Print Friendly and PDF

Hz. ALİ’nin [kerrem'allahü veche radiyallâhü anh] HİLÂFET HAKKI MESELESİNDE GADÎR-İ HUMM OLAYI

Bunlarada Bakarsınız

 


Hazırlayan: Adnan DEMİRCAN

ÖNSÖZ

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla...

Mezhep mensupları, hilâfetle ilgili tartışmalarında, -Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda kendilerine delîl bulamadıkları için- çoğunlukla hadîslere müracaat etmekte, bu amaçla bazı hadîslere ilgisiz anlamlar verilmekte, hatta mezheplerin görüşlerini destekleyen bazı sözler Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a nispet edilmektedir.

Hilâfet meselesi, îslâm tarihi boyunca tartışıldığı gibi bundan sonra da çeşitli zeminlerde tartışma konusu olacaktır. Bu çalışmayla hilâfet meselesinin Akademik çevrelerde tartışılmasına katkıda bulun mayı ve Şîa'nın önemli delillerinden birisi olan Gadîr Hadîsi ve Gadîr Olayının değerlendirmesini tarih ve hadîs kitaplarına dayanarak yapmayı hedefledik. Bundan dolayı zaman zaman bazı farkların ortaya konabilmesi için ayrıntılar üzerinde durma ihtiyacını hissettik.

ŞANLIURFA/ 1995         Adnan DEMİRCAN

GİRİŞ

Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in vefatından sonra ortaya çıkan halîfe seçimi meselesi müslümanlar arasında meydana gelen ilk önemli siyasî ihtilaftır. Bu mesele çerçevesinde Benû Sâide sakîfcsinde yapılan toplantıda Ensâr ile Muhâcirler arasında, müslümanların yeni liderini seçmek için hararetli tartışmalar olmuş, her iki taraf da yeni lideri kendilerinden seçmek için çaba harcamışlar ve kendilerini haklı göstermek için bazı deliller ileri sürmüşlerdi.1

Müzakereler sırasında Medineli müslümanlar arasında Sa‘d b. ‘Ubâde’nin seçilmesi fikri ekseriyetle benimsenmesine rağmen, bazılarının halîfenin Medinelilerden seçilmesi fikrine pek sıcak bakmadıkları anlaşılmaktadır.2

Toplantıdan haberdar edilen Hz. Ömer, Ebû Bekr ve Ebû ‘Ubeyde b. el-Cerrâh ile birlikte toplantı mahalline giderek halîfenin muhacirlerden seçilmesi için müzakerelere katıldı.3 Müzakereler sırasında iki taraftan birer emir seçilmesi önerisi rağbet görmedi.4

Neticede Hz. Ömer’in ve Ebû Bekr’in ikna edici konuşmalarıyla Hz. Ebû Bekr’in halîfe seçilmesine karar verildi ve Ensâr’ın adayı Sa‘d b. ‘Ubâde hâricinde5 oradakiler kendisine bîat ettiler. Özel bîat adı verilen bu bîatten sonra Mescid-i Nebevi'de genel bîat yapıldı. Hz. Ali, özel bîatta bulunmamıştı. Aslında Hz. Ebû Bekr’e yapılan bîat aceleye gelmişti. Daha Hz. Peygamber(salla'llâhü aleyhi ve sellem)’in naaşı kaldı olmadan böyle bir seçimin yapılması, ancak “çıkması muhtemel fitnenin bertaraf edilmesi için ihtiyaç duyulan zaruretle” izah edilebilir.

Özel bîatta bulunmayan Hz. Ali, genel bîatta da Hz. Ebû Bekr’e bîat etmemiş ve bu işi bir süre uzatmıştır. Halifelik için kendisini uygun bir aday olarak gören6 Hz. Ali’ye göre müslümanların liderliğini yapacak kişi seçilirken Haşimoğulları’na danışılmalıydı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in akrabalarıydılar. Üstelik kendisi Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın amcaoğlu ve damadıydı. Çocukluğundan beri onun yanında bulunmuş, İslâm’a hizmet etmişti. Hepsinden önemlisi de kendisini bu iş için yeterli görüyordu.

Hz. Ali’nin, Hz. Ebû Bekr’in halifeliğe getirilmesinden sonra da muhalefetini kısa bir süre daha sürdünnesi, herhalde bu kırgınlığın bir neticesidir.

Gerçi Hz. Ali'nin bîatı geciktirmesini Hz. Fâtıma ile Hz. Ebû Bekr arasındaki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m mirası meselesi ile ilgili ihtilafa bağlayanlar da olmuştur; ancak onun Hz. Ebû Bekr’in halîfe seçilmesine muhalefet etmesi, hiçbir zaman îslâm Devletinin güvenliğini sarsacak yıkıcı bir eyleme dönüşmemiş, sadece düşünce bağlamında bir muhalefet olarak kalmıştır. Hz. Ali, hoşnutsuzluğunu Hz. Osman’ın hilâfete getirilişi sırasında da göstermiş olmakla beraber her seferinde îslâm devletinin başına getirilen halîfeyi meşru lider olarak tanıyacak; devlet idaresinde görüşüne başvurulan kimselerden olacaktır.

Hz. Ali’nin hilâfete gelmesi, İslâıp toplumunda meydana gelen ve ileride ortaya çıkacak birçok gelişmenin başlangıcı sayılan Hz. Osman’ın ölümünden sonra mümkün olmuştur. Onun, âsilerin baskısı ve desteğiyle iktidara getirilmiş olması, muhalifleri tarafından birçok defa gündeme getirilerek gerek Cemel, gerekse Sıffîn savaşında ona muhalif olanlar tarafından aleyhinde delil olarak kullanılmaya çalışılmıştır.

Hz. Ali’nin, Hâricî Abdurrahman b. Mulcem tarafından şehid edilmesinden sonra yerine oğlu Haşan seçilmiş, yaklaşık altı aylık hilâfetinden sonra da Muâviye lehine halîfelik haklarından vazgeçmiştir. Artık bundan sonra ehl-i beyt vie onların taraftarları, iktidar mücadelesini asırlarca muhalefette sürdüreceklerdir.

“Hilâfet veye imamet hakkı" meselesi daha ilk asırdan itibaren önemli bir mesele olarak mezhepler arasında tartışmalara sebep olmuştur. Özet olarak söylemek gerekirse, Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber’in hilâfeti belirli bir kişi ya da aileye tahsis etmediğine inanmakta, aneak bu hakkın Kurcyş’e ait olduğunu savunmaktadır. Ehl-i sünnetin bu husustaki delillerinden birisi “İmâmlar Kureyştendir." hadîsidir.7 Bu hadîs hakkında yapılan bazı çalışmalar, hadîsin sıhhati ile ilgili ciddi tenkitler getirmiştir.8 Hâricîler, hilâfetin bütün müslümanların hakkı olduğunu savunurlarken,9 Şîiler imâmetin Hz. Ali’ye ve ondan sonra soyundan gelenlere ait olduğunu kabul ederler. Şiî fırkaların bu konuduki görüşleri farklılık arzetmekle birlikte; onlara göre Hz. Peygamber, vefatından önce bazı açık ve kapalı işaretlerle Hz. Ali’nin hilâfetini müslümanlara bildirmiş, ancak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın vefatından sonra müslümanlar Hz. Ali’ye haksızlık ederek hilâfeti Hz. Ebû Bekr’e vermişlerdir.

İmâmet meselesi Şîa için hayatî önem taşır. Nitekim Kuleynî’nin naklettiği bir rivayette şöyle denilmektedir: Ebû Ca‘fer, “Allah’ı bilen Allah’a ibadet eder. Allah’ı bilmeyen kimse ise, işte ona dalâlet içinde ibadet eder." dedi. Ebû Hamza ona, "Sana feda olayım, Allah’ın bilinmesi (ma’ rifetullah) nedir?" diye sordu. “Allah(c)’ı ve Resûlü (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’nü tasdik, Ali(r)’nin müvâlâtı, onun ve hidayet imamlarının imam kabul edilmesi, onların düşmanlarından uzaklaşıp Allah’a yaklaşmak. Allah işte böyle bilinir." dedi.10 Bir başka rivayette Ebû Abdullah’a Peygamberimden sonraki imâmlar (hakkında sorulur. Ebû Abdullah der ki: "Emîru’l-muminîn imânıdır; sonra Haşan imamdır; sonra Hüseyin imânıdır; sonra Ali b. Hüseyin imânıdır; sonrd Muhammed b. Ali imânıdır. Bunu inkâr eden Allah’ın ve Resulü’nün bilinmesini inkâr etmiş gibi olur."11

Görüldüğü gibi Hz. Ali’nin ve diğer imâmlann liderliğini kabul etmek Allah’ı ve Rcsûlü’nü bilmenin, tanımanın bir parçası olarak kabul edilmiştir.

îşte Hz. Peygamber’in, Hz. Ali’nin hilâfetine işaret ettiği rivayet edilen açık delillerin en önemlisi, onun Vedâ haccı dönüşü Mekke-Medine yolu üzerinde, Gadîr-i Hunim denilen yerde yaptığı konuşmadır. Şiî kaynaklar, Hz. Ali’nin burada açık olarak halîfe tayin edildiğini ve bunun bize tcvâtürle geldiğini söylerler. Olaydan bahseden Şiî kaynaklardaki rivayetlerle Sünnî kaynaklardaki rivayetler arasında çok farklılık vardır. Bununla birlikte ilk asırlarda yaşayan ve Sünnîlçrce muteber kabul edilen müelliflerin büyük bir kısmı olaya değinmemişlerdir. Mesela İbn İshak (151/768), İbn Hişâm (218/883), Vâkıdî (207/822), Buhârî (256/870), Taberî (310/922) gibi müelliflerimiz olaydan bahsetmezler.

Gadîr-i Hurnm ile ilgili iki ciltlik müstakil bir eser yazdığı söylenen12 Taberî’nin ne tarihinde ne de tefsirinde olaya yer vermemesi, bu konudaki iddiaları şüpheyle karşılamamıza neden olmaktadır. İbn Kesir, Taberî’nin Gadîr-i Hurnm olayı hakkındaki kitabının birinci cüzünden nakil yapmaktadır.13 Taberî’nin Gadîr hadîsiyle İlgili telif ettiği söylenen bu kitabının ismi el-Velâye olarak verilmiştir.14 Halbuki meşhur, tarih ve tefsir sahibi Taberî’nin böyle bir kitaba sahip olduğuna dair bibliyografik eserlerde bir kayıt yoktur. Tam adı Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd olan meşhur Taberî (224-310/839-923) ile aynı adı taşıyan ve sadece dedelerinin ismi farklı olan bir Taberî daha vardır. Bunun tam adı Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr b. Rııstem et-Taberî’dir. Hicrî IV. asrın ilk çeyreğinde vefat ettiği belirtilen bu Şiî müellifin, bazen meşhur Taberî ile karıştırıldığını Sezgin de belirtmektedir.15 Bir de Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî es-Sağîr isimli 411/1020 yılında hayatta olduğu ifade edilen bir Taberî daha yaşamış olup Kitâbu’l-İmâme, Menâkıbu Fâtıma, ed-Delâil adh eserleri vardır.16 Meşhur Taberî’nin bu müelliflerden biriyle karıştırılmış olması muhtemeldir.

Ebu Kevser, alimlerin bazı hâdiseleri eserlerine almamalarının sebeblerinden bahsederken şöyle demektedir: “Böyle bir politik ortamda, iktidarın desteği ve müsamahasına muhtaç bir tarihçi için muhalefetin koz olarak kullanabileceği muhtemel bir Olayı zikretmeden geçmek, daha ihtiyatlı bir davranış olarak benimsenmiş olmalıdır.”17 Müellif, Ahmed b. Han-bel’i zulüm ve iktidarla hiçbir menfaat bağı olmayan bir insan olarak değerlendirdikten sonra, doğruluğuna inandığı bir haberi, iktidarın hoşnutluğunu düşünmeden yazmış olabileceğini ifade etmektedir. Kanaatimizce yazar burada eksik bir değerlendirme yapmıştır. Çünkü Ahmed b. Hanbel’den başka, Abbasîler döneminde yaşamış birçok tarihçi ve hadîsçi, olayın değişik varyantlarını nakletmişlerdir. Ayrıca Şiîler iktidara muhalif oldukları için bazen takibâta uğramışlarsa da Gadîr olayını nakletmişler ve bu rivayetlerin 100’dcn fazla Sahabeden geldiğini bugün iddia edebilmektedirler.18 Kaldıki müellifin yaptığı gibi Şiî rivayetlerde sapmalar olduğunu kabul edecek olursak19 Sünnî-ler’in rivayet ettikleri şekliyle Gadîr hadîsi, en azından Emevî ve Abbasî iktidarına muhalefet için araç olarak kullanılabilecek vasıfta değildir. Çünkü rivayetlerde Hz. Ali’nin soyundan gelen kişilere imamet verildiğine dair hiçbir ifade yoktur.20 Hadîsin Sünnîler tarafından nakledilen varyantları, -Şiîler’in mevlâ kelimesiyle ilgili yorumları kabul edilecek olursa- ancak Hz. Ali’den önce seçilmiş ilk üç halîfe ile, gerek onların seçilmelerine taraftar olan, gerekse buna muhalefet etmeyen Ashâb’ı suçlamak için delil olarak kullanılabilir. Tarihçilerle hadîsçilerin bu olaydan bahsetmemelerine gelince, bunun birkaç nedeni olabilir. Birincisi, müelliflerin takip ettikleri metod ve rivayetleri değerlendirme ölçüleri itibariyle olayı nakletmemiş olmalarıdır ki, bu husus daha çok hadîsçiler için geçerlidir. İkincisi, böyle bir olayın meydana gelmiş olabileceğine inanmamış olmaları; üçüncüsü, özellikle tarihçiler için geçerli bir ihtimal olarak, olayın zikre değer tarihî bir kıymete sahip olmadığı kanaatinin hasıl olması; dördüncüsü, bu olayın daha o zamanlarda Şiîlerce istismar konusu yapılmasından olabilir. Ahmed b. Hânbel’de geçen ve ileride sözkonusu edeceğimiz rivayetler, hadîsin metni üzerindeki tartışmaların çok erken zamanda başladığını göstermektedir. Ayrıca siyasî konularda hadîs uydurmacılığının yaygın olması ve bunun Şifler tarafından da çokça yapılması, özellikle ilk devir müelliflerini ihtiyatlı davranmaya iten bir neden olarak zikredilebilir.

·        I. OLAYIN VUKU TARİHİ VE YERİ

Bu girişten sonra olayın vukû bulduğu yer ile vukû tarihi hakkında bilgi vermek istiyoruz: Tespit edebildiğimize göre Gadîr-i Humm’daki konuşmanın 18 Zi’l-Hicce 10/ 17 Mart 632’de Pazartasi günü21 meydana geldiği genel olarak kabul edilen bir görüştür.22 Zaten Şiîler’in bu tarihi bayram olarak kutlamaları da bunu göstermektedir. Bununla beraber Tabatabâî, olayın Zi’l-Hicce’nin 19’unda meydana geldiğine dair bir rivayet nakletmektedir.23 İbn Kesir, Gadîr bayramı kutlamalarından bahsederken bir yerde 18 Zi’l-Hicce tarihini verirken,24 başka yerlerde 10,25 1226 ve 13 Zi’l-Hicce27 tarihlerini zikretmiştir. Bu farklılık değişik tarihlerdeki bayram kutlamalarının ayrı günlerde yapılmasından kaynaklanmış olabileceği gibi, müellifimize ulaşan rivayetlerde tarihin bu şekilde verildiği ve bu durumun onun dikkatinden kaçtığı için eserinde böylece yer almış olması da muhtemeldir.

Gadîr'deki konuşmanın Vedâ haccından sonra Mekke'den Medine'ye dönüşte yapıldığı ekseriyetle kabul edilmesine rağmen, hâdisenin Hııdeybiye dönüşü28 veya Hudeybiye'de. olduğuna dair rivayetler de mevcuttur,29 Ayrıca Nesâî’nin naklettiği ve kitabı tahkik eden Ebû İshak el-Eserî tarafından, isnâd bakımından zayıf olduğu ifade edilen bir rivayette olayın Mekke yolunda, Mekke'ye doğru giderken vukû bulduğu ifade edilmiştir.30 Ancak bu rivayette hadîsin metni de diğer rivayetlerden farklılık arzetmektedir.

Olayın meydana geldiği yer olarak belirtilen Gadîr-i Humm, Mekke ile Medine arasında, yolun sol tarafında31 Cııhfe’ye32 üç mil mesafededir.33 Aradaki mesafenin bir,34 iki35 veya dört36 mil olduğu da söylenmiştir.

Kaynaklarda belirtildiğine göre Humm, bir ağaçlığın adıdır. Orada bir de su vardır. Bölgenin bataklık olmasından dolayı “humm” adını aldığı ve Hz. Peygamber’in burada bir mescidinin bulunduğu ifade edilir.37

Esma’î, Gadîr-i Humm'da doğup oradan göç etmeyen kimsenin ergenlik yaşına kadar yaşayamayacağını söyler.38 Çünkü oranın suyu zehirlidir.39

Anlaşıldığına göre Gadîr-i Humm'un iklimi çok sıcak ve sağlığa elverişli değildi. Orada oturanlar Hu-zâ’a ve Kinâne kabilelerinden kimseler olup herhalde çok değillerdi.40 Nihayet dayanılmaz sıcaklıktan ve otlak bulunmamasından dolayı bölgeyi terkcttiler.41

Herhalde bölge, Şiîler’in iddia ettikleri gibi konaklamaya değil, uzun süre ikamet etmeye elverişli değildi. Çünkü oradaki bataklık, aşırı sıcaklık ve bulaşıcı hastalıkların yayılmasına müsait ortam, sürekli ikameti güçleştiriyordu. Bununla birlikte Gadîr-i Humm, Mekke ile Medine yolu; üzerinde, o bölgeden geçenlerin uğrak yerlerinden biriydi. Hz. Peygamber’in orada bir mescidinin bulunması da bunu gösterir.

II. ŞİÎLER'E GÖRE GADÎR-İ HUMM

·        1. Şiî Kaynaklarda Gadîr-i Humm Olayı

Şiî kaynaklar, Sünnîler’den farklı olarak Gadîr-i Humm'da Hz. Ali’nin açıkça velâyete naspedildiğini ve buna bağlı olarak da bazı gelişmeler olduğunu rivayet etmektedirler. Şiî müellifler, hâdiseyi farklı şekillerde nakletmişlerdir. Burada birkaç Şiî kaynaktan olayın keyfiyeti hakkında bilgi vermek istiyoruz:

Hz. Peygamber, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Su ve mer’a olmadığından dolayı konaklamaya elverişli olmayan Gadîr-i Humm denen yere gelmişlerdi. Cebrâil, Hz. Peygamber’e gelerek Hz. Ali’yi ayağa kaldırıp onu insanlara imâm olarak tayin etmesini emretti. Hz. Peygamber, "Ümmetim cahiliyye dönemine yakındır." dedi.42 Bunun üzerine Hz. Peygamber’e bu emrin azimet olduğu, onda ruhsat bulunmadığı bildirildi ve "Ey Allah’ın Resulü! Sana Rabb’inden indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."43 ayeti nâzil oldu. Resûlul-lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve beraberindeki müslümanlar, yukarıda zikrettiğimiz yerde konakladılar. Çok sıcak bir gündü. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), oradaki ağaçların altının süpürülmesini ve bütün yolcuların burada toplanmasını emretti. Sonra müezzininden insanları cemaatle namaz kılmak üzere çağırmasını istedi. Onun etrafında toplanan insanların çoğu yerin sıcaklığından dolayı elbiselerini ayaklarına sarıyordu. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yolcuların kendisini işitebilmeleri için yüksek bir yere çıktı ve Ali’yi yanına çağırdı. Hz. Ali, onun sağında yüksekte durdu. Sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), insanlara hitab ederek, hamd ve senâdan sonra şöyle dedi: “Ben çağrıldım ve icabet etmem yaklaşıyor. Aranızdan ayrılma zamanım yakındır. Sîzlere onlara tutunduğunuzda sapıtmayacağınız şeyler bırakıyorum. Allah'ın Kitabı ve ifratım ehl-i beytim.

Onlar havza döndürülünceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar." Sonra yüksek sesle seslendi: “Ben, sîzler için nefislerinizden evlâ değil miyim?" Oradakiler, “Allah’a andolsun ki evet!" dediler. Hemen arkasından Ali’nin pazılarından tutarak koltuk altlarının be-yazlığr görünecek kadar onları kaldırdı ve şöyle seslendi: “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız barakam yardımsız bırak!"'’4

Sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bulunduğu yerden indi. Vakit öğleye doğru idi. İki rekat namaz kıldı; ardından müezzin öğle namazı için ezan okudu. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), öğle namazını kıldıktan sonra çadırına oturdu ve Ali’den aynı hizadaki çadırına oturmasını istedi. O, müslümanlara gruplar halinde Ali’nin yanına gidip imâmetini kutlamalarını ve onu "Emîru’ l-Muminîn" olarak selamlamalarını emretti. Bütün insanlar gün boyunca bunu yaptılar. Sonra eşlerine ve bütün müminlerin kadınlarına kendisiyle beraber gidip Ali’yi "Ernîru’l-Muminîn" olarak selamlamalarını emretti; onlar da bunu yaptılar. Hz. Ömer bu sırada Hz. Ali’ye, "Oh! Oh! Ey Ali, benim ve her mümin ve müminenin mevlâsı oldun!" diyerek onu kutladı.45

Hassân b. Sâbit de, Hz. Peygamber’den günün anısına bir şiir söylemek için kendisine izin verilmesini istedi. Hz. Peygamber’in ona izin vermesi üzerine şu beyitleri söyledi:

"Gadir günü peygamberleri onlarla konuşuyor. Konuşan Peygamber’i dinle!

Cibril, Rabb’inin emri üzerine ona gelerek, mâsum olduğunu ve gevşek davranmamasını istedi.

‘Onlara Rabb’leri olan Allah’ın sana indirdiğini tebliğ et ve burada düşmanlardan korkma!..

Bu sırada eliyle Ali’nin elini kaldırarak yüksek sesle ilan etmek için ayağa kalktı.

Dedi ki: ‘Mevlânız ve veliniz kimdir?’ ‘Burada kör olacak bir durum yoktur.’ dediler.

‘İlâhın mevlâmızdır, sen de velimizsin. Bugün bizi sana isyan eder bulmayacaksın...’

·        45) Tabersî, İ'lâm, s. 139; Emîn, I, 420. Kazvînî, s. 338’deki rivayet ise farklıdır. Bu rivayete göre iki şeyh -Ebû Bekr ve Ömer- Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek ona, “Bu emir senden mi, yoksa Allah'tan mı?” diye sordular. Resûlullah şöyle dedi: “Bu Allah’tan başkasının emri olabilir mi? Evet, Allah’tan ve Resülü'nden bir emirdir!” Bunun üzerine ikisi de ayağa kalkarak bîat ettiler. Ömer, “Ey müminlerin emiri! Sana selam olsun. Oh! Oh! Benim ve bütün n\ümin ve müminelerin mevlası oldun.” dedi.

Ona dedi ki: ‘Kalk ey Ali!' Seni benden sonra imâm ve hidâyete götürecek kişi olarak seçtim.

Ben kimin mevlâsıysam bu da onun velisidir. Ona doğrulukta yardımcı ve mevlâ olun.’

Burada dua etti: ‘Allahım, onun dostuna dost ol ve Ali’ye düşmanlık yapana düşman ol!

Ey Rabbim! Ona yardım edenlere, dolunay gibi karanlıkları aydınlatan hidâyet imâmına yardımlarında yadımcı ol!..’ ”46

Bütün bunlardan sonra Hz. Peygamber’e, “Bugün dininizi ikmâl ettim, sizin üzerinize nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm’ı seçtim.’’41 ayet-i kerîmesi indi. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Dinin kemâli, nimetin tamam olması, Rabbimin risâletimden razı olması ve benden sonra Ali’nin velâyeti için Allah’a hamdolsun.”4* Görüldüğü gibi Mâide sûresinin 3. ayetinin Ğadîr’de nâzil olduğu kabul edilmektedir.49

Kuleynî’nin anlatımı ise biraz daha farklıdır. Şiî kaynaklar arasındaki anlatım farklılıklarını göstermek için Kuleynî’nin anlattıklarını vermekte yarar görüyoruz:

“Allah Teâla Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’i gönderdiği

·        46)  Kazvînî, s. 358. Şiirin farklı varyantları için bk. Tabâtabâî, V, 193; Tabersî, t'lâm, s. 139-140; Emînî, II, 39.

·        47) Mâide 5/3.

·        48) et-Tabersî, Mecma’u’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kurân, Thk.: es-Seyyid Hâşim er-Resûlî el-Mahallâtî, es-Seyyid Fadlullah el-Yezdî et-Tabatabâî, Beyrut 1406/1986, II (3-4), 246; krş. aynı mlf., t'lâm, s. 140.

·        49)  Tabersî, Mecrna’, IE-246.

zaman (İsm-i Ekber'i) koruyanlardan geriye kalanlar müslüman oldular ve îsrâil oğullan onu yalanladılar. Resûlullah, Allah Teâla’nın yoluna çağırdı ve O’nun yolunda cihâd etti. Daha sonra Allah Teâla O’na vasisinin faziletini ilân etmesini inzâl buyurdu. Hz. Peygamber; “Allahım! Araplar yalınayak bir kavimdir. Onlann bir kitaptan yok; onlara bir peygamber gönderilmemiştir; Peygamberlerin (as) nübüvvetlerinin faziletini ve şerefini bilmezler. Eğer onlara ehl-i beytimin faziletini haber verecek olursam bana inanmazlar.” dedi. Allah Teâla “Onlardan dolayı kederlenme!”50 ve “Size selâm olsun de. Yakında bilecekler.”51 buyurdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, vasisinin faziletini zikredince onların kalplerine nifâk dü^tü. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bunu ve söylediklerini öğrendi. Allah Teâla; “Ey Muhammedi Onların söylediklerinden dolayı gönlünün sıkıldığını biliyoruz. Onlar seni yalanlamıyorlar; fakat Allah’ın ayetlerine karşı zâlim olanlar inkâr ediyorlar.” dedi. Ancak onlar bir delilleri olmadığı halde inkâr ediyorlar. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlann gönüllerini kazanmaya çalışıyor ve bazılarına karşı bazılarından yardım alıyordu. Bu sûre nâzil oluncaya kadar vasisinin fazileti hakkında onlara bir şeyler söylemeye devam ediyordu. Kendisine ölüm haberi bildirilince onlara hüccet getirdi. Allah Teâla, “Boş kaldın mı hemen işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.”52 buyurdu. Bununla “Boş kalırsan bildiğini göster ve vasîni ilân et; onun faziletini açıkça onlara bildir.” diyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır.

·        50)  Nahl 16/127.

·        51)  Zuhruf 43/89.

·        52)  İnşirâlı 94/7-8.

Allahım! Ona dost olana dost ol. Ona düşman olana düşman ol.” (üç defa) dedi. Bundan başka “Bir adam göndereceğim ki Allah ve Resûlünü sever, Allah ve Resûlü de onu sever. Kendisini savaştan dönenlerden gösterecek, arkadaşlarını korkutan ve arkadaşlarından korkan bir kaçak olmayacaktır.” “Ali müminlerin efendisidir.” “Ali, dinin direğidir.” “Benden sonra hak için insanlara kılıç sallayacak budur.” “Nereye meylederse hak, Ali ile beraberdir.” “Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum. Eğer onlara tutunursanız dalâlete düşmezsiniz. Allah(c)’m kitabı ve ehl-i beytim ıtratım. Ey insanlar! İşitiniz, tebliğ ettim. Sîzler bana havzda döndürüleceksiniz ve ben size sekaleyn (iki ağır şey, iki değerli şey) hakkında sorarım. Sekaleyn Allah(c)’m kitabı ve ehl-i beytimdir. Onları geçmeyin yoksa helâk olursunuz. Onlara öğretmeyin; çünkü onlar sizden daha çok bilirler.”53

Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Medine’ye dönünce Ensâr gelerek şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resûlü! Zikri celîl olan Allah bize seninle ve aramazda seni indirmekle iyilikte bulundu ve bizi şereflendirdi. Dostlarımızı sevindirdi; düşmanlarımızı rezil etti. Sana heyetler geliyor. Onlara verecek bir şey bulamıyorsun; o zaman da düşman buna seviniyor. Mallarımızın üçte birini almanı istiyoruz ki Mekke heyeti sana geldiği zaman onlara verecek bir şey bulabilesin.” Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara cevap vermedi. O, Rabbinden bu konuda bir haber gelmesini bekliyordu. Cebrâil (aleyhisselâm)], “De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.”54 Bunun üzerine Hz. Peygamber onların mallarını kabul etmedi. Münafıklar, “Allah

·        53)  Kuleynî, I, 293-294.

·        54)  Şûrâ 42/23.

bunu Mühammed’e indirmedi. O amcasının oğlunun pazısını havaya kaldırmaktan ve ehl-i beytini bize yüklemekten başka bir şey istemiyor. Dün ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevtasıdır.’ diyordu. Bugün ise ‘De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.’ diyor.” dediler. Sonra O’na humus ayeti nâzil oldu. “Onlara mallarımızı ve reylerimizi vermek istiyor." dediler. Cebrâil O’na gelerek Allah’tan “Ey Muhammedi Sen peygamberliğini yerine getirdin ve günlerini tamamladın. İsm-i Ekber’i, ilim mirasını ve nübüvvet ilminin alametlerini Ali (aleyhisselâm)]’ye ver. Ben yeryüzünü, içinde onunla tâatimin ve velâyetimin bilindiği bir alim bırakmadan terk etmem. O, bir peygamberin ölümünden diğer bir peygamberin ortaya çıkışma kadar onlara hüccet olur.” emrini getirdi, Dedi ki: Ona İsm-i Ek-ber’i, ilim mirasını, nübüvvet ilminin alametlerini vasiyet etti. Ona bin kelime ve bin bâb vasiyet etti. Bu kelimelerin ve bu bâbların her biri bin kelime ve bin t bâb açıyor.”55

Şimdi olayı biraz' öncesinden, Mekke’den başlayarak eski bir Şiî müellif olan el-Kıımmî’nin tefsirinden özetleyerek nakletmek istiyoruz:

Teşrîk günlerinin son günü gelince Allah Teâla, ı "Allah'ın yardımı ve zafer gelince"56 ayetini indirdi. I Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), "Bana ölümüm haber verildi." dedi.

Sonra namazın Mescidu’l-Hayfta57 cemaatla kılınacağını duyurdu. İnsanlar toplandılar. Allah'a hamd u senâ

·        55)  Kuleynî, I, 295-296.

·        56)  Nasr 110/1.

  57) Mescidu'l-Hayf, Minâ'da bulunan bir mescittir (Yâkût, II, 412).

ettikten sonra burada bir konuşma yaptı. Konuşmasını anlayıp başkalarına anlatacak kimselere dua etti. Sonra da şunları şöyledi: "Ey insanlar! Size iki ağır şeyi (sekaleyn) terkediyorum." Ona, "Ey Allah'ın Resulü! Sekaleyn nedir?" diye sordular. "Allah'ın Kitabı ve ıtratım ehl-i beytim. Latîf ve Habîr olan, onların havza döndürülünceye kadar bu iki parmağım gibi birbirlerinden ayrılmayacaklarını bana bildirdi." dedi; iki şehadet parmağını yanyana getirdi ve "Bu iki parmağım gibi demiyorum." diye ekleyerek baş parmağıyla orta parmağını yanyana getirdi. "Bu diğerinden uzundur." Onun Ashâbından bir topluluk bir araya gelerek, "Muhammed imâmeti ehl-i beytine vermek istiyor." dediler. Bunlardan dört kişi Mekke'ye giderek Kâbe'ye girdiler ve orada Muhammed öldük-ten veya öldürüldükten sonra imâmetin asla onun ehl-i beytine verilmemesi hususunda ahitleşip anlaştılar ve aralarında yaptıkları anlaşmayı bir belge halinde yazdılar. Allah Teâla Peygamberine bu hususta "Yoksa bir işe kesin karar mı verdiler? Doğrusu biz de kararlıyız. Yoksa onlar, bizim kendilerinin sırlarını ve gizli konuşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar? Hayır, öyle değil; yanlarındaki elçilerimiz yazmakta-dırlar."44 ayetini indirdi. Hz. Peygamber, Medine'ye gitmek için Mekke'den ayrıldı ve Gadîr-i Humm denilen yere kadar geldi. O, insanlara dinin menâsikini öğretmiş ve onun vasiyeti onları kızdırmıştı. Bu sırada ona şu ayet nazil odu: "Ey Rcsûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."45 Resûlullah, ayağa kalkarak hamd u senadan sonra "Ey insanlar! Velinizin kim olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. "Evet! Allah ve Resûlü!" diye cevap verdiler. Ardından, "Sizin için nefislerinizden evlâ olduğumu bilmiyor musunuz?" diye sordu. "Evet!" dediler. Bunun üzerine "Allahım şahid ol!" dedi. Bunu üç defa tekrarladı. Her seferinde ilk sözleri tekrarladı ve insanlar aynı cevabı verdi. O da "Allahım şahid ol!" dedi. Sonra Emîru'l-Muminîn (aleyhisselâm)'in elini tuttu; koltuk altının beyazlığı görünecek kadar elini kaldırdı ve "Dikkat! Ben kimin mevlâsıysam bu Ali de onun mevlâsıdır. Allahım ona dost (mevla) olana dost ol, ona düşmanlık yapana düşmanlık yap, ona yardım edene yardım et, onu terkedeni terket, onu seveni sev." Sonra başını göğe kaldırdı ve "Allahım onlara şahid ol. Ben de şahidlerdenim.” dedi Ömer, Ashâbının arasından kalkarak "Ey Allah'ın Resûlü! Bu Allah'tan ve Resûlünden midir?" diye sordu. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), "Evet! Allah'tan ve Resûlündendir. O müminlerin emiri muttakilerin imamı ve meşhurların seçkin komutanıdır. Allah onu kıyamet gününde sıratın üzerinde oturtur. Dostlarını cennete düşmanlarını cehenneme girdirir." dedi. Ondan sonra irtidat eden arkadaşları "Muhammed Hayf mescidinde söylediklerini söyledi; burada da söylediklerini söyledi. Eğer Medine'ye dönerse ona bîat etmemizi ister." dediler. Onlardan 14 kişi bir araya gelerek ResûIuHah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ı öldürmek için birbirleriyle istişare ettiler ve akabede ona pusu kurdular. Bu akabe, Herşâ akabesi olup Cuhfe ile Ebvâ arasındadır. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'m devesini ürkütmek için yedi kişi akabenin sağına, yedi kişi de soluna oturdular. Gece olunca Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) -bu gecede- askerleri geçerek yola devam etti. Devesinin üzerinde uykusu geldi. Akabeye yaklaştığında Cebrâîl ona şöyle seslendi: "Ey

Muhammedi Filanca ve filanca sana pusu kurdular." Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), baktı ve "Arkamdaki kimdir?" diye sordu. Huzeyfe el-Yemânî, "Benim ey Allah'ın Resulü, Huzeyfe b. el-Yemân!" diye cevap verdi. Hz. Peygamber, "Benim işittiğimi sen de işittin mi?" diye sordu. O da, "Evet!" diye cevap verdi. Hz. Peygamber, "Bunu gizle!" dedi. Sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), onlara yaklaştı ve kendilerine isimleriyle seslendi. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın sesini işitince kaçarak insanların arasına karıştılar. Bineklerini bağladıkları için onları terketmişlerdi. İnsanlar, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a yetişerek onları yakalamak istediler. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bineklerinin yanma gidince onları tanıdı. Konaklayınca, "Bazı kimselere ne oluyor ki Kâbe'de Muhammed ölür veya öldürülürse bu iş ehl-i beytine asla verilmeyecektir diye yeminleştiler." dedi. Onlar Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'a gelerek bunları söylemediklerine, bunu istemediklerine ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'tan hiçbir şey gizlemediklerine dair yemin ettiler. Bunun üzerine Allah Teâla, "(Ey Muhammed! O sözleri) söylemediklerine dair Allah'a yemin ediyorlar. Halbuki o küfür sözünü elbette söylediler ve müslüman olduktan sonra kâfir oldular. Başaramadıkları bir şeye (Peygamber'e suikast yapmaya) da yeltendiler. Sırf Allah ve Resûlü kendi lütuflanndan onları zenginleştirdiği için öç almaya kalkıştılar. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur. Yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, ahirette de elem verici bir azaba çarptıracaktır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır."60 ayetini indirdi.61

Kummî'nin anlattığı Hz. Peygamber'e suikast

·        60)  Tevbe 9/74.

·        61)  el-Kummî, Tefsîru’l-Kummî, Nşr.: es-Seyyid Tayyib el-Musavî el-Cezâirî, 2. Baskı, Beyrut 1387/1968, I, 173-175. teşebbüsü ve bununla ilgili gelişmeler, Sünnî kaynaklarda Tebûk seferi dönüşü olayları arasında münafıklarla ilişkilendirilerek zikredilir. Tevbe suresinin onlardan bahsetmesi ve bu sefer hakkında bilgi vermesi de bunu destekler mahiyettedir.

Görüldüğü gibi Sahâbeden 14 kişinin münafık sayılmasının, Hz. Ali’nin Gadîr'deki tayiniyle alakalı olduğu Şiîler tarafından iddia edilmektedir. Buna göre Gadîr günü bazı insanlardan bîat alıp kendisini halîfe kabul etmeleri istenince isteksizce kabul etmişler; gönüllerinde kin ve nefret olmasına rağmen kendisini tebrik etmişlerdi. Onları kin ve hased ateşi istila etti. Bunu yadırgadıklarını ve yüz çevirdiklerini gizlediler. Hatta bunlardan bir grup Hz. Peygamber’i öldürmek için hileye baş vurdu; fakat başarılı olamadılar.62 Bakan’ın bazı kaynaklardan yaptığı tespite nazaran Şiîler’e göre münafıklar arasında ilk üç halîfe dahil olmak üzere gerek Hz. Peygamber’in hayatında, gerekse O’nun vefatından sonra İslâm’ın ilk yıllarında etkili olan ve İslâm’ın yayılmasına pek çok hizmeti olan birçok kimse vardır.63 Bununla birlikte Kummî’nin anlatımında bu düşünce ifade edilmiş değildir.

Hâdise Sünnî kaynaklarda kısaca şöyle anlatılır: Tebûk seferi dönüşü münafıklar Hz. Peygamber’e suikast girişiminde bulundular.64 Suikastı tasarlayan bu kimselerin 12 oldukları rivayet edilir.65

·        62)  Bakan, T., Ashab’ın Adâleti (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 1993, s. 105.

·        63)  Bk. Bakan, s. 106.

·        64)  Ahmed b. Hanbel, V, 453; Beyhakî, V, 256.

·        65)  el-Bcyhakî, Delâilu’n-Nubuvve, Nşr.: Abduhnu’tî Kal’acî,

Hz.Peygamber dar bir boğazdan geçiyordu. O, orduya daha geniş bir yerden geçmeleri için emir vermiş; kendisi ise geçeceği boğazı bildirmişti. Durumu haber alan münafıklar yüzlerini örtmüş olarak Hz. Peygamber’e pusu kurdular. Ancak Hz. Peygamber, bu suikast teşebbüsünden haberdar edilmiş ve münafıkların suikast yapmalarına izin vermeden dağıtılmalarını sağlamıştır. Münafıkları dağıtma emrini alan Huzeyfe b. el-Yemân, onların üzerine saldırınca maskeli münafıklar tanınmamak için ordunun içine dağıldılar.46 47 Huzeyfe, bu olaydan dolayı münafıkları tanımış, fakat Hz. Peygamber’in tavsiyesi üzerine onları açıklamamıştır.48 Huzeyfe’nin anlatımına göre münafıkları, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m bineği üzerinde uyuduğu bir sırada, onu bineğin üzerinden düşürme planlarını konuşurlarken duymuş, bunun üzerine Hz. Peygamber’le onların arasına geçerek Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı uyandırmak için yüksek sesle okuyup bağırmaya başlamış, böylece Peygamber^) uyanmıştı.49 Bu kısa açıklamadan sonra konumuza dönelim.

Şia’nın görüşüne örnek olması açısından yukarıda verdiğimiz rivayetlerle yine Şiî müellif olan Kazvînî’nin anlatımı arasında birçok farklılıklar vardır.50 Aynı şekilde Şiî müfessir Tabatabâî’nin naklettiği rivayetler arasında da farklılıklar mevcuttur.70 Onun naklettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber, Gadfr’deki hutbesinin devamında, “Ey müslüman topluluğu! Burada bulunanlar bulunmayanlara bildirsin. Bana inanıp, beni tasdik edene Ali’nin velayetini vasiyet ediyorum. Dikkat!.. Ali’nin velayeti ile benim velayetim, Rabbimin bana ahdettiği bir ahid olup, oııu size tebliğ etmemi emretti"11 demiştir. Bir başka rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle demiştir: “O benden, ben de andanım. Onun bana karşı olan durumu, Harun’ un Musa’ya karşı olan durumu gibidir. Ancak benden sonra peygamber yoktur."12 Menzile hadîsi olarak bilinen bu hadîs, Sünnî kaynaklara göre Tebûk seferine çıkılırken söylenmiştir. İleride hadîsle ilgili bilgi verilecektir.

Yukarıdaki rivayetlerden başka, Hz. Peygamber’in, "Cebrail, bana Rabbimden şu emri getirdi ki; Ali b. Ebî Tâlib benim kardeşim, vasim, halîfem ve benden sonra imamdır. Ey insdnlar! Allah, onu size velî ve imâm olarak tayin etti; ona itâat etmeyi herkese farz kıldı. Ona muhalefet eden mel’ûn, saygı gösteren ise merhamete erecektir. Dinleyiniz ve itâat ediniz! Allah mevlânız, Ali ise imâmınızdır. İmâmet, ondan sonra kıyamete kadar onun soyundan devam edecektir." dediği rivayet edilmiştir.73 Bir

·        70) Tabatabâî, V, 192-193.

·        71) Tabatabâî, VI, 54.

·        72) Tabatabâî, V, 194; ayrıca bk. Çelebi, A., İslâm’da Eğitim Öğretim Tarihi, Çev.; A. Yardım, İstanbul 1983, s. 405, 422.

·        73) Sofuoğlu, C., “Gadir-i Hum Meselesi", Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1983, XXVI, 461; ayrıca bk. aynı mlf., Şia'nın Hadîs başka rivayette Hz. Peygamber’in “Dinleyiniz ve itaat ediniz. Allah mevlâmz. Ali imâmmızdır. Ondan sonra kıyamete kadar imâmet hakkı Ali’nin soyundan gelen benim neslime aittir. Bu sözüm Cebrâil’in Allah’tan naklettiği bir sözdür. Yarın için herkes ne hazırladığına baksın.’’ dediği ifade edilmektedir.51

Yine Şîa’ya göre olayla ilgili olarak meydana gelen gelişmeleri anlatmaya devam edelim: Hz. Peygamber, Gadîr-i Hunim günü Ali’yi velâyete naspedip, onun için, “Ben kimin mevtasıysam Ali de onun mevlâsıdır!” dedikten sonra haber diğer memleketlere yayıldı. Hâris b. Nu’mân el-Fihrî, olayı duyunca bineğinin üzerinde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a gelerek şöyle dedi: “Ey Muhammedi Bize Allah’tan başka İlâh olmadığına ve senin Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmemizi emrettin, kabul ettik. Beş vakit namaz kılmamızı emrettin, kabul ettik. Bir ay oruç tutmamızı emrettin, kabul ettik. Haccetmemizi emrettin, onu da kabul ettik. Fakat bütün bunlarla yetinmedin; amcanın oğlunun kolunu havaya kaldırarak onu bizden üstün kıldın ve onun için, ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır!’ dedin. Bu senden mi yoksa Allah’tan mı?” Hz. Peygamber, “Kendisinden başka İlâh olmayan Allah’a andolsun ki, bu Allah’tandır.” dedi.

Hâris, “Allahım! Muhammed’in dediği doğru ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize elîm bir azap ver!” diyerek bineğine yöneldi. Daha bineğine ulaşamadan Allah onun üzerine gökten bir taş attı. Taş kafasından girip dübüründen çıktı ve öldü. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Me’âric sûresinin ilk üç ayeti olan, “Bir istekli, yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkârcılara gelecek ve hiç kimsenin sayamayacağı azabı istedi.” ayet-i kerîmelerini indirdi.75

Şiîler’e göre Gadîr-i Humm'Ğaki konuşmayı çok büyük bir topluluk dinlemiştir. İmâm Şerefuddîn, olaya şahid olanların sayısı hakkında farklı rakamlar vermektedir. O, 90.000, 114.000, 120.000, 124.000 veya bundan daha fazla insanın olaya şahid olduğuna dair rivayetlerin geldiğini tespit etmektedir.76

Şimdiye kadar verdiğimiz bilgilerle Şîa’nm Gadîr olayı hakkındaki kanaatini ortaya koymaya çalıştık. Ancak konuya son vermeden önce mutedil bir Şiî olarak tanınan tarihçi Ya’kûbî’nin, Gadîr olayını Şiîler’den ziyade Sünnîlcr’e benzer bir şekilde

·        75) Kazvînî, s. 344-345. Tabatabâî, VI, 57-58 ve Tabersî, V, 350’de Haris’in Hz. Peygamber’le yaptığı konuşma biraz farklı verilmiştir. Bu rivayete göre Hâris şöyle der: “Allah’tan başka İlâh olmadığına ve senin O’nun Resûlü olduğuna şehadet etmemizi emrettin. Bize cihadı, haccı, orucu, namazı, zekatı emrettin, kabul etlik...” Bilgi için ayrıca bk. Ibn Teymiyye, Minhâcu’s-Sunne, Bulak 1322, IV, 9-10; Halebî, es-Sîratu’n-Nebeviyye, Mısır 1320, III, 274-275; el-Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, Şerhu’İ-Câmi’i’s-Sağîr, Mısır 1356-1357, VI, 218; Rıza, R„ Tefsîru’l-Menâr, 2. Baskı, Beyrut (t.y.), VI, 464.

·        76)  Şerefuddîn, s. 320.

naklettiğini belirtelim. O, Mâide sûresinin 3. ayetinin nüzûlundan sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m Mekke'den hareket ettiğini ve Hz. Peygamber’in Zi’l-Hicce ayının 18. günü Gadîr-i Humıiı denen yerde ayağa kalkıp Hz. Ali’nin elinden tutarak, “Ben kimin mevtasıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!” dediğini söyler; ardından şöyle devam eder: “Sonra Resûlullah dedi ki: ‘Ey insanlar! Ben sizden önce gidiciyim ve siz Havz’da yanıma geleceksiniz. Bana döndürüldüğünüzde size sekaleyn (iki ağır şey, iki değerli şey) hakkında soracağım. Bundan sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin.’ Onlar, ‘Sekaleyn nedir, ey Allah’ın Resûlü?’ diye sordular. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), ‘Bu iki değerli şeyin ilki Allah’ın Kitabıdır. Onun bir ucu Allah’ın katında diğer ucu da sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılınız, dalâlete düşmeyiniz ve onu değiştirmeyiniz! Diğeri de ıtratım ehl-i beytimdir.’ dedi.”52

Bütün bu rivayetler incelendiğinde Şiîler’in Gadîr hadîsiyle ilgili bazı iddialar ileri sürdükleri görülecektir. Biz, bunları şöylece sıralayabiliriz:

·        a) Mâide sûresinin 67. ayetinin nüzûl sebebi Hz. Ali’nin velâyetidir.

·        b) Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin velâyetini açıklamak istememişse de Allah’ın kesinlik ifade eden emri üzerine açıklamak zorunda kalmıştır.

·        c) Hz. Ali, Allah’ın emriyle ve gayet açık ifadelerle velâyete tayin edilmiştir.

·        d) Bu tayin, Hz. Peygamber’in ağzıyla ifade edildikten sonra, onun emri üzerine Hz. Ali’nin velâyeti müslümanlarca kabul edilmiştir.

·        e) Hz. Ömer, Hz. Ali’yi tebrik etmiştir.

·        f) Hz. Ali’nin velâyetinin açıklanmasından sonra, Mâide sûresinin 3. ayeti nâzil olmuş ve böylece din kemâle ermiştir.

·        g) Hâris olayıyla ilgili olarak Me’âric sûresinin ilk üç ayeti nâzil olmuştur.

·        h)  Sahâbeden bazı kimselerin münafık olmalarıyla hâdise arasında ilişki vardır.

ı) Sekaleyn hadîsi-ile Menzile hadîsi adlarıyla şöhret bulan hadîsler Gadîr olayıyla bağlantılı olarak nakledilmiştir.

·        2. Şia’ya Göre Hadîsin Değeri

Yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere Şîa, Gadîr olayının Hz. Ali’nin velâyetinin açıklandığı ve gizlenemeyecek mütevâtir hadîslerden olduğu kanaatindedir. Şîa'ya göre imâmet usûlu'd-dîn'den sayıldığı için bu konudaki delillerinin tevâtürü hususunda müttefiktirler.53 İmâm Şerefuddîn, hadîsin mütevâtir54 olduğunu itiraf eden Sünnî alimlerin isimlerini de zikretmiştir.55

Şiî müellif Kazvînî şöyle demektedir: “Gadîr olayı, Sahâbe ve tâbiîn katında sâbit olan en meşhur olaylardandır. Şunu söylememiz mümkündür: Sahâbe katında hilâfet ve velâyetin Ali (aleyhisselâm)] için subûtu, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in nübüvvetinin müslümanlar katındaki sübûtu gibidir.”56 Gadîr olayının Şîa nazarındaki ehemmiyetine işaret etmek için meşhur Şiî alim el-Kuleynî’nin el-Usûl mine’l-Kâfî adlı eserinden şu rivayeti aktarmak istiyoruz: “Fudayl, Ebû Cafer’in şöyle dediğini söyler: “İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir: Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, hacca gitmek ve velâyet. Bunlardan hiçbirisi üzerinde Gadîr-i Humm’da velâyet için yapılan çağrı kadar durulmamıştır.”57

Şiîler bu olayı çok önemsedikleri için bununla ilgili müstakil eserler telif etmişlerdir. Bakan'm söylediği gibi onların kaynaklarında olayı anlatan munkatı’ senedlİ sahîh olmayan bazı rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerde Hz. Ali’nin nassla tayin edildiği açıkça ifade edilmektedir.58 Bakan’ın tespitine göre “Bazı müellifler bu uydurma rivayetlere dayanarak konuyu izah ettikten sonra değişik muhtevada olan sahîh rivayeti kaynak gösterirler. Böylcce uydurma haberin açık ifadelerinden sahîh haberin de sıhhatından faydalanılmış olur.”59 Araştırmacı, Şîilcr’in naklettiği uydurma rivayetlerden bahsettikten sonra ehl-i sünnet, kaynaklarında bulunan ve el-Gadîr ifadesi geçen sahîh hadîsleri birbirinden ayrı değerlendirmek gerektiğini söyler.60

·        3. Şiîlerin Gadîr Bayramı ve Bu Günde Yaptıkları İbadetler

Şiîler, önemine binaen Gadîr gününü bayram olarak kutlarlar.61 Emînî, bu bayramın sadece Şiîler tarafından kutlanmadığını, bazı Sünnîlcr’in de kendileriyle beraber kutlamalarda bulunduklarını söyler.62 Gadîr Bayramı kutlamalarının günümüzde İran'da hala yapıldığı ifade edilmektedir.63 Bu günü bayram olarak kutlama adeti, h. IV. yüzyılda Buveyhîler döneminde ortaya çıktı.64 İlk defa Mu’izzuddevle döneminde 352/963’de görülmeye başlanan kutlamalarda, dönemin bayram günlerine özgü şenlikler, çarşıların gece de hizmet vermesi, yeni elbiseler giyilmesi, emirlerin kapılarında ateş yakılması ve benzeri etkinlikler yapılırdı.65

Şiîler’in 18 Zi’l-Hicce gecesini namazla geçirdikleri, sabahında da zevâlden önce iki rekat namaz kıldıkları da rivayet edilmiştir. Bu günde köleler azad edilir, kurbanlar kesilir, akraba ziyaretleri yapılırdı.66

Ancak bu kutlamalar her zaman sevinçle sonuçlanmıyor; mezhep taassubu sebebiyle İbn Kesîr’in deyimiyle, iki tarafın cahilleri yüzünden Şîa ile Ehl-i Sünnet arasında iç savaşı andıran kavgalarla bitiyordu.67 Öte yandan Sünnîler de 398/1008 yılında Gadîr bayramına alternatif bir bayram icat ederek sözkonusu bayramdan sekiz gün sonra, Hz. Peygamber’in Ebû Bekr ile mağarada bulunduğu günün anısına bayram şenlikleri yaparak kutlamalarda bulunuyorlardı.68

Bunlardan başka sözkonusu günde oruç tutana 60 aylık oruç sevabı yazılacağı ifade edilmiştir.69 İbn Kesîr’in naklettiği bir rivayette Ebû Hureyre’nin, “Kim Zi’l-Hicce’nin 18. günü oruç tutarsa kendisine 60 aylık oruç sevabı yazılır.” dediği belirtilmektedir. İbn Kesîr, buna cevaben “Zi’l-Hicce ayının 18. günü olan Gadîr-i Humm günü oruç tutmanın 60 aylık oruç sevabına denk olduğu doğru değildir. Çünkü Sahîh’te70 Ramazan orucunun sevabının 10 aylık sevaba denk olduğu sâbit olmuşken, bir günlük oruç nasıl 60 aylık oruca denk olur? Bu batıldır.”71 demektedir.

Şiîler’in Gadîr gününü bayram olarak kutladıklarını belirten rivayetlerin yanında, o gün oruç tuttuklarına dair rivayetlerin mevcudiyeti bir çelişki arzetmektedir. Herhalde Şifler ilk zamanlarda Gadîr gününü ibadet yaparak yâdediyorlar, şükür için oruç tutuyorlardı; fakat Buveyhîler’in hâkimiyet devrinde bu gün, artık bayram olarak kutlanmaya başlanmış olmalıdır.

III. SÜNNÎ KAYNAKLARDA

GADÎR-Î HUMM

Yukarıda geçtiği gibi birçok Sünnî tarihçi ve hadîsçi Gadîr olayından hiç bahsetmezken, meseleyi sözkohusu edenlerin rivayetleri arasında ise bazı farklılıklar göze çarpmaktadır.

İlk dönemlerde telif edilen ve konuya en fazla yer veren eser Ahmed b. Hanbel’in Musned adlı hadîs kitabıdır. Bununla birlikte Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce gibi müelliflerde de bazı rivayetlere rastlamaktayız. Müstedrek sahibi Hâkim, aşağıda inceleyeceğimiz Bureyde hadîsinin sened bakımından Şeyhayn (Buhârî ve Muslim)’in şartlarına uyduğunu ifade etmektedir.72

Gadîr hadîsi Nesâî, İbn Kesir ve Heysemî gibi müelİiflerce hemen hemen bütün varyantlarıyla ele alınıp sened bakımından değerlendirilmiştir.

Çağdaş hadîsçilerden el-Albânî, hadîsin Zeyd b. Erkam’dan beş tarikle, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan üç tarikle, Bureyde b. el-Hâsib’ten üç tarikle, Ali b. Ebî Tâlib’tcn dokuz tarikle, Ebû Eyyûb el-Ensârî, el-Berâ b. Âzib, Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik, Ebû Saîd

ve Ebû Hureyre’den birer tarikle bize ulaştığını belirtmekte ve bu rivayetlerin her birini ayrı ayrı ele alarak sened yönünden incelemektedir.73 Şiî âlimler ise hadîsin 100’den fazla tarikle geldiğini74 hatta 100 küsur sahabîden rivayet edildiğini söylemişlerdir.75 Onlara göre hadîs? tabiînden 84 kişi tarafından rivayet edilmiştir.76

Şimdi de Sünnî kaynaklarda geçen rivayetleri -aradaki farklılıkları gösterebilmek bakımından- birkaç maddede incelemek istiyoruz.

·        1) Elimizdeki rivayetlerin bir bölümünde hadîsin meşhur olan kısmı yer almakta, bazı musannıflar hadîsin söylendiği yerin adını belirtirken77 bir kısmı hadîsin vukû bulduğu yerden bahsetmeksizin Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, “Ben kimin mevtasıysam Ali de onun mevlâsıdır.” dediğini ifade etmektedirler.78 Tirmizî, yer adı belirtmeksizin verdiği rivayetin hasen-garîb79 olduğunu söylemiştir. Zehebî metnin mütevâtir olduğunu belirtmekte,80 Aclûnî ise hadîsin mütevâtir ya da meşhûr81 olduğunu söylemektedir.82

·        2) Konumuzla ilgili rivayet edilen hadîslerden biri de Bureyde hadîsidir. Bu rivayete göre Bureyde, hâdiseyi şöyle anlatır: “Ali(r) ile beraber Yemen'q gittim.83 Orada Ali’den bir kabalık gördüm. Dönüşte Ali’yi kusurlu bulduğumu Hz. Peygamber’in yanında söyleyip onu eleştirdim. Hz. Peygamber’in yüz ifadesi değişti ve bana ‘Ey Bureyde! Ben müminler için nefislerinden evla değil miyim?' diye sordu. Ben de 'Öylesin, ey Allah’ın Resulü!' dedim. Bunun üzerine Resûlullah, ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.’ buyurdu.”84

Bu reyde rivayetinde dikkati çeken husus, konuşmanın nerede geçtiğinin belirtilmemiş olmasıdır. Sadece olayın Yemen dönüşü meydana geldiği ifade edilmiştir.

Hadîsin senedi, İbn Kesir tarafından “iyi, kuvvetli ve bütün râvileri sika” olarak vasıflandırılmıştır.85 Hâkim, bu hadîsin Müslim’in şartlarına göre sahîh olduğunu söylerken,86 Albânî, hadîsin Şeyhayn (Buhârî ve Müslim)’m şartlarına göre sahîh olduğunu ve Hâkim’in hadîsi sadece Müslim’e'göre sahîh görmekle hata ettiğini belirtmektedir.87

·        3) Tirmizî’nin naklettiği, İmrân b. Husayn rivayeti ise daha farklıdır. Buna göre, Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi bir grup müslümanın başında bir seriyyeye göndermişti. Seriyye sırasında alınan ganimetler arasında bir cariye vardı ve Ali bu. cariyeyle cinsî münasebette bulundu. Hz. Ali’nin yaptığını beraberindekiler doğru bulmadılar. Bunlardan dört kişi Hz. Peygamber’in yanına döndüklerinde olanları anlatma hususunda anlaştılar. Sefer dönüşü Hz. Peygamber’in yanına gelerek herbiri ayağa kalkıp Hz, Ali’nin yaptığını anlattı. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), her seferinde ayağa kalkıp şikayette bulunandan yüz çeviriyordu. Nihayet dördüncü kişinin şikayeti üzerine, öfke yüzünde açıkça göründüğü halde onlara dönerek, “Ali’den ne istiyorsunuz? (bunu üç defa tekrarladı) Ali benden ve ben Ali’denim. O benden sonra her müminin velisidir.”

buyurdu.88

Tirmizî tarafından garîb olarak değerlendirilen bu hadîs, yukarıda zikrettiğimiz Bureyde hadîsinden bazı yönlerden farklılıklar arzetmektedir. Bureyde hadîsinde de olduğu gibi bir şikayet sözkonusu olmuş ve Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi desteklemiştir. Ancak Hz. Peygamber’in burada kullandığı ifadeler farklıdır. O, kendisinden sonra Ali’nin müminlerin velisi olduğunu söylemektedir. Her ne kadar olayın vukû yeri belirtilmemiş ve söylendiği iddia edilen sözlerde farklılıklar mevcut ise de, bu cariye olayı Bureyde’ye atfedilen başka bir rivayette geçmektedir.89

Cariye olayı gerçekten meydana gelmişse, Hz. Peygamber’in Ali’yi sorguladığına, en azından olanları ondan dinlediğine inanıyoruz. Kaldı ki Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümler karşısında bütün insanları eşit gören, hatta kendi kızma bile bir ayrıcalık tanımayan, insanların kalbini kırarak ve onları azarlayarak değil, gönüllerini kazanarak dinini güzel bir şekilde tebliğ eden Hz. Muhammed’in hiçbir sorgulamada bulunmadan Hz. Ali’yi şikayet edenlere karşı böyle bir tavır takınacağına inanmıyoruz.

Bu tür rivayetlerin Hz. Ali’nin diğer Sahâbeden üstün olduğunu, onun Hz. Peygamber tarafından bile sorumlu tutulmadığını ve korunduğunu vehmettirmek için uydurulduğuna kâniyiz. Nitekim Tirmizî rivayetinde geçen Cafer b. Süleyman’ın aşın bir Şiî olduğu belirtilmiştir.90 Bu kimsenin Muâviye’deıi bahsedildiğinde sövdüğü, Hz. Ali’den bahsedildiğinde ise ağladığı belirtilmiştir.91

Hadîsin Tirmizî ve İbn Hanbel’de geçen rivayetinin isnâdlarını inceleyen Ateş, râvilerden Abrurrezzâk b. Hemmâm’ın da Şiî,92 ayrıca her iki isnâtta da yer alan râvi Yezîd b. Ebî Yezîd’in zayıf bir râvi olduğunu belirtmektedir.93

·        4) Bazı hadîs kitaplannda Hz. Peygamber’in, “Ben kimin velîsi isem Ali de onun velîsidir.” dediği nakledilmektedir. Burada mevlâ kelimesi yerine velî kelimesi kullanılmıştır.94 95 Aynı kökten gelen bu iki kelimenin “muhib, dost, yardımcı, komşu, yeminli, akraba” gibi ortak anlamları vardır.129 Herhalde kelimelerin manaları arasındaki benzerlikten dolayı râvilerin karıştırmalarından yahut onların tasarrufuyla velî kelimesi mevlâ kelimesinin yerine kullanılmıştır.

Albânî, hadîsin hem “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” hem de “Ben kimin velîsiysem Ali de onun velisidir.” şeklinde gelen iki varyantının da sahîh olduğunu söylemiştir.96

·        5) îbn Mâce’de geçen ve el-Berâ b. Âzib’c dayandırılan rivayete göre Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elini tutarak “Müslümanlar için nefislerinden daha hayırlı değil miyim?” diye sordu. Oradakiler, “Evet” dediler. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Ben kimin mevlâsıysam bu (yani Hz. Ali) onun velisidir.” buyurdu.97

·        6) Zeyd b. Erkâm’dan nakledilen bir rivayette ise, “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” sözlerinden başka, “Allahım ona düşman olana düşman, dost olana dost ol.” ifadeleri yer almaktadır.98 Bu rivayete benzer başka rivayetler de nakledilmiştir.99 Ayrıca bazı rivayetlerde, “Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak. Ona iâne edene iâne et.” şeklinde farklılık mevcuttur.100 Esasen hadîsin çokça tartışılan yönlerinden birisi de bu fazla kısımdır.

Nitekim İbn Hacer’in naklettiği bir rivayette Ebû Hureyre’nin mescide girdiği ve insanların onu dinlemek için toplandığı anlatılır. Bu sırada bir genç ayağa kalkarak, “Allah aşkına doğru söyle, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol!’ dediğini duydun mu?” diye sordu. Ebû Hureyre, “Allah’a and olsun ki evet!...” diye cevapladı.101 Halbuki Ahmed b. Hanbel’de geçen rivayetler, yukarıda bahsettiğimiz fazlalığın daha o zaman bile şüpheyle karşılandığını göstermektedir. Atıyye el-Avfî, Zeyd b. Erkam’a “Damadım senden Ali(r) hakkında Gadîr-i Humm’da söylenmiş bir hadîs anlattı. Bu hadîsi senden dinlemek istiyorum.” dedi. Zeyd, “Ey Irak halkı! Sizde var olan var!”102 diye cevapladı. Atıyye, ona “Benden sana zarar gelmez.” dedi. Bunun üzerine Zeyd şöyle anlatmaya başladı: “Evet... Cuhfe’deydik. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanımıza gelerek Ali’nin kolunu tuttu ye ‘Ey insanlar! Benim müminler için nefislerinden evlâ olduğumu bilmez misiniz?’ diye sordu. ‘Evet!’ dediler. Resûlullah, ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.’ dedi. Atıyye, Zeyd’e, “Resûlullah, ‘Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.’ dedi mi?” diye sordu. Zeyd, “Sana işittiğimi haber verdim.” dedi.103 Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Zeyd, Irak halkından çekindiği için gerçeği söyleme konusunda tereddüt etmektedir.

Bundan başka bizzat Hz. Ali, ResûluIIah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m Gadîr-i Humm günü ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.’ dediğini, insanların daha sonra ‘ona dost olana dost, düşman olana düşman ol’ kısmını eklediklerini ifade eder.104

Bu rivayetler İlk dönem müelliflerinden olan Ahmed b. Hanbel’in Musned'ine girdiğine göre, daha o zamanlarda bile hadîsin ikinci kısmının Hz. Peygamber tarafından söylendiğine şüpheyle bakıldığını açıkça göstennektedir.

·        7) Ammâr b. Yâsir’in rivayetinde Resûlul-lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m şöyle dediği nakledilmiştir: “Bana inanan ve beni tasdik edene Ali b. Ebî Tâlib’i velî edinmesini vasiyet ediyorum. Kim onu velî edinirse beni velî edinmiş olur. Kim beni velî edinirse Allah Teâlâ’yı velî edinmiş olur. Kim onu severse beni sevmiş olur. Kim beni severse Allah’ı sevmiş olur. Kim ona buğz ederse bana buğz etmiş olur. Kim bana buğz ederse Allah’a buğzetmiş olur.”105 Taberânî’den naklen verilen bu rivayette geçen konuşmanın nerede ve ne zaman yapıldığı belirtilmemiştir.

·        8) Taberânî’nin naklettiği Vehb b. Hamza’ya dayandırılan rivayet ise şöyledir: “Ali ile beraber Mekke'ye doğru yol arkadaşlığı yaptım. Ondan kerih karşıladığım bazı hareketler gördüm. ‘Döndüğümde mutlaka seni Resûlullah’a şikayet edeceğim.’ dedim. Resûlullah bana, ‘Bunları söyleme. O benden sonra insanların evlâ olanıdır.' dedi.”106 107

·        9) Rivayetlerin bir kısmı daha farklı ifadeler taşımaktadır. Bu rivayetlere göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Veda haccı dönüşü Gadîr-i Humm'da şunları söylemiştir: “Ben çağrıldım ve icabet ettim. Size iki ağır emanet bırakıyorum. Onların ilki diğerinden büyüktür. Allah'ın Kitabı ve ıtratım ehl-i beytim. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin. Onlar havza döndürülühçeye kadar birbirlerinden ayrılmazlar. Allah benim mevlâm, ben de bütün müminlerin velisiyim.” Ali’nin elinden tutarak, “Ben kimin velisi isem, bu da onun velisidir. Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” dedi. Râvi Ebu’t-Tufeyl, Zeyd b. Erkam’a bizzat kendisinin bunu Resûlullah’tan duyup duymadığını sorar. O da, “Ağaçlıkta bulunup da bunu gözleriyle görmeyen ve kulaklarıyla duymayan kimse kalmadı.” diye cevap

• 139. verir.

Hâkim’de geçen ve İbnu’t-Tufeyl’in Vâsile’den naklettiği, Zeyd b. Erkâm’dan alınan bir başka rivayet ise yukarıda verdiğimiz rivayetten farklıdır. Bu rivayete göre Hz. Peygamber, “Ey insanlar! Size, onlara tâbi olduğunuz takdirde dalâlete düşmeyeceğiniz iki şey bırakıyorum. Allah'ın Kitabı ve ehl-i beytim ıtratım. Benim müminler için nefislerinden evlâ olduğumu bilmez misiniz?” (bunu üç defa tekrarladı) buyurdu. Onlar da “Evet!” dediler. Bundan sonra Resûlullah, “Ben kimin mevlâsıy^am Ali de onun mevlâsıdır.” dedi.108 Zeyd b. Erkam’a dayandırılan bu iki rivayet arasında önemli iki fark görülmektedir. Birincisi, yukarıdaki rivayette “velî” kelimesi kullanılmışken, ikinci rivayette “mevlâ” kelimesi kullanılmıştır. Diğer fark ise yukarıdaki Rivayette geçen “Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” kısmı ikinci rivayette yoktur.

Bu rivayetlerde geçen ve Sckaleyn hadîsi olarak meşhur olan hadîsin, Gadîr-i Humm’da söylendiği ifade edilmektedir. İleride bu hadîs hakkında bilgi venneye çalışacağız.

·        10) Zeyd b. Erkam’dan alınan ve Müslim tarafından nakledilen bir başka rivayette de sadece Sekalcyn hadîsinden bahsedilmekte ve Hz. Ali sözkonusu edilmemektedir. Bu rivayete göre Yezîd b. Hayyân, Husayn b. Sebra ve Ömer b. Müslim, Zeyd’e giderek kendilerine hadîs rivayet etmesini isterler. Zeyd, hafızasındaki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’la ilgili bilgilerin bir kısıntını unuttuğunu söyledikten sonra anlatmaya başlar: “Bir gün Mekke ile Medine arasında Humm denilen yerde bir su başında bulunurken Resûlullâh (salla’llâhü aleyhi ve sellem), aramızda hutbe irad etmek üzere ayağa kalktı. Allah’a hamd u senâ etti, öğütler verip hatırlatmalarda bulundu. Sonra, “Haberiniz olsun ki ey insanlar! Ben ancak bir beşerim. Rabbimin elçisinin gelmesi ve benim de ona icabet etmem yaklaşıyor. Ben size iki ağır şeyi emanet bırakıyorum. Bunların birincisi Allah'ın Kitabı’dır. Onda mutlak hidayet ve nur vardır. Binaenaleyh siz Allah'ın Kitabına tutununuz ve ona sımsıkı sarılınız.” buyurdu. Böylece Allah'ın Kitabına teşvik edip gönülleri ona rağbet ettirdi. Sonra da şöyle buyurdu: “Diğeri de ehl-i beytimdir. Ben ehl-i beytim hakkında sizlere Allah’ı hatırlatıyorum.” Husayn, Zeyd b. Erkam’a “Ya Zeyd! Hz. Peygamber’in ehl-i beyti kimlerdir? Onun hanımları da ehl-i beytinden değiller mi?” diye sordu. Zeyd, “Peygamber’in hanımları da onun ehl-i beytindendirler. Fakat onun asıl ehl-i beyti kendisinden sonra sadaka alması haram olanlardır.” dedi. Husayn, “Peki onlar kimlerdir?” diye sorunca, Zeyd, “Onlar Ali oğullan, Akîl oğulları, Câfer oğulları ve Abbâs oğullandır.” dedi. Husayn tekrar, “Bunların hepsine sadaka almak haram kılınmış mıdır?” diye sordu. Zeyd de, “Evet!..” dedi.109

Yine Müslim’de aynı bölümde geçen 37. hadîste “Resûlullah’ın eşlerinin ehl-i beyttcn olup olmadıkları” sorusuna Zeyd, “Hayır! Allah’a yemin ederim ki kadın, zamandan bir ikindi vakti kadar erkekle beraber bulunur, sonra kocası onu boşar da bu sebeple kadın tekrar babasına ve kavmine döner. Onun ehl-i beyti, onun aslıdır ve kendisinden sonra sadaka almaları haram kılınmış olan asabesidir.” şeklinde cevap vermiştir.

Müslim’de geçen bu rivayetlerde Zeyd’in sözlerinde farklılıklar görmekteyiz. Birinci rivayette Zeyd, Hz. Peygamber’in eşlerinin ehl-i beytinden sayıldıklarını, ancak Peygamber  (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in asıl ehl-i beytinin başkaları olduğundan sözetmektedir. îkinci rivayette ise Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in eşlerinin ehl-i beytinden sayılma-dıklannı ifade etmektedir. Müslim, birinci rivayeti daha uygun bulmuş olacak ki bunu ilk sıraya almıştır.

Birinci rivayette olduğu gibi, Hz. Peygamber’in, “ ehl-i beyt” sözünden eşlerini kastetmiş olması, içinde bulunduğu durum itibariyle daha uygundur. Yakında vefat edeceğini hissetmiş olan Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, ailesi hakkında müslümanlara hatırlatmalarda bulunması normaldir. Hz. Peygamber’in, hanımlarının yanısıra akrabalarını kastetmiş olması da mümkündür. Çünkü ehl-i beyt sözüyle hem eşlerini hem de akrabalarını kastetmiş olması kelimenin anlamına muhalif değildir. Ancak burada akrabalarından özellikle bir aileye işaret edildiği söylenemez. Çünkü hadîsin metni böyle bir anlam taşımamaktadır.

Ehl-i beyt tabiri hakkında Şiîler'le Sünnîlcr'in görüşleri arasında farklılıklar mevcuttur. Şiîlcr'e göre ehl-i beytin kapsamına ilk olarak Hz. Peygamber, Ali, Fâtıma, Haşan ve Hüseyin girer, ayrıca imam kabul edilen diğer,dokuz kişi de ehl-i beyte dahildir. Resûlullah'm hanımlarıyla Fâtıma dışındaki çocukları, Haşan ve Hüseyin dışında kalan torunları ise ehl-i beyte dahil değildir.110 Ehl-i Sünnete göre ehl-i beyte kimlerin dahil olduğu meselesinde farklı görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre ehl-i beyte sadece Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'ın hanımları girer. Başka bir görüşe göre ehl-i beyt kavramı, Hz. Peygamber’in bütün çocuklarını, kadın erkek bütün torunlarını, amcalarını, hatta bütün akrabalannı yani Benû Hâşim'i kapsamına alacak şekilde geniş bir muhtevaya sahip bulunduğu ileri sürülmüştür.111

Buraya kadar Gadîr hadîsinin çeşitli Sünnî kaynaklardaki farklı varyantlarını nakletmeye çalıştık. Ancak bunlardan başka Sünnî kaynaklarda geçen diğer bazı rivayetlerde, Hz. Ali’nin müslümanlara Gadîr hadîsini duyup duymadıklarını sorduğuna dcğinil-mekte-dir. Bu rivayetlerde Hz. Ali, Rahabe’de, yani Küfe mescidinin meydanında112 35/655-6 yılında113 insanlara hitap ederek, “Allah aşkına! Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın Gadîr-i Humm’da söylediklerini duyanlar ayağa kalksın.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in Gadîr'deki konuşmasına şahitlik edecek insanlar ayağa kalktı. Ancak burada şahitlik için ayağa kalkan kişiler için verilen sayılar muhtelif olduğu gibi, şahitlerin sözleri arasında da farklılıklar görmekteyiz. Mesela Hz. Ali’ye şahitlik yapanların sayısı 6,114 5 veya 6,115 6 veya 7,116 10 küsur,117 12 kişi,118 Bedir savaşma katılmış 12 kişi,119

13,120 İĞ,121 1 8,122 30,123 30 veya çok kişi124 şeklinde verilmiştir.

Diğer taraftan bazı rivayetlerde Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mcvlasıdır.”125 sözlerini söylediğine şehadet edilmişken, Nesâî’de geçen bir rivayette Hz. Peygamber’in, “Allah ve Resulü müminlerin velisidir. Ben kimin velisiysem bu (yani Ali) onun velisidir. Allahım! ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et.” dediği belirtilmiştir.126 Ahmed b. Hanbel’de geçen bir rivayette ise şöyle denilmektedir: “...12 kişi ayağa kalkarak, ‘Resûlullah’ın Ali’nin elinden tutarak şunu söylediğini gördük ve işittik: Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak.’ dediler. Sadece üç kişi ayağa kalkmamıştı. Ali(r), onlara beddua etti ve bedduası tuttu.”127 Bu rivayette, hadîsin tartışmalı kısmı için şahitlik istenmiştir. Diğer bazı rivayetlerde ResûluIIah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın, “Ben kimin mevlâ-sıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” dediğine şahitlik edilmiştir.128 Bazı rivayetlerde “...onu seveni sev, ona buğzedene buğzet...” kısmı vardır.129

îbn Hanbel’de geçen bir başka rivayeti de vermek istiyoruz: Riyâh b. el-Hâris dedi ki: Küçük bir topluluk Hz. Ali’ye Rahabe'te gelerek kendisine, ‘Sana selâm olsun ey mevlâmız!’ dediler. Hz. Ali onlara, ‘Arab olduğunuz halde nasıl mevlânız olabilirim?’ diye sordu. Onlar da, ‘Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m Gadîr4 Humm gününde, ‘Ben kimin mevlâsıysam bu (yani Ali) onun mevlâsıdır.’ dediğini duyduk.’ dediler. Riyâh şöyle dedi: “Onlar gidince peşlerinden gittim ve kim olduklarını sordum. ‘İçlerinde Ebû Eyyûb el-Ensârî de bulunan Ensâr’dan bir grup’ dediler.”130

Öte yandan Hz. Ali’nin Gadîr hadîsini Cemel gününde Talha’ya hatırlattığına dair nakiller de mevcuttur.131 Şiîler'e göre hadîs birçok yerde delil olarak ileri sürülmüştür.132 Ancak bu rivayetlerin muteber hadîs ve tarih kaynaklarında geçmediğini hatırlatmak gerekir.

Zeyd b. Erkam’dan gelen bir rivayette ise Zeyd, şahitlik yapmadığı için gözlerinin kör olduğunu söylemektedir.133 Hz. Ali'nin şahidlik yapmalarını istediği halde şahidlik yapmadıkları için Hz. Ali'nin onlara beddua ettiği, Enes b, Mâiik'in alaca hastalığına yakalandığı, el-Berâ b. Âzib'in kör, Cerîr b. Abdullah el-Becelî'nin Hz. Ali'nin kendisine beddua ettikten sonra a'râbi olduğu da söylenmiştir.134 Kanaatimizce bu gibi rivayetler Şiî kaynaklıdır. Şüphesiz bir kimsenin başına gelen musibetleri görünürdeki bir takım olaylarla izah etmeye kalkışma tavrı basit bir yaklaşımdır. Olaylar arasında bizim idrakimizin çok üstünde bir ilişki vardır ve bu ilişkiyi ancak Allah bilebilir. Bunun için bizce Zeyd’in kör olmasını -eğer olmuşsa- şahitlik yapmasına bağlamak doğru bir yaklaşım değildir.

Şimdi de bazı çağdaş araştırmacıların Gadîr hadîsi hakkmdaki değerlendirmelerine değinmek işitiyoruz:

Aîbânî’nin bu hadîs hakkındaki değerlendirmesi şöyledir: “Gadîr hadisinin iki kısmı da sahîhtir. Bilakis birinci kısmın Hz. Peygamber tarafından söylendiği mütevâtirdir. Hadîsin senedlerini ve tariklerini inceleyen kimse bunu görür. ‘Ona yardım edene yardım et. Onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak!’ kısmına gelince, -zayıflığını ortaya koyacak bir şey olmadığmdan-sübûtu hususunda duraklıyorum. Sanki bu, hadîsin 'Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” kısmının mana ile rivayetidir.135

Sofuoğlu'nun hadîs hakkındaki değerlendirmesi şöyledir: "Bu hadîsin mevzû olduğuna dair herhangi bir işarete rastlamadık. Ehl-i sünnet uleması hadîsi reddetmemekte, bilakis doğruluğunu tasdik etmektedirler. Ancak hadîsi Şiîler'in anladığı gibi anlamamaktadırlar."136 Müellif, başka yerde şöyle demektedir: "Kanaatimiz odur ki; Humm hadîsini inkâr etmek ne kadar imkânsız ise^ bu hadîs ile Hz. Peygamber'in Ali'yi halîfe olarak bıraktığını iddia etmek de o kadar imkânsızdır. Hz. Peygamber Gadîr-i Humm denilen mevkide namaz kılıp dinlenmiş ve Ashâbıyla sohbet etmiş olabilir. Eğer Ali'yi gerçekten halîfe tayin etseydi hilâfet üzerine münakaşaların yoğunlaştığı günlerde İbn Teymiyye'nin de dediği gibi Hz. Peygamber'in bu vasiyetini duyanlardan hiç olmazsa birisi bunu açıklardı. Öyle anlaşılıyor ki Şiîler daha sonraları Humm hadîsi diye şöhret buldurdukları bu hadîse bir vurûd icad etmişler ve bunu Humm mevkiine ıtlak etmişlerdir. Zaten başta Şiîler olmak üzere hadîs uyduranların metodlarından birisi de budur”.137

Temel hadîs kitaplarında yer alan rivayetlerin isnâdlannı inceleyen Ateş, rivayetleri nakleden râvilerin -Ashâbtan olanlar da dahil- tamamının Irak'm Basra ve Küfe gibi şehirlerine mensup olduklarını söylemekte ve râvilerin azımsanamayacak bir kısmının Şiî olduklarına dikkat çekmektedir.138 Yazar, çoğunluğu Şiî olan kimselerden gelen ve nihayet Şîa’nm görüşünü destekleyen bu rivayetlerin Sünnî hadîs kitaplarına nasıl girdiği sorusunu sorarak şöyle cevap vermiştir: “Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde yer vermediği, ancak et-Tirmizî, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel gibi Sünnî hadîs alimleri tarafından kaydedilen bu rivayetler, belki de alimlerimizin, Emevîlerin zaman zaman istibdât ve zulümle bir asra yakın sürdürdüğü Arap ırkçılığına karşı bir tepkileridir.”139

·        IV. MEVLÂ KELİMESİNİN ANLAMI

Gadîr hadîsinin odak noktası olan “mevlâ” kelimesinin hadîsle ilgili Şiî-Sünnî ihtilafının temelini oluşturduğu yaygın olarak kabul görmektedir.140 İbn Haldûn da Şiîler’le Sünnîler’in hadîsteki mevlâ tabiri üzerinde ihtilaf ettiklerini ve Şîa’nm bu kelimeyi velî manasına alarak Ali’nin bütün müslümanlann velîsi olduğunu söylediklerini ifade etmektedir.141

Mevlâ kelimesinin birbirine zıt anlamlar da dahil olmak üzere 20’den fazla mana ifade ettiği sözlüklerde kaydedilmiştir. Kelime, “mâlik, köle, köle azad eden, azad edilmiş köle, sahip, amcaoğlu ve benzeri akraba, komşu, anlaşmalı, oğul, amca, misafir, ortak, yeğen (kızkardeşin oğlu), velî (yönetici), rabb, yardımcı, in’am edici (nimet veren), kendisine nimet verilen, dost (muhib), tâbi, damat” anlamlarına gelmektedir.142

Mevlâ kelimesi etrafındaki tartışmalara, bazı Şiî ve Sünnî müelliflerin kelimeye verdikleri anlamlar üzerinde durarak ışık tutmaya çalışalım: Şiî müellif Kazvînî’nin anlatımına göre Ammâr b Yâsir ile Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arasında geçen bir sohbette Ammâr, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a mevlâ kelimesinin manasını sormakta, böylece kelimenin anlamı Hz. Peygamber’e örnekleriyle açıklatılmaktadır.143 Esasen yukarıda geçtiği gibi, Şîa’nm rivayetleri nazar-ı itibara alınırsa olayın yoruma ya da mevlâ kelimesini izaha hiç gerek yoktur. Çünkü Hz. Peygamber, Hz. AH için zikredilen hadîsi söylemekle kalmamış, oradakilcre onu “Müminlerin Emiri” olarak selamlamalarını ve ona bîat etmelerini emretmiştir. Eğer olay gerçekten bu şekilde meydana gelmişse Ammâr’ın Hz. Peygamber’e mevlâ kelimesinin anlamını sormasına hiç gerek yoktur. Muhtemelen bazı Şifler, bu konudaki iddialı rivayetlerinin zayıflığını biraz olsun gidermek maksadıyla böyle bir rivayeti ileri sürme ihtiyacı hissetmişlerdir.

Hadîsin, Şîa’nm anladığı şekilde anlaşılmamasının delillerinden birisi şu rivayettir: Hz. Ali’nin torunu Haşan el-Musennâ’ya,“Hz. Peygamber, ‘Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.’ dedi mi?” diye sorulmuş, Haşan, “Evet! Fakat vallahi Resûlullah bununla emîrliği ve sultanlığı kastetmemiştir. O, bunu kastetmiş olsaydı daha açık bir şekilde söylerdi. Çünkü Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), müslümanların en fasîh olanıdır. Eğer mesele söylendiği gibi olsaydı, Resûlullah, ‘Ey insanlar! Bu, işinizin velisi ve benden sonra size hükmedecek kimsedir. Onu dinleyin ve itâat edin’ derdi. Vallahi, eğer Allah ve Resûlü bu iş için Ali’yi seçip, onu Hz. Peygamber’den sonra müslümanlara idareci yapsalardı ve Ali de Allah’ın ve Resûlü’nün emrini yerine getirmeseydi, o Allah’ın ve Resûlü’nün emrini ilk terkeden kimse olurdu.” demiştir.144

İbn Kuteybe, şöyle demektedir: "Resûlullah ile müminler arasındaki velâyet (dostluk), müminlerin kendi aralarındaki dostluktan daha üstündür. İşte Resulûllah da bu dostluğu Ali'ye tahsis etmiştir. Eğer Resûlullah bu dostluğu Ali'ye tahsis etmemiş olsaydı, Ali için, bu söz dolayısıyla bir fazilet veya bu sözün herhangi bir şeye delalet etmesi mevzubahis olmazdı. Çünkü zaten müminler birbirlerinin velileridirler. Resûlullah da her müslümanın velisidir. Veli ile mevlâ arasında fark yoktur. Cenâb-ı Hakkın 'Çünkü Allah iman edenlerin mevlâsı (yardımcısı)dır..."™ ayetindeki ve Resûlullah'ın, 'Hangi kadın mevlâsınm (velisinin) emri olmaksızın nikah edilirse, onun nikahı batıldır, batıldır..." hadîsindeki mevlâ kelimeleri, veli manasındadır."145 146

Âlûsî, Şîa’nm “mevlâ” kelimesini “tasarrufta evlâ” anlamında delil olarak( ileri sürdüğünü söylemekte ve Arap dili bilginlerinin, “mcf’al” kalıbının “ef’al” anlamında kullanılamayacağını ifade ettiklerini belirtmektedir. Bu görüşe bir istisna olarak sadece Ebû Zeyd el-Luğavî, Ebû Ubeyde’nin, Allah Teâlâ’nın “O mcvlânızdır” ayetini “evlâ” anlamın-da tefsirine cevaz verdiğini ifade eden Âlusî, “Mevlâ kelimesini evlâ anlamında kabul etsek bile, bu kelimenin tasarrufla bağlı olması gerekmez. Bilakis murat edilen şeyin muhabbette evlâ, ta’zimde evlâ ve buna benzer anlamlarda olması muhtemeldir.” demektedir. Hz. Peygamber’in hutbesine, “Ben müminler için nefislerinden evlâ değil miyim?” sözleriyle başlaması da bunu göstennektedir.147

\ Tefsîru’l-Menâr’da konuyla ilgili olarak şöyle denmektedir: “Ehl-i Sünnet, hadîsin imâmet veya hilâfet olan sulta’nm (otorite, iktidar) velâyetine delâlet etmediğini söyler. Bu lafız, Kur’ân’da bu manada kullanılmamıştır. Bilakis vclâyetten kasıt yardım etme ve destekleme velâyetidir ki Allah Teâlâ bununla ilgili olarak müminlerin ve kâfirlerin hepsi için, “Onlar birbirlerinin velisidir (yardımcısıdır).”148 demiştir. Hadîsin manası “Ben kimin için yardımcı ve destekleyici isem Ali de onun yardımcısı ve destekleyicisidir. Yahut kim beni destekleyip bana yardım ettiyse Ali’yi de desteklesin ve ona yardım etsin.” şeklindedir. Sonuç olarak hadîsin manasının, Hz. Peygamber’in izinden giderek onun yardım ettiğine yardım etmek ve onun yardım ettiği şeyle yardım etmektir. Bu, büyük, bir meziyettir. Hz. Ali, Hz. Ebû Bekr, Ömer ve Osman’a yardım etti ve onları destekledi. Hadîs, Hz. Ali gibi onlara yardım edenler aleyhinde hüccet değildir. Bilakis onlara buğzedip onlardan uzaklaşanlar için hüccettir. Muâviye’ye yardım edip onu destekleyenler aleyhinde hüccet olması ise sahîhtir. Hadîs, imâmete delâlet etmez; aksine Hz. Ali’ye imâm iken de bir imâma tâbi iken de yardım etmeye delâlet eder.”149

Çağdaş araştırıcılardan et-Turkmânî ise hadîsin iki mana taşıdığını ifade etmektedir. Birincisi, “Ben kimin dini için zahirimle, batınımla, sırrım ve aleniyetimle yardımcısı ve dininin koruyucusu isem, Ali de bu yolda onun yardımcısıdır.” İkincisi, muhtemeldir ki bu hadîsten murad edilen şey şudur: “Ben kimin yanında zahirim ve batınımla sevgili ve oııa dost isem, Ali onun dost ve sevgilisidir.” ya da “Benim bu şekilde dostluğum ve muhabbetim vacip olduğu gibi zahiriyle ve batınıyla Ali’yi sevmek vaciptir.” Onu, zahiri ve batınıyla dost edinmek vacip olmuştur. Kendisinden imân zuhûr eden her kişiyi bu şekilde dost edinmeyiz, bilakis onların bâtınlarına bakmaksızın zahirleriyle dost ediniriz.150

·        V. OLAYIN VUKÛ SEBEBÎ

·        1. Olayın Yemen Seferiyle Bağlantısı

Sünnî kaynakların bir kısmı, Hz. Peygamber’in Garffr’deki sözleri söylemesinin sebebi olarak Hz. Ali’nin Yemen seferi sırasında meydana gelen bazı olayları zikrederler.

Yemen seferleriyle ilgili birkaç farklı rivayet mevcuttur. Bu rivayetlerin bazılarına göre Yemen'deki ihtilafın sebebi, Hz. Ali’nin ganimet olarak alman bir cariyeye yaklaşmasıdır. Cariye olayı yukarıda geçen Tirmizî’nin naklettiği rivayette de verilmiş; ancak olayın bir seriyye sırasında meydana geldiği söylenerek Yemen'den bahsedilmemiştir. Bureyde ise, Hz. Ali’nin cariyeye yaklaşmasından hoşlanmadığını ve Hz. Peygamber’in huzuruna geldiğinde olanları Resûlul-lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a anlattığını söyler. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bu şikayete cevap olarak “Hz. Ali’nin ganimet malının beşte birindeki hissesi, aldığı cariyeden daha çoktur." dediği belirtilmiştir.151

Yemen'de vukû bulduğu iddia edilen cariye meselesinden başka İbn Kesir’de anlatılan ve Ebû Sa’îd el-Hudrî’ye dayandırılan bir rivayette ise, Hz. Ali’nin beraberindeki askerlerin zekat malından olan develere binme isteklerini reddettiği, hacc için onlardan önce Mekke'ye gittiğinde yerine vekil olarak bıraktığı kişinin onların bu taleplerini yerine getirdiği, neticede Hz. Ali’nin onu azarladığı, bunun üzerine Medine'ye dönünce Hz. Ali’nin şikayet edildiği belirtilmektedir. Bu rivayete göre şikayete konu olan mesele, müslü-manlann ortak malı olan develerin Hz. Ali tarafından kullandırılmamasıdır.152 Yine bu seferle ilgili bir başka rivayette Hz. Ali’nin yerine vekil tayin ettiği kişinin askerlere elbise verdiği, Hz. Ali’nin ise hacc farizasını yerine getirdikten sonra askerleri karşılarken üzerlerinde gördüğü bu yeni elbiseleri çıkarttığı, bunun için Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a şikayet edildiği ifade edilmektedir.153

Ersavaş, “Gadîr-i Humm olayının Yemen dönüşü geçen bir olayla izah edilmesi sadece M. Hamidullah ile Ebû Kevser’de görülmektedir.” demektedir.154 Hamidullah, özetle “Yemen seferi sırasında elde edilen ganimetlerin dağıtımından sonra devlet hâzinesine ait kısmı muhafaza altına alındı ve bü malların da dağıtılması talebini Hz. Ali reddedince dönüş yolunda acı ve üzüntü veren bir takım şiddetli münakaşalar cereyan etti ve Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın huzuruna varıldığında şikayetler yapıldı. Bunun üzerine Hz. Muhammcd (salla’llâhü aleyhi ve sellem), birlik komutanı Hz. Ali’yi destekledi. Ancak olayın çalkalanmasının bir müddet daha sürmesi üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Gadîr-i Humm denen yerde Sahâbîlerine hitab etme lüzumunu hissetmiştir.” demektedir.155

Ancak Hamidullah ile Ebu Kevser’den başka çağdaş siyer yazarlarından Muhammed Ebû Şehbe,156 Martin Lings,157 Ekrem Ziya Umerî158 ve en-Nedvî159 de Gadir konuşmasını Yemen seferiyle bağlantılı görürler. Bu müelliflerden çok önceleri de Gadîr olayı ile Yemen seferi arasında bağlantı kuranlar olmuştur. Mesela İbn Kesir,160 Halebî,161 Âlûsî,162 ve R. Rıza163 aynı görüştedirler. İbn Kesir şöyle demektedir: “Askerler arasında, Hz. Ali’nin onları zekat develerine binmekten menetmesi ve naibi tarafından kendilerine verilen elbiseleri onlardan geri almasından dolayı dedikodu arttı. Hz. Ali, yaptıklarından dolayı mazurdu; fakat hacılar arasında onunla ilgili söylentiler yayıldı. Bundan dolayı -Allah daha iyisini bilir- Resûlullah hacc farizasını bitirip Medine’ye dönünce Gadîr-i Hunim’da birçok insanın nefsinde meydana gelen şeyleri izale etmek için insanlara hutbe irâd ederek Hz. Ali’nin suçsuz olduğunu söyledi, onun kadrini yüceltti ve faziletini belirtti.”164

Hz. Ali’nin naibi tarafından elbiselerin dağıtıldığı ve bunların Hz. Ali tarafından geri alındığı, bunun üzerine Hz. Ali’nin Hz. Peygamber’e şikayet edildiği Şeriatı tarafından da anlatılmaktadır.165 Ancak ona göre Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hemen ayağa kalkarak onlara hitaben şöyle demiştir: “Ey insanlar! Ali’den şikayetçi olmayınız. Allah’a yemin ederim ki Ali, Allah yolunda hiçbir şeyden pervası olmayandır.”166 Bununla birlikte Şeriati, Gadîr olayını ayrı olarak ele alır ve Yemen seferiyle bağlantı kurmaz.167

Konunun daha iyi anlaşılması için Yemen seferini Vâkıdî’nin anlatımından özetleyerek nakledelim: Hz. Ali, h. 10’da Hz. Peygamber tarafından Yemen'e 300 kişinin komutasında gönderilmiş ve buradan epey ganimet almıştı. Hz. Ali, ele geçirilen ganimetleri beş' paya ayırarak kur’a çekti. Askerler Hz. Ali’den humusu da kendilerine dağıtmasını istediler; fakat Hz. Ali buna yanaşmadı. Hz. Ali, beraberindeki askerlerle beraber Mekke'ye, hareket etti. Futuk168 köyüne vardıklarında Resûlullah’ın yanına yetişmek için acele etti ve yerine Ebû Râfı’i vekil bırakarak yola çıktı. Humus arasında Yemen kumaşından elbiseler de vardı.

Diğer taraftan Hz. Ali, onların zekat develerine binmelerini de yasaklıyordu. Askerler Hz. Ali’nin vekiline kendilerine elbise vermesini istediler. O da onlara ikişer elbise verdi. Hz. Ali, askerlerini Mekke'nin girişinde karşılarken giymiş oldukları elbiseleri tanıdı. Bundan dolayı Ebû Râfi’i azarladı. Hatta bazılarının üzerinden elbiseleri çıkarıp aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in yanma gittiklerinde Ali’yi şikayet ettiler. Hz. Peygamber hâdiseyi Hz. Ali’den sormuş, onu dinledikten sonra da susmuştu.169

·        2. İfk Hâdisesi

Bir rivayete göre Hz. Ali’nin İfk hâdisesinde Hz. Âişe hakkında söylediği sözler onu incitmişti. Bunu fırsat bilen münafıklar, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m Hz. Ali’ye küstüğü rivayetini yaydılar.170 "İşte bahis mevzuu olan hadîs, bu olaylardan sonra söylenmiştir.

·        3. Usâme'nin Sözleri

Birkaç Sünnî kaynakta ise hadîsin vurûd sebebi şöyle zikredilir: Usâme, Hz. Ali’ye “Sen benim mevlâm değilsin; benim mevlâm Resûlullah’tır.” dedi. Bunun üzerine Resûlullah, “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” buyurdu.171 Bu konuşmanın, ikisi arasında vukû bulan bir tartışmadan sonra meydana geldiği söylenir.172

Hz. Peygamber’in muvâlât hadîsini, İfk hâdisesi veya Usâme b. Zeyd’in sözü üzerine söylediğine dair Sünnî kaynakların çok azında bilgi verilmektedir. Asıl üzerinde durulan konu Hz. Ali’nin Yemen dönüşü, askerleriyle kendisi arasında meydana gelen ihtilaf üzerine, Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi desteklemek amacıyla bu sözleri söylediğidir. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki, Gadîr-i Humm'daki konuşmayı nakleden kaynakların büyük çoğunluğu, -özellikle ilk kaynaklar- olayın Yemen seferiyle bağlantılı olduğunu açık bir şekilde belirtmemektedirlcr. Bununla birlikte birbirlerinden farklı olan rivayetleri biraraya getirdiğimizde ortaya çıkan netice, Gadîr olayının Yemen seferi dönüşünde meydana gelen hâdiselerle ilgili olduğunu göstermektedir.

Şîa'nın iddiası olup bazı Sünnî yazarlarca da nakledilen diğer bir sebep, Mâide sûresinin 67. ayetinin Hz. Peygamber’e Gadir'’deki konuşmasından önce indiğidir. Allah Teâlâ mezkûr ayette şöyle buyuruyor: “Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” Bu ayetin nüzûl sebebi üzerinde ileride durulacaktır.

·        VI. OLAYIN VUKUUNU REDDEDENLER

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Gadîr olayının vukûunu Hatiboğlu173 reddetmekte, ayrıca Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi adlı eserde sözkonusu olayın uydurma olduğu söylenmektedir.174 Bu umumi değerlendirmelerden başka, Gadîr günüyle ilgili olarak rivayet edilen birçok hadîs, Ehl-i Sünnet alimlerince mevzu kabul edilmiştir.175

Şîa’nın rivayetlerini reddedenlerden birisi İbn Teymiyye'dir. İbn Teynıiyye olay hakkındaki Şiî rivayetleri reddetmekle birlikte, Sünnîlcrce nakledilmiş rivayetleri tamamen reddetmemekte, ancak bu rivayetleri zayıf bulduğunu ifade ederek Şiî rivayetlerle Sünnî rivayetleri böylece birbirinden ayırmaktadır.176

İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sunne adlı eserinde olaya birkaç yerde değinmektedir. Gadîr olayı evvela Mâide sûresinin 67. ayeti münasebetiyle zikredilmiştir. Burada çeşitli deliller ileri sürülerek Sa’lebî’nin tefsirinden nakledilen bu rivayet reddedilmektedir.177 Yine Mâide sûresinin 3. ayetiyle ilgili olarak Şîa’nm iddialarından bahsedilirken olaya değinilmekte ve Şiîler’in sözkonusu ayetle ilgili görüşleri reddedilerek bu konudaki rivayetlerin mevzu olduğu söylenmektedir.178 Müellif, burada hadîsin, “Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı yardımsız bırak.” kısmının hadîs ilminde mârifet sahibi olan kişilerin ittifakıyla yalan olduğunu belirtmektedir.179 Bu bölümün “şüphesiz yalan olduğu”180 başka yerde de geçmektedir. “Ben kimin mevlâsıysam Alı de onun mcvlâsıdır.” bölümü için, “Sahîhlerdc rivayet edilmemiş; fakat başka alimlerce rivayet edilen hadîslerdendir.! İnsanlar sıhhati hususunda ihtilaf etmişlerdir. Buhârî, İbrahim el-Harbî ve hadîs alimlerinden bir grup tarafından bu hadîse ta’nedildiği ve zayıf görüldüğü nakledilmiştir...” demektedir.181 İbn Teymiyye, sözünün devamında, “Deriz ki, eğer Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu söylemişse diyecek bir söz yok! Ancak eğer o bunu söylemişse bu sözle kesinlikle hilâfeti kastetmemiştir. Çünkü lafızda buna delâlet edecek bir şey yoktur. Bu büyük işe benzer şeylerin açık şekilde tebliğ edilmesi gerekir. Aynı zamanda sözün içinde, muradın hilâfet olduğuna delâlet cdeçek açık bir delil de bulunmamaktadır... Ayrıca mevlâ kelimesinin vâli manasına kabul edilmesi dc batıldır.” demektedir.182 İbn Teymiyye, Külliyât’ında “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım! Ona dost plana dost ol.” hadîsine gelince, Tirmizî dışında diğer temel hadîs kitaplarında böyle bir rivayet yoktur.183 Hem Tirmizî’de de hadîsin “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır.” kısmı mevcuttur. Buna ilave olan kısım, hadîsten değildir. Nitekim İmâm Ahmed’e bu sorulmuş, “Kûfelilerin ilavesidir.” karşılığım vermiştir. Bu ilavenin uydurma olduğu birkaç vecihle sahîhtir.” demektedir.184 Müellif, aynı eserinde şöyle devam eder: “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır.” hadîsine ta’n eden hadîs ehli vardır. Mesela Buhârî ve başkaları onu tenkit etmişlerdir. Bazı hadîs ehli ise, onun hasen olduğunu söylemişlerdir. Ama Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle bir şey söylemişse bundan özel bir dostluk anlaşılmaz; aksine müşterek bir dostluk anlaşılır. O da müminler arasındaki imân dostluğudur. Muvâlât (dostluk) düşmanlığın zıddıdır. Şüphesiz başkalarına karşı müminlere muvâlât gereklidir.185 Albânî, İbn Teymiyye’nin Gadîr hadîsi hakkındaki değerlendirmesiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “İbn Teymiyye’nin hadîsin birinci bölümünü zayıf kabul ettiğini, ikinci bölümünü ise yalan zannettiğini gördüm. Kanaatimce bu değerlendirme, hadîslerin sened-lerini cem’edip onları incelemeden zayıf kabul etmekte acele davranmasının neticesi olan bir mübalağasıdır.”186

Özet olarak diyebiliriz ki îbn Teymiyye, Şiîler’in Mâide sûresinin 67. ayeti ile 3. ayeti, Hâris olayı ve buna bağlı olarak Me’âric sûresinin 1-3. ayetleriyle ilgili iddialarını reddetmekte, Gadîr hadîsinin birinci bölümü olan, “Ben kimin mevlâsıysâm Ali de onun meVlâsıdır.” kısmı için zayıf, “Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” şeklindeki ikinci kısmı için uydurma demektedir.

Aliyyu’l-Kârî, Mevzûât’ında187 Gadîr-i Humm adından bahsetmeksizin şöyle demektedir: “Mevzu hadîslerin bazıları da Hz. Peygamber’in, bütün ashâbın huzurunda açıkça yaptığı bir şeyi, Ashâb’ın onu gizlemek için ittifak edip, yapmamalarına dair olan rivayetlerdir. Buna örnek olarak, taifelerin en yalancısının iddiasına göre, Hz, Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Vedâ haccı dönücü bütün Sahâbîler’in huzurunda Hz. Ali’yi ayağa kaldırdı, ta ki herkes onu tanıdı. Sonra şöyle dedi: ‘Bu benim vâsim, kardeşim ve benden sonra halîfedir. Onu dinleyin ve ona itaat edin.’ Sonra Ashâbın hepsi bunu gizlemek, değiştirmek ve muhalefet etmek için anlaştılar. Yalancıya Allah lanet etsin.”188

Görüldüğü gibi yukarıda zikredilen sözlerin mevzu olduğunu söyleyen Aliyyu’l-Kârî’nin hareket noktası Ashâbın yalancılıkla ve gerçeği gizlemek hususunda ittifak etmekle itham edilmesidir. Bu tespit, mevzu hadîsleri tanıma yollarından biridir. Müellifin mevzu olduğunu söylediği hadîs, meşhur olan muvâlât hadîsi değildir. Aliyyu’I-Kârî’nin yukarıda naklettiği sözler, zaten hiçbir Sünnî alim tarafından Hz. Peygamber’e nispet edilmemiştir. Nitekim Gadîr hadîsini kabul eden günümüz sünnî alimlerinden Albânî, “O, benden sonra halîfcmdir.” sözlerinin yalan olduğunu söylemektedir.189

Ehl-i sünnet alimlerinin yanısıra Mu’tczile de Hz. Ali’ nin açıkça hilâfete getirildiğine dair hadîslerin mevcudiyetini reddetmiştir.190

·        VII. ŞtÎLERÎN BAZI İDDİALARI

Şiîler’in Gadîr hadîsi hakkındaki rivayetlerinin bir takım iddialar taşıdığını yukarıda zikretmiştik, Şimdi bu iddiaların bazılarını ele alıp incemeye çalışacağız.

1. Sekaleyn Hadîsi

Gadîr olayı hakkında gerek Sünnî gerekse Şiî kaynaklı bazı rivayetlerde Sekaleyn hadîsinin de aynı hutbede söylendiğine dair ifadeler yer almıştır. Daha önce verdiğimiz Müslim rivayetinden, Hunim denilen yerde sadece Sekaleyn hadîsinin söylendiği anlaşılmakta, muvâlât hadîsine yer verilmemekteydi. Dârîmî’nin Sw/ren’inde, Müslim’de geçen Zeyd b. Er kam hadîsine benzer bir rivayet yine Zeyd’ten, yer adı zikredilmeksizin nakledilmiştir.191

Ahmed b. Hanbel’de geçen ve Ebû Sa’îd el-Hudrî’ye dayandırılan rivayetlerde Gadîr' den bahsedilmcksizin Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m şöyle dediği ifade edilmektedir: “Ben size iki ağır şey bırakıyorum. Birincisi diğerinden daha büyüktür. Allah'ın Kitabı ki, gökten yere uzanır. Ehl4 Beytim ifratım. Bunlar havzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar.”192 Ebû Sa’îd el-Hudrî’dcn nakledilen bir başka rivayette yukarıdaki rivayetten farklı olarak hadîsin son kısmında Hz. Peygamber, “Latîf ve Habîr olan bana bildirdi ki, onlar havzda bana döndürülünceye kadar birbirinden ayrılmazlar. Benden sonra onlara nasıl davranacağınıza dikkat edin.” demektedir.193

İbn Teymiyye, Muslini hadîsini ele alırken, bir grup Sünnî alimin bu hadîsle ıtratın yani Benû Hâşim’in dalâlet üzerine ittifak etmeyeceğini söylediklerini belirttikten sonra şöyle demektedir: “Müslim’deki hadîsi Hz. Peygamber gerçekten söylemişse, bunda ancak Allah'ın Kitabına ittiba vasiyeti vardır. Bu, daha önce Vedâ haccında vasiyet edilen bir şeydir. Resûlullah, ıtrata ittibayı emretmemektedir. O, 'Ehl-i Beytim hakkında sîzlere hatırlatırım.' demektedir. Ümmetin onları hatırlamaları, daha önce verilmesi emredilen atıyyelcri, hakları ve onlara zulümden imtinayı gerektirir. Bu ise, Gadîr-i Hunim'dan önce açıklanmış bir emirdir.”194

“Kur’ân ile ehl-i beytim havza döndürülünceye kadar birbirlerinden ayrılmazlar.” sözü hakkında ise İbn Teymiyye’nin görüşü şöyledir: “Bu söz ıtratın icmaımn hüccet olduğuna delâlet eder. Fakat ıtrat Benû Hâşim’in tümü, Abbas oğulları, Ali oğulları ve diğer Ebû Tâlib oğullarıyla başkalarıdır. Ali tek başına ıtrat değildir.”195

R. Rızâ, “Hz. Peygamber’in ifratının, Allah Teâlâ’nm kendisine indirdiği kitaptan ayrılma konusunda icma etmeyeceğine, Kitâb ve ıtratın Resûlul-lah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bize bıraktığı iki şey olduğuna, bununla ilgili hadîsin Gadîr kıssasından başka yerde de sıhhat bulduğuna inanırız. Onlar bir iş üzerine icmâ ederlerse onu kabul eder ve ona tâbi oluruz. Bir iş hususunda ayrılığa düşerlerse onu Allah’a ve Rcsûlü’ne havale ederiz.” demektedir.196.

Ancak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu hadîse benzer bir başka rivayette, “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara tutunursanız dalâlete düşmezsiniz. Allah'ın Kitabı ve Peygamberdin sünneti.” demektedir.197 Bazı kaynaklarda ise sadece, “Allah'ın Kitabı" lafzı yer almaktadır.198

Hadîs, Sünnîler arasında Allah'ın Kitabına ve ReSûlullah’m sünnetine tutunulmasını vasiyet eden varyantlarıyla şöhret bulmuştur.

·        2. Menzile Hadîsi

Gadîr’deki konuşma münasebetiyle Şiîlerce zikredilen hadîslerden biri de menzile hadîsidir. Sünnî hadîs kitaplarının çoğunda yer alan hadîsin sebeb-i vurûdu şöyledir: Hz. Peygamber, Tebûk gazvesine giderken Hz. Ali’yi Medine’de ailesine bakmak için yerine vekil bıraktı. Bazı kaynaklar, Hz. Ali’nin Medine’ye vekil olarak bırakıldığını söylemektelerse de199 onun Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın ailesine bakmak üzere bırakıldığı anlaşılmaktadır. Medine'ye vekil olarak bırakılan kişi Muhammed b. Mesleme’dir.200 Savaşa gidenlerle birlikte olamamak Hz. Ali’ye ağır gelmişti. Bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Ali’nin savaşa götürülmemesi Medine'de kalanlarca da yanlış yorumlanmıştı.201 Kaynaklarımızda belirtildiğine göre Hz. Ali aleyhine dedikodu çıkaranlar münafıklardı.202 Bu dedikodular üzerine Hz. Ali, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a giderek, “Ey Allah’ın Resulü! Beni kadın ve çocuklarla geride mi bırakıyorsun?” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ali’ye, “Sen bana karşı Harun’un Musa’ya karşı olan mertebesindeki gibi olmak istemez misin? Ancak şu var ki benden sonra Peygamber yoktur.” buyurdu.203

Kurtubî, söz konusu hadîste hilâfetin kastedilmediğini, Hz. Harun’un Hz. Musa’dan önce vefat ettiğini, Hz. Musa’nın halefinin Yuşa’ b. Nûn olduğunu söyler. Ona göre bununla hilâfet kastedilmiş olsaydı Hz. Peygamber, “Senin bana karşı durumun Yuşa’ın Musaya karşı olan durumu gibidir.” derdi. Hz. Peygamber bununla, Hz. Ali’yi, hazır olduğunda ve gaybetinde yerine halef bıraktığını kastetmiştir. Tıpkı Musa Rabbiyle konuşmaya gittiği zaman Harun’un onun halîfesi olması gibi.204 Müfcssir Kurtubî, benzer rivayetlerin -hemen hemen aynı lafızlarla- Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer için söylendiğini zikretmekteyse de,205 bu rivayetlerin ciddi bir tahlile tabi tutularak söz konusu menzile hadîsine alternatif olarak ortaya atılıp atılmadığının ortaya konması gerekir.

Hadîsin Sünnî kaynaklarda geçen varyantları arasında bazı küçük farklılıklar olmakla birlikte olayın Tebûk seferi öncesi meydana geldiği ve Hz. Peygamber’in bu sözleriyle Hz. Ali’nin gönlünü almak istediği anlaşılmaktadır. Şiî müellifler Kummî, Tabatabâî ve Kazvînî’nin de naklettikleri rivayetlerde olayın, Tebuk'c giderken meydana geldiği söylenmiştir. Ancak Kazvînî, Hz. Peygamber’in bu sözleri müteaddid defalar söylediğini iddia etmektedir.206

Bu konuya son vermeden önce, Kummî’nin menzile hadîsi olarak zikrettiği rivayeti nakletmek istiyoruz: “Hârun’un Musa’ya karşı durumu gibi kardeşim olmayı, benim de Senin kardeşin olmamı istemez misin? Bilmiş olun ki benden sonra nebî yoktur. Eğer benden sonra nebî olsaydı, bunun sen olduğunu söylerdim. Sen ümmetimde halîfcmsin.i Sen benim dünyada ve ahirette vezirim ve kardeşimsin.”207

·        3. Hz. Ömer’in Hz. Ali’yi Kutlaması

Şiîlcr’in, Hz. Ömer’in Gadîr'de meydana gelen gelişmelerin ardından Hz. Ali’yi tebrik ettiğini iddia ettiklerinden yukarıda bahsetmiştik. Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu konu hakkında Sünnî kaynaklarda ki en eski rivayet, Ahmed b. Hanbel’in A/Msnerf’inde yer almaktadır. Bu rivayete göre Hz. Peygamber, daha önce zikri geçen konuşmayı yaptıktan sonra Hz. Ömer, Hz. Ali’yle karşılaşmış ve ona, “Ey Ebû Tâlib’in oğlu! Bütün mümin ve-müminelerin mevlâsi oldun.” demiştir.208 Bir başka rivayette ise Hz. Ömer’in, “Oh! Oh! Ey Ebî Tâlib’in oğlu! "Benim ve bütün müslümanlann mevlâsi oldun.” dediği belirtilmiştir.209

·        4. Mâide Sûresinin 3. Ayetinin Nüzûl Sebebi

Şiîler’in iddialarından birisi de, Hz.. Peygamber’in Hz. Ali hakkında yaptığı konuşmadan sonra Mâide sûresinin 3. ayetinin bir bölümü olan, “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ ı seçtim." kısmının nâzil olduğu hususudur.

Sünnî kaynaklar, ayetin Vedâ haccında Arefe gününe rastlayan Cuma günü yatsı vakti210 nâzil olduğunu belirtmektedirler.211 Kurtubî, Arefe günü olan Cuma gününde ikindiden sonra indiğine dair rivayetin daha sahîh olduğu görüşündedir.212 Ayetin pazartesi günü indiğini ve Mâide sûresinin Medenî olduğunu söyleyenler de olmuştur.213 Bundan sonra Hz. Peygamber’e helal veya haramla ilgili vahiy gelmediği belirtilir.214 Cumhûra göre bundan kastedilen, farzların, helâl ve haramla ilgili emirlerin büyük bir kısmıdır. Derler ki bu ayetten sonra da birçok ayet nâzil olmuştur. Ribâ ayeti, kelâle (babası ve çocuğu olmayan kimse) ayeti vb. gibi. Dinin büyük bir kısmı ve hacc işi tamamlanmıştır. Çünkü bu yıl onlarla beraber müşrikler ve çıplak kimseler tavaf etmemiş; bütün insanlar Arefede vakfe yapmıştır.215 Kurtubî’nin de zikretiği gibi, bazılarına göre bu ayetten müminlerin, müşrikler olmaksızın ve onlarla karışmaksızm haccetmeleri kastedilmiştir216 Ayetin nüzûlünden sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sadece 81 gün yaşamıştır.217

Ayetin nüzûl zamanı ile ilgili olarak Hz. Ömer ile bir yahudi arasında; geçen bir konuşmadan bahsedilir: Yahudilerden biri, Hz. ,Ömer’e, “Ey müminlerin emiri! Kitabınızda okuduğunuz bir ayet vardır ki eğer biz yahudilere inmiş olsaydı bu günü bayram edinirdik.” dedi. Hz. Ömer, “Hangi ayettir bu?" diye sordu. Yahudi, “Bugün size dininizi ikmâl ettim ve üzerinize nimetimi tamamladım.” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Allah’a andolsun ki bu ayetin Resûlullah’a hangi günde ve hangi saatte indiğini biliyorum. Yatsı vakti, Arefe gününde ve Cuma gününde nâzil olmuştur.” dedi.218 Buna benzer bir rivayet de İbn Abbâs ile ilgili olarak anlatılmaktadır: İbn Abbâs, sözkonusu ayeti okudu, yanında bir yahudi vardı. Yahudî, “Bu ayet bize indirilmiş olsaydı indiği günü bayram edinirdik.” dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, “Bu ayet, bir güne denk gelen iki bayramda nâzil olmuştur. Cuma gününe rastlayan Arefe gününde.” dedi.219

Taberî, “Ayetin nüzûl zamanı hakkındaki rivayetlerin evlâsı, Ömer b. el-Hattâb’tan rivayet edilenidir.” demektedir.220 Suyutî ise ayetin Mekke'de indiği halde Medenî ayetler hükmünde olduğunu ifade etmektedir.221                                  •

Şiîler’e göre ayet, Hz. Peygamber’in Gadîr’deki konuşmasından sonra indirilmiştir. Hz. Ali’nin velâyete naspedilmesiyle de din ikmâle ermiş ve nimet tamamlanmıştır.222 Kummî’de geçen bir rivayete göre Allah Teâlâ’nın inzâl buyurduğu son farîza velâyet olup bundan sonra herhangi bir farîza inmemiş; sonra da Mâide sûresinin 3. ayeti nâzil olmuştur.223 Hatta Şiî müfessir Tabatabâî, Allah Teâlâ’nın Mâide sûresinin mezkur ayetiyle birlikte velâyet işini de Arefe gününde indirdiğini, fakat Hz. Peygamber’in ayetleri Arefe gününde tilâvet ederek velâyetin açıklanmasını Gadîr-i Humm'i geciktirmiş olabileceğini mümkün görmektedir.224

Kuleynî’nin naklettiği bir rivayette, İmâm Rıza’ya atfedilen sözlerde, Mâide sûresinin 3. ayetinin Vedâ haccmda indirildiği, imâmetin dini tamamlayan işlerden olduğu belirtilir. Buna göre Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi alem ve imâm seçmiştir. Allah’ın, dinini tamamlamadığına inanan kimse Allah'ın Kitabını reddetmiş olur. Allah'ın Kitabını reddeden kimse ise kâfir olur.225

İbn Teymiyye, Şîa’nın bu konudaki kanaatlerini reddettiği gibi226 Râzî de tefsirinde bu ayetle ilgili Şiî görüşe “karşı çıkmaktadır.227 Suyûtî, ayetin Gadîr-i Humm’da indiğine dair rivayetlerin sahîh olmadığım belirtmektedir.228

·        5. Mâide Sûresinin 67. Ayetinin Nüzûl Sebebi

Yukarıda, Şiîler’in bu ayetin Gadîr olayıyla ilgili olarak nâzil olduğunu söylediklerinden bahsetmiştik. Taberî, tefsirinde ayetin Mâide sûresinde kendileriyle ilgili kıssalar anlatılan ehl-i kitâbtan yahudi ve hıristiyanlara tebliğ için nâzil olduğunu ifade etmektedir. Yine aynı eserinde bu ayetin nüzûlünden sonra Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m, “Artık beni beklemeyin. Rabbim beni korumuştur.” dediğine dair birçok rivayet nakledilmiştir. Bir bedevinin Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ı öldürmek istemesi üzerine ya da Hz. Peygamber’in Kurcyş’ten çekindiği için Allah’ın bu ayetle ona güven verdiğine dair rivayetler de vardır.229

Tirmizî’nin naklettiği bir hadîste Hz. Âişe şöyle demektedir: “Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), (muhafızlar) tarafından korunurdu. Nihayet ‘Allah seni insanlardan korur’ ayeti indi; bunun üzerine Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kümbetten başını çıkararak, ‘Ey insanlar dağılın! Çünkü Allah beni korudu.’ buyurdu.”230 Tirmizî’nin garib olarak nitelediği bu rivayete benzer nakiller başka kitaplarda da yer almıştır.231 Vahidî’nin naklettiği bir bekçilik hâdisesinin hicretten önce Mekke'de meydana geldiği anlaşılmaktadır. İbn Abbâs’tan naklen verilen rivayete göre, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), korunuyordu ve Ebû Tâlib ayet ininceye kadar kendisini korumak üzere Benû Hâşim’dcn bazı kişiler gönderiyordu. Ayetin inmesinden sonra amcası onu koruyacak kimseler göndermek istedi. Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), “Ey amcacığım! Allah beni cinlerden ve insanlardan korumuştur.” dedi.232 Ancak sözkonusu rivayet, bu ayetin Mekkî olduğu anlamına gelir ki Mâide sûresinin Medenî olduğu üzerinde icmâ vardır. Diğer taraftan Müslim’de geçen rivayetler, bu

ayetin Medenî olduğunu göstermektedir.233

Yine Vâhidî’nin naklettiğine göre, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ beni risaletle görevlendirdiğinde çok sıkıldım ve insanların birçoğunun beni yalanlayacağını anladım.” Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Kureyş’ten, yahudilerden ve hıristiyanlardan çekiniyordu. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.234

Râzî, sözkonusu ayetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak zikredilen görüşleri biraraya toplayarak şöyle sıralamıştır.

·        1) Ayet, yahudilerle ilgili olarak bu ayetten daha önce geçmiş olan recm ve kısas hakkında nazil olmuştur.

·        2) Yahudilerin dini ayıplamaları, din ile alay etmeleri ve Hz. Peygamber’in onlara karşı sükût etmesi üzerine nâzil olmuştur.

·        3) Tahyîr (iki şeyden birini seçme hususunda serbest bırakma) ayeti, yani “Ey Peygamber! Zevcelerine de ki: ‘Eğer siz dünya hayatını ve onun zînetlerini arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, Peygamber’i ve ahiret yurdunu diliyorsanız...’ “235 ayeti nâziî olduğu zaman Hz. Peygamber, hanımlarının dünyayı seçmelerinden korkarak bu ayeti onlara bildirmedi. Bunun üzerine ayet nâzil oldu.

·        4) Ayet, Zeyd b. Harise (r) ile Zeyneb b. Cahş (r)’m durumu hakkında nâzil olmuştur.

·        5) Bu ayet, cihad hakkında nâzil olmuştur. Çünkü münafıklar cihattan hoşlanmadıkları için Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onları zaman zaman cihada teşvik etmiyordu.

·        6) Cenab-ı Hakk’ın, “Allah’tan başka yalvardıklarına sövmeyiniz. Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah’a söverler.”236 ayeti nâzil olduğu zaman, Hz. Peygamber müşriklerin ilahlarını ayıplamaktan vazgeçti. Bunun üzerine bu ayet nâzil oldu ve Allah, “tebliğ et..." yani “Onların ilahlarının ayıplarını söylemeye devam et ve onlardan gizleme. Çünkü Allah; seni onlardan mutlaka korur.” demiştir.

·        7) Bu ayet, müslümanların hakları hususunda nâzil olmuştur. Çünkü Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Vedâ haccında çeşitli hükümleri ve haccın menâsikini beyan ederken, “Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, müslümanlar da “Evet!” demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, “Allahım, şahid ol!” demişti.

·        8) Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, bir yolculuğunda bir ağacın altında konakladı ve kılıcım ağaca astı. O uyurken bir bedevî geldi; Hz. Peygamber’in kılıcını alıp kınından çıkardı ve “Ey Muhammedi Seni elimden kim kurtaracak?” dedi. Hz. Peygamber, “Allah!” diye cevapladı. Bunun üzerine, Allah Teâlâ bu ayeti indirip, onu insanlardan koruduğunu beyan buyurdu.237

·        9) Hz. Peygamber, Kureyşliler’den yahudiler-den ve hıristiyanlardan çekiniyordu. İşte bundan dolayı Allah bu ayetle onun kalbindeki korkuyu giderdi.

·        10) Ayet, Hz. Ali’nin fazileti hakkında nâzil olmuştur. Bu ayet nâzil olduğu zaman Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elini tuttu ve “Ben kimin mcvlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır. Allahım! Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol.” buyurdu. Hz. Ömer, Hz. Ali ile karşılaştı ve “Ey Ebû Tâlib”in oğlu! Ne mutlu sana! Benim ve kadın erkek bütün müminlerin dostu oldun.” dedi. Bu, İbn Abbâs, el-Berâ b. Âzib ve Muhammed b. Ali’nin görüşüdür.238

Müfessİr Râzî, bütün bu görüşleri sıraladıktan sonra şöyle demektedir: “Bil ki bu rivayetler çok ise de, evlâ olan bu ayeti, ‘Allah’ın Hz. Muhammcd’i yahudilerin ve hıristiyanların hile ve tuzaklarından emin kılıp, onlara hiç aldırmadan tebliğini yapmasını emrettiği’ manasına hamletmektir. Çünkü bu ayetten önceki ve sonraki birçok ayet yahudi ve hıristiyanlarla ilgili olduğuna göre bu aradaki tek ayeti öncesine ve sonrasına uygun düşmeyen bir manaya hamletmek imkânsız olur.”239

İbn Abbâs, “Ayetin manası, ‘Rabbinden sana indirilenlerin hepsini tebliğ et. Eğer onlardan birşey gizlersen, elçiliğini yerine getirmemiş olursun.’ şeklindedir. Bu, peygamber ve ümmetinden hamele-i ilim olanların Allah’ın şeriatından herhangi bir şeyi gizlememeleri, için bir te’diptir.” der.240

Yukarıda da geçtiği gibi Şiîlcr, bu ayetin, Hz. Ali’nin veiâyetinin tebliğ edilmesi için indirildiğini kabul ederler.241 Bir rivayete göre Allah Teâla Hz. Peygamber’den Hz. Ali’nin velâyetini bildirmesini vahyetmiş; ancak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bu durumun Ashâbmdan bazılarına ağır geleceğini düşünerek bu emri bildirmemiş; bunun üzerine söz konusu ayet nâzil olmuştur.242 Benzer bir rivayet ayetin Veda haccmda nâzil olduğu hususuna da işaret etmektedir. Buna göre Hz. Peygamber’e, Hz. Ali’nin velâyeti veda haccında bildirildiği halde “davete zarar dokunur” gerekçesiyle bunu tebliğ etmekten çekinmiş bunun üzerine Mâide sûresinin 67. ayeti nâzil olmuştur.243

Ebû Hureyre’ye dayandırılan bir rivayette Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m şöyle dediği iddia edilmektedir: “Yedi gök semaya çıkarıldığım gece Arş’ın altından ‘Şüphesiz Ali hidayetin ayeti ve bana inananların sevgilisidir. Onu tebliğ et.’ şeklinde bir nidâ işittim.” Peygamber, semâdan inince kendisine bu olay unutturuldu. Bunun üzerine Allah Teâlâ, Mâide sûresinin 67. ayetini indirdi.244

Bundan başka Hz. Peygamber’in mi’râca çıktığında Ar^’ın altından Ali b. Ebî Tâlib’in hidayet bayrağı olduğunu işittiği, fakat yeryüzüne inince bunu gizlediği de rivayet edilmiştir.245

Sünnî bazı alimler, ayetin Hz. Ali’nin velayeti hakkında nâzil olduğunu iddia eden Şîa’ya karşı çıkmışlardır. Bunlardan biri İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye, olayı Hâris b. en-Nu’mân hakkında anlatılan ve ileride bahis mevzuu edeceğimiz meseleyle birlikte naklettikten-sonra, “bunun en büyük yalan ve iftira olduğunu" söylemektedir.246 Ona göre Kur’ân’m bu lafzı, yani “...sana rabbinden indirileni tebliğ et...” ayeti, Hz. Peygamber’e rabbinden indirilenlerin bütününü kapsayan genel bir lafız olup, muayyen bir şeye delâlet etmez.247

Âlûsî, Hz. Peygamber’in Gadîr-i Humm'da. Hz. Ali’nin faziletini belirtip Yemen’de arkadaşlarının kendileri için zulüm, sıkıntı ve cimrilik olarak telakki ettikleri adil davranışındaki suçsuzluğunu beyan etmek üzere konuştuğunu söyledikten sonra, Şîa’nm bu ayetin Hz. Ali’nin hilâfetiyle ilgili olarak nâzil olduğuna dair ileri sürdükleri görüşü reddetmektedir.248 R. Rızâ’da da ayetin Mekke döneminde nâzil olduğu şeklinde bir kanaat mevcuttur.249

·        6. Haris Olayı ve Meâric Sûresinin İlk Ayetleri

Şîa’nm Gadîr olayıyla ilgili olarak ortaya attığı iddialardan biri de el-Hâris b. en-Nu’mân’ın başına gelenlerdir. Olay daha önce anlatıldığı için sadece önemli yerlerini özetleyerek nakledelim: Haris, Ebtah denen yerde Hz. Peygamber’e gelerek Hz. Ali hakkında söylediği şeylerin kendisinden mi yoksa Allah’tan mı olduğunu sorduktan sonra Hz. Peygamber’in Allah’tan olduğunu belirtmesi üzerine, O’nun yanından ayrılıp bineğine giderken, “Allahım! Muhammed’in dediği doğru ise üzerimize gökten taş yağdır veya bize elim bir azap ver.” diye beddua etti. Bunun üzerine bineğine yaramadan, Allah’ın gökten indirdiği bir taş kafasından girerek dübüründen çıktı ve öldü. Şiîler’e göre bu olaydan sonra Allah Teâlâ Meâric sûresinin ilk üç ayeti olan, “Bir istekli yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından inkârcılara gelecek ve hiç kimsenin sayamayacağı azabı istedi.” ayetleri nâzil olmuştur.

Hemen belirtelim ki Şiî müfessir Kummî, ayetin nüzûl sebebini anlatırken Hâris olayına değinmemektedir. Onun anlatımına göre ayetin nüzûl sebebi olarak gelen rivayetlerde şu görüşler yer almıştır:

·        1) Ebû Câfer ayetin manası hakkında şunları söylemiştir: Mağrib tarafından bir ateş çıkar ve Sa’d b. Hemmâm’ın mescidlerinin yanındaki evlerine ulaşıncaya kadar bir melek o ateşi sürer. Ateş Umeyye oğullarının hiçbir evini ve ehlini; içinde Al-i Muhammed’e zulüm yapılan hiçbir evi yakmadan bırakmaz. İşte bu Mehdi’dir.

·        2) Ebû Cehil’in Bedir’de Hz. Peygamber için yaptığı bir beddua için nâzil olmuştur.

·        3) Bir kişi vasîler ve Kadir gecesinin durumu hakkında soru sordu; bunun üzerine bu ayetler nâzil oldu.250

Sünnîler’e göre ayet en-Nadr b. el-Hâris ile ilgili olarak inmiştir. Çünkü o, “Ey Allahım! Eğer bu (kitap) senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azap ver.”251 diyerek kendisine beddua etmiş ve azabı istemiştir. O, Bedir günü öldürülmüş , ve onunla ilgili olarak bu ayetler nâzil olmuştur.252 Benzer bir rivayeti Tabersî de nakletmektedir.253

Ebu’s-Su’ûd Efendi, bu ayetin nüzûl sebebinden bahsederken üç kişinin adını vermektedir. Bunlar en-Nadr b. el-Hâris, Ebû Cehil ve el-Hâris b. en-Nu’mân’dır. Daha önce zikri geçen Mâidc sûresinin 3. ve 67. ayetleriyle ilgili izahında Gadîr-i Hunim olayına değinmeyen müellif254 burada Mcâric sûresinin Mekkî olduğunu söyledikten sonra söz konusu ayetlerin nüzûl sebeplerinden biri olarak el-Hâris olayının zikredil-diğini belirtmiştir. Ancak Hâris b. en-Nu’mân’ı sonda zikretmiş olması, onun bu görüşü daha zayıf gördüğünün bir işareti olarak kabul edebilir. Aslında burada Ebu’s-Su’ûd için önemli olan, kişinin kim olduğu değil, bir kâfirin alay edercesine istediği azabın vukû bulmuş olmasıdır. Ayetteki mâzi sîgasi azabın vukûunun tahakkuk ettiğine delildir. Eğer kastedilen dünya azabı ise en-Nadr Bedir günü öldürülmüş, Hâris’in başına gelenler ise yukarıda geçmiştir. Eğer azap ahirette ise bu da cehennem azabıdır.255

Hâris hakkındaki rivayetlerin yalan olduğunu söyleyen İbn Teymiyye, onun Hz. Peygamber’in yanına tayken geldiğinin söylendiğini bu yerin ise Mekke'de olduğunu belirtmektedir. Oysa Hz. Peygamber, Vedâ haccından sonra kısa bir süre yaşamış ve Mekke'ye bir daha geri dönmemiştir. Meâric sûresi ise Mekkî olup Gadîr-i Hunim olayından 10 küsur sene önce inmiştir. “Ey Allahım! Eğer bu senin katından gelmiş bir gerçekse üzerimize gökten taş yağdır, yahut bize acıklı bir azap ver.” ayeti ise Enl'âl sûresinde olup bu sûre ittifakla Gadîr-i Humm’dan yıllarca önce Bedir'de nâzil olmuştur. Ayrıca eKHâris b. en-Nu’mân’ın adı Ashâb arasında zikredilmez.256 R. Rıza da Hâris olayının mevzu olduğunu belirttikten sonra İbn Teymiyye’nin söylediklerine benzer deliller ileri sürmüştür.257 Şiî müfessir Tabatabâî, TcfsîruT-Menâr’daki ifadelerde önyargı olduğunu söyledikten sonra ileri sürülen delillere cevap vermektedir. Ona göre Meâric sûresinin Mekkî olması, bütün ayetlerinin Mekkî olmasını gerektirmez. Mâide sûresi Medenî olduğu halde 67. ayetinin Mekke'de indiği birçok müfessir tarafından söylenmiştir. Medenî bir sûreye Mekkî bir ayetin vaz’edilmesi câiz olduğu gibi Mekkî bir sûreye (yani Meâric sûresine) Medenî bir ayet vaz’edilebilir. Müellif, Enfâl sûresiyle ilgili görüşleri de reddettikten sonra, “Rivayetin zahirinden el-Hâris b. en-Nu’mân’ın müslüman olduğu ve irtidat ettiği anlaşılı-yor ve o Sahabîler arasında bilinmiyor.” sözlerinde de önyargı olduğunu ve hiç kimsenin Hz. Peygamber’i her gören ya da inandıktan sonra irtidat eden kişilerin adlarını zaptettiğinin iddia edilemeyeceğini söyler. R. Rıza’nm Ebtah adını Mekke’deki yerin özel adı olarak kabul ettiğini, Ebtah'ın kumlu yer anlamındaki genel manasına hamledilmediğini belirttikten sonra, Ebtah’m zikrinin geçmediği rivayetlerin de mevcu-diyeti ifade edilir. Müellif, nihayet şöyle der: “Bütün bunlardan sonra, rivayet âhâd haberlerden olup mütevâtir haberlerden değildir ve vukû bulduğuna dair kesin bir karine yoktur.258

Görüldüğü gibi olayla ilgili eleştirileri reddeden Tabatabâî de bu konudaki rivayetlerin zayıflığına işaret etmektedir.

DEĞERLENDİRME

Gadîr-i Humm olayıyla ilgili Sünnîlcr’le Şiîler’in inanç ve kanaatleri çok farklı olup bunları uzlaştırmak, çok zor bir mesele olarak karşımızda durmaktadır.

Şiîler’in rivayetlerini ele aldığımızda birçok mübalağa ile karşılaşırız. Mesela Kur’ân’la Gadîr-i Humm olayı arasında bağlantı kurulur. Tarafsız bir gözle incelendiğinde Mâide sûresinin 67. ayetiyle olay arasında bağlantı kurmak gerçekten zordur. Birisi ortaya çıkıp, “Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’e Ebû Bekr’in hilâfetini tebliğ etmesi için bu ayeti indirdi.” şeklinde bir iddia ileri sürüp, Mâide sûresinin 3. ayetinin’de Hz. Ebû Bekr’in velâyetinin ilanından sonra indiğini söyleyecek olursa, Şiîler’in bu konudaki iddialarından daha tutarsız olamaz. Çünkü ayetlerde Hz.-Ebû Bekr’in hilâfetine dair bir beyyine bulunmadığı gibi, Hz. Ali’nin hilâfetine işaret eden bir delil de yoktur. Bü sadece zikrettiğimiz ayetler için değil, bütün Kur’ân-ı Kerîm için sözkonusudur. Eğer Kur’ân-i Kerîm ile Hz. Ali’nin hilâfeti arasında bağlar kurulacaksa bu, ancak Kur’ân’ın bâtınî yorumlarıyla mümkün olur. Böyle bir yorumla Allah’ın indirdiği kitaba tamamen muhalif bir sonuca da ulaşılabilir.

Şiîler’in olayla ilgili diğer bir mübalağaları, eL Hâris b. en-Nu’mân olayıdır. Bu olay gerçekten meydana gelmiş olsaydı İslâm tarihindeki en meşhur olaylardan biri olması gerekirdi. Ayrıca olayın anlatımında da çelişkiler olduğu açıktır. Gerek Haris adı üzerinde, gerekse olayın meydana geldiği yer olarak zikredilen Ebtah ismi etrafında bazı tartışmaların olduğunu daha önce belirtmiştik, Ebtah adından Af <?&£<?’deki yerin kastedilmiş olması daha kuvvetli bir ihtimaldir. Çünkü Mekke, ’deki yer, bu adla bilindiği için ayrıca açıklama gerektirmez. Ama Ebtah adı genel manasıyla kullanılmış olsaydı, hangi yerdeki kumluğun kastedildiği belirtilirdi. Diğer taraftan Hâris olayı ile Meâric sûresi arasında bağlantı kurulması da güçtür. Yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi ayetin nüzûl sebebine dair rivayetler farklı bilgiler vermektedir.

Hz. Peygamber’in Gadîr-i Hunım'ûn yaptığı konuşmayı nakleden Şiî rivayetlerin metinleri arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber, Şîa’nın söylediğini iddia dttiklcri sözleri Ashâbına söylemiş olsaydı, onların Hz. Ali’yi'hilâfete getirmemeleri için bir sebep olmazdı. Sahâbenin Hz. Ali’ye haksızlık yaptıkları veya onun hakkı olan hilâfeti vermedikleri hususu ile ilgili iddialar gerçeklere uymamaktadır. Hz. Peygamber, Hz. Ali’yi halefi olarak tayin etseydi Sahabîler neden Haşimoğul-ları’ndan daha zayıf bir kabileden olan Hz. Ebû Bekr’i halîfe seçeceklerdi? Her konuda Hz. Peygamber’e itaat eden Sahâbeye böyle bir suçlamada bulunmak haksızlıktır. Kaldı ki, nakledilen bazı rivayetler Hz. Peygamber’in vefatından önce hiç kimseyi yerine halîfe olarak tayin etmediğini göstermektedir. Bilindiği gibi, Hz. Abbâs, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hasta iken Hz. Ali’ye giderek, imâmetin kimde olacağını Hz. Peygam-ber’den öğrenmesini, eğer kendilerindeyse bunu bilip insanlara bildireceklerini söyler. Hz. Ali de imâmetin kendilerine verilmemesi halinde müslümanların onlara bunu bir daha asla vermeyeceklerini söyleyerek, Hz. Peygamber’e bunu sormamanın daha doğru olacağı şeklinde kanaatini belirtir.259

Bir başka rivayette, Hz. Ali’ye Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın onlara özel bir hak tanıyıp tanımadığı sorulur, o da “Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bize bütün insanların umumuna şamil kılmadığı bir hak tanımamıştır...” şeklinde cevap verir.260

Hz. Ali, kendisini hilâfete layık bir aday olarak görmekle beraber, Sünnî kaynaklara göre ne ilk halîfe seçiminde ne de başka bir yerde Hz. Peygamber’in Gadîr-i Humm'An onu halefi tayin ettiğine dair bir delil ileri sürmemiştir. Hz. Ali’nin hilâfet hakkıyla ilgili bazı konuşmalarını da ihtiva eden Nehcu’l-Belâğa adlı eserde Gadîr olayını bahis konusu bile etmemektedir.

Hz. Ömer’in Hz. Ali’yi kutladığı rivayeti de “Gadîr’de Hz. Ali’nin velâyetinin tebliğ edildiği” mübalağasının bir devamıdır. Güya Hz. Ömer onun hilâfetini kutlamış, fakat daha üç ay bile geçmeden Hz. Ebû Bekr’in seçilmesinde en faal rolü oynamıştır. Bu çelişki, adaletli yönetimiyle hakkın sembolü olan bir halîfeden değil, vasat bir müslümandan bile beklenemez.

Esasen Şiîler’in iddiaları olan bu olayların bazı Sünnî kaynaklarda mevzubahis edilmesi, olayın doğruluğu için delil kabul edilemez. Mesela Haris olayı, Hz. Ömer’in Hz. Ali’yi kutlaması gibi rivayetler nadiren de olsa bazı Sünnî kaynaklarda yer almıştır. Ancak şunu hemen belirtelim ki, siyasî konular gibi ihtilaflı meselelerden bahseden rivayetler hususunda kesin bir Sünnî-Şiî ayırımı yapabilmek mümkün değildir., Gerek bu mezheplere gerekse diğer mezheplere mensup alimlerin birbirlerinden nakiller yaptıkları bilinen bir husustur. Taberî’nin en önemli kaynağı olan Ebû Mihnef Lût b. Yahya (157/ 774) Şiî bir müelliftir.

Öte yandan bazı alimlerimiz, eserlerinde uyguladıkları metod gereği bir olay ya da konu hakkında kendilerine ulaşan bütün rivayetleri naklet-mişlerdir. Bunun için Şiîler’in bazı iddialarına eserlerinde yer vermişlerdir. Mesela yukarıda kendisinden nakil yaptığımız Râzi, Mâide sûresinin 67. ayetinin nüzûl sebebiyle ilgili bütün rivayetleri verdikten sonra kendi görüşünü belirtmiştir. Râzî’nin Gadîr olayıyla ilgili rivayetlerin mevcudiyetinden bahsetmesi, olayın vukûunu kabul ettiği anlamına gelmez.

Mezhep taassubunun odak noktalarından biri olan hilâfet meselesi ile ilgili çok hadîs uydurulmuştur. Sünnî kaynakların bazılarına da geçen bu uydurma hadîsler alimlerin büyük çabalarına rağmen gözden kaçabilmiştir. Özellikle sened tenkidi üzerinde duran hadîs bilginleri, genellikle metin tenkidini ihmal ettikleri için bazen aynı meseleye dair birbirini nakzeden iki farklı rivayete yer verebilmekte ve ikisine de sahîh diyebilmektedirler. Eğer Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir yerde herhangi bir şey söylemişse, bunun birkaç değişik ifadeyle söylenmiş olması mümkün değildir.

Ancak senecl bakımından sahîh olan farklı rivayetlerden birini tercih etmek ve bu konuda isabetli karar verebilmek gerçekten güçtür. Çünkü konuşmadan ibaret olan bu vakıaların doğruluğunu, elimizdeki rivayetlerden başka destekleyecek delil bulunmamaktadır.

Gadîr-i Humm olayıyla ilgili Sünnî rivayetler arasında da bazı farklılıklar olduğunu daha önce zikretmiştik. Bütün bu farklılıklara rağmen Hz. Peygamber’in Gadîr-i Hunim'da. Ashabıyla konuşmadığını gösterecek bir delil yoktur. Bunun için biz de İbn Teyrriiyye’nin dediği gibi “Eğer Hz. Peygamber bunu söylemişse diyecek bir şey yok!” sözüyle başlamak istiyoruz.

Kanaatimiz şudur ki; Hz. Peygamber, Hz. Ali ile askerleri arasında Yemen'de geçen bazı anlaşmazlıkları çözıhck için askerlerin avdetinden hemen sonra gerekeni yapmıştır. Fakat olay, Medine'ye doğru yola çıktıktan sonra tekrar gündeme gelmiş ve konaklama yeri olan Gadîr-i Hunım'da Hz. Peygamber, ihtilafın tekrar gündeme getirildiğinden haberdar edilmiştir. Hz. Âli’nin bu şekilde eleştirilmesi, vefatının yakın olduğunu hisseden Peygamberimiz’e yakınlarıyla ilgili bir şeyler söyleme ihtiyacı da hissettirmiş olabilir. Bunun için Hz. Ali’yi öven bazı şeyler söyleyerek onun haklılığını belirtmiş, bu arada kendisinden sonra ehl-i beytini yâni ailesini müslümanlara emanet ettiğini, onları korumalarını hatırlatmıştır. Mahmûd Es’ad, kaynak göstenneksizin Hz. Peygamber’in burada âhiret yurduna davet edildiğini ashâbına haber verdiğini ve ehl-i beyti hakkında vasiyetlerde bulun-

duğunu söyler.261

Ancak Hz. Peygamber’in bu konuşmasını beraberinde bulunan herkese hutbe olarak söylemiş olduğu meselesi açık değildir. Muhtemelen Hz. Peygamber bu sözleri Hz. Ali ve ihtilaf halinde olduğu kişiler ile yanındakilere yani meclisinde bulunanlara söylemiştir. Hz. Ali’nin Rahabe'de müslümanlardan şahitlik yapmalarını istediği zaman, olayı gördüğünü söyleyenlerin az olması bu kanaatimizi desteklemektedir. Ayrıca Hz. Ali’nin böyle bir şahitlik istemeye ihtiyaç hissetmesi, Hz. Peygamber’in Gadîr'de bulunanların hepsine hitap etmediğini, ancak söylediklerinin etrafında bulunanlar tarafından duyulduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber, bir hutbe irad etmiş olsaydı ve beraberindekilerin hepsi duymuş olsalardı, Hz. Ali’nin böyle bir şahitlik istemeye ihtiyaç duyması gerekmezdi. Kaldı ki Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), orada bir hutbe irad etmiş olsaydı, söylediği sözlerin Sünnî hadîs kaynaklarında daha fazla yer alması da kaçınılmaz olurdu. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber’in Gadir'de söylediklerini duyanlar az olduğu için Hz. Ali ile ilgili sözlerin söylenip söylenmediği tartışılmış; bunun üzerine Hz. Ali olaya muttali olanların şahitlik yapmalarını istemiştir. Bazı metinlerde geçen “hutbe irad etti" sözünün “oradakilerin hepsine hitap etti" şeklinde anlaşılması gerekmez. Yukarıda geçtiği gibi bazı rivayetlerde sadece “dedi" sözü yer almaktadır. Bu ihtimalin yanısıra Hz. Peygamber’in bu yolculuğu sırasında yanında bulunanların fazla olmaması da sözkonusu rivayetin fazla nakladilmemesi sonucunu doğurmuş olması muhtemeldir.

Sünnî kaynaklarda hadîsin “velî” ve “mevlâ” kelimeleriyle ayrı ayrı nakledilmesi, ravilerin hadîsin metnini farklı hatırlamaları ya da bu iki kelimeyi aynı anlamda kabul etmelerinden kaynaklanmış olabilir. “Allahım! Ona dost olana dost düşman olana düşman ol...” kısmının uydurma olduğu İbn Teymiyye tarafından haklı olarak söylenmiştir. Her ne kadar Albânî, İbn Teymiyye’nin bu konuda yanıldığını söylemişse de, onun değerlendirmesi sened yönündendir. Hz. Peygamber’in geçerli bir neden yokken, Hz. Ali’ye dost olmayan müslümanlara bu şekilde beddua etmesi, düşmanlarına • karşı bile merhametli olan Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın uygulamalarıyla bağdaştırılamaz.

Bununla birlikte, Hz. Peygamber’in GaJfr’dcki konuşmasının, “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır." sözlerinden ibaret olmadığı kuvvetle nuıhtcmeldir. Burada bir ihtilafı çözen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’a tarafların savunma verdikleri, onların savunmalarını değerlendirdiği, Hz. Ali’nin Yemen seferi sırasındaki uygulamasında haklı olduğunu ifade eden başka sözler söylemiş olduğu düşünülebilir. Bütün bunların yanısıra, Hz. Ali’nin kendisine dost ve sevgili olduğunu söyleyen Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), şikayetçilerden ona karşı besledikleri olumsuz hislerini bırakmalarını istemiş olmalıdır. Ancak Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’m oradaki konuşmalarının birçoğu unutulmuş ya da nakledilmemiş olup sadece akılda kalması daha kolay ve çarpıcı olan, “Ben kimin mevlâsıysam Ali de onun mevlâsıdır." sözleri bize ulaşmıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Abdülfettâh el-Kâdî.

-Sahabe ve Müfessirlere Göre Esbâb-ı Nüzûl, Çev.: Salih Akdemir, Ankara 1986.

el-‘Aclûnî. İsmail b. Muhammed (1162/1749).

-Keşfu’l-Hafâ ve MuzîluT-İlbâs, I-II, 3. Baskı, Beyrut 1408/1988.

Ahmed Emin (1954).

-Fecru’l-İslâm, 11. Baskı, Beyrut 1975.

Ahmed b. Hanbel (241/ 855).

-Musned, I-VI, Kahire 1313.

Akbulut. Ahmet.

-Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, İstanbul 1992.

el-Al bani. Muhammed Nâsıruddîn,

-SilsiletııT-Ehâdîsi’s-Sahîha ve Şey’ min Fıkhihâ ve Fevâ’idihâ, I-1V, 2, Baskı, Amman 1404.

-Sahîhu’I-Cârhi’i’s-Sağîr ve Ziyâdetuhu (Fethu’I-Kebîr), I-II, 2. Baskı, Beyrut 1406/1986.

Aliyyu’l-Kârî (1014/1605).

-Mevzû’ât, Dersaadct (t.y.).

el-Âlusî. Şihâbuddîn Mahmud el-Bağdâdî (1270/1854), -Rûhu’l-Me’ânî fi Tefsîri’l-Kıır’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, I-XVI, Beyrut (t.y.).

Ateş. Ali Osman.

-Ehl-i Sünnet ve Şî’a’nm Delil Olarak Aldığı Bazı Hadîsler, (Basılmamış Çalışma), İzmir 1995.

Aydınlı. Abdullah.

-Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul 1987.

Bakan. Tevhit. Ashâb’ın Adaleti (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 1993.

el-Bekri. Ebû Ubcydullah Abdullah b. Abdülaziz cl-Endclusî, -Mu’cemu ma ‘sta’cem min Esmâ’i’l- Bilâd ve’l-Mevâdı’, Thk.: Mustafa cs-Sakkâ, I-IV, 3. Baskı, Beyrut 1403/1983.

el-Beyhaki. Ebû Bekr Ahmed b. el-Huscyn (458/1065), -Delâilu’n-Nubuvve, Nşr.: Abdulmu’tî Kal’acî, Beyrut 1405/1985.

Buharî (256/870).

-Sahîh, I-VIII, Matbaa-i Âmire, y.y. 1315.

Buhl. Fr.,

-“Gadiru’l-Humm”, İslâm Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1964.

Çelebi. Ahmed,

-İslâm’da Eğitim-Öğretim Tarihi, Çev.: Ali Yardım, İstanbul 1983.

Dârimî. Ebû Muhammed Abdullah b. Abdurrahman b. Fazl b. Behrâm (255/869),

-Sünen, I-II, Dâru İhyâi’s-Sunneti’n-Nebeviyye, y.y. (t.y.).

Demircan, Adnan,

-Hâricîler’in Siyasî Faaliyetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 1993.

-Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, (Ed.: H.

Dursun Yıldız), I-XIV, İstanbul 1989

Ebû Dâvud (275/888),

-Sünen, Ta’lîk: İzzet Ubcyd ed-Dc’âs, Adil es-Seyyid, I-V, Humus 1388-1394/1969-1974.

Ebu Kevser.-“Gadir-i Hum Olayı Üzerine”, Kriter Dergisi, Ocak 1984. -“Ğadir-i Huni Olayı Üzerine Başlıklı Yazıya Bir Tenkid, Ebû.

Kevser’den Cevaplar", Kriter Dergisi. Nisan 1984.

Ebû Nu’aym cl-İsfahânî.(430/1038), -Delâilu’n-Nubuvve, Thk.: Muhammed Ravvâs Kal’acî,

Abdulberr Abbâs, 2. Baskı, Beyrut 1306/1986.

Ebu’s-Su'ûd, Muhammed b. Muhammed cl-Âmidî (982/1574), -Tefsîru Ebi’s-Su’ûd (İrşâdu’l-’ Akli’s-Selîm ilâ MezâyâT-Kur’âni’l-Kerîm), I-IX, Kahire (t.y.).

Ebû Şehbc. Muhammed b. Muhammed.

-es-Sîratu’n-Nebeviyve fî Dav’i’I-Kur’ân ve’s-Sunne, MI, Şam 1409/1988.

el-Emînî. Abdulhuscyn Ahmed cn-Necefî, -el-Gadîr fi’l-Kitâb ve’s-Sunne ve’i-Edeb, I-, 4. Baskı,

Beyrut 1397/1977-,

el-Emîn. Muhsin,

A’yânu’ş-Şî’a, Thk.: Haşan el-Emîn, I-XI, Beyrut 1406/1986.

Ersavaş. Ömer Lütfi,

-Gadir-i Hum Olayı (Basılmamış Çalışma).

el-Eş’arî.

-Kitâbu Makâlâti’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfi’l-Musallîn, Thk.: H. Ritter, 3. Baskı, Weisbaden 1400/1980.

Feyrûzâbâdî. Mecduddîn Muhammed b. Ya’kûb eş-Şîrâzî (817/1414), -el-Kâmusu’l-Muhît, I-IV, Beyrut 1306.

Fığlalı. Ethem Ruhi,

-Çağımızda İtikadî İslâm Mezhepleri, 3. Baskı, İstanbul 1986.

-İmâmiyye Şîası, İstanbul 1984.

-İbâdiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1982. el-Hâkim en-Nîsâbûrî. Ebû Abdullah (405/1014).

-el-Mustedrek ‘ale’s-Sahîhayn, I-IV, Beyrut 1335. el-Halcbî. Ali b. Burhanuddîn (1044/1634),

-İnsânu’l-’Uyûn fi Sîrati’l-Emîni’l-Me’mûn (es-Sîratu’l-Halebiyye), I-III, Mısır 1320.

Hamidullah. Muhammed,

-İslâm Peygamberi, Çev: Salih Tuğ, I-1I, 4. Baskı, İstanbul 1980.

el-Harbûtlî.

-el-İslâm veT-Hilâfe, Beyrut 1969.

el-Hatîbu’l-Bağdâdî. Ebû Bckr Ahmcd b. Ali (463/1070),

-Târihu Bağdâd, I-XIV, Beyrut (t.y:).

Hatiboğlu. Mehmcd Said,

-Hz. Peygamberin Vefatından Emevîlerin Sonuna Kadar Siyâsî-İctimgî Hâdiselerle Hadîs Münasebetleri (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1968. -“İslâm'da İlk Siyasî Kavmiyetçilik Hilâfetin Kureyşiliğf\ Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, XXIII, Ankara 1978.

el-Hcysemî. Nuruddîn Ali b. Ebî Bekr (807/1404), Mu’cemu’z-Zevâ’id ve Menba’uT-Fevâ’id, I-X, 2. Baskı, Beyrut 1967.

el-Himyerî, Muhammed b. Abdulmun’im,

-RavzuT-Mî’târ fi Haberi’l-Aktâr, Thk.: İhsan Abbâs, 2. Baskı, Beyrut 1984.

Hitti. Philip K.,

-Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çev.: Salih Tuğ, I-IV,

İstanbul 1989.

İbnuT-Arabi. Ebû Bekr (543/1148).

-el-Avâsım mine’l-Kavâsım, Thk.: Muhibbuddîn el-Hatîb, 5. Baskı, Kahire 1399.

İbnuT-Esir. İzzuddîn Ebi’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerim b. Abdülvâhid eş-Şeybânî (630/1232),

-Usdu’l-öâbe fi Ma’rifeti’s-Sahâbe, I-V, Kahire 1280. -el-Kâmil fi’t-Târîh, I-XII, Beyrut 1402/1982.

İbnu’l-Esîr. Mecduddîn Ebi’s-Se’adât el-Mubarek b. Muhammed el-Cczcrî (606/1210),

-en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Thk.: Mahmud Muhammed et-Tanâhî, I-V, Kahire 1385/1965.

İbn Hacer el-Askalânî, Ebu’l-Fazl Ahmcd b. Ali (852/1448), -Tehzîbu’t-Tehzîb, I-X1I, Haydarâbâd 1325-1327. -Metâlibu’l-’Âliye bi-Zevâ’idi’J-Mesânidi’s-Semâniye, Thk.: Habîburrahman cl-A’zamî, I-IV, Kuveyt 1393/1973.

-el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe. I-lV. Kahire 1328.

İbn Haldûn (808/1405).

-Mukaddime, Çev.: Z. Kadiri Ugan, l-III, İstanbul 1986

İbn Hişâm (213/828).

-es-Sîratu’n-Nebeviyye, I-IV, Kahire (t.y.).

İbn Kesir. EbuT-Fidâ (774/1372).

-el-Bidâye ve'n-Nihâye, I-VII, Beyrut-Riyad 1966. -Hadislerle Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, Çev.: B. Karlığa, B. Çctincr, 1-XV, İstanbul 1983.

İbn Kutevbc (276/889).

-ei-İmâme ve’s-Siyâse, Thk.: Taha Muhammed ez-Zeynî, Beyrut (t.y.).

-Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadîs (Hadîs Müdâfaası), Çev.: H. Kırbaşoğlu, 2, Baskı, İstanbul 1989.

İbn Mâce. Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî (275/888), -Sünen, Thk.: Muhammed Fuâd Abdulbâkî, I-II, Dâru İhyâi’l-Kutubi’l-Arabiyyc 1372/1952.

İbn Sa’d, Muhammed (230/844),

-et-Tabakâtu’I-Kubrâ, I-VIII, Beyrut 1405/1985.

İbnTevmiyye (728/1328).

-Minhâcu’s-Sunneti’n-Nebeviyye fî Nakzi

Kelâmi’ş-Şîa ve'l-Kaderiyye, 1-IV, Bulak 1322.

-İbn Teymiyye Külliyatı, Çcv.: î. H. Sezer vd., I, İstanbul 1986-. ,

Kalkaşandî. Ahmed b. Ali (821/1418).

-Subhu’l-A’şâ fî Sinâ’ati’ 1-İnşâ, Thk.: Muhammed Huseyn Şcmsuddîn, I-XIV, Beyrut 1407/1987.

Kandemir. M. Yaşar.

-“Air, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, II, İstanbul 1989.

Kazıcı, Ziya,

•‘İslâm Müesseseleri Tarihi, İstanbul 1991.

el-Kazvînî, Muhammed Kâzım,

-Ali mine’l-Mehd ile’l-Lahd, 7. Baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî (t.y.).

Kehhâle. Ömer Rıza, -Mu’cemu’I-MuelIifîn Terâcimu Musannifi’l-Kutubi’l Arabiyye, I-XV, Dımaşk 1376-1380/1957-1961.

Koçyiğit. Talat,

-Hadis Istılahları, 2. Baskı, Ankara 1985.

Koksal. M. Asım,

-İslâm Tarihi, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, Medine Devri, I-XI, İstanbul 1987.

el-Kuleynî. Ebû Ca'fcr Muhammed b. Ya'kûb cr-Râzî (329/941) -el-Vsûl mine’l-Kâfi, Nşr.: Muhammed cl-Ahvendî, I-II, 3. Baskı, Tahran 1388.

el-Kummî.

-Tefsîru’l-Kummî, Nşr.: es-Seyyid Tayyib el-Musavî el-Cezâirî, I-II, 2. Baskı, Beyrut 1387/1968.

el-Kurtubî. Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed cl-Ensârî (671)1273), -el-Câmi’ li-Ahkâmi’I-Kur’ân, I, Beyrut 1408/1988.

Lings, Martin,

-İlk Kaynaklara Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Çev.: Nazile Şişman, İstanbul 1984.

Mahmûd Es’ad Seydişchrî (1918),

-İslâm Tarihi (Tarih-i Dîn-i İslâm), Sadclcştirenlcr: A. L. Kazancı, O. Kazancı, İstanbul 1983.

el-Makrizî. Takıvuddîn Ebu'l-Âbbâs Ahmed b. Ali (845/1442), -Kitâbu’l-Mevâ’iz ve’l-İtibâr b i-Z i k ri ’ I - H ıtati ’ 1 -Âsâr (el-Hıtatu’l-Makriziyye), I-II, Beyrut (t.y.), (Bulak

1280 baskısından ofset).

Mâlik b, Enes (179/795).

-el-Muvattâ, Thk.: Muhammcd Fuâd Abdulbâkî, I-II, Beyrut 1370/1951.

Mevlânâ Şiblî.

-Asr-ı Saadet (İslâm Tarihi), Çev.: Ö. R. Doğru, I-V, İstanbul 1973-1975.

el-Munâvî. Abdurraûf (1031/1622).

-FeyzuT-Kadîr, Şerhu’l-Câmi’i’s-Sağîr, I-VI, Mısır 1356-1357/1938.

-Kitâbu’t-Teysîr bi-Şerhi’I-Câmi’i’s-Sağîr, I-II, Matbaa-i Amire, y.y. 1286.

Müslim (261/874),

-Sahih, Nşr.: Muhammcd Fuâd Abdulbâkî, I-V, 2. Baskı, Beyrut 1972.

Muttaki el-Hindî. Alâuddîn Ali b. Husâmuddîn cl-Burhânu’l-Fevrî (975/1567), -Kenzu’l-’Ummâl fi Suneni’l-Akvâl ve’I-Ef’âl. I-XVIII, Beyrut 1399/1979.

en-Nedvî, Ebu’l-Hasan Ali el-Hasanî, -el-Murtazâ, Dımaşk 1409/1989.

en-Nesâî, Ebû Abdurrahman Ahmed b. Şu’ayb (303/916), -Tehzîbu Hasâisi’l-İmâmi’l-Ali, Thk.: Ebû İshak el-Huveynî el-Escrî el-Hicâzî b. Muhammcd b. Şerîf, 2. Baskı, Beyrut 1986.

Öz. Mustafa,

-"Ehl-i Beyi", T. D. V. İ. A., X, İstanbul 1994. er-Râzî. Fahruddîn (606/1209),

-Tefsîru’l-Kebîr, XXXII, Kum (t.y.) = (Çev.: S. Yıldırım vd., I-, Ankara 1990-,

Rıza, Rcşid (1354/1935),

-Tefsîru’l-Kur’âni’l-Hakîm (Tefsîru’l-Menâr), I-XII, Beyrut (t.y.).

es-Scmhûdî, Nuruddîn Ali b. Ahmed (911/1505),

-Vefâ’u’l-Vefâ bi-Ahbâri DâriT-Mustafâ, Thk.:

Muhammcd Muhyiddîn Abdulhamîd, 4. Baskı, Beyrut 1404/1984.

Sezgin. Fuat,

-Târihu’t-TurâsiT-Arabî (GAS), Çev.: Mahmud Fehmî

Hicâzî, Fehmi Ebu’l-Fadl, I-II, Kahire 1977-1978.

Sezikli. Ahmet,

-Hz. Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri, Ankara 1994. Sofuoğlu, Cemal,

-Şia'nın Hadîs Anlayışı (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1977.

-“Gadir-i Hum Meselesi", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXVI, Ankara 1983.

es-Suyûtî. Celâluddîn Abdurrahman b. Ebî Bekr (911/1505),

-ei-Câmi’u’s-Sağîr fi Ehâdîsi’l-Beşîri’n-Nezîr, I-II, Kahire 1321.

-Târîhu’l-Hulefâ, Thk.: M. Muhyiddîn Abdulhamîd, 4. Baskı, Kahire 1389/1969.

-el-İtkân fi ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Thk.: Muhammed E^uT-Fadl İbrahim, I-IV, Kahire 1387/1967.

-Esbâbu’n-Nuzûl, Kahire 1986.

Şehidi. Cafer, (bk. Şeriati).

-Şehristanî. Ebu'l-Feth b. Abdülkerîm b. Ebî Bekr Ahmed (548/1153);

-el-Milel ve’n-Nihal, Thk.: Muhammed Seyyid Kîlânî, I-II, 2. Baskı, Beyrut 1395/1975.

Şerefuddîn. Abdulhuscyn Musevî (1377/1957), -el-Murâca’ât, Mısır 1975.

Şeriati. Ali,

-Muhammed Kimdir (İslâm Nedir-II), Çev.: Ali Seyidoğlu, Ankara 1988.

Şeriati, Ali- Şehidi, Cafer,

-Doğumdan Hicrete Hicretten Vefata Siret, Çev.: Kerim Güney, İstanbul 1991.

Tabatabâî,

-el-Mîzân fi Tefsîri’l-Kur’ân, I-XX, Kum (t.y.).

et-Taberî 1310/922).

-Câmi’u’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’ân, I-XII, Beyrut 1972.

-Târîhu’l-Umem ve’l-MuIûk, Beyrut 1407/1987.

et-Tabersî. Ebû Ali cl-Fazl b. el-Hasan (548/1153),

-İ’lâmu’l-Verâ bi-A’lâmi’I-Hudâ, Beyrut 1399/1979.

-Mecma’u’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’ân, Thk.: es-Seyyid Hâşim er-Resûlî cl-Mahallâtî, es-Seyyid Fadlullah el-Yezdî et-Tabatabâî, I-X, Beyrut 1406/1986.

et-Tirmizî (279/892).

-Sünen, Çev.:O. Zeki Mollamchmetoğlu, I-VI, İstanbul (t.y.). et-Turkmânî. Ahmed Muhammed.

-Ta’rîf bi-Mezhebi’ş-Şîati’l-İmâmiyye, Amman 1403/1983.

Umcrî. Ekrem Ziya.              ,          -

-Medine Toplumu, Çcv.: Nureddin Yıldız, İstanbul 1988.

Unat, Faik Reşit,

-Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihlere Çevirme Kılavuzu, 5. Baskı, Ankara 1984.

Ünal. Ali.

-“£zî7/£”, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, IV, İstanbul 1990. Vaglieri. L. Veccia.

— -“Ghadîr Khumm”, The Encyclopaedia of Islâm, New Edition, II, Leiden 1983.;

el-Vâhıdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahmed en-Nîsâbûrî (468/1075), -Esbâbu’n-Nuzûl, 2. Baskı, Mısır 1387/1968.

el-Vâkıdî (207/822).

-Kitâbu’l-Meğâzî, Thk. Marsden Jones, I-III, Londra 1966. -Kitâbu’r-Ridde, Tchzib: M. Hamîdullah, Paris 1989.

el-Ya’kûbî (284/897).

-Târih, I-II, Beyrut 1379/1960.

Yakut cl-Hamcvî, Şihâbuddîn Ebu Abdullah (626/1229), -Mu’cemu’I-BuIdân, I-V, Beyrut (t.y.).

el-Yesû’î. L. Ma’lûf,

-el-Muncid, 27. Baskı’, Beyrut 1984.

Yılmaz. Musa K.,

-Tabersî ve Tabatabaî’de İmanı iye Tefsiri (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 1985.   ,

Zahîr. İhsan İlâhî,

-Şîanın Kur’ân, İmâmet ve Takıyye Anlayışı, Çey.: S. Hizmetli. H. Onat, Ankara 1984. s.

ez-Zebîdî. Zcynuddîn Ahmed b. Ahmed b. AbduIIatîf (893/1487), -Sahîh-i Buharî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Çev. Kâmil Miras, 7. Baskı, I-XII, Ankara 1985.

ez-Zehebî. Şemsuddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman (748/1348), -Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, Thk.: Şu’ayb el-Ârnavut, I-XXV, 3. Baskı, Beyrut 1405/1985.

-Mîzânu'I-İ'tidâl, Thk.: Muhammed cl-Becâvî, Dâru'l-Fikr, y-y- (t-y-1.

1

  Bu konuyla ilgili tartışmalar hakkındaki bazı değerlendirmeler için bk. Demircan, A., Hâricîler’in Siyasî Faaliyetleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Konya 1993, s. 5-6; Akbulut, A,, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelami Problemlere Etkileri, İstanbul 1992, s. 56 vd.

2

  el-Vâkıdî, Kit ıbu’r-Ridde, Tchzib; M. Hamîdullah, Paris 1989, s. 21; ayrıca bk. M. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, Çev.: Salih Tuğ, 4. Baskı, İstanbul 1980, II, 1175-1176;

, Demircan, s. 5.

3

  Ibn Kuteybe, el-tmâme ve’s-Siyâse, Thk.: Tâhâ Muhamed ez-Zeynî, Beyrut (t.y.), I, 13.

4

  Vâkıdî, Ridde, s. 24; et-Taberî, Târîhu’l-Umem ve’l-Mulûk, Beyrut 1407/1987, IV, 40; ibn Kuteybe, îmâme, I, 15.

5

  Ibnu’l-Esîr, Usdu’I-Gâbe fî Ma’rifeti’sSahâbe, Kahire 1280, II, 284.

6

 İbn Kuteybe, îmâme, I, 18-19.

7

  Ahmed b. Hanbel, Musned, Kahire 1313, III, 129, 183; IV, 421; Vâkıdî, Ridde, s. 26.

8

  Bk. Hatipoğlu, M. S., “Islâm’da İlk Siyasî Kavmiyetçilik Hilâfetin Kureyşiliği", Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara 1978, XXIII, 160-161; el-Harbûtlî, ei-tslâm ve’l-Hilâfe, Beyrut 1969, s. 42; Fığlalı, E. R., tbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1982, s. 30; Kazıcı, Z., İslâm Müesseseler! Tarihi, İstanbul 1991, s. 62.

9

  Hâricîler’e göre imamet Kureyşliler’e mahsûs olmayıp, halîfe Kureyş’ten olabileceği gibi başka bir kabileden veya Arap olmayanlardan da olabilir (cl-Eş’arî, Kitâhu Makâlâti’l-tslâniiyyîn ve Ihtilâfi’l-Musallîn, Thk.t H. Ritter, 3. Baskı, Weisbaden 1400/1980, s. 125; eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal, Thk.: Muhammed Seyyid Kîlânî, 2. Baskı, Beyrut 1395/1975, I, 116; Ahmed Emîn, Fecru’I-îslâm, 11. Baskı, Beyrut 1975, s. 131; krş. Demircan, s. 22).

10

 el-Kuleynî, el-ÜsÛl mine’I-Kâfî, Nşr.: Muhammed el-Âhyendî, 3. Baskı, Tahran 1388, I, 180.

11

 Kuleynî. 1,181.                  ,

12

İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, VII, 339; el-ÂIusî, Ruhu’l-Me’ânî, Beyrut (t.y.), VI, 195; Kazvînî, s.343; Ersavaş, Ö. L., Gadir-i Hum Olayı (Basılmamış Çalışma), s. 12 (Daktilo ile yazılmış metinden fotokopi edilmiş olan elimizdeki nüshanın üzerinde yazarın adı bulunmamakla birlikte, çalışmanın Kriter dergisine hitaben yazılmış olması ve mezkûr derginin 42. sayısında (Nisan 1984) Ö. L. Ersavaş adı zikredilerek cevap verilmesi nedeniyle bu çalışmanın yazarının adını Ö. L. Ersavaş olarak verdik. Yanılmadığımızı umarız).

13

İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nilıâye, Beyrut-Riyad 1966, V, 213.

14

 Şerefuddîn, el-Murfica’ât, Mısır 1975, s. 333. Bu isme benzer isim taşıyan başka kitaplardan da bahsedilmiştir: Ebu'l-Abbâs Ahmed b. 'Ukde (333/944)'nin Kitâbu’l-Velâye, Ebû Sa’îd es-Sicistânî (477/1084)'nin ed-Dirâye fî Hadîsi’bVelâye, Şemsuddîn ez-Zehcbî (748/1347)'nin Tarîku Hadîsi'l-Velâye isimli eserlerinin bulunduğu söylenmiştir (Şerefuddîn, s. 333).

15

Sezgin, F., Târîhu’t-Turâsi’l-Arabî, Arapça’ya Çev.: M. F. Hicâzî, F. Ebu’I-Fadl, Kahire 1977-1978; II, 260; krş. Ebu Kevser, “Ğadir-i Hum Olayı Üzerine Başlıklı Yazıya Bir Tenkid, Ebû Kevser’den Cevaplar”, Kriter Dergisi (Nisan 1984), s.33. Kehhâle, Ö. R., Mu’cenıu’I-Muellifîn, Beyrut 1957, IX, 146-147’de bu müellifin biyografisini vermiş ve 226-310/ 841-923 yılları arasında yaşadığını belirtmiştir.

16

Kehhâle, IX, 147.

17

Ebu Kevser, “Ğadir-i Hum Olayı Üzerine”, Kriter Dergisi (Ocak 1984), s. 15.

18

el-Kazvînî, Ali mine’l-Mehd ile’I-Lahd, 7. Baskı, Dâr

İhya Turâsi’İ-’Arabî (t.y.), s. 338-342.

19

Ebu Kevser, s. 14.

20

Sünnî kaynaklarda bu anlamda bir ifade yoksa da Şiîler, Hz. Peygamber, “İmamet, Ali’den sonra kıyamete kadar onun soyundan devam edecektir.” demektedirler (Fığlalı, E. R., îmamiyye Şîası, İstanbul 1984, s. 212).

21

Unat, F. R„ Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihlere Çevirme Kılavuzu, 5. Baskı, Ankara 1984, s. 3.

22

İbn Kesir, Bidâye, V, 214.

23

et-Tabatabâî, el-Mtzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Kum (t.y.), V, 193.

24

İbn Kesir, Bidâye, XI, 324.

25

İbn Kesir, Bidâye, XI, 243.

26

ibn Kesir, Bidâye, XI, 255.

27

İbn Kesir, Bidâye, XI, 309.

28

Buhl, Fr., “Gadiru’İslâm Ansiklopedisi,

İstanbul 1964, IV, 705.

29

Vaglieri, L. V., “Ghadir Khuni”, The Encyclopaedia of İslam, (New Edition), Leiden 1983, II, 993.

30

en-Nesâî, Tehzîbu Hasâisi’l-Imâmi’l-AIi, Thk.: Ebû ishak el-Eserî, 2. Baskı, Beyrut 1986, s. 80.

31

el-Bekrî, Mu’cemu mâ ‘sta’cem, Thk.: Mustafa es-Sakkâ, 3. Baskı, Beyrut 1403/1983, II, 268; Buhl, IV, 705.

32

Cuhfe, Mekke ile Medine arasında, denize altı mil mesafede ve cuma namazı kılmabilen büyük bir köydür. Mekke’ye yaklaşık 76 mil uzaklıktadır. Ya’kûbî, -kendi zamanında- harabe olduğunu belirttiği Cuhfe’nin sahile yaklaşık üç merhale, Medine’ye altı merhale mesafede olduğunu zikreder. Orayı sel götürdüğü için Cuhfe adını aldığı rivayet edilmiştir. (Bk. Bekrî, II, 267-268; Yâkût, Mu’cemu’l-Buldân, Beyrut (t.y.), II, 111; el-Himyerî, Ravzu’l-Mi’târ; Thk.: Ihsan Abbâs, 2. Baskı, Beyrut 1984, s. 156).

33

 Yâkût, II, 389; Bekrî, II, 268; Himyerî, s. 156.

34

Yâkût, II, 389; Buhl, IV, 705.

35

 Yâkût, II, 111; IV, 188.            ;

36

 es-Semhûdî, Vefâ’u’I-Vefâ bi-Ahbâri Dâri’l-Mustafâ, Thk.: Muhammed Muhyiddîn Abdulhaınîd, 4. Baskı, Beyrut 1404/1984, III, 1018; IV, 1204.

37

Yâkût, II, 389; Semhûdî, III, 1018; Buhl, IV, 705.

38

Himyerî, s. 156; İbnu’l-Esîr, eiı-Nihâye fi Garîbi’l-Hadîs ve’l-Eser, Thk.: Mahmud Muhammed et-Tanâhî, Kahire 1385/1965, IV, 377; benzer bir rivayet için bk. Semhûdî, IV, 1204.

39

Koksal, M. A., İslâm Tarihi, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, Medine Devri, İstanbul 1987, X, 312.

40

 Vaglieri, II, 993; Semhûdî, IV, 1204.

41

 Vaglieri, II, 993.

42

Yani, “Onlara bunu açıklayacak olursam bana karşı çıkarak tekrar cahiliyye dönemindeki hallerine dönebilirler.”

43

M aide 5/67.

44

 Zuhruf 43/79-80.                                     ,

45

 Mâide 5/67.

46

Beyrut 1405/1985, V, 259; ayrıca bk. Mahmûd Es’,ad, İslâm Tarihi (Tarih-i Dîn-i İslâm), Sadeleştircnler: A. L. Kazancı, O. Kazancı, İstanbul 1983, s. 828.

47

 Ahmed b. Hanbel, V, 453.; Beyhakî, V, 256-257; ayrıca bk. Sezikli, A., Hz. Peygamber Devrinde Nifâk Hareketleri, Ankara 1994, s. 154.

48

Ebû Nu’aym, Delâilu’n-Nubuvve, Thk.: Muhammed Ravvâs Kal’acî, Abdulbcrr Abbâs, 2. Baskı, Beyrut 1306/1986, II, 528.

49

 Ebû Nu’aym, II, 528.

50

Kazvînî, s. 333-338.

51

Anlayışı (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1977, s. 24; Şia’nın Gadîr hadîsiyle ilgili'görüşleri için ayrıca bk. Kazvînî, s. 333 vd.; Fığlalı, E.R., fmâmiyye Şîası, s. 212-213; aynı mlf., Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri, 3. Baskı, İstanbul 1986, s. 141-142; Kandemir, M.Y., “A/z”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1989, II, 377; Ünal, A., “Şiîlik", Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, İstanbul 1990, IV, 27.

·        74) Behnesâvî, es-Sunnetu’l-Mufterâ, s. 119 (Bakan, s. 101-102’den naklen).

52

Ya’kûbî, Târih, Beyrut 1379/1960, 11,112.

53

 Şerefuddîn, s. 314-315.

54

Mütevâtir, yalan üzerine birleşmeleri aklen ve âdeten mümkün olmayacak kadar çok kimsenin, senedinin başından sonuna kadar birbirlerinden rivayet ettikleri hadîse denir (Aydınlı, s. 120. Geniş bilgi için bk. Koçyiğit, T„ Hadis Istılahları, 2. Baskı, Ankara 1985, s. 344-349).

55

 Şerefuddîn, s. 318-319.

56

Kazvînî. s. 359.

57

Kuleynî, II, 21; krş. Ihsan İlâhî Zahîr, Şîanın Kur’ân, Imânıet ve Takıyye Anlayışı, Çcv.: S. Hizmetli, H. Onat, Ankara 1984, s. 50.

58

 Bakan, s. 99.

59

 Bakan, s. 99.

60

 Bakan, s. 101.

61

Kazvînî, s. 364-366; Emînî, I, 267; Halebî, IH, 275; Şcrefuddîn, s. 330.

62

 Emînî, I, 267.

63

 Bakan, s. 105.

64

Rıza, R., VI, 365; Hitti, Siyasî ve Kültürel Islâm Tarihi, Çcv.: S. Tuğ, İstanbul 1989, III, 741.

65

îbnu’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrut 1402/1982, VIII,

/■

549-550; İbn Kesîr, Bidâye, XI, 243; Makrizî, Hıtat , Beyrut (t.y.), (Bulak 1280 baskısından ofset), I, 388.

66

Kalkaşandî, Sı bhu’l-A’şâ, Thk.: Muhammcd Huseyn Şemsuddîn, Be? rut 1407/1987, II, 445.

67

İbn Kesîr, Bidâye, XI, 309, 324.

68

Makrizî, I, 389.

69

Tabatabâî, V, 195; Halebî, III, 275; Hatîbu’l-Bağdâdî, Târîhı Bağdâd, Beyrut (t.y.), VIII, 290.

70

 Bk. Buhârî, Sahîh, Matbaa-i Âmire, y.y., II, 226.

i                                                                                   \

71

İbn Kesîr, Bidâye, V, 214.

72

el-Hâkim, el-Mustedrek ‘ale’s-Sahîhayn, Beyrut 1335, III, 110. Hâkim, "Bureyde el-Eslcmî'nin hadîsi Şeyhayn'ın şartlarına göre sahîhtir." dedikten sonra Bureyde hadîsini nakletmiş; ardında da "Bu, Müslim'in şartlarına göre sahîh bir hadîstir. Fakat (Buhârî ve Müslim) hadîsi kitaplarına almamışlardır." demektedir (Müstedrek, III, 110).

73

el-Albânî, Silsiletu’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 2. Baskı, Amman 1404, IV, 330-344.

74

Tabatabâî, VI, 59. imâm Şercfuddîn, Gadîr hadîsini Ahmed b. Hanbel'in 40, İbn Cerîr et-Taberînin 72 (Müellif başka yerde Taberî'nin el-Velâye isimli eserinde hadîsi 75 veya 95 tarîkle rivayet ettiğini söylemektedir.), el-Cezcrî el-Makrî'nin 80, ibn 'Ukde'nin 105, Ebû Sa'îd es-Sicistânî'nin 120, Ebû Bekr el-Ci'âbî'nin 125, Muhammed el-Yemenî'nin 150, Ebu'I-'Alâ el-’Attâr el-Hemedânî'nin 250 tarîkle, Mes'ûd es-Sicistânî'nin 1300 isnâdla rivayet ettiklerini söylemektedir (Şercfuddîn, s. 319).

75

Kazvînî, s. 338-342. Emînî, hadîsi nakleden 110 sahâbînin adını vermektedir (el-Gadîr, I, 14-61). Bu sayı 116'ya kadar çıkarılmaktadır (Şercfuddîn, s, 336-340).

76

Şercfuddîn, s. 340-344.

77

ibn Kcsîr, Bidâye, V, 213; îbn Hacer, Metâlibu’l-Âliye, Thk.-. Habîburrahman el-A’zamî, Kuveyt 1393/1973, IV, 6; aynı mlf., Tehzîbu’t-Tehzîb, Haydarabad 1325-1327, VII, 337; Muttakî el-Hindî, Kenzu’l-’Ummâl, Beyrut 1399/1979, XIII, 105,137.

! \ \

78

Tirmizî, Sünen, Çcv.: O. Zeki Mollamehmetoğlu, İstanbul (t.y.), VI, 267-268; îbn Kesîr, Bidâye, V, '212; Nesâî, s. 72.

79

Hase.n-Garîb, bir râvinin tek başına rivayet ettiği veya rivayetinde teferrüd ettiği hasen hadîse denir (Aydınlı, A., Hadis Istılahları Sözlüğü, İstanbul 1987, s. 68).

80

Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nubelâ, Thk.: Şu’ayb el-Arnavut, 3. Baskı, Beyrut 1405/1985, VIII, 334-335.

81

Meşhûr, en az üç isnadla rivayet edilen, fakat tevatür derecesine erişmeyenTâdisİere denir (Koçyiğit, s. 219).

82

el-‘Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Muz.îlu’l-llbâs, 3. Baskı, Beyrut 1408/1988, II, 274.

83

lbn Hacer, Metâlib, IV, 59-60; Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 2. Baskı, Beyrut 1967, IX, 108. Albânî, Silsile, IV, 336’da İbn Bureyde’den, babasından verilen rivayette Yemen’in adı zikredilmemiş, sadece “Resûlullah bizi bir seriyyeye gönderdi...” ifadesi yer almıştır.

84

Ahmed b. Hanbel, V, 347; Hâkim, III, 110; Nesâî, s. 71-72; İbn Kesîr, Bidâye, V, 209; Albânî, Silsile, IV. 336.

85

İbn Kesîr, Bidâye, V, 209.

86

Hâkim, III, 110,

87

Albânî, Silsile, IV, 336.

88

Tirmizî, VI, 266-267; ayrıca bk. Ibn Hacer, el-Isâbe fî Temyîzi’s-Sahâbe, Kahire 1328, II, 509; Nesâî, s. 75; Hâkim, III, 110.

89

Ibn Kesir, Bidâye, V, 104.

90

Tirmizî, VI, 267 (dipnottan); ayrıca bk. ez-Zehebî, Mîzânu'l-l'tidâl, Thk.: Muhammed el-Becâvî, Dâru'l-Fikr, y.y. (t.y.), I, 408-409; Kandemİr, II, 377.

91

Ateş, A. O., Ehl-i Sünnet ve Şî’a’nın Delîl Olarak Aldığı Bazı Hadîsler, İzmir 1995 (Basılmamış Çalışma), s. 77.

92

Ateş, s. 77; krş. Zehebî, Mîzân, II, 610.

93

Ateş, s. 77.

94

Nesâî, s. 70-71; Suyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, Kahire 1321, II, 154; el-Munâvî, Kitâbu’t-Teysîr bi-Şerhi’l-Câmi’i’s-Sağîr, Matbaa-i Âmire 1286, II, 442; Hcyseınî, IX, 107-108; Muttakî el-Hindî, XI, 602; XIII, 131.

95

el-Yesû’î, L. Ma’lûf, el-Muncid, 27. Baskı, Beyrut 1984, s. 919.

96

el-Albânî, Sahîhu Câmi’i’s-Sağîr, 2. Baskı, Beyrut 1406/1986, II, 1112.

97

İbn Mâce, Sıinen, Thk.: M. Fuâd Abdulbâkî, Dâru İhyâi’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1372/1952, I, 43; İbn Kesîr, Bidâye, V, 209. r

98

Ahmed b. Hanbcl, IV, 372; Albanî, Silsile, IV, 332.

99

Heysemî, IX, 107-108; Muttakî el-Hindî, XI, 610.

100

Muttakî el-Hindî, XI, 610.

101

Ibn Hacer, Metâlibu’l-Âliye, IV, 60. Muhakkik dipnotta rivayetin senedinde Dâvud b. Yezîd el-Evdî’nin bulunduğunu ve bu kişinin zayıf olduğunu belirtmiştir.

102

Yani “Siz Şîa taraftarısınız. Hoşunuza gitmeyen birşey söylersem bana zarar vereceğinizden korkuyorum!”

103

Ahmed b. Hanbel, IV, 368; Muîtakî el-Hindî, XIII, 104-105’te geçen bir rivayette Zeyd b. Erkam’a yukarıdaki ziyadeliğin Hz. Peygamber tarafından söylenip söylenmediği sorulur. O da “Söylendiğini bilmiyorum.” diye cevap verir.

104

Ahmed b. Hanbel, I, 152; Ibn Kesîr, Bidâye, V, 211; İbn Hacer, Metâlib, IV, 65; Heysemî, IX, 107; Muttakî el-Hindî, XIII, 168-169.

105

Heysemî, IX, 109.

106

Hcysemî, IX, 109.

107

Nesâî, s. 69-70; Hâkim, III, 109; İbn Kesîr, Bidâye, V, 209;

Muttakî el-Hindî, XIII, 104.

108

Hâkim, III, 110.

109

Müslim, Sahih, Nşr.: M. Fuâd Abdulbâkî, 2. Baskı, Beyrut 1972, IV, 1873; ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 367; İbn Hacer, Metâlib, IV, 65; Mevtana Şibli, Asr-ı Saadet (İslâm Tarihi), İstanbul 1973 1975, I, 54.

110

Öz., M., "Ehl-i Beyt", T. D. V. t. A., İstanbul 1994, X, 499.

111

Geniş bilgi, için bk. Öz, X, 499.

112

îbn Kesîr, Bidâye, V, 211.

113

Suyûtî, Târîlıu’l-Hulefâ, Thk.: M. Muhyiddin Abdulhamîd, 4. Baskı, Kahire 1389/1969, s. 169.

114

Nesâî, s. 73, 73-74, 76.

115

Ahmed b. Hanbeİ, V, 366; Nesâî, s. 73; Heysemî, IX, 104.

116

Heysemî, IX, 107.

117

îbn Esîr, Usd, III, 307; Muttakî el-Hindî, XIII, 131.

118

Ahmed b. Hanbeİ, I, 118, 119; Nesâî, s. 91-92; Muttakî el-Hindî, XIII, 157; Heysemî, IX, 108.

119

Ahmed b. Hanbeİ, I, 119; Hafîbu’l-Bağdâdî, XIV, 236; Muttakî el-Hindî, XIII, 170-171; Îbnu’l-Esîr, Usd, IV, 28.

120

Ahmed b. Hanbel, I, 84; Muttakî el-Hindî, XIII, 158, 170.

121

Heysemî, IX, 107.

122

Muttakî el-Hindî, XIII, 154-155; Heysemî, IX, 108.

123

Suyûtî, Târîhu’I'Hulefâ, s. 169.

124

Ahmed b. Hanbel, IV, 370; îbn Kesîr, Bidâye, V, 211;

Heysemî, IX, 104.

125

Ahmed b. Hanbel, I, 84; V, 366; Nesâî, s. 73; Muttakî el-Hindî, XIII, 154-155, 170.

126

Nesâî, s. 81-82.

127

Ahmed b. Hanbel, I, 119; ayrıca bk. îbn Kesîr, Bidâye, V, 211,

128

Ahmed b. Hanbel, I, 119; Hatîbu’l-Bağdâdî, XIV, 236; Heysemî, IX, 105, 107; Muttakî el-Hindî, XIII, 170-171; Suyûtî, Târîhu’l-Huiefâ, s. 169.

129

Muttakî el-Hindî, XIII, 158. Burada, bu son rivayetin râvilerinin sika olduklarını Heysemî’nin söylediği ifade edilmişse de tbn Hacer tarafından Şiî olduklarının söylendiği belirtilmiştir.

130

Alımed b. Hanbel, V, 419; ayrıca bk. Ibn Kesîr, Bidâye, V, 212; Heysemî, IX, 104; Albânî, Silsile, IV, 340.

131

Heysemî, IX, 107; Muttakî el-Hindî, XI, 332-333.

132

Şerefuddîn, s. 320-321.

133

Heysemî, IX, 106.

134

Şerefuddîn, s. 326-327.

135

Albânî, Silsile, IV, 343-344.

136

Sofuoğlu, Şia'nın Hadîs Anlayışı, s. 27.

137

Sofuoğlu, Şia'nın Hadîs Anlayışı, s. 32.

138

Ateş, s. 89.

139

Ateş, s. 90.

140

Ersavaş, Ö. L., s. 27.

141

lbn Haldûn, Mukaddime, Çev.: Z. Kadiri Ugan, İstanbul 1986, I, 496-497.

142

Feyrûzâbâdî, Kâmusu’l-Muhît, Beyrut 1306, IV,401; ayrıca bk. îbn Esîr, Nihâye, V, 228.

143

Kazvînî, s. 348-349.

144

İbnu’l-'Arabi, el-’Avâsım mine’l-Kavâsım, Thk.: Muhibbuddîn el-Hatîb, 5. Baskı, Kahire 1399, s. 185-186; ayrıca bk. İbn Sa’d, Tabakâtu’l-Kubrâ, Beyrut 1405/1985, V, 320; Sofuoğlu, Şia’nın Hadîs Anlayışı, s. 28.

145

Muhammed 47/11

146

Ibn Kuteybc, Te'vîlu Muhtelifi'l-Hadîs (Hadîs Müdâfaası), Çcv.: H. Kırbaşoğlu, 2. Baskı,.İstanbul 1989, s. 115.

147

Âlusî, VI, 195-196.

148

m),EnfârWZiy,Mâide5l5\-;Tevbe9in\.

149

Rıza, R„ VI, 365-366.

150

·        175)et-Turkmânî, A.M., Ta’rîf bi-Mezhebi’ş-ŞÎ’ati’l-tmâmiyye, Amman 1403/1983, s. 30-31.

151

·        176)Buhârî, 1315, V, 110. Bu olay İbn Kesîr, Bidâye, V, 104’te de anlatılmaktadır.

152

İbn Kesîr Bidâye, V, 105-106.

153

lbn Kcsîr, Bidâye, V, 106.

154

Ersavaş, Ö. L., s. 28. Bu görüşü Hamidullah, I, 302, 678-679’da, Ebu Kevser, s. 14’te ileri sürmektedirler.

155

Hamidullah, I, 678-679.

156

Ebû Şehbe, M., es-Stratu’n-Nebeviyye, Şam 1409/1988, 11, 580-581.

157

Lings, M., tik Kaynaklara Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Çev.: N. Şişman, İstanbul 1984, s. 498.

158

Umerî, E. Z., Medine Toplumu, Çev.: Nureddin Yıldız, İstanbul 1988,. s. 300.

159

en-Nedvî, el-Murtazâ, Dımaşk 1409/1989, s. 53.

160

ibn Kesîr, Bidâye, V, 106, 208.

161

Halebî, III, TM.                                        \

162

Âlusî, VI, 194.

163

Rıza, R„ VI, 465.

164

ibn Kesîr, Bidâye, V, 106.

165

Şeriati, A., Şehidî, C., Doğumdan Hicrete Hicretten Vefata Siret, Çev.: K. Güney, İstanbul 1991, s. 169.

166

Şeriati, Şehidî, s. 169. Şeriati, Muhammed Kimdir adlı kitabında olayı benzer şekilde anlattıktan sonra Peygaınber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in, “Ey halk! Ali’yi şikayet etmeyin. Allah’a andolsun ki o Allah’ın zatından ve Allah yolunda kendisine şikayet edilecek şeyden daha haşin ve serttir.” dediği yazılmıştır (A. Şeriati, Muhammed Kimdir, Çev.: A. Seyidoğlu, Ankara 1988, s. 310). İfadelerdeki bu farklılık belki de mütercimlerin çevirilerinden kaynaklanmıştır. Ancak kitapların aslına bakma imkanımız olmamıştır.

167

Şeriati, A., Muhammed Kimdir, s. 322-323; ayrıca bk. Şeriati, Şehidî, s. 182-183.

168

Futuk, Tâif’te bir köydür (Yâkût, IV, 235).

169

Vâkıdî, Kitâbu’l-Meğâzî, Thk.: Marsden Joncs, Londra 1966, III, 1079-1081.

170

el-Kurtubî, el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut 1408/1988, I, 185; Yılmaz, M. K„ Tabersî ve Tabatabaî’de îmamiye Tefsiri (Basılmamış Doktora Tezi), Erzurum 1985, s. 173.

171

îbn Esîr, Nihâye, V, 228-229; Munâvî, Feyzu’l-Kadîr, VI, 217; Kurtubî, I, 184-185•/ayrıca bk. Sofuoğlu, Şia'nın Hadîs

Anlayışı, s. 29; Yılmaz, s. 172.

172

Kurtubî, I, 185.

173

Hatiboğlu, M. S., Siyâsî- Îctimâî Hâdiselerle Hadîs Münasebetleri (Basılmamış Doçentlik Tezi), Ankara 1968, s. 36-37.

174

Doğuştan Günümüze Büyük Islâm Tarihi, İstanbul 1989, II, 446.

175

Yılmaz, s. 171.

176

İbn Teymiyy< ’nin sözkonusu rivayetleri reddettiği söy

lenmiştir. (Bk. Sofuoğlu, "Gadîr", s. 464; Ersavaş, s. 18). Ancak Sofuoğlu, başka yerde, "Müellif hadîsin doğruluğunu kabul etmekle birlikte Gadîr hikayesini şiddetle redde -inektedir." demektedir (Sofuoğlu, Şîa'mn Hadîs Anlayışı, s. 30).                                     >

177

İbn Tcymiyye, Minhâc, IV, 9-15.

178

tbn Teymiyye, Minhâc, IV, 15-17.

179

tbn Tcymiyye, Minhâc, IV, 16.

180

ibn Teymiyye, Minhâc, IV, 85.

181

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 86.

182

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 186-187.

183

Daha önce de geçtiği gibi, altı temel hadîs kitabından olan Müslim, Tirmizî ve İbn Mâce’de Gadîr hadîsinin farklı varyantları yer almıştır.

184

ibn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyeli, Çev. I. H. Sezer vd„ İstanbul 1986, IV, 338.

185

îbn Teymiyye, Külliyat, IV, 339.

186

Albânî, Silsile, IV, 344.

187

Sofuoğlu, Aliyyu’l-Kârî’nin dc Gadîr meselesinin Râfizîler tarafından uydurulduğunu beyan ettiğinden sözetmektedir (Sofuoğlu, Şîa'nın Hadîs Anlayışı, s. 30; aynı mlf., "Gadîr”, s. 466).

188

Aliyyu’l-Kârî, Mevzûât, Dersaadct (t.y.), s. 109.

189

Albânî, Silsile, IV, 344.

190

Bakan, s. 110.

191

ed-Dârimî, Sünen, Dâru Îhyâi’s-Sunneti’n-Nebeviyye (t.y.), II, 431-423.

192

Ahmed b. Hanbel, III, 14, 26, 59.

193

Ahmed b. Hanbel, III, 17,

194

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 85.

195

ibn Teymiyye, Minhâc, IV, 105.

196

Rıza, R„ VI, 367.

197

Mâlik b. Eneş, Muvatta, Thk.: M, F. Abdiilbâkî, Beyrut 1370/1951, II, 899; İbn Hişâm, es-Sîratu’h-Nebeviyye, IV, 1461’de Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’ın bu sözleri Veda hutbesinde nakledilmektedir.

198

İbn Mâce, II, 1025; Ebû Dâvud, Sünen, Ta’lîk: izzet Ubeyd ed-De’âs, Adil Seyyid, Humus 1388-1394/1969-1974, II, 462; ayrıca bk. Zebîdî, Sahîh-i Buhûri Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Çev.: K. Miras, 7. Baskı. Ankara 1985, X, 398.

199

Kummî, I, 292-293; Kandemir, II, 378.

200

İbn Hişâın, IV, 173.

201

Nesâî, s. 50,60.          ■

202

İbn Hişâm, IV, 1372; Kummî, I, 292-293.

203

Ahmed b. Hanbel, I, 170, 177, 179, 182-183, 184, 185; III, 32; ayrıca bk. Buhârî, V, 129; İbn Mâce, I, 42-43; Tirmizî, VI, 279; 'Nesâî, s. 50-61; Hâkim, III, 108. /

204

Bk. Kurtubî, I, 185.

205

Kurtubî, I, 185.

206

Kummî, I, 293; Tabatabâî, VI, 48; Kazvînî, s. 303 vd.

207

Kummî, I, 293.

208

Ahmed b. Hanbel, IV, 281; aynça bk. İbn Kesîr, Bidâye, V, 210; Muttaki el-Hindî, XIII, 134-135.

209

Hatîbu’l-Bağdâdî, VIII, 290.

210

el-Vâhidî, Esbâbu’n-Nuzûl, 2. Baskı, Mısır 1387/1968, s. 108’de ayetin Arafe günü ikindiden sonra Arafat’ta, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bineği el-Adbâ’nın üzerinde iken nâzil olduğu söylenmiştir.

211

Bk. Taberî, Tefsîr, VI, 53-54; Suyûtî, el-îtkân, Thk;: M. Ebu’l-Fadl İbrahim, Kahire 1387/1967, I, 52-53; îbn Kesîr, Tefsir, V, 2103-2104.

212

Kurtubî, VI, 42.

213

Taberî, Tefsir, VI, 54.

214

Taberî, Tefsir, VI, 51.

215

Kurtubî, VI, 42.

216

Taberî, Tefsir, VI, 52.

217

Taberî, Tefsir, VI, 51-52.

218

Vahidî, s. 108; Taberî, Tefsir, VI, 53; ibn Kesîr, Bidâye, V, 177; Tirmizî, V, 160; ayrıca bk. Kurtubî, VI, 42.

219

Tirmizî, V, 160-161; Vahidî, s. 108; Taberî, Tefsir, VI, 53.

220

Taberî, Tefsir, VI, 54.

221

Suyûtî, ttkân, 1,49.

222

Tabersî, Mecma’, II, 246; Tabatabâî, V, 181-182.

223

Kummî, I, 162; krş. Tabatabâî, V, 200.

224

Tabatabâî, V, 196.

225

Kuleynî, I, 199.

226

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 15-17.

227

er-Râzî, Tefsîru’I-Kebîr, Kum (t.y.), XI, 139.

228

Suyûtî, Itkân, I, 52-53.

229

et-Taberî, Câmi’u’l-Beyân, Beyrut 1972, VI, 198-199.

230

Tirmizî, V, 162.

231

Vahidî, s. 115; Abdülfettâh el-Kâdî, Sahabe ve Müfessirlere Göre Esbâb-ı Nüzûl, Çev.: S. Akdemir, Ankara 1986, s. 161; İbn Kesîr, Hadîslerle Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri, Çev.: B. Karhğa, B. Çetîner, İstanbul 1983, V, 2419-2420; Râzî, IX, 158.

232

Vahidî, s. 115-116; Kurtubî, VI, 158; Suyûtî, Esbâbu’n-Nıızûl. Kahire 1986, s. 80.

233

Bk. Kurtubî, VI, 158.

234

Vahidî, s. 115.

235

Ahzâb 33/28-29.

236

Enam 6/108.

237

Ayrıca bk. İbn Kesîr, Hadîslerle Kurân-ı Kerîm Tefsiri, V, 2421.

238

Ayetin Hz. Ali hakkında Gadîr-i Huînm’da nâzil olduğu Vahidî,

s. 115’te de nakledilmiştir.                                >

239

Râzî, XII, 49-50 = (Çev.: S. Yıldırım vd., Ankara 1990, IX, 156-158).

240

Kurtubî, VI, 157.

241

Tabâtabâî, VI, 59; Tabersî, t’lâm, s. 138; Kazvînî, s. 335.

242

Tabersî, Mecma’, II, 344.

243

Yılmaz, s. 166.

244

Tabatabâî, VI, 59.

245

Bk. Sofuoğlu, Şia’nın Hadîs Anlayışı, s. 25; aynı mlf., "Gadîr", s. 462.

246

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 10.

247

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 14.

248

Âlusî, VI, 189-197.

249

Rıza, R., V, 467-473.

250

Kummî, II, 385-386.

251

Enfâl 8/32.

252

Vahidî, s. 250; Râzî, XXX, 121; Abdülfcttâh el-Kâdî, s.405.

253

Tabersî, Mecma’, V, 529.

254

Ebu’s-Su’ûd, Tefsîr, Kahire (t.y.), III, 61.

255

Ebu’s-Su’ûd, IX, 29.

256

İbn Teymiyye, Minhâc, IV, 13-14.

257

Rıza, R„ VI, 464.

258

Tabatabâî, VI, 55-57.

259

Buhârî, VII, 136-137.

260

Rivayetin tam metni için bk. Ahmed b. Hanbel, I, 118, 119, 151, 152.

261

Mahmûd Es’ad, s. 858.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar