Print Friendly and PDF

DECCALİN ÖLMEK ÜZERE Mİ?

 


Allah Teâlâ, zalim ve mazlum ayırmaksızın hepimizin ilahıdır. Onun hikmetinden sual olunmaz. Ve kendi fiilini işlerken sır içinde sır saklamayı sever. Bu nedenle meraklı olan bir varlık yaratmak istediği kesin olmalı ki, melek ve cin arası bir varlık yaratmayı istemiş. Varlık âlemine biz insanları koymuştur.

Sonra da peyderpey din olarak tevhidin ateşinde insanları kavurdu. Dünya hayatında tevhidden ayrılıp şirke düşenler içinde cehennemi var eyledi. Bilahare, kıyamet denen bir sonun varlığını cümle mahlukâta   bildirdi. Ebedilik kendine mahsus kılınsın diye.

Bu meyanda en çok bilinen konular olan ve anlaşılmasında yoruma ihtiyaç duyulan DECCAL, ŞEYTAN, HZ. İSA ALEYHİSSELAM ve MEHDİ gibi kavramlar insanların literatürüne girdi.

Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimizin de bu konuda birçok sözler söylediği rivayet edilir. Her ne kadar Efendimiz hakikatleri beyan eylemişsede, gelecek zamana mahsus olan rivayetler geçmiş kültürlerin etkisiyle yıprandı.

Gelecek ve bilgisi Allah Teâlâ ya aittir. Kim kesinkes şu olacak derse yalan ve bühtandan başkası olamaz. Ancak bazı sözlerin içeriklerine kafa yoranlar birçok konuyu ister istemez nokta içine doldurur gibi şişirdiler. Ne nokta büyüdü ne de, bilgiler gerçeğe yakın geldi. Bir şey olduktan sonra da, onu bilmiş bulmuş gibi saman çöplerinden büyük gemiler sanıp  binmeye başladılar.

Gerçek bilgi Allah Teâlâ ya aittir.

Gelecek ve metafizik bilgimiz ruh hakkında bildiğimizden öte değildir.

Böyleyken öncelikle yorum konusunda en tutarlı olduğunu düşündüğümüz konuyla ilgili olarak  Rahmetli Aytunç ALTINDAL Beyefendinin en son çıkarttığı çalışmasından olan Sir Isaac NEWTON’un Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler isimli eserinde kelimeler ve kehanetlerle ilgili değişik manaların olabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.  [1]

DANİEL ALEYHİSSELÂMIN KEHANETLERİ

Yuhanna’nın Vahyi, Yeni Ahit’in (İncil) son bölümünde yer almaktadır. Bu bölümün yazarının kimliği çok net değildir. Ancak Katolik Kilisesi bu bölümün, aynı zamanda dört İncil yazarından birisi olan Yuhanna tarafın­dan, bazı yazarlar ise Yuhanna adını taşıyan bir başkası tarafından kaleme alınmış olduğunu belirtirler. Öte yandan Doğu Kiliseleri bu bölümü Kut­sal kitabın ana metninden saymazlar.

Anlatılanlara göre Yuhanna, bu eseri Efes yakınlarındaki Patmos Adası’nda kaleme almıştır. Yazılış tarihi olarak da M.S. 65 ile 96 tarihleri arasındaki zaman dilimi gösterilir.

Mezarı İzmir’in Selçuk ilçesinde bulunan Yuhanna, Roma zulmü al­tında inleyen Hıristiyanlara bir ümit ışığı vermek üzere geleceğe yönelik kehanetlerde bulunmuştu. Çekilen acıların sonunda ebedi kurtuluşun ge­leceğini, dolayısıyla sabır ve tahammül göstererek Hz. İsa’nın izini takip etmeleri gerektiğini sembolik bir dille anlatmıştı. Yuhanna bu eserini Eski Ahit’te yer alan Daniel kitabından ilham alarak yazmıştı.

Bilindiği gibi, Eski Ahit’teki (Tevrat) Daniel kitabı da, Babil kralı Nabukutnetsar’ın Kudüs’ü işgali ile başlayan Babil esareti döneminde, Danyal peygamberin gördüğü bazı rüyaları anlatmaktadır. Buna göre Kral Nabukutnetsar bir rüya görür, ancak gördüğü rüyayı unutur; kahinlerden, hem gördüğü rüyanın ne olduğunu bildirmelerini hem de onu doğru şekil­de yorumlamalarını ister.

Onlar ise kralın ne rüya gördüğünü bilmedikleri için yorumlayamayacaklarını söylerler. O zaman Babil’de sürgünde olan Yahudilerin önderi Daniel, bir mucize gösterir; hem kralın gördüğü rüya­nın ne olduğunu anlatır hem de onu memnun edecek biçimde yorumlar. Bunun üzerine kralın nezdinde büyük bir itibar kazanarak ülkenin en say­gın bilge kişisi haline gelir.

Eserde daha sonra Daniel’in gördüğü bir dizi rüya anlatılır ve bura­da değinilen kehanetlere yer verilir: Daniel ilk rüyasında, göklerin dört yelinin büyük denize saldırdığını, denizden birbirinden farklı dört büyük canavarın çıktığını, bu canavarlardan birinin aslana, birinin ayıya, birinin kaplana benzediğini görür. Canavarların dördüncüsü, en korkunç ve ür­kütücü olanı ise büyük demir dişleriyle her şeyi parçalayan bir canavardır. Bu canavarın adı belirtilmez. Sadece on adet boynuzunun bulunduğu bil­dirilir. Bu canavarın yok edilişinden sonra göklerin saltanatına sahip birisi gelir ve bütün dünyanın egemenliği ona verilir.

Daniel, bu zata yaklaşır ve gördüklerini yorumlayıp anlatmasını ister. O da dört canavarın dört büyük krallığa, son canavarın on boynuzunun da o krallıktan doğacak on krallığa işaret olduğunu belirtir.

Daniel, daha sonra başka rüyalar da görür. Bunlardan birisi, boynuz­larıyla her şeye toslayan bir koçtur. Hiçbir canlı onun önünde duramaz. Ancak iki gözü arasında tek boynuzu bulunan bir canavar çıkar ve koçu öldürür. Bu esnada onun boynuzu kırılır ve yerinden göklerin dört yeline doğru uzanan dört boynuz çıkar.

Bir diğer rüyada ise Daniel, Dicle kenarında kendine görünen ihtişamlı ve büyüleyici kıyafetlerle donanmış insan şeklindeki bir varlığı görür; ona bu harikaların sonunun ne kadar olduğunu sorar. O da ellerini göklere doğru kaldırıp: “Bir vakitler ve vakitler ve yarım vakit olacak.” der.

Daniel işittiği, ancak tam olarak anlayamadığı sözler üzerine:

“Efen­dim, bunun en sonu ne olacak?” diye sorar. O ses de:

“Git Daniel, çünkü sonun vaktine kadar bu sözler saklıdır ve mühürlüdür. Daimi yakılan takdimenin kaldırıldığı ve harap edici iğrenç şeyin dikildiği vakitten başlaya­rak 1290 gün olacak. Dayanıp 1335 güne yetişene ne mutlu.” diye cevap verir. (Eski Ahit, 840-855).

Babil esaretindeki umutsuz Yahudilere ümit vermek üzere kaleme alın­dığı sanılan Daniel’in rüyaları ve buna bağlı olarak gelecekten haber veren kehanetleri, asırlar boyunca Yahudiler arasında sayı mistisizmine dayalı (hurufilik) batini, mistik ve sembolik anlayışın yayılmasına vesile olduğu gibi; aynı kutsal metne sahip olan Hıristiyanlar arasında da benzer yo­rumların yaygınlaşmasına neden olur.

Aynı şekilde Hıristiyan kutsal metni olan Yeni Ahit’teki (İncil) Yuhanna’nın Vahyi bölümünde de metaforlarla bezeli ezoterik ve Apokaliptik yaklaşımlar sergilenir. Buradaki kanlı tablolar, Eski Ahit’tekine göre daha şiddet içerici niteliktedir.

İki ana bölümden oluşan Yuhanna’nın Vahyi kitabının ilk bölümünde, Anadolu’daki yedi Kilise’ye (Efes, İzmir, Bergama, Tiyatiraya, Sard, Fikedelfiya ve Laodikya) gönderilen mektuplar yer almaktadır.

İkinci bölümde ise Hz. İsa’ya benzeyen bir hayaletin kendisine görün­düğünü ve kurtarıcının sağ elinde yedi yıldız olduğunu ve ağzından iki ağızlı keskin bir kılıcın çıktığını görünce irkildiğini, ancak onun kendisi­nin İsa Mesih olduğunu ve geleceğe dair kendisine bilgi aktaracağını, ken­disinin bu bilgileri yedi kiliseye anlatmasını istediğini bildirir. Burada İsa Mesih’in yeniden yeryüzüne ineceğine yakın ortaya çıkacak bazı olayların aktarılmakta olduğu görülür.

İlkin İsa Mesih’in gelişinden önce dünyanın uğrayacağı ilahi öfkeden bahsedilir. Yedi mührün açılması, yedi borazanın çalınması ve Tanrı’nın gazabıyla dolu yedi tasın yeryüzüne boşaltılması ile felaketler zincirinin başlayacağı dile getirilir.

Yedinci borazanın çalınmasıyla şeytanın hakimiyeti son bulur ve şey­tan, içinde bin yıl kalacağı kuyuya atılarak hapsedilir. Böylece insanlık bin yıl şeytandan kurtularak rahat nefes alacaktır. Ancak bu bin yılın sonunda şeytan serbest kalacaktır.

Daha sonra Hıristiyanlar arasında pek yaygın ve günümüzde bile et­kin olan bin yıl beklentisi ya da korkusu (Bin yılcılık-Millenarizm), anla­yışı, Yuhanna’nın Vahyi kitabındaki bu kehanetlerle bağlantılıdır.

Yuhanna’nın Vahyi’ne göre, dünyanın sonuna doğru İsa Mesih yer­yüzüne inecek, insanları “ demir çomakla güdecek ve çömlek kaplar gibi kırıp parçalayacaktır.”

Yedi meleğin, insanlar ve yeryüzü için felaketler getirecek olan bora­zanları birer birer üflemelerinden sonra, gökten insanların üzerine kanla karışık dolu ve ateş yağacak, karada ve denizde yaşayanların üçte biri helak olacaktır. Yıldızlar ve ateş topları yeryüzüne dökülecek, güneş ve ay kararacak, felaketler birbirini izleyecektir.

Bu felaketlerin ardından yeryüzüne inecek olan İsa Mesih, Siyon te­pesi üzerinde duracak ve seçilmiş 144.000 kişi, onun yanında yer ala­caktır. Sonra inanmayanlara yönelik ilahi cezalandırma başlayacak ve yeryüzünde oluk oluk kan akacaktır.

Yuhanna olacakları şöyle anlatıyor:

“Tapınaktan çıkan başka bir melek, bulutun üzerinde oturana yük­sek sesle bağırarak şöyle dedi: ‘Orağını uzat ve biç! Biçme saati geldi. Çünkü yerin ekini olgunlaşmış bulunuyor. Bulut üzerinde oturan, orağı­nı yerin üzerine salladı ve yerin ekini biçildi.

Gökteki tapınaktan başka bir melek çıktı. Onun da keskin bir ora­ğı vardı. Ateşin üzerinde yetkili olan başka bir melek ise sunaktan çıkıp geldi. Keskin orağı olana yüksek sesle ‘Keskin orağını uzat!’ dedi. ‘Yerin asmasının salkımlarını topla. Çünkü üzümleri olgunlaştı.’ Bunun üzeri­ne melek orağını yerin üzerine salladı. Yerin asmasının ürününü toplayıp Tanrı öfkesinin büyük cenderesine attı. Kentin dışında sıkılan cendereden kan aktı. Kan, bin altı yüz ok atımı çapındaki bir alanda atların gemlerine dek yükseldi.”

Bu olaylardan sonra yedi melek tarafından tanrısal öfke yeryüzü­ne boşalır. Bu esnada kötü ruhlar, yeryüzünün bütün yöneticilerini Armegedon’da toplarlar. Daha sonra evrende tam bir kaos ve düzensizliğe neden olacak büyük yıkım ve felaketler dizisi ortaya çıkar:

“Şimşekler çaktı, uğultular ve gök gürlemeleri işitildi. Öylesine bü­yük bir deprem oldu ki insan yeryüzünde oldu olalı bu kadar büyük bir deprem olmamıştı. Uluslara ait kentler yerle bir oldu. Büyük Babil, Tanrı’nın önünde anıldı ve Tanrı’nın ateşli gazabının şarabını içeren kâse kendisine verildi. Bütün adalar ortadan kalktı, dağlar da yok oldu. Gök­ten insanların üzerine, taneleri yaklaşık kırk kilo ağırlığında şiddetli bir dolu yağdı.”

Böylece Armagedon’da toplanmış dünyadaki bütün Mesih karşıtları, yöneticileriyle birlikte yok olurlar. Mesih’e karşı gelen bütün inanç men­supları “kükürtle yanan ateş gölüne diri diri atılırlar.”

Ayrıca bu felaketler başlamadan önce Isa Mesih yeryüzüne inecek, kendisine inananları alıp semaya çıkaracaktır. İsa Mesih’e tabi olarak ölümsüzlük elbisesini giyip semaya yükselen Hıristiyanlar, mutluluk için­de yeryüzünde olup bitenleri seyredeceklerdir.

Bundan sonra yeryüzünde bin yıl sürecek olan altın devir başlayacak­tır. (Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit, Yuhanna’nın Vahyi, 258-274).

Son zamanlarda özellikle fanatik Yahudi ve Hıristiyan gruplar tarafın­dan sıklıkla bu kehanetlere atıflarda bulunulduğunu görüyoruz.

Ortaçağ’da bazı Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Peygamber’in doğum tarihini, Deccalin temsilcilerini sembolize ettiği 666 rakamıy­la özdeşleştirerek, kehanetlerde sözü edilen Deccal’in işaretlerinin Hz. Peygamber’i gösterdiğini iddia ediyorlardı. Nitekim ilk yapılan Kur’an tercümelerinden birisinin kenarında, Müslümanların boynuzlu canavarlar şeklinde tasvir edildiğini görüyoruz. Haçlı Savaşları esnasında papazların halkı savaşa teşvik etmek için bu kehanetlere ve onların fanatik yorumla­rına sıkça başvurdukları görülmektedir.

1530’da Martin Luther, Papa’yı Deccal diye tanıtıyordu. John Calvin de böyle bir bağlantı kurmuştu. 1940’Iarda, Deccal olarak Hitler’in sık sık adı geçiyordu; Stalin ve Mussolini’yi de bu role uygun görenlerin sayısı çoktu.

Bilhassa bazı Mesihçi, Millenarist ve Evanjelikler, bu kehanetleri yo­rumlayarak “Tanrı’yı kıyamete zorlama” diye bir anlayış geliştirmiş bu­lunuyorlar. Onlar, Mesih’in gelişine zemin hazırlayacağı kabul edilen bu şiddet olaylarının bir an evvel meydana gelmesini ve Yeni Kudüs’ün ku­rularak Kurtarıcı’nın mutlak hakimiyetinin gerçekleşmesini istemekte ve bunun için özel çaba harcamaktadırlar.

Söz gelimi Dispansasyonalistler, Yahudilerin artık Filistin’e döndükle­rini ve İsrail devletinin kurulduğunu, böylece ilahi takdirin gerçekleştiğini, kutsal tapınağın (Süleyman Mabedi) üçüncü kez inşasının an meselesi ol­duğunu dile getirmektedirler.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Evanjelikler, hava alan­ları ve tren istasyonları başta olmak üzere halka açık mekanlarda şov programlarını hatırlatan geniş katılımlı vaazlarında, ayrıca hazırladıkları radyo ve televizyon programlarında, beklenen kehanetlerin gerçekleşmesi için, halkı tahrik ve teşvik etmektedirler. İsrail Devleti’nin kurulmasının ilahi buyruğun tecellisi olduğunu bildirmekte, bu nedenle de İsrail’in yap­tığı insanlık dışı zulümlere ve katliamlara sempatiyle bakmaktadırlar.

 

 ( Sunuş: Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Sir Isaac NEWTON, Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler Özgün adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the Apocalypse of St. John. Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık 2012 sh:9-14)

 

Bu girişten sonra Sir Isaac NEWTON  Peygamber Diline Dair bölümünde bu konu üzerinde ilâhi vahyin anlaşılmasındaki metodunu okuyunca bahsedilen rumuz veya simgelerin nasıl anlaşılması gerektiğini öğreneceğiz.

PEYGAMBER DİLİNE DAİR

Kehanetleri anlayabilmek için, ilkin kendimizi Peygamberler’in [kullandıkları] mecazi dile alıştırmalıyız. Bu dil, siyasi bir dünya olarak kabul edilen bir İmparatorluk veya Krallık ile doğal dün­ya arasındaki andırmadan [analoji] alınmıştır.

Buna uygun şekilde, gökyüzünden ve yeryüzünden oluşan tüm doğal dünya, tahtları ve halkları veya Kehanet’te yer aldığı kadarından oluşan tüm siyasi dünyayı simgeler: Böylelikle o dünyanın içindekiler, andırma yoluyla bu dünyanın içindeki şeyleri simgelemiş olurlar. Çünkü gökyüzü ve onun içindekiler, tahtları ve soylulukları ve bunların saltanatını süren­leri; yeryüzü ve onun üstündekiler de, aşağılanan halkı ve Hades veya Cehennem denilen yeryüzünün en alt kısmı da, insanların en zavallı ve düşkün olanlarını simgeler.

O vakit de, arşa doğru yükselmek ve yeryü­züne doğru inmek, onura ve iktidara yükselmek veya onlardan aşağıya doğru inmek demektir: Dünyadan veya sulardan çıkarak yükselmek veya onlara doğru düşmek, aşağıdaki halkın durumundan herhangi bir soylu­luğa veya egemenliğe yükselmek veya bu yerlerden yine o aşağıdaki halkın içine düşmektir; yeryüzünün alt kısımlarına inmek çok alçak ve mutsuz bir [yere] inmektir; tozun toprağın içinden zavallı bir sesle konuşmak, zayıf ve düşkün koşullarda olmaktır; bir yerden başka bir yere hareket etmek, bir makamdan, soyluluktan veya egemenlikten bir başkasına geç­mektir; büyük depremler ve gökyüzünün ve yeryüzünün sallanması, Kral­lıkların sarsılması, onların karışıklıklarla çöküşüdür; yeni bir gökyüzü ve yeryüzü yaratmak ve yaşlanmış olan birinin göçüp gitmesi veya dünyanın başlangıcı ve sonu, onlarla simgelenmiş olan bütünsel-siyasetin yükselişi veya çöküşüdür.

Düş yorumcuları tarafından gökyüzündeki Güneş ve Ay, Krallar’ın ve Kraliçeler’in kendileri olarak tanımlanırlar; fakat fertleri dikkate alma­yan kutsal Kehanet’te Güneş, zaferleri ve haşmetiyle parıldayan bir Kral­lığın veya Krallıklar’ın gelmiş geçmiş tüm Kralları’nın dünya siyasetinde yer almış tüm hanedanı olarak konulmuştur.

Ay, sıradan halkın tama­mıdır ve Kraliçe olarak düşünülmüştür. Güneş, Mesih olduğu takdirde, Yıldızlar, Kral’a bağlı olan Prensler, yüce kişiler veya Tanrı’nın kullarının yöneticileri ve Piskoposlardır.

 Işık, haşmet, hakikat ve bilgidir ki, yüce ve iyi kişiler onlarla diğerlerini aydınlatırlar.

Karanlık, gaflet, körlük ve cehalet ile koşulların belirsizliği içindir.

Güneş, Ay ve Yıldızların karar­ması, ışığının solması veya batması, krallığın kargaşaya sürüklenmesi, sonlanması veya kararmanın orantısına göre, yıkılışıdır.

Güneş’in karan­lığa bürünmesi, Ay’ın kana boyanması ile yıldızların batması, yine aynı anlamdadır. Yeni Aylar ise, dağılmış bir halkın yeniden bir siyasal bütün­lüğe kavuşması veya dinsel öğretilere geri dönüşüdür.

Ateş ve meteorlar beraberce yeryüzüne ve gökyüzüne delalet ederler ve şunları simgelerler: Herhangi bir şeyi ateşe vermek, onu savaş aracılı­ğıyla tüketmek anlamı taşır; dünyayı tutuşturmak veya bir ülkeyi ateşgölü haline getirmek, bir krallığı savaşla yok etmektir; bir ateş fırınında ol­mak, başka bir ulusun esareti altında olmaktır; yanmakta olan herhangi bir şeyin dumanının sürekli olarak tütmesi, zapt edilmiş olan bir halkın kölelik boyunduruğu altında çektiği ızdıraplara işaret eder; güneşin ya­kıcı sıcaklığı, Kral tarafından konulmuş cezalandırıcı savaşlar ve onların yüklediği acılar ve dertlerdir; bulutlara binerek dolaşmak, birçok halkın üstünde egemenlik kurmaktır; güneşi bir bulutla veya dumanla örtmek, Kral’ın bir düşman ordusu tarafından baskı altına alınmış olmasıdır; sert rüzgârlar veya bulutların hareketi savaşın habercisidir; fırtına veya gökgürültüsü, bir topluluğun sesidir; fırtına, yıldırım, şimşek ve sağa­nak yağmur, göklerden ve bulutlardan onların düşmanlarının başlarına inen en şiddetli savaşın siyasetini [gidişatını] gösterirler; şiddetli olma­yan yağmur veya çiğ veya içme suyu, Ruhül-Kudüs’ün yüceliğinin ve öğretisinin göstergesidir ve yağmurun yokluğu da Manevi kuraklık ve kısırlık demektir.

Yeryüzünde kuru toprak ve bir deniz, bir nehir, bir sel gibi birikmiş sular, birçok bölgenin, ulusun, sömürgenin halklarını; suların bozulması, insanların savaşlar ve zulümler nedeniyle büyük acılar çekmelerini; nes­neleri kan bürümesi, devletlerin manevi ölümünü, yani, bölünüp siyasi bütünlüğünü yitirmesini; bir denizin veya bir nehrin taşması, karadaki siyasi yapının sulardan gelen halklar tarafından işgalini; suların çekil­mesi, onların devletlerinin karada yaşayanlar tarafından ele geçirilme­sini; şehirler için olan pınar/kaynak suları daima nehirler siyasetine yön vermiş olan kentleri; dağlar ve adalar, kara ve deniz kentleri ile buralara ait bölgelerin ve alanların siyasal yapısını; mağaralar ve dağlar kayalık­ları, kentlerin tapınaklarını; insanların bu mağaralarda veya kayalıklar­da saklanmaları, tapmaklarda İlahlarını sakladıklarını; evler ve gemiler, kara ve denizler siyasetinin içindeki aileleri, meclisleri ve kasabaları ve savaş gemileri, denizle simgelenmiş bir krallığın ordusu içindir.

Hayvanlar ve sebzeler de çeşitli bölgenin insanları ve koşulları olarak konumlandırılmışlardır ve özellikle de ağaçlar, şifalı otlar ve kara hay­vanları, toprakta tarımla uğraşan halkları; bayraklar,kamışlar ve balık­lar, deniz siyasetine bağlı olanları; kuşlar ve böcekler, gökyüzü ve yeryüzü siyasetine bağlı olanları; bir orman bir krallığı; ıssız bir yaban da, zayıf ve düşkün bir halkı simgeler.

 

Eğer Kehanet’te belirtilen dünya haritası birçok Krallıktan oluşuyor­sa, bunlar doğal dünyanın birçok kısmı ile temsil edilmişlerdir; en soylu­lar, göksel çerçevede ve sonra da ay ve bulutlar sıradan insanların yerine konulmuşlardır; daha az soylu olanlar dünya, deniz, nehirler ve içlerinde yaşayan canlılar olarak ve sonra da çok büyük ve güçlü hayvanlar ve yüksek ağaçlar Krallar, Prensler ve Soyluları ifade etmek için anılmıştır; çünkü tüm Krallık, Kral’ın kendi kişiliğinde vücut bulduğu için, Kral’ı temsil eden Güneş, ya da bir ağaç, ya da güçlü bir hayvan veya kuş veya bir Adam tüm krallığın simgesi olarak gösterilmiştir ve Aslan, Ayı, Le­opar, Teke, gibi hayvanlar özelliklerine göre birçok Krallıklar ve devlet siyasetleri için konulmuşlardır: hayvanları kurban etmek, kılıç zoru ile Krallıkları zaptetmek için; güçlü yırtıcıların aralarındaki dostluklar da, Kralların aralarındaki barış olarak konulmuştur. Yine de bazen, Ağaç’ın Yaşam Ağacı veya Bilgelik Ağacı’nı, Hayvan’ın da Kadim Serpent olarak alınmasında olduğu gibi, sebzeler ve hayvanlar bazı belirli koşullar ve yazıtlar aracılığıyla başka simgeleştirmelere eriştirilmişler veya tapınılmışlardır.

Bir Mahluk veya bir İnsan bir Krallık olarak gösterilmişse, onun uzuvları ve yetenekleri [benzetme] yoluyla Krallığın uzuvları olarak gös­terilmiştir; örneğin Mahluk’un Başı, ülkeyi yönetmiş olan önceki yüce kişi yerine konulmuştur; kuyruğu, yönetilen ve yöneticileri izleyen sıra­dan halk içindir; eğer başlar birden fazlaysa Krallık’daki sivil iktidara orantılı olarak peşpeşe veya topluca sıralanan belli başlı merkezleri veya hanedanları veya sömürge alanlarını gösterirler; [eğer] herhangi bir başta boynuzlar varsa, bu o baştaki Krallıklar’ın askeri güçlerine oranla konuşlanışını gösterir; bakışlar, bakmak, öğrenmek için ve gözler anlayış ve siyasa sahibi adamlar için ve episkopoi de dinsel konularda Piskoposlar içindir; konuşmak, yasama için; ağız, sivil veya kutsal bir yasa-koyucu için; yüksek ses, güç ve iktidar için; alçak ses, zayıflık için; yeme-içme, yenilmiş ve içilmiş şeylerle simgelenenleri elde etmek için; bir mahlukun veya insanın saçları ve kuşların tüyleri, halk için; kanatlar, o mahluk tarafından temsil edilen Krallıklar’ın sayısı için; bir adamın kolu, onun gücünün veya gücü altındaki herhangi bir halk için; ayakları, halkın alt kesimi veya Krallığın en ücra bölgesi için; yırtıcı hayvanların ayakları, pençeleri ve dişleri, orduları ve ordu bölükleri için; kemikler, sağlam ve güçlendirilmiş yerler için; et, zenginlik ve malvarlığı için ve onların [uzuv­ların] hareketli günleri, yıllar için; [eğer] bir ağaç bir Krallık için konul­muşsa, onun dalları, yaprakları ve meyveleri tıpkı kuşların ve mahlukların kanatları, tüyleri veya yiyecekleri gibidir.

Eğer bir kişi mistik anlamda ele alınmışsa, onun yetenekleri çoğunlukla onun davranışlarıyla ve çevresindeki nesnelerle simgelenirdi. Şöyle ki, Yöne­tici kişi, üzerine bindiği güçlü bir hayvanla; bir Savaşçı veya Fatih, kılıcıyla ve okuyla; güçlü bir adam, dev bir heykelle; bir Yargıç, tartı ve ölçülerle; özgürlük veya mahkumiyet anlamındaki  sözler, beyaz veya siyah bir taşla; yeni bir soyluluk, yeni bir adla; moral veya sivil yeterlilikler, kostümler­le; şan ve şeref, çok güzel bir harmaniyle; Krallık asaleti, eflatun veya al renkleriyle yahut bir taçla; hakkaniyet, beyaz ve temiz giysilerle; içten Pazarlıklılık, kirli ve süfli bir kostümle; salgın, matem ve aşağılanma, adi ku­maşlarla; utanç, onursuzluk ve iyi iş arayışı, çıplaklıkla; yanılgı ve sefalet, buna sebep olan adamın veya kadının şarap kâsesinden içmekle; herhangi bir dini çıkar amacıyla kullanmak, o dine bağlı kişilere mal satmak [be­zirganlık] ve alışverişte bulunmakla; herhangi bir ulusun sahte Tanrılarına tapınmak veya hizmet etmek, onların prensleriyle zina yapmakla veya on­lara tapınmakla; bir Krallık Meclisi, kendi imajıyla; dinsel sapkınlık, şirk ile; savaşta yenilgi, bir insanın veya mahlukun yarasıyla; geçmek bilmeyen bir savaş belası, acı ve sancı ile; yeni bir Krallık kurabilmek için bir halkın gösterdiği çaba, doğum yapmaya çalışan hamile bir kadın ile; bir Devlet siyasasının [yapısının] veya dinin dağılması, bir insanın veya Mahluk’un ölüsüyle ve dağılıp gitmiş bir egemenliğin yeniden kurulması, bir ölünün yeniden canlanmasıyla simgelenmiştir.

Sıra izah için İKİNCİ ALINTIMIZ

Kanat Zhailaubayev'in  Şahs-ı Mânevi Nedir? yazısı

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden olan Abdullah Yeğin ağabeyin lugatinde şahs-ı manevi kavramı için şöyle bir açıklama geçer: “Bir şahıs olmayıp kendisine bir şahıs gibi muâmele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs. Bir topluluğun taşıdığı mânevî kuvvet ve mezîyetler.”

Batı felsefe dilinde buna en yakın terim “Egregor” (collective mind, collective entity) kavramı.

Bu makalede elimizdeki en güvenli kaynak olan Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an tefsiri Risale-i Nur Külliyatında geçen metinleri mütalaa ederek, şahs-ı manevi’nin ne olduğunu izah etmeye çalışacağız.

“Vel'ilmü indallah, bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya'yı mağlub eden Japon Başkumandanının sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı Port Artür Kal'asında olarak gösterildiği gibi, şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde ve hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan fevkalâde bir iktidar görünür..“ ( Şualar – 586)

Azametli şahıslar kendileri bir şahs-ı manevinin temsilcileridir. Mesela: Bir iş yapıldıktan sonra “Bunları kimler yaptı?” sorusuna “Ahmedler” dediğimizde, o işleri yapan sadece Ahmed’in kendisi değil, hatta belki sadece birkaç Ahmed de değil. Bu cevaptan maksat “Ahmed’in arkadaşları” yani bir şekilde “Ahmed’in cemaati”.

“Hem eski zamanda, bu zaman gibi cemaatin ve cem'iyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatın başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük bir acube cisim ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve o rivayet müteşabih olur.“ (Şualar – 582)

Üstad Said Nursi müteşabih hadislerde geçen fevkalâde ve hârika iktidar sahiplerinin de daha çok şahs-ı maneviyeye ait olduğunu tevil ediyor.

“Zaman cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur...” (Mesnevi-i Nuriye – 102)

Burada cemaat ve şahs-ı manevinin ıstılah farkını çok net izah ediyor. Ve şahs-ı manevinin icraatı ferdî icraattan daha ziyade olabilir manasını çıkartıyor.

“Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur.” (Mektubat – 439)

Bu asırda mücadele ve hizmet şahs-ı manevi olarak olması gerektiğini vurguluyor. Demek tek bir şahıs şahs-ı maneviyeye karşı duramaz.

“Şahs-ı manevî hükmünde olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def'î gibi galebe etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.” (Muhakemat – 150)

Devleti bir şahs-ı manevi numunesi olarak kabul etsek, o zaman devlet gibi Ehl-i Beyt ve İslam alemi, Avrupa gibi bir kıta ve Hristiyanlık dahi bir şahs-ı manevi numuneleridir. Bunların hepsi gerektiğinde bazen devlet gibi birbirleriyle hem ittifak hem mücadele edebilirler. Ve elbette bir şahs-ı manevi de doğar, neşv ü nema bulur ve sona erer.

“‘Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?’ diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

Risale-i Nur'un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a'mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder.“ (Kastamonu – 96)

Büyük manevi cereyanlara karşı ancak şahs-ı manevinin parçası olarak, bin dil, akıl ve kalb ile mukabele edilir.

“Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar olur.“ (Mektubat – 372)

İnsanlar gibi şahs-ı maneviler dahi yüksek makam sahibi ve daha tesirli olabilirler.

“Risale-i Nur'un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir:

1 - Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan, hakikat-i İslâmiye...

2 - Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek...

3 - Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye...” (Sözler – 756)

Her bir şahs-ı maneviyenin kendi özelikleri mevcud.

“Ve o elmas kalemli ve kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye onların âdi, müflis şahsıma karşı medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu'cize-i Kur'aniye olan Risale-i Nur'a ve has şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum.” (Şualar – 452)

Demek şahs-ı manevinin içinde birkaç küçük şahs-ı maneviler de oluşabilirler. Belki bunlara büyük şahs-ı manevinin kolları diyebiliriz.

“Senelerden beri müştakı bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları, Mübarekler Heyeti'nin ve o mukaddes fabrikanın makine ve çarklarının nurlu sadâlarını kulaklarımla işitmek ve şu âciz ve kàsır ve cahil vaziyetimle, o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i Kur'aniye'den olan Ashab-ı Güzin (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) Efendilerimizin bugün şahsiyet-i maneviyelerini küçük bir mikyasta temsil eden sıddıklar, mücahidler, fedakâr kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu…” ( Kastamonu – 74)

Burada şahsiyet-i maneviye, bir meslek içindeki meşrebleri ifade ediyor. Manevi beslenme yeri aynı, fakat hizmet etme noktaları farklı olabilir.

“Ben üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlâna Hindistan'dan Tarîk-ı Nakşî'yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî'nin ba'de'l-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna'nın manen tasarrufu -bidayeten- cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî'nin ruhaniyetleri Bağdad'a gelip Şah-ı Geylanî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; ‘Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!’ Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vakıa; ehl-i keşifçe vaki' ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü'ya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.” (Barla – 165)

Burada bir şahs-ı manevi kendi bölgesinde başka bir şahs-ı maneviyi kabul görmeyince, etkisinin az olduğunu anlıyoruz.

“Şirket-i maneviye ve kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve kerameti aramıyorlar.” (Emirdağ-1 – 87)

Şahs-ı manevi oluşunca elbette o şirket-i maneviyenin karı da ortak olur ve herkese bereketli olur. Ama şahs-ı manevinin kendine göre düstür şartı olabilir (burada tefani olmayı şart koşuyor).

“Risale-i Nur şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri ve ehl-i tarîkatın "fena fi'ş-şeyh" ve "fena fi'r-resul" ve nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de "fena fi'l-ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.“ ( Kastamonu – 185)

Bir şahs-ı maneviyenin hesabına çalışınca oradan korunma, tedavi gibi gaybi şeyler de gelir. Kendi mensublarını koruma altına alabilir.

“Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalaleti tervic eden bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: ‘Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma.’” ( Şualar – 198)

Menfi cereyanların da sahs-ı manevisi olabilir. Ve bir şahs-ı maneviyeyi temsil eden sahış başka bir şahs-ı maneviyeyi temsil eden şahısla mana aleminde konuşarak tartışabilirler.

“Sonra hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ‘Tevhid-i kıble et!’ demiş; yani ‘Yalnız bir üstadın arkasından git!’ O çok yaralı Eski Said'in kalbine geldi ki:

‘Üstad-ı hakikî Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar.” (Mesnevi-i Nuriye – 7)

Her şahs-ı manevinin kendi komutanı mevcut olması lazım ve kendisine ve dahil olduğu diğer mensublara bir yol haritası belirler.

"‘Birisi gelecek, şarktan bir nur zuhur edecek’" diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ve Üstadımın şahs-ı manevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün ümmet-i Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) Risale-i Nur'un faziletini, ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccal'ın şerrinden istiaze etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını görmüşler.” (Barla – 143)

Bu haşiyede üç farklı şahs-ı maneviler görmekteyiz. İnsanlarda farklı nazar ve niyet olduğundan dolayı, ona göre zamanla faklı şahs-ı maneviler oluşabiliyor. Mesela: Birileri Risale-i Nur’u Kur’an malı olduğu için onun şahs-ı maneviyesine girer. Başkaları sadece Üstad Bediüzzamanı sevdiği için onun şahs-ı maneviyesine, yani onu hususi intisabına girer. Teşbihte hata olmasın sanki şeyh ve müridin rabıtası gibi. Ve son olarak talebelerinin şahs-ı manevisi; zamanla belli abilerin etrafında oluşan farklı grupların şahs-ı manevisi oluşabilir.

“Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risale-i Nur'da şahıs yok, şahs-ı manevî var. Ben bir hiçim; Risale-i Nur, Kur'anın malıdır, Kur'andan süzülmüştür.” (Tarihçe-i Hayat – 699)

Bir şahs-ı manevinin programı bir başka şahs-ı maneviyenin çekirdeğine ait olabilir.

“İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri şahs-ı manevîsi, ehl-i dalaletin cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü'minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehlikenin bu vatanı istilasına karşı Kur'anî bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve ittifakının medarı olmuştur.” (Tarihçe-i Hayat – 457)

Küçük şahs-ı maneviler daha büyük şahs-ı manevinin parçası olup ona hizmet edebilir.

“Hem Risale-i Nur'un velayet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik dairesindeki ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki tarîkatlara ihtiyaç bırakmaz.” (Hakikat Nurları – 150)

Şahs-ı manevi öncesindeki şahs-i manevi ile rabıta yapmayıp, aynı kaynaktan besleyen daha büyük ana daireye bağlanıp, onunla devam edebilir.

“İşte şu sırdandır ki: Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur'anın birinci tabaka şakirdleridir.” (Mektubat – 85)

Ve son olarak çok sevdiğimiz tarikat kahramanı İmam Rabbani’nin eserinden güzel bir nükteyi izah etmek isteriz. Şöyle ki: Belli bir şahsi manevi bir zamanda başlayıp birinci tabaka oluşturup sonra zamanla devamında ikinci tabakada başka bir şekilde davam edebilir. Bu tabakanın kendine ait derece ve makamları var:

“Peygamberlik makâmı, Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermiştir. Fakat, bu makâmın derecelerine, ümmetinden O’na (salla'llâhü aleyhi ve sellem) çok uyanları kavuşurlar. Bu olgunluklar, yüksek dereceler, Ashâb-ı Kirâm’da çoktur. Tâbi’în ve Tebe-i tâbi’înden çok az kimseye nasîb olmuştur. Onlardan sonra örtülü kalmıştır. Bunun yerine, zıl ile olan velâyet dereceleri çok görülmüştür. Bununla berâber, Resûlullahın (salla'llâhü aleyhi ve sellem) vefâtından bin sene geçtikten sonra, nübüvvet makâmının derecelerinin yeniden meydâna çıkması umulur. Asla bağlı makâm ve dereceler, yine yayılır. Zıl ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân”, asla bağlı olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtın ile yayar. (İmam-ı Rabbani Mektubat, 260. Mektup)

Üçüncü izah yazımız MEHDİ hakkında olacaktır. Onu da bu linkten okuyun…

https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2020/05/mehdi-aleyhisselam.html

Bu üç yazıdan sonra söylemek isteyeceğimiz husus şudur:

Hz. Rasûlu'llâh salla'llâhü aleyhi ve sellemin hadislerinin işaretiyle DECCAL=YAHUDİLERi

Gökten inecek olan denilmesi ile kuvvetli ve ileri teknoloji sahibi HZ. İSA=HRİSTİYANLARı

Altınçağın yaşanacağı zaman HZ. MEHDİ aleyhisselam=MÜSLÜMANLARa işaret etmektedir.

Olması öngörülen olaylar zinciri ile DECCAL-SÜFYANİ ekolü ve YAHUDİLERİ, Hristiyanlar yok edecekler. Daha sonra Hristiyanlar gelişen teknoloji nedeniyle İSLÂM a yönelecekler. Bütün dünya devletleri eksiksiz olarak MÜSLÜMAN olacak. Akabinde suskunluğundan çıkan İBLİS görevi icabı insanlığa fitne tohumunu tekrar ekecek yeniden bozulma yaşanacaktır. Tekraren bir NEBİ ve RASÜL gelmeyeceğinden insanlık haddini aşacaktır. Kıyamet vukua gelecektir.

Günümüzde Deccaliyetin karşılık bulması Yahudilerin itikatlarının müsait olmasıdır. Seçilmiş olduklarına itikat etmeleri ve dini liderlerinin inatçı olmaları nedeniyle kıyamet öne alınmasına zemin hazırlanıyor. Hahamlar, tahrif ettikleri Tevrat'ın gerçeğini buldukları biliniyor. İzhak Rabin'in ölümünde bu bilginin ifşa olmasına mani olmaktır.

Galiba, dünya siyasetinde en etkili isim olan Henry Kissinger'in ölmesini beklemek zorundayız. Vietnam'dan, Arap-İsrail Politikasına, Rusya'nın dağılması ve Ukrayna-Rusya Savaşı birçok konuda etkisinin temelinde Deccaliyetin temsilciliğini yapmış olduğu düşünülmektedir.

Nihayet, Yahudilerin bu son oyunda eğer kendilerini kurtaramazlarsa Mahir Kaynak'ın da yıllar önce söylediği gibi "BEN YAHUDİ DEĞİLİM" demeye mecbur kalacak olmalarıdır. Eyvah ki…aşırı ve fanatik Hristiyanlar onları yoketme planını yürürlüğe koydular.

Hadi Hayırlısı

Allah Teâlâ, Daima Gâliptir.

 


[1][1] Sir Isaac NEWTON, Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler Özgün adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the Apocalypse of St. John. Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık 2012 (İkinci Bölüm sh:31-35)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar