 Eylül 1903.
[221]Julian Amery, The Life of Joseph Chamberlain,
C. IV, London,- 1951, s. 257. -
[223]Sarah G. Millin, The People of South Africa,
New York, 1954, s. 236.
[224]Dan Jacobson, “The Jews of South
Africa: Portrait of a Flourishing Community,” Coınmeniaty, C. XXIII
(Ocak, 1957), s. 39; Edwin S. Munger, A&ikaner and African Nationalism,
London, 1967, s. 20.
öJohn Marcum, The Angolan Revoluliou: the Anatomy of
aıı Explosion (1950-1962), C. I, (Jambridge, Mass., 1969, s. 3. Alıntı:
Israel Zangwill, Report, London, 1913, s. ix.
’Richard
P. Stevens, Weizmann and Smuts: A Study in Zimist-Soutlı African
Cooperation, Beirut, «975, ek> s- 123-7-
"Riclıard P. Stevens, “Zionism,
South Africa and Apartheid: the Paradoxical Triangle,” Pfylon, C. XXXII,
No. 2, 1971.
[231] Ibid.
[233]Leopold Laufer, Israel and the Developing
Countries: Neıv Approaches to Cooperation,. New
t3Arnold Rivkin, Afrika and the
West: Elements of Free World Policy, New York, 1962, s. 84-85.
[235]ıg Ağustos 1976’da B.M. Apartheid'c Karşı Özel
Komite’nin kabul ettiği rapor: Report on the Relations betweeen Israel and
South Africa.
[236]Bu alıntılarda, B.M. uygulamasına uyulmuştur.
[238]Ancak, Yahudİler, erkek ya da kadın olsun, tinsel
atalarıyla gurur duymakta ve kendilerini kişi olarak Yahudi tarihi ile
özdeşleştirmektedirler.
âîncil’de İsrail’in Çocukları diye bilinen Yahudilerin,
Musa Sina Dağı’ndan inerek Tanrı’nm emirlerinden onları haberdar ettiğinde,
söyledikleri.
[240]Bunlar şunlardır: (i) bir yasalar (
ve yaptırım) sistemi kurmak; (2) Tanrı’ya küfretmemek; (3) putlara tapmamak,
(4) zina gibi, cinsel ahlâksızlık yapmamak; (5) öldürmemek; (6) çalmamak; ve
(7) canlının herhangi bir yerini yememek.
8Yahudi Ulusal Fonu’nun îbranicede adı Keren
Kayemeth Lisrael'dir. “Sürekli kaynak” ya da “ebedî armağan” biçiminde
çevrilebilecek olan keren kayemeth sözü günlük Yahudi sabah dualarından
alınmıştır.
[242]Yahudiler öteki ülkelerde yağmaya uğrar, kovulur,
öldürülür ya da dinlerini değiştirmeğe zorlanırken, Arap yönetimindeki Yahudi
yaşamı başka yerde ender görülür biçimde gelişmişti. Yaklaşık bin yıl önce
yaşamış olan ve öğretileri bugünün Yahudileri için de bağlayıcı sayılan en
büyük Yahudi hahamı Musa bin Maimon (1135-1204) en unutulmaz yazılarından
bazılarını Arapça yazmış, tbraniceyc sonra çevrilmişti.
[243]Ernst Ludwig Pinner, “Meine Abkehr
vom Zİoııismus,” Los vonı Zionismus^ Frankfurt a/M, 1928, s. 32.
[245]Howard M. Sachar, The Course of Modern Jewish
Historv^ Cleveland, 1958, s. 457.
[248]Richard J. H. Gottheil, Zionism, Phüadelphia,
1914, s. 100.
"Jakob J. Petuchovvski, “Abraham
Geiger, the Reform Jewish Liturgist,” New Perspectivcs on Abraham Geiger,
New York, 1975, s. 44-5; ayrıca: Ludwig Geiger, der., Abraham Geigers
nachgelassene Schriften, Berlin, 1875, C. II, s. 241-242.
°H.D.
Schmidt, “The Terms of Emancîpatiorı: 1781-1812,” Leo Baeck Institute of Jews
from Germany, Tear Book I, London, 1956, s. 41.
[251]Mordecai M. Kaplan, The
Greater Jııdaism in the Making, New York, 1960, s. 337.
[253]Moritz Güdemann, Nationaljudentum, Vienna,
1897, s. 20.
‘^Sanskrit arya (asil) Men
türetilen Aryan (Âri), o zaman, daha sonra Into-Germanik ve şimdi
de Indo-Avrupa diye bilinen diller ailesine verilen ad oldu.
^Antisemitism,
The Jewish Encyclopedia, Ne\v York, 1901.
[257]Johann von Leers, “Zur Geschichte des deutschen
Antisemitismus,” Theodor Fritsch, der., Handbuch der Judenfrage,
Leipzig, 2936, s. 514.
[259]Simon Rawidowicz, “ISRAEL, The People-The State,” II, 1953 s. 35.
[260]Arnold Forster ve Benjamin R.
Epstein, The New Anti-Semitism) New York, 1974, bölüm 6: “The Clergy.”
[261]Josef Müller, Die Entwicklung des
Rassenantisemitismus in den letzten Jahrzehnten des 19. Jahr- hunderts,
Bei’lin, 1940, s. 5.
[262]Paul W. Massing, Vorgeschichle
des politisehen Antisemitismus, Frankfurt a/M, 1959, s. 238.
[265]Jakob Klatzkin, Krisis ıınd Entscheidung im
Jtıdentum, Berlin, 1921, s. 118.
[268]Lowenthal, s. 118.
[275]Fritsch, s. 12.
[279]“Antizionistisches Komitee, Handbuch derjüdischen
Gemeindeverwaliung} Berlin, 1913. s. xiii; ayrıca: Protokoll
des Antiziomsüsches Komitee, 2 Mayıs 1914.
[280]Antizionistisches Komitee, Schriften zur Aufklârung
über den ^ionismus, Nr. 2, Der ^ionismus; seine Theorien, Aussichien und.
Wirkungen> Berlin, 1913, s. n-12.
[282]Michael R. Marrus, The Politics of Assimilation,
Oxford, 1971, s. 271.
[284]The New York Times, 3 Aralık 1975.
[285]James A. Sleeper ve Alan L. Mintz, der., The New
Jews, New York, 1971, s. 82’de “Is- rael without Apology.”
[286]“Zion and the Jevvish National Idea, ” Menorah
Journal, C. XLVI (Sonbahar-Kış 1958), s. 18.
[288]EmiIe Marmorstein, Heaven at Bay:
the Jewish Kulturkampf in the Holy Land, Londra, 1969, s. 79~8o*den Der
Yid (NewYork), 25 Haziran 1965.
[289] The Guardian, London, 22 Aralık 1973.
[291]Isaac Deutscher, The j\ron-Jeiuish
Jcw and Other Essays, London, 1968, s. 141.
[292]“The RacistNature of Zionism and of the Zionist State
of Israel, Pi Ha'aton^ Kudüs İbrani Üniversitesi öğrenci gazetesi, 5
Kasım 1975.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar