DECCALİN ÖLMEK ÜZERE Mİ?
Allah Teâlâ,
zalim ve mazlum ayırmaksızın hepimizin ilahıdır. Onun hikmetinden sual olunmaz.
Ve kendi fiilini işlerken sır içinde sır saklamayı sever. Bu nedenle meraklı
olan bir varlık yaratmak istediği kesin olmalı ki, melek ve cin arası bir
varlık yaratmayı istemiş. Varlık âlemine biz insanları koymuştur.
Sonra da
peyderpey din olarak tevhidin ateşinde insanları kavurdu. Dünya hayatında
tevhidden ayrılıp şirke düşenler içinde cehennemi var eyledi. Bilahare, kıyamet
denen bir sonun varlığını cümle mahlukâta bildirdi. Ebedilik kendine mahsus kılınsın
diye.
Bu meyanda en çok
bilinen konular olan ve anlaşılmasında yoruma ihtiyaç duyulan DECCAL, ŞEYTAN,
HZ. İSA ALEYHİSSELAM ve MEHDİ gibi kavramlar insanların literatürüne girdi.
Hz. Rasûlu'llâh
salla'llâhü aleyhi ve sellem Efendimizin de bu konuda birçok sözler söylediği
rivayet edilir. Her ne kadar Efendimiz hakikatleri beyan eylemişsede, gelecek zamana
mahsus olan rivayetler geçmiş kültürlerin etkisiyle yıprandı.
Gelecek ve
bilgisi Allah Teâlâ ya aittir. Kim kesinkes şu olacak derse yalan ve bühtandan
başkası olamaz. Ancak bazı sözlerin içeriklerine kafa yoranlar birçok konuyu
ister istemez nokta içine doldurur gibi şişirdiler. Ne nokta büyüdü ne de,
bilgiler gerçeğe yakın geldi. Bir şey olduktan sonra da, onu bilmiş bulmuş
gibi saman çöplerinden büyük gemiler sanıp binmeye başladılar.
Gerçek bilgi Allah
Teâlâ ya aittir.
Gelecek ve
metafizik bilgimiz ruh hakkında bildiğimizden öte değildir.
Böyleyken öncelikle
yorum konusunda en tutarlı olduğunu düşündüğümüz konuyla
ilgili olarak Rahmetli Aytunç ALTINDAL
Beyefendinin en son çıkarttığı çalışmasından olan Sir Isaac NEWTON’un Kutsal
Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri Üzerine Gözlemler isimli eserinde kelimeler ve kehanetlerle ilgili
değişik manaların olabileceğine dikkat çekmek istiyoruz. [1]
DANİEL
ALEYHİSSELÂMIN KEHANETLERİ
Yuhanna’nın Vahyi, Yeni Ahit’in (İncil) son bölümünde yer almaktadır. Bu
bölümün yazarının kimliği çok net değildir. Ancak Katolik Kilisesi bu bölümün, aynı
zamanda dört İncil yazarından birisi olan Yuhanna tarafından, bazı yazarlar
ise Yuhanna adını taşıyan bir başkası tarafından kaleme alınmış olduğunu
belirtirler. Öte yandan Doğu Kiliseleri bu bölümü Kutsal kitabın ana metninden
saymazlar.
Anlatılanlara göre Yuhanna, bu eseri Efes yakınlarındaki Patmos Adası’nda
kaleme almıştır. Yazılış tarihi olarak da M.S. 65 ile 96 tarihleri arasındaki
zaman dilimi gösterilir.
Mezarı İzmir’in Selçuk ilçesinde bulunan Yuhanna, Roma zulmü altında
inleyen Hıristiyanlara bir ümit ışığı vermek üzere geleceğe yönelik
kehanetlerde bulunmuştu. Çekilen acıların sonunda ebedi kurtuluşun geleceğini,
dolayısıyla sabır ve tahammül göstererek Hz. İsa’nın izini takip etmeleri
gerektiğini sembolik bir dille anlatmıştı. Yuhanna bu eserini Eski Ahit’te yer
alan Daniel kitabından ilham alarak yazmıştı.
Bilindiği gibi, Eski Ahit’teki (Tevrat) Daniel kitabı da, Babil kralı
Nabukutnetsar’ın Kudüs’ü işgali ile başlayan Babil esareti döneminde, Danyal
peygamberin gördüğü bazı rüyaları anlatmaktadır. Buna göre Kral
Nabukutnetsar bir rüya görür, ancak gördüğü rüyayı unutur; kahinlerden, hem
gördüğü rüyanın ne olduğunu bildirmelerini hem de onu doğru şekilde
yorumlamalarını ister.
Onlar ise
kralın ne rüya gördüğünü bilmedikleri için yorumlayamayacaklarını söylerler. O zaman Babil’de sürgünde olan
Yahudilerin önderi Daniel, bir mucize gösterir; hem kralın gördüğü rüyanın ne
olduğunu anlatır hem de onu memnun edecek biçimde yorumlar. Bunun üzerine
kralın nezdinde büyük bir itibar kazanarak ülkenin en saygın bilge kişisi
haline gelir.
Eserde daha sonra Daniel’in gördüğü bir dizi rüya anlatılır ve burada
değinilen kehanetlere yer verilir: Daniel ilk rüyasında, göklerin dört yelinin
büyük denize saldırdığını, denizden birbirinden farklı dört büyük canavarın
çıktığını, bu canavarlardan birinin aslana, birinin ayıya, birinin kaplana
benzediğini görür. Canavarların dördüncüsü, en korkunç ve ürkütücü olanı ise büyük
demir dişleriyle her şeyi parçalayan bir canavardır. Bu canavarın adı
belirtilmez. Sadece on adet boynuzunun bulunduğu bildirilir. Bu canavarın yok
edilişinden sonra göklerin saltanatına sahip birisi gelir ve bütün dünyanın
egemenliği ona verilir.
Daniel, bu zata yaklaşır ve gördüklerini yorumlayıp anlatmasını ister. O da
dört canavarın dört büyük krallığa, son canavarın on boynuzunun da o krallıktan
doğacak on krallığa işaret olduğunu belirtir.
Daniel, daha sonra başka rüyalar da görür. Bunlardan birisi, boynuzlarıyla
her şeye toslayan bir koçtur. Hiçbir canlı onun önünde duramaz. Ancak iki gözü
arasında tek boynuzu bulunan bir canavar çıkar ve koçu öldürür. Bu esnada onun
boynuzu kırılır ve yerinden göklerin dört yeline doğru uzanan dört boynuz
çıkar.
Bir diğer rüyada ise Daniel, Dicle kenarında kendine görünen ihtişamlı ve
büyüleyici kıyafetlerle donanmış insan şeklindeki bir varlığı görür; ona bu
harikaların sonunun ne kadar olduğunu sorar. O da ellerini göklere doğru
kaldırıp: “Bir vakitler
ve vakitler ve yarım vakit olacak.” der.
Daniel işittiği, ancak tam olarak anlayamadığı sözler üzerine:
“Efendim, bunun en sonu ne olacak?” diye sorar. O ses de:
“Git Daniel,
çünkü sonun vaktine kadar bu sözler saklıdır ve mühürlüdür. Daimi yakılan
takdimenin kaldırıldığı ve harap edici iğrenç şeyin dikildiği vakitten başlayarak
1290 gün olacak. Dayanıp 1335 güne yetişene ne mutlu.” diye cevap verir. (Eski Ahit,
840-855).
Babil esaretindeki umutsuz Yahudilere ümit vermek üzere kaleme alındığı
sanılan Daniel’in rüyaları ve buna bağlı olarak gelecekten haber veren
kehanetleri, asırlar boyunca Yahudiler arasında sayı mistisizmine dayalı
(hurufilik) batini, mistik ve sembolik anlayışın yayılmasına vesile olduğu
gibi; aynı kutsal metne sahip olan Hıristiyanlar arasında da benzer yorumların
yaygınlaşmasına neden olur.
Aynı şekilde Hıristiyan kutsal metni olan Yeni Ahit’teki (İncil)
Yuhanna’nın Vahyi bölümünde de metaforlarla bezeli ezoterik ve Apokaliptik
yaklaşımlar sergilenir. Buradaki kanlı tablolar, Eski Ahit’tekine göre daha
şiddet içerici niteliktedir.
İki ana bölümden oluşan Yuhanna’nın Vahyi kitabının ilk bölümünde,
Anadolu’daki yedi Kilise’ye (Efes, İzmir, Bergama, Tiyatiraya, Sard,
Fikedelfiya ve Laodikya) gönderilen mektuplar yer almaktadır.
İkinci bölümde ise Hz. İsa’ya benzeyen bir hayaletin kendisine göründüğünü
ve kurtarıcının sağ elinde yedi yıldız olduğunu ve ağzından iki ağızlı
keskin bir kılıcın çıktığını görünce irkildiğini, ancak onun kendisinin İsa
Mesih olduğunu ve geleceğe dair kendisine bilgi aktaracağını, kendisinin bu
bilgileri yedi kiliseye anlatmasını istediğini bildirir. Burada İsa Mesih’in
yeniden yeryüzüne ineceğine yakın ortaya çıkacak bazı olayların aktarılmakta
olduğu görülür.
İlkin İsa Mesih’in gelişinden önce dünyanın uğrayacağı ilahi öfkeden
bahsedilir. Yedi mührün açılması, yedi borazanın çalınması ve Tanrı’nın
gazabıyla dolu yedi tasın yeryüzüne boşaltılması ile felaketler zincirinin
başlayacağı dile getirilir.
Yedinci borazanın çalınmasıyla şeytanın hakimiyeti son bulur ve şeytan,
içinde bin yıl kalacağı kuyuya atılarak hapsedilir. Böylece insanlık bin yıl
şeytandan kurtularak rahat nefes alacaktır. Ancak bu bin yılın sonunda şeytan
serbest kalacaktır.
Daha sonra Hıristiyanlar arasında pek yaygın ve günümüzde bile etkin olan
bin yıl beklentisi ya da korkusu (Bin yılcılık-Millenarizm), anlayışı,
Yuhanna’nın Vahyi kitabındaki bu kehanetlerle bağlantılıdır.
Yuhanna’nın Vahyi’ne göre, dünyanın sonuna doğru İsa Mesih yeryüzüne
inecek, insanları “ demir çomakla güdecek ve çömlek kaplar gibi kırıp
parçalayacaktır.”
Yedi meleğin, insanlar ve yeryüzü için felaketler getirecek olan borazanları
birer birer üflemelerinden sonra, gökten insanların üzerine kanla karışık dolu
ve ateş yağacak, karada ve denizde yaşayanların üçte biri helak olacaktır.
Yıldızlar ve ateş topları yeryüzüne dökülecek, güneş ve ay kararacak,
felaketler birbirini izleyecektir.
Bu felaketlerin ardından
yeryüzüne inecek olan İsa Mesih, Siyon tepesi üzerinde duracak ve seçilmiş
144.000 kişi, onun yanında yer alacaktır. Sonra inanmayanlara yönelik ilahi
cezalandırma başlayacak ve yeryüzünde oluk oluk kan akacaktır.
Yuhanna olacakları şöyle anlatıyor:
“Tapınaktan
çıkan başka bir melek, bulutun üzerinde oturana yüksek sesle bağırarak şöyle
dedi: ‘Orağını uzat ve biç! Biçme saati geldi. Çünkü yerin ekini olgunlaşmış
bulunuyor.” Bulut üzerinde oturan, orağını yerin üzerine salladı ve yerin ekini
biçildi.
Gökteki tapınaktan başka bir melek çıktı. Onun da keskin bir orağı vardı.
Ateşin üzerinde yetkili olan başka bir melek ise sunaktan çıkıp geldi. Keskin
orağı olana yüksek sesle ‘Keskin orağını uzat!’ dedi. ‘Yerin asmasının
salkımlarını topla. Çünkü üzümleri olgunlaştı.’ Bunun üzerine melek orağını
yerin üzerine salladı. Yerin asmasının ürününü toplayıp Tanrı öfkesinin büyük
cenderesine attı. Kentin dışında sıkılan cendereden kan aktı. Kan, bin altı yüz
ok atımı çapındaki bir alanda atların gemlerine dek yükseldi.”
Bu olaylardan sonra yedi melek tarafından tanrısal öfke yeryüzüne boşalır.
Bu esnada kötü ruhlar, yeryüzünün bütün yöneticilerini Armegedon’da toplarlar.
Daha sonra evrende tam bir kaos ve düzensizliğe neden olacak büyük yıkım ve
felaketler dizisi ortaya çıkar:
“Şimşekler çaktı, uğultular ve gök gürlemeleri işitildi. Öylesine büyük
bir deprem oldu ki insan yeryüzünde oldu olalı bu kadar büyük bir deprem
olmamıştı. Uluslara ait kentler yerle bir oldu. Büyük Babil, Tanrı’nın önünde
anıldı ve Tanrı’nın ateşli gazabının şarabını içeren kâse kendisine verildi.
Bütün adalar ortadan kalktı, dağlar da yok oldu. Gökten insanların üzerine,
taneleri yaklaşık kırk kilo ağırlığında şiddetli bir dolu yağdı.”
Böylece Armagedon’da toplanmış dünyadaki bütün Mesih karşıtları,
yöneticileriyle birlikte yok olurlar. Mesih’e karşı gelen bütün inanç mensupları
“kükürtle yanan ateş gölüne diri diri atılırlar.”
Ayrıca bu felaketler başlamadan önce Isa Mesih yeryüzüne inecek, kendisine
inananları alıp semaya çıkaracaktır. İsa Mesih’e tabi olarak ölümsüzlük
elbisesini giyip semaya yükselen Hıristiyanlar, mutluluk içinde yeryüzünde
olup bitenleri seyredeceklerdir.
Bundan sonra yeryüzünde bin yıl sürecek olan altın devir başlayacaktır.
(Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit, Yuhanna’nın Vahyi, 258-274).
Son zamanlarda özellikle fanatik Yahudi ve Hıristiyan gruplar tarafından
sıklıkla bu kehanetlere atıflarda bulunulduğunu görüyoruz.
Ortaçağ’da bazı Kitab-ı Mukaddes yorumcuları, Hz. Peygamber’in doğum
tarihini, Deccalin temsilcilerini sembolize ettiği 666 rakamıyla
özdeşleştirerek, kehanetlerde sözü edilen Deccal’in işaretlerinin Hz.
Peygamber’i gösterdiğini iddia ediyorlardı. Nitekim ilk yapılan Kur’an
tercümelerinden birisinin kenarında, Müslümanların boynuzlu canavarlar şeklinde
tasvir edildiğini görüyoruz. Haçlı Savaşları esnasında papazların halkı savaşa
teşvik etmek için bu kehanetlere ve onların fanatik yorumlarına sıkça
başvurdukları görülmektedir.
1530’da Martin Luther,
Papa’yı Deccal diye tanıtıyordu. John Calvin de böyle bir bağlantı kurmuştu.
1940’Iarda, Deccal olarak Hitler’in sık sık adı geçiyordu; Stalin ve
Mussolini’yi de bu role uygun görenlerin sayısı çoktu.
Bilhassa bazı Mesihçi, Millenarist ve Evanjelikler, bu kehanetleri yorumlayarak
“Tanrı’yı
kıyamete zorlama” diye bir anlayış geliştirmiş bulunuyorlar.
Onlar, Mesih’in gelişine zemin hazırlayacağı kabul edilen bu şiddet olaylarının
bir an evvel meydana gelmesini ve Yeni Kudüs’ün kurularak Kurtarıcı’nın mutlak
hakimiyetinin gerçekleşmesini istemekte ve bunun için özel çaba
harcamaktadırlar.
Söz gelimi Dispansasyonalistler,
Yahudilerin artık Filistin’e döndüklerini ve İsrail devletinin kurulduğunu,
böylece ilahi takdirin gerçekleştiğini, kutsal tapınağın (Süleyman Mabedi)
üçüncü kez inşasının an meselesi olduğunu dile getirmektedirler.
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Evanjelikler, hava alanları ve
tren istasyonları başta olmak üzere halka açık mekanlarda şov programlarını hatırlatan
geniş katılımlı vaazlarında, ayrıca hazırladıkları radyo ve televizyon
programlarında, beklenen kehanetlerin gerçekleşmesi için, halkı tahrik ve
teşvik etmektedirler. İsrail Devleti’nin kurulmasının ilahi buyruğun
tecellisi olduğunu bildirmekte, bu nedenle de İsrail’in yaptığı insanlık dışı
zulümlere ve katliamlara sempatiyle bakmaktadırlar.
( Sunuş: Prof. Dr. Bekir KARLIĞA, Sir Isaac
NEWTON, Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri
Üzerine Gözlemler Özgün adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the
Apocalypse of St. John. Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık
2012 sh:9-14)
Bu girişten sonra Sir Isaac NEWTON
Peygamber Diline Dair bölümünde bu konu üzerinde ilâhi vahyin
anlaşılmasındaki metodunu okuyunca bahsedilen rumuz veya simgelerin nasıl
anlaşılması gerektiğini öğreneceğiz.
PEYGAMBER DİLİNE DAİR
Kehanetleri anlayabilmek
için, ilkin kendimizi Peygamberler’in [kullandıkları] mecazi dile
alıştırmalıyız. Bu dil, siyasi bir dünya olarak kabul edilen bir İmparatorluk
veya Krallık ile doğal dünya arasındaki andırmadan [analoji] alınmıştır.
Buna uygun şekilde,
gökyüzünden ve yeryüzünden oluşan tüm doğal dünya, tahtları ve halkları veya Kehanet’te yer aldığı kadarından
oluşan tüm siyasi dünyayı simgeler: Böylelikle o dünyanın
içindekiler, andırma yoluyla bu dünyanın içindeki şeyleri simgelemiş olurlar.
Çünkü gökyüzü ve onun içindekiler, tahtları ve soylulukları ve bunların
saltanatını sürenleri; yeryüzü ve onun üstündekiler de, aşağılanan halkı ve
Hades veya Cehennem denilen yeryüzünün en alt kısmı da, insanların en zavallı
ve düşkün
olanlarını simgeler.
O vakit de,
arşa doğru yükselmek ve yeryüzüne doğru inmek, onura ve iktidara yükselmek
veya onlardan aşağıya doğru inmek demektir: Dünyadan veya sulardan çıkarak
yükselmek veya onlara doğru düşmek, aşağıdaki halkın durumundan herhangi bir
soyluluğa veya egemenliğe yükselmek veya bu yerlerden yine o aşağıdaki halkın
içine düşmektir; yeryüzünün alt kısımlarına inmek çok alçak ve mutsuz bir
[yere] inmektir; tozun toprağın içinden zavallı bir sesle konuşmak, zayıf ve
düşkün koşullarda olmaktır; bir yerden başka bir yere hareket etmek, bir
makamdan, soyluluktan veya egemenlikten bir başkasına geçmektir; büyük
depremler ve gökyüzünün ve yeryüzünün sallanması, Krallıkların sarsılması,
onların karışıklıklarla çöküşüdür; yeni bir gökyüzü ve yeryüzü yaratmak ve
yaşlanmış olan birinin göçüp gitmesi veya dünyanın başlangıcı ve sonu, onlarla
simgelenmiş olan bütünsel-siyasetin yükselişi veya çöküşüdür.
Işık, haşmet, hakikat
ve bilgidir ki, yüce ve iyi kişiler onlarla diğerlerini aydınlatırlar.
Karanlık, gaflet, körlük ve cehalet ile koşulların belirsizliği
içindir.
Eğer Kehanet’te belirtilen dünya haritası birçok Krallıktan
oluşuyorsa, bunlar doğal dünyanın birçok kısmı ile temsil edilmişlerdir; en
soylular, göksel çerçevede ve sonra da ay ve bulutlar sıradan insanların
yerine konulmuşlardır; daha az soylu olanlar dünya, deniz, nehirler ve
içlerinde yaşayan canlılar olarak ve sonra da çok büyük ve güçlü hayvanlar ve
yüksek ağaçlar Krallar, Prensler ve Soyluları ifade etmek için anılmıştır;
çünkü tüm Krallık, Kral’ın kendi kişiliğinde vücut bulduğu için, Kral’ı temsil
eden Güneş, ya da bir ağaç, ya da güçlü bir hayvan veya kuş veya bir Adam tüm
krallığın simgesi olarak gösterilmiştir ve Aslan, Ayı, Leopar, Teke, gibi
hayvanlar özelliklerine göre birçok Krallıklar ve devlet siyasetleri için
konulmuşlardır: hayvanları kurban etmek, kılıç zoru ile Krallıkları zaptetmek
için; güçlü yırtıcıların aralarındaki dostluklar da, Kralların aralarındaki
barış olarak konulmuştur. Yine de bazen, Ağaç’ın Yaşam Ağacı veya Bilgelik Ağacı’nı,
Hayvan’ın da Kadim Serpent olarak alınmasında olduğu gibi, sebzeler ve
hayvanlar bazı belirli koşullar ve yazıtlar aracılığıyla başka
simgeleştirmelere eriştirilmişler veya tapınılmışlardır.
Bir Mahluk veya bir İnsan bir Krallık olarak gösterilmişse, onun
uzuvları ve yetenekleri [benzetme] yoluyla Krallığın uzuvları olarak gösterilmiştir;
örneğin Mahluk’un Başı, ülkeyi yönetmiş olan önceki yüce kişi yerine
konulmuştur; kuyruğu, yönetilen ve yöneticileri izleyen sıradan halk içindir;
eğer başlar birden fazlaysa Krallık’daki sivil iktidara orantılı olarak peşpeşe
veya topluca sıralanan belli başlı merkezleri veya hanedanları veya sömürge
alanlarını gösterirler; [eğer] herhangi bir başta boynuzlar varsa, bu o baştaki
Krallıklar’ın askeri güçlerine oranla konuşlanışını gösterir; bakışlar, bakmak,
öğrenmek için ve gözler anlayış ve siyasa sahibi adamlar için ve episkopoi de
dinsel konularda Piskoposlar içindir; konuşmak, yasama için; ağız, sivil veya
kutsal bir yasa-koyucu için; yüksek ses, güç ve iktidar için; alçak ses,
zayıflık için; yeme-içme, yenilmiş ve içilmiş şeylerle simgelenenleri elde
etmek için; bir mahlukun veya insanın saçları ve kuşların tüyleri, halk için;
kanatlar, o mahluk tarafından temsil edilen Krallıklar’ın sayısı için; bir
adamın kolu, onun gücünün veya gücü altındaki herhangi bir halk için; ayakları,
halkın alt kesimi veya Krallığın en ücra bölgesi için; yırtıcı hayvanların
ayakları, pençeleri ve dişleri, orduları ve ordu bölükleri için; kemikler,
sağlam ve güçlendirilmiş yerler için; et, zenginlik ve malvarlığı için ve
onların [uzuvların] hareketli günleri, yıllar için; [eğer] bir ağaç bir
Krallık için konulmuşsa, onun dalları, yaprakları ve meyveleri tıpkı kuşların
ve mahlukların kanatları, tüyleri veya yiyecekleri gibidir.
Eğer bir kişi mistik anlamda ele alınmışsa, onun yetenekleri
çoğunlukla onun davranışlarıyla ve çevresindeki nesnelerle simgelenirdi. Şöyle
ki, Yönetici kişi, üzerine bindiği güçlü bir hayvanla; bir Savaşçı veya Fatih,
kılıcıyla ve okuyla; güçlü bir adam, dev bir heykelle; bir Yargıç, tartı ve
ölçülerle; özgürlük veya mahkumiyet anlamındaki
sözler, beyaz veya siyah bir taşla; yeni bir soyluluk, yeni bir adla;
moral veya sivil yeterlilikler, kostümlerle; şan ve şeref, çok güzel bir
harmaniyle; Krallık asaleti, eflatun veya al renkleriyle yahut bir taçla;
hakkaniyet, beyaz ve temiz giysilerle; içten Pazarlıklılık, kirli ve süfli bir
kostümle; salgın, matem ve aşağılanma, adi kumaşlarla; utanç, onursuzluk ve
iyi iş arayışı, çıplaklıkla; yanılgı ve sefalet, buna sebep olan adamın veya
kadının şarap kâsesinden içmekle; herhangi bir dini çıkar amacıyla kullanmak, o
dine bağlı kişilere mal satmak [bezirganlık] ve alışverişte bulunmakla;
herhangi bir ulusun sahte Tanrılarına tapınmak veya hizmet etmek, onların
prensleriyle zina yapmakla veya onlara tapınmakla; bir Krallık Meclisi, kendi
imajıyla; dinsel sapkınlık, şirk ile; savaşta yenilgi, bir insanın veya
mahlukun yarasıyla; geçmek bilmeyen bir savaş belası, acı ve sancı ile; yeni
bir Krallık kurabilmek için bir halkın gösterdiği çaba, doğum yapmaya çalışan
hamile bir kadın ile; bir Devlet siyasasının [yapısının] veya dinin dağılması,
bir insanın veya Mahluk’un ölüsüyle ve dağılıp gitmiş bir egemenliğin yeniden
kurulması, bir ölünün yeniden canlanmasıyla simgelenmiştir.
Sıra izah için İKİNCİ
ALINTIMIZ
Kanat Zhailaubayev'in Şahs-ı Mânevi Nedir? yazısı
Bediüzzaman Said
Nursi’nin talebelerinden olan Abdullah Yeğin ağabeyin lugatinde şahs-ı manevi
kavramı için şöyle bir açıklama geçer: “Bir şahıs olmayıp kendisine bir
şahıs gibi muâmele yapılan şirket, cemaat, cemiyet gibi ortaklıklar. Belli bir
kişi olmayıp bir cemaatten meydana gelen mânevî şahıs. Bir topluluğun taşıdığı
mânevî kuvvet ve mezîyetler.”
Batı felsefe dilinde
buna en yakın terim “Egregor” (collective mind, collective entity) kavramı.
Bu makalede elimizdeki
en güvenli kaynak olan Bediüzzaman Said Nursi’nin Kur’an tefsiri Risale-i Nur
Külliyatında geçen metinleri mütalaa ederek, şahs-ı manevi’nin ne olduğunu izah
etmeye çalışacağız.
“Vel'ilmü indallah,
bunun tevili şudur ki: O şahısların temsil ettikleri manevî şahsiyetin
azametinden kinayedir. Bir vakit Rusya'yı mağlub eden Japon Başkumandanının
sureti; bir ayağı Bahr-i Muhit'te, diğer ayağı Port Artür Kal'asında olarak
gösterildiği gibi, şahs-ı manevînin dehşetli azameti, o şahsiyetin
mümessilinde, hem o mümessilin büyük heykellerinde gösteriliyor. Amma fevkalâde
ve hârika iktidarları ise, ekser icraatları tahribat ve müştehiyat olduğundan
fevkalâde bir iktidar görünür..“ ( Şualar – 586)
Azametli şahıslar
kendileri bir şahs-ı manevinin temsilcileridir. Mesela: Bir iş yapıldıktan
sonra “Bunları kimler yaptı?” sorusuna “Ahmedler” dediğimizde, o işleri yapan
sadece Ahmed’in kendisi değil, hatta belki sadece birkaç Ahmed de değil. Bu
cevaptan maksat “Ahmed’in arkadaşları” yani bir şekilde “Ahmed’in cemaati”.
“Hem eski zamanda, bu
zaman gibi cemaatin ve cem'iyetin şahs-ı manevîsi inkişaf etmediğinden ve
fikr-i infiradî galib olduğundan, cemaatin sıfât-ı azîmesi ve büyük harekâtı o cemaatın
başında bulunan şahıslara verildiği cihetiyle; o şahıslar, hârika ve küllî
sıfatlara lâyık ve muvafık olmak için yüz derece cisminden ve kuvvetinden büyük
bir acube cisim ve müdhiş bir heykel ve çok hârika bir kuvvet ve iktidar
bulunmak lâzım geldiğinden öyle tasvir edilmiş. Vakıa mutabakatı görünmüyor ve
o rivayet müteşabih olur.“ (Şualar – 582)
Üstad Said Nursi
müteşabih hadislerde geçen fevkalâde ve hârika iktidar sahiplerinin de daha çok
şahs-ı maneviyeye ait olduğunu tevil ediyor.
“Zaman cemaat
zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı
şer'iyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile
vezaifi deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa,
ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin, iyiliği
de fenalığı da mahduddur. Cemaatin ise gayr-ı mahduddur...” (Mesnevi-i Nuriye – 102)
Burada cemaat ve şahs-ı
manevinin ıstılah farkını çok net izah ediyor. Ve şahs-ı manevinin icraatı
ferdî icraattan daha ziyade olabilir manasını çıkartıyor.
“Halbuki şu zaman,
cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dâhî ve hattâ yüz dâhî
derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatın şahs-ı
manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı
mağlubdur.” (Mektubat – 439)
Bu asırda mücadele ve
hizmet şahs-ı manevi olarak olması gerektiğini vurguluyor. Demek tek bir şahıs
şahs-ı maneviyeye karşı duramaz.
“Şahs-ı manevî hükmünde
olan bir devletin nümüvv-ü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir.
Ve devlet-i atîkaya galebesi -ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği
için- tedricîdir. Öyle ise maddeten ve manen hâkim, hem de gayet cesîm bir
devleti kısa bir zamanda teşkili, hem de düvel-i râsihaya def'î gibi galebe
etmesi; maneviyat ve ahvalde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu
görmezsen körler defterinde yazılacaksın.” (Muhakemat – 150)
Devleti bir şahs-ı
manevi numunesi olarak kabul etsek, o zaman devlet gibi Ehl-i Beyt ve İslam
alemi, Avrupa gibi bir kıta ve Hristiyanlık dahi bir şahs-ı manevi
numuneleridir. Bunların hepsi gerektiğinde bazen devlet gibi birbirleriyle hem
ittifak hem mücadele edebilirler. Ve elbette bir şahs-ı manevi de doğar, neşv ü
nema bulur ve sona erer.
“‘Herbiri bin yerden
gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat
bulur?’ diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:
Risale-i Nur'un hakikî
ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a'mal-i
uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî
şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip
istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele
eder.“ (Kastamonu – 96)
Büyük manevi
cereyanlara karşı ancak şahs-ı manevinin parçası olarak, bin dil, akıl ve kalb
ile mukabele edilir.
“Hattâ şöyle bir
cemaatin şahs-ı manevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inayata mazhar
olur.“ (Mektubat – 372)
İnsanlar gibi şahs-ı
maneviler dahi yüksek makam sahibi ve daha tesirli olabilirler.
“Risale-i Nur'un şahs-ı
maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir:
1 - Yüksek bir kuvvet
ve bütün kemalâtın üstadı olan, hakikat-i İslâmiye...
2 - Şehamet-i imaniye.
Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek...
3 - Müslümanlığın
insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve tealinin en mühim âmili olan izzet-i
İslâmiye...” (Sözler – 756)
Her bir şahs-ı
maneviyenin kendi özelikleri mevcud.
“Ve o elmas kalemli ve
kahraman kalbli muavinleri kaçıracak diye onların âdi, müflis şahsıma karşı
medh ü senalarını, asıl mal sahibi ve bir manevî mu'cize-i Kur'aniye olan
Risale-i Nur'a ve has şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyesine çeviriyordum.” (Şualar – 452)
Demek şahs-ı manevinin
içinde birkaç küçük şahs-ı maneviler de oluşabilirler. Belki bunlara büyük
şahs-ı manevinin kolları diyebiliriz.
“Senelerden beri
müştakı bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları, Mübarekler Heyeti'nin ve o mukaddes
fabrikanın makine ve çarklarının nurlu sadâlarını kulaklarımla işitmek ve şu
âciz ve kàsır ve cahil vaziyetimle, o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i
Kur'aniye'den olan Ashab-ı Güzin (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) Efendilerimizin
bugün şahsiyet-i maneviyelerini küçük bir mikyasta temsil eden sıddıklar,
mücahidler, fedakâr kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu…” ( Kastamonu – 74)
Burada şahsiyet-i
maneviye, bir meslek içindeki meşrebleri ifade ediyor. Manevi beslenme yeri
aynı, fakat hizmet etme noktaları farklı olabilir.
“Ben üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlâna
Hindistan'dan Tarîk-ı Nakşî'yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı
Geylanî'nin ba'de'l-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi.
Hazret-i Mevlâna'nın manen tasarrufu -bidayeten- cây-ı kabul göremedi. Şah-ı
Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî'nin ruhaniyetleri Bağdad'a gelip Şah-ı Geylanî'nin
ziyaretine giderek rica etmişler ki; ‘Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul
et!’ Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid'i kabul
etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vakıa; ehl-i keşifçe vaki'
ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı
müşahede etmiş, bazı da rü'ya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam
buldu.” (Barla – 165)
Burada bir şahs-ı
manevi kendi bölgesinde başka bir şahs-ı maneviyi kabul görmeyince, etkisinin
az olduğunu anlıyoruz.
“Şirket-i maneviye ve
kardeşler birbirinde tefani noktasında Risale-i Nur'un mazhar olduğu binler
keramet-i ilmiye ve intişar-ı hizmetteki teshilat ve çalışanların maişetindeki
bereket gibi ikramat-ı İlahiye umuma kâfi gelir; daha başka şahsî kemalât ve
kerameti aramıyorlar.” (Emirdağ-1 – 87)
Şahs-ı manevi oluşunca
elbette o şirket-i maneviyenin karı da ortak olur ve herkese bereketli olur.
Ama şahs-ı manevinin kendine göre düstür şartı olabilir (burada tefani olmayı
şart koşuyor).
“Risale-i Nur
şakirdleri ene'yi nahnü'ye tebdil ettikleri, yani enaniyeti bırakıp, Risale-i
Nur dairesinin şahs-ı manevîsinin hesabına çalışması, ben yerine biz demeleri
ve ehl-i tarîkatın "fena fi'ş-şeyh" ve "fena fi'r-resul" ve
nefs-i emmareyi öldürmek gibi riyadan kurtaran vasıtaların bu zamanda birisi de
"fena fi'l-ihvan" yani şahsiyetini kardeşlerinin şahs-ı manevîsi
içinde eritip öyle davrandığı için, inşâallah ehl-i hakikatın riyadan kurtulmaları
gibi, bu sır ile onlar da kurtulurlar.“ ( Kastamonu – 185)
Bir şahs-ı maneviyenin
hesabına çalışınca oradan korunma, tedavi gibi gaybi şeyler de gelir. Kendi
mensublarını koruma altına alabilir.
“Ben o Eskişehir
hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalaleti tervic eden bir
şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: ‘Biz hayatın
herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize
karışma.’” ( Şualar – 198)
Menfi cereyanların da
sahs-ı manevisi olabilir. Ve bir şahs-ı maneviyeyi temsil eden sahış başka bir
şahs-ı maneviyeyi temsil eden şahısla mana aleminde konuşarak tartışabilirler.
“Sonra hem kalben, hem
aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı,
onların herbirinin ayrı cazibedar bir hâssası var. Hangisinin arkasından
gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de ona gaybî bir tarzda ‘Tevhid-i
kıble et!’ demiş; yani ‘Yalnız bir üstadın arkasından git!’ O çok yaralı Eski
Said'in kalbine geldi ki:
‘Üstad-ı hakikî
Kur'an'dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.’ diye, yalnız o üstad-ı kudsînin
irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar.” (Mesnevi-i Nuriye – 7)
Her şahs-ı manevinin
kendi komutanı mevcut olması lazım ve kendisine ve dahil olduğu diğer
mensublara bir yol haritası belirler.
"‘Birisi gelecek,
şarktan bir nur zuhur edecek’" diye Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsini ve
Üstadımın şahs-ı manevîsini ve talebelerin şahs-ı manevîsini görüp, bütün
ümmet-i Muhammed'e (salla'llâhü aleyhi ve sellem.) Risale-i Nur'un faziletini,
ehemmiyetini, kıymetini ve emr-i Peygamberî ile bütün ümmet virdlerinde azab-ı
kabirden ve âhirzamanda gelecek fitneden, Deccal'ın şerrinden istiaze
etmelerini ve yapacağı maddî ve manevî tahribatını Risale-i Nur tamir yaptığını
görmüşler.” (Barla – 143)
Bu haşiyede üç farklı
şahs-ı maneviler görmekteyiz. İnsanlarda farklı nazar ve niyet olduğundan
dolayı, ona göre zamanla faklı şahs-ı maneviler oluşabiliyor. Mesela: Birileri
Risale-i Nur’u Kur’an malı olduğu için onun şahs-ı maneviyesine girer.
Başkaları sadece Üstad Bediüzzamanı sevdiği için onun şahs-ı
maneviyesine, yani onu hususi intisabına girer. Teşbihte hata olmasın sanki
şeyh ve müridin rabıtası gibi. Ve son olarak talebelerinin şahs-ı manevisi;
zamanla belli abilerin etrafında oluşan farklı grupların şahs-ı manevisi
oluşabilir.
“Zaman, şahıs zamanı
değil, şahs-ı manevî zamanıdır. Risale-i Nur'da şahıs yok, şahs-ı manevî var.
Ben bir hiçim; Risale-i Nur, Kur'anın malıdır, Kur'andan süzülmüştür.” (Tarihçe-i Hayat – 699)
Bir şahs-ı manevinin
programı bir başka şahs-ı maneviyenin çekirdeğine ait olabilir.
“İslâmiyet nurundan ve
iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şakirdleri
şahs-ı manevîsi, ehl-i dalaletin cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle
mü'minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehlikenin bu vatanı istilasına karşı Kur'anî
bir sed ve âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet
ve ittifakının medarı olmuştur.” (Tarihçe-i Hayat –
457)
Küçük şahs-ı maneviler
daha büyük şahs-ı manevinin parçası olup ona hizmet edebilir.
“Hem Risale-i Nur'un
velayet-i kübradan olan sırr-ı veraset-i Nübüvvet feyzini veren ders-i hakaik
dairesindeki ilm-i hakikat dahi, daire haricindeki tarîkatlara ihtiyaç
bırakmaz.” (Hakikat Nurları – 150)
Şahs-ı manevi
öncesindeki şahs-i manevi ile rabıta yapmayıp, aynı kaynaktan besleyen daha
büyük ana daireye bağlanıp, onunla devam edebilir.
“İşte şu sırdandır ki:
Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe ve asfiya ve
tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan
doğruya Kur'anın birinci tabaka şakirdleridir.” (Mektubat – 85)
Ve son olarak çok
sevdiğimiz tarikat kahramanı İmam Rabbani’nin eserinden güzel bir
nükteyi izah etmek isteriz. Şöyle ki: Belli bir şahsi manevi bir zamanda
başlayıp birinci tabaka oluşturup sonra zamanla devamında ikinci tabakada başka
bir şekilde davam edebilir. Bu tabakanın kendine ait derece ve makamları var:
“Peygamberlik makâmı,
Peygamberlerin sonuncusu ile sona ermiştir. Fakat, bu makâmın derecelerine,
ümmetinden O’na (salla'llâhü aleyhi ve sellem) çok uyanları kavuşurlar. Bu
olgunluklar, yüksek dereceler, Ashâb-ı Kirâm’da çoktur. Tâbi’în ve Tebe-i
tâbi’înden çok az kimseye nasîb olmuştur. Onlardan sonra örtülü kalmıştır.
Bunun yerine, zıl ile olan velâyet dereceleri çok görülmüştür. Bununla
berâber, Resûlullahın (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
vefâtından bin sene geçtikten sonra, nübüvvet makâmının derecelerinin yeniden
meydâna çıkması umulur. Asla bağlı makâm ve dereceler, yine
yayılır. Zıl ile olanlar gizlenirler. Hazret-i Mehdî
“aleyhirrıdvân”, asla bağlı olan bu yüksek yolu, zâhir ve bâtın ile
yayar. (İmam-ı Rabbani Mektubat, 260. Mektup)
Üçüncü izah yazımız
MEHDİ hakkında olacaktır. Onu da bu linkten okuyun…
https://ismailhakkialtuntas.blogspot.com/2020/05/mehdi-aleyhisselam.html
Bu üç yazıdan sonra
söylemek isteyeceğimiz husus şudur:
Hz. Rasûlu'llâh
salla'llâhü aleyhi ve sellemin hadislerinin işaretiyle DECCAL=YAHUDİLERi
Gökten inecek olan
denilmesi ile kuvvetli ve ileri teknoloji sahibi HZ. İSA=HRİSTİYANLARı
Altınçağın yaşanacağı
zaman HZ. MEHDİ aleyhisselam=MÜSLÜMANLARa işaret etmektedir.
Olması öngörülen
olaylar zinciri ile DECCAL-SÜFYANİ ekolü ve YAHUDİLERİ, Hristiyanlar yok
edecekler. Daha sonra Hristiyanlar gelişen teknoloji nedeniyle
İSLÂM a yönelecekler. Bütün dünya devletleri eksiksiz olarak MÜSLÜMAN olacak.
Akabinde suskunluğundan çıkan İBLİS görevi icabı insanlığa fitne tohumunu tekrar
ekecek yeniden bozulma yaşanacaktır. Tekraren bir NEBİ ve RASÜL gelmeyeceğinden
insanlık haddini aşacaktır. Kıyamet vukua gelecektir.
Günümüzde Deccaliyetin
karşılık bulması Yahudilerin itikatlarının müsait olmasıdır. Seçilmiş
olduklarına itikat etmeleri ve dini liderlerinin inatçı olmaları nedeniyle
kıyamet öne alınmasına zemin hazırlanıyor. Hahamlar, tahrif ettikleri Tevrat'ın
gerçeğini buldukları biliniyor. İzhak Rabin'in ölümünde bu bilginin ifşa olmasına
mani olmaktır.
Galiba, dünya
siyasetinde en etkili isim olan Henry Kissinger'in ölmesini beklemek
zorundayız. Vietnam'dan, Arap-İsrail Politikasına, Rusya'nın dağılması ve
Ukrayna-Rusya Savaşı birçok konuda etkisinin temelinde Deccaliyetin temsilciliğini
yapmış olduğu düşünülmektedir.
Nihayet, Yahudilerin bu
son oyunda eğer kendilerini kurtaramazlarsa Mahir Kaynak'ın da yıllar önce
söylediği gibi "BEN YAHUDİ DEĞİLİM" demeye mecbur kalacak olmalarıdır.
Eyvah ki…aşırı ve fanatik Hristiyanlar onları yoketme planını yürürlüğe
koydular.
Hadi Hayırlısı
Allah Teâlâ, Daima Gâliptir.
…
[1][1] Sir Isaac
NEWTON, Kutsal Kitabın Yorumu Daniel’in Kehanetleri ve Aziz John’un Mahşeri
Üzerine Gözlemler Özgün adı: Observations Upon the Prophecies of Daniel and the
Apocalypse of St. John. Türkçesi Aytunç ALTINDAL, 2. Baskı, İstanbul, Aralık
2012 (İkinci Bölüm sh:31-35)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar